Kitap Zamanı

Transkript

Kitap Zamanı
Ahmet Kurucan
16
Çevirmen gözüyle
Virginia Woolf
İlknur Özdemir
04
Okumanın Tarihi’ne
yeni önsöz
Alberto Manguel
illüstrasyon: abdülkerim keskin
14
Osman Şimşek’ten
‘süreci’ anlama kitabı
06
ÖYKÜ
Ömer Ayhan
Lydia Davis’in
kısa öyküleri
17
ROMAN
Mustafa Canveren
Oya Baydar’dan
‘an’ların romanı
21
EKONOMİ
Tamer Çetin
Thomas
Piketty’nin
Kapital’i
Türkçede
22
BİYOGRAFİ
Ayşe Başak
Rengarenk ve
hüzünlü:
Fikret Muallâ
24
BİYOGRAFİ
Tuğba Kaplan
Herkesin
‘Hocaanne’si
Refia Hanım
42
USTA GÖZÜYLE
Recai Güllapdan
ve
İrfan Külyutmaz
Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 9 S AY I : 1 0 7 1 A R A L I K 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý
B U S AY I D A
ALBERTO MANGUEL Ölülerle sohbetler 4
ÖMER AYHAN Kısa öykünün sınırlarında 6
ETHEM BARAN Pırıl pırıl bir deniz romanı 8
MUSA İĞREK Bir yazar kitabına nasıl isim koyar? 10
AHMET KURUCAN ‘Süreci’ anlama kılavuzu 12
İLKNUR ÖZDEMİR ‘Dünyanın az sonra kaybolacak... 16
SEZAİ COŞKUN Sıcak yarada kezzap: Necip Fazıl 18
AZRA İNCİ Kâbusa dönüşen rüya 19
SELAHATTİN SEVİ Hayatı kayda geçiren... 20
TAMER ÇETİN Gelir eşitsizliğinin çözümü ne? 21
AYŞE BAŞAK Rengarenk ve hüzünlü: Fikret Muallâ 22
SÜREYYA SU Gençler için metafizik 23
TUĞBA KAPLAN Herkesin Hocaannesi... 24
AHMET DOĞRU Peygamber hayatından 25
ESYA YALÇIN Kaybolanlara dair 26
MEHMET TUNÇ Geçmiş, geçer mi? 26
SELİM SALİH Ünsal Oskay’dan roman dersleri 28
V. B. BAYRIL Modern bir ortaçağ şiiri 29
ERCAN YILMAZ Resimsiz yakın tarih 29
İNAN ÇETİN Kardeş gölgesindeki Nabokov 30
ESRA YALAZAN İstanbul’un şiir yazan kedileri 31
ZEHRA ONAT Yarım kalanların öyküsü 31
EMRAH PELVANOĞLU Tarih, yapılan bir şeydir 32
A. YAVUZ ALTUN Bilimin kaynağı olarak cehalet 33
cem mert Tek parti döneminin bilinmeyenleri 33
YUSUF GÜNDÜZ Kanije zaferinin hikâyesi 34
YAVUZ AKENGİN Beyaz adamdan sonra... 34
AHMET HAMİT YILDIZ Yaşlı bir çocuktu şair 35
SONER ÖZCAN DüDedikodudan hikâyeye 35
YAVUZ ULUTÜRK Şaşırtıcı bir ‘zombi’ hikâyesi 36
NİHAT DAĞLI ‘İşte böyle meczup oldum...’ 37
TEMEL KARATAŞ Kırkyama hayatların kitabı 38
GÜNSELİ IŞIK Hakikatin peşinde 24 kare 39
MUSA GÜNER Bu kitabı okursan bir çiçek... 40
AHMET ÇAKIR Dünya Kupası maçlardan... 41
RECAİ GÜLLAPDAN-İRFAN KÜLYUTMAZ Usta gözüyle 42
Kitap adı: Kitabın kimliği
G
eçtiğimiz yıl yaşanan ilginç
bir olay bu sayıdaki kapak
dosyamıza ilham verdi:
Stephen King’in Joyland adlı
kitabı yayımlanınca, Emily
Schultz’un aynı adı taşıyan
kitabı hatırı sayılır bir satış
rakamına ulaşmıştı. Bu olay
bir kez daha gösterdi: Ad, kitabın kimliğidir. Musa İğrek yayın dünyasından kitap
adlarına dair ilginç öyküleri derledi. Nursel
Duruel, Sibel K. Türker, Ayfer Tunç, İbrahim
Yıldırım ve Murat Gülsoy konuyla ilgili sorularımızı yanıtladılar.
Konuk yazarımız Alberto Manguel, geçtiğimiz aylarda ABD’de yeni baskısı yapılan
ve Türkiye’de de büyük ilgi gören Okumanın
Tarihi’ne yazdığı yeni önsözü Kitap Zamanı
okurlarıyla paylaşıyor. Manguel’in basılı kitabın geleceğine dair kehanetler içeren yazısını
Türkçede ilk kez yayımlıyoruz. “Çevirmen
Gözüyle” sayfamızda İlknur Özdemir, kitaplarını dilimize kazandırdığı Virginia Woolf’u
anlatıyor. Lydia Davis ve Amos Oz’un öykü
kitapları, Yukio Mişima, Norman Mailer
ve Ayşe Sarısayın’ın romanları da bu ay
edebiyat severleri mutlu edecek kitaplardan
bazıları.
Edebiyat dışında ise Osman Şimşek’in 17
Aralık sonrasında yaşanan süreci anlamak
için bir kılavuz niteliğindeki kitabı İnkisâr’ı
Ahmet Kurucan değerlendirdi.
İyi okumalar.
ÝM­TÝ­YAZ SA­HÝ­BÝ: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ.
GE­NEL YA­YIN MÜ­DÜ­RÜ: EK­REM DU­MAN­LI Ge­nel Ya­yIn Mü­dür Yar­dIm­cI­sI: MEH­MET KA­MIÞ Ge­nel Ya­yIn EdÝ­tö­rü:
ALÝ ÇO­LAK EdÝ­tö­r: CAN BAHADIR YÜCE Gör­sel Yö­net­men: FEV­ZÝ YA­ZI­CI Say­fa Ta­sa­rIm: BURHAN SOLAK So­rum­lu Mü­dür ve Ya­yIn
Sa­hÝ­bÝ­nÝn Tem­sÝl­cÝ­sÝ: harun çümen Rek­lam Grup Baþ­ka­nI: MELİH KILIÇ Rek­lam Grup Baþ­ka­n YARDIMCISI: İskender YILMAZ REKLAM
Sek­tör Yö­ne­tÝ­cÝ­SÝ: Cenk AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ: Kazım ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ Ya­yIn
Tü­rü: YAY­GIN SÜ­RE­LÝ ad­res: Za­man Ga­ze­te­sÝ 34194 Ye­nÝ­bos­na-Ýs­tan­bul Tel: 0212 454 1 454 (pbx) Faks: 0212 454 14 96 Rek­lam Tel:
0212 454 82 47 Bas­kI: Fe­za Ga­ze­te­cÝ­lÝk A.Þ Te­sÝs­le­rÝ http://kÝ­tap­za­ma­nÝ.za­man.com.tr E-POSTA: kÝ­tap­za­ma­nÝ@ZAMAN.COM.TR
Her ayIn Ýlk pa­zar­te­sÝ gü­nü ya­yIm­la­nIr
twitter.com/kitap_zamani
facebook.com/kitapzamanicom
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Ölülerle sohbetler
Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi adlı kitabı dilimizde ilk kez 2001
yılında yayımlanmış ve büyük ilgi görmüştü. Manguel geçtiğimiz
aylarda ABD’de yeni baskısı yapılan kitabı için yeni bir önsöz kaleme
aldı. Yazarın izniyle bu önsözü Türkçede ilk kez yayımlıyoruz.
O
kumak benim için hep
bir tür haritacılık olmuştur. Okuma ediminin, dünyamın ayrıntılarını çizme konusundaki
gücüne benim de her okur
gibi mutlak bir inancım var. Biliyorum
ki kütüphanemin raflarından birinde, şu
anda bana bakmakta olan bir sayfada,
boğuştuğum o soru duruyor; belki de
varlığımdan habersiz bir kişi tarafından,
uzun zaman önce yazıya dökülmüş.
Okurla kitap arasındaki ilişki zaman
ve mekân engelini ortadan kaldıran ve
Francisco de Quevedo’nun 16. yüzyılda
“ölülerle sohbetler” dediği şeye karşılık
gelen bir ilişkidir. Bu sohbetlerde ben inkişaf ederim. Onlar beni şekillendirir ve
bana bir tür sihirli güç verir.
Yazının icadından sadece birkaç
asır sonra, bundan 6 bin yıl kadar önce,
Mezopotamya’nın unutulmuş bir köşesinde, yazılı kelimeleri çözme kabiliyeti olan az sayıdaki kişiye okur değil,
müstensih deniliyordu. Belki de bunun
nedeni, en büyük yeteneklerine, yani
hafızanın arşivlerine ulaşabilme ve deneyimlerimizin sesini geçmişin enkazından kurtarabilme becerilerine daha
az vurgu yapmaktı. Bu uzak başlangıçlardan beri okurların gücü toplumları
içinde her türlü korkuyu tetikledi, çünkü bu güç sadece bir sayfa aracılığıyla
geçmişten bir mesajı geri getirebilme
zanaatına sahip olmak, okuma sırasında kimsenin giremeyeceği gizli alanlar
yaratmak, evreni yeniden tanımlayabilmek ve adaletsizliğe karşı isyan edebilmekti. Biz okurlar bu mucizeleri gerçekleştirmeye muktediriz, belki de sıklıkla
mahkum edildiğimiz sefillik ve aptallıktan bizi bu mucizeler kurtarabilir.
Basılı kitaba dair
Yine de sıradanlık çekicidir. Okumaktan
caymak için, bizi yenilik ve hafızanın
kendilerince esas olmadığı bulimya hastası tüketiciler haline getiren oyalanma
stratejileri geliştiririz. Faso fisoyu ve anlık hırsları ödüllendirir, düşünsel faaliyeti saygınlığından sıyırırız. Etik ve estetik kavramların yerini tamamen iktisadi
değerlere verir, okumanın tatmin edici
zorluğu ve o tatlı yavaşlığı yerine anlık
hazlar sunan eğlencelere, evrensel sohbet sanrısına dalarız. Basılı kitabın karşısına elektronik ekranı koyar, kökü zaman ve mekânda olan basılı kitaplardan
Alberto Manguel çalışma odasında.
ibaret kütüphanelerin yerine anındalığı
ve aşırılığıyla ünlü, neredeyse sonsuz
olan ağları koyarız.
Bu karşıtlıklar yeni değildir. On beşinci yüzyılın sonlarına doğru, Paris’te
Quasimodo’nun saklandığı yüksek saat
kulelerinde, hem çalışma ofisi hem simyacının laboratuvarı olarak kullanılan
bir keşiş hücresinde, başrahip Claude
Frollo bir elini masasının üstündeki kitaba uzatır, diğeriyle de üzerinde uzanmakta olan, penceresinden görebildiği
Notre Dame’ın gotik çizgilerini işaret
eder. “Bu” der mutsuz rahip, “şunu öldürecek.” Gutenberg’in çağdaşı olan
Frollo’ya göre, basılı kitap, kitabın anıtını
yok edecek; basılı kitap her sütunu, her
bastabanı, her anıtsal kapısı okunabilen
ve okunması gereken bir metin olan yazılı ortaçağ mimarisinin sonu olacak.
Bu kehanet bugün itibarı ile elbette yanlış. Beş yüzyıl sonra basılı kitap sayesinde, Viollet-le-Duc ve John
Ruskin’in yorumladığı ve Le Corbusier
ile Franks Gehry’nin yeniden tahayyül
ettiği haliyle ortaçağ mimarlarının bilgisine erişebiliyoruz. Frollo yeni teknolojinin eskisinin yerini alacağından
korkuyordu ama yaratıcı yeteneğimizin
olağanüstülüğünü ve her zaman başka
bir aracı da kullanmanın yolunu bulabileceğimizi unutuyordu. Hırs konusunda
eksiğimiz yok.
Elektronik teknoloji ve matbaa teknolojisi arasında karşıtlık kuranlar
Frollo’nun düştüğü yanlışı sürdürüyor.
Kitabın –tekerlek ya da bıçak kadar mükemmel olan, hafıza ve deneyimi saklayabilen bir aracın, tamamen etkileşim
içindeki, kendi seçtiğimiz yerde başlayıp
bitirebileceğimiz, kenarlarına not alabileceğimiz, okunma işlemine istendiği
gibi ritim verilmesine müsaade eden bir
nesnenin- yeni bir araç tarafından kenara itilmesi gerektiğine inanmamızı
istiyorlar. Bu tür uzlaşmaz seçimler teknokratik aşırıcılıkla sonuçlanır. Akıllı bir
dünyada, elektronik âletlerle basılı kitaplar çalışma masalarımızdaki alanı paylaşıyor ve her birimize farklı nitelikler,
farklı okuma imkânları sunuyor. Bağlam, pek çok okurun da bildiği gibi, ister
düşünsel ister maddi olsun, önemlidir.
20 yıl sonra “okumanın tarihi”
İlk miladi yüzyıllarda bir tarihte,
Adem ile Havva’nın biyografisi olduğu iddia edilen ilginç bir metin ortaya
4
çıktı. Okurlar en sevdikleri hikâyelerin
öncesini ve sonrasını hayal etmekten
hep hoşlanmıştır, İncil’deki hikâyeler
de buna dâhil. Yaratılış Kitabı’nın efsanevi atalarımıza atıf yapan birkaç
sayfasından yola çıkan isimsiz bir
müstensih, Adem ile Havva’nın maceralarını (daha doğrusu) Cennet’ten kovulduktan sonra başlarına gelen kötü
maceraları anlatan Adem ile Havva’nın
Hayatı adlı bir kitap kaleme aldı. Kitabın sonunda, ilk edebiyat eserlerimizde sıkça görülen o postmodern dönüşlerden birinde Havva, oğlu Şit’ten
anne babasının hayat hikâyesini doğru bir şekilde yazmasını ister: Okurun
elinde tuttuğu kitap işte o hikâyedir.
Havva, Şit’e şöyle demiştir: “Dinleyin
çocuklarım! Taştan ve kilden tabletler
yapın ve üzerine benimle babanızın
tüm hayatımızı ve bizden duyduğunuz, gördüğünüz her şeyi yazın.
Eğer Tanrı ırkımıza su ile hüküm verirse, kilden tabletler çözülür ve geriye taş tabletler kalır; eğer yangınla
verirse hükmümüzü, taş tabletler
parçalanır, kilden tabletlerse pişerek
katılaşır.” Havva bilgece davranarak
kilden tabletlerle taştan tabletler arasında bir seçim yapmamıştır: Metinde Havva gibi bu seçimi yapmamış
olabilir, öte yandan her madde ona
başka bir nitelik verir ve metin her
ikisini de istemektedir.
Okumanın Tarihi’ni bitireli (ya da
terk edeli) neredeyse yirmi yıl oluyor. O zamanlar okuma edimini, bu
zanaatın algılanan niteliklerini ve
nasıl oluştuklarını incelediğimi sanıyordum. Aslında, okurlar olarak
ekonomik, siyasi ve teknolojik kaygıların ötesinde, Havva gibi seçmek
zorunda olmadığımız, her şeye sahip
olabildiğimiz sınırsız hayali bir alanda, eğilimimizin (ya da tutkumuzun)
peşinden gidiyor olduğumuzu bilmiyordum. Edebiyat bir dogma değildir:
Sorular sunar, kesin yanıtlar değil.
Kütüphaneler özünde düşünce özgürlüğünün mekânlarıdır: Onlara dayatılan herhangi bir şey bize dayatılmış
olur. Okumak karşıtlıklar koyarak
değil, uzaktan, uzun zaman önceden
şahsımıza seslenen kelimeleri tanıyarak dünya ve kendimiz hakkında biraz daha fazla şey bilmemizi sağlayan,
ucu açık bir araçtır ya da olabilir.
Türkçesi: Başak Bingöl
ÖYKÜ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Kısa öykünün sınırlarında
Geçen yıl Man Booker ödülüne değer görülen Lydia Davis’in Yapamam ve Yapmayacağım adlı kitabı Türkçede. Davis, bir yazarı diğerlerinden ayıran özgün
sesi alabildiğine kısarak, “kısa kısa öyküler” kaleme alıyor. Zekâyı öne çıkaran,
dolayısıyla çoğu zaman parlak buluşlara dayanan öyküler bunlar.
YAPAMAM VE YAPMAYACAĞIM, LYDIA DAVIS, ÇEV.: ELİF BEREKETLİ, ENCORE YAYINLARI, 308 SAYFA, 22 TL
R
ÖMER AYHAN
omanın geleceği neredeyse yüz yıldır sorgulanıyor. Hem yeni ve
öngörülememiş anlatım
yöntemleriyle nefes alan, hem de geniş okur kitlesine hitap eden düzayak
örneklerle popülaritesini koruyan roman karşısında öykünün durumunu
sorguladığımızda şaşırtıcı cevaplar
alabiliriz. Öykü hiçbir zaman roman
kadar popüler olmadı ve öyle görünüyor ki ileride de değişmeyecek bu durum. Yakın zamana kadar yeniliklere
daha açık bir tür olarak kabul edilen
öykü, durmuş oturmuşluğu, âna daha
yoğun odaklanmayı gerekli kılan dinamizmi ve şiire göz kırpan uçarılığıyla, eteğindeki taşları romana göre
daha çabuk tüketmiş görünüyor. Bununla birlikte, arayış içindeki kimi
öykücülerin, öykünün sınırlarını genişletmek adına cesur girişimlerde
bulunduğu söylenebilir.
Roman diliyle klasik öyküler yazan Alice Munro’nun favori isimler
arasından sıyrılıp Nobel Edebiyat
Ödülü’nü aldığı sıralarda, Lydia Davis de İngilitere’de verilen en prestijli ödülü, Man Booker International
Prize’ı kucaklamıştı. Oysa başlangıçta işler hiç de yolunda gitmemiş.
Davis’le önceki hayat arkadaşı Paul
Auster, zar zor bastırdıkları ilk kitaplarıyla başarısızlığı yaşamışlar.
Zaman içinde Auster, Türkiye dâhil
birkaç ülkede çok okunan yazarlar
arasına girerken, Davis deneysel öyküleriyle Amerika’da Auster’dan daha
fazla ilgi gördü. Lydia Davis bir yazarı diğerlerinden ayıran özgün sesi
alabildiğine kısarak, kısa hatta daha
çok “kısa kısa öyküler” kaleme alıyor.
Okuru boşluğa itmek
Zekâyı öne çıkaran, dolayısıyla çoğu
zaman parlak buluşlara dayanan öyküler bunlar. Kısa kısa öykülerine bir
örnek verip yazarın anlayışını somutlaştıralım:
“Küçük arkadaşımla güneşin altında, ön bahçedeki merdivende oturuyoruz.
Ben Blanchot’nun kitabını okuyorum, o da [“da” eki yerine “ise” kullanılsa, Türkçeye daha uygun bir çeviri
olurdu] bacağını yalıyor.”
Davis özellikle kısa kısa öykülerde
hiçbir şey anlatmadığı duygusu uyandırıyor. Boşluğun okur tarafından doldurulmasının beklendiği aşikâr, zaten
daima beklenir; mamafih beklenti her
zaman gerçekleşmiyor. Mesela rüya
öyküleri. Kitabın sonuna eklediği “Notlar”dan öğrendiğimize göre,
Davis’in gördüğü rüyalarla birlikte, tanıdıklarının rüyaları, gündelik deneyimler ve mektuplar da bu öykülerin
temelini oluşturmuş. Doğrusu yazarın
rüyaları yeterince dönüştürebildiğini
söylemek güç. Demir Özlü’nün Kendi
Evine Varamamak adlı son öykü kitabındaki öykülerin tümü rüyalardan
oluşuyordu ve Özlü’nün, rüyaların
başat unsurlarını dönüştürmedeki
cesareti okurda tam bir kurmaca hissi
uyandırıyordu. Davis’in rüya-anlatılarının kitabın zayıf halkası olduğunu
düşünüyorum.
Üsluplarıyla öne çıkan yazarları
(Flaubert, Proust) çevirmekten haz
alan Davis’in handiyse duygulara
ket vurulmuş mesafeli dil anlayışı,
Flaubert’in mektuplarından faydalanarak kurguladığı kısa öykülerde
değişim gösteriyor. Bu serbest uyarlamaların başarısı, yazarın “Notlar”da
belirttiği gibi, Flaubert’in dil anlayışını mümkün mertebe koruma çabasından kaynaklanmış.
Çare mektup!
Kitap Zamanı’nda, bir yazın türü
olarak “mektup”un geleceğine ilişkin bir dosya hazırlanmıştı. Mektup
günümüzde büyük ölçüde nostalji
nesnesine dönüşmüşken, sözgelimi
süpermarketlerin şikâyet kutuları
silme mektup dolu ve hayatımızdaki
değişime uygun olarak Davis’in kahramanları firmalara veya vakıflara
mektup yazıyor. Davis anlatıcıların iç
dünyalarını yansıtmada çok başarılı.
Kendi kendisiyle didişen, anksiyete
bozukluğu yaşayan, özgüvensiz yahut
aşırı özgüvenli çağımız insanı, elbette
beklediği karşılığı alamayacağı hayalî
muhataplara döküyor içini. Kısacık
bile olsa yazmanın, her konuda fikir
beyan etmenin, laf giydirmenin ve
bilhassa aforizma yumurtlamanın bir
salgın halini aldığı (Facebook, Twitter,
bloglar...) niteliğin ister istemez aşağıya çekildiği günümüzde, sarkastik bir
yaklaşımla çare “mektup” diyor Davis.
Lydia Davis
Hayatın rastlantısallığı birkaç
sözcükle nasıl ortaya konulabilir?
Kısacık metinlerin okunması çok
kolay, hatta sözcüklerin doğru sırayla kâğıda dökülmesi de. Kısa kısa
öyküde zorluk, bir imgeyi alıp düşünceye dönüştürebilmekte:
“Kocam olabilirdi.
Ama kocam değil.
Onun kocası.
Dolayısıyla onun fotoğrafını çeki-
6
yor (benim değil)...”
İnsanın bönlüğü, acımasızlığı
Davis’in büyük bir kayıtsızlıkla yakasından tutup önümüze savurduğu temalar arasında. “Onların Zavallı Köpeği” hayvan barınağından ötanaziye
gönderilen (çeviride ısrarla “ötenazi”
yazılmış) köpeklerin acı sonunu anlatırken insanın olgulara genel yaklaşımı ustalıkla yansıtılıyor:
“Kimse onu istemedi.
İyi nitelikleri yoktu. Ama bunu bilmiyordu.”
Kitabın en parlak öyküleri arasında başı çeken, bir sayfayı aşkın tek
cümleden oluşan “Flaubert ve Bakış
Açısı”nda küçük kız, bir köpek bakıcısı ve at binen kadın erkek kalabalığı
arasında iki köpeğin bir atın ağzından damlayan sarı-beyaz köpüklere
gösterdiği ilgiye odaklanan anlatıcı,
bakış açısına dair bilgece bir ‘bakış
açısı’ ortaya koyuyor.
“Rahatım Gayet Yerinde, Ama Biraz Daha Rahat Edebilirdim” modernistlerin, özellikle Beckett ve Joyce’un
romanlarındaki parçalı anlatımın
öyküde uygulanmış mükemmel bir
örneği. İlk bakışta birbiriyle ilintisi olmayan edimlerin sıralandığı yapboz
parçalarını birleştirdiğinizde, isimsiz
anlatıcının bir gününün portresi çıkıyor önümüze. Anlatıcının bakış açısı
ve eğilimlerinin maharetle yansıtıldığı öyküyle ve genel olarak kitapla ilgili
talihsiz bir yazıya, çok okunan bir yerli
edebiyat blogunda rastladım. Yazarın
böylesine önemli bir ödülü saçmalayarak aldığını ileri süren yazıyı okuyunca
insan ister istemez yazarlığın ne kadar
karşılıksız bir iş olduğunu düşünüyor.
Geçen yılki ödül jürisinde yer alan Tim
Parks gibi nitelikli yazarların, saçmalıklara prim verdiğini mi düşünmeliyiz
bu durumda?
Kitabın en güçlü öykülerinden
biri de, hayata veda eden ablasının
kaybıyla baş edemeyen bir karakterin yer aldığı “Foklar”. Minimalist
ve mesafeli dil anlayışını bir tarafa
koyan Davis klasik bir biçemle de,
üstelik birçoklarından daha iyi, yazabildiğini gösteriyor. Lydia Davis,
her durumdan öykü çıkarılabilir
düşüncesinin gözüpek savunucusu.
Her defasında aynı sonucu vermese
de, bize farklı öykülerin yazılabileceğini yeterince gösteriyor.
TİMAŞ YAYIN GRUBU
KAYI-VI İMPARATORLUĞUN
LÂLE DEVRİ
ZİRVESİ VE DÖNÜŞ
Ahmet Şimşirgil
Mustafa Armağan
YE
iyi ki kitaplar var...
TÜRKİYE ve ORTA ASYA
Kemal H. Karpat
ARI KOVANINA
ÇOMAK SOKMAK
Ahmet Yaşar Ocak
Nİ
TARİHİ DEĞİŞTİREN
DEVLERİN SAVAŞI
İCATLAR VE MUCİTLER
Ali Çimen
YE
Okay Tiryakioğlu
ÜSTAD
Sadık Yalsızuçanlar
İNTİZÂR
Nurullah Genç
Nİ
AŞK DİYE BİR ŞEY
NAR TADINDA
BEREKET ÖYKÜLERİ
Ahmed Günbay Yıldız
YE
Nİ
YE
Nİ
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Pırıl pırıl bir deniz romanı
Yukio Mişima’nın Dalgaların Sesi adlı yapıtı, adının çağrıştırdıklarının
aksine, duru ve sakin bir roman. Metinde hareketi sağlayan unsurların başında dalgaların sesi geliyor; herkes sustuğunda dalgalar konuşuyor. Dalgaların Sesi, Zeyyat Selimoğlu çevirisiyle yayımlandı.
DALGALARIN SESİ, YUKİO MİŞİMA, ÇEV.: ZEYYAT SELİMOĞLU, CAN YAYINLARI, 208 SAYFA, 15 TL
B
“
Sınıf farkı, bu saf aşkın engellenmesi
için yeter de artar bile. Benzerlerine defalarca rastlanmış bir hikâyedir bu. Yukio Mişima hakkında Mişima ya da Boşluk Algısı adında bir kitap kaleme almış
olan Marguerite Yourcenar, Dalgaların
Sesi’nin melodramatik olay olmaksızın
yalın bir gerçekçilikle ele alınmasına
değindikten sonra, Mişima’nın romanında özellikle “tensel hazzın reçetelerini keşfetmeksizin aşkı tecrübe eden
iki çocuğun” hallerine dikkati çeker.
Ayrıca Şinji’nin bir fırtına sırasında,
limana palamarla bağlı gemiyi dubaya
demirleyen üçlü halatı tekrar bağlamak
için denize atlayarak verdiği mücadelenin anlatıldığı sahneyi hem mitolojik hem de gerçek bulduğunu belirtir.
ETHEM BARAN
ütün dehamı hayatıma koydum; eserlerime
de yalnız hünerimi koydum.” diyen Oscar Wilde’ın
bu sözünü bir yönüyle Mişima’nın hayatı, daha doğrusu sıra dışı sonuyla
birlikte düşünmek yolları birleştirir mi,
yoksa yeni bir yol ayrımına mı getirir
bizi? Çünkü onun ölümü, yazdıkları
kadar tasarlanmış bir ölümdür. Adeta
Mişima’nın eserlerinden biri de ölümüdür. Ki o, kendi ölümünü “Bereket Denizi” dörtlemesinin ikinci cildi olan Kaçak
Atlar’daki kahramanı İsao’nun ve hem
yönetmeni hem de senaristi olmanın yanında oyuncusu da olduğu 1966 tarihli
Yukoku adlı kısa filmindeki kahramanın
intiharında da ele almıştır.
Yukio Mişima, son eseri olan ve Bahar Karları, Kaçak Atlar, Şafak Tapınağı
ve Meleğin Çürüyüşü’ünden oluşan “Bereket Denizi” dörtlemesini bitirdiğinde
45 yaşındaydı. Japon ruhunun kaybolduğunu düşünüyordu ve orduya güveni
sarsılmıştı. “Artık bittiğimi hissediyorum. Piyesler, uzun romanlar, her türlü
şey yazdım. Artık yapacak hiçbir şeyim
kalmadı.” dedikten sonra inanılmaz eylemini gerçekleştirdi: Yanında dört genç
takipçisi vardı, samuray kılıçları kullanarak Japon Savunma Kuvvetleri’nden
bir komutanı esir almış, balkona çıkıp
Japon askerlerine yeni anayasanın orduyu kısıtlamasının getirdiği tehlikelerle
ilgili bir konuşma yapmıştı. Ardından
kendi karnını deşmesi ve yoldaşlarından
birinin kafasını kesmesiyle sonuçlanan
bir seppuku töreniyle intihar etti.
Mişima, kendi mitini yaratan yazarlardandır. Hem Japon hem de Batı
kültürünün unsurlarını taşıyan kendine özgü bir kişilik olduğunu söylemek
sanırım yanlış olmaz. Yazdıklarının
ucunu açık bırakan bir yazardır o. İniş
çıkışlar, manevralar son derece kuvvetli bir biçimde hissedilir yazdıklarında.
Dünya görkemli bir ölüm için mi var?
Çocukken kansızlık hastalığına yakalanan Mişima, “Kanımın azlığı, önce bende kan dökme hayali kurmayı tutkuya
dönüştürmüştü.” diye yazar Bir Maskenin İtirafları’nda. Denizi Yitiren Denizci’de
çocukların kedinin derisini yüzdüğü
sahne de yazarın bu tutkusunu ve inanılmaz sonunu bize önceden duyurur.
Otobiyografik özellikler taşıyan romanı Bir Maskenin İtirafları’nda, hasta-
Pırıl pırıl bir roman
Yukio Mişima
çevresini dolduruyordu ama Şinji yerine
getirilemeyecek isteklerle kendini yiyip
bitirmiyor, aşırı serüvenli yolculukları
aklına koymuyordu. Kendini tam, gerçek bir balıkçı gibi hissederdi; onun için
deniz, bir çiftçi için toprak neyse ondan
başka bir şey değildi; ekmeğini çıkardığı
bir yer, pirinç ya da başka tahıllar yerine
uçsuz bucaksız bir mavi içindeki dalgaların beyaz, şekilsiz ürününü veren,
salınan bir tarla…” Deniz onun gözünde aynı zamanda akıl danışacağı bir bilgedir. Annesi de tıpkı onun gibi, bir şey
düşüneceği zaman denize gider.
“Denizin dibine aşina değilsen körden farkın kalmaz.” diyen balıkçıların
yaşadığı adadaki bütün kadınlar gibi
sünger avcılığı yapan dul bir kadının
oğlu olan bu gençle, günün birinde,
adanın zengin sayılan ailelerinden birinin kızı Hatsue birbirlerine âşık olurlar.
lıklarla mücadele içinde geçen çocukluğu sebebiyle yüzmeyi öğrenemediğini,
bunun da denizle olan ilişkisini etkili
biçimde belirlediğini anlatır Mişima. Nitekim Yaz Ortasında Ölüm adlı öykü kitabında özellikle kitapla aynı adı taşıyan
öyküde ve Denizi Yitiren Denizci romanında döne döne denizi dile getirmiştir.
Dalgaların Sesi’ni Yunanistan dönüşü kaleme alır Mişima. Dalgaların Sesi,
adının çağrıştırdıklarının aksine duru,
sakin bir romandır. Bir başka değerlendirmeyle, romandaki hareketi sağlayan
unsurların başında dalgaların sesinin
geldiğini söylemek mümkün. Çünkü
bu adada herkes sustuğunda dalgalar
konuşur. Balıkçılık yapan genç Şinji’nin
biricik hayali günün birinde motorlu
bir tekneye sahip olmak, kardeşini de
yanına alıp bu tekneyle deniz nakliyeciliği yapmaktır: “Koca okyanus bütün
8
Son derece sade ama bir o kadar da
etkileyici bir roman olan Dalgaların
Sesi’ni dört ayda yazmıştı Mişima. Bir
samuray ailesinin oğluydu ve babaannesinin denetiminde bir kız çocuk gibi
yetiştirilmişti. 40 roman, 74 hikâye, 33
oyun, bir seyahat kitabı, sayısız makale ve şiire imza atmış, üç kez Nobel
Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmişti. Henüz hayattayken hemen hemen
bütün önemli eserleri pek çok dile
çevrilmişti. Batılılaşma ile ülkesinin
geleneksel değerleri arasındaki çatışmayı işleyen bir yazar, hem eşcinsel
hem de Japon geleneklerine bağlı bir
muhafazakârdı. Kelimelerin dünyayı değiştirebilecek gücünün varlığına
inanıyordu. Aynı zamanda dünyanın
buna kayıtsız kaldığına… Ona göre,
kelimelerin yetersiz kaldığı yerde başka bir ifade biçimi bulmak gerekliydi.
Bahar Karları’nda genç, soylu
Kiyoaki’nin ölüm tasarımına bir göz attığımızda bunu görürüz örneğin: “Genç
ölmeyi ve mümkünse en küçük bir acı
duymadan ölmeyi becerebilecek miydi?
Zarif bir ölüm; tıpkı cilalı bir masaya
rastgele fırlatılmış süslü bir kimononun,
masanın üstünden yerin karanlığına
kendiliğinden kayışı gibi. Zarafet yüklü
bir ölüm.” Şu cümleler de Denizi Yitiren
Denizci’den: “Artık sonsuza kadar erişemeyeceği, yüce, eşsiz bir ölümün görüntüsü, yiğitçe ölme fikri beynine yayıldı.
Eğer dünya salt bu görkemli ölüm için
var edilmişse, neden dünya bu ölüm uğruna yok olmasındı?”
Zeyyat Selimoğlu’nun kusursuz çevirisinden okuduğumuz Dalgaların Sesi, ölüm
ülkesine uğramayan pırıl pırıl bir roman.
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Bir yazar kitabına nasıl isim koyar?
Bir kitabın ismi çok şey vaat eder. Türkiye ve dünya edebiyatında kitabına isim bulmaya çalışan birçok yazarın farklı
öyküleriyle karşılaşıyoruz. Kitabını yazmaya başlamadan önce ismini bulanlar, romanını bitirene kadar isim konusunda kararsız kalanlar, editöründen medet umanlar, eşine-dostuna akıl danışanlar, klasiklerden başlık cımbızlayanlar, yayıncısıyla işbirliğine yanaşmayanlar... Kısacası her yazarın isim bulma hikâyeleri, tıpkı kitapları gibi, farklı.
O
MUSA İĞREK
kur, önce kitabın adıyla
karşılaşır. Hatta bu buluşma seneler sonra yazarı unutturup kitabın adının zihinlerde
kaldığı bir duruma dönüşebilir. Kitabın
ismi içeriğinden rol çalmaya eğilimlidir;
çoğu kez metnin kendisinden daha çok
şey vaat eder. Yazar için metne kimliğini veren ismi bulmak zorlu bir uğraştır.
Salâh Birsel’den ödünç bir ifadeyle, “Kitap adları fırdır. Tam ele geçireceğinizi
sandığınız anda atlayıp kaçarlar.” Bir
kitabı diğerlerinden ayırmaya yarayan
bu eylemi Orhan Pamuk şöyle tanımlar:
“Kitap adları kafamızda tıpkı insan adları gibidir; bir kitabı milyonlarca benzeri
içinden ayırmaya yararlar.”
Bazen bir kitap, seneler önce yayımlanmış bir başka kitapla aynı adı taşıyabilir. Stephen King geçtiğimiz yıl Joyland
adlı bir roman yayımlamıştı. Kitabın raflarda yerini almasının ardından, Emily
Schultz’un 2006’da aynı adla yayımladığı
e-kitap birden hatırı sayılır bir satış rakamına ulaştı. Zira okurlar King’in romanı
zannederek Schultz’un kitabını satın almıştı. Genç yazar bu benzerlikten dolayı
yüklü miktarda para kazanmış ve bu parayı nereye harcadığını faturasıyla birlikte
internet sitesinde muzipçe paylaşmıştı.
İsim, metnin bir parçasıdır
Bir kitaba isim bulmak sancılı bir süreçtir ve pek çok faktör araya girer. Murat
Gülsoy, Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık
adlı incelemesinde kitap isimleri hakkında şu saptamayı yapar: “Öykülerin,
romanların, kitapların adları öncelikle metni birer varlık yapmaya yararlar.
Bir metni dünyadan, diğer metinlerden
ayıran işaretlerden biri ve en önemlisi
o metnin adıdır. Eğer bir kitaptan söz
ediyorsak o kitabın adı kadar kapağı ve
kapakta kullanılan grafik anlatımın da
önemi vardır ancak genelinde bunların
metnin asli unsurları olmadığı kabul
edilerek çoğu zaman yayınevinin tasarım anlayışına göre düzenlenirler. Aynı
kitabı farklı zamanlarda başka başka
yayınevleri değişik kapaklarla basabilir.
Kimi zaman yazarlar kapakta kullanılan
görsel anlatımı da belirleyebilir ve bunu
yayıncıdan talep edebilirler. Ancak metnin başlığı/adı metnin bir parçasıdır. Bir
şeyin adı biraz da kendisidir.”
sini isim olarak seçer. Kitabına metinde
yer almayan, bağımsız bir isim verenler
de yok değil. Kitap adlarının geçmişten
günümüze büyük bir değişim geçirdiği
söylenebilir. Özellikle günümüzde, Fatih
Andı’nın deyişiyle “Edebiyatçılar ya çarpıcı, aykırı, hatta okuyucu ile inatlaşan,
muzip adları daha çok tercih etmektedirler yahut da şiirsel, tedaileri zengin,
okuyanı alıp başka dünyalara daha kolay götürebilecek adları... Bunun için de,
söz sanatlarıyla örülmüş adlar, bir şiirin
bir mısraından ödünç alınmış adlar, şiirsel çağrışımlı adlar, dilde var olan kalıp
sözlere yaslanan adlar, bu kalıp sözler
üzerinde küçük oynamalarla çarpıcı hale
getirilmiş adlar vs. daha cazip imkânlar
sunmaktadır yazara.”
Gülsoy’un deyişiyle “metnin bir
parçası” olan kitabın ismini yazarların
farklı şekillerde bulduklarını görüyoruz: Kitabı yazmadan önce isim aklında olanlar, romanını bitirene kadar
herhangi bir isim bulamayanlar, editöründen medet umanlar, eşine dostuna
bu süreçte akıl danışanlar, klasiklerden
başlık cımbızlayanlar, yayıncısıyla işbirliğine yanaşmayanlar.... Kısacası her
yazarın isim bulma süreci, tıpkı eseri
gibi, farklı bir hikayeye sahip.
Bir kitaba isim vermenin kuralı yoktur. Yazar, metnin en az kendisi kadar
başlığının da önemli olduğunun farkındadır. Öyle ki, kitap artık hep o isimle
anılacaktır. İsim eseri tanımlayan bir çeşit
kimliktir. Şiir, deneme ve öykü kitaplarına genelde kitapta yer alan bir parçanın
adı verilirken, romanda ise daha sıkıntılı
bir süreç söz konusudur. Yazarın metnin
kendisine yol gösterecek ismi bulması
günler, aylar, hatta yıllar sürebilir. Kimi
romancılar daha bir kitabı bitirmeden bir
sonrakinin ismini defterine not etmiştir.
Kimi şairler ise kitabın en vurucu dize-
Sait Faik’in talihsizliği
Hulki Aktunç başından geçen şöyle
bir isim hikâyesi anlatır: “Kitaplarıma
ad ararken hayli zorlanırım. Bir Çağ
Yangını’nı Abdi İpekçi Roman Ödülü’ne
yollayacaktım. Adını saptayamadığım
için geciktim. Yıllar sonra, Sezen Aksu
10
söylüyordu -bağırıyordu- bir şarkısında,
romanın adı, küçük harflerle ‘bir çağ
yangını’ olmuştu artık, yitirmiştim o
adı ben. O adı benden çalmışlardı; biraz
üzüldüm, biraz sevindim. Böbürlenme
sanmayın; yazarlık natura’m böyledir.
