82. sayıya ulaşmak için tıklayın

Transkript

82. sayıya ulaşmak için tıklayın
Bizi susturamazsınız!
T
ayyipgiller, iktidarları boyunca uyguladıkları zam, zulüm, vurgun, işkence,
ölüm politikalarını açık eden, halkı uyaran, mücadeleye çağıran tüm kurumları yok
etme yöntemini kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. Bu konuda en çok baskı yapılan
alanlardan biri de basın yayın alanıdır. Yapılan
baskılar sonucu “Yandaş Basın” dediğimiz ve
her gün Tayyipgiller’in reklamını yapan bir basın çıktı ortaya. Buna karşı duran antiemperyalist, yurtsever ve laik çizgide olan basın yayın
organlarına ise cezalar veriliyor. İşte bu çizgide
mücadele eden basın yayın organlarının başında
Kurtuluş Yolu Gazetesi geliyor.
Yıl: 9
Bugüne kadar hiçbir baskıya boyun eğmeyen, yıllarca çizgisinden hiçbir şekilde ödün
vermeyen Kurtuluş Yolu Gazetesi Yazı İşleri
Müdürü Kubilay Akçay’a; Devlet Başkanı
Recep Tayyip Erdoğan’a basın yoluyla hakaret
etmek nedeniyle ceza davası açıldı ve İstanbul 2.
Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 06.11.2014
tarihinde 11 Ay 20 Gün hapis cezasına çarptırıldı.
Davaya Recep Tayyip Erdoğan da müşteki
sıfatı ile katılma talebinde bulundu ve talebi
Mahkemece kabul edildi.
Yıllardır halkımıza en ağır hakaretleri eden,
Sayı: 82 4 Aralık 2014
Siyasi Gazete
“bakara, makara” diyerek inançlarıyla dalga
geçen Tayyipgiller yargılanmazken, haklarında
takipsizlik kararları verilerek ödüllendirilirken
Kurtuluş Yolu vb. gazetelere verilen cezalar
sindirme, yıldırma politikalarının bir parçasıdır.
Ama bu cezalar Gazetemizi yıldıramayacaktır.
Çizgimizden asla taviz vermeyecek halkımızın,
emekçilerin, işçilerin sesi olmaya devam edeceğiz! 27.11.2014
Baskılar Bizi Yıldıramaz!
Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır!
Kurtuluş Yolu Gazetesi
www.kurtulusyolu.org
1 TL
ABD Emperyalizmi
Halkların Kurtarıcısı Değil Celladıdır!
bu savaşlar, kırımlar artarak sürecektir. Bu nedenle AB-D, halkların
kurtarıcısı hele kahramanı hiç değildir. AB-D’cilik yapmak da halkımızı,
halklarımızı zehirlemek demektir.
Tayyipgiller, ABD Emperyalistleri,
Obamalar, Bidenler bu halkın kahramanları değil başdüşmanıdır” dedi.
“İnsan soyunun başdüşmanı ABD
Emperyalistleri”ne karşı ülkeler ve
halklar özgürleşene kadar da mücadele
edeceğiz” diyerek açıklamasını bitirdi.
Eylemimiz slogan ve alkışlarla sona
erdi.
HKP’den Biden
protestosu
H
alkın
Kurtuluş
Partisi İstanbul
İl Örgütü olarak
ABD Emperyalizminin
Başkan Yardımcısı Joe
Biden’in Türkiye gelmesini protesto etmek amacıyla 21 Kasım Çarşamba günü saat 20.00’da
Dolmabahçe’de protesto
ettik.
Kanlı elleriyle ülkemize gelen Joe Biden’in
gündeminde Ortadoğu ve
IŞİD meselesi var. Joe Biden bu çerçevede Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’yla görüşecek. Biden, ABD’nin
emirlerini Erdoğan ve Davutoğlu’na
iletecek. İşbirlikçi Tayyipgiller hükümeti de bu emirleri uygulamaya koyacaklar. Ortadoğu Halklarının kaderini
belirleyecekler kanlı politikalarıyla.
HKP olarak Biden’i biz de karşılayalım istedik. “Yankee Go Home”,
“Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler” sloganlarıyla
Kabataş’tan Dolmabahçe’ye bir yürüyüş gerçekleştirdik.
Dolmabahçe’de polisler yolumu-
zu kesti. Çevik polis, özel tim ve TOMA’lar barikat kurarak eylemimizi
engellemeye çalıştı. Engellemeyi ve
baskıyı protesto ederek eylemimizi
gerçekleştirdik.
İl Başkanımız Av. Pınar Akbina
yaptığı basın açıklamasında; “Halklarımızın kaderini AB-D belirledikçe
Bakalım kaçabilecek
misiniz?..
Filistin’de çocuk
olmak
Elektrikte vurgun…
İnsanda biraz utanma
olur yahu!..
5’te
9’da
Katil AB-D Ortadoğu’dan Defol!
3’te
7’de
Yatağan Satılamaz!..
Özelleştirmeye karşı direnen Yatağan İşçilerine destek için 1 Aralık 2014 günü sabahından beri Direniş yerinde bulunan ve geceyi çadırda geçiren HKP Muğla İl Örgütü bir
açıklama yaptı.
Ş
Gezi İsyanı Şehitlerinden
Abdullah Cömert’in katilleri
korunuyor
Halkımıza
u anda, AKP iktidarı tarafından yandaş Parababalarına
peşkeş çekilen Yatağan Termik Santrali’nin önünde kurulmuş Direniş Çadırı’ndan sesleniyoruz.
Pazartesi sabahından itibaren burada işçi kardeşlerimizin
yanındayız. Yatağan Termik Santrali; Özelleştirilmesinin ardından 7 Aralık 2014 tarihine kadar yapılacak devir teslim
işlemiyle birlikte el değiştirilecek. Bu kamu malının da Tayyipgiller’in yandaşı Parababalarına ve uluslararası tekellere
peşkeş çekilmesi ile birlikte, işçi kardeşlerimiz işlerinden,
ekmeklerinden, aşlarından olacaklardır.
12’de
G
ezi İsyanı sırasında 3
Haziran 2013 günü
Hatay’ın
Armutlu
ilçesinde polis tarafından
başından gaz kapsülüyle vurularak katledilen Abdullah
Cömert’in katilinin yargılandığı davanın ikinci duruşması
4 Kasım 2014 günü Balıkesir
Adliyesinde görüldü. Binbir
türlü adaletsizliğin yaşandığı,
hâkim ve savcıların alenen
katili koruduğu dava sonuçsuz kaldı ve 3 Şubat 2015 gününe ertelendi.
Sabah saatlerinde Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl
Örgütü olarak davayı takip
etmek, Abdullah Cömert’in
sahipsiz olmadığını, Hatay’da
gerçekleşen, tanıkları Hatay’da, sanıkları Mersin’de
olan bir olayın duruşmasının
Balıkesir’e kaçırılarak sahip
çıkılmasının engellenemeyeceğini göstermek için Balıkesir’e doğru yola çıktık. Şehrin
girişinde kontrol noktaları
vardı ve polisler, araçları
içindeki insanların üstlerine
kadar arayarak duruşmayı takibe gelenleri terörize etmeye
çalıştılar.
Mahkeme önüne gidildiğindeyse adliye binasının
etrafının polislerce ve barikatlarla çevrildiği bir manzarayla karşılaşıldı.
9’da
Yankee Go Home!
Kahrolsun Emperyalizm,
Yaşasın Sosyalizm!
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
2’de
Acısını bir ömür
boyu yüreğinde
taşıyan Mukaddes
Ana Deniz’ine
kavuştu…
“Biz Türkiye’nin 2’inci Kurtuluş
Savaşçılarıyız!” diyerek kendisini Türkiye Halklarının Kurtuluş Davasına
adayan ve bu nedenle faşizm tarafından
idam edilen Deniz Gezmiş Yoldaş’ın
annesi Mukaddes Ana’yı kaybettik.
Yıllarca oğlunun acısını yüreğinde
taşıyan bu nedenle bir yanı hep eksik
olan Mukaddes Ana, İstanbul’da tedavi gördüğü hastanede 21 Kasım günü
hayatını kaybetti ve Deniz’ine kavuştu.
Mukaddes Ana’yı 23 Kasım günü binler
Üsküdar Selimiye Camiinden uğurladı.
Cenaze yürüyüşle, alkışlarla, “Rahat
Uyu Anacığım, Evlatların Burada”,
“Mukaddes Ana Ölümsüzdür”, “Deniz Gezmiş Ölümsüzdür” sloganlarıyla uğurlandı.
Gezmiş ailesinin, çeşitli Demokratik Halk Kurumlarının ve öğrencilerin olduğu cenazede Halkın Kurtuluş
Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut,
Başkanlık Kurulu üyeleri, yönetici ve
üyeleri ile katıldı.
Halkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
Ekim Devrimcileri
ve Kuvayimilliye
Devrimcileri hakkında
16’da
Başyazı
N
Bu ne ya!..
e hukuk bıraktı memlekette, ne
adliye. Ne ahlâk bıraktı, ne namus. Ne dağ, taş, orman, ağaç
bıraktı ne şehirlerde arsa. Ne Tarihe
saygısı var, ne insana, ne insani değerlere. Çalmaktan, çırpmaktan, ihanetten,
zalimlikten, cinayetten başka hiçbir şey
bilmiyor ve de yapmıyor.
Amerikan ve Avrupa Emperyalistleri arkasında ya; onlara
güvenerek ve onların
gönlünü hoş etmek,
onlardan aferin almak
için komşu, dost ülke
de bırakmadı. Ülkeyi cehenneme, yangın yerine çevirmekle
kalmadı; bölgeyi de
cehenneme
çevirdi.
Müslümanı Müslümana kırdırdı. Kardeşi kardeşe kırdırdı. Bu ne böyle ya…
Ülke nasıl geldi bu hale, nasıl bu duruma düştü…
Daha dün Kaç-ak Sarayında Milli
Güvenlik Konseyi (MGK)’de yer alan
Topukçu Gebeş Paşa ile NATO’nun
çürütüp içlerini boşalttığı “Ordu Fosilleri” dediğimiz generalleri ağırladı. Onlara akşam yemeği verdi. Onlar da hiç
utanıp sıkılmadan Mustafa Kemal’in
kurup bir bataklıkken cennet gibi yeşil
bir alana çevirip millete armağan ettiği
Orman Çiftliği’nin talan edilerek her
türden yasa, hukuk ayaklar altına alınarak yüzlerce ağaç katledilerek yapılmış
Kaç-ak Saraya gittiler, Tayyip’in karşısında, Tarihi camilerimizdeki helâların
yan tarafına dizilen ibrikler gibi uzun
iki masa etrafına dizilip yemek yediler. Kuşkusuz, bir ziyafet sofrasıydı o.
Karun sofrası kadar
zengin. Nasıl geçti o
lokmalar, o yağlı, lezzetli, etli yemekler boğazınızdan ve şiş göbeklerinizi doldurdu?
Ama neden soruyoruz
ki?.. Onlarda o şiş göbeklerden ve kalın enselerden, doldurma ve
boşaltma deliklerinden başka geriye ne
kalmıştır ki?.. Başka insanlık arama.
Muhakkak ki onlar da bu utanç verici bir alçalmadan ibaret olan işi yapmakla açıkça suç işlemişlerdir.
Hep söyledik ve söylemeye devam
edeceğiz: Türkiye artık kanunla yönetilen bir devlet olmaktan çıkmıştır. Bir
diktatörlüktür, bir Derebeyliktir şu an
Türkiye’de “devlet” denen kurum.
8’de
2
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
ABD Emperyalizmi
Halkların Kurtarıcısı Değil Celladıdır!
Baştarafı sayfa 1’de
alkın Kurtuluş Partisi Ankara İl
Örgütü olarak ABD Emperyalizminin Başkan Yardımcısı Joe
Biden’ın Türkiye’ye gelişini 23 Kasım
Pazar günü ABD Büyükelçiliği önünde
protesto ettik.
Başhaydut ABD Emperyalizminin
Ortadoğu ve özellikle de Suriye’de Esad
yönetimine yapılacak olası müdahalelerinin emirlerini vermek üzere Türkiye’ye
H
ler Geldikleri Gibi Gidecekler” , “Hoşt
Hoşt Amerika Puşt Puşt Amerika” sloganlarıyla Kennedy Caddesi üzerinde basın açıklamamızı gerçekleştirdik.
Açıklama sırasında yoldan geçen
araçlar kornalarla eylemimize destek verdi. Bir kişi aracın camını açarak “Direne
Direne Kazanacağız!” sloganı attı ve eylemimize destek verdi. Eylem sonrası yanımıza gelen vatandaşlar yaşanılan süreçte
hâlâ doğruları görebilen ve dik durabilen
gelen Joe Biden, işbirlikçi Tayyipgiller
hükümeti ile görüşmeler gerçekleştirirken
buna sessiz kalamazdık.
HKP olarak Tunus Caddesi’nde oluşturduğumuz kortej ile sloganlarla ABD
Büyükelçiliği önüne yürüdük. “Yankee
Go Home”, “Emperyalistler İşbirlikçi-
insanları görmek sevindirici, diyerek bizi
tebrik etti. Vatandaşlarla uzun süre Parti
Genel Başkan Yardımcımız ve İl Başkanımız sohbet etti. 23.11.2014
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
Ortadoğu’daki Savaşların Yaratıcısı
Olan ABD Emperyalizmi
Halkların Kurtarıcısı Değil Celladıdır!
A
BD Başkan Yardımcısı Joe Biden, ülkemize, İstanbul’a geliyor bu akşam. Önce Obama’nın
‘IŞİD temsilcisi’ John Allen’in Ankara
ziyareti şimdi de Joe Biden’in İstanbul ziyareti… Gündem aynı: Ortadoğu, IŞİD’le
mücadele…
Joe Biden bu çerçevede; Ahmet Davutoğlu ve Tayyip Erdoğan’la görüşecek.
Başbakanlık Basın Merkezi’nden Joe
Biden’in Türkiye ziyaretine ilişkin yapılan açıklamada, “Türkiye ile ABD, iki
müttefik, ortak ve dost olarak birçok
hayati konuda işbirliği yürütmektedir.
Bu çerçevede konuk başkan yardımcısının ziyaretinde ikili, bölgesel ve küresel meseleler ele alınacak, işbirliğimizin
her alanda daha da geliştirilmesi imkânları üzerinde durulacaktır” denildi.
Halkların başı belada ve süper kahramanlarımız(!) Ortadoğu’yu bu kötü canavardan kurtarmak için bir araya geliyorlar. Bu canavarları, diktatörleri yok edip
Ortadoğu’ya demokrasi, özgürlük getirecekler. Gerçi büyük kurtarıcı ABD’nin
50-60 yıldır mücadelesi henüz sonuç
vermedi ama olacak elbette! Evet, oluşturulan, yıllardır da yürütülen psikolojik
hareketle yaratılmaya çalışılan algı bu.
En son örneği de IŞİD… Kurtarıcı,
kahraman, uzlaştırıcı rolüyle Ortadoğu’da yine sahnede ABD. Ve bu aldatmacada maalesef yine başarılı oldular.
Hâlbuki en son canavarı, IŞİD’i de
yaratan bizzat ABD. Destekleyen, bu topraklarda barındıran da Tayyipgiller Hükümeti. Dünyanın her yerinden devşirilmiş
Ortaçağcıları, şeriatçı ideolojiyle ve savaş
araç-gereçleriyle donattılar. İşleri bitince
ya da kontrolden çıkınca da “özgürlük
savaşçı”lığından terörist statüsüne indirip
yok etmeye girişiyorlar.
ABD’nin BOP amacını gerçekleştirmesini sağlayan araçlardan biri IŞİD.
Irak’taki Amerikan işgalinin ilk başladığı
günlerden itibaren IŞİD’in tohumları atılmış ve bugünkü gücüne ulaşmıştır, emperyalistlerin desteğinde.
ABD’nin emperyalist politikaları sonuncunda bugün artık yanı başımızda,
komşu ülkede katliam var demiyoruz. Bu
toprakları da artık içine alan büyük bir
trajedi yaşanıyor.
Ortadoğu zaten yıllardan bu yana bir
kan gölü, gittikçe derinleşen... Halklar
için tam bir cehennem. Bir yandan ölüm
bir yandan acı, işkence, yoksulluk…
Hiçbir deftere, hiçbir kitaba sığmayacak
kadar çok ölüm ve acı… Bilfiil AB-D askerlerinin katliamlarının yanı sıra Müslümanların birbirini kırdığı, birbirine kırdı-
rıldığı bir coğrafya…
Ama bu savaş Ortadoğu Halklarının
savaşı değildir. ABD Emperyalistlerinin
bir savaşıdır bu. “Dünyayı bin ülkeli bir
hale getirmek” ya da “şehir devletçiklerine dönüştürmek” için.
Bölgemizdeki bu savaşı projelendirip
yaratan ve başımıza bela eden, Ortadoğu
Halklarına kan ağlatan hep ABD Emperyalistleridir; onların casus örgütleridir,
ordularıdır.
Ortadoğu’daki kendilerine direnç
noktası oluşturabilecek büyük devletler
ortadan kalksın, onun yerine tümüyle
kendilerine uydu olmuş küçük devletler
yani devletçikler oluşsun, ben de burayı
gönlümce sömüreyim, amacıyla gerçekleşiyor bu savaşlar… İşte Yugoslavya,
İşte Irak, İşte Libya işte Suriye... BOP’un
öngördüğü parçalanmışlık ve oluşturulan
yeni harita her geçen gün biraz daha pekiştirilmekte ve kalıcılaştırılmaktadır. Ve
hedefteki ülkeler İran, Türkiye… BOP’un
Türkiye payına düşen kısımda da bölünme vardır.
Bu projenin yürürlüğe girdiği ülkelerde kazananlar; emperyalistler ve işbirlikçileri kaybedenler ise halklardır.
Bu bölünmeler, savaşlar ABD Emperyalistlerinin ve uşaklarının bölgedeki tahakkümünü artırıp sömürülerine olanak
sağlarken milyonlarca insanın hayatını
kaybetmesine, ülkesine terk etmesine ve
yaralanmasına yol açmıştır.
Halklarımızın kaderini AB-D belirledikçe bu savaşlar, kırımlar artarak
sürecektir. Bu nedenle AB-D halkların
kurtarıcısı hele kahramanı hiç değildir.
AB-D’cilik yapmak da halkımızı, halklarımızı zehirlemek demektir. Tayyipgiller,
ABD Emperyalistleri, Obamalar, Bidenler bu halkın kahramanları değil başdüşmanıdır.
Bu nedenle ülkemizde ve Ortadoğu’da
sıfır toleransla AB-D Emperyalistlerine
ve tüm projelerine karşıyız. Aynı zamanda Ortaçağcılığa ve her türlü örgütlerine
sonuna kadar karşıyız. Ve tüm bölünme
çabalarına, halkların birbirine düşman
edilmesine karşı halkların kardeşliğinden, eşitliğinden, özgürlüğünden yanayız.
“İnsan soyunun başdüşmanı ABD Emperyalistleri”ne karşı ülkeler ve halklar
özgürleşene kadar da mücadele edeceğiz.
Emperyalistler ve müttefikleri Tarihin
utanç sayfalarında yerlerini mutlaka alacaklardır. 21.11.2014
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Mustafa Kemal neden ölümsüzdür?
Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız!
Birinci Kuvayimilliye’nin önderi,
Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal’i bundan 76 yıl önce kaybettik.
Ancak aradan geçen onca yıla rağmen
Mustafa Kemal anılmaya devam ediliyor.
Neden?
Çünkü Mustafa Kemal Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın
önderidir. Çünkü Mustafa Kemal Tam
Bağımsızlığın savunucusudur. Çünkü
Mustafa Kemal Laikliğin savunucusudur. Çünkü Mustafa Kemal kadınların
koruyucusudur.
Mustafa Kemal’in
kişiliği
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemindeki
olaylarla şekillenmiştir.
Nedir bu olaylar diye soracak
olursak
şunları
göze batırmamız
gerekir:
1881 yılında
doğan Mustafa
Kemal,
gepegenç bir subayı
olduğu Osmanlı
Ordusu’nun Afrika’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslar’dan
Balkanlar’a kadar birçok cephesinde
savaşmış, Osmanlı’nın hâkim olduğu
toprakları kurt dalamış sürüye çeviren,
o toprakları kendi aşağılık emperyalist
çıkarları için sömürgeleştirmeye, yeraltı ve yerüstü servetlerini ele geçirerek
kendi pazarı haline getirmeye çalışan
Batılı Emperyalistlerin acımasızlıklarını, vahşiliklerini, kan dökücülüklerini
bizzat yaşamış ve bu saldırılara karşı
kelle koltukta mücadele vermiştir.
Mustafa Kemal, görev aldığı savaşlarda başarılı bir subay olarak sivrilmiş, emperyalist orduların korkulu
rüyası olmuştur. Özellikle Çanakkale
Savaşları sırasında gösterdiği büyük
başarılarla, İtilaf Devletleri ordularının
Çanakkale ve İstanbul Boğazlarına girmesini engelleyerek, İtilaf Devletleriyle Rusya’nın birleşmesini engellemiş,
böylece Rusya’da Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesine büyük bir katkıda bulunmuştur.
Arkasından yer aldığı Ortadoğu’daki savaşlarla da emperyalist orduları
yenilgilere uğratmıştır. Ancak, bu başarılar Osmanlı’nın savaşı kazanmasına yetmemiştir bildiğimiz gibi. Ve
sözde müttefiki olduğumuz Alman
Emperyalistlerinin yenilgisiyle
birlikte Osmanlı
da yenilmiştir. Ve
Osmanlı’ya önce
Mondros Ateşkes
Antlaşması imzalatılmış, sonra da
Sevr Planı dayatılmıştır.
Mondros Antlaşmasıyla birlikte Osmanlı, hâkim
olduğu toprakların çok büyük bir
kısmını kaybetmiş, Anadolu’da
küçük bir bölgeye sıkıştırılmıştır.
İşte Mustafa Kemal, bu acılarla
dolu yılların sonunda görmüştür ki Batılı Emperyalistlere güvenilemez. Onlar kendi aşağılık çıkarlarının dışında
hiçbir halka özgürlük, demokrasi ve
eşitlik getirmez. Onlar sadece dünya
pazarlarını ele geçirerek yağma savaşlarıyla kârlarına kâr katmanın peşindedirler.
O zaman ne yapılmalıdır?
1071’den bu yana kader birliği yaptığımız başta Kürt Halkı olmak üzere
kardeş halklarla, Batılı Emperyalistleri
Anadolu’dan kovmak ve Tam Bağımsızlığı sağlamak gerekmektedir. Birinci Kuvayimilliye bunun savaşıdır. Bi-
rinci Kuvayimilliye sonunda kurulan
Cumhuriyet bunun sonucudur.
Batılı Emperyalistlerle etle tırnak
gibi kaynaşmış Padişah Vahdettin ve
Damat Ferit’lerle birlikte Hilafet ve
Saltanat ortadan kaldırılmış, (eksik de
olsa), Laiklik getirilmiştir. Eğitimde
birlik sağlanmış, Tekke ve Zaviyeler
kapatılmıştır. Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı verilmiştir. Bunun yanında birçok hak daha sağlanmıştır.
Ancak Birinci Kuvayimilliye’nin
sonunda Tarihsel şartlar sonucu iktida-
ra Modern ve Antika Parababaları gelmiştir. Ve o Parababaları kendi sömürülerinden başka bir şey düşünmeyen
soygunculardır. Üstelik de Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının kökleri bu topraklarda 7 bin yıldır varlığını
sürdürmekte, sömürü ve zulmün âlâsını bilmektedir. Öyle de yapmışlardır
zaten. Halklara soluk aldırmamışlardır,
ekonomik ve siyasi planda bu Modern
ve Antika Parababaları.
Cumhuriyet’in sağladığı Laiklik
gibi, Eğitim Birliği gibi, Kadınlara
sağlananlar haklar gibi kazanımlar,
bu Antika Tefeci-Bezirgânlar tarafından olmamışa çevrilmek için her türlü
yol kullanılmıştır. Hilafet ve Saltanat
özlemiyle yanıp tutuşan bu Ortaçağcı
gericiler, Halkımızın temiz din duygularını sömürmüşler ve halkımızı Allah’la aldatmanın yollarını bulmuşlardır. Üstelik de bu çabaları, Batılı büyük
emperyalist devletlerce canı gönülden
desteklenmiş, Cumhuriyet’in kazanımlarının yok edilmesi için onlar da ellerinden geleni yapmışlardır.
Birinci Kuvayimilliye Savaşı’nın
zaferle sonuçlanmasında, Sevr Planının yırtılıp, parçalanıp atılmasında ve
Cumhuriyet’in kurulmasını sağlayan
Lozan Anlaşmasının imzalanmasında
biricik müttefikimiz, mazlum ülkelerin dostu, halkların gerçek yardımcısı
Sovyetler Birliği ve O’nun önderi Lenin olmuştur.
Sovyetler Birliği ve Lenin, Türkiye Halkının bağımsızlık mücadelesini
sonuna kadar en içten biçimde desteklemiş, bu manevi desteğinin yanında
maddi desteklerini de sonuna kadar
sağlamıştır. Birinci Kuvayimilliye Savaşı’mız esnasında gerekli olan para,
altın ve silah malzemelerinin çok büyük bir bölümünü Sovyetler Birliği
sağlamıştır. Çünkü onlar, mazlum ülkelerin kardeşliğini, dostluğunu en ön
planda tutmakta, Batılı emperyalistlere
karşı ortak bir savaş sürdürmektedirler.
Çünkü çıkarlarımız ortaktır. Biz de,
Sovyetler de emperyalist yağmacılara
karşı Bağımsızlık savaşı veriyorduk.
Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, sanayinin gelişmesi için gerekli maddi ve teknik destek Sovyetler
Birliği’nce sağlanmış, Sümerbank vb.
fabrikaların tamamı Sovyetler’ce kurulmuştur.
İşte Mustafa Kemal Sovyetler’le
böylesine içten birlik sağlamıştır. O
işbirliği sayesinde atılımlar gerçekleştirilmiştir.
Bildiğimiz gibi
Mustafa Kemal Sosyalist değildir. Burjuva görüşlere sahiptir. Ancak O’nun
en büyük özelliği;
Antiemperyalist, Antifeodal olmasıdır.
Yurtsever, halksever,
laik olmasıdır.
Küba Halkı için
Jose Marti neyse, başta Venezuela
gelmek üzere Latin
Amerika
Halkları
için Bolivar neyse,
Mustafa Kemal de
bizim için odur.
Mustafa Kemal Antiemperyalist
Birinci Kurtuluş Savaşı’nın önderidir.
Sovyetler Birliği’nin en yakın dostudur.
İşte bizim Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı da bu yüzden Birinci Kuvayimilliye’ye elde silah katılmış ve başarıları sonunda Köyceğiz Kuvayimilliye
Komutanı olmuştur. Ve Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı,
Mustafa Kemal’in yarım bıraktığı görevi tamamlamak üzere yola çıkmış,
İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın Teorik ve
Pratik önderi olmuştur.
Biz Halkın Kurtuluş Partililer, ABD
ve AB Emperyalistlerine karşı vereceğimiz İkinci Kurtuluş Savaşı’yla,
Birinci Kuvayimilliye’nin eksik bıraktığını tamamlayacağız. Birinci Kuvayimilliye’yi mantıki sonucuna ulaştırarak
toplumsal kurtuluşu sağlayacağız, sınıfsız toplumu hayata geçireceğiz. Yukarıda da söylediğimiz gibi 1071’den
bu yana en önemli Tarihsel süreçlerde
(Çanakkale’de, Birinci Kuvayimilliye’de) kader birliği yaptığımız Kürt
kardeşlerimizle birlikte İkinci Kurtuluş
Savaşı’nı başaracağız. Ve o zafer sonucunda kuracağımız Demokratik Halk
iktidarıyla Kürt kardeşlerimizle gerçek
eşitlik temelinde bir
araya geleceğiz. Nasıl Birinci Kuvayimilliye’de bir araya
gelmişsek…
Kendilerini İkinci Kurtuluş Savaşçıları olarak adlandıran Denizler’in,
Mahirler’in ideallerini de nasıl biz savunuyorsak, onların
gerçek mirasçıları
bizlersek, Mustafa
Kemal’in Tam Bağımsızlık, Laiklik ve
tabiî bugün için artık
Demokratik Halk Devrimiyle şekillenecek olan Cumhuriyet ideali de Partimizde yaşamaktadır. 10.11.2014
Yaşasın Mustafa Kemal’in İdealleri!
Yaşasın Batılı Emperyalistlere
Karşı Verdiğimiz Birinci Kurtuluş
Savaşı’mız!
Yaşasın AB-D Emperyalistlerine
Karşı Verdiğimiz İkinci Kurtuluş
Savaşı’mız!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
internet: www.kurtulusyolu.org
Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
e-posta: [email protected]
43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu
twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz
3
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Bakalım kaçabilecek misiniz?..
Tayyip, Birinci Kuvayimilliye’nin önderi Mustafa Kemal’in ve İsmet İnönü’nün
de görev yaptığı Birinci Kuvayimilliye yadigârı bu binayı kullanmak istemiyor. Onlara sırtını dönüyor. Ve kendisine oy davarı haline getirilmiş kitlelere de mesaj verilmiş oluyor böylece; bakın, bizi dinimizden, imanımızdan, Kur’anımızdan eden
adamlardan intikam aldık, denerek…
T
ayyip kendisine bir mezar yaptırdı. Bu mezarın resmi olarak
adı: “Cumhurbaşkanlığı Sarayı”. Gayri resmi adı ise: Aksaray.
Sarayın 1000 odası var ve 1 milyon 370
bin TL’ye mal olmuş durumda. Ek olarak
250 odalı yeni bir bina daha yapılıyor. Ve
maliyet yükseliyor. Binanın sadece aylık
elektrik giderinin 700 bin TL’yi aşacağı
söyleniyor bilim insanlarınca.
Yine Tayyip’e son model (2015) özel
zırhlı ve birçok özelliği bulunan Mercedes S600 alınmış. Söz konusu aracın 2014
model anahtar teslim fiyatı 1 milyon 157
bin liraymış. Sanıyoruz bu fiyat da zırhsız
ve özel teçhizat içermeyen. Tam teçhizatlı halinin fiyatın varın siz düşünün… Yeni
araç 6 bin cc motora ve 12 silindire sahip.
Erdoğan’ın konvoyunda bulunan kimyasal
ve biyolojik saldırılara karşı tam donanımlı
ambulans da yenisiyle değiştirildi.
Yine Tayyip’e yeni uçak alındı 436 milyon TL’ye.
Cumhurbaşkanlığının 2015 yılı bütçesi, 445.556 asgari ücretlinin, 393.069 SGK
emeklisinin ve 484.737 BAĞKUR emeklisinin bir aylık toplam maaşına denk.
Ne kadar mı?
397 milyon TL.
Ülkemizde şu anda işsizlik resmi olarak
yüzde 10’u aşmış durumda. Gayri resmi
olarak ise yüzde 25-30’lardan aşağı değil.
Pahalılık ise ondan aşağı kalmıyor. O da
yüzde 10’lara yaklaşmış hatta aşmış durumda resmi olarak. Yine gayri resmi olarak ya da gerçek hayatta yüzde 20’den aşağı değil. Sözde dünyanın en büyük 17’nci
ekonomisiyiz ama Türkiye ekonomisi kimi
ekonomistlere göre ilk beş, kimi ekono-
kam aldık, denerek…
mistlere göre de ilk üç en kırılgan ülke arasında. Ekonomistler büyük bir ekonomik
krizin kapıda olduğunu söylüyorlar. Asgari
ücret 891 TL.
Yani “nerden baksan tutarsızlık nerden
baksan ahmakça” bir harcama bu… Üstelik
bunu yapan da sözde Müslüman, günde 5
vakit din alıp satan, halkı Allah’la aldatan,
partisinin adı da Adalet ve Kalkınma olan
birisi!
Yani bunların adaleti de kalkınması da
bu kadar.
Ekonomisi böyle kötü bir ülkede, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kullanılan
Çankaya Köşkü dururken ve ihtiyacı karşılamaya fazlasıyla yeterken bu masraf niye?
Ve tüm bunlar neyin göstergesi?
Pahalı Devletin, Parababaları devletinin göstergesi.
Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) Programı’nda bu konu şöyle işlenmektedir:
“UCUZ DEVLET
“5- UCUZ YÖNETİM: Devlet, belediye, özel idare ve her türlü mahalli
bütçelerle, her türlü Devlet ve yarı-resmi Ekonomi kurumlarında fuzuli, kırtasiyeci lükse, mirasyedice israflara son
verilecek.
“Bütçe, bugün olduğu gibi borç faizine, devletluların lüksüne ve Parababalarının vurgununa harcanmayacak. Yatırıma ve Halkımızın temel ihtiyaçlarının
karşılanmasına gidecek. Böylece üretimimizle birlikte halkımızın mutluluğu
da şahlanacak…”
Bir Tayyip’in ve Tayyipgiller’in yaptıklarına bakın, bir de HKP’nin önüne koyduğu Demokratik Halk İktidarı ya da İkinci
Kuvayimilliye Programı’na…
İşin, konunun bir diğer yanı da şu: Tayyip, Birinci Kuvayimilliye’nin önderi Mustafa Kemal’in ve İsmet İnönü’nün de görev
yaptığı Birinci Kuvayimilliye yadigârı bu
binayı kullanmak istemiyor. Onlara sırtını
dönüyor. Ve kendisine oy davarı haline getirilmiş kitlelere de mesaj verilmiş oluyor
böylece; bakın, bizi dinimizden, imanımızdan, Kur’anımızdan eden adamlardan inti-
lik sadece diğer kabilelere yönelikti. Evler
de neredeyse bir örnekti. Bulunulan coğrafi
bölgeye göre şekil alıyordu zorunlu olarak.
Kimisi tek katlıydı, kimisi çift. Aşağıda soğuk havalarda hayvanlar kalıyordu üşümesinler diye. Yukarı katta da insanlar. Üstelik
de o hayvanların sıcaklıkları da içeriyi ısıtmayı sağlıyordu kendiliğinden.
Gelişen teknolojiyle birlikte binalarda
da değişiklikler yapılmaya başlandı. Oda
sayısı çoğalmaya, evlerin içine su getirilmeye, tuvaletler evlerin içine alınmaya
başlandı. Oda sayısı da işlevine göre zamanla arttı. Günümüzde ise bildiğimiz gibi
gökdelenler çağına girdik. Çok katlı binalar yapılıyor.
Sonuç itibarıyla evin işlevi, doğadan
kaynaklanan olumsuzlukları (yağmur, kar,
sıcak, soğuk) engellemek ve yerleşik yaşamın sonucu olarak ihtiyaç duyulan yaşam
malzemeleriyle donatılmış olmasıdır. İçinde yaşayan kişi sayısıyla orantılı olarak da
büyüklükleri ve küçüklükleri değişmektedir. Ama normal şartlarda 2+1, ya da 3+1
denilen 80-120 m2lik evler zorunlu ihtiyaçları görmeye yetmektedir. Haa biraz daha
büyük olursa örneğin 150 m2 gibi kötü mü
olur? Elbette olmaz. Ama bunlar çekirdek
aile diye ifade edilen anne-baba ve çocuklardan oluşan normal bir aile için yeterlidir.
Ya ondan fazlası?
O artık ihtiyaçtan çıkmakta, lükse kaçmaktadır.
Lüksün sonu gelir mi?
Gelmez elbette. İnsan Kapitalist Toplumun kaçınılmaz sonucu olarak hep daha
fazlasını istemeye şartlanmaktadır. Parababalarının hep bana, hep bana; kâr, daha
çok kâr, daha çok kâr anlayışının sonucu
olarak zorunlu ihtiyaçlarını karşılamakla
yetinmemekte daha fazlasını, daha lüksünü
istemektedir. Dubleksler, tripleksler, villalar, havuzlu villalar, helikopter pistli evler
vb. vb…
İşte bir de bütün bunlarla bile yetinmeyenler var. Geçmiş çağlarda Konsüller,
Kontlar, Senyörler, Krallar, Padişahlar için
yaptırılan saraylarda yaşamak isteyenler
Tayyip 1250 odalı sarayı neden
ister? Saray hangi ihtiyaçtan
kaynaklanır?
Bildiğimiz gibi insanlık 1 milyon 700
bin yıldan bu yana var. Ve binlerce yıldır
toplu bir hayat sürüyor. İlk insanlar, giysi
olarak neredeyse çırılçıplak bir haldeydiler
ve barınak olarak da mağaraları kullanıyorlardı. Ve hayvanları avlayarak beslenmelerini sağlıyorlar ve yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu dönemi Avcılık olarak adlandırıyor bilim. Sonra insanlar hayvanları
evcilleştirdiler ve hayvanlarını otlatmak ve
Sürünün getirdiği maddi olanaklardan (et,
süt, deri vb.) yararlanmak için sürülerinin
peşinde o yayla senin bu yayla benim dolaşmaya başladılar. Bu dolaşma esnasında
da barınma görevini çadırlar karşılıyordu.
Bu döneme de bilim Sürü ekonomisi diyor. Gel zaman git zaman insanlık Tarımı
keşfetti ve artık sürü peşinde koşmayı bıraktı. Tarım yapmak için oturuklaşmak gerekiyordu ve sabit barınaklara ihtiyaç vardı
hem kendileri hem de hayvanları için. İşte
ilk binalar böyle ortaya çıktı.
İlk binalar insanların zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti ve çadır yaşantısının bir benzeriydi. Su, tuvalet vb. şeyler
yine bina dışındaydı. İnsanlar sıcak havalarda yine dışarıda yatıyorlardı doğayla iç
içe bir şekilde. Ve gökyüzündeki yıldızları
seyrediyorlardı, doyasıya hayaller kurarak…
Güvenlik diye bir sorun yoktu. Kapılar
kapanmıyordu. Çünkü herkes aynı kabilenin, aşiretin, boyun üyesiydi. E, bunlar da
birbirlerine zarar vermezlerdi ki… Güven-
Osmanlı Tarihinin Maddesi eserinden
Kişi Sarayı Yerine
Kamu Yapısı
Hikmet Kıvılcımlı
“Göçebe Osmanlı, yerleşince Saray
kurmadı mı?
“Saray, toplum içinde bir tek kişi
için: başka herkesinkinden muazzam
yapı kurmaksa, ilk Osmanlı Türkü için
böyle bir ayrıcalık yoktur. Klâsik Tarih,
sanki Padişahın Sarayda oturmaması
namusa dokunurmuş gibi, o gerçekliği
kuşkulu deyimlerle sezdirir. O da ancak
İkinci “Padişah” için.
“Orhan Bey’in, Bursa’nın iç kalesinde bir Sarayı olduğu malûmdur. Lâkin, bunun Türklerden mi kaldığı, yoksa
Rumlar tarafından mı yapıldığı belli değildir.”
“Evliya Çelebi çağına dek Bursa’da
başka bir Osmanlı “Saray”ı görülmez.
Besbelli, Kale içindeki Saray, eski Bizans Tekfurundan kalmadır. Anlaşılan
Orhan Gazi, boş duracağına, ele geçen
Kale Sarayına ilk adımını atan Osmanlı İlb’idir. Medeniyet, eline esir düştüğü
Tarihöncesi Toplumu böyle etkilemeye
başlar yahut zehirler.
“Osmanlı niçin “saraysız” kalmıştır?
“Bir yol alıştığı çadırdan kolay ayrılamadığı ortadadır. Ama asıl neden:
eşit Gaziler arasında kişi olarak sivrilmenin pek güç olduğudur. Medeniyette egemen sınıf eğilimi ve eğitimi bir
insanın kişi olarak sivrilmemesini ayıp
saydırabilmiştir. İlkel Sosyalist ahlâk
için, kişi olarak sivrilmekten büyük
ayıp, hatta günah olamaz.
“Osmanoğulları, ilk yüzyıllar boyu
Saray kurmayı hem kullara, hem Allaha karşı işlenmiş ayıp-günah saymıştır. Osmanlı, yapı düşmanı değildir.
Yeter ki yapılacaklar, kişi sivriltmeye değil, kamu yararına olsun. Bunu,
Bursa’nın ve ondan sonra ele geçecek
bütün toprakların her yerinde sayısız
örnekleriyle buluruz.
“Bursa’da Osmanoğlu 3 hamam
ile 600 dükkân yaptırmıştır. Ancak bu
dükkânlar bile “Dar yerde yapıldığından bahçesi” bulunmayan yapılardır.
“Kamu yararlığının en seçkin tipleri İnanç ve Ülkü alanlarında bulunur. Orhan Beyin içinden gelerek ilk
yaptırdığı “Ev”, Tanrı evi: İğri Hoca’nın Mescididir. Osmanlı’da ilk kurulan “Zaviye” (Köşe: Tarikat yapısı):
Şeyh Üdebâli’nin [Edebali’nin] kardeşi
Ahi Şemsettin’in oğlu Ahi (Kardeş) Hasan’ın “Köşesi”dir. Ahi Hasan, Osman
Gazi’nin Edebâli’ce cihangirliğe yorulmuş ünlü Rüya’sına karışmış bulunan
Mal Hatun’un yeğenidir.
“Ne var ki, Hasan, Padişah karısının
yeğeni olduğu için değil, AHÎ (KARDEŞ) örgütten geldiği için, kendisine,
Padişahların henüz hak edemedikleri
bir özel yapı kurulmuştur. Bu Zaviye
de gene Allahın gölgesinde, “Mescide
bitişik” olarak yapılmıştır.
“Kişi evi (Saray) yerine Kamu yapıları (Camiler, Medreseler, Yollar,
Köprüler, Kervansaraylar, Kaleler,
Hamamlar vb.) yaptırılması, Osmanlılığın Derebeyleşme çağına dek
sürecektir. Bu eğilimin en canlı ör-
nekleri, “Külliye”lerdir. Külliye’nin:
ortasında Cami (İNANÇ EVİ), onun
çevresinde Medrese (BİLİM EVİ) onun
çevresinde Çarşı (İŞ EVİ) kurulmuştur.
Böylece bütün insancıl ihtiyaçlar: (Ekonomi-Üstyapı) tümlüğü içinde maddeleşip sentezleşmiş bulunur.
“KIR EVİ - KÖYLÜ DEVLETİ
“Saraysız Devlet nasıl yürütülmüştür?
“Herkes gibi Padişahın da oturduğu
kendi “yükselmemiş” evinden...
