O-01 Adduktor kanal blokajına siyatik sinir blokajının eklenmesi: Bir

Transkript

O-01 Adduktor kanal blokajına siyatik sinir blokajının eklenmesi: Bir
O-01
Adduktor kanal blokajına siyatik sinir blokajının eklenmesi: Bir anatomik çalışma
Kendir S1, Torun Bİ2, Akkaya T3, Cömert A1, Tüccar E1, Tekdemir İ1
1
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye; 2Ankara
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye;
3
Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 1. Anestezi Kliniği ve Ağrı
Ünitesi, Ankara, Türkiye
Amaç: Dize yapılan cerrahi girişimler sırasında ve daha sonra gelişebilecek postoperatif ağrı kontrolünde,
bu alanda innervasyona sahip n. saphenus, n. cutaneus femoris medialis ve n. obturatorius’un ramus
posterior’u ile n. ischiadicus sinirlerine uygulanan anestezinin tek bir girişimle efektif yapılabilmesini ve bu
sayede hasta konforunu arttırmayı hedefledik.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada, canalis adductorius anatomisi, bu sinirlerin kanaldaki seyri, birbirleriyle ve
fasiyal kompartımanlarla olan ilişkileri incelenmek üzere, formaldehitle fikse 8 alt ekstremitede,
makroskobik ve mikroskobik diseksiyonlar gerçekleştirildi. Tüm kadavralarda girişim yerini tespit etmek
için ölçümler yapıldı. Bir alt ekstremitede adduktor kanal içerisine renkli lateks verilerek pilot çalışma
yapıldı. Elde edilen bilgilere göre diğer alt ekstremitelerde yöntemi geliştirmek için kesitler alındı.
Kesitlerden çıkan sonuca göre bir alt ekstremitede uygulama yapıldı. Ölçümlerde mezura (cm) ve açıölçer
kullanıldı. Çalışmada anestezik madde yerine renklendirilmiş lateks kullanıldı.
Bulgular: Kanal m. vastus medialis, m. sartorius, m. adductor longus ve magnus arasında gözlendi.
Kanaldan a. ve v. femoralis, n. obturatorius’un ramus posterior’u, n. saphenus ve n. cutaneus femoris
medialis’in geçtiği gözlendi. Lamina vastoadductoria’nın üst-iç sınırı (A) anestezi girişim yeri olarak
belirlenip bu noktanın ekstensiyondaki dizde patella’nın iç (B) ve üst (C) kenarlarına olan uzaklıkları
sırasıyla sagittal ve vertikal eksenlerde ölçüldü. A-B: 5,3 cm ve A-C: 7,4 cm ortalama değerlerine ulaşıldı.
Bir alt ekstremitede adduktor kanal içerisine renkli lateks verilerek diseksiyon yapıldı. Kanal içindeki
sinirlerin boyandığı fakat n. ischiadicus’un boyanmadığı görüldü. Verilen lateksin n. ischiadicus’a geçişini
engelleyen bir fasiyal yapı olduğu gösterildi. Bu yapıyı anlamak için diğer alt ekstremitelerde laminanın üst
kenarı hizasından geçen transvers kesitler alındı. Bu kesitlerde vertikal eksene dik olarak ilerletilen iğnenin
transvers eksenle yapması gereken açının ortalama 90° ve bu açıyla sinire ulaşılan en kısa mesafenin
ortalama 8 cm olduğu bulundu. Bu mesafelerin ölçülen uyluk genişliklerinin yarısı kadar olduğu hesaplandı.
Bir alt ekstremiteye bu ölçümlere dayanarak renkli lateks uygulandı. Adduktor kanal ve n. ischiadicus diseke
edilerek hedeflenen dört sinirin de boyandığı görüldü.
Sonuç: Yaptığımız çalışmayla, diz cerrahilerinde kullanılan anestezi girişimleri için tek bir enjeksiyonla,
bahsedilen dört sinirin bloke edilmesinin kliniklerde pratik bir uygulama alanı bulacağı, ayrıca hekime
zaman, hastaya da konfor kazandıracağı düşüncesindeyiz.
Anahtar Sözcükler: Canalis adductorius, n. ischiadicus, n. cutaneus femoris medialis, n. saphenus, n.
obturatorius
.
O-02
Fetüslerde ramus superficialis nervi radialis’in seyri ve dallanma özelliklerinin
anatomik olarak incelenmesi
Çetkin HE.1, Kervancıoğlu P.2, Çetkin M.2
1
Gaziantep Üniversitesi, Şahinbey Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göğüs Cerrahisi
Bölümü, Gaziantep, Türkiye
2
Gaziantep Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Gaziantep, Türkiye
Amaç: Ramus superficialis nervi radialis (RSNR), klinikte farklı nedenlerle yaralanabilmekte, bu duruma
bağlı olarak nörolojik bulgu ve belirtiler ortaya çıkabilmektedir. Özellikle cerrahi uygulamalar sırasında
oluşabilecek sinir yaralanmalarının önlenmesi için sinirin anatomik varyasyonları ile morfometrik
özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Bu çalışmada, RSNR’in ön kol, el bileği ve el bölgesindeki anatomik ve
morfometrik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: RSNR’in ön kol distalindeki anatomik seyrini incelemek için 21 fetüse (n=21) ait 40 ön
kol disekte edildi. RSNR’in ön kol arka bölgesindeki anatomik varyasyonları üç farklı tipte (Tip-1, Tip-2,
Tip-3), elin arka bölgesindeki inervasyon özellikleri ise dört tipte (Tip-1, Tip-2, Tip-3 ve Tip-4)
değerlendirildi. RSNR’in fascia profundus’u deldiği nokta ile proc. styloideus radii ve acromelion arasındaki
mesafe (PRM-1 ve PRM-3) ve sinirden ayrılan ilk dalın ayrıldığı nokta ile proc. styloideus radii ve
acromelion arasındaki mesafe (PRM-2 ve PRM-4) ölçüldü. Ön kol uzunluğu proksimal 1/3, orta 1/3 ve
distal 1/3 olmak üzere üç eşit bölgeye ayrıldı ve RSNR’in çıkış yeri topoğrafik olarak belirlendi. Ayrıca
RSNR’in; nervus cutaneus antebrachi lateralis, fovea radialis ve vena cephalica ile olan ilişkisi
değerlendirildi.
Bulgular: RSNR’in, ön kolda en sık karşılaşılan varyasyon tipi; Tip-1 (%87.5), el bölgesinde en sık
karşılaşılan varyasyon tipi ise Tip-3 (%32.5) idi. Elde edilen verilere göre bütün fetüslerin toplamında PRM1 ortalama 1.51±0.10 cm, PRM-2; 1.01±0.16 cm, PRM-3; 4.87±0.90 ve PRM-4; 4.38±0.75 olarak belirlendi.
RSNR çoğunlukla ön kolun orta 1/3 bölgesinden çıkarak distale ilerlemekte idi. Ön kolların %32.5’inde
nervus cutaneus antebrachi lateralis ile RSNR veya terminal dalları arasında bağlantıyı sağlayan dallar
mevcut idi. Ön kolların %50’sinde RSNR’den ayrılan dalların fovea radialis sınırlarının içerisinden geçtiği
görüldü. Vena cephalica’nın en çok RSNR’i (ön kol orta seviyesinde) ve sinirin ana kökünü (ön kol distal
seviyesinde) çaprazladığı belirlendi.
Sonuç: RSNR’in anatomik varyasyonlarının ve morfometrik özelliklerinin bilinmesi, özellikle çocukların ön
kol, el bileği ve el bölgesinde gerçekleştirilecek cerrahi uygulamalarda sinir yaralanmalarının en aza
indirilmesine yardımcı olacaktır.
Anahtar Sözcükler: Anatomik varyasyon, Ramus superficialis nervi radialis, Nervus cutaneus antebrachi
lateralis, Vena cephalica, Fetüs
O-03
Nervus femoralis ve dallarının fetüslerdeki anatomik seyri ve varyasyonları
Cihan E, Büyükmumcu M, Aydın Kabakçı ADK, Saygun D
Selçuk Üniversitesi, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Konya, Türkiye
Amaç: Nervus femoralis’in, varyasyonlarının, divizyon seviyelerinin ve dallarının ölçüleri klinik öneme
sahiptir. N. femoralis’e ait uzunluk, kalınlık ve dal varyasyonlarının bilinmesi ve sinirin seyri sırasında
etrafında bulunan yapılarla olan uzaklık ilişkisinin bilinmesinin, sinire uygulanacak cerrahi girişimlerde,
radyolojik tetkiklerde ve blokaj amaçlı yapılacak enjeksiyonlarda yararlı olacaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışma, Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim
Dalı’nda oluşturulan fetüs koleksiyonundaki gros anomalisi olmayan 30 (17 erkek ve 13 dişi) fetüs üzerinde
gerçekleştirilmiştir. Çalışmada mikrodiseksiyon aletleri, 0.01 mm hassas digital kumpas (stainless
hardened), mikrocerrahi mikroskobu (Kaps Sam 62) ve fotoğraf makinesi (Canon D1000) kullanıldı. Nervus
femoralis’in insan fetüslerindeki seyri ve varyasyonları belirlendi. Ayrıca nervus femoralis’in trunkusunun
ve divizyonlarının kalınlık ve uzunlukları ölçüldü. Elde edilen veriler SPSS 21.0 (Statistical Package for
Social Sciences) istatistik programı kullanılarak değerlendirildi. Veriler tanımlayıcı parametrelerle
(ortalama değer, standart sapma, maksimum ve minimum değerler, yüzdeler) ve sayısal değerlerle analiz
edildi. Sonuçlar %95 güven aralığında değerlendirildi ve p˂0.05 için anlamlı farklılık kabul edildi.
Sonuç: Nervus femoralis’in divizyonlarına ayrıldığı noktanın lokalizasyonu 1-ligamentum inguinale’nin
üzerinde, 2- ligamentum inguinale seviyesinde, 3- ligamentum inguinale’nin aşağısında olmak üzere 3
katagoride değerlendirildi. Nervus femoralis, 6 ekstremitede (%10) ligamentum inguinale’nin üzerinde, 33
ekstremitede (55%) ligamentum inguinale seviyesinde ve 21 ekstremitede (%35) ligamentum inguinale’nin
aşağısında divizyonlarına ayrılmıştır. Nervus femoralis’in divizyonlarına ayrıldığı nokta ile ligamentum
inguinale arasındaki uzaklık ligamentum inguinale’nin üzerinde 4.91±3.73 mm ve ligamentum inguinale’nin
aşağısında 3.32±1.69 mm’dir. Tüm fetüslerde sağ ve sol taraf için parametreler karşılaştırılmış, anterior ve
posterior divizyon kalınlıkları ve n. femoralis ile a. femoralis arasındaki uzaklık için her iki tarafta anlamlı
bir farklılık bulunmuştur (p˂0.05). Farklı seviyelerde dal varyasyonları tespit edilmiştir.
Anahtar Sözcükler: nervus femoralis, fetüs, morfoloji
O-04
Pankreas kanserleri tedavisinde cerrahi sınır değerlendirilmesi
Kocabıyık N.1, Özsoy S.2, Günal A.3, Mehmet Can F.4, Tunalı S.5, Yıldız S.1, Karapirli M.6,
Korkusuz İ.7, Yazar F.1
1
Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Anatomi Bölümü, Ankara, Türkiye; 2Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Adli
Tıp Bölümü, Ankara, Türkiye; 3Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Patoloji Bölümü, Ankara, Türkiye;
4
Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Bölümü, Ankara, Türkiye; 5TOBB Ekonomi ve Teknoloji
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Bölümü, Ankara, Türkiye; 6Adli Tıp Kurumu Ankara Grup
Başkanlığı, Sincan Adliyesi, Türkiye; 7Adli Tıp Kurumu Ankara Grup Başkanlığı Morg İhtisas Dairesi,
Türkiye
Amaç. Pancreas başının altında çengel şeklinde bir çıkıntı olan processus uncinatus, a.v.mesenterica
superior’u kuşatmaktadır. Genellikle bu çıkıntının önünde a.v.mesenterica superior, arkasında aorta
abdominalis bulunmaktadır. Pancreas başı kanserlerinin cerrahi rezeksiyonu sırasında, temkinli
yaklaşılmasına rağmen, a.mesenterica superior etrafındaki pankreatik doku tam temizlenmediği için tedavi
sonrası en sık nüks processus uncinatus civarında görülmektedir. Rezeksiyon sırasında a.mesenterica
superior’un ilk dalı olan a.pancreaticoduodenalis inferior cerrahlar tarafından kılavuz olarak
kullanılmaktadır. Dolayısıyla, a.pancreaticoduodenalis inferior anterior ve a.pancreaticoduodenalis inferior
posterior olarak iki dalı olan bu arterin a.mesenterica superior’dan çıkış varyasyonları ve çıkış yerinin
processus uncinatus’a olan uzaklığı cerrahi planlama ve operasyon esnasında çok önemlidir. Çalışmanın
amacı; a.pancreaticoduodenalis inferior’un a.mesenterica superior’dan çıkış varyasyonlarını ortaya koymak
ve arterin çıkış yerinin processus uncinatus’a olan uzaklığı hakkında bilgi edinmektir.
Gereç ve Yöntem. Çalışma, Ankara Adli Tıp Kurumu Başkanlığının 02.02.2012 tarihli çalışma izniyle
alınan 20-80 yaşlar arasındaki 30 adet pancreas dokusunda gerçekleştirildi. Yağ dokusu temizlendikten
sonra processus uncinatus komşuluğundaki a.v.mesenterica superior ortaya çıkarıldı. Daha sonra mikroskop
altında a.pancreaticoduodenalis inferior’un a.mesenterica superior’dan orijin yeri bulundu, görüntüleri alındı
ve gerekli ölçümler yapıldı.
Bulgular. Olguların 22’sinde a.pancreaticoduodenalis inferior’un tek kök olarak çıktığı ve daha sonra ramus
anterior ve ramus posterior dallarına ayrıldığı görüldü. Geri kalan 8 olguda ise a.pancreaticoduodenalis
inferior ramus anterior ve ramus posterior’un ayrı ayrı çıktığı tespit edildi. Tek kök olarak çıkan olgularda,
a.pancreaticoduodenalis inferior’un a.mesenterica superior’dan çıkış yerinin processus uncinatus’a uzaklığı
ortalama 14 mm idi. A.mesenterica superior’dan ayrı ayrı çıkan olgularda a.pancreaticoduodenalis inferior
ramus posterior’un processus uncinatus’a uzaklığı ortalama 12 mm iken; a.pancreaticoduodenalis inferior
ramus anterior’un processus uncinatus’a uzaklığı ortalama 16 mm idi.
Olguların birinde a.mesenterica superior aorttan çıktıktan 17 mm sonra a.pancreaticoduodenalis inferior’u
veriyordu. Bu olguda a.pancreaticoduodenalis inferior, çapları sırasıyla 2 mm, 3 mm ve 2 mm olan üç dala
ayrılıyor ve pankreatik dokuya giriş yapıyordu. Olguların %73’de a.pancreaticoduodenalis inferior tek kök
olarak a.mesenterica superior’dan çıkıyordu. Cerrah processus uncinatus’u bulduktan sonra yaklaşık 15 mm
yukarıda a.pancreaticoduodenalis inferior’un çıkış yerini bularak arteri ligate edebilecektir. Ayrı ayrı çıkan
olgularda ise a.pancreaticoduodenalis inferior ramus anterior ve a.pancreaticoduodenalis inferior ramus
posterior arasındaki mesafenin yaklaşık 18-20 mm olduğu unutulmamalıdır.
Sonuç. Periampuller tümörlerin davranışlarının belirlenmesinde, tümör rezeksiyonlarını takiben nüks
olgularının yorumlanması ve değerlendirilmesi açısından yapılan bu çalışmanın cerrahi planlamalara ışık
tutacağını düşünmekteyiz. Operasyon sırasında kılavuz olarak kullanılan a.pancreaticoduodenalis inferior’un
çıkış yerinin, farklı durumlarının ve processus uncinatus’a mesafesinin daha iyi bilinmesinin özellikle
pancreas başı tümör cerrahisi açısından önemli olduğu düşünülmektedir.
Anahtar Sözcükler; a.pancreaticoduodenalis inferior, a.mesenterica superior, v.mesenterica superior,
processus uncinatus, periampuller tümörler, pankreas kanseri, cerrahi sınır
O-05
Beden sağlığın aynasıdır
Öztürk L, Yörük M.D, Unat F
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, İzmir, Türkiye
Amaç: Bir bedenin şekillenmesi çeşitli faktörlere bağlıdır. Sistemik hastalıklar, kazalar, organ yetmezlikleri
beden formunun oluşmasında etkilidir. Bu yüzden Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi A.D. Makroskobi
Salonu’nda 61 yaşında kontraktürlü bir kadavrada gözlenen değişikliklerin sadece kas-iskelet sistemini
değil, vücudun diğer organlarını da nasıl etkilediğini göstermek için bedene bütüncül bir bakış yapmayı
gerektirmiştir.
Gereç ve yöntem: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi A.D. Makroskobi Salonu’nda 61 yaşında
kontraktürlü bir kadavra rutin diseksiyon planına alınmış, gözlenen değişimler sadece lokomotor sistem
yönüyle değil, diğer sistemler de incelenecek şekilde diseksiyonu yapılmış ve bulgular kaydedilmiştir.
Bulgular: Kadavranın karın boşluğu incelendiğinde skolyoza bağlı olarak iç organların da yerlerinin
değiştiği gözlenmiştir.Karaciğerin margo inferioru fossa iliacaya kadar uzanmış, sağ arcus costarum crista
iliaca’ya yaklaşırken, sol arcus costarum crista ilica arası mesafe artmıştır. Buna bağlı olarak colon
ascendens ve colon transversum’un konumlarının değiştiği gözlenmiştir. Yine skolyoza bağlı olarak sağ ve
sol böbreklerin polus inferior’u ile crista iliaca arası mesafenin farklı olduğu gözlenmiştir.Sol scrotumda
testis tespit edilemediği için unilateral kriptorşidizm olduğu düşünülmüş ve canalis inguinalis açılarak
kanalın ortasında testis atrofik bir şekilde gözlenmiştir. Yine sol böbreğin arterlerinde varyasyonlar tespit
edilmiştir.Böbrek anomalileri ve kriptorşidizm olgularının embriyolojik olarak birbirleri ile ilişkili olduğu
bilinmektedir.Ayrıca alt ve üst ekstremitelerde kontraktüre bağlı varyasyonlar tespit edilmiştir.
Sonuç: Bu çalışma ile, kemiklerin, eklemlerin, kasların, damarların, sinirlerin ve iç organların, dismorfik bir
bedende değişen şartlara nasıl uyarlandığını göstermekteyiz.
Anahtar Sözcükler: Dismorfik Beden, Asimetri, Kontraktür, Kriptorşidizm, A. testicularis varyasyonu.
O-06
Foramen parietale varyasyonları ve morfometrisinin baş ağrısı ile ilişkilendirilmesi
Ocak H1, Vural C.A 2, Akdemir Aktaş H1, Selvi S1, Farımaz M1, Erdal, Ö.D3, Sargon
M.F1
1
Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı; 2Ankara Keçiören Eğitim
ve Araştırma Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği;3Hacettepe Üniversitesi,
Edebiyat Fakültesi, Antropoloji Bölümü
Amaç: Foramen’ler önemli anatomik oluşumların geçiş bölgeleri olmaları nedeniyle klinik açıdan
değerlidir. Foraman parietale’ler genellikle sutura sagittalis’in her iki yanında simetrik olarak bulunurlar.
Kafa derisinin ekstrakranial venleri ile superior sagittal dural venöz sınus arasında bağlantıyı sağlayan köprü
venlerin (vv. emissariae) geçişine izin verirler. Foramen’lerin anatomik varyasyonları, kalıtsal ya da edinsel
olabilir ve bu varyasyonlar nörolojik lezyonlarla birliktelik gösterebilirler. Çalışmanın amacı foramen
parietale’nin varyasyonlarını (boyut farklılıkları, tek taraflı bulunma, tek taraflı birden çok bulunma,
bilateral birden çok bulunma) belirlemek ve konunun başağrısı ile ilişkisini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Çalışma 19 kafa iskeleti ve 50 adet BT görüntüsünde gerçekleştirildi. Makroskopik
olarak foramen parietale’nin bulunup bulunmadığı, tek taraflı ya da çift taraflı olduğu, topografik ölçümleri
toplam 38 adet parietal kemik üzerinde yapıldı. Foramen parietale’nin Lambda’ya, sutura sagittalis’e, her
ikisinin birbirine ve protuberantia occipitalis externa’ya olan uzaklıkları ölçüldü.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 19 kafa iskeletinin 13’ü (%68,5) erkek, 6’sı (%31,5) kadındı. 38 parietal
kemikte 34 (%89,4) adet foramen mevcut idi. 11 adet kafa iskeletinde (%57,8) bilateral ve birer adet, 2 ( %
10,52) adet kafa iskeletinde sol tarafta ve tek, 4 ( %21,05 ) adet kafa iskeletinde sağ tarafta ve tek, 1 adet
(%5.26) kafa iskeletinde bilateral ve sağ tarafta 2 (%10,52) adet , 1 (%5.26) adet kafa iskeletinde ise
unilateral ve sağ tarafta 3 adet foramen parietale mevcuttu. 8 (%42,1) adet kafa iskeletinde varyasyon tesbit
edildi. Sol foramen’lerin lambda’ya, sutura sagittalis’e, her ikisinin birbirlerine ve protuberantia occipaitalis
externa’ya olan ortalama uzaklıkları sırasıyla 26,4±19 cm, 4,6±3,36 cm, 10.02± 7,9 cm, -0.16±2,09 cm,
69,6±43,08 idi . Sağ taraf foramen’lerin lambda’ya, sutura sagittalis’e, her ikisinin birbirlerine ve
protuberantia occipaitalis externa’ya olan ortalama uzaklıkları ise sırasıyla 34,7±15,12 cm, 7,3±3,23 cm,
13,11±6,3 cm, 0,22±2,44cm, 89,6±23,7 cm olarak bulundu.
