ibn sînâ`da bilimsel kanıtlama teorisi

Transkript

ibn sînâ`da bilimsel kanıtlama teorisi
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
İSLAM FELSEFESİ BİLİM DALI
İBN SÎNÂ’DA BİLİMSEL KANITLAMA TEORİSİ
Doktora Tezi
Hacı KAYA
İSTANBUL, 2013
T.C.
MARMARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
İSLAM FELSEFESİ BİLİM DALI
İBN SÎNÂ’DA BİLİMSEL KANITLAMA TEORİSİ
Doktora Tezi
Hacı KAYA
Tez Danışmanı
Prof.Dr. İlhan KUTLUER
İSTANBUL, 2013
I
II
ÖZET
İbn Sina felsefî sistemini varlık ve mahiyet ayrımı üzerine inşa etmektedir. Şeylerin
varlıkları dış dünyada ve zihinde olmak üzere asıl itibariyle iki türlüdür. Zihinde tasavvurlar
haline gelen şeyler bir de dilde ve yazıda varlık kesbederler. İbn Sina mahiyeti de dış dünyada
ve zihinde olmak üzere ikiye ayırmaktadır.
Zihinde var olan şeyler esas itibariyle dış dünyadan elde edilmiştir. Bu yönüyle
şeylerin dış dünyadaki varlıkları bütün bilgilerimizin kaynağını teşkil etmektedir. Duyusal ve
zihinsel prosesler sonucunda bilimin ilk ilkeleri elde edilir. Kazanılmış bilgiler ise ilk
ilkelerden ya da tecrübeden hareketle nefsin düşünce gücü ve bilme gücü tarafından elde
edilmiş bilgilerdir.
Her bilimin kendilerine dayandığı ilkeleri, hakkında araştırma yaptığı konuları,
araştırmak ve kanıtlamak istedikleri ve bu bunlara ilişkin soruları vardır. Her bilimin ilkeleri,
konuları, kanıtlamak istedikleri ve soruları o bilimle ilişkili olmak zorundadır. Bu zorunluluk,
bir taraftan bir şey hakkında elde edilen bilgiyi zorunlu-kesin bilgi kılarken diğer taraftan
Bilimsel Kanıtlamanın Teorisi’nin bilimlere tatbiki imkanını verir. Araştırılan şey veya
şeylere ilişkin gerçek kanıtlama, hem şeylerin varlığını hem de nedenini ortaya koyan
kanıtlamadır. Bu türden bir kanıtlamayla araştırılan şeylere dair tam-kesin bilgi elde edilebilir
ancak. Şeylerin sadece varlığına veya sadece nedenine ilişkin kanıtlama ise onların sadece
varlığına veya sadece nedenine dair kesin bilgi verir.
III
ABSRACT
Avicenna bases his philosophical system on the separation of things into existence and
essence. The existence of things basically is two various, it exists in the external world and in
the memory. Things that conceptions in the memory earns the existence at the language and at
the writing. Avicenna in the same way separates the essence into two; it exists at the external
world and the memory.
The things that in the memory are gotten from the external world. From the standpoint
of that, the existence of things in the external world is the source of our whole knowledge.
The first principles of a science are gotten from external world at the finale of sensorial and
memorial process. The earned knowledges are gotten from this principles or experiment by
means of thinking and knowing power of the psyche.
Every science have principles and subjects and inquired things. The principles that
science is based on them, the subjects that science inquires about them, the inquired things
that science inquires and demonstrates. The principles and the subjects and the inquired things
of every science are to became necessarily related to this science. This necessity both makes
the knowledge about anything necessarily-definite knowledge and brings to adaptation of
‘Theory of Scientific Demonstration’ to siciences. The real and perfect demonstration about
inquired things is demonstration that both gives the existence and the cause of things. Just
with this kind of demonstration, it is gived the perceft-definite knowledge about things. The
demonstration about only the existence or the cause of things gives the knowledge about only
the existence or the cause of things.
IV
ÖNSÖZ
Klasik İslam felsefesi geleneğinde Burhan çalışmaları üzerinden sadece bilimler için
bilimsel bilgiye ulaşmada bir teorik çerçeve sunulmakla kalınmamış, fakat aynı zamanda en
temel ilkelerini Metafizik biliminden (el-Felsefetu’l-Ûlâ) alan ve vardığı bilimsel sonuçları
yine Metafizik’te sorgulayan bir bilim ve felsefe zihniyeti de inşa edilmişti. Bu bilim ve
felsefe zihniyeti, İslam dünyasında 12. yüzyıldan sonra özellikle Mantık biliminin diğer
konularına ilgi duyan düşünce geleneği tarafından, Batı’da ise modern dönemlerde bilimsel
faaliyeti Metafizik bilimden net çizgilerle ayıran ve Metafizik bilimini öteleyen bilim anlayışı
tarafından ihmal edildiği kanaatindeyiz ve ne yazık ki bu ihmal bize kadar uzanmıştır. O
halde bu ihmalin farkına varmak ve Metafizik’i de yeniden bir bilim olarak çağırarak söz
konusu bilimsel zihniyeti yeniden örmek daha çok İslam Felsefesi ve Mantık alanında çalışan
bizlere düşmektedir.
İslam felsefesindeki burhan çalışmalarına dikkat çeken ve bu konunun önemini her
fırsatta dile getiren, çalışmam boyunca gerek bilgi gerek kaynak ve gerekse çalışma tekniği
bakımından yardımlarını esirgemeyen kıymetli hocam ve tez danışmanım Prof.Dr. İlhan
Kutluer’e, yine tez izleme komitesinde yer alan ve çalışma boyunca görüşlerinden istifade
ettiğim kıymetli hocalarım Prof.Dr.Ali Durusoy’a, Prof.Dr. İlyas Çelebi’ye teşekkür ederim.
İslam dünyasının, özellikle VIII- XIII.yüzyılları arasında büyük bilimsel ve felsefi atılımının
arkasında Beytü’l-Hikme’deki yoğun çeviri aşaması, yine Batı’nın XIII. yüzyılla birlikte
başlayan bilimsel ve felsefi atılımın arkasında XII.yüzyılda başlayan İslam bilim ve kültür
mirasının Latince’ye çevrilme aşaması yatmaktadır. Bu meyanda başta el-Burhân metinleri
olmak üzere İslam felsefesi klasiklerini Türkçe’ye kazandıran Klasik yayınevine ve
çevirmenlerine, Litera yayınevi ve çevirmenlerine, İz yayınevi ve çevirmenlerine ve diğer
yayınevlerine, günümüzde bu tarihsel sorumluluğu üstlendikleri için ayrıca teşekkür ederim.
Hacı Kaya
İstanbul 2013
V
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .................................................................................................................................................. V
İÇİNDEKİLER................................................................................................................................... VI
KISALTMALAR ................................................................................................................................ IX
GİRİŞ......................................................................................................................................................1
1. Metodolojik Perspektif ...............................................................................................................1
1.1. Konu ve Problemler ............................................................................................................1
1.2. Plan ve Yöntem...................................................................................................................2
2. Tarihsel Perspektif ......................................................................................................................4
2.1. İslam Felsefesinde Burhan Literatürünün Tarihsel Gelişimi ..............................................4
2.2. Modern Dönemde Burhana İlişkin Yapılan Çalışmalar Üzerine ........................................7
BİRİNCİ BÖLÜM
VARLIK - MAHİYET AYRIMININ EPİSTEMOLOJİK BAĞLAMI
VE BİLGİ ELDE ETME SÜREÇLERİNİN SİSTEMATİK ÇERÇEVESİ
1. Varlık - Mahiyet Ayrımı ve Kısaca Bilimler Sınıflaması...........................................................15
2. Tasavvur ve Tasdik Ayrımı ........................................................................................................21
3. İlk Bilgilerin/İlk Tasavvur ve Tasdiklerin (el-Mebâdî) Elde Edilme Süreci ..............................24
4. Kazanılmış Bilgilerin/Tasavvur ve Tasdiklerin (el-Müktesebât) Elde Edilme Süreci ...............42
5. Tasavvur ve Tasdikin Enstrümanları: Açıklayıcı Söz (el-Kavlu’ş-Şârih) ve Kanıt (Hüccet) ....44
6. Tasavvur ve Tasdikin Dile Gelmesi ve İfade Kalıpları: Konuşma (Nutk) ve Lafızlar (Elfâz) ...47
7. İbn Sina’da Bilgiye Ulaşmanın Sistematik Çerçevesi ................................................................51
İKİNCİ BÖLÜM
BİLİMSEL KANITLAMANIN KURUCU UNSURLARI
A. TASAVVURÂT .......................................................................................................................57
1. Tasavvurun Öncülleri (Mukaddemâtu’t-Tasavvur) .............................................................57
1.1. Lafız-Anlam İlişkisi ve Nicelik Bakımından Kavramlar .............................................57
1.2. Yüklemin Konuya Bağlanması (Haml/Yüklemleme), Zâtî ve Arazî Lafızlar .............62
1.2.1. Yüklemin Konuya Bağlanması..........................................................................62
1.2.2. Zâtî ve Arazî Mana Ayrımı-Zâtî ve Arazî Tümel Lafızlar ................................73
1.2.2.1. Zâtî ve Arazî Mana Ayrımı .................................................................73
1.2.2.2. Zâtî ve Arazî Tümel Lafızlar ...............................................................79
1.3. Beş Tümel ....................................................................................................................83
1.4. Manaların Bileşime Girmeleri ve Yüklemlerin Bileşim Oluşturma Durumları
(Terkîbât).....................................................................................................................99
1.4.1. Manaların Bileşime Girmeleri ...........................................................................99
1.4.2. Yüklemlerin Bileşim Oluşturma Durumları ....................................................104
2. Tasavvur Çeşitleri-Tarif Sınıfları (Asnâfu’t-Ta’rîf) ..........................................................107
VI
2.1. Tarif Sınıfları .............................................................................................................107
2.2. Kavram Açıklaması (et-Tar‘if bi’l-İsm), Tanım (Hadd) ve Betim (Resm) ...............114
2.3. Tanım Yaparken Düşülen Hatalar .............................................................................122
B. TASDÎKÂT ............................................................................................................................125
1. Kıyasın Öncülleri (Önermeler/Kazâyâ).............................................................................125
1.1. Önerme Bileşimlerini Oluşturan Parçalar: İsim, Kelime, Edât .................................128
1.2. Haber Bildiren ve Haber Bildirmeyen Bileşimler .....................................................135
1.3. Kesin Sözler- Önermeler (el-Kavlu’l-Câzim - el-Kazâyâ) ........................................137
1.4. Nitelik ve Nicelik Bakımından Önermeler ................................................................147
1.4.1. Nitelik Bakımından Önermeler .......................................................................147
1.4.2. Nicelik Bakımından Önermeler.......................................................................152
1.5. Önermelerin Maddesi ve Kipleri ...............................................................................155
1.6. Önermeler Arası İlişkiler: Karşı Olum, Gerektirme-Döndürme ................................170
1.6.1. Önermelerde Karşı Olum (Tekâbül) ................................................................170
1.6.2. Önermelerde Gerektirme ve Döndürme (Telâzüm ve Aks) ............................180
1.7. Doğruluk Değeri ve İçeriği Bakımından Önermeler .................................................183
2. Mükteseb Tasdîkâtın Kendisiyle Elde Edildiği Enstrüman: Kanıtlama (Hüccet) ............195
2.1. Kıyas, Tümevarım, Analoji ......................................................................................195
2.2. Kıyas Çeşitleri ..........................................................................................................196
2.2.1. İçkin Kıyas: Yüklemli İçkin Kıyas ve Şartlı İçkin Kıyas ................................197
2.2.1.1. Yüklemli İçkin Kıyas ve Formları .........................................................198
2.2.1.2. Şartlı İçkin Kıyas ve Formları ................................................................206
2.2.2. Seçkin Kıyas ....................................................................................................207
2.2.3. Ters Kıyas .......................................................................................................208
2.2.4. Mütekâbil Öncüllerden Meydana Gelen Kıyas ...............................................210
2.2.5. İlk Matlup Üzerine Musâdere..........................................................................211
2.2.6. Döngüsel Kıyas ...............................................................................................211
2.2.7. Örtük Kıyas (Zamîr) ........................................................................................212
2.2.8. Sezgisel Kıyas (el-Kıyasu’l-Firâsî) .................................................................213
2.3. Tümevarım (İstikrâ/et-Tasdiku’l-İhtimâlî) ................................................................214
2.4. Analoji (Temsîl) ........................................................................................................215
2.5. Maddesi ve Tasdiki Meydana Getirmesi Bakımından Kıyaslar ................................215
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BİLİMSEL KANITLAMA TEORİSİ
A. Bilimsel Kanıtlama Teorisi (Nazariyyetu’l-Burhân) ..............................................................218
1. Bilimsel Sorular (el-Metâlibu’l-İlmiyye) ..........................................................................218
2. Dört Neden ve Neden- Nedenli İlişkisi/Nedensellik .........................................................231
2.1. Dört Neden ................................................................................................................231
2.2. Neden-Nedenli İlişkisi/Nedensellik ...........................................................................238
3. Bilinenlerden Bilinmeyenlere Ulaşılması..........................................................................250
VII
4. Tanım Oluşturma Yöntemi ve Tanım-Bilimsel Kanıtlama İlişkisi ...................................255
4.1. Tanım Oluşturma Yöntemi ........................................................................................255
4.2. Tanım ve Bilimsel Kanıtlama İlişkisi ........................................................................264
5. Bilimsel Kanıtlama (el-Burhân) ........................................................................................273
5.1. Bilimsel Kanıtlamanın İlkeleri (Mebâdiu’l-Burhân) .................................................273
5.1.1. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinin/Öncüllerinin Zorunlu ve Tümel Oluşu .....279
5.1.2. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinde Şart Koşulan Zâtî Yüklemler ...................291
5.1.3. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinin Yükleminin İlksel (Evvelî) Oluşu.............307
5.1.4. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinin Önce Gelmesi ve Neden (İllet) Olması .....320
5.1.5. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinin İlişkili Olması ...........................................324
5.2. Bilimsel Kanıtlamalar: Varlık Kanıtlaması ve Neden Kanıtlaması ...........................334
5.2.1. Varlık Kanıtlaması (Varlık Burhânı/Burhân’u-Enne) .....................................336
5.2.2. Neden Kanıtlaması (Neden Burhanı/Burhân’u-Lime ......................................345
5.2.3. Varlık ve Neden Kanıtlamasının Kullanılma Tarzları .....................................354
6. Tümevarım ve Tecrübe’nin Bilim Açısından Değeri ........................................................357
7. Bilimsel İzahların Tümel-Evrensel, Yalın ve Doğrudan Olma Özelliği ...........................362
B. Bilimsel Kanıtlama Teorisinin Bilimlere Tatbiki ...................................................................368
1. Bilimlerin İlkeleri, Konuları ve Problemleri .....................................................................368
2. Bilimlerin İlkelerinin Kanıtlanamazlığı ...........................................................................379
3. Bilimlerarası İlişkiler .........................................................................................................383
4. Bilimsel Kanıtlamanın Bir Bilimden Diğer Bir Bilime Taşınması ...................................392
SONUÇ ...............................................................................................................................................399
KAYNAKÇA .....................................................................................................................................405
VIII
KISALTMALAR
a.g.e: adı geçen eser
a.g.m: adı geçen makale
bkz: bakınız
çev: çeviren
der: derleyen
ed: editör
haz: hazırlayan
karş: karşılaştırınız
nşr: neşreden
thk: tahkik
tkd: takdim
IX
GİRİŞ
1. Metodolojik Perspektif
1.1.
Konu ve Problemler
Çalışmamızın konusunu İbn Sina’da ‘Bilimsel Kanıtlama Teorisi’ oluşturmaktadır.
Her ne kadar ilk bakışta modern çağrışımları olsa da ‘Bilimsel Kanıtlama Teorisi’
adlandırmasını biz, doğrudan ‘Nazariyyetu’l-Burhân’1 veya ‘el-Burhânu’n-Nazarî’ kavramına
tam örtüşen eşanlamlı bir isim olarak vazettik. Esasında bu adlandırma ‘Nazariyyetu’lBurhân’ kavramının tanımını da kendi içinde barındırmaktadır. ‘Burhan’ kanıtlama
türlerinden sadece bir türü ifade etmektedir. Dolayısıyla ‘kanıtlama’ (hüccet) bu anlamda
burhan’ın cins kavramını oluşturmaktadır. Bir şeyi sadece cinsiyle tanımlamak o şeyin
mahiyetini tam olarak ortaya koymak için yeterli değildir. Cins kavramının yanı sıra o şeyi tür
olarak var kılan ve diğer türlerden ayıran faslın da belirlenip ortaya konması ve zikredilmesi
gerekir. Burhan’da diğer kanıtlama türlerinden farklı olarak ortaya konmak istenen, şeylere
ilişkin bilimsel bilgidir. Bilimsellik, burhan’ı var kılan ve diğer kanıtlama türlerinden ve
sanatlardan ayıran en temel zâtî vasıftır. Bu anlamda bilimsellik burhanî kanıtlamanın faslı
olmak durumundadır. O halde; ‘Bilimsel Kanıtlama’ adlandırması bize göre sadece kavramsal
bir adlandırma (et-ta’rif bi’l-ism) değil gerçekten de burhan’ın mahiyetini de ortaya koyan bir
tanımdır (el-hadd): ‘Burhan, bilimsel bir kanıtlamadır.’
1
İbn Sina tarafından kullanılan kavramlar ‘Burhân Nazarî’ ve ‘Nazarî’ kavramlarıdır. bkz. İbn Sina, Kitâbu’şŞifâ, Mantığa Giriş (Medhal), çev.Ömer Türker, Litera Yayıncılık, İstanbul-2006, s. 7. ‘Nazariyyetu’lBurhân’ ve ‘Nazariyye’ kavramları İbn Sina tarafından kullanılmamaktadır. ‘Nazariyyetu’l-Burhân’ kavramı,
İbn Rüşd’ün Tefsîru’l-Burhân metninin tahkikinde Abdurrahman Bedevi tarafından kullanılan bir
kavramdır.bkz. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, Şerhu’l-Burhân ve Telhîsu’l-Burhân içinde, thk.Abdurrahman
Bedevi, Kuveyt 1984, s.165.İbn Sina’nın kullandığı kavramla tam örtüştüğünü düşündüğümüz için bu
kavramı da kullandık.
1
‘Nazariyye’ kavramı da açıktır ki ‘teori’ anlamına gelmektedir. Burhan ‘Bilimsel
Kanıtlama’ya tekabül ederken, Nazariyyetu’l-Burhân ya da el-Burhânu’n-Nazarî ise hem
bilimsel kanıtlamayı hem de bilimsel tanımı konu edinmek bakımından daha geniş bir kavram
olarak ‘Bilimsel Kanıtlama Teorisi’ne tekabül etmektedir. Bu iki sebeple böyledir. Birincisi,
İbn Sina’nın el-Burhân kitabının başındaki şu ifadeleridir:
‘Bu kitap Burhân Kitabı adını alarak tanıma değil de kıyasa nispet edilmiştir. Gerçekte ise o, hem
burhan (bilimsel kanıtlama) hem tanım kitabıdır. Bu kitabın amacını, kesin tasdik ve hakiki tasavvuru
gerçekleştiren yolları vermek olarak tespit ettiğimize göre kitabın yararı da açıklık kazanmaktadır. Bu
yarar ise, kesin bilgilere ve bize yarar sağlayan hatta bu âleti yani mantığı kullanmaya ve hem teorik
hem de pratik ilimleri o aletin ölçüleriyle değerlendirmeye başladığımızda bizim için zorunlu olan
hakiki tasavvurlara ulaşmaktır.’2
Birinci sebeple doğrudan bağlantılı olmak üzere ikincisi sebep şudur: Bir bilimde
sorulan en temel sorular ‘var mıdır?’, varsa ‘nedir?’, ‘hangisidir?’, ‘niçin vardır?’ sorularıdır.
‘Var mıdır?’ ve ‘niçin vardır?’ soruları tasdike yönelik olup bilimsel kanıtlamanın en temel
iki sorusunu oluştururken; ‘nedir?’ ve ‘hangisidir?’ soruları ise tasavvura yönelik olup
bilimsel tanımı ortaya koymak için sorulur. Bu anlamda Bilimsel Kanıtlama Teorisi bize, bu
temel bilimsel sorulara nasıl bilimsel cevaplar bulunup ortaya konulacağının, dolayısıyla en
temel iki problemi olan bilimsel tanım ve bilimsel kanıtlamanın nasıl yapılacağının teorik
çerçevesini sunar.
1.2. Plan ve Yöntem
Çalışmamızı üç temel başlık altında ele aldık. Birinci bölümde İbn Sina’da ‘VarlıkMahiyet Ayrımının Epistemolojik Bağlamı ve Bilgi Elde Etme Süreçlerinin Sistematik
Çerçevesi’ne yer verdik. İkinci bölümü ‘Bilimsel Kanıtlamanın Kurucu Unsurları’nın
analizine ayırdık. Üçüncü bölümde ise çalışmamızın doğrudan konusunu teşkil eden ‘Bilimsel
Kanıtlama Teorisi’ni işledik.
Birinci bölümde varlık-mahiyet ayrımını bilimsel kanıtlama teorisi bağlamında ele
alma ihtiyacı duyduk. Çünkü Meşşâî bilim paradigması varlık-mahiyet ayrımına
dayanmaktadır. Meşşâî paradigma içerisinde felsefe ve bilim yapan İbn Sina da, şüphesiz bu
ayrım üzerine bütün bir felsefî sistemini inşa etmiştir. Buna bağlı olarak İbn Sina’nın
içerisinde bulunduğu paradigmatik yapıyı ve sahip olduğu bilim tasavvurunu kavramak ve
özelde de çalışma konumuzun ana hatlarını çizmek için Meşşâî bilim paradigmasını
serimlemenin elzem olduğu kanaatine vardık. Zira R.W.Home’un işaret ettiği üzere İbn Sina
2
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), çev.Ömer Türker, Litera Yayıncılık, İstanbul-2006, s.3 2
gibi bir filozof ve bilim adamı figürünü konu edinen her çalışma, onu kendi konteksti
içerisinde araştırma ve inceleme ihtiyacı duyacaktır ya da duymalıdır. Onun bilimsel
deneyimi ancak bu yolla anlaşılabilir ve öğrenilebilir. Diğer türlü biz İbn Sina’da bilimden,
bilimsellikten, tümevarımdan, tecrübeden, vs. söz ederken modern dönemlerde şekillenen
bilim ve bilimsel fikirler dolayımında anakronik bir okuma ve anlama tehlikesine düşebiliriz.3
Birinci bölümde serimlediğimiz sistematik çerçeveye bağlı olarak çalışmamızın ikinci
bölümünde Bilimsel Kanıtlamanın Kurucu Unsurları temel başlığı altında Tasavvurât ve
Tasdikât alt başlıklarında tasavvur ve tasdik analizine genişçe yer ayırdık. Çünkü bilimsel
tasavvur/tanım ve bilimsel tasdik/kanıtlamanın varlığını ve neliğini ortaya koymak ancak
bunların varlığının ve neliğinin kurucularını yani tasavvur ve tasdiki ortaya koymakla
mümkündür. Zira tasavvur ve tasdiki konu edinen Mantık biliminin bütün bilimlerin aleti
olması bir yönüyle Bilimsel Kanıtlama (el-burhân)’ın aleti olmasıyla ilişkilidir. Çünkü Mantık
bilimi, tasavurât ve tasdikâtla inşa ettiği burhan üzerinden bilimlere alet olabilmektedir.
Mantık bilimi şeylerin hallerinin kavranmasına yardımcı olması hasebiyle bütün bilimlerin en
genel teorik çerçevesini sunan bir bilimdir. İbn Sina, gerek teorik gerekse pratik bilimlerin
doğru bir şekilde gerçekleştirilmesinin imkanını ise çalışmamızın birinci bölümünde de
değindiğimiz üzere Mantık bilimi içerisinde yer alan burhan’da görmektedir. Mantık-Burhan
arasındaki bu sıkı irtibatın, tasavvurât ve tasdîkât üzerinde durmamız gerektiğini öngördüğü
açıktır. Kurucu unsurlar olarak tasavvur ve tasdik analizinin ardından üçüncü bölümde
‘Bilimsel Kanıtlama Teorisi’ni, bilimsel kanıtlama teorisi nedir ve bilimlere nasıl tatbik edilir,
temel sorularından yola çıkarak ele aldık ve işledik.
Çalışmamızın üçüncü bölümünde Bilimsel Kanıtlama Teorisi’ni işlerken gerek
Aristoteles’in II.Analitikler’inin Ebu Bişr Metta b. Yunus’a atfedilen Arapça çevirisinden
gerekse Ali Houshiary’nin yaptığı çeviri metinden istifade edip gerektiği yerlerde alıntılar
yaptık. Fârâbî’nin Kitâbu’l-Burhân metni ve İbn Rüşd’ün orta şerhi Telhîsu’l-Burhân, büyük
şerhi Tefsîru’l-Burhân metinlerinden istifade etmeyi, yer yer mukayeseler yapmayı ihmal
etmedik. İbn Rüşd’ün özellikle Tefsîru’l-Burhân’daki gerek İbn Sina’ya yönelik gerekse
Fârâbî’ye yönelik eleştirilerini, Aristoteles’in II.Analitikleri’ni de işin içine katarak doğrudan
metinler arasında yaptığımız analizlerle değerlendirmeye tabi tuttuk. Tartıştığımız herhangi
bir kavramın Yunanca karşılığına değinmeyi gerekli gördüğümüz yerde II.Analitikler’in
çevirilerinden yararlanarak Yunanca orijinal metinden söz konusu kavramı çıkarmak suretiyle
bazı kavramsal analizlerde bulunduk. Tercümesinden yararlandığımız metinlerde mütercimin
3
R.W.Home, Ibn Sina and Western Historians of Science, Islamic Quaeterly, vol.XXV, nr.3-4, 1981, s.84. 3
parantez içi yorumlarından da istifade ettik. Doğrudan alıntı yaptığımız pasajlarda zaman
zaman tercüme metni aşmayacak şekilde bir takım tasarruflarda bulunduk. Örneğin;
kavramsal tutarlılık sağlansın diye çalışmamız boyunca ‘illet’ kavramını ‘neden’, ‘malûl’
kavramını ‘nedenli’ olarak aktardığımız için tercüme metinde ‘illet’ kavramı kullanılmışsa
‘neden’, ‘malûl’ kavramı kullanılmışsa ‘nedenli’ dedik.
Son olarak belirtelim ki; çalışmamızın konusu son derece teknik bir konudur. Böylesi
bir konunun, hakkında kalem oynatırken entelektüel hassasiyeti ve titizliği bir kat daha
artıracağı açıktır. O nedenle İbn Sina’nın metinlerini merkeze alarak ve bu metinlerden
sapmadan vukufiyetimiz ve vüsatimiz ölçüsünce konuyu işlemenin gerekli olduğu kanısına
vardık.
Burada şunu da hatırlatmamız gerekir ki, çalışmamızın doğrudan konusunu İbn
Sina’da bilimsel kanıtlamanın teorik çerçevesi oluşturmaktadır. İbn Sina’nın kendi bilimsel
çalışmalarında bu teoriyi ne şekilde kullandığı ise başlı başına ayrı bir çalışma konusudur.
2. Tarihsel Perspektif
2.1.
İslam Felsefesinde Burhan Literatürünün Tarihsel Gelişimi
Aristoteles’in müdevven bir şekilde ilk defa ortaya koymuş olduğu Mantık bilimi,
bizzat Aristoteles’in takipçileri tarafından Organon adıyla zikredilmeye başlanmış ve bu
zamanlardan itibaren bütün felsefe dünyasında en büyük otorite haline gelen Aristoteles’in
muhtelif ilimlerine verilen önem kadar mantığı da önce İskenderiyeli şarihlerin daha sonraları
Suriyeli Hristiyanların elinde asırlarca şerh ve tercüme edilmek suretiyle incelenmiştir. Önce
III. ve IV. asırlarda şifahi olarak ve Yunanca aslından okutulan bu mantık, Hristiyan
akidelerinin müdafaası için Hristiyan mezheplerinin elinde bir alet olmuştu. Fakat İskenderiye
yoluyla Yunanlılardan aldıkları mantığın Süryanilerde VII. asra kadar incelenmiş olan kısmı
sadece I.Analitikler’in 7.faslına kadardı. Müslümanlar VII.asrın ortalarında zaptettikleri
Suriye ve civarındaki memleketlerde Aristoteles düşüncesi ve mantığıyla karşılaştılar.
Böylece ilk defa VII.asırda siyasi gelişmeleri takip ederek açılmış olan bir kültür ve ilim
faaliyetinde Aristoteles mantığı Arapça’ya tercüme edilmiştir.4
İşte M.Ö IV.asırdan M.S X.asra yani Fârâbî’ye kadar Grek şarihleri, Süryaniler ve
nihayet ilk Müslüman mütefekkirleri tarafından on dört asır müddetle birçok defalar şerh,
tefsir, tercüme edilen bu mantık, nihayet Fârâbî’nin eline çok inkişaf etmiş bir şekilde
girmişti. Henüz tam sistemini bulamamış olan bu mantık Fârâbî tarafından bütün şümulü ile
4
Nihat Keklik, İslam Mantık Tarihi, c.I, İ.Ü.E.F yay, ist.1969, s.68-69. 4
incelenmişti. İbn Mukaffa ve Kindi’nin ve diğer mantıkçıların müphem bıraktıkları yahut
halledemedikleri mantık meseleleri, Fârâbî tarafından halledilmişti.5
Hasan Ayık, Mantık biliminin geçirdiği bu sürecin aslında tercümelerle nakledilen her
bilimin nakledildiği düşünce ortamında tam olarak konumlanması için gerekli olan bir süreç
olduğunu ifade etmektedir. Başka kültürlerden nakledilen her bilim önce tercüme
aşamasından geçmek durumundadır. Bu aşama tamamlandıktan sonra özümsenerek anlaşılır
ve nihayet geldiği kültürel ortamda kendi geleneğini oluşturur. Ayık’a göre bu bağlamda
tercüme yoluyla nakledilen ilimlerin her aşamada karşılaşacağı ortak sorunlar vardır. Örneğin;
nakledilen ilimlerin temel terimlerinin tercüme edilen dildeki karşılıkları ilk önce yordamayla
bulunur veya bu terimler olduğu gibi alınır. Anlama ve özümseme aşamasında ise bunlar
yeterli olmaz. Söz konusu terimlerin kavramsal boyutu ile anlaşılıp özümsenmesi ve etkilenen
zihinlerde yeniden üretilmesi gerekli olur. Özgün ilmi geleneğin oluşması aşamasında ise
nakledilen ilim nakledildiği düşünce geleneği içerisinde ne anlama geldiği, gerekli olup
olmadığı ve işlevinin ne olabileceği gibi sorulara cevaplar aranmaya çalışılır. Bu sorulara
verilen cevaplar söz konusu ilmin geldiği düşünce ortamında konumlanmasını sağlar.6
Mantık iliminin harfi harfine tercüme edildiği dönem Fârâbî ile birlikte kapanarak
X.yüzyılda özümseme aşamasına girilmiştir. Anlama ve özümseme aşamasına damgasını
vuran Bağdat ekolü bir yandan Mantık ilmini kavramlaştırıp Arapça ile formüle ederken diğer
yandan mantığın belli başlı problemlerini tartışmaya başlamışlardır. Bunlar arasında
kategorilerin sayısı ve varlıkla ilişkisi, modalite meselesi, dil-mantık ilişkisi gibi konular
bulunmaktadır. X.yüzyıldaki özümseme aşamasından sonra XI.yüzyılda İbn Sina ile birlikte
ilmi geleneğin oluşması aşamasına girilmekte ve bu aşama Gazzâlî ile birlikte devam
etmektedir. Özgün ilmi geleneğin oluşmasından sonra özellikle İbn Rüşd ve İbn Haldun gibi
düşünürler ise oluşturulan bu ilmi geleneğin aslından uzaklaştığı yönünde eleştiriler
getirmişlerdir.7
Anlama ve özümseme aşamasında merkezi rol oynayan Fârâbî metinlerle değil
anlamlarla ilgilenmektedir. Yani o bir metin şarihi değil anlam aktarıcısıdır. Ayık, Mantık
ilminin anlaşılma ve özümseme aşamasında rol oynayan Fârâbî’nin şöyle bir yol izlediğini
belirtmektedir: Yunanca terimlerin Arapça karşılıklarını bulmak ve bunların mantık ilmindeki
anlamlarıyla dildeki anlamlarını karşılaştırarak mantık terimlerinin karşıladıkları anlamı
Arapça’nın anlam dünyasına aktarmak, mantık ilmine göre Arapça terimlerin tasnifini
5
6
7
Keklik, a.g.e, s.69. Hasan Ayık, İslam Mantık Geleneği ve Doğuluların Mantığı (İbn Sina’nın Mantıku’l-Meşrıkıyyîn’i Üzerine),
Ensar Neşriyat, İstanbul-2007, s.101. Ayık, a.g.e, s.100, 101. 5
yapmak, Mantık ilminin öngördüğü kesin-zorunlu doğru bilginin şartlarını (şerâitu’l
yakîn)ortaya koymak, Mantık ilminin temel yöntemi olan burhan’ıİslam düşüncesinde
oluşmuş yaygın yöntem olan hitabetle karşılaştırarak böylece İslam düşüncesinde Burhan’ı
konumlandırmak.8
Ayık’a göre Mantık ilminin İslam düşüncesinin rengine bürünerek özgün bir mantık
geleneğinin oluşmasını sağlayanların başında İbn Sina gelmektedir. Bu dönemde en büyük
rolü üstlenen İbn Sina’nın Şifâ, İşârât ve Mantık-ı Meşrıkiyyîn adlı eserlerinde artık Fârâbî
döneminin kavram sorunu ya da tercüme döneminin aktarma sorunları yoktur. İlmi geleneğin
oluştuğu bu dönemde mantık ilminin konularına birtakım ekler yapılarak farklı bir tertibe
ulaşılmıştır. Örneğin İbn Sina daha çok ansiklopedik mahiyet taşıyan eş-Şifâ adlı kitabında
bile ‘delâletül-elfâz’ konusu ile başlamaktadır. İbn Sina söz konusu kitapta delâlet konusuyla
başladıktan sonra beş tümeli ele almakta, bundan sonra kategoriler konusunu çok geniş bir
şekilde işlemektedir. Aynı şekilde kıyas konusu çok uzun bir şekilde işlenirken burhan,
tanım’la birlikte ele alınmaktadır. Şifâ’daki mantık konuları daha çok Aristoteles’in tertibine
uygun iken bu kitabın özeti durumunda olan Necât’ta mantık konuları kısmen farklı bir
şekilde işlenmektedir.9
Özetle ifade edersek; felsefî/bilimsel bilginin ölçütlerini ve teorik çerçevesini sunan
Aristoteles’in II. Analitikler’i, paradigmatik yapısı itibariyle büyük ölçüde AristotelyenMeşşâî çizgiye bağlı klasik İslam Felsefesi geleneğinde felsefe/bilim etkinliğini tayin eden bir
metin olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam mantık tarihinde üzerine bir çok şerh yazılan bu
metin, çok erken bir dönemde Arapça’ya kazandırılmış, İslam dünyasında Mantık bilimini ilk
defa sistematik bir şekilde ortaya koyan Fârâbî’nin Kitâbu’l-Burhân ve Şerâitu’l-Yakîn adlı
çalışmalarıyla sistematik bir bütünlük içinde İslam felsefesinin merkezinde yerini almıştır. İbn
Sînâ (m. 980-1037), başta Fârâbî’nin çalışmaları olmak üzere kendisinden önceki hemen
bütün mantık çalışmalarını ince bir araştırmayla tetkîk etmiş, II. Analitikler’i yeniden gözden
geçirerek yaptığı zengin ilâveler ve açımlamalarla, konular arasında kurduğu bağlantılarla
kendisinden önceki çalışmaları çok geride bırakan, Kitâbu’ş-Şifâ’nın Mantık bilimleri (elMantıkiyyât) kısmının beşinci fenni olarak el-Burhân adıyla hacimli bir metin ortaya
koymuştur. Ayrıca İbn Sina, Kitâbu’l-İşârât’ın mantık kısmında burhan üzerinde kısaca
durmuş, yine Kitâbu’n-Necât adlı eserinin mantık kısmında lafız, beş tümel, önermelerin form
ve içeriği, kıyas konularını ele aldıktan sonra burhan’a yer vermiştir. Mantıku’l-
8
9
Ayık, a.g.e, s.101-110. Ayık, a.g.e, s.141-143. 6
Meşrıkiyyîn’de ise daha çok burhan çalışmaları açısından önemli konular olan tanım ve
önermeler üzerinde durmuştur.10
En nihayet İbn Rüşd (m.1126-1198), Aristoteles şarihlerinden ve Fârâbî ve İbn
Sînâ’nın çalışmalarından yola çıkarak II.Analitikler üzerine küçük (câmi), orta (telhis) ve
büyük (tefsir) olmak üzere şerhler kaleme almıştır. Ancak bunlardan sadece orta şerh
Telhîsu’l-Burhân’ıntamamı günümüze ulaşmışken büyük şerh Tefsîru’l-Burhân’ın sadece
birinci makalesi günümüze ulaşmıştır. İbn Rüşd’ün, II.Analitikler üzerine yazdığı Telhîsu’lBurhân ve Tefsîru’l-Burhân adlı iki eseri birer şerh metindir. Bu metinler hem Aristoteles’in
II.Analitikler’inin otantikliğini ortaya koymak bakımından hem kendisinden önceki Burhan
çalışmalarına ışık tutması bakımından ve hem de kendi felsefi sistemini anlamak bakımından
son derece önemli metinlerdir. Çünkü İbn Rüşd II.Analitikler’i şerhetmiştir ancak o bu metin
karşısında sadece şarih pozisyonunda değildir. İbn Rüşd yazdığı bu şerhler üzerinden
kendisinden önceki burhânî bilim geleneği’ni devam ettirmiş ve burhan’ı kendi bilim ve
felsefe etkinliğinin bir yöntemi olarak kabul etmiştir.11
2.2.
Modern Dönemde Burhana İlişkin Yapılan Çalışmalar Üzerine
Burada İslam felsefesinde burhan üzerine yapılmış günümüzdeki çalışmalara da yer
vermemiz gerekir. Türkçe’de, İslam felsefesindeki burhan çalışmaları üzerine sistematik bir
değerlendirmeyi ilk defa kaleme alan İlhan Kutluer’dir. Felsefe Tasavvuru (İz Yayıncılık,
İstanbul-2001) adlı eserinin bir bölümünü ‘İlmî Bilginin Kriteri: Burhan’ başlığıyla burhan’a
ayırmıştır. Kutluer’in, sadece burhan’ın değil Mantık biliminin özünü ve amacını ortaya
koyan bu öz ve kısa çalışması, öteden beri ihmal edilmiş burhan’a yönelik tenbih niteliğinde
bir çalışmadır.
Müellif burhana dayalı İslam Felsefesi geleneğinin Kindi’yle birlikte başladığını, zira
Kindi’nin felsefi bilimlerde yöntem meselesini ele alırken burhana dayandığını belirtir. İlk
Felsefe Üzerine adlı eserine yaptığı gönderimlerle Kindi’de bütün kanıtlamaların geriye doğru
kendisinde son bulduğu açık bir aksiyom fikrinin bulunduğunu saptar. İlk Felsefe olduğu,
öteki bilimlere ilkelerini verdiği için Kindi’ye göre burhânî yönteme dayanan Metafizik
yanında Matematik de aynı yönteme dayanır.12
Kutluer burhan geleneğini Kindi ile başlatmakla birlikte, burhan teorisini bütün
metodolojik ve epistemolojik muhtevasıyla ortaya koymayı başaran kişinin, Aristoteles’in
10
11
12
Bu eser üzerine yapılmış çalışma için bkz.Ali Durusoy, İbn Sina’nın Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’i Üzerine Bir
İnceleme, Yedi İklim, Cilt: 8, sayı: 56-57-59, Aralık-Kasım 1994. bkz. İlhan Kutluer, İslam’ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, İz Yayıncılık, 2.baskı, İstanbul-2001, s.150. Kutluer, a.g.e, s.149, 150. 7
Organon mantık serisinin Apodeiktika ya da Analitica Posteriora kitabına tekabül eden
Kitâbu’l-Burhân adlı çalışmasıyla İkinci Muallim Fârâbî olduğunu söyler. Ardından
Fârâbî’nin başlatmış olduğu felsefe geleneğini sürdüren İbn Sina, mantık biliminin (eş-Şifa,
el-Mantıkıyyât) bir bölümünü el-Burhân kitabına ayırmıştır. İbn Sina’dan sonra Telhîsu’lBurhân adlı şerh çalışmasıyla burhânî felsefe geleneği İbn Rüşd tarafından tevarüs
edilmiştir.13
Burhan bir kıyas türü olarak hem bilgide kesinlik meselesiyle hem de bilimler
sisteminin kanıtsal temelleri meselesiyle doğrudan ilgilidir. Bilgide kesinlikle (yakîn) ilgili
olması burhan’ın epistemolojik veçhesini ifade eder. Bu kesinliğe belli bir kanıtlama
yöntemiyle ulaşılacağından ve her bilimin kanıtsal temelleri bakımından belli bir yönteme
dayanması gerektiğinden burhan teorisi aynı zamanda bir metodolojik öğretidir de. Burhan’ı
mantığın lojik bir meselesi kılan ise, kıyas teorisinin mütemmim cüzü olması yahut kesin
bilgiye götüren bir kıyas türü sayılmasıdır. Bu analizlerden hareketle Kutluer burhanı,
metodolojik bakımdan ‘ilmîliğin/bilimselliğin’, epistemolojik bakımdan ‘kesinliğin’
kriteri olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla bütün bir mantık, böyle bir metodolojikepistemolojik kriterin temellendirilmesi ve kıymetlendirilmesi için tertip edilmiştir. Mantığın
lafızlar, kavramlar tanımlar, önermeler, kıyas şekilleri ve nevileriyle ilgili bütün öteki
disiplinleri adeta burhanın ne olduğu ve ne olmadığını açık seçik ortaya koymak için
incelenmektedir; her ne kadar her disiplinin kendi başına müstakil bir değeri varsa da burhan
teorisine nispetleri içinde durum böyledir. Çünkü burhan felsefî/ilmî bilginin kriteridir.14
Fârâbî ve İbn Sina’nın burhan çalışmalarını merkeze alarak burhan teorisine ilişkin
yaptığı sistematik analizlerinin ardından Kutluer, burhan’ın anlam yelpazesini şöyle
belirlemektedir: İlke, Kanıt, Yöntem, Kesin Bilgi ve Kıyas. Burhan bütün bu anlam ağıyla ve
kapsamıyla, ilmî/bilimsel bilginin kriterini oluşturmaktadır. Dolayısıyla müellife göre
Mantığın bilimlere mi‘yâr oluşu, aslında burhanın ilmî bilginin kriteri oluşu fikrine
indirgenebilir. Zira mantığını bütün disiplinleri (el-Mantıkıyyât) adeta burhan teorisi
olmaksızın gaye sebeplerini yitirmiş olurlar. Lafızlar, küllî kavramlar, önermeler, bu
önermelerden oluşan maddeleri ve çeşitli tertip ve telif şekilleriyle kıyaslar esas itibariyle
burhan merkezlidir. Burhânî bilgi, tam olarak tanımlanmış kavramlara dayanan ve burhanî
kıyasla elde edilen bir netice olduğuna göre, diğer kıyas çeşitleri olan Cedelî, Hatabî, Sofestâî
ve Şi’rî kıyaslar, ilmî’lik sınırları dışında kendi gayelerine uygun yöntemlere havale edilirler.
Bunlar bilim olmaktan ziyade birer etkileme sanatıdır ve gayeleri burhânî- yakînî bilgi
13
14
Kutluer, a.g.e, s.150. Kutluer, a.g.e, s.150, 151. 8
değildir. Ayrıca burhânî kıyasın ne olmadığının bilgisini vermek bakımından da ayrı bir
öneme sahip bu sanatların çeşitli sahalarla ilgili yararları da söz konusudur. Cedel ve
Hatabe’nin medenî/toplumsal bilimlerde önemli fonksiyonları vardır, bununla birlikte bu
sanatların kıyaslarıyla varılan sonuçlar kesin bilginin ifadesi olarak değerlendirilemez. Zira
bilginin değeri bakımından burhânî bilgi en âlî mevkîde durur ve bu mevkiinde ilmî bilginin
hem ifadesi olur, hem onun kriterine işaret eder hem de bilimleri tertip eder.15
Bir başka önemli çalışma Ömer Türker’in İbn Sina’da Metafizik Bilginin İmkanı
Sorunu (İSAM Yayınları, İstanbul-2010) adlı çalışmasında üçüncü bölümde yer verdiği
‘Kesinlik ve Burhânîlik’ başlığıdır. Türker, bu bölümde burhânî bilgiyi metafizik bilgi
bağlamında ele almakta, burhânî bilgiyi serimledikten sonra metafizik bilgi söz konusu
olduğunda İbn Sina’nın teorik burhânî bilgiye itimadının kalmadığını, özellikle hayatının
sonlarına doğru burhan yönteminin bir tür istidlâl olmaktan öteye geçemeyeceğine ikna
olduğunu iddia etmektedir.16
Müellife göre İbn Sina felsefesi ilke olarak akıl-madde ayrımına dayanır. Bu iki varlık
tarzının bütün yönleriyle bir araya geldiği yegane varlık ise insandır. Metafizik bilgiyi
mümkün kılan şey diğer canlılardan farklı olarak insanın aklî bir cevher olarak nefse sahip
olmasıdır. İster bedensel güçlerin sağladığı hazırlıkla gerçekleşsin isterse herhangi bir
hazırlığa gerek kalmadan doğrudan metafizik illetten gelsin nefsin bütün bilgileri, onun kendi
varlığını idrak eden bir akıl olması özelliğine dayanır. Müellif, buna bağlı olarak bütün
bilgilerin İbn Sina’da, salt aklî bir bilgi olan ‘ben varım’ bilgisinden türediğini öne sürer.
Fakat nefis, kendi varlığına dair bilincini bedensel güçlerin sağladığı hazırlıkla
tümelleştirdiğinden bilgi başlangıçta ve yetkinleşme sürecinde makul anlamın nefiste
meydana gelmesi şeklinde oluşur. Müellife göre dolayısıyla İbn Sina düşüncesinde bilgilenme
sürecinde bulunan nefsin bilgisi suretin husulünden ibarettir. Husul, husul eden şey ile husul
edilenin farklılığını gerektireceğinden dolayı İbn Sina, bilgilenme sürecinde nefsin bildiği
şeyle ittihadını reddeder. Fakat yetkinleşme ve bilgilenme sürecinin sonunda nefis birliğe
ulaştığında kendi varlığını bilmekle bütün varlığın bilgisini idrak edebilecek seviyeye gelir.
Bu aşamada artık nefsin bilgisi suretin husulü değildir. Çünkü burada artık bilen ile bilinen
arasındaki başkalık ortadan kalkmakta ve mümkün bir varlık olmanın zorunlu kıldığı
bileşikliğin dışında nefiste hiçbir bölünmüşlük kalmamaktadır. Nefsin ulaştığı bu yetkinlik
seviyesi, metafizik bilginin tam olarak gerçekleştiği ve nefsin tıpkı faal akıl gibi bir akıl
15
16
Kutluer, a.g.e, s.162, 163. Ömer Türker, İbn Sina Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkanı Sorunu, İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM)
Yayınları, İstanbul-2010, s.261. 9
haline geldiği seviyedir. Nefsin bilgilenme ve yetkinleşme süreci ve bu sürecin sonunda
vardığı seviyeye bağlı olarak müellif, İbn Sina düşüncesinde bilginin ne olduğu sorusunun
cevabının ‘husul ve ittihâd’ olduğunu ifade eder. Bilgilenme veya yetkinleşme süreci dikkate
alındığında bilgi husul iken sonucu dikkate alındığında ittihad olmaktadır.17
Müellife göre İbn Sina tam ittihadın bu dünyada gerçekleşmeyeceğini düşündüğünden
ittihada en yakın bilgi metafiziktir, ama hiçbir insan tam olarak da husulden kurtulamaz.
Bununla birlikte insan nefsinin tam ittihada ramak kalan bilgi düzeyi ile başlangıçtaki bilgi
düzeyi arasında, süreç olarak bilme ve yetkinleşme ile sonuç olarak bilgi ve yetkinlik arasında
kapanması son derece güç bir uçurum bulunmaktadır. Nefis-beden, akıl-duyu gibi karşıtlıklar
şeklinde kendisini gösteren akıl-madde ayrımının ortaya çıkardığı bu uçurum, Türker’e göre
bir yönüyle insanın umutlarını besleyen ve metafiziğe yönelik arzuya kaynaklık ederken diğer
taraftan felsefeye içinden çıkılması neredeyse imkansız denecek kadar güç bir dil sorunu
bırakmakta ve felsefi yönteme yönelik güveni sarsmaktadır.18
Türker, felsefenin dili zorunlu olarak gündelik dilden yani asıl işlevi cisimsel nesneler
ve durumları ifade etmek olan kelimelerden türetildiğinden aklî varlıklarla ilgili her türlü
kullanımın bir tür mecaz içerdiğini ileri sürmektedir. Kelimelerdeki bu mecaz elendiğinde
müellife göre neredeyse dilsiz bir düşünce kalmaktadır. Akıl-makul, bilen-bilinen
özdeşliğinin kurulduğu ‘bilgilenme sürecinin sonu’ nefsin yetkinliğini tamamladığı ve
soyutluğa ulaştığı aşamadır. Türker’e göre işte bilgilenme sürecine ilişkin mecaz içeren
söylenenlerin tamamı, soyutlanmış bir insanın bilgisini anlatmak için söylenenlere bir hazırlık
teşkil etmektedir. Dolayısıyla bir metafizikçi açısından bakıldığında yetkinleşme sürecini
anlatan hiçbir ifade, soyutlanmış bir insanın bilme durumunu anlatmaya elverişli olmadığı
gibi sonucun kendisi dikkate alındığında metafizikçinin taakkulünü anlatmaya elverişli bir
sözcük dağarcığımız yoktur. Yetkinleşme süreci, ancak soyutlamayla (tecerrüd) gayesine
ulaştığından buradan hareketle Türker, istidlâlin bu sürecin yalnızca bir parçası olduğu fikrini
savunur. Ona göre bunun İbn Sina’nın bilgi teorisinde karşılığı şu olmaktadır: İbn Sina’nın
bilgilenme sürecini dikkate alarak bilginin mahiyetiyle ilgili söylediklerinin hiçbiri,
gerçekte onun bilgi teorisini bir bütün olarak ifade etmez.19
Tüm bu analizlerden hareketle Türker, süreç olarak bilme veya yetkinleşme ile sonuç
olarak bilgi veya yetkinlik arasındaki uzaklığın felsefî yönteme ilişkin en önemli sonucun
burhana olan güvenin sarsılması olduğunu savunur ve fakat burhana olan güvenin sarsılması
17
18
19
Türker, a.g.e, s.258. Türker, a.g.e, s.258, 259. Türker, a.g.e, s.259, 261. 10
sonucunun, burhanî bilginin kesinliği ile ilgili değil kapsamı ve tümelliği ile ilgili olduğunu
özellikle belirtir. Buradan hareket eden Türker, İbn Sina’nın hayatının sonlarına doğru burhan
yönteminin bir tür istidlâl olmaktan öteye geçemeyeceğini ve insan yetkinliğinin bu dünyada
olabilecek miktarının bu yöntemle tüketilemeyeceği hususunda tam olarak ikna olduğunu
iddia eder. İbn Sina’nın el-İşârât’ta ‘makamâtu’l-ârifîn’ kısmını müstakil bir bölüm olarak
eklemesinin nedenini de müellif buna bağlamaktadır. İbn Sina’nın, burada sözünü ettiği
müşahede yöntemini burhan yöntemini ikmal edecek bir yöntem olarak mı önerdiği yoksa
sadece bu yöntemi kullanarak metafizik bilgiye ulaşan insanların varlığından hareketle bir
arzusunu mu dile getirdiği sorusunu soran müellif, İbn Sina’nın teorik olarak müşahedeyi
burhanı tamamlayıcı bir yöntem olarak gördüğüne ilişkin gerekçeler bulunmakla birlikte İbn
Sina metinlerinin ikincisini destekleyici nitelikte olduğu belirtir. Ona göre İbn Sina’nın
burhan eleştirileri, felsefenin yöntemini ikmal etmekten ziyade bir yöntem boşluğu
dolduracak niteliktedir.20
Türkçe’de İbn Rüşd özelinde burhan’a ilişkin yapılan bir diğer çalışma da Mehmet
Fatih Birgül’ün İbn Rüşd’de Burhan adlı doktora çalışmasıdır. Birgül’ün bu çalışması Ötüken
yayınevi tarafından yine İbn Rüşd’de Burhan adıyla basılmıştır (İstanbul, Mart-2013). Birgül,
çalışmasını üç bölümde ele almıştır. Birinci bölümü ‘Burhanın Temellendirilmesi ve
Belirlenmesi’ne, ikinci bölümü ‘Tasdik Olarak Burhan’a, üçüncü bölümü de ‘Tasavvur
Olarak Burhan’ başlığına ayırmıştır. Birgül’ün bu çalışması şüphesiz burhan’a ilişkin önemli
bir boşluğu dolduran çalışma niteliğini hak etmektedir. Ancak Birgül’ün çalışması, İbn
Rüşd’ün İbn Sina’ya yönelik eleştirileri bağlamında bir takım eksiklikler barındırdığı gözden
kaçmamaktadır. Birgül’ün çalışmasının temel kaynaklarını Telhîsu’l-Burhân ve Tefsîru’lBurhân oluşturmaktadır. Birgül, İbn Rüşd’ün ‘tabiat’, ‘varlık’, ‘bir’ gibi kavramlara ilişkin
İbn Sina eleştirisine yer vermiş ancak yine İbn Rüşd’ün Tefsîru’l-Burhân’nında İbn Sina’ya
yönelik örneğin varlık burhanına ilişkin sert ve fakat doğru olmayan eleştirisi gözünden
kaçmış olmalıdır.21
Son olarak İbn Sina’nın özellikle el-Burhân eserini merkeze alarak yapılan yabancı
dildeki iki önemli çalışmaya da değinmemiz gerekir. Bunlar Jon McGinnis’ın, Avicenna's
Naturalized Epistemology and Scientific Method (İbn Sina’nın Doğacı Epistemolojisi ve
Bilimsel Yöntemi) adlı makalesi ve Nicholas Heer’ın Ibn Sina's- Justification of The Use of
lnduction in Demonstration (İbn Sina’nın Kanıtlamada Tümevarımı Kullanmasının
Gerekçesi)adlı makalesidir. Jon McGinnis, İbn Sina’nın Burhân kitabını merkeze koyarak
20
21
Türker, a.g.e, s.261, 262. bkz. Mehmet Fatih Birgül, İbn Rüşd’de Burhan, Ötüken Yayınevi, İstanbu-2013. 11
yaptığı analizlerle onun bilgi kuramını geleneksel epistemolojiden ziyade naturalist
epitemoloji olarak adlandırmaktadır. McGinnis’e göre geleneksel epistemoloji temele a priori
bilgileri koymak suretiyle bilgi ve bilimi bu temel üzerine inşa etmektedir. İbn Sina’nın ise
bilimsel bilgi için a priori bir temel inşa etmek gibi bir kaygısı yoktur. Onun eğilimi daha çok
a posteriori bilgiye yöneliktir. Zira o ilk ilkelerin elde edilmesini soyutlama, tümevarım ve
metodik tecrübeyle izah etmektedir. Dolayısıyla onun bilimsel bilgi bağlamında ilgilendiği
konu, bilginin elde edilme sürecindeki psikolojik prosesleri tasvir etmek, bilim ve mantık
arasında ilişki kurarak başarılı bir bilim adamının kullanacağı uygun bir metod ortaya
koymaktır.22
Aristoteles İkinci Analitikler’de en genel anlamda bir bilim tartışmasına mı yoksa
spesifik olarak bazı bilimlerin tartışmasına mı yer vermektedir sorusu ve sorunu McGinnis’e
göre İbn Sina’nın Burhân kitabı açısından söz konusu değildir. Zira İbn Sina Burhân
kitabında tartışmasız bütün bilimler için uygulanabilecek genel bir bilim felsefesi ortaya
koyma iddiasındadır.23 McGinnis’ın bu tespiti gerçekten de çok doğru ve yerinde bir tespittir.
İbn Sina nazarî burhanın başta teorik bilimler olmak üzere amelî dediği pratik bilimleri de
kapsayacak şekilde bütün bilimlerin teorisini oluşturduğunu ya da oluşturması gerektiğini
açıkça ifade etmektedir. Nicholas Heer benzer yönde görüş ileri sürmektedir. Ona göre
kanıtlama konusunda İbn Sina’nın temel problemi tümevarım ve deneye dayanan tabii ve
fiziksel bilimler için de kullanılacak kesin bilgi elde etmenin yöntemini ortaya koymaktı. İbn
Sina kanıtlamada ilksel öncüller (evveliyyât) dışında tümevarım ve deneye dayanan öncüllere
de yer vermiştir. Nicholas Heer’e göre İbn Sina bunu yapmadığı takdirde kendi Tıp bilimini
de kapsayan bütün tabiî ve fiziksel bilimleri kanıtlamanın dışında tutmak durumunda
kalacaktı -ki bu bilimler deneye dayalı tümevarımdan elde edilmiş bilimlerdir- ve bu durumda
kanıtlama sadece matematik ve mantık için geçerli bir metod olarak kalacaktı.24
Gerçekten de kanıtlamada deney ve tümevarıma en çok yer veren ve bunu
kanıtlamanın en ciddi problemlerinden birisi olarak tartışan İbn Sina olmuştur. Ne
kendisinden önce Aristoteles ve Fârâbî ne de kendisinden sonra gelen İbn Rüşd onun kadar
bilimsel kanıtlamanın empirist boyutu üzerinde durmamıştır. İbn Sina’nın deneysel öncüllere
ilişkin analizleri ve bu öncülleri aralarındaki nüanslara bağlı olarak taksimi ne Aristoteles’in
II.Analitikler’inde, ne Fârâbî’nin Kitâbu’l-Burhân’nında ve ne de İbn Rüşd’ün Telhîs ve
22
23
24
bkz. Jon Mc Ginnis, Avicenna's Naturalized Epistemology and Scientific Method, The Unity Of Science Of
Arabic Tradition: Science, Logic, Epistemology, and Their İnteractions, ed.Shahid Rahman, Tony Street,
Hassan Tahiri, pp.109-127, s.109, 110. McGinnis, a.g.m. s.110. Nicholas Heer, Ibn Sina’s Justification of The Use Of Induction in Demonstration, Western Branch of the
American Oriental Society in Seattle, Washington-2007., s.3. 12
Tefsîr’inde göze çarpmamaktadır. Ancak bu hiçbir zaman Aristoteles, Fârâbî ve İbn Rüşd’ün
deneye ve deneysel bilgiye önem vermediği anlamına gelmez. Aksine II.Analitikler’de de
deneysel bilgiye vurgu yapılmakta, ilksel öncüllerin dahi temeline duyu ve tümevarım
konmaktadır. Aristoteles’te açık olan bu durum Fârâbî ve İbn Rüşd için de geçerlidir.
McGinnis’e göre İbn Sina kendinde düşünülen tözü –ki bu bilimin objeleri ile
mantığın ve rasyonel düşüncenin objeleri olan zihinde varlık arasında ortaktır- ‘şeyiyye’
kavramıyla tanımlamaktadır. İbn Sina’ya göre bilimin objeleri ile rasyonel düşüncenin
objeleri arasında kendiliğinden doğal bir bağ vardır ki bu ‘şeyiyye’ kavramı veya kendinde
düşünülen tözdür (esence considered in itself). Bilimin objeleri ile mantığın objeleri arasında
ortak bir bağ olsa da İbn Sina’ya göre bu objeler bütünüyle aynı değildir. Zira bilimin objeleri
mantığın objelerinin öncelemektedir ve daha ziyade duyulara ilişkindir. Bu anlamda bilimsel
analizler ve gözlemler mantıksal formülasyonları önceler ve mantıksal nosyonlar/kavramlar
bilimsel yöntemler sonucunda elde edilen sonuçlara dayanır ve onları yansıtır. Dolayısıyla
mantıksal kavramlar bilimin yapmış olduğu tasvirlerin yerini alır.25
McGinnis, mantıkla bilim arasındaki bu ilişkinin İbn Sina’nın doğa epistemolojisinde
merkezi
bir
konuma
sahip
olduğunu
vurgular.
McGinnis’e
göre
İbn
Sina’nın
epistemolojisindeki bu ilişki, B.Russel’in Our Knowledge of The External World kitabında,
yine Carnap’ın Der Logische Aufbau Der Welt kitabında giriştiği gibi mantığı kullanmak
suretiyle dış dünyayı duyusal verilerden soyut/bağımsız yeniden kurmak anlamı
taşımamaktadır. İbn Sina açısından böyle bir proje, kişinin dış dünyanın nasıl işlediğine dair
kavrayışına hiçbir katkısı olmayacaktır. Üstelik böyle bir proje belli bir mantıksal yapıyı dış
dünyaya dayatma ve dış dünyayı gerçekte onda olmayan sınırlamalar getirme riski
taşımaktadır. İbn Sina’da mantık-bilim ilişkisi bunun tersi bir ilişkiye sahiptir. İnsanın bilişsel
fakülteleri dünyanın kendinde bulunan nedensel yapıyı keşfetmekle işe başlar. İnsanlar dünya
için idealize edilmiş mantıksal ve matematiksel modeller icat etse bile bu en azından dış
dünyada bulunan nedensel yapıların ilk kavrayışından türetilmiş olacaktır. Mc Ginnis’e göre
Aristotelyen ve İbn Sinacı mantıktaki mantık-bilim ilişkisi başka bir ifadeyle orta terimler ve
nedenler arasındaki ilişki, dış dünyanın doğasına ilişkin bilimsel gözlemler ve araştırmalarda
kullanılacak daha ileri düzeyde mantıksal gelişmelerin önünü açar niteliktedir. Kısaca
bilimsel araştırmanın objeleri olan nedenlerle Aristotelyen ve İbn Sinacı mantığın temel
kavramı olan orta terim arasında doğal bir ilişki bulunduğundan bilim adamı mantık bilgisini
bilimsel gözlemi mümkün kılmak, kolaylaştırmak için kullanabilir. Çünkü bu mantık, dış
25
McGinnis, a.g.m, s.116. 13
dünyada iki şey arasındaki nedensel ilişkiyi orta terim vasıtasıyla kıyas formunda ifadeye
dökme olanağı vermektedir.26
İbn Sina’ya göre duyulurların akledilir hale gelmesi bilişsel (cognitiv) bir proses olan
soyutlamayla (tecrit) gerçekleşmektedir. İbn Sina’da ilk ilkelerin elde edilmesini sadece
soyutlamayla izah etmemektedir. İlk ilkelerin elde edilmesi aynı zamanda aklın ruha akan bir
ışıkla bağlantı kurmasını da kapsamaktadır. Bu İbn Sina tarafından ‘faal akıl’ diye
isimlendirilmektedir ve bilkuvve ruhu bilfiil hale getirmektedir.27 McGinnis’e göre
emanasyondan ve faal akıldan söz etmek modern kulaklara acaip ve gizemli bir ses gelebilir,
fakat İbn Sina’nın faal akla başvurması onun naturalizminin bir parçası olup fiziği ile
psikolojisini bütünleştirmektedir. Zira İbn Sina faal akla, Fizik’te tözsel ve ilineksel
değişimden yeni bir materyalin elde edilmesi için, benzer şekilde Psikoloji’de akledilir
formun elde edilmesini açıklamak için başvuracaktır. İbn Sina’nın her iki durumda da bilfiil
akla başvurması, en iyi açıklama için geliştirilmiş olmalıdır. İbn Sina’nın bu anlamda faal
akla başvurmasını McGinnis, Newton’un ilk önce üç yasayı ve evrensel çekim yasasını ileri
sürmesine benzetmektedir. Newton, fiziğin bu yönlerini kanıtlayamamasına rağmen bir dizi
doğal fenomeni bunlarla açıklayabilmiştir. İbn Sina açısından da benzer durum geçerlidir.
McGinnis görüldüğü kadarıyla faal aklı insan bilinciyle açıklamaktadır. Mc Ginnis
değerlendirmesini şöyle sürdürüyor: Gerek duyusal algı gerekse faal akıl İbn Sina’nın insan
bilincine ilişkin görüşlerinin tamamının esasını teşkil etmektedir.28
McGinnis her ne kadar İbn Sina’nın kendi ifadesiyle ‘ilahi feyzin işrâkı’ kavramını
zihinsel bir proses olarak yorumlasa ve naturalist diye adlandırdığı epistemolojisinin bir
parçası olarak görse de İbn Sina’nın ilk ilkelerin elde edilmesiyle ilgili ileri sürmüş olduğu bu
kavram, son derece tartışmaya açık durmaktadır. İbn Sina’nın kullandığı bu kavram hiç
şüphesiz kanıtlama teorisinde can alıcı kavramlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kısaca Mc Ginnis’e göre İbn Sina, mantığı sadece a priori bilgiyle başlayan rasyonel
ve mantıksal bir dünya kurmak için belirli araçlar sağlayan bir mantık olarak ileri
sürmemektedir. Böyle bir projeyi onaylamaktan uzak bir şekilde İbn Sina mantığı, dünyanın
kendinde saklı rasyonel nedensel yapısını keşfetmenin bir aracı olarak görmektedir.29
26
27
28
29
McGinnis, a.g.m, s.116, 117. McGinnis, a.g.m, s.119, 121. McGinnis, a.g.m, s.120, 121. McGinnis, a.g.m, s.123.; ayrıca bkz. McGinnis, Great Medieval Thinkers, Avicenna, Oxford Universty Press,
USA, 2010, s.27.; aynı yazarın özellikle İbn Sina’da tümevarım ve tecrübe konusuna eğilen bir diğer
makalesi için bkz.Scientific Methodologies in Medieaeval Islam, Journal of History of Philosohy, pp.307327, 2003. 14
BİRİNCİ BÖLÜM
VARLIK - MAHİYET AYRIMININ EPİSTEMOLOJİK BAĞLAMI
VE BİLGİ ELDE ETME SÜREÇLERİNİN SİSTEMATİK ÇERÇEVESİ
1. Varlık - Mahiyet Ayrımı ve Kısaca Bilimler Sınıflaması
İbn Sina, hem kaynak/çıkış noktası (me’haz) hem de ilke (mebde’) bakımından
‘varlık’(el-mevcûd)’ta düğümlenen bir epistemolojiden hareketle bilimsel kanıtlama teorisini
geliştirmiştir. Zira İbn Sina şeyi/varlığıya da şeyleri/varlıkları (eş-şey’ el-eşyâ/el-mevcûd elmevcûdât) tüm bilgilerimizin hem kaynağı (me’haz) hem de ilkesi (mebde’) kabul etmekte,
buna bağlı olarak ‘şey’in ya da ‘varlığ’ın taksimiyle bilgiyi temellendirmektedir. Filozofa
göre şeyler, ya dış dünyada varlıktır (ayn mevcûd); ya vehimde veya akılda varlığı olan
sûrettir (sûret mevcûde fi’l-akl evi’l-vehm) ki bu, dış dünyadaki varlıktan çıkarılmıştır
(me’hûze anhâ); ya vehimde veya akılda bulunan sûrete delâlet eden ifadeye dökülmüş
lafızdır (el-lafz); ya da lafza delâlet eden yazıdır (el-kitâbe).1 Akılda varlığı olan sûret
milletlere ve toplumlara göre değişmezken lafız ve yazı milletlere ve toplumlara göre
değişebilir. Şeyler’in bu dörtlü taksiminde dikkat edilirse diğerlerinin kendisinden elde
edildiği kaynak dış dünyada varlıktır (ayn mevcûd/el-eşyâu’l-mevcûde fi’l-a‘yân). Çünkü yazı
lafza, lafız vehimsel veya akılsal sûrete, bu sûret de dış dünyada var olanlara delâlet eder.2
İbn Sina Kitâbu’ş-Şifâ’nın el-Medhal bölümünde var olan şeyleri (el-eşyâu’lmevcûde) öncelikle, varlığı bizim seçme (ihtiyâr) ve fiilimizle gerçekleşmeyen şeyler ile
varlığı bizim seçme ve fiilimizle gerçekleşen şeyler, şeklinde iki kısma ayırmaktadır.3 Bir
1
2
3
İbn Sina, Kitâbu’n-Necât, nşr. Muhyiddin Sabri el-Kürdî, 2. Baskı, 1938, s.11.; ayrıca bkz.İbn Sina,
Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), çev. Ömer Türker, Litera Yay., İstanbul-2006, s.2. İbn Sina, en-Necât, s.11.; İbn Sina’da a priori bilginin olmadığına ve tüm bilgilerimizin kaynağının dış dünya
olduğuna ilişkin bkz. Jon Mc Ginnis, Avicenna's Naturalized Epistemology and Scientific Method, s.109,
110. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), çev.Ömer Türker, Litera Yayıncılık, İstanbul-2006, s.5. 15
başka taksimle de var olan şeyleri var olma tarzına (nahv) göre şeylerin dış dünyadaki varlığı
ve şeylerin zihindeki varlığı şeklinde ikiye ayırmaktadır.4
Dış dünyada (a‘yân) var olup da varlığı bizim seçme ve fiilimizle gerçekleşmeyen
şeyleri de harekete konu olan şeyler ile ‘akıl’ ve ‘Tanrı’ gibi harekete konu olmayan şeyler,
şeklinde kendi arasında iki kısma ayırmaktadır.5
Harekete konu olan şeyleri de kendi arasında iki kısma ayırmaktadır. Harekete konu
olan şeyler; ya ‘insanlık’, ‘dörtgenlik’ gibi harekete konu olmakla ancak var olan şeylerdir, ya
da her ne kadar harekete konu olsalar bile harekete konu olmalarının dışında kendi başına
varlıkları olan şeylerdir. Varlıkları ancak harekete konu olmalarının imkanına bağlı olan
şeyler de; ya insanlık ve atlık sûreti gibi ne dış varlıkta (kıvâm) ne de vehimde belirli bir
maddeden (madde muayyene) soyutlanmaları mümkün olmayan şeylerdir, ya da ‘dörtgenlik’
gibi belirli bir maddeden soyutlanmaları varlıkta değil ama zihinde mümkün olan şeylerdir.
Zira örneğin dörtgenliğin tasavvur edilmesi onun bir madde türüyle özelleşmesini veya bir
hareket durumunun dikkate alınmasını gerektirmez. Harekete konu olması mümkün olan ve
fakat harekete konu olmadan da var olan şeyler ise ‘özdeşlik’ (hüviyyet), ‘birlik’, ‘çokluk’ ve
‘nedensellik’ gibi şeylerdir. Dolayısıyla harekete konu olan ve hareketten soyutlanması
(tecerrüd ani’l-hareke) mümkün olan şeyler, harekete konu olma imkanları zorunluluk imkanı
olan şeyler ve harekete konu olma imkanları zorunluluk imkanı olmayıp konu olmaları
imkansız olmayan şeyler şeklinde iki kısma ayrılmış olmaktadır.6
Hareketten soyutlanması mümkün olan şeylerin ikinci kısmının, yani harekete konu
olma imkanları zorunluluk imkanı içermeyen şeylerin araştırılması iki yönden yapılır. Ya
kendi olmaklıkları yönünden araştırılırlar ya da varlığı ancak bir maddede bulunmaya bağlı
olan bir arazın kendilerine ilişmesi yönünden araştırılırlar. Birinci yönden araştırılmaları
onların, hareketten soyutlanmış olmaları bakımından araştırılmaları anlamına gelir. Çünkü bu
açıdan söz konusu şeyleri araştırmak ve incelemek onların bir maddede olması bakımından
değildir. İkinci yönden araştırma da iki kısma ayrılır.7
Birincisi; söz konusu ilişen arazın düşünülmesinin (tevehhüm) ancak türsel bir
maddeye ve harekete nispetle birlikte mümkün olmasıdır. Ateş ve hava olması bakımından
‘bir’ hakkında düşünmek, unsur olmaları (ustukussât) bakımından ‘çok’ hakkında düşünmek,
sıcaklık ve soğukluk olması bakımından ‘neden’ (illet) hakkında düşünmek ve nefis olması
yani bir bedenin hareketinin ilkesi olması bakımından, her ne kadar bizâtihi bedenden
4
5
6
7
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.17. İbn Sina, a.g.e, s.5. İbn Sina, a.g.e, s.5,6. İbn Sina, a.g.e, s.6. 16
ayrılması mümkün olsa da, ‘aklî cevher’ hakkında düşünmek gibi. İkincisi; her ne kadar araz
ancak bir maddeye nispet ve harekete konu olmakla birlikte ilişebilse de onun hallerinin,
belirli bir madde ve hareket düşünülmeksizin düşünülüp anlaşılabilmesidir. Örneğin; sayı’ya
ilişen ‘toplama’ ve ‘çıkarma’, ‘çarpma’ ve ‘bölme’, ‘kök alma’ ve ‘küp alma’ ve diğer haller
gibi. Çünkü bu haller, sayı insanların zihnindeyken veya hareketli, bölünen, ayrılan ve
birleşen varlıklarda bulunuyorken sayıya ilişmektedir. Ancak bu hallerin tasavvuru bazen öyle
soyutlanır ki tasavvur için türsel maddelerin tayinine gerek kalmaz.8
İbn Sina, zihinde var olan şeyleri de iki kısma ayırmaktadır. Zihindeki şeyler ya dış
dünyadan alınarak zihinde tasavvur edilen şeylerdir, ya da zihindeki şeylere zihinde
bulunmaları bakımından ilişen ve dış dünyada karşılığı bulunmayan (lâyuhâzî bihâ)
şeylerdir.9
İbn Sina, şeylerin ‘mahiyet’ini ise dış dünyadaki varlıklarında bulunan mahiyetleri ve
tasavvurda bulunan mahiyetleri olmak üzere ikiye ayırır.10 Bu ayrıma bağlı olarak mahiyetler
üç şekilde değerlendirilir (i‘tibâr). Birincisi mahiyetin, iki varlık seviyesinden (dış dünyadan
ve zihinden)
herhangi birine ve bu varlık seviyelerinde kendisine ilişenlerine izafe
edilmeksizin kendi olmaklığı bakımından, ikincisi dış dünyadaki varlığına özgü arazlar iliştiği
için mahiyetin dış dünyada bulunması bakımından değerlendirilmesidir. Üçüncüsü zihindeki
varlığına özgü vaz’etme, yükleme, yüklemedeki tümellik, tikellik, yüklemedeki zâtîlik ve
arazîlik gibi arazlar iliştiği için mahiyetin tasavvurda olması bakımından değerlendirilmesidir,
çünkü dıştaki varlıklarda zâtîlik, arazîlik, bir şeyin müpteda, haber, öncül, kıyas olması vb.
bulunmaz.11
İbn Sina’nın Kitabu’ş-Şifâ’nın el-Medhal bölümünde ele aldığı ve buraya kadar bütün
detaylarıyla yer verdiğimiz varlık taksimi, en-Necât’taki varlık taksiminin ilk iki sınıfında
düğümlenmektedir. Kısaca varlığı olan şeylerin bir ayanda varlıkları bir de zihinde varlıkları
söz konusudur. Ayanda varlığı olan şeyler de harekete konu olan ve harekete konu olmayan
şeylerden ibarettir. Teorik ve felsefî bilimler, işte varlıkların doğaları itibariyle bu kısımlara
ayrılmasına bağlı olarak taksim edilirler. Ayanda varlıklardan hem düşüncede/zihinde hem de
varlıkta harekete konu olan ve türleri özelleşmiş maddelerle alakaları bulunan varlıklar Doğa
biliminin, varlıkta değil ama zihinde maddeden ayrık olan varlıklar saf Matematik biliminin
8
9
10
11
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.6,7. İbn Sina, a.g.e, s.17. İbn Sina, a.g.e, s.7. İbn Sina, a.g.e, s.7, 8. 17
ve matematiksel bilimler içerisinde yer alan Aritmetik biliminin, hem varlıkta hem de zihinde
maddeden ayrık olan varlıklar ise Metafizik biliminin konusunu teşkil ederler.12
Tüm bu varlıkların dışında varlığı bizim seçme ve fiilimizle olan şeyler ise pratik
felsefenin konusudur. Pratik felsefe de bütün insanlar arasında ortak ilişkileri düzenlemekte
kullanılan ve Şehir (Devlet) idaresini bildiren görüşlerin öğretilmesini konu edinen Siyaset
bilimi, özel bir insan grubu arasında ortak olan insan ilişkilerini düzenleyen şeyleri konu
edinen Ev İdaresi bilimi, tek bir kişinin nefsini arındırmasını sağlayan şeyleri konu edinen
Ahlâk bilimi olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır.13
Bu temel bilimlerden geriye Mantık bilimi (es-Sınâtu’l-Mantık), kalmaktadır. Peki
Mantık bilimi yukarıda yer verilen varlıklardan hangisini konu edinmektedir? İbn Sina,
Mantık biliminin konusunun da zihindeki şeylere, zihinde var olmaları bakımından ilişen,
başka bir ifadeyle söylersek zihindeki mahiyete ilişen ve dış dünyada muayyen bir karşılığı
(hizâ) olmayan tümellik, tikellik, yüklemedeki zâtîlik ve arazîlik, öncül, kıyas gibi ilişen
durumlar olduğunu belirtmektedir.14 Mantık bilimi, zihindeki şeyleri, kendilerine ilişen söz
konusu bu durumlar itibariyle ele alır, inceler.15
İbn Sina’ya göre biz, şeyler hakkında düşünmek ve onları bilmek istediğimizde
zorunlu olarak şeyleri tasavvur etme ihtiyacı duyarız. Bu durumda zorunlu olarak bu
tasavvurlara birtakım haller ilişir. Özellikle de bilinenlerden hareketle bilinmeyenleri elde
etmeyi amaçladığımızda, bunun gerçekleşmesi için zihnimizdeki şeylere ilişen bu durumların
(hâl ve ârız) varlığı kaçınılmazdır, zorunludur. Başka bir ifadeyle saf tasavvurlardan hareketle
bilinmeyenleri elde etmek imkansız olduğundan bunun imkanını bize işte bu zihnimizdeki
tasavvurlara ilişen durumlar sağlamaktadır. Bunu bir örnekle açımlarsak; örneğin biz,
‘ikizkenar üçgenin iç açıları toplamı yüz seksen derecedir’ bilgisini elde etmek için ‘tüm
üçgenlerin iç açıları toplamı yüz seksen derecedir’ önbilgisinin zihnimizde hazır olması
gerekir. İkizkenar üçgene ait söz konusu bilginin birbiriyle bağlantısı kurulmamış ‘üçgen’, ‘iç
açıları toplamı yüz seksen derece’ gibi tasavvurlardan hareketle elde edilmesi imkansızdır.
Bunun imkanını ancak, söz konusu tasavvurları birbirine bağlayacak olan ve zihnimizdeki bu
12
13
14
15
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.7.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, nşr. Mektabetu
Ayetillahi’l-Uzma El-Ma’raşî en-Necefî, Matbatu’l-Velâye, İran-1910, s.5-8.; Metafizik biliminin konusuna
ilişkin analitik değerlendirme için bkz.Muhittin Macit, İbn Sina’da Metafizik ve Meşşâî Gelenek, Litera
Yayıncılık, İstanbul-2012, s.19-21. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.7.; İbn Sina’da bilimlerin tasnifi hakkında çalışmalar için
bkz.Ali Uğur, İbn Sina’nın İlimler Tasnifi, İbn Sina Sempozyum Bildirileri, Başbakanlık Basımevi, Ankara1983, s.443-445.; Halit Ünal, İbn Sina’da İlimler Tasnifi, Cevher Nesibe Sultan Anısına Düzenlenen İbn Sina
Kongresi Tebliğleri, Kayseri Erciyes Üniversitesi Matbaası, Mart-1984, s.42-49. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.8, 17. İbn Sina, a.g.e, s.9. 18
tasavvurlara ilişen tümellik, yüklemleme vb. ilişenleri sağlamaktadır. İşte Mantık biliminin
konusu zihindeki tasavvurlara ilişen bu türden dış dünyada karşılığı (hizâ) olmayan
varlıklardır.16
İbn Sina, Mantık biliminin felsefenin bir parçası (cüz) olup olmadığına ilişkin
tartışmaya kısaca değinmektedir. Felsefenin, bütün teorik incelemeleri, Mantık biliminin söz
konusu teorik araştırma yönleri de dahil olmak üzere bütün yönlerden içerdiğini düşünenlere
göre Mantık bilimi hem felsefenin bir parçasıdır hem de felsefenin diğer parçaları için bir
âlettir. Felsefenin teorik incelemelerine, zihindeki şeylerin kendilerine ilişen tümellik, tikellik,
yükleme vs. gibi ilişenler itibariyle incelenmesini dahil etmeyenler ise Mantık bilimini sadece
felsefenin bir âleti kabul etmektedirler. İbn Sina, bu konudaki tartışmayı gereksiz bulmakta
ayrıca tartışmanın yanlış bir zeminde yapıldığını düşünmektedir. Çünkü felsefe tanımlarında
bir mutabakat olmadığı için haliyle bu iki görüş arasında bir çelişki durumu da söz konusu
değildir. Zira her iki görüş de kendi felsefe tanımından hareketle Mantığı konumlandırmaya
çalışmaktadır.17 İbn Sina kendi görüşünü Kitâbu’l-Kıyas’ta ortaya koymaktadır. İbn Sina’ya
göre Mantığın konusu, var olan şeylerden biri olması bakımından ele alınınca ve felsefede de
nasıl olursa olsun var olan şeylerin biliminin adı olunca bu anlamda Mantık, var olan şeylerin
tabiatı ve hallerini tarif eden felsefenin bir bölümüdür. Mantık bilimi mevcûdun bu halleri ile
bilinmeyenin bilgisi nasıl kazanılır sorusunun cevabını verdiği ve dolayısıyla herhangi bir hal
ile var olması bakımından varlıktaki bir şeyi araştırdığı için felsefî bilimlerden bir bilimdir.18
Diğer taraftan herhangi bir varlığın durumuna ilişkin bilgiye ulaşmada, başka
durumları bilmek gerektiğinden ve Mantık bu gerekli durumları konu edinerek diğer bilimlere
yardımcı olduğundan bu anlamda Mantık bilimi diğer felsefî bilimlerin âletidir de. Zira
burada Mantığı bilmedeki asıl amaç başka bir bilgiye yardımcı olması bakımındandır.
Dolayısıyla, der İbn Sina, mantığın felsefenin bir bölümü olması onun âlet ilmi olmasından
daha geneldir. Çünkü Mantık, âlet olması bakımından âleti olduğu bilimin bir bölümü
değildir. Âlet olması bakımından Mantığa yine âlet olmasından daha genel bir anlam yüklenir.
Tıpkı insan olması bakımından insana canlılığın yüklem yapılarak ‘insan canlıdır’ denmesi
gibi. İbn Sina’ya göre Mantığın, felsefenin bir bölümü ve âlet olması bakımından ayrışması
mutlak olarak birbirine karşıt olan iki anlam nedeniyle değil, aksine biri özel diğeri genel olan
iki anlam nedeniyledir. Buna göre her ne ki bilimlerin âletidir aynı zamanda o mutlak
anlamdaki bilimin bir bölümüdür. Fakat tersi doğru değildir. İbn Sina, Fâdılu’l-Müteaahhirîn
16
17
18
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.8. İbn Sina, a.g.e, s.8,9. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). 19
diye andığı Fârâbî’nin mantığın felsefenin bir bölümü değil de âleti olduğu görüşünde olanı
destekleyici nitelikteki sözlerinin19 bu konuda söylenmesi gereken şeylerin en iyisi en tamı
olduğunu ifade etmekle birlikte Mantık biliminin konumunun bu şekilde bilinmesi gerektiğini
belirtir.20
Şeyleri, iki var olma tarzından/iki varlık seviyesinden herhangi birinde; dış dünyada ve
zihinde mevcut olmaları yönünden değil de zihindeki varlıklarına ilişenler ve bunların niteliği,
niceliği, iliştikleri şeylerde nasıl dikkate alındığı yönünden inceleyen Mantık bilimi her
halukarda,
şeylerin her iki var olma tarzının hallerinin kavranmasına yardımcı olması
hasebiyle21 bütün bilimlerin en genel teorik çerçevesini sunan bir bilimdir. İbn Sina, gerek
teorik gerekse de pratik bilimlerin doğru bir şekilde gerçekleştirilmesini ise Mantık bilimi
içerisinde yer alan, ya da başka bir ifadeyle söylersek Mantık biliminin (İlmu’l-Mantık)
bölümlerinden (el-Mantıkiyyât) biri olan Bilimsel Kanıtlama Teorisi (Nazarî Burhan)’a
bağlamaktadır.22 Bu anlamda Bilimsel Kanıtlama Teorisi, tüm bu bilimlerin teorik ve bilimsel
çerçevesini sunmakta ve bu bilimlerde doğru bilgiyi elde etmenin yol ve yöntemini teşkil
etmektedir. Ancak Bilimsel Kanıtlama Teorisi, gerek teorik gerekse pratik bilimlerin teorik ve
bilimsel çerçevesini sunmakla birlikte pratik bilimlerde ikinci bir referans devreye
girmektedir. Bu da Şer‘î Tanıklık (eş-Şehâdetu’ş-Şeriyye) ve İlâhî Şeriattir (eş-Şerîatu’lİlâhiyye). Dolayısıyla pratik bilimlerde bilginin bir diğer referansı doğru bilgiyi gerçekleştiren
Şer’î Tanıklık ve bu bilginin ayrıntılarını ve ölçülerini belirleyen İlâhî Şeriat’tir.23 Teorik
felsefede çaba amel olmayan bir fikri, düşünceyi (re’y) elde etmeye ve bilmeye; pratik
felsefede ise ameldeki bir fikri, düşünceyi (re’y) elde etmeye yöneliktir.24 Bu anlamda teorik
bilimler düşünceye nispet edilmeye daha layık olmakla birlikte, bütün bilimlerin düşünceye
nispeti söz konusudur.25 Teorik felsefede/bilimlerde amaç gerçeği (hakk) bilmek pratik
felsefede ise amaç iyiyi (hayr) bilmektir.26 Tüm bu bilgileri elde etmenin ortak amacı ise nefsi
yetkinleştirmektir (tekmîlu’n-nefs). Teorik felsefede amaç yalnızca bilmek suretiyle nefsi
19
20
21
22
23
24
25
26
bkz.Fârâbî, Kitâbu’l-Elfâzi’l-Müsta‘mele Fi’l-Mantık, nşr. Muhsin Mehdi, Daru’l-Meşrık, 1986Beyrtu/Lübnan, 2. baskı, s.107, 108. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin).; İbn Sina’da Mantık biliminin
işlevine ilişkin bkz.Mc Ginnis, Avicenna's Naturalized Epistemology and Scientific Method, s.123. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.8. İbn Sina, a.g.e, s.7.; İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), çev.Ömer Türker, Litera Yayıncılık,
İstanbul-2006, s.3.; İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, Topikler (Cedel), çev.Ömer Türker, Litera Yayıncılık, İstanbul2008, s. s.2.; bkz.Kutluer, İslam’ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, s.150-151.; İbn Sina’da bütün bilimler
için uygulanabilecek bir bilim felsefesinin açıklığına ilişkin için bkz.Mc Ginnis, Avicenna's Naturalized
Epistemology and Scientific Method, s.110. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.7. İbn Sina, a.g.e, s.5. İbn Sina, a.g.e, s.5. İbn Sina, a.g.e, s.7. 20
yetkinleştirmek, pratik felsefede amaç yalnızca bilmek suretiyle değil yapılacak şeyleri
bilmek ve yapmak suretiyle nefsi yetkinleştirmektir.27
Varlığın diğer sınıflarına yani dilde ve yazıda varlığa gelince, bunlar esas itibariyle
felsefenin; ne teorik bilimlerin ne de pratik bilimlerin konusu değildir. Bunlar asıl itibariyle
Dil bilim’in konusudur. Ancak ilerde detaylı olarak üzerinde duracağımız üzere, felsefenin
konusu olan varlıklar hakkında bilim yapmak ancak manaların dile ve lafza dökülmesiyle
mümkün olduğu için dilde ve yazıda varlık da bu yönüyle İbn Sina’da Mantık biliminin
konusunu teşkil etmektedir.
2. Tasavvur ve Tasdik Ayrımı
Daha önce de değindiğimiz gibi İbn Sina’ya göre biz şeyler hakkında düşünmeyi ve
onları bilmeyi istiyorsak ve özellikle de düşünce ile bilinmeyenleri elde etmeyi amaçlıyorsak
ve bu da ancak bilinenlerden hareketle oluyorsa zorunlu olarak biz, şeyleri tasavvur etme
ihtiyacı duyarız.28 Dolayısıyla tasavvur önceden bilinen şeylerin tasavvuru ve bu önceden
bilinenlerden hareketle sonradan elde edilen şeylerin tasavvuru olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadır. Sonradan elde edilenlerin tasavvuru bu bağlamda öncelikle önceden
bilinenlerin tasavvurunu gerektirir.
Buna bağlı olarak İbn Sina, her bilgi ve marifeti tasavvur ve tasdik olmak üzere iki
kısma ayırmaktadır: ‘Her marifet ve bilgi ya tasavvur ya da tasdiktir.’29 Burada İbn Sina’nın
zikrettiği ‘bilgi’ kavramı içerisine nefsin doğası gereği oluşturduğu ve düşünsel (fikrî) bir
çaba olmaksızın ilk olarak tasavvur ve tasdik ettiği ilk tümellerin bilgisiyle birlikte tanım ve
kıyas enstrümanlarıyla (âletân tükteseb bihimâ el-ma‘lûmât) nefsin bilme gücünün teorik ve
bilimsel (nazarî ve sınâî) olarak elde ettiği düşünsel çabayla kazanılmış bilgi de girmektedir.