İyi laf, birçok şey gibidir, mirî malı’dır
ülkemizde. Nedense, yangınlıdır hep;
‘Yangın kavmindeniz/ Ne giysek alev’ dersiniz, dediklerinizi bir kitabın bölüm
başlığına koyarlar, o kitabı size yollamak inceliğini bile göstermezler. Bir
herif tamam da, bir kadının kalınlığına
katlanılmaz. Kader! Sizin bir yerde var
olup olmamak isteminizi bile düşünmezler. N’apalım. (Soru imi yok.)”
Sevengül Sönmez, Sait Faik’in ölümünden çok kısa bir zaman önce yayımlanan Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı
kitabının Varlık Yayınları tarafından
1954’te yayımlanan ilk baskısında adının
“Alemdağında Var Bir Yılan” olduğunu
aktarıyor. Sait Faik kitabın adını Yaşar
Nabi Nayır’a telefonla bildirdiği için
böyle bir hata ortaya çıkar. Yaşar Nabi
sonraki baskıda bunu düzeltir.
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Eşine isim danışan İlhan Berk
Kitaba isim bulma işi bazen yazmak
kadar sancılıdır. İlhan Berk, Kanatlı At
kitabına isim verme kararsızlığını ve ilk
kez eşinin onayını alarak kitabına verdiği ismi, Enis Batur’a yazdığı mektubunda paylaşır: “Sevgili Enis, kitabı gönderiyorum. Ad konusunda epey sıkıldım.
‘Su adını sevmediğini söyledi bana’
koymuştum. Vazgeçtim sonra. Kanatlı
At mı diyeyim diyordum kendi kendime. Ve hayatta ilk kez Edibe’ye hangisi
iyi? diye sordum. (Edibe’ye hiçbir zaman
şiirle ilgili ne bir şey dedim, ne de o bir
şey sordu. 45 yıl bu böyle oldu. Tarih ve
yabancı yazarları okumayı sever, özellikle romanları.) Kanatlı At’ı seçti o da.
Bunu düşündüm kendi kendime işte.”
‘Sana istediğini yapma seçeneğini bırakıyorum’
Tezer Özlü’nün Almanca kaleme aldığı
“Auf dem Spur eines Selbsmords” (Bir
İntiharın İzinde) adlı kitabı, yazar tarafından dilimizde Yaşamın Ucuna Yolculuk
başlığıyla bir anlamda yeniden yazılır.
Kitabın isim hikâyesi Ferit Edgü ve Tezer
Özlü arasındaki mektuplaşmalarda saklıdır. Ferit Edgü şöyle yazar: “Bir İntiharın İzinde müthiş bir kitap. Çok müthiş
bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum.)
Yıllar var ki böyle bir metin okumadım.
(Tabii Türkçe metinlerden söz etmiyorum.) (...) Kitabına ne güzel yakışırdı
‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’. Ama sen İntiharın İzi’ni seçmişin.”
Tezer Özlü’nün Edgü’ye cevabı şöyledir: “O on günlük yolculukta, bu kitabı yazarken, bir kez gerçekten, otel odalarından birinde kalbim duruyordu ve
ben gerçek bir yazma krizi içinde yazdım, yeryüzünden hiçbir şey algılamadan, edebiyat dışında, duygular dışında. Bu yüzden Yaşamın Ucuna Yolculuk,
dediğin gibi iyi bir ad. L. F. Celine’nin
‘Gecenin Sonuna Yolculuk’ adına çok
benzetmiyorsan, kitaba bu adı verebilirsin, belki de ‘Bir İntiharın İzinde’den
daha iyi olur, İntiharın İzi, biraz bir hafiye romanını da çağrıştırıyor gibi. Bu
açıdan sana istediğini yapma seçeneğini bırakıyorum.” Edgü kitabı “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adıyla yayımlar.
Adını bekleyen kitaplar
Yazar isim seçerken kitabın sesini verecek bir tercih yapar, başlık metinle
bütünleşir. Kitaplarına ad verme konusunda takıntılı biri olduğunu dile
getiren Yalçın Tosun şöyle der: “Çok
titizlendiğim bir konu. Kitaptaki tüm
öykülere değin olsun isterim. Aynı zamanda kitaptaki öykülerden birinin
adı olmamasını da… Kitabın içeriğine
dâhildir kitabın adı, bir taraftan kapakla birlikte okura ilk selamı verdiğiniz
yerdir. Bir tanışma ânıdır kitap adları.
Benim için kitabı bitirmeye yakın, aylarca sürecek ad arama dönemi başlıyor.
Çağrışımlarla dolu geçen aylar bunlar.
Yazdığım kitabı tekrar tekrar okuyarak
doğru adın beni bulmasını ümit ettiğim bir arayış dönemi. Üç kitabımın adı
da içime çok sindi, düşünmelerle dolu
o ayların sonunda tatmin edici bir sonuca varamamak da vardı ne de olsa.”
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
şanabiliyor. Yazarın ayak dirediği ve editörüyle işbirliğine yanaşmadığı zamanlar
bir tarafa, teslim olduğu anlar da vardır.
Graham Greene’in Travels with My Aunt
(Teyzemle Seyahatler) adını değiştirmeyi
öneren Amerikalı yayıncısına gönderdiği
telgraf ibretliktir: “Yayıncıyı değiştirmek,
kitabın adını değiştirmekten kolay.”
Ülkeye göre kitap ismi
İlhan Berk
Bir başlık hazinesi: Shakespeare
Dünya edebiyatı da pek çok isim bulma hikâyesiyle doludur. John Steinbeck, Fareler ve İnsanlar’ı İskoç şair
Robert Burns’ün bir şiirinden almıştır.
Edith Wharton’ın The Glimpses of the
Moon, David Foster Wallace’ın Infinite
Jest romanları ve Agatha Christie’nin
pek çok kitabı adını Shakespeare’in
eserlerinden alır. Raymond Carver’ın
kitaplarının başlığı editörü tarafından çoğu kez değiştirilmiştir. F. Scott
Fitzgerald ise Muhteşem Gatsby adlı
eserine önce “Trimalchio in West Egg”
başlığını düşünür, fakat telaffuzu daha
kolay olduğu ve eşi Zelda öyle istediği
için “The Great Gatsby”de karar kılar.
J. D. Salinger
Çevirmenin kitabın adına etkisi
Okurun kitap ismi konusunda çevirmeni
suçlu bulduğu zamanlar da vardır. Özellikle çeviri metinlerde, çevirmenin fikri
alınsa da son karar genelde yayınevine
aittir. Eserin özgün dilindeki sesini koruyan kitap adları olduğu gibi, Türkçeye
çevrildiğinde büyüsünü yitirenler de var.
Yayın dünyamızda en bilinen örnek, J.
D. Salinger’ın o benzersiz romanı Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın “Gönülçelen”
adıyla yayımlanmasıdır. 1967’de Adnan
Benk’in Fransızcadan yaptığı dolaylı çeviriden ötürü kitap “Gönülçelen” adıyla
tanınır. Roman daha sonra Coşkun Yerli
tarafından bu kez İngilizce aslından Çavdar Tarlasında Çocuklar adıyla çevrilir.
Kitaba isim verme konusunda yayıncı
ile yazar arasında da zorlu bir süreç ya-
Türkiye’de kitabın adına yatırım yapan
bir anlayışın varlığından söz edilebilir.
Her yayınevinin bu noktada bir tavrı
var. Mesela Timaş Yayınları Genel Yayın
Yönetmeni Emine Eroğlu, kitaba isim
verme konusunda şöyle bir yaklaşımdan
söz eder: “Ben bir yayın yönetmeni olarak kitabın isminin okura vaat ettiği şeyi
içeriğinin doldurmasını isterim. Okurda
hayal kırıklıkları oluşturmak, bir yayınevinin gelecekteki okur potansiyelini feda
etmesi demektir. Fakat kitap isimlerinin
okur psikolojisi üzerindeki etkisini de
asla ihmal etmem.” Bir dönem yayıncılık
yapan Doğan Hızlan ise şöyle paylaşır
deneyimlerini: “Uzun süre yayınevi yönetmenliği yaptığım için kitabın adının
önemini bilirim. Oturur, değişik adları
tartışırdık. Kendi kitaplarımın adları için
de arkadaşlarımla uzun uzun tartışıp,
değerlendirmeler yaparız tek tek bütün
isim önerileri için... Kitabın adının bazen
yazarın önüne geçtiğini söyleyebiliriz,
çoğunlukla okurlar elbette kitabın adını
söyleyerek kitabı satın alırlar ama kimi
zaman da çok tanınmış, bilinen yazarların adını vererek onun son kitabını istiyorum, diyenlere rastladım.”
Bunun yanı sıra, aynı kitabın mesela İngiltere ve Amerika’da bazen farklı
isimlerle yayımlandığını da ekleyelim.
Yayıncının kitabın alıcısını düşünerek
izlediği tutum, ülkelere göre değişiyor.
Sözcükler yerinden oynatılmalı
Tezer Özlü
11
Her yazarın kitabına isim vermesi farklı bir hikâyeyi barındırır. Yazmayı bir
“cehennem” olarak gören İlhan Berk’in
bu tarifine yazarın kitabına isim bulma
sancısını da ekleyebiliriz. Öyle ki, bunun uğruna “sevgili sözcükler yerlerinden oynatılmalı”dır. Kitaba isim verme
işinin zor bir uğraş olduğu ortada, tıpkı
yazmak gibi… Necatigil “Kitaplarda Ölmek” şiirinde ne demişti: İsimler okurun elinde “can çekişen kuşlar gibi”dir,
zira yazardan geriye onlar kalır.
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yazarlara sorduk...
1- Kitaplarınıza isim düşünürken sizi yönlendiren nedir?
2- Kitabın adını yazarken mi bulursunuz yoksa metni yazmaya başlarken isim hazır mıdır?
3- İlginç bir ‘kitap adı bulma’ hikâyeniz var mı?
Sibel K. Türker:
1- Benim için adların bir önemi vardır
zaten. Ad vücuda getirir çünkü ruhani
olanı cismani kılar. Kitabımın adının da
o kitap içinde sayfalarca dile getirdiğim
ana fikri taşıyan ve hatta taçlandıran bir
yönü olması önemlidir diyebilirim. Benim “Fihi ma Fih”imdir verdiğim isimler.
“Ne varsa benden içeridir” derim kitap
adlarımla. Kalemin sivri ucudur kitap
adları. Sivri dilliliğidir hatta yazarın. Düşünüşüdür. Okura “ben kendi fikrimce
bunu anlatmayı taahhüt ederim” dediği
yerdir. Ve gerçekten de kitap adları kitapların “zafer tak”ları gibidir. Göz alıcı,
akıl çelici, düşündürücü ve/veya vurucu
olmaları beklenir. Kitaplara bu süsün
altından bakılır, onlar hakkında düşünülür; kitaplar adlarıyla okunmaya karar
verdirir ve okurun elleri arasına alınırlar.
Değerlerini de biçerler böylelikle. Bazen
verdiğimiz bu adlar ya beğenilmez ya
yanlış anlamlandırılır veya sevimsiz bulunabilir. Fakat tüm etkiyi kitap adlarında
aramak da kötü bir şairin güzel bir imge
yakaladığını sanması kadar acıklıdır.
2- Yazmaya başlarken hiç adı hazır bir kitabım olmadı şimdiye kadar. Ama belki
ileride, doğmamış çocuğa don biçebilirim, neden olmasın? Kitabın adı bende
en başta varsa, onun ruhu ve düşünüşü
de vardır da dışarı çıkmak için bir mazeret ararmış demektir bu. Ben şimdiye
kadar ad vermedim, kitaplarımın ad almasını istedim. Kitap var oluşuyla adını
alır çünkü. Kitabın adı bende ortalara
doğru yavaş yavaş şekillenir, kavramsal
ve duyusal bir elle tutulurluk kazandığında üzerinde düşünülüp tartılır, son
noktayı koyduğumda da (noktalar konur
mu ondan da emin değilim) benim adım
bu diye bağırır, ben de reddetmem, kitapla ters düşmem; istediği, özlediği adı
koyar, onu huzura kavuştururum.
3- Öncelikle kitap adları konusundaki
bazı mizahi durumları paylaşmak isterim
sizinle. İlki, Öykü Sersemi adlı kitabımın,
okurun yüzde doksanı tarafından “Uyku
Sersemi” olarak değiştirilerek kullanılması. İkincisi, Hayatı Sevme Hastalığı adlı
kitabımın yüzde seksen okur tarafından
“Hayatı Sevme Sanatı” olarak söylenmesi. Bunları düzeltme gereği bile duymadan, gülümseyerek geçiştiriyorum.
Başka bir kitap adı hikâyesi, esasen
Diyarbakırlı bir Kürt olan kayınbabamın
kitaplıkta Kemal Tahir’in Kurt Kanunu
adlı kitabını “Kürt Kanunu” olarak oku-
Nursel Duruel
Murat Gülsoy
Sibel K. Türker
İbrahim Yıldırım
ayfer tunç
yup yüzyıllık derin bir refleksle “Bunları sokmayın eve, Kürt’ün kanunu mu
olur?” sorusudur. Demek adlar önemli
ama okur nezdinde de değişebilirlikleri
var. Bir benimsenme ya da benimsenmeme durumudur bu, yazarına söz düşmez. İlk öykü kitabımı yayınevine teslim
ettiğimde başka bir ad taşıyordu ve bir
türlü içime sinmemişti o ad. “Tek Kişilik
Oyun”du ismi. Ben ne tek kişilik oyun
oynuyordum, hatta oyun filan da oynamıyordum. Ben bizi, hepimizi yazdığımı
düşünürken kitaba bu ismi vermem de
canımı sıkıyordu. Mesele yalnızlıksa da
bu isim kitabımı taşımıyordu. Bu mutsuzlukla bir gece geç saatlerde bambaşka
şeyler düşünürken biri “Kalpyazan” diye
fısıldadı bana sanki “Ne ne?” diye sor-
dum, uysallıkla tekrar etti. Hatta lütufta
sınır tanımayarak “bitişik” bile dedi. Bu
göklerden fısıldanan orijinal adı çok sevdim ve benim yazarlıktaki yönümü de
oluşturdu diyebilirim. Yaptığım işin adı
oldu Kalpyazan... Günebakan gibi. Hatta
bir arkadaşım “Gönülçelen” gibi olmuş
da demişti.
İbrahim Yıldırım:
1- Biraz dolaylı olacak ama ilk soruyu -yazarı yönlendiren etken- Italo Calvino’ya
giderek şöyle yanıtlayayım: 1951 yılında
İkiye Bölünen Vikont’u, 1957’de Ağaca Tüneyen Baron’u yayımlayan Calvino, 1958
yılında, o güne kadar yazmış olduğu bütün öyküleri bir araya getirir ve kitabına
I Racconti, yani yalnızca “Öyküler” adını
12
verir... Yazar, çok sade, düşünme uğraşı
gerektirmeyen; özgüven çağrıştıran bu
kitap adı hakkında bir söyleşisinde, kendini profesyonel yazar saymaya başladığını bir soru cümlesiyle vurgulayarak
şunu söyler: “... kısacası artık yalnızca
‘Öyküler’ diye başlık koyabildiğim öyküler yayımlayabiliyordum.” Evet, 1958
tarihli o kitabın adı çok sadedir, albenili
değildir, ama yazar ya da yayınevi kapak
resmi olarak Paul Klee’nin çarpıcı illüstrasyonlarından birini uygun bulmuştur:
Scena di battaglia dall’opera comica!
2- Doğrusu kitabın adını yazdığım metnin koymasını isterim. Koyar da, ama
çoğu kez, birçok nedenden dolayı bu ad
üzerinde yeniden düşünür, çok daha
başka, çok daha çarpıcı sonuçlara ulaşmaya çalışırım. Kitapları baskı üstüne
baskı yapan profesyonel bir romancı olmasam da bu çaba profesyonel bir uğraştır. Ancak pek başarılı olduğumu söyleyemem. Üstelik aklım her defasında
yazmış olduğum metnin koyduğu adda
kalır. Belki de bazı romanlarımın iki adı
olmasının nedeni budur.
3- Yirmi yedi yaşımda (1977) yazmaya
kalkıştığım, ilk romanımı 1981 yılında
bir yarışmaya göndermiştim, çalışmam
övgüye değer bulunmuştu. Yüz sayfayı
zor bulan o naif cesaretin adı Bıçkın ve
Orta Halli idi. Aynı adı benimsediğimden olacak, 2003 yılında da kullandım:
Bıçkın ve Orta Halli bu kez beş yüz sayfayı aşan hacimli bir kitap olarak yayımlandı... Aynı adı taşıyan iki roman arasında yirmi yılı aşkın bir mesafe vardı.
Yalnızca bu da değil, ikisi arasında tema
dışında benzerlik de yoktu, biçemim değişmişti, ama o ad, her iki romanıma da
çok yakışmıştı. Bir diğer ilginç ad serüvenim ise Yaralı Kalmak’la ilgilidir: 2001
yılında yayımlanan bu romanın adını,
yazdığım metnin beni yönlendirmesiyle severek isteyerek “Generali Bağışlayın Lütfen” koymuştum, gelin görün
ki -çok iyi anlaşılacağı üzere dönemsel
kimi nedenlerden dolayı- ad değiştirilmişti. Her Cumartesi Rüya’ya gelince: Bu
ad, bir kitap ekinin hınzır editörlerinden
birinin ilgisini çekmiş olmalı ki, ekin
künye ve içindekiler sayfasına -tabii ki
kitabın içeriği hakkında bilgi edinilmediğinden, o adın niçin verildiği araştırılmadığından- “Her Gece Rüya” spotu
konulmuş ve canım sıkılmıştı. Aslında
o romanın bir diğer adı daha vardı: “Aşk
ve Mevt Tabirleri”. Anlaşıldığı gibi, kitap
KÝ­TAP ZA­MA­NI
KAPAK
adları konusunda sorunları olan bir
yazarım. Bunun nedeni ise amatörlükten başka bir şey olmasa gerek...
Nursel Duruel:
1- Beni yönlendiren etkenler, kitabın
türüne, alanına göre değişkenlik gösteriyor. Bir öykü kitabıyla biyografi
kitabı ya da antoloji arasındaki temel
yapısal farklar doğal olarak o kitaplara verdiğim isimlerin seçiminde de
farklı arayışlar içine girmemi gerektirdi. Türü ne olursa olsun kitaba isim
bulmak başlı başına bir uğraş. Biyografilerde ve antolojilerde okur algısını
gözeterek içerikle doğrudan bağı olan
isimler seçmeye özen gösterdim. Öyküde ise yalnızca yazının bağlayıcılığına (özgürlüğüne) bıraktım kendimi.
2- Yine türe göre cevap vereyim: Örneğin öykü kitabı, roman gibi tek bir yapı
değil; içindeki her öykünün kendine
göre bir kurgusu, kendi adı var. Bazılarının adı önceden konmuş, bazıları
yazma sürecinde ortaya çıkmış. Öyküler kitap haline getirilirken-genel
eğilime göre-içlerinden birinin adı kitabın da adı olur. Ama hangi öykü ve
neden? Zor bir seçim. Belki de bu yüzden bazı öykü kitapları içindekilerden
bağımsız bir ada sahiptir.
3- İlginç sayılır mı bilmem, Frigler’in
Yazılı Kaya’sı lise öğrencisiyken takılmıştı aklıma ama görme olanağı
bulamamıştım. Nice zaman sonra
öykü kitabımın adı oldu Yazılı Kaya
(1992). Aradan yine çok zaman geçti,
ancak 2012’de gidebildim. Tuhaf olan
şu ki, yine göremedim, restorasyon
nedeniyle üstü örtülüydü çünkü. Kitabın adı, ait olduğu türe, alana göre
farklı bir arayış gerektiriyor. Örneğin
öykü kitabı roman gibi tek bir yapı
değil, içindeki her öykünün ayrı bir
yapısı ayrı bir başlığı var. Genel eğilim, içindeki öykülerden birinin adını vermektir kitaba. Bu hem kolaydır
hem zor: Kitaptaki öykü sayısı kadar
isim var elinizde, istediğinizi seçebilirsiniz. Ama hangisini ve neden? Zor
olan bu seçimi yapmak. Belki de bu
yüzden bazı öykü kitaplarında kapaktaki ismi taşıyan öyküye rastlanmaz.
İster istemez bağlayıcıdır çünkü ad.
Murat Gülsoy:
1- Kitabın içeriğini en iyi şekilde yansıtmasını, temsil etmesini isterim.
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
2- Belli olmaz, her kitabın farklı bir yazım süreci var.
3- Bu Kitabı Çalın adlı bir kitap vardır,
60’lı yılların protest yaşam biçimini
savunan Abbie Hoffman’ın yazdığı kitabın başlığını çok sevmiştim.
Kışkırtıcı ve okuru daha kapağını
okuduğunda eyleme çağıran bir
özelliği vardı. Ben de yazdıklarımda
edebiyatın kendi üzerine düşünme,
yazma sürecinin farkına varılması
ve metakurmaca gibi kavramların
izini sürdüğüm için Hoffman’ın
başlığını “çalarak” bir öykü yazmış
olan yazar kahramanımın başına
gelenleri anlatan bir öykü yazdım ki
kitabımın ilk öyküsüydü. Öykünün
içindeki öykü yayımlandıktan sonra bir alışveriş merkezindeki kitapçı soyulur, kitap gerçekten çalınır
ve öykünün içindeki yazarımızın
başı belaya girer. İlginç olan okuduğumuz öykünün tam da o öykü
oluşuydu. Ancak yazı içinde yaratılabilecek bir sonsuz döngü imkânı
sağlıyordu bu başlık ve bu öykü.
Ayrıca kitap ilk yayımlandığında
gerçekten de çok dikkat çekti, okurlar türlü “çalma” şakaları yaptılar.
Ayfer Tunç:
1- Kitap adları konusunda çok başarılı
olduğumu söyleyemem. Kitaplarımın
adları hep yanlış hatırlanır. Mağara
Arkadaşları’na pek çok okur “Mağara
Adamları” der mesela ya da en yaygını Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek yerine “Müsaitseniz Annemler
Gelecek”. Tabii bu durum beni sadece
eğlendiriyor, üzmüyor. Ama öte yandan okurun kitabın adındaki özü çok
çabuk algıladığını gösteriyor ki, benim için önemli olan metnin derdini
ortaya koyan bir isim olması. Yayıncılık dönemimden de bilirim, yayıncılar
kitapların adlarının okuru çekmesini
isterler, benim böyle bir derdim yok.
2- Hiçbir zaman hazır olmadı. Hep metin bittikten sonra koydum adını. Yazma
süreci içinde pek çok isim koyuyorum,
ama sonuçta değişiyor.
3- Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı romanımın adını
çok kolay buldum. Kitabın bitimine
yakın adı da hazırdı. Ancak çok uzun
olduğu için bir kısa versiyon düşündüm
ve “Yalan Yanlış”ı seçtim. Gelgelelim
okurlar “Yalan Yanlış”ı kabullenmediler,
onlar için kitabın adı Deliler Evi oldu.
13
GÜNCEL
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Süreci’ anlama kılavuzu
Yıllardır Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ders halkasında bulunan ilahiyatçı Osman Şimşek, 17 Aralık sürecini kendi penceresinden kaleme aldı.
Şimşek, İnkisâr adlı kitabında süreçle ilgili bilinmeyenleri tarihe ilk elden
not düşerken, bir kez daha ‘nur ile topuzun hazin hikâyesi’ni okuyoruz.
İNKİSÂR, OSMAN ŞİMŞEK, IŞIK YAYINLARI, 484 SAYFA, 17,50 TL
F
aik Ali yıllar önce şöyle diyordu: “Henüz bitmemiş terennümler var / Ki sükûtunda
intizar ağlar.” Bu beyitteki “intizar”ı
“inkisar” olarak değiştirsek, inanın
yaşadıklarımız karşısında daha doğru
bir tercih olur. İnkisar ağlar mı? Ağlar.
Kalbi olan, vicdanı sönmemiş, latifeleri
ölmemiş, başka bir deyişle insani seviyede hayat emareleri gösteren her insan
ağlar; çünkü yaşadığı inkisardır.
Çok dikkatli bir şekilde, altını çize
çize ve not ala ala okudum Osman
Şimşek’in İnkisâr adlı kitabını. Yanlış bir
şekilde “AKP-Cemaat kavgası” diye adlandırılan süreci kendi perspektifinden
kaleme almış Osman Hoca. Bu isimlendirmenin yanlış olduğunu baştan
beri ifade ettik. Asıl kavganın AK Parti
ile AKP arasında olduğunu, bundan da
öte, AKP iktidarı ile devlet arasında olduğunu söyledik. Algı operasyonlarının
büyüsüne kapılanlar dinlemedi, dinlese
de duymadı, duysa da anlamadı, anlasa
da inanmadı, inanamadı veya inanmak
istemedi. Fakat kader hükmünü icra etti
ve ediyor; zaman maskeleri bir kenara
fırlatıp attı, gerçek yüzlerin ortaya çıkmasına vesile oldu. Bir yıl önce inkâr
edilen birçok şey bugün kabul edilir
hale geldi. Kavga bitti mi diye sorabilirsiniz? Görünen o ki AKP hükümeti
devletleştiği için bitti gibi ama yeni bir
kavga başladı. Daha doğrusu, devletin
halkla hiç bitmeyen kavgası alevlendi.
“Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da
biz getiririz” zihniyeti hortladı. “Halka
rağmen devlet” anlayışı kendine yeniden zemin buldu Türkiye topraklarında.
Yazık! Hem de çok yazık!
İkazlara rağmen...
çekiliyor. Siyasetin emrine girmediği için
Van’dan Burdur’a sürgüne gönderiliyor.
İkinci Said döneminin başlangıcı olan bu
tarihte, sonraki hayatının yörüngesini ve
istikametini belirlerken “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım... İki elimiz var.
Eğer yüz elimiz de olsa ancak nura kâfi
gelir. Topuzu tutacak elimiz yok.” diyor.
Kullandığı metaforda kastı açık: Topuz siyaset, nur ise iman ve Kur’an hakikatleri.
Şöyle bağlıyor sözlerini: “Siyaset topuzu
ile toplumun yüzde yirmisine, nur hakikatleri ile yüzde seksenine hitap edilir.”
AHMET KURUCAN
İnkisâr’ın en önemli özelliği, işte bu gerçek yüzün yıllar öncesinden Hocaefendi
tarafından bilindiğini, iktidarı girdiği yoldan geri döndürmek için gösterilen Müslümanca gayretleri ele alması. Aslında
Hocaefendi’nin kamuya açık sohbetlerini
dikkatle dinleyenler, kendisinin bunları
bildiği sonucunu çıkarabilir. 2011 yılından
sonra sohbetlerde yapılan ikazlar bunun
göstergesiydi. Danışmanlar heyetinin
özellikleri, haset ve rekabetin dindeki yeri
ile tarihte sebebiyet verdiği yıkımlar, enaniyet vurgusu, dünyayı ahirete öncelemenin yanlışlığı ve daha bir dizi konunun
birinci dereceden muhataplarının iktidar
olduğu açıktı. Kuyruğa girilerek yapılan zi-
Nur ile topuz’un hazin hikâyesi
Osman Şimşek
yaretlerde aynı hususlara, hem de misallerle vurgu yaptı Hocaefendi. Bazı ziyaretlerde
bizzat bulunan biri olarak bu uyarıların yapıldığının şahidiyim. Hatta Hocaefendi’nin
2006 yılında dönemin başbakanını muhatap alarak açık ve net bir mektup yazdığını
kamuoyu bu süreçte öğrendi.
Bunlar yeterli değil diyorsanız, yeteri
kadar örneği Osman Şimşek’in kitabında
bulabilirsiniz. Mesela 17 Aralık’tan çok
önce, Gezi hadiselerine tekaddüm eden
günlerde Hocaefendi’nin “kulaklarını çekeceksiniz” diye kamuoyuna mal olan
sohbetinin perde arkası, en az 2006 yılında
yazılan mektup kadar önemli: “Ehli imana
karşı Firavun’ların, Nemrut’ların yaptıkları şeyler yapılıyor ve bunları da bazıları din
hesabına yapıyor. İşte bunlara zarar gelmemesi için azıcık bir şey diyeceksiniz... ‘Sen
de mi?’ deyip belki kulaklarını çekeceksiniz. Azıcık gözlerine karşı parmak sallayacaksınız. Belki ‘Yazık size!’ diyeceksiniz.
Bu kadarcık mukabelede bulunacaksınız,
Kaf Dağı cesametinde bir belânın gelip
başlarına çökmemesi için.” Pekâlâ kulak
çekildi mi? Gezi hadiseleri mani olmuş...
Neden? Müslümanca tavrın hikâyesini
bu kitapta göreceksiniz. Aynı şey meşhur
“mübahale”, “muhavele” sohbetinde de
söz konusu. Çoklarının gözünden kaçan
bir noktayı nazara vermiş Osman Şimşek.
Hocaefendi his ve aklın en üst seviyede,
birlikte temsil edildiği o sohbette diyor
ki: “…Arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermeme adına, bir şey
yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa... Bize de nispet ediyorlar, ben bizi
de onların içinde görerek diyorum ki...”
Bu kadar mı? Hayır. Malum, Hocaefendi 20 Aralık 2013 - 4 Ağustos 2014 arasında halka açık bir şekilde hiç konuşmadı.
Sekiz ay sürdü Hocaefendi’nin bu sükût
orucu ya da murakabesi. Kendilerini “karşı
taraf” ilan edenler ise her gün ağız dolusu
hakaretler etti; yalan, iftira ve ithamlarla
cemaati şeytanlaştırmaya çalıştı. Bütün
bunlara karşılık Hocaefendi neler söyledi?
Osman Şimşek’in günü gününe tuttuğu
notlardan ve yazdığı yazılardan bunları da
öğrenmek mümkün.
Bediüzzaman Hazretleri’nin siyasetle ilişkisini anlattığı meşhur “nur-topuz”
teşbihi üzerine oturtmuş kitabın temelini
Osman Şimşek. Üstad’ın hayatına vâkıf
olanlar bilir: Birinci Said döneminde Üstad siyaset yoluyla Osmanlı’nın yabancı
istilâsından kurtuluşu adına siyaset bağlamında diye nitelendirebileceğimiz büyük
gayretleri olan bir insan. Cumhuriyet’in
kuruluşunu takip eden günlere kadar
süren bu dönemde Üstad’ın verdiği mücadele, yazdığı gazete makaleleri ve kitapları meydanda. Ama yeni yönetimin dine
ve dindarlara karşı aldığı tavrı görünce
bu yoldan vazgeçiyor ve Van’da inzivaya
14
Pekâlâ bu yaklaşımın Hocaefendi ve Hizmet hareketi üzerinde yansımaları nedir?
Cemaatin siyasi iktidarlarla olan ilişkisi
nur-topuz teşbihi ile anlatılan metot içinde nerede duruyor? Neden önceki yıllarda
cumhurbaşkanlarıyla, başbakanlarla görüştü Hocaefendi? Neden dün ve bugün
iktidar partileriyle temas kurdu? Neden
seçimlerde bir partinin desteklenmesi sonucu çıkabilecek söylemlerde bulundu? Bu
üstü kapalı tavır, muhale talik bağlamında yıllar önce söylediği “Cebrail bile parti
kursa, müsaadenle seni desteklemeyeceğim” sözüyle nasıl telif edilir? Bu istikamette akla gelebilecek onlarca soru olabilir. İşte bütün bu soruların cevabını ilkeler,
prensipler ve genel kaideler bağlamında
İnkisâr’da bulabilirsiniz. Zaten kitabın alt
başlığında da bu nazara verilmiş: “M. Fethullah Gülen’in Perspektifinden Nur ile
Topuz’un Hazin Hikâyesi.”
Kitapta bir dönemin perde arkasını tarihe not düşme hedefi var. Bizim 27 Mayıs
1960 darbesini kitaplardan öğrendiğimiz
gibi, 18 Aralık darbesini de kitaplardan
okuyarak öğrenecek insanlar için ilk elden
malzemeler yer alıyor. Ne kadar arzu ederim, AKP iktidarının bu süreçte yaptıklarını yazan birileri çıksa. Gayrikanuniliği
aşikâr olan müdahalelerin hazırlık safhasını yazan birileri; kapalı kapılar ardında
dile getirilen sözde düşünceleri ya da kumpasları, üzeri örtülmek istenen şeyleri mesela... Vicdanının sesine kulak veren birileri belki çıkar. Bugün olmasa yarın çıkar.
Çıkmasa da önemli değil, kirâmen kâtibin
bunların hepsini kaydetti. “Montaj-dublaj-şantaj” masallarının geçerli olmadığı
ahiret gününde hep birlikte oturur izleriz.
Sonra boynuzlu koyunun boynuzsuz koyundan hakkını alacağı safhaya sıra gelir.
Kitap adı olarak “İnkisâr”ı beğendim
ama kapak tasarımı zor anlaşılır bir mahiyete sahip. Başta Osman Şimşek olmak
üzere emeği geçen herkese teşekkürler.
“Şeriat, Hakikat’in perdesi değil, bizatihi kendisidir.”
İBNÜ’L ARABÎ METAFİZİĞİ
Ekrem Demirli
EFE HAZRETLERİ
ALVAR İMAMI MUHAMMED LUTFİ EFENDİ
Hüseyin Kutlu
MÜBÂREK VAKİTLER
Ö. Tuğrul İnançer
HERKES SENİ TERK ETSE
AŞK TERK ETMEZ
H. Nur Artıran
KOZMOS’TAKİ TEK HAKİKAT
William C. Chittick
AMERİKA’DA BİR TÜRK
ŞEYH TOSUN’UN HATIRATI
Tosun Bekir Bayraktaroğlu
TASAVVUF DÜŞÜNCESİ
Mahmud Erol Kılıç
GÖLGELER KORİDORU
Muhyiddin Şekûr
KIŞ HASADI
Bob Dylan’dan Mevlânâ’ya
Shems Friedlander
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Dünyanın az sonra kaybolacak güzelliği’
Virginia Woolf ile Mrs. Dalloway’i okuyarak tanıştım. İlk okuduğumda
çarpmıştı bu roman beni, hâlâ da öyledir; yirminci yüzyılın en önemli
romanlarından sayılan ve bilinçakışı yönteminin çarpıcı örneklerinden
biri olan bu roman bence yazarın yapıtları arasında başköşeyi alır.
V
irginia Woolf ile yıllar
önce Mrs. Dalloway’i
okuyarak tanıştım. İlk
okuduğumda çarpmıştı bu
roman beni, hâlâ da öyledir;
yirminci yüzyılın en önemli romanlarından sayılan ve bilinçakışı yönteminin çarpıcı örneklerinden biri olan bu
roman bence yazarın yapıtları arasında
başköşeyi alır. Kitabı bitirdikten hemen
sonra başa dönüp bir kez daha okuduğumu, ölüm ve yaşam, sevgi, intihar ve akıl
sağlığı konusunda uzun uzun düşündüğümü hatırlıyorum. Çevremdeki insanlara
daha farklı bir gözle bakmaya başladığımı da, çünkü bu kitap bana insana dair o
güne kadar düşünmediğim şeyleri göstermişti. Arkasından Kendine Ait Bir Oda’yı
okudum, sonra da en zor ama en çarpıcı
romanı olduğunu düşündüğüm Dalgalar’ı.
Dalgalar, okuması da çevirmesi de zor bir
kitap olarak kalmış belleğimde.
Yıllar sonra Mrs. Dalloway’i çevirmem
gündeme gelince önce ürktüm. Tomris
Uyar gibi bir kalem ustasının çevirdiği
bir kitabı yeniden çevirmek bana tuhaf
gelmişti. Öte yandan onun çevirisinin
üzerinden 40 yıl geçmişti, metne farklı
bir anlayışla yaklaşacağımı biliyordum.
Bu kitabı çevirmek istememin bir başka nedeni de vardı. 2000 yılında Michael
Cunningham’ın yazdığı Saatler adlı romanı çevirmiştim. Saatler, Mrs. Dalloway
üzerine kurulmuş, oradaki karakterlerle
ve olaylarla dokunmuş bir romandı ve
ben de çok severek çevirmiş, hatta Dünya Kitap’ın Çeviri Ödülü’nü almıştım. O
sırada Mrs. Dalloway’i tekrar okumuştum. Dolayısıyla önüme bu kitabı çevirme
fırsatı çıkınca tereddütlerimi bir kenara
bıraktım ve işe koyuldum; sonuçta çekincem boşa çıktı, benim çevirimle Tomris
Uyar’ın çevirisi benzeşmiyordu, yaklaşımlarımız farklıydı. Mrs. Dalloway’i Kendine Ait Bir Oda, Dışa Yolculuk, Dalgalar ve
Orlando izledi. Woolf’un her kitabında
farklı bir dünyayla karşılaştım, farklı bir
üslupla, insana dair farklı yaklaşımlarla.
ÇevirDİĞİM YAZARI tanımak isterim
Kitapları çevirirken bir yandan da 20. yüzyılın ve İngiliz edebiyatının bu özgün yazarının hayatının ayrıntılarını, yazarlığını
besleyen durumları, olayları, düşünceleri
merak ediyor, araştırıyordum. Onu intihara sürükleyen nedenleri bilmek istiyordum. Bir yazarın birden fazla yapıtını çeviriyorsam onu yakından tanımak isterim.
Tanıyayım ki daha doğru yorumlayayım
partiye hazırlanan Clarissa Dalloway’in bir
gününü anlatan ve zamanda geriye ve ileriye gidişlerle işlenen romandaki Septimus
gibi Woolf da hayaller görür, sesler duyardı;
Mrs. Dalloway’i kullanan yazar, romanın
sonunda Septimus’un intihar etmesini
anlayışla, neredeyse sempatiyle karşılar.
İkinci ruhsal çöküntüsünün sonunda ilk
intihar girişimini görüyoruz. Kliniğe yatırılır. Sevdiği ağabeyi Thoby tifodan ölünce
Virginia yine depresyona girer; Thoby’ye
daha sonra Jacob’ın Odası’ndaki Jacob’da ve
Dalgalar’daki Percival’de hayat vermiştir.
Aslında Woolf, hastalığı olan sağlıklı bir
kadındı. Onun deliliğini körükleyen, insanın yaşamında değişiklik yapan olaylardı,
örneğin aile bireylerinin ölümü, evliliği ya
da bir romanının yayımlanması.
feminist manifesto
Virginia Woolf (1882-1941)
yazdıklarını. Bu kez de öyle oldu, çeviriye
ara verip Woolf’un hayatına daldım.
Adeline Virginia Stephen, ya da bildiğimiz adıyla Virginia Woolf, 25 Ocak
1882’de Londra’da dünyaya geldi. 28 Mart
1941’de, İkinci Dünya Savaşı’nın bütün hızıyla sürdüğü günlerde, Sussex’teki evinin
yakınındaki Ouse Nehri’ne gitti, ceplerine
taş doldurduktan sonra kendini sulara bıraktı, ilkgençlik yıllarında başlayan ve ‘manik depresif’ olarak adlandırılan hastalıkla
yoğrulan yaşamına son verdi.
Edebiyatla uğraşan babası Leslie
Stephen da annesi Julia da daha önce birer kere evlenmişler, bu evlilikten ikişer
çocukları olmuştu. Dolayısıyla Virginia
kalabalık bir aileye doğdu. Ana-baba bir,
üç kardeşi daha vardı: Vanessa, Thoby ve
Adrian. 1995 yılında, 13 yaşındayken annesini kaybetti ve yaşamının sonuna kadar kendisini rahat bırakmayacak ruhsal
çöküntülerin ilkini o zaman yaşadı.
Virginia erken yaşlardan itibaren yazar olmaya karar vermişti. Ama okula
gönderilmedi, evde özel öğretmenlerden
ders aldı. Bu eksikliğin acısını daha sonra
Kendine Ait Bir Oda’da uzun uzun anlatacak ve bu konuda babasını kınayacaktı.
Babasının 1904 yılındaki ölümüyle Virginia tekrar ruhsal çöküntüye düştü.
