Engelleri Sevgiyle Aşan Bir Adanalı... Ahmet İhsan Çay

Transkript

Engelleri Sevgiyle Aşan Bir Adanalı... Ahmet İhsan Çay
Engelleri Sevgiyle Aşan Bir Adanalı...
Ahmet İhsan Çay
dığını haber veriyordu bu afişler. Bir
19 Mayıs günü, yani tüm gençlerin
atalarından teslim aldıkları bayrağı
sporcu dinamizmi ile taşıdıkları gün,
Adana Hipodromu’nda yapılacaktı
festival...Oraya gittim. Bugüne kadar
bırakın spor yapmayı, siz dışarı çıkmayın denilerek evlere hapsedilmiş
sözde engelli kardeşlerimiz, sözde
engelsiz arkadaşları gibi sportif ya
da folklorik gösteriler yapıyorlardı.
Adeta biz de bu ülkenin, bu kentin
gençleriyiz, bizi de görün diyorlardı.
İşte o güne kadar bu durumu yeterince keşfedememiş biri olarak,
aslında düşünsel engelli olduğumu
farkettim. Ve hemen bu etkinliğin
düzenleyicisini aradım. Karşıma Ahmet İhsan Çay isimli bir doktor çıktı.
Hem doktor hem de ufaktan da olsa
sanayici.
Tam o sıralardı zannederim. Şehrin Bu doktor haykırıyordu... “Engel
bilbordlarında bir afiş görmüştüm. diye bir şey yok... Onu sadece bizler
“Sevgi Engel Tanımaz” diye bir slo- yaratıyoruz. Eğer önlerine biz engel
ganın yanında, “19 Mayıs Engelli koymasak kimse eksik olduğunu farGençlik Festivali” etkinliğin yapıl- kedemez bile...İnsanları seviyorsanız
Hep halime şükrederdim...Allahım
ne şanslıyım ki, vücudumda bir eksiğim yok diye... Bu şükür öylesine
derinden gelirdi ki, sanki ölene kadar
doğduğum gibi yaşayacağımı zannederdim.
Ama bir gün ben de eksik vücutlu
biri haline geldim. Yolda giderken
çat düştüm, pat ayağımı kırdım. Hastane falan derken, koca bir alçı ayakla, hareket edemez halde buldum
kendimi.
İşte o zaman kentimizde “farklı olmakla”, “engellenmek” kelimesinin
neredeyse aynı anlama geldiğini anlayıverdim. Yollar, kaldırımlar, hatta
araçlar veya evler tek ayağı eksik biri
için bir duvardı sanki şehrimizde.
Ben de artık engelliydim.
***
eğer, engel diye bir şey kalmaz. Sevgi engel tanımaz.”
Bu festival bir ilkti... Adana’da bir
ilk... Türkiye’de bir ilk.... Belki de
dünyada bir ilk... Dünyada da bir
ilk olduğunu daha sonraki yıllarda
uluslararası katılımlarla öğrendik
zaten...
İşte ben bu yüzden (takım arkadaşım Zeliha Ertunç ile birlikte) bu
doktoru, Ahmet İhsan Çay’ı anlatacağım sizlere...
Birgün herkesin bir organını kaybedebileceğini anlamamı sağlaması
nedeniyle, düşünce engelli olduğumu hissettiren, binlerce engelliye
de kendilerinin engelli falan olmadığını, sadece engellenen olduğunu gösteren, Adana Kent Konseyi
Engelli Meclisi’nin kurucularından
Ahmet İhsan Çay’ı anlatacağız.
İsterseniz haydi birlikte onun doğduğu yıllara, doğduğu mahalleye
doğru yola çıkalım. Arada bir biz
de araya karışarak öyküsünü kendinden dinleyelim...
AHMET İHSAN ÇAY 05
Taşköprü , Kalekapısı ve Adana(1990)
MUTLULUĞUN BESLEDİĞİ BİR hani şimdi Kızılay Caddesi oldu ya
ÇOCUKLUK
onun üzerinde, hemen birinci sokak
değil ikinci sokaktan sola dönünce,
“Çocukluğum Kalekapısı, Ulu Cami ikinci sıradaki büyük evde doğdum ve
ve Ulus Parkı arasında ki üçgende büyüdüm. Şimdi orası otopark maageçtiği için oraların eski hallerini de lesef.. Çok büyük bir evdi, kalabalık
bilirim. Ulu Cami’ye gelmeden önce, bir aileydik.. Zaten tarif edilirken de
“Büyük Ev” diye
isimlendirilirdi.
Ben ilk torun olarak dünyaya geldim. Bu yüzden
kendimi çok şanslı
bir çocuk olarak görüyorum. Şanslı değilsem bile kendimi
öyle hissediyorum.
Çünkü mutlu bir
çocukluğum, güzel
anılarım var açıkçası. Ayrıca tamamen doğal şartlarda yetiştim. Ailem
o kadar kalabalıktı
06 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
ki, küçüklükten itibaren kalabalığa
çok alıştım. Bu yüzden bugün, yalnızlık pek hoşuma gitmez.”
Ahmet İhsan Çay’ın Kalekapısı dediği yer onun çocukluğunu yaşadığı
yıllarda Adana’nın merkeziydi adeta.
Taşköprü’nün batı ucunda, Abidinpaşa Caddesi’nin kenarında, neredeyse herşeyin satıldığı bir çarşıydı
Kalekapısı... Halk söylerken ağzını
biraz yayvanlaştırır “Kalağpısı” der
geçerdi.
OLMAYAN KALENİN KAPISI
bu kale,Tepebağ Mahallesi’ni çevreler ve Taşköprü’ye bir kapı ile açılırmış. 1831 ile 1842 yılları arasında
Adana’yı işgal eden, Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Halil İbrahim Paşa çekilirken kaleyi de,
kapısını da yıktırmış. Kale de, kapı
da yıkılmasına yıkılmış ama isimler
baki kalmış, bugün bile faaliyetini
sürdüren çarşıya Kalekapısı denile
gelmiş.
Ulus Parkı ise şuan Tarihi Kız Lise-
si binasının yanındaki yeşil alana
verilen isimdi. Ahmet İhsan Çay’ın
çocukluğu döneminde Adanalı’nın
yaşamının içine girmiş bir parktır,
Ulus Parkı... Adana‘nın o zamanki
merkez mahallelerinin Türkocağı,
Ulucami ve Tepebağ olduğunu düşünürseniz, hepsinin göbeğinde kalan,
içinde müzikli eğlencelerin yapıldığı,
semaverle çay ikramlarının yapıldığı,
çay bahçeleri olan nezih bir yerden
bahsettiğimizi anlarsınız.
Ulus Parkı
Biri göğsü açık Venüs olmak üzere
çeşitli heykellerin, havuz ve oturma
alanlarının olduğu entelektüel bir
alandı Ulus Parkı. Eski fotoğraflara
baktığınızda hemen yanındaki Türkocağı Binası’nda (ki şimdi yerinde
Tarım Müdürlüğü bulunmaktadır)
tenis kortunun bile olduğunu görebilirsiniz.
Ulucami’ye gelince; yapımı 1541 yılında tamamlanan 6 asırlık ulu bir
eser. Her iki kapısı, çinileri ve vitrayVilayet Binası ve Türkocağı Bahçesi
Şimdi aklınıza bir soru gelecek ve
kalesi olmayan kentin kale kapısı da
olur muymuş diyeceksiniz. Ama aslında garip gelmesi gereken, Adana
gibi tarih boyunca önemli olmuş bir
kentin kalesinin olmaması. Halbuki
biz, bir zamanlar Adana’nın da bir
kalesi olduğunu biliyoruz. Evliya Çelebi’nin 8 burçlu olduğunu söylediği
AHMET İHSAN ÇAY 07
ları ile bir mimari harika...
Kale kapısı, Ulus Parkı ve Ulucami için, o dönemin Adana’sının en
önemli üç noktası denilebilir. Dolayısıyla Ahmet İhsan Çay’a katılmamak elde değil!.. Adana kent kültürünün, Adana’ya has bir özgürlükle
yeşerdiği bu üçgenin içinde yaşama
başlamak hiç şüphesiz bir şans. Ahmet Bey’de bu şansı en iyi kullanan
Adanalılar’dan biridir...
Adana’ya has bir özgürlükle yeşeren kent kültürü kavramının üzerinde de biraz durmak gerekir diye
düşünüyoruz. Ve bizce bir kenti
güzel yapan, yaşamı sırasındaki
özgürlüklerdir. Herkesin düşündüğünü rahatlıkla söyleyebildiği,
farklılıkların birbiri üzerine baskı
kurmadan kendini ifade edebilmesi, inançların sadece kişiye özgü sınırında kalması o kenti yaşanabilir
kılar. Adana işte böyle bir kenttir.
Köylünün kendi gibi yaşadığı, kentlinin de kentinin tadına vardığı,
sanat ve kültürel çeşitlilik kentidir
Adana... Bir tarafta “Adanalıyık,
Allah’ın adamıyık” misali kendine
özgü küfürleri yaşamın bir parçası
haline getirenler, öbür tarafta dili
beyinlerinin güzelliğini aktaracak
kadar ustaca kullananlar, bir arada
yaşarlar ve iyi anlaşırlar. Bu kent bu
yüzden kabadayı Asfalt Rıza’yı da
yetiştirmiştir, Yaşar Kemali de...
