Aşk (*), Cevaptır

Transkript

Aşk (*), Cevaptır
imece.org; aylik kultur, sanat, edebiyat dergisi; antolojiler, sergi, sohbet http://web.archive.org/web/20030810001556/imece.org/arsiv/askcevap... 1 sur 7 Aşk (*), Cevaptır Reha Y ÜNLÜEL ­kürt abdurrahman'a­ (**) Peki, O Zaman? İtalyan Profesör Nicola Girasoli, azınlıklar üzerine verdiği seminere, bir yolculuğu sırasında Roma garında görmüş olduğu duvar yazılarından söz ederek başlar: "Bavullarımı yere bırakıp tam biletimi almaya gidecekken duvarda şu yazıyı gördüm: 'Aşk, cevaptır.' Sonra bir başka duvar yazısı gözüme çarptı: 'Barış, cevaptır.' Biraz ileride ise şu yazılıydı: 'Uzlaşma, cevaptır.' Yüzümde kocaman bir gülümseme ile gişeye ilerlerken, sonuncusu ile karşılaştım: 'Peki o zaman, problem ne?' " Girasoli, daha sonra, azınlıklar üzerine ilginç bir takım değerlendirmelerde bulundu. Burada sayın Profesör'ün bu 'ilginç' değerlendirmelerinden söz etmeyeceğim; ancak yukarıdaki başlangıcının, seminerinden çok daha önemli olduğunu söylemeliyim: "Aşk, cevaptır." "Barış, cevaptır." "Uzlaşma, cevaptır." "Peki o zaman, problem ne?!" Evet sevgideğer okur, problem ne? Problem, doğru soruları bulmakta ve/ya da soruları dogru belirlemekte. Sorular doğru olarak ortaya konmazsa bulunan cevaplar da ya dolaylı, ya zorlama, ya yetersiz, yahut da çoğunlukla karşılaşıldığı ­ancak hemen farkedilemediği­ üzere gereksiz, yanıltıcı ve kafa karıştırıcı olacaktır. Çeşmenin haznesindeki su, duru bir su ise, akan su berrak; tortusu fırtınasından menkulse çamurlu akacaktır. Adı duyulduk, ünü yayılmadık felsefeci ve filozofumuz Nermi Uygur'un "Yaşama Felsefesi" kitabında da belirttiği üzere "en yaygın yanlışlar doğruya en çok benzeyen yanlışlardır". Devletin Varlık Nedeni Bugün devlet dediğimiz kavramın tanımında bir kriz yaşanmaktadır. Ve bu kriz, az ya da çok, dünyanın tüm devletlerinde yaşanmakta olup ­pek çoklarının sandığı üzere­ Türkiye'ye özgü bir kriz değildir. Berlin Duvarı'nın çöküşünden beri doğu blokunun demir perdeden tül perdeye geçişi, Avrupa mekânında kurulmaya çalışılan Birleşik Devletler ile "azınlık" ya da "göçmen" problematiklerinin hemen her ülkedeki irili ufaklı yansımaları, bu krizin en canlı renkleri olarak gözlerimizin önünde yaşanmaktadır. Devletin varlık nedeni nedir? Devlet, ülkesinde yaşayanlarının kurmuş oldukları ve çoğunluğun faşizmiyle yürüyen kurallar bütünü ile etiğini kendisine şiar ve 'demokrasi' edinmiş bir teşkilât, bir sistemdir. Bu tanım, devletin bugünkü içinde bulunduğu krizi de içeren tanımıdır. Anlaşılacağı üzere kastedilen devlet, demokratik hukuk devletidir.