Ayrıca foramen parietale varyasyonları; polikliniğe baş ağrısı şikayeti ile başvuran, organik sebep
saptanmayan ve gerek nöroanatomik oluşumlarda gerekse kemik yapılar ile kafa derisinde herhangi bir
patolojik bulgu tespit edilmeyen 50 adet hastaya ait BT görüntüsünde değerlendirildi. Elde edilen sonuçlar
ile varyasyonların baş ağrısı etiyolojisindeki rolleri değerlendirildi.
Sonuç: Son yıllarda yapılan araştırmalar; foramen parietale varyasyonları ile başağrısı şikayeti arasında bir
ilişki olabileceğini düşündürmektedir. Çalışma sonucunda elde edilen veriler konuya açıklık getirmekte ve
daha büyük serilerde gerçekleştirilecek olan gelecekteki çalışmalar için önem arz etmektedir.
Anahtar Sözcükler: foramen parietale, morfoloji, varyasyon, baş ağrısı, bilgisayarlı tomografi
O-07
Anatomi eğitiminde güncel teknolojilerin kullanımı
Şahin G1, Şeker M1, Aldur MM2
1
2
Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Konya;
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, Ankara
Amaç: Skeleton appendiculare kemiklerini kapsayan, mobil cihazlarla uyumlu çalışacak, arttırılmış
gerçeklik (augmented reality) destekli eğitim aracı geliştirme sürecini incelemek.
Gereç ve Yöntem: Pixologic firmasının ürünü olan Zbrush isimli dijital heykeltıraşlık programı ile yüksek
detaylı skeleton apendiculare kemikleri , bu kemiklere eşlik etmesi için oluşturulmuş görece düşük detaylı
skeleton axiale kemikleri ve situs’da insan modeli N.E.Ü. Meram Tıp Fakültesi Anatomi A.D. kemik
koleksiyonundan seçilen kemikler esas alınarak oluşturuldu. Oluşturulan üç boyutlu modeller Photoshop
programı ile düzenlenmiş iki boyutlu resimler, işaretlemeler ve Terminologia Anatomi’ca ya uygun şekilde
eklenmiş yazılı anlatım ile desteklendi. Ayrıca üç boyutlu modeller Unity motoru altında kullanılabilecek
anonim formatlara çevrildiler. Elde edilen materyal Unity motoru ile işleyen bir mobil uygulamaya ve eşlik
eden anlatımlı atlasa dönüştürüldü.
Bulgular: Bahsi geçen programlardan Zbrush ve Photoshop zaten medikal ilustrasyon dünyasında kendini
kanıtlamış programlar olmakla birlikte, daha çok bağımsız yapımcıların oyun motoru olarak tercih ettiği
Unity motoru, önceden tariflenen programlarla üretilen içeriğin sunumunda yeterli görülmüştür. Üretilen üç
boyutlu modeller aynı zamanda arttırılmış gerçeklik sayesinde öğrencinin atlas çalışmasına eşlik edecek
biçimde arabirime eklenmiştir.
Sonuç: Oluşturulan üç boyutlu modeller, bunlardan elde edilen ve düzeltilen iki boyutlu modeller ve son
olarak eklenen metin, Unity motoru altında kullanımı kolay çok yönlü hizmet verecek bir şekilde
derlenmiştir. Arttırılmış gerçeklik ile oluşturulan ek fonksiyonlar sağlık alanında eğitim gören öğrencilerin
kullanmakta oldukları atlaslara derinlik kazandırabilecek yetenektedir. Anatomi laboratuvarı dışında çalıştığı
zamanda öğrencilere arttırılmış gerçeklik ve üç boyutlu modeller ile, kolayca temin ettikleri iki boyutlu
medyayı daha rahat kavrama ve karmaşık yapıları üç boyutlu ortamda anlama şansı tanınmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Anatomi eğitimi, mobil uygulama, arttırılmış gerçeklik
O-08
Anatomi eğitiminde kullanılmak üzere üç boyutlu nesne oluşturulmasında fotogrametri
ve yazılımlarının değerlendirilmesi
Özgür S
Manisa Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, Manisa
Amaç: Anatomik piyeslerin fotogrametrik yöntemle bilgisayar ortamına aktarılarak, ucuz, gerçek görünüme
uygun ve kolay ulaşılabilir eğitim materyali oluşturulması ve bu süreçte kullanılan çeşitli yazılımların
kalitesinin ve kullanılabilirliğinin karşılaştırılması.
Gereç yöntem: Fotogrametri ışık (photos), çizim (grama) ve ölçme (metron) kelimelerinden oluşmuş olup,
basitçe fotoğraf görüntülerinden güvenilir veriler elde etme bilimidir. Temelde mühendislik alanında
fotoğraf görüntüleri yardımıyla ölçümler yapma amacıyla kullanılan bu teknik, gelişen taşınabilir cihazlar
yardımıyla kullanılabilen, dokunmatik ekranlarda el ile yönlendirilebilen ve programlar yardımıyla işlenerek
gerçek görünümde 3 boyutlu objelere dönüştürülmesinin sağlanması ile özellikle anatomi eğitiminde yaygın
bir kullanım alanı bulmuştur. Çalışmamızda fotogrametrik üç boyutlu görüntülerin oluşturulması amacıyla,
döner tabla üzerine yerleştirilen cranium kemiğinin 10 ar derecelik dönme açıları ve düşey düzlemde 3
değişik açıdan Canon 5DS R fotoğraf makinesi ile fotoğrafları çekilmiştir. Elde edilen görüntülerden
Autodesk 123d Catch, Agisoft Photoscan ve Autodesk Remake programı ile ayrı ayrı 3 boyutlu sanal
görüntüler oluşturulmuştur. Bu oluşturulan görüntüler www.sketchfab.com sitesine yüklenerek webgl
tabanlı olarak bilgisayarda kalitatif olarak değerlendirilmiştir. Kullanılan bilgisayar programlarının kullanım
sırasında ki özellikleri ve birbirlerine göre avantajları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Agisoft Photoscan yazılımının diğerlerine göre avantajları daha fazla sayıda farklı resim dosyasını
kullanabilmesi ve resimler üzerinde resim kalite kontrolüne daha fazla imkan vermesi, buna karşılık çok
yüksek grafik işlemci gücü istemesi dezavantaj olarak görülmüştür. Diğer iki programın hem ücretsiz
olmaları, hem de işlemleri kendi hizmet sağlayıcılarında yapmaları artı yönlerini oluştururken, görüntü
kaliteleri diğer programa göre daha düşük bulunmuştur.
Sonuç: Fotogrametri güncel bilgi teknolojilerinde yaygın kullanım alanı olan bir yöntemdir. Anatomi
eğitiminde bilgiye ulaşımı kolaylaştırıp daha ucuz hale getirmesi diğer eğitim materyallerine göre avantaj
oluşturmaktadır. Kullanılacak programların seçiminde maliyet, kalite ve kullanım kolaylığı birlikte
değerlendirilmelidir.
Anahtar Sözcükler: Fotogrametri; anatomi eğitimi; üç boyutlu sanal nesne.
O-09
Bir köpek femurunun CAD model için karşılaştırmalı bir yaklaşım
Turamanlar O1, Verim Ö2, Karabulut A2
1
Afyon Kocatepe University Faculty of Medicine, Department of Anatomy,
Afyonkarahisar, Turkey; 2 Afyon Kocatepe University, Faculty of Technology, Mechanical
Engineering, Afyonkarahisar, Turkey
Amaç: Bilgisayar destekli teknolojiler, tıbbi görüntülemede yeni fırsatlar sunmakta ve biyomekanik
mühendisliğinde hızlı prototipleme imkanı sunmaktadır. Üç boyutlu modellemede yumuşak dokular ve
kemikler daha önemli hale gelmektedir. Modelleme sürecinde yapılan analizin doğruluğu tıbbi görüntüleme
cihazlarından elde edilen dokulara ait radyografik verilere bağlıdır.
Bu çalışmanın amacı, birkaç modelleme yazılımı üzerinde nokta bulutu metodu (PCM) ve sınır çizgisi
metodunu (BLM) kullanarak bilgisayarlı tomografiden türetilmiş bir köpek femuruna ait üç boyutlu (3D)
modellerin doğruluklarını değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: 3D modelleri oluşturmak için Solidworks, Rapidform ve 3DSMax yazılımları kullanıldı
ve sonuçları istatistiksel olarak değerlendirildi. Köpek femuru için en doğru 3D model, Stereolithography
(SLA) yöntemi ile çalışan hızlı prototipleme cihazı kullanılarak oluşturuldu. Böylece bu çalışmada, gerçek
model ve yazılımlardan oluşturulan modeller arasındaki fark ile cihaz ve yazılımların doğrusallıkları ortaya
konacaktır.
Bulgular: BLM metoduna göre Solidworks, Rapidform ve 3DSmax yazılımlarının doğruluk oranları
sırasıyla %88.3, %88.9 ve %91.2 ve PCM metoduna göre Solidworks ve Rapidform yazılımlarının doğruluk
oranları ise sırasıyla %91.3 ve %91.6 olarak elde edilmiştir. SLA yöntemi ile oluşan modelin doğruluk oranı
ise %90.6 olarak bulunmuştur.
Sonuç:Bu çalışmada tersine mühendislik yazılımı olan Rapidform’un doğruluğunun diğer yazılımlardan
daha etkili olduğu bulunmuştur.
Anahtar Sözcükler: CAD modeli, femur, üç boyutlu modelleme
O-10
Farklı üniversitelerdeki hemşirelik bölümü öğrencilerinin anatomi eğitimine yönelik
memnuniyet düzeylerinin karşılaştırılması
F Özdemir1, Z Lek2, M Gölpınar3, B Şahin3, E Turgal4
1
Hitit Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Çorum; 2Hitit Üniversitesi
Sağlık Yüksek Okulu, Çorum; 3Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi
Anabilim Dalı, Samsun;4Hitit Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyoistatistik Anabilim Dalı,
Çorum
Amaç: Bu çalışma, 2015-2016 eğitim-öğretim yılında, sağlık yüksekokulu hemşirelik bölümü
öğrencilerinin, aldıkları anatomi eğitimine yönelik memnuniyet düzeylerinin belirlenmesi amacıyla
yapılmıştır ve üniversiteler arasındaki eğitim koşulları ile olanakları dikkate alınarak karşılaştırma
yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Anket soruları, 24 soruluk, 5’li likert ölçeği ile cevaplandırılacak şekilde hazırlanmıştır.
Sorular teorik, pratik ve sınav olmak üzere 3 grupta değerlendirilmiştir. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sağlık
yüksekokulundan 82 (19 erkek, 63 kadın), Hitit Üniversitesi Sağlık Yüksekokulundan 89 (35 erkek, 54
kadın) hemşirelik bölümü öğrencisi araştırmaya katılmıştır. Veriler, SPSS 20 paket programı ile
değerlendirilmiştir. Tüm katılımcıların puanlarının ortalaması ve standart sapması hesaplanmıştır. Gruplar
arası farklılıkların tespitinde normal dağılım gösterenlerde Student t-testi, göstermeyenlerde Mann WhitneyU testi kullanılmıştır. Gruplar arasındaki ilişkiyi göstermek için Sperman’s rho testi kullanıldı. Anlamlılık
düzeyi p<0,05 olarak belirlenmiştir. Veriler ortalama ± standart sapma şeklinde düzenlenmiştir.
Bulgular: OMÜ öğrencileri teorik, pratik ve sınavla ilgili sorulara ortalama 38,66±0,84; 38,66±0,87 ve
16,15±0,40 olarak sırasıyla hesaplandı. Hitit Üniversitesi öğrencilerinde ise 34,51±0,70; 33,26±0,83 ve
14,33±0,37 olarak sırasıyla hesaplandı. Üniversiteler arasında öğrencilerin verdikleri puanlarda her 3 grupta
da istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p<0,01). Teorik ve pratik ve sınavla ilgili sorular arasında
istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p<0,01, r=0,69; 0,67 ve 0,52).
Sonuç: Öğrencilerin anatomi dersine yönelik memnuniyetleri üniversiteler arasındaki fiziki şartlar, maket ve
kadavranın pratik eğitimindeki önemi bunun sınavlara etkisini doğrular nitelikte bulunmuştur. Teorik ve
pratik derslerinin kalitesini artırdığımızda sınavdaki başarı ve memnuniyeti olumlu yönde etkileneceğini
göstermiştir. Memnuniyet düzeyleri eğitime ilişkin öğrencilerin fikrinin alınmasının gerekliliğini
göstermektedir.
Anahtar Sözcükler: Hemşirelik, Anatomi Eğitimi, Teorik, Pratik, Sınav
O-11
Bilimsel makalelerde detaylı raporlama ve kadavralara teşekkür: Anatomistlere İyi
Uygulama Önerileri için iki örnek.
Gürses İA, Korkmaz E, Coşkun O, Gürtekin B, Kale A, Öztürk A.
İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, İstanbul
Amaç: Beden Bağışı, anatomistler ve yaşadıkları toplum arasında bir güven ilişkisi kurulmasına bağımlıdır.
Bu ilişki, hali hazırda kullanılan insan kadavralarına karşı sorumlu ve etik bir tutumla elde edilebilir. Hem
iyi etik uygulamaların göstergesi olabileceği hem de bağışçı-kadavraların çalışmaya katkılarını takdir etmek
amacıyla bilimsel makalelerin de anatomi alanında yeni bir uygulama alanı olduğunu düşünmekteyiz.
Bilimsel makalelerinde, bağışçı-kadavralar hakkında verdikleri bilgileri inceleyerek ve bağışçı-kadavraları
makalelerin teşekkür bölümlerine dahil edip etmediklerini değerlendirerek anatomistler arasında bir
farkındalık oluşturmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Clinical Anatomy (CA) ve Surgical and Radiologic Anatomy (SRA) dergilerinde Ocak
2011 ile Aralık 2015 tarihleri arasında yayınlanan ve insan kadavraları üzerinde gerçekleştirilen makaleleri
değerlendirdik. Ayrıca, Türk Anatomistler’in (TA) yazar olarak yer aldığı ve Ocak 2011 ile Nisan 2016
tarihleri arasında yayınlanmış ve insan kadavraları üzerinde gerçekleştirilen makaleleri de araştırdık.
Kullanılan kadavralarla ilgili yaş, cinsiyet, tahnit yöntemleri, kaynak ve etik / yasal izin bilgilerinin ne
düzeyde raporlandığını inceledik. Ayrıca bağışçı-kadavralara ve / veya ailelerine makalede teşekkür edilip
edilmediğini değerlendirdik.
Bulgular: Çalışmaya CA’da yayınlanan 259, SRA’da yayınlanan 327 ve TA’lerin yazar olduğu 212
makaleyi dahil ettik. Cinsiyet bilgisinin raporlanma oranı; CA, SRA ve TA makaleleri için sırasıyla %73,4,
%71,8 ve %74,5’ti. Yaş bilgisi; CA makalelerinde %69,1, SRA makalelerinde %69,1 ve TA makalelerinde
%68,9 oranında raporlanmaktaydı. Tahnit yöntemleri; CA makalelerinde %73,4, SRA makalelerinde %72,2
ve TA makalelerinde %56,6 oranında verilmekteydi. Kadavra kaynağını; CA, SRA ve TA makaleleri
sırasıyla %56,4, %52,9 ve %50,5 oranında vermekteydi. CA, SRA ve TA makaleleri; sırasıyla %33,2,
%31,8 ve %28,3 oranında etik izin bilgisi raporlamıştı. Bağışçı-kadavraların onam bilgisi; CA makalelerinde
%24,3, SRA makalelerinde %27,8 ve TA makalelerinde %11,8 oranında verilmekteydi. CA makalelerinde
%29,3, SRA makalelerinde %8,6 ve TA makalelerinde %4,7 oranında bağışçı-kadavralara teşekkür
edilmişti. Ayrıca makalelerde standart bir raporlama yönteminin olmadığını da gözlemledik.
Sonuç: Anatomistler olarak içinde yaşadığımız toplum ile güven temelli bir ilişki kurmak ve devam
ettirmek, görev ve sorumluluğumuzdur. Bu güven ilişkisi, yürüttüğümüz Beden Bağış Programlarının
merkezini meydana getirmektedir. Bunu elde etmenin bir yolu, yazarı olduğumuz makalelerde şeffaf bir
raporlama standardı oluşturmak olabilir. İkinci bir yol da eğitim ve araştırmaya yaptıkları katkı için bağışçıkadavralara ve ailelerine teşekkür etmek olabilir.
Anahtar Sözcükler: anatomi; kadavra; tıp etiği; kılavuz.
O-12
Silikon Plastinatlardan Alınan Histolojik Kesitlerin Mikroanatomik Olarak
Değerlendirilmesi
Geneci F.1, Ocak M.1, Uzuner M.B1, Bayram P.2, Kızıl Ş.2,Billur D.2, Sargon M.F.1
1
2
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Histoloji Anabilim Dalı
Amaç: Literatürde; kesit plastinasyonu ile ilgili histolojik çalışmalara karaciger, dalak ve böbrek gibi
dokularda rastlanmaktadır. Medulla spinalis’e ait silikon plastinatların histolojik olarak değerlendirilmesi ile
ilgili çalışmalara ise literatürde rastlanamamıştır. Çalışmanın amacı silikon plastinatlardan alınan histolojik
kesitlerin mikroanatomik olarak değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Çalışma; Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesinden temin edilen otopsi materyali bir
kedinin medulla spinalis’inde gerçekleştirildi. Kedi medulla spinalis’i rutin silikon plastinasyon metodu ile
plastine edildi. Daha sonra; histolojik doku takibi işlemi sırasında, medulla spinalis örneklerine standart
uygulamadan farklı olarak dehidrasyon ve şeffaflandırma aşamaları uygulanmadı. Örnekler sadece sıcak
parafinde bekletildikten sonra parafin bloklara gömüldü. Mikrotom ile 7 μm kalınlığında kesitler alındı.
Hematoksilen eozin boyaması sırasında kullanılan ksilol, slikonu erittiği için doku bütünlüğü korunamadı.
Bunun üzerine ksilol rutinden çıkarılıp dereceli alkollerde çok kısa bekletildikten sonra hemotoksilen eozin
ile örneklerin boyanması işlemi gerçekleştirildi.
Bulgular: Hematoksilen eozin ile boyanmış olan ve boyanmadan bakılan kesitlerin ışık mikroskobik
incelemelerinde; doku bütünlüğünün tamamen muhafaza edildiği gözlendi. Hem hematoksilen eozin ile
boyalı, hem de boyasız kesitlerin değerlendirilmesinde; literatürdeki miyelini korumaya yönelik tekniklerle
hazırlanan preparatlara benzer, ancak rutin histolojik hematoksilen eozin boyalı kesitlerden farklı olarak; gri
cevherin açık, beyaz cevherin ise koyu olarak boyandığı görüldü. Bu boyanma; miyelin yapıların korunduğu
yönünde değerlendirildi. Mikroskobik netlik ile boya diferansiyasyonunun tam sağlanamadığı, gri
cevherdeki multipolar nöronların ve canalis centralis çevresindeki epandim hücrelerinin nukleus ve
nukleolus yapılarının belirgin olmadığı ve hücre içi yapıların ayırt edilemediği tespit edildi. Bunun
plastinasyon basamaklarında kullanılan asetonun etkisi olarak ortaya çıkabileceği düşünüldü.
Sonuç: Plastinatlar; anatomik yapıyı üç boyutlu olarak ortaya koymaları sayesinde anatomi eğitimine büyük
katkı sağlarlar. Ayrıca; histolojik tekniklere uygun dehidrasyon yöntemleri uygulandığında; plastinatlar
üzerinden histolojik değerlendirmelerin yapılabileceği de söylenebilir.