Ahmet İhsan Bey bakın anılarında
bu konuya nasıl değiniyor;
08 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
İnkilap İlkokulu
ADANALIYIK AĞAM
“1949 doğumluyum... Köyde çocuklar
küfrederlerdi ben hiç küfretmezdim.
şaşırırlardı,‘Nasıl Adanalı’ diye. Bir
gün babamın arkadaşları senin oğlun
hiç Adanalı gibi konuşmuyor deyince,
kendi kendime diksiyon çalıştım ve
sonunda Adana diyalekt’i ile konuşmasını becerebildim. (Hemi de Allahına Gadar) Adanalı gibi konuşma
beni hala heyecanlandırır. Adana’nın
sanatçı potansiyeli insana verdiği bu
heyecanın da gizlidir.”
Kentin yarattığı bu heyecan Adanalı-
lar’ın çoğunda güzele karşı bir tutku
da oluşturuyor herhalde. En azından
Ahmet İhsan Çay’ın çocukluğundan
beri güzele karşı tutkulu olduğunu
görüyoruz;
“Benim çocukluğum çok güzel geçti.
İlkokula İnkılap İlk Okulun’da başladım. Birçok öğrenci gibi ben de öğretmenime aşık olmuştum. Mübeccel
Hanım hem çok güzeldi hem de çok
iyi bir öğretmendi. Bana okulu ve
okumayı sevdiren o dur. Gerçi İnkilap İlkokulu da sevilmeyecek bir okul
değildi. O zamanlarda bile sinema
salonu vardı. Belki de Türkiye’nin ilk
çocuk kütüphanesi bizim okuldaydı. Sinema salonunda zaman zaman
filmler izlerdik. Tabiat bilgisi içerikli
belgesellerde, John Wayne filmleride
gösterirlerdi bu salonda.... 3.sınıfta
üzülerek, İsmet İnönü İlkokulu’na
geldim. Çünkü Mahalle değiştirip, o
yıllarda yeni gelişen Reşatbey’e taşınmıştık. İnkılap İlkokulu’nu her zaman
aradım. Daha sonra Adana Koleji’nde
okudum. 1966-1967 yıllarında mezun oldum. Üniversite eğitimimi de
İstanbul’da Çapa Tıp Fakültesi’nde
tamamladım.” Ahmet Bey çocukluğundan ısrarla bahsettiğine göre yaAHMET İHSAN ÇAY 09
şamının daha ilerideki safhalarına gitmeden, biraz çocukluğunun
detaylarına değinelim isterseniz.
Hatırlarsanız kalabalıklar içinde
büyüdüğünü söylemişti Ahmet
İhsan Çay;
Ailemiz o kadar kalabalıktı ki,
kalabalığa çok alıştım, yalnızlık
pek hoşuma gitmez. Çocukluğumdan beri kalabalık mekanlarda, insanların içerisinde oldum.
Ninem, dedem, babaannem, babamın babası hepsi beni çok severlerdi. Doğum sonrası malum
her erkek çocuğun bir fotoğrafı
olur ya, benim de o konseptteki fotoğrafıma bakınca Michelin
Lastikleri’nin alameti farikası
bana bakılarak yapılmış diye düşünürüm. Yani her tarafım boğum boğum, böyle katkat tam bir
tosuncuk. Hem öyle doğmuşum
hem de herkes torun sevgisini ilk
kez bende tattığı için yedirmişler
de yedirmişler. Evimiz eski bir
evdi. Eski Adana evlerinden bir
tanesiydi işte. Ama konak desen
konak değil, ev desen de ev değil.
Konakla ev arası bir şey. Çiftçi olduğumuz için altında buğday ve
pamuk depolarının, üstünde yaşam alanlarının olduğu bir evdi.
Herkesin özel taksisi vardı bizim
özel aracımız ise faytondu. Hiç
unutmam plaka numarası 16 idi.
Çarşıya pazara onunla giderdik.
Bir çocok için büyük keyif tabii.
Nasıl sevmeyeyim çocukluğumu,
sevgi dolu bir aile içinde büyüdüm.
Babaannem Tahire Hanım beni hep
‘cücüğüm’ diye severdi. ‘Cücük’ Adana
dilinde yavru demek. Dedem ise Mehmet Ali Bey. Hep baba tarafında büyüdük, anne tarafıyla ilkokul 3.sınıfa
giderken yakınlaştık.Onlar Reşatbey
de oturuyorlardı. Ama biz Ulucamili’ydik.Evin içerisinde bir kaç aile yaşardık. Bazı Türk filmlerinde, örneğin
Münir Özkul ,Adile Naşit filmlerinde
olur ya; bol çocuklu, her şey bol kepçeli, her an bir olay olan, kalabalık bir
aile, işte bizim ailemiz de öyle bir aileydi.
Aile içinde benim dokunulmazlığım
vardı. Birisi diğerine kızarsa beni kullanırdı. Örneğin; git şunun koynuna
at diye buz verirlerdi elime, bende
gider onların dediklerini yapardım.
Bana ancak‘ay yaramaz’ diye şakadan
kızarlardı.
Kızıldağ yaylasına çıkardık. Kamışlı
Boğazı’nda Asar diye bir yayla var,
bağ bozumunda da bu yaylaya giderdik. Anlayacağınız bir sezonda
iki yayla yapılırdı. İki yayla arasında Annemlerin çıktığı Bürücek yaylasında da 15 gün kalırdım. Yaylaya
çıkmadan önce Zağarlı köyüne gidilir,
köyde eski usul erişteler kesilir. Nişeler, bulgurlar kaynatılır, dövmeler
hazırlanırdı. Dövme tüm buğdaydan
kaynatılarak yapılır ve kemik suyu ile
yapılan pilavı muhteşem olur. Babaannem, yani Tahire Ninem çok hoş,
çok güzel bir insandı.O kadar iyi bir
insandı ki, ihtiyacının iki-üç katı ka-
Kamışlı
dar eşya götürürdü Yaylaya. Çevre
dağ köylerinden yaylaya gelenlerin
bir kısmı ihtiyaçlarını karşılamakta
zorlanırdı. Ninem giderken köyde yaşayan insanlara ayakkabı, elbise gibi
şeyler götürürdü. O Yıllarda yöre dağ
köylerinde yaşayan insanlar çarık dediğimiz araba iç lastiklerinden zımba
kullanılarak yapılmış ayakkabı benzeri şeyler giyerdi. Nasıl giyerlerdi o
zamanlar bilmiyorum. Hiçbir koruyuculuğu olmayan sağlıksız bir şeydi.
Ancak şey diye tarif edebiliyorum. Bu
şeyi giyenlerin ayak tabanlarındaki
deri bu şeyden daha kalındı. Anlayacağınız giymesi de bakması da yürek
acısı bir şeydi. lastik ayakkabıya daha
sonra geçiş oldu.
Köylülere para vermekten çok, böyle
şeylere ihtiyaçları olduğunu bilerek
hazırlık yapardı Tahire Ninem. Mesela köylüler yakmamız için çam geti-
rirler, Tahire Ninem onlara bulgur, un
gibi yiyecekler,giyecekler verirdi. İnanılmaz bir kazan kaynardı, aşhane
gibi herkese ve her yere yiyecek dağıtılırdı.Ulu Cami civarında ki evimizin
adı ‘Büyük Ev’di, kapımız her çalana
açılırdı. Kapının yanında selamlık
için kullanılan bir oda vardı,o odanın mutfağa açılan küçük bir servis
penceresi bulunurdu, gelen her fakir
fukara bu odaya oturur, o pencereye
vurur, yemeğini alır, yer giderdi. Çok
bereketliydi mutfağı o evin. Babaannem Tahire Hanım’ı rahmetle anıyorum.Ondan insanlık adına çok şeyler
öğrendim.
Dedem Mehmet Ali Bey İlkokulu sonradan bitirmiş biriydi. Onu da dışarıdan bitirmişti. Hem Eski Türkçe hem
Yeni Türkçe bilirdi. Din kitaplarını
okurdu,ben ise çocuğumdan beri meraklıyım, sorardım. Tarihi olayları soAHMET İHSAN ÇAY 11
rardım, bana şefkatle evladım bak böyle böyle der anlatırdı. Dinimizi çok yumuşak, çok
güzel, korkutmadan ve sevgiyle izah ederdi.
Anlattıklarında sevgi vardı, hiç ceza kısmı
yoktu.
Kızıldağ yaylasında tam kızılderili çocukları
gibi büyüdüm. Şahin doğada gezdiğinde tüm
kuşlar susar. Gölgesini gördüklerinde onun
yukarıda uçtuğunu hisseder ve hemen pısıverirler. Bizimde köylü şapkalarımız olurdu.
O zamanlar özenirdik. Güneşli havalarda bir
kuş gördük mü, şapkanın gölgesinin kuşun
üstünden geçecek şekilde atardık ki, onu şahinin gölgesi zannetsin ve pıssın. Pısınca da
hemen üzerine atlar yakalardık.
Çok güzel oyuncak kamyonlar yapardım.
Sebze sandıklarının çemberinden kamyon
yayı hazırlar, iki kısa dingili çapraz bağlar, tekerlekleri için de yuvarlak odundan kestiğim
parçaları kullanırdım. O zamanlar yoktu ki
naylon oyuncaklar.Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık.
