parastına çandê parastına hebûna me ye
Transkript
parastına çandê parastına hebûna me ye
P STÊRKA CIWAN K o v a r a C i w a n a n a M e h a n e PARASTINA ÇANDÊ PARASTINA HEBÛNA ME YE Nîsan 2011 Hejmar:95 Halil UYSAL (Halil DAĞ) Ulusal Kürt Gençlik Konferansı sonuç bildirgesi “Gittiler güneşi avuçlarında eritenler güneşe giden yolu yürekleriyle döşemeye geride bekleyen hazin bir ulusu güneşe taşımaya gittiler bir parça dünya koparacaklardı güneşten lazer ışını bakışlarıyla dolu dizgin yağmurlu gecenin karanlığında kor kundağı güneşin sıcaklığında eriterek” Demokratik Yurtsever Gençlik meclisinin (DYG) çağrısı ile 16-17 Mart tarihlerinde Amed’de dört parçadan ve Avrupa’dan gelen 270 delegenin katılımı ile düzenlenen “Ulusal Kürt Gençlik Konferansı”nın sonuç bildirgesi açıklandı. Amed’de iki gün boyunca sürdürülen konferansta Kürdistan’ın dört parçasından ve Avrupa’dan gelen katılımcılar başta Kürt gençliğinin sorunları olmak üzere, ulusal birlik, parçalardaki Kürtlerin ve gençliğin sorunlarını ele alarak yoğun tartışmalar yürüttüler. Konferans aynı zamanda ulusal birliğin kurulmasına dönükte oldukça anlamlı ve güçlü değerlendirmelerin yapıldığı bir konferans oldu. Kürt gençliği gerçekleşen konferans ile gençliğin ulusal birliğin kurulmasına dönük üzerine düşen öncülük misyonunu yerine getirmiş oldu. Konferansta aynı zamanda gençlik ulusal bir konferansında bir an evvel gerçekleştirilmesi çağrısını yeniledi. İki gün süren konferansın sonuç bildirgesi şöyle: -Kürdistan’ın dört parçasında baskı ve zulüm hangi ülke ve ulustan gelirse gelsin, buna karşı mücadele etmemiz gerekiyor. - Kürtçeyi yasaklayan devletlere karşı mücadele ederek, dilimize sahip çıkmalıyız. - Kürtlerin ulusal birliği oluşturulmalı. Bunun bütün örgütler bir araya gelerek bir an önce ulusal konferansı toplamalı. - Kürt sorunun çözümü için demokratik ve barışçıl yollar denenmeli. - Kürt gençlik kurumlarının güçlenmesi için bir koordinasyon oluşturulmalı. - Başta Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan olmak üzere, hangi ülkede olursa olsun bütün özgürlük tutsakları serbest bırakılmalı. - Yılda bir defa Kürt Gençlik Konferansı toplanmalı. İkinci konferans Güney Kürdistan’da yapılmalı. Ayrıca yılda bir gençlik festivali organize edilmeli. - Artık hiçbir şekilde kardeş kavgası olmamalı. Hangi güç böyle bir girişimde bulunursa, diğer Kürt örgütleri bunu kınamalıdır. - Kürtler de diğer halklar gibi, kendi sorunlarını çözüm gücüne sahip olmalı. - Federal Kürdistan Bölgesi’ndeki kazanımlar korunmalı ve sahip çıkılmalı. - Siyasi, sosyal ve kültürel soykırıma karşı Kürt halkının kendini koruması ve mücadele etmesi gerekiyor. Konferansımız daha önce yaşanan katliamları kınıyor. - Kürtçe kültür, sanat ve edebiyat çalışmaları geliştirilmeli. - Bütün Kürtler, Kürtçenin lehçelerini bilmeli. Ayrıca standart bir dil için çalışma yürütmeliyiz. - Genç kadın kırımına ve kadına yönelik “recm, idam, fuhuş, berdel” gibi saldırılara karşı ve kadın özgürlüğü için mücadele verilmeli. - Bütün uluslararası güçlere çağrımız, Enfal ve kimyasal bombardımanın “soykırım” olarak kabul edilmesi ve 16 Mart tarihinin “Dünya Jenosit Günü” ilan edilmesi ve tanınmasıdır. Ulusal Kürt Gençlik Konferansı bileşenleri İçindekiler Editörden Apo Kimliği ................................................................................................................................................... 2 Abdullah ÖCALAN Gençlik Kültürel Soykırıma Geçit Vermeyecek.... ........ ................8 Stêrka CİWAN Önderliksel Doğuşla Gerçekleşen Toplumsal Diriliş ........................................................................................................................... 12 Ciwan AZAD Devrimci Halk Savaşına İlişkin Bir Kaç Söz................................... 18 Yıldız CUDİ Halkın Gizli Düşmanları: Sahte Aydınlar ........................................ 24 Özgür ÇALAK Doğanın Temel Kuralı: Öz Savunma .......................................................... 27 Cihan ÖZGÜR-Çiçek HELEN Kadının İnsanlaşmadaki Rolü ve Neolitik Devrim.................................................................................................................................. 36 Jinen SERBILIND Dünya Deneyimleri : Güney Afrika ............................................................... 42 Stêrka CİWAN Gülmeyi Dağlarda Öğrendim.................................................................................... 45 Halil DAĞ Dîlana Perperîke di şeva Pûşperê A Têneber .............................. 48 Afrîn Ahmed FUAT Kapitalistische Moderne : Epistomologischer Rahmen Der Demokratischen Zivilisatio................................................................................................. 51 Deniz ÇEWLİK L’unilisation De La Jeunesse Par Le Systeme .................................................... 57 Munzur AMED Diroka Mazra- Elaziz ............................................................................................................ 59 Mizah ......................................................................................................................................................................64 Baharın sıcaklığı ve coşkusu ile merhaba… Nisan ayı kuşkusuz baharın en doğurgan ayıdır. Bu ayda doğa, toprak ve tüm canlılık adeta yeni yaşamı bulmuşçasına harekete geçer. Doğa SARI’nın, KIRMIZI’ının, YEŞİL’in ve kendine ait tüm renklerin en canlı yansımaları ile bir adım ileriye atılır. 21 Mart’tan diriliş talimatını almıştır, zaman artık nisan yağmurları ile dirilişe ve isyana akmaktadır. Newroz’da yakılan ateşler dağlardaki karları eritmeye başladı bile. Kürdistan’da karların erimesi demek dağ patikalarının canlanması demektir. Bu demlerde sıralı adımlar ile gerillalar birbirinin ardı sıra dağların doruklarına doğru yol almaya başlar. Kış boyu gerçekleştirilen yoğunlaşmalar ve hazırlıkların hepsi bu baharı, karların erimesini beklemişçesine atılan adımların hızına yansır. Ve bahar esasta şimdi geliyor, gerillalar geliyor… Halkımız açısında bu ayı önemli kılan bir diğer noktada Nisan ayının Önder Apo’nun doğduğu ay olmasıdır. 4 Nisan tarihi Kürtler açısından artık bir milat noktasını ifade etmektedir. Halkımız tarihi artık Önder Apo’dan öncesi Kürtler ve Önder Apo’dan sonra Kürtler olmak üzere ayırmaktadır. Önder Apo’nun doğumu halkımız açısından olduğu kadar, Kürt gençliği açısından da önemlidir. Bu tarih aynı zamanda tüm Kürt gençliğinin de doğum günüdür. Doğum gününüz kutlu olsun Amed’de buluşmak dileğiyle... Genç kalın... Mail adresi; [email protected] STÊRKA CİWAN Ö N D E R L İ K APO KİMLİĞİ Abdullah ÖCALAN “Savunmalardan alınmıştır” “Ortadoğu yaşamında halkımız ve dostlar için sadece ayakları yere basan bir özgürlük ütopyası yaratmakla yetinmedik. Başka halkların yüzlerce, binlerce yıl oluşturdukları ütopyalarını, biz halkımız için kimsenin pek tenezzül etmediği geçmişin kırık dökük parçalarından ve geleceğin çok zayıf umutlarından 20-30 yıllık bir ömür içinde sonuna kadar güvenilen, inanılan ve başarılabilen gerçeklikte yarattık” Nîsan 2011 Doğal çevre ve tarihsel gelişimin birey kişiliğinin oluşumunda belirleyici rol oynadığı bilimsel bir tespittir. Tanımlanma düzeyinde çevre ve tarihsel çerçeve hakkında özlü bazı belirlemeler yapılabilir. Doğduğum çevre Orta Torosların Mezopotamya ovasıyla batıdan birleştiği, vadilerle parçalanmış ve hafif tepelikleri olan bir plato görünümündedir. Fırat nehrinin kuzeyinden akıp güneye sert bir kavis yaptığı kıvrımın beş kilometre yakınında kurulan Ömerli (Ammara) köyü doğup büyüdüğüm çevredir. İklim gecikmiş bir Akdeniz iklimidir. Tarihte Verimli Hilal olarak adlandırılan bölgenin ortasındadır. Bütün bitki ve hayvan kültürlerine elverişlilik arz etmektedir. Neolitik toplumun geliştiği en temel bölgelerden biri olduğu, halen güçlü neolitik özelliklerin yaşanmasından anlaşılmaktadır. Yörenin yakınlarında güçlü olan feodal ve daha sonra gelişen kapitalist özellikler, doğuş bölgemde pek etkili olamamışlardır. Neolitik köy toplumunun varlığını güçlü bir biçimde sürdürmesi dikkate değer bir durumdur. Alandaki tarihin diğer önemli bir özelliği, çeşitli etnik topluluk ve kavimlerin adeta geçit kapısı niteliğinde olmasıdır. Saf bir etnik topluluk ve kavim yoktur. Hepsinin karışımından bir mozaiğin halen süren güçlü izleri hakimdir. Alanda ilk yerleşim sahiplerinin Hurri ismiyle adlandırılan Aryen kökenli etnik topluluklar olduğu tarihsel, arkeolojik ve etimolojik verilerden anlaşılmaktadır. Bugünkü Kürtlerin dil yapılarıyla Hurri dil yapısı arasındaki ben2 zerlik de bu gerçeği doğrulamaktadır. Bilindiği gibi, Hurriler Sümerlilerin kuzey bölgelerindeki yüksek dağlık ve tepelik alanlarda yaşayan halka verdikleri genel bir adlandırmadır. Yine Sümerler bazen de ‘dağlı halk’ anlamında bu yöredeki topluluklara Kurti demektedirler. ‘Kur’ dağı, ‘ti’ eki ise aidiyeti ifade edip, dağlı anlamına gelmektedir. Güneyde ise bölgeye sık sık sızan diğer bir etnik topluluk olan Sami kökenli Amoritler yaşamaktadır. Ammar adı bu kültür geleneğinden etkilenmiş olabilir. Daha sonra Araplarla beslenen bu topluluklar, Saad İbni Ebu Vakkas komutasında İslamiyet’i bölgeye taşımışlardır. Halen insanlar ve köylerin birçok ismi Arapİslam kökenlidir. Geleneksel Hurri-Amorit çekişmesinin bölgede de oldukça eski tarihlere kadar uzanması mümkün görülmektedir. Asurilerden kalma birçok kalıntı halen bölgede durmaktadır. Yazılı birçok kaya bulunmaktadır. Çocuğun kimlik kazanmasını daha yakından belirleyen bir etken ailedir; ailenin de içinde yer aldığı köy toplumudur. Çizilen çerçeveden de anlaşılacağı gibi, köy toplumumuz binlerce yıl öncesinin neolitik kültürünün etkisi altında feodal İslamiyet’in inançlarını pek anlamadan yaşamaktadır. Aralarında sınıf farkı olmayan, kendilerini idare etmeye yetmeyecek kadar az mülkü bulunan, dışarıya işçi ve ırgatçılık yapan yoksul karakterli ailelerden oluşmaktadır. Eskiden olsa bile aşiretçilik aşılmış; akrabalık ve aile bağları kabile olmaya bile yetmeyecek kadar zayıflamıştır. Gelişen STÊRKA CİWAN kapitalist ilişkiler karşısında yoksul emekçiler konumuna gelmişlerdir. Cumhuriyetin bürokratik yapılanmasına da yabancıdırlar. Sınırlı bir okuma oranına sahiptirler. Cumhuriyet kültürünün pek farkında değiller. Denilebilir ki, neolitik toplum da dahil, köleci, feodal ve kapitalist toplumun etkilerini hep dışardan alıp diyalektik bir dönüşümden geçirmeden, “başa gelen çekilir, kader” anlayışıyla derinliğine bir pasifizmi yaşamışlardır. Tüm kültürlerin onlar için bir anlam ifade etmesi zordur. Bir nevi altta kalan fosil tabakaları gibi donuklaşmışlardır. Zihnen ve ruhen kendilerinden herhangi bir yaratıcılık beklenemez. Buna ‘zamanın dışında kalma’ da diyebiliriz. Genelde Doğu toplumlarının M.S 1000’lerden beri yaşadığı tutuculuk ve içe kapanma özellikleri geçerlidir. Mitolojik anlamda bile anılarını yitirmiş, inandıkları Tanrı’nın hangi ihtiyaçlarını karşıladığının hiç farkında olmayan, marjinal toplum olarak dibe vurmuş bir durumu yaşamakta ve paylaşmaktadırlar. Kapitalist sistemin hiçbir devrimci aşamasına katılmamış olmaları, marjinal durumu daha da daraltmaktadır. Köy toplumu kendini zorbela ancak fiziki olarak üretebilmekte, ideolojik olarak ise zihinsel ve ruhsal yabancılaşmayı en derinlikte yaşamaktadır. Yaşamın ciddi bir toplumsal, siyasal ve ideolojik hedefi bulunmamaktadır. Kurtarıcılık, ahret düşüncesi bile anlamını yitirmektedir. Ancak küçük memur olma ve Avrupa’da işçilik, sınırlı umutlar yaratabilmektedir. Kötülükleri olmayan, ama hayırları da pek bulunmayan edilgen bir insan gerçekliğiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Her şey silik, anlamını yitirmiş, çaresizliği bir kader bilen, yaratıcılıktan uzak bir dünyanın üstü açık hapishanesinde kendini tutsak yapmış bir yaşamın mahkumu gibidir. Bu gerçekliği paylaşan bir aileden gelmekteyim. Fakat toplumsal genlerin de olabileceğine dair bazı kavramlarla düşündüğümde, ailenin daha yakın incelenmesi gerektiğini fark ettim. Klan veya hanedan kökenli olduğuna dair pek veri yoktur. İkisi ortası bir familya, soylu aile olma ihtimali var. Kürtçe ‘Mala Ocê’ denmektedir. ‘Mal’ı, familya anlamında kullanabiliriz, ‘Ocê’ bilinen en eski atamız olmaktadır. Öcalan soyadının bu ataya dayanarak verildiği kanısındayım. Ocê’nin Hüseyin ve Abdullah adlı iki çocuğuna dayalı aileler oluşmaktadır. Babam Abdullah’ın oğlu oluyor, adı Ömer’dir. Havva ve Uveyş ailede etkili, güçlü kadını temsil etmektedir Ana tarafımız karmaşıktır. Babamın anası Besey, Halfeti’nin güneyinde Birecik etrafından Arap mıntıkalarına kadar yayılan çok dövüşken Gedikan aşiretinin Şabikan kolundandır. ‘Kendi kendine ölmeye murdar (haram, pis ölüm)’ demektedirler. Diğer dedem Hamit ise Arah Türkmen köyünden Havva ile evlenmekte olup, anam Uveyş ondan doğmaktadır. Havva ve Uveyş ailede de etkili, güçlü kadını temsil etmektedir. Kendilerini kesinlikle koca-erkekten aşağı kabul etmezlerdi. Denilebilir ki, kadın-erkek çelişkisinden kaynaklanan bir sosyal mücadeleyi en ilkel biçimiyle yaşamaktaydılar. Kurulan denge bir egemenlik biçiminde değildi, bir uzlaşmayı andırıyordu. Ama her an bir çatışma tohumunu içinde barındırıyordu. Ailemizin başka tür kökenli kadınlarla da evliliklerinin olmasının, aralarında bir yakınlık ve uzlaşma sağlama ihtiyacına ve anlayışına dayandığı açıktır. Geleneksel kavgaya son vermenin bir yolu da kız alıp vermedir. Bu yöntemin oldukça kullanıldığı anlaşılmaktadır. Daha doğar doğmaz ve kendimi tanır tanımaz, kendimi aile ve köy devriminin ortasında buldum. Bağla3 nacağım ne aşiret, ne de sınıfsal ve ulusal amaçlar vardı. Din bile sadece Arapça ezberlemeyle tatmin edici olmaktan uzaktı. Aileyi güçlü bir biçimde yeniden üretmenin koşulları bulunmuyordu. Yükselme duygusunu tatmin edecek hiçbir şey ortalıkta yoktu. Okulu, beni yutacak bir canavar olarak algıladığımı halen hatırlarım. Şehri de beni yutacak, güç getirilemeyecek bir olgu olarak görürdüm. Köy cemaatleri de hiç umut vermiyordu. Dedikodu, fitne fesat karargahları olmaktan öteye bir fonksiyonları yoktu. Bu dönemde gözlerim hep kırsalda olacaktı. Hatta anam benim üzerimde üç kapıyı kapatıp üçer sefer yarı boğup bayılttıktan sonra bile, uyanır uyanmaz yıldırım hızıyla kapıya vurur, dışarı fırlar, kırlara kadar uzanırdım. Fırıl fırıl dolaşırdım. Belli ki bir şeyler arıyorum. Sonradan kıyaslayacağım birçok peygambersel, filozofça çıkışların bu tür yalnızlık yürüyüşlerine ihtiyacı vardı. Güncelliğin sığlığından kurtulmak ve yeniye doğru yoğunlaşmak, bu yöntemle daha çok mümkün olmaktaydı. Ailenin tüm önemli kurallarına zıt kesilmiştim. Geleneklerine, namus anlayışlarına kuşkuyla bakmam ve çiğnemem giderek artacaktı. İlk çocukluk arkadaşlarımdan Şehit Hasan Bindal’la bir kır gezintisinden gizli döndüğümü gören nenem Havva kıyamet koparmıştı. Çünkü Hasan düşmanın çocuğuydu. Buna cesaret etmem korkunç bir suçtu. Halen hatırlarım. Anamın karşısına dikilip, “Üveyş, senin bu oğlun namussuz çıktı” deyişini hiç unutamam. Bu öfkeye rağmen, düşmanın çocuğuyla birlik olmak benim için gün geçtikçe bir tutkuya dönüşecekti. Akraba çocuklarından kaçarken, düşman diye tabir edilen ailelerin çocuklarıyla ilişki ve birlik aramam benim için bir eğilim haline gelmişti. Aslında ilk doğal ideolojik ve siyasal örgütlenmemi bu yolla geliştirdiğimi daha sonra iyi anlayaNîsan 2011 STÊRKA CİWAN caktım. Yeni toplum projelerimin ilk ilkesi böyle doğmaktaydı. Aile ve köy toplumunun ilkesel ve pratik reddi sürekli gelişiyordu. Yeni yaşam tarzımı oyunlarımda deniyordum. Oyunlar benim için gerçek, aile ve köyün gerçekleri ise kurtulmam gereken ayak bağlarıydı. Bu nedenle kendimi fark eder etmez, çocuk gruplarımı olağanüstü bir çabayla yaratmaya çalışacaktım. İlkesi, oyun ve beceriklilikti. Kim en çok benimle oynarsa ve kazanma gücü gösterirse, o çocuk örgütümüzün en değerli üyesiydi. Dost düşman ayrımı yapmadığım, bu konuda son derece ilkeli hareket ettiğim, Şehit Hasan Bindal olayında çok belirgindir. Bu konuda ikinci ilkem, cins ayrımını da yapmamamdı. Oyunlarda yeteneklerini fark ettiğim kızlar halen aklımdadır. Bazen aylarca peşlerinde dolanıp oyuna çekmeye çalışırdım. Bu konuda canlı bir anı, Hasan’ın amcası kızı Elif’le ilgilidir. Sonradan duyduğumda anısını şöyle nakletmiştir: “Gelin olduğum günlerde usulca eve yaklaşıp halen oyuna davet ediyordu.” Bu doğruydu. Hele bu yaşlarda yetenekli kızların evlendirilmesini hiç kabullenemiyordum. O yaşlarda bile, kadınların zeki ve güzel olanlarıyla özgün bir ilişkim olduğunu hatırlarım. Bana göre zeki olan güzeldi. Güzel olan zeki olmalıydı. Bu eğilimimi fark eden kadınların daha o dönemlerde gruplar halinde beni dinlemeye, karşılamaya geldiklerini de hatırlarım. Köyün akıl hocalarını dinlerdim. Köy İmamı Müslüm’ün, o yaşlarda sürekli arkasında namazdaki duruşumu fark ederek, “Bu hızla gidersen, evliyalar gibi uçarsın” deyişi aklımdadır. Din önemli bir gelenekti. Ama giderek kuşkulu bir kişilik oluşturmamın önemli bir etkeniydi. Tanrı üzerinde zaman zaman buhrana varacak düzeyde dururdum. Ancak bu savunmamdaki çözümlemelerde bu kavramı köklü olarak çözümleyebilNîsan 2011 diğimi söyleyebilirim. Çocukları örgütlü tutmanın bir yolu, kendi başıma namaza kaldırmaktı. Kendi kendimi imam yapmamın ilginç olduğunu belirtmek gerekir. Kavga yerine, yetenekleri açığa çıkaran oyun düzenlerine çok daha meraklıydım. Kendi kendimin sahibi olmak bir hedefti İlkokula gitmem karışık duygular içinde gerçekleşti. Okulu endişeli bir ruh haliyle karşıladım; ama yükselmenin de tek yolunun buradan geçtiğini fark etmiştim. Girdiğim ilk günden üniversitenin son sınıfına kadar hep dikkat çektim. İlk sıralarda bir başarı düzeni hep geçerli oldu. Fakat köy yaşamı da dahil, kişiliğimin o günlerden beri içine girdiği bir ikilem, karakterimin ayrılmaz bir parçasıdır. Köyün, ailenin, devletin ve genel toplumun statüsüne görünüşte ilk sıralarda uyum sağlayan, hatta bunu örnek düzeyde gerçekleştiren özelliğimle, dipte asıl inandığım ve yaşam bulmasına çalıştığım mistik özelliğim tam bir çelişki halindeydi. Daha sonra fark ettiğim kadarıyla bu evrensel bir çelişkiydi. Kendimi resmi, gayri resmi toplumun gibi gösterirken de bu çelişki geçerlidir. Birey-toplum çelişkisinde aynı durum geçerli olmuştur. Resmi din-mistik din çelişkisi de bu gerçeklikten kaynaklanır. Benim için farklı olan, bu ikilemin yoğun, sürekli ve giderek farklı iki yaşam bakış açısına dönüşmesiydi. Bu çelişki kişiliğimin büyük tereddütler, endişeler ve kuşkular içinde gelişmesine yol açmıştır. İlkokula her gün yayan gidip geldiğim Cibin eski Ermeni köyüydü. Cumhuriyetle tanışmıştı. Cumhuriyet etkilerini yansıtan bir ailesi gözdeydi. Bu gerçeği iyi fark ettim. Kürtlük duygusu o sıralarda bir bilinçaltı durumundaydı. Önümde yükselmem konusunda en 4 temel engeli teşkil edeceğini fark etmiştim. ‘Kuyruklu Kürt’ sözlerini duyar gibiydim. Şovenizmin rahatsız edici sözleri yavaş yavaş geliyordu. Bu engeli, öğretmenlerim ve Cibin halkının gözdesi olarak başarıyla aştığımı belirtmeliyim. Tüm engellemelere rağmen, daha o yaşlarda Türkçe konuşan köylerle kurduğum örnek ilişkiler kardeşliğin en iyi örneklerindendir. Bu köyler halen ağırlıklı olarak dost kalmışlardır. Faşist şovenliğe düşmediler. Hatta Kürt köylerinden daha ilgili bir yaklaşımları söz konusu olmuştur. Köy toplumunda ve ilkokul döneminde, 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi üzerimde iz bırakmıştır. İlk ciddi siyasi ilgim bu olay dolayısıyla gelişti. Temel güç kaynağının ordu olduğunu fark ettim. Menderes’in idam edilişini karamsarlıkla karşıladım. Ama 27 Mayıs’a tepkim de yoktu. O dönem ilkokul arkadaşım Aziz’e –halen hatırladığım büyük dardağan ağacının üstünde– şöyle bir öneride bulunduğumu hatırlıyorum: “Sen kara kuvvetleri komutanlığını oyna, ben de hava kuvvetlerini; bu yolla daha iyisini gerçekleştirmeye çalışalım.” Yaklaşımın bu özelliği, devrimci özellik olarak daha sonraki gelişmemde hep etkili olacaktır. Güç ve değişim birer tutku etkeni olarak yakamı bırakmıyordu. Anamın üzerimdeki sahiplik iddiasını tepkiyle karşılardım. Kendi kendimin sahibi olmak bir hedefti. Anayla bu yüzden çelişkiler yoğundu. Babanın iddiaları daha sınırlıydı. Kardeşlerle iyi iş yapma konusunda çelişkiliydim. Çatışmamız olurdu. Aile ataerkil olmaktan uzaktı. Anamın büyük dik başlılığı kesin bir denge kurmuştu. Bu denge özgür yetişmemde uygun koşul yaratacaktı. Ana-baba otoritesinin ailede kilitlenmesi bir boşluk yaratıyordu. Bu boşluktan yararlanmam, özgürlük yürüyüşümün ilk fırsatı olarak görülebilir. Dayılarımı bir güç kaynağı STÊRKA CİWAN olarak gördüm. Köy otoritesine sarsıcı etkide bulunmalarıyla köy koşullarına kafa tutmamda etkili olmuşlardır. Dayı edebiyatının boş olmadığı anlaşılmıştı. İsyan ettiğim anam değil, kadını, anayı hiçleştiren erkek egemen toplumun düzeniydi Köyden ve aileden ilk ciddi kopuş bir aile içi isyanla başladı. Daha sonra duyduğum kadarıyla yazar Ahmet Kahraman romanlaştırmak istediği bu isyana ‘İlk İsyan’ adını vermişti. Olay, bir dönemin sonunu belirlemesi açısından hatırlanmaya değerdir. Bağda geliştirdiğim ve emeğe dayalı düzeni küçüğüm Mehmet rasgele girip bozuyordu. Onu taşla kovaladım. Saylaklar üzerinde bulgur kaynayan yere kadar kovalamayı sürdürdüm. Buna babam karşılık verince, onunla da köy ortasında şiddetli bir taşlı kavgaya giriştim. Artık evde yerimin kalmadığı anlamını çıkarmıştım; artık köyde de kalacak yüzüm kalmamıştı. Babamla böyle kavgaya girişmem büyük bir alay konusuydu. Aynı gün gizlice eve gittim. Babamın çok özenle sakladığı çıkınını buldum. Dönemin küçümsenmeyecek parası olarak 10 lirayı alıp hızla ve tek başıma, öfkeli ve gözyaşları içinde lanetleyerek köyden ayrıldım. En son küçük bir alıç ağacı altından köye baktığımda, yağmur gibi gözyaşları dökerek ve hayıflanarak, ‘bir daha sana dönmeyeceğim’ dercesine arkamı döndüğümde, aslında binlerce yıllık bir kültürden ciddi olarak koptuğumu ve yeni bir arayış içine girdiğimi daha sonra anlayacaktım. Hatırlanmaya değer diğer bir olgu, köylülerin bana karşı yaklaşımlarıydı. Ortak eğilim şuydu: “Allah kimsenin çocuğunu Ömer’in oğlu gibi yapmasın. Dînê Çolê (dağ delisi) olmuş. Artık hayır gelmez” biçiminde bir kanı oluşmuştu. Daha sonra da onların rüyala- rından geçiremeyecekleri olağanüstü okul başarılarımı onları utandırırcasına sergileyecektim. Bu bir cevap tarzıydı. Diğer önemli bir anı, Mıho ve Cumo adlı yaramaz çocukların şerrine karşı yaptığım son çıkışlardı. Mıho hep kavga isterdi. Bir gün bir evin köşesinde eteklerim taş dolu olarak hiç fırsat bulamayacak bir biçimde onu taş yağmuruyla karşıladım. Evinin ahırına kadar kaçtı. Bir daha kavgaya yeltenmedi. Cumo’yu ise belli bir izlemeden sonra üst yamaçtan, eteklerim yine taş dolu olarak bastırdım. O da evin ahırına kadar kaçtı. Ailesi zor elimden kurtardı. Dersini iyice aldığından, tehlikeli olmaktan çıkmıştı. Bunun üzerine anamın bana çok iyi sahip çıktığını ve övdüğünü hatırlarım. Karşı koyma anlayışımın gelişiminde, babamın çaresizliğiyle anamın sınır tanımaz hak bildiği yoldaki isyancılığı etkili olmuştur. Anamın bana karşı izlenimleri, daha sonra duyduğum kadarıyla olumlu ve olguncaydı. Sanırım Urfa Tugay Komutanı’nın sorusu üzerine, “Dizimin dibinde tutmak için çok çaba harcadım, ama başaramadım” demesi doğruyu ifade ediyordu. Tarzımın beni yalnız bırakacağını ilk fark eden ve söyleyen oydu. Sözü şöyleydi: “Herkes senden yararlanacak, ama senin gibi seninle çalışmayacak.” Dediği olduğu gibi çıkacaktı. Ayrıca benim hakkımdaki son değerlendirmesi, “O benim için bir taneydi, yeri ve kendisi bambaşkaydı” biçiminde olmuştur. Öldüğünde son sözleri “Sürekli dua edin, herkese hayır (bağış) yapın” 5 olmuştur. Daha sonra ana ve kadın değerlendirmemdeki rolünü değerlendirdiğimde, basite almamak ve hakkını vermek gereğini duydum. Kadınlara ilişkin şu değerlendirmesi de hayli arifçeydi: “Bu kafa ve kişilikle kadın zor (evlilik anlamında) bulursun.” Öfkeden başka bir özelliği yok dediğim anamın aklını kabul etmeliydim. Körleştiren tarih yüzünden birbirimize yabancılaşmıştık. Ama dönüp geriye baktığımda, onun ana tanrıça kültürünün soylu bir sesi olduğunu ve bu sesi bana ulaştırdığını büyük bir minnetle anacak ve kabul edecektim. İsyan ettiğim anam değil, kadını, anayı hiçleştiren erkek egemen toplumun zalim, yabancılaştıran, ikiyüzlü düzeniydi. Anamın iyi oğlu olduğumu, birbirimizle kutlamasak da, kanıtlamıştım. 1963’te ortaokula Nizip’te başlamam, yaşamımın ikinci dönemini başNîsan 2011 STÊRKA CİWAN latır. Aynı zamanda büyük bacım Gülsüm ve anadan nenem Havva’nın yanında, akrabalık ilişkilerinin son zayıf imkanları üzerinde yürümeye çalışacaktım. Nizip, dayı ve teyzelerimin barındığı yerdi. Bölgenin en hızlı gelişen şehriydi. Öğretmenlerin gözde ve çalışkan öğrencisiydim. Dikkatlerini çekmiş, güvenlerini kazanmıştım; peş peşe iyi notlarını alıyordum. Ama feodal özelliklerin kalıntıları ve teşne olamayacağımı fark ettiğim burjuva yaşam özelliklerimin zayıflıkları, fazla umutlu olmamı engelliyordu. Ortaokuldan sonra öğretmen okulunu değil liseyi tercih ediyordum. Paralı olmasına güç getirmek zordu. Parasız lise veya meslek okulu önümde duran seçeneklerdi. Fakat asıl tutkum askeri liseydi. Yaşımın tutmaması belki de en büyük hayal kırıklığına uğramama yol açtı. Bu olay toplumu güçle dönüştürme hayalime sanki büyük bir darbe olmuştu. Din ve askeri alanda gelişemeyeceğim anlaşılınca, siyasal alanı hedef belleyecektim. Bu amaçla kazandığım Tapu Nîsan 2011 Kadastro Meslek Lisesi bir geçiş aşaması olacaktı. Bu okul Ankara’nın merkezindeydi. 1966-69’da okudum. Sınıfları başarıyla geçtim. Lise ikinci sınıfına kadar dinsel ideoloji ağır basıyordu. Namaz gruplarımı lisede de oluşturmaya devam ettim. Ülkü Ocakları ve Komünizmle Mücadele Derneklerine gittim. Süleyman Demirel’in de geldiği bazı konferansları burada dinledim. İdeolojik yönden en çekici etkiyi Necip Fazıl Kısakürek’in konferansında hissettim. Bir gece yarısına kadar konferansını dinlemem riskliydi. Burjuva toplumuna tepkime duygusal bir yanıt veriyor; başka yolların mevcudiyetine işaret ediyordu. Bu dönem en çok etkilendiğim hocalarımdan birisi edebiyat öğretmeniydi. Harp Okulu’nun da edebiyat hocası olan Binbaşı Faruk Çağlayan bana olağanüstü bir ilgi gösteriyordu. Kompozisyon yazılarımı cebinde taşıyıp örnek olarak öğretmenlerle tartıştırıyor, sınıf öğrencilerine de bana değer vermelerini önerecek kadar güven veriyordu. Özel doktoruna götürdü. İlgisi 6 kendime güvenimin gelişmesinde bir kilometre taşıydı. Sola ilgim son sınıfta gelişti. Bunun ilginç bir öyküsü vardır. Sağcılık-solculuk bir moda gibi ortalığı kaplarken, ben temkinliydim. Anlamadan karar veremeyecek kadar sınırlı bir bilince ulaşmıştım. Bir gün yatağımın ucunda bulduğum Sosyalizmin Alfabesi kitabını bitirince, adeta şöyle mırıldandığımı hatırlıyorum: “Muhammed kaybetti, Marx kazandı.” Bilgilerim her iki konuda da sınırlıydı. Dogmatizmi aşacak güçte değildim. Ama yine de köklü bir yol ayrımına 1968’lerde girdiğimi belirtebilirim. Solun ayak seslerine 1969’da ölen Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenaze törenine katılmakla yanıt verecektim. Artık pratikte de solcu sayılabilirdim. Bütün bu olağanüstü gelişmeler bir iki yıl içinde oluyordu. Beynim tam bir kuşkuculuk merkezine dönüşmüştü. Sağ veya sola sempatizanlık beni tatmin etmiyordu. İdeolojik açlık içindeydim. Sloganlarla hareket edecek biri değildim. Anlayışta ikna olmadan yaşamam her geçen gün zorlaşıyordu. Kuşkuculuk had safhaya varmıştı. Her şeyden şüpheleniyordum. Sınırlı felsefi bilgiler şüpheyi daha da arttırıyordu. Sıradan solcu bir militan olamazdım. Militan bir sağcı olamadığım gibi, bu hava içinde 1970’te Diyarbakır’da Kadastro ve Tapulama Teknisyeni olarak göreve başladım. İlk defa bol para kazanıyordum. Solcu tartışmalara Kürtçülük de katılmıştı. Diyarbakır tümüyle Kürt olan bir şehirdi. Dolayısıyla ulusal sorunun ciddiyetini daha çok dayatıyordu. Orada amacım lise fark derslerini verip üniversiteye gitmekti. Bunu başardım. Aynı zamanda Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi diplomasını aldım. Üniversite için yetecek para biriktirdim. O yıl üniversite giriş sınavında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Tayinimi İstanbul Bakırköy’e aldım. 1970’in STÊRKA CİWAN sonuyla 1971’i İstanbul’da geçirdim. DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları)’nun hızlı bir üyesi oldum. Feodal kökenli önderlik gelişmeyi köstekliyordu. Eleştirisel yaklaştım. Buna rağmen ciddi bir adımdı. İleri gelen bir üyeliğe hızla tırmanırken, 12 Mart 1971 darbesi oldu. Bu darbe biraz daha geç gelseydi, beni de götürebilirdi. Dolayısıyla sıyırdı geçti. Musa Anter ve Hikmet Kıvılcımlı gibi şahsiyetleri İstanbul’da tanıdım. Musa Anter DDKO’nun ruhu gibiydi. Tecrübelerini aktarıyordu. “Oyuna gelmeyin” diyordu. Hikmet Kıvılcımlı’dan bizzat “Mezopotamya’nın çocukları, mücadelenizde başarılar dilerim” sözünü duymuştum. Fakat bende en köklü tercihe yol açan yılın son günlerinde, illegaliteye çekilmesine çok az kala, Mahir Çayan’ın İTÜ’de kürsüye tek başına çıkıp (eleştirdiklerim çoğunlukta olmasına rağmen), gür ve oldukça inanç, kararlılık ve bilinç arz eden sesiyle “Revizyonizm bir gerçektir, karşı çıkılmalıdır. Kürt sorunu örtbas edilemez, kabul edilmelidir. Oportünizm tavırlarında ısrar ederse, bağlar kesilmelidir” anlamındaki konuşması, sol sempatizanlığımı derinleştiriyordu. Umduğum çıkışları görmeyince, yavaş yavaş kendi yolumun üzerinde yoğunlaşıyordum. Kürt ulusal sorununa dayalı hazırlıklara başlamıştım. Türk solu ile birlikte yürümek, şoven yaklaşımlardan dolayı zorlaşıyordu. Problemli olan doğuş, kaostan da beter bir inkar düzeni karşısında tabii ki bocalayacak, kuşku ve endişelere düşecekti. Eğer azıcık onurlu bir insan özelliği varsa, olup bitenler karşısında sorgulamalar yapacak, neden inkar edilmek istendiğinin anlamını çözmeye çalışacaktı. Bu ise, karşıdaki resmi toplum ve devletin sorgulanması anlamına gelecekti. Geleneksel isyancı özellikler aşırı bir dogmatizme yatkın olacaktı. Kabul edeceği her ideolojik çıkışın imanlı bir müridi haline gelmek artık işten bile değildi. Oligarşik cumhuriyetin devrimci gençlik ve Kürt kimliğiyle gelişen çatışması dönemin temel özelliğiydi. Meçhule bir adım atacaksın. Yeni olan ancak böyle doğacaktır Bu gerçekler karşısında cumhuriyeti özde değil, biçimde tümüyle hedeflemek kaçınılmazdı. 