Virginia oldukça geleneksel bir yapıya ve içeriği sahip olan ilk romanı Dışa
Yolculuk’u yazmaya 1908’de başlamıştı. Bu
roman, ancak 1915’te yayımlanabildi. Dışa
Yolculuk’ta, sonraki yapıtlarında işlediği
konuların izleri görülür, kadın-erkek eşitsizliği, toplum eleştirisi, kadının toplumdaki kısıtlı ve eve dönük rolü, daha bu ilk
kitapta açıkça vurgulanır. Bu romanda aynı
zamanda cinsellik, insan ruhunun irdelenmesi, İngiliz toplumunun ve hiyerarşisinin eleştirisi gibi sonradan hep işleyeceği
konuların tohumları da atılmıştır. İkinci
romanı Gece ve Gündüz, ilkinden de gelenekseldi. Yine Edward dönemi toplumunu,
toplumsal sınıfları, aşkı, evliliği, duygu ve
arzuların kararsızlığını işleyen temalar bu
uzun romanda yer aldı. Oysa Woolf sonraları, “kadınların kitapları erkeklerinkinden
daha kısa, daha yoğun olmalıdır” da diyecekti. Virginia Woolf hem günün kalıplaşmış roman anlayışına hem de el atılmamış,
tabu sayılan konulara yer vermesiyle döneminin yazarları ve düşünürleri arasında
farklı bir yere oturmaktadır. Yaşadığı dönemde, akıl ve ruh sağlığına dair konular
açıkça konuşulmaz, edebiyata girmezdi.
Woolf, bu tür hastalara toplumun anlayış
göstermemesine çok öfkeliydi. Özellikle
Mrs. Dalloway’de akıl hastalığı ve hastadoktor ilişkisi hakkındaki düşüncelerine
yer vermiştir. Yeğeni Quentin Bell’in hazırladığı biyografide, Virginia Woolf’un ruhsal
çöküntüsü bütün ayrıntılarıyla anlatılır.
Woolf’taki bütün bu belirtilerin Mrs. Dalloway’deki Septimus karakterine yansıtıldığını görürüz. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra, evinde vereceği bir
16
Mrs. Dalloway’in ardından, kadınların edebiyat dünyasındaki mücadelelerini işleyen
ve değişim isteyen bir konferansının yer
aldığı kitabı Kendine Ait Bir Oda geldi. Woolf kadın yazarlara edebiyat dünyasında bir
ses ve yer sağlamak istiyordu. Bugün bile
feminist manifesto özelliğini koruyan bu
çalışma Woolf’un kurmaca dışı en tanınmış
yapıtıdır. 1928’de yayımladığı Orlando, Virginia Woolf’un hayatında önemli yeri olan
Vita Sackville-West’in portresini sunarken
gülünçlü bir biyografi olarak çıkar karşımıza. Ve Woolf’un en eğlenceli romanıdır.
Çevirirken zaman zaman güldüğüm, bu
kadarı da olmaz dediğim oldu. Romanın bir
kısmının Osmanlı topraklarında geçmesi
de okuru bekleyen sürprizlerden biri.
Bütün bunları yaratan nasıl bir yazardır dediğimizde, manik depresif, diğer
adıyla bipolar bozukluğun etkisinde bir
insan diyebiliyoruz; bu hastalık zaman
zaman Woolf’un uzun süreli krizlere
girmesine yol açıyordu, toplum hayatından çekiliyor, ne okurken ne de yazarken
dikkatini toplayabildiği için üzülüyordu.
Tedavi için kliniğe yatıyordu; ‘deli’yim
diyor, sesler duyuyor, hayaller görüyordu.
Yapıtlarında zaman zaman yer alan intiharı ise korkaklık ve günah saymıyordu.
Depresyonda olmadığı zamanlarda saatlerce çalışıyordu. Bütün bunların yanında
Woolf çok da neşeli, esprili biriydi. Mutlu
bir doğası vardı, neşesi bulaşıcıydı, herkes
onunla olmak ister, o geliyor diye sevinirdi. Woolf hem eğlendirir hem eğlenirdi.
Ama Kendine Ait bir Oda’da dediği gibi
“dünyanın az sonra kaybolacak güzelliğinin iki ucu olduğu zamandı, biri kahkaha,
biri ıstırap, insanın yüreğini ikiye bölen.”
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
‘Anı’ların değil, ‘an’ların romanı
Oya Baydar, otobiyografik bir roman diye nitelenebilecek yeni kitabı Yetim
Kalacak Küçük Şeyler’de anlık duygularla hikâye edilen etkileyici bir yaşamöyküsü sunuyor okura. Yaşanmışlık ürünü romanda bütün o anlar unutulmasın,
bir daha yaşanmasın, yetim kalmasın diye anlatılıyor bir bakıma.
YETİM KALACAK KÜÇÜK ŞEYLER, OYA BAYDAR, CAN YAYINLARI, 320 SAYFA, 22,50 TL
Ç
rı bir kez daha hatırlatarak yapıtlarıyla
yaşamı arasındaki bağa dikkati çekmek
istiyor bir bakıma. Örneğin, son romanı
O Muhteşem Hayatınız’da anlattığı subay
babanın kurgusal bir kahraman değil,
bizzat Dersim Harekâtı’nın planlayıcılarından biri olduğunu anlıyoruz. Kitap
boyunca diğer romanlarına da uğrayarak anlattığı kimi hikâyelerin gerçekle
bağını ortaya koyuyor yazar. Yine de, bir
bakıma asıl derdi bunların hiçbiri değil.
Bir tür geriye dönüp bakma, bütün yaşananlardan kalan anı parçalarıyla avunma, onları yeniden hatırlatma kitabı denilebilir Yetim Kalacak Küçük Şeyler için.
MUSTAFA CANVEREN
oğu yazar, hayatının şu
ya da bu döneminde otobiyografik bir metin yazma
arzusunu derinden derine
hisseder. Günün birinde kendi hayatını
da bir roman malzemesi olarak kurgulamak, bir kez olsun kendisi olarak sahneye çıkmak ister. Bazı yazarlar daha ilk
kitabında yapmaya koyulur bunu. Kimi
yazarlarsa kendi hayatlarına dair hususları metnin içine saklamakta mahirdirler. Fakat yine de, kurgusal metinlerin
orasına burasına gizlenmiş kimi ayrıntılar, yazarın hayatına etki eden olaylar
ve anlar günün birinde ortaya çıkıp varlıklarını ifşa eder. Daha önce kitaplara
girmiş kimi anılar, detaylandırılmamış
kimi olaylar, yaşam ürünü oldukları
halde kurgu kılıfına bürünmüş kimi
ayrıntılar kurgu olmadıklarını, aksine
büyük bir yaşanmışlıktan geriye kaldıklarını fısıldamak isterler okura. Hiç şüphesiz, bunda yazarın görünme isteğinin
de payı vardır. Anlatıcıya mal edilmiş
bütün o yaşanmışlıkların arkasında duran yazar, günün birinde kendi varlığını
açıkça gösterme ihtiyacı duyar belki de.
Yazarın nice yüzü
Olaylar değil, anlık duygular
Oya Baydar, otobiyografik bir roman
sayılabilecek yeni kitabı Yetim Kalacak
Küçük Şeyler’de, yukarıda zikredilen arzunun aksine, olaylarla değil anlık duygularla anlatılan etkileyici bir yaşamöyküsü sunuyor okura. Dikkatli okurların
hemen fark edeceği tarihsel kişilikler ve
olaylar da var kitapta, şahsi anlar da. Başı
sonu belli, tarihsel bir sıralamayı esas almak yerine sıçramalarla ilerleyen, farklı
zamanların ortak duygularını birbirine bağlayan bir anlatım stratejisi izliyor
yazar. Kimi zaman babanın vazifesi nedeniyle gidilen uzak şehirlere götürüyor
bizi, kimi zaman da aynı şehirlerin bugününe yolculuk ediyor. Çok farklı zaman
parçalarını birbirine bağlarken, sırtını
yaşanan olaylardan çok bu olayları gören
göze dayadığı için bu zaman sıçramaları
giderek etkileyici bir hal alıyor. Okura da, birçok farklı hikâyeyi ve zamanı
aynı anda takip etme imkânı doğuyor.
Böylece Oya Baydar, kitabının bildik
otobiyografik metinlerden farklılaşmasını sağlıyor bir bakıma. Satır aralarında
kendi hayatına dair önemli olaylardan
söz ederken bile, olayın kendisinden
ziyade, geriye kalan duygu parçasına
odaklanmamızı istiyor. Bir ‘anı’ kitabın-
Oya Baydar
dan çok, bir ‘an’ kitabı Yetim Kalacak Küçük Şeyler. Örneğin, kitabın bir yerinde
cezaevindeki günlerinden bahsederken,
“Herkesin hapishane anıları, hikâyeleri
vardır, benim sadece anlarım.” diyor
yazar. Bu tercihi sadece hapishane günlerine dair anlattıklarında değil, kitap
boyunca görüyoruz.
Bunu yaparken üç çıkış noktasını
esas alıyor Oya Baydar. Önce, kendi hayatında yer etmiş kimi zamanlara, bü-
yük olayların arkasına gizlenmiş kırılma
anlarına odaklanıyor. Ardından, Türkiye
ve dünya siyasetindeki önemli duraklara (örneğin Dersim meselesine, Berlin
Duvarı’nın yıkılmasına, darbe dönemlerine, Kürt sorununa...) uğruyor. Son olarak, kitapta anlattığı meseleleri dolaylı ya
da açık bir biçimde kendi yapıtlarıyla ilişkilendiriyor yazar. Bizim çoğu zaman bir
kurgu ürünü olarak okuduğumuz Oya
Baydar romanlarındaki kimi ayrıntıla-
17
Türkiye’nin tarihini, Oya Baydar’ın romanlarıyla beraber yaşamöyküsüyle de
takip etmenin kitabın esas niyeti kadar
etkileyici olduğunu söylemek gerek. Kitabın her satırında bir anne, kadın, yazar,
politik bir figür, mülteci, sürgün, eş, sevgili gibi nice yüzünü görüyoruz yazarın.
Daha gencecik bir asistanken üniversite
yönetimiyle yaşadığı sorunlar ve bunun
sonucunda Türkiye’de yaşanan ilk üniversite işgaline sebebiyet vermesi, TİP
içindeki faaliyetleri, yaşadığı gözaltı ve
işkenceler, on iki yıl boyunca Almanya’da
sürgünde kalması, burada sosyalist sistemin çöküşünü bizzat yaşaması, son yıllarda Kürt meselesiyle ilgili izlediği aktif
tutum da eklenince Türkiye’nin hemen
hemen bütün netameli konularıyla ilişkili
bir yazarın dünyasını anlamak için iyi bir
kaynağa dönüşüyor Baydar’ın kitabı. Ama
yukarıda da değinildiği gibi, çoğu zaman
bu olayların arkasındaki tarihsel kişiliklerin adını anmadan, hatta yukarıda sözü
edilen olaylara doğrudan değinmeden
daha insani kıyılarda dolaşmayı tercih
ediyor yazar. Örneğin, baskı dönemleriyle ilgili bildik anlatılara sığınmaktansa,
aynı baskıyı küçük bir anın benzersiz etkisiyle anlatmayı tercih ediyor: Baba hapistedir. Genç kadın yeni doğan bebeğini
görüş kabinine sokup baba ile oğulun
ilk karşılaşmasına tanıklık eder: “Babası
bebeği görebilsin diye çocuğu kucağıma
alıp cama yaklaştırıyorum. Bebek minik
ellerini babasına uzatıyor. İki minik, iki
büyük el cama çarpıyor. ‘Görüş bitti!’
diye bağırıyor nöbetçi.” Küçücük bir ânın
büyük tarihsel meseleler karşısındaki gücünü bu birkaç cümleyle gösteriyor yazar.
Oya Baydar’ın yaşanmışlık ürünü
romanındaki bütün anlar, unutulmasın,
bir daha yaşanmasın, yetim kalmasınlar diye anlatılıyor bir bakıma.
GÜNCEL
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Sıcak yarada kezzap: Necip Fazıl
Orhan Okay’ın Necip Fazıl: Sıcak Yarada Kezzap adlı kitabı, şair hakkında sloganlardan uzak bir anlama gayretine girmek isteyenler için
kıymetli bir kılavuz. Eskilerin ifadesiyle, muhtasar müfid bir tarzda,
Necip Fazıl’ı tanımak isteyenlere kaynaklık edecek bir çalışma.
NECİP FAZIL: SICAK YARADA KEZZAP, ORHAN OKAY, DERGÂH YAYINLARI, 224 SAYFA, 13 TL
N
SEZAİ COŞKUN
ecip Fazıl, son asır Türk
edebiyatında kendi sesini
tesis edebilmiş, düşünce
tarihinde kendine yol açabilmiş birkaç
isimden biridir. Bu tür şahsiyetler, önemleriyle beraber handikaplarını da yanlarında taşır. Anlaşılmamaları, önemlerinde gizlenir. Çünkü, ‘önem’ verdiğimiz ve
‘kutsadığımız’ insanları bir süre sonra sadece bir kavram haline getiririz. Artık,o
şahsiyetten değil, o şahsiyeti içine hapsettiğimiz kavramdan bahsetmekteyizdir. Necip Fazıl, son yıllarda maalesef bu
türden bir tehlike ile karşı karşıya. Bazı
siyasi ve toplumsal sloganlarla birlikte
anılması, ortada Necip Fazıl’ın ne çilesini
ne davasını bırakmaktadır. Oysa gerekli
olan derinlikli okumak, anlamak, analiz etmek, kavramak ve fikir üretmektir.
Orhan Okay Hoca, bu gerekliliğe cevap
verecek eserlerinden birini kısa zaman
önce yayımladı.
Hocalığın sadece bir bilgi meselesi olmayıp her şeyden önce şahsiyet olduğunu kendisini tanıyan herkese telkin eden
Orhan Okay’ın Necip Fazıl: Sıcak Yarada
Kezzap adlı kitabı, şair hakkında sloganlardan uzak bir anlama gayretine girmek
isteyenler için kıymetli bir kılavuz. Necip
Fazıl’la ilgili ilk ciddi akademik çalışmaları yapan, bu konuda öğrencilerine tezler yaptıran Orhan Okay Hoca, eskilerin
ifadesiyle muhtasar müfid bir tarzda, Necip Fazıl’ı tanımak isteyenlere kaynaklık
ediyor. Hoca’nın kitaplarını yeniden seri
halde yayımlayan Dergah Yayınları, son
yıllarda kaleme alınan yazı ve söyleşileri
de seriye dâhil etmiş.
Necip Fazıl, kendisiyle ilgili bir belgeselde hayatını ana hatlarıyla verir ve
ardından esas olanın “iç çizgilerde yani
ruhta” olduğunu söyler. İsmini, “Çile”nin
“Bir fikir ki sıcak yarada kezzap” mısraından alan kitap, şairin hassasiyetine uygun biçimde kronolojiden ziyade içe yöneliyor. Önsözde, “Öfke, Necip Fazıl’ın
yazılarının adeta bir alâmet-i farikası.”
tespitini yapan Orhan Okay Hoca, bir
yandan cemiyetin önünde biri olarak
onun öfkesini, bir yandan da içinde “bir
kezzap” gibi şairi yakıp yıkan “çileyi”
irdeliyor. Bu irdeleyişte, akademik disiplinin yanında şairi yakından tanımış,
çocukluğunda şiirlerini ezberlemiş, jest
ve mimiklerini canlı olarak gözlemlemiş
bir ismin geniş ufku da belirgin.
Kitap, üç ana bölümden oluşuyor. İlk
bölümde şairin hayatı genel çizgileriyle
verildikten sonra Ağaç dergisi ve etrafında teşekkül eden edebî muhit tanıtılıyor.
Ankara’da başlayıp İstanbul’da devam
eden ve ancak on yedi sayı yayımlanabilen dergi, sonraki yıllarda farklı ideolojik
veya estetik kabullerle yolları ayrılacak
çok geniş bir yelpazeye sayfalarını açmıştır. Orhan Okay Hoca’nın tespitiyle,
“ikindi güneşi gibi, zamanı kısa fakat tesiri uzun ve sürekli olmuştur.”
için özellikle akademik çalışmalarda ele
alınması gereken şiirler de vardır. Bütün
şiirlerini tasfiyeye tabi tutan, bunu yaparken de “Mal sahibi bensem, bunları
istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe
attığım bilinsin” diyerek bazı şiirlerini
kitabına almayan şairin vasiyetine, geride kalanların saygı duyması gerektiğini
belirten Okay, araştırmacılar için durumun farklı olduğunu ve bu metinlere de
bakmak gerektiğini vurguluyor. Nitekim kitabına girmeyen şiirlerini, Necip
Fazıl’ın sanatkârlığı ve çilesi bağlamında
ele alıyor. Bu dikkat ve ayrıntı, başka
akademik çalışmalara imkân tanıyacak
tespitleri içeren bir yoğunlukta. Özellikle daha çocukluktan itibaren sürekliliği
görülen duygu ve fikir izleklerinin izi sürüldüğünde, Necip Fazıl kitabına almasa
da, her şiirinde ‘çile’sinin yankılandığı
fark ediliyor ve bu metinler olmadan
portresinin eksik kaldığı anlaşılıyor.
Orhan Okay Hoca, Necip Fazıl’ın
şairliğini, üç şiiri etrafında dört döneme
ayırarak incelemenin uygun olacağını
belirtiyor. Onar yıllık arayla yayımlanan “Kaldırımlar” (1928), “Senfonya/
Çile” (1938) ve “Sakarya Destanı” (1948)
şiirlerini merkeze alan Hoca, şairin
“Kaldırımlar”a kadarki şiirlerini, Çile’ye
alınmayanlar da dâhil, bir başlık altında
inceledikten sonra belirlenen üç şiirin
sonraki yılların ana karakterini verecek mahiyette olduğunu vurguluyor.
“Beethoven’in Beşinci Senfonisindeki
kader-irade çatışmasını çağrıştıran” ve
ilk adıyla “Senfonya” olan “Çile” şiiri
bağlamında yapılan tahliller, hem Necip
Fazıl’ın Batı sanatıyla ilişkisini hem kendi ferdî macerasındaki değişimi ortaya
koyması bakımından çok kıymetli çıkarımlar sunuyor.
Poetikasının dışında tiyatro,
hikâye ve roman türünde
verdiği eserlerin de
incelendiği
kitabın
“Birkaç Hikâye, Birkaç Tahlil” başlıklı
bölümünde, Orhan
Okay Hoca, kendi
hayatının farklı safhalarında
Necip
Fazıl’ın yer alışını
anlatıyor: “Necip
Fazıl’ı henüz ilkokula başladığım,
çat-pat okumayı
söktüğüm yıllarda,
Büyük Doğu’nun dönemleri
Necip Fazıl’ın fikir hayatının mühim bir
cephesi, “Büyük Doğu” kavramı etrafında teşekkül eder. Bu adla bir marş da yazan şair, 1943’ten 1978’e kadar fasılalarla
Büyük Doğu dergisinin neşrine çalışmıştır. Bir ‘davanın’ bayraktarlığı misyonunu yüklenen dergi, on beş defa, birinci
sayıdan olmak üzere yayın hayatına yeniden başlamış, günlük, haftalık, aylık
dergi gazete formatında Türk basın tarihinde, siyasal hayatında, edebiyat dünyasında derin izler bırakmıştır. Kitapta,
Büyük Doğu’nun her dönemi ayrı ayrı ele
alınarak arka planı irdeleniyor. Orhan
Okay Hoca, her serinin içeriğinden bahsetmenin yanında içerikteki kronolojik
değişimleri de mukayeseli olarak ortaya
koyuyor. Büyük Doğu, ilk planda bir ‘dava’
dergisi gibi görünse de, şairin hayatındaki estetik hüviyet vurgusunun, dergide
de kendini gösterdiği; bu yönüyle “Büyük Doğu’larda muhtevaya paralel olarak
estetik takdimlerin de” dikkate alındığı
tespit ediliyor. Belli dönem Büyük Doğu’da
yazan ancak daha sonra farklı toplumsal konumlar benimseyen insanların bu
yazılarını saklama gereğini duymalarına
ilişkin “…yazar ve şairlerden bazılarının
biyografilerini veren kitapları incelediğimiz zaman, bir vakitler Büyük Doğu’da
yazdıklarını adeta gizlemek lüzumunu
hissettikleri” şeklindeki tespit, Türk aydınının acı(nası) tarihinde çarpıcı bir detay
olarak öne çıkıyor.
Türk edebiyat araştırmacılığında poetikalar üzerine dikkatleri çeken ve bu
yönde yol açıcı eserler veren Orhan Okay
Hoca, farklı yazı ve kitaplarında irdelediği Necip Fazıl’ın poetikasını burada
da ana hatlarıyla ele alıyor. Şairi konu
edinen çalışmaların tamamına yakınında Çile’de yer alan şiirlerden hareketle
incelemeler yapılır. Oysa Çile’ye alınmayan, ancak tam bir Necip Fazıl portresi
18
bir kıraat kitabındaki şiiriyle tanıdım.
Bu, yer yer İstiklâl Harbi’nin menkıbevi
hikâye ve şiirleriyle dolu, Anadolu sezgisini aşılayan, renkli resimli ve sevimli
bir kitaptı. O zamanki taze hafızamla
kolaylıkla ezberlediğim ve şimdi içimde
buruk bir lezzetle hatırladığım şiir de ‘Üç
Atlı’ idi.” Bu cümlelerle aktarılan ilk tanışmanın sonraki yıllarda sempozyum
ve panellerle süren biçimine yer veriliyor.
Bu bölüm ve devamında üçüncü bölüm
olarak Hoca’yla yapılan röportajlardan
oluşan bölüm, Hoca’nın hatırlarının yanında yeni araştırmacılara ilham kaynağı olacak tespitleri bakımından önemli.
Orhan Okay Hoca’nın yetmiş yılı
aşan Necip Fazıl ilgisinin meyvesi olarak karşımızda duran eseri, Necip Fazıl’ı
anlamak isteyen her okur için önemli
tespitler sunuyor. Kuru akademik üsluptan uzak, bilimsel nitelikten taviz
vermeden, hamasete düşmeden, Necip
Fazıl’ı tanımak istiyorum diyen herkes
için bir başucu kitabı Necip Fazıl:Sıcak
Yarada Kezzap...
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
W
AZRA İNCİ
alter Benjamin kült
eseri Pasajlar’da, “Her
çağ yalnız bir sonrakini
düşlemekle kalmaz ama düşleyerek
uyanışa doğru ilerler. Kendi sonunu kendi içinde taşır.” saptamasında
bulunurken okurlarının eline tarihe
bakmak, zamanı tartabilmek adına
bir anahtar da veriyordu. Benjamin’in
izini sürdüğümüzde uyandırdığı tozpembe çağrışımlardan sonra gitgide
olumsuz bir algıya dönüşen seyrine
bakınca Amerikan rüyasının da bir
düş olarak başlamasına rağmen bir
kara düşe evrildiğini, kendi sonunu
içinde taşıdığını söyleyebiliriz.
Norman Mailer, Sel Yayıncılık tarafından yeni bir çeviriyle okura sunulan Amerikan Rüyası adlı romanında
muzip ve ağulu bir dille dönemin ruhuna sızmanın ve o ruhu tersyüz etmenin yollarını yokluyor ve önümüze
koyduğu kara tablo ile bunu başarıyor.
Baş döndürücü bir yolculuk
Mailer, romanın başkahramanı
Stephan Rojack üzerinden kişisel bir
hikâye anlatıyor olsa da daha çok
Amerikan rüyasının özünü ve elbette
bir dönemi yokluyor. Rojack her ne
kadar iyi bir işe ve başarılı bir evliliğe
sahip olsa da bu korunaklı zırhlarını
bir kenara bırakır, acımasızlığın ve
kötülüğün kol gezdiği karanlık bir
dünyanın derinliklerine iner. Madalyalı bir savaş kahramanı, eski Kongre
üyesi ve bir şov programı sunucusu
olan Rojack hayatı yaşamaktan çok,
daha iyi bir kariyer planı için kullanmaktadır. Öyle ki karısı Deborah’yla
bile senatör olabilmek için evlenmiştir. Çünkü zengin ve nüfuzlu bir aileden gelen Deborah’nın yardımı olmadan bunun gerçekleşmesi pek de
mümkün değildir. Ama evliliklerinin
aksadığı ve Amerikan rüyasının bozulduğu bir gecede Rojack, dokuz
yıllık karısını öldürür ve intihar süsü
vererek onu camdan aşağı atar. Bu
olayın yaşandığı gecede kendimizi
birdenbire bir dünyanın kenar mahallelerinde, arka sokaklarında buluruz. Rojack, uğradığı mekânlarda
okuru başta Cherry McMahan olmak
üzere diğer tekinsiz kahramanlarla
tanıştırır ve baş döndürücü bir yol-
culuk başlar. Romanın kahramanları
üzerinden yükselen ya da yükselebilecek olası eleştirilere karşı William Faulkner’ın, “Yarattığım karakterlerin bazılarından ciddi anlamda
nefret ediyorum ama onları yargılamak, suçlamak bana düşmez; onlar
oradadır, hepimizin içinde yaşadığı
sahnenin bir parçasıdırlar. Bu insanlardan bahsetmeyi reddederek kötülüğü ortadan kaldırmış olmayız.”
sözünü anımsatmak isterim. Çünkü
edebiyatın değeri ancak yaşamla kurduğu sahih ilişki üzerinden yükselir,
hayata güzellemeler düzerek değil.
Süslü bir palavra
İçine cinayetlerin sığdığı tek gecenin
suni havası, bizi tam da “Amerikan
Rüyası”nın özüne götürmek için kurgulanmıştır. Bu özün en yıkıcı gerçeği
ise insanın tali bir varlığa dönüştüğü
duygusuyla yüzleşmemizdir. Çünkü
Deborah ya da diğer ölülere rağmen
hayatın üzerindeki spotlar yanıp sönmeye devam eder ve Rojack bir geceye,
sığdırabildiği kadar eğlence sığdırmanın peşindedir. Norman Mailer, süslü
bir paravanın arkasında duran bu kirli
hayatı, dolaylı bir dille değil de doğrudan aktararak romanının atmosferini
büsbütün karartır. Yazarın dile, kurguya yansıyan parlak zekâsından saçılan
güçlü ışıklar, zaman zaman romanın
kararan bu atmosferini aydınlatır niteliktedir. Okurla kurduğu ilişkiyi dar bir
mesafede sürdürmek isteyen Mailer,
kahramanı üzerinden ortak bir tanıdığı çekiştirir, kirli bir sırrı fısıldar gibi,
sohbet edercesine okura açılmayı dener. Karısı Deborah’nın nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu ve onunla kurduğu
ilişkiyi de belirttiğim üslupta aktarıyor:
“Deborah elindeki iğneyi kullanmakta tam bir uzmandı ve iğneyi asla aynı
yere iki kere batırmıyordu. (Bu yer ülsere dönüşmediyse tabii.) Bu yüzden
de ondan nefret ediyordum ama nefretim, aşkımı çevreleyen bir kafesti ve
ben bu kafesten çıkabilecek güce sahip
olup olmadığımı bilmiyordum.”
Amerikan Rüyası, geçen onca yıla
rağmen yüceltme ve yerme arasında bir salınımda duran Amerikan
gerçeğini eleştirel bir mesafeden değerlendirmek için önemli bir imkân.
Ahmet Ergenç’in yetkin çevirisi de hiç
kuşkusuz kitabın değerini artırıyor.
19
YENi
Göğün üstündekilere ve yerin altındakilere
hükmeden Hz. Süleyman ile Sebe diyarının
güzel kraliçesi Belkıs’ın hikâyesi bu kitapta...
Mühr-ü Süleyman romanını okurken,
Hz. Süleyman’ın eşsiz saltanatına, Belkıs’ın
büyüleyici tahtına ve İsrailoğullarının
bilinmeyen hikâyesine tanık olacaksınız.
E-Kitap versiyonunu Babil,
D&R, İdefix, Google Play ve
iBooks'tan satın alabilirsiniz.
400 SAYFA
AMERİKAN RÜYASI, NORMAN MAILER, ÇEV.: AHMET ERGENÇ, SEL YAYINCILIK, 275 SAYFA, 20 TL
Hz. Süleyman’ın
mucizevi dünyasına
yolculuk...
320 SAYFA
Norman Mailer yeni bir çeviriyle dilimizde yayımlanan Amerikan Rüyası
adlı romanında, bir düş olarak başlayan Amerikan rüyasının nasıl bir
kâbusa dönüştüğünü ele alıyor. Mailer, romanın başkahramanı üzerinden
kişisel bir hikâye anlatsa da daha çok bir dönemi anlamamızı sağlıyor.
224 SAYFA
Kâbusa dönüşen Amerikan rüyası
240 SAYFA
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
FOTOĞRAF
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Hayatı kayda geçiren ‘foto muhabiri’
İlk baskısı 2009’da Fotografevi Yayınları’nca yapılan Nezih Tavlaş’ın kaleme aldığı Foto Muhabiri: Ara Güler’in Hayat Hikâyesi adlı kitap, Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden yayımlandı. Yazar, Ara Güler’in hayatı ile beraber yakın tarihin
önemli olaylarını da bir foto muhabirinin gözünden, anılar eşliğinde aktarıyor.
U
FOTOĞRAFLAR: ZAMAN, SELAHATTİN SEVİ
FOTO MUHABİRİ: ARA GÜLER’İN HAYAT HİKÂYESİ, NEZİH TAVLAŞ, YAPI KREDİ YAYINLARI, 396 SAYFA, 25 TL
SELAHATTİN SEVİ
sta fotoğrafçı Ara Güler,
bugüne dek 56 fotoğraf
kitabı yayımlanan uluslararası bir foto muhabiri.
Berlin’den Seul’e kadar geniş bir coğrafyada aynı anda sergileri olan önemli
bir sanatçı. Son Leica almanağında da
yer alıyor, Alman dergisi Der Spiegel’de
de… Ama onun için varsa yoksa kitap!
Bir sohbetimizde şaka ile karışık, “Ben
sergi tekliflerini kitabını/kataloğunu
yaparlar diye kabul ediyorum.” demişti, “Bunları yan yana getirdiğin zaman
yeni bir dünya oluşturuyorsun, bu oluşturduğun dünya senin dünyan oluyor.”
Ara Güler kitaplarla kurduğu, genellikle
siyah beyaz, bazen de rengarenk evreninde kendi kozasını örüyor.
Güler’in fotoğraflarıyla ve kelimelerle kurduğu bu dünyayı inceleyen kitap
ise yok denecek kadar az. Her ne kadar
Boğaziçi ve Mimar Sinan Üniversitelerince fahri doktoralarla onurlandırılsa
da, dünya çapındaki bu fotoğraf ustası
hakkında yayımlanmış çok az eser var.
Bu anlamda Nezih Tavlaş’ın Foto Muhabiri: Ara Güler’in Hayat Hikâyesi adlı
kitabı önemli bir boşluğu dolduruyor.
Yapı Kredi Yayınları tarafından yeni
baskısı yapılan kitap ilk kez Fotografevi
Yayınları’nca okura sunulmuştu. Tavlaş
biyografisini yazdığı Ara Güler ile beraber yakın tarihin önemli olaylarını da
bir foto muhabirinin gözünden ve anılar
eşliğinde aktarıyor. Savaşlar, darbeler,
keşifler, maceralar, tanıklıklar var kitapta. Elbette her biri renkli birer fıkra neşesinde Ara Güler
anıları ve anektodlar da…
Kaybolmasın diye...
Fotoğrafla ilgili onca payeye,
süslü laflara inat, fotoğraf bir
zapta geçme ve arşiv çalışmasıdır deyip çıkıyor işin içinden
Ara Usta. “Kaybolmasın, yitmesin, bitmesin, gene bakayım, gene göreyim diye” çektiği fotoğrafların yolculuğunu
anlatıyor kitapta. “Her bir arşiv
bir dünya getirir ve sunar size”
diyerek kendi kurduğu dünya
hakkında konuşuyor. “Aslında
ben de İstanbul’u görmedim. İstanbul
zaten bitmişti.” dediği, hayali cihan
Ara Güler
değer bir şehir olarak zihnimize işlenen efsane fotoğrafların perde arkasına dair bilgi veriyor. Ölmüş
bir şehir olarak üzerinde gezdiğimizi söylediği İstanbul’un
üstünde gezerken çektiği fotoğraflarla birlikte ızdırabı da
yaşatıyor Ara Güler. Fotoğrafçı Abdullah Biraderler’in
İstanbul’undan dev bir
metropole dönüşen kente
dair düşünmeye çağırıyor
herkesi. Türkiye’nin neden
kendisi için “memleket”
olduğunu açık seçik ifade
ediyor. Basit, yalın ve herkesin anlayacağı içtenlikle: Çünkü orada camdan
gördüğü kıza âşık olmuştur, bütün bu hatıraların yan
yana gelişiyle memleket doğar, onun
için herkes memleketinde, doğduğu
yerde ölmek ister. Çünkü hatıraları
oradadır, orada var olacağını düşünür.
20
Sonra Afrodisyas’tan Nuh’un gemisine keşifler atlası açıyor sözleriyle
Ara Güler. İstanbul’un dar sokaklarından okyanus ötelerine yolculuklarını
anlatıyor. Anadolu bozkırlarından gizemli Uzakdoğu’ya foto röportajlarının hikâyelerini paylaşıyor. Göz göze
geldiği yüzlerce insanla karşılaşmalarını, deklanşöre dokunana kadar
geçen telaşlı anları daha dünmüş gibi
aktarıyor. Picasso’lar, Dali’ler de var
kadrajda, Halide Edib ve Yaşar Kemal de… Time, Life günleri, Magnum
Photos dostlukları, Hayat Mecmuası
dönemi arka arkaya sıralanıyor Ara
Güler biyografisinde.
Belki de Ara Güler’i en iyi tanımlayan cümleleri kitabın ilk sayfasında
okuyoruz: “Bir patlama olduğunda olay
yerine doğru koşan kişi foto muhabiridir, oradan kaçan ise fotoğrafçı. Ara Usta
şüphesiz olayların üstüne üstüne giden,
polemikten kaçınmayan ve sözünü esirgemeyen cesur bir foto muhabiri.”
EKONOMİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Gelir eşitsizliğinin çözümü ne?
Fransız iktisatçı Thomas Piketty’nin, uzun süre çok satan listelerinde kalan
Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital adlı kitabı Türkçeye kazandırıldı. Piketty, ABD
ve gelişmiş Avrupa ülkeleri üzerinden örneklerle, gelir dağılımındaki eşitlik
veya adalet konusunu işlediği kitabında kapitalist sistem eleştirisi de yapıyor.
YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILDA KAPİTAL, THOMAS PIKETTY, ÇEV.: HANDE KOÇAK, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 685 SAYFA, 32 TL
F
önemli bulgusunun, 21. yüzyılda
gelir dağılımında eşitlik adına 19.
yüzyıla göre hiçbir şeyin değişmediği iddiası olduğunu söylemek mümkün. İkinci önemli bulgu, 20. yüzyıl
boyunca kapitalizmin, önceki yüzyıla göre refah düzeyi daha yüksek bir
orta sınıf inşasına neden olduğunu
söylüyor olması. Bunun dışında kitap, endüstrileşmiş toplumlarda sermayenin kazancının, ekonomideki
reel büyümeden daha yüksek olduğunu ve asıl olarak, gelir dağılımında eşitsizliğe bunun neden olduğunu
ileri sürüyor. Özellikle 1970 sonrasında ABD’deki durumun tam olarak
buna karşılık geldiğini göstermeye
ve bunun nedenlerini açıklamaya
çalışıyor. Gelir dağılımında eşitlikle
ilgili ortaya çıkan sorunların çözümü
için sermayenin regüle edilmesi gerektiğini iddia ediyor. En temel araç
olarak da dünya çapında artan oranlı bireysel servet vergisi öneriyor.
TAMER ÇETİN
ransız iktisatçı Thomas
Piketty’nin Yirmi Birinci
Yüzyılda Kapital adlı kitabı,
nispeten teknik bir sistematik ve metodoloji ile yazılmış olmasına karşın, 2014 yılında uzun süre en
çok satan kitap oldu ve birçok yayın
tarafından yılın en iyi ekonomi kitabı olarak gösterildi. Kitabın bu kadar
popüler olmasının birkaç temel nedeni olduğunu söylemek mümkün.
Bir; kitap iktisat biliminin, insan yaşamına dair can alıcı konularının başında gelen gelir dağılımında eşitlik veya
adalet konusunu işliyor. İktisat, belki de
araştırdığı hiçbir konuyu, gelir dağılımında eşit(siz)lik konusu kadar muğlak
bırakmamıştır. Bu çözümü son derece
zor, bulanık alan üzerine çok uzun zamandır Piketty’nin kitabı kadar derinlikli bir analiz yapılmadı. Dolayısıyla,
Piketty’nin kitabını bu kadar popüler
yapan en temel unsurun, uzun bir aradan sonra bu muğlak alana getirdiği derinlikli analiz olduğunu söyleyebiliriz.
İki; kitap sadece büyüme ve sermaye arasındaki ilişki, refahın toplum
içinde dağılımı ve çözüm önerisi olarak ekonomi politikaları gibi teknik
konularla ilgilenmeyip, buradan elde
ettiği bulgular yoluyla tartışmaya değer bir kapitalist sistem eleştirisi yapıyor. Bu anlamda, kapitalizmin evrimini üç dönemde inceliyor: Birinci
Dünya Savaşı öncesi dönem, Birinci
Dünya Savaşı ile 1970 arası dönem ve
1970’lerde değişmeye başlayan, etkisini 2010 verileri üzerinde gördüğümüz
dönem. Kitap, bu anlamda gerçekten
eşsiz bulgulara sahip.
Üç; Piketty bu konuları, Avrupa
ve ABD arasındaki karşılaştırmalı
analiz esas olmak üzere, gelişmiş
ülkeler üzerinden ele alıyor. Böylelikle kapitalizmin merkezi üzerinden gerçekçi bir analiz yapıyor. Bu üç
unsur birlikte, kitabın, endüstrileşmiş toplumlar başta olmak üzere tüm
dünyada popüler olmasını sağladı.
Edebiyat ve sinemadan örnekler
Bunun dışında kitap, uzun dönemli
ve karşılaştırmalı data kullandığı için
dünya çapında teknik anlamda da
ilgi görüyor. Bu önemli; zira tarihsel
Sol romantizm geleneği
Thomas Piketty
sürecine sahip olduğunu göstermek
için Henry James’in hikâyelerindeki o
dönemin New York ve Boston şehirlerine ve Titanik filmine atıf yapıyor.
Avrupa’da sermaye yoğunlaşmasının
19. yüzyıl boyunca 20. yüzyıl başındaki gibi olduğunu göstermek için
Austen ve Balzac’ın romanlarına referans verebiliyor.
Nihayet kitap, ses getiren bulgular ve tespit ettiği sorunlara ilişkin tartışmalı öneriler sunuyor. En
perspektifte gerçekçi bir analiz yapmayı mümkün kılıyor. Böylelikle kitapta işlenen konulara ilişkin önemli
bulgular sunuyor ve bu konulara ilişkin algımızı etkiliyor. Ayrıca kitap,
bir yönüyle teknik bir eser olmaktan
öteye geçiyor. Bazı iddiaları, özellikle
toplumsal süreçlerin ne şekilde etkilendiğini göstermek üzere edebiyat ve sinemadan alıntılarla kanıtlar
sunmaya çalışıyor. Mesela ABD’nin,
Avrupa’dan farklı bir kapitalistleşme
21
Nihayet kitap, sonuçları açısından
oldukça tartışmalı hale geliyor. Öncelikle, Piketty yer yer kendisiyle
çelişiyor. Bazı yerlerde 1910 öncesi
dönemle bugün arasında gelir dağılımında eşitsizlik anlamında bir şeyin
değişmediğini söylüyor, ama özellikle
20. yüzyılda ortaya çıkan orta sınıfın
öneminin azımsanmaması gerektiğini söyleyerek de önceki çıkarımıyla
çelişiyor. Piketty’nin sol tandanslı bir
iktisatçı olması bunun nedeni olarak
görülebilir. Pek çok solcu iktisatçı gibi
Piketty de bu anlamda bulguların realizmi yerine romantizmi tercih ediyor. Çünkü kendi ifadesiyle, bir ütopik
ideal olarak tanımladığı servet vergisi
önerisini, gelir dağılımında eşitsizlik
sorununu çözmek için ısrarla ve en
önemli araç olarak sunuyor. Bu anlamda bir iktisat profesörü olarak bu
politika önerisinin, ekonomik aktörler ve göstergeler üzerindeki olumsuz
etkisini muhtemelen iyi biliyor olduğu
için, uygulanması zor ve hatta kendi
deyimiyle ütopik bir politika aracını
çözüm diye sunarak, sol romantizm
geleneğinin devamına da önayak
oluyor. Bu nedenle Piketty, özellikle
ABD’de liberal/liberteryan iktisatçılar
tarafından ağır biçimde eleştiriliyor.
BİYOGRAFİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Rengarenk ve hüzünlü: Fikret Muallâ
Hıfzı Topuz’un Paris’te Bir Türk Ressam adlı kitabı, Fikret Muallâ’nın hayatından şaşırtan,
yürek burkan öyküler anlatıyor. Yazar kendi tanıklığı ve ortak dostlarının anıları üzerinden kurguladığı kitapta, ressamın çalkantılı hayatında bunalımlarını ve bunun sanatına
yansımalarını görünür kılıyor. Kitap, has bir sanatçıyı tanımak için iyi bir fırsat...
PARİS’TE BİR TÜRK RESSAM, HIFZI TOPUZ, REMZİ KİTABEVİ, 192 SAYFA, 15 TL
K
“
AYŞE BAŞAK
onsolosluktan birisi geçenlerde ölen babasının
elbiselerini ona vermiş.
1900 yıllarından kalma eski
zaman elbiseleri... Bir piyeste oynar hali vardı.” Sabahattin Eyüboğlu, kardeşi Bedri
Rahmi’ye 1948 yılında yazdığı bir mektupta Fikret Muallâ’yı böyle anlatır.
Fikret Muallâ’nın tutunmakta hep
güçlük çektiği, ürettikçe anlamını bulan hayatı, bir zorluklara göğüs germe hikâyesidir. İyi bir ressamdır. Göz
alıcı renkleri, kıvrak fırçası, dönemin
Avrupa resmi karşısında koruyabildiği özgünlüğü onu çağdaşlarına oranla daha çok merak edilen bir sanatçı
yapar. Bu merakla çevrilen tuvalinin
arkasında ise muvazenesini yitirmiş
bir insanın ruh halini ve iç karartan
yaşam koşullarını buluruz. Hayatta
aldığı tek sorumluluk aklına estiği zaman resim yapmak olan bir adamdır
Fikret Muallâ... Onun sanatı, merkezinde yokluk olan, deyiş yerindeyse yoktan
var edilmiş bir sanat. Muallâ’nın hayatına bakarken de bu yokluğun etkisi altına girmemek zor. Hıfzı Topuz’un Paris’te
Bir Türk Ressam adlı kitabı bu yokluğa
takılıp kalmıyor. Evet, ressam için ‘yokluk’ rayına bir türlü oturtamadığı hayatının merkezinde olabilir ama Hıfzı
Topuz, çok sayıda kişinin tanıklığına
dayandırarak yazdığı biyografide sanatçının dosttan, arkadaştan, insandan yana olan zenginliğini gösteriyor.
fikret muallâ ile röportaj
Hıfzı Topuz, Fikret Muallâ adını ilk kez
1949 yılında, kendisine Rasih Nuri İleri
tarafından düğün hediyesi olarak verilen bir tablo sayesinde duyuyor. Üç yıl
sonra dokuz aylık bir bursla Paris’e gittiğinde aklında Fikret Muallâ ile röportaj
yapmak var. Çok geçmeden bu röportaj
gerçekleşiyor. Kitaptaki tanıklıklar büyük ölçüde bu röportaja, takip eden sohbetlere ve yıllar içinde gelişen dostluğa,
mektuplaşmalara dayanıyor.
Hıfzı Topuz, 50 yaşına gelmiş ve o
güne kadar hiçbir gazeteciye mülâkat
vermemiş olan Fikret Muallâ’ya ilk
buluşmalarından başlayarak hayatını anlattırmış. Aklına takılan, farklı
biçimlerde dinlediği öyküleri ressama sorup öğrenmiş. Fakat işin aslının
ne olduğundan emin olmak çok kolay değil. Kitabın en güzel tarafı bu;
çünkü Fikret Muallâ’nın hayat öyküsü
pek çok defa anlatılıp müstakil eserlere, yazılara, makalelere konu olsa da,
ressamı araştıranlar onun yaşamına
dair bazı olayların zaman zaman farklı biçimlerde anlatıldığını görecektir.
Hıfzı Topuz, kitapta bu durumun
üzerine gitmiş. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Avni Arbaş, Fikret Adil, Halûk Kura,
İlhan Koman, Abidin Dino, Taha Toros gibi pek çok ismin tanıklığına, yıllar içinde aktardıklarına dayanarak bir
Fikret Muallâ portresi çiziyor. Çelişkili
görünen hadiselerin bir kısmını ressama
bizzat sormuş. Olayı gözüyle görenler,
ressamdan dinleyenler ve Hıfzı Topuz’un
Fikret Muallâ’dan aktardıkları tamamen
farklı hikayeler olabiliyor. Bu çaba, okuyucuya bir olayın doğruluğunu ispatlamak için değil. Aksine, Fikret Muallâ’yı
olduğu gibi göstermenin ve ona
dair kararı okuyucuya bırakmanın bir yolu olarak
seçilmiş gibi. Ressamın
değişen ruh haliyle beraber anlattığı hikâyeler de
değişiyor.
Fikret Muallâ’nın yaşamına ilişkin tartışmalı
konuların başında, Picasso
ile tanışması hadisesi geliyor.
Kesin gözüyle bakılan bir şey
varsa, o da Picasso’nun Fikret
Muallâ’ya bir resim hediye etmiş olduğu. Fakat karşılaşmanın detaylarına dair rivayetler
muhtelif. Peki bu nasıl olabilir?
Cevap gayet basit, Fikret Muallâ,
bu tanışma hikâyesini her yeni muhataba değiştirerek anlattığı için...
Ressam, olayı Hıfzı Topuz’a şöyle
anlatıyor: “Picasso’ya karşı çok mahcubum. 1947’den beri evine gidemiyorum. (…) O sırada Picasso ile tanıştık.
Beni atölyesine çağırdı, gittim. Bana
‘Beğendiğin bir şey varsa al,’ dedi. Ben
de bir kadın başı resmini beğendim. (…)
Atölyeden çıktım, eve döneceğim, cepte
metelik yok. Yolda bir de baktım, tanıdık
bir kadın. (…) Elimdeki Picasso’yu gösterdim, bayıldı. ‘Bunu bana ver, 15.000
frank veririm (yani şimdiki parayla 22
avro), seni evimde 15 gün misafir ederim’ dedi. ‘Olmaz, bu Picasso’nun hediyesi, veremem’ dedim. ‘O diretti, ben
direttim.(…) Sonunda dayanamadım.
Picasso’yu elden çıkardım.”
Hikâyenin diğer versiyonları da
renkli, eğlenceli. Kitapta hem ressamın
ağzından aktarılan hem de ona dair anlatılan daha nice öykü var.
22
Ressamın Hayatını Okumak
Hayatını okurken Fikret Muallâ’ya kızabilir, aldığı kararları eleştirebilir, bütün bunların içinden çıkılması güç bir
acziyetten kaynaklandığını fark ederek
kederlenebilirsiniz. Ömrü tuhaf bir kısır
döngü içinde geçerken, eserleri ruh halinin kendisine sağladığı eşine az rastlanır bir anlatım gücüyle ışıldayan Fikret
Muallâ, kendine has yapısı sayesinde
çarpıcı bir tekniğe ulaşmayı başarmıştır. O, kendi toprağında tutunamayan,
Atatürk’e hakaret ettiği zannedilerek polisten işkence gören, Paris’te kurmaya çalıştığı düzende çilesi hiç eksik olmayan,
aşkta karşılık bulamayan
ama odağında daima re-
Fikret Muallâ
sim olan hazin bir öykü kahramanıdır.
Ve hayatındaki bütün olumsuzluklara
rağmen kendi kalabilmeyi başarmış olması önemlidir.
Hıfzı Topuz’un, belli ki Fikret
Muallâ’nın yaptıklarına kızmış olan Sabahattin Eyüboğlu’ndan aktardığı 1948
tarihli bir mektupla koyalım son noktayı:
“… şimdi çıkagelse yine belki yalnız iyi taraflarını görüp ya da düşünüp acıyacağım.
Yüzünde bazen öyle bir gülümseme
beliriyor ki her şeyi unutuyorum.”
FELSEFE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Gençler için metafizik
Yirminci yüzyılın önemli felsefecilerinden Henri Bergson, kariyerinin erken
döneminde lise öğretmenliği yapmıştı. Felsefesinin temellerini de bu dönemde atan Bergson’un Metafizik Dersleri: Uzay, Zaman, Madde adlı kitabı,
öğretmenlik yaptığı yıllarda verdiği derslerin bir kısmını içeriyor.
METAFİZİK DERSLERİ, HENRİ BERGSON, ÇEV.: B. GAREN BEŞİKTAŞLIYAN, PİNHAN YAYINCILIK, 88 SAYFA, 10 TL
Y
metafizik görüşünün temelini oluşturan
bilme edimi ikincisiyle ilgilidir. Bergson,
bilgiye ilişkin yaptığı göreli-mutlak ayrımını, yöntem sorununa dönüştürerek,
göreli bilgiyi analiz yöntemine, mutlak
olanın bilgisini sezgiye bağlar.
Sezgi, zekânın işleyiş biçiminden
başka yönde, hatta ona ters yönde işleyen bir yetidir. Sezgi, mutlak olana ulaşan ve onu ele geçiren bir bilme edimidir.
Mutlak olana götüren bilme yolu olarak
sezginin “kendi kişiliğimizden” işe başlaması gerekir. Zaten, zihnin dış dünya
veya madde üzerine değil, kendi üzerine düşünmesine sezgi diyerek Bergson,
sezginin konusunun ne olduğunu göstermektedir. Sezginin konusu süredir.
SÜREYYA SU
irminci yüzyılda birçok
takipçisi olan bir düşünce
akımı meydana getirmiş
Henri Bergson, kariyerinin
erken döneminde lise öğretmenliği yapmıştı. Felsefesinin temellerini de bu dönemde atmıştır. Lisede
verdiği derslerde ciddi sorgulamalar yapar;
bilim kavramını, bilimlerin tasnifini, bilgiye ulaşma yollarını ve felsefenin temel sorusu meselelerini ele alır. Metafizikle ilgili
düşüncelerini ortaya koyar. Doğal olarak
bunları lise öğrencilerinin seviyesini göz
ardı etmeden, yalın ve kolay anlaşılır bir
üslupla tartışır. Metafizik Dersleri: Uzay,
Zaman, Madde adlı kitap işte bu derslerin
bir kısmını kapsıyor.
Bergson metafizik sorunu yüzünden
ortaya çıkan tartışmaları, metafiziğe felsefe içinde olumlu yönde bir belirlenim
getirerek sona erdirmek istemiştir. Bu
nedenle, metafizik sorununa derinlemesine eğilir. Bergson’un metafizik sorununa eğilme girişiminde, yaşadığı dönemde
etkili olan düşünüş biçiminin büyük payının olduğu söylenebilir. O dönemde etkili olan düşünüş, özetle “bilimci”, “pozitivist” ve bilgide “görelilik”ten yana olma
özelliği taşıyordu. Bu anlayış çerçevesinde, bilgi üretilirken kullanılan güvenilir ve
tek aracın zekâ olduğu görüşü egemendi.
Sezginin konusu olarak ‘süre’
Metafiziğe iade-i itibar
Öte yandan bilgi sorunu konusunda genel
olarak, “bilimci” tutumun benimsenmesi,
metafiziğe yönelik kuşkulara yol açmış ve
18. yüzyılda İngiliz empirisizminin etkisiyle önemli ölçüde değer kaybına uğrayan metafizik temelden sarsılmıştı. İşte
Bergson’u bu konuyu araştırmaya iten ana
etkenin, metafiziği temelden sarsıntıya
uğratan bu durum olduğu söylenebilir. Bu
noktada Bergson, bilgi üretmede zekâyı
tek araç olarak gören “bilimci” anlayışa
şiddetle karşı çıkarak, metafiziğe yeniden
sağlam bir yer kazandırmayı amaçlamıştır.
Bergson’un metafiziğe gösterdiği ilgide
ve onu savunmasında, metafizik kavramını hangi çerçevede düşündüğünü ortaya
koymak gerekir. Çünkü Bergson’da metafiziğin ne anlama geldiğini, “zekâ”, “sezgi”,
“süre”, “zaman”, “hareket” ve “gerçeklik”
gibi kavramları açıklığa kavuşturmaksızın görmek zor olabilir. Bergson, zekâyı
bilgi edinmemizde sınırlı bir araç sayar.
Zekânın bilgi aracı olarak sınırlarının belirlenmesi Bergson için oldukça önemlidir;
çünkü bilgiye başka araçlarla da ulaşabil-
Henri Bergson
menin mümkün olduğuna dair bir araştırmaya yol açar. Nitekim bilgi edinmede
ikinci bir yoldan söz etmesindeki temel
dayanaklardan biri, zekâyı sınırlı bir bilme yetisi olarak görmesidir. Bergson’a göre
zekâyı bilme edimimizde tek yetkili sayarsak, bilgimiz, zekânın yaradılışı gereği
alıştığı biçimin dışına çıkamayacak, dar ve
sınırlı bir alanda kalacaktır. Oysa zekâ dış
dünyada güven içinde yaşayabilmemiz için
gerekli yeti olarak insanda bulunur. Zekâ,
düşünmenin yalnız bir biçimidir ve bu biçimde düşünürken insan sadece “madde”yi
ve dış dünyayı araştırır. İnsan, zekâsıyla
bilimi ve tekniği kurup geliştirirken, zekâ
da buna uygun biçimde gelişmiştir. Ama
yaşamın evrimiyle ortaya çıkan zekâ yaşamın “öz”ünü anlamak için yetersizdir.
zekâya dair düşüncesini ortaya koyarken
varmak istediği nokta şudur: İnsan, bilgi
edinme konusunda doğanın ona pratik
nedenlerle verdiği zekâyla sınırlı değildir. İnsanda, zekânın sağladığından başka biçimde bir bilme de söz konusudur.
Bergson’a göre insan zihninin diğer işleyiş
biçimi sezgidir. Bergson’a göre sezgi, “öz”ü
bakımından “yaratıcı bir evrim” olan yaşamı ve aynı zamanda “hakikat”i anlamayı
sağlayacak başka türden bir bilme yoludur.
Bergson’un bilme edimine ve bilgi
alanına ilişkin yaptığı ayrım, onun metafizik görüşünün temelini oluşturur ve
böylece Bergson’da metafizik, bilme ve
bilgiyle ilgili bir konu olarak karşımıza
çıkar. Bergson, metafiziği bilgi sorunuyla
ilişkisinde ele alırken, iki ayrı bilme yolu
tanımlar: Bilme yollarından birinde, araştırılan şeyin yanında yöresinde dönülür.
Diğerinde ise araştırılan şeyin içine girilir.
Birincide elde edilen bilgi görelidir, ikincide ise mutlak olana ulaşılır. Bergson’un
İnsan zekâyla sınırlı değildir
Bergson zekâya ilişkin görüşünü bir tür
evrim teorisine, ama Darwinci olmayan
bir evrim teorisine dayandırır. Bergson’un
23
Şöyle ki, Bergson’a göre kendi kişiliğimiz üzerine düşünmeye başladığımızda
ilkin maddeden gelen etkileri, dış dünya
ile ilgili tasavvurlarımızı ve bunlarla ilgili
kurduğumuz bağlantıları görürüz. Aslında bunlar “kendimizi” bizden saklayan
öğelerdir. Biz kendimize onlar aracılığıyla
asla ulaşamayız. Ancak kendimizi bizden
saklayan bu öğelerin arkasında, sürekli ve
kesintisiz bir akış vardır. Sezginin ilgilendiği şey, bu “kesintisiz akış”tır. Onda, bir
olayın yinelenmesi, geçmişte olanın yeniden yaşanması söz konusu değildir. İşte
‘mutlak olan’a götüren bilme yolu olarak
sezginin konusu olan “süre” (dureé) ile
bağlantısı bu şekildedir.
Bergson süreyi yaşamla ilgili ve yaşamdaki canlılıkta düşünür. Yaşam maddeden ya da “cansız” olandan yapıca çok
farklıdır. Madde üzerine düşünmeye alışık olan zekâ bu yüzden yaşamın özünü
ve ondaki “yaratıcı evrim”i anlayamaz.
Bergson’un yaşamın “öz”ünü bilmek için
zekâdan başka bir yetiye başvurmak istemesinin nedeni budur. Süre, özü hareket
olan yaşamla ilgilidir. Bu nedenle süreyi
bilmek “hakikat”i de bilmeyi sağlayacaktır.
Ancak süreyle birlikte düşünülebilen sezginin, “mutlak olan”a götüren bilme yolu
olmasının ve bundan dolayı metafiziğin
yöntemi olmasının dayanağı buradadır.
Söz konusu süre ile karşılaşılaşıbilecek ve
onun araştırılabileceği tek yer, “ben”in ötesinde kendimizdeki “iç yaşam”dır.
Bergson’a göre, mutlak olanı tanımayı sağlayan bilgi alanı olarak metafiziğin yöntemi sezgi, sezginin konusu da
süredir. Bu bağlamda metafizik, mutlak
olanı bilmemizi, yani hakikatin aslında
hareket ya da değişimin kendisi olduğunu anlamamızı sağlayacak yoldur.
BİYOGRAFİ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Herkesin Hocaannesi Refia Hanım
“Hizmet Anneleri” serisinin yazarı Şemsinur Özdemir, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin
annesi Refia Gülen’in hayatını kaleme aldı. Hocaanne ve Ailesi, hizmet gönüllüsü hanımların rol modeli olan Refia Hanım’ı bütün yönleriyle anlatıyor. Eser, büyük bir âlimi yetiştiren anneyi yakından tanımak isteyenlerin başucu kitabı olacak nitelikte.
HOCAANNE VE AİLESİ, ŞEMSİNUR ÖZDEMİR, UFUK YAYINLARI, 280 SAYFA, 14 TL
H
“
annesinin de ciddi bir merbutiyet
(bağlılık) duyduklarını söylüyor.
TUĞBA KAPLAN
izmet Anneleri” serisinden hatırlıyoruz
Şemsinur
Özdemir
ismini.
Özdemir bu
kez Hizmet gönüllüsü hanımların Hocaanne’si, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin validesi Refia
Gülen’in ve ailesinin hayatını kaleme
aldı: Hocaanne ve Ailesi. Doğrusu kitabı okumadan evvel, sadece yoğun
bilgiden oluşan klasik bir biyografi ile
karşılaşabileceğimi düşünüyordum.
Ama okumaya başlayıp da kitabın
bir oturuşta, bir solukta okunduğunu görünce yanıldığımın farkına
vardım. Sanki sürükleyici bir roman
okuyordum. Gönüllüler Hareketi’ne
öncülük eden ismi yetiştiren ve onun
arkasında duran annenin hayatına
mercek tutan bu kitapla beraber hareketin köklerine iniyordum.
Kitabın önsözü bir dörtlükle
başlıyor: “Din ü imandı muradın/ Bir
garib gibi yaşadın/ İstemezdin nam u
nişan/ Şimdi dillerde yâdın”. Bu dizeleri Hocaefendi’nin, annesi Refia
Hanım’ın İzmir Örnekköy Mezarlığı’ndaki mezar taşına yazdırdığını
kitaptan öğreniyoruz. Bu dizeler ve
Hocaanne’nin 83 yıllık hayatını konu
alan kitap, o yılların güzel bir özeti.
Refia Hanım, anne babasının özenerek yetiştirdiği, Osmanlı’nın son
dönemi ve Kurtuluş Savaşı yıllarının
zor şartlarında iyi eğitim ve terbiye
almış bir insan. Evlenip geldiği Korucuk Köyü’nün “büyük ablası”, ailenin “büyük gelini”, evlatlarının ve
torunlarının “Ana”sı. Yaşadığı köylerde Kur’an ve din dersleri verdiği
talebelerinin “Hoca”sı. 1970’li yıllardan itibaren de, Hizmet Hareketi’nin
gönüllü hanımlarının tespitiyle artık
herkesin “Hocaanne”si…
Mazisi Mısır’a uzanan köklü bir aile
Son dönemde Refia Hanım hakkında da yalan dolu birtakım iddialar ortaya atıldı. Fethullah Gülen’in
annesinin Ermeni olduğunu ima
etmek için “Rabin isimli İspanyol
göçmeni bir Yahudi” olduğu bile
söylendi. İddiayı yalanlayan bilgiler
ortaya çıktı elbette. Ama özellikle o
günlerde “Keşke herkesin kolayca
Hizmet Hareketi’nin
ilk günlerinden
itibaren ‘yaşatma
ideali’ üzerinde
duran Hocaanne Refia
Hanım diktiği, ördüğü
eşyaları muhtaçlara
hediye ederdi.
‘Benim anam ya okur ya dokur’
Kitapta Refia Hanım ve ailesiyle ilgili
çocuklarının ve yakınlarının aktardığı, zaman zaman Hocaefendi’nin
eserlerinde bahsettiği
kadarıyla ele alınan
her detayın ayrı bir
önemi var. Bu detaylar, Fethullah Gülen
Hocaefendi’ye
gönül verenlerin, onun
nasıl bir ailede yetiştiğini bilmek isteŞEMSİNUR ÖZDEMİR
yenlerin merakını giderecek nitelikte. Geçmişten bugüne
Hocaefendi’nin İslam, Kur’an ve iman
hakikatleri adına her fırsatta vurguladığı birçok konuyu annesinin onun
zihnine ve kalbine daha çok küçükken
ilmek ilmek işlediği görülüyor.
Hizmet Hareketi’nin ilk günlerinden bu yana isâr ufku, yani yaşatmak için yaşama ideali üzerinde
anlattığı konulara bazen bir dörtduran Gülen’in annesi de ömrünü
lük ya da beyitle açıklık getirir. Sık
başkalarını yaşatma ideali üzerine
sık sözlerini, beyitlerini kullandığı
kurar. Adeta tek başına bir sivil topisimlerden biri de Alvarlı Efe Hazlum kuruluşu gibi yaşar. Talebe yetişretleri. Bu kitaptan, Hocaefendi’nin
tirip yetimleri gözetir. Diktiği, ördüğü
bilhassa Alvarlı Efe Hazretleri’nden
eşyaları muhtaçlara hediye eder. Naneden bu kadar sık bahsettiğini
mazın önemini daha çok küçük yaşöğrenmek mümkün. Hâce Efe’yle
larda idrak eder; hayatını, hatta evliolan ilişkisi Hocaefendi’nin doğuliğini dahi namaza göre şekillendirir.
mundan evveline dayanıyormuş
Hocaefendi’yi bir kere bile abdestsizmeğer. Refia Hanım’ın babası Seyken emzirmez. Teheccüd vakti kalkar,
yid Ahmet Efendi, Erzurum ve cibir daha yatmaz. Kur’an-ı Kerim’le
varında çok tanınan ve sevilen bir
beraber Enam, Delail-i Hayrat, Mevmürşit olan Alvarlı Muhammed
lid gibi kitapları okur. Tek Parti zihLütfi Hazretleri’ne bağlanır ve sık
niyeti etkisindeki, ezanın Türkçe
sık onu ziyaret edip, her müşkülüokunduğu, Kur’an öğretmenin yasak
nü ona danışır. Şeyhini sık sık evine
olduğu yıllarda bile Kur’an öğretmekde davet eder. Alvarlı Efe evi teşrif
ten bir an geri durmaz. Refia annenin
ettiğinde çevreden gelenlerle odalar
hayatı, sağlığı bozulup yatağa düşedolup taşar, sohbet ve zikir halkane kadar böyle geçer. Hocaefendi’nin
ları kurulur. Bu vesileyle Refia Ha“Benim anam ya okur ya dokur.” denım da Alvar İmamı’nı tanır, ona
mesi de bu yüzden.
gönülden bağlanır. Fakat herhangi
Bütün bu özellikleri sebebiyle,
bir tarikat dersi almaz, ta ki nişanRefia Hanım sadece bir âlimin annesi
lanana kadar. Küçük Dünyam’da da
olduğu için değil, inandığı gibi yaşaEfe Hazretleri’nin ailesi üzerindeki
ma ve yaşatma gayreti için de tanıntesirini anlatan Hocaefendi, dayımayı hak ediyor. Bugünün kadınlarısı Abdürrezzak Efendi’nin adeta o
na hizmet, din, aile, çocuk yetiştirme
ismi besmelesiz ağzına almadığıgibi birçok konuda kılavuzluk eden
nı, teyzesi Refika Hanım’ın o ikHocaanne’yi tanımanın en iyi yolu,
limin delisi olduğunu, babası ile
biyografisini okumak.
ulaşacağı bir kaynak olsaydı’”diye
düşünüldü. İşte Hocaanne ve Ailesi
kitabı, hem bugün hem de gelecek
adına önemli bir kaynak. Refia Hanım, mazisi Mısır’a uzanan, Osmanlı Devleti nezdinde de kıymet
verilen köklü bir aileye mensup.
Ailenin şeceresiyle ilgili en detaylı araştırmaları Vakıflar Genel
Müdürlüğü’nde uzun yıllar çalışmış
ve Refia Hanım’ın ağabeyi Abdürrezzak Efendi’nin oğlu olan Salih
Selimoğlu (Top) yapar. Birinci Dünya Savaşı’ndaki son Rus ve Ermeni
işgali sırasında Erzurum’un nüfus
idaresi tamamen yakıldığı için Osmanlı dönemine ait belgeler yok
olur, ancak Selimoğlu dedesi Ahmet Efendi’den ve onun kardeş çocuklarından aile tarihini bizzat öğrenir. Hatta aileyi tanıyan Osmanlı
yadigârı nesiller henüz hayatta iken
derlediği bilgilerle kendi dinlediklerini karşılaştırarak teyit ettirir.
Kitapta, Refia Hanım’ın ailesinin o
doğmadan önceki son iki yüzyıllık
hikâyesi Salih Selimoğlu’nun anlatımıyla kayıtlara geçiyor.
Muhterem Fethullah Gülen’in kitaplarını okuyan, sohbetlerini dinleyenler yakından bilir ki, Hocaefendi
24
DİN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Peygamber hayatından
Ahmed Şahin, Peygamberimizin (a.s.m.) İnsani
İlişkileri kitabında Allah Resûlü’nün (sas)
hayatından alınmış pek çok ibretlik hatırayı
sade bir dil ve anlaşılır bir üslûpla naklediyor.
PEYGAMBERİMİZİN (A.S.M.) İNSANİ İLİŞKİLERİ, AHMET ŞAHİN, NESİL YAYINLARI, 200 SAYFA, 12 TL
R
AHMET DOĞRU
esûl-u Zîşân Efendimiz
(sas), kıyamete kadar
gelecek bütün insanlığa
elçi olarak gönderilmiş. O,
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle bizim nefsimizden, içimizden, kendi cinsimizden
bir peygamber. Kelimenin tam ve kâmil
mânâsıyla bir “insan”. 63 seneye varan
ömrünün, 23 senelik tebliğ müddetinin
her anı insanlığın, insanca yaşamanın
kemâlini aksettiren bir ayna. Ve bu
ömrün, cahiliye rüzgârından uzaklaşıp
ilahî vahye muntazır olduğu Hira Dağı’ndaki inziva günleri istisna tutulursa
neredeyse tamamı insanlar içinde, onlarla münasebet halinde geçmiş.
Ahmed Şahin, Peygamberimizin (a.s.m) İnsani İlişkileri kitabında
“Âlemlere rahmet olarak gönderilen
Peygamberimizin (a.s.m) hiç şüphesiz
toplumdaki tüm birey ve sınıflarla birebir ilişkisi vardı. Çünkü onun vazifesi, insanı hem dünya hem de ahirette
ebedî mutluluğa erdirmek; bu sonsuz
mutluluğu kazanmanın yollarını göstermek; zarar ve kayba yol açacak hal ve
davranışlardan sakındırmaktı.” diyor.
Nesil Yayınları’ndan çıkan kitapta Şahin, Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyyesinden alınmış pek çok ibretlik hatırayı
sade bir dil, anlaşılır bir üslûpla naklediyor.
Her an O’na muhtacız
Ahmed Şahin, toplumda her insanın
hayatının her anında Allah Resûlü’ne
ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Zira
O’nun (sas), insanlarla olan ilişkilerinde
asla taraf tutmadığını; belli bir grubun,
sınıfın, kesimin temsilcisi olarak görünmekten kaçındığını söylüyor: “Ne
borçludan yana olmuş ne alacaklıdan;
ne işçiden yana olmuş ne patrondan;
ne gençten yana olmuş ne yaşlıdan; ne
satıcıdan yana olmuş ne alıcıdan; ne
yöneticiden yana olmuş ne yönetilenden… Her iki tarafın da haklarını sonuna kadar korumuştur. Tarafları birbirine düşürücü söz ve davranışlardan hep
uzak durmuş, daima aralarında uzlaştırıcı, barıştırıcı, anlaştırıcı olmuştur.”
Peygamberimizin (a.s.m) İnsani İlişkileri kitabı, Şahin’in 58 yazısını bir araya getiriyor. Kitap “Allah Resûlü’nün
dış görünüşü, konuşması, evdeki ve
toplumdaki hali nasıldı?” başlıklı yazıyla başlıyor. Biribirinden bağımsız
ama Kur’an-ı Kerim’in tabiriyle Allah
Resûlü’ndeki ‘en güzel örnekler’ etrafında devreden yazılarla sürüyor.
Ahmed Şahin Hoca, “Bazen biri
bulmak, bini bulmak gibidir” başlıklı yazıda Medine yakınlarında ikamet
eden Bekiroğulları kabilesinden Dımam bin Sâlebe’nin hikâyesini anlatıyor. Peygamber olarak anlatılan zatın
(sas) halini araştırmak için kabilesi tarafından Medine’ye elçi olarak gönderilen Dımam, mert ama sert biridir. İnandığına tam olarak inanır, inanmazsa hiç
inanmaz, her iki halini de çekinmeden
açıklar. Medine’ye geldiğinde mescidin
kapısında arkadaşlarıyla birlikte develerini çökertip içeriye girer. Her zamanki
açık sözlülüğüyle sorar:
-Abdülmuttalib’in torunu hanginiz?
Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselam) cevap verir:
- Benim.
- Muhammed sen misin?
- Evet.
- Öyle ise beni sabırla dinle. Ben
sert bir adamım. Suallerim ağır ve kesin
olacak. Dobralığımdan dolayı bana kızmayasın.
- Sana kızmayacağım. Ne istersen
sor.
Bu girizgâhdan sonra Dımam sorar,
Allah Resûlü (sas) cevap verir. Dımam
sözünü şöyle bağlar:
- Bu saydığın farzları yerine getireceğim. Bu haramlardan da mutlaka
uzak kalacağım. Şuna da söz veriyorum
ki bunlardan ne eksik yapacağım ne de
fazla. Hepsi bu kadar olacak.
Peygamber Efendimiz (sas), Dımam uzaklaşırken yanındaki ashabına “Devesine atlayıp da giden, şu saçını ikiye ayırmış adam var ya, işte o
bu söylediklerini tam yerine getirirse
cennete girmiştir.” buyurur. Bu görüşmeden sonra kabilesinin yanına dönen Dımam, dinlediklerini heyecanla
herkese anlatır. O günün akşamında
orada bulunan kadın ve erkeklerden
İslâm’a girmeyen kalmaz.
Ahmed Şahin Hoca, bu kıssayı
naklettikten sonra, iki noktaya dikkat
çekiyor: Birincisi Dımam’ın tebliğde
nefsine pay çıkarmayıp sırf Allah rızasını esas alması. İkincisi İslâm’ı sözü
dolandırmadan anlatması, esas konuyu
karıştırarak dinleyiciyi söz kalabalığına
boğmaması. Kitaptaki her kesimden insanın rahatlıkla anlayabileceği yazılar,
Ahmed Şahin’in bu tavsiyeleri bizzat
hayata geçirdiğinin de misali.
25
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Kaybolana dair öyküler
ROMAN
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Geçmiş, geçer mi?
Amos Oz’un 2009 yılında Tmunot Mihayei Hakfar adıyla yayımlanan öykü
kitabı, Köy Hayatından Sahneler adıyla Türkçede. Birbiriyle bağlantılı
öykülerden oluşan kitapta, tıpkı bir kameranın kaydettiği görüntüler gibi
bir araya getirilen yaşamların hepsi aslında birer “kaybolma” hikâyesi.
Ayşe Sarısayın’ın Ansızın Günbatımı adlı romanı çarpıcı kurgusuyla öne
çıkıyor. Merkezinde Edip Cansever’in “Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?”
dizesinin yer aldığı metin, edebiyatımızda iz bırakmaya aday. Kitabın
sonunda, geçmişin ölmediğine bir kez daha tanıklık ediyoruz.
KÖY HAYATINDAN SAHNELER, AMOS OZ, ÇEV.: AYŞEN ANADOL-TACİSER BELGE, DOĞAN KİTAP, 164 SAYFA, 15 TL
ANSIZIN GÜNBATIMI, AYŞE SARISAYIN, CAN YAYINLARI, 248 SAYFA, 18,50 TL
A
ESRA YALÇIN
dı sık sık Nobel Edebiyat
Ödülü adayları arasında
anılan Amos Oz, çağdaş İsrail edebiyatının önde gelen yazarlarından. 90’lı yıllarda eserlerinden birkaçı
dilimize çevrilen yazara ilgi günümüzde daha da artmış görünüyor. Amos
Oz’un 2009 yılında Tmunot Mihayei
Hakfar adıyla yayımlanan öykü kitabı, İngilizce çevirisi üzerinden Ayşen
Anadol ve Taciser Belge çevirisiyle Köy Hayatından Sahneler adıyla Türkçede.
Köy Hayatından Sahneler sekiz öyküden oluşuyor; ancak bu öyküleri
birbirinden ayrı düşünmek oldukça
zor. Bir öyküde ön planda yer alan bir
karakterin diğer öyküde odağın gerisinde kendini göstermesinin yanında,
tüm öykülerde ortak bir atmosfer var.
Günümüz İsrail’i sınırları içerisinde
bulunan ancak tarihi yüzyıl öncesine
uzanan hayali köy Tel İlan’daki hayatların anlatıldığı öykülere sinen gizemli ton okuyucuda tekinsizlik hissi
uyandırıyor. Nereden geldiği belli olmayan kazı gürültüleri, amacının ne
olduğu anlaşılmayan Arap öğrenci,
bir bankın üzerine bırakılmış kutu,
yeraltına inen geniş mahzenler anlatıya ürpertici bir hava veriyor. Bunun
yanında, çoğu hastalıklı olan karakterlerin zihinlerinde geriye dönük
yaptıkları yolculuklar, anlatılanlara
duyulan güveni sarsıyor.
‘Kaybolma’ öyküleri
Köyde gezdirilen bir kameranın kaydettiği görüntüler gibi bir araya getirilen yaşamların hepsi aslında birer
“kaybolma” hikâyesi. Kimi zaman
sebepsizce evi terk eden genç bir kadın, kimi zamansa eve dönmesi beklenen hastalıklı bir kuzen oluyor bu
kayıp. Bulunma kısmına gelince, orasını okuyucuya bırakıyor yazar. Yani
beklenenin aksine, kaybın peşinden
maceralara, arayışa sürüklemiyor
okuyucuyu. Her öyküden geriye “Ee
şimdi ne olacak, çocuk nerde, kadına ne oldu?” gibi cevaplanmamış sorular kalıyor. Metnin sonu, zihinde
tamamlanacak bir öyküye başlangıç
oluyor adeta.
Kitabın en uzun öyküsü, eski
Knesset üyesi, yaşlı ve bakıma muhtaç Pesah Kedem ile köy okulunda
edebiyat öğretmeni olan kızı Rahel’in
anlatıldığı “Kazı”. Pesah geceleri
mahzenden kazı sesleri geldiğini du-
A
yar ve evlerinde kalmanın karşılığında onlara hizmet eden Arap öğrencinin kendilerinden intikam almak
için evi başlarına yıkmak istediğini
düşünür. Arap öğrenci İsrailliler ile
Araplar arasında bir karşılaştırma
üzerinde çalışmaktadır. Pesah, “Karşılaştırma. Ne tür bir karşılaştırma?
Bizim soyguncu sizin de soyulan olduğunuzu göstermek için mi? Çirkin
yüzümüzü ortaya çıkarmak için mi?”
diye sorar ve “Kusursuz musun? Bir
aziz kadar saf mısın?” diyerek çıkışır.
Bu sayfalar günümüzde de devam
eden Ortadoğu sorununun ve ötekileştirme söyleminin anlatıya sızdığı
yerler. İsrail-Filistin sorununa yönelik
barışçıl çözümler sunan Peace Now
adlı barış örgütünün kurucularından
olan Amos Oz, yaşanan siyasî mücadeleye belli bir mesafeden baksa da
öykülerin yalnızca bekleyiş, korku,
kaybetme gibi bireysel duygu ve deneyimlere odaklandığı söylenemez.
MEHMET TUNÇ
yşe Sarısayın’ın son
romanı Ansızın Günbatımı’nı bitirdiğimde
aklımda William Faulkner’ın, “Geçmiş
ölmedi, hatta geçmedi bile.” sözü dönüp duruyordu. Çünkü yazar, zaman
içinde sönmüş bir hikâyeyi önce küçük
kıvılcımlarla ısıtıp sonra büyük ve harlı
bir ateşe dönüştürürken, bir kez daha
geçmişin aslında hiçbir zaman büsbütün küllenmediğini gösteriyor.
Romanın çok çarpıcı bir kurgusu
olduğunu belirtmeliyim. Anlatıcı, bir
arkadaşının kendisine verdiği CD’de
karşısına çıkan, kimi sadece bir cümleden ibaret, kimi yarım kalmış, kimi
ise uzayıp giden yazılardan oluşan bir
günlüğü çözmeye başlarken, yıllardır
ara verdiği yazarlığa da bu vesileyle
geri dönme imkânı buluyor. Kitabın
başında anlatıcı, daha önce de kendisine verilen mektuplardan yola çıkarak öyküler yazdığını söylüyor. Ama
CD’den yazarın önüne dökülenler,
üzerine bir roman kuracak yeterlilikte
değildir. Yazar her ne kadar romanın
omurgasını elindeki günlük parçaları
üzerine kursa da, bir yandan da kurgunun, kurmacının gücüyle o hayata
sızmaya, ona kendince bir yaşantı biçmeye çalışıyor. Romanın henüz başında anılan Edip Cansever’in “Kaç türlü
girilirdi anılardan içeri?” dizesi, yazarın
neyi kerteriz aldığını da imliyor.
Yalın, açık, anlaşılır
Köy Hayatından Sahneler’de dikkati çeken diğer bir öykü “Kayıp”. Bu sefer
öykünün kahramanı, vefat etmiş yazar
Eldad Rubin’in yaşı neredeyse Tel İlan
köyüne denk olan “harabe” evini satın
alıp yıktırmaya çalışan bir emlakçıdır.
Birkaç katlı, bahçesinde yapay şelalelerin olduğu villaların yanında, sıvaları
dökülmüş “bembeyaz dişlerin arasında
çürük bir diş gibi” duran bir evdir bu.
İşte bu evi satın almak için gelen emlakçı, yazarın kızı Yerdana’nın peşinde
evi gezerken mahzende kendi haline
terk edilir. Diğer öykülerde üçüncü tekil
kişi anlatıcı varken burada emlakçının
ağzından dinleriz hikâyeyi. Ancak dil
yine aynıdır; yalın, açık ve anlaşılır.
“Başka Bir Zamanda Uzak Bir Yerde” öyküsünde ise köydeki çürümüşlük gözler önüne serilir. Gündüzlerin
aşırı sıcak olduğu, metal para büyüklüğündeki sineklerin insanların üstüne saldırdığı, süngerleşmiş çamurun
içinden çıkarılan çürük pancar ve patateslerin kokuşmuş bir sıvıda pişirildiği bir yerdir anlatılan.
Kitabın okuyucuya sunduğu sahneler sadece bir İsrail köyüne ait değil, anlatılanlar herhangi bir zamanda, şehirden uzak herhangi bir yerin
durgunluğunda yaşanabilecek şeyler. Köy Hayatından Sahneler şehrin
mekanikleşmiş hızlı yaşantısından
yorulan büyülü bir durgunluğu arzulayan okurlar için tavsiye edilesi.