Anahtar Sözcükler; Plastinasyon, histoloji, mikroanatomi, medulla spinalis
O-13
Erişkin Türk popülasyonunda yüzey anatomisi ve anatomik planlar
Uzun Ç,1 Atman E. D,1 Üstüner E,1 Mirjalili S. A,2 Öztuna D,3 Esmer T. Ş.4
1
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye;
Auckland Üniversitesi Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı,
Auckland, Yeni Zelanda; 3Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyoistatistik Anabilim
Dalı, Ankara, Türkiye; 4Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı,
Ankara, Türkiye
2
Amaç: Anatomik planlar ve bu planların cilt düzeyindeki izdüşümleri ile ilişkili yüzey anatomisi,
günümüzde anatomi eğitimi ve klinik anatominin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Derin anatomik
yapıların anatomik planlar aracılığı ile lokalize edilmesi perkütan girişimler, cerrahi insizyonlar ve tanısal
görüntüleme gibi klinik pratik uygulamalar sırasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Anatomik planlar ve
yüzey anatomisi ile ilgili çalışmalar genellikle kadavralar üzerinde veya konvansiyonel görüntüleme
yöntemleri kullanılarak yapılmış olup bu çalışmalar ve kaynak kitaplarda yer alan bilgiler arasında çeşitli
uyumsuzluklar mevcuttur. BT gibi modern non-invaziv görüntüleme yöntemleri canlı bireyler üzerinde
anatomik planların araştırılmasına olanak sağlamaktadır. Bu konuda kesitsel görüntüleme yöntemleri
kullanılarak yapılmış çok az sayıda çalışma bulunmaktadır. Ayrıca yüzey anatomisinin farklı etnik
gruplardaki özelliklerini araştıran detaylı sistematik bir çalışma da bulunmamaktadır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada bilgisayarlı tomografi (BT) görüntülerinden faydalanılarak, yaygın olarak
kullanılan torasik ve abdominal anatomik planların erişkin Türk popülasyonundaki yerleşimleri ve belli
başlı derin anatomik yapılar ile ilişkilerinin ortaya konması amaçlandı. Kifoz, skolyoz, anormal lomber
lordoz, vertebral kompresyon kırığı, torakolomber omurgada metalik operasyon materyali, belirgin yer
değiştirmeye neden olan torasik ve abdominal kitleler, organomegali ve asiti olan olgular dışlandıktan
sonra 150 hastanın (ortalama yaş 53, E/K=81/69), derin inspiyum sonunda ve supin pozisyonda elde
olunmuş BT görüntüleri gözden geçirildi. Sternal açı, transpilorik plan, subkostal plan, suprakristal plan ve
pubik krest planları ile bu planların derin anatomik yapılar ile ilişkileri dual konsensüs yöntemi ile
değerlendirildi.
Bulgular: Trakea bifurkasyonu, azigos veni-süperior vena kava bileşke düzeyi ve pulmoner bifurkasyon
çoğunlukla sternal açı planının altında yer alırken, arkus aorta konkavitesi çoğunlukla sternal açı planında
yer aldı. Onuncu kosta ucu, süperior mezenterik arter çıkışı ve portal konfluens çoğunlukla transpilorik
planda yer aldı. Renal hiluslar ve safra kesesi fundusunun da olguların çoğunda transpilorik planın altında
yer aldığı görüldü. İnferior mezenterik arter çıkışı çoğu olguda subkostal planın altındaydı. Aortik
bifurkasyon ise çoğunlukla suprakristal planın altında yer aldı.
Sonuç: Anatomik planlar ve yüzey anatomisi, anatomi eğitiminin önemli bir parçasını oluşturmakta ve
klinik pratik uygulamalarda da sıkça kullanılmaktadır. Modern non-invaziv görüntüleme yöntemleri geniş
popülasyonlarda ve canlı bireylerde anatomik planlar ve yüzey anatomisi ile ilgili araştırma yapmaya
olanak sağlamaktadır. Bu çalışmalardan elde edilecek sonuçlar ışığında etnik farklılıklar da dikkate
alınarak mevcut klasik kaynak kitap bilgilerinin gözden geçirilmesi ve güncellenmesi gerekmektedir.
Anahtar Sözcükler: Yüzey anatomisi, sternal açı planı, transpilorik plan, subkostal plan, suprakristal plan
O-14
Fossa crani posterior yaklaşımlarında confluens sinuum anatomisinin Türk
popülasyonunda değerlendirilmesi
Alper Vatansever1, Melike Mut2, Selin Bayko1, İlkan Tatar1, K. Mine Ergun1, Burçe
Özgen Mocan3
1
Hacettepe Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Ankara; 2Hacettepe
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Beyin ve Sinir Cerrahisi Anabilim Dalı, Ankara; 3Hacettepe
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı, Ankara.
Amaç: Beyin venöz kanı dural sinuslere direne olmaktadır. Beyin cerrahları açısından ise kraniyotomi
işlemleri sırasında dural sinuslerin korunması son derece önemlidir. Dural sinuslerden bir tanesi olan
confluens sinuum fossa crani posterior’dan yapılması gereken yaklaşımlarda oldukça önem kazanmaktadır.
Genel bilgi olarak confluens sinuum’un protuberantia occipitalis interna’ya denk geldiği söylense de
lokalizasyonu farklılıklar göstermektedir. Bu çalışmanın amacı confluens sinuum anatomisinin, bilgisayarlı
tomografi anjiyografik görüntüleri üzerinden retrospektif olarak Türk toplumunda incelenmesidir.
Literatürde confluens sinuum’un anatomisi hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada kadavra ve bilgisayarlı tomografi görüntüleri kullanılmıştır. OsiriX-Lite
programında 64 vakaya ait bilgisayarlı tomografi anjiyografik görüntüler üzerinden confluens sinuum’un
Lambda ve asterion noktaları arasında belirlenen üçgene göre lokalizasyonu incelenmiştir.
Bulgular: Üç boyutlu rekonstrüksiyon gerçeklestirilen görüntüler üzerinde ölçümler tamamlanmış ve
istatistiksel olarak incelenmiştir.
Sonuç: Confluens sinuum’un lokalizasyonunun belirlenmesi, fossa crani posterior’dan yapılması gereken
yaklaşımlarda oldukça önem kazanmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Confluens sinuum, bilgisayarlı tomografi, anjiyografi
O-15
Septum pellucidum varyasyonlarının prevalansı: Bir retrospektif çalışma
Öktem H1, Dilli A 2, Kürkçüoğlu A 1, Pelin C 1
1
2
Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Ankara
Dışkapı Yıldırım Bayezıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji, Ankara
Amaç: Septum pellucidum corpus callosum’un alt yüzünden fornix’e uzanan içerisinde septal çekirdeklerin
de yer aldığı vertikal yerleşimli genellikle 1-3 mm. kalınlığında beyaz cevherden oluşan iki yapraklı bir
bölmedir. Sıklıkla gözlenen septum pellucidum varyasyonları cavum septum pellucidum (CSP), cavum
velum interpositum (CVI), cavum vergae (CV) veya hiç bulunmaması şeklinde tanımlanabilir. Cavum
septum pellucidum, septum pellucidum’un lateral ventrikül’ün cornu anterius’larını birbirinden ayıran iki
yaprağı arasında, ventriküler sistemle bağlantısı olmayan kavite oluşumudur. Cavum velum interpositum,
septum pellucidum’un iki yaprağının arasında crus fornices ve corpus pineale seviyesinde ikiye ayrılmasıdır.
Cavum vergae, ise iki yaprak arasında gözlenen boşluğun splenium corporis callosi’nin arkasına doğru
uzandığı durumdur. Bu çalışmada retrospektif olarak erişkin yaş grubunda septum pellucidum
varyasyonlarının MR görüntüleme yöntemi ile tiplendirilmesi, prevelansının ortaya konulması ve bu
bağlamda cinsiyetler arası farklılıkların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Retrospektif olarak planlanan bu çalışmada, 2014-2015 yıllarında Dışkapı Yıldırım
Bayezıt Eğitim ve Araştırma Hastanesine başvurmuş olan 18-80 yaş arası toplam 3128 (995 erkek ve 2133
kadın) hastanın MR görüntülerinde septum pellucidum varyasyonları değerlendirilmiştir. Varyasyonlar T1
ve T2 ağırlıklı görüntülerde sagital, aksiyal, koronal kesitlerde CSP, CVI, CV ve septum pellucidum
agenesis’i olarak dört gruba ayrılarak tanımlanmıştır. Kafa içi yer kaplayan lezyon, hidrosefali ve çeşitli
nedenlerde bu bölgeye cerrahi uygulanmış hastalar çalışma dışı bırakılmıştır.
Bulgular: Çalışmamızda septum pellucidum’da herhangi bir varyasyonun görülmediği olgular % 93,82 idi.
CSP prevalansı % 3,7, CVI prevalansı % 3,3 olup CV ise %3,1 bulundu. CSP ile CVI’nın birlikte bulunduğu
olgular tüm olguların %0.05’i idi. CSP, CVI ve CV’nin birlikte görüldüğü olguların tüm olgulara oranı ise
%1.5 idi. Septum pellucidum agenesis’i ise 3178 olguda hiç gözlenmedi.
Sonuç: Septum pellucidum varyasyonları ile ilgili yeterli prevalans çalışması bulunmamaktadır. Septum
pellucidum’un oluşum süreci, komşuluk gösterdiği diğer oluşumların çoğunun embriyolojik gelişim süreci
ile eş zamanlıdır. Dolayısıyla, septum pellucidum’da saptanan anatomik farklılıkların, söz konusu komşu
anatomik yapılardaki olası embriyonel gelişim bozukluklarını da yansıtabileceği ileri sürülebilir. Bu
varyasyonların klinik bulgularla ilişkilerinin ortaya konulması doğrultusunda yapılacak olan diğer çalışmalar
için bir ön bilgi niteliğinde olacağı kanısındayız.
Anahtar Sözcükler: Septum pellucidum, manyetik rezonans görüntüleme, cavum septum pellucidum,
cavum velum interpositum, cavum vergae
O-16
İskemili hastalarda, klinik bulgular ve 3 boyutlu (3B) görüntüleme yöntemleri ile
beynin fonksiyonel bölgelerinin tanımlanması
Özdemir MB1, Kurbetli N2, Arifoğlu Y2, Türk F1, Aygün D1, Ekici S1, Şahin B1
1
Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi AD, Denizli, Türkiye; 2Bezmialem
Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi AD, İstanbul, Türkiye
Amaç: İskemik hasarlı beyin bölgeleri ile hastadaki nörolojik muayene bulguları arasındaki ilişki daha çok
postmortem çalışmalarda gösterilmiştir. Ancak, 3 boyutlu (3B) olarak, canlı vakalarda
değerlendirilmemiştir. Bu çalışmanın amacı, hastalardan elde edilen manyetik rezonans (MR) ve bilgisayarlı
tomografi (BT) görüntüleri üzerindeki kesitsel iskemik hasarlı beyin bölgelerini üç boyutlu (3B) hale
getirerek incelemek ve hastanın klinik bulguları ile korele etmektir.
Gereç ve Yöntem: Bu amaç için 105 hastanın (53 erkek, 52 kadın) görüntüleri bilgisayar destekli
programlar ile 3B olarak incelenmiş ve infarkt skalası ile elde edilen klinik bulgular korele edilmiştir. Bilinç
düzeyi, oryantasyon, ekstremite motor aktivasyonları, facial motor aktivite, göz hareketleri, görme alanı,
ekstremite ataksisi, sensorial durum, ihmal artikülasyon ve dil değerlendirilmiştir.
Bulgular: İskeminin etkisiyle ortaya çıkan klinik bulguların erkek ve kadında farklı olduğu görülmüştür.
Bilinenlerin aksine, aynı iskemik alan hasarların hastalarda farklı klinik bulgulara yol açtığı gözlenmiştir.
İnfarkt büyüklüğü klinik beliritlerin ortaya çıkmasında önemli bir faktör olarak bulunmuştur.
Sonuç: Günümüze kadar beynin birçok fonksiyonel bölgesi tanımlanmıştır. Bu çalışmada ilk defa 3B
değerlendirme ile klinik bulguların korelasyonu yapılmaktadır. Çalışma sonuçları bilgisayar destekli
nörobilim (compututional neuroscience) açısından kaynak olabilir. Temel ve klinik olarak yeni çalışmaların
önünü açabilir.
Anahtar Sözcükler: Beyin, İskemi, MR, BT, Klinik, Nöroloji, Semptom, 3B, bilgisayar destekli nörobilim
Bu çalışma, PAÜ Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon Birimi tarafından (Proje No: 2016SABE003)
desteklenmiştir.
O-17
Calceneus’un radyografik ölçümleri ile cinsiyet tayini
Muhammet Bora Uzuner1, Ferhat Geneci1, Mert Ocak1, Pınar Bayram2, İbrahim
Tanzer Sancak3, Anıl Dolgun4, Mustafa F. Sargon1
1
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı; 2Ankara Üniversitesi Tıp
Fakültesi, Histoloji Anabilim Dalı; 3TOBB ETU Hastanesi, Radyoloji Bölümü; 4Hacettepe
Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyoistatistik Anabilim Dalı
Amaç: Calcaneus’un cinsiyet tayininde seçilmesinin en önemli sebebi solid bir yapı olup postmortem
değişikliklere karşı dayanıklı olmasıdır. Radyografilerde calcaneus’lar değerlendirilerek cinsiyeti
bilinmeyen cesetlerin tespit edilmesi sağlanmaktadır. Cinsiyet tayini çalışmalarında birçok iskelet
çalışılmıştır. Erkek ve kadın örnekleri arasındaki değişkenlik dereceleri; fiziksel antropoloji ve adli
antropolojide yaş, boy, cinsiyet gibi kimliklendirme için temel olan bilgilerin tespitinde bilgi sağlamaktadır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada TOBB ETÜ Hastanesi Radyoloji bölümüne gelen hastaların radyografileri
incelendi. Calcaneus’ları anatomik olarak normal tespit edilen 66 erkek ve 77 kadında (toplam 143 olgu)
çalışma gerçekleştirildi. Çalışma üç grup birey üzerinde gerçekleştirildi. Birinci grup 1986 ve sonrası doğum
tarhliler, ikinci grup 1971-1985 arası doğanlar ve üçüncü grup ise 1970 yılı ve öncesinde doğan bireylerden
oluşturuldu. Bunun nedeni; ayak anatomisi ve kemiklerin gelişiminin yaş gruplarına göre farklılık
göstermesi idi. Cinsiyet ayrımı için yapılan kimliklendirmede; metrik ve metrik olmayan metotlar
kullanılmaktadır. Çalışmada calcaneus’a ait maksimum genişlik, gövde genişliği, maksimum uzunluk,
minimum uzunluk, facies articulatio cuboidea yüksekliği, tuber açısı, anterior açısı ve tuber plantare açısı
olmak üzere toplam 8 adet paremetre belirlenerek metrik ölçümler yapıldı.
Bulgular: Yapılan ölçümlerin maksimum, minimum ve ortalama değerleri belirlendi. Her bir yaş grubuna
göre ölçülen parametrelerde kadın ve erkeklerin metrik uzunluklarında farklılık tespit edildi. Açısal (alfa,
beta, sigma) uzunluklarının değerlendirilmesinde; ikinci ve üçüncü grupta benzerlik gözlenirken, birinci
grupta alfa ve sigma açısı benzer, beta açısı ise istatistiksel olarak anlamlı fark gösterdi. Üç yaş grubu
arasında tüm ölçümler karşılaştırıldığında; maksimum yükseklik, minimum yükseklik ve tuber plantare açısı
benzerlik gösterirken; diğer parametreler istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar gösterdi.
Sonuç: Bu çalışma; calcaneus’un cinsiyet tayininde önemli bir kemik olduğunu göstermekte olup adli
antropoloji ve adli bilimlerde alternatif yöntem olarak kullanılabileceğini düşündürmektedir.
Anahtar Sözcükler: cinsiyet tayini, calcaneus, radiografi, anatomi, adli antropoloji
O-18
Sağlıklı kadınlarda uterus hacminin MRG ve intravajinal ultrason ile ölçülmesi
Karaca Saygılı Ö1, İslimye Taşkın M2, Keyik B3, Özcan E1, Kuş İ 1
1
Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, 10145, Çağış Yerleşkesi,
Balıkesir, Türkiye; 2Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum
Anabilim Dalı, 10145, Çağış Yerleşkesi, Balıkesir, Türkiye; 3Balıkesir Üniversitesi Tıp
Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı, 10145, Çağış Yerleşkesi, Balıkesir, Türkiye
Amaç: Bu çalışmada, sağlıklı kadınlarda, menstrual siklus fazlarına göre uterus, junctional alan ve
endometrium hacminin, manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ve intravajinal ultrason ile ölçülmesi
amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza yaşı ortalama 42, vücut ağırlığı 68 kg ve boy uzunluğu 1,57 cm. olan 28
sağlıklı kadın katıldı ve katılımcılar folliküler faz (7), luteal faz (10) ve menopoz grubu (11) olmak üzere üç
gruba ayrıldı. Folliküler faz grubu için, menstrual siklusun 7. veya 8. günü, luteal faz grubu için ise 20. veya
21. günü MRG ve intravajinal ultrason yapıldı. Hacim hesaplamaları, MR görüntüleri üzerinde stereoloji
yöntemlerinden cavalieri ve planimetri yöntemi ile yapılırken, intravajinal ultrason görüntülerinde ise 0,523
X uzunluk X derinlik X genişlik formülüne göre gerçekleştirildi.
Bulgular: Cavalieri ve planimetri yöntemine göre yapılan ölçümlerde, menopoz grubunda, yaş arttıkça
uterus ve myometrium hacminin azaldığı gözlendi (p˂0.05). Luteal faz grubunda ise, gebelik sayısı ile
junctional alan hacmi arasında pozitif korelasyon saptandı (p˂0.05). Doğum yöntemi, boy ve kiloya göre
uterus ve tabakalarının hacminde anlamlı bir farklılık gözlenmedi.
Folliküler faz grubunda, uterus, junctional alan ve endometrium hacmi cavaileri yöntemine göre sırasıyla;
ortalama 59,71±27cm3, 15,40±10cm3, 3,24±2,1cm3 planimetri yöntemine göre ise sırasıyla; ortalama
60,72±27cm3, 16,8±11cm3, 2,8±1,8cm3 olarak bulundu. Ultrason ile yapılan ölçümlerde ise uterus hacmi
53,36±26 cm3 ve endometrium hacmi 2,0±3,2 cm3olarak tespit edildi. Ölçümler arasında anlamlı bir farklılık
bulunmadı.
Luteal faz grubunda, uterus, junctional alan ve endometrium hacmi MR görüntülerinde daha büyük iken
(cavaileri yöntemine göre sırasıyla; ortalama 81,09±34cm3, 19,24±9,2cm3, 5,25±2,8cm3, planimetri
yöntemine göre ise sırasıyla; ortalama 82,76±35cm3, 20±9,5cm3, 5,22±2,6cm3) ultrason görüntülerinde ise
uterus (53,82±20 cm3,) ve endometrium hacminin (2,24±1,8 cm3 ) istatiksel olarak daha küçük olduğu tespit
edildi (p˂0.05).
Menopoz grubunda, uterus ve endometrium hacmi cavaileri yöntemine göre sırasıyla; ortalama 38,17±12
cm3, 0,86±1,0 cm3, planimetri yöntemine göre ise sırasıyla; ortalama 40,21±13 cm3, 0,99±1,5 cm3 olarak
bulunurken, ultrason görüntülerinde uterus hacmi ortalama 24,43±10 cm3, endometrium hacmi ise ortalama
0,57±0,9 cm3 olarak tespit edildi ve ölçümler arasında istatistiksel olarak anlamlılık bulundu (p˂0.05).
Yapılan ölçümler menstrual siklus fazlarına göre değerlendirildiğinde ise, yapılan üç ölçüm yönteminde de,
uterus hacminin luteal faz döneminde, junctional alan ve endometrium hacminin ise hem luteal hem de
folliküler faz döneminde menopoz grubuna göre anlamlı derecede yüksek olduğu bulundu (p˂0.05).
Sonuç: MR ve intravajinal ultrason görüntülerinde uterus ve tabakalarının yaşa ve menstrual siklus fazlarına
göre normal hacminin bilinmesi uterus patolojilerinin erken tanısında oldukça önemlidir. Fakat ultrason ve
MR görüntülerinde ortaya çıkan hacimsel farklılıklar dikkate alındığında uterus patolojilerinde tanı koymada
kullanılan görüntüleme yönteminin iyi değerlendirilmesi gerektiği inancındayız.
Anahtar Sözcükler: endometrium, junctional alan, uterus, stereoloji, intravajinal ultrason.
O-19
MR görüntüleme ile kadın migren hastalarında Virchow-Robin boşluklarının analizi
Turamanlar O1, Beker Acay M2, Demirbaş H3, Kabak S4, Zilkar H4, Sezgin A.N4, Gül
B4, Karaca F.N4
1
Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi AD.; 2Afyon Kocatepe Üniversitesi
Hastanesi Radyoloji AD.; 3Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji AD.; 4Afyon
Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Amaç: Migren çoğunlukla otonom sinir sisteminde görülen tekrarlayıcı, orta şiddette veya şiddetli baş
ağrısıyla karakterize kronik bir hastalıktır. Gerçek mekanizması bilinmemekle birlikte nörovasküler bir
bozukluk olduğu düşünülmektedir. Bu düşüncenin altında yatan sebep vasküler aktivite ve sinirsel fonksiyon
arasindaki yakın ilişkidir. Virchow Robin boşlukları (VRB) beynin yüzeyini delerek dokunun içine doğru
ilerleyen küçük arter ve arteriyollerin etrafını saran pia ile döşeli perivasküler alanlardır. Değişik
hastalıklarda ve normal olgularda genişlemiş VRB’nin anlamını araştıran çalışmalar yapılmaktadır.
Etyolojisi belli olmasa da demanslı, epilepsili, kafa travmalı, hipertansiyonlu hastalarda saptanmıştır.
Çalışmamız, migren hastalığının nöro-vasküler temelini araştırmak amacıyla migren hastalarındaki VRB’leri
MR görüntülemesi üzerinden incelemektedir.