“1324 yılında Bursa’nın fethine ve
Osmanlı Beyliğinin merkezi ittihaz edilmesine kadar, Osmanoğullarının Sarayları mevcut değildi. Bey, diğer Ümera
gibi, kendi ailesi halkı ile birlikte bir evde
oturur... Alelekser (çoğu) bir Kâtip, birkaç Çavuş ve Haberci ve bir kısım Muhafızdan ibaret yerdi. Yazın ise, ekseriya
Bey evinin karşısındaki ulu çınarların
serin gölgelikleri toplantı yeri olurdu.”
“Burada bir “Devlet” var mı?
“Var.
“Kime karşı?
“Açıkça: Dışarıya-Yabancılara karşı. Medeniyetin köleliğe yatkın sürüleri güdülecek. Dört yan Bizans keferesi
dolu. O gibilere karşı birkaç muhafız.
Toplumun bütün ocaklarına gerekli
olayları duyuracak birkaç haberci. Ve
Gaziler, “yazı” bilinmeyen bir Toplumdan geldikleri için, bir tek de Kâtip...
“Cihangirliği, gökleri tutmuş ulu
çınar gibi gönlünde yaşatan Osmanlılığın, bütün Devlet’i bu oldu. Ve bu gidiş, Bizans’ın ele geçtiği güne dek ana
çizgilerinde değişmedi. Saray yok, Kır
evi vardı. Devlet, her şeyiyle Köylü Devleti kaldı. (Osmanlı Tarihinin Maddesi
Cilt I, Derleniş Yayınları, 2010, s. 173175)
“A- PADİŞAH ve SARAY
“(…)
“Dünya Mezarı, Sınıflaşma Anıtkabiri Saray, derebeyleşmiş Osmanlılığın
kardeş kavgası ile kurulur. Kardeş kanı
içme ilkesi ile Bizans yıkıntıları içinde
özentiyle geliştirilir. Tabu adam Padişah, tabu ortam Sarayın oyuncağına
döner. Bu korkunç ve acıklı oyuncak
Has Oda’lar, Enderun’lar, Birûn’lar
gibi kat kat bohçalar içinde “Sakal-ı
Şerif”e döndürülür.
“Bostan korkuluğu Padişah, kendi
“Devlet Sınıfları”na karşı bile, ancak
ilkin Türk Kapucubaşılar, sonra hadım Haremağası Dârüssaâde ağaları ile
kendisini savunma ve koruma kaygularına düşer.
“SARAY: DÜNYA MEZARI
“Osmanlı düzeninde Saray, ancak
iktidar iyice Devletleştiği ölçüde saraylaştı. “Tam bağımsız” Osmanlı Hükümdarlığı kurulmadan Saray Saltanatı da
sürülemezdi. İktidar için “Hükümdar
nerede?” demiştik. Burada, Saltanat
için de “Saray ne gezer?” demek yerinde olur.
“Saltanat düşkünü Medeniyet yazar-bozarları, Osmanlılığı “Saray” da
doğmuş, “Saray”sız olmaz bir Derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgân bunağı gibi
var.
İşte bunlardan bir tanesi de bizim Tayyip. Yukarıda da söylediğimiz gibi kendisine 1000 odalı (o da kesmedi 1250 odalı)
“Saray” yaptırdı. Ve adına da saray dedi
gerçekten: “Cumhurbaşkanlığı Sarayı!”
Yaptırılan saray; Kremlin (Rusya), Buckingham (İngiltere) ve Beyaz Saray (ABD)’den daha büyük. Daha küçük devletlerinkini saymayalım bile…
O zaman niye büyük, en büyük saray?
Kendilerine; Tayyip’e ve Tayyipgiller’e
sorarsanız: “Milletimizin ve Devletimizin
itibarı” için.
Yani “kendileri için bir şey istiyorlarsa
namert”ler!
İyi de “millet” orada yaşamayacak ki!
Yaşayacak olanlar Tayyip ve Tayyipgiller.
Devlet dediğin de soyut bir varlık. Bir
maddesi, cismi yok ki. Madde, cisim kim?
Her şeyden önce yönetim yani hükümet
ve cumhurbaşkanı.
Onlar da kim?
Tayyip ve Tayyipgiller.
Yani nerden baksan yine Tayyip!
Üstelik itibar değiniz şey büyük saraylarda oturmakla kazanılmaz. Yaptığınız
hizmetlerle, halkınıza sunduğunuz olanak-
larla; sanayide, tarımda, kültürde, eğitimde
gösterdiğiniz başarılarla, ülkenizi, devletinizi yükselttiğiniz seviyeyle ve halklara
düşmanlık değil dostluklarınızla, mazlum
ulus ve halklarla yaptığınız dayanışmalarla
kazanılır.
Küçük bir ülke, küçük bir devlet olabilirsiniz. Yüzölçümünüz küçük, yeraltı ve
yerüstü servetleriniz az olabilir. Nüfusunuz
az olabilir. Ama “itibarlı” bir devlet, bir
ülke olabilirsiniz. “İtibarlı” bir lider olabilirsiniz. Yüzölçümünüz büyük, yeraltı
ve yerüstü servetleriniz fazla, nüfusunuz
çok olabilir. Ama eğer liderleriniz, ülkeyi
yönetenler gerçek insan değil de sadece
kendisini ve çevresini düşünenlerse, hırsız,
vurguncu, soyguncu, talancıysa o zaman
itibar kazanamazsınız. Üstelik de bütün o
olanaklara rağmen ülkeniz her açıdan gelişmiş bir ülke değilse o zaman herkes tarafından hem eleştirilir hem de kınanırsınız.
Alay edilir sizinle. Bu denli büyük olanaklara sahipler ama ülke geri diye.
Burada fatura kime çıkar doğal olarak?
Ülkeyi yönetenlere.
İşte Küba. Küçücük bir ada ülkesi. 12
milyon nüfusa sahip. Yer altı ve yerüstü
servetleri yok denecek kadar az. Ama Küba
göstermeyi pek severler. Aslında “Saray”: her yerde, her zaman Medeniyet’in dünya “Mezar”ıdır.
“Bütün Antika Medeniyetler, yarattıkları kanlı Sosyal Sınıf Savaşı yüzünden, “Mezar”ı dünya Sarayından çok
süslemişler ve “Saray”ı, halktan kopuk,
tabulaştırılmış ve tanrılaştırılmış zavallı “Baş”lara “Belâ” bir dünya Mezarı
durumuna sokmuşlardır.
“Sınıflı Toplum yeryüzünde kaldıkça, bunun başka türlü olması ne görülmüş, ne görülecektir. Devlet, toplumun
üstüne sivrilen bir silahlı-cezaevli örgütçül tekel oldukça, üst-sınıflar zulme,
alt-sınıflar soysuzlaşmaya mahkûmdur.
İnsanoğlu, Toplumu bir Hapishane kılığına sokmuştur. Alt-sınıflar, Dünya
Mezarı Bodrumların “pis Cezaevinde” mi kalıyorlar? Üst-sınıflar da, gene
kendilerine kapalı bir dünya Mezarı
yaptıkları Sarayların “süslü Cezaevinde” yaşarlar.
“Bu bakımdan, silahlı, eşit, gerçekten hür İlkel Komuna insanı Göçebe
Türk’ün, Medeniyet sürüleri içine girer girmez “Saray” yaşantısına büyük
bir özenti duymayacağı kendiliğinden
anlaşılır. Ancak özenmiş, özenmemiş
ikinci meseledir. Osmanlı için, ilk Gazilik çağlarında, “Saray” diye ne bir
olay, ne bir kavram yoktur. İlk Osmanlı’nın “Saray”ı bir Hapishane saydığı
da bütün davranışlarından bellidir.
“SARAY: SOSYAL SINIFLAŞMA
ANITKABİRİ
“Saray” nedir?
“Siyasî iktidar Başını, halkın senli-benliliğinden uzak tutmak bahanesiyle halka düşman etmek için kurulmuş
bir şatafatlı tuzaktır. Orada doğan, büyüyen insan, kendisini öteki insanlardan bambaşka bir yaratık durumunda
bulur. Halk da kendisine o gözle bakar.
“Bu durum, Tarihöncesi Toplumun Tanrı-Tapınak gelenek ve göreneklerinden kalmadır. İlk Sümer Kent’lerinde, “Kahramanların Ruhu” Tanrılaştırılıp Ziggurat tepesine oturtulmuştur.
İlk Ziggurat, dağsız taşsız Irak düz bataklığı ortasında, balçık ve ziftten kat
kat yükseltilmiş yapma tepeciktir. O
tepeciğin üstü Tapınak olur. İçinde oturan Tanrı olur. Bu Halktan ayrılışın ilk
kutsal sembolleşmesidir.
“Saray: o Tapınak geleneğinden;
Şah, Padişah: o Tanrı göreneğinden
tıpa tıp taklit edilmiştir. Egemen sınıflar, Siyasi İktidar’larını popüler (halkça benimsenmiş) bir Kutsallık perdesi
altında dokunulmaz kılmak için: O Tapınak-Tanrı gelenek-göreneklerini, bir
zaman Tarihöncesinde doğarlarken,
yerden göğe çıkartmışlardı. Şimdi Sınıflı Medeniyette bu yol gökten yere indirirler: Saray-Şah biçimine sokarlar.
“Amaç yahut Eğilim apaçıktır: insanlığın sınıflara bölünüşünü bir daha
geri dönülmez biçimlerde dondurup
edebîleştirmek, meşrulaştırmak, kutsallaştırmaktır. Antika Toplumda Sosyal Sınıf Bölünüş, utançsızca elle tutulur biçimde objektifleştirilir ve somutlaştırılırdı. Bu Saray-Şah olurdu.
“Demek bir yerde Saray ve Şah bulundu mu, orada kesince Sosyal Sınıflar bölümlenmiş demektir. O sınıflara
parçalanışın, sınıfları birbirine düşürüşün ve toplum içinde insanı insana
düşman edişin Anıtkabiri: Saray’dır.
Bu “hazır mezarın bayat ölüsü” insan,
yaşayan Devletin canlı Başkanı olan
Kişi: Şah, Padişah vb. adlarını bir matahmış gibi takınır.
“Bugün bize saçma ve gülünç gelen
çalım, poz, Saray heveslileri hâlâ az mıdır?” (agy, s. 225, 227-228)
hem ekonomik, hem siyasi, hem kültürel,
eğitim, sağlık vb. alanlarda büyük bir gelişme içinde. Büyük bir “itibara” sahip. Hele
liderleri? Hele liderleri?..
Fidel’i, Che’si… Herkes onlardan övgüyle söz ediyor. İnsanlık timsali önderler
olarak söz ediyor.
Niye?
Çünkü onlar, ülkenin zenginliklerini
kendi kişicil zevkleri için değil halkları
için harcıyorlar da ondan. 1000 odalı, 1250
odalı saraylarda yaşamıyorlar. Lüks içinde
değiller. Fidel, bir keresinde, devletim bana
aylık 25 dolar maaş veriyor. Ve bu bana
fazlasıyla yetiyor, diyordu.
Ya bizimkiler? Ya Tayipgiller?
Bana, hep bana, diyorlar. Fazla, daha
fazla, diyorlar. Doymuyorlar. Yetinmiyorlar. Allah gözlerini doyursun desek doyarlar mı? Asla!
Niye?
Şundan: Bunlar asalak ve vurguncu bir
Antika sınıfın, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi plandaki temsilcileridirler. Ve her egemen sınıf temsilcisi gibi
kendilerini halktan, vatandaştan üstte tutmak,
Devamı sayfa 15’te
4
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Daha ne desin?..
“Bugün kapitalizme canını, malını, namusunu teslim eden bir ülkenin yöneticisi
kayıtsız şartsız Amerika’dır. Bağımsızlıkmış, Batı uygarlığıymış, özgürlük özerklikmiş, kişilik pişilikmiş, hukuk devletiymiş, sosyal devletçilikmiş, hepsi Emperyalizmin cebinde çıtırdattığı çerezdir. Siz Emperyalizmin etki alanına giren bir ülkeyi
falan yaldızlı başbuğ ya da filan kılına dokunulmaz meclis mi güder sanırsınız?
Aldanırsınız. Bugün kapitalist sömürünün hüküm sürdüğü her ülke, Amerikan PARA-CASUS-ORDU üçüzü dışında gık diyemez.”
H
ikmet Kıvılcımlı Usta, bundan
45 yıl önce: “1800 yılından beri
Türkiye’yi Türkiye yönetmiyor.” diyor ve kimin yönettiğini de şöyle
yazıyordu:
“Kapitalizmin egemen olduğu hiçbir ülkeyi kendisi yönetmiyor. Her milleti yaratan kapitalizm yönetiyor. Kapitalizm denen ejderhanın dizginleri
19’uncu Yüzyılda İngiliz’in elinde idi.
20’nci Yüzyılda Amerika’nın eline geçti.
Bugün kapitalizme canını, malını, namusunu teslim eden bir ülkenin yöneticisi kayıtsız şartsız Amerika’dır. Bağımsızlıkmış, Batı uygarlığıymış, özgürlük
özerklikmiş, kişilik pişilikmiş, hukuk
devletiymiş, sosyal devletçilikmiş, hepsi
Emperyalizmin cebinde çıtırdattığı çerezdir. Siz Emperyalizmin etki alanına
giren bir ülkeyi falan yaldızlı başbuğ ya
da filan kılına dokunulmaz meclis mi güder sanırsınız? Aldanırsınız. Bugün kapitalist sömürünün hüküm sürdüğü her
ülke, Amerikan PARA-CASUS-ORDU
üçüzü dışında gık diyemez.” (Hikmet Kıvılcımlı, Ya Birleşmek Ya Ölüm!)
Bunun çok somut örnekleri var. Eşantiyon babından birkaç örnek verelim. Bildiğimiz gibi DP İktidarının Başbakanı A.
Menderes atayacağı bakanları bile ABD
Büyükelçiliği aracılığıyla ABD’ye sormadan atayamazdı. Özal döneminde IMF’nin
(ABD’nin) onayı olmadan hiçbir yüksek
bürokrat atanamazdı.
Son bir yılda yaşanan iki olay da bunun
yeni örneklerindendi. Bunlardan bir tanesi
Türkiye’nin uzun menzilde ve alçak/orta/
yüksek irtifada hava savunmasını sağlamaya yönelik olarak almak istediği Uzun
Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma
Sistemi idi. Buna yönelik ihale 26 Eylül
2013 tarihinde gerçekleştirildi.
3 firmanın katıldığı ihalede Amerikan
Raytheon Co şirketinin ürettiği Patriot,
Fransız-İtalyan ortak yapımı Eurosam
SAMP/T, Rusya’nın ürettiği S-300 VM ve
Çinli şirket CPMIEC’in ürettiği FD-2000
yarıştı.
İhaleye Çin, 3.5 milyar dolar; Fransa-İtalya ortaklığı, 4.4 milyar dolar; ABD, 4.5
milyar dolar fiyat verdi.
Çin, ortak üretim ve yüzde 30 yerli katkı önerdi; Fransız-İtalyan ortaklığı ve ABD
ise ortak üretime yanaşmazken, yerli katkı
oranını yüzde 10-12 arasında tuttu.
İhaleyi 3.5 milyar dolar fiyat önerisi ve
80 puanla birinci sırada tamamlayan Çin,
ortak üretim ve 1.1 milyar dolarlık iş payı
sundu. Böylece en uygun teklifi veren Çin
firması ihaleyi kazandı. Ama ihale birkaç
ay sonra ertelendi.
Bunun nedeni ise ABD’nin Çin füzelerini istemeyişiydi. Füzeyi Çin’le ortak
üretmeyi planlayan Türkiye’nin asıl hedefi
Yüksek İrtifa Gelişmiş Hava ve Füze Savunma Sistemi kurmaktı. Bu sistem Türkiye’nin de katıldığı bir üretim sürecini içerecekti. Bu ihalede de buna ilişkin şartlar
vardı. Füzelerin tüm ekipmanlarının ortak
üretilmesini ve sonraki süreçte de yerli hale
getirilmesini istiyordu. ABD Emperyalistleri Türkiye’nin şart olarak öne sürdüğü
ortak üretim konusunda, verdikleri 3 teklifte de buna yanaşmadılar. Patriotların denenmiş bir sistem olduğunda ısrar ettiler ve
bunun yerine paket halinde satış sistemini
önerdiler.
Çin ortak üretilecek olan füzelerin
teknik özelliklerinde Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre önemli değişikliklere gitmişti.
Bildiğimiz gibi bir Füze sistemi: 1-Arama
radarı; 2-Takip radarı; 3-İmha bölümlerinden oluşuyor. Ayrıca bunların monte edildiği araçlara, kamyonlara ihtiyaç var. İşte
Çin’le birlikte “Türkiye’de üretilecek olan
füze savunma sistemlerinin taşınması ve
havaya fırlatılması için BMC kamyonlarından yararlanılacak, 250 adet BMC kamyonu füze rampalarının taşıyıcı özelliğine
göre modifiye edilecek”ti.
ABD Emperyalistleri bu ihaleyi Çin’in
kazanmasını ve Türkiye’nin bu teknolojiye
ve füzelere sahip olmasını kabul etmediler.
Niye?
Çünkü Türkiye hep alıcı olarak, pazar
olarak kalsın istiyorlardı.
Sonuç olarak 26 Eylül tarihli Savunma
Sanayi İcra Komitesi toplantısından sonra
yapılan açıklamada Uzun Menzilli Füze
Savunma Sistemleri ihalesini birinci sırada
kazanan Çin’le görüşmelere başlanacağı
açıklanmıştı. Ancak görüşmelere başlansa
da sonuçlanmadan bitirildi. Daha doğrusu
bitirilmek zorunda kalındı. AB-D Emperyalistleri buna izin vermediler.
ABD, AB ve NATO yetkilileri ardı ardına açıkça tehdit dolu açıklamalar yaparak
bu ihalenin iptalini ve ihalenin ya Fransız
ya da Amerikan şirketine verilmesini istediler. Gerekçeleri de; “Türkiye’nin NATO
üyesi bir ülke olduğu, dolayısıyla kullanacağı silahların da NATO standartlarına uygun ve uyumlu olması” idi.
Örneğin
İzmir
Şirinyer’deki NATO Kara Komutanlığı Üs Komutanı
Korgeneral Frederick Ben Hodges 23 Ekim
2013 tarihinde bu konuyla ilgili olarak şunları söylüyordu:
“Tabiî ki her ülke kendi istediği sistemi almakta özgürdür ama bir ittifakın
içinde olmanın temel kuralı, sistemlerin
ve prensiplerin birbirleriyle eşgüdümlü olmasıdır” dedi.
Türkiye’nin almayı
planladığı
sistemin
NATO’nun anti-balistik füze sistemine
hiçbir şekilde entegre
olamayacağı için sorun olduğunu belirten
Hodges sözlerine söyle
devam etti:
“Modern silahlar
üretilirken, alt yüklenim, yazılım, taahhüt gibi bir dizi alt
kalemle karşı karşıyasınız. Fişi takıp hiç
sorun yaşamamayı bekleyemezsiniz. Güvenlik açıkları, siber erişim, korsanlık
gibi bir dizi sıkıntılar var. Bence NATO
Çin yapımı bir savunma sistemini kendi sistemiyle eşleştirmeye hiçbir zaman
izin vermez ve vermemelidir. Amerikan,
ya da Fransız malı almanız ya da işin
ekonomisi değil önemli olan. NATO ile
kullanamayacağınız bir malı alıyor olmanız.” (http://www.haber7.com/guncel/
haber/1087465-natodan-sert-cikis-cin-fuzesine-izin-vermeyiz)
Bu tartışmalar başlayınca hükümet yaptığı ilk açıklamalarda “Biz egemen, bağımsız kendi kararlarını alabilen bir ülkeyiz”
diyordu. Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayer yaptığı açıklamada şöyle dedi:
“Milli üretim için adım olacak
“(…) 2006’dan beri yürüttüğümüz
çalışmalarda bizim için üç kriter vardı.
Operasyonel başarı, yerli sanayi katkısı
ve maliyet. Bu kriterleri en iyi karşılayan Çin firması oldu. Edineceğimiz deneyimleri kendi milli sistemimizi üretmek için ara adım olarak kullanacağız.
Türkiye’nin bu kararı doğrudur. Ciddi
bir yerli katılım olacak. Ateşlenecek füzelerin neredeyse tamamı Türkiye’de
üretilecek. Füzeleri NATO’ya değil Türkiye’ye alıyoruz. Biz NATO sistemini
kesinlikle Çin ile paylaşmıyoruz, Çin sistemini kurduk diye Çin’e kablo ile bağlanmadık. Sistemin NATO’ya tam entegrasyonu da mümkün” demişti.” (http://
ekonomi.haber7.com/gundem-veriler/haber/1088336-fuze-ihalesinde-flas-gelisme)
Bakın ne güzel konuşuyor M. Bayer değil mi? Söyledikleri tamamen mantıklı ve
doğru. Doğru ama doğruyu hayata geçirebilecek irade var mıydı bunlarda?
Ne gezer… Aynen öyle oldu. Hatta bu
tartışmalara Tayyip de katıldı. Hani Kambersiz düğün olmaz ya… Tayyip her zaman
yaptığı gibi önce keskin bir çıkış yaptı.
Efelendi ABD Emperyalistlerine. Ve şöyle
söyledi:
“Başbakan Kosova gezisinde gazetecilerin sorularını yanıtlıyor.
“Sevilay Yükselir soruyor:
“- Füze ihalesi kesinleşti mi?
“- Biz Yüksek Kurul olarak kararımızı verdik. Şimdi SSM ile Çin tarafı ayrıntıları görüşüyor. Bu aşamadan sonra
ancak Çin vazgeçerse ihale süreci durabilir. Teklifler kapalı zarf usulü ile alındı
ve hepsini inceleyip öyle karar verdik.
“- Peki NATO’nun kriterlerine uygun mu?
“- Biz bağımsızlık hakkımıza müdahale ettirmeyiz. Ekonomik bağımsızlık
konusundaki hakkımıza da müdahale
ettirmeyiz. Kaldı ki füzeler NATO’nun
standartlarına kesinlikle uyacak şekilde üretilecek...” (Melih Aşık, Milliyet,
26.10.2013)
Breh breh breh… “Biz bağımsızlık
hakkımıza müdahale ettirmeyiz” filan…
Gören de gerçekten, samimiyetle, içtenlikle böyle söylüyor sanır. Yurtsever,
antiemperyalist sanır Tayyip’i. Sen vatan
ve ulus kavramı bilmeyen, tanımayan Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki
temsilcisisin. Sen Ortaçağcısın. Senin yüreğin yetmez böyle efelenmelere, ancak
efelenmiş gibi görünürsün Türkiye insanlarını kandırmak, oylarını cukkalamak için.
Sen ABD Emperyalistlerine, “beni deliğe
süpürmeyin, kullanın” diyen adamsın.
Dünya âlem bunu biliyor.
Çin devlet televizyonunun haberine
göre Obama, Tayyip’i iki kez arayarak
uyarmıştı bu konuda. Ve bu baskılar sonucu ilk geri adım atıldı ve başlanılan görüşmeler istenildiği gibi gitmiyor, Çin vermesi
gereken teknik destekleri vermiyor, deni-
lerek ihalenin yenilenebileceği, diğer firmaların da tekliflerini yenileyebilecekleri
bildirildi.
ABD baskılarını arttırıyordu. ABD
Savunma Bakanı Chuck Hagel’in, Avrupa turu kapsamında 27 Ocak 2014’te Ankara’ya planlanan ziyareti iptal edildi.
1 Temmuz 2014 tarihli gazetelerde yer
alan haberlerde; ABD’nin baskısıyla artık
yılan hikâyesine dönen uzun menzilli hava
savunma sistemleri ve füze projesinde,
ihaleyi kaybeden şirketler için tekliflerin
geçerlilik süresinin bir kez daha uzatıldığı
yazıyordu.
İhaleyi Çinli şirketin kazanmasından
sonra ABD’li şirket ve İtalyan-Fransız ortaklığı için bu süre daha önce de iki kez
uzatılmıştı.
Yine bizzat Tayyip açıklama yaparak
(biz buna Tayyip’e ABD tarafından yaptırılarak diyelim) Çin’in devre dışı kaldığını
şöyle açıkladı:
“Erdoğan’dan uzun menzilli füze
açıklaması
“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan,
uzun menzilli füze projesinde Çin ile devam eden görüşmelerde bazı uyuşmazlıklar çıktığını, bu görüşmeler devam
etmekle birlikte ihale süresince teklifi
ikinci sırada olan Fransa ile de görüşmeler yapıldığını söyledi.
“Gazetelerde yer alan haberlere
göre NATO zirvesi dönüşünde uçakta gazetecilere açıklamalarda bulunan
Erdoğan, “Çin’le füze savunma sistemi
görüşmelerinde ortak üretim ve knowhow meselesinde bazı uyuşmazlıklar çıktı. Buna rağmen arkadaşlar görüşmeye
devam ediyor ama ikinci sıradaki Fransa yeni tekliflerle önümüze geldi. Şu
anda Fransa ile de görüşmelerimiz sürüyor. Burada bizim için ortak üretim çok
çok önemli” dedi.” (http://www.milliyet.
com.tr/erdogan-dan-uzun-menzilli-fuze/
ekonomi/detay/1936958/default.htm)
Yani Tayyip, hep olduğu gibi, bir kez
daha söylediğini yalayıp yutmuştu.
***
Güncel bir diğer somut örnek ise Türkiye’nin ürettiği ATAK helikopterinin ihracına ABD’nin izin vermemesi idi:
“ABD,
MİLLİ
HELİKOPTER
ATAK’IN İHRACINA İZİN VERMEDİ
“(…)
“Üretimi üstün başarıyla gerçekleştirilen milli helikopteri ihraç etmek isteyen
Ankara, AH-1F Cobra helikopter filosunu yenilemek isteyen Pakistan’la dirsek
temasına geçti. Pakistan lideri Navaz
Şerif’in 16-18 Eylül tarihleri arasında
Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında bu
konu gündeme geldi ve Şerif’e Atak’ın
yetenekleri konusunda detaylı bir sunum
yapıldı. İki ülke arasında helikopter ihracı için görüşmelerde
belirli bir noktaya
gelindiği de açıklandı.
Türk yetkililer, sadece
finansal getirisi için
değil Atak’ın tanıtımı
için de Pakistan’la yapılacak olan anlaşmanın çok önemli olduğunu belirtti.
“İHRACATI İÇİN ABD’NİN ONAYI ŞART
“Ancak Defense News adlı saygın
savunma haber sitesine göre bu durum
Pakistan’a Amerikan malı helikopterler
satmak isteyen Washington’da rahatsızlık yarattı. Ankara’daki bir Amerikalı savunma endüstrisi yetkilisi siteye
yaptığı açıklamada Atak helikopterinin
motorunun Amerikan üretimi olduğunu
hatırlatarak, ‘Bu motorun ihraç edilmesi için Washington yönetiminin ihracat
lisansı vermesi gerekiyor. Bu konuda
Washington’da hem siyasi hem endüstriyel parametreler göz önünde bulundurularak karmaşık tartışmalar yapılacağını sanıyorum’ dedi.
“Gerçekten de Atak T-129’un motoru İngiliz Rolls Royce ve Amerikan Honeywell şirketlerinin ortak şirketi olan
LHTEC adlı Indianapolis merkezli bir
Amerikan firması tarafından üretiliyor.
Helikopterin bu motorla Pakistan’a
ihraç edilebilmesi için ABD yönetiminin onay vermesi gerekiyor.” (17 Ekim
2013 http://www.aktifhaber.com/abd-milli-helikopter-atakin-ihracina-izin-vermedi-870155h.htm)
Ne oldu şimdi?
ABD ben izin vermeden ihracat ne
demek, diyor. Sen benim pazarıma nasıl
el atabilirsin, diyor. Ve gördüğümüz gibi,
Türkiye’nin yerli askeri sanayisini geliştirmesine izin vermiyor. Ve hayatın birçok
hatta her alanında olduğu gibi askeri alanda
da ülkemizin tamamen kendisine bağımlı
bir şekilde kalmasını istiyor. Bunu sağlayabilmek için de her türlü kartını kullanıyor.
Gördüğümüz gibi burada bir gerçekle daha karşılaşıyoruz. “Yerli” üretim denen ATAK helikopterinin bir anlamda en
önemli parçası olan, onsuz olamayacak
olan motor kimin üretimiymiş?
ABD’nin.
Yani biz ABD’den en önemli parçayı
almışız. Sonra da diğer parçalarla monte
etmişiz. Yani aslında üretimimiz bir anlamda montajmış…
ABD bu tavrını daha önce de gösterdiği
hatırlayacağımız gibi. Kıbrıs Harekâtı sırasında elimizdeki silahları kullanmamıza
izin vermedi. Ve sonrasında da Türkiye’ye
“Silah ambargosu” uyguladı yıllarca.
Bizim Batılı emperyalistlerle rekabet
edebilmemiz için kamu yatırımlarıyla yerli sanayimizi geliştirmemiz gerekir. Oysa
bildiğimiz gibi kamunun elindeki tüm sanayi tesisleri özelleştirme adı altında yerli,
özellikle de yabancı Parababalarına yeyim
edildi. Onun yerine emperyalistlerin empo-
ze ettikleri-izin verdikleri oranda montaj
sanayii gelişti ülkemizde. Dünya çapında
tamamen yerli, orijinal bir ürünümüz yok
ne yazık ki… Yerli Finans-Kapitalistlerimiz de zaten uzun vadede kârlı hale geçecek böyle büyük yatırımlara girmek, ağır
sanayiyi, teknolojiyi geliştirmek yerine
uluslar arası Parababalarının acenteliğini,
montajcılığını yaparak vurgunlarına devam
etmeyi tercih ederler. Eşyanın tabiatı da
bunu gerektirir zaten. Emperyalizm çağında burjuvazi eli ile kapitalizmini geliştirebilmiş tek bir ülke yoktur, olamaz.
Bilindiği gibi yerli-yabancı Parababaları anlaşarak 1950’den bu yana, Birinci
Kurtuluş Savaşı sonucunda kurduğumuz
fabrikaları, kamu mallarını Özelleştirme
adı altında ya yerli yabancı Parababalarına yeyim ettiler ya da üretimi son verdiler, arazilerine ise Alışveriş Merkezleri
(AVM’ler) kurdular.
Ki zaten Tayyipgiller, üretim nedir bilmeyen, üretimle hiç ilgisi olmayan, sadece
aracılık yaparak kâr elde eden Antika Tefeci-Bezirgan Sermeye Sınıfının temsilcileridir. Dolayısıyla da onların üretim, sanayi,
yerli sanayi diye bir dertleri yoktur. Onlar
için biricik yöntem aracılık yaparak, komisyon alarak kâr elde etmek, dünyalıklarını biriktirmektir…
***
Türkiye’nin ABD’ye bağlılığının-bağımlılığının en son örneğini geçtiğimiz
günlerde yaşadık.
ABD yapımı-üretimi IŞİD, önce Türkmenlere, sonra Ezidilere en sonra da Kobanê’deki Kürtlere saldırdı. Kobanê’yi
ele geçirmek üzereydi ki, ABD devreye
girdi ve buna izin vermem, dedi. Ve Fransa, İngiltere, Suudi Arabistan, Kuveyt vb.
ülkelerden oluşan bir koalisyon oluşturarak IŞİD’e karşı hava saldırıları başlattı.
Bununla yetinmedi, Barzani’ye bağlı Peşmergelerin de Kobanê’ye geçirilmesi için
devreye girdi.
İşte tam bu aşamada, zaten işin en ortasında bulunan Türkiye için zorluklar başladı. Tayyip ve Tayyipgiller hep bir ağızdan, Kobanê’ye silah ve malzeme, savaşçı
geçişine izin vermeyiz dediler. Ardı ardına
açıklamalar yaptılar. Kobanê’de yönetimi
elinde bulunduran PYD’nin terörist bir örgüt olduğunu, ha PKK ha PYD olduğunu
söylediler. ABD’ye, PKK’yi nasıl terörist
olarak kabul ediyorsan PYD’yi de öyle
kabul etmelisin, dediler. Ve direnmeye çalıştılar. Ama ABD bu. Uşakların direnmesine itibar eder, onların direnmelerini kabul
eder miydi?
Elbette etmezdi ve etmedi de. Önce
PKK ve YPG’nin ayrı örgütler olduğunu,
ABD için PYD’nin terörist örgüt olmadığını, dolayısıyla gerekli yardımları yapacaklarını söylediler. Baktılar ki iyilikle olmuyor o zaman emrivaki yoluna gittiler ve
önce silah ve malzeme yardımını gerçekleştirdiler uçaklarla, sonra da Peşmergeleri
ala-yı valayla topraklarımızdan geçirerek
Kobanê’ye soktular.
Türkiye ne yaptı bunun üzerine? Daha
doğrusu ne yapabildi?
Hiç!.. Hiçbir şey yapamadı. Tayyip, zaten ABD’ye ben önerdim vb. saçmalamalarda bulundu. Ama dünya medyası bunu
yemedi tabiî. Şöyle yazdı bu konuda:
“Dünya, Türkiye’nin U dönüşünü
konuşuyor
“Ankara’nın Kobani’de IŞİD’e
karşı savaşan PKK bağlantılı PYD’ye
yardımla ilgili çelişkili tutumu, dünya
medyasında tartışma konusu oldu. Pek
çok yayın kuruluşu, Türkiye’nin Kuzey
Iraklı Kürt silahlı gücü peşmergelerin
Kobani’ye geçişine izin kararının ‘beklenmedik’ olduğunu belirtirken, değişikliğin ABD’nin baskısıyla geldiğinin
altını çizdi. İngiliz Financial Times gazetesi, birinci sayfadan verdiği haberde
“Türkiye, ABD baskısıyla Kobani’de
dramatik bir U dönüşü yaptı” başlığını
kullandı. BBC de karar değişikliğini ‘U
dönüşü’ olarak niteledi. Amerikan New
York Times, kararı ‘uluslararası baskının’ yansıması olarak değerlendirdi.”
(22 Ekim 2014, www.
zaman.com.tr/dunya_dunya-turkiyenin-u-donusunu-konusuyor_2252261.html)
Yine 20 Ekim tarihli
The Wall Street Journal
Gazetesi’ndeki haber
şöyleydi:
“ABD’nin Suriyeli
Kürtlere silah yardımında bulunması ülkenin bölgede yaşanan çatışmaya daha
fazla dahil olacağı anlamına gelirken,
Türkiye’nin bu silah yardımına muhalefetine karşı gerçekleşiyor. (http://www.
wsj.com.tr/articles/SB1200319230805107
3864504580225414241865150)
Yine ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü
Marie Harf, 21 Ekim tarihinde Kürt Haber
Kanalı Rudaw’ın sorularını yanıtlarken bu
konularla ilgili olarak şunları söyledi. ABD
yetkilileri bazen eldivenli konuşurlar. Bazen de çok açık. İşte bu konuşmada da açık
açık söylüyor söyleyeceklerini:
“Rûdaw sordu – Harf cevapladı:
PYD’yi terörist olarak görmüyoruz!
“(…)
“Türkiye’nin, Kürdistan Bölgesi Peşmerge Güçleri’nin Kobani’ye geçmesine izin verdiği yönündeki sorulara
Harf, “Türkiye’nin bu tavrından memnuniyet duyduk” dedi.
“Rûdaw: Türkiye’nin koalisyonda
etkin rol almak için “tampon bölge” şartı vardı. Bu konuda Türkiye’ye herhangi
bir söz verdiniz mi?
“Marie Harf: Bu konudaki tavrımız
aynı. Türkiye ile konuyu görüşüyoruz.
Sanırım bu konu ele alınmaya devam
edecek..
12’de
5
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Elektrikte vurgun…
U
luslararası Finans-Kapitalistler,
on yıllardır (özellikle 1950’den bu
yana) Türkiye’yi sağmal sürü gibi
sömürüyorlar. Yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalamak, Birinci Kurtuluş Savaşı
sonrası özellikle Sovyetler Birliği’nin maddi ve teknik yardımlarıyla kurulmuş Kamu
Mallarını (Sümerbank, TEKEL, Türk Telekom, PETKİM, EBK, Şeker fabrikaları,
Alüminyum fabrikaları vb.ni) Özelleştirme
adı altında iç etmek için her türlü çabayı
gösteriyorlardı. Ve bu amaçlarına da esas
olarak 24 Ocak 1980’de Turgut Özal tarafından hayata geçirilen ekonomik önlemler paketiyle kavuşmuş oldular. 12 Eylül
Faşist Darbesi de zaten bu halk düşmanı
projeyi hayata geçirmek için gerçekleştirilmişti. O tarihten itibaren “Serbest Piyasa
Ekonomisine Geçiş” adı altında çok yoğun
bir şekilde Kamu Malları “Özelleştirilmeye” başlandı.
Bu süreç sonraki yıllarda da artarak
devam etti. Artık iktidara gelen-getirilen
her parti “Özelleştirme”yi savunuyor ve ne
kadar çok özelleştirme yaptığıyla övünüyordu. Bu peşkeşi Tayyipgiller iktidarı da
aynen benimsedi. Daha doğrusu kendisini
iktidara getiren ABD Emperyalistlerinin
ekonomik vurgun ve talan örgütleri olan
IMF ve Dünya Bankası’nın emirlerini harfiyen yerine getirdi. Maliye Bakanlarından
Kemal Unakıtan (pespayelikte, çapsızlıkta,
kalitesizlikte en önde gelenlerinden bir tanesiydi Tayyipgiller’in) Kamu Mallarından
olan Sümerbank için “adını Tarihten sileceğiz” diyerek kamu mallarına olan düşmanlıklarını açıkça ve pervasızca itiraf etti.
Öyle de yaptılar. Özelleştirilmedik kamu
malı neredeyse kalmadı. Henüz özelleştirilmeyen birkaç kurum da (Otoyollar, Köprüler) sırada…
İşte biz bu yazı dizimizde bir kamu
malı olan elektrik üretim ve dağıtımının
özelleştirilmesinin ve yerli Parababalarına
peşkeş çekilmesinin üzüntü verici hikâyesini anlatacağız.
Önce elektrik üretim ve
dağıtım işi özelleştirildi
15 Temmuz 1970 tarihinde çıkarılan bir
kanunla elektriğin üretim, iletim, dağıtım
ve ticaretini yapmak amacıyla Kamu İktisadi Teşekkülü (KİT) statüsünde, Türkiye
Elektrik Kurumu (TEK) kuruldu. TEK, 12
Ağustos 1993 tarihinde Türkiye Elektrik Üretim İletim AŞ (TEAŞ) ve Türkiye
Elektrik Dağıtım AŞ (TEDAŞ) adı altında
iki ayrı KİT olarak yeniden yapılandırıldı.
1994’te TEAŞ ve TEDAŞ’ın tüzel kişiliklerini elde etmelerinin ardından üretim
ve iletim hizmetleri; TEAŞ’a, dağıtım hizmetleri ise TEDAŞ’a verildi.
Ayrıca 2001 yılının başlarında çıkarılan
kanunla da TEAŞ; Türkiye Elektrik İletim
AŞ (TEİAŞ), Elektrik Üretim AŞ (EÜAŞ)
ve Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt
AŞ (TETAŞ) adı altında, üç ayrı KİT olarak yeniden düzenlendi.
İşte bunlardan Elektrik Üretimi ve Dağıtımı, Özelleştirmeye uğrayan alanlardan
bir tanesi oldu.
Elektrik İletimi ise şimdilik kamuda.
233 Sayılı “Kamu İktisadi Teşebbüsleri
Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”
ile yapılan düzenlemede TEK, Kamu İktisadi Kuruluşu (KİK) olarak yer almış ve
çalışmalarının da kamu hizmeti niteliğinde
olduğu tanımlanmıştır. Ancak, 1993 yılında çıkarılan 93/4789 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile TEK iki ayrı İktisadi Devlet
Teşekkülü’ne ayrıştırılmış, böylece üretmiş
olduğu hizmetlerin de kamu hizmeti kapsamından çıkarılması sağlanmıştır.
Elektrik dağıtım şebekelerinin özel sektör eliyle işletilmesi amacıyla ilk özelleştirme girişimine 1989 yılında başlanmıştır.
Bu yıllarda 3096 Sayılı Yasa çerçevesinde
ilk olarak Kayseri ve Civarı Elk. TAŞ,
Çukurova Elk. AŞ. Kepez AŞ. ve Aktaş
Elk. AŞ. ilgili bölgelerinde elektrik üretim, iletim, dağıtım ve ticareti ile görevlendirilmişlerdir. Aynı kapsamda görevlendirilen şirketlerden bazıları, verilen görevlendirmelerin iptal edilmesi üzerine yargı
yoluna başvurmuş ve birçoğu davalarını
kazanmışlardır.
Yapılan görevlendirmelerin hukuksal
zemine oturmaması ve dava konusu olması
iktidarı değişik modeller aramaya itmiş ve
3096 Sayılı Yasa’dan sonra sırasıyla, önce
Yap-İşlet-Devret modeli olarak bilinen
3996 Sayılı Yasa devamında da Yap-İşlet
modeli olarak bilinen 4283 Sayılı Yasa yürürlüğe girmiştir.
Bu modellerin uygulamaya konulma-
sı, işletmede yaşanan sorunları çözümlemediği gibi tarifelerin yükselmesi ve yatırımların mahsuplaşılması gibi konularda
da sıkıntılar yaratmış ve beklenen yararların sağlanamayacağı görülmüştür. Yapılan
özelleştirmelerin nasıl acı bir reçete olduğu
da, gerek uygulamalarda gerekse yargı kararlarında açıkça ortaya çıkmıştır.
Yaşanan bu acı deneyimlere karşı özelleştirme politikasından vazgeçilmemiş,
uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda yine İngiltere’den alınan bir model
ile “Elektrik Sektörünün Yeniden Yapılandırılması” adı altında “serbestleştirme” ve
“özelleştirme” amacına dönük olarak 2001
yılında 4628 Sayılı Elektrik Piyasası Yasası
hayata geçirilmiştir. ( Elektrik Özelleştirmeleri Raporu, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası, 42. Dönem Enerji Çalışma
Grubu, Ankara, Mart 2012 )
Elektrikteki vurgun süreci
04.12.1984 tarihli ve 3096 Sayılı
“Türkiye Elektrik Kurumu Dışındaki
Kuruluşların Elektrik Üretimi, İletimi,
Dağıtımı ve Ticareti ile Görevlendirilmesi Hakkında Kanun” ile Türkiye Elektrik
Kurumu dışındaki, özel hukuk hükümlerine tabi sermaye şirketleri statüsüne sahip
yerli ve yabancı şirketlerin elektrik üretimi,
iletimi, dağıtımı ve ticareti ile görevlendirilmesi düzenlenmiştir. Bu Kanun ile nükleer santraller hariç diğer elektrik üreten
santrallerin özel sektör aracılığıyla yapılması ve/veya işletilmesinin önü açılmıştır.