Her yıl çıkardık Kızıldağ Yaylası’na...”
KARDEŞLER ÇİFTLİĞİ
Aile büyük ama buna rağmen Ahmet İhsan
Bey’in yaşamında kardeşlerinin çok özel bir
yeri var. Özellikle de Nurdan’ın...
“Biz dört kardeşiz, en akıllımız da Nurdan.
Nurdan benim bir küçüğümdür. Çocukken
çok şeker bir kızdı. Evin tek erkek çocuğuolarak yaşadıktan sonra, gelen kızı kıskanmadın
mı diye sorarlar bazen. Aramızda o kadar
çok sevgi vardı ki, kıskançlık yaşanmazdı evimizde.Bir konuda milyoner olursunuz üç beş
milyon lira arada başkasına gitmiş, hiç umurunuzda olmaz, bizler de sevgi milyoneriydik.
12 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
panyolca... Almanya’da Berlin Teknik
Üniversitesi Ziraat Fakültesinde okudu. Ayrıca İstanbulda Ruhi Su’nun
korosunda türkü söylediğini de eklemeliyim.
Küçük kardeşim Caner ise Yıldız Teknik Üniversitesi’nde makina mühendisliği okudu. O da Safiye Ayla’nın
korosunda Türk Sanat Müziği çalıştı.
Çok iyi kardeşlerim var . Bazen problem olabiliyor. Ama bugünün dünyasında yaşam koşullarının getirdiği
olağan şeyler… Genellikle uyum içindeyiz. Biz çay kardeşler mirasla bölünen aile imkanlarının ailelerin gücünü kaybettirdiğinin farkına vardık. Bu
nedenle daha talebelik yıllarımızda
okulları bitirip Adanaya dönüp bir
araya gelerek, ortak bir şirket kuralım
diye birbirimize söz verdik. Çay Çiflik
işte bu sözün ürünüdür. 1987 de yerine getirilmiş bir söz.”
ANNEM VE BABAM
Ben Nurdan’ı çok severdim ve hiç kıskanmadım. Babaannem Tahire Hanım çok iyi bir insan olmasına rağmen, biraz ayırım yapardı. Ataerkil
ailenin erkek çocuğa gösterdiği ilgi
kadar bir ayrım.Onun bir dolabı vardı Nurdan’ı çağırır, git o dolaptan bir
tane muz al derdi. O gittikten sonra
bana, sen de git oradan iki muz al
derdi. O zaman çok üzülürdüm, kardeşime niye böyle yapıyor derdim.
En zekimiz ve okuyabilecek kapasiteye
14 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
sahip olmasına rağmen Nurdan, Adana’nın o şartlarında erken evlendi.
Ama zekasını ailesinin mutluluğu için
kullandı ve çok güzel bir aile kurdu.
Ondan sonra Mehmet Ali ve Caner
dünyaya geldiler. Mehmet Ali benden 7 yaş, Caner ise 10 yaş küçüktür.
Mehmet Ali çok disiplinlive tertipli
bir çocuktu.Yorganın başından girer
ve sabahleyin yatağı hiç bozmadan
aynı yerden çıkardı.Sonra bir de Almanya ya okumaya gitti, bu terti-
be Alman disiplini de katıldı. Ayrıca
Almanya’dan dönünce üstüne üstlük
bir de vejetaryen oldu. Adana gibi
bir yerde, bu kadar kebabın sucuğun
köftenin arasında bir vejetaryensiniz,
bir lokantaya gidiyorsunuz, hiçbir şey
yiyemiyorsunuz, çok zor. Bana göre en
zoru da maç öncesi sucuk ekmekten
mahrum kalmak olmalı. Mehmet Ali
çok beyefendi çok kibar bir çocuktur.
Lisana kabiliyeti çok fazladır, 3 lisan
bilir. Almanca-İngilizce ve biraz da İs-
“Babam Ahmet Refik Çay ile aramda
sadece 20 yaş fark var. Annem Fatma
Mefkure Hanım ile ise; 19 yaş.. Kardeşimle bile aramda 10 yaş olduğunu
düşünürseniz, annemle de babamlada kardeş gibi büyüdüğümü anlarsınız” diye anlatıyor Ahmet İhsan
Çay annesini ve babasını... Ve devam
ediyor;“Bizim bugünkü tesislerimizin
temeli evimizin mutfağında, annem
tarafından atılmıştır. O üretimden
artan sütleri mutfakta süzme yoğurda
çevirir, bizler de 10 metrekarelik dük-
Ahmet İhsan Çay kardeşi Nurdan ile
Mefkure ve Refik Çay
kanımızda satardık. Buna ihtiyacımız
yoktu. Ama yeni bir şeyler yapma heyecanı tüm aileyi sarmıştı ve çok keyifli bir dayanışma örneği yaşandı o
yıllarda... Yan yana oturur ileride kuracağımız tesislerde nelerin olacağını
hayal ederdik. Bugün o hayallerimizi
tek tek gerçekleştirdik. Ama dikkat
edin 1987 diyorum. Aradan çok zaman geçti, güldüğümüz zamanlar da,
ağladığımız zamanlar da oldu, ama
vazgeçmedik.
Vazgeçtiğimiz anın
kaybettiğimiz an olduğunun bilincinde idik”
16 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
BİR YENİ DÜNYA VE
ÜNİVERSİTE
Çay Çiftlik şuan Adana’nın önemli
bir markası. Dolayısıyla ondan daha
uzun bahsedeceğiz, ama öncelikle Ahmet İhsan Bey’in eğitim sürecini anlatıp ondan sonra dönelim
diye düşünüyoruz. Çünkü İstanbul,
kahramanımızın yaşamına bir Yeni
Dünya’nın katılmasına şahit olmuş
bir şehir. İsterseniz öykümüze buradan devam edelim;
“ Yıl 1968... Çapa Tıp Fakültesi’ne
kaydoldum. okula gittiğimiz ilk gün,
Beyazıt Meydanı’nda bir oturma grevi ile karşılaştık. Ben ve hala arkadaşım olan Faruk. Oturanların başında
Deniz Gezmiş var. Celal Doğan da
orada...Biz de oturduk. Ve ondan itibaren içimize 68 kuşağının ruhunu
hissetmeye başladık” şeklinde kısa bir
girişten sonra Ahmet Bey İstanbul yaşantısını şöyle anlatıyor;
O zamanlarda İstanbul’da bir yere
telefon etmek çok büyük problemdi.
Adana ya ise iyice problemdi. Yıldırım
yazdırırsın 3 saat beklersin, inanması
güç bir felaketti.”
Aman durun... Ahmet İhsan Bey İstanbul yaşantısını böyle anlatmaya
başladı ve bu telefon problemi onun
için çok olumlu sonuçlara yol açacak
ama bizce daha sıra oraya gelmedi.
Eğer işe telefondan başlarsak anlatılması gereken bir çok şeyi atlayabiliriz korkusuyla devreye girip, durumu değiştirelim isterseniz;
“İstanbul’da 4 Adanalı talebe ev kiralayarak konut sorunumuzu çözüyorduk. Hemen her yıl yeni bir eve
taşınmak durumunda kaldık. Bir yeri
kiralıyorsun, öğrenciyiz diye bir müddet sonra çıkartıyorlar. Laf aramızda
gençliğin verdiği hareketlilik te biraz
buna sebep oluyordu. Nihayet Caddebostan’da bir ev tuttuk. Tüm apartmanın sahibi Gaziantepli bir beydi.
Ev 36 metrekare idi. Ev o kadar güzeldi ki, mimarı doğaya saygı göstermiş, balkona denk gelen çam ağacını
kesmek yerine, balkonun ortasından
geçirmişti. Orada ders çalışır, güvercinlere yem verirdim. Bir müddet
sonra Gaziantepli Bey geldi ve her zamanki gibi “çıkınız” dedi. Bir yapsatçı
ile anlaştığını, tüm apartmanı tahliye
edeceğini söyledi ve ardından elektrik
ve suyu kesti. Kış ortasında çok zor
günler geçirdik tüm apartman sakinleri olarak. Ama ben şanslı bir kişiyim
dedim ya, o yıl Adana’da bir şey oldu,
pamuğun fiyatı birden bire 3 liradan
10 liraya çıktı. Tüm çiftçilerin eline ve
tabi ki babamınkine de iyi para geçti.
Aile hemen oturduğumuz mahallede
bir ev aldı ve beni rahatlattı. Ev deniz manzaralı, geceleri Prenses adalarının ışıkları kıpır kıpır çok güzel bir
mekan. Şimdi o evde halen annem
oturur.
Günümüzde de iyi sayılır ama bizim
oturduğumuz senelerde Caddebostan çok güzeldi. Arkadaşlarla plajda
sandal kiralar kürek çekerdik. Sahilde Caddebostan Maksim Gazinosu
AHMET İHSAN ÇAY 17
vardı. Yanımıza nevalemizi de alır sandaldan
gazinonun sesini dinler ve eğlenir, dönerdik.