‘Bir hayat ne çok hayattan geçiyor’
Anlatıcı, CD’den çıkanlara bakarak
bu notları tutan kişinin yazmaya
uzun süre ara vermiş orta yaşlı ya da
ihtiyar bir kadın olduğu ve yazmanın
bu kadını hayata yeniden bağladığı
yorumunda bulunuyor. Söz konusu kadın, karakalem resimler yapan
ve yaptığı resimleri yok eden başka
bir yaşlı kadından daha bahsediyor.
Notları alan kadın, ressam Şahika
Ener’in kendisine “sarı papatyam”
diye hitap ettiği en küçük kızıdır ve
sarı papatya karakalem çalışmalarını
yapan annesini anlatmaktadır. Sarı
papatya, romanda (anlatıcı olarak)
Şahika Ener merkezli bir hayatın
kaydını tutarken, annesinin hayat
karşısındaki sert tavrı üzerinden bir
dramın diplerine doğru yolculuğa
çıkıyor. Şahika Ener’in etrafında büyük kızı Prenses, Ortanca, yatalak
annesi ve kendisini yıllar önce terk
26
eden kocası ile hayatının üzerinden
bir bulut gibi geçip gitmesine karşın
gölgesi hep saklı kalan genç İtalyanca hocası Okan vardır. Roman
etkileyici bir biçimde bu hayatların
üzerinden usul usul ilerlerken anlatıcıdan şu sözleri duyuyoruz: “Bir
insan ne çok insana dokunuyor,
bir hayat ne çok hayattan geçiyor!”
Ustalıklı anlatım
Ayşe Sarısayın düz bir kronolojik seyir
izlemediği, zamanda sıçramalar yaptığı Ansızın Günbatımı’nda hem birinci
hem de üçüncü kişi anlatıcıyı ustalıkla
kullanıyor. Birçok romanda birinci ve
üçüncü kişi anlatıcıların sınır ihlâlleri
yaptığı ve anlatımı zaafa uğrattığı düşünüldüğünde bu önemli bir başarı.
Sarısayın sarı papatyanın ağzından
birinci tekil kişiyi, günlük etrafında
romanı yazan anlatıcının ağzından ise
üçüncü tekil kişiyi konuşturuyor. Bu
durum, CD’den yazarın önüne düşen
günlük parçalarının sınırlarını belirlediği gibi yazarın romana eklediklerini
de izleme olanağı sunuyor. Ama bu
sınır, her zaman çok net değil, bu da
günlükteki notlarla yazarın kurduğu
hikâyenin iç içe geçmesini sağlıyor. Bu
iç içelik, bir romanın da tıpkı hayat gibi
nerede başladığı nerede bittiği sorularını akla getiriyor. Ansızın Günbatımı
bu yönüyle edebiyat ve gerçeklik anlamında sürdürülen tartışmalara da yeni
boyutlar kazandıracaktır.
Roman, sadece biçimsel özellikleriyle dikkati çekmiyor, yakaladığı güçlü duyguyla da okuru sarmalıyor. Metnin başında anlatılan olaylar, sayfalar
ilerledikçe daha derinden ve girift ilişkilerle romanın “sağlam zemini altındaki magmanın” usul usul yüzeye çıkmasını sağlıyor. Türkiye’nin darbelerle,
baskılarla biçimlenmiş siyasal geçmişi
Ortanca’nın yaşadıkları üzerinden anlatılırken, bu geçmişle kurulan ilişki
“Hayat baştan sona utançlarla dolu.
Utananlar için.” cümlesiyle çerçevelenmiş. Birçok romanın ortalama bir dille
yazıldığı günümüzde Ayşe Sarısayın’ın
öykücülüğünden el alan dili ince işçilikle örülmüş. Karakterleriyle de zengin bir roman var karşımızda.
“Mürekkebine su katılmamış” Ansızın Günbatımı’nın Türk edebiyatına
“koyu ve kalıcı bir mühür” vuracağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Romanın sonunda geçmişin ölmediğine, hatta geçmediğine bir kez daha tanıklık ediyoruz.
DÜŞÜNCE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Ünsal Oskay’dan roman dersleri
Ünsal Oskay’ın 1981’den sonra okurla buluşan beş kitabı ile birlikte ilk
kez yayımlanan Roman ve Etik, İnkılâp Kitabevi etiketiyle raflarda. Orhan Pamuk’un bir sunuş yazısı kaleme aldığı Roman ve Etik’in teorik
tartışması, Amerikan kültürüne dair tartışmalar üzerinden ilerliyor.
ROMAN VE ETİK, ÜNSAL OSKAY, İNKILÂP KİTABEVİ, 128 SAYFA, 10 TL
9
SELİM SALİH
0’lı yıllar Türkiye’si, popüler kültürün kabuk değiştirerek yeniden kitleselleştiği, televizyon merkezli bir
görselliğin ve ANAP sonrası dönemde
liberalleşmenin hız kazandığı ilginç bir
yerdi. Birbiri ardına açılan özel kanallar
izleyici toplamak için tek kanal dönemi
TRT biçimciliğinin hatırlattığı ne varsa
aksini yapıyor, ne olduğu belli olmayan
türsel kakofoniler “program” adı altında
ekranları dolduruyordu. “Televole”, “Saadettin Teksoy” ve türlü pop müzik örnekleriyle bir yandan lümpen bir eğlence kültürü yaygınlaşıyor, diğer yandan
“Anadolu’dan Görünüm” ve Reha Muhtar tarzı haber bültenleri ile Kürt halkını
inkâr eden bir ölü sevicilik, her akşam
ölen, şehit olan genç insanların hatıraları üzerinden nefret kusuyordu. Bu absürt
temaşa 28 Şubat sürecinde yeni ötekiler
icat ederek; Müslüm Gündüz, Hasan
Mezarcı gibi yeni oyuncaklar bularak
devam etti ve belki de “Yeni Türkiye” bir
yanıyla da bu temaşanın yeni adı.
Bütün bunlar olurken Türkiye bir
yandan da konuşmaya başladı. Sabahlara kadar devam eden “Siyaset Meydanı”
programlarının, üniversitelere, halka
yaklaşan “canlı yayın” açık oturumların sık karşılaşılan yüzlerinden biri de
rahmetli Ünsal Oskay Hoca idi. Kahir
çoğunluğun olumladığı kamusal ahlâkı
inceden tiye alıyor, sıkı eleştiriler yapıyor
ve hep olabildiğince teorik konuşuyordu.
Büyük resmi göstermek istiyor, incir çekirdeğini doldurmayan tartışmaların biricikliği ile sarhoş çenelere “tipik” olduklarını anlatmaya çalışıyordu. Ben “kaçış
edebiyatı” tanımlamasını, “fantazya” ve
“kitle kültürü” gibi kavramları ilk televizyondan, Ünsal Oskay’ın ağzından
duyduğumu hatırlıyorum. Zira nereye
doğru gittiği, neye evrileceği pek de belli
olmayan envai çeşit popüler kültür olayını anlamak için konuşulacak en yetkin
entelektüllerden biri olan Ünsal Oskay,
daha 70’li yılların başında konu ile ilgili
ilk teorik incelemeleri yapmış ve bu konuda akademik bir çalışma alanı oluşturmuştu. Oskay’ın “iletişim bilimi”nin
kurumsallaşmasında kurucu bir figür
olarak adının geçmesi tam da bu sebeptendir. Alanın duayeni olan Oskay Hoca,
İletişim’in 1968 yılında Ankara Siyasal
Bilimler Fakültesi’nden ayrışmasından
başlayarak, 1992’de Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin kurulmasında
juva ya da yabancı gelmiş olma ihtimali
de işin diğer yüzü… Ancak öğrencilerinin her daim minnet ve hayırla andığı
Oskay’ın tam da bu sebepten nicelerine
yeni ufuklar ve başka ihtimaller gösterebildiğini de söyleyebiliriz.
Oskay’ın 1981’den sonra baskısı yapılan beş kitabı ile birlikte ilk kez yayımlanan Roman ve Etik İnkılâp Kitabevi tarafından okura sunuldu. Orhan Pamuk’un
da bir sunuş yazısı yazdığı Roman ve Etik
fragmanter yapısı, dayandığı terminolojinin ve jargonun 1981 tarihli Çağdaş
Fantazya ve 1982 tarihli 19. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevi’ne
daha yakın oluşu ile bu dönemde yazılmış ya da bu dönemden taslak halde
bırakılmış olma ihtimalini akla getiriyor.
Kitapla ilgili bir diğer önemli nokta ise
Amerikan toplumu ve edebiyatını merkeze alması, daha doğrusu teorik tartışmasını Amerikan kültürünü nesneleştirerek ilerletmesi. Oskay’ın büyük oranda
“Eleştirel Teori”yi (Frankfurt Okulu’nun
kültür endüstrisi ve kitle kültürü analiz-
ve daha sonra vakıf üniversitelerinde de
yaygınlaşmasında 2009 yılındaki ölümüne dek bilfiil emek verdi.
BAŞKA İHTİMALLER GÖSTERDİ
Ünsal Oskay’ın 1970’lerle başlayan akademik üretimi, büyük oranda Frankfurt
Okulu’nun kültür endüstrisi eleştirilerinden beslenen Marksist bir yönteme
dayanır. 1967 yılında UNESCO bursu
ile bir yıl Stanford Üniversitesi’nde iletişim araştırmaları dâhilinde dersler alan
Oskay, Frankfurt Okulu düşünürleri ile
burada tanışmış olmalı. Sinema, televizyon ve popüler edebiyata dayanan
Amerikan kitle kültürünün sıkı bir eleştirisini yapan Frankfurt Okulu düşünürlerinin ve onlardan etkilenen New York
entelektüellerinin Standford’da da izdüşümleri olduğunu biliyoruz. Oskay’ın
ziyadesiyle teorik araştımalarının kaba
bir Marksçılığın ya da “ATÜT”çü yerellik arayışlarının (çok çeşitli fraksiyonları) ile hâkim durumda olduğu 1970’ler
Türkiye’sindeki sol cemaatlere fazla bur-
28
lerini) izlediğini belirtmiştim. Roman ve
Etik roman özelinden yola çıkarak kitlesel anlatı sorunsalını, Adorno’nun “yanlış bilinç” olarak teorize ettiği ideoloji ve
gerçeklik arasındaki çelişkinin üzerine
inşa ediyor. Oskay’ın “reel yaşam” dediği
gerçekliğin ve ona yabancılaşan insanın
mevcut gerçekliği aşabilmek için gerekli yabancılaşmayı yaşamasını sağlayan
“özgürleşimci” fantastik kurgularla mevcut etiğin içinde kalmayı öneren “kaçış
edebiyatı” arasındaki karşıtlık kitabın
yirmi üç bölümünde tekrar tekrar işleniyor. Bütün bu tekrarlar ve fragmanlardan
oluşan bölüm başlıkları, kitabın kurgusunun belirli bir teze doğru ilerlemesinden ziyade, en başta ortaya konulan
hipotezlerin çeşitlendirilip derinleştirilmesini sağlıyor.
Kitabın “Romanda ‘Karşı Çıkma’
ve Etiğin Doğru Anlaşılması” başlıklı ilk bölümünden itibaren “etik” verili
toplumsal düzenin, kamu ahlâkının ve
ideolojinin kavramsal karşılığı olarak
kullanılıyor. Oskay’ın fazlası ile güvendiği teorik çerçevesi içinde romancı,
“içinde yaşadığı toplumsal ilişkilerin
gerçekliğini gözden saklayan tüm mistifikasyon örüntülerinin ardını ‘merak
edebilecek’ kadar gelişkin bir bilişsel
düzeye” geldiği ölçüde, perdeyi aralayan ve etik ile insan doğası arasındaki uyumsuzlukları deşifre edebilen bir
dünya kurucu rolü/ödevi üstleniyor.
“Etiğin Ön Belirleyiciliği Sorunu:
Homeros’taki Olumlu Başlangıcın Thomas Hardy ve Henrik Ibsen’in Natüralizminde Geriye Dönmesi” başlıklı on
beşinci bölümde Oskay, Hardy ve Ibsen
örneklerinden yola çıkarak, bu modernist anlatıcıların kurdukları umutsuz
dünyaların sorunu yanlış yerde aradığını ve bu yüzden de etik ile insan doğası
arasındaki “sözde” bağlantıları olumladığını iddia ediyor. Ibsen, Hardy, Kafka,
Faulkner, bilimkurgu, gotik roman ya
da halk masallarının yaptığı (pastoral
romans, Balzac, Melville ve Marquez’in
aksine), “verili toplum yaşamındaki bu
acıları çeken kişileri ve toplumsal sınıfları kendi kusurları, hatta kendi biyolojik
kalıtım bozuklukları, ahlâksızlıklarıyla
açıklayan metafizik bir anlatım” ortaya koymaları. Büyük oranda Lukács’ın
modernist romana dair itirazlarını da
hatırlatan bu yaklaşımın itiraz edilecek çok noktası var elbet. Ama ortaya
çıkan çalışmayı kendi tarihselliği içinde okuduğumuzda Ünsal Oskay’ı bir
daha rahmet ve hürmetle anıyoruz.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Modern bir ortaçağ şiiri
ŞİİR-DENEME
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Resimsiz yakın tarih
Cem Yavuz, ilk kitabı Ayn (1999) ve ikinci kitabı Seyr’den (2006) yıllar
sonra yeni bir şiir kitabı yayımladı: 20 Ölümsüz Şarkı ve’s-Samt. Çok
katmanlı bir şiir Cem Yavuz’un çalıştığı. ve’s-Samt da bunun giderek
daha da yetkinleşen, kendini pekiştirip, sıkılaştıran bir örneği.
Haydar Ergülen’in Vefa Bazen Unutmaktır adlı kitabı,
Türkiye’nin sosyal ve kültürel atmosferine dair bir şairin gözlemlerini, düşüncelerini içeriyor. Ne söylemesi
gerekiyorsa lafı dolandırmadan söylüyor Ergülen.
20 ÖLÜMSÜZ ŞARKI VE’S-SAMT, CEM YAVUZ, EST&NON YAYINLARI, 61 SAYFA
VEFA BAZEN UNUTMAKTIR, HAYDAR ERGÜLEN, KIRMIZI KEDİ YAYINLARI, 230 SAYFA, 17 TL
J
V. B. BAYRIL
ameson modern şiiri şöyle tarif etmişti: “Günümüz
şiirinin içinde bulunduğu
eşsiz özelliklerinden biri, kendine
gündelik dilin şeyleşmesini aşma görevi vermiş olmasıdır kuşkusuz. Modern şiir, insanların çağdaş kapitalist
toplumda dil yetilerinin zayıflamasından doğar. Modern şiirin güçlüğü,
gündelik konuşmalardaki şeyleşmişlik derecesiyle doğru orantılıdır.”
Cem Yavuz’un ilk kitabı Ayn (1999)
ve ikinci kitabı Seyr’den (2006) sonra yeni kitabı 20 Ölümsüz Şarkı beni
Jameson’ın bu saptamasını bir kez
daha düşünmeye itti. Zira Cem
Yavuz’un şiir serüveni kesintisiz bir
dil çalışması. Dil, medeniyet ve kültür kodları üzerinden ilerleyerek,
derinleştikçe kendi üstüne kıvrılan
bir evrensel kültür şiiri yazıyor Cem
Yavuz. Şeyleşen gündelik dil’in içinde açtığı yarıktan bize ulaşıyor sesi.
Daha önceki kitaplarının adlarını
saymam boşuna değil. Bir süreklilik var derinde. Dahası çoğunlukla da bakışım ilişkisi içinde. Cem
Yavuz’un önceki kitapları bu yeni
kitabıyla hem anlamsal hem stilistik
düzeyde bakışım ve alışveriş içinde,
yeni bir algı/dil katmanı kuruyor.
‘hayat, bizi gezdir...’
20
Ölümsüz
Şarkı’nın
açılışı
“Seyr’engiz” şiiriyle. Kitap burada
aslında temel önermesini, teklifini
sunuyor apaçık: “hayat, bizi gezdir/ bu
yeni dünyada/otuzbin tanrı eşiğine yüz
sürüp/ atlara senyör mürenlere yem olmadan/ beşbin yıllık köle havuzlarından/
geri getir.” Ve şair hayat’tan dilediği
gezintiye, kendisine elini uzatan okuru da dâhil edip şarkılar boyunca kitabın sonuna kadar süren bir seyr’e,
yolculuğa çıkarıyor.
Peki, nerelerden geçiliyor bu
yolculuk boyunca, neler görülüyor,
neler duyuluyor? Bir kere çok geniş
bir coğrafya. Orta Asya düzlüklerinden Maveraünehr’i izleyerek
İran ve Anadolu’ya, Balkan’lardan
kadim Yunan, Roma ve Endülüs’e,
Katalonya ile Provence’a uzanan;
âdetler, medeniyetler ve kültürler
arası yapılan bir gezi bu.
Bir yanından tarih, mesela binli
yılların başındaki Ortaçağ, öte yanından diller mesela Arapça, Latince,
H
Türkçe, İngilizce, Fransızca deyimler,
değişik alfabelere ait harfler, atasözleri, kimi arkaik ve özel kelimelerle
akıp geçiyor. Dahası “şarkı” söz konusu olduğunda elbet müzik de devreye giriyor, beraberinde bir dizi müzik
âleti, şarkı adı ve müzik parçasıyla.
“Ay Parkında Lunatik” başlıklı şiirde
olduğu gibi, kimi şiirlerde doğrudan
notalar, melodi parçaları da yer alıyor.
ERCAN YILMAZ
aydar Ergülen, bir
şiirine şöyle başlıyordu: “Vefa en eski
puludur semtimizin”. Unutmanın
bir meziyet olduğu bir dünyadan
Vefa Bazen Unutmaktır isimli bir deneme kitabıyla sesleniyor Ergülen
bu defa. Kitap, ülkemizin sosyal,
kültürel ve politik atmosferine dair
bir şairin gözlemlerini ve düşüncelerini içeriyor.
Vefa Bazen Unutmaktır, farklı zamanlarda yazılmış olmakla birlikte
yakın tarihimize isimler ve olaylar
üzerinden resmî olmayan bir ışık
tutuyor. Ve bu kez daha hüzünlü,
acılı, acıyan ve acıtan bir tarzda
karşımıza çıkıyor Ergülen.
Modern dünyaya eleştiri ifadesini çokça duyarız. Edebiyatçıların dilinden düşmez bu cümle.
Eserin yazılış amacı için kışkırtıcı
bir başlangıç noktası taşır çünkü.
“Hem levendâne hem zarifâne”
bir üslûpla nasıl yapılır bu eleştiri
sorusunun cevabını veriyor bence
Ergülen kitaptaki yazılarıyla.
bir keşif şiiri
Kültürler, medeniyetler, diller arasındaki kimi karşılaştırılabilir kimi ise
tarihsel olarak zaten melezlenmiş,
süreklilik, benzerlik gösteren bağlantılar, palimsest parçalar veya belki de
hiyerarşik ilişkilerin dışında durumu
en iyi tasvir eden kavram Deleuze’cü
köksapların izini sürerek insanlığın evrensel geleneği içinde yapılan
çok boyutlu bir keşif şiiri yazıyor
Cem Yavuz. 20. yüzyıl başında olsa
T. S. Eliot’un adlandırmasıyla “mitik yöntem” derdik buna. Fakat 21.
yüzyılın başına geldiğimizde bütün
o modernist gelenek de bu yumağa
zaten eklenmiş oluyor haliyle. Sanırım “rizomatik şiir” en kısa tarifi bu
Cem Yavuz’un kurduğu, çattığı şiirin.
Çok katmanlı bir şiir onun çalıştığı.
20 Ölümsüz Şarkı ve’s-Samt bunun giderek daha da yetkinleşen, kendini
pekiştirip sıkılaştıran bir örneği.
Belirtmeden geçemeyeceğim, kitabın ikinci ve bitiş bölümü olan “ve’s
-samt”, bilenlerin bildiği gibi, susmak
anlamına geliyor. Bilginin, bilgiçliğin,
bilmenin, birikimin bir sınıra dayanıp artık susması, bir hal ehli olarak
da şairin kendini “kelâm-ı kesret”ten
sakınması gerektiğini ima ediyor bize.
Dünyanın konuşmaya, ifade etmeye
kışkırttığı bir zaman da “sükût orucu”
gibi susma eyleminin de önemli bir
meziyet, karakter gücü olduğunu hatırlatıyor yeniden.
20 Ölümsüz Şarkı ve’s-Samt okuru dil zekası, kültür ve medeniyetler
bağlamında kurduğu göndermeler
ağıyla kışkırtıcı, zorlayıcı bir yolculuğa çağırıyor. Okur bunu göze alır
veya günümüzün kolaya alışmış bir
“tüketici olarak okur”u bu cehd’den
bucak bucak kaçabilir. Elbette kendi
bilir. Fakat böyle yaparak, her zaman karşısına çıkmayacak, nadide
bir kültürel ve dilsel hazdan kendini
mahrum edecektir, bunu da bilmesi
gerekir. Bizden uyarması.
‘eylem’e davet
Evet, Ergülen’in belki de en ‘sosyal’
içerikli kitabı Vefa Bazen Unutmaktır. Ne söylemesi gerekiyorsa sözü
dolandırmadan, açıkyüreklilikle ve
keskince söylüyor Ergülen. Kitapların dünyası ve bilhassa şiirin çarpıcılığı eşlik ediyor ona. Kitap, hem
buruk bir tat bırakıyor ruhunuzda
hem de sizi ‘eylem’e davet ediyor;
bazen de eylemsizliği bir eylem
olarak sunuyor. Teknolojinin ve
modern dünya enstrümanlarının
hafızayı örseleyen yanlarına, unutmayı bilinçli bir eyleme dönüştürerek eleştiri getiriyor.
Şöyle diyor Ergülen: “Vefalı
olmak için unutmak zorundayız.
Tuhaf mı geldi bu cümle? Aşktan
ihanete, tutkudan bağlılığa, dostluktan yoldaşlığa, fedakârlıktan
inada, tüm duygularda ve değerlerde bir içerik değişimi, öz yitimi,
boyut düşümü yaşanıyor. Vefayı
bile reklam ettiklerine bakılırsa, bu
hafifleme hayli sürecek demektir.
O yüzden bu hafifliğe razı olmak-
29
tansa, vefayı unutmak daha vefalı
bir davranış bile sayılabilir.”
Unutmak bir şifadır Ergülen için;
gerçeklik ya da sahtelik hastalığına...
Ergülen bu yazılarıyla hem kendi içine bakar gibi taşraya bakıyor
hem de “ben bir başkasıdır” dizesinin ilhamıyla merkeze. Sınırları
kaldırıyor, dillerin, dinlerin, şairlerin, şehirlerin, meşreplerin, fikirlerin karnavalına dâhil ediyor okuru.
Çoğu güncel olaylara atıf yapan yazıların barış, sevgi, kardeşlik,
birliktelik gibi olgulardan çıktığını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir bakıyorsunuz arkadaşlarından, kül kardeşlerinden, ruh akrabalarından, şairlerden, yazarlardan bahsediyor Ergülen;
bir bakıyorsunuz yolculuklardan,
kâğıttan, mektuptan, filmlerden, şehirlerden, kedilerden, çiçeklerden...
‘Güzel’ olan ne varsa heybesine dolduruyor, Necatigil’in “İncelikler ne
isterler?” sorusuna cevap veriyor.
şiirin, hüznün, neşenin şöleni
Ergülen’in okurla her buluşmasının
bir şölen niteliği taşıdığını bilenler
bilir. Türkçenin, şiirin, arkadaşlığın, hüznün, neşenin, yolculukların ve dahi bir sürü şeyin... İnsanî
olan her şeyin şölenidir bu.
Vefa Bazen Unutmaktır Ergülen’in
en karamsar ve ideolojik kitabı. Deyiş yerindeyse bir “hüzün ideolojisi” onunki. Hocasının “hüzün ki en
çok yakışandır bize” dizesini daha
iyi kavramış gibi. Neşesi gibi hüznü
de renkli ama. Bir “karnaval” adeta.
Cesaret edebilse “dünyayı şiir kurtaracak” diye bağıracak sanki.
Kişisel bir şahitlik Ergülen’inki;
yakın tarihe... Öznel ama bireyci
değil. Kişisel ve resimsiz. Modern
zamanların tarihi böyle yazılacak
belki de. Şairler ve yazarların kaleminden... Tarihsel söylemle şiirsel
söylemin henüz ayrışmadığı zamanlara mı dönüyoruz?
Ne diyordu Dıranas o muhteşem
şiiri “Olvido”nun son mısraında: “Ey
unutuş kurtar bu gamlardan beni!”
Haydar Ergülen de aynı şeyi
söylemiyor mu? Çünkü “vefa, ah
vefa ruhumuzun üstünden/uçup giden
anıların posta kutusu,/ ‘görülmüştür’
damgalı o eski rüya...” değil midir?
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Kardeş gölgesindeki Nabokov
Paul Russell’ın geçtiğimiz haftalarda dilimize çevrilen Sergey Nabokov’un Gerçekdışı
Yaşamı adlı romanı, bir ülkeyi kaybetmeyi, aile bağlarını, savaşı ve ölümü resmediyor.
Kitapta tıpkı Sergey Nabokov’un adım adım değişen yaşamı gibi, Nabokov ailesinin
hikâyesini ve ağabeyi, ünlü yazar Vladimir Nabokov’un da yaşamını takip ediyoruz.
SERGEY NABOKOV’UN GERÇEKDIŞI YAŞAMI, PAUL RUSSELL, ÇEV.: VOLKAN ATMACA, EVEREST YAYINLARI, 408 SAYFA, 24 TL
K
İNAN ÇETİN
imi romanlar tarihe
yakılmış ağıtlardır. Bireysel veya toplumsal
kimi tarihlerin birkaç yüz
sayfaya sığdırılması da bundandır. Paul
Russell’ın Sergey Nabokov’un Gerçekdışı
Yaşamı adlı romanı işte bu tür romanlar
sınıfına girer. Bu tür romanlar sınıfına
girer diyorum ya, roman baştan sona
kişisel bir tarihin, ona eşlik eden tarihi
toplumsal gerçekliğin acımasızlığı üstüne kurulduğu için diyorum bunu.
Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı biçim ve içeriğiyle kişinin ülkesini
kaybetmesini, aile bağlarını, toplumun gözünde bir kusur teşkil eden
eşcinsel duyguları, savaşı ve ölümü
resmediyor. Bundan ötürü Sergey Nabokov pek çok zorluğa göğüs germiştir. Bunun içindir ki şöyle diyor: “Aşklarım beni hep pusuya düşürmüştür.”
Hayata kusurlu bir başlangıç
Roman 23 Kasım 1943’te, Berlin’de bir
bombardımanla başlıyor. “Berlin, avlanmayı bekleyen balıklarla dolu bir fıçı”dır
ve bu balıklardan biri de Rusya’nın
Petersburg şehrinde Vladimir Dmitriyeviç Nabokov ve Elena İvanovna
Rukavişnikov’un ikinci oğlu olarak dünyaya gelen Sergey Nabokov’dur. Sergey
Nabokov aslında hayata kusurlarla dolu
bir başlangıç yapar: “Dürüstlüğünü
olur olmaz zamanlarda gösteren büyükannem Nabokova’nın bana sonradan anlattığına göre, annem ve babam,
çok da üzerinde titremedikleri ikinci
yavrularının ilkinin soluk bir kopyası
olduğunu görünce hayal kırıklığına uğramışlar. Yadırganacak biçimde neşesiz
bir çocukmuşum; miyop, sakar, onca
“tedavi” çabalarına karşın müzmin solak ve kekeme.” Sergey daha dört yaşındayken etrafının savaşlarla ve ilginç
denebilecek kişilerle sarıldığının farkına
varacaktır. Rusya’nın Japonya’yla savaşta olduğu yıllarda karizmatik ağabeyinin öncülüğünde Wiesbaden’deki otelden kaçtıklarını anlatırken “masum bir
karasevda”dan söz ediyor ki bu bölüm,
yazarın romanda zaman unsurunu nasıl kullandığını da belirten bölümlerden
ilkidir. Bu dengeyi iyi kurmuştur Russell.
Öyle ki, Paul Russell, zaman dengesini
kurarken biz okurların zaman duygusu-
(Soldan sağa) Vladimir Nabokov, Cyril, Olga, Sergey Nabokov ve Elena, 1918
na denk düşecek kadar başarılıdır, sıçramalı olarak her bölümde anlatılanın bir
başka “gerçek zaman” kesitine denk gelecek ayrıntılar barındırması da romanın
başarılarından biridir.
“Zaman” kavramının üstünde duruyorum, çünkü romanın adı Sergey
Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı bile yorumlamaya muhtaçtır. “Gerçekdışı Yaşam” zaman duygusunun iyi dengelenmesi sayesinde gerçeğe dönüşmesi, yok
olanın var olmasıdır. Kuşkusuz ki, kurmaca yapıtlarda zamansal değerlerin
nasıl kullanıldığı, romanın hangi ağızla anlatıldığıyla ilintilidir ama “ben”
ağzıyla anlatılan ve zaman algısıyla
oynamak gerekçesiyle zaman duygusunun büyüsünü bozan veya hiç buna
kafa yormamış yazarların kaleminden
çıkan pek çok roman yazılmıştır dünyada ve ülkemizde. Yalnızca zaman
unsurunu iyi kullanmıyor Russell, Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı’nda.
Bunun yanı sıra gerçekliği kurmacayla
iyi harmanladığı için de okuru avucunun içine alıyor. Bu söylediğim çok
iddialı gelebilir. Bunu şunun için söylüyorum: Sergey Nabokov’un Gerçekdışı
Yaşamı, gerçeğin büyüsünü kurmacaya aktardığı içindir ki okuru avucuna
alır. Gerçek ile kurmacanın birleştiği
“zaman” ölümsüz istisnalardan biridir.
Çünkü gerçek yaşanmışlıkları tamamlayan yön, gerçeğin kabuğunu açıp iç
ışığını ortaya çıkaran kurmacadır. Ka-
nımca pek çok başarılı yazar bu iç ışığı gören keskin gözlere sahiptir. Sergey
Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı’nın kurmacası da bu iç ışıkla meşguldür. Bu iç
ışık elbette öncelikle Sergey ve Vladimir
Nabokov ile ailelerinin yaşadıklarının
arka planındaki gerçeklerdir. Bir bakıma
insanoğlunun düşünsel dünyasından fiziksel zamana dâhil olanlardır denebilir.
Roman bir bakıma ünlü yazar Vladimir Nabokov’un da gerçek dışı hayatını
kapsıyor. Paul Russell anlaşılan o ki, titiz
bir araştırma yapmış, romanın arka planını oluşturacak ulaşabildiği kaynaklara
ulaşmış, üstünde çalışmış. Romanın sonunda yer alan “Teşekkür” bölümünden
de bunu anlıyoruz, yazarın yararlandığı
kaynaklar listesi epeyce uzun; böylesi
biyografik romanlar yazanlar buna fazlasıyla ihtiyaç duyarlar.
Roman içgüdülerin savaşıyla, ülkelerin veya ulusların acımasız savaşlarını
tüm çıplaklığı ve gerçekliğiyle veriyor.
İçgüdülerin savaşı elbette Sergey’in hayatının bir ağıtıdır. Babası oğlunun şeytani şakayla yoklandığını düşünmektedir. Babası şöyle diyor: “Nasıl da keskin
bir dille ifade etmiş Puşkin: ‘Sevgiyle
şakalaşmak şeytanın işidir.’ Bu şeytani
şakanın seni yoklamasına asla razı gelmemelisin.” Ama Sergey Nabokov’un
gerçek yaşamı bu şakayla geçecektir.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının
ve ağabeyi Vladimir Nabokov’un gölgesinde geçen yaşamında “çok şey ola-
30
cak ama hiçbir şey değişmeyecektir”.
Kırılgan bir köprü
Sergey Nabokov’un kendisinden dinlediğimiz hikâyesiyle 1900’lerin başlarına
kadar gidiyoruz. Çarlık Rusyası’nın bitişine, Bolşeviklerin iktidara gelişine tanıklık
ediyoruz. Tıpkı Sergey Nabokov’un adım
adım değişen yaşamı gibi, Nabokov ailesinin yaşamı da kimi toplumsal olayların
baş göstermesiyle birlikte değişiyor ve
romanın bu tarihsel arka planıyla birlikte
ünlü yazar Vladimir Nabokov’un da yaşamını takip ediyoruz.Sergey Nabokov’un
hayatı toplumca kusurlu görülen içgüdülerle sanat, vatan sevgisiyle sürgünler,
aile ile cinsel kimlik arasında kurulmuş
çok ayaklı ama kırılgan bir köprüye benziyor. Berlin, Petersburg, Cambridge, Paris… Bir savruluşun hikâyesidir Sergey’in
hayatı. Çocukluktan ilkgençliğe, oradan
sürgünlerle biçimlenen, ağırlaşan ve
olgunlaşan yıllara uzanıyor. Sanki yaşadığı her kentin ona biçtiği bazı roller
vardır ve roller bizi de içine alarak Sergey Nabokov’un yaşadığı duyguların bir
parçası yapıyor, ülkelerin, kişilerin ve
hayaletlerinin. Sergey’in dediği gibi: “Bir
Alman yurttaşını sevdiğim için hapse
atıldım. Ama nerede durduğumu anlayasınız diye size şunu söyleyeyim: Nasıl Stalin’in Sovyet’i o bildiğimiz Rusya
değilse, Hitler’in Reich’ı da o bildiğimiz
Almanya değil. Gerçeklik kisvesi altında ölüm saçan birer hayalet ikisi de.”
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Yaşlı bir çocuktu şair
BİYOGRAFİ-İNCELEME
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Dedikodudan hikâyeye
He’nin İki Gözü İki Çeşme adlı Asaf Hâlet Çelebi biyografisi şairin edebiyat, musiki ve resim çevreleriyle ilişkilerinin yanı sıra
bir insan olarak aşklarını, ‘müstakil namzet’ olarak siyasete
soyunuşunu ve memuriyet hayatını belgelerle ortaya koyuyor.
Gazeteci ve deneme yazarı Robert Fulford, Anlatının Gücü: Kitle Kültürü
Çağında Hikâyecilik adlı kitabında edebi sanatların atası olarak gördüğü
hikâyecilik üzerinde duruyor. Anlatının başlangıcı saydığı dedikodulardan, kitle
kültürünü şekillendiren sinema ve televizyona kadar hikâyeciliği ele alıyor.
HE’NİN İKİ GÖZÜ İKİ ÇEŞME, BEŞİR AYVAZOĞLU, KAPI YAYINLARI, 350 SAYFA, 22 TL
ANLATININ GÜCÜ, ROBERT FULFORD, KOLEKTİF KİTAP, 133 SAYFA, 14 TL
M
AHMET HAMİT
YILDIZ
ustafa Miyasoğlu,
küçük şişelere koyulmuş ağır miskler
gibi duran şiirleriyle tanıdığımız Asaf
Hâlet Çelebi (1907-1958) için ilk derleme
çalışmasını yayımladığında, ölümünün
ardından unutulmaya terkedilmiş olan
şairi sincabi uykularından uyandırıyordu. Edebiyat dünyamızın dikkatini çeken ikinci kitap bundan 15 yıl sonra Bilal
Kırımlı’dan gelecek (2000), şairin hayatı,
sanatı ve eserleri akademinin yöntemleri ve yaşayanların tanıklıklarıyla
mercek altına alınacaktı. Ölümünün 45.
yılında Mehmet Can Doğan’ın hazırladığı A’dan Z’ye Asaf Hâlet Çelebi kitabı
ile Hüseyin Su, İlyas Dirin ve Şaban
Özdemir tarafından hazırlanan Asaf
Hâlet Çelebi Kitabı edebiyat dünyamızda şaire olan ilginin giderek arttığını
gösteriyordu. Bugünlerde yayımlanan
He’nin İki Gözü İki Çeşme adlı çalışmasında Beşir Ayvazoğlu’nun, biyografi
türünde eserlerinin bir yenisini Asaf
Hâlet Çelebi’ye ayırdığını görüyoruz.
Dönemi İçinde Şair
Asaf Hâlet biyografisiyle Ayvazoğlu,
sadece şairin hayatına değil, aynı zamanda 1940’lı yılların edebiyat ve sanat
ortamına nüfuz etmemizi sağlıyor. Giriş satırlarına “Asaf Hâlet Çelebi, ders
kitaplarında yoktu” tespitiyle başlayan
Ayvazoğlu, onun “Cüneyd” ve “Semâ’-ı
Mevlana” şiirleriyle karşılaştığında
adeta çarpıldığını, yıllar içinde ona
olan sevgi ve ilgisinin devam ettiğini
belirterek, He’nin İki Gözü İki Çeşme’yi
yazmasına neden olan gelişmelerden
söz ediyor. Şairin özlük dosyasının
Türk Tarih Kurumu tarafından satın
alınmasıyla başlayan sürecin sonunda
Ayvazoğlu, Asaf Hâlet’i bir edebiyat
kişisi (persona), biyografi kişisi ve kültürel şahsiyet olarak dönemin edebiyat
ortamı içerisinde resmeden söz konusu
biyografi çalışmasıyla karşımıza çıkıyor. Kitap boyunca Şair olarak andığı
Asaf Hâlet’in edebiyat, musiki ve resim
çevreleriyle ilişkilerini, dönemin dergileri, gazeteleri ve edebi mekanlarıyla
içiçe anlatırken, bunun yanısıra bir insan olarak aşklarını, ‘müstakil namzet’
olarak siyasete soyunuşunu, ‘küçük
memur’ olarak geçirdiği memuriyet hayatını keskin bir belgecilik çerçevesinde
ortaya koyuyor.
H
Ayvazoğlu, dönemi içinde bir Asaf
Hâlet portresi çizerken, birçok teferruatı
süzerek karakteriyle ilgili küçük ayrıntıları da işaretlemeyi ihmal etmiyor. Çalışma boyunca serpilmiş, tanıklıklara
dayanan küçük ayrıntıları birleştirdiğimizde Türkçenin en soyut şairlerinden
birinin adeta ete kemiğe büründüğünü
görüyoruz. Arapça, Farsça ve Fransızca
bilen bir zeki İstanbul çocuğu, bir hattatınkine yakın güzellikte talik hattı olan,
kitaplarının çoğunu kendi ciltleyen, şiirlerini kendi eliyle âharladığı kağıtlara
yazıp duvarlara asan, eski musikimizle
Hamparsum notasını bile okuyup deşifre edebilecek kadar içli dışlı, III. Ahmed devrinden kalma elyazması bir yemek kitabındaki tariflere göre yemekler
yapan, dost meclislerinde yakasında
gül ya da karanfil, koltuğunun altında bir yığın kitapla arzıendam eden,
kalemlerinin ucunu zımparayla düzelten, cebinde onlarca kalem taşıyan, şiir
kitabı ‘He’ için kendi otoportresini çizen, vapurda cebinden çıkardığı antika
kutulardan kakule, Nemse kimyonu,
kaya tuzu, safran veya franbuaz şekerlerinden yanındakilere ikram eden nesli
tükenmiş bir derviştir şair. Her büyük
yetenek gibi yaşadığı zamanlarda yeterince anlaşılamayan, dandy veya bobstil
diye adlandırılarak yazılarla, karikatürlerle alaya alınan, oysa Doğu ve Batı
kültürlerine aşina yüksek bir kültürel
şahsiyet olan şair, Ayvazoğlu’nun derinlikli biyografisiyle edebiyat tarihimizde layık olduğu yeri alacaktır.
SONER ÖZCAN
ikâye anlatmaya ne
zaman başladık bilmiyoruz. Yalnızca, insanlık tarihinin başlangıcından itibaren
anlattığımız kanısındayız. Bunun da
elbette oldukça haklı bir dayanak noktası var: Hikâyelerin insan ve toplum
hayatındaki yeri... Uzak geçmişimizde
atalarımız yaşamı, varoluşu mitler ve
kutsal hikâyeler aracılığıyla öğreniyordu. İnsanlar çocukluklarından itibaren
hikâyeler duyuyor ve anlatıyordu. Her
anlatıcı da kendinden bir şeyler katıyor,
hikâyeler ilk hallerinden uzaklaşıyor
daha da karmaşık ve yoğun birer anlatıya dönüşüyordu. Bu kolektif hikâye
oluşturma süreci günümüze değin sürdü ve hâlen sürmekte.
Her ne kadar yazı ve bireysel yazarlık, görünüşte iktidarı elde etmesiyle
sözlü olanı olumsuzlamaya giriştiyse
de iki alan birbirini etkileyerek ve gitgide daha da genişleyerek sürmüş; günümüzde –Walter J. Ong’un ifadesiyle
“İkinci Sözlü Kültür”de– ise neredeyse
birbirinden ayrılamaz hale gelmiştir.