Dolayısıyla tanımla elde edilen tasavvur ve kıyasla elde edilen tasdik de ‘her marifet ve bilgi
ya tasavvur ya da tasdiktir’ önermesinin kapsamında bulunmaktadır. Nitekim İbn Sina, enNecât’ta bunu açık bir şekilde şöyle ifade etmektedir:
‘Her bilgi, herhangi bir mana için ya tasavvur ya da tasdiktir. Her tasdik ve tasavvur da ya herhangi bir
araştırmayla kazanılır ya da araştırmayla kazanılmaksızın öncelikli olarak/baştan vardır. Araştırmayla
kazanılan tasavvur kıyas ve kıyasa benzer şeylerdir. Araştırmayla kazanılan tasavvur ise tanım ve
tanıma benzer şeylerdir. Kıyasın kendileriyle tasdik edilen ve tasavvur olunan parçaları vardır ve yine
tanımın da tasavvur olunan parçaları vardır ve bu parçalar sonsuza kadar gitmez ki başka parçalardan
yola çıkarak elde edilmek suretiyle bu parçalara dair bilgi hasıl olsun ve böylece parçaların özelliği
27
28
29
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.5.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.2. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.8. İbn Sina, en-Necât, s.3.; İbn Sina, II.Analitikler (Burhân), s.1. 21
sonsuza kadar gitmek olsun. Aksine şeyler orta terimsiz kendileriyle tasdik olunan ve tasavvur
olunanlarda son bulur ve kendileriyle tasdik olunanı orta terimsiz kabul ederiz.’30
İbn Sina’ya göre insanın yetkinleşmesi her iki bilgi veya her iki tasavvur ve tasdikle
mümkündür. Zira insanın akıl sahibi olması bakımından yetkinleşmesi İbn Sina’da, ‘gerçeği
gerçek olduğu için ve iyiyi de onunla amel etmek ve onu elde etmek için bilmesinde’31
saklıdır. Bu aynı zamanda bize İbn Sina’da felsefenin amacını da vermektedir: ‘Felsefenin
amacı insanın bilme gücü ölçüsünde bütün şeylerin hakikatlerine vakıf olmasıdır.’32 Çünkü
insan için en değerli ve en önemli şey, öncelikli olarak kendi nefsini yetkinleştirecek şeylerle,
sonra da kendi türü açısından faydalı ve koruyucu olan şeylerle meşgul olmasıdır. İbn Sina’da
insanın zâtının yetkinleşmesi, onun düşünen nefsinin yetkinleşmesi veya tersinden söylersek
düşünen nefsin yetkinleşmesi insanın zâtının yetkinleşmesi anlamına gelmektedir. Çünkü
‘insanın zâtı’, ya bütünüyle düşünen nefisten ibarettir ya da öyle olmasa bile düşünen nefis
insanın zâtının en şerefli ve yetkinleştirilmesi amaçlanan parçasıdır. Düşünen nefsin yetkinliği
ise bilgiyle kazanılır.33 İbn Sina’ya göre insanın ilk fıtratı ve bu ilk fıtratın apaçık bilgileri
(bedîhî) tek başlarına bu yetkinliği sağlamada yetersidir. İnsanın tam yetkinliğe ulaşması için,
çaba gerektiren ve kazanımla elde edilen bilgilere de ihtiyaç vardır ki filozofumuza göre
insanın yetkinliğe ulaşma yolunda elde ettiklerinin çoğu bu tarz bilgilerdir. Söz konusu bu
kazanım, bilinmeyen şeyleri bilinir kılmak ve bunların bilgisini kazanmaktır. Ancak
bilinmeyenin kazanılması da bilinenlerden hareketle gerçekleşir.34 Kazanılacak bilgiler
arasında asıl hedeflenen ve elde edilmek istenen gerçek bilgi ise kesin bilgi ve bu kesin bilgiyi
bize verecek olan kesin kıyas, yani burhânî kıyastır.35 Bu bağlamda İbn Sina, bilgiyi en
geniş anlamıyla düşünceyle (fikr) kazanılmayan ve düşünceyle kazanılan (mükteseb) olmak
üzere ve bunların her birini de tasavvur ve tasdik olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.36
İbn Sina’ya göre bir şey iki yönden bilinir. Birincisi; bir şeyin sadece tasavvur
edilmesi bakımından bilinmesidir. Tasavvur bakımından bilinen bu şeyin ismi telaffuz
edildiği zaman anlamı zihinde canlanır (temessül), fakat henüz burada bir doğru veya yanlış
yargıları bulunmamaktadır. Örneğin; ‘insan’ veya ‘üçgen’ veya ‘düşünen ölümlü canlı’ veya
‘yürüyor mu?’ denildiği zaman bu lafızların anlamını bilen kişi bu anlamı tasavvur eder.
Burada tasavvur edilen şey, ‘insan’ lafzıyla ifade edilen insanın anlamı, ‘üçgen’ lafzıyla ifade
30
31
32
33
34
35
36
İbn Sina, en-Necât, s.60. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.10; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.2. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.5. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.2. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.10.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.2., ; İbn
Sina, en-Necât, s.60. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.2. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.1. 22
edilen üçgenin anlamı, “düşünen ölümlü canlı” lafzıyla ifade edilen ‘düşünen ölümlü
canlı’nın anlamıdır ki bu anlamlara ilişkin, fertlerine yönelik olarak bir yargı; yani doğrulama
(tasdîk) ya da yanlışlama (tekzîb) yoktur.37
İkincisi; bir şeyin hem tasavvur hem de tasdik edilmesi bakımından bilinmesidir.
Örneğin; ‘her aklık arazdır’ veya ‘her üçgenin iç açıları toplamı iki dik açıya eşittir’ veya
‘tümün bir başlangıcı vardır’ denildiği zaman kişi bu sözleri sadece tasavvur etmekle kalmaz,
aynı zamanda bunların öyle olduğunu da tasdik eder. İbn Sina’ya göre tasdikin gerçekleşmesi
için yargının kendisine ilişkin bir kuşkunun bulunmaması gerekir. Eğer, örneğin ‘her aklık
arazdır’ veya ‘her üçgenin iç açıları toplamı iki dik açıya eşittir’ veya ‘dört çifttir’
denildiğinde kişide bir kuşku durumu varsa, kişi bunu sadece tasavvur etmiş olur, fakat henüz
tasdik etmiş sayılmaz. Dolayısıyla eğer tasdik varsa bunu önceleyen mutlaka bir tasavvur var
demektir, ancak tasavvuru mutlaka bir tasdikin izlemesi gerekmez. Kısaca her tasdik bir
tasavvurla birlikte olur, fakat bunun aksi geçerli değildir.38 Çünkü tasavvur tasdikten önce
gelir ve biz herhangi bir şeyin manasını tasavvur etmedikçe o şeye ilişkin bizde tasdik de
oluşmaz.39 Buna bağlı olarak tasavvur tasdikin bir tür ilkesidir ve tasdik edilen her şey
tasavvur edilir. Tasavvur edilen her şeyin ise tasdik edilmesi zorunlu değildir. Nitekim basit
lafızların ve bileşimleri tam söz (el-kavlu’l-câzim) olmayan bileşik lafızların manalarının
tamamı tasavvur edilmekte ama tasdik edilmemektedir. Bunun aksine tam sözler, hem
tasavvur hem tasdik edilirler.40
Yukarıda zikredilen ‘her aklık arazdır’ sözüne ilişkin zihinde oluşan tasavvur, zihinde
bu bileşimin (te’lif) aklık ve arazlıktan bileştiğini bildirir. Tasdik ise oluşan bu sûret ve
bileşimin şeylere nispetiyle ilişkili olup ‘bu sûret şeylerle örtüşür’ şeklinde zihinde doğrulama
yönündeki bir yargının oluşmasıdır. Tekzip bunun aksidir, yani ‘bu sûret şeylerle örtüşmez’
şeklinde yanlışlama yönünde bir yargının oluşmasıdır.41İbn Sina’nın el-Burhân metnindeki
ifadeleriyle söylersek; tam sözlerin tasavvur edilmeleri onların manalarının zihinde var
olmaları yönündendir; tasdik edilmeleri ise onların manalarının, bir şeyin kendindeki
durumuna izafe edilmesi, yani o şeyin tasavvur edildiği gibi olması; o şeyin iki terimi
arasında gerçekleştirilen nispetten akli sûreti meydana geldiği gibi onun iki teriminin gerçekte
37
38
39
40
41
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.10, 11.; İbn Sina, en-Necât,s.60., İbn Sina, Mantıku’lMeşrıkiyyîn, s.9. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.11.; İbn Sina, en-Necât, s.60. ; İbn Sina, Mantıku’lMeşrıkiyyîn, s.9. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.9. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.3. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.11., ayrıca bkz.İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, çev. Ali
Durusoy, Muhittin Macit, Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul-2005, s.3. 23
varlıktaki durumunun da öyle olması yönündendir.42 Bu anlamda İbn Sina’ya göre tasdik bir
yönden tasavvurun tamam olması gibidir. Bu yüzden de tasdikte yararı olmayan tasavvur
sınıfları bilimlerde kullanılmaz. Bilimlerde yalnızca tasdikte yararlı olan tasavvur sınıfları
talep edilir.43
İbn Sina, daha önce üzerinde detaylı olarak durulan varlık sınıflarına bağlı olarak
akledilir olmaları bakımından varlıkları iki kısma ayırmaktadır. Birincisi varlıkta zâtları
akledilir olanlar, ikincisi ise varlıkta zâtları duyulur olanlardır.
44
Varlıkta zâtları akledilir
olanlar daha önce zikredildiğ üzere ayanda varlığı olup da harekete konu olmayan Tanrı, akıl
gibi varlıklardır. Bunlar maddeden ve maddenin eklentilerinden soyutturlar ve bunlar
zâtlarıyla akledilirler. Çünkü bunlar akledilir hale gelmek için herhangi bir işleme gerek
duymaz ve bunların duyulur olması mümkün değildir. Varlıkta zâtları duyulur olanların ise
varlıkta zâtları akledilir değildir. Fakat akıl, eklentilerini maddeden soyutlamak suretiyle
bunları da akledilir hale getirir.45 Bunlar ayanda varlığı olup hareketten soyutlanarak elde
edilen (mütecerrid mine’l-hareke) ve harekete konu olan ilk tasavvur ve ilk tasdiklerdir.
3. İlk Bilgilerin/İlk Tasavvur ve İlk Tasdiklerin (el-Mebâdî) Elde Edilme Süreci
İbn Sina öğretim ve öğrenimi, önce zihinsel (zihnî) ve zihinsel olmayan olmak üzere
iki kısma ayırmaktadır. Zira öğretim ve öğrenimin bir kısmı, marangozluk ve boyacılık gibi
zanaatsaldır ve ancak zanaatın fiillerini devamlı yapmakla meydana gelir, bir kısmı sesleri ve
lafızları devamlı telaffuz etmek suretiyle bir şiir veya bir dili telkin etme örneğinde olduğu
gibi telkinle olur, bir kısmı eğitseldir (te’dîbî) ve ancak öğrenenle danışıklı olarak gerçekleşir,
bir kısmı taklitle (taklîdî)olur ki bu insanın herhangi bir görüşe inanmaya yakınlık duyması ve
öğrencide hocaya güvenmesi yönünden gerçekleşir. Öğretim ve öğrenimin bir kısmı da
uyarmayla olur (tenbîhî). Örneğin; kendiliğinden açık ilksel (evvelî) önermeleri işitip de
ifadedeki veya zihnindeki bir eksiklikten dolayı kavrayamayan kişiye söz konusu önermelerin
yeniden anlatılması gibi.46 İbn Sina'ya göre bunların hiçbirisi zihinsel veya düşünsel değildir.
Çünkü zihinsel ve düşünsel olan, işitilen ve düşünülen bir sözle elde edilen ve daha önce
bulunmayan bir inanç ya da düşünce veya daha önce bulunmayan bir tasavvur oluşturabilen
şeydir.47
42
43
44
45
46
47
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.3. İbn Sina, a.g.e, s.3. İbn Sina, a.g.e, s.167. İbn Sina, a.g.e, s.167. İbn Sina, a.g.e, s.7. İbn Sina, a.g.e, s.7. 24
Her
zihinsel
öğretim
ve
öğrenim
ancak
daha
önce
var
olan
bilgiyle
gerçekleşir.48Marangozluğu öğrenen kimsenin, ilk önce odunun ve keserin ne olduğunu,
odunun keserle yontulabilir, testereyle doğranabilir, matkapla delinebilir vb olduğunu bilmesi
gerektiği örneğinde olduğu gibi nasıl ki pratik (amelî) sanatlarda zihinsel olmayan pratik
bilgiler daha önceki bir bilgiyle gerçekleşiyor ise her türlü zihinsel (zihnî) ve düşünsel (fikrî)
öğretim ve öğrenim de daha önce var olan bir bilgiyle gerçekleşir. Çünkü öğretim ve
öğrenimle gerçekleşen tasdik ve tasavvur, daha önce işitilen veya düşünülen ve dolayısıyla
önceden bilinmesi gereken sözlerden sonra gerçekleşir.49 İbn Sina, öğretim ve öğrenimle
gerçekleşen tasdikten önce talep edilenin (matlûb) henüz tasdik edilmemiş tasavvuru, mertebe
bakımından tasdikten önce gelen sözün tasavvuru, mertebe bakımından tasdikten önce gelen
sözün tasdiki olmak üzere üç bilinenin olması gerektiğini belirtmektedir. Bu üç bilineni talep
edilenin tasdiki izler. Tasdikten mertebe bakımından önce gelen söz, ister kıyas ister
tümevarım ister analoji ister büyük öncülü gizli kıyas (zamîr) isterse de başka bir şey yapılsın
bir öncülün veya öncüllerin var olmasını gerektirir. Bilgi bu öncüllerden, birincisi tasavvur
ikincisi tasdik yönünden olmak üzere iki yönden meydana gelir. Öğretim ve öğrenimle
gerçekleşen tasavvura gelince, bu tasavvurdan önce bulunması ve bilinmesi gereken sadece
tanımın ve betimin (resm) parçalarıdır.50
İbn Sina duyulur tikellerin bilgisinin, bilgi (ilm) değil tanıma (ma‘rifet) diye
adlandırılmasının daha uygun olduğu kanaatindedir. Tikel olanın bilgisi bir öğretim ve
öğrenim değil ancak tanıma ve tanıtma (ta‘rif ve taarrüf) olmalıdır. İbn Sina’ya göre, öğretim
ve öğrenim ifadesi tümel olanın bilgisini ifade eder ve bu anlamda ‘zihnsel’ kaydını bunun
ayrımı olarak görmeye gerek yoktur. Oysa bazıları ‘her zihinsel öğretim ve öğrenim önceki
bir bilgiye dayanır’ derken buradaki ‘zihinsel’ ifadesini, öğrenilen şeyi duyusaldan (hissî)
ayıran bir ayrım olarak görmüşlerdir ki İbn Sina’ya göre bunu bu bağlamda bir ayrım olarak
görmeye gerek yoktur, çünkü zaten öğretim ve öğrenim daha ziyade tanıma ve tanıtmaya
değil disiplinize bilgiye ilişkindir. Şayet bir insan bir insana duyusuna ilişen bir şeyi gösterse
ona daha önce sahip olmadığı duyulur bir şeyin idrakini vermiş olur. Burada duyusuna ilişen
bir şeyi bir başkasına gösteren kişi hakkında ‘öğretti’ denilemeyeceği gibi kendisine duyusal
olanın gösterildiği kişi hakkında da ‘öğrendi’ denilmez. İki kişi arasındaki bu iletişim öğretim
ve öğrenimden daha ziyade tanıma ve tanıtmadır. İbn Sina, eğer duyusal olanın öğretimiyle
48
49
50
Bu önerme için bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, nşr.Dr.Ferid
Cebr, Daru’l-Fikri’l-Lübnânî, Beyrut-1999, C.I, s.425.; Aristoteles, II.Çözümlemeler, YKY, İstanbul-2005,
çev.Ali Houshiary, 71a, s.9. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.8. İbn Sina, a.g.e, s.8. 25
kişide bir sanat melekesi meydana getirilmek istenirse bunun da öğretim ve öğrenim diye
adlandırılabileceğini ifade etmekle birlikte yine bunun da tanıma ve tanıtma diye
adlandırılmasının daha uygun olacağı kanaatindedir.51
Fârâbî’nin, ‘her zihinsel öğretim ve öğrenim daha önce var olan bir bilgiyle
gerçekleşir’ önermesinde kast edilen öğretim ve öğrenim hakkındaki yorumu da İbn Sina’nın
yorumuyla paraleldir. Fârâbî, öncelikle en geniş anlamıyla öğretme’nin tarifi niteliğindeki şu
ifadelere yer verir: “Öğretme, insanın yaptığı ve bununla başkasında bir şeyin bilgisinin
meydana gelmesini veya başkasından herhangi bir fiile kaynaklık edecek alışkanlığa dayalı
(i‘tiyâdî) bir melekenin meydana gelmesini amaçladığı her bir fiil hakkında gerçekleşir.
Fârâbî’ye göre alışkanlık (âdet) hem insan için hem de çoğu canlı için geçerlidir, ancak
alışkanlığın iki anlamı arasında farklılık vardır ve bu iki anlama alışkanlık eş-anlamlılıkla
değil eş-adlılıkla/isim ortaklığıyla söylenir. Birincisi; bir şeyin doğasında bulunmadığı halde
herhangi bir şeyi o şey için alışkanlık haline getiren i‘tiyâd, diğeri ise taklite dayalı telkîndir.
Fârâbî, birincisine, adını zikretmediği bir toplum için bir çok zehirin alışkanlık yoluyla gıda
halene gelmesini örnek olarak zikretmektedir. Yine doğalarında bulunmadığı zannedilen
fiillere alıştırılan hayvanlardaki alışkanlık da böyledir. Fârâbî, bunun da hayvanlar için bir tür
öğretim olduğunu ifade eder. Alışkanlığın ikinci anlamı ise insanın, başkasına benzemek ve
onu taklit etmek için bir fiil yapması ve kendisinde bir meleke meydana gelinceye dek o fiili
tekrarlamasıdır. Fârâbî, bunun da öğretim diye adlandırıldığını belirtir.52
Nitekim Muallim-i Sânî’ye göre telkîn iki sınıftır. Birincisi; bir şarkının veya bir dilin
telkin edilmesi örneğindeki gibi konuşanın bir lafzı söyleyerek bununla dinleyenin aynı lafzı
ezberlemek için pek çok defa telaffuz etmesini amaçlamasıdır. Bu taklit yoluyla öğretim
sınıfına girmektedir. İkincisi; konuşanın, lafızları telkin etmenin yanı sıra o lafızların
anlamlarının dinleyenin zihninde resmolmasını amaçlamasıdır. Fârâbî, lafızdan başka bilginin
meydana gelmesini sağlayacak işaret ve yazı gibi başka fiillerin de yapıldığını ve bu fiilere de
öğretim dendiğini ifade eder.53
Telkîn’in bu iki sınıfına bağlı olarak Fârâbî öğretimi, kendisinden bir fiil melekesinin
meydana geldiği öğretim ve kendisinden yalnızca bilginin meydana geldiği öğretim olmak
üzere iki sınıfta ele almaktadır. Birinci öğretim ya benzerini yapmak suretiyle öğretimdir ya
da diyalogla (muhâtaba) veya işaret ve yazı gibi diyaloğun yerini tutan bir şeyle gerçekleşen
51
52
53
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.9.; İbn Rüşd de duyusal bilgiyi tanıma (marifet), tümelin
bilgisini ise bilgi (ilm) diye aktarmaktadır.bkz.İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, Şerhu’l-Burhân ve Telhîsu’lBurhân içinde, nşr.Abdurrahman Bedevi, Kuveyt 1984, s.46, 47. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, çev. Ömer Türker, Ömer Mahir Alper, Klasik Yayıncılık, İstanbul-2008, s.52. Fârâbî, a.g.e, s.53. 26
öğretimdir. Buradaki diyalogda amaç, yalnızca bir bilginin oluşması değil yanı sıra bir fiilin
kendisinden çıktığı bir melekenin de oluşmasıdır. Fârâbî’ye göre, ‘her öğretim ve öğrenim’
derken burada kast edilen öğretim, kendisinden yalnızca bilginin meydana geldiği öğretimdir
ve bunun öğretim olarak adlandırılması daha uygundur. Diğerlerinin ise bir kısmı alıştırma
(riyâzet) olarak adlandırılır, bir kısmının da adı yoktur. Fârâbî ahlâkî olan öğretimlere ise
öğretimden ziyade eğitim (te’dîb) denmesinin daha uygun olduğu görüşündedir. Fârâbî, yine
anlatma (takrîr) ve hatırlatmayı (tezkîr) da ‘her öğretim ve öğrenim daha önce var olan bir
bilgiyle gerçekleşir’ önermesinde kast edilen öğretimin dışında tutmaktadır.54
Fârâbî’ye göre kendisinden yalnızca bilginin meydana geldiği öğretim ancak
diyalogla55 veya diyalog işlevi gören bir şeyle olur. Diyalogların bir kısmı, işitenin zihninde
onun daha önce bildiği bir şeyi bilfiil hazır hale getirir. Çünkü bir şey insan zihninde iki
yönden biriyle bulunur: Ya bilkuvve ya da bilfiil. Bilkuvve, kişinin kendisi yönünden bir
engel bulunmaksızın dilediği zaman yazma, konuşma veya bir şey hakkında düşünme gücü
gibi fiile yakın kuvvedir. Bir şeyin zihinde bilfiil bulunuşu ise insanın, o şeyin hayalini kendi
zihninde resmolmuş halde görmesidir. İşte diyalogların bir kısmıyla, işitenin zihninde fiile
yakın kuvve halinde bulunan şeyin bilfiil hazır hale gelmesi amaçlanır. ‘Her zihinsel öğretim
ve öğrenim’le kastedilen öğretim bu diyalog değildir. Bunun adı ya anlatma (takrîr) ya da
hatırlatma (tezkîr)’dır. Bir diğer diyalog sınıfı ise kendisiyle işitenin zihninde onun daha önce
gerek tam bilfiil gerekse de fiile yakın bilkuvve sahip olmadığı bir bilginin meydana
gelmesinin amaçlandığı diyalogdur. Fârâbî’ye göre işte ‘her öğrenim ve öğretim önceki bir
bilgiyle gerçekleşir’ önermesindeki öğretimle kast edilen diyalog budur.56 Burada hemen
ilave edelim ki Fârâbî, bir grub insanın ilahî bir fiille meydana geldiğine inandığı öğretimi de
yine söz konusu kast edilen öğretimin dışında tutmakta ve bunu, kendi ifadesiyle; insanın
yapabileceğinin dışında kalan felsefeye sözüm ona felsefe yapan (tefelsüf) kimselere
bırakmaktadır. Zira söz konusu önermede kast edilen ve üzerinde durulan öğretim, insânî
makulleri içeren felsefe dahilindeki ‘insânî öğretim’dir. Fârâbî işte bu öğretimin, Sokrates’in
Atina halkının liderlerine karşı hakkında şu konuşmayı yaptığı felsefedir: ‘Yurttaşlarım! Ben
54
55
56
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.53. Bu kavram ilgili pasajda doğrudan ‘muhâtaba’ diye aktarılmış, fakat aynı eserin 52.sayfasında mütercim ‘elMuhâtabâtu’l-Burhâniyye’ başlığını ‘Burhânî Diyaloglar’ diye çevirerek muhâtaba kavramının karşılığı
olarak diyalog kavramını kullanış, biz de Türkçe’de kullanımı yaygın bir kavram olmadığı ve kapalılık arz
ettiği için burada öğreten ve öğrenen arasındaki ilmî konuşma anlamını içeren muhâtaba kavramını
mütercimin karşılık olarak yer verdiği diyalog kavramıyla karşıladık. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.53.; ayrıca bkz. Fârâbî, Şerâitu’l-Yakîn, el-Mantık İnde Fârâbî, içinde, nşr.Macit
Fahri, Daru’l-Meşrık, Beyrut-1986., s.77-79. 27
sizin bu ilâhî hikmetinizin yanlış bir şey olduğunu söylemiyorum, fakat diyorum ki ben bunu
yapamıyorum ve ben insânî hikmetle hakîm olduğumu söylüyorum.’57
İbn Rüşd de, Tefsîru’l-Burhân’da Fârâbî’ye referansta bulunarak gerek Fârâbî ve
gerekse İbn Sina’yla aynı görüşleri paylaşır. İbn Rüşd, tıpkı Fârâbî’nin ifade ettiği gibi, der,
bu önerme (her zihinsel öğretim ve öğrenim önceki bilgiyle gerçekleşir) mevzusu itibariyle bu
kitaptaki (el-Burhân) işlenen bütün konuları içerir niteliktedir. İbn Rüşd’ göre ‘her zihinsel
öğretim ve öğrenim önceki bir bilgiye dayanır’ önermesindeki ‘her zihinsel öğretim ve
öğrenim’ ifadesi gerek tasavvur gerekse tasdik bakımından bütün araştırılmak istenenleri
(metâlib) kapsamına alan bir ifadedir. ‘Önceki bilgi’ ifadesi ise bütün öncülleri ve tasavvur
oluşturan tanımların bütün parçalarını kapsamına almaktadır. Dolayısıyla önerme sadece
araştırılmak istenenleri ve bunların bilgisine kendilerinden hareketle ulaştığımız öncülleri
değil, beş mantık sanatını (Burhan, Cedel, Safsata, Hitâbet, Şiir), tanım sınıflarını ve
tanımların parçalarını kapsamına alan bir önermedir.58
İbn Rüşd, Themistius’un bu önermeyi böyle anlamayıp önermenin zihinsel ve kanıtsal
olmayan59 pratik bilimleri ve sanatları da kapsamına aldığı yönünde yorum yaptığını aktarır ki
İbn Rüşd’e göre Aristoteles söz konusu önermesiyle bunu kast etmemiştir. Themistius bunun
için şu örneği vermiştir: Bina yapımını öğrenen kişinin bunu öğretmeninden/ustasından
öğrenmesi ancak öğretmeninin kendisine tavsif ettiği ve işaret ettiği taşa, toprağa ve sair
şeylere ilişkin önbilgiden sonra mümkün olabilir. İbn Rüşd’e göre bu yorum doğru değildir.
Zira İbn Rüşd, ‘her zihinsel öğretim ve öğrenim’ ifadesindeki ‘zihinsel’ kavramıyla
Aristoteles’in, sözle yani kanıtla (hüccet) yapılan öğretim ve öğrenim faaliyetini kast ettiğini
belirterek buradan hareketle, taklîdî öğretimi (ta‘lîmu’t-taklîd) dışarıda tutmaktadır. Çünkü
tıpkı öğretimi kabul eden bazı hayvanların taklit yoluyla öğreniminde olduğu gibi sağır ve
dilsiz birisinin de bina yapımını kendisinde hiçbir önbilgi olmaksızın öğretmeninden taklit ve
öykünme yoluyla öğrenmesi mümkündür. Dolayısıyla İbn Rüşd açısından da ‘her zihinsel
öğretim ve öğrenim önceki bilgiyle gerçekleşir’ önermesi sadece ve zorunlu olarak kıyasla
hakkında bilgi elde edilen öğretimler hakkında doğru ve zorunlu olarak geçerlidir.60
İbn Sina, Aristoteles’in ‘her türlü zihinsel ve düşünsel (fikrî-zihnî) öğretim ve öğrenim
daha önce var olan bir bilgiyle gerçekleşir’ önermesi hakkında ‘her öğretim ve öğrenim
zihinseldir, diyenin sözü her öğretim ve öğrenim düşünseldir diyen kimsenin sözü kadar
57
58
59
60
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.56. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.165. ‘Zihinsel ve kanıtsal olmayan’ kaydı özellikle vurgulanmaktadır, çünkü marangozluk gibi bazı pratik bilimler
zihinsel ve kanıtsal değilken pratik veçheleriyle Astronomi, Tıp gibi bilimler zihinsel ve kanıtsaldır. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.166. 28
doğru değildir, çünkü ikinci sözün sahibi, düşünsel sözüyle duyusalı (hissî) dışarıda
bırakmaktadır’ şeklinde yorum yapanlara katılmamaktadır. Zira bu yorumu yapanlar da
önceki mantıkçıların düştüğü hataya düşmüşler ve hatta ilaveten ‘zihinsel zihinle
kazanılandır, zihin ise duyudan faklıdır; şu halde zihinseli, duyuyla kazanılandan ayırt etmeye
ne gerek var!’ görüşünü ileri sürerek başka bir hata daha yapmışlardır.61 İbn Sina ise tam
aksine zihinsel kavramının düşünsel kavramından daha uygun olduğu kanısındadır. Çünkü
İbn Sina'ya göre zihinsel kavramı düşünselden (fikrî), sezgiselden (hadsî) ve anlamaya dayalı
olandan (fehmi) daha geneldir. İbn Sina şöyle diyor:
‘Bana göre zihinsel düşünselden daha uygundur. Çünkü zihinsel, düşünselden, sezgiselden (hadsî) ve
anlamaya dayalı olandan (fehmî) daha geneldir. Düşünsel bir tür taleple olan demektir. Dolayısıyla
düşünselde talep edilen bir şey olur ve nefis kıyasın yapılmasında zikredildiği şekilde orta terimi talep
eder. Nefis orta terimi buluncaya kadar birbiriyle ilişkili şeylere uğramaya devam eder. Sezgisel ise
talep edilen şey zihne göründüğünde orta terimin, herhangi bir talep olmaksızın zihinde canlanmasıdır.
Yahut iki öncülden biri zihne görünür ve görünen bu öncüle ya küçük ya da büyük terim bir anda
eklenir, böylece herhangi bir fikir ve talep olmaksızın sonuç ortaya çıkar. Anlamaya dayalı olana
gelince bu, orta terimin taleple ve görünmeyle değil dışarıdan bir öğreticiden işitmeyle meydana gelir.
Halbuki zihin bütün bunları (yani düşünce, sezgi ve anlamayı) içine alan şeydir. Bütün öğretim ve
öğrenimlere konu olan aklî şeyler olduğuna göre bu, ya düşünce ya sezgi ya da anlama yoluyla
olacaktır. Bu yalnızca tasdikte değil tasavvurda da böyledir. Şu halde onların ‘zihinsel öğretim ve
öğrenim’ sözü daha doğrudur.’62
İbn Sina’ya göre ‘her zihinsel öğrenim ve öğretim önceki bir bilgiyle gerçekleşir’
önermesi, ister kesin bilgi içerikli olsun isterse zan içerikli bilgi olsun tüm disiplinize (sınâî)
öğrenim ve öğretimleri içeren bir anlama sahiptir. Nitekim İbn Sina hemen ilerleyen satırlarda
bu anlam içeriğini açık bir şekilde şu ifadelerle ortaya koymaktadır: ‘Kazanılmış her zan ve
bilgi sınıfının kazanılması zihnî olduğuna göre söz konusu zan ve bilgi, önceki bir bilgi ve
zanla kazanılmaktadır. Önceki bilgi ve zan ise ister başkasından öğrenilmiş olsun isterse de
nefsin çıkarımıyla elde edilmiş olsun fark etmez.’63 Zira daha önce de ifade edildiği gibi her
bilgi tasavvur ve tasdik olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Her tasavvur ve tasdik de
kazanılmamış olan ve kazanılmış olan olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Ancak ister
kazanılmış ister kazanılmamış olsun her tasavvur ve tasdik sadece kesin bilgi vermez. Bir
kısım tasavvur ve tasdikler zannî bilgi ifade eder. Kazanılmış olan tasavvur ve tasdik ise
kazanılmamış tasavvur ve tasdikten yola çıkılarak elde edilir. Her bir tasavvur ve tasdik bir
çeşit bilgi ise ve içerik itibariyle bu bilginin bir kısmı kesin bir kısmı zan ifade ediyorsa ve her
61
62
63
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.9. İbn Sina, a.g.e, s.9, 10. İbn Sina, a.g.e, s.11. Pasajda İbn Sina’nın bilgi kavramını kesin bilgi anlamında kullandığına dikkat
çekmemiz gerekir. 29
kazanılmış kesin bilgi ve zan kendisinden önce gelen bir bilgi ve zanla elde ediliyorsa ve her
zan ve bilginin kazanılması da birer zihinsel faaliyet ise o halde; her zihinsel öğretim ve
öğrenim kendisinden önceki bir bilgiye dayanır. İbn Sina bunu ilerde üzerinde duracağımız,
mükteseb yani kazanılmış bilginin enstrümanları üzerinden açımlamaktadır. Şöyle ki;
Bir tasdikin ardından bilkuvve başka bir tasdik geliyorsa ilk tasdik edilen, ardından
gelen tasdiki ya gerektirendir (melzûm) ya onun çürüten karşıtıdır (muânid) ya üstündeki bir
tümeldir ya altındaki bir tikeldir ya da onun beraberindeki bir tikeldir. Gerektiren ilk tasdik
bilfiil bilindiğinde bu bilgi kendisinin gereği (lâzım) olan ve ardından gelen tasdikin bilkuvve
bilgisidir. Bu bilgi, kanıtlama enstrümanlarından kıyasın bir türü olan ve bitişik şartlı
öncüllerden oluşan seçmeli (istisnâî)kıyasla elde edilir. Çürüten karşıt (muânid) olan, ilk
tasdik bilfiil bilindiğinde, karşıtı olduğu tasdikin bilkuvve bilgisidir. Bu da kıyaslarından
ayrışık şartlı öncüllerden oluşan seçmeli kıyasla elde edilir. Tümel olumlu veya olumsuz
hakkında bir hükmün varlığı bilfiil bilindiğinde bu bilgi kıyas yoluyla kendisinin kapsamında
bulunan tikelin bilkuvve bilgisidir. Tikel hakkında olumlu veya olumsuz bir hükmün varlığı
bilfiil bilindiğinde eğer bilinen, tikellerin bir kısmı hakkında bir hüküm ise bu bilgi onun
üstündeki tümel hakkında bilkuvve bir zandır. Bu da kanıtlama enstrümanlarından eksik
tümevarımla elde edilir. Eğer bilinen bütün tikelleri kuşatan bir hüküm ise, tikel hakkındaki
söz konusu hükmün bilgisi tikelin üstündeki tümelin bilkuvve bilgisidir. Bu da tam
tümevarımla elde edilir. Tikel hakkında bir hükmün varlığı bilindiğinde bu, onunla anlam
ortaklığına sahip başka bir tikelin de böyle olduğuna dair bilkuvve bir zandır ki bu da analoji
yoluyla bilinir.64
İbn Sina’nın söz konusu önerme hakkında yukarıdaki değerlendirmeleri doğrudan
Aristoteles’in kendi metniyle mukayese edildiğinde İbn Sina’nın ‘her türlü zihinsel öğrenim
ve öğretimi’ özellikle ‘zihinsel’ kavramını tercih ederek hem kesin bilgi ve hem de zannî
bilgiyi kuşatacak şekilde ele alması ve yorumlamasının ne kadar isabetli olduğu dikkatten
kaçmamaktadır. Nitekim Aristoteles’in II.Analitikleri’nin orijinal metnine bakıldığında
burada ‘dianoia’ kökünden türetilmiş olan ‘dianoetiké’ kavramı kullanılmaktadır.65 Linguistik
olarak ‘dianoia’ kavramı Yunanca’da temel anlamı itibariyle anlama, anlama yetisi ve
kabiliyeti manasında kullanılmaktadır. Bununla birlikte düşünce anlamı da dahil olmak üzere
akıl, akıl yürütme, düşünme, düşünme süreci, düşünme yetisi, konuşmaya dayanan adım adım
gidimli (discursive) düşünme, söylemsel düşünme, zihin, niyet, maksat, fikir, inanç, inanış,
64
65
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.10, 11. bkz. Aristotle’s Prior and Posterior Analitics, A Revised Text With Introduction And Commentary, içinde, by
W.D. Ross, Oxford At The Clarendon Press, NewYork-1949., 71a 1-2. 30
bir şeyin anlamı veya manası gibi anlamları da içeren anlam haritası geniş bir kavram olarak
karşımıza çıkmaktadır.66 Francis E.Peters söz konusu kavramın anlamsal içeriğini ortaya
koyduktan sonra şu notu düşmektedir: Aristoteles’te dianoia, entelektüel etkinlik için daha
genel bir terim olarak kullanılır.67 II.Analitikler’in Ebu Bişr Mettâ b. Yunus tarafından yapılan
ilk Arapça çevirisinde de kavramın geniş anlam içeriğine uygun olarak ‘zihnî’ kavramı
geçmektedir.68 Fârâbî’nin Kitâbu’l-Burhân’ına bakıldığında bu metinde de yine kavramın
geniş anlamına uygun olarak hem zihnî hem de fikrî kavramları bir arada zikredilmektedir.
Fakat Fârâbî İbn Sina’dan farklı olarak ‘zihnî’ kavramı üzerine açık bir vurgu yapmamakta ve
birini diğerine tercih etmemektedir.69
İbn Rüşd’ün II.Analitikler üzerine kaleme aldığı Telhîsu’l-Burhân adlı orta şerh
metninde ise Abdurrahman Bedevi’nin tahkik ettiği metin dikkate alındığında ‘fıtrî’
kavramı70, Mahmut Kasım’ın tahkik ettiği metin dikkate alındığında ‘fikrî’ kavramı71
kullanılmaktadır. Fakat Abdurrahman Bedevi’nin tahkik ettiği ve neşrettiği büyük şerh
II.Analitikler’in büyük şerhi Tefsîru’l-Burhân’a bakıldığında İbn Rüşd burada Ebu Bişr’in
çeviri metniyle paralel olarak ‘zihnî’ kavramını tercih etmekte ve bunun da ‘söz’ (el-kavl)yani
‘kanıt’la (hüccet) yapılan öğrenim ve öğretim faaliyeti anlamına geldiğini belirtmektedir.72
Yanı sıra Aristoteles II.Analitikler’de ‘her zihinsel öğretim ve öğrenim daha önce var
olan bilgiden hareketle gerçekleşir’ önermesinin hemen ardından bütün bilgi türlerini-ister
kesin ister zannî olsun- içerecek şekilde şöyle açımlamaktadır:
‘Her zihinsel öğretim ve öğrenim, daha önce var olan bilgiden hareketle gerçekleşir. Bütün bilimlere
baktığımız zaman bunun böyle olduğu bizim için açıktır. Nitekim, matematiksel bilimlerde bu şekilde
biz bilgiye ulaşırız. Diğer bütün sözlerde de yani kıyaslarla ve tümevarımla elde edilen bilgilerde de
böyledir (önbilgiden hareketle elde edilirler). Zira bu iki bilgi (kıyas ve tümevarım) öğretimi bilgi
bakımından önce gelen şeylerle gerçekleştirir. Biri (kıyas) anlaşılan (kabul edilen) öncülleri alır diğeri
(tümevarım) tümeli tikel olanın açık olmasından hareketle açıklar. Aynı şekilde retoriksel sözler de
böyledir; ya örneklerle ikna eder ki bu tümevarımdır ya da kıyasla ikna eder ki bu da örtük kıyastır.’73
İbn Rüşd’ün şerhinde ise daha açımlayıcı olarak bu pasaj şöyle aktarılmaktadır:
‘Her zihinsel öğretim ve öğrenim ancak öğrencide var olan önbilgiyle gerçekleşir, aksi takdirde
öğrencinin bir şey öğrenmesi imkansızdır. Bu önermenin doğruluğu tümevarımla ortaya çıkar. Şöyle ki;
matematiksel bilimler ve benzeri diğer teorik bilimler incelendiğinde, öğrenim bakımından bunlardan
66
67
68
69
70
71
72
73
bkz. Francis E.Peters, Antik Yunan Felsefesi Terimleri Sözlüğü, çev. ve haz. Hakkı Hünler, Paradigma
Yayıncılık, İstanbul-2004, s.68. Francis E.Peters, a.g.e, s.68. bkz.Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde,s.425. bkz.Fârâbî, Kitabu’l-Burhân, s.58. bkz. İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.45. bkz. İbn Rüşd, a.g.e, s.43. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.165. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.425, 426. 31
elde edilen bilginin, öğrencide var olan önbilgiden yola çıkarak meydana geldiği açığa çıkar. Sözle
(kavl) öğrenilme özelliğine sahip diğer şeylerde de aynı durum geçerlidir. Söz (kavl) ile yapılan her
tasdik ya kıyas, ya tümevarım ya da analoji yoluyla gerçekleşir. Kıyasla öğrenen kişinin, kıyasın
sonucunu öğrenmeden önce kıyasın öncüllerinin bilgisine sahip olması, tümel bir öncülü tümevarım
yoluyla doğrulamak isteyen kişinin, tümelin bilgisini önceleyen tikellerin bilgisine sahip olması gerekir.
Yine analoji (temsîl) ve iknâ yoluyla bir şeyi öğrenen kişinin, benzetme yoluyla bildiği şeyi bilmeden
önce kendisine benzetileni bilmesi gerekir.’74
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân’da yukarıdaki pasajda zikredilen kıyasın aynı zamanda
örtük kıyas olan retoriksel kıyası da, yine tümevarımın diyalektik tümevarımı da kapsadığı
yönünde yorumlamaktadır.75
İbn Sina, kanıtlamanın yapısal durumunu ortaya koyan ‘her zihinsel öğretim ve
öğrenim önceki bir bilgiyle gerçekleşir’ önermesinde ifade edilen ‘önceki bilgi’ kavramındaki
yanlış anlamaları gidermek için bu kavramın içeriğini de ortaya koymadan geçmemektedir.
Filozofumuza göre ‘önceki bilgi’yle kast edilen zaman bakımından önce gelen bilgi değil zât
bakımından önce gelen bilgidir ve ilk talep de bu zât bakımından önce gelen bilgiye
yöneliktir.76 O halde kanıtlamanın yapısal durumunu ortaya koyan ‘her zihinsel öğretim ve
öğrenim kendisinden önceki bir bilgiyle gerçekleşir’ şeklindeki temel nosyonunun içeriği İbn
Sina’nın açıklamalarını dikkate aldığımız vakit şöyle ortaya çıkmaktadır: İster kesin ister
zannî olsun her zihinsel öğretim ve öğrenim kendisinden zât bakımından/bizzât önce gelen bir
bilgiyle elde edilir.
Genel olarak kanıtlamanın yapısal durumunu ortaya koyan bu temel nosyonun içeriği
dikkate alındığında diyebiliriz ki; İbn Sina açısından en geniş manasıyla bilgi edinme ya da
bilme eylemi, ifade kalıplarına yani lafızlara dökülmüş, varlığa ilişkin zihindeki sûret ve
manaların kavranması (idrâk) ve tasavvur edilmesi, öyle olduğuna veya olmadığına ilişkin bir
yargıda (hükm) bulunarak bu sûret ve manaların tasdik edilmesi, ardından ilk tasavvur ve ilk
tasdiklerden hareketle başka tasavvur ve tasdiklerin elde edilme sürecidir.
İbn Sina hareketle ilintili olan, varlıkta zâtları duyulur olan ve hareketten soyutlanarak
akledilir hale getirilen tüm bilgilerimizin temeline ‘duyu’yu koymaktadır. Zira ‘bir duyudan
(el-hiss) yoksun olan kimse bir bilgiden yani nefsi kendisine yönelttiği bilgiden de yoksun
olmalıdır ve bu yüzden duyunun o bilgiye ulaşması mümkün değildir’77 Tüm bilgilerimiz
74
75
76
77
İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.45.; bu pasaj için ayrıca bkz.İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.165. bkz. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.169. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.11, 12. İbn Sina, a.g.e, s.165.; bkz. İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.92, 93.: ‘Bir duyuyu kaybeden bir bilgiyi
kaybeder. Çünkü insan, her şeye ilişkin bilgiyi ya tümevarım ya da burhan yoluyla elde eder. Burhan tümel
öncüllerden meydana gelir. Tümevarım tikel şeylerden meydana gelir. Tümel öncülleri bilmek için de
tümevarımdan başka bir yol yoktur. Şöyle ki; insan, zihinde maddelerden soyutlanarak elde edilmiş tümel
32
kaynağında duyunun yattığı gerçeğini kesin-burhânî bilgi bağlamına taşırsak; İbn Sina,
kendilerinden hareketle kesin bilginin elde edildiği ilk ilkelerin bilimsel kanıtlama (burhan)
ve tümevarım (el-istikrâ) yani zâtî tümevarım (el-istikrâu’z-zâtî) olduğunu ifade eder.
Tümevarım bir duyuya dayanmak zorundadır. Burhanın öncülleri ise tümeldir ve bunların
ilkeleri ancak duyuyla ve duyu aracılığıyla tekillerin hayallerinin kazanılmasıyla meydana
gelir. Akıl gücü, tümel şeyleri tekil olarak kazanacağı şekilde bu hayallerde tasarrufta bulunur
ve bunları söz formunda bileşime sokar. İbn Sina, örnek olarak Yerküre’nin evrenin
merkezinde olduğunun açıklanmasında alınan Matematik öncülleri ve yine toprağın ağır ve
ateşin hafif olduğunun açıklanmasında alınan Doğa bilimine ait öncülleri zikretmektedir.
Bundan dolayı, der İbn Sina, konuların her birine ait zâtî arazların ilkeleri ilk önce ancak
duyuyla bilinir, sonra da duyulurdan başka bir makul elde edilir. Örneğin, ister ayrık olsunlar
ister ayrık olmasınlar Geometri’deki yüzey, üçgen, vs. kavramlar gibi. Zira bunlara ilk önce
duyuyla ulaşılmaktadır.78
Burada hemen belirtelim ki, İbn Sina, Aristoteles’in metninde ilgili pasajda tümevarım
anlamına gelen ‘epagogé’kavramını yukarıda zikredildiği üzere zâtî tümevarım olarak
okumakta ve yorumlamaktadır. Zira kesin bilgi söz konusu olduğunda burhandan başka bize
kesin bilgi verecek enstrümanlardan birisi de bir şeye ilişkin bütün tikellerini kapsadığından
emin olunan zâtî tümevarımdır. Bunun dışındaki tümevarımlar bize kesin bilgi vermez.
Dipnotta aktardığımız İbn Rüşd’ün metni dikkatle okunursa burada İbn Rüşd, tıpkı
II.Analitikler’de ifade edildiği gibi epagogékavramını yorumlamadan olduğu gibi ‘istikrâ’
kavramıyla karşılamakta ve bunun hangi tür istikrâ olduğu üzerinde durmamaktadır. Yine
Tefsîru’l-Burhân metninde ilgili pasajın şerhine bakıldığında burada da İbn Rüşd tümevarımı
zâtî tümevarımla yorumlamamıştır.79 Ancak İbn Rüşd’ün, ‘burada duyum ve tümevarıma
değinildiği bu fasla kendiliğinden bilinen ilk ilkelerin araştırılması bağlamında yer
verilmiştir'80 şeklindeki ifadesi dikkate alınırsa her ne kadar açıkça zâtî tümevarım kavramını
78
79
80
öncülün doğruluğunu açıklamak istediği zaman ancak tümevarımla açıklayabilir: Ya tümel öncül
matematiksel öncüller gibi maddeden soyut olarak elde edilmiş bir öncül ise mutlak olarak açıklamakla ya da
herhangi bir maddede var olan bir öncül ise maddeyle ilişkilendirerek (açıklayabilir).Dolayısıyla herhangi bir
duyumuzu kaybettiğimiz zaman bu duyunun duyulurlarının tümevarımını yapmaya imkanımız kalmaz,
tümevarımını yapmaya imkanımız kalmayınca da belli bir cinsteki tümel öncülleri bilme imkanımız da
kalmaz. O halde herhangi bir duyumuzu kaybettiğimizde herhangi bir bilgiyi de kaybederiz.’ Dikkat edilirse
İbn Rüşd, tıpkı II.Analitikler’de ifade edildiği gibi epagogé kavramını yorumlamadan olduğu gibi ‘iskirâ’
kavramıyla karşılamakta ve bunun hangi tür istikra olduğu üzerinde durmamaktadır.; aynı pasaj için ayrıca
bkz.İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân,s.165. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.165. bkz. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.414-417. İbn Rüşd, a.g.e, s.415. 33
kullanmasa da İbn Rüşd’ün de tümevarımın bu bağlamındaki yani kesin bilgi veren ilk
ilkelerin oluşması bağlamındaki değerinin farkında olduğunu söyleyebiliriz.
Bilgimizin kaynağında duyu ve duyum yatmakla birlikte İbn Sina’ya göre hiçbir
akledilir hale gelen duyulur değildir. Duyu her ne kadar, pek çok akledilirin (hareketten
soyutlanan akledilirlerin) meydana gelişinin bir ilkesi ise de hiçbir duyulur, duyunun konusu
olması bakımından akledilir değildir, yani aklın idrakine konu değildir. Örneğin; duyu,
duyulur insanlardan her birini bir miktar kemik, belli bir nitelik yapısı ve bulunduğu
mekandaki konumu gibi arazlarıyla algılar. Fakat duyu tarafından arazlarıyla birlikte algılanan
duyulur insan bütün insanlar arasında ortak değildir. Çünkü henüz insandan soyutlanmamış
söz konusu arazlar bütün insanlar arasında ortak değildir. Bütün insanlar arasında ortak olan
ise akledilir insandır ve akledilir insan duyulur insanın hayaldeki sûreti olamaz. Çünkü
duyunun algıladığı şey duyulur insanlar arasında ortak olan insan hakikati değildir.81 Zira
duyu, ifade edildiği gibi insanı algıladığında uzak eklentileriyle, belli bir mekan, belli bir
konum, belli bir nitelik, belli iskelet ölçüsü gibi insanın kendisine özgü maddesi bakımından
insana eklenen eklentilerle algılar.82 O halde harekete konu olan ve zâtları varlıkta duyulur
olan şeylerin makullerini elde etmenin ilk basamağını duyu teşkil etmekle birlikte duyu hiçbir
zaman dış dünyadan aldığı verileri aklî tasavvurlar haline getiremez. Dolayısıyla;
İlk ilkeleri/bilgileri (el-mebâdî) elde eden ve aynı zamanda bunların ilkesi olan bir asıl
kuvve bir de bu bilgileri elde etme sürecinde bu kuvveye yardım eden yardımcı kuvveler
(a‘vân/el-kuvvetu’l-muîne) vardır ki bunlar İbn Sina’ya göre, canlıların hepsinde veya
çoğunda bulunan ‘dış ve iç duyum kuvveleri’dir (kuvâ’l-hissi’z-zâhir ve’l-hissi’l-bâtın). Dış
duyu bütün canlılarda bulunmasına rağmen, dış duyunun nefse ilettiği dış duyum girdilerini
koruyan iç duyu her canlıda bulunmayabilir veya bütün canlılarda bulunsa bile bir kısmında
etkisi sürekli olmayabilir. Örneğin; tırtıl, sinek ve kelebek gibi canlılar, ateşten kaçarlar ve
ateşin yaktığını unutup tekrar geri dönerler. Bu durum onlarda, dış duyunun girdilerini neftse
koruyan iç duyunun sürekli olmayışından kaynaklanmaktadır. Yetkin canlılarda ise iç duyu
uzun sürelidir ve dış duyudan alınan veriler uzun süre kalırlar.83
İbn Sina’ya göre canlılar idrâk eden güçleriyle iki şeyi alırlar. Birincisi; örneğin
kurdun canlılara zarar veren yaratılışı ve yine insanların yaratılışı gibi duyulur şeyin sûreti ve
yaratılışıdır (hilkât). Canlılar, duyuyla söz konusu sûreti almakta ve beynin ön kısmında
bulunan imgelem gücünde (hayâl) saklamaktadırlar. Canlıların idrâk eden güçleriyle aldıkları
81
82
83
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.166. İbn Sina, a.g.e, s.166, 191, 192. İbn Sina, a.g.e, s.263, 264. 34
bir diğer şey, örneğin kurdun düşmanlığı ve iyi davrananın dostluğu gibi duyulur şeyin
anlamıdır. Canlı bu kısmı duyuyla idrâk edemez, aksine biz insanların akıl yetisi gibi onu
ayrıştıran bir güçle idrak eder ki bu güç vehim gücüdür. Vehim gücü söz konusu anlamı,
hatırlama (ez-zikr) adı verilen başka bir güce iletir ki bu güç beynin arka tarafındadır. İbn
Sina özellikle hatırlama (ez-zikr), hafıza ve vehim gibi insanın bu iç güçlerinin daha güçlü
olduğunu belirtir. Duyu ve vehim güçleri, musavvire ve hafıza güçlerinde depolanan girdileri
tekrar sayesinde iyice pekiştirir.84 İbn Sina bu pekiştirilmiş girdileri iç vehimler (el-evhâmu’lbâtına) olarak adlandırmaktadır.85
Bilginin elde edilme sürecinin asıl aşaması bu noktadan itibaren başlamaktadır. Zira
bu aşamadan sonra İbn Sina’nın ilk bilgileri elde eden güç dediği basit şeylerin tasavvurunu
oluşturan güçle, bu basitler arasında bağlantılar kurmada yardımcı olan müfekkire gücü
devreye girmektedir. İlk bilgileri elde eden güç, duyu ve vehim tarafından iletilen ve
musavvire ile hafıza gücünde depolanan pekiştirilmiş iç vahimleri mütalaa ederek benzer
olanlarını ve farklı olanlarını birbirinden ayrıştırır.86 Burada arazlar ve zâtiler bulur. Arazların
bir kısmının şeyin gerekeni (lâzım) olduğunu bir kısmının şeyin gerekeni olmadığını görür.
Tek tek her bir anlamı ayırır ve onları şeyin zâtına götürür.87 Her bir sûrette, bu sûrete
ilineksel (bilaraz) ait olanları çıkarıp bizzât ait olanları soyutlar. Bu sayede ilk bilgileri elde
eden güçte basit şeylerin tasavvuru oluşur. Bir sonraki aşamada müfekkire gücünün
yardımıyla basitlerin bir kısmını diğeriyle birleştirir, bir kısmını diğerinden ayırır. Bu sayede
de o güçte, basit anlamlar hakkında bileşimler oluşur.88 Akıl gücü, bu bileşimleri gördüğünde
ilâhi feyzle kurduğubağ (ittisâl) ve aydınlanmayla (işrâk) bu bileşimleri tasdik eder.89 Bu
şekilde akıl gücü, bir kısmı tanım bir kısmı betim bir kısmı da kesin söze/tasdik bildiren
sözden ibaret olan sözleri oluşturur.90
İlk bilgileri elde eden güç, ilâhî feyz’le kurduğu bağ ve aydınlanmayla ve müfekkire
gücünün yardımıyla gerçekleştirdiği bu terkiple, ilerde üzerinde etraflıca duracağımız üzere
bilimsel kanıtlamanın temel ilkelerini oluşturacak olan ‘bütün parçadan büyüktür’ gibi orta
terimsiz, yani nedeni olmayan ve dolayısıyla herhangi bir öğretime dayanmayan
kendiliğinden bilinir ve apaçık olan aksiyomatik öncülleri oluşturur, bunları bilir ve tecrübe
84
85
86
87
88
89
90
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ,II.Analitikler (Burhân), s.264. İbn Sina, a.g.e, s.264. İbn Sina, a.g.e, s.264. İbn Sina, a.g.e, s.167. İbn Sina, a.g.e, s.264. İbn Sina, a.g.e, s.191, 192, 265. İbn Sina, a.g.e, s.167. 35
eder.91 Ancak burada şunu önemle vurgulamamız gerekir; İbn Sina’ya göre doğasında basit
anlamları birleştirme (terkîb/sentez) ve ayrıştırma (tafsîl/analiz) özelliği bulunan nefsin ilk
bilgileri elde eden gücü, bu birleştirme ve ayrıştırma eylemini gerçekleştirirken vereceği
yargının (hükm) kendisini yine tecrübe yoluyla duyudan alır. İbn Sina açık bir dille bunu
şöyle ifade etmektedir: ‘İlk bilgileri elde eden güç, anlamların çoğunda birleştirme ve
ayırmanın (terkîb ve tafsîl) hükmünü tecrübe yoluyla duyudan alır.’92
Bütün bu duyusal ve zihinsel prosesler sonucu elde edilen ilk bilgilerin, İbn Sina,
tasdik bakımından ilkelerinin olmadığını ancak tasavvur bakımından ilkelerinin olduğunu
belirtir.93 Tasdik bakımından ilkeleri yoktur çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi bu ilk
bilgilerin orta terimleri, nedenleri yoktur. Tasavvur bakımından ilkeleri ise, duyu, imgelem
(tahayyül) ve vehim gücü (tevehhüm) süreçleriyle elde edilen ‘basit manalar’dır. Bu basit
ilkeler elde edildiği zaman, zihin tasdik oluşturmak için onlarda birleştirme ve ayırma
ameliyesinde bulunur, böylece söz konusu basit anlamları birleşik (mürekkeb) ve ayrıntılı
(mufassal) olmaları bakımından tasavvur eder. Bu tasavvurun ardından o anlamları bizzât
akleder. Dolayısıyla bu tasavvur, ilk bilgilerin/ilkelerin ilkelerinden biridir.94 Tasavvur ve
tasdik edilen bu tümeller orta terimsiz oldukları için tasdik bakımından ilkeleri olmayan ve
dolayısıyla burhanı olmayan, kanıtlanamayan ilkelerdir. Çünkü zaten bu ilkeler burhanın
ilkelerini oluşturur ve haliyle burhanın ilkeleri ise burhanla elde edilemez. Dolayısıyla, der
İbn Sina, tasavvur edilen ilk tümelleri ve tasdik edilen ilk tümelleri herhangi bir burhan
olmaksızın elde ederiz. Bu nedenle de ilk tümellerin elde ediliş yönü, öğrenim ve öğretim
yönünden başkadır. Zira ilk tümeller, öğretim ve öğrenimle değil duyusal ve zihinsel prosesler
neticesinde ilk ilkeleri akleden güçle elde edilir.95
Bizim daha önce bu ilkeleri/ilk tümelleri bilmeyişimizin nedenini, İbn Sina, bunların
basitlerinin bize görünmemesi ve aklımıza gelmemesiyle açıklamaktadır. Yukarıda
açıklandığı şekilde duyu ve tahayyül yoluyla bunların basitleri elde edildiği ve müfekkire
gücünün yardımıyla ilk bilgileri elde eden güç bunları telif ettiğinde, buna ilaveten yetenekli
(isti‘dâd) insanın hiç ayrı kalmadığı ilâhî feyzle ittisâl (ittisâl bi’l-feyzi’l-ilâhî)
gerçekleştiğinde bu, o ilkeleri zâtı gereği tasdik etmemizin sebebi olur.96 Burada İbn Sina’nın
91
92
93
94
95
96
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ,II.Analitikler (Burhân), s.264. İbn Sina, a.g.e, s.264. İbn Sina, a.g.e, s.264. İbn Sina, a.g.e, s.264. İbn Sina, a.g.e, s.265. İbn Sina, a.g.e, s.265.; ilk tasavvurların ve ilk ilkelerin elde edilme süreçlerine ilişikin yorum için bkz.Ömer
Türker, İbn Sina Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkanı Sorunu, s.160-172. 36
yer verdiği ilâhî feyzle ittisâl ve ilâhî feyzin aydınlatması nosyonunun epistemik bir değer
ifade ettiği açıktır.
İbn Sina buraya kadar aktardığımız ilk bilgileri elde etme sürecini, Aristoteles’e
referansla şöyle özetlemektedir:
‘İlk Muallim (Aristoteles) tümelin sûretinin nefiste toplanma durumunu, savaşta safın toplanma
durumuna benzetmiştir. Buna göre yenilgi gerçekleştiğinde saftan biri yerinde durduğunda diğeri ona
yönelir ve onunla birlikte durur. Sonra ikincisini üçüncüsü izler ve bir saf oluşur; böylece tek tek her
biri dönmeye başlar ve ikinci bir saf oluşur. Saf yavaş yavaş düzene girer. İşte bilgi ve tümel-aklî sûret
de aynı bunun gibi nefiste yavaş yavaş tek tek duyulurlardan oluşur. Duyulurlar nefiste bir araya
geldiğinde nefis onlardan tümel sûret elde eder ve duyulurları bir kenara bırakır. Bunun da sebebi, tikeli
duyumsayanın bir yönden tümeli de duyumsamış olmasıdır. Çünkü Sokrates'i duyumsayan kişi, bir
insanı da duyumsamıştır. Duyunun nefse getirdiği şey de böyledir. Duyu nefse Sokrates'i ve insanı
getirir. Fakat duyunun getirdiği insan, arazlarla karışık ve belirsiz bir insandır, açık insan değildir. Sonra
akıl onu soyutlar ve arazları ondan uzaklaştırır. Böylece akılda Sokrates'in Platon'dan ayrılmadığı soyut
insan kalır. Eğer duyu, herhangi bir şekilde insanı idrâk etmemiş olsaydı bizdeki ve hayvandaki vehim,
bir türün fertleri ile diğer türün fertlerini akıl olmadığı sürece ayrıştıramazdı. Duyu da bu ayrıştırmayı
yapamazdı. Vehim bir ayrıştırma yapardı ama vehim bir şeyi ayrıştırır ve akıl da başka bir şeyi
ayrıştırır. Bu güç tümel bir anlam elde ettiğinde onu bir başkasına ekler ve bu ikisiyle birlikte başka bir
tümel anlam elde eder.’97
İbn Rüşd de tıpkı İbn Sina gibi ilk ilkelerin elde edilişini gerek Telhîsu’l-Burhân
gerekse Tefsîru’l-Burhân’da aynı minvalde yorumlamaktadır. Ancak farklı olarak İbn
Rüşd’ün, tıpkı Aristoteles’in II.Analitikleri’nde olduğu gibi, ne Telhîs ne de Tefsîr’inde tümel
ilkelerin elde edilmesinde İbn Sina’da epitemik bir nosyon olan ‘ilâhî feyzle ittisâl’ nosyunu
bulunmamaktadır.98
97
98
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.265.; ‘Duyumdan bir anı (hıfz) meydana gelir, sonra bu
anının birden fazla tekrar etmesiyle tecrübe hasıl olur. Zira birden fazla anıdan bir tecrübe meydana gelir.
Tecrübeden de zihinde, birden fazla şeye söylenen ve onlar için bir olan tümel oluşur ve sabit olur. Bütün
bilimlerin ve sanatın ilk ilkeleri işte bu şekilde oluşur. Eğer ilke oluş hakkında ise sanatın ilkesi; varlık
hakkında ise bilimin ilkesi olur. O halde bu ilkeler, ne doğuştan getirdiğimiz ve bizde hep var olan/içkin
(müteferriden) ilkelerdir ne de başka melekelerden elde edilmiş ilkelerdir, aksine bu ilkeler duyumdan yola
çıkılarak elde edilir. Tıpkı savaşta olduğu gibi. Nasıl ki bir savaşta bir asker sıraya giriyor, ardından diğer bir
asker onun yanına duruyor sonra bir başka asker sonra bir başka asker yana dizilip bir saf oluştuyorsa aynı
şekilde tümelin zihinde oluşumu da böyldir…şöyle ki; tikel duyumsanır, duyumdan hareketle kendisine
ulaşılan ise tümeldir. Örneğin ‘insan’ gibi. Kallias olarak tek bir insan değil. Sonra böylece parçalanamayan
manalara varıp dayanır ki işte bu parçalanamayan manalar tümeldir. ‘Canlı’ da böyledir. Bir canlı diğer
canlıya eklenerek sonunda parçalanamayan ‘canlı’ kavramına ulaşılır. O halde açıktır ki; ilksel ilkeler (evâil)
duyunun tümevarımla zihinde tümeli bu şekilde hasıl etmesiyle, tümevarımla bilinir.’ Aristoteles, Kitâbu’lBurhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.617, 618. İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.150, 151.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.414, 417. İbn Rüşd’ün şerhettiği
pasajlar için bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassu’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde s.616-618. İbn
Rüşd’ün Telhîs şerhi tam metin olarak elimizde olduğu için buradaki ilk ilkelerin elde edilmesi sürecine
ilişkin bilgi daha doyurucudur. Ancak Tefsîr’in ikinci makalesi elimizde bulunmamaktadır. O nedenle de
muhtemelen yine İbn Rüşd’ün bu metinde de ikinci makalenin sonunda çok daha detaylı olarak ele aldığı ilk
ilkelerin elde edilmesi sürecine ilişkin yorumları ne yazık ki Tefsîr’den takip etme şansızmız yoktur. İbn
37
İbn Rüşd Tefsîr’inde ilk ilkelerin oluşumunu daha açık ve net olarak ortaya
koymaktadır. İbn Rüşd’e göre ilk öncüllerin duyumdan hareketle oluşuyla ilgili herhangi bir
taştışma ve kuşku yoktur. Bununla birlikte İbn Rüşd kuşkunun, bütün ilksel öncüllerin bu
şekilde tümevarımla oluşup oluşmadığına yönelik olduğunu belirtir. Çünkü ilksel öncüller iki
sınıfa ayrılmaktadır: Birisi tümevarımla elde edilen öncüller diğer ise doğal olarak (bit’tab‘)
bizde hasıl olan ve fakat ilk bakışta ne şekilde ve nereden hasıl olduğunu bilmediğimiz
öncüller. İlk bakışta bu öncüllerin tümevarıma ihtiyaç duymadığı yani tümevarımla elde
edilmediği, tümevarıma ihtiyaç duymayınca da duyuma da ihtiyaç duymadıkları zannedilir.
Oysa iyice araştırıldığında İbn Rüşd’e göre bu öncüller de duyu ve duyuma dayanır. Zira bu
öncüller müşterek duyulurlardadır (el-mahsûsâtu’l-müştereke). Örneğin; ‘bütün parçadan
büyüktür’, ‘bir şeye eşit olan şeyler birbirine eşittir’ ilkeleri gibi. Bu ilkeler de
duyumlarımızın, duyumsadığı şeylerdeki müşterek duyulurların varlığından dolayı bizde hasıl
olmuşlardır. İbn Rüşd, ta çocukluktan itibaren bizde meydana geldikleri için bu ilkelerin ne
şekilde ne zaman ve nereden hasıl olduğunu ilk bakışta bilemediğimizi ifade eder. İbn Rüşd’e
göre oysa iyice araştırılırsa bu ilkelerin de duyumdan elde edildiğine ilişkin hiçbir kuşku
yoktur.99
Fârâbî ise bu ilkelerin ne şekilde elde edildiği tartışmasına girmez, hatta Fârâbî bu
tartışmanın Mantık biliminde ele alınacak bir tartışma olmadığı ve bu konuda tartışmanın
gereksiz olduğu kanısındadır. Fârâbî, kıyassız elde edilen ilkeleri öncelikle doğal olarak elde
edilmiş (el-hâsıl bit-tıba‘) öncüller ve tecrübeyle elde edilmiş (el-hâsıl bit-tecrübe) öncüller
olmak üzere ikiye ayırır. Doğal olarak elde edilen öncüller, nereden ve nasıl elde edildiğini
bilmeksizin, herhangi bir zaman diliminde onları bilmediğimizi idrak etmeksizin, onların
bilgisini elde etmeye yönelik bir istekte de bulunmaksızın ve herhangi bir zaman dilimi
içerisinde onları asla bir araştırma konusu yapmaksızın elde ettiğimiz öncüllerdir. Fârâbî’ye
göre nefislerimizi ta başından itibaren itibaren sanki onlarla birlikte yaratılmış buluruz ve
sanki onlar bizde doğuştan itibaren varmış gibidir. Bunlar insana ait ‘doğal ilk öncüller’ (elmukaddemâtu’l-üvel et-tabîiyye) olarak ve yine ‘ilk ilkeler’ (el-mebâdiu’l-üvel)
olarak
100
adlandırılır.
Fârâbî bu öncüllerin nereden ve nasıl elde edildiğini Mantıkta tartışmayı gereksiz
bulur, çünkü onların elde ediliş yönünü bilmememiz, kesinliği ortadan kaldırmaz, eksiltmez
ve bu öncüllerden, kesinliği oluşturan bir kıyas düzenlememizi engellemez. Fârâbî’ye göre bu
99
100
Rüşd, Tefsîr’inde sadece ilk ilkelerin elde edilmesi sürecinde duyum ve tümavarım süreci üzerinde
durmaktadır. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.416. Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.5. 38
öncüllerin nasıl elde edildiğine dair kesin bilgiye yine bu türden öncüllerle kurulu kıyaslarla
ulaşabiliriz, ki bu sonsuza gider ve bu durumda biz hiçbir şeyin bilgisine ulaşamayız.
Fârâbî’ye göre Mantık biliminde onlar hakkında bilinmesi ve yapılması gerekli olan şey
sadece, bu öncüllerin sınıflarının belirtilmesi, betimlenmesi ve sayımının yapılması ile onların
kıyasın parçaları olarak kullanılma yönünün tanıtılması ve diğer bilgilerin onların seviyesine
nasıl çıkacağının açıklanmasıdır. Fakat onları kullanmamız esnasında nereden ve nasıl elde
edildiklerini bilmemiz gerekmez.101
Bununla birlikte Fârâbî tümel öncüllerin büyük bir kısmının dış dünyadaki
varlıklarının (a‘yânuhâ) duyulur (mahsûs) olduğunu ifade etmeden de geçmemektedir.
Bundan dolayı, der Fârâbî, bir topluluk, onların duyulardan meydana geldiğini söylemiştir.
Ancak İbn Sina gibi Fârâbî de, her ne kadar duyudan meydana gelmişlerse de tek başına
duyuların onların tam olarak meydana gelişinde yeterli olmadığı görüşündedir:
‘Her ne kadar onlar duyudan meydana gelmişlerse de, tek başına duyular, onların tam olarak meydana
gelişinde yeterli değildir. Çünkü bunlarla ilgili olarak kendimizi duyularımızla algıladığımız kadarıyla
sınırlarsak – ki biz, onlara dair dış dünyada yalnızca sınırlı sayıdaki varlıkları duyumsamışızdır- bizde
onlardan meydana gelenlerin tümel değil de tikel öncüller olması gerekir. Oysa biz onların tümel olarak
meydana geldiğini ve böylece bu öncüllerin konuları hakkında hem duyumsadıklarımızı hem de
duyumsamadıklarımızı kapsayan genel hükümler verdiğimizi görüyoruz. Bundan açığa çıkmaktadır ki
nefis, duyulurlarda onları duyumsadığımızdan daha fazla bir fiile/işleme sahiptir.’102
Tecrübe ile meydana gelen öncüllere/ilkelere gelince; Fârâbî’ye göre bu öncüller, az
ya da çok tikellerini duyumsamaya yönelik bizdeki bir kasıt sayesinde kesinliğin kendileri
hakkında meydana geldiği öncüllerdir. Çünkü tecrübe, bizde zorunlu kesinlik oluşana kadar
tümel öncüllerin yüklemlerinin onların tikellerinin her birinde bulunup bulunmadığını tespit
amacıyla, söz konusu öncüllerin tikellerini incelememiz ve tikellerin tümünde ya da çoğunda
yüklemin izini sürmemizdir. Çünkü tümel öncülde hüküm, o türün tümünü kuşatan bir
hükümdür.103 Her ne kadar tecrübe tümevarımdan farklı olarak zorunlu-tümel bir hükme dair
kesinlik oluştursa da her ikisinde de zihin, sadece inceledikleriyle yetinmemekte, incelemden
sonra hem incelediklerini hem de incelemediklerini kapsayan genel bir hüküm vermektedir.
Ama nefiste bu incelemenin ardından söz konusu genel hükmün nereden oluştuğu meselesini
Mantık biliminde tartışmak ve bunu bilmek Fârâbî açısınadan gerekli değildir. Fârâbî’ye göre
bunu bilmenin söz konusu öncüllere dair oluşan kesinlikte bir faydası olmadığı gibi
bilmemenin de öncüllere ilişkin kesinliği artırması ya da eksiltmesi söz konusu değildir.
Ayrıca tümel öncüllerdeki genel hükmün nereden ne zaman ve nasıl meydana geldiğini
101
102
103
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.5. Fârâbî, a.g.e, s.5, 6. Fârâbî, a.g.e, s.6. 39
bilmemek, bu öncüllerin kullanılmasını da engellememektedir. Fârâbî, her iki tür öncülü de;
gerek doğal olarak elde edilen öncülleri gerekse tecrübe yoluyla elde edilen öncülleri
kesinliğin ilkeleri (evâilu’l-yakîn) diye adlandırmaktadır.104
İbn Sina açısından tümel öncüllerdeki genel hükmün nereden ne zaman ve nasıl elde
edildiği gayet açıktır. Duyulur şeylerin sûretleri neftse arazlarından soyutlanıp basit manalara
dönüştüğü anda nefsin ilk ilkeleri akleden gücü, müfekkire gücünün de yardımıyla bunları bir
takım bileşimlere sokar, bunlara ilişkin genel hükmü tecrübe yoluyla duyudan ve bu genel
hükmü vermek için etkinliğini de ilâhî feyzden alır. İbn Sina, ‘ilk bilgileri elde eden’ asıl
gücün ve ilk bilgilerin ilkesinin, nefsin akleden gücü/akıl (kuvve âkile) olduğunu ifade eder.
Bu güç, yaratılıştan beri var olan nazarî akıl gücü (el-kuvvetu’l-akli’n-nazarî) bir başka
adlandırmayla sağlıklı fıtrî istidattır. Bu güç, ilk bilgilerin ilkesidir. Bilginin kabulünün
ilkesine gelince, der İbn Sina, bu bilmeleke akıldır. Nefsin diğer güçleri ise bilme gücü
(kuvve allâme), zanneden gücü, düşünen (müfekkire) gücü ve vehmeden (mütevehhime)
gücüdür. İbn Sina iç güçlerimiz arasında bunlardan başka idrâk eden gücün olmadığını
belirtir. Zanneden, vehmeden ve düşünen güçlerin verdiği yargılar her zaman doğru olmadığı
için bunlar ilk bilgilerin ilkesi olamazlar. İmgelem (mütehayyile), hatırlama (zikr), zanneden,
vehmeden (mütevehhime) ve düşünen (mütefekkire) güçleri, akleden gücün yardımcı güçleri
(el-kuvâ’l-muîne) ve enstrümanlarıdır (âlâtu’l-akl). Bu nedenle akleden gücün ilk fiilini
(fi‘luhâ el-evvel) gerçekleştirebilmesi için bu güçlerin güçlenmesi ve tamam olması, sağlıklı
olup beynin mizacının itidâlde olması gerekir. Nefsin bilme gücü (kuvve allâme) de tıpkı akıl
gücünün dışındaki diğer güçler gibi ilk ilkeleri elde eden ve oluşturan güç olamaz. Çünkü
bilginin ilkesine bilme gücüyle ulaşılamaz. Bilme gücü, söz konusu yardımcı güçlerle birlikte
asıl güç olan akıl gücünün oluşturduğu ve elde ettiği bilinen ilk bilgilerden hareketle, teorik
araştırmayla (nazar) bilinmeyenlerin bilgisini elde eden güçtür.105 İbn Sina, el-Medhal ’de
‘kalbi’ de akleden gücün bir âleti olarak görmektedir. Beyin ve kalb insan türünü var kılıcı bir
fasıl olan akleden ve düşünen gücün birer âletidir ve akleden gücün ilk anlama, ayrıştırma vb.
fiilleri bunlarla gerçekleşir. Kalp ve beyin mizaçlarının mutedil olması ve olmayışıyla söz
konusu fiiller de farklılaşır.106
104
105
106
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.6. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.265-66.: Nefsin kuvvelerinin detaylı açıklaması için bkz.
Avicenna’s De Anima, (Arabic Text) ed. Fazlur Rahman, London Oxford University Press, New York
Toronto, 1959, s.39-52.; İbn Sina’da ‘nefs, akıl ve ruh’ üzerine yapılmış çalışmalar için bkz. Ali Durusoy,
İbn Sina Felsefesinde Nefs, Akıl ve Ruh. Tez (Doktora). Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.;
Hayrani Altıntaş, İbn Sina Düşüncesinde Nefs Teorisi, İbn Sina Sempozyum Bildirileri, Başbakanlık
Basımevi, Ankara-1983, s.241-254. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.74. 40
Nefsin akleden gücü’nün, diğer yardımcı güçlerle elde ettiği ilk ilkelerin (el-mebâdî)
dışında kalan diğer bilgiler ise ya tecrübeyle (et-tecrübe) ya da basitlerin bileşiminin kendisi
tasdiki gerektirmiyorsa bir aracıyla (vasat) elde edilir. İbn Sina bu bilgileri de en geniş
manada kazanılmış bilgiler (el-müktesebât) diye adlandırmaktadır.107 Dolayısıyla kazanılmış
bilgileri önceleyen bir bilgi söz konusudur ve nefsin kuvvelerinden, iki şey arasında bağ
kurma özelliği olan bilme (kuvve allâme) ve düşünme (fikr/müfekkire) kuvveleri, önceki bir
bilinenden hareketle bilinmeyenlerin bilgisine geçerek söz konusu bu kazanılmış bilgileri elde
ederler. Bu bağlamda, yeri geldiğinde etraflıca üzerinde duracağımız üzere kazanılmış
bilgilerin ilkelerini/ön bilgilerini/öncüllerini bir, aracıyı (vasat) kendilerinde barındıran ‘ilk
ilkeler’ (el-mebâdî) ve sâir önermeler bir de tecrübe (et-tecrübe) verileri oluşturmaktadır.
Nitekim İbn Sina, Kitâbu’l-Burhân’da en geniş manasıyla akledilirlerin tasdikinin
duyuyla dört tarzda ele edildiğini belirtir. Birincisi bilarazdır, ikincisi tikel kıyasladır,
üçüncüsü tümevarımladır, dördüncüsü ise tecrübeyledir. Bilaraz olan, yukarıda detaylı olarak
üzerinde durulduğu gibi, duyudan duyusal ve hayalî karışımdan soyutlanmış akledilir tekil
anlamların elde edilmesi ve ardından aklın, bunların bir kısmını diğerinden ayırması ve bir
kısmını diğeriyle bileşime sokmasıdır. Bunun ardından aklın bir kısmında, yukarıda anlatıldğı
üzere, fıtratla verdiği hükümler ve bir kısmında ise burhandan hareketle elde ettiği hükümler
gelir. Bu ikisinden ilk kısım, yani aklın fıtratla verdiği hükümler, aklın Yaratıcı’dan nefslere
feyz eden nurla ve Faal Akıl adı verilen doğayla ilişki kurmasıyla gerçekleşir. Aklı burada
kuvve halinden fiile çıkaran Faal Akıl’dır. Fakat her ne kadar durum böyle olsa bile duyu,
aklın bizzât değil bilaraz ilkesidir. İkinci kısma yani aklın burhana dayandığı kısma gelince;
akıl burada orta terimi talep eder. Orta terim meydana çıkınca akıl, tasdik edilen aklediliri
aynen ilksel bilgileri (evveliyyât) elde edişi gibi ve o ilkeleri elde ettiği güçle elde eder.108
Tikel kıyasla olan ise şöyledir: Akılda cins hakkında tümel bir hüküm olur ve akıl,
cinse ait türün fertlerini duyumsayarak ondan türlük sûretini tasavvur eder; söz konusu tümel
hükmü türe yükler ve daha önce bulunmayan bir akledilir elde eder. Tümevarımla olana
gelince; ilksellerin (evveliyyât) çoğu ilk başta zikredilen yolla akıl için açık hale gelmez.
Bunların tikelleri tümevarıma tâbi tutulduğunda akıl, tümel inancın farkına varır. Fakat İbn
Sina, duyusal ve tikel bir tümevarımın kesinlikle tümel bir inancı zorunlu kılmadığını, aksine
yalnızca dikkat çektiğini belirtir. Örneğin; ‘bir şeye temas eden ama birbirlerine temas
107
108
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.265. İbn Sina, a.g.e, s.167, 168. Üç büyük filozof Fârâbî, İbn Sina ve İbn Rüşd’e göre ‘akıl’ kavramı üzerine
yapılmış önemli çalışma için bkz. H.A.Davidson,Alfarabi, Avicenna, and Averroes on Intellect: Their
Cosmologies, Theories of the Active Intellect, and Theories of Human Intellect, Oxford Universty Press, USA
-1992.; İbn Sina mantığında faal akıl konusunda farklı bir yorum ve orta terimin rolüne ilişkin açıklama için
bkz. McGinnis, Avicenna's Naturalized Epistemology and Scientific Method, s.116, 117, 120, 121. 41
etmeyen iki şey o şeyin bölünmesini gerektirir’ ilkesi neftse sabittir ve fakat fark edilmez.
Fakat bu ilkenin tikellerinin duyumsanmasıyla akıl onun farkına varır ve ona inanır.109
Tecrübeyle olana gelince; İbn Sina, tecrübenin bir nevi tümevarım ve kıyasın karışımı
olduğunu ve bu anlamda kıyastan daha güçlü olduğunu belirtir. İbn Sina, burada tecrübe
yoluyla akledilirlerin tasdikine örnek olarak ‘sakamonya safrayı ishal eder’, ‘mıknatıs demiri
çeker’ örneklerini vermektedir.
110
İbn Sina, duyu sebebiyle/duyudan hareketle/duyu
temellitasdikî bilgi elde etme tarzlarının bu dört tarzdan ibaret olduğunu ifade etmektedir.
Öyleyse, bir duyudan yoksun olan bir kimse bir bilgiden de yoksun demektir.111
4. Kazanılmış Bilgilerin/Tasavvur ve Tasdiklerin (el-Müktesebât) Elde Edilme
Süreci
İbn Sina’ya göre nasıl ki bilinen bir şey tasavvur ve tasdik olmak üzere iki yönden
biliniyorsa henüz bilinmeyenlerin bilinmemesi de yine tasavvur ve tasdik yönünden olmak
üzere iki yöndendir. Tasavvur bakımından bilinmeyen şey, tanımlanıncaya kadar onun anlamı
kavranamaz. Tasdik bakımından bilinmeyen şey ise hakkında bilgi sahibi olup zihinde ona
ilişkin yargı oluşuncaya dek tasdik bakımından bilinemez. Örneğin; ‘bilkuvve dik açının iki
kenarını kesen kiriş olmasının’ bilinmemesi gibi.112 Dolayısıyla bunlardan her birinin
bilinmesi kazanım (kesb) iledir. Bunların kazanılmasının da İbn Sina, önceki bir bilinen ve bu
bilinene ait bir yapısal özellik (hey’e) ve sıfatla mümkün olduğunu söyler. Bu yapısal özellik
ve sıfat sayesinde zihin, yapısal özelliğin ve sıfatın bilgisinden bilinmeyenin bilgisine
ulaşmaktadır.113
İbn Sina mükteseb olan tasavvur ve tasdik, yani bilinenlerden hareketle sonradan
düşünceyle bilgisi elde edilen tasavvur ve tasdikin; her birinin kendi arasında bir takım
mertebelerinin olduğunu belirtir. Mükteseb tasavvurların bir kısmı, bir şeyin, toplamı
kendisine özgü olan veya hem kendisini hem de başkasını kuşatan ilineksel (arazî) manalarla
tasavvurudur. Bir kısmı ise bir şeyin, yalnızca kendisine özgü olan veya kendisini ve
başkasını kuşatan zâtî manalarla tasavvurudur. Yalnızca bir şeyin kendisine özgü olan zâtî
manalarla tasavvuru da ya o şeyin varlığının hakikatini tam olarak içerir ve bu sayede zâtî
109
110
111
112
113
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.168. İbn Sina, a.g.e, s.168. İbn Sina, a.g.e, s.169. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.11., İbn Sina, İşaretler ve Tenbihler, s.3. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.11. 42
manalarından hiçbiri dışarıda kalmadığı için o şeyin dış dünyada var olan sûretine paralel aklî
bir sûret olur ya da o şeyin hakikatinin tamamını değil bir kısmını içerir.114
Mükteseb tasdiklere gelince bunların bir kısmı kesin (yakînî) tasdiktir ki bu tasdikle
birlikte ‘tasdik edilen şey hakkındaki inancın ortadan kalkması mümkün olmadığında tasdik
edilen şeyin bulunduğu durumda olmaması imkansızdır’ şeklindeki ya bilfiil ya da fiile benzer
bilkuvve ikinci bir inanca inanılır. Bir kısım tasdikler ise kesine benzer olan tasdiktir. Bu
tasdikte ya tek bir inanca inanılır ve söz konusu ikinci inanca gerek bilfiil gerekse fiile yakın
bilkuvveyle inanılmayıp aksine ikinci inanca dikkat çekilecek olsa birinci tasdikin sağlamlığı
ortadan kalkar, ya da ikinci inanca inanılsa bile bu inanç ortadan kalkabilir, fakat birinci inanç
yerleşiktir ve bununla birlikte bilfiil onun çelişiğinin mümkün olduğuna inanılmaz.
Tasdiklerin diğer bir kısmı ise ikna edici ve zan içeren (iknâî ve zannî) tasdiktir. Bu tasdik
birinci inanca inanılması ve bu inançla birlikte ya bilfiil ya da fiile yakın bilkuvveyle birinci
inancın çelişiğinin mümkün olduğu yönünde ikinci bir inanca inanılmasıdır.115
O halde; İbn Sina’ya göre nefsin yetkinliğinin tam olarak gerçekleşmesi için akleden
gücün diğer güçlerin yardımıyla elde edip tasavvur ettiği veya tasavvur ve tasdik ettiği ilk
bilgiler yeterli değildir. İnsanın ancak akıl sahibi bir varlık olması bakımından yetkinliğini
tamamlaması, nefsin bilen gücünü kullanarak bilinen tasavvur ve tasdiklerden hareketle henüz
tasavvur ve tasdik bakımından bilinmeyenlerin bilgisini araştırmayla (nazarî) ve bilimsel
olarak (sınâî) elde etmesiyle, kazanmasıyla (kesb) mümkündür. Çünkü biz, bilinenler zihinde
zorunlu bir düzene girdiklerinde ve o bilinenlerin sûreti söz konusu zorunlu düzende karar
kıldıklarında nefsimizin bilme gücüyle onlardan hareketle bilmeyi amaçladığımız şeyin
bilinmesini isteriz116 yani; akıllarımızda ve nefislerimizde bilmediğimiz ve fakat elde etmek
istediğimiz şeylerin bizde ya tasavvurunun hasıl olmasını ya da tarafımızdan tasdikinin hasıl
olmasını talep ederiz.117 Çünkü henüz bilinmeyen ve bilinmek istenen bir bilinmeyeni
kavramak için elde edilmiş bir bilinenden başka yol yoktur.118 Bu noktada insan zihni,
öncelikle bilinenlerden bilinmeyenlerin nasıl elde edileceği sorusuyla karşılaşmaktadır.119
Dolayısıyla bilmediğimiz ve fakat bilinmesini talep ettiğimiz şeyleri nasıl talep edeceğimiz
sorusu İbn Sina’ya göre aynı zamanda bilinmeyen bir tasavvuru veya bilinmeyen bir tasdiki
114
115
116
117
118
119
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.2. İbn Sina, a.g.e, s.1,2. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.10. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.9.; ilk bilgilerden hareketle kazanılmış bilgilere geçiş süreci hakkında
yapılan okuma ve yorumlar için ayrıca bkz.Ömer Türker, İbn Sina Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkanı
Sorunu, s.177-188. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.4. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş ( Medhal), s.10. 43
nasıl elde edeceğimize yönelik bir sorudur.120 Kendileri sayesinde bilinmeyenin bilgisini,
henüz bilinmeyen bir tasavvuru ve tasdiki elde edeceğimiz enstrümanlar (âletân tüktesebu
bihima el-ma’lûmât) nelerdir, sorusunun cevabı hiç şüphesiz İbn Sina’da açıklayıcı söz (elkavlu’ş-şârih) ve kanıttır (hüccet).
5. Tasavvur ve Tadikin Enstrümanları: Açıklayıcı Söz (el-Kavlu’ş-Şârih) ve
Kanıt (Hüccet)
İbn Sina, tasavvurun bilgisini veren şeylerin bir kısmının tanım, bir kısmının betim, bir
kısmının misâl bir kısmının alâmet ve bir kısmının da kavram (ism) olduğunu belirtir.121İbn
Sina el-Medhal’de bir şeyin tasavvurunun bilgisini vermesi bakımından tasavvur ifade eden
bu şeylerin tamamını kuşatan bir ismin verilmesinin adet olmadığını veya olsa bile kendisine
kadar ulaşmadığını ifade etse de122Mantıku’l-Meşrıkiyyin’de ve İşârât’ta insanların kendisiyle
tasavvurun elde edildiği şeyi açıklayıcı söz (el-kavlu’ş- şârih) diye veya isim yönüyle söz diye
adlandıra geldiklerini söyler.123 el-Burhân metninde ise İbn Sina, bunu ayrıntılı söz (elkavlu’l-mufassal) diye isimlendirmektedir.124 Açıklayıcı sözün veya ayrıntılı sözün de bir
kısmı tanım (hadd) bir kısmı ise betim (resm) ve benzeridir.125
İbn Sina el-Burhân metninde, daha önce üzerinde durduğumuz tasavvur çeşitlerini
veren ayrıntılı sözü (el-kavlu’l-mufassal) de söz konusu tasavvur kısımları doğrultusunda
taksim etmektedir. Bazen ayrıntılı sözün tarif edileni ayrıştırması, onun yani tarif edilen şeyin
dışındakilerin tamamından değil bir kısmından olur. Bu durumda eğer bu ayrıştırma ilineksel
(arazî) niteliklerle yapılırsa eksik betim (resm nâkıs) olur, zâtîlerle yapılırsa eksik tanım (hadd
nâkıs) olur. Bazen de ayrıntılı söz, o şeyi kendisi dışındakilerin bir kısmından değil
tamamından ayrıştırır. Bu durumda eğer ayrıştırma ilineklerle yapılırsa –özellikle de ayrıntılı
sözdeki cins yakın cins olursa- tam betim (resm tâmm), şayet ayrıştırma zâtîlerle yapılırsa ve
de hiçbiri dışarıda kalmayacak şekilde bütün zâtîleri içerirse tam tanım (hadd tâmm) olur,
eğer zâtîlerden herhangi biri dışarıda kalırsa tam tanım olmaz. İbn Sina, burada zahirci
mantıkçıların (ez-zâhiriyyîn mine’l-mantıkiyyîn) bir hatasına işaret etmektedir. Bu hata,
zahirci mantıkçıların ayrıştırmanın zâtîlerle yapılmasını tam tanım için yeterli görmeleridir.
İbn Sina, oysa muhakkik mantıkçılara (muhassılîn) göre bir tanımın tam tanım olması için
120
121
122
123
124
125
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.9. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.11. İbn Sina, a.g.e, s.11. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.10.; İbn Sina, İşaretler ve Tenbihler, s.3. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.2. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.10.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.3.; İbn Sina, en-Necât, s.3. 44
zâtîlerle yapılan tarifin zâtîlerden hiçbirini dışarıda bırakmaması gerektiğini belirtir.126 Bu
bakımdan İbn Sina’ya göre tanımın amacı, ayrıştırmanın yalnızca zâtîlerle olması değildir.
Örneğin; ‘insan düşünen ölümlü cisimdir’ ayrıntılı sözü, her ne kadar zâtîlerle ayrıştırsa da
tam tanım değildir. Çünkü bu tanımda orta cins zikredilmiş, fakat orta cinslerin fasılları
zikredilmemiş, ihlâl edilmiştir. Aynı şekilde orta cinslerin fasıllarının tamamı zikredilse ve
tarif edilen şeyin sadece kendisine özgü birden çok fasılları olsa ve sadece bunlardan biri o
şeyi ayrıştırmada yeterli olsa bile yine tanım tam tanım olmaz. Gerçek tanım olabilmesi için o
şeye özgü olan fasılların tamamının zikredilmesi gerekir.127 Bu sebeple, der İbn Sina, gerçek
tanımın tarifi ‘bizzât talep edileni ayrıştıran sözdür’ şeklinde değil, İlk Muallim
(Aristoteles)’in Topikler’de ‘tanım mahiyete delâlet eden sözdür’128 şeklinde yaptığı tariftir.