22.10.2007 19:59 imece.org; aylik kultur, sanat, edebiyat dergisi; antolojiler, sergi, sohbet http://web.archive.org/web/20030810001556/imece.org/arsiv/askcevap... 2 sur 7 Kriz ve problem "çoğunluğun faşizmiyle yürüyen kurallar bütünü ile etiğini kendisine şiar ve 'demokrasi' edinmesi" noktasında yatmaktadır. Bu "yatma", "mevta"yı özne alan bir anlamda kullanılmamış, sorunlarını (s)aklayan boyutuyla düşülmüştür. Varsayımsal bir toplum sözleşmesi ile kurulduğu kabul edilen 'devlet' namlı "cihaz"ın işte bu varsayımı algılayışı, köklü olarak değişmeye muhtaçtır. Bugün Türkiye'de 2. Cumhuriyetçi adı verilen grubun bu denli açıkça söylemedikleri ancak sorunu uzaktan yakından ve az çok farkeden bakış açıları da bu yönde değerlendirilmelidir. 2. Cumhuriyetçilerin arada "harcanmaları", bakış noktalarını geliştirememeleri yahut da aktıkları suyun mecrasında meydana gelen sapmalardır. 2. Cumhuriyetçilerin, bu "ikincilikleri" ­en azından bir kısmı için (1)­ numara olsun torba dolsundan daha çok, var olan "cumhuriyet" anlayışının değiştirilmesi talebinden ibaretti. Ancak talep komikliğe vuruldu, üzerinde bir iki espri patlatıldı ve paketlenip rafa kaldırıldı. Toplum Sözleşmesi Toplum sözleşmesi denilen olgu, devletin belli bir toprak parçası üzerinde yaşayanlarının karşılıklı iradeleriyle kurulduğu varsayımından ibarettir. Varsayımdır, çünkü hemen hiçbir devlet bu şekilde kurulmamıştır. Ancak böyle kurulmamış olmaları, bu varsayımın yanlış olduğunu göstermez. Devletlerin kurulmasından çok çok sonraları, yaşayanları, yaşadıkları sistemi ve rejimi sorgulamışlar ve bugünkü demokratik hukuk devletine dönüştürmüşlerdir (2). Yani, varsayım "devlet"in tanımındaki değişim sürecinde doğmuş; "yeni 'devlet'" anlayışı, "eski 'devlet'" anlayışının içinde, ondan ve ona tepki olarak boy vermiştir. Dolayısıyla toplum sözleşmesi zaten varolan "devlet"e aşılanmış ve devlet yabani devlet olmaktan demokratik hukuk devletine kurtulmuştur. Üzüm asması, yabani üzüm değil, çekirdeksiz ve tatlı kara üzüm vermektedir artık. Toplum sözleşmesi bir devletin sinir sistemini teşkil eder, anayasal rejimini... Anayasal rejim içinse muhakkak ve muhakkak yazılı bir anayasaya, illa ki yazılı bir toplum sözleşmesine ihtiyaç yoktur! Bu ihtiyacın olmadığının en güzel örneklerinden bir tanesi de "demokrasinin beşiği" kabul edilen İngiltere'dir. Yani "gelenekler", yazısız hukuk kuralları olarak ortaya çıkar. Bu yazısız hukuk kurallarını yargı mekanizması zapta geçirir, yazılı hale getirir, perçinler, sağlamlaştırır ve bekçiliğini eder. Ancak sözünü ettiğimiz toplum sözleşmesi ­doğal olarak demokrasi anlayışı­ hep çoğunluğa merkezlenmiş, endekslenmiş ve doğrulanmıştır. İşte bugünkü kriz bu "doğrulama"nın yanlışlığındadır! Bu doğrulamanın yanlışlığı ilk olarak açık bir şekilde, ünlü Fransız siyaset adamı ve yazar Alexis de Tocqueville (1805­1859) tarafından sezilmiştir. Tocqueville, Amerikan Demokrasisini incelediği "Amerika'daki Demokrasi Hakkında" isimli kitabında, "çoğunluğun tiranisi"nden ya da daha doğru bir ifadeyle "çoğunluğun faşizmi"nden bahseder. Çoğunluğun Faşizmi Tocqueville'in Amerika'daki demokrasi'yi incelerken bahsettiği "çoğunluğun faşizmi", ne yazık ki "çoğunlukların" çok da işine gelmediği ve eski köye yeni ve saçma bir âdet olarak algılandığından