Benim aşağı yukarı bir tiyatro sezonu kadarki zamanım Kenter Tiyatrosu’nda geçti. Kenter
Tiyatrosu’nda çalışan bir ağabeyimizin kız kardeşiyle arkadaşlık ediyordum. O bir yıl gündüzleri okula gidiyor, akşamları tiyatro perde arkasında vakit geçiriyordum. Böylesine önemli bir
tiyatronun perde arkasını yaşamak çok önemli
bir deneyimdi benim için. Meral Taygun ,Yıldız
Kenter, Müşfik Kenter, Şükran Güngör, Kamuran Yüce tüm ağır toplar ile berabersin. Sanırım
o yıl Anton Çehov’un Vanya Dayısı oynuyordu.
Tıp Fakültesi’nde de kitap kolunda çalışıyorum
aynı zamanda. Bir çok yazarla görüşüp, konuşma şansına sahip oldum. Genç bir adam için
inanılmaz ve tam bir sanat ortamı. Bu arada
felsefeye olan merakım iyice artmıştı.”
Aslında Ahmet İhsan Bey’in sanat ve felsefeye
olan ilgisinin Adana’da, önceden bahsettiğimiz
kentsel üçgendeki yaşamının ilk yıllarında
başladığını düşünebiliriz. Belki de ilk tohumlar dedesi Mehmet Ali Bey’in “yumuşak”
diye adlandırdığı öyküleri ile atılmıştı. Ulus
Parkı’ndaki Piknik ve daha sonra taşındıkları
bölgede bulunan Emirgan Aile Çay Bahçeleri’ndeki sanatsal ortamın etkilemediği
Adanalı zaten yok gibidir. Hatta benzer etKenterler
AHMET İHSAN ÇAY 19
kileşimleri Ahmet Bey’in kardeşleri
de almış olmalı ki, önemli korolarda
şarkı söyleme şansını yakalamışlar.
Felsefeye merakının da ortaokulda yeşermeye başladığını tahmin
ediyoruz. Kendisi “Nedenin nedenini dibine kadar, sorgulamayı
adet edinmiştim. Hatta ortaokul son
sınıftayken bir kez ‘acaba kafir mi oldum’ düşüncesine kapılarak ağladığımı
hatırlıyorum” diyerek bizi doğruluyor zaten.
Ama kahramanımız, daha sonra
felsefenin sonsuzluğun içinde süre
giden bir aranış olduğunu benimseyip, kendine soru sormaktan hiç
vazgeçmediğini, kafir olmak yerine bilimin bilgisiyle buluştuğunu
hissedip, üniversite çağında da felsefe ve onun bir sunuş biçimi olan sanata ilgi duyduğunu anlatıyor. Sanatı
izleyici düzeyinde takip etmiş ama
gelişmesinin toplumu da geliştireceği bilgisiyle yaşamının öncelikleri
arasına almış. Kahramanımızın “bir
toplumda sanat üretenler kadar tüketenler de önemlidir. Ancak ikisinin
birlikteliğiyle uygar toplum oluşur”
sözüne katılmamak elde değil diye
düşünüyorum.
***
Artık şu telefonlarda uzun bekleme
meselesine geri dönebiliriz. Ülkenin
kaderiydi o zamanlar. Veya ailesinden uzakta yaşayan gençlerin kadersizliğiydi de diyebiliriz. Yaşamlarının
büyük kısmı telefonların bağlanmasını beklerken postanede veya
ADANA’DA HALK EĞLENCELERİ; EMİRGAN VE PİKNİK
AİLE ÇAY BAHÇELERİ
1950li yıllardan neredeyse 1970lere
kadar, yani televizyonun olmadığı
zamanlar Adanalı ailece eğlenirdi. Maalesef sadece pavyonları ile
anılan Adana’da, aileler sıklıkla eğlence yerlerine giderdi. Bu eğlence
yerinin başında sinemalar ve müzikli çay bahçeleri gelirdi.
O dönemde Adana’da 250 yazlık
sinema olduğunu söylersek, Adana eğlenceleri denildiğinde sadece
pavyon kültürünün anlaşılmasının ne kadar yanlış olduğu ortaya
çıkar.
Ama burada daha çok anlatmak
istediğimiz, ailecek gidilen ve semaver denilen çay pişirme ocaklarından çay içilerek canlı müzik
dinlenilen aile çay bahçeleridir.
Bunların en bilineni Ulus Parkı
içindeki Piknik Aile Çay Bahçesi
ile, o zamanki ismi İstasyon Caddesi olan Atatürk Caddesi üzerindeki Emirgan Aile Çay Bahçesi’dir.
Bu bahçelerden çok önemli sanatçılar geçmiştir. Zeki Mürenden,
Nejat Uygur’dan, Halit Arapoğlu’na, Müslüm Gürses’den Nurinisa Toksöz’e kadar onlarca isim.
Aileler açık havada olan bu bahçelere çoluk , çocuk gider, masalarına gelen semaverden çaylarını
içerek o dönemin önemli sanatçılarını izlerlerdi.
AHMET İHSAN ÇAY 21
ankesörlerin başında geçerdi. Ahmet İhsan Çay da; bu nedenle sık sık
evlerinin civarındaki bir ankesörlü
telefonun önünde vaktini harcamak
zorunda kalıyordu. İşte böyle sıkıcı
bir bekleyişten döndüğü bir sırada, yan komşulardan tanıdığı bir
kız arkadaşı onu sahile eğlenmeye
davet ediyor. Üstelik bir gerekçesi
de bulunmakta. “Banu Alkan bizim
komşumuz. O da şuan sahilde” diye
parlak çekiyor.
Ankesörün başından plaja geçiyorlar. Ahmet İhsan’ın gözü Banu Alkan’ı görmüyor bile. Yaşamında yeni
bir dünya açacak bir kıza, kendi deyimiyle dünya güzeli sayılabilecek bir
kıza takılıp kalıyor.
Daha yazımızın başında açıkça Ahmet İhsan Çay için iki şey yazmıştık
hatırlarsınız; Biri şanslı olduğu,
diğeri ise güzele karşı tutkulu olduğu.
Kıza gözü takılınca güzelliğinden
öylesine etkileniyor ki; Banu Alkan
bile onun dikkatini çekemiyor. Hatta “Eğer Banu Alkan ile ilgilenirsem,
kızın tepkisini alırım” korkusunu
yaşıyor. O kadar şanslı ki bu etkileşim
yaşamına yeni bir dünya katıyor.
Yani Nevcihan Hanımı... Bu arada bilmeyenler için hatırlatalım
isterseniz;Nevcihan, farsça “Yeni
Dünya” demektir... ve kendi söylemi
ile “Beni sosyal hayatın içine iten bu
konuda destekleyen, sosyal sorumluluk projelerinde destek ve ortak olan
yeni dünyam, Nevcihanım’dır” der.
NEVCİHAN HANIM’IN EVLİLİĞİNE KADAR OLAN KISA YAŞAM ÖYKÜSÜ
1954 Adapazarında doğdu. İlk
orta ve lise tahsilini tamamladıktan sonra babası Mehmet kurtoğlunun yakacıktaki maobilya fabrikasında çalışmaya başladı. Boşnak
asıllı olan annesi Mürvet hanımdan gurme olma yolunda el aldı.
Bu yoldaki çalışmaları şu an sanat
ve kültür dergilrinde yazılar yazma noktasına getirdi. Kendi tasarımı olan yemekleriyle de ünlüdür.
AHMET İHSAN ÇAY 23
DOKTOR AHMET İHSAN ÇAY
Ancak o yıllarda genç olanlar bilir...
1970ler idealizmin doruklara çıktığı yıllardı. Gençler sadece ve sadece
topluma hizmet için okurlar, okulu
bitirince de küçük bir kasabada çalışmak üzere kendilerini hazırlarlardı.
Kayseri, Adana gibi büyük kentlerde
bile yeterli doktorun bulunmadığını
düşünürseniz, bahsettiğim idealizm
hekimlik mesleğini seçmiş olanlarda çok daha yüksekti. Bu yüzden
tıp öğrencileri stajlarda özellikle kasabalarda görülebilecek hastalıkları
öğrenmeye çaba sarfeder, kendini
yalnız başına sorunun altından kalkabilmeye hazırlarlardı.
Ahmet İhsan Çay da okulu bitirince
bir sahil kasabasında yalnız başına
doktorluk yapabileceğini planlayarak, stajlarda ona göre eğitim almaya
dikkat etmişti. Doğumlara katılmış,
acil müdahaleleri izlemiş, dikkatini
bulaşıcı hastalıklara yöneltmişti.
Ama yaşamın akışı içinde kendini
Adana’nın kabadayı yetiştirmesi ile
ünlü mahallesi olan, Kocavezir’in bir
köşesine bulmuştu. İsterseniz öykünün devamını Doktor Ahmet İhsan
Çay’dan dinleyelim;
“Okulu bitirdiğimde, bir sahil kasabasında doktorluk yapma hayalleri kurarken, kendimi Adana Sıtma
Eradikasyonu Bölge Başkanı olarak
buldum. Arkasından ise; tam 32 yıl
doktorluk yaptığım mutlu Kocavezir
günleri başladı. Çok mutlu yıllarım
24 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
geçti Kocavezir’de.... Mutlu ve insansı...”
“Aslında tayinim ilk defa Adana Sıtma Eradikasyonu Bölge Başkanı olarak çıkmıştı. Fakat o zamanın siyasi
ortamı beni bu makama oturtmadı.