Bu kanunun uygulanmasında ana olarak iki model uygulanmıştır. Bunlardan
birincisi “Yap-İşlet-Devret (YİD)” Modeli”, diğeri de “Yap-İşlet (Yİ)” Modelidir.
YİD, bir altyapı tesisinin özel sektör
tarafından tasarlanıp, finansmanının sağlanarak inşa edilmesi ve yapılan yatırımın
bedelinin (kâr dahil) geri ödenmesini sağlayacak bir süre kadar işletilip, sürenin
sonunda tesislerin bedelsiz olarak kamuya
devrini öngören modeldir.
Yap-İşlet (Yİ) ise bir altyapı tesisinin
özel sektör tarafından tasarlanıp, finansmanının sağlanarak inşa edilmesi ve hizmetin
ifa edilmesini öngören modeldir. Bu modelde yatırımın kamuya devir zorunluluğu
bulunmamaktadır.
Ülkemizde Yİ modeli sadece elektrik
üretimi sektöründe uygulanmış olup, yasal
çerçevesini 16.07.1997 tarih ve 4283 Sayılı “Yap-İşlet Modeli İle Elektrik Enerjisi Üretim Tesislerinin Kurulması ve
İşletilmesi İle Enerji Satışının Düzenlenmesi Hakkında Kanun” teşkil etmektedir.
4283 Sayılı Kanun ile Yİ modeli ile
üretim şirketlerine ülke enerji plan ve politikalarına uygun biçimde elektrik enerjisi üretmek için mülkiyetleri kendilerine
ait olmak üzere termik santral kurma ve
işletme izni verilmesi ile enerji satışına
dair esas ve usuller düzenlenmiştir. Hidroelektrik, jeotermal, nükleer santraller ve
diğer yenilenebilir enerji kaynakları ile çalıştırılacak santraller bu Kanunun kapsamı
dışında bulunmaktadır. Söz konusu model
sadece termik santrale dayalı enerji sektörü
projeleri için uygulanabilecek niteliktedir.
Doç. Dr. H. Yurdakul Yiğitgüden’in
hazırladığı tablo bunu göstermektedir:
Elektrik üretimi
özelleştirmeye açıldı
Hayatın her alanında kullandığımız
elektrik çeşitli kaynaklardan üretiliyor.
Bunlar; Kömür (Kömür; Taş Kömürü,
Linyit, Asfaltit, Petrokok ve Kok toplamını ifade etmektedir.), Doğalgaz, Petrol,
Hidrolik, Odun, Hayvan ve Bitki Artıkları,
Jeotermal, Güneş, Rüzgâr, Biyoyakıt, Kaya
Gazı ve Nükleer’dir.
Bütün bu enerji kaynakları da; Bitümlü
Şist (Oil Shale) Santrallerinden Biyokütle
Santrallerine, Dalga Enerjisi Santrallerinden Doğalgaz Santrallerine, Fuel-Oil Santrallerinden Gel-git Enerjisi Santrallerine,
Güneş Panelleri (PV)’den Güneş Santralleri (CSP)’ye, Hidroelektrik Santraller
(Rezervuarlı)’dan Hidroelektrik Santraller (Akarsu)’ya, Hidroelektrik Santraller
(Pompaj Depolamalı)’dan Jeotermal Santrallere, Kömür Santrallerinden Nükleer
Santrallere, Rüzgar Santralleri (Karadakiler)’den Rüzgar Santralleri (Kıyı Ötesindekiler)’e, Turba Kömürü Santralleri’ne
kadar değişik santrallerde işlenmekte ve
enerji üretmektedirler.
Ülkemizde henüz Nükleer santrallerden
enerji üretilmemektedir. Yine kimi enerji kaynakları da, örneğin Kaya Gazı gibi,
kullanılmamaktadır. Ülkemizde kullanılan
enerji kaynakları Kömür (kömür; taş kömürü, linyit, asfaltit, petrokok ve kok toplamını ifade etmektedir.), doğalgaz, petrol,
hidrolik, odun, hayvan ve bitki artıkları,
jeotermal, güneş, rüzgâr, biyoyakıt’tır.
İşte bütün bu yakıtları işleyerek elektriğe dönüştürme görevi Elektrik Üretim
AŞ (EÜAŞ)’a verilmişti. Elektrik Üretim
AŞ (EÜAŞ)’ye bağlı santraller ise 1989
tarihinde çıkartılan bir kanunla özelleştirilmeye açıldı. Ve o günden bu yana bir
yandan var olan üretim santralleri özelleştiriliyor, diğer yandan yeni santralleri genellikle özel sektör kuruyor. Kamu artık eskisi
kadar santral kurmuyor. Bu özelleştirme ve
yeni santral kurmama sonucunda da kamunun elektrik üretimindeki payı sürekli olarak düşüyor. Doğal olarak da özel sektörün
payı büyüyor…
Şimdi bunu bizzat TEÜAŞ’ın hazırladığı “Elektrik Üretim Sektör Raporu
2013”ten okuyalım:
“Elektrik Enerjisi Sektörü Reformu
ve Özelleştirme Strateji Belgesi çerçevesinde EÜAŞ mülkiyetindeki 28 adedi
hidroelektrik ve 18 adedi termik olmak
üzere toplam 46 santralın özelleştirilmesine yönelik çalışmalar 2013 yılı içerisinde de yürütülmüştür.
“EÜAŞ, 2013 yılı sonu itibariyle,
12,918 MW kurulu güce sahip 69 hidroelektrik ve 10,864 MW kurulu güce
sahip 17 termik santrale sahip olup, toplam 23,782 MW kurulu gücü ile Türkiye
kurulu gücünün % 37.1’ini (2012’de %
43.4) ve Türkiye elektrik enerjisi üretiminin ise % 33.4’ünü (2012’de % 37.8)
karşılamıştır. 2013 yılı sonu itibariyle
240.1 milyar kWh olarak gerçekleşen
Türkiye elektrik üretimi miktarının 80.1
milyar kWh’i EÜAŞ tarafından gerçekleştirilmiştir.
“(…)
“EÜAŞ’ın Türkiye’deki konumuna
bakıldığında ise gerek kurulu güç olarak gerekse de elektrik üretim değerleri
açısından 2013 yılında da lider konumda
olduğu görülmektedir.
“Ancak, EÜAŞ’ın Kurulu gücünde
2012 yılına göre 2013 yılında % 4’lük bir
düşüş yaşanırken, aynı yıllarda özel sektörde artış oranları 2012 yılı için % 12.2,
2013 yılı için ise % 24.6 olarak gerçekleşmiştir. Elektrik üretiminde ise, EÜAŞ tarafında 2012 yılında yaşanan % 1.9’luk
düşüş, 2013 yılında da özelleştirmelerin
büyük etkisiyle sürmüş ve bir önceki yıla
göre % 11.5’lik bir azalma yaşanmıştır.
Özel sektörün elektrik üretim rakamları
ise 2012 yılındaki % 8.7’lik bir artışı gösterirken, 2013 yılında bu artış biraz hız
kesmiş ve % 7.5 olarak gerçekleşmiştir.
“(…) Bu gelişmeler dışında kısa ve
orta vadede, özel sektörün devreye alacağı yeni santrallerle elektrik piyasasında çok daha fazla pay sahibi olacağı
görülmektedir.
“Bunun yansıması olarak elektrik
üretiminden satışlarda, İstanbul Sanayi
Odasının verilerine göre 2008-2010 döneminde 3 yıl arka arkaya 2. sırada yer
almasına rağmen EÜAŞ, 2011 yılında
4. ve ardından 2012 yılında da 5. sıraya
gerilemiştir. (…) Kurulu güç rakamları,
Enerjisa Enerji Üretim A.Ş.’nin 2013
sonu itibariyle en yüksek kurulu güce
sahip özel elektrik üretim şirketi haline
geldiğini göstermektedir.”
“Türkiye enerji sektöründe büyüme
rakamları, gelişmiş ülkelere kıyasla oldukça yüksektir. Son 10 yılda Türkiye
elektrik ve doğal gaz talep artış oranları
bakımından Avrupa’da ilk sırayı almak-
tadır. 2012 itibariyle yaklaşık 75.6 milyon nüfusa sahip olan Türkiye’de kişi
başına enerji tüketiminin % 2.58 artışla 1588 kep (kilogram eşdeğer petrol),
elektrik tüketiminin ise % 3.49 artışla
2577 kWh olduğu hesaplanmıştır.
“(…)
“2013 yılında elektrik tüketimimiz
bir önceki yıla (242.4 milyar kW-saat)
göre % 1.28 artarak 245.5 milyar kW-saat, elektrik üretimimiz ise bir önceki yıla
göre (239.50 milyar kW-saat) hemen hemen hiç değişmeyerek (+% 0,3) 240.15
milyar kW-saat olarak gerçekleşmiştir.
“Kaynaklar açısından bakıldığında,
2013 yılı itibariyle, toplam elektrik üretiminin % 43.8’i doğalgazdan, % 26.2’si
kömürden, % 24.7’si hidrolik kaynaklardan, % 3.1’i rüzgardan, % 1.0’ı sıvı
yakıt ve asfaltitten, % 1,0’ı atık ve jeotermalden karşılanmıştır. 2012 yılı ile
kıyaslandığında rüzgâr, doğalgaz ve
hidrolik kaynaklardan yararlanma oranı artarken, kömürün oranında düşme
görülmüştür. EÜAŞ’ın bu üretimde 2011
yılında sahip olduğu pay % 40.4’den,
2012 yılında % 37.8’e, 2013 yılında ise
3 santralın özelleştirilmesiyle birlikte %
33.4’e düşerken, geri kalan % 66.6’lık
üretim ise özel sektör tarafından karşılanmaktadır.”
Raporun verileri çok açık: Kamunun
(EÜAŞ’nin) elektrik üretimindeki payı
giderek azalmakta, özel sektörün payı ise
giderek yükselmektedir. Ve bu süreç hızlanarak devam edecek, kamunun payı sıfırlanacaktır bu gidişle.
Özelleştirmeye giren elektrik üretim
santrallerini yabancı tekellerle ortaklık kurmuş yerli Parababaları, Finans-Kapitalistlerin şirketleri satın almaktadır; EnerjiSA
Enerji Üretim AŞ, Aksa Enerji Üretim AŞ,
Zorlu Enerji Elektrik Üretim AŞ, Akenerji
Üretim AŞ, Soma Elektrik Üretim ve Tic.
AŞ, Park Termik Elektrik San. ve Tic. AŞ,
İçdaş Çelik Enerji ve Tersane ve Ulaşım
San. AŞ, Eren Enerji Elektrik Üretim AŞ
gibi…
Dikkat çeken bir nokta olarak da şunu
belirtelim ki, elektrik üretimi içinde özel
sektör şirketi olarak en büyük payı Sabancı’nın EnerjiSA’sı almaktadır.
Ve yine raporun verilerine göre rüzgâr,
doğalgaz ve hidrolik kaynaklardan yararlanma oranı artarken, kömürün oranında düşme görülmektedir. Bu da HES ve
RES’lerin artacağının göstergesidir. Yani
akarsularımız (nehirlerimiz, derelerimiz),
açık alanlarımız daha fazla yağmaya uğrayacak demektir…
Burada bir şeyi belirtmeden geçmeyelim: Biz elbette enerji üretiminin kamu
eliyle olmasını istiyoruz. Her alanda olduğu gibi enerji üretimi alanında da özelleştirmeye karşıyız. Ama biz aynı zamanda
(Nükleer enerji dahil) tekniğin son sözü
enerji kaynaklarının kullanılmasından da
yanayız. En modern, en güvenli, en çevre-
Tablo: 3096 ve 4283 sayılı Kanun kapsamında uygulanan modeller
Yap-İşlet-Devret Modeli
Yap-İşlet Modeli
İşletme Hakkı Devri Modeli
(Üretim)
İşletme Hakkı Devri Modeli
(Dağıtım)
Otoprodüktörlük Uygulaması
Bu model yeni ve henüz tamamlanmamış
olan hidroelektrik ve termik santrallara
uygulanabilmektedir.
Özel sektör finansmanını temin ederek
tesisi kurarak, işletir ve sözleşme süresinin bitiminde devlete devir eder.
Bu model yeni termik santrallara uygulanabilir.
Özel sektör finansmanını temin ederek
tesisi kurar, işletir ve sahip olur. Ürettiği
elektriği belirli bir süre belirlenen tarife
üzerinden TEAŞ’a satar.
Bu model ile TEAŞ’a ait elektrik üretim
santralları belirli bir bedel karşılığında
özel sektöre sözleşme süresi boyunca
devredilir.
Bu model ile TEDAŞ’a ait dağıtım tesesleri belirli bir bedel karşılığında özel sektöre sözleşme süresi boyunca devredilir.
Bu uygulama ile sanayi kuruluşlarına kendi elektreklerini üretme imkanı
tanınır.
ci, en sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmiş
üretim kaynaklarının kullanılmasından yanayız. Doğaya, Çevreye, Tarihe, Hayvanlara, Bitkilere ve tabiî İnsana zarar vermeyecek, ya da en az zarar verecek kaynakların
kullanılmasından yanayız. Öbür türlüsü, şu
anda olduğu gibi dışa, büyük Batılı Emperyalist devletlere bağlılığı getirir. Sanayileşmemizin önünde engel olur. Demokratik
Halk İktidarında buna izin vermeyeceğiz.
Ne kendi kaynaklarımızın ne de başkasından aldığımız kaynakların Uluslararası
Parababaları tarafından kullanılmasına izin
vermeyeceğiz.
Elektrik dağıtımının
özelleştirilmesi süreci
Elektrik üretiminin özelleştirilmesinden sonra sıra dağıtım şirketlerine geldi.
Türkiye Elektrik Dağıtım AŞ (TEDAŞ)’a
bağlı enerji santralleri, Türkiye belli başlı
bölgelere ayrılarak, her bölgeye de birkaç
şehir bağlanarak özelleştirildi. 21’e ayrılan
dağıtım bölgelerini değişik Finans-Kapital
Şirketleri satın aldı.
Bunlar; Sabancı’dan (EneriSA) Kazancı’ya (Aksa), Kiler’den (Kiler Holding)
Akkök’lere (Ak Enerji), “milletin a.ına
koy”an M. Cengiz ve Ortakları N. Özdemir
(Limak Holding)-N. Koloğlu’dan (Kolin
İnşaat) Çalık’lara, Yıldızlar’dan Türkerler’e toplam 13 Finans-Kapitalist şirketiydi.
Tabloda da gördüğümüz gibi, özelleştirmeden aslan payını 4 dağıtım bölgesini
alan Limak-Kolin-Cengiz ortaklığı almıştır. (Cengiz ayrıca Alarko’yla ortaklıkla
dördüncü bölgeyi de almıştır.) 3 dağıtım
bölgesini Sabancı’nın EnerjiSA’sı almıştır.
Ve daha sonra 2 bölgeyle Aksa Enerji ve
1’er bölgeyle Ak Enerji, Kiler, İÇ Holding,
Yıldızlar, Çalık, Elsan-Tümaş-Karaçay,
Aydem Elektrik-Bereket Enerji, İşkaya
Doğu OGG ve Türkerler İnşaat gelmiştir.
Sabancı’nın EnerjiSA’sı; Başkent
Elektrik Dağıtım AŞ’yle Ankara, Kırıkkale, Zonguldak, Bartın, Karabük, Çankırı,
Kastamonu’yu; Anadolu Yakası Elektrik
Dağıtım AŞ’yle İstanbul Anadolu Yakası’nı ve Toroslar Elektrik Dağıtım AŞ’yle
Adana, Gaziantep, Hatay, Mersin, Osmaniye, Kilis’i almıştır. EnerjiSA’nın Elektrik
dağıtımını gerçekleştirdiği toplam şehir sayısı 13+ İstanbul Anadolu Yakası’dır.
Limak-Kolin-Cengiz ortaklığı; Çamlıbel Elektrik Dağıtım AŞ’yle Sivas, Tokat,
Yozgat; Uludağ Elektrik Dağıtım AŞ’yle
Bursa, Balıkesir Çanakkale, Yalova; Boğaziçi Elektrik Dağıtım AŞ’yle İstanbul
Avrupa Yakası; Akdeniz Elektrik Dağıtım
AŞ’yle Antalya, Burdur, Isparta’yı almıştır. Liman-Kolin-Cengiz ortalığının aldığı
toplam şehir sayısı 10+İstanbul Avrupa Yakası’dır.
Cengiz ayrıca, Alarko-Cengiz ortaklığıyla Meram Elektrik Dağıtım AŞ’ye bağlı
Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Aksaray, Konya,
Karaman’dan oluşan 6 şehri daha almıştır.
Aksa Enerji; Çoruh Elektrik Dağıtım
AŞ’yle Trabzon, Artvin, Giresun, Gümüşhane, Rize; Fırat Elektrik Dağıtım AŞ’yle
Elazığ, Bingöl, Malatya, Tunceli’den oluşan toplam 10 şehrin elektrik dağıtım işini
almıştır.
Yani toplam 4 şirket ve ortaklık toplam
40 şehrimizin elektrik dağıtımını üstlenmiştir. Ve aldıkları bu bölgeler-şehirler,
elektrik kullanımının en çok olarak kullanıldığı, sanayileşmenin ve nüfusun yoğun
olduğu yerlerdir. Yani bu özelleştirmenin
de kaymağını yerli yabancıFinans-Kapitalistler yemektedir. Ve yine aynen üretimde
olduğu gibi Sabancı’nın EnerjiSA’sı dağıtım işinde de lider konumdadır.
Diğer 9 şirket de kalan 41 ilimizin
elektrik dağıtımını almıştır. Tabiî bunların
da çoğu Finans-Kapital şirketleridir, Akenerji, Çalık gibi…
Gelecek sayıda: Elektrik üretiminin
ve dağıtımının özelleştirilmesinin sonuçları-Perakende satış ve yeni vurgun
alanları
6
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma Konuşmaları (2)
Geçen sayıdan devam
Pınar Akbina Yoldaş: Şimdi Yoldaşlar, Hikmet Kıvılcımlı Usta’mızın yaşamı
ve mücadelesini anlatmak üzere Halkın
Kurtuluş Partisi Ankara İl Yöneticisi, aynı
zamanda Gezi Direnişi’nde çok aktif olan
Ankara Direniyor grubunun kurucusu ve
Kurtuluş Yolu Gazetesi’nin Sorumlu Yazıişleri Müdürü Kubilay Akçay Yoldaş’ı
davet ediyorum.
(Alkışlar…)
***
Kubilay Akçay Yoldaş:
Merhaba yoldaşlar. Bana ayrılan kısa
süre içinde Hikmet Kıvılcımlı’nın hayatını
anlatmak ne mümkün. Ama elimizden geldiğince size aktarmaya çalışacağım.
1902 yılında Makedonya’nın Priştina
şehrinde doğdu. Doğar doğmaz onu işgaller, isyanlar, baskınlar karşıladı, daha
çocuk yaşta babasız kaldı. Savaş ve işgal
yıllarında annesi ve teyzesi ile birlikte
Türkiye’ye göç etti. Ege’de öğrencilik ve
zorunlu işçilik yaptı. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşında, emperyalist sömürgecilere karşı eğitimini yarıda bırakarak, Kuvayimilliye gönüllüsü, işgale karşı
silahlı direnişçi, Yörük Ali Efe’nin kızanı,
17 yaşında Köyceğiz Kuvayimilliye Askeri
Kumandanı oldu.
Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı yıllarında sırım gibi genç bir delikanlı
olan Kıvılcımlı sosyalizmle tanıştı. Türkiye Komünist Partisi kurucuları arasında
yer aldı. 1921’de TKP’nin en genç kurucu üyesi, 1925’te TKP 2. Kongresi’nde
Merkez Komitesi’ne seçilerek “Genç Komünistler Reisliği” görevini üstlendi. Çocukluğunun sürgün ve savaş yıllarında bir
elinde silah emperyalizme karşı mücadele
verirken, bir yanda da okumayı hiç bırakmadı. 1921 yılından itibaren, kimi zaman
değişik isimlerle; Kurtuluş, Aydınlık, Bursalı Yoldaş, Vazife Dergilerine yazılar yazdı. Yoldaşlarıyla beraber TKP’nin Merkez
Yayın Organı’nı çıkardı.
Gerici Şeyh Said’in başını çektiği Kürt
isyanları nedeni ile 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile birlikte İstiklal Mahkemesinde yargılandı, komünist
olması tutuklanmasına yetti, 10 yıl kürek
cezası aldı. 1 yıl hapis yattıktan sonra çıkan
afla serbest kaldı. Özgürlüğü çok sürmedi.
1927 yılında Vedat Nedim Tör ve Şevket
Süreyya Aydemir‘in partiden ayrılması ve
parti arşivini polise teslim etmesi ile birlikte yeninden tutuklandı. Bir süre sonra
serbest kaldığında yeniden partiyi ayağa
kaldırmak için çalışmalara girişti. Devrim
cephesini bir an bile terk etmemiş, kendi
tabiri ile “Kara toprağın kuru öküzü” gibi
yaşamıştı. 27 yaşında “ameleden adamları
başa getirmek suçundan” yargılandı. 4,5
yıl hapis cezası veren Mahkeme Heyetine “4,5 yıl Kızıl bir profesör olmak için
iyi bir süre” cevabını verdi ve sözünde de
durdu. Elazığ zindanını kızıl bir üniversiteye çevirdi. 1933 yılında Elazığ cezaevinden, onlarca cilt çeviri ve orijinal eserler
üreterek çıktı. “Yol” adlı 7 ciltlik anıt eserini “Elâzığ Üniversitesinde” kaleme almış
ve bu serinin içinde yer alan Kürt sorununa
devrimci çözüm sunduğu İhtiyat Kuvvet:
Milliyet (Şark) çalışmasını burada tamamlamıştır.
Çıkışından sonra biran bile ara vermeden devrimci mücadeleye devam etti. 1935
yılında Marksizm Bibliyoteği Yayın Evi’ni
kurdu. 1936 Emekçi Kütüphanesinden seri
kitaplar yayınlamaya başladı.
1938 yılında askeri isyana teşvik suçundan Kemal Tahir ve Nazım Hikmet’le
birlikte yargılandığı Donanma Davası’nda
savcının “sizin için delil arayacak kadar
saafdil değiliz” diyerek verdiği 15 yıl ağır
hapis cezasını, Hatay, İstanbul, Çankırı,
Amasya ve Kırşehir cezaevlerinde tamamladı.
Kızıl bir savaş bayrağı, Devrimin ilik-
lerine işlediği Adam’dı Kıvılcımlı. 1950
Yılında afla çıktığında cezaevinde kaldığı
12 yıl boyunca hiç boş durmamış. İslam
Tarihi, Osmanlı Tarihi, Tarih Tezi çalışmalarını yapmıştı.
29 Ekim 1954 yılında cumhuriyetin
kuruluş yıldönümüne atıfla Kerim Korcan,
Zihni Anadol gibi arkadaşları ile birlikte
Vatan Partisi’ni kurdu ve Genel Başkanlığını üstlendi.
Ünlü Eyüp konuşmasını Vatan Partisi
Genel Başkanı olarak yaptı. “Eyüp Konuşması” nedeniyle Kıvılcımlı hakkında
“Dini Siyasete alet etmekten” dava açılmış ve o tarihe kadar ilk kez bir devrimci,
sosyalist dini siyasete alet etmek suçundan
yargılanmıştı. Kıvılcımlı, 1957’de tutuklanmış, parti bizzat Adnan Menderes’in
talimatıyla kapatılmış, Kıvılcımlı dahil 25
üyesi tutuklanmıştı.
Harbiye Askeri Cezaevinin zindanlarında hiç güneş ışığı görmeden 2 yıl
tutulmuş, “Komünist teşkilatı organize
etmek” suçlamasıyla Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmıştı.
Hikmet Kıvılcımlı, tahliye olduktan
sonra Demokrat Parti’nin iktidarını deviren 27 Mayıs Politik Devrimi’ni selamladı
ve lideri orgeneral Cemal Gürsel’i Vatan
Partisi Genel Başkanı sıfatıyla telgrafla
kutladı. “İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz”
adıyla Milli Birlik Komitesi’ne açık mektup yazdı ve “Anayasa Teklifi” sundu. Ve
tabiî yine anlaşılamadı. Bu davranışları
Türkiye Solunun çeşitli kesimleri tarafından cuntacılıkla suçlandı. Hikmet Kıvılcımlı Marksizm-Leninizmin 20’nci Yüzyıldaki en büyük geliştiricisiydi. İşçi Sınıfı
Biliminin kurucuları Marks-Engels Ustalar
ve Devrimler Kartalı Lenin Usta gibi kendi
doğru bildiği yolda devam etti. 1965 yılında Tarihsel Maddecilik Yayınları’nı kurdu
ve yönetti. Kıvılcımlı Usta’mızın en sadık
öğrencilerinden, tüm yaşamını İşçi Sınıfının Kurtuluş Mücadelesine adayan İsmet
Demir ve yoldaşları Yapı İşçileri Sendikası’nı kurdular.
1967 yılında Sosyalist Gazetesi çıkarılmış yine aynı yıl İşsizliğe Pahalılığa Karşı
Savaş Derneği (İPSD) kurulmuş, büyük
kentlerde mitingler gerçekleştirilerek devrimci mücadele devam ettirilmiştir.
Kıvılcımlı, 1970’te Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’ne önderlik ediyordu. 1970
yılının sonbaharında Sosyalist Gazetesini
tekrar çıkarmaya başlamıştı.
Hikmet Kıvılcımlı yaklaşan 12 Mart
Faşist Darbesini önceden görmüş, uyarılarda bulunmuştu. 27 Mayıs Politik Devrimi’nin rövanşı alınmak isteniyordu. Ama
nafile Kıvılcımlının uyarılarını dikkate
almak beri dursun. Pasifistlikle suçlandı.
Cebinde plastik tarağından başka bir şeyi
olmayan, ithal gerillacılık kitapları ile
“devrimci gençler” devrim yapıyorlardı.
Slogan hazırdı devrime gidiyoruz teoriye
ayıracak vakit yok!
Tüm bunlar yaşanırken Kıvılcımlı bir
de kanser illeti ile mücadele ediyordu.
Ömrünün 22,5 yılını Türkiye zindanlarında geçiren, 1 dakika olsun ülke dışına
çıkmayan, nöbet yerini bir an olsun terk etmeyen Kıvılcımlı, tedavi olmak için illegal
yollardan yurtdışına çıktı. İsmail Bilen’in
Sovyetlere verdiği yalan, iftira ve ihanet
dolu bilgiler sebebi ile Sovyetlere kabul
edilmiyordu. Tedavisini Tito’nun Yugoslavya’sında mücadeleye başladığı yerde,
doğduğu topraklarda devam ettirdi.
1977 yılında Devrimci Derleniş Gazetesi çıkarıyor, 1978 yılında Şentepe’de
elde silah faşizme karşı vuruşuyordu.
Ülkenin kaderinde ise değişen pek bir
şey yoktu. 12 Eylül 1980’de ABD’nin
oğlanları bir kez daha ülke yönetimine el
koymuş, faşist darbe ile tekrar devrimciler
zindanlara doldurulmuştu. Kıvılcımlı cephesinde de değişen bir şey yoktu. İşkencelerde ser verip sır vermemiş, ülke dışına
kaçmamış, yeraltına çekilip mücadeleyi
devam etmiştir.
12 Eylül çıkışıyla birlikte yayın hayatına hiç ara vermeyen “Anarşi Yok! Büyük
Derleniş!” prensibi Devrimci Mücadele
Dergisi ile yola devam etmiştir.
Ne diyordu Kıvılcımlı; Tarafsızlık bizim harcımız değil. İşçi çocuğuyuz. Olduk
olası: başta işçi sınıfımızdan yana düşünüp
davranmayı öğrendik. Evet, Öğrendiklerini
pratiğe döküyordu. Hurma Elektronik, Yurtiçi Kargo Direnişleri, 12 Eylül Faşist Darbesi sonrası gerçekleştirilen ilk işyeri işgali
Aras Kargo İşgali, Hikmet Kıvılcımlı’nın
önderliğinde gerçekleştiriliyordu.
Bu işgal ne ilkti nede son olacaktı.
1900’lerin başında Ege’de çakılan kıvılcım
bir asır sonra 2000’lerde İzmir’de meşaleye dönüşmüştü. 6 bin işçi hep bir ağızdan
Kıvılcımlı’nın ardından sloganlarla haykırıyordu. “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek.”
Evet, tam bir asır geçmişti üzerinden
emperyalizme karşı elde silah cephede
çarpışarak yırtıp attığı Sevr, bir asır sonra
yeniden hortlatılmaya çalışılıyordu. Emperyalistler yenilgiyi hazmedememiş, Lozan’ın rövanşını almak için zaman kolluyordu. Bunun için mücadele ediyordu gizli
açık örgütleriyle, ajanlarıyla…
Ülke her geçen gün Ortaçağ karanlığına
hızla sürüklenirken Kıvılcımlı, timsah gözyaşı döken Ortaçağcı gericilere karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor. Eğer
bu yapılmazsa İran Komünist Partisi’nin
başına gelenler bizim için kaçınılmaz olacak derken; Tarihten hiç ders almayan
sahte solcular üniversite önlerinde kadınlı,
erkekli başlarına türban takarak türban eylemleri yapıyorlardı. Mahir Çayan anmalarında mevlit okutuyorlardı. Bilmiyorlardı
ki o okunan aslında onların mevlidi idi!
Hikmet Kıvılcımlı kimsenin kara yahut
mavi gözü için yaşamamıştı. Kim kalabalık, kim daha güçlü bakmadan doğru bildiğini söylemekten geri durmadı. Yıl 2005
Mücadele bayrağı Halkın Kurtuluş Partisi
ellerindeydi. “Şeriat Ortaçağdır”, “Türban Özgürlük Değil, Köleliktir” sloganları ile üniversitelerde gericiliğe karşı mücadele bayrağı olmuştur.
Kendine sol diyen, sosyalist diyen
Denizci, Mahirci diye ortada gezenler ise
ABD Büyükelçisi arkasında sokakları dolduruyor, ABD’nin “umut kaynağı” oluyorlardı. Sevrci Sol yeni Ali Kemal’lerle
saf tutuyorlar, Taksim Meydanı’nda Etyen Mahçupyan’larla, Taraf’çılarla, Yeni
Akit’çilerle utanmadan slogan atıyor,
Amerikancı burjuva Kürt hareketine kuyrukçuluk yapıyorlardı.
Denizler’i, Mahirler’i sahiplenmek, onların onurlu mücadelelerine, geçmişlerine
sahip çıkmak yine Kıvılcımlı’nın omuzlarındaydı.
Dedik ya Tarih tekerrür ediyordu;
1950’lerin Amerikancı halk düşmanı iktidarın selefi iktidardaydı. Türkiye’nin Kuvayimilliye yadigârı yüzlerce kamu kuruluşunu birkaç yıllık geliri karşılığında
yandaşlarına ve efendileri olan yabancı Parababalarına peşkeş çekiyor bir yandan da
Ortaçağ özlemi ile yanıp tutuşuyordu.
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mıza,
Mustafa Kemal’e ve onun kurmuş olduğu
Cumhuriyet’e saldırıyorlardı. Cumhuriyet
hiçbir zaman olmadığı kadar tehlike içindeydi ve sözde cumhuriyetçi özde Amerikan uşaklığında sıra bekleyenlere bırakılmayacak kadar da değerliydi. Görmüştü
Kıvılcımlı, daha ortada ne Silivri zindanları, ne Hasdal zindanları varken. Ergenekon
Göktürklerin bir destanı olarak bilinirken
görmüştü ABD-AB Emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerinin oyunlarını. Sevr bir asır
sonra Yeni Sevr olarak Türkiye’nin önündeydi. Yeni Sevr’e karşı da İkinci Kurtuluş
Savaşı verilmeliydi. Ortaçağcı gericiliğe
karşı Cumhuriyet mitinglerinde bayrak
oldu. “Yaşasın 2. Kurtuluş Savaşımız”
diye haykırıyordu meydanlarda.
Dünya’daki her ülkeden daha karmaşık, kıldan ince sırat köprüsüydü Türkiye’de devrim mücadelesi.
Kıvılcımlı dışarıda ABD-AB Emperyalizmine karşı mücadele ederken içeride
yerli satılmışlara karşı savaştaydı. Bir gün
emperyalizmin Dünya’da ki yüzü Coca
Cola’yı işgal ederken bir başka gün Taksim
Meydanı’nda Fransa Başkonsolosluğu çatısından pankart sallandırıyordu.
Çok yabancı değildi ona Taksim, aşinaydı çünkü daha önce 1977’de kanlı 1
Mayıs’ta oradaydı. 2008’de 2009’da Mayıs’ta çarpışa çarpışa, barikatları yıka yıka
girdiği Taksim’i, Haziran’da işgal etmişti.
1960 Politik Devrimi’nin öncesinde olduğu gibi halk gerici, vurguncu, vatan haini
iktidara artık daha fazla tahammül edemedi. Ama o günlerden daha farklıydı Haziran
İsyanı kimsenin tahmin bile edemeyeceği
bir güce ulaştı. Haziran İsyanı’mızda Kıvılcımlı kâh Taksim’de, kâh Kızılay’da,
Kah Gündoğdu’da yolumuzu aydınlatı-
yordu. Kimi gruplar devrim yapıyor, kimi
gruplar sosyalizmi getiriyordu; yine hayal
dünyasındaydılar, ayakları yere basmıyordu. Gezi İsyanı’mızın sınıfsal tahlilini yine
Kıvılcımlı daha isyanın ilk haftasında ortaya koyuyordu. Ülkenin her yerinde isyan
bayrağı dalgalanırken kimileri de isyanı
darbe olarak nitelendiriyor, kitleleri hükümete karşı bu eylemlere katılmamaları yönünde uyarıyordu.
Bunlar da çok yabancı değildi Kıvılcımlı’ya çünkü o bu topraklarda 100 yıldır yaşıyordu. Ali Kemal’leri görmüştü
Şeyh Said’leri görmüştü, Said Nursi’leri,
Menderes’leri, Özal’ları, Molla Necmeddin’leri, Fethullah’ları, Tayyipgiller’i.
Damarlarını biliyordu bunların Kıvılcımlı
o yüzden hiç yanılmıyor hiç şaşmıyordu.
Kara gecede kara taşın üstündeki kara karıncayı görebilecek göz ondaydı. Yine en
son hatırlayacaksınız ülkenin her bir köşesinde duvarlara Afişler yapıştırılıyor, Yazılamalar yapılıyordu yoldaşlar ne yazıyordu
o afişlerde, o yazılamalarda?
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür!
Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı!
Kıvılcımlı Yaşıyor HKP Savaşıyor!
Evet, yoldaşlar bunların hiçbir tanesi
slogandan ibaret değil. Hikmet Kıvılcımlı
yaşıyor ve bu ülkenin burçlarına sosyalizm
bayrağı dikilene dek bizimle beraber mücadele edecek, bize rehber olacak, bize önder
olacak, bize yol gösterecek.
Yaşasın Devrim!
Yaşasın Sosyalizm!
Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi!
Sevgiler, saygılar… Teşekkür ediyorum.
(Alkışlar… Slogan: Faşizmin Korkusu Kıvılcımlı Ordusu…)
***
Pınar Akbina Yoldaş: Yoldaş’ımıza
bu güzel ve anlamlı konuşmasından dolayı teşekkür ediyoruz. Bizim bir sloganımız
vardır, arkadaşlar; “İşçilerin Partisi, Köylülerin Partisi, Gençliğin Partisi, Halkın
Partisi, Halkın Kurtuluş Partisi” şeklinde. O yüzden bugünkü bileşimimiz de çok
güzel. Toplumun her kesiminden arkadaşlarımız ve önderlik eden yoldaşlarımız var.
Yeni konuk isimleri geliyor bu yüzden her
seferinde.
(Konukların adı okunuyor sloganlar eşliğinde.)
Lenin Usta “Gençliğe gidin beyler,
bu her şeyi kurtaracak olan tek yoldur.
Tanrı aşkına aksi halde geç kalacaksınız.
Ve bilgiççe taslaklar, planlar, çizimler,
şemalar ve harika reçetelere sahip olacaksınız ama örgütlülük olmazsa, canlı
faaliyet olmazsa ortada kala kalacaksınız. Gençliğe gidin.” diyordu.
Türkiye’de her aydınlanma hareketinde
öncü rolü oynayan, gerçek Türkiye Komünist Partisi’nin en genç kurucusu ve gençlik sorumlusu Hikmet Kıvılcımlı’ların, biz
Türkiye’nin İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız, varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden
esasen Türkiye Halklarına armağan etmiş
bulunuyoruz, diyerek canlarını feda eden
Deniz Gezmişler’in, Mahir Çayanlar’ın
ve yoldaşlarının devamcıları olan Kurtuluş
Partisi Gençliği’nde söz. Halk Kurtuluşçu
Liseliler’de bayrak ve söz onlarda. Anılcem Yoldaş’ta.
(Alkışlar… Slogan: Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi…)
***
Anıl Cem Yoldaş:
Merhaba yoldaşlar,
(Alkışlar…)
Bizler, gerici, ezberci, faşist eğitime,
4+4+4’e, Ortaçağcı gericiliğin simgesi türbana, zorunlu din derslerine direnen Halk
Kurtuluşçu Liselileriz.
(Alkışlar…)
Geçmişten bugüne, oyuncakla oynar
gibi şekilden şekle büründürdükleri sınav
sistemi öyle bir hal aldı ki, artık eğitim ve
bilimle hiçbir alakaları kalmadı. Laik, demokratik eğitim kurumlarını AKP’nin arka
bahçesine çevirdiler. Çünkü bunların kafaları Ortaçağcı gericiliklerle dolu. Bunlardan ne eğitim ne de bilim beklenir.
Hele hele gençlik ve liselilerle bu kadar
uğraşmalarının sebebi; boyun eğmeyen,
kabullenmeyen, sorgulayan, mücadeleci
bir yapısı olmasındandır. Bunlar geçmişi
de iyi bilirler 17 yaşında idam edilen Erdal Eren’i, Denizler’i, Mahirler’i, bizim
yoldaşlarımız olan Mahmut, İbo, Sadi Yoldaşları bilirler. Biz de biliriz. Hesabını soracağız!
(Alkışlar…)
Bunların hainliklerini en yakın zamanda, şanlı Gezi İsyanı’mızda yine görmüş
olduk, 15 yaşında Berkin Elvan’ı ve tüm
Gezi Şehitlerimizi katledişlerini. Çünkü
bunlar gençlikten korkuyorlar ve de gençliğin mücadeleci yapısını biliyorlar.
Usta’mız, Türkiye Devrimi’nin Önderi
Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi: “Aydın
genç Antika çağın ezik, cahil köylüsü
değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün sindiremeyeceği Modern İşçi Sınıfı gibi yenilmez devrimci öz gücün müttefikidir.”
(Alkışlar… Slogan: İşçi Gençlik El
Ele Devrimci Mücadeleye…)
Bu nedenle Tayyipgiller gençlerimizden korkuyorlar. Onların küçük yaşta kafalarını Ortaçağcı düşüncelerle doldurmak
istiyorlar. Türkiye’yi İmam Hatip Okullarıyla, Kur’an Kurslarıyla, Tarikatlarla
donattılar. Milyonlarca gencimiz bu Ortaçağcı kurumların eğitiminden geçirildi ve
geçiriliyor. Mantıklı düşünmenin ve doğa
bilimlerinin düşmanı haline getirildi bu
gençler. Artık amaçları öbür dünya oldu.
Ama kendileri hırsızlık yaparken, vurgun,
talan, yaparken öbür dünyayı düşünmediler. Ancak insanlarımızın temiz, masum
dini duygularını sömürdüler. Ama Abdullah Bin Mubarek’in “İnsanların en alçağı din kisvesi altında dünya menfaati
sağlayandır” sözü tam da bunlar için söylenmiştir.
Bir de bu alçakların AB-ABD uşaklığında sınır tanımamışlıkları var. Bunların
Kâbe’si Amerika’dır. Bu hainler yine Ortadoğu Halklarına kan kusturuyorlar, emperyalizmin uşaklığını yapıyorlar. İnsanlıktan, vicdandan, merhametlikten nasibini
almamış IŞİD denen canileri besliyorlar,
o kadar masum halkı katlediyorlar. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın
Önderi Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyet’in
bütün kazanımlarını birer birer yok ediyorlar. Bu yıl 40 bin ortaokul öğrencisi, tercih
etmediği halde, imam hatiplere mahkûm
ediliyor. Artık bunlar için ne bilimin ne
de eğitimin bir anlamı var. Ama kimsenin
kuşkusu olmasın biz tekrar bu eğitim kurumlarını bilimsel, demokratik, laik yerlere
çevireceğiz.
(Alkışlar…)
Usta’mız, Türkiye Devrimi’nin Önderi
Hikmet Kıvılcımlı, 17 yaşında Köyceğiz
Kuvayimilliye Komutanı olarak nasıl elde
silah Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı mücadele etmiş ise biz de öğrencileri olarak ondan devraldığımız bayrakla, “Ya Kurtuluş Savaşı
ya da en soysuzca köleleşmenin mezar
taşı” diyen Hikmet Kıvılcımlı’nın yolundan yürüyerek ikinci Kurtuluş Savaşı’mızı
kazanacağız. AB-ABD Emperyalistlerini
ve onların işbirlikçilerini Tarihin derinliklerine gömeceğiz. Buna inancımız tamdır.
(Alkışlar…)
Demokratik Halk iktidarını kurup Sosyalizmi zafere ulaştırana kadar mücadele
edeceğiz.
Haklıyız Kazanacağız!
Yaşasın Parasız, Bilimsel, Laik, Demokratik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz!
(Alkışlar… Slogan: Yaşasın Devrimci
Mücadelemiz…)
7
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Pınar Akbina Yoldaş: Geleceğimizin
böyle yoldaşlar elinde olduğunu bilmek
çok güzel değil mi yoldaşlar?
