İncele
Transkript
İncele
EYLÜL ’10 SİCİL SİCİL MESS Ad›na Sahibi Tu€rul KUDATGOB‹L‹K MESS Yönetim Kurulu Başkan› Yaz› ‹şleri Müdürü Av. ‹smet S‹PAH‹ MESS Genel Sekreteri Eylül ’10 • Yıl 5 • Sayı 19 B‹REYSEL ‹Ş HUKUKU İş Sağlığı ve Güvenliği Gelişmelerine Eleştirel Bir Yaklaşım .................................................. 5 Prof. Dr. Tankut CENTEL İş Güvencesi Hükümleri Çerçevesinde Süresinde İşverene Başvuruda Bulunup Yay›n Yönetmeni Av. Mesut ULUSOY Davet Edildiğinde İşe Başlamayan İşçinin Davranışına Bağlanan Hukuki Sonuçlar ........ 12 Yay›n Kurulu Av. Ahmet BÖLÜKBAŞI Av. Erten CILGA Av. ‹lhan DOĞAN Av. Ender KIZILRAY Av. Şeyda AKTEK‹N Av. Na€me HOZAR Av. Vahap ÜNLÜ Av. Selçuk KOCABIYIK Av. Uygar BOSTANCI Av. Murat BATUR Eğitim Giderleri Karşılığı Cezai Şart ve İş Akdinin Feshi ...................................................... 28 Bask› Hanlar Matbaac›l›k San. ve Tic. Ltd. Şti. Yeşilce Mah. Aytekin Sok. No. 16 Ka€›thane ‹stanbul Yay›n Türü Yerel süreli yay›n. MESS’in üç ayl›k yay›n organ›d›r. ISSN 1306-6153 Bask› Tarihi 27 Eylül 2010 Prof. Dr. Ünal NARMANLIOĞLU Doç. Dr. Mustafa ALP İşyeri Hekiminin Tam Gün Çalışma Zorunluluğu Nedeniyle Çalışma Koşullarının Değişmesi ........................................................................................... 41 Doç. Dr. Aydın BAŞBUĞ İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı Taslağı’nın Değerlendirilmesi .............................. 48 Doç. Dr. Fuat BAYRAM KARAR ‹NCELEMELER‹ İş Sözleşmesinin Bağımlılık Unsuru ...................................................................................... 63 Prof. Dr. Haluk Hadi SÜMER İşverenin İşçisini Başka Bir İşyerine Nakil Yetkisini İş Sözleşmesiyle Saklı Tutmasına İlişkin Yargıtay Kararı İncelemesi ..................................................................... 74 Dr. Ertan İREN TOPLU ‹Ş HUKUKU İşveren ve İşkolu Değişikliğinin Yetki Süreci ve Toplu İş Sözleşmesine Etkisi .......................... 88 Prof. Dr. Erol AKI Toplu İş Sözleşmesinden Yararlanma ................................................................................ 100 Av. İlhan DOĞAN KARAR ‹NCELEMES‹ Türkiye Metal Sanayicileri Sendikas› Abidei Hürriyet Cad. Mecidiyeköy Yolu No. 268, MESS, 34381 Şişli ‹stanbul Yetki Tespitine İtiraz Dilekçesinin İlgili İdari Mercilere Kaydettirilmesi ............................. 106 Av. Selçuk KOCABIYIK SOSYAL GÜVENL‹K HUKUKU Sosyal Sigorta Prim Borçlarının Tahsilinde Zamanaşımı ................................................ 114 Tel: 212 232 01 04 Faks: 212 241 76 19 e-posta: [email protected] Zehra AYAN www.mess.org.tr Ercan TURAN Görüşler yazarlara aittir. Kaynak gösterilerek al›nt› yap›labilir. 5510 Sayılı Yasa’nın 56/son Maddesindeki Düzenlemenin, Anayasal Eşitlik ve Özel Yaşama Saygı İlkeleri Yönünden Değerlendirilmesi .................... 125 Kısmi Süreli Çalışanların Eksik Günlerine İlişkin GSS Primleri ......................................... 134 Dr. Özkan BİLGİLİ EYLÜL ’10 SİCİL KARAR ‹NCELEMES‹ 5510 Sayılı Kanun’un Yürürlük Tarihinden Önceki Dönemde Doğum Yapan Kadın Sigortalılar (4A) da Doğum Borçlanması Yapabilirler ................... 159 Prof. Dr. Kadir ARICI MAL‹ HUKUK Ücretlerin Vergilendirilmesi ve 6009 Sayılı Kanun’la Bu Konuda Yapılan Düzenlemenin Değerlendirilmesi ..................................................................................... 169 Doç. Dr. Adnan GERÇEK Sendikalar İçin Mal Bildirimi Uygulaması ....................................................................... 176 Av. Aylin AYDOĞMUŞ ÇALIŞMA CEZA HUKUKU Alt İşverenlerin İdari Para Cezalarından Asıl İşverenlerin Sorumluluğu ........................... 179 Prof. Dr. Nüvit GEREK AVRUPA B‹RL‹Ğ‹ HUKUKU AB’de Bir Kısa Çalışma Değerlendirmesi .......................................................................... 184 Av. Ahmet N. BÖLÜKBAŞI KARAR ‹NCELEMESİ Toplu İşçi Çıkarmaya İlişkin ATAD Kararı ve 98/59/EC Sayılı AB Yönergesi Hükümlerinin Yorumu ..................................................................................................... 188 Av. Nağme N. HOZAR EYLÜL’10 SİCİL Yargı Kararları Gözardı Edilmemeli! Endüstri ilişkileri gündemi hareketli olduğu kadar tartışmalarla da dolu. Gündemi hareketli kılan en önemli değişiklik ise 6009 sayılı Kanun’la ilgili. Bilindiği üzere, 1 Ağustos 2010 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 6009 sayılı Kanun ile İş Kanunu’nda değişiklik yapıldı. İş Kanunu’nun 2. maddesine yeni bir fıkra eklenerek; İş Kanunu’nun uygulanması bakımından; işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı, ortak sağlık ve güvenlik birimi ile eğitim kurumunun neleri ifade ettiğine dair hüküm getirildi. Aynı Kanun’la İş Kanunu’nun 81. maddesinin üçüncü fıkrası yürürlükten kaldırılarak, ikinci fıkradan sonra gelmek üzere iki fıkra eklendi. İlk fıkra, Danıştay Kararlarından sonra adeta işlemez hale gelen, İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri ile Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmelik hükümlerinin yerine yeni bir yönetmeliğin çıkarılmasını öngörüyor. Fıkrada dikkat çekici olan ve olumlu olarak nitelendirilebilecek husus, eski düzenlemeden farklı olarak söz konusu Yönetmeliğin “tarafların” görüşü alınarak Bakanlıkça düzenleneceği yönündeki düzenleme. Bilindiği üzere, bahsi geçen Yönetmeliğin bir kısım hükümlerinin yürütmesinin Danıştay kararları ile durdurulması sonucunda iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerinin yürütülmesi konusundaki büyük belirsizlik halen devam ediyor ve işyeri hekimi ile iş güvenliği uzmanı istihdamında sorunlarla karşılaşılıyor. İlgili maddenin ikinci fıkrasına göre ise işyeri hekimlerinin, işyeri sağlık ve güvenlik birimleri ile ortak sağlık ve güvenlik birimlerinde görevlendirilmeleri ve hizmet verilen işyerlerinde çalışan işçilerle sınırlı olmak üzere görevlerini yerine getirmeleri hususunda diğer kanunların kısıtlayıcı hükümleri uygulanmayacak. 6009 sayılı Kanun ile yapılan bir diğer değişiklik ise Gelir Vergisi Kanunu’nda. Ne var ki söz konusu yeni düzenleme, tartışmalara açık. Şöyle ki; Gelir Vergisi Kanunu’nun 103. maddesinde yer alan vergi tarifesindeki “… fazlası % 35 oranında …” ibaresinin, “ücret gelirleri” yönünden iptali için Anayasa Mahkemesi’nde açılan davada; Mahkeme, 8 Ocak 2010 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Kararı’yla söz konusu düzenlemeyi, “...Anayasa, ücreti, diğer gelirlerden farklı olarak özel şekilde düzenlemiş, bu düzenlemede ücretin özellikli ve ayrık durumunu gözeterek, Devlet’e “adaletli bir ücret” için tedbir alma görevi vermek suretiyle koruma altına almıştır. Anayasa’nın 73. maddesindeki “mali güç” ilkesi ile 55. maddesindeki “adaletli bir ücret elde etme” ilkesi bir arada değerlendirildiğinde, ücret gelirlerinin ücret dışında elde edilen gelirler ile aynı oranda vergiye tabi tutulması ve hiçbir önlem alınmadan ücrette azalmaya neden olacak şekilde yükseltilmesi, “adalet” ilkesini de zedeler.” gerekçesiyle iptal etmişti. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına uygun bir düzenleme çıkarılması beklenirken, yapılan düzenlemede ücretlilere uygulanan % 35 vergi oranının ortadan kaldırılması yerine, sadece son iki dilimde yer alan tutarların artırılması yoluna gidilmiştir. Halbuki, Anayasa Mahkemesi, iptal kararında vergi tarifesi dilim tutarlarından değil, vergi tarifesi oranlarından bahsetmiş ve son dilime uygulanan vergi oranını iptal etmiştir. Sözün özü, yapılan düzenleme, Anayasa Mahkemesi Kararı’nın gerekçesini karşılamaktan uzak kalmıştır. İş sağlığı ve güvenliği gelişmelerine eleştirel bir yaklaşım, eğitim giderleri karşılığı cezai şart ve iş akdinin feshi, alt işverenlerin idari para cezalarından asıl işverenlerin sorumluluğu, işveren ve işkolu değişikliğinin yetki süreci ve toplu iş sözleşmesine etkisi, ücretlerin vergilendirilmesi ve 6009 sayılı Kanun’la bu konuda yapılan düzenlemenin değerlendirilmesi dergimizin 19. sayısında değerlendirilen konu başlıklarından bazıları. Gündemi takip eden makaleler ve karar incelemelerinin yer aldığı dergimizi siz değerli okuyucularımızın bilgilerine sunarız. Saygılarımla, Av. İsmet Sipahi EYLÜL ’10 SİCİL Prof. Dr. Tankut CENTEL Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi İş Sağlığı ve Güvenliği Gelişmelerine Eleştirel Bir Yaklaşım I. Giriş 6009 sayılı Yasa’nın İş Kanunu’nun 81 inci maddesinde yaptığı son değişiklik ile bu maddenin daha önceki metnine dayanılarak çıkarılmış bulunan “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri İle Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmelik”in bazı hükümleri için Danıştay Onuncu Daire’nin son dönemde verdiği yürütmenin durdurulması kararları, dikkatleri yeniden iş sağlığı ve güvenliği hizmetleri alanında toplamıştır. Diğer yandan, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı; Temmuz 2010 tarihi itibariyle, yeni bir “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı” taslağını hazırlamış ve bunu sosyal tarafların görüşüne sunmuştur1. İş sağlığı ve güvenliği alanında yaşanan tüm bu gelişmeler, belli bir sürecin sonunda gelinen son noktayı göstermektedir. Buraya “nasıl ve neden gelindi” sorularının yanıtı ise, büyük ölçüde, İş Kanunu’nun 81 ile 82 nci maddelerinde geçirilen değişikliklerin içeriğinin ve bu süreci yaratan etkenlerin araştırılıp ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bu nedenle, aşağıda ilkin, söz konusu yasal değişikliklerin kapsamı ve daha sonra da, ortaya çıkan sürecin gelişme eğilimleri üzerinde durulacaktır. II. 4857 Sayılı İş Kanunu’nun Başlangıçtaki Yaklaşımı 4857 sayılı İş Kanunu, 10 Haziran 2003 tarihli Resmi Gazete’deki2 ilk metninde, “iş sağlığı ve güvenliği hizmetleri”nden hiç söz etmeksizin, “işyeri hekimleri” (m. 81) ile “iş güvenliği ile görevli mühendis veya teknik elemanlar” (m. 82) hakkında düzenlemeler kabul etmiştir. Ayrıca, her iki madde; uygulama esaslarının belirlenmesi amacıyla, birer yönetmelik çıkarılmasını öngörmüştür. Bu bağlamda, İş K. m. 81 hükmüne dayanılarak “İşyeri Sağlık Birimleri ve İşyeri Hekimlerinin Görevleri İle Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik”3 ve İş K. m. 82 hükmüne dayanılarak da “İş Güvenliği İle Görevli Mühendis veya Teknik Elemanların Görev, Yetki ve Sorumlulukları İle Çalışma Usul ve Esasları 5 EYLÜL ’10 SİCİL Hakkında Yönetmelik”4 çıkarılmıştır. Ancak, bunlardan ilkinin dördüncü maddesindeki “işyeri hekimi” tanımı ile 18, 19, 20, 25 ve 26 ncı maddeleri ve ikincisinin de dördüncü maddesindeki “iş güvenliği uzmanı” tanımı ile 5, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15 ve 16 ncı maddeleri, Danıştay Onuncu Daire tarafından iptal edilmiştir5. III. 5538 Sayılı Yasa’yla Yapılan Değişiklik 1.7.2006 tarih ve 5538 sayılı Yasa6, kamu kurum ve kuruluşlarındaki işyeri hekimliği hizmetlerinin görülmesinde duyulan sıkıntıları gidermek üzere, İş K. m. 81 hükmüne son bir fıkra eklemiş7 ve söz konusu kuruluşlarda ilgili mevzuatına göre çalıştırılmakta olan hekimlere, bunlara gerekli eğitim aldırılmak suretiyle ve bunların asli görevleri kapsamında, çalışmakta oldukları kurum ve kuruluşların asıl işveren olarak çalıştırdıkları işçilerin işyeri hekimliği hizmetlerini görmeleri ve anılan kuruluşların diğer personel için oluşturulmuş sağlık birimlerine de, işyeri sağlık birimi olarak kullanılma olanaklarını tanımıştır. IV. 5763 Sayılı Yasa’yla Öngörülen Model 1. İş K. m. 81 ile 82 hükümlerindeki değişiklik İş K. m. 81 ve 82 hükümlerine dayanılarak çıkarılan yönetmeliklerin önemli sayılabilecek hükümlerinin Danıştay Onuncu Daire tarafından iptal edilmesi8 üzerine, bu konudaki yargı kararlarıyla başa çıkamayacağını gören Bakanlık, yasal değişiklik için harekete geçmiştir. Bu bağlamda, madde başlığıyla birlikte İş K. m. 81, 15.5.2008 tarih ve 5763 sayılı Yasa’nın dördüncü maddesiyle, yeniden düzenlenmiş; İş K. m. 82 de, aynı yasanın 37 nci maddesiyle, yürürlükten kaldırılmıştır. Ancak, yapılan değişiklikte, yürürlükten kaldırılan İş K. m. 82 hükmünün öngörmüş olduğu “iş güvenliği ile görevli mühendis veya teknik elemanlar”dan vazgeçilmemiş; bunlar, İş K. m. 81 hümünün yeni içeriğine, “iş güvenliği uz6 manı olan bir veya birden fazla mühendis veya teknik eleman” olarak geçmiştir. Böylece, işyerinde ayrı ayrı olmak üzere işyeri hekimleri ile iş güvenliği mühendis ve teknik elemanlarının düzenlenmesi yerine, “işyeri sağlık ve güvenlik birimi” esasının getirilmesi benimsenmiştir. 5763 sayılı Yasa’yla öngörülen modelin öncekinden ayrılan en önemli özelliği, işverenlere “ortak sağlık ve güvenlik birimleri”nden iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerini alma olanağının yaratılmasıdır. Bunun ayrıntılarını düzenlemek üzere, “işyeri sağlık ve güvenlik biriminde görevlendirilecek işyeri hekimleri, iş güvenliği uzmanları ve işverence görevlendirilecek diğer personelin nitelikleri, sayısı, işe alınmaları, görev, yetki ve sorumlulukları, çalışma şartları, eğitimleri ve belgelendirilmeleri, görevlerini nasıl yürütecekleri, işyerinde kurulacak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alınmasına ilişkin hususlar ile bu birimlerde bulunması gereken personel, araç, gereç ve teçhizat, görevlendirilecek personelin eğitim ve nitelikleri Sağlık Bakanlığı, Türk Tabipleri Birliği ve Türk Mimar Mühendis Odaları Birliğinin görüşleri alınarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.” hükmü getirilmiştir. Bu bağlamda, “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri İle Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmelik”9, kabul edilmiştir. Ancak, Danıştay Onuncu Daire, söz konusu yönetmeliğin önemli görünen bazı hükümlerinin yürütülmesinin durdurulmasına karar vermiştir10. 2. Yürütmenin durdurulması kararları Danıştay Onuncu Daire, “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri İle Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmelik”in bazı hükümlerine ilişkin olarak, son dönemde “yürütmenin durdurulması” kararlarını vermiştir. Söz konusu kararlar, gerek Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı teşkilatı ve gerekse işyerleri bakımından, çalışma yaşamında, önemli güçlükler yaratmaktadır. Bunlardan11 ilki, anılan yönetmeliğin 40 ıncı maddesine ilişkindir. Bu bağlamda, Danıştay Onuncu Daire; ilkin, Türk Tabipleri Birliği’nin açtığı bir davada, anılan yönetmeliğin 40 ıncı EYLÜL ’10 maddesinde yer alan “.. veya özel hukuk tüzel kişileri” ibaresinin yürütmesinin durdurulmasına oybirliğiyle karar vermiştir12. Gerçekten, anılan yönetmeliğin 40 ıncı maddesi, belirtilen karardan önceki metninde, işyeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanlarının eğitimlerinin, kuruluş kanunlarında işyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı eğitimlerini verme yetkisi bulunan kurum ve kuruluşlar, üniversiteler ve Genel Müdürlükçe yetkilendirilen kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları veya “özel hukuk tüzel kişileri” tarafından düzenleneceğini belirtmekteydi. Danıştay Onuncu Daire’nin konuya ilişkin kararından sonra ise, 6009 sayılı Yasa’nın çıkarılışına kadar, artık özel hukuk tüzel kişilerinin seminer ve eğitim programı düzenleme yetkisinden söz edilememiştir. Nitekim, Bakanlık, daha önce yetkilendirdiği özel hukuk tüzel kişilerinin eğitim program- SİCİL minin Bakanlık veya üniversiteler14 çerçevesinde verilebileceği ve Bakanlığın sadece kendi programındaki eğiticilerin niteliklerini belirleyebileceği gerekçesiyle, söz konusu yönetmeliğin 4/b-c , 35, 40-42, 44, 47, 48, 54 üncü madde hükümlerinin ve iş güvenliği uzmanlığı belgesi alınabilmesi için eğitim programlarına katılmayı öngördüğü gerekçesiyle de aynı yönetmeliğin 56 maddesinin 1/a-3, 1/b-2, 1/b-4, 1/c-1 ve 1/c-2 alt bent hükümlerinin hukuka aykırı olduğunu kabul etmiş ve bu hükümlerin yürütülmesinin durdurulmasına karar vermiştir15. Yine, Danıştay Onuncu Daire; aynı tarihte verdiği bir başka kararında da, benzer gerekçelerle adı geçen yönetmeliğin 4 üncü maddesinin (c) bendinin, 40 ıncı maddesinin, 42 nci maddesinin ikinci bendindeki “işyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı eğitimi kurumu belgesi” ibaresinin, 47 nci maddesinin 1. fıkrasının (b) bendindeki “en az üç yıl (A) sınıfı Bakanlığın durdurma kararı tarihine kadar özel hukuk tüzel kişilerinin eğitimlerine katılmış bulunan yaklaşık 1.700 kişinin geleceğinin ne olacağı sorunu, halen çözümlenmemiştir. larını durdurmuştur13. Ancak, Bakanlığın durdurma kararı tarihine kadar özel hukuk tüzel kişilerinin eğitimlerine katılmış bulunan yaklaşık 1.700 kişinin geleceğinin ne olacağı sorunu, halen çözümlenmemiştir. Diğer yandan, İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri İle Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmelik, Danıştay Onuncu Daire’nin bu yılın Nisan ayında vermiş bulunduğu iki önemli yürütmenin durdurulması kararıyla, adeta uygulanamaz duruma gelmiştir. Gerçekten, Danıştay Onuncu Daire; söz konusu yönetmeliğin 4/b-c, 35, 40-42, 44, 47, 48, 54 ve 56 ncı maddelerine ilişkin olarak verdiği her iki yürütmenin durdurulması kararıyla, iş sağlığı ve güvenliği uygulamasında boşluk yaşanılmasına yol açmıştır. Nitekim, Danıştay Onuncu Daire; ilkin, TMMOB Makine Mühendisleri Odası’nın açmış bulunduğu davada, iş güvenliği uzmanlık eğiti- iş güvenliği uzmanlığı belgesi ile iş sağlığı ve güvenliği alanında görev yaptığını belgeleyen” ibaresinin ve 1. fıkrasının (ç) ve 2. fıkrasının, 54 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki “teorik eğitimin en fazla üçte ikisi uzaktan eğitim yöntemi kullanılarak da verilebilir” ibaresinin ve 56 ncı maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin 2. alt bendinin yürütülmesinin durdurulmasını kabul etmiştir16. V. 6009 Sayılı Yasa’yla Benimsenen Sistem 1. Yasa yoluyla düzenleme gereksinimi Zaman içinde verilen Danıştay kararları sonucunda, ilkin, “iş güvenliği uzmanı” kavramı tartışmaya açılmış; giderek, Bakanlığın, yönetmeliğe hüküm getirmek suretiyle, sağlık ve gü7 EYLÜL ’10 SİCİL Yasa koyucunun temel kavramları belirlerken göz önünde bulundurduğu nokta, tanımlanacak kavramın her alanda söz konusu olup olmadığıdır. venlik eğitimi verme yetkisini “özel hukuk tüzel kişisi”ne devredemeyeceği anlaşılmıştır. Değişik bir deyişle, Bakanlık, sağlık ve güvenlik hizmetleri konusunda yasayla öngörülmemiş hususların doğrudan yönetmelikle kabul edilemeyeceğini, nihayet görmüştür. Bu bağlamda, 23.7.2010 tarih ve 6009 sayılı Yasa17, kabul edilmiş; söz konusu yasayla ilkin, İş Kanunu’nun 2 nci ve 81 inci maddelerinde gerekli değişiklikler (m. 48, 49) yapılmış ve daha sonra da, 3146 sayılı Yasa’nın 12 nci maddesine bir bent eklenmek suretiyle (m. 50), Bakanlığa gereken yetki verilmiştir. Söz konusu değişikliğin 6009 sayılı Yasa içinde yapılışı, yasama (hukuk) tekniği açısından, hukuken tam bir garabettir. Gerçekten, 6009 sayılı Yasa’nın tam adı, “Gelir Vergisi Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”dur. Halk arasında “torba kanun” olarak adlandırılan bu tür bir yasanın, çok sayıda yasada değişikliğe gitmesinin hukuken mümkün olmasına karşın, değiştirilmek istenen yasalar arasında konu itibariyle bir ilginin bulunması zorunludur. İş sağlığı ve güvenliği konusundaki bir yasal değişikliğin ise, anılan yasanın bağlantılı olduğu Gelir Vergisi Kanunu’yla hiçbir ilgisinin bulunmadığı açıktır. 2. İş Kanunu’ndaki değişiklikler a.) İş K. m. 2’deki değişiklik Şimdiye kadar tüm iş yasalarının başında temel kavramlar olarak sadece “işçi”, “işveren”, “işveren vekili” ve “işyeri” kavramları tanımlanırken; 6009 sayılı Yasa, bunların içine “işyeri hekimi”, “iş güvenliği uzmanı”, “ortak sağlık ve güvenlik birimi” ve “eğitim kurumu” kavramlarını katmıştır (m. 48). Buna göre, 4857 sayılı İş Kanunu’nun uygulanması bakımından: 8 - “İşyerinde iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerinde görev yapmak üzere Bakanlıkça belgelendirilmiş hekimler, işyeri hekimini; mühendis, mimar ve teknik elemanlar ise iş güvenliği uzmanını”, - “İş sağlığı ve güvenliği hizmetlerini vermek üzere, gerekli donanım ve personele sahip olan Bakanlıkça yetkilendirilen kamu kurum ve kuruluşları ile Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre faaliyet gösteren şirketlerce kurulan ve işletilen müesseseler ortak sağlık ve güvenlik birimini”, - “İş sağlığı ve güvenliği hizmetlerinde görev yapacak işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarının eğitimlerini vermek üzere Bakanlıkça yetkilendirilen kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler ve Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre faaliyet gösteren şirketlerce kurulan ve işletilen müesseseler eğitim kurumunu”, anlatacaktır (İş K. m. 2/IV). Söz konusu değişiklikle getirilen tanımlar, dikkat edileceği üzere, daha önceki Danıştay kararlarında yer alan esaslarla çelişen unsurları içermektedir. Nitekim, özellikle, şimdiki “işyeri hekimi” ile “iş güvenliği uzmanı” kavramları ve Bakanlığa ait iş sağlığı ve güvenliği eğitimi yetkisinin “özel hukuk tüzel kişileri”ne18 devredilemeyeceği esası, daha önceki Danıştay kararlarına temel gerekçe oluşturmaktaydı19. Diğer yandan, yasa koyucunun temel kavramları belirlerken göz önünde bulundurduğu nokta, tanımlanacak kavramın her alanda söz konusu olup olmadığıdır. Nitekim, daha önceki temel kavramlar olarak “işçi”, “işveren”, “işveren vekili” ve “işyeri” kavramları, İş Kanunu’nun (bireysel iş hukukunun) her alanında rastlanılacak kavramlardandır. Yeni getirilen “işyeri hekimi”, “iş güvenliği uzmanı”, “ortak sağlık ve güvenlik birimi” ve “eğitim kurumu” kavramları ise; öncelikle, İş Kanunu’nun Beşinci Bölüm’ünü oluşturan “İş Sağlığı ve Güvenliği”ni ilgilendirmektedir. Bu itibarla, yeni tanımlanan kavramlara İş Kanunu’nda seçilen yerin isabeti, yasama tekniği açısından, tartışmaya açık görünmektedir. b.) İş K. m. 81’deki değişiklik 6009 sayılı Yasa’nın 49 uncu maddesiyle, İş Kanunu’nun 81 inci maddesine: EYLÜL ’10 Yeni tanımlanan kavramlara İş Kanunu’nda seçilen yerin isabeti, yasama tekniği açısından, tartışmaya açık görünmektedir. “İşyeri sağlık ve güvenlik birimleri ile ortak sağlık ve güvenlik birimlerinin nitelikleri, ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alınmasına ilişkin hususlar, bu birimlerde bulunması gereken araç, gereç ve teçhizat ile görevlendirilecek işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı ve diğer sağlık personelinin nitelikleri, sayısı işe alınmaları, görev, yetki ve sorumlulukları, çalışma şartları, görevlerini nasıl yürütecekleri, eğitimleri ve belgelendirilmeleri ile eğitim kurumlarının yetkilendirilmeleri, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı eğitim programlarının ve bu programlarda görev alacak eğiticilerin niteliklerinin belirlenmesi ve belgelendirilmeleri ile eğitimlerin sonunda yapılacak sınavlar ilgili tarafların görüşü alınarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir. İşyeri hekimlerinin, işyeri sağlık ve güvenlik birimleri ile ortak sağlık ve güvenlik birimlerinde görevlendirilmeleri ve hizmet verilen işyerlerinde çalışan işçilerle sınırlı olmak üzere görevlerini yerine getirmeleri hususunda diğer kanunların kısıtlayıcı hükümleri uygulanmaz.” şeklinde anlatım taşıyan iki fıkranın eklenmesi kabul edilmiştir (m. 49). Bunlardan ilki, Danıştay Onuncu Daire’nin daha önce belirtilen20 yürütmenin durdurulması kararlarından sonra adeta işlemez hale gelen, 15.8.2009 tarihli “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri İle Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmelik”21 hükümlerinin yerine yeni bir yönetmeliğin çıkarılmasını öngörmektedir. Yönetmelik çıkarılmasını öngören yeni metnin öncekinden ilk bakışta ayrılan en önemli yanı; söz konusu yönetmeliğin, “Sağlık Bakanlığı, Türk Tabipleri Birliği ve Türk Mimar Mühendis Odaları Birliğinin görüşleri” yerine “ilgili tarafların görüşü alınarak” çıkarılacak olmasıdır. Buradaki ilgili taraflar, olsa olsa, bildiğimiz “sosyal taraflar” olsa gerektir. Çünkü, üçlü da- SİCİL nışma ve sosyal diyalog esasları çerçevesinde aslolan, Bakanlığın çalışma yaşamının işçi ve işveren taraflarına danışması, yani onların görüşlerini almasıdır. Bu bağlamda, Türk Tabipleri Birliği ile Türk Mimar Mühendis Odaları Birliği’nin görüşü alınacak kuruluşlar olmaktan çıkarılışı, hemen akla, bunların daha önce yönetmelik iptal davalarını açan kuruluşlar olmalarını getirmektedir. Gerçekten, her iki kuruluş da, söz konusu davalarla hiç de yabana atılmayacak kazanımlara ulaşmış ve Bakanlık, salt kendi başına yönetmelik çıkarmakla, anılan yargı kararlarının üstesinden gelemeyeceğinin farkına varabilmiştir. Bir diğer kuruluş olarak Sağlık Bakanlığı’nın devre dışı bırakılmasının temel nedeni olarak da; anılan bakanlığın, daha doğrusu şu andaki Sağlık Bakanı’nın, sağlık personelinin tam gün çalışma esasları konusunda kamuoyunca bilinen tutum ve görüşleri gösterilebilir. Nitekim, yönetmelik çıkarılmasını öngören fıkra eklendikten sonra, bunun ardından hemen, “işyeri hekimlerinin, işyeri sağlık ve güvenlik birimleri ile ortak sağlık ve güvenlik birimlerinde görevlendirilmeleri ve hizmet verilen işyerlerinde çalışan işçilerle sınırlı olmak üzere görevlerini yerine getirmeleri hususunda diğer kanunların kısıtlayıcı hükümleri uygulanmaz.” anlatımını taşıyan yeni bir fıkraya yer verilmiştir. Bu bağlamda, buradaki “diğer kanunların kısıtlayıcı hükümleri”yle anlatılmak istenen, 21.1.2010 tarih ve 5947 sayılı “Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”la22 getirilmek istenen kısıtlayıcı esaslar olsa gerektir. 3. 3146 sayılı Yasa m. 12’deki değişiklik 6009 sayılı Yasa m. 50, Bakanlığın kuruluş yasası niteliğindeki 3146 sayılı “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun”un 12 nci maddesine: “işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı, diğer teknik ve sağlık personel ile işçilere eğitim vermek için kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler ve Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre faaliyet gösteren şirketler ile ortak sağlık ve güvenlik birimlerini yetkilendirmek, gerek9 EYLÜL ’10 SİCİL Uzunca bir süreden beri idare (Bakanlık) ile (idari) yargı (Danıştay) arasında, iş sağlığı ve güvenliği alanıyla sınırlı kalmak üzere, önemli bir hukuki sürtüşme yaşanmaktadır. tiğinde yetkilerini iptal etmek, hizmetin etkin ve verimli bir şekilde verilip verilmediğinin kontrol ve denetimini sağlamak, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının eğitimleri sonundaki sınavları yapmak veya yaptırmak, belgelerini vermek” şeklinde bir bent ekleyerek, iş sağlığı ve güvenliği alanındaki Bakanlık yetkilerini pekiştirmiş ve bunlara yasal dayanak sağlamıştır. VI. Kronolojik Gelişmelerin Değerlendirilmesi 1. İdare/yargı sürtüşmesi Uzunca bir süreden beri idare (Bakanlık) ile (idari) yargı (Danıştay) arasında, iş sağlığı ve güvenliği alanıyla sınırlı kalmak üzere, önemli bir hukuki sürtüşme yaşanmaktadır. Buna ilişkin sürtüşme sürecinin, esas olarak, İş K. m. 78/I hükmüne dayanılarak çıkarılmış bulunan “İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği”nin23 Danıştay Onuncu Daire tarafından iptali kararıyla24 başladığı ve “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri İle Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Yönetmeliği”nin çok sayıdaki hükmü hakkında yürütmenin durdurulmasına karar verilmesiyle birlikte doruğa eriştiği söylenmelidir. Belirtilen süreç içerisinde Bakanlığa, iş sağlığı ve güvenliği konularını kendi başına çıkaracağı yönetmeliklerle düzenleyebileceği görüşü hakim olmuş; Danıştay kararlarının sonucunda ise, bunun böyle olmadığı anlaşılmıştır. Bu sürecin başlatılması ise, geçmişte idari davaları açmış bulunan meslek kuruluşlarına aittir. 2. İdarenin diretmesi Bakanlık, başlangıçta, idari yargı kararlarının gereğini yerine getirmeye özen gösterme10 ye çalışmıştır. Nitekim, iş sağlığı ve güvenliği konularının yönetmelik yerine tüzük yoluyla düzenlenmesi gerektiğine işaret eden yargı kararı karşısında, “İş Sağlığı ve Güvenliği Tüzüğü” hazırlanıp, Danıştay Birinci Daire’nin incelemesine sunulmuş; ancak, Bakanlık tarafından hazırlanan metin, gereken onayı bulamayıp, yargı tarafından iade edilmiştir25. Daha sonra da, Bakanlık, yargı kararlarında ortaya çıkan esasları izleyip bunlar doğrultusunda düzenleme yapma yolunda, herhangi bir çaba göstermemiştir. İdari yargı kararlarıyla başa çıkamayacağını sezen ve bunlara uyma konusunda kendisini pek bağlı hissetmeyen Bakanlık, bu kez yasama yoluyla getirilecek müdahaleleri çözüm olarak görmeye başlamıştır. Nitekim, bir yandan, “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” taslak olarak hazırlanırken; diğer yandan da, konuyla hiçbir ilgisi bulunmayan 6009 sayılı Yasa’nın içine, üstelik daha önceki yargı kararlarındaki gerekçelerle bağdaşmayacak düzenlemeler alınmıştır. 3. Uygulama boşluğu Danıştay Onuncu Daire’nin yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının sonrasında ortaya çıkan boşluk, 6009 sayılı Yasa’nın belirtilen düzenlemeleriyle26 doldurulmaya çalışılmıştır. Ancak, İş K. m. 81/III değişik hükmünün öngördüğü yönetmelik henüz çıkarılmadığı için, halen uygulama boşluğu yaşanmaktadır. Yeni çıkarılacak yönetmeliğin, hayati birçok hükmünün yürütülmesi Danıştay Onuncu Daire tarafından geçmişte durdurulan önceki yönetmelik hükümlerinden farklı düzenlemeler içereceği söylenemez. Çünkü, 6009 sayılı Yasa’yla iş sağlığı ve güvenliği alanında getirilen değişikliklerin, eski yönetmelikte öngörülüp de Danıştay tarafından hukuka uygun bulunmayan düzenlemelerle uyarlı oldukları göze çarpmaktadır. Diğer yandan, işyerleri; belirtilen boşluk yüzünden, iş sağlığı ve güvenliği elemanı istihdamı konusunda, önemli güçlükler yaşamaktadır. Bu açıdan, yapılacak yeni alt düzenlemeler yoluyla yeterli uzman sayısına ulaşılması, işyerlerini iş sağlığı ve güvenliği yükümlülükleri ko- EYLÜL ’10 SİCİL Bakanlık, yeni öngörülen yönetmelikte, oldukça dikkatli davranmak ve 6009 sayılı Yasa’yla öngörülen yasal yetkileri aşmamak durumundadır. 3 RG. 16.12.2003, No. 25318. 4 RG. 20.1.2004, No. 25352. 5 Bkz. Dan. 10. D., 28.2.2006-2004-1253/1658; 28.3.20062004-6075/2159. Ayrıca bkz. Tankut Centel, “İş Sağlığı ve Güvenliği Alanındaki Son Gelişmeler”, Sicil I, 3 (Eylül 2006), 6-7. 6 RG. 12.7.2006, No. 26226. 7 5538 sK. m. 18/b. nusunda, büyük ölçüde rahatlatacaktır. 8 Bkz. yukarıda II. 9 RG. 15.8.2009, No. 27320. VII. Sonsöz Değişik zamanlarda verilen Danıştay kararlarıyla bunalmış ve adeta köşeye sıkışmış görünen Bakanlık, 6009 sayılı Yasa’yla gerçekleşen değişiklikten sonra, istediğini elde etmiş görülmektedir. Ancak, bu kez de 6009 sayılı Yasa’yla yapılan değişikliğin, Anayasa yargısına taşınması söz konusu olabilir. Böyle bir durumda, anayasa ile idari yargı organlarının, birbirlerinin kararlarındaki hukuki gerekçeleri dikkate almayacakları söylenemez. Bu bağlamda, özellikle, uygulamayı yakından ilgilendirmesi nedeniyle, eğitici faaliyetlerin ticari şirketlere devrini Anayasa Mahkemesi’nin ne biçimde değerlendireceği, merak konusudur. Diğer yandan, Bakanlık, yeni öngörülen yönetmelikte, oldukça dikkatli davranmak ve 6009 sayılı Yasa’yla öngörülen yasal yetkileri aşmamak durumundadır. Aksi takdirde, idari yargı organları, yeniden yönetmelik hükümlerinin iptali yoluna gitmek zorunda kalacaktır. Ancak, bu aşamada Bakanlığın, yasayla kendisine tanınan yetkileri kullanacak olması nedeniyle, yargı karşısında görece daha güçlü bir konumda bulunduğu açıktır. Tüm bu gelişmelerin yanısıra, daha önce eğitim almış bulunan kişiler, hiçbir şekilde mağdur edilmemelidir. Bu anlamda, söz konusu kişilerin mağduriyetinin önlenmesi; daha önceki iptallerde olduğu üzere, çıkarılacak yönetmeliğe bir geçici madde getirmek ve bunların durumunu burada düzenlemek suretiyle, her zaman için mümkündür. 10 Bkz. aşağıda IV 2. 11 Danıştay kararlarını sağlayan değerli meslekdaşım İsmail Bayer’e teşekkür ederim. 12 Bkz. Danıştay Onuncu Daire’nin 15.3.2010 tarihli ve 2009/16602 Esas sayılı kararı. 13 Ayrıntılı bilgi için bkz. Şeyda Aktekin, “Danıştay Kararları, İşyeri Hekimleri ve İş Güvenliği Uzmanlarının Eğitimi”, MESS İşveren Gazetesi, (Haziran 2010), 12. 14 İş sağlığı ve güvenliği programları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Fatih Yılmaz, “İş Sağlığı ve Güvenliği’nde Okul Eğitiminin Önemi: Modern Örnekler Işığında İş Sağlığı ve Güvenliği Lisans Eğitiminin Ülkemizde Uygulanabilirliği”, Kamu-İş XI, 1 (2009), 112 vd. 15 Bkz. Danıştay Onuncu Daire’nin 16.4.2010 tarih ve 2009/13770 Esas sayılı kararı. 16 Bkz. Danıştay Onuncu Daire’nin 16.4.2010 tarih ve 2009/13775 Esas sayılı kararı. 17 RG. 1.8.2010, No. 27659. 18 “Özel hukuk tüzel kişileri” anlatımının yerine, yeni metinde “Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre faaliyet gösteren şirketler” anlatımı geçmiştir. 19 Bkz. yukarıda II ve IV 2’deki Danıştay kararları. 20 Bkz. yukarıda IV 2. 21 Bu arada, 9.12.2009 günlü ve 27427 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış bulunan “İşyeri Sağlık ve Güvenlik Birimleri İle Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri Hakkında Yönetmeliğin Uygulanmasına Dair Tebliğ”in de, çok fazla bir uygulama alanının kalmadığı söylenmelidir. 22 RG. 30.1.2010, No. 27478. 23 RG. 9.12.2003, No. 25311. 24 Bkz. Dan. 10. D., 16.5.2006-2004-1942/3007. 25 Ayrıntılı bilgi için bkz. Centel, 5 vd. 26 Bkz. yukarıda V. DİPNOTLAR 1 Ayrıntılı bilgi için bkz. “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı Taslağı: Yeniden”, MESS İşveren Gazetesi, (Ağustos 2010), 6. 2 No. 25134. 11 EYLÜL ’10 SİCİL Prof. Dr. Ünal NARMANLIOĞLU Yaşar Üniversitesi Hukuk Fakültesi İş Güvencesi Hükümleri Çerçevesinde Süresinde İşverene Başvuruda Bulunup Davet Edildiğinde İşe Başlamayan İşçinin Davranışına Bağlanan Hukuki Sonuçlar I. GİRİŞ 4857 sayılı İş Kanunumuzun 18-21 inci maddelerinde yer verilen ve işçiye iş (fesih) güvencesi sağlayan hükümlerine göre, İş Kanunu ile Basın İş Kanunu kapsamına giren; otuz veya daha fazla işçiye sahip olan işyerlerinde çalışan; asgari altı aylık kıdeme sahip bulunan; işletmenin tümünü idare eden işveren vekili ve yardımcılarıyla, işyerinin tümünü sevk ve idare eden ve işçi almak ve çıkarmak yetkisini haiz işveren vekili sıfatını taşımayan işçilere yönelik bulunan “iş güvencesi” hükümleri çerçevesinde; belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışan işçilerin sözleşmelerini feshetmek isteyen işveren, fesih bildirimini yazılı olarak yapmak ve fesih sebebini açık ve kesin bir şekilde belirtmek zorundadır. Ayrıca hakkındaki iddialara karşı savunması alınmadan bir işçinin belirsiz süreli iş sözleşmesi, işçinin davranışı ve verimi ile ilgili nedenlerle feshedilemeyecektir. İşte fesih güvencesi hükümleri kapsamına giren bir işçinin işveren tarafından sözleşmesinin -kanuni gereklere aykırılığı dolayısıyla- feshe12 dilmesi halinde yapılan feshin geçerli olmadığı öne sürülerek bir aylık süre içinde mahkemeye (ya da özel hakeme) götürülebilecektir. Mahkemece (ya da özel hakemce) feshin geçersizliğine -ve kanunda öngörülmemesine rağmen uygulamada süregeldiği gibi işçinin işe iadesine- karar verilmesi, iş ilişkisinin hemen canlandırılması sonucunu doğurmayacaktır. Tespit niteliğindeki bu geçersizlik kararına rağmen işçinin işe başlamak için başvuruda bulunmaması ya da işe başlamaması mümkün olduğu gibi; işverenin de işçiyi işe başlatması kadar başlatmama imkanı da bulunmaktadır. İş sözleşmesi ve buna dayalı iş ilişkisinin taraflar arasında devam edip etmeyeceği bu aşamada belli olmayıp; ileride kanuni prosedür içinde tarafların takınacakları tutuma göre şekillenecektir. Feshin geçersizliğinin tespitini içeren mahkeme ya da hakem kararını tebellüğ eden davacı işçinin kanunen belirlenen süre içinde işe başlamaya ilişkin başvurusunu yapması, iş güvencesine bağlanan hukuki sonuçların gündeme gelmesinin ilk adımı olacaktır. EYLÜL ’10 2003 yılından beri hukukumuza girmiş bulunan iş güvencesi kurumuna ilişkin hükümlerin uygulanması doktrin ve yargı kararlarında önemli görüş ayrılıklarına yol açan sorunları da gündeme getirmiştir. Bu sorunlardan birisi de, mahkeme (ya da hakem) tarafından feshin geçersizliğine karar verilmesi halinde; işçinin kesinleşmiş kararın kendisine tebliğinden itibaren on işgünü içinde işe başlamak için işverene başvurması zorunluluğunu öngören hüküm dolayısıyla ortaya çıkmış bulunmaktadır. Gerçekten İş Kanunu’nda mahkeme ya da özel hakem tarafından ısdar edilen feshin geçersizliği kararını tebellüğ eden işçinin belirli bir süre içinde işe başlamak için işverene başvurması öngörülmekte, aksi takdirde yapılan feshin geçerli sayılıp buna göre hukuki sonuçların terettüp ettirileceği belirtilmekte; ancak başvuruda bulunup işverence çağrıldığında bu daveti kabul edip çalışmaya başlamayan işçinin davranışına hangi sonucun bağlanacağı konusunda başka bir hükme yer verilmemektedir. Biz bu yazımızda, feshin geçersizliğini belirleyen mahkeme (ya da özel hakem) kararını alan işçinin kanunda öngörülen süre içinde işverene başvurmasına rağmen, işverence çağrıldığında davete icabet etmeyip çalışmaya koyulmamış, işe başlamamış olması halinde hangi hukuki sonucun doğacağını inceleyeceğiz. Ancak daha önce bu konudaki kanuni düzenlemeyi genel hatları ile hatırlamak, özellikle “başvuru”nun şekli, anlamı ve kapsamı üzerinde durmak uygun olacaktır. II. İŞÇİNİN İŞVERENE BAŞVURMASINA İLİŞKİN HÜKMÜN ANLAMI VE KAPSAMI 1. Başvurunun Şekli 4857 sayılı İş Kanunumuzun “geçersiz sebeple yapılan feshin sonuçları”nı düzenleyen 21 inci maddesinin 5 inci fıkrasında işçinin kesinleşen mahkeme (ya da özel hakem) kararının tebliğinden1 itibaren on iş günü içinde işe başlamak için işverene başvuruda bulunmak gereğine işaret edilmekte; işçinin bu süre içinde başvuruda bulunmaması halinde işverenin SİCİL İşe başlamayı, yeniden çalışmaya koyulmayı içermeyen bir başvurunun Kanunun açık hükmüyle bağdaştırılması mümkün olmadığı gibi, formel (biçimsel) bir başvuruya hukuki sonuç bağlamak da iş güvencesinin kanuni prosedürüne ve iş güvencesinin amacına uygun düşmeyecektir. yaptığı feshin “geçerli bir fesih” sayılacağını ve işverenin sadece bu tür feshin sonuçlarından sorumlu tutulacağı ayrıca belirtilmektedir. Kanunda “başvuru”nun belirli bir süre içinde yapılması zorunlu tutulmuş; ancak başvurunun anlamı ve şekli konusunda bir düzenleme yapılmamıştır. Başka bir söyleyişle sözü edilen kanun başvurunun nasıl yapılacağı ve nasıl kanıtlanacağı ve daha da önemlisi başvuruda bulunmasına rağmen çağrıldığında işe başlamayan, çalışmaktan kaçınan işçinin davranışının nasıl yorumlanacağı konularında (hususlarında) bir açıklık bulunmamaktadır. Gerçekten İş Kanunumuz işçinin işverene belirli bir süre içinde işe başlaması için başvuracağından söz etmekte; başvuru için herhangi bir şekil öngörmemektedir. Öyleyse işçi bu yoldaki iradesini sözlü veya yazılı olarak ya da bu yoldaki iradesini açığa vuran bir davranışta bulunarak ortaya koyabilir. Diğer taraftan münferiden yapılacak bir başvuru gibi, aynı durumdaki diğer işçilerle birlikte toplu olarak başvurmak da kabil olacaktır2. Öte yandan başvurunun posta kanalıyla, mektupla, telgrafla yahut noter aracılığıyla yapılabilmesine de bir engel bulunmamaktadır3. Nihayet başvurunun bizzat yapılması gerekli olmayıp vekil marifetiyle yapılması da mümkündür. Aynı şekilde işçi başvurusunu bizzat işverene ya da vekiline yapabilecektir4. Nitekim Yargıtayımız yakın tarihli bir kararında uygulamadaki tereddütleri gidererek, işe başlama başvurusunun, “kesinleşen mahkeme 13 EYLÜL ’10 SİCİL kararı ile birlikte ve şahsen yapılmasının gerekli bulunmadığına; işçinin başvuruyu şahsen ya da yetkili avukatı aracılığıyla yapabileceğini; zira kanunda “işçinin şahsen başvuru yapması gerektiğine dair veya işçinin iade başvurusunun ekinde kesinleşen iade kararının sunulmasının zorunlu olduğuna” ilişkin bir ibarenin bulunmadığına isabetli olarak işaret etmiştir5. Nihayet şunu da belirtelim ki, on işgünlük sürenin geçirilmesi halinde olduğu gibi, mahkeme kararının kesinleşmesinden ya da kesinleşen kararın işçiye tebliğ tarihinden önce yapılacak başvurunun da kanuna uygun olamayacağı ve prosedürün bundan böyle işletilmesinin mümkün bulunmayacağı kuşkusuzdur. 2. Başvurunun Anlamı ve Kapsamı Burada önemli olan, çalışmayı sürdürmek, iş ilişkisini devam ettirmek arzusudur. Bu arzu ise işveren davet ettiğinde onun buyruğunda çalışmaya yönelik bir davranışı gerektirmektedir. Sadece formel bir başvuru kanunun amacını gerçekleştiremeyecektir. Şöyle ki başvuruda bulunup, çağrıldığında işe gitmemek veya işyerine gitmekle beraber kendi inisiyatifi ile çalışmaktan kaçınmak ya da işe başlamamak “başvuruda bulunmama” olgusunu ortaya çıkaracaktır. İşçinin başvurusu soyut ve formel değil gerçekten iş ilişkisini devam ettirmeye işveren ile arasındaki iş sözleşmesini sürdürmeye yönelik olmalıdır; bunun tevsiki ise, işçinin işveren kabul ettiğinde işe başlaması suretiyle olacaktır. Gerçekten de, kanunun amacı (ruhu), başvuruda bulunmanın işçinin çağrıldığında işe koyulması (başlaması) gereğini kapsadığı gibi; kanunda işveren için öngörülmüş yükümlülüklerin uygulanma imkanı da işçinin işe başlaması (koyulması), çalışmaya amade olması olgusunun bulunmasına bağlıdır. İşe başlamayı içermeyen (kapsamayan) bir başvuruyu kanunun açık hükmüyle bağdaştırmak mümkün olmadığı gibi, formel bir başvuruya hukuki sonuç bağlamak da iş güvencesinin amacına ve kanuni prosedüre uygun düşmeyecektir. Şunu belirtelim ki, “çalışma arzusu ya da niyeti” dışa vurulmadıkça, arzunun ötesine geçip fiil ve hareket kısaca bir (davranış) haline 14 gelmedikçe, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ortaya konulmadıkça varlığı ya da yokluğu hususunda bir yargıya ulaşılması mümkün olamaz. Başka bir söyleyişle dış dünyaya yansıtılmayan bir arzu (istek) bulunmadıkça, bunun ne olduğunu yani işçinin niyetinin ne olduğunu kestirecek veya belirleyecek bir imkan ve vasıta bulunmamaktadır6. Bu itibarla kanunun, işçinin çalışmak, işe dönmek için işverene başvuracağını öngören açıklığı bir yana; kanunun ruhu (amacı) başvuruda bulunan işçinin işverence çağrıldığında işe başlaması gereğini kapsadığı gibi kanunda işveren için öngörülmüş yükümlülüklerin uygulanabilme imkanı da işçinin çağrıldığında işe başlaması ve çalışmaya amade olması olgusunun bulunmasına bağlıdır7. Kısaca belirtmek gerekirse işe başlamayı, yeniden çalışmaya koyulmayı içermeyen bir başvurunun kanunun açık hükmüyle bağdaştırılması mümkün olmadığı gibi, formel (biçimsel) bir başvuruya hukuki sonuç bağlamak da iş güvencesi kanuni prosedürüne ve iş güvencesinin amacına uygun düşmeyecektir. III. Usulünce Başvurması ve İşverence Çalıştırılmak İstenmesine Rağmen İşe Başlamayan (Çalışmaya Yanaşmayan) İşçinin Davranışının Yorumuna İlişkin Görüşler Mahkeme ya da özel hakem tarafından verilen geçersizlik kararını tebellüğ edip süresinde işe başlamak için işverene başvuran ancak usulünce davet edilmesine rağmen çalışmaya yanaşmayan işçinin bu davranışı doktrinde ve Yargıtay kararlarında farklı şekilde yorumlanmaktadır. 1. Doktrindeki Görüşler Konuya ilişkin doktrindeki görüşleri üç başlık altında toplamak mümkündür. a. İşçinin bu davranışıyla sözleşmeyi usulsüz-haksız feshetmiş olacağı Bu konuda öne sürülen bir görüş; mahke- EYLÜL ’10 menin (ya da özel hakemin) verdiği geçersizlik kararını tebellüğ eden işçinin kanuni süresi -on işgünü- içinde işe başlamak için başvurmasına, başvuruda bulunmuş olmasına rağmen işverenin usulünce yaptığı davete icabet etmemesini, “işçinin iş sözleşmesini usulsüz-haksız feshettiği”; işçinin bu şekilde davranışının usulsüzhaksız fesih sonuçlarını gündeme getireceğini öne sürmektedir. Nitekim MOLLAMAHMUTOĞLU8 “geçerli nedene dayanmayan feshin geçersizliğine karar verilmekle işçinin işine iade edilmiş olacağını; “işçinin öngörülen sürede işverene başvurması ile geçersizliğine karar verilen” feshin hükümsüz olacağını; bu durumda işverenin kanun hükmü gereği işçiyi bir ay içinde işe başlatmak” zorunda olduğunu kaydetmekte; üzerinde durduğumuz sorun hakkında da “işverenin işe başlatma isteğine ve beyanına rağmen işe başlamaktan vazgeçen işçinin davranışının istifa olarak kabulü ve daha önce peşin ödenen ücret ödemesi ile kıdem tazminatı almış ise bunları iade yükümü yanında usulsüz feshin sonuçlarından sorumlu tutulması”nın isabetli olacağını öne sürmektedir. Aynı şekilde işe iade kararı ile birlikte önceki fesih işleminin ortadan kalktığını, sözleşmenin devam ettiğini” savunan UŞAN9 da “işçinin iş için başvurmasına karşılık daha sonra işe başlamaması işçi tarafından yapılan bir fesih olarak kabul edilmelidir.” diyerek bu görüşü paylaşmakta; “daha önce ihbar ve kıdem tazminatı almışsa onun iadesinin” gerektiğini de ilave eden yazar, bu davranışıyla usulsüz fesih yapmış olan işçinin işverene ihbar tazminatı da ödemesinin zorunlu olduğunu kaydetmektedir. Aynı görüşü savunan başka bir yazar10 feshin geçersizliğine ilişkin karara dayalı olarak işçinin işe başlamak için başvurmasıyla feshin geçersizliğinin hüküm ve sonuçlarını doğuracağını ve iş sözleşmesinin hiç bozulmamış gibi devam eder hale geleceğini; işverenin çağrısına rağmen işe başlamaktan vazgeçen işçinin davranışının istifa olarak kabul edileceğini öne sürmekte; yine bu doğrultuda “işçinin başvurusu üzerine işverenin işe başlatma yönünde iradesi ortaya konulduğunda ise işçinin işe başlamaktan başka çaresi” olmadığını kaydeden ÇİL11 SİCİL de, “işçinin işyerinde iş başı yapmaması”nın iş sözleşmesini kendisinin sona erdirmesi” olarak değerlendirileceğini; “aynı şekilde devamsızlık nedenine dayalı olarak işverenin haklı sebeple” sözleşmeyi feshedebilmesinin de mümkün olacağını savunmakta ve işe iade kararı öncesindeki feshe geçerli bir fesih gözüyle bakmanın yerinde olmadığını ifade etmektedir. Nihayet aynı görüşü yansıtan SARIBAY da, “mahkeme feshin geçersizliğine karar verdiği ve işçi işe başlamak üzere işverene başvurduğunda, parasal sonuçlar kanunla sınırlandırıldığı için bunlar hariç olmak üzere, iş ilişkisi hukuki yönden hiç kesintiye uğramamışçasına” bir sonucun ortaya çıkacağını; işverenin işçiyi davet etmesine rağmen işçi işe başlamazsa, işçinin sözleşmeyi kendisinin feshetmiş sayılacağını öne sürmekte ve daha sonra da şunları ilave etmektedir: “İşe başlamak üzere başvuruda bulunmazsa feshi geçerli hale gelir. Başvuruda bulunduğu takdirde ise artık işveren işçiyi işe başlatmak zorundadır. Başvurunun geri alınması mümkün değildir, başvuru tek taraflıdır, işverenin kabulüne ihtiyaç duymaz12.” b. İşçinin bu davranışıyla sözleşmeyi haklı sebeple (bildirimsiz) feshetmiş sayılacağı ‘Başka bir işte çalışan ve bu arada da işe başlamak üzere işverene başvurmuş işçinin, işverenin işe davet etmesi üzerine’ hukuki durumun ne olacağı sorusuna eğilen DURAN13 işçinin başvurusu ile geçerli neden olmaksızın yapılan fesih bakımından hiç yapılmamışçasına bir etki doğacağını; ‘işçinin başvurusu üzerine işverenin işe daveti ile de iş ilişkisinin kaldığı yerden devam edeceğini; işçinin işgörme borcunun tekrar doğacağını öne sürmekte; böylece yazar işçinin bu usulsüz-haksız feshin sonuçlarıyla sorumlu tutulabileceğine işaret etmekte; ancak bu yorum tarzının kabul edilemeyeceğini; işe iade davalarının uzun sürmesinin faturasının işçiye çıkarılması anlamına gelecek bu çözümün iş güvencesinin mantığıyla da bağdaşmayacağını; bu konuda kanunda yapılacak bir değişikliğe kadar, ‘bu duruma işverenin geçersiz nedenle feshe sebebiyet verdiğinden’ yani ‘işçiyi bu davranışa işverenin davranışları sevkettiğin15 EYLÜL ’10 SİCİL den’ işçinin sözleşmeyi haklı nedenle feshettiği yolunda bir yorum tarzının, İş Hukuku’nun işçi lehine yorum ilkesine ve hakkaniyete uygun düşeceğini belirtmektedir. c. İşçinin bu davranışıyla başvurma talebinden vazgeçmiş sayılacağı görüşü Feshin geçersizliğine ilişkin kararı tebellüğ eden işçinin işe başvurmasının mahkeme kararıyla feshin hiç yapılmamış sayılması nedeniyle, bir fesih olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığını; feshin hiç yapılmamışçasına ilişkinin devam ettiğine ilişkin doktrindeki görüşün kanun hükümleriyle çelişeceğini dile getiren UÇUM, ‘mevcut sistemde iş ilişkisinin yeniden kurulması taraf davranışlarına bağlı olduğundan iş sözleşmesinin de ancak ihya yoluyla yeniden yürürlüğe gireceğine parmak basmakta; işçinin işverenin çağrısına, işe davetine rağmen işe başlamaması halinde, başvurudan vazgeçmiş, başka bir anlatımla ‘başvurmamış’ sayılacağı sonucuna ulaşmaktadır14. Geçersiz fesih nedeniyle işçinin işe başlatılması halinde iş sözleşmesinin ihya edilmiş olacağını savunan yazara göre: “geçersiz fesih nedeniyle işçinin işe başlatılması halinde iş sözleşmesi ihya edilmiş olur. Nitekim iş ilişkisinin yeniden kurulması taraf davranışlarına bağlıdır. Mahkemece işe iade kararı verilmesi ile iş sözleşmesinin hiç fesih yapılmamış gibi hükümlerini devam ettirdiğinin kabulü bizi taraf davranışlarının yürürlükte olan iş sözleşmesine etki ettiği ve işe iade için başvurmayan işçinin de iş sözleşmesine aykırı davrandığı sonucuna ulaştırır. Bu sonuç da işçinin işverene başvurmaması halinde feshin geçerli bir fesih olarak kabul edileceğine ilişkin kanun hükmüyle çelişki oluşturur15.” 2. Yargıtayın Görüşü Yargıtay, 9. HD. 11.07.2005 tarihli kararında, işçinin işverene yaptığı başvuruya olumlu cevap verilmesine rağmen işbaşı yapmayan işçinin davranışını ‘iş sözleşmesini kendisinin (işçinin) sona erdirdiğini (feshettiğini) kabul ederek hüküm kuran mahalli İş Mahkemesi’nin görüşünü paylaşmamıştır. Yasa koyucunun, iş16 verene süresi içinde başvuruda bulunup işe davete uymayan işçinin iş sözleşmesinin kendisi tarafından feshedildiğinin kabulu yolunda bir düzenleme yapmadığına isabetli olarak işaret eden Yüksek Mahkeme ‘İş Hukuku’nun temel ilkesi olan işçi lehine yorum, yasa boşluğunun Medeni Kanun’un 1/II inci maddesi uyarınca, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 21/V inci maddesinin kıyasen uygulamak suretiyle doldurulması gerektiğini dile getirerek; usulünce başvurup işveren çağırdığında çalışmaktan kaçınan işçinin bu davranışına ‘geçerli feshin sonuçlarının uygulanacağı’nı içtihat etmiştir. Yüksek Mahkeme bu sonuca ulaşırken: ‘mevzuatımızda işçinin, koşulları bulunuyorsa feshin geçersizliğine ve işe iadeye ilişkin talepte bulunmasının zorunlu olmayıp isteğe bağlı bulunduğunu; bunun sonucunda işverene başvurup işe davet edilse de, işe başlamakla yükümlü olmadığını; burada ‘Medeni Kanun’un 2/II inci maddesine gitmenin de mümkün olmadığını, zira işverenin işe davet edilmediği takdirde işe başlatmama tazminatı ve boşta geçen süre ücreti alabilecek davacının (işçinin) büyük bir ihtimalle başka bir işe girdiğini bildiği işçiyi işe davetinin iyiniyetli olmayabileceğini; kaldı ki, önceki fesih hukuki sonuç doğurduğundan bu tarih esas alınarak ihbar ve kıdem tazminatı hesap edilmesi gereken işçinin, feshin geçersizliği kararının işçinin işe başlatılması ile sonuçlarını doğurup yasa koyucu tarafından boşta geçen sürenin sadece dört ay ile sınırlı tutulması nedeniyle askıda bulunmayan iş sözleşmesinin işe başlamamak suretiyle işçi tarafından sonlandırılmasından söz edilemeyeceğine de işaret etmiştir’16. 3. Görüşlerin Değerlendirilmesi ve Görüşümüz a. Doktrindeki Görüşlerin Değerlendirilmesi Önce şunu belirtelim ki, kanımızca, iş güvencesi hükümleri çerçevesinde mahkeme (ya da özel hakem) tarafından verilen “geçersizlik kararı” ile işverence yapılan feshin hükümsüzleştiği ya da ortadan kalktığı yolunda serdedilen görüş 4857 sayılı Kanunun getirdiği düzenleme ile örtüşmemektedir. Zira sözü edi- EYLÜL ’10 len Kanunda feshin geçersizliğine ve -Kanunda açıkça öngörülmemesine rağmen- Yargıtay kararlarıyla ihdas edilen işçinin işe iadesi kararına otomatik bir etki tanınmamış, kesinleşen geçersizlik kararının işçiye tebliğinden itibaren belirli bir süre içinde işe başlamak için başvuruda bulunması ve işverenin de işçiyi bir ay içinde işe başlatması zorunlu tutulmuş, ancak işçiyi işe başlatmak-başlatmamak konusunda kendisine imkan bahşedilen işverenin davranışı ile farklı sonuçların hasıl olacağı özel bir prosedür öngörülmüştür. Başka bir şekilde ifade edersek, feshin geçersizliği kararı borçlar hukuku anlamında bir hükümsüzlüğü ifade etmemekte; işçinin süresinde başvurmaması, başvurup davete rağmen işe başlamaması, başvuruda bulunan işçiye işverenin işe başlatması ya da başlatmaması hallerinde hangi hukuki sonuçların doğacağı Kanunda ayrı ayrı düzenlenmiş bulunmaktadır. SİCİL de benimsenen “işe iade” talebi gibi ve “işe iade kararı” da Kanunun iş güvencesi hükümlerine yabancı kavram ve kararlardır. İş Kanunu sadece feshin geçersizliğinin tespitini öngörmüş işçiye belli sürede başvurma ve işverene de işçiyi başvurduğunda işe almak zorunluluğu öngörmüş; bu zorunlulukların yerine getirilmemesi halinde doğacak sonuçları da açıkça belirtmiştir. Yargıtay ve onu takiben doktrin, Kanunda yer verilmeyen “işe iade”yi iş güvencesi prosedürünün mihrakı haline getirmiş; bu esasa bağlı olarak da Kanun hükümleri ile bağdaşmayan bir takım mülâhazalar -kanunun isdihdaf etmediği durumlar- ortaya çıkmıştır17. Yargı ya da özel hakem tarafından feshin geçersizliğinin tesbit edilmesi, Kanunda öngörülmediği için- fesihle sona erdirilmiş ilişkiyi ihya edip, feshin sözleşmeyi sona erdirici etkisini ortadan kaldırmaz. İşçinin başvurusu üzerine işveren onu işe başlatsa bile aradaki yeni iliş- İşçinin başvurusu üzerine işveren onu işe başlatsa bile aradaki yeni ilişkinin öncekinin devamı olduğunu söyleyebilmek imkânı bulunmamaktadır. Kanun koyucu kanuna ve/veya usule, kısaca iş güvencesi hükümlerine aykırı bulunan bir feshin geçersizliği mahkemece veya özel hakem tarafından tespit edilse bile, taraflar arasındaki iş ilişkisinin yeniden sürdürülmesini bir takım kayıt ve şarta bağlamış; tarafların bu aşamadaki davranışlarının yeniden kurulacak ilişkinin akıbetini belirleyeceğini öngörmüştür. Bu itibarla, iş güvencesi prosedürünün işlediği bir dönemde taraflar arasında ne yeni bir iş sözleşmesinin kurulduğundan ne de mahkemenin geçersizlik kararıyla iş ilişkisinin devam ettiğinden söz edilemeyecektir. Mevcut olmayan bir iş sözleşmesinin şu veya bu şekilde feshi de düşünülemeyecektir. Gerçekten de yenilik doğuran işlemin bu arada feshin hükmünü icra etmemesi, bunu önleyen açık bir düzenlemeye ihtiyaç gösterir. 4857 sayılı İş Kanunu’nda yer verilmemesine rağmen Yargıtay kararlarıyla ihdas edilen ve doktrinde kinin öncekinin devamı olduğunu söyleyebilmek imkanı bulunmamaktadır. Zira bunun için yukarıda da belirttiğimiz gibi -Kanunda böyle bir açıklığın- düzenlemenin bulunması gerekir. Başka bir söyleyişle, geçersizliğin tespiti üzerine “feshin hüküm doğurmayacağına” ilişkin bir düzenleme bulunmadığı takdirde borçlar hukukundaki esasları, kendine özgü bir düzenleme teşkil eden iş güvencesi prosedürüne taşımak uygun bir çözüm olmasa gerektir. Bu itibarla başvuruda bulunup işe başlamaktan kaçınan işçinin davranışını istifa olarak kabul etmek iş güvencesinin amaç ve kapsamını aşan bir takım olumsuz sonuçları beraberinde getirecektir. İşçi ile işveren arasında -fesih ile kesin olarak ortadan kalkmış yeniden kurulup kurulmayacağı henüz belli olmayan- bir iş ilişkisinin bulunmadığı bu aşamada başvuru ile veya geçersizlik kararı ile avdet ettiği ya da kurulduğu kabul edilen bir mevhum iş ilişki17 EYLÜL ’10 SİCİL sinin mevcudiyetini kabul ederek “işçinin işe başlamamak suretiyle usulsuz fesih yaptığını ve bunun sonuçlarına katlanılacağını” öne süren görüş işi mecrasından çıkarmakta; iş güvencesine ilişkin Kanun hükümlerinin amaçlamadığı bir sonuca ulaşmaktadır. Nitekim başvuruda bulunup işverence usulünce çağrıldığı halde işe başlamayan işçinin bu davranışıyla iş sözleşmesini kendisinin feshettiğini kabul eden çözümün tarafları: “Feshin geçersizliği ile devamı sağlanan iş ilişkisinin işçinin daveti kabul etmemesi ile son bulması halinde, eğer kendisine önceden ödenmiş olan kıdem ve ihbar tazminatı varsa bunun iadesi”nin gerekeceği; ayrıca işçi tarafından işverenin davetine icabet edilmemesinin aynı zamanda bir usulsüz fesih teşkil edeceğinden, işçinin işverene ihbar tazminatı ödemesinin dahi gündeme geleceğini18 belirtmekte, “İşverenin işe başlatma isteğine ve beyanına rağmen işe başlamaktan vazgeçen işçinin davranışının istifa olarak kabulü ve daha önce peşin ücret ödemesi ile kıdem tazminatı almış ise bunları iade yükümü yanında usulsüz feshin sonuçlarından sorumlu tutulması”nın daha isabetli bir çözüm olacağını öne sürmektedirler19. Kanunun gerek sistemi gerek iş güvencesi kurumunun amacı, işveren tarafından yapılan feshin sonuçlarını ortadan kaldıran -daha doğrusu tersine çeviren- böyle bir çözüme cevaz vermese gerektir. Zira böyle bir çözüm işçinin iş güvencesi hükümlerine başvurmasını; başvurduğunda prosedürü devam ettirmesini, sonuçlandırılmasını zorunlu kıldığı sonucuna müncer olacaktır. Bu çözüm çerçevesinde işçi iş güvencesi prosedürünü her hâlükarda sona erdirmek yükümü altında bulunacak; işverenin davetini kabul etmeyen işçi -halk deyimi ileevdeki bulgurdan olacaktır. Böyle bir çözümü iş güvencesi kurumunun esprisi ile bağdaştırmak kabil değildir. Nitekim Yargıtay bir kararında bu yöne değinmekte “işçinin kesinleşen mahkeme kararı üzerine başvuruda bulunmasının aleyhine sonuç doğurmaması” gerektiğine isabetli olarak parmak basmıştır20. Öte yandan bu görüş (çözüm) kabul edilirse, ülkemizde davaların çok uzun süreç içinde sonuçlandırılabildiği gerçeği, işçinin dava süresince işsiz ve dolayısıyla ücretsiz kalacağı 18 olgusu karşısında başka bir işe girmek mecburiyetini gündeme taşıyacağı gözönüne alınırsa; başka bir iş bulması dolayısıyla işverene başvurmaktan ve işe başlamaktan vazgeçen bir işçinin sırf bu sebeple sözleşmeyi usulsüz ve haksız feshettiği için usulsüz-haksız feshin sonuçlarına katlanması yolundaki çözümün ortaya çıkaracağı olumsuz hukuki sonuçlara işçinin düçar edilmesi -her şey bir yana bırakılsa bile- iş güvencesi kurumunun amacına/esprisine tümüyle aykırı olup Kanunun sistemiyle bağdaştırılamaz. Şunu da ekleyelim ki bu çözüm, süresinde işverene başvurmayan işçi ile başvurusunun arkasında durmayan işçi arasında Kanunun ayırım yaptığı sonucuna müncer olmaktadır. İşverene süresinde başvurmaması halinde yapılan feshin geçerli sayılması gerektiği Kanunen kabul edilmiş ve işçinin bu feshe bağlı sonuçlarından yararlanacağı öngörülmüştür. Doktrindeki bu çözüme göre, işe başlamayan işçi sözleşmeyi haksız usulsüz feshetmiş sayıldığı için sonuçta tüm işçilik haklarını kaybedecektir. Bu sonucu ise iş güvencesinin amacı yanında hakkaniyetle de bağdaştırmak kabil olmasa gerektir. b. Yargıtayın Görüşünün Değerlendirilmesi Biz sonucuna katılmakla beraber, Yargıtayımızın gerekçelerine katılmanın mümkün olmadığını, Kanunun anlatımı ve amacından bu sonuca kolaylıkla ulaşılabileceğini daha önce yayımlanan bir tebliğde dile getirmiştik21. Yüksek Mahkemenin Kanunda bir boşluk bulunduğu esasından hareket ederek bu boşluğu doldurmaya yönelmesi kuşkusuz takdire değer görülmelidir. Ancak kanımızca bu konuda Kanunun boşluğundan söz etmeye gerek ve imkan yoktur; Kanunun güvenceye ilişkin hükümlerinin bir arada göz önüne alınması ve amacından bu sonuca kolayca varmak mümkündür. c. Görüşümüz Gerçekten, yukarıda da belirttiğimiz gibi Kanundaki “başvuru” kavramını yorumlarken, bunun işverence çağrıldığında işe başlamasını da kapsar şekilde anlamak gereği vardır. Kanunun anlatımı ve amacından kolaylıkla ulaşılması ka- EYLÜL ’10 bil olan bir konuda boşluktan söz edilemeyeceği için, bu konuda Kanunda bir boşluk bulunduğunu kabul etmek güçtür22. Konuyla ilgili İş Kanunu’nun 21. madde hükmünün anlatımı gayet açıktır: işçinin işverene süresi içinde başvurması “işe başlamak” içindir. İşe başlamayı içermeyen bir başvuru Kanunun amaçladığı bir başvuru olarak kabul edilemez. Öte yandan, işçinin başvurusu üzerine işverenin işçiyi işe başlatıp başlatmayacağı (başlatmaması) da işçinin davet edildiğinde çalışmaya amade olmasını gerektirmektedir23. Kanımızca, İş Kanunu’nun iş güvencesi hükümleri çerçevesinde işçinin süresinde başvurmaması ya da başvurmasına rağmen davete icabet etmeyip işe başlamaması işverence yapılan feshi geçerli hale getirecektir. Feshin geçersizliğine ilişkin mahkeme ya da özel hakem kararının tebliğinden itibaren on iş günü içinde işe başlamak için -eski işyerine dönmek daha doğrusu fesih işlemini yapan işverenin buyruğunda çalışmak için- işverene başvuruda bulunmak zorunluluğunu öngören hüküm, süresinde başvurmamak halinde olduğu gibi, işverence kabul edilmesine rağmen işe başlamamak halinde de aynı hukuki sonucu doğurur: yapılan feshin geçerli bir fesih sayılacağı yolundaki hüküm her iki halde de uygulanmak gerekir. Gerçekten de, İş Kanunu’nun 21/V. maddesindeki “başvuru”nun sonucu sadece feshin geçersizliği kararının uygulanması, hayata geçirilmesine ilişkin sürenin başlatılmasına hasredilemez. Kanunda açıkça işçinin “işe başlamak için” başvuracağı belirtilmekte; biçimsel-formel bir başvuru kanunen yeterli sayılmamaktadır. Şöyle ki, usulünce başvuruda bulunmayan ya da başvurmasına rağmen işverenin davetine icabet etmeyip işe başlamayan işçinin davranışı, iş güvencesi prosedürünün işlemesini engeller; sonuçta başvuru yapılmış olsa da, işe başlamayan işçinin tutumu yapılan feshin geçerli sayılmasına yol açar ve iş güvencesi yaptırımlarının uygulanması da söz konusu olamaz. Bu prosedür içinde işverenin davranışı ise, işçinin çalışma arzusunu sergiledikten sonra kesinlik kazanacaktır. Başka bir anlatımla, geçersizliği mahkeme (ya da özel hakem) tara- SİCİL fından tespit edilen geçersiz feshin akıbeti, sonuçlanması, işçinin işe başlaması arzusunun ve eyleminin açıkça ortaya konulmasından sonra işverenin davranışına (tutumuna) göre belli olacak; işveren işçiyi işe başlatırsa iş ilişkisi kanuni düzenlemenin gereği olarak devam edecek; işveren çalıştırmak istemezse sözleşmeyi -kanun gereği- feshetmiş sayılacak ve iş güvencesine ilişkin yaptırımlar uygulanma imkânı bulacaktır. Aynı sonuca yukarıda belirttiğimiz farklı gerekçelerle ulaşan Yargıtay gibi aynı sonuca doktrinde de başka gerekçelerle ulaşan yazarlar vardır24, 25. IV. BAŞVURUDA BULUNMASINA RAĞMEN İŞVERENİN DAVETİNE İCABET ETMEYEN İŞÇİNİN DAVRANIŞININ HUKUKİ SONUCU Kanunen iş güvencesi için öngörülen yaptırımların (işe başlatmama tazminatı ile dört aya kadar ücret ve diğer hakların ödetilmesi) gündeme gelebilmesi, Kanunun belirlediği özel prosedürün noksansız izlenmesine bağlıdır. Kanuni süresi içinde, usulüne uygun olarak yapılan “başvuru”nun işçinin çalıştırılmadığı dört aya kadar ücret ve diğer haklarını talep edebilmesi için yeterli olduğu; başvurusu üzerine işveren tarafından davet edilmiş olmasına rağmen davete icabet edip çalışmaya koyulmayan işçinin bu durumda iş güvencesi yaptırımlarından birisine hak kazanacağı Yargıtay kararlarında kabul edilmekte ve bu çözüm doktrinde de bir kısım yazarlarca paylaşılmaktadır. Bu görüşlerin (çözümlerin) incelenmesine geçmeden önce mahkemece veya özel hakem tarafından verilen geçersizlik kararının kanuni sonuçlarını hatırlamak ve konuya hakim olan esaslara kısaca değinmek uygun olacaktır. 1. Geçersizlik Kararına Bağlı Olarak Ortaya Çıkacak Hukuki Sonuçlar Mahkeme ya da özel hakem tarafından verilip kesinleşen feshin geçersizliğine ilişkin karar gereği uygulanması gereken hukuki sonuçla19 EYLÜL ’10 SİCİL rın gündeme gelmesi, kanunun belirlediği prosedür içinde tarafların tutum ve davranışlarına göre ortaya çıkabilecektir. Başka bir anlatımla, tespit niteliği taşıyan feshin geçersizliği kararının hayata geçirilip geçirilemeyeceği tarafların sergileyecekleri davranışlarına göre şekillenecek feshin otomatik olarak hükümsüz sayılması söz konusu olamayacaktır26. Mahkeme ya da özel hakem tarafından feshin geçersizliğine karar verilip bu karar kesinleşince, tarafların Kanunda belirtilen tutum ve tavırları, kısaca davranışları sonucu aşağıdaki durumlardan birisi ortaya çıkacaktır: a- Geçersizlik kararını tebellüğ eden işçinin kanuni süresi içinde usulünce başvurmaması veya başvurmuş bulunmasına rağmen işverenin davetine uyarak çalışmaya koyulmaması/ işe başlamaması halinde, sözü edilen kararın herhangi bir inikası olmayacak iş güvencesine ilişkin hukuki sonuçların gündeme gelmesi hiçbir şekilde söz konusu olamayacaktır. b- İşçinin süresinde ve usulünce işverene başvurması ve başvurunun arkasında durması yani davet edildiğinde işe (çalışmaya) amade olması, çalışmayı istemesi halinde: aa- İşveren işçiyi işe alır, çalıştırmaya başlarsa -önceki sözleşmenin hüküm ve şartlarını taşıyan ve işçinin kıdemini saklı tutan- kanun gereği yeni bir iş ilişkisi kurulmuş olacaktır. bb- İşveren, işçiyi çalıştırmak istemezse, işçinin çalışmasını, işe başlamasını engellerse, kanun gereği sözleşmeyi bu davranışıyla ve bu tarih itibariyle feshettiği kabul edilecek ve işçiye ‘işe başlatmama tazminatı’ ödemek yükümü altına girecektir27. c- Yukarıdaki her iki halde de işveren işçiye çalıştırmadığı dört aya kadar ücretini ve bu süreye ilişkin diğer işçilik haklarını ödemek zorunda kalacaktır. Bu itibarla işçinin süresinde ve usulünce başvurup işverenin davetine uyarak çalışmaya başlaması halinde taraflar arasında kanun gereği bir iş sözleşmesi -feshedilen sözleşmenin şartlarını ve hükümlerini taşıyan- işçinin kıdemini saklı tutan28 yeni bir sözleşme kurulmuş olacaktır. Ancak işçinin çalıştırılmadığı dört aya kadar olan ücret ve diğer haklarının işçiye tediyesi gerekecek; buna karşılık iş sözleşmesinin 20 feshine bağlı olarak ödenmiş olan işçilik haklarının işçi tarafından işverene iadesi gerekecektir. Öte yandan usulünce işe başlamak için işverene başvuran ve çalışmaya amade olan işçiye işveren iş vermez, çalıştırmaktan imtina ederse, kısaca işe almazsa bu davranışıyla kanun gereği sözleşmeyi feshetmiş sayılacak; bu tarihe göre ödenmiş ya da ödenecek işçilik haklarının tediyesi gerekecek; kanunen öngörülen ve mahkeme ya da özel hakem kararında belirlenen işe başlatmama tazminatı ile ilk fesihten sonraki işçinin çalıştırılmadığı dört aya kadar tekabül eden ücreti ve diğer haklarını da işveren ödemek zorunda kalacaktır. Kısaca ifade edersek, işverence yapılan feshin geçersizliğinin tespit edilmesi üzerine, usulünce başvuruda bulunmak ve çağrıldığında işe başlamak durumunda olan işçinin bu davranışı karşısında kanun işverene 1)İşçiyi işe başlatma veya 2)İşe başlatmama yoluna giderek tazminat yükümü getirmiş; her iki durumda da çalışılmayan dört aylık ücret ve diğer haklarını ödeyeceğini düzenlemiştir29. 2. Konuya Hakim Olan Kanuni Esaslar a. İş Güvencesi Hükümlerinden Yararlanmanın İsteğe Bağlı Olduğu Esası İşçinin iş güvencesi hükümlerinden yararlanması onun isteğine bağlıdır. İşçi bu konuda dava açmak-açmamak hususunda serbest olduğu gibi; açtığı davayı sonlandırmak zorunda da değildir. Aynı şekilde dava feshin geçersizliği şeklinde sonuçlanmış olsa da bunu hayata geçirmek, bu konudaki kanuni prosedürü tüketmek ve izlemekle de yükümlü değildir. Özellikle işçi açtığı iş güvencesi davasını takip etmemek suretiyle müracaata bırakabileceği gibi davadan feragat da edebilecektir. b. İşçinin İşe Başlama-İşverenin de İşe Başlatma Zorunluluğu Bulunmadığı Esası Mahkeme ya da özel hakem tarafından feshin geçersizliğine karar verilmesi işverene işçiyi işe başlatması yolunda bir zorunluluğu gündeme getirmediği gibi; işçinin de zorunlu EYLÜL ’10 olarak işe başlaması şeklinde bir yükümlülük doğurmamaktadır. Her ne kadar, İş Kanunu’nun, “feshin geçersizliğine karar verildiğinde işverenin işçiyi bir ay içinde işe başlatmak zorunluluğundan söz ediliyorsa da; daha sonra işverenin işçinin başvurusuna rağmen bir ay içinde işe başlatmaması halinde ödenecek tazminat miktarının da mahkemece belirleneceğini öngören açık hükmü, işverenin işçiyi işe başlatmak zorunda bulunmadığını hiçbir kuşkuya yer vermeksizin ortaya koymaktadır. Öte yandan, işçinin süresinde işe başlamak için işverene başvuruda bulunmaması halinde, işverence yapılan feshin geçerli fesih olarak kabul edileceğini öngören hüküm de, sorunu işçi bakımından açıkça çözmektedir30. c. İş Güvencesine İlişkin Hukuki Sonuçların Bütünlük İçinde Düşünülmesi Gereği (Esası) İşçiye iş güvencesi sağlayan kanun hükümleri ve güvence için öngörülen hukuki sonuçlar bölünüp ayrı ayrı aşamalarda kullanılabilecek niteliğe sahip bulunmamaktadırlar. Başka bir anlatımla, iş güvencesine bağlanan hukuki sonuçlar, yaptırımlar kanuni prosedürün işletilmesi ve belirli kanuni gereklerin gerçekleştirilmesi halinde ortaya çıkarlar. Gerçekten de, iş güvencesine ilişkin olarak 4857 sayılı İş Kanunu’nun belirlediği prosedür, aşamalı olarak işçiye hak sağlayan bir yapıdan uzaktır. Tarafların karşılıklı yükümlerini yerine getirmeden, kanuni usul tüketilmeden -bu prosedürün belli bir aşamasında- iş güvencesi yaptırımlarını uygulamak mümkün olmasa gerekir. Özellikle işçinin süresi içinde işverene başvurması veya başvuruda bulunulan işverenin davetine rağmen işe başlamamasının hukuki sonucu, işverenin yaptığı feshin geçerli bir fesih olarak kabul edileceğidir. Diğer bir söyleyişle, süresinde işverene başvurmamak gibi, süresinde başvurup işverenin istemesine rağmen işe başlamamak da aynı hukuki sonucu doğurur: işverenin yaptığı fesih geçerli sayılır ve buna bağlı hukuki sonuçlar gündeme gelir, iş güvencesine ilişkin hukuki sonuçlar hiçbir şekilde söz konusu olmaz. SİCİL V. BAŞVURUDA BULUNUP DAVETE İCABET ETMEYEN İŞÇİNİN DÖRT AYLIK ÜCRET VE DİĞER HAKLARININ TALEP EDİLİP EDİLEMEYECEĞİNE İLİŞKİN GÖRÜŞLER İş Kanunu’nun 21. maddesi çerçevesinde mahkeme ya da özel hakem tarafından verilen geçersizlik kararına bağlanan hukuki sonuçlardan “işçinin çalıştırılmadığı dört aya kadar ücreti ve diğer haklarını isteyebileceği”ne ilişkin hükmün, usulünce başvuruda bulunup fakat çağrıldığında işe başlamayan, çalışmaya koyulmayan işçiye ödenmesinin gerekip gerekmeyeceği doktrinde ve uygulamada farklı görüş ya da çözümlerin ortaya atılmasına yol açmıştır. 1. Doktrindeki Görüşler Doktrinde, işçinin işverene kanuni süresi içinde başvurmasının, dört aylık ücret ve diğer haklarının talep edilebilmesi için yeterli olduğunu; çağrıldığında işverenin davetine uymayıp işe başlamamış bulunmamasının sözü edilen alacakların talep edilmesini engellemeyeceğini savunan görüş31 yanında; diğer bir görüş, böyle bir durumda dört aylık ücret ve diğer hakların sadece başvuru ile kazanılmasının mümkün olmadığını, bu alacakların işverenin davetine olumlu yanıt veren işçinin işveren tarafından işe başlatılmaması veya başlatması hallerinde ödenmesinin söz konusu olabileceğini öne sürmektedirler32. 2. Yargıtay’ın Görüşü Yargıtay’ın çözümüne gelince, birçok kararında “azami dört aylık ücret ve diğer alacağının işçinin süresi içinde işverene başvurduğu anda muaccel olacağını” kabul eden Yüksek Mahkeme33 işçinin “dört aylık ücret ve diğer haklarını, işverence çağrıldığı halde işe başlamaktan (çalışmaktan) kaçınmış olsa bile süresinde “başvuruda” bulunmuş olması halinde talep edebileceğini” kabul etmiştir. Örneğin Yargıtay 2007 yılında verdiği bir kararda, davacı işçinin işe iade davası sonucu kanuni süresi içinde işe başlamak için başvuruda 21 EYLÜL ’10 SİCİL bulunduğu ve davalı işveren tarafından süresi içinde işe davet edildiği ancak davacı işçinin işyerine gittiği halde işe başlamaya ilişkin bir belgeyi imzalamaktan imtina ettiği ve işe başlamayacağını bildirdiği; bu durumda davacı işçinin kanuni süresi içinde işverene başvurmakla 4857 sayılı İş Kanunu’nun 21. maddesinde öngörülen boşta geçen süreye ait ücret ve diğer haklara hak kazandığının kabulü gerektiğini içtihat etmiştir34. Ayrıca Yüksek Mahkeme, kesinleşen mahkeme kararı üzerine işe başlamak için başvuran işçinin, bu defa dört aya kadar boşta geçen süre ücreti ve hakları için ödetme (tediye) davası açabileceğine; “işe iade kararı üzerine işverene başvurduktan sonra muaccel hale gelen boşta geçen süre için dört aya kadar ücret ve diğer haklarının alacak olarak belirlenmesi ve miktar olarak hüküm altına alınması”nı talep eden davacının “bu isteği feshin geçersizliği ve işe iade davasından bağımsız olarak açılan ve eda niteliği taşıyan alacak” isteğinin tespit niteliğinde kabul edilmesinin hatalı olduğunu belirterek “eda niteliğinde hüküm kurulması” gerektiğine karar vererek bu içtihadını bir adım daha öteye taşımıştır35. 3. Görüşümüz Süresinde, kanuni süresi içinde işe başlamak için işverene başvurmayan ya da başvurup da işverenin davetine icabet etmeyerek (çağrısına uymayarak) işe başlamayan işçi bundan böyle iş güvencesinden yoksun kalır: Bu itibarla iş güvencesi tazminatı istemeyeceği gibi çalıştırılmadığı dört aylık ücreti ve diğer haklarını da talep edemez. Yukarıda belirttiğimiz sebeplerle, dört aylık ücret ve diğer hakların sadece ‘işçinin işverene süresi içinde başvurması’na bağlı olarak talep edilebilmesi mümkün olmamak gerekir. Çünkü, işçinin çalıştırılmadığı dört aylık ücret ve diğer haklarını talep edebilmesi, işçinin başvurusu ile başlatılan prosedürün işveren tarafına ulaşması halinde gündeme gelebilecektir. Sadece başvuru ile işçinin bu yolda talepte bulunabilmesini sağlayacak (sağlayabilecek) kanuni bir dayanak bulunmamaktadır. Kanımızca süresinde, kanuni süresi içinde işe başlamak için 22 işverene başvurmayan ya da başvurup da işverenin davetine icabet etmeyerek yani çağrısına uymayarak işe başlamayan işçi bundan böyle iş güvencesi hükümlerinden ya da avantajlarından yoksun kalır; iş güvencesi tazminatı (işe başlatmama tazminatı) talep edemeyeceği gibi çalıştırılmadığı dört aylık süre karşılığı ücretinden ve diğer haklarından mahrum kalacaktır. Doktrinde bir kısım yazarlarca da benimsenen ya da paylaşılan Yargıtay’ın “dört aya kadar olan ücret ve diğer haklarının talep edilebilmesinin, işçinin yapacağı “başvuru” şartına bağlanmış olduğu; başvurunun gereğini yerine getirmeyen yani işverenin davetine icabet etmeyen (işverenin davetine uyarak çalışmaya koyulmayan, işe başlamayan) işçi için de mümkün olduğuna ilişkin görüşünü paylaşmak güçtür36. Zira söz konusu yaptırımın başvuru şartına bağlanmış olması, sadece biçimsel (formel) olarak bir irade bildiriminin açıklanmasına indirgenemez; daha önce belirttiğimiz gibi, işçinin işverenin daveti üzerine çalışmaya başlaması daha doğrusu işe başlamaya amade olması halinde Kanunun aradığı başvuru şartı gerçekleşmiş olacaktır. Feshin geçersizliğinin tespitini isteyip bu yolda karar alan, bunu elde eden işçinin bundan vazgeçmesi -işverence usulünce çağrılmasına rağmen işe başlamaması- halinde kanuni prosedürün tamamlandığı ya da noksansız izlendiği söylenemeyeceğine göre, iş güvencesi yaptırımlarından birinin ya da diğerinin veya her ikisinin gündeme gelmesi düşünülemeyecektir. Herşeyden önce şunu belirtelim ki, iş güvencesi ya da feshe karşı korumaya bağlanan sonuçlar genelde bir bütündür; kanuni prosedür işletilmeden, belirli bir aşamada bu sonuçlardan birisinin gerçekleştiğini kabul etmek uygun sayılamaz. Kanuni prosedürün bütünlüğü içinde tarafların davranışlarının Kanundaki sırasıyla ve biçimiyle ortaya konulmasından sonra, iş güvencesine bağlanan sonuçların ya da yaptırımların uygulanıp uygulanmayacağı söz konusu olabilir. İşverenin davetine rağmen işe başlamayan, işine devam etmek istemeyen işçinin durumu ile, süresinde başvuruda bulunmayan işçinin durumunun hukuki sonucu farklı değildir: her iki davranış da aynı hukuki sonu- EYLÜL ’10 cu doğurur ve yapılan fesih kanunen geçerli bir fesih olarak kabul edilir. Formel bir başvuruya güvence hükümlerinin uygulanacağı, özellikle dört aylık ücret ve diğer haklarının biçimsel bir başvuruyla kazanılacağı yolundaki çözümü kanun hükümleriyle bağdaştırmak güçtür. Zira dört aylık ücret ve diğer haklarının gündeme gelebilmesi işçinin çalışmaya başlatılmaması veya başlatılması halinde söz konusu olabilecektir. Başka bir söyleyişle işveren “seçimlik haklarından hangisini kullanırsa kullansın kararın kesinleşmesine kadar çalıştırılmadığı süre için işçiye en çok dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer hakları ödemekle yükümlü tutulmuştur37.” Sadece başvuruda bulunup işverenin çağrısına uyup çalışmaya başlamayan işçinin güvence hükümlerinden birisine hak kazanacağı yolundaki (şeklindeki) çözüm, iş güvencesine ilişkin hükümlerin anlatımı, amacı ve kanuni prosedürün kesintisiz ve kanuna uygun olarak izlenmesi gereği karşısında savunulamaz. Gerçekten “dört aya kadar ücrete hak kazanma, başvuru dışında bir şarta bağlı değildir” yargısı Kanunun anlatımıyla, amacıyla ve sistemiyle bağdaşmayan bir yargıdır38. 4857 sayılı İş Kanunu’nun iş güvencesi konusunda benimsediği sisteme göre, mahkeme veya özel hakemce geçersizliğin tespit edilmesi halinde, güvence hükümleri işçinin kanuni süresi içinde işe başlamak için işverene başvurusu ile gündeme gelmekte, bundan böyle tarafların davranışlarıyla güvenceye bağlı sonuçlar şekillenmektedir. İşçinin süresinde başvurmaması, güvenceye ilişkin kanuni prosedürü sona erdirici hukuki bir engel oluşturacaktır. Nitekim, Kanun böyle bir durumda, mahkemece geçersizliği tespit edilmiş bulunsa bile, işveren tarafından yapılmış feshin “geçerli” bir fesih sayılacağını hükme bağlamıştır. Öte yandan, yukarıda belirttiğimiz gibi, kanundaki “başvuruda bulunmak” gereği, zorunluluğu, hiç kuşkusuz işverenin istemesi halinde çalışmaya başlayacağı olgusunu da içermektedir39. Tekrar etme pahasına olsa da belirtelim ki, “başvuru” işlemi iş güvencesi hükümlerinin gündeme gelebilmesinin ilk adımıdır. Ancak diğer hükümlerin uygulanabilmesi, müteakip işlemlerin/davranışların sergilenmesi ve ta- SİCİL mamlanması halinde mümkün olabilir. Bu kanuni prosedürün bir halkasını/aşamasını yeterli kabul edip, bir kısım hukuki sonuçları hayata geçirmek kabil değildir40. Bu itibarla, iş güvencesine bağlanan hukuki sonuçlar, belirli bir prosedürün izlenmesi ve tamamlanması kaydına bağlanmışken, Yargıtay’ın prosedürün ilk aşamasındaki bir davranışa hukuki sonuç bağlaması, işçinin biçimsel (formel) başvurusunu dört aylık ücret ve diğer haklara dayanak yapması doğru (isabetli) bir çözüm değildir. Ekleyelim ki, bir kısım yazarın ve Yargıtay’ın “azami dört aylık ücret alacağı ve diğer haklarının işçinin kanuni süresi içinde işverene başvurduğu anda muaccel olacağı”na ilişkin görüşü41, iş güvencesi prosedürünü inkisam ettirici bir sonucu beraberinde getirmekte, Kanunun sistemi ve amacına ters düşmektedir. Yüksek Mahkeme bu çözümü ile işçinin “başvurusu”nu prosedürden tecrit etmekte; o davranışın önünü-ardını göz önüne almadan, formel bir başvuruya bağımsız bir hukuki sonuç bağlamakta; güvenceye ilişkin kanuni prosedürün müteakip hükümleriyle getirilmek istenen “hukuki sonuçları” da anlamsız kılmaktadır. Zira daha önce de belirttiğimiz gibi, işverenin işe başlatma veya başlatmama şeklindeki kanuni imkanlardan birini kullanması ise işçinin başvurusunun arkasında durarak işverenin çağrısıyla işe koyulmaya hazır bir davranışın bulunmasını gerekli kılmaktadır. İşe başlamaya ilişkin bir eylem sergilenmedikçe prosedürün işlemesi kabil olmayacağından, işçinin iş güvencesine bağlanan sonuçlardan yararlanması da kabil olmayacaktır. Şunu da belirtelim ki, bu yolda bir çözümün kabulü, süresinde başvuran işçiye çalışmamak, işverenin davetine uymamak imkanını verdiği olgusunu gündeme getirir. Kanunun başvuruda bulunan işçiye dilerse çalışmamak, çağrıldığında işe başlamamak imkanını saklı tutma hakkını verdiğini kabul etmek ise mümkün değildir42. Nihayet şunu da ekleyelim ki, Yüksek Mahkemenin, başvuruda bulunmuş fakat işe başlamaktan imtina etmiş işçinin dört aylık ücret ve diğer haklara hak kazanacağı yolundaki görüşü (çözümü), işçinin bu davranışıyla yapılan feshi 23 EYLÜL ’10 SİCİL geçerli hale getireceğini, bizce de isabetli olarak kabul eden görüşü43 ile de bağdaşmamaktadır. Yargıtayın bir kısım kararlarında dile getirilen, süresinde başvuruda bulunan işçinin, işe başlamasa da dört aylık ücret tutarındaki ücret alacağını ve diğer hakları talep edebileceği biçimindeki yorum tarzı formel, katı ve sakıncalı bir yorumdur. Gerçekten böyle bir yorum ya da kabul, işçinin iş güvencesi kurumunu kötüye kullanmasına açık bir kapı bırakmakta; sözleşmeyi fesheden işverenle çalışmayı sürdürmeyi istememesine rağmen, sırf dört aya kadar olan ücretini ve diğer haklarını almak için Kanunun amaçlamadığı ve cevaz vermediği bir yola yöneltmektedir. Davet edilmesine rağmen başvurunun gereğini yerine getirmeyen, işe başlamayan işçinin davranışının isabetli olarak İş Kanunu 21/5 içinde düşünülmesi sonucunu kabul eden Yargıtay’ın; sadece başvurmaya hukuki sonuç terettüp ettirerek dört aylık ücret ve diğer haklarının işçiye verilmesi gereğine karar vermesi kendi içinde bir çelişkiyi sergilemektedir. Neyse ki Yüksek Mahkememiz, son zamanlarda verdiği kararlarda bu görüşünü sürdürmemekte, birden çok kararında bu içtihadını örtülü olarak terkettiği izlenimini vermektedir. Gerçekten de, 2007 yılının sonuna kadar formel bir başvuruda bulunan, işveren tarafından çağrılmasına rağmen işe başlamaktan kaçınan işçinin dört aylık ücret ve diğer hakları talep edebileceğini kabul eden Yargıtayımız, 2008 ve 2009 yıllarında bu görüşünü terketmiş gözükmekte, işçinin başvurusunun hukuki sonuç doğurabilmesinin işverenin daveti üzerine işçinin işe başlamasına bağlı olduğunu; aksi halde bir kanuni başvurudan söz edilemeyeceğini ve yapılan feshin geçerli bir feshin sonuçlarını doğuracağını dile getirerek, Kanuna ve amaca uygun bir çözüme yönelmiştir. Nitekim, Dokuzuncu Hukuk Dairesi’nin 09.03.2009 tarihli kararında, “İşçinin, işe iade yönündeki başvurusunun samimi olması gerektiğini, gerçekten işe başlamak niyeti olmadığı halde işe iade davasının sonuçlarından -iş güvencesi hükümleriyle öngörülen avantajlardan veya haklardan- yararlanmak için yapılan başvurusunun Kanuna uygun bir işe iade başvurusu olarak değerlendirilemeyeceğini; işçinin 24 süresi içinde işe iade yönünde başvurusunun ardından işverenin daveti üzerine işe başlamamış olması halinde işçinin gerçek amacının işe başlamak olmadığının kabul edileceğini; bu durumda işverence yapılan feshin 4857 sayılı İş Kanunu’nun 21/5 inci maddesine göre geçerli bir feshin sonuçlarını doğuracağını; işçinin işe başlatmama tazminatı ile boşta geçen süreye ait ücret ve diğer haklarını talep edemeyeceğini dile getirerek Kanuna ve Yüksek Mahkemenin 2005 yılında verdiği karara uygun olarak isabetli bir sonuca ulaşmıştır44. Bununla beraber Yüksek Mahkeme yeni bir kararında bu isabetli çizgisine ters düşer biçimde -kanımızca da gerek İş Kanunu’nun güvence hükümleri ile gerekse genel esaslarla bağdaştırılması kabil olmayan- bir sonuca ulaşmış; dava sırasında ölen işçinin dört aylık ücret ve diğer haklarının mirasçıları tarafından talep edilebileceğini içtihat etmiştir45. DİPNOTLAR 1 İşK., İş güvencesi prosedürü içinde feshin geçersizliğini belirleyen ve kesinleşen mahkeme (ya da özel hakem) kararının hayata geçirilmesi açısından genel usul hükümlerine aykırı olarak işçiye tebliğ edilmesini zorunlu kılmıştır. Bu itibarla sözü edilen geçersizlik kararı işçiye tebliğ edilmeden izleyen prosedürün devam ettirilmesi kabil değildir. Zira bu tebliğ işçinin işverenine işe başlatması için yapacağı başvurusu süresine başlangıç olacak; bu tarihi izleyen on işgünlük süre içinde başvuruda bulunmayan işçinin iş güvencesine ilişkin sonuçlardan yararlanması mümkün olmayacaktır. 2 Dokuzuncu Hukuk Dairesinin 23.12.2008 tarihli ve E. 2007/32428 K. 2008/35247 sayılı kararında, işçinin (işçilerin) geçersizlik kararını aldıktan sonra herhangi bir beyanda bulunmaksızın işyerine gitmiş olmalarının, işe başlama başvurusu yapmak amacını taşıdığının kabul edilmesi gerektiğini isabetle dile getirmiştir. (Karar metni için Bkz. İŞVEREN, Özel Eki Mayıs 2008, sh. 23 vd.) Kararda işçilerin işyerine sokulmamaları başvurunun engellenmesi olarak yorumlanmış; bu davranışın “işe başlatmama” olgusu olarak değerlendirileceği kabul edilmiştir. 3 Dokuzuncu Hukuk Dairesinin 09.03.2009 tarihli kararında, başvurunun on iş günü içinde işverene bildirilmesi gerekmekle birlikte, tebligatın postada gecikmesinden işçinin sorumlu olduğunun düşünülemeyeceği de isabetli olarak vurgulanmıştır. 4 Sözleşmesi alt işveren tarafından feshedilmiş olan işçinin asıl işverene; geçici (ödünç) iş ilişkisinde ödünç alan işverene başvurulamayacağı, aynı şekilde işyerinin devredilmiş olması halinde devreden işverenin başvuruya muhatap olamayacağı kabul edilmelidir. 5 Bkz. 9. HD. 23.12.2008 tarihli ve E. 2007/32428 K. 2008/35247, İŞVEREN, Özel Eki Mayıs 2008, sh 23-24. Gerçekten başvu- EYLÜL ’10 runun işverene ya da bu konuda yetkili işveren vekiline yapılması gerekli bulunduğundan işçinin bir yakınına ya da işyerindeki iş arkadaşlarından birisine yapılan başvurunun kanuna uygun olduğu söylenemeyecektir. Yargıtay geçersizlik davasını yürüten avukatın başvurusunun kanuna uygun olmadığını -umumi vekaletin davayı sonuçlandırmakla sınırlı olduğu gerekçesini öne sürerek- özel bir yetkisi olmayan avukata bu konuda başvuruda bulunamayacağına karar vermiş (9. HD. 27.03.2006 E.2005/27660 K. 2006/7386 ÇİL, Şerh, sh. 1444 No: 1197); buna karşılık diğer bir kararında avukat aracılığıyla işçinin yaptığı işe iade başvurusunun geçerli olduğuna (9. HD. 02.12.2008 45501/32931 Çalışma ve Toplum 2009/2 No: 21, sh. 204 vd.) kanımızca da isabetli olarak karar vermiştir. Bu kararla ilgili karşı oy yazısında ise ilişkinin aktif sujesi olan işçinin “işe başlama başvurusunda çok önemli bir neden bulunmadıkça (mücbir sebep) bizzat işyerine icabet edip, ispat-ı vücut etmeli ve işe hazır ve istekli olduğunu işverene göstermesi” gereğine işaret edilerek vekil aracılığıyla telgraf ve noter teatisi ile işe başlatma başvurusunda bulunamayacağı görüşü öne sürülmüştür. Nihayet 17.06.2009 tarihli ve E. 2009/9-232 K. 2009/278 sayılı Hukuk Genel Kurulu Kararı “İşçinin, işe başlatılma konusundaki iradesini bizzat işverene iletebileceği gibi, vekili ya da üyesi olduğu sendika aracılığıyla da ulaştırabileceğini” isabetli olarak karara bağlamıştır. (Karar metni için bkz. ÇİL, Ş.: İş Hukuku Yargıtay İlke Kararları, Ankara 2009, s. 247, No: 109.) 6 7 Niyet tamamen batni, deruni (içsel) olduğuna göre, süresinde işverene başvuran işçinin davet edildiğinde işe başlayıp başlamayacağına ilişkin tasavvurlarını keşfetmek (önceden kestirmek) kabil değildir. Kuşkusuz hukuk bazı konularda niyetlerin araştırılmasına yabancı kalamaz. Fakat bu, kişinin davranışlarından açıklıkla anlaşılabilen arzular, niyetler için söz konusu olabilecektir. Bu itibarla niyet maddeten yeterli bir açıklıkla ortaya konulduğunda hukuken değerli olabilecektir. Başvuruda bulunan işçinin niyeti ise işverence işe başlatma esnasındaki davranışından anlaşılabilecektir. Öyleyse davete rağmen çalışmayacağını açık ya da örtülü bir şekilde ortaya koyan işçinin niyeti bu aşamada belli olabilecektir. Doktrinde isabetli bir şekilde işçinin başvurusunun edimin fiilen sunulması anlamına geldiği; işçinin şeklen başvuruda bulunmakla birlikte fiilen çalışmaktan kaçınması halinde başvuru gereğinin yerine getirildiğinden söz edilemeyeceği dile getirilmiştir. (ALPAGUT, G.: İş Sözleşmesinin Feshi ve İş Güvencesi, III. Yılında İş Yasası, Bodrum, 21-25 Eylül 2005, sh. 246.) 8 Bkz. MOLLAMAHMUTOĞLU, H.: İş Hukuku, Ankara, 2004, sh. 576, B.3, sh. 763. 9 UŞAN, F.: Yargıtay Kararları Işığında İşe İade Davasının Sonuçları, KAMU-İŞ, C.10, 2008, S.1, sh. 11. 10 ÜNLÜ, V. SİCİL, S.8, sh. 84; AKTAY da “işverenin davetine rağmen gelip de işe başlamayan işçi böylece iş sözleşmesini kendisi feshetmiş sayılacaktır.” (AKTAY, N.: İşe İade Davası Sonrası İşverence İşe Davet Edilmesine Rağmen İşe Başlatılmamanın Sonuçlarına İlişkin Yargıtay Kararı İncelemesi, SİCİL, S. 3, Eylül 2006, sh.106) diyerek aynı görüşü paylaşmaktadır. SİCİL 11 ÇİL, Ş.: İş Kanunu Şerhi, C.2, sh. 1417. 12 SARIBAY, sh. 251; Aynı şekilde MANAV, işçinin işverene işe başlatılmak istemesinden sonra işe başlamaktan vazgeçmesinin istifa olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmaktadır. (MANAV, E.: İş Hukukunda Geçersiz Fesih ve Geçersiz Feshin Hüküm ve Sonuçları, Ankara 2009, sh. 408.) 13 DURAN, Abdurrahman: Yargıtay Kararları Işığında İşe İade Ertesinde Açılan Alacak Davaları, İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku Türk Milli Komitesi 30. Yıl Armağanı, 2006, Ankara, sh.338 vd. Yazara göre, ‘İşte bu noktada yeni bir işte çalışan işçinin, işverenin işe daveti üzerine çalışmaya başlaması iş sözleşmesinin işçi tarafından feshi olarak yorumlanabilir. Bu yorum tarzı hakkaniyet duygusunu rahatsız edici nitelikte olmakla birlikte, sürecin gelişimi itibariyle, ortada işçinin feshi söz konusu olduğundan, işverenin mahkemece geçersizliğine karar verilen fesih tarihinde ödediği ihbar ve kıdem tazminatlarını, konusuz kalması nedeniyle sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre iadesi ve ortada bildirim şartına uymayan bir fesih bulunduğundan ihbar tazminatını işçiden talep edilebileceği söylenebilecektir. 14 UÇUM, SİCİL, 2008, s.8, sh.41 vd. 15 UÇUM, İşe İade Sonucuna Bağlı Olarak Doğan Haklara İlişkin Bazı Uygulama Soruları MESS SİCİL İş Hukuku Dergisi, Eylül 2008, s.8 sh. 45. 16 (E. 20810 K. 24800 sayılı karar metni için bkz. SİCİL, S.8, sh. 84 - YİK, LEGAL, S. 2, sh. 177 vd.) Hemen belirtelim ki karara ekli karşı oy yazısında ise isabetli sayılmayacak bir sonuca, doktrinde öne sürülen ilk görüşe paralel bir çözüme ulaşılmıştır. Gerçekten 11.07.2005 tarihli bu karara yazılan karşı oy yazısında ise, ‘işverenin işe başlatma iradesi işçiye ulaştıktan sonra işçi işe başlamayacağını bildirir veya işe başlamazsa’ İş Kanunu’nun 21/V inci madde hükmünün uygulanamayacağı; bu şekilde iradeler birleşince işçinin tek taraflı, işverenin rızası olmaksızın işe başlama iradesini -iradeyi ifsat eden haller bulunmadıkça- geri almasının mümkün olmadığı; bu aşamadan sonra akit tarafların birisinin iradesi ile veya karşılıklı anlaşarak sona erdirilebileceği; tarafların feshin sonucuna katlanmaları gerekeceği belirtilmektedir. Karşı oy yazısındaki yaklaşıma katılmanın güç olduğunu söylemeliyiz. Burada sorun işçi tarafından yapılan başvurunun geri alınıp alınmaması sorunu değildir. Başka bir söyleyişle soruna bu şekilde yaklaşmak kabil olmasa gerekir. Zira sorun, ‘başvuru’dan ne anlaşılacağı ve kanun anlamında bir başvurunun bulunup bulunmadığına ilişkindir. Karşı oyda, başvuruda bulunan işçinin isteğine işveren olumlu cevap verir, işçiyi işe başlatmak ister, fakat işçi işe başlamazsa, bu aşamada taraflar arasında kurulduğu söylenen iş sözleşmesinin işçinin işe başlamamak suretiyle feshedildiği öne sürülmektedir. Şu kadarını söyleyelim ki iş güvencesi prosedürü devam ederken taraflar arasında yeni bir iş sözleşmesi kurulduğu yahut da geçersizliği mahkeme ya da mahkemece saptanmış feshin dayanağı olan sözleşmenin bu aşamada ihya edilip geçerlilik kazandığı söylenemeyeceği gibi, iş sözleşmesinin askıda kaldığı da söylenemez. 17 Kanaatimizce konuya ilişkin 4857 sayılı Kanun hükümleri çerçevesinde işçinin feshe karşı korunması (iş güvencesi, işçinin işten çıkarılmaması anlamına gelmediği gibi; işten çıkarılan (sözleşmesi feshedilen) işçinin mutlaka (herhal- 25 EYLÜL ’10 SİCİL de) işe iade edileceği kesin sonucunu da doğurmamaktadır. Kanunda açıkça öngörülmüş olmadıkça, mahkeme ya da özel hakem işe iade ya da önceki işe nakil hususunda işverenin yerine geçerek hüküm kuramazlar. 4857 sayılı İş Kanunu’nun açık hükümleri karşısında mahkeme ya da hakemin iş ilişkisinin yeniden kurulması -uygulamada yerleşik deyimle işe iadesi- hususunda bir eda (ifa) hükmü tesis etmesi mümkün olmamaktadır. Öte yandan Kanunun daha doğrusu iş güvencesi kurumunun amacından hareketle de işe iade kararı verilmesi doğru olmasa gerektir. Zira İş Kanunu’nun konuyu düzenleme biçimi, taraflar arasında yeniden bir ilişkinin kurulmasının mahkeme kararıyla değil, tarafların takınacakları tavırlara, kısaca taraf davranışlarına bağlamıştır. 18 Bkz. MOLLAMAHMUTOĞLU, sh. 595; SARIBAY, sh. 252; AKYİĞİT, sh. 319. 19 Nitekim bu görüşü öne sürenlerden MOLLAMAHMUTOĞLU, “İşverene süresi içinde başvuruda bulunup işe davete uymayan işçinin iş sözleşmesinin kendisi tarafından feshedildiğinin kabulü yönünde bir düzenleme yapmamıştır” diyen Yargıtay’ı eleştirmekte ve şöyle devam etmektedir: “bu çözüm tarzı için yasal bir düzenlemeye ihtiyaç olmadığını”, “işçinin işverene başvurmasıyla birlikte feshin geçersiz olduğunu ve bu itibarla sözleşme feshedilmemişçesine devam ettiğine göre işçinin işe başlamama şeklindeki davranışı hukuken nasıl yorumlanacağının önem kazandığını”; işçinin davranışının hukuki ifadesi ile istifa” olduğu kanaatini izhar etmektedir (sh. 763). 20 Bkz. 9. Hukuk Dairesinin 11.07.2007 tarihli yukarıda anılan kararı. 21 Bkz. Yargıtayın İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku 2007 Kararları Seminerine sunulan tebliğ, KOMİTE 2007, sh. 149 vd. 22 Öte yandan işçinin “işe başlamak için on işgünü içinde işverene başvurusu”nu öngören hüküm, doktrinde ve içtihatta öne sürüldüğünün aksine yoruma ve boşluk doldurmaya ihtiyaç göstermeyen bir nitelik ve açıklık taşımaktadır. Kanun işçinin “işe başlamak için” başvuracağını, başvuruda bulunacağını açıkça öngörmesine rağmen, karşı görüşü savunanlar bu hususu gözden kaçırmakta; başvurunun içeriğini ve hükmün amacını bir yana bırakarak sadece başvuruya hukuki sonuç bağlama yoluna gitmektedirler. Halbuki Kanun açıkça işçinin “işe başlamak için” başvuru zorunluluğunu öngörmekte, başvurunun çalışmak, işe yeniden koyulmak amaçlı ve eylemli yapılacağını da açıkça belirtmektedir. 23 Bkz. yukarıda başvurunun anlamı ve kapsamı: II/2. UÇUM’a göre, “İşçinin çağrıldığı halde işe başlamaması, işe başvuru talebinden vazgeçme anlamına geldiğinden işverenin yapmış olduğu fesih geçerli fesih haline gelir ve işveren bunun hukuki sonuçları dışında başka bir sorumluluk altına girmez (UÇUM, YKİ/2006, S.2, sh. 183.). 24 UÇUM, M.: İşe İade Davalarında Başlıca Sorunlar, LEGAL 2005, sh. 88 vd. Yazar elbette işçinin (işverene) başvurusu dört aylık ücret ve diğer hakları kazanması bakımından gereklidir demekte; ama işçinin bunları hak etmesi bakımından yeterli olmadığını belirtmekte; bunun için işverene başvurduktan sonra ya işe çağrılan işçinin işe başlamaması veya işverenin işçiyi işe başlatmaması gerektiğine isabetli olarak parmak basmaktadır. 26 25 Doktrinde bazı yazarlar ve Yargıtayın bazı kararlarında mahkeme ya da hakemce tesis edilen geçersizlik kararıyla yapılan fesih işlemlerinin hükümsüz sayılacağı öne sürülmektedir. Örneğin ALPAGUT, ‘feshin geçersizliğinin tespiti iş ilişkilerinin devamı anlamındadır’ (Komite, 2005, tebliğ, sh.116) demekte; aynı şekilde ALP de, ‘feshin geçersizliğine karar verilmesi halinde yapılmış olan feshin hiçbir etkisi” olamayacağını, feshin hiç yapılmamışçasına iş ilişkisinin dolayısıyla iş sözleşmesinin eskisi gibi devam edeceğini’ öne sürmektedir. (ALP, M.: İşçinin Feshe Karşı Korunması, sh. 23) Aynı şekilde EKMEKÇİ “Kanunun feshin geçersiz sayılarak iş ilişkisini kural olarak hiç sona ermemiş gibi devam etmesini; işverenin bunu kabul etmemesi halinde de tazminat ödenmesini öngördüğünü belirterek bu görüşe katılmaktadır (EKMEKÇİ, Ö., sh. 107). 26 Yargıtay da ‘...açılan işe iade davasında feshin geçersizliğine karar verilmekle iş ilişkisi kesintisiz devam eder’ (9.HD. 12.04.2005 E. 2004/18066 K.2005/12952 ÇALIŞMA ve TOPLUM – S. 6, 2005/3, sh.266). Buna karşılık doktrinde yazarların çoğu Kanundaki kullanılan “geçersizlik” sözcüğünün borçlar hukuku anlamında bir hükümsüzlük olarak kabul edilemeyeceğini kanımızca da isabetli olarak dile getirmektedirler. (Özellikle bkz. EKONOMİ, M.: Hizmet Akdinin Feshi ve İş Güvencesi, ÇİMENTO İŞVEREN, Özel Eki, C. 17, Mart 2003, S. 2, sh. 16; ÇELİK, N.: İş Güvencesi, sh. 44; SÜZEK, S.: İş Hukuku, sh. 614; UÇUM, M.: İşe İadede İşverenin Çağrısına Rağmen İşe Başlamamanın Hukuki Sonuçları, LEGAL, YİK, 2006/2, sh. 185; ŞAHLANAN, F.: Karar İncelemesi, TEKSTİL İŞVEREN, Nisan 2010, S. 361, sh. 3; MOLLAMAHMUTOĞLU ise kanunun peşin olarak hükümsüzlüğü murad etmediğini, kanuni süresi içinde işçinin başvuruda bulunup bulunmamasına göre durumun değerlendirileceğini savunmaktadır (MOLLAMAHMUTOĞLU, H., İş Hukuku, s. 761). 27 Yargıtay işe başlatılmayan işçinin geçersiz fesihten dolayı hak kazanacağı işçilik hakları hesaplanırken işe başlatılmama tarihinde geçerli olan ücretin esas alınması gereğine işaret etmiştir: “Davacının feshin geçersizliği ve işe iadeye ilişkin mahkeme kararına dayanarak süresinde işverene başvurduğu halde işe başlatılmamakla iş sözleşmesinin feshedildiği anlaşılmaktadır. Mahkemece işe başlatılmama tarihindeki asgari ücrete göre kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ve yıllık izin ücretine karar verilmesi gerekirken geçersiz fesih tarihindeki ücret düzeyi esas alınarak anılan alacaklara karar verilmesi hatalıdır.” (9. HD. 08.11.2007 26457/32875 ÇİMENTO İŞVEREN,C. 23, Mayıs 2009, S. 3). 