1980’lere doğru kişi ve PKK olarak şekillenirken, karşımdaki cumhuriyet olgusu belirleyici etkendi. Kürt kimliğini kabul etmek bir yana, mezara gömmenin her türlü yol ve yöntemi gündemdeydi. Döneme göre oluşmuş sınıf ve kültürel kimlik bilincimle yapabileceğim tek anlamlı çalışma, hiç olmazsa Kürt potansiyelinden bir şeyler ortaya çıkarabilmekti. Türkiye devrimcilerinin anısına ve özellikle grubumuzun değerli şehidi Haki Karer’e bağlılığımızı da ancak böyle kanıtlayabilecektik. Durum hiç yol açılmamış vahşi bir ormanda yürümeye benziyordu. Tarihin bu tür anlarında hep benzer çıkışlar yapılır. Öyle fazla hazırlığı ve stratejisi yoktur. Meçhule bir adım atacaksın. Yeni olan ancak böyle doğacaktır. Ortadoğu’daki yaşam ve çalışmama öz gerçeklik açısından bakıldığında, üç esaslı oluşumun sağlandığı görülecektir: Ortadoğu’da üçüncü destansı çalışmam, kadın özgürlüğüne ilişkin olanıdır. Bana göre anayurtların ve emeğin kurtuluş çalışmalarından daha öncelikli olması gereken bu çalışma en zor olanıydı. Kadın, gericiliğin, köleciliğin ilk ve köklü ezilen sınıfı, ulusu ve cinsiydi. Görünüşte cins farklılığı, eşitsizlik ve baskı için gerekçe yapılır. Tarih derinliğine araştırıldığında anlaşılacaktır ki, kadınlar tamamen sosyal ve siyasal egemenliğin ilk kurbanlarıdır. İnsanlığa dayatılan her tür eşitsizliğin 7 ve köleleştirmenin ilk sınıfıdır. Kadın köleleştirildikten, evin uysal ve evcil bir nesnesi (özne değil) haline getirildikten sonra, sıra sınıflı toplumu ve devleti yaratmaya gelmiştir. Zalim ve yalancı erkek kadını düşürdükten sonra, bundan aldığı cesaretle diğer insanları ve kendi cinsini de ezmeye ve tutsak kılmaya yeltenmiş; en büyük yalancı düşünce sistemleri olan mitolojileri ve dinleri yaratmıştır. Tabii halklar için doğruya yaklaştıran mitoloji ve dinler de vardır. Biz egemenler ve sömürücülerin yalancılık, zorbalık üreten din ve mitolojilerinden bahsediyoruz. Bu din ve mitolojilere bakıldığında, kadın bin bir hile ve zorbalıkla görkemli tanrıça tahtından adım adım düşürülmekte, önemsiz kılınmakta ve en son yok edilmektedir. Özgürlük savaşçısı olup da bunu görmemem mümkün olamazdı. Ana tanrıça dinini yaratmış ve ilk aşk tanrıçalarına mekan olmuş bu toprakların özgürlük çocuğu olarak, ilk büyüklerimizi ve tutku kaynaklarımızı anlamaya çalışacak, araştıracak ve varlık gerekçelerini bulacaktım. Sonuç olarak, Ortadoğu yaşamında halkımız ve dostlar için sadece ayakları yere basan bir özgürlük ütopyası yaratmakla yetinmedik. Bu ütopyanın dayanması gereken tarihsel temel kadar, güncelin başarılabilir özgürlük olanaklarını da sunduk. Başka halkların yüzlerce, binlerce yıl oluşturdukları ütopyalarını, biz halkımız için kimsenin pek tenezzül etmediği geçmişin kırık dökük parçalarından ve geleceğin çok zayıf umutlarından 20-30 yıllık bir ömür içinde sonuna kadar güvenilen, inanılan ve başarılabilen gerçeklikte yarattık. Bu ütopyanın ekmek, su ve hava kadar gerekli olduğu bilinerek halkımızın, dostların ve yoldaşların kendilerine mal etmeleri, özgür yaşamın sonsuz yolunda yürümeleri demektir. *** Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN P E R S P E K T İ F GENÇLİK KÜLTÜREL SOYKIRIMA GEÇİT VERMEYECEK Stêrka CİWAN “Hareketimizin ve önderliğimizin yaratmak istediği politik ve ahlaki toplum anlayışına karşı olan, bu toplumsallığa ve halkımızın değerlerine, gençliğine, Kürt kadınına saldırılarda bulunan kişi ya da gruplara karşı özsavunma bilinci ile yanıt olacak eylemsellikler ortaya konulmalıdır. Topluma dönük her türlü saldırıya Kürt gençler anında meşru savunma temelinde yanıt olmalıdır” Nîsan 2011 Hareket olarak oldukça yoğun bir süreçten geçmekteyiz. Hem dünyadaki, Ortadoğu’daki gelişmeler hem de Kürdistan’daki gelişmeler 2011 yılına stratejik bir önem atfetmektedir. Bu açıdan Kürt halkının ve özgürlük mücadelemizin 2011 yılında yürütüleceği mücadele ve yaratacağı kazanımlar oldukça önemli gelişmeleri açığa çıkaracaktır. Dolayısıyla 2011 yılını tanımlayacak olursak; 2011 yılı hareketimizin 33 yıllık siyasi, askeri ve toplumsal direniş mücadelesinin yaratmış olduğu kazanım, deneyim ve tecrübelerin bileşkesi, sonraki on yılları bulacak siyasal ve toplumsal kuruluş mücadelesinin başlama yıllı olarak tanımlanabilinir. Önderliğimiz Newroz öncesi gerçekleşen görüşmelerde “Burada bir diyalog devam ediyor. Kimi pratik öneriler aşamasına gelmiş bulunmaktayız. Bu pratik öneriler çerçevesinde yaz başına kadar gelişmeleri takip etmek gerekiyor. Diyalog ve müzakere yöntemine şans veriyoruz. Bu yöntem pratikleşirse 2011 yılı çözümün geliştiği yıl olacaktır” tespitini yapmaktadır. Bu anlamda önderliğimiz yapılan görüşmeleri önemsediğini ancak bunların pratik adımlar ile desteklenmediği taktirde hiçbir anlamının olmayacağını ifade etmektedir. Gelinen aşamada devlet içerisinde kimi çevreler çözüme 8 dönük girişimlerini artırdığı görülmektedir. Ancak Kürt sorunu açısında yıllardır aşılamayan tarihsel tekerrürün yaşanması durumunda, bu yıl tüm güçler açısından oldukça çetin geçecektir. Yani devlet içerisinde çözüm amaçlı görüşmeleri başlatan güçlerin çözüm karşıtlarına teslim olma durumlarında gelişecek süreç kaçınılmaz bir varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama savaşı olacaktır. Bu Kürt halkının en meşru ve doğal hakkı olarak yaz aylarının başına kadar saklı tutulacaktır. Önderliğimiz bu durumu bu şekilde tanımlamıştır. Kürt halkı bu noktada önderliğine bağlılığını milyonların bir araya geldiği Newrozlarda yenilemiştir. Newroz’da gerçekleşen halk oylamalarında siyasi iradesinin Önder Apo olduğunu ortaya koymuştur. Bu anlamda Kürt halkının siyasi iradesi ve muhatabı bellidir. Sorun kendisini Türk halkını iradesi ve muhatabı olarak gösterenlerin iradesizliği, muğlâklığı sorunudur. Kendisini netleştirmesi gerekenler Türkiye cephesindeki güçlerdir. Artık AKP midir? Devlet midir? Sivil toplum kuruluşları ve aydınlar mıdır? Muhalefet midir? Kim ise bu işin muhatabı çıkıp çözüm projesini, politikasını ortaya koymalıdır. AKP bu sorunu beş yıl daha iktidarda kalma hırsına mahkûm edecek olursa bunun hesabını o beş STÊRKA CİWAN yıl içerisinde çok ağır bir şekilde ödemek zorunda kalacaklardır. Ya Zafer Ya Zafer Newrozu 2011 Newroz’unun halkımızın görkemli katılımı halkın bu yıla tüm gücü ile hazır olduğunun göstergesidir. Özellikle gerçekleşecek genel seçimler öncesi halkımız Newroza katılımı ile AKP’ye açık ve net bir mesaj vermiştir. Halk; çözümsüzlük, imha, inkâr ve siyasal soykırım operasyonlarına yekvücut olarak yanıt vermiştir. Şu açık ve net görülmektedir ki bu seçimlerde AKP’ye Kürdistan’da geçit verilmeyecektir. Bunu AKP çok iyi bildiği için seçim sürecinde her türlü kirli yollara başvuracaktır. Seçimler ile birlikte AKP bilgedeki tüm devlet güçlerini devreye sokacaktır. Bu seçimlerde Kürtler yine sadece siyasi partilerle bir yarışa girmeyecektir. Bölgedeki valilikler, polis asker, memur ve bir bütüne devler erkânı ile yarışılacaktır. Yine aylar öncesinde Kürdistan’a gönderilen on bin imam, yaygınlaştırılan cemaat evleri, okulları ve bir bütünen bölgede yoğunlaştırılmaya çalışılan cemaat etkisi önemle ele alınacak hususlardır. Avrupa’daki aile doktoru örneğinden yola çıkılarak yaratılan aile imamı projesi bu konuda AKP’nin Kürdistan’a yolladığı on bin imam ile neyi amaçladığını ortaya koymuştur. Ne yapacak bu aile imamları? Görevleri nedir? Bir ailenin özel doktoru olur, avukatı olur. Ancak ailenin imamı, papazı, dedesi, hahamı olamaz. Bu imamlar AKP’nin seçimler için görevlendirdiği kadrolardır. Bir kere din toplumsal bir olgudur. Din adamının olacaksa bir görevi topluma manevi öncülük yapmakla olur. AKP’nin uyguladığı proje açık ve net olarak dinin siyasal sömürü aracı olarak kullanılmasıdır. Önderliğimiz AKP’yi bu yönü ile teşhir etmiştir. “AKP sahte islamdır. AKP Türk-İslam sentezinin partisidir.” AKP’nin Müslümanlığı faşizandır. Kürt karşıtı bir İslam anlayışı Müslümanlık değildir, Halkımız İslamiyet değerleri ile de bağdaşmayan bu islamiyeti halkımız kabul etmeyecektir. Önderliğimizin, partimizin ve halkımızın gençlikten beklentileri vardır Bir diğer konuda AKP’nin Kürt sorununun çözümü konusundaki ikiyüzlü yaklaşımlarıdır. Tayip Erdoğan bir yandan Tunus, Mısır, Lübnan’daki gelişmeler sonrası Ortadoğu’daki liderlere halkın taleplerini dikkate almalarını buyruk ederken, öte yandan kırk milyonluk bir halk olan Kürt halkının taleplerine gözlerini kapatmakta, kulaklarını tıkamaktadır. Şimdi sormak gerekiyor Tunus ve 9 Lübnan’dakileri halkın talepleri olarak gören sözde Müslüman Erdoğan, Kürt halkını taleplerini neden görmezden gelmektedir. Bu açıktan faşizmdir. Bir halkı tanımamaktır. Sıklıkla Kürt kardeşlerim kelimesini kullana Erdoğan’ın kardeşlik anlayışı nalsı bir kardeşliktir? Sen kalkıp Newrozda bu halka saldıracaksın, halkımızın taleplerini dile getirmek için kurduğu demokratik çözüm çadırlarına polislerinle gaz bombaları atacaksın, bu halkın vekillerine şiddet uygulayacaksın, siyasi iradesini zindanlara mahkûm edeceksin, dağlarına askeri operasyonlar yapacaksın, bombardıman tabi tutacaksın katledeceksin. Sonra kalkıp utanmadan kardeşlikten bahsedeceksin. Kürt halkı bu kardeşlik politikalarına elbet yanıtını direniş ile verecektir. Bu anlamda AKP hükümeti önümüzdeki üç ay boyunca da bu politikalarda ısrar ederse görkemli bir direniş kaçınılmaz ve meşru hakkımız olacaktır. Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN Gençlik özü itibari ile arayışçıdır Bu noktada önderliğimiz devlete tanımış olduğu üç aylık süreci salt devlete tanınan bir süre olarak tanımlamak ve devletin politikalarını beklemek eksik ve yanılgılı bir yaklaşım olacaktır. Bu süre aynı zamanda bizlere tanınmıştır. Bizlerde başta Kürt gençliği olmak üzere tüm gücümüz ile bu üç aylık süreç içerisinde mevcut örgütselliğimizi ve eylemliliğimizi buna göre hazırlamak zorundayız. Aksi taktirde yaz ile birlikte başlayacak sürece yetersiz kalmak tarihi anlamda fırsatları kaçırmak olacaktır. Avrupa gençliği olarak sürecin bu denli hassa olduğunun bilinci ile dönemsel görev ve sorumluluklarımıza her zamankinden daha güçlü bir şekilde yüklenmemiz gerekmektedir. Önderliğimizin, partimizin ve halkımızın gençlikten beklentileri vardır. Bu beklentilere yanıt olmak ancak ve ancak sürece denk bir örgütlenmeyle sağlanabilir. Nîsan 2011 Apo’cu Gençlik Ulusal Varlığın ve Kürdistan’ın Savunma Gücüdür Kapitalist modernitenin en yoğun saldırılarını yürüttüğü bir alanda bulunmaktayız. Avrupa modernitesinin açığa çıkarmış olduğu yaşam gerçekliğinde gençler adeta bir cendereye alınmaktadır. Kapitalist modernitenin bir hastalık gibi yaygınlaştırdığı çarpık moda anlayışı, popüler kültür, toplumsallığa karşı geliştirilen aşırı bireyselleştirme, duygudan ve düşünceden kopuk yaşam biçimleri ile adeta insanın hayvanlaştırılması amaçlanmaktadır. Bunun sonucu olarak aşırı bireyselleştirilen, toplumsuz bırakılan insanın yaşadığı yalnızlaşma beraberinde çarpık bir kişilik şekillenmesini açığa çıkarmaktadır. Sonuç toplum dışı ve ucube diye tabir edilen karakterlerin yaratımından öte bir durum değildir. 10 Özellikle Avrupa’daki gençliğe baktığımızda kapitalist modernitenin bu etkilerini yoğun olarak görmekteyiz. Gençleri bu noktaya getiren nedir sorusuna verilecek yanıt, kuşkusuz gençliğin arayışlarını yönlendireceği doğru mekanizmaların açığa çıkmaması ya da var olan mekanizmaların üzerine düşen görevleri yerine getirmemesidir. Zira gençlik özü itibari ile arayışçıdır. Gençlik çağı olarak tanımlanan yaş aralığında bu arayışlar yoğunluk kazanır. Bu kimi zaman bir taraftar grubu, kimi zaman dini bir topluluk, kimi zaman düşünsel bir hareketin içerisinde bu arayışlara yanıtlar aranır. Bu yaşlarda her genç mutlak anlamda kendisini bir kimliğe kavuşturmak ister. Ancak Avrupa gerçeğini gözlemleyecek olursak sistemin öyle gençlerin kendisini tanımlayacağı alternatif bir kimlik sunma gibi bir durumu yoktur. Sistemin gençliğe sunduğu iki yol bulunmaktadır. Bunlar ya sistemin iyi bir kölesi olmak ki bu varlığını inkâr etmekten başlar, ya da sistemin çarkları arasında yok olmaktır (esrar, fuhuş, çeteleşme vb.) İşte bu noktada bizler üçüncü yolun temsiliyetiyiz, öyle olmalıyız. Bu noktada şunu önemle vurgulamak gerekmektedir, biz bir halk hareketiyiz halkımızın evlatları, Kürt gençleri her gün bu sistem eli ile uyuşturucu ve fuhuş çetelerinin eline düşürülmektedir. Bu noktada bizim alternatif olarak devreye girmediğimiz her gün bir genç Kürt kızı fuhuşa sürüklenmektedir, bizim eyleme geçmediğimiz her gün bir Kürt genci Avrupa sokaklarında uyuşturucudan ölmektedir. Bu noktada Avrupa gençlik hareketi olarak nisan ayı ile bir- STÊRKA CİWAN likte “parastina candê, parastina hebûna meyê “ şiarı ile başlatılacak eylem kampanyasını güçlü bir şekilde örgütlemek gerekmektedir. Bu kampanya gençliğin toplumsal öncülük misyonunu yerine getirmesi açısından önemle ele alınacak bir sürecinde başlangıcını ifade etmektedir. Kampanya özü itibari ile kültürel varlığını koruma ve toplumun öz savunmasının kurulması esasları üzerine kurumsallaştıracaktır. Özellikle Avrupa’da halkımıza dayatılan entegrasyon politikalarına karşılık kendi kültürünü, dilini sanatını bir bütünen varlığını korumak kaçınılmaz bir görevdir. Zira bu esaslar toplumsal var olmanın, ulusal varlığın temel taşlarıdır. Avrupa’da yaşayan birçok aile ve genç bu ulusal ve toplumsal değerlerinden koparılmak ve sisteme entegre edilmek için köyleri yakılarak, tutuklama ve işkencelere tabi tutularak ülkeden çıkarılmıştır. Bu noktada bir kurtuluş olarak gelinen Avrupa’da bu politikalar çok daha ince ve sistemli bir şekilde yürütülmektedir. Bu politikaları boşa çıkarmanın tek yolu. Kürt halkının ve gençliğinin varlığını koruma mücadelesinden geçmektedir. Aktif eylemsellik aşamasına geçilmelidir Buna göre başlatılacak kampanya ile tüm Avrupa’daki halkımıza ve gençliğimize ulaşmak gerekmektedir. Bu kampanyaya salt bir eylem kampanyası olarak yaklaşılmamalıdır. Bu kampanya aynı zamanda bir örgütlenme, ulusal ve kültürel değerler etrafında güçlü bir ideolojikleşmenin başlatılacağı bir kampanyadır. Buna göre tüm alanlarda kampanya öncesinde yapılacak bilgilendirme, eğitim toplantıları ile kadrolarımıza kampanyanın önemi kavratılmalıdır. Sonrasında kampanyanın esaslarını kavrayan her arkadaş öncülük misyonunu gereği olarak harekete geçmelidir. Bildiriler, afişler, görsel ve yazınsal materyaller ile yurtsever ailelerimize ve gençlerimize ulaşılarak kampanya anlatılmalıdır. Devamında paneller, seminerler, geniş gençlik ve halk toplantıları ile kampanya kitlelere ulaştırılmalıdır. Bu toplantılarda bilgilendirmeler kadar, çözüm projeleri de açığa çıkarılmalıdır. Avrupa gençliğinin sorunları nelerdir ve ne yapılmalı sorularına cevaplar aranmalıdır. İkinci aşama olarak aktif eylemsellik aşamasına geçilmelidir. Bu temelde kültüre, anadile, ulusal varlığa ilişkin eylemsellikler yaygınlaştırılmalıdır. Bu yaratılırsa kampanyaya gençliğin ve halkın güçlü bir katılımı kuşkusuz olacaktır. Yine ikinci aşamada özsavunma önemle ele alınmalı ve örgütlenmelidir. Hareketimizin ve önderliğimizin yaratmak istediği politik ve ahlaki toplum anlayışına karşı olan, bu toplumsallığa ve halkımızın değerlerine, gençliğine, Kürt kadınına saldırılarda bulunan kişi ya da gruplara karşı özsavunma bilinci ile yanıt olacak eylemsellikler ortaya konulmalıdır. Topluma dönük her türlü saldırıya Kürt gençler anında meşru savunma temelinde yanıt olmalıdır. Bu temelde bir bütünen değerlendirilecek olursak bu kampanya Kürt gençliğinin ulusal ve kültürel değerlerini savunma, varlığını koruma mücadelesinde öncülük misyonu ile bir adım ileriye atılacağı bir kampanyadır. Gün varlığımızı koruma, ulusal birliği kurma ve zafere yürüme günüdür. AN SERKEFTİN AN SERKEFTİN *** 11 Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN T O P L U M ÖNDERLİKSEL DOĞUŞLA GERÇEKLEŞEN TOPLUMSAL DİRİLİŞ Ciwan AZAD 4 Nisan Önderliğin “doğum günü” olarak dünyanın incelenmesi, kişiliklerini belirleyen toplumsal koşulların her tarafında farklı biçimlerde kutlanıyor. Önderlik, çözümlenmesi ve bu kişiliklerin kendi yaşam duruşlarında “doğuş” kavramına çok büyük önem veriyor. Savun- ortaya çıkardıkları toplumsal etkilerin incelenmesi, aslında malarında en çok kullandığı kavramlarından birisi de o dönem toplumsallığının çözümlenmesi ve anlaşılması doğuş gerçeğidir. Özellikle büyük toplumsal anlamına gelmektedir. değişim-dönüşüm süreçleri ve ortaya çıkan Doğuş gerçeği bazen bir kişiden başlayıp yeni düşünce akımlarını ve toplumsal büyük toplumsal ve tarihsel sonuçları yahareketleri, “doğuş” olarak ifade etratan bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmekte ve büyük doğuşların insanlık “Öcalan kişiliği ülkenin içinde maktadır. Nitekim tarihteki bütün büiçin ne anlama geldiği, bu doğuşyük toplumsal alt-üst oluşlar belirli bulunduğu bu insanlık dışı ların sonuçlarının toplumsal gekişiliklerin şahsında ifadeye kavuşlişmede nasıl bir etkiye sahip koşullara ve deyim yerindeyse bu pis turulmakta ve onların şahsında anolduğu üzerinde durmaktadır. laşılmaya çalışılmaktadır. Masalbataklıktaki insansız yaşama karşı Özellikle büyük tarihsel kilardan destanlara, mitolojiden şiliklerin doğuşları ve yaşammodern tarihin sanat edebiyat itirazın adıdır; buna karşı sesini larının toplum tarafından doğru ürünlerine kadar, toplumu imge yükseltmenin, bunu kabul etmemenin anlaşılabilmesi açısından sürekli ve simgelerle ifadeye kavuşturan anılması gerektiği, anlaşılması adıdır; bunun düşüncesi, eylem ve intikam bütün ürünlerde bu kişiliklerin gerektiği noktalarına dikkat çektemel motif olarak ele alınması gücüdür. Bu da Onun kendisini PKK mektedir. Bu çerçevede de nebu gerçeklikle bağlantılıdır. biçiminde somutlaştırmasının, PKK redeyse tarihteki her kişiliği döÖnderliğin gözlerini dünyaya nüp dönüp tekrar ele almakta, açtığı sırada Kürdistan’ın koşulbiçiminde kendisini bir örgütlülüğe tekrar anlamlandırmakta ve yalarına bakıldığında, bu ülkede insana kavuşturmasının çok öncesinde rattığı gerçeklikleri hem düşünsel yaraşır tarzda bir soy sürdürmenin yükselttiği bir itiraz anlamına hem pratik boyutta yeniden anlambütün koşullarından yoksun olunduğu landırmaktadır. Büyük tarihsel doğuşgörülür. İnsan o koşullarda adeta bir gelir” ların doğru anlaşılması toplumsal gelişbitki veya hayvana indirgenmiştir. İnsanca menin sağlıklı gelişebilmesi için hayati bir yaşamın idame edilmesini sağlayan bütün öneme sahiptir. Zira neredeyse tarihteki bütün ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel imkânlar sapmalar, toplum adına insanlık adına büyük düşünceler ve zeminler ortadan kaldırılmıştır. Soy sürdürme esas ileri süren insanların ya anlaşılamaması ya da daha itibariyle bu tür koşulların varlığını gerektirir, bunun sonradan çarpıtılmaları sonucunda gelişen sapmalardır. için yeterli imkânların oluşmasına bağlıdır. Bunlar Bu açıdan da, büyük tarihsel kişiliklerin doğru anla- olmadan insana yaraşır bir soy sürdürme mümkün değildir. şılması, yaşamlarına ve düşüncelerine doğru anlam ve- Bunların dışlanmasıyla Kürt insanına bırakılan soy sürrilmesi, toplumsallığın kendi diyalektiği içerisinde ileriye dürme alanı yalnızca cinsel alandır. Kürdistan’da Kürt’e doğru gidebilmesi açısından büyük öneme sahip bir ger- bırakılan yegâne soy sürdürme biçimi budur. Yani basit çeklik olarak değerlendiriliyor. Bunların yaşamlarının cinselliğe indirgenmiş ve bu biçimde Kürt’ün soyunu Nîsan 2011 12 STÊRKA CİWAN sürdürmesini öngören bir zemin ortaya çıkarılmıştır. Kürt’ün ülkesi yoktur, Kürt’ün kendi örgütlülüğü yoktur, Kürt’ün kültürü ve dili yoktur, Kürt’ün doğru dürüst bir ekonomik yaşamı yoktur. Tüm bunlar göz önüne getirildiğinde, ülkesi, dili ve kültürü olmayan, kendisi olmaktan çıkarılmış bir topluluğun soyunu sürdürmesi, gerçekten de onun bir hayvana veya bir bitkiye indirgenerek bir üreme unsuru durumuna düşürülmesi anlamına gelir. Zaten hayvanlaşmanın eşiğine getirilmek denen şey de budur. Kendisine bırakılan yegâne alan olan cinsel alana dayanarak soyunu sürdürmeye rıza göstermek, özünde hayvanlaşmaya onay vermektir. Bu açıdan da Önderliğin gözünü dünyaya açtığı dönemde ülkemizin koşulları alabildiğine ürkütücüdür. Biz Önderlik gerçeğini ve onun temsili olarak kişiliğini anlamaya çalışırken, onun bir Önderlik olarak gelişiminin başlangıcını esas olarak burada buluyoruz. Öcalan kişiliği ülkenin içinde bulunduğu bu insanlık dışı koşullara ve deyim yerindeyse bu pis bataklıktaki insansız yaşama karşı itirazın adıdır; buna karşı sesini yükseltmenin, bunu kabul etmemenin adıdır; bunun düşüncesi, eylem ve intikam gücüdür. Bu da Onun kendisini PKK biçiminde somutlaştırmasının, PKK biçiminde kendisini bir örgütlülüğe kavuşturmasının çok öncesinde yükselttiği bir itiraz anlamına gelir. İnsan aslında daha çocuk yaşlarda çevresini, içinde yaşadığı toplumu ve aileyi anlamaya çalışır, onları sorgulama tutumu içine girer. Bu temelde bu gerçeklerle tanışarak yaşama karşı tutumunu belirler ya da onlarla birlikte yaşamla ilişkiye girer. Bir yönüyle kendi özünün farkına varır. Bu belki de her çocuğa has bir durumdur. Bu tanıma ve tanışma çok ileri bir düzeyde değildir. Önderliğimizin daha yedi yaşından itibaren, edindiği bir anlayış, gözlemleriyle vardığı bir sonuç, yaşamın ihanete uğradığı ve mevcut haliyle yaşanmaya değmeyeceği biçimdeki bir anlayıştır. Kürdistan’da yaşam ihanete uğramıştır. Bu çok somuttur ve verili yaşam gerçeğinden yola çıkarak kendisine sunulan yaşamı yaşamak asla mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında, Rêber Apo kişiliğini daha sonra Önderliksel bir çıkış haline getirecek olan, onu Kürdistan gerçekliğinde doğan, ama evrenselleşen bir Önderlik konumuna yükselten şey başlangıçtaki bu basit çıkıştır. Yani yaşamın ihanete uğradığı ve mevcut haliyle yaşanmaya değmeyeceği anlayışıdır. Bu anlayış Önderliği gerçek anlamda büyüten, onu aslında özgür yaşamın kıblesi yapan en temel gerçekliktir. “Ben böyle yaşamayacağım” Ne var ki doğmak insanın elinde değildir. Dünyaya gelişte çocuğa tercih hakkı bırakılmaz. O açıdan doğal doğuş dediğimiz olay, aslında doğacak olanın elinde olmayan, tercihini kendisinin yapmadığı bir olaydır. Bu gerçek elbette Rêber Apo için de geçerlidir. Fakat hemen hemen tüm çocuklar yaşamaya hazır olmadıkları, yaşamın ihanete uğradığını fark ettikleri, bu yaşamın yaşanmaya değmez olduğunu anladıkları halde, yine de yaşamı yaşamaya mecbur olduklarını hisseder ve verili yaşamın içine girerler. Ama Rêber Apo’da görülen şey bunun tam tersidir. Rêber Apo’da gördüğümüz şey, bu yaşama bulaşmanın kesinlikle kabul görmeyeceği ve böylesi bir yaşamın yaşanmayacağı gerçeğidir. Asla herkesin yaşadığı gibi yaşanmayacaktır! Bu en temel bir Önderlik ilkesidir ve yedi yaşından itibaren “hayallerine ihanet etmeyen çocuk” olarak temel 13 bir duruş sahibi olarak topluma, aileye, ortama ve sisteme karşı duruşunu sergileyecektir. Önderliğin doğduğu dönemde geliştirilmek ve sisteme eklemlenmek istenen nesil, yabancılaştırılarak tarihsel kökleriyle bağları olan Kürt’ün yerine ikame edilmek istenen nesil böyle bir nesildir. Bir devşirme nesildir, bir yeniçeri kuşağıdır. Bu, kendi cellâdına sevdalanmaya sevk edilen bir nesildir. Önderlik, bu devşirme yaşamına onay vermemiş, buna hayır demiş ve ona karşı net bir çıkış sergilemiş, burada kendisine dayatılan verili yaşamı yaşamayı kesinlikle reddetmiştir. Önderliğin çıkış noktası budur. Bu son derece basit bir gerçektir. Önderlik böyle yaşamayacak, bu kirli somuta asla bulaşmayacaktır. Kürdistan koşulları gerçekten de mevcut haliyle adeta bir bataklığa benzemektedir. İnsanlar adeta bataklığın lağım suları içindeki bir yaşamı yaşamaktadır. Bunu yaşamakla kalmamakta, adeta bir zorunluluğun gereği saymakta, bunun da ötesinde her şeyiyle bu bataklıkta varlığını sürdürürken onun o kirli sulardan içmekte, üstelik bunu berrak bir su diye içmektedirler. Gerçek budur. Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN Zaten Önderliğimiz de daha çocukluğundan başlayarak ne aşılmakta olan feodal sistemin, ne de verili kapitalist sistemin kendi kişiliğinde vücut bulabildiğini söyledi. Yani bunlar Önderliğin kişiliğinde asla vücut bulmayacak olan sistemlerdir ve bunun da karşılığı “Ben böyle yaşamayacağım” cümlesinde ifadesini bulmaktadır. Önderlik hiçbir zaman bu sistemlerin insanı olmadı. Ve bu temelde baktığımızda, Önderlik hiçbir zaman ihanete bulaşmadı ve Kürdistan’da ihanete bulaşmamış yegâne insan olarak kaldı. Şöyle de denilebilir: İhanete bulaşmak, işte sadece Kürt’ün yabancılaşmasına bulaşmak, adeta ona onay vermek anlamında da değerlendirilemez. İhanete bulaşmama bunun çok daha ötesine götürülebilir ve götürülmelidir. İnsanlığa karşı ilk ihanetin gerçekleşmesi, insan bilincinin ilk defa saldırıya uğraması nerede başlar? İhanet ve insanlığın laneti uygarlık sisteminin oluşumuyla, hiyerarşik ve devletçi toplum sisteminin doğuşuyla birlikte başlar. İnsan bilinci Nîsan 2011 ilk defa orada tecavüze uğrar. İlk defa orada yaşam ihanete uğrar. Yaşamın içine yalan girer. Çünkü devletli toplum, devletçi uygarlık sisteminin kendisi yalana dayalı sistemdir. Yalana bulaşan ihanete de bulaşır. Bu açıdan da devlet odaklı uygarlık sistemine karşı tavır, ihanete karşı insanlığın ihanete bulaştırılmasına karşı tavırdır. Kürt kendi gerçekliğinin haini durumuna geldi Sadece Kürt gerçeği de değil, tarihsel olarak köklerinizle buluşmaya doğru bir yolculuğa çıktığınızda, bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde görebilirsiniz. Aslında belki de insansal oluşumun ve insani gelişimin kaynağında Kürt gerçeği var. Hem insan olarak, hem de coğrafya olarak Kürdistan gerçekliği insanlığa beşiklik ve analık yapmıştır. Uygarlığın gelişimi için gerekli bütün verileri, uygarlığın üzerinde yükseleceği zemini hazırlayan, Proto Kürtlerin damgasını vurduğu ve insanlık tarihinin en büyük 14 devrimi olan neolitik devrim gerçekliğidir. Başlangıçta Kürt insanı bu devrimin değerlerini savunur, bunları korumak için direnişe geçer. Ama daha sonraki süreçte, daha çok da egemenlerinin uygarlık güçlerine teslim olmaları, onların bir uşağı haline gelmeleri ve onlarla bütünleşmeleri sonucunda, ihanet Kürt toplumsal gerçekliğine de bulaşır. Fakat sonraları bu öyle bir aşamaya gelir ki, Kürt gerçekliğinde ihanete bulaşmamış tek bir insan bile kalmaz. Kürt adeta kendisinin hainine dönüşür. O açıdan insanlığın beşiğinde Kürt ve Kürdistan varsa, kaynak burasıysa, yaratıcı, oluşturucu, geliştirici ve koruması gereken güç de buysa, o zaman öncelikle bundan uzaklaşmak ve giderek kopmak, lanetin temsilcisi olarak ortaya çıkmaktır. Herkes bu beşiğe ihanet edebilir; ama bu beşikte gerçekleşen değerlerin oluşturucusu, geliştiricisi ve koruyucusu olması gerekenler ona ihanet edemez. Çünkü onlar bu değerlerin gerçek sahibidir. Diğerleri onun üzerinde vücut bulur. Nasıl bir ana asla kendi çocuğuna ihanet etmezse, nasıl kendi yavrusuna ihaneti düşünmezse, karakterinde böyle bir şey bulunmuyorsa, Kürt’ün de bu noktada kendi değerlerine sahip çıkması gerekirdi. Ama olmadı. Kürt kendi gerçekliğinin haini durumuna geldi. Önderlik bu korkunç gerçeği gördü ve itirazını buna karşı yaptı. Önderlik çıkışında en temel, en can alıcı nokta budur. Herkes bu gerçeği görebilir denilebilir. Yani görmenin sadece Önderliğe mahsus bir durum olmadığı söylenebilir ve bu doğrudur. Abartının işte burada olmaması, Önderliğin işte tam da bu noktada ilahlaştırılmaması gerekir. Diyelim ki herkes bu gerçeği görür. Ama gerçeği görmek başka, doğru insan arayışına çıkmak başkadır; verili durumu görmek başka, onu STÊRKA CİWAN reddedip aşacak insanı ortaya çıkarmak başkadır. İtiraz edersiniz, ama reddettiğinizin içinde olursunuz. Önderlik bunu yaşamadı. Farkı buradadır. Bu aynı zamanda bir Kürt kişiliğinin aşılması, bitmişliğin ve ölümün durdurulması ve yeni yaşam umudunun yaratılmasıdır. “İnsan ancak uçurumun kenarında kanatlanır” Demek ki Önderliğin çıkışında şu var: İtiraz alternatifini oluşturmaya götürür; reddetmek alternatifini yaratma eylemine yöneltir. Hayır diye haykırmak, evet demeyi de ortaya çıkarır. İtiraz ve reddediş sizi alternatifini yaratmaya götürmek zorundadır. Alternatifi oluşturma çabası içerisinde olur ve yaratabildiğiniz ölçüde onu yaşarsınız. Yaratmazsanız soyut yaşarsınız, duygularınıza dayanarak yaşarsınız. Ama yine de her şeye rağmen alternatifini yaratmak zorundasınız ve bunu da tek başınıza yapamazsınız. Alternatifini yaratmak örgütlülükle olur. Önderliksel gelişmede doğal doğuştan sonra gelen ikinci doğuş dönemi, Rêber Apo’nun kendisini PKK biçiminde örgütlediği ve bu biçimde doğru temelde bir toplumsallaşmayı başarmaya giriştiği sürecin ifadesidir. Bunun ön koşulları da esasta Rêber Apo’nun sosyalizmle tanışmasıyla başlar. Sosyalizmle tanışmak önemlidir. Sosyalizmin tanımı bile Önderliğin sorusuna cevap verme anlamında ciddi değer taşır. Sosyalizm toplumsallaşmanın bilimidir. İnsanın mücadelesinin özünde hep toplumsallaşmayı daha ileri düzeylere taşırmak olduğu göz önüne getirilirse, sosyalizmin insan kadar eski olduğu rahatlıkla görülebilir. Bu nedenle Önderliğin deyişiyle “Sosyalizmden kuşku duymak, insandan ve onun top- lumsal gerçekliğinden kuşku duymaktır.” İnsan toplumsal bir varlıksa, toplumsallık insanlığın var oluş tarzıysa, toplumsallaşmanın bilimi olan sosyalizmden de kuşku duyulamaz. Sosyalizm evrenselliği yakalamaktır. Sosyalizm sadece ulusların kurtuluş davalarıyla değil, bütün insanlıkla ilgilenir. Sosyalizm elbette pratikte yaşamsallaşmasını başladığı yerde bulur. Yani insanlığın bir özgürlük yürüyüşü varsa, bunun için ilk adımların atıldığı yerde elbette sosyalizmin inşasına da girişilir. Ama tüm insanlık sosyalizmle buluşmadıkça, insanlığın gerçek kurtuluşu ve özgürlüğü de mümkün olamaz. Önderliğin esas amacıda budur. Bu açıdan Önderlik verili sistemle hep çelişki halindedir ve onu kesinlikle kabul etmemektedir. Bu da Önderliği hep özgün bir duruşa yöneltir. Önderliğin duruşu özgün bir duruştur. Bu duruş itibariyle de arayışlarını her zaman sürdürür. Devam eden bu arayışa bağlı olarak, Önderlik sistemi bütün özellikleriyle çözerek aşmış, dolayısıyla kendi sisteminin de iskeletini oluşturup temellerini yaratmıştır. Burada 15 Önderliğin mucizevî tarzı bir kez daha kendini kanıtlamıştır. Sürecin karakteri ve ortaya çıkan gerçekler dehşet vericidir. Ama Önderliğin büyüklüğü ve dehası da burada kendisini gösterir. Önderlik, “Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir” der. “İnsan ancak uçurumun kenarında kanatlanır.” 