ötürü iki arada bir derede kaybettirilir. Tocqueville "çoğunluğun faşizmi"nden bahsettiğinde sene 1835'tir ve Amerikan Federal Mahkemesi 1803'te ilk anayasa yargısı örneği olarak kabul edilen Marbury v. Madison kararını vermiştir. Birinci Dünya Savaşı'nın ertesinde "normlar hiyerarşisi"ni (normlar piramidi) ortaya atan meşhur Avusturya'li hukukçu Hans Kelsen, sözkonusu normlar hiyerarşisinin bir güvencesi olarak "anayasa yargısı"nın teorisini ortaya atar, anayasa yargısını sistematize eder. Anayasa yargısı, kabaca, bir sistem içerisindeki normların en tepedeki normlara uygunluğunun denetlenmesi demektir. Yani en alttaki kuralın (yönetmelik/tüzük­kanun/kanun hükmünde kararname­anayasa) bir üstteki kurala ve son planda anayasaya uygun olması gereği, zorunluluğu ve karinesidir. (3) Kelsen'in anayasa yargısının haklı gerekliliği ve yaygın bir şekilde tüm devletlerde kurulması için ne yazık ki 2. Dünya Savaşı'nın yaşanması gerekir. Savaş sonrası ilk anayasa mahkemelerinin 2. Dünya Savaşı ile Avrupa, Güneydoğu Asya ve Kuzey Afrika'nın kundakçıları olan Japonya (1947), İtalya (1948)
22.10.2007 19:59 imece.org; aylik kultur, sanat, edebiyat dergisi; antolojiler, sergi, sohbet http://web.archive.org/web/20030810001556/imece.org/arsiv/askcevap... 3 sur 7 ve Federal Alman Cumhuriyeti'nde (1949) kurulduğunun altı çizilmelidir. Diğerleri ise problemle somut bir şekilde karşılaşıncaya kadar oralı olmazlar. Fransa'da (4) 1958'de, Türkiye'de 1961'de, Portekiz'de 1976'da, İspanya'da 1978'de, Belçika'da ise 1983'te kurulur. (5) Anayasa Yargısının Varlık Nedeni Bu teoriyle özellikle yasakoyucunun ­yani meclisteki çoğunluğun­ dışardaki çoğunluğu safdışı etmesi engellenmektedir. Dışardaki çoğunluğun içerdeki çoğunlukla homojen bir yapı içerisinde olması çok da sorun teşkil etmez. Neticede, içerde ve dışarda kırk kişidirler ve birbirlerini bilmektedirler! Ancak gene de orada, "yahu kardeşim bu kadar da olmaz ki" dedirten konular bu homojen yapıya karşın korunur. Bu tür konular genelde devletlerin öz tarihleriyle ilgili olup, Galatasaray Üniversitesi öğretim üyelerinden Cem Ayaydın'ın da dediği üzere, "kendi canavarları"na karşı bir meşrû müdafaa sebebi teşkil eder. Almanya'da bu nasyonal sosyalizm, Türkiye'de İslâm'ın politik âsâsıdır. Bugünün devletlerine baktığımızda sözkonusu homojen yapıyı görmek oldukça güçtür. Bunun belli başlı iki nedeni vardır: a) "siyaset ve devlet adamları"nın yozlaşıp çürüyerek "politikacı"ya dönüşmeleri. b) seçim sistemlerindeki katakulliler. Bu homojen yapının heterojen yapıya dönüşmesi neticesinde, seçen çoğunluk ile temsil eden çoğunluk arasındaki fark uçurumlaşmıştır. Seçim sistemlerinin ileri geri değiştirilmeleri ve küçük siyasi partilerin oyun dışına atılmaya çalışılması bunları büyük partilerle işbirliğine götürmeye yahut da toplum sözleşmesinin o varsayımsal ancak fiziken de var sözleşenlerinin bir kısmının sistemin işleyişine katılamamalarına sebep olmuş ve olmaktadır. Seçim sistemlerinin bugünkü yoz halleri çoğunluğun faşizminin açık imzalarıdır! Sistem Badigardı Anayasa yargıları esas olarak bu çoğunluğun faşizminin badigardlarıdır. Dışardaki çoğunluğu, içerdeki çoğunluğa karşı korumaya çalışan, kapının önündeki insan yavrusu! Burada altını çizmek gerekirse eğer, problem, anayasa yargılarında