Gereç ve Yöntem: Migren tanısı almış ve MRG’si çekilen 18-60 yaş arası 83 kadın hastadan oluşan hasta
grubu ile 87 kadından oluşan kontrol grubu oluşturuldu. Beyaz cevher, bazal gangliyon ve hipokampüs
düzeyindeki VRB sayısı ile migren hastalığı arasında ilişki olup olmadığı araştırıldı.
Bulgular: Beyaz cevher seviyesinde hasta grubunun %37’si Grade 1; %50’si Grade 2; %72’si Grade 3;
kalanları Grade 4 iken kontrol grubunun %63’ü Grade 1; %50’si Grade 2; %28’i Grade 3’tür. Kontrol
grubunda Grade 4 saptanmadı.
Bazal ganglionlar seviyesinde hasta grubunun %26’sı Grade 1; %42’si Grade 2; geri kalanı Grade 3 iken
kontrol grubunun %74’ü Grade 1; %43’ü Grade 2; geri kalanı Grade 3’tür. Her iki grupta Grade 4
saptanmadı.
Hipokampüs seviyesinde hasta grubunun %34’ü Grade 1; %47’si Grade 2; geri kalanı Grade 3 iken kontrol
grubunun %66’sı Grade 1; %43’ü Grade 2; geri kalanı da Grade 3’tür. Her iki grupta Grade 4 saptanmadı.
Her üç seviyede hasta ve kontrol grupları arasında istatistiksel olarak hasta grubu lehine anlamlı farklar
bulundu.B eyaz cevherin, bazal ganglion(r=0,163 p=0,34)ve hipokampusla (r=0,215 p=0,005) olan
korelasyonu çok zayıf; bazal ganglionun hipokampusla(r=0,309 p=0) olan korelasyonu zayıf olarak
bulunmuştur.
Sonuç: Migren tanılı hastaların kontrol grubuna göre her üç seviyede istatistiksel olarak anlamlı şekilde
yüksek çıkması, hastalığın tanısını koymak ve/veya doğrulamak için bir yol gösterici olabilir. Aynı zamanda
saptadığımız bulguların, hastalığın oluş mekanizması ve tedavisi üzerine yapılacak diğer çalışmalara temel
sağlayıcı ve destek olacağı inancındayız.
Anahtar Sözcükler: MR, migren, Virchow-Robin boşlukları
O-20
Migren hastalarında doppler ultrasonografi (DUS) ile optik koherens tomografi (OCT)
parametrelerinin incelenmesi ve analizi
Gönül Y¹, Oruç S², Doğan M³, Timagur D4, Kuru B4, Yılmaz V.A, Göçmen A4, Ataş
E.A4
1
Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi AD; 2Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi Nöroloji AD; 3Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz AD; 4Afyon
Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 3 Öğrencisi, Afyonkarahisar, Türkiye
Amaç: Primer bir nörolojik hastalık olarak kabul edilen migren sadece bir baş ağrısı değildir. Migrende baş
ağrısıyla birlikte nörolojik, gastrointestinal ve otonomik değişikliklerin belirli kombinasyonları görülür.
Migrenin retinal arter çapı, retinal sinir ağı tabakası kalınlığı, ganglion hücre tabakası kalınlığı, makula
kalınlığı, makula volümü ve koroid kalınlığı ile ilişkisini değerlendirmek amacıyla Optik Koherens
Tomografi (OCT) verileriyle çalışmalar yapılmıştır ve değerlendirmeler sonucunda migren ile bu OCT
verileri arasında ilişki olabileceği saptanmıştır. Ayrıca a.carotis interna ve a.carotis communise ait Doppler
Ultrasonografi (DUS) verileriyle migrenin ilişkisini inceleyen çalışmalarda yapılmıştır. Çalışmamızda
migrenli hastalarda OCT ve DUS verileri arasında ilişki olup olmadığını inceleyerek bu hastaların tanı ve
tedavisine katkı sağlamayı amaçlamaktayız.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma Afyon Kocatepe Üniversitesi Araştırma Hastanesinde 19-58 yaş arası 54 (31
migrenli kadın ve 2 migrenli erkek, 19 sağlıklı kadın ve 2 sağlıklı erkek) bireyde yapılmıştır. Çalışmadaki
bireyler retrospektif olarak hastanemizin hem Nöroloji hem de Göz Hastalıkları polikliniğinde DUS ve OCT
çekilen migren tanısı almış hastalardan seçilmiştir. OCT ile koroidal kalınlık (CT), makula volümü
(MAKVOL), santral makula kalınlığı(CMT), retinal sinir lifi tabakası (RNFL) kalınlığı, superior temporal
retinal arter (STRA) ve ven (STRV) çapı, inferior temporal retinal arter (ITRA) ve ven (ITRV) çapı, santral
ganglion hücre tabakası kalınlığı ölçümüne ait parametreler; DUS ile a. carotis internaya (ICA) ve a. carotis
communis (CCA) ait peak systolic velocity (PSV), end diastolic velocity (EDV) ve nefes tutma indeksi
(BHI), intima media kalınlığı (IMT), middle serebral artere (MCA) ait pulsatility index (PI), resistivity index
(RI), peak systolic velocity (PSV); oftalmik artere ait ortalama kan akım hızı (OA MEAN), peak systolic
velocity (PSV) parametreleri ölçüldü.
Bulgular:DUS ile elde edilen CCAPSV(p=0.012), BHI(p=0.004) değerleri kontrol grubunda hasta grubuna
göre daha yüksek ve IMT(p<0.001) değeri ise daha düşük bulunmuştur yani İMT hastalarda kalınlaşmıştır.
OCT ile elde edilen MAKVOL (p=0.038), CMT(p=0.041), CT(p<0.001), ITRA(p=0.018), STRA(p=0.043)
değerleri hasta grubunda kontrol grubuna oranla daha yüksek bulunmakla beraber STRV(p=0.038) değeri
ise hasta grubunda daha düşük bulunmuştur.
Sonuç: Sonuçlarımızın migren hastalığının tartışmalı olan vasküler risk faktörleriyle ilişkili olabileceğini
dolayısıyla tanı ve tedavisine katkıda bulunacağını ve ileriki çalışmalara ışık tutacağını düşünmekteyiz.
Anahtar kelimeler: migren, optik koherens tomografi, doppler ultrasonografi
O-21
Emetropik, miyop ve hipermetrop gözlerde Lenstar 900 kullanarak gözün biyometrik
ölçümlerinin anatomik çalışması.
Şimşek A1, Aydın A2
1
Ali Şimşek; Yard. Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi, Göz Hastalıkları
Anabilim Dalı
2
Ali Aydın; Prof. Dr., Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı
Amaç: kırma kusuru ve göz biyometrik ölçüleri arasındaki ilişkiyi araştırmak.
Gereç ve Yöntem: Bu geriye dönük çalışma Adıyaman üniversitesi hastanesi Göz Hastalıkları Anabilim
dalı'nda gerçekleştirildi. Veriler hasta arşivi taranarak elde edildi. Gözün biometrik ölçümleri 120 fakik
bireyin (yaş ortalama ±SD; 32 ± 7 yıl ) gözü LenStar LS 900 optical biometry (Haag-Streit AG) ile ölçülerek
elde edildi. Çalışmamıza, kırk emetrop, 40 miyop ve 40 hipermetrop dahil edildi. Sonuç ölçümleri tek yönlü
ANOVA testi kullanılarak üç grup karşılaştırıldı. Bunlar; Santral kornea kalınlığı, ön kamara derinliği, pupil
çapı, lens kalınlığı, aksiyel uzunluk ve retina kalınlığıdır. Bu çalışmada midriatik ajan uygulanmadı.
Bulgular: Bizim çalışmamızda, gruplar arasında ön kamara derinliği (p <0.001), lens kalınlığı (p = 0.016)
ve aksiyel uzunlukta (p <0.001) anlamlı farklılık vardı. Fakat, merkez kornea kalınlığı (p = 0.756),
gözbebeği çapı (p = 0.462) ve retina kalınlığı (p = 0.646) için gruplar arasında anlamlı bir fark yoktu.
Sonuç: Çalışmamız gruplar arasında ön kamara derinliği, lens kalınlığı ve aksiyel uzunluk ölçülerinin farklı
olduğunu göstermiştir. Bu anatomik ölçümler arasındaki farkı bilmek bizim klinik ve cerrahi çalışmalarında
yol gösterici olacaktır.
Anahtar Sözcükler: göz biometrisi, lenstar, miyopi, hipermetropi.
O-22
MR görüntülerinden, şizofreni, şizoaffektif bozukluk ve psikotik bipolar bozukluk da
dahil olmak üzere psikotik bozukluklar ile ilgili 43 beyin yapısının, aynı çalışmada,
morfolojik-hacimsel görünümü
Özdemir MB1, Ongur D2
1
Pamukkale University, Medical Faculty, Anatomy Dept, Denizli, Türkiye; 2Harvard
Medical School, McLean Hospital, Psychiatry Dept, Boston USA
Amaç: Önceki çalışmalarda, şizofreninin (SZ), şizo-duygulanım bozuklukların (SZA) ve bipolar
bozuklukların (BD) beyin yapısında morfolojik değişikliklere sebeb olduğu bulunmuştur. Fakat, bu sonuçlar
birbirinden ayrı çalışmaların sonucudur ve bulgularda çelişkiler vardır. Bu çalışmanın amacı, aynı çalışmada
beyin yapılarının volumetrik ölçümlerini yaparak, psikotik bozuklukların altında yatan morfolojik
anormalliğin anlaşılabilirliğini arttırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Bu amaçla, psikotik 174 olgunun (58 kadın ve 116 erkek) MR görüntüleri beyin yapıları
186 sağlıklı kontrol (67 kadın ve 119 erkek) ile karşılaştırıldı. Psikotik bozukluklar ile ilişkili olabileceği
düşünülen 43 beyin yapısı değerlendirilmiştir.
Bulgular: SZ’li hastaların hemen hemen tüm yapılarında volumetrik azalma vardı. Fakat, ventriküller hacmi
tüm SZ, BD ve SZA olan hastalarda artmıştı. Değişikliklerinin Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği
(PANNS) ile ilişkili olduğu saptandı. Psikotik bozuklukların cinsiyetler üzerinde farklı etki gösterdiği
sonucuna varıldı.
Sonuç: Hacimsel değişiklikler çoğunlukla SZ olan hastalar için açıklayıcı idi. BD ve SZ klinik ve biyolojik
özellikleri çakışabilir ama morfolojik açıdan önemli ölçüde farklı değişiklikler gösterdiği anlaşıldı. PANNS,
morfometrik açıdan, SZA ve BD’ye göre daha çok SZ ile korele idi. Morfemetrik değişiklikler BD’de SZ ve
SZA’ya göre az bulundu. Bu bulgular psikotik hastaların tanı ve tedavisinde anatomik belirleyicilerin
kullanabilirliğini göstermiştir.
Anahtar Sözcükler: Anatomi, beyin, morfometri, psikotik hastalıklar, şizofreni şizoaffektif bozukluk,
psikotik bipolar bozukluk
Bu çalışma TUBİTAK tarafından (Project No: 2219/2015/1) desteklenmiştir.
O-23
Toraks çıkışı çaplarının, kanama miktarı ve ameliyat süresi açısından laparoskopik
kolesistektomi üzerine etkileri
Tihan DN 1, 2, Kafa İM 2, Doğangün M 1, Bayam EM 1, Dilektaşlı E 1, Can EF 3
1
Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği, Bursa,
Türkiye
2
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Bursa, Türkiye
3
İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyoistatistik Anabilim Dalı, İzmir, Türkiye
Amaç: Kolelitiazis yaygın görülen bir sağlık problemidir. Dolayısıyla laparoskopik kolesistektomi tüm
dünyada en sık uygulanan abdominal cerrahi prosedürlerden birisidir. Çalışmamız, kemik yapının, özellikle
de alt torasik açıklığın, peroperatif kanama miktarı gibi cerrahi komplikasyonlar ve safra kesesi disseksiyon
süresi gibi parametreler üzerindeki etkisinin araştırılmasını amaçlamaktadır.
Gereç ve Yöntem: Bu klinik ve anatomik çalışmada, nisan 2014 – aralık 2015 tarihleri arasında
laparoskopik kolesistektomi uygulanan ve çeşitli nedenlerden dolayı ameliyat öncesi bilgisayarlı tomografi
(BT) ve manyetik rezonans (MR) inceleme yapılan 32 hastanın verileri prospektif olarak değerlendirildi.
Hastaların aksiyal BT ve MR kesitleri üzerinden apertura thoracis inferior’un anteroposterior (AP) (10.
torasik vertebra gövdesinin ön kenarından processus xiphoideus’un ucuna kadar olan mesafe) ve
laterolateral (LL) (9. kostaların gövdelerinin orta noktalarının arası) çapları ölçüldü. Tüm disseksiyon süresi
ve peroperatif kanama miktarı kantitatif olarak ölçüldü.
Bulgular: Otuz iki hastanın 23’ü (71.9%) kadın, 9’u erkek idi. Ortalama hasta yaşı 57.97±16.11 (min:29;
maks:85) olarak bulundu. Ortalama total disseksiyon süresi 1172.43±427.58 (min:550; maks:2157) saniye
ve ortanca kanama miktarı 6.5 (min:1; maks: 23) cc olarak saptandı. Hastaların ortalama LL çapı 26.02±2.29
(min:21.50; maks:31.50) cm ve ortalama AP çapı ise 11.35 (min:9.40; maks:19.40) cm olarak saptandı. LL
ve AP çaplar arasında pozitif korelasyon saptandı (r=0.574; p=0.001). Hem AP hem de LL çap ile ameliyat
süresi arasında negatif bir ilişki saptandı (r=-0.418; p=0.017 ve r=-0.405; p=0.022). Her ne kadar AP çap
açısından cinsiyetler açısından bir fark saptanmamış olsa da, LL çapın erkek hastalarda istatistiksel olarak
anlamlı biçimde geniş olduğu bulundu.
Sonuç: Çalışmanın sonuçlarına göre, 4 port ile yapılan standart laparoskopik kolesistektomi ameliyatı, dar
alt torasik çıkışı olan hastalarda daha uzun sürmektedir. Düşüncemize göre bu çalışma, alt torasik açıklığın,
semptomatik kolelitiazis nedeniyle ameliyat olması gereken hastalarda uygulanacak minimal invazif cerrahi
girişimlerdeki önemini göz önüne sermektedir. Alt torasik açıklığın çaplarının, “zor kolesistektomi”
açısından prediktif olabileceği kanısındayız. Dolayısıyla bahsi geçen ölçümlerin, tıpkı pelvik çapların
obstetrisyenler açısından önem teşkil etmesi gibi, genel cerrahi alanında klinik olarak önem arz edeceği
kanaatindeyiz.
Anahtar Sözcükler: Kolelitiazis, laparoskopik kolesistektomi, zor kolesistektomi, alt torasik açıklık, toraks
çıkışı, toraks anatomisi.
O-24
Müzisyenler ve müzisyen olmayanlar arasında beyindeki yapısal farklılıkların
manyetik rezonans nörogörüntüleme ile incelenmesi
Acer N1, Baştepe-Gray S2, Sağıroğlu A1, Gümüş K3, Öziç MU4, Özbay Y4, Zararsız G5,
Değirmencioğlu L6
1
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Kayseri, Türkiye;
Johns Hopkins Üniversitesi, Peabody Konservatuvarı, Baltimore, Maryland, ABD;
3
Erciyes Üniversitesi, Biyomedikal Görüntüleme Araştırma Merkezi, Kayseri, Türkiye;
4
Selçuk Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü,
Konya, Türkiye;
5
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, Tıp Bilişimi ve Biyoistatistik Anabilim Dalı, Kayseri,
Türkiye;
6
Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Müzik Bölümü, Kayseri, Türkiye;
2
Amaç: Görüntülerin işlem sonrası sürecini değerlendirmek amacıyla bireysel beyin atlaslarının kullanıldığı
istatistiksel parametrik haritalama yazılımı (IBASPM), MriStudio ve MriCloud gibi üç tip hacimsel analiz
yöntemi kullanılarak hippocampus, nucleus caudatus gibi bazı beyin yapılarının hacimsel analizin
değerlendirmesinde en iyi yöntemin belirlenmesi amaçlanmıştır. Toplam beyin hacmi (TBH), gri cevher
(GC) ve beyaz cevher (BC) hacimleri Voksel Tabanlı Morfometri (VBM) toolbox’ı ile SPM8 altında
hesaplandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada 1.5 T manyetik rezonans görüntüleme (MRG) sisteminden alınan 7 müzisyen
ve 7 müzisyen olmayan kişilere ait T1 ağırlıklı MR görüntüleri kullanılmıştır. Görüntüler MPRAGE sekansı
kullanılarak 1 mm kesit kalınlığında elde edildi. Farklı beyin bölgelerinde hacimler IBASPM, MriStudio ve
web tabanlı parselasyonun yapıldığı MriCloud kullanılarak hesaplandı. İstatistiksel analizde korelasyon testi
yapılarak hacimsel farklılıklar yüzde olarak elde edildi.
Bulgular: MriStudio’nun hacimsel değerlendirmede IBASPM’den daha iyi bir performans gösterdiği tespit
edildi. MriStudio ve MriCloud arasında daha uyumlu sonuçlar bulundu.
Sonuç: Sonuçlarımız müzisyenler ve müzisyen olmayanlar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
farklılık göstermemektedir.
Anahtar Sözcükler: Otomatik görüntü analiz yöntemleri, manyetik rezonans görüntüleme, hacimsel
segmentasyon, Voksel Tabanlı Morfometri.
Araştırma 2219 doktora sonrası araştırma bursu ile TUBİTAK tarafından desteklenmiştir.
O-25
Sıçan femurlarının proksimal metafizlerindeki trabeküler kemik morfolojisinin
mikrotomografi ile ölçülmesi
Ocak M.1, Uzuner B.1, Geneci F.1, Çelik H.H.1, Balkarlı H2 Dönmez B.Ö.3, Çağlar
O.4
1
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi AD.
2
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji AD.
3
Akdeniz Üniversitesi Antalya Sağlık Yüksekokulu Beslenme ve Diyetetik Bölümü,
4
Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Enstitüsü Epidemiyoloji BD.
Amaç: Metafiz, uzun kemiklerde epifiz ve diafiz kısımları arasındaki kısımdır. İçerisinde kırmızı kemik
iliğini ve büyüme plaklarını bulundurur. Histolojik olarak trabeküler ve kompakt kemiği bir arada net olarak
görebildiğimiz bölümdür. Kuvvetleri mekanik olarak trabekül dokulara yönelterek gerici ve sıkıştırıcı
yüklenmelere çevirir. Onkolojik olarak kemik tümörlerinin sıklıkla gözlendiği bu bölgede özellikle Osteoid
osteomu femur proksimal metafize yerleşir. Yine özellikle femur boynu kırıklarına ve osteoporozlu
hastaların kalça kırıklarındaki intertrokanterik femur kırıklıklarına müdahale ederken bu bölgenin trabeküler
ve kompakt kemik yapısı önemlidir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız Akdeniz Üniversitesi Hayvan Deneyleri Yerel Etik Kurulundan alınan izinle
200-230 gr 4.5 aylık Wistar cinsi 14 adet dişi sıçanla gerçekleştirildi. Sıçanlar sakrafiye edildi ve femurları
formaldehit içerisinde muhafaza edildi.
Örnekler, mikrotomografi(mikro-BT) (Skyscan1174,Skyscan,Kontich,Belgium) 800 mikroamper(μA), 50
kilovolt(kV) ve 33μm piksel boyutlarında tarandı. Mikro-BT’nin rotasyon basamağı 0,7° ayarlanıp, her biri
2300 milisaniye maruziyete 180° rotasyonlu tarama yapılacak şekilde belirlendi.
Tarama aşamasında elde edilen verilerin rekonstrüksiyonları NRecon(Skyscan, Kontich, Belgium)
yazılımıyla yapıldı. Rekonstrüksiyon sırasında ışık sertleşme oranı %20, halka artifact redüksiyonu %6
değerlerinde ayarlandı ve görüntüler CTAn(1.13.5.1) yazılımına aktarıldı. Proksimal metafizin analizi
yapılabilmesi için üst ve altı sınırlar belirlenmiş ve arada kalan görüntülerde trabeküler kemik belirlenerek
ROI (region of interest) seçildi. ROI bölgelerine Global Thresholding işlemi yapılarak dijital imajlar
oluşturuldu ve üç boyutlu analizler yapıldı. Bulgular SPSS(15.0) programı ile tanımlayıcı istatiksel analizler
yapılarak değerlendirildi.