15 Şubat komplosu her açıdan bir uçurumun kenarına varış anıdır. Bu uçurumdan aşağıya düşmek de olasılık dahilindedir. Ama Önderlik bu noktada kanatlı düşünmesini bilir; sistemi bütün özellikleriyle çözerek kendi sisteminin özelliklerini de ortaya koyar. Burada yakalanan sadece bir Kürt çözümü değildir, yakalanan bütün bir insanlık için çözümdür. Beş bin yıllık devletçi uygarlık sisteminin bütün kirlerinden, bütün insansızlaştırma eylemlerinden, onun pratiklerinden kopmanın çaresi bulunmuştur. Bu çare demokratikekolojik, ve cinsiyet özgürlükçü toplumdur. Bu sadece bir Kürt toplumuna özgü bir çözümü değil, bütün insanlığa ait çözümü içinde barındıran bir toplum biçimidir. Dolayısıyla Önderliğin yakaladığı çözüm Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN yüzeysel değil derinliklidir, bölgesel değil evrenseldir, parçalı değil bütünlüklü ve kapsamlıdır. Devletçi toplum bir kölelik toplumudur. Devlet odaklı uygarlık sisteminin özü budur. Bu anlamda özgürleşmek isteyen, öncelikle bu uygarlık sisteminden kopmak zorundadır. Önderlik 15 Şubatla başlayan ve sonuna kadar öyle gidecek olan üçüncü yaşam dönemini çok net bir şekilde tanımladı. Bu, üçüncü doğuş dönemiydi. Belki her kişi kendi yaşamında yeniden doğuşlar yaratabilir. Ancak Önderlikteki bu doğuş, insanlık için bir doğuştur ve bir çözüm dönemidir. Belirgin niteliği genelde devlet odaklı yaşamdan, özelde kapitalist modernite yaşamından kopuşla başlamasıdır. Önder Apo, “Tekrar yaban yaşama koşmuyorum, on bin yıl öncesine gidecek değilim. Ama insanlığın bazı temel değerlerinin o yıllarda gizli olduğu da kesindir. Uygarlığın bin bir hile ve zorbalıkla kestiği o dönem insanlığı bilimsel teknik seviyle bütünleştirilmedikçe, insanlığın gerçek Nîsan 2011 kurtuluşu ve özgürlüğü mümkün olamaz” dedi. Uygarlık ve devlet odaklı yaşamdan kopmanın bir gerileme olmadığını söyledi. Hiyerarşik ve devletçi sınıf uygarlığından kopmanın en büyük özeleştiri olduğunu ifade etti. Önderlik “Bunu başaracağıma inanıyorum” diyor ve bizim de bunu başarmamızı istiyor. Yeni paradigmanın çıkış noktası budur. Kadın toplumun özgürlüğünün belirleyicisidir Önder Apo'nun Önderliğinde yeni bir zihniyet ve irade kazanan Kürt toplumu, üzerindeki inkar ve imhayı kendi duygu ve düşüncesinde yenmiştir. Kürt insanının kendi duygu ve düşüncesindeki kazanımları, onu yeni arayışlara götüren en temel kazanımıdır. Kürt toplumu şu anda dünyanın en hareketli ve anı anına değişen toplumu olma özeliğini de göstermektedir. Eğer irade ve demokratik duruş kendi haklarını talep etmekten geçiyorsa, şu anda özellikle 16 Ortadoğu toplumları içinde kolektif iradesini ve demokratik duruşunu pratiği ile yaşayarak gösteren toplum Kürt toplumudur. Kürt toplumunun dirilişinde en rahat fark edilen olguların başında Kürt kadınında gelişen bilinç, irade ve örgütlenme düzeyi gelmektedir. Kürt Halk Önderliğini diğer tüm önderlerden ayıran en belirgin farklılık, kadın özgürlük ideolojisiyle ortaya çıkardığı teorik ve pratik düzeyidir. Hiçbir önderin cesaret edip üzerine eğilmediği, gelişen yaklaşımlarında hakim egemen devletçi toplum zihniyetini aşmadığı kadın olgusu, Önder Apo'da toplumun özgürlüğünün öncüsü ve belirleyeni düzeyinde ele alınarak, kadının toplumsal gücünün ortaya çıkarılmasıyla büyük gelişmeler yaratmıştır. Toplumsallaşmanın ilk yaratıcısı ve tanrıçası olarak büyük bir anlama sahip olan kadın, özgür toplumun temel belirleyeni tarzında yeniden tanımlanıp öncü güç düzeyine çıkarılmıştır. Önder Apo’nun çocukluğunda annesiyle yaşadığı çelişkiler ve kız arkadaşlarına karşı gelişen ilgisi bilinmektedir. Daha sonra şehir toplumunda fahişeleştirilme gerçeğinde tanıdığı ve anlamaya çalıştığı kadın, bir Önderlik olarak ikinci doğuş sürecinde tam bir savaş alanı olarak ele aldığı konu olmuştur. Bunda devletin bilinçli yönlendirmesi güçlü olan Fatma kişiliğinin önemli bir etkisi olmaktadır. Ancak sistemin düşürdüğü ve şehir toplumuna köle hazırlayan düzeyde köleleştirilmiş kadına yenilmemek, her erkeğin altından kalkamayacağı bir duruştur. Sadece kadına bir karşı cins olarak yenilmemek değil, bunun yanında ‘kadının güçsüzlük ve basitliklerine’ sabretmek ve bunlardan güç oluşturmaya yönelmek de, olması gereken Önderliksel bir tarz olarak Önder Apo'da gelişmiştir. Bu iki temel nokta temelinde STÊRKA CİWAN değerlendirilebilecek Önderliksel tarz, kadının ve dolayısıyla toplumun özgürlüğü için Zeynep Kınacı (Zilan), Gülnaz Karataş (Beritan) ve Leyla Wali Hüseyin (Viyan) gibi çağdaş tanrıça kişilikleri ortaya çıkarmıştır. Kürt toplumunun ana özellikleri Kürt kadınında gizlidir Toplumda söz hakkı dahi olmayan Kürt kadınları, bugün Kürt toplumunda özgürlük için en coşkulu ve mücadeleci kesimdirler. Kürt kadınında giderek gelişen iradeli duruş, onu cinsel bir meta ve erkeğin namusu olmaktan önemli oranda çıkarmıştır. Özellikle Kürt erkeğinin güçsüzlük ve çaresizliğini arkasında gizlediği kadının bu gelişim diyalektiği erkeği de özgürleşmeye zorlamaktadır. Aile içinde feodal değer yargılarına dayanarak tutulan Kürt kadının, gerillada ve miting alanlarında boy göstermeye başlaması, toplumun demokratikleşmesinde devrim niteliğinde sonuçlara yol açmıştır. Bilinçlenen Kürt kadını, değişim rotasına giren Kürdistan toplumudur. Kadının özellikle çocuğu ile olan ilişkilerinde verdiği yurtsever bilinç, toplumda önü alınamaz yeniliklere yol açmaya başlamıştır. Bir toplumun en dipten değişim tarzı olan kadının çocuğunu ailede doğru eğitimi ve yetiştirmesi, Kürtlerde ilk defa bu düzeyde bir ilerlemeyi yakalamaktadır. Kürt toplumunun kaderini değiştirecek temel ilişki bu olduğu içindir ki, en son Türkiye Başbakanı "Kadın ve çocuk katliamlarının yapılması" gerektiği anlamına gelen tehditler savurmuştur. Çünkü herkes bilmektedir ki, toplum anne-çocuk ilişkilerinin temelleri üzerinden yükselmektedir. Bütün bu gelişmelere rağmen, geçmişte olduğu gibi bugün de Kürt toplumunda en ciddi sorun yine de kadın sorunudur. Çünkü kadın sorununda toplumun kendisini yeniden kurmasının temel özellikleri gizlidir. Toplumsal yeniden kuruluş tamamıyla gerçekleşmeyinceye kadar toplumda kadın sorunu tümüyle ortadan kalkmaz. Kürdistan'da özellikle Sünni İslam'ın tarikat ve mezheplerinin Kürt aile yapısında hakim olmaya başlamasıyla dini feodal karakterde kadına dayatılanlar ve ardından gelişen intihar olayları bu sorunun ciddiyetini göstermektedir. Kürdistan'da giderek gelişen kadın bilinci ve iradesinin Kürdistan toplumsal gerçekliği içerisindeki aileye Kürt toplumsal özelliklerinin özünde bulunan Zerdüşti aile kültürünü dayatmaya başlaması, toplumsal özgürlüğün kuruluşunda önemli bir adım olarak öngörülebilir. Kürt toplumunun ana özellikleri Kürt kadınında gizlidir. Kadının öz bilinci ve iradesiyle açığa çıkması, Kürt toplumsal özelliklerinin de daha fazla açığa çıkması anlamına gelecektir. Kürt toplumu ile kadını arasındaki bağ neolitik sistemin kuruluşundan ötürü böyledir. Diğer toplumlarda bu düzeyde güçlü olmayan bu durum, hem Kürt toplumu hem de Kürt kadını için tarihsel bir özgünlük olmaktadır. Kürt toplumunda 20. yüzyılın son otuz yılı PKK öncülüklü hareketin damgasını taşır. Toplumun zihniyet alanında yaşadığı gelişmeler ve bunun pratik yaşama yansıttığı düzey PKK ile gerçekleşti. Önder Apo, bunu kısaca ‘diriliş tamamlandı’ biçiminde ifade ederek, halkın yaşadığı baş aşağı gidişatı durdurduğunu ve kendini yeniden kurma aşamasına gelindiğini ortaya koydu. Toplum bu süreçte çağdaş değerleri kendi özgünlüğüne uyarlayarak, kendi özellikleriyle gelişmeler yarattı. Artık birçok yerde yurtsever olmamak ayıplanır olmuştur. Ailesinde halkın öncülüğünü yapan PKK’ye 17 katılımın olmadığı kişilere karşı toplumsal baskı oluşmuştur. Bu, toplumsal yeniden kuruluşun yarattığı yaşama gelmemenin artık toplum içinde kabul görmeyeceği anlamına gelmektedir. Kadın üzerinde kurulan ayıp perdesi önemli oranda kaldırılmıştır. Toplumun kendi içindeki dinamikleri kendisini değişim ve dönüşüme uğratacak alanlara daha güçlü kanalize olmuştur. İlk defa arayış içinde olan insanların, özellikle gençliğin arayışlarını bulduğu ve sistemleştireceği bir ortam da -PKK safları- yaratılmıştır. Buna akış devam etmektedir. Daha önce sadece dört parçaya bölünmüşlük değil, parçalanmanın ailelere kadar indirgendiği bir toplum, ilk defa bir bütün olarak halkın güç ve iradesini aynı potada birleştirmektedir. Kürt halkı kendi tarihinde çok uzun bir aradan sonra ortak kabul ettiği, aynı duygu ve düşüncelerin etkisinde geliştirdiği değerlere kavuşmuştur. Toplumda ortak sevinilecek, üzülecek ve kutlanacak değerler gelişmiştir. Kısacası, Kürt toplumu 21. yüzyıla geçmişine oranla çok büyük değişimler yaşayarak, oldukça bilinçli ve önemli bir örgütlülük düzeyiyle girmiş bulunmaktadır. Yığın olmaktan çıkıp bilinçli örgütlülüğü geliştiren bir düzeye yükselmek, ideolojik-politik alanda bir devrim demektir. Bu devrimin gerçek mimarı da Rêber Apo’dur. Bu temelde Önder Apo’yu büyük Önderliksel gerçekleşme doğrultusunda ilerleten, daha sonra kendisini tüm insanlık için özgürlüğü mümkün kılacak bir sistem çözümüne götüren o soylu gelişmenin başlangıç noktası olan Önderliğin doğum günü tüm insanlığa, halkımıza, kadınlara, gençlere ve Onun tüm yoldaşlarına kutlu olsun diyoruz. *** Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN M Ü C A D E L E DEVRİMCİ HALK SAVAŞINA İLİŞKİN BİR KAÇ SÖZ Hayri ERGİN “Gençlik hem dağlardaki temel mücadele gücü hem de yerel birlik çalışmalarında öncü ve özsavunma gücü olarak tarihi bir misyonla karşı karşıyadır” Nîsan 2011 Devrimci Halk Savaşını ele almadan önce geçmişte yürütülen gerilla savaşlarına ve halk savaşlarına değinmekte yarar vardır. Gerilla kavramı ilk kez yazılı edebiyatta Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından kaleme alınmıştır. Marx’ın “İspanya da Gerilla Savaşı(1850’ler)” adlı yazısında ve Friedrich Engels “Gerilla Savaşı Üstüne (1852)” genel anlamda savaşı incelerken kullanmışlardır. Avrup’daki savaşları incelerken İspanyolların Napolyon ordularına karşı direniş ve savaş biçimini hiç de bilinen düzenli ve feodal ve burjuva savaşlara benzemediğini görmektedirler. “Geuerr” savaş demektir. “Gerilla” İspanyolca küçük, ufak savaş demektir. Daha doğrusu savaşçık demek gerekiyor. “Guerillero” ise küçük savaşı yürüten savaşçıdır. Yukarıda dile gelen kısa giriş o gün bugündür ezilen dünya halklarının dilerinden düşmeyen mücadele silahı olarak halen bugün etkinliğini hatta başarı gizemini korumaktadır. Bugünlerde ve yakın tarihte özelde Ernesto Che Guevera’nın “gerillayı” ya da “halk savaşını” emperyalizme karşı etkili bir silahlı mücadelenin yanı sıra, esasta özgürleşmenin temel aracı ve özgür yaşam biçimin kaynağı olarak tanımlaması bu gizeme ve esrarengiz bakışı daha da çekici kılmış ve kılmaktadır. Hele hele Che’den çok önceleri adeta İspanya’da olup bitenleri büyük Gerilla teorisyeni ve 18 pratisyeni olan Mao Zedong’un formülleştirerek ezilen halkların mücadele stratejisi haline getirmesi, gerillanın ve halk savaşının daha fazla incelenmesine ve uygulanmasına götürmüştür. Halk savaşı ya da gerilla savaşını yukarıdaki söylenenlerden yola çıkarak küçük ve zayıf bir gücün büyük ve güçlü bir düşmana karşı verdiği mücadele biçimi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Küçük ve zayıf olan bu savaşımını daha doğrusu direnişini kendi toprağında verdiğinde zayıflık diye bilinen yönler süreçle pozitif etkenler olarak çıkmaya başlamaktadırlar. Şu her zaman olmuştur; tarihte her zaman ezilen ve güçlü düzenli ordulara sahip olmayan halkların başvurdukları yöntem hep gerilla tarzı direniş olmuştur. Gerilla mücadele yöntemini tarihin çok farklı zamanlarında görmek mümkündür. Nerede zayıf ve kurumlaşmamış bir güç varsa orada kendini savunmak için gösterilen refleks gerilla tarzından olmuştur. Çünkü gerilla mücadele tarzı düzensizliğe ve küçük güçlere elverdiği için bu mücadele hep kullanılagelmiştir. Mao Zedong halkların bu direniş biçimini kapsamlı bir şekilde tahlil ederek ciddi bir strateji haline getirmiştir. Bu stratejinin de taktiklerini belirleyerek halkların güçlü direniş silahı olan Halk Savaşı teorisini oluşturmuştur. Mao Zedong halk savaşı stratejisini –ki bu uzun süreli bir halk savaşı strate- STÊRKA CİWAN jisidir-üç ayak üzerine oturtur: 1-Stratejik Savunma 2-Stratejik Denge 3-Stratejik Saldırı Stratejik Savunma durumunda halk güçleri henüz çok zayıftırlar. Sömürge statüsünde yaşamaktadırlar. Herhangi demokratik bir örgütlenme zemini yoktur. Bu şartlarda sömürge konumuna getirilmiş halkın öncüleri, kendilerini esasta savunarak ancak savunma içerisinde de halkı örgütleyerek düşmana karşı yavaş yavaş ilerlerler. Bu ilerleyişe kimisi silahlı propaganda demiştir. Silahlı propaganda geliştikçe, küçük silahlı birliklerin yerini gerilla alacaktır. Gerilla sayısal olarak daha dolgun bir güç demektir. Bu gerilla birlikleri ilk tacizden, suikasttan, sabotajdan başlayarak giderek pusu, sızma ve baskınlara doğru yol alarak düşmanı zayıflatırlar halkı ise adım adım örgütlerler. İkinci adım olan Stratejik Denge aşamasında ise artık halk önemli oranda örgütlendirilmiştir. Halk savaşının güçlü bir desteği sağlanmıştır. Ve gerilla da artık sayısal olarak çoğalmıştır. Gerilla birliklerinin sayıları artmıştır. Artık sadece vur kaç taktikleri uygulanmamaktadır. Artık geniş alanlar kontrol altına alınmıştır. Sömürge gücüne kafa tutacak konum yakalanmıştır. İkili iktidar söz konusudur. Bu konum çok uzamaz. Ne işgalciler bu duruma tahammül eder, ne de halk bu nazik durumu böyle ileriye götürebilir. Üçüncü aşama ise Stratejik Saldırıdır. Artık Halk Savaşı yürütenler önemli oranda dış destek sağlamışlardır. Silahları daha da gelişmiştir. İkili iktidarla halk iyice örgütlenmiştir. İşgalcinin haksızlığı herkesçe görülmektedir. Tam da bu durumda halk savaşını yürüten güç komple saldırıya geçerek işgalciyi ülkelerinden atmak için harekete geçerler. Bu saldırı topyekûn bir saldırı olup işgalcileri ülkeden atmayı hedefler. yarak zihniyet değişikliği başlatmış olsa da esasta köklü zihniyet değişimleri 1999 yılından itibaren başİktidar karakterini aşamamış her lamıştır. Kürt Halk Önderliği’nin mücadele reddettiği sistemle yeni paradigmasal değişikliğiyle orbenzeşmekten kendini alıkoyamaz taya konulan devletin yani ulus devletin sonuçta getireceği yine sömürge Evet, Uzun Vadeli Halk Savaşının statüsüdür. Çünkü devlete dayalı ikStratejisini böyle tanımlamak yanlış tidar kendisini yeniden insanlardan olmayacaktır. Ancak bu gerillaya üreterek küçük devletçikler oluştudayalı Halk Savaşı sadece ve sadece ruyor. Bu ise verilen devasa mücaişgal altında bulunan ülkeler için deleye karşıtlığı teşkil ediyor. Özgeçerlidir. Uzun Vadeli Halk Savaşı gürlük hareketi özgürlüğü yakalamak denmesi ise, tamamen işgal edilmiş için yola çıktı. Eğer mücadele yenibir ülkenin ya da sömürge haline den özgürlük yaratmıyorsa verilen getirilmiş bir halkın direnişe geçer- onca mücadelenin ne yararı olur ki? ken ciddi bir örgütlenme sorunuyla Başka bir ifadeyle: Gerilla mükarşılaştığı için zamana ihtiyaç du- cadelesi özünde bir meşru savunma yar. Devlet haline gelmiş işgalci aracı olarak devreye girerken, süreçle güç ise hızla bu sorunu yani direnişi kendisini başarıya ulaştırmış halkbastırmak için uğraştığından bu isim larda zoru ve devleti son derece kullanılmıştır. Demokratik yolların kutsadıkları için emperyalist devve örgütlenmenin zeminin bulunduğu letlerin kopyası olmaktan ya da onülkelerde bu silahlı yöntem denen- lara benzeşmekten kendini kurtaramez. Ya da silahlı yöntem sadece mamışlardır. Tarih bu zor yaklaşıdemokratik halk ayaklanmasını des- mının emekçilerin ve ezilen halkların teklemek amaçlı kullanılır. Başka tarzı olamayacağını bir kez daha da kullanılmaz. reel sosyalizm örneklerinde kanıtYukarıda dile gelenlere dönük il- lamıştır. Devleti hedefleyen her zor kine ilişkin Çin ve Vietnam iyi birer eninde sonunda iktidar karakterine örnek iken ikincisine en iyi örnek bürünecek, iktidar karakterini aşaise Bulgaristan gösterilir. mamış her mücadele reddettiği sisKürdistan devrimi Çin ve Vietnam temle benzeşmekten kendini alı kotipi silahlı ve Uzun Vadeli Halk Sa- yamayacaktır. Zor, ancak zorunlu vaşı stratejisini takip ederek geliş- oldukça kullanılmalıdır, tersi insanmiştir. Uzun Vadeli Halk Savaşı laşmadan uzaklaştırdığı gibi meşru Stratejisiyle Kürdistan’da önemli savunma da olmamaktadır.İşte bunun kazanımlar elde edilmiştir. Bir halkın için özgürlük hareketi paradigmasal yok oluşu durdurulmuş ve diriliş değişikliğe giderek Uzun Vadeli sağlanmıştır. Ancak dirilişi kurtuluşa Halk Savaşı Stratejisi yerine Meşru götürecek adım tümden tamamlan- Savunma Stratejisini esas aldı. Meşru mamıştır. Bu birinci tespittir. İkinci Savunma: “Meşru savunma hakkı her tespit ise daha önce Kürdistan dev- düzeyde ve her zaman yaşamsal deriminde hedef devletin tüm güçlerini ğerlere karşı haksızca yönelim oldukça, Kürdistan’da söküp atmaktı. Ve bu- içinde bulunulan koşullar ne olursa nun yerine kendi devletini kurmak olsun yapılması gereken varlığını kohedefleniyordu. Her ne kadar Öz- ruma ve özgürlüğünü sağlama hakkı gürlük hareketi 1993 yılında başla- ve kutsal eylemidir.” 19 Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN Devrimci Halk Savaşı Meşru Savunma Savaşında Topyekûn Savunmayı ifade ediyor Meşru Savunma dediğimiz gibi yeni bir stratejidir. Aslına bakılırsa tarihten bugüne tüm ezilenlerin yaptığı bir Meşru Savunma Direnişi olmuştur. Ancak ezilen halklar kullandıkları araçlar ile hedefledikleri de ezenlere benzediği için bu insanlık tarihinde çok ciddi tahribatlara yol açmıştır. İşte bunun böyle olmaması için Özgürlük hareketi Meşru Savunma Stratejisini ciddi bir şekilde ele alarak formülleştirmiş ve bunun stratejik ayaklarını belirlemiştir. Meşru Savunma Stratejisinin Birinci aşaması: Pasif Savunma’dır. İkinci aşaması: Aktif Savunma’dır. Üçüncü aşaması ise: Topyekûn Savunma’dır. Pasif savunma esasta gerillanın kendisini geri çektiği, silahlarını susturduğu, kendisini üs sahalarında konumlandırdığı, siyasal demokratik mücadelenin rolünü oynanmasına Nîsan 2011 yol verdiği bir süreçtir. Bu süreçte işgalcilerle Özgürlük hareketi arasında çeşitli yollarla mücadele sürmekte olsa da asıl çözüm dili demokratik siyaset yoludur. Bu yönteme Kürt özgürlük hareketi 1999 yılından sonra sık sık başvurmuştur. Ateşkes ya da eylemsizlik özünde pasif savunma durumudur. Aktif savunma ise işgalci gücün ya da güçlerin halk değerlerine saldırdıkları süreçlerdir. Bu süreçlerde meşru savunma güçleri harekete geçerler. Demokratik siyasetin önündeki engelleri kaldırmak için devreye girerek demokratik siyaseti ve halkı savunmayı esas alırlar. Aktif savunmanın da kendi içerisinde evreleri vardır. Birinci evre ağırlıklı olarak misilleme eylemleriyle verilen cevaplardır. Kısmi bir gerilla hareketiyle işgalci güçler uyarılır. İkinci evre yaygın gerilla diye bildiğimiz her yere yayılmış gerilla hareketidir. 20 Üçüncü evresi ise toplumda “orta yoğunluklu savaş” diye bilinen evredir. Bu evrede gerilla tümden harekete geçer. Her gün irili ufaklı çok sayıda eylem yapar. Bu eylemleri yaparken şehirleri basar, karakol baskınları yapar, kuşatmalar yapar, geniş süreli eylemleri planlar. Bu evreyi biz ağırlıklı olarak örneğin Oramar eyleminde gördük, Bezele eyleminde gördük. Bir de 2010 yılı 1 Haziranı’nda başlayıp da iki ay süren direniş sürecinde gördük. Yani 2010 yılında başlatılan 1 Haziran Hamlesi bir Devrimci Halk Savaşı denemesi olmamıştır. Sadece ve sadece Aktif Savunma’nın kısmen de olsa üçüncü aşamasına bir giriş olmuştur. Şimdi Özgürlük hareketi Devrimci Halk Savaşı’ndan bahsediyor. Biz buna Topyekûn Savunma da diyebiliriz. Çünkü Devrimci Halk Savaşı Meşru Savunma Savaşında Topyekûn Savunmayı ifade ediyor. Yani Topyekûn Direnişi. Nedir Devrimci Halk Savaşı ya da Topyekûn Savunma ya da Topyekûn Direniş? Şimdi biz uzun süredir aktif savunma durumundaydık. Topyekûn savunma sürecine girmiş bulunuyoruz. Devrimci Halk Savaşı aslında, topyekûn savunma savaşına tekabül etmektedir. Şunu belirtelim: Topyekûn direniş sürecine birden gidilmemektedir. Uzun süreli bir hazırlık ardından bu sürece geçilmektedir. Bu evreye geçmeden önce var olan sorunu bir sürü başka yol yöntemle çözüme kavuşturmak hedeftir. Ne zaman ki tüm çabalara işgalci güçler cevap vermediler, inkâr ve imhayı sürdürmeye devam ettiler, STÊRKA CİWAN yine toplum soykırımını devrede tuttular o zaman bu evreye geçiş yapılır. Ancak ciddi bir ön hazırlık süreci yapılmıştır. İşgalcilere her türlü sorunu çözmeye dönük şans verilmiştir. Bu şans kullanılmamışsa o zaman yapılacak olan halkın topyekûn direnişine geçmektir. Kaldı ki topyekûn direniş öncesi legal ya da demokratik siyasete zaten şans tanınmamış ve bu sahada çalışma yürütenlerin yüzlercesi tutuklanmıştır. Bu “size yol yok” demektir. Bu ise özünde mücadeleyi yeniden tanımlayarak daha da yükseltmek anlamına geliyor. Peki, Devrimci Halk Savaşına ya da Topyekûn Direniş sürecine nasıl geçilecektir diye sorulabilir? Yukarıda şunu belirttik; taktik karşıt gücün uyguladığı siyasete göre belirlenir. Karşıt gücün uyguladığı askeri stratejiye göre belirlenir. Öncellikli olarak düşmanın taktiğini biz nasıl boşa çıkaracağız? Eğer düşmanın taktiği boşa çıkarılmazsa, onun karşısında başarılı bir taktiğin uygulanması da söz konusu olamaz. İşgalciler de taktik belirliyor, kendilerince Özgürlük hareketini sınırlandırmak ve tasfiye etmek için uğraş gösteriyor. Bugün Kürdistan’da işgalci gücün bir taktik düzeyi açığa çıkmıştır. Stratejisi ve taktiği nettir. Uzun süreye yayarak, adım adım özgürlük mücadelesini sınırlayarak, tecrit ederek, kendince çürütmeyi esas alıyor. Bunu yaparken de hiç şüphe yoktur ki oyalayarak, başka şeylerle uğraştırarak bunu yapmak istiyor. Örneğin: Diplomaside ve siyaset alanında kuşatmaya çalışıyor. Gerillayı dağlarda sınırlandırmaya çalışıyor. Marjinal kılmak istiyor. Gerillanın halk üzerindeki etkisini kırmak istiyor. Siyasi mücadelede demokratik siyaseti daraltmak istiyor. Buna kendileri “minimize” etmek diyorlar. Bunlar yapıldıktan sonra ise topyekûn yönelerek tasfiye etmeyi düşünüyorlar. İşgalci güç, Askeri sahada, araziyi denetlemek için özel çaba sarf ediyor. Örneğin, hareketli birliklerle araziyi kontrol etmeye çalışıyor. Bunlar esasta kontrgerilla birlikleridir. Bunu tüm gerilla alanlarında uygulamaya çalışıyor. Geçmişte de işgalciler bunu yapmaya çalışsalar da başarılı olamamış, bunun için her zaman büyük operasyonlara başvurmuştur. Gerillanın demokratik siyasete şans tanımasını işgalci güçler fırsat bilerek küçük gerilla birliklerine yönelimlerini bu temelde yapmaktadırlar. Bunu yaparken ağırlıklı olarak bilgiye, istihbarata dayalı olarak yaygın nokta operasyonları gerçekleştiriyor. Kendince araziye böyle hâkimiyet sağlayacaktır. 21 Bunu yaparken işgalci güç esasta istihbarat ve tekniğe ağırlık vermektedir. Bu çağda teknik imkânlar çok fazla gelişmiştir. Hem sanal dünya çok gelişmiştir hem de uydular aracıyla en incelikli yerlere dalma imkânı doğmuştur. Bir de daha gelişkin öldürme teknikleri icat edilmiştir. İşgalci güç bunları kendisine başta İsrail olmak üzere ABD ve Avrupa’dan temin etmiştir. Gerillanın teknik kullanımını takip, halktan bilgiler, uydu çekimler derken özel bilgi toplama taktiğini esas almaktadır. Dikkat edilirse bu bilgiler üzerine ani baskınlar yaparak gerillaya zarar vermeyi düşünüyor. İşte yeni oluşturulan profesyonel ordu bunun içindir. Yine 100 binlik ordu bunun içindir. Bunları yaparken dediğimiz gibi büyük teknik kullanımına önem veriyor. Büyük savaşlarda kullanılan tank, termal kamera, uçak, kobra helkopter tipi silahları yaygın kullanıyor. Ne de olsa bilgi akışını kendince Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN sağlamıştır. geriye kalan son hamleyi vurmaktır, diye düşümektedir. İşgalci güç yukarıda söylenenleri gerilla sahası için yaparken Kürt demokratik siyaset alanını da boş bırakmıyor. Bu sahaya da ciddi yönelim içerisindedir. Demokratik siyasetin önünü almak için adeta topyekûn bir saldırı yürütüyor. Baskı ve tutuklama furyaları sürekli kılınarak insanlar bilinçli bir şekilde geri tutuluyor. Bu saha da müthiş bir teknik takip söz konusudur. Orwell’in, 1984 kitabında söz ettiği “büyük kardeş seni gözetliyor” projesini işgalciler hayata geçirmek istiyorlar. Gerillaya karşı kullandıkları yöntemlerinin belki de daha gelişkinini legal siyaset sahasına karşı kullanıyorlar. Diğer yandan toplumu olumsuz etkilemek ve gençleri tuzağa çekmek için de; uyuşturucu, fuhuş vs psikolojik savaş yöntemlerine de hız vermişlerdir. Bir YİBO’larda ortaya çıkan tecavüz olayları tesadüfen geNîsan 2011 lişen olaylar değildir. İnsanlarımız bilinçli aç bırakılarak bu ahlaki çöküşe bilinçlice sürüklenmek isteniyorlar. Siirt valisinin “dağa çıkma Direniş sadece artık dağlarla sınırlı tutulmayacaktır yerine fuhuş” yapsınlar sözü esasta işgalcilerin politikalarıdır. Özcesi: Bir; takip, baskı ve kontrol altına alma. İki uyuşturucu ve fuhuşla gençleri kontrol altına alma. Üç bir ayak olarak da dini kullanarak sonuç almak istiyor. Her yerde kuran kursları açıyorlar. Amed’de iki yüzden fazla dernek ve dini çalışmaları örgütleyen kuruluş açılmıştır. Bunlar gerçekten topluma dini götürmeyi hedeflemiyor. Esas hedefleri toplumu kontrol altına almaktadır. Herkes biliyor ki Kürt toplumu dini duyguları çok güçlü olan bir toplumdur. Öyle dışarıdan gelme din aklına bu toplumun bir ihtiyacı yoktur. Kaldı ki en büyük din 22 alimleri tarihten de biliyoruz ki bu topraklarda yetişmiştir. İşgalcilerin yeni dönemde kullandıkları ve uyguladıkları taktikler genel anlamda bunlar olmaktadır. Yeni bir taktik şekillenirken işgalcinin uyguladığı yöntemleri ya da taktikleri dikkate alarak şekillenmek zorundadır. Su örneği taktik oluşturmak için her zaman verilir. Su aktığı derede hangi engelle karşılaşmışsa bu engeli kendi tarzıyla aşarak yolunu kateder. Taktik belirlemesi ya da şekillenmesi bu temelde oluşur. Öncelikli olarak Topyekûn direnişin ya da savunmanın önemli bir ayağı yukarıda dile gelen düşman taktiklerini, boşa çıkarmaktır. Hem dağ sahası için bu geçerlidir hem de siyasal saha için bu geçerlidir. Düşmanın arazide kurmak istediği hâkimiyeti parçalamak için gerillanın kendisini yeniden örgütlemesi gerekir. Biz buna gerilla ayağı diyelim. Gerilla yeni dönemde düşmanın bu taktiklerini son derece gelişkin bir gerillayla cevap vermeyi hedefleyecektir. Buna gerillada, “modern gerilla” diyorlar. Son derece gelişmiş teknik yapılara karşı, kendisini son derece iyi ve profesyonel örgütlemiş, gizliliği de aşan bir derinlikle kendisini koruyan, kamuflajı en incelikli ele alan ve tabii ki bir de son derece sistematik, bilinçli ve planlı bir hareketle yeniden kendisini örgütleyen, bir gerillayla bu olacaktır. Bunun yanı sıra teknik alanda da kendisini eğitmiş, donatmış, uzmanlaşmış bir gerilla. Eski gerillacılığı aşan, düz gerillacılığı aşarak çağın da kendisiyle beraber getirdiği teknik uzmanlaşmayı da sağlayan bir gerilla. Evet, böyle bir gerilla modern bir gerilla olacaktır. Devrimci Halk Savaşı’nda en önemli rol oynayacak bir güç hiç şüphe yoktur ki bu modern gerilla olacaktır. STÊRKA CİWAN Yine gerilla bu süreçte teknik olarak da kendisini donatacaktır. Ve imkânlarını zorlayarak kendisine gerekli olan tekniği kendisi yapmayı hedefleyecektir. Gerilla esasta gençlerden oluşmuş olan bir halk savunma gücüdür Düşmanın bu kadar teknik gelişimi ve 100 binlik özel ordu kurmalarına karşı bir de gerilla cephesi sayısal olarak da kendisini geliştirerek her alanda düşmanla hesaplaşmaya girecektir. Bu hesaplaşma sahaların başında yine de dağ gelse de, topyekûn direnişte mücadele sahaları ovalara ve şehirlere taşırılacaktır. Gerekirse zaptetmeler yaşanacaktır. İrili ufaklı şehirler ele geçirilecektir. Ve eskiden Mao’nun “beyaz saha” da dediği şehirler ve ovalara iniş olacaktır. Direniş sadece artık dağlarla sınırlı tutulmayacaktır. Önemli bir mücadele gerilla açısından da Türkiye metropolleri olacaktır. Yollar daha fazla denetim altına alınacaktır. Özcesi direniş merkezleri başka yerlere kayacaktır. Artık hiç kimse durduğu yerde rahat durmayacaktır. Bugüne kadar yürütülen gerilla mücadelesi sadece ve sadece pasif savunmaydı. Çok sınırlı olarak da yürütülen aktif savunmaydı. Ama artık bu aşılacaktır. Artık varlığını korumak ve özgürlüğünü sağlamak için direniş tırmandırılacaktır. Buna biz gerilla ayağı diyoruz. Diğer önemli ayak ise öz savunma diye tabir edilen yerel birliklerdir. Öncelikli olarak Kürdistan’ın her yerinde yerel birlikler örgütlendirilecektir. Bu birlikler halkı savunmanın birlikleridir. Silahsızdır. Ortadoğu’da görüldüğü gibi sopalıdır, taşlıdır. Ancak son derece örgütlüdür. Topluma yapılacak herhangi bir sal- dırıya anında cevap verecek güçlerdir. Ağırlıklı olarak belki gençlerden oluşturulur. Yerel birliklerin yanı sıra direk silahlı olan öz savunma güçleri vardır. Bunları gerilla örgütler. Son derece gizli ve örgütlüdürler. Kimse onları tanımaz. Kendi aralarında birbirini tanımaları olmaz. Hücre örgütlenmeleridir bunlar. Özcesi “illegal gerilla” devreye girecektir. Bu çalışma topyekûn direnişin temel bir çalışmasıdır. Bu illegal gerillalar sadece birkaç eylem yapmak için oluşturulmazlar. Aynı zamanda bu bir yeraltı gerillası olarak direk halkı savunan bir güç olarak ne zaman nerede çıkacağı belli olmayan bir gerilladır. Eskilerde “gündüz külahlı gece silahlı” derlerdi. Ancak şimdi bu güç daha donanımlı, eğitimli ve bilinçli örgütlendirilmiştir. İRA buna iyi bir örnektir. Militanlarını hiç kimse bilmez. Bir nevi yeraltı gerillası gibidirler. İşte devrimci Halk Savaşı ya da Topyekûn Direniş Savunması derken kastedilen önemli bir husus gerilla kendisini dağda çağın şartlarına göre örgütlerken, büyük bir vurucu güce kendisini kavuştururken, şehirlerde, köylerde, kasabalarda ve metropollerde yerel birlikler temelinde çok güçlü bir örgütlülük sağlanmış olacaktır. Halk her yerde kendi komün ve meclislerini oluşturarak kendi yönetimini oluşturdukça, kendi siyasal hedefi olan Demokratik Özerkliği adım adım inşa etmiş olacaktır. Özcesi gerilla çıplak düşman gücüne karşı kendi mücadelesini aktif bir şekilde yürütürken yerel birlikler toplum kırım siyaseti uygulayan güçlere karşı harekete geçecektir. Hem toplumu koruyacaklardır hem de halkımızı fuhuşla, yozlaştırmayla, uyuşturucularla, çeşitli asimilasyon kurumlarıyla eritmek isteyen özel savaş güçlerine karşı tavır alacaklardır. Yöneleceklerdir. 