değildir. Problem daha da derinde, o insan yavrusunun bekçiliğini ettiği toplum sözleşmesindedir. O bekçiliğini ettiği sistemin "insan yavrusudur" nihayetinde... Toplum sözleşmesi çoğunluğun faşizminden, egemenliğinden, hükümdarlığından kurtarılmalıdır. Bu nasıl olacaktır? Bunun cevabına geçmeden, biraz Maalouf'tan bahsetmek istiyorum kısaca... Maalouf ve Çokkimliklilik Yirmidört kasim 1998. Saat 17:30. Strazburg'un ­ve Fransa'nın­ en önemli kültürel kurumlarından FNAC'ın konferans salonunda bekliyoruz. Konuk: artik dünya çapında tanınmakta olan Amine Maalouf. Maalouf Lübnanlı. Yetmişli yılların sonundan beri Fransa'da yaşıyor. Sunucu, Maalouf'un içeride birkaç gazeteci ve televizyoncuyla konuştuğunu, konferansın hemen ardından da Paris'e geçeceğini söylüyor. Onbeş dakika sonra Maalouf salona giriyor. Maalouf'un Lübnanlı yanı ile Fransız yanını karşılaştırıyor sunucu. Maalouf şöyle izah ediyor: "Hepimizin ait olduğu tek bir kimlik yok. Tek bir kimliğimizin olması da gerekmez zaten! Birden fazla kimliğimiz olabilir. Ve bu kimliklerin çokluğu bizim çelişkilerimizin değil zenginliğimizin bir göstergesidir... Örneğin ben hem Lübnanlı kimliği hem de Fransız kimliğimleyim. Bir yönümle Lübnanlı bir yönümle Fransızım. Herkes sahip olduğu bu çokkimlikliliği korumak zorunda. Korumalı. Yoksa herkes aynı olur. Arada hiçbir farklılık kalmaz. Arada hiçbir farklılığın kalmaması ise bir
22.10.2007 19:59 imece.org; aylik kultur, sanat, edebiyat dergisi; antolojiler, sergi, sohbet http://web.archive.org/web/20030810001556/imece.org/arsiv/askcevap... 4 sur 7 felâketin habercisidir." Altını çiziyorum: "Arada hiçbir farklılığın kalmaması bir felâketin habercisidir." Kimliğin Kimliği Üzerine Tek bir kimliğimiz değil bir çok kimliğimiz var ve olmalı. Kimlik sahibi olmak nedir? Kimlik sahibi olmak, o kimliğin etrafında örgütlenmektir. Kimliği kimlik yapan organize olmasıdır. Bunun yolu ise sivil toplum örgütlerinden geçer. Derneklerden, vakıflardan, siyasal partilerden vb.'den... Örgütlenmemiş bir kimlik, haklarını talep niyetinde olmayan bir kimliktir. Toplum içerisinde ise işte bu kimliklerimizle kişilik kazanırız. Bu kimlik bir etnik köken olabileceği gibi, bir cinsel tercih de olabilir yahut da bir mesleğin uzantısı. Çokkimlikliliğin korunmasıdır çokkültürlülük. Her kimlik kendi kültürünü yaratır çünkü. Her kültür bir azlık olarak çıkar çoğunluğun içerisinde. Her kültür çoğunluğun içerisinde birlikte yaşama olanaklarına sahip olmalıdır. Kimlik sahibi olmak ya da kimliklerini artırmak hayattaki seçimlerimizin bir göstergesidir. Faşizm, seçeneklere saygı göstermemektir. Kendi seçeneğinin herkesin seçeneği olmasına zorlamaktır. Elbette kendi seçeneğimizin başkalarının seçeneği olmasını dileyebiliriz. Ama dilemek başka, mecbur etmek başkadır. " Çokkültürlülük" ya da " Faşizmin Egemenliğinden Kurtulmak" Çokkültürlülük her kavramda olduğu üzere çok boyutlu olarak incelenebilir ve tanımlanabilir. Demografik, antropolojik, sosyolojik, hukuksal, tarihsel v.b. Ve hatta zoolojik açıdan... Fakat konumuzu ilgilendiren boyutu bunlar olmayıp, bu yazıda çokkültürlülük, siyaset felsefesi boyutunda kullanılacaktır. Çokkültürlülük yukarıda bahsettiğimiz "farklılıkların" yani "kimliklerin" çoğunluk "karşısında", "içinde" ve "­la beraber" yaşayabilmesinin