Bir ara sağlık müdür muavini olarak atadılar. Onu da ben sevmedim.
Çünkü doktorluk yapmak üzere heyecanlıydım. Halbuki müdür yardımcılığı bürokratik bir görevdi. Bu arada
evliliğimiz de gerçekleşmişti, doğruca
askere gittim. Askerden dönüşte de,
ihtisas için Çukurova Tıp Fakültesi
Kulak Burun Boğaz’a girmek üzere girişimlerde bulundum. Kadro 6-8 ay
sonra açılır dediler. Bu zaman içerisinde doktorluk yapacak bir yer aramaya başladım, tam 32 yıl doktorluk
yaptığım mutlu Kocavezir maceram
böyle başladı....”
KOCAVEZİR’İN ROBİNHOOD’U...
Kocavezir Adana’nın önemli mahallelerinden biridir. Kabadayıların mahallesi olarak bilinir. Türkiye’de “Kabadayı” denilince akla önce Adana,
arkasından da Kocavezir gelmelidir.
Muzaffer İzgü’nün kitaplarında “Allahın horozuna kravat taktığım yer”
diye tarif ettiği mekandır Kocavezir.
Muzaffer İzgü’nünkü aslında sosyolojik olarak çok dikkat çekecek bir
tarif.
Adana Kabadayısı mert bir adamdır.
Düşündüğünü direk söyler. Beğenmediğine de horoz gibi diklenir.
AHMET İHSAN ÇAY 25
Fakirle, mazlumla alıp veremediği yoktur bir nevi Robin-Hood olan
Adanalı delikanlının. Zaten haksızlıklara isyan etme uğruna kanun dışına çıkmıştır. Kabadayının gayrimeşruluğu ile, mafyanın gayrimeşruluğu
birbirinden niteliksel olarak ayrılır.
Mafya sadece kendi çıkarı için örgütlenmiş bir suç şebekesiyken, kabadayı
kestiği raconla mahallesinde kendince bir adalet düzeni kurmak peşindedir. Örgüt değil, tektir. Kısacası kabadayılar gerçekten de horozun kravat
takmışıdır.
Ahmet İhsan Çay bir kasabaya gidemedi ama işte böyle bir mahallede
başladı doktorluğa. İdeallerinden taviz vermeden de 32 yıl devam etti orada hizmete. Bakınız bu konuda neler
anlatıyor;
“Kendime muayene açacak yer ararken
Kocavezir’i gördüm. Gece geç saatlere
kadar hayatın devam ettiği , zengin bir
kültürel mozaiğe sahip, fakir bir mahalle Kocavezir. Sebze hali de orada,
bit pazarı da, yani çok hareketli. Bit
pazarının yanındaki Karazincir pasajında, ikinci katta açtım muayenehanemi. Beni çok sevdiler.... Ben de onları
çok sevdim. İnanın halk bana muayene
olmak için ta sokaklara kadar kuyruk
oluyordu.”
Ülkemizdeki tıp faaliyetinin gittikçe
uzmanlaştığı, uzmanlaşmanın da yetmeyip daha küçük parçalara branşlaştığı günümüzde, aslında doktorlar
hastalardan koparılmakta, böylece
sağlığa harcanan para da artmakta.
Bu ifadeyle şunu söylemeye çalışmaktayız; günümüzde kendini sağlığın
sadece küçük bir alanında yetiştiren
doktor (örneğin endokrin, allerji vb.)
hastaları bütünlüklü olarak ele almakta zorlanmakta, birden fazla organında hastalığı olan kişiler ise doktor
doktor dolaşmak zorunda kalmakta.
Halbuki 1970lerin idealist ortamında yetişmiş bir pratisyen hekim, eğer
hastasına sevgiyle yaklaşıyorsa, çok
daha başarılı olabiliyordu. Hiç şüphesiz Ahmet İhsan Çay da bu başarılı
hekimlerden biridir. Bu alanda başarılı olduğu için de uzmanlaşmaktan
vazgeçmiş olduğunu biliyoruz. Kendisi bu vazgeçişi şöyle anlatmakta;
“İlk hastam değildi ama,ikinci veya
üçüncü olandı. Bir akşam vakti muayenehaneyi kapatacağım saat 19:00
gibi bir saatte, anne, baba ve amcaları,
telaş içinde, 13 yaşlarında bir kız çocuğunu getirdiler. Baktım ense sertliği
var. Bu menenjit hastalığını işaret eder.
Aileye hemen hastaneye götürmelisiniz
dedim. Ben bunu der demez, babası
ölecekse de burada ölecek diyerek, çocuğu benim tedavi etmemi istedi. Anlattıklarına göre; Çocuğu hastaneye
götürmüşler, onlarda bu ruh hastasıdır
diye akıl hastalıkları hastanesine sevk
etmiş. Aile de kapmış çocuğu Devlet
Hastanesi Ruh ve Sinir Hastalıkları
bölümüne götürmüş. Anlayacağınız
anlamsız bir sevk zinciri olmuş.Çaresiz
kalarak evlerine giderken,benim muayenehanenin ışığını görüp içeri girmişler.”
AHMET İHSAN ÇAY’IN MUCİZESİ
Ahmet İhsan Çay bakmış ki çaresiz... Büyük bir risk alarak üniversite acil serviste öğrendiği bilgilerle
ve (bugün her nedense kullanılmaz hale getirilen) mucize ilaç penisilinin sayesinde, hastayı hergün
kontrol ederek, çocuğu sağlığına
kavuşturmuş. Üstelik sekelsiz. Aile
ise bunu bir mucize kabul edip,
tüm mahalleye bu mucizeyi(!) duyurmuş. Ve tabiki sonuç muayene
önünde kuyruklar.
Ahmet ihsan Çay yaratığı mucizeyi
hastaya duyduğu sevgiye, aileden
hiç bir şey saklamadan onları tedavisine ortak etmeye ve hiç üşenmeden hastasını defalarca görmeye
borçlu olduğunu ifade edip ekliyor,
“Zaten bundan sonraki tüm hastalarımda da tek yöntemim bu oldu,
hiç bir zaman bilimin dışına çıkmadım”.
Ahmet İhsan Bey bu yöntemle hasta bakınca, mahalleli için kendilerinden biri haline gelmiş. Kendileri için çalışan, kendilerindenbiri...
Yani Ahmet İhsan Çay ile birlikte,
Kocavezir Mahallesi ilk kez kabadayı olmayan bir Robin Hood’a kavuşmuş.Veya şöyle söyleyebiliriz;
Kocavezirliler başka bir kravatlı
Robin Hood’a daha kavuşmuşlar
ama bu kez Robin Hood’ları horoz
değil, güvercinmiş. Kahramanımızın böylesine bir başarıyla süren
doktorluk yaşamının aydın sorumluluğundan kaynaklandığına
eminiz, ancak kendisi “Aydınolmak” kavramına da kişisel biryorum getirerek, bizden biraz olsun ayrılıyor..
AYDIN OLMAK
“Benim aydın insandan anladığım
tarif şudur; ben‘entelektüel’ile‘aydın’ı bir birinden ayırırım. Entelektüel dünya meseleleri hakkında bilgi
sahibi olan,fakat bu bilgisini sadece
kendisi popülaritesi için kullanan
kişidir. Entelektüel olmadan aydın
olunmaz ama entellektüel olmak,
asla aydın olmaya yetmez. Aydın
kendisini yaşadığı toplumdan sorumlu hisseden, bilgisini toplum yararına kullanan kişidir. Ben sadece
aydın olmaya çalışan biriyim, Aydınım demek ukalalık olur. Örneğin
Halet Çambel ve eşi Nail Çakırhan
bir taraftan dünyatarihini değiştirecek arkeolojik kazılar yaparken,
diğer taraftan Karatepe köylülerini
eğiterek, onların kilim-halı dokumacılığını geliştirmelerini sağlayıp,
kooperatif kurmalarına öncülük
etmişler. Onlara okuma, yazma ve
matematik öğretmişler. Kurdukları
koopereatif hala görev yapıp bölgeye kaynak aktarmaktadır. İşte
aydın demek budur. Ben naçizane
henüz aydın değilim. Ama aydın
olma yolunda çaba göstermeye
çalışıyorum.”
HALET ÇAMBEL, NAİL ÇAKIRHAN VE KARATEPE HAKKINDA
Halet Çambel ve merhum Nail Çakırhan karıkoca iki kültür insanı. Halet
Hanım arkeolog ve olimpiyatlarda
ülkemizi temsileden ilk kadın sporcu.
Binicilik ve eskrim ile uğraşıyor. Hayatını hocası Prof. Bosert ile birlikte,
Hitityazıtlarını çözmeye adamış.
Milatdan once 2000 yıllarından itibaren Hititler’in Anadolu’da önemli
bir uygarlık kurdukları biliniyor ama,
bulunan yüzlerce tablete ragmen, Hitit Hiyeroglif yazısı okunamadığından budönem karanlık. Bu yüzden
Anadolu Uygarlığı denilince akla ilk
defamilattan once 5. Yüzyıl civarına
tarihlenen İyon yani Helen Uygarlığı
geliyor.