Bu heyecanlı ve coşku dolu konuşmasından dolayı Anılcem Yoldaş’a çok teşekkür ediyoruz.
cülüğünde. Şimdi Carrefoursa’da çalışan
arkadaşlarımızdan Serdar Sağlıklı sizlere
seslenecek.
(Alkışlar… Slogan: İşçilerin Birliği
Sermayeyi Yenecek…)
***
(Alkışlar…)
Serdar Sağlıklı:
Pınar Akbina Yoldaş: Programımızın
ilk bölümü sona erdi, arkadaşlar. Şimdi yemek arası vereceğiz. Bir saatlik bir yemek
aramız var. Saat 13.30’da programımız tekrar başlayacak.
Kurtuluş Partisi Genel Başkanı, Nakliyat-İş Genel Başkanını selamlıyorum. Hikmet Kıvılcımlı’nın yaşamı ve mücadelesini
selamlıyorum.
***
Pınar Akbina Yoldaş: Ülkemizde en
ucuz şey de tabiî ki insan hayatı oluyor. Her
an karşılaşabileceğimiz “iş kazası” adı verilen “cinayet”lerde yıl içerisinde yüzlerce
insanımızı kaybediyoruz. “İş kazası” denip
geçilen bu ölümlerden sonra ne bir tedbir
alınıyor, ne de bu cinayetleri yaratan Parababalarından ve bunların siyasi temsilcileri olan Tayyipgiller’den hesap soruluyor.
Bırakalım bunları, halk düşmanları ölen
işçiler için “güzel bir ölüm oldu”, “temiz
bir ölüm oldu” gibi insanlık dışı ifadeler
kullanabiliyor. Resmi rakamlara göre 301
maden işçimizin diri diri gömüldüğü Soma’dan sonra İstanbul’un Soması yaşandı
bildiğimiz gibi. Ne yazık ki 10 tane işçimiz
öldürüldü, katledildi asansör cinayetinde.
İşte o işyerinden o gün tesadüfen kurtulabilmiş bir işçi arkadaşımız aramızda. Musa
Çenet seslenecek size.
(Alkışlar… Slogan: Kaza Değil Cinayet Katil Hükümet…)
***
Musa Çenet:
Ben Ali Sami Yen Stadı’nda işçi olarak, taşeron işçisi olarak çalışıyorum. Bu
asansörlere değinmek istiyorum biraz.
Asansörler inanın hep arızalı. Mecbur çıkıyoruz 32’nci, 33’ncü kata kadar. Şefler
de biliyorlar ama inşaatların işte kaderi mi
derler, ne derler bilmiyorum. En vasıfsız
İşçi Sınıfımızdan arkadaşlarımız hep inşaatlarda çalışıyor. Yani şöyle söyleyeyim
küçümseme amaçlı da değil, yüzde 80’i
de içgüdüleriyle hareket ediyorlar. Yani
akıllarını, mantıklarını kullanmıyorlar. İşte
içgüdüleriyle hareket ettikleri için hak talebinde de bulunamıyorlar tabiî. İş güvenliğine gelince. Eğitim de yok. Çok az işçiye
eğitim veriyorlar. Bunun için de kader diye
bizleri böyle süründürüyorlar. Çözüm, tek
bir çözüm var: Örgütlenmek, örgütlenmek,
örgütlenmek. Çare de sosyalizmdir. İşte
Halkın Kurtuluş Partisi.
B
(Alkışlar…)
(Alkışlar…)
Başka çaremiz yok. Yoksa böyle sürünmeye mahkûm olacağız. Eğitimsiz, eğitim
de yok, bir şey de yok, ne yapalım. Biz kader demiyoruz. Cinayete kurban gitti arkadaşlarımız. Hâlâ da bu cinayetler sürüyor.
İşte gördünüz 10 kişi öldü, 8 tanesi anlaştı
patronla. Anlaşmak zorunda bırakıldı tabiî.
Davalar açsa davalar yıllarca sürüyor. Diğer iki kişi de direniyorlar onlara da destek
olalım, diyorum.
(Alkışlar…)
***
Pınar Akbina Yoldaş: Musa Yoldaş’a
teşekkür ediyoruz. Bu cinayetlere karşı
arkadaşlar, Partimiz hukuki alanda da çok
önemli mücadeleler veriyor son dönemde biliyorsunuzdur. Bununla ilgili de suç
duyurusunda bulunduk. Ama ne yazık ki
Tayyipgiller’in hukuk büroları bu suçlara
takipsizlik veriyorlar. Ama bizler mücadeleye devam edeceğiz. Biliyoruz bu davaları
açacak yürekli hâkimler, savcılar ne yazık
ki çok azaldı. Ama Tarihe not düşmek açısından biz bunlardan asla vazgeçmeyeceğiz ve devam edeceğiz mücadeleye.
(Alkışlar…)
Şimdi arkadaşlar Nakliyat-İş Sendika’mız sadece kendi alanındaki sorunlarla
ilgilenmiyor. Nerede bir işçi sorunu varsa, nereden bir çağrı olursa yangına koşar
gibi koşuyor arkadaşlarımız. Bu yıl Carrefoursa’da örgütlenen arkadaşlarımız ne
yazık ki işten çıkartıldılar. Orada hem sarı
sendikacılığa karşı hem de Türkiye’nin en
büyük Parababalarından olan Sabancı’ya
karşı bir mücadele verdiler Nakliyat-İş ön-
silahlı askerlerine taş attınız, diye.
Filistin’in “Taş Generalleri” bu çocuklar. Çocuk olduklarına bakmayın, her
türlü silaha sahip bir işgal ordusuna karşı,
ellerindeki tek şeyle direniyorlar: Taşla!
Amerikalı yazar Ben Norton, bağımsız bir insan hakları örgütü olan Filistinli
Tutsaklar Derneği tarafından yayımlanan
rapora dayanarak bu çocukların yaşadıklarıyla ilgili bazı bilgiler veriyor. Biz de bu
yazarın verdiği bilgilerden yararlanarak
konuya değinmek istedik.
Adı geçen derneğin yayımladığı rapora göre, geçtiğimiz 5 ay içerisinde sadece
Kudüs’te tutuklanan çocukların sayısı
en az 600. Bu çocuklardan yaklaşık yüzde
40’ı ne acıdır ki, tecavüze uğradı.
Filistinli Tutsaklar Derneği Avukatı
Mufeed al-Haj’ın verdiği bilgiye göre,
çocuk kaçırma İsrail’in her gün işlediği,
artık onlar için sıradanlaşmış bir suç.
Sadece Kasım ayının ilk üç haftasında,
İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Doğu
Kudüs’te 380 Filistinli çocuğu kaçırdı
İsrail askerleri.
Hiçbir elle tutulur gerekçe olmadan,
illegal olarak gözaltına alınan çocuklara
İsrailli yetkililer tarafından dayak, tecrit,
kendilerine yöneltilen suçlamaları kabul
edene kadar, saatlerce yemek ve su vermeme, tuvalete göndermeme gibi işkenceler yapılıyor. Cinsel istismar
da bunun bir parçası.
Ayrıca bu çocukların
babalarına da işkence
yapılıyor, anneleri ve
kız kardeşlerine cinsel
istismar
saldırısında
bulunuluyor.
Birleşmiş Milletler
Çocuk Hakları Komitesi’nin (CRC-İngilizce adının kısaltılmışı)
hazırladığı,
İsrail’in
çocuk hakları karnesine
baktığımızda, İsrail’in
Filistinli çocuklara sistematik olarak işkence
uyguladığını görebiliyoruz. Komite, “Tutuklanan Filistinli çocuklara kötü muamele edildiği ve işkence yapıldığına dair bilgiler çok endişe
verici. Ayrıca taraf devletin, bu muamelelere maruz kalan çocukların defalarca
verdiği ifadelere rağmen hiçbir tedbir
almayışı, bu tür kötü muamelelere bir
(Alkışlar…)
Pınar Akbina Yoldaş: Serdar Arkadaşımıza konuşmasından dolayı teşekkür
ediyoruz. Şimdi arkadaşlar sinevizyon gösterimimiz var. Buyurun arkadaşlar.
(Sinevizyon gösterimi.)
Pınar Akbina Yoldaş:: Sinevizyon
gösterisi hepimizin tüylerini diken diken
etti. Gerçekten çok uzun erimli bir çalışma,
çok emek isteyen bir çalışma. Bu gösterimi bize hazırlayan Abdullah Koçbaş Yoldaş’ımıza çok teşekkür ediyoruz. Ellerine
kollarına sağlık, emeğine sağlık, diyoruz.
(Alkışlar…)
Evet, yoldaşlar şimdi programımızın en
önemli bölümüne geldik. Konya’nın devrimci çınarı Faruk Sur Yoldaş’ımız kendisine şöyle bir şiir yazmıştı:
Adamın daniskası bizlersek eğer
Öyledir elbet
O zaman öyle çıkar
Biz ne dersek
Teşekkür ediyorum.
Filistin’de çocuk olmak
ir çocuksunuz diyelim. Hem de
Filistin’de bir çocuk. Bir sabah
anacığınızın yumuşak sesi ve tatlı
sözleriyle değil de silah dipçikleriyle her
tarafınıza vurularak uyandırılıyorsunuz.
Hatta sabah bile değil, gece yarısı. Uykunun en tatlı yerinde…
Bir anda zorla evinize girenler ite kaka
uyandırıyorlar sizi. Daha siz ne olduğunu
anlamadan ellerinizi ve kollarınızı bağlıyorlar. Ve gözlerinizi. Sonra da vurup sırtlarına ya da sürükleyerek, annenizin, babanızın, kardeşlerinizin çığlıkları arasında
alıp götürüyorlar sizi.
Nereye?
Kimsenin bilmediği bir yere.
Kim bunlar?
Filistin’in bağrına bir kama gibi sokulan İsrail’in insanlıktan çıkmış askerleri.
Niye yapıyorlar bunu?
Siz taş attınız diye bir İsrail tankına. Ya
da onlar sizin taş attığınızı düşündüğü için.
Topuyla tüfeğiyle, son teknoloji ürünü ağır
Ben 2009’dan beri Carrefoursa’da çalışan bir işçiyim. 2014 yılında Carfoursa’nın çalıştığımız şubesinin kapanmasıyla
tazminatlarımızın verileceği söylendi. Ve
bizimle toplantı odalarında, 15 gün öncesinde kapanmadan önce de 3 kişi bizimle
görüşme yapıldı ve bize tazminatlarımızın verileceği söylendi. Mağazanın işleri
yaptırıldı. Mağazanın işleri yaptırıldıktan
sonra bizi tekrardan toplantıya aldılar ve
toplantıda bu kez de tazminatlarımızın verilmeyeceği söylendi. Başka mağazalara
gönderilmek istendi. Bizi tehdit konularına
getirdiler.
Carrefoursa’da eylemler düzenlendi. Orada kasa kitleme olayları oldu. Sonrasında
güvenliklerle tartışmalar yaşandı, sivil polislerle tartışmalar yaşandı. Bu 32 kişilik işçinin tazminatının verilmesi üzerine guruptaki arkadaşlardan gelmeyenler oldu son
beş kişi kaldı. Ve buna rağmen Nakliyat-İş
Genel Başkanı ve ekibi bizim arkamızda
oldular, sonuna kadar bize destek oldular.
Konuşacaklarım bu kadar.
Yaşasın onurlu mücadelemiz!
Şimdi Kıvılcımlı Usta’mızın öğrencisi, Partimizin önderi, Hikmet Kıvılcımlı
Usta’nın bayrağını bugünlere taşıyan, en
yukarılarda dalgalandıran, yüreği insan
sevgisiyle, doğa sevgisiyle, hayvan sevgisiyle, evren sevgisiyle dolu, gerçek insan,
gerçek devrimci Genel Başkanımız Sayın
Nurullah Ankut sizlere seslenecek.
(Alkışlar… Slogan: Kıvılcımlı Yaşıyor HKP Savaşıyor… Yaşasın Halkın
Kurtuluş Partisi…)
Sonrasında biz eylem süresinde Nakliyat-İş Başkanı Ali Rıza Beyi aradık ve
eylem sürecini Kozyatağı Carrefoursa’da
devam ettirdik. Haklı mücadelemizde
Maltepe Carrefoursa’da da eylemler oldu.
Orada da Ali Rıza Bey ve ekibi cesur mücadelesiyle bize destek oldular. Bizim sendikamız Tez-Kop İş Sendikası Türk-İş’in.
Biz yardım istediğimizde bu tazminat konusunda, bize yardım etmedi Tez-Kop İş
Sendikası. İşte sonrasında gene Kozyatağı
son vermeyişi de derin bir endişe yaratıyor,” diyor.
Komite, Filistinli çocukların ifadelerinde belirttiği, İsrail’in fiziksel ve sözlü
şiddet, aşağılama, baş ve yüze çuval geçirme, ölümle tehdit etme, fiziksel saldırı, çocuklara ya da aile bireylerine cinsel
istismar, tuvalet, yemek ve su ihtiyaçlarının yasaklanması gibi sistematik işkencelerin yapıldığını doğruluyor.
Ayrıca BM Çocuk Hakları Komitesi
raporunda, İsrail Savunma Kuvvetleri
(IDF)’nin Filistinli çocukları defalarca
canlı kalkan olarak kullandığı açıklanıyor.
İsrail’deki Arap Azınlığın Hakları
İçin Legal Merkez (Adalah) tarafından
yayımlanan bir başka raporda da İsrailli
askerler tarafından canice gözaltına alınan
çocukların ifadeleri yer alıyor. İfadelerden
özetçe çıkarılabilecek bilgiler şöyle:
Çocuklar, tutuklamaların büyük çoğunluğunun gece yarısı baskınlarıyla yapıldığını belirtiyor. Onlarca İsrail askeri zorla
evlere girerek çocukları yasadışı bir biçimde gözaltına alıyor. İfadelerin neredeyse
tamamında çocuklar, İsrail askerlerinin
kendilerini darp ederek uyandırdığını
belirtiyor. Daha yataktayken ellerinin,
ayaklarının ve gözlerinin bağlandığını
ve askeri bir araçla bu şekilde kilometrelerce uzağa götürüldüklerini söylüyorlar. Bir
çocuk, parmağı yaralı olmasına rağmen,
İsrail askerinin buna aldırmadığını, el
ve ayaklarını bağlamaya devam ettiğini,
bu şekilde 12 saat kaldığını belirtiyor. Parmağının artık tedavi edilemeyecek şekilde enfeksiyon kaptığını belirtiyor.
Filistinli çocukların ailelerine çocuklarının niye gözaltına alındığı ve nereye götürüldüğü söylenmiyor.
İsrail askerleri çocukları sorgulamak
için götürürken bağırıp çağırmak, hakaret etmek, tecavüz etmekle tehdit etmek,
kafalarını duvara vurmak gibi fiziksel ve
sözlü şiddet uyguluyor. İsrail askerlerinin,
taş attığını düşündüğü çocuklara yaptıkları
şeyler bunlar.
Peki ya bu çocuklar sorgu yerine götürüldüğünde neler oluyor?
Çocukların verdiği ifadelere göre, bu
sorgulamalar saatler sürüyor. Bu süre bo-
(Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı
Nurullah Ankut’un konuşması. Bu konuşmayı gelecek sayımızda yayımlayacağız.)
(Slogan: Halkız Haklıyız Kazanacağız… Alkışlar… Davamız halkların
kurtuluş davasıdır… Alkışlar… Yaşasın
Halkın Kurtuluş Partisi… Alkışlar…)
Pınar Akbina Yoldaş: Sayın Genel
Başkanımıza bu konuşmasından dolayı çok
teşekkür ediyor ve gençler olarak diyoruz
ki bizler de sizlerden devraldığımız bayrağı
asla yere düşürmeyeceğiz ve her zaman en
yunca çocuklara yemek ve su verilmiyor.
Tuvalet
ihtiyaçlarını
gidermelerine
engel
olunuyor. Bazı durumlarda çocuklara yüklenen suçlamaları kabul
edene kadar ihtiyaçlarının giderilmeyeceği
söyleniyor.
Çocuklar bir avukat
isterse, bunun yasak olduğu söyleniyor kendilerine.
İfadelerin neredeyse tamamında çocuklar,
hapisliklerinin günlerce
hatta haftalarca sürdüğünü belirtiyor. Bir çocuk, kesintisiz 28 gün
sorgulamasının sürdüğünü ifade ediyor.
Çocuklar bu süre
içinde kaldıkları hücrelerin çok kötü koşullarda olduğunu söylüyor.
Hücrelerin penceresiz
olduğunu, hücrede bir yatak ve kötü kokulu bir tuvalet bulunduğunu belirtiyorlar.
Ayrıca duvarlara yaslanmalarının yasak
olduğunu ifade ediyorlar. Hücreler 24 saat
boyunca parlak bir ışıkla aydınlatılıyor.
Çocuklar bu ışığın gözlerini acıttığını, birazcık olsun uyumalarını engellediğini belirtiyor. Zorla uykudan mahrum edilmeleri
sonucunda çocuklarda zaman kavramı yok
oluyor ve uykusuzluğa bağlı başka rahatsızlıklar ortaya çıkıyor.
ABD Emperyalizminin Ortadoğu’daki
petrollerinin bekçi köpeği İsrail budur işte.
Ve onun efendisi, dünya halklarının en büyük düşmanı, dünya halklarına kendini demokrasi havarisi diye yutturmaya çalışan
ABD Emperyalistleri budur.
Filistinli çocuklara bile bunları yapabilenlerin, Filistin Halkına neler yapabileceğini, ne yaptığını, neredeyse her gün
yaşanan ve insanın içini sızlatan, öfkesini
kabartan insanlıkdışı olayları görüyoruz,
biliyoruz…
Ve ABD’nin Ortadoğu’daki kanlı kasabı İsrail’in yakın dostu da Tayyipgil-
yükseklerde dalgalandıracağız.
(Alkışlar…)
Yoruldunuz biliyorum yoldaşlar ama
genç yoldaşlarımızın çok emek harcayarak
hazırladığı sunumlar var. Biraz daha sabredersek programımızın sonuna doğru yaklaştık zaten.
Güneş nasıl dünyamızı aydınlatıyorsa,
sanat da ruhumuzu öyle ışık tutar. Şimdi
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı 17 yaşında
Kurtuluş Savaşında Yörük Ali Efe çetesinde savaştı bildiğiniz gibi ve başarıları sayesinde de kısa zamanda Köyceğiz Kuvaimilliye Komutanı oldu. İşte o diyarlardan
Ege’den bir Efe Arkadaşımız aramızda.
Halk oyunu izleyelim.
(Alkışlar…)
***
Tiyatro
Tiyatro aşka benzer. İnsanı hazin hazin
ağlatır. Ama verdiği acının gücünde bir
başka tat bulunur. Tiyatro evrene benzer.
İnsanı doya doya güldürür. Ama yansıttığı
tuhaflıklar, gülerken ağlamak için istekler
doğurur. (Namık Kemal)
12 Mart Faşizminin devrimcilere yönelik başlattığı “sürek avı’ında, Hikmet Kıvılcımlı da 146. Maddeden idam istemi ile
aranır. Bunun üzerine yeraltına geçer. Bu
süreçte ilk bölümleri Türkiye’de yazılan,
günlük notlar kaleme almaya başlar. Daha
sonra da prostat kanserini tedavi ettirmek
amacıyla -zorunlu olarak- yurt dışına çıkar.
Yurt dışında da (değişik ülkelerde) notlarını yazmaya devam eder. Kanserin ağır
kanamaları ve dayanılmaz ağrıları altında; illegalitede, göçebe konumda kaleme
alınan “Yol Anıları” eserinden bir bölümü
canlandırmak üzere Kurtuluş Partisi Gençliği’nde sahne…
Müzik
Ah bu türküler, köy türküleri
Ne düzeni belli, ne yazanı
Altlarında imza yok ama
İçlerinde yürek var
Cennet misali sevişen
Cehennemler gibi dövüşen
Bir çocuk gibi gülüp
Mağaralar gibi inleyen
Nasıl unutur nasıl
Ömründe bir kez olsun
Halk türküsü dinleyen...
Sarıgazi’den yoldaşlarımızın türkülerini dinleyelim bu sefer de…
(Müzik Dinletisi.)❑
ler’dir bildiğimiz gibi. Tayyip daha önce,
Irak’ta Müslüman kadınlara tecavüz eden
sapık, cani Amerikan askerleri için, “kahraman Amerikan askerlerinin sağ salim
evlerine dönmeleri için dua ediyorum”,
diyordu. Müslümanın Tanrısına, Müslüman kadınların ırzına geçen sapık Coniler
için dua eder. Bugün de benzeri işkenceleri
Filistin Halkına, Filistinli çocuklara yapan
insanlıktan çıkmış İsrail’le askeri ve ticari
anlaşmalar yapan yine Tayyip’tir. Bunların Tanrısı Para Tanrısı’dır çünkü. Bunlar Para Tanrı’sından başka Tanrı tanımaz.
Müslüman çocuklara işkence eden, onları katleden İsrail’le müttefiktir. Çünkü
ikisinin de sahibi ABD Emperyalizmidir.
Onları var eden, onları Türkiye ve Ortadoğu Halklarının başına bela eden ABD Emperyalizmidir. Onların tek Tanrıları vardır,
o da Para Tanrısı’dır.
Gün gelecek, sadece Türkiye’de değil,
Ortadoğu’da da halklar bu kan emicilerden, yaptıkları bütün zulümlerin, işkencelerin, çektirdikleri acıların, döktükleri her
gözyaşı damlasının hesabını soracak.❑
8
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Başyazı
Baştarafı sayfa 1’de
Çağrışım oldu; o Kaç-ak Sarayın hukuksuzluğu, kanunsuzluğu hükmünü veren
ve inşaatının derhal durdurulmasını isteyen
mahkemeyi de dağıttı o malum kişi. Her bir
hâkimini bir başka yere sürdü.
Ortada ne meşru bir devlet başkanı var,
ne başbakan, ne bakanlar, ne Meclis.
Ona “cumhurbaşkanı” diyen, öbürüne
“başbakan” diyen, diğerlerine “bakan” diyen açıktan suça iştirak etmiş olur.
Onlarla bir araya gelip bir masa etrafında yan yana oturup kanun, yönetmelik
vesaire tartışan, konuşan kişiler de yine
açıktan suç örgütüne yardım ve yataklık
etmiş olurlar.
Etyen Mahçupyan
Adam, 100 milyar dolarlık hırsızlama
kamu parasıyla birlikte suçüstü yakalandı,
17-25 Aralık geriz patlamasında. Açık, net,
kesin… Bunda şek ve şüphe yok.
Bakın ne dedi “başbakan” sıfatlı Davidson’un başyardımcısı Etyen Mahçupyan?
“Zaten insanların büyük çoğunluğu Türkiye’de yolsuzlukların olduğuna
inanıyor. Büyük çoğunluğu dediğimiz
zaman da Ak Parti seçmeninin de en az
yarısı. Ve bundan da memnun değil. Yapılan bir sürü çalışmalar var: Ak Parti
seçmeni parti içinde yolsuzluklara bulaşmış insanların olduğunu düşünüyor.”
(Şirin Payzın’ın CNN Türk’te yayımlanan
“Ne oluyor?” programı, 25 Kasım 2014)
Etyen Mahçupyan gibi Pensilvanyalı
İblis’le Tayyipgiller arasında mekik doku-
G
yan Amerikan ajanı bir insan sefaleti bile
bu itirafta bulunma ihtiyacı duyuyor. Sebebi bizce önemli değil, yani neden itirafta
bulunduğu.
Türkiye’deki tüm namuslu aydınların
da tamamı Türkiye’nin kanun devleti olmaktan çıkarıldığını ve bir “Hırsızlar İmparatorluğu”na dönüştürüldüğünü zaten
adı gibi biliyor.
O zaman iş neye gelip dayanıyor?
Ona uygun tavır almaya. O da ahlâklı
olmayı ve cesur olmayı gerektirir. Ancak o
niteliğe gerçekten sahip olabilenler bu hırsızlarla karşılaştıkları anda ya da onlar söz
konusu olduğunda “ey hırsız”, diye bağırabilir.
Bunu yapabilenler ne kadar az değil
mi? İşte bizim gibi bir avuç insan.
Ve bu sebepten bu hırsızlar, bu hainler,
bu caniler Türkiye’yi bu hale getirebildiler.
Dünyanın her yerinde insanlığını sıyırmış, insanlıktan çıkmış, her türlü suçu
işlemeye hazır ve nazır insanlar çıkabilir,
bulunabilir. Önemli olan onlara “ey hırsız,
ey hain, ey katil” diyerek karşı çıkacak
insanların da bulunabiliyor olmasıdır. İşte
felaketimizin asıl kaynağı böyle insanların
ne yazık ki ülkemizde eser miktara inmiş
olmasıdır.
Sevgili Hz. Muhammed 1400 küsur yıl
önce boşuna şöyle uyarmamıştır insanlığı:
“Bir belde ki orada zalimler bütün
pervasızlıklarıyla zulümlerini sürdürürler ve onların karşısına çıkıp ‘ey zalim’
diyecek bir tek kişi bile bulunmaz, o ümmetten ümit kesilmiştir.”
İşte o hale gelen ülkeler, devletler, medeniyetler hep batmıştır Antika Tarihte.
Antika Tarih bu türden medeniyetler mezarlığıdır.
Bugün iktidarda olan parti yasal, meşru bir parti değildir. Bizim on küsur yıldır
söylediğimiz gibi “Çıkar Amaçlı Suç Örgütü”dür. Bunun tüm yöneticileri adi suçlar işlemiş, hem de çok büyük suçlar işlemiş ve defalarca işlemiş, kriminal tiplerdir
artık. Bunların bırakalım devlet tepesinde
bulunmalarını, sokakta bile gezememeleri,
evlerinde bile oturamamaları gerekir. Bunların yüzlerce hatta binlerce yıla hüküm
giymiş, mahkûm mücrimler olarak Silivri’de, Sincan’da vb. cezaevlerinde bulunmaları gerekir. Eğer durum böyle değilse
bu, Türkiye’de hukukun da adaletin de
ahlâkın da çoktan yok olup gittiğinin göstergesidir.
En büyük suçlu, insanların karşısına çıkıyor, pervasızca kadınların erkeklerle eşit
olamayacağını iddia ediyor.
“Erdoğan: Kadın-erkek eşitliği fıtrata ters
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan fıtratları farklı olan kadın ile
erkeğin eşit tutulamayacağını söyledi.
Kadın kadına ve erkek erkeğe eşitliğin
doğru olduğunu belirten Erdoğan, ‘Kadınların ihtiyacı olan, eşitlikten ziyade eş
değer olabilmektir’ dedi.” (http://www.
bbc.co.uk, 24.11.2014)
Bu adam, bu saçma, bu kadın düşmanı
erkek egemen anlayışını fütursuzca kürsülerden haykırarak söyleyebiliyor. Hem de
“Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi”
adlı yerde.
İşte iktidardaki bu Ortaçağcıların, bu
IŞİD eşdeğerlerinin kadın düşmanı anlayışları yüzünden iktidarları döneminde
kadın cinayetlerinde 14 misli-yüzde 1400
artış olmuştur. Bu cinayetler de artan bir
hızla devam etmektedir. En tepedekilerin
anlayışı bu olursa aşağıda bunlara oy verenler işte böyle caniyane davranışlardan
geri durmayacaklardır.
Bu aynı kişi; 19 yaşında dünyanın en
haklı ve meşru eylemlerinden biri olan,
doğayı, yeşili koruma amacıyla yapılan bir
eyleme katıldığı için bu kişinin emirleri
doğrultusunda davranan polisler ve bunun
yandaşı insanlıktan çıkmış esnaflar tarafından linç edilerek öldürülen Ali İsmail
Korkmaz’ın son duruşmasının yapıldığı
gün yine pervasızca aynen şunları da söyleyebiliyor:
“Bizde esnaf ve sanatkâr demek, ticaret yapan, alan-satan sırf ekonomik
faaliyette bulunan insan demek değildir.
Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir,
gerektiğinde adaleti sağlayan hâkimdir.” (Cumhuriyet, 24.11.2014)
Anlayışı görebiliyor musunuz? Adam,
hukuk, adalet, yasa, mahkeme diye bir şey
bırakmadığını biliyor. Bu alandaki görevleri kime aktarıyor?
1. Emrindeki polise,
2. Yandaş esnafa.
Nasıl da pervasızca söyleyebiliyor bu
vahşiyane, caniyane anlayışını. Başta kendine, yükseğinden sıradanına kadar, yargı
organları denilen organlar, hukuk fakülteleri, barolar bir ses çıkarmıyor bu hezeyan
karşısında. İşte Türkiye’nin felaketi bu.
Yukarıda da dediğimiz gibi böyle insanlar
çıkabilir. Ama bunlara “dur” diyecek, “sen
kimsin?” diyecek ve bunları layık oldukları
yere gönderecek insanların, halkın olması
gerekir. Tabiî örgütlü bir gücün olması gerek. İşte esas temel sorun da burada. Yani
örgütsüzlükte. Yoksa halkımızın yarısı
bunların hırsızlıklarını, katilliklerini biliyor
ve bunların gitmesini istiyor. Ama işte esas
o kitle örgütsüz.
O kitlenin oy verdiği Meclisteki partiler de halka ihanet içinde. Yani muhalefet
partileri denen Meclisteki 3 parti de ihanet batağında. Onlar da Amerika’nın emrinde, onun verdiği görevleri yapıyorlar.
Yani onların her biri de birer “proje partisi”
durumuna gelmiş, dönüşmüş partiler. Hep
diyoruz ya; Meclisteki tüm partilerin ortak
paydası Amerikancılıktır, diye…
Büyük bir kandırmaca, bir oyun oynanıyor, demokrasicilik oyunu. Bu bir düzenbazlık, bir madrabazlık, bir hile. Yoksa
bunların tamamı Amerika’nın kulu, kölesi.
Dikkat edin, bir teki Amerika’ya tık diyebiliyor mu? Demiş midir hiç?
Hayır. Tam tersine Kâbe edindikleri
Washington’a belli aralıklarla gidip “ey
efendimiz, sana en iyi hizmeti biz sunarız,
bizi iktidara getir” diye yalvarmaktalar.
Bunlara 10 küsur yıldır methiye düzen
Batının emperyalist medyası bile bunlarla
alay eder duruma gelmiştir artık. Bunların
insanlıktan nasipsizlikleri, gaddarlıkları,
zalimlikleri, hırsızlıkları o denli gizlenemez hale gelmiştir ki Batı Emperyalistleri
bunları kendi halklarına yutturamaz hale
gelmişlerdir.
Fakat Batılı emperyalist devletler bunların artık her türlü ihanete duraksamadan
evet diyeceği bir noktaya geldiklerini bildikleri için öyle görünüyor ki bunlara bir
seçim daha kazandıracaklar.
Türkiye’nin Yeni Sevr’e sürükleniş süreci daha da ileri bir boyuta gelsin, geri dönüşü mümkün olmayan bir aşamaya gelsin
diye ve bunlar Kıbrıs’ı, Ege’yi, Akdeniz’i
tümüyle Yunanistan’a, Kıbrıs Rumlarına,
dolayısıyla da ABD ve AB Emperyalistleriyle onların Ortadoğu’daki ileri karakolu
İsrail’e tamamıyla satsın diye bunları bir
süre daha iktidarda tutacaklar.
Amerikancı Kürt Hareketinin lideri
Abdullah Öcalan başta olmak üzere PKK,
HDP yöneticileri Tayyipgiller’in bu seçim
kazanma ve bir süre daha iktidarda tutulma
işini güvenceye hatta bir bakıma garantiye
almak için şimdiden anlaşmış bulunmaktadırlar. Bugün çözüm süreci diye sürdürdükleri görüşmelerin içeriğinin önemli bir
kısmını bu iş oluşturmaktadır.
Yapsınlar bakalım. Ne diyelim… Şimdilik meydan da, güç de onlarda. Fakat
adları gibi emin olsunlar ki ihanetlerinin
bedelini ödeyecekler…28.11.2014
“Çocuk Hakları” Haftası mı dediniz?..
üldürmeyin ya da daha doğrusu ağlatmayın insanı…
Koca koca insanlar (kadınlı erkekli)
oturuyorlar ve “Çocuk Hakları” diye birtakım maddeleri sıralıyorlar ak kâğıt üstüne. Kâğıt bu! Yazılanı almam diyemez ki.
Sonra da günlerden bir günü, “Dünya Çocuk Haftası” ilan ediyorlar. (1990 yılında
ilan edildi ve 193 ülke tarafından kabul
edildi.) Daha sonra da bugünü dünya çapında kutluyorlar ve özellikle o gün, “Çocuk Hakları”na ilişkin edebiyat parçalıyorlar. Ama ne edebiyat!.. Gören de gerçekten
Çocuk Haklarını savunuyorlar sanır. Üstelik de konuşanlar sadece büyükler. Çocukların esamisi okunmuyor bugünde de. Onlar zorunlu dinleyici konumundadırlar…
Oysa hepimizin bizzat yaşadığı gibi,
bu dünyada en büyük haksızlığa uğrayanlar başta çocuklar, sonra da kadınlar ve
yaşlılardır.
7 milyarlık nüfusa sahip dünyamızda
neredeyse bir avuç diyebileceğimiz Burjuva ve Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının
çocukları dışında yüz milyonlarca, birkaç
milyar çocuğun haksızlığa uğramaları ana
karnındayken başlar. Anneleri yeterli ve
dengeli beslenemez. Sağlıklı bir hamilelik geçiremez. Ve böyle doğan çocukların
da bir kısmı daha bebekken yaşamlarını
yitirirler. Yaşamlarını yitirmeyip hayata
tutunanları ise ömürleri boyunca haksızlıklara, eşitsizliklere uğramaya devam
ederler. Okul hayatı böyle devam eder, iş
yaşamı böyle devam eder, yaşlılıkları böyle devam eder. Hatta öldükten sonra bile
devam eder. Pahalılıktan mezar yeri bile
bulamazlar neredeyse. Yani çocukluktan
başlayarak ömürlerinin sonuna kadar haksızlığa uğrarlar.
Peki, çocukların çok büyük bir kısmının yukarıda saydığımız haksızlıklara uğramaları nedendir? Kader midir? Zorunlu
mudur? Önlenemez mi bu durum?
Öncelikle sınıflı toplumdur çocukların
haksızlığa uğramalarının birincil nedeni. Ezen-ezilenin, sömüren-sömürülenin,
zulmeden-zulme uğrayanın olduğu bir
toplumda, haktan da, adaletten de, eşitlikten de söz etmek mümkün değildir hem
büyükler, hem çocuklar için. Büyüğüyle
küçüğüyle kapitalistlerin, Parababalarının sömürüsüne uğrayan insanlar için hak
yoktur, haksızlık vardır, güçsüzlük vardır.
Hak, güçlü olanın elindedir. Kim paraya,
sermayeye, üretim araçlarına sahipse o
güçlüdür bu toplumlarda ister Köleci, ister
Feodal, ister Kapitalist Toplum olsun fark
etmez. Ve ne yazık ki günümüzde Küba,
Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Venezuela, Bolivya vb. sosyalist ve sosyalizm yolunda ilerleyen halkçı birkaç ülke
dışında insanlığın büyük kesimi sınıflı
toplumda yaşamaktadır.
Sınıflı toplumun, eşitsizliğin, adaletsizliğin olduğu toplumun sonuçları ise
kendisini en çok çocuklarda göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Genel
Direktörü Dr. Margaret Chan ve Birleşmiş
Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Genel Direktörü Jose Graziano da Silva’nın
ortaklaşa kaleme aldıkları “Yetersiz beslenmeye son verin!” başlıklı makaleden
aktaralım bunu:
“Yetersiz beslenme, büyük ölçüde
toplumun en korunmasız kesimlerini
özellikle de hayatlarının ilk dönemini
etkiliyor. Bugün, dünya nüfusunun yüzde 11’ini oluşturan 800 milyondan fazla
insan kronik olarak aç. Az beslenme,
çocuk ölümlerinin neredeyse yarısının
nedenini oluşturmakta, yetersiz beslenme sonucu ise çocukların dörtte birinin
büyümesi durmuş halde. “Gizli açlık”
olarak da bilinen vitamin ve minerallerin eksik olduğu mikrobesin yetersizliği
2 milyar insanı etkiliyor.” (Milliyet, 19
Kasım 2014)
Gerçekler bunlar. Bakın bu gerçeklerin
sonucu olarak neler oluyor?
“Terre des Hommes adlı sivil toplum
Ortadoğu’ya, Asya, Latin Amerika’ya kadar her yerde savaş yangınları var ve bu
yağma savaşlarından en çok da çocuklar
etkileniyor.
Üstelik çocuklar dünyanın neredeyse
yarısında süren savaşlar sonucu, gerek ülkeleri içinde gerek ülkeler arası göçler yaşamaktadırlar. Yaşanan bu göçler sonucu
çocuklar çok korkunç şartlarda yaşamak
zorunda kalıyorlar. Kimisi ailesiz kalmış,
kimisi yersiz yurtsuz kalmış milyonlarca
çocuk var dünyada.
Sadece Suriye’de neredeyse dört yıldır
süren savaşta, BM rakamlarına göre 6,5
milyon kişi yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı. 3 milyondan fazla kişi başka
ülkelere sığındı. 50 binden fazla çocuk bu
ülkelerdeki kamplarda dünyaya geldi. Türkiye’deki kamplarda kalan Suriyeli çocuk
sayısı 70 bine yakın…
Dünya Gazetesi’nin 2 Ocak 2013 tarihli sayısında yer alan bir haberde dünya
çapında somut örnekler var çocukların
acınacak, ağlanacak, yüzümüzü kızartan
durumlarına ilişkin:
“Birleşmiş Milletler çocuklara yardım fonu UNICEF’in son araştırmasına
göre, Iraklı çocukların yüzde 33’ü temel
hizmetlerden mahrum vaziyetteler...
Yani 18 yaşın altında beş milyon çocuk
eğitim, temiz içme suyu, yeterli beslenme ve sağlık hizmeti olmadan büyüyor.
Birçok ailenin derme çatma evlerde
kuruluşunun araştırmasına göre, dünyada 21 milyon kişi zorla çalıştırılıyor.
Bunun 5,5 milyonu ise çocuk.” (Yurt, 8
Haziran 2014)
AB-D Emperyalistlerinin daha fazla
sömürü, daha fazla kâr uğruna çıkardıkları
savaşlar dünyanın dörtbir yanında sürüyor.
Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Afrika’dan
oturduğu Irak’ta barınma ihtiyacı da
en büyük mesele olmaya devam ediyor.
“Irak’ta her 10 çocuktan 9’u ilkokula kaydedilse de, sadece 4’ü ilkokuldan
mezun olabiliyor. Kız çocuklarında ise
bu oran daha düşük... Sağlık hizmetlerinin yetersizliği de Iraklı çocukların en
Suriyeli kız çocuğu İstanbul’da ısınmaya çalışıyor...
büyük derdi, ülkede her yıl 35 bin bebek
hayatını kaybediyor. Yetersiz beslenme
sebebiyle her 4 Iraklı çocuktan biri fizikî veya zihnî gelişimini tamamlayamıyor.
“Siyasi çalkantıların ve etnik çatışmaların sona ermediği bir diğer ülke
Pakistan’da yaşanan istikrarsızlığın
en büyük kurbanları çocuklar... Salgın
hastalıklar, çocuk yaşta evlendirilen ve
eğitim hakları elinden alınan kız çocukları ve terör saldırıları ya da askerî operasyonlardan kaçmak zorunda kalan
on binlerce göçmen ailenin çocukları
kamplarda hayat mücadelesi veriyor.
“Afganistan’daki Rus işgali ardından Pakistan’a sığınan milyonlarca
mülteci bu kampta barınıyordu. Ardından kampı yavaş yavaş terk eden Afgan
mültecilerin yerini Afganistan-Pakistan
sınırı boyunca, aşiretler bölgesinden kaçan göçmenler aldı. Kampta yaşları 1
ilâ 15 yaş arasında değişen 250 bine yakın çocuk yaşıyor. Bu rakam, neredeyse
kamp nüfusunun yarısı... Çoğu 2 yıldır
bu kampta çadırlarda hayata alışmak
zorunda kalmış.
“Rusya’nın gündeminde, son günlerde Amerika Birleşik Devletleri ile
gerilime yol açan evlatlık yasası ve
kimsesiz çocuklar meselesi var. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından
yaşananların Rus nüfusunda yol açtığı
büyük boşluk, ailelerin de bölünmesine
neden oldu. Sınırlı sosyal yardım nedeniyle on binlerce çocuk bakıma muhtaç
hale geldi. Doksanlı yıllardan bu yana
45 bin Rus çocuk, Amerika Birleşik
Devletleri’ne evlatlık olarak gitti. Gönderilen çocuklarla ilgili üzücü olayların
Rusya’ya aksetmesi ve Amerikan ailelerinin ihmali, Rus kamuoyunun konuyla
ilgili hassasiyetini diri tutuyor.” (http://
www.dunyabulteni.net/haber/241237/savaslardan-en-cok-cocuklar-etkileniyor)
Dünyadan sadece birkaç ülkeden aktardıklarımız bile çocukların nasıl insanı
isyan ettiren bir konumda bulunduklarını
gösteriyor. Yukarıda da söylediğimiz gibi
bunun nedeni Sınıflı Toplum ya da Emperyalizmdir.
Parababaları çocukları bebekken öldürüyor, çocukken evlendiriyor. Kendileri
çocuk olanların çocukları oluyor. Bu durumdan elbette ülkemizdeki çocuklar da
paylarını fazlasıyla alıyorlar:
“Türkiye’nin utanç tablosu
“Bu yılın 3 ayında 2 bin 27, 7 yılda
91 bin 208 çocuk hamile kaldı.” (Önder
Yılmaz, Milliyet, 6 Ağustos 2014)
Dünyada her 5 çocuktan biri işçilik yapıyor. Türkiye’de ise TÜİK’in istatistiklerine göre çocuk işçi sayısı yeniden artışa
geçiyor. Çocuk işçiliğinin yoğun olduğu
ülkemizde, özellikle tarım sektöründe çalıştırılan çocukların şartlarını denetlemekle görevli müfettiş sayısı sadece 18. Bunu
söyleyen de Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı.
Bizim ülkemiz ki, dünyada “Çocuk
Bayramı” olan tek ülke. Ama bayramı olan
çocukların ne yazık ki hakları yok…
Yani hangi açıdan bakarsanız bakın
“Çocuk Hakları” hikâye… Çocukların
çalınan hayalleri, çalınan gelecekleri var
ama hakları yok!