28 Kanımızca Kanunun sistemi, Kanun gereği yeniden kurulacak iş ilişkisinin eski (önceki) çalışma koşullarının sürdürüleceği yolunda bir çözüme cevaz vermektedir. 29 Görülüyor ki, yaptığı feshin Kanuna aykırılığı tespit edilmiş bulunmasına rağmen işveren dilerse işçiyi yeniden çalıştırmaya başlayacak dilerse Kanunun belirlediği bir miktar tazminatı ödemek suretiyle Kanuna aykırı fesih işlemini amacına göre sonlandırabilecektedir. Ancak dört aylık ücretini ve diğer haklarını da her iki ihtimalde ödemesi gerekecektir. 30 İşverenin işe başlatma yükümlülüğü gibi işçinin işe başlamak için başvurması da Kanunda zorunlu tutulmuş ancak ademi riayet halinde işveren için (tazminat +4 aya kadar ücret); işçi için geçersizliği tespit edilen feshin geçerli sayıla- EYLÜL ’10 SİCİL cağı düzenlenerek tarafların davranışları arasında bir denge kurulmaya çalışılmaktadır. 35 Bkz. 9. H.D. 24.1.2005, E.2004/22604 K.2005/1194 (ÇİL, İş Kanunu Şerhi, C.II, sh.1515-1516, No.1261). 31 Bkz. MOLLAMAHMUTOĞLU (İş Hukuku), sh. 768; GÜZEL, A.: İş Güvencesine İlişkin Yasal Esasların Değerlendirilmesi, İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukukuna İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri 2004 Yılı Toplantısı, İstanbul 2004 Tebliğ, sh.116; ÇANKAYA/GÜNAY/GÖKTAŞ, sh.266; GÜNAY (İş Kanunu Şerhi), sh.905. Yazar, işçinin başvurusunun dört aylık ücret ve diğer haklarını talep hakkı sonucunu doğuracağını belirtmekte: aynı şekilde, bu alacağa hak kazanıldığı anın, işçinin işverene işe iade için başvurma tarihi olduğuna değinen ÇİL de “işçinin işe başvurusunun ardından işverenin bu eski işine iade kararına rağmen işbaşı yapmayan işçi dahi 4 aya kadar boşta geçen süre ücretine hak kazanır” diyerek bu görüşü benimsemektedir (İş Kanunu Şerhi), sh.1427. Ayrıca bkz. ÜNLÜ (Karar İncelemesi, SİCİL, Aralık 2007 S.8, sh.. 84; MANAV, E.: İş Hukukunda Geçersiz Fesih ve Geçersiz Feshin Hüküm ve Sonuçları, Ankara 2009, sh. 362; SARIBAY, G.: Türk İş Hukukunda İş Güvencesi Kapsamında Fesih Usulü, Feshe İtiraz ve Feshe İtirazın Sonuçları, İstanbul 2007, sh.250; BİLGİLİ: “Yasal sürede başvurusunu yapan, ancak işe başlamayan” bir işçi dört aylık ücret ve diğer haklara hak kazanacaktır (BİLGİLİ, A.: İş Güvencesi Hukuku İşe İade Davaları, 2004, sh. 108.). 36 “…işçi işyerine gittiği halde işe başlamaya dair bir belgeyi imzalamaktan imtina etmiş ve işe başlamayacağını bildirmiştir.” Diğer taraftan doktrinde İş Kanunu’nun 21. maddesinin gerekçesinde “işveren işçiyi işe başlatsa da, başlatmasa da işçiyi çalıştırmamış olduğu en çok dört aya kadar kısım için ücret ve diğer haklarını” talep edebileceği mülahazası dayanak yapılarak işçinin mahkeme süresince çalıştırılmadığı azami dört aylık ücret ve diğer haklarını elde etmesi için yegane koşulun mahkeme kararının işçiye tebliğinden itibaren on iş günü içinde işverene başvuruda bulunmuş olması yeterli görülmektedir. Ancak gerekçe işverenin işe başlatıp başlatmadığının önemli olmadığını vurgulamakta yoksa amacına uygun bulunmayan formel bir başvuruda bulunan işçinin de sözü edilen hakları talep edebileceği kuralını içermemektedir. 32 Nitekim EKONOMİ’de şunları okuyoruz: İşçi süresi içinde işe başlamadığı takdirde kendisine ödenecek dört aya kadar ücret ve diğer haklarını takip imkanını kaybetmektedir.” (EKONOMİ, İş Güvencesi, sh. 17). Aynı doğrultuda bkz. ÇELİK (İş Hukuku Dersleri), sh.237 vd.; UÇUM, M.: İşe İade Taleplerinde Başlıca Sorunlar, İş Güvencesi Kurumu ve İşe İade Davaları, LEGAL, 2005, İstanbul, sh.88 vd.; UÇUM (İşe İade), sh.40. Yazar, doktrindeki karşı görüşün yetersiz ve yanlış yorumlara neden olacak nitelikte bulunduğuna isabetli olarak işaret etmekte; “işçinin başvurusunun yanı sıra işverenin işe başlatmaması veya işçiyi işe çağırırsa işçinin işe başlama aşamaları tamamlandıktan sonra ancak işçi boşta geçen ücret ve diğer haklarını elde edebileceğine parmak basmaktadır. 33 Bkz. 9. H.D. 8.7.2003, 12442/13125, İŞVEREN, Temmuz 2003, sh. 17 vd.; 9. H.D. 30.10.2003, 18346/18547. 34 (9. H.D. 09.10.2007 tarihli 21601/29856 karar metni için bkz. SİCİL, Aralık 2007, S.8, sh. 80, ÜNLÜ V.’nin incelemesi ile); 9 HD. 08.07.2003 12442/13123; 9 HD 11.07.2005, 20810/24800 YİK, LEGAL, S. 2, sh. 177 vd.; 9 HD, 31.03.2008, 4328/6932, ÇALIŞMA VE TOPLUM, 2008/3 No. 18, sh. 251-252. “Bu durumda, davacı işçinin yasal süresi içinde işe başvurmakla 4857 sayılı İş Kanunu 21. maddesinde sözü edilen boşta geçen süreye ait ücret ve diğer haklara hak kazandığının kabulü gerekir. 9. HD. 09.10.2007 21611/29866 (Çalışma ve Toplum 2008/1 No.16, sh. 189) 37 EKONOMİ, YİK, S.8, sh.118. 38 Kanunun lafzen ve amaca uygun yorumu bizi bu sonuca götürmektedir. İşçinin işverene kanuni süresi içinde başvurmasına rağmen, davete icabet etmemesi halinde, Kanunun gereklerine uygun bir başvuruda bulunulduğundan söz edilemeyecektir. 39 Özellikle, sadece başvuruda bulunan fakat çağrıldığında çalışmaktan kaçınan işçinin dört aylık ücret ve diğer haklarını isteyebilmesine imkan vermek kabil olmasa gerektir. 40 Bkz. yukarıda geçersizlik kararının doğurduğu hukuki sonuçlar IV/1. 41 Kaldı ki Borçlar Kanunu’na (madde 101) göre borcun muaccel olması, ifa zamanının gelmesi, alacağın talep edilebilmesi anlamındadır. İşçi bakımından sadece başvuru ile dört aya kadar ücret ve diğer hakların işverence ifa edilmesi söz konusu olamayacağına göre bu aşamada muaccel bir borçtan söz edilemeyecektir. 42 Gerçekten Kanun, başvuruda bulunan ve çalışmaya amade olan işçiyi çalıştırıp çalıştırmamak hakkını (imkânını) işverene vermekte ise de; başvuran işçiye işe başlamama hak ya da imkanını vermemektedir. Başvurmasına rağmen çalışmaktan kaçınırsa -daha önce belirttiğmiz gibi- bunun anlamı, Kanuna uygun bir başvurunun yapılmamış sayılması, dolayısıyla İş K. m.21/5’teki sonucun yani feshin geçerli fesih sayılacağının kabul edilmesidir. Başka bir söyleyişle, böyle bir durumda, mahkeme ya da özel hakemce geçersizliği tespit edilmiş fesih, kanun gereği geçerli bir fesih sayılacak ve buna ilişkin hukuki sonuçlar uygulanacaktır. 43 Bkz. Dokuzuncu Hukuk Dairesinin 11.07.2005 tarihli yukarıda dipnot 6’daki kararı. 44 E. 2007/38672 K. 2009/6095 sayılı karar metni için bkz. ÇİL, Emsal Kararlar, sh. 253 vd. No.111. Aynı doğrultuda: 9. HD. 23.12.2008 E. 2007/32428 K. 2008/35247 İŞVEREN, Özel Eki, Mayıs 2008, sh. 23-24; 9. HD.14.10.2008 E. 2007/29383 K. 2008/27243, ÇİL, Emsal Kararlar, sh. 259 vd. No. 114; 9. HD, 18.3.2009, E. 2007/38730 K. 2009/7345 ve BOSTANCI tarafından incelenmesi için bkz. SİCİL, Aralık 2009, S. 16, sh. 120 vd.; 9 HD. 28.10.2009, E. 2008/11135 K. 2009/29540, İŞVEREN Özel Eki, Yargıtay Kararları, C. 48, Mart-Nisan 2010, S. 6-7, sh. 23-24; İHSGHD., LEGAL, 2009, S. 24, sh. 1584, vd. 45 (ÇANKAYA’nın haklı eleştirileri ile birlikte karar metni için bkz. SİCİL, Mart 2010, S. 17, sh. 199 vd.) Aynı karar ŞAHLANAN tarafından da haklı olarak eleştirilmiştir. (Bkz. ŞAHLANAN, F.: İşe İade Davası Açan İşçinin Yargılama Sırasında Ölmesi Karar İncelemesi, TEKSTİL İŞVEREN, Mayıs 2010, S. 362, sh. 2). 27 EYLÜL ’10 SİCİL Doç. Dr. Mustafa ALP Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Eğitim Giderleri Karşılığı Cezai Şart ve İş Akdinin Feshi GİRİŞ Yargıtay’ın yerleşik içtihadı uyarınca iş akdinde işçi aleyhine tek taraflı cezai şart kararlaştırılması geçersizdir. Geçerli olabilmesi için cezai şartın iki taraflı olması yani cezai şartın ödenmesini gerektiren koşul gerçekleştiğinde, örneğin iş akdi süresinden önce feshedildiğinde, işverenin de cezai şart ödeyeceğinin kararlaştırılmış bulunması gerekir. İşçiyi koruma düşüncesi ile geliştirilen bu içtihadın tek taraflı cezai şart kararlaştırılan her durum için yerinde olduğu söylenemez. Belirli süreli iş akitlerinde, akdi süresinden önce haklı bir neden olmadan sona erdiren işveren zaten BK 325 gereği bakiye süre ücretini tazminat olarak ödeyecektir. İşçinin menfaatleri bu şekilde korunduğundan, belirli süreli akdi haklı neden olmadan süresinden önce son veren işçi için belirlenen cezai şartın tek taraflı olduğu da söylenemez. İşçinin ödeyeceği cezai şartın fahiş olması halinde BK 161 uyarınca indirim yapılması, bu indirim yapılırken işverenin aynı durumda BK 325 gereği 28 ödeyeceği bakiye süre ücreti ile bir denge kurulması da mümkündür. Tek taraflı cezai şartın geçersizliği ilkesine haklı bir istisna getirilmektedir: Eğitim giderleri karşılığı cezai şart. İşverenin ihtiyari olarak sağladığı bir eğitim için yaptığı masrafların karşılığı olarak işçiye belirli bir süre işverenin yanında çalışma yükümlülüğü getirilebilir. Bu süre dolmadan işçinin işten ayrılması halinde de kararlaştırılan cezai şartı ödeme yükümlülüğü getirilmesi kural olarak geçerlidir. Ancak bu durumda da işçinin korunması düşüncesi ile bir içerik ve hakkaniyet denetimine gidilmekte, eğitim giderleri karşılığı cezai şartın geçerliliği belirli koşullara bağlı olarak mahkeme denetimine tabi tutulmaktadır. Eğitim giderleri karşılığı cezai şartın geçerlilik koşulları öğreti ve Yargıtay kararları ile açıklığa kavuşturulmuştur1. Bu koşullar, işverenin işçiye yaptığı katkıdan ve ekonomik külfet altına girmesinden kaynaklanan haklı bir menfaatinin bulunması, bu kapsamda eğitim giderlerinin de kanıtlanabilmesi, işçinin eğitim ile önemli EYLÜL ’10 mesleki yararlar elde etmiş olması ve eğitimin giderleri, süresi, niteliği ile cezai şart arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunmasıdır. Eğitim gideri ile cezai şart olarak işçinin ödeyeceği tutar arasında denge kurulması zorunluluğu, cezai şartın tenkisi konusunda da etkisini göstermekte, cezai şartın fahiş olması koşulu aranmaksızın, işçinin eğitim sonrası çalıştığı ve çalışması gereken süreye göre bir orantı kurularak cezai şarttan indirime gidilmektedir2. Hukukumuzda kabul gören bu esaslar, Alman3 ve Fransız4 hukukunda eğitim giderleri konusunda geliştirilmiş esaslar ile de uyumludur. Tüm bu koşullar karşısında eğitim giderleri karşılığı cezai şartın, alacaklının zarara uğradığını ve zararın tutarını kanıtlaması gerekmeden talep edebileceği borçlar hukukundaki cezai şart tanımına uymayan bir nitelik kazandığı açıktır5. Eğitim giderlerinin “iadesi” veya “ödenmesi” terim olarak daha uygun düşmektedir6. SİCİL ayırım da öğreti ve yargıya kalmaktadır. Kural olarak, işçinin haklı bir neden bulunmadan akdi feshetmesi halinde ödeme borcu doğacaktır. Buna karşılık haklı bir neden olmadan akdi fesheden işverenin de kural olarak cezai şartı talep edemeyeceği söylenebilir. Ancak somut olay ve iş ilişkisine son veren fesih türü her zaman bu kadar kolay sonuca varılmasına imkân vermemektedir. Konu, iş güvencesi ve geçerli fesih sebeplerinin hukukumuza girmesi ile daha önemli hale gelmiş, işverenin işçinin yetersizliği, davranışları veya işletme gerekleri nedeni ile iş akdini geçerli olarak feshetmesi durumunda, işçiden eğitim giderlerini talep edip edemeyeceğinin aydınlatılması zorunlu olmuştur. Zorlayıcı sebeplerden kaynaklanan fesih ve ikale ile sona erme halinde de cezai şartın talep edilebilirliği belirsizdir. Cevaplanması gereken diğer bir soru ise eğitimin tamamlanmaması veya İşçi ve işverenin menfaatleri, hukuken korunan hakları adil bir dengeye oturtulmalı, cezai şartın uygulanması işçinin menfaatleri karşısında orantısız-ölçüsüz olmamalıdır. Eğitim giderini ödeme yükümlülüğünü doğuran olay iş akdinin belirlenen tarihten önce sona ermesidir. Sözleşmede herhangi bir sınırlama getirilmeden iş akdinin sona erdiği her olasılık için işçinin eğitim giderlerini ödeme yükümlüğü öngörülmüş olabilir. Ancak bu tür sözleşme hükümlerinin geçerli olacağı kabul edilemez. Aksinin kabulü işçinin eğitim giderlerini ödeme tehdidi altında fesih hakkının aşırı ölçüde sınırlanması ve çalışma özgürlüğünün ihlali anlamına gelir. İşçinin çalışma özgürlüğünün korunması için hakimin sadece cezai şartın hakkaniyete uygun ve dengeli olmasını değil, aynı zamanda işçinin ödeme yükümlülüğünü doğuran fesih nedenlerini de kontrol etmesi zorunludur7. Eğitim giderleri karşılığı cezai şart konusunda herhangi bir yasal düzenleme bulunmadığından, cezai şartı ödemeyi gerektiren ve gerektirmeyen fesih türleri konusundaki başarılamaması durumları için de cezai şartın talep edilebilirliğidir. GÖRÜŞLER Öğretide Alman ve Fransız hukuklarına dayanılarak iki farklı görüşün savunulduğu görülmektedir. SOYER konuyla ilgili esasları rekabet yasağı sözleşmesini hükümsüz hale getiren fesih sebeplerini açıklayan BK 352’ye dayanarak belirlemek görüşündedir. Soyer’e göre rekabet yasağı sözleşmesinin hükümsüz kalması ile eğitim giderini ödeme borcundan kurtulma arasında önemli bir benzerlik bulunmaktadır. Zira her iki durumda da söz konusu olan, işçiyi haklı görülemeyecek ölçüde işyerine bağlı kalmaktan kurtarmaktır. İşçinin rekabet yasağı ile bağlılığının sona ermesi gibi eğitim giderlerini ödemekten kurtulması da işyerini serbestçe seçme hakkının gerçekleştirilmesine hizmet eden bir araçtır. Bu nedenle işçinin rekabet 29 EYLÜL ’10 SİCİL İşverenin eğitim gideri karşılığı makul bir süre işçiyi işletmeye bağlamaktaki menfaati meşrudur. Buna karşılık işçinin işten ayrılma, başka bir işte çalışma hakkı da cezai şart tehdidi ile aşırı ölçüde sınırlanmamalıdır. oluşturan faaliyetlerde bulunmasına imkân veren fesih hallerinin başka bir işyerinde çalışma hakkını sınırlandıran ödeme yükümlülüğünü de ortadan kaldıracağı kabul edilmelidir8. BK 352 f. 2 kuralı menfaatler arasında adil bir denge kurmak düşüncesiyle iki durumda rekabet yasağının sona ereceğini hükme bağlamaktadır: Bunlardan ilki, işçinin feshi muhik gösterecek bir kusuru yokken akdin işveren tarafından feshedilmesidir. İkincisi ise işverenin feshi haklı gösteren bir kusuru nedeniyle akdin işçi tarafından feshedilmesidir. Bu esaslardan hareketle Soyer, iş akdinin işveren veya işçi tarafından feshedilmesine göre bir ayırıma gitmektedir. İş akdi işçinin sorumlu olduğu haklı bir neden bulunmadan işveren tarafından feshedilmiş ise, işveren eğitim giderlerini talep hakkını kaybedecektir. Soyer, henüz iş güvencesi ve geçerli fesih kavramlarının hukukumuzda bulunmadığı dönemde, haklı neden kavramını işçinin sorumlu olduğu geçerli sebepleri de dahil edecek şekilde yorumlamıştır. Örnek olarak, özen ve koruma yükümlülüklerinin ihlali, kötü ifa, müşterilerle uyumlu olmayan ilişkiler, talimatlara uymama, beceriksizlik, çalışma düzenini bozma gibi olguların haklı neden olarak kabul edilebileceğini göstermiştir. Buna karşılık Soyer, işçinin uzun süreli hastalığı gibi kusuruna yükletilemeyen olaylarda, işçiyi şahsıyla ilgili beklenmeyen olaydan sorumlu tutmak ve hastalığı yanında işçiyi bir de ödeme yükümlülüğü altına sokmanın onun ekonomik geleceğini hakkaniyete aykırı ölçüde sınırlamak sonucunu vereceğini de kabul etmektedir. İşletme gerekleri ile gerçekleşen fesihlerde de Soyer işçinin ödeme yükümlülüğü olmayacağı sonucuna ulaşmaktadır9. İşçi tarafından akdin feshi halinde ise Soyer, işçinin sadece akdi ne30 densiz veya işverenin kusurlu sayılamayacağı nedenler dolayısıyla feshettiği hallerde ödeme yükümlülüğü doğacağını kabul etmektedir. İşçinin haklı feshi ile ödeme yükümlülüğünün ortadan kalkması konusundaki esası Soyer BK 352’ye uygun olarak “fesih nedeninin ortaya çıkmasında işverenin kusuru” olarak belirlemektedir. İşverenin feshi haklı gösteren kusuru nedeni ile akdi fesheden işçi eğitim giderlerini ödemekle yükümlü tutulamaz. Buna karşılık, fesih nedeninin ortaya çıkmasında işverenin kusursuz olduğu hallerde işyerine sadık kalma düşüncesinin ortadan kalkacağı da kabul edilmeyecektir10. Ancak Soyer için işverenin kusurlu olduğu haklı sebepler sadece İK 24 veya BK 344 ile sınırlı da değildir. İşverenin işçiye eğitim sonucu hak ettiği pozisyonu makul bir süre içinde vermemesi, işçiye yardımcı olan önemli kişileri nedensiz olarak ve ona hiç danışmadan işten çıkarması gibi durumlar da cezai şart ödeme yükümlülüğünü ortadan kaldıracaktır11. ÖZDEMİR ise Fransız hukukunda geliştirilen ilkeler ışığında konuya İş Kanunu m. 24 ve 25’deki haklı sebepler ile İK 18’deki geçerli sebepler açısından yaklaşmaktadır. Özdemir de, işverenin feshi haklı gösteren bir kusuru nedeni ile iş akdinin işçi tarafından feshedilmesi halinde işçinin ödeme borcunun doğmayacağı görüşündedir. Fransız ve Türk Yargıtaylarının kararlarından örneklere dayanarak Özdemir, İK 24/II’de düzenlenen ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri nedeniyle haklı fesih halinde cezai şartın uygulanmayacağını açıklamaktadır. Özdemir bunların dışında, sağlık sebepleri (İK 24/I) ve zorlayıcı nedenle (İK 24/III) iş akdinin feshinde, işverenin bir kusuru bulunmamakla birlikte, cezai şartın uygulanmaması görüşündedir. Aksi düşüncenin benimsenmesi İK 24/I (a) fıkrası örneğinde işçinin sağlığı ve hayatı için tehlikeli bir işi cezai şartı ödemek kaygısıyla sürdürmeye zorlanması anlamına geleceğinden kabul edilemez. Bunların dışında işçinin İK 24 anlamında bir haklı neden bulunmadan akdi sona erdirmesi halinde Özdemir cezai şartın işverence talep edilebileceğini kabul etmektedir. Soyer’in aksine, işverenin işçiye yardımcı olan kişileri nedensiz olarak veya kendisine hiç danışmadan işten çıkarması EYLÜL ’10 İşverenin ihtiyari yaptığı eğitim giderleri karşılığı işçiden belirli bir süre yararlanmak istemesinde ii haklı ve korunmaya değer bir iiiiiiii menfaati bulunmaktadır. gibi nedenleri bu kapsamda değerlendirmek ise Özdemir’e göre güçtür12. Sözleşmenin işveren tarafından feshi halinde ise Özdemir sadece İK 25/II’ye göre gerçekleşen fesihlerde cezai şartın talep edilebileceğini kabul etmektedir. Özdemir Fransız mahkemelerinin cezai şartın uygulanmasını işçinin ağır kusuruna bağlayan içtihadını esas alarak bu sonuca varmaktadır. İşçinin ağır kusuru nedeniyle haklı feshe hukukumuzda karşılık gelen İK 25/II’de sayılan fesih sebeplerinin varlığı halinde işveren hem akdi feshedip hem de cezai şartı talep edebilecektir. Bunun dışında İK 25/I ve 25/III’e göre gerçekleşen haklı fesihlerde işçinin kusuru bulunmadığı için cezai şart talep edilemez. İşçinin ağır kusuru koşulu gerçekleşmediği için, İK 18 anlamında işçinin yetersizliğinden, davranışından veya işletme gereklerinden kaynaklanan geçerli fesih hallerinde de cezai şart uygulanmayacaktır13. İki görüş arasındaki temel farkın, iş akdini fesih sebeplerini farklı yasal ve ilkesel esaslara göre değerlendirmekte olduğu görülmektedir. Soyer, henüz iş güvencesi ve geçerli fesih kavramlarının bulunmadığı dönemde konuyu incelerken, İş Kanunu’ndaki fesih hükümlerine göre bir sınıflandırma yapmamaktadır. Soyer, öğretide kabul edilen, BK 352/II’deki haklı nedenin mutlaka akdi ilişkiyi çekilmez hale getiren bir neden olması gerekmediği, bu hükümde BK 344 anlamında bir haklı neden bulunmasından ziyade hakkaniyetle bağdaşmayan sonuçların önlenmesinin amaçlandığı görüşüne katılmakta, eğitim giderlerini ödemeyi gerektiren fesih sebeplerinde de bu esasa uygun sonuçlara varmaktadır14. Bu şekilde Soyer, bir yandan bazı geçerli fesih durumlarında cezai şartın uygulanması sonucuna varırken, öte yandan işçinin İş Kanunu anlamında haklı sebep olmadan akdi feshettiği bazı durumlarda cezai şartın uy- SİCİL gulanmamasını önermektedir. Özdemir ise İş Kanunu’ndaki fesih sebepleri düzenlemesine daha çok bağlı kalmaktadır. Ayrıca Fransız hukukundaki “işçinin ağır kusuru” ölçütünü Türk hukuku için de aramakta, işçinin ağır kusuruna dayanmayan, İK 25/II’de sayılan nedenlere uymayan fesihlerde cezai şartın talep edilemeyeceğini kabul etmektedir. Bu durumda Özdemir, işçinin davranışından kaynaklanan geçerli fesihler de dahil olmak üzere diğer tüm sona erme hallerinde cezai şartın uygulanmamasını önermektedir. DEĞERLENDİRME I. MENFAAT DENGESİ VE ESASLAR Eğitim giderleri karşılığı cezai şart mahkemece içerik ve hakkaniyet denetimine tabi tutulacaktır. İşverenin işçiyi bağlamakta haklı ve korunmaya değer bir menfaati olup olmadığı, verilen eğitimin nitelik ve süresi karşısında bağlanma süresinin orantılı olup olmadığı, cezai şart ile eğitim giderlerinin orantısı bu denetimle tespit edilmektedir. Eğitim giderinin talep edilebilirliğini doğuran fesih sebebi de hakkaniyet denetimi kapsamında değerlendirilmelidir. İşçi ve işverenin menfaatleri, hukuken korunan hakları adil bir dengeye oturtulmalı, cezai şartın uygulanması işçinin menfaatleri karşısında orantısız-ölçüsüz olmamalıdır. Ancak unutulmaması gereken husus, akdin sona erme şekli ve sebebine bağlı olarak yapılan denetimin son aşama olduğu, cezai şart kaydının bazı ön denetimlerden geçmiş olduğudur. Akdin fesih sebebine bağlı olarak yapılan son denetim, içerik denetiminden geçmiş, menfaat dengesine uygun, makul ve meşru bir cezai şartın talep edilebilirliğinin denetimidir. Bu denetim sonunda işçinin eğitim giderlerini ödemesine karar verilse bile yapılan ödeme eğitim giderlerinin tamamı kadar olmayacak, işçinin eğitim sonrası çalıştığı süre oranında indirime gidilecektir. Bu son denetim aynı zamanda daha sınırlı ve somut bir soru ile sınırlıdır: Akdin fesih sebebi karşısında, işverenin cezai şartı talep etmekteki menfaati korunmaya değer midir veya aksi yönde, işçinin cezai şartı ödemekten kurtulma menfaati onun çalışma özgürlüğü bakımından 31 EYLÜL ’10 SİCİL ağır basmakta mıdır? Bu soruya verilen yanıta göre, eğitim giderlerinin talep edilip edilemeyeceğine karar verilecektir. Bu nedenle, akdin fesih sebebini belirlemek, bu fesih sebebine göre menfaat dengesini dikkate almak ve cezai şartın talep edilirliği konusunda bir karar vermek yerinde olur. Yasa ile düzenlenmeyen bu konuda, menfaat dengesine ve hakkaniyete uygun olmak yanında, pratik olarak da uygulanabilir, hukuki güvenliği sağlayacak şekilde önceden öngörülebilir bir çözüm geliştirilmelidir. İşverenin eğitim gideri karşılığı makul bir süre işçiyi işletmeye bağlamaktaki menfaati meşrudur. Buna karşılık işçinin işten ayrılma, başka bir işte çalışma hakkı da cezai şart tehdidi ile aşırı ölçüde sınırlanmamalıdır. Bu menfaat dengesinin kurulması için yapılan denetimde hakimin fesih sebeplerini de denetlemesi, hangi durumda cezai şartın talep edilebileceğini belirlemesi zorunlu olmaktadır. Açık bir yasal düzenleme bulunmadığı için, hangi fesih sebeplerinde cezai şartın talep edilebileceğini belirlemek geniş ölçüde mahkemeye kalmaktadır. Ancak hukuki güvenliğin sağlanması için bu yetkinin kullanımında başvurulacak genel ve soyut ilkelerin belirlenmesi zorunludur. Bu ilkelerin belirlenmesinde benzer hukuki menfaatleri düzenleyen yasa hükümlerine kıyasen başvurulabilir. Rekabet yasağının hükümsüz kalacağı durumları düzenleyen BK 352/II düzenlemesi gerçekten benzer bir menfaat durumuna ilişkindir. Bununla birlikte geliştirilecek çözüm; İş Kanunu’nun feshi düzenleyen hükümleri ile de uyumlu olmalı, eğitim giderleri karşılığı cezai şartın, İK 17, 18, 24 ve 25 hükümlerine göre hangi fesih nedenlerinde talep edilebileceği öngörülebilmelidir. Bulunan çözüm menfaat dengesine ve eğitim gideri karşılığı cezai şartın amacına da uygun olmalıdır. Eğitim gideri karşılığı cezai şart, işçi ile işveren arasında iş akdinden ayrı bir sözleşmeye aykırılığın yaptırımıdır. İşveren bu sözleşme ile eğitim alan işçiden belirli bir süre işletmesinde yararlanma karşılığını elde etmektedir. İşçi ise işe girmek, kendini geliştirmek gibi menfaatler karşılığı belirli bir süre işletmeye bağlı kalmayı kabul ederek sözleşmeye taraf olmaktadır. İşverenin eğitim için yaptığı 32 yatırımın karşılığını alabilmesi için işçinin bir süre işletmeye bağlı kalması zorunludur. İşçinin mesleki eğitiminin karşılığını alabilmesi için de işverenin onu çalıştırması, iş vermesi gerekir. Normal durum, makul bağlanma süresinin tamamlanması, iş ilişkisinin sürmesidir. Bu şekilde işveren eğitim için yaptığı masrafın karşılığını alırken işçi de karşı edimini ifa etmiş olur. Ancak belirlenen süre dolmadan iş akdi sona erdiğinde, eğitim giderleri amorti edilmemiş olacaktır. Akdin süresinden önce sona ermesi halinde sorun, eğitim giderleri riskinin hangi tarafa yükleneceğidir. Eğitim giderlerinin işçiye yüklenebileceği halleri belirlerken, menfaat dengesi ve işçinin eğitim giderleri karşılığı üstlendiği yükümlülüğün niteliği de dikkate alınmalıdır. İşverenin ihtiyari yaptığı eğitim giderleri karşılığı işçiden belirli bir süre yararlanmak istemesinde haklı ve korunmaya değer bir menfaati bulunmaktadır. İşçiye eğitim vererek ona mesleki nitelikler kazandıran, kariyer olanaklarını arttıran işverenden hiçbir karşılık gözetmeden böyle bir külfet altına girmesi beklenemez. İşçiye verilen eğitimin karşılığı olarak ondan belirli bir süre işyerine ve işletmeye bağlı kalması beklenmektedir. Cezai şart da bu bağlılığı sağlama amacına hizmet etmekte, işçinin işletmeye bağlı kalmayıp, belirli süre dolmadan işten ayrılması eğitim giderlerini işverene ödemesi sonucunu vermektedir. Bu görüşten hareketle işçinin işyerine sadakati düşüncesiyle bağdaşmayan fesihlerin cezai şartı ödeme borcu doğuracağı kabul edilmektedir15. İşverenin ihtiyari olarak eğitim giderlerini karşıladığı, belirli nitelikler kazandırdığı işçi, belirli bir süre işverene bağlı kalma, edindiği nitelikleri işveren yararına kullanma borcu altına girmektedir. İşçi eğitim gideri karşılığı borcunu belirlenen süre işletmeye bağlı kalarak ifa eder; eğitim giderini para olarak ödeme borcu İşçiye verilen eğitimin karşılığı olarak ondan belirli bir süre işyerine ve işletmeye bağlı kalması beklenmektedir. EYLÜL ’10 İşveren işçinin işten ayrılmasına sebep olan bir davranışta bulunmamış, işçi haklı bir neden olmadan akdi feshetmiş ise, eğitim giderleri karşılığı zorunlu hizmet sözleşmesine aykırı davranan, bu anlaşmayı ihlal eden işçi giderleri ödemelidir. altına girmez. Belirlenen süre işletmeye bağlı kalmak için üzerine düşeni dürüstlük kuralına uygun olarak yapan işçiden eğitim masraflarını ödemesi talep edilemez. Sadece işçi işletmeye bağlı kalmaz, iş akdinin belirlenen süre boyunca devamı için dürüstlük kuralına göre üzerine düşeni yapmazsa ödeme talep edilebilir. Bir başka deyişle sadece eğitim giderinin iş akdini sürdürerek karşılanması işçinin sorumlu olduğu nedenlerle imkânsız hale gelirse, işçinin işletmeye bağlı kalma borcu para borcuna dönüşebilir. Bu takdirde yani işçi iş akdinin sona ermesinden sorumlu olduğunda cezai şart uygulanabilir. Buna karşılık, işçi iş akdinin sürmesi için dürüstlük kuralına uygun olarak üzerine düşeni yapmış olmasına rağmen, işverenden veya başka etkenlerden kaynaklanan nedenlerle iş akdi belirlenen süreden önce son bulursa, işçi işverenin talebi ve yararı doğrultusunda aldığı eğitimin masrafını ödemek borcu altına girmemelidir. İşçinin işletmeye bağlı kalarak eğitim giderlerini karşılaması asıl olduğundan, işçinin etkileme, engelleme olanağı bulunmayan sebeplerden dolayı işyerinde çalışmasını sürdürememesi halinde eğitim giderlerini onun üstlenmesi beklenemez. Kendi yükümlülüğünü dürüstlük kuralına uygun şekilde ifa eden işçinin eğitim giderlerini ödemek zorunda bırakılması, riskin hakkaniyete aykırı olarak aşırı şekilde işçiye yüklenmesi anlamına gelir. Fesih sebeplerine göre eğitim giderlerini hangi tarafın üstleneceği bu temel esaslara göre belirlenmelidir. İş akdinin sona ermesinden işçi sorumlu ise eğitim giderlerini ödemelidir. İşçinin sorumlu tutulabileceği iki durum mevcut- SİCİL tur: Birincisi, işçinin haklı bir neden olmadan süresinden önce iş akdini feshetmesidir. Haklı bir neden olmadan belirlenen süreden önce işten ayrılan işçi, aldığı eğitim karşılığı işletmeye bağlı kalma yükümlülüğüne aykırı davranmış olur. Bu şekilde işçi, eğitim ile elde ettiği gelişimi, eğitimi sağlayan işverenin yararına kullanmayı reddetmektedir. Bu davranışın sonucuna da katlanması, eğitim giderlerini ödemesi gerekir. İkincisi, işçinin akdi yükümlülüklerine aykırı davranışları nedeni ile işverenin iş akdini feshetmesidir. Akdi fesheden taraf işveren olmakla birlikte, iş ilişkisine devamı çekilmez hale getirip işveren feshini tetikleyen işçi iş akdinin sona ermesinden sorumludur. İşten ayrılmak isteyen işçinin, kendisinin akdi feshetmesi ile işini özensiz ifa etmek, talimatlara uymamak, işyerinde huzursuzluk yaratmak gibi davranışlar ile işvereni akdi feshetmek zorunda bırakması arasında bir fark yoktur. Ayrıntıları aşağıda açıklanmak üzere iş akdinin sona erdiği diğer durumlarda eğitim giderlerinin işçiye yüklenemeyeceği söylenebilir. İşçinin sona ermeden sorumlu olmadığı durumlarda fesih bildirimi işçi tarafından beyan edilmiş olsa bile eğitim giderleri ondan talep edilemez. II. AKDİN İŞÇİ TARAFINDAN FESHİ İşçinin herhangi bir neden göstermeden işten ayrılması halinde menfaat dengesi konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır. İşveren işçinin işten ayrılmasına sebep olan bir davranışta bulunmamış, işçi haklı bir neden olmadan akdi feshetmiş ise, eğitim giderleri karşılığı zorunlu hizmet sözleşmesine aykırı davranan, bu anlaşmayı ihlal eden işçi giderleri ödemelidir. Yargıtay da istifa eden işçinin cezai şartı ödeyeceğine karar vermektedir16. İşçinin haklı bir neden olmaksızın işten ayrılması çeşitli şekillerde gerçekleşebilir. İş akdinin İK 17 kapsamında işçi tarafından süreli feshi veya usulsüz feshi yanında işçiden gelen talep üzerine ve onun yararına gerçekleşen ikalede de işveren giderlerin ödenmesini talep edilebilir. Şüphesiz tarafların ikale ile birlikte veya ayrıca cezai şartın talep edilmeyeceği konusunda anlaşmalarına bir engel bulunmamaktadır. 33 EYLÜL ’10 SİCİL İşçinin haklı nedenle iş akdini feshetmesi durumunda ise ödeme borcu doğmaz. İşverenin feshi haklı gösteren bir davranışının bulunması halinde işçinin işletmeye bağlı kalması beklenemez. İş akdini sürdürmek çekilmez bir hal aldığı takdirde, işçi ödeme yapma kaygısı duymadan işten ayrılabilmelidir. Asıl olarak, iş akdini nedensiz olarak işverenin feshetmesi ile işverenin işçiyi haklı feshe mecbur bırakması arasında tek fark, kimin fesih bildiriminde bulunduğudur. Bunun dışında işverenin akde ve dürüstlük kuralına aykırı davranışları sonucu işçinin haklı feshini tetiklemesi ile nedensiz işveren feshi arasında bir fark yoktur. Bu durum karşısında işverenin akde aykırı davranışlarından kaynaklanan haklı işçi feshinde, akdin işveren tarafından nedensiz feshi ile aynı sonuca ulaşılmalıdır. Ayrıca işverenin kusuru ile akdi çekilmez hale getirdiği durumlarda, işçinin haklı nedenle fesih hakkı doğrudan kişilik hakkının kapsamında kalmaktadır. Bu durumda haklı fesih hakkının dolaylı da olsa cezai şart ödeme yükümlülüğü ile sınırlanması kabul edilemez. İşverenin kusuru ile akdi çekilmez hale getirdiği durumlar, İK 24/II’deki “ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri” ne de karşılık gelmektedir. Bu nedenle işçinin İK 24/II uyarınca haklı nedenle akdi feshettiği durumlarda cezai şartın uygulanmayacağı açıktır. Yargıtay da işçinin fazla çalışma ücretinin ödenmemesi halinde işverenin cezai şartı talep edemeyeceğine karar vermektedir17. Yukarıda açıklanan görüşler karşısında tartışmalı olabilecek iki husus kalmaktadır: Birinci sorun, işverenin kusurlu olduğu söylenebilecek durumlar bulunmakla birlikte, bu durumların açıkça İK 24/II anlamında bir haklı fesih sebebi oluşturmaması halinde cezai şartın talep edilebilirliğidir. Örnek olarak, işverenin işçiyi eğitime uygun bir göreve getirmemesi, eğitime uygun işleri vermemesi veya işçiye yardımcı olan önemli kişileri nedensiz veya kendisine hiç danışmadan işten çıkarması verilebilir. Kanaatimizce söz konusu örnekler, işyerinin ve işin somut koşulları bakımından, çalışma koşullarının uygulanmaması veya mobbing niteliğinde görülebilirlerse haklı fesih sebebi olarak değerlendirilebilirler. İK 24/II’deki fesih sebep34 lerinin örnekleyici olarak sayıldığı (“ve benzerleri”) ve geniş yorumlanmaya elverişli oldukları da dikkate alınmalıdır. Ancak hukuki güvenliği sağlamak, belirsizlikleri önlemek açısından kural olarak İK 24/II’deki fesih sebepleri ile sınırlı kalmak daha yerinde olacaktır. Aksi takdirde özellikle verilen örneklerde işverenin yönetim hakkına aşırı müdahale edilmesi, cezai şarttan kurtulmak konusunda kötüye kullanılabilecek geniş bir alan oluşturulması tehlikesi ortaya çıkabilir. Bu nedenle İK 24/II’nin sınırları dışında kalan fesih sebeplerinde kural olarak işçinin eğitim giderlerini ödeyeceği kabul edilmelidir18. İkinci sorun ise İK 24’de düzenlenen diğer haklı fesih sebeplerinde cezai şartın akıbetidir. İş Kanunumuz işçiye sağlık sebepleri (İK 24/I) ve zorlayıcı sebepler (İK 24/III) ile de haklı fesih hakkını açıkça tanımıştır. Sağlık sebepleri iki başlık halinde düzenlenmiştir: İşin işçinin sağlığı veya hayatı için tehlikeli olması (24/I-a) ve işveren veya başka bir işçinin bulaşıcı hastalığı (24/I-b). Her iki durumda da işçi için iş akdini sürdürmenin çekilmez hale geldiği açıktır. İşçinin sağlığının söz konusu olması karşısında menfaat dengesi onun haklı fesih hakkının korunmasını, cezai şart kaygısı ile haklı feshin güçleştirilmemesini gerektirmektedir. Bu nedenle İK 24/I’deki sağlık sebepleri ortaya çıktığında akdi fesheden işçiden eğitim giderleri talep edilemez. İK 24/III uyarınca, “İşçinin çalıştığı işyerinde bir haftadan fazla süre ile işin durmasını gerektirecek zorlayıcı sebepler ortaya çıkarsa” işçi iş akdini haklı nedenle feshedebilir. Buradaki zorlayıcı sebepler işyerinde öngörülmeyen, kaçınılması mümkün bulunmayan, kusurdan uzak ve dıştan gelen bir nedenle işin görülmesinin olanaksız hale gelmesini, işverenin ifa imkansızlığı içine düşmesini ifade etmektedir. Yangın, deprem, su baskını, toprak kayması gibi doğal afetler ile hükümetçe işyerine el konması, yol çalışması nedeniyle işin durması, ithalat ve hammadde yasakları gibi hukuki nedenler zorlayıcı sebeplere örnektirler19. Zorlayıcı sebepler nedeni ile işyerinde işin durmasında işçi veya işverenin bir sorumluluğu yoktur. Ancak yasa koyucu burada işçiye bir hafta bek- EYLÜL ’10 İşverenin akdi feshetmesine rağmen eğitim giderleri karşılığı cezai şartı talep edebilmesi sadece işçinin sorumlu olduğu fesih sebeplerinde söz konusu olabilir. ledikten sonra çalıştırılmama ve ücret almama riskine katlanmak zorunda kalmadan -kıdem tazminatını da alarak- işten ayrılma hakkını tanımıştır. Bu hakkın cezai şartı ödemek kaygısı ile sınırlanması kabul edilemez. Önerdiğimiz temel ilkeye uygun olarak, işçinin sorumluluğunda olmayan fesih nedenleri ile iş akdi sona erdiğinde, eğitim giderleri riski işverene yüklenmelidir. İşçi tarafından iş akdinin feshi konusunda tartışmalı olabilecek bir alan, kıdem tazminatı almaya hak kazandıran askerlik, evlenme ve emeklilik gibi fesih halleridir. 1475 sayılı İş Kanunu m. 14 uyarınca, muvazzaf askerlik hizmeti nedeni işten ayrılan erkek işçi, evlenme nedeni ile bir yıl içinde işten ayrılan kadın işçi ve emeklilik hakkını kullanan işçi kıdem tazminatı almaya hak kazanmaktadır. Söz konusu düzenleme öğretide isabetli olarak kabul edildiği üzere ilave derhal fesih sebepleri getirmemekte, işçinin süreli feshine rağmen kıdem tazminatı ödenmesi gereken istisnaları belirtmektedir. Yargıtay’ın sayılan sebeplerle işten ayrılan işçinin bildirim süresini beklemek zorunda olmadığı konusundaki içtihadına rağmen, bu sebeplerle işten ayrılmanın haklı fesih olarak nitelenemeyeceği açıktır. Evlenme nedeni ile veya emeklilik hakkı elde edildiği için bağlanma süresi dolmadan işten ayrılan işçi, eğitim giderleri konusundaki anlaşmayı haklı bir neden olmadan ihlal etmiş olur. Zira söz konusu durumlarda iş akdini belirlenen süre kadar devam ettirmek işçiden beklenebilir. Bu durumda eğitim giderleri işçi tarafından işverene ödenmelidir. Sadece yasal bir zorunluluk olması karşısında askerlik hizmeti nedeni ile işten ayrılmak tereddüt yaratabilir. Yargıtay bir kararında askere gitmek üzere belirlenen süreden önce işten ayrılan ve askerlik dönüşü işe alınmayan işçiden SİCİL cezai şartın talep edilemeyeceğine hükmetmiştir20. Kanaatimizce somut olayın özelliklerine ve dürüstlük kuralına göre farklı sonuçlara varmak zorunludur. İşçinin yasal sınırlar içinde askerlik görevini erteletmek için başvurabileceği bir yol kalmadığında askerlik nedeni işten ayrılmaya mecbur olduğu ve cezai şartın ondan talep edilemeyeceği kabul edilmelidir. Buna karşılık, erteletme imkânı varken bu yola başvurmayan işçinin özel olarak korunmasına gerek yoktur. Aynı sonuç eğitime başlarken askere gitme zamanı konusunda işvereni bilgilendirmeyen veya yanlış bilgilendiren işçi bakımından evleviyetle geçerli olmalıdır. III. İŞVEREN TARAFINDAN AKDİN FESHİ İşverenin akdi feshetmesine rağmen eğitim giderleri karşılığı cezai şartı talep edebilmesi sadece işçinin sorumlu olduğu fesih sebeplerinde söz konusu olabilir. Bu fesih sebepleri, işçinin iş akdinden kaynaklanan yükümlülüklerine ve dürüstlük kuralına aykırı davranışlarıdır. İK 25/II’de ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller altında sayılan sebeplerden kaynaklanan haklı fesihlerde işveren cezai şartı talep edebilir. İş akdinden kaynaklanan yükümlülüklerini ihlal eden, dürüstlük kuralına aykırı davranışları ile iş akdini çekilmez hale getiren işçinin korunmasını gerektiren bir sebep bulunmamaktadır. Alman ve Fransız hukukunda da aynı sonuç kabul edilmektedir. Farklılık işçinin davranışının haklı sebep ağırlığında olmamakla birlikte, geçerli sebep ağırlığında olması durumunda ortaya çıkmaktadır. Fransız hukukundaki esaslara dayanılarak, davranıştan kaynaklanan geçerli fesihlerde cezai şartın uygulanmaması görüşü savunulmaktadır21. Davranıştan kaynaklanan geçerli fesih halinde, işçinin akde aykırı davranışı haklı sebepler ağırlığında değildir ve işçi kıdem-ihbar tazminatına hak kazanmaktadır. Ancak bu farkın eğitim giderlerini işverene yüklemek için yeterli bir gerekçe olduğu söylenemez. İşçinin davranışı iş ilişkisinde bulunması gereken güveni işverenden ilişkiye devamı beklenemeyecek ölçüde sarsmış ise davranıştan kaynaklanan geçerli bir fesih söz konusu olur22. Davranışı ile 35 EYLÜL ’10 SİCİL güven ilişkisini sarsan, iş akdinin sona erme sebebini kendi iradesi ile doğurarak işveren feshini tetikleyen işçinin eğitim giderlerinden kurtulmasını haklı kılan bir sebep bulunmamaktadır. İşçinin davranışından kaynaklanan geçerli sebeplerin varlığına rağmen eğitim giderlerini işverene yüklemek, işçi bakımından haksız bir iş güvencesi doğurmak anlamına da gelebilir23. İşçinin davranışları güven ilişkisini sarstığında işverenden akdi feshetmemesi beklenemeyeceği gibi, akdi geçerli olarak feshettiği halde eğitim giderleri karşılığını almaması da beklenemez. Esasen iş akdini bir neden göstermeden fesheden işçinin durumu ile akde aykırı davranışları sonucu işveren feshini tetikleyen işçinin durumu arasında bir fark da bulunmamaktadır. Dürüst davranıp iş akdini haklı bir sebep olmadan fesheden işçi cezai şartı ödemekle yükümlü tutulurken, davranışları ile işverene akdi feshettiren işçinin cezai şarttan muaf tutulması, kötüniyeti ödüllendiren ve teşvik eden bir davranış olurdu. İşçinin davranışından kaynaklanan geçerli fesih sebeplerine örnekler düşünülürse, işverenin talimatlarına uymayan, işyerinde geçimsizlik ve huzursuzluk yaratan, işini özenle yapmayan, kusurlu olarak eksik, kötü ifada bulunan, işyerine zarar veren bir işçi, cezai şarttan kurtulursa, ödüllendirilmiş olacaktır. Bu sonuçtan kaçınılması hukukun ve adaletin gereğidir. İşçinin eğitim süresi karşılığı belirlenen süre boyunca sadece işyerinde bir şekilde çalışma değil, dürüstlük kuralına uygun ve olması gereken şekilde çalışma yükümlülüğü mevcuttur. Güven ilişkisini sarsan, iş akdine devamı beklenemez hale getiren işçinin işyerine bağlı kalma borcuna uyduğu da söylenemez. Davranıştan kaynaklanan geçerli fesih hallerinde işçiden eğitim giderlerini ödemesi talep edilebilmelidir. İş güvencesine tabi olmayan işçiler bakımından da aynı esas geçerli olmalıdır. Haklı sebep ağırlığına ulaşmamakla birlikte, işçinin davranışları güven ilişkisini sarsıyor, iş akdine devamı beklenemez hale getiriyorsa, bu sebepleri kanıtlayan işveren, iş güvencesi kapsamı dışındaki iş ilişkilerinde de eğitim giderlerini talep edebilmelidir. Aksinin kabulü iş güvencesi 36 kapsamı dışındaki işçileri daha fazla koruyan, amaca ve dürüstlük kuralına aykırı bir sonuç olurdu. İşçinin davranışından kaynaklanan haklı veya geçerli fesihler dışında ilke, iş akdini fesheden işverenin cezai şartı talep edememesi olmalıdır. Öncelikle, işverenin geçerli veya haklı herhangi bir sebep olmadan belirlenen süreden önce akdi feshetmesi halinde işçiden cezai şart talep edilemez. Eğitim giderlerinin amorti edilmesi, işçinin işyerinde belirlenen süre kadar çalışması ile olur. Bir neden olmadan işçiyi çalıştırmayan işverenin, işçinin eğitimle kazandığı niteliklerden yararlanma niyetinin olmadığı kabul edilmelidir. Bu da eğitim giderlerinin karşılığını almakta işverenin menfaati kalmadığı sonucunu kabul etmeyi gerektirir. Nedensiz olarak akdi fesheden işveren, işçinin işyerine bağlı kalıp çalışarak eğitim giderlerini karşılama olanağını elinden almaktadır. İşçinin eğitim giderleri karşılığını belirlenen süre kadar çalışarak karşılamasını haklı bir neden olmadan engelleyen işverenin, işçiden giderleri talep etmesi düşünülemez. Aynı sonuç, işverenin talebi üzerine gerçekleşen ikalede de geçerli olmalıdır. Anlaşarak da olsa işçiyi işten çıkarmak isteyen işveren kural olarak eğitim giderlerini talep edemez. İşletme gerekleri ile iş akdinin feshi, işverenin işletmesini yönetmesi ve işletme riski kapsamında gerçekleşen olayların sonucudur. İşçinin hakimiyet alanı dışından kaynaklanan, etkileme olanağı bulunmayan bu olaylardan sorumlu tutulması ve cezai şartın ödetilmesi kabul edilemez. İşletme gerekleri ile akdi fesheden işveren, işçinin eğitimle kazandığı nitelikleri değerlendirmeye istekli olmadığını veya değerlendirecek durumda olmadığını kabul etmiş olur24. Bir yatırımın herhangi bir nedenle başarısız olmasının, değerlendirilememesinin riskini işletme riski kapsamında işverenin üstlenmesi asıldır. İşletme gerekleri nedeni ile işçi için yaptığı eğitim giderleri yatırımını değerlendiremeyen işveren de eğitim giderleri riskini üstlenecektir. Her durumda, iş akdinin sona ermesinde bir sorumluluğu olmayan, işyerinde çalışma olanağı elinden alınan işçinin cezai şartla sorumlu tutulması düşünülemez. EYLÜL ’10 Kanaatimizce aynı sonuç işverenin zorlayıcı sebeplerden kaynaklanan haklı feshi (İK 25/ III) ile işçinin tutuklanması ve tutuklama süresinin bildirim süresini aşmasından kaynaklanan haklı feshi (25/IV) için de geçerlidir. Bu durumlarda zorlayıcı sebebin işyeri ile değil işçi ile ilgili olduğu, tutuklanmanın ise doğrudan işçinin kusuruna dayanıyor olabileceği söylenebilir. Fakat her şeyden önce işverenin bu durumlarda dahi iş akdini sürdürmesinin mümkün olduğu dikkate alınmalıdır. İşveren haklı nedenle fesih hakkını kullanmazsa, zorlayıcı sebep veya tutukluluk sürdüğü müddetçe askı hali devam eder ve engel ortadan kalkınca işçi çalışmakla yükümlü olur25. Her durumda işçinin akdi yükümlülüklerine aykırılığından doğmayan, işçinin iradesinden kaynaklanmayan bu fesih sebeplerinde eğitim giderlerini ödeme borcu doğması hakkaniyete de aykırı olacaktır. İşverenin menfaatini de hakkaniyete uygun şekilde gözetmek bakımından, zorlayıcı sebeple veya tutukluluk nedeni ile işçinin çalışamadığı askı süresi boyunca, işçinin işletmeye bağlı kalma süresinin durduğu, askı süresi kadar işçinin bağlı kalma süresinin uzadığını kabul etmek de hakkaniyete uygun olur. Tartışmalı olabilecek bir konu ise işçinin yetersizliğinden kaynaklanan geçerli veya haklı fesih halinde eğitim giderlerini hangi tarafın üstleneceğidir. Yetersizlikten kaynaklanan fesih sebeplerinde işçinin fiziki veya mesleki yetersizliği söz konusudur. Bu fiziki veya mesleki yetersizlik, işçinin kusurundan kaynaklanmak zorunda değildir. İşçinin yetersizlikte bir kusurunun bulunmadığı hallerde herhangi bir tereddüt yoktur. İşçinin hastalığı, sakatlığı, performans düşüklüğü gibi istem dışı olarak yetersiz hale geldiği durumlarda eğitim giderlerinin ona ödetilmesi hakkaniyete ve iş hukukunun ilkelerine uygun olmayacaktır. İşverene haklı fesih olanağı tanıyan uzun süreli hastalık halinde bile (İK 25/I-b) aynı sonuca varılmalıdır. Hastalığı nedeni ile işini kaybeden işçiyi bir de eğitim giderini ödemek yükümlülüğü ile karşı karşıya bırakmak uygun görülemez26. Buna karşılık bazı durumlarda yetersizlik işçinin kusurundan kaynaklanmış da olabilir. İşçinin kusuru nedeni ile sürücü belgesine el SİCİL konulması, lisansının alınması gibi durumlar yanında İK 25/I-a’da belirtilen hallerde hastalık veya sakatlıktan kaynaklanan devamsızlık da işçinin kusuruna dayanmaktadır. Gerçi tüm bu örneklerde işçi iş akdinden doğan yükümlülüklerine aykırı davranmış değildir. İşçi sadece kendisini iş göremeyecek hale getirmekte kusurludur. Fakat bu durum iş ilişkisini anlamsız hale getirmekte, işveren eğitim giderleri ile sağlamak istediği yararı tamamen kaybetmektedir. Gerçi işçinin işletmeye bağlı kaldığı, akde aykırı bir davranışı olmadığı, bu nedenle eğitim giderlerini ödemesinin beklenemeyeceği savunulabilir. Ancak kusuru ile kendisini iş göremez hale getiren işçinin iş akdinin feshinden sorumlu olduğu da aynı ölçüde geçerlidir. Bu nedenle işçinin kusurundan kaynaklanan bir yetersizlik hali ortaya çıktığında işçinin davranışından kaynaklanan fesihlerde olduğu gibi eğitim giderlerini talep edilebileceği savunulabilir. IV. EĞİTİMİN BAŞARISIZ OLMASI Üzerinde hiç durulmamış bir diğer olasılık ise işçiye verilen eğitimin başarısızlıkla sonuçlanmasıdır. Bu olasılık farklı sebeplerle ortaya çıkmış olabilir. Birincisi, işçinin eğitimi yarıda kesmesidir. İkinci sebep ise işçinin eğitime sonuna kadar sürdürmekle birlikte eğitimin sonunda yapılan ve geçilmesi zorunlu sınavda başarısız olmasıdır. Üçüncü olasılık ise işçinin eğitim henüz sona ermeden işten ayrılmasıdır. Her üç olasılıkta da yapılan eğitim giderleri boşa gitmiş olacaktır. İşveren açısından bakıldığında, işçinin eğitimi başarı ile tamamlandıktan sonra işten ayrılması ile eğitimin başarısız olması arasında bir fark bulunmamaktadır. Eğitim tamamlanmadığında da işveren yaptığı masrafların karşılığını almak isteyecektir. Ek bir menfaat olarak, cezai şart kaydı ile işçinin eğitimi ciddiye alması, ihmal etmemesi için motive edilmesi gösterilebilir. İşçinin menfaatleri bakımından ise bir farklılık bulunmaktadır. Eğitim giderleri ile kazanılması hedeflenen mesleki nitelikleri elde edilmemiş, eğitim giderleri ile işçinin bir kazancı olmamıştır27. Bu durumda eğitim giderlerini ödemesinin işçiden beklenebilirliği aydınlatılmalıdır. 37 EYLÜL ’10 SİCİL Alman hukukunda eğitimin başarısız olması halinde de işçiden eğitim giderlerinin talep edilebileceği kabul edilmekle birlikte, işçinin özel durumuna ve eğitimin başarısız olma sebebine göre bir ayırıma gidilmektedir. Verilen eğitim işçinin düzeyini aşıyor ve ağır geliyorsa, işçinin nitelikleri ve eğilimi ile eğitimin içeriği uyuşmuyorsa, işçi fazla ilerlemeden eğitimi bırakabilmeli ve bu durumda eğitim giderlerini ödememe hakkına sahip olmalıdır. Alman Federal İş Mahkemesi 1975 tarihli bir kararında, uzun süren eğitimlerde işçiye karar vermek için uygun bir süre tanınması gerektiği sonucuna varmıştır. Eğitim başladıktan sonra bu uygun süre içinde işçi, eğitimi sürdürüp sürdüremeyeceği konusunda karar verebilme olanağına sahip olmalıdır. Eğer işçiye bu hak tanınmamış ise eğitim giderlerini ödemesi de beklenemez. Zira işçi bir ödeme yükümlülüğü altında kalmadan kendisine uymayan bir eğitimi bırakabilme hakkına sahip olmalıdır28. Mahkeme 1979 tarihli bir kararında ise ilke olarak eğitimin yarıda kesilmesi işçinin sorumluluğundan kaynaklanan sebeplere dayandığında eğitim giderlerinin ondan talep edilebileceğine hükmetmiştir29. İşçiye karar vermek için bir süre tanınması çoğu durumda mümkün olmayacaktır. Fakat genel olarak işverenden, nitelikleri itibarı ile uygun olmayan bir işçiye eğitim aldırmaması, eğitim alacak işçiyi seçerken özen göstermesi de beklenmelidir. İşçinin niteliklerine uygun bir eğitimi haklı bir neden olmadan bırakması halinde ise eğitim giderlerini ödemesini beklemek yerindedir. Zira işçi eğitim konusunda işverenle anlaşırken bu eğitimi almak için elinden gelen gayreti göstermek borcu altına da girmektedir30. Eğitim sonuna kadar sürdürülmekle birlikte, eğitim sonundaki sınavı elinden geleni yapmasına rağmen başaramayan işçiye eğitim giderlerini ödeme yükümlülüğü getirilmesi ise kural olarak geçersiz görülmektedir. Ödeme baskısı ile işçinin sınavı başarmaya zorlanması, kendi düzeyini aşan bir sınavın sonucundan işverene karşı sorumlu tutulması kabul edilemez. Sadece işçinin başarısızlığı sınav için yeterli hazırlığı yapmaması gibi kusurlu bir davranışından kaynaklanıyorsa eğitim giderlerini ödemesi talep 38 edilebilir31. Eğitim tamamlanmadan iş akdinin sona ermesi halinde ise menfaat dengesi, eğitim tamamlandıktan sonra fakat belirlenen süre dolmadan işten ayrılan işçinin durumundakiyle aynıdır. İş akdinin sona ermesinden işçinin sorumlu olup olmadığına göre bir ayırıma gidilerek, işçinin sorumlu olduğu durumlarda eğitim giderlerinin talep edilebileceği kabul edilebilir32. Her durumda eğitim giderlerinin talep edilebilmesi için, sözleşme hükmünün hakkaniyete uygunluk için işverenin haklı menfaatine dayanmak, orantılı olmak gibi diğer koşullara da uygun olması zorunludur. SONUÇ Eğitim giderleri karşılığı işçinin belirli bir süre işletmeye bağlı kalması ve bu yükümlülüğe uymadığında giderleri ödemesi, işveren ile işçi arasında yapılan bir sözleşmeye dayanmaktadır. Sözleşmenin konusu, işverenin ihtiyari ile işçiye bir eğitim sağlaması ve buna karşılık işçinin belirli süre işletmeye bağlı kalarak çalışmasını sürdürmesidir. İşçinin işletmeye bağlı kalmaması halinde sözleşmeye aykırı bu davranışı, eğitim giderlerini işverene ödeme borcunu doğurmaktadır. Sözleşmeye aykırılığın bu şekilde yaptırıma bağlanması yerinde olmakla birlikte, işçinin çalışma ve sözleşme özgürlüğünün aşırıya kaçan sınırlamalara karşı korunması zorunludur. Bu nedenle eğitim giderleri karşılığı cezai şart kayıtları bir hakkaniyet denetimine tabi tutulmaktadır. Bu denetimin son aşamasında, iş akdinin ne şekilde ve hangi sebeple sona erdiği yer almaktadır. Zira işçinin belirlenen süre dolmadan işten ayrıldığı her durumda eğitim giderlerini ödemek zorunda kalması da hakkaniyete aykırı bir sınırlama oluşturacaktır. İşçi ve işverenin haklı menfaatlerini korumak, hukuki güvenlik sağlamak için, hangi durumlarda cezai şartın uygulanabileceği belirlenmelidir. Eğitim giderleri konusundaki ilke, işçinin aldığı eğitimin karşılığını işletmeye belirli bir süre bağlı kalarak vermesidir. İşçinin eğitim giderlerini ödeme borcu yoktur. Böyle bir borç ancak işçinin sözleşmeye aykırı olarak işten ayrılması halinde doğar. Sözleşmeye aykırılık oluşturan işten ayrılma halleri ise işçinin fesih EYLÜL ’10 sebebindeki sorumluluğuna göre belirlenmelidir. İş akdini feshedenin işçi olup olmadığı değil, işçinin fesih sebebinin doğmasından sorumlu olup olmadığına bakılmalıdır. İşçi süresinden önce iş akdinin sona ermesinden sorumlu ise eğitim giderlerini ödemesi gerekir. Buna karşılık işçi işletmeye bağlı kalarak edimini ifa etmek için dürüstlük kuralına göre elinden geleni yapmış olmasına rağmen iş akdi süresinden önce sona ererse, durum farklıdır. İşçinin sorumluluğunun bulunmadığı, engelleme olanağının dahi bulunmadığı sebeplerle iş akdi sona erdiğinde, onun işletmeye bağlı kalarak edimini ifa etmek olanağı elinden alınmış olmaktadır. İş akdinin işçinin sorumlu olmadığı sebeplerle sona ermesinin riski işçiye yüklenip ondan eğitim giderlerini ödemesi talep edilemez. İşçinin elinde olmayan sebeplerle işletmede çalışamamasının, iş akdinin sona ermesinin riskini işverenin üstlenmesi hakkaniyete uygundur. Bu temel esasa göre fesih sebepleri değerlendirildiğinde, işçinin eğitim giderlerini ödeme borcu asıl olarak iki durumda doğmaktadır: İşçinin haklı bir neden olmadan akdi feshetmesi ve işçinin davranışından kaynaklanan nedenlerle işveren tarafından akdin feshedilmesi. İşçinin iş akdinden kaynaklanan yükümlülüklerini kusurlu olarak ihlal etmesi halinde, işletmeye bağlı kalmak borcunu dürüstlük kuralına uygun şekilde ifa ettiği de söylenemez. Kusurlu olarak iş ilişkisine devamı işveren için beklenemez hale getiren, işveren feshini tetikleyen işçi, akdin süresinden önce sona ermesinin riskini üstlenmeli ve eğitim giderlerini ödemelidir. İşçinin eğitim giderlerini ödemesi sadece işverenin İK 25/II uyarınca haklı feshi ile de sınırlanamaz. İşçinin kusurlu olarak iş ilişkisini devam ettirmek için gerekli güven ilişkisini sarstığı davranıştan kaynaklanan geçerli fesihlerde de eğitim giderlerini ödemesi gerekir. Aksinin kabulü haksız bir ayırıma ve kötüniyetin korunmasına yol açardı. Tartışmalı olmakla birlikte işçinin yetersizliğinin kusuruna dayandığı durumlarda gerçekleşen haklı (İK 25/I-a) ve geçerli fesihlerde de eğitim giderlerinin işçiye yüklenmesi kanaatimizce yerindedir. Buna karşılık, işçinin sorumluluğunda ol- SİCİL mayan nedenlerle iş akdi sona erdiğinde eğitim giderlerini işveren üstlenmelidir. İşçinin işletmeye bağlanması amacı, onun her ne pahasına olursa olsun bağlanmasını değil, dürüstlük kuralının sınırları içinde işyerinde iş akdine uygun şekilde çalışma olanağı bulunduğu sürece bağlı kalmasını gerektirmektedir. Cezai şartın amacı işçiyi işten ayrılmaktan caydırmaktır. İşçi istemediği ve neden olmadığı halde iş ilişkisi sona ererse, cezai şartın amacının dışında kalan bir durum ortaya çıkacaktır. İşverenin nedensiz olarak akdi feshetmesi ile işçinin haklı feshine yol açması (İK 24/II) durumlarında eğitim giderlerinin işçiden talep edilemeyeceği konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır. Buna karşılık, işçinin İK 24/ II’de sayılan haller ve benzerleri kapsamına girmeyen bir nedenle akdi feshetmesi halinde eğitim giderlerini ödeme yükümlülüğü sürmelidir. Bunun yanında işletme riskinin işverene ait olmasının doğal sonucu olarak, işletme gerekleri ile geçerli fesih ve İK 25/III uyarınca zorlayıcı sebeplerle haklı fesih halinde de eğitim giderleri işveren tarafından üstlenilmelidir. Önerdiğimiz ilkeye uygun olarak, işçinin sorumlu olmadığı diğer fesih sebeplerinde de eğitim giderleri işçiden talep edilemez. İşçinin yetersizliğinden kaynaklanan geçerli fesih, kusuru olmadan hastalık veya kaza nedeni ile devamsızlığından kaynaklanan haklı fesih (İK 25/I-b), zorlayıcı sebepler (İK 25/III) veya tutukluluk süresi nedeni ile (İK 25/IV) haklı fesih yanında işçinin sağlık sebepleri (İK 24/I) ve zorlayıcı sebeplerle (İK 24/III) feshi halinde de eğitim giderleri işçiden talep edilemez. Zira tüm bu durumlarda akdin süresinden önce sona ermesinde işçinin bir sorumluluğu bulunmamakta, işçinin işletmeye bağlı kalarak edimini ifa etme iradesine rağmen, işverenden veya dış etkenlerden kaynaklanan sebeplerle iş akdi son bulmaktadır. İşçinin etki edemediği, engelleyemediği bir nedenle eğitim giderlerinin değerlendirilmesi imkansız hale gelirse tüm diğer yatırımlarda olduğu gibi bu yatırımın karşılıksız kalmasının riski de işletme riski kapsamında işverene aittir. Eğitimin haklı bir neden olmadan bırakılması halinde ise işçiden 39 EYLÜL ’10 SİCİL o ana kadar yapılmış eğitim giderlerini ödemesi kural olarak beklenebilir. DİPNOTLAR 1 2 SOYER, Polat: “Hizmet Akdinin İşçi Tarafından Feshi İçin Öngörülen Cezai Şartın Geçerliliği Sorunu, Prof. Dr. Turhan Esener’e Armağan, Ankara, 2000, 363; ÖZDEMİR, Erdem: “İş Hukukunda Eğitim Karşılığı Öngörülen Cezai Şart”, Çalışma ve Toplum, 2005/1, Sayı 4, 143; KARAGÖZ, Veli: İş Sözleşmesinde Cezai Şart, Ankara, 2006, 203; Yarg. 9. HD 29.3.2000, 2000/507 E., 2000/4100 K. ve SOYER’in Karar İncelemesi, Çimento İşveren, Eylül 2000, 29 vd. Yargıtay 9. HD. 25.9.2007, 2007/20016-28104, “Davacının işyerinden 28.4.2006 tarihinde istifa ederek ayrıldığı sabit olduğuna göre eğitim gideri bakımından davacı işverenin talepleri bakımından bir karar verilmesi gerekir. Bu yönde gerekli inceleme yapılmalı ve eğitim giderleri bakımından 1 yıllık süre içinde çalışılan ve çalışması gereken süreye göre indirim hususu da düşünülerek hüküm kurulmalıdır.”. Çalışma ve Toplum, Sayı 16, 232, 233. 3 PREIS, Ulrich, Erfurter Kommentar, 9. Aufl., BGB 611 Rn. 436-448, www.beck-online.de. 4 ÖZDEMİR, 143 vd. 5 ÖZDEMİR, 150, 151. 6 Hukuk Genel Kurulu’nun 18.6.2008 tarih, 2008/9-430 E. ve 2008/438 K. sayılı kararında da eğitim giderlerinin ödenmesi kaydının cezai şart niteliğinde olmadığı belirtilmektedir: “Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle; her ne kadar Özel Dairenin bozma ilamında davalı bankanın talep ettiği bedel bir cezai şart olarak nitelendirilmişse de, gerek yanlar arasında düzenlenen sözleşmeler, gerek davacı tarafından imzalanan yüklenme ve kefalet senetleri, gerekse davalı banka tarafından çıkarılan yönetmelikler incelendiğinde, talep edilen bedelin davacıya bir yıl boyunca verilen eğitim ve yapılan masrafların karşılığı olduğu, dolayısıyla Borçlar Kanununun 158 vd. maddelerinde düzenlenen cezai şart niteliğinde olmayıp, kendine özgü bir alacak talebi olduğu bir an cezai şart olarak düşünülse bile verilen eğitim gideri karşılığı olduğundan karşılıksız sayılamayacağı anlaşılmakla, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.” www. Kazanci.com. 15 SOYER, 377. 16 “Davacının işyerinden 28.4.2006 tarihinde istifa ederek ayrıldığı sabit olduğuna göre eğitim gideri bakımından davacı işverenin talepleri bakımında bir karar verilmesi gerekir””, 9. HD 25.9.2007, 2007/20016-28104, www.kazanci.com. 17 Yarg. 9. HD. 12.4.2004, 2003/19260 E., 2004/8271 K., www. kazanci.com. 18 Karş. SOYER, 379. 19 SÜZEK, Sarper: İş Hukuku, Yenilenmiş 4. Baskı, İstanbul, 2008, 656. 20 Yarg. 9. HD. 29.3.2004, 2003/17487 E., 2004/6215 K, Kazancı Mevzuat ve İçtihat. 21 ÖZDEMİR, 156. 22 SÜZEK, 517. 23 SOYER, 378. 24 Alman Federal İş Mahkemesi de işletme gerekleri ile iş akdi feshedildiğinde işverene eğitim giderlerini talep etme hakkı tanıyan sözleşme kayıtlarının hakkaniyete aykırı ve geçersiz olacağına karar vermektedir: BAG NZA 1999, 79. 25 SÜZEK, 646. 26 SOYER, 379. 27 MEIER, Hans-Georg/SCHULZ, Rolf: “Rückzahlung von Ausbildungskosten bei vorzeitiger oder erfolgloser Beendigung der Ausbildung, NZA 1996, 742. 28 BAG, AP Nr. 2 zu § 611 BGB Ausbildungsbeihilfe. 29 BAG AP Nr. 4 zu § 611 BGB Ausbildungsbeihilfe. 30 MEIER/SCHULZ, 747. 31 HANAU/STOFFELS, Beteiligung von Arbeitnehmern an den Kosten der beruflichen Fortbildung,44, 45. Uygulamada işverenlerin bu durumu kanıtlayabilmesi güç olacaktır, MEIER/SCHULZ, 747. 32 MEIER/SCHULZ, 747. KAYNAKÇA • HANAU/STOFFELS, Beteiligung von Arbeitnehmern an den Kosten der beruflichen Fortbildung. • KARAGÖZ, Veli: İş Sözleşmesinde Cezai Şart, Ankara, 2006. • MEIER, Hans-Georg/SCHULZ, Rolf: “Rückzahlung von Ausbildungskosten bei vorzeitiger oder erfolgloser Beendigung der Ausbildung, NZA 1996, 742. • ÖZDEMİR, Erdem: “İş Hukukunda Eğitim Karşılığı Öngörülen Cezai Şart”, Çalışma ve Toplum, 2005/1, Sayı 4, 143. • PREIS, Ulrich, Erfurter Kommentar, 9. Aufl., BGB 611, www. beck-online.de. • SOYER, Polat: “Hizmet Akdinin İşçi Tarafından Feshi İçin Öngörülen Cezai Şartın Geçerliliği Sorunu, Prof. Dr. Turhan Esener’e Armağan, Ankara, 2000. 13 ÖZDEMİR, 155, 156. • SOYER, Rekabet Yasağı Sözleşmesi, Ankara, 1994. 14 SOYER, Rekabet Yasağı Sözleşmesi, Ankara, 1994, 101, özellikle Dn. 165’deki yazarlar. • SÜZEK, Sarper: İş Hukuku, Yenilenmiş 4. Baskı, İstanbul, 2008. 7 SOYER, 377. 8 SOYER, 377. 9 SOYER, 378, 379. 10 SOYER, 379. 11 SOYER, 379, 380. 12 ÖZDEMİR, 154, Dn. 55. 40 EYLÜL ’10 SİCİL Doç. Dr. Aydın BAŞBUĞ Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşyeri Hekiminin Tam Gün Çalışma Zorunluluğu Nedeniyle Çalışma Koşullarının Değişmesi Bir sözleşme kurulduktan sonra meydana gelen değişiklikler taraflardan birinin borcunu yerine getirmesini güçleştirebilir. Tarafların meydana geleceğini önceden bilmiş olsalardı, sözleşmeyi hiç yapmayacakları ya da sözleşmeyi kursalar dahi farklı düzenleyecekleri nitelikteki bu güçlükler hukuki olarak imkansızlık değildir. Ancak bu durum, borçlu ya da alacaklı aleyhine ağır sonuçlar doğurabilir. Günümüzde sözleşme kurulduktan sonra hâl ve şartlardaki değişikliğin, sözleşmeden doğan yükümlülüklere etki edeceği kabul edilmektedir1. Hukuki tartışmalar bu etkinin olup olmayacağından ziyade hangi ölçülerin uygulanacağı ve sonuçlarının ne olacağı sorunu üzerinde yoğunlaşmaktadır. İş sözleşmesi de kurulduktan sonra çalışma koşullarında meydana gelen değişiklik ile taraflardan birinin borcunu yerine getirmesi güçleşebilir. İşte imkansızlık hali oluşturmayan bu hâl ve şartlardaki değişikliğin taraf yükümlülükleri açısından yeniden incelenmesi gerekmektedir2. İşyeri hekimi ile iş sözleşmesi ku- rulduktan sonra 21.01.2010 tarihinde yürürlüğe giren 5947 sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile hekimin çalıştığı asıl işyerinde tam gün çalışması ve başka bir işyerinde çalışamayacağı yönünde değişiklik yapılmıştır. İşyeri hekiminin anılan yasa ile işyeri hekimi olarak ikinci bir işte çalışması bir imkansızlık değildir. Ancak çalışma şartlarının yerine getirilmesi bakımından önemli bir ağır değişikliktir. Aşağıda bu değişikliğin, işyeri hekimi tarafından fesih hakkı sorunu ve bu feshe bağlı sonuçlar açısından konu ele alınacaktır. 1- İşyeri Hekiminin Tam Gün Çalışma Zorunluluğu İş sağlığı ve güvenliği açısından işyeri hekimliğinin yeterince önemi anlaşılamamıştır. Konu değişik zamanlarda farklı şekilde ele alınmış, işyeri hekimliği istihdamından ziyade, bu alanın bir gelir kaynağı olarak değerlendirilmesi ön plana çıkmıştır. Bu, işyeri hekiminin işye41 EYLÜL ’10 SİCİL rindeki faaliyetlerine yönelik ciddi değişikliklerden ziyade, atanması ile atayacak ve eğitim verecek makam etrafında yoğunlaşmasıyla açık bir şekilde görülmektedir. Son olarak 5947 sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile üniversite ya da diğer sağlık birimlerinde çalışan hekimlerin ikinci iş olarak işyeri hekimi olarak çalışabilmeleri büyük ölçüde sınırlandırılmıştır. Bu değişiklikler işyerinde iş sağlığının geri planda kalmasına yol açmaktadır. Yapılan yasal düzenleme karşısında işyeri hekimi olarak çalışma ilişkisini sona erdirmek zorunda kalan hekim ve işveren, İş Kanunu açısından bazı sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Yazımızda bu sorunlara iş hukuku açısından değinmeye çalışarak, önümüzdeki günlerde yargıya konu olabilecek sorunlara dikkat çekilmek istenmektedir. Sağlık personelinin ikinci işte işyeri hekimi olarak çalışmasına ilişkin 5947 sayılı Kanun’la meydana gelen yeni duruma bakacak olursak; 21.01.2010 tarihinde yürürlüğe giren ve 5947 sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un, 3. maddesine 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 36. maddesinde değişiklik yapılarak “Öğretim elemanları, üniversitede devamlı statüde görev yapar.” hükmü getirilmiştir. Ortaya çıkan yeni durumda üniversite öğretim elemanları, bu Kanun ile diğer kanunlarda belirlenen görevler ve telif hakları hariç olmak üzere, yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde ücretli veya ücretsiz, resmi veya özel başka herhangi bir iş göremeyecek ve ek görev alamayacaktır. Ayrıca öğretim elemanlarının serbest meslek icra etmeleri de tamamen engellenerek tam gün süreli olarak üniversitede görev yapmaları gerektiği düzenlenmiştir. Kanun, üniversite öğretim elemanları dışında diğer sağlık personelinin de işyeri hekimi olarak ikinci bir işte çalışmasına büyük sınırlama getirmektedir. Kanunun 7. maddesi, 11/4/1928 tarihli ve 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun’un 12. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarında değişiklik yaparak son fıkrasını şu ifade ile tamamlamıştır; “Sözleşmeli statüde olanlar da 42 dahil olmak üzere mahalli idareler ile kurum tabipliklerinde çalışan ve döner sermaye ek ödemesi almayan tabipler işyeri hekimliği yapabilir. Döner sermayeli sağlık kuruluşları ise kurumsal olarak işyeri hekimliği hizmeti verebilir. Bu maddenin uygulamasına ve işyeri hekimliğine ilişkin esaslar Sağlık Bakanlığınca belirlenir.” Yeni duruma göre; • Mahalli idareler ile kurum tabipliklerinde çalışan, • Sözleşmeli statüde bulunalar da dahil olmak üzere çalışan hekimlerin tamamı, • Döner sermaye ek ödemesi almamak şartıyla işyeri hekimliği yapabilirler. • Döner sermayeli sağlık kuruluşları ise kurumsal olarak işyeri hekimliği hizmeti verebilir. Hükmün anlaşıldığı biçimiyle mahalli idareler veya kamu kuruluşlarında çalışan hekimlerin kendi kurumlarından izin almak şartıyla ikinci iş olarak işyeri hekimliği yapabilmeleri için kurumda döner sermayeden ek ödeme almaması zorunludur. Kanun, döner sermayenin bulunması durumunda ise hekimin çalıştığı sağlık kuruluşunun kurumsal olarak işyeri hekimliği hizmeti verebileceğini öngörmektedir. Aslında bu düzenleme ile kanun, işyeri hekiminin yürüttüğü hizmette, çalıştığı kuruma başvurarak ikinci iş nedeniyle taraf olduğu ilişkinin kurumsal olarak sağlık kuruluşuna devredilmesini aksi takdirde hekimin işyeri hekimi olarak çalışamayacağını düzenlemiştir. Bu durumda iş aynı hekim tarafından görülecek olsa dahi, hizmet sunma borcu işyeri hekiminin değil, hekimin çalıştığı sağlık kuruluşunun olacaktır. Bu düzenleme mevcut hekimlerin işyeri hekimi olarak sürdürmekte oldukları hukuki ilişkinin elde edilmesi, aksi takdirde bu ilişkinin devamının engellenmesinden başka bir şey değildir. Kurum tabiplikleri ve mahalli idareler dışında çalışan hekimler yönünden de bir sınrılama getirilmiştir. Bu hekimler yönünden de Kanunun 7. maddesiyle, 11.4.1928 günlü, 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun’un 12. maddesi değiştirilerek; “Tabipler, diş tabipleri ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olanlar, aşağıdaki EYLÜL ’10 bentlerden yalnızca birindeki sağlık kurum ve kuruluşlarında mesleklerini icra edebilir: a) Kamu kurum ve kuruluşları. b) Sosyal Güvenlik Kurumu ve kamu kurumları ile sözleşmeli çalışan özel sağlık kurum ve kuruluşları, Sosyal Güvenlik Kurumu ve kamu kurumları ile sözleşmeli çalışan vakıf üniversiteleri. c) Sosyal Güvenlik Kurumu ve kamu kurumları ile sözleşmesi bulunmayan özel sağlık kurum ve kuruluşları, Sosyal Güvenlik Kurumu ve kamu kurumları ile sözleşmesi bulunmayan vakıf üniversiteleri, serbest meslek icrası. Tabipler, diş tabipleri ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olanlar, ikinci fıkranın her bir bendi kapsamında olmak kaydıyla birden fazla sağlık kurum ve kuruluşunda çalışabilir.” hükmü getirilmiştir. Düzenleme açık bir şekilde kamu kurum ve kuruluşları dışındaki hekimlerin de ancak bir işyerinde çalışabileceklerini öngörmektedir. Yani işyeri hekimi ya çalıştığı sağlık kuruluşunda ya da işyeri hekimi olarak görev üstlendiği işyerinde çalışmaya devam edebilecektir. Bu düzenlemenin ilk cümlesinde yer alan “ … bentlerden yalnızca birindeki …” ibaresi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş ve uygulanması sonradan giderilmesi güç zararlara yol açacağından yürürlüğü durdurulmuştur. Çünkü Kanun sadece işyeri hekimliğini etkilememektedir. Kanunun 19. maddesi, 31/12/1980 tarihli ve 2368 sayılı Sağlık Personelinin Tazminat ve Çalışma Esaslarına Dair Kanun’u da, yürürlükten kaldırılmıştır. Yeni durumda bir karmaşa ortaya çıkmaması için Kanunun yürürlüğü durdurulmuştur. Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen ibare, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan hekimlerin yalnızca kamu kuruluşlarında çalışabileceğini düzenleyerek, kamu dışında hekimlik mesleğinin icrasını yasaklıyordu. Anayasa Mahkemesi tarafından bu ibarenin iptal edilmesi ile birlikte bu yasak ortadan kalkmıştır. Ancak yürütmenin durdurulmasına kadar geçen sürede ortaya çıkan uyuşmazlıklar ve bundan sonraki doğabilecek yeni düzenleme ve şartlara ışık tutmak amacıyla konunun değişik açılardan incelenmesi gerekmektedir. SİCİL Anayasa Mahkemesi tarafından 1219 sayılı Yasa’nın 12. maddesindeki yasaklayıcı ibarenin iptal edilmesi ile birlikte hekimlere getirilen özel yasak kalkmıştır. Ancak uygulamada halen bazı tereddütler bulunmaktadır. Kanaatimizce bu konu, basit bir istihdam ilişkisi olarak görülmeyip, iş sağlığı merkezli düşünülerek yeniden düzenlenmelidir. Anayasa Mahkemesi kararı sonrası gerçekleştirilecek yeni düzenleme ve yargı kararlarında, hekimin tam gün çalışma zorunluluğunun devam ettirilmesi yönünde gelişme meydana gelmesi halinde, bu yeni durumun iş hukuku açısından değerlendirilebilmesi için sonradan meydana gelen bu değişikliklerin sözleşme üzerindeki etkisi üzerinde durulmalıdır. 2- Genel Hükümlere Göre Sözleşmelerin Uyarlanması İhtiyacı ve Şartları Sözleşme kurulduktan sonra hâl ve şartlardaki öngörülmeyen değişiklikler nedeniyle taraflar arasındaki karşılıklı edim ilişkisinin adaletsiz bir biçimde bozulduğu haller gözetilerek bu değişikliklere taraflar açısından bazı hukuki sonuçlar bağlanmıştır. Taraflar arasında önceden öngörülemeyen hal ve şartlardaki değişiklikler nedeniyle edimler arası ilişkinin ağır bir şekilde bozulması karşısında, sonradan ortaya çıkan bu değişikliğin tarafa sözleşmeyi haklı nedenle feshetme yetkisi verdiği kabul edilmiştir3. Ancak zaman içerisinde fesih yetkisinin tek başına yeterli olmadığı ve taraf menfaatleri açısından sözleşmenin yeni duruma uyarlanarak ayakta tutulmak suretiyle devamın etmesi benimsenmiştir. Sözleşmenin kurulduktan sonra değişen şartlar karşısında sözleşmenin hakim kararıyla uyarlanması ihtiyacı, sürekli borç ilişkisi kuran sözleşmelerde daha çok ön plana çıkmaktadır. Taraflar arasında sürekli bir borç ilişkisi kuran iş sözleşmesi de, sonradan meydana gelen değişikliklere karşısında, uyarlanma ihtiyacını gerektiren sözleşme türlerinin başında gelmektedir. Ancak iş hukukunda, iş sözleşmesinin uyarlanması kabul edilmemektedir. Değişen şartlar karşısında hakimin sözleşmeye müdaha43 EYLÜL ’10 SİCİL le ederek bozulan dengeyi korumak için düzeltmek suretiyle sözleşme adaletini sağlaması konusu iş sözleşmesinden daha çok toplu iş sözleşmeleri için gündeme gelmiştir. Toplu iş sözleşmelerinin değişen şartlar karşısında uyarlanması, genel hükümler çerçevesinde ele alınmış ve uygulanmıştır. Doğal olarak toplu iş sözleşmelerinin uyarlanmasına karşı çıkılmıştır. İş sözleşmesi kurulduğu ve ekleri de hazırlandığı esnada önceden öngörülmeyen ve beklenmeyen hâl ve şartlardaki değişikliklerin sonradan edimler arasındaki dengeyi aşırı bir biçimde bozması mümkündür. Kanaatimizce bu durumda istisnai bir çare olarak ve oldukça katı, dar kapsamda tutulmak koşuluyla iş sözleşmeleri ve eklerinin değişen şartlara uyarlanabileceği benimsenmelidir. İş sözleşmesi kurulduktan sonra önceden öngörülemeyen ve beklenmeyen hâl ve şartlardaki değişikliklerin edimler arasındaki ilişkiyi aşırı bir biçimde bozması durumunda iş sözleşmesinin uyarlanması yerine fesih hakkının kullanılması evleviyetle mümkündür. Borçlar hukukunun genel hükümleri çerçevesinde sözleşmenin geçerliliğini etkileyen hâl ve şartlarda sonradan meydana gelen değişikliğin fesih hakkı verebilmesi için aşağıdaki unsurların birlikte gerçekleşmesi aranmaktadır. Buna göre sözleşmenin değişen şartlara uyarlanabilmesi için; 2.1. Sözleşme kurulduktan sonra beklenilmeyen hâl ya da öngörülmeyen hâl ve şartlar meydana gelmelidir Sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan beklenmeyen hal ve şartlar, kişisel olmayan, toplumun tamamını veya bir kısmını etkileyen genel nitelikteki olaylardır. Ancak zaman içerisinde önceden öngörülemeyen hâl ve şartlardaki değişikliklerin olağanüstü, ağır olması ölçütü yumuşatılmıştır. Toplumun tamamını ilgilendirmeyen, bir grup kişiyi ilgilendiren, hatta sadece sözleşmenin taraflarını etkileyen olaylar da sözleşmenin uyarlanmasına yol açabilmektedir. Alman hukukunda BGB § 313’de sözleşmenin değişen şartlara uyarlanmasını gerektiren hal ve şartlar arasında olağanüstü olma du44 rumu öngörülmemiştir. Türk Borçlar Kanunu Tasarısı’nın 143. maddesi de Alman hukukunda olduğu gibi olağanüstü değişiklik şartını aramamıştır. Sonradan meydana gelen hal ve şartlardan hangilerinin uyarlamaya esas alınması gerektiği bakımından BK. m. 24/I b.4 hükmünün yol gösterici nitelikte olduğu ileri sürülmektedir. 2.2. Edimler arasındaki denge aşırı ölçüde ve açık biçimde bozulmuş olmalıdır Sözleşme kurulduktan sonra ortaya çıkan hâl ve şartların, sözleşmenin kurulduğu andaki tarafların karşılıklı edim ilişkisi dengesini aşırı ölçüde ve açık bir biçimde bozması gereklidir. Dolayısıyla hâl ve şartlardaki değişimin sözleşmeye olan her etkisi değil, ancak ciddi ve ağır sonuçları hukuk düzenince dikkate alınmaktadır. Edimler arası dengenin bozulduğu objektif ölçülere göre yapılacaktır. Yani taraflardan birinin ekonomik ve mali durumu dikkate alınmayacak, tarafların dahil olduğu iş çevresinin genel geçerli olan ölçüsü dikkate alınacaktır. 2.3. Sözleşme ile borçlanılan edim ifâ edilmiş olmamalıdır Sözleşmenin değişen şartlara uyarlanabilmesi için borçlunun borçlandığı edimi ifâ etmemiş olması gereklidir. İfâ, borcu yerine getirmede bir güçlük bulunmadığını göstermektedir. Bununla beraber borcun kısmen ifâ edilmesi durumunda, ifa edilmeyen kısım için uyarlama talebinin yöneltilebileceği kabul edilmektedir. Borcun ifâ edilmemesi kuralı, zamanla yumuşatılmıştır. Borçlunun çekince (ihtirazi kayıt) koyarak ifâda bulunmasının uyarlama talebinin yöneltilmesine engel olmadığı savunulmuştur. Türk Borçlar Kanunu Tasarısı’nın 143. maddesi de bu görüşü benimsemiş, borçlunun çekince ileri sürülerek yapılan ifaya rağmen uyarlama talebinde bulunulabileceğini kabul etmiştir. 2.4. Borçlunun kusurunun bulunmaması Beklenmeyen ve öngörülmeyen değişikliğin EYLÜL ’10 ortaya çıkmasında borçlunun kusurlu bir davranışı bulunmamalıdır. Burada öngörülen kusur, somut olayda dürüstlük kuralının ihlal edilip edilmediğine ilişkindir. Yoksa sözleşmenin ihlalindeki kusur değildir. Dolayısıyla her somut olay için ayrı değerlendirme yapmak gerekecektir. Beklenmeyen ve öngörülmeyen hâl ve şartlardaki değişiklik borçlunun davranışından kaynaklansa dahi, dürüstlük kuralı çerçevesinde bir davranışsa uyarlama talebine engel olmayacaktır. Öngörülen bu esnekliğin sınırı, borçlunun temerrüde uğramamış olmasıdır. Zira borçlu temerrüdü halinde borçlu, Borçlar Kanunu’nun 102/II hükmü gereğince kaza ve imkansızlık halinden de sorumludur. 2.5. Kanunda veya sözleşmede bir kayıt ya da hüküm bulunmamalıdır Değişen hâl ve şartlar karşısında kanunun ya da tarafların önceden öngördüğü bir uyarlama kuralı (intibak kuralı) söz konusu ise, artık uyarlama talep etmek yerine önceden öngörülmüş olan uyarlama kuralı uygulanacaktır. Uyarlama kuralları, hâl ve şartların meydana gelmesi durumunda yeni bir düzenleme getiriyorsa olumlu uyarlama kuralından bahsedilecektir. Taraflar hâl ve şartlardaki değişikliği öngörmüş, ancak bu durumda dahi sözleşmede bir değişiklik olmayacağını kararlaştırmış olabilirler. İşte tarafların kararlaştırdıkları bu uyarlama kuralı, olumsuz uyarlama kuralıdır. Yani hal ve şartlardaki değişikliğe rağmen, edimlerin ifâsı aynen devam edecektir. Sözleşmenin değişen şartlara uyarlanabilmesi için yukarıdaki olumlu ve olumsuz şartların birlikte gerçekleşmesi aranır. Şartların gerçekleşmesiyle, taraflardan birinin hakime başvurusu ile hakim, sözleşmeyi yeni şartlara uyarlayarak devam ettirir ya da beklenen amacın sağlanamayacağı anlaşılmış ise sözleşmeyi sona erdirir. Genel hükümlerin iş hukukuna uygulanması aşamasında iş hukukunun özellikleri dikkate alınarak, iş hukukuna uygun düştüğü ölçüde uygulanması kabul edilmektedir. Aslında Medeni Kanun’un 5. maddesi de, genel hükümle- SİCİL rin bütün özel hukuk ilişkilerine uygun düştüğü ölçüde uygulanmasını emretmektedir. Dolayısıyla genel hükümlerin sözleşmenin değişen şartlara uyarlanabilmesi için öngördüğü ölçüler iş hukukunun özellikleri dikkate alınarak rehabilite edilerek uygulanmalıdır. 3- İş Sözleşmesinin Sonradan Meydana Gelen Şartlardan Etkilenmesi Sözleşmenin değişen şartlara uyarlanması ihtiyacı karşısında geliştirilen şartlar, süreç içerisinde olağanüstü, sıra dışı olaylardan artık olağan, beklenilebilen, taraflarca öngörülmekle birlikte gerçekleşmeyeceği tahmin edilen hal ve şartlara da genişletilmiştir. Böylece uyarlamanın şartları yumuşatılarak, her sözleşme ilişkisine tatbik edilebilecek hale getirilmiştir. Uyarlama, dürüstlük kuralı çerçevesinde hakimin sözleşmeye müdahale ederek hükümleri değiştirmesini ön plana çıkarmaktadır. Değişen şartlar karşısında sözleşmenin feshi, en son çözüm (tali çözüm) olarak düşünülmüştür. Bir çok hukuk sisteminde sözleşmenin uyarlanması, pozitif genel hukuk kuralı haline dönüşmektedir. Bir sürekli borç ilişkisi kuran iş sözleşmesinin de bu ihtiyaçtan uzak durması düşünülemez. Esas ilke, diğer sözleşme türlerinde de olduğu gibi iş sözleşmesinin ekleri ile birlikte tamamen uygulanmasıdır. Ancak sözleşme hükümlerinin ve eklerinin uygulanmasında MK. m. 2 hükmü uyarınca dürüstlük kuralı da daima göz önünde tutulmalıdır. İş sözleşmesinin değişen şartlar karşısında uyarlanabileceği teorisine kuşku ile yaklaşılmaktadır. Ancak değişen şartların sözleşmeye etkisi bakımından, uyarlanarak devam etmesi yerine fesih hakkının doğumu bakımından bir kuşku bulunmamaktadır. Kanaatimizce buradaki fesih hakkı, niteliği itibariyle haklı nedenle fesihtir. İşçi, bu şartların gerçekleşmesi durumunda ihbar süresini veya iş sözleşmesi belirli süreli ise, süre bitimini beklemeksizin haklı nedenle iş sözleşmesini feshedilebilecektir. İş Kanunumuzda işçi bakımından haklı nedenler 24. maddede düzenlenmiştir. Ancak 24. maddede sayılan haklı neden halleri, 45 EYLÜL ’10 SİCİL sağlık, işverenin ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan davranışı ve zorunlu haller ile sınırlıdır. Sözleşmenin değişen şartlar karşısında haklı nedenle feshin bu üç sınırlı nedene dayandırılması mümkün değildir. Doktrinde İş Kanunu’nda sayılan haklı nedenlerin dışında Borçlar Kanunu’nun hizmet akdine ilişkin hükümlerinin uygulanarak BK. m. 344’deki haklı neden hükmünün uygulanıp uygulanamayacağı tartışmalıdır4. Kanaatimizce, İş Kanunu dışında Borçlar Kanunu’nun haklı nedene ilişkin 344. maddesi, bir tamamlayıcı genel hukuk kuralı olarak uygulanabilir niteliktedir. Özel hukuk kuralınca, sözleşmenin sonradan meydana gelen şartlar karşısında etkileneceği ve haklı nedeni meydana getireceğine ilişkin bir hüküm bulunmadığı için genel hüküm niteliğindeki BK. m. 344’ün uygulanmaması için bir sebep bulunmamaktadır. 4- İşyeri Hekiminin Haklı Nedenle Fesih Hakkı ve Sonuçları İnceleme konusu olarak ele aldığımız işyeri hekimlerinin 21.01.2010 tarih ve 5947 sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun gereğince, işyeri hekimliğini bırakmak zorunda kalmaları nedeniyle sözleşme şartlarında sonradan bir değişikliğin meydana geldiğini ve bu değişikliğin işlem temelinin çökmesine neden olduğunu kabul etmekteyiz. Kanaatimizce burada işyeri hekiminin, işyeri hekimi olarak iş ilişkisini devam ettirebilme seçeneğinde bulunmaması, sonradan meydana gelen hâl ve şartlardaki değişikliğin borçlunun kusurundan kaynaklanmaması koşuluna ters değildir. İş hukukunun işçiyi koruyucu niteliğine göre işçinin kusurundan kaynaklanan hâl ve şartlardaki değişiklikler de uyarlama veya fesih hakkının kullanılmasına engel değildir. Sonradan meydana gelen bu değişiklik işyeri hekimine, BK. m. 344 kapsamında haklı fesih yetkisi vermektedir. İşyeri hekiminin içinde bulunduğu durum bir mücbir neden değildir. Zira mücbir neden, sözleşme yapıldığı sırada öngörülemeyen, ortaya çıktığında direnilemeyen, harici bir neden olup, mutlak ifa imkansızlığını meydana getir46 mektedir5. Bu durumda feshe gerek kalmaksızın iş sözleşmesi kendiliğinden sona erer. Ele aldığımız sorun bir ifa imkansızlığı, dolayısıyla bir mücbir neden değildir. İşyeri hekiminin, hukuki olarak işyeri hekimliğini sürekli bir iş olacak şekilde kabul etme imkanı bu imkansızlık halini ortadan kaldırır. Ayrıca işyeri hekiminin çalıştığı kurumun döner sermayesini devreye sokarak, kendisinin ifa yardımcısı sıfatı ile iş görmesinin devamı, fakat çalıştığı işverenin kurum olarak hizmetin borçlusu yerine geçirilmesi, borcun ve sözleşmenin nakledilmesi hukuken mümkündür. Bu haller, sorunun mücbir neden olarak kabul edilmesini engeller. İş sözleşmesinin haklı nedenle fesheden işyeri hekimi, iş sözleşmesi belirsiz süreli ise, ihbar süresine bağlı kalmaksızın; iş sözleşmesi belirli süreli ise, geri kalan süre ne olursa olsun her zaman sözleşmeyi haklı nedenle, BK. m. 344’e göre feshedebilecektir. İş sözleşmesini haklı nedenle fesheden işyeri hekimi işverenden kıdem tazminatı talep edebilecek midir? Kıdem tazminatına hak kazandıran haller İş Kanunu’nun 120. maddesi nedeniyle yürürlükte bulunan 1475 sayılı eski İş Kanunu’nun 14. maddesinde sınırlı olarak sayılmıştır6. Sayılan bu haller arasında iş sözleşmesinin işçi tarafından haklı nedenle İK. m. 24 kapsamında sona erdirilmesinin hak kazanma nedeni olarak kabul edildiğini görmekteyiz. Acaba iş sözleşmesinin İK. m. 24 dışında başka bir haklı nedenle BK. m. 344’e göre sona erdirilmesi durumunda kıdem tazminatına hak kazanmak mümkün müdür? Sorun 1475 sayılı İş Kanunu’nun 14. maddesinde öngörülen ve kıdem tazminatına hak kazandıran hallerin yorum yoluyla genişletilip genişletilemeyeceği ile alakalıdır. Kıdem tazminatına hak kazandıran bu haller sınırlı olarak sayılmıştır. Bu hallerin dışında yorum ya da kıyas yoluyla sayılarının artırılması mümkün değildir. İşyeri hekimine iş sözleşmesinin haklı nedenle sona erdirme yetkisi veren sonradan meydana gelen bu değişikliğin İK. m. 24 kapsamında değerlendirilerek işyeri hekimini kıdem tazminatı talep edebilmesinin önünü açmak olası mıdır? İşyeri hekiminin, İK. m. 24 kapsamında tazminata hak kazandığı sonucuna varabilmek EYLÜL ’10 için, sonradan meydana gelen bu değişikliğin fesih bakımından pozitif hukukta bir dayanağının bulunması gereklidir. İş Kanunu’nun 24. maddesinde sayılan haller sağlık, işverenin ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranışı ile zorunlu hallerden ibarettir. Sonradan meydana gelen değişikliğin, işçiye sağlık nedenleri ile fesih yetkisini verdiği iddia edilemez. Sorunu ikinci fıkradaki “işverenin ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan davranışları ve benzerleri” başlığı altında değerlendirmek mümkün müdür? İş Kanunu açıkca işverenin ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan davranışlarının bir yaptırımı olarak kıdem tazminatını öngörmüştür. Burada ifade edilen “haller” Kanunda sayılan; “ve benzerleri” ise, kanunda sayılmayan ancak işverenin ahlak ve iyi niyete uymayan davranışlarını ifade etmektedir7. İşyeri hekimine, iş sözleşmesinin haklı nedenle feshini öngören sonradan meydana gelen değişiklik, İK. m. 24 kapsamında bir “zorunlu hal” olarak değerlendirilebilir mi? “İşçinin çalıştığı işyerinde bir haftadan fazla süre ile işin durmasını gerektirecek zorlayıcı sebepler” işyeri ile ilgili olup, işçinin şahsı ile alakalı değildir8. Dolayısıyla sonradan ortaya çıkan ve sözleşmenin geleceğini etkileyen bu öngörülmeyen hâl ve şartlar, bir “zorunlu hâl” olmamaktadır. Bu düzenlemede işverenin, işçinin iş görme borcunu yerine getirmesini kusuru bulunmaksızın kabul imkansızlığına düşmesi ele alınmıştır. değildir. O halde sözleşmenin değişen şartlara uyarlanan, kuruluştaki var olan işlem temelinin çökmesi nedeniyle ya fesih hakkının ya da değişen koşullara uyarlanmasını talep hakkının tanınması gereklidir. İşyeri hekimlerinin, sonradan ortaya çıkan bu değişiklik karşısında sözleşmeyi feshetmek zorunda kalması BK. m. 344 anlamında bir haklı fesihtir. Hekim ihbar sürelerine bağlı kalmaksızın ya da belirli iş sözleşmesinde kalan süreyi beklemeksizin iş sözleşmesini feshedebilir. Ancak bu fesih, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 120. maddesi nedeniyle yürürlükte olan 1475 sayılı eski İş Kanunu’nun 14. maddesinde sınırlı sayıda belirtilen kıdem tazminatına hak kazandıran haller arasında değildir. Fesih hakkını kullanan işyeri hekimi kıdem tazminatı talep edemeyecektir. DİPNOTLAR 1 Ayrıntılı bilgi için bkz. Başbuğ, Aydın; İş Sözleşmesinin Değişen Şartlara Uyarlanması, İstanbul 2007, s. 7 vd. Arat, Ayşe; Sözleşmenin Değişen Şartlara Uyarlanması, Ankara 2006, s. 52 vd. 2 Bu konudaki görüşlerimiz ve uyarlama hakkında bkz. Başbuğ, s. 52 vd. Ayrıca aynı yazar, İşverenin Yönetim Hakkı ve Çalışma Şartlarında Değişiklik, Ankara 2008, s. 73 vd. 3 Bkz. Başbuğ, Uyarlama, s. 7-11. 4 Atabek, Reşat; İş Akdinin Feshi, İstanbul 1938, s. 116-117. Oğuzman, Kemal; Türk Borçlar Kanunu ve İş Mevzuatına Göre “İş” Akdinin Feshi, İstanbul 1955, s. 194, 210-211. Süzek, Sarper; İş Akdini Fesih Hakkının Kötüye Kullanılması, Ankara 1976, s. 17,18. Kanaatimizce, BK. m.344 ile İK. m. 25/II arasında nitelik farkı bulunduğu için bu iki maddenin niteliği ve kapsamı farklıdır. İK. m. 25/II çifte norm karakterli bir düzenlemedir. Yani hem hukuki yaptırım hem de disiplin yaptırımı (kıdem tazminatından mahrum olma gibi) söz konusudur. Oysa BK. m. 344’ün ceza karakteri yoktur. 5 Mollamahmutoğlu, Hamdi; İş Hukuku, 3. Baskı, Ankara 2008, s. 585-586. Akyiğit, Ercan; İş Kanunu Şerhi, cilt I, Ankara 2008, s. 1117-1118. 6 Süzek, Sarper; İş Hukuku, 4. Baskı, İstanbul 2008, s. 682. Mollamahmutoğlu, s. 789-790. Akyiğit, cilt II, s. 2493-2494. 7 Görüşümüze göre 25/II’de ifade edilen “ve benzerleri” kelimesi, yargılama sırasında olayın haklı neden olup olamayacağına ilişkin değerlendirme değildir. Disiplin cezası karakteri nedeniyle, cezaların önceden bilinmesi ve hukuk güvenliği açısından objektif hukuk kuralları ile belirlenmiş davranışlar olarak değerlendirilmelidir. Bu nedenle “ve benzerleri” ifadesi toplu iş sözleşmesi veya iç yönetmeliklerle önceden duyurulmuş, işçi tarafından bilinmesi gereken davranış kurallarıdır. Bkz. Başbuğ, Disiplin Cezaları, s. 87-88. 8 Süzek, s. 656. Mollamahmutoğlu, s. 617. Çelik, Nuri; İş Hukuku Dersleri, 22. Baskı, İstanbul 2009, s. 261. 5- SONUÇ İş sözleşmesi kurulduktan sonra, sözleşmenin kurulması esnasında öngörülemeyen ve bilinmeyen, ancak sonradan ortaya çıkan değişikliklerle borcun ifâsı taraflar açısından güçleşebilir. İmkansızlık hâli oluşturmayan bu durumlarda sözleşmenin feshi veya uyarlanması kabul edilmelidir. İşyeri hekimi olarak ikinci bir işte çalışmakta iken, 21.01.2010 tarih ve 5947 sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun gereğince, işyerinden ayrılmak zorunda kalmak, sözleşmenin başında öngörülmeyen sonradan ortaya çıkan bir değişikliktir. Bu değişiklik bir imkansızlık ya da mücbir neden SİCİL 47 EYLÜL ’10 SİCİL Doç. Dr. Fuat BAYRAM Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı Taslağı’nın Değerlendirilmesi GİRİŞ İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı, genel bir bakış açısıyla bakıldığında, kişisel ve toplumsal huzurun ve mutluluğun sağlanması amacına hizmet eden normlar bütünüdür. Bu nedenledir ki iş sağlığı ve güvenliği standartlarını geliştirmek ve bu standartların uygulanmasını sağlamak ülkelerin gelişmişlik düzeyini gösteren önemli kriterlerden birisi olarak kabul edilir. İş sağlığı ve güvenliği alanındaki yasama politikasındaki modern yaklaşım, bu alanın temel bir kanun çatısı altında düzenlenmesidir. Amerika Birleşik Devletleri’nde yürürlükte bulunan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası (Occupational Safety and Health Act), İngiltere’de yürürlüğe olan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası (Health and Safety at Work Act) gibi Türkiye’de de iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili tüm kurumları kendinde toplayan, dağınık yasalardaki ilgili hükümleri bir araya getiren, sosyal tarafların ve ilgili diğer kuruluşların hak, yetki ve sorumluluklarını ve de görevlerini ayrıntılı ve 48 tek bir metinde toplayan İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun çıkarılması gerektiği Türk iş hukuku öğretisinde öteden beri savunulan bir görüştür. Bu görüş uyarınca iş sağlığı ve güvenliği kanunu öncelikle güçlü ve resmi bir iş sağlığı ve güvenliği örgütünü ve yine etkili bir denetim mekanizmasını öngörmelidir. İşyerinin iş sağlığı ve güvenliği konusunda örgütlenmesi, iş sağlığı ve güvenliği kurullarının oluşumu, işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı istihdamının usul ve esasları, iş sağlığı ve güvenliği hükümlerine aykırılık halinde uygulanacak hukuki, cezai ve idari yaptırımlar bu yasada yer almalı; teknik ve ayrıntılı önlemler tüzük ve yönetmeliklerle düzenlenmelidir. İş sağlığı ve güvenliği alanında başlayan yeni mevzuat çalışmalarında, normal yasama yönteminin tersine öncelikle ikincil mevzuat çıkarılmış, daha sonra bu mevzuatın yasal dayanağını oluşturan temel kanunun çıkarılması gündeme gelmiştir. Mevzuat çalışmalarının başında böyle bir kanun planlanmamıştır. Taslak, 89/391 sayılı Konsey Çerçeve Yönergesi esas alınarak ha- EYLÜL ’10 Çıkarılan yönetmelikler AB yönergeleri ile uyumlu olmaktan da öte neredeyse ilgili yönergelerin çevirisi niteliğindedir. zırlanan İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği’nin Danıştay tarafından iptali ile başlayan; bu gelişme üzerine hazırlanan İş Sağlığı ve Güvenliği Tüzük Taslağı’nın iadesi ile devam eden ve diğer bazı yönetmeliklerin önemli maddelerinin iptali ile sonuçlanan sıkıntılı sürecin bir eseridir. Kanunkoyucu iş sağlığı ve güvenliği alanının genel ilkelerini yeni mevzuata dahil ederken, normlar hiyerarşisinin yönetmelik basamağını tercih etmiş; ancak yargı süreçleri kendisini temel kanun çıkarma zorunda bırakmıştır. AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı’nın içinde iş sağlığı ve güvenliği konusunda uyum sağlanacak AB mevzuatı da belirlenmiş ve AB’nin konuyla ilgili yönergelerinin iç hukuka aktarılması karara bağlanmıştır. 4857 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girdikten sonra, Kanun’un iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili hükümlerinin uygulama esaslarını gösteren yönetmelikler çıkarılırken AB’nin iş sağlığı ve güvenliği yönergeleri esas alınmıştır. Bu konuda öncelikle 89/391 sayılı Konsey Çerçeve Yönergesi birebir tercüme edilerek İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği çıkarılmış; iş sağlığı ve güvenliği mevzuatının genel bir çerçevesi oluşturulmaya çalışılmıştır. Çıkarılan bu yönetmelikler AB yönergeleri ile uyumlu olmaktan da öte neredeyse ilgili yönergelerin çevirisi niteliğindedir. Yönergelerin uyarlanmasında Türkiye şartlarına uygun düzenlemeler yapılmasından ziyade birebir çeviri yapılması, hem Türk iş hukuku doktrini ve hem de AB tarafından eleştirilmiştir. Türk hukuk sistemine ve yasama politikasına aykırı bir biçimde İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği’nin bir yönetmelikten daha çok kanunda olması gerekli olan hükümler içermesi ve bu yönetmeliği açıklamak üzere tali yönetmelikler çıkarılması, yargı süreçlerine takılmıştır. İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği’nin yürürlüğünün durdurulması ve iptali istemiyle Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi, Türk Mühendis ve Mimar SİCİL Odaları Birliği ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu tarafından Danıştay’da açılan davada Yüksek Mahkeme, Yönetmeliğin yürürlüğünü durdurmuş; dava sonunda Yönetmeliğin tümüyle iptaline karar vermiştir. Bu gelişme üzerine hazırlanan ve ilgili yönetmeliklere atıf yapan maddeleri hariç neredeyse İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği ile birebir aynı hükümleri içeren İş Sağlığı ve Güvenliği Tüzük Taslağı hazırlanmıştır. Ancak Tüzük Taslağı mevcut hukuki ve fiili karışıklığı ortadan kaldıracak nitelikte bir hukuki metin olarak görülmemiş ve İş Kanunu’nun 5. Bölümü ile 89/391 sayılı Yönerge hükümlerini içeren ayrı bir İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu çıkarılması gerektiği ileri sürülmüştür. Nitekim Tüzük Taslağı Danıştay tarafından (hemen hemen İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği ile aynı metne sahip olması sebebiyle) Başbakanlığa iade edilmiştir. Tüm bu yargısal gelişmeler sonucunda iş sağlığı ve güvenliği alanını temel kanun çatısı altında düzenlenmesi politikası tercih edilmiş; hazırlanan ilk Taslak yasalaşmamış, çalışmanın konusunu teşkil eden ikinci Taslak hazırlanmıştır. II. TASLAĞIN KAPSAMI İşyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının sürekli olarak iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerini düzenlemeyi amaçlayan Taslağın (Tas.m.1), kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleri ile işveren vekillerine, çırak ve stajyerler de dahil olmak üzere tüm çalışanlarına faaliyet konularına bakılmaksızın uygulanması öngörülmüştür (Tas.m.2). Taslak bu geniş uygulama alanına paralel olarak iş sağlığı ve güvenliği açısından iş ilişkisi taraflarının tanımlarını da geniş tutmuştur. Buna göre kendi özel kanunlarındaki statülerine bakılmaksızın kamu veya özel işyerlerinde istihdam edilen gerçek kişi çalışan; çalışan istihdam eden gerçek veya tüzel kişi yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlar ise işveren olarak tanımlanmıştır. İş sağlığı ve güvenliği mevzuatının fiziki uygulama alanı olan işyeri İş Kanunu’na paralel bir biçimde düzenlenmiştir. Taslağa göre mal veya 49 EYLÜL ’10 SİCİL Taslak çalışanların iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin genel yükümlülüklerini mevcut duruma göre daha ayrıntılı olarak ele almıştır. hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile çalışanın birlikte örgütlendiği, işverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığı bulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen yerler (işyerine bağlı yerler) ile dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden ve meslekî eğitim yerleri ve avlu gibi diğer eklentiler ve araçları da içeren organizasyon işyeridir (Tas.m.4). Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve genel kolluk kuvvetlerinin eğitim, operasyon, tatbikat ve benzeri kendine özgü faaliyetleri; sivil savunma ve acil durum birimlerinin eğitim, tatbikat ve afetlere müdahale gibi faaliyetleri; ev hizmetleri ve çalışan istihdam etmeksizin kendi nam ve hesabına mal ve hizmet üretimi yapanlar Taslağın kapsamı dışında bırakılmıştır (Tas.m.3). III. İŞVERENİN GENEL YÜKÜMLÜLÜĞÜ Taslağın yürürlüğe girmesi ile birlikte, işverenin iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin genel yükümlülüğünü düzenleyen madde Taslağın 5.maddesi olacaktır. Zira halihazırda iş sağlığı ve güvenliği mevzuatımızın çatı hükmü niteliğinde olan ve işverenin genel yükümlülüğünü düzenleyen 4857 sayılı İş Kanunu’nun 77.maddesi, Taslağın yürürlüğe girmesi ile birlikte yürürlükten kalkması öngörülen maddeler arasındadır (Tas.m.28/4). Taslak yürürlüğe girdiği taktirde 5.madde sadece İş Kanunu anlamında işverenlerin değil; kamu veya özel sektörde çalışan istihdam eden tüm gerçek ve tüzel kişiler ile tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşların genel yükümlülük maddesi haline gelecektir. Yürürlükten kalkması öngörülen İş Kanunu m.77 hükmü uyarınca “İşverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri 50 noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler… Madde uyarınca işverenler ayrıca “İşyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine uyulup uyulmadığını denetlemek, işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki riskler, alınması gerekli tedbirler, yasal hak ve sorumlulukları konusunda bilgilendirmek ve gerekli iş sağlığı ve güvenliği eğitimini vermek zorundadırlar”. Bu maddenin yerine gelecek olan Taslağın 5.maddesi uyarınca ise “İşveren, çalışanların işle ilgili sağlık ve güvenliğini sağlamakla yükümlüdür… İşveren, çalışanların sağlık ve güvenliğini sağlamak için mesleki risklerin önlenmesi, eğitim ve bilgi verilmesi dâhil gerekli her türlü tedbirin alınması, organizasyonun yapılması, gerekli araç ve gereçlerin sağlanması, sağlık ve güvenlik tedbirlerinin değişen şartlara uygun hale getirilmesi ve mevcut durumun sürekli iyileştirilmesi amacına yönelik çalışmalar yapmakla ve işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerine uyulup uyulmadığını izlemek ve denetlemekle yükümlüdür…” Görüldüğü gibi Taslak, gerekli her türlü önlemi alma ilkesini tekrar ettikten sonra 77.maddeye nispeten birtakım yeniliklere de yer vermektedir. Bu yeniliklerden ilki işverenin iş sağlığı ve güvenliği organizasyonu kurma yükümlülüğüne açıkça yer verilmesidir. Her ne kadar iş sağlığı ve güvenliği yönetmelikleri ile oluşan yapı işverene esasen bir organizasyon kurma yükümlülüğü getirmekte ise de çatı mevzuatın temel hükmünde bunun belirtilmesi yerinde olmuştur. Bir diğer yenilik sağlık ve güvenlik tedbirlerinin değişen şartlara uygun hale getirilmesi ve mevcut durumun sürekli iyileştirilmesi amacına yönelik çalışmalar yapma yükümlülüğünden söz edilmesidir. Bu hüküm iş sağlığı ve güvenliğinin temel felsefesini yansıtan bir düzenlemedir. İş sağlığı ve güvenliği hükümleri, bilimsel ve teknik önlemlere giydirilen hukuki giysiler niteliliğinde olduklarından dolayı, bilimsel ve teknik gelişmelerdeki değişim hızını takip edecek bir yapıda olmalıdırlar. Bu yapı ise ancak iş sağlığı ve güvenliği mevzuatının dinamik nitelikte normlardan oluşturulması ve EYLÜL ’10 Tehlike sınıflarının belirlenmesinde 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 83.maddesine göre belirlenen kısa vadeli sigorta kolları prim tarifesinin esas alınması öngörülmüştür. işverene bilimsel ve teknik gelişmelere göre iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini sürekli iyileştirme yükümlülüğünün getirilmesi ile mümkün olabilmektedir. IV. ÇALIŞANLARIN YÜKÜMLÜLÜKLERİ Taslak çalışanların iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin genel yükümlülüklerini mevcut duruma göre daha ayrıntılı olarak ele almıştır. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 77.maddesinde bu yükümlülük “İşçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler” biçiminde çok soyut ve genel olarak yer almaktadır. Taslağın 17.maddesine göre ise çalışanlar, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili usul ve esaslar ile işverenin bu konudaki talimatlarına uymak, işin güvenliğini tehlikeye düşürmemek, kendisi ve diğer kişiler için gerekli bütün dikkat ve özeni göstermek ve eğitimlere katılmakla yükümlüdürler (Tas.m.17/1). İşverence verilen eğitim ve talimatlar doğrultusunda makine ve araçlarla, tehlikeli maddeleri, taşıma ekipmanını ve diğer üretim araçlarını kurallara uygun şekilde kullanmak, bunların güvenlik donanımlarını doğru olarak kullanmak ve keyfi olarak çıkarmamak ve değiştirmemek; kişisel koruyucu donanımlarını doğru kullanmak ve korumak; ciddi ve ani bir tehlike ile karşılaştıklarında ve koruma tedbirlerinde bir eksiklik gördüklerinde, işverene veya çalışan temsilcisine derhal haber vermek; tespit edilen noksanlık ve mevzuata aykırılıkların giderilmesinde ve kendi görev alanında iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanmasında işveren ve ça- SİCİL lışan temsilcisi ile işbirliği yapmak çalışanların yükümlülükleri olarak Taslakta sayılan hususlar arasındadır (Tas.m.17/2). V. İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ HİZMETLERİ Taslağın yürürlüğe girmesi ile birlikte iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerine ilişkin mevcut temel yükümlülük maddesi olan 4857 sayılı İş Kanunu’nun 81.maddesi de yürürlükten kalkacaktır. Bu maddenin yerini alacak hükme ise Taslağın 7.maddesinde yer verilmiştir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 81.maddesi; devamlı olarak en az 50 işçi çalıştırılan işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin belirlenmesi, uygulanmasının izlenmesi, iş kazası ve meslek hastalıklarının önlenmesi, işçilerin ilk yardım ve acil tedavi ile koruyucu sağlık ve güvenlik hizmetlerinin yürütülmesi amacıyla işyeri sağlık ve güvenlik birimi oluşturma, bir veya birden fazla işyeri hekimi ile gereğinde diğer sağlık personelini görevlendirme, sanayiden sayılan işlerde iş güvenliği uzmanı olan bir veya birden fazla mühendis veya teknik elemanı görevlendirmekle yükümlülüğü öngörmüştür. İşverenlere bu yükümlülüklerinin tamamını veya bir kısmını, bünyesinde çalıştırdığı personel ile yerine getirebilme veya işletme dışında kurulu ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alarak yerine getirebilme seçeneği tanıyan İş Kanunu, bu şekilde hizmet alınmasının işverenin sorumluklarını ortadan kaldırmayacağını da hükme bağlamıştır. Bu konuda Taslağın daha ayrıntılı bir düzenleme içerdiğini görmekteyiz. Taslak işvereni iş sağlığı ve güvenliği hizmetini sunmak için çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerinde (A) sınıfı, tehlikeli sınıfta yer alan işyerinde en az (B) sınıfı, az tehlikeli sınıfta yer alan işyerinde en az (C) sınıfı belgeye sahip iş güvenliği uzmanı ile bütün tehlike sınıflarında yer alan işyerlerinde işyeri hekimi görevlendirmekle yükümlü tutmaktadır (Tas.m.7/1). Bünyesinde bu vasıflara sahip personel bulunmayan işyerlerinde, bu hizmetin tamamının veya bir kısmının ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alınarak yerine getirilebilmesi yolu da açıktır. Taslak işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı51 EYLÜL ’10 SİCİL Taslak iş güvenliği uzmanlığı ile işyeri hekimi belgesi alabileceklerin kapsamını yeniden belirlemekte; iş güvenliği uzmanlarının belgelendirilmelerinde kademeli bir yapı öngörmektedir. nın çalışma süresinin belirlenmesinde iki kriter öngörmüştür. Bu kriterler, işyerindeki çalışan sayısı ile işyerinin yer aldığı tehlike sınıfıdır. Buna göre hekim ve uzmanın çalışma süreleri çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri için çalışan başına en az 20 dakika, tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri için çalışan başına en az 15 dakika, az tehlikeli sınıfta yer alan işyerleri için ise çalışan başına en az 10 dakika olacak şekilde belirlenecektir (Tas.m.7/2). Tehlike sınıflarının belirlenmesinde 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 83.maddesine göre belirlenen kısa vadeli sigorta kolları prim tarifesinin esas alınması öngörülmüştür. Buna göre Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca çıkarılacak ve işyeri tehlike sınıflarını belirleyecek olan tebliğde kısa vadeli sigorta kolları prim tarifesi esas alınacaktır. İş sağlığı ve güvenliği hizmetleri konusunda Taslağın getirdiği en göze çarpan yenilik, işyeri hekimi ile iş güvenliği uzmanının çalışma sürelerinin yasal düzeyde belirlenmesidir. Taslağın getirdiği bir diğer yenilik ise, işverenin, ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alımı serbestisini sınırlamasıdır. 4857 sayılı İş Kanunu’nun m.81 hükmü işyeri sağlık birimi oluşturma yükümlülüğü ile ilgili olarak işverene işletme dışı ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alımı konusunda tam bir serbestlik verirken; Taslak bu serbestiyi sınırlamıştır. Taslakta belirtilen çalışma sürelerinin işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının tam süreli görevlendirilmesini gerektirdiği durumlarda; işveren, işyeri sağlık ve güvenlik birimi kurmakla yükümlü kılınmıştır. Bunun dışında hangi işyerlerinde işyeri sağlık ve güvenlik biriminin kurulacağı hususu çıkarılacak Yönetmeliğe bırakılmıştır. İş sağlığı ve güvenliği hizmetleri konusunda 52 Taslağın getirdiği yeniliklerden birisi de işveren veya işveren vekiline, iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerini yerine getiren kişi veya hizmet alınan kuruluşların iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili mevzuata uygun olan ve yazılı olarak beyan edilen tedbir ve tavsiyelerini yerine getirme yükümlülüğü getirmesidir. Bu konuda işverenlere bir takdir veya değerlendirme hakkı verilmediği gibi; bu kişi ve kurumların tedbir ve tavsiyeleri istişari nitelikte değil, adeta icrai nitelikte sayılmıştır. İşverenin bu yükümlülüğünü yerine getirmemesi ihtimalinin önü açık bırakılmamış; beyan edilen hususların işveren tarafından yerine getirilmemesi halinde işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarına bu hususu Bakanlığa bildirme yükümü getirilmiştir (Tas.m.9/2). VI. İŞYERİ HEKİMLİĞİ VE İŞ GÜVENLİĞİ UZMANLIĞI BELGELERİ 1. Genel Olarak Taslak 8.maddesinde iş güvenliği uzmanlığı ile işyeri hekimi belgesi alabileceklerin kapsamını yeniden belirlemekte; iş güvenliği uzmanlarının belgelendirilmelerinde kademeli bir yapı öngörmektedir. Tüm belgeleri vermeye yetkili makamlar ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile akredite olmuş kurumlar olarak belirlenmiştir. Üniversitelerden mühendis, mimar, teknik öğretmen ile fizikçi ve kimyager unvanı ile mezun olanlar (C), (B) ve (A) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesi alabilecekken; meslek yüksek okullarının maden, inşaat, metal, kimya, elektrik, elektronik, makine, tesisat, iklimlendirme, petrol, otomotiv, seramik, mobilya, ağaç, tekstil, gıda, tarım, metalürji, alanlarındaki programlar ile iş sağlığı ve güvenliği bölümlerinden mezun olanlar ise sadece (C) ve (B) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesi alabilecektir. Böylece meslek yüksek okulu mezunlarına (A) sınıfı iş güvenliği uzmanı olabilme yolu kapatılmıştır. İş güvenliği uzmanlarının çalışabilecekleri işyerleri ise yine kademeli olarak belirlenmiştir. (C) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip olanlar az tehlikeli sınıfta, (B) sınıfı iş EYLÜL ’10 Taslak mevcut durumdan farklı olarak iş kazalarının bildiriminde bir sınır öngörmüş ve sadece 3 günden fazla işgünü kaybına sebep olan iş kazalarının ilgili bölge müdürlüğüne bildirilmesi yükümlülüğü getirmiştir. güvenliği uzmanlığı belgesine sahip olanlar az tehlikeli ve tehlikeli sınıflarda, (A) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesine sahip olanlar ise bütün tehlike sınıflarında yer alan işyerlerinde çalışabilecektir. 2. İşyeri Hekimliği Belgesi Taslak uyarınca işyeri hekimliği belgesi eğitim kurumlarınca düzenlenecek işyeri hekimliği eğitim programlarına katılan ve eğitim sonunda Bakanlıkça yapılan veya yaptırılan sınavda başarılı olan hekimlere verilebileceği gibi; iş sağlığı ve güvenliği alanında en az 3 yıl teftiş yapmış olan hekim iş müfettişi veya üniversitelerden iş sağlığı bilim uzmanlığı ve/veya bilim doktorası almış veya iş ve meslek hastalıkları ya da işyeri hekimliği yan dal uzmanlığı almış olan hekimler ile Genel Müdürlük ve bağlı birimlerinde iş sağlığı alanında fiilen en az 7 yıl çalışmış hekimlere de istekleri halinde bu belge verilebilecektir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığını yanında akredite olmuş kurumlar da işyeri hekimliği belgesini vermede yetkili kılınmışlardır. 3. İş Güvenliği Uzmanlığı Belgesi a) (A) Sınıfı İş Güvenliği Uzmanlığı Belgesi Taslağa göre (A) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesi alınması 3 değişik şekilde mümkün olabilmektedir. Öncelikle iş sağlığı ve güvenliği alanında iş müfettişi unvanı ile en az 5 yıl teftiş yapmış olan iş müfettişleri ile Genel Müdürlük ve bağlı birimlerinde iş sağlığı ve güvenliği alanında en az 5 yıl görev yapmış iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarından mühendis unvanına SİCİL sahip olanlara istekleri halinde kendilerine bu belge verilmektedir. İkinci olarak üniversitelerden mühendis, mimar, teknik öğretmen ile fizikçi ve kimyager unvanı ile mezun olanlar olup da (B) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesiyle en az 4 yıl fiilen görev yaptığını iş güvenliği uzmanlığı sözleşmesi ile belgeleyen ve eğitim kurumlarınca düzenlenecek (A) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı eğitimine katılarak yapılacak (A) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı sınavında başarılı olanlar da bu belgeyi almaya hak kazanmaktadırlar. Üçüncü olarak ise kamu veya özel sektöre ait işyerlerinde mühendis, mimar, teknik öğretmen, fizikçi veya kimyager olarak en az 10 yıl görev yapmış olan ve eğitim kurumlarınca düzenlenecek (A) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı eğitimine katılarak yapılacak (A) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı sınavında başarılı olanlara bu belge verilmektedir. b) (B) Sınıfı İş Güvenliği Uzmanlığı Belgesi (B) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesinin alınabilmesi için de Taslak’ta 3 yol öngörülmüştür. Bu yollardan ilkine göre üniversitelerden mühendis, mimar, teknik öğretmen ile fizikçi ve kimyager unvanı ile mezun olanlardan (C) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesiyle en az 3 yıl fiilen görev yaptığını iş güvenliği uzmanlığı sözleşmesi ile belgeleyen ve eğitim kurumlarınca düzenlenecek (B) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı eğitimine katılarak yapılacak (B) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı sınavında başarılı olanlar bu belgeyi almaya hak kazanacaklardır. Bu kişilerden iş sağlığı ve güvenliği doktorası yapmış olanlar, belirtilen şartlar aranmaksızın (B) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı için düzenlenecek sınavda başarılı oldukları takdirde de bu belgeyi alabileceklerdir. Diğer bir yol meslek yüksek okulu mezunlarına yönelik olup; bu okulların maden, inşaat, metal, kimya, elektrik, elektronik, makine, tesisat, iklimlendirme, petrol, otomotiv, seramik, mobilya, ağaç, tekstil, gıda, tarım, metalürji, alanlarındaki programlar ile iş sağlığı ve güvenliği bölümlerinden mezun olanların (C) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesiyle en az 5 53 EYLÜL ’10 SİCİL Bir işyerinde çalışacakların, işe girişlerinde, yapacakları işe uygun olduklarını belirten sağlık raporu olmadan işe başlatılması mümkün değildir. yıl fiilen görev yaptığını iş güvenliği uzmanlığı sözleşmesi ile belgeleyen ve eğitim kurumlarınca düzenlenecek (B) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı eğitimine katılarak yapılacak (B) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı sınavında başarılı olanlara (B) sınıfı iş güvenliği belgesi verilmesi öngörülmüştür. c) (C) Sınıfı İş Güvenliği Uzmanlığı Belgesi Üniversitelerin yukarıda sayılan fakültelerinden mezun olanların (C) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgeleri alabilmesi için en az 2 yıl mesleki tecrübesi olduğunu belgelemesi ve eğitim kurumlarınca düzenlenecek (C) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı eğitimine katılarak yapılacak (C) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı sınavında başarılı olmaları gerekmektedir. Meslek yüksek okullarının yukarıda sayılan bölümlerinden mezun olanların (C ) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesi alabilmesi için mesleği ile ilgili işyerlerinde en az 4 yıl çalıştığını belgelemesi ve eğitim kurumlarınca düzenlenecek (C) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı eğitimine katılarak yapılacak (C) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı sınavında başarılı olmaları gerekmektedir. 4. İşyeri Hekimleri ve İş Güvenliği Uzmanlarının İşverene Karşı Sorumluluğu İş sağlığı ve güvenliği hizmeti sunan kuruluşlar ile işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanları, iş sağlığı ve güvenliği risklerinin önlenmesi, koruyucu ve önleyici hizmetlerin yürütülmesindeki kusurlarından dolayı, hizmet sundukları işverene karşı sorumludurlar. 5. Belgelerin İptali Taslak uyarınca görevleri ile ilgili ihmal 54 veya kusurlu davranışlarda bulunmaları durumunda bu kişi ve kuruluşların iş güvenliği uzmanlığı, işyeri hekimliği veya yetki belgeleri iptal edilecektir (Tas.m.9/3). Aynı şekilde çalışanların sağlık gözetimi sonucunda elde edilen bilgilerinin gizliliğine özen göstermeyen işyeri hekimlerinin işyeri hekimliği belgelerinin de iptal edilmesi öngörülmüştür (Tas.m.14/4). VII. İŞÇİLERİN ÇALIŞMAKTAN KAÇINMA HAKKI 1. Mevcut Düzenleme Yürürlükteki iş sağlığı ve güvenliği mevzuatında işçilerin çalışmaktan kaçınma hakları 4857 sayılı İş Kanunu’nun 83.maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre işyerinde iş sağlığı ve güvenliği açısından işçinin sağlığını bozacak veya vücut bütünlüğünü tehlikeye sokacak yakın, acil ve hayati bir tehlike ile karşı karşıya kalan işçi, iş sağlığı ve güvenliği kuruluna (kurulun olmadığı işyerlerinde işveren veya işveren vekiline) başvurarak durumun tespit edilmesini ve tedbir alınmasına karar verilmesini isteyebilir. Madde Kurulun aynı gün acilen toplanarak karar almasını ve kararın kurul tarafından (kurulun olmadığı işyerlerinde işveren veya işveren vekili tarafından) işçiye yazılı olarak bildirilmesini öngörmüştür. Kurulun veya işverenin işçinin talebi yönünde karar vermesi halinde işçi, gerekli iş sağlığı ve güvenliği tedbiri alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilir. İşçinin çalışmaktan kaçındığı dönem içinde ücreti ve diğer hakları saklıdır. İş sağlığı ve güvenliği kurulunun kararına ve işçinin talebine rağmen gerekli tedbirin alınmadığı işyerlerinde işçiler 6 iş günü içinde, bu Kanunun 24. maddesinin (I) numaralı bendine uygun olarak belirli veya belirsiz süreli hizmet akitlerini derhal feshedebilir. 2. Taslağın Öngördüğü Düzenleme Taslağın 12.maddesinde işçilerin çalışmaktan kaçınma hakları ile ilgili olarak bu temel usul korunmakla beraber; önemli bir istisna da getirilmiştir. Buna göre çalışanlar, ciddi ve ya- EYLÜL ’10 Herhangi bir sebeple 6 aydan fazla süreyle işten uzak kalanlara tekrar işe başlatılmadan önce bilgi yenileme eğitimi verilmesi gerekmektedir. kın tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda bu usule uymak zorunda olmaksızın işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk edebilirler. Çalışanların bu davranışları nedeniyle haklarının kısıtlanması yasaklanmıştır. Burada kilit kavram “ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez durumda olması” kavramıdır. Ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olması durumunda iş sağlığı ve güvenliği kurulu (bu kurulun olmadığı yerlerde ise işveren veya vekili) kararı olmaksızın işçi kendi inisiyatifi ile işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk edebilecektir. Taslak burada ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olup olmadığını değerlendirme hakkını işçinin bizatihi kendisine vermiştir. VIII. İŞ KAZASI VE MESLEK HASTALIKLARININ BİLDİRİMİ Taslak mevcut durumdan farklı olarak iş kazalarının bildiriminde bir sınır öngörmüş ve sadece 3 günden fazla işgünü kaybına sebep olan iş kazalarının ilgili bölge müdürlüğüne bildirilmesi yükümlülüğü getirmiştir (Tas.m.13/1). Ancak 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 13.maddesi uyarıca iş kazasının Sosyal Güvenlik Kurumu’na bildirilmesi konusunda 3 günden fazla iş günü kaybı kriteri öngörülmediği için 5510 sayılı yasa anlamında her türlü iş kazasının Sosyal Güvenlik Kurumu’na bildirilmesi gerekmektedir. İş kazası ile birlikte meslek hastalıklarının bildirim süresi 2 işgününden (5510 Kanun’a paralel olarak) 3 işgününe çıkarılmıştır. İş kazası ve meslek hastalığının Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Sosyal Güvenlik Kurumu’na bildirimi konusunda sağlık kuruluşlarına yükümlülük getirilmiştir. Buna göre sağlık kuruluşları, kendilerine intikal eden iş kazası veya meslek hastalığı tespiti ya da şüphesi olan vakaları, en geç 10 gün içinde ilgili bölge SİCİL müdürlüğü ile Sosyal Güvenlik Kurumu’na bildirmekle yükümlüdürler (Tas.m. 13/3). IX. SAĞLIK GÖZETİMİ Taslağın 14.maddesi uyarıca işveren, çalışanların işyerinde maruz kalacakları sağlık ve güvenlik risklerini dikkate alarak sağlık gözetimine tabi tutulmalarını; işe girişlerinde, iş değişikliğinde, iş kazası veya meslek hastalıkları ve sağlık nedeniyle tekrarlanan işten uzaklaşmalarından sonra işe dönüşlerinde ve talep etmeleri halinde sağlık muayenelerinin yapılmasını ve işin devamı süresince, işin niteliği ve işyerinin tehlike sınıfına göre düzenli aralıklarla tekrarlanmasını sağlamakla yükümlüdür. Bir işyerinde çalışacakların, işe girişlerinde, yapacakları işe uygun olduklarını belirten sağlık raporu olmadan işe başlatılması mümkün de değildir. Görüldüğü üzere 4857 sayılı İş Kanunu’nda sadece ağır ve tehlikeli işlerde çalışacak işçilerle (İş.K.m.86), 18 yaşından küçük işçiler için (İş.K.m.87) öngörülmüş olan sağlık raporu alma zorunluluğu konusunda Taslak herhangi bir sınırlama yapmamakta ve genel bir hüküm öngörmektedir. Raporların sadece ve sadece işyeri hekimleri tarafından verilebilecek olması da Taslağın getirdiği bir diğer yeniliktir. Taslağa göre sağlık raporları; işyerinde ya da işyeri dışında hizmet veren sağlık ve güvenlik biriminde görevli olan işyeri hekiminden alınır (Tas.m.14/3). Raporlara itirazlar Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen hakem hastanelere yapılacak olup; bu hakem hastaneleri tarafından verilen kararlar kesin olacaktır. Maliyeti işverence karşılanacak olan sağlık gözetimi sonucunda elde edilen bilgilerinin gizliliğine özen gösterilecektir. Gizlilik konusunda özen göstermeyen işyeri hekimlerinin işyeri hekimliği belgeleri iptal edilecektir (Tas.m.14/4). X. ÇALIŞANLARIN BİLGİLENDİRİLMESİ VE EĞİTİMİ Taslak, çalışanların bilgilendirilmesi ve eğitimi ile ilgili olarak yeni bir yönetmelik çıkarılmasını öngörmekte, birtakım hususlar hari55 EYLÜL ’10 SİCİL İş sağlığı ve güvenliği alanında ülke düzeyinde başarılı sonuçlar elde etmenin ön şartı işçi-işveren-devlet arasındaki üçlü işbirliğinin sağlanması ve bu işbirliğinin yaygınlaştırılmasıdır. cinde iş sağlığı ve güvenliği eğitimi konusunda genel ilke ve prensipleri tekrarlamaktadır. Maliyeti işverence karşılanacak olan ve iş süresinden sayılacak olan eğitimler özellikle; işe başlamadan önce, çalışma yeri veya iş değişikliğinde, iş ekipmanının değişmesi halinde veya yeni teknoloji uygulanması halinde verilecektir. Eğitimler, değişen ve ortaya çıkan yeni risklere uygun olarak yenilenecek; gerektiğinde ve düzenli aralıklarla tekrarlanacaktır (Tas.m.15/7). İş Kanunu’nun 7.maddesindeki sisteme uygun olarak işverene, geçici iş ilişkisi ile işyerine gelen çalışanlara, iş sağlığı ve güvenliği risklerine karşı gerekli eğitimin verilmesini sağlama yükümlülüğü öngörülmüştür (Tas.m.15/9). Taslak uyarınca işyerinde çalıştırılacak kişiler arasında mesleki eğitime sahip olması gerekenler varsa bu kişiler yapacakları işle ilgili mesleki eğitimi almadan işe başlatılamazlar (Tas.m.15/10). Buradaki mesleki eğitimden kastedilen 4857 sayılı İş Kanunu’nun 85.maddesine 5763 sayılı Kanun’la eklenen ve ağır ve tehlikeli işlerde çalışacak işçiler için alınması gerekli olan mesleki eğitimdir. İş sağlığı ve güvenliği eğitimleri konusunda Taslağın getirdiği yenilikler; iş kazası ve meslek hastalığı geçiren kişiler ile uzun süre işyerinden uzak kalan kişilere eğitim verilmesinin öngörülmesidir. İş kazası geçiren veya meslek hastalığına yakalanan çalışana işe başlamadan önce, söz konusu kazanın veya meslek hastalığının sebepleri, korunma yolları ve güvenli çalışma yöntemleri ile ilgili eğitim verilecektir. Ayrıca herhangi bir sebeple 6 aydan fazla süreyle işten uzak kalanlara tekrar işe başlatılmadan önce bilgi yenileme eğitimi verilmesi gerekmektedir (Tas.m.15/10). 56 XI. İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİNDE KATILIMCI MODEL 1. İş Sağlığı ve Güvenliği Süreçlerine İşçilerin Katılımı İşyerinde etkin bir iş güvenliği programının yürütülmesi ve iş güvenliği kültürünün yerleştirilmesi için, çalışanların bu konularda yönetime katılmaları sağlanması kilit öneme sahiptir. Katılımcı modeli esas alan Taslak işverene, çalışanların ve temsilcilerinin görüşlerini alma, teklif getirme hakkı tanıma ve bu konulardaki görüşmelerde yer almalarını ve katılımlarını sağlama yükümlülüğü getirmiştir (Tas.m.16/1). Bu katılım özellikle yeni teknolojilerin planlanması ve uygulanması ile seçilecek iş ekipmanının ve çalışma şartlarının çalışanlara etkisi konularında olacaktır (Tas.m.16/2). Sadece sağlık ve güvenlik destek elemanları ile iş sağlığı ve güvenliği çalışan temsilcilerinin katılımlarının sağlanması gerekli iş sağlığı ve güvenliği süreçleri ise işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı ve diğer personel ile ilkyardım, yangınla mücadele ve tahliye işleri için kişilerin görevlendirilmesi; risk değerlendirmesi yapılarak alınması gereken koruyucu tedbirlerin ve kullanılması gereken koruyucu ekipmanın belirlenmesi; sağlık ve güvenlik risklerinin önlenmesi ve koruyucu hizmetlerin yürütülmesi; çalışanların bilgilendirilmesi ve çalışanlara verilecek eğitimin planlanmasıdır (Tas.m.16/3). İşveren bu konularda destek elemanları ile çalışan temsilcilerinin önceden görüşlerinin alınmasını sağlamak zorundadır. 2. İş Sağlığı ve Güvenliği Çalışan Temsilcisi Taslak işverene sağlık ve güvenlikle ilgili çalışmalara katılma, çalışmaları izleme, tedbir alınmasını isteme, tekliflerde bulunma ve benzeri konularda çalışanları temsil etmeye yetkili, bir veya daha fazla çalışanın, iş sağlığı ve güvenliği çalışan temsilcisi olarak görev yapmasını sağlama yükümlülüğü getirmektedir (Tas.m.18/1). Çalışan temsilcilerinin sayısı işye- EYLÜL ’10 rindeki çalışan sayısına orantılı olarak belirlenmiştir. Buna göre 2-50 arasında çalışanı bulunan işyerlerinde 1 temsilci, 51-100 arasında çalışanı bulunan işyerlerinde 2 temsilci, 101-250 arasında çalışanı bulunan işyerlerinde 3 temsilci, 251-500 arasında çalışanı bulunan işyerlerinde 4 temsilci, 501-1000 arasında çalışanı bulunan işyerlerinde 5 temsilci, 1001 ve üzeri çalışanı bulunan işyerlerinde 6 temsilci seçilir. Birden fazla temsilcinin bulunması durumunda bu temsilcilerden biri baş temsilci olarak seçilir. Birden fazla çalışan temsilcisinin bulunması gereken işyerlerinde, çalışan temsilcilerinin seçiminde; temsilcilerin, işyerinin değişik bölümlerindeki riskler ve çalışan sayıları göz önünde bulundurularak dengeli dağılımına özen gösterilir. İş sağlığı ve güvenliği çalışan temsilcileri, tehlike kaynağının yok edilmesi veya tehlikeden kaynaklanan riskin azaltılması için işverene öneride bulunma ve işverenden gerekli tedbirlerin alınmasını isteme hakkına sahiptir. İş sağlığı ve güvenliği çalışan temsilcileri ve iş sağlığı ve güvenliği konusunda özel görevi bulunan sağlık ve güvenlik destek elemanlarının, bu görevlerini yürütmeleri nedeniyle hakları kısıtlanamaz ve bu görevlerini yerine getirebilmeleri için işveren tarafından gerekli imkânlar sağlanır. 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ile 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu hükümleri uyarınca yetkili sendika bulunması halinde işyeri sendika temsilcileri iş sağlığı ve güvenliği çalışan temsilcisi olarak da görev yapabilecektir (Tas.m.18/2-5). XII. ULUSAL İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KONSEYİ İş sağlığı ve güvenliği alanında ülke düzeyinde başarılı sonuçlar elde etmenin ön şartı işçi-işveren-devlet arasındaki üçlü işbirliğinin sağlanması ve bu işbirliğinin yaygınlaştırılmasıdır. Bu işbirliğinin ulusal bir kurum bünyesinde gerçekleştirilmesi; Anglo-sakson ve İskandinav modeline uygun olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın bünyesinde, idari ve mali açıdan özerk, güçlü ve merkezi bir Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Kurumu’nun oluşturulması ve mevcut iş güvenliği örgütünün tümüyle bu kurumun yapısını içerisine alınması gere- SİCİL ği de doktrininde öteden beri savunulmuştur. ABD, İngiltere ve İsveç’te iş sağlığı ve güvenliği hizmetleri idari ve mali açıdan özerk, merkezi iş sağlığı ve güvenliği kurumları tarafından yürütülmektedir. Örneğin İngiltere Sağlık ve Güvenlik Kurulu bağımsız bir bütçeye sahiptir ve Çalışma Bakanlığı altında geniş bir özerkliğe sahiptir. Kurul Çalışma Bakanı tarafından atanan bir başkan dışında üç işçi ve üç de işveren temsilcisinden oluşmaktadır. Bu zorunlu üyelere ek olarak Bakan üç üye daha seçebilir. Bu modelden hareketle Türkiye’de oluşturulacak özerk kurumda da devlet, işçi ve işveren üçlüsünün yer alması ve sosyal taraflar arasındaki işbirliğinin yönetim kurulu düzeyinde gerçekleştirilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. İş sağlığı ve güvenliği mevzuatının çatısı olmak üzere hazırlanan Taslak’ta, “Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi” adlı bir yapının düzenlenmesi ilk bakışta yukarıda bahsi geçen ve batıdan örnekleri verilen ulusal ve resmi nitelikte kurumu çağrıştırsa da; ne yazık ki düzenlenen Konsey, icrai yetki ve görevleri olmayan bir danışma konseyidir. Taslakta ülke genelinde iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili politika ve stratejilerin belirlenmesi için tavsiyelerde bulunmak üzere Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi kurulduğu belirtilmiştir (Tas.m.19/1). İlk olarak bundan önceki İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun Tasarı Taslağı’nda yer verilen Konsey’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, sosyal taraflar, ilgili kamu kurumları, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları ve ilgili diğer kurum ve kuruluş temsilcilerinden oluşması öngörülmüş; başkanlığını Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı veya Müsteşarının yapması, sekreterya hizmetlerini ise İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü’nün yerine getirmesi hükme bağlanmıştı. Yeni Taslakta Konsey’in yapısının da değiştirildiğini görmekteyiz. Bu yeni Taslağa göre Konsey, İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü, Çalışma Genel Müdürü, İş Teftiş Kurulu Başkanı ve Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’ndan bir Genel Müdür; Milli Eğitim, Bayındırlık ve İskân, Sağlık, Ulaştırma, Tarım ve Köyişleri, Sanayi ve Ticaret, Enerji ve Tabii Kaynaklar ve Çevre ve Orman Bakanlıklarından ilgili 57 EYLÜL ’10 SİCİL birer Genel Müdür; Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı’ndan yürütme kurulu üyesi, Devlet Personel Başkanlığı’ndan Başkan Yardımcısı ve Türk Standartları Enstitüsü Başkanlığı’ndan konuyla ilgili veya görevli birer yönetim kurulu üyesi; işveren, işçi ve kamu görevlileri sendikaları konfederasyonlarından, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden, Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu’ndan, Türk Tabipleri Birliği’nden, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nden ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nden konuyla ilgili veya görevli birer yönetim kurulu üyesinden müteşekkildir (Tas.m.19/2). Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Müsteşarı’nın başkanlık edeceği Konsey kararları toplantıya katılan üyelerin salt çoğunluğu ile alınacak; oyların eşitliği halinde başkanın oyu kararı belirleyecektir. İhtiyaç duyulduğunda ya da çalışma hayatındaki örgütlenme değişikliklerine göre iş sağlığı ve güvenliği konusunda hizmet sunan uzmanlaşmış kuruluşlardan, bunların tüzel kişiliklerinden veya benzeri kuruluşlardan Konseyin tayin edeceği bir veya birden fazla temsilci İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü’nün teklifi ve Konseyin onayı ile yeni üye olarak atanabilecektir. Bu kapsamda belirlenen üyeler iki yıl için atanacak ve üst üste iki toplantıya katılmayan üyenin üyeliği sona erecektir. Konsey gerekli görmesi halinde yerine yeni üye ataması yapabilecektir (Tas.m.19/5). Sekretarya hizmetleri, İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürlüğü tarafından yapılacak olan Konsey’in yılda iki defa olağan toplanması öngörülmüş; başkanın veya üyelerin üçte birinin teklifi ile olağanüstü olarak toplanabilmesinin yolu da açılmıştır (Tas.m.19/6). İlk Taslakta öngörülen çalışma gruplarına yeni Taslakta yer verilmemiştir. Bu konuda bir diğer farklılık Konseyin çalışma usul ve esaslarının belirlenme yöntemidir. İlk Taslakta konseyin çalışma usul ve esasları için Yönetmelik çıkarılması öngörülürken yeni Taslakta çalışma usul ve esaslarının yine Konsey tarafından belirlenmesi öngörülmüştür (19/VII). XIII. İŞİN DURDURULMASI Taslak yürürlüğe girdiği takdirde iş sağlığı ve 58 güvenliği gerekçesiyle işin durdurulması veya işyerinin kapatılmasını düzenleyen 4857 sayılı İş Kanunu’nun 79.maddesi de yürürlükten kalkacaktır (Tas.28/IV). Yeni hukuki durumda, işin durdurulması prosedürünü düzenleyen temel madde Taslağın 21.maddesidir. Mevcut durumda uygulanmakta olan İş Kanunu’nun 79.maddesi uyarınca bir işyerinde, çalışma yönteminde, makinelerde ve cihazlarda işçilerin yaşamı için tehlikeli olan bir husus tespit edilirse, bu tehlike giderilinceye kadar iki iş güvenliği müfettişi, bir işçi ve bir işveren temsilcisi ile Bölge Müdüründen oluşan beş kişilik bir komisyon kararıyla, tehlikenin niteliğine göre iş tamamen veya kısmen durdurulur veya işyeri kapatılır. Durdurma veya kapatma kararına karşı işverenin yerel iş mahkemesinde 6 iş günü içinde itiraz etmek yetkisi vardır. İş mahkemesine itiraz, işin durdurulması veya işyerinin kapatılması kararının uygulanmasını durdurmaz. Mahkeme altı iş günü içinde kesin kararı verir. Taslakta en göze çarpan husus işyerinin kapatılması usulünün terk edilmiş olması, sadece işin durdurulması prosedürüne yer verilmiş olmasıdır. Bu prosedürde komisyon uygulaması değiştirilmiş, işçi ve işveren temsilcisi ile Bölge müdürü prosedürden çıkarılmış, süreç sadece iş güvenliği müfettişlerine bırakılmıştır. Ancak yeni prosedür düzenlenirken, yeterince açık olmayan ifadeler kullanılmıştır. Taslağa göre iş güvenliği müfettişleri işyerinde, çalışma yöntemlerinde veya iş ekipmanında çalışanlar açısından hayati tehlike oluşturan bir husus tespit ettikleri takdirde, bu tehlike giderilinceye kadar iş tamamen veya kısmen durdurulur. Durdurmanın işyerinin bir bölümünde veya tamamında uygulanması kararı verilirken hayati tehlikenin niteliği ve bu tehlikeden doğabilecek riskin etkileyebileceği alan ve çalışanlar dikkate alınır. Müfettiş heyeti tarafından durdurma kararı verildiği takdirde karar, ilgili mülki idare amirine ve işyeri dosyasının bulunduğu bölge müdürlüğüne 1 gün içinde gönderilir ve mülki idare amirleri de kararın gereğini 24 saat içinde yerine getirirler (Tas.m.21/1-3). Hayati tehlike oluşturan husus acil müdahale gerektiriyor ise, müfettiş heyetince karar alınıncaya kadar tespiti yapan iş müfettişi kısmen EYLÜL ’10 veya tamamen işi durdurabilir. Bu bireysel durdurma kararı da mülki idare amirlerince aynı gün yerine getirilecektir (Tas.m.21/4). Taslakta açık olmayan husus 21.maddenin 3.fıkrasında geçen “İşyerlerinde işi durdurma kararı, iş sağlığı ve güvenliği bakımından teftişe yetkili üç iş müfettişinden oluşan heyet tarafından incelenir” ifadesinden kaynaklanmaktadır. Bu ifadede geçen işyerlerinde işi durdurma kararı ifadesi yanlış olup; burada kastedilen aslında iş güvenliği müfettişi tarafından yapılan tespittir. Heyet iş güvenliği müfettişinin kararını değil, tespitini inceleyecek ve bu inceleme sonucunda durdurma kararı verecektir. Bu durumu aynı maddenin IV.maddesindeki düzenleme de doğrulamaktadır. IV.fıkra uyarınca hayati tehlike oluşturan hususun acil müdahale gerektirmesi halinde, müfettiş heyetince karar alınıncaya kadar tespiti yapan iş müfettişinin kısmen veya tamamen işi durdurulabileceğinden söz edilmektedir. 21.maddenin IV.fıkrasında geçen “tespiti yapan müfettiş” ifadesi, aynı maddenin ilk fıkrası ile birlikte değerlendirildiğinde; sadece ve sadece hayati tehlike oluşturan hususun acil müdahale gerektirmesi halinde iş güvenliği müfettişinin bireysel kararı ile işi durdurabileceği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Taslakta durdurma kararına karşı itiraz prosedürü de düzenlenmiş olup bu prosedür 4857 sayılı İş Kanunu düzenlemesi ile paraleldir. Buna göre işverenler, bu maddeye göre verilecek durdurma kararına karşı yerel iş mahkemesine 6 iş günü içinde itiraz edebilir. İş mahkemesine itiraz, işi durdurma kararının uygulanmasını durdurmaz. Mahkeme itirazı öncelikle görüşür ve 6 iş günü içinde kesin kararı verir. Durdurulan işyeri ile ilgili işveren tarafından durdurmayı gerektiren noksanların tamamlandığının Bakanlığa yazılı olarak bildirilmesi üzerine işyerinde en geç üç gün içinde inceleme yapılır ve işverenin talebi sonuçlandırılır (Tas.m.21/5-6). 4857 sayılı Kanunu’nun 79.maddesine paralel olarak Taslakta da işverene, işin durdurulması sebebiyle işsiz kalan çalışanlara ücretlerini ödeme veya ücretlerinde bir düşüklük olmamak üzere meslek veya durumlarına göre başka bir iş verme yükümlülüğü getirilmiştir (Tas.m.21/7). SİCİL XIV. ALT İŞVEREN İLİŞKİSİNE İLİŞKİN DÜZENMELER İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı Taslağı’nın iş sağlığı ve güvenliği alanında getireceği yenilikler beklenirken, Taslak en önemli değişikliği alt işveren tanımında yapmayı amaçlamaktadır. 4857 sayılı İş Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden bu yana, 2.maddenin VI.fıkrasında geçen ve Kanun’un adeta en tartışmalı ifadesi olan “veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan” ifadesi “veya asıl işin bir bölümünde işin gereği veya teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan” olarak değiştirilmektedir (Tas.m.28/1-a). Bu değişiklikte iki önemli nokta vardır. Öncelikle değiştirilmesi öngörülen metinde geçen ile bağlacı veya olarak değiştirilmekte; alt işveren ilişkisinin kurulabilmesi için, işin gereği ile teknolojik gereklerin birlikte aranıp aranmayacağına ilişkin tartışamaya son verilmektedir. Taslak bu şekli ile yürürlüğe girdiği takdirde asıl işin bir bölümünün alt işverene verilebilmesi için bu iki koşul birbirinden bağımsız olarak aranacaktır. Bunun yanında asıl işin bir bölümünde işletmesel gereklerle alt işveren ilişkisinin kurulabilmesi tercih edilmemiş; sadece işin gereği olması halinde asıl işin bir bölümünün alt işverene verilebilmesine cevaz verilmiştir. Taslağa göre asıl işveren ile alt işveren faaliyetlerinin, birbirlerinin çalışmalarını etkileyebileceği durumlarda, alınması gerekli iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin belirlenmesi ve uygulanması konularında gerekli koordinasyon asıl işveren tarafından sağlanacaktır. Asıl işveren, alt işverenin çalışanlarına karşı o işyeri ile ilgili bu Kanundan doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur (Tas.m.20/2). Taslak ayrıca asıl işverene alt işverenin kendi çalışanları için, bu Kanun hükümlerinden doğan yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini, işin özelliğini dikkate alarak sürekli denetleme yükümlülüğü de getirmektedir (Tas.m.20/3). SONUÇ İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun Tasarı Taslağı, ilk olarak, bu alanın temel kanun çatısı al59 EYLÜL ’10 SİCİL tında düzenlenmesi yönündeki modern yaklaşım ekseninde bir çalışması olması yönüyle önemli bir adımdır. İşçi-memur ayırımı yapmaksızın tüm çalışanları, kamu-özel ayırımı yapmaksızın tüm işyerlerini kapsamına alması; bir diğer ifade ile iş sağlığı ve güvenliği riski altındaki tüm kişi ve kurumları aynı koruma şemsiyesi altında toplaması Taslağın bir diğer önemli yönüdür. İncelememizde de ortaya koymaya çalıştığımız gibi Taslak bu alanda birtakım yenilikler öngörmektedir. İşverenin iş sağlığı ve güvenliğini sağlama yükümlülüğü düzenlenirken, organizasyon kurma yükümlülüğüne açıkça yer verilmiş; sağlık ve güvenlik tedbirlerinin değişen şartlara uygun hale getirilmesi ve mevcut durumun sürekli iyileştirilmesi amacına yönelik çalışmalar yapma yükümlülüğünden söz edilmiştir. Taslak çalışanların iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin genel yükümlülüklerini de mevcut duruma göre daha ayrıntılı olarak ele almıştır. İş sağlığı ve güvenliği hizmetleri konusunda Taslağın daha ayrıntılı bir düzenleme içerdiğini görmekteyiz. İşyerlerinin tehlike sınıfı arttıkça buralarda görev yapacak iş güvenliği uzmanlarının daha yetkin ve tecrübeli olması aranmıştır. Bunun yanında işyeri hekimi ile iş güvenliği uzmanının çalışma süreleri yasal düzeyde belirlenmiştir. Aynı yaklaşıma paralel olarak işyerinin tehlike sınıfı arttıkça hekim ve uzmanın çalışma süreleri de arttırılmıştır. Tehlike sınıflarının belirlenmesinde ise 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 83.maddesine göre belirlenen kısa vadeli sigorta kolları prim tarifesinin esas alınması öngörülmüştür. 4857 sayılı İş Kanunu işyeri sağlık birimi oluşturma konusunda işverene, işletme dışı ortak sağlık ve güvenlik birimlerinden hizmet alımı konusunda tam bir serbestlik verirken, Taslak bu serbestiyi sınırlamıştır. Taslakta belirtilen çalışma sürelerinin işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanının tam süreli görevlendirilmesini gerektirdiği durumlarda işveren, işyeri sağlık ve güvenlik birimi kurmakla yükümlü kılınmıştır. Taslağın getirdiği yeniliklerden birisi işveren 60 veya işveren vekiline, iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerini yerine getiren kişi veya hizmet alınan kuruluşların iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili mevzuata uygun olan ve yazılı olarak beyan edilen tedbir ve tavsiyelerini yerine getirme yükümlülüğü getirmesidir. Bu konuda işverenlere bir takdir veya değerlendirme hakkı verilmemiştir. Beyan edilen hususların işveren tarafından yerine getirilmemesi halinde işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanlarına bu hususu Bakanlığa bildirme yükümü öngörülmüştür. Taslakta iş güvenliği uzmanlığı ile işyeri hekimi belgesi alabileceklerin kapsamını yeniden belirlemekte; iş güvenliği uzmanlarının belgelendirilmelerinde kademeli bir yapı öngörmektedir. Tüm belgeleri vermeye yetkili makamlar ise Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile akredite olmuş kurumlar olarak belirlenmiştir. Üniversitelerden mühendis, mimar, teknik öğretmen ile fizikçi ve kimyager unvanı ile mezun olanlar (C), (B) ve (A) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesi alabilecekken; meslek yüksek okullarının maden, inşaat, metal, kimya, elektrik, elektronik, makine, tesisat, iklimlendirme, petrol, otomotiv, seramik, mobilya, ağaç, tekstil, gıda, tarım, metalürji, alanlarındaki programlar ile iş sağlığı ve güvenliği bölümlerinden mezun olanlar ise sadece (C) ve (B) sınıfı iş güvenliği uzmanlığı belgesi alabilecektir. Böylece meslek yüksek okulu mezunlarına (A) sınıfı iş güvenliği uzmanı olabilme yolu kapatılmıştır. Taslak işçilerin çalışmaktan kaçınma hakları ile ilgili olarak 4857 sayılı İş Kanunu’ndaki prosedürü korumakla beraber; bu prosedüre önemli bir istisna da getirmiştir. Taslak uyarınca ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olması durumunda iş sağlığı ve güvenliği kurulu (bu kurulun olmadığı yerlerde ise işveren veya vekili) kararı olmaksızın işçi kendi inisiyatifi ile işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk edebilecektir. Taslak mevcut durumdan farklı olarak iş kazalarının bildiriminde bir sınır öngörmüş ve sadece 3 günden fazla işgünü kaybına sebep olan iş kazalarının ilgili bölge müdürlüğüne bildirilmesi yükümlülüğü getirmiştir. İş kazası ile birlikte meslek hastalıklarının bildirim süresi 2 işgününden 3 işgününe çıkarılmıştır. İş kazası ve EYLÜL ’10 meslek hastalığının Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Sosyal Güvenlik Kurumu’na bildirimi konusunda sağlık kuruluşlarına yükümlülük getirilmiştir. 4857 sayılı İş Kanunu’nda sadece ağır ve tehlikeli işlerde çalışacak işçilerle, 18 yaşından küçük işçiler için öngörülmüş olan sağlık raporu alma zorunluluğu konusunda Taslak herhangi bir sınırlama yapmamakta ve genel bir hüküm öngörmektedir. Raporların sadece ve sadece işyeri hekimleri tarafından verilebilecek olması da Taslağı getirdiği bir diğer yeniliktir. Taslak, çalışanların bilgilendirilmesi ve eğitimi ile ilgili olarak yeni bir yönetmelik çıkarılmasını öngörmekte, birtakım hususlar haricinde iş sağlığı ve güvenliği eğitimi konusunda genel ilke ve prensipleri tekrarlamaktadır. İş sağlığı ve güvenliği eğitimleri konusunda Taslağın getirdiği yenilikler; iş kazası ve meslek hastalığı geçiren kişiler ile uzun süre işyerinden uzak kalan kişilere eğitim verilmesinin öngörülmesidir. Katılımcı modeli esas alan Taslak işverene, çalışanların ve temsilcilerinin görüşlerini alma, teklif getirme hakkı tanıma ve bu konulardaki görüşmelerde yer almalarını ve katılımlarını sağlama yükümlülüğü getirmiştir. Bu katılım özellikle yeni teknolojilerin planlanması ve uygulanması ile seçilecek ekipmanın ve çalışma şartlarının çalışanlara etkisi konularında olacaktır. İş sağlığı ve güvenliği denetim süreçlerinde işyerinin kapatılması usulü terk edilmiş, sadece işin durdurulması prosedürüne yer verilmiştir. Bu prosedürde komisyon uygulaması değiştirilmiş, işçi ve işveren temsilcisi ile Bölge müdürü prosedürden çıkarılmış, süreç sadece iş güvenliği müfettişlerine bırakılmıştır. Taslak kanımızca en önemli değişikliği, doğrudan kendi alanı ile ilgili olmayan bir alanda, Türk iş hukukunun üçlü ilişkiler rejimi alanında yapmakta; bu alanda radikal bir değişiklik öngörerek alt işveren tanımını değiştirmektedir. Taslak bu şekli ile yasalaştığı takdirde asıl işin bir bölümünün alt işverene verilebilmesi için işin gereği ve teknolojik gerekler koşulları birbirinden bağımsız olarak aranacaktır. Asıl işin bir bölümünde işletmesel gereklerle alt işveren ilişkisinin kurulabilmesi tercih edilmemiş; SİCİL sadece işin gereği olması halinde asıl işin bir bölümünün alt işverene verilebilmesine cevaz verilmiştir. KAYNAKÇA • Arıcı, Kadir: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Dersleri, Ankara 1999. • Bayram, Fuat: “Yeni İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatımıza Hakim Olan İlkeler”, Legal İSGHD, 2005/7. • Bayram, Fuat: “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun Tasarı Taslağı Üzerine”, Legal İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku Dergisi, 16, 1307-1337 (2007). • Centel, Tankut: “İş Sağlığı ve Güvenliği Alanındaki Son Gelişmeler”, Sicil (Eylül 2006). • Centel, Tankut: İş Hukuku, İş Hukuku, C.I, Bireysel İş Hukuku, İstanbul 1994. • Chan, Magdalene/Hin, Ho Siong: Providing A Safe Workplace-The Singapore Experience, GCLI. • Demirbilek, Tunç: İş Güvenliği Kültürü, İzmir 2005. • Ekmekçi, Ömer: 4857 Sayılı İş Kanunu’na Göre İşyerinin İş Sağlığı ve Güvenliği Bakımından Örgütlenmesi, İstanbul 2005. • Ekmekçi, Ömer: “4857 sayılı İş Kanunu’nda İş Sağlığı ve Güvenliği” TİSK ve PERYÖN tarafından düzenlenen “İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatındaki Değişiklikler ve İşveren Yükümlülükleri Semineri”, Ankara 2004. • Seratlı, Gaye Burcu: “4857 Sayılı İş Kanunu’na Göre İş Sağlığı ve Güvenliği”, Legal İHSGHD, 2005/7. • Süzek, Sarper: “İş Sağlığı ve Güvenliği Konusunda Somut Çözüm Önerileri”, Prof. Dr. Turhan Esener’e Armağan, Ankara 2000. • Süzek, Sarper: İş Hukuku, İstanbul 2005. • Tuncay, Can: “Avrupa Birliğine Üyelik Sürecinde İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatının Uyumu ve Yeni Yönetmelikler”, TİSK ve PERYÖN tarafından düzenlenen İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatındaki Değişiklikler ve İşveren Yükümlülükleri Semineri”, Ankara 2004. 61 YEN İ YAYINLAR Doç. Dr. Hakan Keser tarafından hazırlanan “4857 Sayılı İş Kanunu ve Yargıtay Uygulamasında İş Sözleşmesinin Bildirimli Feshinde Geçerli Sebep” adlı yayın, Temmuz 2010 tarihinde yayımlanmıştır. İş Kanunu m.18’de işverenin işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan geçerli bir sebebe dayanması gerektiğinden söz edilmiş ancak söz konusu geçerli sebeplerle ilgili ayrıntılı bir açıklama yer almamıştır. Maddenin gerekçesine bakıldığında ise, geçerli sebep sayılabilecek hallere bazı örnekler verildiği ve işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından kaynaklanan sebeplerin, hangi durumlarda geçerli sebeplerden sayılacağının ve hangi durumların işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan sebepler olarak kabul edileceğinin ancak yargı kararları ile zaman içinde belirginleşebileceğinin ifade edildiği görülmektedir. Eserde, 4857 sayılı İş Kanunu’nun yedi yıllık uygulamasında “geçerli sebep” kavramının gelişimi, içerdiği anlam, özellikle Yargıtay kararlarının iş hukuku uygulamasında taşıdığı büyük önem ve emsal olma niteliği incelenmiş, Yargıtayca hangi durumların geçerli sebep olarak değerlendirildiği hangi durumların ise, geçerli sebep olarak kabul edilmediği tespit edilmeye çalışılmıştır. Çalışmada ayrıca belirli sınıflandırmalar altında incelenen geçerli sebeplere ilişkin olarak verilen Yargıtay kararlarında yer alan ilke ve ayrıntılı açıklamalara da yer verilmiştir. Eserin ilk bölümünde “İş Sözleşmesinin Bildirimli Feshi” ve “İş Sözleşmesinin Bildirimli Feshinde Geçerli Sebep Kavramı” konuları; ikinci bölümde ise ayrıntılı olarak “İş Sözleşmesinin Bildirimli Feshinde Kullanılabilecek Geçerli Sebep Türleri” incelenmiştir. Av. Abbas Bilgili tarafından hazırlanan “İş Hukuku Açısından İş Yerinde Cinsel Taciz” adlı eser, Nisan 2010 tarihinde yayımlanmıştır. Cinsel taciz çalışma hayatında sıklıkla karşılaşılabilen bir problem olup, bu tip olayların çoğunlukla mağdurla fail arasında kalması, ispat zorluğu, toplumsal tabular ve yanlış anlaşılma korkusu gibi olgular nedeniyle çalışanlar ve dolayısıyla çalışma düzeni etkilenmektedir. Söz konusu eserin ilk bölümünde “İş Yerinde Cinsel Tacizle İlgili Genel Bilgiler” başlığı altında işyerinde cinsel taciz, bağlantılı çeşitli kavramlar ve konular incelenmiş; “Hukuksal Durum ve Açılabilecek Davalar” başlıklı ikinci bölümde ise hukuki uygulamalara ve dava süreçlerine yönelik bilgiler verilmiştir. “Cinsel Tacizle İlgili Yargıtay Kararları” adlı son bölümde yabancı mahkeme kararları da sunulmuş ve ayrıca “mobbing” ile ilgili kararlar bir alt başlık altında toplanmıştır. Eserde yalın bir dil kullanılarak konunun hukuki boyutu hakkında bilgi edinmek isteyen her okurun rahatlıkla faydalanabilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca diğer konulara göre az değinilmiş bir alanda farklı içtihatları bir arada toplaması nedeniyle uygulayıcıların da başvurabileceği bir kaynak oluşturulması hedeflenmiştir. EYLÜL ’10 SİCİL Prof. Dr. Haluk Hadi SÜMER Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi İş Sözleşmesinin Bağımlılık Unsuru T.C. YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ Esas No Karar No Tarihi : 2008/10530 : 2010/4617 : 22.02.2010 DAVA Davacı, kıdem, ihbar tazminatı, izin alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Yerel mahkeme, isteği kısmen hüküm altına almıştır. Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hâkimi Ş. Çil tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: KARAR Davacı açmış olduğu bu davada, davalı- lardan A. Cilt Estetiği ve Sağlık Ürünleri A.Ş. firmasında 24.1.1992 tarihinde ürün tanıtım ve satış temsilcisi olarak çalışmaya başladığını, 2000 yılında davalı şirket hisselerinin el değiştirmesinin ardından Al-Kav şirketi adına çalıştırılmaya devam ettiğini, 10.5.2006 tarihinde iş sözleşmesinin işverence feshedildiğini ileri sürerek, her iki şirketin aynı yerde aynı ortaklardan kurulu olarak faaliyete olduğundan da bahisle ihbar ve kıdem tazminatı ile izin ücretinin müştereken ve müteselsilen tahsili isteğinde bulunmuştur. Davalı cevabında, davacının “estetik partner” olarak kendi nam ve hesabına ürün sattığını, satışı yapılan ürün ölçüsünde pirim aldığını ve pirimden kesinti gelir vergisinin şirket tarafından ödendiğini, sadece satış arttırmak için diploma sertifika gibi belgelerin dağıtıldığını savunarak, iş ilişkisinin bulunmadığını ileri sürerek davanın reddini savunmuştur. 63 EYLÜL ’10 SİCİL Mahkemece, taraflar arasında tanıtım ve satış sözleşmesi düzenlendiği, sözleşmede iş sözleşmesinin unsurlarının yer almadığı, satışa bağlı gelir elde edildiği ve satış ve gelir konusunda riskin doğrudan davacıya ait olduğu gerekçesiyle özellikle bağımlılık unsurunun eksik olmasına bağlı olarak iş ilişkisinin bulunmadığı sonucuna varılmış, öte yandan işverence davacının Sosyal Sigortalar Kurumuna sigorta pirimi ödendiği dönem için davaya konu işçilik alacaklarının bir kısmının kabulüne karar verilmiştir. Kararı davacı vekili süresi içinde temyiz etmiştir. Taraflar arasında yapılmış olan “Tanıtım ve Satış Temsilciliği Sözleşmesi” başlıklı sözleşmenin 3. maddesinde, şirket tarafından imali yapılan ya da ithal edilen kozmetik ürünlerinin, estetik partner tarafından alıcılara tanıtılarak şirket adına sipariş alınması noktasında şirket ile estetik partner arasındaki iş ilişkisinin düzenlenmesi için bu sözleşmenin imzalandığı ifade edilmiştir. Sözleşmenin 6. maddesinde, uygulamalı tanıtım ve sipariş alma konusunda kullanılmak üzere bir takım malzemeler verileceği bildirilmiştir. Yine sözleşmenin 9. maddesinde, toplantı alma yoluyla satışın yapılacağı belirtilerek satış yöntemi açıklanmış, yine şirketin bu satış şeklinde vazgeçebileceği belirtilmiştir. Aynı maddede, estetik partnerin toplantı yapılmaksızın şirket ürünlerini tanıtamayacağı, teşhir edemeyeceği, sipariş alamayacağı ve satışa aracılık edemeyeceği açıklanmakla davacının tanıtım ve satış usulü işverence kesin bir biçimde belirlenmiştir. Taraflar arasında imzalanan sözleşmenin 10. maddesinde, estetik partnerin şirket dışında bir firmanın ürünlerini pazarlayamayacağı, bu gibi firmaların kadrolarında yer alamayacakları ifade edilmiştir. Aynı maddede, fesihten itibaren 2 yıl içinde aynı nitelikteki ürünlerin hatta başka ürünlerin satışında görev alamayacakları hükmüne yer verilerek rekabet yasağı öngörülmüştür. Sözleşmenin 11. maddesinde, estetik part- 64 nerin sipariş aşamasında şirket tarafından belirlenen kaparo niteliğindeki ön ödemeyi şirket adına tahsil edeceği, 12. maddede ise her siparişten sonra koşulları şirket tarafından belirlenen satış sözleşmesini, ön ödeme faturasını ve o satışa dair borç senetlerini en geç bir hafta içinde şirkete ulaştıracağı hususları öngörülmüştür. Davacı tanıkları yanı sıra davalı tanıkları da davacının iddia ettiği çalışma sürelerini kısmen doğrulayan anlatımlarda bulunmuşlardır, işyerinde yönetici olarak çalışmış olan davalı tanığı da, şirketin tasfiyeye girmesi sebebiyle iş sözleşmesinin işverence feshedildiğine dair anlatımda bulunmuştur. Dosyadaki bilgi ve belgelere göre davacının 20.2.1992-28.8.1996 tarihleri arasında Sosyal Sigortalar Kurumuna sigorta primleri davalı işverence ödenmiştir. Mahkemece sigorta primi ödenen dönem için davaya konu isteklerin kısmen kabulüne karar verilmiş ise de, davacının çalışmalarının tamamı Tanıtım ve Satış Temsilciliği Sözleşmesi kapsamında gerçeklemiş, sigorta pirimi ödenen dönem ile ödenmeyen dönem arasında bir farklılığın olduğu kanıtlanmamıştır. İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir. Ücret, iş görme (emek) ve bağımlılık iş sözleşmesinin belirleyici unsurlarıdır. İş sözleşmesini belirleyen kriter hukukikişisel bağımlılıktır. Gerçek anlamda hukuki bağımlılık, işçinin işin yürütümüne ve işyerindeki davranışlarına ilişkin talimatlara uyma yükümlülüğünü üstlenmesi ile doğar. İşçi edimini işverenin karar ve talimatları çerçevesinde yerine getirmektedir. İşçinin bu anlamda işveren karşı kişisel bağımlılığı ön plana çıkmaktadır. Bu anlamda işveren ile işçi arasında hiyerarşik bir bağ vardır. İş sözleşmesine dayandığı için hukuki, işçiyi kişisel olarak işveren bağladığı için kişisel bağımlılık söz konusudur. İş sözleşmesinde bağımlılık unsurunun içeriğini; işverenin talimatlarına göre hare- EYLÜL’10 ket etmek ve iş sürecinin ve sonuçlarının işveren tarafından denetlenmesi oluşturmaktadır. İşin işverene ait işyerinde görülmesi, malzemenin işveren tarafından sağlanması, iş görenin işin görülme tarzı bakımından iş sahibinden talimat alması, işin iş sahibi veya bir yardımcısı tarafından kontrol edilmesi, bir sermaye koymadan ve kendine ait bir organizasyonu olmadan faaliyet göstermesi, ücretin ödenme şekli kişisel bağımlılığın tespitinde dikkate alınacak yardımcı olgulardır. Sayılan bu belirtilerin hiçbiri tek başına kesin bir ölçü teşkil etmez. İşçinin, işverenin belirlediği koşullarda çalışırken, kendi yaratıcı gücünü kullanması, işverenin isteği doğrultusunda işin yapılması için serbest hareket etmesi bu bağımlılık ilişkisini ortadan kaldırmaz. Çalışanın işyerinde kullanılan üretim araçlarına sahip olup olmaması, kar ve zarara katılıp katılmaması, girişimcinin sahip olduğu karar verme özgürlüğüne sahip olup olmaması bağımlılık unsuru açısından önemlidir. Yukarda sayılan ölçütler yanında, özellikle bağımsız çalışanı, işçiden ayıran ilk önemli kriter, çalışan kişinin yaptığı işin yönetimi ve gerçek denetiminin kime ait olduğudur, işçi işverenin yönetim ve sorumluluğu altında işleyen bir organizasyon içinde yer alır, çalışma saatleri kesin veya esnek biçimde, keza işin yapılacağı yer işverence belirlenir, iş araçları ve dokümantasyonu genelde işverence sağlanır. Bu kriter içinde değerlendirilebilecek alt kriter ise çalışanın, kendisine mi yoksa başkasına mı ait iş ya da hizmet organizasyonu kapsamında iş yaptığıdır, işçinin işveren tarafından önceden belirlenen amaca uyma yükümlülüğü var iken, bağımsız çalışanın böyle bir yükümlülüğü yoktur, işçinin önceden iş koşullarını belirleme yetkisi, işin yapılması sırasında kullanılacak araçları seçmesi, işin yapılacağı yer ve zamanı belirleme serbestisi yoktur. Çalışan kişi işin yürütümünü kendi organize etse de, üzerinde iş sahibinin belirli ölçüde kontrol ve denetimi söz konusuysa, iş sahibine bilgi SİCİL ve hesap verme yükümlülüğü varsa, doğrudan iş sahibinin otoritesi altında olmasa da bağımlı çalışan olduğu kabul edilebilir. Bu bağlamda çalışanın işini kaybetme riski olmaksızın verilen görevi reddetme hakkına sahip olması (ki bu iş görme borcunun bir ifadesidir) önemli bir olgudur. Böyle bir durumda çalışan kişinin bağımsız çalışan olduğu kabul edilmelidir. Vekilin bağımsızlığı mutlak değilse de, iş sahibinin ısrarlı talimatı karşısında uyarması dışında, dilediği zaman sözleşmeyi sona erdirme hakkı, vekilin bir ölçüde işveren karşısında bağımsızlığını bir ölçüde korumaktadır. Oysa işçi, işin gerçekleştirilmesi yönünden amaca uygun olmadığını düşündüğü bir talimatı, işverenin ısrarı karşısında yerine getirmek zorundadır. Çalışanın münhasıran aynı iş sahibi için çalışması da, yeterli olmasa da aralarında bağımlılık ilişkisi bulunduğuna kanıt oluşturabilir. Kural olarak işçi sayılan kişinin kendi işçileri ve müşterileri bulunmaz. Bu kapsamda dikkate alınabilecek bir ölçütte, münhasıran bir iş sahibi için çalışan kişinin, ücreti kendisi tarafından ödenen yardımcı eleman çalıştırıp çalıştırmadığı, işin görülmesinde ondan yaralanıp yararlanmadığıdır. Bu durumun varlığı çalışma ilişkisinin bağımsız olduğunu gösterir. İş ilişkisi kapsamında çalışan işçi, kısmi süreli iş sözleşmesi ile bir işverene ait işyerinde çalışabilir. 4857 sayılı İş Kanununun 13. maddesinde, işçinin normal haftalık çalışma süresinin tam süreli çalışan emsal işçiye göre önemli ölçüde daha az olarak belirlendiği iş sözleşmesi, kısmi süreli iş sözleşmesi olarak tanımlanmıştır. Normal haftalık çalışma süresi ise aynı yasanın 63. maddesinde, haftalık en çok 45 saat olarak açıklanmıştır. 63. madde kapsamında çıkarılan İş Kanununa ilişkin Çalışma Süreleri Yönetmeliğinin 6. maddesinde, “ İşyerinde tam süreli iş sözleşmesi ile yapılan emsal çalışmanın üçte ikisi oranına kadar yapılan çalışma kısmi süreli çalışmadır” şeklinde tanımlanmıştır. Böyle 65 EYLÜL ’10 SİCİL olunca işçinin kısmi süreli iş ilişkisi kapsamında çalışması mümkün olduğuna göre, başka işyerinde de iş sözleşmesi ile çalışıyor olması ve memur ya da sözleşmeli personel olarak görev yapması iş ilişkisinin kurulmasına engel oluşturmaz. Somut olayda taraflar arasında yapılan sözleşmenin hükümlerine göre davacı, tamamen işveren bağımlı şekilde iş görmeyi üstlenmiştir. Öyle ki sözleşme hükümlerine göre, işverenin teslim ettiği malzemeler kullanılarak, işverenin belirlediği yöntem izlenerek ürün tanıtımı ve ardından satış yapılmakta, satışlar davacı yerine şirket hesabına gerçekleştirilmekte, şirket adına ön ödeme alınarak makbuz düzenlenmekte ve borcun geri kalanına ait senetler tanzim edilmektedir. Davacı adına davalı tarafında kimlik kartı tanzim edilmiş, zaman zaman başarısı sebebiyle ödüller verilmiş ve adına açılan banka hesabına maaş adı altında ödemeler yapılmıştır. Yine davalı tarafında bir dönem için Sosyal Sigortalar Kurumuna pirimler ödenmiştir. Mahkemece sözü edilen süreye dair kabul hükmü karşısında davalı işverence bir temyiz yoluna da gidilmemiştir. Yapılan bu açıklamalara göre taraflar arasındaki ilişkinin iş görme, ücret ve bağımlılık unsurlarını içerdiği anlaşılmaktadır. İş sözleşmesine dayanılarak talep edilen istekler bakımından gerekirse yeniden bir hesap raporu alınmalı ve davalı işverenlere bağlı olarak geçen çalışmaların tamamı için davaya konu isteklerle ilgili bir karar verilmelidir. Konuyla ilgili olarak hatalı değerlendirme sonucu karar verilmesi bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 23.02.2010 gününde oyçokluğu ile karar verildi. KARŞI OY Taraflar arasındaki uyuşmazlığın öncelik- 66 le davacının iş kanuna tabi olup olmadığı noktasında toplandığı görülmektedir. Bozma gerekçesinde davalının, davacıya uygulamalı tanıtım ve sipariş alma konusunda kullanılmak amacıyla bir takım malzemeler verileceğinin (m.6), davacının toplantı yapmadan şirket ürünlerini tanılamayacağı sipariş alamayacağı ve satışa aracılık edemeyeceğinin (m.9), davacının şirket dışında bir firmanın ürünlerini pazarlayamayacağı ve sözleşmenin sona ermesinden itibaren 2 yıl içinde aynı veya başka ürünlerin satışında görev alamayacağının (m.10), sipariş aşamasında şirket tarafından belirlenen kaparo niteliğindeki ön ödemeyi şirket adına tahsil edeceğinin (m.11), her siparişten sonra koşullan şirket tarafından belirlenen satış sözleşmesinin ön ödeme faturası ve o satışa dair borç senetlerinin en geç bir hafta içerisinde şirkete ulaştıracağı (m.12) hususlarının öngörüldüğü, davacı adına kimlik belgesi düzenlendiği zaman zaman başarısı sebebiyle ödüller verildiği ve adına açılan banka hesabına maaş adı altında ödemeler yapıldığı, bütün bunlara göre taraflar arasındaki ilişkinin iş görme, ücret ve bağımlılık unsurlarını içerdiği kabul edilerek davacının İ. Kanunu kapsamında alacaklarının belirlenerek hüküm altına alınması gerektiğine işaret edilmiş ise de aşağıda açıklanan nedenlerle bu görüşlere katılma olanağı bulunmamaktadır. İş Hukukunda hizmet akdinin, iş görme ve ücret unsurları ile bağımlılık ilişkisinden oluştuğu kabul edilmektedir. Burada söz konusu olan kişisel bir bağımlılıktır çünkü hizmet akdinde işçi işverenin otoritesi altında çalışır, onun vereceği emir ve talimatlara göre iş görme edimini yerine getirir. Bunun yanında işçinin işini nasıl yaptığının denetimi de işverene aittir. Kendilerine ait müşterileri bulunan karar verme özgürlüğü bulunan, kendi işletmesinin riskini taşıyan yani karma sahip olup zararı üstlenen kişiler, işveren ile sürekli ilişki içerisinde bulunsalar da iş akdine tabi olmazlar (Süzek. S, İş Hukuku, 2008, s.218). EYLÜL’10 Dosyada mevcut bilirkişi raporunda da isabetle belirlendiği üzere, davaya konu uyuşmazlıkta estetik partner v.b kademelerde bir satış grubundan oluşan, işletme biliminde özellikle ağ (şebeke) pazarlaması = network marketing denilen pazarlama sistemine benzeyen bu sistem, satış işlemlerinin dışarıda ve ürünün temsili yoluyla gerçekleştirildiği pratik bir pazarlama tekniğidir. Bu yöntemde satış sorumlusunun yanında ürün ve/veya ürün katalogu bulunur. Bu yöntemde üretici/ithalatçı firmanın, tüketicilere doğrudan satış önerisinde bulunması için satış temsilcileri ana rol almaktadır. Bunlar ağ içinde hem kendisinden sonra gelecek potansiyel kişiler için bir kazanç olanağı sağlarken, firma bakımından da yaygın satış-tanıtım ajanı görevini görmektedirler ve bu kişilerin her biri kendi işini işleten bağımsız bir iş sahibidir. Dosyaya ibraz edilen ve taraflar arasında düzenlenen tanıtım ve satış temsilciliği sözleşmesi içeriğine göre, davalı şirketlerin ürünlerinin pazarlanıp, dağıtım faaliyetinin davacı gibi çok sayıda gerçek kişi tarafından bir komisyon karşılığında üstlenildiği, bu kişilerin ayrı vergi mükellefiyet sicil kaydının bulunmasının gerektiği (m.7), şirketin kendi ticari faaliyetini dağıtım, pazarlama kanallarında yer alan bu kişiler karşısında ve onlar lehine sınırlandırıp, şirketin ürünlerini bizzat satışa yetkisinin bulunmadığı, hatta başka bir dolaylı pazarlama aracı ve toptancı ya da perakendeciye dahi veremeyeceğinin kararlaştırıldığı (m.8,9), bunun ise bir işçi ile işveren arasında söz konusu edilemeyeceği, bu itibarla davacının iş hukuku anlamında, davalı şirkete tabiiyetinin aksine şirketin sözleşme konusu işler, pazarlama ve satışlarının davacı ve onun gibi dağıtım kanallarında yer alan ajanların aktivitesine bağlı olarak şekillendirildiği, ibraz edilen kayıtlara göre, ev hanımı, memur, işçi, esnaf gibi çeşitli sosyal pozisyon ve meslek gruplarından sisteme dahil olan kişilerin bilgilendirilmesi, geliştirilmesi için toplantı ve seminerler düzenlenmesinin, SİCİL çeşitli zamanlarda motivasyon amaçlı ödüller verilmesinin, kota öngörülmesinin iş sözleşmesinin unsurları ile bir ilgisinin bulunmadığı, mesai saatinin belirlenmesiyle, işin işverence düzenlenmesine dair akdi bir şart bulunmadığı gibi, davacının zaman zaman hiç faaliyetinin bulunmadığı dönemlerin olduğu, ayrıca bir işçinin ücretinin şahsen işi ifasına bağlı ve bunun karşılığı olması gerekmesine rağmen dava konusu uyuşmazlıkta davacının hiç satış yapmadığı, sipariş almadığı dönemlerde dahi sisteme dahil elemanların varsa satışlarının üst kademedeki partnere de pay ya da komisyon sağladığı, bu itici güçle de sistemi kendisini genişleterek yaydığı, oysa iş sözleşmesinde bir işçinin tanımlanan şekilde fonksiyonunun bulunamayacağı, işyerine yeni, başka işçiler katarak, onlarla işverenin yaptığı sözleşmelerden doğan hizmet görme ediminin sonuçlarından bu şekilde pay alamayacağı yada kendisinin çalışmadığı dönemde dahi diğer işçiler çalıştığı için kendisine ücret ödenmesinin söz konusu olamayacağı göz önüne alındığında, taraflar arasında düzenlenen sözleşmenin, özellikle bağımlılık ve zaman unsurundan yoksun ilişkinin iş kanunu kapsamında değerlendirilemeyeceği açıktır. Davacı, işyeri düzenine bağlı bulunmayan, işverene bağlı olmayan, düzenli çalışmayan, kendi nam ve hesabına doğrudan satış çerçevesinde faaliyet gösteren nitelikte olduğundan, taraflar arasında iş sözleşmesinin bulunduğunun kabulü mümkün değildir. Bozma gerekçesinde dayanak gösterilen, davalı tarafından bir dönem için davacı adına Sosyal Sigortalar Kurumuna primlerin ödenmesi ve bu süreyle ilgili olarak mahkemece verilen kabul hükmünün davalı tarafça temyiz edilmemiş olmasının, ulaşılan bu sonucu değiştirmesi söz konusu değildir. Bu dönemle ilgili olarak dahi aleyhte temyiz bulunması durumunda davalı yararına bozma kararı verilmesi gerekir ancak somut olayda kısmen kabul edilen dönem yönünden davalının temyiz talebinde bulunulma- 67 EYLÜL ’10 SİCİL ması, taraflar arasındaki ilişkinin hizmet akdi niteliğinde olduğuna dayanak oluşturamaz. Açıklanan nedenlerle yerel mahkeme ka- rarının onanması görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun bozma yönündeki kararına katılmıyorum (Üye Ö. Hicri TUNA). KARARIN DEĞERLENDİRİLMESİ run tarafların tanıtım ve satış temsilciliği sözleşmesi adı altında yaptığı sözleşmenin gerçekte bir iş sözleşmesi olup olmadığıdır. Sorunun çözümü ise taraflar arasındaki bağımlılık ilişkisinin değerlendirilmesine bağlıdır. Gerçekten tarafların tanıtım ve satış temsilciliği sözleşmesi adını verdikleri sözleşme, iş, ücret ve bağımlılık unsurlarından oluşmakta ise, tarafların nitelendirmesinin ötesinde, bu bir iş sözleşmesidir. Nitekim Yargıtay incelediğimiz kararında taraflar arasındaki ilişkide bağımlılık unsurunun bulunup bulunmadığını araştırmış ve buna bağlı olarak sonuca ulaşmıştır1. 3. İş sözleşmesi tıpkı vekâlet, eser, nakliye sözleşmesi gibi bir iş görme sözleşmesidir. İş sözleşmesinde de sözleşmenin taraflarından biri diğeri için ücret karşılığında bir işi yerine getirir. Ancak iş sözleşmesini diğer sözleşmelerden ayırt eden unsur, iş sözleşmesinde işi gören kişinin bu işi işverene bağımlı olarak yani onun yönetimi altında ve onun talimatlarına uyarak yerine getirmesidir. Bu nedenle bağımlılık iş gören kişinin işçi niteliğini edinmesi açısından temel gerekliliktir. Bağımlılık, iş sözleşmesinin niteliğinden kaynaklanan ana unsurdur. Nitekim iş sözleşmesini tanımlayan 4857 sayılı İş Kanunu’nun 8. maddesinde bağımlılık unsuru açıkça yer almıştır: “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir.” Yürürlükten kaldırılan 1475 sayılı İş Kanunu’nda iş sözleşmesi tanımlanmış değildi. İş sözleşmesinin tanımlandığı Borçlar Kanunu’nun 313. maddesinde ise bağımlılık unsuruna yer verilmemiştir. Bununla birlikte öğretide2 ve yargı kararlarında3 bağımlılık unsuru iş sözleşmesinin unsurları arasında gösterilmiştir. Anayasa Mahkemesi de bir kararında bu hususu açıkça belirtmiştir: “Hizmet akdi üç 1. Karar konusu olayda, davacı işçi, davalılardan A. Cilt Estetiği ve Sağlık Ürünleri A.Ş. firmasında 24.1.1992 tarihinde ürün tanıtım ve satış temsilcisi olarak çalışmaya başladığını, 2000 yılında davalı şirket hisselerinin el değiştirmesinin ardından Al-Kav şirketi adına çalıştırılmaya devam ettiğini, 10.5.2006 tarihinde iş sözleşmesinin işverence feshedildiğini ileri sürerek, her iki şirketin aynı yerde aynı ortaklardan kurulu olarak faaliyette olduğu gerekçesiyle ihbar ve kıdem tazminatı ile izin ücretinin müştereken ve müteselsilen tahsili isteğinde bulunmuştur. Davalı işveren savunmasında davacının estetik partner olarak kendi nam ve hesabına ürün sattığını, satışı yapılan ürün ölçüsünde prim aldığını ve primden gelir vergisi kesintisinin şirket tarafından ödendiğini, sadece satış artırmak için diploma ve sertifika gibi belgelerin dağıtıldığını savunarak, iş ilişkisinin bulunmadığını ileri sürerek davanın reddi gerektiğini ileri sürmüştür. Yerel Mahkeme, taraflar arasında tanıtım ve satış sözleşmesi düzenlendiği, sözleşmede iş sözleşmesinin unsurlarının yer almadığı, davacının satışa bağlı gelir elde ettiği ve satış ve gelir konusunda riskin doğrudan davacıya ait olduğu gerekçesiyle özellikle bağımlılık unsurunun eksik olmasına bağlı olarak iş ilişkisinin bulunmadığı sonucuna varmış, öte yandan işverence davacının Sosyal Sigortalar Kurumu’na sigorta primi ödendiği dönem için davaya konu işçilik alacaklarının bir kısmının kabulüne karar vermiştir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi inceleme konusu yaptığımız kararda taraflar arasındaki ilişkinin iş görme, ücret ve bağımlılık unsurlarını içerdiği, kısaca aradaki hukuki ilişkinin iş sözleşmesine dayandığı sonucuna varmıştır. 2. Kararda ele alınması gereken hukuki so68 EYLÜL’10 unsuru kapsar: 1. İş unsuru 2. Ücret unsuru 3. Bağımlılık unsuru. Bu akdi iş görmeye ilişkin diğer akitlerden ayıran bu bağımlılık unsurudur. Hizmet akdinde işçi az veya çok işverene bağlıdır. Yani o çalışmasını işverenin gözetimi ve denetimi altında yapar”4. İş sözleşmesinin unsurlarından birisi olan bağımlılık unsuru, iş sözleşmesinin diğer iş görme sözleşmelerinden ayırt edilmesinde en önemli ölçüttür5. Bağımlılık, işçinin belirli ya da belirsiz bir süre, işverenin talimatına göre ve onun denetimine bağlı olarak çalışmasını ifade eder6. İşçi bir iş sözleşmesi ile iş gücünü işverenin emrine tahsis eder ve işin görülmesi sırasında onun talimatlarına uyar. İş sözleşmesi böylelikle işçiyi işverenin otoritesi altına sokar ve işveren de işçiye talimatlar verme, işin görülmesini izleme, işin sonuçlarını kontrol etme ve denetleme haklarına sahip olur7. İşveren amaç ve ihtiyaçlarına göre işçiyi yönlendirme, çalışma süresini, işin yerine getirilme yöntemini ve işin yerine getirileceği yeri saptama yetkisini kullanır8. İşverenin yönetim hakkını kullanarak verdiği bu talimatlara işçi uyma borcu altındadır. İşveren yönetim hakkına dayanarak belirli koşullara bağlı olarak işçiye disiplin cezası verme yetkisine de sahiptir9. Kısacası işçi iş sözleşmesinin devamı süresince işverene kişisel olarak bağımlılık altındadır. Bu açıklamalar doğrultusunda, bir iş sözleşmesi ile iş gören kişi bağımlı çalışan; diğer iş sözleşmelerine dayanarak iş gören kişi bağımsız çalışan olarak da ifade edilebilir10. İşçi ile işveren arasındaki bağımlılık acaba bir hukuki bağımlılık mıdır yoksa ekonomik bağımlılık mıdır? Öğretide iş sözleşmesinin kurulmasıyla işçi ile işveren arasında kurulan bağımlılık ilişkisinin teknik veya ekonomik bağımlılık değil; kişisel/hukuki bir bağımlılık olduğu görüşü baskındır11. İşçinin işverene ekonomik olarak bağımlı olması iş sözleşmesini diğer iş görme sözleşmelerinden ayırt etmez12. İş sözleşmesi ile oluşan bağımlılık kişisel bir bağımlılıktır. İşçinin işverenin otoritesi altında iş görmesini sağlayan bağımlılık unsuru diğer sözleşmelerde bulunmayan bir bağımlılık ilişkisi kurar. Böylelikle işveren işçinin üzerinde diğer sözleşmelerden farklı olarak bazı hak ve SİCİL yetkilere sahip olur13. İşçinin iş görme borcunu işverenin yönetim hakkına dayanarak verdiği talimatlara uyarak yerine getirmesi, işverenin, işçinin çalışma şekli, yeri, zamanı ve işyerindeki davranışlarını belirleme yetkisine sahip olması aradaki bağımlılığın kişisel bağımlılık olduğunun göstergesidir14. Hukuki/kişisel bağımlılığın iki sonucu vardır. Bunlardan ilki, işverenin işçiye emir ve talimat verme yetkisidir. Bu yetki işverenin yönetim hakkını da ifade eder. Bağımlılığın diğer sonucu ise, işçinin işverenin emir ve talimatlarına uyma borcudur15. İşçi iş görme borcunu işverenin yönetim hakkına dayanarak verdiği emir ve talimatlara uyarak yerine getirir. İşçinin iş görme borcunun kapsamı işverenin emir ve talimatları ile şekillenir ve işveren yönetim hakkı kapsamında işin yürütümü ve işçinin davranışlarını belirleme yetkisini kullanır. Bağımlılık unsuru iş sözleşmesinin temel unsuru olmakla birlikte, bağımlılık unsuru her iş ilişkisinde aynı yoğunluğa sahip değildir16. Başka deyişle bağımlılık unsurunun kapsamı değişkenlik gösterir. İşçinin işletme içindeki konumu, işçinin kişisel nitelikleri, işin niteliği, işin yerine getirilme tarzı bağımlılığın kapsamını ve derecesini değiştirmektedir. Bu nedenle bir işyerinde, bilgisayar programcısı, hukuk danışmanı, işyeri hekimi, temizlikçi, şoför, hamal, büro elemanı ve üretim yapan işçiler aynı işverene iş sözleşmesi ile bağlı olarak çalışan kişiler olmasına rağmen her birinin işverene olan bağımlılığı bir diğerine göre farklıdır. İşçinin ve yaptığı işin niteliği arttıkça bağımlılık unsurunun zayıfladığı bir gerçektir. Ancak bağımlılık unsurunun bütünüyle ortadan kalktığını veya önemini kaybettiğini kabul etmek mümkün değildir. Somut bir olayda bağımlılık unsurunun tamamen ortadan kalktığının kabulü halinde, artık aradaki hukuki ilişkinin bir iş sözleşmesine dayandığı söylenemez. İşi gören kişi de işçi olarak nitelendirilemez. Özellikle gelişen teknolojilere bağlı olarak ortaya çıkan esnek çalışma yöntemleri bağımlılık unsurunu klasik bir iş ilişkisine göre gevşek hale getirmiştir. Sanayileşme, bilgisayar ve internet teknolojilerindeki gelişmeler yeni çalışma yöntemlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Örneğin bir işçi kendi evinde bilgisayar başın69 EYLÜL ’10 SİCİL da işyerinin siparişlerini yönetebilmekte veya işçinin evi bir işyerinin çağrı merkezi olarak kullanabilmektedir17. Bu yolla işveren istihdamın bazı ekonomik ve sosyal yüklerinden kurtulmaktadır18. Yine teknolojik ve ekonomik gelişmeler çalışma sürelerinin de esnekleştirilmesini gerektirmiştir. Katı çalışma süreleri birçok alanda yerini çağrı üzerine çalışma, iş paylaşımı gibi esnek çalışma sürelerine bırakmıştır. Esnek süreli iş ilişkilerinde, işçinin iş görme borcunu ne zaman yerine getireceğini ya işveren ihtiyaç üzerine belirlemekte ya da işçi kendisi tespit etmektedir. İş ilişkisinin esnek hale gelmesi işverenin işçi üzerindeki yönetim, gözetim ve denetleme imkânını zayıflatmakta ve bağımlılık ilişkisinin gevşemesine yol açmaktadır19. Bağımlılık ilişkisinin zayıflaması aradaki ilişkinin bir iş sözleşmesi olduğu sonucunu ortadan kaldırmaz. Zira iş gören kişinin, işverenin yaptığı organizasyon içerisinde onun gerek duyduğu bir işi onun yönetimi altında yerine getirmesi, aralarında bağımlılık ilişkisinin bulunduğunu gösterir20. Çalışma türlerindeki değişim, çalışma sürelerinin esnekleşmesi, işçinin ve işin niteliğindeki gelişime bağlı olarak bağımlılık unsurunun zayıflaması, bağımlılık unsuruna değişen ekonomik ve teknolojik koşullara uyum sağlayacak bir anlam kazandırma gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu durum, özellikle batı ülkelerinde, işçinin işverene ait iş organizasyonu içinde onun yararına iş görmesi bağımlılık unsurunun ölçütü olarak kabulüne neden olmuştur21. Kısaca işçinin işverene ait iş organizasyonu içinde onun yararına iş görmesi bağımlılık ilişkisi açısından yeterli görülmüştür22. Belirtmek gerekir ki, iş organizasyonu içerisinde yer alma, hiçbir şekilde işverenle iş bağlantısı olan, işveren için mal veya hizmet üreten, ancak, kendi nam ve hesabına çalışan kişileri kapsamaz23. İşçi, işverene ait iş organizasyonu içinde onun yararına iş görmesinin bağımlılık unsuru açısından yeterli görülmesi, çalışanın uzmanlığı, çalışma saatleri ve yeri konusunda ne kadar serbest olursa olsun, işverenin organize ettiği iş organizasyonu içinde faaliyet göstermesi işçinin, işverenin otoritesinden uzaklaşmadığını gösterir24. 70 İşçi iş görme borcunu işverenin yönetim ve sorumluluğu altında işleyen bir organizasyon içinde yerine getirdiği sürece hukuki bağımlılığın bulunduğu kabul edilir. İşçinin işverene ait iş ve hizmet organizasyonu içinde yer alıp almadığı olgusu ise, zaman (çalışma saatlerinin kesin ve esnek bir biçimde belirlenmiş olması), yer (işin yapılacağı yerin açık veya genel olarak belirlenmiş olması), iş araçlarının ve dökümantasyonun sağlanmış olması vb. ölçütler ile saptanır25. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2/II. maddesinde yer alan işyeri tanımının, “işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan iş organizasyonu, kapsamında bir bütün” olarak tanımlaması da bağımlılık unsurunun iş organizasyonu içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini desteklemektedir26. İşverene ait iş organizasyonu içinde onun yararına iş görme ölçütü ile işçinin işverene bağımlılığını belirlerken her somut olayın özellikleri göz önünde bulundurmalı ve sınırları belirlenmelidir. Bir tekstil atölyesi için fason üretim yapan bir başka işletme sahibi, işverene ait üretim organizasyonunda onun yararına iş görmekle birlikte, arada bağımlılık ilişkisinin bulunduğundan söz edilemez. Kendilerine ait müşterileri olan, üretim araçlarının maliki olan, işine ilişkin karar verme hakkı bulunan, kendi işletmesinin ekonomik risklerini üstlenen, yaptığı işin kârını elde eden, zararına katlanan kişiler, bir başkası yararına iş görmelerine rağmen işçi olarak kabul edilemezler. Aralarındaki hukuki ilişkinin kaynağı ise bir iş sözleşmesi değil, genellikle bir eser sözleşmesidir27. Bağımlı çalışmada ise, işçi kural olarak sahibi bulunmadığı üretim araçlarıyla çalışmasını sürdürür. Gelenek haline gelmiş bazı istisnalar dışında iş araçları, işte kullanılan hammadde ve elde edilen ürün işverenin mülkiyetindedir. İşçinin kendilerine hizmet sunduğu kimseler işverenin müşterileridir28. 4. Yargıtay incelediğimiz kararda isabetli olarak somut bir olayda bağımlılık unsurunun bulunup bulunmadığının başka bir ifade ile iş gören kişinin işverenin organizasyonu içerisinde onun yararına iş görüp görmediğinin tespitinde şu hususların dikkate alınmasını hüküm altına almıştır. EYLÜL’10 • İşin işverene ait işyerinde görülmesi, • Malzemenin işveren tarafından sağlanması, • İş görenin işin görülme tarzı bakımından iş sahibinden talimat alması, • İşin iş sahibi veya bir yardımcısı tarafından kontrol edilmesi, • Bir sermaye koymadan ve kendine ait bir organizasyonu olmadan faaliyet göstermesi, • Ücretin ödenme şekli, • Çalışanın işyerinde kullanılan üretim araçlarına sahip olup olmaması, • Kâr ve zarara katılıp katılmaması, • Girişimcinin sahip olduğu karar verme özgürlüğüne sahip olup olmaması. Yargıtay’a göre, çalışanın işverenin belirlediği koşullarda çalışırken, kendi yaratıcı gücünü kullanması, işverenin isteği doğrultusunda işin yapılması için serbest hareket etmesi bu bağımlılık ilişkisini ortadan kaldırmaz. Yargıtay’a göre, bağımlı hukuki ilişkide; • Çalışan kişinin yaptığı işin yönetimi ve gerçek denetimi işverene aittir. • Çalışma saatleri kesin veya esnek biçimde, keza işin yapılacağı yer işverence belirlenir. • İş araçları ve dokümantasyonu genelde işverence sağlanır. • Çalışan, kendisine değil, başkasına ait iş ya da hizmet organizasyonu kapsamında iş yapar. • İşçinin işveren tarafından önceden belirlenen amaca uyma yükümlülüğü var iken, bağımsız çalışanın böyle bir yükümlülüğü yoktur. • İşçinin önceden iş koşullarını belirleme yetkisi, işin yapılması sırasında kullanılacak araçları seçmesi, işin yapılacağı yer ve zamanı belirleme serbestisi yoktur. • Çalışan kişi işin yürütümünü kendi organize etse de, üzerinde iş sahibinin belirli ölçüde kontrol ve denetim yetkisi vardır. • Çalışan kişinin iş sahibine bilgi ve hesap verme yükümlülüğü vardır. • İşçi, işin gerçekleştirilmesi yönünden amaca uygun olmadığını düşündüğü bir talimatı, işverenin ısrarı karşısında yerine getirmek zorundadır. • Çalışanın münhasıran aynı iş sahibi için çalışması, yeterli olmasa da aralarında bağımlılık ilişkisi bulunduğuna kanıt oluşturabilir. • İşçi sayılan kişinin kendi işçileri ve müşterileri bulunmaz. SİCİL • Münhasıran bir iş sahibi için çalışan kişi, ücreti kendisi tarafından ödenen yardımcı eleman çalıştırmaz ve işin görülmesinde ondan yararlanmaz. Karara konu olan olayda Yargıtay, aradaki hukuki ilişkinin iş sözleşmesi olduğu sonucuna ulaşırken şu hususları dikkate almıştır: • Sözleşme hükümlerine göre, işverenin teslim ettiği malzemeler kullanılarak, işverenin belirlediği yöntem izlenerek ürün tanıtımı ve ardından satış yapılmıştır. • Satışlar davacı yerine şirket hesabına gerçekleştirilmektedir. • Şirket adına ön ödeme alınarak makbuz düzenlenmekte ve borcun geri kalanına ait senetler tanzim edilmektedir. • Davacı adına davalı tarafından kimlik kartı tanzim edilmiş, zaman zaman başarısı sebebiyle ödüller verilmiştir. • Davacı adına açılan banka hesabına maaş adı altında ödemeler yapılmıştır. • Yine davalı tarafında bir dönem için Sosyal Sigortalar Kurumu’na pirimler ödenmiştir. Yargıtay yukarıdaki tespitlerin ardından davacı ile davalı arasında bağımlı bir hukuki ilişki olduğu kanaatine ulaşmıştır. Başka bir ifade ile Yargıtay aradaki hukuki ilişkinin bir iş sözleşmesine dayandığına hükmetmiştir. Somut olayda davacı satış karşılığında prim almaktadır. Ne kadar çok satış yaparsa, alacağı ücret de o kadar yükselmektedir. Herhangi bir şekilde ticari riziko altında değildir. İşveren tarafından temin edilen malzemeyi satmaktadır ve zarar halinde zarara katılmamaktadır. Siparişler de davalı şirket adına alınmaktadır. Tanıtımda kullanılan malzemeler davalı şirket tarafından sağlanmaktadır. Davacının satışı nasıl yapacağı davalı ile aralarındaki sözleşmeyle detaylı olarak düzenlenmiştir. Satış bedeli davalı şirket tarafından belirlenen hesaba yatırılmakta ve fatura şirket tarafından kesilmektedir. Davalı şirket, davacıya bir şirkete ait bir kimlik kartı vermiştir. Taraflar arasındaki ilişkide davalının yönlendirici ve denetleyici fonksiyona sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca aralarındaki sözleşmeye bir iş sözleşmesinde olduğu gibi rekabet yasağı hükmü koymuşlardır. Kararda davacının hangi sürelerde çalıştığı 71 EYLÜL ’10 SİCİL anlaşılmamakla birlikte, “… davalı tanıkları da davacının iddia ettiği çalışma sürelerini kısmen doğrulayan ifadelerde bulunmuştur.” ifadesi işyerinde işveren tarafından belirlenmiş bir çalışma süresi düzeni olduğunu göstermektedir. Davacı yaptığı işle ilgili olarak ücreti kendisi tarafından karşılanan yardımcı bir kimseyi de çalıştırmamaktadır. Somut olayda davacının davalı üzerinde gözetme ve denetim yetkisini kullandığı sonucuna ulaşılmıştır. İşverenin başarılı bulduğu çalışanlarına takdir belgesi vermesi bunun bir göstergesidir. SONUÇ Tarafların aralarındaki hukuki ilişkiye ilişkin nitelemeleri uyuşmazlık halinde hâkimi bağlamaz. Bu nedenle tarafların aralarındaki hukuki ilişkiyi tanıtım ve satış temsilciliği sözleşmesi olarak nitelendirmelerinin bir bağlayıcılığı yoktur. Hakim sözleşmenin bir iş sözleşmesi olup olmadığını belirlerken arada bağımlı bir hukuki ilişkinin bulunup bulunmadığını araştıracaktır. Somut olayda iş ilişkisinin klasik bir çalışma ilişkisi olmadığını anlaşılmaktadır. Başka bir deyişle klasik bir bağımlılık ilişkisi söz konusu değildir. Somut olayda davacının işverene ait organizasyonda onun yararına iş görüp görmediğinin araştırılması gerekmektedir. Davacıya ait kişisel müşteri çevresinin olmaması, iş organizasyonu ile ilgili olarak bütünüyle karar verme yetkisinin bulunmaması, kâr ve zararın yani ticari rizikonun davalıya ait olması, yaptığı iş karşılığında belirli bir ücret alıyor olması ve yaptığı işi bir ölçüde işverenin denetim ve gözetimi altında yapıyor olması, davacının davalıya ait iş organizasyonu içinde onun yararına iş gördüğünü ve bu ilişkinin bağımlı bir hukuki ilişki olduğunu göstermektedir. Yukarıda açıklanan nedenlerle taraflar arasındaki hukuki ilişkinin bir iş ilişkisi olduğu kanaatine ulaşılmış ve Yargıtay kararı isabetli bulunmuştur. DİPNOTLAR 1 Yargıtay bir başka kararında da tarafların yaptıkları eser sözleşmesine rağmen arada bağımlı hukuki ilişki varsa bunun iş sözleşmesi sayılması gerektiğine hükmetmiştir: “506 sayılı 72 Kanunun 2. maddesi hükmüne göre, bir hizmet akdine dayanarak bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılanlar bu kanuna göre sigortalı sayılırlar. Hizmet akdinin unsurları; hizmetin belirli veya belirli olmayan bir zaman içinde görülmesi, hizmet akdinin konusu olan edimin işverene ait işyerinde yerine getirilmesi, edimin ifasında işverenin denetim ve gözetimi altında bulunulması, edimin ücret karşılığında yapılması ve ücretin zaman esası üzerinden saptanmasıdır. İstisna akdinde ise bir eserin ücret karşılığında yaratılması söz konusudur. İstisna akdinde ücretin tespitinde eser göz önünde tutulur. İş sahibinin talimat verme yetkisi ise elde edilecek sonuç içindir. Halbuki hizmet akdinde emir ve talimat yetkisi işçinin çalışma yerinin, işe başlayış ve sona eriş saatinin işverence tespiti biçimindedir. Giderek, istisna akdine işin işyerinde görülmesi zorunlu değildir.”, Y10HD., 14.3.1995, 2008/5571, Çimento İşveren, Mayıs 1998, s.16. 2 Reisoğlu, Seza, Hizmet Akdi, Mahiyeti-Unsurları-Hükümleri, Ankara 1968, s. 51; Çelik, Nuri, İş Hukuku, 22. B., İstanbul 2009, s. 79; Esener, Turhan, İş Hukuku, 3.B., Ankara 1978; s. 27-128; Ekonomi, Münir, İş Hukuku, C.1, 3.B., İstanbul 1984, s.74; Narmanlıoğlu, Ünal, İş Hukuku, Ferdi İş İlişkileri I, 3.B., İzmir 1998, s. 135; Centel, Tankut, İş Hukuku, C.1, Bireysel İş Hukuku, İstanbul 1994, s. 57-59; Tunçomağ, Kenan/Centel, Tankut, İş Hukukunun Esasları, İstanbul 2008, s. 69, Mollamahmutoğlu, Hamdi, Hizmet Sözleşmesi (Kuruluş-İçerik-Sona Erme), Ankara 1995, s. 20; Süzek, Sarper, İş Hukuku, 4.B., Ankara 2008, s. 213; Aktay, Nizamettin/Arıcı, Kadir/Kaplan-Seynen, E. Tuncay, İş Hukuku, 3. B., Ankara 2009, s. 81; Güven, Ercan/Aydın, Ufuk, Bireysel İş Hukuku, 2.B., Eskişehir 2007, s. 56; Sümer, Haluk Hadi, İş Hukuku, 14.B., Konya 2008, s. 38. 3 “Başka bir anlatımla geçmiş hizmetlerin sigortalı olarak değerlendirilmesi için iş görme ediminin işverene ait işyerinde onun denetim ve gözetimi altında zaman ve bağımlılık unsurlarını birlikte gerçekleştirecek biçimde geçmesi zorunludur.”, Y21HD., 12.10.1995, 5310/5548, YKD., Ocak 1996, s.95-96. 4 AYM, 26-27.9.1967, 336/29, RG., 19.10.1968, S. 13031. 5 İş sözleşmesinin diğer iş görme sözleşmelerinden ayırt edilmesi hakkında geniş bilgi için bkz. Mollamahmutoğlu, s. 26-34; Çelik, s. 82-84; Reisoğlu, s. 52, 53; Akkurt, S. Sami, Türk Özel Hukukunda İş Sözleşmesi İle Eser Sözleşmesinden Kaynaklanan Başlıca Yükümlülükler ve Anılan Sözleşmelerin Ayırt Edilmesi, DEÜ. Hukuk Fakültesi Dergisi, C.10, S.2, İzmir 2008, s. 13-64. Yargıtay da iş sözleşmesinin diğer iş görme sözleşmelerinden ayırt edilmesinde bağımlılık unsurundan yararlanmaktadır: “4857 sayılı İş Kanunu’nun 8/1 maddesi uyarınca “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir. Ücret, iş görme (emek) ve bağımlılık iş sözleşmesinin belirleyici unsurlarıdır. İş sözleşmesini diğer iş görme sözleşmeleri olan eser ve vekalet sözleşmelerinden ayırt edici en önemli kıstas bağımlılık ilişkisidir. Her üç sözleşmede iş görme edimini yerine getirenin iş görülen kişiye (işveren–eser sahibi veya temsil edilen) karşı ekonomik bağlılığı vardır. İş sözleşmesini belirleyen kriter hukuki – kişisel bağımlılıktır. Gerçek anlamda hukuki bağımlılık, işçinin işin yürütümüne ve işyerindeki davranışlarına ilişkin talimatlara uyma yükümlülüğünü üstlenmesi ile doğar.”, Y9HD., 1.10.2009, 5973/24884. EYLÜL’10 6 Güzel, Ali, Ekonomik ve Teknolojik Değişim Sürecinde İşçi Kavramı ve Yeni Ölçüt Arayışı, İş ve Sosyal Güvenlik Hukukunda İşçi ve İşveren Kavramları ve Uygulamada Ortaya Çıkan Sorunlar, İstanbul 1997, s. 20. 7 Reisoğlu, s. 51; Çelik, s. 79. 8 Mollamahmutoğlu, s. 20; Kuban, Arzu, Yeni İstihdam Türleri Bakımından İşçi Kavramı, İş Hukukuna İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri 1997 Yılı Toplantısı, İstanbul 1997, s. 62. 9 Süzek, s. 214. 10 Güzel, s. 21; Eyrenci, Öner/Taşkent, Savaş/Ulucan, Devrim, Bireysel İş Hukuku, 3.B., İstanbul 2006, s. 55; Demir, Fevzi, İş Hukuku ve Uygulaması, 4.B., İzmir 2005, s. 35. 11 Süzek, s.213; Reisoğlu, s.51; Mollamahmutoğlu, Hamdi, İş Hukuku, 3.B., Ankara 2008, s. 264, 265; Şahlanan, Fevzi, İşçi Sıfatının Belirlenmesinde Bağımlılık Unsuru (Karar İncelemesi), Tekstil İşveren, Mayıs 2005, s. 39-41; Güzel, s. 27; Ekonomi, İş Hukuku, s. 74; Narmanlıoğlu, s. 135; Eyrenci/ Taşkent/Ulucan, s. 55; Akyiğit, Ercan, Türk İş Hukukunda İş Güvencesi (İşe İade), Ankara 2007, s. 78, Yargıtay da bağımlılık ilişkisinin kişisel bağımlılık olduğu görüşündedir: “İşçi edimini işveren karar ve talimatları çerçevesinde yerine getirmektedir. İşçinin bu anlamda işveren ile işçi arasında hiyerarşik bir bağ vardır. İş sözleşmesine dayandığı için hukuki, işçiyi kişisel olarak işveren bağladığı için kişisel bağımlılık söz konusudur.”, Y9HD., 1.10.2009, 5973/24884. İncelediğimiz kararda ise kişisel ve hukuki bağımlılık şu cümle ile ifade edilmiştir: “Bu anlamda işveren ile işçi arasında hiyerarşik bir bağ vardır. İş sözleşmesine dayandığı için hukuki, işçiyi kişisel olarak işveren bağladığı için kişisel bağımlılık söz konusudur.” 12 Reisoğlu, s. 51; Mollamahmutoğlu, s. 20; Demir, s. 35. 13 Süzek, s. 214. 14 Süzek’e göre, “Taraflar arasında olması gereken eşiklik ilkesinden bir uzaklaşma anlamı taşıyan bu hiyerarşi meşruluk temelini, sözleşmeyle bağımlılık altına giren işçinin bu hukuki durumu kendi özgür iradesiyle kabullenmesinde bulur. Görüldüğü gibi, işçi ile işveren arasında iş akdi ile kurulan bağımlılık ilişkisi aynı zamanda hukuki nitelikte bir bağımlılığı da içerir. Bu nedenle iş akdinde bağımlılık hem işçinin kişiliğini ilgilendirmekte hem de bir hukuki bağımlılık niteliği taşımaktadır. O halde, iş akdinden doğan bağımlılık hem işçinin kişiliğini ilgilendirmekte hem de bir hukuki bağımlılık niteliği taşımaktadır. O halde, iş akdinden doğan bağımlılığı ifade etmek üzere her iki terimin (kişisel veya hukuki bağımlılık) de kullanılmasında bir sakınca bulunmamaktadır”, s. 214. Güzel’e göre, “İş sözleşmesinin konusu ve hükümleri açısından işçinin şahsını işverene bağlı kılma özelliği nedeniyle, söz konusu ilişkinin “kişisel bağımlılık” olarak deyimlendirildiği de görülmektedir. Ancak kişisel bağımlılık deyimine verilen anlam dikkate alındığında, özde hukuki bağımlılığın amaçlandığı görülür. Bir kimsenin diğerine ekonomik yönden bağımlılığından ve kişisel ilişki temelinden soyutlamak açısından, hukuki bağımlılık deyimine üstünlük tanınmalıdır.”, s. 27; Kuban, s. 62. 15 Güzel, s. 27, 28. 16 Mollamahmutoğlu, s. 21; Çelik, s. 81; Süzek, s. 215; Eyrenci/Taşkent/Ulucan, s. 56; Güzel, Ali, Fabrikadan İnternete İşçi Kavramı ve Özellikle Hizmet Sözleşmesinin Bağımlılık SİCİL Unsuru Üzerine Bir Deneme, Prof.Dr.Kemal OĞUZMAN’a Armağan, Ankara 1997, s. 104; Narmanlıoğlu, s. 137. 17 Yargıtay da işçinin belli bir işi işverenin emir ve talimatları doğrultusunda ancak kendi evinde yerine getirmesi halinde iş sözleşmesinin varlığına karar vermiştir: “Hizmet akdinin unsurları ise belirli bir işverene “zaman” ve “bağımlılık” unsurlarına göre çalışma esasına göre belirlenmiştir. Bağımlılıktan amaç bir işverenin göstereceği işi, emir ve talimatına göre yerine getirmek ve onun buyruğu altında bulunmaktır. Bu işin belli bir zaman kesiti içerisinde yerine getirilmesi ve yerine getirmek üzere hazır vaziyette beklemek; hizmet akdinin zaman unsurunu oluşturur. Ücretin varlığı ve biçimi hizmet akdinin zorunlu unsuru olarak kabul edilemez. Ancak, akdin kanıtlanması yönünden rol oynayabilir. Dava konusu olayda; davacının; konfeksiyon işyerinin; zorunlu elemanı olarak satılan parçaların düzeltim işinde istihdam edildiği açıkça anlaşılmaktadır. İşyerinin çalışma saatlerine uygun olarak, davacının çıkacak işleri gördüğü ve görmek üzere hazır bulunduğu dinlenen davacı ve dayalı tanıklarca doğrulanmaktadır. Düzeltim işinin; işyeri ve davacının evinde yapılması giderek parça başına ücret ödenmesi işin hizmet akdi niteliğini etkilemez. Davacının belli bir işi işverenin emir ve talimatı doğrultusunda yerine getirmesi ve bunu bir çalışma günü içerisinde yerine getirmek üzere hazır olması karşısında; davacının çalışma olgusu ve buna bağlı hizmet akdinin ortaya çıkması sonucu istemini esastan kabul etmek gerekirken aksine görüşle davanın reddi usul ve yasaya aykırıdır.”, Y10HD., 8.6.2000, 4584/4611, İşveren Dergisi, Şubat 2001, s. 17-18. 18 Mollamahmutoğlu, s. 21; Çelik, s. 81; Öğretide İş görme borcunun bu yöntemle yerine getirilmesine istihdamın dışsallaştırılması adı verilmektedir. Bkz. Güzel, Bağımlılık Unsuru, s. 86-87. 19 Süzek, s. 215; Centel, s. 82; Akyiğit, s. 78. 20 Narmanlıoğlu, s. 139; Süzek, s. 215. 21 Güzel’e göre, “Anılan bu ölçüt, işveren tarafından organize edilmiş tüm bağımlı faaliyetleri kapsamına alacak bir anlama sahip bulunmakta; iş ilişkilerinin modern organizasyonuna yanıt vermekte, esnek bir anlama sahip olması nedeniyle de bu alandaki gelişmelere uyum sağlayabilecek özellikler taşımaktadır. İşverenin dar anlamdaki otoritesi altında ve belirli bir işyerinde çalışma olgusu yerini işverenin yönetim hakkına terk etmektedir… Yapılan işin niteliği ve işin yürütüm koşulları, işin belirli bir işyerinde yapılıp yapılmaması da hukuki bağımlılığı ortadan kaldırmaz.”, s. 30. 22 Süzek, s. 216, 217; Çelik, s. 81; Güzel, Bağımlılık Unsuru, s. 109; Kuban, 62 vd.; Aktay/Arıcı/Kaplan-Seynen, s. 39. 23 Şahlanan, s. 40. 24 Kuban, s. 63. 25 Güzel, s. 31. 26 Süzek, s. 217. 27 Süzek, s. 218. 28 Güzel, s. 21. Bir iş ilişkisinin bağımlı hukuki bir ilişki mi yoksa bağımsız çalışmaya dayalı bir ilişki mi olduğu konusunda ortaya çıkan uyuşmazlıkta, bağımlılık unsurunu ispata yarayan başlıca ölçütler hakkında geniş bilgi için bkz. Mollamahmutoğlu, İş Hukuku, s. 266-270; Güzel, s. 35-41. 73 EYLÜL’10 SİCİL Dr. Ertan İREN Çimento Endüstrisi İşverenleri Sendikası Müşavir Avukatı İşverenin İşçisini Başka Bir İşyerine Nakil Yetkisini İş Sözleşmesiyle Saklı Tutmasına İlişkin Yargıtay Kararı İncelemesi xxxxx T.C. YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ Esas No Karar No Tarihi : 2008/22933 : 2010/7945 : 25.03.2010 ÖZET Somut olayda 11 yılı aşkın bir zamandır satış elemanı olarak işverenin Üsküdar’da bulunan mağazasında çalışan davacı 21.4.2006 tarihinden itibaren Suadiye mağazasında görevlendirilmiş, davacıda söz konusu mağazada çalışmasına devam etmiştir. Burada çalışmasını sürdürürken davacının işverence 15.11.2006 tarihinde Kanyon mağazasında görevlendirilmesinin nesnel bir nedeni bulunmamaktadır. “Görülen lüzum üzerine” işyeri değişikliği, sözleşmesinde nakil yetkisi bulunsa dahi nesnel neden sayılamaz, hakkaniyete uygun kabul edilemez. İşverenin 74 bu davranışı Medeni Kanun’un 2. maddesine aykırıdır. Davacının iş sözleşmesini feshi 4857 sayılı İş Kanunu’nun 24. maddesine göre haklı olup, kıdem tazminatı isteğinin kabulü gerekirken reddedilmesi hatalıdır. DAVA Davacı, kıdem tazminatı, kötü niyet tazminatı, hafta tatili, ücretli izin, bayram, genel tatil, fazla mesai, ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Yerel mahkeme, isteği kısmen hüküm altına almıştır. Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi Ş.Kırmaz tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: KARAR Davacı davalı işverenin değişik mağaza- EYLÜL’10 larında çalıştığını en son geçici olarak Kanyon mağazasında görevlendirildiğini ancak daha sonra bu görevlendirmenin ve çalışma koşullarındaki değişikliğin süreklilik arz etmesi nedeniyle iş sözleşmesini haklı nedenle feshettiğini ileri sürerek ihbar ve kıdem tazminatları ile yıllık izin ücretinin hüküm altına alınmasını istemiştir. Davalı taraflar arasında düzenlenen iş sözleşmesinde işverene nakil yetkisinin tanındığını davacının kötü niyetle akdi feshettiğini çalışmaya devam etmesinin ihtarname gönderilerek istendiğini ancak işe devam etmediğini bu sebeple iş sözleşmesinin işverence devamsızlık nedeniyle feshedildiğini savunmuştur. Mahkemece gerekçe gösterilmeksizin davacının iş sözleşmesini fesihte haklı olmadığı belirtilerek kıdem ve ihbar tazminatı talepleri reddedilmiştir. Kararı davacı taraf temyiz etmiştir. 1- Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2- Çalışma koşullarında işçi aleyhine esaslı değişiklik olup olmadığı konusunda taraflar arasında uyuşmazlık söz konusudur. İş Hukukunun en tartışmalı alanlarından biri, çalışma koşullarının tespiti ile bu koşulların uygulanması, değişiklik yapılması, en nihayet işçinin kabulüne bağlı olmayan değişiklik ile işverenin yönetim hakkı arasındaki ince çizginin ortaya konulmasıdır. İş Hukuku, işçi hakları yönünden sürekli ileriye yönelik gelişimci bir karaktere sahiptir. Bu anlayıştan hareket edildiğinde, işçinin haklarının iş ilişkisinin devamı sırasında daha ileriye götürülmesi, iş hukukunun temel amaçları arasındadır. En azından çalışma koşulları bakımından geriye gidişin işçinin rızası hilafına yapılamaması gerekir. Çalışma koşullarının değişikliğinden söz edebilmek için öncelikle bu koşulların neler olduğunun ortaya konulması gerekir. SİCİL İş ilişkisinden kaynaklanan ve işin yerine getirilmesinde tabi olunan hak ve borçların tümü, “çalışma koşulları” olarak değerlendirilmelidir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesinde, “işveren, iş sözleşmesiyle veya iş sözleşmesinin eki niteliğindeki personel yönetmeliği ve benzeri kaynaklar ya da işyeri uygulamasıyla oluşan çalışma koşullarında esaslı bir değişikliği ancak durumu işçiye yazılı olarak bildirmek suretiyle yapabilir. Bu şekle uygun olarak yapılmayan ve işçi tarafından altı işgünü içinde yazılı olarak kabul edilmeyen değişiklikler işçiyi bağlamaz. İşçi değişiklik önerisini bu süre içinde kabul etmezse, işveren değişikliğin geçerli bir nedene dayandığını veya fesih için başka bir geçerli nedenin bulunduğunu yazılı olarak açıklamak ve bildirim süresine uymak suretiyle iş sözleşmesini feshedebilir. İşçi bu durumda 17 ila 21 inci madde hükümlerine göre dava açabilir” düzenleme, çalışma koşullarındaki değişikliğin normatif dayanağını oluşturur. 4857 sayılı İş Kanununun 22. maddesinden de yola çıkılarak, Anayasa, yasalar, toplu ya da bireysel iş sözleşmesi, personel yönetmeliği ve benzeri kaynaklar ile işyeri uygulamasından doğan işçi ve işveren ilişkilerinin bütünü, çalışma koşulları olarak değerlendirilmelidir. İş sözleşmesinin esaslı unsurları olan işçinin iş görme borcu ile bunun karşılığında işverenin ücret ödeme borcu, çalışma koşullarının en önemlileridir. Bundan başka, işin nerede ve ne zaman görüleceği, işyerindeki çalışma süreleri, yıllık izin süreleri, ödenecek ücretin ekleri, ara dinlenmesi, evlenme, doğum, öğrenim, gıda, maluliyet ve ölüm yardımı gibi sosyal yardımlar da çalışma koşulları arasında yerini alır. İşçiye özel sağlık sigortası yapılması ya da işverence primleri ödenmek kaydıyla bireysel emeklilik sistemine dahil edilmesi de çalışma koşulları kavramına dahildir (Yargıtay 9.HD. 27.10.2008 gün 2008/29715 E, 2008/28944 K.). 75 EYLÜL ’10 SİCİL Kanunların içinde ve üstünde bir yere sahip olan Anayasa’da çalışma koşullarına ilişkin bir takım genel düzenlemeler yer almaktadır. Anayasa’nın güvence altına aldığı temel hak ve özgürlükler ile sosyal ve ekonomik haklar, bütün çalışma koşullarının oluşumunda ve çerçevelerinin belirlenmesinde etkilidir. Bu açıdan Anayasa’nın temel hak ve özgürlükler ile sosyal ve ekonomik hakları çalışma koşulları belirlenirken göz önünde bulundurulmalıdır (Yargıtay 9.HD. 18.7.2008 gün 2007/23508 E, 2008/20604 K). Anayasa’nın 48. maddesinde öngörülen çalışma yerini serbestçe seçme hakkı, 49. maddedeki çalışma hakkı ve ödevi, 50. maddedeki çalışma şartları bakımından öngörülen özel koruma ile dinlenme hakkı, 51. maddedeki sendika kurma hakkı, 53. maddedeki toplu iş sözleşmesi yapma hakkı ile 54. maddedeki grev ve lokavt hakları iş ilişkisine etkileri olan anayasal haklardan en belirginleri olarak karşımıza çıkar. Anayasal temeli olan yıllık izin hakkı yönünden bir örnek vermek gerekirse, işverenin işçinin bu dinlenme hakkını kısıtlayan uygulamalara gitmesi durumunda, çalışma koşulları işçi aleyhine ağırlaştırılmış olmaktadır. Çalışma koşullarını belirleyen kaynaklardan en önemlisi şüphesiz 4857 sayılı İş Kanunu olmaktadır. İşçinin ücretinin alt sınırının gösterildiği (m 39), günlük ve haftalık çalışma sürelerinin belirlendiği (m 41 ve 63), hangi hallerde günlük ve haftalık iş sürelerini aşan çalışmaların yapılabileceğinin ve bu durumda ödenmesi gereken ücretlerin ve daha pek çok konunun açıklandığı İş Kanunu, çalışma koşullarının temelini oluşturur. İş ilişkisinde bu gibi emredici hükümlerin dışında ve işçi aleyhine bir uygulamaya gidilemeyeceği gibi aksine uygulama iş koşulu haline gelmez. Örneğin tam süreli bir iş sözleşmesi ile çalışan bir işçiye sürekli olarak asgari ücretin altında ücret ödenmiş olması iş koşulunu oluşturmaz. 76 Hafta Tatili Kanunu, Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun gibi kanun hükümleri de çalışma koşullarının belirlenmesinde etkilidir. Toplu iş sözleşmesi de, çalışma koşullarının belirlenmesinde önemli yeri bulunan bir hukuk kaynağıdır. Çalışma koşullarının işçi lehine olarak değiştirilebileceği ve bunun iş sözleşmesi hükmü olarak geçerli olduğu 2822 sayılı yasanın 6. maddesinde öngörülmüştür. Toplu iş sözleşmesini düzenleyen taraflarca toplu iş sözleşmesi hükümlerinin değiştirilmesi mümkündür. Ancak Dairemizin kökleşmiş uygulamasına göre toplu iş sözleşmesinde yapılacak olan değişiklik geçmişe etkili olamaz (Yargıtay 9. HD. 21.2.2006 gün 2005/38473 E, 2006/4428, Yargıtay 9.HD. 18.7.2008 gün 2007/23508 E, 2008/20604 K.). Toplu iş sözleşmesinin tarafları arasında çoğunlukla “protokol” adı altında yapılan bu değişiklikler, yapıldıkları tarihten ileriye dönük olarak sonuçlarını doğurur. Borçlar hukukunda olduğu gibi İş Hukukunda da kural, (BK 19/1) sözleşme serbestisidir. Taraflar iş ilişkisinde dikkate alınması gereken kuralları yasalarla belirlenen emredici hukuk kurallarına aykırı olmamak kaydıyla serbestçe belirleyebilirler. 1475 sayılı İş Kanunu’nda yazılı sözleşmede bulunması gereken unsurlar gösterildiği halde, 4857 sayılı İş Kanunu’nda bu yönde bir kurala yer verilmemiştir. Bu noktada iş sözleşmesinde bulunması gereken öğeler yönünden de bir serbestinin olduğu söylenebilir. Çalışma koşullarında değişikliğe dair sözleşmenin de kural olarak yazılı biçimde yapılması gerekmez. Uygulamada, yazılı olarak yapılan iş sözleşmelerinde çoğunlukla işçinin yerine getireceği iş, unvanı, ücret ve ekleri belirtilmekle birlikte, çalışma koşullarının tespitine yönelik ayrıntılı düzenlemelere yer verilmemektedir. Bu noktada çalışma koşullarının tespiti ve değişikliğin yapılıp yapılmadığı konularında ispat sorunlarını beraberin- EYLÜL’10 de getirmektedir. Çalışma koşullarında işçi aleyhine esaslı değişiklik olduğu konusunda ispat yükü işçidedir. Çalışma koşullarının belirlenmesinin ardından, yapılmak istenenin değişiklik olup olmadığı ve en sonunda işçi aleyhine olduğu işçi tarafından kanıtlanmalıdır. İş ilişkisinin taraflarının iş sözleşmesinde, gerektiğinde işverence çalışma koşullarında değişiklik yapabileceğine dair düzenlemelere gitmeleri halinde, işverenin genişletilmiş yönetim hakkından söz edilir. Bu halde işveren, yönetim hakkını kötüye kullanmamak ve sözleşmedeki sınırlara uymak kaydıyla işçinin çalışma koşullarında değişiklik yapma hakkını sürekli olarak kazanmış olmaktadır. Örneğin, işçinin gerektiğinde işverene ait diğer işyerlerinde de görevlendirilebileceği şeklinde sözleşme hükümleri, işverenin bu konuda değişiklik yapma hakkını saklı tutar. Anılan hak objektif olarak kullanılmalıdır. İşçinin iş sözleşmesinin feshini sağlamak için sözleşme hükmünün uygulamaya konulması, işverenin yönetim hakkının kötüye kullanılması niteliğindedir. Çalışma koşullarını belirleyen kaynaklar arasında, iş sözleşmesinin eki sayılan personel yönetmeliği veya işyeri iç yönetmeliği gibi belgeler de yerini alır. Bu nedenle işçinin açık veya örtülü onayını almış personel yönetmeliği, iş sözleşmesi hükmü niteliğindedir. İşyerinde öteden beri uygulanmakta olan personel yönetmeliğinin kural olarak işçi ile iş ilişkisinin kurulduğu anda işçiye bildirilmesi gerekir. Daha sonra yapılacak olan değişikliklerin de işçiye duyurulması, bağlayıcılık açısından gereklidir. İşveren tarafından kanuni ve sözleşmesel bir zorunluluk olmadığı halde, işverence işyerinde uygulana gelen işyeri uygulamaları da çalışma koşullarının belirlenmesinde etkindir. İşyerindeki uygulamaların tüm işçiler yönünden toplu bir nitelik taşıması mümkün olduğu gibi, eşit konumda olan bir ya da birkaç işçi açısından süregelen uygulamalar da çalışma koşullarını oluşturabilir. SİCİL Çalışma koşullarının değiştirilmesi, işçiye hiç iş verilmemesi ya da daha az iş verilmesi şeklinde de ortaya çıkabilir, işçinin parça başı ücret usulüne göre çalıştığı durumlarda bu durumun işçi aleyhine olduğu tartışmasızdır. Ancak işçiden iş görmesinin istenmemekle birlikte, ücret ve diğer ayni ve sosyal haklarının aynen devam ettirilmesi de çalışma koşullarında değişiklik anlamına gelebilir. Gerçekten, işçinin çalıştığı sürece kendisini geliştirme imkanına sahip olduğu kabul edilmelidir. İşçinin işyerinden kaynaklanan geçerli nedenlerle sürekli olarak işyerinin değiştirilmesi şeklinde bir uygulamanın varlığı halinde, başka işyerlerinde zaman zaman görevlendirilmesi çalışma koşulları arasındadır. Böyle bir durumda işçinin bir başka işyerinde görev verilmesi, kural olarak, çalışma koşullarında değişiklik niteliğinde sayılamaz. Örneğin işçinin çeşitli şantiyelerin proje müdürü olması halinde ve sürekli olarak değişik yerlerde kurulu bu şantiyelerde görev yapması halinde, işverence kabul edilebilir sınırlar dahilinde aynı türdeki bir başka görevlendirmeyi reddedemez. Çalışma koşullarını belirleyen faktörler arasında yukarıdan aşağıya doğru bir sıralama yapmak gerekirse; Anayasa, kanunlar, toplu iş sözleşmesi, bireysel iş sözleşmesi, personel yönetmeliği ve benzeri kaynaklar ve işyeri uygulamaları bir bütün olarak çalışma koşullarını belirler. Buradaki temel sorun normların çatışması halinde ortaya çıkar. Özellikle, çalışma koşullarını belirleyen kaynaklar piramidinin üst sıralarında mutlak emredici olarak düzenlenen bir hususun, işçi lehine olsa da daha alt sıradaki kaynaklarla değiştirilmesi mümkün değildir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 21. maddesinin son fıkrasını hükmü bu konuda örnek olarak verilebilir. Feshin geçersizliğinin tespiti üzerine işverenin bir aylık işe başlatma süresi, işe başlatmama tazminatının alt ve üst sınırı ile boşta geçen sürenin en çok dört ayla sınırlı olduğu yönündeki 77 EYLÜL ’10 SİCİL yasa hükümleri yasada mutlak emredici olarak belirlenmiş ve işçi lehine de olsa değişiklik yolu kapatılmıştır. Bunun dışında mutlak emredici hükümlerin bulunmadığı hallerde çalışma koşullarını belirleyen kaynaklar arasında çatışma durumunda, işçinin yararına olan düzenleme ya da uygulamanın, çalışma koşulunu oluşturduğu kabul edilmelidir. Örneğin yasada haftalık 45 saati aşan çalışmaların %50 zamlı olarak ödeneceği kuralına rağmen, işverenin bu yönde hiç ödeme yapmamış olması, çalışma koşullarının fazla çalışmanın ödenmeyeceği yönünde ortaya çıkmasını gerektirmez. Aynı şekilde işverenin % 50 zamlı ücret yerine daha az bir oranda ödeme yapmış olması da, işçi aleyhine olmakla bağlayıcılık taşımaz. Buna karşın, işçiye fazla çalışma ücretlerinin %100 zamlı ücret üzerinden ödenmesine dair iş sözleşmesi ya da süreklilik gösteren işyeri uygulaması geçerli olup, işçiye fazla çalışma ücretlerinin %100 zamlı olarak ödenmesi yönünde çalışma koşulu ortaya çıkmış olur. Çalışma koşullarında değişiklik, işverenin yönetim hakkı ile doğrudan ilgilidir. İşveren işyerinin karlılığı, verimliliği noktasında işin yürütümü için gerekli tedbirleri alır. İş görme ediminin yerine getirilmesi şeklini ve zamanını, hizmetin niteliğini işveren belirler. İşverenin yönetim hakkı, taraflar arasındaki iş sözleşmesi ya da işyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesinde açıkça düzenlenmeyen boşluklarda uygulama alanı bulur. Aynı şekilde işyerinin devri de işverenin yönetim hakkının son aşamasıdır, işyeri devri çalışma koşullarında değişiklik olarak nitelendirilemez. Dairemizin kökleşmiş içtihatlarına göre, işyeri devrinin çalışma koşullarını ağırlaştıran bir yönü olup olmadığı araştırılmalıdır (Yargıtay 9.HD. 11.7.2008 gün 2007/23953 E, 2008/19878 K, Yargıtay 9.HD. 27.10.2005 gün 2005/5396 E, 2005/34825 K). İşçinin acil ve arızi durumlarda görev tanımının dışında çalıştırılması ve fazla mesai 78 yaptırılması olanaklıdır, işverenin yönetim hakkı bu tür olağanüstü durumlarda daha geniş biçimde değerlendirilmelidir. Örneğin işyerinde yangın, sel baskını veya deprem gibi doğal afetler sebebiyle önleyici tedbirlerin alınması sırasında işçinin işverenin göstereceği her türlü işi, iş güvenliği tedbirleri ve insanın dayanma gücü dahilinde yerine getirmesi beklenir. Öte yandan, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 42. maddesi çerçevesinde zorunlu nedenlerle fazla çalışma işçinin kabulüne bağlı değildir ve yasal sınırlar gözetilerek işçinin işverence verilecek talimatlara uyması gerekir. İşverenin yönetim hakkı kapsamında kalan ya da geçerli nedene dayanan değişiklikler, çalışma koşullarında esaslı değişiklik olarak nitelendirilemez. Geçerli neden işçinin verimi ile davranışlarından ya da işyeri gereklerinden kaynaklanabilir. Örneğin işçinin çalıştığı bölümde objektif olarak ortaya konulan performans kriterlerine göre verimsizliğinin saptanması ve hatta işverence bu yönde verilen eğitime rağmen sonuç alınmaması durumunda işverence işçinin başka bir işte görevlendirilmesi mümkündür. İşçinin davranışlarından kaynaklanan geçerli nedenlerle de çalışma koşullarının değiştirilmesi mümkün görülmelidir. Şoför olarak istihdam edilen işçinin sık sık trafik cezası alarak işin güvenliğini tehlikeye düşürmesi, ya da sürücü belgesine mahkeme kararıyla geçici olarak el konulması gibi durumlarda, işverenin işçiyi geçici ya da sürekli olarak başka bir işte görevlendirebileceği kabul edilmelidir. 4857 sayılı İş Kanununun 22. maddesinin ikinci fıkrasında, çalışma koşullarının, tarafların karşılıklı uzlaşmaları ile değiştirilmesinin her zaman mümkün olduğu kurala bağlanmıştır. Çalışma koşullarında değişiklik konusunda işçinin rızasının yazılı alınması yasa gereğidir. Aynı zamanda işverence değişiklik teklifinin de yazılı olarak yapılması gerekir. İşçi çalışma koşullarında yapılmak iste- EYLÜL’10 nen değişikliği usulüne uygun biçimde yazılı olarak ve süresi içinde kabul ettiğinde, değişiklik sözleşmesi kurulmuş olur. İşçinin değişikliği kabulü, sadece bu işlem yönünden geçerlidir. Bir başka anlatımla işveren işçinin bir kez vermiş olduğu değişiklik kabulünü, daha sonraki dönemlerde başka değişiklikler için kullanamaz. İşçinin değişikliği kabul yazısının işverene ulaşma anına kadar bu değişiklikten vazgeçmesi mümkündür. Yazılı olarak bir kabul olmamakla birlikte işçinin değişikliği kuşkuya yer vermeyecek biçimde kabul anlamına gelen davranışlar içine girmesi halinde ise, işçinin bu davranışı, 22. maddenin 2. fıkrası anlamında çalışma koşullarında anlaşma yoluyla değişiklik olarak değerlendirilmelidir. İşyerinde müdür unvanını taşıyan bir işçinin daha alt bir göreve verilmesi ve işçinin bu yeni görevini benimseyerek çalışması durumu buna örnek olarak verilebilir. İşçiye yapılan değişiklik önerisi altı işgünlük sürenin geçmesinden yazılı olarak kabul edilmediği sürece işçiyi bağlamaz. Bu sürenin geçirilmesinden sonra, işçinin değişiklik önerisi kabul etmesi, işverene işçi tarafından yöneltilen yeni icap olarak kabul edilir. İşveren iş sözleşmesini ancak altı işgünlük sürenin geçmesinden sonra feshedebilir. İşçinin altı işgünü geçmesinden sonra yaptığı kabul beyanı üzerine işverenin iş sözleşmesini feshi, kendisine yöneltilen yeni icap beyanının örtülü olarak reddi anlamına gelir. İşçi çalışma koşullarında esaslı değişikliği kabul etmez ve işyerinde çalışmaya devam edilirse, değişiklik gerçekleşmemiş ve sözleşme eski şartlarla devam ediyor sayılır. Bu durumda işveren, değişiklik teklifinden vazgeçerek sözleşmenin eski şartlarda devamını isteyebilir ya da çalışma koşullarında değişikliğin geçerli bir nedene dayandığını veya fesih için başka bir nedenin bulunduğunu yazılı olarak açıklamak ve bildirim süresine uymak koşulu ile sözleşmeyi feshedebilir. Fesih bildiriminin şarta bağlanamayacağı SİCİL kuralının istisnasını, gerçekleşmesi muhatabın iradesine bırakılan iradi şart oluşturur. İradi şartın tipik örneğini, fesih bildiriminin sonuç doğurmasının değişiklik önerisinin kabulü veya reddi şartına bağlanmasıdır. Bu anlamda, fesih bildiriminin geciktirici veya bozucu şarta bağlanması mümkündür. Geciktirici şarta bağlı fesih bildiriminde, işveren, fesih bildiriminin, işçinin değişiklik önerisini reddetmesi veya zamanında kabul etmemesi durumunda hüküm ve sonuçlarını doğuracağını ifade ederek, değişiklik fesih bildiriminde bulunabilir. Feshin hüküm ve sonuçları değişiklik önerisinin işçi tarafından reddi ve kabul edilmemesi durumunda doğar. Geciktirici şarta bağlı değişiklik feshinde, değişikliğin yazılı olarak kabulü için altı işgününden az süre tanınamaz. Aynı zamanda değişikliğin dayanağı ile fesih için geçerli neden işverence yazılı olarak açıklanmalıdır. İşçinin değişiklik önerisini kabul etmesi halinde iş sözleşmesinin feshinin, geçersiz olacağının açıklandığı durumlarda, bozucu şarta bağlı değişiklik feshi söz konusudur. Belirtilen uygulama biçiminde, işveren işçinin sözleşmesinin bildirim süresine uygun olarak feshedildiğini bildirmekle birlikte, çalışma koşullarında değişiklik önerisini getirmekte ve değişikliğin kabul edilmesi durumunda feshin geçersiz olacağını açıklamaktadır. Bu durumda da işçiye en az altı iş günü süre tanınmalı ve bozucu şarta bağlı bildirim yazılı olarak yapılmalıdır. İşçinin değişiklik teklifini kabul etmesi halinde, fesih geçersiz olur ve iş ilişkisi yeni çalışma koşullarında çalışma şeklinde devam eder. Aksi halde fesih, bildirimin işçiye tebliği ile birlikte geçerli olur ve bildirim önelinin geçmesiyle iş ilişkisi sona erer. Değişiklik feshinde geçerli neden denetimi iki aşamalı olarak yapılmalıdır, ilk olarak, iş sözleşmesinin muhtevasında değişikliği gerekli kılan geçerli neden bulunmalıdır. Dolayısıyla, İş Kanunu’nun 18’inci maddesinde 79 EYLÜL ’10 SİCİL fesih için aranan geçerli nedenler, değişiklik feshinde de aynen bulunmalıdır. Bir başka anlatımla, değişiklik feshine gidebilmek için işçinin yeterliliğinden, davranışından veya işletme gereklerinden kaynaklanan geçerli bir nedenin bulunması gereklidir. Dolayısıyla, İş Kanunu’nun 18’inci maddesinden belirtilen geçerli nedenlere ilişkin denetim burada da aynen yapılmalıdır. Denetimin ağırlığı ve ölçüsü farklılık arz etmez. Yapılacak denetimde, söz konusu madde anlamında geçerli bir nedenin varlığı tespit edilmezse, ikinci aşamaya geçmeden değişiklik feshi geçersiz kabul edilmelidir. İş sözleşmesinin değiştirilmesini gerektiren bir geçerli nedenin varlığının tespiti halinde, ikinci aşamada, fiilen teklif edilen sözleşme değişikliğinin kanuna ve toplu iş sözleşmesine uygun olup olmadığı; ölçülülük ilkesine uygun olup olmadığı ve işçiden bu teklifi kabul etmesinin haklı olarak beklenebilip beklenemeyeceğinin; bir başka anlatımla, kendisine yapılan değişiklik teklifini kabullenmek zorunda olup olmadığı denetiminin yapılması gerekir. Demek ki, değişiklik feshinin geçerliliğine ilişkin denetiminin ikinci aşamasında, değişiklik teklifinin denetimi söz konusudur. Bu bağlamda esas itibarıyla ölçülülük denetimi yapılmalıdır. (Yargıtay 9. HD. 7.7.2008 gün 2007/ 24548 E, 2008/19209 K.). Denetim, somut olayın özelliklerine göre yapılmalıdır. Buna göre, değişiklik feshi, ancak, çalışma şartlarının değiştirilmesi için uygun ve daha hafif çare olarak gerekli ve takip edilen amaca göre orantılı ise, ultima-ratio olarak gündeme gelebilir. Çalışma şartlarının değiştirilmesini gerektirmeyecek veya daha hafif çalışma şartlarının önerilmesinin gerektirecek ve aynı amaca aynı şekilde ulaşılmasını mümkün kılacak organizasyona yönelik veya teknik ya da ekonomik alana ilişkin başka bir tedbirin mevcut olmaması gerekir. İşveren ayrıca, mümkünse, sözleşmenin değiştirilmesine ilişkin olarak daha az radikal olan bir teklifte bulunmalıdır. Değişiklik teklifi, iş 80 hukukuna ilişkin eşit davranma ilkesini ihlal ediyorsa, bu teklife işçi katlanmak zorunda olmadığından, değişiklik feshi geçersiz sayılır. İş sözleşmesinin içeriği birkaç unsur açısından değiştirilmesi teklif edilmişse, işçi tarafından kabul etmesinin beklenebilir olup olmadığının denetimi her bir unsur açısından ayrı ayrı gerçekleştirilmelidir. Değiştirilmesi teklif edilen birkaç unsurdan sadece birisinin kabulünün işçi açısından beklenemez olduğuna karar verilirse, değişiklik feshinin tamamının geçersizliğine hükmedilmelidir. Mahkeme, sözleşme değişikliğinin kısmen geçerli kısmen geçersiz olduğuna karar veremez. İşçiye, mümkünse, onun açısından en az olumsuzluk teşkil eden teklifte bulunulmalıdır. Şüphesiz, işverenin önerdiği değişiklik teklifinin feshin tek alternatifi olduğu; başka içerikte bir değişiklik önerisinin yapılmasının mümkün olmadığı sonucuna varılırsa, işçi tarafından teklifin kabul etmesinin beklenebilir olup olmadığının denetimi yapılmaz. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesinde çalışma koşullarında esaslı değişiklik sebebiyle işçinin iş sözleşmesini haklı olarak feshedebileceği öngörülmemiştir. Bununla birlikte çalışma koşullarının değiştirilmesi, aynı zamanda koşullarının uygulanmaması anlamına geldiğinden aynı yasanın 24/II- f bendinde belirtilen hal, işçinin haklı fesih nedenleri arasında sayılmıştır. Bu durumda işçinin ihbar tazminatı talep hakkı doğmazsa da, kıdem tazminatı ödenmelidir. Bununla birlikte, çalışma koşullarında esaslı değişikliği kabul etmeyen işçinin iş sözleşmesinin işverence feshi halinde, ihbar ve kıdem tazminatlarını talep hakkı doğar. Somut olayda 11 yılı aşkın bir zamandır satış elemanı olarak işverenin Üsküdar’da bulunan mağazasında çalışan davacı 21.4.2006 tarihinden itibaren Suadiye mağazasında görevlendirilmiş, davacıda söz konusu mağazada çalışmasına devam etmiştir. Burada EYLÜL’10 çalışmasını sürdürürken yine işveren tarafından 15.11.2006 tarihinde Kanyon mağazasında ‘görülen lüzum üzerine ‘görevlendirildiği belirtilerek çalışmasına bu mağazada devam etmesi istenmiştir. Davacı da 17.11.2006 tarihli ihtarname ile işyerinin sık sık değiştirilmesi ve çalışma koşullarında meydana gelen değişiklik sebebiyle iş sözleşmesini sona erdirdiğini bildirmiştir. Davacının işverence 15.11.2006 tarihinde Kanyon mağazasında görevlendirilmesinin nesnel bir nedeni bulunmamaktadır. “Görülen lüzum üzerine” işyeri değişikliği, sözleşmesinde nakil yetkisi bulunsa dahi nesnel neden sayılamaz, hakkaniyete uygun kabul edilemez. İşverenin bu davranışı Medeni Kanun’un 2.maddesine aykırıdır. SİCİL Davacının iş sözleşmesini feshi 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 24.maddesine göre haklı olup kıdem tazminatı isteğinin kabulü gerekirken reddedilmesi hatalıdır. 3- İşveren tarafından sunulan yıllık ücretli izin belgeleri davacıya gösterilmeden ve doğruluğu tartışılmadan eksik inceleme sonucu yıllık izin ücretinin kısmen kabulüne karar verilmesi de aynı bir bozma nedenidir. SONUÇ Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine 25.03.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi. KARAR İNCELEMESİ II. KONUYA İLİŞKİN ESASLAR I. GİRİŞ 1. “Değişiklik Kayıtları” Kavramı İş ilişkilerinin dinamik yapısı nedeniyle zaman içerisinde işverenler iş sözleşmesinin kurulduğu andaki şartlarla bağlı kalmamak ve yeni ortaya çıkan ihtiyaçlara göre değişiklik yapmak istemekte, bu nedenle iş sözleşmelerine bazı kayıtlar koyabilmektedir. Bu kayıtlar çoğunlukla yapılan işin niteliğinde, çalışılan işyerinde, çalışma saatlerinde ya da ücrette değişiklik yapılmasına ilişkindir. Uygulamada sıklıkla karşılaşılan işçinin çalıştığı işyerinin değiştirilmesine ilişkin iş sözleşmelerinde yer alan kayıtlar işçinin çalışma koşullarında büyük bir değişikliğe yol açmaktadır. Ele alınan Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’nin kararı da işverenin işçisinin başka bir işyerine nakil yetkisini iş sözleşmesiyle saklı tutmasına ilişkindir. Anılan karar iş hukukuna ilişkin (işverenin yönetim hakkı, çalışma koşulları, değişiklik feshi gibi) bir çok ilke ve açıklamayı içermekte olup, incelememiz iş sözleşmesindeki değişiklik kayıtlarının (özellikle işçinin çalıştığı işyerinin değiştirilmesine ilişkin kayıtların) geçerliliği ve bağlayıcılığını kapsamaktadır. Borç ilişkisinde taraflardan birine edim ve ifa unsurlarında tek yanlı değişiklik yapabilme hakkı tanıyan sözleşme hükümleri değişiklik kayıtları olarak tanımlanmaktadır. İş ilişkisinde de değişiklik kayıtları ile işverene çalışma koşullarında tek yanlı esaslı değişiklik yapabilme yetkisi önceden iş sözleşmesinin kurulduğu anda tanınmaktadır. Öğretide değişiklik kayıtları ile işverene tanınan bu yetkiye genişletilmiş yönetim hakkı adı da verilmektedir1. Değişik kayıtları sayesinde işverenin iş sözleşmesi ile sınırlanan genel yönetim hakkının kapsamını aşan talimatlar verebileceği kabul edilmektedir. Değişiklik kayıtları iş sözleşmelerinde veya iş sözleşmesinin eki niteliğinde olan personel yönetmeliklerinde, işyeri iç yönetmeliklerinde ya da toplu iş sözleşmelerinde yer alabilir. 2. Değişiklik Kayıtları Konulmasının Sebebi İş ilişkisinde işverenin ve işçinin edimleri süreklilik gösterir. Uzun süreye yayılan sürekli bir borç ilişkisinde değişiklikleri sözleşme yapılırken önceden öngörmek ve ona göre dü81 EYLÜL ’10 SİCİL zenlemeler yapmak olanaklı değildir. İşveren işletmecilik faaliyeti sırasında sürekli değişen koşullarla karşı karşıyadır. Üretim teknikleri, talep, ürün çeşitleri, piyasa koşulları ve rakiplerin davranışları ile diğer tüm etkenler statik değil aksine dinamiktirler. Bu nedenle işveren bu değişimlere hızlı bir şekilde uyum sağlamak, işletmesini değişen koşullara uyarlamak zorundadır. Aksi halde işverenin iş sözleşmesinin kurulduğu andaki koşullar ile ifa edilmesinden kaynaklanan yararı aradan geçen zaman içinde tamamen veya kısmen ortadan kalkacağından, iş ilişkisini sürdürmek işletme açısından anlamsız hale gelecektir2. Belirtilen nedenlerden dolayı uygulamada iş sözleşmesi yapan taraflar çalışma yaşamının doğasından kaynaklanan ve beklenmedik durumlara sözleşmenin uyumunu sağlamak ve sözleşmeyi sona erdirmeksizin ayakta tutabilmek için sonradan değişiklik yapma hakkını saklı tutmaktadırlar. Belirtmek gerekir ki, iş sözleşmelerine, eklerine ya da toplu iş sözleşmelerine konulan değişiklik kayıtları ile iş sözleşmesini, çalışma şartlarını değiştirmek konusunda bir esneklik sağlanırken, bir yandan da bu yetkilerin kötüye kullanılmasını engelleyecek iş ilişkisinin tarafları bakımından denge sağlayacak bir hukuki sistem kurmak gerekli olmaktadır3. Bu da aşağıda inceleneceği üzere değişiklik kayıtlarının sınırlanması ve denetimi ile sağlanmaktadır. 3. Değişiklik Kayıtlarının Geçerliliği İş sözleşmeleri ve eklerinde yer alan değişikliği saklı tutma kayıtları hem mülga 1475 sayılı İş Kanunu, hem de 4857 sayılı İş Kanunu döneminde sıkça başvurulan bir uygulamadır. Mülga 1475 sayılı Kanun’da 16/II-(e) maddesi hükmü ile işverenin iş sözleşmesinde çalışma koşullarında değişiklik yapma hakkını saklı tutabileceği öngörüldüğünden işveren değişikliği saklı tutma kaydına dayanarak çalışma koşullarını değiştirebiliyor ve böyle bir durumda işçi lehine derhal fesih hakkı doğmuyordu. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. maddesinin Bilim Kurulu’nca hazırlanan Tasarısında da işverenin değişiklik hakkının saklı tutulabileceğine ilişkin düzenlemeye açıkça yer verilmişti. Tasarıdaki 82 “İşverence çalışma koşullarının değiştirilmesi hakkının saklı tutulduğu hallerde ve belirli süreli iş sözleşmelerinde ..” esaslı değişikliğe ilişkin birinci fıkra hükmünün uygulanmayacağını öngören hüküm Yasama Meclisi tarafından madde metninden çıkarılmıştır. Yasalaşma sürecinde işverenin çalışma koşullarında değişiklik yapma hakkını saklı tutan hükmün 22. maddeden çıkarılması sebebiyle mevcut düzenleme karşısında işverenin çalışma koşullarında değişiklik yapma hakkını saklı tutan sözleşme kayıtlarının geçerliliği konusu öğretide yoğun bir biçimde tartışılmıştır4. Öğretide bazı yazarlar Tasarıda yer alan bu hükmün 22. madde metnine alınmaması karşısında işverenin çalışma koşullarında tek yanlı değişiklik yapma hakkını saklı tutmasının hukuken mümkün olmadığını dile getirmiştir5. Ancak bizim de katıldığımız öğretideki baskın görüş; iş sözleşmelerinde işverene tanınan ve sonradan değişiklik yapma yetkisi tanıyan değişiklik kayıtlarının çalışma yaşamının gerekleri ve sözleşme özgürlüğü çerçevesinde Medeni Kanunu’nun 2. maddesine uygunluk koşuluyla geçerli ve bağlayıcı kabul etmektedir6. Yüksek Mahkeme’nin de işverenin esaslı değişiklik yetkisini saklı tutan düzenlemeleri geçerli kabul ettiği ve bu konuda sınır olarak Medeni Kanununun 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralını benimsediği gözlemlenmektedir7. 4. Değişiklik Kayıtlarının Sınırlanması İşçiler, iş ilişkisinin kuruluş aşamasında işverenin tek taraflı olarak hazırladığı iş sözleşmesindeki değişiklik kayıtlarını işsiz kalmamak ve ekonomik kaygılar sebebiyle genellikle kabul etmek zorunda kalmaktadır. Bu nedenle sözleşmelerdeki değişiklik yetkisini saklı tutan kayıtların işçiyi koruma amacıyla sınırlandırılması ve denetlenmesi gerekmektedir. Öğretide bazı yazarlar işverene iş sözleşmesinde değişiklik yapma hakkını veren bu tür kayıtların içerik ve kullanım olarak iki aşamalı bir denetimden geçmek durumunda olduğunu ileri sürmektedir. İçerik denetiminde söz konusu kaydın içeriğinin hukuka uygunluğu ele alınırken kullanım denetiminde bu hakkın EYLÜL’10 Medeni Kanun’un 2. maddesinde düzenlenen dürüstlük kuralına ve hakkaniyete uygun biçimde kullanılıp kullanılmadığı denetlenmektedir. Süzek söz konusu değişiklik kayıtlarının içerik denetimine tabi tutulabilmesi için yasada pozitif bir dayanağa ihtiyaç olduğunu ve mevzuatımızda ise içerik denetimine dayanak oluşturacak bir hüküm bulunmadığını belirtmekte, olması gereken hukuk açısından bu konuda mevzuatımızda yeni bir düzenlenme yapılması ihtiyacını dile getirmektedir8. Değişiklik kayıtları öncelikle Borçlar Kanunu’nun 19. ve 20. maddelerinde belirtilen genel sınırlamalara tabidir. Bu nedenle anayasa hükümlerine, kanunların emredici hükümlerine, ahlaka ve kişilik haklarına aykırı değişiklik kayıtları geçersizdir. İşyerinde toplu iş sözleşmesi mevcut ise bu kayıtlar bu konudaki toplu iş sözleşmesi hükümlerine de aykırı olamaz. (TİSGLK md.6). Söz konusu kayıtlar iş sözleşmesine konulurken işçinin iradesi hata, hile ve ikrah gibi sebeplerle sakatlanmamış olmalıdır (Borçlar Kanunu md.23-30)9. Değişikliği saklı tutma kaydı ile işverene tanınan hakkın somut olaydaki kullanımının bir hakkın kötüye kullanılmasını oluşturmaması gerekir. Medeni Kanun’un “Dürüst Davranma” başlıklı 2. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır.” İkinci fıkrasında ise, “Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.” hükümleri yer almaktadır. İşveren bu hakkını objektif iyiniyet ve dürüstlük kuralları çerçevesinde Medeni Kanunu’nun 2. maddesine uygun olarak kullanmalıdır. Burada ayrımcılık yasağı ve hakkaniyet gibi unsurlar dikkate alınmalıdır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz ve işverenin dürüstlük kuralına aykırı biçimde yaptığı değişiklik işçiyi bağlamaz. Medeni Kanun md.2’ye uygun biçimde kullanılmayan ve dolayısıyla işçi bakımından bağlayıcı olmayan değişikliğe dayalı fesihler haksız ya da geçersiz fesih niteliği taşırlar. Özellikle işverenin zarar verme, cezalandırma gibi niyetlerle hareket ettiğinin anlaşıldığı durumlarda hakkın kötüye kullanılması söz konusudur10. SİCİL Çalışma koşullarında değişiklik yapma hakkının saklı tutulması dar yorumlanmalı ancak somut ve sınırlı hallerde ve objektif koşullara bağlı olarak bu hakkın saklı tutulabileceği kabul edilmelidir. Bu nedenle işverene genel ve soyut bir biçimde iş sözleşmesinde değişiklik yapabileceği yetkisini veren bir kayıt geçerli olamayacaktır. İşçinin önceden göremediği bilmediği bir konuda işverene tasarruf etme yetkisi verdiği, çalışma koşullarında yapılacak değişikliği kabul ettiği ve iradesinin bu şekilde oluşturduğu söylenemez11. 5. İşyeri Değişikliğini İçeren Kayıtlar Hakkında Yargıtay Uygulaması Çalışma hayatında değişikliği saklı tutma kayıtları en çok işyeri değişikliklerinde ortaya çıkmaktadır. İnşaat, banka, turizm gibi bazı sektörlerde işçilerin bir işyerinden diğerine nakledilmesi zorunluluğu işin niteliğinden ve ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca yeni bir şube açılması, işyerinin taşınması, işverenin başka bir işyerinde kalifiye ya da tecrübeli bir eleman ihtiyacının doğması gibi kaygılarla tüm sektörlerde işverenler, işçilerini başka bir işyerine nakil yetkisini iş sözleşmelerinde saklı tutmayı tercih etmektedirler. Yüksek Mahkeme işçinin işyerinin değiştirilmesi hakkını saklı tutan sözleşmelerdeki kayıtları kural olarak geçerli kabul etmektedir12. Yargıtay’a göre “İşveren hangi işyerinde ne kadar işçi çalıştıracağını işyeri ihtiyaçlarına göre belirleme hakkına sahiptir. Bu işverenin yönetim hakkı ile ilgilidir. İşverenin bu hakkı kötüye kullandığı kanıtlanmadıkça hakim işverenin bu eylemine müdahale etme hakkına sahip değildir”13. Yüksek Mahkeme şirket merkezinin Ankara’dan İstanbul’a taşınması sebebiyle yapılan bir nakli dürüstlük kuralına uygun bulmaktadır. Bu yöndeki bir Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararı’na göre, “Hizmet sözleşmesinin 5. maddesinde şirketin işlerin icabı olarak sözleşmeli personeli Ankara’da ve ülke içinde herhangi bir yerde şirket bünyesi içinde veya dışında diğer kuruluş ve müesseselerde çalıştırabileceği’ yönünde kayıt bulunmaktadır. Bu kayıt geçerli olduğu gibi şirket merkezinin 83 EYLÜL ’10 SİCİL yönetim kurulunca alınan 04.08.2003 tarihli kararla Ankara’dan İstanbul’a taşınması objektif bir gerekçe olup, emredici normlara ve hakkaniyete aykırı bir durum söz konusu değildir. Bu atamanın dürüstlük kuralına da aykırı olarak yapıldığı yönünde dosyada bir delil bulunmamaktadır. Bu itibarla; davalı şirketçe geçerli değişiklik kaydına istinaden İstanbul’da aynı şartlar ve unvan ile işe başlaması istenmesine rağmen işe başlamayan davacı işçinin iş akdinin feshi haklı bir fesih olup, davacının kıdem ve ihbar tazminatı isteklerinin reddi gerekir.”14 Yargıtay işyeri değişikliğine ilişkin kayıtların hakkaniyet çerçevesinde kullanılıp kullanılmadığını değerlendirirken işçinin çalışma şartlarının ağırlaşıp ağırlaşmadığını araştırmaktadır. Örneğin aynı il sınırları içerisinde başka bir işyerine işçinin nakledilmesi ve servis sağlanması ya da servis ücretinin ödenmesi durumunda işçinin çalışma koşullarının ağırlaştığından dolayısıyla dürüstlük kuralının ihlalinden bahsedilemeyecektir. Konuya ilişkin bir Yargıtay kararları şu şekildedir; “İlk derece mahkemesince davacının 10 yıldan fazla Balgat’taki işyerinde çalıştığı, davalının söz konusu işyerini Temelli’ye taşınmasının iş koşullarında esaslı değişiklik oluşturduğu, sözleşmenin 4. maddesinde işçinin aynı işverene ait başka işyerlerinde çalışmayı kabul ettiği hükme bağlanmış olmasına rağmen bu düzenlemenin benzer koşullardaki bir başka işyerinde çalıştırılması ve iş koşullarında esaslı değişiklik yapılmaması halinde geçerli olacağı gerekçesi ile isteğin kabulüne karar verilmiştir. Somut olayda davacı işçinin çalıştığı davalıya ait işyerinin Ankara Büyükşehir hudutları içinde olan Temelli’ye taşındığı, yeni işyerine de davalı işveren tarafından servis imkânı verildiği, servislerle gidilip gelinildiği anlaşılmaktadır. Bu durumun davacı işçi aleyhine iş şartında değişiklik olarak değerlendirilmesi doğru değildir. Kıdem tazminatı isteğinin reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde kabulü hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir”15. Yüksek Mahkeme bir diğer kararında ise işyerinin taşınması üzerine servis süresinin on dakikaya indiğini, önceki ve sonraki her iki işyerinde de servis araçlarından yararlanıldığını 84 belirterek, işyeri değişikliğinin işçi yararına olması sebebiyle yeni işyerine gitmeyerek dava açan işçinin davasının reddine karar vermiştir16. Yargıtay’a göre davacının önceki işyerinden 35. km uzakta bir işyerine kendi ücretinden fedakârlık yaparak yol parasını karşılaması beklenemez. Bu durumda iş sözleşmesinin esaslı bir unsurunda aleyhte bir değişiklik olmuştur17. Değişiklik kaydının işveren tarafından kötüniyetli olarak kullanıldığını ispat külfeti işçidedir18. Yüksek Mahkeme hakkın kötüye kullanılmasıyla ilgili bir kararında, il sınırları içinde uzun süre görev yapan davacının bu yerin çok uzağında bulunan henüz açılmayan ve açılacağı da kesin olmayan bir yerde görevlendirilmesi, yerine yeni işçi alınması, görevlendirme konusunda neden gösterilmemesi işverenin sözleşmedeki nakil yetkisini kötüye kullandığının göstergesi olarak kabul etmektedir19. III. DEĞERLENDİRME 1. Karara konu olayda davacı 11 yılı aşkın bir süredir satış elemanı olarak işverenin Üsküdar’da bulunan mağazasında çalışmaktadır. Davalı işveren davacıyı 21.04.2006 tarihinden itibaren Suadiye mağazasında görevlendirmiş ve davacıda söz konusu mağazada çalışmasına devam etmiştir. Burada çalışmasını sürdürürken yine işveren tarafından 15.11.2006 tarihinde Kanyon mağazasında ‘görülen lüzum üzerine’ görevlendirildiği belirtilerek çalışmasına bu mağazada devam etmesi istenmiştir. Davacı da 17.11.2006 tarihli ihtarname ile işyerinin sık sık değiştirilmesi ve çalışma koşullarında meydana gelen değişiklik sebebiyle iş sözleşmesini sona erdirdiğini bildirmiştir. Davacı, kıdem tazminatı, kötü niyet tazminatı, hafta tatili, ücretli izin, bayram, genel tatil, fazla mesai, ücret alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiş, yerel mahkeme, isteği kısmen hüküm altına almıştır. Davanın temyizi üzerine konuyu inceleyen Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, davacının işverence 15.11.2006 tarihinde Kanyon mağazasında görevlendirilmesinin nesnel bir nedeni bulunmadığını, “görülen lüzum üzerine” gibi bir gerekçenin iş sözleşmesinde işverenin işçisini başka bir işye- EYLÜL’10 rine nakil yetkisi bulunsa dahi nesnel neden sayılamayacağını, hakkaniyete uygun kabul edilemeyeceğini, işverenin bu davranışının Medeni Kanun’un 2. maddesine aykırı olduğunu belirterek, iş sözleşmesinin davacı işçi tarafından feshini 4857 sayılı İş Kanunu’nun 24. maddesine göre haklı bulmuş ve kıdem tazminatı isteğinin kabulüne karar vermiştir. 2. Yukarıda ele alınan hususlar çerçevesinde değerlendirildiğinde karara ilişkin aşağıdaki tespitlere ulaşılmaktadır. Yüksek Mahkeme ele alınan kararında, “İş ilişkisinin taraflarının iş sözleşmesinde, gerektiğinde işverence çalışma koşullarında değişiklik yapabileceğine dair düzenlemelere gitmeleri halinde, işverenin genişletilmiş yönetim hakkından söz edilir. Bu halde işveren, yönetim hakkını kötüye kullanmamak ve sözleşmedeki sınırlara uymak kaydıyla işçinin çalışma koşullarında değişiklik yapma hakkını sürekli olarak kazanmış olmaktadır. Örneğin, işçinin gerektiğinde işverene ait diğer işyerlerinde de görevlendirilebileceği şeklinde sözleşme hükümleri, işverenin bu konuda değişiklik yapma hakkını saklı tutar.” ifadeleriyle işverenin çalışma koşullarında değişiklik yapma yetkisini saklı tutan iş sözleşmelerindeki düzenlemeleri Medeni Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen dürüstlük kuralına uygun kullanılması şartıyla geçerli kabul ettiğini vurgulamıştır. Uyuşmazlık konusu somut olay bakımından çözümlenmesi gereken iş sözleşmesinde yer alan değişiklik kaydından kaynaklanan hakkın işveren tarafından dürüstlük kuralına uygun kullanılıp kullanılmadığıdır. İşverenin bu hakkını kötüye kullandığını, çalışma şartlarının ağırlaştığını ispat edecek olan işçidir. Yargıtay kararında da bu husus; “Çalışma koşullarında işçi aleyhine esaslı değişiklik olduğu konusunda ispat yükü işçidedir. Çalışma koşullarının belirlenmesinin ardından, yapılmak istenenin değişiklik olup olmadığı ve en sonunda işçi aleyhine olduğu işçi tarafından kanıtlanmalıdır.” şeklinde açıklanmıştır. Öğreti görüşleri ve yargı kararlarında açıklandığı üzere iş sözleşmesinde yer alan bir değişiklik kaydının işverence dürüstlük kuralına uygun olarak kullanılıp kullanılmadığını be- SİCİL lirlerken bazı ölçütlere başvurulmaktadır. Kanımızca bunlardan en önemlileri çalışma koşullarında değişikliği diğer ifadeyle değişiklik kaydının uygulanmasını gerektiren objektif bir neden olup olmadığının ve değişiklik sebebiyle işçinin çalışma şartlarının ağırlaşıp ağırlaşmadığının araştırılmasıdır. Bu ölçütler kullanılırken işçinin görevi, kıdemi, tecrübesi, yaşı gibi unsurlar önem taşımaktadır. İşçiye ceza vermek ya da iş sözleşmesinin feshini sağlamak için iş sözleşmesindeki değişiklik kaydının uygulamaya konulması hakkın kötüye kullanılmasıdır ve Medeni Kanunu’nun 2. maddesi uyarınca böyle bir değişiklik geçerli kabul edilmeyecektir. Davacı uzun yıllar işverenin Üsküdar mağazasında çalıştıktan sonra işverenin Suadiye mağazasında görevlendirilmiş, davacı bu mağazada görev yaparken bu defa yaklaşık 7 ay sonra yine aynı işverenin Kanyon iş merkezindeki mağazasında çalışmaya devam etmesi işverence istenmiştir. Davacının ilk işyeri değişikliğine (Suadiye mağazasına nakle) bir itirazı olmamış, 7 ay süreyle de burada itirazsız çalışmıştır. İncelenmesi gereken husus iş sözleşmesindeki değişiklik kaydının işverence ikinci defa kullanılmasını (Kanyon iş merkezindeki mağazaya nakli) gerektiren bir sebep olup olmadığı ve işçinin çalışma koşullarında bu nedenle bir olumsuzluğun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Belirtmek gerekir ki davacının nakledildiği işyeri aynı il sınırları içerisinde ancak Avrupa yakasında yer almaktadır. Davacıya servis sağlanması ya da yol masrafı verilmesi kaydıyla çalışma koşullarında büyük bir aleyhe durumun doğmadığı söylenebilir. Davacı tecrübeli bir satış elemanıdır. İşverenin tecrübesine güvendiği bir işçisini diğer işyerlerine göndererek onun bilgisi ve tecrübesinden yararlanmak istemesi doğaldır. Somut olayda da işverenin bu elemanını yeni açtığı bir mağazada ya da satış artırmak gibi nedenlerle ihtiyaç duyduğu başka bir mağazasında değerlendirmek istemesi çalışma hayatının gereklerine uygundur. Dava dosyasında yer alan delillerden (tanık ifadelerinden, taraflar arasındaki yazışmalardan) bu tür bir haklı gerekçe tespit edilemiyorsa, diğer bir ifadeyle “görülen lüzum üzerine” gerekçesin85 EYLÜL ’10 SİCİL deki lüzum anlaşılamıyor, delillerle desteklenmiyorsa bu değişikliğin hakkaniyete uymayan, keyfi olarak değerlendirilmesi hukuka uygun olacaktır. Bu gerekçeler çerçevesinde 9. Hukuk Dairesi’nin incelediğimiz kararına katılmaktayız. DİPNOTLAR 1 Alp, Değişiklik Kayıtları, 37. 2 Süzek, 600. Alp, 36 vd. Aynı yazar Değişiklik Kayıtları, 37. Alpagut, İnceleme, 59. Aydın, 60-61. 3 İş sözleşmesinde değişiklik ihtiyacı için bkz. Alp, 36 vd., Yenisey, Değişiklik 119, Aydın, 60-61. 4 Süzek, 606-608. Aynı yazar Değişiklik Feshi, 15-17. Çelik, 252. Alp, Değişiklik Kayıtları, 39-40, Alpagut, 59-62. Uzun, 54-55. Hozar, 86-88. 5 Güzel, 120, Narmanlıoğlu, 13 vd. 6 Süzek, İş Hukuku, 607, Aynı yazar Değişiklik Feshi, 15-16. Eyrenci/Taşkent/Ulucan, 170. Alpagut, 60, Aynı yazar, İnceleme, 59. Alp, 257-264. Alp, İçerik Denetimi, 39. Ufuk, 61. Uşan, Yenisey, Değişiklik, 119. 7 Yüksek Mahkemenin aksi yöndeki bir kararından (26.01.2004, 2003/23105 E. 2004/1204 K.) sonraki kararlarında (Yarg. 9.HD.’nin 27.12.2004, 20848/29320, 04.04.2005, 9605/11820, 19.04.2005, 2004/18877, 2005/13746 sayılı kararları) görüşünü değiştirdiği, iş sözleşmesi ve iç yönetmelikte yer alan değişiklik saklı tutma kayıtlarını geçerli kabul ettiği görülmektedir. Bkz. Süzek, 608. Alpagut, 62-63. 8 Süzek, 614-615. Aynı yazar, Değişiklik Feshi, 20-21. 9 Süzek, 609. Alp, 294-302. 10 Süzek, 609-610. Alp, 297-298. Aydın, 65. Uşan, 246. 11 Aydın, 61-62. 12 Yarg. 9.HD., 19.04.2005, 2004/20234 E. ve 2005/13747 K. “Taraflar arasında imzalanan iş sözleşmesinin özel şartlar bölümünün (c) bendinde, “İşveren, işçiyi, ücretinde değişiklik yapmadan kendisine ait aynı il hudutları dahilinde herhangi bir başka işyerine tayin ve nakil etmekte serbesttir’ şeklinde kurala yer verilmiştir. Bu kapsamda Maliye Bakanlığının Dikmen Caddesinde bulunan işyerinde çalışan davacı işçinin Sincan da bulunan başka bir işyerinde aynı şekilde temizlik işçisi olarak çalışması istenmiş davacı ise bunu kabul etmeyerek ayrılmıştır. Davalı işveren devamsızlık tutanakları düzenlemiş ve haklı olarak iş sözleşmesini feshetmiştir. İşverenin bahsi geçen uygulaması iş sözleşmesi hükmüne uygun olup işçinin görevlendirildiği işyerinde çalışması gerekir. Görevlendirilen işyerinin işçinin ikamet ettiği adrese uzak olması bu sonucu değiştirmemektedir.” 13 Yarg. 9. HD., 07.07.2005 2004/30947 E., 2005/24233 K., Yarg. 9. HD., 06.02.2006, 2006/00835 E., 2006/02400 K. 14 YHGK, 11.10.2006, 2006/9-613 E., 2006/644 K. 15 Yarg. 9 HD., 25.03.2010, 2008/21806 E. 2010/8074 K. 16 Yarg . 9. HD. 26.10.2004, 2004/20985 E. ve 2004/24189 K. “Dosya içindeki bilgi ve belgelere göre davacı işçi Bursa il 86 merkezinde ikamet etmektedir. İşyeri İnegöl ilçesinde faaliyet gösterdiği sırada işyerine ait servis aracılığıyla işe gidip gelmiş ve tanık beyanlarına göre bu yol yaklaşık olarak 45 dakikalık bir mesafededir. Yine davacı tanıkları işyerinin Gürsu ilçesine taşınması üzerine bu sürenin on dakikaya indiğini ve her iki yerde de servis araçlarından yararlanıldığını açıklamışlardır. Böyle olunca işverence işyeri nakli suretiyle yapılan değişikliğin işçi yararına olduğu açıktır. Davacı işçinin Gürsu’ya nakledilen işyerinde çalışmayı kabul etmeyerek işyerine gitmemiş oluşu, anılan Kanunun 17/ II-f maddesi uyarınca davalı işverene haklı fesih imkanı vermektedir. Bu durumda ihbar ve kıdem tazminatlarına hak kazanılmasına olanak bulunmamaktadır. Mahkemece her iki tazminat isteğinin de reddine karar verilmelidir.” 17 Yarg. 9. HD., 17.05.2005, 2004/27850 E. ve 2005/18819 K. “Taraflar arasında iş sözleşmesinde her ne kadar nakil serbestisi var ise de davacının önceki işyerinden 35 km uzakta bir işyerine kendi ücretinden fedakarlık yaparak yol parasını karşılaması beklenemez. İş sözleşmesinin esaslı bir unsurunda aleyhte bir değişiklik olmuştur. İş koşulları zorlaşmıştır. Yol parası verilmediğinden davacının iş akdinin 1475 sayılı Yasanın 16/II-e maddesi uyarınca feshi nedeniyle kıdem tazminatının hüküm altına alınması gerekir iken yazılı şekilde hüküm kurulmuştur. Böyle olunca davalı işverenin de ihbar tazminatı talebinin reddine karar verilmesi gerekir.” 18 Yarg. 9. HD., 07.07.2005 2004/30947 E., 2005/24233 K. “Davacı işe girerken imzaladığı sözleşme ve taahhütnamede işverenin diğer işyerlerine atanmayı ve oralarda görev yapmayı kabul etmiş bulunmaktadır. İşveren hangi işyerinde ne kadar işçi çalıştırılacağını işyeri ihtiyaçlarına göre belirleme hakkına sahiptir. Bu işyerinin yönetim hakkı ile ilgilidir. İşverenin bu hakkını kötüye kullandığı kanıtlanmadıkça hakim işverenin bu eylemine müdahale etme hakkına sahip değildir. Somut olayda davacı aynı ile aynı görevi yapan tanıkların açıklamaları işverenin davacının tayininde kötü niyetli davrandığının kabulü için yeterli değildir. Tanık ifadelerinde davacı ile aynı durumda olan başka bir şahsın Ankara’ya atama istediği halde bu şahsın atamasının yapılmayıp, davacının tayin edildiği bildirilmişse de bu konuda belge ibraz edilmemiş ve anılan kişi de tanık olarak dinletilmemiştir. Açıklanan nedenlerle davacının kıdem tazminatı isteğinin reddi gerekirken yazılı şekilde kabulü hatalı olup bozmayı gerektirmiştir.” Aynı mahiyette başka bir karar, Yarg. 9. HD. 27.12.2004, 20848 E.29320 K. “İşveren işyeri yönetmeliğinin 35. maddesi gereğince tayin yetkisini kullanarak davacının İzmir Takos Şubesindeki görevinden Söke Şubesine atanmasına karar vermiştir. Davacı, bu yeni görev yerine gitmemekte ısrar etmesi üzerine hizmet akdi feshedilmiştir. Davalı işverenin yukarıdaki 35. madde gereği davacıyı tayin etme yetkisi mevcut olup davacı bu yetkinin kullanılmasında işverenin kötüniyetli davrandığını iddia edip kanıtlamamıştır. Bu sebeple yeni görevine gitmeyip burada işe başlamamakta ısrar eden davacının hizmet akdinin feshinde geçerli bir neden mevcuttur.” 19 Yarg. 9. HD., 06.02.2006, 2006/00835 E., 2006/02400 K. “Davacı iş sözleşmesinin geçerli neden olmadan feshedildiğini belirterek feshin geçersizliğine ve işe iadesine karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece savunmaya değer verilerek davacının sözleşmedeki nakil yetkisi uyarınca başka ilde EYLÜL’10 görevlendirildiği, davacının bu görevlendirmeyi kabul etmeyerek yeni görev yerinde işe başlamadığı, iş sözleşmesini başlamayarak davacının sona erdirdiği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. Davacı işe girerken imzaladığı sözleşmede işverenin diğer illerindeki işyerlerine atanmayı ve oralarda görev yapmayı kabul etmiş bulunmaktadır. Kural olarak işveren hangi işyerinde ne kadar işçi çalıştıracağını işyeri ihtiyaçlarına göre belirleme hakkına sahiptir. Bu işverenin yönetim hakkı ile ilgilidir. İşverenin bu hakkı kötüye kullandığı kanıtlanmadıkça hakim işverenin bu eylemine müdahale etme hakkına sahip değildir. Somut olayda uzun süredir il sınırları içinde davalıya ait işyerinde çalışan davacı sözleşmedeki yetki kullanılarak davalı işverence çok uzak bir ilde görevlendirilmiş ve bu görevlendirmenin geçici olduğu, davacının daha sonra yeni açılacak Bingöl Şubesinde görevlendirileceği belirtilmiştir. Diğer yandan davalı işverenin bu şekilde atama yaptığı işçiler yerine yeni işçi aldığı da tanıklarca beyan edilmiştir. Davacı, bu görevlendirmeyi yazılı olarak kabul etmemiş ve eski işyerinde işe devam edeceğini yazılı olarak açıklamıştır. Ancak davalı işveren davacıyı eski görev yerine kabul etmemiştir. Belirtmek gerekir ki il sınırları içinde uzun süre görev yapan ve davacının bu yerin çok uzağında bulunan henüz açılmayan ve açılacağı da kesin olmayan bir yerde görevlendirilmesi, yerine yeni işçi alınması, görevlendirme konusunda neden gösterilmemesi gibi maddi olgular dikkate alındığında davalı işverenin sözleşmedeki nakil yetkisini kötüye kullandığı anlaşılmaktadır. Nakil yetkisinin kötüye kullanılması nedeni ile davacının bu görevlendirmeyi kabul etmemesi 4857 sayılı İş Kanunu’nun 22. Maddesine uygundur. Davalı işveren davacı işçiyi eski görev yerine kabul etmemiş ve bu kabul etmeme için yazılı ve geçerli nedenler sunamamıştır. Somut bu maddi olgulara göre iş sözleşmesi geçersiz ve haksız nedenlerle davalı işverence feshedildiğinden, feshin geçersizliğine ve davacının işe iadesine karar verilmesi gerekir. Mahkemece yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi hatalıdır. 4857 sayılı İş Kanunun da düzenlenen ve feshin geçersizliğinin sonucuna bağlanan işe başlatmama tazminatı ve boşta geçen süre ücret alacağı davacının başvurusu ve davalının işe başlatmaması halinde uygulanması gereken tespit niteliğinde hükümler olduğundan, talep olsun olmasın resen miktar belirtilmeksizin karar altına alınmalıdır.” SİCİL • ÇELİK, Nuri, İş Hukuku Dersleri, 22. Bası, İstanbul, 2009, • GÜZEL, Ali, İş Güvencesine İlişkin Yasal Esasların Değerlendirilmesi, İş Güvencesi, Sendikalar Yasası, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası Semineri, İstanbul, 15-145. • HOZAR, N. Nağme, İşverenin Yönetim Hakkına Dayanarak İşçiyi Başka Bir İşyerine Gönderebilmesine İlişkin Bir Karar İncelemesi, Haziran 2006, 82-92. • NARMANLIOĞLU, Ünal, İşverenin Çalışma Koşullarında Değişiklik Yapma Hakkını Saklı Tutan Sözleşme Hükümleri Bağlayıcı Mıdır? Sicil, Eylül 2006, 9-19. • SÜZEK, Sarper, İş Hukuku, 4.B, İstanbul, 2008. • SÜZEK, Sarper, Değişiklik Feshi, TİSK Akademi C.1, S.1, 2006/I. 7-29 • ŞEN, Murat, İş Hukukunda Çalışma Koşullarında Değişiklik, Ankara, 2005. • UŞAN, Fatih. M., 4857 Sayılı İş Yasasının 22. Maddesi Çerçevesinde Değişiklik Feshi, Çalışma Şartlarında Esaslı Değişiklik ve Uygulama Sorunları, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:9, Özel Sayı, 2007, 211-271. • UZUN, Bekir, Çalışma Koşullarında Değişiklik ve İş Sözleşmesinin Feshi, Sicil, Haziran 2006, 48-58. • YENİSEY, DOĞAN, Kübra, Çalışma Koşullarında Değişiklik, III. Yılında İş Yasası, İstanbul,104-131. (Değişiklik) • YENİSEY, DOĞAN, Kübra, Çalışma Koşullarında Değişiklik ve İş Sözleşmesinin Feshi Çalışma ve Toplum Dergisi, 2010/3 S.26, 93-113. KAYNAKÇA • ALP, Mustafa, İş Sözleşmesinin Değiştirilmesi, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2005. • ALP, Mustafa, İş Sözleşmesindeki Değişiklik Kayıtlarının İçerik Denetimi Eylül, 2006, 37-53. (Değişiklik Kayıtları) • ALPAGUT, Gülsevil, İş Sözleşmesinin Esaslı Şartlarında Değişiklik ve Yargıtayın konuya İlişkin Bir Kararının Düşündürdükleri, Çimento İşveren, Eylül 2004, 52-62. (İnceleme) • ALPAGUT, Gülsevil, İş Kanunu’nun 22. Maddesinin Uygulama Alanı-Sözleşme Hükümlerinin Geçerliliği Sorunu ve Yargıtay’ın Konuya İlişkin Kararları, Legal İHSGHD S.9, 2006, 49-64. • AYDIN, Ufuk, 4857 Sayılı Kanun Bakımından İş Sözleşmesindeki Değişiklik Kayıtları (Hukuk Genel Kuruluna Ait Bir Karar İncelemesi) 57-68. 87 EYLÜL ’10 SİCİL Prof. Dr. Erol AKI Emekli Öğretim Üyesi İşveren ve İşkolu Değişikliğinin Yetki Süreci ve Toplu İş Sözleşmesine Etkisi Makalemizin konusu işçi ve işverenler arasındaki toplu iş ilişkilerini doğrudan ilgilendirmektedir. Bu nedenle bu ilişkilerin ekonomik ve örgütsel niteliğine kısa da olsa değinmek istiyoruz. Bir bireyin kendi yetenek ve gücünden dilediği gibi yararlanmak istemesi elbette o kişinin en doğal hakkıdır. Kişi bu özelliklerini ister kendi işinde isterse işverenin emrinde çalışarak değerlendirebilir. İşçi ve işverenlere ekonomik alanda diledikleri gibi (özgürce) davranma olanağının tanınması ve rekabet serbestisi, sanayileşen batı ülkelerinde ticaret ve sanayinin aşırı ölçüde gelişmesine ve sermaye birikimine yol açmıştır. Ancak güçlü işverenler karşısında pazarlık şansına sahip olmadıklarının farkına varan işçiler, liberal ekonominin dolayısıyla sözleşme serbestisinin kendi aleyhlerine sonuç verdiğini görmüşler ve haklarını alabilmek için çareyi, işverenlere karşı kendi aralarında birleşmede bulmuşlardır1. Bu gelişme giderek işçi ve işveren sendikalarının ve toplu iş ilişkilerin doğumuna, iş yaşamındaki bu değişiklikler iş hu88 kukunun da gelişmesine yol açmıştır. Dünyada ve ülkemizde iş hukukunun gelişmesi esas itibariyle ekonomik yönden zayıf olan işçilerin haklarının güvence altına alınması ve korunması doğrultusunda olmuştur. İş Kanunu’nun koruyucu hükümleri, işçilerin işe alınmalarında, işin devamı süresinde ve iş ilişkisinin sona ermesinde ancak asgari düzeyde korunma sağlayabilmektedir. İşçinin ücret ve çalışma koşullarını bu asgari seviyenin üzerine çıkarabilmesi ancak, emrinde çalıştığı işverenin anlayışına ve insafına kalmaktadır. Hemen belirtelim ki, böyle bir düşüncenin, günümüzde özgürlükçü demokratik düzenlerin iş hukuku öğretisinde ve uygulamasında kabul görmesi elbette mümkün olamamıştır. Emek-sermaye çatışmasının çalışma yaşamını ve giderek toplum düzenini olumsuz yönde etkilememesi için devlet, anayasaya koyduğu hükümlerle işçi ve işverenlere ücret ve çalışma koşullarını aralarında pazarlık yolu ile iyileştirme olanağı da tanımıştır. Ne var ki işçilerin tek başlarına, anayasa ile kendilerine sağlanan EYLÜL ’10 böyle bir olanağı kullanmaları mümkün bulunmadığından, onlara ayrıca sendikalaşma ve toplu iş sözleşmesi yapabilme haklarının bu kez de yasama yolu ile tanınması gerekmiştir. Ülkemizde önce işçiler toplu iş sözleşmesi yapabilmek için kendi örgütlerini kurmuşlar, ancak bir süre sonra toplu pazarlıkta dengenin giderek işveren aleyhine ve güçlü işçi sendikaları yararına bozulmaya başladığı görüldüğünden, işverenlerin de kendi sendikalarını kurmaya ve işçi sendikaları ile toplu pazarlığa örgütlü olarak katılmaya başladıkları görülmüştür. Anayasamıza göre; “İşçiler ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma hakkına sahiptirler” (m. 51, f. 1). Bu hükme dayanılarak çıkarılan 05.05.1983 tarihli ve 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’na (Sen. K.) göre; “Bu kanunun amacı, çalışma ilişkilerinde ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerin korunması ve geliştirilmesi için işçiler ve işverenler tarafından meydana getirilen sendikalar ile konfederasyonların kuruluşu, teşkilâtı, faaliyeti ve denetlenmesi esaslarını düzenlemektir” (m. 1). Yine Anayasamıza göre; “İşçiler ve işverenler, karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve çalışma şartlarını düzenlemek amacıyla toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahiptirler.” (m. 53/1). Ancak işçiler sahip oldukları bu hakkı üyesi bulundukları sendikaları aracılığı ile kullanmaktadırlar. Gerçekten toplu iş sözleşmesi, işçi sendikası ile işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren arasında bağıtlanan bir sözleşme olup; hizmet akdinin yapılması, içeriği ve sona ermesi ile ilgili hususları düzenlemektedir (TSGLK. m. 2/1). Kuşkusuz toplu iş sözleşmesi yapılabilmesi için sendikalaşma ve toplu iş sözleşmesi yapabilme haklarının tanınmış olması yeterli olmayıp, bununla ilgili mevzuatın çıkarılması, uygulamanın başlaması, uygulama sırasında doğan sorunların doktrin ve yargı kararları ile çözümlerinin gösterilmesi gereklidir. Doğrusunu söylemek gerekirse Türk sendikacılığı her şeye rağmen bu konuda önemli bir mesafe kat etmiş bulunmaktadır. Ancak işleyen sürece mevzuat SİCİL yolu ile yapılan müdahaleler yanında ekonomik ve sosyal koşulların zorlamasıyla birtakım yeni sorunların ortaya çıkması doğal karşılanmaktadır. Bu çalışmamızda, uygulamada ortaya çıkan tüm sorunlara değil, fakat yalnızca işveren ve işkolu değişikliğinin toplu iş sözleşmesi yetki sürecine ve toplu iş sözleşmesine yapacağı olası etki üzerinde durulacaktır. I- Toplu İş Sözleşmesi Ehliyeti ve Yetkisi Bir işçi sendikası ancak kurulu olduğu işkoluna dahil olan bir işyerinde toplu iş sözleşmesi yapabilme ehliyetine sahiptir. Diğer bir ifadeyle toplu iş sözleşmesi ehliyeti, belirli bir işkolunda kurulu olan sendikanın aynı işkoluna giren işyeri veya işyerlerinde ya da işletmede yapılacak toplu iş sözleşmesine taraf olma hakkına sahip olduğunu gösterir. Toplu sözleşme yetkisi ise, toplu sözleşme yapabilme ehliyetine sahip taraflardan birisinin (işçi sendikası, işveren veya işveren sendikasının)2 karşı taraf ile toplu iş sözleşmesi yapabilmek için kanunen onu toplu görüşmeye çağırabilme yetkisine sahip olmasını ifade eder3. 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, işçi sendikalarının işveren ile toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili olabilmeleri için, iki ayrı koşul aramaktadır. Bunlardan birincisi, bağlı oldukları işkolunda en az yüzde on oranında üyeye sahip olmaları, diğeri her bir işyerinde veya işletmede çalışan işçilerin toplamının yarısından fazlasının o sendikaya üye olmasıdır. Anılan Kanunun 12. maddesine göre “Kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde onunun (tarım ve ormancılık, avcılık ve balıkçılık işkolu hariç) üyesi bulunduğu işçi sendikası, toplu iş sözleşmesinin kapsamına girecek işyeri veya işyerlerinin her birinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının kendi üyesi bulunması halinde bu işyeri veya işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir. İşletme sözleşmeleri için işyerleri ayrı ayrı değil fakat bir bütün olarak nazara alınır ve yarıdan fazla çoğunluk buna göre hesaplanır. Bir işveren sendikası, üyesi işverenlere ait işyerleri, sendika üyesi olmayan bir işveren ise 89 EYLÜL ’10 SİCİL kendi işyeri veya işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir. Bir işkolunda çalışan işçilerin yüzde onunun tespitinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca her yıl Ocak ve Temmuz aylarında yayımlanacak istatistikler esas alınır. Bu istatistiklerde belirtilecek işkolundaki bütün işçi sayısı ile bu işkolundaki sendikalara mensup üye sayısı toplu sözleşme ve diğer işlemler için istatistik yayımlanıncaya kadar geçerlidir. Yetki belgesi almak üzere müracaat eden veya yetki belgesi alan işçi sendikasının yetkisini daha sonra yayımlanacak istatistikler etkilemez. (Değişik Cümle R.G. 05.02.2010 No: 27484 , Kanun No: 5951/4) Bakanlık; yetkili sendikanın belirlenmesinde ve istatistiklerin düzenlenmesinde, 01/08/2010 tarihinden itibaren kendisine gönderilen üyelik ve istifa bildirimleri ile Sosyal Güvenlik Kurumuna yapılan işçi bildirimlerini esas alır. Bu tarihe kadar Bakanlıkça yayımlanmış bulunan en son işçi ve üye istatistikleri geçerlidir. Yayımından itibaren 15 gün içinde itiraz edilmeyen istatistikler kesinleşir. Ancak, istatistiğin gerçeğe uymadığı gerekçesiyle bu süre içinde Ankara İş Mahkemesi’ne başvurulabilir. Mahkeme bu itirazı 15 gün içinde sonuçlandırır. Mahkemece verilen karar ilgililerce veya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca temyiz edilebilir. Yargıtay’ca bu temyiz talebi 15 gün içinde kesin karara bağlanır”. Kanunun 12. maddesinin açık hükmünden anlaşıldığına göre işçi sendikasının, toplu iş sözleşmesi yetkisi alabilmesi için, hem bağlı olduğu işkolunda kayıtlı işçilerin yüzde onunu üye kaydetmiş olması, hem de toplu iş sözleşmesi yapmak istediği işyeri veya işyerleri ya da işletmede mevcut işçi toplamının yarısından çoğunu da sendikasına üye yapmış olması gerekmektedir. Şu halde yasa, işçi sendikasının yalnızca kurulu olduğu işkolundaki işçi toplamının yüzde onuna üye olarak sahip olmasını yeterli bulmamakta, ayrıca toplu sözleşme yapmak istediği her bir işyerinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasını sendikasına üye kaydetmiş olmasını aramaktadır. Eğer toplu sözleşme yetkisi alınacak olan 90 yer işletme ise, o işletmeye dahil her bir işyerinde çalışan işçilerin değil, fakat işletmeye dahil tüm işyerlerinde çalışan işçilerin toplamının yarısından fazlasının işçi sendikasına üye olmaları yeterli olacaktır. Diğer bir ifadeyle sendika, işletmeye dahil işyerlerinin bir kısmında çalışan işçilerin yarıdan fazlasını henüz üye kaydedememiş olsa bile, işletmeye dahil işyerlerindeki işçilerin toplamının yarısından çoğunun sendikanın üyesi olması halinde yetki tespiti için Bakanlığa başvurabilecektir. Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu (TSGLK.), yetki konusunda işçi sendikaları için aradığı sayısal koşulları işveren veya işveren sendikaları bakımından aramamıştır. Nitekim TSGLK.’nın 12/2 maddesine göre “Bir işveren sendikası, üyesi işverenlere ait işyerleri, sendika üyesi olmayan bir işveren ise kendi işyeri veya işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir”. II- Yetki Süreci İşçi sendikasının işvereni toplu görüşmeye çağırabilmesi için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurarak toplu iş sözleşmesi için yetkili olduğunu gösterir bir belge (TSGLK.’nın 16. maddesine göre “Yetki Belgesi”) alması gereklidir. 1- Yetki için işçi sendikasının başvurusu Toplu iş sözleşmesi yapma ehliyetine sahip ve kendisini işverenle toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili gören işçi sendikası, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na (Bakanlık) bir yazıyla başvurarak, kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçi sayısının yüzde onunu üye kaydettiğini ve toplu sözleşme yapmak istediği işyeri veya işyerlerinde yeterli üye çoğunluğuna sahip olduğunu ileri sürüp, başvuru tarihi itibariyle çalışan işçilerle üyelerinin sayısının tespitini talep edecektir. Başvuruda bulunan işçi sendikası kendisinde bulunan üyelik fişlerini, yetki için bakanlığa başvuru tarihinden itibaren üç işgünü içinde işverene vermek zorundadır (TSGLK. md.13/1)4. Eğer toplu iş sözleşmesi ilk kez yapılmıyorsa, işçi sendikası o işyerinde halen yürürlükte EYLÜL ’10 bulunan toplu iş sözleşmesinin süresinin bitmesinden önceki yüz yirmi gün içinde çoğunluk tespiti için Bakanlığa başvuruda bulunabilecektir (TSGLK. md.7/3). Ayrıca belirtilmesi gerekir ki; uygulamada çok nadir de olsa işveren veya işveren sendikasının bir işçi sendikası ile toplu iş sözleşmesi yapmak istemesi söz konusu olabilecektir. İşte bu durumunda, ilgili işveren ya da işveren sendikasının Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bir yazı ile başvurarak kurulu bulunduğu işkolundaki yetkili işçi sendikanın tespitini istemesi gerekmektedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı; tespit edilen yetkili işçi sendikasının isim ve adresini, işkolundaki ve o işyerindeki işçi sayısı ile, bu sendikanın işkolunda ve o işyerindeki üye sayısını, işkolunda kurulu işçi sendikalarına ve talepte bulunan işveren veya işveren sendikasına başvurunun alındığı tarihten itibaren altı işgünü içinde bildirir. Yetkili sendika bulunmaması halinde ise durum, altı işgünü içinde sadece başvuruda bulunan işveren veya işveren sendikasına bildirilir (TSGLK. md.14). Yetki tespiti için yapılan başvurunun Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yasaya uygun bulunmaması halinde durum yalnızca başvuruda bulunan tarafa bildirilir (TSGLK. md.13/2 ve 15/1)5. 2- Yetki itirazı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (Bakanlık) tarafından düzenlenen tespit yazısını alan ilgili taraflar isterlerse, tespit yazısının tebliğinden itibaren altı işgünlük hak düşürücü süre içinde yetkiye itiraz edebilirler. Ancak işkolu itibariyle yüzde onluk yetki barajını aşamamış olan işçi sendikasının yasal olarak yetki itirazında bulunması söz konusu olamayacağı için sendikanın yapmış olduğu itirazı, işin esasına girilmeden red edilecektir6. Dikkat edilmesi gereken diğer bir önemli nokta, itiraz dilekçesinin iş mahkemesine verilmesinden önce, Bakanlığın o yerdeki Bölge Müdürlüğüne kayıt ettirilmesinin gerekli olduğudur. Yetki itirazı davasının hem Bakanlığa, hem de Bakanlığın yetkili olduğunu bildirdiği sendikaya karşı açılması gerekmektedir. SİCİL TSGLK.’nın 15. maddesine göre itiraz davasına bakacak olan mahkeme, işyerinin bağlı olduğu bölge müdürlüğünün bulunduğu yerdeki iş davalarına bakmakla görevli mahkemedir. Eğer yapılmak istenen toplu iş sözleşmesi birden fazla bölge müdürlüğünün yetki alanına giren işyerlerini kapsıyorsa itirazın Ankara’daki iş mahkemesine; işletme toplu iş sözleşmesi (TSGLK.md.3/2) yapılması söz konusu ise itirazın işletme merkezinin bulunduğu yerdeki iş mahkemesine yapılması gerekecektir. “İşçi ve üye sayılarının tespitinde maddi hata iddiasıyla süreye ilişkin itirazları mahkeme altı işgünü içinde duruşma yapmaksızın kesin olarak karara bağlar. Bunların dışındaki itirazlar için mahkeme duruşma yaparak karar verir. Duruşma sonunda verilecek karar temyiz edildiği takdirde Yargıtay’ca onbeş gün içinde kesin karara bağlanır. Mahkemeye itirazın yapılması, karar kesinleşinceye kadar yetki işlemlerini durdurur.”(md.15/2 ve son) 3- Yetki belgesinin alınması Bakanlığın tespit yazısına, tebliğ tarihinden itibaren altı iş günü içinde itiraz edilmemişse, itiraz süresinin sona ermesinden itibaren altı işgünü içinde; eğer tespit yazısına süresi içinde itirazda bulunulmuş olmasına rağmen yapılan itiraz iş mahkemesi tarafından red edilmiş ise, mahkeme kararının tebliği tarihinden itibaren altı işgünü içinde, yetki için başvuruda bulunmuş olan işçi sendikasına bir yetki belgesi verilir md.16/1. Bir işçi sendikası tarafından yetki belgesi alındıktan sonra bir başka sendikanın aynı işyerinde toplu iş sözleşmesi yapmak isteği ile Bakanlığa (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı) başvuruda bulunması ve bu sendikaya da toplu iş sözleşmesi yapması için yetki belgesi verilmesi söz konusu olamaz. Çünkü daha önce verilmiş olan yetki belgesi ile; ilk kez yetki için başvuran sendikanın kurulu bulunduğu işkolundaki işçilerin en az yüzde onuna üye olarak sahip olduğu ayrıca toplu iş sözleşmesi yapmak istediği işyeri veya işyerlerindeki işçilerin yarıdan fazlasının sendikasının üyesi olduğu resmen kanıtlanmış olmaktadır7. Yetki belgesi alınmadan yapılan bir toplu 91 EYLÜL ’10 SİCİL iş sözleşmesinin taraflarından birinin veya her ikisinin toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilerinin bulunmadığı, ilgililerce veya Bakanlıkça ileri sürülerek dava açılabilir. Hükümsüzlük davasının, yetki belgesi alınmadan toplu iş sözleşmesinin yapılmış olduğu Bakanlık tarafından tespit edildiği tarihten itibaren kırkbeş gün içinde açılması gerekir. Süresinde dava açılmaması veya açılan davanın takip edilmemesi nedeniyle düşmesi, yapılan toplu iş sözleşmesini (ehliyetsizlik durumu dışında) etkilemez. İşçi sendikasının, yetkili olduğunun tespiti için Bakanlığa başvuruda bulunmadan toplu iş sözleşmesinin yapılmış olması nedeniyle açılan hükümsüzlük davasında yetki koşullarının varlığı, toplu iş sözleşmesinin imzalandığı tarih itibariyle değerlendirilmelidir8. Yasanın aynı maddesinde, “Hükümsüzlük konusundaki dava, işyerinin bağlı olduğu bölge çalışma müdürlüğünün bulunduğu mahaldeki iş davalarına bakmakla görevli mahkemede açılır. Toplu iş sözleşmesi birden fazla bölge çalışma müdürlüğünün yetki alanına giren işyerlerini kapsıyor ise davanın Ankara iş mahkemesinde açılması gerekir. Bu davada hakim, talep üzerine, gerekli görürse toplu iş sözleşmesinin uygulanmasını dava sonuna kadar durdurabilir” (md.16/3 ve son). III- İşyerinde İşveren Değişikliği ve Yetki Sürecine Etkisi 1- İşyerinde işveren değişikliği a. İşveren İşçi sendikasının bir işyerinde çalışan üyeleri için işverenle toplu iş sözleşmesi yapabilmesi amacıyla Bakanlığa yazılı olarak yaptığı çoğunluk tespiti başvurusuna ve bununla başlayan sürece yukarıda değinilmiştir. Bu süreç içinde işveren değişikliği olgusuna girmeden önce işveren ve işyeri tanımına İş Kanunu, Sendikalar Kanunu ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu açısından kısaca değinmek gerekir. İşveren tanımına yer veren 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinde, bir iş sözleşmesi92 ne dayanarak işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlara işveren denilmiş olduğunu görmekteyiz9. Görüldüğü üzere bir gerçek veya tüzel kişinin ya da kamu kurum veya kuruluşunun işveren sayılabilmesi için işçi çalıştırması gerekmektedir. 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’na göre, işçi sayılan kimseleri çalıştıran gerçek veya tüzelkişiye ve tüzel kişiliği olmayan kamu kuruluşlarına keza bir adi şirkette fiziki veya fikri emek arzı suretiyle ortak olanların haricinde kalan ortaklar da bu Kanun bakımından işveren sayılmışlardır (2821 sK.md.2). Sendikalar Kanunu’nda işveren vekili tanımında 4101/1 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle; işveren sayılan gerçek ve tüzel kişiler ve tüzel kişiliği olmayan kamu kuruluşları adına işletmenin bütününü sevk ve idareye yetkili olanlara işveren vekili denilerek, işletmenin bütününü sevk ve idareye yetkili olan işveren vekilleri de Sendikalar Kanun bakımından işveren sayılmışlardır (md.2 f 6 ve7). 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu (TSGLK)’nda, İş Kanunu ve Sendikalar Kanunu’nda yapıldığı gibi doğrudan bir işveren tanımı yer almamıştır. Ancak 2822 sayılı Kanun, amacının işçilerin ve işverenlerin karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve çalışma şartlarını düzenlemek üzere, toplu iş sözleşmesi yapmalarının esaslarını ve usullerini tespit etmek olduğunu belirterek, Sendikalar Kanunu ile yakından ilgili olduğunu göstermiştir. Nitekim TSGLK.’nın 2. maddesine göre: “Toplu iş sözleşmesi, hizmet akdinin yapılması, muhtevası ve sona ermesi ile ilgili hususları düzenlemek üzere işçi sendikası ile işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren arasında yapılan sözleşmedir.” Kanunun 3. maddesinde 1986 yılında 3299 sayılı Kanun ile bir değişiklik yapılarak, “… bir kamu kurum ve kuruluşuna ait aynı işkolunda birden çok işyerine sahip bir işletmede ancak bir toplu iş sözleşmesi yapılabilir. Bu Kanun anlamında bu sözleşmeye işletme toplu iş sözleşmesi denir.” hükmü getirilerek böylece gerek İş Kanunu, gerekse Sendikalar Kanunu ile bağlantı kurulmuştur. EYLÜL ’10 b. İşyeri İş Kanunu’nun tanımlar ile ilgili 2. maddesinde işyeri tanımına da yer verilmiştir. Buna göre; “İşveren tarafından mal ve hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile işçinin birlikte örgütlendiği birime işyeri denir”. Maddenin açık ifadesinden anlaşılacağı üzere bir işyeri, mal ve hizmet üretmek amacıyla kurulan, hem (arsa, bina, makine, tezgah, teçhizat v.b) maddi olan, hem de (deneyim, marka, patent, işletme hakları, müşteri portföyü v.b) maddi olmayan unsurlar ile işçilerden oluşan bir birimdir10. Ayrıca “İşyeri, işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir bütündür” (md.2/3). c. İşyerinde işverenin değişmesi İşyeri ve işyerlerinde işverenin kimi zaman ekonomik çoğu zaman da işletmesel nedenlerle değişmesi, günlük yaşamımızda oldukça sık rastlanan olağan bir durumdur. Bu durum bazen işyerinin kısmen veya tamamen bir hukuki işlemle diğer bir gerçek ya da tüzel kişiye satış suretiyle devri veya sair bir suretle intikali, bir şirketin diğerine katılması, işveren konumundaki iki şirketin yeni bir unvan altında birleşmesi, işyerinin miras yolu ile intikali11, borçlarından dolayı satılması veya iflas idaresince el konulması, bir işyerinde çalışan işçilerin ve iş sözleşmelerinin, devreden ve devralan işverenler ile işçiler arasında yapılan üçlü bir anlaşma ile devralan işverene intikali, bir işyerinde yürütülen yardımcı işlerin veya asıl işin bir bölümünün alt işverene verilmesi vb. çeşitli şekillerde ortaya çıkmaktadır12. Bir işyerinde işveren değişikliği, genel olarak bir hukuki işlemle13, işyerinin bir işverenden diğer bir işverene devri suretiyle gerçekleşmektedir. İşyeri ancak işveren tarafından mal ve hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile işçinin birlikte örgütlendiği birim olduğuna göre işyeri devri işleminde işçileri hariç tutmak mümkün değildir. Aksi takdirde bir işyeri devrinden değil fakat bir mamelekin devrinden söz etmek doğru olur14. Örneğin bir fabrikayı mal ve hizmet üretmek amacı dışında satın alan ya da alacağına karşı- SİCİL lık devralan kişi, İş Kanununa göre işveren sıfatını kazanamadığından, böyle bir durumda iş hukuku anlamında işveren değişikliğinden söz etmek doğru olmaz. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 6. maddesi “İşyeri Devri”ni düzenlemiştir. Maddenin birinci fıkrasına göre: “İşyeri veya işyerinin bir bölümü hukuki bir işleme dayalı olarak başka birine devredildiğinde, devir tarihinde işyerinde veya bir bölümünde mevcut olan iş sözleşmeleri bütün hak ve borçları ile birlikte devralana geçer”15. Maddenin 2. fıkrasına göre “Devralan işveren, işçinin hizmet süresinin esas alındığı haklarda, işçinin devreden işveren yanında işe başladığı tarihe göre işlem yapmakla yükümlüdür”. Görüldüğü üzere 6. madde uyarınca işyerinin devri sırasında yapılan hukuki işleme işçilerin de katılması gerekli değildir16. Çünkü anılan madde uyarınca devir tarihinde işyerinde mevcut iş sözleşmeleri bütün hak ve borçlarıyla birlikte yasa gereği olarak kendiliğinden devralana geçecektir. Şu kadar ki bu hüküm, iflas dolayısıyla malvarlığının tasfiyesi sonucu işyerinin veya işyerinin bir bölümünün başkasına devri halinde uygulanmaz (İş K. md. 6/ son). Kamu işyerlerinin de özelleştirme sonucu kısmen hatta tamamen başka bir işverene devri de hukuki bir işlemle işyeri devri olarak nitelendirilemez17. 2- İşveren değişikliğinin yetki sürecine ve toplu iş sözleşmesine etkisi Bir işçi sendikasının belirli bir işverenin işyerinde örgütlediği üyeleri için o işyeri işvereni ile toplu iş sözleşmesi yapmak amacıyla Bakanlığa yetki başvurusunda bulunması ile başlayan süreç içinde işverenin değişmesini olağan bir durum olarak görmek her zaman mümkün değildir. Yıllarca endüstri ilişkilerinin gerektirdiği düzen içinde çalışan işletmeler bir yana bırakılacak olursa; işyerinde herhangi bir işçi sendikası ile henüz toplu iş sözleşmesi imzalamamış olan bir işverenin o güne kadar iyi ilişkiler içinde olduğu işçilerinin günün birinde sendikaya üye olarak hak arayışı içine girmelerini anlayışla karşılaması oldukça istisnai bir durumdur. 93 EYLÜL ’10 SİCİL İşçilerinin bir sendikaya üye olduklarını öğrenen böyle bir işverenin genellikle ilk aklına gelen, işçileri ile konuşup onlara yanlış yaptıklarını söyleyip, sendikaya üye olmalarının neden sakıncalı olduğunu anlatarak bu yanlıştan hemen dönmeleri gerektiği konusunda onları sözle, hatta yasaya uygun olmasa da sonucuna katlanmayı göze aldığı bazı yöntemlerle uyarmaya çalıştığı görülmektedir. Ancak böyle bir durum karşısında işverenlerin gösterdikleri tepkileri, aldıkları önlemleri ve bunların muhtemel hukuki sonuçlarını incelemek işbu yazının konusu değildir. Bu nedenle aşağıda, yetki süreci içinde soyut olarak işveren değişikliğinin yetki sürecine ve toplu iş sözleşmesine etkisi ele alınacaktır. Toplu iş sözleşmesi bir işyerinde veya işyerlerinde çalışan sendika üyesi işçiler için hizmet akdinin yapılması, muhtevası ve sona ermesi ile ilgili hususları düzenlemek amacıyla o işyeri veya işyerlerinin işvereni ile işçi sendikası arasında, yapılan bir sözleşmedir. Yetki başvurusu yapıldıktan sonra salt işvereninin değişmesi yetki sürecini etkilememektedir. Nitekim Yargıtay 9. Hukuk Dairesi’ne göre, TSGLK md. 8’de, “… toplu iş sözleşmesinin uygulandığı işyerinde işverenin değişmesi toplu iş sözleşmesini sona erdirmez hükmü yer almaktadır. Bu kuralın yetki safhasında işverenin değişmesi halinde de göz önünde tutulması ve uygulama olanağının bulunduğunun kabulü gerekir”18. Bu durumda Bakanlığa TSGLK. md. 12 uyarınca yetki için yeni bir başvuru gerekmeyecektir. Bakanlığın yapacağı çoğunluk tespitinin sonucu işyerini devir alan yeni işverene bildirilecek ve bundan sonraki işlemler yeni işveren tarafından yerine getirilecektir. Devir işleminden sonra işçi sendikasının o işyerindeki üyelerinin miktarında, işyeri çoğunluğunu olumsuz yönde etkileyecek derecede değişiklik olsa bile bundan sendikanın yetkisi etkilenmeyecek19 ve toplu pazarlık yeni işverenle yürütülecek, yapılacak toplu iş sözleşmesi de işyerini devralan işvereni bağlayacaktır. İşyerini devreden veya devralan işveren çalışan işçilerin iş sözleşmelerini işyerinin veya işyerinin bir bölümünün devrinden ötürü feshedemez; hatta devir, işçi yönünden de fesih 94 için haklı sebep oluşturmaz (İş K. md.6/5). Bu nedenle işyeri aynı kalmakla birlikte işverenin değişmesi, bireysel iş sözleşmelerini sona erdirmediği için (İş K. md.6/1), işyerinde çalışan işçilerin iş sözleşmeleri de yeni işverene intikal etmiş olacak ve sendika üyesi işçiler yapılacak olan toplu iş sözleşmesinden yürürlük tarihi itibariyle yararlanacaklardır. Ne var ki, bir işletmeye bağlı işyerlerinden biri veya bir işyerinde yürütülen mal ve hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerin (örnek olarak taşıma işinin) ya da asıl işin bağımsız bir bölümünün (örneğin pazarlama ve satış bölümünün) bir bütün olarak başka bir işverene devredilmiş olması halinde devralan işverenin yürüteceği faaliyetin başka bir işkolunun kapsamına girmesi olasılığında, çoğunluk tespiti için işçi sendikasının yaptığı başvurunun sonucu devir alan işvereni bağlamayacaktır20. Çünkü çoğunluk tespitinde bulunulduğu sırada gerek işçi sendikasının, gerekse işverenin bağlı olduğu işkolu aynı olmasına rağmen, işletmeye bağlı işyerlerinden birisinin veya işyerinin bağımsız bir bölümünün devrinden sonra devralan işveren bakımından artık işkolu değişmiştir. Bu nedenle işçi sendikasının Bakanlık’tan alacağı toplu iş sözleşmesi yetkisi devralan işvereni bağlamayacaktır. Artık bu durumda, devir olunan işyerinin tabi olacağı işkolunda faaliyet gösteren ve %10’luk barajı geçmiş olan ilgili işçi sendikasının, işkolu değişikliği nedeniyle önceki sendikadaki üyelikleri sona ermiş olan (2821 s.K.md. 25/son) işçileri örgütledikten sonra yetki için gerekli çoğunluğu sağladığının tespiti talebiyle Bakanlığa başvuruda bulunması gerekecektir. 3- İşkolu değişikliğinin yetki sürecine ve toplu iş sözleşmesine etkisi Sendikalar Kanunu’nun üçüncü maddesine göre “İşçi sendikaları, işkolu esasına göre bir işkolunda ve Türkiye çapında faaliyette bulunmak amacı ile bu işkolundaki işyerlerinde çalışan işçiler tarafından kurulur. İşveren sendikaları, işkolu esasına göre bir işkolunda ve Türkiye çapında faaliyette bulunmak amacı ile bu işkolundaki işverenler tarafından kurulur. Kamu işveren sendikalarının, EYLÜL ’10 aynı işkolundaki kamu işverenleri tarafından kurulması ve aynı işkolunda faaliyette bulunması şartı aranmaz. Bir işkolunda birden fazla sendika kurulabilir. Meslek veya işyeri esasına göre işçi sendikası kurulamaz”. Yasanın açık hükmünden de anlaşıldığı gibi, kamu işveren sendikaları hariç işçi ve işveren sendikaları ancak işkolu esasına göre kurulabilirler. Öte yandan kamu işveren sendikaları da dahil olmak üzere işçi ve işveren sendikalarının kuruluş amacı, Türkiye çapında faaliyette bulunmak olmalıdır. Şu halde belirli bir bölgede veya yerde faaliyette bulunmak amacı ile sendika kurulması söz konusu olamaz. Bir işyeri veya işletmede21 çalışan işçileri örgütledikten sonra toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili olup olmadığının tespiti için (Çalışma ve Sosyal Güvenlik) Bakanlığı’na başvuran ve böylece yetki sürecini başlatan işçi sendikasının başvurusu, Bakanlıkça öncelikle toplu sözleşme yapmak istediği işyeri veya işletmenin, sendikanın kurulu olduğu işkoluna girip girmediği yönünden araştırılır. İşyeri veya işletmenin, başvuruda bulunan sendikanın kurulu olduğu işkoluna girmediğinin belli olması halinde sendikanın yetki tespiti için yaptığı başvurunun Bakanlık tarafından reddedilmesi gerekecektir. Çok sık olmasa da toplu iş sözleşmesi yapma isteği işveren sendikasından veya sendika üyesi olmayan işverenden de gelebilir. Bu konuda Bakanlığa başvuruda bulunan işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren, işyerinde veya işletmesinde yetkili olan sendikanın tespitini isteyecektir (TSGLK. md.14/1). İşkolu konusunda bir sorun yoksa, işçi sendikasının toplu iş sözleşmesi yapmak istediği işyeri veya işletmede çalışan işçilerin yarıdan fazlasını kendisine üye yapmış olup olmadığı kayıtlar üzerinden araştırılarak tespit edilir. Sonuç olumlu ise sendikanın başvurusu, işyeri veya işletmede işçi ve üye sayıları başvuruda bulunan sendikaya, işverene veya işveren sendikasına ve aynı işkolunda kurulu işçi sendikalarına bildirilir. Sonuç olumsuz ise durum yalnızca başvuruda bulunan işçi sendikasına bildirilir (TSGLK.md.13/2). Eğer Bakanlık işkolu bakımından gerekli SİCİL tespiti yapmadan işyerinin, sendikanın kurulu bulunduğu işkoluna girmediğini belirterek başvuruyu reddetmiş ise, bu durumda sendika toplu sözleşme yapmak istediği işyerinin girdiği işkolunun tespitini Bakanlıktan ister. Bakanlık gerekli tespiti yaparak kararını Resmi Gazete’de yayımlar. Kararın yayınını izleyen onbeş gün içinde ilgililer, tespite karşı yerel iş mahkemesinde dava açabilirler. Mahkeme iki ay içinde kararını verir. Kararın temyiz edilmesi halinde Yargıtay uyuşmazlığı iki ay içinde kesin olarak karara bağlar (Sen. K. md.4). İşçi sendikası yanında işverenin de işyerinin girdiği işkolunun tespitini isteme ve Bakanlığın bu konudaki kararının, R.G.’de yayınlanmasını izleyen onbeş gün içinde ilgili iş mahkemesinde itirazda bulunma hakkı vardır. Sen. K. md. 4 uyarınca işkolu tespitinin işyeri esas alınarak yapıldığını vurgulamak gerekir22. Eğer bir işyerinin sahibi Türk Ticaret Kanunu’na göre kurulmuş olan bir şirket ise, faaliyet konuları ana sözleşmesinde yer almaktadır. Bakanlık yetkilileri de yeni kurulan bir işyerinin tabi olacağı işkolunu kayıtlar üzerinden yapmaktadırlar. Nitekim İş K. md.3/son uyarınca şirketlerin tescil kayıtları ticaret sicil memurlarının gönderdiği belgeler üzerinden yapılır. İtiraz olmadığı sürece işyerinin girdiği işkolu hatalı olarak yazılmış olsa bile çoğunlukla uyuşmazlık konusu olmaz. Ancak bir işçi sendikası tarafından toplu iş sözleşmesi yapılması için Bakanlığa yetki başvurusunda bulunulduğunda işyerinin bağlı olması gereken işkolu, işçi sendikaları arasında veya sendika ile işveren arasında uyuşmazlık konusu olabilmektedir. Böyle bir itiraz yetki süreci içinde olabileceği gibi, Bakanlığın yetki tespiti yazısı üzerine iş mahkemesine yapılan yetki itirazı ile birlikte gündeme gelmiş de olabilir (TSGLK. md. 15). Bu durumda iş mahkemesinin işkolu itirazını Bakanlığa bildirerek, işyerinde fiilen yapılan işin incelenerek işkolunun tespit edilmesini talep edebilir. Bu durumda işkolu itirazı çözüme bağlanmadan yetki itirazı hakkında bir karar verilmemelidir. Şu kadar ki Bakanlık işyerinin girdiği işkolu hakkında evvelce karar vererek bu kararını RG. ile yayımlamış olup buna karşı süresi içinde itirazda bulunulmamış23 veya 95 EYLÜL ’10 SİCİL yapılan itiraz reddedilerek mahkeme kararı da kesinleşmiş ise, artık işkolu itirazı dinlenemez. İşyeri devredilmiş ve işyerinde yürütülen mal ve hizmet üretiminde, işyerinin başka bir işkoluna girmesini gerektirecek boyutta esaslı bir değişiklik olmuş ise böyle bir durumda daha önce kesinleşmiş olan işkolu tespiti gerekçe gösterilerek yapılan itirazın reddi isabetli olmaz24. Çünkü işyeriyle ilgisi olmadığı bir işkolunda kurulu işçi sendikasının bu işyerinde toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi olmadığından, buna rağmen toplu iş sözleşmesi yapılmış ise Sen. K.md.3 ve TSGLK.md.16/2 dayanılarak açılacak dava sonunda iş mahkemesi toplu iş sözleşmesinin hükümsüzlüğüne karar verebilecektir. Çünkü işçi sendikasının kurulu bulunduğu işkoluna giren bir işyeri için verilmiş olan yetki belgesi ile o işyerinin başka bir işkoluna girdiğinin tespitinden sonra yapılan toplu iş sözleşmesi sendikanın ehliyetsizliği nedeniyle geçersizdir25. Yetki belgesi alınmadan yapılan bir toplu iş sözleşmesinin hükümsüzlüğü davası Bakanlıkça durumun tespitinden itibaren 45 gün içinde açılması gerekirken, işçi sendikasının kurulu bulunduğu işkolu haricindeki bir işkoluna giren işyeri için yaptığı toplu iş sözleşmesinin ehliyetsizlik nedeniyle iptali için açılacak dava herhangi bir süreye bağlı değildir. Hükümsüzlük nedeniyle sona eren toplu iş sözleşmesi, işyerinde bir süre uygulanmış ise, normatif nitelikteki (hizmet akdinin yapılması, muhtevası ve sona ermesine ilişkin) hükümleri sona erme tarihinden itibaren hizmet akdi olarak devam edecektir. TSGLK.md.6/3 uyarınca “Her ne sebeple olursa olsun sona eren toplu iş sözleşmesinin hizmet akdine ilişkin hükümleri yenisi yürürlüğe girinceye kadar, hizmet akdi hükmü olarak devam eder”. Toplu iş sözleşmesi bir işletmeye bağlı birden çok işyerlerini kapsamakta ise ve bu işyerlerinden birisinin bağlı olduğu işkolu değiştiğinde, hükümsüzlük kararı işletmeye dahil tüm işyerleri bakımından değil, fakat yalnızca işkolu değişen işyeri bakımından söz konusu olur. Yapılan işletme toplu iş sözleşmesi işletme kapsamındaki, işkolu değişmeyen diğer işyerleri için geçerli olacaktır. 96 Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; bir işletmeye bağlı üç işyeri mevcut olsun. Bu işyerlerinden ikisi 3 sıra no.lu Petrol, Kimya ve Lastik işkolunda, üçüncü işyeri ise 13 sıra no.lu Metal işkolunda faaliyet göstermekte olsun. 3 no.lu işkolunda kurulu bir işçi sendikası, her üç işyerinde çalışan işçileri sendikasına üye yapmış ve yetki tespiti için Bakanlığa başvuruda bulunmuş olsun. Bakanlık, aynı işletmeye bağlı üç işyerinden ikisi 3 no.lu işkoluna girdiğine göre işçi sendikasının üç işyerinde çalışan toplam işçilerin salt çoğunluğunun sendikaya üye olduğunu görerek işletme düzeyinde toplu iş sözleşmesi yapabileceğine dair tespit yazısını sendikaya, işverene ve işkolunda kurulu diğer işçi sendikalarına gönderdiğinde işveren, işçi sendikasının farklı işkolundaki bir işyerinde toplu iş sözleşmesi ehliyetinin olmadığı iddiasıyla yetki tespitine itiraz ederek yetki sürecini durdurabilecektir. Yetki itirazı mahkemece reddedilip işletme toplu iş sözleşmesi yapılmış olsa bile, bu kez de 13 sıra no.lu Metal işkolunda kurulu başka bir işçi sendikası; sendikaların kurulu oldukları işkolunun dışındaki bir işyerinde toplu iş sözleşmesi yapma ehliyetinin bulunmadığını ileri sürerek, 3 no.lu işkolundaki işçi sendikasının 13 no.lu işkoluna giren işyeri için yaptığı toplu iş sözleşmesinin iptalini her zaman dava edebilecektir. Çünkü ehliyetsizlik yapılan işlemi başından itibaren geçersiz kılar. Görüldüğü üzere işkolu değişikliği hem yetki sürecini, hem de buna rağmen yapılan toplu iş sözleşmesinin geçerliğini olumsuz yönde etkileyebilmektedir. İşkolu değişikliği çeşitli nedenlerle meydana gelmektedir26. Bir işyerinin bağlandığı işkolu Bakanlık tarafından Sen.K.md.4 uyarınca tespit olunarak RG. ile yayımlanıp kesinleşmedikçe, işyerinin girdiği işkolu çoğu kez tartışma konusu olabilmektedir. Bu durumda yapılacak iş, işyerinin girdiği işkolunun Sen.K. md.4 uyarınca Bakanlık tarafından tespitini talep etmekten ibarettir. İşveren zaman içinde işyerinde ürettiği mal ve hizmetin türünü, başka bir işkoluna girecek nitelik ve kapsamda tadil etmiş olabilir. EYLÜL ’10 Bir işyerinde yürütülen üretim faaliyeti içinde tali nitelikteki işler zamanla asıl işin yerini almış olabilir. Bu durum nedeniyle işyerinde yürütülen asıl işe bakılarak tespit edilen işkolunun bu kez tali işe göre tespit edilmesi söz konusu olacaktır. Sen.K.nun 60. maddesi ve buna bağlı İşkolları Tüzüğü değiştirilerek bazı işkollarının kapsamı genişletilmiş, bazılarının daraltılmış, hatta bazı işkolları birleştirilerek işkollarının sayısı azaltılmış olabilir. Elbette bu arada bazı işyerlerinin de girdiği işkolu da değişmiş olacaktır. Bu yeni duruma uyum sağlamak için Bakanlıkça yeniden işkolu tespitlerinin yapılması gerekmektedir. Son bir örnek de, 09.05.1985 tarih ve 3202 sayılı Kanun’la kurulan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 13.01.2005 tarih ve 5286 sayılı Kanun’la kaldırılması üzerine, Genel Müdürlük’te çalışan işçilerin kısmen özel idarelere, kısmen de belediyelere ve Tarım Bakanlığı’na devri ile birlikte hem işverenlerin hem de işyerlerinin bağlı olduğu işkollarının değişmiş olması sonucu olarak bundan yürürlükteki toplu iş sözleşmesinin etkilenmesidir27. Devirden önce Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı işyerlerinde Yol-İş Sendikası ile köy hizmetlerini temsilen TÜHİS Sendikası arasında yapılmış toplu iş sözleşmesinin öngördüğü ücret zamlarının uygulanmasına, işveren ve işkolu değişikliği nedeniyle son verilmesi üzerine iş mahkemesinde açılan dava sonunda mahkeme açılan davayı “devir ile işkolu değişikliği meydana geldiği; işkolunun değişmesi halinde 2821 sayılı Yasa’nın 25/son maddesine göre sendika üyeliğinin sona ereceği; esasen anılan toplu iş sözleşmesinin yeni iş yerinde hüküm ve sonuç doğurmayacağından hareketle” reddedildiğini bildirilmiştir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi 05.12.2007 tarihli ve E.2007/5989, K.2007/37055 sayılı bozma kararında: “2821 sayılı Kanun’un önceliği yoktur. Başka bir anlatımla 25. madde burada uygulanamaz. Çünkü kuruluş amacı farklıdır. Kaldı ki bir an için toplu iş sözleşmesinin sona erdiği kabul edilse dahi 2822 sayılı Kanun’un 6. maddesine göre ard etkisi devam eder. SİCİL Davacı işçi toplu iş sözleşmesinden, yeni işyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesi tarafı olan sendikaya üye olduğu tarihe kadar yararlanır. Aksi halde toplu iş sözleşmesini koruyan normatif hükümleri çiğnenmiş olur” denmiştir. Yargıtay’ın bu önemli kararı öğretide ele alınıp değerlendirilmiştir. Şahlanan ve Sümer, Yargıtay’ın “toplu iş sözleşmesinin sona erdiği kabul edilse dahi 2822 sayılı Kanun’un 6. maddesine göre ard etkisi devam eder” şeklindeki görüşüne katılmadıklarını, çünkü uyuşmazlık konusu olayda toplu iş sözleşmesinin sona ermediğini, işçilerin işkolu değişmesi nedeniyle toplu iş sözleşmesinden yararlanmalarının ortadan kalktığını belirtmişlerdir28. Aynı kararı değerlendiren ve bizim de yorumuna katıldığımız Tuncay’a göre; “… yasa ile işletme kapatılarak işletmenin faaliyetleri, araç, gereç ve tüm varlıkları ile orada çalışan işçileri bir başka işkolu kapsamına giren başka bir kamu işyerine devir olundukları takdirde İş K. md.6 anlamında bir işyeri devrinden söz etmek gerekir. Bu durumda hem işyeri kapandığı hem de orada çalışanlar bir başka işkolu kapsamındaki işyerine nakledildikleri için yürürlükteki toplu iş sözleşmesi ortadan kalkar. Ancak normatif hükümler devredilen sendikalı işçiler açısından 2822 sK. md.6 uyarınca hizmet akdi hükmü olarak devam eder. Ekleyelim ki işkolu değişikliği nedeniyle Yol-İş Sendikası üyeliğinin de sona ermiş olması TİS’in ard etkisini ortadan kaldırmaz. Zira hem işyeri devri hem üyeliğin kaybı yasa zoruyla aynı anda olmuştur”29. İşçilerin nakledildikleri işyerinde yürürlükte bulunan bir toplu iş sözleşmesi bulunması halinde, aynı iş yerinde aynı dönemde birden çok toplu iş sözleşmesinin olmasından ve bu durumun TSGLK.’nın 3/son maddesine aykırılığından da söz edilemez. Çünkü işkolu değişikliği nedeniyle işyerinde Yol-İş Sendikası ile TÜHİS arasında yapılan toplu iş sözleşmesi sona ermiştir. TSGLK.md.6/3 uyarınca “Her ne sebeple olursa olsun sona eren toplu iş sözleşmesinin hizmet akdine ilişkin hükümleri yenisi yürürlüğe girinceye kadar, hizmet akdi hükmü olarak devam eder”. İşyerinde diğer bir işkolunda kurulu sendika tarafından toplu iş sözleşmesi yapılmış olsa, işkolu değişikliği sebebiyle ön97 EYLÜL ’10 SİCİL ceki sendikadaki üyelikleri sona eren (Sen. K. md.25/5) işçiler bu sendikaya üye olmaları ile birlikte toplu iş sözleşmesinden yararlanmaya başlarlar. Ne var ki, önceki toplu iş sözleşmesi sona ermiş olduğundan bu durumda aynı iş yerinde aynı dönemde birden çok toplu iş sözleşmesinin varlığından söz edilemez. İşletme toplu iş sözleşmesinin kapsamına dahil işyerlerinden birinin, sendikanın kurulu olduğu işkolundan başka bir işkolu kapsamında olduğu tespit edilirse, işletme toplu iş sözleşmesi sona ermez30. Fakat başka bir işkoluna girdiği tespit edilen işyeri işletme toplu iş sözleşmesinin uygulama alanının dışına çıkmış olur. Toplu iş sözleşmesi henüz yürürlüğe girmemiş ise TSGLK.’nın 6/3 maddesinin uygulanması söz konusu olamaz. Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonra işyerinin başka bir işkolunun kapsamında olduğu tespit edilmiş ise TSGLK. md.6/3 uyarınca toplu iş sözleşmesinin normatif hükümleri yenisi yürürlüğe girinceye kadar hizmet akdi hükmü olarak uygulanacaktır. İşyerinin, kurulu olduğu işkolundan çıkarılarak başka bir işkoluna bağlanması halinde, işyerinde yürürlüğe girmiş ve uygulanmakta olan toplu iş sözleşmesinin artık geçerliği kalmayacaktır. Yukarıda değinildiği üzere toplu iş sözleşmesi yapılmış olan işyerinin aslında başka bir işkolunda olduğu tespit edilmiş olması nedeniyle toplu iş sözleşmesi, ehliyeti olmayan bir işçi sendikası tarafından yapılmış sayılacağından varlığı (tespit tarihinde) sona erecektir. Ancak toplu iş sözleşmesinin geçersizliği geçmişe etkili olmayıp, işkolu değişikliğinin tespit edildiği tarihten itibaren söz konusu olacağından31, toplu iş sözleşmesi geçersizlik nedeniyle sona erse bile, TSGLK. md.6/3 uyarınca, sona eren toplu iş sözleşmesinin normatif hükümleri yeni sözleşme yürürlüğe girinceye kadar, hizmet akdi hükmü olarak uygulanacaktır. DİPNOTLAR 1 Bkz., Nuri Çelik, İş Hukuku Dersleri, 19. Bası, s.3 vd.; Sarper Süzek, İş Hukuku, İstanbul 2008, s.6-14; Adil İzveren/ Erol Akı, İş Hukuku I.Cilt Bireysel İş Hukuku, İzmir 1999, s.16-21. 