sağlanması, daha önce sözünü ettiğim toplum sözleşmesi ile garanti altına alınmasıdır. Bu, bir yandan devlet tarafından benimsenmesi ve bu amaçla tüm eğitim sistemine yedirilmesi, öte yandan ise farklı kimliklerden (özellikle farklı dinlerden, farklı etnik kökenlerden) insanların kaynaşmasının teşviki, kolaylaştırılması, desteklenmesi ve sübvansiyone edilmesidir. Bu yönüyle çokkültürlülük bir kültür politikası olarak "geometrik çokkültürlülük" yahut da "çokkültürlülüğün geometrisi"dir. Çokkültürlülük can'a (­sız'a değil!) değer veren bir bakış açısıdır. Çokkültürlülük aynı mekânda yaşayan insanların birbirlerine tasallutlarını engelleyen bir boyuttur, çok boyuttur. Çokkültürlülük azlıkların (6) korunmasıdır. Bu koruma kelaynak kuşlarının korunması tarzında olduğu üzere gettolar oluşturarak değil, doğal ortamlarında korumaktır. Korumak değil, birlikte yaşamaktır. Birlikte yaşamak bir kültürdür. Ve bu kültür toplum sözleşmesiyle "devlet"e ve yaşayanlarına aşılanmalıdır. Gizli Faşizm ve Kültür Faşizmi Bugün insanların büyük çoğunluğu geniş anlamıyla faşisttir. "Davul bile dengi dengine çalar" Türk atasözünün, 'kuyuya bir ata bir taş atmış kırk türk çıkaramamış'tan öte anlamı olmamalıdır. (7) Özellikle kültür farklılığına verilen referansıyla! Size bu konuda bir test yapma imkânı da verebilirim. Gebelik testi gibi bir test. Bakalım faşizme gebe misiniz? Çünkü faşizm, kürtajı mümkünsüz bir gebeliktir ve prezervatifsiz iktidardan kaynaklanır. Kendinize şu soruyu sorun: Ör., siz bir beyazsınız. Bir siyahla evlenir miydiniz? Ya da çocuğunuzun bir siyahla evlenmesine karşı çıkar mıydınız? Ya da Türk'sünüzdür, bir Ermeniyle ermenir miydiniz yahut da bir Rum'la? Soru birçok türeviyle, özneleri özensiz bir şekilde karıştırılarak sorulabilir.
22.10.2007 19:59 imece.org; aylik kultur, sanat, edebiyat dergisi; antolojiler, sergi, sohbet http://web.archive.org/web/20030810001556/imece.org/arsiv/askcevap... 5 sur 7 Bu farazi bir test sorusudur. Cevabınız hayır ise siz bir faşistsiniz demektir. Bir gizli faşist! Faşistliğin de illâ ki açık olması gerekmez. Ve faşizmi yalnızca 2. Dünya Savaşı dönemindeki Hitler'in ya da Mussolini'nin parti anlayışlarıyla bütünleştirmeyin lütfen! Faşist olmamız için illâ ki yahudileri toplu olarak yakmamız gerekmez! Şimdi sizde, bu cümle ya merhamet uyandıracak ya da sizi rahatsız edecektir. Size dahasını ekleyeyim sadece faşist değil büyük bir ihtimalle ırkçısınızdır da. Lütfen kızmayın, bir işaret olarak soru'layın beyninizin bir kıvrımına. Büyük bir ihtimalle ­eğer ırklararası seks (hani siz ona enterrasyal ya da intırreyşıl diyorsunuz ya kısaca) fanteziniz değilse (!)­ bir zenciyle öpüşmek sizde iğrenme duygusu yaratacaktır. Düşüncesi bile! Öpseniz, önce yere tükürür arkasından ağzınızı iyicene suyla çalkaladıktan sonra sabunla yıkarsınız! Hadi diyelim ki yukarıdaki soruları evetlediniz. O zaman şu soruyu sorun kendinize: Ailenizde farklı dinden bir insan olması sizi rahatsız eder mi, ediyor mu? Ör., bir müslümansanız, bir hristiyan ya da yahudi yahut da bir budist olsa ya da girecek olsa ailenizde, ailenize? Kızınız komünistse, ateistse? Oğlunuz din değiştirirse? Elbette aynı soruyu tersten de sorabiliriz. Oğlunuz ya da kızınız sizin için ne düşünüyor? Ancak bu, şu anki problemimiz değil. Çünkü