23 Halkımızı bu temelde koruyacaklardır. Tabii bunlar yapılırken kendi öz yönetimlerini de örgütleyeceklerdir. Bazı alanlarda düşmanın hiç giremeyeceği, direniş mekânları, kaleleri oluşturulur. Bunlar daha çok toplum boyutunda olur. Halk kendi savunmasını ve meclis sistemini belli plan dahilinde ortaya çıkartacaktır. İşte bu şekilde de güçlü bir halk savaşı hem dağlarda hem de şehirlerde yani ovada verilmiş olacaktır. Burada gençliğin üzerine düşen görevler iki yönlüdür: Birincisi gerilla esasta gençlerden oluşmuş olan bir halk savunma gücüdür. Toplumun en gözü pek olanları yine dağlara akın eder. Gerilla savunma güçlerini sayısal olarak arttırmak gençlere düşen bir görevdir. Gençler dağlara aktıkça gerilla halk savaşını verecek bir düzeye gelebilir. İkinci önemli husus ise yerel birliklerin temel gücü, halkın temel savunma gücü yine gençliktir. Yani Kürdistan gençliği Kürdistan’da kesinlikle kendisini son derece güçlü örgütleyerek toplumun savunmasını üstüne almalıdır. Yerel birlikler en ciddi çalışmalardan bir tanesidir. Bireysel zafiyetlere düşmeden, kendisini güçlü terbiye ederek, disiplini yüksek bir biçimde örgütleyerek “illegal gerillanın” temel gücü olabilir. Gençlik hem dağlardaki temel mücadele gücü hem de yerel birlik çalışmalarında öncü ve özsavunma gücü olarak tarihi bir misyonla karşı karşıyadır. Modern gerillayla el ele vermiş güçlü bir halk hareketliği ve yerel birlik çalışması Kürdistan’da zapt edilemez bir halk direnişini ortaya çıkaracaktır. Buna biz DEVRİMCİ HALK SAVAŞI DİYELİM. *** Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN P O L İ T İ K A HALKIN GİZLİ DÜŞMANLARI: SAHTE AYDINLAR Özgür ÇALAK “Kürt gençliği onurunu her koşul altında korumasını bilmiştir. Bundan sonra da koruyacaktır. Yani bu aydın etiketli kişilerin aydınlıkla alakalı olmadığı ortadadır. Olsa olsa işbirlikçi, provokatör, kara cahil vb olabilir. Neyi ne için yaptıkları da anlaşılırdır. Fazla söze de gerek yoktur. Önemli olan onura, özgürlük değerlerine sahip çıkmaktır” Nîsan 2011 İnsan, "hakikat" deyince ne anlar? Ne belirir kafasında. Hakikat, şey'in aslı, kimliği, öz varlığı, doğrusu mudur? İnsanın, bilmediği bir soyut kavramın peşinde olması, bunu anlama, algılama çabası içinde olması ilk bakışta anlamsız gibi durur. Oysaki insanın en zor'u hedeflediği büyük mücadelesi budur. Hakikat bilinemeden, hakikate ulaşılamadan yapılacak diğer tüm düşünsel uğraşların bir sonuca ulaşabilmesi zordur ve hatta belki olanaksızdır! Bireye göre hakikatin anlamı değişebilir. İnsanların "hakikat" diye algılayabilecekleri, kendi algılama güçleri kadardır. Ama hakikat bireysel düşüncelerin üstündedir. Çünkü hakikat aynı zamanda evrensel olandır. Bireyin, kendi varlığının boyutlarını algılama ve anlama gücüne sahip olması, hakikatin kapısını aralar. Peki, "hakikat" nedir? Bir insan “hakikatten” ne bekler? Ya da ne olmadığını düşünür? Yaşamın bir bütün kendisi midir hakikat? Salt düşünmek mi? İyilik mi? Zaferlerle dolu bir hayat mı? Varlığın kendisi mi? Eğlenceli günler mi? Kısa bir mutluluk anı mı? Ya da ölüm müdür hakikat? Bu soruların cevabı her bireyin yaşama bakışına, yaşamı yorumlama biçimine göre değişir. Pek çok insan için yanıt bunlardan biri, ya da en fazla birkaçıdır, belki hepsi, belki de hiç birisidir. Ama insan bu ya! Durmadan arar, sorar, cevaplar bulur. İnsanı diğer canlılardan ayıran; en temel özellikte 24 bu değil midir? İnsanın düşünceleri, hedefleri, çabaları, uğraşları. Bu çabaların en büyüğü ve en önemlisi de "hakikati" arayışıdır işte. Her insan aslında potansiyel olarak bir hakikat arayışçısıdır. Ama belki de bu konuda en çok kafa yoranlar daha çok aydınlardır. Kendi dönemlerinin ufuk açıcıları, ışık taşıyıcılarıdırlar. Kimdir bu aydınlar. Bir filozof, bir yazar ya da bir bilim insanı… İlk düşünen insandan günümüze dek pek çok filozof, düşünür, araştırmacı hep gerçeğin peşinde olmuştur ama her ne kadar "hakikat" kavramının somut olarak ne olduğuna tam varamamışlarsa da, aramaktan da vazgeçmemişlerdir. Tarih bu insanlarla günümüze kadar gelmiştir. Kimilerinin isimleri günümüze yetişmişse de belki de birçok hakikat arayışçısının ismi zamanla kaybolmuştur. Tarih içinde hakikati arayan bu kişilikler düşünceleriyle, savunduklarıyla, cesaretleriyle insanlığın hakikat arayışçılığına hala öncülük etmektedirler. Ancak her şeyin tekelleştiği, pazarlık konusu haline geldiği günümüz dünyasında bunu bu kadar rahat ifade etmek çok zor. Daha doğrusu aydın olmanın kendisi çok zor. Egemen sistemce her şeyin kuşatıldığı ve yoğun saldırılara tutuldu, yok edildiği, yok edilemiyorsa içinin boşatılmaya çalışıldığı böylesi bir süreçte topluma ışık tutmak, aydınlatmak, hakikati aramak büyük bir düşünce ve yürek gücü istemekte. Vicdan istemekte, cesaret iste- STÊRKA CİWAN mekte. Bunu yapabilen aydın sayısı ise o kadar az ki! Hele Kürdistan-Türkiye gerçekliğinde bu durum çok daha vahim. Tabii ortalıkta aydın etiketiyle dolaşan yüzlerce kişinin ismini saymak mümkün. Ancak biz bu konuda gerçekçi yaklaşmak zorundayız. Salt efendilerinin ya da paranın, ya da daha fazla içmenin ve yemenin silahşorluğunu yapanlara aydın demek için gerçekte kör, sağır olmak ya da vicdanın tamamen kararmış olması gerekir. Kısacası bunlara aydın demek mümkün değil. Ancak “kendini bir dilim pastaya satanlar diyebiliriz.” Bu artık o kadar açık ki. onlar bile saklama gereği duymuyor. Kürtlük adına bir utanç kaynağı olan Muhsin Kızılkaya, Mehmet Metiner bunlardan sadece birkaçı. Özgür Kürtlüğün yeniden bir doğuş yaşadığı bu devrim zamanlarında Bu savaşın amacı Kürtleri bu topraklardan silip atmaktır bu tipler sadece “Kürt halkı nasıl daha iyi köle olabilir” ya da “nasıl daha iyi köleleştirilir” kafalarını buna yormaktalar. Kürt halkının onuruyla oynamaktan hiç utanmadan, sıkılmadan. Kürt aydını diye geçinen bu tipler Kürdistan’daki devrimci süreci beklemiyorlardı. Bu nedenle de hazırlıksızdılar. Bunun içinde kızgın ve öfkeliler. Bu tipler, aslında egemen zihniyetin yarattığı köle Kürt gerçeğine göre şekillenmiş tiplerdir. Kürt toplumunun yaşadığı böylesine büyük bir devrime kafa yapısı iti- bariyle hazır değildirler. Kürdistan’ın direnebileceğine, özellikle son süreçteki büyük özgürlük savaşımına girebileceğine ve başarabileceğine dair en ufacık bir umutları olmayan kişilikler. Zihnen ve bedenen teslim olmuş bu kişilikler yükselen özgürlük savaşıyla kendi dönemlerinin bittiğini görmekte bu nedenle de durmadan saldırmakta, son anda ne kurtarabilirim, biraz daha fazla ne kapabilirimin derdindeler. Ne onur, ne de ilke kalmıştır. Kendileri de bunu artık itiraf etmelidirler. Çünkü başka türlü yaşam şansları olmayacakları kesindir. Bu nedenle bu sözde aydınlara Kürt gençliği olarak söyleyeceğimiz, bu konuda artık samimi bir itirafa yönelmeleridir. Gerçekten biraz aydınlığa çıkmalarıdır. İster çok öfkelensinler, ister çok yersinler, ama ortada bir gerçek var. Bu nedenle halkın önüne çıkarak Kürt halkından özür dilemesini bilmelidirler. Şimdi yaptıkları gibi tv tv gezip ya da gazetelere koşup ağlamaklı, “bizi kurtarın” diye yalvarmaları hiçbir şeyi 25 düzeltmeyecek. Ya da iki de bir “bize saldırılıyor” deyip, küstahlık yapmalarına da hiç gerek yoktur. Biz onlardan ve biraz daha fazla para, imkân, rahatlık için kendilerini satmalarından vazgeçip bütün çağdaş ustaların, aydınların, edebiyatçıların yaptıklarını yapmalarını bekliyoruz. Neden buna öfke duyuyorlar ki? Bu tür paranoyalarla yaşamak sadece psikolojilerini daha fazla bozacaktır. En doğru olan ve onları gerçekten hakikatin yoluna koyacak olan Kürt halkından özür dilemektir. Yoksa bu vicdan suçluluğuyla yaşamları onlara zehir olacaktır. Utançlarından toplum içine çıkamayacaklardır. Bu şahsiyetler yaşanan savaş gerçeğine, Kürt gerçeğine, düşman gerçeğine gözlerini kapatmışlardır. Mevcut durumlarıyla taraftırlar. Kürt halkının karşısında düşmanla işbirliği içinde olan, satın alınmış şahsiyetlerdir. Efendileri olan AKP’nin hizmetine koşturulmuşlardır. Bunlar için efendinin kim olduğu çok önemli değildir. Eskiden başka biriydi, yakında AKP tasfiye olunca belki başka birileri Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN olacak. Önemli olan aldığı paradır. Kendini bu şekilde birazcık da olsa halkın efendisi olarak görmektir. Kürtlerin onuruyla oynanmasına izin verilmemelidir Özel savaşın tarihini açıp bakalım, son 25 yılda halkımız için ne düşünüldüğünü ve ne yapıldığını çok iyi göreceklerdir. Bir halkın inkar edilmesi yok sayılması, en küçük bir kıpırtının şiddetle ve hızla bastırılması, binlerce faili meçhul cinayet, sonu gelmeyen toplu mezarlar, üç bini aşkın köyün tahrip edilmesi ve boşaltılması ve daha buna benzer bir çok durum söz konusu. Kürt halkı üzerinde yürütülen topyekun bir savaş söz konusu. Çok planlı yürütülen bu savaşın amacı Kürtleri bu topraklardan silip atmaktır. Bunun karşısında Kürt özgürlük hareketi öncülüğünde Kürt halkı muazzam direnmiştir. Zindanlarda, dağda, serhildanlarda ve yurt dışında inanılmaz bir direniş ortaya çıka- rılmıştır. Bu anlaşılmadan Kürt’ü, Kürdistan’ı anlamak kesinlikle mümkün değildir. Değil aydın olmak, sıradan bir yurtsever olmak bile mümkün değildir. Eğer aydın, rolüne denk gelen bir yaklaşım içinde olmak istiyorsa, en azından olup biteni görmek zorundadır. Bunları göz önüne getirmeyen bir kişi bırak aydın olmayı; sıradan ülkesiyle, halkıyla ilgili bir insan bile olamaz. Hele bir bilim insanı hiç olamaz. Ekonomiyle, tarihle, sosyolojiyle, edebiyatla uğraşan insanlarımız çok. Ama kendi ülkelerinin nasıl yakıldığı, insanlarının nasıl katledildiklerini görmemekte, halen “PKK’nın kusurları, hataları nedir?” diye kafa yormaktalar. Düşmanı görmek istemeyen, bin yıldır kendi topraklarını talan eden düşman gerçeğini anlamak istemeyen bir durum söz konusu. Çünkü bu kafalar sömürgecilik tarafından işgal edilmiştir. Bu şahsiyetlerin yüreği henüz kendi halkı için çarpmamaktadır. Asıl sorun da buradadır. O aydın diye tabir edilenlerin kafaları ve yürekleri işgal edilmiştir. Ruhları, beyinleri Türk sömürgeciliği tarafından satın alınmıştır. Tabii böyle aydın olunamayacağı ortadır. Bunu anlamaları gerekir. Durum çok nettir. Kimse gerçeklerden, hakikatten bu şekilde kaçamaz. Onlarda Kürt halkını ve Kürt gençliğini az çok bilmekte, tanımaktadırlar. Samimi bir itirafta bulunmadıkları sürece affedilmeyeceklerini bilmektedirler. Kürt gençliği özgürlüğüne ve onuruna dil uzatan bu şahsiyetleri nasıl affedebilir ki. Bunun kendisi en büyük onursuzluk olacaktır. Kürt gençliği onurunu her koşul altında korumasını bilmiştir. Bundan sonra da koruyacaktır. Yani bu aydın etiketli kişilerin aydınlıkla alakası olamadığı ortadır. Olsa olsa onlara işbirlikçi, provokatör, kara cahil vb nitelemeler uygun olabilir. Neyi ne için yaptıkları da anlaşılırdır. Fazla söze de gerek yoktur. Önemli olan onura, özgürlük değerlerine sahip çıkmaktır. Özellikle bu şahsiyetlerin daha çok Avrupa da yaşadıkları, zor durumda kalınca Avrupa’ya sığındıkları bilinmektedir. Bu nedenle Avrupa da yaşayan gençliğimiz kendi onuruna sahip çıkmalı ve asla bu şahsiyetlerin rahat rahat özgürlük değerlerimize dil uzatmasına izin vermemelidir. Onların gerçek yüzleri herkese anlatılmalı, herkes onların ne olduğunu, kime, neye, ne için hizmet ettiğini bilmelidir. Kürtlerin onuruyla oynanmasına izin verilmemelidir. *** Nîsan 2011 26 STÊRKA CİWAN S Ö Y L E Ş İ DOĞANIN TEMEL KURALI: ÖZ SAVUNMA Cihan ÖZGÜR-Çiçek HELEN Kendini savunma, bütün canlılarda içgüdüsel olarak İnsanı, en dezavantajlı canlı olarak tanımlayabiliriz. İnsan, gelişen bir reflekstir. Hangi canlıyı incelerseniz inceleyin yaşama savunmasız olarak merhaba diyen bir canlıdır. Kengöreceksiniz ki, doğal bir savunma gücüne sahiptir. İnsanlarda disini ve çevresini algılama yetisine sahip değildir. Kendisini var olan kurgulama ve düşünce gücü düzeyinde olmasa da; bekleyen tehlikelerin farkında olmadığı gibi, temel ihtiyaçlarını her canlı, yaşamını sürdürebilmek için gerekli his, sezgi ve karşılayabilecek fiziki, duygusal, düşünsel ve davranışsal düşünme yetisine sahiptir. donanıma sahip olması ise bir hayli zaman alacaktır. Örneğin bir toz ya da çubuk karşısında göz kapağı Peki nasıl oluyor da bukadar dezavantajlı olan bir tür, dikapanarak gözü korurken; insan bedenine dönük nozorlar gibi yok olup gitmiyor, aksine günümüzün gelişen bir saldırıda, vücudun bağışıklık sistemi en gelişmiş varlığı olarak karşımıza çıkıyor? hemen devreye girer, antikorlar zararlı madKendisini doğadan veya tehlikelerden kodelerle savunma savaşına başlar. Kendisine rumanın ilk savunma biçimi topluluk ha“Demokratik toplum doğru gelen bir mermi dahi olsa, tek linde yaşam oldu. İnsanlığın emekleme örgütlülüğünün gelişmesi, öz savunma mekanizması zehri olan bir sürecinde yaşamını idame etmek için yılan, hemen tehlikenin olduğu yöne bulduğu ilk savunma silahıdır örgütsavunmanın esasıdır. Bir toplum doğru atılır. Kimi canlılar köklerini lenme. Topluluk halinde yaşama; kendi demokratik örgütlülüğünü var derine salarak, kimisi kanatlanarak, ferde güven duygusu verirken; babir başkası renk değiştirerek hayata rınma, yiyecek bulma ve türünü ederse, güvenliğini sağlayabilir. Her tutunur. Kirpinin oku, tavşanın dusürdürme bakımından da hayati türlü tehdide karşı -insandan doğadan yarlılığı, kedinin tırnağı ve daha öneme sahiptir. Evet, örgütlenme nicesi savunma içindir. Her canlının bir ihtiyaç olarak gelişti ve insanlar veya farklı yerlerden nereden gelirse doğal bir koruma duvarı bulunur. böylece kendisini korudu. İnsan gelsin- kendisini koruyabilir. Tabii bunun Saldırganın karşısında ilk bulacağı topluluk haline gelerek varlığını için kendisinin kendisini koruması bu savunma ağı olur. Bir saldırgan sürdürebilmenin yanı sıra; düşüneo canlıya ulaşmak istiyorsa onun bilen, duygulanabilen, konuşabilen, gerektiğini bilecek, buna inanacak. Bir savunma duvarını yıkması, savunma kültürel etkinlik geliştirebilen üretken de bunu nasıl yapacağı ağını dağıtması gerekir. Yaşam hakkı bir tür haline geldi. kutsal ve en doğal haksa, canlının yaTarih; uygarlığın değişik formlarına konusunda kendisini şamına yani kutsallığına kast edenlere karşı, halkların yürüttüğü savunma saörgütlü kılacak” karşı yaşamını koruma istemi de, bir gevaşları ile doludur. Birçok dönemde ve reklilik, en kutsal ve doğal hak oluyor. farklı coğrafyalarda, insanlar düzenli ordular Belki de canlı türleri içerisinde gelişimi en kurmadan, kendi öz savunmalarını gerçekleşyavaş olan insan türüdür. Diğer canlılar doğuştan tirdiler. Klan çağında her klan kendi öz savunma ya da içgüdüsel, genetik olarak bazı özellikler taşır. Bir gücünü oluşturarak dışardan gelebilecek saldırılara karşı ördek yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz yüzebilir, bir kuş güvenliğini aldı. Doğanın zor koşullarına direndi. kısa zamanda kanatlanıp uçar. Bir gül dikeniyle var olur, Devletleşme süreciyle birlikte, halklar kırsal alanlarda kaplumbağa tek korunma silahı ve barınağı olan kabuğuyla yaşamlarını örgütleyerek hem özgürlüklerini hem de güdünyaya gözünü açar. venliklerini sağladı. Spartaküs ayaklanmasından tutun Ana27 Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN dolu’da Ahi örgütlenmesine, ortaçağda İtalyan kentlerinin mahalle milislerinden 1936-1939 İspanya iç savaşında Bask ve Katalonya’nın şehir öz savunma güçlerine, devrim Fransa’sı zamanı Paris Komünü’nden Filistin intifadasına kadar tarih halkların öz savunma direnişlerine tanıklık etti. Bütün halkların tarihinde var olan bu direnişler, bazen halkın kendi doğal ama bilinçli reflekslerinden bazen de kurulan profesyonel güçlerden geldi. Türkiye halklarının kaderini belirlemesi açısından Kurtuluş Savaşı sürecinde gelişen Antep, Urfa ve Maraş halk direnişleri önemli bir yere sahiptir. Osmanlı ordusunun dağıtıldığı ve ülkenin doğusundan batısına işgal edildiği bir süreçte Kürdistan’ın bu üç şehrinde halk önderleri tarafından başlatılan direniş öz savunmanın ifadesi olmaktadır. Halkın varlığını ve vatanı koruyacak herhangi bir silahlı güç ve ya otorite yokken, kurtuluş savaşının sembollerinden olan Antep Direnişi’ni, Karayılan Destanı’nda geçen “vurun Antepliler Nîsan 2011 namus günüdür” sözü özetliyor. Yürütülen öz savunma direnişi ile halk yediden yetmişe ayaklanarak işgali ve kuşatmayı kırmayı başardı. Günümüzde Öz Savunma Sorunları İnsanlığın miladından günümüze kadar değişmeyen bir şey var ki, o da toplumu ve insanı bekleyen tehlikeler. Günümüzde bu tehlikeler ve saldırılar doğadan veya farklı kabilelerden gelmiyor. Halklar için en büyük tehdit binbir kollu ahtapot olan devletten geliyor. Hobbes’in, ‘insan insanın kurdu olmasın diye ‘ gerekli ve meşru gördüğü, insanlığa kurtarıcı olarak müjdelediği kapitalizmin ulus devleti, insanın ve toplumların başına bela oldu. Insana, insanlığa ve toplumsallığa dair ne varsa yiyip bitirerek tüketiyor. Tarih boyunca ‘devletin bekası maskesi’ takılarak meşrulaştırılmak istenen savaşlar, sadece 20. yüzyılda 28 iki büyük dünya savaşıyla 100 milyon insanın canına mal oldu. Fiziki soykırım ve katliamlarla insanın fiziki varlığını hedefleyen kapitalist uygarlık; beyaz katliamla da kültürel soykırımlar gerçekleştirerek halkları, kültürleri ve dilleri yok etme siyaseti güdüyor. Faşizm tekleştirme politikasıyla toplum kırım uyguluyor. Kültürel, sosyal, siyasal ve ekonomik soykırım olarak somut ifade bulan toplum kırımla biyoiktidarı geliştirerek, insanları ütopyasız, savunmasız ve alternatifsiz bırakmayı hedefliyor. Hobbes’in kapitalist devleti, ‘düşünüre inat’geliştirdiği bencil ve benmerkezci, tüketici toplum icadıyla insanı insanın kurdu haline getirdi. Devletin hangi biçimi olursa olsun paradigmasal olarak iflas ettiği ve toplumlara hiçbir şey vermediği, günümüzde çok çarpıcı bir şekilde görünür olmuştur. Bu durumu sağcı, solcu ya da liberal kanattan olsun, devlet perspektifli teorisyen ve akademisyenler, sosyologlar ve siyasal bilimciler de itiraf etmek zorunda kalıyor. Devletin ömrünü nasıl uzatabileceklerini yoğun tartışıyorlar. Frankfurt Ekolü temsilcilerinden filozof Adorno, Minimma Moralia adlı kitapta ‘yanlış hayat doğru yaşanmaz’ özdeyişiyle verili yaşama çarpıcı bir eleştiride bulunuyor. Yani hayatın doğru temelde yeniden kurgulanması gerekiyor. Halklar, alternatif bir yaşam kurarken gündeme gelen en önemli sorun bu yaşamın korunması, savunulmasıdır. Güvenlik Sorunu Olarak Devlet En büyük ve en örgütlü aygıt olarak devlet; insanlığın yaşamını ve toplumsallığını hatta güvenliğini tehdit ediyor. Tehlikenin büyük oluşu, buna karşı alınacak savunma tedbirlerinin de o denli kapsamlı ve çeşitli olmasını gerektirir. STÊRKA CİWAN Kendisini savunmanın, doğal ve içgüdüsel bir gereksinim olduğunu daha önce de ifade etmiştik. Bundan, insanlar için öz savunmanın demokratik bir hak hatta gereklilik olduğunu çıkarsayabiliriz. Uluslar arası hukukta ve devletlerin iç hukuklarında bir hak olarak tanımlanan ‘nefsi müdafaa’ hakkı sınırlı boyutta kalıyor. Literatürde tanımlanan biçimi eksik ve yetersizdir. Çünkü bu hak, devlet hukukunun el verdiği özlük hakları çerçevesinde bir haktır. Kaldı ki günümüzde insan güvenliğini birinci derecede tehdit eden güçler devletin militarist yapısıdır. Öz savunma; hem mücadele yöntemi, biçimi ve araçları hem de kapsamı itibariyle çok daha geniş ve farklı bir mücadele tarzı oluyor. Saldırı altında olan sadece birey değil, aynı zamanda bireyin kültürü, toplumsallığı, politik ahlaki değer yargılarının bütünüdür. Dolayısıyla saldırılara karşı toplumsal duruş sergilemek ideolojik, politik, ekonomik, kültürel, sosyal ve öz savunma alanlarında toplumun öz örgütlülüğü yaratılarak sağlanabilir. Bu anlamda öz savunma olgusu; sadece toplumun fiziksel güvenliğine dair bir kavram olmanın ötesinde, topluma karşı saldırının olduğu her alanda toplumu savunma anlamına gelmektedir. Savunma gücünü gösteremeyen hiçbir canlının yaşama şansı yoktur. Kendisini savunamayan toplumları dağıtılma hatta yok edilme beklemektedir. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Bu tehdit günümüzde de geçerlidir. Bundan dolayı toplulukların kendi öz savunma ağlarını oluşturmaları bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor. Özgürlüğü hedefleyen toplumlar yaşamlarını demokratik temelde örgütleme mücadelesi verirken; devletçi ve iktidarcı toplumun ideolojik, siyasal, ekonomik ve kültürel saldırılarının yanı sıra, katliamlar dâhil olmak üzere fiziki saldırılara da göğüs gerebilmeleri gündeme geliyor. Kürt Halkının Öz Savunma Sorunları Günümüzde, devlet ile halklar arasında adeta bir savaş yaşanıyor. Toplumun güvenliğini sağlama iddiasında olan devletin kolluk güçlerinin gerçek yüzü ve topluma karşı işledikleri suçlar gün be gün açığa çıkarken, bu suçlara her gün yenisi ekleniyor. Siyasal iktidarların desteği ve devlet imkânlarını kullanarak çeteleşen JİTEM, hizbulkontra gibi güçler, toplum güvenliğini tehdit ediyor. Kürt halkı, Kürtdistan’ın dört parçasında egemen devletlerin katliam tehdidi altında yaşıyor. 19 ve 20yy Kürt isyanları katliamlarla bastırıldı. Dersim, Koçgiri, Şex Sait, Ağrı, Mahabad, Geliya Zilan, 33 kurşun, Halepçe, Amude Sineması… Kürtlüğe ait her olgu katliamlarla anılır oldu. Katliamcı zihniyet son yıllarda da bu uygulamalardan geri durmadı. 12 Mart 2004’te güneybatı Kürdistan’ın Qamışlo kentinde bir futbol karşılaşması bahane edilerek Suriye devlet güçlerinin Kürtlerin üzerine ateş açması sonucu can kayıpları yaşandı. Ardı sıra gelişen serhildanlara acımasızca müdahale eden Suriye devleti, onlarca Kürt’ü katletti. Kürt Halk Önderi bu olayı değerlendirerek bu tür katliamların gelişebileceğini ve tedbir alınması gerektiğini belirtti. Daha sonraları Amed serhildanları esnasında (2006)ve Şengal’de(2007) geliştirilen katliamlar, Sayın Öcalan’ın öngörüsünü doğruladı. 2009 yılında Bilge köyünde, 2010 yılında ise Peyanis köyünde gelişen katliamlarla birlikte öz savunma sorunu Kürt halkının temel gündemi oldu. Son dönemlerde ise hizbulkontra tetikçileri ve elebaşları bıraktırıldı. Kuzey Kürdistan’da doksanlı yıllarda işlenen binlerce cinayet hala aydınlatılmadı, Türk devletinin kirli yüzü olan yüzlerce toplu mezar ortaya çıktı. Binlerce ‘faili meçhul’ olay ise aydınlatılmayı bekliyor. 29 AKP hükümeti, bu dönemde paralı orduyu (profesyonel-özel) yürürlüğe koymak için adım attı. Sınır karakollarının modernizasyonu için kaynak ayırdı, yeni karakolların kurulması ve sınır birliklerinin güçlendirilmesini kararlaştırdı. Yeni savaş uçakları(F35) almak için 10 milyar dolarlık yatırım yaptı. İrşad ekiplerini kurdu. Özel görevli 15 bin imam hazırlayan AKP, Kürdistan’ı siyasal islamla kuşatmak, fethetmek istiyor. Bütün bu saldırılara karşın Kürt halkı milyonları bulan sayılarla devlet terörüne karşı duruyor. Çocuğu, kadını, genci ve yaşlısıyla alanlarda direniş halinde. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan toplumun öz savunma sorunlarını tanımlarken “Ahlaki ve politik toplumun günümüzde yaşadığı gerçeklik, yani öncelikli sorunu özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmenin de öncesinde varoluşsaldır. Varlığı tehlikededir.” diyor. Kürt Halk Önderi, toplumların kendilerini savunma gerekliliğini ‘Öz savunma, ahlaki ve politik toplumun güvenlik politikasıdır. Daha doğrusu, kendini savunamayan toplumun ahlaki ve politik vasfı anlamını kaybeder. Toplum ya sömürgeleşmiştir, eriyip çürümektedir; ya da direniştedir, ahlaki ve politik vasfını yeniden kazanmak ve işlerliğe kavuşturmak istemektedir.” cümleleriyle tanımlarken, zamanı ve koşulları oluşmadan ayaklanma ve savaşa başvurmanın tehlikeli olduğu kadar, başka seçenek kalmadığında başvurmamanın da o denli alçaltıcı ve ölümcül olduğunu söylüyor. Kürt halkıyla savaş bir devlet politikası oldu. Günümüzde katliamlar hükümetin talimatlarıyla gelişiyor. Türk Başbakan Erdoğan, “çocuk da olsa, kadın da olsa güvenlik güçleri gerekeni gereken yerde yapacaktır” söylemiyle gelişen katliamları onaylarken yeni katlimaların ve linçlerin talimatı verdi. Ardısıra Kürt halkına acımasızca saldırılar Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN oldu. Türkiye metropollerinde ise linç kampanyası başladı. Kürt halkı gün geçmiyor ki yeni bir saldırıyla karşı karşıya gelmesin. Kürt siyasetçiler yumruklandı, milletvekillerine devletin kolluk güçleri silah doğrulttu, bir millet vekili sıkılan tazyikli suyla hastanelik oldu. Çocuk, kadın yaşlı, öğrenci demeden acımasızca dövüldü, Kürt çocuklarının başı dipçikle ezildi. Kürdistan’da savaş ve devlet terörü bütün acımasızlığıyla sürerken, Türkiye metropollerinde ise DTP başta olmak üzere Kürt kurumları ırkçı saldırıların hedefi oluyor. Türkiye kentlerinde yaşayan Kürtlerin evleri ve işyerleri taşlanıyor, Kürt işçiler işten çıkarılıyor ve Kürt gençleri linçlere maruz kalıyor. Kürt halkı soykırımdan nasıl kurtulacağını somutlaştırmalıdır diyen Kürt Halk Önderi, toplumun öz savunmasını kurması gerektiğini belirterek “Toplum kendi öz savunmasını kurar. Öz savunma KCK, PKK tarzı silahlı yapı değil halkın kendi güvenliğini sağlamasıdır. Demokratik toplumun her alanda örgütlenmesini, kurumsallaşmasını kendi güvenlik sistemine kavuşmasını ifade ediyorum. Bir tehlike durumunda Diyarbakır'ı, Diyarbakır merkezindeki halkı kim koruyacak? Soruyorum, gerilla mı koruyacak? Mümkün değil. Özsavunma silahlı güç anlamında değildir, örgütlülük anlamındadır. Mahalle birlikleri oluşturulur, bunlar temsilini Kent Konseyi'nde bulur.” diyor. Demokratik Özerklikte Öz Savunma Kürt halkı 12 eylül referandumundaki tutumuyla nasıl bir yaşam tasarladığını ortaya koydu. Peşi sıra iki dilli yaşam talebini yükseltti. Kürt halkı demokratik özerklik inşasıyla yeni bir sürece girdi. Demokratik özerklikle birlikte en fazla tartışma konusu olan olgu öz savunma oluyor. Kürt halkı demokratik özerkliğin Nîsan 2011 inşasını adım adım gerçekleştirirken, toplumsal örgütleme modelini ve halkların özgür yaşam sistemini korumak da önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Kürtler sistem inşasıyla öz savunmanın inşasını birbirinden kopmaz olgular olarak ele alıyor. DTK’nın demokratik özerklik projesi; Türkiye’de yazar çevrelerinde neredeyse bir kutuplaşmaya yol açarken, devlet ve AKP iktidarı ise projeyi aynı refleksle karşıladı. 2007 yılında amed’de yapılan demokratik toplum kongresinde bir taslak olarak sunulan ‘demokratik özerklik projesi’ o günden bugüne çokça tartışıldı. Diyarbakır’da 26–28 Ekim 2007 tarihleri arasında gerçekleştirilen Demokratik Toplum Kongresi’nin ilk toplantısından sonra yayınlanan sonuç belgesi ile Demokratik Özerklik Türkiye siyasi hayatına girdi. 2010’un Aralık ayında yine Amed’de DTK’nın Demokratik Özerklik Çalıştayı’nın Sonuç Bildirgesi’nde Demokratik Özerk Kürdistan projesi; devletin ordusu, iktidarı ve muhalefetiyle siyaseti tarafından da kızılca kıyametle karşılandı. Demokratik özerklik, önce tek tek siyasi partiler tarafından ‘mahkum’ edildi. Sonra da Milli Güvenlik Kurulu toplanarak ülkenin “tek bayrak, tek millet, tek devlet ve tek vatan”dan oluştuğunu ve resmi dilinin de Türkçe olduğunu cümle âleme ilan etti. Kılıçdaroğlu’nun CHPsi ile kendinden menkul ve kendine demokrat Erdoğan’ın ‘ileri demokrat’ AKPsi, Milli Güvenlik Kurulu’nun ilanını tekrarladı. Gül ise Amed ziyaretinde aynı nakaratı aynı makamdan okudu. Söz konusu olan Kürtler olunca “gerisi teferruattan” anlayışı bir kez daha doğrulandı. Demokratik Özerkliğin Öz Savunma İlkesi Aslında gelişen tepkiler bile Kürt halkı kendi demokratik sistemini inşa 30 ederken öz savunmanın ne kadar hayati değerde olduğunu gösterdi. Peki, yaşanan gelişmeleri Kürt tarafı nasıl değerlendiriyor ? saldırıları ve öz savunma sorunlarını nasıl değerlendiriyor? Kürt halkının geliştirdiği demokratik özerklik talebi ve öz savunma sorunlarını ve öz savunmaya ilişkin çokça tartışılan ve merak edilen noktaları KCK Halk Savunma Komitesi Başkanı Duran KALKAN’a sorduk. Kalkan, öz savunma sorununun yeni bir sorun olmadığını belirterek, öz savunmanın her zaman gerekli olduğunu söylüyor. Kalkanın sözleri şöyle: “Özellikle son yüz yıl içinde Kürt toplumuna imha ve inkarı dayatan güçler soykırım rejimi, bunu sonuca götürmek için her türlü yolu deniyor. Her türlü baskıyı uyguluyor.Kürt sorununun çözümü yönünde bir yaklaşım içerisinde değiller, kolay kolay olacak gibi de görünmüyorlar. Aslında oyun yaparak, baskı geliştirerek Kürt halkını pasifize etmeye, sindirmeye, korkutmaya, ürkütmeye, örgütsüz kılmaya, parçalamaya, asimile etmeye ve böylece soykırımdan geçirmeye çalışıyorlar. Kürt halkına dayatılan soykırımın önemli bir yanı asimilasyon oluyor. Asimilasyonun gelişmesi için de baskı, korkutma, ürkütme, şiddeti hep gündemde tutuyor, uyguluyorlar. Son yıllarda yaşanan bu yönlü olaylar ortadadır. Linç girişimleri oluyor, katliamlar oluyor. Faili meçhuller ortada. Hizbullahçıları bırakıyorlar. Ona da gerek yok zaten soykırım güçlerinin kurumları var. Kontr gerillası, istihbaratı, polisi, MİT’i-iti var. Karşıda demokratik bir zihniyet oluşmadıkça, herkes şunu bilmeli ki Kürtler için ciddi bir soykırım tehdidi vardır. Elbette ki buna karşı ciddi bir güvenlik sorununu gündeme getiriyor.” “Öz savunma Kürtlerin en temel sorunudur” Bu dönemin kritik bir süreç oldu- STÊRKA CİWAN ğunu, çözüm olasılığı kadar tehlikelerin de çok olduğuna dikkat çekiyor Duran Kalkan. Kürt halkının ve diğer halkların öz savunma konusunda devletler tarafından aldatıldığına söylüyor. Kalkan, aslında Kürtlerin güvenlik sorununun eskiden de var olduğunu ama kendi deyimiyle soykırımcı güçlerin, devletçi sistemin bu konuda halkları, toplumları. kadınları,emekçileri ve gençleri aldatığını; Kürtlerin ise tümden aldatıldığınıı düşünüyor. “ Güvenlik sorunundan uzaklaştırılıyorlar. Böylece aslında baskı ve sömürüye açık hale getiriliyor, köleleştiriliyorlar. Bu bakımdan güvenlik ve kendisini savunma sorunu, Kürtlerin en temel sorunudur. Varlık sorunu diyoruz buna. Diğer sorunların hepsi bundan sonra gelir. Varlığını güvenceye almadan, güvenliğini sağlamadan; Kürtlerin yaşaması, demokratikleşmesi, özgürleşmesi elbette mümkün olamaz.” diyor. Duran Kalkan, insanın ve insanın yaşam biçimi olan toplumun kendi güvenliğini kendisinin sağlamasının ise temel varlık ilkesi olarak görüyor. “insan ve toplum bu ilkeyi hayata geçirebildiği için var oldu ve günümüze kadar yaşadı. Bundan sonra da genel insanlık kuralını uygulatmak üzere varlık sorununu çözer, güvenliğini sağlarsa Kürt toplumu kendisini var edebilecektir. Bu da öz savunma demektir.” KCK Halk Savunma Komitesi Başkanı Kalkan, Öz savunmanın Kürtlerin en önemli gündemi ve temel sorunu olduğunu belirtiyor. Kürtlerin ancak öz savunma yaparak varlıklarını koruyabileceğini vurguluyor. “Öz savunma diğer sorunlardan bir tanesi değildir. Öz savunma; beslenme, üreme gibi insanın var olmasını sağlatan en temel bir sorundur.” diyen Kalkan, Kürt halkı öz savunmasını nasıl gerçekleştirecek? Sorusunu ise üç kural şart koşarak cevaplıyor: bilinç, örgütlenme ve eğitim-donanım! ve bu şartların sağlanması durumunda Kürtlerin kendi öz savunmasını yapabileceğini söylüyor. Kalkan, bu şartlara şöyle açıklık getiriyor: “Öz savunma, güvenlik herşeyden önce bir bilinç işidir. Bir insanın ve toplumun kendi güvenliğini kendisinin sağlaması gerektiğini bilince çıkarması lazım. Böyle bir bilinçle yaşaması gerekiyor. Bu konuda devletçi sistem özellikle de ulus devlet sistemi, insanları bundan uzaklaştırıyor. Devlet ‘güvenliğini ben sağlıyorum’ diyor. Ulus devlet bunu daha fazla söylüyor. Böylece insanları güvenlik bilincinden, öz savunma bilincinden uzaklaştırıyor. Böyle olunca da sömürü altına almak kolaylaşıyor. Baskı uygulamak kolaylaşıyor. Devlet temel baskı ve sömürü gücü iken kalkıyor ben güvenlik gücüyüm diyor, toplumu tahakküm altına alıyor. Güvenlik başkası tarafından sağlanmaz. Güvenlik öz savunma ile sağlanır. Öz savunma da kendi kendini savunmadır. Her Kürt insanı, genci, kadını, emekçisi nerede olursa olsun bilmeli ki kendi güvenliğini kendisi sağlayacak. Öz savunmasını yapmak zorunda. Bu bilinci edinmek ve bununla dolu olmak durumunda. İkinci kural örgütlenmedir. Öz savunma yapmak örgütlülükle olur. Belli bir duruşu, tutumu ve güç olmayı gerektirir. En önemli güç de örgütlülüktür. Halkımız kendisini örgütleyecek. Kürtler öz savunma bilinci edindiği kadar, öz savunma örgütlülüğünü de geliştirmek durumundadır. Kısacası toplumsal örgütlemesini geliştirecek. Gençlik, kadın, emekçiler toplumun bütün kesimleri, toplumsal yaşamın bütün alanları örgütlü olacak. Yediden yetmişe örgütlendirilecek. Çünkü bir insan ve toplum örgütlü olursa kendisini savunabilir. Üçüncü kural ise çeşitli donanımlara sahip olmaktır. Çeşitli güç araçlarıyla donanmak, kendisini eğitmek de çevreden gelecek saldırılara karşı kendisini 31 korumak için gereklidir. Bir toplum kendisini eğitebilir, belli araçlarla donatabilir. Eğer saldıranlar her türlü imha edici, öldürücü araçları kullanıyorlarsa, kendisini savunmak durumunda olanlar da belli araçlarla kendilerini donatmak zorundadır. “ Bilinç ve örgütlülüğün her yerde oluşturulabileceğini, her köyün, mahallenin, her okulun hatta her ailenin böyle bir bilinç ve örgütlülük içerisinde olması gerektiğini söylüyor Duran Kalkan. Saldırılardan korunmak için ise, halkın nöbet tutmasını, haber alma mekanizmaları geliştirmelerini, saldırılardan nasıl korunacaklarını tartışmalarını, savunma yol ve yöntemleri üzerinde durmalarını ve Kürtlerin birbirine sahip çıkmasını öneriyor. Bunlar geliştirildiği takdirde her türlü saldırıdan korunabileceklerini ve saldırının düzeyine göre toplu savunma yapabileceklerini düşünüyor. KCK Halk Savunma Komitesi Başkanı “Kürtler kimseye zararı olmayan bir halktır. Fakat kendi varlığına yönelen kimseler karşısında da kendi savunmalarını kendileri yapacaklar. Kürdistanda, Türkiye’de, yurtdışında nerede olurlarsa olsunlar, güvenliklerini kendilerinin sağlaması gerektiğini bilecekler. Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN Böyle yaparlarsa, bilinçlenip kendilerini eğitirlerse, örgütlü olup tedbirli olurlarsa, saldırı ihtimalini her zaman dikkate alır bu saldırılar karşısında nasıl savunma yapacakları üzerinde dururlarsa kendilerini savunurlar. Gelen saldırıları ve saldırgaları kırarlar. Linç girişimleri oldu mesela. Biraz örgütlü olsalardı, gençlik biraz örgütlü olsaydı saldırıları rahatlıkla kırardı. Sağda solda üç beş polis saldırıyor. On binlerce genç var. Bunlar örgütlü olsalar, jopla saldıran polise karşı kendilerini bir sopayla savunamazlar mı? Otuz tane polis jopluysa onların karşısına yüz tane sopalı genç geçemez mi? Geçebilir. Bu bakımdan yaratıcı olmak gerekiyor.” diyor. “Joplu polisin karşısına eli sopalı gençlerimiz geçemez mi?” Öz savunmayı sadece askeri bir durum olarak görmemek gerektiğini vurgulayan Duran Kalkan, onun da öz savunmanın bir biçimi olduğunu fakat esasının ise bilinç ve toplumsal örgütlülük olduğunu söylüyor. Kalkan’ın bu konudaki düşünceleri şöyle: “Demokratik toplum örgütlülüğünün gelişmesi, öz savunmanın esasıdır. Bir toplum kendi demokratik örgütlülüğünü var ederse, güvenliğini sağlayabilir. Her türlü tehdide karşı -insandan doğadan veya farklı yerlerden nereden gelirse gelsin- kendisini koruyabilir. Tabii bunun için kendisinin kendisini koruması gerektiğini bilecek, buna inanacak. Bir de bunu nasıl yapacağı konusunda kendisini örgütlü kılacak.” “Öz savunma olmadan hiçbir şey olmaz” Duran Kalkan, demokratik toplum örgütlülüğünün en temel alanının öz savunma olduğuna dikkat çekiyor ve ekliyor: “Öz savunma olmadan, güvenlik sağlamadan; ne ekonomik toplumu, ne demokratik toplumu inşa edebiliriz. Ne dil ne kültür ne de eğitim geliştirebiliriz. Herşeyin başında güvenlik geliyor. Kendini savunma, varlığını güvenceye alma Nîsan 2011 konusu herşeyden öncedir. Demokratik toplum örgütlülüğü, demokratik ulus örgütlülüğü öz savunma üzerinden inşa edilmelidir. Toplumsal öz savunma temelinde olmalı. Hiçkimse devletlerin gösterdiği gibi ‘falan güç, filan güç yapsın’ dememelidir. Gerillaya bile bırakılmamalıdır. Gerilla da toplumsal öz savunmanın bir parçasıdır. Öz savunma; kitlelerin, herkesin ne yapacağını bilmesi ve sorumluluk duyarak kendi örgütlülüğünü geliştirmesidir. Böyle olursa, halkımız ve toplum kendisini her türlü saldırıya karşı rahatça savunabilir.” Kürt Kadınının Öz Savunma Sorunları Kadının özgürlük düzeyinin toplumun özgürlük düzeyini belirlediği düşüncesi, günümüzde kabul gören yaygın bir kanıdır. Bunun için, günümüz sistemi olan kapitalist modernitenin saldırılarını en fazla yoğunlaştırdığı kesim, kadındır. Kürt kadınları, devletin çok yönlü saldırılarına maruz kalırken öte yandan cinsiyetçi toplum zihniyetinin hedefi oluyor. Kürdistanlı kadınların kapitalist modernite ve geri toplumsal yapılanmalara karşı verdiği mücadele aynı zamanda kadının öz savunmasını da önemli bir konu olarak gündeme getiriyor. Kadın sistemi olarak kendisini tanımlayan Koma Jinên Bilind(KJB), Kürt kadının özgürlük mücadelesinin öncüsü olarak kendisini tanımlıyor. KJB, kadın gerillaların silahlı olarak yıllardır devletlerin şiddet kültürüne karşı mücadele ettiklerini söylüyor. Çeşitli kadın örgütlerinden oluşan KJB’nin bir bileşeni de YJA-STAR güçleridir. YJA-STAR özerk bir yapı olarak kadının meşru savunma gücü olarak adlandırılıyor. Kürt kadınının maruz kaldığı şiddetin boyutlarını, Kürt kadınının şiddet kül32 türüyle nasıl mücadele ettiğini ve kadının öz savunma sorunlarını KJB Koordinasyonu Üyesi Evindar ARARAT değerlendirdi. Ararat, Kürt kadınlarının hem toplumsal cinsiyetçiliğin ve devlet terörünün hedefi olmasından kaynaklı, hem de ulusal kimlik ve cins kimliği mücadelesi yürüttükleri için işlerinin daha zor olduğunun altını çiziyor. Ararat, son dönemlerde kadın bedenine yönelik geliştirilen saldırıların yoğunluğuna dikkat çekerek, bu saldırıların Kürt kadınının mücadelesine, ulusal ve kadın kimliğine yönelik saldırılar olduğunu ve sırf bu amaçla devletin kurumlaşmalara gittiğini söylüyor. Evindar Ararat, Kürt kadınının yüz yıllardır saldırı altında olduğunu ancak son dönemlerde ise bu saldırılarda bir artış yaşandığını, saldırının kapsamının bu saldırılara karşı alınacak tedbirlerin ve geliştirilmesi gereken öz savunmanın önemini ortaya koyduğunu düşünüyor. KJB Koordinasyonu Üyesi Evindar Ararat, Kürt kadınlarının maruz kaldığı uygulamaları şöyle anlatıyor: “Kürt kadını, dört parçada ve Suriye, Iran, Irak ve Türkiye’de devlet terörü ile toplumsal cinsiyetçilikten kaynaklı olarak şiddete, tacize, tecavüz girişimlerine, gözaltılara, tutuklamalara, töre ve namus adı altında kadın cinayetlerine, intihara sürüklenmeye, haklarının gasp edilmesine, katledilmeye, kimliğinin yok sayılmasına kısacası soykırım düzeyine varan saldırılara maruz kalıyor. Devletler bunun için çeteler, özel kurumlar oluşturmuşlar. Kürt kadınları; asker, polis ve oluşturulan çetelerin yani militarist güçlerin saldırısıının yanısıra hukuk, ekonomi, kültürel ve yaşamsal alanda da saldırılara uğruyor. Doğu Kürdistanlı kadınlar her an idam ve recm tehditi altında yaşıyor. Bu uygulamalara kadın kırım demek mümkündür.” Ararat, bütün bu saldırıların kadının öz savunmasını gerekli kıldığını söy- STÊRKA CİWAN lüyor. ‘Öz savunma bizim için yaşamsal bir gerekçedir’ diyor. Kürt kadınının hem Kürt olmaktan hem de kadın olmaktan kaynaklı yani hem ulusal hem cins kimliğinden kaynaklı saldırılara maruz kaldığını ve öz savunma yapmadan bu saldırılara karşı durabilmenin, varlığını ve kimliğini koruyabilmenin mümkün olmadığını vurguluyor. Ararat ekliyor: “Özgür yaşam tercihini, öz savunma olmadan yaşanır kılmak mümkün değildir. Bunun için, öz savunma yaşamsal bir olgudur.” veya toplumsal cinsiyetçiliğin şiddetinden bireysel olarak kendimizi koruyabiliriz ama bu tek başına yetmiyor. Toplumsal bir direniş ve karşı koyuşa ihtiyaç vardır. Toplumsal örgütlülüğe ihtiyaç vardır. Üçüncüsü, demokratik eylemliliği toplumsal alanda yoğunlaştırmaları gerekiyor. Dördüncüsü, toplumsal özgürlüğü kadın şahsında gerçekleştirmek için; demokratik sistemin örülmesi gerekiyor. Mevcut toplumun Kadın için öz savunma yaşamsaldır Kürt kadınının aslında yıllardır öz savunma yaptığına dikkat çekiyor Ararat. “Kürt kadını, demokratik eylemsellikler geliştiriyor, örgütselliğini daha da güçlendiriyor. Çeşitli kurumlaşmalara gidiyor. Demokratik sistemi yaşamsal kılma mücadelesi veriyor. Bütün bunlar öz savunmanın birer parçası oluyor.” diyor. “Kadının öz savunması toplumsal direniştir” Insan bilinçli bir varlıktır ve öz savunması da içgüdüsel bir refleksle değil bilinçli yapılmak zorundadır diyen Evindar Ararat, kadınların öncelikle saldırıyı kavramaları sonra buna karşı nasıl bir savunma geliştireceğini, nasıl bir karşı duruş sergileyeceğini bilmeleri gerektiğini söylüyor. KJB Koordinasyonu Üyesi Ararat, Kürt kadınının öz savunma sorununa nasıl yaklaşması gerekir? Sorusunu ise şöyle değerlendiriyor: “Kürt kadınları öz savunma çalışmalarının merkezine bilinçlenme ve eğitim faaliyetlerini alabilir. Nasıl öz savunma yapacak? neden öz savunma yapacak? Saldırılara nasıl karşılık verecek? Bunu iyi kavraması gerekiyor. Ikincisi, bunun için gerekli örgütlülüğü, yöntem ve araçları geliştirmesi gerekiyor. Belki aile içi şiddet demokratikleştirilmesi gerekiyor. Bunun için de eylem gerekiyor. Kurumlaşmak gerekiyor. Bilinç edinme, uygun yöntem ve araç geliştirme açısından kurumlaşmalar önemlidir. Kadınlar öz savunma için uygun yöntem ve araçlar bulabilir. Bu konuda daha yaratıcı olabilirler.öz gücü ve öz yeterliliği esas alarak çalışmalarını daha da güçlendirebilirler.” Ararat, kadın gerilla birliklerinin kürt kadını ve kadın kurumlaşması açısından büyük başarı olduğunu söyleyerek, “YJA-STAR Kürt halkının ve Kürt kadınının savunmasını genel olarak yürütüyor. Ancak bu tek başına yetmez. Toplumun içinde bulunan kadınların bilinçlenme, örgütlenme , demokratik sistemi oluşturma ve demokratik eylemselliği üzerinden öz savunmayı geliştirmesi gerekiyor”diyor. 33 “Kadınlar, şiddet uygulayanları tecrit edebilir” Evindar Ararat’ın şiddetle mücadele konusunda kadınlara pratik önerileri ise şöyle: “Diyelim ki töre adı altında bir cinayet işlendi. Kadınlar, öz savunma kapsamında hukuk mücadelesi verebilir. Fakat bir de ahlaki ve politik toplumun değer yargılarıyla öz savunma geliştirebilirler. Nedir bu? Teşhir etme, tecrit etme, mahkum etme, bilinçlendirerek şiddet kültürünü aştırma mücadelesi.” “Kadınlar, öz savunma birimlerini kurmalı” Bir diğer öneri ise şu: “Aile içi şiddet konusu bir diğer sorun oluyor. böyle bir durumda kadınlar, ahlaki ve politik toplumun değer yargıları çerçevesinde toplumsal yaptırımlar geliştirebilirler. Toplumsal refleksleri geliştirip devreye koyabilirler. Gerekirse şiddet uygulayanı toplumdan dışlarlar. Kadınlar bu refleksi ortaya koyabilmeli ve bunu topluma kabul ettirebilmeliler. Bunu bireyden başlatarak eve, oradan sokağa, mahalleye, şehre ve genel öz savunmaya dönüştürebilirler.” Ve bir diğeri: “Bir mahallenin kadınları örgütlenip öz savunma birimleri kurabilir. Bir şiddet yaşandığında hemen müdahale edebilir, bir duruş sergileyebilir. Şiddet devlet güçlerinden gelmişse, kadın öz savunma birimleri anında cevap verebilir. Kadınların eylemlerde, halk yürüyüşlerinde polis jopunun altında ezilmesine, yerlerde sürüklenmesine izin verilmemeli. Kürt kadınları, bunları yaparsa öz savunma örgütlülüğünü daha da güçlendirebilir.” Kürt Gençliği ve Öz Savunma Sorunları Baskıya en fazla maruz kalan bir diğer kesim de gençliktir. Uyuşturucu ve fuhuş bataklığına sürüklenmek istenen Kürt gençliği bir yandan da Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN kimlik bunalımı yaşıyor. Toplumun en dinamik gücü, günümüzde ciddi bir çıkmaza sürükleniyor. Peki Kürt gençliğinin durumu nedir? Egemen devletlerin Kürt gençliğine yönelik politikaları nelerdir? Kürt gençliğinin bu politikalara karşı mücadele sorunları nelerdir? Bu soruları Komelên Ciwan Koordianasyonu Üyesi Mahir … cevapladı. Mahir .....göre; öz savunmanın dönem dönem değil her zaman uygulanması gerekir. .....“Öz savunma Kürt gençliğinin stratejik bir görevidir. Savunma yapma gençliğin sosyal karakterine uygundur. Öz savunma toplumun denetleyebileceği şekilde meşru temelde olmaldır. Kürt gençliğinin kimliğini, Kürt halkının öz savunma gücü olarak tanımlamak mümkün. Kürt gençliğinin öz savunma, refleks geliştirme, örgütlenme yönleri zayıftır. Devletin nasıl ki polisi varsa; Kürt gençleri de yaygın ve nitelikli birim kurarak bir mahallede yaşanan bir olaya anında müdahale edebilmelidir. Saldırıları önceden haber alabilmeli, engellemelidir. Saldırı geliştiğinde en hızlı ve etkili bir biçimde cevap vererek, caydırıcı bir güç olmalıdır. Nîsan 2011 Halka karşı suç işleyenlerden hesap sormalıdır” diyor. “Öz savunma olmaza çürüme olur” Mahir .....saldırıların günlük olarak geliştiğine bunun için savunmanın da öyle olması gerektiğini vurguluyor. Komelên Ciwan Koordinasyonu Üyesi Mahir …, kapitalizmin toplumla savaş hali olduğunu, sayısı milyonları bulan orduların amacının devleti toplumdan korumak olduğunu belirterek soruyor: “ya halkı devletten kim koruyacak?” Devletlerin kolluk güçlerinin güvenlik gücü olma iddiası bir yalan ve kandırmadır. Kendilerini böyle meşrulaştırıyorlar. Bu güçler, günümüzde güvenlik sorununun kaynağıdır. Halkların özgürlük mücadelesini yürüttüğü iddiasında olan her örgüt, çevre için öz savunmayı örgütlemek stratejik bir görevdir. Öz savunma gelişmezse sonuç çürüme, yozlaşma ve kapitalist modernitenin toplumun bütün hücrelerine sızması ve toplumu içten çürütmesidir.” Öz savunmanın halkların güvenlik stratejisidir diyen Mahir … devamla şunları söyledi: “öz savunma; toplumun bağrında çıkan ve toplum tarafından denetlenen güçlerin, savunma yaparak 34 saldırılara cevap olması ve toplumun her anlamda güvenliğini ve varlığını yine bütün değerlerini korumasıdır. Toplumun savunulması bir grup profesyonele havele edilmemelidir. En dopru ve makul olanı, toplumların diğer işleri gibi savunma işini de kendilerinin yapmasıdır.” “Öz savunma gençlerin işidir” Güvenlik ve savunma dendi mi ilk akla gelenin gençlik olduğunu, devletlerin ordularının olduğu gibi sosyalistlerin de halk kurtuluş ordularını gençlerden oluşturduklarına dikkat çeken .....savunmanın karakteri gereği dinamizm, enerji gerektirdiğini, fedakarlık istediğini yine risk göze alabimeyi, bütün tehlikeleri göze alarak öne atılmayı gerektirdiğini ve bunların da gençliğin sosyal karakteriyle uyuşan, genç olmanın elverdiği durumlar olduğunu söylüyor. Komelên Ciwan Koordinasyonu Üyesi …. Kürt gençlerinin öz savunmadaki rolüne ilişkin şunları söylüyor: “Kürt gençliği, öz savunma yapmayı yaşlı veya orta yaşta insanlardan bekleyemez. Kürt halkının öz savunmasını öncü düzeyde geliştirme görevi Kürt gençlerine düşüyor. Gençlik bunun yanısıra bütün toplumal birimlerde öz savunma bilincini ve örgütlülüğünü sağlama görevinden de sorumludur. Gerek bilinç, refleks edinme ve edindirme gerekse de bunun pratik örgütlenmelerini geliştirmek de gençliğin görevi oluyor. Ordu kurarak öz savunma yapmayı hedeflemiyoruz. Toplumun denetleyip yönlendirebildiği savunma mekanizmalarından, özsavunma birimlerinden bahsediyoruz.” “İlk adım öz savunma bilinci” Mahir … son dönemlerde yoğunlaşan saldırılara dikkat çekerek, gelişen saldırıları önceden tahmin edememe ve savunma geliştirme konusunda Kürt gençliğinin yaşadığı sorunu ise örgütsüzlüğüne bağlıyor. …. , Kürt gençliğinin öz savuma bilincinin ve savunma refleksinin zayıf oluşunu ise kapitalist mo- STÊRKA CİWAN dernitenin toplumun özellikle de gençliğin sinir uçlarını zedelemesinin sonucu olduğunu söylüyor. “Böyece de reflekssiz hale getirmiş, direncini zayıflatmıştır. Toplum karşıtı politikalara, toplum düşmanı yasalara ve uygulamalara rağmen gelişen sessizlik, pasiflik bundan kaynaklıdır. Bunun için önce bilinç diyoruz. Kendisini ancak kendisinin savunacağı bilinci. Başkasından beklememe bilinci.” şeklinde konuşan .....gençliğin atması gereken ilk adım budur diyor. Komelên Ciwan Koordinasyonu Üyesi .....Kürt gençliğine yönelik gelişen devlet terörünü ise şu sözlerle anlatıyor; “Kültürel, sosyal, siyasal alanın yanı sıra, bir de imha amaçlı saldırılar var. Yargısız infazlar var. Demokratik halk eylemlerine, Türk kolluk güçleri vahşice saldırıyor. İnsanlık değerlerine sığmayan uygulamalar gelişiyor. Analarımız yerlerde sürükleniyor, gençlerimiz sokak ortasında öldürülüyor. Aydın Erdem, Şerzan Kurt, Mahsum Karaoğlan bunlara örnektir. Ceylanlar, Uğurlar, Enesler katlediliyor. Kürt çocuklarının kafaları dipçiklerle eziliyor, kolları kırılıyor. Binlerce faili meçhul olay var. İşte son dönemde Kürdistan’da askeri karakollarda ve çöplüklerde insan kemikleri çıkıyor. Bunlar yetmiyormuş gibi Kürdistan’da yüzlerce vahşi cinayetten sorumlu olan hizbulkontra çetesi serbest bırakılıyor. Türk devleti ve Suriye saldırılara direnen Kürt gençlerini katlediyor. binlercesini cezaevlerine atılar. İran ise demokrasi ve özgürlük mücadelesi yürüten Kürt gençlerini idam etti, onlarcası ise cezaevlerinde idam tehdidi altında bulunuyor. Bütün bu uygulamalara rağmen devletlerin sözde hukuku, siyasetçileri ve sivil toplum kuruluşları refleks göstermiyor, sessiz kalıyor.” Hani toplumn güvenliğini sağlayacaklardı? diye soran Mahir …Kürt gençliğinin yapması gerekenin kendi sa- vunma mekanizmalarını geliştirmek olduğunu söylüyor. Gençliğin sadece kendisine yönelik saldırılara karşı koymasının yetmediğini, gençliğin toplumun bütün kesimlerine karşı gelişen saldırılara da öz savunma yani meşru ve demokratik haklar temelinde misliyle cevap vermesi gerektiğini düşünüyor. Gençler, eylem ve yürüyüşlerde örgütlü ve tedbirli olabilir. Faşist saldırıları daha saldırı olmadan engelleyebilir, bir saldırı geliştiğinde anında müdahale edebilir. Saldırının olduğu yerde saldırganlara misliyle cevap verebilir. Böylece de caydırıcı olur. Yeni saldırıları ve saldırganları caydırır.” diyen Komelên Ciwan Koordinasyonu Üyesi, gerillanın en büyük gençlik örgütü olarak halkın öz savunmasının bir parçası olduğunu söylüyor. “Tabii Kürt gençliğinin bir görevi de HPG’ye katılarak halkın öz savunmasına profesyonel ve en etkili bir şekilde güç katmasıdır.”diye ekliyor. “Suçlular cezasız kalmamalı” .....sistemin Kürdistan gençliğine yönelik bir diğer saldırısının da fuhuş ve uyuşturucu politikası olduğunu söylüyor. Asker, polis, devletin resmi ve gayri resmi kurumlarının yine AKPlilerin bu oyunda yer aldığını ancak kamuoyunca deşifre olan bu politikaların hala sürdürüldüğünü ve sorumluların ceza almadıklarını dile getiriyor. (askerlerin, AKPli yöneticilerin, bürokratların ve polislerin de içerisinde bulunduğu tecavüz mağduru Mardinli kızın yaşadığı korkunç olayı hatırlatıyor. Mahir …, “Toplumsal ahlakın yozlaştırılması, fiziki saldırılardan daha tehlikelidir. Gençliğin bir görevi de bu saldırılara cevap vermek, bunları yapanları öz savunma çerçevesinde cezalandırmaktır. Kürt gençliği kimsenin yaptığını yanına kar bırakmamalıdır. Kürt halkına karşı suç işleyenler cezasız kalmamalı. Kürt gençliği isterse bu suçluları tesbit edip cezalandırabilir. 35 Bu, Kürt gençliğinin en demokratik ve meşru hakkıdır.” diyor. Kürt halkı üzerinde uygulanan asimilasyonun en fazla da Kürt gençliği üzerinden geliştirildiğini, asimilasyoncu güçlerin böyle sonuç almayı hedeflediğine dikkat çekerek, başta okullar olmak üzere yaşamın her alanında asimilasyonun uygulandığını, bu saldırılara karşı Kürtçenin kullanılması, korunması ve Kürt kültürünün sahiplenilmesi gerektiğini ve bunun da öz savunmanın önemli bir ayağı olduğunu belirtiyor. Gençlik birimleri asayişi sağlayabililmeli” Kürt halkı demokratik özerkliğin inşasıyla yeni bir yaşama adım attı. Özgür ve demokratik yaşam tercihinde bulundu. Peki böylesi bir süreçte Kürt gençliğiniin durumu nedir? Sorusunu ise Komelên Ciwan Koordinasyonu Üyesi Mahir … şöyle yanıtlıyor: “Normal şartlada bile toplumların kendilerini savunma ihtiyacı varken böylesi koşullarda savunma zaafiyeti ciddi bir sorundur. Kürt gençliği yeterince örgütlü değildir. Kürt gençliği her yerde mahallelerde, şehirlerde, köylerde, Türkiye metropollerinde, Iran’da, Suriye’de öz savunma örgütlenmesini geliştirmeli, kendisini bu yönlü donanımlı kılmalıdır. Nasıl ki devletin asayiş ve polisi varsa, Kürt gençleri de kurdukları öz savunma birimleri ile bir yerde sorun yaşandığında gidip anında müdahale edebilmelidir. Muhakkak ki bir direniş var ama saldırılara zamanında ve yeterince cevap olamıyor. Örgütlülüğünü daha yaygın ve nitelikli hale getirmelidir. Kürt gençliğinin halkımıza karşı sorumlulukları vardır. Kürt halkının özgürleştirilmesi ve savunulması sorunu Kürt gençlerinin en temel sorumluluğudur. Kürt gençliği kimliğini Kürt halkının öz savunma gücü olarak tanımlamalıdır.” *** Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN K A D I N KADININ İNSANLAŞMADAKİ RÖLÜ VE NEOLİTİK DEVRİM Jinen SERBILIND Uygarlığın başlamasından önce binlerce yıl süren bir Gelişiminin ilk evrelerinde vahşi doğa içerisinde haytoplumsal tarih aşaması yaşanmıştır. Toplum, insan türünün vanlardan farksız, salt beslenme ve cinsellik güdülerinin varolma biçimidir ve ilk insanlaşma toplumsallaşmayla kışkırtıcılığı çerçevesinde yaşamını sürdüren ilk insansılar, başlamıştır. Tarihin kadınlı-erkekli başladığı bilinir. Hiç topluluklar halinde harcadıkları emekle insanlaştılar. şüphesiz bir toplum şekillenirken, onun temelinde Zorlu doğa karşısında, kendini savunma ve yakadın-erkek ilişkilerinin gelişmesi büyük rol şamını sürdürme biçiminde ortaya çıkan mü“Neolitik çağda oynar. İlk toplumsal örgütleniş aşamasında cadelede harcanan emek, ilk insansıların Mezopotamya’da yoğun ideoloji esas itibariyle kadın eksenlidir. düşünce gücünün gelişimine yol açmıştır. Erkeği hayvanların arasından çıkaran olarak yaşanan devrim, ilk kez Ve ilk ortak emek, dişi insansının dokadındır. Topluluğu ilk yaratan kadının ğurduğu yavrusunu koruma içgüdüsü bu topraklarda özgür kadının kendisidir. Kadın başlangıçta toplumu çabaları ile başarıya gitmiştir. O ile açığa çıkmıştır. geliştirmiştir. Erkek ilkin vahşi bir Kadının yavrularıyla arasında, yaşamın içindedir; ama kadın top- çağda gelişen devrimin bugünkü derin hem doğum öncesi rahminde takadın özgürlük anlayışı ile bağlantısı lumu yaratmış, yemek yapmayı şırken -ki dokuz aylık hamilelik var dır. Ka dın ken di öz gür lük dev ri mi ni, öğrenmiş, hatta ateşi bulmuş, kosüreci salt mekanik soyut bir lektif yaşamı geliştirip kolektif yük taşıma durumundan ibaret kendi özgür gücü ve iradesi ile sonuna gücü yaratmıştır. Bundan dolayı kadar geliştirmede, kadının özgürlük olamaz- hem de doğum sonrası kadın güçlüdür. Hatta çalışırken temelinde kurtuluşu için, bu topraklar kendi sütüyle beslerken geliştopluluk halinde bulunduğu için, tirdiği emek iletişimi, ilk insani tarihsel anlam ifade etmektedir. çok ileri bir güce yol açtığından duyguların nüvelerini açığa çıSümerlerden bu yana başlayan sınıflı karmıştır. Başlangıç itibariyle salt kesinlikle erkekten güçlüdür. Milyonlarca yıl süren insanlaşmada toplumu ve kadının köleleştirilmesini yavruları ile arasında gelişen bu kadınlar uzun süre rol almışlardır. emek ve duygu, giderek dişilerle aşmak kadar, halkların bin yıllık Eksik değil, tamamlayıcı konumda ortak paylaşım noktası halini alözlemi olan barış ve olmuşlardır. Yaşamda, toplumsallaşmıştır. Böylelikle kadın cinsinin hem demokratikleşmeyi sağlamada eksik olan erkek cinsidir. kendi içinde, hem de yavrularının ihmak en kutsal görev İlk canlıların korunma ve savunma gütiyaçlarını (beslenme, barınma, eğitme ol mak ta dır” düleri kendileriyle sınırlı iken; dişi insansının vb.) karşılama temelinde geliştirdiği orkendisiyle beraber yavrusunu da sahiplenme ve taklaşmacı yaşam zemini, hayvandan insana koruma yoluna gitmesi, onu diğer canlılardan ayıran geçişe damgasını vuran ilk toplu yaşamın başlangıcı temel özellik olmuştur. Erkeğin doğal olarak kendi dışında olmuştur. Bu ilk toplu yaşam zemininde, ihtiyaçlar tebir varlığa karşı herhangi bir sorumluluğu yok iken, kadın melinde bir araya gelinerek, gönüllü katılım geliştirilmiş, kendi yavruları için de yiyecek ve koruma koşullarını ya- katışıksız ilk kolektif emek ortaklığının gerçek ifadesi ratmak durumunda kalmıştır. Kadının bu temel özelliğini yaratılmıştır. Üretim ve tüketim fazlası söz konusu olgiderek sistemleştirmesi, hayvansı özelliklerin değişmesinde madığından herhangi bir egemenlik dürtüsü ve çıkarı ve toplumsallaşma için gerekli insani alışkanlıkların ge- gelişmemiştir. Doğal olarak, ortak ihtiyaçların ortak lişmesinde başlangıç rolü oynamıştır. giderilmesi ve yavruların ortak korunması esasına göre Nîsan 2011 36 STÊRKA CİWAN oluşan bu ilk topluluk, insanlığın ilk örgütlenme bilincini de geliştirmiştir. Bu ilk ortaklaşmacı yaşam zemininde anlaşıldığı üzere ilkel sosyalizm yaklaşımı vardır. Yani sosyalizm, insanlığın ilk insanlaşma aşamasından bu yana gelişmiş, anlam kazanmıştır. Bu anlamda sosyalizm, kadının doğasında vardır ve ilkel sosyalizm; kadının katışıksız doğası çerçevesinde yaşam olanaklarını yaratarak insanlaşmaya attığı ilk adımda yaşanmıştır. Kadın bu misyonuyla insanlığın yaratılmasında kurucu rolü oynamıştır. Ortak yaşamın, beraberinde bir işleyiş mekanizmasını her zaman getirdiği, bu ilk örgütlenişte de görülmektedir. Toplu yaşamın bu şekilde gelişmesiyle beraber, belirginlik kazanan yaşamsal sorunlar ve bu sorunların aşılmasında ihtiyaç duyulan bazı kurallar da, böylelikle ilk defa kadın tarafından konulmuştur. Yavrularını yaşatabilmek için bir araya gelen analar topluluğunun koyduğu bu ilk kurallar, insanlık tarihindeki ilk yazısız yasalar anlamını taşıyan totemler ve tabulardır. İnsanı, hayvanlar aleminden koparıp, güdüsel denetimini kendi hakimiyetine almasını sağlayan ilk tabu, erkeğe karşı konulan yiyecek ve cinsellik tabusudur. Doğum öncesi gebelik süresince ve doğum sonrası emzirme döneminde, anasal işlevlerin gerekli kıldığı cinsel birleşme yasağı, daha sonra geliştirilen tabuların ön biçimi niteliğini taşımakta olup, insanlık tarihinde ilk yasaklama niteliğini taşımaktadır. Kadın koyduğu bu ilk yasakla (tabuyla) hem kendisinin, hem de erkek cinsinin hayvani güdülerini denetime alarak, insanlaşmaya ilk adımı atmıştır. Çünkü insan; kendisindeki güdüleri, öz denetimine aldığı oranda, hayvanlar aleminden ayrışır. Sosyalizm, kadının doğasında vardır Biyolojik olarak insan türünün diğer hayvan türlerinden en önemli farkı ise, gebelik süresinin diğer hayvanlara oranla daha uzun süreli olması ve insan yavrusunun daha uzun süreli bakıma muhtaç olmasıdır. Bu sürenin oldukça uzun olması, analık işlevi gören kadınların erkek cinsinden ayrı kalma süresinin de uzunluğu anlamını taşımakta olup, ayrı kalınan tüm bu zaman sürecinde anaların kendi güdülerini disipline etmesi ve etrafındaki insansıların da bu disipline uymaları sonucunu getirmiştir. Bu ayrışma sürecinde, aynı durumu yaşayan analar bir arada yaşamayı sürdürmüş ve beraber yaşamanın doğurduğu yaşamsal ihtiyaçları ortak karşılamışlardır. Yaşamsal ihtiyaçların başında gelen, doğal olarak beslenme ihtiyacıdır. Ananın beslenmesi, yavrunun da besin ihtiyacının giderilmesini direkt etkileyen 37 bir faktördür. Dolayısıyla kadın cinsi; hem yavrusuna daha verimli besin verebilmek için, hem de doğası gereği diğer canlılara zarar vermeme özelliğinden dolayı toplayıcılık kültürünü sürdürmüş ve avlanmamıştır. Çünkü kadın, yavrusundan dolayı ete ve kana karşı duyarlı olup, diğer memeli hayvanları da kendi yavrularıyla bir tutmuş, onlara karşı koruma önlemleri almıştır. Böylelikle analar topluluğu avlanmadığı gibi, etçil olan ve bunun için sürekli avlanan erkek cinsinin beslenme biçimine karşı da bazı tabular koymuştur. İnsanlık tarihinde ilkleri teşkil eden bu tabular, giderek erkeğin de kadınlar topluluğuna girmesini sağlamıştır. Uygulamaya konan bu kurallar, zaman içerisinde her iki cinsin de beraber yaşamasına olanak tanımış ve yavrularını korumak için bir araya gelip örgütlenen analar topluluğu ile başlayan bu ilk toplu halde yaşama biçimi, böylelikle erkek cinsini de topluluğun içine alarak daha geniş örgütlenme düzeyini insanlığa kazandırmıştır. Analar topluluğu düzenine (ana soylu) göre örgütlenen bu ilkel insan toplulukları; yine anaların koyduğu bazı yeni yasalarla, her iki cinsin beraber yaşama koşullarını daha da genişletmişlerdir. Ana soylu ilk toplulukların kendi içinde geliştirdikleri tabular -yasaklar- totemciliği geliştirmiştir. Totemcilik salt insan akrabalarına zarar vermemekle sınırlı kalmamıştır. Aynı zamanda akrabaların yaşamını sürdürebilmeleri için yararlı bulunan çeşitli hayvan ve bitkilere karşı da konulmuş bir yasaklama biçimi olarak gelişmiştir. Totem olan hayvan ve bitkiler de anaların akrabaları sayıldığından -çünkü analar onları da koruyorlardı- aynı dokunulmazlık yasasına dahil edilmişlerdir. Yani totem akrabalık; kutsal sayılan, zarar Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN verildiğinde insanlığı felakete götüreceğine inanılan ve yaşamsal olan her şeyin korunması için, uyulması gereken bir tür kutsal inanış kurumu olmuştur. Totemci tabu yöntemi sayesinde, insan yaşamının sürdürülebilmesi için yararlanılan çeşitli hayvan ve bitki türlerinin tükenmesi engellenmiş ve günümüze kadar ulaştırılması sağlanmıştır. Neolitik devrim, bir kadın devrimidir Erkek cinsini birlikte yaşanılabilir bir konuma getirmek ve yaşamın devamı için gerekli olan doğadaki yaşamsal kaynakların sürekliliğini sağlamak amacıyla oluşturulan bu tabular, anaerkil düzenin topluluk sözleşmesidir. Bu ortak yaşam sözleşmesi, erkek cinsinin yaşam tarzında ve karakterinde önemli dönüşümler sağlamıştır. Başlangıçta vahşi doğada, salt kendini korumaya yönelik avlanarak yaşamını sürdürmeye çalışmasından kaynaklanan yasa tanımazlığı, bu sözleşmeyle birlikte dizginlenmiş, anaların oturtmuş olduğu ortak yaşamın toplumsal alışkanlıkları edinilmeye başlanmıştır. Böylece erkek cinsinin salt kendine dönük olan yaşam tarzı, toplumsallaşmaya doğru evrilmiştir. Böylece erkek, artık topluluk ihtiyaçları ve kuralları temelinde yaşamaya geçmiştir. Topluluk halinde yaşamayı bu şekilde başlatan kadın cinsi, giderek yaşam gereksinimlerinin artması ve bu gereksinimleri karşılayacak kaynakların sınırlı olması karşısında, belli arayışlar içerisine girmiş ve bu arayışlarının sonucu olarak çeşitli üretim etkinliklerini zamanla bulmaya başlamıştır. Çünkü başlangıçta yabanıl bitki ve bitki kökleriyle beslenen kadının, zamanla doğa üzerinde belli bir denetim ve hakimiyeti Nîsan 2011 gelişmiş, bu da önemli oranda bir bilgi birikimine, bilinç düzeyinin gelişmesine ve tecrübelerinin artmasına yol açmıştır. Bunun sonucu olarak toplayıcılık, yerini bitki yetiştirmeye bırakmıştır. Bitki yetiştiriciliği de sabit verimli topraklarda yerleşik yaşama geçme ihtiyacını doğurmuştur. Yerleşik yaşama geçiş, başlı başına bir devrim niteliğindedir. İnsanlığın ilkel aşamasında (yabanıllık) yani hayvandan insanlaşmaya doğru geçilirken, kadının bu biçimde belirleyici, hatta kurucu rolü oynamış olması, ona kutsal bir varlık olarak tanrıça misyonunu yüklemiştir. Bu dönemler; ilk doğuş, yaratılış dönemleridir. Her yeni kavram yeni bir imkan, dolayısıyla yeni bir tanrıdır. Ananın üretimdeki belirleyiciliği ve doğurganlığı, olağanüstü bir önem kazanmasına, tanrıçalar çağına yol açmaktadır. Çünkü bir çok buluşu ve icadı kadın sağlamaktadır. Faydalı bitkiler, meyve ağaçları, evcilleştirilen hayvanlar, toprağın işlenmesi, ev yapımı, çocuk beslenmesi, çapa, el değirmeni ve belki de ilk kağnının kadının buluş ve icatları olması ihtimali yüksektir. Ana tanrıçalar çağı, bu müthiş gelişmelerin ardındaki kadının rolünü sembolize etmektedir. Kadının altın çağı olarak da nitelendirilebilecek olan Neolitik Devrim ile birlikte, tanrıçalar çağı zirveye ulaşmıştır. Neolitik toplum, M.Ö. 6-4 bin yılları arasında Orta Dicle ve Fırat boylarında gelişerek Khalaflaşma kültürü denen aşamaya uğrarken, M.Ö. 6 bin yıllarında Kuzey Afrika -Mısır, Aşağı Fırat, Basra Körfezi’ne, Orta Anadolu Çatalhöyük’e, yaklaşık M.