2 Gerçek kişilerde hak ehliyeti doğumla başlar ve ölümle sona erer (MK.md.28/2). Medeni hakları kullanma ehliyeti, 98 kişinin sezgin, ergin olmasına ve kısıtlı olmamasına bağlıdır (MK.md.10). Tüzel kişiler ise, hukuken geçerli olarak kuruldukları ve böylece kişilik kazandıkları anda hak ehliyetini elde ederler. Örneğin sendikalar, gerekli belgelerini hazırlayarak tüzüklerini ilgili valiliğe sunmaları ile birlikte tüzel kişilik kazanırlar (2821 SK.md.6/4), kanuna ve tüzüklerine göre zorunlu organlarını oluşturduktan sonra haklarını kullanabilirler (MK.md.49). E. Murat Engin’e göre, “Toplu iş sözleşmesi ehliyeti, bir toplu iş sözleşmesinin tarafı olma ehliyetidir”. Medeni hukuk alanında her gerçek ve tüzel kişi hak ehliyetine sahip iken, toplu iş sözleşmesi ehliyeti işveren sıfatını taşıyan gerçek ve tüzel kişiler ile sendika niteliğine sahip kuruluşlara tanınmıştır. Bkz., Engin, Toplu İş Sözleşmesi Sistemi, İstanbul 1999, s.100. 3 Oğuzman’a göre “Yetki, toplu iş sözleşmesi yapma ehliyetini haiz kuruluş veya kişinin belli bir toplu iş sözleşmesini yapabilmesi için kanunun aradığı niteliğe sahip olmasını ifade eder.” Kemal Oğuzman, Hukuki Yönden İşçi-İşveren İlişkileri, İstanbul 1986, C.I, s.22; Engin, Toplu İş Sözleşmesi Sistemi, s.119-125; Cevdet İlhan Günay, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Hukuku, Ankara 1999, s.464-466. 4 Y9.HD.’ne göre, “Sırf bu fişlerin üç işgünü içinde verilmemiş olması nedeniyle yetki tespiti iptal edilemez” (18.05.1990, E. 1989/5562, K. 1989/6040, Tekstil İşveren D., Haziran 1990, s.14; Yargıtay kararını eleştiren Çelik, bu durum karşısında yasal düzenlemenin pratik bir değer taşımayacağını ve gerçek durumu bilmeyen işverenlerin gereksiz yere yetki itirazında bulunmalarına yol açabileceğini ileri sürmektedir. Bak., Nuri Çelik, “Toplu İş Sözleşmesi Yetkisinin Tespitinde İşçi ve Sendika Üyesi Sayısının Belirlenmesine ve Tespit Usulüne İlişkin Sorunlar” Kamu-İş Ocak 1995, C.4, S.1, s.24. 5 Daha geniş bilgi için bak., Nuri Çelik, İş Hukuku Dersleri, s.498 vd.; Kenan Tunçomağ/Tankut Centel, İş Hukukunun Esasları, İstanbul 1999, s.345 vd.; Seza Reisoğlu, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Şerhi, Ankara 1986, s.176 vd.; Ünal Narmanlıoğlu, İş Hukuku II Toplu İş İlişkileri, İzmir 2001, s.338 v.d. 6 Çelik, “Bu hükmün konuluş nedeni, işkolundaki yüzde onluk temsil koşulunu elde edemeyen bazı sendikaların, itirazların uzun sürede karara bağlanmasından da yararlanarak, sırf rakip sendikayı engelleyerek ona zarar vermek için itirazda bulunmuş olmalarıdır. Ne var ki bu hüküm haksızlıklara yol açabilecek niteliktedir. Yüzde onluk temsil koşuluna sahip olmayan bir sendikanın itirazında haklı olması ve bunun kabulü halinde sonraki dönemde yüzde on sınırını aşarak yetki kazanması mümkündür” demektedir. Bkz., İş Hukuku Dersleri, s.502. 7 Tunçomağ/Centel, İş Hukukunun Esasları, s.349. 8 Bak, Melda Sur, İş Hukukunda Toplu İlişkiler, Ankara 2006, s.240. 9 Çelik, İş Hukuku Dersleri, s.39,40; Süzek, s.132-139; İzveren/Akı, Bireysel İş Hukuku, s.106-111; Murteza Aydemir, Türk Hukukunda İşveren, İşveren Vekili ve Alt İşveren Kavramları, MESS 185, 1993, s.7. 10 Bkz., Çelik, İş Hukuku Dersleri, s.53; Münir Ekonomi, İş Hukuku C.I Ferdi İş Hukuku, İstanbul 1984, s.58; Ali Güzel, İşverenin Değişmesi-İşyerinin Devri ve Hizmet Akitlerine EYLÜL ’10 Etkisi, İstanbul 1987, s.71; Günay, s.103; Tunçomağ/Centel, s.61; Süzek, s.173-178; İzveren/Akı, Bireysel İş Hukuku, s.115-123. 11 Miras yolu ile intikalin bir hukuki işlemle olmadığı bu nedenle işyeri devri kapsamında sayılmayacağı madde gerekçesinde belirtilmiştir. 12 Osman Güven Çankaya/Şahin Çil, İş Hukukunda Üçlü İlişkiler, Ankara 2006, s.179-188; Güzel, İşverenin Değişmesiİşyerinin Devri, s.18. 13 “Bu işlem, satış, bağışlama, trampa, kiralama, şirketleşmeye gidilmesi ve benzeri şekillerde ortaya çıkabilir” Çankaya/Çil, s.181. 14 Bkz., Centel, “İşyerinin Bir Bölümünün Devri’nde Fiziki Mekan” Sicil D., Mart 2008, s.7; Çankaya/Çil, s.180. 15 Maddede geçen “işyerinin bir bölümü ile devri” kavramı öğretide Centel tarafından eleştirilmiştir. Yazara göre “…fiziki mekan devredilmeden İş K. m. 6 anlamında bir işyeri veya işyerinin bir bölümünün devrini gerçekleştirmek, hukuken mümkün görünmemektedir.”; “Gerçekten, işyeri kavramının fizik mekanın devrine gidilmeksizin, bu faaliyetin lisans sözleşmesinin satışı suretiyle bir başkasına devri, kavram olarak, “işin devri” veya “iş devri” olarak adlandırmak gerekir.”; “İş K.m.6 hükmü İş K.m.2 hükmüyle birlikte değerlendirilecek olduğunda”; İş K.m.6/1’den, fiziki mekan devredilmeksizin işin devri veya iş devri şeklinde, Türk mevzuatına aykırı bir anlamı çıkabilecektir. Sicil D., Mart 2008, s.8. SİCİL 24 Bkz., Ekonomi, “İşkolu Değişmesi ve Toplu İş Sözleşmesine Etkisi”, TÜHİS İş Hukukunun Güncel Sorunları Semineri, Abant 1997, s.42; İşkolu tespitinde uygulanacak esaslar hk. Y9.HD.’nin 13.06.2002 ta., 2002/10822, K.2002/9701; 15.12.2004 ta., E.2004/31405, K.2004/27949 sayılı kararları (Sinerji İçtihat Programı). 25 Ekonomi’nin de belirttiği gibi, işçi sendikasının kurulu bulunduğu işkolu dışında toplu iş sözleşmesi yapma ehliyeti olmadığından bağıtlanıp yürürlüğe konulan toplu iş sözleşmesi kesin olarak geçersizdir, İş Hukukunun Güncel Sorunları Semineri, s.46. 26 Ekonomi, İş Hukukunun Güncel Sorunları Semineri, s.42,43. 27 Bkz., Y9.HD.’nin 05.12.2007 tarihli ve E.2007/5989, K.2007/37055 sayılı kararı ve A.Can Tuncay’ın incelemesi, Sicil Eylül 2009, s.153-160. 28 Haluk Hadi Sümer ve Fevzi Şahlanan’ın görüşleri için bak., Yargıtayın İş Hukukuna İlişkin Kararlarının Değerlendirilmesi 2007, s.261-263 ve s.284,285. 29 Bkz., Tuncay, Sicil Eylül 2009, s.160. 30 Bkz., Ekonomi, İş Hukukunun Güncel Sorunları Semineri, s.48. 31 Bu noktada İş Hukuku ile Borçlar Hukuku esasları birbirinden ayrılmaktadır. Bak., Ekonomi, İş Hukukunun Güncel Sorunları Semineri, s.47; Tunçomağ/Centel, s.400; Reisoğlu, s.94, 95. 16 “Yargıtay’a göre işyerinin devri, işçiye hizmet akdini haklı nedene dayanarak feshetme olanağı vermez.” Y9.HD. 31.03.2005 tarih ve E.2004/20189, K.2005/11299, Çankaya/Çil, s.210. 17 Daha geniş bilgi için bkz., Çankaya/Çil, s.181–183. 18 Y9.HD.’nin 29.06.1990, E.1990/7495, K. 1990/8051 sayılı içtihadı için bkz., Günay, s.684, 19 TSGLK.nun 13/2 maddesine göre Bakanlık, işyerinde çalışan işçilerin yarısından fazlasının sendikaya üye olup olmadığını sendikanın başvuru yaptığı tarihteki kayıtlara göre belirlemektedir. 20 Alt işverenin işyerinin, asıl işverenin işyerinin bağlı olduğu işkolundan farklı olabileceği hk. Y9.HD.’nin 28.06.2001 ta., 2001/10907, K.2001/11069 sayılı kararı (Sinerji İçtihat Programı). 21 TSGLK.’nın üçüncü maddesinin ikinci fıkrasına göre: “Bir gerçek ve tüzelkişiye veya bir kamu kurum ve kuruluşuna ait aynı işkolunda birden çok işyerine sahip bir işletmede ancak bir toplu iş sözleşmesi yapılabilir. Bu Kanun anlamında bu sözleşmeye işletme toplu iş sözleşmesi denir”. 22 İşkolu tespitinin işyeri bakımından yapılacağı hk. Y9.HD.’nin 03.04.2007 ta., E.2007/10607, K.2007/9283; aynı dairenin 19.07.2007 ta., E.2007/27214, K.2007/25682 sayılı kararları, (Sinerji İçtihat Programı) 23 Sen.K.’nun 4. maddesine göre, “Bir işyerinin girdiği işkolunun tespiti Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca yapılır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tespit ile ilgili kararını Resmi Gazete’de yayımlar. Kararın yayımını müteakip bu tespite karşı ilgililer iş davalarına bakmakla görevli mahalli mahkemede onbeş gün içinde dava açabilirler.” 99 EYLÜL ’10 SİCİL Av. İlhan DOĞAN MESS Hukuk Müşaviri Toplu İş Sözleşmesinden Yararlanma 1. GİRİŞ Toplu iş sözleşmesi, işçi sendikası ile işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren arasında, iş sözleşmesinin yapılması, muhtevası ve sona ermesi ile ilgili hükümleri düzenlemek için yapılan, tarafların karşılıklı hak ve borçlarını, toplu iş sözleşmesinin uygulanması ve denetimi ile ilgili uyuşmazlıkların çözüm yollarına ilişkin hükümleri de içerebilen yazılı bir sözleşmedir.1 2822 sayılı TSGLK’nın 6. maddesinin ilk fıkrasına göre, toplu iş sözleşmesinde aksi belirtilmedikçe iş sözleşmeleri toplu iş sözleşmesine aykırı olamaz. İş sözleşmelerinin toplu iş sözleşmesine aykırı hükümlerinin yerini toplu iş sözleşmesindeki hükümler alır. Bu hükümler Kanunun 2. maddesinin ilk fıkrasında yer alan, toplu iş sözleşmesinin iş sözleşmesi ile ilgili normatif hükümlerinin etkilerini düzenlemektedir. Bu düzenlemelerle Anayasanın toplu iş sözleşmesi taraflarına tanıdığı, yasa koyucu gibi emredici hukuk kuralları koyabilme özerkliğine uygun olarak, toplu iş sözleşmesinin normatif kısmının iş sözleşmele100 rini, kanun gibi doğrudan doğruya ve emredici olarak etkilemesi esası ortaya konulmaktadır.2 İş sözleşmesinde düzenlenmeyen hususlarda toplu iş sözleşmesindeki hükümler uygulanır. Toplu iş sözleşmesinde iş sözleşmelerine aykırı hükümlerin bulunması halinde iş sözleşmesinin işçi lehindeki hükümleri geçerli olacaktır. Toplu iş sözleşmesinden yararlanmanın söz konusu olabilmesi için her şeyden önce uygulama kabiliyeti olan bir toplu iş sözleşmesinin vücut bulmuş olması gerekir. Bir başka ifadeyle işyerinde veya işletmede toplu iş sözleşmesi yapma ehliyeti ve yetkisini haiz işçi sendikası ile işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren arasında bağıtlanmış bulunan kanunen geçerli bir toplu iş sözleşmesinin varlığı gerekir. 2. TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİNDEN YARARLANABİLECEK KİŞİLER Toplu iş sözleşmesinden taraf işçi sendikasının üyeleri yararlanırlar (TİSGLK md. 9/1). 2822 sayılı Kanun’da yararlanmanın kapsamı- EYLÜL ’10 na ilişkin daha fazla bir açıklama yer almamaktadır. Bununla birlikte 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nun 31. maddesinin üçüncü fıkrasında işverenin, bir sendikaya üye olan işçilerle sendika üyesi olmayan işçiler veya ayrı sendikaya üye olan işçiler arasında, işin sevk ve dağıtımında, işçinin mesleki ilerlemesinde, ücret, ikramiye ve primlerde, sosyal yardım ve disiplin hükümlerinde ve diğer hususlara ilişkin hükümlerin uygulanması veya çalıştırılmaya son verilmesi bakımından herhangi bir ayrım yapamayacağı düzenlenmiştir. Aynı maddenin dördüncü fıkrasında ise, ücret, ikramiye, prim ve paraya ilişkin sosyal yardım konularında toplu iş sözleşmesi hükümlerinin saklı olduğu hususu düzenlenerek parasal konularda toplu iş sözleşmeleriyle sendika üyesi işçiler lehine getirilen hükümlerin geçerli olacağı hüküm altına alınmıştır. Bu düzenlemenin sonucu olarak toplu iş sözleşmesinin parasal hükümlerinden sadece taraf sendika üyesi işçiler yararlanabilecektir. Ancak 31. maddede belirtilen diğer hususlarda işçilerin sendikalı olup olmamasına göre bir ayırım yapılamaz. Toplu iş sözleşmesi özerkliği kapsamında bu konuya ilişkin düzenlemelere sözleşmede yer verilebilir. Bununla birlikte Sendikalar Kanunu’nda yer alan düzenlemenin disiplin hükümleri açısından bazı sorunlara neden olacağı söylenebilir. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki bir işyerinde kurulu olan disiplin kurulunda muhatap sendikanın temsilcileri de bulunacaktır. Bu kişilerin sendika üyesi olmayan ya da kapsam dışı personele verilecek disiplin cezalarında karar verecek mekanizmada yer alması, söz konusu işçiler açısından olumsuz sonuçlar doğurabilir. Sendikalar Kanunu’nun 31. maddesindeki “disiplin hükümleri” ibaresini dar anlamda yorumlamak, disiplin komisyonlarının sadece sendikalı işçiler için geçerli olacağını kabul etmek kanun koyucunun amacına uygun düşecektir.3 Yargıtay’a göre de, toplu iş sözleşmesiyle kapsam dışında tutulan bir personelin, feshin disiplin kurulundan geçirilmesini öngören hükümden yararlanması mümkün değildir.4 Yukarıda da belirtildiği üzere TİSGLK 9. maddesinde taraf işçi sendikasının üyelerinin toplu iş sözleşmesinden yararlanabilecekleri SİCİL açıkça belirtilmiştir. Burada önemli olan husus işyerinin toplu iş sözleşmesi kapsamında bir işyeri olması ve sözleşmeden yararlanacak olan işçinin taraf sendikanın üyesi olmasıdır. Aynı maddede toplu iş sözleşmesinin imzalandığı tarihte taraf sendika üyesi olan işçilerin sözleşmenin yürürlük tarihinden itibaren, imza tarihinden sonra üye olanların ise üyeliklerinin taraf işçi sendikasınca işverene bildirildiği tarihten itibaren sözleşmeden yararlanacaklarına yer verilmiştir. Toplu iş sözleşmelerinin imzalanması genelde yürürlük tarihinden sonra olduğundan, bir başka ifadeyle yürürlük geçmişe etkili olarak düzenlendiğinden; yürürlük ile imza tarihleri arasında işe giren ve sendika üyesi olan işçilerin de işe giriş tarihleri itibariyle toplu iş sözleşmesinden yararlandırılmaları gerekir. 2.1. İşveren Vekilleri: Sendikalar Kanunu’nun 2. maddesine göre, işveren sayılan gerçek ve tüzelkişiler ile tüzelkişiliği olmayan kamu kuruluşları adına işletmenin bütününü sevk ve idareye yetkili olanlara işveren vekili denir. Sendikalar Kanunu bakımından işveren vekilleri işveren sayılırlar. Bu nedenle işletmenin tümünü sevk ve idareye yetkili olanlar işveren sayıldıklarından, sendikaya üye olamazlar, bu kişilerin bir iş sözleşmesiyle çalışıyor olsalar dahi, toplu iş sözleşmesinden yararlanmaları da söz konusu olamaz. TİSGLK’nın 62. maddesinin ikinci fıkrasına göre, işyerinde işveren vekili durumunda olan ve temsilci sıfatıyla toplu iş sözleşmesinde veya toplu görüşmede taraf olarak hareket eden kimse TİSGLK’nın uygulanması bakımından işveren sayılır. Bu düzenlemenin sonucu olarak, bu kişiler de sendika üyesi olamayacakları gibi bağıtlanan toplu iş sözleşmesinden de yararlanamazlar. 2.2. Greve Katılmayan veya Katılmaktan Vazgeçen İşçiler: Bir işyerinde grev uygulaması olduğunda, o işyerinde çalışanlar greve katılıp katılmamakta serbesttirler. Sendika üyesi olsun veya olmasın greve katılmama hürriyeti Anayasayla teminat 101 EYLÜL ’10 SİCİL altına alınmıştır. Anayasa’nın 54. maddesinin son fıkrasında “Greve katılmayanların işyerinde çalışmaları, greve katılanlar tarafından hiçbir şekilde engellenemez.” hükmüne yer verilmiştir. Benzer bir düzenleme TİSGLK’nın 38. maddesinin ikinci fıkrasında yer almaktadır. Bu düzenlemeye göre de greve katılmayan veya katılmaktan vazgeçenlerin işyerinde çalışmaları, hiçbir şekilde engellenemez. Bunun yanında greve katılmayan veya katılmaktan vazgeçen işçileri işveren çalıştırıp çalıştırmamakta serbesttir. İşçiler greve katılıp katılmamak hususunda serbest olmalarına karşın, grev sonunda yapılan toplu iş sözleşmesinden, TİSGLK 39. maddesine göre zorunlu olarak çalışanlar dışında, grev döneminde işyerinde çalışmış olanlar, aksine bir hüküm bulunmadıkça yararlanamazlar. İşveren, greve katılmayan işçileri 38. maddede kendisine tanınan yetkiye dayanarak çalıştırmamışsa, bu işçilerin toplu iş sözleşmesinden yararlanabilmeleri gerekir. Bir işçi ister greve katıldığı için işyerinde çalışmamış olsun, isterse greve katılmamakla beraber işveren tarafından çalıştırılmamış olsun toplu iş sözleşmesinden yararlanabilecektir. Ayrıca TİSGLK 39. maddesi gereğince kanunen greve katılamayacak, zorunlu olarak çalışacak olan işçilerin sözleşmeden yararlanacakları da bu maddede açıkça belirtilmiştir.5 İşyerinde uygulanan greve katılmayan veya katılmaktan vazgeçen işçiler taraf sendikanın üyesi olabileceği gibi, sendikasız veya başka sendikanın üyesi de olabilirler. Bunlar toplu iş sözleşmesinde aksine bir hüküm bulunmadıkça, sözleşmeden yararlanamazlar. Bu işçilerin dayanışma aidatı ödeyerek dahi sözleşmeden yararlanma hakları bulunmamaktadır. Aksinin kabulü halinde TİSGLK’nın 38/2. maddesinde yer alan düzenleme tüm anlamını yitirecektir.6 2.3. Kapsam Dışı Bırakılan İşçiler: Toplu iş sözleşmesi, tarafların serbest iradeleriyle pazarlık sonucu oluşan bir özel hukuk sözleşmesidir. Sözleşme hükümlerinin büyük çoğunluğunun normatif nitelikte olması, bu sözleşmenin özel hukuk sözleşmesi sayılmasını etkilememektedir. Tıpkı diğer özel hukuk sözleşmeleri gibi, taraflar sözleşmenin kapsamını 102 tayinde ve bazı işçileri kapsam dışı bırakmakta serbesttirler. Toplu sözleşmelerde sayılan işlerde çalışan işçilerin kapsam dışı bırakılabilmeleri, esasen taraflar arasındaki pazarlığın tabii sonucudur. Toplu sözleşme tarafları, kapsam dışı maddesini kabul ederken, sadece belli işler için bu yola gidebilecekler, yoksa kapsam dışı işçileri ismen saymak suretiyle belirleyemeyeceklerdir. İşçiler için bağlayıcı nitelikte olan sözleşmenin normatif karakterli hükümleri, sadece genel nitelikte hüküm sevkine elverişli olmaktadır. Tarafların anlaşmasıyla belli işler kapsam dışında bırakılabilmekte ve bu işlerde çalışan tüm işçiler toplu iş sözleşmesinden yararlanmamaktadırlar. Kapsam dışı işlerde çalışan işçilerin dayanışma aidatı ödemek suretiyle sözleşmeden yararlanmaları da mümkün değildir.7 Kapsam dışı personelin çalışma koşulları ve iş sözleşmesinden doğan hak ve yükümlülükleri konusunda işçi ve işveren arasında yapılmış olan iş sözleşmesinde yer alan hükümler uygulanmaktadır. 2.4. Dayanışma Aidatı Ödeme Suretiyle Yararlanma: 2822 sayılı TİSGLK’da, 275 sayılı Kanun’da olduğu gibi, toplu iş sözleşmesi kapsamındaki bir işyerinde çalışan ancak, sözleşmenin tarafı sendikanın üyesi olmayan kapsam içi işçilere, muhatap sendikaya dayanışma aidatı ödemek suretiyle işyerinde yürürlükte olan toplu iş sözleşmesinden yararlanma imkanı verilmiştir. TİSGLK’nın 9. maddesinin üçüncü fıkrası hükmüne göre, toplu iş sözleşmesinin imzası sırasında taraf işçi sendikasına üye bulunmayanlar, sonradan işyerine girip de üye olmayanlar ve imza tarihinde taraf işçi sendikasına üye bulunup da ayrılanlar veya çıkarılanların toplu iş sözleşmesinden yararlanabilmeleri, toplu iş sözleşmesinin tarafı işçi sendikasına dayanışma aidatı ödemelerine bağlıdır. Bu hususta işçi sendikasının muvafakati aranmaz. Dayanışma aidatı ödemek suretiyle toplu iş sözleşmesinden yararlanma talep tarihinden itibaren geçerlidir. Yetki tespiti sürecinden başlayarak, toplu iş sözleşmesi müzakereleri süresince sendikaya destek ve katkı veren üye işçilerden farklı ola- EYLÜL ’10 Dayanışma aidatı ödemek suretiyle toplu iş sözleşmesinden yararlanmak toplu iş sözleşmesinin imzasından sonra ve talep tarihinden itibaren mümkündür. rak, dayanışma aidatı ödemek suretiyle toplu iş sözleşmesinden yararlanma ancak imza tarihinden sonrası için geçerli olabilmektedir. Dayanışma aidatının miktarı, üyelik aidatının üçte ikisidir. Yukarıda da belirtildiği üzere, mevzuat gereği işveren sayılan işveren vekilleri ve tarafların anlaşması ile toplu iş sözleşmesi kapsamı dışında bırakılanlar dayanışma aidatı ödeyerek dahi toplu iş sözleşmesinden yararlanamazlar. Kanuna göre dayanışma aidatı ödeyerek toplu iş sözleşmesinden yararlanma talep tarihinden itibaren geçerlidir. Bu talep geçmişe yönelik olarak ileri sürülemez. Yararlanma talebinin şekline ilişkin açık bir hüküm Kanunda yer almamaktadır. Bu nedenle talep sözlü veya yazılı olarak yapılabilir. Bununla birlikte ispat kolaylığı açısından uygulamada genelde yazılı yapıldığı görülmektedir. Dayanışma aidatı ödemek suretiyle toplu iş sözleşmesinden yararlanılabilmesi için her şeyden önce bir toplu iş sözleşmesinin vücut bulmuş olması gerekir. Süresi sona eren bir toplu iş sözleşmesinden veya henüz imzalanmamış bir toplu iş sözleşmesinden dayanışma aidatı ödenerek yararlanılması söz konusu olamaz. Sözleşmenin yürürlüğünün imza tarihinden geriye etkili olduğu hallerde, dayanışma aidatı ödemek suretiyle toplu iş sözleşmesinden yararlanma ancak imza tarihinden sonrası için geçerli olabilecektir. Dayanışma aidatı ödemek suretiyle toplu iş sözleşmesinden yararlanmak toplu iş sözleşmesinin imzasından sonra ve talep tarihinden itibaren mümkündür.8 Yargıtay’a göre henüz toplu iş sözleşmesi imzalanmadan önce dayanışma aidatı ödemek suretiyle yararlanma talebinde bulunulması ve toplu iş sözleşmesinin imzalanmasından sonra talepte bulunulmaması halinde, işçinin toplu iş sözleşmesinden yararlandırılması söz konusu olamaz.9 Birbirini takip SİCİL eden sözleşmelerin varlığı halinde, imzalanan her yeni toplu iş sözleşmesinin imzalanmasının ardından talepte bulunulması gerekir. Dayanışma aidatı ödeyerek sözleşmeden yararlanan işçi dilediği zaman bu isteğinden vazgeçebilir. Bu durumda hem dayanışma aidatı ödeme hem de yararlanma sona erer. Dayanışma aidatı ödeyerek sözleşmeden yararlanan işçi taraf sendikaya üye olursa üyeliğin işverene bildirildiği tarihten itibaren, taraf sendika üyesi sıfatıyla toplu iş sözleşmesinden yararlanmaya devam eder.10 3. TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİNİN YER İTİBARİYLE KAPSAMI Toplu iş sözleşmesi, işçi sendikasının toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi kapsamında yer alan işyeri veya işyerlerinde uygulama alanı bulur. Toplu iş sözleşmesi bir işverene ait aynı işkolundaki işyeri veya işyerlerini kapsar. Bunun yanında toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işyerlerinde alt işveren olarak faaliyet gösteren veya anahtar teslimi iş yapan başka işverenler de olabilir. Alt işverenler bağımsız işveren sıfatına sahiptirler. Alt işverenlerin işçilerini çalıştırdıkları yerler, alt işverenler yönünden ayrı bir işyeri sayılır. Keza işyerinde bir işveren tarafından alınan iş, işyerinde üretilen mal ve hizmete göre asıl işin bir parçası olmayan bağımsız bir iş olduğu takdirde anahtar teslimi iş söz konusu olacaktır. İşyerlerindeki bazı işlerin alt işverenlere verilmesi uygulaması öteden beri yaygınlık kazanmış ve özellikle toplu sözleşme düzeninde sorunlar yaratmıştır. Bunlardan biri, alt işveren işçilerinin asıl işverenle yapılan toplu iş sözleşmesinden yararlanıp yararlanamayacağı konusunda kendisini göstermiştir. Yüksek Mahkeme’ye göre alt işveren işçilerinin asıl işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden yararlandırılması mümkün değildir. 2822 sayılı TSGLK’nun 9. maddesinde toplu iş sözleşmesinden yararlanacak olanlar ile bunun yasal koşullarına ilişkin esaslar düzenlenmiş ve aynı Kanun’un 2. maddesindeki toplu iş sözleşmesi tanımında da sözleşmenin işveren ile onun işçileri arasındaki iş sözleşmeleri için hüküm ifade edeceği belirtilmiştir. İşverenin toplu iş sözleşmesiyle bağlılığını dü103 EYLÜL ’10 SİCİL Alt işveren işçileri üye olacakları sendika aracılığıyla kendi işverenleri ile yapılacak bir toplu iş sözleşmesinden yararlanabilirler. zenleyen 10. madde ile işveren sendikası veya işverenin sözleşme yetkisi için başvuruda bulunmasını düzenleyen 14. madde hükümlerinde de aynı esas geçerlidir. 2822 sayılı Kanun’un toplu iş sözleşmesinin yapılması ve toplu iş uyuşmazlıkları ile bunların çözümlerine ilişkin hükümlerinde de işveren daima kendi işçileri bakımından bu konularla ilgilendirilmiştir. 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun uygulanması ile ilgili olarak, sendika üyeliğine ilişkin bildirimlerde, toplu iş sözleşmesinden yararlanmada, sözleşme yetkisinin kazanılmasında, yetki uyuşmazlığının mahkemede çözümlenmesinde, bir işverene ait işyerinde veya işyerlerinde o işverene bağlı olarak çalışan ve ona ait ücret bordrosunda gösterilen işçiler esas alınmaktadır. İşverenin sadece kendi işçileri dolayısıyla toplu iş sözleşmesi ile bağlı olması 2822 sayılı Kanun’un koyduğu sistemin gereğidir.11 Bu nedenle asıl işverenden işyerinin bir bölümünde iş alan alt işverenin işçilerinin, asıl işverenin tarafı olduğu toplu iş sözleşmesinden yararlanmaları mümkün olmaz. Bu açıklamalardan, alt işveren işçilerinin toplu sözleşme düzeni dışında bırakılacakları sonucu çıkarılamaz. Alt işveren işçileri üye olacakları sendika aracılığıyla kendi işverenleri ile yapılacak bir toplu iş sözleşmesinden yararlanabilirler.12 Burada ortaya çıkabilecek bir başka sorun ise asıl işveren-alt işveren ilişkisinin muvazaalı olması haline ilişkindir. 4857 sayılı İş Kanunu ve buna bağlı olarak mevzuatta yapılan değişikliklerle, asıl işin bir bölümünün alt işverene verilmesi oldukça sınırlandırılmış ve son derece soyut ölçütlere yer veren hükümler getirilmiştir. Muvazaalı bir asıl işveren-alt işveren ilişkisinin varlığı halinde alt işverenin işçileri, iş sözleşmelerinin başlangıcından itibaren asıl işveren işçisi gibi işlem görmektedirler. Bu durumda alt işveren işçileri, asıl işverene ait işyerinde 104 yürürlükte olan toplu iş sözleşmesinden, taraf sendikaya üye olmak ve de üyeliklerinin taraf işverene bildirilmesi kaydıyla yararlanabilirler. Ancak bunun için muvazaanın yargı kararıyla hüküm altına alınmış olması gerekir.13 Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işyeri veya işyerlerinde işverenin değişmesi toplu iş sözleşmesini sona erdirmez. Bu durumda yeni işveren toplu iş sözleşmesinin muhatabı olur. 4. TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİNDEN ZAMAN İTİBARİYLE YARARLANMA Toplu iş sözleşmesinin imzalandığı tarihte taraf sendikaya üye olanlar yürürlük tarihinden, imza tarihinden sonra üye olanlar ise üyeliklerinin işverene bildirildiği tarihten itibaren toplu iş sözleşmesinden yararlanabileceklerdir. Bu düzenlemenin sonucu olarak toplu iş sözleşmesinin imzası tarihinden önce üye olmakla beraber imza tarihi itibariyle işten ayrılanlar sözleşmeden yararlanamazlar. Bununla birlikte toplu iş sözleşmelerine bu işçilerin yürürlük tarihinden işten ayrılış tarihine kadar sözleşmeden yararlanabilmelerine imkan veren hükümler konulması mümkündür. Taraflar bu konuda genel bir hüküm kabul edebilecekleri gibi, belli nedenlerle işten ayrılan sendika üyesi işçiler için yararlandırmayı öngörebilirler.14 İmza tarihinden önce sendikaya üye olan işçilerin geriye dönük yürürlük başlangıcından itibaren sözleşmeden yararlanabilmeleri için imza tarihinden önce sendikaya üye olmaları yeterli değildir. Bu işçilerin yürürlük tarihinde de üye olması gerekir. Yürürlük tarihi ile imza tarihi arasında üye olanlar üye oldukları tarihten itibaren sözleşmeden yararlanırlar.15 İmza tarihi yürürlük tarihinden sonra ise, sözleşme geçmişe etkili olarak yürürlüğe girebilir. Taraflar bazı maddelerin imza tarihinden itibaren yürürlüğe girmesini de kararlaştırabilir. İmza tarihinden sonra üye olan işçiler ise üyeliklerinin işverene bildirildiği tarihten itibaren sözleşmeden yararlanabilir.16 Burada bildirim önkoşuldur. İşçi sendikası bu bildirimi yapmadığı sürece, üyesi işçinin toplu iş sözleşmesinden yararlanması mümkün değildir. EYLÜL ’10 5. TEŞMİL Teşmilin amacı, aynı işkolunda toplu iş sözleşmesiz işyeri kalmamasını sağlayarak bir yandan sendikasız ve toplu iş sözleşmesiz işçilerin çalışma şartlarını düzeltmek ve o işkolunda çalışan işçileri çalışma şartları bakımından mümkün mertebe benzer bir düzene kavuşturmak, öbür yandan toplu iş sözleşmeli işverenleri, bir sözleşmeye bağlı olmadıkları için piyasaya daha ucuz mal ve hizmet sunabilen işverenlerin haksız rekabetinden korumaya çalışmaktır. Özellikle işsizliğin yüksek, konjonktürün düşük olduğu dönemlerde bu tehlike kendini daha çok hissettirir. Sendikalı ve toplu sözleşmeli işçiler de bu dönemlerde daha düşük ücretle çalışmaya hazır sendikasız işçilerin rekabet tehlikesine maruz kalırlar. Böyle dönemlerde aynı işkolundaki işyerlerini mümkün mertebe bir toplu iş sözleşmesinin kapsamına almak bir ihtiyaç halini alır.17 2822 sayılı Kanun’un 11. maddesine göre; Bakanlar Kurulu, üyelerinin sayısı bağlı olduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde onunu temsil eden işçi sendikalarından en çok üyeye sahip olan sendikanın yapmış olduğu bir toplu iş sözleşmesini, o işkolunda işçi veya işveren sendikaları veya ilgili işverenlerden birinin veya Çalışma Bakanının talebi üzerine, Yüksek Hakem Kurulu’nun görüşünü aldıktan sonra tamamen veya kısmen veya zorunlu değişiklikleri yaparak o işkolunun toplu iş sözleşmesi bulunmayan diğer işyerlerine veya bir kısmına teşmil edebilir. Toplu iş sözleşmesinin iş sözleşmesinin yapılması, muhtevası ve sona ermesine ilişkin normatif hükümleri teşmile konu olmakta, buna karşın tarafların hak ve borçlarını düzenleyen hükümleri ile özel hakeme başvurma hakkındaki hükümleri teşmil edilememektedir. Teşmil edilen toplu iş sözleşmesinin sona ermesi ile teşmil kararı da ortadan kalkmış olur. Bakanlar Kurulu, teşmil kararnamesini gerekli gördüğü zaman gerekçesini de açıklayarak yürürlükten kaldırabilir. Yetki için başvurulduktan sonra, yetki sorunu çözülünceye kadar veya bu belgeyi aldıktan sonra yetki devam ettiği sürece yetki kapsamına giren işyerleri için teşmil kararı alınamaz. (TİSGLK. md. 11/son) SİCİL Taraflarca bağıtlanan toplu iş sözleşmelerinden farklı olarak, teşmil kararı ile uygulanan toplu iş sözleşmesinin normatif hükümleri yeni toplu iş sözleşmesi bağıtlanana kadar hizmet akti hükmü olarak uygulanamaz. Dolayısıyla işçinin sona eren teşmil kararı ile uygulanmış bulunan toplu iş sözleşmesinden dolayı kazanılmış hakkından söz edilemez.18 DİPNOTLAR 1 ÇELİK, İş Hukuku Dersleri, 22. Bası, İstanbul 2009, 504. 2 ÇELİK, a.g.e., 538. 3 REİSOĞLU, 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu Şerhi, Ankara, 1986, 150. 4 Y. 9. H.D., 21.12.2004 t., 2004/3453 E., 2004/29040 K. 5 REİSOĞLU, a.g.e., 330. 6 REİSOĞLU, a.g.e., 42-43. 7 REİSOĞLU, a.g.e., 43-44. Yargıtay’ın görüşü de bu yöndedir. “...İşyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesinin 2.maddesinde büro personeli kapsam dışı bırakılmıştır. Davacının mali işler müdür sekreteri olarak çalıştığı konusunda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Yaptığı işin niteliği itibariyle, davacı kapsam dışı personel olduğundan, sözleşmeye taraf işçi sendikasının üyesi olsa bile bu toplu iş sözleşmesinden yararlanması mümkün değildir...” Y. 9. H.D., 23.05.1995 t., 1995/4219 E., 1995/17027 K. 8 Y. 9. H.D., 23.10.1996 t., 1996/9737 E., 1996/19941 K. 9 Y. 9. H.D., 15.02.2006 t., 2005/20647 E., 2006/3670 K. 10 TUNCAY, Toplu İş Hukuku, İstanbul, 1999, 178. 11 ÇELİK, a.g.e., 550-551. 12 ÇELİK, a.g.e., 567 13 “...davalı kurum ile alt işveren arasında bir muvazaa sözleşmesinin sözkonusu olmadığı davacı işçinin 1475 sayılı İş Kanununun 1/son maddesi kapsamında alt işverenin işçisi olduğu anlaşılmakla asıl işverenin tarafı olduğu toplu iş sözleşmesinden yararlanması olanağı bulunmamaktadır.” Y. 9. H.D., 11.12.2001 t., 2001/14868 E., 2001/19188 K. 14 “...Toplu İş Sözleşmesinin 55/B maddesi ile ilgili düzenlemede toplu iş sözleşmesinin parasal hükümlerinin yürürlük tarihi olan 01.01.2005 tarihi ile imza tarihi arasında 4857 sayılı İş Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca işveren tarafından iş sözleşmesi feshedilen sendika üyesi işçilerin bu toplu iş sözleşmesinin getirdiği tüm haklardan yukarıda belirtilen yürürlük ve uygulama tarihleri itibariyle yararlanacakları ifade edildiğinden isteklerin bir hesaplamaya tabi tutularak varsa alacakların hüküm altına alınması gerekirken...” Y. 9. H.D., 26.12.2008 t., 2008/39618 E., 2008/35512 K. 15 TUNCAY, a.g.e., 173. 16 Y. 9. H.D., 14.11.2005 t., 2005/31530 E., 2005/35922 K. 17 TUNCAY, a.g.e., 181. 18 Y. 9. H.D., 03.05.2004 t., 2003/22885 E., 2004/10444 K. 105 EYLÜL’10 SİCİL Selçuk KOCABIYIK MESS Müşavir Avukatı Yetki Tespitine İtiraz Dilekçesinin İlgili İdari Mercilere Kaydettirilmesi xxxxx T.C. YARGITAY 9. HUKUK DAİRESİ Esas No Karar No Tarihi : 2009/2061 : 2009/1467 : 03.02.2009 DAVA Davacı, Bakanlığın 19.9.2008 tarih ve 30620-45070 sayılı yetki tespit yazısının iptaline karar verilmesini istemiştir. Yerel mahkeme, davayı reddetmiştir. Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hâkimi N. Çoruh tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: KARAR Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından davalı Genel-İş Sendikası’nın baş- 106 vurusu üzerine davacı Hayrabolu Belediye Başkanlığı işyerinde 18.8.2008 başvuru tarihi itibarıyla 77 işçinin çalıştığı, bunlardan 39 işçinin davalı sendikanın üyesi olduğu, tespite konu işyerinde çalışan işçilerin üye çoğunluğuna sahip bulunduğu saptanıp buna ilişkin olumlu yetki tespit yazısı ilgililere tebliğ edilmiştir. Dava, 2822 sayılı Yasanın 12 ve 15. maddeleri uyarınca açılmış bulunan olumlu yetki tespitine itiraza ilişkindir. Davacı işveren, davalı sendikanın başvurusu üzerine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından Belediye işyerinde olumlu yetki tespiti yapıldığını, tespitin işçi ve üye sayısı bakımından hatalı olduğunu, davalı sendikanın üye çoğunluğunun bulunmadığını belirterek yetki tespit yazısının iptalini talep etmiştir. Davalılar Bakanlık tespitinin doğru olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir. EYLÜL’10 Mahkemece, dava dilekçesi bölge çalışma müdürlüğüne kayıt ettirilmeden harç ödenerek dava açılmış olduğundan davanın süre yönünden reddine karar verilmiştir. Davacı işveren, davanın süresinde açıldığını belirterek kararı temyiz etmiştir. Yetki tespitine itirazı düzenleyen 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nun 15. maddesinde yetki tespit yazısını alan işçi veya işveren sendikaları veya sendika üyesi olmayan işveren, yazının kendisine tebliğ tarihinden itibaren altı iş günü içinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına veya ilgili Bölge Müdürlüğüne kayıt ettirilerek yetkili mahkemeye verilmesi gerektiği belirtilmiştir. Somut olayda olumlu yetki tespit yazısı 26.9.2008 tarihinde alan davacı işveren, çoğunluk tespitine itiraz dilekçesi Bakanlığa veya ilgili Edirne Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirilmeksizin 3.10.2008 tarihinde yetkili Edirne İş Mahkemesi’nde işbu davayı açmıştır. Daha sonra aynı yetki tespit yazısına karşı ikinci bir dilekçeyi 6.10.2008 tarih ve 15865 sayı ile Edirne Bölge Çalışma Müdürlüğüne kaydettirerek Hayrabolu Asliye Hukuk(İş) Mahkemesi aracılığıyla Edirne İş Mahkemesine göndermiş ve yetki tespit yazısının tebliğinden itibaren 6 işgünü içerisinde ikinci bir dava açmış ve bu ikinci dava Edirne İş Mahkemesinin 2008/491 esas sayılı davası olup iş bu dava ile birleştirilmiştir. Her ne kadar ilk itiraz dilekçesi 3.10.2008 tarihinde Edirne Bölge Çalışma Müdürlüğü kapalı olduğu gerekçesiyle kaydettirilmemiş 1. KARARA KONU MADDİ OLAY Yüksek Mahkeme’nin kararına konu olayda; davalı Genel İş Sendikası, davacıya ait işyerinde, toplu iş sözleşme yapmak için yeterli çoğunluğa sahip olduğunun tespiti için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na müracaat etmiş, diğer davalı Bakanlık tarafından Genel İş SİCİL ise de, davacı işveren aynı süre içerisinde, aynı çoğunluk tespit yazısının iptali için ikinci bir itiraz dilekçesini Edirne Bölge Çalışma Müdürlüğüne kaydettirerek Hayrabolu Asliye Hukuk(İş) Mahkemesi aracılığıyla Edirne İş Mahkemesine 2008/491 esası sayılı dosya ile ikinci bir dava açmıştır. Açılan ikinci dava da ilk dava ile konusu, itiraz sebepleri ve tarafları aynı olması nedeniyle ilk dava ile birleştirilmiştir. Bu durumda dava dilekçesinin Bakanlığa veya ilgili Bölge Çalışma Müdürlüğüne kaydettirilmeden dava açılmasının yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi hatalıdır. Çoğunluk tespitine itirazlarda itiraz dilekçesinin önce Bakanlık veya ilgili Bölge Çalışma Müdürlüğü kaydettirilmesi daha sonra dava açılması gibi bir zorunluluk yoktur. Bu düzenlemenin sebebi, Bakanlığının çoğunluk tespitine karşı itirazda bulunulduğundan haberdar olmasını sağlamaktır. Somut olayda Bakanlığın haberdar edilmesi itiraz dilekçesi süresinde Edirne Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirilip yetkili mahkemede açılan ikinci dava ile sağlanmıştır. Böyle olunca işin esası incelenerek ortaya çıkan sonuca göre bir karar verilmesi gerekir iken yazılı şekilde hüküm kurulması hatalı olup bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 3.2.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi. Sendikası lehine olumlu yetki tespit yazısı düzenlenerek ilgililere tebliğ edilmiştir. Yetki tespit yazısını 26.09.2008 tarihinde alan davacı işveren, tespite yasal süre olan altı işgünü içinde, itiraz etmek üzere Edirne İş Mahkemesi’nde dava açmış, ancak dava dilekçesini Edirne Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirmemiştir. Bu eksikliği fark eden dava107 EYLÜL ’10 SİCİL cı, bu kez yetkili Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirmek suretiyle, yine yasal itiraz süresi içinde, ikinci bir dava açmış. Bu davanın dilekçesini de Hayrabolu İş Mahkemesi aracılığıyla yetkili Edirne İş Mahkemesi’ne göndermiştir. Açılan ikinci dava, ilk dava ile konusu, itiraz sebepleri ve taraflarının aynı olması nedeniyle birleştirilmiştir. Yerel Mahkeme, yetki tespitine itiraz dilekçesinin Bakanlığa veya ilgili Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirilmeksizin dava açılmasının yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. Yüksek Mahkeme ise, çoğunluk tespitine itirazlarda, itiraz dilekçesinin önce Bakanlığa veya ilgili Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirilmesi gibi bir zorunluluk bulunmadığı, yasadaki düzenlemenin sebebinin Bakanlığın, çoğunluk tespitine itirazda bulunulduğundan haberdar olmasına sağlamak olduğu, davaya konu olayda yasal süresi içinde açılmış olan ikinci davadan önce yaptırılan kayıt işlemi ile Bakanlığın durumdan haberdar edildiği gerekçesi ile uyuşmazlığın esastan incelenmesi gerektiğini belirtmiş ve yerel mahkemenin kararını bozmuştur. İncelememizde 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’ndaki yetki prosedürü ve olumlu yetki tespitine itiraza ilişkin düzenlemelere kısaca değinilerek, yetki tespitine itiraz dilekçesinin Bakanlığa kaydettirilmesi hususu ele alınmaya çalışılacaktır. 2. 2822 SAYILI KANUN BAKIMINDAN YETKİ 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu bakımından yetki, toplu iş sözleşmesi yapma ehliyetine sahip olan ve sözleşmeyi vücuda getirecek tarafların Kanunda aranan şartları taşımasını ifade eder. İşveren tarafının yetkisine ilişkin Kanunda herhangi bir şart aranmamıştır. Bununla birlikte 2822 sayılı Kanun’un 12. maddesinin ikinci fıkrasında, işveren sendikasının üye işverenlere ait işyerleri, sendika üyesi olmayan bir işverenin ise kendi işyeri veya işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili olduğu düzenlenmiştir. Bu düzenlemenin sonucu olarak, işveren, bir işveren sendikasına üye ise, toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi işveren sendikasına aittir. İşveren, sendi108 ka üyesi değilse, toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi kendisindedir. Toplu iş sözleşmesi yapmak isteyen işçi sendikasının, yetki alabilmesi için ise iki şartın mevcudiyeti gerekir. Bunlardan birisi işçi sendikasının kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde onunun üyeliğine sahip olmasıdır. Bir işkolunda çalışan işçilerin yüzde onunun tespitinde Bakanlık tarafından her yılın Ocak ve Temmuz ayında yayımlanan istatistikler esas alınır. 2822 sayılı Kanun’un 12. maddesinin 3. fıkrasının sonuna, 5951 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile eklenen hüküm gereği, Bakanlık 1 Ağustos 2010 tarihinden itibaren yetkili sendikanın belirlenmesinde ve istatistiklerin düzenlenmesinde, kendisine gönderilen üyelik ve istifa bildirimleri ile Sosyal Güvenlik Kurumu’na yapılan işçi bildirimlerini esas alacaktır. Bu tarihe kadar Bakanlık tarafından yayımlanmış bulunan en son işçi ve üye istatistikleri geçerli olacaktır.1 İşçi sendikasının toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi için gerekli olan bir diğer şart da, toplu iş sözleşmesi yapılmak istenen işyerinde veya işletmede çalışanların yarıdan fazlasının sendikanın üyesi olmasıdır. 2.1. Yetki Tespiti İçin Başvuru: Yetki prosedürü, yetki tespiti için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na yapılan başvuruyla başlar. Yetki tespiti için başvurulacak işyeri veya işyerlerinde yürürlükte bir toplu iş sözleşmesi bulunmadığı takdirde, yetki tespiti için Bakanlığa her zaman başvuruda bulunulabilir. Eğer yetki tespiti için başvurulan işyeri veya işyerlerinde yürürlükte olan bir toplu iş sözleşmesi varsa, başvuru en erken toplu iş sözleşmesinin bitiminden yüz yirmi gün önce yapılabilir. Bunun nedeni, toplu iş sözleşmesinin süresinin bitmesinden önceki yüz yirmi gün içinde yetki işlemlerine başlanılabileceğine ilişkin kanunda yer alan düzenlemedir (TİSGLK md.7/son). Bir toplu iş sözleşmesi yapmak isteyen işçi sendikası, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na yazı ile başvurarak kurulu bulunduğu işkolunda üye sayısı itibariyle yüzde on (tarım ve ormancılık, avcılık ve balıkçılık işkolu hariç) oranını sağladığının belirlenmesini ve sözleşmenin kapsamına girecek işyeri veya EYLÜL’10 işyerlerinde başvuru tarihinde çalışan işçiler ile üyelerinin sayısının tespitini ister (TİSGLK 13/1). Maddenin birinci fıkrasına 3451 sayılı Kanun’la getirilen ek düzenlemeye göre, işçi sendikası kendisinde bulunan üyelik fişlerini Bakanlığa yetki için başvurduğu tarihten itibaren üç işgünü içinde işverene vermek zorundadır. Ancak Yargıtay’a göre işçi sendikasının üyelik fişlerini işverene vermemiş olması, sırf bu sebeple yetki tespitinin iptalini gerektirmez. Bu zorunluluk, işverene yetki tespitinde sağlıklı bir sonuca varabilmesi ve itirazına dayanak yapabilmesi için öngörülmüş bir husustur.2 Uygulamada sendikalar genellikle bu zorunluluğa uymamaktadırlar. Bu düzenlemeye aykırılık, kanunda da bir yaptırıma bağlanmamıştır. Bir toplu iş sözleşmesi yapmak isteyen işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren de, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na yazıyla başvurarak işyeri veya işyerlerindeki yetkili sendikanın tespitini isteyebilir (TİSGLK 14/1). 2.2. Bakanlığın Yetki Tespiti: Yetki tespiti için yapılan başvurunun ardından Bakanlık, toplu iş sözleşmesi yapılmak istenen işyeri veya işyerlerinin başvuruda bulunan sendikanın kurulu bulunduğu işkolunda yer alıp almadığı, bu işyeri veya işyerlerinde yürürlükte olan bir toplu iş sözleşmesi bulunup bulunmadığını araştırmalıdır.3 Bundan sonra yetki koşullarının üzerinde durulması gerekir. Bakanlık, başvuru tarihi itibariyle yetki tespitine konu olan işyeri veya işyerlerinde, toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili ve ehliyetli bir işçi sendikasının olup olmadığını araştırarak bir tespitte bulunur. Yetki tespiti için yapılan başvurunun sonucunu Bakanlık ilgililere bildirir. 2822 sayılı Kanun’da olumlu ve olumsuz yetki tespitinin kimlere bildirilmesi gerektiği ayrı ayrı düzenlenmiştir. Yetki tespiti için başvuran işçi sendikasının, başvuru tarihi itibariyle Kanunda aranan ehliyet ve yetkiye sahip olduğuna kanaat getirilmesi halinde Bakanlık; olumlu yetki tespit yazısı düzenleyerek, toplu iş sözleşmesi yapma başvurusunu işyerindeki işçi ve üye sayısını, o işkolunda kurulu bulunan işçi sendikalarıyla ta- SİCİL raf olacak işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işverene başvurunun alındığı tarihten itibaren altı işgünü içinde başvuru tarihindeki kayıtlara göre bildirir (TİSGLK 13/2). İşçi sendikasının, çoğunluğu haiz olmadığının tespiti halinde bu bilgiler sadece başvuran sendikaya aynı süre içinde bildirilir. Bir toplu iş sözleşmesi yapmak isteyen işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren tarafından yetkili sendikanın tespitinin istenmesi halinde de, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı; tespit edilen yetkili işçi sendikasının isim ve adresini, işkolundaki ve o işyerindeki işçi sayısı ile, bu sendikanın işkoluna ve o işyerindeki üye sayısını, işkolunda kurulu işçi sendikalarına ve talepte bulunan işveren sendikasına veya sendika üyesi olmayan işverene bildirir (TİSGLK 14/2). Yetkili sendika bulunmaması halinde durum altı işgünü içinde sadece başvuruda bulunan tarafa bildirilir. Bakanlığa tanınan altı işgünlük cevap süresi yasa koyucunun bir direktifi niteliğinde olup, buna uyulmamasının başvuru açısından herhangi bir farklı sonucu olmayacak, cevabın beklenmesi gerekecektir.4 Yetki tespiti için yapılan başvuruya olumsuz cevap alınması, başvuruda bulunan tarafın yeni bir yetki tespiti için Bakanlık’tan talepte bulunmasına engel olmaz. Bununla birlikte ilgili tarafın yeni bir başvuruda bulunabilmesi için öncelikle, menfi nitelikteki ilk yetki tespitinin kesinleşmesi gerekir. 3. OLUMLU YETKİ TESPİTİNE İTİRAZ Yetki tespitine itiraz gerçek anlamda bir itiraz olup dava sayılmaz. Hukuk usulü anlamında bir dava olmadığı halde biçimsel yönden mahkemeler, bu itirazlara dava yöntemleri uygulamışlardır. Mahkeme kararlarında da herhangi bir hükümden farklı olmayan unsurlara yer verilmiştir.5 Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun yetki itirazını düzenleyen 15. maddesine göre; kendilerine 13 ve 14. maddeler uyarınca gönderilen tespit yazısını alan işçi ve işveren sendikaları veya sendika üyesi olmayan işveren, taraflardan birinin veya her ikisinin 109 EYLÜL ’10 SİCİL Grup toplu iş sözleşmesine dahil olan işyerleri farklı bölge müdürlüklerine bağlı ise itirazın Ankara İş Mahkemesi’ne yapılması gerekecektir. gerekli yetkiyi haiz olmadıkları veya kendisinin çoğunluğu bulunduğu yönündeki itirazını sebeplerini de göstererek yazının kendilerine tebliğ tarihinden itibaren altı iş günü içinde işyerinin bağlı olduğu bölge müdürlüğünün bulunduğu yerdeki iş davalarına bakmakla görevli mahkemeye yapabilir. Yetki tespitine itiraz, bir işverene ait aynı işkolundaki birden fazla işyerine ilişkinse, itirazın işletme merkezinin bulunduğu yerdeki iş mahkemesine yapılması gerekir. Bir işçi sendikasının grup toplu iş sözleşmesi yapmak için başvurusunun Bakanlıkça kabulüne ilişkin tespite itiraz edilmesi halinde; grup toplu iş sözleşmesinin kapsayacağı işyerleri aynı bölge müdürlüğüne bağlı ise, o bölge müdürlüğünün bulunduğu yerdeki iş mahkemesi yetkilidir. Grup toplu iş sözleşmesine dahil olan işyerleri farklı bölge müdürlüklerine bağlı ise itirazın Ankara İş Mahkemesi’ne yapılması gerekecektir.6 Olumlu yetki tespitine itirazın sebebi, işçi sendikasının gerekli çoğunluk şartlarını taşımadığı yönünde olabileceği gibi, işyerinin lehine yetki tespiti istenen sendikanın kurulu olduğu işkolunda yer almadığı, işyerinde yürürlükte bulunan bir toplu iş sözleşmesi olması halinde yetki başvurusunun toplu iş sözleşmesinin sona ermesinden önceki 120 gün içinde yapılmadığı, yetki tespiti kapsamındaki işletmeye ait işyerlerinin aynı işkolunda yer almadığı, üyelik fişlerinin gerçek durumu yansıtmadığı gibi hususlar da itiraza konu edilebilir. Bakanlık tarafından gönderilen tespit yazısını alan işçi sendikaları, işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren, tebliğ tarihinden itibaren altı iş günü içinde itiraz etme hakkına sahiptir. Kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin yüzde onunu temsil etmeyen sendika yetki itirazında bulunamaz (TİSGLK md. 15/1). Altı iş günlük süre tespit yazısını alan her bir taraf için 110 tebliğ tarihine göre ayrı ayrı işleyecektir. Bu süre, hak düşürücü süre olup, hakim tarafından re’sen göz önüne alınmalıdır.7 İlgililerin bu süre içinde itirazda bulunmaması halinde lehine olumlu yetki tespitinde bulunulan sendikanın yetkisi kesinleşir. Yargıtaya göre altı iş günlük sürenin belirlenmesinde Cumartesi ve Pazar günleri iş gününden sayılmaz.8 4. İTİRAZ DİLEKÇESİNİN İDARİ MERCİLERE KAYDETTİRİLMESİ Kanunun 15. maddesinde yer alan düzenlemeye göre yetki tespitine itiraz dilekçesi, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na ya da Bakanlığın ilgili bölge müdürlüğüne kayıt ettirildikten sonra mahkemeye verilir. Yetki tespitine itiraz Ankara İş Mahkemesi’ne yapılacaksa, itiraz dilekçesinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na, itiraz işyerinin veya işletme merkezinin bağlı bulunduğu Bölge Müdürlüğü’nün bulunduğu yerdeki iş davalarına bakmakla görevli mahkemeye yapılacaksa, dilekçenin ilgili Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kayıt ettirilmesi gerekir.9 Yetki tespitine itirazın mahkemeye yapılması, karar kesinleşinceye kadar yetki işlemlerini durdurur (TİSGLK md. 15/son). Yasal süresi içinde, yetki tespitine itiraz edilmemesi durumunda Bakanlık tarafından ilgili Sendikaya TİSGLK md. 16 uyarınca yetki belgesi verilmesi gerekir. Bu nedenle yetki tespitine itiraz edilip edilmediğinin Bakanlık tarafından öğrenilmesi için itiraz dilekçesinin Bakanlığa kaydettirilmesi şarttır. Aksi takdirde yapılan itiraz ile ilgili bilgi sahibi olmayan Bakanlık, Kanunda öngörülen prosedür çerçevesinde toplu iş sözleşmesi yetkisine ilişkin işlemlere devam edecektir. Yargıtay öteden beri yetki tespitine itiraz dilekçesinin Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne ya da Bakanlığa kaydettirilmesini yapılan itirazın geçerlilik şartı olarak kabul etmiştir. Yargıtay konuya ilişkin görüşünü bir kararında şu şekilde ifade etmiştir, “... Madde içinde itirazın 6 iş günü içinde görevli mahkemeye yapılacağına işaret edildikten sonra aynı fıkranın son hükmünde itiraz dilekçesinin Çalışma Bakanlığı veya ilgili B.Ç.M.’ne kayıt ettirildikten sonra mahkemeye verileceği hükme bağlanmıştır. Toplu iş sözleşmesi yapma prosedürü, bütün bilgilerin ve bu arada itirazların B.Ç.M EYLÜL’10 İtiraz dilekçesinin yasal süresi içinde ilgili idari mercilere kaydının yaptırılmadığı hallerde, yetki tespitine itirazın esasına girilmeksizin, reddedilmesi gerekecektir. ve Çalışma Bakanlığı’nda toplanması amaçlayıcı bir sistem getiren 2822 sayılı Yasanın getirdiği bu sistem içerisinde konu incelendiğinde itiraz dilekçesinin Çalışma Bakanlığı veya B.Ç.M.’ne kaydettirilmesi, itirazın incelenmesini etkileyecek çok önemli bir koşul olduğu, ihmalinin yasanın getirdiği sistem ve amaçla bağdaşmayacak sonuçlar doğuracağı anlaşılır.”10 Yüksek Mahkeme bir başka kararında da, “Davacı işveren çoğunluk tespitine itiraz davasını iş mahkemesinde açmadan önce dava dilekçesini Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na ya da ilgili Bölge Müdürlüğü’ne kayıt ettirmiş değildir. Bu usuli eksiklik Dairemizin kararlılık kazanmış uygulamasına göre davanın reddini gerektirir.”11 ifadelerine yer vermiştir. İtiraz dilekçesinin yasal süresi içinde ilgili idari mercilere kaydının yaptırılmadığı hallerde, yetki tespitine itirazın esasına girilmeksizin, reddedilmesi gerekecektir. Gerek Kanunda yer alan düzenlemenin sonucu olarak, gerekse de toplu iş sözleşmesi yapma yetkisine ilişkin işlemlerin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi için, itirazın muhataplarından biri olan ve yetki işlemlerini yürüten Bakanlığın, yapılan itiraz hakkında bilgilendirilmesi gerekir. Bakanlık tarafından yapılan yetki tespitine itiraza ilişkin dilekçenin mahkemeye intikalinden önce ya da sonra mahkemeye intikal etmiş olsa da itiraz süresi içinde söz konusu kayıt eksikliğinin giderilmesinin ön koşul kabul edilmesindeki amaç, var olan yetki itirazından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığını haberdar ederek, yetki işlemlerine devam edilmesini sağlamaktır. Böylelikle, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yetki işlemlerini itiraz sonuçlanıncaya kadar kendiliğinden durdurabilecek, bu konuda mahkemeden ayrıca bir ihtiyati tedbir kararı alınmasına gerek kalmayacaktır.12 Yetki tespitine itiraz dilekçesinin ilgili maka- SİCİL mın kayıtlarına geçirilmesi yeterlidir. Dava dilekçesine ayrıca bir kayıt şerhi alınması gerekli değildir. Yüksek Mahkeme de kaydettirme işlemi açısından dilekçe üzerine şerh verilmesi gibi herhangi bir şekil şartının Kanunda yer almadığı, yetki tespitine itiraz edenin mahkemeye başvurduğunun ilgili mercilere herhangi bir şekilde duyurulup kaydettirilmiş olmasının yeterli olduğu görüşündedir.13 İtiraz dilekçesinin idari kayıtlara geçirilmesi şartının yerine getirilmesi yetki tespitine itiraz davasının görülmesi için yeterli olmakla beraber, dilekçe altına konulacak bir şerh uyuşmazlık halinde ispat kolaylığı sağlayacaktır.14 5. İNCELEMEMİZE ESAS OLAYDAKİ UYUŞMAZLIK Karara konu olayda muteriz işveren yetki tespit yazısını tebellüğ ettikten sonra, yasal süresi içinde mahkemeye itiraz dilekçesini vermiş ancak itirazını Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirmemiştir. Bununla birlikte, yine yasal süre içerisinde, bu kez Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirmek suretiyle, ikinci kez itirazda bulunmuştur. Bir başka deyişle, yetki tespitine itiraz süresi olan altı iş günü içinde, Bölge Çalışma Müdürlüğü’nün itirazdan haberdar olması sağlanmıştır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 45. maddesine göre, aynı mahkemede görülmekte olan davalar, aralarında bağlantı bulunması halinde, davanın her safhasında, istek üzerine veya kendiliğinden mahkemece birleştirilebilir. Davaların aynı sebepten doğması veya biri hakkında verilecek hükmün diğerini etkileyecek nitelikte bulunması halinde bağlantı var sayılır. Tarafları, konusu ve dava sebepleri aynı olan iki davanın birleştirilmesi gerekir, zira mahkemenin her iki dava için de aynı kararı verecektir. Somut olayda da aynı mahkemede görülmekte olan davalar birleştirilmiştir. Yerel Mahkeme, yetki tespitine ilişkin birinci itiraz yapılırken Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne dilekçenin kaydının yaptırılmamış olması gerekçesi ile itirazı reddetmiştir. Yüksek Mahkeme ise, kanaatimizce isabetli olarak, kanunda yer alan düzenlemenin sebebinin Bakanlığın yetki tespitine itirazda bulunulduğundan haberdar olmasını sağlamak olduğu, Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydın davanın açılmasından önce yapılması gibi bir 111 EYLÜL ’10 SİCİL İtiraz dilekçesinin idari kayıtlara geçirilmesi şartının yerine getirilmesi yetki tespitine itiraz davasının görülmesi için yeterli olmakla beraber, dilekçe altına konulacak bir şerh uyuşmazlık halinde ispat kolaylığı sağlayacaktır. zorunluluk olmadığı, dava konusu uyuşmazlıkta muteriz işverenin süresi içinde Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne itiraz dilekçesini kaydettirmesiyle Bakanlığın itiraz konusunda bilgi sahibi olduğu gerekçeleri ile yerel mahkeme kararını bozmuştur. İncelememize esas olayda olduğu gibi itiraz dilekçesinin ilgili idari merciye kaydettirilmeden davanın açıldığı hallerde; altı iş günlük itiraz süresi içinde, itiraz eden tarafından kayıt işlemi gerçekleştirilirse, kanundaki düzenlemede yer alan yükümlülüğün yerine getirilmiş olduğunun kabul edilmesi yasal düzenlemenin amacına uygun düşer. Bir başka ifadeyle, dava açıldıktan sonra, aynı konuda ayrı bir dava açılmaksızın, idari mercilerin durumdan haberdar edilmesi de, kanunda yer alan yükümlülüğün yerine getirilmiş sayılması için yeterlidir. Nitekim, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi daha önceki yıllarda verdiği bir kararında bu yasal zorunluluğun geçerlilik koşulu olduğunu ve bu zorunluluğa uyulmadığı veya süresi içinde tamamlama yoluna gidilmeksizin mahkemeye yapılan itiraz başvurusunun reddedilmesi gerekeceği yolunda hüküm tesis etmiştir.15 Buradan hareketle, itiraz dilekçesinin ilgili idari mercilere kaydettirilmesi için, aynı konuda ikinci kez dava açmaya gerek olmadığı söylenebilecektir. 6. SONUÇ Yetki tespitine itiraz, yetki prosedürüne ilişkin işlemlerin durmasına neden olan önemli bir hukuki muameledir. İtiraz edilen mahkemenin konuya ilişkin kararı kesinleşmedikçe, Bakanlığın yetki işlemlerine devam etmesi mümkün olamaz. Yetki tespit yazısına yasal süresi içinde itiraz edilmemişse, sürenin bitimini takip eden altı işgünü içinde ilgili sendikaya toplu iş söz- 112 leşmesi akdetmek üzere yetki belgesi verilmesi gerekir. Bu nedenle Bakanlığın veya ilgili Bölge Çalışma Müdürlüğü’nün yetki tespitine yapılan itirazdan haberdar edilmesi gereklidir. Aksi takdirde bir yandan itiraz davası sürerken, diğer yandan da yetki işlemlerinin devam etmesi gibi bir sonuç ortaya çıkabilecektir. Yüksek Mahkeme’nin konuya ilişkin yerleşik görüşü; idari mercilere kaydı yaptırılmayan, bir başka ifadeyle itirazın muhatabı olan Bakanlığı haberdar etmeksizin yapılan itirazların esasına girilmeksizin reddedilmesi gerektiği yönündedir. Kanundaki düzenlemenin lafzı, itiraz dilekçesinin ilgili idari mercilere kaydettirildikten sonra mahkemeye verilmesi gerektiği yönünde bir algılamaya yol açabilecek nitelikte ise de, Yüksek Mahkeme düzenlemenin gerekçesinden hareketle, itiraz dilekçesinin kaydının davanın açılmasından önce yapılması gibi bir zorunluluk olmadığı yolundaki bizim de katıldığımız görüşüne kararında yer vermiştir. Bu konuda uygulamada sorun yaratabilecek bir başka konu da kanundaki düzenlemenin kaleme alınış şeklidir. Konuya ilişkin düzenlemenin getiriliş amacı idari mercilerin yetki tespitine itirazdan haberdar olmasını ve yetki işlemlerini durdurmasını sağlamaktır. Bununla birlikte Kanun metninde “İtiraz dilekçesi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na veya ilgili Bölge Müdürlüğü’ne kayıt ettirildikten sonra mahkemeye verilir.” hükmü yer almaktadır. Ancak, Bakanlığa veya ilgili Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirilmiş olan her itiraz dilekçesinin mahkemeye verilip verilmediğinin idare tarafından bilinmesi mümkün değildir. İdareye, kaydına giren itiraz dilekçesinin mahkemeye verildiğini takip etme yükümlülüğü de getirilemez. Bakanlığın ilgili idari birimlerine kaydettirilmesine rağmen, mahkemeye verilmemiş olan bir itiraz dilekçesi, yetki işlemlerinin gecikmesine neden olabilir. Sadece itirazın mevzuata uygunluğunu inceleyecek olan mahkemeye verilmiş bir itiraz dilekçesi, yetki prosedürüne ilişkin işlemlerin durmasına neden olur. Bu nedenle kanaatimizce öncelikle mahkeme nezdinde itirazın yapılmasına ve mahkeme tarafından yetki tespitine itiraz edildiğine dair bir şerhi de içeren dava dilekçesinin ilgili EYLÜL’10 SİCİL Öncelikle mahkeme nezdinde itirazın yapılmasına ve mahkeme tarafından yetki tespitine itiraz edildiğine dair bir şerhi de içeren dava dilekçesinin ilgili idari mercilere kaydettirilmesine yönelik bir kanuni düzenleme daha yerinde olurdu. 4 S. REİSOĞLU, 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu Şerhi, Ankara 1986, sh. 184. 5 C.İ. GÜNAY, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Hukuku, Ankara 1998, sh. 592-593. 6 GÜNAY, A.G.E, sh. 589. 7 Yargıtay 9. H.D., 28.12.1995 t., 1995/37689 E., 1995/36696 K. 8 Yargıtay 9. H.D., 27.09.2005 t., 2005/30220 E., 2005/31442 K.; Yargıtay 9. H.D., 14.07.1994 t., 1994/11574 E., 1994/11158 K.; Yargıtay 9. H.D., 25.12.2008 t., 2008/44181 E., 2008/35255 K. 9 F. ŞAHLANAN, Toplu İş Sözleşmesi, İstanbul 1992, sh.74. idari mercilere kaydettirilmesine yönelik bir kanuni düzenleme daha yerinde olurdu. Olumlu yetki tespitine karşı yapılan itirazların geçerli sayılabilmesi için, itirazın süresi içinde yapılması ve dava dilekçesinin Bakanlığa veya Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne kaydettirilmesi gerekir. Bu suretle, idari mercilerin itirazdan haberdar olması ve yetkiye ilişkin işlemleri durdurması sağlanabilecektir. Yasal süresi içerisinde kalmak kaydıyla, mahkemeye itirazda bulunulduktan sonra da itiraz dilekçesinin idari mercilere kaydettirilmesi, ilgili mercinin itiraz konusunda bilgi sahibi olmasını sağlayacak ve Kanundaki düzenlemeyle amaçlanan sonucun meydana gelmesi için yeterli olacaktır. Bu nedenlerle Yüksek Mahkeme’nin incelememize esas karardaki görüşlerine iştirak ediyoruz. 10 Yargıtay 9. H.D., 08.10.1984 t., 1984/9606 E., 1984/8682 K. 11 Yargıtay 9. H.D., 17.01.2002 t., 2001/20688 E., 2002/325 K. 12 B. DUMAN, Toplu İş Sözleşmesi Yapma Yetkisi, Ankara 2005, sh. 154. 13 Yargıtay 9. H.D., 24.04.1985 t., 1985/4592 E., 1985/4383 K., Yargıtay 9. H.D., 20.01.2000 t., 2000/116 E., 2000/220 K. 14 DUMAN, a.g.e, sh. 154. 15 Yargıtay’ın İş Hukukuna İlişkin 1999 Kararlarının Değer- lendirilmesi, ERGİN’in Tebliği, İstanbul 2001, sh. 238, Yargıtay 9. H.D., 22.10.1984 t., 1984/9922 E., 1984/8987 K. DİPNOTLAR 1 5838 sayılı Kanun’un 6. maddesi ile, 2822 sayılı Kanun’un 12. maddesinin 3. fıkrasının sonuna “Bakanlık; yetkili sendikanın belirlenmesinde ve istatistiklerin düzenlenmesinde, kendisine gönderilen üyelik ve istifa bildirimleri ile Sosyal Güvenlik Kurumuna yapılan işçi bildirimlerini esas alır” cümlesi eklenmiş ve bu düzenleme 1 Ağustos 2009 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ancak 5951 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile anılan hüküm değiştirilmiş ve 1 Ağustos 2010 tarihinden itibaren, Bakanlığın yetkili sendikanın belirlenmesinde ve istatistiklerin düzenlenmesinde, kendisine gönderilen üyelik ve istifa bildirimleri ile Sosyal Güvenlik Kurumu’na yapılan işçi bildirimlerini esas alacağı düzenlenmiştir. Bu tarihe kadar Bakanlıkça yayımlanmış bulunan en son işçi ve üye istatistikleri geçerlidir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından konuya ilişkin en son istatistik 2009 yılının Temmuz ayında yayımlanmıştır. 2 Yargıtay 9. H.D., 18.05.1990 t., 1990/5562 E., 1990/6040 K. 3 N. ÇELİK, İş Hukuku Dersleri, İstanbul, 2009, sh. 526. 113 EYLÜL ’10 SİCİL Zehra AYAN Yargıtay 21. Hukuk Dairesi Tetkik Hakimi Sosyal Sigorta Prim Borçlarının Tahsilinde Zamanaşımı I- SOSYAL SİGORTA PRİMİ KAVRAMI VE SOSYAL SİGORTA PRİMLERİNİN ÖDENME SÜRESİ İLE SÜRESİNDE ÖDENMEMESİNİN YAPTIRIMI Sosyal sigortalar primleri, sosyal güvenlik sisteminin geleneksel para kaynağıdır. İş kazalarıyla meslek hastalıkları, hastalık, analık, malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarının gerektirdiği her türlü yardım ve ödemelerle her çeşit yönetim giderlerini karşılamak üzere, SGK tarafından 506 sayılı Yasa hükümlerine göre sosyal sigortalar primi alınır (506 sayılı Yasa md. 72). 5510 sayılı Yasa’nın1 79. maddesine göre de, kısa ve uzun vadeli sigortalar ile genel sağlık sigortası için, bu yasada öngörülen her türlü ödemeler ile yönetim giderlerini karşılamak üzere Kurum prim almak, ilgililer de prim ödemek zorundadır. 506 sayılı Yasa, sosyal sigorta primi gelirlerinin sosyal sigorta giderleri ile SGK’nın yönetim 114 giderlerini karşılamak dışında başka bir amaç için sınırlandırılamayacağını öngörmüştür. Sosyal sigorta primlerinin bir bölümünü, sigortalı ve işveren birlikte öderken, bir bölümünü sadece işveren ödemektedir.2 Sosyal sigorta prim borçlarının tahsilinde zamanaşımı konusunun anlaşılabilmesi açısından sosyal sigorta primi kavramı, sosyal sigorta primlerinin ödenme süresi ve şekli ile sosyal sigorta primlerinin süresinde ödenmemesinin yaptırımı konuları önem taşımaktadır. A- Sosyal Sigorta Primi Kavramı Sosyal sigorta primi, “yasanın kendilerine karşı güvence sağladığı sosyal risklerden birinin gerçekleşmesi halinde yapılacak sigorta yardımları ile Kurum yönetim giderlerinin karşılığı olarak sigortalı ve işverenden sigortalının kazancının belli bir yüzdesi üzerinden alınan parayı” ifade etmektedir.3 SGK’ya ait bir hak olan sosyal sigorta primi alacağının, SGK tarafından takip ve tahsil edilmesi zorunludur.4 Sosyal sigorta primlerinin hukuki niteliği EYLÜL ’10 konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Klasik görüşe göre, sosyal sigorta primleri ücretin bir parçasıdır. Sigortalı primleri olduğu kadar, işveren primleri de sigortalının ücretinden hesaplanmakta ve sigortalı ücretlerinden kesilmektedir. İşverenler, ücretin tümünü sigortalıya ödememekte, alıkoyduğu bir bölümünü sosyal sigorta primi olarak SGK’ya yatırmaktadırlar. Vergi görüşüne göre ise, sosyal sigorta primi vergi veya vergi benzeri olarak nitelendirilmektedir. Sosyal sigorta primlerinin oranını ve matrahını yasa belirlemektedir, ödenmesi zorunludur, kamu hizmeti niteliğindeki sosyal güvenliğin finansmanında kullanılmaktadır ve tahsilinde kamu kuralları uygulanmaktadır.5 Özellikle sosyal sigortaların toplumun tümünü kapsadığı durumlarda, sosyal sigorta primleri, ücretten çok vergiye benzemektedir.6 Bu durumda, sosyal sigortalar primini “matrahı ücret olan, tahsis edilmiş olduğu gaye için SİCİL tarafından sigortalılar için özel sağlık sigortalarına ve bireysel emeklilik sistemine ödenen ve aylık toplamı asgari ücretin % 30’unu geçmeyen özel sağlık sigortası primi ve bireysel emeklilik katkı payları tutarları, prime esas kazanca tabi tutulmaz. her ne adla yapılırsa yapılsın tüm ödemeler ile ayni yardım yerine geçmek üzere yapılan nakdi ödemeler prime esas kazanca tabi tutulur. Diğer kanunlardaki prime tabi tutulmaması gerektiğine dair muafiyet ve istisnalar bu Kanunun uygulanmasında dikkate alınmaz (5510 sayılı Yasa md. 80/b,c). 506 ve 5510 sayılı Yasalar, kapsamına aldığı sigorta kollarına bağlı olarak, birden çok sosyal sigorta primi türü ve her sigortalı dalı için farklı bir sosyal sigorta primi oranı belirlemişlerdir. Başka bir anlatımla, 506 ve 5510 sayılı Yasalar, çoklu sosyal sigorta primi yöntemini benimsemişlerdir.8 SGK’ya fiilen ödenmeyen sosyal sigorta primi tutarları gelir ve kurumlar vergisi uygula- Ödeme süresinin son gününün resmi tatile rastlaması halinde prim tutarları, en geç son günü izleyen ilk işgünü içinde Kuruma ödenecektir. kullanılacak özel bir vergi” olarak tanımlamak mümkündür.7 Sigortalılarla işverenlerin bir ay için ödeyecekleri sosyal sigorta primlerinin hesabında, sigortalıların o ay için hak ettikleri ücretlerin, prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkaktan o ay içinde yapılan ödemelerin ve işverenler tarafından sigortalılar için özel sağlık sigortalarına ve bireysel emeklilik sistemine ödenen tutarların, idare veya yargı mercilerince verilen karar gereğince yukarıda belirtilen kazançlar niteliğinde olmak üzere sigortalılara o ay içinde yapılan ödemelerin brüt toplamı esas alınır (5510 sayılı Yasa md. 80/a). Ancak, ayni yardımlar ve ölüm, doğum ve evlenme yardımları, görev yollukları, seyyar görev tazminatı, kıdem tazminatı, iş sonu tazminatı veya kıdem tazminatı mahiyetindeki toplu ödeme, keşif ücreti, ihbar ve kasa tazminatları ile Kurumca tutarları yıllar itibarıyla belirlenecek yemek, çocuk ve aile zamları, işverenler masında gider yazılamaz (5510 sayılı Yasa md. 88/XI). B- Sosyal Sigorta Primlerinin Ödenme Süresi ve Şekli 506 sayılı Yasa’nın 80. ve 5510 sayılı Yasa’nın 88/I. maddeleri uyarınca sosyal sigorta primlerinin ödenmesi ile ilgili ilkeler şu şekilde sıralanabilir:9 1) Sosyal sigorta primlerinin aylık olarak ödenmesi: 5510 sayılı Yasa’nın 88/I. maddesinde, işverenin “bir ay içinde çalıştırdığı sigortalıların” sosyal sigorta primlerinin ödenmesinden söz edilmektedir. Her takvim ayı için ödenmesi gereken sosyal sigorta primleri için “aylık sigorta primleri bildirgesi” düzenlenir. Söz konusu bildirgede, işyerinde o ay içinde çalışan bütün sigortalıların sosyal sigortalar primine esas kazançları ile ödenecek sosyal sigortalar primi tutarları yer alır. 115 EYLÜL ’10 SİCİL 2) İşverenin, ödenecek sosyal sigorta primlerini hesaplama ve kesme yükümlülüğünde olması: İşveren, sosyal sigorta primlerini hesaplamak ve sigortalının ücretinden kesmek zorundadır. Buna uymayan işveren, sigortalı payını da öder, kesmediği ve sigortalıya ödemediği sigortalı sosyal sigorta primi payını sigortalıdan alamaz. 3) Sigortalı ve işveren sosyal sigorta primlerinin SGK’ya yatırmak görevinin de işverene ait olması: 5510 sayılı Yasa’nın 88. maddesi uyarınca, hak edilen ve fakat ödenmemiş olan ücretlerden de sosyal sigortalar primleri hesaplanarak SGK’ya ödenmek zorundadır. Sosyal sigorta primleri, işveren tarafından sigortalı adına ve hesabına SGK’ya ödenir. 4) Sosyal sigorta primlerinin, en geç Kurumca belirlenecek günün sonuna kadar Kuruma ödenmesi: 5510 sayılı Yasa’nın 4. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalıları çalıştıran işverenler bir ay içinde çalış- Sosyal sigorta primlerinin SGK’ya ödenme şekilleri ile ilgili genel esaslar ise şunlardır:11 1) İşveren, sosyal sigorta primlerini, doğrudan SGK’nın veznesine yatırabilir. 2) İşveren, sosyal sigorta primlerini, SGK’nın hesabı bulunan bankalar aracılığı ile de ödeyebilir. Bankaya yatırma günü, SGK’ya yatırma günü sayılır. Çünkü, SGK’ya ödemekten amaç, SGK kasasına intikal etmek üzere yetkili kuruluş veya kurumun kasalarına yapılan ödemelerdir.12 3) İşveren, sosyal sigorta primlerini, posta idaresi aracılığı ile de ödeyebilir. Postaya verildiği tarih, SGK’ya ödendiği tarih sayılır.13 4) İşveren, sosyal sigorta primlerini, çek ile de ödeyebilir. Çek, SGK’nın eline 5510 sayılı Yasa’nın 88. maddesinde (506 sayılı Yasa’nın 80. maddesinde) öngörülen yasal süre geçirildikten sonra ulaşır ise, karşılığının yasada belirtilen süre içerisinde ödendiğinin kabulü mümkün olmaz.14 Katma değer vergisi iade hakkı sahibi kendisinin, mal veya hizmet satın aldığı veya iştirak veya ortaklık ilişkisi içinde bulunduğu işverenlerin prim borçları için de mahsup talep edebilir. tırdıkları sigortalıların prime esas kazançları üzerinden hesaplanacak sigortalı hissesi prim tutarlarını sigortalıların ücretlerinden keserek, kendi hissesine isabet eden prim tutarlarını da bu tutarlara ekleyerek en geç takip eden ay/ dönemin sonuna kadar Kuruma ödeyeceklerdir. Ödeme süresinin son gününün resmi tatile rastlaması halinde ise, prim tutarları, en geç son günü izleyen ilk iş günü içinde Kuruma ödenecektir. 09.09.1987 gün ve 289 sayılı Kanun Hükmünde Kararname uyarınca, sigortalıların sosyal sigorta primleri, ertesi ayın 14’üne kadar SGK’ya ödenir.10 Esasen anılan Kanun Hükmünde Kararname, kamu sektöründeki sigortalıların aylıklarının ayın başında değil de ayın 15’inde ödenmesini öngörmüştür. Buna karşılık, özel kuruluşlar yönünden, ay kavramı takvim ayı esasına göre değerlendirilir. Yani, aybaşı kavramı ayın 1. gününü, ayın son günü ise, ilişkin olduğu ayın son gününü ifade eder. 116 5) Prim borçları katma değer vergisi iade alacağından mahsubu suretiyle de ödenebilir. Bu takdirde katma değer vergisi iade hakkı sahibi kendisinin, mal veya hizmet satın aldığı veya iştirak veya ortaklık ilişkisi içinde bulunduğu işverenlerin prim borçları için de mahsup talep edebilir. Bu işverenlerin mahsup talebinde bulundukları ayda muaccel olan prim borçlarının birinci fıkrada belirtilen ödeme sürelerini izleyen onbeş gün içinde mahsup suretiyle ödenmesi halinde, yasal süresi içinde ödendiği kabul edilir. Ancak prim borçlarının katma değer vergisi iade alacağından mahsup suretiyle ödenmesi talebinde bulunulduğu halde, süresinde mahsup edilemeyen veya eksik mahsup edilen prim borçları için birinci fıkrada belirtilen ödeme sürelerini izleyen günden başlanarak gecikme cezası ve gecikme zammı uygulanır. Kurum, Maliye Bakanlığı’nın uygun görüşü ile bu uygulamadan faydalanacak işverenleri; iştigal EYLÜL ’10 Yargıtay HGK., gecikme zammını, sosyal sigorta priminin süresinde ödenmemesinin yaptırımı ve kamu alacakları yönünden faiz niteliğinde kabul edip, faize de faiz yürütülemeyeceğini belirtmiştir. konusu, işletme türü ve işletme büyüklüğü itibarıyla belirlemeye ve lehine mahsup talebinde bulunulan işverenlerin prim borcu ödeme süresini otuz günü aşmamak üzere uzatmaya yetkilidir (5510 sayılı Yasa md. 88/XIII). C- Sosyal Sigorta Primlerinin Süresinde Ödenmemesinin Yaptırımı Sosyal sigorta primlerinin yasal süresi içerisinde ödenmemesi durumunda, bu yükümlülüğü yerine getirmeyen işverenler hakkında 6183 sayılı Yasa’nın belirttiği yaptırımlar uygulanacaktır. Sosyal sigorta primi borcunu ödemeyen işverenlerin karşılaşabilecekleri yaptırımların başlıcaları şunlardır:15 1) Gecikme zammı uygulanması, 2) SGK’nun dava ve cebren takip yoluyla alacağını tahsil yetkisinin doğması, 3) Sosyal sigorta primi borcunun hak ediş ve teminatlardan kesilmesi, 4) Sosyal sigorta primi borcunu ödemeyen işverenin ve sosyal sigorta primi borcunun kamuoyuna açıklanması, 5) İşveren ile birlikte bazı kişilerin müteselsil sorumluluğu. Sosyal sigorta primlerinin süresinde ödenmemesinin hukuki ve en önemli yaptırımı olan gecikme zammı uygulanmasıdır. Gecikme zammının hukuksal niteliği tartışmalıdır. Yargıtay HGK., gecikme zammını, sosyal sigorta priminin süresinde ödenmemesinin yaptırımı ve kamu alacakları yönünden faiz niteliğinde kabul edip, faize de faiz yürütülemeyeceğini belirtmiştir.16 Kurumun prim ve diğer alacakları süresi içinde ve tam olarak ödenmezse, ödenmeyen kısmı sürenin bittiği tarihten itibaren ilk üç ay- SİCİL lık sürede her bir ay için % 3 oranında gecikme cezası uygulanarak artırılır. Ayrıca, her ay için bulunan tutarlara ödeme süresinin bittiği tarihten başlamak üzere borç ödeninceye kadar her ay için ayrı ayrı Hazine Müsteşarlığınca açıklanacak bir önceki aya ait Yeni Türk Lirası cinsinden iskontolu ihraç edilen Devlet iç borçlanma senetlerinin aylık ortalama faizi bileşik bazda uygulanarak gecikme zammı hesaplanır. Ancak, ödemenin yapıldığı ay için gecikme zammı günlük hesaplanır. Bakanlar Kurulu, ilk üç ay için uygulanan gecikme cezası oranını iki katına kadar artırmaya veya bu oranı % 1 oranına kadar indirmeye, yeniden kanunî oranına getirmeye ve uygulama tarihini belirlemeye yetkilidir. Dava ve icra takibi açılmış olsa bile, prim ve diğer Kurum alacaklarının ödenmemiş kısmı için gecikme cezası ve gecikme zammı tahsil edilir (5510 sayılı Yasa md. 89/II). 6183 sayılı Yasa’nın 52. maddesi uyarınca, gecikme zammı, iflâs halinde iflâsın açıldığı, alacağın tecilinde tecilin yapıldığı ve aciz halinde ise, bu durumun sabit olduğu güne kadar uygulanır.17 II- ZAMANAŞIMI KAVRAMI VE ZAMANAŞIMI İLE İLGİLİ GENEL KURALLAR Zamanaşımı (mürur-u zaman) bir hakkın kazanılması veya kaybı için bir zamanın geçmesini ifade eden bir kavramdır. Bir hakkı kazandıran zamanaşımına kazandırıcı zamanaşımı (iktisabi mürur-u zaman) denir (BK. md. 638, 639, 701); buna karşılık bir hakkın kaybı neticesini meydana getiren zamanaşımına, düşürücü zamanaşımı (dava zamanaşımı=iskati mürur-u zaman) denir. Belirli bir süre geçtikten sonra o şey talep edilebilirse de dava edilemez, yani artık borç, eksik borç haline gelmiştir. Ancak, BK. 62/2. maddesine göre, zamanaşımına uğramış bir borcun ödenmesi, iade borcunu doğurmaz. Zamanaşımı defi, borcu ortadan kaldırmamakla birlikte, bunu ileri süren tarafa, borcu yerine getirmekten kaçınma yetkisi vermektedir.18 Buna karşılık bazı durumlarda zamanın geçmesinin bir hakkın sona ermesine yol açması, o 117 EYLÜL ’10 SİCİL süre içinde hak sahibinin hakkını kullanmamış veya daha geniş bir ifade ile yapması gerekeni yapmamış olmasından ileri gelir. Bu durumda hakkın sona ermesi sadece zamanın geçmesinden değil, belirtilen süre içerisinde hak sahibinin hareketsiz kalmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda, sürenin hak düşürücü süre (sukutu hak müddeti) olduğundan söz edilir. Genel olarak, hak düşürücü süreler, yenilik doğuran haklar için geçerlidir.19 Zamanaşımı süresi ile hak düşürücü süre arasında önemli farklar vardır. Hakim, hak düşürücü süreyi resen nazara aldığı halde, zamanaşımını resen nazara alamaz.20 Zamanaşımı süresinin işlemesinin durması veya kesilmesi mümkün olduğu halde, hak düşürücü sürenin işlemesi durmaz veya kesilmez. Dava açmak için konulmuş bir sürenin niteliğini tespit etmek zorunluluğu ile karşılaşılınca, müessesenin niteliği ve süre koyan hükmün amacı dikkate alınarak bir sonuca ulaşılmalıdır. Alacak hakkına ait bir talep söz konusu olan durumlarda sürenin zamanaşımı, bir yenilik doğuran hakkın kullanılması söz konusu olan durumlarda sürenin hak düşürücü süre olduğu genel olarak kabul edilmelidir. Öte yandan, süre koyan hükmün amacı farklı bir sonucu gerektiriyorsa ona göre hareket edilmelidir.21 Zamanaşımı, BK. 128. maddesine göre, esas itibariyle alacağın muaccel olduğu andan başlar. Bununla beraber, borç için bir süre konulmamışsa ve işin mahiyetinden de derhal ödeneceği çıkarılıyorsa, borcun doğduğu anda borç muaccel olduğuna göre, zamanaşımı da sözleşmenin kurulduğu andan başlar. Zamanaşımı, ihbar ile alacağın muaccel olduğu hallerde, ihbarın yapıldığı an (BK. md. 128), irat veya belirli zamanlarda ödenen alacaklarda ilk tediye edilmemiş olan taksidin muacceliyet kesbettiği tarihten başlar (BK. md. 129). Ancak, Borçlar Kanunu, zamanaşımının ne zaman başlayacağına ilişkin bazı kural ve özel düzenlemeler de getirmiştir (BK. md. 60, 66, 309, 363, 445). Sürelerin hesabında zamanaşımının başladığı gün hesaba katılmaz ve zamanaşımı süresi son günün kullanılmaksızın geçmesiyle tamamlanmış olur (BK. md. 130). Yasada aksine bir düzenleme yer almaması 118 halinde zamanaşımı başlangıcı yönünden “zamanaşımının alacağın muaccel olduğu tarihte başlayacağı...”na ilişkin Borçlar Kanunu’nun 128. maddesi hükmü dikkate alınmalıdır. Muacceliyet anının belirlenmesi, zamanaşımının başlangıcının saptanmasında önem taşımaktadır. Bir tanım vermek gerekirse muacceliyet, bir borç ilişkisinde, alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak, edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka deyişle, söz konusu anda borç, ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir. Borcun ifası için öngörülen vade yasadan, işin özelliklerinden yada dürüstlük kuralından çıkarılamıyorsa, bu durumda, BK. md. 74 hükmü gereğince, borcun “hemen ifa ve derhal icrası talep edilebilir” hükmü uygulama bulacaktır. 506 sayılı Yasa’nın 80. maddesi, prim borcunun en geç ertesi ayın sonuna kadar Kuruma ödeneceğini, 5510 sayılı Yasa’nın 88. maddesi en geç Kurumca belirlenecek günün sonuna kadar Kuruma ödeneceğini ve 6183 sayılı Yasa’nın 102. maddesinde, amme alacağının, vadesinin rastladığı takvim yılını takip eden takvim yılı başından itibaren 5 yıl içinde tahsil edilmezse zamanaşımına uğrayacağı hükme bağlanmıştır. 506 sayılı Yasa’nın 80. maddesi (5510 sayılı Yasa’nın 88. maddesi) ile prim borcunun vadesinin belirlenmiş olması karşısında, Kurum alacağının anılan tarihte muacceliyet kesbedeceği belirgindir (Yargıtay HGK.’nın 20.09.2006 gün ve E: 2006/21-546, K: 2006/565 sayılı kararı). Zamanaşımı, yasada belirtilen hallerde durur, işlemez; o sebepler ortadan kaldırıldığı anda, kaldığı yerden işlemeye devam eder. BK.’nın 132. maddesine göre, 1-Velayet devam ettiği sürece çocukların baba ve analarına karşı olan alacaklar hakkında, 2-Vesayet devam ettiği sürece vesayet altında bulunanların, vasi veya sulh hakimi ve asliye mahkemesi hakimleri zimmetinde olan alacakları hakkında, 3-Nikah devam ettiği sürece karı-kocadan birinin diğeri zimmetinde olan alacakları hakkında, 4-Hizmet sözleşmesinin devam ettiği sürece EYLÜL ’10 hizmetçilerin istihdam edenlere karşı olan alacakları hakkında, 5-Borçlu alacak üzerinde intifa hakkına haiz olduğu sürece, 6-Alacağı bir Türk Mahkemesi huzurunda iddia etmek imkanı olmadığı sürece zamanaşımı durmuş olur. BK.’nın 133. maddesine göre, yasada belirtilen sebeplerin mevcudiyeti halinde işleyen zamanaşımı yok olur (kesilir=kat edilir) ve bu sebepler ortadan kalktığında yeniden işlemeye başlar. BK.’nın 133. maddesine göre, 1-Borçlu, borcunu ikrar ederse ve bilhassa faizini öderse veya borcuna mahsuben bir miktar tediye ederse, borcuna rehin verir veya kefil gösterirse, 2-Alacaklı, dava veya aleyhine açılan davada def’i dermeyanında bulunmak için zamanında mahkeme veya icra tahkikatına veya iflas masasına, hakeme müracaat ederse zamanaşımı kesilir. Zamanaşımının kesilmesi ve durdurulmasına ilişkin BK.’nın 132. ve ardından gelen maddeleri prim borçları için de aynen geçerlidir.22 Yargıtay 10. HD.’nin 15.11.2007 gün ve E:2007/238, K:2007/19102 sayılı kararında da “.... prim borcunun ilişkin olduğu dönemde yürürlükte olan 3917 sayılı Yasayla değişik 506 sayılı Yasa’nın 80. maddesi uyarınca, prim borçlarının tahsilinde 6183 sayılı Yasa’nın uygulanması gerektiğinden, davacı şirket tarafından beş yıllık süre içinde eksik işçiliğe mahsuben ödeme yapılmış olması karşısında, 6183 sayılı Yasa’nın 103. maddesi gereğince “ödeme” nedeniyle zamanaşımının kesilmiş olduğu hususu gözetilmeden, zamanaşımının 10 yıla çıktığından bahisle zamanaşımı iddiasının reddi isabetsiz...” olduğu belirtilerek, kısmi ödemelerin zamanaşımı süresini keseceği vurgulanmıştır. Zamanaşımını düzenleyen hükümler, bazı ilkeler gözönünde tutularak konulmuştur. Bu ilkeleri şu şekilde özetlemek mümkündür: 1-Peşinen zamanaşımından feragat mümkün değildir (BK. md. 139/I), 2-Zamanaşımı süreleri kesin olup, sözleşmeyle değiştirilemez (BK. md. 127), 3-Zamanaşımı borcu sona erdirmez, yalnız dava edilebilme özelliğini kaldırır, 4-Zamanaşımı def’i olarak ileri sürülebilir yani hakim resen nazara almaz (BK. md. 145), 5-Zamanaaşımı süresi sona erdikten sonra, ileri SİCİL sürme hakkından feragat edilebilir. BK. 125. maddesine göre, yasada (MK. md. 501, MK. md. 579). Başka bir zamanaşımı süresi tayin ve tespit edilmemişse, her talep ve dava on senelik zamanaşımına tabidir. BK.’nın 126. maddesinde dört bent halinde; 1-Kira ve sermaye faizleriyle belli zamanlarda ifası gereken edalar, 2-Erzak bedeli, nafaka, otel ve lokanta giderleri, 3-Bazı kişilerin emekleri, mesleki hizmetler karşılıklarıyla işçilerin ücret alacakları ve 4-Şirketlerde ortakların birbirlerine ve şirkete karşı açmış oldukları davalar ile şirketin müdür, temsilci ve denetçileri ile ortaklar arasındaki davalarda; vekalet, komisyon, acentalık ve tellaliye ücreti hariç tellallık sözleşmesinden doğan davalarda beş senelik zamanaşımı süresi uygulanır. BK.’nın 137. maddesine göre, dava için müracaat edilen hakimin davaya bakmaya yetkili hakim olmaması ve düzeltilmesi imkanı olan bir şekil yanlışlığı sebebiyle yahut sözleşmede kararlaştırılan vakitten önce dermeyan edilmesi yüzünden dava reddedilmiş ve bu arada zamanaşımına uğramışsa, alacaklıya altmış günlük ek bir müddet tanınmış olup, alacaklı bu müddet içinde hakkını yetkili mahkeme huzurunda ileri sürebilir. Zamanaşımı ile ilgili tartışılması gereken diğer bir husus da, müteselsil borçlulardan birine karşı zamanaşımının kesilmesinin, diğer borçlulara sirayet edip etmeyeceğidir. BK.’nın 134/1. maddesi gereğince zamanaşımı, müteselsilen borçlu olanlardan veya taksimi kabil olmayan bir borcun müşterek borçlularından birine karşı kesilmiş olunca diğerlerine karşı da kesilmiş olur. Prim borçlarının tahsilinde müteselsil sorumluluğa örnek olarak, 5510 sayılı Yasa’nın 88. maddesi (506 sayılı Yasa’nın 80. maddesi) kapsamında tüzel kişiliği haiz işverenlerin üst düzeydeki yönetici ya da yetkililerinin, sigorta primi ve feri’lerinden dolayı Kuruma karşı işverenleri ile birlikte müteselsilen sorumluluğu verilebilir. Yargıtay 10. HD.’nin 19.01.2009 gün ve E:2007/13934, K:2009/52 sayılı kararında, “....müteselsil borçluluğun en belirgin özelliği, alacaklıya karşı borçlulardan her birinin, edimin tamamından sorumlu olması, başka bir ifade ile, alacaklının borçlulardan hepsini bir119 EYLÜL ’10 SİCİL den takip ya da dava edebileceği gibi bunların içinden dilediği birini veya birkaçını dava ya da takip edebilmesi ise de, bu özellik, müteselsil borçların nispi bağımsızlığını ortadan kaldırır nitelik taşımamaktadır. Müteselsil borçların nispi bağımsızlığı ilkesinin zamanaşımı yönünden sonuçları ise, müteselsil borçlulukta, zamanaşımının borçlulardan biri bakımından durmasının diğer borçlulara sirayet etmemesi, müteselsil borçlulardan birinin ileri sürdüğü zamanaşımı def’inden bunu ileri sürmemiş olanların yararlanmalarının mümkün bulunmamasıdır. Her ne kadar, BK.’nın 134/1. maddesi hükmü, zamanaşımının borçlulardan birine karşı kesilmesi halinde, bundan diğer borçluların etkileneceği esasını içermekte ise de, yukarıda açıklandığı üzere, müteselsil borçlulukta her bir borçlunun borcunun diğerlerinkinden belli ölçüde bağımsız olduğu, bu bağlamda, zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediğinin, her borçlunun borcu bakımından ayrı ayrı incelenmesi gereği gözetildiğinde, anılan hükmün, istisnai nitelikte bir hüküm olması itibariyle Yargıtay HGK’nın 07.03.1986 tarih ve E:1984/10-250, K:1986/205 sayılı kararında da ifade edildiği gibi, sözü edilen kural sadece tam teselsül durumunda uygulanmalıdır. Davada uyuşmazlık konusu olan husus da, 506 sayılı Kanun’un 80. maddesi kapsamında, tüzel kişiliği haiz işverenlerin üst düzeydeki yönetici ya da yetkililerinin, sigorta primi ve feri’lerinden dolayı Kuruma karşı işverenleri ile birlikte müteselsilen sorumlu tutulmalarında; müteselsil borçlulardan işverene karşı zamanaşımının kesilmesinin, diğer borçlu üst düzey yönetici ya da yetkililere sirayet edip etmeyeceğidir. Bu yönde, anılan maddede öngörülen birlikte sorumluluk ilkesinin, eksik teselsül esasına dayanması giderek davaya konu alacağın tahsiline dayanarak alınan 6183 sayılı Kanun’da, müteselsil borçlulardan birisi aleyhine takibe geçilmiş olmasının, diğer borçlular için zamanaşımının kesilmesine neden olacağına ilişkin bir düzenlemenin yer almaması karşısında, zamanaşımın işlemesi, durması yanında kesilmesinin de her bir borçlu yönünden ayrı ayrı ele alınması...“ gerekeceği belirtilerek, zamanaşımının işlemesi, kesilmesi ve durması hususlarının 5510 sayılı Yasa’nın 88. maddesi (506 120 sayılı Yasa’nın 80. maddesi) kapsamındaki müteselsil borçlular yönünden ayrı ayrı irdeleneceği hüküm altına alınmıştır.23 Benzer şekilde 5510 sayılı Yasa’nın 12. maddesi de (506 sayılı Yasa’nın 87. maddesi de) birlikte sorumluluk ilkesini getirmiş olup, anılan madde gereğince asıl işveren alt işverenle birlikte prim borcundan dolayı Kuruma karşı müştereken sorumludur. Bu sorumluluğun gereği olarak Kurum, ister asıl işverenden isterse alt işverenden prim alacağı talebinde bulunacağı gibi gerektiğinde ödenmeyen prim borçları için takip yapabilmesi de mümkündür. Böyle bir takipte zamanaşımı konusu ise, her bir takip borçlusu için ayrı ayrı ele alınıp incelenmelidir. Müteselsilen sorumluluk çerçevesinde alt işveren için başlatılan takip, asıl işverene karşı daha sonra başlatılacak takipten ayrı olup, her bir takipte zamanaşımının ayrı ayrı ele alınıp incelenmesi gerekir.24 III- SOSYAL SİGORTA PRİMLERİNİN TAHSİLİNDE ZAMANAŞIMI Bu başlık altında öncelikle zamanaşımı konusunda çeşitli tarihlerdeki yasal düzenlemeler anlatılıp, daha sonra hangi yasanın uygulanacağı sorunu çözüme kavuşturulacaktır. A- Zamanaşımı Konusunda Değişik Dönemlerdeki Yasal Düzenlemeler Sosyal sigorta primlerinin tahsilinde zamanaşımı dört ayrı dönemde farklı şekilde düzenlenmiştir. 1- 3917 Sayılı Yasa’dan Önceki Dönem 01.12.1993 gün ve 3917 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikten önce, SGK, ödenmeyen prim borçları için düzenlediği ve resmi dairelerin usulüne göre verdikleri belgeler hükmünde olan prim tahakkuk belgesi ile İİK’nın 46-144. maddeleri çerçevesinde ilamsız icranın ilamsız haciz biçimiyle takipte bulunmaktaydı ve genel zamanaşımı olan BK.’nın 125. maddesindeki 10 yıllık zamanaşımı kuralı prim borçlarının tahsilinde de uygulanmaktaydı. EYLÜL ’10 2- 3917 Sayılı Yasa Dönemi Primli sosyal güvenlik rejimleri olarak da isimlendirilen sosyal sigorta kurumlarının en önemli ve temel gelir kaynağını sosyal sigorta primleri oluşturmaktadır. Yasa koyucu, sosyal sigorta primlerinin zamanında ve eksiksiz ödenmesi yolunda, kimi önlemler öngörmüş, sosyal sigorta primi alacaklarını aynen kamu alacağı hükmünde kabul etmiş, ayrıca bu alacağın tahsili yönünde, özel hukuk alanındaki İİK’nun cebren takip esaslarının uygulanmasından vazgeçilerek, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Hakkındaki Kanun hükümlerinin de uygulanmasını öngörmüştür. Nitekim, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 80. maddesinde 01.12.1993 gün ve 3917 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik ile SGK’nın süresi içinde ödenmeyen sosyal sigorta primi ve diğer alacaklarının tahsilinde, 21.07.1953 gün ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanacağı ve SGK’nın, söz konusu yasanın uygulanmasında Maliye Bakanlığı, diğer kamu kurum ve kuruluşları ve mercilere verilen yetkileri kullanacağı hüküm altına alınmıştır. 6183 sayılı Yasa’nın 102. maddesinde ise, kamu alacağının vadenin rastladığı takvim yılını takip eden takvim yılının başından itibaren beş yıllık zamanaşımı süresine tabi olduğu hükme bağlanmıştır. Böylece, 3917 sayılı Yasa ile birlikte prim borçlarının tahsilinde 5 yıllık zamanaşımı kabul edilmiştir.25 Prim borcunun zamanaşımına uğrayıp uğramadığı belirlenirken, öncelikle söz konusu primlerin hangi aylara ait oldukları miktarlarıyla saptanmalı, gerektiğinde bu devrelere ait olmak üzere icra takip dosyaları da getirtilerek, 6183 sayılı Yasa’nın 103. maddesinde belirtilen tahsil zamanaşımını kesen sebeplerin varlığı olgusu her prim borcu için tek-tek irdelenmeli, belirtilen yönde yapılacak incelemeden sonra zamanaşımını kesen nedenlerin saptanması halinde ise maddenin son fıkrasında belirtilen “kesilmenin rastladığı takvim yılını takip eden takvim yılı başından itibaren zamanaşımının yeniden işlemeye başlayacağı” hukuksal gerçeği de dikkate alınmalıdır.26 SİCİL 3- 5198 Sayılı Yasa Dönemi 06.07.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5198 sayılı Yasa’nın 11. maddesiyle 506 sayılı Yasa’nın 80. maddesinin 5. fıkrasında yer alan “51. maddesi” ibaresi “ 51. ve 102. maddesi” olarak değiştirilerek, “Kurumun süresi içinde ödenmeyen prim ve diğer alacaklarının tahsilinde 6183 sayılı Yasa’nın 51. ve 102. maddeleri hariç, diğer maddeleri uygulanır.” şeklinde düzenlenmiştir. Başka bir anlatımla, 5198 sayılı Yasa ile 506 sayılı Yasa’nın 80. maddesinde yapılan değişiklikle, Kurumun süresi içinde ödenmeyen prim ve diğer alacaklarının tahsilinde 6183 sayılı Yasa’nın (51. maddesi gibi) 102. maddesinin de uygulanmayacağı belirtilmiştir. Dolayısıyla Kurumun sigorta primlerinden doğan alacakları eskiden (3917 sayılı Yasa’nın yürürlüğünden önce) olduğu gibi, genel hükümler (BK.’nın 125. maddesi) uyarınca 10 yıllık zamanaşımı süresine tabi olacaktır.27 4- 5510 Sayılı Yasa Dönemi 5510 sayılı Yasa’nın 88. maddesinde, Kurumun süresi içinde ödenmeyen prim ve diğer alacaklarının tahsilinde, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usûlü Hakkında Kanun’un 51., 102. ve 106. maddeleri hariç, diğer maddeleri uygulanır. Kurumun, 6183 sayılı Yasa’nın uygulanmasında Maliye Bakanlığı ile diğer kamu kurum ve kuruluşları ve mercilere verilen yetkileri kullanacağı öngörülmüştür. Bu durumda, 5510 sayılı Yasa da, 5198 sayılı Yasa ile primlerin tahsil zamanaşımı konusunda getirdiği hükümlerde bir değişiklik yapmadığından, Kurumun sigorta primlerinden doğan alacakları genel hükümler (BK.’nın 125. maddesi) uyarınca 10 yıllık zamanaşımı süresine tabi olacaktır. B- Hangi Yasanın Uygulanacağı Sorunu Zamanaşımı konusunda hangi dönemdeki yasa kuralının uygulanacağı sorununu Yargıtay HGK. 20.12.2006 gün ve E: 2006/21-806,K: 2006/814 sayılı kararı ile çözmüş ve “.... Burada uyuşmazlık; Kanun değişikliğinden önce tahakkuk eden prim ve faiz alacakları yönünden 121 EYLÜL ’10 SİCİL uygulanması gereken zamanaşımının, BK.’nın 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık zamanaşımı mı, yoksa 6183 sayılı Kanun’un 102. maddesinde öngörülen 5 yıllık zamanaşımı süresi mi olacağı noktasında toplanmaktadır. .... Yargılamaya konu prim alacağı 1997 ila 1998 devresinde tahakkuk ettirilmiş ve gecikme zammının bu tarih itibariyle başlatılmış olması karşısında, anılan devrede yürürlükte bulunan 506 sayılı Kanun’un 80. maddesi uyarınca, Kurum alacaklarının tahsilinde gözetilecek zamanaşımı süresi 6183 sayılı Kanun’un 102. maddesi uyarınca 5 yıl olarak belirlenmelidir. 5198 sayılı Kanun’un 11. maddesi ile anılan Yasanın 80. maddesine getirilen düzenlemenin, “yürürlük tarihi olan 06.07.2004 tarihinden sonra muaccel olan alacaklara” uygulanması gerekmektedir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 20.09.2006 gün ve 2006/21-546-565 sayılı kararında da aynı ilkeler benimsenmiştir.....” denilerek, prim alacağının muaccel olduğu tarihteki yasa hükmünün uygulanacağını belirtmiştir. Sonuç olarak, 506 sayılı Yasa’nın 80. maddesinin ilk şeklinde prim alacağının tahsili İcra ve İflas Kanunu hükümlerine göre yapılmaktaydı. 506 sayılı Yasa’nın 80. maddesinde 3917 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik uyarınca, Kurumun süresi içinde ödenmeyen prim ve diğer alacaklarının tahsilinde 6183 sayılı Yasa hükümleri uygulanacağı hüküm altına alınmıştır. 3917 sayılı Yasa ile yapılan bu değişiklik aynı Yasa’nın 8. maddesi hükmüne göre 08.12.1993 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu durumda zamanaşımı süresi bakımından, 3917 sayılı Yasa’nın yürürlüğe girdiği 08.12.1993 tarihinden önceye ilişkin prim ve gecikme zamları yönünden SGK’nun alacak hakkı, BK.’nın 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık zamanaşımı süresine tabidir. Zamanaşımının başlangıç tarihi ise, yine BK.’nın 128. maddesi hükmü gereğince alacağın muaccel olduğu tarihtir ve zamanaşımının kesilmesi, durdurulmasına ilişkin Borçlar Kanunu’nun 132. ve ardından gelen maddeleri de burada aynen geçerlidir. 3917 sayılı Yasa’nın yürürlüğe girdiği 08.12.1993 tarihi ve bundan sonraya ilişkin prim ve gecikme zammı yönünden ise, 6183 sayılı Yasa’nın zamanaşımına ilişkin 102. ve devamı maddeleri geçer122 lidir. 6183 sayılı Yasa’nın 102. maddesi hükmüne göre ise, zamanaşımı süresi 5 yıl olup, zamanaşımı süresinin başlangıcı ise, alacağın vadesinin rastladığı takvim yılını takip eden yılbaşıdır. 5198 sayılı Yasa’nın 11. maddesiyle, 506 sayılı Yasa’nın 80. maddesinde yapılan değişiklik sonucu Kurumun süresinde ödenmeyen prim ve diğer alacaklarının tahsilinde 6183 sayılı Yasa’nın 102. maddesinin de uygulanmayacağı öngörülmüştür. Bu durumda, Kurumun sigorta primlerinden doğan alacakları eskiden olduğu gibi genel hükümler uyarınca 10 yıllık zamanaşımı süresine tabi olacaktır (BK. md. 125). 5510 sayılı Yasa’nın 88. maddesi de aynı kuralı devam ettirmiştir. Prim alacağının, muaccel olduğu tarihteki yasa hükmüne göre zamanaşımına uğrayıp uğramadığı belirlenmektedir. DİPNOTLAR 1 31.05.2006 gün ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu 16.06.2006 gün ve 26200 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 5510 sayılı Yasa’nın 108. maddesi gereğince bu Yasanın; a) Geçici 20. maddesinin son fıkrası 01.01.2008 tarihinde, b) 72. ve 73. maddeleri, geçici 6. maddesinin yedinci fıkrasının (b) bendi, geçici 7. maddesinin son fıkrası, geçici 9. maddesinin bir ilâ dördüncü fıkraları ile geçici 17. maddesi, geçici 20. maddesinin on ikinci fıkrası 30.04.2008 tarihinde, c) 60. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinin (3) ilâ (8) ve (10) numaralı alt bentleri ile (f) bendinde sayılanlar için genel sağlık sigortası hükümlerinin uygulanmasına ilişkin olarak; 3. maddesinin birinci fıkrasının (1), (2), (8), (9), (10), (16), (17), (20), (22), (23), (24), (25), (26) ve (27) numaralı bentleri, 63, 64, 66, 67, 68, 69, 70, 71, 72, 74, 75, 77, 78, 79. maddeleri, 80. maddesinin dördüncü fıkrası, 81. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi ve ikinci fıkrası, 82. maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkraları, 87 ilâ 89. maddeleri, 97. maddesinin son fıkrası, geçici 1. maddesinin son fıkrası, geçici 3. maddesi, geçici 6. maddesinin dördüncü fıkrası, geçici 11. maddesinin ikinci fıkrası, geçici 12. maddesi hükümleri 01.07.2008 tarihinde, d) Diğer hükümleri 2008 yılı Ekim ayı başında, yürürlüğe girer. 5510 sayılı Yasa’nın 106/1. maddesi ile 17.07.1964 gün ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 142 ve 143., ek 36., geçici 20., geçici 81. ve geçici 87. maddeleri hariç diğer maddeleri yürürlükten kaldırılmıştır. Ancak, 5510 sayılı Yasa’nın Geçici 1 ila Geçici 24. maddeleri gereğince, 506 sayılı Yasa’nın yürürlükten kaldırılan birçok hükmü uygulanmaya devam edilecektir. 2 İş kazaları ve meslek hastalıkları ile analık sigortalarının primleri sadece işveren tarafından ödenmektedir (506 sayılı Yasa md. 73/A). Kısa vadeli sigorta kolları prim oranı, yapılan işin iş kazası ve meslek hastalığı bakımından gösterdiği tehlikenin ağırlığına göre % 1 ilâ % 6,5 oranları arasında olmak üzere, 83. maddeye göre Kurumca belirlenir. Bu primin tamamını işveren öder (5510 sayılı Yasa md. 81/c). EYLÜL ’10 3 Ali GÜZEL ve A. Rıza OKUR: Sosyal Güvenlik Hukuku (İstanbul, 2003), 156. 4 Mustafa ÇENBERCİ: Sosyal Sigortalar Kanunu Şerhi (Ankara, 1985), 418-419; Yargıtay 10. HD.’nin 29.12.1983 gün ve E:1983/7011, K:1983/7693 sayılı kararı. 5 6 Kenan TUNÇOMAĞ: Sosyal Güvenlik Kavramı ve Sosyal Sigortalar (İstanbul, 1988), 100; Ali GÜZEL ve A. Rıza OKUR: a.g.e., 156. Primlerin vergiden ayrılan yanları için bkz. Cahit TALAS: Sosyal Ekonomi (Ankara,1983), 359-360. SİCİL 22 Yargıtay 21. HD.’nin 21.12.2009 gün ve E:2009/13419, K:2009/16701; Yargıtay 10. HD.’nin 13.07.2010 gün ve E:2010/7151, K:2010/11125; E:2010/7154, K:2010/11127 sayılı kararları. 