Görevimiz bu sınıflı topluma son vermek. Hem ülkemizde hem dünyada… Zor
bir görev mi?
Elbette zor.
İmkansız mı?
Olur mu öyle şey?..
Biz ki Kahraman Gerilla Che’nin
yoldaşlarıyız, onun ünlü sözünü, ünlü vasiyetini hiç unutabilir miyiz?
“Gerçekçi ol, imkânsızı gerçekleştir!” diyordu Che bildiğimiz gibi.
Biz de gerçekleştireceğiz! Çocuklarımıza sözümüzdür!❑
9
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
İnsanda biraz utanma olur yahu!..
Görüldüğü gibi, tıpkı dün Libya’da olduğu gibi, bugün de Suriye’de Ebu Rigal’in yaptığını
yapmaktadır Tayyipgiller. Bu tutumlarından dolayı numaralamada ikinci ve üçüncü sıralarda yer
almak onların ihanetleri hakkınadır.
A
hmet Davutoğlu 5 Kasım 2014
günü MİT Müsteşarı Hakan
Fidan’dan brifing aldıktan sonra basına açıklama yapıyor; konuşmasının bir bölümünde şöyle diyor:
“İsrail askerinin Mescid-i Aksa’ya girmesi tam bir barbarlıktır.
İnsanlığın en kutsal mekânlarından
birine yapılan bu saldırı en sert şekilde karşılık bulmalıdır. Kudüs bir
barış şehri olması gerekirken İsrail’in bu tutumu sayesinde barbarlığın sergilendiği bir şehir olmuştur.
Bütün Müslümanlara ve bütün dünyaya Mescid-i Aksa’ya sahip çıkma
çağrısında bulunuyorum. Kudüs tek
bir dinin hâkimiyet alanına dönüşüp diğer kutsal mekânlar böylesine
barbarca bir tutum ile ayaklar altına
alınırsa, Ortadoğu’da barışı temin
etmek mümkün olmaz. Burada ciddi
bir fırsatçılık var. Dikkatlerin Suriye’ye, sadece Kobani’ye çevrildiği bir
dönemde ve herkesin yönlendirildiği
bir dönemde İsrail’in yaptığı dikkatlerin dağılması sebebiyle Kudüs’te
asimilasyon ve Kudüs’ün kimliğini
değiştirmede yeni bir adımdır. Türkiye olarak şiddetle kınıyoruz. Uluslararası alanda da gereken her türlü
insiyatifi alarak bu tutum karşısında
uluslararası toplumun en aktif cevabı vermesi için de gerekli çalışmalarda bulunacağız.” (Gazeteler)
Sözlerindeki özellikle; “Dikkatlerin
Suriye’ye, sadece Kobani’ye çevrildiği bir dönemde İsrail’in yaptığı dikkatlerin dağılması sebebiyle Kudüs’te
asimilasyon ve Kudüs’ün kimliğini
değiştirmede yeni bir adımdır.” ibaresi,
insana ister istemez yazının başlığını
söyletiyor.
Çünkü bu sözleri söyleyebilecek
dünyadaki en son üç kişiden biridir Ahmet Davutoğlu.
Birincisi Obama, ikincisi ise Tayyip’tir.
Neden?
Çünkü Suriye’yi hedefe koyan,
antiemperyalist tutumundan dolayı
Beşşar Esad’ı iktidardan düşürmek,
uşaklardan oluşan, kendine bağlı bir
iktidar oluşturmak isteyen ABD’dir.
Tabiî olarak onun başkanı Obama’dır.
O yüzden birincilik Obama’ya düşer.
Tabiî Obama’yla birlikte diğer emperyalist ülke liderleri de bu Yeni Haçlı
Seferinde kendilerine düşen görevi üstlenmişlerdir. Fakat takındıkları tutum
ve eylemleri göz önüne alındığında
yürütülen harekât. Bu amaçla Türkiye
topraklarında Suriyeli gerici güruhlara
“eğit-donat” desteği verilmelidir vb.
gibi. Yani bunlar tamı tamına İslam
Tarihinde lanetle anılan Ebu Rigal’in
çağdaş versiyonlarıdır.
Ebu Rigal ise “Diyanet İslam Ansiklopedisi 10. Cilt, 217’nci Sayfa
EBÛ RİGĀL Maddesi”ne göre şudur:
“(ö. 570 [?])
“Kâbe’yi yıkmak üzere çıktığı sefer sırasında Ebrehe’ye kılavuzluk
eden Tâifli.
“Habeş Krallığına bağlı Yemen
valisi Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için
çıktığı sefer esnasında Tâif’e varınca
Sakīf kabilesinin ileri gelenleri, reisleri Mes’ûd b. Muattib ile beraber
kendisini karşılayarak emrine âmâde olduklarını, Lât Mâbedi’ne dokunmadığı takdirde erzak ve rehber
vereceklerini söylediler. Ebrehe’nin
bu teklifi kabul etmesi üzerine Ebû
Rigāl’i rehber olarak görevlendirdiler. Ebû Rigāl onları Mekke yakınlarındaki Mugammes’e kadar götürdü
ve burada âniden öldü. Araplar onun
ölümünü ilâhî gazabın bir tezahürü
olarak yorumladılar ve bu tarihten
itibaren bir hain nazarıyla baktıkları
Ebû Rigāl’in mezarını taşlamayı gelenek haline getirdiler.” (Ahmet Lütfi
Kazancı, agy.)
Görüldüğü gibi, tıpkı dün Libya’da
olduğu gibi, bugün de Suriye’de Ebu
Rigal’in yaptığını yapmaktadır Tayyipgiller. Bu tutumlarından dolayı numaralamada ikinci ve üçüncü sıralarda yer
almak onların ihanetleri hakkınadır.
Sezar’ın hakkı Sezar’a…
Yeri gelmişken bu çağdaş E. Rigal’lerin Libya’daki ihanetlerine de kısaca değinelim:
AB-D Emperyalistleri Libya’ya saldırma kararı aldıklarında Tayyip; “Ne
işi var NATO’nun Libya’da”, demiş;
sonra da Obama’nın haddini bildiren
zılgıtını yiyince İzmir’i NATO’nun Libya’ya müdahalesinin merkezi olarak
kullandırtmış ve gemilerle, denizaltılarla Libya’ya karşı yürütülen Haçlı
Seferine destek vermiştir, bildiğimiz
gibi. Halksever, yurtsever, antiemperyalist Kaddafi’nin kanında bizim bu
çağdaş Ebu Rigal’lerin de eli vardır.
Kendisinin en büyük tetikçisi de o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’ydu yine bildiğimiz gibi. Bu
ihanetin nerelere vardığını ve A. Davutoğlu’nun bu ihanetteki rolünü yine bir
getirdi. Türkiye bize yardım göndermek için yeni bir metot buldu. Buna
artık ‘Türk modeli’ diyoruz” dedi.
“Türkiye, Libya’ya 300 milyon
dolarlık yardım taahhüdünde bulunmuştu. Bunun 100 milyon doları
hibe, 100 milyon doları nakit kredi
ve kalan 100 milyon doları da proje
kredisi olarak planlanıyor.
“Abdülcelil ve Davutoğlu, Türk
yönteminin ayrıntılarına girmedi. Bir gazetecinin “para elden mi
gönderildi” şeklindeki sorusuna ise
Davutoğlu, “Libya’nın bu yardıma
acil ihtiyacı var. Ulusal Geçiş Konseyi’nin mali işler sorumlusu Ali Tarhuni Türkiye’ye geldi ve tüm yöntemleri gözden geçirip en uygununa
karar verdik” yanıtını verdi.
“Konuya yakın kaynaklar, hibe
ve nakit krediden oluşan 200 milyon
doların büyük bir kısmının Ulusal
Geçiş Konseyi’ne verildiğini söyledi.
Paranın Libya’ya gelen ve görüşmeler yapan Türk yetkililer tarafından
peyderpey getirilerek, elden verildiği
belirtildi.
“(…)
“Bu ziyaret, Davutoğlu’nun son
bir ay içerisinde Bingazi’ye yaptığı
ikinci ziyaret.
“Dahası Pazar günü Trablus’un
da isyancıların eline geçmesinden bu
yana yabancı bir diplomat tarafından ilk ziyaret.
(...)
“Libya’da muhaliflerin son dönemdeki askeri başarılarının ardından dün akşam aralarında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın da
bulunduğu Libya Temas Grubu’na
üye 11 ülkenin dışişleri bakanlarıyla bir görüşme yapıldığını aktaran
Davutoğlu, birkaç gün içerisinde
Libya’ya yapılacak askeri ve mali
yardımların detaylandırılacağını ve
yürürlüğe sokulacağını da sözlerine
ekledi.” (Hürriyet, 23 Ağustos 2011,
İrem Köker Bingazi’den bildiriyor)
Bu ihanetin Libya’yı nasıl bir felakete sürüklediğini hepimiz biliyoruz.
Fakat çağdaş Ebu Rigal’lerin başı olan
Tayyip de bizzat dile getiriyor. Bakın
ne diyor:
“Dün Libyalı bir dostum yanımdaydı. Gece dertleştik uzun uzun. Şu
an Libya’da 22 milyon silah var dedi.
Ordunun dışında bu, halkta olan silah. Libya’nın nüfusu 6 milyon hâlbuki. Bu ne demektir? Libya büyük
bir tehdit altında demektir. Orada
fitilin ateşlenmesiyle, birçok şeyi tamamıyla kaybedebilirler.” (Gazeteler, Başbakan Erdoğan Sakarya’da konuştu, 27.12.2013)
Sanırsınız ki Libya’nın bu hale gelmesinde hiç rol almamış bir lider, hatta karşı
çıkmış bir ülkenin, örneğin, Küba’nın ya
da Venezuela’nın lideri konuşuyor.
İnsan bu kadar da alçalmaz diyeceğiz
ama… Ancak bu boş bir laf olacak. Çünkü
görüldüğü gibi alçalıyorlar…
Suriye meselesine dönersek:
Ne demişti Tayyip 5 Eylül 2012 tarihinde:
Mescid-i Aksa ve baş yıkıcıları
bunların hiçbiri bu rezil oyunun ikinci kişisi olarak adlandırılamaz. Çünkü
onlar, Suriye’nin meşru iktidarına karşı örgütledikleri ve Suriye Halklarının
başına musallat ettikleri gerici güruhu
uzaktan uzağa desteklemişlerdir sadece ve çıkarlarının gerektirdiği biçimde
davranmışlardır. Yani bu pis tezgâhın
sıradan aktörleridirler.
Oysa Tayyipgiller, emperyalistlerin
kendi çıkarları için başlattıkları Yeni
Haçlı Seferinde rol alan “Müslüman”
ve kraldan çok kralcılık yapan işbirlikçilerdir. ABD’ye yani ağababalarına
akıl vermeye kalkışmaya kadar vardırmışlardır bu hainane tutumlarını. Şöyle
inciler döktürmektedirler mesela: Yalnız IŞİD’le mücadele yetmez. Beşşar
Esad’ın da (onların deyişiyle Esed’in
de) devrilmesini içermelidir Suriye’de
gazete haberiyle kısaca görelim:
“Libya’ya yardımda Türk modeli:
Para elden veriliyor
“Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Libya’ya yoğun güvenlik önlemleri altında geldi.
“(...)
“Davutoğlu ile Libya’da muhaliflerin temsilcisi Ulusal Geçiş Konseyi’nin Başkanı Mustafa Abdülcelil
baş başa bir görüşme gerçekleştirdi.
Görüşmenin ardından basın toplantısı düzenlendi.
“(...)
“YARDIM ELDEN VERİLİYOR
“Abdülcelil, Türkiye’ye vermiş
olduğu destekten dolayı teşekkür
etti. Abdülcelil, “Türkiye, tüm bürokratik engelleri aşarak, Libya’ya
verdiği taahhütlerin hepsini yerine
“(...) Kısa zamanda Şam’a gideceğiz ve Emevi Camiinde namazımızı
kılacağız.”
Hazret “Emevi Camiinde namaz kılacak.”
Pekiyi bu nasıl olacak?
Başta ABD olmak üzere emperyalist
devletler, antiemperyalist tutumundan
taviz vermeyen (ki emperyalistler için
bu affedilmez bir suçtur) Beşşar Esad’ı
devirecekler ve tıpkı Irak’ta, Libya’da
olduğu gibi, Suriye’yi işgal edecekler
ya… İşte bizim Ebu Rigal’lerimiz de
gidip Emevi Camiinde namaz kılacaklar.
Aynı zamanda bu caminin bahçesinde Selahattin Eyyubi’nin mezarı
da bulunur. Bugünkü emperyalist Haçlıların ataları olan Haçlıları yenerek
Kudüs’ü kurtaran, Haçlı katliamlarını
sona erdiren, Hıristiyan halka da özgürlük ve güvenli bir yaşam ortamı
sağlayan büyük insan, büyük komu-
tan Selahattin Eyyubi’nin mezarı…
20’nci Yüzyıl’ın
Haçlıları olan emperyalist
ülkelerin
işgal orduları komutanlarından İngiliz
Orduları Komutanı
Orgeneral Edmund
Henry Hynman Allenby, 11 Aralık 1917
tarihinde Selahaddin
Eyyubi’nin mezarına vurarak; “Kalk
Selahaddin biz yine
geldik” demişti. Yani
Haçlı
Seferlerinde
sen bizi yendin. Ama
çağdaş Haçlılar olarak biz yine geldik ve
bu sefer biz kazandık, demiştir.
Dışarı köşe açısından Selahaddin’in
Günümüzde ne
Emevi Camii bahçesindeki türbesi ve Şam’daki heykeli
olacak Şam’a girebilkalmasın istemişlerdir. Sizi de bu prose emperyalistler?
Yine bir komutan Selahattin Ey- jenin eşbaşkanı yapmışlardır.
Ha, aklımıza geldi ister istemez...
yubi’nin mezarının başına gidecek ve
aynı sözlerle, benzer cümlelerle, dışın- BOP’un eşbaşkanı şimdi “cumhurdan değilse de içinden söylenerek, yüz- başkanı” oldu. Eşbaşkanlık hâlâ kendi
uhdesinde mi, yoksa Obama bu görevi
yıllardır süren kinini kusacak.
Bunda anlaşılamayacak bir durum zatınıza mı tevdi etti?..
Kudüs için timsah gözyaşları dökyok…
meniz
ancak mecnunlaştırdığınız taBizim Ebu Rigaller de koşup aynı
bahçede yer alan camide namaz kıla- raftarlarınızı kandırmanıza yarayabilir.
Onların dini hassasiyetlerini bir süre
caklar(!..)
İşte bunu anlamak zor diyeceğiz… daha sömürüp oya dönüştürmenizi sağAma yine boş laf etmiş olacağız. Çün- lar. Ama işte bu kadar…
Yukarıda “bre habenneka”, demişkü çağdaş Ebu Rigal’lere de bu yakışır,
tik. Habenneka kelimesinin anlamı
yakışıyor...
“aptal”dır. Bunları bu sıfatla tanımlaAhmet Davutoğlu’na dönersek:
Bre habenneka, emperyalistler, mak iltifat etmek olur. Çünkü aptal kişi
BOP Haritasıyla 22 ülkenin sınırlarını ne yaptığını bilmez kişidir. Oysa bunlar
şeytana bile pabucunu ters giydirecek
yeniden çizeceğiz;
Ortadoğu’yu, tabiî yalnızca Ortado- cinlikteki Tefeci-Bezirgân kişilerdir.
ğu’yu değil tüm dünyayı, küçük devlet- Ama zekâlarını hep Türkiye ve dünya
halklarının aleyhine kullanan ve tüm
lere böleceğiz;
Hatta kent devletçiklerinden oluşan becerilerini emperyalistlerin hizmetine
bin devletli bir dünya projesini hayata sunmuş uşaklardır.
O yüzden Tarih kitaplarında alacakgeçireceğiz derken;
ları
yer Ebu Rigal’in yanıdır.
Tam da bu sonucu elde etmek isİnsanlık bu gibileri nefretle ve tiktemişlerdir. Yani kendileri ve Ortadoğu’daki bekçi köpekleri İsrail için teh- sintiyle anacaktır. ❑
like oluşturabilecek hiçbir güçlü devlet
Gezi İsyanı Şehitlerinden Abdullah
Cömert’in katilleri korunuyor
Baştarafı sayfa 1’de
Mahkeme saatinden önce Abdullah Cömert’e sahip çıkmak, ailesini yalnız bırakmamak için mahkeme önünde toplananlar; “Abdullah Cömert Ölümsüzdür”, “Gün Gelecek Devran Dönecek
Katiller Halka Hesap Verecek”, “Abdullah’ın Katili AKP’nin Polisi” sloganlarıyla nerede olursa olsun davanın
peşinin bırakılmayacağını gösterdiler.
Duruşmanın başında mahkeme heyeti; önce avukatlar, gazeteciler ve dinleyicilerin salondan dışarı çıkmasını
istedi. Duruşmanın gizli yapılacağına
dair bir karar verilmediğinden kimsenin
hele hele avukatların dışarı çıkartılamayacağını belirten avukatlar, mahkemenin bu istemine tepki gösterdi.
Bu tepki üzerine mahkeme heyeti
salonu terk etti. Bir süre sonra salona
tekrar gelmeleriyle birlikte duruşma
başladı. Ancak mahkemenin, avukatların taleplerini dikkate almaması, sesli
ve görüntülü kayıt yapılmadığı için taleplerin tutanağa yanlış geçirilmesi gibi
nedenlerle, duruşma boyunca davayı
takip eden avukatlar ve Abdullah Cömert’in ailesi ile mahkeme heyeti arasında tartışmalar sürdü.
Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl
Başkanı Av. Tacettin Çolak ve Bursa İl
Başkanı Av. Halil Ağırgöl de duruşmayı
takip eden avukatlar arasındaydı.
Duruşmayı takip eden İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak; “Adliye binasının her koridorunun tıka basa polislerle
dolu olduğunu, mahkeme heyetinin duruşma boyunca hukukla uzaktan yakından ilgisi olmayan tavırlar sergilediğini, savcının bir ara uyuyarak kendinden
geçtiğini” belirtti.
Çolak; “Görevimiz katılan/mağdur
vekilliği olmasına karşın sanki sanık
vekili gibi mahkeme heyeti ile cebelleşip durduk. Duruşmaya izleyici almama, taleplerin tutanağa geçirilmemesi, sanığın aceleyle SEGBİS (Sesli ve
Görüntülü İfade Alma Bilişim Sistemi)
sisteminden ifadesinin alınmaya kalkışılmasına karşı direngen ve mahkemeye
hukuk dersi veren avukatların, mahke-
me heyetinin reddi taktiği ile sanığın
SEGBİS ile savunmasının alınması
şimdilik engellendi, gelecek duruşmada
ne olacak göreceğiz. Ancak AKP’nin
Hukuk Bürosuna dönüşen bu yargıdan
hukuka uygun adaletli bir karar beklemek saflık olur. Duruşmada mahkemeyi
kerte kerte gerileten ve sanığın sorgusunun huzurda yapılmasını gerekçelendiren avukatların tavrı (rezonans eksikliğine rağmen) harikaydı” dedi.
İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak;
“Alt sınırı 5 yıl ve daha fazla gerektiren suçlardan yargılananların bu yöntemle savunmasının alınmasının yasak
olduğunu, heyetin sanığın savunmasını
SEGBİS yöntemiyle alarak, daha yargılamanın başında sanığa 5 yıldan az ceza
vereceğini belli ettiğini” söyledi.
Duruşma sürekli tartışmalarla bölündü ve birkaç kez mahkeme heyeti
talepleri değerlendirmek üzere ara vermek zorunda kaldı. Sonunda Abdullah
Cömert’in ailesi ve avukatları mahkeme heyetinin bağımsız ve tarafsız olmadığını, polis memuru olan katili koruma
amaçlı davrandığını belirterek bu haliyle adil bir yargılama yapamayacakları
için kendilerini REDDETTİKLERİNİ
belirttiler. Avukatlar değişik açılardan
red gerekçelerini belirterek, yazılı ve
ayrıntılı red dilekçesi vermek istediklerini belirttiler.
Bunun üzerine mahkeme; avukatların mahkemeyi red gerekçelerini yazılı
olarak vermeleri için duruşmayı 3 Şubat Salı saat 09.00’a erteledi.
Dışarıda da davayı takip etmeye
gelenler; “Abdullah Cömert Onurumuzdur”, “Gezi’de Düşene, Dövüşene Bin Selam”, “Devrim Şehitleri
Ölümsüzdür” sloganlarıyla duruşma
bitimine kadar beklediler. Bu bekleyiş
sırasında çeşitli kurumların temsilcileri
ve Partili Yoldaşlarımız tarafından konuşmalar yapıldı. 3 Şubat günü hesap
sormak için tekrar buluşulmak üzere
dağıldık.
Balıkesir-İzmir-Bursa’dan
Kurtuluş Partililer
10
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Zet Farma’da direniş büyüyor
Zafer yakındır...
Baştarafı sayfa 16’da
Zet Farma Lojistik İşçileri
Yalnız Değildir!
DİSK/Nakliyat-İş’e üye oldukları için işten çıkarılan işçi kardeşlerimizin, sendikaları öncülüğünde yürüttükleri direnişlerini
bir kez daha ziyaret ettik. Zet Farma İşçileri; İşi, Aşı, Ekmeği ve
Onuru için 29 gündür direnmeye devam ediyorlardı.
Ziyaretimiz içeride çalışan işçilerin öğle tatiline denk gelmişti. Yemeklerini çabucak bitiren işçiler Direnişteki arkadaşlarını
ziyarete koşmuşlar, heyecanla içeriden bilgi veriyorlardı. Düzenli olarak yemek ve çay molalarında arkadaşlarını görmek için
hemen işyerinin kapısına geliyorlarmış dayanışmak için. Biliyorduk ama bu anları yaşayınca bizler de duygulandık.
İl Başkanımız Av. Pınar Akbina hem çalışan (çoğunluğu kadınlardı) hem Direnişteki işçilere hitaben coşkulu bir konuşma
yaptı. DİSK/Nakliyat-İş Sendikası’nı seçmekle doğru bir tercih
yaptıklarını belirtip, cesaretlerinden ve örgütlü mücadelelerinden
K
urtuluş Yolu olarak Zet Farma işçilerinin mücadelesini kendi dillerinden, kendi deneyimlerinden
aktarmak için yaptığımız röportajı aşağıda
veriyoruz.
Kurtuluş Yolu: Röportajımıza firmada
çalışan bir kadın işçiyle başlıyoruz, buyurun.
Işılay Akarsu: Adım Işılay, soyadım
Akarsu. 2 yıl 7 aydır Zet Farma Lojistik’te
Işılay Akarsu
çalışıyorum. Firmanın Abdi İbrahim bölümünde, ambalaj bölümünde çalışıyorum.
Orada işler-ilaçlar genelde koli şeklinde geliyor şurup, tablet olarak ayrılıyor.
Karekod yapıyoruz. Karekod yaptığımız
bölüme yaziki bölümü deniyor. Ambalaj
bölümü oluyor, işte kutulama oluyor, tarife
yerleştirme oluyor. Kırık ayırma veyahut
bozuk tablet ayırma bölümlerimiz oluyor.
Yalnız şuruplarımız genelde çok ağır oluyor. Kolileri kaldırıyoruz, şurup kolilerini
biz kadınlar kaldırıyoruz. Kaç diyelim, 80
bin tane iş geliyor diyelim. Onların hepsini
biz yapıyoruz. Ve gün içerisinde durmadan
aynı işi yaptığımız için daha sonra belimiz
ağrıyor, kolumuz ağrıyor, boynumuz ağrıyor.
Kurtuluş Yolu: Peki bununla ilgili tam
anlamayla bir tıbbi yardım alabiliyor musunuz?
Işılay Akarsu: Tıbbi yardım alamıyoruz. Ayriyeten şeflere gidip bizim işte
buramız ağrıyor, belimiz ağrıyor, doktora
gidiyoruz dediğimiz zaman “aman siz de
her gün hastaneye gidiyorsunuz”, “Yok,
gidemezsiniz, izin veremem, işimiz var.
Yasak, müdürler kızıyorlar” filan gibi şeyler söyleniyor.
Kurtuluş Yolu: Yani bu kadar ağır bir
iş yapmanıza rağmen içeride bir kurum
doktoru yok mu?
Işılay Akarsu: Doktorumuz var. Yalnız
kulak burun boğaz doktoru. Çarşamba
günleri geliyor. Bu tür ağrılarımız için gittiğimizde doktor “ben anlamıyorum” diyor
veyahut kulak burun boğaz için gittiğimizde ya “benim özel muayenehaneme gelin”
diyor, ya da “başka bir doktora git” diyor.
Genelde verdiği cevap bu oluyor. Herhangi
bir şeyin yok deyip ilaç yazıp gönderiyor.
Muayenehanesinde baktığı gibi ilgi göstermiyor yani.
Sevk istediğimiz zaman zorlanıyoruz.
Doktor vermiyor. Çünkü işveren istemiyor bunu. İşveren istemeyince doktor da
sevk yazmıyor. Hastaneye gitme koşulları
çok zor. Hani gidiyoruz ama ne şekil gidiyoruz… Önce dilekçe yazıyoruz gitmek
için. Doktora gittiğimizde işyerine geliyoruz, savunma yazıyoruz. Gelirken rapor
alıyoruz, raporlarımızı inceliyorlar. Hatta
biz işte arıyoruz ya 182’yi, randevu alıyoruz ya, ona inanmıyorlar, 182’yi tekrardan
arattırıyorlar. Acaba bu şahsın randevusu
var mı gerçekten diye kontrol ediyorlar.
Kurtuluş Yolu: Yani siz de tüm bu insanlık dışı koşullara karşı örgütlenme kararı aldınız, mücadele etme kararı aldınız.
Biraz ondan bahsedebilir misiniz?
Işılay Akarsu: Evet. Şu şekil oldu.
Bizim hastaneye gitme, muayene olma konusunda, yemek konusunda sorunlarımız
dolayı kutladı.
Onlar da, desteğimizden dolayı sevindiklerini, Nakliyat-İş
Sendikası’na güvendiklerini belirtip, “kararlılıkla sendikamızın
peşinde olacağız” dediler. Zaten, Nakliyat-İş kendisine yaraşan
bir şekilde kısa sürede örgütlülüğü sağlamış, işverenin yeni hamlelerini engellemişti. Ayrıca yasal prosedürleri de yerine getirmişti.
İşbaşı saati gelince, işçiler işlerine döndüler. Bizlerde direnişçilerle sohbetimize devam ettik. Direniş ateşinde birlikte yemek
yapıp yedik. Ayrılma saatimiz geldiğinde; “Mücadeleniz Mücadelemizdir. Sendikanızla birlikte kazanacaksınız! Buna inancımız tam!” diyerek vedalaştık. 28.11.2014
Yaşasın Zet Farma Direnişimiz!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
İşgal, Grev, Direniş Yaşasın Nakliyat-İş!
İstanbul’dan Kurtuluş Partililer
var. Yemeklerimiz çok iğrenç, yenilmiyor,
o derece. Hiç kimse yemiyor, herkes evden getiriyor ama yemek paramız verilmiş
olarak görünüyor. Bunu dile getiriyoruz
her seferinde, değişen hiçbir şey olmuyor
yemek konusunda da. Hastane, yemek, ne
bileyim hastalandığımızda bizi doktora götürmüyorlar. Hatta revir gibi bir şey yok.
Dinlendirme gibi bir şey yok, iki ilaç verip
hemen tekrar işe çağırıyorlar; gelin çalışın
diye, iş acil, yetiştirmemiz gerekiyor, diye.
Ve şeflerimiz yani bizi yöneten müdürlerimiz ağır laflar kullanıyorlar, yani konuşurken insanların üzerinde fazla baskı var,
bir de hakaretli konuşmalar oluyor. Bunlara
dayanamadık yani. Hepimiz dayanamadık,
böyle bir karar aldık.
Kurtuluş Yolu: Peki o noktada
Nakliyat-İş Sendikası’nın katkıları neler
oldu? Size nasıl öncülük etti? Hayatınızda
neleri değiştirdi? Biraz da onlardan bahseder misiniz?
Işılay Akarsu: Evet, şimdi işin garip
tarafı şöyle; arkadaşlar daha önceden gitmiş konuşmuşlar. İşte hani sendikayla ne
yapabiliriz, ne olabilir?.. Örgütlenin, diye
bir şey olmuş. Bana gelip söyledi arkadaşlar 29 Ekim’de. Ben, “evet ben varım”
dedim. 29 Ekim’de üye oldum, Perşembe
günü çalıştım, Cuma günü bu duyuldu.
Cuma günü duyulunca, bana direkt,
apar topar işten çıkışımı, hatta soyunma
odasından çağırarak, çıkışımı verdiler. O
şekil bir çıkış yaşadım ama içerde arkadaşlarımla şu an yazışıyoruz, görüşüyoruz her
an, her dakika, her şeyi.
Şu an şu şekilde bir şey var:
Yöneticilerin baskısı durulmuş. İnsanlara
artık insanca davranıyorlar. Yani kimseyi
kırmıyorlar, artık o hakaret dolu sözlerini
yapmıyorlarmış. Bu şekil bilgiler alıyorum
içerdeki arkadaşlardan.
Kurtuluş Yolu: Yani dışarıdaki mücadele içerdeki çalışma koşullarını bu aşamada bile düzeltmeye, değiştirmeye yeterli
oldu. Bundan sonra da kazanacaksınız büyük olasılıkla, hatta kesin gibi gözüküyor.
Işılay Akarsu: Evet, değiştirdi, düzelttirdi evet.
Kurtuluş Yolu: Peki, biz de sizi bu
mücadelenizden dolayı kutluyoruz. Son
olarak işçi sınıfıyla paylaşmak istediğiniz
bir mesaj var mı bu süreci yaşayan bir insan olarak?
Işılay Akarsu: Teşekkür ediyorum.
Son olarak şunu söylemek isterim. Yani direne direne kazanılır her şey. Tabiî ki insanlar ellerini taşların altına koymak zorundalar yoksa hiçbir yere varamazlar. İnsanlar
bence örgütlenmeliler. Herkese karşı, her
şeye karşı özellikle patronlara karşı.
Kurtuluş Yolu:
Patronlara
ve
Parababalarına karşı.
Işılay Akarsu: Evet. Örgütlenerek bazı
şeyleri başarabiliriz.
Kurtuluş Yolu: Çok teşekkür ederiz.
Ağzınıza sağlık. Mücadelenizi desteklemeye ve yanınızda olmaya devam edeceğiz.
Işılay Akarsu: Teşekkür ederiz. Sağ
olun.
***
Ziya Yetik: Adım Soyadım Ziya Yetik.
2 yıldır burada, Zet Farma’da çalışıyorum Mustafa Nevzat ambalaj bölümünde, karekod sistemi, ambalaj kısmında.
Girdiğimizde, burada ilk işbaşı yaptığımız
gün, buranın yönetimi işte ileriki zamanlarda bu maaşımızın kat kat yükselerek
bize yansıyacağını belirttiler, performans
olarak. Yalnız 2 yıl boyunca o noktada
maaşımızda herhangi bir gelişim olmadı.
Sorunlarımızı her zaman dile getirdiğimiz
halde.
Kurtuluş Yolu: Maaşlarınızda herhangi bir artış olmadı.
Ziya Yetik: Yok, oynama, artma olma-
dı. Yılda 10 TL, 20 TL. O da devletin verdiği asgari geçim indirimini yansıtarak, hani
güya onlar vermiş gibi oldu. Sürekli sorunlarımız vardı. Dile getiriyorduk, yönetim
bazında dikkate alınmadı. Bize denildi ki
çalışan çalışacak, çalışmıyorsanız kapı
açıktır. Çalışmak isteyen çalışır, çalışmak
istemeyen alır başını gider. İşte biz de arkadaşlarımızla sorunların çözümü bazında
bir noktaya geldik. Sendikaya üye olmaya,
sendikanın buraya getirilmesine karar verdik. Yaklaşık 2 aydır bu çalışmalarımız var.
İşte bir takım müdürler tarafından işte sendika getirilmiş bazında haberler almışlar,
kaldık ayrıca. 2006’dan bu yana maaşlarımız hiç artmadı. Hiç zam almadık. Asgari
geçim ücreti bile zam adıyla verilmiş bize
ama biz bunun farkında değildik. Ya da
farkındaydık bazen ama çalışmak zorunda
olduğumuz için çalışıyorduk. Ondan sonra
tam en son noktası aslında, toplantıyla artık
bıçak kemiğe dayandı.
Kurtuluş Yolu: Nasıl bir toplantı?
Kiminle yaptınız?
Çiğdem Akın: Bizim genel müdürlerle işte finans müdürü falan... Bunlar geldi,
toplandılar. 2 ay öncesinde bize dendi ki,
bizim size müjdeli bir haberimiz var. Bu
toplantıyı o yüzden yapıyoruz, dediler.
Bütün lokasyon olarak toplandık. Biz müjdeli haberi beklerken, “zam yapmayacağız
ama bu zammı, size müjdeli haberimizi
Aralık’ta vereceğiz. Aralık’ın 5’inde size
zam yapacağız” denildi. İşte “siz hastalanıyorsunuz, doktora gidiyorsunuz, rapor alıyorsunuz bu sizin performansınızı etkilediği için biz size o yüzden zam veremiyoruz.
Bizim şartlarımız bu, çalışmak istiyorsanız
çalışın, çalışmak istemiyorsanız kapı orada, çıkın gidin.”
Artık en son bize bunu söylediklerinde
düşündük ne yapabiliriz, biz kendimiz için
ne yapabiliriz? Birkaç arkadaşla görüştük,
konuştuk böyle bir şey yapsak nasıl olur?.
İyi olur, dedik. Var mıyız? Varız, arkadaş-
Çiğdem Akın
Ziya Yetik
kendi kafalarına göre bir liste hazırlamışla,
işte burayı kim örgütleyebilir. Bunların kafalarını, önderlerini dışarı atarsak buradaki
örgütlenme biter bazında, kendi düşüncelerine göre bizi işten çıkardılar. Ama içerideki arkadaşlarımızın sayesinde, dayanışması
sonucunda daha da güçlendik.
Kurtuluş Yolu: Onlar size sahip çıktılar.
Ziya Yetik: Tabiî sahip çıktılar. Biz de
onlara sahip çıktık, bu dayanışmayı ortaya
getirdik, bu mücadelemizi de sonuna kadar
savunacağım.
Kurtuluş Yolu: Biz de bu mücadelenizde her zaman yanınızda olacağız.
Ziya Yetik: Teşekkür ederiz.
Kurtuluş Yolu: Peki son olarak İşçi
Sınıfına iletmek istediğiniz bir mesaj var
mı? Yani bir direniş yapıyorsunuz, bildiğiniz gibi Nakliyat-İş her zaman bu direnişlerin öncüsü olmuştur.
Ziya Yetik: Tabiî onun için önceliğimiz
Nakliyat-İş’ti.
Kurtuluş Yolu: Aynı koşullarda çalışan
işçilerimize iletmek istediğiniz bir mesaj
var mı?
Ziya Yetik: Aynı koşullarda çalışan bütün işçi arkadaşlarımıza şu konumda hani
nasıl diyeyim yani bir örgütlenme bazında
birbirleriyle dayanışma içinde oldukları
takdirde başaramayacakları hiçbir şey yoktur. Biz kişisel çıkarsak ortaya kırılırız ama
bir bütün olarak, örgütlü bir şekilde ortaya
çıkarsak, başaramayacağımız hiçbir şey olmayacağı için birbirleriyle kenetlenip her
noktada birleşmelerini istiyoruz. Ve onların
yalnız olmayacağını da biz biliyoruz. Her
zaman desteklerimizle onların arkasındayız.
Kurtuluş Yolu: Çok teşekkür ederiz.
Başarılar dileriz.
Ziya Yetik: Rica ederim. Teşekkürler.
Sağ olun.
***
Kurtuluş Yolu: Evet şimdi yanımızda
firmada çalışan kadın arkadaşlardan biri
daha var. Onun görüşlerini alacağız. İlk
önce isminizle başlayalım.
Çiğdem Akın: Çiğdem Akın ben.
Kurtuluş Yolu: Çiğdem Hanım sendikayla nasıl tanıştınız? Mücadele etmeye
nasıl karar verdiniz?
Çiğdem Akın: 2006’da burada çalışmaya başladım ben. Bu süreç içerisinde
şartların iyileşmesine dair yol almaya çalışırken sürekli bize zulüm, hakaret uygulandı. Ve maaşlarımız hep aynı yerde kaldı, asgari ücretle çalıştık biz. Çok mesaiye
lar. Aslında bu 3 kişiyle başlayan bir mücadele şimdi kocaman olduk.
Kurtuluş Yolu: Peki bir kadın işçi olarak yaşadığınız güçlükler nelerdi burada?
Yani erkek işçilere de aynı baskılar yapılıyor ama siz kadın olarak ekstra bir baskıyla
karşılaştınız mı?
Çiğdem Akın: Yani baskı hat safhada.
Su içiyorsun buna baskı, senin su içtiğini
hesaplıyorlar, lavaboya gidiyorsun onu hesaplıyorlar, hastalanıyorsun; kadınsın özel
hastalığın var, buna bile niye lavaboya gidip geliyorsun yani o bile soruluyor.
Kurtuluş Yolu: Yani Kölelik koşullarında çalıştırıyorlar.
Çiğdem Akın: Aynen kölelik koşullarında. Ben çok sabrettim bugüne kadar.
Fazlasıyla sabretmişim. Ki psikolojik baskı
da çok oldu bize, hani ruhsal olarak da kendimi iyi hissetmemeye başlamıştım burada.
O yüzden ne yapabiliriz? Biz böyle bir şey
yapalım. İyi karar vermişiz, iyi ki de sendikaya üyeyiz, iyi ki de yapmışız bunu.
Kurtuluş Yolu: Yani patronun zulmüne
karşı boyun eğmek yerine mücadele etmeyi tercih ettiniz ve bundan da son derece
memnunsunuz.
Çiğdem Akın: Son derece memnunum.
Keşke daha önce yapmış olsaydık. Keşke 5
sene öncesinden yapmış olsaydık.
Kurtuluş Yolu: Peki sizinle aynı koşullarda çalışan, gerek burada, gerek başka firmalarda çalışan işçi kardeşlerimize iletmek
istediğiniz kısa bir mesaj var mı? En son
onu alalım.
Çiğdem Akın: Evet herkes sendikaya
üye olsun. Bize destek versin, bu işi başaralım. Yani gerçi başardık. Bir şey kalmadı.
Başarmamamız için hiçbir neden yok. Biz
köle değiliz, insanız. İnsan olarak haklarımızı alalım.
Kurtuluş Yolu: Çok teşekkür ederiz
bizimle görüşlerinizi paylaştığınız için, sağ
olun.
Çiğdem Akın: Ben teşekkür ederim.
***
Kurtuluş Yolu: Evet, Kurtuluş Yolu
Gazetesi olarak bu şanlı Direnişinizi selamlayarak başlayalım ilk önce. İlk önce
isminizi, soy isminizi bir öğrenelim daha
sonrasında burada yaşadığınız süreci kısaca
bir özetlerseniz memnun oluruz. Buyurun.
Hüseyin Diyip: Hüseyin Diyip. Ben
yaklaşık burada 2 yıldır çalışıyordum. Ben
bu sendikaya girmeden önce (zaten beni
attılar) yani kurtuluşu araştırdığım zaman
da ben sadece Nakliyat-İş Sendikası’nı
gördüm diğer sendikalardan farklı olarak.
Gittiğim zaman da çok yardımcı oldular.
İçeride arkadaşlarla biz daha öncesinde
konuşmuştuk, örgütlenme isteği vardı, biz
zaman zaman konuşurduk zaten.
İşte bunu nasıl yaparız, nasıl ederiz
gibisinden konuştuk, benim çıkmam da
vesile oldu. Birebir, yüz yüze görüştüm.
Dediğim gibi burada çalışma şartları; zaten
yedi buçukta giriyorduk, mesai var mı yok
mu bilmiyorduk, saat üçte dörtte belli olurdu mesai.
Kurtuluş Yolu: O koşulları biraz daha
anlatabilir misiniz? Bir gün içerisinde nasıl
şartlarda çalışıyordunuz?
Hüseyin Diyip: Ya çalışma aslında dediğim gibi çoktu. On, on bir saati buluyordu çalışma saatleri. On bir saat, on üç saat,
on dört saat, on altı saat… Yedi buçukta giriyordum, akşam onda çıktığım oluyordu.
Baktığınız zaman da bayağı bir süre yapıyor bu.
Çalışma şartlarına geldiğimizde, ağırdı
yük biraz. Özellikle ben dayanamıyorsam
o yüke, bayanların dayanması bayağı bayağı bir güç zaten o ağır şartlarda.
Ağır iş, ağır koşullarda çalışılan bir iş.
Bedenen yoruldun amenna bir de zaten bunun psikolojik şeyi var.
Karşına alacağın, muhatap olduğun kişi
yani yok, gerçekten yok. Mesela almışlar
getirmişler bizim başımıza yönetici olarak
kültürsüz birisi. Güya doktor getirmişler,
doktor da bildiğin baytar. Gerçekten baytar, mesela gidiyorsun, burada sana sevk
yazamam. İki kişi sevk aldı, ben iki kişiye
yazdım daha fazla kişiye ben sevk yazamam, diyor.
Kurtuluş Yolu: Peki daha önce böyle
sendikalı mücadeleye girişmiş miydiniz?
Hüseyin Diyip: Yok ben daha önce
hiçbir sendikaya üye olmamıştım.
Kurtuluş Yolu: Peki neler hissediyorsunuz? Yani örgütlü olmak insana nasıl bir
güç katıyor?
Hüseyin Diyip: Ya güç katmasa zaten
bu noktaya gelemezdik. Ben işten çıkarıldıktan sonra arkadaşlarla örgütlendik, hemen onlar da sendika üye oldular.
Burada işten çıkarılan on iki kişi. Bu
arkadaşların hepsi beş buçukta kalkar, işçilerden önce buraya gelirdi. Sabah saat
06.30-07.00’da buraya gelirdik, çalışanları karşılardık. Daha sonra sabahtan akşam
Hüseyin Diyip
17.30-18.00’a kadar işyerinin önünde dururduk. Daha sonra sendikamızı tanıtmak
için işçi arkadaşlarımızın evlerine giderdik,
dolaşırdık, konuşurduk, anlatırdık, böyle
haklarınız olacak, insan gibi davranılacak,
hiçbir şey yoksa insan gibi davranacaklar
size dedik mesela.