Ö. 5 binde Kafkasya, Kuzey Karadeniz, Balkanlar, Kuzeydoğu İran, Hindistan, Pencap ve İndus kıyılarına, 4 binde Çin’e, tüm Avrupa’ya, 3 binde Amerikan kıtasına ulaşır. Bilimsel tarih 38 görüşü, bu tarz yayılmayı bulgular temelinde en doğruya yakın tezler olarak doğrulamaktadır. Tel Khalaf Kültürü uygarlaşma için tüm gerekli araçları icat etmiş konumdadır. Çömlek, balta, saban, yün eğirme, dokuma, tane öğütme, toplu köy mimarisi, tekerlek, bakır taşından yarı madeni aletler, yıldızları işaret olarak kabul etme, bir tanrıça anlayışına dayalı ideoloji, tekerlek vb. uygarlığı hazırlayan tüm araçlar bu tarihin şafak vaktinin büyük insan ürünleridir. İnsanlaşma, kadın öncülüğünde gerçekleşmiştir Uygarlığı halen besleyen tüm yönlerinin kavranması kadar, kadının “Altın Çağı” olarak da nitelenen bu devrimde, kadının oynadığı öncülük rolünü anlamak hayati bir konu olmaktadır. Neolitik Devrim’den çok önce, insanın hayvanlar aleminden çıkıp kadın öncülüğünde insanlaşmaya başlaması ve topluluk halinde yaşamayı öğrenmesi, binlerce yılı kapsayan bir aşamadan sonra gerçekleşmiştir. Geçirilen bu uzun ve zorlu süreçler, insanlık açısından bir bilinç birikimi ve tecrübe kapasitesi anlamına gelmektedir. İnsanlaşmaya öncülük etme konumu, kadın cinsi açısından sorumluluğun giderek artması anlamını taşımıştır. Başlangıçta analar ve çocuklarıyla sınırlı olan ilk topluluklar, çeşitli totem ve tabularla oluşturulmuş sözleşme çerçevesinde, giderek erkek cinsini de içine alarak genişlemiştir. Genişleyen toplumsallaşmanın beraberinde getirdiği ihtiyaç çeşitlenmesi ve karmaşıklaşan işler, giderek yeni üretim biçimi ve araçlarını doğurmuştur. M.Ö. 10.000’lere gelindiğinde, toplayıcılık ve avcılık; giderek artan gereksinimlere cevap olamamış ve tarıma elverişli arazi- STÊRKA CİWAN lerin elde edilmesiyle bitki ekimine geçilmiştir. İlkin küçük tarlaların ekimiyle işe başlayan kadınlar, tecrübe edindikçe daha bilinçli ve amaçlı çalışmaya geçmişlerdir. Toprakla iç içe olan kadınların, ilkin bitki kökü toplamada kullandıkları ağaç parçasını sabana çevirmeleri ve evcilleştirdikleri hayvanlardan tarla işlerinde yararlanmaları; üretime önceki süreçlere oranla olağanüstü hız kazandırmıştır. Yeni üretim araçlarıyla gelişen yeni üretim biçimi, insanlık tarihinde yaşanan en büyük devrimdir. Bu süreçte gerçekleştirilen Neolitik Tarım Devrimi, günümüz uygarlık düzeyine ulaşmada temel dayanak teşkil etmiştir. Rasgele üretimden ilk defa planlı ekonomiye geçilmiştir. Bu anlamda Neolitik Devrimi, özünde tarımı başlatmaya ve hayvanları evcilleştirmeye dayalı bir köy devrimi olarak tanımlamak yerinde olacaktır. Yani Neolitik Devrim, bir kadın devrimidir. Ateşi ilk bulup kullanan kadındır Bu devrimde ilk tanrıçaların ve uygarlığın merkezi ise Mezopotamya ve Verimli Hilal olmuştur. İlk ekinin ekildiği, ilk yuvanın kurulduğu, ilk insanın yerleştiği ve ilk arkadaşlıkların geliştirildiği yer, bu topraklar olmuştur. Ve neolitik çağdan bu yana hiç kimse, bu topraklarda olduğu kadar özgür düşünememiş, özgür yaratamamış, özgür sevememiş ve güzellik yaratamamıştır. M.Ö. 10.000 ile 4.000 tarihleri arasında bu bölgede kadın öncülüğünde yaratılan bir toplum vardır. Yerleşik yaşamı, tarımcılığı, ekipbiçmeyi, sanatı, bilimi, tıbbı bu bölgede ilk olarak neolitik dönemde kadın başlatmıştır. Ve giderek dünyanın diğer bölgelerine yayılmıştır. Kadın ve halklaşma kültürü bu süreçte buralardan başlamıştır. Kadınlar ilk bu topraklarda barış insanı ve sosyal insan olmuşlardır. Çünkü kadının doğası barıştan yanadır ve düşünce açısından erkekten geri değildir. Hatta bu süreçte düşünsel gelişkinlik ve üretim bakımından kadın, erkekten daha ileri bir konumdadır. Kadınlarda bulunan besleme, büyütme, koruma ve eğitme yeteneği, hayvanların dürtülerini değiştirmede, onları evcilleştirmede kadını yetenekli kılmıştır. Kadın, yavrusuna bakarken edindiği bu yeteneklerini ve insani duygularını, hayvan ve bitkilere karşı da kullanarak topluluğun ihtiyaçlarını gidermek için yürüttüğü üretim faaliyetlerinde bu canlılardan yararlanmıştır. Bakıma muhtaç hayvan yavrularına da tıpkı kendi yavrusuna yaklaştığı gibi yaklaşıp beslemiş, korumuş ve daha sonra verdiği ürünlerden yararlanmıştır. Evcilleştirdiği hayvanları tarla sürmede kullanıp daha fazla ürün elde etmiş, daha sonra elde ettiği bu tahıl ürünlerini yenilebilir duruma getirmek için ateşten yararlanmayı öğrenmeye başlamıştır. Daha önce korkulan, kaçınılan ateşin insana yararlı işlerde kullanmaya 39 yaradığının kadın tarafından keşfedilmiş olması, bugünkü sanayii atılımlarının kökenini oluşturmaktadır. Çünkü ateşin keşfedilmesiyle ilk defa doğa güçleri kullanılarak doğa, insan tarafından denetim altına alınmıştır. Ateşi çok önceki süreçlerde yiyecek yapımında kullanmaya başlayan kadın, giderek daha farklı araç-gereç yapımında da yararlanma bilincini geliştirmiştir. Neolitik dönemde iç içe yaşadığı toprak, su, bitki dalları ve ateşten yararlanarak su geçirmeyen, ateşe karşı dayanaklı çanak, çömlek üretimiyle mutfak kültürünü geliştirmiştir. Mutfak gereçlerinin yapımında yararlandığı toprağın özelliklerini kavradıkça, toprak ve ağaçlardan evler yaparak daha önce yavrularını içinde korumak için kullandığı ilkel barınaklarını daha da yaşanılır bir duruma getirmiştir. Doğal iklimlere karşı dayanıklı topraktan yaptığı yeni barınaklarında ateşin aydınlatıcı ve ısıtıcı özelliklerini kullanarak, zamanla daha geniş mimari özellikleri olan ev yapımına geçmiştir. Ateş, ısısıyla yerleşim mekanını genişletmiş, ışığıyla da üretim zamanını arttırmıştır. Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN çıkan geniş zaman olanağı, kadının elde ettiği üretim etkinliklerinde daha ayrıntılı yoğunlaşmasına imkan sağlamıştır. İlk dönemlerde ortaya çıkarılan ürünlerin ilkel biçimi giderek aşılıp, zanaatçılıkta daha bir incelik yakalanmıştır. Kadın, ilkel seslerden oluşan bir ses iletişimini doğurmuştur Su kenarlarında yaşayan insan toplulukları, yine kadının öncülüğünde temizlik ve sulama kültürüyle tanışmıştır. Kadın biyolojik yapısının gereklilikleri çerçevesinde ilkin kendisini ve yavrusunu, sudan yararlanarak temizleme alışkanlığını kazanmış, daha sonra yaşadığı çevreye de bu alışkanlığı yaymış ve günümüze temizlik kültürü biçiminde miras bırakmıştır. Kadın ayrıca farklı alanlarda da sudan yararlanmayı öğrenmiş, ektiği tarlaları ve evcilleştirdiği hayvanların su ihtiyaçlarını, kenarlarında yaşadığı akarsulardan sağlamıştır. Mevsim değişikliklerine paralel olarak yakınında yaşadığı akarsular taşmaya ya da azalmaya başlayınca, ürünün verimini yüksek tutmanın yollarını aramış, bu arayışlar sonucunda su bentleri, kanallar vb. günümüze çağdaş haliyle ulaşan mimari yöntemleri daha o süreçte geliştirmiş ve toprağı sel sularından ve kuraklıktan kurtarmayı başarmıştır. Nîsan 2011 Günümüz tekstil endüstrisinin de ilk temelleri bu süreçte yine kadın tarafından atılmıştır. Çeşitli bitki lifleriyle işe başlayan kadın, süreç ilerledikçe daha farklı malzemeler kullanarak dokumacılığı geliştirmiştir. Evcilleştirdiği hayvanların yününü, ağaçtan yaptığı teşilerle eğirerek, çocuklarını sıcak tutacak giyecekler, örtüler dokumaya başlamıştır. Bununla beraber erkeklerin avladığı hayvanların derisini çeşitli işlemlerle kullanılır bir duruma getirerek; çeşitli giyecekler, ayakkabılar, bazı mutfak gereçleri, taşıma araçları vb. ürünler elde etmeyi öğrenip üretim faaliyetlerini oldukça çeşitlendirmiştir. Bütün bunların yanı sıra, daha dönemin başında tahta sabanı bulmasıyla, tarımcılıkta en büyük verimi elde etmeyi öğrenmiştir. Toprağı ekip biçmede kullanılan yeni araçgereçlerin gelişmesiyle birlikte, zamandan tasarruf edilmiş ve ortaya 40 Daha önce salt ihtiyaçların kaba anlamda giderilmesi üretimde esas alınıyorken artık, ürünlerde göze hoş gelme kaygısıyla olağanüstü bir sanat estetizmi yansıtılmıştır. Kadın, elde ettiği kök boyalar ve çeşitli bitkilerden elde ettiği kimyasal maddelerle oldukça ince bir süsleme sanatı ortaya çıkarmıştır. Kadın, neolitik çağın ilerleyen evrelerinde süsleme sanatında yakaladığı estetizmin en ince ayrıntılarını kendi görünümüne yansıtmak için yaptığı takı ve süs eşyalarını olağanüstü güzellikte işlemiştir. Kadının, neolitik öncesi dönemde analar topluluğu biçiminde yaşarken, kendi içindeki ortak yaşam koşullarının bir sonucu olarak yakaladığı iletişim, ilkel seslerden oluşan bir ses iletişimini doğurmuştur. Neolitik dönem gelişmelerinin yoğunluğu içerisinde ise, bu iletişim daha gelişkin bir konuşma diline dönüşmüştür. Çünkü dil; üretim faaliyetleri içinde insanların birbiriyle iletişim kurma, duygu ve düşünce alışverişi ihtiyaçlarından ortaya çıkan bir olgudur. Bu anlamda dönemin sonlarına doğru gelişen duygu, düşünce ve iletişim yoğunluğuyla, üretimde sağlanan sanatsal incelik sözlü sanatı da beraberinde getirmiş ve şiir, edebiyat, resim heykelcilik vb. görsel, estetik sanat etkinliklerini insanlığa kazandırmıştır. Neolitik dönemin düşünce tarzında dişil öğeye dayalı, toplum için arz ettiği önem sırasına göre, tüm STÊRKA CİWAN önemli varlıkların tanrılaştırıldığı bir insan-tanrı düşünce sistemi egemen olmaktadır. Her düzeyde ana tanrıçaya dayalı bir düşünce ve inanç yapısı gelişmekte, ilk defa ana tanrıça Sterk veya Star adı altında Verimli Hilal’de göğe yükseltilerek ölümsüzleştirilmektedir. Yabanıl, toplayıcı konumdan yerleşik yaşama, üretimdeki yoğunluğu ve rolünden dolayı kadın öncülüğünde geçen insan toplulukları, toprağın bereketi ve hasadın bolluğunu kadının doğurganlığı ve üreticiliğiyle özdeş tutmuşlardır. Dişi olup üreyebilen her şey kadın şahsında kutsal sayılmış, olağanüstü gizil güç sahibi olduğuna inanılmıştır. Toprak, kutsal sayılan değerlerin başında gelip kadınla bütünleştirilmiş ve insanlarda “Toprak Ana” inancı gelişmiştir. Toprak Ananın kendisini yenileyip ürün vermesiyse “ana tanrıça”nın kutsal sayılan gizli gücüne bağlanmıştır. Çünkü “Toprak Ana” ya da “Tabiat Ana” nın da tıpkı “ana tanrıça” gibi kendisini sürekli yeniden yaratan bir konumda olduğu görülmüş ve insanlar kadın cinsine olağanüstü tanrıça misyonuyla yaklaşmış, büyük saygı, sevgi gösterileri düzenleyerek tapmaya başlamışlardır. Kadını tanrıçalaştıran bu inançta “ana tanrıça” kendini sürekli yenileyen, üreten bir konumda olmuştur. Bu biçimde idealize edilen tanrıça soyut kalmamış, yeryüzünde yaşayan insan topluluklarının kurucusu olan analar arasından tezahürünü bulmuş ve tanrıça ağırlıklı dini tapınışlar gelişmiştir. Kadının yıldız ve ayla temsiline ağırlık verilmektedir. Kadın, daha çok yerel doğal güçlerin doğal anası olarak büyük bir ağırlığa sahip olmaktadır. Bu dönemin tüm yerleşim alanlarında bol miktarda ana tanrıçalar da diyebileceğimiz küçük heykelcikler mevcuttur. Tarımı ve evcilleştirmeyi yaratan kadın eme- ği, çocukların da doğuran anası olarak ka dın, ta rih te en bü yük kutsanmaya uğramaktadır. Bir anlamda yaşamın yaratıcı gücüdür. Doğa toprak anadır. Doğa, bitki ve ağaçların ürün keşfeden gücü olarak tanrıça temsili, anlam derinliğine yol açmaktadır. Olağanüstü artan bir ürün bolluğuna yol açan analık dönemi, erkek karşısında bariz bir üstünlüğe yol açmaktadır. rarların -çok gerekli durumlarda- yürütücülüğünü yapabilmiştir. Dolayısıyla bir ana öldüğünde çocukların sorumluluğu “koca”ya değil, ananın erkek kardeşine geçer. “Baba” olarak kabul edilen ananın erkek kardeşi öldüğünde ise, kız kardeşin çocukları onun vasisi olur. Bu düzenlemeye göre neolitik dönemin sonlarına doğru en ya kın ak ra ba lık ba ğı, kız kardeşin çocukları ile ananın büyük erkek kardeşi arasında gelişmiştir. Bu durum ise ileriki aşamalarda ana Kadın tarihi üretim tarihidir klanındaki erkek kardeşlerin öne çıkması sonucunu doğurmuştur. Ortak katılımı giderek geliştiren Sonuç olarak;Kadın tarihi demek Neolitik Devrim’in, cinsler arası iliş- buğdaygillerin, küçük boylu sığırlakilere, klan ve kabile içi ilişkilere rın, meyve ağaçlarının, köy haneleyansıması, yeni organizasyonları be- rinin, dokumanın, kazmanın, küçük raberinde getirmiştir. Dış evlilik ya- el değirmeninin tarihi demektir; saysasının geçerli olduğu bu dönemde, gının temelinin emek, üretim olduğu aile olgusu henüz gelişmemiştir. An- düzen demektir; emekle yaratılan cak neolitik döneme özgü farklı bir ürünlerin ve büyütülen çocukların, yaşam sistemi geçerlidir. “Ana yerli kurulan ev düzenlerinin tarihi deevlilik” -evlilik kavramı günümüz- mektir. Yine ilkel işaretlerden zendeki anlamı ile anlaşılmamalı- diye gin bir dile, anlamlı üretim araçlarına tabir edebileceğimiz cinsel düzenle- dayalı kavramlara, dolayısıyla insannişe göre; kadın evlendikten sonra lığın zihniyet oluşumuna geçiş tarihi ana klanında kalır ve erkek beraber demektir. yaşayacağı kadının klanına yerleşir. Neolitik çağda Mezopotamya’da Günümüz literatüründe “damat ada- yoğun olarak yaşanan devrim, ilk yı” diye adlandırdığımız erkek, analar kez bu topraklarda özgür kadının çatarafından seçilir ve bu seçim çeşitli baları ile başarıya gitmiştir. O çağda üretim faaliyetlerini kapsayan sınav- gelişen devrimin bugünkü derin kalar sonucu gerçekleşir. Çünkü ana dın özgürlük anlayışı ile bağlantısı klanına dahil olacak erkek, bu kla- vardır. Kadın kendi özgürlük devrinın yasa ve ölçülerine uyum sağlamak mini, kendi özgür gücü ve iradesi ile durumundadır. Bu biçimde klana da- sonuna kadar geliştirmede, kadının hil olan erkek, beraber olduğu kadının özgürlük temelinde kurtuluşu için, çocuklarının babası olarak henüz ka- bu topraklar tarihsel anlam ifade etbul edilmiş değildir. Çocuklardan mektedir. Sümerlerden bu yana başsorumlu olan, ananın kendisi ve ana- layan sınıflı toplumu ve kadının könın erkek kardeşidir. Çünkü günümüz leleştirilmesini aşmak kadar, halklatabiri ile “kocanın” klan mensupla- rın bin yıllık özlemi olan barış ve rıyla hiçbir kan ve süt bağı yoktur. demokratikleşmeyi sağlamak en kutDolayısıyla yeni doğan çocuklarla sal görev olmaktadır. da akrabalık bağı yoktur. Sadece bir misafir konumunda olup, klan içi ka*** 41 Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN A R A Ş T I R M A DÜNYA DENEYİMLERİ GÜNEY AFRİKA Sterka CİWAN “Afrika kıtası sömürge savaşlarının ve sömürge uygulamalarının hem insani ve hem de kaynaklar bakımından en fazla tahrip olanıdır. Kıtanın büyük bölümü birçok yönüyle kolonyalizmin gelişip kökleştiği merkez işlevini görmüştür. Güney Afrika cumhuriyeti bu uygulamaların en vahşi biçimiyle hayat bulduğu bir ülkedir” Nîsan 2011 Toplumsal sorunların çözümünde önemli örneklerden biri de güney Afrika deneyimidir. Aralık 1996’da başlayan şubat 1997’de yürürlüğe giren anayasa bu deyimin en çarpıcı ifadesidir. Kürt sorununa benzerlikleri itibariyle sorunu incelemek oldukça önemlidir. Afrika kıtası sömürge savaşlarının ve sömürge uygulamalarının hem insani ve hem de kaynaklar bakımından en fazla tahrip olanıdır. Kıtanın büyük bölümü birçok yönüyle kolonyalizmin gelişip kökleştiği merkez işlevini görmüştür. Güney Afrika cumhuriyeti bu uygulamaların en vahşi biçimiyle hayat bulduğu bir ülkedir. Yerli halkı köleleştirme ve zengin elmas-altın madenlerini denetime alma istemi, sömürgecilerin buraya süreklileşen yönelimlerinin nedeni olmuştur. Sömürgeci uygulamalar ve köleleştirme çabaları kıtanın genelinde olduğu gibi güney afrika’da da yerli nüfusun hızla azalmasına ve sömürge merkezlerinden yönetici sıfatıyla getirilenlerin ülkenin tüm zenginlik kaynaklarına el koyarak ayrıcalıklı bir konuma gelmesine yol açmıştır. Bu durum aynı zamanda yüz yıl boyunca sürecek olan sorunun başlangıcı ve kaynağını teşkil eder. Buradaki ırkçılığın kökenleri 1800’lerden itibaren kurumlaşmaya başlayan kolonyalist sisteme dayanır. Fakat esas itibariyle anayasal hüküm haline gelmesi 1910 yılında yürürlüğe giren ilk anayasa ile mümkün olmuş42 tur. Bu anayasa Apartheid (ayrımcılık) ve beyaz azınlığın egemenliğini güvence altına alır. Bu statüye karşı her türlü faaliyeti yasaklar. 1948’de iktidara gelen ulusal parti bu durumu daha kurumsallaştırır. Bu çerçevede nüfus kayıt yasasını devreye koyar. Oy hakkına sahip olmayı beyaz ırktan olmayla sınarlar. Toprak sahibi olma, barınma, yerleşim, okul ve üniversiteler, sağlık hizmetleri, spor vb. faaliyetleri de bu çerçevede yeniden dizayn eder. Irkçılığı hayatın her alanında hakim kılar. Irkçılığı resmi politika haline getirir. 1950 yılında bölge yasalarını çıkararak şehirlerde her ırkın yaşam ve iş alanlarını ayırır. Başka bölgelere gidiş gelişleri, çalışmayı ve arazi almayı yasaklar. Siyahların başka bölgelere gidişini önlemek için geçiş belgesi taşımayı zorunlu hale getirir. Ülkedeki savaş bu zemin üzerinden yükselir. Irkçı uygulama ve saldırılar köklü bir direnişi ve başkaldırıyı zorunlu hale getirir. 1910 yılında ırkçılığın anayasal hüküm haline getirilmesi ve topluma dayatılması 1912 yılında yerli halkın direniş arayışlarını açığa çıkarır. 1912’yerli halk Afrika yerli ulusal kongresi adı altında bir araya gelip örgütlenir. Bu örgütlenmenin temel amacı siyahların ve renklilerin oy hakkını korumaktır. Bu örgütlülük 1923 yılında Afrika ulusal kongresi (ANC) adın alır. 1940’tan itibaren ırkçı rejime karşı mücadelenin öcü- STÊRKA CİWAN lüğünü yapar. 1960-1990 yılları arasında yasaklanır. 1960 yılında sivil Afrikalıların katledilmesi ve ANC’nin yasaklanması üzerine Apartheid rejimine karşı şiddet ve sabotajlara başvurur. 1963 yılında ANC lideri Mandela ve bir grup arkadaşı tutuklanır. Vatana ihanet, sabotaj ve komplo suçlamasıyla ömür boyu hapse mahkum edilir. 28 yıl hapiste kalan Mandela tutuklu koşullarında ANC politikalarına yön verir, müzakerelerin başlamasından sonuçlanmasına kadar birinci derecede rol oynar. De Clark göreve gelir gelmez tüm apartheid uygulamalarına son verir. Bu çerçvede 2 şubat 1990’da ulusal hükümet başkanı De Clark “şimdi demokratik müzakere sürecidir” diyerek ANC üzerindeki yasağı kaldırır. Uzun süredir gizli yürütülen müzakereler aleniyet ve resmiyet kazanır. Nelson Mandela ve yoldaşları serbest bırakılır. Sürece dahil olurlar. 1994’te ilk defa siyahların da katıldığı seçimler yapılır Nelson Mandela ve arkadaşlarının tutuklanması, ağır baskı ve tecrite tabi tutulması Afrikalıların mücadelesini geriletmez. Aksine mücadeleyi güçlendirerek apartheid ırkçı rejimin sürdürülemez hale gelmesine neden olur. İçteki sıkışmışlık ve çöküş belirtileri rejimi dıştan saldırganlaştırır. Ocak 1986’da güney Afrika birlikleri lesoto’yu kuşatır. Aynı yılın ağustos ayında Angola’ya karşı savaş ilan edilir. İki olayda da gerekçe ANC’li direnişlerle ilişkilidir. Rejimin içteki sürdürülmezlik durumuna, dış dünya nezdindeki itibarsızlaşması eklenir. İsyanla baş edemeyen rejim, uluslar arası yaptırım ve ambargolarla karşılaşır. Bunun sonucu önce ayrımcı politikalar gevşetilir. İlk adım olarak 19844’te farklı renkliler arasında evlilikler serbest bırakılır. Bunu hint asıllılar ve metislere kimi sınırlı hakların verilmesi takip eder. Siyahlara yönelik herhangi bir iyileştirme yapılmaz. Bu çok güçlü tepkilere, tepkiler ise görev süresi dolmadan cumhurbaşkanı Botha’nın 1989’da yerini De Clark’a bırakmasına yol açar. 1993 yılında muhafazakar parti (Hollandalıların kurduğu parti) Afrika halkı birlik partisi, zuluların örgütlendiği Pan Afrika Kongresi (PAC)gibi parti ve gruplarla müzakere sürecine dahil edilir. Bu gruplar aynı zamanda o güne kadar müzakere ve uzlaşıya en karşıt olan kesimlerdir. Bu grupların katılımı ile çok taraflı müzakere formları düzenlenir. Bu formların tartışma konuları raporlar haline getirilir. Ortaya çıkan sonuçları takip için birçok teknik komite konuları raporlar haline getirilir. Ortaya çıkan sonuçları takip için birçok teknik komite kurulur. Komiteler 43 hiçbir siyasi grubun denetiminde değildir. Her komite altı kişiden oluşur. Süreç içerisinde bu komiteler müzakerelerin temel araç haline gelir. Müzakereleri bunlar yürütür. Çalışmalarda ilerleme sağlar. Bunun sonucu: 1-1994 yılında seçimlere gidilmesi (bu tarihte seçim yapılır. ANC birinci parti olur. Nelson Mandela cumhurbaşkanı seçilir.) 2-Geçici bir anayasa için yöntem belirlenir. 3-Anayasa hususları teknik komitesi yeni anayasa için bir metin hazırlarlar. 4-Teknik komitelerden biri geçici hükümetin yapısı üzerinde çalışır. 1994’te yürürlüğe girecek biçimde bir çerçeve metin açığa çıkarır. 5-Geçici sürecin sonunda göreve gelecek hükümet, ülkeye gerçek anlamda barış ve demokrasi gelmesi ve yeni bir anayasa hazırlanması ile sorumlu kılınır. Geçiş süreci bu çerçevede tanımlanır. Güney Afrika’daki bu sürecin ayırt edici yanı uzun yıllar süren siyasi yasakların kaldırılmasıdır. Farklı teknik komitelerin yürüttüğü çalışmalar ve hazırladığı programlar hızla ilgili alanlarda hayata geçirilir. Bu çerçevede; 1994’te ilk defa siyahlarında katıldığı seçimler yapılır. Yapılan seçimlerin Nelson Mandela başkanlığındaki ANC %62’lik oy oranı ile kazanır. Seçilen 490 üyenin görevi iki yıl içerisinde yeni anayasayı hazırlamak ve onaylamak olan kurucu meclis işlevinde rol alır. Bu meclis çalışmalarına başlar başlamaz bünyesinde çok partili bir anayasa komitesi ve ona bağlı farklı alanlarda çalışacak altı alt komite oluşturur. Komiteler çözüme ve toplumsal sorunlara dair çalışma yürütürler, raporlar hazırlarlar. Bu çerçevede hazırlanan raporlar 1995’te güçlü bir Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN örgütlülük ve iletişim ağıyla topluma sunulur. Bu yolla herkes müzakere ve inşa sürecine katılır. Sürece en geniş halk katılımı sağlanır. Özellikle görüş, öneri ve düşüncelerini dilekçe ile sunma yöntemi oldukça yaygın kullanır. Bunun yanı sıra sivil toplum örgütleri, belediyeler, akademisyenler vb. çevreler, şekillenecek yeni anayasa için panel, sempozyum, TV programı vb. yollarla toplum nezdinde faaliyet yürütürler. Bu süreç boyunca önce teknik komitelerde biriken halkın görüş ve önerileri buradan anayasal metin haline getirilir. Sonrasında kurucu meclise sunulur. Burada tartışılıp son biçimi alınır. En sonunda anayasa mahkemesinde incelemeye alınır. İlk hazırlanan anayasa metni anayasa mahkemesi tarafından kabul edilmez. Ret gerekçesi ü nedene dayandırılır. a-Ombudsmanın yeterince bağımsız olmadığı b-Yerel yönetimlerin yeterli yetkilere ve finansa sahip olmadığı Nîsan 2011 c-Temel hak ve özgürlüklerin kimi yönleriyle anayasal denetim ve güvenceden yoksun olduğu gerekçesiyle metni onaylamaz, meclise geri yollar. Kurucu meclis düzeltme sürecine halkı, meslek kuruluşlarını ve sivil toplum örgütlerini de katar. Bu kesimlerin düşüncelerini direkt katılım yada dilekçe yoluyla alır. Bu çerçevede metne son biçimi verir. Metin onaylanarak 4 şubat 1997’de yürürlüğe girer. Bundan sonraki çalışma yeni anayasayı toplumun tüm kesimlerine taşırma ve benimsetme sürecidir. Anayasa, ülkede resmi anayasayı toplumun tüm kesimlerine taşırma ve benimsetme sürecidir. Anayasa, ülkede resmi kabul edilen 11 dilde 7 milyon adet basılarak halka dağıtılır. 4 milyonu okullara dağıtılır, 500 bini polis teşkilatı ve orduda dağıtılır. 1997 martında bir haftalık anayasa haftası ilan edilir. Anayasanın en geniş kesimlerle benimsenmesi sağlanır. Son olarak 30 nisan 1997’de kurucu meclis işlevini yerine getirdiğini kendini fes eder. 44 Böylelikle anaysa yapım süreci resmen sonra erer. 1993’te dil konusunu da güvence altına alır. İngilizce ve afrikans dillerinin yanı sıra 9 farklı yerel kabile dilini de ülkenin resmi dili olarak kabul eder. Çok dillilik ve çok kültürlülüğe dayalı eğitim sistemi geliştirir. Güney Afrika deneyiminin en önemli yönlerinden biri geçmiş yaşananlarla cesur ve akıllıca hesaplaşabilmesidir. Bu konuda temel mekanizma geçmiş ile yüzleşme, gerçekleri açığa çıkarma, hakikatleri aydınlatma ve mağduriyetlerin giderilmesi için “ hakikat ve uzlaşı komisyonları”dır. Hakikat ve uzlaşı komisyonlarının tüm çalışma ve oturumları şeffaf bir biçimde kamuoyuna açıktır. Herkeste ve her kesimde bu yolla hesap verebilirlik geliştirilir. Irkçı faşist uygulamalar sonucu kaybetme yada yaşamını yitiren kurbanların akıbetini tespit etme, faillerini açığa çıkarma çalışması yürütülür. Mağduriyetlerin giderilmesi insan hakları ve vatandaşlık haklarının iade edilmesi için mekanizmalar oluşturulur. Geçmişin tekrarlanmaması için düzenlemeler yapılır. Ulusal bütünlüğün gelişmesi ve demokrasinin güçlenmesi için kurumsallaşmalara gidilir. Başta geçmiş hükümet başkanı üyeleri olmak üzere hakikat ve uzlaşı komisyon’larına hesap verir. Bunlar gerçekleştiği oranda toplumsal kin, öfke, nefret yerini acıların paylaşımına, sevgi, saygı ve af etme kültürüne bırakır. Yüzyıllardır toplumu kemiren sömürgecilik, onun akıttığı zehir toplumdan yaratılan düşmanlık gittikçe birbirini anlamaya, birbiri ile dayanışarak kendini var etmeye çalışan bir toplumun filizlenmesine bırakır. *** STÊRKA CİWAN A N I Gülmeyi Dağlarda Öğrendim Halil DAĞ “Yeşilin gerçek yeşil, mavinin gerçek mavi olduğu şu günlerde ormanların kuytuları gerillalar için birebir konaklama yerleri. Ormanların içinde su bulmak biraz sorun olsa da, koca koca meşe ağaçları bu gencecik Kürt çocuklarına yetecek kadar su bırakmayı ihmal etmiyorlar” Biliyor musun, dağlara gelmeden önce bu kadar çok gülmüyordum, gülemiyordum. Ancak arkadaşlarımın arasında, bu ormanda mutlu olabiliyorum, gönül rahatlığıyla gülebiliyorum. Biliyor musun, ben gülmeyi dağlarda öğrendim....’ O kalabalık ormanın içinde ilk önce ikisi gözüme çarpıyor. Aslında onları önce görmüyor, duyuyorum. Yeşilin gerçek yeşil, mavinin gerçek mavi olduğu şu günlerde ormanların kuytuları gerillalar için birebir konaklama yerleri. Ormanların içinde su bulmak biraz sorun olsa da, koca koca meşe ağaçları bu gencecik Kürt çocuklarına yetecek kadar su bırakmayı ihmal etmiyorlar. Mutlaka bir kuytulukta, kimsenin uğramadığı bir köşede ufak bir pınarı bu çiçeği burnunda gerillalara ayırıyorlar... Onları bulmak için koca bir ormanı dolaşıyorum. Ormanın içinden bir yerlerden sesleri geliyor, ama bir türlü nerede olduklarını kestiremiyorum. Ağaçların yankı yapmadığını da iyi biliyorum. Ama kulağıma ulaşan bu seslerin, seslerden öteye bu gülüşlerin hangi yönden geldiğini bir türlü anlayamıyorum. Sanırım öğle sıcağında yola koyulmak bir hataydı. Ama bu kahkahalar yüzünden bir türlü vazgeçip geri de dönemiyorum. Havadaki oksijen oranı öylesine yüksek ki, zaman zaman başım dönüyor. 45 Işık öylesine gözlerimi yakıyor, bir türlü yeşilin tonlarını ayırt edemiyorum. Biliyorum, suya yakın yerlerdeki ağaçların yeşilleri daha koyu oluyor. Ama ben şu an ne açık yeşili, ne de koyu yeşili hissedebiliyorum. Bu saatte yola çıkılmazdı ama ne yapalım... Sincap ve kuş sesleri arasında zar zor seçebildiğim kahkahalar en doğru yol göstericim. Sık ağaçlar arasında gülüşlerin geldiği yöne doğru yürümeye çalışıyorum. Bugün sanki bütün orman bana gülüyormuş gibi geliyor. Az sonra bu ormanı kahkahalarıyla çınlatan, bu doğaya en doğal halleri ile katılan gençlerle karşılaşacağımı bildiğim halde, neye güldüklerini düşünmeden edemiyorum. Nedir bu çocukları böylesine güldüren, böylesine mutlu eden şey... Kendi durumumun hiç iyi olmadığının farkındayım. Kıyasıya sıcak, dayanılmaz susuzluk, birde her tarafımda dönüp dolaşan sivrisinekler katlanılır gibi değil. Ama ormanın içinden gelen bu içten kahkahalar aklımı çeliyor, mutlu olmama yetiyor. Durup durup kendi halime gülüyorum. Nereye saklanmış bu sevinçli çocuklar... Fotoğrafı düşünmenin zamanı değil ama bu gülüşlerin sahiplerini, bu mutlu çocukları bir şekilde film üzerine kaydetmeden duramayacağım. Kısa bir ara verip kameramı hazırlıyor ve tekrar devam ediyorum. Bir zaman Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN yirmi üç yaşında, diğeri yirmi dört... Biri Adıyaman’ın, diğeri Qamışlo’nun köylerinde dünyaya gözlerini açmış. Biri İstanbul’un sokaklarını terk edip gelmiş, diğeri Halep’in arka mahallelerini... Biri Türkçe konuşmuş hayatı boyunca, diğeri Arapça... Şimdi her ikisi bu dağ başında, bu ormanın içinde, bu kıyasıya savaşın orta yerinde Kürtçe gülüyorlar... Dağlara gelmeden önce bu kadar çok gülmüyordum sonra ağaçlar arasında gülüşlerin sahiplerini görüyorum. Onlar henüz benim farkımda değiller. Susuzluğumdan haberleri bile yok. Ama ben ikisini de tanıyorum...Birinin ismi Serhat, diğerinin Kawa... Birisi Her fotoğrafın bir öyküsü olduğuna inanırdım. Bazı öykülerin de fotoğrafları yarattığını bu dağlarda öğrendim. Bir kez daha bir anı yakalamanın bir bardak sudan önce geldiğini fark ediyorum. Bu gülen çocukların kahkahaları susuzluğumu bir an olsun unutturuyor. Yemyeşil ormanı çınlatmaya devam ediyorlar. Çevrelerine binlerce asker yığılmış, Ortadoğu’nun en eski devletleri onlar üzerine anlaşmalar yapıyor, eş güdümlü operasyonlara çıkıyorlar, kimin umurunda... Onlar doya doya, kana kana gülüyorlar... Gözlerimi yakan terimi siler silmez deklanşöre basıyorum. Sanırım yıllar boyu dağlarda kalmamın en büyük nedeni de yakaladığım bu kadrajlar. Usulca yanlarına yaklaşıyorum. Beni fark eder etmez susuyorlar. Susmayın, doya doya, kana kana gülün, demek istiyorum, olmuyor. Bir kez girdim ortamlarına. Biliyorum, dudaklarının arasına kıstırdıkları gülüşleri yerli yerinde, her an uçmaya hazır bir kuş gibi duruyor. Bir dokunsam tekrardan hep beraber gülmeye başlayacaklar. Durumum pek iç açıcı olmasa gerek, Kawa koşa koşa su getirmeye gidiyor. Serhat’ın yanına oturuyorum. Söyleyecek bir tek sözüm yok. Gözleri pırıl pırıl parlıyor. Gözleri hala gülüyor. Neye güldüklerini merak etmiyor değilim, ama sormayacağım. Nasıl güldüklerini gördüm ya, o bana yetiyor. Kawa elinde koca bir bidonla geliyor. Ben kana kana su içerken, Serhat sanki bütün düşüncelerimi okumuş gibi konuşuyor. ‘Biliyor musun, dağlara gelmeden önce bu kadar çok gülmüyordum, gülemiyordum. Ancak arkadaşlarımın arasında, bu ormanda mutlu olabiliyorum, gönül rahatlığıyla gülebiliyorum. Biliyor musun, ben gülmeyi dağlarda öğrendim...’ Serhat’ın, bu küçük bilgenin son sözü beynime zıpkın gibi saplanıyor, beni bu yazının başına mıhlıyor. Bütün bir gece düşünmeye iten, ormandaki uykusuzluğumun nedeni oluyor. *** Nîsan 2011 46 STÊRKA CİWAN Şiir ve Öykü Köşesi BEN YAŞAMIM döndürürüm volkana buz dağlarını Ve ben kaleleri zapt edilmez savaş tanrısı Spartaküs’ten Guevara’ya dek insanlık mirası Ben kırk milyon yürek halkımın umudu, intikamı olurum Çünkü ben, Ateşin oğlu, yaşamın adı Mezopotamya güneşi ÖCALAN’IM ÖCALAN’IM Adım yaşamdır benim Sığdırmışım sırça yüreğime dünyaları Bir şahin olur Uçuşurum özgürce zirvelerde Gökyüzüne delercesine uzanan dağ olur Değdiririm alnımı yıldızlara Buluşurum Zuhal yıldızıyla Bir bulut olup Serpiştiririm bereketimi yeryüzüne O zaman hayat ağacı yeşerir bağrımdan Sevgi, kavga hasret boy veririm Sonra çiçek bahçesi olur Buram buram ülke kokarım Irmak olup coşkunca çağlar Derya olup savururum dalgalarımı kıyılara Ve, deli bir poyrazım ben Estikçe kırarım köhne çitleri Şehidim ben Adım Mazlum’dur Kemal’dir ve Hayri’yim ben. Agit’in namlusundan fırlayan intikam mermisi Zekiye’nin bedeninden yükselen alev Ve Zilan’ın yüreğindeki sevdayım ben Gerillanın tutuşturduğu özgürlük ateşi Çobanın kavalındaki sevda türküsü Beşikteki masum gülüşlerin özlemi, umudu Ve çilekeş ananın yaktığı ağıtım ben Şair olur dökerim dizelere tutkumu Ressam olur nakşederim yaşamı tuvallere Ve tarih olur geçmişten geleceğe uzanırım Yıkarım beyinlerde esaret kalelerini Prometheus olur VEDA Ay tutulası gecelerde vurulduk Biten bir ot gibi düştük toprağa Yeşermekti yeniden, andımız Tohum olabilmekti önce Sonsuzluğun da güneşin katıla katıla gülmekti. Sınamaktı kendinde tüm aşkları Ay tutulası gecelerde yıkanan ruhumdur benim dağ dağ gezinen ruhumun uçurumlarında karanlıklar uzak kaldı artık güncemden. Aydınlık kendini ebedileştirdi sonsuzluk ülkemde. 