Zira İlk Muallim (Aristoteles) mahiyetle, bir şeyi o şey yapan ve zâtının tam olarak meydana
gelmesini sağlayan hakikatin tamamını kast etmektedir.129
Önce kendisi bilinen olarak düzenlenen sonra da kendisi sayesinde tasdik yoluyla
bilinmeyen bir şeyin bilgisinin elde edildiği enstrümanın ise İbn Sina, ‘hüccet’ diye
adlandırıldığını ifade eder. Hüccetlerin ise bir kısmı kıyas, bir kısmı tümevarım (istikrâ) bir
kısmı analoji (temsîl) ve sair başka şeylerdir.130
İbn Sina, kıyası da daha önce yer verdiğimiz tasdik kısımları doğrultusunda taksim
etmekte ve tasdik türlerine bağlı olarak kıyasın da mertebelerinin olduğunu belirtmektedir. Bir
kısım kıyaslar kesin sonuç verir. Bunlar burhanî kıyaslar’dır (el-kıyâsu’l-burhânî). Bir kısım
kıyaslar ise kesine benzer sonuç verir. Bunlar da ya diyalektik (cedelî) kıyaslar (el-kıyâsu’lcedelî) ya da sofistik ve mugalatalı kıyaslar’dır (el-kıyâsu’s-sûfestâî el-muğâlitî). Bir kısım
kıyaslar ise iknâ ederek gâlip zan oluşturan kıyaslardır. Bunlar da retoriksel kıyaslar’dır (elkıyâsu’l-hatabî). Tasdik çeşitlerine bağlı olarak taksim olunan bu kıyasların dışında bir de
şiirsel kıyaslar (eş-şi‘rî) vardır ki bunlar herhangi bir tasdik oluşturmaz. Nefsi güzel ve çirkin
şeylere öykünmek suretiyle kapanma ve açılmaya doğru hareket ettiren bir imge (tahayyül)
oluşturur.131
Tasavvur tasdikten önce geldiği için İbn Sina’ya göre öncelikle açıklayıcı söz’ün (elkavlu’ş-şârih), ardından da hüccet’in ele alınması gerekir. Her açıklayıcı söz ve hüccet de
manalardan ve lafızlardan meydana geldiği için öncelikle manaların ve lafızların ele alınması
126
127
128
129
130
131
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.2.;ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine
(İbâre), s.22, 23. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.2. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.173. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler, (Burhân), s.3. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş, (Medhal), s.11.;İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.10.;İbn Sina,
İşâretler ve Tenbihler, s.3-4.;İbn Sina, en-Necât, s.3. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.2.; İbn Sina, en-Necât, s.4, 5. 45
gerekir. Zira bileşim, bileşiminde bizzât kendisine ihtiyaç duyduğu ve kendisinden meydana
geldiği şeyleri de kapsayacak şekilde ele alındığı takdirde ancak bileşim hakkında gerçek
manada işlem tamamlanmış olur. Dolayısıyla der, İbn Sina, eğer biz tanım ve hücceti talep
etmek ve öğrenmek istiyorsak öncelikle, tanım ve hüccetin kendilerinden bileştiği bileşimi
oluşturan şeyleri, her yönden değil de sadece tanım ve hüccetin kendilerinden bileşip
meydana gelmesinin uygunluğu yönünden ihâta edip kavramamız gerekir.132
Zihnin, bileşime girmemiş basit bir manadan hareketle bir şeyin tasdikine geçmesi
imkansızdır. Zira basit mana zâtında veya halinde varlığı ve yokluğu belirginleşmediği sürece
başkasının tasdikine götürmede yeterli değildir. Dolayısıyla bu basit manaya, bir varlık veya
yokluk eklendiğinde ona başka bir mana eklenmiş olur. Tasavvur ise çoğu kez basit manayla
gerçekleşir. Fakat İbn Sina, basit manayla gerçekleşen tasavvurun pek az şeyde olduğunu,
çoğu durumda eksik ve yetersiz olduğunu söyler. Bir çok şeyde tasavvuru gerçekleştiren
manalar, bileşik (müellef) manalardır. Bileşik manalar ise birden fazla basit manadan elde
edilir. Bileşikteki tek ise basit (müfred) adını alır. Dolayısıyla bileşen şeylerin basitlerini
bilmeden onların doğasını bilmek imkansızdır. Bu bakımdan İbn Sina’ya göre en uygunu
basitleri (müfredât) bilmenin bileşiklerden (müellefât) önce olmasıdır.133 Zira bir bilimin
konusu, telif için vazedilmiş olmaları bakımından manalardır ki bu manalar telifle
zihinlerimizde olmayan bir şeyin zihinlerimizde elde edilmesini sağlayıcı hale gelirler.134
Açıklayıcı söz (el-kavlu’ş- şârih) ve hüccetten her biri, akledilir anlamlardan belirli bir
düzene ve telife göre yapılır. Bunlardan her birinin kendisinden telif edildiği bir maddesi bir
de bu telifi tamamlayan bir sûreti (formu) vardır ve İbn Sina’ya göre, nasıl ki; gelişigüzel bir
maddeden bir evin veya bir sandalyenin yapılması doğru değilse ve nasıl ki gelişigüzel bir
sûretle evin maddesine veya sandalyenin maddesine şekil verip tamamlamakla evin ve
sandalyenin tamamlanması imkansız olup aksine her birinin kendine özgü bir maddesi ve
sûreti varsa aynı şekilde her bilinenin de, düşünceyle bilinen kendine özgü bir maddesi ve
sûreti vardır ki o, bu madde ve sûretle gerçekleşir. Ve yine nasıl ki, evin yapımında her ne
kadar sûret sahih olmasına rağmen maddesi bakımından; veya madde sahih olmasına rağmen
sûreti bakımından; veyahut da her ikisi bakımından bozukluk meydana geliyorsa düşüncedeki
bozuklukta aynı şekildedir; ya sûret sahih olmasına rağmen maddesi bakımından veya
132
133
134
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.10. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş, (Medhal), s.15.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.2. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.10. 46
maddesi sahih olmasına rağmen sûreti bakımından veyahut da her ikisi bakımından meydana
gelir.135
Burada İbn Sina’nın tanımın maddesi dediği, tanımın kendisinden elde edildiği basit
manalar ve bunlardan bileşen ancak yargı bildirmeyen bileşik manalar, kıyasın maddesi
dediği ise kıyasın kendilerinden telif edildiği ve söz konusu basit manaların yargı bildiren
bileşimleri yani önermelerdir. Tanımın sûreti, basit manaların yargı bildirmeyecek tarzda belli
kurallar ve şartlara göre bileştirilmesi, kıyasın sûreti ise kıyasın kendi içerisinde oluştuğu
kıyas formlarıdır. O halde İbn Sina’ya göre yapılması gereken sırayla, açıklayıcı sözün
ilkelerini ve bunlarla tanım ve benzerlerinin nasıl yapıldığını, hüccetin ilkelerini ve bu
ilkelerle kıyas ve benzerinin nasıl yapıldığını açıklamaktır. Bunun için de öncelikle
kendilerinden tanım, kıyas ve benzeri işlemlerin yapıldığı basit şeyleri ele almak ve bunları
açıklamak gerekir. Kısaca öncelikle basit manaların özelliklerini, ardından da bu basit
manalardan elde edilen bileşimin özelliklerini ele almak gerekir.136
6. Tasavvur ve Tasdikin Dile Gelmesi ve İfade Kalıpları:
Konuşma (Nutk) ve Lafızlar (Elfâz)
İbn Sina’ya göre insan, doğası gereği birlikte yaşamaya ve toplumsal yaşam içerisinde
varlığını sürdürmeye mecbur olduğundan, diğer bireylerle iletişim kurmaya ihtiyaç duymuş
ve bu iletişimi sağlayan bir enstrüman icat etmeye yönelmiş ve bu yönelimin sonucunda
doğası gereği insan, sesi kullanmış ve Yaratıcı tarafından kendisine nefisteki eserlere delâlet
edebilmesi için hem harfleri oluşturma hem de harfleri birleştirme enstrümanları
verilmiştir.137 Böylece insan, iletişim kurmak ve nefisteki anlamlara delâlet edebilmek için dil
olgusunu keşfetmiştir. Ancak bu birinci zorunlulukla birlikte bir diğer zorunluluk daha baş
göstermiştir ki bu da bilinen şeyleri kayda geçirme, hem şimdiki hem de gelecekteki insanlara
iletme zorunluluğudur. Amaç ise, gelecekteki bilgilerin iletilen bu bilgilere, fikirlere ve tümel
kurallardan yapılan bilimsel çıkarımlara eklenerek hikmetin ortaklaşa tamamlanmasıdır.
Dolayısıyla insan doğası söz konusu bu zorunlulukla birlikte konuşmadan başka bir bildirim
tarzına daha ihtiyaç duymuş, bilgileri kayda geçirmek suretiyle bilimdeki bu birikimsel
ilerleyişin teminatı olan enstrümanı yani yazıyı, yazı şekillerini keşfetmiştir.138 İbn Sina’ya
135
136
137
138
İbn Sina, en-Necât, s.3, 4. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.3, 4. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.2, 3. İbn Sina, a.g.e, s.3. 47
göre bütün bunlar ilâhî bir rehberlik ve ilâhî bir ilhamla gerçekleşmiştir.139 Burada varlıkla
ilişkili diğer iki kısımla karşılaşmaktayız. Yani nefisteki sûret ve anlamlara delâlet eden
lafızlar ve bu lafızlara delâlet eden yazı. Özetle; yazı sesle çıkan şeye, yani lafza delâlet eder,
lafız ise neftse olanlara delâlet eder. Nefstekiler ise nefsin maksatları olan manalara delâlet
eder.140
İbn Sina öncelikle lafızlar ve bu lafızların manalara delâletini analiz etmenin zorunlu
olduğu görüşündedir. Çünkü lafızlarımız ve kavramlarımız olmadan neredeyse düşünme ve
bilme eylemini gerçekleştirmek imkansızdır. Lafızları incelemek bu zorunluluktan
kaynaklanan bir durumdur. Eğer anlamların salt düşünceyle öğrenilmesi mümkün olsaydı
bunun için salt düşünce yeterli olurdu. Fakat zorunluluk bizi lafızları kullanmaya
yönelttiğinden ve özellikle de manalarla birlikte lafızlar hayal edilmedikçe manaları tertibe
koyup düşünmek zor olduğundan hatta neredeyse düşünme, İbn Sina’ya göre insan zihninin,
tahayyül edilen lafızlardan yardım almasından ibaret olduğundan, lafızların farklı hallere
sahip olması ve bu haller nedeniyle onların nefste örtüştüğü manaların hallerinin de
farklılaşması ve böylece manaların, lafızlar olmasa sahip olamayacakları bir takım
hükümlerinin bulunması gerekmiştir. Bu nedenle Mantık bilimi, bir kısım lafızların hallerini
incelemek zorunda kalmıştır. Eğer bu zorunluluk olmasaydı Mantık biliminde lafızlar
konusunu ele almaya gerek duyulmazdı.141 Bu zorunlulukla birlikte manalarına örtüşen
lafızlar hakkında konuşmak, İbn Sina’ya göre onların manaları hakkında konuşmak gibidir.142
Bu bakımdan lafızlarla mana arasında bir çeşit bağ bulunduğundan ve lafızların halleri
manaların hallerini etkilediğinden şu ya da bu şahsın diline göre değil, terkip ve telifin
gerçekleşmesine uygun gelecek tarzda öncelikle lafızları ve lafızların manalara nasıl delâletini
açıklamakla başlamalıdır.143
İbn Sina, bütün felsefî bilimlerin genel teorik çerçevesini belirleyen şeyin, şu genel iki
matluptan ve bunların cevabından ibaret olduğunu belirtir:
1. Tasavvuru gerçekleştiren söz, şeyin zâtının hakikatini tarif etmek için nasıl
olmalıdır? Şeyin zâtının hakikatine ulaştırmasa bile ona delâlet etmesi için nasıl olur? Şeyin
zâtının hakikatini ifade etme işlevi görmediği halde gördüğünü hayal ettirmesi durumunda
nasıl geçersiz (fâsit) olur ve bu niçin böyle olur? Tüm bunlar arasındaki ayrımlar nelerdir? 2.
Tasdiki gerçekleştiren sözün, hakiki anlamda kesin ve çelişmesi imkansız bir tasdik
139
140
141
142
143
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.3. İbn Sina, a.g.e, s.3. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.16-17. İbn Sina, a.g.e, s.17. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.3, 4. 48
gerçekleştirmesi nasıl olur? Kesine yakın bir tasdik gerçekleştirmesi nasıl olur? Ne kesin
tasdiki ne de kesine yakın tasdiki gerçekleştirmeyip yanlış ve bozuk (bâtıl ve fâsid) olduğu
halde olmadığı zannedildiğinde nasıl olur? İfade edildiğinde kesin tasdik ifade etmeyen bir
zan ve nefiste bir meyil ve kanaat oluşturması nasıl olur? Teşebbüs, kaçınma, rahatlama,
sıkılma gibi tasdik ve tekzibin nefiste bıraktığı etkileri, tasdik olması bakımından değil aksine
hayal ettirmesi bakımından nefiste bırakması için nasıl olur? Zira çoğu hayaller, gerçekte
tasdik ifade etmese de tasdik bu hususta tasdik etkisi bırakmaktadır. Balın acı ve tiksindirici
olduğu söylediğinde insan doğası, bunu kesin olarak yalanladığı halde ortada bir tasdik
varmış gibi bal yemekten kaçınır. Niçin böyledir? Bunlar arasındaki ayrımlar nelerdir?144
Genel teorik çerçeveyi kuran ise kazanılacak tasavvur ve tasdiklerden önce bilinen
öncüllerdir. Yani ilk tasdik edilen tümellerdir.145 İlk tasdik edilen tümeller ise ilk
tasavvurlardan oluşur. Bu anlamda ilk tasavvurlar, ilk tasdiklerin tasavvur bakımından
ilkelerini oluşturur. Çünkü tasdik edilen her bilgi hem tasavvur edilmekte hem de tasdik
edilmektedir ve bu bilginin tasavvuru tasdikinden öncedir. Tasavvurların ilkeleri ise basit
manalardır. Basit manaların öğrenimi de temelde iki şekilde gerçekleşir. Birincisi; bileşik
manaların oluşturulmasına istidatlı olmaları bakımından bilinmesi, ikincisi ise; iliştikleri
doğalar ve şeyler (et-tabîa ve umûr) olmaları bakımından bilinmesidir. Basitlerin her iki
bakımdan öğrenimi bilimlerin en genel çerçevesini sunan Mantık biliminin dışındadır. Peki
basit manalar Mantık biliminin sunduğu en genel teorik çerçevede nasıl ele alınır? Basit
manalar, kendilerine ilişen yüklemler, konular, tümeller, tikeller gibi şeyler yönüyle ele
alınır.146 Zira Mantık bilimi daha önce üzerinde durduğumuz üzere, şeylerin varlıklarını ve
mahiyetlerini varlık ve mahiyet olmaları bakımından ve bulunma tarzlarından dış dünyada ve
zihinde bulunmaları bakımından ele almadığı147 gibi şeylerin basitlerini de dış dünyada veya
zihinde varlık tarzlarından birinde bulunmaları bakımından da ele almaz.148.
Nasıl ki basit manalar, dış dünyada ve zihinde varlık tarzlarından biri olarak alınması
bakımından Mantık biliminin konusunu teşkil etmiyorsa basit manaların ifade kalıpları olan
lafızlar da yine iki varlık tarzlarından biri olarak dilde ve yazıda var olmaları bakımından
Mantık biliminin konusunu teşkil etmez. Zira lafızlar bu varlık tarzlarıyla Dil bilim’in
konusunu teşkil eder. Basit lafızlar da tıpkı kendileri için ifade kalıpları oldukları basit
manalar gibi yüklemler, konular, tümeller, tikeller olmaları bakımından ele alınır. İşte İbn
144
145
146
147
148
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.12. İbn Sina, a.g.e, s.12. İbn Sina, a.g.e, s.16. İbn Sina, a.g.e, s.8, 17. İbn Sina, a.g.e, s.16. 49
Sina’nın Mantıkçının lafızları şu veya bu şahsın diline göre değil genel anlamda dikkate
alması gerekir, derken işaret etmek istediği budur. İbn Sina, basit manalar ve lafızları bu
yönleriyle
Mantık’ta
‘Mukaddemâtu’-Tasavvur’
başlığı
altında
toplamakta
ve
incelemektedir.149
Genel teorik çerçeveden hareketle bilgi malzemelerini ve bilgi enstrümanlarını
kullanarak nefsin düşünme gücünün gerçekleştirdiği tüm bu ameliyelerin yakın hedefi,
zihinde hazır bulunan ilk tam/gerçek tasavvur ve ilk tam/kesin tasdikten hareketle henüz
bilinmeyen ve fakat bilinmek istenen şeylere ilişkin tam/gerçek tasavvurları ve tam gerçek
tasdikleri kazanmak ve bu şeyler hakkında burhânî bilgiyle kesin bilgiye (el-ilmu’l-yakîn)
ulaşmak150; en yüksek hedefi ise, insanın zâtının bütünü veya en değerli parçası olan düşünen
nefsin (en-nefsu’n-nâtıka) yetkinliğini (kemâl) tamamlamaktır (tekmîl). Zira düşünen nefsin
yetkinliğinin tamamlanması kazanılmış bilgiyle, kazanılmış bilgi ise burhânî bilgiyle
gerçekleşir.151 Tüm bunların teorik çerçevesini sunan ise Bilimsel Kanıtlama Teorisi
(Nazariyyetu’l-Burhan)’dir.152
Mantık biliminin diğer kısımlarını (el-Mantıkiyyât) da işin içine katarak, gerçekte
tanım ve gerçekte burhan diye adlandırılan sahih tanımın ve sahih kıyasın hangi sûretlerden
ve maddelerden meydana geldiğini, betim (resm) diye adlandırılan iknâ edici tanımın, daha
güçlü ve kesin bilgiye benzer tasdik oluşturan kısmı ile cedelî ve daha zayıf ve galip bir zan
oluşturan kısmı ile hatabî diye adlandırılan iknâ edici kıyasın hangi sûret ve maddelerden
meydana geldiğini, öyle olmadığı halde burhanî ve cedelî görüntüsü veren ve mugalatasafsata diye adlandırılan bozuk (fâsid) kıyasın hangi sûret ve maddelerden meydana geldiğini,
asla tasdik meydana getirmeyen sadece nefiste bir şeye ilişkin ilgi veya nefret ve tiksinti
uyandıran veya nefsi bir şeye açan ve kapatan bir imgelem (tahyîl) meydana getiren şiirsel
kıyasın hangi sûretler ve maddelerden meydana geldiğini öğreten ve teorik (nazarî) bir
bilim153 olan Mantık bilimi ve bu bilimin bütün kısımlarıyla kendisine müteveccih olduğu
Nazarî Burhan’la gerçekleştirilen düşünme ve bilme eylemi, şüphesiz İbn Sina’ya göre
Mantık biliminin sistematik bir şekilde öğrenimini gerektirir. Bu anlamda Mantık biliminin,
bütün bilimlerin teorik çerçevesini sunmakla teorik bilimlerle ilişkisi, tıpkı bir takım şiir
149
150
151
152
153
bkz.İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.9-29. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.1-3.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.2. İbn Sina,Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.2. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.7.;İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Topikler (Cedel), s.2. İbn Sina, en-Necât, s.4. 50
kalıpları öğretisinin (Arûz) şiirle ilişkisi ya da Dil bilimin konuşmayla/sözle (kelâm) ilişkisi
gibidir.154
7. İbn Sina’da Bilgiye Ulaşmanın Sistematik Çerçevesi
Buraya kadar yer verdiğimiz analitik değerlendirmelerden İbn Sina’da genel teorik
çerçeve ve sistematik düzen (tertîb) şu şekilde karşımıza çıkmaktadır: Lafız-basit manalar,
tasavvurât (el-kavlu’ş- şârih) ve tasdîkât (hüccet). İbn Sina’ya göre bu sıralamaya dikkat
edilmediği takdirde sistematik bir hata yapılmış ve kötü bir terkip ortaya konmuş demektir.155
Nitekim İbn Sina Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’i ve İşârât’ın mantık bölümünü bu sistematik
çerçeve doğrultusunda kaleme almıştır. İbn Sina söz konusu Mantık sistematiğini daha
Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’in başında şöyle ifade getirmektedir:
‘Tasavvur tasdikten önce olduğuna göre açıklayıcı sözün (el-kavlu’ş-şârih) öğretimi hakkındaki
açıklamanın, kanıtın (hüccet) öğretimi hakkındaki açıklamadan önce olması gerekir. Bu ikisinden her
biri hakkındaki açıklamalar ayrı olup diğerine karışmaması gerekir. Kişi bunlardan birincisinin
öncelikle ele alınmasına riayet etmezse buna sonraya bırakılmak ilişmez. Kim bunu yaparsa
karmakarışık kötü bir terkip (sistematik çerçeve) ortaya koymuş olur.’156
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ’da Aristoteles ve Fârâbî geleneğine bağlı kalarak konuları
işlemiş analiz etmiş ve bu doğrultuda el-Burhân’da önce tasdik sonra tasavvur konusunu
işlemiştir. Ancak daha el-Burhân’ın ilk sayfalarında “tasavvur tasdikin bir tür ilkesi olarak
kabul edilir”157 ifadesiyle işaret ettiği (îmâ) ve asıl gerçekleştirmek istediği mantık ve bilgi
sistematiğini el-İşârât ve Mantıku’l-Meşrıkıyyîn’de ortaya koymuştur. İbn Sina bunu
Kitabu’ş-Şifâ’nın el-Medhal bölümünde şöyle dile getirmektedir:
‘Bu kitabın (eş-Şifâ) açılışına Mantıkla başladım; bununla Mantık sahibinin (Aristotele) kitaplarının
tertibini izlemeyi amaçladım. Mantıkta mevcut kitaplarda bulunmayan sırlar ve incelikleri zikrettim.
Mantığın ardından Doğa bilimini getirdim. Ancak çoğu şeyde bu sanatta öncü kabul edilen kimsenin
(Aristoteles’in) tasnifi ve görüşleriyle paralel olmadım….Bu kitap (eş-Şifâ) hem daha ayrıntılıdır hem
de Meşşâî yandaşları daha fazla desteklemektedir. Sonra bu kitabın (eş-Şifâ) ardından Kitâbu’l-Levâhık
adlı kitabımı yazdım. Benim bu iki kitaptan başka bir kitabım daha vardır. Onda felsefeyi doğal haliyle
ve doğru görüşün gerektirdiği şekilde serdettim. O kitapta ne felsefedeki yandaşların tarafı gözetilmiştir
ne de diğer kitaplarda sakınıldığı gibi yandaşlara aykırı düşmekten sakınılmıştır. O benim Meşrıkî
Felsefeye dair kitabımdır. Hakikati hiçbir bulanıklık olmaksızın besberrak elde etmek isyeten kimse o
kitaba (Meşrıkî Felsefeye dair kitap) bakmalıdır. Fakat hakikati yandaşlarla uzlaşı, ayrıntılı açıklamalar
154
155
156
157
İbn Sina, en-Necât, s.5.;İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.14. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.10. İbn Sina, a.g.e, s.10. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.3. 51
ve anlaşıldığında diğer kitaba (Meşrıkî felsefeye dair kitap) ihtiyaç bırakmayacak ‘imalar’ içeren bir
yolla öğrenmek isteyen kimse bu kitabı (eş-Şifâ) incelemelidir.’158
İbn Sina’nın ‘hakikati hiçbir bulanıklık olmaksızın besberrak elde etmek isteyen
kimse o kitaba (Meşrıkî Felsefeye dair kitaba) bakmalıdır. Fakat hakikati yandaşlarla uzlaşı,
ayrıntılı açıklamalar ve anlaşıldığında diğer kitaba ihtiyaç bırakmayacak îmâlar içeren bir
yolla öğrenmek isteyen kimse bu kitabı (eş-Şifâ) incelemelidir.’ ifadeleri, bütün bir Meşşâî
felsefenin ve özelde de Mantık sisteminin içeriğine ilişkin bir eleştiri olup olmadığı sorusunu
gündeme getirmektedir. İbn Sina’nın ifade ettiği gibi eş-Şifâ’daki gönderimler kavrandığı
takdirde Meşrıkî felsefeye dair yazdığı kitaba ihtiyaç duyulmayacaksa bu, Mantık disiplini
açısından söylersek, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn ve İşârât da dahil olmak üzere bütün mantık
metinlerinin içerik itibariyle birbirinden farklı olmadığı düşüncesini vermektedir. Şimdilik bu
eleştirinin kendisinden önceki Mantık sisteminin formuna (terkîb) ilişkin açık bir eleştiri
olduğunu teslim etmekle yetinelim. İbn Sina’nın özellikle İşârât’ta önce tasavvur sonra
tasdiki ele alıp Mantık bilimi’ne ilişkin ortaya koymuş olduğu bu sistematik çerçeve
kendisinden sonraki mantık çalışmalarını da etkilemiş hatta etkilemekle kalmamış tayin
etmiştir. Bunun ilk akla gelen örneği Gazzâlî’dir. Gerçekten de Gazzâlî’nin Mantık bilimi
alanıda İbn Sina’dan etkilendiği gözden kaçmamaktadır. 159
İbn Sina Mantık biliminin ve Mantık bilimlerinin (el-Mantıkiyyât) kendisine
müteveccih olduğu Bilimsel Kanıtlama Teorisi’nin(Burhân Nazarî), düşüncenin doğru bir
şekilde kullanılması ve bilinmeyen ve fakat bilinmek istenen şeyler hakkında doğru tasavvur
ve tasdikleri elde etmek için, öğrenimini gerekli ve kaçınılmaz gördüğüne işaret etmiştik. İbn
Sina, hiçbir insanın ve insan fıtratının (el-fıtratu’l-insaniyye) bu öğreniminden uzak
kalamayacağını hatta öncelikle bütün bilimlerin teorik çerçevesini sunan bu bilimi öğrenmesi
gerektiğini hemen bütün Mantık metinlerinde özellikle vurgulamaktadır. Bu anlamda İbn
Sina’ya göre, bu disiplini öğrenmeksizin her ne kadar bazı durumlarda insan tabiatında
(ğarîze) tasavvuru gerçekleştiren bir tanım ve tasdiki gerçekleştiren bir hüccet doğabilirse de
bu Mantık biliminin dışında ve bilimselliğin ötesinde (gayr’u sınâiyyin) bir şeydir ve başka
şeylerde bunun yanlışlığından emin olunamaz. Çünkü bu disiplini öğrenmeksizin sadece
insan doğası ve mizacı (ğarîze ve karîha) pek çok şeyde olduğu gibi bu hususta da yeterli
olsaydı ve Mantık bilimini öğrenmeye gerek bırakmasaydı düşünce ekollerinde ortaya çıkan
ayrılıklar ve çelişkiler olmazdı ve ayrıca salt doğasına güvendiğinde kendisiyle çelişmezdi.
Dolayısıyla her ne kadar insan fıtratı, bazı şeylerde beklenmedik bir şeyin gerçekleşmesi gibi
158
159
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.1-4. Gazzâlî’de Mantık bilimi alanında yapılış etraflı çalışma için bkz. İbrahim Çapak, Gazzâlî’nin Mantık
Anlayışı, Elis Yayınları, Ankara-2005. 52
isabet edip doğruyu bulsa da başka pek çok işte yeterli olmadığı gibi Mantık bilimini
kazanmadığı sürece bu hususta da yeterli değildir.160
İbn Sina, doğru bilgiye ulaşmada insanın salt doğasına güvenilemeyeceğini açık bir
dille ifade ettikten ve bunu bilimselliğin ötesine ittikten sonra Mantık biliminin öğrenimi ve
kullanımından kaynaklanan eksiklere de işaret eder. Bununla birlikte, der İbn Sina, insan elde
edebileceği miktarda Mantık bilimini elde ettikten sonra bu bütün yönlerden yeterli olacak ve
o kimse hiçbir şekilde hata yapmayacak anlamına gelmez. Bu, Mantık biliminin kendinde
yeterli olmaması ve hatayı engelleyememesi anlamına gelmez. İbn Sina, bu hatayı şu
yetersizliklere bağlamaktadır: Birincisi; Mantıkçının mantık bilimini eksiksiz bir şekilde tam
olarak hakkını vermemesinden kaynaklanır. İkincisi; Mantık bilimini eksiksiz bir şekilde
öğrenmesi ve tam olarak hakkını vermesi ancak bazı yerlerde bu bilimi ihmal ederek kendi
insan doğasıyla (karîha) yetinmesinden kaynaklanır. Üçüncüsü; çoğu zaman Mantık bilimini
kullanmaktan aciz kalması veya bu bilimi öğrendikten sonra yitirmesinden kaynaklanır. Fakat
İbn Sina’ya göre öyle olsa bile, bilim adamı Mantık bilimini öğrendiği ve onu kullandığı
sürece onun düştüğü yanlışlık bu bilimi hiç bilmeyen kişinin düştüğü yanlışlık gibi olmaz.
Zira Mantık bilimini bilen kişinin söz konusu durumlardan dolayı yanlışlığını yine Mantık
bilimiyle telafi etmesi mümkündür. Bilim adamı, defalarca tekrar ederek alıştırmalar yaptığı
takdirde herhangi bir hususta hataya düşmüşse Mantık bilimi onun ihmal ettiği yeri fark
etmesini sağlar. Mantık bilimini bilen kişi hatalarını bu şekilde telafi edebilir. Mantık bilimini
bilen kimse, yaptığı işi tekrar tekrar mantık kanununa vurmak suretiyle, her ne kadar Mantık
biliminin tâlî meselelerinde hataya düşse de, temel meselelerinde hataya düşmez ve bu temel
meselelerde durumun güçlendirilmesine çalışabilir. Böylece tıpkı bir hesabın ayrıntılarını
netliğe kavuşturmak için defalarca toplayıp bu toplam hakkında şüphesi ortadan kalkan kimse
gibi mantıkçı bilim adamı da Mantık bilimine yaptığı bu tekrar tekrar başvurularla
yanlışlıktan emin olma derecesine ulaşabilir.161 İbn Sina, salt genel insan doğasını bilim
yapmak için yeterli bulmadığı gibi bunun verilerini de her zaman için bilimselliğinden emin
olunan bilgiler olarak görmez. O halde İbn Sina’ya göre bilim yapmak için Mantık bilimini ve
özellikle de gerek pratik gerekse teorik bilimlerin teorik çerçevesini veren Burhan
Nazariyyesini
kesbe
muhtaç
bırakmayan
bir
özellikle
desteklenmemiş
yetkinleşmesinde zorunlu kabul eder.162
160
161
162
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.12-13.; İbn Sina, en-Necât, s.3., 62. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.13. İbn Sina, a.g.e, s.14. 53
insanın
Burada son olarak İbn Sina’nın bütün bir felsefî birikim karşısındaki entelektüel
tavrının ve içerisinde durduğu paradigmatik zeminin özellikle altını çizmemiz gerekir. İbn
Sina felsefe’yi ‘insanın bilme gücü ölçüsünce bütün şeylerin hakikatlerini elde etme çabası’163
diye tanımlamaktadır. Bu felsefenin tanımını vermekle birlikte felsefenin amacını (ğaraz) da
ifade etmektedir. Esasında bu tanım Meşşâî felsefe geleneğinin felsefe tarihi boyunca
üzerinde ittifak edilen bir felsefe tanımıdır . İbn Sina’nın tevârüs ettiği bu tanımın merkezinde
‘şeylerin hakikati’ kavramı durmaktadır. Dolayısıyla İbn Sina’nın ifadesiyle ‘tekmîlu’n-nefs’
denilen yüksek hedefe ulaşmak için düşünen nefsin bilme eyleminin konusunu en geniş
manasıyla ‘şeylerin hakikatleri’ oluşturmaktadır. Bu anlamda felsefe şeylerin hakikatlerini
elde etme, keşfetme sevdasıdır (philo). İbn Sina, bütün bir tefekkür ve entelektüel hayatı
boyunca bu sevdanın peşine düşmüş büyük filozoflardan biridir. O, söz konusu hakikat
olunca peşine düştüğü bu hakikat sevdası dolayımında problemlere eğilmiş ve bu duyarlılıkla
hakikat araştırmasını sürdürerek kendisine tevârüs eden entelektüel ve felsefî birikimi analiz
etmiş, eleştirmiş, tartışmış, ardından bu problemlere ilişkin çözümlemelerini belirli bir
sistematik çerçevede ortaya koymuştur. Bu, İbn Sina’nın ‘hakikatin hizasında ve Meşşâî
felsefe geleneğinin paradigmatik yapısı içerisinde’ problemlere ve bütün bir felsefî entelektüel
mirasa yukardan bakışını ifade etmektedir. O bu entelektüel duruşunu eş-Şifa’nın başında
şöyle dile getirmektedir:
‘Felsefenin çoğunu ele alıp kaydetmeye, her bir konuda kuşku yerlerine işaret ederek gücüm yettiğince
gerçeği (hakîka) açıklayıp sorunu çözmeye; gösterdiklerimi gören ve betimlediklerimi gerçekliğe
dönüştüren kimselere açılacağına güvendiğim temel esaslarla birlikte onların detaylarını ve uzanımlarını
anlatmaya çalıştım.’164
İbn Sina, tevârüs ettiği Meşşâî felsefe geleneğinin felsefe tanımına ve bu geleneğin
bütün şubeleriyle kurduğu felsefenin paradigmatik yapısına bağlı kalarak felsefî konulara
eğilmiş, daha öz ifadesiyle söylersek Meşşâî felsefenin paradigmatik yapısına bağlı kalarak
felsefî konuları ele almış, analiz etmiş ve tartışmış bir filozofumuzdur. Onun Metafizik’te
Nübüvvet, Ahiret, Âriflerin makamları vs. gibi problemleri teolojik ve tasavvufî problemler
olmaktan çekip felsefeye intikâl ettirerek teorik bilimlerden biri olan Metafizik Bilimi(elFelsefetu’l-Ûlâ)’nin birer tartışma konusu haline getirmesi ve dolayısıyla Metafizik bilimine
dahil etmesini ancak bununla izah edebiliriz. Eğer öyle olmasaydı sanırım Tasavvuf ya da
Kelâm metafiziğinin kurucu ilkelerini felsefenin şubelerinden bir olan Metafizik biliminin
mavzuları ve matlupları olarak ele almak ve Tehâfüt’ün hedefi olmak yerine, tıpkı Gazzâlî
gibi Meşşâi felsefe geleneği ve paradigmasını dışlamak suretiyle Kelâm ya da Tasavvuf
163
164
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.5. İbn Sina, a.g.e, s.2. 54
geleneğinin inşa ettiği paradigmatik yapı, dolayısıyla metafizik içerisinde mevzuları ele alırdı.
Tehâfüt, bir paradigmatik yapı içerisinde kalarak mevzuları tartışmak değil bir anlamda başka
bir paradigmanın en temel ilkelerine yönelik bir eleştiridir, dolayısıyla daha baştan farklı bir
paradigmanın, bu paradigmayı oluşturan ilkelerden hareketle başka bir paradigmayı
çürütmeyi hedefler. Bu nedenle Gazzâli’nin Meşşâî paradigmanın en temel yasalarından biri
olan nedensellik eleştiri, üç meselede İbn Sina ve Fârâbî özelinde Meşşâî filozofları küfürle
ithamı farklı bir paradigmatik zeminden (Teolojik Paradigma) ilkelerini alarak başka bir
paradigmayı (Meşşâî paradigma) çürütmeyi amaç edinmenin bizce kaçınılmaz sonucuydu.
Ayrıca, neden mevzular konusunda yeri geldiği zaman kıyasıya İbn Sina eleştirisi yapan ve
fakat eleştirileri Tehâfüt’le noktalanmayan İbn Rüşd, Meşşâî paradigmanin en temel ilkelerine
saldırı söz konusu olduğunda Tehâfütü’t-Tehâfüt yazma ihtiyacı duymuştur? sorusunun
cevabı da yine burada saklıdır. Çünkü İbn Rüşd, tıpkı İbn Sina gibi Meşşâî paradigmatik yapı
içerisinde duruyordu ve mevzuları bu zeminde tartışmıştı. Fakat Gazzâlî başka bir
paradigmatik yapıdan aldığı ilkelerle Meşşâî paradigmanın en temel yasalarını kendi
paradigmatik zemininin tartışma mevzusu yapmış ve bu mevzular konusunda kendi ilkeleriyle
bir takım sonuçlara ulaşmıştı. Ancak burada belirtelim ki, Meşşâî paradigma içerisinde bilim
ve felsefe yapmakla birlikte İbn Sina’nın Meşşâî adını almak ya da olmak gibi bir kaygısı
yoktur. Esin Kahya’nın ifade ettiği gibi o, otoriteye öncelik hakkı tanımamış, hiçbir otoritenin
görüşünü ve kendisine kadar gelmiş bilgileri kendi araştırma ve mantık süzgecinden
geçirmeden ve denetlemeden kabul etmemiş, bu bilgilerin doğru olup olmadığını araştırmış ve
ardından kendi görüşlerini beyan etmiştir.165
İbn Sina, hakikatleri keşfetme duyarlılığıyla yola koyulmuş ve bilimsel yöntemin adı
olan Burhan yöntemini esas almış bir filozoftur. Burhanî yöntemin öncülleri ise kesin bilgi
veren öncüllerdir, bilimsel olduğu gibi felsefî öncüllerdir. İşte biz, hakikatin hizasında ve
Meşşâî felsefe paradigmasının, Nevzat Ayas’ın adlandırmasıyla Meşşâîlik mektebinin166
içerisinde kalarak mevzuları tartışmıştır, derken bunu kast ediyoruz. Zira Meşşâî felsefe
paradigmasını bu bölümde uzun uzadıya ele aldığımız gibi, bağrında Burhan Teorisi’nin
bulunduğu ve bütün şubeleriyle sistematik felsefenin adıdır. A. Chalmers’ın dediği gibi, eğer
bal arılarının davranışlarını anlamamız gerekiyorsa, bu durumda önce arıların faaliyetlerinin
ürünleri, yani bal peteği hakkında bir anlayışa sahip olmamız önemlidir. Böylece arıların
faaliyet durumunu teorize edecek bir konuma, onların bal yapıcı davranışlarını bal-yapmayla
165
166
Esin Kahya, İbn Sina’nın Bilimsel Yönü, Cevher Nesibe Sultan Anısına Düzenlenen İbn Sina Kongresi
Tebliğleri, Kayseri Erciyes Üniversitesi Matbaası, Mart-1984., s.50-55. bkz. A.Nevzat Ayas, İbn Sina’nın Felsefi Sistemi, Büyük Türk Filozofu ve Tıp Üstadı İbn Sina, Şahsiyeti ve
Eserleri Hakkında Tetkiler, Muallim Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul-1937. 55
alakası bulunmayan davranışlardan ayırabilecek daha iyi bir konuma sahip oluruz. Bilimsel
pratiğin ürünleri, yani bilimsel teorilerin yapıları hakkında bir anlayışa bir kez sahip olduk mu
o zaman bilimsel cemaatlerin yapısını araştırmamızı sağlayacak daha iyi bir konuma da
ulaşmış oluruz.167
167
A.Chalmers, Bilim Dedikleri, Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir Değerlendirme, (What is
This Called Science, An Assesment of the Nature and Status of Science and its Methods) çev. Hüsamettin
Arslan, Paradigma Yayıncılık, İstanbul-2008, s.179. 56
İKİNCİ BÖLÜM
BİLİMSEL KANITLAMANIN KURUCU UNSURLARI
A. TASAVVURÂT
1. Tasavvurun Öncülleri (Mukaddemâtu’t-Tasavvur1)
1.1. Lafız-Anlam İlişkisi ve Nicelik Bakımından Kavramlar
Daha önce İbn Sina’nın, dil olgusunun insanın sosyal bir varlık olarak kendisine
ihtiyaç duyduğu ve zorunluluk gereği ortaya çıkan bir olgu olduğu yönündeki görüşüne yer
vermiştik. Ancak dil olgusu İbn Sina’ya göre zorunluluk gereği ortaya çıkmakla birlikte
herhangi bir dildeki herhangi bir lafzın herhangi bir manaya delâleti, ya da işaret etmesi ise
zorunlu (zarûrî) değil bütünüyle uzlaşımsaldır (vaz‘î). Zorunlu değildir, çünkü insanların
doğası onları böyle bir şeye sevketmez. Lafızların delâletlerinin ve dil olgusunun
farklılaşmasının sebebi de burada saklıdır. Bu bağlamda İbn Sina, ister ilham edilmiş ve
vahyedilmiş olup bir ilk öğretici tarafından öğrenilmiş olsun, ister tabittaki sesler
doğrultusunda vazedilmiş olsun ister bir topluluk bir araya gelip uzlaşmış olsun, hangi şekilde
meydana gelmiş ve ortaya çımış olurlarsa olsunlar, lafızların anlamlara işaretlerinin ve
delâletlerinin uzlaşımsal olduğunu belirtir.2 Bununla birlikte İbn Sina uzlaşıdan başka bir
şekilde delâlet eden lafızların da bulunduğuna, onların uzlaşıyla değil de başka bir şekilde
delâlet etmesinin kendilerini lafız olmaktan çıkarmayacağına işaret eder. Örneğin; göğüsteki
bir sıkıntıya delâlet eden ‘öhö öhö’, lafzı gibi, acıya delâlet eden ‘ah’ lafzı gibi. Her ne kadar
bunlar ses olsa da birer lafızdır. Çünkü bunlar da tıpkı uzlaşıyla delâlet eden lafızlar gibi
harflerden bileşiktir. Ancak böyle olsalar bile, yani birer sesten ibaret olan lafız olsalar bile
1
2
Bu kavram için bkz. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.9.; İbn Sina el-Hikmetu’l-Arûziyye’de ise ‘Mebâdiu’lHadd’ kavramını kullanır, bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Mecmu‘ ev el-Hikmetu’l-Arûziyye, nşr.Muhsin Salih,
Dâru’l-Hâdî, Beyrut-2007, s.46. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (ibâre), s.3, 4. 57
bu, İbn Sina’ya göre onların delâlet etmelerini veya etmemelerini zorunlu kılmaz. Dolayısıyla
İbn Sina’da lafzın delâlet etmesi daha genel bir ifade olup uzlaşıyla olmayan delâleti de içine
almaktadır.3 Bu bağlamda İbn Sina lafzın delâletini şöyle tarif etmektedir: “Bir lafızdan
işitilen şey, hayalde resmolunduğunda neftse bir anlamın resmolunması böylece nefsin, bu
işitilenin bu anlama ait olduğunu bilmesi ve dolayısıyla duyunun, nefse işitilen şeyi
getirmesiyle birlikte nefsin o anlama yönelmesidir.”4
Yazı ise lafızların aracılığı olmaksızın nefsteki eserlere delâlet eder ve nefsteki her bir
eser için belirli bir yazı belirlenebilir. Örneğin; ‘hareket’ için bir yazı, ‘gök’ için bir yazı, ‘yer’
için bir yazı, kısaca her bir lafız için bir yazı belirlenebilir. O nedenle de yazıyı öğrenmek
ikinci bir çaba gerektirmiştir insanoğlu için. Nitekim herhangi bir dili konuşan insanın kendi
dilindeki lafızlara işaret eden sembolik bildirimler kümesi olan yazıyı öğrenmesi sanki yeni
bir dili öğreniyormuş gibi artı bir çabayı gerektirir. Bu da, İbn Sina’ya göre yazının lafızlara
deâletinin uzlaşımsal olduğunu ve bundan dolayı da farklılaştığını gösterir.5
Nefsteki manaların şeylere delâletinin ise İbn Sina, uzlaşımsal değil doğal (tabiî)
olduğunu hatırlatır. O nedenle nefsteki mana ile şey arasındaki delâlet, ne lafız-mana
arasındaki ve ne de yazı-lafız arasındaki delâlet gibidir. Çünkü lafız-mana arasındaki delâlette
her ne kadar kendisine delâlet edilen (mana) farklılaşmasa da delâlet eden (lafız)
farklılaşmaktadır. Yazı-lafız arasındaki delâlette de hem delâlet edilen (lafız) hem de delâlet
eden (yazı) farklılaşmaktadır.6
İbn Sina lafzı temelde basit (müfred) ve bileşik (mürekkeb) olmak üzere iki kısma
ayırmaktadır. Basit lafız; herhangi bir parçası, kendisiyle kast edilen bütün anlamdan bir
parçaya delâlet etmeyen lafızdır. Örneğin; ‘insan’ lafzında, lafzın parçaları olan ‘in’ ve ‘san’,
‘insan’ lafzından kast edilen ‘düşünen canlı’ anlamına ve bunun parçalarından hiçbirine
delâlet etmez.7 Parçalar lafzın ifade ettiği anlamın dışındaki başka anlamlara delâlet etse bile
buradaki temel kriter, basit lafzın hiçbir parçasının lafzın ifade ettiği anlama hiçbir şekilde
delâletinin olmamasıdır. Faraza ‘in’in ‘beden’e; ‘san’ın ise ‘nefs’e delâlet ettiğini kabul
edelim, böyle olsa bile bu parçalardan hiçbiri ‘insan’ın ifade ettiği ‘düşünen canlı’ anlamına
delâlet etmez.8
3
4
5
6
7
8
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (ibâre), s.10. İbn Sina, a.g.e, s.4. İbn Sina, a.g.e, s.5. İbn Sina, a.g.e, s.5. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.18-19.;İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre) ,
s.6-8.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.5.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.11.; İbn Sina, en-Necât, s.5.;
İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, nşr.Dr.Muhammed Aduh, Mektebetu’l-Kâhire el-Hadîse, Kahire-1974, s.64.;İbn
Sina, Uyûnu’l-Hikme, nşr.Muvaffak Fevzi el-Cebr, Daru’l-Yenâbî, Beyrut-1996, s.43. İbn Sina, en-Necât, s.5.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.7, 8. 58
İbn Sina, lakap olarak kullanılan bileşimleri de basit lafızlar grubuna katmaktadır.
Çünkü bu gibi lafızlarda bileşimin anlamı değil bir lakap kast edilmektedir. Örneğin;
‘Abduşşems’ sözü, eğer bir lakap veya ad olarak kullanılırsa, dolayısıyla bir nitelik değil bir
şahıs kast edilirse bu da basit lafız sayılır. Çünkü lakap olarak kullanılan bu lafızda da ‘şems’
(güneş) ve ‘abd’ (kul) parçaları, söz konusu lakap anlamından herhangi bir parçaya delâlet
etmez. Daha açık bir ifadeyle; ‘Abduşşems’ sözüyle bir nitelik kast edilmemiştir, eğer kast
edilirse bileşik mana olur, aksine bir lakap kast edilmiştir. Bu yönüyle de ne ‘şems’ ne de
‘abd’ kast edilen bu lakap anlama delâlet etmez.9
İbn Sina bazı mantıkçıların, Aristoteles’in basit lafza ilişkin “parçaları herhangi bir
şeye delâlet etmeyen lafız”10 şeklindeki tanımını yetersiz bularak ‘bütünün anlamından’
ilavesiyle basit lafzı, ‘parçaları, bütünün anlamından herhangi bir şeye delâlet etmeyen
lafızdır’ şeklinde tanımladıklarına değinmektedir. Çünkü bazen basit lafızların parçaları
anlamlara delâlet ederler, fakat bu anlamlar bütünün anlamının parçaları olmazlar.11 Ancak
İbn Sina, Aristoteles’in tanımının eksik bir tanım olmadığı ve yapılan söz konusu ilaveye de
tamamlamak bakımından değil anlatmak bakımından gerek duyulduğu kanısındadır. Zira İbn
Sina’ya göre lafızların delâleti konuşan kişilerin iradesiyle belirlenir. Örneğin; birisi ‘göz’
lafzını ‘pınar’ anlamında kullandığında bu lafzın işaret ettiği anlam pınar olurken, ‘dinar’
anlamında kullandığında lafzın işaret ettiği anlam dinar olmaktadır. Hatta kendisiyle hiçbir
anlam kastedilmeyen lafız, lafız olmaktan çıkmaktadır. Dolayısıyla basit lafzı dile getiren kişi
de onun parçasıyla, ne bütünün anlamının bir parçasına ne de o parçanın delâlet edebileceği
başka bir anlama delâleti kast etmez. Buna bağlı olarak İbn Sina’ya göre ‘Abduşşems’ gibi
lafızlarda da kişilerin kullanımları ve iradeleri dikkate alınmalıdır, çünkü bu lafzı bir lakap
olarak kullanan kişi lafzın ifade ettiği gerçek anlamı kast etmez, böyle olunca da bu gibi
lafızların da hiçbir parçası, bütünden kast edilen anlama delâlet etmez. Bu durumda İbn Sina,
Aristorteles’in yaptığı tanımı eksik bulmaz ve basit lafzın parçasının, lafzın bilfiil parçası
olduğu sürece kesinlikle herhangi bir şeye delâlet etmediğini belirtir. Basit lafzın bir parçası
herhangi bir anlama delâlet etse bile basit lafzın parçası olduğu zaman değil, kendi başına bir
lafız olduğu zaman delâlet eder.12
9
10
11
12
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.18, 19.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre),
s.8., 29.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.5.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.11.; İbn Sina, Uyûnu’lHikme, s.43. ‘Basit/yalın ismin parçası hiçbir şekilde bir şeye delâlet etmez.’ bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-İbâre, en-Nassul’lKâmil Li-Mantıki Aristo, içinde nşr. Dr.Ferid Cebr, Daru’l-Fikri’l-Lübnânî, Beyrut-1999, C.I, s.107. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.19. İbn Sina, a.g.e, s.19-20. 59
Parçası kendisiyle kast edilen bütün anlamdan bir parçaya delâlet etmeyen her basit
lafız, varlıklardan birine (alâ şey min’l-mevcûdât) delâlet eder. Basit lafız ya bir töze (cevher)
delâlet eder, örneğin ‘insan’ lafzı gibi; ya bir niceliğe (kemiyyet) delâlet eder, örneğin bitişik
niceliğe delâlet eden çizgi, yüzey, derinlik, zaman gibi, ayrık niceliğe delâlet eden sayı gibi;
ya bir niteliğe (keyfiyyet) delâlet eder, örneğin beyaz, sağlık, güç, şekil, gibi; ya göreliye
(izâfet) delâlet eder, örneğin babalık ve oğulluk gibi; ya yere (eyne) delâlet eder, örneğin
çarşıda ve evde bulunan renk gibi; ya zamana (metâ) delâlet eder, örneğin anda, geçmiş veya
gelecekteki renk gibi; ya konuma (vaz‘) delâlet eder, örneğin oturmak, ayakta olmak gibi; ya
iyeliğe (mülk) delâlet eder, örneğin silahlanmak gibi; ya etkiye (fiil) delâlet eder, örneğin
kesici, yakıcı gibi; ya da edilgiye (infiâl) delâlet eder, örneğin kesilen, yakılan gibi. Basit
lafzın delâlet ettiği bu kategoriler, en yüksek kategoriler olan on kategori(el-mekûlâtu’laşer)’den ibarettir.13
Bileşik lafız ise; bütünden kast edilen anlamın bir parçasına delâlet eden parça
lafızlara sahip lafızdır. Örneğin; ‘insan’ ve ‘yazıcı’ lafızlarından oluşan ‘insan yazıcıdır’,
‘yürüyor’, ‘taş atan’ gibi. Bu lafızlarda her bir parça bütünün anlamından bir parçaya; örneğin
‘insan’ bütünün bir parçası olan bir anlama; yine ‘yazıcı’ bütünün parçası olan başka bir
anlama delâlet etmektedir.14 Her bileşik lafız ise söz (el-kavl) diye adlandırılır.15 İbn Sina,
İşârât’ta lafzı basit ve bileşik olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra ek olarak bileşik lafzı da
birincisi; ister isim ister fiil olsun her parçasının delâleti tam olan bileşik lafız, ikincisi;
parçalarının delâleti, ilave yapılmadıkça tam olmayan bileşik lafız olmak üzere iki kısımda ele
almaktadır. Birincisinin örneği ‘düşünen canlı’ lafzıdır. Bu bileşik lafzın her parçasının yani
hem düşünen hem de canlı lafzının bir anlama delâleti tam ve açıktır. İkincisinin örneği
‘evdedir’ veya ‘insan değildir’ bileşik lafızlarıdır. Bu lafızlarda dikkat edilirse anlam açık
değildir, çünkü ‘değildir’ ve ‘dir’ gibi edatların, örneğin ‘cansız değildir’, ‘evdedir’ şeklinde
bir ilaveyle ifade edilmedikçe manaya delâleti tam ve açık değildir. Dolayısıyla tam olmayan
bileşik lafızlara bir ilave yapılmadıkça bileşik anlamı yetkin olarak gösteremezler.16
İbn Sina, bütün teorik konuşmalar (el-muhâtabâtu’n-nazariyye) bileşik (müellef)
lafızlarla, aklî fikirler ise aklî sözlerle oluştuğuna ve basit (müfred) de bileşikten önce
geldiğine göre öncelikle basit lafzın ele alınması gerektiğini öngörür.17 İbn Sina basit lafzı,
tümel basit lafız (el-lafzu’l-müfredu’l-küllî) ve tikel basit lafız (el-lafzu’l-müfredu’l-cüz’î)
13
14
15
16
17
İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.45.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.72-76. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.18.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.5.; İbn Sina, enNecât, s.5.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.43. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.46. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.5. İbn Sina, en-Necât, s.5. 60
olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra en-Necât’ta tümel basit lafzı kısaca şöyle tanımlamaktadır:
“Ya ‘insan’ gibi varlık bakımından çok olan ya da ‘güneş’ gibi zihnen çok olabilen manada
ortak birden fazla şeye delâlet eden ve bu yönüyle mefhumu manasında bir çok şeyin ortak
olmasına engel olmayan lafızdır.” Dolayısıyla böyle bir lafzın tümel olmasına engel bir şey
varsa bu, lafzın mefhumunun kendisi değildir.18 Tikel basit lafzı ise; ‘bir ve tek olan
manasının, ne varlık ne de tevehhüm bakımından birden fazla şey için ortak olması imkansız
olan lafızdır.’ şeklinde tanımlamaktadır. ‘Zeyd’ gibi tikel basit lafzın mefhumunun bizzât
kendisi, birden fazla şeyde ortak olmasına engeldir. Çünkü Zeyd’in anlamı tek bir anlamda
alındığı zaman bu Zeyd’in tek olan zâtıdır. Zira işaret bu anlamın, Zeyd’in zâtından başkası
için ortak olmasına engel olmaktadır. Çünkü ‘şu insan’, ‘şu güneş’ denildiğinde nasıl ki
buradaki işaret, işaret edilen tekten başkasının lafzın manasında ortak olmasına engel oluyorsa
aynı şekilde tikel lafzın mefhumunun bizzât kendisi de anlamın o şeyden başkasında ortak
olmasına engel olmaktadır.19
O halde; basit lafız, ya herhangi bir çokluk için müşterek olarak ifade edilir ya da
edilmez. Bir çokluk için müşterek lafız olup olmaması bakımından basit lafız, tümel (küllî) ve
tikel (cüz’î) olarak iki kısma ayrılır. Basit lafzın delâlet ettiği anlamın, ya tasavvuru
bakımından zihinde bir çokluk arasında eşit derecede ortak olması imkansız değildir ya da
imkansızdır. İbn Sina, birincisini yani anlamı bir çokluk arasında eşit derecede ortak olan lafzı
tümel; ikincisini, yani anlamı ortak olmayan lafzı ise tikel diye adlandırmaktadır. Örneğin;
‘insan’ lafzı, zihnimizde bir anlama sahiptir ve bu anlam Zeyd, Amr, Halit ve diğerlerine eşit
derecede örtüşür. Çünkü bunların her biri insandır. Zeyd ise tikel lafzın örneğidir. İbn Sina,
varlığı bir taneden ibaret olan ‘Ay’ ve ‘Güneş’ gibi lafızları da tümel lafzın kapsamına dahil
etmektedir. Her ne kadar ortak anlamları bilfiil gerçekleşmemiş olsa da bu lafızlar da tümel
kabul edilir.20 Çünkü güneşin tasavvurunun kendisinde birden fazla güneş olmasına ve
bunlardan her biri için güneş tasavvurunun bulunmasına ve her birinin güneşin tanımıyla
tanımlanmasına bir engel yoktur.21 Dolayısıyla nasıl ki ‘insan’ dendiği zaman bunun
tasavvuru, lafzın birden çok tikel şahısta ortak olup tümel olmasını gerektiriyorsa ve buna
engel değilse, aynı şekilde Güneş dendiği zaman da bunun tasavvuru, lafzın birden fazla tikel
güneşte ortak olmasına engel değildir. Güneş’in varlıkta bir tane olması bunu değiştirmez.
Çünkü varlık bakımından birden fazla güneş olsaydı ‘Güneş’ lafzı bunların hepsine
18
19
20
21
İbn Sina, en-Necât, s.6; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.43. İbn Sina, en-Necât, s.6.; İbn Sina,Uyûnu’l-Hikme, s.43. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.20.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.5, 6.; İbn Sina,
Kitâbu’l-Hidâye, s.65. İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.12. 61
söylenecekti.22 Bu aynı zamanda şu anlama gelmektedir: Bu gibi lafızların tümel olmasına
engel olacak bir durum varsa bu engel, tasavvurun kendisi değildir.23
İbn Sina, basit lafızların tikel olan kısmını bir tarafa bırakıp tümel lafızla ilgilenmek
gerektiğini söyler. Çünkü tikel lafızlar sonsuz olduğundan kuşatılamazlar. Tikel lafızlar sonlu
olsalar bile tikel olmaları bakımından bunlara ilişkin bilgimiz, bize felsefî bir yetkinlik
vermez ve bizi felsefî/bilimsel bilgiye ulaştırmaz.24
İbn Sina’ya göre mantıksal olarak bir lafzın tümel olmasından ancak onun yüklendiği
şeylerle ilişkisi bağlamında bahsedebiliriz. Başka bir ifadeyle tümellik ve tikellik, basit lafzın
nicelik durumuyla alakalı olup şeylere nispetiyle ortaya çıkar. Bu nedenle İbn Sina tümel bir
lafzın tümel olmasını, ancak onun yüklendiği tikellere ya varlık ya da düşünce bakımından bir
nispetinin olmasına bağlamaktadır.25 Bu bağlamda yani anlamlar arasındaki nispet
bağlamında lafzın delâletinden söz edildiğinde lafız, nefiste olana paralel olarak üç delâleti
içermektedir. Birincisi; konuya ait anlama, ikincisi yükleme ait anlama, üçüncüsü ise bu iki
anlam arasındaki ilişki (alâka) ve bağıntıya (irtibât) delâlettir.26
1.2. Yüklemin Konuya Bağlanması (Haml/Yüklemleme), Zâtî ve Arazî
Lafızlar
1.2.1. Yüklemin Konuya Bağlanması
Tümel lafzın tümel olmasını onun yüklendiği tikellere nispetine bağlayan İbn Sina,
kaçınılmaz olarak yüklem konusuna öncelik vermektedir. Herhangi bir şey hakkında ‘o
şöyledir’ denildiği zaman burada ‘şöyledir’ ifadesi, ister açık ifade edilen bir söz olsun gizli
akledilen bir söz olsun bir yüklemi gösterir. İbn Sina’ya göre yüklem yapmadaki temel şart;
yüklemin, her ne kadar yüklendiği şeyin aynı olmasa da, yüklendiği şeye doğrulanmasıdır.
Dolayısıyla yüklemin yüklem olabilmesi için kendisine yüklendiği şeyle aynı manaya sahip
olması, başka bir ifadeyle yüklemin manasıyla bu yüklemin kendisine yüklendiği konunun
manasının özdeş olması şartı yoktur.27el-İşârât’ta verilen örneği ele alırsak; ‘üçgen şekildir’,
denildiğinde bu, üçgen ve şeklin aynı anlama geldiğini ve bunların bir ve aynı olduğunu
göstermez ya da göstermesi şart değildir. Bu, kendisine ‘üçgen’ denilen şeye aynı zamanda
‘şekil’ de dendiği anlamına gelir.28Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’den yola çıkarak daha da
açımlayacak olursak; ‘üçgen olmaklık’la ‘şekil olmaklık’ anlamlarının bir ve aynı olduğu
22
23
24
25
26
27
28
İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.12. İbn Sina, a.g.e, s.12. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.21. İbn Sina, a.g.e, s.21. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.36. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.12. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.5. 62
anlamına gelmez. Bu, üçgenlik vasfının bulunduğu şeyde şekil olmaklık vasfının da
bulunduğunu ifade eder. İbn Sina Mantıku’l-Meşrıkiyyin’de şu örneği vermektedir: ‘İnsan
gülendir’ derken, insanın gülen olduğundan dolayı insan olduğu veya gülen olması
bakımından gülen olması kast edilmez. Çünkü insanlık vasfıyla gülme vasfı özdeş anlamlar
değildir. Bununla insanlık vasfının kendisinde bulunduğu şeyde aynı zamanda gülme vasfının
da bulunduğu kast edilir.29
İbn Sina yine Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de yukarıyla bağlantılı olarak yüklem konusuna
ilişkin önemli bir nüansa işaret etmektedir. İbn Sina bir şeyin mutlak zâtıyla, bu zâtın tahsîsini
birbirinden ayırır. ‘Zât’ dendiği zaman bu, tahsîs için vazedilmiş olmayan mutlak zâttır. Bu
bakımdan İbn Sina’ya göre ‘zât’, tahsîs edildiği zaman kendisine ilişen vasıflara dönüşmez.
‘İnsan gülendir’ denildiği zaman burada ‘zât’ın insan veya gülen olduğu veya bunların ikisi
olduğu söylenemez. Bu sadece ‘zât’ın, insan ve gülen vb. örneklerle özelleştirilmesi (tahsîs)
anlamına gelir. Çünkü bir şey zât olmaklığında bir şeydir, özel olmaklığında ise başka bir
şeydir. İbn Sina ‘insan gülendir’ örneğinden hareketle şu kadarını ifade ederek bunun daha
detaylı açıklamasını ve incelenmesini Tümel Bilim’e (İlmu’l-Küllî/Metafizik) havale
etmektedir: “‘İnsan gülendir’ sözü ‘insan olan şey aynı zamanda gülendir’ anlamına gelir.
İnsanın kendisinde bulunduğu şey gülenin de kendisinde bulunduğu şeydir. Çünkü özelleşmiş
olan bu şey, insanın bizâtîhi kendisi olması veya gülenin bizâtîhi kendisi olması veya
kendisinde herhangi bir hususiyet bulunan ve bu hususiyetle birlikte ‘insan ve gülen olan’
üçüncü bir şey olması caiz olmakla birlikte o şeyde insanlık ve gülme vasıfları
bulunmaktadır.30
İbn Sina, lafzın yüklem olmasının tek şartının onun konuya bağlanması (nisbet)
olduğu, dolayısıyla bunun için yüklemin bağlandığı konuyla özdeş ve konuya mutâbık
olmasının şart olmadığı saptamasını yaptıktan sonra yüklem niteliğindeki her bir lafzın,
yüklendiği konuya delâlet tarzları üzerinde durmaktadır. Her yüklem bir konuya delâlet eder.
Şayet konuya delâlet eden yüklem, konu ne ise o olduğu gibi onun hakikatinin tamamına
delâlet ederse konunun kurucularından hiçbiri yüklemin delâletinin dışında kalmaz.
Kurucuların tamamına içerme (tazammun) yoluyla, konunun zâtına ise, eğer zât gerçek
parçaların zâtıysa, kaplam (mutâbaka) yoluyla delâlet eder. İbn Sina, ilerde daha da
detaylandıracağımız üzere, bu delâleti ‘mahiyete delâlet’ veya ‘bir şeyin neliğine delâlet’ diye
adlandırır.31 Ancak yukarıda da ele alındığı üzere yüklemde genel esas yüklemin konuya ya
29
30
31
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.12, 13. İbn Sina, a.g.e, s.13. İbn Sina, a.g.e, s.15. 63
da yüklendiği şeye bağlanmasıdır. Her yüklem, yüklem olduğu şeyin zâtına mutâbık
olmayabilir. İbn Sina konuya yüklenen yüklemlere ilişkin, ifade ettikleri anlamlarına
(mefhûmât) bağlı olarak şu ayrımı yapmaktadır: Yüklemlerin ifade ettiği bu anlamlar ya
konunun hüviyyetinden, mahiyetinden ve hakikatinden birer parçadır ya da bunlardan birer
parça olmayıp gereken (lâzım/gayr’u mufârık) ve gerekmeyen (gayr’u lâzım/mufârık)
arazlardan ibarettir. İbn Sina bu yönüyle, yüklendikleri şeyle anlam ilişkisine bağlı olarak
yüklemleri, bir şeyi kuran/oluşturan (mukavvim) yüklem, gereken yüklem (lâzım), araz olan
yüklem (ârız) şeklinde üç kısımda ele almaktadır.32
İbn Sina İşârât’ta ise yüklemleri önce, zâtî yüklem ve arazî yüklem olmak üzere iki
kısma ayırmaktadır. Arazî yüklemleri de sürekli gereken arazî yüklem (el-arazîyyu’l-lâzım)
ve sürekli gerekmeyen arazî yüklem (el-arazîyyu’l-mufârık) diye kendi arasında iki kısma
ayırmaktadır. Bu anlamda İbn Sina’da yüklem, öznesiyle anlam ilişkisi bakımından temelde
zâtî ve arazî olmak üzere iki kısma ayrılır. Zâtî yüklem diye adlandırılan yüklem, kurucu
(mukavvim) yükleme; sürekli gereken arazî yüklem, gereken (lâzım) yükleme; sürekli
gerekmeyen arazî yüklem ise ârız olan yükleme karşılık gelmektedir. Nitekim İbn Sina
ilerleyen satırlarda zâtî yüklemi ‘kurucu zâtî yüklem’ diye adlandırmaktadır.33
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn’de kurucu olan yüklemi ‘bir şeyin mahiyetine dahil
olup o şeyin mahiyetinin kendisinden ve kendisi dışındakilerden meydana geldiği yüklem’
şeklinde; sürekli gereken yüklemi ‘bir şeyin zâtı gerçekleştikten sonra o şeyin zâtının
hakikatine dahil olmak üzere değil de zâtına tâbi olmak üzere kendisiyle kesin olarak
nitelenmesi gereken yüklem’; sürekli gerekmeyen ârız yüklemi ise ‘bir şeyin kendisiyle
nitelendiği ve fakat devamlı olarak kendisiyle nitelenmesi zorunlu olmayan/gerekmeyen
yüklem’ şeklinde tanımlamaktadır.34 İbn Sina kurucu yüklem için ‘üçgen’de bulunan ‘şekil’
ve ‘insan’da bulunan ‘cisim’ yüklemlerini; gereken yüklem için ‘üçgen’de bulunan ‘iç açılar
toplamının iki dik açıya eşit olmasını’, ârız olan yüklem için ise ‘insan’a ilişen, ‘gençlik’,
‘yaşlılık’ ve benzeri durumları (ahvâl) örnek olarak zikretmektedir.35
İbn Sina ‘kurucu yüklemle, varlığının gerçekleşmesi için öznenin gerek duyduğu
yüklemi kastetmiyorum, aksine öznenin mahiyetinin gerçekleşmesi için gerek duyulan ve bir
parçası olarak öznenin mahiyetine de giren yüklemi kast ediyorum’ diyerek kurucu yüklemle,
yukarıdaki tanımından da anlaşılacağı üzere, öznenin varlığının kurucusunun değil öznenin
mahiyetinin kurucusunun kast edildiğini özellikle vurgulamaktadır. Örneğin; insanın
32
33
34
35
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.13. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.6, 7. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.13, 14. İbn Sina, a.g.e, s.14. 64
doğurulmuş, yaratılmış, sonradan meydana getirilmiş olması, siyahlığın kendisine ilişmesi vs.
gibi varlığını oluşturan, varlığına ilişkin durumlar bu anlamda ‘kurucu yüklem’ kavramına
dahil değildir. Fakat insan için cisim gibi, üçgen için şekil gibi yüklemler kurucu
yüklemlerdir.36
Kurucu ve gereken yüklem, her ikisi de şeyden ayrı olmamaları noktasında; gereken
yüklem ve ârız yüklem ise şeyin hakikatinin dışında olup hakikatinin gerçekleşmesinden
sonra şeye ilişmeleri (lâhik) noktasında ortaktırlar.37 İbn Sina’nın söz konusu yüklem
sınıflarının aralarındaki ortak yönlerine ilişkin bu vurgusu yukarıdaki açıklamaları adeta
özetler niteliktedir. Kurucu yüklem şeyin hakikatine dahil olup ondan ayrılmayan yüklem;
gereken yüklem, şeyin hakikatine dahil olmayıp fakat ondan ayrılmayan yüklem; ârız yüklem
ise şeyin hakikatine dahil olmadığı gibi ondan ayrılabilen/ayrık yüklemdir.
İbn Sina, mahiyeti olan her şeyin dış dünyada varlık kazanmasını veya zihinde
tasavvur edilmesini ancak mahiyetin parçalarının mahiyetle birlikte bulunmasına bağlar.
Başka bir ifadeyle İbn Sina’ya göre mahiyeti olan her şeyin dış dünyada varlık kazanması
veya zihinde tasavvur edilmesi ancak mahiyetin parçalarının mahiyetle birlikte bulunmasıyla
gerçekleşir (tahakkuk). Şayet mahiyetin bu iki varlık tarzından biri dışında yani dış dünyada
veya zihinde var olmasının dışında kurucu bir yüklem olmaksızın bir hakikati varsa o takdirde
varlık, ister sürekli gereken olsun isterse olmasın, söz konusu mahiyetin iki varlık tarzının
dışında sahip olduğu hakikatine eklenen (muzâf) bir mana olmakla birlikte bu tarz bir
mahiyeti olan şeyin varlığının sebepleri de mahiyetinin sebeplerinden ayrı olur. Örneğin;
‘insan olmaklık’ (insâniyye) gibi. İbn Sina, ‘insan olmaklık’ın kendinde (fî-nefsihâ) bir tür
gerçekliğinin ve mahiyetinin olduğunu belirtir. Ancak ‘insan olmaklık’ dış dünyada veya
zihinde varlığı olup da bu varlık gerçekliği ve mahiyeti kurucu değildir aksine varlık ‘insan
olmaklık’ın hakikatine ve mahiyetine eklenen (muzâf) bir manadır. Zira varlık eğer ‘insan
olmaklık’ın sahip olduğu mahiyetin ve hakikatin kurucusu olsaydı ‘insan olmaklık’ın da tıpkı
‘insan’ gibi kendisini kuran parçalardan ayrı olarak zihinde temessül etmesi imkansız olurdu.
Bu durumda da ‘insan olmaklık’ kavramının zihinde varlığının meydana gelmesi ve onun dış
dünyada var olup olmaması konusunda bir kuşkunun meydana gelmesi imkansız olurdu. Oysa
‘insan olmaklık’ kendinde bir mahiyet ve hakikat olup kendinde zihinde temessül eder.38
Dolayısıyla insan olmaklık gibi kendinde mahiyeti ve hakikati olan basitlerin
kurucuları yoktur. Fakat kendinde mahiyeti ve hakikati olan bu gibi şeylerin dışında mahiyeti
36
37
38
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.6. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.14. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.7. 65
olan her şeyin gerek dış dünyada varlık kazanması gerekse zihinde varlık kazanıp tasavvur
edilmesi, ancak mahiyetin parçalarının yani mahiyetin kurucularının mahiyetle birlikte
bulunmasıyla gerçekleşir. Örneğin; ‘insan’ gibi mahiyeti olan bir şeyin gerek dış dünyada var
olması gerekse zihinde tasavvur edilebilmesi için insanın hakikatini ve mahiyetini oluşturan
parçalarının bulunması şarttır. Mahiyeti olan ve iki varlık tarzına sahip olan şeylerin varlığı
hakkında kuşkunun bulunmaması, o şeylerin zihinde bir tasavvur olmasından dolayı değil
onların bireylerinin duyularla algılanması nedeniyledir. İşte şeyin mahiyetinin parçaları ve
kurucuları olan zâtîlerin İbn Sina, zâtî kurucu yüklemler olduğunu ifade eder.39
Kurucu olmayıp ‘sürekli gereken’, adını alan yüklem ise mahiyetin bir parçası
olmadan mahiyete eşlik eden yüklemdir. ‘Üçgen’e yüklenen ‘iç açıları toplamının iki dik
açıya eşit olması’ gibi. İbn Sina bu ve benzeri yüklemlerin, mahiyete dahil olmasalar da veya
mahiyetin parçası olmasalar da yüklendiği şeye zorunlu olarak ilişen yüklemler olduğunu
belirtir. Bu gibi zorunlu yüklemlerin ilişen olmalarının nedeni, yüklendikleri şeyin
oluşmasından (takavvüm) sonra gelmeleridir. Söz konusu örnekte ‘üçgen’, ‘üç kenarla’ oluşan
bir şekil olduktan sonra “iç açılar toplamının iki dik açıya eşit olması” ona ilişmiştir. Ancak
bu gibi yüklemlerin ilişmesi zorunlu ve kaçınılmazdır. O nedenle de zorunlu ve sürekli
gereken anlamında lâzım adını almışlardır. Aynı örnek üzerinden hareket edersek her ne kadar
üçgenin oluşmasının nedeni ve kurucu unsuru değilse de dolayısıyla üçgenin mahiyetine dahil
olmayıp üçgenin hakikati ve mahiyeti oluştuktan sonra ona ilişse de ‘iç açılar toplamının iki
dik açıya eşit olması’, üçgen için zorunlu ve kaçınılmaz olarak yüklem olmuştur.40
İbn Sina’ya göre her halükarda sürekli gereken bir yüklemin bulunması zorunludur.
Fakat bu, sürekli gereken yüklemin aracısız olan kurucu bir yüklem gibi olduğu anlamına
gelmez. Çünkü eğer sürekli gereken yüklem dolaysız ve aracısız bir yüklem gibi olsaydı o
takdirde onun sürekli gerekliliği tıpkı ilk kurucu zâtî yüklem gibi kendiliğinden bilinirdi.
Oysa sürekli gereken yüklemler mahiyeti kuran ilk-zâtî yüklem olmayıp mahiyet oluştuktan
sonra ona ilişen ve kurucu olmayan yüklemlerdir. Diğer taraftan İbn Sina açısından her ne
kadar sürekli gereken yüklem mahiyet oluştuktan sonra mahiyete ilişmiş bir yüklem olsa da
bu, sürekli gereken yüklemin, mahiyeti oluşturan kurucu yüklemler sebebiyle zorunlu olduğu
anlamına da gelmez. Dolayısıyla biz sürekli gereken yüklemin zorunluluğunu, mahiyetin
parçaları olan kurucu bir yüklemle açıklayamayız. Çünkü bu sonsuza kadar (ilâ gayr-i nihâye)
gider ki o zaman bir yüklemden söz etmek imkansız olur.41
39
40
41
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.7. İbn Sina, a.g.e, s.7, 8. İbn Sina a.g.e, s.8. 66
Şöyle ki; eğer sürekli gereken yüklemlerin kendilerini açıklayıcı aracı bir yüklemi
olsaydı bunlar ‘çünkü o şöyledir’ formunda bu aracı yüklemle zorunlu olarak bilinirlerdi.
Eğer bu aracı yüklem bir şeyin kurucusu ise sürekli gereken yüklem kurucu olamaz, çünkü o
takdirde kurucunun kurucusunun da kurucu olması gerekir aksine yine sürekli gereken olur.
Sürekli gereken yüklem eğer bir aracı yükleme ihtiyaç duyar ve bu sonsuza kadar giderse o
takdirde bir aracı yüklemin varlığından söz edilemez. Eğer ihtiyaç duymazsa burada aracısız
olarak kendiliğinden gerekliliği açık olan bir sürekli gereken yüklemin bulunması zorunludur.
Aracı yüklem önce gelen (mütekaddim) sürekli gereken (lâzım) bir yüklem olur ve başka bir
sürekli gereken yüklemin aracılığına gerek duyarsa veya aracı yüklemler olmaksızın kurucu
yüklem sürekli gereken yükleme doğru sonsuzca giderse yine sonsuz bir yüklemler dizisi
meydana gelmiş olur. Buradan hareketle İbn Sina, aracı bir yüklem olmaksızın sürekli
gereken bir yüklemin bulunmasının zorunluluğunu ortaya koyar ve sürekli gereken yüklemin
zihnen (vehmen) kaldırılmasını mümkün görenleri eleştirerek bunun imkansız olduğunu ifade
eder.42
O halde İbn Sina’ya göre sürekli gereken ve kurucu olmayan ve fakat bir şey
oluştuktan sonra onun mahiyetine ilişen yüklemlerin gerekliliği ve zorunluluğu kendiliğinden
açıktır. Ancak onların bu kendiliğinden açık olan gerekliliği ve zorunluluğu kurucu zâtî
yüklemlerin kendiliğinden açık olan zorunlulukları gibi de değildir. Çünkü kurucu zâtî
yüklemler mahiyeti oluşturan yüklemlerdir. Sürekli gereken yüklemler ise mahiyet oluştuktan
sonra bu parçalardan yani kuruculardan oluşan mahiyetin toplamına ilişen, kurucu olmayan ve
fakat zorunlu olan yüklemlerdir.
İbn Sina, en-Necât’ta ‘arazî olan zâtî olmayandan saydığımız her şeydir’ şeklinde
temel bir ayrım yapmaktadır.43 Ancak İbn Sina çoğu mantıkçının ‘zâtî yüklem’ ifadesiyle
başka bir anlamı kast ettiğini hatırlatmadan geçmez. Bu da, mahiyeti ve cevherinden dolayı
ilişen yüklemdir. İbn Sina zâtî yüklemle, kurucu ve mahiyeti oluşturan dolayısıyla mahiyetin
parçaları olan yüklemleri kast etse de ve ilk olarak bu anlamda kullansa da mantıkçıların söz
konusu yükleme de zâtî yüklem adını verdiklerini göz önünde bulundurarak daha genel bir
zâtî yüklem tanımı yapılabileceğini mümkün görür. İbn Sina’ya göre bu türden zâtî
yüklemlere ‘zâtî arazlar’ adı verilir ve zâtî’nin, her iki anlamını da içine alacak şekilde bir
betimi yapılabilir. İbn Sina mahiyet ve cevherinden dolayı ilişen zâtî yüklemler için şu
örnekleri aktarmaktadır: Sayılarda bulunan ‘çiftlik’ ve ‘teklik’ gibi, büyüklüklerde bulunan
‘bağıntı’ ve ‘eşitlik’, canlıya ilişen ‘sağlık’ ve ‘hastalık’ gibi. Buna aykırı olan yani zâtî
42
43
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.8.
İbn Sina, en-Necât, s.7.
67
olmayan arazlar ise bir şeye, ya bu şeyin dışındaki daha genel ya da daha özel bir şeyden
dolayı ilişen yüklemlerdir. Örneğin; beyaz olan bir şeye, kendisinin dışında daha genel bir şey
olan ‘cisim’den dolayı ‘hareket’in ilişmesi gibi veya ‘var olan’a, kendisinin dışında ve fakat
kendisinden daha özel kalan yine ‘cisim’den dolayı ‘hareket’in ilişmesi veya ‘canlı’ya,
canlıdan daha özel olan ‘insan’dan dolayı ‘gülme’nin ilişmesi gibi. O halde İbn Sina’ya göre
zâtî yüklem dendiğinde bununla ilk olarak kurucu zâtî yüklem kast edilir, fakat mahiyet ve
cevherinden dolayı bir şeye ilişen yüklem de mantıkçılar tarafından ‘zâtî’ diye
isimlendirildiğinden dolayı en genel anlamıyla zâtî arazları da içine alacak şekilde hem
kurucu zâtî yüklemler hem de zâtî arazlar için zâtî yüklem adı verilebilir.44
İbn Sina, kurucu olmayıp aynı zamanda sürekli olmayan arazî yüklemleri ise çabuk
veya zor olarak özneden ayrılabilen, başka bir ifadeyle özneden ayrılması hızlı veya zaman
alan yüklemler olmak üzere ikiye ayırır. Örneğin; insan için ayrılması zaman alan ‘genç
olmak’, ‘yaşlı olmak’, ayrılması hızlı olan ‘ayakta olmak’, ‘oturur olmak’ gibi.45 İbn Sina
ister sürekli gereken yüklemler olsun isterse sürekli gerekmeyen bu tarz yüklemeler olsun,
bütün bunların arazî olarak adlandırıldığını, bir kısmına ise araz dendiğini belirtir.46
İbn Sina, genel olarak yüklem sınıflarını bu şekilde analiz ettikten sonra ikinci
aşamada ve daha özel olarak “o nedir?” sorusunun cevabı olan yüklem sınıfları üzerinde
durmaktadır. Kitâbu’l-Hidâye’de ‘o nedir? sorusunun cevabında söyleneni’ kısaca şöyle
tanımlamaktadır: ‘Bir şeyin mahiyetine ve hakikatine, bu mahiyet ve hakikati oluşturan tüm
kurucularıyla -kurucular birden fazla ise bütün kurucular dışarıda kalmamak şartıyla- birlikte
delâlet eden ve dolayısıyla bir şeyi ne ise o olduğu üzere ortaya koyan şeydir.’47
‘O nedir?’ sorusuna delâlet eden yüklem sınıflarından birincisi bir şeye özgü ve
mutlak yüklemdir.48 İbn Sina Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de bunu, yüklemin sadece yüklem
olduğu şeye özgü (husûs ve infirâd) olması bakımından mahiyete delâlet olarak tarif
etmektedir.49 Örneğin; ‘düşünen canlı’nın insana delâlet etmesi gibi.50 Bu delâlet örneğinde
ortak tabiata (et-tabîatu’l-müşterek) delâlet eden yüklem basit lafız değil ortak tabiatın tanımı
olan sözdür.51 İkincisi; mutlak olan ve fakat sadece bir şeye özgü olmayan yüklemle ortaklık
bakımından delâlettir. Örneğin; gerçeklikleri farklı olan insan, at, kuş, vs. gibi gerçeklikler
44
45
46
47
48
49
50
51
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.9. İbn Sina, a.g.e, s.8. İbn Sina, a.g.e, s.9. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.65. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.10. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.16. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.10.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.16. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.15. 68
topluluğu için ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olan ‘canlı’ gibi.52 Bu delâlet örneğinde ise ortak
tabiata delâlet eden yüklem söz değil basit lafızdır, başka bir adlandırmayla ortak tabiatın
ismidir ve bu isim ‘düşünen’e eşlik ettiğinde özelleşir ve tamamlanır.53 ‘Cisim’ gibi
‘canlı’dan daha genel olan yüklemlerin ise ortak mahiyeti yoktur, bu gibi genel yüklemler
mahiyetin parçasıdır. Gerçekliği ayrı olan insan, at ve benzerleri ise söz konusu mahiyetin
kaplamına giren örneğin cisim gibi şeylerden daha özeldir. ‘Doğal olarak iradeyle hareket
eden’, ‘duyumsayan’ gibi yüklemler ise canlılar topluluğunu ortaklıkla birlikte kuran
yüklemler konumuna indirilse bile İbn Sina bunların tek başına mahiyete delâlet etmediğini
özellikle vurgular. Çünkü kaplam (mutabakat) yoluyla delâlet bakımından iradeyle hareket
eden ve duyumsayan yüklemlerinin mefhumu, salt duyu ve hareket gücü bulunan bir şeydir.
Örneğin; ‘beyaz’ derken nasıl ki bununla kaplam (mutâbaka) bakımından şeyin mahiyetine
delâlet etmek mümkün değilse ve bununla beyaz olan bir şeye delâlet kast ediliyorsa, bu gibi
yüklemler de her ne kadar mahiyetin kurucu yüklemi olsalar da mahiyete delâlet etmez,
kaplam yoluyla ancak duyumsayan bir şeye, hareket eden bir şeye delâlet ederler.54
İbn Sina en-Necât’ta “o nedir?’in cevabında söylenen derken bununla insan ve at için
duyumsayan örneğinde olduğu gibi teklik bakımından değil insan ve at için canlı örneğinde
olduğu gibi ortaklık bakımından ‘o nedir?’in cevabında söyleneni kast ediyoruz” diyerek
bunu daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü duyumsayan tek başına ortak mahiyete
delâlet etmez, her ne kadar zâtî manaya delâlet etse de iradeyle hareket eden, büyüyen,
gıdalanan, vb. anlamları dışarıda bırakmaktadır. Bunlara içerme (tazammun) yoluyla değil
gereklilik/gerektirme (iltizâm) yoluyla delâlet eder. Gereklilikle içerme arasındaki farklılık,
tavanın duvarı gerektirmesi ile evin duvarı hem gerektirmesi hem içermesi arasındaki farklılık
gibidir.55Çünkü, İbn Sina, ilerde daha da detaylı olarak ele alacağımız üzere ‘şu lafız şuna
delâlet ediyor’ dendiğinde bununla kast edilen delâletin kaplam (mutâbaka) veya içerme
(tazammun) delâleti olduğunu özellikle vurgular. Lüzûm delâleti yani gereklilik delâleti kast
edilmez. Oysa mahiyeti oluşturan parçaların kendi dışındaki bir diğer parçaya delâleti lüzûm
delâletidir ve bu da mahiyete delâlet değildir.56
Örneğin; ‘duyumsayan düşünen’in birinci delâleti cisimlik, gıdalanmaklık, hareket
etmeklik ve buna benzer diğer şeylerin dışındadır ve bunlardan hiçbiri, ‘duyumsayan
düşünen’in tazammunu değildir. Bu nedenle bu delâlet yani lüzûm delâleti, mahiyet ve zât
52
53
54
55
56
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.10.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.16. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.16. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.11.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.16. İbn Sina, en-Necât, s.9. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.11. 69
için olması bakımından mahiyet ve zâta delâlet etmez aksine iltizâm yoluyla delâlet eder.57
Böyle olduğu için de gerektirme yoluyla delâlet ‘o nedir?’ sorusuna cevap olan delâlet
değildir. Hatta, der İbn Sina, eğer gerektirme yoluyla delâlet muteber olsaydı kurucu olmayan
gereken yüklem dahi ‘o nedir?’ sorusunun cevabını veren yüklem olurdu. Örneğin; ‘gülen’,
‘insan nedir?’ sorusunun cevabı olurdu. Çünkü gülen, düşünen canlıya yani insanın
mahiyetine kaplam yoluyla (mutâbaka) veya içerme yoluyla (tazammun) değil, gerektirme
yoluyla delâlet eder. Gerektirme (iltizâm) yoluyla mahiyete delâlet ise ‘mahiyete delâlet’
ifadesinin kapsamında değildir dolayısıyla ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olamaz.58
‘Doğası itibariyle gülendir’ denildiğinde bu mahiyetin dışında bir şeye delâlet eder.
Çünkü bu, insanın anlamına onun lâzımı olması bakımından delâlet eder. ‘Duyumsayan
düşünen’ denildiğinde ise bu yine onun mahiyetine değil ona denk/eşit bir şeye delâlet eder.
Çünkü duyumsayanın, insanın anlamına mutabakat yoluyla delâlet ettiği kabul edilirse insanın
sadece duyu sahibi bir şey olduğu veya düşünenin mutabakat yoluyla delâlet ettiği kabul
edilirse insanın sadece düşünen bir şey olduğu kabul edilmiş olur. Eğer bunlar duyumsayanın
veya düşünenin nefis sahibi bir cisim olması bakımından başka anlamlara delâlet ederse bu
delâlet, tazammun değil iltizâm yoluyla delâlet olur.59 İbn Sina, bütün mantıkçıların
gerektirme yoluyla delâletin mahiyete delâlet olmadığı konusunda ittifak ettiklerini not düşer.
Sonuç itibariyle ikinci olarak ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olan yüklemlerden biri de
gerçeklikleri ayrı olan şeylerin mahiyetlerini kuran, gerek özel gerekse genel-ortak bütün
kurucu yüklemleri ve kurucu yüklem olmadığı halde kurucu yüklem gibi değerlendirilenlerin
tamamını kapsamına alan yüklemdir. Yukarıda örnek olarak verilen insan, at, kuş, gibi
gerçeklikleri ayrı olan şeyler için ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olan ‘canlı’ gibi. Çünkü canlı,
bu gerçekliklerin gerek özel-örneğin düşünen gibi- gerekse ortak –örneğin duyumsayan gibikurucu yüklemlerinin tamamını kapsayan bir yüklemdir.60
‘O nedir?’ sorusunun cevabı olan üçüncü yüklem ise özel ve ortak yüklem’dir.
Örneğin; Zeyd, Amr, Halit, gibi insan tekleri için ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olan ‘insan’
yüklemi gibi veya tek başına bir şey için-örneğin Zeyd için- ‘o nedir?’ diye sorulduğunda
‘insandır’ şeklinde verilen cevap gibi. İbn Sina bu insan tekleri için ‘o nedir?’ sorusunun ‘o
kimdir?’ sorusu anlamında olmadığının özellikle altını çizer. Dolayısıyla bu soru onların kim
olduğuna ilişkin değil ne olduklarına yani neliklerine ilişkin bir sorudur. Burada ‘o nedir?’
sorusunun cevabı olan ‘insan’, söz konusu teklerin neliğine dair hem özel hem de ortak bir
57
58
59
60
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.15, 16. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.11. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.15. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.11. 70
yüklemdir.61 Söz konusu bu teklerin mahiyetine delâlet eden şey ‘insan’dır, çünkü ancak
insan olarak var olduktan sonra bunlara gerek sürekli gerekse sürekli olmayan arazlar
ilişmiştir ve bu arazlar bu tekler için ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olamaz.62 Türün tekleri,
kurucu mana bakımından birbirinden ayrılmaz, haller (ahvâl) yani her birine ilişen arazlar
bakımından ayrılır. Çünkü kurucunun yokluğu düşünüldüğünde tekler de ortadan kalkar fakat
hallerin yokluğu düşünüldüğünde bunların yokluğu söz konusu teklerin yokluğunu
gerektirmez. Türün örneğin insan’ın teklerinin birbirinden ayrılması, insan türünün kendi
cevherini kurucu bir durum bakımından diğer canlılardan ayrılması gibi değildir.63
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de yukarıdaki üç kısımda ele alınan mahiyete delâlet
eden dolayısıyla ‘o nedir?’in cevabından biri olan ikinci kısmın ‘cins’ diye adlandırıldığını ve
bu cinsin altındaki ortak şeylerin ise tür diye adlandırıldığını belirtir. Mahiyete delâletin
üçüncü kısmını ise ‘tür’ diye adlandırmışlardır. Fakat bu adlandırma, cinste sözü edilen ortak
olan şeylerin tür diye adlandırılması şeklinde değildir. Aksine bu kısım, kurucu şey
bakımından birbirinden ayrılmayan şeylerin mahiyetine delâlet etmesi bakımından altındaki
şahıslara kıyasla tür diye adlandırılır. İbn Sina bunun kendinde tür (fi-nefsihi nev‘) olduğunu
ifade eder. Çünkü o, üstünde kendisi sebebiyle tür olacağı cins bir kapsayıcı mana olmasa bile
altındaki şeylerin kurucusu olup onların türü olması bakımından ‘kendinde tür’dür.64
İbn Sina ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olan yüklemle zâtî yüklemlerin arasını neredeyse
ayırt edemediklerinden ve bu iki yüklemi bir ve aynı gördüklerinden dolayı zahirci
mantıkçıları eleştiriye tâbi tutar. Çünkü örneğin; ‘düşünen’, insanın mahiyetini kuran
parçalardan biri olarak zâtî kurucu yüklem olsa bile tek başına mahiyete delâlet etmez. O
yüzden ‘o nedir?’in cevabı olan yani mahiyete delâlet eden yüklemi veren soru bir mahiyet
sorusudur. Mahiyet ise bütün kurucu zâtî yüklemlerin toplamıyla birlikte gerçekleşir. ‘O
nedir?’ sorusuna verilecek cevabın yüklemi, mahiyetin bir parçasına değil bütününe delâlet
eden bir yüklem olmalıdır. Oysa mahiyetin parçası olan zâtî kurucu yüklem, mutabakatla
sadece mahiyetin bir parçasına delâlet edebilir. ‘O nedir?’ sorusuyla talep edilen ise mahiyetin
bir parçası değil bütünüdür ve mahiyete delâlet bu anlama gelmektedir.65
İbn Sina en-Necât’ta kendisinin bu konuyu, son noktayı koyacak şekilde ele aldığını
savunur. Öncelikle ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenen zâtînin tartışmalı bir konu
olduğunu hatırlatır ve neredeyse şarihlerin çoğunu bunun gerçek anlamını kavrayamamış ve
61
62
63
64
65
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.11. İbn Sina, a.g.e, s.11. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.16. İbn Sina, a.g.e, s.16, 17. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.9, 10. 71
zahirci mantıkçıların ‘o nedir’in cevabında söylenenin zâtî olduğu yönündeki hatalı
görüşlerini benimsemiş olmakla eleştirir. İbn Sina’ya göre, oysa zâtînin bir kısmı ‘o nedir?’
sorusunun cevabında söylenen iken bir kısmı ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenen
değildir. Dolayısıyla zâtî, ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenenden daha geneldir.66 Bu
anlamda zâtî ikiye ayrılmaktadır: ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olan zâtî, ‘o nedir?’ sorusunun
cevabı olmayan zâtî.67
Şöyle ki; İbn Sina’ya göre bir şeyin, tamamı zâtî olan birden çok niteliği olur ve fakat
o şey onlardan sadece biriyle değil ancak toplamıyla o şeydir. Örneğin; insan sadece canlı
olma veya sadece ölümlü olma niteliğiyle veya sadece başka bir nitelikle insan değildir aksine
düşünen canlı olma niteliğiyle birlikte insandır. Burada şeyin kendisiyle meydana geldiği zâtî
niteliklerin tamamını iltizâm eden değil içine alan basit (müfred) bir lafız konulduğu zaman
işte bu lafız ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenen yüklem olur. Örneğin; Zeyd ve Amr
için söylediğimiz ‘insan’ gibi. Çünkü bu lafız onlara ait cevherlik, cisimlilik, gıdalanmak,
büyümek/artmak, çoğalmak, duyu gücü, hareket etmek, konuşmak ve saire gibi anlamların
her birini tek tek içine alır ve, Zeyd ve Amr’a ait olup da zâtî olan hiçbir şey dışarıda kalmaz.