23 Aksi yöndeki karar için bkz. Yargıtay 10. HD.’nin 18.02.2010 gün ve E:2008/16516, K:2010/1998 sayılı kararı. 24 Yargıtay 10. HD.’nin 21.12.2006 gün ve E:2006/12662, K:2006/16830; 21.12.2006 gün ve E:2006/12663, K:2006/16829 sayılı kararları. 15 Bu konuda geniş bilgi için bkz. (Murat DEMİRCİOĞLU ve Ali GÜZEL: İşverenin Sosyal Sigorta Yükümlülükleri ve Sorumluluğu (İstanbul, 2001), 140 vd. 25 “... davacının prim borçlusu dava dışı limited şirketin müdürü olması nedeniyle sorumlu olduğu döneme ait primler, 3917 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 08.12.1993 tarihinden sonraki döneme ilişkin olup, 6183 sayılı Kanun’un 102. maddesi ve devamındaki hükümler uygulanacaktır. Bu yönde 102. madde hükmüne göre zamanaşımı süresi 5 yıl olup zamanaşımı süresinin başlangıcı ise, alacağın vadesinin rastladığı takvim yılını takip eden yılbaşıdır. Ödeme emrine konu ve davacının sorumlu olduğu primlerin 1997 yılı Kasım ila 1998 yılı Mayıs aylarına ilişkin olduğu gözetilerek yukarıda öngörülen esaslar çerçevesinde; dava konusu alacağın zamanaşımı başlangıcının 01.01.1999 olup, 31.12.2003 olan zamanaşımı tarihinin sonuna kadar davacıya aleyhine düzenlenen ödeme emri tebliğ edilmemiştir. Davacı dışında tüzel kişiliğe sahip şirket aleyhine düzenlenen ödeme emrinin tebliğ tarihinin esas alınmasının da mümkün bulunmamasına göre, prim borcunun davacı yönünden 31.12.2003 tarihinde zamanaşımına uğradığı anlaşılmaktadır...” (Yargıtay 10. HD.’nin 11.07.2006 gün ve E:2006/3387, K:2006/10686 sayılı kararı), Yargıtay 21. HD.’nin 22.02.2010 gün ve E:2009/1708, K:2010/1789 sayılı kararı. 16 Yargıtay HGK.’nın 18.02.2004 gün ve E:2004/10-104, K:2004/94 sayılı kararı. 26 Yargıtay 10. HD.’nin 27.01.2003 gün ve E:2003/10360, K:2003/303 sayılı kararı. 17 Ali GÜZEL ve A. Rıza OKUR: a.g.e., 189. 18 Yargıtay 10. HD.’nin 27.11.2008 gün ve E:2007/14678, K:2008/15364 sayılı kararı. 27 Yargıtay 21. HD.’nin 09.03.2010 gün ve E:2009/4253, K:2010/2532; E:2009/4255, K:2010/2534; E:2009/4257, K:2010/2538; E.2009/4254, K:2010/2533 sayılı kararları. 19 M. Kemal Oğuzman: Borçlar Hukuku Dersleri (İstanbul, 1987), 369-370. KAYNAKÇA 7 A. Can TUNCAY: Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri (İstanbul, 2002), 164. 8 Yusuf ALPER: Türkiye’de Sosyal Güvenlik ve Sosyal Sigortalar (Bursa, 2003), 178. 9 Yusuf ALPER: a.g.e., 200-201. 10 Yargıtay HGK.’nın 24.04.1991 gün ve E:1991/10-117, K:1991/222 sayılı kararı. 11 Yusuf ALPER: a.g.e., 201. 12 Yargıtay HGK’nın 22.05.1996 gün ve E:1996/282, K:1996/389 sayılı kararı. 13 Yargıtay 10. HD.’nin 28.05.1990 gün ve E:1990/2175, K:1990/4946 sayılı kararı. 14 Yargıtay HGK.’nun 24.04.1991 gün ve E:1991/10-117, K:1991/222 sayılı kararı. 20 “...Davanın yasal dayanağı olan 6183 sayılı Yasa’nın 58. maddesi hükmü ile ödeme emrine karşı, böyle bir borcun bulunmadığı veya kısmen ödendiği veya zamanaşımına uğradığı nedenle 7 gün içinde dava açılabileceği öngörülmüştür. Dava dilekçesinde, kendisine ödeme emri tebliğ olunan davacının borcun zamanaşımına uğradığı yönünde bir dava nedenine dayanılmamış olması karşısında, daha sonra ileri sürülen zamanaşımı iddiasının kabulü ile ödeme emrinin iptaline karar verilemez...” (Yargıtay 10. HD.’nin 07.04.2003 gün ve E: 2003/2687, K: 2003/3191 sayılı kararı). “...İş bu dava da davacı zamanaşımı itirazına dayanmamıştır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 74. maddesine göre, hakim taleple bağlıdır. Davacı zamanaşımına dayanmadığına göre, mahkemece resen zamanaşımı hukuksal nedenine dayanılarak hüküm kurulamaz. Hal böyle olunca, yargılamanın davacının böyle bir borcu olmadığına ilişkin itirazına yönelik talebi doğrultusunda yürütülmesi gerekir...” (Yargıtay 10. HD.’nin 30.05.2006 gün ve E:2006/783, K:2006/7860 sayılı kararı). • ALPER, Yusuf. Türkiye’de Sosyal Güvenlik ve Sosyal Sigortalar. Bursa, 2003. • ÇENBERCİ, Mustafa. Sosyal Sigortalar Kanunu Şerhi. Ankara, 1985. • DEMİRCİOĞLU, Murat ve Ali GÜZEL. İşverenin Sosyal Sigorta Yükümlülükleri ve Sorumluluğu. İstanbul, 2001. • GÜZEL, Ali ve A. Rıza OKUR. Sosyal Güvenlik Hukuku. İstanbul, 2003. • OĞUZMAN, M. Kemal. Borçlar Hukuku Dersleri. İstanbul, 1987. • TALAS, Cahit. Sosyal Ekonomi. Ankara, 1983. • TUNCAY, A. Can. Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri. İstanbul, 2002. • TUNÇOMAĞ, Kenan. Sosyal Güvenlik Kavramı ve Sosyal Sigortalar. İstanbul, 1988. 21 M. Kemal Oğuzman: a.g.e., 370-371. 123 YEN İ YAYINLAR Kamu İşletmeleri İşverenleri Sendikası (KAMU-İŞ) tarafından basımı üstlenilen, Doç. Dr. Kübra Yenisey ve Doç. Dr. Süleyman Başterzi tarafından yayına hazırlanıp, İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku Derneği tarafından Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Onursal Başkanı Sayın Osman Güven Çankaya’ya armağan olarak sunulan eser; Haziran 2010 tarihinde yayımlanmıştır. Eserde çok değerli akademisyenler ve Yargıtay üyelerinin Bireysel İş Hukuku, Toplu İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukuku alanlarında zengin içerikli makaleleri yer almaktadır. Çalışma mevzuatının başlıca alanlarının değerlendirildiği makalelerin konuları ise aşağıdaki gibidir: İstihdam, Deneme Süreli İş Sözleşmesi, Belirli Süreli İş Sözleşmesi, Ödünç İş İlişkisi, Yeni İş Arama İzni, İş Güvencesinde Sorunlar ve Öneriler, İş Güvencesinde Ölçülülük İlkesi, Belirli Süreli İş Sözleşmelerinin Haksız Feshi ve Türk Borçlar Kanunu Tasarısı, Toplu İş İlişkileri Yasa Taslağı, Siyasi Grev, Sendikal Güvence, İşyeri Sendika Temsilcilerinin Teminatı, Uluslararası Çalışma Normları ve Anayasa’daki Grev Hakkı, Kamu Sektöründe Kapsam Dışı Personel İstihdamı, İşverenin İşçi ve Sigorta Karşısında Sorumluluğu, A.Ş.’lerde Yönetim Kurulu Üyelerinin Şirketin Sosyal Sigorta Borçlarından Sorumluluğu, Genel Sağlık Sigortası, Sigortalı Hizmetlerin Hükmen Tespiti, Türk Soyluların Vatandaşlık Öncesi Yurt Dışı Çalışmaları, İhtiyati Haciz. Doç. Dr. Gülsevil Alpagut’un profesörlük başvuru eseri olarak hazırlanan “İşyerinin Devri ve İş Sözleşmesinin Fesih Hakkı” adlı kitabı, Mayıs 2010 tarihinde yayımlanmıştır. Çalışmada; 4857 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesiyle AB mevzuatıyla paralel bir düzenlemeye konu olan “işyerinin devri”, alışılagelmiş işyeri kavramının devir bakımından gösterdiği özellikler, devirde iş ilişkisi, sözleşmeden doğan hak ve borçların devamı ve korunması yolundaki yeni düzenlemelerin uygulamaya yansıması temel esaslarıyla incelenmiş, konu AB mevzuatı ile birlikte ele alınmıştır. Eserin ilk bölümü olan “İşyerinin Devri” başlığı altında AB mevzuatı ve devir türlerine değinilmiş, konuyla ilgili düzenlemenin işveren ve işçi tarafları açısından sözleşme serbestisi ve girişim özgürlüğü karşısında değerlendirilmesi yapılmıştır. “İşyeri (Bölüm) Devrinin Koşulları”, “Devrin Temeli ve Koşulu Olarak Hukuki İşlem”, “Yargıtayın AB Hukukunu Esas Alan İçtihadı” ve “Problemli Alan: İşyeri (Bölüm) Devri ve Alt İşveren İlişkisi” ilk bölümün diğer konularındandır. “İşyerinin Devri ve Fesih İlişkisi” başlıklı ikinci bölümde, konuyla ilgili bilgilendirici bir giriş yapılmış ve devamında “Devrin İş İlişkisine Etkisi”, “Feshe İlişkin Düzenlemenin Niteliği ve Uygulama Alanı”, “İş Sözleşmesinin Feshi ve ‘Sırf Devir Nedeniyle Fesih’ Kavramı”, “Devirde Fesih Yasağının Dolanılmasına İlişkin Hukuki İşlemler”, “Çalışma Koşullarının Değiştirilmesi – Değişiklik Feshi”, “İşçinin Feshe Karşı Dava Hakkı” ve “İşverenin İşçiyi Bilgilendirme Yükümlülüğü ve İşçinin Sözleşmeyi Fesih Hakkı” konuları incelenmiştir. EYLÜL ’10 SİCİL Ercan TURAN Yargıtay 10. Hukuk Dairesi Tetkik Hakimi 5510 Sayılı Yasa’nın 56/son Maddesindeki Düzenlemenin, Anayasal Eşitlik ve Özel Yaşama Saygı İlkeleri Yönünden Değerlendirilmesi A- Konuya İlişkin Düzenlemeler 5510 sayılı Yasa’nın 56. maddesi, “Ölen sigortalının hak sahiplerinden; a) Kendisinden aylık bağlanacak sigortalıyı veya gelir ya da aylık bağlanmış olan sigortalıyı kasten öldürdüğü veya öldürmeye teşebbüs ettiği veya bu Kanun gereğince sürekli iş göremez hale veya malûl duruma getirdiği, b) Kendisinden aylık bağlanacak sigortalıya veya gelir ya da aylık bağlanmamış olan sigortalıya veya hak sahibine karşı ağır bir suç işlediği veya bunlara karşı aile hukukundan doğan yükümlülüklerini önemli ölçüde yerine getirmemesi nedeniyle ölüme bağlı bir tasarrufla mirasçılıktan çıkarıldıkları, hususunda kesinleşmiş yargı kararı bulunan kişilere gelir veya aylık ödenmez. Ödenmiş bulunan gelir ve aylıklar, 96 ncı madde hükümlerine göre geri alınır. Eşinden boşandığı halde, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığı belirlenen eş ve çocukların, bağlanmış olan gelir ve aylıkları kesilir. Bu kişilere ödenmiş olan tutarlar, 96 ncı madde hükümlerine göre geri alınır.” düzenlemesini içermektedir. Madde geneli, sosyal güvenliği salt çalışanın geleceği konusunda güvence sağlayan, birlikte yaşayanların katkılarını yadsıyan bir yaklaşım içermekle birlikte, irdeleme son fıkra çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Hak sahiplerine bağlanan gelir ve aylıkların kesilmesi konusu, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu Tasarısı’nın 48. maddesinde inceleme konusu hüküm yer almaksızın düzenlenmişken; Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu tarafından kabul edilen metnin 56. maddesinde, “Ölüm geliri veya aylığı bağlanması için eşinden boşandığı belirlenen eş ve çocuklara, bağlanmış olan gelir ve aylıklar kesilir. Bu kişilere ödenmiş olan tutarlar 96 ncı madde hükümlerine göre geri alınır.” düzenlemesi getirilmiş; Plan ve Bütçe Komisyonu tarafından ise “Eşinden boşandığı halde, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığı belirlenen eş ve çocukların, bağlanmış olan gelir ve aylıkları kesilir. Bu kişilere ödenmiş olan tu125 EYLÜL ’10 SİCİL Herkes özel hayatına, aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. tarlar 96 ncı madde hükümlerine göre geri alınır.” düzenlemesi öngörülmüştür. Düzenlemenin gerekçesi ise, hakkın kötüye kullanımının önlenmesi olarak belirtilmiştir. Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 78/ç maddesinin 8. bendindeki uygulamaya ilişkin kuralda ise, gelir ve aylığın devamı koşulları arasında “Eş ve kız çocuklarından eşinden boşandığı halde, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşamadığı,” olgusunun varlığı aranmıştır. Anayasa’nın, “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” düzenlemesine yer verilirken; “Özel Hayatın Gizliliği” başlıklı 20. maddesinde ise, “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hakim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kağıtları ve 126 eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hakimin onayına sunulur. Hakim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar. Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.” kuralı yer almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddeleri, “Madde 8 - Özel hayatın ve aile hayatının korunması 1. Herkes özel hayatına, aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. 2. Bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesinin müdahalesi, ancak ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabilir. Madde 14 - Ayırımcılık yasağı Bu Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensupluk, servet, doğum veya herhangi başka bir durum bakımından hiçbir ayrımcılık yapılmadan sağlanır.” düzenlemelerini içermektedir. B- Aylık ve Gelir Kesme Nedeni Olarak “Fiilen Birlikte” Yaşama Kavramı “Eylemli, edimsel, gerçekten yapılan” anlamını içeren kavrama bağlanan, boşanılan eşle birlikte yaşama olgusu, yasal evliliğin gereklerine uygun bir eylemli yaşamın varlığını zo- EYLÜL ’10 Mutlak eşitlikten kastedilen şey, kişilerin kişisel ve özel durumlarına bakılmaksızın, kanunların herkese eşit olarak uygulanmasıdır. runlu kılmakta olup; aylık veya gelirin kesilebilmesi de, bu olgunun varlığının, yetkili makamlarca belirlenebilmesi koşuluna bağlı bulunmaktadır. Yasal düzenlemenin oluşumu sürecindeki, hakkın kötüye kullanımını önleme gerekçesi de, boşanmanın salt aylık almaya yönelik bir işlem olarak gerçekleştirildiği, bunun dışında evlilik yaşamının diğer gereklerinin sürdürüldüğü durumların önlenmesinin amaçlandığını ortaya koymaktadır. Aylık ve gelir almaya engel oluşturan evlilik halinin, muvazaalı boşanma yoluyla ortadan kaldırıldığı durumlarda, aylık veya gelir elde edilmesini önlemeye yönelik ve temelde meşru görünen bir amaç taşıyan düzenleme gereğince işlem yapılabilmesi; Yasanın aradığı aylık veya gelirin kesilip, geri alınmasına ilişkin koşulun belirlenmesini; bu kapsamda, yukarıda belirtilen nitelikteki fiilen birlikte yaşama durumunun ortaya konulmasını zorunlu kılmaktadır. Böylesi bir yaşam tarzının, ilişkinin tarafları dışındaki kişi veya kurumlar tarafından belirlenmesi, aşağıdaki açıklamalardan öteye, olanaksız bulunduğu gibi; bu tür bir araştırma, aylık veya gelir almakta olan kişinin özel yaşamına müdahale gereğini de ortaya çıkardığından, anılan düzenlemenin AİHS ve Anayasa’da öngörülen niteliklere uygun bir yasa hükmü olup olmadığının irdelenmesi gereği doğmaktadır. AİHS’nin 8. maddesi, özel yaşama kamu otoritesi tarafından müdahale edilebilmesini, “ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda zorunlu olan ölçüde” yasayla öngörülmüş düzenleme koşuluna bağlamaktadır. Anayasa’nın 20. maddesi ise, müdahale gerekçeleri arasında ülkenin ekonomik refahı kavramına yer vermeyerek daha katı bir düzenleme öngörmüş bulunmaktadır. SİCİL Gelir veya aylığın kesilmesinde, boşanılan eşle birlikte yaşama koşulunun öngörülmüş olmasına karşın; boşanılan eş dışındaki kişilerle aynı nitelikteki birlikteliklerin veya aylık ya da gelirin kesilmemesi için evlenmekten kaçınma halinin sorun edilmemiş olması ise, düzenlemenin eşitlik kavramı yönünden de irdelemesini zorunlu kılmaktadır. C- Düzenlemenin Eşitlik İlkesi Yönünden Değerlendirilmesi Anayasa’da, devlet yönetimine egemen ilkeler arasında yer verilen, hukuk devletinin vazgeçilmez unsurları arasında yer alan eşitlik ilkesi; devlet organlarına, idare makamlarına, kanun koyucuya ve kanun uygulayıcılarına hitap etmektedir. Eşitlik ilkesinin iki çeşidi vardır. 1. Mutlak Eşitlik-Mutlak eşitlikten kastedilen şey, kişilerin kişisel ve özel durumlarına bakılmaksızın, kanunların herkese eşit olarak uygulanmasıdır. Kanımızca, Anayasa’nın 10. maddesinin ilk fıkrasında yer alan “herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” hükmü, bu konularda mutlak eşitliği emretmektedir. Yani, hangi düşüncelerle olursa olsun, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri bakımlardan kişiler arasında ayırım yapılamaz. Keza 10. maddenin ikinci fıkrasında yer alan “hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmü de böyle bir “mutlak eşitlik” hükmüdür. 2. Nispi Eşitlik-Nispi eşitlikten kastedilen şey ise, aynı durumda bulunan kişilerin aynı işleme tabi tutulmasıdır. Bu şu anlama gelir ki, farklı durumlarda bulunan kişiler, farklı işlemlere tabi tutulabilirler. Diğer bir ifadeyle, nispi eşitlik anlayışına göre, eşit olmayanlara farklı kuralların uygulanması eşitlik ilkesine aykırı değildir. Bu ilkeye göre, kişinin hakları ve ödevleri, yetkileri ve sorumlulukları, durumu ve yaptığı işe göre değerlendirilebilecektir...”1 Anayasa Mahkemesi’nin konuya ilişkin kararlarındaki irdelemelerde de, Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesinin, eylemli değil hukuksal eşitliği öngördüğü; eşitlik ilke127 EYLÜL ’10 SİCİL Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, fiili müdahale durumunun kanıtlanmadığı ancak buna olanak veren yasal düzenlemenin bulunduğu durumları dahi özel yaşama müdahale olarak nitelendirmiştir. sinin, aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasalar karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemeyi amaçladığı; bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin ihlâlinin yasaklandığı, öğretideki yaklaşıma koşut ilkelerle ortaya konulmuştur.2 Eşitlik ilkesinin AİHS’nin 14. maddesinde karşılığını bulan düzenlemeyle, “...ayrımın, ‘objektif ve makul bir nedenden mahrum bulunması’, yani ‘meşru bir amaca yönelik olmaması’ ve ‘güdülen amaçla kullanılan araç arasında makul bir ölçülülük ilişkisine’ sahip...”3 olunmaması hali yasaklanmıştır. “14. madde, pozitif (hak ya da özgürlükten yararlanma) ayrım yasağı yanında, negatif (hak ya da özgürlüğün kısıtlanması) ayrım yasağını da içermektedir. Başka bir deyişle, hak ve özgürlük, örneğin 8 ila 11. maddelerin ikinci fıkraları uyarınca kısıtlanırken de, benzer durumdaki birey yahut gruplar arasında objektif ve makul olmayan bir farklılığa yer verilmeyecektir.”4 AİHM’nin, 14. madde uygulamasına ilişkin kararları incelendiğinde; belirsiz ve kötüye kullanmaya elverişli olan ulusal düzenleme ve uygulama alanlarının, AİHS hükümleriyle AİHM kararlarına uygun hale getirilmesi öngörülmüş; “Nitekim AİHM, 24.9.1992 tarihli Avusturya’ya karşı Herczegfalvy kararında, haberleşmeye saygı hakkına müdahelenin “hukuken öngörülebilir” olması, yani müdahalenin ulusal hukukta bir dayanağının bulunması, söz konusu kurala ilgili tarafından ulaşılabilir ve ilgili kişiye uygulanması durumunda sonuçlarının önceden bilinebilir olması ve iç hukukta dayanak olarak gösterilen düzenlemelerin takdir yetkisinin sı128 nırlarını ve alanını yeterli açıklıkta ortaya koyması gerektiğini açıkça vurgulamıştır.”5 5510 sayılı Yasa’nın inceleme konusu hükmü, Anayasa ve AİHS’nin eşitlik konusundaki yaklaşımına ilişkin ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde; aylık almakta olan kız çocuklarının aylıklarının kesilip kesilmeyeceği konusunda, salt birlikte yaşadıkları kişinin ölçüt alınması yoluyla bir ayrıma gidildiği görülmektedir. Böylesi bir ayrımın, Anayasa ve Sözleşme hükümlerinde öngörülen meşru bir amaç olarak algılanması olanağı bulunmamaktadır. Evlilik dışı yaşamın yasal engelle karşılaşmadığı bir yasal sistemde, hukuka aykırı bulunmayan boşandığı eşle birlikte yaşama durumu ağır bir yaptırıma tabi tutulmuş; aynı konumda ancak boşandığı eş dışındaki kişilerle yaşayıp, aylığın kesilmemesi için resmi evlilik işleminden kaçınan haksahipleri için herhangi bir olumsuzluk öngörülmemiştir. Yasal düzenlemenin, aynı hukuksal durumda bulunanlar arasında ayrım yapılmamasını öngören nispi eşitlik ilkesi yanında, yaşam tarzını esas alan bir düzenleme içermesi nedeniyle, mutlak eşitlik kuralına da aykırı olduğu kanısındayım. D- Özel Yaşama Saygı İlkesi Yönünden Değerlendirme AİHS’nin 8. maddesinin ikinci fıkrası, yasal düzenlemeye dayalı olarak, anılan fıkrada belirtilen meşru hedeflerin bir veya birden fazlasına ulaşmak için, demokratik bir toplumda gerekli olan müdahaleleri, sözleşme hükümlerine uygun müdahale olarak kabul etmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, fiili müdahale durumunun kanıtlanmadığı ancak buna olanak veren yasal düzenlemenin bulunduğu durumları dahi (Dudgeon-Birleşik Krallık davası) özel yaşama müdahale olarak nitelendirmiştir.6 “Devletin AİHS’den kaynaklanan yükümlülüğü, yalnızca bu alana yönelik müdahaleleri önlemekle sınırlı değildir. Bundan başka devlet, özel yaşamı alacağı pozitif tedbirlerle güvence altına almak zorundadır.”7 Özel yaşama yönelik müdahalenin sözleşme hükmüne uygun kabul edilebilmesi, yasayla öngörülmüş olması, sözleşme hükmündeki meşru amaçlara yönelik olması ve müdahale- EYLÜL ’10 nin demokratık bir toplumda gerekli bir müdahale olarak nitelendirilebilmesi koşullarının gerçekleşmesine bağlı bulunmaktadır. Özel yaşama müdahale öngören yasal düzenlemenin, keyfiliğe olanak vermeyen açıklıkta, müdahalenin hangi durum ve koşullarda gerçekleştirilebileceğinin ilgililer yönünden öngörülebilir nitelikte olması zorunludur. İdareye verilen yetkilerin gizlilik içinde kullanılması olanağının bulunduğu durumlar ise keyfi uygulama riskinin yüksek olduğu durumlar olarak belirmektedir. Bu nedenle, AİHM MaloneBirleşik Krallık davası kararında, “...yetkililere verilen takdir yetkisinin kapsamı ve uygulanma yöntemi, bireye keyfi müdahaleye karşı gerekli korumayı sağlayacak biçimde ve alınan önlemin meşru amacı göz önünde bulundurularak, kanunda yeterince açıklıkla belirtilmelidir.” açıklamasına yer vermiştir. SİCİL haklarından biridir. Bu niteliği sebebiyledir ki, özel hayatın gizliliğine dokunulmaması, insan haklarına ilişkin beyanname ve sözleşmelerde korunması istenilmiş, ayrıca tüm demokratik ülke mevzuatında açıkça belirlenen istisnalar dışında bu hak devlet organlarına, topluma ve diğer kişilere karşı korunmuştur. İnsanın mutluluğu için büyük önemi olan özel hayata saygı gösterilmesi hakkı onun kişiliği için temel bir hak olup yeteri kadar korunmadığı takdirde kişilerin ve dolayısıyla toplumun kendini huzurlu hissedip güven içinde yaşaması mümkün değildir. Bu nedenlerle söz konusu gizliliği çeşitli biçimde ihlal eylemleri suç sayılarak ceza yaptırımlarına bağlanmıştır.” irdelemesini yapan Anayasa Mahkemesi; özel yaşama saygı ilkesininin irdelendiği 20.3.2008 t., 2006/167 E., 2008/86 K. sayılı Kararında ise, “Anayasa’nın 20. maddesinde herkesin özel hayatına ve aile İnsanın mutluluğu için büyük önemi olan özel hayata saygı gösterilmesi hakkı, onun kişiliği için temel bir hak olup yeteri kadar korunmadığı takdirde, kişilerin ve dolayısıyla toplumun kendini huzurlu hissedip güven içinde yaşaması mümkün değildir. Müdahalenin yasayla öngörülmüş olmasının yeterli olmayıp, yasanın yukarıda sıralanan nitelikleri taşıması yanında, öngörülen müdahalenin, yine Sözleşme ve Anayasa’da yer alan meşru amaçlardan birine yönelik olduğunun kanıtlanması zorunluluğu bulunduğu gibi; müdahale, demokratik bir toplum yapısı içinde gerekli ve korunmak istenen hak gözetildiğinde orantılı bir müdahale niteliğinde olmalıdır. Düzenlemenin oluşturulmasında ulusal erke tanınan takdir yetkisinin de sıralanan ölçütler uyarınca denetlenmesi olanağı bulunmaktadır. 31.3.1987 t. ve 1986/24 E., 1987/8 K. sayılı Kararında, “Özel hayatın korunması herşeyden önce bu hayatın gizliliğinin korunması, başkalarının gözleri önüne serilmemesi demektir. Orada cereyan edenlerin yalnız kendisi veya kendisinin bilmesini istediği kimseler tarafından bilinmesini istemek hakkı, kişinin temel yaşayışına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu; 25. maddesinde de herkesin düşünce ve kanaat özgürlüğüne sahip olduğu, her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimsenin düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı hüküm altına alınmıştır. 20. madde gerekçesinde, özel hayatın korunmasının her şeyden önce bu hayatın gizliliğinin korunması, resmi makamların özel hayata müdahale edememesi anlamına geldiği belirtilmiştir. AİHM kararlarında da belirtildiği gibi, özel hayat bütün unsurlarıyla tanımlanamayacak kadar geniş bir kavram olup devletin yetkili temsilcileri tarafından ilgililer hakkında rızası olmaksızın bilgi toplamasının her zaman söz konusu kişinin özel hayatını ilgilendireceği kuşkusuzdur... Bir ülkede en güçlü veri tekeli idaredir. Bu gücün sınırlandırılması özel yaşamın ve düşün129 EYLÜL ’10 SİCİL ce ve kanaat özgürlüğünün korunması bakımından önemlidir. Anayasa’nın 20. ve 25. maddelerinde yer alan güvencelere rağmen itiraza konu 8. madde hükmüyle kişiler, bilgi toplama, saklama, işleme ve değiştirme tekeli olan idareye ve diğer kişilere karşı korumasız bırakılmış, veri toplamanın sınırlarına yasal düzenlemede yer verilmemiştir. Açıklanan nedenlerle itiraz konusu kuralların Anayasa’nın 20. ve 25. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.” değerlendirmesine yer vermiştir. İnceleme konusu düzenlemede yer alan ve “fiilen birlikte yaşama” durumunun belirlenmesi amacıyla özel yaşama müdahale olasılığı doğuran durum, sözleşmenin meşru hedefler arasında belirlediği “ülkenin ekonomik refahının korunması” kavramı çerçevesinde değerlendirilecektir. Zira, yasal koşullarını yitirdiği halde aylık veya gelir almayı sürdürerek haksız kazanç elde eden kişinin, bu eylemiyle Kurum gelirlerinde azalmaya yol açıp, sosyal devlet uygulamaları gereğince sosyal güvenlik alanına yapılan katkıların gerçek hak sahiplerine gitmesini önlediği ileri sürülebilecektir. Ancak, düzenlemenin öngördüğü amaç ile düzenleme içeriğinin uyumu tartışmalıdır. Ayrıca, aylık veya gelirin kesilmesini gerektirir durumun belirlenmesi konusunda herhangi bir somut düzenlemeye yer verilmemiştir. Bunun sonucu olarak da, uygulama kısa sürede Kurum ihbar hattına yapılan bildirimler üzerine, hak sahiplerinin yaşadığı ortamlarda Kurum elemanlarının araştırma yapması, çevreden yapılan araştırma ve soruşturma sonucunda elde edilen bilgilerin değerlendirilmesi biçimine bürünmüştür. Bu kapsamdaki uygulama sonucu olarak, basın yayın organlarında “SGK Evleri Bastı”8 içerikli haberler yer almaya başlamıştır. Uygulamanın soyut içeriği, zaman sınırlaması içermeyip, araştırma yöntemi belirtmemesi; bunların da ötesinde, aylık veya gelirin kesilmesi için öngördüğü yaşam tarzını tanımlamamış olması, bu alandaki uygulamanın keyfi bir hal almasına yol açacaktır. Özellikle çocuğu bulunan haksahipleri yönünden yapılacak araştırmanın, çocukların ki130 şiliği ve psikolojisi üzerinde yaratacağı olumsuz etkiler; birlikte yaşanılan kişiyle daha önce evlilik ilişkisi bulunup bulunmadığı, buna bağlı olarak daha önce kiminle ne tür bir ilişki içinde yaşandığı gibi konuların soruşturulması, soruşturulan kişi ve ailesi yönünden yıpratıcı ve toplum içinde küçük düşmeye yol açacak bir süreç doğuracaktır. Üstelik, tüm bu olumsuzluklar ve ilişkinin toplum önünde sergilenmesi sonrasında, aylık veya gelirin kesilmesini gerektirir durumun ortaya çıkmaması halinde, kişinin özel yaşamı gereksiz yere ihlal edilmiş olacağı gibi, bu tür bir ihlalin hemen sonrasında yeni ihbar ve ihlallerin olması da herhangi bir engellemeyle karşılaşmayacaktır. Düzenlemenin, özel yaşama saygı yönünden, AİHS’nin 8. maddesi ve Anayasa’nın 20. maddesi hükümlerine uygun bir hüküm olduğunu söyleme olanağı bulunmamaktadır. Sınırsız ve belirsiz nitelikli düzenleme, toplumsal yaşamda pozitif ayrımcılık içeren kurallarla korunması gereken kadınların özel yaşam ve ilişkilerinin toplumun denetimine açılması sonucunu doğuracaktır. Gelir veya aylığın devam edip etmeyeceği yönündeki incelemeden elde edilecek yararın, sıralanan haklarla orantılandığında daha üstün bir toplumsal çıkar içerdiğini iddia etme olanağı da bulunmamaktadır. Kaldı ki, Yasanın öngördüğü düzenleme ölüm aylığı veya geliri alma hakkını ortadan kaldıran bir içeriğe sahip olmadığı için, özel yaşamın böylesi bir ihlali sonrasında elde edilen bilgilerle aylığın kesilmesine karar verildiği takdirde dahi, birlikte yaşama olgusunun son bulduğunu belirterek yeniden aylık veya gelir bağlanması isteminde bulunmayı engeller bir hüküm de bulunmamaktadır. Yine iptal ve istirdad sonucu elde edilecek ekonomik değer de her zaman gerçek bir ekonomik değer ifade etmeyebilecektir. Ayrıca, ödenmiş olan aylık ve gelirin geri alınabilmesi, ilişkinin geçmişe dönük olarak araştırılmasını da gerekli kılacak; tespit anındaki durumun başlangıç tarihi belirlenmeden, iade kapsamına girecek Kurum alacağı miktarı belirlenemeyeceğinden, hükmün uygulanabilirliği bu yönüyle de sorunlar yaratacaktır. EYLÜL ’10 E- Öneriler 5510 sayılı Yasa’nın 56/son maddesindeki düzenlemenin, eşitlik ve özel yaşama saygı ilkelerine uygun bir içeriğe sahip olduğundan söz etme olanağı bulunmamaktadır. Bu durum karşısında, Anayasa ve AİHS ile çocuklar ile kadınların korunmasına yönelik ulusal ve uluslararası düzeydeki birçok kurala aykırı bulunan düzenlemenin iptali isteminin, mahkemeler veya Yargıtay tarafından Anayasa Mahkemesi önüne götürülmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki yasama sürecinde eklenen düzenlemenin, insan hakları ve anayasal düzenlemeler ışığında değerlendirilip değiştirilmesi; kız çocuklarının ölüm aylığından yararlanma konumlarının, çağdaş devlet yasalarındaki düzenlemeler de gözetilerek, nesnel kriterlere uygun bir düzenlemeye kavuşturulması olanağı bulunmaktadır. Düzenlemenin temel yaklaşımından uzaklaşılmadığı takdirde dahi, kullanılan kavramlar, araştırma yöntemi ve madde içeriği konusunda, yasa tekniğine uygun, daha belirgin bir hüküm oluşturulması gereği üzerinde durulmalıdır. Ayrıca, kadınların istihdamını artırıcı önlemlerin etkinleştirilmesi; kendi çalışmaları nedeniyle sosyal güvenlik konularında kayıtlı çalışma olanaklarının artırılıp özendirilmesi de, ölüm aylığı veya geliri alabilmek için yasaya karşı hile yoluna gidilmesi çabalarını önleyecektir. Sonuç Temel insan hakları arasında yer alan sosyal güvenlik hakkı konusunda oluşturulan düzenlemeler, hakkın özü ve insan hakları konusundaki ilkeler gözetilerek oluşturulmalıdır. Bu yöndeki düzenlemelerin oluşum sürecinde, özenli bir hukuksal çalışma yapılmalı ve bu konuda yetkin hukukçuların öğreti ve uygulamadaki birikimlerinden yararlanılmalıdır. Ayrıca, çağdaş devlet anlayışının, toplum bireylerini birbirlerinin özel yaşamını sürekli gözetleyip ihbara özendiren yaklaşımlardan kaçınmayı zorunlu kıldığı, yasal düzenlemeler ve uygulamayla bu tür sonuçlar oluşturmaktan kaçınıl- SİCİL ması gereği de göz önünde bulundurulmalıdır. Düzenlemenin içerik ve yapı itibariyle taşıdığı olumsuzluklar giderilmese de, kurum ve yargı organları, yürürlükte olan yasa hükmünü yaşama geçirirken, kişilerin özel yaşamına saygı ilkesini gözetmek zorundadır. Bu alandaki olumsuz uygulamaların insan haklarına ilişkin düzenlemelere uygunluk yönünden, ulusal ve uluslararası yapılanmalar tarafından denetlendiği ve aksine davranışların, Devletin ve ilgili kişilerin sorumluluğu sonucunu doğuracağı gözetilmeli; elde edilmeye çalışılan değerden fazlasının yitirilmesi yanında, temel insan haklarına saygı gereği konusunda yeni sorunlar yaratılmamalıdır. DİPNOTLAR 1 Kemal Gözler, Anayasa Hukukuna Giriş, Ekin Kitabevi Yayınları, 10. Baskı, Bursa-2007, s. 212-213 2 “...Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Bu maddede belirtilen sosyal hukuk devleti, temel hak ve özgürlükleri en geniş ölçüde gerçekleştiren ve güvence altına alan, toplumsal gerekleri ve toplum yararını gözeten, kişi ve toplum yararı arasında denge kuran, toplumsal dayanışmayı en üst düzeyde gerçekleştiren, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak eşitliği, sosyal adaleti sağlayan, çalışma hayatının gelişmesi için önlemler alarak çalışanları koruyan, sosyal güvenlik sorunlarını çözmeyi, ülkenin kalkınmasıyla birlikte ulusal gelirin sosyal katmanlar arasında adaletli biçimde dağıtılmasını amaç edinmiş devlettir. Nakil işlemi sonucunda görev yeri değişen kamu görevlilerinin, maddi açıdan belli bir külfetle karşı karşıya kalmaları ve bu külfetin kamu hizmetinin yürütülmesinden kaynaklanması nedeniyle isteklerine dayalı olarak nakledilmiş olsalar da, söz konusu külfetin idarece karşılanması gerektiğinden, iptali istenilen kural, sosyal hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Öte yandan, Anayasa’nın 10. maddesindeki “Kanun önünde eşitlik ilkesi” hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Kendi yazılı talepleri üzerine nakledilen kamu görevlileri ile re’sen nakledilen kamu görevlilerinin, nakil işleminin hukuksal niteliği yönünden ve yer değiştirmeye bağlı olarak ödenen harcırah bakımından, aynı hukuksal konumda oldukları kuşkusuzdur. Aynı hukuksal konumda olanlar arasında farklı kurallar öngörülmesi Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. 131 EYLÜL ’10 SİCİL Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu kural, Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.” Anayasa Mahkemesi, 09.07.2009 t, 2007/31 E, 2009/109 K. sayılı Kararı. 3 Şeref Gözübüyük-Feyyaz Gölcüklü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan Kitabevi, 4. Bası, Ankara2003, s. 400 4 Şeref Gözübüyük-Feyyaz Gölcüklü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Turhan Kitabevi, 4. Bası, Ankara2003, s. 402 5 Durmuş Tezcan-M.Ruhan Erdem-Oğuz Sancakdar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, T.C. Adalet Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı, Ankara-2004, s. 243 6 AİHM 22/10/1981 t. 7525/76 sayılı DUDGEON-BİRLEŞİK KRALLIK davasına ilişkin kararı: “Başvurucu, Kuzey İrlanda’da yürürlükte olan mevzuat gereğince, eşcinsel faaliyetlerinden dolayı takibata maruz kaldığını ve bu konudaki yasaların varlığı nedeniyle şantaj ve taciz korkusu dahil olmak üzere korku ve psikolojik sıkıntı yaşadığını ve acı çektiğini belirtmiştir. Başvurucu ayrıca, Ocak 1976’da evindeki aramayı takiben eşcinsel faaliyetleri nedeniyle polis tarafından sorguya çekilmesinden ve arama sırasında elkoyulan kişisel kağıtlarının bir yıldan fazla süre geçmesine rağmen geri verilmemesinden şikayetçi olmuştur.[37] Komisyon, başvurucunun söz konusu yasanın mevcudiyetinden dolayı korku ve sıkıntı yaşamasının doğruluğu konusunda şüphe duymaya gerek olmadığı görüşündedir.[40] Mahkeme, Komisyon’un görüşlerinden ayrılmak için bir neden olmadığı görüşündedir. Sözü geçen yasanın yürürlükte tutulması, başvurucunun özel yaşamına (ki bu onun cinsel yaşamını da içerir) saygı hakkına, Sözleşme’nin 8. maddesi anlamında sürekli bir müdahale oluşturmaktadır. Yasanın yürürlükte kalması, başvurucunun kişisel koşulları bakımından sürekli olarak ve doğrudan başvurucunun özel yaşamını etkilemektedir (bk. Marckx kararı, parag. 27). Başvurucu, yasaya saygı gösterip, yasaklanan seksüel hareketleri rızası olan erkek partneriyle kendi özel alanında dahi yapmaktan kaçınması halinde de, bu hareketleri yapıp cezai takibata maruz kalması halinde de, yasanın varlığından etkilenmektedir.[41]... Sözleşmenin 8. maddesinde düzenlenen bir hakkın kullanımına yapılan müdahale, “hukuka uygun”, “amacı ya da amaçları ikinci fıkra bakımından meşru” ve “demokratik bir toplumda gerekli” olmadığı sürece, 8(2). fıkrası bakımından haklı sayılamaz (bk. diğer kararlarla birlikte, Young, James ve Webster kararı, parag. 59).[43] Müdahalenin hukuken öngörülebilir olması: Bu üç şarttan biricisinin yerine getirildiği konusunda bir tartışma yoktur. Komisyon’un da belirttiği gibi, müdahale [iç] hukuka uygun olup, 1861 ve 1885 tarihli Yasalar’ın ve Common Law’un bir sonucudur.[44] Müdahalenin meşru amaca sahip olması: İkinci şarta ilişkin olarak, Hükümet tarafından müdahalenin dayandırıldığı iki amaç değerlendirilmiştir. Müdahale, “ahlakın korunması”nı mı amaçlamaktadır, yoksa “başkalarının haklarını ve özgürlüklerini korumayı” mı amaçlamaktadır.[45] Mahkeme, yasanın amaçlarından birinin, gençlik gibi toplumun zarar görebilecek bir bölümünün eşcinsel uygulamaların sonuçlarından korunması olduğunu kabul etmektedir. 132 Bununla beraber bu bağlamda, “başkalarının haklarının ve özgürlüklerinin korunması” ile “ahlakın korunması arasında kesin bir ayırım yapmak yapaydır. “Ahlakın korunması” bütün olarak toplumun ahlaki değerlerine ve standartlarına bir güvence getirmekte, fakat aynı zamanda, okul çağındaki çocuklar gibi toplumun korunması gereken belirli bir bölümünün menfaatlerini de koruyabilmektedir (bk. Handyside kararı, parag. 52). Bu nedenle “başkalarının haklarının ve özgürlüklerinin korunması”, yetişkin olmayan, akıl hastalığı veya bağımlılık gibi nedenlerle özel korumaya ihtiyacı olan bazı bireylerin menfaatlerinin güvence altına alınması anlamında, bir yönüyle “ahlakın da korunmasıdır” (bk. Sunday Times kararı (No. 1), parag. 56). Mahkeme bu nedenle, iki amacı bu temelde ele alacaktır.[47] Müdahalenin demokratik toplumda gerekliliği: Komisyon raporunda doğru bir şekilde gözlemlendiği gibi, 8. madde açısından bu olaydaki en önemli konu, yasanın yürürlükte tutulmasının, belirtilen bu amaçlara ilişkin olarak ne ölçüde “demokratik bir toplumda gerekli” olduğudur.[48] Diğer cinsel davranışlar gibi erkek eşcinsel davranışının da belli ölçüde ceza hukuku tarafından düzenlenmesinin “demokratik toplumda gerekli” bir tedbir olarak haklı bulunması inkar edilemez. Bu konudaki ceza normlarının fonksiyonu, özellikle gençlikleri, bedensel ve zihinsel güçsüzlükleri, tecrübesizlikleri veya özel bir fiziksel, resmi veya ekonomik bağımlılık durumunda olmaları nedeniyle acz içinde (vunerable) bulunan kişileri, başkaları tarafından sömürülmeye ve istismar edilmeye karşı korumaktır. Avrupa Konseyi’ne üye bütün Devletlerin mevzuatlarında buna benzer yasalar vardır. Ancak Kuzey İrlanda’daki yasanın bu Devletlerin mevzuatlarından farkı, koşullar ne olursa olsun, genel olarak erkekler arasındaki cinsel sapmaları (buggery) yasaklamasıdır. Bir kısım mevzuatın, toplumun belirli bir bölümünü olduğu kadar, bütün bir toplumun ahlaki değerlerini korumak için “gerekli” olduğu kabul edilebilir; bu davadaki sorun, Kuzey İrlanda’daki ilgili hükümlerin “demokratik bir toplumda” belirtilen bu amaçları gerçekleştirmek için “gerekli” olarak görülebilecek sınırlar içinde kalıp kalmadığıdır.[49] İlk olarak “gerekli” kavramı, “işe yarar”, “makul” veya “arzu edilir” kavramlarının sahip olduğu bir esnekliğe sahip değildir, gereklilik kavramı, söz konusu müdahaleye neden olan “toplumsal ihtiyacın baskısı”nı ifade etmektedir. Her olayda “toplumsal ihtiyacın baskısı”nın ne olduğunu birinci aşamada takdir edecek olan makamlar, ulusal makamlardır; onlara bir takdir alanı bırakılmıştır. Bununla beraber, onların kararının yeniden gözden geçirilmesi Mahkeme’nin yetkisindedir (bk. Handyside kararı, parag. 48, 49).[52] Mahkeme’nin Sunday Times kararında belirttiği gibi (bk. Sunday Times kararı, parag. 59), ulusal makamlara bırakılan takdir yetkisinin alanı, bir hakkın sınırlanmasını haklı duruma getiren amaçlara göre değişmektedir. Yine Handyside kararında belirtildiği gibi (bk. Handyside kararı, parag. 48) takdir alanı, ahlaki değerlerin korunması durumunda daha geniştir; ahlakın gereklerine ilişkin görüşler, içinde bulunulan zamana ve yere göre değişkenlik göstermektedir; ayrıca Devlet makamları ülkelerindeki yaşamsal güçlerle (vital forces) daha doğrudan ve sürekli ilişkide bulundukları için, bu gereklerin içeriği konusunda bir görüş belirtirken uluslararası yargıçlara göre daha iyi bir konumdadırlar.[52] EYLÜL ’10 tedir. Mahkeme bu konuda, Üye Devletlerin iç hukuklarında olan önemli değişiklikleri görmezden gelemez. Kuzey İrlanda’daki yetkililer son yıllarda, 21 yaşını bitirmiş olup geçerli bir rıza gösteren erkeklerin kendi özel alanlarındaki eşcinsel davranışlarına ilişkin olarak yasayı uygulamamışlardır. Kuzey İrlanda’da ahlaki standartların zarar gördüğüne veya yasanın daha sıkı bir biçimde uygulanmasına yönelik toplumsal bir talebin olduğuna ilişkin bir delil gösterilmemiştir.[60] Bununla beraber, sadece sınırlama amacının niteliği değil, aynı zamanda kapsadığı eylemlerin doğası da takdir yetkisinin kapsamını etkilemektedir. Söz konusu olay, özel yaşamın en mahrem yönüyle ilgilidir. Bunun sonucu olarak kamu otoriteleri tarafından yapılan müdahalelerin 8(2). fıkrası anlamında haklı olabilmesi için, özel olarak ciddi nedenlerin mevcut olması zorunludur.[52] Son olarak gereklilik kavramı, “demokratik toplum” kavramıyla da bağlantılıdır. Mahkeme’nin içtihatlarına göre (bk. Handyside kararı, parag. 49; Young, James ve Webster kararı, parag. 63), Sözleşme’de yer alan bir hakkın kısıtlanmasının, hoşgörü ve açık fikirlilik gibi iki temel özelliğe dayanan “demokratik bir toplumda gerekli” bir tedbir olarak görülebilmesi için, bu kısıtlamanın meşru amaçla orantılı olması gerekmektedir.[53] Bu şartlar altında, bu tür hareketlerin cezalandırılmasına ilişkin “toplumsal ihtiyacın baskısı”nın bulunduğu kabul edilemez; toplumun korunması gereken kesiminin zarar görme riski veya toplum üzerindeki etkileri bu yaptırımların sürdürülmesini haklı göstermek için yeterli değildir. Orantılılık konusunda Mahkeme, mevcut yasayı değiştirmemek için gösterilen gerekçelerin, söz konusu yasa hükümlerinin başvurucu gibi eşcinsel eğilimli bir kişinin yaşamı üzerinde yarattığı zararlı etkilerden daha ağır basmadığını düşünmektedir. Her ne kadar, başkalarının özel alanlarındaki eşcinsel hareketler, toplumun eşcinselliği ahlaka aykırı gören üyelerine çarpıcı gelse de, rahatsız da olsalar veya karşı da çıksalar, bu durum, rızası olan yetişkinler bakımından cezai yaptırımların uygulanmasına bir gerekçe olamaz.[60] Mahkeme’nin görevi, belirtilen ilkeler çerçevesinde, müdahaleyi haklılaştırmak için gösterilen gerekçelerin Sözleşme’nin 8(2). fıkrasıyla “ilgili” ve bu çerçevede “yeterli” olup olmadıklarını saptamaktır (bk. Handyside kararı, parag. 50). Mahkeme, yetişkin erkekler arasındaki eşcinsel ilişkilerin ahlakiliğine dair bir değer yargısı getirmemektedir.[54] Hükümet, Kuzey İrlanda ve Büyük Britanya toplumlarının ahlaki konulardaki farklılıkları üzerinde durmuştur. Hükümete göre, Kuzey İrlanda toplumu, daha tutucudur ve dini faktörlere daha fazla önem vermektedir; bu yaklaşım farkı heteroseksüel ilişkilerle ilgili olarak da görülebilmektedir; bu konuda Kuzey İrlanda’da daha fazla kısıtlayıcı yasalar vardır.[56] Buna göre, Hükümet tarafından gösterilen gerekçeler konuyla ilgili olmakla birlikte, tartışma konusu yasanın yürürlükte tutulması için yeterli değildir. Kuzey İrlanda’daki erkek eşcinselliğine yönelik tavır ve yasada yapılacak yumuşamanın var olan ahlaki standartları bozacağı düşüncesi, başvurucunun özel yaşamına bu ölçüde müdahale edilmesine gerekçe olamaz. Bir davranışı suç olmaktan çıkarma (decriminalization), bu davranışı onaylama anlamına gelmez; toplumun bazı kesimlerinin bu değişiklikten yanlış sonuçlar çıkaracakları kaygısı, bu yasanın haklı görülemeyecek bütün özelliklerine rağmen yürürlükte tutulması için iyi bir sebep teşkil etmez.[61] Mahkemeye göre, benzer tedbirlerin Birleşik Krallığın diğer taraflarında veya Avrupa Konseyi’nin diğer ülkelerinde gerekli görülmemiş olması, Kuzey İrlanda’da gerekli olmadığı anlamına gelmez (bk. Sunday Times kararı (No. 1) parag. 61; ayrıca bk. Handyside kararı, parag. 54 ve 57). Aynı ülkede farklı kültürel toplulukların bulunması halinde yöneticiler, hem ahlaksal hem de toplumsal açıdan farklı ihtiyaçlarla karşılaşabilirler.[56] Özet olarak, Kuzey İrlanda mevzuatı gereğince Dudgeon’a uygulanan kısıtlama, genişliği ve mutlaklığı nedeniyle, ulaşılmak istenen amaçla orantısızdır.[61] Hükümet, cinsel konulara ilişkin Kuzey İrlanda’daki ahlaki iklimin, özellikle yasa değişikliğine ilişkin tasarı sırasındaki karşı çıkışla belgelendiğini ve milli makamların takdir yetkisini kullanırken bu durumu meşru bir biçimde dikkate alabileceğini belirtmiştir. Mahkeme de, bu konudaki bir yasal değişikliğin, toplumun ahlaki dokusuna zarar vereceğine inanan güçlü bir karşı grubun Kuzey İrlanda’da bulunduğunu kabul etmektedir.[57] Hiç kuşku yok ki, yasa değişikliğinin hazırlanması sırasında çeşitli görüşlerle karşılaşan Birleşik Krallık Hükümeti iyi niyetle davranmış ve dengeli bir sonuca ulaşabilmek için özen göstermiştir. Ancak bu durum kendiliğinden, başvurucunun özel yaşamına müdahalenin gerekliliği konusunda belirleyici olamaz (bk. Sunday Times kararı, parag. 59). Ulusal makamlara bırakılan takdir yetkisine rağmen, gösterilen gerekçelerin ilgili ve yeterli olup olmadığı konusunda nihai değerlendirmeyi yapmak, Mahkeme’nin görevidir...[58] Bu yasanın kabul edildiği dönem ile bugünkü durum karşılaştırıldığında, Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin büyük çoğunluğunda eşcinsel hareketlere ilişkin daha fazla anlayış ve hoşgörü gösterildiği gözlenmekte, homoseksüel davranışlar artık ceza hukuku tedbirlerinin konusu olarak görülmemek- SİCİL Mahkeme, gençlik gibi nedenlerle zarar görebilecek kişilerin istismarını önlemeye yönelik sınırlamaları gerçekleştirmek için, belli ölçüde homoseksüel davranışlar üzerinde kontrol kurulmasını demokratik bir toplumda meşru bir zorunluluk olarak görmektedir. Bununla beraber, toplumlarının ahlakını korumaya yönelik bu tür önlemleri ve özellikle ceza hukuku tarafından korunması gereken genç kesimin yaşını belirlemek, öncelikle milli makamların karar verme yetkisi içindedir.[62] Bu nedenlerle, başvurucunun özel yaşamına yapılan müdahale nedeniyle Sözleşme’nin 8. maddesine aykırılık bulunmaktadır.[63]” Osman Doğru, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi İçtihatları, Cilt 1, Beta Basım Yayım Dağ. A.Ş., İstanbul-2002, s. 422-425 7 Durmuş Tezcan-M.Ruhan Erdem-Oğuz Sancakdar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, T.C.Adalet Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı, Ankara-2004, s. 223 8 03.09.2010 tarihli Şok Gazetesi manşeti. 133 EYLÜL ’10 SİCİL Dr. Özkan BİLGİLİ SGK Başmüfettişi Kısmi Süreli Çalışanların Eksik Günlerine İlişkin GSS Primleri Giriş Kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanların iş hukuku ve sosyal güvenlik hukukuna ilişkin hakları öteden beri sosyal politika alanındaki tartışma konuların başında gelmektedir. Esnek çalışma biçimlerinden biri olarak çalışma hayatına giren kısmi süreli iş sözleşmesi, çalışma hayatının esnekleştirilmesi taleplerine paralel olarak ilk defa 4857 sayılı Kanun ile yasal olarak düzenlenmiştir. 4857 sayılı Kanun ile yasal dayanağına kavuşan kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanların sosyal sigorta ve genel sağlık sigortası primlerinin hesaplanması ve ödenmesi ise 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile düzenlenmiştir. Yazımızda, sosyal sigorta primlerinin hesaplanması ve ödenmesinden daha çok, kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerinin ödenmesinde benimsenen oldukça yeni sayılabilecek bir yöntemi tartışacağız. 134 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasına göre; 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı olmakla birlikte, 4857 sayılı Kanun’un 13 ve 14. maddelerine göre kısmi süreli veya çağrı üzerine çalışanlar için eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin 30 güne tamamlanması zorunludur. Buna göre, 5510 sayılı Kanun ile sosyal güvenlik sitemimizde ilk defa hizmet akdi ile çalışan sigortalılara prim ödeme yükümlülüğü getirilmiştir. Henüz fiilen uygulanmaya başlamadığı anlaşılan konu ile ilgili olarak yazımızda, bir taraftan uygulama esasları açıklanmaya çalışılırken bir taraftan da düzenleme eleştirilmiştir. I- Genel Sağlık Sigortalısı Sayılanlar I.1- Kanundaki Düzenleme Kimlerin genel sağlık sigortalısı sayıldıkları EYLÜL ’10 5510 sayılı Kanun’un 60. maddesi birinci fıkrasında düzenlenmiş bulunmaktadır. Buna göre, ikametgahı Türkiye’de olan kişilerden; a) 4 üncü maddenin birinci fıkrasının; 1) (a) ve (c) bentleri gereğince sigortalı sayılan kişiler, 2) (b) bendi gereğince sigortalı sayılan kişiler, b) İsteğe bağlı sigortalı olan kişiler, c) Yukarıdaki (a) ve (b) bentlerine göre sigortalı sayılmayanlardan; 1) Harcamaları, taşınır ve taşınmazları ile bunlardan doğan hakları da dikkate alınarak, Kurumca belirlenecek test yöntemleri ve veriler kullanılarak tespit edilecek aile içindeki geliri kişi başına düşen aylık tutarı asgari ücretin üçte birinden az olan vatandaşlar, 2) Vatansızlar ve sığınmacılar, 3) 1/7/1976 tarihli ve 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre aylık alan kişiler, 4) 24/2/1968 tarihli ve 1005 sayılı İstiklal Madalyası Verilmiş Bulunanlara Vatani Hizmet Tertibinden Şeref Aylığı Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre şeref aylığı alan kişiler, 5) 28/5/1986 tarihli ve 3292 sayılı Vatani Hizmet Tertibi Aylıklarının Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre aylık alan kişiler, 6) 3/11/1980 tarihli ve 2330 sayılı Nakdi Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre aylık alan kişiler, 7) 24/5/1983 tarihli ve 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu hükümlerine göre korunma, bakım ve rehabilitasyon hizmetlerinden ücretsiz faydalanan kişiler, 8) Harp malûllüğü aylığı alanlar ile Terörle Mücadele Kanunu kapsamında aylık alanlar, 9) 18/3/1924 tarihli ve 442 sayılı Köy Kanununun 74 üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre görevlendirilen kişiler ile aynı Kanunun ek 16 ncı maddesine göre aylık alan kişiler, 10) 24/6/2008 tarihli ve 5774 sayılı Başarılı Sporculara Aylık Bağlanması ile Devlet Sporcusu Unvanı Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerine göre aylık alan kişiler, SİCİL d) Mütekabiliyet esası da dikkate alınmak şartıyla, oturma izni almış yabancı ülke vatandaşlarından yabancı bir ülke mevzuatı kapsamında sigortalı olmayan kişiler, e) 25/8/1999 tarihli ve 4447 sayılı Kanun gereğince işsizlik ödeneği ve ilgili kanunları gereğince kısa çalışma ödeneğinden yararlandırılan kişiler, f) Bu Kanun veya bu Kanundan önce yürürlükte bulunan sosyal güvenlik kanunlarına göre gelir veya aylık alan kişiler, g) Yukarıdaki bentlerin dışında kalan ve başka bir ülkede sağlık sigortasından yararlanma hakkı bulunmayan vatandaşlar, genel sağlık sigortalısı sayılmışlardır. I.2- Yönetmelik ve Tebliğ Hükümleri Kimlerin genel sağlık sigortalısı sayıldığı 5510 sayılı Kanun’da yukarıdaki şekilde sıralanmışken, Genel Sağlık Sigortası İşlemleri Yönetmeliği’nin 2. maddesi ve 5510 Sayılı Kanun Gereğince Genel Sağlık Sigortalısı Sayılanlar, Sayılmayanlar, Sigortalılığın Başlangıcı, Kuruma Bildirilmesi Hakkında Tebliğ’in (A) bölümünde, Kanunda belirtilenlere ek olarak “sosyal sigortalı” sayılıp sayılmama halleri de dikkate alınarak daha da detaylandırılmıştır. Buna göre; a) Kamu idaresine ait işyerlerinde çalıştırılan sigortalılardan iş sözleşmesi askıda kalanlar, iş sözleşmesinin askıda kaldığı süre içinde, b) Kanunun geçici 13. maddesine göre 4046 sayılı Kanun’un 21. maddesi kapsamında iş kaybı tazminatı alanlar, Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrası (a) bendi kapsamında, c) Kanunun 5. maddesinin (g) bendi gereği ülkemiz ile sosyal güvenlik sözleşmesi olmayan ülkelerde iş üstlenen işverenlerce yurt dışındaki işyerlerinde çalıştırılmak üzere götürülen Türk işçileri Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrası (a) bendi kapsamında, d) Kanunun 37. maddesi gereğince evlenme ödeneği alan kız çocuklardan; eşleri tarafından bakmakla yükümlü olunmayanlar ile iki yıllık süre içinde eşlerinden boşanan kız çocukları, gelir/aylıklarının kesildiği tarihten itibaren iki yıllık sürenin sonuna kadar Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrası (f) bendi kapsamında, 135 EYLÜL ’10 SİCİL Sağlık hizmetlerinden yararlanma şartları açısından, bağımsız çalışan şirket ortakları ve vergi mükellefleri ile Kanunun 4/(a) bendi kapsamında sigortalı sayılan kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanlar, eksik günlerin genel sağlık sigortası primlerinin ödenmesi ve prim borçlarının bulunmaması yönüyle “aynı statüde” değerlendirilmiştir. genel sağlık sigortalısı sayılır. Belirtelim ki, birkaç istisnai durum dışında genel sağlık sigortalılığı neredeyse hiç sona ermemektedir. Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının herhangi bir bendi kapsamında başlayan genel sağlık sigortalılığı, o bent kapsamında sona erse bile yine Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının bir başka bendine göre yeniden başlamak zorundadır.1 II- Sağlık Hizmetlerinden Yararlanma Şartları Yukarıda sayılan genel sağlık sigortalıları ile bunların bakmakla yükümlü oldukları kimselerin (sağlık hak sahipleri) Kurumca finanse edilen sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri, belli şartlara bağlanmıştır. Bu şartların en başta geleni de belli bir genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının olmasıdır. Şüphesiz buna ek koşullar da vardır. Ancak, biz bir sınırlama yaparak sadece bildirilmesi ve/veya ödenmesi gereken genel sağlık sigortası prim gün sayısı üzerinde duracağız. Aşağıda, 5510 sayılı Kanun’un “sağlık hizmetlerinden yararlanma şartları” başlıklı 67. maddesi birinci fıkrasında, genel sağlık sigortalıları ile bakmakla yükümlü oldukları kimselerin Kurumca finanse edilen sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri için aranan şartlara yer verilmiştir. Buna göre; a) 60. maddenin birinci fıkrasının (c) ve (f) 136 bentleri hariç diğer bentleri gereği genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin, sağlık hizmeti sunucusuna başvurduğu tarihten önceki son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının olması, b) 60. maddenin birinci fıkrasının (a) bendinin (2) numaralı alt bendi ile (g) bendine tabi olan genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin yukarıdaki bentte sayılan şartla birlikte, sağlık hizmeti sunucusuna başvurduğu tarihte 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un 48. maddesine göre tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla prim ve prime ilişkin her türlü borcunun bulunmaması2, c) 60. maddenin birinci fıkrasının (b) ve (d) bentlerine tabi olan genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin yukarıdaki bentlerde sayılan şartla birlikte, sağlık hizmeti sunucusuna başvurduğu tarihte prim ve prime ilişkin her türlü borcunun bulunmaması, şarttır. Görüldüğü üzere, sağlık hizmetlerinden yararlanma şartları açısından, Kanunun 4. maddesi birinci fıkrası (b) bendi kapsamında sigortalı sayılan bağımsız çalışan şirket ortakları ve vergi mükellefleri ile Kanunun 4. maddesi birinci fıkrası (a) bendi kapsamında sigortalı sayılan kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanlar, eksik günlerin genel sağlık sigortası primlerinin ödenmesi ve prim borçlarının bulunmaması yönüyle “aynı statüde” değerlendirilmiştir. Zira, kısmi süreli çalışan sigortalılar eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerini Kanunun 60/c-1 veya 60/g maddesi kapsamında ödeyeceklerdir. Her iki grup açısından da; sağlık hizmeti sunucusuna başvurulduğu tarihten önceki son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısı olması ve sağlık hizmeti sunucusuna başvurulduğu tarihte 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 48. maddesine göre tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla prim ve prime ilişkin her türlü borcunun bulunmaması şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. EYLÜL ’10 Öte yandan, tam gün çalışan işçilerin sağlık edimlerinden yararlanmaları için, önceki bir yılda 30 güm prim ödenmiş olması yetecek; kısmi süreli çalışanlar için ise, her ay 30 tam gün ödenme şartın aranacaktır. Böyle bir sonuç, kabulü kolay bir sonuç değildir.3 Belirtelim ki; Genel Sağlık Sigortası İşlemleri Yönetmeliği’nin 32. maddesi ikinci fıkrasında yer verilen ve Kurumca finanse edilen sağlık hizmetlerinin karşılanmasında yukarıda sayılan hükümlerin yerine getirilmesi şartı aranmamaktadır. Yani, 18 yaşını doldurmamış olan kişiler4, tıbben başkasının bakımına muhtaç olan kişiler, acil haller, iş kazası ile meslek hastalığı halleri, bildirimi zorunlu bulaşıcı hastalıklar, 63. maddenin birinci fıkrasının (a) ve (c) bentleri gereğince sağlanan sağlık hizmetleri, 75. maddede sayılan afet ve savaş ile grev ve lokavt hallerinde sağlık hizmeti sunumunda yukarıdaki şartlar aranmamaktadır. Genel Sağlık Sigortası İşlemleri Yönetmeliği’nin 32. maddesi dördüncü fıkrası ise, “son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının olması” koşulunu biraz daha zorlaştırmaktadır. Şöyle ki; “… belirtilen otuz günlük prim ödeme süresinin hesabında, genel sağlık sigortalısının tescil tarihinden itibaren otuz gün dolmadan prim tutarını ödemiş olması, birinci fıkranın (a) bendinde belirtilen otuz günlük sürenin dolduğu şeklinde uygulanamaz.” Yani, 30 günlük genel sağlık sigortası primi önceden ödense bile 30 günlük sürenin geçmesi gerekmektedir. Aynı Yönetmeliğin 11. maddesi dördüncü fıkrasına göre ise; 5510 sayılı Kanun’un 60. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin (2) numaralı alt bendi ile (b), (d) ve (g) bentlerine tabi olan genel sağlık sigortalısı ile bakmakla yükümlü olduğu kişilerin sağlık hizmeti sunucusuna başvurduğu tarihte prim borcu ile gecikme cezası, gecikme zammı ve faiz borcu bulunanlar, söz konusu borcu sağlık hizmeti sunucusuna başvuru tarihinden sonraki bir tarihte ödemiş olsa dahi, sağlık hizmeti sunucusuna başvurulan tarih ile söz konusu borcun yatırıldığı tarih arasında yapılan sağlık hizmeti giderleri ve yol gideri, gündelik ve refakatçi giderleri Kurumca ödenmez. SİCİL Dolayısıyla, 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalıların, Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında ödemek zorunda oldukları eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini, tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla olacak şekilde gecikme cezası ve gecikme zammı ile birlikte ödemedikleri müddetçe Kurumca finanse edilen sağlık hizmetlerinden yararlandırılmamaları gerekmektedir. Ayrıca yol gideri, gündelik ve refakatçi giderleri de Kurumca karşılanmayacaktır. III- Her Ay 30 Tam Gün Genel Sağlık Sigortası Primi Ödenmesi Zorunlu Olanlar5 5510 sayılı Kanunun 88. maddesi üçüncü fıkrasına göre; Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (b), (c), (d) ve (g) bentleri gereği genel sağlık sigortalısı sayılanlar için, her ay otuz tam gün genel sağlık sigortası primi ödenmesi zorunludur. Şu kadar ki, 60. maddenin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı olanların aynı ay içinde zorunlu sigorta kapsamında prim ödeme gün sayısı bulunması halinde, ayın kalan günleri için isteğe bağlı sigorta gün sayısı kadar genel sağlık sigortası primi ödenir. Yani; • İsteğe bağlı sigortalılar, • Yukarıda yer verildiği üzere, “zorunlu sosyal sigortalı ve isteğe bağlı sigortalı sayılmayıp sosyal yardım ve hizmet kapsamında aylık bağlanan/hizmet alan” kişiler, • Mütekabiliyet esası da dikkate alınmak şartıyla, oturma izni almış yabancı ülke vatandaşlarından yabancı bir ülke mevzuatı kapsamında sigortalı olmayan kişiler, • 60. maddenin birinci fıkrasının (a), (b), (c), (d), (e) ve (f) bentlerinin dışında kalan ve başka bir ülkede sağlık sigortasından yararlanma hakkı bulunmayan vatandaşlar, için her ay otuz tam gün genel sağlık sigortası primi ödenmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Bunlardan isteğe bağlı sigortalı olanların, aynı ay içinde zorunlu sigorta kapsamında prim 137 EYLÜL ’10 SİCİL ödeme gün sayıları bulunması halinde, ayın kalan günleri için isteğe bağlı sigorta gün sayısı kadar genel sağlık sigortası primi ödenmesi de gerekecektir. Şu halde, isteğe bağlı sigortalının ay içerisinde kısmi süreli çalışmasından dolayı 4/a statüsünde 5 gün zorunlu sosyal sigorta gün sayısı var ise, ayın geri kalan 25 günü için de doğal olarak genel sağlık sigortası primi ödenecektir. Keza, %32 olan isteğe bağlı sigorta primi; %20’si uzun vadeli sigorta kolları primi, %12’si de genel sağlık sigortası priminden oluşmaktadır. Öte yandan, 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi sekizinci fıkrası uyarınca da, 4. maddenin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamında sigortalı sayılanların (60. maddenin birinci fıkrasının (a) bendinin (2) numaralı alt bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı olanların), her ay için otuz tam gün prim ödemesi zorunludur. Yani; • Köy veya mahalle muhtarı seçilenler ile hizmet akdine bağlı olmaksızın kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlardan; 1) Ticari kazanç veya serbest meslek kazancı nedeniyle gerçek veya basit usulde gelir vergisi mükellefi olanlar, 2) Gelir vergisinden muaf olup esnaf ve sanatkâr siciline kayıtlı olanlar, 3) Kollektif şirketlerin ortakları, 4) Limited şirketlerin ortakları, 5) Sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin komandite ortakları, 6) Adi komandit şirketlerin komandite ve komanditer ortakları, 7) Donatma iştirakleri ortakları, 8) Anonim şirketlerin yönetim kurulu üyesi olan ortakları, 9) Tarımsal faaliyette bulunanlar, • 10/7/1953 tarihli ve 6132 sayılı At Yarışları Hakkında Kanuna tabi jokey ve antrenörler, Belirtelim ki; 5510 sayılı Kanun’un geçici 16. maddesi uyarınca, kendi adına ve hesabına tarımsal faaliyette bulunan sigortalılar ile esnaf muaflığından yararlanan isteğe bağlı kadın sigortalılar, 2008 yılında prime esas kazancın günlük alt sınırının 15 katı üzerinden, otuz katını geçmemek üzere takip eden her yıl için bir puan artırılarak primlerini ödeyecekler ve 138 her ay için 30 sigorta günü bildirmiş/ödemiş olacaklardır. 5510 sayılı Kanun’un 60. maddesi birinci fıkrasının (e) ve (f) bentlerinde belirtilen genel sağlık sigortalıları açısından ise durum biraz farklıdır. Şöyle ki; Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (e) bendi kapsamında olup, 4447 sayılı Kanun gereğince işsizlik ödeneği ve ilgili kanunları gereğince kısa çalışma ödeneğinden yararlandırılan kişilerin, İŞKUR tarafından her aya ait genel sağlık sigortası primlerinin ilgili ayı takip eden ayın sonuna kadar -belirtilen süreler boyunca- Kuruma ödeneceği 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi onuncu fıkrası gereğince zorunlu tutulmuştur. Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (f) bendi kapsamındaki gelir ve aylık alan genel sağlık sigortalılarının ayrıca genel sağlık sigortası primi ödemeleri ise söz konusu değildir. Ancak, 5510 sayılı Kanun’un 60. maddesi ikinci fıkrası gereğince; “….Birinci fıkranın (f) bendi kapsamında gelir alması nedeniyle genel sağlık sigortalısı sayılanlar, aynı zamanda diğer bentler gereği de genel sağlık sigortalısı sayılması halinde (f) bendi dışındaki bentler kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılır.” Dolayısıyla, uğradıkları iş kazası sebebiyle gelir bağlanmış olan Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) ve (b) bentleri kapsamındaki sosyal sigortalılar, Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının diğer bentleri kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılmaları halinde (f) bendi dışındaki bentler kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılacaklardır. Şu halde; 5510 sayılı Kanun’un 67. maddesi birinci fıkrası uyarınca, 60. maddenin birinci fıkrasının (c) ve (f) bentleri hariç diğer bentleri gereği (60. maddenin birinci fıkrasının (a) bendi yani 4/a, 4/b ve 4/c’liler dahil) genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin, sağlık hizmeti sunucusuna başvurduğu tarihten önceki son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının olması, sağlık hizmeti alabilmeleri için yeterli sayılmıştır. Bu temel şarta ek olarak, Kanunun 67. maddesinde yer verildiği üzere, tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla prim ve prime EYLÜL ’10 ilişkin her türlü borcunun bulunmaması şartı ile prim ve prime ilişkin her türlü borcunun bulunmaması şartlarını taşıması gereken genel sağlık sigortalıları da bulunmaktadır. Bunlardan başka, 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (c) bendi (60. maddenin birinci fıkrasının (a) bendinin (1) numaralı alt bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı olanlardan) kapsamında sigortalı olanlar için de, bir durumda, son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının olması şartı aranmamaktadır. Şöyle ki; 5510 sayılı Kanun’un 45. maddesi dördüncü fıkrası gereğince, 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında sigortalı sayılanlardan, ilgili kanunları gereğince kullandıkları aylıksız izin sürelerinin bitiminden sonra göreve başlayanlar ile göreve başlaması için tanınan süreler ile bir yıl ve daha az süreyle aylıksız izne ayrılanların aylıksız izin sürelerinde bu Kanunun 67. maddesinde aranan 30 günlük prim ödeme şartı aranmaz. IV- Kısmi Süreli İş Sözleşmesi ile Çalışan Sigortalıların Özel Durumu IV.1- Genel Sağlık Sigortası Primlerinin Otuz Güne Tamamlanması Zorunluluğu IV.1.1- Genel Olarak Yukarıda yer verildiği üzere, 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki zorunlu sigortalıların tümünün genel sağlık sigortası prim gün sayılarının her ay için 30 tam gün üzerinden bildirilmesini zorunlu kılan bir kanun hükmü bulunmamaktadır. Dahası, bunlar için Kurumca finanse edilen sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek için varolan genelleme, 5510 sayılı Kanun’un 67. maddesi birinci fıkrası (a) bendinde yer almış bulunmaktadır. O da, sağlık hizmeti sunucusuna başvurdukları tarihten önceki son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının olmasıdır. Ancak, 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi SİCİL dördüncü fıkrasında ve aşağıda görüleceği üzere ikincil düzenlemelerde bunun istisnalarına yer verilmiştir. Buna göre, 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanlar ve ev hizmetlerinde ay içerisinde 30 günden az çalışan sigortalılar için eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin 30 güne tamamlanması zorunludur. Belirtelim ki, yazımızda ev hizmetlerinde ay içerisinde 30 günden az çalışan sigortalılar üzerinde durulmayacaktır. 5510 sayılı Kanun’un “primlerin ödenmesi” başlıklı 88. maddesi dördüncü fıkrasına göre; “5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı olmakla birlikte, 4857 sayılı Kanun’un 13 ve 14. maddelerine göre kısmi süreli veya çağrı üzerine çalışanlar ile bu Kanuna göre ev hizmetlerinde ay içerisinde 30 günden az çalışan sigortalılar için eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin 30 güne tamamlanması zorunludur. Bu durumda olan sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primleri, 60. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi veya (g) bendi kapsamında ödenir. Kamu idaresine ait işyerlerinde çalıştırılan sigortalıların iş sözleşmesinin askıda kaldığı aylara ait genel sağlık sigortası primi, 82. maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazancın alt sınırının 30 günlük tutarı üzerinden ilgili kamu idaresince ödenir.” Öte yandan, Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 102. maddesi onaltıncı fıkrası ile Genel Sağlık Sigortası İşlemleri Yönetmeliği’nin 15. maddesinin ikinci fıkrasında, yalnızca genel sağlık sigortasına tabi olanlar için aylık prim ve hizmet belgesi verilmeyeceği, genel sağlık sigortası priminin alınmasına esas tahakkuk işleminin Kurumca oluşturulacağına değinilmiştir. Genel Sağlık Sigortası İşlemleri Yönetmeliği’nin 15. maddesi üçüncü fıkrası ile 5510 Sayılı Kanun Gereğince Genel Sağlık Sigortalısı Sayılanlar, Sayılmayanlar, Sigortalılığın Başlangıcı, Kuruma Bildirilmesi Hakkında Tebliğ’inin “K- PRİMLERİN ÖDENMESİ VE AYLIK PRİM VE HİZMET BELGESİ” bölümünün 3. maddesinde ise, Kanunun 88. maddesi dördüncü fıkrası hükmü aynen tekrarlanmıştır: “4857 sayılı Kanun’un 13 ve 14. maddelerine 139 EYLÜL ’10 SİCİL göre kısmi süreli veya çağrı üzerine çalışanlar ile Kanuna göre ev hizmetlerinde ay içinde 30 günden az çalışan sigortalılar için eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin 30 güne tamamlanması zorunludur. Bu durumda olan sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primleri, Kanunun 60. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi veya (g) bendi kapsamında ödenir.” Anlaşılacağı üzere, sigortalının kendisi için işvereni tarafından Kuruma bildirimi yapılan sigorta primine esas kazanç tutarları üzerinden %12 genel sağlık sigortası priminin ödenmesi söz konusu olmayacaktır. Bu durumda olan sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primleri, Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi veya (g) bendi kapsamında ödenecektir. (Belirtelim ki; sadece genel sağlık sigortasına tabi olanlar için genel sağlık sigortası prim oranı Kanunun 81. maddesi birinci fıkrasının (f) bendi uyarınca %12’dir). 5510 sayılı Kanunun 80. maddesi birinci fıkrasının (i) bendine göre ise, bu kapsamdakilerin eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primleri, eksik çalışma süreleri dikkate alınmak suretiyle hesaplanır. IV.1.2- Birden Fazla İşyerinde Kısmi Süreli Çalışma Durumu Sigortalı birden fazla işyerinde kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışıyor ve her işyerinden Kuruma 30 günün altında bildirimi yapılıyor ise, sigortalı her işyerinden yapılan eksik gün bildirimlerinden dolayı ayrı ayrı sorumlu sayılarak eksik günlerinin genel sağlık sigortası primini ödeme zorunluluğu ile karşı karşıya kalabilir mi? Bize göre bu husus ikili bir ayrıma tabi tutularak değerlendirilmelidir. Birincisi, birden fazla işyerinden yapılan bildirimlerin toplamı her ay için 30 sigorta gününe ulaşıyor veya aşıyorsa, kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalının ayrıca genel sağlık sigortası primi ödemesi gerekmeyecektir. İkincisi, birden fazla işyerinden yapılan bildirimlerin toplamı her ay için 30 sigorta gününe ulaşmıyor ise, kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalı eksik 140 günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primini ödeyecektir. Aksi halde, yani birden fazla işyerinden yapılan bildirimlerin 30 güne ulaşıp ulaşmadığına bakılmaksızın işlem yapılır ise sigortalıya mükerrer genel sağlık sigortası primi ödettirilmesi söz konusu olabilir. IV.1.3- Gelir Aldığı Halde Kısmi Süreli Çalışma Durumu Yukarıda da yer verildiği üzere gelir veya aylık alanların çalışmamaları halinde ayrıca genel sağlık sigortası primi ödemeleri söz konusu değildir. Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (f) bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı olarak, ayrıca genel sağlık sigortası primi ödemeden sağlık hizmetlerinden yararlanabileceklerdir. Bununla birlikte, 5510 sayılı Kanun’un 60. maddesi ikinci fıkrası gereğince; “….Birinci fıkranın (f) bendi kapsamında gelir alması nedeniyle genel sağlık sigortalısı sayılanlar, aynı zamanda diğer bentler gereği de genel sağlık sigortalısı sayılması halinde (f) bendi dışındaki bentler kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılır.” Şu halde, ister uğradığı iş kazası ve meslek hastalığı sonucu “sürekli iş göremezlik geliri” bağlanmış Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) ve (b) bentleri kapsamındaki sosyal sigortalıların kendisi, isterse uğradıkları iş kazası ve meslek hastalığı sonucu ölümleri halinde “ölüm geliri” bağlanan hak sahibi eş, çocuklar ve ana babası Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının diğer bentleri kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılmaları halinde (f) bendi dışındaki bentler kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılacaklardır. Örneğin, sürekli iş göremezlik geliri/ölüm geliri aldıkları halde Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında çalışmaları halinde, Kanunun 60. maddesi (f) bendi uyarınca değil de 60. maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılacaklar ve dolayısıyla genel sağlık sigortası primleri de ödenecektir. Hatta, sürekli iş göremezlik geliri/ölüm geliri alanlar Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında kısmi süreli olarak çalışırlar ise, bu sefer de eksik günlerinin genel sağlık sigortası prim- EYLÜL ’10 lerini 30 güne tamamlamak suretiyle kendileri ödemek zorunda kalacaklardır. Öyle ki, normalde hiç çalışmasalar gelir almaları sebebiyle Kanunun 60. maddesi (f) bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı olarak genel sağlık sigortası primi ödemeden sağlık hizmetinden yararlanacakken, 4857 sayılı Kanun’a göre kısmi süreli çalışmaları halinde Kanunun 4. maddesi birinci fıkrası (a) bendi kapsamında sigortalı olarak eksik günlerine ilişkin -tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç- 60 günden fazla GSS prim borçlarının bulunması halinde sağlık hizmetlerinin Kurumca finansmanı da sağlanmayacaktır. IV.1.4- Aylık Aldığı Halde Kısmi Süreli Çalışma Durumu 5510 sayılı Kanun’da olmamasına rağmen, ikincil düzenlemelerde; Genel Sağlık Sigortası İşlemleri Yönetmeliği’nin (GSSİY) 11. maddesinin birinci fıkrası ve 5510 Sayılı Kanun Gereğince Genel Sağlık Sigortalısı Sayılanlar, Sayılmayanlar, Sigortalılığın Başlangıcı, Kuruma Bildirilmesi Hakkında Tebliğ’in (GSS Tebliği) (H) bölümü 1. maddesinde, gelir alanlar dışında, Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendine göre 5510 sayılı Kanun veya bu Kanundan önce yürürlükte bulunan mülga 506, 1479, 2925, 2926 ve 5434 sayılı Kanunlara göre aylık (malüllük, yaşlılık, ölüm ve vazife malüllüğü aylığı) alması nedeniyle genel sağlık sigortalısı sayılanlar, aynı zamanda Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının diğer bentleri gereği de genel sağlık sigortalısı sayılmaları hâlinde en son durumlarına göre genel sağlık sigortalısı sayılır. Yani, 60. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi dışındaki bentler kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılacakları ifade edilmiştir. Aynı şekilde, Genel Sağlık Sigortası İşlemleri Yönetmeliği’nin 11. maddesi üçüncü fıkrası ve 5510 sayılı Kanun Gereğince Genel Sağlık Sigortalısı Sayılanlar, Sayılmayanlar, Sigortalılığın Başlangıcı, Kuruma Bildirilmesi Hakkında Tebliğ’in (H) bölümü 3. maddesinde; Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi ile Kanunun 60. maddesinin (c), (e) ve (f) bentleri SİCİL kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılanların, daha sonra Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının diğer bentleri kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılmaları hâlinde, en son sigortalılık durumları dikkate alınarak genel sağlık sigortasından sağlık hizmetlerinin finansmanı ve yol gideri, gündelik ve refakatçi hakları sağlanacağı belirtilmektedir. Aylık alanlar açısından, kanunda olmayan bu sınırlama ya da yükümlülüklere Yönetmelik ve Tebliğde yer verildiği için hukuken tartışmalı olduğu söylenebilir. Buna göre, vazife malüllüğü aylığı alanlar Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasının ister (b) ve (c) bentleri isterse (a) bendi kapsamında tam ya da kısmi süreli olarak çalışsınlar, Kanunun 5. maddesinin birinci fıkrası (c) bendi uyarınca ayrıca genel sağlık sigortası primi ödemezler. Yaşlılık aylığı ve koşulları uygun ise malüllük aylığı alanlar ise zaten Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında, aylıkları kesilmeksizin kısmi süreli olarak çalıştıklarında Kanunun geçici 14. maddesi gereğince sosyal güvenlik destek primi öderler ve haklarında sadece iş kazası ve meslek hastalığı hükümleri uygulanır. Bunların ayrıca genel sağlık sigortası primi ödemeleri söz konusu değildir. Dolayısıyla vazife malüllüğü, malüllük ve yaşlılık aylığı alanlar kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışsalar bile Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (f) bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılacaklardır. Öte yandan, ölüm aylığı alan eş, çocuklar ile anne ve baba ise Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (f) bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı olmakla birlikte; bunlardan çalışmaları halinde aylıkları kesilmeyen dul eş ve 5434 sayılı Kanuna göre ölüm aylığı alan kız çocuk, Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında kısmi süreli olarak çalışması halinde, en son durumları olan Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılacak ve en son sigortalılık durumu olan Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında genel sağlık sigortasından sağlık hizmetlerinin finansmanı sağlanacaktır. Bunun için de, eksik günlerin genel 141 EYLÜL ’10 SİCİL sağlık sigortası primlerinin her ay için 30 güne tamamlanması ve tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla da GSS prim borcunun bulunmaması gerekecektir. IV.1.5- Üniversitelerde Kısmi Zamanlı Çalışan Öğrencilerin Durumu Bilindiği üzere, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 46. maddesine tabi olarak kısmi zamanlı çalıştırılan öğrencilerden aylık prime esas kazanç tutarı, 5510 sayılı Kanun’un 82. maddesine göre belirlenen günlük prime esas kazanç alt sınırının otuz katından fazla olmayanlar hakkında sadece iş kazası ve meslek hastalığı sigortası uygulanmakta ve bunlar, Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı sayılmaktadırlar. Bu husus 5510 sayılı Kanun’un 5. maddesi birinci fıkrasının (b) bendinde düzenlemiştir. Şu halde, üniversitelerde kısmi zamanlı çalıştırılan öğrencilerden aylık prime esas kazanç tutarı, 5510 sayılı Kanunun 82. maddesine göre belirlenen günlük prime esas kazanç alt sınırının otuz katından fazla olanlar ise bu sefer tüm sigorta kollarına tabi olacaklardır. Tüm sigorta kollarına tabi olmaları halinde üniversitelerde kısmi zamanlı çalıştırılan öğrenciler, eksik günlerinin genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek 30 güne tamamlama zorunluluğu ile karşı karşıya kalacaklar mı? Bize göre, bunlar için böyle bir zorunluluk söz konusu olmayacaktır. Zira, 5917 sayılı Kanun’un 20. maddesi ile değişik 2547 sayılı Kanun’un 46. maddesi son fıkrasına göre, öğrenim gördükleri yükseköğretim kurumlarında kısmi zamanlı olarak çalıştırılan öğrenciler, bu çalışmalarından dolayı “işçi” olarak kabul edilmezler. Yani 4857 sayılı Kanun kapsamında değildirler. 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasına göre ise, Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı olmakla birlikte, 4857 sayılı Kanun’un 13 ve 14. maddelerine göre kısmi süreli veya çağrı üzerine çalışanlar eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerini 30 güne tamamlanmak zorundadırlar. Yani, 4857 sayılı Kanun 142 kapsamında işçi sayılan kısmi süreli çalışanlar için bu zorunluluk geçerli olup, 4857 sayılı Kanun kapsamında işçi sayılmayan üniversitelerde kısmi zamanlı olarak çalıştırılan öğrenciler için bu zorunluluk bulunmamaktadır.6 IV.2- Eksik Günlere İlişkin Genel Sağlık Sigortası Primlerini Ödeme Yükümlüğü Kime Aittir? Kanun, Yönetmelik ve Tebliğ’de sözü edilen kimseler için, “eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin 30 güne tamamlanması zorunludur” deniliyor ama, bu primleri kimin ödeyeceğine açıkça yer verilmiyor. Bu primleri işveren mi yoksa sigortalı mı ödeyecektir? 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasında, bu durumda olan sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerinin, 60. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi veya (g) bendi kapsamında ödeneceği hükmüne yer verilmiştir. Kanunun 87. maddesinde ise prim ödeme yükümlüleri düzenlenmiştir. Buna göre; 5510 sayılı Kanun uygulanmasında kısa ve uzun vadeli sigorta kolları ile genel sağlık sigortası bakımından; 4. maddenin birinci fıkrasının (a) bendine tabi olanlar için (kısmi süreli çalışanlar da dahil, -ki çalıştıkları gün sayısı kadar) bunların işverenleri, 60. maddenin birinci fıkrasının (g) bendinde sayılan kişilerin kendileri ve 60. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde sayılan kişiler için de primi yılı merkezî yönetim bütçesinden karşılanmak üzere ilgili kamu idareleri, prim ödeme yükümlüsüdür. Şu halde; 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli çalışan sigortalıların fiilen çalıştıkları gün sayısı kadar sosyal sigorta ve genel sağlık sigortası primleri, sigortalının hissesi oranında ücretinden kesilmek suretiyle işverenince Kuruma ödenecektir. 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli olarak 30 günün altında çalışan sigortalıların eksik günlerine ait sadece genel sağlık sigortası primleri ise Kanunun 60. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi veya (g) bendi kapsamında ödenecektir. Sorumuzu tekrarlarsak; eksik günlere ilişkin genel sağlık sigortası primlerini ilgili bentler kap- EYLÜL ’10 samında ödemek zorunda olan kimdir ? İşveren mi yoksa sigortalı mı? Sigortalının kamu ya da özel sektörde çalışıyor olması eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin ödenmesi bakımından sonucu değiştiriyor mu ? Aralarında bir ayrım var mı? Bu primlerin, Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi kapsamında ödenmesi halinde prim ödeme yükümlüsü ilgili kamu idareleri olacaktır. O da, aile içindeki geliri kişi başına düşen aylık tutarı asgari ücretin üçte birinden az olması halinde söz konusu olacaktır. Eğer aile içindeki geliri kişi başına düşen aylık tutarı asgari ücretin üçte birinden fazla ise prim ödeme yükümlüsü yine sigortalının kendisi olacaktır. Belirtelim ki; 5997 sayılı Kanun’un 7. maddesi ile değişik 5510 sayılı Kanun’un geçici 12. maddesi dördüncü fıkrası gereğince; 2008/Ekim ayı başından 01.01.2012 tarihine kadar bu Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi uygulanmayacaktır. Bu sürede, 3816 sayılı Kanun kapsamında yeşil kart verilen ve verilecek kişiler durumlarında değişiklik olmaması kaydıyla başka bir işleme gerek kalmaksızın bu Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılacaklardır. Bu sürede, 3816 sayılı Kanun hükümlerine göre yeşil kart talebinde bulunan ve yeşil kart veren birimler tarafından anılan kanun hükümlerine göre yeşil kart verilmesi uygun görülmeyen kişilerin prime esas kazançları, bu birimlerce aile içindeki kişi başına düşen gelir payının aylık tutarının asgari ücretin üçte birinden fazla olduğun tespit edilenler ise genel sağlık sigortası primlerini kendileri ödeyeceklerdir. Bu şekilde, yani aile içindeki geliri kişi başına düşen aylık tutarı asgari ücretin üçte birinden fazla olanlarca ödenen genel sağlık sigortası primleri de Kanunun 60. maddesi (g) bendi kapsamında ödenmiş sayılacaktır. Bu husus aşağıda ayrıca açıklanmıştır. 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli olarak 30 günün altında çalışan sigortalıların eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin 60. maddenin birinci fıkrasının (g) bendi SİCİL kapsamında ödenmesi durumunda ise prim ödeme yükümlüsü, eksik günler için bu bentte “sayılan” sigortalının kendisi olacaktır. Dolayısıyla, gelir testi istemez ise, eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerini 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli çalışan sigortalının kendisi bu bent kapsamında ödemek zorundadır. Belirtelim ki, Kanunun 88. maddesi altıncı fıkrası ve Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 108.maddesi birinci fıkrası gereğince, Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (g) bendinde sayılanlar her aya ait primlerini takip eden ayın sonuna kadar Kuruma ödeyeceklerdir. 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi onaltıncı fıkrasına göre ise, Kurumun süresi içinde ödenmeyen prim (genel sağlık sigortası primi dahil) ve diğer alacaklarının tahsilinde, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usûlü Hakkında Kanun’un 5, 102 ve 106. maddeleri hariç, diğer maddeleri uygulanır. Kurum, 6183 sayılı Kanun’un uygulanmasında Maliye Bakanlığı ile diğer kamu kurum ve kuruluşları ve mercilere verilen yetkileri kullanır. Süresinde ödenmeyen prim alacakları ise 5510 sayılı Kanunun 89. maddesi uyarınca Kurumca takip ve tahsil edilecektir. Kanunun 89. maddesi ikinci fıkrası uyarınca, Kurumun prim ve diğer alacakları süresi içinde ve tam olarak ödenmezse, ödenmeyen kısmı sürenin bittiği tarihten itibaren ilk üç aylık sürede her bir ay için % 3 oranında gecikme cezası uygulanarak artırılır. Ayrıca, her ay için bulunan tutarlara ödeme süresinin bittiği tarihten başlamak üzere borç ödeninceye kadar her ay için ayrı ayrı Hazine Müsteşarlığınca açıklanacak bir önceki aya ait Türk Lirası cinsinden iskontolu ihraç edilen Devlet iç borçlanma senetlerinin aylık ortalama faizi bileşik bazda uygulanarak gecikme zammı hesaplanır. Dava ve icra takibi açılmış olsa bile, prim ve diğer Kurum alacaklarının ödenmemiş kısmı için gecikme cezası ve gecikme zammı tahsil edilir. Esasen, 3816 sayılı Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkında Kanun’un 2. maddesi de, kısmi süreli çalışan sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel 143 EYLÜL ’10 SİCİL sağlık sigortası primlerini kendilerinin ödemek durumunda olduklarını göstermektedir. Söz konusu madde hükmü ulaşılan bu sonucun adeta sağlaması niteliğindedir. Şöyle ki; 01.01.2012 tarihine kadar, 3816 sayılı Kanun; 5510 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı olmakla birlikte, 4857 sayılı Kanun’un 13 ve 14. maddelerine göre kısmi süreli veya çağrı üzerine çalışanlar ile bu Kanuna göre ev hizmetlerinde ay içerisinde 30 günden az çalışan sigortalılar hariç hiçbir sosyal güvenlik kurumunun güvencesi altında bulunmayan ve bu Kanunun öngördüğü usul ve esaslar çerçevesinde belirlenecek aile içindeki kişi başına düşen gelir payının aylık tutarı 4857 sayılı İş Kanunu’na göre belirlenen brüt asgari ücretin 1/3’ünden az olan ve Türkiye’de ikamet eden Türk vatandaşlarının; 5510 sayılı Kanun hükümleri çerçevesinde sağlanacak sağlık yardımlarını kapsamaktadır. Yani, diğer koşullar da var ise 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli çalışan sigortalılar 01.01.2012 tarihine kadar yeşil kart almak suretiyle sağlık hizmetlerinden yararlanabilecektir. Zira, sağlık tesisine başvurduğu tarihten geriye doğru son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının olması Kurumca finanse edilen sağlık hizmetlerinden yararlanmak için yetmemektedir. Ayrıca, eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin kendisince ödenerek 30 güne tamamlaması gerekmektedir. Eğer bu şekilde prim ödeyemeyecek ise yeşil kart alarak sağlık hizmetlerinden yararlanma yoluna gidecektir. Öte yandan, işverenin, 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalıştırdığı sigortalısının eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini 30 güne tamamlamak suretiyle, sigortalı adına Kuruma ödemesinin önünde herhangi bir kanuni engel de bulunmamaktadır. Bu durumda zorunluluk yoktur ama isteğe bağlı olarak sigortalı adına ödenebilir. Şüphesiz, işverenin böyle bir yola başvurması, yaptığı ödemelerin gider olarak kaydedileceği anlamına da gelmemektedir. Dolayısıyla, uygulamada bu yolun çok da tercih edilmesi beklenmemelidir. Bunlardan başka, 4857 sayılı Kanun’a tabi 144 olan ya da olmayan kısmi süreli çalışan sigortalı eksik günlerini 5510 sayılı Kanun’un 50. maddesinde yer verildiği üzere isteğe bağlı sigortalı olmak suretiyle de 30 güne tamamlayabilir. Böylece eksik günlerine ilişkin hem sosyal sigorta primlerini, hem de genel sağlık sigortası primlerini ödeyecektir. Ancak, bu yolun tercih edilmesi bir zorunluluk değildir. Tamamen sigortalının isteğine bağlıdır. Eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin 60. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi veya (g) bendi kapsamında ödenerek her ay için 30 güne tamamlanması ise zorunludur. Öte yandan, 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli çalışan 4/a statüsündeki sigortalıların, Kurumca finanse edilen sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri için 5510 sayılı Kanun’un 67. maddesi birinci fıkrasının (a) ve (b) bentleri uyarınca iki şartın birlikte varolması gerekmektedir: Birincisi, bu kapsamdaki sigortalının sağlık hizmet sunucusuna başvurduğu tarihten geriye doğru son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının olması, ikincisi de sağlık hizmeti sunucusuna başvurduğu tarihte -tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç60 günden fazla prim ve prime ilişkin her türlü borcunun bulunmaması gerekmektedir. Belirtelim ki, kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan 4/a statüsündeki sigortalıların genel sağlık sigortasından yararlanabilmeleri için eksik günlerine ilişkin GSS primlerinin kendileri tarafından ödenmesi şaşırtıcı bulunmaktadır.7 Dahası, şaşırtıcı bulunan bu durum “inanılmaz” da bulunmuş olmalı ki; başkaca bir açıklaması yoksa kısmi süreli çalışanların eksik günleri için GSS primlerinin ödenmesinde; hiç ödenmemesi, eksik günlerin GSS primlerinin tamamen sigortalı tarafından ödenmesi, eksik günler için yalnızca GSS primlerinin sigortalı ve işveren tarafından hisseleri oranında birlikte ödenmesi yönündeki yorumların hepsinin mümkün olma ihtimalinden bahsedilmiştir.8 Oysa, Kanunun 88. maddesi dördüncü fıkrasında, bu durumda olan sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerinin, Kanunun 60. maddenin birinci fıkrasının EYLÜL ’10 (c) bendinin (1) numaralı alt bendi veya (g) bendi kapsamında yani sigortalının/genel sağlık sigortalısının kendisi tarafından ödeneceği açıkça hüküm altına alınmıştır.9 IV.3- Eksik Günlere İlişkin Ödenecek Genel Sağlık Sigortası Prim Tutarı IV.3.1- İsteğe Bağlı Sigorta Primi Olarak Ödemenin İstenmesi Halinde Bilindiği üzere, isteğe bağlı sigortalı olmanın şartlarından birisi de, 5510 sayılı Kanun’un 50. maddesi ikinci fıkrasının (a) alt bendine göre “… sigortalı olarak çalışmakla birlikte ay içerisinde 30 günden az çalışmak ya da tam gün çalışmamak”tır. Yani, tam gün çalışmayan, kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalılar da isteğe bağlı sigortalı olarak eksik günlerini isteğe bağlı sigorta primi ödeyerek 30 güne tamamlayabilecektir. Bu yol zorunlu olmayıp tamamen sigortalının isteğine bağlıdır. Konu, 31.10.2008 tarih ve 2008/86 sayılı Genelge’de de açıklığa kavuşturulmuştur. Söz konusu Genelge’de, genel sağlık sigortasına 30 gün prim ödemenin zorunlu olduğu belirtilerek, ay içerisinde 30 günden az çalışan veya ay içindeki toplam çalışma saatinin 4857 sayılı Kanun’a göre belirlenen günlük normal çalışma saatine bölünmesi suretiyle çalışma gün sayısı hesaplanan sigortalıların (kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanlar), 30 güne tamamlayacak şekilde noksan genel sağlık sigortası primlerini isteğe bağlı sigortaya devam ederek tamamlayabilecekleri ifade edilmiştir. Örneğin; her ay adına 15 günlük çalışma bildirileceğini beyan ederek isteğe bağlı sigortaya devam etmek isteyen sigortalı (B), 2010/Eylül ayında kazanç olarak 760,50 TL beyan ederse, bu sigortalının genel sağlık sigortasına 30 günlük prim ödemesi zorunlu olduğundan, isteğe bağlı sigortaya ödeyeceği 15 günlük prim; 760,50 / 30 x % 20 x 15 = 76,05 TL malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları ve 760,50 / 30 x % 12 x 15 = 45,63 TL genel sağlık sigortası primi olmak üzere toplam 121,68 TL’dir. SİCİL 05.01.2009 tarih ve 2009/5 sayılı Genelge’de de, isteğe bağlı sigortalıların her ay için otuz tam gün prim ödemeleri zorunluluğuna değinilmiş, Kanunun 80. maddesi gereğince prim ödeme gün sayısı, ay içindeki toplam çalışma saatinin 4857 sayılı İş Kanun’a göre belirlenen günlük normal çalışma saatine bölünmesi suretiyle hesaplanan sigortalıların (kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanlar) yaptıkları ödemelerin, yukarıdaki örnekte olduğu üzere bundan istisna olduğu açıklanmıştır. Belirtelim ki, 5434 sayılı Kanun’un 12. maddesi ile ilişkilendirilmek suretiyle “isteğe bağlı iştirakçi” olarak prim ödeyenlerin, ayrıca 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesinin birinci fıkrası kapsamında sigortalı olarak çalışmaları mümkün olamayacağından, bu çalışmalarının kısmi süreli olup olmadığı da önemli değildir. Zira, 5434 sayılı Kanun’a tabi isteğe bağlı iştirakçiliğin şartlarından birisi de “sosyal güvenlik kuruluşlarından birine tabi çalışıyor olmamak” yani zorunlu sigortalı olarak çalışmamaktır. IV.3.2- Kanunun 60. Maddesinin Birinci Fıkrasının (c) Bendinin (1) Numaralı Alt Bendi Kapsamında Zorunlu Ödemenin Tercih Edilmesi Halinde 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalı işçiler, eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini bu kapsamda ödeyerek her ay için 30 güne tamamlamayı tercih eder ise, evvela genel sağlık sigortası primine esas kazancın tespiti gerekecektir. Kısmi süreli çalışan sigortalı eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primini 60. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi kapsamında ödemek için müracaat eder ise (yani gelir testi talep eder ise), harcamaları, taşınır ve taşınmazları ile bunlardan doğan hakları da dikkate alınarak, Kurumca belirlenecek test yöntemleri ve veriler kullanılarak tespit edilecek aile içindeki geliri kişi başına düşen aylık tutarı asgari ücretin üçte birinden az ise, 5510 sayılı Kanun’un 80. maddesi dördüncü fıkrası uyarınca sigorta primine esas aylık kazancı asgari ücret olarak dikkate alınarak 145 EYLÜL ’10 SİCİL genel sağlık sigortası primleri Devlet tarafından ödenecektir. Diğer taraftan, 5510 sayılı Kanun’un 80. maddesi dördüncü fıkrası uyarınca, 60. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılmak için müracaat etmekle birlikte, Kurumca belirlenecek test yöntemleri ve veriler kullanılarak tespit edilen aile içindeki gelirin kişi başına düşen aylık tutarı; 1) Asgari ücretin üçte birinden asgari ücrete kadar olduğu tespit edilen kişiler için 82. maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük tutarının üçte biri, 2) Asgari ücretten asgari ücretin iki katına kadar olduğu tespit edilen kişiler için 82. maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük tutar, 3) Asgari ücretin iki katından fazla olduğu tespit edilen kişiler için 82. maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük tutarının iki katı genel sağlık sigortası primine esas asgari kazanç tutarı olarak esas alınacak ve genel sağlık sigortası primleri sigortalının kendisi tarafından ödenecektir. 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli çalışan sigortalının kamu ya da özel sektöre ait işyerinde çalışıyor olması sonucu etkilemeyecektir. Kamu sektöründe çalışıyor olsa bile eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek her ay için 30 güne tamamlayacaktır. Bu şekilde, yani aile içindeki geliri kişi başına düşen aylık tutarı asgari ücretin üçte birinden fazla olduğu için ödenen genel sağlık sigortası primleri de Kanunun 60. maddesi (g) bendi kapsamında ödenmiş sayılacaktır. Öte yandan, 5510 sayılı Kanun’un geçici 12. maddesi dördüncü fıkrası gereğince; 2008/ Ekim ayı başından 01.01.2012 tarihine kadar (01/10/2008-01/01/2012 tarihleri arasında) bu Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinin (1) numaralı alt bendi uygulanmayacaktır. Bu sürede, 3816 sayılı Kanun hükümlerine göre yeşil kart talebinde bulunan ve yeşil kart veren birimler tarafından anılan kanun hükümlerine göre yeşil kart verilmesi uygun görülmeyen kişilerin genel sağlık sigortası pri146 mine esas kazançları, bu birimlerce tespit edilen aile içindeki kişi başına düşen gelir payının aylık tutarı; 1) Asgari ücretin üçte birinden asgari ücrete kadar olduğu tespit edilenler için, 5510 sayılı Kanun’un 82. maddesine göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük tutarının üçte biridir. 2) Asgari ücretten asgari ücretin iki katına kadar olduğu tespit edilenler için, 5510 sayılı Kanun’un 82. maddesine göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük tutarıdır. 3) Asgari ücretin iki katından fazla olduğu tespit edilenler için, 5510 sayılı Kanun’un 82. maddesine göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük tutarının iki katıdır. Örneğin; 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalının 2010/ Eylül ayında 20 sosyal sigorta ve genel sağlık sigortası günü var ise, eksik 10 gün için ödeyeceği genel sağlık sigortası primi, aile içindeki gelirin kişi başına düşen aylık tutarı; 1) 243 - 760,50 TL arasında ise, 760,50/30/3x10x%12 = 10,14 TL, 2) 760,50 - 1.521 TL arasında ise, 760,50/30x10x%12 = 30,42 TL, 3) 1.521 TL’den daha fazla ise, 760,50/30x2x10x%12 = 60,84 TL olacaktır. Belirtelim ki, 4857 sayılı Kanun kapsamında kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalı işçiler için, eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerinin, sigortalının tercihine de bağlı olarak, yukarıdakine benzer biçimde hesaplanıp Kuruma ödenerek her ay için 30 güne tamamlanması zorunludur. Aksi halde, tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla genel sağlık sigortası prim borcunun da bulunması halinde, Kurumca finanse edilen sağlık hizmetlerinden yararlandırılmaması gerekecektir. Gelir testi talep edilse bile, aile içindeki kişi başına düşen aylık tutarı asgari ücretin üçte birinin üzerinde olduğu tespit edilen 4857 sayılı Kanun kapsamındaki kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalıların, yukarıdaki şekilde EYLÜL ’10 ödenen genel sağlık sigortası primleri de Kanunun 60. maddesi (g) bendi kapsamında ödenmiş sayılacaktır. IV.3.3- Kanunun 60. Maddesinin Birinci Fıkrasının (g) Bendi Kapsamında Zorunlu Ödemenin Tercih Edilmesi Halinde 4857 sayılı Kanun kapsamında kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalının, eksik günleri için, Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (g) bendine göre genel sağlık sigortası primlerini ödemeyi tercih etmesi durumunda (yani gelir testi istemez ise), 5510 sayılı Kanun’un 80. maddesi dördüncü fıkrası uyarınca genel sağlık sigortası primine esas aylık kazancı, Kanunun 82. maddesine göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının iki katının otuz günlük tutarı olacaktır.10 Örneğin, 4857 sayılı Kanun’a tabi kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalının 2010/Eylül ayında 20 sosyal sigorta ve genel sağlık sigortası günü var ise, eksik 10 gün için ödeyeceği genel sağlık sigortası primi; 760,50/30x2x10x%12= 60,84 TL olacaktır. 