bu, onların gebeliğinin değil sizin gebeliğinizin testi. Eğer rahatsızlık duyuyorsanız varlıklarından, siz bir faşistsiniz demektir. Bir kültür faşisti. Demek ki sorun çok da sınırlarda değil, daha çok insanlarda. İnsan kendi sınırlarını kendi yaratmıyor mu daha başta?! Eklemeliyim: faşizmler arasında derece farkı yok. Bu, yalnızca, gebeliğin süresiyle ilgili bir detaydır. Çokkültürlülük kimliklerin birlikte yaşayabilme yetenekleridir! Çokkültürlülüğün Yanlış Formatı Çokkültürlülük bugün bir başka formatta sunulmaktadır. Bu format, "azınlıklar" formatıdır. "Azınlıklar" formatı bu çağın en büyük yanılgısı, yalanıdır! At gözlüğüyle bakmaktır! Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak, bir milliyetçilikten kurtulmaya çalışırken bir başkasına yakalanmaktır! Türkiye'de bu, kurt'ul(u)madan kürt'ul(u)mayadır ve milliyetçiliğin değişen nüansı, bir çift noktadan ibarettir! Bu "yanlış format" konusuna değinmeyi, farklı boyutlarıyla incelenmesi gerek ve zorunluluğundan ötürü bir başka yazıya bırakıyorum. Ancak, şu kadarını söylemeliyim ki, ağırlığı sadece "millî azınlıklar" kavramına veren bir bakış açısı, "etnik azınlık", kimliklerden sadece ve sadece bir tanesi olduğu için YANLIŞ bir bakış açısıdır! Bugünün azınlığı yarının çoğunluğudur ve her çoğunluk kendi azınlığını sürükleyecektir beraberinde! Ve her çoğunluk kendi faşizmini! Bir faşizm bir faşizmi götürmez. İki faşizm eder. Düzenin Çitleri Beşikçi, "Doğu Anadolu'nun Düzeni" provokatif başlıklı çalışmasının başına Rousseau'dan şu alıntıyı koyar: "Bir arazinin etrafını ilk çevirerek 'burası bana aittir' diyen ve bu söze inanacak kadar saf kimseler bulunan ilk insan, medeni toplumun gerçek kurucusu olmuştur. Kazıkları çekip atarak ve hemcinslerine, 'bu yabancıyı dinlemekten sakınınız; toprağın kimseye ait olmadığını ve meyvelerin herkesin olduğunu unutursanız mahvolursunuz' diyen adam, insanlığı nice cürümlerden, savaşlardan, cinayetlerden, nice sefalet, dehşet ve ölümlerden korumuş olurdu." (8) Yanlış formatın seyir defterine bakılırsa, Rousseau bir gün şöyle okunacaktır: "Bir arazinin içerisinde arazi üzerinde yaşayanların bir kısmının arazinin bir köşesini çevirerek 'burası bize aittir' diyen ve bu söze inanacak kadar saf kimseler bulunan 'o insan', her grubun devlet olmasına
22.10.2007 19:59 imece.org; aylik kultur, sanat, edebiyat dergisi; antolojiler, sergi, sohbet http://web.archive.org/web/20030810001556/imece.org/arsiv/askcevap... 6 sur 7 neden olmuştur. Kazıkları çekip atarak ve hemcinslerine, 'bu yabancıyı dinlemekten sakınınız; toprağın ve meyvelerin arazi üzerindeki herkese ait olduğunu unutursak mahvoluruz. Yapmamız gereken bu toprağın ve meyvelerin adil bölüşümüdür' diyen adam insanlığı nice cürümlerden, savaşlardan, cinayetlerden, nice sefalet, dehşet ve ölümlerden korumuş olur, çokkültürlülüğün çitlerini sağlamlaştırırdı". Sınırlar yeryüzünün yaralarıdır, sorun, yaraları çoğaltarak çözümlenemez! Ancak aşk, barış ve uzlaşma'nın cevap olduğu bir istasyonda, duvarlara "peki, o zaman sorun ne?" diye yazılabilir! Türkiye özelinde, son kitabın ismi " Doğu Anadolu'nun Düzenleri" olmamalıdır! Sevgideğer, saygıdeğer okur, "o insan"ı DİNLEME lütfen! (*) Bu satırların yazarı, aşk'ı esas olarak şehevi formatıyla alıp, sevgiden ayırmakta olmasına karşın