Yine sadece insan için değil diğer bütün canlı varlıklar için ortaklıkla söylediğimiz ‘canlı’
gibi. Çünkü canlı, ortaklıkla canlılarda bulunan zâtî niteliklerin tamamını içine alır, fakat tek
tek her birine özgü nitelikler dışarıda kalır. İşte teklere özgü nitelikler dışarıda kalmak üzere
zâtî niteliklerin tamamı ‘o nedir?’ sorusunun cevabına dahildir ve bunları içine alan yüklem ‘o
nedir?’ sorusunun cevabında söylenen yüklemdir.68
Burada dikkat edilirse İbn Sina çok önemli bir nüansa işaret etmektedir. ‘O nedir?
sorusunun cevabı olarak söylenen’ ile ‘o nedir? sorusunun cevabında dahil olan’ iki farklı
kavramdır. ‘O nedir?’in cevabında söylenen, zâtî niteliklerin tamamını içine alan ve yukarıda
sözü edilen yüklemlerdir. ‘O nedir?’in cevabına dahil olan ise tek tek her zâtî olandır. Verilen
örneklerle açımlarsak; canlı, gerçeklikleri farklı olan türlerin mahiyetlerine delâlet eden ve
bunlar için ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenen yüklem iken canlının kaplamına dahil
olan bütün zâtî nitelikler ise örneğin duyumsayan, hareket eden vb., kaçınılmaz olarak ‘o
nedir?’ sorusunun cevabına dahil olan yüklemlerdir.
66
67
68
İbn Sina, en-Necât, s.7. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.50.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.14. İbn Sina, en-Necât, s.7,8. 72
1.2.2. Zâtî ve Arazî Mana Ayrımı-Zâtî ve Arazî Tümel Lafızlar
1.2.2.1.
Zâtî ve Arazî Mana Ayrımı
Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi İbn Sina, basit lafzın tümel olmasının, ancak
bu lafzın yüklendiği tikellere ya varlık bakımından ya da düşünce bakımından bir nispetinin
olmasıyla gerçekleştiğini belirtmişti.69 Buna bağlı olarak İbn Sina yüklem konusunu analiz
ettikten sonra buradan tümel lafzın analizine geçmektedir.
İbn Sina tümel lafzı zâtî ve arazî olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.70 Ancak İbn
Sina tümel lafzın bu kısımlarını ele almadan önce ‘zâtî (özsel) mana’ ve ‘arazî (ilineksel)
mana’ üzerinde durmaktadır. İbn Sina’ya göre her şeyin, onu o yapan bir neliği vardır ve bu
nelik o şeyin hakikati hatta zâtıdır. İbn Sina bunu şöyle ifade ediyor: “Her şeyin onu o yapan
bir mahiyeti vardır ve bu mahiyet onun hakikati hatta zâtıdır. Her şeyin zâtı ise birdir.”71 İbn
Sina bu bir olan zâtın ya mutlak anlamda tek bir anlam olduğunu ya da bir şeyin o şey
olmasını sağlayan ve bir araya geldiklerinde onun için zât oluşturan birden çok anlam
sayesinde oluşan bir anlam olduğunu ifade ederek temelde zâtı iki kısımda ele almaktadır.72
Mutlak anlamda zâtı bir olanın örneği İbn Sina’ya göre dış dünyada pek nadirdir. İkincisine
ise ‘insan’ örneğini vermektedir. ‘İnsan’ çeşitli anlamların bir araya gelmesiyle tek bir zât
olmuştur. Çünkü insan töz olmaya, uzunluk genişlik ve derinlik boyutlarında bir uzanıma
sahip olmaya, bunlarla birlikte nefis sahibi olmaya, nefsinin de beslenen, duyumsayan ve
iradeyle hareket eden bir nefis olmaya ve yine akledilirleri (ma‘kûlât) anlayabilecek ve
sanatları öğrenip öğretebilecek durumda olmaya muhtaçtır ve bütün bu anlamlar bir araya
geldiklerinde bunların bütünlüğünden bir tek zât oluşur ve işte bu insan zâtıdır.73
Bir şeyin zâtı oluştuktan sonra onu izleyen birtakım anlamlar da vardır ki bu anlamlar
ferdin bireysel varlığına (inniyyet) ait anlamlardır. Ferdin bireysel varlığına ait olan anlamlar
sayesinde tek tek insan fertleri oluşur ve böylece her bir fert diğerinden ayrışır. Örneğin; kısa,
uzun, ak, kara gibi anlamlar ferdin bireysel varlığına ait anlamlardır ve bu anlamlarla her bir
fert diğer fertlerden ayrışır, sözgelimi biri uzun diğeri kısa, bir kara diğeri beyaz olur. Ancak
ferdin varlığının hakikati ‘insanlık’la gerçekleşir ve dolayısıyla da her ferdin mahiyeti
insanlıkla gerçekleşir. Bireysel varlığı ise bir nitelikle bir nicelikle ve benzeri anlamlarla
gerçekleşir.74 Zira ferdin fert olması ancak türün gereği olan ve olmayan arazî özelliklerin
69
70
71
72
73
74
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.21. İbn Sina, en-Necât, s.6. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.22. İbn Sina, a.g.e, s.22. İbn Sina, a.g.e, s. 22. İbn Sina, a.g.e, s.22. 73
türün doğasına bitişmesiyle ve türün doğasının işaret edilir belirli bir maddesinin
belirginleşmesiyle gerçekleşir.75
Fertlerin mahiyetlerini oluşturan ‘insanlık’ vasfının ve fertleri birbirinden ayrıştıran
arazî anlamların ve vasıfların dışında bir de tüm fertlerin sahip olduğu genel anlamlar ve
vasıflar vardır. Örneğin; insanın düşünen olması, düşünen nefis sahibi olması ve doğası gereği
gülen olması gibi anlamlar ortak genel vasıflardır. Fakat burada İbn Sina ‘düşünen’ ortak
genel vasfının, diğer ortak genel vasıflardan farklı olarak bir araya geldiklerinde insanı
oluşturan anlamlardan biri olduğunu belirtir. Çünkü bir şey, düşünen nefsin kendi maddesine
bitişmesi sonucunda insan haline geldiğinde ardından onun maddesine gülme, utanma,
ağlama, haset, yazma ve öğrenme gibi diğer özellikler ilişir. Dolayısıyla ‘düşünen nefs’in
meydana gelişi bu özelliklerden öncedir ve insanlığın meydana gelişi de düşünen nefisle
tamamlanır. Düşünen nefisten hemen sonra gelen ve ayrık olmayan özellikleri İbn Sina,
gerekenler/lâzimeler (el-levâzım) diye adlandırmaktadır.76
İbn Sina Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de kurucu olmayan vasıfların bir kısmının genel araz
bir kısmının ise özel araz olduğunu belirtir. Bunlardan her biri lâzım araz da olabilir lâzım
olmayan (mufârık) araz da olabilir. Eğer kurucu olmayan mana, ister lâzım ister mufârık
olsun birden fazla şeyde bulunuyorsa bu, ‘genel araz’ adını alır. Eğer, ister lâzım ister
mufârık olsun ister şeyin tamamında isterse onun bir kısmında bulunsun, sadece bir şeyde
bulunuyorsa ‘hassa’ adını alır. Bu durumda genel araz şu kısımlara ayrılmaktadır: Bir şeyin ve
başkasının tümünde bulunan lâzım araz, eriklik ve dişillik gibi bir şeyin ve başkasının bir
kısmında bulunan lâzım araz, bir şeyin ve başkasının tümünde bulunan lâzım olmayan araz,
bazı canlılarda bulunan hareketli gibi bir şeyin ve başkasının bir kısmında bulunan lâzım
olmayan araz. Hassa da şu kısımlara ayrılmaktadır: Şeyin tümünde bulunan ve devamlı olan
lâzım hassa, bazı canlılarda bulunan gülme gibi bir şeyin bir kısmında bulunan devamlı lâzım
hassa, insanda bulunan bilfiil gülmek ve bilfiil ağlamak gibi sadece tek bir şeyde bulunan ve
lâzım olmayan hassa.77 Bununla birlikte İbn Sina beş tümelden biri olmaya en layık olan
hassanın, türün tamamında bulunan ve türün sürekli gerekeni (lâzım) olan hassa olduğunu
belirtir.78
İbn Sina’nın, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de ‘Lâzimeler’ başlığı altında ele aldığı lâzım
olan vasıfların analizine yer vermememiz faydalı olacaktır. Bir şeyin lâzımı olan ve fakat
onun kurucusu olmayan lâzimeler ya bir şey için o şeyin nefsinden olur, örneğin üç için teklik
75
76
77
78
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.63. İbn Sina, a.g.e, s.22, 23. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.20. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.66, 77. 74
gibi, veya dışından olur, örneğin âlem için vücûd gibi. İbn Sina şeyde bulunan lâzımları
birincil lüzûmla lâzım ve ikincil lüzûmla lâzım olmak üzere iki kısımda ele almaktadır.
Örneğin; ‘şaşıran’ ve ‘idrâk eden’ lâzımları birincil olarak insanda bulunan lâzımlardır.
Gülme ise bu birincil lâzımların aracılığıyla insanda bulunan lâzımdır. İbn Sina lâzımları
başka bir tasnifle bir de genellik, denklik ve özellik bakımından tasnif etmektedir. Her lâzım
ya şeyden daha geneldir ya daha özeldir ya da şeye denk/eşit olur. Genel olan lazımın örneği;
üçün karesinin, üç sayısı için tek olması gibidir. Zira üç tek sayı ise bu kendisinin karesinin de
tek olmasını gerektirir (lâzım). Ancak gerektirdiği bu lâzım (tek olan üçün karesi) üçten daha
geneldir(3.3=9). Şeyden daha özel lâzım ise genel olan lâzımın aracılığıyla şeyde var olur.
Örneğin; daha özel olan gülme lâzımının, idrâk eden ve şaşıran lâzımlarından dolayı insanda
var olması gibi. Genel ve özel lâzım şeyde bileşik olarak bulunmadıklarında genel özele aracı
olur. Şeye denk olan lâzımın örneği de dokuzun üçte birinin üçün gerekeni olması gibidir.
(9.1/3= 3).79 İbn Sina bir başka lâzım türüne de yer vermektedir ki bu sadece tek bir şeye ait
olan lâzımdır. İnsanda bulunan bilfiil ağlamak ve bilfiil gülmek gibi.80
İbn Sina daha genel olmayan lâzımı da bölümlenen ve bölümlenmeyen olmak üzere
iki kısma ayırmaktadır. Bölümlenen lâzımlar genel lâzımın elde edilmesinde gerekli
anlamlardır. Örneğin; ‘tek’ genel lâzımının oluşması için bunun altında bölümlenmiş üç, beşi
yedi,…gibi tek sayıların olması gerekir. Bunlardan tek olan genel lâzım husûle gelir. Söz
konusu bölümleme ya ilksel olur ya da ilksel olmaz. Örneğin ‘tek’ in, ‘on’dan daha az olan
üçün karesine, veya “on”dan daha fazla olan üçün katlarına bölünmeden önce üçe, beşe,
yediye..vs teklere bölünmesi gibi. Eğer genel lâzım olan mana cins olursa diğer ilksel olarak
bölümlenmiş olanlar fâsıl olur. Sonra genel mana olan lâzımdan hareketle ve ona dayanarak
üçüncü bir özel anlama ulaşırız ki bu da türdür.81
İbn Sina’nın yukarıda analiz ettiği lazımların kendi aralarında cins, tür ve fasıl olarak
ayrımını yukarıda verilen örnekler üzerinden daha da netleştirebiliriz. Burada ‘tek’ genel
anlamda olan lâzımdır. ‘Tek’, altında ilksel olarak bölümlenmiş üç, beş, yedi, vs gibi fasıllara
sahiptir. Bu fasılların birer sayı olduğunu görür ve ‘tek’ten ‘tek sayı’ kavramına ulaşırız ki bu
da türdür. Biz ‘üç’ dediğimiz zaman üç tek sayısını beş, yedi, dokuz gibi diğer tek sayılardan
ayırmış oluruz.
İbn Sina, şeyin zâtını oluşturmayan ve aynı zamanda lâzım olmayan vasıfları ve
arazları da ‘Gerekmeyen Arazlar (el-avârız gayr’u lâzime)’ başlığı altında toplamaktadır.
79
80
81
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.18. İbn Sina, a.g.e, s.19. İbn Sina, a.g.e, s.19. 75
Örneğin; insanın bir zaman diliminde genç ve bir zaman diliminde yaşlı olması veya bir
zaman diliminde hareketli bir zaman diliminde hareketsiz olması gibi. İbn Sina, gerekmeyen
arazları doğadan ve iradeden kaynaklan arazlar ve dış sebeplerden kaynaklanan arazlar olmak
üzere ikiye ayırmaktadır. Doğadan ve iradeden kaynaklanana ‘hareketli’ örneğini verebiliriz.
Dışarıdan harici nedenlerle kaynaklanan arazlar ise örneğin, hastalık ve bir şeye ilişen renk
gibidir. Yine gerekmeyen arazların bir kısmı uzun bir zaman diliminde varlığını devam
ettirirken bir kısmı kısa sürelidir. Uzun süreli olanın örneği, gençlik ve yaşlılık gibidir. Kısa
süreli olanın örneği ise oturmak ve ayakta olmak gibidir. Gerekmeyen arazların bir kısmı tek
bir türde bulunurken bir kısmı birden fazla türde bulunabilir. Örneğin; hareketin hem insanda
hem de diğer türlerde bulunması gibidir. Tek bir türe özgü olan ise örneğin insanda bulunan
aşırı kızmak ve gazap gibi. Gerekli olmayan arazlar bazen yüklem olur ve örneğin şöyle denir:
‘İnsan gençtir’, ‘insan yaşlıdır’, ‘insan hareketlidir’, ‘insan hareketsizdir’, ‘insan beyazdır’,
‘insan gülendir’ vb.82
Bütün bu açıklamalar doğrultusunda İbn Sina’ya göre, bir şeyin hakikatini oluşturan
bir zât vardır bir de onun sahip olduğu vasıflar vardır. Bu vasıfların da bir kısmı şeyin
hakikatini oluşturan unsurlara dahil olan vasıflar, bir kısmı şeyin varlığında gerekli olmayan
arazlar, bir kısmı da şeyin varlığında onun gereği olan arazlardır.83 İbn Sina bu ayrıma bağlı
olarak tümel lafızlardan bir şeyin veya en geniş anlamıyla şeylerin hakikatine delâlet eden
lafızları mahiyete delâlet eden lafızlar olarak belirlemektedir. Bunun dışındaki lafızlar ise
mahiyete delâlet etmeyen lafızlardır. Eğer mahiyete delâlet etmeyen lafızlar, şeyin zâtından ve
varlığından önce gelen ve bir araya geldiklerinde şeyin zâtını oluşturan, ama herhangi
birinden tek başına şeyin zâtının oluşmadığı anlamlara delâlet ediyorsa bu lafızlar da
mahiyete delâlet etmeyen ve fakat mahiyete dahil olan zâtî lafız adını alır. Eğer lafız bu iki
durumun
dışında
yani
hakikate
delâlet
etmenin
ve
bir
de
hakikati
oluşturan
anlamlardan/vasıflardan birine delâlet etmenin dışında başka bir sıfata delâlet ederse, ister bu
sıfat şeyin gereği olsun isterse olmasın ona da arazî lafız, delâlet ettiği anlama da arazî anlam
denir.84
İbn Sina bu bağlamda mahiyete delâlet edenle zâtîyi bir tutan yorumu doğru bulmaz.
Dolayısıyla İbn Sina mahiyetin ‘o nasıl olursa olsun ortak zâtîye delâlet eden’ şeklindeki
tanımına katılmamaktadır. İbn Sina şöyle diyor:
“Çünkü bir şeyin mahiyetine delâlet eden, o şeyin kendisi sayesinde o şey olduğu anlama delâlet
edendir. Şeyin neyse o olması ise ancak onun başkalarıyla ortak olduğu ve kendisine özgü vasıflarının
82
83
84
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.19.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.76. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.23. İbn Sina, a.g.e, s.23. 76
tamamının meydana gelmesiyle tamamlanır. İnsan canlı olması nedeniyle neyse o olmaz, aksi halde
canlılık insanlığı meydana getirirdi. Evet, insanın neyse o olması için canlılığa ihtiyaç vardır fakat bir
şeyin o olması için gerek duyulanlardan birinin tek başına meydana gelmesi şeyin, o şey olarak
meydana gelmesini sağlamaz. Durum böyle olunca ne tek başına ‘bir şeyin başkalarıyla ortak zâtîsi’ ne
de o şeyin ‘kendisine özgü zâtîsi’ o şeyin mahiyeti değil mahiyetinin bir parçasıdır.85
İbn Sina buna bağlı olarak zâtî’nin tarifini şöyle yapmaktadır: ‘bir şeyin kendisine
söylenen mahiyetini kuran/oluşturan şeydir.’86 İbn Sina zâtî’yi ‘ayrılmayan şey’ diye tarif
etmenin de yeterli olmadığı görüşündedir. Çünkü bir çok zâtî olmayan şey vardır ki
ayrılmayandır. Yine ‘varlık bakımından ayrılmayan’ şey diye tarif etmek de yeterli değildir.
Çünkü zâtî olmayan bir çok şey vardır ki bu niteliktedir; varlık bakımından ayrılmayan
niteliğine sahiptir. Örneğin; üçgenin iç açılarının iki dik açıya eşit olması gibi. Zira bu, her
üçgene ait bir nitelik olup varlık bakımından ayrılmadığı gibi vehimde de ortadan kalkmaz ve
fakat zâtî değildir.87
Yine İbn Sina’ya göre zâtînin nitelediği şeyde varlığının, nitelediğinin gerekeni
olmakla açığa çıkması da mümkün değildir. Çünkü bir çok gereken vardır ki gerekli oldukları
şeylerin mahiyeti oluştuktan sonra o şeyler için gereklilikleri açığa çıkar. Zâtî, manası
anlaşılınca ve hatırlanınca ve onunla birlikte zâtîsi olduğu şeyin anlamı anlaşılınca ve
hatırlanınca öncelikle nitelenen şeyin zâtının anlaşılması mümkün değildir, aksine insan ve
canlı örneğinde olduğu gibi öncelikle zâtînin anlamının ondaki varlığı anlaşılır. Çünkü
canlının ne olduğu ve insanın ne olduğu anlaşıldığında öncelikle canlı tarafından nitelenen
insan değil insan için zâtî olan canlı anlaşılır. Fakat zâtî olmayan söz konusu olduğunda
nitelenenin zâtı ondan yani zâtî olmayandan soyutlanmış olarak anlaşılabilir. Dolayısıyla
nitelenen anlaşıldığında zâtî olmayanın /gerekenin onun için varlığının anlaşılması da gerekli
olur. Örneğin; nokta, kendisi için gereken olan ve zâtî olmayan paralel olmadan da anlaşılır,
paralelin noktada gerekliliği ise nokta anlaşıldıktan sonra anlaşılır. İbn Sina’nın vermiş
olduğu diğer örnekler şunlardır: İç açılar toplamının iki dik açıya eşit olması gibi, varlık
bakımından ortadan kalkması imkansız olan ve fakat tevehhüm bakımından ortadan
kalkabilen zenci insandaki siyahlık gibi, hem varlık hem de tevehhüm bakımından ortadan
kalkabilen örneğin ortadan kalkması yavaş olan gençlik ve ortadan kalkması hızlı olan
oturmak gibi. Tüm bu gerekenlerin niteledikleri zâtlar, niteleyen gerekenler olmadan da
anlaşılabilir.88
85
86
87
88
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.30, 31. İbn Sina, en-Necât, s.6.; İbn Sina, a.g.e, s.23. İbn Sina, en-Necât, s.6,7. İbn Sina, a.g.e, s.7. 77
İbn Sina’ya göre nasıl ki zâtîyi ‘ayrılamayan şey’ diye tarif etmek yetersiz ise
araz/arazîyi de ‘olması ve olmaması mümkün olan şey’ diye tarif etmek doğru değildir.
Çünkü yukarıda da zikredildiği üzere arazlardan sürekli gereken arazların, her ne kadar
şeyden vehmen ortadan kalkması düşünülebilse de varlık bakımından ortadan kalkması
imkansızdır.89
İbn Sina, zâtî ve arazî olanın analizinden sonra ve bu konudaki bazı görüşleri
tartıştıktan sonra zâtî ve arazî tümel lafzın tanımlarına yer vermektedir. İbn Sina’ya göre bir
tümel lafzın zâtî olabilmesi için tümel lafzın, delâlet ettiği anlama ilişen tikellerle ilişkisi
zorunlu bir ilişkidir. Çünkü bu zorunlu ilişki yok kabul edildiğinde; tümel lafzın delâlet ettiği
şeyin zâtı bu tikellerden mevcut olamıyorsa ve şeyin zâtı ortadan kalktığında tikellerin
ortadan kalkması yerine tikellerin ortadan kalkmasıyla o şeyin zâtı ortadan kalkıyorsa- ki
ortadan kalkması nedeniyle şeyin zâtının ortadan kalkmasına neden olan şey ister o şeyin
zâtının hakikati olsun isterse o şeyin zâtının var olabilmek için kendisine ihtiyaç duyduğu şey
olsun- bu durumda söz konusu tümel lafza ‘zâtî lafız’ denir.90
Fakat gerek varlık gerekse tevehhümde şeyin zâtının kendisiyle nitelendiği şeyin
ortadan kalkmasıyla birlikte şeyin zâtı ortadan kalkmıyorsa veya varlıkta ortadan kalkması
mümkün olmamakla birlikte niteleyen şeyin ortadan kalkması şeyin zâtının ortadan
kalkmasının nedeni değilse bu durumda tümel lafız ‘arazî lafız’ adını alır. Örneğin; varlıkta
ortadan kalkabilen oturma, ayakta durma, gençlik, kızmak, huy gibi. Varlıkta değil de sadece
zihinde ortadan kalkabilen ise örneğin Habeşlinin siyahlığı gibidir. Ortadan kalkmayan ve
sebebin ortadan kalkması gibi de ortadan kalkmayan ise örneğin insanın doğası gereği
şaşırması ve gülmesi gibidir. Çünkü bunun varlıkta insandan kalkması mümkün değildir. Eğer
kalkması vehmedilse bile insanlık da kalkar. Ancak İbn Sina, bunun neden olan bir şeyin
ortadan kalkması gibi olmadığını ifade eder. Çünkü ilişenlerin vehmen ortadan kalkması
insanlığın ortadan kalkmasının nedeni değildir. Tam aksine bunların ortadan kalkması için
öncelikle insanlığın ortadan kalkması gerekir. Zira bu arazlar insanlığın sabit oluşunun nedeni
değil insanlığın sabit oluşu bu arazların sabit oluşunun nedenidir.91
İbn Sina bütün bu detaylı zâtî ve arazî analizini öz ifadesiyle şöyle aktarmaktadır:
‘Şu halde canlı, düşünen, insan gibi anlamların fertlere nispeti ile arazların fertlere nispeti arasındaki
fark açıktır. Çünkü ilk nispet ortadan kalktığında ferdin ortadan kalkması gerekmektedir. Oysa ikinci
nispetin ortadan kalkması ferdin ortadan kalkmasını gerektirmez. Aksine ikinci nispetin altına girenlerin
bir kısmı kalkabilir bir kısmının ise kalkması veya ferdin kalkması mümkün değildir. Fakat bu nispetin
89
90
91
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.78, 79. İbn Sina, a.g.e, s.24. İbn Sina, a.g.e, s.25. 78
ortadan kalkması ferdi ortadan kaldırmaz. Böyle olunca zâtî mahiyete delâlet edeni kuşatmaktadır.
Öyleyse basit tümel lafızların bir kısmı zâtî olup mahiyete delâlet eder bir kısmı mahiyete delâlet etmez,
bir kısmı da arazîdir.’92
1.2.2.2.
Zâtî ve Arazî Tümel Lafızlar
İbn Sina zâtî ve arazî mana ayrımına bağlı olarak bu manalara delâlet eden basit tümel
lafzı da yukarıda tanımları yapıldığı üzere zâtî ve arazî olarak iki kısma ayırmaktadır. Zâtî
tümel lafız ya bir şekilde mahiyete delâlet eder ya da hiçbir şekilde mahiyete delâlet etmez.
Mahiyete delâlet eden lafız ya bir şeyin veya zâtî olarak farklılaşmayan şeylerin mahiyetine
delâlet eder ya da zâtları, zâtî olarak ayrışan ve farklılaşan şeylere delâlet eder. Birincisinin
örneği ‘Güneş’ lafzı veya tekil fertler için kullanılan ‘insan’ lafzıdır. İkincisinin örneği ise
bütün canlı şeyler/canlı türlerinin tamamı için kullanılan ‘canlı’ lafzıdır. Söz konusu canlı
türleriyle ilgili olarak ‘bu şeyler nedir?’ sorusunun cevabında ‘onlar canlıdır’ denir. Buradaki
canlı lafzı zâtları ayrı ve fakat hakikatleri bir olan şeylerin hakikatine delâlet etmektedir.93
İbn Sina lafzın, iki mahiyete delâlet şekli arasındaki farkı daha anlaşılır bir şekilde
şöyle izah etmektedir: Birinci delâlet bütün mahiyete ve her bir ferdin mahiyetine delâlet
etmektedir. Bu anlamda insan lafzı örneğin Zeyd ve Amr’da bulunan zâtî hakikatin bütününe
delâlet etmektedir. Bu zâtî hakikatin dışında kalan fazlalıklar ise Zeyd ve Amr’ın her birine
özgü olan arazî niteliklerdir. İkinci delâlette ise örneğin tek başına canlılık, tek başına insanın
ve tek başına atın mahiyetine delâlet etmez. İnsan ve attan her biri, tek başına canlılıkla neyse
o olmaz. Çünkü canlı olmanın dışında kalanlar sadece arazî nitelikler değil aynı zamanda zâtî
fasıllardır. Canlı lafzı, tek başına insan ve atın mahiyetine değil bunlar arasındaki ortak
mahiyete (el-mâhiyetu’l-müşterek) delâlet etmektedir. Duyumsayan ise canlı lafzının delâlet
ettiği ortak mahiyetin sadece bir parçasına delâlet etmektedir. Dolayısıyla duyumsayan, canlı
lafzının delâlet ettiği ortak hakikatin tamamını değil bir parçasını oluşturmaktadır. Yine
insana ilişkin düşünen lafzı da böyledir yani ortak hakikatin sadece bir parçasını
oluşturmaktadır.94
İbn Sina lafzın delâletiyle ilgili olarak ileri sürülen bir itiraz üzerinden temel bir
ayrımda bulunmaktadır. İtiraz şu: ‘Canlının delâletinin aynısına duyumsayan da sahiptir.
Nasıl ki canlı, nefis sahibi bir cisim olmak durumunda ise duyumsayan da nefis sahibi bir
cisim olmak durumundadır.’95 İbn Sina bu itiraza verdiği cevap üzerinden delâlete ilişkin
92
93
94
95
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.25. İbn Sina, a.g.e, s.34. İbn Sina, a.g.e, s.34, 35. İbn Sina, a.g.e, s.35. 79
temel ayrımı şöyle ortaya koymaktadır: Lafzın birincil kasıtla delâleti ve lafzın ikincil kasıtla
delâleti. Her şeyden önce ‘lafzın anlama delâlet etmesi’, lafzın birincil kasıtla o anlama delâlet
etmesi ve onun adı olması anlamına gelmektedir. Lafzın delâletinin, ikincil kasıtla başka bir
anlamı da gerektirmesi ise ayrı bir şeydir. Bunu daha da anlaşılır kılmak için İbn Sina ‘tavan’
ve ‘hareketli’ lafızlarını örnek vermektedir. ‘Hareketli’ lafzı delâlet ettiğinde ikincil kasıtla bir
‘hareket ettiriciyi’ ve yine ‘tavan’ delâlet ettiğinde ikincil kasıtla bir ‘temeli’ gerektirse de söz
konusu lafızlar birincil kasıtla bunlara delâlet etmez. Ne ‘hareketli’ lafzının mefhumu ve
delâleti hareket ettirici ne de ‘tavan’ lafzının mefhumu ve delâleti temeldir. Çünkü lafzın
delâletinin anlamı, lafzın birincil kasıtla o anlamın adı olmasıdır. Eğer o anlama dışarıdan
bitişen başka bir anlam varsa zihin birinci anlamın farkına varmakla birlikte onun da farkına
varır, fakat lafız o anlama birincil kasıtla delâlet etmez. İkincil kasıtla lafzın delâlet ettiği bu
anlam da ya cismin anlamının, duyumsayanın anlamının kendisine yüklem olduğu şeye
yüklem olması örneğinde olduğu gibi lafzın birincil kasıtla delâlet ettiği anlamın kendisine
yüklem olduğu şeye yüklem olur ya da hareket ettiricinin anlamının hareketlinin anlamının
yüklem olduğu şeye yüklem olmaması örneğinde olduğu gibi yüklem olmaz.96 İbn Sina lafzın
asıl delâlet ettiği ve adı olduğu anlamın dışında başka bir anlamı gerektirmesinin daha önce de
üzerinde durduğumuz gibi lüzûm delâleti olduğunu belirtmişti. Lafzın delâletiyle asıl kast
edilen ise ya tam örtüştüğü (mutâbaka) veya içerdiği (tazammun) anlama delâletidir. Lafzın
dışarıdan bir anlamı gerektirmesi ise lüzûm delâletidir.
Sonuç itibariyle İbn Sina, anlamın ve anlama delâlet eden lafzın gerektirme yoluyla
delâleti de dahil etmek üzere en geniş anlamıyla lafzın delâletini üçe ayırmaktadır: Birincisi
lafzın, anlamına örtüşecek ve o anlamın tam karşılığı olacak şekilde kaplam (mutâbaka)
yoluyla delâlet etmesidir. Örneğin; canlının, nefis sahibi ve duyumsayan cismin bütününe
delâleti, üçgenin üç kenarla kuşatılmış şekle delâleti gibi. İkincisi ise lafzın, delâlet ettiği
anlama içerme (tazammun) yoluyla delâlet etmesidir. Burada lafzın içerme yoluyla delâlet
ettiği anlam kaplam yoluyla kendisine delâlet edilen anlamın bir parçasını oluşturur.
Dolayısıyla delâlet eden lafız içerme yoluyla delâlet ettiği anlama, bu anlamın ismi olduğu
için değil bu anlamın lafzın kaplam yoluyla delâlet ettiği anlamın parçası olduğu için delâlet
eder. Örneğin; canlı lafzının cisme delâleti, üçgenin şekle delâleti veya insanın canlıya ve
düşünene delâleti gibi. Üçüncü delâlet ise lafzın, dışarıdan bir anlamı gerektirmesi ve ona
gerektirme yoluyla delâlet etmesidir. Başka bir ifadeyle kaplam yoluyla bir anlama delâlet
eden bir lafzın, kaplam yoluyla delâlet ettiği bu anlamın parçası olmayan ancak bu anlama
96
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.35. 80
tâbi dışarıdan başka bir anlamı arkasından getirmesi (istibta‘) ve gerektirmesidir (iltizâm).
Örneğin; tavan lafzının temele delâleti, insan lafzının yazma sanatına yetenekli olana delâleti
gibi. Gerek mutabakat gerekse tazammun delâleti; her ikisi de hakikî delâlet olup dışarıdan
olmayan ve lafzın asıl delâlet sınırları içerisinde (tenâvül) olan anlama delâlettir. Gerektirme
yoluyla delâlet ise zihnin, lafzın ilk olarak kendisine delâlet ettiği manaya mutabakat
delâletinin gerçekleşmesiyle ve bu manaya ikinci başka bir mananın eşlik etmesiyle birlikte
aynı zamanda birinci manaya uygun ve ona eşlik eden bu ikinci manaya intikâl etmesiyle
gerçekleşen delâlettir.97
Bu durumda örnekte verilen canlı lafzının, hakikatin bütününe delâleti mutabakat
delâleti iken bu hakikatin parçalarına (cisim, duyumsayan, nefis sahibi) delâleti tazammun
delâleti olmaktadır. Dolayısıyla bu, lafzın mutabakat yoluyla delâlet ettiği hakikatin
parçalarından her birinin veya başka bir ifadeyle lafzın tazammun yoluyla delâlet ettiği
parçalardan her birinin mutabakatla, hakikatin bütününe değil sadece bir parçasına delâlet
ettiği anlamına gelir. Verilen örnekte duyumsayan veya nefis sahibi, canlının mütâbakâtla
delâlet ettiği bütün hakikatin sadece bir parçasına mutabakatla delâlet edebilir, bütüne ve
diğer parçalara ise gerektirme (iltizâm) yoluyla delâlet eder. Duyumsayan, hakikatin
parçasından biri olarak duyu sahibi bir şeye mutabakat yoluyla delâlet ederken hakikatin diğer
parçaları olan nefis sahibi veya cisme ancak lüzûm yani gerektirme yoluyla delâlet eder.98
Lafzın anlama delâletine ilişkin bu bölümleme ve açıklama yukarıda ilk etapta lafzın
anlama ve mahiyete delâleti konusunu daha açık kılmaktadır. İbn Sina ‘lafzın anlama delâleti’
derken asıl itibariyle bununla mahiyete delâleti kast etmektedir ve bu da mutabakat ve
tazammun delâletidir. Lüzûm delâletini ise bunun dışında yani mahiyete delâletin dışında
tutmaktadır.99
Bir şeyin mahiyetine mutabakat ve tazammun yoluyla delâlet eden zâtî dışında bir de o
şeyin varlığına delâlet eden zâtî vardır ki İbn Sina, bu iki zâtî arasında açık bir ayrım
yapmaktadır. Varlığa delâlet eden zâtî, mahiyete delâlet eden zâtîden daha özel olup altında
bulunanları birbirinden ayıran lafızdır. İbn Sina varlığa delâlet eden zâtî lafzı ise ‘bir şeyin
mahiyetine herhangi bir yönden delâlet etmeyen her zâtî’ şeklinde tanımlamaktadır.
Dolayısıyla zâtîsi olduğu düşünülen herhangi bir mahiyete gerek ortaklık gerekse husûsîlik
yönünden delâlet etmeyen ve şeyin zâtîsi olan lafzın, ortak zâtîlerin en geneli olması mümkün
değildir. Aksi durumda orak mahiyete delâlet ederdi. Öyleyse varlığa delâlet eden bu lafız
97
98
99
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.36.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.4.; İbn Sina,
Mantıku’l-Meşrıkiyyin, s.14-15. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.36. İbn Sina, a.g.e, s.36. 81
daha özeldir ve bu nedenle altına girenlerin bir kısmını diğerinden ayırması mümkün olan
lafızdır. 100
İbn Sina varlığa delâlet edenle mahiyete delâlet edenin bir ve aynı olduğu görüşüne
katılmaz ve bunun yanlış olduğunu ileri sürer. Bununla birlikte İbn Sina, bir şeyler
topluluğunun varlığına delâlet eden bir lafzın başka şeyler için mahiyet olabilme durumunu da
reddetmez. İbn Sina, ileri sürülen söz konusu yanlış görüş ve itiraza verdiği cevap üzerinden
bu ayrımı yapmaktadır. Varlığa delâletle mahiyete delâletin bir ve aynı olduğu yönündeki
görüş şu: Varlığa delâlet edebilen mahiyete delâlet edebilenin ta kendisidir. Çünkü
duyumsayanın (hassâs) insan, at, vs.’nin mahiyetine özel olarak veya ortaklıkla delâlet ettiği
yadsınabilir ama işiten, gören ve dokunan arasındaki ortak mahiyete delâlet ettiği yadsınamaz.
Dolayısıyla zâtînin, biri diğerine girmeyecek şekilde, ‘o nedir? sorusunun cevabında
söylenen’ ve ‘hangi şeydir? sorusunun cevabında söylenen’ şeklinde ikiye ayrılması zorunlu
değildir. Bu nedenle mahiyete delâlet edebilen şeyin varlığa delâlet etmeyeceğini
açıklayabilmiş değilsin, o halde mantıkçıların kabul etmek zorunda kaldığını sen de kabul
etmek zorundasın.101
İbn Sina ileri sürülen bu görüş ve itiraza, ‘mahiyete delâlet eden varlığa delâlet
edenden başkadır’ derken bununla aynı şeylerin ortak mahiyetiyle ilişkili bir delâleti kast
etiğini belirterek cevap verir. Zira örneğin; insan, at, vs. gibi canlıların ortak mahiyetine
delâlette duyumsayan canlıyla ortak değildir. Yani duyumsayan da bu şeylerin ortak
mahiyetine delâlet edemez. Evet canlı ve duyumsayan pek çok şeyde ortak olan zâtîdir. Ancak
bu zâtî olma durumlarından sonra birbirlerinden ayrışır; canlı zâtîsi olduğu söz konusu
şeylerin mahiyetine delâlet eden zâtî olur, duyumsayan ise o şeylerin varlığı için zâtî olur ve
bunları birbirinden ayrıştırır. Duyumsayanın zâtîlikte canlıyla ortak olduğu şeylerin varlığının
zâtîsi olması, onun canlıyla ortak olduğu bu şeylerin dışında başka şeylerin mahiyetine delâlet
eden bir zâtî olmasını engellemez, hatta der İbn Sina, bazen bunu zorunlu da görürüz.102
Başka bir ifadeyle mahiyeti kaim kılan şey, ortak olduğu şeye kıyasla ‘o nedir?’ sorusunun
cevabında söylenen olurken ayrıldığı şeye kıyasla ‘o hangi şeydir?’ sorusunun cevabında
söylenen olur.103
İbn Sina lafzın varlığa delâlet etmesi ve mahiyete delâlet etmesi konusuna ilişkin
açıklamayı daha da ileri götürerek zâtî-arazî ayrımının birbirine karıştırılmaması gerektiği
durumunu da açıklığa kavuşturmaktadır. Biz zâtî lafız dediğimizde bir şey için zâtî lafzı kast
100
101
102
103
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.36. İbn Sina, a.g.e, s.37. İbn Sina, a.g.e, s.37. İbn Sina, a.g.e, s.84. 82
ederiz ve ardından bu zâtînin ya mahiyet olduğunu veya olmadığını ifade ettiğimizde de başka
şey için değil yine o şey için mahiyet olup olmadığını kast ederiz. Çünkü İbn Sina’ya göre
nasıl ki; varlığa delâlet eden zâtî ve mahiyete delâlet eden zâtî aynı ve tek bir şeye ilişkin ise
en genel anlamda biz, zâtî lafız dediğimizde bir şey için zâtîyi, başka bir ifadeyle lafzın zâtîsi
olduğu şey için zâtî olmaklığını kast ederiz. Zira zâtînin, zâtîsi olduğu şeyin dışındaki başka
bir şey için arazî olması mümkündür yani zâtînin zâtîsi olduğu şeyin zâtîsi olması, onun başka
bir şey için arazî olmasına engel değildir. Örneğin; renk, aklık için zâtî iken cisim için
arazîdir. Dolayısıyla bu durum İbn Sina’ya göre ‘zâtî arazî olamaz’ ilkesini ihlal etmez.
Çünkü bununla aynı şey için bir lafzın hem zâtî hem de arazî olamama durumu kast edilir.
Başka bir ifadeyle ‘zâtî arazî olamaz’ ilkesi ‘zâtî, zâtîsi olduğu şey için arazî olamaz’
anlamına gelmektedir.104
Bu açıklayıcı ifadelerden sonra İbn Sina, varlığa delâletle mahiyete delâleti kısaca
şöyle özetlemektedir: ‘Bizim varlığa delâlet edenle kastımız, mahiyete değil yalnızca varlığa
delâlet etmesi mümkün olan şeydir, öyle ki o, ortak veya özel bir mahiyeti tamamlayan var
kılıcı bir anlama değil var kılıcı özel bir anlama delâlet eder.’105
1.3.
Beş Tümel
İbn Sina, anlamlar ve bu anlamlara delâlet eden lafızlar üzerinde detaylı durduktan
sonra bütün bunlardan beş tümele varmaktadır. Mahiyete delâlet eden zâtîye ‘o nedir?
sorusunun cevabında söylenen’ denir. Mahiyete delâlet eden de ya daha genel bir mahiyete
delâlet eder ya da daha özel bir mahiyete delâlet eder. Genel mahiyete delâlet eden ‘cins’
adını alır. Özel mahiyete delâlet eden ise ‘tür’ adını alır.106 Bu anlamda cins, tür bakımından
farklı pek çok şeye ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenendir. Tür ise gerçek ve doğası
itibariyle tür olması bakımından, gerçeklikleri farklı olmayan sadece sayı bakımından farklı
olan şeylere ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenendir.107 ‘O nedir?’ sorusunun cevabında
söylenen, mahiyete delâlet eden olduğuna göre bu anlamda sadece cins ve tür ‘o nedir?’
sorusunun cevabında söylenen iki tümeldir. Ancak cins ‘o nedir?’ sorusunun cevabında
söylenen genel tümel iken tür ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenen daha özel tümeldir.108
Gerçekliklerin genel mahiyetine delâlet eden cinsin altındaki gerçeklikler, sadece sayı
bakımından farklılaşmazken gerçekliklerin özel mahiyetine delâlet eden türün altındaki
104
105
106
107
108
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.37. İbn Sina, a.g.e, s.37. İbn Sina, a.g.e, s.38.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.66. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.41, 43, 48. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.44.;İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.50, 55. 83
gerçeklikler sadece sayı bakımından farklılaşırlar.109 İbn Sina, cinsin altındaki gerçekliklerin
farklılaştıkları diğer durumları en-Necât’ta açıklığa kavuşturmaktadır: ‘Cinsin altında
gerçeklikleri farklı olan şeyler sayı bakımından farklılaşırken aynı zamanda sûret ve zâtî
hakikatleri bakımından da farklılaşırlar.’110
İbn Sina el-Medhal’de cins ve tür hakkındaki mantıkçıların bir dizi hatasına
değindikten111 sonra kendi analitik değerlendirmesine geçmektedir. İbn Sina’ya göre,
cinslerin bir kısmı cinstir ve başka bir bakımdan türe dönüşmesi mümkün değildir. Çünkü
onun üstünde ondan daha genel bir cins bulunmaz. Bir kısım cinsler de başka bir bakımdan
türe dönüşmeye elverişlidir. Çünkü onun üstünde ondan daha genel bir cins bulunur. Bunun
gibi türlerin bir kısmı da cinse dönüşmesi mümkün olmayan türdür. Çünkü altında ondan daha
özel bir tür yoktur. Bir kısım türlerin ise başka bir bakımdan cinse dönüşmesi mümkündür.
Çünkü altında ondan daha özel bir tür bulunur.112
Buradan hareketle İbn Sina cinsi ve türü üç mertebeye ayırmaktadır. Cins, birincisi
asla tür olmayan yüksek cins; ikincisi hem tür hem cins olan ve altında cinsleri bulunan orta
cins; üçüncüsü ise aşağı cins olmak üzere üç mertebeye ayrılır. Aynı şekilde türde de durum
böyledir. Birincisi aşağı türdür. Aşağı türün altında kesinlikle tür bulunmaz ve o kesinlikle
cins değildir. İkincisi yüksek türdür. Yüksek tür, kesinlikle tür olmayan cinsler cinsinin
altındadır. Üçüncüsü orta türdür. Orta tür ise hem türdür hem de cinstir ve onun cinsi de
türdür.113
İbn Sina bunu meşhur örnek dediği cevher kategorisinden başlayan ve aşağıya doğru
inen örnekle örneklendirir. Cevher cinstir ve onun üzerinde hiçbir cins yoktur. Cevherin
altında cisim vardır; cismin altında nefis sahibi cisim vardır; nefis sahibi cismin altında canlı
vardır; canlının altında düşünen canlı vardır; düşünen canlının altında insan vardır; insanın
altında Zeyd, Amr ve diğerleri vardır. Bu durumda Zeyd, Amr ve diğerleri fertlerdir. Cevher
cinslerin cinsidir, çünkü onun üzerinde hiçbir cins yoktur. İnsan türlerin türüdür, çünkü onun
altında hiçbir tür yoktur. Cevher ile insan arasındakiler ise orta cinsler ve türlerdir, çünkü
bunlar altındakilere kıyasla cins, üstündekilere kıyasla türdürler. Zira cisim cevherin türü ve
nefis sahibi cismin cinsidir. Nefs sahibi cisim ise cismin türü ve canlının cinsidir, çünkü o
bitkileri ve canlıyı kuşatmaktadır. Canlı, nefis sahibi cismin türü ve düşünen canlının cinsidir,
çünkü canlı, düşünmeyen canlıları ve insanı kuşatmaktadır. Düşünen canlı ise canlının türü ve
109
110
111
112
113
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.13.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.66. İbn Sina, en-Necât, s.8, 9. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.49, 55. İbn Sina, a.g.e, s.55. İbn Sina, a.g.e, s.55. 84
insanın cinsidir, çünkü insan ve meleği kuşatmaktadır. Bu durumda düşünen canlı aşağı
cinstir ve cevher de yukarı cinstir. Cisim ve onun ardından gelenler de orta cinstir. Cisim,
yukarı türdür, insan aşağı türdür, nefis sahibi cisim ve onu izleyenler orta türdür. Cevher,
altındakilere kıyasla cinslerin cinsi ve yukarı cins iken üstünde başka bir cins bulunmadığı
için tür olmayan cinstir. İnsan, üstündekilere kıyasla türlerin türü ve aşağı tür iken
altındakilere kıyasla cins olmayan türdür.114
İnsanın altındakilere kıyası iki şekildedir. Birincisi bilinen yüklenme şeklinde
altındakilere yüklenmesi bakımından onlara kıyaslanmasıdır. İkincisi ise tür olmamaları
bakımından altındakilere kıyasıdır. Yükleme bakımından altındakilere kıyası türe, cinse göreli
(muzâf) olmayan türlük anlamını verir. Türün, tür olmayan altındakilere kıyası ise türün cins
olmayan tür olmasını sağlar. Bu bakımdan insan, türlerin türüdür, cins olmayan türdür. İbn
Sina cinse göreli olmayan ve kendisi cins olmayan bu türün, önceki mantıkçıların zikrettikleri
ikinci anlamdaki tür olduğunu belirtir. 115
Aşağı, orta ve yukarı tür olmak üzere üç türün mefhumları her ne kadar birbirini
gerektirse de bunlar farklı mefhumlardır. Zira tür ismi, bu anlamlardan her birine verilse de bu
üç anlama isim ortaklığıyla söylenecektir. Buna bağlı olarak türün mefhumlarının tanımları da
farklı olacaktır. Eğer tür ismi bunlardan yalnızca birine verilse ve bu yönde bir tür tarifi
yapılsa bu tanım sadece o türün tanımı olur. Diğerine ait olan tarif ise betim olur ve bu betim
ismin mefhumu değil onun gereği olan bir alâmettir. Nasıl ki insan altına giren katip, çiftçi ve
Türk gibi türlerin türü altına girenler her ne kadar tür olmamalarına rağmen tümel
mefhumlarsa aynı şekilde cinslerin cinsi üzerindekilerin de cins olmayan yüklemler olmaları,
hatta ‘cinslerin cinsi olan’ cinslerin ortak olduğu gerek (lâzım) anlamlar olmaları mümkündür.
İbn Sina buna yukarı cinse yüklenen varlık ve arazlığı örnek vermektedir.116
İbn Sina örnek olarak yer verdiği yukarıdaki meşhur şemanın doğru olmadığını ifade
eder. Çünkü nefis sahibi cisim, hayvanlarla birlikte bitkileri de içerdiğinde melekleri içermesi
ancak isim ortaklığıyladır. Bu durumda nefis sahibi cisim, meleklerin altına girdiği bir cins
olmamaktadır. Aynı şekilde insan ve meleğe düşünen dendiğinde bu ancak isim ortaklığıyla
denir. İnsanı var kılan fasıl olan ‘düşünen’ meleklere söylenmemektedir. Durum böyle olunca
düşünen canlı, meleklerin ve insanın cinsi değildir. Yine nefis sahibi cisim, bitkilerin,
meleklerin ve hayvanların cinsi değildir. Böyle olunca da ölünün, düşünen canlıyı insan ve
insan olmayan şeklinde ikiye bölen bir fasıl yapılmasına gerek kalmamaktadır. Fakat İbn
114
115
116
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.55, 56. İbn Sina, a.g.e, s.56. İbn Sina, a.g.e, s.56. 85
Sina’ya göre cevher için yapılan ve insana kadar gelen söz konusu bu taksim meşhur olup
gerçek olmasa da sadece cins-tür konusunu kavramak içindir ve buna engel olmadığı gibi
zarar da vermemektedir.117
Varlığa delâlet eden zâtîye ‘o zâtında hangi şeydir veya o hangisidir? sorusunun
cevabında söylenen’ denir. Bu fasıl adını alır.118 Bu anlamda fasıl, varlıkta veya bir cinste
birbirine ortak olan çokluğu birbirinden ayırmak için ‘o hangi şeydir?’ sorusunun cevabı
olarak söylenen tümeldir.119 ‘O hangi şeydir?’ sorusunun cevabında söylenen fasıl varlığın
kurucusu olup mahiyeti kurucu değil tamamlayıcı zâtîdir. Fasıl, türe kıyasla kurucu
(mukavvim), cinse kıyasla bölendir (mukassim).120 Fasıl, son türlerden biri olan insanı diğer
türlerden ayıran ‘düşünen’ örneğinde olduğu gibi bazen son türün faslı olur. Bazen de orta
türün faslı olur ki bu da faslın, son türün cinsinin ayrımı olması anlamına gelir. Örneğin;
insanın cinsi olan canlıda bulunan ‘duyumsayan’ gibi. Fakat, fasıl her ne kadar son türün
cinsinin ayrımı olsa da hiçbir şekilde türün cinsi olamaz.121 Zira fasıl varlığı yani türün
varlığını var kılan zâtî tümeldir. Varlık (vücûd) ise şeyleri, şeylerin mahiyetlerine dahil olan
kurucunun (mukavvim) kapsaması gibi kapsamaz.122
Dolayısıyla fasılların iki nispeti söz konusudur: Birincisi böldüğü şeye-ki bu cinstirnispeti, ikincisi ise cinsin kendilerine bölündüğü bölünenlere -ki bu türdür- nispetidir. Bu
durumda fasıl cinsi bölen türü var kılandır. Eğer cins yukarı cins ise faslı bu cinsi sadece
böler. Eğer cins yukarı cinsin altındaysa faslı, onu hem böler (mukassim) hem de var kılar
(mukavvim). Var kılan fasıl, cinsi hem bölen hem de onu tür olarak var kılan fasıldır. Çünkü
cinsin altında türü meydana getirmektedir. Bölen fasıl ise cinsi bölen fakat onun altında türü
var kılmayan fasıldır. Cinsi var kılan fasıl, cinsten daha özel olamaz, cinsi bölenler ise cinsten
daha özeldir. Bu durumda yukarı cinsin bölen fasılları vardır fakat var kılan fasılları yoktur.
Son türün ise var kılan fasılları vardır fakat bölen fasılları yoktur. Dolayısıyla her var kılan
fasıl aynı zamanda bölen, fakat her bölen fasıl var kılan değildir.123
İbn Sina olumsuz faslın da sadece bölen ve fakat var kılmayan fasıl olduğunu belirtir.
‘Bir kısım canlılar düşünendir bir kısım canlılar ise düşünen değildir’ dediğimizde ‘düşünen
olmayanları’, ‘düşünen’ karşısında meydana gelmiş bir tür olarak tespit etmiş olmayız. Çünkü
olumsuzlamalar şeylere ait olmayan anlamlar oluşları bakımından şeylerin gerekleridir.
117
118
119
120
121
122
123
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.57. İbn Sina, a.g.e, s.38, 68.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.44. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.14. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.67.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.14. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.14. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.17. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.70, 71. 86
Olumsuzlamalar, olumsuzlamalar olmaları bakımından şeyleri var kılan (mukavvim) anlamlar
değil şeylerin zâtları karar kıldıktan sonra ortaya çıkan izâfî ilişenler ve gereklerdir. Oysa
gerçek fasıllar böldükleri zaman var kılarlar. Dolayısıyla, der İbn Sina, düşünen canlı, hiç
kuşkusuz canlının bir türüdür ve canlı insanın cinsidir. Öyleyse düşünen, bir türü var
kılmaktadır ki bu tür, cinstir; böldüğü zaman hiç kuşkusuz var da kılmaktadır. O halde fasıl,
ilk olarak daima tek bir türe söylenendir.124 Bununla birlikte eğer olumsuz fasıl bir türü ifade
ederse bu, faslın olumsuz da olsa var kılıcı olduğunu ifade eder. Örneğin; sayının altına giren
‘iki eşit parçaya bölünmeyen’ buna örnek verilebilir. Çünkü ‘iki eşit parçaya bölünmeyen’ bir
türü ifade eder ki bu da sayının bir türü olan ‘tek sayı’dır.125
Tümel arazîye gelince bu, insana ilişen gülen ve yazan vasıfları gibi bazen yüklendiği
doğaya özgü olur ve başkasına ilişmez. Buna ‘hassa’(özellik) denir.126 Hassa ‘o hangi şeydir?’
sorusunun cevabında bizzât olmayarak bir türün fertlerine söylenendir.127 Hassa yüklendiği ve
kendisine özgü olduğu doğanın/türün ya tamamına özgü olur, insanda bulunan gülen gibi, ya
da bir kısmına özgü olur, yine insanda bulunan yazan gibi.128 İbn Sina en-Necât’ta hassayı ‘o
hangi şeydir?’ sorusunun cevabında tek bir türe bizzât değil bilaraz delâlet eden tümel,
şeklinde tarif etmektedir. Hassa ya cins olan türe delâlet eder; üçgenin iç açılarının toplamının
iki dik açıya eşit olmasının üçgenlerin cinsi olan üçgenin hassası olması gibi, ya da cins
olmayan türe delâlet eder. Örneğin; insanda bulunan denk/eşit-gereken hassa olan gülme, yine
insanda bulunan ne denk/eşit ne de gereken olmayan yazma hassası gibi.129
İbn Sina gerek fasıl ve gerekse hassayı da kapsayacak şekilde ‘o hangi şeydir?’
sorusunun cevabında söyleneni şöyle tarif etmektedir: ‘Bir şeyi aynı manada ortak olan diğer
şeylerden ayıran bir manaya delâlet edendir.’ Bu ayırıcı manaya delâlet edenin de bir kısmı
arazî bir kısmı zâtîdir. İbn Sina arazî olup ‘o hangi şeydir?’ sorusunun cevabında söylenen
için her ikisi de cansız olma ortak özelliğine sahip olan karı, buzlu kardan ayıran ‘beyaz’
örneğini verir. Zâtî olan için ise her ikisi de canlı olma ortak özelliğine sahip olan insanı attan
ayıran ‘düşünen’ örneğini verir.130
İbn Sina yine en-Necât’ta bazı mantıkçıların kendi terminolojilerince ‘o hangi şeydir?’
sorusunun cevabında söylenen zâtî için ‘o nedir hangi şeydir sorusunun cevabında söylenen’
124
125
126
127
128
129
130
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.71, 72. İbn Sina, a.g.e, s.71. İbn Sina, a.g.e, s.38.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.44. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.75. İbn Sina, Kitabu’l-Hidâye, s.67.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.75. İbn Sina, en-Necât, s.10. İbn Sina, a.g.e, s.8. 87
şeklinde bir terim kullandıklarını da aktarır ancak İbn Sina bunun tartışmasına girmez131 Fakat
İbn Sina’nın mahiyete delâletle varlığa delâlet arasında açık bir ayrım yaptığını, mahiyete
delâlet edenin ‘o nedir?’ sorusunun cevabı varlığa delâlet edenin ise ‘o hangi şeydir?’
sorusunun cevabı olduğunu dikkate aldığımız vakit İbn Sina’nın böyle bir terime
katılmadığını rahatlıkla ifade edebiliriz.
İbn Sina bazı mantıkçıların da türü var kılan faslı ‘özelin özeli fasıl’ diye
adlandırdıklarını aktarır. Zira bu mantıkçılar bir şeyi başka bir şeyden ayrıştıran her anlama,
ister tümel olsun ister tikel olsun en genel adlandırmayla fasıl adını vermekte ve bunu üç
grupta ele almaktadırlar. Bir şeyi bir şeyden ayıran ve ayırdığı şeyden iki vakit bakımından
ayrılabilen arazî özelliklerden ayrık arazları ‘genel fasıl’ diye adlandırmışlardır. Örneğin;
oturmak ve kalkmak gibi. Arazî özellikler arasında konunun gereği olana ise ‘özel fasıl’ adını
vermişlerdir. Sürekli ayrım sağlayan özel fasıl dedikleri bu fasıl hassaya tekâbül etmektedir.
Türü var kılan ve beş tümelden biri olan zâtî faslı ise ‘özelin özeli fasıl’ diye
adlandırmışlardır.132 Ancak İbn Sina zâtî bile olsa bu faslın da ‘o nedir?’ sorusunun cevabında
söylenmediği konusunda açık görüş sahibidir. İbn Sina en-Necât’ta ‘o hangi şeydir?’
sorusunun cevabı olan zâtîyi beş tümelden biri olan fasıl diye adlandırmaktadır ve buna da
‘zâtî küllî fasıl’ adını vermektedir. Buradaki tanımıyla İbn Sina zâtî küllî faslı, cinsin altında
bulunan türe ‘o cinsten hangi şeydir?’ sorusunun cevabında söylenen zâtî küllî, şeklinde
tanımlamaktadır. İnsan hakkında ‘o hangi canlıdır?’ diye sorulduğu zaman cevap olarak
verilen ‘düşünen’ örneğinde olduğu gibi.133
İşte ‘o hangi şeydir?’ sorusunun cevabında söylenen zâtî küllî, türü var kılan bu
fasıldır. Bu fasıl, cinsin tabiatına iliştiğinde onu tür olarak var kılan fasıldır. Fasıl bir türü var
kıldıktan sonra cinsin gereği olan şeyler o türün gereği olur ve cinse ilişen şeyler o türe de
ilişir. Dolayısıyla bu fasıl, tür olarak var kılınan cinsin doğasının zâtî özelliği olup cinsin
doğasını ayırır, belirginleştirir ve yerleşik bir duruma getirir. Fasıl önce cinsin doğasıyla
karşılaşarak onu meydana getirir ve ayırt eder, diğerleri ise bu fasıl o doğayla karşılaşıp onu
ayırt ettikten ve böylece o doğa kendisinin gereği olan özelliklerin gerekmesine ve ilişenlerin
ilişmesine hazır hale geldikten sonra bu genel doğaya eklenirler. Bu nedenle eklenen şeylerin,
cinsin doğasının gereği olmaları ve ona ilişmeleri ancak doğa özelleştikten ve
belirginleştikten sonra gerçekleşir. Örneğin; düşünen nefis adı verilen güç maddeye
bitiştiğinde canlı, düşünen hale gelir ve ardından bilgi ve denizcilik, çiftçilik, katiplik gibi
131
132
133
İbn Sina, en-Necât, s.8. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.65-67. İbn Sina, en-Necât, s.9, 10. 88
sanatları, şaşırıp şaşırtıcı şeylere gülmeyi, ağlamayı, utanmayı ve bunlardan başka insana ait
özellikleri kabule istidatlı hale gelir. Bu özelliklerin hiçbiri zihinde önce canlılığa bitişmiş ve
bu sebeple canlı, düşünen olmaya istidatlı hale gelmiş değildir aksine insan tümel istidat ve
tümel insanî güçle düşünen adını almıştır ve bu özellikler onun uzantıları ve tâbileridir. Eğer
insanda ayrıştırma ve anlamaya istidatlı bir güç bulunmasaydı söz konusu tikel istidatların
hiçbiri olmazdı. Bu güç düşünme adı verilen güçtür ve insan bununla düşünen olmuştur ve
işte bu güç, türün doğasını var kılan zâtî fasıldır. Türün kara, ak vb. olmasına gelince bunlar,
cinsin doğasına ilişen şeylerden değildir.134
Kısaca ifade edersek, hassa ‘o hangi şeydir?’ sorusunun cevabında söylenen arazî
tümel; fasıl ise ‘o hangi şeydir?’ sorusunun cevabında söylenen ve türü var kılan zâtî
tümeldir. ‘O hangi şeydir?’ sorusunun cevabında arazî olan yani hassa, ayrım yaparken
başkalığı (gayriyyet) meydana getirir; zâtî olan yani fasıl ise diğerliği (ahariyyet) meydana
getirir. Çünkü ‘diğer’ cevheri başka olandır. Türü var kılan zâtî tümel fasıl ise cevhersel
farklılığı meydana getirir.135 Arazî nitelikler asla bir türlüğü var kılamaz. Bunlar türe var
olduktan sonra ona eklenen eklentilerdir.136
Bazen de tümel arazî hem yüklendiği doğaya hem de başkasına ilişir yani insan ve
başkasına ilişen ak niteliğinde olduğu gibi birden fazla türe ilişen araz olur. Buna da ‘genel
araz’ adı verilir.137Başka bir tarifle genel araz, anlamında bir çok türün ortak olduğu her arazî,
yani zâtî olmayan basit tümeldir. Karda ve su kuşunda bulunan beyazlık gibi. Genel arazın,
mahiyeti oluşturucu olmaksızın türün tamamında veya bir kısmında gerekli ve ayrık olarak
bulunmasıyla onun kendinde cevher olduğu anlaşılmaz, beyaz gibi; veya ârız olduğu
anlaşılmaz, örneğin beyazlık gibi. Çünkü arazın şunun ve cevher kısmından olan şunun
üzerine varlıkta gerçekleşmesi iki farklı anlamdaki gerçekleşmedir.138
İbn Sina bu bağlamda bazı mantıkçıların genel araz ifadesindeki arazın, cevherin
mukabili araz olduğu düşüncesini taşıdıklarına değinir ve bunun bir hata olduğunu söyler. İbn
Sina’ya göre buradaki araz cevherin mukabili olan araz değil zâtînin mukabili anlamındaki
arazdır.139 Zira burada sözü edilen arazî bazen cevher olabilir. Örneğin; ‘beyaz’ gibi. Fakat
cevherin mukabili olan araz hiçbir zaman cevher olamaz.140Çünkü cevherin mukabili olan
araz, konusuna ‘o, odur’ formunda yüklenemez, aksine kendisinden konusuna yüklenen bir
134
135
136
137
138
139
140
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.67. İbn Sina, a.g.e, s.68. İbn Sina, a.g.e, s.64. İbn Sina, a.g.e, s.38.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.67.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.44. İbn Sina, en-Necât, s.10, 11. İbn Sina, İşârelet ve Tenbihler, s.15. İbn Sina, en-Necât, s.7. 89
isim türetilir. Halbuki söz konusu beş tümelin yüklenmesi tek bir yüklemedir yani hepsi aynı
tarzda yüklenir. Buradaki genel araz ak, bir vb. tümellerdir.141 Örneğin ‘aklık’ İbn Sina’ya
göre cevher kategorisinin mukabili olan arazdır. Oysa ‘ak’ beş tümel içerisinde söz konusu
edilen arazdır. Bu durumda İbn Sina’ya göre beş tümelden biri olan araz, kategorilerden biri
olan arazdan türetilmek sûretiyle elde edilir. Dolayısıyla beş tümelle kategoriler arasında bu
anlamda sıkı bir bağ olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ‘Zeyd aktır’ yani ‘Zeyd aklık sahibi bir
şeydir’ denir ve aklık sahibi bir şey Zeyd’e doğru olarak yüklenir. Burada aklık sahibi şey,
cevherin mukabili olan araz değil cevherin mukabili anlamındaki arazdır. Yine ‘cisim
muhdestir ve kadimdir’ dendiğinde burada ‘muhdes’ ve ‘kadim’, cismin ne cinsi ne faslı ne
hassası ve ne de türüdür. Muhdes bu anlamda yani cevherin mukabili anlamında araz değildir.
Aksi halde cisim, herhangi bir türetme olmaksızın arazla nitelenirdi ve dolayısıyla cisim araz
olurdu. Burada beş tümel bağlamında kendisinden söz edilen araz, cevherin mukabili
anlamında araz değil arazî anlamındadır. Arazîlerin bir kısmı özeldir bir kısmı da geneldir.
Çünkü arazî cevherin değil zâtînin ve cevherselin mukabilidir. Oysa araz cevherin
mukabilidir. Zâtî bazen araz olur bazen de cevher olur. Arazî de bazen araz ve bazen cevher
olur. Burada beş tümelden biri olan genel araz ifadesindeki araz ile arazî olan kast edilir.142
Hassa ve genel araz, arazî yüklemlerdir. Hassa başkasına değil tek bir tümele- bu
tümel ister sonuncu tür olsun ister olmasın, ister bütün bireyleri kapsasın ister kapsamsınözgü olan, kurucu olmayan ve sürekli gereken yüklemdir. Hassanın en üstünü, türün bütününü
kapsayan, yalnızca o türe özgü olan ve ondan ayrılmayan kalıcı hassadır. Bir şeyi tarif etme
konusunda da en faydalı hassa, tarif ettiği şeyde varlığı apaçık olan hassadır. Genel araz ise,
ister bütün bireyleri içine alsın ister almasın birden fazla tümelde/türde var olabilen
yüklemdir. Bununla birlikte bazen bir tümele özgü olan hassa, kendisinden daha özel olan bir
şeyin genel arazı olabilir. Örneğin yürümek ve yemek canlının hassası iken insanın genel
arazıdır.143
Beş tümelden sadece cins ve tür ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenir. ‘O nedir?’
sorusunun cevabında söylenen tür, doğası itibariyle tür ve bir de cinse göreli olan tür olmak
üzere iki şekilde ele alınmaktadır. Doğası itibariyle olan tür, gerçeklik bakımından farklı
olmayan sadece sayı bakımından farklı olan tikellerin ortak mahiyetine delâlet ederek bunlar
için ‘o nedir?’ sorusunun cevabı olur. Fasıl ve arazî tümelden biri olan hassa ise ‘o hangi
şeydir?’ sorusunun cevabı olur. Ancak fasıl bu sorunun cevabını veren zâtî tümel iken hassa
141
142
143
İbn Sina, Kitabu'ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.77. İbn Sina, a.g.e, s.77, 78. İbn Sina, İşâretler ve Tenihler, s.15.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.76. 90
arazî tümeldir. Fasıl ve, ister hassa olan arazî olsun isterse genel araz olan arazî olsun, arazî
olan ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenemez.144
Kısaca cins ‘o nedir?’ sorusunun cevabında gerçeklikleri farklı olan şeylere yüklenen
tümel; tür ‘o nedir? sorusunun cevabında yalnızca sayı bakımından farklılaşan şeylere
yüklenen tümel; fasıl cevheri bakımından ‘o hangi şeydir?’ sorusunun cevabında bir şeye
yüklenen tümel; hassa, kurucu yüklem olmaksızın yalnızca tek bir gerçekliğin altında bulunan
şeye yüklenen tümel; genel araz, kurucu bir yüklem olmaksızın, tek bir gerçekliğin altında
bulunan ve başkasına yüklenen tümeldir. İbn Sina türün bir diğer anlamıyla cinsin kendisi ve
kendisi dışındakilere zâtî ve ilk olarak yüklendiği tümel olduğunu belirtmektedir.145
Dolayısıyla tür, bu anlam itibariyle cinsin altına giren gerçekliklerin her birinin adı
olmaktadır. İbn Sina, mantıkçıların âdeten buna da tür adını verdiklerini belirtir. Ancak İbn
Sina, türün iki anlamı itibariyle iki ayrı yerde iki farklı anlamı gösterdiğine işaret eder. İbn
Sina’ya göre mantıkçılar türün iki ayrı yerde tek bir delâlete sahip olduğunu düşünerek
buradaki ayrımın farkına varamamışlardır. Ayrıca onlar türün iki anlamdaki farklılığının
sadece genellik ve özellik bakımından olduğunu sanmışlardır.146
İbn Sina, anlam ve delâlet itibariyle iki türün farklı olduğunu ortaya koymakla birlikte
en-Necât’ta diğer anlamdaki türün de ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenen olduğunu
belirtir. İbn Sina şöyle diyor:
“Tür birden çok şeye ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenen zâtî tümeldir. Yine bir çok şeye ve
onların dışındaki daha başka şeylere ortaklıkla ‘o nedir? sorusunun cevabında söylenene de ‘tür’ denir.
Örneğin; cisme göre tür olan canlı gibi. Çünkü canlı insan ve ata ortaklıkla ‘o nedir?’in cevabında
söylenir ve cisim de ona ve onun dışındakilere ortaklıkla söylenir. Dolayısıyla bir şey türleri için cins
olurken kendi cinsinin türü olmaktadır. Örneğin; canlı, nefs sahibi cismin türüdür; insan ve atın ise
cinsidir. Ancak bu, yukarıya doğru üstünde cinsin bulunmadığı cinste son bulmaktadır ve bu cins
‘cinslerin cinsi’ diye adlandırılmaktadır; aşağıya doğru ise altında tür bulunmayan türde son
bulmaktadır ve bu da ‘türlerin türü’ olarak adlandırılmaktadır. Bu tür, sayı bakımından farklı olan
birden çok şeye ‘o nedir?’ sorusunun cevabında söylenen diye de tanımlanmıştır. Ömer, Zeyd ve
diğerleri için söylenen ‘insan’, şu at falanca at ve diğer atlara söylenen ‘at’ gibi.”147
İbn Sina iki tür arasındaki farklılığı kısaca şöyle ifade etmektedir: Birinci anlamdaki
tür, cinse göreli iken ikinci anlamdaki tür cinse göreli değildir. Çünkü tür ‘o nedir sorusunun
cevabında sayıca farklı çok şeye söylenen’ olarak tasavvurunda ondan daha genel ve ona
söylenen başka bir şeyin bulunmasına muhtaç değildir.148 Bununla birlikte birbirlerinden zâtî
144
145
146
147
148
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.43, 53, 93. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.15, 16.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.92. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.13. İbn Sina, en-Necât, s.9.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.52. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.48. 91
şeylerle farklılaşmayan, daha açık bir ifadeyle gerçeklikleri birbirinden farklı olmayan ve
sadece sayı bakımından farklılaşan şeylerin ortak olduğu mahiyete delâlet eden ikinci
anlamdaki tür aynı zamanda birinci anlamda da tür sayılır. Çünkü ikinci anlamdaki tür de
varlık bakımından cinsin altına girmek durumundadır. Fakat bu türün, gerçeklikleri farklı
olmayan şeylerin ortak mahiyetine delâlet etmesi ve dolayısıyla ‘o nedir?’ sorusunun cevabı
olması için yukarısında kapsamına girdiği bir cinse ihtiyacı yoktur.149
Özetle bütün tümel lafızlar cins, fasıl, tür, hassa ve genel araz olmak üzere beş tümel
lafızdan ibarettir.150Cins, tür, fasıl ve genel arazdan oluşan bu beş tümelin ortak özelliği isim
veya tanım yoluyla altında yer alan bütün bireylere yüklem olan tümeller olmalarıdır.151
Dolayısıyla beş tümelin tamamı tavâtu yani eşanlamlılık yoluyla konuya yüklem
olmaktadır.152 İbn Sina, bunu sadece cins veya hassa için zikreden Porphyrios’un bu konuda
eksik ve hatalı olduğunu ileri sürer.153 Gerçekten de Isagoge (Giriş/Medhal) adlı eserine
bakıldığı zaman Porphyrios burada cins ile özellik (hassa) arasındaki ortak karakterin cinsin
özel türlere, özelliğin (hassa) de kendisinin özelliği olduğu şeye eşanlamlılıkla yüklenmesi
olduğunu ifade ederek eşanlamlılıkla (tavâtu) yüklem olmayı sadece cins ve hassa arasında
ortak bir özellik olarak zikretmektedir.154
İbn Sina beş tümelin ortaklık ve farklılık yönlerini şöyle ortaya koymaktadır. Tür, tür
diye isimlendirilenlerden ikinci anlama göre tür olur. Bazen şey ya bir şeyin cinsi ve başka bir
şeyin ise türü olur. Örneğin canlı, cismin türüdür insanın ise cinsidir ve bu en aşağı türe ve en
yüksek cinse kadar gider.155 Cins, birbirinden farklı olan hakikatlerin zâtlarına ait ortak
mahiyete delâlet eder. Tür, bir manasıyla cins için zâtında ilk vaz ile vazedilmiş tümeldir.
Diğer bir manasıyla sadece sayı itibariyle birbirinden farklı olan şeylerin mahiyetine delâlet
eder. Fasıl ise, kendisiyle zâtında bir tümelin diğerlerinden ayrıldığı/temyîz edildiği
tümeldir.156 Cins ve faslın ortadan kalkması bunların altına giren türlerin ortadan kalkmasının
nedenidir. Örneğin; canlılık ve düşünmek ortadan kalktığında insan da ortadan kalkar. Bu
anlamda cins ve fasıldan her biri türün mahiyetinin parçasıdır ve türü var kılar. Bu sadece beş
tümelden cins ve fasıl arasındaki ortaklıktır.157 Cins, madde gibi fasıl ise sûret gibidir. Cinsin
149
150
151
152
153
154
155
156
157
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.48. İbn Sina, a.g.e, s.38. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.15., İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.91. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.21, 82, 90.;İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.68. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.90. bkz.Porphyrios, Isagoge, Aristoteles’in Kategorilerine Giriş, çev. Betül Çotüksöken, Remzi Kitapevi,
İstanbul-1986, s.50. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.18. İbn Sina, a.g.e, s.18. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.83. 92
madde olmayıp madde gibi olmasının nedeni şudur: Madde bileşik (mürekkeb)olan bir şeye
‘o, odur’ şeklinde yüklenmez.158 O nedenle de gerçek tanımlarda cins yerine madde
kullanılamaz. Örneğin biz ismi tanımlarken maddesi olan ‘ses’i ona yüklem yaparak ‘isim
şöyle şöyle sestir’ diyemeyiz, aksine cinsi olan ‘lafz’ı alıp yüklem yaparak ‘isim şöyle şöyle
lafızdır’ deriz. 159 Cins ise türe ‘cins, odur’ şeklinde yüklenir. Ayrıca birbirinin mukabili olan
iki sûret için konmuş madde, bu iki sûrete ancak iki zamanda ancak bilfiil nispet edilir. Cins
ise birbirinin mukabili olan iki faslı aynı anda kuşatır. Cinsin madde gibi olmasının nedeni,
cinsin doğasının zihinde sûreti kabul etmesidir. Fasıl ona iliştiğinde bilfiil onu var kılan olur.
Nitekim maddenin sûretle ilişkisi de böyledir. Fasıl için cins, sûret için madde gibi olduğuna
göre cins için fasıl, madde için sûret gibidir.160 Türün fasla nispeti ise bileşiğin (mürekkeb)
sûrete nispeti gibidir. Çünkü fasıl, türün varlığının zorunluluğunun nedeni olması bakımından
türden önce gelmektedir.161
Cins ve hassa-hassa genel olmak kaydıyla- arasındaki ortak özellik ise türe tâbi olmak
ve ona yüklenmektir.162 Cinsin doğası altındakilere eşit olarak yüklenir. Çünkü canlının türleri
eşit derecede canlıdır. Bir kısmı daha az canlı bir kısmı daha çok canlı değildir. Hassa-genel
hassa olmak kaydıyla- böyledir. Örneğin; gülmek, gülen insan fertlerine eşit olarak yüklenir.
Fakat örneğin genel olmayan bilfiil utanma gibi bir hassa bütün insanların hassalarındandır
ama hepsine eşit derecede yüklem olmaz.163 İbn Sina, eşit derecede yüklem olma durumuyla
ilgili olarak Porphyrios’un genel hassa şartı koymamasını ve bu anlamda bir ayrıma
gitmemesini bir eksiklik olarak görmektedir. İbn Sina’ya göre Porphyrios’un hiçbir şart
koşmadan hassanın böyle olduğuna ilişkin elinde ne bir burhan ne de tümevarımsal bir kanıt
vardır.164 İbn Sina’nın aktardığı gibi Porphyrios hiçir şekilde bir ayrıma gitmeden ‘cins türlere
ve özellik (hassa) de kendine katılan bireylere eşit olarak yüklenmiştir’ diyerek burada hiçbir
ayrım yapmadan hassanın eşit derecede yülem olduğunu ileri sürmektedir.165
Aynı şekilde fasıl ve tür de altındakilere eşit olarak yüklem olurlar. Düşünenler eşit
olarak düşünen olduğu gibi insan fertleri de eşit olarak insandır.166 Bununla birlikte tür sadece
sayıca farklı çok şeye söylenirken fasıl, bir çok durumda türce farklı çok şeye söylenir. Fasılla
158
159
160
161
162
163
164
165
166
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.87. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.9. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.87. İbn Sina, a.g.e, s.94. İbn Sina, a.g.e, s.89. İbn Sina, a.g.e, s.90, 93, 98. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.90. bkz.Porphyrios, Isagoge, Aristoteles’in Kategorilerine Giriş, s.50. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.93. 93
tür arasındaki bu farklılık, tür mutlak tür değil aşağı tür olduğu zaman söz konusu olur.167
Genel araz-sürekli olsa bile168- yüklendiği şeye eşit derecede yüklem olmayabilir. Fakat bu,
hiç yüklem olmaz anlamına gelmez. Oysa İbn Sina’ya göre Porphyrios’un ‘cins, altına giren
şeylere eşit derecede yüklenirken araz altına giren şeylere eşit derecede yüklenmez’ ifadesi
arazın
hiçbir
şekilde
169
vehmettirmektedir.
altına
giren
şeylere
eşit
derecede
yüklem
olmayacağını
İbn Sina’nın Porphyrios’a ait yer verdiği ifadeler Isagoge’de şöyle
geçmektedir: ‘Cinse katılan terimlerin tümü eşit olarak ona katılırlar ama ilineğe katılan
terimler eşit olarak ona katılamazlar.’170 Gerçekten de Porphyrios’un bu ifadeleri İbn Sina’nın
eleştirisinde haklı olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Porphyrios’un ifadelerinden ‘genel
araz, yüklendiği şeye eşit derecede yüklem olmayabilir’ şeklinde ihtimalli bir yargı değil
kesin bir yargı ortaya çıkmaktadır, dolayısıyla buradan genel arazın hiçbir şekilde eşit
derecede yüklem olmayacağı yönünde bir anlam belirmektedir.
Cins zât bakımından önce hassa ise sonradır. Zira hassa türün meydana gelmesiyle
meydana gelir. Cins birden fazla türü içerirken hassa tek bir türü içerir. Cins her bir türe tümel
olarak yüklenir ancak bunun aksi doğru değildir. Yani her bir tür cinse tümel olarak yüklem
olmaz. Örneğin; bütün insanlar canlıdır, derken bu doğrudur ve cins türün tamamına yüklem
olmuştur. Fakat aksi alınıp da bütün canlılar insandır, dendiğinde bu doğru değildir. Çünkü
her tür, cinse tümel olarak yüklem olmaz. Hassada ise, -genel hassa olmak şartıyla- hassa türe
yüklem olduğunda bunun aksi alınabilir. Örneğin; bütün gülmeye istidatlı olanlar insandır ve
bütün insanlar gülmeye istidatlıdır.171 Bu, tür ve gerçek hassanın (konusuna denk/eşit
hassanın) birbirine evrilebilir olduğu anlamına gelir.172 Cins, tür, fasıl, konusundan
ayrılmayan (gayr’u mufârık) sürekli hassa ve yine konusundan ayrılmayan sürekli genel araz,
konularda sürekli bulunma noktasında ortaktırlar.173 Bununla birlikte ayrık olmayan sürekli
(gayr’u mufârık) arazlar arasında birbirine zıt olanların tek bir konusu olabilir. Oysa örneğin;
‘düşünen’ ve ‘düşünen-olmayan’ iki zıt fasıl tek bir konuya yüklem olamaz.174
İbn Sina, Porphyrios’un beş tümelin genellik derecesiyle ilişkili olarak cinsin, beş
tümelden geriye kalan tümellerin yüklendiklerine yüklem olup daha kapsamlı olduğu
yönündeki açıklamasını eksik bulur. İbn Sina’ya göre bu mukayese ancak bir şartla; cins ile
cinsin altına giren fasıl ve hassa arasında olabilir. Bu anlamda örneğin; cins faslı ve onun
167
168
169
170
171
172
173
174
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.93, 95, 98. İbn Sina, a.g.e, s.98. İbn Sina, a.g.e, s.92, 98. Porphyrios, Isagoge, Aristoteles’in Kategorilerine Giriş, s.51. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.91. İbn Sina, a.g.e, s.97. İbn Sina, a.g.e, s.95, 98. İbn Sina, a.g.e, s.97. 94
mukabilini bilkuvve içerir. Cinslik için konulan doğa dikkate alındığında faslın bu doğada
varlığı (sübût) zorunlu olmadığı gibi imkansız da değildir. Çünkü içeren, canlının hem
düşünen hem de düşünmeyeni içermesi gibi bir şeyi kapsamına alan ve onun dışına
taşabilendir.175 Bazı fasıllar ise cinsin doğasının dışındadır. Örneğin; iki eşit parçaya bölünme
‘çift’in faslı kabul edilir ancak ‘sayı’nın dışındadır.176 İbn Sina’nın eleştirdiği ve eksik
bulduğu Porphyrios’un tümellerin genellik derecesiyle ilgili görüşü Isagoge’de şöyle ifade
edilmektedir: ‘Cinse özgü karakter, ayrımdan (fasıl), türden, özellik ve ilinekten daha çok
sayıda büyük bir çokluğa yüklenmiş olmaktır.’ Ancak ilerleyen satırlarda Porphyrios ‘ama
burada ayrımlarla cinsin, kendileriyle bölündüğü ayrımları anlamak gerekir yoksa cinsin
özünü tamamlayan ayrımları değil’ diyerek İbn Sina’nın gerekli gördüğü kaydı düşmektedir.
Bununla birlikte Porphyrios hassaya ilişkin bir kayıtlamada bulunmamaktadır.177
Yine İbn Sina’ya göre arazın cinsten daha kapsamı dar olması kendinde açık bir şey
değildir. Örneğin; on kategori, türlerini kuşatan arazlardır ve bunların genelliği cinsten derece
bakımından daha düşük değildir. Hatta, der İbn Sina, bir kısmı cinsten daha geneldir. Eğer
buna da itiraz edilirse İbn Sina, on kategorinin her birinden daha genel dolayısıyla cinsten
daha genel gerekler ve arazlar bulabileceğimizi öne sürer. Örneğin; ‘bir’, ‘varlık’ (mevcûd),
‘hareket’ gibi.178 Cins ve genel araz, tür bakımından çok şeye söylenme konusunda
ortaktırlar.179 Cins türden önce tür de arazlardan öncedir. Çünkü türe ilişen, onun türlüğünden
çıkıyorsa onun türlüğü faslıyla birlikte varlık kazanmış ve sonra ona ilişen ilişmiştir. Şayet
araz, dışarıdan ilişen arazlardan ise bu durumda önce tür bir konu olarak meydana gelmiş ve o
arazın dışarıdan ilişmesine istidatlı olmuştur. Cins ve genel araz arasındaki bu farklılık
aynıyla cinsle hassa arasında da geçerlidir.180Cins ve tür mahiyet içindir; hassa ve genel araz
ise mahiyet için değildir.181
İbn Sina’ya göre beş tümel için verilen örneklerden her biri kendinde şeydir (huve fi
nefsihi şey’) ve bu, beş tümelden biri olmakta; cins, tür, fasıl, hassa, genel araz olmakta veya
genel ve özel olmakta, zihinde ve dış dünyada olmakta başka şeydir. Örneğin; ‘canlı’, ister dış
dünyada mevcut olsun isterse de nefiste tasavvur edilsin kendinde bir anlamdır. Canlı,
kendinde genel veya özel değildir. Kendinde genel olsaydı ve canlı, canlı olması bakımından
genel olsaydı hiçbir canlının bireysel olmaması gerekirdi, aksine bütün canlılar genel olurdu.
175
176
177
178
179
180
181
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.83, 87. İbn Sina, a.g.e, s.84. bkz.Porphyrios, Isagoge, Aristoteles’in Kategorilerine Giriş, s.47-48. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.83. İbn Sina, a.g.e, s.91. İbn Sina, a.g.e, s.91. İbn Sina, a.g.e, s.98. 95
Yine eğer canlı, canlı olması bakımından bireysel (şahsî) olsaydı yalnızca tek bir fert
olabilirdi, canlılık bu ferdi gerektirirdi ve başka bir fert canlı olmazdı. Aksine canlı, kendinde
bir şey olup zihinde canlı olarak tasavvur edilir. Canlı olarak tasavvuru bakımından yalnızca
canlı olabilir.182
Eğer ‘canlı’yla birlikte onun genel, özel ve başka bir şey olduğu tasavvur edilirse onun
canlılığına ilave ve canlılığına ilişen bir anlam tasavvur edilmiş olur. Canlılık, ancak
kendisine bitişen ve kendisini işaret edilir ve duyulur kılan bir şey sayesinde işaret edilen bir
fert olabilir. Aynı şekilde canlının akılda da böyle olmasıyla; aklın onu özelleştiren yani
belirginleştiren bir anlamı ona iliştirmesiyle gerçekleşir. Canlıya dışarıdan genel olması
ilişmez ki gerçekte tek bir zât, canlının ta kendisi olsun ve dış dünyada da onun bizzât
kendisinin çok şeyde bulunması ona ilişmiş olsun. Zihinde ise bu aklî canlılık sûretine çok
şeye nispetinin bulunması ilişir. Böylece söz konusu tek bir şeyin kendisi, çok şeye doğru
olarak nispet edilir ve akıl onu o şeylerden her birine yükler. Bu durumda söz konusu ilişen
canlılığa ilişen genelliğin ta kendisidir. Böylece canlının genellikle ilişkisi, odunun kendisine
ilişen şekil ve başka ilişenlerle ilişkisi gibi, elbisenin ak’la ilişkisi gibi olur. Buna göre ‘elbise’
kendinde bir anlam ‘ak’ da kendinde bir anlamdır. Bunlar terkibe girerler ve bunlardan
bileşen başka bir anlam ortaya çıkar. Aynı şekilde canlı da akılda bir anlamdır; onun genel
oluşu veya cins oluşu başka bir anlam, cins olan bir canlı oluşu ise başka bir anlamdır.183
Bu bağlamda İbn Sina kendisinden önceki mantıkçılara da referansla beş tümelden her
birini, cins üzerinden yaptığı değerlendirmelerle mantıkî, doğal ve akılda olmak üzere üç
cihetten ele almaktadır. Önceki mantıkçılar cins anlamına ‘mantıkî cins’ adını vermişler ve
şöyle tanımlamışlardır: ‘o nedir? sorusunun cevabında tür bakımından çok şeye söylenendir.’
Bu mefhumda başka herhangi bir şeye örneğin bir cins olan canlıdan ibaret bir şeye işaret
bulunmamaktadır. Örneğin; ‘ak’ın kendinde bir aklediliri (ma‘kûl) vardır ve bu akledilirle
birlikte faraza onun elbise veya odun olduğunu düşünmeye gerek yoktur. Onunla birlikte
onun elbise veya odun olduğu düşünüldüğünde ise ‘ak’ın ona eklediği bir şey düşünülmüş
olur. Aynı şekilde ‘bir’in de kendinde bir makulü vardır. Fakat onun insan veya ağaç oluşu,
onun makulünün dışındadır ve bir oluşunun ona eklediği bir şeydir.184 Esas itibariyle makulsoyut tümel örneğin cinslik de, akılda karar kılmış olması bakımından yine makul cinstir fakat
182
183
184
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.58, 59. İbn Sina, a.g.e, s.59. İbn Sina, a.g.e, s.59. 96
mantıkçının incelediği ve mantıkî açıdan tanımını yaptığı şeyler olması bakımından mantıkî
cinstir.185
Doğal olan tümel ise örneğin canlı olması bakımından canlıdır. Canlı olması
bakımından canlının makulüne cinsliğe ait nispetin verilmesi mümkündür. Çünkü o zihinde
bir makul olarak meydana geldiğinde onun cins olduğunu düşünmek mümkündür. Oysa
Zeyd’in zihne alınan tasavvuru için böyle bir şey varsaymak mümkün olmadığı gibi insanın
zihindeki tasavvuru için de mümkün değildir. Bu durumda dış dünyada mevcut olan canlılık
doğası, söz konusu ilişen sayesinde insanlık doğasından ve Zeyd’in doğasından
farklılaşmaktadır. Çünkü o tasavvur edildiğinde bu sıfattaki- ki bu cinsliktir- bir genelliğin
ona ilişmesi mümkündür. İbn Sina, önceki mantıkçıların doğal cins dedikleri cinsin işte bu
zihinde cins olması mümkün olan doğal şey olduğunu ifade eder. Bu anlamda cinslik zihinde
doğal şeye ilişen bir anlamdır ve zihnî varlık olmadan önce doğal şeylerde bulunması
bakımından cins değildir. 186
Akılda tümel ise örneğin; canlının bizzât kendisidir. Bu doğal cinsin zihinde
mutasavver olan halidir ve zihindeki makulüdür. Yukarıda da değindiğimiz gibi makul-soyut
cinslik de akılda karar kılmış olması bakımından yine makul cinstir fakat mantıkçının
incelediği ve mantıkî açıdan tanımını yaptığı şeyler olması bakımından mantıkî cinstir.187
İbn Sina mantıkçıların ‘doğal cins, altındakilere kendi ismini ve tanımını verir’
şeklindeki tanımın tahkik edilmemiş olduğuna ve bunun, yukarıda beş tümelin üç cihetten ele
alınması bağlamında tahkik edilmesi gerektiğine inanmaktadır. İbn Sina’ya göre mantıkî
cinsin altında iki şey vardır: Birincisi cins olması bakımından onun türleridir. Diğeri iliştiği
konularının türleridir. Türlerinin onun altında olmasının nedeni şudur: Mutlak cins, yukarı ve
aşağı cinsten daha geneldir ve o altına yerleşen cinslerin her birine kendi ismini ve tanımını
verir. Çünkü yukarı ve aşağı cinsten her birine ‘o cinstir’ denmekte ve bunlar cinsin tanımıyla
tanımlanmaktadır. Konularının türlerine gelince cins, bunlara ismini ve tanımını
vermemektedir. Çünkü canlı olması bakımından canlının türü olan insana, canlılıkla birlikte
canlıya ilişen cinslik gerek isim gerek tanım olarak yüklenmez. Çünkü canlılığın insana
yüklenmesi bakımından insanın gerek isim gerekse de tanımla cins olması gerekmez, aksine
canlılığın ona yüklenmesi bakımından hem isimle hem de tanımla cisim olması gerekir. Eğer
türlerden biri cins oluyorsa onun tür olması, üstündeki cinsinin doğası yönünden değil
altındaki şeyler yönündendir. Doğal cins ise bir doğa olması yani cins- örneğin canlı- olması
185
186
187
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.60. İbn Sina, a.g.e, s.60. İbn Sina, a.g.e, s.61. 97
yönünden altındakilere kendi ismini ve tanımını verir, fakat doğal cinsin altındakilere kendi
ismini ve tanımını vermesi doğal bir cins olması yani tasavvur edildiğinde böyle olması
bakımından cins olabilmesi yönünden değildir. Çünkü bu altındakiler için zorunlu değildir.