Bulgular: 14 adet sıçan femurunda proksimal metafizlerinde her bir kemikte trabeküler kemikleri
incelediğinde ortalama 100,176 mm3 doku hacmi(TV) tespit edildi. Bu hacmin 10,659 mm3 (BV)‘lük
kısmını %10,7 (BV/TV) ile kemik doku oluşturmaktaydı. Bu trabeküler kemik alan 252,638 mm2 ‘lik(BS)
bir yüzey alanı kaplıyordu. Kemik yapıların kalınlığı ve karmaşıklığını anlamamıza yardımcı olmak için
kemik yüzey alanı toplam kemik hacmi ile oranlandı (BS/BV=24,896mm-1) ve kemik yüzeyi toplam doku
alanına bölünerek kemik yüzeyi yoğunluğu tespit edildi (BS/TV=2,57mm-1). Trabeküllerin
değerlendirilmesi için otomatik histomorphometrik ölçümler yapıldı ve trabeküllerin kalınlığı ortalama
0,167 mm, trabeküller arası mesafe 1,521 mm, birim uzunluğu başına bir trabekül geçiş sayısı da 0,655 mm1
olarak belirlendi. Kemik yüzey alanı ile trabeküllerin iç bükeylik ve dış bükeylik indekslerini veren
Trabeküler Kemik model faktörü ise -4,548 mm-1 olarak hesaplandı ve negatif değer iç bükeyliği işaret etti.
Kemik alandaki yüzey kavisini ölçen Yapı Model İndeksinde (SMI) yüzeyi düz, silindirik, küre şeklinde
çıkıntılı olduğunda pozitif, silindirik veya küre şeklinde girintili olduğuna ise negatif değerler karşımıza
çıkarttı. Bu çalışmada SMI değerini 0,689 olarak tespit ettik ve ideal düzlük değerlerinde olduğunu gördük.
Sonuç: Ulaşılan değerler femur proksimal metafizindeki trabeküler kemiğin referans değerlerini
oluşturulmuş ve ileriye dönük klinik çalışmalar açısından önemli bulunmuştur.
Anahtar Sözcükler: Metafiz, Femur, Mikrotomografi, Micro-BT, Trabeküler Kemik
O-26
Karbon tetraklorür (CCl4) ile oluşan böbrek hasarına karşı kafeik asid fenetil ester
(CAPE)’ nin koruyucu etkileri
Doğan Z 1, Elbe H 2, Taşlıdere E 3, Çetin A 4, Yusuf Turkoz 5, Otlu A 4
1
Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, Adıyaman
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı,
Muğla
3
Bezmi Alem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı,
İstanbul
4
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı, Malatya
5
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyokimya Anabilim Dalı, Malatya
2
Amaç: CCl4, serbest radikallerin açığa çıkmasına neden olarak organlarda hasar oluşturan toksik bir ajandır.
CAPE, balarısı propolisinin aktif bir bileşenidir. Yapılan son çalışmalarda CAPE’nin antiinflamatuar,
immunomodülatör ve antioksidan etkileri olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada CCl4’ün böbrekte neden
olduğu hasara karşı CAPE’nin koruyucu etkilerini incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: 28 adet Wistar albino sıçan 4 gruba ayrıldı (n=7). Grup 1: Kontrol (5% etanol, 1
ml/gün/ip), Grup 2: Zeytinyağı (0.5 ml/gün aşırı/ip), Grup 3: CCl4 (0.5 ml/kg gün aşırı/ip), Grup 4:
CCl4+CAPE (10 μmol/kg/gün/ip). Deney sonunda alınan doku örnekleri rutin histolojik doku takip
işlemlerinden geçirildikten sonra parafine gömüldü. H-E ve PAS ile boyanan 5 µm’lik kesitler ışık
mikroskopik olarak incelenerek, ortalama histopatolojik hasar skoru (MHDS) hesaplandı (0–3, maksimum
skor=15). Kesitler, Leica DFC 280 ışık mikroskobu ve Leica Q Win Görüntü Analiz sistemi (Leica Micros
Imaging Solutions Ltd. Cambridge, UK) kullanılarak incelendi. Doku biyokimyasal parametreleri
[malondialdehit (MDA), glutatyon (GSH), süperoksit dismutaz (SOD), katalaz (CAT)] ölçüldü. İstatistiksel
analizler için SPSS 14.0 0 (SPSS Inc., Chicago, Ill., USA) programı kullanıldı. Grupların
karşılaştırılmasında Kruskal Wallis varyans analizi ve Mann-Whitney U testleri yapıldı. Veriler aritmetik
ortalama±SE olarak ifade edildi. p<0.05 anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Kontrol ve zeytinyağı grupları normal histolojik görünümdeydi. CCl4 grubunda ise hemoraji,
infiltrasyon, vakuolizasyon ve tubuler dilatasyon tespit edildi. PAS ile boyanan kesitlerde proksimal
tubullerde mikrovillus dejenerasyonu görüldü. MHDS 1. grupta 0.14±0.14 ve 2. grupta 0.28±0.18 iken, 3.
grupta ise istatistiksel olarak anlamlı derecede artış (8.00±0.30) tespit edildi (p=0.001, p=0.001 sırasıyla).
CCl4+CAPE grubunda ise; MHDS CCl4 grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede azalmıştı
(5.71±0.28) (p=0.001). Ayrıca, CCl4 grubunda kontrol ve zeytinyağı gruplarına göre MDA seviyesinde artış,
SOD, CAT ve GSH aktivitelerinde azalma tespit edildi (p<0.05). CAPE+CCl4 grubunda, CCl4 grubuna göre
MDA seviyesinde azalma gözlenirken; antioksidan enzim aktivitelerinde belirgin bir artış saptandı (p<0.05).
Sonuç: CCl4 grubunda artan MDA düzeyleri oksidatif hasarı gösterir. Oluşan oksidatif hasar muhtemelen
güçlü antioksidan aktiviteye sahip CAPE ile giderilmiştir. Antioksidan savunma mekanizmasını destekleyen
CAPE, CCl4 ile uyarılan böbrek hasarının tedavisinde faydalıdır. CCl4’ün böbrek üzerindeki toksik etkileri
üzerine, CAPE’ nin antioksidan özelliği sayesinde koruyucu olabileceğini düşünmekteyiz.
Anahtar Sözcükler: Karbon tetraklorür, CAPE, Böbrek hasarı.
O-27
Deneysel osteoartrit oluşturulan rat dizinde trombosit jel ve/veya mezankimal kök
hücrenin intraartiküler enjeksiyonunun kıkırdak onarımına etkisi
Yıldız S.1, Kocabıyık N.1, Baykal B.2, Günal A.3, Kayır H.4, Ulusoy K.G.5, Avcu F.6,
Güner S.7
1
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, Ankara,
Türkiye; 2Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji
Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye;3 Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi
Patoloji Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye; 4Yüksek İhtisas Üniversitesi Tıp Fakültesi
Medikal Farmakoloji Bölümü, Ankara, Türkiye;5Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Askeri
Tıp Fakültesi Medikal Farmakoloji Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye; 6Gülhane Askeri Tıp
Akademisi, Askeri Tıp Fakültesi Hematoloji Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye;7Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Bölümü, Ankara, Türkiye
Amaç: Osteoartrit (OA) rat modelinde, tedavi için plateletten zengin plazma (PZP) ve mezenkimal kök
hücre (MKH) enjeksiyonunu denedik. Çalışmanın ön sonuçlarını sunuyoruz.
Gereç ve Yöntem: Etik kurul onayı alınarak 44 ratta 5 grup altında çalışıldı. Grup 1-4’ün sağ diz
eklemlerine osteoartritik lezyon oluşturmak üzere intraartiküler monoiodoasetat (MIA) enjeksiyonu yapıldı.
Grup 5’e (negatif kontrol grubu) intraartiküler serum fizyolojik enjeksiyonu yapıldı. Sol dizlerin hepsi
kontrol eklemleri olarak kullanıldı. İntraartiküler enjeksiyon yoluyla grup 1’e MKH, grup 2’ye PRP+MKH,
grup 3’e PRP ve grup 4 (pozitif kontrol grup) fizyolojik salin solüsyonu uygulandı. MIA uygulamasından
önce günde 40 dk lökomotor aktivite (LMA) kaydı yapıldı. LMA kayıtları deneyler süresince her iki haftada
bir tekrarlandı. Grupların LMA’leri bağımlı örneklem t-testi (paired samples t-test) kullanılarak
karşılaştırıldı.
Bulgular: Ratların tek dizine yapılan MIA enjeksiyonları, LMA üzerinde istatistiksel olarak önemli bir etki
oluşturmadı (p>0.05). Grup 1, 2 ve 3’te tedavi enjeksiyonu sonrasındaki LMA’larda, MIA
enjeksiyonlarından sonraki LMA’lara göre istatistiksel olarak anlamlı artış gözlendi (p<0.05). Grup 4’ün
(pozitif kontrol grubu) hematoksilen-eozin ve trikrom boyamalarında kesitlerde artiküler kartilajın
kalınlığında azalma görüldü. Kartilaj yüzeyi düzensizdi. Grup 2 ile kontrol diz eklemleri karşılaştırıldığında
hücre yoğunluğunda azalma gözlendi. Artiküler kartilaj tabakasının organizasyonunda bozulma görüldü.
Kondrositlerin çekirdekleri piknotik idi. Hücre hacimleri azalmıştı. Lakunaların sınırları bulanıktı.
Subkondral kemikte sklerotik lezyonlar vardı. Grup 2 ve kontrol dizlerinden alınan kesitlerde artiküler
kartilaj tabakası düzenli organizasyona sahipti. Bu kesitlerde belirgin sınırlara sahip lakunalarda sağlıklı
görünen kondrositler izlendi. Subkondral kemikte sklerotik lezyon yoktu.
Sonuç: PRP+MKH enjeksiyonunun osteoartritli rat modelinde osteoartritik lezyonları iyileştirebileceği
düşünülmektedir.
Bu proje GATA Bilimsel Araştırma Kurulu tarafından desteklenmiştir (AR-2011/06)
Anahtar Sözcükler: osteoartrit, rat model, plateletten zengin plazma, mezenkimal kök hücre, mono-iodoasetat
O-28
Nikotin’in sıçan fetuslarında arka ekstremite kemik gelişimi üzerine etkisi
Yılmaz H.1, Ertekin T2, Atay E3, Nisari M2, Susar H2, Al Ö2, Payas A 2
1
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Kozaklı Meslek Yüksekokulu Terapi ve
Rehabilitasyon Bölümü; 2Erciyes Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı,
Kayseri; 3Kilis 7 Aralık Üniversitesi, Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, İlk ve Acil
Yardım Programı, Kilis
Amaç: Hamilelik süresince alınan nikotin fetal dolaşıma geçer ve fetal malformasyonlara sebep olur.Bu
çalışmanın amacı hamileliği boyunca annelerine nikotin verilen sıçan fetuslarının arka ekstremitelerinde
kemik ve kıkırdak oranını belirlemektir.
Method: Çalışma her gruba 3 anne düşecek şekilde kontrol, düşük (3mg/kg) ve yüksek doz nikotin(6
mg/kg) grubu olarak belirlendi.Belirlenen dozlar gebeliğin ilk gününden 20. gününe kadar verildi.20. gün
anneler sakrifiye edilerek fetuslar alındı.Her grupta 15 fetus’a ikili iskelet boyama protokolu
uygulandı.Stereomikoskop altında fetusların arka ektremitelerinin pimer ve sekonder kemikleşme yerleri
belirlendi ve fotoğrafları çekildi.
Bulgular: İncelene femurlarda kemikleşme oranının kontrol grubunda %31.08,düşük doz %23.10,yüksek
doz nikotin grubunda ise %19.34 olduğu belirlendi.Tibialarda ise kemikleşme oranı kontrol, düşük doz ve
yüksek doz nikotin gruplarında sırasıyla %35.806,% 26.04 ve %23.40’ı olarak hesaplandı.Fibulalarda
kemikleşme sergileyen bölgelerin oranı ise kontrol grubunda % 38.80,düşük doz nikotin grubunda
%24.16,yüksek doz nikotin grubunda %20.82 olarak tespit edildi.
Sonuç: Çalışma yapılan kemiklerdeki kemikleşme oranındaki gerilemenin istatistiksel olarak anlamlı olduğu
(p<0.05) ve bu gerilemenin doza bağlı olduğu ortaya konuldu.İleriki dönemde nikotinin fetal kemik
gelişimindeki teratojenik etkilerinin tedavisi ile ilgili çalışmalar yapılmasının yararlı olacağını
düşünmekteyiz.
Bu Proje Erciyes Üniversitesi Bilimsel Araştırmalar Projeleri Koordinasyon birimi tarafından TYL-20156188 kodu ile desteklenmiştir.
Anahtar Sözcükler: Nikotin, ikili boyama, fetal kemik gelişimi, teratojenite
O-29
Sepsisle indüklenen renal apopitozun düzenlenmesinde pulslu elektromanyetik alanın
etkisinin araştırılması
Gevrek F1, Karaca Z.İ1, Yelli S1, Aslan H1, Demirel C2, Gürgül S3
1 Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji Anabilim Dalı,
Tokat.
2 Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı, Gaziantep.
3 Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı, Tokat.
Amaç: Sepsis şiddetli bakteriyel enfeksiyonlaraa karşı aşırı aktif inflamatuar yanıt olarak ortaya çıkan ve
potansiyel olarak yaşamı tehdit eden ciddi bir durumdur. [1]. Ağır sepsisli hastalarda akut böbrek hasarları
oldukça sık rastlanan komplikasyonlardan biridir [2]. Pulslu elektro manyetik alan (PEMA) uygulamalarının
doku hasarlarında hücreler üzerinde proliferatif ve rejeneratif yönde etkili olduğu ileri sürülmektedir [3]. Bu
nedenle çalışmamız, sepsis kaynaklı renal hücre kayıplarında PEMA etkilerini araştırmak amacı ile
yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada toplam 28 yetişkin Wistar albino cinsi sıçanlar kullanıldı. Her birinde yedişer
tane olacak şekilde dört gruba ayrıldı. Grup I (Kontrol), çekum çıkarılıp hiç bir işlem yapılmadan geri
yerleştirildi. Grup II (Sepsis), sıçanlar çekal ligasyon ve perforasyon (CLP) yöntemi ile sepsis hale
getirildiler ve PEMA’ya maruz kalmadı. Grup III (Sepsis + 7.5Hz PEMA), sıçanlar sepsis yapıldıktan sonra
24 saat süre ile 7.5Hz PEMA’ya maruz kaldılar. Grup IV (Sepsis + 15Hz PEMA), sıçanlar sepsis olduktan
sonra 24 saat süre ile 15 Hz PEMA’ya maruz bırakıldılar. PEMA uygulamaları sonrasında tüm gruplardaki
sıçanlar derin anestezi altında cerrahi operasyonla böbrekleri çıkarıldıktan sonra sakrifiye edildiler.
Böbrekler rutin histolojik doku takibi işlemleri sonrası bloklandı. Bloklanan dokulardan alınan ince
kesitlerde apopitotik hücre indeksinin belirlenmesi için Tunel boyama yapıldı. Apopitotik (Bax, Acas-3) ve
antiapopitotik (Bcl-2) hücre proteinleri ekspresyonlarını belirlemek için immünohistokimyasal olarak
boyandılar. Hazırlanan preparatlar ışık mikroskobunda analiz edildikten sonra sonuçlar istatistiksel olarak
değerlendirildi.
Bulgular: Tunel boyama analizlerinde sepsis sonrasında Grup II deki apopitotik hücre indeksinin diğer
gruplara göre belirgin olarak artmış olduğu tespit edildi (p<0.05). İmmünohistokimyasal boyama
sonuçlarında tüm sepsisli sıçanların böbrek dokularında Bax ve Acas-3 apopitotik proteinlerin
ekspresyonlarının arttığı antiapopitotik protein Bcl-2’nin ise azaldığı tespit edildi (p<0.01). Sepsis grubu ile
karşılaştırıldığında her iki PEMA uygulamalarının apopitotik hücre indeksleri ile apopitotik protein
ekspresyonlarında belirgin bir azalmaya (p<0.05) ve anti apopitotik protein ekspresyonlarında ise artışa
neden olduğu görüldü (p<0.05).
Sonuç: Mevcut verilere göre sepsis kaynaklı apopitozisin PEMA uygulamaları ile regüle edilebileceği
anlaşılmaktadır. İstatistiksel olarak 15 ve 7.5 Hz PEMA grupları arasında belirgin fark yoktu. Ancak 15Hz
PEMA’nın daha etkili gibi olduğu düşünüldü. Her ne kadar bu deneysel hayvan çalışması sepsis kaynaklı
renal doku hasarında PEMA’nın terapatik etkisini göstermiş olsa da bu konu ile ilgili ileri üst düzey
çalışmalar önerilmektedir.
Anahtar Sözcükler: Apopitoz, Böbrek, İmmünohistokimya, PEMA, Sepsis.
O-30
Orta ve yüksek dozlardaki a vitamininin fetal sıçan karaciğeri üzerindeki etkisi
Ay H., Söztutar E., Topal Aslan D.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi A.D., Eskişehir
Amaç: Canlı doğumların %2-3’ünde major gelişimsel bozukluklar gözlenmektedir. Bu yüzde; nörolojik ve
davranışsal bozukluklar gibi yapısal olmayan ve ancak daha ileri yaşlarda saptanabilen doğumsal anomaliler
de hesaba katıldığında daha da artmaktadır. Belirli kimyasallara maruz kalan annelerin bebeklerinde
doğumsal bozukluklara rastlama olasılığının daha yüksek olduğu bildirilmiştir.
Gebelikte vitamin preparatları ile beraber de verilen A vitamininin yüksek dozlarda alınmasının anne
karnındaki yavruda yapısal bozukluklara neden olduğu bilinmektedir. A vitamininin, yüksek dozda alınması
nedeniyle oluşan, konjenital malformasyonlar hakkında birçok çalışma bulunmakla beraber, makroskobik
malformasyonların gözlenmediği, bu nedenle de teratojenik olarak sınıflandırılmayan dozların da mental ve
davranışsal bozukluklara sebep olabileceği bildirilmiştir.
Fetal kan önce karaciğere uğradığından, gelen bütün maddelerin öncelikle karaciğeri etkilemesi
beklenmektedir. A vitamini de aynı yolu izlemekle beraber, memelilerde karaciğerde depolanmaktadır.
Teratojenik dozda A vitamininin karaciğer üzerindeki etkisi hakkında yeterli yayın bulunmamakla beraber,
normalden daha yüksek ancak teratojenik olarak kabul edilmeyen dozda A vitamininin karaciğer üzerindeki
etkileri incelenmemiştir. Çalışmamız teratojenik olarak kabul edilmeyen A vitamini dozlarının karaciğer
üzerindeki etkisini göstermeyi amaçlamıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda, kontrol grubu ile beraber, 5’er sıçandan oluşan 5 grup kullanılmıştır.
Deney gruplarında, gebe sıçanlara gebeliğin 10.-12. Günlerinde (G10-12), gavaj ile 10.000, 50.000, 100.000
ve 200.000 IU/kg Retinol palmitat verildi. Fetüsler G19’de sezaryen ile alınarak disekke edildi ve
karaciğerleri alındı. Histolojik ve immunohistokimyasal işlemlerden sonra stereolojik yöntemlerle
değerlendirildi.
Bulgular: Bulgularımız, G10-12 de verilen A vitamininin 50.000 IU/kg’dan itibaren, fetal karaciğer
hücrelerinde Tunel (+) hücrelerin sayısında artışa ve BrdU (+) hücrelerin sayısında azalmaya sebep
olduğunu göstermiştir. Bu bulgular da kendini total karaciğer hücre sayısında ve hacminde anlamlı bir
azalma olarak göstermiştir.
Sonuç: Çalışmamız teratojenik olarak sınıflandırılmayan 50.000 IU/kg A vitaminin karaciğer üzerinde
teratojenik olarak sınıflandırılan dozlar kadar teratojen olduğunu göstermektedir.
Anahtar Sözcükler: Retinol palmitat, karaciğer, stereoloji, Tunel, BrdU
Bu çalışma Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu tarafından 2015-817
No’lu proje ile desteklenmiştir.
O-31
Kraniyel iyonize radyasyon uygulanmış farelerde erişkin hipokampal nörogenez
fenomeninin epigenetik açıdan değerlendirilmesi
Koç T1, Yılmaz EB2, Şahin L3,Öztürk NC1, Öztürk H1
1
Mersin Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Mersin, Türkiye
Mersin Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Radyasyon Onkolojisi Anabilim Dalı, Mersin, Türkiye
3
Mersin Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, Mersin, Türkiye
2
Amaç: Kraniyal iyonize radyasyon (KR) terapisi sonrasında erken ve uzun dönemde farelerde Erişkin
Hipokampal Nörogenez (EHN) döngüsü, hipokampal bağımlı öğrenme (HBÖ) ve uzun süreli hafıza
fonksiyonları (UHF) epigenetik bakış açısı ile değerlendirilmeye çalışılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Anestezi etkisindeki postnatal 14. gün (P14) farelerin baş bölgesi tek bir seferlik 8 Gray
(Gy) dozunda KR’a maruz bırakılmıştır ve tek doz radyasyon grubu (Rad+) olarak adlandırılmıştır. Aynı
sayıda diğer bir grup fare ise hem P14’de 8 Gy hem de P21’de 8 Gy dozunda (toplamda 16 Gy) KR’a maruz
bırakılarak bu grup çift doz radyasyon (Rad++) olarak adlandırılmıştır. Ayrıca yaş ve vücut ağırlığı
bakımından eş bir grup yavru da anestezik (sadece anestezi verilmiş) ve normal kontrol (hiçbir uygulama
yapılmamış) grupları olarak deneye dahil edilmiştir. KR’nin erken (akut) dönem etkilerini
değerlendirebilmek için gruplardaki farelerin bir kısmı P22’de dekapite edilerek beyinleri çıkarıldı. Bunun
yanı sıra, KR’nin uzun dönem etkilerini değerlendirebilmek için 7 ay sonra geri kalan fareler ilk önce
lokomotor aktivitelerinin sınanması açısından Açık Alan Testi’ne daha sonrasında ise HBÖ ve UHF’nı
değerlendirmek için Morris Su Tankı Testi (MSTT) paradigmasına tabi tutulmuşlardır. Davranış testleri
sonrasında fare beyinleri izole edilmiştir.