13 Temmuz 2000 Şehit Mordem Goçka 47 Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN Ş E H İ D Dîlana Perperîka Di Şeva Pûşperê A Têneper De Afrîn Ahmet FUAD “Pepûle tenê heft rojan jiyan dike lê di nav van heft rojan de bi hemû rengan jiyan dike, ji hemû çîçek û gûlan para gulavê digre, her dem bi coşe li hember jiyanê lewra herdem bi govend û dîlane, dîlana herî hezdike ya li ber agire rexmî ku dizane wê xwe bisotîne, dîlana agir li ba dike heya dawî, pir ji ronahiyê hezdike, Pepûle bi rika şewtandinê dîlan digre” Nîsan 2011 Di têna germa pûşperê de dîsa weke hemû caran dimeşiyam di têna geram havînê de, li dora min perperîkan dîlanên xwe li ba dikirin, her ku kêliyekê bi rêve diçûm li ser van şiveran ( patika) her ku ez jî bi xwere geş dikirim, coş dixistin giyana min û di bîra min de bîranîna rojên pepûleyeke zindî digritin, her min dixwest birevim ji ber ku van perperîkan bîranîna koçkirineke bi êş dikirin mêhvanê dilê min, lê xuya bu wê dîlana xwe bi heter bigrin (ısrar) û her min dixwest dûr bikevim her wan li dora min digeriyan weko ez vedixwendim dîlanê. Geh bi wan re dikeniyam, geh dileyîzîm, geh jî bê deng dimam, herî zêde jî bi hêrs dibum, ji ber ku di min rojeke xembar a bûrî zindî dikirin, piştre min pirskir ji xwe gelo her kes çîroka perperîka wekatê min dizane? Ew dem min bîryara nîvsandinê da lê ez çi binivîsînim nizanim, tenê dizanim ku giyana ne miran pêwîste were nexşandin di dîrokê de û min dest bi nîvsandina peyva Zîlan kir, êêê piştre… Zîlan PEPÛLE; navê rêhevaleke rojê û keça welatê rojê ye, lê di serî hevalno dixwazim çend pirsan ji giyana we a delal bikim da ku bi were parve bikim çend rêze gotinên payîzî ên di dil de mayî û biweşînim ser sînga rûpela bê xeber ji tiştên qewimîn di kela Pûşpera ku ji xuhdanê lehiyeke ji cûra hestan barande ser dilê me. Pûşpera ku giyana min de gûhertinên 48 bê heyam avakir di şeva tênper de. Va dîsa bu şev û dîsa ez û bîrê xwe mane rêhevalên şevên dirêj. Dîsa bu şev ez û pirsên xwe mane tenê di çavên şeva tarî de da ku bi hêviyan bixemilîn roja dîlbera agir, da ku di asoyên sor de biçînim daxwazeke aram di berbanga havîna ji nîşkîve de bu memyana dilê zarokên agir û rojê bi tîna xwe ya sitemkar. Dîsa bu şev û dîsa ez girtim xefka pirsên axîretê, dîsa ez û xwe man di nava pençên pirsên bê tebat de ên ku di giyana min de diherkin da ku di rehên xwînê de jiyanê bitevizîne ser teram min û bi mîna herkîna azadiyê dikeve canê min dipirse û dipirse… Kî ji me her roj çavên xwe li her derê nagerîne bi hêviya hatina gelek mirovê hêja ên ku ji me dûrketine? Kî ji me hestên ku hinek tişt kêmin jiyan nake? Kî ji me hestên bêrîkirina ji ezîzên ber dil re jiyan nake? Kî ji me hevalên nas ên hêja winda nekiriye? Kî ji me êşa winda kirinê jiyan nekiriye? Kî rondikên xedar nebarandin di dema qûtbunê de? Bedena kî ji me ne lerizî ji xiroşiya (heyecan) bihîstina nûçeya ‘ heval… şehîd ket’? Kî ji me ber dilê xwe negeriya ji bo ku bi hêz bimîne, serbilind raweste hember giyana nemiran? Kî ji me azariya azweriya (tutku) dîtina rojên azad nake? Jiyan di bedena kî ji me de netevizer her roj bi fikirandina ser xweşewîstan?. STÊRKA CİWAN Ez nizanim kî dike, kî nake; tenê dizanim ku aniha perperîk dilana agir digrin û çirkeyek şûnde dê heyîna wan delal bibe term ber çavê min bêyî bikaribim dîlana wan rawastînim ji ber ku ew bi têhana agir sermest bune. Ez tenê dizanim ku van perperîkan çavên min mest kirine lewra bi wan re min jî dest bi dîlana agir kir rexmî ku dizanim piştî kêliyekê em dê bisotin, bibin term û termê me jî dê bibe rejî di vê şeva tênper de Na ne xewine heval tiştê ez dibêjim, ne jî xemla peyvane, vaye ez dibînim û jiyan dikim heta min pir kêm jî anî zimên. Çima? Ji ber tenê ez û hûn baş dizanin, ji ber ku me bedewiya wan re jiyan kir, em fêrî bedewiya wan bûn, lewra pir zore em fêrî jiyana dûrî bedewiya wan a hêja bibin. Ji ber em dizanin ku êdî jiyan wê bê bedewiya wan berdewam bike. Gerîlla baş dizane ka fêrî çi nabe; ji me gerîlla bipirsin ka tu fêrî çi nebu di jiyana gerilla da an jî tu di çi de zorahî dikşîne, dê bersiv me ev be ‘’ ez fêrî qûtbunê nebum, ez di dema cûda bunê de zorahî dikşînim ‘’, lê ger ev ne yek car be, ne deh car be, ne sed car be, wê demê wê çawa be?!. Ji ber vê gerîlla mirovên cûda tê hesbandin, gerîlla fêrî hestên qûtbuê ne bejî, xwe û dilê xwe bi ser wan hestan de digre ji bo ku bikari be berdewama rêça nemiran bike. Jiyana gerîlla em fêrî vê kirin û felsefeya jiyanê a RÊBER APO em fêrî vê felsefeya jiyanê kirin, jiyan kirin bi rika mirinê a ku hatiye birîn di derheqê me Kurdan de. Jiyan belê jiyan; bûyera ku yek car dikeve para her zindiyekî lewra li gor vê pêwîst dike her yek ji me vê dema pîroz bi awayekî her baş û bi wate binirxîne, ev dema jiyanê çi dirêj, çi kurt dibe para mirov lê ya girîng ewe ku mirov çiqas vê demê bi wate jiyan dike û hebûneke bi wate radixîne ber çavên tariya şevên xedar de. Ev pirsa ku herdem bala me hemuyan dikşîne ser xwe û xwe dike mêhvanê giyana hemû şoreşgeran, ji 49 ber ku her yek ji me gelek bûyer jiyan kir di jiyana xwe de, elbet wê di nav van bûyeran de jî rojên ku nayên ji bîr kirin jî hebin. Hinek ji van bûyeran di bîra mirovan de heya roja dawî a jiyanê de dibin xwedî bandoriya herî mezin di jiyana mirovan de, hinek ji wan jî tên ji bîr kirin û dikevin çopa bîrê, hinek ji wan em dixwazin ji bîr bikin lê hinek bûyer jî her çend ku mirov bixwaze ji bîr bibe her dem xwe dikin mêhvanê giyana mirov a veşartî û xwe zindî dihêlin di fikir û hestên mirov de, belkî jî em dixwazin zindî bigrin ji bo ku ji mere bibe dersên tûj ên jiyanê. Îro hevalno dixwazim bi hevalên xwe re qala Zîlan Pepûle bikim, yek ji navên ku bune sirûda lêvan. Zîlan Pepûle navê helbesta perperîkeke ji welatê me. Hinek ji me ji nêz pêre jiyan kir û bedewiya wê hîskir, hinek ji me jî bi vî navî bihîst û hesreta jiyankirin an jî hîskirina vê bedewiyê jiyan kir, dibe ku hinek ji me jî hîna nasnekiriye ka Zîlan Pepûle kiye?. Ezê hewl bidim bêjim lê aniha de dibêjim li min biborînin ji ber ku Zîlan anîna ziman her kêm, lê hevalno ji bîr nekin ku govenda agir girtin dê bide naskirin Zîlan kiye lewra serî de em govenda agir temaşe bikin û nav deryaya wê de em avjaniyê bikin. Zîlan Pepûle, keça Kurd a ji Rojhilatê Kurdistanê bi ser bajarê Ûrmiyê hate dinê û çavê xwe li jiyanê li wê derê vekir, êş û derdê welatê bindest ji nêzve jiyankir û hîskir, lewra Zîlan eleqeyeke mezin raberî hemû rewşê welat kir di temena xwe ya biçûk de ta ku gihişte ciwantiya xwe di nava van rewşan da hate pijandin. Wê demê Zîlan ne wekhevîya jiyanê a ku di navbera jin û zilam de baştir hîskir, ne wekheviya di navbera mirovê Kurd û yên netewên dîtir de ji nêzve şopand, herî dawî Zîlan Pepûle Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN rewşa dîlgirtina RÊBER APO jî bi kûrahî hîskir û kerwana pirsan dest bi rêwitiya xwe li gel Zîlan ji bo bipirse ka çiqas ne heqî, ne wekhevî, ne aramî tê jiyîn li vî welatî. Zîlan ev hemû bi çavên serê xwe dît lewra bîryara tolhildanê wek erka herî bilind girte ser milê xwe û berbi çiyayên Kurdistanê de birêket da ku bibe gerîlla Zîlan. Di çiyayên Kurdistanê de jî herdem Zîlan hebûna xwe dît û baweriya xwe pê anî ku azadî li vê derê tê gerandin û li vê derê tê dîtin, ew di vê fikrê de bu ku pêwîste mirov bi awayê herî baş, xweş û bi wate bijî lewra her dem cihê ku hevala Zîlan hebû rûkenî, rûgeşî, moral hebû ji ber hevala Zîlan bawer dikir ku pêwîste mirov bi awayê herî xweş bijî bi rika mirinê. hevala Zîlan xwedî vê feraseta jiyanê bu weke gelek hevalên me ên nemir û wiha jiyana xwe dewam kir di nava refên gerîlla de. Nîsan 2011 Zîlan di gelek qadan de bi erkê xwe yê şoreşgerî rabû, herî zêde jî dixwest xebatên jin de xwe kûr bike ji ber ku dixwest bibe dengê tolhildanê a jinên êşkişandî, lewra jiyan rengîn bu li gel Zîlan yanî ne tenê bi xweşî jiyan bu, Zîlan dizanî bu ku ji bo jiyanê wê rengên êşê jî hebin, lewra tekoşîna hember êş û zilmê jî esas girt û wiha dewam kir, bawer dikir ku pêwîste mirov serî netewîne hember êş û azaran, bi rika xemgînî û girî bi rûkenî jiyan kirin, bi rika mirinê giyana xwe cangorî jiyanê kirin, ev bu bîr û baweriya hevala Zîlan. Di têhna rojeke havînê de min xwe ne girt û pirs kir: hevala Zîlan çima te navê Zîlan Pepûle ji bo xwe hilbijart? Bersiv bi van gotinan li min vegerand hevala Zîlan; ‘’ka em ji Pepûle dest pê bikin, tu dizane ku Pepûle tenê heft rojan jiyan dike lê di nav van heft rojan de bi hemû 50 rengan jiyan dike, ji hemû çîçek û gûlan para gulavê digre, her dem bi coşe li hember jiyanê lewra herdem bi govend û dîlane, dîlana herî hezdike ya li ber agire rexmî ku dizane wê xwe bisotîne, dîlana agir li ba dike heya dawî, pir ji ronahiyê hezdike, Pepûle bi rika şewtandinê dîlan digre. Aniha; Zîlan jî ji ber ku navê çalekgera azadiyê a mezin hevala Zeynep Kinaciye, ev kesayeta jin a Kurd ku bi felsefe û bîrdoziya jiyanê a RÊBER APO xwe mezin kir, Zeynep Kinacî di nameya xwe de dibêje ji ber ku ez pir ji jiyanê hezdikim ez vê çalekiya xwe pêktînim. Herdem ez bi bawer bum ku hevala Zîlan hevaleke rengîn a jiyanê ye lewra ez gelek bi bandorbum ku Pepûleyeke mîna Zîlan ji me dûr ket ber bi govenda agir, lê dema ku di felsefeya wê a jiyanê de fikirîm û li xwe vegeriyam ez tê gihiştim ku, ji bo zindî girtina Zîlan pêwîste mirov herdem wek Zîlan bi coş, rengîn û bi wate jiyan bike. Hûn zanin hevalno; hevala Zîlan di kîjan rojê de şehît bu û çend saliya azadiyê jiyan dikir Zîlan dema tevlî kerwanê şehîdan bu. Hevala Zîlan di 30’ê Pûşpera sala 2006’an de tam di heft saliya azadiya xwe de beşdarî refên şehîdên jiyanê bu û bu Şehîd Zîlan Pepûle. Lê hûn zanin herî dawî li ser kîjan erkê hevala Zîlan şehîd bu rêhevala me a nemir. Hevala Zîlan herî dawî civîna bi boneya 30’ê Pûşperê li dardixist ji bo jinên êş kişandî ên Rojhilatê Kurdistanê. Belê hevala Zîlan Pepûle di 30’ê Pûşpera 2006’an de heft saliya xwe qedand ji bo ku bibe Zîlan Pepûle, ji bo bibe navê keça Kurd a ku govenda ronahiyê di heft saliya azadiya di çiyan de di Pûşperê de pîroz dike. *** STÊRKA CİWAN P O L İ T İ K Kapitalistische Moderne : Epistemologischer Rahmen der demokratischen Zivilisatio Deniz ÇEWLİK Bereits seit 1992 war Abdullah Öcalan - insbesondere lismus im Nahost-Gebiet, ein ideologisches Tor für den Nanach den Misserfolgen realsozialistischer Versuche - dazu tionalstaat geschaffen. Nach 1918 hat sich dann unter geneigt ein neues Regelsystem aufzustellen; einer de facto Führung der britischen Kolonialmacht das System des NaAlternative zum kapitalistischen Modell in Kurdistan und tionalstaates - in Form von kleinen Staaten - im gesamten im übrigen Mittleren Osten. Während der Zeit seiner Inhaf- Gebiet des Nahen Ostens ausgebreitet. Die britische Hegetierung gelang es ihm, seinen Gedankeninhalt dann zu sys- monialmacht hat nach der Auflösung der letzten Herrschertematisieren. Das Ganze resultierte dann letztendlich in der dynastie des persischen Schahs sowie nach dem Fall des Ausarbeitung eines demokratisch - ökologisch- GeHerrscherhauses der Osmanen, die Region aus den schlechter befreiendem Gesellschaftsparadigma1. neu zusammensetzenden Bedingungen und nach Auf dieser paradigmatischen Grundlage stützt eigenem Anliegen, einem Entwurf unterzogen. sich das demokratisch konföderale System. Folgende Konzeption wurde damit verfolgt: Bevor ich jedoch direkt auf das basisdeAuf dem Drehpunkt der Anhäufung des “Von einer Philosophie von mokratische Modell bzw. Gegenmodell wirtschaftlichen Profits hat die britische der man annimmt sie sei richtig, zum Nationalstaat und im wesentlichen Kolonialmacht im Nahost- Areal ihr auf den paradigmatischen Rahmen als „divide and conquer“ geltendes kann es nicht möglich sein das der demokratischen Zivilisation eingeostrategisches Projekt implemengehe, möchte ich v.a. in diesem Teil, Richtige zu bilden, denn aus falschem tiert. Das Auseinanderklaffen der hisdie staatliche Struktur des Mittleren torisch-gesellschaftlichen Kultur kann Wissen kann keine richtige Praxis – und Nahen Ostens; das staatliche dabei als ein daraus resultierender Paradigma, insbesondere das grundbesonderer regionaler Bruch hervorfolgen. Ein auf falsches Wissen legende Festfahren der kapitalistischen gehoben werden. Diese Konstellation, konstruiertes Leben, kann nicht Moderne2, sowie die daraus resultiedie Bildung von vielen Nationalstaaten, renden Verheerungen grob skizzieren. klassifiziert Öcalan selber als hegemorichtig gelebt werden” niale Erscheinungen von Profit und betont Der Status Quo westlichen Ursprungs: andererseits dass sich Minderheiten, Ethnien, religiöse Glaubensgemeinschaften mit dem Wenn man bedenkt, dass der Nahe Osten, Nationalstaat somit unweigerlich in einem Kampf genau genommen der Fruchtbare Halbmond3 die ums Bestehen gegenüber sahen. Wiege der Neolithischen Revolution4 war; dass gerade die Schließlich begann zwischen 1915 und 1925 eine impeVölker des Nahen Ostens diese grundlegende Änderung rialistische Kampagne der Kolonisierung Kurdistans, wodurch hervorgerufen haben, muss man mit Bedauern feststellen, das Land in vier einzelne Teile aufgesplittet wurde. Daneben dass diese Region ebenso auch die Quelle und das Verbrei- entstanden im Raum auch zahlreiche andere Staaten. Die tungsgebiet der staatlichen Mentalität und dessen Systems Ideologie des Nationalstaates wird auch später für das Entgeworden ist. Der Nahe Osten hat demnach zweierlei Ei- fachen des Israel- Palästina Konflikts einen Beitrag leisten. genschaften: Einmal beschreibt es den Entstehungsort der Aus der Tatsache dass die Kurden geografisch in vier Demokratie und andererseits die Stammzelle der Macht. staatliche Regionen aufgeteilt waren, brachte es mit sich, Seit Beginn des 19.Jahrhunderts wurde mit dem Nationa- dass v.a. die Republik Türkei, eine heftige Assimilationspolitik 51 Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN zu umsetzen versuchte. Da nun die Kurden jedoch ihren Status zurück erkämpfen wollen und den Genozid nicht ohne weiteres hinnehmen, wurden v.a. durch kurdische Widerstandsbewegungen ernstzunehmende Instabilitäten erzeugt. Die unbeständige Beschaffenheit der Region, welche durch die Vernichtungs- und Verleumdungspolitik erzeugt wurde, machte aus der Türkei einen Vasallen5 einer fremden Hegemonie. Genau dasselbe gilt auch für die übrigen Staaten, wo Kurden beheimatet sind. Die ununterbrochene Strategie der Assimilation einerseits, der ständige Kampf um Status andererseits lies zwischen Herrschenden und Beherrschenden eine spezielle Dialektik der Gefangenschaft entstehen. Schaut man sich nur mal die Gründungslogik der Staaten an, so wird man sehr leicht feststellen, dass sie nicht unter Beachtung des Willens der Völker entstanden sind und die dominierenden Mächte weit von einem unabhängigen Charakter zeugen. Es ist ersichtlich, dass diese vielmehr einzelne Marionetten bzw. Satellitenstaaten westlicher Hegemonialmächte verkörpern. Das regional-politische Gleichgewicht erlebt Nîsan 2011 Vormachtstellung der USA, durch gezieltes Involvieren auszudehnen und zu entwickeln. Nach der Auflösung des Warschauer Paktes sowie der Sowjetunion entstand nämlich ein Machtgefälle im Mittel- und Südosteuropäischem Raum sowie im Raum Mittelasien und Nahost. Aufgrund dieses Machtgefälles engagiert und konzentriert sich nun der US- Imperialismus für und auf diese Regionen. Unter dem bekannten Vorwand, man habe die Intention, die Region zu demokratisieren, wird interveniert um im wesentlichen das Modell der freien Marktwirtschaft in der Region auszudehnen. Mit der Verbreitung dieses Modells, stellen die in der Region befindlichen Staaten freie Märkte für den insbesondere nach dem Kalten Krieg amerikanischen Expansionsdrang zur eine schrittweise Wende. Insbesondere Verfügung. Daneben kommen all mögdie USA hat aus der entstandenen liche Methoden zur Anwendung, um Machtböschung, die Vision von einer die Wirkung der Vereinigten Staaten unipolaren Welt und ist nun bestrebt auf der Welt zu intensivieren. Beobachtet den Mittleren – und Nahen Osten sowie man behutsam die regionalen EntwickZentralasien zu kontrollieren. Mit dem lungen so fällt auf, dass der Großteil Trend der Globalisierung der Weltwirt- des Anteils der Markterweiterung zuschaft und den sich daraus ergebenden gunsten der USA ausfällt. Aus kultureller Perspektive jedoch, Ambitionen um mehr Profit, bilden die Nationalstaaten jedoch in ihrer Aus- ist dagegen die Kultur des Nahen Osten richtung eine Blockade für die Verei- gegenüber dem kapitalistischem Gefüge nigten Staaten. In Konsequenz dessen eher geschlossen. Diesen Sachverhalt möchte die Hegemonialmacht, via Ein- kann man auch auf die in der Neoligreifen in den Nahen – und Mittleren thischen Revolution geschaffenen Werte Osten in Zusammenhang der Planung zurück schließen. Das Verschlossen einer neuen amerikanischen Interes- Sein dafür liegt eben in diesen Werten senzone6, ein von sich abhängiges Staa- versteckt. Denn die demokratische Kultengebilde errichten. In diesem Kontext, tur ist traditionell gesehen Bestandteil verkündet das Weiße Haus 1999, im des Nahen Ostens. Diese wurde jedoch Protokoll für die Strategie der Nationalen von inneren sowie äußeren Machtzentren Sicherheit, ganz offensichtlich, wie die soweit wie möglich zurückgedrängt. neue Weltordnung dabei konzipiert wer- Wobei es nun hierbei ankommt, ist es den soll.7 Die vorgenommene Strategie die richtigen Wege und Mittel einzudafür geht auch aus dem Dokument „A schlagen um diese Werte wieder freiNational Security Strategy of Engage- zugeben. Der Nahe Osten ist die Rement and Enlargement“ teilweise her- gion, welche die etatistisch, d.h. staatlich vor.8 Laut dieser längerfristigen Über- bedingte Krise der Zivilisation über legung ,wird darauf abgezielt, die Inte- alle Maßen erlebt. Von den neolithischen ressen und Werte der dominierenden Gesellschaften bzw. der Natürlichen 52 STÊRKA CİWAN Gesellschaft an bis in unsere Gegenwart, birgt der Nahe Osten alle gesellschaftlichen Ordnungen und proto-staatliche Organisationsformen in sich. Auf einer Seite ist die Region jedoch auch Quelle für demokratisch- kommunale Werte und auf der anderen Seite wiederum die Geburtsstätte für eine hierarchisch - staatliche Gesellschaft. Die 5000 jährige Tradition einer staatlich geprägten Gesellschaft hat den Nahen Osten im Enddefekt in eine Problemzone verwandelt und mit der Etablierung der kapitalistisch-staatlich geformten Gesellschaft, wurden diese Probleme nur noch weiter angeheizt. Schließlich ist die seit tausenden Jahren währende staatliche Logik das Übel der Region. Wenn demnach diese Betrachtungsweise nicht überwunden wird, wird man weder den hegemonialen Konzepten gegenüber seine Unabhängigkeit bewahren können, noch über die systemische Krise des Nahen – und Mittleren Ostens hinwegkommen. Die systemische Krise wird - wie Rêber Apo beschreibt - inmitten eines sogenannten Intervalls des Chaos entschieden.9 Falls jedoch ein Übergang - während dieses Intervalls - von einem System in das andere erfolgen wird, so heißt dies nicht dass es geradewegs und linear geschieht, sondern vielmehr schrittweise passiert. Wenn wir dies im Kontext des Nahen Ostens berücksichtigen, hieße dass der Kampf der hiesigen Kräfte in der Region insoweit entschieden wird, wessen System, in ideologischer, politischer, organisatorischer sowie ethischer Hinsicht in Dominanz zu den anderen stehen wird. Jede Kraft nähert sich diesem Zustand aus eigener Perspektive, wertet die vorhandenen Bedingungen entsprechend aus und versucht übereinstimmend mit ihrer ideologisch-philosophischen Identität, das eigene System zu etablieren. Aktuell gibt es im Nahen Osten dreierlei Strömungen und Syste- me: 1) Die Vertreter der global-staatlichen Systeme (hier insbesondere die USA) 2) Die regional- nationalstaatlichen Kräfte 3) Die von Rêber Apo aufgebaute Kurdische Freiheitsbewegung, genau genommen die Union der Gemeinschaften Kurdistans (KCK, Koma Civakên Kurdistan) die gegen diese beiden kapitalistisch-staatlichen Systeme einen systematischen Wettkampf leistet und bestrebt ist im Nahen Osten die Demokratische Modernität zu etablieren und sich weiterhin die Demokratische Nahost-Konföderation zum Ziel macht. Die erst genannte Kraft verfolgt nach der Intervention, eine aktive Politik in der Region. Es erlebt Konflikte mit den rigiden Nationalstaaten der Region, da es insbesondere darauf abzielt alle Elemente zu neutralisieren, welche der Prävalenz des globalen Kapitals im Weg stehen werden. Aus diesem Grund wird überall der bestehende Staatsapparat, entsprechend dem gewünschten System, einer Transformation unterzogen. Dieser Trend steht ebenso mit der PKK in einem Konflikt. Die dritte Strömung der regionalen Nationalstaaten, steht im Widerspruch sowie im Konflikt zum global-staatlichen System und mit der Kraft welche die demokratischkommunalen Werte verteidigt. Diese 53 Strömung hat allein die Sorge darum, ihre bestehende Struktur zu bewahren und bildet darum ein Hindernis für die beiden anderen Strömungen. Das von Rêber Apo entwickelte System stellt dagegen für alle beide staatlichen Strömungen ein Hindernis dar. Gegenwärtig versucht der US-Imperialismus, durch das Etablieren des gemäßigten Islams, radikal-islamische Strömungen in Schacht zu halten und eine neue regionale verbreitende Identität aufzubauen. Dafür gab die Türkei sogar rasant ihre kemalistische Staatsdoktrin auf und soll insbesondere jetzt als gemäßigt-islamisch reorganisiertes Gefüge im Nahen Osten als Modellstaat dastehen. Aber dies auch nicht einfach so, denn die Ideologie vom gemäßigten Islam, ist eine angelsächsisch-amerikanisch konzipierte politische Theorie und darum ist hier die politisch-islamistische AKP ( Partei für Gerechtigkeit und Entwicklung) Missionar und gleichzeitig Vollstrecker hegemonialer Interessen in der Region. Der Wettkampf zwischen diesen drei Strömungen wird wie bereits erwähnt im sogenannten Chaosintervall entschieden. Die gewaltsamen Konflikte im Nahen Osten, tragen historisch ihre Wurzeln in der staatlichen Zivilisation. Die Krise nimmt ihren Anfang in der Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN hierarchischen Mentalität und spitzt sich insbesondere mit der kapitalistisch-staatlichen Zivilisation zu. Da die jegliche Form eines Staates -sei dieser sozialistisch bzw. noch so demokratisch – der menschlichen Zivilisation kein freies Leben bieten wird und der Grund für Blockaden ist; der Natürlichen Gesellschaft, den demokratisch-kommunalen Werten widerspricht, hat Rêber Apo als Ergebnis jahrelangem Strebens, ein Paradigma ausgerufen, welche den ideologischen Rahmen der neuen Strategie bilden sollte. Um das ideologische Modell jedoch zu verstehen, muss man den Geist des Paradigmas begreifen. Und dies kann anhand der Philosophie erfasst werden. Denn erst wenn man dem Paradigma auf philosophischer Ebene einen Sinn zuordnet, kann anschließend die methodische Anwendung vollzogen werden. Philosophische Basis der Kapitalistischen Moderne Um das Modell der Demokratischen Autonomie zu klären – diese ist strikt zu unterscheiden von vorhandenen Autonomiemodellen – sollten wir zunächst die philosophische Welt in der wir leben deuten können. Um das Paradigma überhaupt zu begreifen ist darum eine grundlegende Kritik im erkenntnistheoretischen Bereich sowie eine ganz neue Bewertung erforderlich. Abdullah Öcalan betont in seinen aktuellen Verteidigungsschriften zurecht oft das Zitat „Es gibt kein richtiges Leben im Falschen“ des Philosophen und Soziologen Theodor W. Adorno. Von einer Philosophie von der man annimmt sie sei richtig, kann es nicht möglich sein das Richtige zu bilden, denn aus falschem Wissen kann keine richtige Praxis folgen. Ein mit falschem Wissen konstruiertes Leben, kann nicht Nîsan 2011 richtig gelebt werden. Um hier anzuknüpfen hat sowohl die kapitalistische Moderne sowie auch leider der Realsozialismus gemeinsam von einem solchen Denkstrom - der Ideologie der Aufklärung, d.h. vom Rationalismus – gespeist. Die philosophisch-wissenschaftliche Grundlage der kapitalistisch-staatlichen Zivilisation kann nun folgendermaßen beschrieben werden : Gemäß der Newton-Cartesianischen Philosophie werden die Beziehungen zwischen Individuum-Gesellschaft, Gesellschaft-Natur, Mann-Frau im Namen der Philosophie und Wissenschaft aufs Neue kommentiert und auf diese Weise werden die Identitäten erneut definiert. Dieses Verständnis trennt das Faktum in Einzelteile und entwirft eine solche Logik, dass diese Teile lediglich durch äußere Einflüsse zusammenkommen können. Gemäß diesem Verständnis kann das Ganze auch nur durch die Vereinheitlichung der Teile erfolgen. Um es kurz zu halten, ist als Referenz hier die „Newtonsche Mechanik“ zu nennen.10 Eine andere philosophische Säule der kapitalistischen Moderne beschreibt der „Cartesianische Rationa54 lismus“, entwickelt von René Descartes ( 1591-1650) – dieser galt als der Gründer der Modernen Philosophie. In seinem Werk „Méditations Mataphysiques“, beginnt Descartes jeden Satz mit einem “Ich”; anstatt seine Lehren systematisch vorzustellen, begibt er sich auf eine Reise vom Zweifeln bis zur Genauigkeit. Sein Sprichwort „cogito, ergo sum“ („Ich denke also bin ich“) bezieht sich auf diesen Sachverhalt. Auf diese Weise bildet Descartes das gründende Subjekt der Moderne, in der wir uns befinden. Nach Descartes, drückt die rationale Fähigkeit des Einzelnen, den Zweifel am Sein aus. Und dies stellt nach ihm mein solides Wissen - ohne jegliche Zweifel - dar. Aus diesem soliden Wissen, ist es mir nun auch möglich, nach der Erfassung der Wahrheit zu forschen. Descartes folgert daraus folgenden Befund: Ihm zufolge besteht das Ich bzw. das Individuum und die Natur aus Wissen sowie aus Substanz. Die Spaltung der Natur in zweierlei Arten, wie Mensch, Verstand, Substanz, oder anders formuliert in Subjekt und Objekt, Beobachter und Beobachtete wird als „Kartesische Skepsis“ definiert. Descartes war sich dabei jedoch einem Problem nicht bewusst: Denn das IchBewusstsein bzw. der Geist ist immer das Bewusstsein von etwas. Er jedoch, sah nur ein absolutes Bewusstsein. Daher betrachtete er das Subjekt, das Bewusstsein, getrennt von allem. Die Kapitalistische Moderne z.B. - beeinflusst von dieser Denkströmung - betrachtete die Beziehungen, Geschichte-Gesellschaft, Individuum-Gesellschaft, Gesellschaft-Natur, Frau-Mann so, als ob zwischen diesen Dingen keine gegenseitige Dialektik bestehen würde. Das Ich-Bewusstsein war alles und alles nahm demnach, nach dem absoluten Bewusstsein seine Form an. Schließlich erfolgt eine Subjekt-Ob- STÊRKA CİWAN jekt-Spaltung, wobei das Subjekt (das Ich-Bewusstsein) über das Objekt ( Körper ) künstlich herrschen wird. Und dies stellt im Enddefekt die philosophische Basis für eine individualistisch-kapitalistisch geprägte Organisationsform dar. Als Ergebnis dessen, stehen z.B. die Beziehungen zwischen Gesellschaft und Natur, Frau und Mann nicht in einer Balance, sondern ganz im Gegenteil. Es entsteht die Situation, dass das eine über das andere dominiert. Der Mensch zerstört die Natur. Der Mann beherrscht die Frau. Diese Situation führt heute zu einer Krise in allen Bereichen des Lebens. Eine Krisensituation, die durch reduktionistische Charakterisierungen erzeugt wurde, so dass in der das Ganze auf seine Bestandteile reduziert wird, oder die Teile im Ganzen zerschmelzen. Das Scheitern dieser Art von Darstellungen wird jedoch erst in jüngerer Zeit verstanden. So wie der Soziologe Edgar Morin es mal geäußert hatte, sollten wir dabei vielleicht, die Teile im Ganzen, das Ganze in ihren Teilen, ohne dass ein Teil das Ganze, noch das Ganze ein Teil verschluckt, versuchen zu verstehen. Eine weitere Eigenschaft der seitens Descartes entwickelten philosophischen Sichtweise kann folgendermaßen definiert werden: Wie ich dies bereits zuvor am Beispiel Individuum-Gesellschaft oder Gesellschaft-Natur illustriert habe, besteht nach Cartesianischer Auffassung zwischen diesen Elementen keine wesentliche Beziehung und darum kann keine Verbindung bzw. gar eine Fusion ohne weiteres stattfinden. Falls die Vereinigung der Teile jedoch eintrifft, wird behauptet, dass die Beziehung der Teile zueinander darauf basiere, dass sie sich notwendigerweise gegenseitig bekämpfen werden. Assoziiert man diesen Sachverhalt nun mit der Kapitalistischen Moderne, sieht man, dass heute die Konstellation des Einzelnen über die Gesellschaft, Gesellschaft über Natur sowie Mann die Frau zu dominieren bzw. zu unterdrücken dahingehend reicht, dass ein Verfall beiderseits bereits begonnen hat. Hinsichtlich dieser Form der Beziehungen, kann man bezogen auf den Marxismus eine Relation feststellen. Und mit was genau ist diese Beziehung zu erklären? Mit der Schaffung der Grundlagenschaffung, mittels eines destruktiven Prinzips der Dialektik! Rêber Apo widmet sich im Besonderen dieser Frage und betont, dass der dogmatische Marxismus sich dies zum Grundprinzip mache und beeinflusst davon den Grundsatz der sich gegenseitig bekämpfenden bzw. negierenden Gegensätze entwickelt hat. Diese dialektische Frage darf nicht so verstanden werden, dass These und Antithese sich als gegenseitig aufhebend entwickeln, sondern vielmehr ein wechselseitiges Übertreffen stattfindet und das Ganze somit auch eine andere Dimension gewinnt.11 Einige weitere Hauptkritikpunkte zur marxistischen Lehre, wäre z.B. die der Beschreibung, dass alle Klassen bzw. Sozialstrukturen außerhalb der Kapitalistischen Moderne rückständig seien; dass die Menschheitsgeschichte da ihren Anfang nehme, wo 55 Klassen beginnen sich zu formieren; dem Irrglauben daran, dass der Nationalstaat und jede gesellschaftliche Klasse, im Gegensatz zur vorangegangenen Klasse von einem progressiven sowie revolutionären Charakter zeugen würden. Dies könnte man umfassender beschreiben und auch weiterführen, es sei jedoch alles nur am Rande erwähnt. Es scheint so, dass kein Phänomen existiert, welches nicht von der Denkweise der sich gegenseitig bekämpfenden Teile beeinflusst hat. Auch der Nationalstaat wurde von dieser Ansicht durchdrungen. Nach dieser Denkweise her zu beurteilen, kann von einer wesentlichen Beziehung zwischen den Nationen nicht die Rede sein. Darum kann gar zwischen den Völkern auch kein Kollektiv umwoben werden. Ein Verhältnis zwischen den Nationen, wird aus dieser Logik her zu beurteilen, nur bestehen, wenn die Völker sich gegenseitig bekriegen. Abgeleitet von der Vorherrschaft des Subjekts, identifizieren sich Nationen als das Subjekt. Darum entwerfen sie die Dominanz einer einzigen Identität und versuchen auf dieser Grundlage, alle unterschiedlichen Kulturen sowie Nationen, in der vorherrschenden Identität zu zerschmelzen - und dies unter dem Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN Mantel einer Legitimität. Alles in Allem stützt sich auch das politische System der Kapitalistischen Moderne - das Phänomen Nationalstaat - auf diese philosophische Geisteshaltung. Eine Aneignung einer derartigen Denkweise innerhalb der Bevölkerung, kann lediglich über eine Institutionalisierung sowie dem Organisieren der MachtMonopole realisiert werden. Falls nämlich das in Dominanz stehende Subjekt die Kontrolle über Macht verfügt, wird es Mittel und Möglichkeiten haben, die Gesellschaft so zu lenken und zu manipulieren wie es grade erwünscht ist. Mann muss dann sehen, dass der Wunsch, die Gesellschaft auf großer Skala zu beeinflussen, v.a. macht zentrische Absichten in sich birgt. Epistemologischer Rahmen der Demokratischen Moderne Es entstand jedoch eine den philosophischen Mutterboden der Kapitalistischen Moderne völlig aus dem Ruder bringende Wissenschaft, und zwar die Quantentheorie - sowie Philosophie. Die Thesen dieser Lehre sorgten dafür dass gegenüber der klassischen Physik und der Natur eine andere Perspektive, d.h. Sichtweise geschaffen wurde. Nach dieser Auslegung, entsteht im Kontrast zur Cartesianischen Denkweise, die Beziehung der Teilchen nicht allein durch einen externen Effekt. Nein, denn das Verhältnis der Teile zueinander ist als charakteristisch und als zusammenhängend zu beschreiben! Das Ganze wird hier dagegen als etwas über der Zusammenkunft der Teile hinaus definiert.12 Denn wenn wir uns das Verhältnis zwischen Gesellschaft-Natur, Gesellschaft-Individuum, Frau und Mann anschauen, so besteht der Quantentheorie zufolge zwischen all diesen einzelnen Beispielen, eine charakteristische Bindung sowie Kontinuität. Es Nîsan 2011 kann weitergehend auch behauptet werden, dass eine Beziehung solcher Art eine elementare Regel unseres Universums beschreibt. Bei Erkundung des Holistischen13 Verhältnisses, werden wir über die Teilchen folgendes zu erfahren bekommen: Und zwar verteidigen bzw. behalten Teilchen auf der einen Seite ihre Eigentümlichkeit. Auf der anderen Seite, stehen sie jedoch in Abhängigkeit zueinander. Eigenart und Abhängigkeit bilden dagegen die grundlegende Form der Beziehungen in der Quantenphilosophie. Um dies verständlich zu machen, sollten wir vielleicht eine Rückblende auf das Verhältnis zwischen Mensch und Natur halten. Nach der Cartesianischen Auffassung wurden Beziehungen dieser Form unzusammenhängend definiert. Die Quantenphilosophie definiert jedoch diese und weitere Weisen der hier genannten Beziehungen als organisch. Insbesondere die „Kartesische Skepsis“ wird hier von dieser Theorie bedeutungslos gemacht. Wenn wir uns die Quantengesetze als Basis heranziehen, heißt es, dass wenn mehr und mehr die individuelle Beteiligung an der Gesellschaft entsteht, die Dialektik zwischen Gesellschaft und Natur weitergeführt wird und je mehr der Mann in die weibliche Sozialisation beitritt, diese auch durchgehend ihr Vorhandensein sichern werden können. Vorangetrieben von der quantenphilophischen Auffassung, kann auch die epistemologische Annahme der marxistisch-dialektischen Theorie, dass Gegensätze sich notwendigerweise bekämpfen, insoweit abgeändert werden, dass es hieße: Das Verhältnis zwischen den Gegensätzen sieht so aus, dass sich ein gegenseitiges überwinden auftritt. Aufgrund auch der auf der Quantenphilosophie stützenden Annahme, dass innerhalb der Einheit Vielfalt sowie inmitten der Vielfalt auch Einheit entstehen kann, erfährt sogar die Ideologie des 56 Nationalismus eine Veränderung. Nach dieser Sichtweise zu urteilen, können nämlich Diversitäten, einerseits ihre Charakteristiken sowie die eigenen Identitäten schützen und andererseits, Einheit unter einem Dach erzeugen. Auf diese Weise wird der das politische System repräsentierende Nationalstaat einer Veränderung unterzogen. Zudem wird der als ideologische Waffe geltende Nationalismus, durch die Herausbildung eines demokratischen Geistes zwischen den Völkern disfunktional gemacht. Fortsetzung folgt. ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, 1-Paradigma: gr.; Regelsystem, Muster, Modell. Sichtweise auf einen idealen bzw. beispielhaften Typus od. Vorstellung 2-Moderne: Im allgemeinen steht der Begriff für den gesellschaftlichen Lebensstil einer Epoche 3-Fruchtbarer Halbmond: engl. „fertile crescent“, kurd. „Hîlala Zerîn“. Bezeichnung für das Ursprungsgebiet der Neolithischen Revolution. Siehe Karte: http://go.owu.edu/~rdfusch/fertile_crescent.jpg 4-Neolithische Revolution: Das Neolithikum ist die Epoche der Jungsteinzeit, in der ein Übergang von Jäger- und Sammelkulturen zur Entstehung der Landwirtschaft definiert ist. Die „Neolithische Revolution“ beschreibt die Entwicklung des Ackerbaus und der Viehzucht. 5-Vasall; jemand, der sich in einem Abhängigkeitsverhältnis befindet 6-Greater Middle East: http://www.bmlv.gv.at/omz/grafiken/vollbild/brill_5502.png 7,http://www.au.af.mil/au/awc/awcgate/nss/nssr-1299.pdf 8,,http://www.au.af.mil/au/awc/awcgate/nss/nss-95.pdf 9-Abdullah Öcalan, Bir Halki Savunmak, S.14 ff 10,http://www.aoc.nrao.edu/~smyers/co urses/astro11/L4.html 11-Abdullah Öcalan, Bir Halki Savunmak, S.14, Z.8-27 12- Mathew Chandrankunnel, Philosophy of Quantum Mechanics, S.211 ff. 13-Holismus, Auffassung, nach der alle Lebensphänomene aus einem ganzheitlichen Prinzip abzuleiten sind, Ganzheitslehre *** STÊRKA CİWAN L’utilisation de la jeunesse par le systeme Munzur KIZILIRMAK “Tout a été fait pour la vider de sa propre essence. La culture capitaliste et son mode de vie consument les valeurs spirituelles, tente d’éffacer les traces de la société politique et morale afin de créer une société sans philosophie, sans idéologie, sans avenir et sans utopie” Dans cet article, je vais surtout développer les politiques menées par la modernité capitaliste et monopolistique envers les jeunes et les femmes afin d’attirer l’attention sur la réalité. Le système s’attaque ouvertement à la jeunesse et aux femmes qui constituent la principale force de création de la société et une structure dynamique propre assurant sa continuité. Le système qui s’appuie sur le pillage, l’extorsion et en endormant l’homme pour le tromper utilise la modernité comme couverture pour cibler la jeunesse et les femmes réduits au niveau d’objet. La jeunesse et la femme, qui constituent le dynamisme de la société, l’ouverture au changement et un potentiel structurel plus fléxible, sont incluses dans le système pour servir et être utilisées. Dans la vie en société, il existe des formes très variées d’oppression, de violence et d’utilisation tissés avec de fins réseaux dirigées contre la femme. La femme, qui est le centre de la vie, de la vitalité, de la diversite et garante de la liberte, a été ciblée comme la principale et la plus influente des outils de la consommation. En s’éloignant des domaines comme le sport qui sont des domaines de la santé et de la formation de la personnalité, le système a développé une position de commercialisation du corps de la femme sous le couvert de 57 l’art mais qui n’a aucune valeur artistique. En créant la réalité de la société de consommation le seul objectif était de créer la société-troupeau, son propre individu. Nous disons société de consommation parce que nous sommes face à un mécanisme abrutissant l’esprit et le cerveau de la société. En dévellopant la mentalité que le sport n’est pas une affaire de femme, et en plaçant un domaine vital au service du monopole masculin, est une approche de consommation qui limite la femme. Sous le couvert de l’art, le corps de la femme est reflété comme un objet sexuel à chaque instant, et une autre forme de consommation est développée en créant une réalité portant un potentiel de viol. En ce sens, le système qui se dirigie contre la femme l’a placée dans un bourbier. La jeunesse, qui n’a pas été épargnée, a hérété aussi des jeux et des méthodes imposées par ce système. La jeunesse est la période où la personne est la plus dynamique, vif, enthousiaste et radicale. Le mouvement est la principale caractéristique de la jeunesse. Biensûr, cela montre qu’elle possède une structure dynamique. La jeunesse est l’esprit libre. Elle est la plus grande chercheuse en profondeur du sens des choses. Elle n’est pas infectée par les relations d’intéret et ses points forts sont la justice, la paix et l’amour. Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN Mais, elle est aussi une redoutable combattante face à la plus simple forme d’injustice. Les jeunes sont la couche sociale la plus proche du socialisme et du communalisme lorsque les aspirations à la liberté et à l’égalité sont fortes. La jeunesse est la période de l’être où le partage, la solidarité et le travail sont au sommet. La jeunesse qui n’est pas infectée par l’intérêt, le profit, la tricherie et la tromperie, est une période simple, propre et pure à l’intérieur de la vie. Elle déploie un esprit de sacrifice pour permettre à l’humanité de vivre plus en paix, libre et prospère. Que la jeunesse s’investie sans soucie et sans compter pour l’humanité est une réalité inébranlable. Mais aujourd’hui, on constate que les politiques du système en matière de jeunesse n’ont rien à avoir avec ce que nous avons évoqués plus haut. Au contraire, les politiques développées mettent la jeunesse au service du système en brisant sa Nîsan 2011 volonté, son dynamisme, son esprit créatif, son militantisme et en ce sens en rendant inefficaces ses aspects alternatifs. En ce sens, le système a engagé des plans d’incorporation de la jeunesse. İls concrètisent leurs insidieuses politiques et leurs sales jeux en utilisant le langage le plus confortable et indirecte. Le point le plus crucial est ici. Les domaines des activités sportives et artistiques où la société s’exprime de manière la plus simple ont été bouleversés et transformés par le système. Aujourd’hui, les tendances violentes qui apparaissent lors des manifestations sportives sont une approche politique développée et propagée de manière consciente par le système pour développer et renforcer la concurrence chez les humains. Après l’avoir dépourvu du fairplay, de la modestie et de l’esthétisme en général, le sport a été orienté volontairement vers l’ambition, la concurrence , les sentiments ou les instincts violents. 58 Dans son ensemble, le sport qui est la solidarité, le communalisme et la tradition au sein des sociétés, est un facteur révélateur de la forme de base de l’existence sociale. Aujourd’hui, le système qui vide la vie de son sens et de ses valeurs entraine l’humanité, et tout particulièrement la jeunesse, dans une horrible corruption et dans un phènomene de décadence. Le sport et l’art ont été choisis spécialement pour servir leur but. Par leur caractéristique sociale, le système qui s’est configuré utilise confortablement ces deux faits importants et essentiels pour servir ses intérets. En vidant les domaines de la culture et du sport de son essence et en les convertissant en domaine industriel dans un but de profit, en endormant la société, en secrétant et en émettant la violence à un terrible degrés refléte une réalité très différente. L’éloignement des valeurs sociales, de la tradition et de son essence a été dévelopée par le capitalisme monopoliste au travers de la culture, du sport et de l’art vidés de leur véritable essence. La situation d’éloignement de la société d’elle-meme, de ses traditions et de ses propres valeurs est le fruit de la culture capitaliste monopoliste qui occupe tous les pores de la société et détient la société en captivité. Tout a été fait pour la vider de sa propre essence. La culture capitaliste et son mode de vie consument les valeurs spirituelles, tente d’éffacer les traces de la société politique et morale afin de créer une société sans philosophie, sans idéologie, sans avenir et sans utopie. Çeviren: Ali HAYIRLI STÊRKA CİWAN L Ê K O L Î N DÎROKA MAZRA – ELEZÎZ Bajare WELATEMİN “Di van salan de gelek qadroyên pêşeng yên welatparêz ji Mazra’yê derketin. Yên wekî qadroyên pêşeng di nava wan de damezrînerê PKKê Mazlum Dogan yê Depî, Delîl Dogan û bi dehan qadroyên leheng hebû. Dîsa Salih Kiliç, Şamîl Batmaz, çend şoreşger û welatparêzên Mazra’yê ne” Li axa Mazra’yê navenda herî kevin ya dîrokî Xarpût e. Di berhemên nivîskî yên asuriyan û urartuyan de jî behsa xarpûtê tê kirin. Di berhemên asuriyan yên bi bizmazî de hatine nivîsîn de û di berhemên urartuyan de jî ji xarpûtê re karbend tê behs kirin. Li gorî pisporên zimanê kevin kar tê wateya kevir, bend jî kele. Yanî tê wateya keleya bi kevir. Di çavkaniyên bîzansiyan de ev bajarê kevin wekî Xarpêta tê binavkirin. Dîsa di çavkaniyên Ereban de Xarpût wekî hînzît di çavkaniyên ermenan de jî wekî hanzît derbas dibe. Her wiha wekî çend navên îşma, harputnewaz, supan, sofen, ziyata qestelu û hensîziyat jî navê xarpûtê ne, ku di nava rûpelê dîrokê de mane. Navê Mezra ku îro navê navenda bajêre ji dema Osmaniyan vir ve tê bikaranîn. Piştî ku Xarpût têra rûniştvanên bajêr nekiriye, di dema Siltan Ebdilezîz de deşta dora kela xarpûtê bûye navend. Siltan Ezîz navê xwe li bajêr kiriye û navê Nûh bûye mameruttulezîz. Yanî bajarê ku ezîz avakiriye. Paşê ev yek di nava gel de wekî elezîz hatiye bikaranîn. Piştî damezirandina komara tirk jî navê bajêr pêşî wekî alazîz, paşê jî wekî alazik û herî dawî jî wekî elazig hatiye guhertin. Bi qasî tespîtên dîroka hatiye nivîsandin, şaristaniya herî kevin li 59 mazra’yê hurî û mîtanî ne. Wê demê herêma mazra wekî îşwa tê binavkirin. Ji ber ku îşwa di navbera anatol û mezopotamya de pirekî giranbûha bû. Ji aliyê akadiyan, hîtîtiyan û asuriyan ve jî dihate tehdît kirin. li gorî tabletên ku li gundê pir hesenê amedê hatiye tespît kirin. Berî zayîna îsa di salên 2350 û 2000’î de akadiyan êrîşî ser herêma Mazra kiriye. Berî zayînê di salên 1375an de li îşwa di nav huriyan de pevçûn û pozberiyên navxweyî çêbûne. Hîtîtiyan ji vê fersendê îstîfade kirin û herêmê ji huriyan girt. Berî zayînê di salên 1200’î de li anadolê yek ji van qewman jî muşkî bûn ku li jora firatê bi cîh bibûn û demekê xarpût û Mazra’yê jî girtibûn bin destê xwe. Li gorî hin nivîsarên li ser zinarên palo, komirxan, mazgîrt û paxînê herêma Kebanê berî zayînê di sedsala 8an de dikeve destê urartuyan. Dîsa li gorî lêkolînên arkeolojîk herêma Xarpût ku wê demê wekî supa dihat binavkirin devereke urartuyan bû. Urartu ji aliyê gelek dîrokzanan ve wekî pêşiyên kurdan tên qebulkirin. Ew şaristanî piştî ku lawaz dibe dika dîrokê tev dike. Xarpût û mazra di sedsala şeşemîn de dikeve destê medan, bav û kalên kurdan. Piştî desthilatdariya medan ku sedsal tajon, xwediyên nuh yên xarpûtê Persî’ne. Berî Îsa di salên Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN 300’î de îskenderê mezin bi sefera mezopotamya herêmê ji persiyan distînê û piştî mirina wî jî fermandarê wî Selefkos herêmê bi rêve bir. Berî îsa di sala 89an de hikûmdarê ermeniyan Tîgran piştî 20 salan Likulusê Romayî, paşê jî Partan dest danî ser herê mê. Heta salên 644an ku artêşên erebê misilman hatin herêmê mazra jî wekî hemû mezopotamya’yê di nava romayiyan, sesaniyan û bîzansiyan de dest guhert. Şêx Şerîf jî li çiyayên çapaxcurê bi alîkariya xayînan hate girtin. Di van pêvajoyan de mazra bi gelemperî di nava van şaristanî û dewletan de wekî herêmek sînor bû. Ji ber vê yekê dibû sahneya şerê bi xwîn. Heta sedsala dehan mazra di destê hikûmdarê ereb, ebasî û emewiyan de ma. Lê dîsa ket destê bîzansiyan. Bi hatina Oxuzan ya Anadolê ve serdestiya Bîzansî lawaz bû. Nîsan 2011 Di salên 1080’î de jî Melîk Şahê selçukî vê herêmê bi dest xist. Mazra û der û dorên wê 300 sal di bin desthilatdariya malbatên wekî çibûqiyan, artukiyan, dulqadiriyan û agoyunan de man. Di sala 1507an de şah ismaîlê sefewî ji bo çend salan vê derê dagirkir. Lê Xarpût di salên 1515an de di encama dorpêçan û şerekî qirêj de kete bin destê Osmaniyan. Piştî ku Osmaniyan Xarpetê bi dest xistin vê derê wekî sancaqek bi Amed’ê ve girêdan. Di dema Osmaniyan de di salên 1750’î de û di salên 1834an de li Mazra’yê serhildanên kurdan derketin û gelek kes hatin kuştin. Di serhildana dawî de fermandarê osmanî Reşîd Mihemed navenda xarpûtê valakir û çend km li dûrî bajêr bi cih bû. Navê vê derê Mazra bû. Li gorî salnameyên bajarê kevin di sedsala 19an de li mazra û der û dorê 70 hezar ermenî jî hebûn. Di sala 1915an de şêfên Îtaat-Terakî Talat Paşa’yê wezîrê 60 navxweyî hate mazra’yê û biryara qira ermeniyan da. Ermenî ji bajêr hatin tasfiyekirin û van salan hejmara bajêr 373 hezar e. Bajêr di sala 1876an de wekî mameretulah ezîz nav guhert û di sala 1871ê de jî bp wîlayet. Li Mazra û navçeyên wê tevgera kurdistanî piştî têkçûyîna împaratoriya osmanî belav bû. Xortên ji vî bajarî ku li Stenbolê dixwendin di van salan de ketin nav rêxistinên hêvî û kurdistan tealî cemiyetî. Di nava sazûmankarê hêvî de ku ew rêxisyin di sala 1912an de hatibû avakirin Tayîp Eliyê Xarpûtî jî hebû. Dîsa bi alîkariya van xortan di sala 1918an de kurdistan tealî cemiyetî li xarpûtê jî şaxekî vedike. Serokê şaxê Xarpûtê Mihemed Cewat Beg e. Li gorî sadiyê paloyî jî cîgirê cemiyetê seîd evdilqadir bû. Hêzn kurd ên serhildêr di bin serokatiya şêx şerîf de roja 21’ê sibatê hatin palo’yê. Fermandarê leşkerî yê 300 şervanî Yado bû. Ji ber alîkariya gelê bajêr hêzên serhildêr di 5’ê sibatê de bê şer ketin bajarê mazra’yê. Leşkerên garnîzona dagirkerên bajêr jî an teslîm bibûn an jî reviya bûn. Miftiyê bajêr Mihemed Efendî ji aliyê Şêx Şerîf ve wekî waliyê bajêr hate destnîşankirin. Şêx Şerîf şikefta xwe li gundê hiseynîkê ku li derveyî mazrayê bû danî. Di 7’ê sibatê de encama sabotejeke cebilxanê de ku li gund diteqe gelek gundî dimirin. Ev bûyer di nava gundî û gel de bû sedema gengeşiyan. Hin kesan di dema teqînê de dest bi talankeriyê kirin. kontrola bajêr ji destê şêx şerîf derdikeve. Hêzên tirk jî ku ji der û dorê teqwiye girtibûn ji meletiyê ber bi mazra’yê ve meşiyan. Li nava bajêr û der û dor çend roj şerê bi xwîn derket. Di encamê de STÊRKA CİWAN hêzên kurdên serhildêr bi şûnde vekişiyan û berê xwe dan çiyan. Yado’yê fermandar tevî hêzên xwe çend sal li van çiyayan man û li dijî dagirkeran şerê gerîla meşand. Şêx Şerîf jî li çiyayên çapaxcurê bi alîkariya xayînan hate girtin. Mazra, di salên 1970an de bibû navendiyek ji bo şoreşgerî û çepgiriyê Piştî ku artêşa tirk kete mazra’yê dest bi komkujiyan kir. Li mazra’yê 400 kurd ji ber ku alîkarî dabûn serhildanan hatin dardekirin. Bi sedan malbat sirgûnî anadolê bûn. Wekî mînak di nava van sirgûnan de malbata nuredîn zaza, birayê wî nazîf û arîf ebas jî hebûn û ew koçî rojavayê welat bibûn. Rewşenbîrên xarpûtê li vê derê jî di nava refên xoybûnê de xebatên xwe meşandin. Yek ji şehîdê mazra’yê yê wê demê jî Mebusê Dêrsimê Hesen Xeyî bû. Xeyrî di salên damezi- randina komarê de alîkariya Kemalîstan kiribû. Dîsa di serhildanan 1925an de ku mazra ketibû destê hêzên şêx şerîf hatibû li şikefta şêx şerîf mabû û ji dêrsimiyan re telgirafên sikûnetê dişandin. Lê piştî serhildanên li Mazra’yê tevî pismamê xwe Cemal Mihemed hatin dardekirin. Hesen xêyrî her çiqas alîkarî bi kemalîstan re kiribe jî piştre xeletiya xwe jiyana xwe da. Li ber kindirê dardekirinê lêborîna xwe ji şehîdên kurdistanê xwest. Rejîma kemalîst piştî tefandina serhildana Şêx Şerîf Mazra’yê ji bo tatbîqkirina siyaseta asîmîlasyonê wekî laboratiwarekê bikaranî. Dibistanên taybet vekir, kolejên emerîkî, fransiz û elmanî ku di dema împaratoriyan de jî vebibûn di van deman de hatibûn girtin. Her wiha rejîmê li mazra’yê ji bo dest dirêjiya Dêrsim’ê û deverêndin jî baregerên leşkerî tespît kir. Li bajêr artêşêk bi cih kir û balafirgehek leşkerî avakir. Mazra, 61 tevî bajarê der û dorê ji aliyê dagirkeran wekî herêma mufetişiya yekem dihate binavkirin. Di van salan de mirovekî bi navê Fexredîn bibû waliyê Mazra’yê û li ser kurdan terorek nijadperest meşandibû. Di sala 1926an de li gora zagona Îskanê ya mecburî ji Dêrsimê bi hezaran kes bi darê zorê li Mazra’yê hatin bi cih kirin. Piştî ku desthilatdariya rejîmê li herêmê hate piştrastkirin zimanê kurdî û orf û adetên kurdan hate qedexe kirin. Ji bo ku li herêmê bandora çand û zimanê kurdî bê şikandin û rêza demokratîk were xerakirin bi hezaran mihacirên ku ji aliyê qefqasan û balkanan anîbûn li Mazra û navçeyên wekî baskîl, Keban û Palo bi cih kirin. bi vî awayî rejîmê dixwest bajêr ji kurdayetiyê bixîne. Dîsa nîşanekî dagirkeran li Mazra’yê zindana vê derê bû. Hem di dema Osmaniyan de hem jî piştî damezirandina komarê ku li Kurdistanê serhildan çêbûn, ku serok û şervan Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN bi dest ketin, li zindana mazra’yê hatin girtin. Mînak, serhildêrên Dêrsimê Seyîd Riza û hevalên wî li mazra’yê hatin dardekirin. Piştî salên 1950 bi şûnde pêla nijadperest û faşîst mazra wekî navend ji xwe re hilbijartin. Serokê faşîstên tirkan Alparslan Turkeş di salên 1960’î de hate mazra’yê û demekê li wê derê ma. Helbet hêzên nijadperest civand û li wê derê bingeha partiya faşîst danî. Di salên 1965an de bi çêkirina bendava kebanê jî koçberiyeke mezin ku mazra’yê hedef girt dest pê kir. Piştî van mazra kete nava bêdengiyekê. Dagirkeran ji bo ku desthilatdariya xwe xurt bikin tedbîrên xwe her ku diçû dişidandin. Navenda bajêr ji aliyê demografya xwe tevlî hev bû. Kurdên sunî û elewî tevîhev diman. Dîsa gelek malbatên tirk di demê xwe de li navçeyên baskil û kebanê hatibûn bicihkirin. Rejîmê di nava van mezheban de bi zanebûn pozberiyên mezin derdixist û dixwest wan berî hev bide. Lê dîsa jî bajêr di salên 1970an de bibû navendiyek ji bo şoreşgerî û çepgiriyê. Di van salan de gelek qadroyên pêşeng yên welatparêz ji Mazra’yê derketin. Yên wekî qadroyên pêşeng di nava wan de damezrînerê PKKê Mazlum Dogan yê Depî, Delîl Dogan û bi dehan qadroyên leheng hebû. Dîsa Salih Kiliç, Şamîl Batmaz, çend şoreşger û welatparêzên Mazra’yê ne. Li ser pêşveçûyînên welatparêz û çepgir terora nijadperest berê xwe da wan. Di vê navberê de partiya faşîst ya tirk jî li navenda bajêr hatibû bi rêxistin. Piştî demekê kolanên mazra’yê bibû sahneya şerekî qirêj. Bi dehan kes ji aliyê faşîstan hatin kuştin. Cuntaya leşkerî ku di Nîsan 2011 sala 1980’yî de pêk hat, li tevahiya kurdistan û li bajarê mazra’yê jî teror meşand. Li bajêr bi sedan welatparêz hatin girtin. Li mazra’yê piştî derbeya generalan 5 zindan hatin vekirin. Zindanên bajêr li ser riya xarpetê li taxa fewzî çakmak bûn. Şoreşger, welatparêzên der û dor ji navçeyan bi mehan, bi salan di van zindanan de hatin girtin. Di encama girtinan de gelek kes hatin kuştin û seqet man. Îro gelê mazrayê ji bo nasnameyek azad pêş de dimeşe Ji sala 1983an bi şûnde ango piştî li kurdistanê şerê çekdarî dest pê kir, dîsa bi sedan kes bûn mêvanên van zindanan. Şerê çekdarî yê sala 1984an li mazra’yê der û dorê gelekî nav da. Bi dehan keç û xortên ji navçeyên mazra’yê tevlî têkoşîna azadiya kurdistanê bûn. Komên gerîlayan li van deran bi cih bûn. Di demeke kin de bi taybetî berê xwe dan hedefên aborî. Gelek tesîsên ku maden ji wan dihate derhatin rûxandin. Rejîmê dît ku li herêmê bi cih bûn hin gundan valakir û bi hin gundiyan jî bi zorê cerdevanî pêşxist. Her wiha di navendên bajêr de jî tedbîr sitan, komele û rojname girtin. Li ser xwendekarên welatparêz ên ku li zanîngeha firatê dixwendin zext, zor û girtin bê sînor hate bi rêve birin. Ji bo binpêkirina xîreta kurdan cînayetên qontrayî hatin birêvebirin. Jiyana mazrayiyan di nava rojên ku li paşerojê ve dimeşîne. Hêvî û baweriya wan wekî rojên azad, dilşad wekî kela xarpûtê kevin û zexm e. Qela Xarpûtê li ser zinarek ku li bajêr dinêre hatiye avakirin. Qeleh 62 di dema Urartuyan de hatiye çêkirin. Di demên dawî de ji aliyê Akkoyunan, karakoyunan û osmaniyan ve hatiye tamîr kirin. qeleh, çar koşeye, ji aliyê xarpûtê ve du derî hatine vekirin. Wekî qela navîn wekî kela derya jî ji du beşan pêk tê. Xaniyên ku ji kelpîçên axê hatine çêkirin heta van salên dawî jî hebûna xwe didomand. Îro jî qela Xarpûtê çend bircên bi îhtişan û çend dîwar ji ber mane. Li herêmê li ser kela xarpûtê gelek efsaneyên ecêp jî tên gotin. Li gorî efsaneyekê di dema avakirina kelê de ji bo çêkirina xercê av têrê nekiriye û ji ber vê yekê şîr hatiye bikaranîn. Ji ber vê sedemê navekî din yê kela xarpûtê kela şîr e. Ji bilî kela xarpûtê li mazra û der û dora wê gelek cih û deverên dîrokî hene. Yek ji wan dêra dayîka meyrem e û ew dêreke suryaniyan e û li ser zinaran hatiye avakirin. Mizgefta mezin di dema artukiyan de hatiye avakirin. Gelek turbe jî hene. Turbeya baba mansur, baba musayê axî û turbeya baba ereb e. Ev turbe li gorî serdema xwe her yek xwediyê mîmarî û neqşên cihêrengin. Mazra ji bilî berhemên dîrokî suka wê û aşpêjiya wê jî navdar e. Mînak, kunefeya ku ji penêr çêdibe tahmeke din dide xwarinên mazra’yê. Sîfirvanî bi serê xwe dewlemendiyê dixe nav suka mazrayê û cihekî xwe yê taybet heye. Îro gelê mazrayê tevî hemû navçeyên xwe ji her demê zêdetir li ser riya azadiyê xwedî baweriye. Di dîrokê de bedela ku da îro bi hêviyên mezin, bi serbilindî hebûna xwe di riya têkoşîna azadî û demokrasiyê de dibîne û bi bawerî ji bo nasnameyek azad pêş de dimeşe. *** STÊRKA CİWAN B İ L İ M & T E K N İ K Karıncaları 'zombileştiren' sinekler İtalyan la Repubblica gazetesinde çıkan habere göre, bu ilginç sinek türü, üzerine konduğu karıncaya iğneye benzer ince bir apendiks yardımıyla yumurtasını bırakıyor. Daha sonra yumurta larvaya dönüşerek karıncanın başına doğru ilerliyor; burada karıncanın beyniyle beslenerek haftalar boyunca yaşamını sürdürüyor ve bu nedenle bir "zombi"ye dönüşen karıncanın, diğer ateş karıncalarının saldırısına uğramasını engellemek için hayvanın kolonisinden 50 metre kadar uzaklaşmasını sağlıyor. En sonunda ise küçük sinek konuk olduğu karıncanın başını parçalayarak dışarı çıkıyor. Bilim adamları, bunun, özellikle ekin tarlalarına büyük zarar verebilen saldırgan karınca türünün çoğalmasını önlemeye yardımcı olabileceğini söylüyor Yönlerini koku sayesinde buluyorlar İtalyan bilim adamları güvercinlerin çok uzak mesafelerden yuvalarına giden yolu kolayca bulmaları üzerine yaptıkları araştırmalarda, güvercinlerin sahip oldukları koku haritasının belirleyici olduğu sonucuna vardılar. BBC Türkçe'nin haberine göre, Deneysel Biyoloji Dergisi'nde (Journal of Experimental Biology) yayınlanan araştırmanın sonuçları, posta güvercini olarak bilinen güvercin türünün koku alma duyusu ile hareket ettiğini ortaya koydu. Araştırmada, doğadaki vahşi güvercin türünün evcilleştirilmiş akrabası olan posta güvercinlerinin, yetiştirildikleri yuvanın kokusunu merkeze alan bir koku haritasına sahip oldukları söylendi. Bu harita sayesinde doğada yönlerini bulup, yuvalarına dönebilen posta güvercinlerinin davranışları araştırma kapsamında yakından incelendi. 40 kilometrelik deney İtalya'nın Pisa şehrinde yetiştirilen posta güvercinlerinin bir kısmının sağ burun deliği, bir kısmın ise sol burun deliği kapatıldı. Pisa'ya 40 kilometre uzaklıkta Cigoli kasabasından serbest bırakılan kuşların uçuş haritaları GPS yöntemiyle izlendi. Araştırma ekibinden doktor Cagliardo, izlenen güvercinlerden sağ burun deliği kapalı olanların yollarını uzatarak ve daha sık durarak yuvalarına döndüklerini belirtti. Güvercinlerin yön bulma güdüsüyle ilgili daha önce yapılan araştırmalarda bu canlı türünün dünyanın manyetik sahasını daha iyi hissettikleri öne sürülmüştü. İtalyan araştırma ekibinin bulguları ise güvercinlerin sağ burun deliklerini kullanarak, kokular yardımıyla yönlerini buldukları sonucunu ortaya çıkardı. Merkür'ün yörüngesine girmeyi deneyecekler Washington - Uzaydaki 6 yıllık yolculuğunda daha önce iki kez yakınından geçerek gezegeni gözleyen ve binlerce fotoğrafını çeken Messenger, bu gece yörüngeye girmeyi başarması durumunda, Merkür'ün yörüngesindeki ilk insan yapımı nesne olacak.Messenger'ın bu görevi başarabilmesi için Güneş'in devasa çekim gücüyle mücadele etmesi gerekecek.Uzay aracı, gezegenin yörüngesine girmeyi başarırsa Merkür'ün yüzeyine 193 kilometre mesafede, etrafında dönecek ve bir yıl boyunca gezegenin tamamını inceleyecek.Denemenin başarısız olması halinde de 446 milyon dolarlık uzay aracının Güneş'in etrafından dönüp kalacağı belirtiliyor. 63 Nîsan 2011 STÊRKA CİWAN :) :) Mizah DEREW Otobosek tijî siyasetmedarên tirk li Mêrdînê ji bo rayan berhev bikin digerin. Dema ku digihêjin Dêrikê şofêr li der û dorên xwe dinêre, darên zeytûnê temaşe dike lewra ji ser hişê xwe diçe û otobos diqulipe. Gundiyek jî li wir mihên xwe diçerîne; dinêre ku otobûs diqulipe, radibe diçe cem otobûsê. Dinêre ku hemû bela wela bûne, difikire û dibêje ‘Bila goştê wan nekeve nav devê gur û kûçikan, ez wan binax bikim dê baştir bibe’ Û hemûyan binax dike... Çend roj derbas dibe, di rojname û televizyonan de qîreqîra wan e, li siyasetmedaran digerin. Û ya dawî pê dihesin ku gundiyekî ew binax kirine. Diçin cem gundiyê ku ew binax kirine, jê dipirsin; -Tê gotin ku te siyasetmedarên me binax kirine gelo rast e? -Wîîî, belê belê. Yaw min dît ku otobûsa wan qulipî min jî ew binax kirin, min got bila nekevin nav devê gur û kûçikan. -Ma hemû miribûn kesê sax di nav wan de tune bû qey? -Yaw hinekan ji wan digot, em sax in em ne mirîne. Lê hûn jî dizanin bê siyasetmedar çawa derewan dikin. Çawa diçirînin! PIŞO ME SİCİLİ TEMİZ EŞEK Dìyarbekir’in ünlü Pışo Mıhemme’si bir gün parkta uyumak için Atatürk heykelinin yanına gelir ve heykele derki senin için bu vatani kurdixini söliler hele ben yatiyam xeyrine ayakabilarima sehip çixasan. Sonra uyur bunu duyan qırıxlar Pışo Mıhemeye bir şaka yapmak isterler ve Atatürk’e teslim edilmiş ayakkabıları çalarlar. Sabah olur bizim Pışo Mıhemme uyanır birde bakar ki ayakkabılar yok döner Atatürk’e derki ula de get bide vatan kurmişsen bi ayakabilarima sehıp çexamadin daxa görende seni adam sanacax de get karşimdan bax hele duri ula mustooooo sahan diyiyem ha zar beni tanimisan hele bax watan kurmiş bi ayakabidi baxamadin da, deyip tokat atar Atatürk’e... Bir gün Batman'lı bir adam eşeğe odun yüklemiş ve yola çıkmış. Eve gidecek mecbur otobandan geçiyor. Yolu, o sırada iki trafik polisi görür durdururlar adam ve eşeğini. Polisler adama, senin eşek radara yakalandı fazla hız yapığından dolayı. Adam şaşırır, nasıl olur eşeğin yaptığı hız ne kadar olabilir ki? Polisler sinirlenirler adama. Polislere karşımı geliyorsun senin eşeğe ceza keseğiz derler. Adam karşı çıkar eşeğe ceza kesemezsiniz. Ne ceza yazıyorsanız buyurun bana kesin der, eşeğin sahibi. polisler şaşırır neden eşeğe değil de sana kesmemizi istiyorsun? Adam cevabı: Benim eşek staj görüyor şu an, yakında trafik polisi olacak, sicili bozulmasını istemiyorum. Nîsan 2011 64