Doğal cins bilaraz olarak kendi ismini ve tanımını verir, zira doğal cins, doğal bir cins olması
bakımından ismini ve tanımını vermediği gibi mantıkî bir cins olması bakımından da vermez.
Ancak doğal cins, mantıkî ve aklî cinse doğal bir cins olmak için vazedilmiş doğayı verir.
Doğanın bizzât kendisi ise doğal bir cins olmadığı gibi mantıkî bir cins de değildir.188
Aklî tümele gelince onda da bir konu, bir cinslik, bir de terkip vardır ve İbn Sina
bunların hepsinin hükmünün, doğal cinsin hükmü gibi olduğunu ifade eder. Canlılığın
kendinde bazen doğal bir sûret olarak bazen de başka bir aklî sûret olarak adlandırılması ve
canlı olmaklığında da hiçbir şekilde, gerek akılda gerekse de hariçte cins olmamasıdır. Aksine
canlılık, ancak ya akılda ya da hariçte ona bir itibar bitiştiği zaman cins haline gelir. İbn Sina
makul cinsin doğasını iki şekilde ele alır: Makul cins bazen önce makul olur sonra da dış
dünyada ve dıştaki çoklukta meydana gelir. Tıpkı yapay (sınâî) şeylerden bir şeyi önce
düşünen sonra da onu yapıp meydana getiren kimsenin zihninde önce yaptığı şeye ilişkin bir
tasavvurun bulunması gibi. Bazen de makul cinsin doğası olan şey, dış dünyada meydana
gelir sonra akılda sûret kazanır ve tasavvur edilir. Tıpkı insan fertlerini görerek bunlardan
soyutlamayla ulaşılan insanlık sûretinin tasavvuru gibi.189
Bu ayrıma bağlı olarak İbn Sina bazen makul sûretin, dış dünyada var olan sûretin
meydana gelmesinin bir şekilde sebebi olduğunu; bazen de dış dünyada var olan sûretin,
makul sûretin bir şekilde sebebi olduğunu yani dış dünyada meydana geldikten sonra akılda
meydana geldiğini belirtir. İbn Sina’ya göre mevcut şeylerin tamamının Allah’a ve meleklere
nispeti, bizim katımızda yapay şeylerin yapan nefse nispeti gibi olduğundan dolayı doğal
şeylerin bilinen ve idrak edilen hakikati, Allah’ın ve meleklerin ilminde çokluktan önce
mevcuttur. Doğal şeylerden her makul tek bir anlamdır, sonra bu anlamlar çoklukta varlık
kazanırlar. Böylece çoklukta meydana gelirler ve çoklukta hiçbir şekilde birleşmezler. Çünkü
dış dünyada genel olan hiçbir şey yoktur bilakis yalnızca ayırma (tefrîk) vardır. Sonra
çoklukta varlık kazandıktan sonra bir kez daha bizde makul olarak meydana gelirler. Ancak
onların çokluktan önce hangi şekilde var oldukları; çoklukta çoğalan ve çoğalmayan tek bir
malum zât olarak mı yoksa kendi başlarına var olan idealar olarak mı var oldukları sorusunun
188
189
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.61. İbn Sina, a.g.e, s.61-62. 98
ise İbn Sina, başka bir bilimde yani Metafizik’te tartışılması gereken bir soru olduğunu ifade
eder.190
İbn Sina, beş tümelden biri olan cins üzerinden tümellere ilişkin analiz ettiği bu
cihetlerin bütün beş tümeli kapsadığını belirtir. Dolayısıyla beş tümelin mantıkiliği, aklîliği ve
doğallığı, çoklukta olma, çokluktan önce ve sonra olma durumları yukarıda cins üzerinden
yapılan açıklamalar doğrultusunda düşünülmeli ve kavranmalıdır.191
1.4.
Manaların Bileşime Girmeleri ve Yüklemlerin Bileşim Oluşturma
Durumları (Terkîbât)
1.4.1. Manaların Bileşime Girmeleri
İbn Sina genellik (umûm) ve özellikte (husûs) birbirinden farklı olan anlamların bir
kaç şekilde bileşim oluşturduklarını belirtir. Bunlardan birisi; genel mananın (el-ma‘ne’lâmm) meydana gelmesi için ilksel olarak kendilerine bölümlendiği kısımlardan biriyle faslın
oluşturduğu bileşimdir. Fakat bu bileşimde, bileşimi oluşturan çiftlerden biri diğerinin
mefhumunu gerektirmeyip biri diğerinin mefhumunda lâzım gelmez. Daha önce de Beş
Tümel başlığı altında yer verdiğimiz üzere genel mananın bölümlendiği kısma eşlik eden
fasıl, varlığın kurucusu olarak mefhumu var kılar ve böylece genel mananın mefhumu vücûda
gelir. İbn Sina burada bir kez daha faslın iştirâkinin sadece genel mananın vücûdunu
gerektirdiğini özellikle vurgular. Çünkü faslın eşlik etmesi mefhumu değil varlığı iktizâ eder.
Başka bir ifadeyle fasıl, mefhumu iktizâ etmez ve fakat onun varlığını iktizâ eder ve onu var
kılar. Bu yönüyle fasıl, sadece genel mananın varlık kazanması ve husûle gelmesi için
gereklidir. Örneğin; biz hiçbir ekleme yapmadan veya eklemeyi ortadan kaldıracak bir şart
ilave etmeden salt cisim ve üç boyutlu bir şey dediğimiz zaman cisimden veya üç boyutlu bir
şeyden ortaya çıkan mefhumun, gerekli kısımlarından biri üzerine gerçekleşmeden mevcut bir
şey olması imkansızdır. Bu mefhum, tanım yapmadan ve daha ince bir detaya (tafsîl)
girmeden cismin bitkisel, canlı, cansız kısımlarından biri üzerine tahassus etmesi ve faslın
buna iştirâkiyle vücut bulur.192
İbn Sina, genel mananın ilksel olarak kendilerine bölümlendiği kısımların zikredilmesi
gerektiğini özellikle vurgular. Çünkü bu zikredilmediği takdirde ilksel mana elde edilemez ve
ilksel manadan sapılmış olur. Birisi tutarda örneğin mevzu konumunda olan ‘insanı,’ altında
bulunan ‘adam’ gibi, ‘sayı’yı altında bulunan ‘iki eşit parçaya bölünen’ gibi özel şeyler için
190
191
192
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Mantığa Giriş (Medhal), s.62. İbn Sina, a.g.e, s.62. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.20. 99
genel mana olarak alır da ‘insan adamdır’ veya ‘sayı iki eşit parçaya bölünendir’ derse, özel
manayı (el-ma‘ne’l-hâss) elde edemez ve ilksel olan özel manadan sapmış ve uzaklaşmış olur.
Zira ‘adam’, ‘iki eşit parçaya bölünen’ gibi özel şeyler, ilk özel şeyin eklenmesinden sonra
mevzuya ârız olurlar. Çünkü insanlık tam olarak oluştuğu zaman daha sonra bir mizac ârız
olur ve onu adama dönüştürür. Tıpkı adama da yine başka ârızlar iliştikten sonra örneğin
yaşlıya dönüşmesi gibi. ‘Sayı’ da aynı şekilde; sayının kendisinin özelleşmesinde (tahassus)
ona iki, dört, altı olması ilk olarak ilişir sonra sayıyı özelleştiren bu şeylere de iki eşit parçaya
bölünme ve benzeri şeyler lâzım gelir.193
Genel mananın kendilerine ilksel olarak bölümlendiği ve faslın da iştirâkiyle
kendilerinde vücût bulduğu kısımlar zikredilmeden detaya girilir ve tanım yapılırsa genel
mananın ne olduğu tam olarak anlaşılamaz. O nedenle söz konusu bu bileşimde genel
mananın gerekli kısımlarından birinin fasılla birlikte zikredilmesi gerekir. Yukarıdaki örnekte
cisim veya üç boyutlu şeye, cismin veya üç boyutlu şeyin kısımlarından biri olan ‘canlı’
zikredilmeden detay (tafsîl) olan ‘düşünen nefs’ denildiği zaman bunun, ilk etapta söz konusu
genel mefhuma (cisim, üç boyutlu şey) göre ne olduğu anlaşılamaz, böyle olunca da bu,
mefhuma cisim olan veya olmayan bir şey olarak dahil olmaz. Çünkü ‘düşünen nefs’, genel
mana olan cismin veya üç boyutlu şeyin mefhumunun gereği değildir.194
Bununla birlikte İbn Sina söz konusu detay zikredildiğinde bunun varlıkta cisim veya
üç boyutlu muayyen bir şey olduğu bilinirse ve bu şayet mefhumun kendisine dahil olur veya
mefhumun kendisi için lâzım olursa mefhumun, ‘düşünen nefsin’ kendisinde bulunduğu bir
şey olarak vücûd bulması için ‘cisim’ ile ‘düşünen nefs’in arasını birleştirecek başka bir şeyin
eşlik etmesine artık ihtiyaç kalmayacağını belirtir. Nasıl ki; ‘üç’ ve ‘tek’, bir şeyi üç ve tek
olarak var kılıcıya ve kendilerini birleştiriciye ihtiyaç duymuyor aksine üçün mefhumundaki
mananın bizzât kendisi o şey için teklik manasını gerektiriyorsa ve başka bir sebeple
olmaksızın üçün manası o şeyde hasıl olduğu zaman teklik manası da o şeyde hasıl oluyorsa
düşünen nefs ve cisim ikilisinde de kendilerini birleştirecek bir şeye ihtiyaç kalmaz.195 Şayet
böyle olmaz da detay (tafsîl) zikredildiğinde ve bundan da şeyin ne olduğu bilinmediğinde bu
durumda söz konusu örnekte ‘düşünen nefsin’ cismiyetle ilişkisi (taalluk), tıpkı diğer
sûretlerin maddeleriyle ilişkisinde olduğu gibi ancak bir sebeple gerçekleşir. Zira söz konusu
sûretler mefhumun iktizâsıyla değil varlığın iktizâsıyla ortaya çıkar. Çünkü mefhumun
193
194
195
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.24. İbn Sina, a.g.e, s.20, 21. İbn Sina, a.g.e, s.21. 100
(mefhûm) muktezâsıyla varlığın (vücûd) muktezâsı birbirinden farklıdır.196 Hiçbir sûretin
basit olarak mefhumun bizzât kendisiyle elde edildiği ve bu mefhumun o sûretten madde için
husûle geldiği görülemez.197
İbn Sina ileri sürülen bir itiraz üzerinden bunu daha da açımlamaktadır. İtiraz şu: “Sen
örneğin ‘düşünen’ veya ‘mutlak hafif’ dediğin zaman bunlardan birincisi senin iradende insan
örneğinin faslı, ikincisi ise ateş örneğinin faslıdır. Dolayısıyla sen bu fasıllarla cinsin tabiatına
işaret etmiş olursun. Çünkü ‘düşünen’, dendiği zaman bununla ‘düşünen nefs sahibi şey’ kast
edilir. Yine ‘mutlak hafif’ denildiği zaman bununla ‘hareketli cisimlerin sınırlarının üstündeki
bir sınıra doğru doğası gereği ve doğrusal olarak hareket eden kuvve sahibi bir şey’ kast
edilir. ‘Düşünen nefs sahibi’ denildiği zaman tabiî cisimde özelliği akledilirleri akletmek vb.
yetkinlik (kemâl) olan şeye sahip, denilmiş olur. Yine ‘kuvve sahibi’ denildiğinde tabiî
cisimdeki hareketin ilkesine sahip şey, denmiş olur. Bunlar da şüphesiz cisimdir.”198
İbn Sina, bu itiraza şöyle cevap vermektedir: ‘Bir şeye ait veya bir şeyde tabiî
cisimdeki yetkinlik (kemâl) vardır’ denildiği zaman bunun mefhumundan o şeyin kendisinin
tabiî cisim olması gerekmez. Çünkü bunun mefhumu, o şeyin kendisinde bulunduğu
yetkinliğin (kemâl) aynı zamanda tabiî cismin dışında başka şeyde de bulunmasına veya her
ikisinde de bulunmasına engel değildir. Yine nefsin zâtı ve her kuvvenin zâtı bir şeydir,
bunların bir şey için kemâl ve hâl olmaları ise zâtının eklentilerinden (levâhık) bir şeydir. Bu
eklenti örneği ile nefse denk bir sözle neftsen bahsedildiği zaman bu onun tanımı değil betimi
olur.199 Şöyle ki; nefsin zâtının kendisine ilksel olarak eklendiği (inzimâm) şeye eklenmesiyle
birlikte canlıyı ‘insan’la türleştiren fasıl canlıyı var kılar/husûle getirir. Ardından nefsin
tâbileri ve eklentileri (levâhık) onun ardından gelir. Bunlar tâbi ve eklenti olmak bakımından
eğer eşit/denk iseler fasıl tarafından ayrımlaşmış (mefsûl) değil denk/eşit oldukları şeylere
özgüdürler (mahsûs). Dolayısıyla eğer düşünenle cismin şu nitelikteki yetkinliği kast edilirse,
insanın betimi ve canlının hassası ileri sürülmüş olur, yoksa canlının faslı değil. Bununla
birlikte İbn Sina basit kuvvelerin tanımının yapılamayacağını ve zorunlu olarak onların ancak
betiminin yapılacağını belirtir .200
Bileşimin ikincisi genel manaya dahil olan bir şeyin ârızıyla-ki bu ârız hem o şeye
hem de onun dışındaki başka şeylere ait genel bir ârızdır- bu şeyin mahiyette değil de varlıkta
kendisinin lâzımının birlikteliğiyle oluşur. Bileşimi oluşturan ârız ve lâzım; biri diğerinin
196
197
198
199
200
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.21. İbn Sina, a.g.e, s.21. İbn Sina, a.g.e, s.21, 22. İbn Sina, a.g.e, s.22. İbn Sina, a.g.e, s.22. 101
mefhumunu gerektirmez. Örneğin; ‘siyah’ ve ‘beyaz’ın bileşiminden oluşan ‘alaca’ gibi.
Beyazlığa sahip şey için ‘vücûd’ ve ‘beyaz’ ifadesinin toplamı gibi. Çünkü varlık çeşitli
mahiyetlerin zâtları olan şeylerin sıfatıdır ve onlar üzerine yüklemdir, fakat onların
mahiyetlerini oluşturmaz. Örneğin; ‘beyaz’ ve ‘siyah’, mevzuların değişmesinden ve
farklılığından dolayı birbirinden farklı değildir ancak varlıktan sonra bir şeyde bulununca
birbirinden farklılaşırlar. Bunlar, mahiyet sınıflarının iktizâ ettiği nitelik(ler) değildir aksine
ilke olmak bakımından onlara artı olarak eklenen şeylerdir. ‘Varlık verme’ (ifâdetu’l-vücûd)
de böyledir. Dolayısıyla beyaz, varlık vermeye eşlik ettiği zaman beyaz mevcut olur. Varlık
verme beyaza eşlik ettiği zaman fâil ilke olmasına kıyasla beyazlatan olur, bu zâta kıyasla
böyledir, maddi ilke olmasına kıyasla onda varlığın meydana gelmesi durumu beyazlatmak
olması bakımındandır. Bu da varlık vermenin bilaraz olması bakımındandır. Çünkü
beyazlatmak varlık alma (istifâdetu’l-vücûd) bakımındandır, fakat varlık verme (ifâde) ve
varlık alma (istifâde) birbirini gerektiren iki şeydir. Ancak beyazın bizzât kendisine kıyası
bakımından vücûd, beyaz makulü üzerine ve varlık verme makulü üzerine ek bir makuldür ki
ne beyaz ne de varlık verme kendinde biri diğerinin mefhumuna tâbi değildir, aksine ancak
varlık bakımından biri diğerine tâbidir.201
Bu ikinci bileşim kısmına benzeyen bir başka bileşim de şudur: Bazen genel mana
mevzunun dışından bir lâzım olur, gayri lâzım ise mevzudan olur. Sonra bu iki şey bir araya
gelir ve bunlardan her biri bir yönden diğerinden daha genel olur. Örneğin; ‘beyaz’ ve
‘canlı’nın bir araya gelmesi gibi. Bazen bu bir araya gelen iki şey, doğası gereği biri yüklem
diğeri mevzu olmaz. Aksine bunların her birinin hakkı, doğası gereği tek bir şeye yüklem
olmalarıdır. Örneğin; ‘atılganlık’ ve ‘aklın’, ‘şecaat’ genel manasında yüklem olarak
birleşmeleri, yine ‘iffet’, ‘şecaât’ ve ‘tedbirin’ ‘adâlet’ genel manasında yüklem olarak bir
araya gelmeleri gibi.202
Yukarıda üzerinde durulan iki bileşim kısmının aralarındaki fark şudur: Birinci
bileşimdeki cinsî manadaki genel mana (el-ma‘ne’l-âmm), mevzu gibidir, madde ve
benzerinden türemiştir. Cinsî manadaki genel manaya eklenen, eşlik eden özel mana (elma‘ne’l-hâss) ise kendisiyle mevzunun tasavvur edildiği bir heyet ve sûrettir ki bu ikisinin
yani cinsî manadaki genel mana ile özel mananın bileşiminden üçüncü tabiî bir şey hâsıl olur,
meydana gelir. İkinci bileşimde ise genel mana, özel mananın heyet ve sûretidir. Özel mana
ise genel manayla tasavvur edilir ve bunların ikisi yani genel ve özel mana üçüncü şeyin heyet
201
202
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.22, 23. İbn Sina, a.g.e, s.23. 102
ve sûretini oluşturur.203 Bu iki bileşim arasındaki farklılık, birinci bileşimde cinsteki genel
mananın özel bir şeyle bilfiil mevcut olması ve cinsî manayla özel manadan; birinin diğerinin
mefhumuna tâbi olmaması ve bunların dış bir sebeple bileşmeleri yönünde değildir. Çünkü
ikinci bileşimde de genel mana özel bir zâtla bilfiil oluşur ve bu genel manayla özel mana dış
bir sebeple- ister bu sebep her iki mana için de lâzım tabîat olsun isterse bunların dışından
olsun- bileşirler ve bunlardan birinin mefhumu diğerinin mefhumuna tâbi değildir. Örneğin;
‘insan’ ve ‘at’a kıyasla genel mana olan ‘beyaz’ ancak insan, at ve benzeri bir şeyde bilfiil
vücûda gelir. 204
İbn Sina’nın iki bileşim kısmında ifade ettiklerini birer örnekle şöyle netleştirebiliriz:
Birinci bileşimde örneğin genel mana ‘cisim’ olsun. Genel mana olan ‘cisim’, kendinde bilfiil
var değildir. Ancak bir konuda yani bir şeyde var olabilir. Bu konu ise genel mananın
kendisine bölümlendiği cinsî manadır. Cinsî ve özel mana da cism’in kendisiyle bilfiil
oluştuğu ve tahassus ettiği kısımlardan biri olarak “canlı” olsun. Fakat söz konusu genel mana
olan ‘cism’in kısımlardan biri ve özel mana olan ‘canlı’da var olabilmesi için dışarıdan bir
sebep gerekir, bu da “düşünen” olsun. İşte bu dışarıdan bir sebep olan ‘düşünenin’ cinsi mana
olan ‘canlı’ya iştirâkiyle birlikte bu toplamdan üçüncü bir oluşum meydana gelir ve ‘cisim’
böylece varlık bakımından gerçekleşmiş olur ki bu üçüncü oluşum da ‘insan’dır. İkinci
bileşimde ise örneğin genel mana, bu manaya dahil olan ‘beyaz’ olsun. Beyaz kendinde var
olan bir şey değildir. Ancak ‘insan’, ‘at’ ve benzeri özel bir zât’la varlık kazanır. Genel
mananın kendisiyle tahassus ettiği ve varlık kazandığı özel mana ise ‘insan’ olsun. Burada
beyaz, özel mana olan insanın heyet ve sûretidir. İnsan ise bu bileşimde genel mana olan
beyazla tasavvur edilmektedir. Bu ikisi yani beyaz ve insan ise kendileri sayesinde oluşan
üçüncü bileşimin yani ‘beyaz insan’ın heyet ve sûretini oluşturmaktadır.
İbn Sina yukarıda yer verilen genel ve özel mananın iki kısma ayrılan bileşimlerinden
başka bir de alt kısım niteliğindeki iki kısma daha yer vermektedir. Bunlardan birincisi şudur:
Cinsî manaya faslî mana eklendiği zaman fasıl cinsî manayı iki şekilde oluşturur ve var kılar.
Ya fasla cinsinin tanımında bulunmayan yüklemler lâzım gelmez, ancak bu fasıldan sonra
gelen lâzımlar fasla lâzım gelir ve fasla dış sebeplerden birtakım arazlar ilişir ki bunlar
eklenmeksizin onun tevehhüm edilmesi caiz olur ve böylece türlerin türü olan şey hâsıl olmuş
olur (tekavvüm). Ya da fasıl şöyle cinsî manayı oluşturur: Henüz fasla bir şey lâzım gelmeden
türü meydana getirir ki bu tür aynı zamanda cinstir.205
203
204
205
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.23, 24. İbn Sina, a.g.e, s.23. İbn Sina, a.g.e, s.24. 103
İkinci alt kısım ise iki terkipten birisinin diğerine mefhumunda lâzım geldiği kısımdır.
Bu terkip ise dıştan bir sebeple olmaz. Örneğin; üçlüğün teklikle terkibi gibi. Bu terkip
mevzu’dan ve mahiyetin lâzımı’ndan bileşiktir. Bunlardan özel olan, genel olanın önüne
konup bileştirildiklerinde ‘tekin üçü (selâset’u ferd)’ denir. İbn Sina bu tarz bir terkibi
bazılarının hezeyan diye isimlendirdiklerini aktarır. Çünkü bu iyi bir terkip değil kapalı bir
terkiptir. Çünkü zaten üç ancak tektir. Örneğin birinin şöyle demesi gibi: ‘Cismin insanı’.
Fakat ‘üç tektir’, ‘insan cisimdir’ denildiği zaman ise hezeyan olmaz, aksine kendiliğinden
açık olandan haber vermek olur. Şöyle diyerek bunun döndürmesi hezeyan sayılır: ‘Tek ki o
üçtür.’ Çünkü tek bazen üç olmaz. Bu kısım, ilk iki kısımdan açıklığı bakımından farklılaşır.
Cinsî manadan ise şu anlamda farklılaşır: Buradaki genel mananın (teklik), bilfiil ve ilksel
olarak kaim olan mevcudun (üçlük) oluşmasında bir payı yoktur. Çünkü üçlük, ilk olarak
kendisiyle oluştuğu şeyle oluşur ve genel mana onun lâzımlarından olur. Bu bakımından
tekliğin, üçlüğün ilk olarak oluşmasında bir müdahalesi yoktur, ayrıca ikisinin (tek ve üçün)
terkibinde de bir müdahalesi yoktur,
tam tersine parçanın bütünü oluşturması yönüyle
üçlüğün, tekliğin oluşmasında müdahalesi vardır. Bu durumda üçlüğün, parçanın bütünü
oluşturması cihetinden onun (teklik) oluşmasında bir müdahalesi vardır, çünkü o kendi başına
ikinci parçanın varlığının nedenidir. Çünkü üçlük için varlık meydana geldiği zaman bu,
tekliğin ve bu ikisinin (üç ve tek) bileşiminin var olmasında yeterlidir. Oysa ‘düşünen’ için
varlık hâsıl olduğunda böyle değildir, aralarını birleştiren başka bir sebebe ihtiyaç duyar ki
böylece bileşimi oluşturabilsinler. Zira bu iki şeyden hiçbiri kendiliğinden ilk olarak oluşmaz
ki sonra bu oluşan şeye bir takım eklentiler (levâhık) eklensin. Aksine oluşan ilk olarak bu
ikisinin bileşmesiyle oluşur.206
1.4.2. Yüklemlerin Bileşim Oluşturma Durumları
İbn Sina, yüklemleri ilk (evvel) ve ilk olmayan olmak üzere ikiye ayırmaktadır.
Yüklem bağlamında ‘ilk’ (evvel) lafzı üç manada kullanılır. Birincis; ilk ile bir şeyin bizzât
kendisinin bir şey üzerine yüklem olmasının kast edilir. Bu anlamda ‘ilk’ akılda örneğin;
‘tüm(küll)’e yüklediğimiz ‘parçadan büyük olma’ gibidir. İkincisi; ‘ilk’ denilir ve bununla,
evvel denilen yüklemin önceliğiyle bir şeye yüklenen ikinci yükleme kıyasla evvel olduğu
kast edilir. Örneğin; insanın öncelikli olarak/ilksel olarak özelliğinin şaşıran olması gibidir ki
bundan sonra onun gülen olma özelliği gelir.207
206
207
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.24, 25. İbn Sina, a.g.e, 25, 26. 104
İbn Sina bu iki yüklemden birincisinin gerçek yüklem olduğunu ifade eder. Çünkü
gerçek ilk yüklem, kendisiyle mevzuunun arasında hiçbir şekilde bir vâsıtanın olmadığı ilk
yüklemdir. Bu kendisine ‘bir şeye bizzât ve o olduğundan dolayı yüklem’ denilmeyi hak eden
yüklemdir. İbn Sina bu yüklemle ‘o nedir?’in cevabındaki yüklemi kast etmediğini aksine bir
şeye herhangi bir şey sebebiyle değil, zâtı sebebiyle ve o olduğu için o şeye yüklenen yüklemi
kast ettiğini belirtir. Örneğin; gülen insana yüklem olur ve fakat bu yüklem insana, insan
olması bakımından yüklem olmaz ki vâsıtasız insanlığa ulaşsın (iltikâ). Aksine gülen, insanın
şaşıran olmakla ayrışmış olması ve bu nedenle de gülen olmasından dolayı insana yüklemdir.
Dolayısıyla gülenin insanda bulunması, insanda bulunan bir sıfatın tavassutuyladır ve bu sıfat
güleni iktizâ eder.208
Üçüncüsü; ‘ilk’ denilir ve bununla bir yüklem kast edilir ki bu, kendisinden daha genel
bir şeyin tavassutuyla bir şeye yüklem olup önce genel olana ardından o şeye yüklem olan bir
yüklem değildir. Bu nitelikte yüklem bulunmaz, ancak cins, fasıl, hassa, hassa sayılan,
denk/eşit faslın hassası, arazlar, cinsi kapsamayan ve canlının türlerinde bulunan erillik ve
dişillik gibi lâzımeler ilk yüklemlerdir. Ancak cinsin cinsi, nefis sahibi duyumsayan
örneğinde olduğu gibi cinsin faslı, iştihalı ve dokunan örneğinde olduğu gibi cinsin hassası,
cins için genel araz/cinste bulunan genel araz; bunlar ilk yüklem değildir. Bunlar cinse
yüklem olurlar ve hangi tür olursa olsun türde cinsin tabiatının baki kalmasına bağlı olarak
ancak yüklem olarak baki kalırlar. Çünkü tür mevcut olmazsa bunlar döndürme olmaksızın
cinsin tabiatına ilk olarak yüklem olmazlar. Yüklemlerden oluşturucu (mukavvim) olanlar
ancak cinsin tabiatını ilksel olarak oluştururlar. Sonra ona fasıllar eklenir ve böylece türün
tabiatı oluşur.209
Cins ve fasıl bu bağlamda mukayese edildiği zaman İbn Sina cinsin faslı kuran
(mukavvim) bir yüklem değil, faslın cinsi kuran yüklem olduğunu söyler. Dolayısıyla eğer
cinsin fasıl üzerine yüklenmesi sahih olursa, oluşturucu/kurucu olması bakımından değil
oluşan (mütekavvim) olması bakımından yüklenir. Yüklemlerde oluşturucu/kurucu olmaklık
yüklem olmaklıktan daha özeldir. Fasıl, cins için ilksel olarak kurucu olduğu zaman onun
cinse yüklem olması da ilktir. Cinse ilksel olarak yüklem olduğu zaman tür üzerine bu
manaya göre ilk olarak yüklem olmaz. Cinsi fasla yüklem yaptığımız zaman sonra faslı türe
yüklem yaptığımız zaman şüphesiz faslı, tür ve yüklemede ilksel olarak oluşan (mütekavvim)
arasına dahil etmiş oluruz. Bu durumda bir şeyi bilmediğimiz halde bildiğimizi zannederiz.210
208
209
210
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.26. İbn Sina, a.g.e, s.26. İbn Sina, a.g.e, s.26, 27. 105
Türden daha genel olan faslın lâzımeleri ve faslın hassalarına gelince, eğer fasıl, ‘çift’i sayının türü olarak varsayarsak- ‘çift’ten daha genel olan ‘iki eşit parçaya bölünen’ gibi
bir fasıl olursa, hassayı ise ‘çift’ için, onun ‘yarımı olan’ veya ‘katın dörtte biri olan’ gibi bir
hassa olduğunu varsayarsak, bu durumda onlar yani türden daha genel olan faslın lâzımeleri
ve faslın hassaları ya cinsi kapsar ki bu durumda ilk olmayan yüklemlerden olurlar, eğer cinsi
kapsamazlarsa türün lâzımeleri cümlesinden olurlar.211 Ya da eğer fasıl mevcutsa, türden daha
genel olan faslın lâzımeleri ve faslın hassaları faslın kurucuları olurlar. Eğer türden daha genel
faslın lâzımeleri ve hassaları fasılların cinsleri olurlarsa, örneğin ‘idrak eden’ duyumsayan’ın
veya düşünenen’in cinsi olduğunu zannetmek gibi, bu durumda onlar, faslı olan şeyden daha
genel olanı ayırırlar, buna bağlı olarak da onlar, cinslerin fasıllarının cümlesine dahil olurlar
ve bu durumda fasılların cinsleri, cinslerin fasılları olup ilksel olmazlar.212Fasılların fasılları
daha genel olurlarsa, onlar fasılların cinslerinin hükmündedir veya eğer daha genel olmayıp
denk/eşit iseler fasıllar hükmündedir ve ilkseldirler.213
‘İlk yüklem’ birkaç şekilde ifade edildiği gibi bir şeye o olması bakımından yüklem
olan ‘bizâtihi yüklem’ de birkaç şekilde ifade edilir. Birincisi; bizâtîhi yüklem, ister
mahiyetinde denilsin isterse bir parçası olmak üzere mahiyetinde ifade edilenler cümlesine
dahil olsun, şeyin zâtına ve mahiyetine dahil olduğundan dolayı şeyin neliği bakımından
bizâtîhi olan yüklemdir.214 İkincisi; kendisiyle nitelendirilme konusunda başka bir şeye
ihtiyaç duymayan ve bir şeye, o şeyin neliği bakımından yüklenen yüklemdir. Burada bu
yükleme, bizâtîhi kendisine yüklem olduğu şeyin zâtının dışında bir şeye veya zâtının
hassalarının dışında bir hassaya ihtiyaç duymak ilişse bile yüklem ne daha genel olan bir
şeyden dolayı ne de daha özel bir şeyden dolayı o şeye yüklem olmaz. Örneğin; iradeyle
hareket eden, daha genel olan canlı sebebiyle insana yüklem olmuştur veya yazma kabiliyyeti
daha özel olan insan sebebiyle canlıya yüklem olmuştur. Bu nedenle de bu yüklemler bizâtîhi
değildidir.215 Üçüncüsü ise; bizâtîhi yüklem ve şeyin neliği bakımından yüklem, ilk yüklemin
manalarından ikinci manaya göre ilk yükleme denir.216
Dördüncüsü; bizâtîhi yüklem, şeye yüklem olmada veya bir kısmına yüklem olmada
başka bir şeye ihtiyaç duymadığından dolayı bizâtîhi yüklemdir, ancak bu bizâtîhi yüklem bir
hazır olma durumuna ihtiyaç duyar ve fakat bu hazır olma durumu bilfiil daha özel bir şeye
211
212
213
214
215
216
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.27. İbn Sina, a.g.e, s.27. İbn Sina, a.g.e, s.27. İbn Sina, a.g.e, s.27. İbn Sina, a.g.e, s.27. İbn Sina, a.g.e, s.27. 106
dönüştürücü değildir. Örneğin; bilfiil yazmanın insanda bulunması gibi.217 İbn Sina’nın
burada bahsettiği bizâtîhi yüklem olan bilfiil yazma insana yüklem olmak için herhangi bir
şeye ihtiyaç duymaz, fakat bizâtîhi yüklem olabilmek için hazırlayıcı gerekir ve buna ihtiyaç
duyar. Ancak bu hazırlayıcı bizâtîhi yüklem olan bilfiil yazmayı daha özel bir manaya
dönüştürücü değildir.218
İbn Sina, bu kısmın ikinci kısımda zikredilen bizâtihî yüklemden hazırlayıcı itibariyle,
ki bu varlığın bilfiil mevcut olması itibarıdır, farklılaştığına işaret etmektedir. Bu, ikinci
kısma göre bizâtîhi olan şeyin lâzımı olan bölünenin parçalarından biridir. Örneğin ‘tek’ ve
‘çift’ sayı için bölümlenen parçalardır. Yine ‘yazma’ ve ‘yazamama’(ümmiyye) insan için
bölümlenen parçalardır. Ancak verilen bu iki örnek arasında İbn Sina bir farkın olduğunu
söyler: Çünkü tekliği hazırlayıcı olan, sayının akıldaki soyut doğasıdır. Tek sayı ise zorunlu
olarak devamlı tektir. İkinci verilen örnekte ise hazırlama, gerek aklî soyutlamada gerekse
varlıkta olsun, bütün parçalarının dışında olarak vazedilmiş doğaya göredir. ‘Yazma’ ve
‘yazamama’dan biri için mevcut bir insan hazır olduğunda genel şeyler onlar için bölümleyen
fasıllar olur, onların türlerinin arazları ve hassaları onlar üzerine bizâtîhi ve bu itibara göre
neliği bakımından söylenen olur.219
Şeyi oluşturmayan/kurmayan ve fakat daha genel bir şeyden dolayı olmaksızın şeye
bizâtihi ârız olan yüklemeler ‘zâtî arazlar’ yani ‘zâtî eklentiler’ (levâhık) diye isimlendirilir.
Bunlar manada zâtî olan yüklemlerden başkadır. Çünkü zâtî yüklemler, bu manadan
başkasına da söylenir. Burada İbn Sina bir kez daha zâtî araz derken, bununla cevherin
izasında vazedilmiş arazın kast edilmediğini, aksine bununla ‘arazî’nin kast edildiğini yineler.
Çünkü cevherin izasında/mukabili olan arazın ise başka bir tanımı ve betimi vardır. Yine
burada zâtî araz derken buradaki arzla sadece beş tümelden biri olan ve genel araz diye
isimlendirilen araz da kast edilmez. Çünkü bu araz denk olan ve olmayan araz için de aynı
şekilde ifade edilir. Örneğin; yazmanın insan ve canlıda bulunması gibi.220
2. Tasavvur Çeşitleri-Tarif Sınıfları (Asnâfu’t-Ta’rîf)
2.1. Tarif Sınıfları
İbn Sina’ya göre tanımlama (ta‘rif) en geniş manasıyla bir ayırt etme işlemidir ve bu
ayırt etme işlemi rast gele değildir.221 Tarif belli bir düzen ve yapının varlığını gerektirir.
217
218
219
220
221
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.28. İbn Sina, a.g.e, s.28. İbn Sina, a.g.e, s.28. İbn Sina, a.g.e, s.28. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.16. 107
Lafızların sadece ardı ardına gelmesiyle oluşturdukları her bütünlüğe tarif denilemez. Çünkü
eğer tarif belli bir yapı ve düzeni gerektirmeseydi ve rastgele kelimelerden örülü olsaydı
örneğin; ‘gök yer anka daire’ bileşimi bir tarif olurdu. Bunlar sadece rastgele bir araya
getirilmiş, bir ve bütün anlama delâlet etmeyen lafızlar yığınıdır. Oysa bir bileşimin tarif
olabilmesi için ek olarak tarif bileşimini oluşturan manalarlarla tarif olunan şeyler arasında
konu-yüklem bağlamında bir nispetin bulunması ve bu nispetin belli bir yapı (hey’e) ve
sıralamaya göre dile getirilmesi gerekir.222 Dolayısıyla tanımlarda bu nispete bileşimin yapısı
(hey’e) delâlet eder.223 Aynı şekilde artı bir değerlendirme yapmaksızın kurucu yüklemlerden
olma şartı da yoktur. Tanımlamada amaç bu tanımla anlamın olduğu gibi kavranmasına
yöneliktir.224 İbn Sina Mantıkul’l-Meşrıkiyyin’de en geniş anlamıyla bir ayırt etme işlemi olan
tanımlamayı ‘Tarif Sınıfları’ başlığı altında ele almaktadır.225 İbn Sina tarifi şöyle
betimlemektedir: ‘Tarif, kişinin, tarife konu olan (muarref) herhangi bir şeyin tasavvurunu
bildiği zaman tarif olunan o şeyi fiile dökmeyi kast etmesidir.’ İbn Sina, bu fiili ise söz
(kelâm) ve im/sembol (işâret) olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.226
İbn Sina, sözle yapılan tarifi de yine iki kısımda ele almaktadır. Birincisi; tasavvur
edilen şeyle kendisi arasında bir aracının bulunmadığı sözle yapılan tariftir. Bu tarif, sözden
sadece şeyin tasavvur olunacağı tarzda ve lafzın manaya delâleti şeklinde olur. İkincisi ise;
tasavvur edilen şeyle kendisi arasında bir aracının bulunduğu sözle yapılan tariftir. Bu tarif ise
bir şeyin ve niteliğinin (na‘t) kendisiyle vasıflandığı lafzın delâlet etmesi şeklinde olur. Bu
durumda delâleti lafzî olan lafız, manaya delâlet eder ve bu manaya delâlet ettiği zaman bu
mananın aracılığıyla tasvîri kast edilen manaya delâlet eder.227 Zira zihin ya sadece söz
konusu bu manadan veya bir karineyle birlikte bu manadan asıl tasvîri kast edilen manaya
intikâl eder. 228
İbn Sina, aracı olan bu mananın ya tasavvur edilen ve tarife konu şeye yüklem olabilen
bir mana veya olmayan ancak şeyin tasavvur edilmesi için önce kendisinin tasavvur edilmesi
gerekli bir mana olduğunu belirtir. Zira bu mana tasavvur edildiği zaman hemen neftse onun
lâzımı olan mana temessül eder. Örneğin; ‘oğul’ zikredildiği zaman ‘baba’nın tasavvur
edilmesi gibi. Yine ‘hareketli’ zikredildiği zaman ‘hareket ettirici’nin, ‘her hareketlinin bir
hareket ettiricisi vardır’ önermesini tasdik eden kişi tarafından tasavvur edilmesi
222
223
224
225
226
227
228
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.36. İbn Sina, a.g.e, s.36. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.16. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.29. İbn Sina, a.g.e, s.29. İbn Sina, a.g.e, s.29. İbn Sina, a.g.e, s.29. 108
gibi.229Ancak daha önce de iltizâm
delâleti bağlamında yer verildiği gibi bu iki örnek
arasındaki fark şudur: Birinci örnekte aracı olan mana ‘oğul’, iltizâm ve intikâl yoluyla delalet
ettiği mananın yani ‘baba’nın yüklendiği şeye yüklem olabilir. Baba insana yüklem olduğu
gibi oğul da yüklem olabilir. Fakat diğer örnekte aracı olan mana ‘hareketli’, bu mananın
kendisine iltizâm ve intikâl yoluyla delâlet ettiği ‘hareket ettirici’nin kendisine yüklem olduğu
şeye yüklem olamaz. Bunun için şu örnek verilebilir: ‘Tanrı hareket ettiricidir’ denir ancak
‘Tanrı hareketlidir’ denemez.
Aracı mananın yüklem olmadığı manayla lafzın, tasviri amaçlanan manaya delâleti
şeklinde olan bu tarif çeşidi her ne kadar tarifin kapsamına dahil olsa da ve bu bir yönüyle
tarif konusuna girse de İbn Sina esas itibariyle tarif isminin, yüklemlerle bir şeyin zihinde
temessül etmesinin kast edildiği tarife özgü olduğunu belirtir. Yüklem olmayan bir mananın
arkasından gelen ve zihinde temessül eden mananın, söz konusu bu yüklem olmayan mana
aracılığıyla temessül etmesinin kast edildiği tarif için başka bir ismin bulunduğunu söyler.230
Buradan hareketle İbn Sina, gerçekte tarif isminin kendisine özgü olduğu yüklemlerle
yapılan tarife geçmektedir. İbn Sina bazen tarifin, yüklem şeye özgü (hâss) olduğu zaman
basit (müfred) bir yüklemle yapıldığını söyler. Bazen de tarif, bileşik (mürekkeb) yüklemlerle
yapılır. İki tariften her biri de ya kurcu (mukavvim) yüklemle ya kurcu olmayan (gayr’u
mukavvim) aksine lâzım ve ârız olan yüklemle yapılır.231
Lâzım olmayan ârız yüklemle yapılan tarif ancak belli bir zaman diliminde ve belli bir
tikel şahıs için yapılır. Tümel manaya ise ârızlar eklenmez ancak bilaraz ve tikel şahısları
sebebiyle eklenir.232 Ârız olan yüklemle yapılan tarif belli bir zamanda ve belli bir şahıs için
yapıldığından bilimsel bir tarif değildir ve bilimlerde esas alınmaz. Çünkü, bilimlerin elde
etmek istediği manalar, der İbn Sina, tümel ve tümel mecrasında olup tümel hükmünde olan
manalardır. O halde geriye bilimlere göre yapılan ya kurucu yüklemle ya da kurucu olmayan
fakat lâzım olan yüklemle yapılan basit ve bileşik tarif kalmaktadır.233
Kurucuyla yapılan basit tarif (et-ta‘rifu’l-müfred) bir şeyi faslıyla tarif etmektir.
Çünkü burada cins tarif edilen şeyde müşterek bir cinstir ve onun türüne işaret etmez ve
sadece bununla yani sadece fasılla, her ne kadar bazıları bir şekilde gerçekleştiğini vehmetse
bile, der İbn Sina, hiçbir şekilde ve hiçbir halde türün tam olarak tarifi gerçekleşmez. Çünkü
tarif, tahsîsi gerektirir. İbn Sina, kurucu olmayan ve fakat lâzım olan yüklemle yapılan basit
229
230
231
232
233
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.29. İbn Sina, a.g.e, s.29. İbn Sina, a.g.e, s.29. İbn Sina, a.g.e, s.29. İbn Sina, a.g.e, s.30. 109
tarifin ise bir şeyin hassasıyla yapılan tarif olduğunu belirtir. Çünkü bu tarifte de şeyin
tikellerine işaret etmeyen müşterek bir lâzım olan genel lâzımın (el-lâzım el-âmm) durumu,
türüne işaret etmeyen müşterek cinsin durumu gibidir.234
Kurucu yüklemlerle yapılan bileşik tarif (et-ta‘rifu’l-mürekkeb) ise şartların tamamını
kendinde barındırırsa gerçek tanım (hadd muhakkık) olur. Eğer eşit olur da fakat şartlardan
birisi eksik olursa eksik tanım (hadd hidâc) veya tanımın parçası (cüz’ü hadd) olur.
Dolayısıyla bu anlamda kuruculardan yapılan her eşit bileşik tarif ya tam tanım (hadd tâmm)
ya tanımın parçası (cüz’ü hadd) ya da eksik tanım (hadd hidâc) olmak üzere üç kısımdır.235
Sırf/sadece kurucuyla yapılmayan bileşik tarif ise sahip olması gereken bütün şartları
kendinde barındırıyorsa gerçek betim (resm muhakkık) olur. Eğer şartlardan biri eksik olursa
eksik betim (resm hidâc) olur.236
Kurucular bir şeyin varlığını var kılan/gerçekleştiren (muhakkık) ve o şey için varlığı
açık olan şeylerdir. Çünkü kurucular şeyin mahiyetinin parçalarıdır. Bu nedenle de bir şeyin
mahiyetinin zihne dahil olup da onun parçaları ve kurucularının zihne dahil olmaması
imkansızdır. Mahiyet zihne dahil olduğu zaman onunla birlikte parçaları ve kurcuları da zihne
dahil olur.237 O nedenle İbn Sina, kendisinde kurucuların rast gele zikredildiği ve bir şeyin
tam olarak anlamını vermeyen tanımın yetersiz ve eksik olduğunu belirtir. Herhangi bir şeyin
cinsinden sonra iki faslının olduğunu varsaydığımızda- ki bazen canlının nefis sahibi bir cisim
olduktan sonra iradeyle hareket etme ve duyumsama gibi iki faslının bulunduğu sanılır- bu
fasıllardan biri tek başına getirildiğinde kendisiyle kurucu yüklemi ayırt etmenin kast edildiği
tanım için yeterli olur. Ancak şeyin kendisinin gerçekleşmesi ve gerçekliğinin olduğu gibi
belirlenmesi için yeterli değildir. Ayrıca eğer tanımda amaç kurucu yüklemlerle rast gele ayırt
etmek olsaydı, örneğin ‘insan, bilen ve ölümlü olan bir cisimdir’ sözü tanım olurdu.238
İbn Sina burada zihinde her hâsıl olanın bilfiil ve daima mütemessil olmadığını aksine
kendisine yönelindiği zaman hâsıl olduğunu, dolayısıyla onun durumunun mutlak meçhulün
durumu gibi olmadığını aksine kendisinden yüz çevrilen mahzun gibi olduğunu ve bunun
nasıllığını öğrenmek için Psikoloji’ye (İlmu’n-Nefs) müracaat edilmesi gerektiğini söyler.239
İbn Sina, yukarıda zikrettiği mahiyetin parçalarının mahiyetle birlikte husulüyle bu tarz bir
husule işaret ettiğini belirtir. Hatırlandığı zaman zihin onların mahiyette bulunduğundan
habersiz olmaz. Bu durumda zihin onlarla yani mahiyetin parçalarıyla şeyi tarif ettiği zaman
234
235
236
237
238
239
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.30. İbn Sina, a.g.e, s.30. İbn Sina, a.g.e, s.30. İbn Sina, a.g.e, s.30. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.16. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.30. 110
hatırlamaya çalışır.240 O halde, der İbn Sina, tarif mahiyette mevcut olduğu, genel ve özel tüm
kurucularla mahiyetin bizzât kendisine delâlet ettiği zaman kesinlikle bir şüphe kalmaz ve
kurucularla birlikte, bu kurucuların toplamından oluşan mahiyet zihinde bir bileşim (cümle)
olarak temessül eder.241
İbn Sina, bir şeyin lâzımı olan ve fakat o şeyde varlıkları açık olmayan lâzımların
toplamının betim olamayacağını belirtir. Çünkü betimin şartı tarif yapmaktır, şeyde varlığı
açık olmayan ve şeyin lâzımı olduğu net olmayan lâzımlarla ise bir şey betimlenemez. Çünkü
her ne kadar bunlardan sadece o şeye ait olan bir bileşim meydana gelse de zihin bu
lâzımların bileşiminden şeye intikâl edemez.242 Bu, kendisine yapılacak ilaveyle tam betime
dönüşecek özellikte değilse eksik betim de olamaz. Dolayısıyla şeyde varlığı açık olmayan ve
şeyin lâzımı olup olmadıkları net olmayan bu lâzımların önce şeyin lâzımı olup olmadıkları
araştırılmalıdır. Varlığı açık olmayan bu lâzımlardan, İbn Sina, bileşik bir tarif
yapılabileceğini ancak bunun kişiye göre betim olacağını ve mutlak betim olamayacağını
ekler. Bu betim de iki bilgiyi elde eden kişiye göre betim olabilir. Birincisi; burhânî bir
iktibasla bu lâzımların tanımlanan şeye yüklem olduklarının bilgisi, ikincisi ise; bunların o
şeye özgü olduklarının bilgisi. Ancak kişiye göre olan bu betim, mutlak tarifi iktizâ etmediği
için mutlak betim de olamaz.243
Tüm bunların dışında İbn Sina, temsil ve mukayese yoluyla yapılan tarif üzerinde de
kısaca durmaktadır. İlerde ele alacağımız üzere nasıl ki analojik kıyas gerçekte kıyas olmayıp
kıyasa benzer bir akıl yürütmeyse İbn Sina’ya göre temsil ve mukayese yoluyla yapılan tarif
de gerçekte tarif değil tarife benzerdir. Örneğin; temsil yoluyla ‘canlı’yı ‘canlı at, insan ve kuş
gibidir’ şeklinde ve yine mukayese yoluyla ‘nefsi’ ‘nefis, bedendeki konumu gemi kaptanın
gemide konumu gibi olandır’ şeklinde tarif etmek gibi. İbn Sina, temsil yoluyla yapılan
tarifte hatanın çokça meydana geldiğini hatırlatır. Örneğin; temsil yoluyla yapılan canlının söz
konusu tarifi, canlının iki ayaklı veya çok ayaklı olduğunu ayaklı olmayanın canlı olmadığını
vehmettirebilir. Çünkü böyle bir tarif kapalıdır ve canlının hangi konuda at ve insana
benzediği açıklanmamıştır. İbn Sina, şayet temsil yoluyla yapılan bu tarifte tarif edilenin
hangi konuda benzediğine ilişkin bir açıklama yapılırsa bunun temsil olmaktan çıkıp gerçekte
tarif olabileceğini belirtir. Ancak açıklama yapıldığında bu tarifin gerçekleşmesi temsilden
dolayı değildir.244 Bununla birlikte İbn Sina, temsil yoluyla yapılan tarifin, her ne kadar
240
241
242
243
244
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.30. İbn Sina, a.g.e, s.30, 31. İbn Sina, a.g.e, s.30. İbn Sina, a.g.e, s.30. İbn Sina, a.g.e, s.31. 111
gerçek tarif olmasa da mananın tasavvur edilmesinde değil de mananın tasavvuruna giden
yolu kolaylaştırması, mana ve varlık için mutâbık bir şeyin varlığı konusunda faydalı
olduğunu hatırlatır.245
Temsil ve mukayese yoluyla tarif gerçekte tarif değildir, çünkü tasavvur olunan
mananın varlıkta bir misâlinin olması onun yapısal özelliğinden (şe’n) değildir. Örneğin; her
ne kadar imkan çerçevesinde varlıkları olsa da Geometri kitaplarında yer verilen bir çok
şeklin manaları gibi. Yine ‘boşluk’(halâ), ölçülerdeki ‘sonsuz’ (gayr’u mütenâhî) lafızlarının
ve buna benzer bir çok lafzın mefhumunun varlığının imkansız olması gibi. Çünkü bu
lafızların mefhumları, varlıklarının imkansızlığıyla birlikte tasavvur edilirler. Şayet tasavvur
edilmeselerdi bunlardan varlığı olumsuzlamak imkansız olurdu. Çünkü manası tasavvur
olunmayan şeyden varlığı olumsuzlamak ve ona dair olumlu (isbât) veya olumsuz (nefy)
yargıda bulunmak imkansızdır.246
İbn Sina, şeyde varlığı tam olarak belirgin olmayan lâzımla yapılan tarif üzerinde
durduktan sonra bir diğer yönden lâzım ve eklentilerden yapılan tarifi ele almaktadır. Lâzım
ve eklentilerle yapılan tarifte tarif edilen şeyle bunlar arasında bir nispet söz konusudur.
Çünkü bir şey bazen zâtı itibariyle bazen de ârızı ve lâzımı bakımından dikkate alınır.
Örneğin; şeyin zâtı itibariyle dikkate alınması ‘insan’ gibidir. Ârız ve lâzımından oluşan hali
itibariyle dikkate alınmasının örneği ‘baba’, ‘beyaz’ gibidir. Şeyin hali itibariyle dikkate
alınması da bazen şeyin kendisini aşar bazen de aşmaz. Hali bakımından dikkate alınması
eğer şeyin kendisini aşmazsa bu o şeye özel (hâssiyye/hassa) olur. Dolayısıyla İbn Sina, eğer
bir şey zâtı değil de hali dikkate alınarak tanımlanırsa bunun zâtı dikkate alınarak yapılan
gerçek tanımın dışında bir tarif olduğunu; ya betim ya da şeyin zâtına göre bileşik hassa
kabilinden bir söz olduğunu belirtir. Çünkü zihin şeyin halini tanımlayan tasavvurdan şeyin
zâtının tasavvuruna intikâl ederse bu tarif o şeyin zâtı için betim olur. Eğer şeyin halini
tanımlayan bu sözden şeyin zâtının tasavvuruna intikâl etmezse o takdirde tarif betim değil o
şeyin bileşik hassası olan bir söz olur.247 Örneğin; ‘karşılıklı dört çizginin kendisini
çevrelediği şeydir’ şeklindeki dörtgenin bileşik hassası olan bu sözden zihin dörtgen yüzeyin
tasavvuruna intikâl eder ve o takdirde bu dörtgen için betim olur.248 Eğer bu tarif, kenarları
paralel yüzeyin tarifinde ‘birbirlerini tamamlayan ve iç açıları birbirine denk olan iki
yüzeydir’ gibi bir tarif olursa bunun betim olması gerekmez. Bu ancak söz konusu tarifin
245
246
247
248
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.31. İbn Sina, a.g.e, s.31, 32. İbn Sina, a.g.e, s.32. İbn Sina, a.g.e, s.32. 112
yüzeyde varlığını bilen kişiye göre betim olur.
249
Dolayısıyla betimin, şeyin apaçık olan
özellik ve arazlarıyla yapılması gerekir. Buna göre örneğin üçgen ‘üç açının toplamı, iki dik
açıya eşit olan şekildir’ diye tanımlanırsa bu betim yalnızca Geometrici için yapılmış olur.250
İbn Sina, bir şeyin bir haline göre tanımlanmasının o şey için betim olabileceğini ve
başka bir haline göre tanımlanmasının ise o şeye özgü betim değil bileşik bir hassa
olabileceğini söyler. Çünkü bir şeyin iki hali olup her ikisi de o şeye özgü olabilir. Bunların
birinin diğeriyle birlikte varlığı ya kendiliğinden açıktır ya burhanla bilinir ya da duyunun
doğrulamasıyla bilinir. Dolayısıyla eğer bu iki halden birine göre şey tanımlanırsa zihin bu
hallerden birinden diğer hale göre şeyin kendisine intikâl eder.251 İbn Sina iki duruma göre bir
şeyin tarifinin olmasının imkanını, iki durumdan birine göre yapılan tarifin betim olması
şartına bağlar. Şöyle ki; bu, iki durumun birbirini gerektirmesi açık olduğu ve biri diğerine
sevk kedici (müteettiyen) olarak bilindiği zaman gerçekleşir.252 İbn Sina bunun için insana
ilişkin yapılan şu tarifi vermektedir: “insan gülen dik durandır.” Bu tarif, genel halk kitlesi
için yapılmış bir tariftir. Çünkü insanın zâtı halktan bir çoğunun zihninde gerçek manada
tasavvur edilemediğinden onlar ancak insanı vehimlerinde veya akıllarında duyu yoluyla
temessül etmiş, insana ilişen bir yapı ve duruma (hey’e) göre tasavvur ederler. Dolayısıyla
insanın bir durumuna göre böyle bir tarif yapıldığında halktan bir çoğunun zihni bu tariften,
insanın duyusal bir yapıya göre şöyle şöyle olduğunun kast edildiğine intikâl eder.253
İbn Sina tek başına faslın ve tek başına hassanın, mefhumlarına eklenecek başka bir
itibar olmaksızın gerçek tarifi vermediklerini belirtir. Çünkü örneğin; fasıl olarak ‘düşünen’
denildiği zaman bundan ancak kendisinde düşünmenin bulunduğu şey anlaşılır ve bu mefhum,
tek başına belirsiz herhangi bir şeydir. Fakat kişi eğer tasavvurî olarak değil de tasdikî olarak,
tazammun yoluyla değil iltizâm yoluyla ancak bir şeyin şöyle şöyle olmasının mümkün
olduğunu bilirse bu hariç. Çünkü türün zâtı için fasılla yapılan tarif ya tam tariftir ya da karine
yollu tariftir. Şöyle ki karine yollu tarifte zihin, bir şeyden o şeyin lâzımı olan ve fakat ona
mutâbık olmayan/onunla tam örtüşmeyen ve içleminde bulunmayan başka bir şeye intikâl
eder.254
Fasılla bir şey tarif edilip de fasla bir başka mana eşlik eder ve bu söz tarife
dönüşürse, gerçekte sadece fasılla yapılmış tarif sayılamaz. Aksine fasıl ve fasla ilave
249
250
251
252
253
254
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.33. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.17-18. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.33. 113
edilen/eşlik eden başka şeyle birlikte gerçekleşmiş olur.255 Dolayısıyla tarifin kendisiyle
gerçekleştiği şeyin toplamı dile getirildiği zaman bu basit lafız değil söz olur. Zira İbn Sina,
tarifin kendisiyle gerçekleştiği ibarenin hakkının söz (el-kavl) olduğunu ve buna bağlı olarak
da yüklemlerle yapılan her tarifin zorunlu olarak söz olduğunu belirtir.256 Hassa ile yapılan
tarifte ise hassaya cins veya o şeye özgü cins gibi bir şey eklendiğinde o takdirde mutabakat
yoluyla tarif bilfiil gerçekleşmiş olur. Ya da hassaya bir anlam eşlik eder ve bu anlamla
birlikte şeye mutabakat yoluyla değil de iltizâm yoluyla delâlet ederse o takdirde de nakil ve
iltizâm yoluyla tarif gerçekleşir. İbn Sina, bu iki tarifin dışındaki hassa ile yapılan tarifin ise
‘şeye özgü bileşik hassa olan söz’ olarak ele alınmasının gerektiğini belirtir.257
Tüm bu tarif analizlerine bağlı olarak İbn Sina tarifi ya bir kavramla (ism), ya tanım
olan bir sözle ya da betim olan bir sözle gerçekleşen tarif olmak üzere üç kısımda ele
almaktadır.258
2.2. Kavram Açıklaması (et-Ta‘rif bi’l-İsm), Tanım (Hadd) ve Betim (Resm)
İbn Sina, ‘Tarif’ başlığı altında en geniş manasıyla tarif çeşitlerini ele alıp analiz
ettikten sonra buradan ‘Tanım’(Hadd) başlığı altında tarifi yeniden daha özel olarak ele
almaktadır. İbn Sina, tanım (hadd) diye adlandırılan şeyi ya isme göre ya şeyin zâtına göre
olmak üzere temelde önce iki kısma ayırmaktadır. İsme göre yapılan tanım, kullanan kişi
nezdinde ismin mefhumuna delâlet eden açıklayıcı sözdür (el-kavlu’l-mufassal). Zâta göre
yapılan tanım ise zâtı, mahiyetiyle tarif eden açıklayıcı sözdür (el-kavlu’l-mufassal).259
Kişi bir lafzı telaffuz ettiği zaman bu lafızla kast olunan manayı bir ibareyle
tanımlaması gerekir. Şüphesiz bunda bir tartışma yoktur. Fakat şeyi kastından uzaklaştığı
zaman tartışma söz konusu olur. Kişi gerektiği şekilde manaları telif edip de bunların toplamı
için ‘işte dile getirdiğim lafızdan kastım budur’ der. Manaların gerektiği şekilde telif edildiği
bu toplam ifade, şayet telifte bir hata yapmamışsa telaffuz ettiği lafzın tanımı olur. İbn Sina
bunun lafzın tanımı olabilmesi için telifin kötü olmaması gerektiğiyle birlikte bir şart daha
zikretmektedir. Söz konusu toplam ifadenin lafzın tanımı olabilmesi için, kişi, bu toplam
ifadeye has olan veya olmayan ek bir mana ekleyip de ve bu ek mana daha önce yaptığı lafzın
255
256
257
258
259
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.34. İbn Sina, a.g.e, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.34. İbn Sina, a.g.e, s.34. 114
tanımına ilave bir mana olarak iliştikten sonra bu ilave manayla birlikte ‘evet o odur’ demezse
tanım olur.260
Örneğin; konuşan birisi konuşması esnasında ‘insan’ desin. Ardından ona bununla
neyi kast ettiği sorulduğunda şöyle desin: ‘o dik duran, kırsal, karada yaşayan beşer, iki
ayakları olan canlıdır.’ Burada o kişi için ilk durum, lafzın kullanımına göre insanın tanımını
yapmış olmasıdır. İbn Sina bu şekildeki tariflerin çoğunlukla dilciler tarafında yapıldığını
ifade eder. Fakat İbn Sina’ya göre böyle bir tanım bilimsel (ilmî) kaynaklardan uzaktır.
Bununla birlikte böyle bir tarif yapan kişiyle hiçbir şekilde tartışmaya girilemez. Çünkü canlı
bu niteliklere sahip bir varlıktır ve bu tarif canlının bir itibarına göre yapılmış tariftir,
dolayısıyla bu itibara göre canlı isminin verilmesinde bir sakınca yoktur. Fakat o kişinin bu
kadarıyla telif ettiği manalara ‘gülen’ eklenir ve ardından ‘sen bununla (insan lafzıyla) dik
duran, iki ayaklı karada yaşayan beşer, gülen, canlıyı mı kast ettin?’ diye sorulur da o kişi de
‘evet bunu kast ettim’ derse veya ‘yazan’ eklenir de ‘sen bununla (insan lafzıyla) dik duran,
iki ayaklı karada yaşayan beşer, yazan, canlıyı mı kast ettin?’ diye sorulur ve o kişi de ‘evet
bunu kast ettim’ derse o kişi kötü tanım yapmış demektir. Çünkü ‘gülen’ veya ‘yazan’
ilaveleriyle itibar değişmektedir. Bu ilavelerin yapılmadığı ilk durumdaki tarifle sonradan
bunların da eklendiği ve tarif yapan kişi tarafından evet cevabı alan tarifin itibarı birbirinden
farklıdır.
261
Fakat İbn Sina, eğer kişi böyle demeyip de bir tanım kast etmeksizin ‘ben, bu
eklentilerin ve arızların kendisine iliştiği insanı, bu eklentileri ve ilişenleri bakımından değil
de tam olarak bilmediğim zâtı bakımından kast ettim’ derse o zaman bu İbn Sina’ya göre kötü
tanım diye adlandırılamaz ancak eksik betim olur.262
İbn Sina’nın burada sözünü ettiği isme göre yapılan tarif esasında dile getirilen bir
kavramın anlamsal içeriğini açımlamaktan ibarettir. Bir kez kavram bir tarifle açımlanıp da
tanımı yapıldığı zaman bu açımlayıcı tanıma ilave mana dikkate alınmaz artık. Çünkü kişi o
kavramla ilk durumda yaptığı tanımdaki anlamı kast etmiştir. Fakat, eğer muhatap tarife özgü
olan veya olmayan bir mana ilave edip de ‘yani bu kavramla şunu mu kast ediyorsun?’ diye
sorduğunda kavramı açımlayan kişi ‘evet tam da bunu kast ettim’ derse burada İbn Sina’ya
göre bir tanım yapılmıştır ama kötü bir tanım yapılmış demektir. Ancak kişi, tarifle lafzın
mefhumuna ilk durumdaki delâleti kast etmeyip de, ‘yok aslında ben bütün bu açımlamalarla,
tüm bu eklentilerin ve arazların kendisine iliştiği şeyi ve fakat bu arazları ve eklentileri
bakımından değil de henüz bilmediğim zâtı bakımından kast ettim’ derse bu artık bir
260
261
262
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.34. İbn Sina, a.g.e, s.34, 35. İbn Sina, a.g.e, s.35. 115
kavramın ya da bir terimin anlamsal içeriğini açımlayan bir tanım olmaz, bir betimleme ve
fakat eksik bir betimleme olur. Çünkü İbn Sina’ya göre isme yani kavrama göre yapılan tarif,
bir betimleme değil kavramın doğrudan anlamsal içeriğini (mefhûm) ortaya koyma kastıyla
yapılır ve bu da kavramın açılımının kavramın mefhumuna ilk duruma göre delâletidir.
Dolayısıyla
eğer
lafzın
manası
olarak
kullanılan
şey
doğru
sürülmez/zikredilmezse kesinlikle anlatılmak istenene mutâbık olmaz.
bir
şekilde
ileri
263
İbn Sina, ardından tanımın ikinci kısmı olan bir şeyin zâtına göre yapılan tarifi analiz
etmektedir. Bu da iki şekilde olur: Ya tarif bir şeyin mutlak zâtına göre ya da bir halde olması
üzere zâtına göre yapılır. Bunların ilkinde şeylerin türlerinden bir türü-bu tür ister üstünde
cinsi olan bir tür olsun, ister altında ârız olan şeye/şeylere kıyasla kendindeki tümelliğine göre
bir tür olsun, isterse tür olmayan ve fakat türün mahiyetine delâlet eden tümel bir anlam
olsun- bilfiil ilk kurucuyu elde etmek gerekir ki tarif edilen şeyin ilk olarak oluşumundan
sonra gelen lâzımlar ve eklentilerinden ayrı ve tek başına kendinde düşünülen (melhûz)
mahiyet tasavvur edilmiş (musavver) olsun.264 İkincisinde ise; zât, zâtın hali ve bu halden
dolayı bu zâtta bulunan mahiyet diğer haller ve lâzımlardan ayrı ve tek başına kendinde
düşünülendir (melhûz). Tanımladığımızın şeyin dışındaki diğer lâzımlardan ve tâbilerden bir
söz telif edildiğinde ise İbn Sina, bunun bazen herhangi bir betim olabileceğini asla tanım
olamayacağını belirtir.265
İbn Sina, bir şeyin zâtına göre yapılan tarif için şu örneği vermektedir: Birisi insanı
varlığına göre tanımlamak isterse insan isminin üzerine kullanıldığı şeyin, kendisiyle oluştuğu
ilk şeye işaret etmesi gerekir. İlk oluşturan/kurucu ise ancak o şeyin yakın cinsi ve faslıdır. Bu
bakımdan o şeyi zâtına göre tanımlarken cinsini ve faslını getirmek zorunludur. Bunlar
getirildiği zaman mahiyet tamam olur. Eğer yakın cinsin altında birden fazla fasıl varsa ve
fasıllardan biri daha genel bir şeyi diğeri de daha özel bir şeyi oluşturmuyorsa her iki faslın da
zikredilmesi gerekir. Zira o şeyin zâtı bunların tamamının toplamından ibarettir.266 Zâtının
parçalarından bir şeye veya kurucularından bir şeye delâlet etmediği zaman kendisine delâlet
edilen, zâtının hallerinin toplamı olur. Dolayısıyla tanım bu şekilde olmadığında yani yakın
cins ve fasılla/fasıllarla yapılmadığında aksine örneğin insanın tanımında ‘o gülen canlıdır’
dendiğinde bu insanın zâtına delâlet etmez, aksine insanın zâtı oluştuktan (takavvüm) sonra
263
264
265
266
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.43. İbn Sina, a.g.e, s.35. İbn Sina, a.g.e, s.35. İbn Sina, a.g.e, s.35. 116
gelen şeyleri zikredilmiş olur ve bu da insanın zâtına değil bir itibara göre insana delâlet
eder.267
İbn Sina tanımlanan şeyleri basit ve bileşik olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.
Bileşik ya cins ve fasıldan oluşan tabiî bileşiktir veya daha önce yerinde zikrettiğimiz iki
terkip şeklinden biri üzere bileşiktir. Bu da bir manayla başka bir mananın bileşmesi ve
bunların bir araya gelip tek bir yüklem olması sonra bunların toplamının bunlardan birisiyle
faydası az bir vaz’î bileşimle bileşmesidir.268 İbn Sina basit olan şeyin cins ve faslıyla talep
edilmediğini belirtir. Basit şeyde gerçek cins ve fasıl talep edilmez ve onun tarifi İbn Sina
açısından, her ne kadar bazıları bunun tanım olduğunu zannetse de, gerçek tanım diye
isimlendirilen tanım değildir. Basit şeylerin tarifi genel lâzımların ve hassaların, tıpkı faslın
cinse eklenmesi gibi bir kısmının diğer kısmına eklenmesiyle yapılır. Çünkü daha önce de
üzerinde durulduğu üzere basitlerin tanımı yoktur onların ancak lâzım ve hassalarıyla betimi
yapılabilir. 269
Betim şeyin araz ve özellikleriyle yapılır. Bir şey kendisine ait bütün araz ve
özelliklerinin toplamından oluşan bir sözle betimlendiği takdirde o şeyin betimi yapılmış olur.
Betimlerin en uygunu, şeyin zâtını kayıt altına almak üzere öncelikle içine cins konulmuş
olandır. Bunun örneği insan için ‘o iki ayağı üzerinde yürüyen, geniş tırnaklı, doğal olarak
gülen canlıdır’; üçgen için ‘o, üç açısı bulunan bir şekildir’ şeklinde yapılan betimdir.270
Lâzımlarla ve hassalarla bir şeyin tarifi yapılmak istendiği zaman bu lâzımların ve
hassaların ya mutlak olarak ya da onu konuşan kimseye göre varlığı açık ve sabit olması
gerekir. Çünkü tıpkı kanıt getirmenin (ihticâc) bir kısmının mutlak bir kısmının muhataba
göre olması gibi tarifin de bir kısmı mutlak bir kısmı ise muhataba göredir. Meçhul olan bir
şeyle tarif yapılamayacağından lâzım veya hassa meçhul olduğu zaman tarif yapılamaz. Bir
şeyden daha genel olan meçhul lâzımın örneği, üçgen için taban ve yüksekliğin eşitliği
gibidir. Meçhul hassanın örneği, iç açılar toplamının iki dik açıya eşit olması gibidir. Çünkü
bunlar meçhul oldukları zaman üçgene delâlet etmezler. Fakat bu tarif üçgen lafzının gerçek
tarifini bilen için daha detaylı olarak üçgen lafzının manasını ve mefhumunu daha detaylı
olarak anlatmak niyetiyle yapılırsa, İbn Sina bu tarifin kişiye göre tarif olduğunu belirtir. Aksi
halde kendisiyle tarif yapılanın varlığı açık ve tarif edilen şey için manasının sabit olması
gerekir.271
267
268
269
270
271
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.35, 36. İbn Sina, a.g.e, s.36. İbn Sina, a.g.e, s.36. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.17-18.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.69. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn,s.36, 37. 117
Lâzım ve hassalarla yapılan bir tarifle iki durumdan biri gerçekleşir: Bu tarifin
manasının tasavvurundan zihin, bu lâzım ve hassanın kendisinde bulunduğu şeyin zâtını
tasavvur etmeye intikâl eder ve böylece zâtın anlaşılmasına (tefhîm) nakil gerçekleşir. İbn
Sina, bunun gerçek tanım olmayıp gerçekte tanım yerine geçen bir tarif olduğunu belirtir. Bu
tarif, şeyin hallerinden bir halin aracılığıyla şeyin zâtının anlamına delâlet olur.272 Zâta
delâlette şeyin kurucuları için vazedilmiş lafızların aracılığıyla yetinmemek gerekir İbn
Sina’ya göre. Çünkü bu ikisi arasında yani kurucularla yapılan tarifle, her ne kadar gerçek ve
tam tanım olmasa da şeyin halleriyle (lâzım ve hassa) yapılan tarif arasında zihnin şeyin
hakikatine ulaşması konusunda bir fark yoktur. Şeyin halleriyle yapılan tarif, tarifin iki
kısmından biri olup lâzımelerin ve hassaların şey için varlığı ve sübûtu mutlak olarak açık
olduğu dolayısıyla bunların, şeyde varlıklarını açıklayacak bir aracıya ihtiyaç duymadıkları
takdirde gerçekleşir.273
Etki ve edilgi sûret ve kuvveler için, bu kuvve ve sûretlerin zâtlarının kendilerinden
meydana geldiği ve kendileriyle tamamlandığı etki ve etkilenimlerin yer aldığı bir tarif edici
(muarrif) söz getirildiği zaman bu gerçek söz ya söz konusu sûret ve kuvveler için tanım
(hadd) olur ya da olmaz. Çünkü bu kuvve ve sûretlerin kendilerinde iki itibar vardır. Birincisi;
bunların kendinde ve zâtlarına göre itibardır ki buna göre onlar, kendinde ve zâtlarıyla tözler
ve nitelikler olurlar. İkincisi ise; kendilerine lâzım gelen şey bakımından itibardır.274 Bunların
(kuvve ve sûretler) zâtlarının başkasına kıyasla muzâf olması ve mahiyetlerinin makul olması
imkansızdır. Çünkü bunlar ya izâfet bakımından bizzât izafetin kendisi olur ve başkasına
kıyasla mahiyeti makul olan şeyin bizzât kendisi olur veya bunlar için basit bir varlık söz
konusu olur ki onun başkasına kıyasla mahiyeti makul olması lâzım gelir. Veya kendinde
makul olan bir tabiat ve bu tabiata eşlik eden bir izâfetin bir araya gelmesi bakımından onlar
üzerine bir isim vaki olur ki bu durumda bir araya gelen makul tabiat ve izâfetin toplamıyla
matlup ismin sözle şerhi kast edilir.275
Şayet sûret ve kuvvelerin varlığı yoksa ve ancak bir şekilde başkasına kıyasla makul
iseler İbn Sina, bunları tözler ve nitelikler olarak tarif etmenin gerekmediğini söyler. Ancak
İbn Sina’ya göre bunların kendilere özgü bir çeşit varlıklarının olduğunu da varsaymak
durumundayız. Zira fiil/etki soyut bir izafetten ortaya çıkmaz/sadır olmaz aksine kendisi için
izâfetin bulunduğu bir zâttan sadır olur. Edilgi de aynı şekildedir. 276
272
273
274
275
276
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.37. İbn Sina, a.g.e, s.37. İbn Sina, a.g.e, s.38. İbn Sina, a.g.e, s.38. İbn Sina, a.g.e, s.38. 118
Geriye ya kuvve ve sûretlerin özel varlığı olan zât olmaları –ki izâfet bunlara lâzım
gelir- ya da kendilerinde iki şekilde terkibin bulunduğu zât olmaları kalmaktadır. Eğer özel
varlıkları olan zâtlar iseler, ya zât tefsîr edici bir sözle kast edilir ki bu durumda onun izâfetten
olan lâzımla yapılan tarifi betim olur veya bu lâzımın zâtı olması kast edilir ki bu da bu
maksuda kıyasla tanım (hadd) olur.277 Kuvve ve sûretlerin çoğuna izâfetten kendilerine lâzım
gelen şey bakımından isim verilir. Örneğin hafif, ağır denilmesi gibi. Kuvve ve sûretler
zikredildiği şekilde bileşik olur da parçalarından sadece izâfî olanla yetinilirse bu, onları tam
tarifi edici bir tarif olmaz. Çünkü fasıllar ve hassalarla yetinerek/fasıllar ve hassaları eksik
bırakmakla/eksik zikretmekle tanımlama (tahdîd) gerçekleşmez. Hatta tarif ve betimleme bile
gerçekleşmez.278
Tam ve eksik betimin delâleti eğer basitler ve bileşikler için müşterek olursa bileşikler
onlara (kuvve ve sûretlere) her iki betimle de delâlet eder. Lüzûmun mefhuma uzaklığı ve
yakınlığına göre iki betimden en üstünü tam olandır, en düşüğü ise eksik olandır. Çünkü
insanın betiminde ‘temyiz edici’nin kullanımı ‘şaşıran’ın kullanımı gibi değildir; ‘şaşıran’ın
kullanımı ise ‘gülen’in kullanımı gibi değildir.279
İbn Sina ‘yokluklar’ın da izâfî olan şeyler kabilinden olduğunu, bunların gerçekte basit
şeyler olmadığını ve ancak bir şeye kıyasla tasavvur olunduklarını belirtir, dolayısıyla
bunların betimi ancak izâfî oldukları şeye göre yapılır. Örneğin; körlük, karanlık, acziyyet,
sükûn, vb gibi yokluklar, bir şeye kıyas ve nispetle ancak tasavvur olunurlar. Çünkü körlük
ancak görmeye özgü olan nispetten dolayı söz konusu edilir ve ancak terkiple akledilir. Bu
terkip yokluğun, mukabili olan melekeyle girdiği terkiptir. ‘Görmeye göre körlük’, ‘harekete
göre sükûn’, ‘aydınlığa göre karanlık’ gibi. Fakat yoklukların mukabilleri kendinde
makuldürler.280
İbn Sina basit olan şeylerin tarifi üzerinde durduktan sonra manalarında terkip olan
tanımlananları ele almaktadır. Bunlar, hakikatleri cinslerinin ve fasıllarının hakikatlerinden
bileşen tanımlananlardır. Bunlar ancak zâtlarına delâlet eden sözle tanımlanırlar. Zâtının
kurucuları bulunan herhangi bir şeyin zâtına delâlet, bu kurucuların bütününü zikretme
şartıyla kurucuları üzerine delâlet yoluyla olur. Çünkü kurucuların biri dışarıda kaldığında ve
zâtîlerle onun temyizi gerçekleştiğinde bu tarif, zâtın hakikati için gerçekleşmemiş demektir.
Çünkü zâtın hakikati kendisiyle oluştuğu şeylerin toplamı ve tamamından ibarettir.
Dolayısıyla kurucuların sadece bir kısmı zikredildiği ve getirildiğinde zâtın sadece bir kısmı
277
278
279
280
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.38. İbn Sina, a.g.e, s.38. İbn Sina, a.g.e, s.39. İbn Sina, a.g.e, s.40. 119
veya zâtının manalarının sadece bir kısmı zikredilmiş demektir. Ki bu da şeyin zâtı sayılmaz,
ancak karineyle zâtı kabul edilir ve dolayısıyla zâtın hakikatine delâlet ettiği zaman zihnin
eksik olandan tam olana, bir şeyden onun dışındaki lâzımına intikâl etmesi yoluyla delâlet
eder ve lafzın mananın bizâtîhi kendisine delâleti anlamında mutabakat yoluyla delâlet
etmez.281
İb Sina İşârât’ta gerçek tanımı ‘şeyin mahiyetine delâlet eden söz’ diye
betimlemektedir. Şeyin mahiyetini ortaya koyan bu söz, o şeyin bütün kurucularını kapsayan
bir sözdür. Şeyin bütün kurucularını kapsamak suretiyle şeyin mahiyetini ortaya koyan bu
söz, haliyle şeyin cinsinin ve faslının bileşiminden meydana gelir. Çünkü tanımlanan şeyin
ortak kurucuları o şeyin cinsi, özel kurucusu ise faslıdır. Zira bileşiğin ortak ve özel olan
şeyleri bir araya gelmedikçe şeyin bileşik gerçekliği tamamlanmaz. Gerçekliğinde bileşim
bulunmayan şey bir sözle gösterilmez. Dolayısıyla tanımlanan (mahdûd) her şey anlam
bakımından bileşiktir.282 Tanımda zikredilmeye gerek duyulan şeyler kurucu yüklemlerdir.
Tanım yapmanın bütün kurucu yüklemleri kendi sıralarına göre içine almaktan ibaret tek bir
yolu olabilir, İbn Sina’ya göre bunu kısaltmak ve uzâtmak da imkansızdır. Tanım şeyin
anlamını tam olarak verecek tarzda yapılmalıdır. Bu yüzden İbn Sina tanımda ortak
kurucuların tamamına içlem yoluyla delâlet eden ortak bir kurucunun ele alınması gerektiğini
söyler. Bu yakın cins’tir. Yakın cins içlem yoluyla bütün ortak kurucuların tek tek
sayılmasına gerek bırakmaksızın ortak kurucu yüklemlerin tamamını kuşatan ve onlara delâlet
eden ortak kurucudur. Ardında da şeyin özel kurucuları olan fasılların zikredilmesiyle işlem
tamam olur ve şeyin gerçek tanımı elde edilmiş olur. Şayet fasıllar birden çok olursa bunları
kısaltmak veya atmak iyi olmaz.283 Örneğin; ‘canlı’ tanımlanırken önce yakın cinsi olan ‘nefis
sahibi cisim’ getirilir ardından bunun iki faslı olan ‘duyumsayan’ ve ‘iradeyle hareket eden’
getirilir ve ‘canlı, duyumsayan ve iradeyle hareket eden nefis sahibi cisimdir’ denir, böylece
canlı tanımlanmış olur.284 Tanımın şeyin mahiyetine delâlet eden olması ve mefhumuna
mutâbık olması gerekir.285 Lafzın mefhumuna mutâbık olan terk edilip de lafzın mefhumuna
ait lâzım ve eklentilerinden şeyin hakikatine delâlet kast edilirse burada şeyin hakikatine tam
olarak delâlet gerçekleşmez, tanım eksik bırakılmış ve şeyi lâzımlarıyla tarif etmeye doğru
sapılmış olur.286
281
282
283
284
285
286
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.40. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.16. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.17.;İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.68. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.68. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.41.;İşâretler ve Tenbihler, s.16 İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.41. 120
İbn Sina’ya göre tanım yapmadaki amaç bir şeyin derinliğini olduğu gibi kavramak
olduğundan bunun ardından ayırt etme (temyîz) gelir.287 Tanımdan maksat bir şeyin zâtının
tasavvuru olması gerekir. Temyiz ise bu tasavvura tâbidir. Maksadı temyiz olan kişi ise o şeyi
sadece betimiyle elde eder. Bazen de onu eksik tanımla elde eder. Tarif söz konusu olduğunda
asıl ortaya konması ve bilim için elde edilmesi gereken tarif, temyiz yani betim değil tam ve
gerçek tanımı olan şeyin tam ve üstün/yetkin tanımıdır.288 Cinslerden ve fasıllardan alınan
tanımla kendilerine delâlet edilen şeyler, bu tarz terkibin yani cins ve fasıllardan oluşan
terkibin kendilerinde bulunduğu şeylerdir. Basit şeyler ise bu tarz terkibin dışındadır. Çünkü
onların bu tarz bir tanımı yoktur. Onların basit bir ismi veya zihni kendilerinin basitliği üzere
tasavvuruna intikâl ettiren betimi vardır. Cins ve fasıllardan oluşmayan bileşiklere gelince ya
onlar için, kuruculardan birinin zikredildiği ve ismin bizzât anlamının kendisini açıklayan söz
(kavl şârih) vardır. Ya da onların hiçbir şekilde cins ve fasıllardan bileşik tanımları yoktur,
çünkü onların terkibi cinslerden ve fasıllardan meydana gelmez.289
Her tanım ve betim bir çeşit bilinmeyen için yapılır. Dolayısıyla tanım ve betimin,
tanımı yapılan şeyden daha iyi bilinenle yapılması gerekir. Çünkü bilinmemekte aynı
konumda olanla bir şey tarif edilemez. İbn Sina bu anlamda birbirine göreceli olan iki şeyin
tarifiyle ilgili olarak ‘iki muzâftan biri diğerini tarif eder’ görüşüne katılmaz. Çünkü İbn
Sina’ya göre bir şeyle tarif olunanla bir şeyle birlikte tarif olunan arasında fark vardır.
Kendisiyle bir şeyin tarif olunduğu şey, tarif olunan şeyden bilgi bakımından önce gelir. Şeyle
birlikte tarif olunan ise bilgi bakımından o şeyden önce gelmez. İki muzâftan biri diğerini tarif
etmez, diğeriyle birlikte tarif olunur. Zira her ikisine ilişkin bilgi aynı ölçüdedir ve biri
diğerinden bilgi bakımından önce gelmez ki biri diğerini tarif etsin. İki muzâfla, İbn Sina her
birinin diğerine kıyasla akledildiği birbirine göreceli olan iki şeyi kast etmektedir. Örneğin;
oğul, babaya kıyasla akledilir, baba da oğula kıyasla akledilir. Bu anlamda babanın ‘o oğlu
olan canlıdır’ diye tanımlanması doğru değildir. Çünkü burada göreceli olan iki şeyden biri
diğeriyle tanımlanmıştır. Aksine babanın şöyle tanımlanması gerekir: ‘Sperminden veya
kendisi sebebiyle kendisine tür ve cinste ortak olan canlının meydana geldiği canlıdır’.290
Gerçek tanımlar varlığın şartları ve kurucularından değil ancak mahiyetin şartlarından
ve kurucularından yapılır. Bu yüzden İbn Sina, Bârî Teâlâ’nın şeylerin varlığı (nın izahı için)
için faydalı olduğu halde bir şeyin tanımına dahil olmadığını belirtir. Çünkü varlık
287
288
289
290
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.17. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.40. İbn Sina, a.g.e, s.40, 41. İbn Sina, a.g.e, s.42, 43. 121
bakımından bir şeyle ilişkili olan mefhum bakımından bir şeyle ilişkili olandan başkadır.291
Tanımda ancak/sadece mefhum talep edilir dolayısıyla da tanımda tanımlanan bir şeyin
zâtının mefhumu talep edilir. Basit şeylerin ise tanımları yoktur. Onların ancak betimleri
vardır. Betimler ise varlıkta ister tâbi ister matbû olsunlar, mahiyete dahil olmayan
lâzımlardan meydana gelir.292 Basitleri lâzımlarıyla ve varlık bakımından kendilerini
oluşturucularıyla tarif etmek istediğimiz zaman İbn Sina’ya göre onları, arazları ve sûretleri
belirginleşmiş (müteayyin) maddeleriyle tarif etmemiz daha uygundur. Lüzûm açık olup
varlığın kurucu nedenlerinden olmadığında ona iltifat edilmez. Lüzûmun, şeyi temyiz edici
konumuyla şeye delâleti açık olduğunda onu zorunlu olarak (basît) arazlar ve sûretlerin bir
çoğunun mefhumunun açıklamasında/şerhinde kullanma ihtiyacı duyarız. Çünkü biz basitleri
varlıklarını oluşturanla ve diğer lâzımlarla tarif etmeye mecburuz. Basitleri lâzımlarıyla tarif
ederiz ancak bu tarif, gerçekte tanım diye isimlendirilemez, bunlar birer betimdir. Bununla
birlikte betimlerin bir kısmı diğerlerine göre tanıma daha yakın olup tanımla daha çok
ilişkilidir.293
2.3.
Tanım Yaparken Düşülen Hatalar
İbn Sina tanımlarda mecâz, müsteâr ve yabancı garip lafızların kullanılmaması
gerektiğini özellikle belirtir. İbn Sina’ya göre bu türden lafızların tanımlarda kullanılması son
derece çirkindir. O yüzden tanımlarda alışılmış yerleşik lafızların kullanılması gerekir. Şayet
anlam için yerleşik alışılmış bir lafız yoksa türetme yoluyla bir lafzın türetilmesi ve bununla
murat edilen mananın gösterilip tanımda kullanılması gerekir.294
Tanım yapmada düşülen hatalardan biri de bilinip bilinmemede tanımlananın
kendisiyle eşit olan veya kendisi gibi olan bir lafızla tanım yapmaktır. Örneğin; ‘çift sayı, tek
olmayan sayıdır’ şeklinde bir tanım yapmak gibi. Oysa bu tanım gerçekte çifti tanımlamaz,
çünkü yine kendisi gibi olanla yani ‘tek sayı olmayan’la tanımlanmıştır. İbn Sina bazen de
tanım yapanların tanımlananla eşit derecede bilinen veya bilinmeyenle değil, tanımlanandan
daha kapalı olanla tanım yapma hatasına düştüklerini veya düşebileceklerini söyler. Örneğin
ateşi ‘ateş nefse benzer bir unsurdur’ diye tanımlamaları gibi. Oysa tanımlayıcı nefs lafzı,
tanımlanan ateş lafzından daha kapalıdır. İbn Sina tanım yapmada düşülen hatalardan bir
diğerinin bir şeyi kendisiyle tanımlamak, yani tanımda totoloji yapmak olduğunu belirtir.
291
292
293
294
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn, s.44, 45. İbn Sina, a.g.e, s.45. İbn Sina, a.g.e, s.45, 46. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.18. 122
Örneğin hareketi ‘hareket, yer değiştirmedir’ şeklinde veya insanı ‘insan, beşerî canlıdır’
şeklinde tanımlamak gibi.295
Bir başka tanım hatası bir şeyi, açık veya gizli olarak ancak kendisi ile bilinebilen
şeyle tanımlamaktır. Daha net bir ifadeyle; tanımlanan şeyi yine bu tanımlanan şeyle bilinen
bir şeyle tanımlamaktır. Açık olarak bilinen şeyle yapılan tanımın örneği şudur: ‘Nitelik,
kendisiyle benzerlik (müşâbehet) ve tersinin gerçekleştiği şeydir.’ Oysa benzerlik, nicelik, tür
vb.leri yönünden değil yalnızca nitelikteki uyum bakımından geometrik ve aritmetik eşitlikten
farklıdır. Çünkü niteliği tanımlayan benzerliğin tanımı ancak ‘nitelikte uyumdur’ şeklindedir.