4857 sayılı Kanun kapsamındaki kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalılar için, eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerinin, sigortalının Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında ödemeyi tercih etmesine de bağlı olarak, yukarıdakine benzer biçimde hesaplanıp Kuruma ödenerek her ay 30 güne tamamlanması zorunludur. Aksi halde, tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla prim borcunun da bulunması halinde Kurumca finanse edilen sağlık hizmetlerinden yararlandırılmaması gerekecektir. IV.3.4- Eksik Günlere İlişkin GSS Primlerinin Peşin Olarak Erken Ödenmesi 4857 sayılı Kanun kapsamında kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalılardan, gelir testi talep ederek aile içindeki kişi başına düşen aylık tutarı asgari ücretin üçte birinden fazla olduğu tespit edilenler de Kanunun 60. SİCİL maddesi (g) bendi kapsamında sayıldıklarından, hem bunlar hem de gelir testi talebinde bulunmadıklarından doğrudan Kanunun 60. maddesi (g) bendi kapsamında sayılanlar eksik günlerinin genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek 30 güne tamamlarken peşin olarak erken ödeme yolunu seçebilirler. 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi altıncı fıkrasına göre, Kanunun 87. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilen yükümlüler, her aya ait primlerini takip eden ayda Kurumca belirlenecek günün sonuna kadar Kuruma öderler. Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 108. maddesi birinci fıkrasına göre Kanunun 87. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilen yükümlülerden birisi de 60. maddenin birinci fıkrasının (g) bendinde sayılan kişilerdir. Dolayısıyla, 4857 sayılı Kanun kapsamında kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalılardan eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında ödeyenleri de bu kapsamda sayabiliriz. Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 108. maddesi birinci fıkrasına göre Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında olanlar her aya ait primlerini takip eden ayın sonuna kadar Kuruma ödeyeceklerdir. İşte bu kişiler de primlerini en fazla 360 günle sınırlı olmak üzere peşin olarak erken ödeyebilir. Erken ödeme halinde erken ödenen her gün için 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usûlü Hakkında Kanun’un Ek 1. maddesine göre erken ödeme indirimi hükümleri uygulanır. Ancak yapılan erken ödeme indirimi, prime esas kazançtan indirilmez. Erken ödemeye ilişkin diğer hususlar Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 108. maddesinin 6-11. fıkralarında düzenlenmiştir. Buna göre; erken ödeme indirimine ilişkin süre, ödemenin yapıldığı günü takip eden günden kanunî ödeme süresinin son gününe kadar (son gün hariç) geçen gün sayısı dikkate alınarak hesaplanır. Taksitler hâlinde yapılan ödemelerde, birden fazla taksitin erken ödenmesi hâlinde süre, erken ödenen her bir taksit içinde aynı şekilde belirlenir. Kanunun 87. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendin147 EYLÜL ’10 SİCİL de belirtilen yükümlülerin (60/g kapsamında olanlar dahil) ödeyeceği prim alacağının yasal ödeme süresinin hesabında 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 18. maddesiyle uzayan süreler dikkate alınır. Erken ödeme indirimi, ödemenin yapıldığı ayda ödeme vadesi başlamış ayın prim tutarı hariç olmak üzere takip eden ayların primlerine ödemenin yapıldığı tarihi takip eden günden başlamak üzere Bakanlar Kurulu’nca belirlenen indirim oranları dikkate alınarak günlük hesaplanır. İndirim miktarı, ödemesi gereken prim borcunun erken ödenen gün sayısı ve tespit edilen aylık oranın bir günlüğü ile çarpımı suretiyle bulunur. Bu miktar, ödemesi gereken prim borcundan çıkarılarak ödenecek tutar hesaplanır. Erken ödeme kapsamında prim alacaklarını dönemleri itibarıyla sınırlamaya, münhasıran tahakkuk eden prim alacakları için uygulatmaya, indirimin yapılma şekli ve zamanı ile diğer usul ve esasları belirlemeye Kurum yetkilidir. V- Otuz Günün Altında Bildirimi Olan Bütün Sigortalılar Mı GSS Primlerini Her Ay İçin 30 Güne Tamamlayacak? V.1- Genel Olarak Sigortalıların 30 gün üzerinden sosyal sigortalı bildirilmeleri esas olmakla birlikte, 5510 sayılı Kanun’un 86. maddesi dördüncü fıkrasına göre; ay içinde bazı işgünlerinde çalıştırılmadığı ve ücret ödenmediği beyan edilen sigortalıların, otuz günden az çalıştıklarını ispatlayan belgelerin işverence ilgili aya ait aylık prim ve hizmet belgesine eklenmesi şarttır. Kamu idareleri ile toplu iş sözleşmesi imzalanan işyerlerinde bu şart aranmaz. 5510 sayılı Kanun’un 86. maddesi dördüncü fıkrasına göre ise; sigortalıların otuz günden az çalıştığını gösteren bilgi ve belgelerin aylık prim ve hizmet belgesinin verilmesi gereken süre içinde Kuruma verilmemesi veya verilen bilgi ve belgelerin Kurumca geçerli sayılmaması halinde, otuz günden az bildirilen sürelere 148 ait aylık prim ve hizmet belgesi Kurumca re’sen düzenlenir ve muhteviyatı primler, bu Kanun hükümlerine göre tahsil olunur. Sigortalıların ay içerisinde 30 günün altında çalıştığını gösteren bilgi ve belgeler ile bunların Kuruma verilmesi usul ve esasları ise Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 102. maddesi onikinci fıkrasında gösterilmiştir. Buna göre; aylık prim ve hizmet belgesi ile birlikte ay içinde otuz günden az çalışan veya eksik ücret ödenen sigortalılara ilişkin; a) Kurumca yetkilendirilmiş sağlık hizmeti sunucularından veya işyeri hekimlerinden alınmış istirahatlı olduğunu gösteren raporu, b) Ücretsiz veya aylıksız izinli olduğunu kanıtlayan izin belgesi, c) Disiplin cezası uygulaması, gözaltına alınma ile tutukluluk hâline ilişkin belgeleri, ç) Kısmi süreli çalışmalara ait yazılı iş sözleşmesi, d) İşverenin imzasını da taşıyan puantaj kayıtları, e) Grev, lokavt, genel hayatı etkileyen olaylar, doğal afetler nedeniyle işyerinde faaliyetin durdurulduğunu veya işe ara verildiğini gösteren ilgili resmî makamlardan alınan yazı örneği sigortalıların eksik gün bildirimine ilişkin bilgi formu ekinde Kuruma verilir veya Acele Posta Servisi, iadeli taahhütlü ya da taahhütlü olarak gönderilir. 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı sayılanlardan, ay içerisinde eksik gün ve kazanç bildirilmesi halinde, aylık prim ve hizmet belgesi düzenlenirken/internetten verilirken, eksik gün nedenleri ve kodları aşağıdaki şekilde olacaktır. Zira, otuz günden az çalışılan sürelere ilişkin eksik gün nedenleri, Aylık Prim ve Hizmet Belgesinin Sosyal Güvenlik Kurumuna Verilmesine ve Primlerin Ödenme Sürelerine Dair Usul ve Esaslar Hakkında Tebliğin “g.lEksik gün nedenlerinin bildirilmesi” başlıklı bölümünde gösterilmiştir. Ayrıca, sigortalının eksik çalışma nedenleri, Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 9 nolu ekinde yer alan aylık prim ve hizmet belgesinin arka sayfasında da açıklanmıştır.11 EYLÜL ’10 Kodu Eksik Gün Nedeni Kodu Eksik Gün Nedeni 01. İstirahat 02. Ücretsiz/aylıksız izin 11. 10. Genel hayatı etkileyen olaylar 03. Disiplin cezası 12. Birden fazla 04. Gözaltına alınma 13. Diğer 05. Tutukluluk 15. Devamsızlık 06. Kısmi istihdam 16. Fesih tarihinde çalışmamış 07. Puantaj kayıtları 17. Doğal afet Ev hizmetlerinde 30 günden az çalışma 08. Grev 09. Lokavt 18. Kısa çalışma ödeneği Şu halde, ay içinde bazı iş günlerinde çalıştırılmayan ve çalıştırılmadığı günler için de ücret ödenmediği beyan edilen sigortalılara ilişkin olarak, aylık prim ve hizmet belgesinde kayıtlı eksik gün nedeni hanesine, yukarıda belirtilen nedenlerden sigortalının durumunu açıklayan kod kaydedilecektir. Görüldüğü üzere, kısmi istihdam dışındaki eksik gün nedenleri büyük ölçüde iş sözleşmesinin askıda kaldığı durumlar olarak öne çıkmaktadır. Yukarıda yer verildiği üzere, yalnızca 4857 sayılı Kanun kapsamındaki kısmi istihdam nedeniyle ay içerisinde 30 günün altında bildirilen 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların, eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini her ay için 30 güne tamamlamaları zorunlu tutulmuş bulunmaktadır. 4857 sayılı Kanun kapsamında “işçi” sayılmayan kısmi süreli çalışanlar için ise böyle bir zorunluluk bulunmadığı söylenebilir. Öte yandan, 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasında, adeta “işçi sayılan kısmi çalışanlar” ile “işçi sayılmayanlar” arasında bir ayrıma gidilmiştir. Hatta, 854 sayılı Deniz İş Kanunu kapsamındaki “gemi adamları” ile 5953 sayılı “Basın İş Kanunu” kapsamındaki “gazeteciler” kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışsalar bile sözü edilen zorunluluk kapsamına alınmamıştır. Bu ayrım aşağıda ayrıca tartışılmıştır. Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 102. maddesi onikinci fıkrasına göre, toplu iş sözleşmesi yapılan işyerleriyle kamu işyerlerinde çalışan sigortalılara ilişkin eksik bildirim nedenlerinin aylık prim ve hizmet belgesinde SİCİL belirtilmesi şartıyla ayrıca belge aranmayacaktır. Dolayısıyla, toplu iş sözleşmesi yapılan bir işyerinden Kuruma verilen aylık prim ve hizmet belgesinde eksik gün nedeninin “06-kısmi istihdam” olarak belirtilmesi durumunda, bu nedene ilişkin kanıtlayıcı nitelikteki “yazılı iş sözleşmesinin” ayrıca Kuruma gönderilmesi istenmeyecektir. Böyle olunca bildirimin sağlıklı olup olmadığı, kısmi istihdamın 4857 sayılı Kanun’a tabi olup olmadığı, en azından belge verme periyodunda da olsa kontrol edilemeyecektir. Kaldı ki, toplu iş sözleşmesi yapılmayan işyerlerinde de eksik gün nedeninin “kısmi istihdam” olması durumunda Kurumca sadece ilk seferinde yazılı iş sözleşmesi aranmakta, sonraki aylarda “06” kodunda eksik gün beyanları yeterli sayılmaktadır. V.2- Kamu İdaresi İşyeri ve Özel Sektör İşyeri Ayrımı V.2.1- İş Sözleşmesinin Askıda Kaldığı Durumlar Açısından Kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışma dışındaki eksik gün nedenleri ya da iş sözleşmesinin askıda kaldığı durumlarda, ay içinde 30 günün altında bildirimi yapılan Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların, genel sağlık sigortası primlerinin her ay için 30 güne tamamlanıp tamamlanmayacağı konusunda ise kamu idaresi işyeri ile özel sektör işyeri arasında ayrıma gidilmiştir. Şöyle ki; 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasının son cümlesine göre; kamu idaresine ait işyerlerinde çalıştırılan sigortalıların iş sözleşmesinin askıda kaldığı aylara ait genel sağlık sigortası primi, 82. maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazancın alt sınırının 30 günlük tutarı üzerinden ilgili kamu idaresince ödenir. Yani, sadece kamu idaresine ait işyerlerinde çalışan Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların iş sözleşmelerinin askıda kaldığı (geçici süreli askerlik, hastalık, gebelik ve doğum, grev ve lokavt, ücretsiz izin veya zorlayıcı neden gibi) aylara ilişkin genel sağlık sigortası primleri, prime esas günlük kazancın alt sınırının 30 katı üzerinden yine ilgili kamu idaresi işverenliğin149 EYLÜL ’10 SİCİL ce ve mevcut işyeri dosyası üzerinden Kuruma ödenecektir. Hatta ilgili kamu idaresi işverenliğinin bu kapsamda düzenleyeceği aylık prim ve hizmet belgesi belge türü “41” olacak ve kamu idaresi işverenliği bunlar için sadece %12 genel sağlık sigortası primi ödeyecektir. Bununla birlikte, Kanundaki düzenlemeye rağmen, 23.12.2008 tarih ve 2008/108 sayılı Genelge’de, sadece kamu idarelerinde iş akitleri askıda kalan geçici işçilerin genel sağlık sigortası primlerinin ilgili kamu idaresince ödeneceğine yer verilmiştir. Genelgenin “Ç-KAMU İDARELERİNDE İŞ AKİTLERİ ASKIDA KALAN GEÇİCİ İŞÇİLERİN GENEL SAĞLIK SİGORTASI PRİMLERİ” bölüm başlığı buna işaret etmektedir. Oysa Kanun hükmünde böyle bir sınırlama bulunmamaktadır. Yani, sadece geçici işçilerin iş sözleşmelerinin askıda kaldığı aylara ilişkin genel sağlık sigortası primlerinin ilgili kamu idaresince ödeneceğine dair bir düzenleme bulunmamaktadır. Başka bir söyleyişle sadece geçici işçilerin iş sözleşmeleri askıda kalmaz, kamu idarelerinde kadrolu işçi veya sözleşmeli personel olarak istihdam edilenlerin de iş sözleşmeleri askıda kalabilir. Dolayısıyla söz konusu Genelge hükmünün gözden geçirilmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Her ne kadar, iş yasalarımızda iş akdinin askıya alınmasının tanımına, koşullarına yer verilmemiş, hüküm ve sonuçları genel bir kural içinde hükme bağlanmamışsa da, iş sözleşmesinin askıya alındığı hallerin bir kısmı ve bu hallerle ilgili olarak askıya alınmanın bazı hukuki sonuçları iş mevzuatımızda düzenlenmiştir. Buna göre; geçici askerlik veya yasal ödev (4857/31-1,2), sağlık nedenleriyle (4857/25-I-b), zorlayıcı sebeplerle (4857/24-III, 4857/25-III), gözaltı ve tutukluluk (4857/25-IV), ailevi nedenlerle (4857/46-3), yıllık ücretli izin (4857/53 vd), grev ve lokavt (2822/42-2,3) ve ücretsiz izin gibi hallerde iş sözleşmesinin askıda kaldığı kabul edilmektedir.12 Belirtelim ki, kamu idaresi işverenliği iş sözleşmesinin askıda olduğu durumlardan grev ve lokavt hallerinde sigortalının genel sağlık sigortası primlerini ödeyecek olmakla birlikte, Kanunun 67. maddesi birinci fıkrasına göre, grev ve lokavt hallerinde sağlık hizmetlerinden ya150 rarlanabilmek için, sağlık hizmet sunucusuna başvurulan tarihten önceki son bir yıllık süre içerisinde 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının bulunması şartı aranmamaktadır. İlginç olan, Kanunun 67. maddesi ikinci fıkrasına uyarınca 60. madde kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılanların (bu arada 4/a statüsünde sigortalı olanların); herhangi bir sebeple silâh altına alınması üzerine “askerlikte” geçen hizmet süresi, hükümlülükle sonuçlanmayan “tutuklulukta” geçen süre, “greve” iştirak edilmesi veya işverenin “lokavt yapması” hallerinde geçen süre, sağlık hizmeti sunucusuna başvurduğu tarihten önceki son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası primi ödeme gün sayısı hesabında dikkate alınmayacak olmasıdır. İş sözleşmesinin askıda kaldığı durumlardan gözaltına alınma ve tutukluluk hali genel sağlık sigortası primlerinin ödenmesi noktasında özellik arzetmektedir. 5510 sayılı Kanun’un 60. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, ceza infaz kurumları ile tutukevleri bünyesinde bulunan hükümlü ve tutuklular genel sağlık sigortalısı sayılmamaktadır. Denetimli serbestlik tedbiri uygulanan kişiler de bu kapsamda değerlendirilebilir. Şu halde, tutukluluk sebebiyle iş sözleşmesi askıda kalan Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalının, eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerinin ilgili kamu işverenliğince ödenmesi söz konusu olmayacaktır. Zira, bu durumda olanlar genel sağlık sigortalısı sayılmamışlardır. Öte yandan, özel sektör işverenlerine ait işyerlerinde çalışan ve yukarıda yer verilen kısmi istihdam dışındaki sebeplerle ay içerisinde 30 günün altında bildirilen Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendine tabi olan, hem 4857 sayılı Kanun kapsamındaki işçi sigortalıların hem de 4857 sayılı Kanun kapsamında olmayan sigortalıların genel sağlık sigortası primi ödeyerek eksik günlerini her ay için 30 güne tamamlamaları gibi bir zorunluluk bulunmamaktadır. Şu halde, özel sektör işyerlerinden kısmi istihdam dışındaki sebeplerle 30 günün altında bildirilen 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) EYLÜL ’10 bendi kapsamındaki sigortalılar ile bakmakla yükümlü oldukları kimselerin, sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri için, sağlık hizmet sunucusuna başvurdukları tarihten önceki son bir yıllık süre içerisinde 30 gün genel sağlık sigortası prim ödeme gün sayısının bulunması yeterli olacaktır. Bu durumda, aynı statüde olanlar için ikili bir ayrıma gidildiği ortaya çıkmaktadır: Kamu idaresi işyerlerinde, kısmi istihdam dışındaki sebeplerle (iş sözleşmesinin askıda kaldığı durumlar) ay içerisinde 30 günün altında bildirilen Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini ilgili kamu idaresi işverenliğinin mevcut işyeri dosyası üzerinden ödeme zorunluluğu bulunmaktayken, özel sektör işyerlerinde kısmi istihdam dışındaki sebeplerle ay içerisinde 30 günün altında bildirilen Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini ne işverenin ne de sigortalının ödeyerek her ay için 30 güne tamamlaması zorunluluğu bulunmamaktadır. V.2.2- İş Sözleşmesinin Askıda Sayıldığı Özel Bir Uygulama Olarak Ücretsiz İzin Açısından İş sözleşmesinin askıda kaldığı durumlardan biri kabul edilen ücretsiz izin halinde kamu idaresi işyeri ve özel sektör işyerinde çalışanlar açısından bir ayrımı da SGK’nin yaptığı görülmektedir. 23.12.2009 tarih ve 2009/155 sayılı Genelgesi’nde Kurum, kamu idarelerine ait işyerlerinde çalıştırılan ve iş sözleşmelerinin askıda kaldığı (ücretsiz izin sebebiyle) sürelere ilişkin genel sağlık sigortası primleri ilgili kamu idaresince ödenen sigortalılar hariç olmak üzere, ücretsiz izne ayrılarak (özel sektörde) hizmet akdi askıya alınan ve ay içinde sıfır gün ve kazanç bildirilen Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalılardan iki durum dışında genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek 30 güne tamamlamalarını istemektedir.13 Kurum; 4857 sayılı İş Kanunu’nun 56. maddesindeki, “toplam dört güne kadar ücretsiz yol SİCİL izni” ile 74. maddesindeki “altı aya kadar ücretsiz izin” dışında Kanunda ücretsiz izin düzenlemesine yer verilmediğini, bu nedenle, sayılan bu iki hal haricindeki ücretsiz izin sürelerinde 5510 sayılı Kanun uyarınca sigortalılık niteliğinin yitirilmiş olacağını varsaymaktadır. Bu itibarla da Kuruma göre, aylık prim ve hizmet belgesinde kayıtlı eksik gün nedeni hanesine, “02- Ücretsiz/aylıksız izin” kodu kaydedilmesi halinde; 1) İş Kanunu’nda sayılan bu iki ücretsiz izin halini ihtiva eden ve bu durumu belgelenen ücretsiz izin sürelerinde, “0” gün ve kazanç bildirilen ve işten çıkış kaydı verilmemiş olan sigortalılardan, sağlık hizmet sunucusuna başvurduğu tarihten önceki son bir yıl içinde 30 gün prim ödeme şartını yerine getirenler sağlık yardımlarından yararlanabilecek, 2) İşten çıkış kaydı verilmemiş olmasına rağmen, ücretsiz izin sürelerinin İş Kanunu’nda sayılan halleri kapsamaması durumunda ise “0” gün ve kazanç bildirilen sigortalılar sağlık yardımlarından yararlanamayacaktır. Bu yaklaşıma bağlı olarak da, 4857 sayılı Kanun’da belirtilen ücretsiz izin halleri dışında aylık prim ve hizmet belgelerinde “0” gün ve kazanç bildirilen sigortalıların, 5510 sayılı Kanun’un 60. maddesinin birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında genel sağlık sigortası kapsamına girdikleri, Kanunun geçici 12. maddesi beşinci fıkrası gereğince 01/10/2010 tarihine kadar iki yıllık geçiş sürecinde talebe bağlı olarak, bu tarihten itibaren ise zorunlu olarak genel sağlık sigortalısı olacak bu durumdaki kişilerin gelir testi talebinde bulunarak 60/c-l kapsamında veya gelir seviyelerine bağlı olarak genel sağlık sigortalısı olacakları kabul edilmektedir. Bütün bu durumlarda da her ay için 30 gün genel sağlık sigortası primi ödenecektir. Kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan bir sigortalı, çalıştığı işyerinde ücretsiz izne çıktığında da yukarıdaki zorunlulukla karşılaşacaktır. 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasının, ücretsiz izin dönemlerinde sağlık hizmetlerinden yararlanılması bakımından uygulanıp uygulanmayacağının ayrı bir tartışma konusu olduğu belirtilmektedir.14 151 EYLÜL ’10 SİCİL VI- Kanuni Düzenlemenin Tartışılması VI.1- Sigortalıların Kamu ve Özel Sektörde Çalışması Açısından Yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, ister özel sektör, isterse kamu sektörüne ait işyerlerinde olsun, 4857 sayılı Kanun’un 13 ve 14. maddelerinde tarif edildiği üzere kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların, eksik günlerine ait için genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek her ay için 30 güne tamamlamaları zorunludur. 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrası hükmünde, kısmi çalışanlar arasında kamu ya da özel sektör işyerinde çalışılmasına göre bir ayrıma gidilmemiştir. Kamu sektöründe 4857 sayılı Kanun kapsamında kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanlar da eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerini her ay için 30 güne tamamlamak zorundadırlar. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı eğitim kurumlarında öğretmen ihtiyacını karşılamak amacıyla çeşitli zamanlarda “kısmi zamanlı geçici öğreticiler” çalıştırılmıştır. Ancak, kısmi zamanlı geçici öğreticiler 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4. maddesi (C) fıkrasına göre istihdam edilmişlerdir. Çalışmaları 4857 sayılı Kanun’un 13 ve 14. maddeleri kapsamında olmadığından zaten eksik günlerinin genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek 30 güne tamamlamak gibi bir zorunlulukları da olmayacaktı. Belirtelim ki, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı eğitim kurumlarında “kısmi zamanlı geçici öğretici” çalıştırılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu Kararları ile Milli Eğitim Bakanlığı Genelgeleri Danıştay tarafından her defasında iptal edilmiştir.15 Danıştay kararları sebebiyle artık 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4. maddesi (C) fıkrasına tabi öğretici çalıştırılmadığı belirtilmektedir.16 Öte yandan, Milli Eğitim Bakanlığı’nın onca yargı kararına rağmen özellikle okul öncesi eğitim kurumlarında “ders ücreti karşılığı personel” çalıştırma ısrarından da vazgeçmediği anlaşılmaktadır.17 Ders ücretli öğretmen ile usta 152 öğreticinin ise birbirinden farklı çalıştırma biçimleri olduğu dile getirilmektedir.18 Ders ücretli öğretmenler de “kısmi” çalışıp aylık sigorta gün sayıları 30 günün altında olsa bile eksik günlerinin genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek 30 güne tamamlamaları söz konusu olmayacaktır. Zira bunlar da 4857 sayılı Kanun kapsamında değildirler. 4857 sayılı Kanun kapsamında olmamakla birlikte, çalışmaları özünde kısmi süreli olsa bile, kamu söktöründe ek ders ücreti karşılığında uzman ve usta öğretici olarak çalıştırılanların prim ödeme gün sayılarının hesaplama biçiminde özel bir yöntem benimsenerek, aylık prim ödeme gün sayılarının 30 günün altına düşmemesi sağlanmıştır. Gerçekten de, 5510 sayılı Kanun’un 80. maddesi birinci fıkrasının 5797 sayılı Kanun ile değişik (j) bendine göre; Milli Eğitim Bakanlığına bağlı her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında ek ders ücreti karşılığında ilgili mevzuatı çerçevesinde uzman ve usta öğretici olarak çalıştırılanların prim ödeme gün sayısı 30 günü aşmamak kaydıyla, bir takvim ayı içerisinde hak kazandıkları brüt ek ders ücreti toplam tutarının, prime esas günlük kazanç alt sınırına bölünmesi sonucu bulunur. Bu şekilde yapılacak hesaplamalarda tam sayıdan sonraki küsuratlar dikkate alınmaz. Böyle olunca, sözü edilen kimselerin aylık prim ödeme gün sayısı neredeyse hiç 30 günün altına düşmeyecektir. Kaldı ki, söz konusu işyerlerinde çalıştırılanlar ek ders ücreti karşılığında niteliği itibariyle kısmi süreli olarak çalıştırılsalar bile, Kuruma eksik gün nedeni olarak “07- Puantaj kayıtları” bildirimi yaptıklarından eksik günlere ilişkin genel sağlık sigortası priminin her ay için 30 güne tamamlanması zorunluluğu doğmamaktadır. Bu kapsamda olanlar, “06-kısmi istihdam” nedeniyle eksik bildirilseler bile, 4857 sayılı Kanun kapsamında sayılmadıklarından eksik günlerinin GSS primlerini ödemeleri de söz konusu olmayacaktır. VI.2- Eksik Gün Nedenleri Arasındaki Ayrım Açısından 4857 sayılı Kanun’un 13 ve 14. maddelerinde tarif edildiği üzere kısmi süreli iş sözleşme- EYLÜL ’10 si ile çalışan ve 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı sayılanlardan, ay içerisinde eksik gün ve kazanç bildirilmesi halinde, aylık prim ve hizmet belgesi düzenlenirken/internetten verilirken, eksik gün nedenleri ve kodları, yukarıda da yer verildiği üzere Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 9 nolu ekinde yer alan aylık prim ve hizmet belgesinin arka sayfasında açıklanmıştır. Aylık Prim ve Hizmet Belgesinin Sosyal Güvenlik Kurumuna Verilmesine ve Primlerin Ödenme Sürelerine Dair Usul ve Esaslar Hakkında Tebliğin “g.l-Eksik gün nedenlerinin bildirilmesi” başlıklı bölümünde de konuya örneklerle açıklık getirilmiştir. Buralarda yer verilen kısmi istihdam dışındaki eksik gün nedenleri ise, büyük ölçüde iş sözleşmesinin askıda kaldığı durumlardır. 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasındaki yükümlülüğün, sadece kısmi istihdam sebebiyle eksik gün bildiriminde bulunulan “4857 sayılı Kanun kapsamındaki işçi sigortalılar” için getirildiği görülmektedir. Kısmi istihdam dışındaki nedenlerle eksik gün bildiriminde bulunulan sigortalılar için, eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerinin her ay için 30 güne tamamlanmasını zorunlu kılan bir düzenleme bulunmamaktadır. Bununla birlikte, kısmi istihdam dışındaki eksik gün nedenleri ya da iş sözleşmesinin askıda kaldığı durumlarda, ay içinde 30 günün altında bildirimi yapılan Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların genel sağlık sigortası primlerinin her ay için 30 güne tamamlanıp tamamlanmayacağı konusunda ise kamu idaresi işyeri ile özel sektör işyeri arasında ayrıma gidilmiştir. Özel sektöre ait işyerlerindeki, kısmi istihdam dışındaki sebeplerle eksik gün bildirilen sigortalıların ne kendileri, ne de işverenlerinin eksik günlere ilişkin genel sağlık sigortası primlerini her ay için ödeyerek 30 güne tamamlama zorunlulukları bulunmamaktadır. Kamu idaresine ait işyerlerinde çalışan Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalıların iş sözleşmelerinin askıda kaldığı (geçici süreli askerlik, hastalık, gebelik ve do- SİCİL ğum, grev ve lokavt, ücretsiz izin veya zorlayıcı neden gibi) aylara ilişkin genel sağlık sigortası primleri ise, prime esas günlük kazancın alt sınırının 30 katı üzerinden yine ilgili kamu idaresi işverenliğince ve mevcut işyeri dosyası üzerinden Kuruma ödenecektir. Hatta ilgili kamu idaresi işverenliğinin bu kapsamda düzenleyeceği aylık prim ve hizmet belgesi belge türü “41” olacak ve kamu idaresi işverenliği bunlar için %12 genel sağlık sigortası primi ödeyecektir. Böyle olunca, özel sektöre ait işyerlerinde gerçekte 4857 sayılı Kanun kapsamındaki kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalıştırılan sigortalı işçilerin, eksik gün nedenleri kısmi istihdam yerine “07-puantaj kayıtları”, “15-devamsızlık”, yukarıdaki sınırlamalar çerçevesinde “02-Ücretsiz izin” gibi nedenler olarak Kuruma bildirilebilir. Özel sektör işvereni, kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalıştırdığı sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini her ay için 30 güne tamamlamak zorunda kalmasından dolayı aralarında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkları yukarıdaki şekilde muvazaaya başvurup “muhteviyatı itibariyle yanıltıcı” belge düzenleyebilir. Böylesi teknik sorunların yanı sıra, söz konusu düzenleme çalışma hayatındaki esnekleşme çabaları ile de tezat oluşturmaktadır. 4857 sayılı Kanun ile düzenlenen ve iş hayatında esnek çalışma modellerinden biri olan kısmi süreli çalışma, 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrası sebebiyle tercih edilebilir olmaktan da çıkabilir. Şüphesiz bu sonuç, özellikle ekonomik kriz dönemlerindeki işsizlikle mücadele politikalarını dahi olumsuz etkileyebilir. 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasının gerekliliği bu yanlarıyla da sorgulanmalı, tartışılmalıdır. Hatta kaldırılması dahi düşünülebilir. VI.3- 4857 sayılı İş Kanunu Kapsamında Olanlar ve Olmayanlar Açısından 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasına göre; yalnızca 4857 sayılı İş Kanununun 13 ve 14. maddeleri kapsamındaki kısmi istihdam nedeniyle ay içerisinde 30 günün 153 EYLÜL ’10 SİCİL altında bildirilen 5510 sayılı Kanun’un 4.maddesi birinci fıkrasının (a) bendine tabi sigortalıların, eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek her ay için 30 güne tamamlamaları zorunlu kılınmıştır. 4857 sayılı Kanun kapsamında “işçi” sayılmayan çalışanlardan, kısmi süreli çalışanlar için ise böyle bir zorunluluk bulunmadığı anlaşılmaktadır. Şu halde, “4857 sayılı Kanun kapsamında işçi sayılan” kısmi süreli iş sözleşmeleriyle çalışanlar ile “4857 sayılı Kanun kapsamında işçi sayılmayan” kısmi süreli çalışanlar arasında bir ayrıma gidilmiştir. Buna göre, 854 sayılı Deniz İş Kanunu kapsamındaki “gemi adamları”, 5953 sayılı “Basın İş Kanunu” kapsamındaki “gazeteciler”, Borçlar Kanunu kapsamındaki “işçiler/ çalışanlar” kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışsalar bile sözü edilen zorunluluk kapsamına girmemektedirler. Aynı şekilde, Kanunun 4. maddesi birinci fıkrası kapsamında sigortalı sayılsalar bile 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi sözleşmeli personel ile geçici personel de sözkonusu kapsamda değildir. Belirtelim ki, 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun 9. maddesi, beşinci fıkrasına göre, özel öğretim kurumlarda görev yapan yönetici, öğretmen, uzman öğretici ve usta öğreticiler, bu Kanun hükümleri saklı kalmak üzere; 4857 sayılı İş Kanunu hükümlerine tabi olduklarından, bu kurumlarda kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanlar da eksik günlerinin genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek 30 güne tamamlamak zorunluluğu kapsamındadır. Ancak, 5580 sayılı Kanun’un 8. maddesi dördüncü fıkrasına göre ise, ihtiyaç halinde, resmî okullarda görevli öğretmenlere asıl görevlerini aksatmamak ve aylık karşılığı okutmakla yükümlü bulunduğu haftalık ders saati sayısını doldurmaları kaydı ve çalıştıkları kurumların izni ile sadece okullarda, aylık karşılığı okutmakla yükümlü bulunduğu haftalık ders saati sayısının yarısı kadar ücretli ders verilebilmekte ve bu öğretmenlerin toplam ders saati sayısı haftada otuz saati geçememektedir. Yani bu şekildeki çalışmalar bir yerde kısmi sürelidir. Öğretmenlerin resmi okullardaki görevi 657 sayılı Kanuna göre “kadrolu” olunca bunlar zaten Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (c) ben154 di kapsamında sigortalı sayılmakta olup inceleme konumuz dışında kalmaktadırlar. Ancak resmi okullarda görevli öğretmenler 657 sayılı Kanunu’na göre “sözleşmeli personel” iseler, bu sefer Kanunun 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı sayılmakla birlikte, 4857 sayılı Kanun kapsamında olmadıklarından, özel okullardaki kısmi süreli çalışmalarından dolayı 4857 sayılı Kanun kapsamında “işçi” sayılmayacaklardır. Dolayısıyla özel okuldaki eksik günlerinden ötürü de genel sağlık sigortası primi ödemeyeceklerdir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 4. maddesinde ise istisnalara yer verilmiş, madde hükmünde yer alan iş ve iş ilişkilerinde 4857 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmayacağı belirtilmiştir. Örneğin; kıyılarda veya liman ve iskelelerde gemilerden karaya ve karadan gemilere yapılan yükleme ve boşaltma işleri hariç deniz taşıma işlerinde, havacılığın bütün yer tesislerinde yürütülen işler hariç hava taşıma işlerinde çalışanlar, 50’den az işçi çalıştırılan (50 dahil) tarım ve orman işlerinin yapıldığı işyerlerinde veya işletmelerinde, 5362 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Meslek Kuruluşları Kanunu’ndaki tarife uygun üç kişinin çalıştığı yerler 4857 sayılı Kanun kapsamında değildir. Şu halde, bir havayolu şirketinde yer tesislerinde yürütülen işler haricinde, pilot ya da hostes olarak çalıştırılanlar, eğer kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalıştırılıyorlar ise, 4857 sayılı Kanun kapsamında olmadıkları için, eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini ödemek suretiyle her ay için 30 güne tamamlamak zorunda olmayacaklardır. Benzer biçimde, 5953 sayılı Kanun kapsamında “gazeteci iş sözleşmesi” ile ve kısmi süreli çalıştırılanlar da 4857 sayılı Kanun kapsamında olmadıkları için, eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini ödemek suretiyle her ay için 30 güne tamamlamak zorunda olmayacaklardır. Anlaşılacağı üzere, kısmi süreli çalışıp da eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek her ay için 30 güne tamamlama açısından, 4857 sayılı Kanun’a tabi olanlar ile olmayanlar arasındaki bu ayrım da tartışmalı bir nitelik arzetmektedir. Kaldı ki, bu ve yukarıdaki ayrımlara uygun olarak ikincil mev- EYLÜL ’10 zuatımızda düzenleme yapılmadığı gibi Kurum teknik siteminde de bu yönde bir yapılanma sözkonusu değildir. VII- Otuz Günün Altında Bildirilenlerin Provizyon Alması Konuyu bir örnek yardımı ile açıklamaya çalışalım: Örneğin, X.LTD.ŞTİ.’ne ait bir işyerinde 4857 sayılı Kanun kapsamında kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalı işçi Tamer BEY, evvelden beri olduğu gibi 2010/Eylül ayında da 20 gün sigortalı olarak bildirilmiş, eksik gün nedeni aylık prim ve hizmet belgesi internetten e-sigorta sistemi üzerinden verilirken “06” kodu girilmiş ise (yani kısmi istihdam nedeniyle eksik gün), bu ay için geri kalan 10 günlük genel sağlık sigortası priminin ödenerek 30 güne tamamlaması zorunludur. Aksi halde, diyelim ki 2010/Ekim ayının 14’ünde başvurduğu sağlık hizmet sunucusundan, geriye doğru son bir yıl içinde toplam 130 günü olsa bile 2010/Eylül ayı ve önceki diğer ayların ödenmemiş genel sağlık sigortası prim gün sayısı tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla ise sağlık hizmeti alamayacaktır. Zira, 4857 sayılı Kanun kapsamındaki kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan ve 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendine tabi sigortalı işçi, sağlık hizmet sunucusuna başvurduğunda, MEDULA siteminden müstahaklık onayı alınırken, “06” kodunda eksik gün bildirimi yapıldığının görülmesi ve tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla genel sağlık sigortası prim borcunun da bulunması halinde sistemin provizyon vermemesi gerekmektedir.19 Aynı sigortalı; istirahat, puantaj kaydı, grev ve lokavt gibi nedenlerle Kuruma ay içerisinde 30 günün altında bildiriliyor ise, sigortalının genel sağlık sigortası günlerini her ay için 30 güne tamamlaması gibi bir kanuni zorunluluk bulunmamaktadır. Bu durumda sigortalının, sağlık hizmet sunucusuna başvurduğu tarihten geriye doğru son bir yıl içinde 30 günü var ise, MEDULA sisteminin “06” kodu dışındaki kodlar SİCİL ile eksik gün bildirildiğini görerek müstahaklık onayı vermesi gerekmektedir. Ancak uygulamanın halihazırda yukarıda yer verdiğimiz mevzuat hükümlerine göre yürütülmediği belirtilmektedir. Deyim yerinde ise, sosyal sigorta uygulamasının “E-BİLDİRGE” sitemini, genel sağlık sigortası uygulamasının “MEDULA” sistemi görmemektedir. Başka bir söyleyişle, mevzuattaki sınırlamalar MEDULA sistemine tanıtılmamıştır ya da aktarılmamıştır. Öte yandan, sistem 4857 sayılı İş Kanunu kapsamındaki kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalılar ve bu Kanun kapsamına girmeyen kısmi süreli çalışan sigortalılar ayrımına da duyarlı değildir. Keza, bu husus Kanuna rağmen ikincil mevzuata yansıtılmadığı gibi teknik düzenlemeler de yapılmamıştır. Mevcut işleyiş bu yanıyla da uygulamanın ne zaman başlayacağı/başlaması gerektiği tartışmasını gündeme getirmektedir. Aşağıda bu konu üzerinde de durulmuştur. VIII- Uygulamanın Başlayacağı Tarih Sorunu 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasına ilişkin uygulamanın Kanunda aksine bir hüküm bulunmadığı halde 1 Ekim 2008 itibariyle Kurumca başlatılmadığı görülmektedir. Uygulamanın henüz neden başlatılmadığına ilişkin de resmi bir açıklama yapılmamıştır. Kaldı ki, Kanunda uygulanmanın ileriki bir tarihte başlayacağına ilişkin geçici maddelerde de herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Oysa sözü edilen Kanun hükmünün 1 Ekim 2008 tarihi itibariyle yürürlüğe girmesi gerektiğine ilişkin birçok yasal dayanak bulunmaktadır. Birincisi, 5510 sayılı Kanun’un ne asıl, ne de geçici maddelerinde, 88. madde 4. fıkrasının uygulanmasını erteleyen açık bir hüküm bulunmamaktadır. Tersine, 5510 sayılı Kanun’da önemli değişiklikler yapan (bu arada 50. maddesiyle de 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesini bütünüyle değiştiren) 5754 sayılı Kanun’un 74. maddesiyle değişik 5510 sayılı Kanun’un 108. maddesine göre de Kanunun 88. maddesi 1 Ekim 2008 itibariyle yürürlüğe girmiştir. İkincisi, 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrası son cümlesine ilişkin uygula155 EYLÜL ’10 SİCİL Sadece kısmi istihdam nedeniyle otuz günün altında bildirimi yapılanlar eksik günlerinin GSS primlerini ödeyerek otuz güne tamamlamak zorundayken; puantaj kayıtları, istirahat, disiplin cezası, devamsızlık, grev ve lokavt gibi nedenlerle eksik gün bildirilenler için böyle bir zorunluluk getirilmemiştir. ma ise başlamıştır. Bir çok kamu idaresi işvereni, iş sözleşmesi askıda olan 4/a statüsündeki sigortalılarına ait GSS primlerini ödemekte ve buna ilişkin bildirimlerini de “41” belge türünü seçmek suretiyle 2008/Ekim ayından bu yana aylık prim ve hizmet belgeleri ile Kuruma yapmaktadır. Üçüncüsü, 5754 sayılı Kanun ile sadece 5510 sayılı Kanun’da değil, daha birçok kanunda değişiklik yapılmıştır. Bunlardan birisi de 3816 sayılı “Yeşil Kart Kanunu”dur. Bu ise konumuz açısından oldukça önemlidir. Şöyle ki; 5754 sayılı Kanun’un 87. maddesi ile 3816 sayılı Kanun’un “kapsam” başlıklı ikinci maddesi tamamiyle değiştirilmiştir. 5754 sayılı Kanun’un 93. maddesine göre ise, 87. madde 2008 yılı Ekim ayı başında yürürlüğe girmiştir. 3816 sayılı Kanun’un 2. maddesinde yapılan ve 1 Ekim 2008’de yürürlüğe giren/girmesi gereken değişikliğe göre ise, 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı olmakla birlikte, 4857 sayılı Kanunun 13 ve 14. maddelerine göre kısmi süreli veya çağrı üzerine çalışanlar ile bu Kanuna göre ev hizmetlerinde ay içerisinde 30 günden az çalışan sigortalılar hariç hiçbir sosyal güvenlik kurumunun güvencesi altında bulunmayan … ve Türkiye’de ikamet eden Türk vatandaşları 5510 sayılı Kanun hükümleri çerçevesinde sağlanacak sağlık yardımlarından yararlanabilecektir. Şu halde, 01.01.2012 tarihine kadar, yani 3816 sayılı Kanun tümüyle yürürlükten kalkana 156 kadar, 4857 sayılı Kanun’a göre kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan 4/a statüsündeki sigortalılar “SGK kapsamında” bulundukları halde yeşil kart alabileceklerdir. Bu düzenlemenin ise yukarıda yer verdiğimiz 5510 sayılı Kanun’un 60/c-1. maddesi ile paralel olduğu açıkça görülmektedir. Esasen bu husus uygulamanın 1 Ekim 2008 tarihi itibariyle başlaması gerektiği yönündeki kanaatimizin de sağlaması niteliğindedir. Kısmi süreli çalışan sigortalıların eksik günlerine ait primlerini ödemek zorunda oldukları Kanunun 60/c-1 maddesinin yürürlüğe gireceği 01.01.2012 tarihine kadar, onun yerine bu tarihe kadar yürürlükteki 3816 sayılı Kanun uyarınca yeşil kart alarak sağlık yardımlarından yararlanmaları mümkündür. Bu seçenek yerine, gelir testi talebinde bulunmaksızın, Kanunun 60/g maddesi kapsamında eksik günlerine ait GSS primlerinin ödenmesi de mümkündür. Şüphesiz bu iki seçenek de zorunlu olup, sigortalı ancak birini tercih ederek ödeme yapabilecektir. Bütün bu maddi ve hukuki dayanaklara rağmen, 4/a statüsündeki kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalıların eksik günlerine ilişkin GSS primlerinin ödenerek her ay için 30 güne tamamlanması zorunluluğunun Kurumca başlatılmadığı anlaşılmaktadır. Bu sebeple Kurumun 2008/Ekim ayından buyana milyonları bulan GSS prim alacağı olduğu belirtilmektedir.20 Sonuç Olarak 5510 sayılı Kanun’un 88. maddesi dördüncü fıkrasındaki düzenlemenin birçok açıdan ayrımcı olduğu, sağlık hizmetlerine erişimi zorlaştırarak “sağlıkta dönüşümün” hedeflerine açıkça tezat teşkil ettiği ve çalışma yaşamındaki esnekleşme çabalarıyla da çeliştiği görülmektedir. Kanun hükmüne göre, sadece 4857 sayılı Kanun’un 13 ve 14. maddeleri kapsamında kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanlar eksik günlerinin genel sağlık sigortası primlerini ödeyerek 30 güne tamamlamak zorundadır. 4857 sayılı Kanun dışındaki diğer çalışma kanunlarına, örneğin 854 sayılı Kanun, 5953 sayılı Kanun, Borçlar Kanunu, 657 sayılı Kanun’un 4. EYLÜL ’10 Kısmi çalışanların eksik günlerinin GSS primlerini ödemek zorunda bırakılmaları, işçilerin işveren üzerinde baskı oluşturmalarına sebep olacak ve çalışma hayatı yeni bir tartışma konusu ile tanışacaktır. maddesi (B) ve (C) bentlerine göre çalıştırılan 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesi birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalılar için böyle bir zorunluluğun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Veyahut kanuni düzenleme yapılırken bu sonuç amaçlanmamış olsa bile kanun hükmü yoruma yer bırakmayacak şekilde bu sonucu doğuracak şekilde kaleme alınmıştır. Öte yandan, eksik gün nedenleri arasında da kesin bir ayrıma gidilmiştir. Sadece kısmi istihdam nedeniyle otuz günün altında bildirimi yapılanlar eksik günlerinin GSS primlerini ödeyerek otuz güne tamamlamak zorundayken; puantaj kayıtları, istirahat, disiplin cezası, devamsızlık, grev ve lokavt gibi nedenlerle eksik gün bildirilenler için böyle bir zorunluluk getirilmemiştir. Kaldı ki, gerçekte kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışsa bile, uygulamada eksik gün nedeninin diyelim puantaj kayıtları şeklinde bildirilerek bu zorunluluk kapsamı dışına çıkılması mümkündür ve bugün için bunu engelleyecek bir mekanizma da bulunmamaktadır. Kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalıştıkları için eksik günlerinin GSS primlerini ödeyecek olanlar, bu primleri Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (c-1) bendi veya (g) bendi kapsamında ödeyeceklerdir. Böyle olunca da, bu statüde ödenmeyen GSS primlerinin tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günü geçmesi halinde sağlık hizmetlerinin Kurumca finanse edilmesi de söz konusu olmayacaktır. Dolayısıyla, bu şekilde çalışan sigortalının birkaç yıllık sigortalılığına ve sağlık tesisine başvurduğu tarihten geriye doğru bir yılda işverence bildirge edilen sosyal sigorta ve genel sağlık sigortası gün sayısının diyelim 150 gün olmasına rağmen, eksik günlerinden ötürü Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (c-1) bendi veya (g) bendi kapsamında ödenmemiş SİCİL GSS prim gün sayısının -tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç- 60 günden fazla olması halinde sağlık hizmetlerinden yararlanılamayacaktır. Ülkemizde uzun yıllardan beri süren tartışmalar sonucunda, esnek çalışma biçimlerinden biri olan kısmi süreli çalışma 4857 sayılı İş Kanunu ile yasal dayanak kazanmıştır. Ancak, kısmi çalışanların eksik günlerinin GSS primlerini ödemek zorunda bırakılmaları, işçilerin işveren üzerinde baskı oluşturmalarına sebep olacak ve çalışma hayatı yeni bir tartışma konusu ile tanışacaktır. Diğer dikkat çeken hususlara yazımızda değinilmiş ve gerektiğinde de öneriler sunulmuştur. Burada ayrıca değinilmeyecektir. Sonuç olarak, söz konusu hüküm bize göre bütünüyle kanundan çıkarılmalı veya belirttiğimiz eşitsizlikleri giderecek bir içerikte yeniden ele alınmalıdır. DİPNOTLAR 1 Bkz. BİLGİLİ, Özkan: “Zorunlu Sosyal Sigortalılıkları Sona Erenlerin Zorunlu Genel Sağlık Sigortalılıkları Sona Erer Mi?”, E-Yaklaşım, Ocak 2009, S:193. 2 16/6/2010 tarihli ve 5997 sayılı Kanun’un 9. maddesiyle, bu bentte yer alan “60 günden fazla prim ve prime ilişkin” ibaresi “21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 48 inci maddesine göre tecil ve taksitlendirilerek tecil ve taksitlendirmeleri devam edenler hariç 60 günden fazla prim ve prime ilişkin” olarak değiştirilmiştir. Buna göre, 60 günden fazla prim ve prime ilişkin her türlü borcu bulunan Kanunun 60. maddesi birinci fıkrasının (a) bendinin (2) numaralı alt bendi ile (g) bendine tabi sigortalılar, bu borçlarını 6183 sayılı Kanunun 48. maddesine göre tecil ve taksitlendirmeleri, ilk taksit tutarını da peşin ödemeleri kaydıyla, sağlık hizmetlerinden yararlanabileceklerdir. 3 SÖZER, A. Nazım: “Genel Sağlık Sigortası Edimlerinden Yararlanmada Prim Koşulu”, Sicil, Mart 2009, S:13, s:159-173. 4 18 yaşını doldurmamış olmakla birlikte, kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalıların eksik günlerine ilişkin genel sağlık sigortası primlerini ödememekle birlikte prim borçlarından dolayı sağlık hizmetlerinden yararlandırılıp yararlandırılmayacağı da açıklığa kavuşturulmuş değildir. Bize göre, 5510 sayılı Kanun’un 67. maddesi birinci fıkrası uyarınca, bu durumda olanların eksik günlerinden dolayı GSS prim borçları bulunmasa bile sağlık hizmeti alabilmeleri gerekmektedir. 5 BİLGİLİ, Özkan: “GSS Prim Gün Sayısı Her Ay 30 Tam Gün Olmalı Mı ?”, E-Yaklaşım, Şubat 2009, S:194. 6 4857 sayılı Kanun kapsamında olmayan kısmi süreli çalışanların belirtilen zorunluluk kapsamında GSS primi ödeyip 157 EYLÜL ’10 SİCİL ödemeyecekleri, “VI.3– 4857 sayılı İş Kanunu Kapsamında Olanlar ve Olmayanlar Açısından” alt bölümünde tartışılmıştır. 7 TUNCAY, A. Can ve EKMEKÇİ, Ömer: Yeni Mevzuat Açısından Sosyal Güvenlik Hukukunun Esasları, Legal, İstanbul 2009, s:149; EKMEKÇİ, Ömer: “Primlere İlişkin Hükümler”, Yeni Sosyal Güvenlik Sistemi Değerlendirmeler, İstanbul Barosu Yayınları, Genel Yayın Sıra No:162(2010/4), 2010, s:142. 8 ALPER, Yusuf: “5510 Sayılı Kanunda 4/1-a Kapsamındaki Sigortalılar Bakımından Prime Esas Kazançlar”, Sicil, Aralık 2008, S:12, s:161-175. 9 ALPER, Yusuf: “Sosyal Güvenlik Reformunun İkinci Yılına Girerken Genel Sağlık Sigortası: Sağlanan Gelişmeler Ve Sorunlar”, Mercek, Ocak 2010, S:57, s:70-86. 10 Bu konu ile ilgili olarak geçmiş dönem tartışmalar için bkz; BİLGİLİ, Özkan: “Genel Sağlık Sigortasında Kör Düğüm”, Dayanışma, Aralık 2007, S:100, s:171-177; TEZEL, Ali: “Aylık Geliri 145 YTL Olanlar 145,49 YTL GSS Primi Ödeyeceklermiş”, 29.12.2007 Tarihli Akşam Gazetesi. 11 Eksik gün nedenleri ve kodları, 20.08.2009 tarih ve 27325 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğin 13. maddesi ile 2008/Ekim ayından geçerli olmak üzere değiştirilmiştir. Aynı şekilde, Sigortalı İşe Giriş Bildirgesi de 2009/Ağustos ayından itibaren geçerli olmak üzere değiştirilmiş ve “15- 4857 sayılı Kanunun 13 üncü maddesine göre kısmi süreli, 14 üncü maddesine göre çağrı üzerine ya da ev hizmetlerinde 30 günden az çalışıyor mu?” bölümü eklenmiştir. Bu değişiklikleri de ihtiva eden (yeni) Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği 12.05.2010 tarih ve 27579 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 12 SÜZEK, Sarper: İş Hukuku, 2.Bası, Beta Yayınları, İstanbul 2005, s:392-394; TAŞKENT, S; EYRENCİ, Ö. ve ULUCAN, D.:Bireysel İş Hukuku, 3.Bası, Legal Yayıncılık, İstanbul 2006, s:149-152; MOLLAMAHMUTOĞLU, Hamdi: İş Hukuku, Turhan Kitabevi, Ankara 2004, s:439-446. 13 Eleştiriler için bkz; ESER, Memet: “Ücretsiz İzinliye Analık Parası Da Sağlık Hizmeti De Yok”, 11.01.2010 Tarihli Hürriyet Ege; ESER, Memet: “Bir Kez Daha Ücretsiz İzin ve SGK Uygulaması”, 25.01.2010 Tarihli Hürriyet Ege; TEZEL, Ali: “Ücretsiz İzinlerinizi Yasal Saymamak Eziyet Demek”, 08.01.2010 Tarihli HaberTürk; IŞIKLI, İbrahim: “SGK’ye Söylemeyin, Çünkü Ücretsiz İzni Hukuksuz Sanıyor”, 14.01.2010 Tarihli Dünya. 14 OCAK, Saim: “İş Sözleşmesiyle Çalışanların Ücretsiz İzinde Sağlık Hizmetlerinden Yararlanması”, Sicil, Mart 2010, S:17, s:259-276. 15 Konu ile ilgili olarak Bakanlar Kurulu’nun 26.08.2005 tarihli ve 2005/9345 sayılı “Milli Eğitim Bakanlığı Taşra Teşkilatında Öğretmen İhtiyacının Karşılanması Bakımından Alanlar Bazında Öğretici Görevinde Kısmi Zamanlı Geçici Personel İstihdamı İle Bu Personele Ödenecek Ücretlere İlişkin Ekli Karar”ı (10.09.2005-25932 RG) ve buna dayalı olarak çıkarılan Milli Eğitim Bakanlığı’nın “kısmi zamanlı geçici öğreticilik” konulu 01.09.2005 tarih ve 2005/78 sayılı Genelgesi’nin yürütmesi Danıştay 12. Dairesi’nin 20.02.2006 tarih ve E:2005/5116 sayılı kararı ile durdurulmuştur. Bunun üze- 158 rine sözü edilen çalışanların Bakanlığın 04.07.2006 tarih ve 2006/58 sayılı Genelgesi ile 657 sayılı Kanun’un 4. maddesi (B) fıkrası kapsamında istihdam edilmeleri kararlaştırılmıştır. Daha sonra, Bakanlar Kurulu’nun 23.11.2006 tarihli ve 2006/11314 sayılı “Milli Eğitim Bakanlığı Taşra Teşkilatında İngilizce Dil Öğreticiliği Ve Bilgisayar Öğreticiliği Görevinde Kısmi Zamanlı Geçici Personel İstihdamı İle Bu Personele Ödenecek Ücretlere İlişkin Karar”ı (13.12.2006-26375 RG) ve buna dayalı olarak çıkarılan Milli Eğitim Bakanlığı’nın 21.12.2006 tarih ve 2006/96 sayılı Genelgesi’nin yürütmesi Danıştay 12. Dairesi’nin 29.01.2007 tarih ve E:2007/101 sayılı kararı ile durdurulmuştur. Bu karar üzerine de Milli Eğitim Bakanlığı’nın 23.03.2007 tarih ve 17261 sayılı yazıları ile 12.02.2007 tarihinden sonra kısmi zamanlı sözleşmeli geçici öğretici görevlendirilmemesi, bu tarihten sonra görevlendirilenlerin de sözleşmelerinin feshedilmesi kararlaştırılmıştır. 16 “Ücretli Öğretmenlerin Statüsü 4/C Midir?”, http://www.memurlar.net/haber/163455/, (Erişim:06.04.2010). 17 En son, Danıştay 2. Dairesi’nin 20.08.2009 tarih ve 2009/4055 sayılı kararı ile okul öncesi eğitim kurumlarında kadrosuz usta öğretici görevlendirilmesi işlemlerinin durdurulması üzerine, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 11.09.2009 tarih ve 2667 sayılı yazısı üzerine okul öncesi eğitim kurumlarında “ders ücreti karşılığı” yüksek öğrenim mezunu personel görevlendirilmesi kararlaştırılmıştır. 18 AKDENİZ, Selim: “Ücretli Öğretmen İstihdam Durumu”, http://www.mebpersoneli.com/Aday-Ogretmen/UcretliOgretmen-Istihdam-Durumu-191.htm, (Erişim:05.04.2010). 19 Borçlarını tecil ve taksitlendiren genel sağlık sigortalıları ile bakmakla yükümlü oldukları kimselerin Kurum sağlık yardımlarından faydalanabilmelerine ilişkin bilgisayar programı henüz oluşturulmadığı için, program kullanıma açılıncaya kadar, her iki ayda bir yenilenmesi gereken “Tecil Ve Taksitlendirmeden Faydalanan Sigortalılara Ait Sağlık Yardımı Müstahaklık Belgesi” ile Kurumla sözleşmeli sağlık kurum ve kuruluşlarına başvurulması gerekmektedir. 20 SGK’nin, 100 bin civarında kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışan sigortalıdan yaklaşık 280 milyon TL genel sağlık sigortası primini tahsil etmeyi unuttuğuna ilişkin haberler için bkz; ÖZAY, Hüseyin: “SGK’dan 100 Bin İşçiye Borç Sürprizi”, 01.02.2010 tarihli Star Gazetesi; ORHAN, Sadettin: “Part-Time Çalışanların GSS Sorunu”, 02.02.2010 tarihli Bugün Gazetesi. EYLÜL ’10 SİCİL Prof. Dr. Kadir ARICI Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 5510 Sayılı Kanun’un Yürürlük Tarihinden Önceki Dönemde Doğum Yapan Kadın Sigortalılar (4A) da Doğum Borçlanması Yapabilirler xxxxx T.C. YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİ Esas No Karar No Tarihi : 2009/8312 : 2010/2516 : 25.02.2010 ÖZET Dava, davacının iki çocuğundan dolayı, 5510 sayılı Kanunun 41/1-a maddesi gereğince, doğuma dayalı borçlanma yapabilmesi ve dava tarihi itibariyle yaşlılık aylığı bağlanması istemine ilişkindir. Mahkemece, düzenlemenin yürürlüğünden önceki vakıalara uygulanamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmün, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi Ebru Pakin Akın tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi. KARAR Uyuşmazlık, öncelikle 5510 sayılı Kanunun 41/1-a maddesi ile hukukumuzda ilk kez düzenlenen ve kısaca “doğuma dayalı borçlanma” olarak nitelendirilebilecek borçlanma hakkının, bu düzenlemenin yürürlük tarihinden önceki doğum olaylarına uygulanıp uygulanmayacağı, doğum sırasında aktif sigortalı olma şartının aranıp aranmayacağı noktalarında toplanmaktadır. 5510 sayılı Kanunun, “Sigortalıların borçlanabileceği süreler” başlıklı, 41/1-a maddesinde; “Bu Kanuna göre sigortalı sayılanların; Kanunları gereği verilen ücretsiz doğum ya da analık izni süreleri ile 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalı kadının, iki defaya mahsus olmak 159 EYLÜL ’10 SİCİL üzere doğum tarihinden sonra iki yıllık süreyi geçmemek kaydıyla hizmet akdine istinaden işyerinde çalışmaması ve çocuğunun yaşaması şartıyla talepte bulunulan süreleri,... kendilerinin veya hak sahiplerinin yazılı talepte bulunmaları ve talep tarihinde 82 nci maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt ve üst sınırları arasında olmak üzere, kendilerince belirlenecek günlük kazancın % 32’si üzerinden hesaplanacak primlerini borcun tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde ödemeleri şartı ile borçlandırılarak, borçlandırılan süreleri sigortalılıklarına sayılır...” hükmü düzenlenmiştir. Kural olarak her kanun, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren derhal hukuksal sonuçlarını doğurmaya başlar ve bu tarihten sonra meydana gelen olaylara ve ilişkilere uygulanır. Bu kuralın doğal sonucu da, kanunların geriye yürümemeleridir. Ancak sosyal güvenlik hukukunun özel ve kamusal niteliği itibarıyla ve 5510 sayılı Kanunda, anılan hükümle getirilen, sigortalıların lehine olan bu borçlanma hakkının, Kanunun yürürlüğünden önceki doğum olaylarına uygulanmasını engelleyen bir düzenlemenin olmadığı gözetildiğinde, 5510 sayılı Kanunun yürürlük tarihinden önce meydana gelmiş doğum olaylarına da uygulanabileceğini kabul etmek gereklidir. Zira maddi hukukun her zaman, hayatın değişen sosyal akışı içinde gelişen tüm olayları ve ayrıntıları kurallaştırma gücüne sahip olmadığını da dikkate alıp, çıkarlar dengesi ve adalet duygularını gözeterek toplumun gereksinmelerini karşılamakla yükümlü bulunan yargı organları, sigortalıların lehine hükümler içeren düzenlemelerin yürürlüğe girdiği durumlarda, kanun koyucunun amacını da göz önünde bulundurarak, söze oranla öze üstünlük tanıyan bir yorumla sonuca varmalıdır. Doğuma dayalı borçlanma hakkından yararlanabilmek için doğum sırasında aktif sigortalı olma şartının aranıp aranmayacağı hususunda ise, geçmişte hizmet akdine dayalı 160 olarak zorunlu sigortalılık tescilinin yapılmış olması, bu haktan yararlanabilmesi için yeterli sayılmalıdır. Kadının fiziksel yapısı, doğurganlık işlevi, aile yükümlülükleri ile çalışma yaşamındaki konumu yanında, doğum borçlanmasıyla amaçlanan sonucun tam olarak elde edilebilmesi için, bu tip borçlanmalarda aranan doğum öncesi sigortalılık, herhangi bir süre sınırına tabi tutulmamalıdır. Konuyla ilgili olarak 5510 sayılı Kanunda değişiklik yapan 5754 sayılı Kanuna ilişkin TBMM alt komisyon raporunda bu değişiklik hakkında, “Ücretsiz doğum ya da analık izin sürelerinin de borçlanılacak sürelerden sayıldığı, bu sürelerde kadın çalışanların doğum ve çocuk bakımı gibi özel bir durum nedeniyle izin kullandığı, bunun sonucunda doğum yapan kadının sosyal güvenlik alanındaki bir hakkı kullanmasından dolayı emeklilikle ilgili sürelerini tamamlamak için ortaya çıkan bir maliyete katlanmak zorunda kalacağı, oysa çocuk bakımının aynı zamanda toplumsal olarak devletin de üstlenmesi gereken bir sorumluluk olduğu...” görüşlerine yer verilmiştir. Bu yaklaşım, cinsiyeti sebebiyle sosyal güvenlik şemsiyesinde farklı muamele görmesi gereken ve başta yaşlılık aylığı olmak üzere çeşitli sosyal güvenlik hakları yönünden de bu şekilde değerlendirilen kadınlar için karşı cinsle eşitliği sağlayıcı bir bakış açısı getirecektir. Böylelikle, prim yatırma imkanı bulunamadığı halde yasa koyucunun çeşitli saiklerle sigortalılık imkanı sunmak ve prim süresine eklemek istediği bu gibi dönemlerin telafisine yönelik getirilen borçlanma müessesesinin amacı da gerçekleşmiş olacaktır. Aksine bir yorum, kanunda bu yönde bir sınırlamanın olmadığı da gözetildiğinde, sosyal güvenlik hakkına aykırılık oluşturacaktır. Hukuk Genel Kurulunun 27.4.2006 gün ve 10-367/386 sayılı kararında da vurgulandığı üzere sosyal güvenlik, sosyal hukuk devleti tanımı içerisinde yer alan ve bu ilkeyi oluşturan temel kavramlardan birisidir. Sosyal güvenlik alanında oluşturulacak tüm kuralların, özde, sosyal hukuk devleti anlayışına uygun EYLÜL’10 olması zorunludur. Sosyal güvenlik, insanlığın en derin gereksiniminin bir sonucudur. Bu gereksinim, bireyin karşılaşacağı ve yaşamı için tehlike oluşturan olaylara karşı bir güvence arayışının ürünüdür. Tehlikeye ve yoksulluğa düşen birey için asgari bir güvence sağlamak, sosyal güvenliğin varoluş koşulu, diğer bir ifadeyle, olmazsa olmazıdır. Önemli olan yön, sosyal güvenlik kavramına, işlevsel olarak temel bir insanlık hakkı görünümü yaratmaktır. Doğuma dayalı borçlanma talep tarihinde sigortalı olmanın gerekip gerekmeyeceği noktasında ise Kanun koyucunun bahis konusu düzenlemede, doğuma dayalı borçlanma hakkını verdiği kişinin borçlanma talep tarihinde sigortalı olmasını gerekli gören bir ifadeye yer vermediği ve bu düzenlemeye göre sigortalı olanların yanında, hak sahiplerinin de, yazılı talepte bulunmaları halinde borçlanabilecekleri dikkate alındığında, böyle bir şartın var olmadığı belirgindir. Somut olayda, ilk kez 506 sayılı Kanun kapsamında 01.6.1982 tarihinde zorunlu sigortalı olduğu anlaşılan davacının, 3.3.1987 ve 21.3.1988 tarihlerinde gerçekleştirdiği doğumlar sebebiyle, ancak doğum tarihinden SUNUŞ 5510 sayılı Kanun’a 17.04.2008 tarih ve 5754 sayılı Kanun m. 67 ile eklenen bir hüküm ile doğum yapan kadınlara iki çocuk için ve her bir çocuk için 2 yıl süreli doğum borçlanması yapma hakkı tanınmıştır. 17.04.2008 tarihinde kabul edilen 5754 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun (RG 08.05.2008 tarih ve 26870 Sayı) m. 67 (Ç) bendi ile yapılan değişiklikle 5510 sayılı Kanun’un 41. maddesinin (a) bendi “Kanunları gereği verilen ücretsiz doğum ya da analık izni süreleri ile 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki sigortalı kadının, iki defaya mahsus ol- SİCİL sonra iki yıllık süreyi geçmemek kaydıyla, hizmet akdine istinaden işyerinde çalışmaması ve çocuğunun yaşaması şartlarının dışında, başkaca bir şart aranmaksızın borçlanma hakkına sahip olduğu kabul edilmelidir. Yapılacak değerlendirmede, zorunlu sigortalı olarak tescil edildikten sonra ilk doğumu yapan ve iki yıllık süre dolmadan ve tekrar çalışmaya başlamadan ikinci doğumu yapan kadın sigortalının, ilk doğumdan ikinci doğuma kadar geçen süre ile ikinci doğum için borçlanabileceği iki yıllık sürenin toplamı kadar geçen süreyi borçlanabileceği gözetilmelidir. Mahkemece, anılan maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir. O halde davacı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve sair yönler incelenmeksizin hüküm bozulmalıdır. SONUÇ Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde davacıya iadesine, 25.02.2010 günü oybirliği ile karar verildi. mak üzere doğum tarihinden sonra iki yıllık süreyi geçmemek kaydıyla hizmet akdine istinaden işyerinde çalışmaması ve çocuğunun yaşaması şartıyla talepte bulunulan süreleri,” şeklinde değiştirilmiştir. 5510 sayılı Kanun’da 5754 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik 4A kapsamında çalışan sigortalı kadın işçilere iki çocukla sınırlı olmak ve her çocuk için iki yılı geçmemek üzere ücretsiz doğum ve analık izinleri de dahil olmak üzere sosyal sigortalı olarak çalışmadığı süreleri sosyal sigorta kapsamında değerlendirmek maksadı ile tanınan borçlanma hakkından faydalanabilmek aşağıdaki şartlarda mümkün olabilecektir: (i) Doğum yapan kadının sosyal sigortada tescilli olması, 161 EYLÜL ’10 SİCİL (ii) Sigortalının çocuğunun sağ doğması ve yaşaması, (iii) Borçlanılacak süre içinde zorunlu ya da isteğe bağlı fiili sigortalı durumunda olmaması, (iv) Her çocuk için iki yıllık bir süreyi borçlanabilmesi, (v) Borçlanma hakkını en çok iki çocuk için kullanabilmesi, Doğum borçlanması ile ilgili yargı kararları hem kanundaki düzenleme eksikliklerini ortaya koymakta hem de kanunun nasıl anlaşılması gerektiğini daha anlaşılır bir biçimde açıklığa kavuşturmaktadır. İnceleme konumuz olan Karar doğum borçlanması hakkının nasıl kullanılması ile ilgili sigorta kurumu ile hak sahibi sigortalı arasındaki bir uyuşmazlığa konu olmuş ve kanunun uygulama şartlarının yargı içtihadı ile daha da açıklığa kavuşturulmasına katkı sağlamıştır. KARARLA İLGİLİ GELİŞMELER Davaya konu olan olayda arka arkaya iki doğum yapan (doğum tarihleri 03.03.1987 ve 21.03.1988) davacı, 5510 sayılı Kanun’la tanınan borçlanma hakkından faydalanmak üzere Kuruma başvurmuş ve borçlanma ile birlikte hak kazandığı yaşlılık aylığının bağlanmasını talep etmiştir. Kurum ise özetle doğuma dayalı borçlanma yapma hakkının ilk kez 5510 sayılı Kanun’la getirildiğini, mülga sosyal güvenlik kanunlarında böyle bir hakka yer verilmediğini, kanunların yürürlüğe girdikleri tarihle, yürürlükten kalktıkları tarih arasında meydana gelen olaylara uygulanacağını, kanunun yürürlüğe girmesinden önce meydana gelen olaylara uygulanmayacağını ifade ederek; 01.10.2008 tarihinden önceki süreler için SSK’lı sigortalı kadının doğum tarihinden sonraki iki yıllık süreyi borçlanmasının söz konusu olmayacağını gerekçe göstererek talebi reddetmiştir1. Kurumun talebini reddetmesi üzerine sigortalı, kurumun ret kararı aleyhine Samsun 2. İş Mahkemesi’nde dava açmıştır (Samsun 2. İş Mahkemesi T. 24.02.2009, E. 2008/546, K. 2009/86,-www.calismadunyasi.com/haber, erişim.10.08.2010). Samsun 2. İş Mahkemesi meseleyi incelemiş ve davayı “kanuni düzenle162 me ile açıkça önceki vakalara ve geçmişe yönelik uygulama belirtilmediği gibi, aynı süre için farklı düzenleme olmayıp açıkça Ekim 2008 tarihinde yürürlüğe girmiş kanuna göre, hak ve külfetlerin düzenlenmesi söz konusudur. İptal edilerek külfeti kaldırılmış değil, yeniden düzenlenmiş borçlanmaya ilişkin hükmünde, geriye yönelik olaylara uygulanmaması gerektiği” görüşü ile reddetmiştir. Kararın temyiz edilmesi üzerine konu yüksek Yargıtay’a gelmiş ve konuyu inceleyen Yargıtay 10. Hukuk Dairesi kanunların geriye yürümemesinin genel kural olduğu hususuna işaret ederek “sigortalının lehine olan bu borçlanma hakkının, kanunun yürürlüğünden önceki doğum olaylarına uygulanmasını engelleyen bir düzenlemenin olmadığı gözetildiğinde, 5510 sayılı Kanun’un yürürlük tarihinden önce meydana gelmiş doğum olaylarına da uygulanabileceğini kabul etmek gereklidir. Zira maddi hukukun her zaman, hayatın değişen sosyal akışı içinde gelişen tüm olayları ve ayrıntıları kurallaştırma gücüne sahip olmadığını da dikkate alıp, çıkarlar dengesi ve adalet duygularını gözeterek toplumun gereksinmelerini karşılamakla yükümlü bulunan yargı organları, sigortalıların lehine hükümler içeren düzenlemelerin yürürlüğe girdiği durumlarda, kanun koyucunun amacını da göz önünde bulundurarak, söze oranla öze üstünlük tanıyan bir yorumla sonuca varmalıdır.” gerekçesi ile bu hakkın kanunun yürürlük tarihinden önceki doğumlar için de hak doğuracağına hükmetmiştir. Yargıtay “Doğuma dayalı borçlanma hakkından yararlanabilmek için doğum sırasında aktif sigortalı olma şartının aranıp aranmayacağı hususunda ise, geçmişte hizmet akdine dayalı olarak zorunlu sigortalılık tescilinin yapılmış olması, bu haktan yararlanabilmesi için yeterli sayılmalıdır. Kadının fiziksel yapısı, doğurganlık işlevi, aile yükümlülükleri ile çalışma yaşamındaki konumu yanında, doğum borçlanmasıyla amaçlanan sonucun tam olarak elde edilebilmesi için, bu tip borçlanmalarda aranan doğum öncesi sigortalılık, herhangi bir süre sınırına tabi tutulmamalıdır.” görüşünde olduğunu açıklamıştır. Yargıtay ayrıca “Doğu- EYLÜL’10 ma dayalı borçlanma talep tarihinde sigortalı olmanın gerekip gerekmeyeceği noktasında ise Kanun koyucunun bahis konusu düzenlemede, doğuma dayalı borçlanma hakkını verdiği kişinin borçlanma talep tarihinde sigortalı olmasını gerekli gören bir ifadeye yer vermediği ve bu düzenlemeye göre sigortalı olanların yanında, hak sahiplerinin de, yazılı talepte bulunmaları halinde borçlanabilecekleri dikkate alındığında, böyle bir şartın var olmadığı belirgindir.” demek suretiyle mahalli mahkemenin görüşüne katılmadığını ortaya koymuştur. Yüksek Mahkeme “Somut olayda, ilk kez 506 sayılı Kanun kapsamında 01.6.1982 tarihinde zorunlu sigortalı olduğu anlaşılan davacının, 3.3.1987 ve 21.3.1988 tarihlerinde gerçekleştirdiği doğumlar sebebiyle, ancak doğum tarihinden sonra iki yıllık süreyi geçmemek kaydıyla, hizmet akdine istinaden işyerinde çalışmaması ve çocuğunun yaşaması şartlarının dışında, başkaca bir şart aranmaksızın borçlanma hakkına sahip olduğu SİCİL Kararı’nda yer almış olsa da sosyal sigorta hukukumuzda bize özgü denilebilecek bir haktır2. Kişilerin sosyal sigortaya tabi olarak geçebilecek kimi zamanlarının elinde olmayan nedenlerle sosyal sigorta kapsamında geçmemiş olması mümkündür. Kanun koyucu çoğu kez kendi iradesi dışındaki nedenlerle sosyal sigorta kapsamı dışında geçen bu zamanların sosyal sigorta kapsamında geçmiş gibi sayabilmek ve bu suretle bu sürelerinin sosyal sigorta bakımından değerlendirilmesine imkân sağlamak üzere borçlanma hakkını düzenlemiştir3. Türk hukukunda sosyal sigorta borçlanması hakkına dair düzenlemeler irdelendiği zaman borçlanma hakkının; kişinin, iradesi dışında kalan ve kendine yüklenmeyen nedenlerle sosyal sigorta bakımından değerlendiremediği sürelerin, sosyal sigorta bakımından değerlendirilmesini temin etmek maksadı ile verildiği anlaşılmaktadır. Örneğin her Türk Vatandaşı gibi kanuni Borçlanma hakkı, ILO’nun 43 nolu Tavsiye Kararı’nda yer almış olsa da sosyal sigorta hukukumuzda bize özgü denilebilecek bir haktır. kabul edilmelidir. Yapılacak değerlendirmede, zorunlu sigortalı olarak tescil edildikten sonra ilk doğumu yapan ve iki yıllık süre dolmadan ve tekrar çalışmaya başlamadan ikinci doğumu yapan kadın sigortalının, ilk doğumdan ikinci doğuma kadar geçen süre ile ikinci doğum için borçlanabileceği iki yıllık sürenin toplamı kadar geçen süreyi borçlanabileceği gözetilmelidir.” görüşü ile kararı bozmuştur. Doğum borçlanması konusunda Yargıtay (i) Borçlanma için sigortaya tescilli olmak yeterlidir, (ii) Aktif sigortalı olmak şart değildir, (iii) Kanunun tanıdığı haktan kanunun yürürlüğünden önceki zamanlarda doğum yapanlar da yararlanır şeklinde özetlenecek özde bir hüküm tesis etmiştir. DOĞUM BORÇLANMASININ ANLAMI VE ÖNEMİ Borçlanma hakkı, ILO’nun 43 nolu Tavsiye askerlik görevini yapmak maksadı ile iş sözleşmesini sona erdiren ya da çalışma güç ve iktidarında olmasına rağmen askerlik nedeni ile çalışamayan; neticede bir kamu yükümlülüğünü yapması nedeniyle ve bu yükümlülük süresince bu süreleri sosyal sigorta bakımından değerlendiremeyen kimselere bu hak tanımaktadır ki biz bunu askerlik borçlanması olarak adlandırmaktayız4. Aynı şekilde yurt dışında çalışması nedeniyle yurt dışında geçirdiği süreleri sosyal güvenlik bakımından değerlendiremeyen/çalıştığı ülke ile ikili anlaşma yapılması imkânı bulunmadığı için çalıştığı süreleri Türk sosyal sigorta sistemin içinde değerlendirme imkânı bulamayan kimselere bu hak tanınmıştır ki “yurt dışı borçlanma” hakkı bu nedenle bir hak olarak tanınmıştır. Sosyal sigorta kapsamında bulunmasına -kanunen sosyal sigorta ilişkisi kurulmuş olmasına rağmen- bu ilişkinin tescil yolu ile sosyal sigorta bakımından sağlanama163 EYLÜL ’10 SİCİL mış olması; işçinin işini kaybetme korkusu ile kamu idareleri nezdinde hak talep edememesi nedeniyle bu sürelerin mahkeme kararı ile tespit edilerek sosyal sigorta bakımından değerlendirmesi hakkı tanınmıştır ki biz buna hizmet tespitine bağlı borçlanma adını vermekteyiz. Bazı durumlarda ise kişiye sosyal sigorta sistemine girme hakkı tanınmaktadır. Ancak bu hak kendisine tanınmamış kimselere de çoğu kez bir defaya mahsus olmak üzere aynı statüde geçen sürelerini borçlanma imkânı tanınmaktadır. Burada sosyal adaletin sağlanması ve kendi iradesi dışında bu hakkını kullanamamış olanlara bir fırsat yaratmak maksatları yer alır. Türk sosyal sigorta hukukunda bunun iki örneği bulunur. Bağ-Kur sistemi kurulduğu zaman tanınan ve on yıl azami süreli borçlanma hakkı ile ev kadınlarına isteğe bağlı sigorta hakkı tanıyan kanuni düzenleme ile sağlanan on yıllık borçlanma hakkı bu kapsamda önem taşımaktadır5. olmadan dolayı çalışma hayatından çekilmek zorunda kalabilmektedirler. İş hukuku, doğum öncesi ve sonrası 8 haftalık ücretli doğum izni kullanma hakkını tanımış ve analık nedeniyle iş sözleşmesinin sona ermesine karşı kadın işçileri koruyucu düzenlemeler getirmiştir. (İ. K. m. 5, 18/3 ve 74)6. Sosyal sigorta hukuku ise bu sürelerde kesilen gelirin telafisi için analık sigortası kapsamında doğum ödeneği verilerek bu sürelerde gelir kesilmesine karşı bir koruma ve sosyal güvenlik sağlamıştır. 5510 sayılı Kanun ise doğum yapan kadın işçilere; doğum izinleri süresi ile doğumdan sonra fiili sigortalı olarak ya da isteğe bağlı sigorta kapsamında geçmeyen sürelerinin iki yılını borçlanma hakkı tanıyarak analık nedeniyle sosyal sigorta hak kayıplarını telafi etme imkânı tanımıştır. Analık durumu hamilelik ve doğumla sınırlı bir hal değildir. Sağlıklı doğan çocuğun büyütülmesi bakımından da ananın sorumlulukları ve görevleri olmaktadır. Çoğu kez bu süreler Borçlanma, hak sahiplerine borçlanma hakkı tanınan sürelerini sosyal güvenlik bakımından değerlendirme imkânı verir. Borçlanma, hak sahiplerine borçlanma hakkı tanınan sürelerini sosyal güvenlik bakımından değerlendirme imkânı verir. Bu hakkı kullanan kimseler, primlerini ödemek suretiyle bu süreleri sosyal sigorta bakımından değerlendirerek sosyal güvenlik hakları bakımından bir kayba uğramaktan kurtulmak ya da bu haklara daha geç ulaşmak gibi bir riske karşı kendilerini korumak imkânını elde ederler. Sonuçta borçlanma, kanun koyucunun sosyal güvenlik açısından adalet dengesini tesis maksadı ile tanıdığı, sosyal koruma sağlayan, sosyal adaleti destekleyen ve kişilerin elinde olmayan kayıplarını telafi imkânı veren önemli bir müessesedir. Kanun koyucu doğum borçlanması hakkını sigortalı işçi kadınlara tanımak suretiyle bu alanda mevcut önemli bir boşluğu doldurmuştur. Kadınlar, analık nedeniyle işlerini kaybedebildikleri gibi analık hali ya da çocuk sahibi 164 içerisinde gerek analık haline bağlı gerekse başka sosyo-ekonomik nedenlerle ana kadınlar uzun süre çalışamaz duruma düşebilmekte, çalışma hayatından çekilmekte, sonuçta çalışma hakkını kullanamamaktadır7. İşte kanun koyucu 5510 sayılı Kanun’la analık hali nedeniyle çocuklarını büyütmek v.s. nedeniyle sosyal sigorta kapsamında çalışmayan kadın işçilere bu süreleri sosyal güvenlik bakımından değerlendirme hakkını tanıyan analık haline dayalı borçlanma sistemine izin vermiştir8. Analık borçlanması iki çocuk ve her çocuk için 2 yıl süre ile sınırlı olmak üzere kadın sigortalı işçilere en çok 4 yıla kadar bir sürelerini borçlanma ve sosyal sigorta bakımından değerlendirme hakkını vermektedir. İncelediğimiz yargı kararında da bu husus “Kadının fiziksel yapısı, doğurganlık işlevi, aile yükümlülükleri ile çalışma yaşamındaki konumu yanında, doğum borçlanmasıyla amaçlanan sonucun tam EYLÜL’10 Yargı organları kimi zamanlar kişilerin hak kayıplarını önlemek, adaleti temin etmek ve haksızlığı önlemek için kanunların yorumunda genişletici yorumlara yönelebilmektedirler. olarak elde edilebilmesi için, bu tip borçlanmalarda aranan doğum öncesi sigortalılık, herhangi bir süre sınırına tabi tutulmamalıdır. Konuyla ilgili olarak 5510 sayılı Kanun’da değişiklik yapan 5754 sayılı Kanuna ilişkin TBMM alt komisyon raporunda bu değişiklik hakkında, (Ücretsiz doğum ya da analık izin sürelerinin de borçlanılacak sürelerden sayıldığı, bu sürelerde kadın çalışanların doğum ve çocuk bakımı gibi özel bir durum nedeniyle izin kullandığı, bunun sonucunda doğum yapan kadının sosyal güvenlik alanındaki bir hakkı kullanmasından dolayı emeklilikle ilgili sürelerini tamamlamak için ortaya çıkan bir maliyete katlanmak zorunda kalacağı, oysa çocuk bakımının aynı zamanda toplumsal olarak devletin de üstlenmesi gereken bir sorumluluk olduğu...) görüşlerine yer verilmiştir. Bu yaklaşım, cinsiyeti sebebiyle sosyal güvenlik şemsiyesinde farklı muamele görmesi gereken ve başta yaşlılık aylığı olmak üzere çeşitli sosyal güvenlik hakları yönünden de bu şekilde değerlendirilen kadınlar için karşı cinsle eşitliği sağlayıcı bir bakış açısı getirecektir. Böylelikle, prim yatırma imkânı bulunamadığı halde yasa koyucunun çeşitli saiklerle sigortalılık imkânı sunmak ve prim süresine eklemek istediği bu gibi dönemlerin telafisine yönelik getirilen borçlanma müessesesinin amacı da gerçekleşmiş olacaktır.” şeklinde açıklanmaktadır. Bu düzenleme ailenin korunmasına yönelik önemli bir düzenlemedir. Bu düzenleme nüfusun sağlıklı bir biçimde artışına verilen önemli bir destektir. Bu düzenleme Türk toplumunun sağlıklı gelişmesi ve geleceği açısından atılmış çok önemli bir adımdır. Bu düzenleme nüfusun negatif büyümesi riskine karşı da alınmış önemli bir tedbirdir. Analık nedeniyle sosyal güvenlik haklarında kayba uğramış ve uğraya- SİCİL cak kadın işçilerin karşılaşacakları mağduriyetleri telafi için atılmış büyük ve önemli adımdır. KARARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Bu karar gerekçeleri yeterli olmamakla birlikte yerinde bir karardır. Türk hukukunda borçlanma hakları bugüne kadar aynı statüde herkese tanınmış; kanunların yürürlüğünden önce ya da sonra ayrımı yapılmaksızın bu haktan sigortalılar eşit bir biçimde yararlanmışlardır. Doğum borçlanma hakkı bakımından da aksi bir uygulamanın olması kabul edilemez, hakkaniyetle bağdaşmaz. Doğum borçlanma hakkının tanınması, kadın sigortalılar bakımından bir ihtiyaçtı. Doğum borçlanma hakkı, niteliği itibarı ile sosyal ve ekonomik niteliği olan bir haktır. Ekonomik ve sosyal haklar genel nitelikli haklardır. Bu haklar konusunda belirli kimselere ayrımcılık ve ayrıcalık tanınamaz. Kaldı ki devlet vatandaşlar arasında hakların tanınması ve kullandırılması hususunda eşit davranmak zorundadır (Any. m. 10). Kanunlar aksine bir hüküm bulunmadığı sürece geriye yürümezler. Bu genel bir hukuk kuralıdır. Kanun ile tanınan hakların belirli bir tarihten sonra kullanılması öngörülebilir. Düzenleme yapılırken kanun koyucu uygulama tarihinden öncekilerin bu haklardan faydalanmasını sağlayıcı tedbirleri de almak zorundadır. Hukuk devleti ve fırsat eşitliği bunu gerekli kılar. Kanunlarda yer alan geçici hükümlerin de fonksiyonu budur. Kanunun gerekçesine bakıldığında kanun koyucunun bu hakkı bütün sigortalı kadınlara tanıdığı görülmektedir. Kanun koyucu bu hakkı belirli bir tarihten sonra uygulanacak bir hak olarak düzenlemiş değildir. Eğer kanunda bu yönde açık bir düzenleme yok ise kanunun tanıdığı hakkın kanunun yürürlük tarihinde sonra uygulanmasının ve kullanılmasının öngörüldüğünü anlamak gerekir. Düzenlemeyi doğum borçlanmasından kanunun yürürlük tarihinden sonra doğum yapan sigortalı kadınlara tanınan bir hak olarak anlamak kanunun amacını aşan bir yorum olur. Kanunların uygulanması ile ilgili genel kuralı da haklar açısından böyle an165 EYLÜL ’10 SİCİL lamak gerekir. Bu itibarla Yüksek Yargıtay’ın yerel mahkemenin aksine düşünce ile vermiş olduğu kararı bozması doğru ve yerinde olmuştur. Kanunların yürürlük tarihinden sonra hüküm ifade edeceği kuralını hakların uygulanmasının yürürlük tarihinden sonra başlayacağı biçiminde anlamaz ve yorumlamaz isek; kanun koyucunun amacının ötesinde çok daraltıcı bir yorum yapmış oluruz. Anayasamıza göre yasama, yürütme ve yargı erkleri biri diğerinin yerine geçerek karar veremez hükmünü getirmiştir. Yargı organları olarak mahkemeler de karar verirken bu hükmü göz ardı edemezler. Ancak yargı organları kimi zamanlar kişilerin hak kayıplarını önlemek, adaleti temin etmek ve haksızlığı önlemek için kanunların yorumunda genişletici yorumlara yönelebilmektedirler. Yargıtay’ın bizce doğru olan yorumu da bu anlamda bir yorum niteliğindedir. daha ayrıntılı bir düzenlemenin yapılmış olması idi. Mahalli mahkemenin bu verdiği karar, hukuk açısından kural olarak yerinde bir karar olarak görülebilir. Ancak kanunun bu şekilde yorumlanması ve uygulanması durumunda; düzenleme vatandaşlar arasında büyük bir ayrımcılığa yol açacak; kanunun yürürlüğünden önce iki doğum yapmış olan bir ana ile kanunun yürürlüğünden sonra iki doğum yapmış aynı yaşta iki ana arasında sosyal güvenlik bakımından hak kayıpları ve mağduriyetlerin doğmasına yol açacaktır. Kanun koyucunun bu farklılığı doğal sayarak böyle bir düzenleme yapma yoluna gitmiş olabileceğini düşünmek mümkün müdür? Kanun koyucunun iki çocuk ile ve 4 yıl süre ile sınırlama yapması anlaşılabilir bir durumdur. Nüfus artışına yol açmamak; sigorta aktüeryasına olumsuz etki etmemek; ya da çalışmamayı desteklememek gibi bazı sınırlamaların öngörülmesi anlaşılabilir bir durumdur. Ancak kanun Kadın sigortalı işçilere doğum borçlanması hakkının tanınması son derece önemli ve yerinde bir düzenlemedir. Öte yandan sosyal güvenlik hakkı ekonomik ve sosyal nitelikli bir temel haktır9. Temel bir insan hakkı olarak, bütün insan hakları belgelerinde yer alan bir haktır. Sosyal güvenlikle ilgili bir hak tanınır iken bu hakkın kullanımının kanunda belirli tarihten itibaren kullanılacağı açıkça düzenlenmemiş ise bu hak bütün hak sahiplerine tanınmış bir hak olarak kabul edilmek gerekir. Kanunda öngörülen genel kuralın burada uygulanması hukuka aykırılık teşkil eder. Sosyal güvenlik hakkının bir temel insan hakkı olması, devletin insan haklarına dayalı sosyal bir hukuk devleti olması, doğum borçlanma hakkına dair düzenlemelerle ilgili yargı organlarının geniş bir yorum ile kanunun yürürlük tarihinden önceki doğumlar açısından da bir hak olarak tanınmasına meşruiyet vermektedir. Ancak işin doğrusu kanunda bu konuda 166 koyucunun bu düzenleme ile doğum yapan bütün analara iki çocuk ile ve 4 yıl ile sınırlı bir borçlanma hakkı tanımak istediği tartışılmaz bir husustur. Bu hakkın bütün vatandaşlara tanındığına da hiç şüphe bulunmamaktadır. Şu halde geriye tek bir husus kalmaktadır ki o da kanuni düzenlemede kanun koyucu düzenleme yaparken bir ayrıntıyı göz ardı etmiştir. Yargının bu noktada biraz sınırlarını zorlayan bir yorum ile bu hakkı geçmişe etkili olarak uygulanmasını sağlayarak karar vermesi; hakkaniyetli, adil ve kanun koyucunun iradesine uygun bir kararın ortaya çıkmasını sağlamıştır. SONUÇ Kadın sigortalı işçilere doğum borçlanması hakkının tanınması son derece önemli ve yerinde bir düzenlemedir. Yargı kararında da işaret edildiği gibi bu hak sigorta tescili yapılmış kadın işçilere çocuk ve süre sınırlı olarak veril- EYLÜL’10 miş bir haktır. Bu hak yine yargı kararında işaret edildiği gibi kanunun yürürlük tarihinden itibaren bütün kadın sigortalı işçiler açısından tanınmıştır. Düzenlemeyi mahalli mahkeme kararında olduğu gibi kanunun yürürlük tarihinden itibaren kullanılacak bir hak olarak anlamak kanun koyucunun maksadı ile bağdaşmayacak bir yorum olurdu. Üstelik sosyal hakların niteliği ile de bağdaşmazdı. Yargı bu yorumu ile amaca ve hakkın niteliğine uygun bir yoruma gitmiştir. Ailenin korunmasına da destek sağlayan bu hak, bütün kadın sigortalılara belirli şartlar içinde tanınmış bir haktır. Bu hakkın kullanılması ancak kanunun yürürlük tarihinden itibaren mümkün olabilecektir. Kanunun yürürlük tarihinden önce doğum yapmış ve çocuklarını yetiştirmek için çalışma hayatından çekilmek zorunda kalmış ya da başka nedenlerle doğumdan sonraki iki yıl içinde sigortalı borçlanma imkânının tanınması son derece yerinde ve önemli bir boşluğu dolduracak nitelikte bir karardır. Kanuni düzenleme tereddüde yer vermeyecek açıklıkta olabilirdi. Yargının sınırları aşan geniş yorumuna dayalı karar aldığı ileri sürülebilir. Ancak kanunun gerekçesinde kadın işçilere doğum borçlanma hakkının getirildiği açıkça ifade edilmektedir. Kanunun yürürlük tarihi borçlanma başvurularının yapılması ve bu hakkın kullanılması bakımından hüküm ifade eder. Kanunla tanınan borçlanma hakkının kanunun yürürlük tarihinden önce doğum yapmış kadınların kullanamayacağı bir biçimde yorumlanması kanunun amacı ile çelişir. Aksi yorum kanun koyucunun iradesini aşan; kanun koyucun asla istemediği; murat etmediği bir yorum olur. Kanun koyucu kadın işçilere belirli şartlar içinde doğum borçlanma hakkı tanımıştır ve bu hak kanunun yürürlük tarihten itibaren kullanılabilecektir. Düzenlemenin yürürlük tarihinden sonra doğum yapmış kadın sigortalılarca kullanılabilecek bir doğum borçlanma hakkı olarak anlaşılması kanun koyucunun amacı ile de bağdaşmaz. Kanun koyucu açıkça bu haktan ancak kanunun yürürlük tarihinden sonra doğum yapmış kadın sigortalıların yararlanacağını düzenlenmemiş ise kanunun tanıdığı doğum borçlanma hak- SİCİL kını kanunun yürürlük tarihinden önce doğum yapmış sigortalılara da tanıdığını kabul etmek ve düzenlemeyi bu şekilde anlamak hukuka ve kanun koyucunun amacına daha uygundur. Açıklanan nedenlerle doğum borçlanma hakkının, kanun yürürlük tarihinden itibaren kullanılacak, kanunun yürürlük tarihinden önce ya da sonra doğum yapmış ayrımı yapılmaksızın, şartları taşıyan bütün sigortalılara tanınmış bir hak olarak yorumlayan yüksek Yargıtay’ın kararı yerindedir. Kanun koyucunun maksadına da hukuka da uygun bir karar niteliğindedir. DİPNOTLAR 1 Kurumun tebliği de bu konuda net bir ifadeye yer vermiş olmadığı için uygulayıcıların farklı değerlendirmede bulunmaları normal karşılanmalıdır. Bkz: Hizmet Borçlanma İşlemlerinin Usul ve Esasları Hakkında Tebliğ (RG.27.09.2008 Tarih ve 27011 Sayı). 2 TUNCAY, A. Can-EKMEKÇİ, Ömer: Yeni Mevzuat Açısından Sosyal Güvenlik Hukukunun Esasları, İstanbul 2009, s. 466 vd. 3 Hizmet borçlanması hakkında geniş bilgi için bkz: ŞAKAR, Müjdat: “Sosyal Sigortalarda Hizmet Borçlanması”, Marmara Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, C. 3., Y. 1986, aynı yazar: Sosyal Sigortalar Uygulaması, Der yayınları: İstanbul 2006, s. 331 vd.; TUNCAY, A. Can-EKMEKÇİ, Ömer: Yeni Mevzuat Açısından Sosyal Güvenlik Hukukunun Esasları, İstanbul 2009, s. 467 vd. 4 KILIÇOĞLU, Mustafa: Sosyal Güvenlik Hukukunda Borçlanma, Turhan kitabevi, Ankara 2002, s. 127 vd. 5 AKIN, Levent: Bağ-Kur Sigorta Yardımları, Alfa Yayınları, İstanbul 1996, s.103 vd. 6 SENYEN, Kaplan, Emine Tuncay: Kadın İşçinin İş İlişkisinden Doğan Hakları ve Korunması, Ankara 1999. AKTAY, Nizamettin-ARICI, Kadir-SENYEN/KAPLAN, Emine Tuncay: İş Hukuku, Ankara 2009. 7 Sosyal güvenlikte ailenin korunması bakımından en önemli sigorta alanı aile ödenekleri ya da aile yardımları olup henüz sosyal sigorta hukukumuza kazandırılmamış bir risk alanıdır. Toplumun temeli olan ailenin desteklenmesi bakımından doğum borçlanması ailenin sosyal güvenliği yönünden dolaylı bir destek sistemi sayılmalıdır. Bkz.: KURTULMUŞ, Sevgi: Teorik Esasları ve Tatbikatları Bakımından Aile Ödenekleri, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Bilim Serisi 102, Ankara 1997, s. 36 vd.; çalışmanın kesintiye uğramasının sosyal sigorta hakları bakımından da olumsuz sonuçları olabilmektedir. Bu hususta geniş bir değerlendirme için bkz.: BAŞTERZİ, Süleyman: Çalışmanın Kesintiye Uğramasının Sosyal Sigorta İlişkisine Etkisi, Ankara 2007, s. 104 vd. 8 UŞAN, Fatih: Türk Sosyal Güvenlik Hukukunun Temel Esasları, Seçkin yayınları, Ankara 2009, s. 248-249. 9 AKAD, Mehmet: Teori ve Uygulamada Sosyal Güvenlik Hakkı, Kazancı, İstanbul 1992, s.49 vd. 167 ABONEL‹K S‹STEM‹ “MESS Ak›ll› Kitap-‹ş Güvencesi” 4857 say›l› ‹ş Kanunu’nun iş güvencesi ile ilgili hükümlerinin içeri€ine ve uygulanmas›na yönelik bilgiler ile yerli ve yabanc› mahkeme kararlar›na yer verilen “MESS Ak›ll› Kitap-‹ş Güvencesi” adl› yay›n›m›z, çal›şma yaşam›nda yaşanan gelişmeleri yak›ndan takip ederek kullan›c›lar›na yeni bilgileri zaman›nda ulaşt›rmay› hedeflemektedir. Bu nedenle, güncel bilgileri içeren föyler “MESS Ak›ll› Kitap-‹ş Güvencesi” abonelerine düzenli olarak gönderilmektedir. MESS Ak›ll› Kitap-‹ş Güvencesi’ne abone olabilmek için formu doldurup, MESS Merkez adresimize posta veya faks yoluyla gönderebilirsiniz. “MESS Ak›ll› Kitap-‹ş Güvencesi” Abonelik Formu Ad/Soyad : .................................................... Adres : .................................................... Tel. : .................................................... Faks : .................................................... e-posta : .................................................... ‹mza : .................................................... MESS Ak›ll› Kitap-‹ş Güvencesi’ne abone olmak istiyorum: Maliyet bedelini ödedim. Makbuz ektedir. ‹letişim bilgileri de€işikliklerini 7 gün içinde MESS Merkezine posta veya faks yoluyla iletiniz. MESS Türkiye Metal Sanayicileri Sendikas› ‹ktisadi ‹şletmesi Abidei Hürriyet Cad. Mecidiyeköy Yolu No. 268, MESS Şişli 34381 ‹STANBUL Tel.: (0212) 232 01 04 (pbx) Faks: (0212) 241 76 19 TÜRKİYE İŞ BANKASI Teşvikiye Şubesi (Şube Kodu 1074) Hesap No: 483681 IBAN No: TR20 0006 4000 0011 0740 4836 81 (‹lgili bankan›n havalesinden banka masraf› al›nmayacakt›r. Havalenizin taraf›m›za ulaşmas›ndan sonra fatura düzenlenerek taraf›n›za gönderilecektir.) EYLÜL ’10 SİCİL Doç. Dr. Adnan GERÇEK Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Ücretlerin Vergilendirilmesi ve 6009 Sayılı Kanun’la Bu Konuda Yapılan Düzenlemenin Değerlendirilmesi GİRİŞ Vergilendirmede sübjektifleştirmenin en iyi sağlandığı alanlardan birisi emek gelirlerinin vergilendirilmesi olduğu için ücretlerin vergilendirilmesi vergi hukukunda özel önem verilen ve özellik arz eden konuların başında gelmektedir. Sadece emek geliri elde edenlerin gelirlerini biriktirme olanaklarının sınırlı olması; ücret geliri elde eden emek sahiplerinin gelirleri genelde ancak yaşamlarını devam ettirebilecek nitelikte olması; emek geliri sahiplerinin ücret dışında bir gelir elde etme olanaklarının çok az olması; emek geliri elde eden bir kişinin sakatlanması durumunda çalışamayacak ve gelir elde edemeyecek olması gibi nedenlerle vergi sistemlerinde ücret gelirlerinin sermaye gelirlerine göre daha düşük oranda vergilendirilmesi benimsenmiştir. Literatürde ayırma ilkesi olarak bilinen bu ilkenin hayata geçirilmesinde; emek gelirlerine bazı indirimlerin tanınması ve emek gelirleri için düşük oranlı vergi tarifesi uygulanması gibi yöntemler kullanılmaktadır. Ülkemizde de emek gelirlerine bu tür ayrıcalıklar tanınmasına yönelik düzenlemelere yer verilmiştir. Özel indirim ve asgari geçim indirimi gibi müesseseler ülkemizde ayırma ilkesinin tipik uygulama biçimdir. Ayrıca, diğer gelirlere göre ücret gelirlerin 5 puan düşük oranlı gelir vergisi tarifesine tabi tutulması da ülkemizde ayırma ilkesinin diğer bir uygulaması olmuştur. Bu çalışmanın amacı, ücret gelirlerinin vergilendirilmesi ile ilgili 8 Ocak 2009 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan E. 2006/95 K. 2009/144 sayı ve 15.10.2009 tarihli Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararından sonra 6009 sayılı Kanunla bu konuda yapılan düzenlemeleri değerlendirmektir. Ancak bu değerlendirmeleri daha sağlıklı bir şekilde yapabilmek için öncelikle iptale konu olan düzenleme öncesinde (2005 yılı ve öncesinde) ülkemizde ücretlerin vergilendirilmesi nasıldı, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına konu olan uygulama ile iptal gerekçesi neydi ve 6009 sayılı Kanunla devreye giren yeni uygulama neler 169 EYLÜL ’10 SİCİL getiriyor sorularının cevaplandırılmasında yarar vardır. I. 2005 YILI VE ÖNCESİNDE ÜCRETLERİN VERGİLENDİRİLMESİ 2005 yılı öncesinde gelir vergisi sistemimizde ayırma ilkesinin iki şekilde uygulandığı görülmektedir. Bunlardan birincisi 3239 sayılı Kanun1 ile 1 Ocak 1986 tarihinden itibaren uygulamaya konulan özel indirimdir. Özel indirim sadece ücretler için, ücret gelirlerinin korunmasına yönelik olarak getirilmiş bir uygulamadır. Elde ettikleri gelir ücret olmayanlar özel indirimden yararlanamaz iken; ücretlerinin yanında başka gelirleri olanlar ise, ücret gelirinden dolayı özel indirimden yararlanabilmiştir. Özel indirim tutarları; 2003 yılında elde edilen ücretlere uygulanmak üzere, günde “1.500.000”, ayda “45.000.000”, yılda “540.000.000” lira olarak tespit edilmiştir2. Özel indirim, gelir unsuruna değil, gelirin sahibine bağlı olduğundan; hizmet erbabının birden fazla yerden ücret alması durumunda, özel indirim bu ücretlerden en yüksek olanına uygulanmıştır. Aynı kişi, birden fazla ücreti dolayısıyla özel indirimden bir defadan fazla yararlanamamıştır3. Ücretlilerin vergilendirilmesinde özel indirim uygulamasının yanında sakatlık indirimi uygulamasına da yer verilmiş ve böylece sakat olan ücretlilerin ilave korunması amaçlanmıştır. Sakatlık indirimi tutarları, sakatlık derecesine göre özel indirim tutarının belli katları olarak belirlenmiş, özel indirim tutarına eklenmiş ve indirim aynı koşullar çerçevesinde uygulanmıştır. Özel indirim uygulaması 4842 sayılı Kanun4 ile 1 Ocak 2004 tarihinden itibaren uygulamadan kaldırılmıştır. Özel indirimin kaldırılmasının yaratmış olduğu boşluğu doldurmak üzere, aynı Kanun ile 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren “ücretlerde vergi indirimi” uygulamasına geçilmiştir. Daha sonra ise 5615 sayılı Kanun5 ile 1 Ocak 2008 tarihinden itibaren sadece ücretliler için “asgari geçim indirimi” müessesesine geçilerek ayırma ilkesinin uygulanmasına devam edilmiştir. Ücret gelirlerinin vergilendirilmesinde yapı170 lan en önemli değişikliklerden birisi, 4369 sayılı Kanun6 ile 1998 yılının ikinci yarısında elde edilen ücretleri kapsamak üzere uygulanan vergi tarifesinin değiştirilmesi olmuştur. Getirilen bu düzenleme ile ücretlilerin vergi yükünde %5 oranında bir azalma sağlanmıştır7. Daha sonra 4444 sayılı Kanun8 ile benzeri bir uygulamaya devam edilerek, ücret dışındaki gelir unsurlarının vergilendirilmesinde Gelir Vergisi Kanununun 103. maddesinde yer alan tarifenin gelir dilimlerine karşılık gelen oranları 5 puan artırılarak uygulanması benimsenmiştir. Böylece gelir vergisi sistemimizde ayırma ilkesinin uygulama şekillerinden biri olan ücretlilere farklı vergi tarifesi uygulaması ülkemizde hayata geçirilmiştir. Bunun sonucunda toplam gelir vergisi içinde ücretlilerin payı %50’ler üzerinden % 40’lara kadar düşmüştür9. 2005 yılı başından itibaren geçerli olmak üzere, 5281 sayılı Kanun10 ile gelir vergisi tarifesindeki basamak sayısının azaltılmasına gidilmiştir. Bu düzenleme ile; 1) İlk dilime giren vergi mükelleflerinin vergi yükü ve gelir durumlarının aynı kalması, 2) İkinci ve üçüncü dilime girip ilgili dilim oranlarına tabi olacak gelirlerin dördüncü dilime girip daha yüksek orandan vergilendirilmesi ve böylece bu gruba giren mükelleflerin vergi yüklerinin artırılması, 3) Yüksek gelirlilerin marjinal vergi oranının düşürülmesi suretiyle vergi yükünün hafifletilmesi, sağlanmıştır11. 2005 yılı sonuna kadar ücret gelirlerine 5 puan düşük olan gelir vergisi tarifesi uygulamaya devam edilmiş ve 5479 sayılı Kanun12 ile Gelir Vergisi Kanununun 103. maddesinde yapılan değişiklik ile gelir vergisinde iki ayrı tarife uygulaması sona erdirilmiştir. Böylece ülkemizde ayırma ilkesinin hayata geçirilmesine yönelik en etkin yönteme son verilmiştir. II. 5479 SAYILI KANUN’LA YAPILAN DEĞİŞİKLİK VE ANAYASA MAHKEMESİ’NİN İPTAL KARARI 5479 sayılı Kanun ile ücretliler ile diğer gelir unsurlarının farklı tarifeye göre vergilendirme EYLÜL ’10 SİCİL kaygıların önemini kaybettiğini, bunun yerine etkinlik ilkesinin ön plana çıkarılmaya çalışıldığını göstermektedir. Yukarıdaki gerekçelere dayanılarak, Gelir Vergisi Kanunu’nun 103. maddesinde “40.000 YTL’den fazlasının 40.000 YTL’si için 9.190 YTL,” ifadesinden sonra gelen “fazlası % 35 oranında” ibaresinin Anayasa’nın 2, 11 ve 73. maddelerine aykırı olduğu ve iptali gerektiği talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açılmıştır. Anayasa Mahkemesi vermiş olduğu iptal kararında, gerekçe olarak birkaç önemli noktaya vurgu yapmıştır. Bunlar şu şekilde özetlenebilir13: 1) İptale konu olan yeni gelir vergisi tarifesi ile önceki tarife karşılaştırıldığında, yeni tarife ile ücretlilerin vergi yükü artırılırken diğer gelir vergisi yükümlülerinin yükünün azaldığı ortaya çıkmaktadır. Burada ücret geliri elde edenlerin mali gücü ile gelirin niteliği ve kişisel durum arasında bağlantı kurulmadığından, mali güce göre vergilendirme ilkesine aykırılık söz konusudur. Yasa koyucu vergi oranlarını belirlerken ücret geliri elde eden yükümlülerin ekonomik ve kişisel durumunu göz önüne alacak bir sistem getirmemiştir. 2) Oran, verginin asli unsurlarından olup Tablo 1: 2005 ve 2006 Yılı Gelir Vergisi Tarifesi mali gücü etkileyen 2005 Yılı Tarifesi 2006 Yılı Tarifesi en önemli ölçütlerden ÜCRET GELİRLERİ % ÜCRET DIŞI % ÜCRET GELİRLERİ % biridir. Vergi oranı ile (YTL) GELİRLER (YTL) DAHİL (YTL) vergiye tabi gelirin 1 0 – 6.600 15 0 – 6.600 20 0 – 7.000 15 niteliği arasında doğ2 6.600 –15.000 20 6.600 – 15.000 25 7.000 – 18.000 20 rudan bağlantı vardır. Vergilendirmede fark3 15.000 – 30.000 25 15.000 – 30.000 30 18.000 – 40.000 27 lı nitelikteki gelirle4 30.000 – 78.000 30 30.000 – 78.000 35 40.000 - FAZLASI 35 rin ayrı vergilendirme 5 78.000 – FAZLASI 35 78.000 – FAZLASI 40 yöntem ve oranlarına tabi tutulması, vergi Gelir vergisi tarifesinde, dilim sayısı ve ver- adaletinin sağlanması için gereklidir. gi oranları azaltılıp, dilimlerdeki gelir tutarları 3) Ücret gelirlerinin diğer gelir unsurlarına artırılmak suretiyle yapılan değişikliğin amacı, göre salt emeğe dayalı olarak elde edilen gelir gelir üzerindeki vergi yükünün azaltılıp vergi niteliğinde olması ve vergi baskısının yüksektahsilâtının artırılması olarak belirtilmiştir. Do- liği nedeniyle özellikle bu geliri elde edenlerin layısıyla, böyle bir düzenlemeye gidilmesi, ül- ekonomik durumları ile vergi oranları arasında kemizde vergileme konusunda adalet ile ilgili doğrudan bir bağlantının kurulmaması ve üc- anlayışından vazgeçilerek, ücret gelirleri de diğer gelir unsurlarıyla aynı nitelikte kabul edilmek suretiyle, tek tarife uygulamasına geçilmiş ve gelir vergisi tarifesindeki dilim sayısı beşten dörde indirilmiştir. Bu düzenleme ile; - Gelir vergisindeki başlangıç vergi oranı % 20’den % 15’e düşürülmüştür. Ücretlilerin vergi oranında bir değişiklik yapılmaz iken, diğer gelir unsurlarının vergi oranında 5 puanlık bir düşüş sağlanmıştır. - Üçüncü dilimde ücret gelirleri yönünden önceki tarifede %25 olan vergi oranı %27’ye çıkarılmış, ücret dışı gelirler yönünden ise %30’dan %27’ye indirilmiştir. - Dördüncü dilimde ise ücret gelirleri yönünden önceki tarifede %30 olan vergi oranı %35’e çıkarılmış, ücret dışı gelirler yönünden ise %35 oranı korunmuştur. Değişiklikten önce ücretlilerin, yıllık 78000 YTL’yi aşan gelirleri % 35 oranında, bunun altındakiler daha düşük oranda vergilendirilir iken, yeni tarifede 40000 YTL’yi aşan gelirlerin % 35 oranında vergilendirilmesi öngörülmüştür. Bu durumda, ücretlilerde orta ve yüksek gelir grubunun gelir vergisinin artırıldığı açıktır. Getirilen yeni tarife, eskisi ile kıyaslamalı olarak aşağıdaki tabloda gösterilmiştir. 171 EYLÜL ’10 SİCİL retlilerden vergi alınırken mali gücün göz ardı edilmesi düşünülemez. 