Bu da neyle oldu?
Sendikanın sayesinde oldu.
Neden?
Bağdaştırdı çünkü. Ne bileyim yani o
kopmuş değerleri birbirine bağladı mesela.
Çünkü bir iletişim, bir konuşma yoktu işçiler arasında. İşten başını kaldıramıyorsun
yani, konuşacağın hiçbir şey yok zaten. İş
iş iş… Başka bir şey yoktu. Sosyal haklarımız yok. Yani bu aileye de yansıyordu.
Atıyorum bir yere çıkıp gidip bir şey yapamıyorsun, kafanda yapacak bir şeyin olmuyor ister istemez bu senin aile yapına da
yansıyor.
Kurtuluş Yolu: Peki mücadelenizde
başarılar diliyoruz. Çok teşekkür ediyoruz.
Hüseyin Diyip: Biz teşekkür ederiz
geldiğiniz için
Kurtuluş Yolu: İletmek istediğiniz son
bir mesaj var mı Türkiye İşçi Sınıfına?
Hüseyin Diyip: İşçi Sınıfına ileteceğim mesaj: Korkmasınlar, sendikadan
korkmasınlar ama sarı sendika şeyinden de
uzak dursunlar, aldanmasınlar, varsa araştırsınlar. Şu an çok sendika var ama sarı
sendikacılıktan uzak dursunlar ama korkmasınlar. Birlikten dirlik doğar. Ne olursa
olsun mesela ne kaybedebilirsin ki? Yani
ne kaybedebilirsin? Birkaç kişinin ağzına
bakarsın, birkaç kişi seni yönetir. Kültürsüz
affedersin çoban tabiriyle diyebileceğim,
ondan sonra ne hakkını ararsın ne başka
bir şey yapabilirsin, böyle çürüyüp gidersin. Hiçbir şeyin olmaz. Diyeceklerim bu
kadar, teşekkür ederim
Kurtuluş Yolu: Çok teşekkür ederiz.
Başarılar dileriz sağ olun.
11
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
***
Kurtuluş Yolu: Evet, şimdi de
Nakliyat-İş
Sendikası
Örgütlenme
Uzmanı Mehrali Bozgun ile birlikteyiz.
Süreci bir de ondan dinleyelim, buyurun.
Mehrali Bozgun: Şimdi Zet Farma’da
biz sendika olarak bir buçuk ay önce tam
anlamıyla çalışmaları başlattık. Aslında
Ağustos ayında bir arkadaşımızın sendikamıza üye olması üzerine görüşmeleri başlattık. Bu arkadaşımızla Genel Başkanımız
ve Örgütlenme Daire Başkanımızın da içinde olduğu bir görüşme gerçekleştirildi. Bu
görüşmenin ardından Zet Farma Lojistik’te
sendikal çalışma yapma kararı aldık.
Aslında buraya sendikanın girmemesi için hiçbir sebebin olmadığını gördük.
Çünkü verilen bilgiler doğrultusunda çalışma koşullarının çok ağır olduğunu, buna
karşılık alınan ücretlerin ve sosyal hakların
yetersiz olduğunu gördük.
Aynı oranda işçilerin üzerinde çok büyük baskı vardı. Bizim için avantaj olan
buranın bir hizmet sektörü olmasıydı. Yani
burada işin bir gün durması, bırakalım bir
günü, bir iki saat durmasına tahammül yoktur. Yine yapılan toplantılarda anlatılanlar,
işçilerin üzerindeki baskı, işçileri buradan
kurtulmaya itmiş yani işçiler bu işyerini artık gözden çıkarmış duruma gelmişler.
Birçok işçi iş arayışına geçmişlerdi.
İşçiler üzerinde baskı her geçen gün çekilmez hale dönüşmüştü. İşçiler hasta olduğunda hastaneye gitmeye, rapor almaya
dahi korktuklarını anlattılar. Bir işçi arkadaşımız, annesinin rahatsızlığından dolayı
mesailere kalmak istemiyor. Arkadaşımızın
annesi akciğer kanseri ama işçiye mesaiye
kalmama konusunda taviz verilemeyeceği,
“ara sıra mesailere kalmayabilecekleri”
söyleniyor. “Annenin yanında olsan ne olacak? Burası senin ekmek kapın”, deniyor.
İşçi Arkadaşımız “annemin ölüsü üzerinden benimle pazarlık yaptılar”, dedi.
İşyerinde hemen hemen her gün fazla mesai yapılıyor. Sabah 07.00, akşam
17.45. Mesaiye kalınınca gece 10.00’a kadar çalışıyorlar. Yani işçilerin sosyal yaşamı kalmamış durumda.
İşte biz burada örgütlenmeye başlamadan önce işçi arkadaşların durumu bu haldeydi. Biz burada örgütlenme çalışmasını
işçi arkadaşların oturduğu mahallerde başlattık. İşçi arkadaşlarımızın yoğun olarak
oturduğu iki bölge var. Gazi Mahallesi ve
Esenyurt çevresi. Bu iki bölgede toplantılar yaptık, işçilerden aldığımız bilgiler
doğrultusunda burada çok kısa bir zamanda bir örgütlenme olabileceğini gördük.
Ya da Genel Başkanımızın söylediği gibi;
“eğer burada bir örgütlenme olmazsa, sendikalaşma olmazsa hem bizim hem de işçilerin eksikliği olur”du. Gerçekten de çok
kısa zamanda çoğunluğu sağladık.
Mehrali Bozgun
İşveren tüm örgütlenmelerde, örgütlenmeyi fark ettiğinde işçilere yönelik baskıyı
artırır. Ve işe öncü işleri atmayla başlar.
Burada da aynısını yaptı. Öncü İşçilerden
10 işçi arkadaşımızı işten attı. Ama burada içerde çalışan
işçiler, atılan işçi
kardeşlerine sahip
çıktılar. Geri adım
atmadılar. Çalışan
işçiler ve atılan işçiler, sendikası ile
birlik olarak işten
atılmanın olduğu
gün itibari ile çalışmalarına hız verdi.
Bizim
için
üyelik
yapmaktaki
dezavantaj
işçilerin
e-devlet
şifrelerini almaktı. Çünkü işçilerin
işten çıkış saatlerinde PTT kapalı oluyor.
Havaalanlarında PTT’ler 24 saat açık.
Mesai bitiminde tüm işçiler seferber oldu
ve arkadaşlarımızı havaalanına taşımaya
başladık. Sabah saat 05.00’de evimizden
çıkıyoruz, akşam mesai bitimi ile birlikte işçileri evlerinde gidiyoruz. İşçileri
Havaalanında e-devlet şifrelerini almaya
götürüyoruz. İşçilerin evlerine gidiyoruz,
bazen işçinin eşini, babasını, annesini ikna
ederek işçiyi üye yapıyoruz. Direnişteki
işçiler ve çalışan öncü işler 3-4 saatlik uykuyla mücadeleye devam ediyorlar.
Gözden çıkardıkları işyeri için işçiler
sabah işe gelmeyi dört gözle bekliyorlar.
Sabah gelip burada kendilerini alkışlarla
bekleyen direnişteki arkadaşlarını ve direniş ateşini görecekler… Yani bazıları şunu
Zet Farma Lojistik Direnişine uluslararası destek
Zet Farma Lojistik Direnişi devam ederken dünya çapında 90 milyon üyesi
olan ve Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) ve Kıbrıs İşçi Sınıfından dayanışma mesajları geldi.
Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) Avrupa Bölge Bürosu ve Kıbrıs Tarım, Ormancılık, Ulaşım, Liman, Denizcilik ve Bağlı İşkolları Sendikası SEGDAMELIN-PEO ortak bir mesaj yayınlayarak Zet Farma direnişini, mücadelesini desteklediklerini açıkladı.
Dünya Sendikalar Federasyonu Avrupa Bölge Bürosu’nun
Zet Farma İşçileri ile dayanışma mesajı
D
ünya Sendikalar Federasyonu Avrupa Bölge Bürosu, Zet
Farma Lojistik’teki işçilere
sendikalaşma hakları için verdikleri
mücadeleden
dolayı
Sınıf
Dayanışmasını
ifade eder ve
bu mücadeleyi
destekler.
Avrupa
Bölge Bürosu
aynı zamanda,
işverenin mücadeleci işçilere karşı yürüttüğü baskı
ve tehdit politikalarını, patronun tehditlerine boyun eğmeyen mücadeleci
işçilerin işten atılmalarını lanetler.
Kapitalist kriz koşullarında sermaye
ve onun temsilcileri çok iyi bilmektedir
ki onlar için tek çıkış yolu; işçilerin üc-
retlerini azaltmak, onların örgütlü mücadele etmesini engellemek, işçi düşmanı politikaları hayata geçirmek için
sendikal faaliyetleri yasadışı şekilde
engellemek, bu yolla da kâr
maksimizasyonu yapmaktır.
Mevcut koşullarda işçi
Sınıfı için tek çıkış yolu ise
sömürüsüz ve daha iyi bir gelecek için kendi içinde dayanışma sağlamak, sınıf temelli
işçi mücadelesi veren örgütler bünyesinde mücadele etmektir.
Bir kez daha Avrupa İşçi Sınıfıyla
dayanışma mesajımızı belirtir, her zaman yanınızda olacağımızı bilmenizi
isteriz.
Dünya Sendikalar Federasyonu
Avrupa Bürosu
söylüyor; servis hep beni bekletiyordu ama
şimdi ben servisi beklemeye başladım.
Yani bir an önce oraya gideyim arkadaşlarımı göreyim. Ve içeride de tüm işçi kardeşlerimiz yeni bir üyelik yapabilmek için
seferber olmuş durumda. Yani dediğim gibi
bu mücadeleyi sahiplendiler, atılan işçi arkadaşlarını sahiplendiler. Her şeyi göze alarak buraya kimi zaman evden yiyeceklerini
getirdiler, yemek molasında, çay molalarında alkışlarla bize destek verdiler. Kendi
arkadaşlarına destek verdiler. Burada saat
10.00’da çıktıklarında yani mesaiden sonra
da toplantı yerlerine mutlaka geldiler. Yani
en kısa zamanda çözülmesinin bir sebebi
de bu, yani sahiplenmiş olmaları.
Kurtuluş Yolu: Peki bundan sonraki
süreçte işyerinde örgütlü mücadele tam
anlamıyla oturmuş olacak Nakliyat-İş sayesinde. Bunun işçilere sağlayacağı kazanımlar neler olabilir? Koşullarda nasıl değişiklikler meydana gelebilir sizce?
Mehrali Bozgun: Evet. Öncelikle tabiî
buradaki örgütlülüğü sağlamlaştırmamız
gerekiyor. Kısa zamanda yasal çoğunluğu
sağladık. Ancak tek başına yasal çoğunluk
yetmiyor. Kâğıt üzerindeki, sanal âlemdeki, üyeliği örgütlülüğe dönüştürmemiz
gerekiyor. İşçilerin daha kararlı olması, kenetlenmesi ve kendi gücünün farkına varması gerekiyor. Bunun için de sendikamıza
çok büyük işler düşüyor.
Zet Farma’daki örgütlü mücadele öncelikle Toplu İş Sözleşmesi ile taçlanacak. Toplu İş Sözleşmesi ile birlikte işçilerin birçok hakkında değişikliler olacak.
Sendikamızın sendikal anlayışı doğrultusunda işçilerle birlikte hazırlayacağımız
Toplu İş Sözleşmesi taslağında işçilerin
değişmesini isteği maddeler yer alacak.
Toplu İş Sözleşmesinde neler olabilir?
Öncelikle iş garantisi ve iş güvencesi olacak. Sonra insana yaraşır bir ücret
ve insan onuruna yaraşır çalışma koşullu
belirlenecek. İşçiler için en büyük sorun
olan fazla mesai sorununun çözülmesi gerekiyor. Yasalara göre yılda 270 saat fazla
mesai yapılması gerekirken bu işyerinde
bunun en az üç katı
fazla mesai yapılıyor. İşçiler ailelerine zaman ayıramıyor, sosyal hayatları yok gibi, bu sorunun çözülmesi gerekiyor. Çoğunluğu
sağladığımız
bu
işyerinde mücadele
asıl bundan sonra
başlıyor. Üyelik çoğunluğunu sağladık
tamam ama bundan
sonra içerideki işçilerle birlikte mücadeleyi Nakliyat-İş
Sendikası
olarak
daha da büyüteceğiz.
Şu anda buradaki mücadelemiz Direniş
ile birlikte bir aşamaya gelmiş durumda.
D
Biz örgütlenmeye ilk başladığımız dönemde işçilerin birçoğu burayı gözünden
çıkarmıştı. Yani burası artık çalışılabilecek
bir işyeri değildi onlar açısından. Ama bugünden örgütlenme ile birlikte işten atılan
arkadaşlar da biz bundan sonra burada çalışmayı daha çok istiyoruz. Şimdiye kadar
evet istemiyorduk, atılsak da olur, diyorduk ama bundan sonra burada çalışmamız
gerekiyor. Çünkü burası değişecek, her yönüyle değişmiş olacak. Ve bunu biz değiştireceğiz, diyorlar. Direniş ve örgütlenme
ile birlikte baskının artık içeride azaldığını,
hatta baskının kalmadığını yani müdürlerin
sonra arkadaşlar sloganlarla ve alkışlarla
hep beraber yürüyüşe geçtiler. Kapıya kadar geldiler, işten atılan işçi kardeşleri ile
kucaklaştılar. Her şey göz önündeydi. Bir
işverenin bu durumda yapacağı tek şey bu
işçileri işten atmak olurdu ama işçilerin kararlığından ve onların sendikasından korktuğu için tavır alamıyor. İşçileri bu kadar
birbirine kenetleyen, örgütlü güçleri ve
sendikaya olan güvenleridir.
Ülkemizde işçilerin büyük çoğunlu
benzer koşullarda çalışır. Elbette ki her
işyerindeki örgütlenme biçimleri farklıdır.
Ama tek benzer olan, işçilerin kendi öz
gelip selam verdiğini, şimdiye kadar işte
sendikaya üye olmayın atılırsınız diyen
müdürlerin, şeflerin; ya biz de üye olabilir miyiz noktasına geldiğini ifade etmeye
başladılar.
Kurtuluş Yolu: Evet son olarak benzer
koşullarda çalışan işçilere yönelik bir mesajınız var mı bundan sonraki süreçler için?
Mehrali Bozgun: Şimdi şöyle bir şey
söyleyeyim, biz en son Perşembe günü
bir basın açıklaması yaptık burada. Genel
Başkanımız da gelmişti, Basın Açıklaması
içerideki arkadaşların yemek saatine denk
gelmişti. Yemekten sonra, hatta bazı arkadaşlar yemek yemeden dışarı çıktılar.
Basın açıklamasına, bizim içimize katılmadılar ama dışarıdan takip ettiler. Basın
güçlerinin farkına varmalarıdır. Bu gücün
ortaya çıkması da sınıf sendikacılarıyla ve
doğru önderliklerle oluyor.
Şimdi Zet Farma Lojistik İşçisi, örgütlü gücün neler yapabileceğini, bu gücünün
karşısında Parababalarının duramayacağını
gösterdi. “Zet Farma’ya sendika girecek
başka yolu yok” sloganını atıyoruz.
Evet, burada gerçekten durum bu. Zet
Farma Lojistik’e sendika girecek başka
yolu yok, diyorum. Nakliyat-İş Sendikası
bir kez daha işçilere doğru önderlik yaparak diğer tüm sendikalara örnek olmuş
olacak.
Burada ayrıca Hüseyin Arkadaşımızın
katkılarını da unutmamak lazım. Hüseyin
burada 2 ay önce işten atıldı. Tazminatsız
bir şekilde işten atıldı. Dava açıldı, sendikayla da o günlerde tanışmıyordu. O
dönem biz buradaki üyemizin aracılığıyla
Hüseyin’le tanıştık. Hüseyin de bu sürece
bilfiil destek verdi. Yani Hüseyin’in burada
sendikal anlamında hiçbir beklentisi yok.
Ama arkadaşımız bir süre iş arayışını bir
tarafa bırakarak bu mücadele içinde yer
aldı. Çevresindeki çalışan arkadaşlarına
ulaştı, mahallelerdeki toplantılara katıldı.
Yani bir anlamda gecesini gündüzüne katarak buradaki mücadeleye destek verdi.
Örnek bir davranışta bulundu. Hüseyin şu
anda da hâlâ bizimle beraber Direnişi sürdürüyor. Hüseyin arkadaşa da teşekkür etmek istiyorum.
Kurtuluş Yolu: Evet biz de mücadelenizde başarılar diliyoruz.❑
açıklaması bitene kadar izlediler, zaman
zaman alkışladılar. Sloganlara çok katılmamışlardı ama basın açıklaması bittikten
Sağlıktaki soygun randevuyla başlıyor
İSK’e bağlı Emekli Sen, 1
Aralık’ta Balıkesir Devlet
Hastanesi bahçesinde yaptığı eylemde yurttaşlardan alınan katkı
paylarını protesto etti. Basın açıklamasını DİSK Emekli Sen Balıkesir
Şube Başkanı Doktor Bekir Ceylan
yaptı.
Ceylan, başta emekliler olmak
üzere tüm yurttaşları sağlık hakkının
gasp edilmesi ve sermayeye kaynak
aktarılmasına karşı mücadeleye çağırdı.
Yıkım programı ile sağlığın bir hak
olmaktan çıkarıldığını dile getiren
Ceylan, sağlığın maliyetinin eskisine
göre katlandığını dile getirdi. Ceylan, “Bu artışlar nedeni ile hem devlet
harcamaları, hem de cepten harcamalar hızla arttı. Sağlığın piyasadan satın
alınır hale getirilmesi en çok sağlığı
bozulmuş olan biz emeklileri vurmaktadır. Bu nedenle Emekli-Sen olarak
bugün hastaneler önünde eylemdeyiz.
Ayrıca 12-27 Aralık tarihleri arasında
sağlıkta cepten ödemelere son verilmesi talebiyle, Türkiye çapında bir
imza kampanyası yürüteceğiz. İmza
kampanyasında toplanan imzalar 5
Ocak 2015 tarihinde şube ve temsilciliklerimiz tarafından yapılacak basın
açıklamalarıyla Sağlık Bakanlığına
ulaştırılmak üzere sağlık il ve ilçe müdürlüklerine teslim edilecektir” dedi.
Katkı payları yurttaşın
belini büküyor
AKP’nin 2002 yılında iktidar olmasıyla birlikte hızlandırılan “sağlıkta dönüşüm” programının yürürlüğe
girdiği tarihten
bu yana sağlık hizmetinin
sunumunda ve
finansmanında
önemli değişiklikler gerçekleştiğini dile
getiren Ceylan, sözlerine
şöyle devam
etti:
“Bu nedenle 4 kişilik bir
ailenin
aylık
sağlık harcaması giyim, konut, ısınma gibi harcamaların ardından %2’yle
dördüncü sırada yer almaya başladı.
Kuşkusuz vatandaşların belini asıl büken ise sağlık hizmetinden yararlanırken ödemek zorunda kaldıkları katkı
katılım payları ilave ücretleridir. Sağlıkta soygun daha hastaneye gitmeden
randevu alırken başlıyor. Çünkü randevu almak için aranan Alo 182 Merkezi Randevu Sistemi’nden randevu
alan herkes bu hizmet karşılığında katılım payı ödemektedir.”
Randevu alırken vatandaşın cebinden çıkmaya başlayan paranın hastane kapısından içeriye girdikten sonra
da devam ettiğini dile getiren Ceylan,
“Şu anda ayakta tedavide hekim ve
diş hekimi muayenesi katılım payı,
ayakta tedavide sağlanan ilaçlar ve reçeteler için katılım payı, on gün içinde
aynı hastalık için yeniden başvurularda ilave ücret tıbbi malzemede katılım
payı, yardımcı üreme yöntemi katılım
payı, istisnai sağlık hizmetlerinde ilave ücret, otelcilik hizmetlerinde ilave
ücret, özel sağlık kurumlarında %200
fark, öğretim üyesi muayene ve tedavi
farkı gibi adlar altında cepten ödemeler yapılmaktadır. Özel hastanelerde, devlet hastanelerinde üniversite hastanelerinde aile hekimlerinde
yapılan tedavinin faturası eczanelerde
tahsil ediliyor, emekçilerin ise aylıklarından kesiliyor” diye konuştu.❑
12
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Halkın Davası
a) Sendika üyeliği veya çalışma saatleri dışında veya işverenin rızası ile çalışma saatleri içinde sendikal faaliyetlere
katılmak.
b) İşyeri sendika temsilciliği yapmak.
c) Mevzuattan veya sözleşmeden doğan haklarını takip (Ek ibare: 18/02/20095838 S.K./32.mad) veya yükümlülüklerini yerine getirmek için işveren aleyhine
idari veya adli makamlara başvurmak
veya bu hususta başlatılmış sürece katılmak.
d) Irk, renk, cinsiyet, medeni hal, aile
yükümlülükleri, hamilelik, doğum, din,
siyasi görüş ve benzeri nedenler.
e) 74 üncü maddede öngörülen ve kadın işçilerin çalıştırılmasının yasak olduğu sürelerde işe gelmemek.
f) Hastalık veya kaza nedeniyle 25
inci maddenin (I) numaralı bendinin (b)
alt bendinde öngörülen bekleme süresinde işe geçici devamsızlık.
Sorularınız için mail adresimiz:
[email protected]
Bu sayımızda işçi statüsünde çalışan
arkadaşlarımız için çok önemli bir hak
olan aynı zamanda İŞ GÜVENCESİ
DAVASI olarak da tabir edilen İŞE
İADE DAVALARINI inceleyeceğiz:
İş Kanunu’nda 2003 yılında yapılan
değişiklikle geçerli bir neden bulunmadan veya sebep gösterilmeden yapılan
fesihlerin geçersiz kabul edileceği kanun
maddesi haline getirilmiştir. Bu haktan
Basın İş Kanunu kapsamına giren gazeteciler de faydalanabilirken Deniz İş Kanunu ve Borçlar Kanunu kapsamında kalan,
iş sözleşmesi ile çalışan işçiler faydalanamamaktadır.
İŞE İADE DAVASI AÇMAK İÇİN GEREKLİ OLAN KOŞULLAR NELERDİR?
1. İş Sözleşmesinin İşveren
Tarafından Feshedilmesi
İşçinin feshe karşı korumadan faydalanarak, işe iade davası açabilmesi için,
iş sözleşmesinin, işveren tarafından feshedilmesi gerekir. İş sözleşmesinin diğer
sona erme hallerinde feshe karşı koruma
hükümlerinden işçi faydalanamayacaktır.
İşveren, işçinin iş akdini sonlandırırken
hangi madde sebebiyle iş sözleşmesini
sonlandırdığını açıklamak zorundadır.
Buna göre işveren“işçinin yeterliliğinden
veya davranışlarından ya da işletmenin,
işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan” sebeplerle iş sözleşmesini sona erdiriyor ise bu sona erdirme işlemi geçerli
bir sebebe dayanmak zorundadır.
İşçinin yetersizliğinden veya davranışlarından dolayı iş sözleşmesi feshedilmiş ise işçinin muhakkak yazılı savunması alınması gereklidir. Bu maddelere dayanarak işçinin yazılı savunması alınmadan yapılan bir fesih sırf yazılı savunma
almamış olması sebebiyle geçersiz fesih
sayılacaktır.
İş sözleşmesinin feshinde ana kural
fesih yazılı olmasıdır. Yazılı olarak yapılması gereken iş sözleşmesinin fesih
bildiriminde işveren fesih sebebini açık
ve tereddüte mahal vermeyecek derecede net bir biçimde bildirmek zorundadır.
Bu zorunluluk 4857 sayılı İş Kanununun
19 Maddesinin 1 fıkrasında açıkça belirtilmektedir. İşveren fesih sebebini açıkça
bildirse bile bu fesih sebebi kanunen geçerli bir fesih sebebi olmalıdır. Aksi takdirde fesih geçersiz sayılacaktır.
Özellikle aşağıdaki hususlar fesih için
geçerli bir sebep oluşturmaz:
2. İş Sözleşmesinin Belirsiz Süreli
İş Sözleşmesi Olması
Yapılan işin mahiyeti ve niteliği gereği iş
sözleşmesi belirli süreli veya belirsiz süreli olarak yapılabilir. Belirli süreli iş sözleşmelerinin en önemli özelliği kural olarak bu sözleşmelerin süre dolmadan fesih
bildirimi ile sona erdirilememeleridir. Süresi sona erdikten sonra iş sözleşmesi biteceğinden, işçi kendisini buna göre ayarlama şansına sahiptir. Bu nedenle İş K. m.
18 uyarınca işe iade davasından yalnızca
belirsiz süreli sözleşmeyle çalışanlar faydalanabilecektir. Bu durumda belirli süreli sözleşme ile çalışan işçiler iş güvencesi
hükümlerinden yararlanamazlar.
3. Otuz veya Daha Fazla İşçi
Çalıştıran Bir İşyeri Olması
İşe iade davalarında ilk olarak tespit
edilmesi gerekenlerden biri otuz işçi ölçütüdür. Dolayısıyla iş güvencesi hükümleri otuz veya daha fazla işçi çalıştıran
işyerlerinde uygulanacağından işe iade
davalarındaki temel problemlerden bir tanesi işyerinde çalışan işçi sayısının otuz
veya daha fazla olup olmadığının belirlenmesinde orta çıkmaktadır.
4857 sayılı İş K. m. 18 uyarınca, bir
işverenin aynı işkolunda birden fazla işyeri varsa, işyerinde çalışan işçi sayısının
tespitinde bu yerlerdeki toplam işçi sayısı
dikkate alınacaktır.
4. İşçinin Altı Ay Kıdeminin
Bulunması
İş K. m. 18/I uyarınca, en az altı aylık
kıdemi olan işçi işe iade için dava açabilmektedir. Bu nedenle altı aylık kıdemini
doldurmamış olan işçilerin iş sözleşmeleri her hangi bir sebep gösterilmeksizin
feshedilebilmektedir. Altı aylık kıdem hesabında İş Kanunu’nun “çalışma süresinden sayılan haller” başlıklı 66. maddesindeki süreler dikkate alınacaktır. Altı aylık
kıdem, aynı işverenin bir veya değişik
işyerlerinde geçen süreler birleştirilerek
hesap edilir.
5. İşveren Vekili Statüsünde
Olmamak
İşletmenin bütününü sevk ve idare
eden işveren vekili ve yardımcıları ile işyerinin bütününü sevk ve idare eden ve
işçiyi işe alma ve işten çıkarma yetkisi
bulunan işveren vekilleri bu davadan yararlanamaz.
Gelecek sayıda işe iade davası
açma süresi ile devam edecek.
Yatağan Satılamaz!..
Baştarafı sayfa 1’de
İşçiler ekmeklerine-geleceklerine
sahip çıkmak için direniyorlar ve bu
özelleştirmenin durdurulmasını istiyorlar. Her an olabilecek bir devir teslim
işlemini de engellemek için hazırlanan
işçiler bu mücadeleyi sonuna kadar götürmeye kararlılar.
Şu anda 2 Aralık gece yarısı 01.00
suları. İşçiler, direniş yerinde ateş yakarak ısınıyor ve olabilecek ani bir baskına anında karşı koyabilecek refleksi
göstermek için uyanık kalmaya çalışıyorlar. Bu mücadele artık onlar için bir
namus meselesine dönüşmüş durumda
haklı olarak.
İşçiler bir saldırı anında neler yapılacağını planlamış ve ona göre hazırlıklarını yapmış durumdalar. En ufak bir
müdahalede işçiler içeri girip fabrikayı
işgal edecek. Devrimci unsurlar da poli-
se barikat kurup dışarıda direnecek. Barikat için iş makineleri hazır tutuluyor.
Santralin etrafında sivil ve resmi polis
arabaları yerleştirilmiş beklenmekte.
Bizler de Halkın Kurtuluş Partisi
Muğla İl Örgütü olarak başından beri
işçilerle dayanışma içindeyiz. Yatağan
Termik Santrali’nin yiğit işçileriyle
burada omuz omuza dayanışma içinde bulunmak ve bu mücadeleyi zafere
ulaştırmak için elimizden gelen her şeyi
yapmaya kararlıyız.
Burada yaşananları an an sizlerle
paylaşmaya çalışacağız. 02.12.2014
Saat: 01.20
Yaşasın İşçi Sınıfımızın Devrimci
Mücadelesi!
HKP Muğla İl Örgütü
Günay(ma)dın Yargıtay Başkanı
G
eçtiğimiz günlerde, basın-yayın organlarındaki ilk sıraları
“Yargıtay Başkanı’ndan hükümete sert eleştiri” haberleri işgal etti.
Bazı insanlarda; “Yargıtay Başkanı da
eleştirmeye başlayınca artık bunların
rahat etmesi mümkün değil” gibi düşünceler oluştu.
Öyle ya, (lafa bakarsan) Yargıtay
Başkanı; hükümetin kendilerine danışmadan Yargıtaya yeni daireler kurmasına, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu
seçimlerinin olağan süreleri dışında
3’üncü kez yenilenmesine, hâkim ve
Cumhuriyet savcılarının kendilerinin
onayı olmadan Yargıtaya atanmasına
ve bu görevden alınmasına, adli yıl
açış töreninin kaldırılmasına ve hatta
Yargıtay Genel Sekreteri’nin nitelikleriyle ilgili sürekli yapılan değişikliklere karşı eleştiriler getirmekte, itirazda
bulunmakta. Elbette bu sözlerin kamuoyunda ses getirmesi kaçınılmaz.
Fakat Yargıtay Başkanı’nın itiraz
ettiği bu paket bilmem kaçıncı paket…
Peki, bu pakete kadar Yargıtay Başkanı bu dünyada yaşamıyor muydu?
Gerilere gitmeye gerek yok. Örneğin; “Birinci Başkanlık Kurulu
seçimlerinin olağan süreler dışında
3’üncü kez yenilenmesine” şimdiye
kadar niye hiçbir itirazı olmadı, bu başkanın?
Yine Yargıtay Başkanı’nın, Mayıs
ayında Danıştayın 146’üncü kuruluş
yıldönümü töreninde Tayyip’in Barolar Birliği Başkanı’na karşı saygısız,
tahammülsüz ve saldırgan tavrından
sonra niye hiç sesi çıkmadı?
Bu yıl yapılan Adli Yıl açılışında
ise Tayyip’in “Barolar Birliği Başkanı konuşacaksa törene katılmayacağım” şeklindeki açıklamasından sonra,
“durumdan vazife çıkartarak” hemen Yargıtay Başkanlar Kurulunu toplayan da bu başkan değil mi?
Yargıtay Başkanlar Kurulu ise; Adli
Yıl açılışları yıllardır nasıl yapılıyorsa bu yıl da öyle olacak, birisi istedi
diye yargının asli unsuru savunma-
nın söz hakkı olsun mu olmasın mı
gündemiyle toplantı olur mu? diyeceğine, Tayyip’in basın önünde gündeme
soktuğu konuyu görüşmüş, “oyçokluğuyla” ve “şimdiye kadar süren teamül
gereği” TBB Başkanı’nın konuşması
gerektiğine karar verirken TBB Başkanı’nın konuşmasını sınırlandırmayı da
ihmal etmemişti.
Yüksek Yargıçlar için zül sayılması gereken bu karar yetmiyormuş gibi,
aynı Yargıtay Başkanı bu kez toplantıdan çıkan karar sonrası Tayyip’le görüşmüştü. Bir başka anlatımla, Başkan-
Yargıtay Başkanı Ali Alkan
lar Kurulundan istediği yönden karar
çıkartamadığı için af dilemeye gitmişti
Tayyip’in ayağına…
Aynı başkan, şimdi de “yargıya müdahale edildiğinden” bahsetmektedir.
Adama sormazlar mı; “daha önceleri nerelerdeydiniz?” diye…
Tayyipgiller; 2010 Referandumu ile
birlikte bütünüyle yargıyı AKP’nin hukuk bürolarına dönüştürme girişimlerini başlattığında Yargıtay Başkanı’nın
sesi çıkmıyordu. (O tarihlerde Yargıtay
1. Başkanı değildi ama 13’üncü Hukuk
Dairesi Başkanı idi.)
Özellikle 17-25 Aralık 2013 Rüşvet,
Yolsuzluk ve Hırsızlık operasyonundan
sonra, Sulh Ceza Mahkemelerinin kapatılıp yerine AKP tarafından atanan
Sulh Ceza Hâkimliklerinin getirilmesine karşı bir itirazını görmedik.
AKP, iktidarını sağlamlaştırmak
için, sürekli; “Demokrasi Paketi”,
“Güvenlik Paketi” vb. adlarla ihtiyaca
binaen düzenlemeler yaparken, HSYK
örneğindeki gibi; 4-5 ay önce yaptıkları
değişiklikleri yeterli görmeyip yeniden
yeniden “Torba Yasalar” çıkartırken
sesi çıkmıyordu.
Son olarak, Meclis gündemine getirilen ve polise sınırsız yetkiler tanıyan,
temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran düzenlemelere karşı da tek kelime etmiyor Yargıtay Başkanı. Zülfüyâre dokununca ancak ses veriyor.
Kaldı ki, yüksek yargı mekanizmasına kadar gelmiş, hatta bu kurumların
başkanlıklarına seçilmiş hukukçuların, ülkedeki hukuksuzluklara, kişiye
özel-ısmarlama yasalara açıktan karşı
çıkması, ses vermesi gerekmektedir.
Bu karşı çıkışın, hukuksuz iktidarları
caydırıcı olması bakımından, sadece
Adli Yıl açılışlarında ya da mahkemelerin kuruluş yıldönümlerinde yapılan
konuşmalarla bireysel değil, örgütlü
bir şekilde olması gerekir. Gerçek yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı onlara bu
görevleri vermektedir.
Tabiî, bizde bu bağımsızlık ve tarafsızlık sözde kaldığından, Hâkimler
ve Savcılar, hatta yüksek mahkeme
üyeleri ve başkanları Adalet Bakanlığı’nın birer memuru konumundadırlar.
Bu nedenle iktidarın yargısı olmaktan
kurtulamazlar.
Kurtulanlar yok mudur?
Elbette vardır.
Özellikle Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun önderliğinde yürütülen mücadelelerde YARSAV ve YARGIÇLAR
SENDİKASI örgütlenmelerinde yer
alan yargıç ve savcıların mücadelesinden Yargıtay Başkanı’nın da ders çıkarması ve örnek alması gerekir. Bu yargı
emekçileri yıllardır Tayyipgiller’in tüm
hukuksuzluklarına karşı çıkmış, bedeller ödemiş, ödemeye de devam etmektedirler.
Dolayısıyla, Ali Alkan’a günaydın
bile diyemiyoruz… ❑
İstanbul Kitap Fuarı’nda Derleniş Yayınları’na yoğun ilgi
B
u yıl 33’üncüsü düzenlenen TÜYAP Uluslararası İstanbul Kitap
Fuarı 8-16 Kasım tarihleri arasında
Büyükçekmece’de bulunan TÜYAP Fuar
ve Kongre Merkezi’nde kapılarını
açtı. Derleniş Yayınları ve Kurtuluş Yolu Gazetesi bu yıl da 3’üncü
salondaki yerinde okuyucularıyla
buluştu.
Bu yıl Kitap Fuarı’nda Derleniş
Yayınları’ndan çıkan birçok kitabımızı okuyucularımızla buluşturduk.
Yeni kitaplarımıza ve standımıza ilginin ve tanıma isteğinin fazla olması bizleri gururlandırdı. Standa gelen
okuyucuların Hikmet Kıvılcımlı ve
Nurullah Ankut ile ilgili bilgi alma
çabaları, yeni kitaplarımıza, bildirilerimize, gazetemize olan ilgileri ve
çoğu zaman okuyucularla aramızda
bilgi akışının sağlandığı diyalogların yaşanması, Partimizin eylemlerinden ve özverili mücadelemizden dolayı
bizleri tanıyarak masamıza uğrayanların
Partimiz politikalarını desteklediklerini
belirten beyanları ve kutlamaları, Usta’mızın Türkiye Devrimi’nin Önderi olduğunu
belirten görüşleri, bizleri ilk kez tanıyanların olumlu görüş bildirmeleri duyduğumuz
Daha ne desin?..
kilde, diplomatik teamüller bir yana bırakılarak, şöyle deniyordu:
“ABD Dışişleri Sözcüsü Harf:
“Türkiye’den rıza almadık, bildirdik
“ABD Dışişleri Sözcüsü Marie Harf,
YPG’ye silah sevkiyatı konusunda Türkiye’nin rızasının alınıp alınmadığı sorusuna “Mesele rızayla ilgili değil…
Bunu yapma niyetimizi onlara bildirdik. Başkan (Obama) ve Dışişleri Bakanı (Kerry) bu konudaki niyeti iletti. (18
Kasım’daki telefon görüşmesi) Bunun
(PYD’ye yardımın) Kobani çerçevesinde
IŞİD’le mücadele için neden önemli olduğunu anlattı. Bu konuda görüşmeler
yaptık.”
Şimdi ABD sözcüsü daha nasıl açık konuşsun? Emrettik diyecek hali yok açıktan.
Ama netçe ne diyor?
“Mesele rızayla ilgili değil… Bunu
yapma niyetimizi onlara bildirdik.”
Yani, sadece “niyet” bildiriyor ABD.
Siz ne dersiniz? demiyor. Soru sormuyor.
Sadece ne yapacağını söylüyor. Argo deyişle “yersen” diyor ABD! Daha ne desin?
Daha açık nasıl desin?..
Baştarafı sayfa 4’te
“Rûdaw: ABD’nin silahları, Türkiye’nin izni olmaksızın gönderdiğini söyleyebilir miyiz?
“Marie Harf: Biz Türkiye’yi bilgilendirdik. Başkan ve Dışişleri Bakanı, Ankara’ya haber verdi. Konunun önemini
ve neden yardım ettiğimizi anlattık.
“Rûdaw: John Kerry, PYD’yi
“PKK’nin bir kolu” olarak tanımladı…
“Marie Harf: Hayır, öyle demedi…
“Rûdaw: Dedi!
“Marie Harf: Bende konuşmanın
bir kopyası var, ABD yasalarına göre
PYD ile PKK bizim için aynı şey değil.”
(http://rudaw.net/mobile/turkish/
world/21102014#sthash.CB2gTd5x.dpuf
(http://rudaw.net/mobile/turkish/world/21102014)
22 Ekim tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan haberde ise ABD’nin tavrı,
tutumu tamamen açık ediliyor, net bir şe-
gururu fazlasıyla arttırdı.
Bu ilgiye karşı okuyucularımıza hem
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı hem de
Partimiz HKP’yi, Genel Başkanımız Nurullah Ankut’u ve bütün yayınlarımızı tanıtabilme mücadelesini verdik.
Her kitap fuarında olduğu gibi teorimizi, bilimsel sosyalizmi, bizleri tanıyan tanımayan ve eylemlerde bizlere rastlayan
halkımıza tanımak ve kavratmak, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın ve onların düşünce oğullarının,
düşünce kızlarının Parababaları medyası
tarafından susturulmaya çalışılan sesini
duyurmak amacıyla, Kurtuluş Partililer
olarak bir görev bilinciyle katıldık.
Fuar boyunca okuyucularımızın görüşleri doğrultusunda görevli arkadaşlarca görevin başarıldığını, çalışmamızın
olumlu sonuçlar verdiğini düşünerek
fuardan ayrıldığımızı düşünüyoruz. Yüzlerce (500’den fazla) kitap ve Kurtuluş
Yolu Gazetesi satışı gerçekleştirdik.
Gelecek senelerde okuyucularımız
ile tekrardan başka fuarlarda görüşmeyi
diliyoruz.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
***
Yazımızın başında aktardığımız Usta’mızın sözünün ne kadar doğru olduğunu bir kez daha somut olaylarla gördük.
Biz Hikmet Kıvılcımlı’ya işte bunun için
Usta diyoruz. Yoksa başka bir şeyden ötürü
değil. Biz mürit değiliz. Usta’mızın söylediklerini aynen tekrar etmeyiz. O’ndan
aldığımız teorik ve pratik bilinçle olayları
neyseler öylece yorumlar, değerlendirir ve
onlardan sonuçlar çıkartırız. Öngörülerde
bulunuruz. Ve şu ana kadar da öngörülerimiz hep doğru çıktı. Çünkü biz, Türkiye’nin biricik doğru devrimci teorik ve
pratik hattını temsil ediyoruz.
Ve önümüze yine Usta’mızın o yazısında ortaya koyduğu görevi koyuyoruz:
“İnsanlığın önünde iki rahmetten
biri var: ya bilesiye, tüm bilinçli, kıyasıya, öldüresiye ve ölesiye milli kurtuluş
savaşı göze alınır yahut sürünesiye, sömürülesiye, çürüyesiye, geberesiye, kullaşılır, köleleşilir… Ya kurtuluş savaşı
ya da en soysuzca köleleşmenin mezar
taşı.”❑
13
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
İstanbul Barosu Çalışma Yaşamı Komisyonu’ndan
Ermenek Maden Cinayeti Raporu!
İ
stanbul Barosu İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Komisyonu adına;
28 Ekim 2014 tarihinde Ermenek’te Kömür Madeninde meydana
gelen iş cinayetinden dolayı Av. Ayhan Erkan ve Av. Pınar Akbina Ermenek’e gittiler. Öncelikle Ermenek Cumhuriyet Başsavcısı
Ali Özdemir ile görüşüp sonra Madene giderek arama-kurtarma
çalışmaları hakkında bilgi aldılar, incelemelerde bulundular, işçi yakınları ile bölge madenlerinde çalışan işçilerle görüştüler ve bir rapor hazırladılar. Raporu sunuyoruz.
Ermenek Başsavcısı ile görüşme
Öncelikle 2014/1267 no ile yürütülen
soruşturma ile ilgili bilgi almak için olayın
soruşturmasıyla görevlendirilen 3 savcı
ile birlikte toplantı halinde olan Ermenek
Cumhuriyet Başsavcısı Ali Özdemir ile
görüştük.