Dolayısıyla burada ‘niteliği’ tanımlayan ‘benzerlik’, yine tanımladığı ‘niteliğin’ kendisiyle
bilinmektedir. Gizli olarak yine tanımlanan şeyle bilinen şeyle tanımlamanın örneği ise şudur:
‘iki, ilk çift sayıdır.’ Bu tanım analiz edildiğinde tanımlayan şeyin aslında yine tanımlananla
tanımlandığı ve tanımlananda son bulduğu görülür. Şöyle ki; ‘ilk çift sayı (iki), iki eşit kısma
bölünen sayı’ şeklinde tanımlanır. Ardından ‘iki eşit, her biri diğeriyle örtüşen iki şey’ diye
tanımlanır. Ardından da ‘iki şey ikidir’ diye tanımlandığında tanımlanan, ‘iki’de son
bulmaktadır.296
İbn Sina bazı bileşik ve göreceli şeylerin tanımında tekrarın zorunlu olduğunu ve
gerekli olduğunu belirtir. Ancak eğer bu tekrar bir zorunluluk olmadan gereksiz yere yapılırsa
tanımda yine hataya düşülmüş demektir. Örneğin şöyle bir tanım yapmak gibi: ‘sayı, birlerin
toplamından oluşan bir çokluktur.’ Oysa zaten birlerin toplamı çokluğun ta kendisidir. Yine
‘insan, düşünen cismânî bir canlıdır’ şeklinde insanı tanımlamak gibi. Oysa burada da cisim
zaten canlının tanımında içkindir ayrıca cisim demeye gerek yoktur.297
Bir şeyi, ancak kendisi aracılığıyla bilinen şeyle tanımlamanın bütün bu örnekleri de
aslında doğrudan olmasa da birer totoloji örneğidir. İbn Sina bunu açıkça şöyle ifade
etmektedir: “Bir şeyi, yalnızca o şeyle bilinen şeyle tanımlayanlar tanımda tanımlananı
tekrarlayan hükmündedir.”298
İbn Sina tanımdaki hatalardan birisinin de, tanımın tanımlanandan daha iyi bilinmesi
gerektiği bağlamında daha önce de üzerinde durulan
birbirine göreceli şeyler hakkında
yapıldığına işaret eder. Birbirine göreceli olan iki şeyden biri diğeriyle bilindiğinden dolayı
bazı insanlar buradan hareketle her birinin diğeriyle bilinmesinin zorunlu olduğu zannına
kapılmışlardır. İbn Sina, oysa göreceli şeylerden birinin diğeriyle bilinmesinin bu anlama
gelmediğini belirtir. İbn Sina bu hatanın, bir şeyin ancak bir şeyle bilinmesi ile bir şeyin
295
296
297
298
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.18.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.69, 70. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.18, 19. İbn Sina, a.g.e, s.19. İbn Sina, a.g.e, s.19. 123
ancak bir şeyin nedeniyle bilinmesi arasındaki farkın görülememiş olmasından ve buna bağlı
olarak bu iki şeyden her birinin diğerinin tanımına katılmasından kaynaklandığını belirtir. İbn
Sina, bir şeyle beraber bir şeyle bilinen şeyin, kuşkusuz beraberindeki şeyin bilinmemesi ile
bilinmez olduğunu bilinmesiyle de bilinir olduğunu teslim eder. Ancak İbn Sina burada biri
diğerinin nedeni olan iki göreceli ile ilişkili olarak son derece önemli ince bir noktaya vurgu
yapar: Eğer iki göreceliden biri diğerinin nedeni ise bir şeyin kendisi nedeniyle bilindiği
şeyin, şeyle birlikte değil şeyden önce bilinmesi zorunludur. Örneğin; iki göreceli olan baba
ve oğlun ne olduğunu bilmeyen kişiye ‘baba nedir?’ diye sorulması ve ardından ‘baba oğlu
olandır’ diye cevap verilmesi ve kendisine sorulan kişinin ‘eğer oğlu bilseydim babayı bilme
isteğine gerek duymazdım, zira baba ve oğlu beraber bilinir’ demesi gibi. İbn Sina, bunun
tanımdaki saçma durumlardan biri olduğunu söyler. Dolayısıyla ‘baba nedir?’ sorusuna,
‘baba’nın neden olmak suretiyle görecelisi olduğu şeyle yani oğulla değil direkt neden olan
babanın tanımının yapılmasıyla ancak doğru cevap verilir ve örneğin ‘baba, böyle (baba)
olması bakımından sperminden kendi türündeki başka birinin doğduğu canlıdır’ denir. Bu
tanımın hiçbir parçasında çocukla/oğulla tanımlanan bir şey bulunmadığı gibi çocuğa bir
göndermede yoktur.299 Aynı şekilde birbirine mütekâbil olanlarda da birinin diğeriyle
tanımlanması doğru değildir. Çünkü bunlardan biri diğerinden daha iyi bilinir değildir.
Örneğin; ‘siyah’ı, ‘beyaza zıt olan renktir’ şeklinde tanımlamak gibi. Çünkü beyaz siyah’tan
daha iyi bilinir değildir ki siyah, beyazla tanımlansın.300
Buraya kadar İbn Sina’nın, Bilimsel Kanıtlama Teorisi’nin birinci kurucu ayağı olan
‘Tasavvurât’ analizine yer verdik. İbn Sina, ‘tasavvura yönelik bileşimi (terkip) ele aldıktan
sonra tasdike yönelik bileşime (terkip) geçelim’301 diyerek buradan Bilimsel Kanıtlama
Teorisi’nin ikinci kurucu ayağı olan ‘Tasdîkât’ın analizine geçmektedir.
299
300
301
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.19-20. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.70.; tanımdaki hatalar için ayrıca bkz. İbn Sina, en-Necât, s.87, 88. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.20. 124
B. TASDÎKÂT
1. Kıyasın Öncülleri (Önermeler/Kazâyâ)
İbn Sina Kitâbu’l-Kıyas’ta basit lafızlar, bunların bileşimiyle elde edilen ihbârî olan ve
olmayan bileşimler, önermeler, vs. gibi konuların, ilk ve doğrudan elde edilmesi amaçlanan
kıyasların bilgisine kıyaslar içinde de özellikle burhânî kıyasın bilgisine hazırlayıcı bilgiler
olduğunu belirtir. Kıyaslardan diyalektik ve sofistik kıyasları bilmenin yararı, neyin
burhânî/bilimsel olmadığını bilmek ve burhânî bilimin dışına çıkma tehlikesiyle yüz yüze
bırakacak bilim dışı sofistik akıl yürütmelerden sakınmaktır. Bununla birlikte diyalektik
kıyasları bilmenin, burhanî bilime ulaşma ve bu yönde alıştırma yapma yönünde başka bir
yararı da söz konusudur. Retorik ve poetik kıyasları bilmenin yararı ise toplumsal ve kamu
düzeni açısındandır.302 İbn Sina genel olarak kıyas bilgisinin söz konusu özel kıyasların
bilgisinden önce geldiğini belirtir. Çünkü genel ve mutlak olarak kıyası bilmeyenin özel
kıyası bilmesi imkansızdır. Kıyasların maddeleri bakımından ayrı ayrı ele alınıp incelenmesi
ise bundan sonra gelir. Dolayısıyla sûreti bakımından kıyasın bilgisi maddesi bakımından
kıyasın bilgisinden önce gelmek durumundadır.303
Genel olarak kıyası bilmenin asıl maksadı burhânî kıyasa yöneliktir. Bu yönüyle İbn
Sina el-Burhân’da, genel olarak mutlak kıyasın, burhanî kıyasa nispeti var kılan şeyin nispeti
gibidir, der. Mutlak kıyas, burhânî kıyası inşa etmek ve var kılmak içindir. Dolayısıyla
kurulanı (burhân) bilmeden önce onu kuran ve inşa edeni (mutlak kıyas) bilmek, böylece daha
genelden başlamak ve derece derece daha özele inmek gerekir. Yine mutlak kıyasın
bilgisinden sonra gelen özel kıyaslardan Retorik ve Potika’ya gelince bunlar bilimselkuramsal (nazarî) bilgi vermekten uzaktırlar. Çünkü bunların konusu tikeldir. Safsata’nın ise
kendinde asla bir yararı yoktur. Safsatanın gerek içerik bakımından gerek sûret bakımından
burhânî/bilmisel bilgiyle hiçbir bir ortaklığı yoktur.304 En üstün gaye (el-ğarazu’l-afdal) doğru
(hakk) ve kesin (yakîn) bilgi elde etmektir. Bu bilgiyi bize verecek olan ise ne Diyalektik, ne
Retorik, ne Poetika ve ne de Safsata sanatı değil Burhan Sanatı’dır. Çalışmamızın birinci
bölümünde de değindiğimiz gibi İbn Sina bireysel yetkinliği (el-kemâlâtu’l-hâssiyye)
burhan’da görmektedir. Diğer sanatların verdiği yetkinlik ise toplumsal plandadır (elkemâlu’l-müşterek). Çünkü bu sanatları öğrenmekteki amaç faydasız, gerçek ve kesin bilgiye
aykırı olan bilgiden sakınmak (Safsata), gerçek ve doğru bilgiyi kabule yanaşmayıp inatçılık
302
303
304
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin) İbn Sina, a.g.e.;bkz.İlhan Kutluer, İslam’ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, s.162-163. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.6. 125
yapan kimseye karşı kendini eğitmek ve onunla mücadele etmek (Cedel/Diyalektik), halkın
zannettiği ve tahayyül ettiği şeyleri kullanarak onları yararlı şeylere yönlendirmede onlarla
iletişim kurabilmek (Retorik ve Poetika) amacıyla öğrenilir. Zira halkın çoğunluğu tasdikten
ziyade tahayyüle daha yakındır. Dolayısıyla bu sanatların kişiye yararı, toplumsal (medenî)
konularda yararlı olanı bilip ona yönelmek ve yöneltmek, zararlı/kötü olanı bilip sakınmak
yönünde bireyin toplumsal yetkinliğini gerçekleştirmesiyle ilişkilidir. Fakat her şeye rağmen
İbn Sina açısından bireysel yetkinlik (el-kemâlu’l-hâss) toplumsal yetkinlikten (el-kemâlu’lmüşterek) önce gelir.305
İbn Sina, kanıtlamayı (istidâl) bir amaca matuf bir çeşit sanata benzetir. Zira her sanat
bir madde ve sûretle ilişkilidir. Bazen madde iyi değilken sûret iyi olur. Şekli ve betimi
bakımından tam olarak hakkı verilmiş ve fakat çürük kereste ve bozuk harçtan yapılmış
malzemesi iyi olmayan ev örneğinde olduğu gibi. Zira şekli ve betimi güzel olmasına rağmen
bu evden yararlanmaya yönelik yüksek amaç gerçekleşmez. Bazen de madde iyi olur ama
sûret kötü olur. Sağlam kereste ve sert taşlardan sağlam bir şekilde örülmüş ve fakat mimarî
açıdan terkibi, şekli, dizaynı, konumu ve ölçüleri kötü olan bir ev örneğinde olduğu gibi. Zira
evin malzemesi sağlam olmasına rağmen kötü bir sûret içerisinde değerlendirildiği için taşın
ve doğramanın iyi tutulmasının sağlayacağı yarar da yok olur. Bazen de her ikisi de; hem
sûret hem de madde kötü olur. İşte tıpkı mimarî sanatında olduğu gibi kanıtlamanın (istidlâl)
da bozukluğu üç yönden kaynaklanır. Birincisi; her ne kadar kıyas sûreti bakımından güzel,
sağlam ve iyi olsa da kıyasın kendisinden yapıldığı şeyin güvenilir, doğru ve apaçık
olmamasından, yani kıyasın maddesinin iyi olmamasından kaynaklanır. İkincisi; her ne kadar
kıyasın kendisinden meydana geldiği şey doğru ve iyi olsa da yani maddesi doğru, iyi ve
apaçık olsa da kıyasın sûretinin zihni istenilen amaca götürmemesinden kaynaklanır.
Üçüncüsü ise; kıyasın her ikisi, hem maddesi hem de sûreti bakımından bozuk olmasından
kaynaklanır. Dolayısıyla İbn Sina’ya göre nasıl ki bir sanatçının, hangi sûretlerin ve
maddelerin amacı konusunda yararlı olup olmadığını, hangilerinin sağlam hangilerinin çürük
olduğunu bilmesi gerekiyorsa bir kanıt yapmaya çalışanın da kıyasların hangi sûret ve
maddelerden meydana geldiğini, bunların sağlamını ve çürüğünü, sonuç verenini ve
vermeyenini bilmesi gerekir. Zira kanıt yapmadaki amaç doğru bilgiyi, doğru kabul edileni
veya doğru sanılanı elde etmektir. Buna götüren ve bunun âleti olan şey ise kıyas’tır. Kıyasın
305
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.4.; bkz.İlhan Kutluer, İslam’ın Klasik Çağında Felsefe
Tasavvuru, s.150-163. 126
maddesi önermeler veya önerme gibi kabul edilmiş şeyler, kıyasın sûreti ise bu önermelerin
dizimi ve bileştirilmesi işlemidir (te’lif).306
Bilinmeyenin bilgisinin, rastgele herhangi bir bilgiden kazanılması mümkün değildir.
Bilinmeyenin bilgisinin kazanılması, kendisiyle özel bir bağlantısı olan bir bilgi nedeniyle
olur. Yanı sıra bu eldeki hazır bilgiler üzerinde yapılan rastgele bir kıyasla herhangi bir
sorunu, problemi çözmek imkansızdır. Bu ancak özel bir kıyas işlemiyle mümkündür. Buna
bağlı olarak İbn Sina önermelerin sınıflarının hangi kıyas işlemlerinin hangi sorunun
çözümüne götüreceğinin bilinmesi gerektiğini öngörür. Önermeler, belli bir sorunun çözümü
yönünde kıyasta kullanılırlar. Önermelerin bu fonksiyonu henüz maddelerine iltifât
edilmeksizin mutlak manada önerme olmaları bakımındandır. Dolayısıyla öncelikle
önermelerin hallerinden bunun bilinmesi gerekir. Ardından da önermelerin maddesinin nasıl
olduğu bilgisi gelir. Burada önermelerin maddesi derken bununla, herhangi bir probleme
ilişkin sonuca götürücü olmaları bakımından önermelerin doğruluk değerleriyle ilişkili olan
halleri kast edilir. Kesin doğru sonuca, kesin doğruya benzer güçlü zan ifade eden sonuca,
yanlış sonuca, ikna edici ve inandırıcı sonuca, imgesel ve hayâlî sonuca götüren kıyas
oluşturmaları önermelerin doğruluk değerleriyle ilişkili, dolayısıyla maddesel yani içeriksel
durumlarıyla ilişkilidir. İbn Sina önermeleri bu açıdan bilmenin hem kazanılacak tasdik hem
de kazanılacak tasavvur açısından gerekli olduğunu özellikle vurgular. Zira ikinci yani
mükteseb önermeleri kazanmanın yolu, apaçık doğru olan ve daha iyi bilinen ilk önermelerin
bulunmasıyla mümkündür.307
Nasıl ki mükteseb bir tasavvurun elde edilmesi, kendisinden daha iyi bilinen ve önce
gelen, tanımın ve betimin basit parçalarını oluşturan ilk tasavvurlarla mümkünse; mükteseb
tasdikin elde edilmesi de kendisinden daha iyi bilinen ve önce gelen ilk tasdik edilmiş
önermelerle mümkündür.308 İbn Sina’nın burada ‘ilksel doğrular/önermeler’ ifadesini bütün
tasdik türlerinin ilksel öncüllerini kapsayacak şekilde kullandığını özellikle hatırlatmamız
gerekir. Bu ifade sadece daha önce ilk bölümde üzerinde durduğumuz burhânî bilginin ilksel
öncüllerini değil diğer tasdik türlerinin de ilksel öncüllerini kapsamaktadır. Zira İbn Sina
yukarıdaki ifadelerinin hemen ardından devamla şöyle demektedir:
‘İşte bunlar- kendilerini tasdik ister aklın ilk bilgisi, ister duyu, ister tecrübe, ister yaygınlık, ister
yanılma, ister zan, ister söylendiği konuda doğru söylendiği zannedilenden kabul edilsin- kıyasların
306
307
308
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin); ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’lHidâye, s.111. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.111. 127
maddelerinin ilkeleridir. Bunlardan kazanmayla elde edilen tasdikler bir kez daha diğer tasdikleri
kazandıran kıyasların maddeleri olurlar ve bu sonsuza doğru sürüp gider.’309
İbn Sina kıyasın genel olarak ele alınmasından önce ise kıyasın kendilerinden oluştuğu
ögelerin öncelikle ele alınması gerektiğini belirtir. Kıyasın yakın ögeleri önermelerdir. Uzak
ögeleri ise yakın ögelerinin ögesi olan deyimler/terimlerdir.310 Bu bakımdan İbn Sina
Mantıku’l-Meşrikıyyîn’de ‘tasdik hakkında konuşmaya geçmeden önce şu üç şeyi bilmeye
gerek vardır’ diyerek öncelikle isim, kelime ve edat üzerinde durulması gerektiğini ifade
eder.311 Zira isim ve kelime önermenin en basit parçalarıdır, bunlar önermede konu/özne ve
yüklem, kıyas işlemine sokulmuş öncülde ise terim adını alacaklardır.
1.1.
Önerme Bileşimlerini Oluşturan Parçalar: İsim, Kelime, Edât
Lafızlar, basit ve bileşik olmak üzere iki kısma ayrılmakla ve bu anlamda
farklılaşmakla birlikte neftse bir yargı bildirmeme hususunda birbirlerine paralel olup
ortaktırlar. Nasıl ki yargı ifade etmeyen basit ve bileşik makul doğru veya yanlış değilse aynı
şekilde yargı ifade etmeyen basit lafız ve bileşik lafız da doğru veya yanlış değildir. Basit
makulün doğru veya yanlış yargılarını alması ancak zihinde bu basit makule başka bir
makulün birleştirilip yüklenmesiyle ve onun o olduğuna veya olmadığına inanılmasıyla
gerçekleşir. Buna bağlı olarak basit lafzın da doğru veya yanlış yargılarını alması, kendisine
başka bir lafzın birleştirilip yüklenmesiyle ve onun öyle olduğunun veya olmadığının
söylenmesiyle gerçekleşir.312
Dolayısıyla İbn Sina bir şey kendiliğinde yoksa ve varlığı imkansız ise onun yalnızca
tasavvurunun veya yalnızca lafzının telaffuz edilmesinin, bir doğruluk ve yanlışlığa delâlet
etmediğini belirtir. Doğruluk ve yanlışlığa delâlet edebilmesi için bu manaya veya lafza var
olmaklığın veya var olmamaklığın bitişmesi gerekir. Örneğin ‘keçi-geyik vardır’ veya ‘keçigeyik var değildir’ diye inanılır ve ‘keçi-geyik vardır’ veya ‘keçi-geyik var değildir’ denir. Bu
inanç veya bu inancın dile getirilmesi ise ya bir zaman şartı koşulmaksızın mutlaktır ya da bir
zaman şartına (geçmiş, şimdi, gelecek) bağlıdır.313 İbn Sina buradan yargı bildiren bileşimin
parçaları olan isim ve kelimeye adım atmaktadır. İb Sina’ya göre nasıl ki zihinde basit
manalar, yargı bildiren bileşimlerin parçalarını oluşturuyorsa aynen öyle de lafızlardaki
isimler ve kelimeler de yargı bildiren bileşimlerin parçalarını oluşturur. Basit manalar tek
309
310
311
312
313
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev.Ali Durusou (Basılmamış çeviri metin). İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev.Ali Durusou (Basılmamış çeviri metin). İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.57. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.6. İbn Sina, a.g.e, s.6. 128
başına yargı ifade etmediği gibi isimler ve kelimeler de tek başına yargı ifade etmez. Buna
bağlı olarak İbn Sina, yargı bildiren bileşimi ele almadan önce bunun parçalarını oluşturan
isim ve kelime üzerinde durmaktadır.314
İsim, bir manaya delâlet eden fakat bu mananın varlığının üç zamandan biri olan
zamanına delâlet etmeyen basit lafızdır.315 İsim uzlaşıyla delâlet eden lafız olup zamandan
soyutlanmıştır ve parçalarından herhangi biri kendi başına bir manaya delâlet etmez. Örneğin
‘Zeyd’ veya ‘insan’ dendiğinde bu isimler, zamanına delâlet edilen bir anlama delâlet
etmezler.316 İbn Sina’ya göre, her ne kadar bazıları zorunlu görmese de ve ismin tarifinde
‘uzlaşıyla’ kaydının düşülmesini anlamsız görse de, daha önce Tasavvurât bölümünde
değindiğimiz gibi, lafzın delâleti daha genel bir ifade olup uzlaşı yoluyla olmayan delâleti de
içermektedir. O yüzden isim uzlaşı yoluyla delâlet eden bir lafız olduğu için onu diğer
lafızlardan ayıracak ‘uzlaşıyla’ ayrımının/faslının ilave edilmesi anlamsız değildir.317 Çünkü
bir isim doğası itibariyle isim değildir, isim yapıldığı zaman ancak isim olur. İsmin isim
yapılması ise kendisiyle delâlet edilmesi amaçlanıp da delâlet eden haline geldiği zaman söz
konusu olur.318
İbn Sina en-Necât’ta ismi, bir kısmı varlığı gerçekleşmiş olan (muhassal) bir kısmı da
varlığı gerçekleşmemiş olan (gayr’u muhassal) olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Örneğin;
‘Zeyd’ varlığı gerçekleşmiş olan bir isimdir. Varlığı gerçekleşmemiş isim ise, varlığı
gerçekleşmiş bir isme kendisini olumsuzlayan bir olumsuzluk harfinin bitiştirilmesi ve bu
ikisinin (varlığı gerçekleşmiş isim ve olumsuzluk harfi) toplamıyla gerçekleşmiş mananın
muhalifi olan manaya delâlet eden isimdir. İnsanın muhalifi olan ‘insan-olmayan’ lafzı gibi.
İbn Sina bu tür isimlerin ‘madûl isim’ olduğunu belirtir.319
İbn Sina madûl isimlerlerle ilgili olarak “isim, parçası herhangi bir manaya delâlet
etmeyen basit lafız diye tanımlandı fakat madûl isimlerin parçaları bir manaya delâlet
etmektedir, örneğin ‘gören-olmayan’ isminin parçaları ‘gören’ ve ‘olmayan’; her biri bir
anlama delâlet etmektedir” şeklindeki muhtemel bir itiraz üzerinden el-İbâre’de madûl
isimlerin analizine yer verir. İbn Sina’ya göre madûl isimler gerçekte isim değildirler. Bunlar
tanımlar gibi basit gücünde olan ‘taş atan’, ‘koyun çobanı’ gibi bileşik lafızlardır, bununla
birlikte mutlak olarak da böyle sayılmazlar. Çünkü bunlar, ‘taş atan’, ‘koyun çobanı’ gibi
314
315
316
317
318
319
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.6. İbn Sina, en-Necât, s.11.; İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.57.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.46.; İbn Sina,
Kitâbu’l-Hidâye, s.77. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.7. İbn Sina, a.g.e, s.8-11. İbn Sina, a.g.e, s.11. İbn Sina, en-Necât, s.11. 129
kendi başına müstakil olup kendi başına delâlet eden basit lafızlardan oluşmamışlardır. Zira
‘insan-olmayan’ bir isim ve olumsuzluk edatından meydana gelmiştir. Bunların isimleriyle
örtüşmeleri, kendilerinin gerçek anlamda isim olduklarını göstermez. Ayrıca bu gibi lafızlarda
olumsuzluk edatının bulunmasından dolayı bunların olumsuz olduğu da zannedilmemelidir.
Bunlarda ne olumluluk ne de olumsuzluk vardır. O nedenle İbn Sina bu gibi lafızların,
isimlerle cinsteşliğe yakın iseler ‘belirsiz isimler’ (esmâ gayr’u muhassal) adını aldıklarını
ifade eder. İbn Sina olumsuzluk edatının bulunduğu bu gibi lafızların, tıpkı ‘Zeyd evdedir’
derken bu sözdeki ‘evdedir’ yükleminin hükmünde
olduğunu belirtir. ‘evde’ yüklemi
gerçekte isim değil bileşiktir, fakat bunun bileşimi iki isimden veya bir isim ve kelimeden
bileşik mutlak söz de değildir. Çünkü ‘evdedir’ yüklemi bir isim ve bir edattan bileşiktir.
Dolayısıyla bu bileşim ne mutlak bir isim ne de bir sözdür. İşte olumsuzluk edatının
bulunduğu lafızlar yani madûl isimler de İbn Sina’ya göre bunun gibidir ve bu konuda
Aristoteles şarihlerinin zorlama yorumlarına itibar edilmemelidir.320
Çekimli (musarrafa) isimlere gelince; bunlar da kendisine olumsuzluk edatı bitişmiş
olan madûl isimler gibidir. Çünkü çekimli isimlerde isme, salt ismin işaret ettiğinden başka
isimliğe zâit bir anlama işaret eden bir şey bitişmiştir. Böylece birisi isim diğeri de işitilenin
parçası olup isme eklenen olmak üzere iki parçadan meydana gelen bir toplam ifade işitilir.
Dolayısıyla birincisi bir anlama delâlet eden bir parçadır, ikincisi ise ya mutlak olarak delâlet
eden ya da herhangi bir şekilde delâlet eden ve hükmü zorunlu kılıp kendisi ortadan
kalktığında hükmün de ortadan kalkacağı bir parçadır. İsme eklenen parça, ismi mutlak
isimlikten daha özel hale getirmiştir. Bu açıdan değişime uğramış bir isim gerçekte salt isim
olamaz, bu kendisine bitişip işitilenin bir parçası olan şeyle çekime girmiş bir isimdir.
Örneğin; ‘aklığın konusu’ lafzı gibi.321 İbn Sina isim ve ona eklenen çekimin oluşturduğu
bütün alındığında bunun, bileşikler hükmünü aldığını; çekimde olması açısından bakıldığında
çekilmiş isim olduğunu; mutlak olarak bakıldığında mutlak isim olduğunu belirtir. Sonuç
olarak çekilmiş isim ‘kendisi delâlet eden, fakat parçası delâlet etmeyen’ diye tanımlanamaz.
Çünkü isme eklenen, ismin bütününün bir parçasıdır ve bir anlama delâlet etmektedir.322 Bu,
bir dilin kurallarıyla doğrudan bağlantılı olup hareke ve irab durumuyla ilişkili bir konudur.323
İsimle ilişkili olarak tartışmalı konulardan bir diğer de zamansal isimler hakkındadır.
Örneğin ‘zaman’, ‘önceki’, ‘sonraki’ ve benzeri isimler gibi. ‘Zaman’, ‘önce’, ‘sonra’ gibi
lafızlar birer isim olup zamana delâlet etmektedir. Oysa ismin tanımında ‘zamandan
320
321
322
323
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.11, 12. İbn Sina, a.g.e, s.12, 13. İbn Sina, a.g.e, s.14. İbn Sina, a.g.e,s.12. 130
soyutlanmış’ kaydı düşülmüştü. İbn Sina bunun çözümünü de zamana delâlet analizinden yola
çıkarak ortaya koymaktadır. İbn Sina’ya göre bir şey zamana ve anlama üç şekilde delâlet
eder. Birincisi; zamanın, lafzın anlamının bizzât kendisi olmasıdır. İkincisi; zamanın delâlet
edilen anlamın bizzât kendisi olmasa bile bir parçası olmasıdır. Üçüncüsü; zamanın, anlamın
dışında olup bu anlama eklenmesi ve çekimin delâlet ettiği şekilde ona bitişmesidir.324
Bu üç şekilde zamana delâlet göz önünde bulundurulduğunda ismin tanımında
zikredilen zamandan soyutlanmış olma, delâlet edilen anlamın bizzat zamanın kendisi
olmaması değil delâlet edilen anlamın kendisine eklenen zamandan soyutlanmış olması
anlamına gelir. Dolayısıyla örneğin ‘zaman’ gibi bir zamansal lafız, bir anlama –ki bu
zamandır- delâlet etmektedir, fakat bu lafız ayrıca anlamı olan zamanın, içinde bulunduğu bir
zamana delâletten soyutlanmıştır. Sonuç itibariyle ismin tanımında geçen zamandan
soyutlanmış olmakla kast edilen, lafzın bir anlama delâlet etmesi ve bu anlamın kendisine
eklenen bir zamandan soyutlanmış olmasıdır.325
Yargı ifade eden bileşimin parçalarından birini de kelime oluşturmaktadır. Kelime, dil
bilginlerinin fiil adını verdikleri delâlet ettiği şeyle birlikte bir zamana delâlet eden, daima
başkasına söylenene delâlet eden ve parçalarından herhangi biri kendi başına delâlet etmeyen
lafızdır.326en-Necât’taki tanımıyla aktarırsak; bir manaya ve bu mananın, belirli olmayan
herhangi bir konu için vücuda geldiği zamanına delâlet eden basit lafızdır.327 Dolayısıyla
kelime, hem bir şeye hem de bu şeyin kendisi ve parçası olmayan ve fakat kendisine bitişen
bir zamana delâlet etmektedir. Örneğin ‘koşuyor’ gibi. Fakat ‘koşma’ bir kelime değildir,
çünkü bir zamana delâlet etmemektedir. Yine ‘o yürüyendir’, ‘o sağlıklıdır’ sözlerindeki
‘yürüyen’ ve ‘sağlıklı’ kelime değil türemiş isimdir.328
Bu durumda İbn Sina ortada ‘vazedilmiş isim’, ‘türemiş isim’ ve ‘kelime’ olduğunu
belirtir. Vazedilmiş isim, üç zamandan soyutlanmış bir manaya delâlet eder ve fakat kesinlikle
bir konuya delâlet etmez. Türemiş isim, kendisi için bir ismin türediği bir duruma sahip olan
belirsiz bir konuya delâlet eder. Dolayısıyla türemiş isim, bir anlama ve duruma, o anlamın
belirsiz bir konusuna ve anlam ile konu arasındaki nispete delâlet eder. Örneğin ‘yürüyen’
gibi. ‘Yürüyen’ yürümeye, belirsiz bir konuya ve yürümenin bu konuya ait olduğuna delâlet
eder. Kelime ise bunlarla birlikte yani bir anlama, belirsiz bir konuya ve söz konusu anlamın
bu konuya ait olduğuna delâlet etmekle birlikte bir zamana da delâlet eder. Delâlet edilen bu
324
325
326
327
328
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.14,15.; İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.58. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.15. İbn Sina, a.g.e, s.16.; İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.57, 58.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.46.; İbn Sina,
Kitâbu’l-Hidâye, s.77 İbn Sina, en-Necât, s.11. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.16, 17. 131
zaman, anlam ile konu arasındaki nispetin zamanıdır. Örneğin; ‘yürüyecek’ yürümeye,
belirsiz bir konuya, yürümenin bu konuda bulunduğuna ve gelecekte olacağına delâlet eder.329
İbn Sina, tıpkı kelime gibi türemiş ismin de, herhangi bir konuya nispeti kendinde barındırdığı
için kelimeye yakın olduğunu belirtir.330
Kelimenin konu için var olduğuna delâlet ettiği anlam bir isimle kendisine delâlet
edilebilen anlamdır. Bu isim ise ya mutlak isim ya da mastar bir isim olur. Mastar da iki
şekildedir; birincisi ilk vazda mastar olarak vazedilmiş olandır, örneğin; ‘vurmak’ gibi.
İkincisi; mutlak ismin çekime girmesi ve bu çekimin söz konusu mutlak ismin anlamının bir
konuya ait olduğuna ve o konuda meydana geldiğine delâlet etmesidir. Örneğin; ‘hareket’
mutlak isminin çekimi olan ‘tahrîk’(hareket ettirme) gibi.331
İbn Sina burada mantıkçının/ bilim adamının, lafızlar söz konusu olduğunda lafızlara
ilişkin ilgilenmesi gereken noktayı bir kez daha hatırlatmaktadır. Bilim adamı her şeyden
önce anlamı dikkate almalıdır. Anlam basit ise bu basit anlama, tek bir basit lafızla işaret
edilebileceğini bilmesi gerekir. Çünkü diller dikkate alındığı vakit örneğin; bileşik bir anlama
karşılık olarak bir parçası anlamın bir parçasına delâlet etmeyen basit bir lafız belirlenmiş
olabilir ki bu durumda lafız basit olur. Sonra bu lafız, başka bir dile çevrildiğinde bunun
karşılığı bileşik lafız olabilir. Örneğin Arapça’da ‘câhil’ lafzının Farsça’daki karşılığı
‘nâdân’dır, ‘nâdân’ iki lafızdan bileşiktir; biri yokluğa delâlet eden ‘nâ’ diğeri ise ‘bilen’e
delâlet eden ‘dân’dır. Dolayısıyla mantıkçı/bilim adamı bu konuda belirli bir dili dikkate
almamalı, basit bir anlama basit bir lafızla delâlet edilebileceği temel kriterinden hareket
etmelidir. Zira bilim adamının ilgilenmesi gereken evrensel özelliğe sahip anlamlardır, lafız
ise bu evrensel anlamların sadece vazî işaret kalıbıdır. Bilim adamı tek tek dilleri dikkate
almadığından dolayı, örneğin bir dilde şimdiki zamana delâlet eden bir kelimenin olmaması,
mantıkçının ve bilim adamının kelimeyi üç kısma ayırmasına zarar vermez. Bilim adamı,
kelimenin tanımının gerektirdiğini ve dilde gerçekleşmesi mümkün olanı dikkate almalıdır.
Zira bir anlama ve bu anlamın zamanına uzlaşıyla delâlet eden bir lafzın bulunması ve bu
lafzın basit olması mümkündür. İşte bu lafız kelimedir. Böyle bir lafzın başka herhangi bir
dilde bulunmaması buna engel değildir.332
İbn Sina gerek isimler gerekse kelimeleri belirli (muhassal) ve belirsiz (gayr’u
muhassal) olmak üzere iki kısma ayırır. Belirsiz isimler üzerinde duruldu. Belirsiz kelimenin
örneği ise; ‘koşmadı’ gibidir. İbn Sina, Aristoteles’in belirsiz olan kelimenin tanımını
329
330
331
332
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.17.; İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.58. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, 66. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.24. İbn Sina, a.g.e, s.18, 19. 132
aktarmakta ve burada kelimedeki belirsizlik durumundan kast edilen anlamı daha açık olarak
ortaya koymaktadır. İbn Sina’nın kendi metninde yer verdiği Aristoteles’in tanımı şöyle: ‘Bu
gibi kelimeler belirsizdirler, çünkü ister var ister yok olsun herhangi bir şeye tek bir tarzda
delâlet ederler.’333 İbn Sina’ya göre Aristoteles ‘ister var ister yok olsun’ derken bununla,
kelimenin kendisine yüklem olduğu konusunun var veya yok olduğunu kast etmemektedir.
Çünkü eğer bu kast edilmiş olsaydı ‘koşmadı’ belirsiz kelimesi, koşanın dışındaki var olan ve
olmayan bütün konulara olumlu olarak yüklem olurdu, bu ise İbn Sina’ya göre Aristoteles’in
reddettiği bir şeydir. İbn Sina’ya göre eğer Aristoteles bununla konuyu değil de ‘koştu’
lafzının dışındaki yüklem gücünde olanları kast etmişse ve böylece ‘koşmadı’ sözüyle kast
edilen, kendisine yüklem olduğu konunun durması veya koşma ile durma arasında olması
veya koşmaktan başka bir fiil yapmış olması ise –ki bunların tamamı ‘koşmadı’ lafzının
kapsamına girmektedir- bu doğrudur. Hatta bu anlama göre ‘koşmadı’ lafzı, hem koşmaya zıt
olan ile koşma ve durma arasında bulunan varlık bildiren (vücûdî) anlama hem de kendinde
bir meydana gelişi bulunmayan yokluk bildiren (ademî) anlama yüklem olur. Tıpkı
‘karalaşmadı’ denildiğinde bu kelimenin, yüklem olduğu konusunun aklaşmadığı, aka ile kara
arası derecelerde bulunduğu, herhangi bir renkten yoksun olduğu anlamlarına delâlet etmesi
gibi.334
İsim ve kelimelerin ortak özelliği her ikisinin de bir lafız olarak tam bir anlama delâlet
etmesidir. Çünkü her ikisi de dile getirildiği zaman zihinde onların anlamı tasavvur edilir.
Örneğin; ‘Zeyd ne yaptı?’ diye sorulduğunda ‘yürüdü’ cevabı ve ‘evde kim var?’ diye
sorulduğunda ‘Zeyd’ cevabı; her ikisi de muhatap tarafından anlaşılır ve her ikisinin de
anlamı zihinde tasavvur edilir. Bununla birlikte ne tek başına ‘Zeyd’ lafzı ne de ‘yürüdü’ lafzı
bir olumlama ve olumsuzlamaya delâlet etmez.335
‘-den’, ‘-dan’, ‘-de’, ‘-da’, ‘başka/dışında(gayr)’ gibi edatlar ve ‘oldu/oluyor’, ‘haline
geldi’ gibi vücûdi kelimelere gelince bunlar delâleti eksik olan lafızlardır.336 Çünkü bunlar
tam olarak temessül etmiş bir manaya delâlet etmezler. Sadece manalar arasındaki nispet ve
izâfete delâlet ederler.337 İbn Sina edatı şöyle tanımlamaktadır: Bir isme veya bir kelimeye
eklendikten sonra bu isim ve kelimenin konu veya yüklem yapılmasını olağan hale getiren bir
333
334
335
336
337
‘İyi değildir, hasta değildir, gibi ifadelere gelince ben bunları kelime diye adlandırmıyorum. Çünkü her ne
kadar bu gibi ifadeler bir zamanda ve devamlı olarak bir manaya delalet etseler de bunlar için konulmuş bir
isim yoktur. Bu gibi ifadeler belirsiz kelime diye adlandırılabilir. Zira bu gibi ifadeler, var olana da var
olmayana da aynı tarzda delâlet eder.’ Aristoteles, Kitâbu’l-İbâre, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo,
içinde, s.111. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.26. İbn Sina, a.g.e, s.27. İbn Sina, a.g.e, s.27. İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.58. 133
anlama delâlet eden lafızdır.338 Vücûdî kelimeler, ‘haline geldi/geliyor’, ‘oldu/oluyor’ gibi
mutlak olarak oluşa delâlet etmeyen, belirtilmemiş bir oluşa delâlet eden kelimelerdir. Bu
kelimeler, kelimelerin delâlet ettiği anlamlar arasında ‘belirsiz bir konuya nispete delâlet
eden’ kelimelerdir. Örneğin; ‘Zeyd ne yaptı?’ diye sorulduğunda cevap olarak ‘haline geldi’
denildiğinde veya ‘Zeyd nerede?’ diye sorulduğunda ‘-de’ diye cevap verildiğinde, zihin bu
cevapları aldığı zaman bir şey anlamaz. Dolayısıyla edatlar ve vücûdî kelimeler, isimlerin ve
kelimelerin tâbileridir. Edatların isimlere nispeti vücûdî kelimelerin fiillere nispeti gibidir.339
Edatlar ve vücûdî kelimeler, her ikisi de tasavvur edilen bir anlama kendi başına
delâlet etmezler. Bunlar düşünülmeyen nispetlere veya aralarında nispet oldukları şeylerin
düşünüldüğü nispetlerine delâlet ederler. Bu bakımdan bir kimse ‘Zeyd ne yapıyor?’ diye
sorulduğunda onun bir şey olduğunu kast etmekle birlikte ‘haline geldi’, ‘oldu/oluyor’
şeklinde bir cevapla yetinirse ve bir şey eklemezse zihin bu sözün ardının gelmesini bekler ve
sadece belirsiz bir nispetin farkına varır. Dolayısıyla vücûdî kelimeler ve edatlar, kendilerine
eksikliklerini tamamlayan bir lafız bitiştirilmedikçe başta zikredilmek veya haber kılınmak
suretiyle konu veya yüklem yapılmaya elverişli değildirler.340 İbn Sina Mantıku’lMeşrıkiyyîn’de aynı zamanda kendi içlerinde bir şeyin henüz zikredilmemiş zamanına delâlet
ettiklerinden dolayı vücûdî kelimeleri ‘zamânî kelimeler’ (kelimât zemâniyye) diye de
adlandırmaktadır.341
İbn Sina şarihlerin, Aristoteles’in basit lafızlar arasında isim ve kelimeyi zikredip de
edatları ve vücûdi kelimeleri terk ettiği, dolayısıyla bunun onun açısından bir eksiklik olduğu
yönündeki eleştirilerini doğru bulmaz.342 İbn Sina’ya göre bu bir eksiklik olarak görülemez.
Nitekim İbn Sina aynı metnin ilerleyen bölümlerinde Aristoteles’in bazı konuları kapalı
bırakmasını veya bazı konular üzerinde detaylı olarak durmamasını şöyle yorumlamaktadır:
338
339
340
341
342
İbn Sina, en-Necât, s.11, 12.; ayrıca bkz.İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.77. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.27, 28.; vücûdî kelimeler için ayrıca bkz. İbn Sina,
Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.58. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.28. İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.59. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.28.; çeviri metinde söz konusu eleştiri, İbn Sina’nın
eleştirisi olarak çevrilmiş. Gerek bütün bir metnin gerekse söz konusu çevrilen pasajın anlam bütünlüğü
dikkate alındığında ifadede geçen ‘fe’ bağlacı fâ-i tefsîriyye veya fâ-i takibiye denilen ve kendisinden sonraki
ifadeyi önceki ifadeye bağlayan, bu anlamda önceki ifadeyi açıklayan ‘fe’ bağlacıdır. Buna bağlı olarak bizce
söz konusu ifade ‘bu yerin bu şekilde anlaşılması ve onların söylediklerine bakılmaması gerekir. İlk Muallim
(Aristoteles) basit lafızlar arasında ismi ve kelimeyi zikredip de edat ve benzerlerini terk etmesi çirkindir’
diye değil de “onların (şarihlerin) ‘Aristoteles’in basit lafızlar arasında isim ve kelimeyi zikredip de edat ve
benzerlerini terk etmesi büyük bir eksikliktir’ şeklindeki sözlerine aldırma” diye çevrilmelidir. bkz. İbn Sina,
Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.28. 134
‘Bu seçkin düşünür (Aristoteles), pek çok şeyde hakikati gizlemeyi amaçlamıştır, bunun da
nedeni hakikate kitaplardan ulaşma gücüne sahip kimsenin onu elde edebilmesidir.’343
1.2.
Haber Bildiren ve Haber Bildirmeyen Bileşimler
Basit lafızlardan bir araya gelmiş bileşik (müellef) lafızlar birer ‘söz’ (el-kavl)dür.
Bileşik lafzın parçası edat gibi değil, tam lafız gibi bir anlama delâlet eder.344Mantıku’lMeşrıkiyyîn’deki tanımıyla aktaracak olursak; söz, parçaları kendi başına bir manaya sahip
olan bileşik lafızdır. Sözün bir kısmı tam bir kısmı ise eksiktir. Tam söz (el-kavlu’t-tâmm),
her bir parçası tam ve gerçekleşmiş (muhassal) bir delâletle delâlet eden sözdür. Örneğin;
sadece isimlerden bileşen veya isim ve fiillerden bileşen sözler gibi. Eksik söz (el-kavlu’nnâkıs) ise, birisi delâleti tam olan diğeri delâleti eksik olan iki parçadan bileşen sözdür.
Örneğin; delâleti tam bir isim ve delâleti eksik bir edattan bileşen ‘insan değil’ sözü gibi.345
Bununla birlikte bileşik lafzın parçası tek başına bir manaya delâlet etse de bir olumlama ve
olumsuzlamaya delâlet etmez. Olumlama ve olumsuzlama delâleti, lafzın delâletinden daha
özeldir. Örneğin; ‘insan yazandır’ bir sözdür ve bu sözün bir parçası olan ‘insan’, tek başına
tam bir anlama delâlet etmekte fakat bir olumlama ya da olumsuzlamaya delâlet
etmemektedir.346
İbn Sina, basit ve bileşik lafızların; her ikisinin de uzlaşıyla bir anlama delâlet etmesi
konusunda ortak olduklarını söyler. O nedenle de şöyle bir görüş İbn Sina açısından kabul
edilemez: ‘Basit lafızların, delâlet ettikleri şeye özgü kılınmalarında bir zorunluluk
bulunmamaktadır ve bunların delâlet ettikleri anlama delâletleri ancak uzlaşıyla olmaktadır.
Fakat bileşim özel bir yapıda olup uzlaşıyla değildir, aksine basit lafız delâlet eder hale
geldikten sonra bu basitlerden bileşen, anlamın kendisini zorunlu kıldığı bir durumdur.’ İbn
Sina’ya göre bu görüş doğru değildir. Çünkü uzlaşının, bileşimi oluşturan basitten başkası
üzerinde gerçekleşmesi mümkün olduğuna göre basitten bileşen şey de uzlaşıyla değişebilir
demektir. Dolayısıyla bileşen de uzlaşıyla delâlet eder. Ancak İbn Sina basitlerden bileşme
durumunun kendisinin uzlaşıyla olmadığının özellikle altını çizer. Çünkü her ne kadar
bileşimin yapısı uzlaşıyla olup dilden dile değişse de bileşimin kendisi değişmemektedir.
Örneğin; isim tamlamasında tamlama yapısı uzlaşımsaldır ve dilden dile değişmektedir. Bir
dilde tamlanan önce ve tamlayan sonra iken bir başka dilde bunun tersi olabilmektedir. Fakat
hiçbir zaman dildeki tamlama denilen bileşimin kendisi dilden dile değişmez ve uzlaşımsal
343
344
345
346
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.111. İbn Sina, a.g.e, s.29.; ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.46. İbn Sina, en-Necât, s.12. İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.58. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.29. 135
değildir. Aynı şekilde bir dilde yüklem başta, konu sonda iken başka bir dilde tersi
olabilmektedir ve bu yapı dilden dile değişkenlik arz edip uzlaşımsaldır. Oysa yüklemin
konuya nispet edilmesiyle ortaya çıkan bileşimin kendisi uzlaşımsal değildir.347
Basitlerden meydana gelen bileşimler birkaç türlüdür. Sözler bazen tanımların ve
betimlerin bileşiminde olduğu gibi basitlerin bir kısmının diğerini kayıtlaması suretiyle
bileşirler. Bu gibi sözler, örneğin ‘düşünen ölümlü canlı’ sözünde olduğu gibi parçaları
arasına ‘ki o’ lafzının konulması mümkün olan sözlerdir. Çünkü örnek verilen bu sözü ‘canlı
ki o ki ölümlüdür ki o düşünendir’ şeklinde dile getirmek mümkündür. Bu gibi bileşimler,
Tasavvur analizinde yer verdiğimiz üzere haber bildirmeyen, tanım ve betimi oluşturan
tasavvura dair bileşimlerdir.348
İkinci tarz bileşimler ise haber bileşimleri ve diğer bileşimlerdir. Söze ihtiyaç
duyulmasının nedeni neftse olana delâlettir. Delâlet ise ya kendisi nedeniyle istenir ya da
muhataptan olması beklenen başka bir şey için istenir. İbn Sina kendisi nedeniyle istenen
delâletlerin haber bildiren bileşimler olduğunu belirtir. Haber bildiren bileşimler de ya kendi
formlarındadır ya da temenni, şaşkınlık, vb. formlardadır. Çünkü bu gibi formlar da
nihayetinde haber bildiren bileşimlere dönmektedir. Bu gibi bileşimlerle ya muhataptan
delâlet talep edilir ya da bir fiil yapması talep edilir. Eğer muhataptan delâlet talep edilirse bu
durumda iletişimi sağlayan bileşim bir soru bileşimidir. Delâletle muhataptan bir iş ve fiil
yapması istenirse iletişimi sağlayan bileşim; istek aynı seviyeden kişiden geldiği takdirde
iltimâs, üstten geldiği takdirde emir ve yasak, aşağıdan geldiği takdirde yakarış ve dileme
ifade eder.349
İbn Sina el-İşârât’ta habere dair olan bileşimin, doğru ve yanlış yargılarını alan
bileşim olduğunu belirtmektedir. İbn Sina’nın burada tanımladığı habere dair bileşim,
yukarıda yer verdiğimiz üzere Kitâbu’l-İbâre’de kendi formunda olan habere dair bileşim
diye zikrettiği bileşime karşılık gelmektedir. İbn Sina ardından yine el-İşârât metninde,
Kitâbu’l-İbâre’de kendi formunda olmayan haber bileşimleri diye bahsettiği soru, istek,
hayret ve benzeri diğer bileşimlerin ise ancak arazî olarak haber ifade etmeleri durumunda
doğru ve yanlış yargılarını alabileceğini belirtir.350
İbn Sina Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de birincil ve ikincil anlam ayrımından hareketle bu
gibi bileşimlerin birincil anlamıyla doğru ve yanlış yargılarına sahip olmadıklarını, ancak
ikincil olarak kendilerinde (gizli) bulunan doğru ve yanlış yargılarına sahip olduklarını ifade
347
348
349
350
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.29, 30. İbn Sina, a.g.e, s.30. İbn Sina, a.g.e, s.30. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.21. 136
etmektedir. Örneğin; ‘umulur ki gelirsin’, ‘yanında bunun bir açıklaması var mı?’, ‘bana bir
kitap ver’ gibi bileşimlerin ilk anlamlarından doğru ve yanlış yargıları çıkmaz. Bunlar ancak
ikincil olarak doğru ve yanlış yargılarına sahiptirler. Fakat doğrudan haber bildiren bir bileşim
olarak ‘Zeyd yazıcıdır’ dendiği zaman bu sözün, ilk anlamı itibariyle doğru veya yanlış
yargılarına sahip olduğu görülür. Yani; bu sözün, manasından ortaya çıkan nefisteki
mutasavver manaya mutâbık kendindeki varlığı görülür. Böyle olduğu zaman tasavvur doğru
olur. Dolayısıyla tasavvur, tasavvurla birlikte bu mutabakata inanıldığı zaman bu gibi
bileşimler hakkında tasdik için ilkeye dönüşür.
351
Sonuç itibariyle soru, istek, temenni gibi
bileşimlerin de arazî olarak doğru ve yanlış yargılarını alabildiklerinin ve bunların da en geniş
anlamıyla habere dair bileşim kavramının kapsamında olduğunun altını çizmemiz gerekir. Bu
bağlamda İbn Sina’nın en-Necât’ta yaptığı ‘önerme ve haber, arkasından doğru ve yanlış
hükmü gelecek şekilde kendisinde iki şey arasında nispet bulunan her sözdür’352 tanımına
kesin söz olmayan diğer haber bileşimlerini de arazî olarak ve ikincil anlam itibariyle dahil
etmek durumundayız.
Bu anlamda bileşimler tasavvurların kazanılmasını sağlayan tanım ve betimleri
oluşturan kayıtlama tarzındaki bileşimler, kıyas ve kıyas konumundaki şeyleri oluşturan ve
tasdiklerin kazanılmasını sağlayan haber bileşimleri olmak üzere iki tarzdadır. İbn Sina
bilimler açısından geçerli ve faydalı olan, dolayısıyla bilimselliğe konu olan bileşimlerin ise
söz konusu tanım ve betimden oluşan
kayıtlama tarzındaki bileşimlerle haber bildiren
bileşimlerden kesin söz (el-kavlu’l-câzim) diye adlandırılan bileşimler olduğunu belirtir.
Haber bildiren bileşimlerden diğer kısımlar ise Retorik ve Poetika’nın inceleme alanına
girmektedir.353 Kesin sözler doğru ve yanlış yargılarını alan sözlerdir. Bu sözün dışındaki
diğer bileşimi oluşturan sözler ise doğrudan doğru ve yanlış yargılarını almadıkları gibi ‘o
kesindir’ hükmünü de alamazlar. O yüzdendir ki kesin olmayan sözler bilimin alanına değil
Retorik’in ve Poetika’nın alanına girmektedir.354
1.3.
Kesin Sözler- Önermeler (el-Kavlu’l-Câzim - el-Kazâyâ)
Kesin sözde ya olumlama ya da olumsuzlamayla bir anlamın diğer anlama nispetine
hükmedilir. Kesin söz ya bir ve bütün olarak ele alınır ya da bir ve bütün olması bakımından
değil ayrıntısının dikkate alınması bakımından ele alınır. Bir ve bütün olması bakımından ele
alınan ve değerlendirilen bileşimler ‘yüklemli (hamlî) önerme’ adını alır. Bir ve bütün olarak
351
352
353
354
İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.60. İbn Sina, en-Necât, s.12.; ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.46. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine, s.30, 31. İbn Sina, a.g.e, s.31. 137
değil de ayrıntısının dikkate alınması bakımından ele alınan ve değerlendirilen önermeler ise
‘şartlı önerme’ adını alır.355
İbn Sina en-Necât’ta yüklemli önermeyi ve şartlı önermeyi şöyle tanımlamaktadır:
Yüklemli önerme, nispetin iki şey arasında gerçekleştiği önermedir ki bu iki şeyden tek başına
hiçbirisinde bu nispet bulunmaz ve nispetin, her birine basit bir lafızla delâlet edilmesi
mümkün olacak şekilde bu ikisi arasında gerçekleştiği önermedir. ‘İnsan canlıdır’ önermesi
veya ‘gülen canlı bir mekandan diğerine intikâl edendir’ önermesi gibi.356 Şartlı önerme ise bu
nispetin, ayrıştırıldığı zaman her birinde ayrı ayrı nispet bulunan iki şey arasında gerçekleştiği
önermedir. ‘Eğer güneş doğmuşsa gündüz vardır’ önermesi gibi. Eğer bu nispet ayrıştırılırsa
‘güneş doğmuştur’, ‘gündüz vardır’ sözlerine çözünür ve bunların her biri, kendi başına birer
önermedir. Aynı şekilde ‘bu sayı ya çifttir ya da tektir’ önermesi de böyledir. Bu önerme de
ayrıştırıldığında ‘sayı çifttir’ ve ‘sayı tektir’ önermelerine çözüldüğü görülür.357 O nedenle İbn
Sina Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de nispetin, yüklemli önermelerde basit nispet (nisbe müfrede)
olduğunu, şartlı önermelerde ise bileşik nispet (nisbe müellefe) olduğunu belirtir.358
Bir ve bütün olması bakımından ele alınan ve ‘yüklemli’ adı verilen önerme
bileşimleri ise üç şekildedir. Birincisi; tek başına kendilerinde hiçbir şekilde bileşim
bulunmayan iki anlamdan oluşan bileşimdir. Örneğin; ‘Zeyd canlıdır’ gibi. İkincisi;
kendilerinde hiçbir şekilde doğruluk ve yanlışlık bulunmayan ve yerlerini basit bir ismin
alabileceği iki anlamdan oluşan bileşimdir. Örneğin; ‘Zeyd, düşünen ve ölümlü canlıdır’ veya
‘gülen canlı bir mekandan diğerine intikâl eder’ veya ‘falanca bilgisi çok olandır’ gibi. Bu
önermelerin birer parçası olan ‘zeyd’, ‘gülen’, ‘düşünen ve ölümlü canlı’ ve ‘bir mekandan
diğerine intikâl eder’, ‘bilgisi çok olandır’ anlamlarının hiçbirinde bir doğruluk ve yanlışlık
bulunmamaktadır ve bunları basit birer isimle; ‘düşünen ölümlü canlı’ anlamını ve ‘bir
mekandan diğerine intikâl eden’ anlamını ‘insan’ lafzıyla, ‘bilgisi çok olan’ anlamını ise
‘filozof’ lafzıyla karşılamak mümkündür.359 Üçüncüsü; tek başına kendisinde doğruluk ve
yanlışlık bulunan ve fakat basit bir lafzın delâlet edebileceği bir bütün olarak dikkate alınan
parçaya sahip, ayrıntısı değil birliği dikkat alınan bileşimdir. Örneğin; ‘insan yürüyor
sözümüz önermedir’ önermesi gibi. Bu önermede ‘insan yürüyor’ tek başına doğruluk veya
yanlışlık yönünde bir yargı ifade etmektedir, ancak söz konusu önermenin parçası olarak ele
355
356
357
358
359
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine, s.31.; İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.60, 61.; ayrıca bkz. İbn
Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.78. İbn Sina, en-Necât, s.12.; ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.46. İbn Sina, en-Necât, s.12.; ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.46. İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.60. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine, s.31.; İbn Sina, en-Necât, s.12.; ayrıca bkz. İbn Sina, Mantıku’lMeşrıkıyyîn, 64. 138
alınıp önermenin birliği ve bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde kendisini basit bir lafızla
karşılamak mümkündür. Çünkü önermenin bütünlüğü içinde dikkate alındığında insanın
durumuna ve yürümenin insana yüklenmesi durumuna bakılmamaktadır, aksine önerme adı
verilen bütüne bakılmaktadır.360
O halde her üç bileşimin de parçalarında olumlu veya olumsuz bir nispete hükmetme
amaçlanmamaktadır. Her ne kadar üçüncü bileşimin parçasında kendi başına söz konusu
olduğu zaman doğruluk ve yanlışlık yargısı bulunsa da önermenin bütünlüğü içinde bu
parçanın bizzat kendisinin anlamı kast edilmemekte ve basit lafız konumunda bulunmaktadır.
Her üç bileşim de yüklemli önermedir ve olumlu, olumsuz olmak üzere ikiye ayrılır.361
Bir ve bütün olması bakımından değil de ayrıntısının dikkate alınması bakımından ele
alınan ve ‘şartlı önerme’ diye adlandırılan önerme ise ‘bitişik (muttasıl) şartlı önerme’ ve
‘ayrık (munfasıl) şartlı önerme’ diye ikiye ayrılır. Örneğin; ‘güneş doğmuşsa gündüz vardır’
sözünde veya ‘paralel iki çizgiyi kesen bir çizgi çizildiği zaman, meydana gelen iç ve dış
açılar birbirine eşittir’ sözünde iki önerme arasında bitişme nispetinin olumlanmasına
hükmedilmekte ve ikincinin, birincinin ardından geldiği olumlanmaktadır.362 İbn Sina
İşârât’ta ve Mantıku’l-Meşrıkıyyîn’de bitişik şartlı önermelerin aynı zamanda varsayımsal
(vaz‘î) diye de adlandırıldığını ifade eder. Dolayısıyla bitişik şartlı önerme, bir şarta bağlı
olarak ikisinden biri diğerine bağlı olacak (ittisâl) ve biri diğerini gerektirecek (lüzûm) ve
izleyecek (mutâbaat) şekilde iki önermenin bileşiminden oluşmakta ve bu önermede
ardbitişenin varlığı veya yokluğu önbitişenin varlığı veya yokluğunun varsayımına
dayanmaktadır.363Yine örneğin; ‘ya güneş doğmuştur ya da gece vardır’ sözünde iki söz
arasında ayrıklık (infisâl/inâd/mufâraka) nispeti olumlanmaktadır. Yani biri diğerini itecek
şekilde ve uzaklaştıracak tarzda iki önerme arasında bir nispet söz konusudur. Örnek olarak
verilen gerek bitişik gerekse ayrık şartlı her iki önermenin de parçalarında bir bileşim vardır
ve bu bileşimde söz konusu nispete yani sözü kesin yapan nispete hükmedilmektedir. Çünkü
yukarıda verilen bitişik şartlı önermenin bir parçasını oluşturan ‘güneş doğmuştur’ sözü,
‘doğma’ ile ‘güneş’ arasındaki nispetin olumlanmasını içermektedir. Diğer parçalarda da
durum böyledir. Bu tarzdaki bileşimlerin tamamına şartlı (eş-şartiyye) adı verilir. Birinci gibi
olanlara bitişik şartlı, ikincisi gibi olanlara ise ayrık şartlı adı verilir.364 İbn Sina en-Necât’taki
bitişik şartlı önerme ve ayrık şartlı önermeyi kısaca şöyle tanımlamaktadır: Bitişik şartlı
360
361
362
363
364
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.31, 32. İbn Sina, a.g.e, s.32. İbn Sina, a.g.e, s.31.,İbn Sina,İşâretler ve Tenbihler, s.21, 22. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.21, 22.; İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.60, 61. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.31.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.22.; İbn Sina,
Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.61. 139
önerme; iki önermeden birinin lüzumunu diğerine olumlayan veya ondan olumsuzlayan
önermedir. Ayrık şartlı önerme ise iki önermeden birinin ayrıklığını (inâd) diğerine olumlayan
veya ondan olumsuzlayan önermedir.365
Yüklemli basit önermenin en basit olanı olumludur ve ondan sonra olumsuz olanı
gelir. Olumlu yüklemli önerme, ‘konu’ adı verilen ‘kendisine nispetin yapıldığı şey’,
‘yüklem’ adı verilen ‘nispet edilen şey’
ve ‘varlık nispeti’nden oluşmaktadır. Olumsuz
yüklemli önerme ise yine kendisine nispet edilen ‘konu’, nispet edilen ‘yüklem’ ve fakat
‘nispetin varlığının kalkmasından’ oluşmaktadır.366 Bu anlamda olumlu (îcâb), mutlak olarak
olumlamanın gerçekleşmesi ve vücûd bulmasıdır. Bu, yüklemli önermede yüklemin konuda
varlığına hükmetmektir. Olumsuz (selb) ise mutlak olarak iki şey arasında varlık nispetinin
kaldırılmasıdır. Bu, yüklemli önermede yüklemin konuda bulunmadığına hükmetmektir.367
Yüklem (mahmûl), başka bir şeyde var olduğuna ve var olmadığına dair kendisiyle
hükmolunandır. Konu (mevzu‘) ise; başka bir şeyin kendisinde var veya yok olduğuna dair
üzerine hükmolunandır. ‘Zeyd yazandır’ denildiğinde burada ‘yazan’ yüklemi, ‘Zeyd’ ise
konuyu teşkil etmektedir.368 İbn Sina Mantıku’l-Meşrıkıyyîn’de ‘kendisine nispet edilen’in
yaygın isminin ‘konu’(mevzu) olduğunu ifade etmekle birlikte bunu ‘yüklenici’ (hâmil) diye
de isimlendirmektedir.369 Sonuç itibariyle her yüklemli önermenin gerçekliği şudur:
Önermede yüklem ile konunun/öznenin arasını birleştiren ve onların anlamıyla beraber
bulunan üçüncü bir anlam daha vardır. Bu üçüncü anlam önermede kendisine işaret eden
üçüncü bir lafzı hak eder. Bu lafza bağ (râbıta/copula) adı verilir. Bazı dillerde bu lafız atılır
ve zikredilmez.370
Şartlılar ise gerçekte tek bir önerme değil birden çok önermeden bileşiktir. Şartlı
önermeler şart bağıyla bir bütün önerme haline gelirler. Şart edatlarından biri önbitişene
(mukaddem) eklendiğinde onun formunu çarpıtarak doğru ve yanlış olmayan bir hale sokar.
Örneğin; ‘-ise’ bağı, ‘güneş doğdu’ sözüne eklendiğinde ve ‘ya/ya da’ bağı ‘bu sayı çifttir’ ve
‘bu sayı tektir’ önermelerine eklendiğinde onun formunu çarpıtır. Böylece her önbitişenle bir
doğruluk ve yanlışlığın bilinmesi için, önbitişen kendi başına kaldığında doğru ve yanlış
olacak duruma hazır hale geldikten sonra öteki ona ekleninceye kadar beklenir. Öteki ona
eklenip de söz tamamlandığında yalnızca önbitişen değil toplam doğru ve yanlış olur. Aynı
365
366
367
368
369
370
İbn Sina, en-Necât, s.12., 13. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.33. İbn Sina, en-Necât, s.13. İbn Sina, a.g.e, s.13. İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.62. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.25, 26. 140
şekilde artbitişenin (tâlî) durumu da böyledir. Çünkü şartlının doğruluğu ve yanlışlığında,
ister bir ister çok olsun parçalarının doğruluğu ve yanlışlığı dikkate alınmaz.371
Örneğin; ‘güneş doğmuştur’ sözü doğru veya yanlış sözdür. Bu önermeye bir ziyade
ekleyip de ‘eğer güneş doğmuşsa’ dendiği zaman önerme bozulmuş, doğru ve yanlış yargıları
kendisinden ortadan kalktığı için önerme olmaktan çıkmıştır. Yine ‘gündüz vardır’ sözü doğru
veya yanlış bir sözdür. Buna bir ziyade ekleyip de ‘o halde gündüz vardır’ dendiği zaman
önerme bozulur ve önerme olmaktan çıkar. Yine ‘bu sayı çifttir’ ve ‘bu sayı tektir’ sözleri
kendi başına birer önermedir. Fakat bunlar bitiştirilmeden ‘bu sayı ya çifttir’, ‘bu sayı ya da
tektir’ denildiğinde doğru veya yanlış hüküm bildiren birer önerme olmaktan çıkarlar. Bu dört
parçadan her biri kendilerine eklenen edatlarla hazır hale gelip nefsi (zihni) diğer parçaya
yöneltir. Dolayısıyla bunların kesin söz olabilmesi ve tamamlanması için her bir parçanın
diğerine eşlik etmesi gerekir: ‘Eğer güneş doğmuşsa o halde gündüz vardır’, ‘bu sayı ya tektir
ya da çifttir’. Böylece söz tamamlanmış ve edatların eklenmesiyle önerme olmaktan çıkmış
iki sözün bileşimiyle bilfiil bir önerme oluşmuş olur. Artık oluşan bu önerme içerisindeki
parçalardan her biri kendi nefsinde bilfiil önerme olmaktan çıkmışlardır. Bunların
bileşiminden oluşan her bir bitişik ya da ayrık önerme ise bilfiil tek bir önermedir. Ancak bu
bitişik ya da ayrık önerme parçalarına çözündüğü ve edatlar ortadan kaldırıldığı zaman bu
parçaların her biri kendinde bilfiil önermedir.372
Bitişik ve ayrışık şartlı önermeler bazen yüklemli, bazen şartlı, bazen de bu ikisinin
karışımından oluşabilir. ‘Her ne zaman güneş doğarsa gündüz vardır, öyleyse ya güneş
doğmuştur ya da gündüz var değildir’ denildiğinde bitişik ve ayrışık iki önermeden bitişik bir
önerme yapılmış olur. Yine ‘Güneş doğmuşsa gündüz vardır ya da güneş doğmuşsa gece
yoktur’ denildiğinde iki bitişik önermeden bir ayrışık önerme yapılmış olur. ‘Bu bir sayı ise
bu sayı ya çift ya da tektir’ denildiğinde de bir yüklemli bir ayrışık önermeden bitişik önerme
yapılmış olur.373 İbn Sina önermelerle ilişkili ilerde üzerinde duracağımız niceliğin belirliliği
ve belirsizliği, çelişki ve döndürme gibi konularda önbitişeni özne ardbitişeni yüklem gibi
yaparak, bitişik önermelerin durumunu yüklemli önermeler gibi ele almamız gerektiğini
hatırlatır.374 Dolayısıyla ister yüklemli önerme olsun isterse şartlı önerme olsun, her iki
önerme türü de konu/özne, yüklem ve vücûdî kelimelerden oluşur. Zira her iki önerme
türünün de vücûdî kelimelere ihtiyacı vardır.375
371
372
373
374
375
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.32.; İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.61. İbn Sina, Mantuku’l-Meşrıkıyyîn, s.61. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.27. İbn Sina, a.g.e, s.28. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.35. 141
İbn Sina Yunanca, Farsça ve Arapça örneğinden hareketli vücûdî kelimelerin dilden
dile değiştiğini hatırlatır. Örneğin; Yunanca’da vücûdî kelimeler hem yüklemli önermede hem
de şartlı önermede zikredilmek durumundadır.376 İbn Sina, Farsça’da da bağın zikredildiğini
belirtir ve şu örneği verir: ‘Zeyd debirest’ (Zeyd yazıcıdır). Bu önermedeki bağ ‘-dır’
anlamına gelen ‘-est’tir.377 Bazı dillerde yüklemli önermede vücûdî kelime açıkça
zikredilmez, fakat konu ve yüklemdeki hareke değişikliklerinden ve bu değişiklik halleriyle
oluşturdukları bileşimin kendisinden ortaya çıkar. Örneğin, Arapça’da yüklemli önermede
vücûdî kelime zikredilmek zorunda değildir.378 Örnek olarak verilen önermenin anlamını
Arapça’ya naklettiğimiz de şöyle deriz: ‘İbn Sina feylûsufun.’ Burada dikkate edilirse
herhangi bir vücûdî kelime zikredilmemektedir. Fakat bu örnekte vücûdî kelime, Arapça’nın
kurallarına bağlı olarak kelimelerin girdiği kalıp ve hareke değişikliklerinde ve bu kelimelerin
dizilişinde, yani telifinde saklıdır.379 Bununla birlikte İbn Sina, Arapça’da da vücûdî
kelimelerin şartlı önermelerde açık olarak zikredildiğini belirtir. ‘Olduğunda’ anlamına gelen
‘izâ-kâne’, her ne zaman olursa’ anlamına gelen ‘küllemâ-kâne’, ‘olduğu zaman’ anlamına
gelen ‘metâ-kâne’, ‘olur ise’ anlamına gelen ‘in-kâne’ şeklindeki vücûdî kelimeler gibi.380
Dildeki bu farklılıklar ve vücûdî kelimenin zikredilip zikredilmemesi bir yana İbn
Sina, bütün diller açısından önermeler konusunda asıl vurgulanması gerekenin şu evrensel ve
zorunlu kural olduğunu belirtir: Yüklemli önerme konunun anlamı, yüklemin anlamı ve bu
ikisi arasındaki nispetle tamamlanır.381 İbn Sina en-Necât’ta bunların bir önermenin zâtî yani
ayrılmaz ve kendileri olmaksızın en basit yüklemli önermenin oluşamayacağı parçaları
olduğunu ifade eder.382Çünkü anlamların zihinde konu ve yüklem olarak bir araya gelmesi
kesin söz/önerme bileşimi için yeterli değildir, bununla birlikte tıpkı tarif ve tanım
bileşiminde olduğu gibi bu iki anlam arasında bir nispetin bulunması ve fakat tarif ve tanım
bileşiminden farklı olarak zihnin aynı zamanda olumlama veya olumsuzlamayla iki anlam
arasındaki nispete inanması da gerekir.383
İster zamansal olsun ister zamansal olmasın önermede zikredilen bağlar ya
açıklanmıştır ya da açıklanmamıştır. Eğer bağ açıklanmışsa önerme ‘üçlü’ adını alır. Eğer
açıklanmamışsa önerme ‘ikili’ adını alır. Çünkü ikili önermelerde bulunması zorunlu olan bağ
376
377
378
379
380
381
382
383
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.35, 36. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.26. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.35, 36.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.26. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.36. İbn Sina, a.g.e, s.35. İbn Sina, a.g.e, s.36.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.65. İbn Sina, en-Necât, s.15. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.36. 142
gizlenmiştir.384 Her ne kadar ikili önermede nispet lafzı zikredilmemiş olsa da en-Necât’taki
ifadelerle söylersek; nispete delâlet eden lafız önermenin kendisinde içkindir/dürülüdür
(tuviyet).385 Bununla birlikte ikililerde yüklem isim değil de kelime olması durumunda bunlar
kendiliklerinden bağ sahibi olabilirler. Çünkü kelimeler yapıları itibariyle konuya delâlet
ederler386 ve kelime zâtı itibariyle konuya bağlanır ve her halükarda bir konuya delâlet eder ve
nispet onda içerilmiş olarak bulunur.387 Bağa ise ancak yüklem kendi başına bir isim
olduğunda yüklemin konuya nispetine delâlet için ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla kelimelerde
konuya delâlet zaten var olduğundan kelimelerin bağa ihtiyacı asıl isimlerin ihtiyacı gibi
değildir. Türemiş isimler de kelimeler gibi işlev görürler. Ancak İbn Sina bunun kelimeler
için de kesin bir hüküm olmadığını hatırlatır. Çünkü en nihayetinde kelimeler de, her ne kadar
bir konuya delâlet etseler de, belirli bir konuya delâlet etmezler. Bu bakımdan her halükarda
yüklemi belirli bir konuya bağlayan ve ona işaret eden şeye ihtiyaç duyulur.388 Kısaca üçlü
önerme bağın zikredildiği önermedir. Örneğin ‘insan âdildir’ (insan hüve âdil) ve ‘insan âdil
olacaktır’ (insan yuced âdil) önermeleri gibi. Bu önermelerde ‘dır’ ve ‘olacaktır’ lafızları,
kendi başlarına önermeye yüklem olarak değil aksine yüklemin konu için mevcut olduğuna
delâlet etmek için birer bağ olarak girmişlerdir. ‘Olacaktır’ (yûced) yüklemin gelecek
zamanda konu için varlığına; ‘dır’ (huve) lafzı yüklemin mutlak olarak konu için varlığına
delâlet etmektedir. Şu halde bağ, yüklemin nispetine delâlet etmektedir.389 İşte kesin sözdeki
bu nispete bağ lafız (râbıta) delâlet eder.390
Bağ lafzının hükmü edatların hükmü gibidir. Bağ lafız, bazen isim kalıbında olurken
bazen de kelime kalıbında olur. İsim kalıbında olan bağın örneği ‘Zeyd ki o canlıdır’
önermesindeki ‘o’ zamiridir. Burada zamir kendi başına delâlet etmek için gelmemiş Zeyd’in
canlı oluşuna dair bir açıklama ve bağ için getirilmiştir. Bu yönüyle zamir kendi başına
delâlet etmekten çıkıp bağlaçlar arasına katılmıştır, bununla birlikte bu bağlaç isme
benzemektedir. Kelime kalıbında olan bağın örneği ise ‘Zeyd şöyle idi’, ‘Zeyd şöyle olacak’
önermelerinde bulunan ‘idi’, ‘olacak’ gibi vücûdî kelimelerdir. Daha önce de değindiğimiz
gibi İbn Sina bu bağın dilden dile farklılık arz ettiğini, buna bağlı olarak bazı dillerde açıkça
384
385
386
387
388
389
390
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.70. İbn Sina, en-Necât, s.15. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.70. İbn Sina, en-Necât, s.15.; ; ayrıca bkz. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.66. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.70. İbn Sina, a.g.e, s.71.; İbn Sina, en-Necât, s.15.; ayrıca bkz. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, 66. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.37.; İbn Sina, en-Necât, s.15. 143
zikredilen bir lafızla dile getirildiğini bazı dillerde ise gizli olduğunu Arapça’dan ve
Farsça’dan verdiği örneklerle ortaya koyar.391
İbn Sina, ister gizli olsun ister açıkça dile getirilmiş olsun bağın üstlendiği görevin
çokluktan birliği meydana getirmek olduğunu belirtir. Dolayısıyla bu, kesin sözün bir olduğu
anlamına gelir. Kesin sözün yüklemli önermede bir olması, ister gizli ister açık olsun bağın
tek bir bağa delâlet etmesidir. Yüklemli önermedeki bağ ‘konu yüklemdir’ demektir.392 Bağın
birliği meydana getirmesi ve kesin sözün bir olması, yüklem ve konu hem isim bakımından
hem de anlam bakımından bir olduğu zaman gerçekleşir.393 Bu, tasavvur analizinde
değindiğimiz üzere İbn Sina, beş tümel konuya tavâtu yoluyla yüklemdir, derken aslında
vurgulamak istediği husustur. Çünkü yüklemin tavâtu yoluyla yüklem olması demek,
yüklemin hem isim hem de mana bakımından konuyla eşit-anlamlılık (tavâtu) ilişkisine sahip
olması demektir. Bilimsel önerme söz konusu olduğunda önermede yüklem ve konu hem isim
hem de mana bakımından bir olmalıdır. Örneğin; ‘göz’ ismini ‘su gözü’, ‘para gözü’ gibi
anlamlarının tamamını içeren bir niyetle kullanıp ‘göz, cisimdir’ dendiğinde bu doğru olsa
bile anlamda bir önerme değildir. Bu türden çok anlamlı lafızlar eşsesli/anonim (el-ismu’lmüşterek) lafızlardır ve bilimsel önermeler eşsesli lafızlardan değil eşit-anlamlı lafızlardan
oluşur. Bununla birlikte İbn Sina eşsesli lafızların, anlamlarından sadece biri kast edilir ve bu
açıklanır ise sadece bir anlama delâlet edebileceğini not eder.394
Eş-sesli (müşterek) lafız; her birindeki mefhumu farklı olmakla birlikte birden çok
şeye söylenen lafızlardır. Örneğin ‘nûr’ lafzı gibi. Eş-anlamlı (mutavâtı‘) lafız ise; birden
fazla şeye aynı derecede (ale’s-sivâ) söylenmekle birlikte bunların her birinde anlamı bir
lafızlardır. Örneğin; insan ve ata söylenen ‘canlı’ lafzı gibi.395 Eş- anlamlı lafızların yanı sıra
bir de birden fazla şeye söylenen ve bunların her birinde anlamı bir olan ve fakat her birine
aynı derecede söylenmeyen lafızlar vardır ki bunlar da dereceli eş-anlamlı (müşekkek)
lafızlardır. Örneğin cevher ve araza söylenen ‘varlık’ lafzı gibi.396
Eş-anlamlı lafızlar yerine eş-sesli lafızlar kullanıldığı takdirde bilimsellikten sapılmış
safsataya kapı aralanmış demektir. Çünkü konusu ve yüklemi birden fazla anlam arasında
ortak olan her önermede kendisiyle hükmedilen hükmün doğruluğu bütün anlamlar hakkında
doğru olmaz, aksine çoğunlukla hükmün doğruluğu değişir ve safsataya düşülür. Örneğin;
391
392
393
394
395
396
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.37. İbn Sina, a.g.e, s.37. İbn Sina, a.g.e, s.38. İbn Sina, a.g.e, s.38. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.75.; ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.46.; söz konusu lafızlar için
ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.71, 72. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.46. 144
‘insanın gözü’ ve ‘güneş’ anlamları kast edilerek ya da bu anlamları içerecek şekilde ‘göz
görendir’ denildiğinde bu önermedeki hüküm, insanın gözü için doğru iken güneş için
yanlıştır.397 Yanı sıra yüklemli önermelerin bir olmasının bir diğer şartı tek bir konuya tek bir
yüklemin yüklenmesidir. Yani önermede konu ve yüklem bir tane olmalıdır, aksi halde yine
önerme bir olmaz. Eğer ‘at ve insan canlıdır’ denirse ve konu birden fazla olup yüklem bir
olursa veya ‘Zeyd yazan ve uzundur’ denir, konu bir fakat yüklem birden fazla olursa önerme
bir olmaz. Çünkü her iki örnek de iki önermedir: ‘At canlıdır’, ‘insan canlıdır’. ‘Zeyd
yazandır’, ‘Zeyd uzundur’. Bununla birlikte konu ve yüklem tarafında bir çokluğun
bulunması ve fakat bu çokluğun tek bir anlama delâlet etmesi durumunda önerme çok değil
bir olur. Çünkü burada lafzın çokluğu anlamın çokluğuna delâlet etmemektedir. Örneğin;
‘insan, düşünen ölümlü ve canlıdır’ denildiğinde bu önermede yüklem tarafındaki lafzî çokluk
anlam çokluğuna delâlet etmez, tek bir anlama delâlet eder. Tek anlamın açılımı şudur: İnsan
canlı bir şeydir ki bu canlı düşünendir ve düşünen de ölümlüdür. Bu toplam gerçekte tek bir
yüklemdir. Yine örneğin; ‘düşünen ve ölümlü canlı yazmaya kabiliyetlidir’ veya ‘düşünen
ölümlü canlı, yürüyendir’ dendiğinde de böyledir. Burada da konu tarafındaki lafzî çokluk,
çok anlama değil bir anlama delâlet etmektedir.398 Zira bu önermelerin parçaları (düşünen
ölümlü canlı, parçası) basit anlam gücündedir ve bununla, varlığı veya anlamı açısından tek
bir lafızla gösterilmesi mümkün olan tek bir şey kast edilmektedir.399
Fakat çoklukta anlamlar ayrı olması durumunda önerme bir olamaz. Örneğin; ‘ak,
yürüyen insan’ sözünde ‘ak’ ve ‘yürüyen’ anlamları ayrı olup tek bir doğada birleşmezler.
Çünkü örneğin ‘Zeyd, ak ve yürüyen insandır’ denildiğinde burada tek bir anlam Zeyd’e
yüklenmiş olmaz. Çünkü bu üçü (ak, yürüyen, insan) doğa bakımından birbirleriyle
kayıtlanarak tek bir doğa haline gelebilecek şeyler değildirler. Bu sebeple bu önerme bir
olmaz.400 Ancak İbn Sina bu gibi önermelerde çok keskin bir düşüncenin ortaya konması
taraftarı değildir. İbn Sina bu gibi önermelerde çokluk için her halükarda tek bir lafız bulunup
bununla ifade edilmesini ve dolayısıyla bu türden sözlerin de tek bir önerme olarak kabul
edilmesini mümkün görmektedir. Verilen örnek üzerinden İbn Sina bu düşüncesini şöyle dile
getirmektedir:
“Ben bunun tek bir önerme olarak kabul edilmesini ve Zeyd’in, bu niteliklerin kendisinde toplanmasıyla
nitelenen bir şey olmasını mümkün görüyorum. Bunlara bir bütün olarak tek bir isim verebilirim ve
397
398
399
400
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.38.; ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.58. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.89, 90. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.25. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.90. 145
böylece bu isim konuya yüklenmiş olur. Sözgelimi C bunların (ak, yürüyen, insan) toplamına delâlet
etsin, böylece C dendiğinde bu özelliklerin toplamı olduğu anlaşılsın.”401
Ancak İbn Sina, bu gibi önermelerin daha önce yer verilen şu önerme gibi olmadığını
özellikle vurgular. Biz hem ak’a hem uzun’a ‘elbise’ adını verir ve ‘Zeyd elbisedir’ dersek bu
söz iki önerme hükmünde olur ve sanki şöyle demiş gibi oluruz: ‘Zeyd aktır’, ‘Zeyd uzundur’.
Çünkü bu sözde elbise, ak’ın ismidir. Halbuki C, toplamdan birinin ismi değil toplamın
ismidir.402
Gerek Diyalektik gerekse Safsata’nın kendisinden en çok yararlandığı önermelerden
birisi işte bu görünüşte bir ama gerçekte birden fazla önermelerdir. Çünkü ilk bakışta bunun
farkına varılmadığı takdirde muhatap rahatlıkla hataya düşürülebilmekte, diyalektikçi istediği
yöndeki cevabı almak için safsatacı ise mugalataya düşürmek için muhatabı yanıltmanın
enstrümanlarından biri olarak bunları soru formuna sokarak kullanmaktadır.403 Bu tarz
diyalektik soruların bir kısmına ne bir olumlama ne de bir olumsuzlamayla cevap vermek
mümkündür. Örneğin biri ‘insan cisim ve ruh mudur yoksa değil midir?’ diye sorması
durumunda bu soruya olumlama veya olumsuzlamayla cevap vermek mümkün değildir.
Çünkü cisim ve ruh ikilisinden biri insana yüklenirken diğeri insandan olumsuzlanmaktadır.
Aksine cevabın ayrıştırılarak ‘insan cisimdir ve ruh değildir’ denilmesi gerekir. Bir başka
örneği ‘insan cisim ve mükellef değil midir?’ sorusudur. Bu soruya ise her ne kadar her iki şık
için de olumlamayla cevap vermek mümkün olsa da burada kullanılan lafız, birden çok anlam
arasında ortak lafızdır. Bu durumda soru soran çelişiğin iki tarafı arasında hüküm verdiği ve
cevaplayanı bunlardan biriyle cevaba zorladığı zaman cevaplayanın soru sorandan soruyu
ayıklamasını, yeniden ifade etmesini ve tek bir soru haline getirmesini isteme hakkı vardır.404
Şartlı önermelere gelince; bu önermelerde bağ birleştiği önermeden doğruluk ve
yanlışlık yargısını ortadan kaldırır. Şartlı önermelerde iki önermeden birine veya her ikisine
bir harf veya lafız bitiştirilir ve iki önerme arasında bir bağ kurulur. Bu bağ, bitiştiği önerme
hakkında ‘doğrudur’ veya ‘yanlıştır’ yargısını ortadan kaldırır. Örneğin; ‘eğer Güneş
doğmuşsa’ denilip de susulur ve arkasından bir şey ilave edilmezse bağ, ‘güneş doğmuştur’
sözüne bir tasdikin eklenmesini ortadan kaldırır. Çünkü bağın eklendiği bu söz, ne doğrudur
ne de yanlıştır. Yine ayrık şartlıda ‘ya güneş doğmuştur’ denilip de arkasından bir ilave
yapılmadığında ayrıştıran bağ, önermeden tasdiki ortadan kaldırır. O nedenle örnek olarak
verilen şartlı önermenin birincisine ardbitişeni (tâlî), ikincisine ise çürüten karşıtını (muânid)
401
402
403
404
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.90. İbn Sina, a.g.e, s.90. İbn Sina, a.g.e, s.90. İbn Sina, a.g.e, s.91. 146
ilave etmek gerekir ki böylece kendinde önerme olan ve fakat bağın eklenmesiyle önerme
özelliğini yitiren iki sözden tek bir söz meydana gelsin. Yine ‘öyleyse gündüz vardır’
sözündeki ‘öyleyse’ lafzının delâleti dikkate alınıp iptal edilmemesi durumunda da bu söz tek
başına tasdik ifade etmez.405 Bununla birlikte İbn Sina bir ve bütün olarak şartlı önermenin
kesin söz olduğunu ancak yüklemli önerme gibi mutlak ve basit kesin söz gibi olmadığını
ifade eder. Çünkü bağ, iki mutlak kesin sözü kendi başına birer önerme olmaktan çıkarmış ve
bu ikisi bağ sayesinde kesin söz haline gelmişlerdir.406 Dolayısıyla ilerde üzerinde
duracağımız üzere şartlı önermeler de tıpkı yüklemli önermeler gibi olumlu, olumsuz, niceliği
belirsiz ve belirli olur. Ancak şartlı önermelerin bu halleri önbitişen ve ardbitişene değil şart
bağına tâbidir. Çünkü örneğin ‘A, B olmadığı zaman B, C değildir’ şartlı önermesinde her ne
kadar önbitişen ve ardbitişen olumsuz olsa da bitişme olumlandığı için bu önerme
olumludur.407
1.4. Nitelik ve Nicelik Bakımından Önermeler
1.4.1. Nitelik Bakımından Önermeler
Bir önermenin niteliği onun olumlu (îcâb/isbât) veya olumsuz (selb/nefy408) olmasıyla
ilişkilidir. Olumlu yüklemli önerme ‘insan canlıdır’ önermesi gibidir. Bu, dış dünyada var
olsun ya da var olmasın zihinde insan olarak varsaydığımız şeyi, canlı olarak varsaymamız,
zamanını ve durumunu bildiren sözcükler eklemeksizin zamanlı, sınırlı ve ikisinin karşıtını
içine alacak şekilde onun hakkında ‘canlıdır’ diye yargıda bulunmamız gerektiğini ifade eder.
Olumsuz yüklemli önermenin örneği ‘insan taş değildir’ önermesi gibidir. Bu önermenin
durumu da olumlu yüklemli önermenin durumu gibidir. Yani ‘insan taş değildir’ derken bu,
ister dış dünyada var olsun isterse var olmasın zihinde insan olarak varsaydığımız şeyden taş’ı
olumsuzlamamız, zamanını ve durumunu bildiren sözcükler eklemeksizin onun hakkında ‘taş
değildir’ diye yargıda bulunmamız gerektiğini ifade eder.409 Kısaca yüklemlide ispât
yüklemin yüklenici için varlığına hükmetmek; nefy ise yüklemin yüklenicide var olmadığına
hükmetmektir.410 Olumlu bitişik şartlı önerme ‘Güneş doğmuşsa gündüz vardır’ önermesi
gibidir. Bu önermede şart edatının bitişmesi ile var olan iki önermeden birincisi varsayılınca 405
406
407
408
409
410
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.38, 39. İbn Sina, a.g.e, s.39. İbn Sina, en-Necât, s.45. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn’de ispat ve nefyi mantıkçıların icab ve selb diye isimlendirdiklerini belirtir.
O nedenle parantez içerisine ispat ve nefy kavramlarını da koyma gereği duyduk. bkz.İbn Sina, Mantıku’lMeşrıkıyyîn, s.62. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.22. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.62. 147
ki buna önbitişen (mukaddem) denir- cevap edatı ile birlikte olan önermeyi- ki buna
ardbitişen (tâlî) denir- gerektirmiştir. Olumsuz bitişik şartlı önerme ise bu ayrılmazlık ve
beraberliğin olumsuzlandığı önermedir. Örneğin; ‘Güneş doğmuşsa gece var değildir’
önermesi gibi. Olumlu ayrışık önerme ‘bu sayı ya çifttir ya da tektir’ önermesi gibidir. Bu
ayrışma ve itişmeyi gerektiren önermedir. Olumsuz ayrışık önerme ise, bu ayrışma ve itişmeyi
olumsuzlayan önermedir. Örneğin; ‘bu sayı ya çift ya da iki eşit parçaya bölünen değildir’
önermesi gibi.411
Şartlı önermeler mutlak ve basit önermeler gibi olmadıklarından İbn Sina,
evetlemeden ve değillemeden sadece yüklemliye ait olumlama ve olumsuzlamanın
anlaşılabileceğini, şartlı ve kıyasî sözlerin ise birer bileşik söz olarak anlaşılmasını mümkün
görmekle birlikte, evetleme ve değillemenin hem yüklemli önerme ve hem de ardbitişeninin
kendisini izlediği şartlı önerme; her ikisi için de geçerli olarak anlaşılmasını mümkün
görmektedir.412 İbn Sina en-Necât’ta bunu daha açık bir ifadeyle ortaya koymaktadır:
‘Olumluluk ve olumsuzluk sadece yüklemli öncüllerde değildir aksine bitişik ve ayrık şartlı öncüllerde
de vardır. Şöyle ki; tıpkı yüklemin varlığına delâlet etmek nasıl yüklemlide olumlu ise aynı şekilde
bitişiğin varlığına delalet etmek de bitişikte olumludur. Örneğin; eğer o şöyleyse şöyledir, gibi. Yine
ayrığın varlığına delâlet de ayrıkta olumludur, örneğin; ya şöyledir ya da şöyledir, gibi. Aynı şekilde
nasıl ki yüklemin varlığının ortadan kaldırılmasına delâlet yüklemlide olumsuzluk ise bitişiğin ortadan
kalkmasına delâlet de bitişikte olumsuzluktur. Örneğin; o şöyle olmadığı zaman şöyledir, gibi. Veya
ayrığın ortadan kalkmasına delâlet de ayrıkta olumsuzluktur. Örneğin; ya şöyle değildir ya da şöyle
değildir, gibi.’413
Bu durumda yüklemli olumlu önerme ‘Zeyd canlıdır’ örneğinde; bitişik şartlı olumlu
önerme, ‘her ne zaman Güneş doğarsa gündüz olur’ örneğinde; ayrık şartlı olumlu önerme ‘ya
gündüzdür ya da gecedir’ örneğinde; yüklemli olumsuz önerme ‘Zeyd canlı değildir’
örneğinde; bitişik şartlı olumsuz önerme ‘Güneş her doğduğunda bulut olacak değildir’
örneğinde; ayrık şartlı olumsuz önerme ‘insan ya düşünen ya da gülen olacak değildir’
örneğinde olduğu gibi karşımıza çıkmaktadır.414
İbn Sina’ya göre her yokluk varlıkla belirlenir ve gerçekleşir. Varlık ise
gerçekleşmesinde yokluğun dikkate alınmasına muhtaç değildir. Bu bakımdan olumsuzlama
ancak olumlamaya iliştiği ve onu kaldırdığı zaman tasavvur edilir. Çünkü olumsuzlama,
olumlamanın yokluğudur. Gerçekte olumsuzlama, olumlamadan ibaret olan varlığı kaldıran
şeydir. Çünkü yokluk ve kaldırma, varlık ve meydana gelmeyi içermekte ve varlık olmaksızın
411
412
413
414
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.22.;İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.62. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.39. İbn Sina, en-Necât, s.44, 45. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.39,40. 148
belirlenmemekte ve tamamlanmamaktadır. Olumlama ise vücûdî olup varlık durumunu
bildirir ve olumsuzlamayla bilinmeye muhtaç değildir. Olumsuzun olumludan sonra
gelmesinin nedeni de budur.415 İbn Sina, burada olumsuzlama olumlamayı içermektedir,
derken bununla olumlamanın, olumsuzlamada var olduğunu değil sadece olumsuzlamanın
tanımına dahil olduğunu kast ettiğini ifade etmektedir. Nitekim biz ‘körlük, görmenin
yokluğudur’ derken olumlama bildiren görmenin, körlükte var olduğunu kast etmeyiz, sadece
olumsuzlama ve yokluk bildiren körlüğü görmenin yokluğuyla tanımlamış oluruz. Böylece
olumlama ve varlık bildiren görme, olumsuzlama ve yokluk bildiren körlüğün tanımına dahil
olmuş, böylece onun belirginleşmesini ve tasavvur edilmesini sağlamıştır.416
Bu bağlamda araştırılması gereken önemli husus İbn Sina’ya göre şu sorunun
cevabıdır: Eğer olumlama varlık olumsuzlama ise yokluk bildiriyorsa hiç varlığı olmayan
şeyler (ma‘dûm) hakkında olumlu bir yargıda bulunulabilir mi? Eğer bulunulursa bu
olumlamanın varlığa, olumsuzlamanın ise yokluğa delâlet ettiği ilkesiyle çelişmez mi?