Bu yüzden Bosert ve Halet Hanım
biri Hitit Alfabesi ile yazılmış iki dilli
birkitabe arıyorlar ve aradıklarını da
Adana’nın Karatepe Bölgesi’nde ortaya çıkardıkları antic sınır kentinde
buluyorlar. Bugün Türkiye’nin ilk açık
hava müzesi olan Karatepe-Aslantaş
bölgesinde bulunan ve Kral Asitavanda’ya ait, hem Fenike alfabesi ile, hem
de Hitit (Luvi) alfabesi ile yazılmış
birkitabe buluyorlar. Fenike alfabesi
bilindiği için, Hitit Hiyeroglifleri de
çözülüyor ve on binlerce Hitityazıtı
okunabilir oluyor. Sonunda anlaşılıyorki Anadolu’nun ilk uygarlığı Helen değil, Hitit’dir.
Nail Çakırhan ise tarihi değiştiren bu
kadının kocası. Nail Çakırhan; buldukları kitabelerin değerinin bilinmesi için, yöre köylülerinin eğitilmesi
gerektiğine inanarak, o sırada okulu
bile olmayan köyde okul açıp, köylüye
öğretmenlik yapıyor. Okuma yazma,
matematik öğretiyor. Dokudukları
kilimleri pazarlayabilmeleri için onlara bir kooperatif kurduruyor.
Aynı zamanda önemli bir şair olan
Nail Çakırhan, bulunan eserleri bedelsiz olarak yerleştirilmelerini yaparak, açık hava müzesinin oluşmasına katkı sağlıyor. Buradan edindiği
tecrübe ile de eğitim almadığı halde
mimarlığı öğreniyor ve Türkiye’ye ilk
kez Ağahan Mimarlık Ödülünü kazandırıyor.
AHMET İHSAN ÇAY 29
BİR GÜN HERKES ENGELLİ OLACAK
Ahmet İhsan Çay “Aydın Olmak” üzerine inandıklarını söyledikten ve arkasından “ben naçizane aydın değilim” diyerek, katılmadığımız
birgörüş ilettikten sonra, zannederiz bize düşen
görev; kendi savımızı doğrulayacak öyküleri sizlerle paylaşmaktan başka birşey değil.
Şimdi burada sizlerden kitapçığımızın girişini
hatırlamanızı rica edeceğiz. Hani belki de dünyada ilk defa yapılan 19 Mayıs Engelli Gençlik
Festivali’nden bahsederek başlamıştık yazımıza...
Ahmet İhsan Bey’in 2003 yılında, Adana Rotary
Kulübü başkanı iken yapmaya başladığı projelerden sadece biriydi bu festival. Ve uluslararası
olması planlanıyordu. 19 Mayıs günü böylesine
önemli bir festivalin yapılmasının altında çok
önemli bir felsefe de yatıyordu;
Bilindiği gibi 19 Mayıs hem gençlik, hem de
spor bayramıdır. İlan edildiği tarihten itibaren
de gençlerin bedensel hareketler yaparak, vücut
güçlerini gösterdikleri etkinliklerle kutlanmıştır. Ancak toplumun bedeninde farklılık olduğu
için, “engelli” diye nitelendirdiği başka bir gençlik gurubu var ki, bu tüm Türkiye’de (hatta dünyanın bir çok yerinde) unutulmuştur. Daha da
kötüsü, unutulmaktan öte, dışlanmıştır.
Ahmet İhsan Çay ve arkadaşlarına göreyse; “engelli” diye isimlendirilen gençlerin aslında bedensel bir engeli yoktur. Sadece çoğunluğa göre
bir takım farklılıkları vardır. Ancak toplum içinde azınlık olmaları nedeniyle, yaşadığımız dünya
dizayn edilirken maalesef göz ardı edilmişlerdir.
Onlar düşünülmeden yapılan bu düzenlemeler,
haliyle bu gençlerin yaşamının önüne engeller
çıkartmıştır. Topluma kolay geldiği için de “Engelli” sıfatı yapıştırılıp, dışlanıvermişler.
AHMET İHSAN ÇAY 31
Ahmet İhsan Çay ve arkadaşları işte bu yüzden etkinlikleri için “Sevgi Engel Tanımaz”
sloganını seçerek yola çıkmışlar. Bir de uyarıda bulunmuşlar; Eğer yaşamı hala belli
bir kesime göre dizayn edersek, şüpheniz
olmasın ki bir gün herkes “Engelli” olabilir.
Çünkü yaşlılık ta da hareketlerimiz oldukça
kısıtlanır.
Açıkçası günümüzde yaş ortalamasının seksenleri bulduğunu düşünürsek ve kaldırım
ile caddelerimizin durumunu hatırlarsak,
uyarılarının da ne kadar haklı olduğunu farkederiz.
19 MAYIS ENGELLİ GENÇLİK FESTİVALİ
“Birincisi 19 Mayıs 2003 tarihinde, Adana
Hipodromu’nda yapılan festival, uluslararası
düzeyde büyük ilgi görünce, devam etti haliyle” diye anlatıyor Ahmet Bey. “Kurmasına
öncülük yaptığım koro, Ali Münif Yeğenağa
ve önemli sanat insanı Toktay Sökmen’in
desteği ile Londra ve Edinburg’da konserler
verip destek aldı ve bu destekler başta Yedi
Pınarlar Engelli Parkı için kaynak oldu” diye
de devam ediyor ve “bu arada yedi Pınar Engelli Parkının Bir Alimünif Yeğenağa projesi olduğunu vurgulayarak kendisini sevgi ile
anıyorum” diyerek duygularını dile getiriyor
Etkinlikler böylesine ses getirmeye başlayınca, festival Sabancı Vakfı’nın ve Dilek Sabancı’nın dikkatini çekmiş . Bu sırada o dönem
Adanada faaliyetini sürdüren Soroptimist
Derneğinin dönem başkanlığını yapan İpek
Kobaner’in de projeye katılarak güç kattığını görüyoruz. İki dönem üst üste Soroptimist derneğinin engelli gençlik festivallerine
önemli katkıları olmuştur.
32 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
Projeye güç katanlar arasında şüphesiz Altınoran Düşünce ve Sanat Platformu da var. O güne kadar yapılan
tüm festivalleri fotoğraflayıp sergileyince, festival Adana Kent Konseyi’nin ve Altınkoza’nın da dikkatini
çekiyor. Bu iki kurumun da başında
olan Fevzi Acevit’in kararıyla (Burada dönemin belediye başkanı Aytaç
Durak’ın hakkını yemeden yazmaya devam etmeliyiz) festival Adana
Kent Konseyi’nin bünyesine alınıyor.
Kent Konseyi yöneticileri festivali sahiplenmekle kalmayıp, festivalin çıkış felsefesini de kendilerine yol haritası yaparak, politikalar üretiyorlar.
Öncelikle eskiden de var olan ama
etkin olmayan Kent Konseyi Engelli Meclisi yeniden yapılandırılarak,
İpek Kobaner ve Ahmet İhsan Çay
Engelli Meclisi yöneticiliğine getiriliyor. Arkasından kentin engelsiz hale
gelmesi için çalışmalar başlatılıyor.
İpek Hanım’ın özel gayretleri ile de
“Engelsiz Mekan” ödülü konarak, hiç
bir engelle karşılaşmadan yaşam alanı haline getirilmiş binaların yapılması teşvik ediliyor.
Ortopedia Hastanesi ile başlayan bu
furya, günümüzde Adana’da bir statü
ölçütü haline gelmiştir. Bugün Adana otobüslerinin hepsinde asansör
olduğunu, bazı kaldırımlarda bile
olsa görme engelli çizgilerinin oluştuğunu, kaldırım yüksekliklerinin
düşürülmeye başlandığını düşünürseniz, Engelli Meclisi’nin çalışmalarının sonucu hakkında fikir edi-
ALTINORAN DÜŞÜNCE VE SA- ADANA KENT KONSEYİ
NAT PLATFORMU
Adana Kent Konseyi fikri, ilk defa
Altınoran; içinde Ahmet ihsan Çay Adana Sanat Konseyi içinden çıkda dahil, onlarca sanatçı, aydın veya tı. Adana’da sanat etkinliklerinin
düşünce insanını barındıran bir ku- sanatçıların bir araya gelmesiyle
ruluştur. Kurulmasına Dr. S.Haluk güçlü bir şekilde yapılabilmesi için
kurulan bu kurulda, sanatçı olmaUygur öncülük yapmıştır.