Hikâyeler ve hikâyecilik günbegün artmakta, çünkü hikâyelere ihtiyacımız
var. Her gün yedi milyar insan birbirine hikâye anlatıyor. Masallar, öyküler, romanlar, kıssalar, menkıbeler gibi
bildik ve herkes tarafından kabul edilmiş hikâyelerin yanı sıra kendi yaşamlarımız, kısa yoldan köşeyi dönenler,
zor şartlar altında başarıya ulaşanlar,
okulda aşağılanan dâhiler, dünyayı
yönetmeye çalışan patronlar, kavuşamayan âşıklar ve daha pek çok kişi ve
yaşam üzerine hikâyeler anlatıyoruz.
Her biri bizi eğlendiren, eğiten, düşündüren ve iletişim kurmamızı sağlayan
bu hikâyelerle iç içeyiz. Ve bu iç içelik
sebebiyle –Robert Fulford’un söylediği
gibi– hikâyeciliğe hak ettiği değeri vermiyor ve yaşamımıza kattıklarını çok
da iyi değerlendiremiyoruz.
‘Çocukluğumun İçindeyim’
Ayvazoğlu, çalışmasında kadim uygarlıkların kıyılarında dolaşan onca eserine
karşın “Ben hâlâ çocukluğumun içindeyim!” diyen şairin sözünden hareketle
“hayatının sonuna kadar çocuk kalmıştı” tespitini yapıyor. Bu tespiti, Abdülhak Hâmid’in “tayy-ı menziller eyleyen
fertût” (mesafeler kateden yaşlı çocuk)
dizesiyle birlikte düşünmek gerekiyor
belki de. “Cüneyd”, “Semâ’-ı Mevlana”, “Sidharta”, “Mısr-ı Kadim”, “Asuri
Şiiri”, “Kilise” ve “Tevrat Şiiri”yle zamansız bahçeleri kucaklarken, “ruhun
buğuları” olarak adlandırdığı şiirlerini
birer gerçeküstü masala dönüştürürken
içindeki çocuğu unutmamıştı şair. Bir
çocuktu belki, ama “yaşlı bir çocuk”tu..
‘tayy-ı menziller eyleyen fertût’...
yakasında gül bir şişecik cebinde su
koltuğunda cildi âsüman kitaplar - yolda
Mesnevî ve Bhagavad Gîta.
Çağımızda hikâye anlatmak
Robert Fulford, 1932 doğumlu Kanadalı gazeteci, editör ve deneme yazarı.
Kanada’nın en önemli kültür gazetecisi de seçilen Fulford, hâlen Globe and
Mail’de ve Toronto Life’ta yazmakta.
1999’da yazar, Massey Konferansı’na
davet edilmişti. Birer saatlik beş konuşmadan oluşan buradaki konferansından Anlatının Gücü: Kitle Kültürü Çağında Hikâyecilik adlı kitap ortaya çıktı.
Ezgi Kardelen’in başarılı çevirisiyle
35
dilimize kazandırılan kitapta Fulford,
edebî sanatların atası olarak gördüğü
hikâyecilik üzerinde duruyor. Anlatının yeryüzündeki başlangıcı saydığı
dedikodulardan, kitle kültürünü şekillendiren sinema ve televizyona kadar hikâyeciliği alışılmışın dışında bir
perspektifle ele alıyor ve psikoloji, antropoloji, nöroloji gibi farklı disiplinlerden de yararlanarak yaşamın her tarafına sinmiş hikâyelerin önemi üzerine
düşünmemizi sağlıyor.
Dedikodunun anlatı tarihinin başına yerleştirildiği “Dedikodu, Edebiyat
ve Benlik Kurguları” isimli birinci bölümde yazar, dedikodunun yazın sanatı içindeki yerine odaklanıyor. Mary
McCarthy’nin “The Fact in Fiction”
[Kurgudaki Gerçeklik] makalesinden
alıntılar yaparak Tolstoy, Flaubert, Proust ve tüm diğer büyük romancıların
romanlarında dedikodu havası bulunduğu iddiasını destekliyor. Özellikle
dedikodudan romanlaştığını öne sürdüğü Bellow’un Herzog romanı üzerinde duruyor ve hikâyelerin yeryüzünde
varlıklarını sürdürmesinin sebeplerini
sorgulayarak ilk bölümü tamamlıyor.
İkinci bölüm ise “Büyük Anlatılar”
olarak adlandırdığı, medeniyetlerin
yükselişini ve çöküşünü anlatan genel
tarihî anlatılar üzerine. E. Gibbon, T.
Macauley, F. Parkman, H. G. Wells ve
O. Spengler’ı odağa alan Fulford, geçmişi tutarlı bir anlatı haline getirme
ihtiyacımızdan, bu doğrultudaki çabalarımızdan ve bunu şimdiye kadar
başaramadığımızdan –belki de bunun
başarılamaz olduğundan- bahsediyor.
GAZETECİLİK VE HİKÂYE
Bir sonraki bölüm hepimizin aşinası olduğu, şehir efsaneleri hakkında.
Kolektif sözlü üretimin günümüzde
devam eden ürünleri şehir efsanelerinin nasıl oluştuğunu, kültürel ve hatta politik yaşamda ne gibi etkilerinin
olduğunu tartışıyor. “Sokak Edebiyatı
Haberlerinin Şekillenişi” isimli bu
bölümde Fulford, kendi mesleği olan
gazetecilikten ve editörlükten edindiği tecrübeyle haberlerin yazılma
sürecini, televizyonun ve internetin
yayılacağı günümüze kadarki gazetecilik tarihi üzerinden sunuyor. Son iki
bölümde yazar, modernizmle birlikte
hikêyecilikte yükselişe geçen “güvenilmez anlatıcı” kavramını, kitle kültürü
çağı olarak nitelenen günümüzde kitlesel hikâyeciliği, postmodern akademik teorilere de yer vererek ele alıyor.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
İstanbul’un şiir yazan kedileri
İ
ŞİİR-ÖYKÜ
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yarım kalanların öyküsü
Gündüz Vassaf’ın İstanbul’da Kedi adlı kitabı okuru hem sürprizlerle şaşırtıyor, hem de mitolojiden tarihe, felsefeden şiire geniş bir atlasta dolaştırıyor. Kitabı benzerlerinden farklı kılan, insanın kediyle/hayvanla kurduğu
çarpık ilişkideki güç savaşını kendine has dikenli ironisiyle ifade etmesi.
Uzun Irmak Boyunca , Hande Gündüz’ün ikinci
öykü kitabı, Alakarga Yayınları tarafından
okura sunuldu. Büyülü bir dil kullanan yazarın
hikâyelerinde bir ‘yarım kalma hali’ öne çıkıyor.
İSTANBUL’DA KEDİ, GÜNDÜZ VASSAF, YAPI KREDİ YAYINLARI, 300 SAYFA, 24 TL
UZUN IRMAK BOYUNCA, HANDE GÜNDÜZ, ALAKARGA YAYINLARI, 112 SAYFA, 10 TL
ESRA YALAZAN
stanbul’da Kedi’nin resimli,
mısralı sayfalarını çok eski bir
masal kitabının içinde dolaşır
gibi karıştırırken o sade mısrada durdum
ve kanepenin diğer ucunda benim gibi
battaniyenin altında mırıldayan kedime
baktım. Dünyanın uğultusundan azade
patilerini özenle yalıyor, onlarla yanaklarını temizliyor ve sonra okunu fırlatmaya hazır bir yay gibi iyice geriniyordu.
Her zaman yaptığı bu hareketler sıradan
bir kedinin olağan halleriydi aslında.
Ona seslendiğimde duymuyormuş gibi
yapmasına rağmen kuyruğunu sevinçle oynatması, gözlerini yumarak beni
onaylaması, küçük kağıt topların peşinde avcı bir köpek gibi koşup marifetlerini
göstermesi, hayır bunların hiçbiri onun
tabiatına has inceliklerin ifadesi değildi.
Ama ben de tıpkı kitabın yazarı Gündüz
Vassaf gibi onun şiir yazabildiğini, hayatı
kendi mistik algıları üzerinden metaforlarla okuyabildiğini biliyordum. Onun
çağırdığı mana, duygularının üzerine
kapanan bir şair gibi davranışlarının,
beden hareketlerinin ayrıntılarından
saklıydı ve ancak o göz önünden kaybolduktan sonra anlaşılabiliyordu.
Pervazın yanına ilişip bakışlarını
sokağın ıssızlığına, martılara, telaşla
koşuşturan insanlara, saçaklardan damlayan iri damlalara sabitlediğinde bütün
bir ömrü temize çekiyordu sanki. O bana
suskun şiiriyle bakarken ben kitaptaki
kedinin kadim tarihine dönüyordum:
“Yedi kıta yolculuğumuzda/ Liman kenti
dağ köyü,/ Saray, sokak/ İskender’in ordusu/
Kolomb’un gemisi/ Kediler/ Yalnız bırakmadılar bizi”. Mısralar böyle akarken yazar
Montaigne’in kediyle ilişkisini hatırlatıyor: “Kendisinin mi kediyle, kedinin mi
kendisiyle” oynadığına kafayı takar”.
Hayvan-insan, kedi-insan ilişkisi
yazının başlangıcından beri yazarları meşgul etmiş meselelerden biri. Her
yazar bu kadim ilişkiyi kendi üslubunca
kurcaladı, yazdı. Gündüz Vassaf’ın bir
anlamda yarattığı bu yeni anlatı, okuru
hem sürprizlerle şaşırtıyor hem de mitolojiden tarihe, felsefeden şiire geniş bir
atlasta dolaştırıyor. Onu benzerlerinden
farklı kılan, insanın kediyle/hayvanla
kurduğu çarpık ilişkideki güç savaşını,
çaresiz üstünlük mücadelesini kendine
has dikenli ironisiyle ifade ediyor oluşu:
“‘Ben hayvanlardan farklıyım, iki ayak üstünde yürür, alet yaparım’/ Filleri köleleştirdi,
develeri güreştirdi/ Kucağında pedikürlü süs
Ö
köpeği Elinde bahs-i müşterek bileti/ Atları
altılı ganyanda kırbaçlattırdı”.
Evet, insanın diline pelesenk
olan, kedilere atfedilen o özellik gerçektir. Kedi bencildir. İstediği vakit
kendini sevdirir. Sevmeyi elbet bilir
ama sevilmeyi hatta öyle görünmeyi tercih eder. İnsanı sevebilmek için
ondan uzak durmak gerektiğini bilir
çünkü. Peki ya insan, o farklı mıdır?
Sokrates’ten ‘Kendini tanı’ sözünü
alan insan, yazarın dediği gibi ‘Ben
kimim’ saplantısıyla sazı elinden bırakmadı: “Biz Ademoğulları / Kendimizi
tanıyalım derken / Kendimize taptık”.
Gündüz Vassaf, kedinin dünyaya
gelişi insana hizmet değil de insana had
bildirmek, derken pek haksız değil. Bunu
bir kediyle birlikte yaşamayan bilemez.
Yazar, insan-kedi ilişkisini edebiyatın diline tercüme ederken biraz da tarifi zor
bu ilişkiyi mitoloji, efsane, destan, hikâye,
tarihsel gerçekler ve kahramanlar aracılığıyla anlatarak uygarlığın ürkütücü,
kronolojik resmini çiziyor. Kedileri tanrılaştırıp kurban eden, mumyalayıp satan,
evcilleştirip ticaretini yapan, saraylarda
ağırlayan, kürkünü yapan hep insan.
ZEHRA ONAT
ykünün bir edebiyat
türü olarak sunduğu
imkânlarla,
romandan
daha özgür bir tür olduğu iddia edilebilir. Diyebiliriz ki öykü, türün
getirdiği bu özgürlük sayesinde bütünlük gözetmek mecburiyetinden
bağımsızdır. Alakarga Yayınları’nın
edebiyatımıza kazandırdığı Hande Gündüz’ün Uzun Irmak Boyunca
adlı kitabında, öykünün sunduğu bu
özgür imkânları kullandığını söyleyebiliriz. Trafik terörü, çiftlik hayatı, şenlik ateşi ya da düğün çorbası
kendine yer buluyor Gündüz’ün öykülerinde. Gündelik hayatta karşılaşılabilecek detayları, ince bir işçilikle ele alıyor yazar ve konu zenginliği
bakımından okuyucuyu şaşırtan bir
dünya sunuyor. “Son Taş”ta gece
yarısı rüzgârın sesine uyanan bir
kadının, evde biri var endişesini öykülüyor mesela. Kadının odaları tek
tek dolaşıp olası tehlikeye kendini
hazırlayışını, ihtiyatlı davranışlarını
anlatışı ve bu kısacık zaman dilimine sığdırdıklarıyla öykünün hakkını
teslim ediyor. Yahut bir başka öyküde martıların hareketlerini izleyen
birini konu ediniyor. Yazar bir yandan değinilmemiş konulara göz kırparken, diğer yandan alışılagelmiş
sınırların dışına çıkıyor. Kullandığı
mekânlar, seçtiği zaman, ya da kurduğu karakterler çoğu öyküde muğlak bırakılıyor. Okuyucunun hayal
gücünü zorlayan bir zemin sunuyor
bu noktada; öykülerin nerede başladıkları, nerede sonlandıkları öyle
belirsiz kalıyor ki kimi zaman, diğer
öyküye geçtiğinizde bile beyniniz,
okuduğunu bir öncekinin devamı
gibi algılamak istiyor.
Hande Gündüz’ün öyküsünde
kullandığı yalın dil de dikkat çekici.
Sakin, fırtınasız bir denize benzetmek mümkün bu anlamda. Şaşırtıcı bir gelişme yaşanmıyor birçok
öyküde, hangi olayı anlatırsa anlatsın durağan ya da ağır ilerleyen
bir atmosfer kuruyor; gürültüsüz,
debdebesiz, telaşsız... Gündüz’ün
karakterlerinin ortak özelliği ise,
her birinin tamamlanmamışlık
içinde olması. Tıpkı günümüz insanı gibi, bir yanlarıyla hep eksik,
hep yarımlar. Küçük detaylarda
gösteriyor Gündüz bu yarımlığı.
İSTANBUL SOKAKLARINDA KEDİLER
Vassaf, seksen milyon hücresi koku için
çalışan kedileri eski/yeni İstanbul sokaklarında dolaştırıyor. Canı istediğinde
çekip giden kedilerden bahsediyor sonra:
“Gün geldi, çat kapı uğramadı iki evine/Kayboldu sanıldı/ Ağaçlara ilan asıldı/Ortalık
ayağa kaldırıldı/Bu nafile çırpınışlar/Kedileri
anlayamadığımızın kanıtı/Onlar yaşam yolculuklarının/Tevekkül duraklarında/İsterlerse/Hindu fakirleri gibi/Yollarda/Arzu ettiklerinde/Yıllar geçse de/Dönerler eski evlerine/
Kim bilir?/Belki de aynı evin eski sahiplerine/
Ya da eski sahiplerin yeni evlerine.”
İnsanın asla kedi kadar bağımsız
olamayacağını, iki yüzlülüğünü muhtelif ‘taşlamalarla’ aktarırken burjuvazinin
kedi algısını, kapitalist sistemin kedili
tuzaklarını, modern insanın yapay kedi
ehlileştirme yöntemlerini adeta kırbaçlıyor. Vassaf’ın sesle, sözcük uyumuyla pek
derdi yok. Dolayısıyla kapağında ‘şiir-roman’ yazan türün bildiğiniz şiir olmadığını hatırlatmakta fayda var.
İstanbul’da Kedi, “hayvan” sözcüğünü hâlâ hakaret olarak kullanan insanın
kibrini terk etmedikçe dünyayı kavrayamayacağını, müzelerden seçme kedi
resimleri, illüstrasyonlar, hikâyeler ve
tarih eşliğinde, kendi türünün tılsımlı
lisanıyla anlatıyor.
31
“Şenlik” öyküsünde, şenliğin peşinde orman yollarını aşanların
hedeflerine vardıklarında, orada
bir şenliğin olmayışı, “Memento”da
tüyün çekip gidişi, “Adeta” isimli öyküde çocuğun attan düşüşü örneklerden sadece birkaçı.
Gerçeküstüne geçiş
İlk kitabı Çaparide Çırpınmak’la kıyaslayacak olursak, Gündüz daha
önce nadiren başvurduğu bir üsluba geçiş yapıyor ve bu kitabında
büyülü bir dil kullanıyor. İsrailli
yazar Etgar Keret’in kitaplarında
da rastladığımız bu büyülü dünya
Gündüz’ün öykülerinde bazen yerini buluyor bazen de kendini tam
anlamıyla gerçekleştiremiyor. Yazar
gerçekle gerçeküstü arasındaki geçişleri o denli hızlı ve keskin yapıyor
ki, okuyucu hangi durumun içinde
olduğunu, o anda gerçekleşen olay
ya da olayların hangi düzlemde sürdüğünü algılamakta güçlük çekiyor.
Buna en iyi örnek de “Bizon” öyküsü. Kitabın en güçlü öyküleri arasında yer almasına rağmen, Bizon’daki
geçişler algıyı sarsan bir etki bırakıyor. Bir kadının tekerlekli sandalyeye mahkum babasını arabayla maça
götürdüğü sırada trafikte sıkıştırılmasını konu ediyor yazar ve bir yerde yaralı bir bizondan bahsetmeye
başlıyor. Bir yanda trafik magandaları, diğer yanda torbada taşıdığı yaralı, sürüsü tarafından terk edilmiş
bir bizon! Bu sıra dışı hayal gücü bir
araya gelmesi imkansız iki varlığı
bir araya getiriyor getirmesine ama,
okuru yoran bir akışla: “Ne istiyorsunuz? demiş kadın. Hiç, hiçbir şey
minik böcek. Korkma, bas. Su aygırının hantal gölgesi üstlerine çörekleniyor. Onu çoktan fark etmiş.
Yapış, diyor adam, yapış, çarparız,
çarpmazsın, boşluk bırakma. Su aygırının penceresi aralanıyor. Kadın
bunu söylemiyor. Onun yerine, yanına dönüp, Söyler misin bu yaptığımız akıl karı mı? Öteki, kadının
etrafında dolanmış. Kadın torbanın
kımıldamaması için dirseğini dayamış. Küçük adam, kamasını belinden çekip, bileğine yaslamış.”
Gündüz’ün günümüz öykücülüğüne farklı bir bakış açısı getirdiğini söyleyebiliriz. Öyküde yeni
bir soluk arayanlar, Uzun Irmak
Boyunca’nın sesine kulak verebilir.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Tarih, yapılan bir şeydir
TARİH
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Erdem Çıpa ve Emine Fetvacı’nın derlediği Osmanlı Sarayında Tarihyazımı adlı kitap, Osmanlı
tarihyazımı üzerine yapılan bir sempozyumda sunulan bildirilerin gözden geçirilmiş hallerinden oluşuyor. Derlemede, Osmanlı kimliğinin anlatı yoluyla kendisini anlamlandırmasına ve
dünya-tarihsel bir düzleme yerleştirmesine dair bir dizi analiz ve yorum yer alıyor.
OSMANLI SARAYINDA TARİHYAZIMI, DER.: H. ERDEM ÇIPA-EMİNE FETVACI, ÇEV.: METE TUNÇAY, TARİH VAKFI YURT YAYINLARI, 240 SAYFA, 28 TL
İ
EMRAH PELVANOĞLU
nsan bilimleri arasında
“tarih”in çok özel bir yeri
var. 19. yüzyıl Almanya’sında
başlayan ve “tarih”e akademik bir disiplin olarak önemli bir yer
açan belge merkezli ampirik tarihçilik
idealleri bir yana, insanın kültür üreten doğasını daha iyi kavramak için
“tarih”le uğraşmaya mecburuz. Tam da
bu yüzden tarih, basitçe bir geçmiş anlatısı olmaktan çok daha fazlasını içeren,
dinamik ve çatışmalı bir “yerleştirme”
çabası. Bu çabanın belgelenebilir olduğu hemen her aşamada zorunlu olarak
“anlatı” ve dolaylı olarak da bir “tür”
meselesi ile karşılaşıyoruz. Dil, dünya
ve belge arasındaki pozitif saydamlığa
dayanan ampirik tarihçiliğin, büyük
yazarlarca abidevi yapıtlar üreten bilimselci yaklaşımı, tarihin anlatısallığını belgenin ürettiği hakikat ile aşarken,
çatışma ancak belgenin güvenilirliği ya
da yeni belgelerin olası güncellemeleri
dolayımında çıkıyordu. Her türlü belgenin içerdiği çeşitli zorluklar, gerekli
filolojik yetkinlik ve sabır, tarihçinin bir
nevi hakikat habercisi olarak sağladığı
otoriteyi destekler ve ortaya çıkan yerleştirmenin (zamanda, mekânda, dilde,
kültürde) anlatısallığı kolaylıkla gözden
kaçabilir. Dilbilimsel dönemecin (lingustic turn) üzerinden geçen yarım asra
rağmen özellikle Osmanlı tarihçiliğindeki baskın metodolojinin bu olduğunu
ve tarihyazımına dair sınırlı teorik tartışmaların ayrı bir alanda kendi seyrine
bırakıldığını söyleyebiliriz.
Ancak söz konusu durum tarihçiliğin bu baskın karakterini dengeleyen
başka türlü çalışmaların olmadığı anlamına da gelmiyor. Bir derleme olan Osmanlı Sarayında Tarihyazımı, son yıllarda
artan bu nitelikli örneklerden bir tanesi
ve kitaba katkı sunan araştırmacılar da
yine bu yöndeki üretimleri ile bilinen
değerli akademisyenler. Erdem Çıpa
ve Emine Fetvacı’nın derlediği kitap,
2009 yılında Indiana Üniversitesi’nde
Osmanlı tarihyazımı üzerine yapılan
bir sempozyumda sunulan bildirilerin
gözden geçirilmiş hallerinden oluşuyor.
2013 yılında Writing History at the Ottoman Court: Editing the Past, Fashioning
the Future adı ile yayımlanan bu değerli
çalışma, Mete Tunçay’ın çevirisiyle ya-
şüphesiz ki çok değerli bir Türkiye bağlamı da mevcut. Yine de çeviri faaliyetlerinin doğal sınırlılığını da hesaba kattığımızda ortaya zaman zaman farklı
gündemleri, farklı araştırma yöntemleri ve farklı dilleri olan cemaatler çıkıyor.
Bir tarafın daha evrenselci yönelimlerine karşılık, diğer tarafın araştırmalarını sahiplenme / özdeleşme çizgisinde sürdürdüğünü gözlemliyoruz.
yımlandı. İlk elde dikkati çeken elbette
ki farklı başlık tercihlerinin ortaya çıkardığı önemli nüanslar. İngilizce başlıkta,
tarihin anlatısallığı, onun yazı yoluyla
icra edilen bir kurmaca olduğunu ima
eden alt başlık ile iyice vurgulanırken,
Türkçe başlıkta bitişik yazılan “tarihyazımı” metodoloji standartları karşılığında kullanılan “historiography”yi çağrıştırıyor. “Geçmişi düzenlemek”, “geleceği
biçimlendirmek” gibi önermelerin tarihsel anlatı ve hakikat arasındaki mesafeyi
dolduran öznelerin rollerini dikkate aldığı ve kitapta Osmanlı tarihyazımının
benzer bir dizi perspektifle ele alındığını işaret ettiği açık. Lâkin aynı açıklık
“Osmanlı Sarayında Tarihyazımı” gibi
standart bir başlıkta mevcut değil, kaldı
ki ilgili alt başlık kitabın orijinal adının
belirtildiği künyede dahi es geçilmiş. Bu
bir tercih midir, tercihse kime aittir bilmiyoruz. Yayınevinden kaynaklı editöryal bir tercihse, Osmanlı tarihyazımına
dair mevcut kuramsal limitler göz önünde bulundurularak, çalışmanın betimlemeci (deskriptif) yönü öne çıkarılmak
istenmiş olabilir ki büyük oranda 15 ve
16. yüzyıllardaki önemli birincil kaynakların değerlendirildiği çalışmanın bu
yönü de gayet doyurucu.
Osmanlı Sarayında Tarihyazımı’nın
bir diğer yönü, kitabın Türkiye dışında,
ağırlıklı olarak Birleşik Devletler’de icra
edilen Osmanlı tarihçiliğinin ürünü
olması. Bilgi üretimi ve paylaşımının
İngilizce olarak yapıldığı bu dünyanın
Tarihsel modellerle düşünmek
Osmanlı Sarayında Tarihyazımı, Osmanlı kimliğinin anlatı yoluyla kendisini
anlamlandırmasına ve dünya-tarihsel
bir düzleme yerleştirmesine dair bir
dizi analiz ve yorumundan oluşuyor.
Hakan Karateke’nin “On Dokuzuncu
Yüzyıl Osmanlı Tarihyazımında Yeni
Dönemler” başlıklı makalesi dışındaki
bütün yazılar, 1402 Ankara Savaşı’nın
yarattığı meşruiyet krizleri ile Kanûnî
Sultan Süleyman saltanatının meşruiyeti etrafında rekabet eden farklı
dünya-tarihsel modellerin (dolayısıyla
farklı politik tahayyüllerin, cemaatlerin) ürettiği kimlik ve anlam örüntülerine odaklanıyor. Kaynakların sorunsallaştırılmasına, farklı türdeki anlatı
ve görsellerin ilgili öznelerin tarihsel
imgelemleri tarafından nasıl işlevselleştirildiğini ortaya koyan temel metodolojik yaklaşımın yine bütün yazılar
için geçerli olduğunu belirtebiliriz.
Çıpa ve Fetvacı kitaba yazdıkları önsözde, tarihsel imgelemin Osmanlılar
32
üzerindeki etkisinin çok derin olduğunu
ve mevcudiyetlerini (“şimdi”yi) yazınsal
ya da tarihsel model terimleriyle gördüklerini belirterek, “kendi çağlarının İskender’leri ya da (Hz.) Süleyman’ları olan
Osmanlı hükümdarlarından ve onları
Süleyman’ın vezirleriyle ilişkilendiren
‘Asaf’ adlı başvezirlerden söz edildiğini
okuyoruz” diyorlar. Tarihin, şimdinin
ya da gerçekliğin bu şekilde kavranması bir “tarihsel modellerle düşünme”
meselesinin yanında, Osmanlı kimliği
bağlamında tanımladığımız öznelerin
kendilerini ve eylemlerini yerleştirdikleri
tarihsel alanı nasıl tasarladıkları ile de ilgili. Osmanlı Sarayında Tarihyazımı’ndaki makaleler “dünyada olup bitenlerle
ilgili bir ‘Osmanlı’ anlayışını ya da ‘Osmanlı’ kültürel veya siyasal güdülerini
ve çıkarlarını yansıttıkları düşünülen
metinleri, olayların çok özgül bileşimlerine tepki gösteren bireylerin, sosyal
toplulukların ya da siyasal hiziplerin
güdülenmelerine bağlıyor”.
Dimitris Kastritsis, Baki Tezcan,
Kaya Şahin, Tijana Krstic, Giancarlo Casale, Fatma Sinem Eryılmaz ve
Hakan Karateke’nin yazılarından
oluşan kitap, Osmanlı tarihyazımı
ve genel olarak Osmanlı tarihçiliğine
ilgi duyanların kayıtsız kalmaması
gereken özgün bir çalışma. Farklı disiplinlerden ve ilgi alanlarından beslenen bir dizi “okuma” bir araya gelince ortaya çıkan kültürel dizgeleri ve
örüntüleri izlemek de ayrıca keyifli.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Bilimin kaynağı olarak cehalet
P
DÜŞÜNCE-TARİH
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Tek parti döneminin bilinmeyenleri
Stuart Firestein’ın Cehalet adlı kitabı, yazarın Columbia
Üniversitesi’nde sinir hücreleri üzerine çalışırken “Cehalet” başlıklı bir ders açmaya karar vermesiyle ortaya çıkmış. Yazara göre
cehalet insanı bir şeyler bilmeye ve ilerlemeye itiyor.
Birinci Meclis’teki muhalefet hakkında çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ahmet
Demirel’in gazete yazıları Cumhuriyet Tarihinin Bilinmeyen Gerçekleri adıyla
kitaplaştı. Demirel’in incelemesi, hem akademik düzeyini yitirmeyen hem de
resmî tarihten tamamen bağımsız olabilen az sayıdaki çalışmadan biri.
CEHALET, STUART FIRESTEIN, ÇEV.: MEHMET DOĞAN, BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 152 SAYFA, 25 TL
CUMHURİYET TARİHİNİN BİLİNMEYEN GERÇEKLERİ, AHMET DEMİREL, UFUK YAYINLARI, 394 SAYFA, 20 TL
A. YAVUZ ALTUN
rof. Stuart Firestein, Columbia Üniversitesi biyoloji bölümünde sinir hücreleri üzerine
çalışırken, “Cehalet” başlıklı bir
ders açmaya karar verir. Firestein
uzun yıllar tiyatro ile uğraştıktan
sonra bir anda kendini üniversitede biyoloji bölümünde bulmuş
ve kısa süre sonra sinirbiliminde
araştırma yapmaya hevesli olduğunun farkına varmıştır. “Cehalet” başlıklı bir ders (yahut anlatılanlara bakılırsa bir çeşit “bilim
insanları için toplu terapi seansları”) açmaya karar verdiğinde, şu
cümleyi serlevha yapar kendisine:
“Karanlık bir odada siyah bir kedi
bulmak oldukça zordur, özellikle
de odada hiç kedi yoksa.” Burada
asıl araştırdığı, insanların ne bildiği değil “ne bilmediği” ya da bir
nevi “cehaletin itirafı”. Sokrates’in
“bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözüne referansla
Firestein, bilimin nasıl ilerlediğine dair farklı tezler anlatır. Bilimsel
araştırmanın, karanlık odada el yordamıyla bir şeyler aramaktan farksız
olduğunu söyler. Sonunda bu toplantılardan elde edilmiş bir internet
sitesi ve bir kitap ortaya çıkar.
karanlık odada keşif yapmak
Firestein, bugüne kadarki bilimsel
keşif ve icatları, ‘Princeton’lı bir
matematikçiden ödünç aldığı ve
karanlık odada kedi arama esprisinin geliştirilmiş bir versiyonu olan
şu analoji ile açıklıyor: “El yordamıyla aranır, incelenir, dürtülür ve
ağır aksak ilerlenir, sakarlık yapılır,
derken genelde kazara bir elektrik
düğmesi keşfedilir, ışık yakılır ve
herkes ‘Vay canına! Demek ki böyle
görünüyormuş’ der, ardından sıradaki karanlık odaya (…) geçilir.”
Bu, aynı zamanda, bilim insanlarına “biraz daha mütevazı olun” çağrısı. Karanlık odada “tesadüf eseri” ışığı yakmak, bilimsel bilginin
kolaylıkla yalanlanabilmesi, aklın
sınırları ne kadar ilerlerse ilerlesin
“cehalet”in hâlâ en sağlıklı motivasyon kaynağı olması, bu iddiasını
destekliyor. Firestein’ın, Newton’un
kendi zamanındaki bütün bilgiyi zihninde toparlayabildiğini fa-
A
kat 21. yüzyılda artık kimsenin
bunu yapamayacağını söylemesi,
imkânlar arttıkça içine düştüğümüz
çaresizliği de gözler önüne seriyor.
Aslında bilmeye başlamak ve daha
çok bilmek, beraberinde yeni soruları, sorunları ve giderek büyüyen
bir “bilinmezler havuzu”nu getiriyor. Martin Heidegger bu “giderek
büyüyen karanlığı” modern bilimin
çıkmazı olarak değerlendirmişti.
Fakat Firestein, karanlığın aydınlanacağı hususunda daha iyimser bir
yaklaşıma sahip.
CEM MERT
hmet Hamdi Tanpınar, tarih bilimiyle ilgili, “Bu tarihin de nasibi
bu. Bilmeyen açıklamaya kalkar, bilen
susar. Hiç matematik bilmeyenin matematikten bahsettiğini görmedim.
Talihsiz bir bilgi dalı olsa gerek.” demişti. Gerçekten de tarihî meseleler her
dönem sadece az miktarda araştırmacının değil, geniş toplulukların ilgisini
çekmiş, bunun doğal sonucu olarak da
tarih anlatan, tarih yazan çok sayıda
meraklı her zaman var olmuş. Günümüzde bu ilginin yine üst seviyelerde
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Neredeyse her televizyon kanalında tarih
programına, her gazetede tarih sayfalarına rastlamak mümkün. Popüler
tarih dergileri iyi satış rakamları yakalıyor, tarih edebiyatın malzemesi olduğunda çoksatan mertebesine ulaşıyor.
Magazinel tarih ya da popüler tarih çok
konuşuluyor, gündemden düşmüyor.
cehalet ve bilim
Bu yönüyle, bilim felsefesi çalışanların sıklıkla gündeme getirdiği
tartışmalar, bilimin “çıkmaz” görünen yolları, Firestein ürettiği bakış
açısıyla büyük bir avantaja dönüştürüyor. Zira ona göre aslında bilim zaten böyle yapılıyor. Cehalet,
insanları bir şeyler bilmeye, belirli
yönlere doğru el yordamıyla da olsa
ilerlemeye itiyor. Adeta bir çeşit “tevekkül” var burada. “Biz elimizden
geleni yaparız ve bir şekilde bize
bahşedilir” düşüncesini okuyabiliyorsunuz. Bu sebeple de “karamsar” filozoflar açısından sorunlu
görülen alanlar, bilimin pratik alanında, laboratuvarda, kütüphanede, bilim insanlarının zihinlerinde
bilişsel sıçramalara dönüşebiliyor.
Şu sıralar vizyonda olan Interstellar filminde bile görülebilecek bu
tartışma, bilimin ve insanlığın ilerleyişi açısından çok temel bir meselenin de kapağını aralıyor: İnsan
bilgisi kadar mı bilir, yoksa bildiğini
bilmediği bir bilgisi de var mıdır?
Sezgi, akılla ilişkili midir yoksa dışsal bir mesele midir? Firestein, yumuşak pozitivizmin sınırlarını fazla
aşmasa da, “Cehalet”in karanlığı
içinde bize yol gösterenin sadece
“tesadüf” olamayacağına dair farklı
düşüncelere kapı aralık kalıyor.
Kitabı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, “proje tanıtımı”
yakıştırması yapılabilir. Bu yönüyle
uzun soluklu bir başvuru kaynağı
değil, parlak bir fikrin ilk broşürü
demek daha doğru olur. Zaten yazarın TED konuşmasını seyrettiğinizde, 18 dakikada bütün kitabı
özetleyebileceğini görüyorsunuz.
Ancak Firestein’ın her şeye rağmen
anlatacağı “iyi bir hikâye” var.
İki tür tarih yazıcılığı
Tarih biliminde tarih yazıcılığı genel
olarak iki ayrı yönelime sahip: Birincisi
anlatımcı (narrative) yazıcılık diğeri ise
analitik veya yapısalcı yazıcılık. Analitik ya da akademik tarihyazımının,
kaynak iç ve dış tenkidi, dipnot belirtme zorunluluğu gibi belirli birçok evrenselleşmiş kuralı mevcut. Buna kullanılan akademik dil ve özel terminoloji
de eklenince alan dışından okurlar için
çok da ilgi çekici olmayan yorucu metinler ortaya çıkıyor. Anlatımcı tarih
yazıcılığından neşet eden popüler tarih
metinlerinin diğerlerinden farkı, yöntem ve sunuş biçimi olarak özetlenebilir. Popüler tarih belirli ilkelere bağlı
kaldığı müddetçe bilimdışı kabul edilmemeli. Tarih ideolojinin koltuk değneği olarak kullanılmaya girişildiğinde,
ister akademik denilsin ister popüler,
tarih olmaktan çıkıyor. Yani aslında asıl
mesele analitik olmayan tarih anlatılarının gerçekliği saptırıp saptırmadığı ve
tarih algısını bir yöne maksatlı olarak
kanalize edip etmediğidir.
Popüler tarihe yönelen ilginin çeşitli sebepleri var. Sebeplerden biri
toplumsal değişimin ivmesinin fazla
olması. Değişim dönemlerinde toplumlar geçmişlerini, eskiden sahip
oldukları değerleri ve hangi yöne gittiklerini daha fazla merak ediyor. Bir
diğer sebep de ülkemizde 1930’larda
tarih disiplinine devlet eliyle bir müda-
33
halede bulunulmuş olması. O yıllarda
geliştirilen resmî tarih tezleri bütün
çabalara rağmen kitleleri ikna edemiyor ve insanlar daha renkli, daha canlı
bir tarih arayışına yönelip “anlatılmayan gerçek tarihin” peşine düşüyorlar.
Ama ne yazık ki hem akademik düzeyini yitirmeyen hem de resmî tarihten tamamen bağımsız olabilen çok
az sayıda çalışma gün yüzüne çıkmış
durumda şimdiye değin. Bunlardan
biri Ahmet Demirel’in Cumhuriyet Tarihinin Bilinmeyen Gerçekleri isimli eseri.
İflah olmaz muhalifler
Prof. Dr. Ahmet Demirel, Marmara
Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölüm başkanlığını sürdürmekte ve özellikle Birinci Meclis’teki muhalefet hakkında çalışmalarıyla
tanınmakta. Kitap, Taraf gazetesinde
yayımlanmış yazıların belirli temalar
altında derlenmesiyle meydana gelmiş.
Kitapta yedi bölüm bulunmakta. Birinci bölümde, içinde barındırdığı güçlü
muhalefetle Türkiye siyasal hayatında
önemli bir yer tutmuş olan Birinci Meclis ele alınmış. Sonraki bölümde Tek
Parti yönetiminin kendi uygulamalarını güvence altına almak için kullandığı,
kararlarına itiraz edilemeyen olağanüstü yetkili mahkemeler olan İstiklal
Mahkemeleri incelenmiş.
Birinci Meclis 1923 seçimleriyle
tarihe karıştı. Ardından 1925 yılında
Takrir-i Sükûn Kanunu kabul edildi ve
bu kanuna dayanılarak Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. Böylelikle 1946’ya kadar tek aykırı sesin
çıkmayacağı otoriter Tek Parti dönemi
başlamış oldu. Kitabın üçüncü bölümünde Tek Parti dönemi anlatılmış.
Bir sonraki bölümde resmî tarihçilerin hiç hoşlanmadıkları iflah olmaz
muhaliflerin ilginç hayat hikâyeleri
var. Bunlar, tamamı Birinci Meclis’te
milletvekili olarak görev yapmış olan
Hüseyin Avni Ulaş, Ali Şükrü Bey, Abdulkadir Kemali Öğütçü ve Selahattin
Köseoğlu gibi siyasetçiler. Beşinci bölümde 1908’den günümüze değin yüz
yılı aşkın bir süre içindeki seçim serüvenimiz, sonraki bölümde ise 27 Mayıs
dönemi mercek altına alınmış. Yazar
kitabın son bölümünde bazı tarihçilerle yaşadığı tartışmalara yer vermiş.
Ahmet Demirel, okuru ayrıntılara
boğmadan yakın tarihin az bilinen gerçeklerini ustaca ve soğukkanlılıkla gün
yüzüne çıkarıp resmî tarih tezlerinin
bir kez daha düşünülmesini sağlıyor.
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Bir zaferin hikâyesi
O
ROMAN
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Beyaz adamdan sonra...
Tarihî romanlarıyla bilinen Mehmed Niyazi’nin
son romanı Kanije, tarihe hiç yenilgisi bulunmayan komutan olarak adı yazılan Tiryaki Hasan
Paşa’nın “destansı” Kanije savunmasını anlatıyor.
Afrika edebiyatının klasikleri arasında yer alan Nigugi wa Thiong’o
imzalı Bir Buğday Tanesi, Kenya bağımsızlık mücadelesi hakkında bir
roman. Tarihi kutsamayan, aynı zamanda ulusçu Afrika romantizmini yeren eser, “kahramanlık” kavramını da sorguluyor.