Çelişmiyorsa o zaman bu nasıl anlaşılmalıdır? İbn Sina şüphesiz her konuya getirdiği derin
analizlerle bizlere bu sorunun cevabını da vermektedir. İbn Sina’ya göre olumlamanın
hakikati, yüklemin konu için varlığına hükmetmektir. Varolmayan şey hakkında ise bir şeyin
onun için var olduğuna hükmetmek imkansızdır. O halde olumlamaya konu olan her şey ya
dış dünyada mevcuttur ya da zihinde mevcuttur.417
İbn Sina, bazı mantıkçıların mevcûd ve hâsıl kavramlarını birbirinden ayırıp da yok’un
(ma‘dûm), hâsıl olan ve fakat mevcût olmayan sıfatlarının bulunabileceği yönündeki
yorumlarına kesinlikle katılmaz. İbn Sina bunu açık bir dille şöyle reddetmekte ve mevcutla
hâsıl kavramlarını müterâdif kabul etmektedir: “Onlar mevcut’la dilediklerini kast edebilirler.
Bize göre hâsıl’dan anlaşılan ile mevcut’tan anlaşılan aynıdır.” Dolayısıyla İbn Sina’ya göre
eğer hüküm esnasında şeyin sadece zihinde varlığı varsa bu takdirde ‘B’nin A olma sıfatına
sahip oluşu zihinde değil dış dünyadadır’ dememiz imkansızdır. Zira o dış dünyada değildir ki
onun için bir şey var olsun. Olumlama (îcâb) ve ispattan anlaşılan bir hükmün bir şey için
sâbit oluşudur ve bu da o hükmün o şey için varlığıdır. Olumsuzlama ise bir şey için hükmün
yokluğudur. Hiçbir şekilde varlığı bulunmayan şeyler hakkında bazen zihin ‘onlar şöyledir’
diye hüküm verse de İbn Sina’ya göre, bunlar hakkında kullanılan ispâtın (olumlamanın)
anlamı, ‘onlar eğer mevcut olsalardı zihindeki varlıkları şöyle olurdu’ demektir. Örneğin
boşluk hakkında ‘boşluk (halâ) boyutludur’ şeklinde olumlu bir yargıda bulunmak gibi.
415
416
417
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.33. İbn Sina, a.g.e, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.73. 149
Olumsuzlama ise hem mevcut hem de madûm üzerine yapılabilir.418 Dolayısıyla olumlama
ancak vehim veya varlıkta temsil olan sabit bir şey ile mümkündür, dolayısıyla o şeyin sabit
olmasına göre hüküm de olumlu olur. Olumsuzluk da aynı şekilde sabit olmayan şey için
uygun olur. Onun sabit olmaması ister gerekli olsun isterse olmasın.419 İbn Sina Mantıku’lMeşrıkiyyîn’de bu hususu kısaca şöyle aktarır: “Varlığı imkansız olan üzerine kesinlikle
olumlamayla hükmedilmez. Varlığı olan üzerine ispâtla hüküm verilir. Ancak varlığı
imkansız değilmiş gibi varsayılırsa bu hariç. Varlığı imkansız olandan her şeyin
olumsuzlanması doğru olur.”420
İbn Sina, tartışmalı mevzulardan bir diğeri olan bağın olumsuzlama harfine girdiği
madûle önermeler üzerinde durmaktadır. Şayet bağ, olumsuzlama harfine girerse olumsuzluk
harfini yüklemin bir parçası haline getirir. Örneğin; ‘Zeyd görmeyendir’ (Zeyd hüve gayr’u
basîr) gibi.421 İbn Sina mantığı Arapça dil sınırları içerisinde yazdığı için haliyle bu dildeki
lafızların pozisyonlarına göre izah etmektedir. Türkçe söz konusu olduğunda bağ, bu
önermelerde olumsuzluk ekinin hemen ardından gelmekte ve yüklemin sonunda yer
almaktadır. Dolayısıyla İbn Sina’nın Arapça olarak verdiği ‘Zeyd yûced lâ-âdil’ veya ‘Zeyd
hüve gayr’u basîr’ önermeleri Türkçe’ye intikâl ettirildiğinde ‘Zeyd âdil-olmayandır’ ve
‘Zeyd görmeyendir’ biçimine dönüşecektir. Bu önermelerde ‘âdil’ veya ‘gören’ tek başına
yüklem olmamakta, aksine ‘âdil-olmayan (lâ-âdil)’ bütün olarak, ‘gör+meyen (gayr’u basîr)’
bütün olarak yüklem olmaktadır.422 Bu bütün ‘Zeyd görmeyendir’ şeklinde olumlanırsa
önerme olumlu madûle olur, ‘Zeyd görmeyen değildir’ şeklinde olumsuzlanırsa olumsuz
madûle olur.423
Dolayısıyla yüklemi belirsiz bir isim ve belirsiz bir kelimeden oluşan önerme madûle
ve değişken (mütegayyir), gayr-i muhassal adını alır. Eğer bu yüklem olumlanırsa olumlu
madûle, olumsuzlanırsa olumsuz madûle adını alır.424 Madûl her nasıl olursa olsun kendisinde
olumsuzluk harfinin yükleminin bir parçası olduğu önermedir. Olumsuzluk harfini, yalnız
kaldığında tek başına yüklem olacak olan şeyle birlikte tek bir şey ve bir bütün olarak
aldığımızda, sonra da olumlama bağıyla konuya olumladığımızda, önerme formu bakımından
olumlu madûle olur. Önermenin maddesi ve niteliği ise başka bir şeydir. Örneğin; bir kıyas
içerisinde ‘bütün cisimler bir konuda mevcut olmayandır, bir konuda mevcut olmayan her şey
418
419
420
421
422
423
424
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.73-74. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.26. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.66, 67. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.71.;İbn Sina,İşâretler ve Tenbihler, s.25. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.72.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.25.; İbn Sina, enNecât, s.15.; ayrıca bkz. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.64. İbn Sina, en-Necât, s.15., 16.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.25. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.72.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.25, 26. 150
cevherdir, o halde bütün cisimler cevherdir’, dediğimizde çıkardığımız sonuç olumlu zorunlu
olur. Çünkü bu kıyasın her iki öncülü de olumludur. Zira olmayan lafzı da yüklemin bir
parçası olarak alınmıştır ve bundan dolayı konunun bir parçası olarak tekrar edilmiştir.425
İbn Sina her ne kadar madûle önermelerin yüklemini teşkil eden örneğin ‘insanolmayan’ gibi lafızlar, kendiliğinde herhangi bir şeye özgü olmasalar da, var olan veya yok
olan’dan herhangi birine özgü olmasa da -çünkü örneğin görmeyen ifadesiyle kör olan veya
ondan daha genel bir anlam kast edilebilir426- bunlar yüklem yapılmaya elverişlidir. İbn
Sina’ya göre bu madûle meselesinde sorun değildir. Çünkü madûle önermelerde konunun
mevcut olması şarttır. Burada konunun mevcudiyetini gerektiren ‘insan-olmayan’ gibi lafızlar
değildir, madûle önermelerde bu kendinde bir şarttır. Buradan hareketle İbn Sina madule
önermeyle basit olumsuz önerme arasındaki farkı şöyle ortaya koymaktadır. ‘Şu, şöyleolmayandır’ sözümüz ile ‘şu şöyle değildir’ sözümüz arasındaki fark şudur; basit olumsuz,
yok olması bakımından yok’a doğru olarak yüklenme hususunda madûle olumludan daha
geneldir ve madule olumlu buna, doğru olarak yüklenmez. Çünkü ‘anka, gören değildir’
demek doğru iken ‘anka gören-olmayandır’ demek doğru değildir. Bu, anka’nın vehimdeki
bir anlama delâlet eden bir isim olup dış dünyada hiçbir varlığı bulunmamasına göredir.427
İbn Sina’nın en-Necât’taki açıklaması bunu daha anlaşılır bir şekilde ortaya
koymaktadır:
‘Basit önermede olumsuzluk harfi yüklemin bir parçası değilken ve yüklemin dışında olup dahil
olmasıyla yüklemi olumsuzlayıp ortadan kaldırırken madûle önermede olumsuzluk harfi yüklemin bir
parçasıdır ve önermeyi olumsuzlayıcı değildir. Delâlet bakımından olumsuz basit önerme madul
önermeden daha geneldir, çünkü basit önermede olumsuzlukta, yok olan konu olabilir, ister madûl ister
muhassal olsun olumluluk ise sadece var olan bir konuya olumlanır. Bu bakımdan ‘anka gören değildir’
demek doğru iken ‘anka gören-olmayandır’ demek doğru değildir.’428
Üçlü önerme söz konusu olunca İbn Sina, madûl önermenin muhassal olumsuz
önermeden her yönden ayrı olduğunu belirtir. Çünkü madûl önermede bağ olumsuzluk
harifinin başına gelir (Arapça) ve olumsuzluk harfini yükleme bağlar, örneğin; ‘Zeyd
görmeyendir’ (Zyed hüve lâ-basîr) gibi. Olumsuz muhassal önermede ise olumsuzluk harfi
bağın başına gelir (Arapça) ve önermeyi olumsuz yapar. Örneğin; Zeyd gören değildir (Zeyd
leyse huve basîr) gibi. Burada bağ olumsuzluk harifini dışarda tutarak sadece ‘gören’i yüklem
yapmıştır.429 İbn Sina’nın üzerinde durduğu bir diğer önerme türü ise yokluk bildiren
425
426
427
428
429
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.74, 75. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.26. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.75. İbn Sina, en-Necât, s.15, 16.; ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.83. İbn Sina, en-Necât, s.16. 151
önermelerdir (el-kaziyyetu’l-ademiyye). Bu önermeler yüklemi, iki mütekâbilden yaygınlık
bakımından en düşüğü olan önermelerdir. ‘Zeyd zâlimdir’, ‘hava karanlıktır’ gibi. İbn
Sina’nın burada ademî önermeler dediği önermeler, ‘boşluk boyutludur’ önermesi gibi hiç
varlığı olmayan şeyler hakkındaki önermelerle karıştırılmamalıdır. Çünkü yokluk bildiren
önermelerin yüklemi gerçekte bir şeyde veya türünde veya cinsinde bulunma özelliğine sahip
olan bir şeyin yokluğuna delâlet eder.430
1.4.2. Nicelik Bakımından Önermeler
Önermenin niceliği onun tekil, tikel, tümel ve niceliği belirsiz (mühmel) olmasıdır. Bu
anlamda yukarıda detaylı olarak yer verdiğimiz tüm önermeler ya tekil ya tikel ya tümel ya da
niceliği belirsiz (mühmel) önerme olur.431 Önermenin hükmünün niceliği, onun konusunun
tümel veya tekil olmasına bağlı olarak değişmektedir. Eğer önermenin konusu tümel ise
önerme de tümel olmakta; konusu tekil ise önerme de tekil olmaktadır.432 en-Necât’ta ve
Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de İbn Sina tekil önermeyi mahsûsa diye adlandırmaktadır.433 Tekil
önerme, olumlu veya olumsuz olsun, yüklemli olup öznesi/konusu tekil olan önermedir.
Önermenin konusu/öznesi tümel olup yüklemli önermede yargının genel oluşu açıklanmışsa
bu önermeye de tümel önerme adı verilir.434 Örneğin; ‘Zeyd yazandır’ önermesinin konusu
tekil olduğundan önermenin hükmü de tekildir.435
Önermenin konusu tümel olması durumunda ya konu hakkındaki hüküm de tümeldir
yani; olumlama konunun altına giren şeylerin her biri hakkında geçerli olur veya
olumsuzlama konunun altına giren şeylerin her birinden olumsuzlanır; ya olumlama ve
olumsuzlama konunun altına giren şeylerin bir kısmında geçerli olur; veyahut da bu tümüyle
terk edilmiş, niceliğe değil niteliğe yani genellik ve özelliğe değil önermenin sadece olumlu
ve olumsuz olmasına değinilmiştir.436 Birinci kısma giren önermeler yukarıda tanımı
aktarıldığı üzere niceliği belirli tümel önermeler’dir. İkinci kısma giren önermeler ise niceliği
belirli tikel önermeler,
üçüncüsü ise niceliği belirsiz (mühmel) önermelerdir. İbn Sina,
İşârât’ta niceliği belirli önermeyi (mahsûra) ve niceliği belirsiz önermeyi (mühmel) şöyle
430
431
432
433
434
435
436
İbn Sina, en-Necât, s.16, 17. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.62.; İbn Sina, burada tekil önermeyi zikretmemektedir. Ancak ilerleyen
satırlarda bu önermeyi de ‘mahsûsa’ önerme diye ele aldığı için tekil önermeyi de ekledik. bkz.İbn Sina, s.
Mantıku’l-Meşrıkıyyîn 63. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.42. İbn Sina, en-Necât, s.13.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.63. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.23.;İbn Sina, en-Necât, s.13.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.63.; ayrıca
bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.47. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.42.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.23.; İbn Sina,
Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.63. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.42. 152
tanımlamaktadır: “Önermenin öznesi tümel olup, yargının ölçüsü ve öznenin niceliği
açıklanmışsa bu önermeye niceliği belirli önerme denir. Önermenin konusu tümel olup
yargının niceliği de –tümellik ve tikelliği- belirtilmemiş, aksine ihmal edilmiş ve öznenin
altına girenlerin hepsi için genel olup olmadığı gösterilmemişse buna da niceliği belirsiz
önerme denir.”437 Dolayısıyla niceliği belirsiz önerme, konusu tümel olan ve fakat hükmün o
konunun tümünde mi yoksa bir kısmında mı olduğu açık olmayan olumlu veya olumsuz
yüklemli önermelerdir. ‘İnsan beyazdır’ önermesi gibi. Niceliği belirli önerme ise konusu
tümel olan ve hükmün konunun tümünde veya bir kısmında olduğu belirgin olan olumlu veya
olumsuz önermedir.438
Burada İbn Sina niceliği belirli önermede hükmün tümel ya da tikelliğine özellikle
dikkat çekmektedir. Çünkü önermelerde konunun tümel olması, konu hakkında verilen
hükmün tümel olduğu anlamına gelmez. Hükmün tümelliği, hükmün konunun bütününde
mevcut olması veya olmamasıyla ilişkilidir. Böyle olmadığı takdirde sadece konunun
doğasına ilişkin hüküm verilmiş olur. İbn Sina bu doğanın ise kendinde bir anlam olduğunu,
genel bir anlam olarak alınabileceği gibi özel bir anlam olarak da alınabileceğini belirtir.
Çünkü örneğin; niceliği belirtilmemiş ‘İnsan canlıdır’ önermesinde insanlık, tek bir şeye
yüklem olabilir ve bu anlamda ‘insan’ özel olarak örneğin Zeyd için de alınabilir. Yine
insanlık, burada genellik için de elverişlidir ve Zeyd’in dışında bir çok ferde de yüklem
olabilir.439 Dolayısıyla genellik ve özellik şartı koşulmamış niceliği belirsiz önermelerde
tümel hakkında verilen hüküm hiçbir şekilde genelliği gerektirmez; konunun tümelliği hiçbir
şekilde hükmün tümelliğini gerektirmez.440 Buna bağlı olarak belirsiz önermelerde konu
yerindeki lafzın genelliğe veya özelliğe delâleti bu önermeyi belirli kılmaz.441
Önermede hükmün tümelliğine ve genelliğine ise konunun lafzı değil ona eklenen hep,
bütün, hiçbiri, bazı gibi nicelik lafızları delâlet eder. Burada tümel nicelik lafızları yüklem
bakımından değil konu bakımından hükmün tümelliğine, dolayısıyla yüklemin konunun
tümelliğine nispet edildiğine ve yüklemle onun üzerine tümel olarak hükmedildiğine delâlet
eder. Örneğin; ‘bütün insanlar canlıdır’ dendiğinde burada tümelliği ile canlının insana ait
olduğu değil-çünkü bu ancak ‘bütün insanlar bütün canlılardır’ şeklinde yüklemin başına
‘bütün’ lafzının getirilmesiyle olur- canlının insanın tümelliğine ait olduğu kast edilir. İşte
nicelik lafızlarıyla delâlet edilen hükmün tümelliği bu anlama gelmektedir. Tümelliği ile
437
438
439
440
441
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.23.; ayrıca bkz. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.63.; ayrıca bkz. İbn
Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.47. İbn Sina, en-Necât, s.13., 14.; ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.82. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s, s.45. İbn Sina, a.g.e, s.46. İbn Sina, a.g.e, s.47.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.24. 153
yüklemin konuya ait olduğunu kast etmek için de yüklemin başına başka bir nicelik lafzının
da eklenmesi gerekir. Örneğin; ‘bütün insanlar bütün canlılardır’ gibi. Fakat konunun
başındaki nicelik lafzı ‘bütün’ü gizleyip de ‘insan bütün canlılardır’ denildiğinde bu tahrif
edilmiş önermelerden (munharifât) olur442 ki İbn Sina’ya göre Aristoteles’ten sonra gelen
şarihler her ne kadar bunlar üzerinde detaylı durmuş ve gereksiz konularla insanları meşgul
etmiş olsalar da bir kısmı hariç bunlar üzerine durmaya değmez. İbn Sina, Aristoteles’in bu
türden önermeler üzerinde çok fazla durmadığını hatırlatır.443
İbn Sina bir kısmı derken bu önermelerden doğru olanlarını kast etmektedir.
Dolayısıyla İbn Sina’ya göre tahrif edilmiş önermelerden doğru olanlar nicelik lafzı
bulunmayan diğer önermeler gibi kullanılabilirler ve bunda da bir sakınca yoktur. Zira İbn
Sina açısından doğru hangi sebeple olursa olsun kullanılabildiği takdirde kişiyi kast edilen
amaca ulaştırır.444 Doğru, yalnızca doğruluğu nedeniyle doğrudur. Doğrunun doğru olması ve
yanlışın yanlış olması, ister bir maddede ister çok maddede olsun, varlıkla uyuşması ve
örtüşmesi veya varlığa aykırı olması nedeniyledir. Olumlama ve olumsuzlama sahteliği kabul
etmez. Hangi anlam yüklem yapılıp da o anlamın konuda varlığına hükmedilirse o, aynı
derecede olumlamadır ve hangi anlam yüklem yapılıp konuda var olmadığına hükmedilirse o
da aynı derecede olumsuzlamadır. Bu bakımdan İbn Sina şarihlerinden birinin, tahrif edilmiş
önermeler hakkında ‘bunlar ne saf olumludur ne de saf olumsuzdur’ şeklindeki yorumunu
yanlış bulur. Bu önermelerden doğru olanlar vardır ve bunlar kullanılabilir.445
Yüklemli önermelerde tümel konu hakkında tümel olumlama hükmünün verilmesinin
örneği şudur: ‘Bütün insanlar canlıdır’. Tümel konu hakkında tümel olumsuzlamanın örneği
ise ‘hiçbir insan taş değildir’ önermesidir. Birinci önermede ‘canlı’, tüm insan fertleri
hakkında doğrulanmış; ikincisinde ise ‘taş’, tüm insan fertlerinden olumsuzlanmıştır.446Eğer
hüküm/yargı, öznenin bir bölümü için açıklanmış olup geri kalan bölümü kaplamına almamış
veya aksi biçimde alınmışsa bu niceliği belirli tikel önermedir ve niceliği belirli bu tikel
önerme de ya olumludur, örneğin; ‘bazı insanlar yazıcıdır’ gibi, ya da olumsuzdur, örneğin;
‘bazı insanlar yazıcı değildir’ veya ‘bütün insanlar yazıcı değildir’ gibi. Son iki önermenin
anlamı birdir ve olumsuzlukta genel değildirler.447 Bu anlamda niceliği belirli tümel önerme,
442
443
444
445
446
447
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.48.; İbn Sina’da yüklemin niceliği meselesine ilişkin
çalışma için bkz. Naci Bolay, Yüklemin Niceliği Meselesi ve İbn Sina Mantığında Yüklemi Nicelikli
Önermeler, İbn Sina Sempozyum Bildirleri, Ankara-1983, s.587-601. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.57- 59. İbn Sina, a.g.e, s.57. İbn Sina, a.g.e, s.58. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.42, 43.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.23.; İbn Sina,
Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.63. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.23.;İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.63. 154
kendisinde hükmün konunun tümü üzerine olumlandığı veya tümünden olumsuzlandığı
önermedir. Niceliği belirli tikel önerme ise; kendisindeki hükmün konunun bir kısmı için
olumlandığı veya bir kısmından olumsuzlandığı önermedir.448 Niceliği belirli tümel ve tikel
önermelerde ‘her’, ‘hiçbiri’, ‘bazısı’ gibi niceliği belirleyen sözcükler nicelik ekleri (süver)
diye adlandırılır.449
Şartlı önermelerde de nicelik bazen belirli ve belirsiz olarak bulunabilir. ‘Güneş
doğarsa gündüz vardır’ önermesi veya ‘sayı ya çifttir ya da tektir’ önermesi belirsiz
önermedir, fakat ‘her ne zaman güneş doğar ise gündüz vardır’ ve ‘daima sayı ya çift ya da
tektir’ denildiğinde önermenin niceliği tümel olumlu olarak belirlenmiş olur. ‘Kesinlikle
güneş doğar ise gece var değildir veya kesinlikle ya güneş doğmuş veya gündüz var değildir’
denildiğinde önermenin niceliği tümel olumsuz olarak belirlenmiş olur. ‘Bazen güneş doğmuş
ise gök bulutludur’ veya ‘bazen evde ya Zeyd ya Amr vardır’ denildiğinde önermenin niceliği
tikel olumlu olarak belirlenmiş olur.450 Şartlı önermelerin niceliği belirli tikel olumsuz
formları ise ‘bazen şöyle olmadığında şöyle olur’ veya ‘şöyle olmadığı her defasında şöyle
olur’ veya ‘bazen ya şöyle olmaz ya da şöyle olmaz’ veya ‘devamlı ya şöyle değildir ya da
şöyle değildir’ gibidir. Bu bağlamda yukarıdaki niceliği belirli tikel olumlu örneği niceliği
belirli tikel olumsuz örnek olarak şöyle aktarabiliriz: ‘Bazen güneş doğmamış ise gök
bulutludur’ denildiğinde önermenin niceliği tikel olumsuz olarak belirlenmiş olur.451
1.5.
Önermelerin Maddesi ve Kipleri
İster olumlu ister olumsuz olsun bir önermede yüklemin özneye bağıntısı ya gerçek
durumda varlığı zorunlu bir bağıntıdır, ‘İnsan canlıdır’ veya ‘İnsan canlı değildir’
önermelerindeki ‘canlı’ lafzı gibi; ya yokluğu zorunlu bir bağıntıdır, ‘İnsan taştır’ veya ‘İnsan
taş değildir’ önermelerindeki ‘taş’ lafzı gibi; veyahut da ne varlığı ne de yokluğu zorunlu bir
bağıntıdır. ‘İnsan yazıcıdır’ veya ‘İnsan yazıcı değildir’ önermelerindeki ‘yazıcı’ lafzı gibi.
İbn Sina, yüklemin özneye söz konusu bağıntı durumlarına bağlı olarak önermelerin bütün
maddesinin ‘zorunlu’ (vâcib), ‘imkansız’ (mümteni‘) ve ‘mümkün’ madde olmak üzere üç
maddeden ibaret olduğunu belirtir.452
448
449
450
451
452
İbn Sina, en-Necât, s.14.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.62, 63. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.24.; İbn Sina, en-Necât, s.14.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.63. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.24, 25.; ayrıca bkz. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.63.; İbn Sina, enNecât, s.45. İbn Sina, en-Necât, s.45. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.30.;İbn Sina, en-Necât, s.14, 15.; ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme,
s.48. 155
Yüklem, konusuna sürekli yüklem olur ve yüklemin konu hakkında doğruluğu zorunlu
olur ise buna zorunluluk maddesi (mâddetu’l-vücûb) adı verilir ve önermenin maddesi
zorunlu olur. Yukarıda verilen örnekte ‘canlı’nın ‘insan’a yüklem olması süreklidir ve insan
hakkında doğruluğu zorunludur. Eğer yüklem sürekli olur ve yüklemin konu hakkında
olumlanmasının yanlış oluşu zorunlu olur ise buna imkansızlık maddesi (mâddetu’lmümteni‘) adı verilir. Verilen örnekte; ‘taş’ın ‘insan’a yüklem olmasının yanlışlığı sürekli ve
zorunludur. Eğer yüklem sürekli olmaz ve onun konuya olumlanmasının doğruluğu veya
yanlışlığı zorunlu olmaz ise buna da imkan maddesi (mâddetu’l-imkân) adı verilir. Verilen
örnekte ‘yazma’, ‘insan’a sürekli yüklem olmaz ve bunun insan hakkında doğruluğu ve
yanlışlığı zorunlu değildir.453 Dolayısıyla zorunlu maddede yüklemin, konuyla olan bağlantısı
gerçek durumda varlığı zorunlu bir bir bağlantı iken imkansız maddede ise yokluğu zorunlu
bir bağlantıdır. Mümkün maddede ise ne varlığı ne de yokluğu zorunlu bir bağlantıdır.454
Önermelerin en az durumu ‘ikili’ olan önermelerdir. Bağ açıklanırsa önerme ‘üçlü’
olur.
Bağın zikredildiği önermeye kip (cihet) eklenirse ‘dörtlü’ önerme adını alır. Kip,
yüklemin konuya nispetine delâlet edip bu nispetin zorunlu veya zorunsuz bir nispet olduğunu
belirginleştiren ve böylece bir pekiştirmeye (teekküd) veya imkana delâlet eden lafızdır.
Kipler üç kısma ayrılmaktadır. Birincisi; varlığın sürekliliğini (devâm) hak etmeye delâlet
eder ki bu zorunlu (vâcib) kip’tir. İkincisi var olmamanın sürekliliğini hak etmeye delâlet eder
ki bu imkansız (mümteni) kip’tir. Üçüncüsü de var olmanın ve var olmamanın sürekliliğini
hak etmeye delâlet eder ki bu mümkün (mümkin) kip’tir.455 İbn Sina Mantıku’lMeşrıkiyyîn’de bu kiplere dördüncü bir kip daha eklemektedir ki bu da ıtlak kipi’dir. Bu
anlamda İbn Sina’da önermelerin kipleri dört türlüdür. Kiplerin ifade biçimleri ise şöyledir:
‘Zorunludur’, ‘mümkündür/zorunlu değildir’, ‘mümkün değildir/imkansızdır’, ‘mutlak
olarak’.456
İbn Sina, kip ile madde arasındaki farka şöyle işaret etmektedir: Kip, yüklem, konu ve
açıklanmış bağa ilave bir lafız olup bağın güçlülük ve zayıflığına lafızla delâlet eder ve bazen
yanlış olur. Kimi zaman ‘unsur’ diye de isimlendirilen madde ise yüklemin, varlık niteliğinde
konuya olumlu kıyasla kendinde durumudur. Maddeye lafızla delâlet edilecek olsa kiple
delâlet edilir. Yani madde, lafızla ifade edildiğinde bu lafız kip olmaktadır.457 en-Necât’taki
açıklama ise şöyle: Kip açıkça ifade edilen ve bu manalardan (vacib, mümteni, mümkün)
453
454
455
456
457
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.44. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.30. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.103. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.71. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.103.; İbn Sina, en-Necât, s.17.; ayrıca bkz. İbn Sina,
Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.70, 71. 156
birine delâlet eden lafızdır. Madde ise önermenin zâtında maddeye ait bir durumdur ki açığa
vurulup ifade edilmemiştir.458 İbn Sina önermenin bazen maddesinden farklı kipe sahip
olduğunu ifade eder. Örneğin; ‘bütün insanların yazan olması zorunludur’ veya ‘zeyd, canlı
olması mümkündür’ önermesinde madde mümkün iken kip zorunludur. Bazen kip yanlış olur
derken de İbn Sina bunu kast etmektedir.459
İbn Sina kipli önermeleri mutlak önermenin analizinden hareketle ele almaktadır. İbn
Sina mutlak önermeler hakkında biri Themistius ve onun görüşünü paylaşan şarihlere ve
diğeri de Alexander Afrodisias ve onun görüşünü paylaşan şarihlere ait olmak üzere iki görüş
olduğunu belirtir. Birinci görüş şudur: Mutlak önermeler, kendilerinde hükme ait zorunluluk
kipinin veya imkan kipinin zikredilmediği aksine mutlak olarak ifade edilen ve dolayısıyla
hükmün zorunlu olarak mevcut olmasının da zorunlu olmayarak yani devamlı olmayarak var
olmasının da caiz olduğu önermelerdir. İbn Sina mutlak önermeler hakkındaki bu görüşün
Filozof’un (Aristoteles) görüşüne uzak olmadığını belirtir. İkinci görüş Alexander Afrodisias
ve onun görüşünü paylaşan son dönem şarihlerine aittir. Bu görüşe göre mutlak önerme sanki
şu olmaktadır: Kendisi üzerine hükmedilen devamlı mevcut olduğu müddetçe değil herhangi
bir vakitte devamlı olduğu müddetçe –ki bu vakit ya ‘her renkli beyaz göz için ayırt edicidir’,
örneğinde olduğu gibi konunun kendisiyle nitelendiği şeyle nitelendiği sürece olur,
tutulmanın Ay’da varlığı veya rahimde her insana ait oluşum gibi zorunlu belirli bir vakitte ya
da canlıda bulunan soluma gibi belirsiz bir vakitte yüklem, kendisiyle hükmedilen olduğu
sürece olur- hükmün kendisinde mevcut olduğu önermedir. İbn Sina bu görüşün de, Filozofun
görüşüne uzak olmadığını belirtir.460
İbn Sina söz konusu iki görüşün birbirine muhalif olmadığını sadece önermenin
konusunun müddeti ve yüklemi bakımından farklılık arz ettiklerini belirtir. Zira birinci
görüşte olanlar yüklemle hükmü, şartsız olarak devamlı olmayı veya olmamayı kapsayacak
şekilde almaktadırlar. Diğerleri ise devamlı olmama şartıyla onu tahsis etmektedirler, bu
durumda onlara göre ‘her B, A’dır’ öncülünün anlamı, ister zorunlu olarak nitelensin isterse
zorunlu olmayarak nitelensin her B ile nitelenen, zorunlu olarak değil herhangi bir vakitte A
ile nitelenen şeydir. Aynı şekilde mutlak anlamda ‘Hiçbir B, A değildir’ öncülünün anlamı, B
ile nitelenmeyen hiçbir şey ya nasılını ve ne zamanını bilemeyeceğimiz bir şekilde ya da
herhangi bir vakitte A’dan olumsuzlanır.461 Dolayısıyla İbn Sina her iki görüşün de yanlış
458
459
460
461
İbn Sina, en-Necât, s.17. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.103.; İbn Sina, en-Necât, s.17. İbn Sina, en-Necât, s.23, 24. İbn Sina, a.g.e, s.24, 25. 157
olmadığını ve fakat birini diğerine tercih etmekle meşgul olmak yerine her iki yönden de
mutlak önermeleri ele almak gerektiğini ileri sürer.462
Buna bağlı olarak İbn Sina en-Necât’ta mutlak önermenin analizini ‘zorunlu
yüklemenin’ analizinden hareketle yapmaktadır. İbn Sina burada zorunlu yüklemenin, hepsi
devamlı olmakta ortak olan altı şekilde gerçekleştiğini belirtir. Birincisi; yüklemenin ezeli ve
ebedi olacak şekilde devamlı olmasıdır. ‘Allah (c.c) diridir’ önermesinde olduğu gibi. İkincisi;
konunun zâtı devamlı olduğu ve bozulmadığı müddetçe yüklemenin devamlı olmasıdır. ‘Her
insan zorunlu olarak canlıdır’ gibi. Bu, her insan zâtı mevcut olduğu sürece devamlı canlıdır,
anlamını ifade eder. Çünkü İnsanın devamlı canlı olması şartsız değildir ki kendisi hakkında
oluştan önce ve bozuluştan sonra ezeli ve ebedi canlıdır, denebilsin. İbn Sina bu birinci ve
ikinci kısımdaki önermelerin ‘zorunlu önerme’ adını paylaşan önermeler olduğunu ifade eder.
Çünkü her ikisinde de zorunluluk konunun zâtına bağlıdır yani konunu zâtının sürekliliğine
bağlıdır. Birincisinde konunun zâtı şartsız sürekli iken ikincisinde konunun zatının sürekliliği
ve devamı bir şarta bağlıdır (: zât bozulmayıp devamlı olduğu sürece). Üçüncüsü; zâtın
devamı şartına bağlı değil onun bir nitelikle nitelenmesinin devamı şartına bağlı olan
yüklemenin zorunluluğudur. ‘Her beyaz göz/görme için zorunlu olarak ayırt edicidir’ gibi.
Dördüncüsü; yüklemin var olmasının devamı şartına bağlı olan zorunlu yüklemedir. ‘Zeyd
yürüyen olduğu müddetçe zorunlu olarak yürüyendir’ gibi. Çünkü Zeyd’in yürüdüğü halde
yürüyen olmaması imkansızdır. Beşincisi; yüklemenin kesin olarak belirli bir vakitte olması
şartına bağlı olan zorunlu yüklemedir. ‘Ay devamlı değil belirli bir vakitte zorunlu olarak
tutulur’ gibi. Altıncısı; belirli olmayan herhangi bir vakitteki zorunlu yüklemedir. ‘İnsan
zorunlu olarak solur, ancak belirli bir vakitte değil’ gibi.463
Son dört kısma, yani İbn Sina’nın İşârât’ta ve Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de zât/konu
sebebiyle değil dışarıdan bir şart sebebiyle zorunlu olanlar, dediği464 önermelere bir şart
eklenmediği zaman yükleme mutlak diye isimlendirilir.465 Bu önermeler İşârât’ta İbn
Sina’nın zorunlu olmayan mutlak dediği mutlak önermelerdir.466 Çünkü zorunlu mutlağın
zorunluluğu önermenin konusunun bizzât kendisine bağlıdır. Oysa son dört kısımda yer alan
önermelerin zorunluluğu önermenin konusunun zâtının varlığına değil onun bir nitelik üzere,
bir hal üzere, belirli veya belirsiz bir vakitte bulunması şartına bağlıdır. Şart koşulduğu zaman
462
463
464
465
466
İbn Sina, en-Necât, s.24. İbn Sina, a.g.e, s.20, 21.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.71, 72.; İbn Sina, Kitâbu’l-Mecmu‘ ev elHikmetu’l-Arûziyye, s.35. Bu eserde İbn Sina, zorunluyu en genel anlamda bizâtihi zorunlu ve bir duruma
göre zorunlu olmak üzere iki başlıkta toplamaktadır. Zorunlunun altı kısmından birincisi bizâtihi iken
diğerleri herhangi bir hale göre olan zorunlu kapsamına girmiş olmaktadır. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.32.;İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s. İbn Sina, en-Necât, s.21. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.32. 158
bunlarda kipin, yükleme dahil kip değil yüklemden bir parça kip olması daha uygundur.
Çünkü bir şart ilave edildiğinde bunlarda yüklem tek başına yüklem değil aksine eklemelerle
birlikte yüklemdir. Dolayısıyla bu eklemeler ve yüklem; ikisi birlikte, kip yüklemden bir
parça olmadığı müddetçe tek bir şey olarak akledilemez. Zorunlu önermede ise yüklemenin
kast edilip kipin onda bir etki yapmaması aksine bağda etki yapması ve yüklemin kendi
başına tek bir mana gibi olması ve kipin ondan bir parça değil ona dahil olmasından dolayı
yüklem kendi başına yüklemdir.467
İbn Sina Mantıku’l-Meşrıkıyyîn’de, en-Necât’tan kısımlarıyla aktardığımız söz konusu
mutlak önermelerden ikinci kısmı (özel anlamda) zorunlu, üçüncü kısmı lâzım, dördüncü
kısmı muvâfaka, beşinci kısmı mefrûda, altıncı kısmı ise münteşire diye adlandırmaktadır. İbn
Sina aynı metinde bir de hâzıra veya vaktiyye diye adlandırdığı önermeye yer vermektedir ki
bu, herhangi bir şeyin gerçekleşebilme anındaki durumunu ifade eden önermedir. Örneğin;
yeryüzünde hiçbir inkarcının kalmadığı bir anda ‘her insan müslümandır’ önermesinin doğru
olması gibi.468 İbn Sina bunu mutlak önermeden ziyade mümkün önermeler sınıfında
değerlendirmenin daha doğru olduğu kanısındadır. İbn Sina, özellikle şimdiyi (hâzır) ifade
eden zamanî önermeler dediği bu önermeleri de bazı mantıkçıların mutlak önerme kabul
ettiklerini belirtir. Fakat İbn Sina, onların bu vazının ‘her insan canlıdır’ önermesinin zorunlu
olmaksızın tasdik edilmesini gerektireceğini ifade eder. Çünkü insanlar yok olduklarında bu
önerme yanlış olacak, o takdirde insan olan hiçbir şeye canlı yüklem olamayacaktır.469
Genel mutlak önerme ise yukarıdaki mutlakın tüm bu altı sınıfından daha genel bir
anlam ifade eden önermedir. Başka bir ifadeyle genel mutlak bu altı sınıf mutlak önermeyi
kapsayıcı nitelikte olan önermeye (el-mutlaka hiye e‘amm) denir. İbn Sina bu önermenin
izahını formel olarak şöyle yapmaktadır: Bilfiil devamlı olma veya olmama şartı
koşulmaksızın ‘her B, C’dir’ dendiğinde bu her B ile nitelenen, aynıyla C ile de nitelenir
anlamına gelir.470
İbn Sina bazı mantıkçıların kafa karışıklığına da dikkat çekerek buraya kadar yer
verdiğimiz yüklemi mutlak önermelerle kipi mutlak önermenin birbirine karıştırılmaması
gerektiğini hatırlatır. Kipi mutlak olan önermenin örneği şudur: ‘Her renk mutlak olarak
beyazdır.’ Zira kipin mutlak (cihetu’l-mutlak) olmasıyla yüklemin mutlak olması anlam ve
gereklilik bakımından farklıdır. Şüphesiz bu iki önermeden biri doğrulanırken diğeri
doğrulanmayabilir. Örneğin; ‘siyah tenli’ insanın bulunmamasının denkdüştüğü bir zamanda
467
468
469
470
İbn Sina, en-Necât, s.21. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.65, 68, 77-83. İbn Sina, a.g.e, s.72. İbn Sina, a.g.e, s.68. 159
yüklemin değil ama kipin yorumu nedeniyle ‘her insan beyaz tenlidir’ önermesi doğru olur.
Kipin imkanı durumu da yine bunun gibidir. Örneğin; herhangi bir zaman diliminde yalnızca
beyaz bulunduğunda ‘her renk mutlak olarak beyazdır’ önermesi doğru olur. Oysa bu
önermenin kipi daha önce mümkün idi. Bu imkan yüklemle beraber olunca doğru olmaz yani
bu önermeyi kipiyle değil de yüklemiyle değerlendirdiğimizde doğru olmaz. Zira her rengin
beyaz olması özel bir imkan değildir. Aksine zorunlu olarak beyaz olmayan renkler vardır.
Yine aynı şekilde canlılardan yalnızca insanın var olduğu bir zaman farz edildiğinde kipin
mutlaklığı nedeniyle ‘her canlı insandır’ önermesi doğru olur. Önerme daha önce imkan
nedeniyle doğru iken imkan yükleme ait kılınınca doğru olmaz.471 Dolayısıyla bir önermede
yüklemin mutlaklığı değil de kipin mutlaklığı dikkate alınıyorsa bu İbn Sina’ya göre mutlak
kipi’dir. İbn Sina Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de ıtlâkı bir kip olarak almadıkları, zorunlu ve
mümkün önermelerin çelişiğinde kipe itibar edip de mutlak önermede ise kipe itibar
etmedikleri için Mağribîler dediği mantıkçıları eleştirir. İbn Sina’ya göre oysa ıtlâk da bir
kiptir ve mutlak bu kiple alındığı zaman zorunlu ve mümkünden farklıdır.472
Yukarıda yer verdiğimiz mutlak önerme analizlerine bağlı olarak İbn Sina yine
Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de bazı mantıkçıların mutlak ile vücûdî (kipli mutlak, kipi
mutlak/mutlak kiğli değil) arasındaki, ‘zâtı zorunlu olarak var olduğu müddetçe B, C’dir’
şeklinde anlaşılan şeyle ‘B ile lazım olarak nitelendiği müddetçe B, C’dir’ şeklinde anlaşılan
arasındaki farkı göremediklerine işaret etmektedir. Zâtının varlığının devamlı olmasının
kendisine lazım olmadığı şeyde bu şart koşulduğu zaman zorunludan farklı olur. İbn Sina
buna ‘şartlı lazım’ isminin has kılınmasını önerir ve bu ikisi (lâzım ve şartlı lâzım) arasındaki
farka birer örnekle şöyle dikkat çeker: ‘İntikal eden zâtı var olduğu müddetçe değişendir’
sözünle yani müntakil ile nitelenen şey zâtı var olduğu müddetçe değişendir, sözünle
‘müntakil ile nitelenen şey müntakil olduğu müddetçe değişendir’ sözün arasında fark vardır.
Zira birincisi yanlış ikincisi doğrudur.”473
İbn Sina ardından genel mutlak ile zorunlu mutlak ve zorunlu olmayan mutlak
arasındaki farka işaret etmektedir. Mutlak önerme, bazen yüklem hakkında olumlulukla veya
olumsuzlukla kesinlikle hiçbir şart ilave etmeden hüküm verilen önermeye denir. Bu önerme
zorunludan ve zorunlu olmayandan daha geneldir. Daha genel nasıl daha özelden farklılık arz
ediyorsa genel olması bakımından bu çeşit mutlak önerme de zorunludan öyle farklılık arz
eder. Çünkü zorunluda hüküm, ‘konu/özne ile nitelenen zât var olduğu müddetçe’ şartına
471
472
473
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.36, 37. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.78. İbn Sina, a.g.e, s.65. 160
bağlıdır. Genel mutlak önerme, ilerde değineceğimiz üzere mantığa özgü mümkünden ise şu
noktada farklılık arz eder: Genel mutlakta hüküm, ister devamlı olsun ister devamlı olmasın
ister belli bir vakitte olsun ister olmasın, devamlıdır. Mümkünde ise hükmün konuda konu var
olduğu müddetçe bulunmaması caizdir.474 Bazen mutlak önerme, mevcudun zâtı konu/özne
olduğu müddetçe, her ne kadar bir kısmında zorunlu olsa da söz konusu mevcudun zâtının
umumu veya hususu hakkında zorunlu olarak hüküm verilmesinin gerekmediği önermeye
denir. Örneğin; ‘her siyah, gözü kapatan renklidir’ gibi. Bunun bir kısmı zât mevcut olduğu
müddetçe siyahtır, dolayısıyla bir kısmı zâtı mevcut olduğu müddetçe gözü kapatan renklidir.
Bir kısmının ise zâtı mevcut olduğu müddetçe siyah olması gerekmez ve dolayısıyla zâtı
mevcut olduğu müddetçe gözü kapatan renkli olması gerekmez.475
Bazen mutlak kendisindeki hükmün konunun hiçbiri için zorunlu olmadığı sadece bir
vakit zorunlu olduğu önerme olur. ‘Her tutulan ışığını kaybedendir’ önermesi gibi. Çünkü zâtı
mevcut olduğu müddetçe hiçbir şey tutulan değildir. Örneğin; Ay, zâtı mevcut olması şartına
bağlı olarak tutulan değildir. Öyle olsaydı her zaman tutulurdu. Ay sadece vakte bağlı olarak
tutulur. Bu önermede vakit, Ay’ın tutulmasında olduğu gibi bazen muayyen bir vakit olur.
Bazen de insanın soluklanan olmasında olduğu gibi muayyen olmaz.476
Buraya kadar mutlak önermeye dair açıklamaları İşârât’tan hareketle toparlayacak
olursak; her önerme ya genel anlamda mutlaktır ki bu, zorunlu, sürekli veya bunun dışında
herhangi bir zamanda yahut imkan tarzında oluşu belirtilmeksizin yalnızca yargının
açıklandığı önermedir; ya da yargıda bunlardan birinin açıklandığı önermedir. Bu da ya
zorunlu ya zorunsuz olan sürekli veya sürekli ve zorunlu olmayan olur. Zorunlu bazen ‘Allah
Teala vardır’ sözündeki gibi mutlak olur, bazen de şartlı olarak bulunur. Şart, ya zâtın
(öznenin) varlığının sürekliliğidir, ‘İnsanın düşünen cisim olması zorunludur’ önermesi
gibidir ki bu önerme, şartlı zorunluluk bildirir ve dolayısıyla bu önermeyle insanın ezeli ve
ebedi olarak düşünen cisim olduğu değil aksine zât, insan olarak varolduğu sürece onun
düşünen bir cisim olduğu kast edilir; yahut da şart, zâtın/öznenin bizzât kendisinin değil
yanına konulan şeyle nitelenmesinin sürekli olmasıdır: ‘Her hareket eden değişendir’
önermesinde olduğu gibi. Bu önermede zâtın sürekliliği değil hareket eden zâtın hareket
etmesinin sürekliliği kast edilir. Dolayısıyla önerme ‘hareket eden zat hareket ettiği sürece
474
475
476
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.71. İbn Sina, a.g.e, s.71. İbn Sina, a.g.e, s.71,72. 161
değişendir’ anlamına gelir.477 İbn Sina şartlı zorunlu önermelerde söz konusu birinci şartla
ikinci şart arasındaki farka kısaca şöyle işaret etmektedir:
“Birinci şart, zâtın asıl varlığı için konulmuştur ki bu zât insandır. İkincisinde ise şart zâta ilişen bir
nitelik için konulmuştur ki bu da hareket eden’dir. Çünkü hareket edenin bir zâtı ve hareketlilik ile
hareketsizliğin kendisine iliştiği bir cevheri vardır. Oysa örneğin ‘insanlık’ ve ‘siyahlık’ böyle değildir.
Ya da şart; yüklemin Ay tutulmasında olduğu gibi belirli bir zamanda veya nefes alıp vermede olduğu
gibi belirsiz bir zamanda bulunmasına bağlıdır.”478
Birinci şarta bağlı olan zorunluluk, kendisinde şart aranmayan mutlak zorunluluktan
ayrı olarak değerlendirilse de zâtın varlığının sürekli olması şart koşulmadığında yine bu
ikisinin (mutlak ve şartlı zorunluluğun) özel ve genelin ortaklığı veya genelin altındaki iki
özelin ortaklığı anlamında ortaklıkları vardır. Bu ikisinin ortak oldukları şeyin ise İbn Sina
mantıkçıların ‘zorunlu önerme’ sözleriyle kast ettikleri ortaklık olduğunu ifade eder. Geri
kalan şartlı zorunlu ve zorunlu olmayan sürekli önermelere gelince bunlar zorunlu olmayan
mutlak önermelerin sınıflarıdır. Zorunlu olmayan sürekli önermenin örneği ise herhangi bir
kişiye, var olduğu sürece olumlanan veya olumsuzlanan (bir niteliğin) gerekli olmasa da
denkgele eşlik etmesi gibidir: Zorunlu olmasa da zâtın var olması sürdükçe ‘Bazı insanlar
beyaz tenlidir’ yargısını doğrulaman gibi. Tümel önermeler, olumlu veya olumsuz olsun
kaplamında pek çok birey bulunmakla birlikte belirli bir zamanda kaplamındaki bireylerden
birine yüklem olarak bağlanabilir. Yıldızların doğup batması, Güneş ve Ay’ın tutulması gibi.
Ya da bu durum belirlenmemiş bir zamanda olabilir: Her doğan insanın soluması gibi.479 İbn
Sina zâtın dışındaki bir şart nedeniyle zorunlu olan önermelere bazen mutlak, bazen bağlı
kip/kipli mutlak (vücûdîyye) önerme adı verildiğini, isimlerde tartışma söz konusu
olamayacağından kendisinin bunu ‘vücûdiyye’ diye adlandırdığını ifade eder.480 Zira ‘B,
C’dir’ denildiği zaman B ile nitelenen şeyin, B ile nitelendiğinde C ile de nitelenmesini
gerektirir ve bunun gerektirdiği mananın kendisi mutlak önerme diye isimlendirilir. Eğer bu
önermede şeyin herhangi bir vakit veya bir koşul veya bir halle bulunduğuna dair bir şart
koşulursa bu önerme vücûdî önerme olur.481
İbn Sina İşârât’ta yer verdiği yukarıdaki açıklamaları formel olarak açıklamaktadır.
‘Her C, B’dir dediğimizde bununla ‘C’nin tümelliği B’dir’ veya ‘tümel olan C, B’dir’ demek
istemeyiz, aksine bu sözümüzle ‘tek tek C ile nitelenen her bir şeyin; -bu niteleme ister
zihinde farz edilsin, ister varlıkta olsun, ister sürekli, ister süreksiz nitelenmiş olsun, nasıl
477
478
479
480
481
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, 30, 31. İbn Sina, a.g.e, 31. İbn Sina, a.g.e, s.31, 32. İbn Sina, a.g.e, s.32. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.65. 162
olursa olsun- şu zamanda şu durumda veya sürekli olarak nitelenmiş olma durumunu
eklemeksizin, B ile nitelenmiş olur’ demek isteriz.482 Çünkü bütün bu ek/ilave açıklamaların
hepsi (C’nin B) ile mutlak olarak nitelenmiş olmasından daha özeldir. İşte herhangi bir kip
eklemeksizin ‘her C, B’dir’ sözümüzden anlaşılan budur. Bu anlamda niceliği belirli olmakla
birlikte bu önermeye genel mutlak denir. Dolayısıyla ona bir şey eklersek onu kiplendirmiş
oluruz: ‘Her C’nin B olması zorunludur’ önermesinde olduğu gibi. Yine ‘Her C’nin B olması
süreklidir’ önermesinde olduğu gibi, bu durumda ‘Her bir C’nin varolduğu sürece zorunlu
olmaksızın B olması süreklidir.’ demiş gibi oluruz. Yine ‘Her C denilen şey süreksiz olarak
B’dir’ önermesinde olduğu gibi. Bu önermede de C denilen her şeye, B denilmesi, zâtının
sürekli var olmasından dolayı değil, aksine Güneş tutulmasında olduğu gibi belirli veya
insanın solumasında olduğu gibi belirsiz bir vakitte olmasından yahut ‘her hareket eden
değişkendir’ sözünde olduğu gibi sürekli olmaksızın ona C denilmesi durumundan dolayıdır.
Yine ‘C denilen her bir şeyin, söz konusu açıklama gereğince genel, özel ve çok özel imkan
(kiplerine göre) B ile nitelenmesi mümkündür’ önermesinde olduğu gibi. Bunlar, bağ kipli
önermenin (vücûdiyyât) sınıflarıdır.483
O halde zorunlu kipli önermeler ‘Her B, zorunlu olarak A’dır’ formunda ifade edilir.
Bu, akılda devamlı olsun veya olmasın B ile nitelenen her şey zatının varlığı devam ettiği
müddetçe A ile de devamlı olarak nitelenir, anlamına gelir.484 Örneğin ‘Her hareketli zorunlu
olarak cisimdir’ gibi. Yine ‘Hiçbir B, zorunlu olarak A değildir’ önermesinin anlamı şudur: B
ile nitelenen- zorunlu veya zorunlu olmaksızın nasıl nitelenirse nitelensin- A’dan, zâtının
mevcut olduğu her vakitte devamlı olarak olumsuzlanır. Tikel önermelere gelince bunları
olumsuzluk veya olumluluğun devamı zorunlu kılmaz, aksine tabiatlarının hak etmediği
devamı gerektir. Çünkü örneğin insanların bir kısmından ‘yazma’ olumsuzlanır veya zâtı
istihkakla değil ittifakla mavcut olduğu müddetçe insanların bir kısmı için olumlanır.485
İbn Sina Mantıku’l-Meşrıkıyyîn’de daha da anlaşılır bir şekilde iki tikel önermenin
hükmünü şöyle ortaya koymaktadır: Olumlu ve olumsuz iki tikel önermenin bütün bu
hususlarda hükmü iki tümel önermenin hükmü gibidir. Ancak aradaki fark, hükmün iki
tikelde bir kısım açısından geçerli olmasıdır. Ancak bu, önermede dışarıda kalan kısmın
hükmün kendisi için geçerli olduğu kısım gibi olmasına veya olumluda, olumsuzda, zorunlu,
lüzûm, muvâfaka, vaktiyye gibi önermelerde bu kısma muhalif olmasına engel değildir. Tikel
önermelere hükmün zorunlu değil devamlı olması özgüdür. Çünkü tikel önermelerde özellikle
482
483
484
485
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, 34.; ayrıca bkz. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.68. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, 34, 35. İbn Sina, en-Necât, 25.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.68. İbn Sina, en-Necât, 25. 163
de tikel olumsuzda konunun zâtı devamlı var olduğu müddetçe mümkün hükmün geçerlidir.
Bu devamlılık da ya zâtın devamlı olarak mevcut olmasına göredir ki İbn Sina bunu ‘mutlak
dâimî’ diye isimlendirmektedir, bazen de devamlılık örneğin, B olmaklıkla devamlı
nitelenmesine göredir. Bunu da ‘şartlı dâimî’ diye isimlendirmektedir.486 Fakat tümellerde
böyle değildir. Çünkü tümeller devamlı olumsuzluğu ve devamlı olumluluğu hak etmediği
sürece önerme, doğruluk bakımından sağlam/güvenilir ve doğrulukta kesin olmaz. Çünkü
doğruluk mutabakatladır. Bu mutabakat da devamın kendisi için vacip olduğu şeyde
gerçekleşir. Hatta örneğin biz yüklemi mümkün ve zamanı gelecek zaman olan bir önermenin,
varlığa tatâbuk veya muhalefet etmedikçe doğru veya yanlış olduğuna hükmedemeyiz.487 O
halde sürekli olan, zorunlu olandan başkadır. Çünkü yazı yazmak yok olma hali şöyle dursun
var olması hali devam ettiği sürece bir kişi için olumsuzlanabilir. Ne var ki olumsuzlama
zorunlu değildir. Zorunlu olumsuz, zorunluluğun olumsuzundan başka, mümkün olumsuz,
imkanın olumsuzluğundan başka; süreksiz bağ kipli önermenin olumsuzluğu, süreksiz bağın
olumsuzluğundan başkadır.488
Mümkün kipli önermeler üzerinde durmadan önce İbn Sina’nın, önermelerin mümkün
kipiyle bağlantılı olarak mümkün/imkan kavramının analizine yer vermemiz gerekir. İbn Sina
öncelikle mümkün/imkân lafzının felsefîleşmeden önce halk arasındaki kullanımıyla
felsefî/bilimsel kullanımı arasındaki farka dikkat çeker. Halk ‘mümkün’ lafzıyla imkansız
olmaması bakımından imkansız olmayan şeyi kast ediyor ve şeyin zorunlu olup olmadığını
dikkate almıyordu.489 Bu bakımdan halkın genel kullanımında mümkün, imkansız olmayana;
mümkün olmayan ise imkansız olana tekâbül etmektedir. Dolayısıyla genel kullanıma göre
her şey ya mümkündür ya da imkansızdır. Üçüncü bir kısım/şık yoktur. Bu durumda mümkün
halkın kullanımına göre vaciple aynı anlamda değil vacibin cinsi gibi olup vacibe de
söylenmektedir. Çünkü vacip anlam itibariyle imkansız olmayandır.490 Bilim adamları ve
felsefeciler (havâs) ise bu iki anlamın dışında ‘vacip olmayan ve imkansız olmayan’ anlamını
keşfettiler. Halkın kullanımında ise bu anlamı karşılayacak bir isim yoktu. Zira mümkün ismi
onlar açısından başka bir anlamı ifade etmekteydi. Felsefecilerin bulduğu bu anlam, diğer
genel mümkünden daha özeldir ve vacip bu mümkünün dışında kalmaktadır. Dolayısıyla bu
486
487
488
489
490
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.70. İbn Sina, en-Necât, 25.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.35-37.; olumsuz tümel zorunlu önerme için ayrıca
bkz. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.69. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, 33, 34. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.107. İbn Sina, en-Necât, s.18.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.32. 164
anlama göre ‘mümkün değildir’ sözü, ‘imkansız’ anlamında değil ‘zorunlu olmayan’
anlamındadır.491
Buna bağlı olarak İbn Sina’ya göre mümkünü tek bir vecihte iki kısma ayırmak
durumundayız. Mümkün ‘varlıkta ve yoklukta zorunlu olmayan’ anlamına alınırsa bu
durumda vacib mümkünün dışında kalır ve vacib ‘mümkün olmayan’ olur. O takdirde
‘mümkün olmayan’, ‘imkansız’ anlamına gelmeyecektir. Çünkü ‘varlıkta ve yoklukta zorunlu
olmayan’ anlamında alındığı zaman ‘mümkün’, ‘imkansız olmayan’ değildir ki olumsuzu da
‘imkansız’ olsun, aksine mümkün, varlık ve yoklukta zorunlu olmayandır ve bu durumda
mümkünün olumsuzu ‘varlık ve yoklukta zorunlu olmayan’ın olumsuzu olur, dolayısıyla
‘mümkün olmayan’, ‘varlıkta ve yoklukta zorunlu olmayan değildir’ olur ve bu durumda
‘mümkün’, ‘mümkün olmayan vacip üzerine doğrulanır. Zira vacib, varlıkta ve yoklukta
zorunlu olmayan değil varlıkta zorunlu olandır. Eğer mümkün, ‘imkansız olmayan’ anlamında
alınırsa bu durumda mümkün olan, olmaması mümkün olmayı gerektirmez. İmkansız da
olmaması imkansız olmayı gerektirmez. O halde ‘mümkün olmayan’, ‘imkansız’ anlamında
alınırsa mümkün de ‘imkansız olmayan’ anlamında alınmak durumundadır. Vacip,
mümkünün bu genel kullanımdaki anlamına göre mümkünün kapsamına girerken mümkünün
özel anlamının dışında kalmaktadır.492 İbn Sina İşârât’ta bilim adamlarının ortaya koyduğu bu
imkanın anlamı için şu örneği aktarmaktadır: Güneş tutulmasında olduğu gibi herhangi bir
zamanda zorunlu olsa da varlığının zorunluluğu sürekli olmayan varlık bu imkanın içine
girmektedir.493
Tüm bunlara bağlı olarak İbn Sina felsefî ve bilimsel olarak analiz edildiğinde
mümkün’ün üç anlamı bulunduğunu belirtir. Birincisi; olması ve olmaması mümkün olan.
Çünkü bir kısım şeyler vardır ki olması da olmaması da mümkündür. Yani olması ve
olmaması imkansız değildir. İkincisi; olması mümkündür ve olmaması mümkün değildir.
Üçüncüsü; filozoflar ve bilim adamları (havâs) bir kısım şeylerde de olma imkanı ile olmama
imkanın bir aradalığını fark edince bunu yani olumlama ve olumsuzlamadaki imkanların
beraberce bulunabildiği şeyi imkan ismine özgü kıldılar. Bu ise kendisinde zorunluluk
bulunmayandır.494 Zira varlık imkana engel değildir. İmkanın varlığının ve yokluğunun vacip
olmaması şöyle dursun şimdiki durumda var olması, ikinci bir durumda yok olmasını
nefyetmez. Zira şu anda hareket etmekte olan bir şeyin gelecekteki her bir durumda hareket
edip etmemesinin zorunlu olmaması şöyle dursun gelecekte hareket etmemesi imkansız
491
492
493
494
İbn Sina, en-Necât, s.18. İbn Sina, a.g.e, s.18, 19.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.32. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, 32. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.107. 165
değildir.495 Dolayısıyla filozoflar kendi aralarında görüş birliğine vararak varlığı ve yokluğu
imkansız olmayan şeye mümkün adını vermekte uzlaştılar. Buna bağlı olarak filozoflarca
şeyler de üç kısımda ele alındı: Varlığı imkansız olan, yokluğu imkansız olan, varlığı ve
yokluğu imkansız olmayan.496 Başka bir ifadeyle; varlığı zorunlu olan, yokluğu zorunlu olan,
varlığı ve yokluğu zorunlu olmayan.497
Zorunlu’nun anlamı, kendisiyle nitelenen zâtı var olduğu müddetçe varlığı devam
edendir. Mümkünle halk dilindeki anlam (genel anlam) kast edildiğinde bütün şeyler ya
mümkündür ya da imkansızdır; mümkün olmayan imkansız iken imkansız olmayan
mümkündür. Halkın kullanımında bunun dışında başka bir anlamı yoktur. Mümkünle
filozofların kullanımına göre özel anlam kast edildiğinde bütün şeyler, ya mümkündür ya
imkansızdır ya da zorunludur; mümkün olmayan imkansız değil aksine ya varlıkta ya da
yoklukta zorunludur. İbn Sina bununla birlikte filozoflar arasında başka bir uzlaşı daha
oluştuğunu ve onların mümkünün bu özel anlamından daha özel bir anlama da delâlet ettiğini
benimsediklerini belirtir. Bu, hükmü konuşanın kendisinden bahsettiği esnada yok olan fakat
gelecekte veya varsayılan herhangi bir zamanda varlığı zorunlu olmayan şeydir.498 İbn Sina
bir örnekle bunu İşârât’ta şöyle aktarmaktadır: “Bazen mümkün denilir ve mümkünün ilk iki
anlamından daha da özel üçüncü bir mana anlaşılır. Bu ise ne Güneş tutulmasında olduğu gibi
bir vakitte ne de hareket edenin değişmesi gibi bir durumda; hiçbir vakit ve durumda
kendisinde hiçbir zorunluluğun bulunmadığı yargıdır. Örneğin; insan için yazı yazma gibi.”499
İbn Sina mümkünün bütün bu anlamlarına bağlı olarak mümkünün genelden özele
doğru üç anlama geldiğini belirtir. Bu da mümkünün bu anlamlar için müşterek olduğunu
göstermektedir. Birincisi en genel anlam olup halkın kast ettiği anlamdır. Bu bir şeyin
hükmünün imkansız olmamasıdır. İkincisi özel anlamdaki mümkündür ve bu, hükmü zorunlu
olmayandır. Üçüncü anlam ise hükmü meydana gelmemiş olan ve gelecekte de zorunlu
olmayandır. Varlığı zorunlu olmayan mevcut şey en özel mümkün kısmına girmez, özel ve
genel mümküne girer. Zorunlu olan ise özel ve en özel mümküne girmezken genel mümküne
girer.500
İbn Sina yukarıda yer verdiğimiz üzere el-İbâre’de hiçbir şekilde zorunluluk
bulunmayan daha özel mümküne gelecekteki bir imkanı ifade eden mümkünü de dahil
etmektedir. İşârât’ta ve Mantıku’l-Meşrıkıyyîn’de ise gelecekteki bir imkanı ifade eden
495
496
497
498
499
500
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.33. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.107. İbn Sina, a.g.e, s.108. İbn Sina, a.g.e, s.108. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.32, 33. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.108. 166
mümkünü, kendisinde hiçbir şekilde zorunluluk bulunmayan daha özel mümkün içerisinde ele
almamakta, gelecek ifade eden mümkünü ayrı bir kategori olarak değerlendirmektedir.
İşârât’ta mümkünün genel, özel ve daha özel anlamlarını da dikkate alarak İbn Sina dört türlü
değerlendirmenin olduğunu ifade eder: “Vacip, mümteni, (şart ilavesiyle) bir çeşit zorunlu ve
asla zorunlu olmayan.” Gelecekteki mümkünü ise hemen ardından şöyle izah etmektedir:
‘Bazen de mümkün denilir ve bundan başka bir anlam anlaşılır. Bu değerlendirme ise olumlu
olumsuz olsun, öznenin herhangi bir durum içinde bir şeyle nitelenmesine yönelik değildir.
Aksine öznenin gelecekteki durumuna yöneliktir.’501İbn Sina, yine aynı metinde geleceğe dair
mümkünle ilgili son derece önemli bir noktaya işaret etmeden de geçmemektedir: ‘Kim
gelecekte olacak olan bu şeyin şu anda yokluğuna şart koşarsa, gereksiz bir şeyi şart koşmuş
olur. Çünkü o gelecekte mümkün olan şeyi şu anda var kabul ettiği zaman onu zorunlu olarak
varlık alanına çıkardığını sanmakta, oysa var kabul etmeyip tersine yok saydığı zaman onu
zorunlu olarak yokluk alanına çıkardığını bilmemektedir.’502
İbn Sina tıpkı İşârât’ta olduğu gibi Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de yine imkanın yer
verdiğimiz anlamlarına bağlı olarak mümkün önermeyi dört sınıfta analiz etmektedir.
Mümkün önerme bazen kendisindeki hükmün imkansız olmadığı (gayr’u mümteni‘) - bu
imkansız olmayan hüküm ister zorunlu ve vecip olsun isterse zorunlu olmayan ve vacip
olmayan olsun- önermeye denir. Bu önermenin kapsamına hem zorunlu hem de bütün
sınıflarıyla mutlak önerme dahildir. Bu mümkünle ilişkili olarak ‘mümkün değil’ denildiği
zaman bununla manası imkansız olan olumsuz mümkün kast edilir. Bazen mümkün
önermeyle kendisindeki hükmün ve bu hükmün çelişiğinin zorunlu olmadığı mümkün kast
edilir. Bu mümkün diğer mümkünden daha özeldir ve bu özel mümkünün kapsamına zorunlu
vacip girmeyip, mutlak, bir vakit ve hal şartına bağlı olan zorunlu ve mutlak olarak zorunlu
olmayan dahil olur. Bazen de mümkün önermeyle bütün bu mümkünlerden daha da özel
mümkün kast edilir. Bu da kapsamında/kendisinde mutlak zorunluluğun ve bir şarta bağlı
olan zorunluluğun dahi bulunmadığı mümkün önermedir.503 İbn Sina bazılarının, hükmün
gelecekteki durumuna itibarla hükmün kendisinde varsayıldığı önermeleri de mümkün
önerme olarak gördüklerini hatırlatır ki İbn Sina bu türden önermeler için de mümkün isminin
verilmesinin caiz olduğunu belirtir. Ancak bu tarz mümkünde şeyin mevcut olup olmaması
dikkate alınmaz.504
501
502
503
504
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.33. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.72, 73. İbn Sina, a.g.e, s.73.; İbn Sina, en-Necât, s.15. 167
İbn Sina’nın imkan analizine yer verdikten sonra mümkün önermelere geçebiliriz.
Mümkün kipli önermeler; olumlu veya olumsuz, hükmü zorunlu olmayandır. Varolduğu
varsayıldığında bundan bir imkansızlık arız olmaz. ‘Her A imkanla B’dir’ önermesi, ‘nasıl
nitelenirse nitelensin B ile nitelenen her şeye olumluluk zorunlu değildir’ anlamına gelir.
Dolayısıyla bu olumluluğun hasıl olması varsayılırsa bundan bir imkansızlık ârız olmaz.505
İbn Sina, burada mümkünün ‘zorunlu değildir’ anlamıyla zorunlu kipin olumsuzunu ifade
eden ‘zorunlu olarak değildir’ anlamının ve yine imkanın olumsuzu olan ‘imkanla değildir’
anlamıyla imkanın olumsuzlanmasını ifade eden ‘mümkün değildir’ anlamının birbirine
karıştırılmamasını gerektiğini vurgulamak için bunlar arasındaki farka şöyle işaret etmektedir:
“Zorunlu olarak değildir’, sözüyle ‘zorunlu değildir’ arasındaki fark şudur: Birincisi zorunlu
olumsuzdur, ikincisi zorunluluğun olumsuzluğudur. Fakat ‘zorunlu değildir’ sözünün lâzımı ‘olmaması
mümkün’ diye zannedilmekte ve burada mümkünün genel ve özel anlamı arasında ayırım
yapmamaktadırlar. ‘Zorunlu değildir’in lâzımının ‘olmaması mümkün’ olması (mümkünün) avam
tarafından bilinen anlamına göredir yoksa havas tarafından kullanılan ıstılâhî anlamına göre değil. Yine
‘imkanla değildir’ sözüyle ‘mümkün değildir’ sözü arasındaki fark da böyledir. Birincisi olumsuz
mümkündür, ikincisi ise imkanın olumsuzlanmasıdır. Fakat (burada da) ‘imkanın olumsuzlanması’
sözü, lâzımı ‘olmaması zorunludur’ olan ‘mümkün değildir’ sözü gibi zannedilmektedir. ‘Olmaması
zorunludur’un, ‘mümkün değildir’in lâzımı olması, (mümkünün) özel anlamına göredir. Özel mümküne
gelince; özel mümkün olumsuzlandığı zaman onun lâzımı zorunluluktur, ancak bu zorunluluk sadece
varlık veya sadece yokluk bakımından değildir. Çünkü gerçek mümkün olmayan, ya varlığı zorunlu
olan ya da varolmaması zorunlu olandır ve bunlardan biri (lâzım olarak) taayyün etmez.”506
Önermelerdeki ilave şartlara bağlı olarak İbn Sina, olması ve olmaması mümkün şeye
bir şart ilave edildiğinde bunun şartlı zorunluluğa dönüşebileceğini ifade eder. Dolayısıyla
mümkün olan şeyin zorunluya dönüşmesi zâtı itibariyle değil ilave edilen bir şartla
gerçekleşir. Oysa şart ilave etmeden mümkün bir şeyin zorunluluk bildirmemesi şeyin
mahiyetinden kaynaklanan bir durumdur. Örneğin; ‘Zeyd zorunlu olarak yürüyendir’
önermesi, ‘yürüyen Zeyd’i hiçbir şart ilave etmeden mutlak olarak aldığımızda ve yürüdüğü
zamanı kast etmediğimizde - çünkü ‘yürüyen Zeyd’in yürüyen olduğu sürece yürüyen
olmaması mümkündür’ denilemez- ‘Zeyd’in yürüyen olmaması mümkündür’ önermesinin
eşiti değildir. Çünkü şartın eklenmesi ile şartın düşürülmesi eşit değildir. Örneğin; yanma ve
ahşap ilişkisinde herhangi bir şart ilave edilmeden yanmanın ahşapta bulunması zorunlu
değildir. Fakat ahşabı yakıcı bir ateşin etki edebileceği bir sürede ahşaba temas durumu şart
koşulursa bu zorunlu olur. Mümkün şeylerdeki bu durum sözlerde yani mümkün önermelerde
de geçerlidir. Çünkü sözlerin bir kısmı aynıyla doğrudur bir kısmı aynıyla yanlıştır bir
505
506
İbn Sina, en-Necât, s.25, 26. İbn Sina, a.g.e, s.26. 168
kısmının ise doğru veya yanlış olması mümkündür. Dolayısıyla mümkün önermelere bir şart
ilave edilirse doğruluğu ve yanlışlığı belirginleşir. Örneğin; ‘Zeyd var olur’ önermesi, ‘Zeyd
mevcut olduğu sürece var olur’ şeklinde şartlı olarak ifade edildiğinde doğru olur. Yine ‘Zeyd
var olmaz’ şeklinde bilfiil doğruluğu belirgin olmayan bu önerme ‘Zeyd varolmadığı sürece
var olmaz’ şeklinde şartla ifade edildiğinde doğru olur. Kısaca; mümkün bir şey kendinde
zorunluluk bildirmez, ancak bir şartla zorunluluk bildirir.507
İbn Sina, bu konuyla bağlantılı olarak araştırması ve fikri zayıf insanlar dediği bazı
mantıkçıların mümkün önermelere ilişkin yanlış yorumlarını eleştirmeden de geçmez. İbn
Sina’ya göre onlar, mümkünün şartının şu anda/halde mevcut olması gerektiğini
zannetmişleridir. Çünkü mümkün önermenin şu anda mevcut olmasının gerekli olduğunu
ifade etmekle onun vacip olduğuna hükmetmektedirler. Bununla birlikte onlar varlıkta vücubu
mümkün önermeye verirken varolmakakta vücubu-ki bu imkansız olandır- vermemektedirler.
Oysa bir şeyin mevcut olması onun vacip olacağı anlamına gelmez. Fakat önermeye ‘mevcut
olduğu müddetçe’ şartı ilave edilir de ‘mevcut mevcut olduğu müddetçe mevcut olması
vaciptir’ şeklinde telif edilirse bu hariç. Çünkü ‘mevcut şey mevcut olmazsa veya mevcut
olup caiz olursa’ sözüyle mevcut olduğu müddetçe eklemesi yapılıp ‘varlığı mümkün olan her
şey, varlığı devam ettiği müddetçe vaciptir’ sözü arasında fark vardır. Bununla birlikte söz
konusu şartla mümkün önermenin vacibe dönüşmesi, mümkünün kendinde mümkün olmasını
ortadan kaldırmaz. Çünkü mümkünün, devamlı ve her zaman vacip olması mümkün değildir.
Aksine belli bir vakitle kayıtlı olarak vaciptir. Bu hem genel mümkün hem de özel mümkün
için geçerlidir. Çünkü özel mümkün de kendisine ilave bir şartla kayıtlı olarak vaciptir. Fakat
özel mümkün kendinde bizzât mümkündür. Çünkü mümkün önermede ne konunun tabiatında
onun varlığını devamlı zorunlu kılan ne de yüklemin tabiatında konuda devamlı ve zorunlu
bulunmasını gerektiren bir durum söz konusu değildir. Bunu gerektiren sadece hariçten
mümkün önermeye eklenen bir sebeptir.508
Mümkün hükmü zorunlu olmayandır. Mümkünün hükmü, olumluluk veya olumsuzluk
bakımından varsayılırsa bu durumda imkansız bir durum ortaya çıkmaz ve bu hükmün şu
an’da var veya yok olması mümkünün şartından değildir ki mümkün, şu anda mevcut
olmayan diye tanımlansın. Şayet gelecekte var olması varsayılırsa bu durumda imkansız bir
durum ortaya çıkmaz. Şöyle ki; çünkü eğer mümkünün varlık bakımından vacibe
dönüşmesine engelleyici bir sebep varsa bu sebebin, mümkünün var olmaması bakımından da
aynı şekilde gözetilmesi gerekir. Çünkü eğer mümkünün şu an’da yok olduğu varsayılırsa
507
508
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.67,68. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.73, 74. 169
aynı şekilde şu an’da mümkün var olmama bakımından vacip olup imkansız olur. Çünkü
yokluğu vacip olan, ‘imkansız’ olandır. Eğer şu an’daki’ imkansız’, mümkünü zorunlu
kılmıyorsa şu an’daki vacip de mümkünü zorunlu kılmaz ve eğer olması mümkün olanın
olmaması gerekirse bu durumda olmaması gerekenin olmaması mümkün olur, fakat olması
mümkün olanla olmaması mümkün olan eşittir ve bu durumda İbn Sina olması mümkün
olanın, mümkünün şartının şu anda mevcut olması gerektiğini düşünen mantıkçıların hareket
ettikleri esasa (asl) göre olmaması gereken olacağını ifade eder.509
1.6.
Önermeler Arası İlişkiler: Karşı Olum, Gerektirme-Döndürme
1.6.1. Önermelerde Karşı Olum (Tekâbül)
Önermeler çelişik, zıt, alt-zıt/karşıt, altık olmak üzere dört türlü karşı olum ilişkisine
sahiptir. Çelişik olma bakımından birbirine mütekâbil iki önerme, zâtı için birinin doğru
diğerinin yanlış olmasını gerektiren bir tekâbülle olumluluk ve olumsuzluk bakımından karşıt
olan iki önermedir.510 İbn Sina’nın İşârât’taki çelişki tanımı ise şöyle: Çelişki (nakîz) iki
önermenin zâtı gereği aynıyla veya başka bir sebeple biri doğru iken diğeri yanlış olacak
tarzda olumluluk ve olumsuzluk yönünden farklı olmasıdır.511 Zira tekâbül ancak olumluluk
ve olumsuzlukta söz konusu olur. Bir şey olumlu kılınmış doğrulanamıyorsa onun
doğrulanmaması, durumun olumlu kılındığı gibi olmadığı anlamınadır. Aksi durumda bir şey
olumsuz kılınmış ve de doğrulanamıyorsa bunun manası olumluya karşı çıkmanın yanlış
olmasıdır.512 Olumlu ve olumsuz iki önermenin çelişki düzeyinde birbirine mütekâbil olması
ise aşağıdaki tekâbül şartlarını taşımayı gerektirir;
1. Daha önce yer verdiğimiz üzere önermenin bir olması yani yüklemin anlamının bir
tek anlam, konunun anlamının bir tek anlam olması gerekir.
2. Ayrıca olumlusunda bir anlamla bilkuvve anlam kast edilmişse olumsuzunda da
bilkuvve anlamın kast edilmesi veya bilfiil anlam kast edilmişse diğerinde de bilfiil anlam
kast edilmesi gerekir.
3. Önermede zaman, mekan, yön, görelilik, şart, kuvve, fiil, parça, bütün, vs gibi
şeyler varsa bunların hem olumluda hem de olumsuzda bir olması gerekir.513 Tekil (mahsûs)
509
510
511
512
513
İbn Sina, en-Necât, s.19.; varlık ve imkan hakkında yapılmış önemli çalışma için bkz.M.Cüneyt Kaya, Varlık
ve İmkan, Aristoteles’ten İbn Sina’ya İmkanın Tarihi, Klasik Yayıncılık, İstanbul-2011. İbn Sina, en-Necât, s.27.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.40. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.40.;İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.74. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.40. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.41.; İbn Sina, en-Necât, s.26. 170
önermelerin çelişik olmasında bu ilk üç tekâbül şart yeterlidir. Nicelikli (mahsûrât) ve kipli
önermelerde bu şartlarla birlikte aşağıdaki dördüncü bir şart daha gereklidir;514
4. Önermeye şayet nicelik ifadeleri ve kip eklenirse bu önermenin olumsuzunun da
nicelik ve kip bakımından onun mukabili olması gerekir.515 Yüklemi, bir ferde
kıyaslandığında o fert için olması ve olmaması zorunlu olmayan anlamlardan olduğunda ve
insanlık doğasına kıyaslandığında insanlığın zorunlu kılmadığı ve onun hakkında da
imkansızolmadığı anlamlardan olduğunda tümel olumlunun da tümel olumsuzun da; her
ikisinin de hükmü yanlıştır. Dolayısıyla bu iki önerme arasında çelişki anlamında bir
tekâbuliyet değil zıtlık anlamında bir tekâbuliyet söz konusu olur. örneğin; her insanın bilfiil
yazan olduğu kast edilerek ‘her insan yazandır’ olumlu önermesi doğru değildir. Haliyle
bunun olumsuzu olan ‘hiçbir insan yazan değildir’ önermesi de yanlıştır. Eğer bu önerme
yanlış olmasaydı diğeri yani olumlusu da yanlış olmazdı. Çünkü bu iki önerme arasında
çelişki düzeyinde değil zıtlık düzeyinde takâbuliyet ilişkisi vardır. Birbirine zıt olan iki
mukabil önerme ise tıpkı nesnelerdeki zıtlar gibi asla doğrulukta birleşmezler, fakat
yanlışlıkta birleşebilirler. Bu da zıtların bir araya gelemeyecekleri, ancak birlikte ortadan
kalkabilecekleri yani beraberce var olmadıkları ve fakat beraberce yok olabildikleri anlamına
gelir.516
Yukarıdaki şartlara bağlı olarak kendilerinden bileştikleri parçaların mefhumunda iki
tekil (mahsûs) önerme ittifak ettiği zaman bu iki önermede özne-yüklemin ve bunların
benzerinin (ardbitişen-önbitişen) anlamları, şart-izâfet, parça-bütün, kuvve-fiil, mekan-zaman
ve benzeri bakımlardan farklı olmayıp bu önermelerden biri olumlu diğeri de olumsuz
olduğunda önermelerden biri doğru diğeri ise yanlış olur. Ancak konu ve yüklem söz konusu
durumlardan herhangi biri açısından farklı olduğu zaman olumlu ve olumsuz iki tekil önerme
çelişik olmaz. Çünkü iki önermeden birinde gözetilmesi gereken kural diğerinde de
gözetilmelidir.517 Örneğin; önermelerden biri ‘Zeyd yazar(nâsih)’ diğeri ‘Zeyd yazar değildir’
olsun. Eğer bu önermelerin birinde kast edilen Zeyd diğerinde kast edilen Zeyd’den başkası
ise veya yazar’la kast edilen diğerinde kast edilenden başkaysa bu önermeler arasında
çelişiklik yok demektir, dolayısıyla bunlardan birinin doğru diğerinin ise yanlış olması
gerekmez. Yine ‘bir kadeh sarhoş edicidir’ ve ‘bir kadeh sarhoş edici değildir’ denir de
birinde bilkuvve anlam diğerinde ise bilfiil anlam kast edilirse veya ‘o kuldur/köledir’ ve ‘o
514
515
516
517
İbn Sina, en-Necât, s.27.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.41 İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.41.; İbn Sina, en-Necât, s.27. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.43. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.75.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.40.; ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’lHidâye, s.84, 85. 171
kul/köle değildir’ denir de bunlardan birisiyle Allah için kul/köle diğeriyle ise insan için
kul/köle kast edilirse veya ‘zenci siyahtır’ ve ‘zenci siyah değildir’ denir de birinde zencinin
beşeriyyetinde diğerinde ise etinde siyahlık kast edilirse, veya ‘Peygamber beyt-i makdise
doğru namaz kıldı’ ve ‘Peygamber beyt-i makdise doğru namaz kılmadı’ denir de birinde bir
vakit diğerinde ise başka bir vakit kast edilirse veya önermenin olumlusu ve olumsuzu mekan,
zaman, mutlaklık, mukayyetlik ve diğerleri bakımından farklı farklı ele alınırsa iki önerme
arasında olumlu ve olumsuz tekâbulü-ki bu gerçekte çelişkidir- gerçekleşmez.518
Konu ve yüklemle iki anlama delâlet edilmesi durumunda olumlama bir olmaz bu
nedenle onun olumsuzlaması da bir olmaz. Yine örneğin biz tutup da hem ata hem de insana
‘elbise’ adını verir de ‘elbise aktır’ dersek bunun anlamı ‘ak aktır’ ve ‘elbise aktır’ olur. Oysa
bilimsel önermelerde konu tek bir anlama, yüklem tek bir anlama delâlet eder. Dolayısıyla
şayet ‘elbise’, insan, at, vs.yi kuşatan tek bir anlama delâlet etseydi bu durumda hepsine
yüklenen bir anlamın ismi olurdu.519 Yine olumluda ‘rengiyle’ yönü eklenir ve ‘cisim
niteliklidir yani rengiyle niteliklidir’ denilip de olumsuzunda ‘ölçüsüyle’ yönü eklenip ‘cisim
niteliksizdir yani ölçüsüyle niteliksizdir’ denirse bu iki önerme birbirine mütekâbil değildir.
Yine görelilik bakımından olumluda ‘altının yarısı’ eklenip ‘üç yarıdır yani altının yarısıdır’
denip de olumsuzunda ‘on’un yarısı’ eklenip ‘üç yarı değildir yani onun yarısı değildir’
denirse bu iki önerme mütekâbil önerme değildir.520 İbn Sina’ya göre, bu şartları taşımayan
bu türden önermelerin mütekâbil olmak bir yana bunlarda doğruluk ve yanlışlık dolayısıyla
kabul etme ve inkar etme bile gerçekleşmez, hatta bu önermeler tasavvur edilmiş bile
olamazlar.521
Önerme tekil (şahsî) değilse-çünkü İbn Sina en-Necât’ta ve Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de
tekil önermelerin (mahsûs) çelişikliğinde yüklem ve konunun hallerine dikkat edildiği
takdirde tekâbül olmalarının dışında başka bir şartın bulunmadığını söyler522- başka bir şart
devreye girmekte ve iki önermenin nitelikte yani olumluluk ve olumsuzlukta ayrı olduğu gibi
nicelikte de, yani tikel ve tümel olmada da ayrı olmasına gerek duyulmaktadır. Aksi takdirde
iki önerme çelişik olmayıp doğruluk ve yanlışlığı paylaşmaları mümkün olur. Hatta ‘her insan
yazıcıdır’ ve ‘hiçbir insan yazıcı değildir’ şeklindeki maddesi mümkün iki tümel önermede
olduğu gibi yanlış olur. Aynı şekilde ‘bazı insanlar yazıcıdır’ ve ‘bazı insanlar yazıcı değildir’
şeklindeki maddesi mümkün iki tikel önermede olduğu gibi ikisi birlikte doğru olur. Oysa
518
519
520
521
522
İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.75.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.41. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.64. İbn Sina, a.g.e, s.41. İbn Sina, a.g.e, s.41. İbn Sina, en-Necât, s.27.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.74. 172
niceliği belirli önermelerde çelişki ancak iki önermenin, tekil önermelerde bulunması gereken
tekâbül şartlarına (ilk üç şarta) sahip olmanın yanı sıra dördüncü şart gereği önermelerden
birinin tümel, diğerinin tikel olmasıyla gerçekleşir.523
Örneğin; olumlu önerme tümel olsun. Bunun maddeler bakımından değerlendirmesi
şöyle olur: ‘Her insan canlıdır’ –’bazı insanlar canlı değildir’, ‘her insan yazıcıdır’- ‘bazı
insan yazıcı değildir’ şeklinde olur. Birbirine mütekabil olan bu önermelerden birinin doğru
iken diğerinin yanlış olduğunu görmekteyiz. Yine önerme olumsuz tümel olsun. Bunun
maddeler bakımından değerlendirmesi şöyle olur: ‘Hiçbir insan canlı değildir’-’bazı insan
canlıdır’, ‘hiçbir insan yazıcı değildir’-’bazı insan yazıcıdır’ şeklinde olur. Yine burada da
birbirine mütekâbil iki önermeden birinin doğru iken diğerinin yanlış olduğunu
görmekteyiz.524 Fakat eğer mütekâbil önermelerin her ikisi de tümel olup ‘zıt’ diye
isimlendirilmişlerse mümkünün yüklenmesinde ikisi de yanlış olur. Örneğin; ‘her insan
yazıcıdır’-’hiçbir insan yazıcı değildir’ şeklindeki iki zıt önermede olduğu gibi. Eğer iki
önerme zıttın altına dahil/altzıt/altkarşıt önermeler diye isimlendirilirlerse bu yüklemede her
ikisi de doğru olur. ‘Bazı insanlar yazıcıdır’-’bazı insanlar yazıcı değildir’ önermelerinde
olduğu gibi.525 Dolayısıyla zikredilen tekâbül şartlarının varlığıyla birlikte olumlu ve
olumsuzlukta birbirinden farklı fakat nicelik bakımından bir olan iki tümel önerme birbirine
‘zıt’; iki tikel önerme ise ‘zıttın altına dahil’ diye isimlendirilir. Nicelik bakımından farklı
olup da nitelik bakımından bir yani olumlu ve olumsuzlukta bir olan iki önerme ise altık
(mütedâhil) diye isimlendirilir.526
Çünkü imkan maddesi önermenin olumlusunda ve olumsuzunda değişmez. Tümel
olumlu ve tümel olumsuz önermeden söz edilir ise bunlar konuda, yüklemde ve daha önce yer
verilen şartlarda ortak olduklarında zorunlu maddede yanlış olan tümel olumsuz önermedir;
imkansız maddede olumsuz değil olumlu yanlıştır; mümkün maddede ise her ikisi de yanlıştır.