Platform’un bir manifesto sayılabi- yan ama sanatla ilgili insanları da
kapsayacak bir kuruluş ihtiyacı dulecek ilke ve hedefleri şöyledir:
Altın Oran Düşünce ve Sanat Plat- yuldu.
formu, her sanat dalından sanatçı Bu arada Rio’da Yerel Gündem 21
ve sanatseveri bir araya getiren, bir- programı adında bir sözleşmeye
likte üretip sunumda elbirliği ede- imza atan Türkiye’nin her belediyebilen, kentimizin sanat yaşamının sinde, sivil toplum kuruluşlarının
gelişip güçlenerek bilimsel teme- meydana getireceği bir danışma
le oturması için lobi yapan, sanat kurulu oluşması zorunluluğu doğeğitimi veren, projeler üreten bir muştu.
düşünce ve üretim platformudur. Bu iki durumun çakışması sonucu
Bugüne kadar varolan hiçbir ku- Altınkoza Yönetim Kurulu Başkanı
ruluşun alternatifi değildir; sadece Fevzi Acevit ile Sanat Konseyi Başdüşünce ve üretim ortağı olmayı kanı S.Haluk Uygur’un öncülüğünhedef alan bir oluşumdur. Bu yüz- de Adana Kent Konseyi kuruldu.
den başta resmi kurumlar olmak Günümüzde bu kuruluş yüzlerce
üzere, sanat alanında Adana için STK’yı, 5 meclisi ve çok sayıda platdüşünen herkesle işbirliği yapacak formu içinde barındıran güçlü bir
olan, siyaset üstü bir kurumdur. oluşumdur.
nebilirsiniz. Bu arada Ahmet İhsan
Çay’ın sadece Engelli Meclisi ile kalmayıp, Kent Konseyi Yürütme Kuruluna seçildiğini ve kent politikaları
üzerine proje üretmeye katıldığını
görüyoruz. Kendisi bu görevi “Kent
Senatörü” olmak olarak değerlendirirken, yapılan işe verdiği önemi işaret etmektedir.
19 Mayıs Engelli Gençlik Festivali’ne
gelince; geçen yıl 8. si yapıldı. Ahmet
İhsan Çay; artık uluslararası olan festivalin spor hareketleri bölümünün
engelsiz kabul edilen gençlerle aynı
yerde, yani stadyumda yapılması gerektiği fikrini kabul ettirmeye çalışıyor. “Çünkü onların birbirinden farkı
yok ki” diyor...
AHMET İHSAN ÇAY 33
BENİM BİR RÜYAM VAR
Ahmet İhsan Çay bir proje insanıdır.
Ama onu farklı yapan; projelerini
daha çok kendisi veya ailesinin geleceği için değil, toplumun gelişmesi
için düşünmesidir. Sık sık kullandığı “Eğer toplum kalkınırsa ben zaten
kalkınmış olacağım” görüşü bizce
onu iyi yansıtmaktadır.
Ahmet İhsan Çay için söyleyebileceğimiz başka bir özellik ise; çok iyi
hayal kurmasıdır. Ama unutulmamalıdır ki büyük projeler önce hayal kurularak yaşama geçirilmiştir.
Dolayısıyla o da bir projeye “Benim
bir rüyam var” diyerek başlamıştır
genellikle.
Biz bu kitapçıkta onun rüyalarından
kısa da olsa bahsedeceğiz ama öncelikle hayata geçmesine neden olduğu
bir iki projeyi anlatmalıyız. Gelin bu
projelerden birini kendi anlatımından dinleyelim;
“Müzik farklı coğrafyalardan, farklı kültürlerden ve farklı inançlardan
gelen insanları birleştirici bir role
sahiptir. Farklı kültürlerden olabilirsiniz ama dinlediğiniz aynı müzikten aynıyüce insani duygulara sahip
olursunuz. 2003 yılında, ayrımcılığın doruğa ulaştığı tarihlerde, müziğin birleştirici şemsiyesi altında, tüm
insanları barışa davet etmek için, 5
Rotary Kulübü başkanını da yanıma
alarak (ki bu kulüplerden biri Hatay’daydı)Vakıflı etkinliğini organize
ettik. Bu etkinlik aslında şimdiki Me-
deniyetler Korosu’nun fikirsel ilk halidir.
Vakıflar Köyü 150 kişilik bir Ermeni
köyüdür. Herhalde Türkiye’nin tek
Ermeni köyüdür ve Vakıflılar hiç bir
zaman, hiç bir koşul altında orayı terk
etmemiştir. Barış içinde bir arada yaşamayı başarabilmiş bir gruptur. Biz
Ermeni, Arap ve Türk ezgilerini icra
edecek bir orkestra vasıtasıyla bu köyde ve Antakya’da bir konser vermek
için yola çıktık. Amacımız; Türk-Ermeni dostluğunu geliştirmek ve insanların kardeşçe yaşadığı bu bölgenin
varlığını dünyaya duyurmaktı.Çukurova ve çevresindeki Rotary derneklerinin desteğiyle 28 Eylül 2003’de,
Çukurova Senfoni Orkestrası’nın çalacağı iki konser düzenlendi...
Konserlerden birincisi öğle saatlerinde Vakıflı Köyü’nün küçük kilisesinde,diğeri akşam Antakya’nın 1500 kişilik açık hava amfisinde olmak üzere
yapılmıştır. Antakya Belediye Başkanı
ile Ermeni Patriği II.Mesrop bu etkinliği desteklemişlerdir.
Konserin en büyük özelliği Türk ve
Ermeni sanatçıların buluşması olmuştur. Erivan’dan gelen Hasmik Avdalyan, Ulvi Cemal Erkin’in keman
konçertosunu, Hakan Şensoy ise Ermeni besteci Haçaduryan’ın keman
konçertosunu seslendirmişlerdir. Bayağı yankı buldu yurt dışından ve
yurt içinden. Belki de Medeniyetler
Korosu düşüncesini uyandıran biz olduk. Çünkü bizden sonra kuruldular.
Daha sonra bayağı güzel dostluklar,
güzel ilişkiler gelişti”
Görülmektedir ki bu proje; farklı kültürlere, farklı inançlara sahip insanların müziğin birleştirici çatısı altında bir araya getirilebileceği rüyasının
yaşama geçmiş halidir. Sonucu da
zannederiz Medeniyetler Korosu’dur.
Aslında Ahmet İhsan Çay’ın müzikle
ilgili o kadar çok rüyası var ki;
“Bir kültür Vadisi düşünüyorum. Sadece konser veya sergi salonu değil,
düşündüğüm bu vadi. Opera binasının ayrı, konser salonunun ayrı, tiyatro salonunun ayrı olduğu; özellikle
çocukları cezbeden, kültüre yönelten,
MEDENİYETLER KOROSU
2007 yılında Antakya’dan start
alması nedeniyle oluşturulmuş
2008 yılında dernekleşmiştir. Antakya’da yaşayan üç semavi dine
mensup kişilerden oluşmaktadır.
Koro içinde rahipler, imamlar,
rahibeler, kuyumcular, öğretmenler, öğrenciler, emekliler ve
serbest meslek gruplarından kişiler bulunmaktadır.
Antakya’nın hatta Türkiye’nin
tanıtımına katkı sağlamayı, halen var olan birtakım güzellikleri
herkesle paylaşıp, onlara yeni bir
ufuk açıp, insanlığı doğruya ve
güzelliğe çekip, medeniyetler arasında köprü oluşturarak evrensel
bir dil olan müzikle bir arada tutmayı hedeflemiştir.
aktivite merkezlerinin, bilgisayar donanımlı alanların bulunduğu; icranın
yanında eğitim merkezlerinin de yer
aldığı bir vadi. Senfoni orada olacaksa, Devlet Konservatuarı da yanında
olmalı. Hem büyüklerinin yanında
yetişmeliler, hem de iş sahibi olabilmeliler. Eğitim sadece müzik insanı olacaklara değil, tüm çocuklara verilmeli, okullar haftada bir gün buralardaki
interaktif eğitim merkezlerinde sanat
kültürü almak üzere derse gelmeliler.
Sergi salonlarında “Mona Lisa niye
güzel?” uygulamalı öğrenmeliler. Bilmeliler ki Mona Lisa; Da Vinci yaptığı için değil, onun devrim sayılacak
bir yeniliği ilk kez bu tabloda denediği
için güzel.”
Biz biliyoruz ki Ahmet Bey bu rüyayı
hayata geçirmek için de çok çaba sarf
etti. Hatta konser salonunu tamamen
sivil inisiyatifle yapma sözü verdiği halde, yer tahsis ettiremediği için
proje hayata geçmedi. Belki o zaman
yer gösterilseydi, bugün Çukurova
Devlet Senfoni Orkestrası’nın bir
konser salonu olacaktı. Kendisi “Sevgili Sefa Özler ile bu salon hayalini
birlikte gördük. Onunda bu konuda
çok çabaları oldu ve hala olmaktadır”
diyerek hüzünlü bir bakış attı.
Ahmet İhsan Çay’ın hayata geçirdiği başka bir proje de; Hitit hiyeroglif
alfabesinin çözülmesine neden olan
iki dilli yazıtı bularak, dünya tarihini değiştirdiğine inandığımız Halet
Çambel’in belgesel filmini yaptırmasıdır. Arkadaşı Zülfikar Tümer
AHMET İHSAN ÇAY 35
KARA KUVVETLERİNE
SERENAT
Ahmet İhsan Çay 2003 yılında
Kara Kuvvetlerinin 2012 kuruluş yıl dönümü kutlamaları için
o zamanlar Bilkent üniversitesi
senfoni orkestrası şefi olan Emil
Tabakov’ a bir piyano konçertosu
sipariş vermişti. Sponsorluğunu
Adana Rotary Kulübü’nün yaptığı bu konçerto, o dönemin Ç.Ü.
Rektörü Yalçın Kekeç’in de büyük destekleriyle, Ç.Ü. açık amfide dünyada ilk kez Emil Tabakov
şefliğinde,
Çukurova Senfoni
Orkestrası eşliğinde, Gülsin Onay
tarafından seslendirildi. Açılış
konuşmasında Ahmet İhsan Çay
“ Bu konçerto Adanalılar’ın Kara
Kuvvetlerimiz’e olan bir seranatıdır” diye seslendi.