burada sevginin coşkuyu içinde barındıran bir anlamında ve yalnızca bu yoğunluğu ifade amaçlı olarak istisnaen kullanmıştır. (**) Bu yazıyı yazmam için sabaha kadar başımda beklediği için.... Gerçi pek çoğunuz hemen şunu söyleyecektir: "Bırak Abdurrahman! Çocuk uyusun!" Evet, belki de siz haklısınız... (1) " Onlar kendilerine bir ara "İkinci Cumhuriyetçi" diyorlardı. Başkaları da "Numaracı Cumhuriyetçi" demeye başlayınca bu 'ikinci'sinden vazgeçtiler... Savruldular... Kimi Radikal'e, kimi Sabah'a köşe yazarı oldu... Kimi işsiz, kimi ard arda kitaplar çıkarıyor... Savrulmayanlar Aktüel'de toplandı... 'Aktüel'ciler, savrulmayanlar mı gerçekten? En büyük muhalefet bayrağını "(resmî) tarih"e karsi açtilardı; kader, adı "Aktüel" olan bir dergiye savurdu onları... Son sayilarının 15 sayfasi "kadın eti"ne ayrılmış (Geçen sayıyı, Savaşçi Prenses Zeyna'nın götü süslüyordu)... Adamlar numaracı mumaracı... Yapıyorlar işlerini... Göt isteyene göt, muhalefet isteyene muhalefet, resmî olmayan tarih isteyene resmî olmayan tarih, şiir isteyene şiir..." Walden, "Yılmaz Odabaşı Açlık Grevinde mi? Bilen var mı?", 26.04.1999, Sanat Platformu, İmece. (2) Burada iki hususu belirtmek isterim. a) Bugünkü dünyamızdaki devletlerin önemli bir kısmı hâlâ bu tanıma ulaşmaya çalışmaktalar. b) Bu tanıma ulaşmış olanlar yukarıda sözünü ettiğim kriz'li devlet tanımına varmışlardır. c) a'da bahsedilen devletler, b'dekilerden farklı olarak hem kriz'den hem de demokratik hukuk devlet tanımının bugün yaşamakta olduğu kriz'den nasiplerini almaktadırlar. (3) Kelsen, Amerikan sistemindeki, tüm mahkemelerin anayasaya uygunluk denetimi yapabilmeleri tezine karşılık anayasa yargısının dağınık olarak değil, bir elden gerçekleştirilmesi gereğini savunur. Anayasa yargısı konusunda ayrıntılı ve herkes tarafından anlaşılır bilgi için bkz. İbrahim Ö. KABOĞLU, Anayasa Yargısı, İmge Kitabevi, İstanbul­1994. (4) Fransa'da kurulmuş olan, tam bir "mahkeme" olmayıp "konsey" niteliğindedir. Yani anayasaya uygunluk denetimini ilgili kanunun yayınlanmasından önce yapar. (5) Belirtmek gerekir ki Avrupa'daki ilk anayasa yargısı örneği vatandaşlarına anayasaya aykırılık iddiasında bulunma hakkı düzenlenmiş ve garanti altına almış olan Avusturya'dır 1867 tarihinde kurulmuş olan İmparatorluk Mahkemesi'nde (Reichsgericht) bulur. bkz. Louis FAVOREU, Les Cours Constitutionnelles, que sais­je, PUF, 3é, Paris­1996, pp.31­32. Ayrıca bkz. Michel FROMONT, La justice constitutionnelle dans le monde, Dalloz, Paris­1996, pp.18­20.
22.10.2007 19:59 imece.org; aylik kultur, sanat, edebiyat dergisi; antolojiler, sergi, sohbet http://web.archive.org/web/20030810001556/imece.org/arsiv/askcevap... 7 sur 7 (6) Burada "azlık", "azınlık" dememek için ve "çoğunlu(ğun)" zıddı olarak kullanılmıştır. (7) Bu cümlemin ardından, bir sivri akıllı çıkıp, "söz oyunlarıyla Atatürk'e hakaret ediyorsunuz burada" der mi acaba? (!) (8) J.J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Doğuşu ve Esasları Hakkında Nutuk (1754), Çev. S.Evrim­M.Evrim, (6 kitabı ile Rousseau) Türkiye Yayınevi, İstanbul 1960, s.69, iç. İsmail BEŞİKÇİ, Doğu Anadolu'nun Düzeni Sosyo­Ekonomik ve Etnik Temeller I, Yurt Kitap­Yayın (ilk baskı, E Yay. Ankara­1969), 1.b., Ankara­1992. Copyright © İMECE.ORG 1997­2000
22.10.2007 19:59