4) Anayasa, ücreti, diğer gelirlerden farklı olarak özel şekilde düzenlemiş, bu düzenlemede ücretin özellikli ve ayrık durumunu gözeterek, Devlet’e “adaletli bir ücret” için tedbir alma görevi vermek suretiyle koruma altına almıştır. Anayasa’nın 73. maddesindeki “mali güç” ilkesi ile 55. maddesindeki “adaletli bir ücret elde etme” ilkesi bir arada değerlendirildiğinde, ücret gelirlerinin ücret dışında elde edilen gelirler ile aynı oranda vergiye tabi tutulması ve hiçbir önlem alınmadan ücrette azalmaya neden olacak şekilde yükseltilmesi, “adalet” ilkesini de zedeler. Bu tespitleri yaptıktan sonra Anayasa Mahkemesi Gelir Vergisi Kanunu’nun 5479 sayılı Kanun ile değiştirilen 103. maddesinde yer alan tarifenin 40.000 YTL’den fazlasının 40.000 YTL’si için 9.190 YTL, ibaresinden sonra gelen “… fazlası % 35 oranında …” ibaresi, “ücret gelirleri” yönünden Anayasa’nın 2. ve 73. maddelerine aykırı bularak iptal etmiştir. Bu düzenlemenin iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edici nitelikte görüldüğünden, Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün, kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesine karar vermiştir. III. 6009 SAYILI KANUN’LA YAPILAN DÜZENLEME VE DEĞERLENDİRİLMESİ Anayasa Mahkemesi vermiş olduğu iptal kararının 6 ay sonra yürürlüğe girmesini kararlaştırmışsa da, 8 Temmuz 2010 tarihinde dolan bu süre içerisinde yasa koyucu tarifeyi yeniden düzenlememiştir. Ücretliler yönünden tarife ancak 6009 sayılı Kanun14 ile düzenlenebilmiştir. Buna göre ücret gelirlerinin uygulanmasında geçerli olacak olan yeni tarife şu şekilde belirlenmiştir: “8.800 TL’ye kadar yüzde 15 22.000 TL’nin 8.800 TL’si için 1.320 TL, fazlası yüzde 20 76.200 TL’nin 22.000 TL’si için 3.960 TL, fazlası yüzde 27 172 76.200 TL’den fazlasının 76.200 TL’si için 18,594 TL, fazlası yüzde 35 Oranında vergilendirilir.” Ücret ödemelerinde vergi kesintilerine uygulanacak tarifenin, aynı zamanda yıllık Gelir Vergisi tarifesi olması sebebiyle, ücretliler açısından geçerli bu yeni tarifenin de 1 Ocak 2010’dan geçerli olarak yürürlüğe konulması öngörülmüştür. Böylece ücret gelirlerinin vergilendirilmesi ile ücret dışındaki gelir unsurlarının vergilendirilmesinde tekrar farklı gelir vergisi tarifesinin uygulanmasına geçilmiştir. Ancak bu defa gelir vergisi tarifesindeki fark ücret gelirlerinin 5 puan daha düşük oranda vergilendirilmesi değil, üçüncü ve dördüncü gelir dilimlerinin uzunluğunun artırılması şeklinde yapılmıştır. Yapılan düzenlemeden sonra 2010 yılı gelir vergisi tarifesi aşağıdaki hali almıştır. Tablo 2: 2010 Yılı Gelir Vergisi Tarifesi 2010 Yılı Tarifesi ÜCRET GELİRLERİ (TL) % ÜCRET DIŞI GELİRLER (TL) % 1 0 – 8.800 15 0 – 8.800 15 2 8.800 –22.000 20 8.800 –22.000 20 3 22.000 – 76.200 27 22.000 – 50.000 27 4 76.200 – FAZLASI 35 50.000 – FAZLASI 35 6009 sayılı Kanun ile getirilen bu yeni tarife, yıllık brüt ücreti 50.000 TL’yi aşmayanlar için bir anlam ifade etmez iken, 50.000 TL ile 76.200 TL arasında olanlar için olumlu bir etki yaratacak, ancak 76.200 TL’yi aşanlar için yine olumsuz bir sonuç doğuracaktır. Geliri 50.000 TL ile 76.200 TL arasında olanların sağlayacakları vergi avantaj tutarı 2.096 TL’dir. Çünkü, matrahı 76.200 TL olan ücretliler yeni tarifeye göre 18.594 TL Gelir Vergisi ödemekle yükümlü iken, ücretliler dışında kalan mükellefler aynı miktar için 20.690 TL gelir vergisi ödeyeceklerdir15. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin iptal etmiş olduğu “… fazlası % 35 oranında …” ibaresi hala ücret gelirlerinin vergilendirilmesine ilişkin tarifede yer almaktadır. Dolayısıyla 6009 sayılı Kanun ile yapılan düzenlemede Anayasa EYLÜL ’10 Özellikle brüt ücretleri 76.200 TL’yi aşanlar açısından, Anayasa Mahkemesi’ne yeniden başvuru yapılması halinde bu düzenlemenin de tekrar iptal edilmesi muhtemeldir. Mahkemesi’nin iptal gerekçesinin karşılandığını söylemek mümkün değildir. Bu nedenle, özellikle brüt ücretleri 76.200 TL’yi aşanlar açısından, Anayasa Mahkemesi’ne yeniden başvuru yapılması halinde bu düzenlemenin de tekrar iptal edilmesi muhtemeldir16. Çünkü Anayasa Mahkemesi iptal gerekçesinde mali gücü dikkate alan ve ücret gelirinin özellikli ve ayrık durumunu gözeten düzenleme yapılması “mali güç” ve “adalet” ilkesi açısından gerekli olduğunu belirtmiş ve bu gerekliliğe ulaşmada en etki araç olarak vergi oranı farklılaştırılmasına işaret etmiştir. Burada aslında Anayasa Mahkemesi, zımni olarak literatürdeki ayırma ilkesinin etkin bir şekilde hayata geçirilmesi gerektiğinden bahsetmektedir. Yukarıda da açıklandığı üzere, ülkemizde ayırma ilkesinin en etkin şekilde hayata geçirilmesine yönelik olarak ücret gelirlerinin diğer gelir unsurlarına göre 5 puan düşük bir gelir vergisi tarifesi ülkemizde uygulanmıştır. Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusu da bu farklı tarifeden vazgeçilmesi üzerine yapılmıştır. Ancak, yasa koyucu önüne gelen yasal düzenlemeyi yaparken anayasal vergileme ilkeleri olan “mali güç” ve “adalet” ilkesinin yanı sıra sosyal devlet anlayışını da tekrar hayata geçirmek yerine, gelir kaybına yol açacağı endişesiyle olsa gerek Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçesini adeta dolanmaya yönelik bir düzenleme yapma yoluna gitmiştir. Bunun için 5479 sayılı Kanun ile değişiklik yapılmadan önceki tarifede mevcut olan vergi yükünün ücret gelirleri yönünden korunacak şekilde sadece 3 ve 4. dilimlerinin tutarlarının yeniden belirlenmesi yoluna gidilmiştir. Oysa Anayasa Mahkemesi, iptal kararında vergi tarifesi dilim tutarlarından değil, ver- SİCİL gi tarifesi oranlarından bahsetmiş ve son dilime uygulanan vergi oranını iptal etmiştir. Bu nedenle, yeni yapılan düzenleme ile son dilimdeki ücretlilere uygulanan % 35 vergi oranlarının ortadan kaldırılması veya vergi tarifesindeki tüm oranların 5 puan düşürülmesi yerine, sadece son iki dilimde yer alan tutarların artırılması yoluna gidilmesi ile Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçesinin karşılanmadığı ortaya çıkmaktadır. Bu konu ile ilgili sadece Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına uygun bir düzenleme yapılmak isteniyorsa, ücret gelirleri açısından vergi tarifesindeki son dilim ortadan kaldırarak en yüksek oran olarak % 27’nin uygulanması sağlanabilirdi. Veya Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçesinin yanı sıra ayırma kuramının gereklerinin de tekrar hayata geçirilmesi için ücret gelirleri açısından vergi tarifesindeki tüm oranların 5 puan düşürülmesi gerekirdi. IV. 274 SERİ NO’LU GELİR VERGİSİ GENEL TEBLİĞİ İLE YAPILAN DÜZENLEMELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ 6009 sayılı Kanun’un geç yürürlüğe girmesinden dolayı ortaya çıkan fazla vergilendirmeyi düzeltmek amacıyla Gelir Vergisi Kanunu’na geçici 78. madde eklenmiştir. Buna göre, 01.01.2010 tarihi ile 01.08.2010 tarihleri arasında, 01.01.2010 tarihinde geçerli olan tarifeye göre fazla yapılan tevkifatın düzeltilmesine ait mahsup, red ve iade işlemlerine yönelik usul ve esasların Maliye Bakanlığı tarafından belirlenmesi öngörülmüştür. Maliye Bakanlığı tarafından konuya ilişkin olarak 274 seri numaralı Gelir Vergisi Genel Tebliğ17 yayımlanmıştır. Bu genel tebliğde Maliye Bakanlığı, varsa, fazla yapılan tevkifatın düzeltilmesine ait mahsup, ret ve iade işlemlerine yönelik usul ve esasları açıklamıştır. Bunlara kısaca değinecek olursak: 1) Eğer 2010 yılında 01.08.2010 tarihine kadar yapılan yüzde 27 oranından daha yüksek olan yüzde 35 oranında vergi tevkifatı yapılmış bulunan hak sahipleri varsa, bu kişiler için 173 EYLÜL ’10 SİCİL Ücretlilerin vergilendirilmesi ile ilgili sadece Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına uygun bir düzenleme yapılması için, ücret gelirleri açısından vergi tarifesindeki son dilim ortadan kaldırılarak en yüksek oran olarak % 27’nin uygulanması sağlanmalıdır. Ağustos ayı içinde verilecek olan Temmuz ayı muhtasar beyannamesi üzerinde gerekli düzeltme işlemleri yapılacak ve beyannameye tebliğ ekinde verilmiş bulunan Ek-1 nolu liste düzenleyip eklenecektir. Ödenmiş olan verginin ilk muhtasar beyannameden mahsup edilememesi durumunda, kalan tutarlar sonraki dönemlerde aynı şekilde mahsup edilebilecektir. 2) Muhtasar beyannameyi vermiş ancak tahakkuk eden vergiyi henüz ödememiş olan mükellefler tarafından beyanname verme süresinin sonuna kadar düzeltme beyannamesi verilmesi halinde; bu beyannameye Ocak, Şubat, Mart, Nisan, Mayıs ve Haziran 2010 aylarına ilişkin beyannamelerdeki tutarları ayrıntılı olarak gösterecek liste (Ek-1) eklenecek ve buna göre gerekli işlem yapılacaktır. 3) Muhtasar beyannameyi vermiş ve tahakkuk eden vergiyi ödemiş olan mükelleflerin fazladan ödemiş oldukları vergi tutarları sonraki dönemlerde verecekleri muhtasar beyannamelerine göre ödenecek Gelir Vergisi’nden mahsup edilecektir. 4) Beyannamelerini elektronik ortamda veren mükellefler fazla ödedikleri tutarları e-beyannamelerde bu işleme mahsus olmak üzere ayrılmış bulunan ‘Mahsup Edilen Vergiler’ kısmının “Geçici 78’inci maddeye göre yapılan mahsuplar” satırında gösterilecektir. 5) Emeklilik, işten ayrılma, işyerinin kapanması, ölüm gibi haller nedeniyle fazla kesilen vergi tutarlarının hak sahiplerine iadesi, vergi dairelerince yerine getirilecektir. Söz konusu mükellefler, işverenlerinden alacakları ve kendilerinden yapılan tevkifat tutarlarını ayrıntılı olarak gösteren bir yazı ile en son çalıştıkları 174 işyerinin muhtasar beyanname yönünden bağlı olduğu vergi dairesine başvuracaklardır. 6) 01.01.2010-01.08.2010 tarihleri arasındaki ücret ödemelerinden, yeni tarifeye göre hesaplanması gereken daha düşük tutarda tevkifat yapılmış olması durumunda oluşan fark tutarlar, vergi sorumluları tarafından 01.08.2010 tarihinden sonra yapılacak ücret ödemesinden kesilerek, bu ödemenin ait olduğu döneme ilişkin muhtasar beyannamenin verilme süresi içinde topluca (muhtasar beyanname verme yükümlülüğü olmayanlar hariç) verilecek ayrı bir muhtasar beyanname ile beyan edilerek ödenecektir. Görüldüğü gibi 274 Seri No’lu Gelir Vergisi Genel Tebliğinde Maliye Bakanlığı vergi yükünü etkileyecek veya değiştirecek yeni bir düzenleme getirmemiş ve sadece 2010 yılı içinde fazla yapılan tevkifatın düzeltilmesine ilişkin açıklamalarda bulunmuştur. Maliye Bakanlığı’nın vergi yükünü değiştirmeye yönelik bir düzenleme yapma yetkisi yoktur. Bu nedenle, genel tebliğlerle sadece usule yönelik düzenlemeler yapılabilir18. Bu kurala uygun olarak burada Maliye Bakanlığı sadece usule ilişkin açıklamalarda bulunmuştur. SONUÇ Ülkemizde ayırma ilkesinin hayata geçirilmesine yönelik olarak; uzun yıllar “özel indirim” ve 1998 yılından itibaren ücret gelirlerine “düşük oranlı vergi tarifesi” müesseseleri kullanılmıştır. Ancak 2004 yılından itibaren özel indirim uygulamasına son verilerek, bunun yerine 2005 yılından itibaren “ücretlerde vergi indirimi” ve 2008 yılından itibaren de “asgari geçim indirimi” uygulamasına geçilmiştir. Diğer taraftan ücret gelirlerine “düşük oranlı vergi tarifesi” uygulamasından 5479 sayılı Kanun ile 2006 yılından itibaren vazgeçilerek vergilemede adalet ilkesi yerine tahsilatta etkinlik ilkesi benimsenmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi, mali gücü dikkate alan ve ücret gelirinin özellikli ve ayrık durumunu gözeten düzenleme yapılmasının “mali güç” ve “adalet” ilkesi açısından gerekli olduğunu belirterek ve bu gerekliliğe ulaşmada en etkili araç olarak vergi oranı farklılaştırılmasına işaret ederek, EYLÜL ’10 söz konusu kanunla yapılan düzenlemeyi iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu iptal kararı doğrultusunda, 6009 sayılı Kanun ile ücretlerin vergilendirilmesine yönelik yeni düzenleme yapılmıştır. Ancak bu düzenlemede tahsilatta etkinlik ile ilgili kaygılardan hareketle, ücretlilere uygulanan % 35 vergi oranlarının ortadan kaldırılması veya vergi tarifesindeki tüm oranların 5 puan düşürülmesi yerine, sadece son iki dilimde yer alan tutarların artırılması yoluna gidilmiştir. Bu nedenle, yeni yapılan düzenleme ile bir taraftan Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçesinin karşılanmadığı, diğer taraftan da bilimsel gerçekler ve vergilemede “ayırma”, “mali güç” ve “adalet” ilkelerinin göz ardı edildiği görülmektedir. Ücretlilerin vergilendirilmesi ile ilgili sadece Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına uygun bir düzenleme yapılması için, ücret gelirleri açısından vergi tarifesindeki son dilim ortadan kaldırılarak en yüksek oran olarak % 27’nin uygulanması sağlanmalıdır. Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçesinin yanı sıra ayırma kuramının gereklerinin de tekrar hayata geçirilmesi için ücret gelirleri açısından vergi tarifesindeki tüm oranların 5 puan düşürülmesi gerekmektedir. SİCİL 10 31.12.2004 tarih ve 3.mükerrer 25687 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 11 Gülay Akgül Yılmaz, “Türkiye’de Gelir Vergisi Tarifesinde Meydana Gelen Değişikliklerin Vergilendirmede Adalet İlkesi Bakımından Değerlendirilmesi”, Marmara Üniversitesi İİBF Dergisi, Yıl 2006, Cilt XXI, Sayı 1, s. 265. 12 08.04.2006 tarih ve 26133 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 13 Anayasa Mahkemesi, 15.10.2009, E:2006/95, K:2009/144, http://www.anayasa.gov.tr/kararlar/IPTALITIRAZ/K2009/ K2009-144.htm, (24.08.2010). 14 01.08.2010 tarih ve 27659 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 15 Veysi Seviğ, “Ücret Gelirlerinde Uygulanacak Oranlar”, 30.07.2010 tarihli Referans Gazetesi. 16 Bumin Doğrusöz, “Ücretlilerin Vergilendirilmesinde Son Durum”, 12.08.2010 tarihli Referans Gazetesi. 17 04.08.2010 tarih ve 27662 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 18 Nihal Saban, Vergi Hukuku Genel Kısım, İstanbul: Der Yayınları, 2002, s. 52. DİPNOTLAR 1 24.12.1985 tarih ve 19014 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 2 1.1.2003’den itibaren uygulanan özel indirim tutarları 2002/5000 sayılı BKK ile tespit edilmiştir. 3 Fatih Saraçoğlu, “Gelir Vergisi Sisteminde Ayırma İlkesi Uygulaması ve Değerlendirilmesi”, Maliye Araştırma Merkezi Konferansları, 40. Seri, 2001, s. 4, http://w3.gazi.edu.tr/ web/fatihsaracoglu/dosyalar/Akademik_Calismalar/Makaleler/Makale_6.pdf. 4 24.04.2003 tarih ve 25088 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 5 04.04.2007 tarih ve 26483 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 6 29.07.1998 tarih ve mükerrer 23417 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 7 Bkz. Rıfat Ortaç-Fatih Saraçoğlu, “Ücretlerin Vergilendirilmesinde Farklı Vergi Tarifesi Uygulamasının Değerlendirilmesi”, Yaklaşım, Yıl 4, Sayı 71, (Kasım 1998). 8 14.08.1999 tarih ve 23786 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. 9 Saraçoğlu, a.g.m., s. 9. 175 EYLÜL ’10 SİCİL Av. Aylin AYDOĞMUŞ İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Mevzuat ve Hukuk İşleri Uzmanı Sendikalar İçin Mal Bildirimi Uygulaması Mevzuatımızda, mal bildirimi asıl olarak “Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nda ve bu kanunun yürürlüğe girmesinden önceki tarihli olan, kuruluş özel kanunlarında, (Sendikalar Kanunu, Devlet Memurları Kanunu, Bankacılık Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, vs.) ve personel kanunlarında Devlet Memurları Kanunu, Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun vs.) düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu yazıda sendikaların mal bildirimi uygulamaları yönünden Sendikalar Kanunu (2821 sayılı Kanun) ve “Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu“ (3628 sayılı Kanun) hükümleri bir arada incelenecektir. Mal bildiriminin amacı, kamu hizmetlerini yürüten üst düzey bürokratlar ile genel anlamda kamu yararına hizmet eden bağlı ya da bağımsız kuruluşların yöneticilerinin belirli zamanlarda mal bildiriminde bulunmasını sağlayarak kamunun üstün çıkarlarını gözetmek ve sonucunda rüşvet ve yolsuzlukla, bu yolla 176 mücadele etmektir. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi de, 2004/33903 E. ve 2005/485 sayılı kararında, mal bildiriminin amacını özetle, “belli görevlere getirilen kişilerin mal varlıklarının denetleme suretiyle yolsuzluklarla mücadele” şeklinde ifade etmiştir. Sendika yöneticilerinin mal bildiriminde bulunma zorunluluğu, hem Sendikalar Kanunu hem de Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nda düzenlenmiş bulunmaktadır. Konuyla ilgili olarak 1983 tarihli ve 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nun 42. maddesinde; “Konfederasyon, sendika ve sendika şubelerinin başkanları ve yöneticileri göreve seçildikten sonra üç ay içinde, kendilerinin, eşlerinin, velayetleri altındaki çocuklarının 6 ncı maddedeki yönetmelik esaslarına göre doldurulacak mal varlığı bildirimini notere vermek zorundadırlar. Bu bildirimin verildiğini gösteren noterlikten alınacak belgeler konfederasyon, sendika veya sendika şubesi denetçilerine verilir. Bu belgeler yönetim kurullarının karar defterleri- EYLÜL ’10 nin özel bir sayfasına yazılır. Bu sayfa denetçiler tarafından imza edilir. Bu zorunluluğa uymayanların konfederasyon, sendika veya sendika şubesindeki yöneticilik sıfatları bildirim süresinin bitiminden itibaren bir ay geçmekle sona erer. Mal bildiriminde bulunan kişiler görev süreleri sonunda tekrar seçilseler bile yukarıdaki esaslara göre yeniden bildirimde bulunmak zorundadırlar. Aynı görev süresi için mal bildirimleri bir defaya mahsus olarak verilir ve yöneticilerin görevinin sona ermesinden itibaren beş yıl süreyle noterde saklanır.” hükmü yer almaktadır. Bununla birlikte, 1990 tarihli Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nda da, konuya ilişkin düzenlemeler mevcuttur. Kaldı ki, Kanunun “mal bildiriminde bulunacaklar” başlıklı 2. maddesinin son fıkrasında da; “Özel Kanunlarına göre mal bildiriminde bulunmak zorunda olanlar da bu Kanun hükümlerine tabidir.” hükmü yer almaktadır. Sendikalar Kanunu’na nazaran daha yeni bir kanun olan Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nda yer alan bu hüküm, görüldüğü üzere özel kanunlarda yer alan mal bildirimine ilişkin hükümleri tümüyle ortadan kaldırmamaktadır. Ancak açıkça, özel kanunlarına göre mal bildiriminde bulunmak zorunda olanların bu kanun hükümlerine tabi olduğunu ifade etmektedir. Ortaya çıkan bu kanunlar çatışmasında, sendika yöneticilerinin mal bildiriminde bulunurken hangi kanun hükümlerini uygulaması hukuka uygun olacaktır? Konu araştırılırken, bahsi geçen iki kanun arasındaki çatışma nedeniyle hangi kanun hükümlerinin, ne ölçüde uygulama alanı bulacağı hususunda ne içtihat, ne de doktrinde bir inceleme yapıldığı görülmüştür. Bu nedenle sorun, genel hukuk kuralları çerçevesinde değerlendirilmeye çalışılacaktır. Kanımızca, Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nun amacı, özel kanunlarda yer alan mal bildirimine ilişkin hükümleri ortadan kaldırmak değil- SİCİL dir. Nitekim, Kanun’un bazı bölümlerinde, özel kanunlarda yer alan hükümlere atıfta bulunulmaktadır. Şöyle ki; “Bildirimlerin gizliliği” başlıklı 9. maddenin 1. fıkrasında; “Mal bildirimleri, özel kanunlardaki hükümler saklı kalmak kaydıyla bildirimde bulunanın özel dosyasında saklanır. Bildirimlerin içeriği hakkında, 20 nci madde hükmü dışında hiçbir şekilde açıklama yapılamaz ve bilgi verilemez. Ayrıca mal bildirimlerindeki bilgiler ve kayıtlar esas alınarak içeriği hakkında yayında bulunulamaz.” hükmü, “Bilgi verme zorunluluğu” başlıklı 20. maddede ise; “Özel kanunlarında aksine bir hüküm bulunsa bile ilgili gerçek veya tüzel kişiler veya kamu kurum ve kuruluşları; bu Kanuna göre takip, soruşturma ve kovuşturmaya yetkili kişi, Maliye Bakanlığı Baş Hukuk Müşavirliği ve Muhakemat Genel Müdürlüğü veya temsilcisi ve bu Kanundaki diğer mercilerce istenen bilgileri gecikmeksizin makul sürede eksiksiz vermek zorundadır. Aksine davranan kişiler hakkında bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir. Bu ceza, para cezasına veya tedbirlerden birine çevrilemez ve ertelenemez.” hükmü yer almaktadır. Yine 3628 sayılı Kanuna dayanılarak çıkarılan Mal Bildiriminde Bulunulması Hakkında Yönetmelik’te de, benzer atıfların yapıldığı görülmektedir. Buna göre; “Mal bildiriminde bulunacaklar” başlıklı 3. maddenin (h) bendinde; “Özel kanunlarına göre mal bildiriminde bulunmak zorunda olanlar (konfederasyon, sendika ve sendika şubesi başkan ve yöneticileri dahil)”, “Mal bildiriminin verilme zamanı” başlıklı 9. maddesinde; “g) Özel kanunlarına göre mal bildiriminde bulunması gerekenler için, kanunlarında öngörülen süre içinde, verilmesi zorunludur.” “Bilgi verme zorunluluğu” başlıklı 16. maddesinde, “Özel kanunlarında aksine bir hüküm mevcut olsa dahi, ilgili kişiler ile özel ve kamu kuruluşları, 3628 sayılı Kanun’la soruşturma ve 177 EYLÜL ’10 SİCİL kovuşturmaya yetkili kılınan kişi ve mercilerce istenen bilgileri eksiksiz vermek zorundadır.” hükümleri yer almaktadır. Özel kanun hükümlerinin uygulanmasına ilişkin bu atıflar, mal bildirimine ilişkin özel kanunlarda yer alan hükümlerin, 3628 sayılı Kanun ile ilga edilmediğinin de göstergesi niteliğindedir. Bu nedenle, konuyu özel kanun-genel kanun ilişkisi çerçevesinde değerlendirmek yerinde olacaktır. Sendikalar için Sendikalar Kanunu özel kanun niteliğindeyken, Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nun genel kanun niteliğinde olduğunu söylemek mümkündür. Böylece, sendikaların uygulayacağı hükümleri ararken, özel kanun hükümlerine bakılacak, özel kanunda hakkında hüküm bulunmayan haller için ise genel kanun hükümleri uygulanacaktır. Bu değerlendirme yapıldıktan sonra, sendika yöneticileri için mal bildiriminin ne şekilde yapılacağı, aşağıda yer almaktadır: • Sendikalarda kimler mal bildiriminde bulunmak zorundadır? Sendikalar Kanunu’nun 42. maddesi uyarınca, sendika ve sendika şubelerinin başkanları ve yöneticileri mal bildiriminde bulunmak zorundadır. Aynı Kanunun 9. maddesinde yer alan, “Bu Kanunun uygulanmasında yönetim ve denetim kurulu üyeleri yönetici sıfatını taşırlar” hükmü uyarınca, sendikalarda sendika ve sendika şubelerinin başkanları ve yöneticileri ile denetim kurulu üyeleri, mal bildiriminde bulunmak zorundadır. • Mal bildirimi nereye sunulur? Sendikalar Kanunu’nun 22. maddesi uyarınca, mal bildirimi, notere verilir. Bu bildirimin verildiğini gösteren noterlikten alınacak belgeler konfederasyon, sendika veya sendika şubesi denetçilerine verilir. Bu belgeler yönetim kurullarının karar defterlerinin özel bir sayfasına yazılır. Bu sayfa denetçiler tarafından imza edilir. • Mal bildiriminde bulunma süresi nedir? Sendikalar Kanunu ve Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu hükümleri birlikte incelendiğinde, dört durumda mal bildirimi verilmesinin zorunlu olduğu görülmektedir: 178 • Göreve seçildikten sonra 3 ay içerisinde, • Görevin sona ermesi halinde, ayrılma tarihini izleyen bir ay içinde, • Mal varlığında önemli bir değişiklik olduğunda bir ay içinde. Görevlerine devam edenler bakımından, sonu (0) ve (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar mal bildiriminde bulunulması gerekecektir. • Bildirimin konusu nedir? Yöneticilerin, kendilerine, eşlerine ve velayetleri altındaki çocuklarına ait bulunan taşınmaz malları ile görevliye yapılan aylık net ödemenin, ödeme yapılmayan görevlilerin ise, 1. derece devlet memurlarına yapılan aylık net ödemenin beş katından fazla tutarındaki her biri için ayrı olmak üzere, para, hisse senetleri ve tahviller ile altın, mücevher ve diğer taşınır malları, hakları, alacakları ve gelirleriyle bunların kaynakları, borçları ve sebepleri mal bildiriminin konusunu teşkil eder. • Süresi içinde mal bildiriminde bulunmamanın sonuçları nelerdir? Göreve seçildiktan sonra 3 ay içerisinde mal bildiriminde bulunmayan yöneticilerin sıfatları bildirim süresinin bitiminden itibaren bir ay geçmekle sona erer. Diğer durumlar için ise, belirtilen sürelerde mal bildiriminde bulunmayana bildirimlerin verileceği mercilerce ihtarda bulunur. İhtarın kendisine tebliğinden itibaren otuz gün içinde mazeretsiz olarak bildirimde bulunmayana üç aya kadar hapis cezası verilir. Bununla birlikte, mal bildiriminin muhtevası hakkında 3628 sayılı Kanun’un 9. maddesine aykırı davrananlar, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu fiilin basın yoluyla işlenmesi halinde verilecek ceza yarı oranında artırılır. Yine Kanunen daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde gerçeğe aykırı bildirimde bulunana altı aydan üç yıla kadar hapis cezası verilir. Sonuç olarak belirtilen ceza hükümleri dikkate alındığında, sendikalarda mal bildirimi uygulaması yapılırken, 3628 sayılı Kanun’un emredici hükümleri göz ardı edilmeksizin, uygulamanın hassas bir şekilde gözetilmesi gerektiği düşünülmektedir. EYLÜL ’10 SİCİL Prof. Dr. Nüvit GEREK Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Alt İşverenlerin İdari Para Cezalarından Asıl İşverenlerin Sorumluluğu T.C. Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı’nın 2010-71 No’lu Genelgesinde, 6183 sayılı Kanun hükümlerine göre yürütülecek icra takip işlemlerinde yasal süresi içinde Kuruma ödenmeyen borçların tahsilini teminen, 6163 sayılı Kanunun 55. maddesine göre düzenlenecek ödeme emirlerinin asıl işverene ve alt işverene aynı anda (birlikte) gönderilmesi gerektiği ifade edilmektedir1. Genelge esas olarak 5510 sayılı Kanunun 12. ve 87. maddelerine, bunun dışında da Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 31. maddesine2, 1991 tarihli bir Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararına3 ve Sosyal Güvenlik Kurumunca 6183 Sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanuna Göre Kullanılacak Yetkilere İlişkin Yönetmeliğin4 4. maddesine dayandırılmaktadır. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 12. maddesi “İşveren, işveren vekili, geçici iş ilişkisi kurulan işveren ve alt işveren” başlığını taşımaktadır. Bu maddede genel olarak sosyal güvenlik hukuku açısından işveren sorumluluklarına sahip olan kişiler belirtilmiştir. Maddenin birinci fıkrasında işveren tanımı “4. maddenin birinci fıkrasının (a) ve (c) bentlerine göre sigortalı sayılan kişileri çalıştıran gerçek veya tüzel kişiler ile tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlar işverendir.” şeklinde yapılmıştır. Aynı maddenin altıncı fıkrasında ise alt işveren tanımı “Bir işverenden işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine ilişkin bir işte veya bir işin bölüm veya eklentilerinde iş alan ve bu iş için görevlendirdiği sigortalıları çalıştıran üçüncü kişiye alt işveren denir.” şeklinde yapılmıştır. Fıkranın devamında da, sigortalıların üçüncü bir kişinin aracılığı ile işe girmiş ve bunlarla sözleşme yapmış olsalar bile asıl işverenin 5510 sayılı Kanun’un işverene yüklediği yükümlülüklerden dolayı alt işverenle birlikte sorumlu olacağı ifade edilmiştir. Benzer bir durumu iş hukuku uygulamaları açısından da görmekteyiz. 4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinin ilk fıkrasında “Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişiye işçi, işçi 179 EYLÜL ’10 SİCİL çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlara işveren….. denir.” şeklinde işveren tanımlandıktan sonra yine 2. maddenin altıncı fıkrasında da alt işveren tanımı yapılmıştır. Altıncı fıkra “Bir işverenden işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde iş alan ve bu iş için görevlendirdiği işçilerini sadece bu işyerinde aldığı işte çalıştıran diğer işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişkiye asıl işveren-alt işveren ilişkisi denir. Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu Kanundan (4857 sayılı Kanun), iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumludur.” şeklindedir. Asıl işverenin alt işveren işçilerine kar- işçilik haklarının kısıtlanması gibi olumsuzluklara karşı işçileri çalışma yaşamında korumayı amaçlamaktadır6. Alt işveren çalıştırdığı işçilerin ücretlerini ödemez veya eksik öderse asıl işveren bunları ödenmekle yükümlü olacaktır. 5510 sayılı Kanun ise sosyal güvenlik hakları bakımından işçileri korumayı amaçlamaktadır. Alt işveren, asıl işverenin işyerinde alt işveren olarak faaliyet gösterirken kendi çalıştırdığı işçilerin sigorta primlerini de ücretleri gibi ödemek zorundadır. Bu yükümlülüğünü yerine getirmezse, yani sigorta primlerini ödemez veya eksik öderse, asıl işveren alt işveren işçilerinin ödenmeyen veya eksik ödenen sigorta primlerini ödemek zorunda kalacaktır. Bu düzenlemenin ve bu düzenlemedeki amacın son derece yerinde olduğu kuşkusuzdur. Çünkü ödenmeyen pirimler Sosyal Güvenlik Kurumu için gelir kaybı olmanın ötesinde, sigortalıların gelecekteki emeklilik haklarını, en Gerek 5510 sayılı Kanun’daki gerekse 4857 sayılı Kanun’daki asıl işveren-alt işveren ilişkilerine dair düzenlemeler incelendiğinde, başlıca amacın çalışan sigortalıların korunmaları olduğu görülmektedir. şı sorumluluğu Alt İşverenlik Yönetmeliğinde de ayrıca ifade edilmiştir5. Alt işverenlik Yönetmeliği’nin 10. maddesi “Alt işverenlik sözleşmesinde yer alması gereken hususlar” başlığını taşımaktadır. Bu maddenin (g) fıkrasında, 4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinde belirtilen şekilde asıl işverenin, alt işverenin işçilerine karşı o işyeriyle ilgili olarak Kanundan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden sorumlu olacağı hususunun, alt işverenlik sözleşmesinde mutlaka yer alması gerektiği ifade edilmektedir. Gerek 5510 sayılı Kanun’daki gerekse 4857 sayılı Kanun’daki asıl işveren-alt işveren ilişkilerine dair düzenlemeler incelendiğinde, başlıca amacın çalışan sigortalıların korunmaları olduğu görülmektedir. 4857 sayılı İş Kanunu, alt işveren işçilerinin ücretlerinin ödenmemesi, eksik ödenmesi, muvazaalı sözleşmelerle 180 temel sosyal güvenlik haklarını ellerinden almaktadır. Kısaca tekrar vurgulamak gerekirse, gerek 4857 ve gerekse 5510 sayılı Kanunlarda asıl işveren işçilerinin alt işveren işçilerine karşı sorumlu tutulmalarının amacı alt işveren işçilerinin iş hukukuna ilişkin ve özellikle sosyal güvenlik hukukuna ilişkin haklarının güvence altına alınmasıdır. Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 31. maddesinin birinci fıkrasında “Alt işveren, mevzuattan doğan yükümlülüklerini asıl işverene ait işyeri sicil numarasına ilave olarak verilecek üç haneli alt işveren numarası ile asıl işverenin işyeri dosyası üzerinden yerine getirir. Alt işveren adına işyeri dosyası açılmaz.” hükmü yer almaktadır. Yönetmeliğin 31. maddesi “Alt İşveren ve sigortalıyı geçici olarak devir alanın yükümlülüğü” başlığını taşımaktadır. Dolayısıyla 31. maddenin değinilen birinci fıkrası madde başlığı ile birlikte değerlendirildi- EYLÜL ’10 ğinde, alt işverenlerin ve sigortalıyı geçici olarak (ödünç olarak) devir alan işverenlerin 5510 sayılı Kanun kapsamındaki yükümlülüklerini nasıl yerine getirecekleri anlaşılmaktadır. Alt işverenler 5510 sayılı Kanun’un kendilerine yüklediği sorumlulukları yerine getirirken kendileri adına ayrıca bir işyeri dosyası açılamayacaktır. Asıl işverene ait işyeri sicil numarasına ilâve olarak verilecek üç haneli alt işveren numarası ile işlemlerini yapacaklardır. Alt işveren adına bağımsız bir işyeri dosyası açılmaması ve asıl işverene ait işyeri sicil numarasına bağlı olarak üç haneli alt işveren numarası ile işlemlerin yürütülmesinin öngörülmesi, tamamıyla teknik bir konudur. Karışıklıkları önlemesi bakımından yararlıdır. Asıl işyerinin neresi olduğu, asıl işverenin ve alt işverenlerin kimler olduğu bu uygulama ile daha kolay anlaşılabilmekte ve izlenebilmektedir. Ancak görüldüğü gibi 31. maddede, alt işverenlerin idari para cezalarından asıl işverenlerin sorumlu tutulacağına dair bir düzenleme bulunmamaktadır. Tam tersine alt işverenlerin işveren sıfatıyla sorumluluklarını-yükümlülüklerini yerine getirirken hangi usul ve esaslara göre hareket edecekleri düzenlenmektedir. 2010/-71 No’lu Genelgenin temel dayanağını oluşturan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 1991 tarihli Kararı7, “…idari para cezalarının bu Kanunun işverene yüklediği ödevlere uyulmasının sonucu ve yaptırımı olduğu belirgindir. 506 sayılı Kanunun 87’nci maddesinde, tali işverenin ödevine uymamasının sonuçlarından asıl işverenin de sorumlu olacağı kuralı konmuştur. Zira, tali işverenler hayat deneyimleriyle ortadadır ki ekonomik bakımdan asıl işverenlere göre güçsüz kişilerdir. Bunların kişisel olarak sorumlu tutulmaları gerek sigortalıların gerek sigortalılara verilecek sosyal güvenlik haklarını uygulayan Sosyal Sigortalar Kurumunun hak ve alacaklarını güvenceye almakta yetersiz olabilir. Bu bakımdan yasa koyucu ortak yükümlerde madde 86 ile tali işverenlerin ödevlerine uymamalarının yaptırımlarından güçlü asıl işverenleri de müteselsil sorumlu tutan, sosyal güvenlik hukukunun isteklerine uygun düşen bir düzenleme yapmıştır8. Bu düzenleme gereğince, Kurumun parasal SİCİL hak ve alacaklarından, ihale makamından iş alan asıl işverenler de sorumludur. Bunu Kuruma ödemiş ise Kurumdan geri isteyemez. Ödemekle yükümlü olduğu bir borcu ödemiştir. Fakat asıl yükümlü tali işverenlere rücu edebilir.” şeklindedir. Yüksek Mahkeme’nin ilgili kararı gözden geçirildiğinde gerek sigortalıların, gerekse Sosyal Sigortalar Kurumu’nun hak ve alacaklarının güvenceye alınmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Yüksek Mahkemenin hareket noktası, tali işverenlerin, alt işverenlerin ekonomik yönden pek güçlü olmamaları ve işveren olarak yükümlülüklerini yerine getirmede yetersiz kalmaları ihtimalinin yüksek olmasıdır. Bu yaklaşımı haklı gösterebilecek örnekler bulunsa dahi düşünceyi bütünüyle doğru kabul etmek gerçekçi bir değerlendirme olmaz. Bütün asıl işverenler ve bütün alt işverenler kendi aralarında tek ve homojen bir grup değildirler. Ekonomik gücü oldukça iyi asıl işverenler olduğu gibi güçsüz olanları da vardır. Aynı durum alt işverenler için de söz konusudur. Ekonomik gücü pek çok asıl işverenden daha fazla olan alt işverenler olabileceği gibi, bazı alt işverenlerden daha güç ekonomik koşullar içinde bulunan asıl işverenler de olabilir. Ayrıca iş hayatının değişken yapısı içinde asıl işverenler de alt işverenler de zaman zaman ekonomik dar boğazlarla ve ödeme güçlükleriyle karşı karşıya kalabilirler. Ayrıca sosyal güvenlik mevzuatında işverenlerin yükümlülüklerini ekonomik güçleriyle ilişkilendiren bir düzenleme de bulunmamaktadır. Yüksek Mahkeme’nin değinilen kararında eleştirilebilecek bir diğer husus da asıl işverenin, alt işverene ait yani alt işverenin ödemesi gereken bir idari para cezasını ödemiş olması halinde, bunu Kurumdan geri isteyemeyeceği ancak asıl yükümlü olan tali işverene rücu Genelgedeki yaklaşım, adeta asıl işverenleri alt işverenlerin Kuruma karşı kefili, hatta onların ekonomik sıkıntılarının sorumlusu gibi değerlendirmektedir. 181 EYLÜL ’10 SİCİL edebileceğinin ifade edilmiş olmasıdır. Yüksek Mahkeme’nin kararına esas olan düşünce, alt işverenlerin genellikle ekonomik açıdan çok güçlü olmamalarıdır. Yükümlülüklerini yerine getirememelerinin nedeni budur. Bu durumda alt işverenin ödeme güçlükleri varsa ve bu nedenle geçmişte Sosyal Sigortalar Kurumu’na, şimdi de Sosyal Güvenlik Kurumu’na karşı yükümlülüklerini yerine getiremiyorsa, asıl işverenin alt işveren namına ödediği idari para cezaları için alt işverene rücu edebilmesinin hiçbir yararı olmayacaktır. Çünkü bu rücudan sonuç alınması neredeyse olanaksızdır. Ayrıca alacakların takip ve tahsilinde asıl işverenlerin büyük çoğunluğu Sosyal Güvenlik Kurumu’nun olanaklarına sahip değildirler. Kurumun sonuç alamadığı girişimlerden asıl işverenlerin sonuç alabilmesi gerçekçi değildir. Olsa olsa, alt işverenin asıl işverenden yapmış olduğu işlere karşı bir alacağı varsa asıl işverenin alt işverenin bakımından sorumluluklarını yerine getirmeye zorlanmalıdırlar. İyi niyetle yapıldığı açık olsa bile, sorumluluklarının asıl işverene de yüklenmesi yukarıda değinildiği gibi alt işverenleri sorumluluklarından daha rahat kaçmaya itebilir. Asıl işverenlerin en azından bir bölümü, alt işverenlerin idari para cezalarını da kendilerinin ödemek zorunda kalması durumunda, alt işverenlere yaptırmayı düşündükleri bazı işleri yaptırmamak, faaliyet alanlarını kendi asıl uzmanlık alanlarıyla sınırlandırmak yoluna gidebilirler. Bu durumun istihdamı daraltıcı etkisi yanında Kurumun prim gelirlerini azaltacağı ve dolayısıyla sosyal güvenlik sisteminin yükünü arttıracağı açıktır. Genelgede değinilen bir diğer mevzuat hükmü de “Sosyal Güvenlik Kurumunca 6183 Sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanuna Göre Kullanılacak Yetkilere İlişkin Yönetmelik” in 4. maddesidir. İlgili maddenin bi- İş hukuku mevzuatında da alt işverenlerin idari para cezalarını asıl işverenlerin ödemesi gerektiğine dair açık bir hüküm yoktur. Kuruma karşı olan borçlarını idari para cezaları da dâhil olmak üzere bu alacaktan mahsup ederek Kuruma ödemesi öngörülebilirdi. Oysa Genelgedeki yaklaşım, adeta asıl işverenleri alt işverenlerin Kuruma karşı kefili, hatta onların ekonomik sıkıntılarının sorumlusu gibi değerlendirmektedir. Bu yaklaşımın yaratabileceği bir diğer olumsuzluk ise alt işverenleri daha rahat ve sorumsuz davranışlara itebilecek olmasıdır. Özellikle asıl işverenlerle iş ilişkilerini bitirme noktasına yakın olan bazı alt işverenler, çalıştırdıkları sigortalılara ve Kuruma karşı olan borçlarını ödemekte daha kayıtsız davranabilirler. Nasıl olsa bütün borçlarının asıl işverenden tahsil edilebileceğini ve sonuçta çalıştırdıkları sigortalıların da Kurumun da mağdur olmayacağını düşünebilirler. Oysa alt işverenler de neticede bağımsız birer işveren konumundadırlar. Gerek iş hukuku gerekse sosyal güvenlik hukuku 182 rinci fıkrasının (ç) bendi “Borçlu: Kurum alacağını ödemek zorunda olan gerçek kişiler veya bunların kanuni temsilcilerini, mirasçılarını, kefillerini, vakıflar ve cemaatler gibi tüzel kişiliği olmayan teşekkülleri idare edenleri, tüzel kişiler ile tüzel kişiliği haiz işverenlerin şirket yönetim kurulu üyeleri de dâhil olmak üzere üst düzey yöneticileri ve yetkileri ile kanuni temsilcilerini ya da kamu idarelerinin tahakkuk ve tediye ile görevli kamu görevlilerini, yabancı şahıs ve temsilcilerini, işveren vekillerini, alt işvereni, geçici iş ilişkisi ile sigortalıyı devir alan işvereni, işyerinin devralınması veya intikal etmesi ya da başka bir işyerine katılması veya birleşmesi halinde yeni işvereni ifade eder.” şeklindedir. Görüldüğü gibi bu düzenleme de Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nin 31. maddesindeki düzenleme ile tam bir paralellik göstermektedir. Burada da kimlerin Kuruma karşı borçlu oldukları açıklanmaktadır. Yoksa alt iş- EYLÜL ’10 Alt işverenlerin idari para cezalarından asıl işverenlerin sorumlu tutulmamaları gerekir. verenlerin idari para cezalarından asıl işverenlerin sorumlu tutulacaklarına dair bir hüküm bulunmamaktadır. Asıl işveren-alt işveren ilişkileri ve asıl işverenlerin alt işverenlerin yerine getirmediği yükümlülüklerinden sorumlu tutulmaları konusunda iş hukuku mevzuatı ve sosyal güvenlik hukuku mevzuatı benzer bir anlayışa sahiptir. Her ikisinde de temel amaç çalışan sigortalı işçilerin haklarının korunması ve mağduriyetlerinin önlenmesidir. İş hukuku mevzuatında da alt işverenlerin idari para cezalarını asıl işverenlerin ödemesi gerektiğine dair açık bir hüküm yoktur. Yüksek Mahkemenin kararında da ifade edildiği gibi idari para cezaları bir borç ödenmesi değildir. Bazı yükümlülüklerin zamanında yerine getirilmemesinin, hiç yerine getirilmemesinin veya eksik olarak yerine getirilmesinin sonucunda uygulanan bir yaptırımdır. Amaç ileride bu tür durumların tekrarının önlenmesidir. Bu nedenle asıl işverenlerin, alt işverenlere ait ücret ve sigorta borçlarından sorumlulukları ile alt işverenlere ait idari para cezalarından sorumluluklarını ayrı değerlendirmek gerekir. Daha doğrusu alt işverenlerin idari para cezalarından asıl işverenlerin sorumlu tutulmamaları gerekir. 2010-71 No’lu Kurum Genelgesindeki temel amaç Kurumun bütün alacaklarını garanti altına almaya çalışmaktır. Ancak asıl işverenleri alt işverenlerin idari para cezalarından da sorumlu tutmak haksızlıktır. Çünkü ücretlerin ve sigorta primlerinin ödenmesi veya ödenmemesi, hem Kurumu hem işverenleri hem de sigortalı işçileri birlikte ilgilendirmektedir. Halbuki alt işverenlerin hatta asıl işverenlerin idari para cezalarının sigortalı işçilerle bir ilgisi yoktur. İdari para cezalarının ödenmesi, sigortalı işçilere yeni bir hak getirmeyecek, onların mağduriyetini önleyici bir rol oynamayacaktır. Oysa alt işverenlerin ödemediği ücret ve sigorta primlerinin asıl işverenler tarafından ödenmesi sigortalı işçile- SİCİL rin mağduriyetlerini önleyen çok önemli ve yerinde bir düzenlemedir. Sonuç olarak değinilen bütün hususlar birlikte değerlendirildiğinde, asıl işverenlerin alt işverenlerin borçlarından sorumluluklarını alt işverenlerin kendi çalıştırdıkları işçilerle ilgili ücret ve sigorta primi borçları ile sınırlı kabul etmek, sosyal güvenlik anlayışına ve hakkaniyete daha uygun düşecektir. Aksine bir uygulama yani asıl işverenlerin sınırsız şekilde sorumlu tutulmaları asıl işverenleri alt işverenlerin her konuda takipçisi ve Kuruma karşı garantörü konumuna getirecektir. DİPNOTLAR 1 Bkz.: SGK Genelge No. 2010-71, B.13.2.SGK.0.10.06.00-010.06.02 7.6.2010 T., 2 Bkz.: Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği, R.G. 12.5.2010 T., No: 27579. 3 Bkz.: Yarg. HGK. 12.6.1991 T., E.1991/10-277, K.1991/359. 4 Bkz.: Sosyal Güvenlik Kurumunca 6183 Sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanuna Göre Kullanılacak Yetkilere İlişkin Yönetmelik, R.G. 27.9.2008 T., No: 27010. 5 Bkz.: Alt İşveren Yönetmeliği, R.G. 27.9.2008 T., No: 27010. 6 Ayrıntılı bilgi için bkz.: A. Nizamettin AKTAY/Kadir ARICI/E. Tuncay KAPLAN-SENYEN, İş Hukuku, 2. B., Ankara, 2007, s. 68-70. 7 Bkz.: Yarg. HGK. 12.6.1991 T., E. 1991/10-277, K.1991/359. 8 Bkz.: Ali GÜZEL/Ali Rıza OKUR/Nurşen CANİKLİOĞLU, Sosyal Güvenlik Hukuku, 5510 Sayılı Kanuna Göre Hazırlanmış, 12. B., İstanbul, 2009, s. 292. 183 EYLÜL ’10 SİCİL Av. Ahmet N. BÖLÜKBAŞI MESS Genel Sekreter Yardımcısı AB’de Bir Kısa Çalışma Değerlendirmesi 2008 yılında başlayıp birçok ülkenin üzerine bir karabulut gibi çöken küresel ekonomik ve mali kriz sebebiyle endüstri ilişkileri boyutunda da bir yandan sanayicilerin önünü açabilmek, diğer yandan gereksiz işgücü daralmalarını önleyebilmek amacıyla alınmış veya alınabilecek tedbirlerle ilgili çeşitli araştırma raporları yayınlanıyor. Geçtiğimiz Haziran ayında Avrupa Birliği Komisyonu Ekonomik ve Mali İşler Genel Müdürlüğü ve İstihdam, Sosyal İşler ve Eşit Fırsatlar Genel Müdürlüğü’nün ortaklaşa olarak hazırladığı “Konjonktürel Dalgalanmalara Bir Yanıt Olarak Kısa Süreli Çalışma Düzenlemeleri”(*) çalışması da bu raporlardan bir tanesi. Raporda Üye Devletlerde kısa çalışmanın hukuki dayanakları, uygulama prosedürleri ve sonuçları, kriz öncesi ve sonrası yani özellikle son iki yıllık dönem dikkate alınarak irdeleniyor. Raporda yer alan bazı saptamaları şu şekilde özetlemek mümkün: 184 Kısa Çalışmanın Mantıksal Temeli: Ekonomik krize girilmesiyle talep azalmasına karşı birçok firma üretim düzeyini düşürmüştür. İşgücü girdisini konjonktürel dalgalanmaya uyumlaştırabilmek için zorunlu izin, geçici işyeri kapamaları, çalışma süresi hesabı kullanılması, çalışma sürelerinde indirim ve işten çıkarma gibi birçok esnek enstrüman bulunmaktadır. Kısa çalışma, mevcut işveren/işçi ilişkisini muhafaza etmeyi amaçlayan, geçici olarak çalışma süresinde bir indirim olarak tanımlanabilir. Belli bir zaman süreci için normal çalışma haftasında kısmi bir azaltma veya geçici olarak iş sözleşmesinin bütünüyle askıya alınması şeklinde uygulanabilir. Bazı Üye Devletlerin eskiden beri mevcut gayet gelişmiş kamu destekli kısa çalışma düzenlemeleri mevcut iken, bazıları özellikle yeni Üye Devletler bugünkü krize bir yanıt olarak bu sistemi devreye sokmuşlardır. Birçok Üye Devlette bu sistemler işsizlik EYLÜL ’10 SİCİL Krizden Önce/Sonra Kısa Çalışma Uygulamaları: leşme konusunda da inatçı bir belirsizliğin olması sebebiyle birçok Üye Devlet geçici olarak kamu destekli yeni kısa çalışma düzenlemelerini uygulamaya sokmuşlar veya düzey, kapsam ve süre bakımından cömertliklerini artırmışlar ve uygulamalarını kolaylaştırmışlardır. Sınırlı bir zaman süreci için bu istihdam düzeylerinin istikrarına ve sosyal sıkıntının hızının kesilmesine yardımcı olmuştur. Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Latvia, Litvanya, Hollanda, Polonya, Slovenya ve Slovakya olmak üzere 9 Üye Devlet’te krizden önce mevcut olmayan kamu destekli kısa çalışma sistemleri istihdamı stabilize etmek için devreye sokulmuştur. Hollanda’da kısa çalışma sistemi geleneksel olarak ancak yangın, sel gibi tabi afetler sebebiyle uygulanırken ilk defa 30 Kasım 2008 tarihinden geçerli olmak üzere krize dayalı bir sistem devreye sokulmuştur. Uzun zamandır bu programları uygulayan devletlerle mukayese edildiğinde, yeni uygulamaya geçen devletlerin sağlanan süre ve yardımlar bakımından daha az cömert oldukları, talep ve satışların azalmasının geçici niteliği ve sebepleri konusunda daha titiz şartlar kabul ettikleri görülmektedir. Bununla birlikte iş sözleşmesinin şekli ve firma büyüklüğü esasında bir ayırım yapmadıklarından sisteme girenlerin kapsamları daha geniştir (Tablo 1 ). Geleneksel olarak kısa çalışma sistemlerini uygulayan hemen bütün ülkelerde süresiz iş sözleşmeleri ile çalışanlar kısa çalışma tazminatlarından yararlanmaktadır. Avusturya, Belçika, Almanya, Fransa ve Lüksemburg’da sistemlerin atipik çalışanları da kapsama aldığı görülmektedir. İtalya’da daha önce kısa çalışma sistemi dışına çıkarılan şirketlerin işçileri geçici olarak kapsama alınmışlardır. Sisteme giren işçilerin sayısı bakımından Almanya 2008 Hazi- Avrupa genelinde kısa çalışma programları kurumsal olarak değişkenlikler göstermektedir. Farklılıklar, kapsamda, ücret tazmini düzeyinde ve devlet tarafından yapılan katkıların ödenmesinde görülmektedir. Kriz öncesi kısa çalışma sistemlerine girişin geniş ölçüde süresiz iş sözleşmesi ile çalışan işçilerle sınırlı olduğu bilinmektedir. Benzeri görülmemiş bir şok karşısında, iyi- Sistemin kullanılma şartları Avusturya, Almanya ve Lüksemburg’da kolaylaştırılmış, Danimarka ve Alman işverenlerine sistemin yönetiminde daha fazla esneklik imkânları verilmiştir. Geleneksel olarak kısa çalışma sistemlerini uygulayan hemen bütün ülkelerde süresiz iş sözleşmeleri ile çalışanlar kısa çalışma tazminatlarından yararlanmaktadır. sigortası sistemlerinin tamamlayıcı bir parçası olarak düzenlenmiştir. Geçici çalkantılarda şirketlerin toplu işçi çıkarmalarına karşı bir tampon görevi yapmakta, yeni düzenlemenin getirdiği yükü işçiler, hükümet ve işverenler arasında paylaştırmaktadır. İşçilerin perspektifinden de, işgücü ile ilişkinin kesilmemesi, beceri kaybedilmesi riskini azaltması ve istihdam edilebilirlik, kıdem gibi karakteristikleri hesaba katmadan işsizlik riskinin dağıtılması gibi yararlar sağlar. Sosyal güvenlik ağının bir parçası olarak kısa çalışma düzenlemeleri işsizlik yardımlarının uygulandığı ölçüde faydalıdır. Kısa çalışma sistemlerine aşırı başvurmanın önlenmesi için, sistemin kullanılması bazı hukuki düzenlemelerle kesin kriterlere bağlanmıştır. Mesela satışlarda anlamlı bir düşüş, sistemin uygulanabilirlik süresi, sistemin aktivasyonu için prosedürler, normalleşmeye dönüş için planlar bu kriterlere örnektir. Ancak sisteme geçilmesine bir defa izin verildikten sonra şirketlere çalışma saatlerinde indirimin takdirinde işgücünün karakteristiklerine göre uzun ve zamansız prosedürlere muhatap olmamaları için gerekli esneklik sağlanmalıdır. 185 186 X X Slovakya X X X X X X Sisteme giriş/ kapsamda değişiklikler X X X X X X Sürede değişiklikler X X X X X X X X X X zorunlu teşvikler teşvikler zorunlu teşvikler teşvikler teşvikler teşvikler teşvikler teşvikler teşvikler/ zorunlu teşvikler zorunlu teşvikler teşvikler (Yeni) Eğitim bağlantısı Değişiklik yok İşçilere yardımlarda değişiklikler (*) Yeni kısa çalışma sistemlerinde tazminatlar: İşçiler için yeni yardımlar, işverenler için eğitim teşvikleri ve diğer ekstra teşvikler. İngiltere X Slovenya X Romanya Polonya X X X Hollanda Portekiz X Malta X X Latvia Lüksemburg X X X X Litvanya İtalya İrlanda Macaristan X X Finlandiya Fransa X İspanya Almanya X X X Danimarka Çek Cum. Yeni kısa çalışma tazminat sistemleri (*) X X Belçika İşsizlik Sigortası Desteği Bulgaristan X İşverence ücret katkısı Evvelce mevcut sistem Avusturya Ülke Tablo 1: AB Üye Devletlerinde Yeni Değişimler ve Yeni Kısa Çalışma Sistemleri X X X X X X X X X X X İşveren S.S. priminde azaltma X X X X Daha esnek prosedürler/ çalışma süresi düzenlemeleri 2010 sonu 31/03/2010 2010 sonu 2010 sonu 2011 sonu 01/04/2010 2010 sonu 2010 sonu (teyid yapılacak) süre bitim tarihi yok 2010 sonu 2010 2010 ortası Daimi geçici/ (2010 sonu) 2011 2009 sonu 2010 sonu 30/04/2011 2010 2009 sonu 2010 sonu 2010 sonu Değişikliklerin Süresi EYLÜL ’10 SİCİL EYLÜL ’10 ran ayında 37.000 kişiden 2009 Haziran ayında 1.400.000 kişiye yükselerek ilk sırayı almıştır. Kısa çalışma tazminatlarının maksimum süresi bu grupta yer alan ülkelerde, Avusturya’da 3 aydan 24 aya, Almanya’da 6 aydan 18 aya olmak üzere genel bir artış göstermiştir. Keza sistemin kullanılma şartları Avusturya, Almanya ve Lüksemburg’da kolaylaştırılmış, Danimarka ve Alman işverenlerine sistemin yönetiminde daha fazla esneklik imkânları verilmiştir. Fransa’da kısa çalışma sebebiyle kaybedilen gelirin işveren tarafından tazmin edilen bölümü artmış, bu artışı karşılamak için işverenlere yapılan devlet yardımı da artırılmıştır. Kısa çalışma sistemlerine geçiş için işverenlere yapılan teşvikler arasında işveren sosyal sigorta primlerinde yapılan indirimler ve devlet yardımlarında artışlar Avusturya, Belçika, Almanya, Lüksemburg ve İspanya’da da uygulanmıştır (Tablo 2). Tablo 2: Kısa Çalışma Düzenlemeleri Uygulayan Şirket Sayıları 2007 2008 2009 Bulgaristan 531 Çek Cumhuriyeti 923 Almanya 3597 Malta 4360 47751 10 36 Hollanda 4700 Avusturya 48 Polonya Portekiz Slovenya 559 111 54 54 424 SİCİL Sonuç: Krize bir tepki olarak, birçok Üye Devlet cömertliği artırmış ve kısa çalışma sistemlerinin kullanılma şartlarını gevşetmiştir. İşgücünün gereksiz yere zarar görmesini önlemek için, üretim ihtiyaçları doğrultusunda geçici esnek çalışma süresi düzenlemelerine (“kısa süreli”) mali destek sağlayarak insanlara uygun bir istihdam sağlayabilmek 2009 yılı Avrupa Konseyi İlkbahar toplantısında savunulan politikalardan biridir. Nihai sonuçlara ulaşmak için henüz erken olmakla beraber, deneysel analizler kısa süreli çalışma sistemlerinin küresel durgunluk döneminde istihdam zafiyetini azaltmada etkili olduğunu göstermektedir. Ancak işgücüne talepteki zayıflık kalıcılığını sürdürürse bu sistemlerin etkisini kaybetmesi muhtemeldir. Tedbirlerin çok geç geri çekilmesinin riski, kaynakların zorunlu olarak yeniden tahsislerini önlemesi, gelecekteki büyüme beklentilerini zarara uğratması, rekabeti zedelemesi ve iç pazarın işlemesine müdahaleci olmasıdır. Dolayısıyla geçici olarak çalışma sürelerinde indirimlere mali destek veren hükümet programları cömertliklerindeki artış ekonomide tekrar iyileşme sağlandığında kademeli olarak azaltılmalıdır. DİPNOT (*) Short time working arrangements as response to cyclical fluctuations, Occasional Papers 64/June 2010, A joint paper, prepared in collaboration by Directorate-General for Economic and Financial Affairs Directorate-General for Employment, Social Affairs and Equal Opportunities. 438 Kaynak: OECD/AB ekonomik çöküşte istihdam ve sosyal politika anketi–2010 güncelleme Nihayet, gerek kriz öncesi kısa çalışma sistemleri mevcut olan, gerekse sistemleri yeni devreye sokan her iki ülke grubunda da eğitim için yapılan teşvikler dikkat çekmektedir. Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Hollanda ve Slovenya’da sistemin uygulandığı işyerlerinde eğitime katılmak mecburi tutulmuştur. İrlanda, Latvia, Polonya ve Portekiz’de eğitim için teşvikler yeni tedbirlerin ana unsuru olarak görülmektedir. 187 EYLÜL’10 SİCİL Nağme N. HOZAR LLM.★ MESS Müşavir Avukatı Toplu İşçi Çıkarmaya İlişkin ATAD Kararı ve 98/59/EC Sayılı AB Yönergesi Hükümlerinin Yorumu xxxxx Avrupa Topluluğu Adalet Divanı Karar Tarihi: 10 Aralık 2009 Karar No: C-323/08 Gönderen Mahkeme: Tribunal Superior de Justicia de Madrid (İspanya) Taraflar: Ovidio Rodríguez Mayor ve Diğerleri ile Herencia yacente de Rafael de las Heras Dávila ve Diğerleri Karar1 Söz konusu olayda davayı temyiz edenler, gerçek kişi işveren olan Mr. de las Heras Dávila tarafından istihdam edilmiş olan 7 çalışandır. Bu kişiler, haksız olarak iş sözleşmelerinin sona erdirildiğinden bahisle 31 Mayıs 2004 tarihinde de las Heras Dávila’nın mirasçıları ile Ücret Garanti Fonu’na karşı Yerel Mahkeme (Juzgado de lo Social n° 25, Madrid)’de dava açmışlardır. Söz konusu 7 çalışan, 30 Nisan 2004 ve 5 Mayıs 2004 tarihleri arasında işyerine gittiklerini ancak, iş- 188 yerinin kapalı olduğunu gördüklerini ve bunun sonucunda da dolaylı olarak işten çıkarıldıklarını düşündüklerini ifade etmişlerdir. Ancak daha sonra ortaya çıkmıştır ki; işveren 1 Mayıs 2004 tarihinde vefat etmiş ve arkasında ne bir vasiyet ne de mirasçılarının haklarını belirleyen başkaca bir belge bırakmıştır. Kanuni mirasçıları ise, mirası 15 Haziran 2004 ve 27 Mart 2007 tarihlerinde noterde yaptıkları muamelelerle reddetmişlerdir. Bu arada işyerindeki ticari faaliyet de sona ermiştir. Yerel Mahkeme (Juzgado de lo Social n° 25, Madrid), davacıların iş sözleşmelerinin işverenin ölümü ile sona erdiği, işyerinin herhangi bir başka kimse tarafından da devralınmadığı ve böylece herhangi bir işten çıkarmanın da mevzu bahis olmadığı gerekçesine dayanarak açılan davayı reddetmiştir. Bunun üzerine davacılar, kararı temyiz etmiştir. Davacılar, iş sözleşmelerinin sona erdirilmesinin Kanun’un (Estatu- EYLÜL’10 to de los Trabajadores) 55(1) maddesine uygun olarak yapılması ve buna göre işverenin söz konusu fesih kararını kendilerine bildirmeleri gerektiğini iddia etmektedir. Buna göre; davacılar, davalıların, haksız feshin sonuçlarına hükmedilmesini, dolayısıyla kendilerine, her hizmet yılı için 45 günlük ücret tutarında tazminat ile fesih tarihinden feshin geçersiz olduğuna dair mahkeme kararının kendilerine tebliğine kadar geçen veya işe tekrar çağırmalarına kadar geçen süreye ilişkin ücretlerinin ödenmesini talep etmektedir. Bu talepleri kabul edilmezse, o zaman, mahkemeden, iş sözleşmelerinin işverenin ölümüne bağlı olarak Kanun’un 49. maddesine göre sona erdiğine dair karar verilmesi ve bunun sonucunda da söz konusu maddedeki tazminata hükmedilmesini talep etmektedir. Davalılar, herhangi bir işten çıkarmanın mevcut olmadığını, ortada, işverenin ölümüne bağlı olarak iş ilişkilerinin sona ermesi halinin mevcut olduğunu ileri sürmektedir. Mahkeme tarafından kendisinden konuya ilişkin görüş istenilen Savcılık makamı, ilgili mevzuatın 49(1)(g) maddesinin Topluluk Hukuku ile uyumlu olmayabileceğini belirtmiştir. Yüksek Mahkeme (Superior de Justicia de Madrid), İspanyol hukukunun, işyerinin kapanmasının, işverenin hukuki durumuna (gerçek kişi ya da tüzel kişi) göre işçilerin iş sözleşmelerinin sona ermesi üzerinde farklı sonuçlar doğurduğu görüşündedir. Şöyle ki; tüzel kişi işveren tarafından istihdam edilen çalışanlar, gerçek kişi işveren tarafından istihdam edilen çalışanlara kıyasla daha avantajlı bir durumdadır. Bu çerçevede, Yüksek Mahkeme, konuyla ilgili bir hükme varabilmesi için 98/59/EC sayılı Yönerge hükümlerinin yorumlanmasının bu noktada önem arz ettiğini düşünerek, konuyu Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’na taşımış ve Divan’a aşağıdaki soruları yöneltmiştir: 1. Mevzuatın 51. maddesi, toplu çıkarma tanımını ekonomik, teknolojik, yapısal ve üretime bağlı sebeplerle sınırlandırmak ve SİCİL söz konusu tanımı, işçiden kaynaklanmayan diğer sebeplere genişletmemekle, 98/59/EC sayılı Avrupa Birliği Yönergesi hükümlerinin gereklerini yerine getirmemiş mi oluyor? 2. Ölüm, emeklilik veya işverenin ehliyetsizliği halinde ödenecek tutarı, bir aylık ücret tutarı ile sınırlandıran ve söz konusu bu halleri 51. maddenin kapsamı dışında bırakan madde 49(1)(g)’deki hüküm, 98/59/ EC sayılı Avrupa Birliği Yönergesi’nin 1, 2, 3, 4 ve 6. maddeleri ile çelişmiyor mu? 3. Toplu çıkarmaya ilişkin İspanyol mevzuatı ve özellikle İş Kanunu’nun 49 (1)(g) ve 51. maddeleri, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 30. maddesi ile İşçilerin Temel Sosyal Hakları Hakkında Topluluk Şartı’nı ihlal etmiyor mu? 98/59/EC sayılı Yönerge hükümleri 98/59/EC sayılı Yönerge’nin “Tanımlar ve kapsam” başlıklı 1(1). maddesine göre; “İşçiden kaynaklanan bir nedene dayanmaksızın işverence bir veya birkaç nedene dayalı olarak, Üye Devletlerin tercihine göre; ‘Toplu işçi çıkarma’; i) 30 günlük bir süre içinde: - normal olarak 20’den fazla ve 100’den az işçi istihdam eden işyerlerinde en az 10, - normal olarak en az 100 ancak 300’den az işçi istihdam eden işyerlerinde işçi sayısının en az % 10’u oranında, - normal olarak en az 300 veya daha fazla işçi istihdam eden işyerlerinde en az 30 işçinin işten çıkarılması, ii) veya normal olarak istihdam edilen işçi sayısı ne olursa olsun, 90 günü aşan bir süre içinde en az 20 kişinin işten çıkarılmasıdır. Öngörülen işten çıkarmaların sayısının hesaplanmasında, bir iş sözleşmesinin işçilerin şahsına bağlı olmayan nedenlerle işveren tarafından bir veya daha fazla nedene bağlı olarak feshi, en az beş (5) işten çıkarma bulunması halinde sayıya dahil edilir.” Yönerge’nin “Bilgilendirme ve Danışma” başlıklı 2. maddesine göre; 189 EYLÜL ’10 SİCİL “1) İşveren toplu işten çıkarma yapmayı planladığı takdirde uygun bir zamanda, bir mutabakata varmak üzere, işçi temsilcilerine danışır. 2) Yapılan bu görüşmeler, toplu işten çıkarmaları önlemenin yollarını ve araçlarını veya toplu çıkarmalardan etkilenecek işçilerin sayısının azaltılmasını ve özellikle işten çıkarılan işçilerin yeniden işe yerleştirilmelerine veya yeni koşullara uyarlanmalarına yardımcı olmayı amaçlayan ek sosyal önlemlerle işten çıkarmaların sonuçlarını yumuşatma olanaklarını kapsayacaktır. ... 3) İşçi temsilcilerinin yapıcı önerilerde bulunabilmesini sağlamak üzere işverenler, yapılan danışmalar sırasında uygun bir zamanda, işçi temsilcilerine; a) ilgili tüm bilgileri vermeye ve b) her türlü durumda; i) işten çıkarmanın nedenlerini ii) çıkarılacak işçi gruplarının sayısını, iii) normal olarak istihdam edilen işçi sayısını ve gruplarını, iv) işten çıkarmaların etkili olacağı süreyi, v) ulusal yasaların ve/veya uygulamaların işverene tanıdığı yetkiye dayanarak çıkarılacak işçilerin seçiminde dikkate alınacak kriterleri, vi) ulusal yasalara ve/veya uygulamalardan kaynaklanan ve işten çıkarma sonucunda yapılan ödemeler dışında kalan işten çıkarmaya yönelik yapılacak her çeşit ödeneğin hesaplanma yöntemini, yazılı olarak vermek zorundadırlar. İşveren yetkili makama en az (b) bendinin (i)-(v) fıkralarında öngörülen hususları içeren yazılı belgenin bir örneğini göndermek zorundadır. ...” Yönerge’nin “Toplu İşçi Çıkarmalarda Usul” başlıklı 3. maddesine göre; “1) İşveren, toplu çıkarma yapmak istediğinde bunu yetkili kamu merciine yazılı olarak bildirmek zorundadır. Üye Devletler, bir yargı kararı sonucu 190 işyeri faaliyetlerinin durdurulmasına bağlı olarak toplu işten çıkarma söz konusu olduğunda, işverenin yetkili kamu merciine ancak bu merciin talebi üzerine yazılı olarak bildirimde bulunmasını öngörebilirler. Söz konusu bildirim; toplu işten çıkarma ve işçi temsilcileriyle yapılan danışma ile ilgili tüm bilgileri, özellikle de işten çıkarmaların nedenlerini, çıkarılacak işçi sayısını, normal olarak istihdam edilen işçi sayısını ve işten çıkarmaların etkili olacağı süreyi içermelidir. 2) İşveren, söz konusu bildirimin bir suretini de işçi temsilcilerine göndermekle yükümlüdür. İşçi temsilcileri konuyla ilgili görüşlerini yetkili kamu merciine bildirebilirler.” Yönerge’nin 4. maddesine göre; “1) Yetkili kamu merciine bildirilen işten çıkarmalar, bildirim önelleri konusunda işçilerin bireysel hakları saklı kalmak kaydıyla, bu Direktif’in 3/1 maddesinde öngörülen bildirim tarihinden 30 gün sonra hüküm ifade eder. Üye devletler yetkili kamu merciine 1. fıkrada sözü edilen süreyi kısaltma yetkisi verebilirler. ... 4) Üye Devletler, bu maddeyi, bir yargı kararı ile işyerindeki faaliyetin durdurulmasından kaynaklanan toplu işten çıkarmalara uygulamayabilirler.” Yönerge’nin 5. maddesine göre; “Bu Yönerge; üye devletlerin işçiler bakımından daha elverişli hükümler içeren kanunları, tüzükleri ve idari düzenlemeleri uygulamaları veya kabul etmeleri veya işçilere daha elverişli haklar tanıyan toplu iş sözleşmelerin uygulamasına olanak vermeleri veya bu sözleşmelerin uygulanmasını kolaylaştırmaları konusundaki yetkilerini etkilemez.” Yönerge’nin 6. maddesine göre; “Üye devletler; bu Direktifte öngörülen yükümlülükleri uygulamaya ilişkin idari veya adli usullere ilişkin düzenlemelerin işçi temsil- EYLÜL’10 cileri ve/veya işçiler için uygulanabilirliğini sağlarlar.” İspanya’daki mevzuat hükümleri Kanun’un (Estatuto de los Trabajadores) 49(1)(g) maddesi; aşağıda sayılan hallerde iş sözleşmelerinin son bulacağını hüküm altına almaktadır: “İşverenin ölümü, sosyal güvenlik mevzuatı hükümleri çerçevesinde emekli olması, ehliyetsizliği ve tüzel kişiliğinin son bulması. Ölüm, emeklilik ve ehliyetsizlik halinde işçiler toplam bir aylık ücretlerine eşit miktarda tazminat alabilecektir. İşverenin tüzel kişiliğinin son bulması halinde ise Kanun’un 51. maddesi hükümleri uygulanacaktır. İş Kanunu’nun 51. maddesine göre; 1. “Söz konusu Kanunun amacı bakımından, toplu işçi çıkarma; iş sözleşmelerinin ekonomik, teknolojik, yapısal veya üretimden kaynaklanan sebeplerle feshedildiği ve 90 günlük bir süre içerisinde feshin en az: (a) 100’den az işçi çalıştıran yerlerde 10 işçiyi, (b) 100 ve 300 arasında işçi çalıştıran yerlerde çalışan işçi sayısının %10’unu, (c) 300 veya daha fazla işçi çalıştıran yerlerde 30 işçiyi etkilemesi anlamına gelmektedir. Bu madde içerisinde belirtilen sebepler; şayet dayanılan sebep ekonomik olup işyerinin olumsuz ekonomik durumunun giderilmesine katkıda bulunuyorsa veya şayet dayanılan sebep teknolojik, yapısal veya üretimden kaynaklanıyor olup, uygun kaynaklar aracılığıyla işyerinin ve istihdamın varlığını sürdürebilmesi sağlanabiliyorsa; gerçekleşmiş kabul edilecektir. İşyerindeki faaliyetin yukarıdaki sebeplerle tamamen son bulması durumunda işten çıkarmadan etkilenen işçi sayısının beşten fazla olması ve bunun işyerindeki işgücünün tamamını etkilemesi halinde iş sözleşmelerinin feshi de toplu işçi çıkarma olarak anlaşılmalıdır. SİCİL Feshedilen sözleşmelerin sayısının bu maddenin 1. bendi uyarınca hesabında temel alınan süre içerisinde işverenden kaynaklanan ve işçilerin şahsına bağlı olmayan sebeplerle ve 49(1)(c) maddesinde sayılan nedenlerden farklı nedenlere dayanılarak yapılan fesihler de, yapılan fesih sayısı en az beş ise göz önüne alınır... 2. Toplu işçi çıkarma yapmayı düşünen işveren, sözleşmeleri feshedebilmek için bu Kanunda belirtilen prosedüre ve uygulamalara uygun olarak izin almalıdır. Prosedür, yetkili istihdam kurumuna bu yönde talebin yapılması ve eş zamanlı olarak işçi temsilcileriyle müzakere döneminin başlaması şeklindedir. ... 8. Bu madde uyarınca iş sözleşmesi feshedilen işçiler, her hizmet yılı için 20 günlük ücret tutarında tazminat alacak olup bir yıldan az kıdemi olanlar ise söz konusu sürelerle orantılı şekilde hesaplanacak tazminata hak kazanacaklardır. Ödenecek tazminatın tavanı 12 aylık ücret tutarını geçemeyecektir. 9. ... ... 12. İş sözleşmelerinin feshinde mücbir sebebin varlığına, yetkili makam (istihdam kurumu), bundan etkilenen işçi sayısı kaç olursa olsun ilgili prosedürü takip ederek hükmedecektir. Prosedür, işyerinden gelecek taleple başlar, bu talepte gerekli tüm deliller de iletilir. Bu yöndeki talep, aynı zamanda ilgili işçi temsilcilerine de duyurulur. Yetkili makam (istihdam kurumu) gerekli dava ve raporlardan sonra 5 gün içerisinde kararını verecek ve mücbir sebebin ortaya çıktığı tarihten itibaren de geçerli olacaktır. Mücbir sebebin varlığına hükmedecek yetkili makam, toplu işçi çıkarmadan etkilenen işçilerin hak ettiği tazminatın tümünün ya da bir bölümünün, işverence ödenmesi gerekli tutarın sonradan istenebilmesi hakkı saklı kalmak üzere Ücret Garanti Fonu tarafından ödenmesine hükmedebilir. 191 EYLÜL ’10 SİCİL 13. ...” Mahkeme, objektif nedenlere dayanmadan gerçekleştirilen fesihlerin etkisi ile Kanun’un 55. maddesine aykırı olarak yapılan fesihlerin etkisinin aynı olduğunu belirtmektedir. Kanun’un 56(1). maddesine göre; “Fesih haksız ise, işveren, buna ilişkin yargı kararının tebliğinden itibaren 5 gün içerisinde işçiyi tekrar işe geri çağıracak ve fesih tarihi ile feshin haksız olduğuna dair verilen karara kadarki süreye ilişkin ücreti (salarios de tramitación) ödeyecektir. Eğer işveren bu yolu tercih etmezse, a) işçiye, her hizmet yılı için 45 günlük ücret tutarında bir tazminat ödeyecek olup, bir yıldan az kıdemi olanlarda bu miktar orantılı olarak hesaplanacaktır. Ödenecek tazminatın tavanı, 42 aylık ücret tutarını geçemeyecektir. b) fesih tarihinden feshin haksız olduğuna dair mahkeme kararının tebliğ tarihine kadarki veya işçinin yeni bir iş bulmasına kadarki süreye eşit ücret tutarını ödeyecektir. Eğer işçi, yargı kararının tebliğinden önce işe başlamış ve işveren de işçiye bu süre içerisinde kendisine ödenen tutarı ispatlayabiliyorsa, o takdirde işverence işçiye ödenecek “salarios de tramitación”dan söz konusu bu miktar düşülecektir. Divan’a yöneltilen sorular ve Divan’ın hükmü Yönerge’nin 5. maddesi uyarınca, Yönerge; üye devletlerin işçiler bakımından daha elverişli hükümler içeren kanunlar, tüzükler ve idari düzenlemeleri uygulamaları veya kabul etmeleri veya işçilere daha elverişli haklar tanıyan toplu iş sözleşmelerin uygulamasına olanak vermeleri veya bu sözleşmelerin uygulanmasını kolaylaştırmaları konusundaki yetkilerini etkilemez. Açık bir şekilde görülmektedir ki; İspanyol mevzuatına göre; işyerindeki faaliyetin, teknolojik, yapısal ve üretime bağlı sebeplere bağlı olarak son bulması durumunda işten çıkarmadan etkilenen işçi sayısının beşten 192 fazla olması ve bunun işyerindeki işgücünün tamamını etkilemesi halinde iş sözleşmelerinin feshi de toplu işçi çıkarmadır. İspanyol Yüksek Mahkemesi, Mr. de las Heras Dávila tarafından istihdam edilen çalışanların iş sözleşmelerinin işverenin ölümü ile son bulması halinin yukarıdaki paragrafta anılan düzenlemelerin kapsamına girdiği ve bu nedenle konunun, toplu işçi çıkarma hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir. Yüksek Mahkeme, eğer konu bu çerçevede ele alınmazsa, 98/59/EC sayılı Yönerge ve “toplu işçi çıkarma” kavramıyla ters bir durumun ortaya çıkacağını vurgulamaktadır. Bu anlamda Divan’dan talep edilen ön karar, 98/59/EC sayılı Yönerge’nin 1. maddesinde belirtilen eşiklerdeki sayıları geçmeyen iş sözleşmelerinin sona ermesi hakkındadır. Her ne kadar, ulusal mevzuat, toplu işçi çıkarmaları, Yönergedeki “toplu işçi çıkarma” hükmünün kapsamıyla uymayacak şekilde belirlemişse de, gelecekte herhangi bir yorum farkına mahal vermemek adına kavram ve sonuçların, olayın dayandığı şartlar ne olursa olsun standart şekilde yorumlanması Topluluğun ilgi alanındadır. Soruları cevaplandırmadan önce Divan’dan talep edilen Ön Karar ile ilgili olarak şu hususu açıklığa kavuşturmak gerekir ki; belli sayıdaki işçinin iş sözleşmelerinin feshinin, 98/59/EC sayılı Yönerge’nin 1. maddesinde öngörülen eşikleri geçmemesine rağmen söz konusu Yönergenin ilgili maddesi bağlamında toplu işçi çıkarma olarak kabul edilmesi, ancak aynı sayıda çalışanın iş sözleşmelerinin diğer hallere göre feshinin, özellikle olayda olduğu gibi işverenin ölümü ile son bulması halinin, toplu işçi çıkarma olarak kabul edilmemesi, “İspanyol mevzuatındaki toplu işçi çıkarma” kavramına uygun düşmemektedir. 1. Soru Ulusal Mahkeme, yöneltilen ilk soruda, EYLÜL’10 söz konusu olayda olduğu gibi işçinin şahsına bağlı olmayan tüm iş sözleşmelerinin feshine toplu işçi çıkarma hükümlerinin uygulanmamasına ilişkin İspanyol mevzuatındaki düzenlemenin Yönergenin 1. maddesi ile uyumlu olup olmadığı hususundaki kararsızlığını dile getirmektedir. ... ... Yöneltilen soruyu çözmeden önce, Yönergenin, ulusal mevzuat tarafından, işverenleri gerçek kişi olan belli sayıdaki çalışanların iş sözleşmelerinin işverenin ölümü ile son bulması halinin toplu işçi çıkarma olarak kabul edilmemesine yönelik düzenlemeler getirilmesini engelleyip engellemediğini irdelemek gerekir. Öncelikle, Yönergenin lafzından söz konusu halin kapsama girdiği belli değildir. Ulusal Mahkeme, Yönergedeki “işçinin şahsına bağlı olmayan nedenler” kavramını geniş bir şekilde yorumlamıştır (Case C 55/02 Commission v Portugal [2004] ECR I 9387, paragraph 49, and Joined Cases C 187/05 to C 190/05 Agorastoudis and Others [2006] ECR I 7775, paragraph 28). Halbuki Yönerge metninden, “toplu işçi çıkarma” kavramından ortada bir işveren ve onun tarafından gerçekleştirilen bir eylemin varlığı olması gerektiği anlaşılmaktadır. Yönerge’nin 1. maddesinde yapılan tanıma göre, toplu işçi çıkarmadan, işçiden kaynaklanan bir nedene dayanmaksızın işveren tarafından bir veya birden fazla nedene dayanarak belirli zamanda belirli işçinin iş sözleşmesinin feshedilmesi anlaşılmalıdır. ... (Mahkeme, burada Yönerge hükümlerini tekrar etmektedir. Söz konusu hükümler yukarıda ayrıntılı bir şekilde ele alındığından buraya alınmamıştır.) Bu hükümlerden de görüleceği üzere “toplu işçi çıkarma yapmayı düşünmek”, “müzakerelere başlamak”, “konuyla ilgili bilgileri sağlamak”, “sebepleri yazılı olarak bildirmek”, “öngörülen çıkarmaları yazılı SİCİL olarak bildirmek” ve “bir nüshasını tevdi etmek” ifadeleri, işveren ve onun tarafından gerçekleşmesi gereken eylemlerin varlığının gerekliliğini göstermektedir. ... Yönerge’nin 1. maddesi çerçevesinde anılan “toplu işçi” çıkarma” kavramı, toplu işçi çıkarma niyetinde olan ve bunu gerçekleştirebilecek bir işverenin varlığının gerektiğini varsaymaktadır, ki bu işveren, öncelikle bu amaçla Yönergenin 2. ve 3. maddelerindeki eylemleri gerçekleştirecek, daha sonra ise söz konusu çıkarmaları sonuçlandıracaktır. Ne var ki söz konusu olayda, sadece toplu işçi çıkarma niyetinde olan bir işveren değil, aynı zamanda toplu işçi çıkarma prosedürünün gerektirdiği eylemleri gerçekleştirecek ve bunları sonuçlandıracak bir işverenin varlığı da mevcut değildir. ... Ayrıca, Yönerge’nin amaçlarından olan toplu işçi çıkarmaya gitmeden önce işçi temsilcileriyle müzakereler yapmak ve kamu makamlarına bildirimde bulunmak gibi hususlar, gerçek kişi işverenin ölümüyle işyerindeki faaliyetin son bulması durumunda toplu işçi çıkarma hükümlerinin uygulanacağı dair bir hükmün kabul edilmesi halinde tatbik edilebilecek hususlar değildir. Böyle bir durumda, müzakereler yapılamayacak ve toplu işçi çıkarmanın önüne geçilebilmesi ya da azaltılması gibi önlemlerin alınması mümkün olmayacaktır. Bunun da ötesinde, söz konusu Yönerge, Topluluk bazında işin kaybedilmesi durumunda genel bir finansal mekanizma oluşturmak amacını taşımamaktadır. ... Ayrıca, Adalet Divanı, daha önce vermiş olduğu kararla (Case C 188/03 Junk [2005] ECR I 885, paragraphs 36 and 37, and Akavan Erityisalojen Keskusliitto AEK and Others, above, paragraph 38)2 da müzakereleri yürütmek ve gerekli bildirimleri yapmak yükümlülüklerinin işverenin üzerinde olduğuna hükmetmiştir. 193 EYLÜL ’10 SİCİL ... Hal böyleyken, görülmekte olan davada olduğu gibi, işverenin ölümü ile iş sözleşmelerinin sona ermesi hali çakışmaktadır. Bu nedenle, İspanyol Hükümeti maddi olarak söz konusu yükümlükleri yerine getirmenin imkansız olduğunu ileri sürmektedir. 98/59/EC sayılı Yönerge, 17 Şubat 1975 tarihli Üye Ülkelerin Toplu İşçi Çıkarmaya Yönelik Mevzuatlarının Yakınlaştırılmasına İlişkin 75/129/EEC sayılı Yönerge’de olduğu gibi, toplu işçi çıkarmanın mevzu bahis olduğu durumlarda işçilerin korunmalarına yönelik hükümlerin kısmi uyumunu gerçekleştirmektedir ki bu da, işyerindeki faaliyetin kesin olarak sona ermesi durumunda uygulanacak detaylı hükümleri değil, sadece toplu işçi çıkarmanın söz konusu olduğu durumlarda izlenecek prosedürü uyumlaştırmaktadır. ... Buna göre; birinci soruya verilecek cevap, Yönergenin 1/1. maddesinin, belli sayıdaki işçinin iş sözleşmesinin işverenin ölümü ile son bulması halinin ulusal mevzuatla toplu işçi çıkarma olarak kabul edilmemesini engellemediği şeklindedir. 2. Soru Mahkeme, yöneltmiş olduğu 2. soruyla, Yönerge’nin, ulusal mevzuatın, işçilerin iş sözleşmelerinin işverenin ölümü ile son bulması ile toplu işçi çıkarma ile son bulması halinde ödenecek tazminat tutarını farklı belirlemesini engelleyip engellemediğini sormaktadır. Bu anlamda öncelikle, olayda olduğu gibi, gerçek kişi işverenin ölmesine bağlı olarak iş sözleşmelerinin sona ermesi halinin, Yönerge’deki toplu işçi çıkarma kavramının içinde olmadığı söylemek gerekir. İkinci olarak, Yönerge, sadece toplu işçi çıkarmanın söz konusu durumlarda işçilerin korunmasına yönelik hükümlerin kısmen uyumlu hale getirilmesi amacını taşımakta 194 olup, Yönerge’nin, işin (hangi şekilde olursa olsun) son bulması halinde genel bir finansal mekanizma yaratmak amacı bulunmamaktadır. Bu bağlamda, tazminatın kapsamının, iş sözleşmelerinin her şekilde sona ermesi haline genişletilmesi Yönerge’nin kapsamı dışındadır. Buna göre; ikinci soruya verilecek cevap, Yönerge’nin, ulusal mevzuatın, iş sözleşmelerinin işverenin ölümü ile veya toplu işçi çıkarma ile son bulması halinde ödenecek tazminat miktarının farklı belirlemesine yönelik hükümler getirmesini engellemediği şeklindedir. 3. Soru Yöneltilen 3. soru, Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 30. maddesi ile İşçilerin Temel Sosyal Hakları Hakkında Topluluk Şartı’nın, ulusal mevzuatın yukarıda bahsi geçen düzenlemeleri getirmesini engelleyip engellemediği hakkındadır. İlk iki soruya verilen cevaplarda temel alınan hususlarda da görüldüğü üzere olaydaki gibi bir durumun, gerek Yönerge’nin gerekse de Topluluk hukukunun kapsamına girmediği açık bir şekilde görülmektedir. Bu nedenledir ki, üçüncü soruya cevap vermek gerekli değildir. Tüm bu sebeplere dayanarak Mahkeme; 1. 20 Temmuz 1998 tarihli Üye Devletlerin Toplu İşçi Çıkarmaya Yönelik Mevzuatlarının Yakınlaştırılması Yönelik 98/59/EC sayılı Konsey Yönergesi’nin, ulusal mevzuatın, gerçek kişi olan işverenin ölmesi ile işçilerin iş sözleşmelerinin son bulması halinde, bunun toplu işçi çıkarma olarak kabul edilmeyeceği yönünde düzenlemeler getirmesini engellemediğine, 2. 98/59/EC sayılı Yönerge’nin ulusal mevzuatın, iş sözleşmelerinin işverenin ölümü ile veya toplu işçi çıkarma ile son bulması halinde ödenecek tazminat miktarının farklı belirlemesine yönelik hükümler getirmesini engellemediğine hükmetmiştir.” EYLÜL’10 Kararın İncelenmesi İncelemede, öncelikle uluslararası hukukta toplu işçi çıkarma konusunun düzenlendiği mevzuat hükümlerinden bahsedilecektir. Bunlardan ilki, Hizmet İlişkisine İşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 Sayılı ILO Sözleşmesidir. Daha sonra ise söz konusu Adalet Divanı’na yöneltilen 3. soruda sözü geçen İşçilerin Temel Sosyal Hakları Hakkında Topluluk Şartı ile Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı üzerinde durulacaktır. Karar’a temel teşkil eden 98/59/EC sayılı Avrupa Birliği Yönergesi hükümleri Divan Kararı’nda ayrıntılı biçimde ele alındığından burada yer verilmeyecek olup yalnızca Yönerge’nin tarihi gelişimi üzerinde durulacak ve son olarak da, Karar’ın değerlendirmesi yapılacaktır. 1. Uluslararası Hukukta Toplu İşçi Çıkarmaya İlişkin Mevzuat Hizmet İlişkisine İşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 Sayılı ILO Sözleşmesi3 ILO’nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) “Hizmet İlişkisine İşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 sayılı Sözleşmesi”nde4 toplu işçi çıkarma ile ilgili doğrudan bir düzenleme bulunmamakla birlikte Sözleşme’de, toplu işçi çıkarmaya yol açabilecek ekonomik, teknolojik, yapısal veya benzer nedenlerle fesihlerde uyulması gerekli birtakım düzenlemelere yer verilmiştir. Sözleşme’nin “Ekonomik, Teknolojik, Yapısal veya Benzer Nedenlerle Hizmet İlişkilerine Son Verme Hakkında Ek Hükümler” başlıklı III. Kısmı’nda, işçi temsilcilerine danışma ve yetkili makamlara bildirim konuları düzenlenmektedir. “İşçi Temsilcilerine Danışma” başlıklı 13. maddeye göre; ekonomik, teknolojik, yapısal veya benzer nedenlerle hizmet ilişkisine son vermeyi düşünen işveren; ilgili işçi temsilcilerine, düşünülen son verme işlemlerinin nedenleri, bu işlemden etkilenecek işçi sayısı ve grupları ve son verme işlemlerinin ne kadarlık bir zaman diliminde gerçekleşeceği de dahil olmak üzere gerekli tüm bilgileri zamanında sağlar. Ayrıca işveren, ilgili işçi temsilcileri- SİCİL ne, ulusal mevzuat ve uygulamaya uygun olarak, mümkün olduğunca önceden, ilgili işçiler için her nevi son verme işlemini önlemek veya asgariye indirmek amacıyla alınacak önlemleri ve bu işlemlerin işçiler üzerindeki olumsuz etkilerini, başka bir iş bulmak gibi önlemlerle hafifletmek amacıyla alınacak önlemleri danışma fırsatı tanır. Söz konusu uygulamalar, hizmet ilişkisine son verilmesi düşünülen işçi sayısının en azından belirli bir sayıya veya personel yüzdesinin belirli bir yüzdesine ulaştığı hallerde sınırlandırılabilir. “Yetkili Makama Bildirim” başlıklı 14. madde ise, işverenin, ekonomik, teknolojik, yapısal ve benzer nedenlerle hizmet ilişkilerine son vermeyi düşündüğünde, ulusal mevzuat ve uygulamaya uygun olarak son verme işlemlerini mümkün olduğu kadar önceden yetkili makama bildireceği ve bildirimde söz konusu son verme işlemlerinin yazılı gerekçeleri dahil bu işlemlerden etkilenecek işçi sayısı ve kategorileri ve son vermenin uygulanacağı süre hakkında bilgiler vereceğini düzenlemektedir. Yine aynı maddede işverenin, yetkili makamı, son vermelerden, son verme işlemlerine başlamadan ve ulusal mevzuatla belirlenecek asgari bir süre öncesinden haberdar edeceği ve bildirim koşulunun belirli işçi sayısı veya yüzde ile sınırlandırılabileceği hüküm altına alınmaktadır. 2. Avrupa Birliği’ndeki Toplu İşçi Çıkarmaya İlişkin Hukuki Düzenlemeler 2.1. İşçilerin Temel Sosyal Hakları Hakkında Topluluk Şartı AB Ekonomik ve Sosyal Komitesi’nce hazırlanan ve çeşitli AB organlarında görüşüldükten sonra 9.12.1989 tarihinde üye ülkelerin devlet başkanları tarafından imzalanan “İşçilerin Sosyal Temel Hakları Hakkında Topluluk Şartı” bir deklarasyon şeklinde kabul edilmiştir. İngiltere bu belgeyi imzalamamıştır. Topluluk Sosyal Şartı içeriği itibariyle 1961 tarihinde Torino’da Avrupa Konseyi üyesi ülkelerce imzalanan Avrupa Sosyal Şartı ve ILO sözleşmelerine paralel düzenlemeler içermektedir. Söz konusu Topluluk Sosyal Şartı aşağıda 195 EYLÜL ’10 SİCİL belirtilen oniki temel sosyal konuda Avrupa Birliği düzeyinde kurallar tespit etmektedir: - İşçilerin serbest dolaşımı, - Çalışma ve adil bir ücret isteme hakkı, - Yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi, - Sosyal koruma, - Sendika ve toplu pazarlık hakkı, - Mesleki eğitim, - Kadın ve erkeğe eşit işlem yapılması, - İşçilerin bilgilendirilmesi ve onlara danışılması, - İşçi sağlığı ve iş güvenliği, - Çocuk ve genç işçilerin korunması, - Yaşlıların korunması, - Özürlülerin korunması. İngiltere’nin Topluluk Sosyal Şartı’na yapmış olduğu itiraz nedeniyle Avrupa Konseyi söz konusu belgeyi üye devletler açısından doğrudan bağlayıcı gücü bulunmayan bir “siyasal bildirge” olarak değerlendirmiştir.5 Topluluk Şartı’nın “Bilgi Verme, Danışma ve İşçilerin Yönetime Katılması” başlığını taşıyan 17. ve 18. maddelerine göre; üye devletlerdeki uygulamalar da dikkate alınarak, bilgi verme, danışma ve işçilerin katılımı geliştirilmelidir. Bilgi verme, danışma ve katılım hususu öncelikle teknolojik ve yapısal değişikliklerin işletmede uygulanması sırasında, toplu işçi çıkarmalarda ve işçilerin istihdam politikalarından etkilenmeleri durumunda uygulamaya konulmalıdır.6 2.2. Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı İnsan haklarının gelişimi ve tarihçesi açısından değerlendirildiğinde, 7 Aralık 2000 tarihinde Nice şehrinde imzalanan ve törenle ilan edilen Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı, yeni bin yılın ilk insan hakları bildirgesi olmak yanında, aynı zamanda dünyadaki en modern temel haklar bildirgesidir. Şart’ın en ilginç ve modern yönü ise, sosyal haklara klasik özgürlükler ile birlikte ve aynı düzeyde yer verilmesi ve ayrıntılı bir sosyal haklar kataloğunun temel hak düzeyinde kabul edilmesidir. Madde gerekçelerinde yapılan açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, Şart’ta yer verilen temel hakların seçiminde AİHS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi), üye devletlerin ortak anayasal gelenekleri, ASŞ (Avrupa Sosyal Şartı) ve 196 TSŞ (Temel Sosyal Şart), Avrupa Konseyi ve BM (Birleşmiş Milletler)’nin çeşitli Sözleşmeleri, AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) ve ATAD (Avrupa Topluluğu Adalet Divanı) içtihatları ile topluluk düzenlemelerinden doğan haklar referans alınmışlardır. Bunun yanında Şart’ta yer alan hak ve özgürlüklerin içeriğinde bir değişiklik ya da artış da söz konusu değildir. Bu hali ile Şart daha ziyade AB’de mevcut hakları derleyip toplamakta, bunları temel hak düzeyine yükseltmekte ve Avrupa Birliği’nin ortak değerleri olarak tespit etmektedir. Şart’ın madde gerekçelerine bakıldığında da, Şart hükümlerinin yorumlanmasında AİHS, ASŞ ya da AB yönergelerindeki ayrıntılı düzenlemelerin esas alındığı görülmektedir. Şart’ın “İşletmelerde Çalışanların Bilgilendirilme ve Danışılma Hakkı” başlıklı 27. maddesine göre; çalışanlar veya temsilcilerinin, topluluk hukuku ve ulusal hukuk ve uygulama ile öngörülen durum ve koşullarda uygun düzeyde ve zamanında bilgilendirilmesi ve onlara danışılması sağlanmalıdır. Madde gerekçesine göre AB’nin üç yönergesi, yönetime katılma konusunda kaynak teşkil etmektedirler: Bunlar; 1975 tarihli eski yönergenin yerini alan toplu işten çıkarmalara dair 98/59 sayılı Yönerge, işletmelerin devrinde çalışanların taleplerinin korunmasına dair 77/187 sayılı Yönerge ve Avrupa işletme kurullarının oluşturulmasına dair 94/45 sayılı Yönergedir.7 2.3. 98/59/EC sayılı Avrupa Birliği Yönergesi 1970’li yıllarda ortak pazarın işçiler üzerindeki olumsuz etkilerinin giderilmesi için kabul edilen üç yönergeden ilki toplu işçi çıkarmaya ilişkin 75/129/EEC sayılı Yönergedir. Söz konusu Yönergenin kabul gerekçesinde “... yapılanmakta olan ortak pazarın bedelinin işçilerce ödenmemesi gerektiği; tam tersine bu oluşumun sosyal etkilerine karşı işçilerin korunmasının zorunlu olduğu” ifade edilmiştir.8 Aslında Yönerge, 1970’li yıllardaki AKZO davasının bir sonucudur. Belçika’da o dönemde yürürlükte bulunan iş yasalarının çok uluslu bir şirket için işçi sayısını azaltma bakımından oldukça elverişli olmasından dolayı, AKZO’nun yönetimi fabrikalarından birini kapatmak için EYLÜL’10 Belçika’yı yeğlemiş ve burada çalışan işçilerin iş sözleşmelerini feshetmiştir. AKZO’nun yeniden yapılandırılması Renault’un 1997’de Belçika’nın Vilvoorde kentindeki fabrikasını kapatma kararından sonra ortaya çıkan tepkilere aşağı yukarı benzer bir biçimde benzeri yeniden yapılandırma taktiklerini Avrupa Birliği mevzuatı aracılığıyla engellemek isteyen sendikaların ve bazı politikacıların büyük protestolarıyla karşılaşmıştır.9 Sonuç olarak 1975 tarihli Yönerge kabul edilmiştir. Üye ülkelerin baskıları ve uygulamalarda karşılaşılan sorunlar, Avrupa Birliği’ni konu üzerine tekrar eğilmeye itmiş ve 75/129/EEC sayılı Yönerge’nin 1992 yılında 92/56/EEC sayılı Yönerge ile değiştirilmesi yoluna gidilmiştir. Söz konusu Yönerge, 75/129/EEC sayılı Yönergeyi önemli ölçüde değiştirerek; ● sadece ekonomik sebeplerden dolayı değil işverence yapılan diğer bazı fesihler de toplu işçi çıkarma kapsamına alınmış, ● 75/129/EEC sayılı Yönerge’de yer alan ve önceki dönemde yorum sorunlarına yol açan kavramlara açıklık getirilmiş, ● toplu işçi çıkarma uygulamasına gidecek işverenin, işçi temsilcilerini bilgilendirip, danışması süreci geliştirilmiş, ● tarafların toplu iş sözleşmeleri ile Yönerge’de yer alanların üzerinde haklar tanıyabileceği açıkça belirtilmiş, ● kamu makamlarının toplu işçi çıkarma sürecindeki etkileri zayıflatılmıştır. 92/56/EEC sayılı Yönerge özellikle çokuluslu şirketlerin (merkezleri AB dışında olsa bile) AB sınırları içinde reorganizasyon sebebiyle uyguladığı toplu işçi çıkarmaları kapsamına alarak 75/129/EEC sayılı Yönerge döneminde yaşanan önemli bir eksikliği gidermiştir.10 Ayrıca, Yönerge 1992 yılında yapılan değişiklikle mahkeme kararıyla kapanma halini de uygulama alanı içine sokmuştur. 1998 yılında ise 1975 tarihli ve 1992 tarihli iki Yönerge’nin birleştirilmesiyle 98/59/EC sayılı Yönerge kabul edilmiş olup söz konusu Yönerge, 1 Eylül 1998 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Değerlendirme İspanyol mevzuatında yürürlükte bulunan SİCİL Kanun’un 49. maddesine göre, işverenin ölümü, sosyal güvenlik mevzuatı hükümleri çerçevesinde emekli olması, ehliyetsizliği ile tüzel kişiliğinin son bulması halleri iş sözleşmesini sona erdiren sebeplerdir. Ölüm, emeklilik ve ehliyetsizlik halinde işçiler toplam bir aylık ücretlerine eşit miktarda tazminat alabilmekte iken işverenin tüzel kişiliğinin son bulması halinde Kanun’un 51. maddesi hükümleri yani toplu işçi çıkarmaya yönelik hükümler devreye girmektedir. Buna göre; toplu işçi çıkarma hükümleri çerçevesinde işten çıkarılan işçiler, her hizmet yılı için 20 günlük ücret tutarında tazminat alacak olup (tavanı 12 aylık ücret tutarı), toplu işçi çıkarmaya yönelik düzenlemelere uyulmaması durumunda da işçiler hakkında haksız feshin sonuçları uygulanmaktadır. Bu çerçevede işçiye, her hizmet yılı için 45 günlük ücret tutarında bir tazminat (tavan 42 aylık ücret tutarı) ve fesih tarihinden feshin haksız olduğuna dair mahkeme kararının tebliğ tarihine kadarki veya işçinin yeni bir iş bulmasına kadarki süreye eşit ücret tutarı ödenmektir. Kanun’un 51. maddesine göre; toplu işçi çıkarma; iş sözleşmelerinin ekonomik, teknolojik, yapısal veya üretimden kaynaklanan sebeplerle feshedildiği ve 90 günlük bir süre içerisinde feshin en az, 100’den az işçi çalıştıran yerlerde 10 işçiyi, 100 ve 300 arasında işçi çalıştıran yerlerde çalışan işçi sayısının %10’unu, 300 veya daha fazla işçi çalıştıran yerlerde 30 işçiyi etkilemesi anlamına gelmektedir. Ulusal mevzuatın söz konusu düzenlemesi, Yönerge hükümleri ile uyumlu olmakla birlikte İspanyol mevzuatı, Yönerge’nin kapsamını genişleterek işyerindeki faaliyetin ekonomik, teknolojik, yapısal veya üretimden kaynaklanan sebeplerle tamamen son bulması durumunda işten çıkarmadan etkilenen işçi sayısının beşten fazla olması ve bunun işyerindeki işgücünün tamamını etkilemesi halinde iş sözleşmelerinin feshini de toplu işçi çıkarma olarak değerlendirmektedir. Bilindiği üzere; 98/59/EC sayılı Yönerge üye devletlerin işçiler bakımından daha elverişli hükümler içeren kanunları, tüzükleri ve idari düzenlemeleri uygulamaları veya kabul etmeleri veya işçilere daha elverişli haklar tanıyan toplu iş sözleşmelerin uygulamasına olanak vermeleri veya bu sözleşmelerin uygulanması197 EYLÜL ’10 SİCİL nı kolaylaştırmaları konusundaki yetkilerini etkilemeyeceğini hüküm altına almıştır. İspanyol mevzuatı da bu hükme dayanarak söz konusu Yönerge’nin kapsamını yukarıda belirtildiği şekilde işçiler lehine genişletmiştir. Divan’ın önüne gelen olaya bakacak olursak; Mr. de las Heras Dávila tarafından istihdam edilen 7 çalışan, iş sözleşmelerinin sona erdirilmesi kararından kendilerinin haberdar olmadığını, bu yüzden davalıların, Kanun’un 55. maddesi uyarınca haksız feshin sonuçlarına hükmedilmesi gerektiğini, eğer bu talepleri kabul edilmezse iş sözleşmelerinin işverenin ölümüne bağlı olarak Kanun’un 49. maddesine göre sona erdiğine dair karar verilmesi ve bu çerçevede öngörülen tazminatın ödenmesini talep etmektedir. Bu amaçla, söz konusu 7 çalışan Mr. de las Heras Dávila’nın mirasçıları ile Ücret Garanti Fonu’na11 karşı dava açmıştır. Yerel mahkeme, önüne gelen olayda, ortada herhangi bir fesih olmadığını, keza iş sözleşmelerinin işverenin ölümü ile son bulduğunu, vefat edenin arkasında ne bir vasiyet ne de mirasçılarının haklarını belirleyen başkaca bir belge bıraktığını ileri sürerek davayı reddetmiştir. İspanyol Yüksek Mahkemesi ise, Mr. de las Heras Dávila tarafından istihdam edilen çalışanların iş sözleşmelerinin işverenin ölümü ile son bulması halinin 51. maddede bahsi geçen düzenlemelerin kapsamı içerisinde olduğu ve bu çıkarmanın toplu işçi çıkarma hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir. Yüksek Mahkeme’ye göre; ulusal mevzuatta, işyerinin kapanması, işverenin hukuki kişiliğine göre (gerçek kişi-tüzel kişi) farklılık göstermekte, tüzel kişi işveren tarafından istihdam edilmek, gerçek kişi işveren tarafından istihdam edilmekten daha iyi sonuçlar doğurmakta olup şayet olayda toplu işçi çıkarma hükümleri uygulanmaz ise, Yönerge’nin “toplu işçi çıkarma” kavramına aykırı bir durumun ortaya çıkacaktır. Buradan hareketle, Yüksek Mahkeme (Superior de Justicia de Madrid), konuyla ilgili bir hükme varabilmesi için 98/59/ EC sayılı Yönerge hükümlerinin yorumlanmasının bu noktada önem arz ettiğini düşünerek, konuyu Avrupa Topluluğu Adalet Divanı’na taşımıştır ve Divan’a, öncelikle; mevzuatın 51. maddesinin, toplu çıkarma tanımını ekonomik, 198 teknolojik, yapısal ve üretime bağlı sebeplerle sınırlandırmak ve söz konusu tanımı, işçiden kaynaklanmayan diğer sebeplerle genişletmemekle, 98/59/EC sayılı Avrupa Birliği Yönergesi hükümlerinin gereklerini yerine getirmemiş mi olduğunu, ikinci olarak; işverenin ölümü, emekliliği veya ehliyetsizliği halinde ödenecek tutarı, bir aylık ücret tutarı ile sınırlandıran ve söz konusu bu halleri toplu işçi çıkarmaya ilişkin düzenlemelerin kapsamı dışında bırakan mevzuattaki hükmün, Yönerge’nin 1, 2, 3, 4 ve 6. maddeleri ile çelişip çelişmediğini ve son olarak da; toplu çıkarmaya ilişkin İspanyol mevzuatı ve özellikle Kanun’un ilgili maddelerinin (49 (1)(g) ve 51. maddelerinin) Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı’nın 30. maddesi ile İşçilerin Temel Sosyal Hakları Hakkında Topluluk Şartı’nı ihlal edip etmediğini sormuştur. Adalet Divanı, kendisine yöneltilen sorulara geçmeden önce kendisinden talep edilen Ön Karar’la ilgili olarak hükme varmıştır. Şöyle ki; Divan, İspanyol mevzuatının belli sayıdaki işçinin iş sözleşmelerinin feshini, 98/59/EC sayılı Yönerge’nin 1. maddesinde öngörülen eşikleri geçmemesine rağmen söz konusu Yönerge’nin ilgili maddesi bağlamında toplu işçi çıkarma olarak kabul etmesini (İşyerindeki faaliyetin yukarıdaki sebeplerle tamamen son bulması durumunda işten çıkarmadan etkilenen işçi sayısının beşten fazla olması ve bunun işyerindeki işgücünün tamamını etkilemesi halinde iş sözleşmelerinin feshinin de toplu işçi çıkarma olarak anlaşılması gerektiğine dair hüküm), ancak aynı sayıda çalışanın iş sözleşmelerinin diğer hallere göre feshinin, özellikle olayda olduğu gibi işverenin ölümü ile son bulması halini, toplu işçi çıkarma olarak kabul etmemesini, “İspanyol mevzuatındaki toplu işçi çıkarma” kavramına uygun bulmadığını belirtmiştir. Kanaatimizce de ulusal mevzuattaki bu düzenlemenin “toplu işçi çıkarma” kavramına uygun olmadığını belirtmek gerekir. Çünkü işyerindeki faaliyetin ekonomik, teknolojik, yapısal veya üretimden kaynaklanan sebeplerle tamamen son bulması durumunda işten çıkarmadan etkilenen işçi sayısının beşten fazla olması ve bunun işyerindeki işgücünün tamamını etkilemesi halinde iş sözleşmelerinin feshini toplu işçi çıkarma olarak kabul etmek, aynı sayıda çalışa- EYLÜL’10 nın diğer sebeplerle özellikle olayda olduğu gibi ölümle son bulması halini bu kapsamda değerlendirmemek, gerçek kişi tarafından istihdam edilen aynı sayıda çalışanları, tüzel kişi işveren tarafından istihdam edilen aynı sayıda çalışanlara göre dezavantajlı bir pozisyona sokar. Bu ise, eşitlik ilkesine aykırıdır. Divan’a yöneltilen 1. sorunun cevabına gelecek olursak; kanaatimizce de Yönergenin ilgili düzenlemesi, belli sayıdaki işçinin iş sözleşmesinin işverenin ölümü ile son bulması halini ulusal mevzuatla toplu işçi çıkarma olarak kabul edilmemesini engellememektedir. Çünkü toplu işçi çıkarmaya yönelik mevzuatın getiriliş amacı, 75/129/EEC sayılı Yönerge’nin kabul gerekçesinde açıklandığı üzere yapılanmakta olan ortak pazarın bedelinin işçilerce ödenmemesi gerektiği; tam tersine bu oluşumun sosyal etkilerine karşı işçilerin korunması zorunluluğudur. Yönerge’nin amacı arasında iş sözleşmelerinin her türlü sona ermesi halinde uygulanacak hükümleri düzenlemek bulunmamaktadır. Yönerge ile amaçlanan toplu işçi çıkarmaya yönelik Üye Devletlerin mevzuatlarının kısmen uyumlaştırılmasıdır. Kaldı ki; karara konu olayda olduğu gibi işverenin ölümü ile işçilerin iş sözleşmelerinin sona erdiği hallerde, toplu işçi çıkarma prosedürünün gerektirdiklerinin -örneğin işçi temsilcilerine danışma, müzakereleri yürütmek - yapılması imkansızdır zira ortada işveren mevcut değildir. Divan’a yöneltilen 2. sorunun cevabı ise 1. soruya vermiş olduğu cevaptan hareketle, kanaatimizce yerindedir. Yönerge, ulusal mevzuatın, iş sözleşmelerinin işverenin ölümü ile veya toplu işçi çıkarma ile son bulması halinde ödenecek tazminat miktarının farklı belirlemesine yönelik hükümler getirmesini engellememektedir. Çünkü Yönerge’nin ilgili düzenlemesi, belli sayıdaki işçinin iş sözleşmesinin işverenin ölümü ile son bulması halini ulusal mevzuatla toplu işçi çıkarma olarak kabul edilmemesini engellemediğinden bu çerçevede farklı tazminatlar belirlenmesine de engel bir durum söz konusu olmayacaktır. DİPNOTLAR ★ SİCİL 1 Kararın tercümesi ve özeti, yazar tarafından yapılmıştır. Kararın orijinali için bknz. http://curia.europa.eu/jurisp/cgibin/form.pl?lang=en&jurcdj=jurcdj&numaff=C-323/08&nom usuel=&docnodecision=docnodecision&allcommjo=allcom mjo&affint=affint&affclose=affclose&alldocrec=alldocrec&d ocor=docor&docav=docav&docsom=docsom&docinf=doci nf&alldocnorec=alldocnorec&docnoor=docnoor&radtypeo rd=on&newform=newform&docj=docj&docop=docop&docnoj=docnoj&typeord=ALL&domaine=&mots=&resmax=100 &Submit=Rechercher 2 Karar için bknz. http://curia.europa.eu/jurisp/cgi-bin/form. pl?lang=en&alljur=alljur&jurcdj=jurcdj&jurtpi=jurtpi&jurtfp=j urtfp&numaff=&nomusuel=Akavan%20Erityisalojen%20Keskusliitto%20AEK%20and%20Others%20&docnodecision=do cnodecision&allcommjo=allcommjo&affint=affint&affclose= affclose&alldocrec=alldocrec&docor=docor&docav=docav& docsom=docsom&docinf=docinf&alldocnorec=alldocnorec &docnoor=docnoor&radtypeord=on&newform=newform& docj=docj&docop=docop&docnoj=docnoj&typeord=ALL&d omaine=&mots=&resmax=100&Submit=Rechercher 3 Bu sözleşmenin onaylanması, 9.6.1994 tarih ve 3999 sayılı Hizmet İlişkisine İşveren Tarafından Son Verilmesi Hakkında 158 Sayılı Sözleşmenin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna İlişkin Kanun’la (RG. 18.6.1994, No. 21964) ve uygulanması da 10.8.1994 tarih ve 94/5971 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla (RG. 12.10.1994, No. 22079) kabul edilmiştir. 4 Tankut Centel, Türkiye’nin Onayladığı ILO Sözleşmeleri, MESS yayını, İstanbul, 2004, s.569. Sözleşme’nin orjinal metni için bknz. http://www.ilo.org/ilolex/english/convdisp1. htm. Konuya ilişkin olarak ILO’nun 166 sayılı Tavsiye Kararı için bknz. http://www.ilo.org/ilolex/english/recdisp1.htm 5 Av. Hakkı Kızıloğlu, TİSK İşveren Dergisi, 2000, http://www. tisk.org.tr/isveren_yazdir.asp?yazi_id=50&id=4&baslik_ id=&yapi=&gecerli_sayfa= 6 Dr. İştar (Urhanoğlu) Cengiz, Türk Hukukunda Toplu İşçi Çıkarma, Ankara 2009, s. 8. 7 Yrd. Doç. Dr. Mustafa Alp, Avrupa Birliği Temel Sosyal Hakları ve Türk İş Hukuku, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt. 6, Sayı. 1, 2004, s. 1-41 (http://web.deu. edu.tr/hukuk/dergiler/DergiMiz6-1/PDF/alp1.pdf). 8 Doç. Dr. Ufuk Aydın, Avrupa Birliği, ILO ve Türk Mevzuatında Toplu İşçi Çıkarma, A. Can Tuncay’a Armağan, İstanbul, Mayıs 2005, Birinci Bası, s. 654-655. 9 Dr. Jan Heinsius, Toplu İşçi Çıkarmaya İlişkin Avrupa Birliği Yönergesi ve Uygulamada Karşılaşılan Sorunlar, ATAD’ın Beş Kararı ve Hollanda Yasa Koyucusunun Bundan Çıkaracağı Dersler, Çeviren: Araştırma Görevlisi Emre Ertan, Legal İş Hukuk ve Sosyal Güvenlik Hukuku Dergisi, 2008, Sayı. 18, s. 418. 10 Doç. Dr. Ufuk Aydın, age., s. 656. 11 İspanya’da 25’in altında işçi istihdam eden işyerlerinde Ücret Garanti Fonu, tazminatların %40’ını işçilere ödemekle yükümlü olduğundan, davalılar arasında Ücret Garanti Fonu da gösterilmiştir. İspanya’daki hukuki mevzuat için bknz. http://www.ilo.org/public/english/dialogue/ifpdial/info/ termination/countries/spain.htm Hukuk yüksek lisans derecesi 199 “S‹C‹L” / “MERCEK” Abonelik Formu Ad/Soyad :………………………………………………… Adres :………………………………………………… Tel. :………………………………………………… e-posta :………………………………………………… ‹mza :………………………………………………… S‹C‹L / MERCEK dergisine abone olmak istiyorum. 2010 yılı abonelik bedeli olan 48 TL’yi ödedim. Makbuz ektedir. ‹letişim bilgileri de€işikliklerini 7 gün içinde MESS Merkezine posta veya faks yoluyla iletiniz. MESS Türkiye Metal Sanayicileri Sendikas› ‹ktisadi ‹şletmesi Abidei Hürriyet Cad. Mecidiyeköy Yolu No. 268, MESS Şişli 34381 ‹STANBUL Tel.: (0212) 232 01 04 (pbx) Faks: (0212) 241 76 19 TÜRKİYE İŞ BANKASI Teşvikiye Şubesi (Şube Kodu 1074) Hesap No: 483681 IBAN No: TR20 0006 4000 0011 0740 4836 81 (‹lgili bankan›n havalesinden banka masraf› al›nmayacakt›r. Havalenizin taraf›m›za ulaşmas›ndan sonra fatura düzenlenerek taraf›n›za gönderilecektir.)