Tüm gruplara ait P22 (akut) ve P231 (uzun dönem) beyinlerinin hipokampuslarında devam eden
nörogenezi ve epigenetik olayları değerlendirebilmek için fenotipik nöronal ve epigenetik işaretleyiciler
kullanılarak immünhistokimyasal boyamalar (im) gerçekleştirilmiştir.
Bulgular: MSTT’de Rad+ ve Rad++ gruplarında kontrol gruplarına kıyasla öğrenme ve hafıza gibi kognitif
becerilerinde çeşitli derecelerde azalmalar olduğu (p<0.005) ve bu farklılığın önemli derecede doza bağımlı
olduğu anlaşılmıştır. Hem P22 hem de P231 fare beyinlerinin gyrus dentatus’un iç granüler tabakasında
Rad+/Rad++ gruplarında kontrol gruplarına kıyasla Doublecortin (DCX) ile işaretlenmiş hücre
popülasyonunun önemli miktarda azaldığı tespit edilmiştir (p<0.005). Aynı hipokampal bölgelerde en temel
DNA metilasyon ve demetilasyon faktörlerinden olan 5-metilsitozin (5mC), 5-hidroksimetilsitozin (5hmC),
Methyl-CpG Binding Protein 2 (MeCP2) immünohistokimyasal ekspresyonlarının radyasyona bağlı olarak
belirgin düzeyde azaldığı tespit edildi. Bunun yanı sıra, P22 beyinlerinde Dnmt3a ekspresyonunun
kontrollere göre azaldığı (p<0.005) ancak P231 beyinlerinin hiçbirinde ekspresyonun gerçekleşmediği
gösterilmiştir. Ayrıca, P231 Rad+/Rad++ gruplarında kontrol gruplarına kıyasla öğrenme ve hafıza
fonksiyonlarının moleküler alt yapısını oluşturan elektrofizyolojik olarak aktif nöronları temsil eden c-Fos
popülasyonun ise önemli derecede azaldığı kaydedilmiştir (p<0.005).
Sonuç: Çalışmada elde edilen bilgiler ışığında, KR terapisi sonrası hem kısa hem de uzun dönemde
nörogenez döngüsünün sekteye uğradığı, uzun dönemde öğrenme ve hafıza gibi kognitif yeteneklerin
zayıfladığı ve özellikle tüm bu değişkenlerin hücresel alt yapısını oluşturan EHN epigenetiğinin değiştiği
gösterilmiştir.
Anahtar Sözcükler: Hipokampus, Erişkin Hipokampal Nörogenez, Kraniyal İyonize Radyasyon,
Epigenetik.
O-32
Primer motor korteks (M1)’te farmakolojik olarak indüklenmiş simültane teta ve gama
aktiviteleri üzerinde dopaminin farklı etkileri
Özkan M1,2, Johnson NW2, Woodhall GL2, Stanford IM2
1
2
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye
Aston Üniversitesi Yaşam ve Sağlık Bilimleri Fakültesi, Birmingham, Birleşik Krallık
Parkinson hastalığı (PH)’nda dopamin yoksunluğuna bağlı primer motor korteks’te görülen patolojik
aktivitenin anlaşılması için bu bölgedeki nöronal ağların özelliklerinin bilinmesi büyük önem taşımaktadır.
Daha önce yapılan in vitro çalışmalarda benzer şekilde karbakol ve kainik asitle indüklenme sonucu M1’de
beta (15-25 Hz) osilasyonları gözlenmiştir. Bu aktivite pikrotoksin ile ortadan kaldırılırken, gabazin,
tiagabin ve zolpidem ile modüle edilmiş ve böylece GABAerjik internöronların görev aldığı gösterilmiştir
(Yamawaki et al., 2008; Prokic et al., 2015).
Çalışmamızda kesit hazırlama yöntemlerindeki iyileştirmelerle beraber, karbakol (5µM) and kainik asit
(150nM) uygulanması sonucu, M1’in derin tabakalarından alınan lokal alan potansiyel kayıtlarında, in vivo
çalışmalarda da görülmüş olan, eş zamanlı teta (6.6±0.1Hz) ve gama (36.6±0.4Hz) aktiviteleri gözlenmiştir.
Dopamin (30µM) uygulanması sonucunda teta aktivitesinde değişim gözlenmezken (kontrole göre
%111±13.1, n=9, ns), gama gücünde düşüş gözlenmiştir (kontrole göre %93±9.7, n=9, p<0,05). Amfetamin
(20µM) dopamin’e benzer şekilde gama aktivitesini düşürürken (kontrole göre %67±7.8, n=13, p<0.001),
teta gücünü anlamlı bir şekilde arttırmıştır (kontrole göre %151±16.2, n=13, p<0.001). D1-reseptör agonisti
SKF 38393 (10µM) ve D2 reseptör agonisti olan quinpirol ise dopaminin aksine hem teta (SKF 38393,
kontrole göre %162±17.9, n=25, p<0.001; quinpirol, kontrole göre %149±13.8, n=9, p<0,01) hem de gama
aktivitesinde artışa neden olmuştur (SKF 38393, kontrole göre %160±12.4, n=25, p<0.001; quinpirol,
kontrole göre %134±12.3, n=9, p<0,05). D1-antagonisti SCH 23390 (2µM) ve D2-antagonisti sulpirid
(10µM)’in gerek yalnız başlarına (SCH 23390 teta, kontrole göre %179.6±26.2, p<0.01, n=10; gama
kontrole göre %157.7±25.3, p<0.05. n=10; sulpirid, teta, kontrole göre %126.3±9, p<0.01, n=9; gama
kontrole göre %118.3±6.4, p<0.05, n=7) gerek beraber uygulanmasında agonistlere benzer şekilde teta ve
gama aktivitelerinde artış gözlenmiştir. Ayrıca α1-spesifik adrenerjik reseptör agonisti fenilefrin, dopamin’e
benzer şekilde teta aktivitesini etkilemezken (kontrole göre %106±7.8, n=9, ns), gama aktivitesini
düşürmüştür (kontrole göre %69±5.2, n=9, p<0,01). α1-antagonisti prazosin tek başına her iki aktivite
üzerinde etki göstermezken (teta, kontrole göre %157±12.6, n=10, ns; gama, %103±11.7, n=10, ns),
dopaminin gama aktivitesi üzerindeki etkisini engellemiştir (kontrole göre %91±19.4, n=10, ns). D1 ve D2
antagonistlerinin varlığında dopamin’in gama aktivitesi üzerindeki etkisi ortadan kaybolurken (%104±21%,
n=6, ns), fenilefrinin etkisinde bir değişikliğe neden olmamışlardır (%36±5.5, n=6, p<0.001).
Bu sonuçlar çerçevesinde dopaminin M1 teta ve gama aktiviteleri üzerindeki etkisini D1- ve D2reseptörlerinden ziyade onların etkilerinden farklı bir şekilde, muhtemelen α1-reseptörleri ya da D1- α1
reseptör kompleksleri üzerinden gösterdiği ortaya konulmuştur.
Bu çalışma Marmara Üniversitesi Bilimsel Araştırma ve Projeler Komisyonu (BAPKO) tarafından SAG-CDRP-080415-0102 proje numarasıyla desteklenmiştir. Ayrıca araştırmacı Türkiye Bilimsel ve Teknolojik
Araştırma Konseyi (TUBİTAK) tarafından 2214/A Yurt Dışı Doktora Sırası Araştırma Bursu ile
desteklenmiştir.
Anahtar Sözcükler: primer motor korteks, dopamin, teta, gama, α1-adrenerjik
O-33
Talamusun ventrobasal complex ve corpus geniculatum laterale glutamaterjik nöron
yoğunluklarının Wistar ve GAERS Sıçanlarda karşılaştırılması
Kirazlı Ö1, Yıldız SD1, Çavdar S2
1
Marmara Universitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, İstanbul; 2Koç Universitesi
Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, İstanbul
Amaç : Epileptik olayların oluşumunun GABAerjik inhibisyon ve glutamaterjik eksitasyon arasındaki
dengesizlikten kaynaklanabileceği bildirilmiştir. Bu çalışma ile amacımız Wistar ve GAERS (Genetic
Absence Epileptic Rats) sıçan talamuslarına ait ventrobasal complex ve corpus geniculatum laterale
nükleuslarındaki glutamaterjik nöron yoğunluklarını karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Gelişimsel olarak 10. Ve 60. günlere ait sıçan talamuslarından çıkarılan nükleuslara ışık
mikroskopisi glutamat immunohistokimyası uygulanmış ve 1 µm’luk kesitlerdeki glutamat pozitif ve negatif
nöronlar sayılmıştır. İmage j programı uygulanarak kesit alan ölçümleri yapılarak nükleuslardaki nöron
yoğunlukları tespit edilmiştir. Graph- Pad istatistik programı kullanılarak istatistiksel analizler yapılmıştır.
Bulgular: Wistar sıçanlarda gelişimsel olarak glutamaterjik nöron yoğunluğunda bir düşüş gözlenirken
(p=0.0110) bu düşüş GAERS sıçanlarda istatistiksel açıdan daha anlamlıdır (p<0.0001). Corpus geniculatum
laterale’deki nöron yoğunluğu gerek türler arasında gerekse gelişimsel olarak bir farklılık göstermemiştir.
Sonuç: Gelişimsel olarak Wistar sıçanlara göre GAERS sıçanlardaki ventrobasal complex’teki glutamaterjik
nöron yoğunluğundaki bu keskin düşüşün, eksitasyon ve inhibisyon arasındaki dengesizliğin bir sonucu
olabileceği düşünülmektedir.
Anahtar Sözcükler: GAERS, ventrobasal complex, glutamat
O-34
Diyabetik sıçanların serebellumunda alfa sinüklenin birikiminin ve bunun inflamasyon
ve oksidatif stresle olan potansiyel ilişkisinin gösterilmesi
Volkan Solmaz1, Hatice Köse Özlece1, Hüseyin Avni Eroglu2, Hüseyin Aktuğ3, Oytun
Erbaş4, Dilek Taşkıran5
1
Trakya Üniversitesi Tıp fakültesi Nöroloji A.B.D, Edirne, Türkiye; 2Kafkas Üniversitesi,
Tıp fakültesi, Fizyoloji A.B.D, Kars, Türkiye; 3Ege Üniversitesi, Tıp fakültesi, Histoloji ve
Embriyoloji A.B.D, İzmir, Türkiye; 4Bilim Üniversitesi, Tıp fakültesi, Fizyoloji A.B.D,
İstanbul, Türkiye; 5Ege Üniversitesi, Tıp fakültesi, Fizyoloji A.B.D, İzmir, Türkiye
Amaç; bu çalışma malonedialdehit (MDA), glutatyon (GSH) gibi oksidatif stres markerları, pentraksin 3
(PTX 3) gibi inflamasyon belirteçleri eşliğinde streptozotozosin (STZ) ile oluşturulmuş diyabet modelinde,
sıçanların serebellumundaki alfa sinüklein birikiminin gösterilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem; çalışmamıza toplam 12 erkek sıçan alındı, hayvanların yarısına diyabet modeli
oluşturmak için intraperitoneal (i.p) yoldan STZ uygunlandı, diğer 6 sıçana ise herhangibir işlem
uygulanmayıp, control grubu olarak kabul edildi. STZ verildikten 24 saat sonra tüm gruptaki sıçanlarda
plazma glukoz düzeyleri bakıldı, glukoz düzeyleri 250 mg/dl olan sıçanlar diyabet olarak kabul edildi. Bu
işlemler uygulandıktan sonra sıçanlar sakrifiye edilerek, inflmasyon ve oksidatif stresi değerlendirmek için
kanları ve immunohistokimyasal değerlendirme için ise beyincikleri alındı.
Bulgular; diyabetik sıçanların plazma MDA düzeyleri kıyaslandığında kontrol gurubuna göre MDA
düzeylerinin anlamlı olarak daha yüksek olduğu görüldü (p<0.01). Plazma GSH düzeyleri ise diyabetik
sıçanlarda control grubuna göre daha düşük olduğu tespit edildi (p<0.01). Ek olarak inflmasyonun iyi bir
gösrgesi olan PTX 3 düzeyleri incelendiğinde, diyabetik gruptaki PTX 3 düzeylerinin control grubundan
daha yüksek olduğu görüldü (p<0.01). yapılan immunohistokimyasal değerlendirmeler sonucunda diyabetik
sıçanların serebellumundaki alfa sinüklein (α-synuclein) immunoekspresyonun control grubundan
istatistiksel olark anlamlı derecede daha yüksek olduğunu gördük (p<0.01).
Sonuç; Çalışmamız STZ indükte hiperglisemi modelinde cerebellumda α-Synuclein birikimini ve plazma
PTX3 düzeylerinin artışını gösteren ilk çalışmadır. Sonuç olarak diyabete bağlı hiperglisemi kronik
dönemde artmış inflmasyon ve nörotoksisite nedeniyle serebellumda α-synuclein birikimine neden oluyor
olabilir ve serum PTX3 düzeyleri bu durumda önemli bir biyobelirteç olarak değerlendirilebilir. Bu teoriyi
açıkça ortaya koymak için yapılacak klinik prospektif ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Anahtar Sözcükler; diabetes mellitus, alfa sinüklein, pentraxin 3, oksidatif stres,
O-35
Parkinson olgusu yaratılan sıçanlarda düzenli uygulanacak bir yüzme programının
striatumdaki dopaminerjik nöronlar üzerindeki etkisi
Boraci H1, Kirazlı Ö1,Gülhan R2, Yıldız Sercan D1, Şehirli Ü.S1
1
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye;
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Anabilim Dalı,
İstanbul, Türkiye
2
Amaç: En sık görülen nörodejeneratif hastalıklar arasında ikinci sırada yer alan Parkinson Hastalığı (PH),
substantia nigra pars compactadaki dopaminerjik nöron kaybıyla karakterizedir. Dopaminerjik nöronların
%30 oranında gövde kısmının kaybıyla bilikte akson terminallerinin %60lık kaybı sonucunda striatum
bölgesinde ciddi anlamda dopamin kaybı yaratarak, 4 kardinal bulgusu olan rijidite, istirahat tremoru,
bradikinezi ve postural instabilite bulgularını klinik tabloda karşımıza çıkarmaktadır. PH tedavisinde en
etkili basamak olan medikal tedavinin yanında, son yıllarda, hastaların yaşam kalitesini artırmaya yönelik
gelişen; fiziksel kapasiteyi artırmak amacıyla özellikle denge ve alt ekstremiteyi kuvvetlendirme yönünde
uygulanan rehabilitasyon programlarının vazgeçilmez parçası egzersizin, deney hayvanları üzerinde yapılan
birçok araştırmada nöroprotektif etkisi ortaya koyulmuştur. Endogenez bir toksik ajan olan 6-OHDA ile
lezyon yaratılan sıçanlarda striatum bölgesindeki dopaminerjik kaybın yanında, kalretinin pozitif nöronlarda
da azalma gösterilmiştir. Literatürdeki bilgiler ışığında, çalışmada Parkinson olgusu yaratılan sıçanlarda
düzenli yüzme egzersizinin striatumdaki dopaminerjik nöronlar üzerindeki nöroprotektif etkisini tirozin
hidroksilaz (TH) immunohistokimya yöntemi kullanarak gözlemlemek ve kalsiyum bağlayıcı proteinlerden
olan kalretinin, yine immunohistokimya yöntemiyle kalretinin pozitif nöron yoğunluğu ve dopaminerjik
nöron ilişkisini kıyaslamak hedeflenmektedir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 250-300 gram ağırlığındaki wistar sıçanlara (n=8) Parkinson modeli
oluşturmak amacıyla unilateral olarak fasciculus medialis telencephali bölgesine stereotaksi yöntemiyle 6OHDA enjekte edilmiştir. Parkinson modeli yaratılan sıçanlar egzersiz ve sedanter olarak iki gruba
ayrılmıştır. Egzersiz grubu, orta şiddetli(30 dakika/gün, 5 gün/hafta, 6 hafta boyunca) kabul edilen düzenli
yüzme programına tabi tutulmuştur. Her iki gruba da lezyon sonrası 21. günde apomorfin (0,05 mg/kg,sc)
rotasyon testi uygulanmıştir. Egzersizin tamamlandığı 6. haftanın sonunda derin anestezi altında
transkardiyak perfüzyon yöntemi sonrasında beyinler çıkartılmıştır. Alınan beyin kesitlerine sırasıyla TH ve
kalretinin immünohistokimya protokolü uygulanıp mikroskop altında striatum bölgesindeki kalretinin
pozitif internöronlar ve TH pozitif nöronlar semi-kantitatif olarak sayılarak karşılaştırılmıştır.
Sonuç: Egzersiz grubuna ait sıçanlardaki rotasyon sayısı sedanter gruba göre daha az olarak bulunmuş ve bu
iki grup arasındaki test sonuçları kıyaslanarak analiz edildiğinde ise
anlamlı bir fark bulunmuştur
(p=0.058). Egzersiz ve sedanter gruplardaki sıçan beyinlerinde striatum ve substantia nigra bölgelerinde TH
boyanmasında farklılık gözlemlenmezken, striatum bölgesindeki kalretinin pozitif nöronların sedanter ve
egzersiz grubu karşılaştırıldığında, egzersiz grubunda kalretinin pozitif nöron sayısındaki artış sonucunda
anlamlı bir farklılık saptanmıştır (p=0.0009). Egzersiz ve sedanter gruba ait ipsilateral (lezyonlu) taraftaki
kalretinin pozitif nöron sayısı egzersiz grubunda istatistiksel olarak anlamlı bir artış göstermiştir (p:0.028).
Bununla birlikte egzersiz ve sedanter gruplara ait kontralateral (sağlıklı) taraftaki kalretinin pozitif nöron
sayısı da ayni şekilde anlamlı bir artış ortaya koymuştur (p:0.081). Çalışmamızda, egzersizin PH′nin oluş
mekanizmasında nöroprotektif etkisinin olduğu hipotezini doğrulayan sonuçlar elde edilmiştir. Elde edilen
verilerin, daha uzun süreli ve şiddetli egzersiz programlarıyla desteklenerek striatumdaki dopaminerjik
nöronlar üzerindeki nöroprotektif etkisinin güçlendirilip ileri klinik çalışmalara ışık tutması
öngörülmektedir.
Anahtar Sözcükler: Parkinson, Egzersiz, Kalretinin, Tirozin Hidroksilaz, 6-OHDA
O-36
Ratlarda 6-OHDA ile oluşturulan deneysel Parkinson hastalığı modelinde valproik asit
ve nesfatin-1’in tedavi edici etkileri
Ö. Cartıllı1, A.Songur1, Y. Gülsarı1, E. Aslan2, Ö.Hazman3, Y. Gönül1, S. Oruç4,
O.Eser5
1
Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi AD. , Afyonkarahisar; 2Afyon
Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji ve Embriyoloji AD., Afyonkarahisar; 3Afyon
Kocatepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya AD. , Afyonkarahisar; 4Afyon
Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji AD. , Afyonkarahisar; 5Balıkesir Üniversitesi
Tıp Fakültesi Beyin ve Sinir Cerrahisi AD., Balıkesir
Amaç: Parkinson Hastalığı (PH), istirahat tremoru, bradikinezi, rijidite ve postural instabilite ile karakterize
nörodejeneratif bir hastalıktır. Oluşan nörodejenerasyonu önleyici araştırmalar, diğer nörodejeneratif
hastalıklarda olduğu gibi PH’da da ilgi alanı haline gelmiştir. Her ne kadar PH’da rutin kullanımı olmasa da
valproik asitin (VPA), parkinson benzeri nörodejenerasyonda etkili olabileceğini gösterilmiştir. Biz de
çalışmamızda VPA ve antienflematuvar, antiapoptotik, antioksidan bir madde olan Nesfatin-1’in, ratlarda 6hidroksidopamin (6-OHDA) ile oluşturulan deneysel PH üzerinde ayrı ayrı kullanılmasının etkilerini
biyokimyasal ve histopatolojik yöntemlerle araştırmayı planladık.
Gereç ve Yöntem: 32 adet erkek, yetişkin ve 220-320 gr ağırlığındaki Sprague Dawley ratlar, her grupta
sekizer adet olacak şekilde dört gruba ayrıldı: Sham, PH, PH+VPA ve PH+Nesfatin-1. Anesteziyi takiben
ratlar stereotaksik çerçeveye alınarak skalp 1,5 cm’lik vertikal kesi ile açılarak kafatası kemiklerine ulaşıldı.