Sayın Başsavcı olaya ilişkin basın açıklaması yaptıklarını bize de o açıklamadaki
bilgileri verebileceğini, varsa sorularımızı
da cevaplayabileceğini belirtip savcılık
olarak yaptıklarının anlatımına geçti. Sayın savcının anlatımları özetçe şöyledir:
Daha deneyimli olan SOMA Savcılığı ile görüşülerek gerekli bilgileri alınmış
ve derhal 13.30 sıralarında olayın olduğu
maden ocağına iki Cumhuriyet Savcısı ile
gidilmiş, olayda ciddi delil mahiyeti teşkil
edebilecek defter ve evraklar ve diğer
bilgisayar kayıtları ivedilikle muhafaza altına alınmış. Kazanın yaşandığı Madende
inebildikleri yere kadar inilmiş, incelemelerde bulunulmuş, ancak Madene inene kadar bile sırılsıklam olmuşlar ve daha fazla
ilerlemeleri mümkün olamamış.
Değişik adliyelerin resmi bilirkişi listesinde isimleri bulunan uzman bilirkişilerle
görüşülmüş, Üniversitelerden, Maden ve
Mühendis odalarından bilirkişi talebinde bulunulmuş, yine olayla ilgili olarak
ellerindeki her türlü bilgi ve belgeyi göndermeleri için ilgili bakanlık ve kurumlardan faksla talepte bulunulmuş. 29-3031/10/2014 tarihlerinde olay yerine gidildiğinde de, madenin içine girip inceleme
yapmanın mümkün olmadığının görülmesi
üzerine diğer çalışmalara devam edilmiş,
şirketin diğer bürolarında da ilgili evrakların tespit ve el konulması için 30/10/2014
tarihinde arama yapılmış, Madeni işleten
Has Şekerler Madencilik Enerji Nak. İnş.
San. Tic. Ltd. Şti. ve asıl işveren Ermenek
Cenne Linyit Kömür İşletmesi’ne ait defterlere el konulmuş.
İleride kendilerine kusur atfedilebilecek
yetkili ve görevlilerden şüpheli sıfatıyla
CMK 109. maddesi uyarınca Ermenek
Sulh Ceza Hâkimliğinden 8 kişi hakkında
adli kontrol talebinde bulunulmuş, Mahkemece talebe uygun karar verilmiş ve
verilen karar gereği için Savcılıkça ilgili
kuruma gönderilmiş. Olaydan sağ kurtulan
işçilerin ifadelerinin alınmasına başlanılmış.
İTÜ’den bir Hocayla görüşülmüş,
görüşülen Hoca iki Hocayla birlikte
geleceklerini söylemiş, böylece üç
kişilik bir bilirkişi heyeti oluşturulmuş.
01.11.2014 günü kurtarma faaliyetlerinin
halen devam etmesi nedeniyle AFAD’ın
izni ve refakatçi olarak verdiği görevli
kontrolünde 3 kişilik bilirkişi heyetiyle
kazanın olduğu galeriye ulaşılmış, en yakın yer olan 775 kotuna gidilerek inceleme
yapılmış, dosya üzerinde ve kaza yerinde
yapılan incelemeler sonucu bilirkişilerce
ön rapor düzenlenmiş. Düzenlenen ön raporda, “Madenin yakınında eski bir imalat olduğu, kazanın eski imalat bölgesine
yıllar içerisinde birikmiş olan suların zaman içinde basınç eşik değerini aşarak,
zayıflayan topuktan çalışma alanlarında
aniden su baskınına neden olmasından
kaynaklı” olduğu belirtilmiş. Ön rapora
göre “kusur oranları” da belirlenmiş.
Kazaya sebep olan suların biriktiği eski
maden ilgili haritada yer almıyormuş.
Oysa haritada gösterilmesi gerekirmiş.
Suların biriktiği eski madene 80 metreden fazla yaklaşılmaması gerektiği halde
bu kural ihmal edilmiş.
Kurtarma işlemlerinin tamamen sonuçlanması sonrasında ODTÜ’den talep
ettikleri bir bilirkişi heyetiyle madende
yapılacak incelemeler neticesinde olayın
meydana gelmesiyle ilgili maddi gerçekler
tespit edilecekmiş.
Sayın Başsavcı ayrıca Madenin daha
önce yapılan denetim sonucu 1 müfettiş
tarafından kapatıldığını ancak daha
sonra gelen heyet tarafından tekrar
açıldığı bilgisini verdi. Madenin %50’sine
kadar girebildiklerini söyledi. Bilirkişilerin Maden İşleri Genel Müdürlüğüne de
kusur verdiğini belirtti. Olayla ilgili olarak
yalnızca madeni işletenlerin değil ruhsat
verenlerin de sorumlu olduğunu belirterek
sorumlular hakkında gerekli takibin yapılacağını belirtti.
Sorumuz üzerine İşçi ücretlerinin
ödenmediğini duyduklarını ancak bu
konunun İş Mahkemelerinin işi olduğu
için ilgilenmediklerini söyledi. Ailelerin,
yakınlarının “kaçma bacası”ndan kurtul-
muş olma umudunu taşıdıklarını belirtti.
Son olarak madenlerde alınacak önlemlerin işverenlerin ahlâki duruşlarına bırakılmayacağını, ciddi önlemlerin
alınması ve yaptırımların uygulanması
gerektiğini belirtti.
Olay Yerinde Yapılan İnceleme
Kazanın yaşandığı Pamuklu köyünde
bulunan Madene 3 kontrol noktasını aşarak
vardığımızda jandarma ve polis tarafından
alınmış olağanüstü güvenlik önlemleri altında arama kurtarma çalışmalarının devam
ettiğini gördük. AFAD tarafından organize
edilen çalışmalar hakkında yetkililerden
bilgi aldık. AFAD yetkilisi Madenin içindeki arama, kurtarma çalışmalarının Türkiye Kömür İşletmeleri tarafından yerine
getirildiğini belirterek kendilerinin bunun
dışındaki işleri
organize ettiklerini söylediler.
Madenden sağ
kurtulan işçiler
ve çevredeki diğer madenlerde
çalışan diğer işçilerin de arama
kurtarma çalışmalarında görev
aldıklarını
belirttiler. Madenin
şu anda balçıkla
dolu olduğunu
ahtapot
denilen bir araçla bu
balçığın boşaltılmaya çalışıldığını ancak
tek sorunun bu olmadığını, madende birkaç yerde göçük, daha doğrusu göçme de
olduğunu belirttiler. Madende “Nefeslik”
olarak tabir edilen bir bölüm olduğunu, işçi
ailelerinin işçilerin buraya kaçmış olabilecekleri umudu taşıdıklarını ancak buraya
da göçükler nedeni ile ulaşamadıklarını belirttiler. Madene kurtarma çalışmasına katılanların dışında kimsenin girmesine izin
verilmediğini, bize de izin veremeyeceklerini belirttiler.
Olay yerinde Karaman, Güneyyurt,
Ermenek gibi yöre belediyeleri çadırlarının yanında İHH’ye ve Beşir Derneğine
ait çadırlar da mevcuttu. Basın, Maden
Ocağından oldukça uzakta bir bölgeye
gönderilmiş, aileler ise bariyerlerle çevrili çadırlarda kalıyordu. AFAD yetkilileri
afet psikolojisi nedeniyle ailelerin gergin
olduklarını bizim ailelerle görüşmemizi
istemediklerini söylediler. Biz ailelerden
bilgi alarak geçmiş olsun dileklerimizi iletmek istediğimizi belirttik ancak yetkililer
kesinlikle görüştürmek istemediklerini
belirttiler. AFAD yetkililerin ısrarlı engellemelerine rağmen Madenden çıkamayan
Mehmet Baha’nın abisi Hamdi Baha ile
kısa bir görüşme yaptık. Hamdi Baha’nın
verdiği bilgiler aşağıda aktardığımız diğer
madenlerde çalışanların verdikleriyle çakışıyordu. Ortamın gerginleşmemesi için
yalnızca yanımıza gelen ailelerle görüşerek bilgi alıp geçmiş olsun dileklerimizi
ileterek, görüşmemizi engelleyen AFAD’a
ailelerin tepkileri kulaklarımızda çınlayarak, İHH ve Beşir Derneğine Çadır kurdururken iki avukata gösterilen engellemeyi
protesto ederek maden sahasından ayrıldık.
İşçi Aileleri ve Diğer Madenlerde
Çalışan İşçilerle Görüşme
Aldığımız bilgilere göre; Bölgede
yaklaşık 9 maden bulunmakta ve bu madenlerde yaklaşık 1500 işçi istihdam edilmektedir. İşçiler Soma ile karşılaştırma
yaparak oraya göre çok ilkel koşullarda
çalıştıklarını, kazma kürek ile kazı yaptıklarını, vagonları elle ittiklerini, iş güvenliği
malzemelerinin geciktiğini, senede bir kez
verildiğini, bu malzemelerin yetersiz ve en
ucuz, enkalitesiz malzemeler olduğunu,
bu nedenle çoğu zaman kendi ceplerinden
ödeyerek malzeme aldıklarını belirtiler.
Madenlerde yaşam
odasının bulunmadığını, ücretlerinin
düzenli bir şekilde
ödenmediğini,
asgari ücret tutarında ücretin bankaya,
geri kalan ücretin
ise elden ödendiğini
ancak son dönemlerde elden ödenmesi
gereken kısmın da
ödenmediğini
belirttiler.
Madende
hava alan ve sıcak
olan yerler olmasına
rağmen
çalışmaya
devam ettiklerini ve
denetleme olacağında
önceden haber alındığından bu tür yerlerin duvar örülerek kapatıldığını ve ücretle
ilgili konularda da denetleyicilere sadece
asgari ücret alındığının söylenmesi için işverenin baskı yaptığını belirttiler.
En önemlisi de Eylül ayında çıkan
6552 sayılı Torba Yasadan sonra işverenlerin Kanunsuz Lokavt uygulayarak hiçbir
haklarını ödemeden madenleri kapattığını
bu nedenle yaklaşık 700 işçinin işverene
ihtarname çekerek madenlerin kapatılmasının sonucunda iş akitlerinin işveren tarafından eylemli feshedilmiş sayılacağını, bu
nedenle de haklarının ödenmesini istediklerini söylediler. Bunun üzerine işverenlerin işçileri tekrar işbaşı yapmaya çağırdıklarını ancak işbaşı yapmaları durumunda
servis ve yemek haklarının olmayacağını,
yemeklerini ise madenden çıkmadan içeride yemeleri şartıyla işbaşı yaptıracaklarını
belirttiler. İhtarname çeken işçilerin büyük
bir bölümünün bu şartları kabul ederek tekrar işbaşı yaptıklarını söylediler. Kendi imkânları ile servis tuttuklarını, yemeklerini
evden götürdüklerini söyleyen işçiler, kaza
olan Madende de aynı şekilde işçilerin işbaşı yaptıklarını ancak daha birkaç günlük
bir çalışma yapılmışken kazanın meydana
geldiğini bildirdiler. Ayrıca işverenlerin
kendi aralarında anlaşarak, ihtarname çekip de dönmek isteyen işçilerden sadece
kendi tercih ettiklerini geri aldıklarını,
bunların dışındakilerin hiçbir madene kabul edilmediğini belirttiler.
Gerekli bilgi alışverişi yapıldıktan sonra İstanbul Barosu adına geçmiş olsun dileklerimizi ileterek bölgeden ayrıldık.
Tespitlerimiz
2012 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığı 50 yeni kömürlü termik santral hedefiyle 2012’yi “Kömür Yılı” ilan
etmiş, kömür kullanımının artması nedeniyle ağırlıklı sanayide olmak üzere
son 10 yılda kömür kullanımı yüzde 200
yükselmiştir. Bakanlık kömür potansiyelinin mutlaka işletmeye alınması gerektiğine işaret ederek, kömür işletimi ve termik
santral kurulumu noktasında çalışmalar
yapılacağını açıklamıştır.
Ancak bu açıklamalara karşın bir yıl
önce TEMA Vakfı, farklı alanlardan uzman
12 bilim insanlarının görüşleriyle “Termik
Santral Etkileri Uzman Raporu: Konya-Karapınar Kapalı Havzası” raporu
hazırlayarak, bu rezervin çıkarılarak termik
santralde işlenmesi halinde ortaya çıkacak
zincirleme felaketleri tüm açıklığıyla ortaya koymuş ve Enerji Bakanı Taner Yıldız’a
bu raporu ileterek gerekli önlemlerin alınması konusunda uyarmıştır. Ancak Bakanlık tarafından herhangi bir önlem alınmamıştır. Rapor özetle şöyledir:
MTA tarafından bölgede tespit edilmiş
1,832 milyar tonluk linyit rezervi mevcuttur. EÜAŞ, kurulacak termik santralle 30
yıl boyunca 5870 MW’lık elektrik enerjisi üretmeyi planlamaktadır. Bu miktarda
enerjiyi üretecek tek bir termik santral tipi
yoktur. Bu durumda altı adet 1000 MW’lık
veya 10 adet 600 MW’lık termik santral
kurulması gerekmektedir. Yeraltı suyunu
kullanarak soğutma sağlamak için 8800
adet yeraltı su kuyusunun sürekli çalışması
öngörülmektedir.
Konya Kapalı Havzası, WWF’e
göre, dünyada ekolojik açıdan en önemli
200 alandan biridir. Havzada, iki adet milli park ve bir dizi SİT alanı vardır. Tahıl
üretimi açısından “Türkiye’nin Buğday
Ambarı” olarak nitelendiriliyor. Bölgedeki
ekosistemin kırılganlığı nedeniyle burada
açılacak bir kömür madeni ve termik santral, bölgedeki tarımın ve ekosistemin çöküşü demektir. Bölgenin kalkınması için
termik santrale değil kapsamlı tarım uygulamalarına ihtiyaç vardır.
Bölgede 1 metreküp kömür çıkartmak
için yaklaşık 9,4 metreküplük kazı yapılması, kömür çıkarıldıktan sonra kalan 8,4
metreküplük toprağın ise başka yere nakledilmesi gerekmektedir. Havzada tespit
edilen 1,832 milyar tonluk linyit rezervinin
hepsinin çıkartılması için kazılacak toprağın hafriyatı 11,5 milyar metreküp gibi
hacme ve 22 milyar ton ağırlığa denk gelmektedir.
Tarıma elverişli araziler kazılıp kömürlü, kükürtlü, asidik, ağır metalli bir hâlde
kazı alanlarına ve dekapaj yığma sahalarına
yeniden doldurulduğunda bölgenin tarım
arazileri büyük zarar görecektir. Açığa çıkacak hafriyatın binde birinin bile tozlaşıp havaya kalkması, 30 yılda 22 milyon ton, yılda 700 bin ton tozun yaşam
alanlarına ve tarım arazilerine uçması
demektir.
Çıkarılacak kömür ortalama 138
metre derinliktedir. Kömürlü sahanın
verimli olduğu bölgede ise yeraltı su
düzeyi en çok 20 metre derindedir. Bu
da şu demektir: KÖMÜRÜN VERİMLİ ŞEKİLDE ÇIKARTILMASI İÇİN
300 METRE DERİNLİKTE KAZI
YAPILMASI, YANİ KAZININ YERALTI SUYU DÜZEYİNİN ALTINDA
GERÇEKLEŞMESİ
GEREKLİDİR.
BUNUN İÇİN YERALTI SUYUNUN
POMPALARLA BOŞALTILMASI GEREKİYOR Kİ, BU DA TÜM KONYA
HAVZASI’NIN SUYUNU ÇEKMEK
DEMEKTİR.
İşletmenin sürdürülebilmesi için ya
ocak tabanında birikecek suyun pompalarla
ocak çukuru dışına atılması ya da ocağın
ilerleyeceği yönde önceden yeterli sayıda
su kuyusu açılması ve bunlardan sürekli
su çekilerek ocağa su girişinin önlenmesi
gereklidir. Ancak, doğanın kendi içindeki
dengeyi sağlama ilkesi gereği buraya yakın yerlerden de yeraltı suyu akışı başlayacağı için öngörülenden çok daha fazla
su çekmek zorunda kalınacaktır.
Üstelik bunca zahmet son derece
kalitesiz, nem oranı yüzde 47’yi bulan bir
kömürden elektrik üretmek için çekilecektir. Yapılacak termik santrallerin su ihtiyacı 2 milyar tondan fazladır. Buna karşılık
Konya Havzası’nda 1,5 milyar tondan fazla su yoktur. Santralde kullanılacak soğutma suyu için yeraltı sularının kullanılması
da başka sorunları beraberinde getirecektir.
350 kilometrelik bir alandan 30 yıl boyunca yeraltı suyu çekmek, Karaman-Ereğli-Karapınar arasındaki tüm yeraltı suyunu
çekmek demektir.
Kömürün çıkartılması esnasında çıkan
hafriyatın verimli tarım arazilerine yığılması, kül uçması sonucu verimin düşmesiyle, yeraltı sularının çekilmesi yüzünden
tarımda istihdam edilen 60 bin kişinin tarımsal geliri risk altına girecektir. Su varlığı hızla azalan bölge önemli ölçüde göç
verecek, yeni sosyo-ekonomik sorunlar baş
gösterecektir.
Proje hayata geçtiği takdirde, termik santralden çıkan küller 10 metre
yüksekliğinde yığılsa bile, 5220 futbol
sahası kadar yer kaplayacaktır. 30 yılda
50 milyon ton kükürt ortaya çıkacak, 156
milyon ton kireç taşı kullanmak gerekecek,
30 yılın sonunda atmosfere de 68 milyon
750 bin ton karbon salınacaktır.
2012 yılı itibariyle Türkiye Kömür İşletmeleri’nin yeraltı kömür üretiminin yüzde 56’sı rödövans yüzde 41’i hizmet alım
modeliyle sağlanmaktadır. 2004 yılında
yürürlüğe giren 5177 sayılı kanunla 3213
sayılı Maden Yasası’nda yapılan değişiklikle yasal statüye kavuşan rödovans sistemine göre maden ocakları devlet tarafından
özel şirketlere kiraya verilirken, Türkiye
Kömür İşletmeleri (TKİ) tarafından şirketlere belirli bir ücret karşılığında üretilen
kömür satın alınmaktadır. Bu nedenle rödovansçının hedefi, rezervi en düşük maliyetle aramak ve işletmek olmaktadır.
Şirketler, rödovans sisteminde üretimi artırdıkça kârını arttırmakta ancak bu
durum madenlerde çok ağır çalışma koşularının getirilmesine neden olmaktadır.
Ermenek’teki gibi, işçiler yemeklerini bile
maden ocağının içerisinde yemek zorunda
bırakılabilmektedir.
Maden işverenleri maliyeti arttırdığı
gerekçesi ile iş güvenliği önlemlerini almamaktadırlar. Maden işçileri ise Ermenek,
Soma gibi iş olanaklarının gelişmediği
bölgelerde, yaşadıkları işsizlik korkusu
nedeniyle buralarda uzun saatler düşük ücretlerle ve sendikasız bir şekilde çalışmaktadırlar.
Madenlerdeki denetim yetersizdir ve
sonuç verici değildir. Son çıkan torba yasada maden işçilerinin koşullarını iyileştirme
yolunda adım atılsa bile madenler üzerinde
sıkı bir denetim ağı oluşturulmadığı sürece
bunun pratik faydalarının görülmesi mümkün değildir. Maden işverenleri yasayla
birlikte artan maliyetleri gerekçe göstererek madenleri kapatma yoluna giderken,
bunun faturası yine işçilerin başına patlamıştır. Torba yasanın ardından sadece
Zonguldak’ta 22 maden kapanırken,
yaklaşık 5000 maden işçisi işsiz kalmıştır. Birçok yerde ise tıpkı Ermenek’te
olduğu gibi madenciler işsiz kalmamak
amacıyla haklarından vazgeçerek, daha da
ağır koşullarda çalışmayı kabul etmiştir.
Ermenek’teki Madende denetim yapan İş Müfettişi Erdoğan Şeker, Teftiş
sonucu hazırladığı raporda, yer altı sularına ve ocağın yan ocaklarla mesafesine ilişkin riski ölçmek için gerekli kontrol
sondajının yapılmadığını üç ay önceden işveren haber verdiğini söylemiş ve
“Sondajlar yapılsaydı kazanın önüne geçilebilirdi” demiştir.
Basına yansıdığı gibi yapılan denetimler sonucu Madenin kapatılması raporu düzenlense bile bizzat Çalışma Bakanı’nın itirafında “Bizim müfettişlere göre kapanması gerekiyor ama açılması için kimleri
kimleri araya koyuyorlar” dediği gibi
kapatılmanın önüne geçilmektedir.
Nitekim tıpkı Soma’da olduğu gibi
Ermenek’te kazanın gerçekleştiği madenin sahibinin de iktidar partisi ile ciddi
bağlantılara sahip olduğu ortaya çıkmıştır.
Ermenek Cinne Linyit Kömür İşletmesi
bünyesinde faaliyet gösteren üç taşeron firmadan biri olan Has Şekerler Madenciliğin
sahibi Saffet Uyar 2009 yerel seçimlerinde
AKP’den belediye başkan adayı olmuş ancak seçilememiştir. Saffet Uyar’ın üzerinde yer alan asıl işveren ve Ermenek Cenne
Linyit Kömür İşletmesi’nin sahibi Abdullah Özbey’in ise Refah Partisi’nden 20.
Dönem Karaman milletvekilliği yapan ve
aynı ismi taşıyan kişinin akrabasıdır.
Maden işçilerinin sendikal örgütlülüğü, bu örgütlenmenin sağlamlığı, işveren
yanlısı “sarı” sendikalar olmayıp gerçek
sınıf sendikaları olmaları, işçi sağlığı ve
iş güvenliğinin denetiminde, işverenlerin keyfiliklerinin frenlenmesinde etkili
olacak ve iş cinayetlerinin azalmasında
önemli bir rol oynayacaktır.
Özetle Ermenek’teki Maden “kazası”
Soma’da olduğu gibi “geliyorum” demiştir
ve o bölgede ve ülkemiz genelinde Madenler her an yeni “kazalara” gebedir. Bu konuda gerekli yasal düzenlemeler alt yapısı
hazırlanarak yapılmalı, İş güvenliği bakımından sıkı denetimler yapılarak aykırı
davrananlara ağır yaptırımlar uygulanmalı ve Ermenek Cumhuriyet Başsavcısının
dediği gibi “bu konu işverenlerin ahlaki
duruşuna bırakılmamalı”dır. Bu nedenle
Baromuzun bu konudaki takibi ve katkıları
önemlidir. Saygılarımızla... 03.11.2014
Av. Pınar Akbina
Av. F. Ayhan Erkan
14
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Ekim Devrimcileri ve Kuvayimilliye Devrimcileri hakkında
Baştarafı sayfa 16’da
“Burada bir olayı anlatmak istiyorum. Çünkü bu olay, Halk Komiserleri
Kurulu üyelerinin ve bizzat Lenin’in o
sıcak günlerde nasıl yaşadıklarını çok iyi
karakterize ediyor.
“II. Sovyet Kongresi’nin bitiminden
kısa süre sonraydı. Stockholm’den İsveçli yoldaşlar Vladimir İlyiç’le bana,
eski dostluğumuz nedeniyle bir miktar
Hollanda peyniri yollamışlardı.
“Bu armağan tam zamanında gelmişti. Bir keresinde, biz toplantıda konuştuktan ve Sosyal Devrimcilerle yaptığım şiddetli bir söz düellosundan sonra,
başımın nasıl döndüğünü hatırlıyorum.
“Hasta mısınız, Yoldaş Kollontay?”
diye sormuştu bir Kızıl Muhafız beni
tutarak.
“Hayır, hasta olmaktan çok, açım.”
“Kızıl Muhafız ‘bir parça ekmek satın almam’ için bir ruble verdi. Reddedince, adresimi alıp eve ekmek getirdi ve
adını bile bırakmadan, alçakgönüllülükle gitti.
“Bu nedenle, İlyiç’i peynirle ağırlama imkanına seviniyordum açıkçası.
Hükümet başkanının da bizler gibi yeterince yiyeceği yoktu.
“Halk Komiserleri Kurulu’nun bir
oturumundan önce İlyiç’e, yuvarlak,
kırmızı peynir tekerleklerini gösterdim.
İlk aklıma gelen bizler olduk.
“Bunu herkese paylaştırmak gerek.
Gorbunov’u da unutma. Lütfen, paylaştırma işini kendiniz yapın.”
“Lenin çalışma odasına girdi, ben bitişikteki geçiş odasında masanın üzerine
bir gazete yaydım, elime bir bıçak alıp,
akşam yemeği için yoldaşlara peynir
bölmeye başladım.
“Fakat Halk Komiserleri Kurulu’nun oturumunda bulunmam zorunluydu. Bıçağı ve peyniri masanın üzerinde bırakıp içeri girdim. O günlerde
alışılageldiği gibi, oturum gece geç saatlere dek sürdü, peyniri tümüyle unutmuştum. Geri döndüğümdeyse artık
yerinde yoktu. Bıçak ve gazete masanın
üzerindeydi, ama peynirden bir kırıntı
bile kalmamıştı… Gün boyunca, kapının
önündeki nöbetçiler sürekli değişmişlerdi. Bunlar masanın üzerindeki parçalara bölünmüş peynirin kendilerine ayrılmış olduğunu sanmışlardı. Peynirin gün
boyunca yoldaşlara dağıtılmış olması
şaşırtıcı değildi.
“Vladimir İlyiç’in Gorbunov’la birlikte tutanağı gözden geçirdiği (bunu her
seferinde yapardı; çalışmada gösterdiği
bu olağanüstü titizliği ve düzenliliği her
gün yeniden öğrenebilirdik ondan) çalışma odasına döndüm.
“Ne var” diye sordu. Olanları anlatınca, kahkahayla gülerek, “Peki, peynir
lezzetli miydi bari?” dedi. İçten gülüyordu. “Kendiniz bile tatmadınız mı? Yazık
olmuş. Fakat felaketin o kadar büyük olmadığını düşünüyorum; biz yemesek de
başkaları yedi peyniri.”
“İlyiç’in gözlerinde sıcak, iyicil bir gülümseme vardı. Bu unutulmaz bakışı şöyle
diyordu sanki: n’apalım, demek ki Halk
Komiserleri değil de, askerler ya da işçiler
peynirin tadını çıkardılar, akşama yiyecek bir şeyleri oldu; böylesi daha iyi.
“Ve Lenin tekrar tutanağı okumaya
başladı. Halk Komiserleri Kurulu Başkanı’nın günlük görevlerine döndü.
“Bu büyük insan, dünyada ilk Sovyet
devletinin inşasında, devlere özgü çalışmasını; insanlık tarihine silinmez bir
sayfa olarak yazılan çalışmasını sürdürdü.” (A. Kollontay, Birçok Hayat Yaşadım,
Agora Kitaplığı, 2010, s. 351-353)
Devrimin ilk günlerinde devrimcilerin
nasıl özverili çalıştıklarını ve halk sevgisini
gösteren bu anıdan sonra Kollontay, “Lenin küçük şeyleri unutmaksızın büyük
şeyleri düşünürdü” başlığı altında Lenin
üzerine bir başka anısı ile devam ediyor.
“Lenin Küçük Şeyleri Unutmaksızın
Büyük Şeyleri Düşünürdü”
“Vladimir İlyiç’in günlük küçük şeyleri unutmaksızın, büyük ve önemli şeyleri
düşünmeyi nasıl başardığına, dünyada
daha önce örneği görülmemiş yeni bir
devlet kurarken, bir devlet için, özellikle bir sosyalist devlet için muhasebe ve
düzenin kaçınılmaz olduğunu, küçük
şeyleri de düşünmek gerektiğini bize anlatmak için en ufak bir fırsatı bile kaçırmamasına hep şaşırmışımdır.
“Aralık 1917. Noel kutlamaları kapıda, ancak bu, Smolny’de kimsenin aklına gelmiyor. Smolny’de çalışma bütün
hızıyla sürüyor. Kış henüz tam anlamıyla gelmedi. Sulu kar yağıyor. Neva üzerindense soğuk bir rüzgar esiyor.
“Nadejda Konstantinovna (Lenin’in
eşi Krupskaya – K. Y.), Valdimir İlyiç’in
dinlenmeye ihtiyacı olduğunu düşündüğü için, onu birkaç günlüğüne kent dışına
çıkmaya ikna etmeye çalışıyor. İlyiç’in uykusu son günlerde iyi değil, anlaşılan çok
bitkin.
“Finlandiya’da, Karelya Kıstak’ında
bulunan Chalila Sanatoryumu’nun şef
doktoru, Devlet Yardımı Halk Komiserliği’ne (Kollontay’ın yönettiği sosyal
yardım bakanlığı – K. Y.) gelip sanatoryumunda yeni, sıcak ve aydınlık küçük bir
aile evinin bulunduğunu, orayı tümüyle Lenin’in kullanımına sunabileceğini
söylemişti. Fakat Vladimir İlyiç bütün
ikna çabalarımızı geri çeviriyor. Sanatoryumun çevresinde harika bir orman
olduğunu, istediği zaman ava çıkabileceğini söylememize rağmen, Vladimir
İlyiç cevap olarak, “Av iyi de, yapacak iş
o kadar çok ki, gerçi çalışmaya başladık, ancak yeni bir devleti,
iki ay içinde kurmayı
Bolşevikler bile başaramaz. Bunun için
en az on yıl gerekir,”
diyor.
“Nadejda Konstantinovna
sözünü
kesip, “Ne yani, bütün o yıllar boyunca,
sürekli çalışma masasının ardında mı oturacaksın?” diyor. “Eh,
bunu o zaman düşünürüz;” diye karşılık
veriyor Vladimir İlyiç.
“Ancak,
daha
aradan birkaç gün
geçmeden Vladimir
İlyiç’in aklına, kent
dışında geçireceği bu
üç-beş gün içinde,
Smolny’de
zaman
bulamadığı bir çalışmayı
bitirebileceği
düşüncesi geldi. Ve bu düşünce onu o
kadar coşturdu ki, bir sabah Nadejda
Konstantinovna’ya, “Eğer Kollontay,
Halk Komiserliği’nde gerçekten kimsenin beni rahatsız etmeyeceği, ormanda,
küçük bir eve sahipse, yola çıkmaya hazırım,” dedi.
(Lenin, Chalila Sanatoryumu’nda, 24 –
27 Aralık 1917 tarihleri arasında kalır. Bu
kısa süre içinde “Bir Yazarın Günlüğünden”, “Eskinin Yıkılışından Ürkenler”,
“Yeni İçin Savaşanlar”, “Rekabet Nasıl
Örgütlenmeli?” ve “Tüketim Komünleri Üzerine Bir Kararname Tasarısı” adlı
çalışmalarını kaleme aldı. – K. Y.)
“24 Aralıkta Vladimir İlyiç’i sanatoryum yolculuğuna uğurlamak için sabahtan Finlandiya istasyonuna geldim. Vladimir İlyiç, Nadejda Konstantinovna ve
Maria İlyiniçna trene yeni binmişlerdi.
Mümkün olduğunca tanınmamak için
Vladimir İlyiç en köşeye, camın yanına
oturdu. Yanında Maria İlyiniçna, karşılarında Nadejda Konstantinovna vardı.
Vladimir İlyiç, sıradan bir yolcu treninde yolculuk etmesinin daha güvenli olacağı görüşündeydi. Aynı kompartmanda
iki Kızıl Ordu üyesiyle güvenilir bir Finli yoldaş da yer aldılar.
“Vladimir İlyiç, yurtdışından döndüğünde üzerinde olan, eski, mevsimlik
paltosunu giymişti, başında da fötr şapka vardı, oysa dondurucu soğuktu hava.
Benim arkamdan, kolunda bir kürk
manto ve kulaklıklı bir kürk şapka taşıyan bir yoldaş bindi trene. “Bunu giyin,”
dedim Vladimir İlyiç’e, açık alanda kızakla gitmek zorunda kaldığınızda çok
üşüyeceksiniz. İstasyondan sanatoryuma
dek yol çok uzun. Kürkler,” diye ekledim,
“Halk Komiserliği’nin demirbaşı.”
“Görülüyor,” dedi Vladimir İlyiç ve
mantolardan birinin içini dışa çevirdi.
Mantoların içinde, depo ve envanter
numarası dikliydi. “Bunu, kürkleri dikkatli kullanmamız, onları da bir yerlerde unutmamamız için yaptınız, değil mi?
Devlet malı kayıtlı olmalı. Doğru olan
bu.”
“Vladimir İlyiç benim de onlarla birlikte gitmemi istiyordu, ne var ki Halk
Komiserliği’nin acil işleri, öncelikle
anne ve çocuklar için yardımın organizasyonu yolculuğa katılmama izin vermiyordu. Arkalarından gideceğime söz
verdim.
“Birden, yanında Fin parası olmadığını hatırladı Vladimir İlyiç. “Hiç olmazsa yüz Fin Mark’ı bulabilseniz iyi
olurdu, istasyondaki hamal ya da başka
ufak tefek işler için,” dedi.
“Kasaya koştum, ancak yanımda az
para olduğu için yüz Fin Markı bile alamadım.
“Vladimir İlyiç soruyordu: “Yani tek
başına, sıcak, küçük bir ev ve ormanda
da avlanılabilir diyorsunuz, öyle mi?
Orada tavşan var mı?” Tavşan için söz
veremeyeceğimi, ama mutlaka sincap
bulunacağını söyledim. “Eh, sincap vurmak çocuk oyuncağıdır.” Nadejda Konstantinovna araya girdi. “Umarım Vladimir İlyiç şu üç günü masasının ardında
oturarak geçirmez de ormana gider.”
“Ama orada, odadaki hava bile daha
temizdir,” diye laf attı Vladimir İlyiç.
“Tren hareket etti. Yolcular, Halk
Komiserleri Kurulu Başkanı’nın sıradan bir ikinci sınıf yolcusu olarak kendileriyle birlikte yolculuk ettiğinden habersizdiler.
“Birkaç gün sonra Vladimir İlyiç
yine Smolny’de çalışıyordu.
“O günlerde Vladimir İlyiç’in el yazısıyla bir not aldım: “Halk Komiserliği’nizin demirbaşından kürk mantoları,
iyi korunmuş olarak, teşekkürle geri
yolluyorum. Çok işimize yaradılar. Bir
kar fırtınasıyla karşılaştık. ‘Chalila’ çok
güzeldi. Fin parasını size henüz göndermiyorum, fakat Rus parasıyla ne kadar
ettiğini yaklaşık olarak hesapladım, 83
Ruble’ye yakın tutuyor, ekte gönderiyorum. Para durumunuzun pek iyi olmadığını biliyorum. Sizin Lenin.”
“Bu, Vladimir İlyiç için çok tipik. O,
devlet işlerinin büyük sorunları yanında, bu tür küçük şeyleri düşünebilirdi ve
her zaman nazik bir yoldaştı.” (A. Kollon-
Heyet-i Temsiliye
tay, age, s. 353-355)
Bu aktarılanlar, Lenin’in nasıl çalışkan,
dürüst, halkını seven, kamu malına sahip
çıkan, çalım, poz bilmeyen, alçakgönüllü
bir devrimci olduğunu kanıtlıyor. İşte devrimleri de böyle devrimciler yapıyor!
Ve Mustafa Kemal…
Mustafa Kemal de bir ulu devrimcidir.
Bir toplumsal devrim yapmasa da, emperyalizmi yenilgiye uğratmış, emperyalizmin
yerli ortağı Tefeci-Bezirgan din bezirgânlarını sindirmiştir. Bugün ABD ve AB
Emperyalistleri ile günümüz din bezirgânlarının Atatürk ve İnönü’ye saldırılarının
temelinde bu geçmiş yatmaktadır.
Kurtuluş Savaşı boyunca, Ekim Devrimcileri gibi Kuvayimilliye Devrimcileri de meteliğe kurşun atmaktadır, yokluk
içindedirler. Ama ahlâki sınırları hiç zorlamazlar, halka zulüm yapmazlar. Mustafa
A
Kemal Paşa’nın Heyet-i Temsiliye Başkanlığı günlerinde (Erzurum Kongresi’nden Millet Meclisi’nin açılmasına kadarki
dönem) Kurtuluş Savaşı için bayrağı açanların nasıl yokluk içinde olduğunu Doğan
Avcıoğlu’nun “Milli Kurtuluş Tarihi”
adlı kitap serisinden aktarıyoruz:
“Atatürk’ün Para Sıkıntısı
“Hükümet gibi çalışacak olan Heyet-i Temsiliye’nin
giderleri için sınırlı miktarda para
bulmak dahi büyük bir sorun olur.
Erzurum Kongresi, Heyet-i Temsiliye giderlerinin
Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk örgütünce karşılanmasını kararlaştırır,
fakat bu lafta kalır.
Erzurum’da Atatürk ve arkadaşları sıkıntılı günler
geçirirler. Ancak
Erzurum yerlilerinden bir emekli
binbaşının sağladığı parayla yola çıkabilirler. Atatürk
ve çevresinin para
işlerini yürütmekle görevlendirilen
Heyet-i Temsiliye
üyesi Mazhar Müfit Kansu, paranın baş sorunlardan biri
olduğunu anılarında çarpıcı olaylarla
anlatır:
“Paşa emirber Ali’ye emretti:
“-Ali, bize birer şekerli kahve yap.
“Ali:
“-Paşam, şeker yok. Sade yapayım
mı?
“deyince, Paşa gülerek yüzüme baktı:
“-Canım Mazhar Müfit, niçin şeker
aldırmıyorsun?
“dedi, ben de gülerek:
“-Yarın inşallah aldırırım.
“dedim ve ekledim:
“-Hele şimdi sade içelim…
“Emirber Ali sade kahveleri pişirmek üzere odadan çıktıktan sonra, Paşa,
mahzun mahzun gözlerini gözlerimde
dolaştırarak:
“-Farkındayım. Yine züğürtledik…
“dedi.
“-Evet Paşam. Hem züğürtledik, hem
de mevcut paramız şeker almaya elverişli değil. Şeker çok pahalı… cevabını verdim. Paşa:
“-Bu para işine bir çare bulmalıyız.
“diye mırıldanırken, Hüsrev Sami
(bir başka Heyet-i Temsiliye üyesi - K. Y.)
hemen atıldı:
“-Paşam ne diye düşünüyorsunuz?
Yarın Osmanlı Bankası’ndan, Reji’den
(yönetimi yabancılarda olan tütün tekelinin
kısa adı - K.Y.) ve öteki yabancı kurum
ve bankalardan borç alalım.
“Bana da bu öneri çok çekici gelmiş
olacak ki:
“-Çok uygun… Hem de pek kolay…
“dedim. Mustafa Kemal birden kaşlarını çattı:
“-Kesinlikle olmaz. Buna izin veremem…
“diyerek çok sert bir sesle devam etti.
“-Zaten İstanbul bize Celali diyor.
Bir de bankaları ve yabancı kurumları
soyuyorlar diye aleyhimizde bin çeşit yalan söz yayılmasına fırsat veremeyiz.
“Hüsrev Sami de, ben de:
“-Eşkıya demesinler, Celali demesinler, bunların hepsi güzel… Fakat aç mı
kalacağız?
“diye sorduk. Paşa:
“-Aç maç, nasıl kalırsak…
“diyerek sözü kapattı. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Üçüncü Kitap, Tekin Yayınevi, 1995, s. 996-997).
Böylesine titizdir devrimciler, para konusunda. Leke sürülsün istemezler.
Üstelik kelle koltuktadır. Mustafa Kemal için emperyalist uşaklarınca ölüm fermanı çıkarılmıştır. Mustafa Kemal, “Ben
Erzurum’dan İzmir’e sağ elimde tabanca, sol elimde sehpa öyle geldim” diyen
biridir. Daha sonra düzenlenen suikasti tesadüfen öğrenerek kurtulur. Lenin ise ciddi
bir suikaste uğramış ve ağır yaralanmıştır.
Buna rağmen halktan kaçmaz devrimciler.
Bugünkü din bezirgânı emperyalist
uşakları ise halktan sömürdükleriyle “yüksek güvenlikli” saraylar inşa ediyorlar,
yüzlerce korumayla geziyorlar. Halktan
korkuyorlar çünkü….
Ama halkımızın dediği gibi korkunun
ecele faydası yoktur. Devrimler, devrimcileri bile şaşırtan bir zamanda, ansızın gelebilir.❑
neği olmasaydı nasıl bir sonuç ortaya
KP’nin 12 yıllık iktidarı boyunca
en fazla haksızlıkla karşı karşıya “Daha nen olayım isterdin çıkardı, durumun vahametini bilenler
bunu düşünmek bile istemeyecektir.
kalan meslek örgütlerinden biri
“Ancak bunun yeterince iyi anlamuhakkak ki Basın Emekçileridir. Ergetek tek hedef haline geldi bu defa. Erdoğan
şılabildiğinin, bu mucizevî desteğin ne
nekon süreciyle başlayıp KCK, Odatv,
Balyoz gibi operasyonlar ile devam eden çeşitli beyanlarında dillendirdiği gibi “İha- anlama geldiğinin yeterince kavranabilsüreçte onlarca basın emekçisi cezaevleri- netin” sebebini anlayamıyor, “ne istediler diği kanaatinde değilim. Bütün bu olayne gönderildi. Mahkûmiyetler aldı. Hapis- de vermedik?” diyerek sitem ediyordu. lardan sonra medyanın hâlâ “ucuz” ve
ler yattı. İtibar kaybeden, meslek hayatları AKP’li Mehmet Metiner, Erdoğan- Gülen kolay gözden çıkarılabilir bir alan olabiten, can güvenliği kalmayanlar da cabası. sorununu Sezar-Brütüs hikâyesine benzet- rak görülmesinin talihsizlik olduğunu
(Bu yazıda “Öteki Basın” yani “Dev- mişti. En güvenilir müttefik en ağır darbeyi düşünüyorum.” (http://www.odatv.com/n.
rimci-Sosyalist Basın” konu dışıdır. Zira vurmuştu. Hükümetin artık güvenecek içe- php?n=biz-olmasak-sonunuz-iyi-olmayaonlar ülkedeki her hükümet döneminde ce- riden bir müttefiki yoktu. Kendi göbeğini bilirdi-2611141200)
İktidarın kadın yazarlarından Nihal
zaevleri, işkenceler, para cezaları ile ceza- kendi kesmeliydi.