KANİJE, MEHMET NİYAZİ, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 223 SAYFA, 15 TL
BİR BUĞDAY TANESİ, NGUGI WA THIONG’O, ÇEV.: GÜL KORKMAZ, AYRINTI YAYINLARI, 304 SAYFA, 23 TL
YUSUF GÜNDÜZ
smanlı tarihi her ne kadar
yüzyıllar, savaşlar ve dönemlerle anılsa da hakikatte
paşalar ve padişahlar tarihidir. Özellikle
yükselme dönemi sonrasında sarayda
baş gösteren sıkıntıların devlet işleyişini etkilememesi kabiliyetli ve dirayetli
devlet adamlarının icraatleri ile mümkün olabilmiştir elbette. Osmanlı’nın
son dönemindeki kısmî ilerleyişler de
bir noktada bu devlet adamlarının ve
paşaların kabiliyetleriyle gerçekleşmiştir. Tarihe bu zaviyeden bakıldığında
Osmanlı’nın ömrünü yetiştirdiği kimi
devlet adamları ve komutanlar uzatmıştır demek çok da yanlış olmaz. Mehmed
Niyazi’nin son romanı böyle önemli
bir komutanın, Tiryaki Hasan Paşa’nın
“destansı” Kanije müdafaasını anlatıyor.
“Destansı” bir sıfat olarak hangi
kelimenin önüne konulsa abartılı durabilir. Fakat Kanije müdafaasını hakkıyla anlatacak başka bir kelime bulmak
epey zor. Tarihte savaşların sadece top,
tüfek ve askerle kazanılamayacağını
gösteren bu savunma, bir komutanın
savaşmak kadar ilm-i siyasete de vukufiyeti olması gerektiğinin bir kanıtı.
Avrupa’daki son zaferlerden
Roman bizi Osmanlı’nın gücünün
doruğa ulaştığı, buna rağmen yetişmiş adam sıkıntısının yavaş yavaş baş
göstermeye başladığı 17. yüzyılda karşılıyor. Osmanlı’nın Balkanlar’da yaşadığı sıkıntıları yok edebilmek adına
ilerleyişine devam ettiği, buna rağmen
Haçlı birliklerinin de Müslümanları
Avrupa topraklarından söküp atmak
için yeni ittifaklar kurduğu zamanlar.
Kanije ve Estergon gibi önemli kalelerin fethedildiği bu yıllarda her ne kadar
dışarıdan bakınca Osmanlı heybetini
hâlâ koruyor görünse de askerde eski
şevk yok. Askerin bir kısmı şehit olmak, vatana, devlete faydalı olabilmek
amaçlarından çok uzak, ganimet ve
para peşinde. Haliyle onlarla çıkılan
her sefer, komuta kademesi ve devlet
için büyük bir risk. Bu durum romanın bütün sahnelerinde göze çarpan
önemli bir mesele. Bu yönüyle Kanije
sadece bir kahramanlık mücadelesi
değil, aynı zamanda bir tarih eleştirisi de ortaya koyuyor.
Kanije’nin fethedilmesinden sonra
kaleye atanan Tiryaki Hasan Paşa o
tarihlerde yaşlı bir kumandandır. Ser-
Ç
hat illerinde 20 yılını geçirmiş kumandan Avrupalıların birleşerek Kanije’ye
saldıracağını sezince vakur duruşunu
bozmamış, elindeki kıt imkânları en
doğru şekilde kullanmaya gayret etmiştir. Gerek asker sayısı gerek mühimmat olarak düşmandan çok daha
az olmalarına rağmen Tiryaki Hasan
Paşa ustaca yaptığı manipülasyonla
avantajlı olan düşmanı bir anda oyuna getirmiş ve geri çekilerek Türklere
Avrupa’daki son zaferlerinden birini
yaşatmıştır. Hücuma çıkan askerlerin
cebine konulan sahte mektuplar, bu
mektupların yakalanmasını sağlamak,
düşmanın Ordu-yu Hümayun tarafından arkadan sarılacakları korkusunun
tetiklenmesi, içerideki asker, yiyecek
ve mühimmatın yıllarca yeteceği intibaının uyandırılması ve Tiryaki Hasan Paşa’nın bu psikolojik harbi çok
iyi yönetmiş olması Kanije’nin tarihe
geçmesine neden olmuştur. 72 günlük
savunmanın sonunda dağılan Hıristiyan birliği, başına geleni ancak evinde
anlamışsa da artık iş işten geçmiştir.
Tarihe hiç yenilgisi bulunmayan
komutan olarak adı yazılan Tiryaki
Hasan Paşa’nın bu başarılı müdafaası o dönemde Osmanlı için bir moral
olsa da, yazarın baştan beri vurguladığı çürüme zamanla daha görünür
hale gelecek ve Devlet-i Âliye rüyasının sonunu getirecektir.
Tarihî hadiseleri vesikalardan
kopmadan romanlaştıran Mehmed
Niyazi’n in bu konudaki hassasiyeti
okurun malumu. Fakat kitaba roman
sanatı açısından bakıldığında karakter, olay örgüsü ve dramatik kurgu
olarak eleştirilebilecek birçok nokta
olduğunu görmek zor değil. Kanije’de
yaşananlara odaklanıldığı anda, istihbarattaki Ali Rıza Efendi’nin hikâyesi
etkili değil. Bu, o döneme ait vesikaların yetersizliğinden de kaynaklanabilir belki ama Kanije’de, yazarın bir
önceki romanı Plevne’deki kadar sağlam ruh tahlillerine rastlayamıyoruz.
Manipülasyonla yapılan sıra dışı bu
mücadele güzel hikâye edilse de okuru bahsettiğimiz noktalarda kendine
çekecek unsurlar yeterli değil.
Bütün bu eksiklere rağmen akıcı
üslubuyla Kanije, Osmanlı’nın yıkılışının başlangıcını, Balkan hâkimiyetinin
kayboluşunu, devlet kademesindeki ve
ordudaki zaafları, savaşın sadece çarpışma olmadığını düşünmek için okunabilecek bir roman.
YAVUZ AKENGİN
ok yönlü bir yazar Kenyalı anlatı ustası Nigugi wa
Thiong’o. Romanın yanı sıra
oyun, kısa öykü, deneme, eleştiri ve çocuk edebiyatı dallarında da eser veriyor.
Thiong’o’nun Türkçedeki tek romanı Bir
Buğday Tanesi, Kenya bağımsızlık mücadelesinin önemli noktalarına temas
ediyor. İngiliz sömürgeciliğine karşı ilk
kitlesel tepkilerin başladığı 1922 yılından bağımsızlığın ilan edildiği 12 Aralık
1963’e kadarki önemli ve kırılgan tarihlere dokunuyor. Bağımsızlık kazanıldıktan sonraki dönemde toplumun gidişatına dair ipuçları veriyor. Ne olacağını
öğrenmek için özgürlüğe ihtiyaç duyan
bir halkın hikâyesini anlatıyor Nigugi.
Afrika edebiyatının klasikleri arasında yer alan Bir Buğday Tanesi, tarihi kutsamayan, aynı zamanda ulusçu
Afrika romantizmini yeren bir roman.
Devrimci mücadeleyi en ince ayrıntısına kadar okura hissettirmesinin yanında, o mücadelenin yönü ve sonraki
aşamaları hakkında da bilgi veriyor.
Kolay okunan ama kolay tüketilmeyen bir anlatıma sahip.
Nigugi, Kenya’nın İngiliz sömürgesinden çıkıp bağımsızlığa uzandığı
kanlı ve acılı sürecin temel noktalarını
anlatıyor. Romana sadece sömürgeleşmeye karşı çıkışın hikâyesi diyemeyiz.
Zira bağımsızlığın gideceği yön belli
değildir ve Nigugi bağımsızlık kazanılırken de, kazanıldıktan sonra da
bozulan ‘büyüyü’ etkili bir biçimde
resmeder. Bağımsızlık için mücadele
edilirken ve bağımsızlığın yönü artık az çok belli olmuşken “kendisiyle
baş başa kalan” mücadelecilerin ve
Kenya’nın kaderine dair sorular sorar.
İşler hiç de hayal edildiği gibi olmaz.
Hemen herkeste büyük hayal kırıklığı
meydana gelir ve eski, güzel günler,
kahramanlıklar sıkça dile getirilir.
Küçük tarlasına bakan, sadece
ekinleriyle uğraşan Mugo adlı kahraman ‘kendiliğinden’ kahraman
ilan edilir. Romanın sonunda, tam
da bağımsızlığın ilan edildiği gün
ise Mugo hakkındaki büyü bozulur.
O güne kadar onu kahraman olarak
görenler, suskunluğu için ona övgüler düzenler ne diyeceklerini bilemez.
Burada akıllıca bir tasvir vardır: Yazar, kahraman olmadığı halde, sırf
öyle zannedildiği için kahramanlaşan insanları yerden yere vurmakla
34
kalmaz, onları gerçeği itiraf etmedikleri için de güçlü bir şekilde yerer.
Roman boyunca hemen her kahramanda gördüğümüz şüphe ve ikircikli
ruh hali, yazarın sadece bağımsızlık
uğruna savaşan insanları çok iyi anlatmasından kaynaklanmaz. Nigugi
onların bu hallerini ve daha pek çok
özelliklerini, “bunu yapabiliriz, çünkü
insanız” dedirtmek için yalın bir şekilde kayda geçiriyor. İnsana özgü kin,
nefret, acıma, korku, iç çatışma gibi ne
kadar duygu varsa hepsini okuyucusunu da dâhil ettiği romanında, kahramanların kişiliklerine ustaca yediriyor.
İtiraflar, sokağa çıkma yasağı, kırbaç cezaları, hapis, orman ve köylerin yakılması/bombalanması, açlık
grevleri… Bu kavramların hiçbirine
yabancı değil Türkiye. Bu yüzden roman boyunca, bir yandan Kenya’yı
hayal edip bir yandan da zihninizin
sizi Türkiye’nin doğusuna, güneydoğusuna götürdüğünü hissediyorsunuz.
‘Biz özgürlük için savaştık’
Bağımsızlık mücadeleleri biraz da
ihanetlerin, arkadan vurmaların
hikâyesidir. Sömürgecinin hizmetine girip onlar adına cinayet işleyen,
kendi halkından olanlara zulmeden,
onları küçümseyen insanların da
hikâyesi aynı zamanda. Dahası, ‘efendi’
kendisini terk ettiğinde ortada kalan,
pişmanlık ve korku duyguları arasında
toplumda artık yaşayamaz hale gelenlerin hikâyesi. Beyaz adamı yendikten
sonra toplumun akacağı yön de önemlidir. Bundan sonra Kenya’nın nasıl bir
ülke olacağıyla yakından ilgilenen Nigugi, yaşanan ve yaşanması muhtemel
hayal kırıklıklarını resmetmekten çekinmez. Beyaz adamın artık yenildiği
noktada gelişen toplumsal olaylardan
kaynaklı hayal kırıklığını anlatırken,
bir bacağı kesilmiş Githua’ya şu cümleyi söyletir: “Hükümet bizi unuttu. Biz
özgürlük için savaştık. Ama şimdi!”
Romanda bilinç akışıyla, iç içe
geçen zamanlarla, parçalı tasvirlerle
sıkça karşılaşıyoruz. Mugo romanın
tek kahramanı değil. Hikâyeler iç içe
geçtikçe her anlatı kendi kahramanını
büyütüyor. Art arda açılan pencerelerin her biri, kendi hikâyesi üzerinden
Kenya bağımsızlık mücadelesinin bir
bölümünü anlatıyor.
Bir Buğday Tanesi –ufak tefek yazım
hataları görmezden gelinirse– okunması gereken önemli bir roman.
POLİSİYE-GERİLİM
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Şaşırtıcı bir ‘zombi’ hikâyesi
Bir Osmanlı polisiyesi
Son dönem Amerikan edebiyatının dikkat çeken isimlerinden Colson
Whitehead imzalı Bölge Bir, Algan Sezgintüredi’nin pürüzsüz çevirisiyle
dilimize kazandırıldı. Yazar, ‘yaşayan ölüler’ olarak adlandırılan zombilere dair klişelerden uzak, farklı ve çarpıcı bir hikâye anlatıyor.
BÖLGE BİR, COLSON WHITEHEAD, ÇEV.: ALGAN SEZGİNTÜREDİ, SİREN YAYINLARI, 277 SAYFA, 22 TL
O
rasına götürüyor okuru. Romanın ana
karakteri Mark Spitz, aklında bin bir
soru, Omega adlı bir ekibin üyesi olarak
karşımıza çıkıyor. Bir cuma öğle vakti
başlayan roman, üç günü anlatıyor. Sağ
kalan insanların bir araya gelerek oluşturdukları Buffalo adlı bir merkeze bağlı
olan bu ekip, kendilerine “süpürücü” diyor. Görevleri ise New York’un belli bir
bölümünü kapsayan ve “Bölge Bir” adı
verilen yerleşim yerini, felaketten sonra
donanma kuvvetlerinin yaptığı temizlikten geriye kalan “kopuk”lardan arındırmak. Bölge Bir’de görev başarıyla tamamlandığında uygulama “Bölge İki” diye
devam edecek ve insanlar zaten onların
olan şehirleri bir bir geri alacaklardır.
YAVUZ ULUTÜRK
kuma serüveninin henüz
başında gerilim romanları ile tanışan biri olarak,
ilkgençlik yıllarının getirdiği merakla
birkaç “zombi” filmi de izlemiştim. Vasatın altında, hatta komik denilebilecek bu
yapımlar, bende türe karşı bir savunma
mekanizmasına neden oldu diyebilirim.
Üniversite yıllarında izlediğim, meseleyi
daha çok bilimkurgu olarak ele alan ve
S. D. Perry’nin romanlarından sinemaya
aktarılan Ölümcül Deney (Resident Evil) filmiyle, hatta serinin bilgisayar oyunlarıyla
dahi bu önyargım kırılmadı. Ta ki tüm
dünyada ilgilisinin merakla izlediği başarılı televizyon dizisi The Walking Dead
(Yürüyen Ölüler) ile tanışana kadar.
Gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmasa da, “yaşayan ölüler” diye adlandırılan
zombilerin bir Hollywood gerçeği olduğu
yadsınamaz. En son 2013’te Dünya Savaşı Z (World War Z) adlı filmde Brad Pitt’i,
yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan insan ırkını zombilerden kurtarırken
izlemiştik. “Zombiler çıldırmış olmalı”
dedirten filmde, yürüyen ölüler deli gibi
koşuyordu. “Tüm dünyayı etkisi altına
alan amansız bir virüs”ün yol açtığı yıkıma bugüne kadar sinemada ve televizyon dizilerinde şahitlik etmiştim. Oysa
bu yapımlara kaynaklık eden bir “zombi
edebiyatı” da vardı. (Gerilim romanlarının tüm dünyada sevilen ismi Stephen King de bu furyaya bir kitapla -Cep/
Cell- katkı sağlamıştır.) The Walking Dead,
Robert Kirkman’ın çizgi roman serisinden, Dünya Savaşı Z ise Max Brooks’un
aynı adlı romanından uyarlanmıştı.
umut çoktan tükenmiş
klişelerden uzak
Son dönem Amerikan edebiyatının öne
çıkan isimlerinden Colson Whitehead
imzasını taşıyan Bölge Bir’i elime aldığımda “zombi”lerle artık edebi düzeyde da tanışma zamanı gelmişti. Kitabın arka kapağında, “Umut en tehlikeli
uyuşturucudur, sakın kullanma” denilse
de klişe bir macera ile karşılaşma olasılığını göze alarak bir umut başladım
okumaya. Yanılmıştım; roman bilinen
zombi hikâyelerinden çok farklı bir atmosferde başlıyor ve devam ediyordu.
Üstelik yazar olaya yeni bir yorum getiriyor, romanda hiç ‘zombi’ kelimesi
geçmiyordu. En önemlisi; evet, bir virüs
tüm dünyayı etkilemiş ve her yer yürüyen ölülerle dolmuştu, fakat roman, pek
Colson Whitehead
çok türdeşi gibi virüsün ortaya çıkmasıyla birlikte yaşanan keşmekeşi merkeze
almıyordu. Bölge Bir bu yönüyle bilindik
hikâyelerden ayrılıyor. Uzaylı da inse,
göktaşı da düşse, ölüler de dirilse New
York’un orta yerinde, trafikte yakalanan
Amerikalı klişesi yok romanda.
Algan Sezgintüredi’nin pürüzsüz bir
Türkçeyle dilimize kazandırdığı Bölge
Bir, virüsün dört bir yanı ele geçirdiği ve
dönüşümün başladığı günün çok son-
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Whitehead, romanda okurun karşısına
yeniliklerle çıkıyor. İlki, yukarda da bahsettiğimiz, romanın virüsün yayılamaya
başlamasından sonraki zamanları konu
alıyor olması. İkinci olarak yazar, insanlığı bu virüsten kurtaracak aşı geliştirme
ya da başka bir çare bulma gibi klişelere
başvurmuyor. Hatta bir ara bunlarla dalga da geçiyor Spitz’in ağzından. Çünkü
umut çoktan tükenmiş ve insanlar hayatta kalmanın peşinde. Hayatta kalanlar ise
yarına umutla bakanlar değil, yaşamak
için günü kurtaranlar. İşte Spitz, bu durumun romandaki mücessem hali. Ona
göre, insanlık salgını hak etmişti diyen ve
ilahi-ceza teorisine inananlar saçmalıyor;
salgın salgındır. Romanda Whitehead’in
yenilikleriden biri de “kopuk”lar. Bunlar
felaket geldiğinde ne yapıyorlarsa, o halde
kalanlardan oluşuyor. Hareketli değiller
ve bir noktaya bakışları kitlenip kalmış
halde duruyorlar. Neyin insanları leşe,
neyin kopuğa çevirdiğini araştıran Buffalo
ekibi gibi okur da anlayamıyor. Ancak bu
durum, ‘yürüyen’ ölülerin delicesine koşmasından daha saçma gelmiyor okura.
Bir dönüşümün hikâyesini doğrudan anlatmıyor yazar. Bundan kurtulmanın yolunu da aratmıyor kahramanlarına. Gelgelelim, sağlam bir sistem
eleştirisi yapıyor. Tüketim çılgınlığından insanların zor durumlarda kendi
demokrasilerini kurma heveslerine kadar pek çok meseleye temas ediyor.
Mark Spitz’i romanın daha başında,
umut bağlayıp güvendiği Buffalo’nun
bir elemanı olarak tanıyoruz. Devamında ise, geri dönüşlerle, bir yerleşim
yerinden diğerine savrulurken nasıl hayatta kalmayı başardığını okuyoruz...
36
M. KEMALEDDİN’İN MERAKLI ROMANLARI,
M. KEMALEDDİN, LABİRENT YAY., 347 SAYFA, 30 TL
Seval Şahin, Didem Ardalı Büyükarman ve Banu
Öztürk’ün “Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e Türkçede
Polisiye” adlı Tübitak
projesinin ürünleri, Labirent Yayınları’nda
okurla buluşmaya devam ediyor. Erken
dönem Osmanlı-Türk polisiye eserlerinin yer aldığı dizi sekizinci kitaba ulaştı:
M. Kemaleddin’in Meraklı Romanları.
Banu Öztürk’ün hazırladığı kitapta, M.
Kemaleddin’in Erol Üyepazarcı tarafından
saptanan on altı hikâyesinden on dördü
yer alıyor. Kitapta polis hafiyesi Nahid’in
hikâyeleri ilk sırada.
Sözcükler katil olabilir mi?
LEXICON, MAX BARRY, ÇEV.: TACİSER BELGEAYŞEN ANADOL, DOĞAn, 450 SAYFA, 29 TL
“Sözcüklerin gücü yalnızca edebiyat için mi
geçerli?” Elbette hayır.
Max Barry imzalı polisiye
roman Lexicon’da, başrolde bir “sözcük” var. Yüzyıllar sonra
ortaya çıkan bu sözcük önüne gelen
herkesi öldürme gücüne sahip. Lexicon,
bu sözcüğün peşine düşen bir örgüt ve bu
koşturmacada birbirini kaybeden iki âşık
üzerinden ilerliyor. Roman, bir seri katil
kadar kanlı olan sözcüklerin kanlı yüzünü anlatırken, okuru Washington’dan
Avustralya’nın Broken Hill kasabasına
uzanan bir takip hikâyesine davet ediyor.
Karanlığın fantastik dünyası
KARANLIĞIN FAYDALARI, ROR WOLF, ÇEV.:
R. MİNARECİ, EVEREST YAY., 275 SAYFA, 35 TL
Karanlığın Faydaları korku
üzerine 29 denemeden
oluşuyor. Kazalar, talihsizlikler, yanlış anlamalar, anlamsız yinelemeler,
konu dışına çıkmalar, sinir bozucu
diyaloglar, grotesk bir mizah ve
rastlantısal karşılaşmalarla ilerleyen,
gerçeküstü bir anti-roman, bir metakurmaca. Alman sanatçı Ror Wolf’un
79 adet kolajının da eşik ettiği ‘korku
romanı’, gündelik hayatın olağanüstü
sıkıcı ayrıntılarını bir araya getirerek
fantastik bir dünya kuruyor.
True Detective’in yazarından
SAKLAN KAÇ VUR, NIC PIZZOLATTO, ÇEV.: ELİF
SÖĞÜT, OKUYAN US YAY., 296 SAYFA, 25 TL
Emmy ödüllü polisiye
dizi True Detective’in
yazarı ve yapımcısı Nic
Pizzolatto’nun polisiye
romanı Saklan Kaç Vur
Türkçede. Ölümcül bir
hastalığı olduğunu öğrendiği gün Roy
Cady, tehlikeli bir tefeci olan patronunun onu öldürmek istediğini hisseder.
Patronunun çetesi tarafından “acımasız”
olarak bilinen Roy, bu rutin görevin
ölümcül bir tuzak olabileceği ihtimaline
karşı hazırlıklıdır. Ve öyle de olur. Roy
gönderildiği evden sağ çıkar. Fakat katillerin hepsi Roy’un gazabına uğrar.
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
‘İşte böyle meczup oldum...’
Eğitim sevdalısı üç insan
Halil Cibran’ın gençlik eseri olan Meczup’u okurken, çocukluğuma düşen
bu iki şeyi, okul ve Ado’yu düşündüm. Gerçekliğin buyurganlığından
uzaklaşıp kalbe açık kalmış her okur, deli ve meczubun, görülen rüyanın
tabircisi veya mecazın örttüğü hakikate ayna olduğunu bilir.
MECZUP, HALİL CİBRAN, ÇEV.: KENAN SARIALİOĞLU, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 64 SAYFA, 8 TL
K
NİHAT DAĞLI
öyde köye benzemeyen,
köyden fazlasını gösteren iki şey vardı: Okul
ve Ado… Başka evrene girer gibi okula
varırdık. Parmaklarımızın arasına yerleştirmeye çalıştığımız kalem, defterlere
çizmeye koyulduğumuz harfler, önümüzdeki kitaplarda görüp kilitlendiğimiz fotoğraflar köyün çok uzağına taşıyorlardı.
Akşam saatleri veya hafta sonları kendimizi köyün sokaklarına vurduğumuzda
ise bizlere buyurup duran büyüklerden
başka türlü biriyle, Ado’yla karşılaşırdık.
Ado, köyün delisiydi. Tıpkı okul gibi, o da
bilmediğimiz yerden konuşuyordu. Kendisini rahatsız etmek, takibinden kaçıp
korkmak, tadı ve tuzu garip heyecanlarla
tanıştırıyordu.
Halil Cibran’ın gençlik eseri olan
Meczup’u okurken, çocukluğuma düşen
bu iki şeyi, okul ve Ado’yu düşündüm.
Şüphesiz sonradan öğrenecektim: Köy,
mikro ama çok katı bir “norm” kümesi
demekti; köylünün kaderi ise sert kabullerin daracıklığında öylece sönmek...
Köyün doğumlusu olmasına rağmen
Ado (deli-meczup), bedeniyle köyde ruhuyla başka yerlerde geziniyordu. Köyün
“norm”larından azade, kirli ve cıbıldaktı. Yakınında izaya geçmiyor, daha fazla
kendimiz/çocuk oluyorduk. Ayrımında
olmasak da, alışılagelenin dışında hallere sahip olması, ellerimize oyuncak
tutuşturuyor gibiydi. Kendisini taşlayarak rahatsız ediyor, korkup kaçmakla da köyden dışarı çıkmış oluyorduk.
Başka kitaplara kaçmak
Çocukken köyün dışına Ado ile çıkıyordum. Büyüyünce, bu sefer gittiğim
okullar elimden tuttu. Her biriyle köyden
ve çocukluktan biraz daha uzaklaştım.
Okulların, okullarda gördüğüm derslerin
beni oyalaması da uzun sürmedi. Tabii
ki anlamış değildim, ama sanki okul ve
dersler de kalbime az gelen bir zemine çağırıyordu. Rahat olduğum bir yer değildi
okul, başka kitaplara kaçarak can sıkıntımı gideriyordum. Çok sonra bu halime
tarif bulacaktım. Okul beni köy denen
“norm”dan uzaklaştırırken, çok daha
başka bir “norm”un içine de çekiyordu.
Kalbimi Ado’ya, Ado’nun bir şekilde düştüğü şeye kaptırmış olmam, beni okulların şahsında “normlar”dan korumuştu.
Hikaye okuyor, roman kahramanlarının
peşi sıra gidiyordum. Vardığım şehirler,
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
GRİ GÜNEŞ, NİYAZİ SANLI, KAYNAK
YAYINLARI, 147 SAYFA, 8.50 TL
Niyazi Sanlı, Kaynak
Yayınları’ndan çıkan Gri
Güneş adlı kitabında üç
insanı, üç ayrı eğitim
gönüllüsünün hikâyesini
anlatıyor. Üçü de ‘karasevdalı’. Ailelerini,
sevdiklerini, hayallerini, bırakıp ‘başkaları’
için bilmedikleri uzaklara gittiler. Hem
de arkalarına dahi bakmadan. Bir hedef
gösterilmişti kendilerine, gidecek, barış
dolu bir dünya için sevgi okulları açacaklardı. Onlar ilklerdendi... Onlarca, yüzlerce
meçhul kahramandan sadece üç isim anlatılıyor kitapta: Galip, Ubeyde ve Kadir.
Herakleitos’un dilinden
HERAKLEITOS, FRAGMANLAR, ALFA,
Çev.: CENGİZ ÇAKMAK, 337 SAYFA, 19 TL
Kadim hemşehrimiz,
Herakleitos’un fragmanları, ilk kez Yunanca-Türkçe
karşılıklı bir metinde
bir arada yayımlandı. H.
Diels’in sahte olduğunu ileri sürdüğü
fragmanlarla birlikte toplam 139 fragman
Türkçede ilk kez art arda yer alıyor. Her
sayfada fragmanların altında çevirmenin
notları ve yorumları da var. Herakleitos,
kabına sığmayan zekâsı ve bilgeliğiyle
çağının siyasetini ve insanlarını kıyasıya
eleştiriyor. Şöyle diyor mesela: “Hep aynı
kişilere hizmet etmek ve onlar tarafından
yönetilmek, usandırır.”
Sürgünler üzerine iki deneme
devam ettiğim okullar, tanıştığım gruplar
uzun süre tutamıyordu beni. Her neredeysem, biraz sonra kalkıp gidecekmişim gibi kıyıda yer tutuyordum kendime.
Kalabalıkta değil tenhada huzur buluyor,
dışarıda değil içimde yaşayabiliyordum.
Ado’yu neden unutmadığımı A’mâk-ı
Hayâl üzerinden anlatabilirim; Budala, Alyoşa, Canetti’nin Körleşme romanı yardımıma koşabilir. Dönemlerinin gurbetinde
ama kendi sılalarında zirve olmuş ariflerin
menkıbeleri el verir bana. Olmadı Deliliğin
Tarihi, olmadı Halil Cibran’ın gençlik dönemi eseri Meczup dilime tercüman olur.
Söze ne hacet!? Gerçekliğin buyurganlığından uzaklaşıp kalbe açık kalmış, bir
nebze kendince olana dikkat kesilmiş her
okur, deli ve meczubun, görülen rüyanın
tabircisi veya mecazın örttüğü hakikate
ayna olduğunu bilir. Buradan çıktığını,
başka bir şey tarafından çekildiğini...
Şimdilerde zaman, toplum ve gerçekliğin “norm”lar çerçevesinde yaşandığı ve
bunun birazcık hapishaneyle eşdeğer olduğu ortadadır. “Normal” denen “sağlıklı” insanın “kabul”lerle başı dertte olmadığını, kendinden çok doğduğu toplum ve
devlete tekabül ettiğini kim inkar edebilir? Başkasının öngördüğü kişi olmaktansa kendince olmayı yeğlemiş; okumaları
ve hissedişleri üzere bir hikâye ve şahsiyet
edinmiş kişilerinse normal görülmediği,
“norm-dışı” kişiler olarak deli veya meczup şeklinde işaretlendiği, herkesin malumu. Evet, modern tıp ve algı; kalabalıktan
çıkıp kendine gömülenlere, deli ve meczup der. Hakikatte ise, deli veya meczup;
zaman ve mekânın kabullerine bir türlü
oturamayıp, bunların üzerine sıçramayı
ifade eder. Hölderlin’in Ozan’ı böyledir;
Sultan’ın karşısına çıkıp oradan tımarhaneye varan Meşrutiyet’in Nursi’si ve yaşadığı mekânlara sığmayıp dağların/ağaçların zirvesine yuva yapan Cumhuriyet’in
Bediüzzaman’ı da…
Dünyada başka evrenlere işaret
eden cins insanlara dair çok şey söylenebilir. Biz en iyisi, bu yazının konusu
olan Halil Cibran’ın Meczup’una söz
vermekle yetinelim:
“Nasıl meczup olduğumu bilmek ister misiniz?
Bakın nasıl oldu: Bir gün, nice tanrı doğmadan çok önce, derin bir uykudan uyandım ve
gördüm ki bütün maskelerim -yedi yaşamım
boyunca biçim verip taşıdığım yedi maskemçalınmıştı. Maskesiz bir halde, ‘Hırsızlar,
hırsızlar, lanet olası hırsızlar!’ diye bağırarak kalabalıklarla dolup taşan sokaklarda
koşuşturup durdum. Erkekler ve kadınlar alay
ettiler; bazıları da benim bu halimden ürküp
evlerine kapandılar.
Pazaryerine vardığımda, toy bir delikanlı bir çatıya dikilmiş ‘Meczup var!’ diye
bağırıyordu. Onu görebilmek için başımı
kaldırdım; güneş ilk kez çıplak yüzümü
öptü, ruhum güneşin aşkıyla tutuştu ve artık maskelerimi istemez oldum. Sonra vecd
halinde şöyle haykırdım: ‘Kutsa, maskelerimi çalan hırsızları kutsa!’
İşte böyle meczup oldum ben.”
37
YABANCI, RICHARD SENNETT, Çev.; TUNCAY
BİRKAN, METİS YAYINLARI, 92 SAYFA, 10 TL
Richard Sennett, kitaptaki
iki denemede Venedik
ve Paris’te sürgünlerin
coğrafi ve manevi mekân
içindeki durumunu ele alıyor. İlk bölümde Rönesans
dönemi Venedik’inde devletin dayattığı
yabancılık statüsünün zengin bir topluluk kimliğine tercüme edildiği Yahudi
gettosunu ele alıyor. İkinci bölümde ise
siyasi sürgünlerin toplandığı 19. yüzyıl
Paris’inde yerinden olma deneyiminin
şehrin kültürüne nasıl sızdığını ressam
Manet ve Rus yazar Herzen’in günlük
notları üzerinden anlatıyor.
Felsefi karşılaşmalar
PERSONA, DOĞAN ÖZLEM, NOTOS KİTAP,
200 SAYFA, 18 TL
Doğan Özlem, Persona’da
on biri Türk, altısı yabancı
17 filozof ve düşünce
insanı üzerine çeşitli
zamanlarda kaleme aldığı
yazıları bir araya getirmiş.
Macit Gökberk’ten Niyazi Berkes’e, İsmail Tunalı’dan Selâhattin Hilav’a, Bedia
Akarsu’dan Arda Denkel’e pek çok felsefeciyle yürüttüğü tartışmalar aracılığıyla
hem onların hem de kendisinin felsefi
serüvenini ortaya koyuyor yazar. Bu düşünce serüvenineHabermas, Mannheim,
Vico gibi yabancı filozoflarda eşlik ediyor.
Kitap, felsefe meraklıları için.
ÖYKÜ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Kırkyama hayatların kitabı
Ülkü Tamer’den toplu şiirler
Bu yıl Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülen Nurullah
Kuzu’nun Kırkyama adlı kitabı “hesaplaşma” öykülerinden
oluşuyor. Anlatıcının ruhundaki kırkyamayı metnin asıl duygusu
haline getiren bir dil kullanıyor Nurullah Kuzu.
KIRKYAMA, NURULLAH KUZU, VARLIK YAYINLARI, 112 SAYFA, 12 TL
Ö
TEMEL KARATAŞ
ykünün “hesaplaşma
edebiyatı” olduğunu düşünürüm. Belki öylesini
daha sık okuduğumdan,
daha çok yazdığımdan… Hayatta her
şey bir hesaplaşma aracı olabilir, biliyorum. Ancak öykü, içsel bir hesaplaşmayı dışa yansıtmanın, hesabına ortak aramanın ve bulmanın en keskin
yolu. Bu bir kıyas değil ama, hayatın
her alanından, her nesneden, roman
çıkmaz. Şiir hiç çıkmaz. Ama öykü,
âlemdeki her bir varlıktan, her duygudan, her düşünceden çıkar. Çünkü
her bir katrenin hikâyesi vardır. Her
bir duygunun, ne varsa işte, her birinin. Ve acı belki de bu katrelerin mayası. İnsan ağrısıdır acı. Çoğun yanlış
anlaşılır, arabesklikle “itham” edilir
acının edebiyatı. Oysa yaşamı içinde
barındıran en belirgin duygudur acı.
Susuzluk insana biyolojik varlığının
tehlikede olduğunu hissettirebilir, ama
acı, yaşamdaki tüm duyguların tek
bir kapta mayalanmasıdır sanki. Bu
yüzden acı, yalnızca gözyaşı değildir.
Yamanın altındaki
Nurullah Kuzu’nun Kırkyama’sı, son
yıllarda okuduğum en iyi “hesaplaşma” kitabı. Çünkü astarı ve terziyi,
dikiş tutmayanı, hıncı, iç kırışıklığını, çiçek dürbününü, kadını ve hiçliği kısacası hayatın kırkyamasını
birden görebilen bir bakışa sahip.
Ancak anlatıcının ruhundaki kırkyamayı metnin asıl duygusu haline
Helena’nın öykülü rüyaları
HELENA’NIN RÜYALARI, EDUARDO GALEANO, ÇEV.:
ALTUĞ AKIN, DELİ DOLU YAY., 59 SAYFA, 20 TL
Latin Amerikan edebiyatının usta yazarlarından
Eduardo Galeano’nun,
karısı Helena’nın rüyalarını
kaleme aldığı metinleri bu
kitapta ilk kez büyük bir hikâyeye dönüşüyor. Daha önce parça parça Galeano’nun
metinlerine sızan bu rüyalarda dostlar,
yabancılar, sürgünler ve kucaklaşmalar
resimlenerek bir araya geldi. Tasarımcı,
çizer ve sahne sanatları mezunu Isidro
Ferrer’in renklendirdiği rüyaları Delidolu
Yayınları dilimize kazandırdı.
GÜNEŞ TOPLA BENİM İÇİN / TOPLU ŞİİRLER, ÜLKÜ
TAMER, ISLIK YAYINLARI, 359 SAYFA, 29 TL
Günümüz şiirinin ustalarından Ülkü Tamer’in
toplu şiirleri yayımlandı.
Kitap, şairin 1959’da çıkan
ilk şiir kitabı Soğuk Otların
Altında’dan bu yıl okura ulaşan Bir Adın
Yolculuktu’ya kadar tüm şiirlerini içeriyor.
İkinci Yeni akımının önde gelen temsilcilerinden olan Tamer, kendine özgü imge
dünyası ve süssüz söyleyişiyle şiirimizin en çok okunan ustalarından biri
oldu. İroniyle örülmüş derin acıların ve
beşeri trajedilerin dile geldiği şiirlerinde
1970’lerden sonra toplumsal duyarlıklar
öne çıksa da lirizmi elden bırakmadı.
Tanpınar’da aşk ve kadınlar
ORPHEUS’UN ŞARKISI, HANDAN İNCİ,
YKY, 173 SAYFA, 13 TL
getiren bir dil Nurullah Kuzu’daki.
Yama, daim altındakini vurgular.
Kapattığı şeyin altını çizer aslında.
Kalın bir çizgidir yama. Deliği, yırtığı kapatmaz, iyice bağırtır, büyütür,
yırtıktan daha geniş bir çerçeve çizer
hem de çoğun. Üstelik hiçbir yama
zamanla küçülmez, büyüyebilir ama.
Kendisini bir ömür yekpare, dümdüz bir kadifeden hissetme konforu
herkese bahşolmaz. Kimi doğuştan,
kimi de hayatın bir yerinde görüverir
gerçeği: O yekpare sandığı yüzlerce
yamanın birleşimidir. İşte bunu fark
ettikten sonra geriye dönüş olmaz.
Olmamışlıklar, yarım kalmışlıklar,
ötekine benzemezlikler, velhasıl yamalardır asıl karakteri oluşturan.
Öykü karakteri de bundan farklı
değildir, çünkü yazarının ruhundan
üflenir. Ve sorgulamaya başlar, bulunduğu yeri, bulunduğu zamanı,
nedenliği, ne’liği… “Durup kendi
varlığını sorgulamaya başladın. Var
mıydın bu hayatta? Varsan eğer, hangi
umura müdahaleydin? Kimin, kimlerin sularına karışıyordu suların?”
Nurullah Kuzu, özdeki kırkyamayı
çok evvelden görmüş bir yazar. Her bir
hikâyenin işaret ettiği ise hayatın başka bir yaması, yarası. “Hırsla başlayıp
devam ettiğim, bitiminde kendimin
çok uzağına düştüğüm, sonrasında
hiçbir unsurun içimde eğrilen, büzülen, sıkılan bir yeri dindiremediği şeyler vardır. Şeyler… Göğsümün içinde
bir kurtla kalakalırım. Kemirir durur
beni. Öylece eksilirim. Anlarım ki bir
şeyler, beni kendime vardıran bir şeyler göçmüştür.” İşte bu kırkyamadan
birinin fark edildiği andır.
Bir iki satır da ödül hakkında…
Her anlamda ödül bolluğu olan ülkemizdeki gerçek, ödülün yokluğudur! Ancak bu karmaşa içinde
altını çizmek gerekir ki, Yaşar Nabi
Nayır Öykü Ödülü’nü hak etmek,
öyküyü, öykücülüğü hak etmektir.
Cemâlî Baba’nın Bektaşî Risâleleri
Tohumların valsi nasıl olur?
BEKTAŞÎ RİSÂLELERİ, HASAN CEMÂLÎ BABA,
REVAK KİTABEVİ, 189 SAYFA, 15 TL
TOHUMLARIN VALSİ, KEMAL URAL, ŞULE
YAYINLARI, 352 SAYFA, 30 TL
Kemal Ural Tohumların
Valsi’yle, çekirdekten
başlayan eğitim konusuna
yeni bir bakış açısı getiriyor.
Tohuma can suyunu veren
Bengü’nün yanlışlarla dolu eğitim sistemine bakışını ve işlevini kaybetmiş sistemin
dışına taşarak eyleme geçişini anlatıyor ve
çocuğu anlamanın evreni anlamakla eş
değerde olduğunu gösteriyor. Dikkatleri
“Tohum”a, “Başlangıç”a, “İlk adım”a
çeviriyor. Bir rüya projeyi, varoluş yasasını
sunuyor. Amaç, insanın yeniden doğuşu.
Bektaşilik, üzerinde en çok
konuşulan, yazılıp çizilen
ama bir o kadar da bilenmeyen bir yol. İstanbul’da Şehitlik Tekkesi Postnişini Nâfî
Baba’dan icazet alan Hasan Cemâlî Baba’nın
(1836-1929) kaleme aldığı Bektaşî Risâleleri,
dergâhların açık olduğu zamanda yaşamış,
bu yolun önemli mürşidlerinden feyz almış
birinin lisanından bu boşluğu önemli ölçüde
dolduran bir eser. Bektaşî Risâleleri, Tarik-ı Nazenin mensuplarının irfan ve tevhid anlayışı
ile ezber bozan pek çok bilgiyi de içeriyor.