Bregma ve lambda tespit edildi. Paxinos ve Watson Rat Beyin Atlası’na göre bregmadan AP:+1,1 mm, ML:
+/- 3,2 mm uzaklıktaki noktaların koordinatları belirlenerek işaretlendi. İşaretlenen bölgede mikrodrill
yardımıyla duramater’e ulaşıldı ve duramater’den DV :-7,2 mm derinliğe indirilerek corpus striatum’a 6OHDA solüsyon infüzyonu yapıldı. İnfüzyondan üç hafta sonra ratlara 0,1 mg/kg apomorfin hidroklorit
subkutan olarak verildi ve PH oluşup oluşmadığı kontrol edildi. PH olduğu kabul edilen ratlardan PH+VPA
grubuna VPA, yirmibir gün (p.o.-4mg/ml) verilirken, PH+Nesfatin-1 grubuna ise Nesfatin-1, yedi gün
boyunca uygulandı (s.c.-10µg/kg/gün).
Histopatolojik olarak tirozin hidroksilaz (TH), Bcl-2 ve kaspaz-3 ekpresyonlarındaki değişiklikler
immunohistokimyasal olarak değerlendirildi. Biyokimyasal olarak ise siklooksijenaz-2 (COX-2),
prostaglandin E2 (PGE2), nükleer faktör kappa-B (NF-κB), nitrik oksit (NO), glutatyon (GSH) ve
malondialdehit (MDA) değerleri ölçüldü.
Bulgular: Histopatolojik olarak; PH grubunda artmış olan kaspaz-3 ve Bcl-2 ekpresyonlarının PH+VPA ve
PH+Nesfatin-1 gruplarında anlamlı bir şekilde azaldığı gözlendi. Buna karşılık PH grubunda azalmış olan
TH ekpresyonunun ise PH+VPA ve PH+Nesfatin-1 gruplarında ise anlamlı bir şekilde arttığı görüldü.
Biyokimyasal olarak; PH grubunda artmış olan COX-2, PGE2, NF-κB, NO ve MDA değerlerinin PH+VPA
ile PH+Nesfatin-1 gruplarında anlamlı bir şekilde azaldığı (p<0,05) gözlendi. PH grubunda azalmış olan
GSH değerlerinin ise PH+VPA ve PH+Nesfatin-1 gruplarında anlamlı bir şekilde arttığı (p<0,05) bulundu.
Sonuç: Deneysel PH modelinde VPA ve Nesfatin-1’in dopaminerjik hücrelerde apoptozis ve oksidatif hasar
mekanizmaları üzerinden PH’nin progresyonunu engelleyici ve tedavi edici etkiye sahip oldukları
düşünülmektedir.
Anahtar Sözcükler: Parkinson hastalığı, 6 hidroksidopamin, tedavi, valproik asit, nesfatin-1.
O-37
Alt ve üst dudak yumuşak doku kalınlıklarının yaşa ve cinsiyete bağlı değişiklikleri
Karaca Bozdağ Z1, Kürkçüoğlu A2, Üstdal A3, Çam Y3, Oğuz Ö4
1
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, İstanbul
Başkent Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Ankara
3
Çukurova Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, Ortodonti Anabilim Dalı, Adana
4
Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Adana
2
Amaç: Bu çalışma, alt ve üst dudak yumuşak doku kalınlıklarının yaşa ve cinsiyete bağlı olarak
değişikliklerini belirlemek amacıyla yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu amaçla, 2011-2013 tarihleri arasında Çukurova Üniversitesi ve Başkent Üniversitesi
(Adana) Diş Hekimliği Fakülteleri Ortodonti Polikliniğine farklı sebeplerle başvuran, yaşları 16-74 yıl
arasında değişen 220 sağlıklı (87 kadın ve 133 erkek) bireyin lateral sefalometrik görüntüleri
değerlendirilmiştir. Sefalometrik görüntüler, daha önce ortodontik tedavi görmemiş, normal büyüme ve
gelişme gösteren, yüz bölgesine yönelik cerrahi bir girişim geçirmemiş kişilere aittir. Tüm bireyler, yaş
aralıklarına göre farklı üç gruba ayrılmıştır. Grup I; yaşları 16-19 yıl, Grup II; 20-25 yıl ve Grup III; 26-74
yıl. Bireylerin sefalometrik görüntüleri üzerinde farklı 6 referans noktası belirlenerek, üst (Pr-Ls) ve alt (IdLi) dudak kalınlık ölçümleri yapılmıştır.
Bulgular: Tüm yaş grupları içerisinde, kadın ve erkeklerin üst dudak kalınlık değerleri incelendiğinde; Grup
I’de cinsiyetler arasında fark saptanamazken (p=0,051) (kadınlarda: 23,2±4,1 erkeklerde: 25,9±6,2), Grup II
ve Grup III’de anlamlı bir fark olduğu bulunmuştur (p=0,0001). Alt dudak kalınlıkları açısından; cinsiyetler
arasında 16-19 yaş grubunda fark saptanamazken (p=0,137), Grup II ve Grup III bireylerde cinsiyetler
arasında anlamlı bir fark olduğu belirlenmiştir (p=0,0001). Elde edilen sonuçlarda, alt dudak kalınlık (Id-Li)
değerinin ve üst-alt dudak birleşim noktasının (U1-St) kesici dişlere olan uzaklığının, Grup II ve Grup
III’deki bireylerde cinsiyete bağlı olarak değiştiği, ancak Grup I’deki bireylerde bu ilişkinin olmadığı
bulunmuştur. Ayrıca, erkek bireylerde dudak kalınlık değerlerinin kadın bireylerden daha fazla olduğu
saptanmıştır.
Sonuç: Alt ve üst dudak yumuşak doku kalınlıklarının yaşa ve cinsiyete bağlı değişikliklerin bilinmesinin;
adli antropologlara yeniden yüzlendirme tekniğinin uygulanmasında, plastik ve rekonstrüktif cerrahlara ve
ortodontistlere ise tedavi planlarını belirlemede ve tedavi sonrasındaki uyumun değerlendirilmesinde
yardımcı olacağını düşünmekteyiz.
Anahtar Sözcükler: Doku kalınlığı, Sefalometri, Üst dudak, Alt dudak Kestirim (cutoff) değeri
O-38
Çölyak Hastalığı olan çocukların yüz kraniyofasiyal morfometrik ölçümleri
Işıkay S.1, Orhan M.2, Bahşi İ.2, Kızılkan N.2, Kul S.3, Kocamaz H.4, Şan M.5
1
Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi, 27100 Gaziantep, Türkiye
Gaziantep Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, 27310 Gaziantep, Türkiye
3
Gaziantep Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Biyoistatistik Anabilim Dalı, 27310 Gaziantep,
Türkiye
4
Pamukkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Gastroenterolojisi Bölümü, 20070, Denizli,
Türkiye
5
Gaziantep Cengiz Gökçek Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Çocuk Sağlığı
ve Hastalıkları Bölümü, Gaziantep, Türkiye
2
Amaç: Çölyak hastalığı tahıllı ürünlerde bulunan gliadine karşı gelişen otoimmün genetik bir multisistem
hastalığıdır. Kraniyofasiyal büyümenin de etkilenebildiği tipik çocukluk çağı çölyak hastalarında büyüme ve
gelişme geriliği önemli komplikasyonlarından biridir. Ancak kraniyofasiyal morfometrik özellikler objektif
olarak ifade edilememektedir. Bu çalışmanın amacı, çölyak hastalığı tanısı olan çocukların kraniyofasiyal
morfolojisini inceleyerek bu hastalığa özgü morfolojik özelliklerin varlığını araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Klinik tanı ve biyopsi ile çölyak hastalığı tanısı konan ve en az 6 aydır takibi yapılan 317 yaş 100 hasta ve 100 sağlıklı çocuğun anatomik duruş pozisyonunda ön ve yan cepheden çekilen
fotoğrafları değerlendirildi. Hasta ve kontrol grubuna ait fotoğraflar karıştırılarak ölçüm yapacak
araştırmacının tek kör çalışma yapması sağlandı. Fotoğrafların ölçümü için ImageJ 1.50b software
kullanıldı. Fotoğraflarda 28 anatomik landmarker belirlendi. Anatomik landmarkerlar kullanılarak 41 mesafe
ve 5 açı ölçüldü. Ölçülen mesafelerin birbirlerine olan oranları da hesaplanarak 41 oran değerlendirildi. Tüm
bu parametreler hasta ve kontrol grubunda için model kurulup yaşın ve cinsiyetin etkisi giderilerek
karşılaştırıldı.
Bulgular: Morfolojik yüz yüksekliği, üst yüz yüksekliği, burun yüksekliği, üst dudak yüksekliği, üst
vermilion genişliği, alt yüz yüksekliği, çene yüksekliği, alt dudak yüksekliği, fizyonomik yük yüksekliği,
orta yüz yüksekliği, minimum frontal genişlik, maximum yüz genişliği, pupiller arası mesafe, intercanthal
genişlik, göz fissür genişliği, biocular genişlik, alt yüz genişliği, burun genişliği, burun kanatlarının genişliği
(nostril floor width), ağız genişliği, bitragal genişlik, kulak uzunluğu, kulak genişliği, nasomental açı ve
subnasal-pronasal arası mesafenin çölyak hastalığı olan olgularda sağlıklı bireylere göre istatistiksel olarak
anlamlı küçük olduğu saptandı. Burun kökü genişliği, tragion-nasion arası mesafe, tragion-subnasal arası
mesafe, nasofrontal açı ve nasofasial açının çölyak hastalığı olan olgularda sağlıklı bireylere göre
istatistiksel olarak anlamlı büyük olduğu saptandı.
Sonuç: Çölyak hastalığında görülen kraniyofasiyal morfometrik değişiklikler objektif bir şekilde
tanımlanarak çocukluk döneminde çölyak hastalığından şüphelenilmesinde ve bu kişilerin ileri tetkik için
yönlendirilmesinde faydalı olacağı kanaatine varılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Çölyak hastalığı, kraniyofasiyal, morfometri
O-39
Anadolu Medeniyetlerine ait iskeletlerde topuk dikeni analizi
Açıkgöz A.K.1, Erkman A.C.2, Göker P.1, Bozkır M.G.1
1
2
Çukurova Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Adana
Ahi Evran Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Antropoloji Bölümü, Kırşehir
Amaç: Topuk dikeni, kalkaneus kemiğinin özellikle dorsal ve plantar yüzünde kasların bağlanma yerinde
görülen kemik çıkıntısıdır. Kalkaneus’un dorsal yüzünde tendo calcaneus’un yapışma yerinde oluşan
çıkıntıya dorsal (aşil) çıkıntı, kemiğin plantar yüzünde fascia plantaris’in yapışma yerinde oluşan çıkıntıya
ise plantar çıkıntı denir. Çalışmamızda, Anadolu’da antik dönemlerde yaşamış Geç Doğu Roma, Bizans ve
Ortaçağ dönemine ait iskeletlerde topuk dikeninin ayrıntılı olarak incelenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Anadolu’da yaşamış Geç Doğu Roma, Bizans ve Ortaçağ dönemi olarak tarihlendirilen,
paleodemografik analizleri yapılan 137 (80 erkek, 57 kadın) iskeletteki 251 adet kalkaneus kemiği topuk
dikeni yönünden incelenmiştir. Çalışmaya dahil edilen iskeletlerin kalkaneuslarında topuk dikeni yönünden
incelemeyi engelleyecek herhangi bir kırık ve bozulma olmamasına dikkat edilmiştir.
Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen 251 kalkaneus kemiğinde, dorsal topuk dikeni görülme oranı % 43.9,
plantar topuk dikeni görülme oranı % 11.1 ve her iki topuk dikeninin birlikte görülme oranı ise % 10.3
olarak bulunmuştur. Ayrıca çalışmamızda her iki kalkaneus kemiği bulunan 114 iskelette topuk dikeni
görülme oranı % 46.5 olarak elde edilmiştir. Üç yaş grubuna ayrılmış toplam 232 kemikte topuk dikeni
varlığının yaş grupları içinde dağılımı ve yaş aralıkları arasında fark olup olmadığını elde etmek için chisquare testi uygulanmış, her yaş grubunda topuk dikeni varlığı sırasıyla, genç erişkinlerde (18-29.9 yaş) %
6.82, erişkinlerde (30-44.9 yaş) % 50, ileri erişkinlerde (45+ yaş) ise % 54.44 olarak elde edilmiştir. Ayrıca
topuk dikeni varlığı cinsiyet yönünden incelendiğinde kadınlarda topuk dikeni görülme oranı % 40.6,
erkeklerde ise % 47.6 olduğu belirlenmiştir.
Sonuç: Sonuç olarak bu çalışmada elde ettiğimiz bulgular bize yaklaşık M.S. 800. yıldan itibaren
Anadolu’da topuk dikeninin görülme oranının ileri yaşlarda, gençlere göre daha fazla olduğunu, erkeklerde
kadınlardan daha fazla topuk dikeninin bulunduğunu ve dorsal topuk dikeninin, plantar topuk dikenine
oranla oldukça fazla görüldüğünü göstermiştir. Bulgular, yaşam şartlarının döneme göre zor olduğunu ve
ağır iş yükünü de beraberinde getirmesi açısından dikkat çekicidir.
Bu çalışma, Çukurova Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Birimi tarafından desteklenmiştir.
Anahtar Sözcükler: Topuk dikeni, kalkaneus, dorsal çıkıntı, plantar çıkıntı
O-40
Buruna klinik yaklaşım için gerekli antropometrik ölçümler
Kılıç Şafak N, Durgun B*
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, Adana
Amaç: Burun üst solunum yolu ve periferik koku organıdır. Yüzün tam merkezinde yer aldığından, şekli ve
oranı yüz estetiğine önemli katkıda bulunur. Ayrıca, burundan kaynaklı nefes alma problemi (uyku apnesi)
sadece uykuyu değil davranışları ve günlük faaliyetleri de olumsuz etkiler. Septum deviasyonu genellikle
kulak burun boğaz uzmanlarının değerlendirmeye aldıkları bir sağlık sorunu iken, estetik ve plastik cerrahlar
burnu içi ve dışıyla bir bütün olarak değerlendirir. Cerrahi olmayan rinoplasti (filler rhinoplasty) ise, çökük
alanların doldurulması, burun ucunun kaldırılması ve burun kemerinin şekillendirilmesi sonucunda estetik
kaygı ve nefes alma zorluklarının düzeltilebildiği invaziv bir yöntemdir. Burnun anatomik ve morfolojik
özellikleri ırk, etnik grup, yaş ve cinsiyete göre farklılık gösterdiği için antropometrik ölçülerinin bilinmesi
ve varyasyonlarının doğru olarak değerlendirilmesi, cerrahi girişimlerde planlamanın daha doğru
yapılmasına ve istenmeyen cerrahi sonuçların önlenmesine yardımcı olur. Bu bilgilere dayanarak, bu
çalışmada yetişkin bireylerde burun ile ilgili antropometrik verilerin elde edilmesi ve bu değerlere göre
burun tiplerinin sınıflandırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada rastgele örneklem yöntemiyle seçilmiş, 18-71 yaş arası 60 yetişkin bireyde
(30 erkek ve 30 kadın) burun antropometrik ölçümleri yapılarak, burun tipleri sınıflandırılmıştır. Kaliper ile
yapılan ölçümler; nazal uzunluk, nazal kemer uzunluğu, nostril uzunluğu, nazal yükseklik, morfolojik nazal
genişlik, anatomik nazal genişlik, nazal kök genişliği, superior ve inferior nostril genişliği, bizigomatik
genişlik ve nazal derinliktir. Bu ölçümlerden yararlanılarak eksternal burun yüzey alanı, nazal hacim, nazal
indeks ve burun yüz genişliği indeksi hesaplanmıştır. Bu hesaplara dayanılarak Martin ve Sallar (1957)’a
göre burun tiplerinin sınıflandırılması yapılmıştır. Verilerin istatistiksel analizi için SPSS 17.0 programı
kullanılmıştır.
Bulgular: Erkeklerde ve kadınlarda ortalama değerler sırasıyla: nazal uzunluk; 51,8±5,97 mm, 51,77±7,05
mm, nazal kemer uzunluğu; 51,61±5,05 mm, 49,50±5,34 mm, sol nostril uzunluğu; 17,34±2,77 mm,
14,83±2,33 mm, sağ nostril uzunluğu; 17,01±3,07 mm, 14,89±2,17 mm, nazal yükseklik; 56,35±4,61 mm,
55,46±5,45 mm, morfolojik nazal genişlik; 37,07±4,74 mm, 34,30±5 mm, anatomik nazal genişlik;
28,98±3,44 mm, 26,52±3,68 mm, nazal kök genişliği 15,79±2,30 mm, 14,67±2,80 mm, sol superior nostril
genişliği 8,38±2,22 mm, 6,41±1,47 mm, sol inferior nostril genişliği; 6,90±2,34 mm, 6,04±1,59 mm, sağ
superior nostril genişliği; 8,26±2,46 mm, 6,76±1,36 mm, sağ inferior nostril genişliği 6,67±2,19 mm,
6,16±1,55 mm, bizigomatik genişlik 121,85±8,04 mm, 118,34±7,12 mm, nazal derinlik; 23,82±2,88 mm,
20,28±3,62 mm, eksternal burun yüzey alanı 2188,93±291,57 mm², 1787,48±272,39 mm², nazal hacim
6791,60±2678,65 mm³, 5733,53±2093,10 mm3 olarak bulunmuştur. Erkeklerde ve kadınlarda en çok
leptorrrhine burun tipi görülmüştür.
Sonuç: Bu çalışma bulgularının yetişkinlerde burun ölçümlerinin ortalama değerlerinin saptanması
açısından literatüre katkı sağlayacağı, kulak burun boğaz uzmanları ve cerrahlara yol gösterici olacağı
düşünülmektedir.
Anahtar Sözcükler: Burun, antropometri, burun morfometrisi, burun tipi
O-41
Gebelik sırasında ayak ağrısı ile taban basıncı ilişkisi
Varol T1, Göker A2, Cezayirli E1, Özgür S1, Tuç Yücel A3
1
Manisa Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi AbD
Manisa Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum AbD
3
Manisa Celal Bayar Üniversitesi Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu
2
Amaç: Hamilelik döneminde meydana gelen hormonal ve yapısal değişiklikler, özellikle vücut
biomekaniğinde değişime değişime neden olmaktadır. Bu değişiklikler son trimesterde en üst noktaya
çıkmaktadır. Ayakta ortaya çıkan adaptif değişiklikler, ayak ve ayak bileğinde ağrıya neden olmaktadır.
Pedobarografik ölçüm yöntemi, ağrının orjinini anlamak için kullanılabilen non-invaziv bir yöntemdir.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya hamilelik öncesi dönemde ayak ve ayak bileği sorunu yaşamamış olan 131
gönüllü hamile katıldı. VAS ile ağrı durumları belirlendi. Ortalama VAS skoru (2.95) kesme noktası olarak
tanımlanarak hamileler 2 gruba ayrıldı; Grup 1 (n=70) VAS< 2.95, Grup 2 (n=61) VAS ≥ 2,95. Hamilelere
midgait yürüme protokolü ve HR Mat Tekscan pedobarografi cihazı kullanarak ayak tabanı basınç ölçümleri
yapıldı.
Bulgular: Grup 2 de yer alan hamilelerde kuvvet değeri bakımından sağ ayak tabanının tamamı ve ayağın
ön kısmında, her iki ayak için ayağın orta kısmında anlamlı olarak yüksek bulunda (p<0.05). Temas alanı
Grup 2 de anlamlı şekilde artmıştı (p<0.05).
Sonuç: Elde edilen sonuçlar ayak ve ayak tabanında hamilelikte ortaya çıkan ağrının varlığı ve şiddetinin
başta ayağın orta kısmı olmak üzere, ayak tabanının tamamı ve ayağın ön kısmında kuvvet ve temas alanı
parametreleri ile ilişkili olduğunu göstermektedir.
Anahtar sözcükler: Ayak, taban basıncı, gebelik
O-42
Sağlıklı bireylerde ayak antropometrik indeks değerlerinin belirlenmesi
Yücel AH, Özandaç S, Kabakcı AG, Taşkın RG.
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Temel Tıp Bilimleri Anatomi AD., Adana
Amaç: Sağlıklı genç populasyonda objektif ölçüm yöntemleriyle ayak tiplerinin belirlenmesi ve pes planus
görülme oranlarının araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 18-30 yaşlarında sağlıklı birey dahil edilmiştir. 237 sağlıklı bireyden 129
erkek 108 kadın olmak üzere toplam 474 ayak ölçümü yapılmıştır. Buna göre; geniş, ince, normal ayak
tipleri ile pes planus ve pes cavus görülme oranları araştırılmıştır. Çalışmaya dahil edilen sağlıklı
populasyonda ayak bölgesine ait antropometrik ölçümler yapılmıştır. Ayak metatarsal genişliği, ayak topuk
genişliği, ayak uzunluğu, intermetatarsal ark açısı (IMA), halluks valgus açısı (HVA) ve ayak izi ölçümleri
değerlendirilmiştir. Zemin platform üzerinden alınan ayak izi ölçümlerinin birbirine oranları alınarak
Chippaux-Smirax Ark Indeks’i (CSAI) ve Staheli Ark Indeks’i (SAI) hesaplanmıştır. Bu ölçümlerden sonra
minimum (min.), maximum (max.), ortalama ve standart sapma (SS) değerleri elde edildi. Pearson
Spearman korelasyon analizi ve Independent Sample T testi ile verilerin analizi gerçekleştirilmiştir.
Çalışmaya dahil edilen kişilerde ölçüm yapabilmek için “Girişimsel Olmayan Klinik Araştırmalar Etik
Kurulu” onayı alınmıştır. Ölçümlerden önce bireylere bilgilendirilmiş gönüllü onam formu imzalatılmıştır.