İşe; Reyhanlı, Soma, Torunlar, Cilvegö- Bengisu Karaca, haksızlık yapıldığını;
landırılıyor zaten)
Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesin- zü Patlaması, Ermenek, Yolsuzluk operas- bunun bu gazetecileri “Yiyin birbirinizi
de ve sağlam adımlarla hedeflerine yürü- yonları vb. gibi faciaların hepsine yayın ya- çetesinin önüne atıl”ması olduğunu söymesinde çok büyük katkısı olan gazeteci- sağı koymakla başladı. Son birkaç gündür lüyordu.
Görevden almalar ve kovulmalara tepki
lerin, gazete ve TV sahiplerinin olduğunu gündemde olan AKP’nin medyası haline
biliyoruz. Ergenekon Operasyonları öncesi gelmiş gazetelerin yayın yönetmenlerinin, gösteren yandaş gazeteciler seslerini yükadının önünde “Gazeteci” olan iktidar ka- yazarlarının vb. kovulması, görevden alın- seltmeye başladı. Hem de yıllarını gazelemşorları, Cemaatin hazırladığı bavullar- ması her ne kadar Erdoğan’ın jöleli danış- teciliğe vermiş insanlar mesleklerini icra
la, “gazetecilik başarısı” adına görüntüler manı Yiğit Bulut ve Bakan Ali Babacan etmelerinden ötürü cezaevlerine atılırken
vermişti medyaya. Bazı gazeteler 1970’ler- arasındaki gerginlikten kaynaklı gibi gö- ses etmedikleri zamanları unutarak… Bilde devrimci gençleri adresleriyle ihbar rünse de “Yeni Türkiye İçin Yeni Medya” miyorlar ki (hepsi de cin gibi adamlar, bal
gibi biliyorlar ki) Erdoğan artık ne olduğueden öncülleri gibi manşetlerinden krokiler dizaynı söz konusu.
Yandaş bütün medya şaşkın. Görevden nu, nasıl çalıştığını bilmediği hiç kimseyi
yayınlamıştı. TÜBİTAK’ın bile sahte olduğunu onayladığı belgelerle darbe senaryo- alındığı ile ilgili çelişkili bilgiler olan Yeni tutmayacak makamlarda. Hizmetine emin
ları uydurulmuş, binlerce asker, gazeteci, Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İb- olduğu gazetecileri danışman yaptığı andan
itibaren bu böyleydi. Artık Erdoğan, kaprofesör, siyasetçi cezaevlerine göndelesinin içini kendi tuğlalarıyla tek başına
rilmişti. Elbette bu “Gazeteler” ve “Gaörüyordu.
zeteciler” birer kahramandılar, kimsenin
Bir dönem Erdoğan Meclis kürsüyapmaya cesaret edemediği haberleri
sünden 17 yaşında yaşı büyütülerek idam
yapmış, kimsenin atamadığı başlıkları
edilen Erdal Eren’e ithafen yine idamla
atmışlardı(!)
yargılanan ve yıllarca cezaevinde kalan
İktidara, Pensilvanya’ya karşı en ufak
Şair Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü”
ses çıkaran, haber yapan gazeteci örgüt
şiirini okumuştu. Arınç da, Nazım’ın diüyesi ilan edilmişti. Bizzat Erdoğan tazelerini…
rafından basın kartları olmadığı savıyla.
Belli ki eski AKP gazetecileri de
Erdoğan yerli yersiz katıldığı her
toplantıda, mikrofonu eline her aldığın- rahim Karagül; ‘’Türkiye son dönemde Cemal Süreya’dan; “Daha nen olayım
da medya patronlarına şantajlar yapmış bu yönde iki büyük tehlike atlattı. Biri isterdin, Onursuzunum Senin” dizelerini
ve bu konuşmaları neredeyse her gün ana Gezi olayları diğeri de 17 Aralık müda- tekrar ede ede boşaltıyorlar makamlarını.
Halk, Gezi sürecinde Penguen belgehaber bültenleriyle tüm Türkiye kamuo- halesi. Gezi olayları tam da şehir savaşlayuna yayılmıştır. Bu konuşmalarında bir rı örneğini çağrıştırıyordu. Maalesef bu sellerini oynatan televizyon kanallarını
taraftan “vergi borçları”yla tehdit ederken olayların sorgulaması, analizi yeterince gördü. Katledilen gencecik çocukları çirbir taraftan da darbecilere destek olmak- yapılamadı, gerekli dersler çıkarılamadı. kefçe resmeden karikatürcüleri, Kabataş’ta
la suçluyordu büyük medya patronlarını. Olay sadece çatışma alanlarıyla sınırlan- üstü çıplak erkeklerin saldırısına uğradığını
Ayrıca onların aldıkları ya da alacakla- dırıldı. 17 Aralık ise çok daha örgütlü ve iddia eden (ki olayın öyle olmadığı kamera
rı ihalelerin iptal edileceği şantajı da ayrı sistem içi bir müdahaleydi. Açık söyleye- kayıtlarıyla netleşti iyice) kadınla röportaj
bir silah olarak kullanılıyordu Erdoğan yim, iki olayda da geleneksel yöntemler yapıp, yalan beyan olduğunu bile bile bunu
tarafından. Erdoğan memnuniyetsizdi. İk- yeterli olmadı. Olamayacaktı. Kamuoyu haberleştirip AKPli “Türbanlı Bacı”lardan
tidarı ile ilgili en cılız sese bile tahammülü etkileme gücü yüksek çevreler harekete Gezi Mağdurları yaratan gazetecileri, progyoktu. Oysa yazılı ve görsel medya AKP geçirilerek tehdidin önüne geçildi. Siyasi ram yapımcılarını. Halk “Ateşi ve ihaneti
iktidarının “can simidi”ydi. Erdoğan, ik- iktidara verilen kitlesel destek ve medya gör”müştü.
Velhasıl önerim; Yandaş medya gazetetidarı süresinde karşısında duracak bütün bilgilendirmesi olmasaydı tablo pek iç
güçleri öyle veya böyle tasfiye etti. Yakın açıcı olmayabilirdi.” diyerek medyanın, cileri, yeni danışman eski gazeteci ağabeyzamanda ortaya çıkan tapelerden de dinle- iktidarın “can simidi” olduğunu itiraf etmiş lerine veya toplumdaki patlamaları görüp
diğimiz gibi bizzat televizyon kanallarının, ve gazetecilerin işten çıkarılmasına karşı si- kenara çekilen “benim görevim burada
biter”ci ağabeylerine bir danışsınlar. Ongazetelerin en üst düzey yetkililerini aradı temini şu satırlarla dile getirmişti:
“Siyasi iktidar için, medya desteğinin lar bir yol gösterir elbet. Mağdur edebive ayar çekti. Tam her şey yoluna girmişti
ki Cemaatle-Pensilvanya’yla ipler koptu. bu iki olayda da belirleyici olduğuna, yatını da bıraksınlar bir zahmet. Tarafsız
17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonu ile de rüzgarı tersine çevirdiğine inanıyorum. ve doğru haberciliği ilke edinmemiş olansaflar kesince ayrılmaya başladı. Cemaa- Medya desteği olmasaydı, medyanın lar İktidar çarkının dişlilerinde ezilmeye
te ait gazeteler, cemaate yakın gazeteciler Türkiye toplumunu bilgilendirme yete- mahkûmdur.❑
Onursuzunum senin”
15
Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014
Bakalım kaçabilecek misiniz?..
Baştarafı sayfa 3’te
üstte görmek, halkla aralarına kalın duvarlar örmek isterler. Erişilmez olmak isterler.
Bunu hem binalarıyla, saraylarıyla hem de
koruma ordularıyla sağlarlar. Halkla aralarındaki mesafeyi açtıkça üstinsan hatta
Tanrı olduklarına halkı inandırmak isterler. Yani saraylar; sınıfların varlığını ve
alt sınıflarıyla-üst sınıflarıyla toplumların
çürümeye, çökmeye doğru gittiklerinin
göstergesidir. Yani toplumda ezen-ezilen,
sömüren-sömürülen, soyan-soyulan kesimlerin, sınıfların, tabakaların varlığını
gösterir saraylar. O bölünmüşlüğün somut
göstergesidir. Anıtlarıdır.
İşte bu süreci Usta’mız, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı, “Osmanlı Tarihinin Maddesi” anıt eserinin
Birinci Cildinde, bizim atalarımız olan
Osmanlı üzerinden şöyle anlatır. Somutça
şöyle gözler önüne serer:
***
(Bakınız yukarıdaki Hikmet Kıvılcımlı’nın Osmanlı Tarihinin Maddesi
eserinden aktardığımız ilgili bölüme )
***
“Bugün bize saçma ve gülünç gelen çalım, poz, Saray heveslileri hâlâ az mıdır?”
diyor Usta’mız yukarıdaki aktarmada.
Az olur mu?
İşte en son, en canlı örneği Tayyip!
Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet
Kıvılcımlı şöyle der:
“(…) Bak her mezar taşının başına
ne yazılıdır:
“Hüvel Hallâk el bâkiy!” (Kalıcı olan
o yaratıcıdır.)
“Yaşlı Türkler hep geçici, gidici. Musalla taşında sarıklı imam boşuna konuşmaz: “Gel!” dedi mi, gidilecek. “Bâki
kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş!”
(Pratik Devrim Orijinalliğimiz: Gençlik)
Ama sen Tayyip, bu kubbede bâki kalacak hoş bir sadâ değilsin. Unutulup gitmeye mahkûmsun.
Sen hatırlanırsan da ancak: hırsız, soyguncu, vurguncu, katil olarak anılacaksın.
Senden geriye bunlar kalacak. Tarih
seni böyle yazacak!
Haa Tayyip bir de İstanbul’a geldiğinde
son Osmanlı Padişahı Vaddettin’in Köşkü’nde kalacakmış:
“Erdoğan, Atatürk Orman Çiftliği’ne kaçak olarak yapılan ve kamuoyunda ‘Ak Saray’ olarak bilinen cumhurbaşkanlığı sarayının ardından İstanbul’da da bir saraya kavuşuyor. Son
Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin’in
tahta çıkmadan önce kullandığı Çengelköy sırtlarında bulunan Vahdettin Köşkü artık Erdoğan’ın hizmetinde olacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın paha biçilemeyen köşkü İstanbul’da bulunduğu
zamanlarda çalışma ofisi olarak kullanacağı tahmin ediliyor.” (http://sozcu.
com.tr/2014/gundem/erdoganin-yeni-sarayi-vahdettin-kosku-641580/)
Bir atasözümüz; “kişiyi nasıl bilirsin,
kendin gibi” der. Yani Tayyip’in idolü olan
Necip Fazıl Kısakürek’e göre Vahidüddin,
Han Hazretleridir. Aynı şey Tayyip için de
geçerlidir. Vahidüddin’ün Av Köşkü’nü
kendisine Çalışma Bürosu olarak seçmesi
çok yakışık almıştır. Yani demek istediğimiz Vahidüddin’ü nasıl bilirsin dersen cevabı Tayyip gibidir!
Tayyip’i nasıl bilirsin diye soracak
olursak?
Onun da cevabı bellidir:
Vahidüddin gibi…
Yani halk düşmanı, vatan düşmanı kişiler için Tarih bir kez daha tekerrür ediyor!
Ancak Vahdettin kaçacak bir İngiliz gemisi bulmuştu. Tayyip bulur mu bilinmez!
Bunu da aklının bir köşesine yazsın
Tayyip!
Arçelik Direnişi Davasına Beraat
Baştarafı sayfa 16’da
önünde, Sütlüce’deki Arçelik Genel
Müdürlüğü önünde de eylemler yapıldı. Türkiye’nin en büyük Parababalarından olan Koç Holdingin merkezi
Nakkaştepe’de Direniş Çadırı kuruldu.
Arçelik direnişleri, geceli gündüzlü bir
ayı aşkın süre direnişlerine burada devam ettiler.
Gün oldu Arçelik Direnişçilerinin
Arçelik Fabrikası önünde haklarını almak için verdiği mücadele nedeniyle
üretim zaman zaman aksayıp durmak
zorunda kaldı. Fabrikada çalışan işçi
kardeşlerimizin yüreği de işçi kardeşlerimizle birlikte attı. “Yer gök bir
araya gelse DİSK Arçelik’te örgütlenemez” diyen Arçelik işverenine,
Sendikamız Nakliyat-İş örgütlenerek
ve mücadele ederek, militan direnişle
gerekli cevabı vermişti.
Mücadele ve Direniş hukuki kazanımlarla ve zaferlerle de devam etti.
Açılan işe iade davalarının hepsinde
muvazaalı taşeron ilişkisi nedeniyle
üyelerimizin Arçelik AŞ’de işe iadesine karar verilmiş ve işten çıkartmaların
sendikal sebeple yapıldığına hükmedilmişti. Mahkeme kararına rağmen üyelerimize işbaşı yaptırmayı göze alamayan Arçelik, üyelerimize dava süresince boşta geçen zaman için 4 aya kadar
ücreti tutarında tazminat ile 12 aylık
ücretleri tutarında sendikal tazminat
ödemeye razı olmuştu.
Ayrıca üyelerimizin, alt işverenle imzalanan toplu iş sözleşmesinden
kaynaklanan alacaklarıyla ilgili açtığımız davalar da kazanılmıştı.
Şanlı Arçelik Direnişimizi gözaltılar, baskılarla yıldırmayı amaçlayan
Arçelik’in yaptığı şikâyet dilekçelerini adeta kopyala-yapıştır yöntemiyle
İddianameye dönüştüren Tuzla Savcılığı, 2911 Sayılı Yasaya muhalefet ve
zincirleme cebir ve tehditle iş ve çalışma hürriyetini engellemek, zincir-
leme işyeri dokunulmazlığını bozma,
zincirleme tehdit, zincirleme mala
zarar verme, huzur ve sükunu bozma suçlamasıyla 2911 Sayılı Kanunun
28/1, 31/3, 32/1, 34’üncü maddeleri
ile 5237 Sayılı TCK’nin 37/1, 214/13, 43/1, 117/1-4, 119/1.c-son, 43/1,
116/2-4, 106/1-2.c, 151/1, 123’üncü
maddelerinde tanımlanan suçlardan
cezalandırılmaları talebiyle 2008 yılında Asliye Ceza Mahkemesinde kamu
davası açmıştı.
İddianamede, Genel Başkanımız
ve Örgütlenme Dairesi
Başkanımızla birlikte
9 kişi hakkında her biri
için 46 yıl 9 aya varan
hapis cezaları olmak
üzere toplamda 420 yıl
9 aya varan hapis cezası istenmişti.
Diğer üyeler hakkında ise her bir kişiye 38
yıl 9 ay varan 107 kişi
hakkında toplamında
4092 yıl 9 aya varan hapis cezaları istenmişti.
116 kişi olan tüm sanıklar hakkında ise toplam 4513 yıl 6 aya varan cezalar istenmişti. İstenen para
cezaları da cabası…
Şikâyetçi Koç Holding olunca sendikal nedenle işten atılan işçilerin ve
üyesi oldukları sendika yöneticilerinin
demokratik tepkilerinin bedeli bu kadar ağır ödetilmek isteniyordu. Eğer
idam cezası kalkmamış olsaydı idam
edilmeleri istenecekti demek ki…
İstanbul Anadolu 7 Asliye Ceza
Mahkemesinin 2008/530 E. numaralı dosyası üzerinden görülen dava,
18.11.2014 günlü duruşmada tüm sanıkların eylemleri demokratik hak
arama ve demokratik tepki kapsamında değerlendirilerek beraatları istenen
Mütalaaya ve savunmaya uygun olarak
BERAAT kararı ile sonuçlanmıştır.
20.11.2014
Direne Direne Kazandık!
Yaşasın Arçelik Direnişimiz ve
Zaferimiz!
Yaşasın DİSK Yaşasın Nakliyat-İş!
Nakliyat-İş Sendikası
Genel Merkezi
Kadın Sorunu “Fıtrat”la açıklanamaz
Baştarafı sayfa 16’da
% 48,9’u kadın. Üniversite öğrencilerinin
% 80’i; üniversite mezunlarının % 68’i kadın. Bu rakamlar sizden başka şeyler söylüyor. Ne diyelim bu da sizin fıtratınız…
“Kadın ve Adalet” zirvesi toplantısında
yapılan bu konuşma “25 Kasım Kadına
Yönelik Şiddetle Mücadele Günü” öncesinde yapılıyor. Görmek isteyen göze,
ülkemizdeki kadınların bunca sorunu yaşatan zihniyeti açık ediyor.
1999 yılından bu yana 25 Kasım, dünyada Kadına Karşı Şiddetle Mücadele
Günü olarak anılıyor. Bugün, Dominik
Cumhuriyeti’nde Rafael Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden üç kız kardeşin tecavüz edilip öldürülmesinin yıldönümü dolayısıyla ilan edilmiş.
Biz de diktatörlüklere boyun eğmeyen
cesur Mirabel Kardeşleri saygıyla anıyoruz.
Ülkemizi yönetenlerin “fıtratla” durumu açıklamaları, Türkiye’de kadınların
trajedisini ortaya koymuyor.
Bu tablonun nedeni ve sorumlusu;
yaşanan sorunları “fıtratla” açıklayan Ortaçağcı zihniyettir.
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “fıtrat: yaradılış, hilkat” olarak açıklanıyor.
Bizler de merak ediyoruz Kübalı veya İskandinav ülkelerindeki kadınların fıtratı
bizden farklı mı diye? Soma cinayetini de
fıtratla açıklamışlardı.
Bizler biliyoruz ki kadınlar binlerce yıl
İlkel Komünal Toplumlarda erkekle eşit
bir biçimde yaşamışlardı. Orta Asya’da
Türk boylarında Bey’le birlikte Hatun’un
da seçildiğini ve eşit söz hakkının olduğunu biliyoruz.
Ortaçağcılar; Rennan Hoca şahsında
Laikliği hapse attılar
Baştarafı sayfa 16’da
lan türbana karşı olan birine sessiz kalamazlardı.
Hemen düğmeye basıldı. Kandırılmış
birkaç zavallı kıza; “Hoca bizim derslere
girmemize engel oluyor, öğretim hakkımızı engelliyor” diye şikâyet dilekçeleri
verdirildi. Tabiî bu arada da gerici basın,
Hoca hakkında “yasakcı prof” vb. diyerek
alçakça yayınlara başladı. Mahkemeler desen, zaten 12 Eylül 2010 Referandumu ile
birlikte AKP’nin hukuk bürolarına dönüştürülmüştü. Gerisi kolaydı.
Nitekim Rektörlük Hoca hakkında yargılama izni verdi, davalar açıldı. YÖK de
Hoca’ya meslekten çıkarma cezası verdi.
Yargılamayı hızla sonuçlandırdılar. Verilen
ceza Yargıtayca hızla onanarak kesinleştirildi. Hoca’nın cezaevine girmesi kaçınılmaz oldu.
Aslında, yargılanma ve Yargıtay aşamalarında Laik kesimin desteğinin alınmasında zayıf kalındı. Mahkemelerdeki
duruşmalarına kitlesel katılımlar yapılarak
Hoca’ya destek verilebilinirdi. Maalesef
böyle bir yargılama taktiği izlenmedi.
Bu neyse de, Hoca’nın cezaevine girmesi kesinleştikten sonraki destek eylemlerinin (hem de İzmir gibi bir yerde) yeterince kitlesel ve coşkulu olduğu söylenemez.
Yapılan en kitlesel destek eylemi, Hoca’nın
cezaevine girmeden önce halka açık olarak
verdiği “Evren ve Evrim” konulu “son
ders”ti.
Bu eylemlere İzmir Milletvekillerinin,
Belediye Başkanlarının ve CHP’lilerin
gelmemesi en dikkat çeken nokta idi. Yine
öğretim elemanlarının da desteği bir hayli
zayıftı.
Partimiz, Rennan Hoca’ya destek ey-
lemlerinin hemen hepsine kitlesel bir şekilde katıldı. Eylemlerde yoldaşlarımız;
“Yargılanan Laikliktir”, “Bilim Sahipsiz, Prof. Dr. Rennan Pekünlü Yalnız Değildir”, “Laiklik Yoksa Bilim Özgürlük
Demokrasi Yoktur” gibi döviz-pankart
açtılar, “Şeriat Ortaçağdır”, “Rennan
Hoca Yalnız Değildir” gibi sloganlar attılar.
Hoca cezaevine girdikten sonra da Yargıçlar Sendikası Başkanı Ömer Faruk
Eminağaoğlu, Türkiye Barolar Birliği
Temsilcileri, İstanbul, İzmir Baroları ve
diğer bazı baroların desteği ile 29 Kasım
2011 Cumartesi günü İzmir Adliyesi önünde bir destek eylemi daha yapıldı.
Bu eylemde konuşan Ö. Faruk Eminağaoğlu; “Rennan Hoca’ya verilen ceza
cumhuriyete, laikliği verilen cezadır. Bu
ceza haksızdır, hukuksuzdur. Madem
suçu ve suçluyu övmek suç bu ülkede, biz
de Rennan Hoca gibi aynı suçu işliyoruz,
Rennan Hoca’yı destekliyoruz. O zaman
gelsinler bizi de tutuklasınlar” diyerek
coşkulu bir konuşma yaptı.
Ardından söz alan Öğretim Elemanları
Derneği yöneticisi bir Hoca da; İzmir Milletvekillerine, Belediye Başkanlarına ve
Öğretim Üyelerine destek vermediklerinden dolayı sitemlerini, eleştirilerini belirterek, “bu korku bu yılgınlık niye, anlayamıyorum” dedi.
Her ne kadar Hocamız; “anlayamıyorum” dese de bizce anlaşılmayacak bir şey
yok. Çünkü Kılıçdaroğlu liderliğindeki
Yeni CHP’nin de artık türbancı olduğu
çok açık değil mi? Kılıçdaroğlu, “Türban
sorununu biz çözdük. Üniversitelere Türban bizim sayemizde girdi” diye bizzat
kendisi açıklamadı mı? Dolayısıyla böyle
bir CHP’den Hoca’ya destek vermesi bek-
Ulusal Kurtuluş Savaşına tüm gücüyle katılan, cepheye mermi taşıyan kadınlarımız için Mustafa Kemal: “Dünyada
hiçbir milletin kadını, Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi
kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim diyemez.” diyordu.
Laik Birinci Kurtuluş Savaşı’yla kadınlarımızın elde ettiği kazanımları bir bir ortadan kaldırıp kadınları ikinci sınıf konuma
itilmesini savunan bu Ortaçağcı zihniyete
karşı tüm kadınları mücadeleye çağırıyoruz. Kadınların fıtratında devrimcilik vardır. Ana olan kadın, yaşamın yarısı olan
kadın silkelenip ayağa kalktığında toplumu peşinden sürükleyecek güce sahiptir.
Oğullarımızın, eşlerimizin madenlerde ölmesini, inşaatlarda ölmesini bize fıtrat diye
yutturamazsınız. Suriye’de Irak’ta tecavüze uğrayan, köle olarak satılan, öldürülen
kadınların yaşadıklarından sizler de sorumlusunuz.
Evet bu da sizin fıtratınızda var. Ama
biz Nene Hatun’ların, Kara Fatma’ların
devamcılarıyız. Yaşamın yarısıyız ve boyun eğmiyoruz. Şairin dediği gibi; kısa çöp
uzundan hakkını alır elbet. Sultan Süleyman’a kalmayan bu dünyada siz de kendi
fıtratınızla ve hak etiğiniz şekilde Tarihte
yerinizi alacaksınız. Tıpkı Rafael Trujillo
gibi. Bizler hepimiz bu ülkenin Mirabel
Kardeşleriyiz. 25.11.2014
Kadının Kurtuluşu İşçi Sınıfının
Kurtuluşundan Bağımsız Değildir!
Kurtuluş
Partili Kadınlar
lenebilir mi?
Kaldı ki, bunlar parlamentoda kaldıkları sürece, komisyonlarda, genel kurulda ne
için oy kullanırlarsa kullansınlar, tamamen
AKP’nin Ortaçağcı, vurgun, talan, rüşvet
ve ihanet politikalarını meşrulaştıran figüran olmaktan başka bir işlevleri bulunmamaktadır. Dolayısıyla figüranın yönetmen
karşısında dik durabilmesi, Rennan Hoca’ya destek olması beklenemez.
Bir de desteklermiş gibi yapanlar var.
İP’liler. Onlar da ayrı vakıa…
Bu destek eylemlerine katılan ve ülkedeki Ortaçağcı gidişe samimice karşı çıkan
tabandaki insanları tenzih ediyoruz, ama
İP liderlerinin de 1989’larda Tayyip Erdoğan, Abdurrahman Dilipak gibi gericilerle
birlikte Türbana destek ve 163. Maddenin
kaldırılması eylemlerine katıldığını biliyoruz. Aynı liderler şimdi de Tayyip, AKP
destekçiliğine soyunmuş durumdalar.
Hal böyle olunca, hakkında 12 yıla varan cezalar istenen birkaç davası daha devam eden ama buna rağmen, “bu son ders
değil, daha yapacak çok işimiz var” diyerek Ortaçağcılar karşısındaki cesur duruşunu bozmayan Rennan Hoca’ya bu kesimlerin samimice vereceği bir destek yoktur.
Olamaz da.❑
Acil Servisler hastayla dolup taşıyor…
Baştarafı sayfa 16’da
bir doktor günlük 100 civarında hastaya
bakıyor. Her hastaya 2–3 dakika zaman
ayırabiliyor. Bu zaman içinde doktorun
hastaya, şikâyetlerini sorma imkânı bile
olamıyor. Bu düzende sağlıkta uygulanan
performans sistemi nedeniyle, doktor ne
kadar çok hasta bakarsa o kadar çok aylık
geliri oluyor. Doktor 100 değil de, günlük
30 hasta bakıyorum dediğinde, başhekimler “Hayır buna izin vermiyorum, 100
hasta bakacaksın”, diyebiliyor. Hâlbuki
doktorun günlük bakacağı hasta sayısını sınırlandırmasının önünde hukuki bir engel
yoktur.
Acillere yığılmanın diğer bir nedeni,
emekçilerin çalışma saatleri nedeniyle izin
alamayışlarıdır. Ya da gündüz gitsem iki
dakikada bakacaklar, akşam gidersem hasta ile daha çok ilgilenirler düşüncesidir. Bu
düşünce bir yere kadar doğrudur. Çünkü
doktor, hastanın ne kadar acil olduğunu ancak, iyi şikâyet sorgulaması, öykü alma ve
muayene etme sonrası anlayabilir. Bazen
tetkik de istenir. Tüm bunlar acile başvuran
hasta için, tatmin edici bir durumdur. Fakat Acilde çalışan doktor, hemşire ve diğer
emekçiler için sıkıntılar içerir. Çünkü her
hastayı acilmiş gibi değerlendirmek, sağlık
emekçisinin daha çok çaba harcaması demektir. Çok sayıda acil başvurusu sonunda,
sağlık emekçisinde bir tükenmişlik duygusu oluşabilir. Acil servislerde meydana gelen sağlıkçıya şiddet de bu olumsuz koşullar içinde gerçekleşmektedir.
Aslına bakılırsa, Aile Hekimliği düzeninin bu durumu düzeltmesi bekleniyordu.
Fakat Aile Hekimliği düzeni, Acil başvurularını azaltmadı. Aile hekimlerine de çok
başvuru oluyor ama yine de Acil başvurusu
oranı giderek artıyor. Ülkemizde son yıllarda kişi başına düşen yıllık hekime başvuru
sayısı 8,2 olup pek çok Avrupa ülkesinden
fazladır. Bu sayı 2002’de 3,1 idi.
Tüm bunlar gösteriyor ki, vatandaş derdine derman bulamıyor. Öyle böyle derken
hayatını kaybedip gidiyor. Hastanın hastane hastane dolaşması, sağlık alanına para
yatıran yerli Parababalarının ve emper-
yalist ilaç ve tıbbi cihaz tekellerinin işine
geliyor. Sağlık Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) de bu soyguna aracılık
eden kurumlar haline geliyor.
Halkımız örgütlü ve bilinçli olmadığı
için bu tezgâha kolay geliyor. Sağlık Emekçilerinin örgütleri de bu konuda güçlü bir
irade ortaya koyup davranışa geçemiyorlar.
Performans sisteminin sebep olduğu bozuk
düzene karşı çıkamıyorlar. Yapılması gereken halkın en az hasta olduğu koşulların
yaratılmasıdır. Küba, bu konuda bizlere
çok güzel bir örnek oluşturuyor.
Acillere yapılan yoğun başvuru sonucu
meydana gelen olumsuz sağlık koşullarının
nedenlerini bilincimize çıkartırsak, neyin
ne olduğunu daha iyi anlarız. Tayyipgiller
iktidarının sağlık alanında yaptıkları, vatandaşın sağlığını korumaktan çok vatandaşı hasta edip hastalıktan para kazanma
düzenidir. Sadece Acil Servislere bir göz
atınca bile bunu çok rahat görürüz.
Kurtuluş Partili
Bir Doktor
E
Zet Farma’da direniş büyüyor
T
Zafer yakındır...
Kadın Sorunu
“Fıtrat”la
açıklanamaz
ürkiye İşçi Sınıfı Mücadelesine onlarca işgal, grev ve direniş armağan
eden DİSK/Nakliyat-İş Sendikası
bu kez de İstanbul Hadımköy’de bulunan
Zet Farma Lojistik İşçilerini örgütleyerek
şanlı bir Direniş daha başlattı.
dular, örgütlü mücadeleyi tercih ettiler.
Gelinen aşama itibarıyla Nakliyat-İş Sendikası işyerindeki çoğunluğu sağlamak
üzere.
İstanbul’dan Kurtuluş Partililer olarak, Parababaları zulmüne isyan ederek
Zet Farma Lojistik, 360 işçinin çalıştığı; Abdi İbrahim, Mustafa Nevzat vb. ilaç
fabrikalarına hizmet veren, Esenyurt, Hadımköy, Kıraç ve Kâğıthane’de işyerleri
olan bir işletmedir.
Zet Farma İşçileri bundan bir süre
önce anayasal haklarını kullanarak, Parababalarının baskı, zulüm ve tehditlerine karşı DİSK/Nakliyat-İş Sendikası’nda
örgütlendiler. Çalışanlarını birer köle gibi
gören patronlar, en doğal hakları olan sendikalaşmayı tercih eden işçileri kanunsuz
biçimde işten çıkardı. Ne var ki Parababaları, karşılarındaki sendikanın herhangi
bir sendika olmadığını hesap edemediler.
DİSK/Nakliyat-İş öncülüğünde başlayan
direniş kısa sürede büyüdü. İşten atılan
arkadaşlarının kararlı duruşlarını gören
sendikasız işçiler akın akın sendikalı ol-
direnişe geçen yiğit Zet Farma İşçilerini
ziyaret ettik. Direniş yerinde bizi son derece sıcak bir şekilde karşılayan direnişçi
işçiler, Zet Farma’daki kölelik koşullarını, kendi deneyimlerini anlattılar. DİSK/
Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlenmeleriyle hayatlarının değiştiğini söyleyen
işçiler, tüm İşçi Sınıfımıza birlik olup
Parababalarına karşı mücadele etme çağrısında bulundular.
Biz de HKP olarak Zet Farma İşçilerinin şanlı direnişini heyecanla selamladığımızı, insanı hayvan yerine koyan bu
zalim düzene karşı omuz omuza mücadele ettiğimizi belirterek bu mücadelemizi
eninde sonunda zafere ulaştıracağımızı
ifade ettik. 08.11.2014
rakamlar tam tersini söylüyor.
Dünya Ekonomik Forumu 2014 yılı
Cinsiyet Eşitsizliği Raporuna göre; Türkiye, kadınların cinsiyet eşitsizliği durumu
açısından 142 ülke arasından 132’nci sırada yer alıyor. TÜİK verilerine göre ise
kadın istihdam oranı % 26,5.
Son 10 yılda kadına yönelik şiddet
olayları 14 kat artmış durumda. Kendi ülkesinde kadınların durumu yürekler acısıyken “komünist” ülkeler diye laf atıyor.
Oysa bu konuda da söyledikleri doğru
değil. Küba’da 614 üyeli parlamentonun
10’da
15’te
YÖK Ankara’da Protesto Edildi
Rüzgâr
Ekiyorsunuz,
Fırtına Biçeceksiniz
A
nkara Kurtuluş Partisi Gençliği,
YÖK’ü ve gittikçe hızlanan Ortaçağcı gericiliği protesto etmek
için 8 Kasım günü Yüksel Caddesi’nde
basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın
açıklamamızı Talha Özdül Yoldaş okudu.
12 Eylül Faşizminin kılıcı YÖK,
AKP’nin Ortaçağcı özlemleri için oynatılıyor. Meclise gelecek yeni tasarı ile;
türbanı üniversiteye sokarken, öğrenci
gençliğin bir kısmını pasifize etmek için
birinci öğretim öğrencileri için kaldırdıkları har(a)çları, kerte kerte yeniden
devreye sokmak istiyorlar.
Prof. Dr. Rennan Pekünlü gibi Laikliği savunan biliminsanlarını hukuku
katlederek cezalandırırlarken, üniversitelerde cami açılışları yaparak hayallerini kurdukları Ortaçağcı medreseleri
hayata geçiriyorlar.
Parababalarına doğrudan para kazandırmadığı düşüncesiyle temel bilimleri konu edinen Fen-Edebiyat fakültelerini ölüme terkederken, piyasa için kârlı
sayılabilecek Mühendislik ve Ekonomi
gibi alanlarında çalışma yapan öğretim
elemanlarının beynini ve emeğini şirketlere açık hasat alanları ilan ediyorlar.
Ezici çoğunluğu kuru binalardan ibaret
olan taşra üniversitlerinde genç insanlarımızın düşlerini sömürüyorlar. Bütün bu gidişata dur demek isteyen tüm
üniversite çalışanlarını fişliyor, yapacak
başka iş bulamadıkları için asgarı ücrete
çalışan özel güvenlik elemanlarına dövdürtüyorlar.
Bunun böyle gideceğini sananlara
diyoruz ki, “rüzgar ekiyorsunuz, fırtına
biçeceksiniz”. Aydın Gençlik sizi görüyor, tanıyor ve bileniyor. Örgütleneceğiz
ve hasatı kaldıracağız.
Ankara’dan
Kurtuluş Partisi Genliği
T
. Erdoğan, “Kadın ve Adalet Zirvesi”nin açılışında; “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz.
O fıtrata terstir. Komünist rejimlerde
olduğu gibi. Eline ver kazmayı, küreği,
çalışsın. Olmaz böyle bir şey. Onun narin yapısına ters düşer.” sözlerinin de yer
aldığı bir konuşma yaptı.
Biz Kurtuluş Partili Kadınlar olarak
bu konuşmanın hiçbir kelimesine katılmıyoruz. Bilimsel ve Tarihsel hiçbir doğruluk taşımıyor. Kadın araştırmalarındaki
Ortaçağcılar; Rennan Hoca şahsında
Laikliği hapse attılar
B
ilindiği
gibi
Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi Bölümü
Öğretim Üyesi Prof.
Dr. Rennan Pekünlü,
Türbanın üniversitelere
giremeyeceği yönündeki mevcut yasaları,
AİHM, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay
kararlarını uyguladığı
için Ortaçağcı Zaman
Gazetesi muhabirlerince ayarlanmış bir mizansenle komploya uğratıldı.
Hoca’nın suçu; yasal düzenlemeyi ve
ilgili Yargıtay kararlarını yazarak öğrencilerin türbanla derslere giremeyeceklerini
hatırlatması idi.
Sen misin bunu yapan? Tayyipgiller
eliyle ülkemizin hızla Ortaçağ karanlığına götürüldüğü bir dönemde, Ortaçağcılığın-Şeriatın, Siyasal İslamın simgesi yapı-
15’te
Arçelik Direnişi Davasına Beraat
Haklarında 46’şar yıl 9’ar ay hapis cezası istemiyle
ile dava açılan DİSK Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve Örgütlenme Daire
Başkanı Erdal Kopal ile 38 yıl 9’ar ay hapis cezası istemi ile Direnişçi Arçelik İşçilerine karşı açılan toplamda 4513 yıl 6 aya varan cezalar istenen 116 sanıklı
Arçelik Direnişi ceza davası beraatle sonuçlandı.
2
007 yılında başlayan Arçelik
AŞ’nin taşeronu Yıldıran Limitet
Şirketinde örgütlenmemizi içine
sindiremeyen Koç Holding, 2008 yılbaşında taşeron sözleşmesini de feshederek alt
işverenle imzalanan toplu iş sözleşmesini
tanımayacağını ilan etmiş ve tüm üyelerimizi işten çıkartmıştı. Hatta taşerondaki örgütlenmemizin ve mücadelemizin yarattığı
korkuyla Arçelik farikalarının tamamında çalışan 3000 civarında işçiyi çalıştıran 20’ye yakın taşeronun sözleşmesini
de feshederek sarı Türk Metal Sendikasına üye olmaları koşuluyla bu işçileri
kendi bünyesine almıştı.
Bunun üzerine sendikamız öncülüğünde üyelerimiz Tuzla’daki Arçelik
Fabrikası önünde aylarca süren şanlı bir
Direniş başlatmıştı. Direnişin merkezi fabrika önü olmakla birlikte Koç Holding’in
bulunduğu tüm işyerleri direniş alanı olmuştu. Direniş, Koçtaş, Yapı Kredi Bankası, Divan Oteli gibi Koç Holding’e bağlı
şirketlerin önünde de eylemlerle devam
etti. Direniş süresince ayrıca Taksim’de,
TÜSİAD’ın
15’te
Ekim Devrimcileri ve
Kuvayimilliye Devrimcileri
hakkında
kim Devrimcileri ile Kuvayimil- başlayan devrimciliğini Bolşeviklere kaliye Devrimcileri, kendiliğinden, tılmakla taçlandıran bir Rus devrimcisi.
fazla çaba sarfetmeksizin sırt sır- Hemen Ekim Devrimi ile birlikte kuruta vermiştir. Bu ittifakın nedeni, Ekim lan Birinci Sovyet Hükümeti’nde Devlet
Devrimcilerinin de, Kuvayimilliye Dev- Yardımı Halk Komiseri olarak Lenin ile
rimcilerinin de antiemperyalist oluşudur. birlikte çalışma imkanı da bulur KollonEkim Devrimi’nin başarısı Kuvayimilli- tay. Anılarında Lenin’in kişisel özellikleye Hareketi’nin başarısını getirmiş, Ku- rini yansıtan iki de anı aktarıyor. Gerçek
vayimilliye Hareketi’nin başarısı Ekim devrimcilerin nasıl olması gerektiğini
Devrimi’nin “iç savaş”taki başarısını göstermesi açısından yararlı olan bu anıkolaylaştırmıştır. Aslında bu neredeyse ları aktarmak istiyoruz. Devrimin cafcafkendiliğinden denebilecek ittifakın kökü, lı günlerindeki o anıları Kollontay şöyle
Çanakkale Savaşı’na, 1915’e dek gider. O aktarıyor:
“Kuruluşunun ilk haftalarında
tarihte henüz Ekim Devrimi başlamamış
olsa da, Çanakkale’de emperyalist ordu- Halk Komiserleri Kurulu, Smolny’de
larının yenilişi çatırdayan Rus Çarlığı’nın (Devrimden hemen önce ve sonra Bolyıkımını hazırlamış, Ekim Devrimcileri- şeviklerin karargahı - K. Y.) ‘Lenin’in
nin gücünü artırmış, emperyalistleri zayıf çalışma odası’ diye adlandırılan, ikinci
düşürerek yıkılmakta olan Rus Çarlığı’nın kattaki odalardan birinde bir araya geliyordu.
yardımına koşmaları“Halk Komiserleri
nı engellemiştir. Tabiî
Kurulu’nun
oturuKuvayimilliye Devrimmunun dış koşulları
cilerinin de arkasındaki
çok kısıtlıydı, hatta
en büyük müttefik güç
kısıtlıdan da öte, çaEkim Devrimcileri ollışmak için yetersizmuştur. Başarıda çok
di. Vladimir İlyiç’in
büyük etkendir.
masası duvarın tam
Böylesine
kader
yanındaydı, üzerinde
birliği içindeki Ekim
de bir lamba asılıydı.
ve Kuvayimilliye DevAleksandra Kollontay
Biz Halk Komiserleri,
rimcilerinin
devrim
Vladimir İlyiç’in çevgünlerindeki yaşamları
da birbirini andırır. Bu yazımızda Ekim resinde daire olup oturduğumuz için, bir
ve Kuvayimilliye devrimcileri hakkında kısmımız doğal olarak arkasına düşüyoranekdotlar ile insanlığa hep yol göstere- duk. Pencerenin yanında, tutanağı tutan,
cek olan Ekim Devrimi’nin 97’nci yıldö- Halk Komiserleri Kurulu Sekreteri Gorbunov için küçük bir masa vardı. Lenin
nümünü kutluyoruz.
bizlerden birine söz verince ya da GorAleksandra Kollontay’dan
bunov’a talimat verdiğinde dönmek
Lenin’in Kişiliği Hakkında
zorunda kalıyordu. Masayı daha iyi
bir yere çekmek o zamanlar kimsenin
Anılar
Aleksandra Kollontay (1872 – aklına gelmemişti; büyük işlerle uğra1952), bir kadın devrimci. Hali vakti şıyorduk çünkü. Böyle durumda insan
yerinde bir aileden gelen, iyi bir burjuva kendisini düşünmüyor.
eğitimi alan, Çarlığa karşı mücadeleyle
14’te
Ü
Acil Servisler
hastayla dolup taşıyor…
lkemizdeki sağlık düzeni, her geçen gün içinden çıkılmaz bir hal
alıyor. Sağlık
alanındaki kötü gidişin göstergelerinden
birisi de, hastane acil
servislerindeki hasta
yoğunluğudur.
Vatandaşlarımız
2013 yılı içinde toplam 630 milyon kez
hekime başvurmuş.
Bu başvuruların 90
milyonu (% 14,2) acil
servise olmuş. Ülke nüfusumuz, 76 milyon
dersek bu çok büyük bir oran. Dünya’da
nüfusa oranlandığında en çok acil başvurusu Türkiye’de oluyor. Örneğin 50 milyon
nüfuslu İngiltere’de yıllık acil başvurusu
20 milyon civarında.
Öte yandan ülkemizde acile başvuran
hastaların acilde kalış süresi ortalama 15
dakika iken, Avrupa
ülkelerinde bu süre
4 saati buluyor. Vatandaşımız, gündüz
doğru dürüst muayene
edilmediğini düşündüğü için akşam acillere
akın ediyor. Acil servislerdeki izdihamın birinci nedeni budur.
Çünkü Kamu hastanelerinde, hâlâ
15’te