38
Her sanat eserinin özünde
Orpheus efsanesinin
yattığını söyleyen Tanpınar da romanlarındaki
aşk ilişkilerini kurgularken
aynı mekanizmayı işletir. Erkek engellerle
mücadele etmek yerine yarı yolda sevdiği
kadından kopmayı, yani karanlığa bakmayı seçer ve bu “lezzetli acı”yı bir sanat
eserine dönüştürmeye koyulur. Bu yüzden
Tanpınar’ın romanlarında sevilen kadınlara hiçbir zaman ulaşılamaz. Handan
İnci, Orpheus’un Şarkısı’nda, Tanpınar’ın
romanlarındaki Eurydike’lere odaklanarak
yazarın aşk ve sanat arasında kurduğu
ilişkiyi ortaya çıkarmayı amaçlıyor.
Mungan’ın oyunları tek ciltte
MEZOPOTAMYA ÜÇLEMESİ, MURATHAN MUNGAN,
METİS YAYINLARI, 324 SAYFA, 35 TL
Murathan Mungan şiir,
öykü ve romanlarının
yanında senaryo ve oyun
türünde de eserler veriyor.
Üç oyunu, Mahmud ile
Yezida (1980), Taziye (1982) ve Geyikler
Lanetler (1992) kitapları ilk yayımladığından bu yana yurtiçi ve yurtdışında pek
çok amatör ve profesyonel tiyatro grubu
tarafından sahnelendi. Oyunun da edebi
bir tür olarak geniş bir okur kitlesine sahip
olduğunu kanıtlayan bu kitaplar bu defa
tek ciltte yeniden basıldı.
Kalp gözünü açan mektuplar
GÖNÜL MEKTUPLARI, MUSTAFA KARA,
DERGÂH YAYINLARI, 407 SAYFA, 19 TL
Tasavvuf ve tarikatler
üzerine özgün çalışmalarıyla tanıdığımız Mustafa
Kara, daha önce mektup
formatında, üç kitap halinde yayımlanan yazılarını Gönül Mektupları
adlı tek kitapta topladı. Eserdeki mektuplar
“Aziz Dost” diye başlıyor ve muhatabının
gönlüne hitap ediyor. Yazılar, okuru riya,
haram ve şöhretten, servetin kuşatıcılığından uzak, tevekkül içinde yaşamaya
çağırıyor. Gafletten uzaklaştırarak arınmış
bir gönül yolculuğunun seyrini gösteriyor.
SİNEMA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Hakikatin peşinde 24 kare
Gölpınarlı’dan Kerbela Vakası
Oğuzhan Ersümer’in daha önce çeşitli mecralarda yayımlanan yazıları, Yavuz
Turgul’dan Terrence Malick’e Sinema Yazıları adıyla kitaplaştı. Ersümer,
Ethem Özgüven’den John Woo’ya, Martin Scorsese’ye kadar “hakikat yolunun yolcuları”nın geçtikleri yerlerde bıraktığı nişanelere sahip çıkıyor.
SİNEMA YAZILARI, OĞUZHAN ERSÜMER, HAYALPEREST YAYINEVİ, 192 SAYFA, 17 TL
S
GÜNSELİ IŞIK
evgili dostumuz Selim Işık,
kendi okurluk serüvenini,
“Kitaplarının böyle okunduğunu bilselerdi, fakirler, kim bilir ne
kadar sevinirlerdi. Durmadan yazarlardı;
bir türlü ölemezlerdi.” diye anlatmıştı. Bir
paranın iki yüzü gibi olan ilişki biçimini
dile getirmekteydi aslında; seslenenin bir
muhatabı olmadıktan sonra seslenmek de
anlamını yitirirdi.
Film izlemek de –çağın iyiden iyiye
dayattığı gibi- patlamış mısır eşliğinde
iki saat boyunca hüngür hüngür ağlamak, gözünden yaş gelesiye gülmek,
korkudan titremek veya kendi ideolojisini kaba yollarla perçinlemek değil de hakikat perdesini aralamakta ruhî ve zihnî
bir çabaysa eğer, yönetmenler de filmlerinin Oğuzhan Ersümer’in yaptığı gibi
değerlendirileceğini bilseler durmadan
film çekerlerdi. Ersümer’in Sinema Yazıları başlığı altında topladığı, daha önce
farklı mecralarda yayımlanmış yazıları
bu iddiayı doğrular nitelikte.
Sinema ve hakikatin perdesi
“Hakikat perdesini aralamak” ifadesi
abartılı olabilir mi? İlk insan topluluklarından beri var olan büyü, mit, din ve sanat olgularının ortak paydasının, zaman
ve mekân gibi kayıtlarla sınırlı bu fizikî
âlemin ötesine geçip kayıtlardan kurtulabilme ve faniliği aşma çabası olduğunu
hatırlarsak; hayır. Sanat, varlığın yüzündeki “muşamba dekor”u sıyırıp hakikatle
yüz yüze gelme gayesiyse, sanat ailesinin
en genç üyesi sinemanın da bu cümleden sayılmaması mümkün değil. O halde
filmlerin de -bir bilimsel metin gibi değil
de bir rüya gibi diyelim- yorumlanması
hususunda kuru kuru kuramlara değil de
‘hakikatbîn’ usullere yol düşürmek daha
sağlıklı olacaktır. Ersümer’in yaptığı da
bu; kendisini “Doğu sinemacısı” olarak tanımlayan Yavuz Turgul’dan “Heidegger’in
sinemaya mütercimi” diye nitelenen Terrence Malick’e, “dert sahibi” olarak gözünü
gerçeğe değil de hakikate diktiğini söyleyen Ethem Özgüven’den kazanmaktan öte
onuru önceleyen Doğu tarzı savaşçıların
temsilcisi John Woo’ya kadar hakikat yolunun yolcularının, geçtikleri yerlerde bıraktıkları nişanelere sahip çıkıyor hakkıyla.
Aslında bu kadar da değil; Martin Scorsese
de, Brian de Palma da, Bernardo Bertolucci
de, Onur Ünlü de var portreler arasında.
Hatta böylesi bir seçkide ayrıksı duran ama
Terrence Malick
Yavuz Turgul
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
belki tam da bu yüzden, ‘hakikat’ temasıyla tezatı üzerinden, farklı ve yeni bir ufuk
da sunan, siberpunk beden algısı üzerine
kapsamlı bir makale de var. Öte yandan sinema klasiklerinden son dönem örneklere
kadar geniş bir yelpazede yaratılış mitlerini
ve ruh-zihin-beden ilişkisini inceleyen yazılar da mevcut.
“Yitik cennetin peşinde” olanlardan
Yavuz Turgul ile Ethem Özgüven’in buluşma noktalarından biri, şaşırtıcı olmayacak biçimde, Erol Akyavaş. Turgul, “Erol
Akyavaş’ın ölümünden sonra yapılan retrospektif sergisine gittiğim zaman gözümden yaş geldi.” derken Akyavaş için kısa bir
deneysel film hazırlayan Özgüven, filmde
seslendirdiği metinde şöyle diyor: “Evreni kavramanın sırrı bazı ender bakışlarda
gizlidir. Erol Akyavaş’ın bakışı, o bakıştır.
Ve tüm anlamlı yollar ona çıkar.” Akyavaş,
sanatını ve tekniğini, akıntının tersine kürek çekerek ‘aşkın olan’ın hizmetine vermiş bir sanatçıydı. ‘Aşkın olan’ ve hakikat
elbette herhangi bir anlatım çerçevesinde
sınırlandırılamayacağı için de bir geleneğin
devamı olarak ‘hakikate ima’larda bulunuyordu. Kendisini aynı geleneğin parçası
olarak tanımlayan Turgul da Batılı, pozitivist anlamda ‘bilme’nin yerine ‘sezme’yi,
‘veri’nin yerine ‘hikmet’i ikame etmekten
yana kullanır tercihini. Filmlerinde de çözüm, ‘sezgi’sel olan üzerinden gelir.
Ender bakışlardan bir başkası ise Ethem Özgüven’in, yeni gelişmeler oldukça
içeriğini veya ismini (ya da ikisini birden)
güncelleyen, ‘kevn ü fesad’ı hatıra getiren
belgeselleri... Ya da ‘görme’nin anlamını
yitirdiği medium’larda boş bakışları taciz
ederek bir tür “köprüden önce son çıkış”
tabelası olan deneysel çalışmaları... Ve
yine aynı bakışı, aldığı felsefe eğitimini
sürekli geliştiren Terrence Malick’in felsefe
alanındaki çalışmalarında ve elbette daha
sonra sinemasında, ‘varlık’ meselesi üzerinde de görmek mümkün.
Her birinin çok titiz çalışmaların
ürünü olduğu, hacimli dipnot ve kaynakçalarından da anlaşılan makaleler,
yazarın sadece araştırma sürecinde değil, epey zaman önce hazmederek şimdi
imbikten geçirdikleriyle de okuma lezzetini ihmal etmiyor. Satırlar arasında
yol alırken Kemal Tahir’e, Cemil Meriç’e,
Ahmet Hamdi Tanpınar’a, İlhan Berk’e
rastlamak ayrı bir keyif. Keşke Ersümer
bu konu hakkındaki çalışmalarını ve
isabetli bakışını müstakil bir kitap için
kaleme alsa ve rüya/hakikat sineması kitaplığına sağlam bir katkıda bulunsa...
39
YENİ GÜLZÂR-I HASANEYN, ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI, KAPI YAYINLARI, 199 SAYFA, 14 TL
İslam tarihinin en acı
sayfası olan Kerbela Vakası
yüzyıllardır bir hüzün
olarak tazelenirken edebiyatta sayısız esere konu
oldu. Abdülbaki Gölpınarlı, Yeni Gülzâr-ı
Hasaneyn / Kerbela Vakası’nda hadiseyi
Yezid’in saltanatı karşısında verilen bir
izzet mücadelesi olarak ele alıyor. Hazreti
Hasan ve Hüseyin’in faziletli hayatını,
Kerbeya olayının ayrıntılarını, Kerbela
şehitlerini, Aşûrâ gününü, Ehl-i Beyt
imamlarını ve sonrasında yaşananları
anlatıyor. Gölpınarlı’nın dili sayesinde eser,
edebi bir metne dönüşüyor.
Kürtler hakkında ilk kitap
KÜRDLER: TARİHÎ VE İÇTİMAÎ TEDKİKAT,
DOKTOR FRİÇ, TARİH VAKFI, 214 SAYFA, 26 TL
Osmanlı Muhacirin
Müdüriyet-i Umumisi
tarafından 1918’de devletin
Kürtlerle ilgili ilk yayını
olarak basılan Kürdler: Tarihî
ve İçtimaî Tedkikat, Suavi Aydın ve İsmail
Beşikçi’nin değerlendirme yazıları ilave edilerek günümüz Türkçesiyle yayımlandı. İlk
basımda kitabın yazarı Doktor Friç, Almancadan çeviren ise Habil Adem görünürken,
daha sonra kitabın yazar ve çevirmeninin
Osmanlı Milli Emniyet görevlisi, Arnavut
kökenli ittihatçı Naci İsmail olduğu ortaya
çıktı. Kitap, İttihatçıların ve Cumhuriyet’in
resmî ideolojisinde etkili oldu.
Sultan Selim’in tuğları
Cihângîr Tûğlar, TURGUT GÜLER, ÖTÜKEN
NEŞRİYAT, 613 SAYFA, 35 TL
Kitap, ilginç bir Yavuz
Sultan Selim tarihi.
Aslında tek başına tarih
demek de doğru olmayabilir. Bir Selîmnâme
uzmanı olan yazar, Yahya
Kemal’in Selimnâme’sini bölüm bölüm
şerh ederek, buradan bir Yavuz Sultan
Selim portresi veya monografisi çıkarıyor. Sadece Sultan Selim değil, geniş
bir tarih yelpazesinde Asr-ı Saadet’ten
Osmanlı tarihine gidiş gelişler, tarih
sayfalarında seyahat, belki bir nevi
sohbet… Fakat kitabın merkezinde Yavuz ve onun cihangirliği, cihangirliğin
sembolü olan tuğlar var.
Fakir Baykurt’tan kalanlar
SABIR DAĞI, FAKİR BAYKURT, LİTERATÜR
YAYINLARI, 189 SAYFA, 14 TL
Fakir Baykurt’un romanlarından sonra öyküleri
de Literatür Yayınları’nca
basılmaya başladı. Yazarın terekesinde kızı Işık
Baykurt tarafından bulunan ve yayıma hazırlanan 46 öykü, Sabır
Dağı adıyla kitaplaştı. Baykurt, bu kısa
öykülerde köy hayatının zor şartlarını,
yoksulluk, cahillik ve emek sömürüsünü, köylünün maddi ve manevi dünyasını toplumcu bir bakışla anlatıyor.
Karın Ağrısı ve Cüce, Efendilik Savaşı ve
Anadolu Garajı da okura ulaştı.
ÇOCUK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Bu kitabı okursan bir çiçek açacak
Elif Şafak’ın ilk çocuk kitabı Sakız Sardunya, gündelik hayatın
yaslandığı tezatlar üzerine kurulu bir öykü. Zıtlıklar arasında bocalayarak büyümeye çalışan küçük bir kızın öyküsünü okuyoruz
kitapta. Sakız Sardunya iyi kurgulanmış bir ‘iyimserlik’ kitabı.
Sakız Sardunya, Elİf Şafak, Resİmleyen: Zafer Okur, Doğan Egmont, 155 sayfa, 14 TL
E
MUSA GÜNER
seçebildiği bir gezegen hayal eder.
Sakız Sardunya bütün bunlarla baş
etmesini öğrenir, sorunu büyütmek yerine çözümlerin çevresinde dolanmayı
okurla birlikte keşfeder. Sakız Sardunya
güzel kurgulanmış bir serüven, ağızda
şirin bir tat bırakıyor.
Eserleri birçok dile çevrilmiş bir romancı olarak Elif Şafak’ın çocuklar için
de yazmaya yönelmesi bu alan için çok
önemli bir zenginlik. Ustalar ve çocuklar
eserlerde buluşmalı… Cemal Süreya’nın,
Orhan Alkaya’nın ısrarıyla Çocukça dergisinde yazdığı ve bugün hâlâ lezzetle
okunabilen Aritmetik İyi, Kuşlar Pekiyi
gibi… Yaşar Kemal’in kaleminin ürünü,
Muhterem Yoğuntaş’ın hikâyesi Yağmurla Gelen gibi… Cemil Kavukçu’nun
çocuklar için yazdığı hikâyeler gibi…
Çocuklara seslenen bir kitabın, ‘edebiyat’ çemberinin içinde olması önemlidir. Onlarda okuma tadı oluşturmak
ancak incelikli kelimelerle mümkün. Bu
bağlamda, Elif Şafak’ın Sakız Sardunya’sı
önemli; okur sihirli küreyle geç tanışsa,
serüven biraz geç başlasa da…
Sakız Sardunya’da metne sinmiş, oradan da okura geçecek olan iyimserlikten
de söz etmemek olmaz. Serüvenin içinde kahramanla birlikte yürüyen okurun
ruh hali ‘gergin’likten ziyade ‘sakin’lik.
Kahramanı sevimli, daha da sevimli kılan bir özellik bu. Okura yüklediği
olumlu enerji şu cümlede belirginleşiyor:
“Ne zaman bir çocuk severek kitap okusa, ne zaman bir yetişkin bir hikâye ya
da masal anlatsa veya yeni bir fikir doğsa
sekizinci kıtada bir çiçek açar, bir kuş cıvıldar. Ya da bir şelale çağlayarak akar.”
lif Şafak’ın ilk çocuk
kitabı, gündelik hayatın
yaslandığı tezatlar üzerine kurulu bir öykü. Küçük
kız Sakız Sardunya, olabildiğince çocuk... Çevresi ise onun çocukluk pastasını kemirmeye çalışan minik tavşanlar
sanki. O hep bir kedisi olsun ister. Ya da
bir köpeği, keçisi, atı... İsmi Hayal ama
kendisi hayat kadar gerçek olan annesi
her seferinde itiraz eder: “Kedinin tüyleri dökülür, köpek havlar, keçi meler, atı
da koyacak yerimiz yok.” Bunlar büyümenin cilveleridir hep, insanı olgunlaştıran, belki de çözüme odaklayan. Hayat
istediklerimiz, sahip olabildiklerimiz,
maruz kaldıklarımız arasından geçerek
yürüdüğümüz bir patika değil midir?
Elif Şafak zıtlıklar arasında bocalayarak büyüyen kahramanına işaret
taşları kitap olan bir yol çizmiş. Sakız
Sardunya kılığına girmiş; kitap, okur,
okuma gibi kavramlar üzerinden derinlikler yakalamış. Çocuk aklı ile çözülemeyecek, büyüklere ait bilmecelere
kafa yormuş. Sakız Sardunya olayları ve
olguları anlamaya çalışırken, gerçeğin
hemen üstünde duran EFHİMA ülkesini keşfeder. Efsaneler, hikâyeler, masallar ülkesi… O ülkedeki seyahatinde yol
arkadaşları ise Zeliş ile Asutay’dır.
Nedir Sakız Sardunya’nın meselesi?
Annesi Hayal Hanım, “Ders çalışmazsan derslerin küser, yemezsen yemekler küser.” der, o ise ismini küstürmek
istemez ama bir türlü de sevemez. Çocuklara doğar doğmaz isim verilmesini
anlayamaz. Her insanın ismini özgürce
Elzeard Bouffier gerçekten yaşadı mı?
Dünyanın yemyeşil bir cennet olmasını istiyorsan bir ağaç dik, Elzeard
Bouffier’nin yaptığı gibi. Elzeard Bouffier de kim derseniz, binlerce meşeyle dağları neşelendiren bir adam.
Jean Giono, Ağaç Diken Adam adlı kitabının sonunda “1947 yılında, Banon
Huzurevi’nde huzur içinde aramızdan
ayrıldı.” diyor. Huzur içinde olduğuna şüphe yoktur, çünkü ömrünün son
otuz yılını dağların çorak topraklarını
sevindirerek geçirmiştir. Bu onun ne
görevidir ne de bu iş karşılığında para
alır. Koyunları ve köpekleriyle birlikte
Ağaç Diken Adam
Jean Giono
Everest YAYINLARI
60 sayfA
o dağların çorağında yaşar Bouffier.
Meşe palamutlarının en iyisini özenle
seçer ve toprakla buluşturur. Uzun bir
yolculuğa başlarken atılan ilk adımın
muhteşem bir örneğidir. “Dünyayı
ben mi kurtaracağım!” diyenleri utandıracak bir münzevidir. Tabiatı hoyrat-
ça tüketen insana karşı tabiatı çoğaltan adamdır. Fransız yazar Giono’nun
Ağaç Diken Adam öyküsü 1953’te yayımlandığında herkes Bouffier’in gerçekten yaşadığını düşünmüştü. Digne
Bölgesi Orman ve Su işleri Müdürü M.
Valdeyron, Giono’ya 1957’de bir mektup yazdı ve Bouffier’i sordu. Giono
verdiği cevapta şöyle diyordu: “Kıymetli Beyefendi, Sizi hayal kırıklığına
uğrattığım için özür dilerim ama Elzeard Bouffier kurmaca bir şahsiyet.”
Bu kitabı bütün çocuklar okumalı
ve Bouffier’le mutlaka tanışmalı.
40
1 EYLÜL 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Her şeyi soran çocuk
BİR SORUM VAR, MEHMET YAŞAR, UĞURBÖCEĞI
YAYINLARI, 154 SAYFA, 7,50 TL
Öğrenmenin kapısı soruyla açılıyor. Bazı çocuklar işi
çok abartır, sanki dünyaya
soru sormak için gelmişlerdir, Can Bilir gibi. Can,
Mehmet Yaşar’ın kaleme aldığı Bir Sorum Var kitabının kahramanı. Hem kendi
hikâyesini anlatıyor hem de okuru sorularına ortak ediyor. Doğrusu, sorduğu sorular hiç de yabana atılır cinsten değil. Can’ın
sorularından bazıları: Ayçiçekleri neden
güneşe döner? Kaynayan süt neden taşar?
Karıncalar neden boğulmaz? Bir de “Tilki
tilki saatin kaç?” var, o da Can’ın hikâyesi.
Küçük tilki Vuk insana karşı
ORMANIN KÜÇÜK EFSANESİ VUK,
ISTVÁN FEKETE, YKY, 189 SAYFA, 19 TL
Küçük tilki yavrusu Vuk,
bütün ailesini kaybeder
ve ormanda bir başına kalır. Yaşlı arkadaşı
Karak’ın yardımıyla kaybolan kardeşi İny’ye kavuşur ve avcıya
karşı mücadelesini kazanır. Zekâsı ve
yetenekleriyle ormanın yeni efsanesi olur. Dünyaca ünlü bir çizgi filme de
konu olan Vuk, minik bir tilkinin insana
verdiği vefa ve vicdan dersinin öyküsü.
İnsanı doğayla birlikte gerçekçi bir şekilde tasvir edebilen Macar yazar Istvan
Fekete doğa öyküleriyle ünlü.
Çete hakkında bilinmesi gerekenler
KISA PANTOLONLULAR ÇETESİ, ZORAN DRVENKAR,
GÜNIŞIĞI KITAPLIĞI, 188 SAYFA, 13 TL
“Kısa Pantolonlular” Ada,
Beton, Sırıtık ve Rudolpho isimli dört arkadaştan
oluşur. Önümüzdeki yıl 12
yaşına basacaklar. İsimleri
gerçek değil, çünkü hiç kimseye doğduğunda Beton, Sırıtık gibi isimler verilmez.
Kanada’da büyük bir kasabada yaşıyorlar.
Çete, adını kışın tam ortasında almıştır.
Çetenin, durmak bilmeyen bir trenden
nasıl kurtulduğunu, sadece şort ve tişörtleriyle kar fırtınasına yakalandıklarında
ne yaptıklarını, belalı bir çetenin kartopu
saldırısını nasıl püskürttüklerini kendileri anlatacak okurlara…
Sakın kimseye kapıyı açma
ANAHTAR, ISABELLE FLAS – ANNICK MASSON,
MAVİBULUT YAYINLARI, 28 SAYFA, 24 TL
Anne alışverişe çıkmadan önce, evde bıraktığı
üç oğluna, “Sakın ha,
ben yokken kimseye kapıyı açayım demeyin!”
diye tembihledi. Döndüğünde bir de
baktı ki anahtarı içeride unutmuş.
Çocuklara da açmayın dedi bir kere.
E şimdi afacanlar ona kapıyı açar mı?
Ne küçüğü ne ortancası ne büyüğü,
hiçbiri açmadı. Anne ne yapacak, üç
oğlunu kapıyı açmaya ikna etmek için
ne kadar dil dökecek?
SPOR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Dünya Kupası maçlardan ibaret değildir
Okay Karacan’ın 1982: Bir At Kestanesi Hikâyesi adlı kitabı, 1978’den bu
yana Dünya Kupalarının anılarını bir araya getiriyor. Karacan, sadece spor
tarihi anlatmıyor; geçmişin İstanbul’undan da bugüne esintiler getiriyor.
Yazarın ‘su gibi akan’ üslubuyla ortaya güzel bir kitap çıkmış.
1984, BİR AT KESTANESİ HİKÂYESİ, OKAY KARACAN, POSTİGA YAYINLARI, 264 SAYFA, 18 TL
G
azetemizin spor yazarlarından Okay Karacan
kardeşimizin 1982: Bir At
Kestanesi Hikâyesi adlı kitabı Dünya Kupalarının çok değişik bir
yanından söz ediyor. Kitap zamanında
çıkmış (temmuz) ancak biz ilgilenmekte
biraz geç kaldık. Neyse ki kitabın böyle
zamanlama durumlarıyla bir ilgisi yok.
Ne zaman okursanız aynı lezzeti bulabileceğiniz bir çalışma.
Kitapta Okay Karacan, 1978’den günümüze kadar Dünya Kupalarını nasıl
yaşadığını anlatıyor. Elbette ki bunlarla
birlikte daha pek çok şey kitapta yer alıyor. Yazarımız futboldan yola çıkıp bizi
eski İstanbul’a götürüyor. Başta Yedikule
olmak üzere Yeşilköy ve Çamlıca arasında bir gezinti yapıyoruz. Tabii o günlerden bu yana yaşananlar ahlanıp vahlanmalara yol açacak nitelikte ama artık
böyle şeylere kimsenin kulak astığı yok…
Karacan’ın yazı konusundaki becerisinin tanığı Zaman okurları. Günlük
yazıların ve maç yorumlarının yanında
her hafta hem Süper Lig’in panoramasını yazıyor hem de Zaman Pazar’daki
köşesinde sporun değişik yanlarına bakıyor Karacan. Yazdıklarındaki edebiyat lezzetinin de yakından tanığı okurlarımız. Elbette ki bu lezzet kitapta da
var. Karacan’ın anlatımı su gibi akıyor.
1968 doğumlu yazarımız, 10 yaşından itibaren Dünya Kupalarını sıradan
biri gibi izlemez, daha derinlemesine yaşar. Kuşkusuz bir yandan da çılgınca top
peşinde koşma yıllarıdır ve o her bakımdan bu işe bağlanır. Bir süre sonra adeta
bu işi yapmaya başlamışcasına defterler
tutacak, maçlar anlatmaya başlayacaktır.
Adam olacak çocuk!
kikaya kadar uğraşarak olmuştur. Hep
önce çalıştım, sonra kazandım. Kazanırken bile mutlaka son cıvatayı sıkmak için
geri dönmüşümdür. Bakın bu işler herkes
için böyledir, demeyin. Medya dünyasında annesinin karnından sırf şans ile doğmuş, parmağını kıpırdatmadan kazanan
o kadar çok adam var ki şaşarsınız.”
Bu saptamanın belli bir bölümüne
hatta tamamına da katılabilirim ama
yine de bir eksiklik olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Bizim mesleğin en
sevdiğim yanı, bir yarışma alanı oluşudur. Okay’ın dediği gibi başlamış ve
haksızca pek çok şey kazanmış insanlar
elbette ki vardır fakat belli bir noktadan
öteye geçmeleri mümkün değildir. Mesleğimizin yarışmacı tarafı, günün birinde mutlaka ortaya çıkar ve onun sözünü
ettiği ‘kalpazanların’ elenmesini sağlar.
Nasıl ki torpille futbolcu olamazsanız,
bizim işimizin de böyle bir yanı vardır. Belki o torpille işe başlar, bir şeyler
kazanır ama sonunu getiremezsiniz.
AHMET ÇAKIR
O kadar ki 1982’ye gelip 14 yaşının getirdiği bütün altüst oluşları yaşarken
Çamlıca’da Karga Dere Televizyonunu kurar! Tabii bu birkaç arkadaş bile
denemeyecek kadar küçük bir topluluk içinde yaşanan bir gençlik eğlencesidir. Öyledir de gelecekteki mesleğiyle ilgili çok sağlam bir ipucu olduğu
görmezden gelinemez.
Buraya gelmeden arada bir süre
Reşadiye Lisesi döneminin bulunduğunu da atlamadan, devam edelim.
1990 Dünya Kupası sırasında o artık bir
imkânsız görünen işleri başarmak
Okay Karacan
yandan ekmek kavgasının içinde olacak
dönemdedir ama okuldan henüz kurtulamamış, o yıllarda memleketin yeni
tanıdığı -kısaca borsa diyelim- işine yönelmiştir. Fakat sonrasında işler epeyce
hızlı gelişecek ve 1994’te Okay Karacan
kendini bir düşün içinde bulacaktır.
Yayıncı kuruluş TRT’nin spikerlerinden biri olarak Halit Kıvanç gibi bir efsanenin yanısıra Tansu Polatkan başta olmak üzere herhangi bir şekilde yanlarına
bile yaklaşamayacağını düşündüğü kişilerle aynı işi yapacaktır. Kaymakam olma
hayali çoktan gerilerde kalmış, TRT’nin
zorlu sınavlarından geçip sonrasındaki
kursları başarıyla tamamlamış ve azap
dolu bekleyişin ardından göreve atanmıştır. Sonraki yılları biliyorsunuz diye
geçmek mümkün çünkü Okay Karacan o
günden bu yana sporla iyi kötü ilgilenen
hemen herkesin tanıdığı biri. Sadece futbol değil öteki sporlar ve özellikle memleketin bu olayı yeni tanıdığı dönemlerdeki
Formula 1 anlatımlarıyla ülkenin en ünlü
kişilerinden biri olur. Bugün onu sesi ve
görüntüsüyle reklamlarda bile izliyoruz.
Elbette ki bütün bunlar kolay olmuyor; hele bazılarımız için engeller
ve zorluklar ötekilerden çok daha fazla
olabiliyor. Karacan’ın medya dünyasında belli bir noktaya gelebilmek için verdiği mücadele ve bunu çok daha kolay
elde edebilenlerle ilgili değerlendirmesi
epeyce eğlenceli. Birlikte kulak verelim:
Bizimki yarışma mesleği
“Allah bazı insanları zorluklarla test ediyor. Kimileri ise kolaylıkla her şeye sahip
olabiliyorlar. Benim hayatımdaki kazanımlar hep mücadele ederek, son da-
41
Yine bizim mesleğin önemsediğim yanlarından biriyle birlikte başka her iş için de
geçerli olabilecek imkânsız görünen işleri
başarma örnekleri var kitapta. Özellikle
1998 Dünya Kupası sırasında Fransa’da
sınırları belirsiz bir stat dışı yayıncılık işi
sırasında yaşananlar, kitabı daha da ilginç
kılan noktalardan biri. “İmkansız, böyle
bir iş asla yapılamaz!” demenin gazetecilikte yeri olmadığını gösteriyor.
Benzer bir durum 1994 Dünya Kupası sırasında da yaşanıyor. Sonuna kadar
takip, kapıdan kovulduğunda bacadan
girme, akla hayale gelmeyecek nitelikteki birtakım bağlantıları bulup kurabilme
diye anlatabileceğimiz durumlar, yaptığımız işin nasıl bir yarışma olduğunu
kanıtlıyor. Eh, bunları yapabildiğinizde
Okay Karacan oluyor, yoksa elenip gidiyorsunuz. Ya da daha silik bir çizgide
kalıp bu işi yapıyormuş gibi görünmeye
razı oluyorsunuz... Kitaba adını veren
hikayeyi elbette ki atlamıyorum ama
yerim doldu, bir zahmet onu da siz bulun. Tabii bunun için kitabı satın alıp
okumak gerektiğini ben söylemiş olmayayım... Futboldan yola çıkıp İstanbul’un
yakın sayılabilecek geçmişine şöyle bir
göz atmak, Karacan’ın Dünya Kupalarını nasıl yaşadığına tanıklık etmek için
okumaya değer çok keyifli bir kitap bu.
USTA GÖZÜYLE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Beyyine külfetinin müddeiye ait
olmasına ve bir nâşerif’e dair
Pâdişah taslaklarına pabuç
bırakacak mısınız ey azizler?
Netiycede cümlemiz beşeriz; ister istemez,
kerâhet derecesinde de olsa memleket ahvâli
ile alâkadar olmak iktizâ edince birtakım
hususlarda fikir beyan etmek lâzım geliyor.
Ahmed Turan Alkan kardaşımız fî tarihinde
“Turfa Müneccim” serlevhalı bir mekale
kaleme almış ve fekat bu mekaleyi birilerinin
ona “sipariş” etdiği iddia edilmişdi...
RE­CAÝ
GÜL­LAP­DAN
İRFAN
KÜLYUTMAZ
C
ânımdan muazzez muhterem
kaarilerim, evvela
selâm edeyor ve gözlerinizden bûs ederekden
lakırdıma başlayorum.
Efendim, Zeman kazatasını kıraat edenlerinizin derhaatır edecekleri gibi, Ahmed Turan Alkan kardaşımız fî tarihinde “Turfa Müneccim”
serlevhalı bir mekale kaleme almış
ve fekat bu mekaleyi birilerinin ona
“sipariş” etdiği iddia edilmişdi.
Alkan Bey kardaşım, bu iddialara
nihayet cevap verdi ve niyçün ve
ne münasebetle yazdığını net bir
şekilde ifâde etdi...
Malûm, bir Mecelle kaidesidir:
Beyyine külfeti müddeiye aitdir!
Yâni, şayet bir iddiada bulundu iseniz, bu iddiayı ispat mükellefiyeti
size düşmekdedir. Bir misâl ile
iyzah edeyim: Efendim, biri sizi,
söz temsili, Allah muhafaza, rüşvet
almakla mı itham etdi; siz rüşvet
almadığınızı ispat mecburiyyetinde
değilsinizdir; -ispatla mükellef olan
iddia sahibidir! [Elbetde bağzı
vaz’iyyetlerde iddia sahibine ispat
imkânı verilmediğine de şâhid oluyoruz ya, o bahs-i diğer!]
Alkan Bey kardaşımıza “Sen bu
mekaleyi birilerinin telkin, rica veya
siparişi üzerine yazdın!” deyenler
her kim idiler ise, bu iddialarını
ispat edemedikleri için, müfteri
vaz’iyyetindedirler.
Çamur at izi kalsın!
Bilmem derhaatır buyruluyor mu,
bundan takriben üç-dört sene
mukaddem, muazzez kardaşım
Hilmi Bey’e de bir zât-ı nâşerif
buna benzer bir iftira atmış idi.
Bir Te Ve proğramında Hilmi
Bey’in, Naipaul mes’elesini birilerinden “emir alarak” yazdığını
iddia etmiş; Hilmi Bey kardaşım
da ayni proğramda, yokarıda arz
etdiğim Mecelle hükmünü hatırlatarakdan, kendini ispata dâ’ved
ile şayet ispatlayamazsa, müfteri
1 ARALIK 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
ve şerefsiz vaz’iyyetine düşeceğini sarahaten ifade etmişdi! O zât-ı
nâşerif de ispat mükellefiyyetini
elbetde yerine getirememişdi!
Zira bu müfteri, “Çamur at, izi
kalsın!” gibi, sefil ve âdi bir maksadın peşinde idi...
Efendim, bizde bu böyledir.
Hilmi Bey kardaşımın dâimâ tekrarladığı, meşhur Fransız şairi Paul
Valéry’nin darbımesel
mâhiyyetinde bir sözü vardır:
Bendenizin de çok sevdiğim,
Martin Heidegger’in de sık sık
(betahsis Kastner ile olan muharreratında) zikretdiği söz:
“Düşüncenin üstesinden gelemeyen, düşünenin üstesinden gelmeye çalışır.” Haydi, ukalalık olsun
diye, Fransızcasını da yazayım:
“Qui ne peut attaquer le raisonnement, attaque le raisonneur”…
K
ıdemli
kaarîlerimin
mâlumudur;
siyâsiyattan
hazzetmem ve
lâkin netiycede cümlemiz beşeriz; ister istemez,
kerâhet derecesinde de olsa memleket ahvâli ile alâkadar olmak iktizâ
edince birtakım hususlarda fikir
beyan etmek lâzım geliyor.
İşte bu cümleden olmak üzere
vaktiyle siyâsetin temel esasları hakkında, siz aziz dâvâ yoldaşlarıma haylice yol yordam göstermiş, mahsûsen
siyasi rejimler üzerine fikir beyan
etmiş idim; buna göre beşer cinsi içün
en eyi rejim pâdişahlıktır; bir şartla; o
dahi bizzat ve maalesef şahsan kendimin pâdişah olması elzemdir!
PÂDİŞAHLIK EYİDİR, HOŞDUR DA...
Neyçün deyeceksiniz, efendim
pâdişahlık eyidir hoşdur da
pâdişâhın –tesâdüfün bu kadarı
olmaz efendiler; lâkin mecburum!- tıpkı benim gibi yarlı-yakışıklı, fevkalhad zekî ve fekat bu
mazhariyetini olur olmaz yerde
göstermekten hayâ eden, âkil,
fatîn, metîn, mekîn, dirâyetli,
merhametli ve şefîk, azm ü sebât
sahibi, sipordan anlayan, idmanlı,
nâzik, ârif, âlim, mazbût, mâkûl,
muhsin, sabırlı, temkinli, ihtiyatlı,
güzelden anlayan, eli az biraz
kalem tutan, iyisini kötüsünden
kırk metreden tefrik edecek derecede şiir bahrinde şinâverlikler
etmiş, tıpkı benim bizzat kendi
şahsım gibi mütevâzı, alçakgönüllü, umur görmüş, tecrübe-dîde,
kanaatkâr, belâgat ehli, yüksek
vicdanlı, elhâsılı hayli vasıflı ve
nâdide biri olması lâzımdır...
Sorarım size, böylesini nerede
bulacaksınız efendiler; şahsan arasıra
kendimi siygâya çekip meziyyet ve
kusurlarımı gözden geçirdikde kendi
kendime şöyle söylendiğim çokdur:
Ah Recâi, sen kiim, cihan padişahlığı
kim; lâkin azizim keşke daha meziy-
‘Fransızcayı tefeül yoluyla biliyor!’
Efendim, Fransızcasını betahsis
yazdım. Zira bu müfterinin
Fransızca bildiği rivâyet olunayor.
Merhum Cemil Meriç Hocamız bu
zât için “Fransızcayı tefeül yoluyla
biliyor!” deye yazmışdı. Yâniya,
Fransızcadan terceme ederken, fal
bakar gibi, “Acaba şu mânaya mı
geleyor, yoksa bu mânaya mı geleyor? Acep şöyle mi desek, acep
böyle mi desek?” deye kekeleyib
durduğu içün!..
Efendim, bu aylık da bu kadar:
Telâkıy gelecek aya inşallah! O
vakde kadar kendinize mukayyed
olunuz, zâtınıza hoşça bakınız
Burada Şeyh Gaalib’i hatırlamışken,
onun pek beğendiğim bir ifâdesini
de zikredeyim: Muazzez kaarilerim,
bendeniz “sohbeti ganimet
bilenlerden”im! Şebâbiyyet senelerimde peder merhumun meclisârâ
dostları ile olan sohbetlerinin ne
kadar zîkıymet olduğunun elyevm
idrâki içindeyim. Onun içün dostlarınızla sık sık sohbet ediniz!
Allah’a ısmarladık muazzez kaarilerim! Au Revoir, canlarım benim…
42
yetli, daha elyâk biri çıksa idi de sen
bu ağır mes’uliyetten kurtulsa idin!
İmdi, kendi şahsım gibi müstesnâ
bir zât-ı muhteremi bile pâdişahlığa
lâyık bulmaz iken şol günlerde ortalığa dökülüp, “Âlem-i İslâm’ın
pâdişahı ve halifesi ben olsam gerekdir” deyu tüylerini kabartan
ba’zılarını görünce acı acı tebessüm
etmekten kendimi alamayorum,
çünkü merhum Selîm-i Evvel (Yavuz
diye mâruf ve müştehirdir kendileri)
Efendimizin bir nüktesi aklıma geleyor; buyurmuş ki:
- Bu cihan bir pâdişaha fazla, iki
padişaha azdır!
PÂDİŞAH NAMZEDLERİNE BAKINCA...
Efendiler, pâdişahlık her şeye rağmen matah bir şey olsa idi netekim
vaktiyle o yola tevessül edip bizzat
pâdişahınız olur idim; müstait idim,
imkânlar var idi, hattâ böyle olmaklığım içün yalvaran (adı lâzım
değil; ortalığı velveleye vermeyelim)
devletlûlar da mevcud idi. İstemedim, mes’uliyetinden çekindim ve
netiycede, “Görelim millet kendi
kendini idâreye ehil midir; bir fursat
vermek lâzımdır” diye ihtiyatkâr
davrandım idi. Şimdiki pâdişah
namzedlerine bakınca, “Evlâdım Recai, sen kendi kadr ü kıymetini bilmemişsin; bunlara değil dünyanın,
sair seyyare ve yıldızların padişahlığı
da verilse ‘yetmez, benim gibi bir yiğide az gelir’ deyecekler” demekten
kendimi alakoyamayorum.
Ey gâziler, öyledir, bu dünya iki
padişaha az gelir ve fekat Cenâb-ı
Hakk’a kul olmak şuuruna vâsıl
olmuş binlerce, milyarlarca derviş
tabiatlı rahat rahat istiâb eder. Siz siz
olunuz pâdişah taslaklarına pabuç
bırakmayınız! Eyi bir şey olsa idi
netekim yokarıda buyuruldu, vaktiyle
ben uhdeme alır idim.
Sizler içün en eyisi, yine ahalinin
kendi kendini idare edecek derecede
ehil ve siyasi mes’uliyetlerine sahip
çıkmasıdır; bu eyiliğimin de kadri
bilinsin isterim bâhusus efendim!

Benzer belgeler