Bulgular: 108 kız öğrencinin yaş ortalaması (YO); 19,74±1,52, boy uzunluğu (BU); 163,75±5,31 cm, vücut
ağırlığı (VA); 58,18±9,87 kg iken, 129 erkek öğrencinin YO; 20,57±2,13, BU; 177,81±6,30 cm, VA;
74,25±10,01 kg olarak bulunmuştur. Erkeklerde 22 sağ, 22 sol ince tip ayak; 89 sağ, 87 sol standart tip ayak
ve 18 sağ, 20 sol geniş tip ayak tespit edilmiştir. Kadınlarda ise 19 sağ, 16 sol ince tip ayak; 67 sağ, 79 sol
standart tip ayak ve 22 sağ, 13 sol geniş ayak bulunmuştur. Sol halluks valgus açısı (HVA) ve sağ
intermetatarsal açı (IMA) hariç bütün verilerde her iki grup arasında anlamlı farklılık elde edilmiştir
(p<0,05).
Her iki grup birlikte değerlendirildiğinde; sağ ve sol HVA arasında yüksek korelasyon varken, sağ
HVA ile sağ IMA arasında zayıf korelasyon bulunmuştur. Ayrıca sol HVA ve sol IMA arasında zayıf
korelasyon, sağ IMA ve sol IMA arasında orta derece korelasyon mevcut olup, sağ baş parmak uzunluğu ve
sol baş parmak uzunluğu arasında yüksek korelasyon saptanmıştır. Ayrıca, sağ-sol baş parmak uzunluğu ile
sağ ve sol ayak uzunluğu arasında orta derece korelasyon, sağ ayak uzunluğu ve sol ayak uzunluğu arasında
yüksek korelasyon, sağ ve sol ayak genişlikleri arasında da yüksek korelasyon olduğu bulunmuştur. CSAI ve
SAI değerleri açısından her iki grupta anlamlı farklılığa rastlanılmıştır (p<0.05).
Sonuç: Ulusal ve uluslararası literatür ile karşılaştırılarak değerlendirilen ölçüm sonuçlarımızda değerler
arasındaki farklılıklara; yaş, cinsiyet, ırk, sosyo-ekonomik durum, beslenme, sağlık, kullanılan ayakkabı tipi,
spor aktivitelerine katılım ve coğrafi koşulların etken olduğu düşünülmektedir.
Anahtar Sözcükler: Ayak, antropometri, halluks valgus.
O-43
Ortopantomografi ve volumetrik tomografinin alt çene anatomik varyasyonlarını
belirleme etkinliklerinin karşılaştırılması
Dereci Ö.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, Ağız, Diş ve Çene Cerrahisi
Anabilim Dalı, Eskişehir
Amaç: Bu çalışmanın amacı oral cerrahi işlemlerde hayati öneme sahip anatomik varyasyonların
insidanslarının radyolojik yönteme göre anlamlı olup olmadığını incelemek ve panoramik radyografi ve
konik ışınlı bilgisayarlı tomografi yöntemlerinin varyasyonları teşhis etme kabiliyetlerini araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: 01/04/2013-01/04/2016 yılları arasında oral cerrahi müdahale görmüş ve retrospektif
olarak radyografik bilgilerine ulaşılabilen hastalardan, uniform şartlarda alınmış panoramik radyografi ve
konik-ışınlı bilgisayarlı tomografi verileri bulunan bireyler çalışmaya dahil edildi. Aksesuar mental foramen,
bifid mandibular kanal, retromolar foramen ve mandibular kesici kanal varyasyonlarının varlığı ve yokluğu
her iki radyografi türünde her hasta için 2 gözlemci tarafından değerlendirildi. Gözlemci güvenilirliği Cohen
kappa testi ile belirlendi. Varyasyonların teşhisi açısından her iki radyografi yöntemi arasında anlamlı fark
olup olmadığı McNemar yöntemi ile analiz edildi. p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 86 olgu dahil edildi. 10 olguda (%11,6) aksesuar mental foramen, 7 olguda
(%8,1) retromolar foramen, 17 olguda (%19,8) bifid mandibular kanal ve 34 olguda (%39,5) mandibular
kesici kanal gözlendi. Aksesuar mental foramen, bifid mandibular kanal ve retromolar foramen açısından
radyografik yöntemler arasında fark bulunmadı.(p<0,05) Mandibular insiziv kanal varyasyonu açısından iki
radyografi yöntemi arasında fark bulundu.(p<0.05)
Sonuç: İki radyografi yöntemi mandibular insiziv kanalın teşhisi açısından farklılık göstermektedir. Bu
varyasyonun sağlıklı teşhisi için volumetrik tomografi daha iyi bir yöntemdir. Diğer varyasyonlarının teşhisi
açısından 2 radyografik yöntem de kullanılabilir.
Anahtar Sözcükler: Anatomik varyasyon, konik-ışınlı bilgisayarlı tomografi, mandibula, panoramik
radyografi
O-44
Nervus alveolaris inferior’un anatomik seyrini etkileyen kistik lezyonlarda, cerrahi
öncesi ve sonrası parestezinin değerlendirilmesi
Sindel A.
Akdeniz Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi, Ağız, Diş ve Çene Cerrahisi Anabilim Dalı,
Antalya, Türkiye
Amaç: Mandibula ve maxillada oluşan patolojiler lokalizasyonlarına ve boyutlarına bağlı olarak kemik veya
yumuşak dokudaki önemli anatomik yapılarla ilişki gösterirler. Kistler, içerisinde sıvı ya da yarısıvı
materyal ihtiva eden patolojik boşluklar olup, sıklıkla çene kemiklerinde ve daha ender olarak da ağız ve yüz
bölgesinin yumuşak dokularında görülürler. Çalışmamızda amacımız mandibula’da bulunan kistlerin
yarattığı yıkım ve kompresyon sonucu nervus alveolaris inferior ve nervus mentalis’in antomisinin
değişmesinin ve yine aynı sinirlerin hasara uğramadıkları cerrahiler sonrasında cevaplarının dudaktaki
paresteziyle değerlendirilmesi.
Gereç ve Yöntem: Akdeniz Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Ağız, Diş ve Çene Cerrahisi Kliniğinde 13
hasta mandibula’da lokalize kistik yapıların cerrahi tedavi öncesi ve sonrasında dudakta oluşan paresteziler
yönünden değerlendirilmiştir.
Bulgular: Radiküler ve dentigeröz kistlerin yavaş ekspansiyonuna bağlı olarak bu vakalarda cerrahi öncesi
parestezi görülmemiştir. Keratokistler mitotik aktiviteye bağlı olarak daha ekspansif patolojiler olduğundan
keratokist vakalarının ikisinde cerrahi öncesi parestezi gözlenmiştir. Cerrahi sonrası 4 vakada 3-6 ay arası
geçici parestezi oluşmuştur. Hastaların hiçbirinde kalıcı parestezi gözlenmemiştir.
Sonuç: Mandibulanın odontojenik ve non-odontojenik kistleri sıklıkla n. alvelaris inferior ve n mentalisi
etkilemektedir. Bu kistlerin yapısı cerrahinin belirlenmesinde ve anatominin geçici ve kalıcı değişiminde
önemlidir.
Anahtar Sözcükler: Nervus alveolaris inferior, nervus mentalis, odontojenik kist, nonodontojenik kist.
O-45
Foramen mentale etrafındaki kemik kalınlığının implant cerrahisindeki öneminin
bilgisayarlı tomografi ile değerlendirilmesi
Öztürk Ö1, Arifoğlu Y1, Aytuğar E2, Yıldız SD3, Özdoğmuş Ö3
1
Bezmialem Vakıf Üniversitesi, Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, İstanbul
Bezmialem Vakıf Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi Ağız Diş ve Çene Radyolojisi
Anabilim Dalı, İstanbul
3
Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı, İstanbul
2
Giriş ve Amaç: Dental implant cavitas oris’ de diş kayıplarında sıkça tercih edilen cerrahi bir yöntemdir.
Bu sebeple; bölgenin önemli yapılarla olan komşuluklarından ötürü anatomisi iyi bilinmelidir. Aksi halde
düşük implant gibi bir takım sağlık sorunları ortaya çıkabilmektedir. Bu çalışmanın amacı; foramen mentale
etrafındaki kemik kalınlığı hakkında bilgi sahibi olarak foramen mentale üzerine uygulanan düşük
implantlara karşı önlem alabilmektir.
Materyal ve Metod: Yapılan bu çalışmada; 100 kadın ve 100 erkek hastanın mandibula’ larına ait dental
volumetrik tomografi görüntüleri incelenmiştir. Taranan görüntüler üzerinde foramen mentale’ nin etrafında
yer alan kemik dört bölüme ayrılmıştır. Buna göre foramen mentale- crista alveolaris, foramen mentalebasis mandibulae, foramen mentale -facies vestibularis ve foramen mentale - facies lingualis arasındaki
kemik kalınlığı ölçülmüştür. Veriler; SPSS programında Kruskall- Wallis, Mann- Whitney testleri
uygulanarak incelenmiştir. Elde edilen sonuçlara göre; kemik kalınlıkları arasında farklılıklar
bulunmaktadır. Cinsiyete göre; kadınlarda foramen mentale ile crista alveolaris, basis mandibulae ve facies
vestibularis arasındaki kemik kalınlıkları erkeklere oranla daha incedir (p=0,028). Hastalar yaş bakımından
değerlendirildiğinde; yaş ilerledikçe kemik kalınlığının inceldiği gözlenmektedir. 18- 25 yaş ve 51 yaş ve
üzeri hastalar ile birlikte 18- 25 yaş ve 26- 50 yaş grubu hastalar arasında anlamlı bir fark gözlenmiştir
(p=0,004). Kadın ve erkek hastalar dişli ve total dişsiz olmak üzere iki grupta incelendiğinde ise; sadece
foramen mentale ile crista alveolaris arasındaki kemik kalınlığı dişli hastalarda daha kalın bulunmuştur.
Sonuç: Sonuç olarak; foramen mentale’ nin etrafına uygulanacak dental implantın kalitesi ve düşük
oluşturmayacak implantların uygulanması, foramen mentale etrafındaki kemik kalınlığının ve bütün
mandibula anatomisinin iyi bilinmesine bağlıdır.
Anahtar Sözcükler: mandibula, foramen mentale, dental implant , bilgisayarlı tomografi, dental
volumetrik tomografi
O-46
Nasopalatin kanal’ın konik-ışınlı bilgisayarlı tomografi (KIBT) ile değerlendirilmesi
Bahşi İ.1, Orhan M.1, Aktan AM.2
1
Gaziantep Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Gaziantep, Türkiye
Gaziantep Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, Ağız, Diş ve Çene Radyolojisi Anabilim
Dalı, Gaziantep, Türkiye
2
Amaç: Nasopalatin kanalın şekli ve morfolojisi maksilla üzerinde gerçekleştirilen oral cerrahi tekniklerin
planlanmasında, nasopalatin kist tedavisinde, cerrahi müdahale gerektiren damak patolojilerinde oldukça
önemlidir. Ayrıca, anterior maxillar bölgede estetik talebin fazla olmasından ötürü anatomik yapıların
radyolojik tanımlanmasına olan ihtiyacının arttığı da bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı sağlıklı bireylerde
nasopalatin kanalın şeklinin ve morfolojisinin incelenmesi ile sagital, coronal, axial planlarda
sınıflandırmasını yaparak değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Gaziantep Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesine herhangi bir nedenden ötürü gelen ve
KIBT’de patoloji saptanmayan bireylerin görüntüleri randomize seçilerek 18-65 yaş aralığında 150 olgunun
görüntüleri retrospektif olarak değerlendirildi. Nasopalatin kanalın sagittal, coronal ve axial planlarda
sınıflandırmasını yapıldı. Alt delik olan foramen incisivum ve üst delik olan foramen nasopalatinum’un
sayısı ve şekli değerlendirildi. Nasopalatin kanal ile sert damak arasındaki açı ölçüldü. Ölçümler Planmeca
Romexis (Planmeca, Helsinki, Finland) programı ile yapıldı.
Bulgular: Nasopalatin kanal sagital planda kum saati (%26.8), konik (%14.8), huni (%13.4), muz (%16.1)
ve silindir (%28.9) şeklinde olmak üzere beş grupta sınıflanmıştır. Coronal planda U (%26.8), Y (%28.9) ve
V (%44.3) şeklinde olmak üzere üç grupta değerlendirilmiştir. Axial planda kanalın en üst bölgesi, orta
bölgesi ve en alt bölgesindeki şekli değerlendirildi. Yuvarlak, oval ve kalp şeklinde olmak üzere üç grup
saptandı. Sagital planda foramen nasopalatinum ve foramen incisivum çapları ve her iki çapın orta noktası
arasındaki mesafe sırasıyla 4.13±1.08, 6.47±1.41, 12.56±2.53 mm olarak ölçüldü. Nasopalatin kanal ile sert
damak arasındaki açı 105.72±7.72 mm olarak saptandı. Bu verilerin istatistiksel analizi yapıldı.
Sonuç: Geleneksel olarak kullanılan görüntüleme yöntemleri (intraoral radyografi ve panoramik
görüntüleme) düşük radyasyon dozlarından dolayı uygun bir yöntem olsa da sadece iki boyutlu
değerlendirme imkânından dolayı cerrahi girişim öncesinde bölgenin tanımlanmasında güvenli
bulunmamaktadır. Bunun yanında spiral ya da multiplanar-BT aracılığı ile üç boyutlu görüntüleme
yapılabilse de maliyet ve yüksek radyasyon dozları nedeni ile tercih edilmemektedirler. Bu nedenle KIBT en
ideal görüntüleme yöntemi olarak kabul görmektedir. Yapılan ölçümler sonucunda nasopalatin kanalın
morfolojik ve boyutsal birçok varyasyonunun olduğu görülmektedir. Bu bölgede anestezi ve cerrahi
işlemlerde komplikasyonların ve hatalı uygulamaların önüne geçmek amacı ile nasopalatin kanal
varyasyonlarının ve morfolojik özelliklerinin göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Anahtar Sözcükler: KIBT, nasopalatin kanal, foramen nasopalatinum, foramen incisivum
O-47
Fossa infratemporalis’e lateral yaklaşımda processus coronoideus rezeksiyonu
Develi S, Kocabıyık N, Yalçın B, Yazar F
Gülhane Askeri Tıp Akademisi, Anatomi Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye
Amaç: Fossa infratemporalis; arcus zygomaticus’un inferior’unda ve ramus mandibulae’nin medialinde yer
alan, önemli nörovasküler yapıları içeren düzensiz şekilli bir boşluktur. Kafa iskeletinin bütününe ait
açıklıklar ile cavitas cranialis, fossa temporalis, fossa pterygopalatina ve orbita gibi diğer boşluklar ile
irtibatlıdır. Klinik olarak, içeriğinde yer alan nörovasküler yapıların veya kasların tümörleri açısından başboyun cerrahları için önemli bir konudur. Çünkü fossa’yı sınırlandıran, başta ramus mandibulae ve arcus
zygomaticus olmak üzere kemik yapılar fossa’ya girişimi sınırlandırmaktadırlar. Bu çalışmamızdaki amaç;
ramus mandibulae’nin medial yüzünde yer alan foramen mandibulae korunarak proc. coronoideus’ta
yapılabilecek rezeksiyon alanını tespit etmek ve fossa infratemporalis’e lateral yaklaşımlarda güvenli girişim
alanını belirlemektir.
Gereç ve Yöntem: GATA Anatomi AD.’da yer alan 30 adet erişkin kuru mandibula üzerinde foramen
mandibulae morfometrik olarak incelenmiştir. Kuru kemiklerin cinsiyet ve yaşları bilinmemekte idi.
Foramen mandibulae’nin ramus mandibulae’nin ön ve arka kenarlarına olan uzaklığı, proc. coronoideus’un
tepe noktasına olan uzaklığı, incisura mandibulae’ye olan en yakın uzaklığı dijital kaliper yardımı ile
ölçülmüştür. Yapılan ölçümlerin ortalama değerleri belirlendi. Daha sonra 3 adet taze donmuş kadavra
üzerinde, ramus mandibulae’nin lateralinde kalan yapılar diseksiyon ile uzaklaştırıldı. Elde edilmiş olan
ortalama değerler kullanılarak proc. coronoideus rezeksiyon ile uzaklaştırıldıktan sonra foramen mandibulae
ve içerisinden geçen oluşumların korunup korunmadığı incelendi.
Bulgular: Foramen mandibulae’nin üst kenarının proc. coronoideus tepe noktasına olan ortalama uzaklığı
33,5 ± 1,4 mm olduğu, Foramen mandibulae’nin ramus mandibulae’nin arka kenarına uzaklığı ortalama 8,9
± 0,7 mm olduğu, ön kenara olan uzaklığı 15,8 ± 1,1 mm olduğu saptandı. Incisura mandibulae’ye olan en
yakın mesafe ise 21.1 ± 1,3 mm olarak saptandı. Bu durumda proc. coronoideus’un tepe noktasından 3 cm,
ramus mandibulae’nin ön kenarından 1 cm, ve incisura mandibulae’den 2 cm inferior’a yapılacak rezeksiyon
ile foramen mandibulae ve içerisinden geçen yapılar korunarak güvenli girişim yapılabileceği öngörüldü.
Sağ ve sol taraflar açısından istatistiksel fark saptanmadı. 3 adet taze donmuş kadavra üzerinde, ramus
mandibulae’nin lateral yüzündeki anatomik yapılar uzaklaştırıldı ve proc. coronoideus Tur cihazı ile tespit
edilen ölçümler eşliğinde rezeke edildi. Proc. coronoideus uzaklaştırıldıktan for. mandibulae’nin ve
içerisinden geçen yapıların korunduğu izlendi.
Sonuç: Fossa infratemporalis tümörleri nadir görülür. Ancak fossa’yı sınırlandıran yapılar nedeniyle uygun
tümör ekstirpasyonu zor olmakta ve dolayısıyla mortalite ve özellikle morbite oranı yüksek olmaktadır. Bu
nedenle farklı yaklaşım metotları bulunmaktadır. Bu çalışmada lateral yaklaşım açısından fossa’ya girişimi
daha etkin kılabileceğini düşündüğümüz proc. coronoideus için güvenli rezeksiyon alanını tespit etmeye
çalıştık.
Anahtar Sözcükler: fossa infratemporalis, ramus mandibulae, proc. coronoideus, n. alveolaris inferior
O-48
Fare omuriliğinin 3 Boyutlu CLARITY yöntemi ile görüntülenmesi
Şengul G1, Liang H2, Paxinos G2
1
2
Ege Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Anatomi Anabilim Dalı, Bornova, Izmir
Neuroscience Research Australia, Sidney, Avustralya
Amaç: CLARITY Stanford’da Deisseroth gurubu tarafından geliştirilmiş yeni bir yöntemdir (K. Chung et
al. Nature Methods 10:508-513, 2013), ve nöroanatomideki en önemli ilerlemelerden biri olarak kabul
edilmiştir. Omurilik arka boynuzu büyüklük, şekil ve yoğunlukları farklı çok sayıda nörondan oluşan
heterojen bir yapıdır. Arka boynuzda on lamina ve ondan fazla nucleus bulunmaktadır, bunlar ilk kez kedi,
ardından fare, sıçan, ve ilk kez tarafımızdan (Atlas of the Spinal Cord, Sengul, Tanaka, Watson, Paxinos,
Elsevier, 2013) maymun ve insanda gösterilmiştir. Bu çalışma fare omuriliğinin organizasyon ve
nörokimyasal yapısı 3B olarak CLARITY yöntemi ile yeni detaylarını göstermek, ve ayrıca sonraki bu
yöntemi kullanan omurilik çalışmalarına referans olmak için planlanmıştır.
Yöntem: C57BL/6J fareler (n=12) soğuk hidrojel solüsyonu ile perfüze edilmiş, 2-3mm uzunlukta
segmentlere ayrılarak şeffaflaştırma solüsyonu ile optic transparan hale gelene kadar yıkanmıştır.
İmmunohistokimya için 10 marker kullanılmıştır. Doku multifoton mikroskopla görüntülenmiştir.
Bulgular: Calbindin, calretinin, parvalbumin, CGRP, ChAT, serotonin, glycine, GAD67, NOS ve GABA
immunohistokimyası omurilik arka boynuz lamina’ları ve nucleus’larının 3 boyutlu organizasyonunun ve
nörokimyasal özelliklerinin pek çok detayını ilk kez göstermiştir.
Sonuç: Yakın zamana kadar omuriliği 3B görüntülemenin tek yolu seri kesit almak ve bunlarının
rekonstrüksiyonunu yapmaktı. Ancak, dokunun kesilerek görüntüsünün alınmasının yapıyı doğru
görüntilemede bazı sınırlamaları vardır. Fare omurilik arka boynuzu anatomisinin ilginç detayları 3B
görüntüleme ile ilk defa bu çalışmada gözlenmiştir.
Bu çalışma NHMRC (APP1086643) ve Australian Research Council Centre of Excellence for Integrative
Brain Function (ARC Centre Grant CE140100007) tarafından desteklenmiştir.
Anahtar kelimeler: CLARITY, fare, hücresel yapı, kimyasal yapı, omurilik

Benzer belgeler