ADANA ROTARY KULÜBÜ
ULUSLARARSI FOTOĞRAF
YARIŞMASI
2003 yılında, Ahmet İhsan Çay
Adana Rotary Kulübü Başkanıyken başlayan uluslararası fotoğraf
yarışması aradan geçen 10 yıl içerisinde Türkiye’nin hatta dünyanın önemli sanat etkinliklerinden
biri haline gelmiş, Adana’nın tanıtımında çok önemli roller üstlenmiştir.
36 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
(Söylediğine göre proje o olmadan
gerçekleşemezdi. Ayrıca o dönem
Adana Rotary kulubü üyelerinin
katkıları unutulamaz.) ile birlikte
yaptırdıkları “Toroslar’da Bir Kraliçe;
Halet Çambel” isimli belgesel, Karatepe kapalı müze alanının bitimiyle
birlikte tamamlanarak, Karatepe’ye
gelen misafirlere gösterilmeye başlanmıştır. Kısaca söylemek gerekirse
Ahmet İhsan Çay’da ne rüya biter ne
de proje. Bunlar arasında Kapalı Çarşı ve Bedesten’in düzenlenmesini,
yeni kent meydanları oluşturulmasını, engelli rehabilitasyon merkezi yapılandırılmasını sayabiliriz. Ama biz
yer sıkıntısı nedeniyle rüyaların anlatımını burada kesmek zorundayız.
Buna rağmen kendisi ve ailesi için
yaşama geçirdiği bir rüyadan bahsetmeden de geçmemek lazım;
“Tüm ailenin bir araya gelerek oluşturacakları bir çiftlik ve ona dayanan
sanayi...”
ÇAY ÇİFTLİK RÜYASI
“Adana tarım toprağı zenginliği bakımından Türkiye’nin hatta dünyanın
en verimli alanıdır. Ama maalesef
doğru bir veraset kanunumuzun olmaması nedeniyle, topraklar bölüne
bölüne verimli üretim yapılamayacak
hale geldi. Bu yüzden biz kardeşlerimizle bunu engelleyecek ama hiç kimsenin de hakkını yemeyecek bir rüya
kurduk. Çay Çiflik Rüyası...
Baba ve Annemizden devraldığımız
toprakları bölüşmeyecek, daha artıracaktık. Annemin özverisiyle yürütülen hayvancılık ve ev ekonomisi
düzeyindeki sütçülük işini bir sanayiye dönüştürecektik. Okullar bitecek,
hepimiz Adana’da bir araya gelip rüyamızı gerçekleştirecektik.
1987 de hepimiz okulu bitirince Çay
Çiftlik’i kurduk. Ateşok Apartmanı’nın arkasında 10 m2 lik bir dükkan açarak başladık işe... O zamanlar kırk tane ineğimiz vardı.Annem
babam bizleri çok desteklediler.Şu an
700 adet ineğimiz var. O zamanlar
küçük bir imalathaneydik, şimdi 2000
m2 lik kapalı alanı ve 2500m2 ek için
planladığımız bir projemiz var. O
zamanlar 350 dönüm bir bahçemiz
vardı. Şimdi 845 dönüm bahçe var.
Biz birlikten doğan gücü aldık. Bunu
anlatmamın nedeni övünmek değil...
Biz bunu biraz da örnek olmak içinde
yaptık. Şöyle ki; 63 kişi çalışıyor bizde... Süt bölümü,narenciye ve hayvancılık bölümü olarak üç ayrı sektörde hizmet veriyoruz. Üstelik aramızda
iş bölümü yaparak bölünmeden, gücümüzü birleştirerek yapıyoruz bunu.
Süt grubunu ben yönetiyorum, narenciye grubunu Mehmet Ali, hayvancılık
grubunu ise Caner...Birbirimizin işine
karışmıyoruz ama kazancımız ortak.
Bunu simgelemek için çiftliğe üç adet
çınar diktik. Birinin adı Ahmet, diğerleri de M.Ali ve Caner... Çınarlar sonsuza kadar yaşarlar, biz de birlikteliğimizi çocuklarımızla devam ettirmek
istiyoruz. Zaten benim kızlarım Duru
Eylül Çay Kuzucu
AHMET İHSAN ÇAY 37
ve Eylül bizde çalışmaya başladılar ve
yakında onların da çınarları dikilecek.
Caner’in oğlu Refik, bu yüzden Gıda
Mühendisliği okuyor. Mehmet Ali’nin
oğlu ise Sistem Mühendisi oldu, İstanbul’da iyi bir işi var, kandırmaya çalışıyoruz, bize gelsin diye. Her işe başlayan aile ferdi için bir çınar… Umarım
bir gün bir çınar ormanımız olur. Bu
gördüğüm en pembe rüya olur sanırım.”
Ahmet İhsan Bey Çay Çiftlik Rüyası’nı işte böyle anlatıyor... Geldikleri
yol uzun ama sözler kısaca... Aynı yaşam gibi...
ENGELSİZ DEMOKRASİ
1995 yılında Stockholm’daydım. Trafik lambalarının yanından geçer iken
“çat, çat” diye bir sesin geldiğini farketmiştim. Kırmızı yanarken yavaş
yavaş “çat” diyor, yeşil yanarken hızlı
hızlı “çat, çat”.
Şaşırmış sormuştum... “Nedir bu?”
diye. Bu kez İsveçli şaşırmıştı; “Körler
nasıl karşıya geçecek?”. O an “Demek
ki İsveç’te çok kör var” diye düşünüp,
test etmek istemiştim. Bir trafik levhasının başında tam bir gün bekledim
ama bir tane bile köre rastlamadım.
Haliyle İsveçli’ye yeniden sordum...
“Yahu bir tek kör bile geçmedi. Ne gerek var bu kadar çabaya?”...
İsveçli’nin şaşkınlığı iyice artmıştı...
“Ya o bir kişi bu kavşağa gelirse ne
olacak?”
Anladım ki kent sadece çoğunluğun
refahı için değil, herkesin birlikte yaşayabileceği şekilde düzenlenmeli.
Böylece insanlar arasındaki farklar
ortadan kalkıp, çatışmalar yok oluyor.
Barış geliyor. Demek ki demokrasi sadece hukuksal bir şey değil, yaşamın
ta kendisi. Kanunlarımızın demokrasiden bahsetmesi yeterli değil, siz
kentinizi bazılarının dolaşamayacağı
şekilde düzenliyorsanız, onlara yaşam hakkı tanımıyorsunuz demektir.
Dolayısıyla kanunlarınızda bulunan
demokrasi kavramı bir sözcük olmaktan ileri gidemez.
Demokrasi tamamen engelsiz olmalıdır.
***
Aradan bir kaç yıl geçti ve Adana Hipodromu’nda bir doktor, türbünleri
doldurmuş kalabalığa bir konuşma
yapıyordu. Büyük tesadüf ki; neredeyse bire bir yukarı paragrafta yazan
cümleleri kuruyor ve arkasından ekliyordu;
“Sevgi Engel Tanımaz”
Ogün çok etkilenmiştim. Protokolde
oturan kent yöneticilerine baktım,
yüz ifadelerinde benim Stockholm’de
yaşadığım şaşkınlığa benzer bir şeyler gördüm. Konuşmacı bugüne kadar yapıldığı gibi, engelliler için özel
düzenlenmiş alanlar istemiyordu. O
tüm yaşamın, tüm farklılıkları ortadan kaldıracak şekilde düzenlenmesi
gerektiğinden bahsediyordu;
“Birlikte yaşamanın engeli yoktur”
diye haykıran bu doktor, tahmin edeceğiniz gibi Ahmet İhsan Çay’dı... Bizim Adana’ya güç verdiğine inandığımız kahramanımız Ahmet İhsan Çay.
AHMET İHSAN ÇAY 39
Zeliha ERTUNÇ
1966 Malatya doğumludur. İskenderun Demir-Çelik Lisesi ve Selçuk
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Biyoloji bölümünden mezun oldu.
12 yıl kadar GlaxoSmihtKlıne’da çalıştıktan sonra Türk Kızılay’ında Kan
Bağışçısı Kazanım Planlama Uzmanı
olarak çalışmaya başladı.
Fotoğrafa 2008 yılında AFAD’da başlayıp yolu Sevgili Hocası S. Haluk
Uygur’la kesişti. 2009 yılında Haluk
Uygur’un Paylaşım Atölyesini tamamladı. Işıkla Yazılan Öyküler, Elle
Boyama, Engelli Kim? ve Ön Yargı
adlı sergilerde fotoğraflarıyla yer aldı.
S. Haluk Uygur ile beraber “Denize
İki Yıldız Daha Attık!..” adlı projede
çalıştı. Altınoran Düşünce ve Sanat
Platformu’nun kurucuları arasında
yer almaktan gurur duymaktadır.
“Yaşam biçimimiz, bakış açımız bizi
ele verir. Önemli olan nereden ya da
hangi açıdan baktığınız değil, baktığımızı iyi görüp görmediğimizdir”
der. İyi görmeye çalışan biri olarak
hayatı fotoğraflamaya çalışmaktadır.
Bu kitap Seyhan Rotary Kulübü’nün ve Güney Rotary Kulübü’nün katkılarıyla basılmıştır.

Benzer belgeler