İki tikel olumlu ve olumsuz önermeye gelince bunların her ikisinin de zorunlu ve imkansız
maddede doğru olması zorunludur. Mümkün maddede ise meşhur görüşe göre her ikisinin de
doğru olması zorunludur. Ancak İbn Sina, mümkün maddede bunların beraberce doğru
olabildiklerinin açık olduğunu belirtir. Örneğin; mümkün maddeye sahip olan ‘bazı insanlar
yazandır’ ve ‘her insan yazan değildir’ önermeleri gibi.527 İbn Sina’ya göre, zıtlık altına
giren/altzıt/altkarşıt iki tikel önermenin mümkün maddede böyle olduğuna ilişkin herhangi bir
523
524
525
526
527
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.41.; İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn. 75. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.41. İbn Sina, en-Necât, s.27. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.76. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.44. 173
burhânî ispata girişmeden bunların mümkün maddelerde beraberce doğru olabildiklerinin
bilinmesi yeterlidir.528 Nitelik bakımından değil nicelik bakımından farklı olan iki önerme
altık (mütedâhil) adını alır. İki altık olumlu önerme zorunlu maddede doğru; iki altık olumlu
önerme ise imkansız maddede doğru olur. İki altık önerme, mümkün maddede doğru ve
yanlışı paylaşırlar.529
O halde eğer tümel önerme olumlu ise zorunlu maddede doğru olurken mümkün ve
imkansız maddede yanlış olur. Bunların mukabili ise zorunlu maddede yanlış olurken
mümkün ve imkansız maddede doğru olur. Eğer tümel önerme olumsuz ise imkansız
maddede doğru olurken zorunlu ve mümkün maddede yanlış olur. Bunların mukabili,
imkansız maddede yanlış olurken zorunlu ve mümkün maddede doğru olur. Dolayısıyla her
çelişkide çelişkinin iki tarafından birinde tümel bir nicelik lafzının bulunması gerekir.530
Olumluluk ve olumsuzluk bakımından farklı fakat niceliği belirtilmemiş iki belirsiz
(mühmel) önerme birbiriyle çelişik olmadıkları gibi birbirine zıt da değildir. Niceliği belirsiz
(mühmel) önerme konusu tümel olan ve yüklemin niteliği (olumluluk ve olumsuzluk)
belirtilmiş fakat niceliği belirtilmemiş önermedir. Örneğin ‘insan yazandır’ önermesi ve
‘insan yazan değildir’ önermeleri birbirine zıt değildir, çünkü her ikisi de doğru olup
doğrulukta birleşebilmektedirler. Bununla birlikte yüklemin bu iki önermede niceliği
belirtilmemiş olsa bile biz hükmü genel olarak aldığımız zaman söz konusu bu iki önerme
birbirine zıt iki (tümel) önerme gücünde olur.531 Fakat yine de bu İbn Sina’ya göre iki zıt
önerme gibi zorunlulukla zıt oldukları anlamına gelmez. Konusunun genel olarak alınması da
özel olarak alınması da mümkün olan belirsiz önermelerde konu genel alınıp da yüklem ona
yüklense bile bu, önermenin olumlu ve olumsuzunun birbirine zıt olmasını zorunlu kılmaz,
aksine bunların birbirine zıt olması mümkündür.532 Niceliği belirsiz olan önermelerin İbn
Sina, tümel nicelikli önermelerin hükmünde değil tikel nicelikli önermeler hükmünde
değerlendirilmesi gerektiğini ve bu önermelerin altzıt (tahte’z-zıt) adını almaya daha layık
olduklarını belirtir. Buna bağlı olarak bu önermeler mümkün maddelerde ikisi birlikte doğru
olabilirler, zorunlu ve imkansız maddelerde de yukarıda yer verilen yine tikel nicelikli
önermeler hükmündedirler.533 Ancak not edelim ki İbn Sina, niceliği belirsiz önermelerin tikel
528
529
530
531
532
533
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.45. İbn Sina, a.g.e, s.45. İbn Sina, a.g.e, s.61. İbn Sina, a.g.e, s.46. İbn Sina, a.g.e, s.47.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.24. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.60.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.24. 174
önermeler gücünde ve hükmünde olmalarının, kendilerinin tümel olmalarına asla bir engel
teşkil etmediğinin de altını çizer.534
Niceliği belirli önermelerde doğruluk ve yanlışlık önermenin zâtı ve şeyin doğası
nedeniyle belirginleşir. Yine zamanları geçmiş ve şimdi olan tekil zamansal önermeler de
böyledir. Çünkü meydana gelmiş zaman iki şeyden birini zorunlu olarak diğerinin doğasına
ekler. Gelecek şeyler hakkında tekil çelişik önermelerde ise şeylerin doğaları bakımından
doğruluk ve yanlışlık belirginleşmez. Bu türden gelecek zamana yönelik önermelerde
doğruluk ve yanlışlıktan biri herhangi bir sebeple de belirginleşmez. Çünkü önermelerde
doğruluk ve yanlışlığın belirginleşmesi ya şeyin bizzât kendisinin gereğidir ya da
belirginleştirici bir sebebin varlığı nedeniyledir. Zira zorunlu olan her şey ya zâtı gereği
zorunludur ya da onu zorunlu kılan bir sebebin meydana gelmesiyle zorunlu olur. Dolayısıyla
gelecek zamana yönelik önermelerde doğruluk ve yanlışlık belirginleşmiş olsaydı, bunlarda
her olumlama ve olumsuzlama ya aynıyla doğru ya da aynıyla yanlış olsaydı gelecekteki her
şey ya kaçınılmaz olarak var olurdu ya da olmazdı.535 Çünkü şey varsa doğrudur; doğru ise
vardır. Buna bağlı olarak birisi tutup örneğin; ‘şu var olacak’ desin ve biz bu sözde doğruluk
veya yanlışlığın belirgin olduğunu kabul edelim. Bir başkası da ‘var olmayacak’ desin ve bu
sözün doğruluk veya yanlışlığının belirgin olduğunu kabul edelim. Ardından bunlardan
birincisinin doğru olduğunu ve var olmaması mümkün olmayacak şekilde doğruluğunun
belirgin olduğunu kabul edelim. İkincisinin de doğru ve doğruluğunun belirgin olduğunu
kabul edelim. Bu takdirde şeyin var olması mümkün değildir. Çünkü doğru var olandır; var
olan doğrudur. Dolayısıyla ‘var olmayacağı’ şeklindeki sözün doğruluğuyla birlikte bir şeyin
var olması mümkün değildir. Bunun tersi de böyledir. Çünkü söz doğru ise şey mevcuttur, şey
mevcutsa söz doğrudur. Örneğin; şey kendinde aynıyla aksa veya aynıyla ak değilse onun
hakkında ‘o ya aynıyla aktır ya da aynıyla ak değildir’ demek doğru olur.536
Ayrıca İbn Sina, bizim bir önerme hakkındaki doğruluk ve yanlışlık yönündeki
kabulümüzün şeyi mevcut kılamayacağını da ilave eder. Çünkü bir şey, kişi doğruladığı için
mevcut olmaz. Sözün ya da önermenin doğru olmasının nedeni, şeyin kendinde böyle
olmasıdır. Bu zorunluluk hiçbir şekilde dile getirilmese bile şeylerin kendiliğinde
bulunmaktadır.537 Dolayısıyla gelecek ifade eden mümkün önermelerde tekâbülün iki
tarafından birinde doğruluk ve yanlışlık belirgin değildir.538
534
535
536
537
538
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.24. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.64. İbn Sina, a.g.e, s.65. İbn Sina, a.g.e, s.65. İbn Sina, en-Necât, s.27. 175
Geleceğe yönelik önermelerde doğruluk ve yanlışlığın bulunmaması bazı şeylerin
tesadüfen gerçekleşebilmesiyle doğrudan ilişkili bir konudur. Çünkü İbn Sina’ya göre şayet
geleceğe yönelik olumlu ve olumsuz mütekâbil önermelerden, aynı anda biri doğru diğeri
yanlış olsaydı o takdirde biri vacip diğeri imkansız olurdu. Bu da seçimde bulunma (ihtiyâr)
ve güç yetirmenin (isti‘dâd) ortadan kalkması ve mümkünün tabiatının bütünüyle bâtıl olması
anlamına gelir.539 İbn Sina bunun detaylı analizine el-İbâre’de yer vermektedir. Eğer bu
türden önermelerde doğruluk ve yanlışlıktan birinin belirginleştiği kabul edilirse üç ihtimalle
karşı karşıya kalırız. Birincisi; her ikisinin de doğru olmasıdır. İkincisi; her ikisinin de yanlış
olmasıdır. Üçüncüsü; ikisinden birinin şu anda doğru veya yanlış olması zorunlu değildir;
doğru da olabilir yanlış da olabilir. Birincisi imkansızdır. Çünkü eğer her ikisi de doğru
olsaydı ve biri diğerinin mukabili ve çelişiği olsaydı bu durumda aynı zamanda ikisi de yanlış
olurdu ve dolayısıyla ikisi birden hem doğru hem yanlış olurdu. Bu ise imkansızdır. İkisinin
birden doğru olması imkansızdır, çünkü doğru (hakk) varlığa örtüşendir. İkisi birden doğru
olursa bu durumda iki mukabil şey beraberce mevcut olacaktır. Örneğin; Zeyd hem ak olan
olacak hem de ak olmayan olacaktır. İkisinin birlikte beraberce yanlış olduğu ikinci kısım da
böyledir. Çünkü bu durum da, her ikisinin aynı zamanda beraberce doğru olmasını ve şeyin
hem varolmasını hem de varolmamasını gerektirir ki bu imkansızdır. Çünkü bu durumda
birbirinin çelişiği olan iki şey, beraberce zorunlu olmakta ve evrende tesadüfle gerçekleşen
hiçbir şey kalmamaktadır.540
Doğruluğun ikisinden bizzât birinde var olduğunun olumlanması tesadüfün
olmamasını zorunlu kılarken, her ikisinin de doğru veya yanlış olduğunun olumlanması bu
imkansızlıkları ve hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediğini zorunlu kılmaktadır. Oysa, der
İbn Sina, biz biliyoruz ki evrende tesadüfen meydana gelen şeyler de vardır. Çünkü evrende
bir kısım şeyler meydana gelmektedir ki bunların olması ile olmaması eşittir. İbn Sina’ya göre
eğer bu türden şeyler olmasaydı ve evrende her şey zorunlu olsaydı bir şeyin gerçekleşeceğine
inanarak düşünmeye, tefekkür etmeye veya hazırlanmaya ihtiyaç duymazdık. Çünkü nasıl
olsa zorunlu olan gerçekleşecektir. Zira düşündüğümüz ve hazırlandığımız şey, zorunlu olarak
gerçekleşen şeylerdense veya zorunlu olarak gerçekleşmeyen şeylerden olup sadece hakkında
birisinin verdiği yargıyla doğruluğu veya yanlışlığı belirginleşmişse o zaman hazırlanmamızın
ve düşünmemizin hiçbir yararı yok demektir. Oysaki aklımız hazırlanmamızın yararlı
olduğuna hükmetmektedir ve biz de bunun yararından kuşku duymamaktayız.541
539
540
541
İbn Sina, en-Necât, s.27. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.66. İbn Sina, a.g.e, s.66. 176
O halde İbn Sina’ya göre bazı şeylerin olması ve olmaması bir olduğundan bunlarda
doğruluk ve yanlışlığın belirginleşmesi imkansızdır. İbn Sina, bu tarz şeylerin sadece bizim
irademize bağlı olan şeylerde değil doğal şeylerde de olduğunu özellikle vurgular. Çünkü
örneğin; ahşabın doğası bakımından eskiyene kadar beklemesi mümkün olduğu gibi bir ateşin
teması sonucu yanması da mümkündür. Ahşabın ahşap olması bakımından bu iki durumdan
birine konu olması zorunlu değildir.542
Sonuç
itibariyle
önermeler
kendi
aralarında
çelişiklik/karşıt,
zıtlık,
altık,
altzıtlık/altkarşıt şeklinde dört türlü tekâbüliyet ilişkisine sahiptir. Çelişki, herhangi bir madde
nedeniyle değil de formu nedeniyle iki önermeden birinin doğru diğerinin ise ya aynıyla ya da
aynından başka bir şeyle yanlış olmasını zorunlu kılar. Bu, nicelikte uyuşan iki önerme
arasında olmaz. Çünkü bazen bu iki önermeden iki tümel yanlış ve iki tikel doğru olur ve bu
nedenle çelişmezler. Çelişki, iki önermenin olumluluk ve olumsuzluk bakımından
farklılaşmasıdır ki bu farklılaşma zâtı gereği iki önermeden birinin doğru ve diğerinin ya
aynıyla ya da aynından başka bir şeyle yanlış olmasını gerektirir. Öyleyse olumluluk ve
olumsuzlukla tam ve gerçek bir şekilde farklılaşan iki önerme, eğer konuları tümel ise
nicelikte de farklılaşmak zorundadırlar. Konusu tekil (şahsî) olana gelince bunda konu
belirgin olduğu için olumluluk ve olumsuzluk bakımından tam bir farklılığın olması yeterlidir.
Niceliği belirsiz önerme ise iki tikel altzıt hükmündedir. Dolayısıyla niceliği belirsizde çelişki
yoktur. Niceliği belirsiz bırakma (ihmal), ya tümelliği gerektirir ve önermelerin her ikisi de
tümel olur ya da yalnızca tikelliği gerektirir ve her iki önerme de tikel olur. Nicelikli
önermeler (mahsûr) arasında çelişiklik durumunda ise; nicelik ve nitelik bakımından farklı
olan nicelikli önerme (mahsûr) çelişiktir. Buna göre ‘bütün..’ diye başlayan önerme ile ‘hepsi
değil…’ veya ‘bazısı değil…’ diye başlayan önerme çelişiktir. ‘Hiçbiri…’ diye başlayan
önereme ile ‘bazı…’ diye başlayan önerme çelişiktir.543
İbn Sina kipli önermelerde çelişki durumunu ayrıca ele almaktadır. Zira kipli
önermelerde kipli olmayan önermelerdeki tekâbül şartlarına ilave başka şartlar devreye
girmektedir (4.şartta zikredilen kiplerin birbirine mukabil olması şartı).544 İbn Sina öncelikle
mutlak önermeler arasında gerçekleşen çelişkiyi ele almaktadır.İbn Sina’ya göre mantıkçılar
derin düşünme kıtlığı nedeniyle çelişki kurallarını çarpıtarak mutlak önermenin çelişiğinin
yine bir mutlak önerme olduğuna karar vermişler ve mutlak önermenin çelişik analizini tam
olarak yapamamışlardır. İbn Sina’ya öre mutlak önermenin çelişiği şöyledir: ‘Her C’nin B
542
543
544
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.67. İbn Sina, a.g.e, s.61. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.76. 177
olması genel anlamda mutlaktır’ sözünün çelişiği ‘bazı C sürekli B değildir’ önermesi; bir
ekleme yapılmaksızın her C’den B’nin olumsuzlandığı anlamda ‘her C, B değildir’ sözünün
çelişiğinin de ‘bazı C’nin B olması süreklidir’ sözüdür. ‘Bu (anlamdaki) mutlaklıkla bazı C,
B’dir’ sözünün çelişiği ‘her C’den B sürekli olumsuzlanır’ sözüdür. Yine bu mutlaklıkla ‘bazı
C,B değildir’ sözünün çelişiği ‘her C sürekli B’dir’ sözüdür.545 Kipli (vücûdî) adı verilerek
özelleştirilen daha özel anlamdaki mutlak önermelerde çelişki durumu şöyledir: ‘Her C,
B’dir’ dediğimizde bunun çelişiği ‘ancak varlık (bağ kip) bakımından her C, B değildir’
önermesidir, yani zorunlu olarak ya her C, B’dir veya aynı şekilde B ondan olumsuzlanmıştır.
Burada ‘hiçbir C, B değildir’ dediğimizde de bunun çelişiği ‘bazı C B’den sürekli olarak
olumlanır veya olumsuzlanır’ sözüdür. Zira ‘sürekli değil herhangi bir zamanda her C’nin B
olmaması’ sözünün mukabili ancak ‘sürekli olumsuzluk’ veya ‘sürekli olumluluk’tur.546
Kipli diğer önermelerin çelişiğine gelince; sürekli kipli önermenin çelişiği, kipli
mutlak (vücûdî) önermenin çelişiği gibi olup ona yakındır. ‘Her C’nin B olması zorunludur’
önermesinin çelişiği ise; ‘Her C’nin B olması zorunlu değildir’ önermesi olur. Özel ve çok
özel imkanla değil genel imkan ile ‘bazı C’nin B olmaması mümkündür’ demektir bu. ‘Her
C’nin B olmaması zorunludur’ sözüne gelince bunun çelişiği ‘Her C’nin B olmaması zorunlu
değildir’; ‘Bazı C’nin B olması başka imkanla değil bu imkanla mümkündür’ demektir bu.
‘Bazı C’nin B olması zorunludur’ sözünün mukabili; genel imkanla ‘Her C’nin B olmaması
mümkündür’ sözüdür. Genel imkanla ‘Bazı C’nin B olmaması zorunludur’ sözünün mukabili
‘Her C’nin B olması mümkündür’ sözüdür. Bu imkanın olumsuzu olumlusunu, olumlusu
olumsuzunu gerektirmez. ‘Her C’nin B olması genel anlamda mümkündür’ sözünün çelişiği
‘Her C’nin B olması mümkün değildir’ sözü olur ve bu ‘Bazı C zorunlu olarak B değildir’
sözünü gerektirir. ‘Her C’nin B olması özel anlamda mümkündür’ sözünün çelişik mukabili
‘Her C’nin B olması mümkün değildir’ sözüdür. Ve bu onun vacip olmasının gerekliliğinden
çok imkansız olmasının gerekmediğini ifade eder, hatta zorunluluk babında bir şey
gerektirmez. ‘Her C’nin B olmaması bu (özel) imkanla mümkündür’ sözünün çelişik mukabili
‘Her C’nin B olmaması mümkün değildir’ sözüdür. Sanki bu sözü söyleyen şöyle demek
istemektedir: ‘Aksine C’nin B olması vacip veya imkansızdır’ ve yine sanki şöyle demek
istemektedir: ‘Bazı C’nin B olması zorunludur’ veya ‘Bazı C’nin B olmaması zorunludur’.
‘Bazı C’nin B olması bu (özel) imkanla mümkündür’ sözüne gelince, bunun çelişiği ‘Her
C’nin B olması mümkün değildir’ sözdür. Yani ‘ya olması zorunludur’ ya da ‘olmaması
545
546
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.41, 42. İbn Sina, a.g.e, s.42.;mutlak önermenin çelişik durumu için ayrıca bkz. İbn Sina, Mantıku’l Meşrıkıyyîn, s.7783. 178
zorunludur’. ‘Bazı C’nin B olmaması mümkündür’ sözünün çelişiği ‘Bazı C’nin B olmaması
mümkün değildir’ sözüdür, yani ‘Her C’nin B olması zorunludur’ veya ‘Hiçbir C’nin B
olmaması zorunludur.’547
O halde kipli önermelerin olumlu-olumsuz tekâbüliyetinde örneğin; ‘Zeyd’in yazan
olması mümkündür’ önermesinin olumsuzu, olumsuzlamanın imkanı değil imkanın
olumsuzlanmasıdır. Yani ‘olmaması mümkündür’ değil ‘olması mümkün değildir’
şeklindedir. Çünkü olumsuzlamanın imkanı olan ‘olmaması mümkündür’ ile ‘olması
mümkündür’ doğrulukta birleşmektedir. Oysa mütekâbil olan olumlu ve olumsuz doğrulukta
birleşmezler. Aynı şekilde ‘Zeyd’in yazan olması zorunludur’ sözünün olumsuzu ‘Zeyd’in
yazan olmaması zorunludur’ değil-zira iki söz yanlışlıkta uyuşmaktadır- ‘Zeyd’in yazan
olması zorunlu değildir’ önermesidir. Yine ‘Zeyd’in yazan olması imkansızdır’ önermesinin
olumsuzu ‘Zeyd’in yazan olmaması imkansızdır’ değil, ‘Zeyd’in yazan olması imkansız
değildir’ önermesidir.548 ‘Olması mümkündür’ sözüyle birlikte ‘olması zorunlu değildir’ sözü
ve ‘olması imkansızdır’ sözüyle birlikte ‘olması imkansız değildir’ sözü, diğer şartlar mevcut
olduktan sonra kesinlikle doğruluk ve yanlışlıkta birleşmez. Aynı şekilde ‘olması
muhtemeldir’ sözüyle birlikte ‘olması mutemel değildir’ sözü de böyledir.549 Dolayısıyla
mümkünün mukabili mümkün olmayandır, vacibin mukabili vacib olmayandır, imkansızın
mukabili ise imkansız olmayandır.550
Gerek kipsiz gerekse kipli önermelerde çelişiğin şartlarını taşımayan olumlama ve
olumsuzlama birbirine tam mütekâbil olamaz.551 İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkiyyîn’de çelişik
anlamında birbirine mütekâbil olumlu ve olumsuz iki önermenin çelişik olabilmesinin
şartlarından en önemli şartın konu ve yüklemden her birinin eş-sesli isim (müşterek) değil
delâlet ettiğine eş-anlamlılıkla (mutavâtı‘) delâlet eden lafızlar olması gerektiğine ilişkin şart
olduğunu belirtir.552 İbn Sina, bu şartlar ihmal edildiği takdirde kıyaslarda bir çok
mugalatanın ortaya çıkacağını belirtir.553 Çünkü bu anlamların ihmal edilmesi pek çok
yanılgıya yol açar.554 Nitekim safsatanın yararlandığı yerlerden birisi de budur. Çelişiğin
şartlarına riayet etmediği halde etmiş gibi görünerek muhatabı yanlışa düşürür. Çelişik
anlamında iki önermenin birbirine mütekâbil olabilmesinin şartları (şerâitu’n-nakîz), doğru
547
548
549
550
551
552
553
554
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.44, 45.; kipli önermelerin çelişiği için ayrıca bkz.İbn Sina, Kitâbu’lHidâye, s.86. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.105. İbn Sina, a.g.e, s.105. İbn Sina, Kitâbu’n-Necât, s.17. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.40, 41. İbn Sina, Mantıku’l-Meşrıkıyyîn, s.75. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.41. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.29. 179
olan önermeyi öyle olmadığı halde doğruymuş gibi görünen sofistik önermelerden ayıran
bilimsel ölçütleri verir bize.555
1.6.2. Önermelerde Gerektirme ve Döndürme (Telâzüm ve Aks)
Birbirini gerektirme bakımından kipli önermeler değerlendirildiğinde; bir kısmı
döndürülürken bir kısmı döndürülmez. Döndürülenler, her biri diğerinin gücünde olan
önermelerdir. Döndürülmeyenler ise biri kabul edildiğinde diğeri de gerekli olan ama diğeri
kabul edildiğinde her zaman ilki gerekli olmayan önermelerdir. ‘Var olması zorunludur’
sözünün gereği olan ve ona döndürülen ‘varolmaması imkansızdır’ ve ‘var olmaması genel
imkanla mümkün değildir’ sözüdür. Bunların çelişikleri ise daha önce geçtiği üzere ‘var
olması zorunlu değildir’ sözünün gereğidir. ‘Varolmaması zorunludur’ sözünün gereği ve
buna döndürülen ise ‘varolması imkansızdır’ ve ‘var olması genel imkanla mümkün değildir’
sözleridir. Bu ikisinin çelişikleri ise ‘varolmaması zorunlu değildir’ sözünün gereği olur.
Öyleyse özel imkan kısmından hiçbir mümkün, zorunlu ve imkansız sınıfından herhangi bir
şeyin gereği değildir ve ona döndürülmez.556 Özel mümkünün ise yalnızca kendi sınıfından
olan mümkün, onun gereği olup ona döndürülebilir. Buna göre ‘varolması mümkündür’
sözünün gereği ‘varolmaması mümkündür’ sözüdür ve bu sözün çelişiği onun çelişiğinin
gereğidir. Dolayısıyla ‘varolması özel imkanla mümkün değildir’ sözünün gereği,
‘varolmaması özel imkanla mümkün değildir’ sözüdür.557
Döndürme (aks); önermenin niteliğini koruyup doğruluk ve yanlışlığını olduğu gibi
bırakarak öznesini yüklem, yüklemini özne yapmaktır. İbn Sina mantık geleneğinde
önermelerin döndürmesine, mutlak tümel olumsuzun döndürmesiyle başlandığı için kendisi
de önce mutlak önermenin, bunlar içinde de mutlak tümel olumsuz önermenin döndürmesini
ele almaktadır. Mantık geleneğinde mutlak olumsuz önermenin döndürmesinin yine mutlak
olumsuz olduğu kabul edilmiştir. İbn Sina bunun gerçek değil meşhur görüş olduğunu
belirtir.558
İbn Sina, mutlak tümel olumsuz önermenin döndürmesi konusunda gelenekteki
meşhur dediği görüşü formel olarak şöyle aktarmaktadır: ‘Hiçbir B, A değildir’ önermesinin
döndürmesi yine mutlak olumsuz alınır ve ‘Hiçbir A, B değildir’ denir. Mutlak olumsuzun
döndürmesinin herhalukarda yine mutlak olumsuz olduğuna ilişkin mantıkçılar şu kanıtı ileri
555
556
557
558
İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.58. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, Yorum Üzerine (İbâre), s.111-112. İbn Sina, a.g.e, s.113.; İbn Sina, en-Necât, s.21, 22.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.37, 38. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.45.; İbn Sina, en-Necât, s.27,28. ; önermelerin döndürmesi konusu için
ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.48. 180
sürmektedirler: ‘Hiçbir A, B değildir’ yanlış olsun, bunun çelişiği olan ‘bazı B, A’dır’ doğru
olsun ve bu ‘bazı’yı belirli bir şey olarak varsayalım ve bu C olsun. Bu durumda C, A ve B
olur ve B, A olur. Oysa ‘hiçbir B, A değildi’. Bu imkansızdır.559 İbn Sina’ya göre gerçekte bu
kanıtlama her mutlak önerme için geçerli değildir, zira mutlak olumsuzun döndürmesinin
mutlak olumsuz olması her mutlak önermede geçerli değildir.560 Örneğin; insanlardan her
birinden ‘gülen olmayı’ bilfiil olumsuzlamak mümkündür. Oysa gülen her şeyden ‘insanı’
olumsuzlamak gerekmez. Yani bilfiil ‘her insan gülen değildir’ önermesi doğru olabilirken
‘her gülen insan değildir’ önermesinin doğru olması gerekmez.561 Dolayısıyla bu tarz mutlak
önermelerde mutlak olumsuz yine kendisine yani mutlak olumsuza döndürülemez. İbn Sina,
mutlak olumsuz tümelin yine mutlak olumsuz tümele döndürülmesinin ancak ‘zâtı bir
nitelikle nitelendiği sürece’ şartının geçerli olduğu mutlak önermelerde mümkün olduğunu
belirtir. Örneğin; ‘her yer değiştiren (muntakil) değişkendir (mütegayyir)’ önermesi gibi. Zira
bu önerme bir şey yer değiştiren niteliğine sahip olduğu müddetçe değişkendir, anlamına
gelir. Dolayısıyla bu önermenin döndürmesi yine mutlak tümel olumsuz olur: ‘Her değişken
yer değiştirendir.’562
Tümel olumlu mutlak önermeye gelince bunun tümel olarak döndürülmesi gerekmez.
Çünkü bazen yüklem özneden daha genel olabilir ve onun, zorunluluk olmaksızın salt mutlak
olarak döndürülmesi gerekmez. Zira kimi zaman özne yüklem için zorunlu iken, yüklem özne
için zorunlu olmaz: Akciğeri olan canlının soluması gibi. Çünkü bu önerme, sürekli gerekli
olmayan vücûdî bir önermedir. Oysa solumak için ‘akciğeri olan bir canlı olmak’ zorunludur.
Buna göre her soluyanın akciğerli bir canlı olması zorunludur. Mutlak önerme ancak zorunlu
olma olasılığını taşıyan genel anlamda mutlak önermeye döndürülür. Tümel olumlunun tikel
olumluya döndürülmesi kaçınılmaz olarak doğru olur. Yine tikel olumlu, kendi benzerine yani
tikel olumluya döndürülür. Örneğin; ‘bazı yazıcılar insandır’, ‘bazı insanlar yazıcıdır’ gibi.
Tikel olumsuza gelince onun döndürmesi yoktur. 563
Zorunlu tümel olumsuz önerme yine kendi benzerine döndürülür. Zorunlu tümel
olumlu önerme, mutlak genel önermenin hükmünden anlaşıldığı gibi tikel olumlu olarak
kendine döndürülür. Ne var ki zorunlu önermeye döndürülmesi gerekmez. Zira zorunlu
önermenin mümkün kipli önerme olarak döndürülmesi mümkündür. B’nin C için zorunlu
olması –gülen için insan olmak gibi- ve C’nin B için zorunlu olmaması-insan için gülen
559
560
561
562
563
İbn Sina, en-Necât, s.27, 28.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.45, 46. İbn Sina, en-Necât, s.28. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.46, 47. İbn Sina, en-Necât, s.28, 29; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.46. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.46, 47.; ayrıca bkz. İbn Sina, en-Necât, s.29. 181
olmak gibi- mümkündür. Öyleyse zorunlu tümel olumlu genel imkana döndürülür. Zorunlu
tikel olumlu önerme bu kıyasa göre yine tikel olumlu önermeye döndürülür. Zorunlu tikel
olumsuz önerme döndürülemez.564
Olumsuz tümel mümkün önerme kendisi gibi döndürülemez. Hiçbir insanın yazıcı
olmaması mümkün olunca, hiçbir yazcının insan olmaması mümkündür, denilemez. Gerçekte
bu önerme döndürülemez. Aynı şekilde olumsuz tikel önerme de döndürülemez. 565 Mümkün
önermelerin, olumsuzluk durumunda döndürülmesi gerekmez. Zira örneğin; hiçbir insanın
yazıcı olmaması imkansız olmayıp mümkün olunca yazı yazanlardan her birinin ya da
bazısının, insan olmamasının mümkün olması gerekmez. Aynı şekilde bu örnek özel ve daha
özel anlamdaki mümkün önermelerin durumunu da açıklar. Çünkü bir şeyin (öznenin) bir
şeyden (yüklemden) olumsuzlanması caiz olduğu halde, yalnız kendisine ârız olan özel öznesi
olduğu için bu şeyin (öznenin) ondan (yüklemden) olumsuzlanması caiz olmaz.566 İbn Sina,
bir grup mantıkçı dediği bazı mantıkçıları aynı güçteki tikel önermenin döndürülmesi
nedeniyle mümkün tikel olumsuz önermenin de döndürülebileceğini iddia ettiklerinden dolay
eleştirir. İbn Sina’ya göre bu bilimsel değil sadece bir sanıdır.567 Olumlu tümel mümkün ise
hem zorunlu olması hem de gerçek/özel mümkün olması caiz olabilen genel mümküne
döndürülür. Olumlu tikel mümkün de aynı şekilde genel mümküne döndürülür.568 Çünkü
olumluluk durumunda mümkünlerin döndürülmesi gerekir. Fakat özel anlamda mümkünün
kendi benzerine döndürülmesi gerekmez. Dolayısıyla İbn Sina, ‘şey (yüklem) özne için
zorunlu olmayıp mümkün olunca özne de bunun gibi yüklem için zorunlu olmayıp mümkün
olur’ şeklindeki değerlendirmenin dikkate alınmaması gerektiğini belirtir ve bu anlamda
örneğin; irade ile hareket etmenin canlılar için nasıl mümkün olduğunun ve bunun için canlı
olmanın nasıl zorunlu olduğunun iyi düşünülmesi gerektiğini hatırlatır.569 Zira iradeyle
hareket etme canlı için mümkün iken canlı olmak iradeyle hareket etmek için zorunludur. Bu
bakımdan İbn Sina, mümkün olumlu önermelerin tüm sınıflarının genel anlamdaki mümkün
önermelere döndürülmesi gerektiğini belirtir.570
564
565
566
567
568
569
570
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, 47, 48.; ayrıca bkz. İbn Sina, en-Necât, s.30. İbn Sina, en-Necât, s.30, 31. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.48. İbn Sina, a.g.e, s.48, 49. İbn Sina, en-Necât, s.31. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.48. İbn Sina, a.g.e, s.48.; ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.87-90. 182
1.7.
Doğruluk Değeri ve İçeriği Bakımından Önermeler
Doğruluk değeri ve içeriği bakımından önermeleri İbn Sina temelde dört sınıfa
ayırmaktadır. Bunlar; doğru kabul edilen önermeler (müsellemât), doğru sanılan (maznûnât)
ve benzeri önermeler, doğrumsu veya doğru gibi olan önermeler (müşebbehât), hayale dayalı
önermelerdir (muhayyelât). Doğru kabul edilen önermeleri (müsellemât) kendi arasında şu
kısımlara ayırmaktadır: Bizce kesin doğru olan önermeler (mütekadât), başkasından doğru
kabul ettiğimiz önermeler (me’hûzât). Bizce doğru olan önermeleri (mü‘tekadât) de üç
kısımda toplamaktadır: Kabulü zorunlu önermeler (el-vâcib kabûluhâ), yaygın önermeler
(meşhûrât) ve vehimsel önermeler (vehmiyyât). Kabulü zorunlu önermeleri (el-vâcib
kabûluhâ) ise, doğruluğu apaçık olan önermeler (evveliyyât), gözleme dayalı önermeler
(müşâhedât), tecrübî önermeler (mücerrebât) ve sezgisel önermeler (hadsiyyât), rivayet ve
kanıtı kendi içinde olan önermeler türünden tecrübeye dahil olan önermeler (mütevâtirât)
olmak üzere üç kısma ayırmaktadır. 571
Yukarıda da görüldüğü gibi İbn Sina doğru kabul edilen önermelerin tüm sınıflarını
‘müsellemât’ başlığı ya da adı altında toplamaktadır. ‘Teslim’ adı, bu önermelerin bir önerme
olarak kabul edilip vazedilmeleri ve yargı yapılmalarındaki ortak yönü ifade etmek için
kullanılır.572 Örneğin; burhanın öncüllerinden bir olan evveliyyât akıl tarafından, yaygın
önermeler ise toplum, vb. tarafından kabul edilip bir önerme olarak vazedildiği için her ikisi
de müsellem olma ortak özelliğine sahiptir.
İbn Sina öncelikle bizce doğru kabul edilen önermeler (mu‘tekadât) sınıfından kabulü
zorunlu önermelerin (el-vâcib kabûluhâ) çeşitleri üzerinde durmaktadır. Bu önermelerden
apaçık olan ilk doğrular (evveliyyât), herhangi bir dış neden olmaksızın saf aklın zatı ve
doğası gereği, doğruluğunu zorunlu gördüğü önermelerdir. Akıl bu önermelerin terimlerini
olduğu gibi tasavvur eder etmez tasdik de meydana gelir. Zira tasdikin meydana gelmesi
tasavvurun meydana gelmesine bağlıdır. Terimlerin tasavvuru açık olduğu için apaçık olan
doğruların bir kısmı herkes için apaçıktır. Bunların bir kısmı örtük olabilir ve terimlerinin
tasavvur edilmesinde bu örtüklüğün iyice düşünülmesine ihtiyaç duyulur. Çünkü tasavvur
bulanıklaşınca tasdik de bulanıklaşır.573
en-Necât’taki tanımıyla apaçık doğru olan ilksel öncüller (evveliyyât), insanın akıl
yetisinin bir nedene dayanmaksızın zâtlarını tasdik etmesiyle insanda beliren ve ortaya çıkan
571
572
573
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.50.; ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Mecmu‘ ev el-Hikmetu’l-Arûziyye, s.42,
43. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.56. İbn Sina, a.g.e, s.50.; ayrıca bkz.İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.120. 183
önermelerdir. Bunları önerme kılan, olumluluk ve olumsuzluk yoluyla basitleri bir araya
toplayan müfekkire gücüdür. Şöyle ki; duyu, hayal ve diğer güçlerin yardımıyla basit
anlamların oluşmasının ardından müfekkire gücünün yardımıyla zihin başka bir nedene
dayanmaksızın bu basit anlamları tasdik etmeyi gerekli görür. Örneğin; ‘bütün parçadan
büyüktür’ önermesi gibi. Bu önerme ne duyudan ne tümevarımdan ve ne de başka bir şeyden
elde edilmiş değildir. Bu gibi önermelerin tasdik edilmesinin İbn Sina, insanın yaratılışından
kaynaklandığı belirtir. İbn Sina vehimsel önermelerden doğru olanların da böyle olduğunu
ilave eder. Duyu ancak şahsî tikelleri (el-cüziyyâtu’ş-şahsiyye) idrak eder, hatırlama ve
imgelem yetileri ise duyunun şahsiliği üzere teyit ettiği şeyi muhafaza eden yetilerdir.
İmgelem sûreti muhafaza eder. Hatırlama ise ondan elde edilen anlamı muhafaza eder. Duyu
tekrar ettiği zaman hatırlama olur, hatırlama tekrar ettiği zaman ise tecrübe olur. Duyu,
imgelem ve hatırlama yetileri tikelleri elde ederken akıl- fikir yetisi tümelleri soyutlanmış
olarak elde eder. Çünkü örneğin duyu bütün insan tekleri için söylenen ‘insan’ı elde edemez.
İmgelem yetisi de böyledir. Hangi sûret, imgelem ve cismânî duyu yetileri için hazırlanırsa
hazırlansın bu surette şahsi tikellerin ortak olması mümkün değildir. Çünkü duyuda ve
imgelemde resmolunan şey, ‘insanlık’ta zorunlu olmayan ve ‘insanlık’a denk olmayan
nicelik, nitelik, yer, konum gibi arazlarla karışık/birlikte olacaktır. O halde haklarında
tasavvur ve tasdikin gerçekleştiği tümeller ne duyu ne de imgelemle idrak edilir. Aynı şekilde
bunların nedenleri de ne sezgi (hads) ne de tecrübedir, bunlar sadece akla yardımcı
enstrümanlardır.574
Tasavvur bakımından yardımcı olmaları şöyledir; duyu imgeleme karışık şeyler sunar.
İmgelem ise onları akla sunar. Sonra akıl onlar üzerinde parçalara ayırma ve ayıklama
işleminde bulunur. Akıl manalardan tek tek her birini ayıklar ve alır; özel olanı, genel olanı,
zâtî olanı ve arazî olanı düzenler ve böylece tasavvurât için ilk anlamlar resmolunur. Sonra da
bu manalardan tanım bileşimleri oluşturulur. Tasdik açısından yardımcı olmalarına gelince;
bazen duyu ve imgelem tecrübe ve sezgi yoluyla akla yardım eder, bazen de tümevarım
yoluyla yardım eder. Duyu ve imgelemin tümevarım yoluyla akla yardımcı olması, doğruluğu
açık ve fakat nefsin bilmediği hükümleri olan şeylerin tikellerini tümevarımsal olarak çıkarma
yönünde ya kanıtlama ya da tenbih bakımındandır. Bazen de duyu ve imgeleme öncelikle
tasavvurâtı sağlamada sonra da tasavvurâtın olumlu ve olumsuz olarak telif olunmasında yani
tasdikâta dönüşmesinde ve akla bizâtihi tasdik etmesi gereken şeye ilişkin işaret vermesinde
574
İbn Sina, en-Necât, s.64, 65. 184
yardımcı olmak suretiyle ilineksel olarak yardımcı olur. Aklın iktibas etmesi gereken tasdiki
yani sonradan kazanılan tasdiki elde etmesinde ise kıyas akla yardımcı olur.575
Kabulü zorunlu önermelerden (el-vâcib kabûlühâ) gözleme dayalı önermeler
(müşâhedât)
duyusal önermelerdir (mahsûsât). Bunlar beş duyu algıları ile yargıda
bulunduğumuz önermelerdir. Örneğin ‘Güneş vardır ve aydınlatıcıdır’, ‘Ateş yakıcıdır’, ‘Ay
tutulur’ önermeleri gibi.576 en-Necât’taki tanımıyla bu önermeler, kendileri hakkında tasdiki
duyunun gerçekleştirdiği önermelerdir.577 Beş duyunun dışındaki güçlerin gözlemi nedeniyle
oluşan itibârî önermeler ise düşüncemizin, korkumuzun, öfkemizin var olduğunu bilmemiz,
kendimizin ve kendi fiillerimizin bilincinde olmamız vb. (iç) gözlemlerimize dayalı
önermelerdir. Kabulü zorunlu önermelerden (el-vâcib kabûluhâ)
Tecrübî önermelere
(mücerrebât) gelince bunlar tekrar eden gözlemlerimizi izleyen yargı ve önermelerdir.
Gözlemler yinelenmeleri ve tekrar edilmeleri nedeniyle birçok anımsamalar sağlar. Sonunda
bu anımsamalardan kuşku içermeyen güçlü bir kesinlik meydana gelir. Varlığından kuşku
duymadıktan sonra bu güçlü kesinlik duygusunun nedenini sormak İbn Sina’ya göre
mantıkçıya düşmez. Böylece tecrübe bazen doğruluğu kesin bazen çoğunlukla doğru olan
önermeleri verir bize. Ayrıca tecrübe İbn Sina’ya göre gözlemlere karışmış bir çeşit gizli
kıyas gücündedir. Tecrübenin kesinlik ifade etmesi ancak kendisine yapısal durumların eşlik
etmesiyle birlikte nefsin, bir şeyin rastlantıyla oluşmadığından emin olmasına bağlıdır.578
İbn Sina’nın burada tecrübeye eşlik eden yapısal durum (hey‘e) dediği kıyas’tır.
Nitekim İbn Sina en-Necât’ta tecrübeyle elde edilen önermeleri ‘kıyasın ortaklığıyla birlikte
duyunun kendileri hakkında tasdiki gerçekleştirdiği önermeler’ diye tanımlamaktadır. Şöyle
ki; ishalin sakamonyada, gözlemlenen hareketlerin göksel cisimlerde bulunması örneğinde
olduğu gibi duyularımızda bir şeyin bir şeyde varlığı tekrar ettiği zaman, hatırlamaya eşlik
eden bir kıyas sebebiyle buradan bizim için bir tecrübe ortaya çıkar. Dolayısıyla duyuya ve
tekrarlı duyusal verilerin depolandığı hatırlamaya, zihnin aradığı nedeni ortaya koyan bir
kıyas eşlik ettiği zaman nefs (zihin) de bu tasdikin sebebine boyun eğer: ‘Sakamonya içildiği
zaman kişiyi ishal yapar.’579
Kabulü zorunlu önermeler (el-vâcib kabûluhâ) sınıfından bir diğeri tecrübe gibi olan
sezgisel önermelerdir (hadsiyyât). ‘Ay kendisinde ışığı şekillendiren yapılar nedeniyle ışığını
Güneş’ten alır’ önermesi gibi. Bunlarda yargının ilkesini nefsin çok güçlü sezgisidir. Şüphe
575
576
577
578
579
İbn Sina, en-Necât, s.65, 66. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.50, 51.; ayrıca bkz.İbn Sina, en-Necât, s.61.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye,
s.116. İbn Sina, en-Necât, s.61. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.51.; ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.116. İbn Sina, en-Necât, s.61. 185
bu sezgiyle ortadan kalkar ve zihin yargıyı benimser. Eğer birisi bu durumu inkar ederse bu,
onun sezgi gücü için gereken değerlendirmeyi yapmadığı içindir veya sezgi sahibi nezdinde
gerçekleşmiş olanın onun nezdinde gerçekleşmemesi nedeniyledir. İbn Sina bu türden
önermelerde de kendiliğinden bir kıyas gücü bulunduğunu ve bunların tecrübelere ait güçlü
bağıntılar olduğunu belirtir.580 İbn Sina, el-Burhân metninde hadsiyyâtı zikretmemektedir
ancak yukarıda belirtildiği üzere İşârât’ta bu önermeleri tecrübe gibi olan önermeler olarak
nitelediği dikkate alınırsa İbn Sina’nın el-Burhân’da bu önermeleri de mücerrebât’tan sayarak
bu başlık altında topladığını söyleyebiliriz.581
Kabulü zorunlu önermelerden (el-vâcib kabûlühâ) bir başka sınıf, Mekke’nin,
Galen’in, Öklid’in ve benzerlerinin varlığına kesin olarak inanmak gibi hakkında şüphe
duyulmayan mütevâtir önermelerdir (mütevâtirât). Bu önermeler de gözlemle ilişkilidir ve
şüpheyi ortadan kaldıracak derecede gözlemle gerçekleşir. Bu önermeler konusunda
gözlemlerin sayısını artırmak zorunlu değildir. Çünkü tevâtür bilgi ifade eden önermeler
konusunda kesinlik gözlemlerin çokluğuyla ve sayısıyla ilişkili değildir, rivayette gözlemlerin
kesinliğin vaki olacağı derecede olması yeterlidir.582 Bu nedenle İbn Sina en-Necât’ta
mütevâtir önermeleri şöyle tanımlamaktadır: “Herhangi bir maksat sebebiyle yanlışlığı
üzerine ittifak etmenin doğru olmadığı haberlerin tevâtüründen dolayı tasdik edilen
önermelerdir. Örneğin görmediğimiz halde var olan şehirleri ve beldeleri tasdik etmemiz
gibi.”583 Dolayısıyla İbn Sina’ya göre kesinlik gözlemlerin sayıları; azlığı ya da çokluğuyla
değil gözlemlemelerin yeterliliğine ilişkin verilmiş bir hükümdür ve bu da kesinliğin,
kesinliği sağlayacak yeterli ölçüdeki gözlemlerle elde edildiği anlamına gelir.584 Pekiştirilmiş
mütevâtir önermeler tecrübî (mücerreb) önerme gibi olur.585 Kıyasları kendileri ile birlikte
olan önermelere gelince bunlar ancak orta terim nedeniyle tasdik edilen önermelerdir. Fakat
buradaki orta terim, matlubun iki terimi akla geldiğinde ardından hemen kendisinin de akla
geldiği orta terimdir. Örneğin; ‘iki dördün yarısıdır’ önermesi gibi.586
Buraya kadar üzerinde durduğumuz kabulü zorunlu önermeler, el-Burhân metnindeki
tanımlamayla zorunlu olarak tasdik edilen önermelerdendir. Fakat İbn Sina bu metinde
580
581
582
583
584
585
586
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.51. İbn Sina’da sezgi’ye ilişkin makale için bkz. Dimitri Gutas, ‘Sezgi ve
Düşünme: İbn Sina Epistemolojisinin Evrilen Yapısı’,İbn Sina’nın Mirası, der.ve çev.M. Cüneyt Kaya,
Klasik, 2010., 3.baskı, s.113-149.; ayrıca bkz. Şaban Haklı, İbn Sînâ Epistemolojisinde Bir Bilgi Kaynağı
Olarak "Sezgi”, Gazi Ün. Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2007, cilt:VI, sayı:11. bkz. İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.16, 17. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.51. İbn Sina, en-Necât, s.61.; ayrıca bkz.İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.118. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.52. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.118. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.52. 186
zorunluluk bağlamında bu önermeleri zorunluluğu açık olanlar ve zorunluluğu kapalı olup bu
kapalılığı akıldan kaynaklananlar, şeklinde ikili bir tasnife tabi tutmaktadır: Zorunlu olarak
tasdik edilen önermelerin zorunluluğu ya açıktır ki bunlar duyusal, tecrübî ve mütevatir olan
önermelerdir. Bunların açıklığı duyu, tecrübe ve tevâtürledir. Kapalı olan zorunluluk ise ya
akıldan kaynaklanır ya da aklın dışında başka bir güçten kaynaklanır. Aklın dışında başka bir
güçten kaynaklanan kapalı zorunluluğa sahip olan önermelerin İbn Sina, ilerde üzerinde
duracağımız üzere vehimsel önermeler olduğunu belirtir. Akıldan kaynaklanan zorunluluk ise
ya sadece akıldan kaynaklanır ya da başka bir şeyden yardım alan akıldan kaynaklanır.
Sadece akıldan kaynaklanan kapalı olan zorunluluk yukarıda zikredildiği üzere ‘bütün
parçadan büyüktür’ gibi kabulü zorunlu olan ilksel önermelerdir (evveliyyât). Bir güçten
yardım almakla birlikte akıldan kaynaklanan zorunlulukta ise ya akla yardımcı olan kuvve,
akılda garîzî yani verili bir şey değildir ya da garîzîdir, verili bir şeydir.587
Akılda verili olmayan yardımcı söz konusu olduğunda (örneğin telifî kıyas gibi) tasdik
kazanımla (kesb) gerçekleşir ve ilkelerden sonra olur ki İbn Sina şu anda kıyasların kesbî
olmayan ilkeleri hakkında konuşulduğu için bunu dışarıda tutmaktadır. Garîzî olup akla
yardımcı olan, orta terimi fıtrî yani doğası gereği zihinde mevcut olan kıyastır ki matlûbun iki
terimi yani büyük ve küçük terim zihinde hazır olduğu anda bunlar arasındaki orta terim bir
çabaya gerek kalmadan akılda derhal canlanır, böylece doğası gereği zihinde canlanan bu orta
terimden yardım alan akıl, büyük ve küçük terimi birbirine bağlayarak zorunlu ilksel bilgiyi
oluşturur. Örneğin; ‘bütün dörtler çifttir’ önermesi gibi. Çünkü dördü ve çifti anlayan
kimsenin zihninde dördün çift olduğu hemen canlanır. Aynı durumda dördün iki eşit parçaya
bölündüğü canlanır. Yine orta terimin zihinde canlanmasından dolayı her ne zaman zihinde
dört ve iki canlansa bu durumda dördün ikinin katı olduğu da canlanır. Bu önermeler yukarıda
üzerinde durulduğu gibi kıyası doğal olarak kendi içinde barındıran yani kıyası (telifî değil)
fıtrî olan önermelerdir.588 Gerek zorunluluğu açık olan önermeler gerekse zorunluluğu kapalı
olan ve fakat zorunluluğu akıldan kaynaklanan-ister salt akıl isterse akla yardımcı garîzî güçle
birlikte kaynaklansın- önermeler; her ikisi de gerçek zorunlulukla idrak edilen ve tasdik edilen
önermeler olup burhânî kıyasın ilkelerini oluştururlar.589
Bizce doğru olan önermeler (mu‘tekadât) sınıfından ikincisi yaygın önermelerdir
(meşhûrât). Yine yaygın önermelerin bir kısmı ilksel önermelerdir (evveliyyât), ancak
bunların ilksel önermeler olması kabullerinin zorunlu olması bakımından değil onları itiraf
587
588
589
İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.14. İbn Sina, a.g.e, s.14. İbn Sina, a.g.e, s.15.; zorunlu önermelere ilişkin açıklama ve yorum için bkz.Ömer Türker, İbn Sina
Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkanı Sorunu, s.173-177. 187
etmenin genel olması bakımındandır.590 Bunların bir kısmı da yaygın (meşhûr) ismiyle
özelleştirilebilen ve övülen (mahmûde) diye isimlendirilen görüşlerdir. Bunlar öyle
görüşlerdir ki İbn Sina’ya göre eğer insan; salt aklı, vehmi ve hissiyle baş başa kalsaydı bu
yargılara, aklına, vehmine ve duyularına uyarak varmış olamazdı. Örneğin; kendisini bir şeyin
öncelemesi gerekmeyen ‘hırsızlık yapmak ve yalan söylemek çirkindir’ yargılarımız gibi.
Yine pek çok insanın, her ne kadar din böyle vehmedilmesini önlemişse de doğasındaki acıma
hissine uyarak canlıyı kesmenin çirkin olduğunu vehmetmesi bu cins yargılardandır. Salt akıl,
bu cins yargılardan hiçbirini gerektirmez. İnsan bir çırpıda tam akıllı olarak yaratıldığını ve
bir değer eğitimi almadığını, psikolojik (nefsânî) veya yapısındaki (hulkî) bir etkilenmeye
uymadığını tevehhüm etseydi bu gibi konularda hiçbir yargıya ulaşamaz ve belki de bunları
bilmeyebilirdi. Oysa ‘bütün parçadan büyüktür’ gibi yargılar böyle değildir, bu gibi yargılar
salt aklın gerektirdiği yargılardır.591
Yaygın önermeler bazen doğru bazen yanlış olur. Bu önermeler, apaçık ilk bilgiler ve
benzerleriyle bağlantısı kurulmammış doğrular olduğu zaman ilk akıl nezdinde apaçık
olmazlar, bunlar övülmüş yargılar olsa bile bir inceleme ile ancak apaçık olurlar. Zira doğru
övülmüş olandan başkadır, yanlış da çirkinlikten başkadır. Zira, der İbn Sina, nice çirkin
görülen vardır ki gerçektir ve nice güzel görülen vardır ki yanlıştır! Buna göre yaygın
doğrular ya zorunlulardan olur; ya ilâhî dinlerle örtüşen ve toplumun durumunun düzeltilmesi,
eğitimi ile ilgili yargılardan olur; ya da huylar ve duygularla ilgili veyahut da tümevarımla
ilgili olur. Bunların yaygınlığı ya mutlak olmasına göre veya belli bir sanat ehli ve mille’ye
göredir.592
İbn Sina’nın en-Necât’ta yaygın önermelere ilişkin değerlendirmeleri, yukarıda yer
verdiğimiz İşârât’taki görüşleriyle paraleldir. Yaygın önermeler, yaygın ve övülen
görüşlerden oluşan öncüllerdir ki ya bütün insanların şahadetinin tasdik etmeyi gerektirdiği,
örneğin; ‘adalet güzeldir’ gibi; ya çoğu insanın şahadetinin tasdik etmeyi gerektirdiği; ya
bilginlerin şahadetinin tasdik etmeyi gerektirdiği; ya bilginlerin çoğunun şahadetinin tasdik
etmeyi gerektirdiği veya halkın muhalefet etmediği konularda bilginlerden daha üstün
olanların görüşünün şahadetinin tasdik etmeyi gerektirdiği önermelerdir. Bütün bu yaygın
önermeler, kendileri hakkında fıtratta tasdikin gerçekleştiği önermeler olmaları bakımından
yaygın değildir, çünkü bunlar aklî ve vehmî olmaya uygun değildir, aksine fıtratın dışında
(gayr’u fıtrî) önermelerdir. Bu önermelerin kaynağı çocukluktan beri haya, sosyal olmak,
590
591
592
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.52.; ayrıca bkz.İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.16. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.52. İbn Sina, a.g.e, s.53.; yaygın önermeler için ayrıca bkz.İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.116-118. 188
tevârüs eden ve yok olmamış eski gelenekler vs. gibi, geleneğin devam ettirdiği ve miras
olarak aktardığı ve bu yüzden de nefislerde yer etmiş ve üzerinde ittifak edilen konulardaki
yaygın görüşlerdir.593
İbn Sina el-Burhân’da eğer kabul tek bir ferde kıyasla olursa bunun sadece o ferde
hitap eden kıyasta yarar sağlayabileceğini ifade eder. Onu tasdik etmek, hitap edene ve kıyası
yapan kimseye değil hitap edilene yöneliktir. Bu nedenle hitap eden ve kıyas yapan kimse,
muhatapla kendisi arasında gerçek ve soyut bir yarar elde edemez. Ortak kabul ise ya bir
gruba dayanan bir görüştür ya da bir gruba dayanmayan, bütün insanlar tarafından yaygın
olarak kabul edilen, onların alıştıkları ve kuşkulanmadıkları bir görüştür. Bunlar arasında öyle
kabuller vardır ki temyiz gücüne sahip bir insan, kendisini sanki dünyaya temyiz gücüyle bir
anda gelmiş, hiçbir şeye alışmamış, hiçbir eğitimden geçmemiş gibi düşünse ve akıldan başka
hiçbir hüküm vereni dikkate almasa, haya ve utanmadan etkilenip de ahlâkî hüküm
vermeyecek olsa,
herhangi bir elştiriden çekinmese ve şüphe etmek istese söz konusu
kabullerden şüphelenmesi mümkündür. Çünkü bunlar yaygın olarak kabul edilen (meşhûrât)
önermelerdir. Bunlar doğru olsalar bile doğrulukları aklın fıtratıyla (salt akılla) açıklanamaz.
Bu ve benzeri meşhurların bir kısmı doğrudur ancak kesin olmak için bir delile muhtaçtır. Bir
kısmı da halkın fark edemeyeceği kadar ince bir şartla doğrudur. Meşhurlar arasında yanlış
olanları da vardır. Bir gruba dayanan kabuller ise bir dinin mensuplarına, bir sanat erbabına
dayanan kabullerdir. Bunlara sınırlı ve bir topluluk tarafından kabul edilen meşhurlar denir594
Buna bağlı olarak İbn Sina en-Necât’ta yaygın olanla fıtrî olan arasında şöyle bir ayrım
yapmaktadır:
“Yaygınla fıtrî arasındaki farkı anlamak istersen örneğin yaygın bir önerme olarak ‘adalet güzeldir’,
‘yalan çirkindir’ gibi önermeleri fıtrata arzet. Sonra bunlar hakkında şüphe etmek için kendini zorla.
Göreceksin ki bunlar hakkında şüphe oluşurken örneğin ‘bütün parçadan büyüktür’ gibi apaçık bir
önerme-ki bu ilksel önermedir- hakkında şüphenin belirmediğini görürsün. Yine vehimsel önerme
olarak ‘bütün, boşluk ve doluluğun dışında kalan şeyde son bulur’ önermesinde de –ki bu da fıtri ve
vehmi bir önermedir- şüphenin ortaya çıkmadığını görürsün.”595
Bununla birlikte İbn Sina vehimsel önermeleri de en geniş anlamıyla yaygın önermeler
sınıfına katmaktadır. Ancak bazen bir sebeple vehimlerin sahte olduğu ortaya çıkar ve bu,
vehimsel önermeleri yaygın olmaktan çıkarır. İzi sürülmeden ve araştırılmadan ilk bakışta
övülen yaygın önermeler ise zeki olmayan genel halktan birilerine veya ansızın düşünmesine
fırsat vermeden zeki insanlara arz edildiğinde onayladıkları görüşlerdir. Ancak bu görüşlerin
593
594
595
İbn Sina, en-Necât, s.63. İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.15, 16. İbn Sina, en-Necât, s.63.;İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.116-118. 189
izi sürülür de araştırılırsa, İbn Sina, bunların övülen olmadıklarının ortaya çıkacağını
hatırlatır. Örneğin; ‘ister zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et’ önermesi bu türden
önermelerdendir. Bu önerme her muhataba kıyasla yaygın önerme değil kişiden kişiye
değişen ve görecelik arz eden yaygın önermedir.596
Bizce doğru olan önermelerin (mu‘tekadât) üçüncüsü vehimsel önermelerdir
(vehmiyyât), bunlar yanlış önermelerdir.597 İbn Sina vehimsel önermeleri en-Necât’ta şöyle
tanımlamaktadır: “Kendilerine ilişkin inancı, duyulurlar hakkında yargıda bulunan ve
dolayısıyla duyu gücüne tâbi olan vehim gücünün gerektirdiği önermelerdir.598 Vehim gücü
bu önermeler hakkında çok güçlü yargılarda bulunur. Zira onların zıddı ve karşıtını insan,
vehmin duyuya bağlı olması sebebiyle kabul etmez. Çünkü duyulara uygun olmayan şeyi
vehim kabul etmez. Duyularla bilinen şeylerin, kendilerinden önce gelen, duyulur olmayan ve
varlığı duyulurların tarzında olmayan ilkeleri ve asılları bulunduğu zaman bunların varlığının
vehimde temessül etmesi mümkün olmaz. Bu nedenle vehmin kendisi ve fiilleri de vehimde
temessül etmez. Bunun için vehim gücü, söz konusu ilkelerin (el-mebâdî) varlığını ortaya
koyan asıllarda (usûl) akla yardımcı olamaz. Zira akıl ile beraber sonuca ulaştıklarında vehim
yan çizer ve aklın gerektirdiği doğrunun kabulünü imkansız görür.599Çünkü akıl öncüllerden
başladığında/yola çıktığında vehim bunlar konusunda akla yardım eder ve bu öncüllerden
hiçbirine karşı çıkmaz ve tartışmaz, fakat akıl duyulurların ilkeleri olan madde, suret, akıl,
Bâri Teâlâ gibi konularda, yine duyulurlardan daha genel olan birlik, çokluk, sonluluk,
sonsuzluk, neden (illet), nedenli (ma‘lûl) gibi konularda vehim fıtratının gerektirdiği şeye zıt
sonuçlara ulaştığında o zaman vehim doğruyu kabul etmekten imtina eder. Bunun sebebi
vehim fıtratının, bir şeyi ancak duyulur olan yönünde tasavvur edebilen bir yaratılış, bir yeti
olmasıdır. Örneğin; vehim, varlıkların bir kısmının vazı olmadığı ve onların bir mekanda
bulunmadığı sonucunu veren öncüllerde aklı destekler, fakat sonra bu varlıkların varlığını
tasdik etmekten imtina eder. Doğru duyulur olmaları cihetinden duyulur ve hassalarda vehim
fıtratına akıl tâbi olur hatta duyulurlarda vehim akıl için bir âlettir. Ancak duyulur olmayan
şeylerde vehim fıtratı, onları duyulur varlığa çektiğinden dolayı yanlış fıtrattır.600
İbn Sina, el-Burhân’da vehimsel önermelerin aklın dışından kaynaklanan zorunluluk
bildirdiklerini belirtir. Aklın dışından kaynaklanan zorunluluk, aklın ilksel (evvelî) hükmünün
bulunduğu şeyler hakkında vehim gücünün kesin olarak ve vehimsel zorunlulukla verdiği
596
597
598
599
600
İbn Sina, en-Necât, s.63, 64. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.53. İbn Sina, en-Necât, s.62. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.53. İbn Sina, en-Necât, s.62, 63. 190
hükümlerdir. Akıl gücünün ilksel (evvelî) zorunlulukla hakkında hükümde bulunduğu şeyler
duyulurların dışında olduğundan dolayı vehim gücü bunları kabule yanaşmaz ve duyulur
olanlarla mukayese ederek duyulur olanların hükümlerine katmak suretiyle nefsi bunlar
hakkında yanlış hüküm vermeye zorlar. Örneğin; henüz temyiz gücüne sahip olmayan ve
düşünmeyle (en-nazar) donanmamış olan nefsin ‘her mevcut bir mekanda ve kendisine işaret
edilebilen bir yerdedir, o halde âlemin içinde ve dışında olmayan şey mevcut değildir’
şeklinde yanlış bir yargıda bulunması gibi. Böyle bir yanlış -zorunlu yargıda bulunan güç
nefsin akıl gücü değil vehim gücüdür. Akıl bu hüküm hakkında kendi doğasının gerektirdiği
bir inceleme ve araştırmayla ‘duyulur olanların, duyulurlardan farklı ilkeleri vardır’ yargısına
ulaşıp söz konusu vehmin verdiği yargıyı yanlışladığında vehim buna karşı çıkar. İşte bu tarz
özellikle konu ve yüklemi duyulur olanlardan daha genel olan varlık (mevcûd), neden (illet),
tümel, tikel gibi duyulur şeylerin dışından olan matluplar hakkında vehmin vermiş olduğu
yargılar vehimsel zorunlu önermelerdir (vehmiyyât).601
Vehimler zihinde çok güçlü bir yere sahiptirler. Hatta vehimlerden yanlış (bâtıl)
olanlar, akılla iptal edilmelerine rağmen vehimden kolay kolay silinmezler. Bu sebeple, der
İbn Sina, ilk bakışta aklî ilksel öncüllerden ve onlara benzerliklerinden ayırt edilemezler.
Çünkü insan fıtratı tıpkı aklî ilksel öncüllere tanılık ettiği gibi onlara da tanıklık etme
eğilimindedir. Fıtrat ilk anda dünyayla yüzleşir yüzleşmez kendini tevehhüm eder. Fakat
henüz herhangi bir şey hakkında bir görüş sahibi değildir, bir topluma katılmadığı gibi siyaset
vs. bilmez. İlk etapta o, duyulur olanlara tanık olur ve onlardan bir takım imgeler (hayâlât)
elde eder. Sonra fıtratta şeylerin bu imgelerine karşı şüpheler belirmeye başlar. Eğer şüphe
ederse kabule yanaşmaz, eğer şüphe yoksa doğru kabul eder. Oysa fıtratın gerekli gördüğü her
şey doğru değildir. Hatta bir çoğu yanlıştır, der İbn Sina. Doğru olan ise akıl diye
isimlendirilen yetinin fıtratıdır.602
Eğer dini yasalar bu vehimlere muhalif olmasaydı bunlar da yaygın doğrular
kapsamında ele alınabilirdi.603 Vehimlerin yaygınlığını ve herkesçe benimsenmesini ancak
gerçek dinler ve felsefî bilimler önleyebilir.604 Bununla birlikte İbn Sina, en-Necât’ta bazı
vehimlerin, aklın onayladığı doğru vehimler olabileceğini belirtir. Örneğin; iki cismi bir ve
aynı mekanda vehmetmemizin imkansız oluşu veya bir cismin aynı anda iki mekanda
bulunamayacağını vehmetmemiz gibi. Bunlar aklında onayladığı doğru vehimlerdir.605
601
602
603
604
605
İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.14, 15. İbn Sina, en-Necât, s.62. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.53. İbn Sina, a.g.e, s.54. İbn Sina, en-Necât, s.62. 191
Doğruluğu kabul edilen önermelerden (müsellemât) doğru olarak alınan önermelere
(me’hûzât) gelince bunlar kabul edilen (makbûlât) ve onaylanan önermelerdir (takrîriyyât).
Başkalarından alınanlar grubundan kabul edilenler (makbûlât), bir veya birden çok uzmandan
veya güzel huylu olduğu sanılan bir önderden alınan görüşlerdir.606 en-Necât’taki tanımıyla
bu önermeler, kendisine özgü semâvî bir özellik veya kendisiyle temayüz ettiği güçlü bir
görüş ve fikir sahibi olmasından dolayı sözünde doğruluğuna güvenilen kişilerin sözüyle
haklarında tasdikin gerçekleştiği önermelerdir. Örneğin; şeriat önderlerinden (Peygamberler)
burhan ve benzeriyle tahkik etmeden alıp kabul ettiğimiz ve inandığımız yargılar gibi.607
Onaylananlar (takrîriyyât) ise ya tartışmacının doğru olarak bilmesinden dolayı doğru diye
alınan veya bilimlerin ilkeleri konusunda doğru diye konulup benimsenmesi gereken
önermelerdir. Bu onaylama bir tür çekinceyle birlikte olur ki bu durumda buna postulat
(musâdarât) ismi verilir veya bir çeşit musamaha ile beraber onaylanır ki buna da konulmuş
ilkeler (el-usûlü’l- mevzûâ) denir. Bu yüzden bu önermelere araştırma konusu veya
araştırmak için konulmuş olan önermeler (mevzi muntazar) denir.608
Doğru sanılan önermelere (maznûnât) gelince, kanıt getiren her ne kadar kesin önerme
gibi kullansa bile bunlar, mukabilinin de doğru olduğuna ilişkin kesin inançtan
vazgeçilmeksizin doğruluklarını zannı galibin izlediği önermeler ve sözlerdir. Henüz
incelenmemiş olmasından dolayı bunların bir kısmı yaygın önermelerdir (meşhûrât). Bu sınıf
önermeler, zihnin dalgınlıkla doğru saydığı önermelerdir. Çünkü bunların doğru
sanılmasından veya ikinci bir duruma kadar yaygın önermelere muhalif oluşundan dolayı
zihin onları anlamaktan geri kalır. Sanki nefs bunları ilk gördüğünde doğruluğunu
benimsemeye yönelir, eğer nefs kendi zâtına dönerse bu doğru görme veya benimseme zanna
ve yanlışlamaya dönüşür. Burada zandan kasıt, mukabilinin imkanının bilinciyle birlikte
nefsin meyletmesidir. ‘İster zalim ister mazlum olsun kardeşine yardım et’ sözü bu çeşit
önermelerdir. Eğer buradaki değerlendirme, mukabilinin imkanının bilinciyle birlikte nefsin
meyli yönünden olursa kabul edilen önermeler (makbûlât) de zannî önermeler (maznûnât)
grubuna girer.609
el-Burhân metninden hareketle özetle aktaracak olursak; zannî önermeler, herhangi bir
kesin inanç olmaksızın sadece (doğru) zannedilen önermelerdir. Doğru zannedilmelerinin
nedeni ya meşhur şeylere benzerlikleridir ki soruşturulduğunda bunların meşhur olmadığı
606
607
608
609
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.54.; İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.16.ayrıca bkz. İbn
Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.119. İbn Sina, en-Necât, s.61-62. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.54; ayrıca bkz.İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.17. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.54.;İbn Sina, en-Necât, s.64. 192
görülür. Örneğin; ‘ister zalim olsun ister mazlum olsun kardeşine yardım et’ sözü buna
örneklik teşkil eder. Çünkü bu söz, kulağa geldiği gibi zannedilir ve ona meyledilir. Sonra
soruşturulduğunda meşhurun şu olduğu anlaşılır: ‘İster kardeş ister oğul olsun zalime yardım
doğru değildir.’ Ancak bu soruşturuluncaya kadar dek hali hazırda etkisini sürdür. Ya da
güvenilir bir kimseden alınıp kabul edilmiş veya örneğin asık yüzlü birinin geldiğini gören
kimsenin o kişinin kendisini yakalayacağını zannetmesi örneğinde olduğu kişi tarafından öyle
zannedilmiş yargılar olmalarıdır.610
Doğruya benzeyen önermelere gelince (müşebbehât) bunlar özünde öyle olmamakla
birlikte apaçık ilk önermelere ve benzeri önermelere, yaygın önermelere benzeyen611elBurhân’daki ifadesiyle bir yanlışın kabulü yoluyla tasdik edilen önermelerdir.612 Bu
önermelerdeki benzeşim ya sözcük aracılığıyla ya da anlam aracılığıyla olur. Sözcük
aracılığıyla olan benzeşim sözcüğün aynı olması, mananın ise farklı olmasıdır. Örneğin ‘nûr’
sözcüğünün bazen ‘görme’ anlamında bazen de ‘akıl nezdindeki gerçek’ anlamında
kullanılması gibi. Bu gruba giren benzeşim kendi başlarına delâleti olmayan bağlaçlarda da
olabilir. ‘İnsan ne biliyorsa o bildiği şey gibidir’ denilmesi gibi. Bu önermede ‘o’ zamiri
bazen insanın bildiği şeyin yerine bazen de insanın kendisi yerine geçer. Bazen benzerlikler,
sözcüklerin çekiminden de kaynaklanabilir.613
Anlama göre benzeşime gelince bu, doğru önermenin döndürmesinin de doğru
olacağının zannedilmesi, bir şeyin gerekenin de o şeyin hükmüne sahip olacağının
zannedilmesi gibi durumlardan kaynaklanır. İbn Sina şu örnekleri vermektedir: Her karın ak
olmasından her ak şeyin kar olduğunun sanılması gibi, insanın tevehhüm etmesi ve sorumlu
tutulmasının onun ayrılmaz bir niteliği olmasından dolayı her vehmi ve her zekası olanın
sorumlu olmasının zannedilmesi gibi. Birinci örnek önermenin döndürmesinin de doğru
olacağının zannedilmesinden kaynaklanan benzeşimin, ikincisi ise bir şeyin gerekenin de o
şeyin
gerekeninin
hükmünü
alacağının
zannedilmesinden
kaynaklanan
benzeşimin
örneğidir.614
Hayale dayalı önermelere (muhayyelât) gelince bunlar söylendikleri zaman nefiste
gerilme ve gevşeme türünden bir etki yapan önermelerdir. Bu önermeler bazen tasdikin
etkisini artırırken bazen de onlarla beraber tasdik olmaz.615 Bu içeriği doğrudan ortaya
koyacak şekilde İbn Sina en-Necât’ta hayâlî önermelerin tanımını şöyle yapmaktadır: ‘Hayâlî
610
611
612
613
614
615
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.16, 17. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.54. İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.16. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.55. İbn Sina, a.g.e, s.55.; İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.16. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.55. 193
önermeler tasdik için değil taklit/andırma yoluyla bir şeyin başka bir şey üzere olduğunu
hayal ettirmek için ifade edilen önermelerdir. Çoğunlukla bunların arkasından nefsi bir şeyden
nefret ettirme veya ona karşı ilgi duyurma özetle nefsin bir şeye açılması veya bir şeye karşı
kapanması hali gelir.’616 Örneğin; acı bir şeye benzetme yoluyla ‘bal, acı ve kusturucudur’
sözü gibi. Bu sözden dolayı nefs baldan yüz çevirebilir.617 Yine örneğin; fevri ve düşüncesiz
davranmayı cesarete benzetmemiz veya korkaklığı itiyatlı olmaya benzetmemiz durumunda
insan tabiatının bunlara ilgi duymaya başlaması gibi.618el-Burhân metninden hareketle
söylersek muhayyel önermeler gerçekte tasdik barındırmayana ilkelerdir. Hayâlî olanların
kıyasta ilke olmasının şartı bir yönden tasdikin gerçekleştiği şeyin yerini tutmaları ve neftse
bıraktıkları bir etki sebebiyle tasdik edilmiş olanlar gibi işlev görmeleridir. Çünkü muhayyelât
tıpkı tasdik edilen şeyin yaptığı gibi nefsi bir kısım şeylere kapatır (kabz) ve bir kısım şeylere
de açar (bast). Böylelikle yanlışlanmalarına rağmen tasdik edilmiş önermelerin yerini tutarlar.
Eğer
bu
işlevi
yerine
getirmezlerse
İbn
Sina
bunların
kıyaslarda
ilke
olarak
kullanılamayacaklarını söyler. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi nefsin, ‘bal acı ve
kusturucudur’ sözünün etkisiyle bunu tasdik edip tiksinmesi veya yanlışlamasına rağmen yine
de tiksinmesinden dolayı bu söz bir tasdik etkisi yarattığı için kıyasta ilke olarak
kullanılabilir. Yine örneğin; ‘ishal eden bu pişinti, şerbet hükmündedir ve içtiğin zaman ishal
olman için onun şerbet olduğunu tahayyül etmen gerekir’ dendiğinde nefsin bunu
yanlışlamasına rağmen yine de tahayyül edip ishal olmasından dolayı bu söz de tasdik işlevi
gören bir önermedir. Bunlar yani gerçekte tasdik edilmedikleri halde neftse tasdik etkisi
bırakan önermeler şiirsel kıyasların ilkesini oluştururlar.619
Apaçık ve benzerleri ile yaygın önermelerden doğruluğu kabul edilenler, bazen hayale
dayalı önermeler gibi nefsi hareket ettirme veya onu germe tarzında etkide bulunabilir. Fakat
bu önermeler bir değerlendirmeye göre ilk ve yaygın önermeler olurlar bir değerlendirmeye
göre de hayale dayalı önermeler olurlar. Hayale dayalı bütün önermelerin yanlış olması
zorunlu değildir. Tıpkı yaygın önermelerin ve kabulü zorunlu olanlara muhalif olanların
bütünüyle yanlış olmasının gerekmediği gibi. Kısaca sözün hayal ettirerek hareket geçirmesi o
sözü beğenmeyle ilişkilidir. Bu da ya sözün yapısının sağlamlığı veya doğruluğunun gücü
veya yaygınlığının gücü ya da öykünmelerinin güzelliği ile ilgilidir. Ancak hayale dayalı
616
617
618
619
İbn Sina, en-Necât, s.64.; ayrıca bkz.İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.119. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.56. İbn Sina, en-Necât, s.64. İbn Sina, Kitâbu'ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.13. 194
önermeler adı bu sözlerden yalnızca etkisi öykünmeden dolayı gerçekleşen önermelere verilir.
Zira nefs, bazen tasdikin dışında yapılardan dolayı etkilenip hareket eder.620
Buraya kadar yer verilen içeriği bakımından tüm bu önermeler başka bir kıyastan elde
edilmeyen ve kıyasların ilkelerini (evâilu’l-kıyâs) oluşturan öncüller bütünüdür.621
2. Mükteseb Tasdîkâtın Kendisiyle Elde Edildiği Enstrüman: Kanıtlama
(Hüccet)
2.1.
Kıyas, Tümevarım, Analoji
İbn Sina, kazanılmış olan tasdikâtın kendisiyle elde edildiği kanıtlama enstrümanını
(âlet) temelde Kıyas, Tümevarım ve Analoji olmak üzere üç sınıfta ele almaktadır. Bir şeyi
ispatlamada kullanılan kanıtlamalardan tümevarım (istikrâ), herhangi bir şeyin bir
çoktikelinde bulunan bir durumdan hareketle tümü hakkında yargıda bulunmaktır. Analoji ise
herhangi bir şeye kendi benzerindeki yargıyı vermektir. Analojide yargı tikeldir. Nitekim
analojide aralarındaki ortak bir anlamdan dolayı birbirine benzeyen iki şeyden birine,
diğerindeki hüküm tikel olarak verilmektedir. İbn Sina bazı çağdaşları tarafından analojinin
kıyas diye isimlendirildiği bilgisini aktarır.622
İbn Sina temel kanıtlama işlemi olan kıyası ise şöyle tarif etmektedir: Önermelerin
bileşiminden oluşan ve kendisinde ileri sürülen bu önermeler doğru olduğu kabul edildiği
zaman başka bir sözü gerektiren bileşik sözdür.623 Bu bileşik sözün neticesinde gerekli olarak
ortaya çıkan (lâzım) sonuç, hakkında kıyas yapılan şeye dair kazanılmış tasdîki ifade eder.624
Önermeler, (kazâyâ) tümevarım, analoji ve kıyas gibi kanıtlama işlemlerinin içine girdikleri
zaman öncüller (mukaddemât) adını alırlar. Buna bağlı olarak öncül, kıyas ve kanıtın parçası
olan önermeye denir. Önermenin zâtî parçaları (konu ve yüklem) ise terimler/deyimler adını
alır. Örneğin; ‘her C, B’dir’ ve ‘her B, A’dır’ öncüllerinden ‘her C’nin A olması’ gerekli olur.
Buna göre ‘her C, B’dir’ ve ‘her B, A’dır’ sözlerinin her biri bir öncüldür, ‘her C, A’dır’ sözü
ise bu öncüllerin gerektirdiği sonuçtur. A, B, C ise birer terimdir. Örnekte olduğu gibi iki
öncülden zorunlu olarak bir sonucun çıkması için yapılan işleme de kıyas denir. Kıyasta
öncüllerin doğru kabul edilmesi şart değildir, kıyasın şartı öncüller doğru sayılınca başka bir
sözü zorunlu olarak ortaya çıkarmasıdır. Çünkü bazen kıyasın öncüllerini doğru kabul etmek
620
621
622
623
624
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.56. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.116. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.57. İbn Sina, a.g.e, s.58.; İbn Sina, en-Necât, s.31.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.49.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye,
s.91. İbn Sina, en-Necât, s.31. 195
zorunlu olmaz, ama yine yapılan işlem kıyas olur. Dolayısıyla bir işlemin kıyas olması,
içindeki öncüller kesin doğru olmasa da doğru sayıldıklarında başka bir sözü gerektirmesi
bakımındandır.625 Kıyasta diğer şartlar ise bir işlemin kıyas olması için değil kıyasın tameksik, burhânî olanı-olmayanı ile ilişkilidir. Zira ister tümevarım olsun ister kıyas olsun,
bunlardan her birinin burhânî olanı ve burhânî olmayanı vardır.626
2.2.
Kıyas Çeşitleri
İbn Sina en geniş manada kıyası tam kıyas (el-kıyâsu’l-kâmil) ve tam olmayan kıyas
(el-kıyâs gayri’u-kâmil) olmak üzere iki kısma ayırmaktadır. Tam kıyas, kendisinden sonuç
olarak ortaya çıkması gereken şeyin gerekliliğinin açık olduğu dolayısıyla bu sonucun ondan
sonuç olarak ortaya çıktığına ilişkin bir açıklamaya ihtiyaç duymayan kıyastır. Tam olmayan
kıyas ise kendisinden bir şeyin sonuç olarak ortaya çıkmasının gerekli olduğu ancak bu
sonucun ilk etapta ondan gerekli oluşunun açık olmadığı aksine açıklamak istediğimizde bunu
başka bir şeyle açıklama ihtiyacı duyduğumuz kıyastır. Fakat açıklamak için başvurduğumuz
bu başka şey, kıyasta ifade edilen öncüller cümlesinden olmaz aksine ifade edilen öncüllerin
çelişiği veya döndürmesi (aks) veya da varsayımı (iftirâd) olur.627
Her bir kıyas da içkin (iktirânî) ve seçkin (istisnâî) olmak üzere iki kısımdır. İçkin
kıyas sonucun kendisi veya çelişiği öncüllerde açıkça görülmeyen aksine sonucun öncüllerde
bilkuvve bulunduğu kıyastır.628 İbn Sina bunun örneği olarak yukarıdaki formel kıyas
örneğine işaret etmekle birlikte en-Necât’ta içkin kıyas için verilen örneği de zikredebiliriz:
‘Her cisim bileşiktir, her bileşik olan sonradan var olmuştur, o halde her cisim sonradan var
olmuştur.’629 Seçkin kıyas ise sonucun kendisi veya çelişiği öncüllerde açıkça görülen
kıyastır. Örneğin; ‘Abdullah zengin ise haksızlık yapmaz, fakat Abdullah zengindir, öyleyse
Abdullah haksızlık yapmaz’ gibi. Veya ‘bu sıtma, bir günlük sıtmayla kalp atışını çok
değiştirmemiştir, fakat kalp atışını çok değiştirmiştir, o halde bu sıtma bir günlük sıtma
değildir’ gibi. Birinci seçkin kıyas örneğinde sonucun bizzât kendisi, ikinci seçkin kıyas
örneğinde ise sonucun çelişiği öncüllerde bulunmaktadır.630
İçkin kıyaslar bazen sadece yüklemli, bazen sadece şartlı, bazen de yüklemli ve şartlı
öncüllerin bileşiminden oluşur. Sadece şartlı öncüllerden oluşan içkin kıyaslar da bazen
625
626
627
628
629
630
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.58. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.5. İbn Sina, en-Necât, s.32. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.58.;ayrıca bkz. İbn Sina, en-Necât, s.32.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.91.;
İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.49. İbn Sina, en-Necât, s.32. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.58, 59.;İbn Sina, en-Necât, s.32.;İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.91. 196
sadece bitişik şartlı öncüllerden, bazen sadece ayrık şartlı öncüllerden bazen de her ikisinin
bileşiminden oluşur. Buna bağlı olarak İbn Sina bazı mantıkçıları, şartlı öncüllerle sadece
seçkin kıyas yapılacağını sandıkları ve bu nedenle de sadece yüklemli öncüllerle yapılan içkin
kıyaslara değindikleri için eleştirir.631
2.2.1. İçkin Kıyas: Yüklemli İçkin Kıyas Ve Şartlı İçkin Kıyas
Her içkin kıyas, bir terimde ortak olan ve iki terimde ortak olmayan sadece iki
öncülden meydana gelir. Dolayısıyla her içkin kıyasta üç terim bulunur ve iki öncülün ortak
olduğu terim diğer iki terimi birbirine bağlar.632 ‘Her C, B’dir ve her B, A’dır, o halde her C’
A’dır’ şeklindeki içkin kıyas örneğinde her iki öncülde yinelenen B terimi, orta terim/orta
deyim adını alır. C ve A ise her biri bir öncüle özgü olan terimlerdir. ‘Her C, A’ dır sonucu bu
iki terimin bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. Bu iki terimden (C ve A) sonucun konusu/öznesi
veya önbitişeni (mukaddem) olan küçük terim, sonucun yüklemi veya ardbitişeni olan ise
büyük terim adını alır. Bu durumda C küçük terim, A ise büyük terim olmaktadır. Kıyasın iki
öncülünden sonucun konusunu veya önbitişenini yani küçük terimi içeren önerme küçük
öncül, sonucun yüklemini veya ardbitişenini yani büyük terimi içeren önerme ise büyük
öncül, bu iki öncülün bileşiminden oluşan işlem ise içkin kıyas adını alır.633
İbn Sina en-Necât’ta kıyasın sonucuyla ilgili önemli bir noktaya işaret etmektedir.
Sonuç (netice) kıyasın sonucu olarak ortaya çıkmadan önce ‘matlup’ yani hakkında
araştırmada bulunduğumuz problem/soru kıyasın sonucunda gerekli olarak ortaya çıktığında
ise ‘sonuç’(netice) adını alır.634 Hem yukarıdaki formal kıyasın içeriksel bir örneği olarak
hem de bu noktayı açıklamak için İbn Sina’nın kıyasın parçalarını örneklendirmek amacıyla
zikrettiği örneği verebiliriz: ‘Her cisim bileşiktir, her bileşik sonradan var olandır, o halde her
cisim sonradan var olandır.’ Bu kıyasta üç terim, ‘cisim’, ‘bileşik’ ve ‘sonradan var olan’dan
ibarettir. ‘Bileşik’ her iki öncülde de tekrarlanan ve dolayısıyla her iki öncülün de ortak
olduğu terim yani orta terimdir. ‘Cisim’ ve ‘sonradan var olan’ ise tekrar edilmeyen ve her
biri bir öncüle özgü terimlerdir. Kıyasın sonucunun konusu/öznesi olan ‘cisim’ küçük terim,
yüklemi olan ‘sonradan var olan’ ise büyük terimdir.635 Dolayısıyla kıyasın sonucu, bu iki
terimin orta terim olan ‘bileşik’ tarafından birbirine bağlanması sonucunda ortaya çıkmıştır:
‘Her cisim bileşiktir’. Bizi böyle bir kıyas yapmaya sevk eden ‘cisim sonradan var olan
631
632
633
634
635
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.59. İbn Sina, en-Necât, s.32. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.59.; ayrıca bkz. İbn Sina, en-Necât, s.32.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.92. İbn Sina, en-Necât, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.32. 197
(muhdes) mıdır?’ problemi ya da sorusudur. Bu henüz matlup aşamasındadır ve öyle
olduğuna veya olmadığına ilişkin bir yargı/tasdik ifade etmez. İki öncülden hareketle
yaptığımız kıyasın sonucunda ‘her cisim sonradan var olandır’ sonucuna varılmış ve artık bu
matlup olmaktan çıkıp tasdik ifade eden bir sonuca dönüşmüştür.
2.2.1.1.
Yüklemli İçkin Kıyas ve Formları
Orta terimin iki terime göre konumlandırılışına bağlı olarak ortaya çıkan işlem ‘şekil’
adını alır. Orta terim, ya küçük terime yüklem büyük terime özne; ya da küçük terime özne
büyük terime yüklem; veya her iki terime yüklem; veya da her iki terime özne olur.636 Orta
terimin küçük terime yüklem büyük terime özne olduğu birinci bölüm birinci şekil diye
adlandırılır. Birinci şekil, herhangi bir kanıt getirmeksizin kendiliğinden apaçık ve zorunlu
olarak sonuç veren bir kıyas olması açısından yetkin ve en değerli şekildir. Bunun tersi
durumundaki diğer bölüm yani küçük terime özne büyük terime yüklem olduğu ikinci bölüm
ise doğal olmaktan uzaktır. İbn Sina’ya göre bu ikinci bölümün sonuç veren bir kıyas
olduğunu açıklamak için çok çok uğraşmak ve yorulmak gerekir. Diğer geriye kalan iki
bölüm ise her ne kadar içindeki işlemlerin kıyas oluşları birinci bölümdeki kadar apaçık
olmasa da doğal kıyas olmaya ikinci bölümden daha yakındır. Zira bunlar yani son iki bölüm,
açıklanmadan önce sağlıklı doğa bunların kıyas olduklarını anlayabilir. Veya bu açıklama
kendiliğinden zihne gelir ve zihin bu iki bölümün niçin kıyas olduğunu hemen anlayıp
değerlendirebilir. İbn Sina, dolayısıyla bu iki bölümün benimsenip birinci bölümün tersi olan
bölümün bırakıldığını belirtir. Bu durumda da göz önüne alınan yüklemli içkin kıyas şekilleri
üç şekil olarak karşımıza çıkmaktadır.637
İbn Sina en-Necât’ta bu üç şekli kısaca şöyle aktarmaktadır: ‘Orta terimin öncüllerden
birinde yüklem diğerinde özne olursa bu iktiran birinci şekil; her iki öncülde de yüklem olursa
ikinci şekil; her iki öncülde de özne/konu olursa üçüncü şekil diye adlandırılır.’638Kitâbu’lHidâye’de de konu ve yüklem için farklı kavramlar kullanılmakla birlikte şekillere ilişkin aynı
tanımları görmekteyiz.639 Bu şekiller iki tikel öncülden asla sonuç vermeme noktasında640 ve
mümkün önermelerin dışında iki olumsuz öncülden sonuç vermeme ve yine olumsuz küçük
öncül ve tikel büyük öncülden sonuç vermeme noktasında, nicelik ve nitelik bakımından iki
636
637
638
639
640
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.59, 60. İbn Sina, a.g.e, s.60. İbn Sina, en-Necât, s.33.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.49. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.93. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.60.;İbn Sina, en-Necât, s.33. 198
öncülden en düşüğüne tabi olan sonuçtan bir kıyasın olamayacağı noktasında ortaktırlar. Bu
ortaklığın dışında her bir şeklin kendine özgü şartları vardır.641
Birinci şekil: Bu şeklin sonuç veren içkin kıyas olmasının şartı; küçük öncülün olumlu
veya olumlu hükmünde olması, büyük öncülün ise tümel olmasıdır.642 Böylece büyük terimin
orta terimin kaplamından daha geniş olması nedeniyle hükmü küçük terime geçmiş olur.643
Bu şarta bağlı olarak birinci şekil içkin kıyaslar dört kısma ayrılır. 1. Olumlu tümel sonuç
veren, her ikisi de olumlu-tümel büyük ve küçük öncülden oluşur. ‘Her C, B’dir, her B, A’dır,
o halde her C, A’dır’ olmak üzere bu tam kıyastır. Örneğin; ‘her cisim bileşiktir, her bileşik
olan sonradan meydana gelmiştir, o halde her cisim sonradan meydana gelmiştir’ gibi. 2.
Olumsuz tümel sonuç veren, olumsuz tümel büyük öncül ve olumlu tümel küçük öncülden
oluşur, ‘Her C, B’dir, hiçbir B, A’değildir, o halde hiçbir C, A değilidir’ olmak üzere bu tam
kıyastır. Örneğin; ‘her cisim bileşiktir, bileşik olan hiçbir şey kadim değildir’, buradan şu
sonuç çıkar: ‘O halde hiçbir cisim kadim değildir.’ 3. Olumlu tikel sonuç veren, olumlu tümel
büyük öncül ve olumlu tikel küçük öncülden oluşur, örneğin; ‘bazı C, B’dir, her B, A’dır, bazı
C, A’dır’ olmaka üzere bu tam kıyastır. Örneğin; ‘bazı fasıllar, boyutlardır, her boyut
niceliktir, o halde bazı fasıllar niceliktir.’ 4. Tikel olumsuz sonuç veren olumsuz tümel büyük
öncül ve olumlu tikel küçük öncülden oluşur. ‘Bazı C, B’dir, hiçbir B, A değildir, o halde her
C, A değildir.’ Bunun içeriksel örneği şudur: ‘Bazı fasıllar niceliktir, hiçbir nicelik nitelik
değildir, o halde her fasıl nitelik değildir.’ Böylece birinci şekil kendi arasında dört türlü kıyas
formuna sahiptir ve bu şekilde dört nitelikte de (tümel olumlu, tümel olumsuz, tikel olumlu,
tikel olumsuz) sorunun/problemin (matlûb/metâlib) cevabı (netice/sonuç) alınabilmektedir644
ve bu şeklin bütün formlarında içkin kıyaslarla elde edilen bu cevap yani sonuç apaçıktır.645
Apaçık olduğu için de birinci şekil kıyasların sonuç veren kıyaslar olduğuna ilişkin ters kıyas
veya varsayım vecihleri kullanılarak kanıt getirme ihtiyacı yoktur.646 Bu şeklin diğer bir
özelliği her dört formda da sonucun gerek nitelik (olumluluk, olumsuzluk) gerekse bazı
istisnâî durumlarla birlikte kip bakımından büyük öncüle uygunluk arz etmesidir.647 Nitelik
bakımından uygunluk arz ettiği yukarıda yer verildiği üzere açıktır. Kip bakımından nasıl
uygunluk arz ettiğine gelince bunun cevabını almak için İbn Sina’nın birinci şekilde kipli
önermelerden oluşan kıyas analizine bakmamız gerekir. Şöyle ki;
641
642
643
644
645
646
647
İbn Sina, en-Necât, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.33.; İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.60.; ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.94. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.60. İbn Sina, en-Necât, s.33, 34.; ayrıca bkz. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.60. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.60. İbn Sina, en-Necât, s.37. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s, 61. 199
Birinci şekilde iki mutlak öncülden oluşan kıyasta bir tartışma yoktur. Çünkü burada
sonucun gerek nitelik gerekse kip bakımından büyük öncüle tabi olduğu açıktır. Örneğin;
birinci şeklin ilk formuna göre ‘her cisim bileşiktir, her bileşik olan sonradan meydana
gelmiştir, o halde her cisim sonradan meydana gelmiştir’ gibi yapılan bir kıyas örneğinde
sonuç önermesi yani ‘her cisim sonradan meydana gelmiştir’ önermesi, hem nitelik hem de
kip bakımından büyük öncülle yani ‘her bileşik olan sonradan meydana gelmiştir’ öncülüyle
uygunluk arz etmektedir: Her ikisi de olumlu ve mutlak. Birinci şeklin ikinci formuna göre
‘her cisim bileşiktir, bileşik olan hiçbir şey kadim değildir, o halde hiçbir cisim kadim
değildir’ gibi bir kıyas örneğinde ‘hiçbir cisim kadim değildir’ sonuç önermesi, ‘bileşik olan
hiçbir şey kadim değildir’ büyük öncülüyle hem nitelik hem de kip bakımından uygunluk araz
eder: Her ikisi de olumsuz ve mutlak. Birinci şeklin üçüncü formuna göre ‘bazı fasıllar,
boyutlardır, her boyut niceliktir, o halde bazı fasıllar niceliktir.’ gibi bir kıyas örneğinde ‘bazı
fasıllar niceliktir’ sonuç önermesi, ‘her boyut niceliktir’ büyük öncülüyle gerek nitelik
gerekse kip açısından uyumludur: Her ikisi de olumlu ve mutlak. Birinci şeklin dördüncü
formuna göre ‘bazı fasıllar niceliktir, hiçbir nicelik nitelik değildir, o halde her fasıl nitelik
değildir.’ gibi bir kıyas örneğinde yine ‘her fasıl nitelik değildir’ sonuç önermesi, ‘hiçbir
nicelik nitelik değildir’ büyük öncülüyle nitelik ve kip bakımından uyumluluk göstermektedir:
Her ikisi de olumsuz ve mutlak.648
İki zorunlu öncülden meydana gelen birinci şekil kıyaslar sonuç vermede ve tamlıkta
iki mutlak öncülden sonuç veren kıyaslardan farklılık arz etmez, ancak öncüllerdeki
zorunluluk kipi ve sonuç bakımından farklılık arz ederler.649 Yine birinci şekilde iki mümkün
öncülden kurulu kıyas, iki mutlak öncülden kurulu kıyas gibidir. Ancak küçük öncülü
olumsuz olduğu zaman bu iki mümkün öncülden kıyas meydana gelmekle birlikte bu kıyas
tam kıyas olmaz ve bu kıyasın açıklanması gerekir. Bu da olumsuz öncülün olumluya
çevrilmesiyle, ardından tekrar olumluya nakledilmesiyle açıklanır. Çünkü olumsuz mümkün
öncül olumlu mümkün öncül gücündedir ve dolayısıyla olumsuz öncül de olumluyu sonuç
verir. Zira birinci şeklin büyük öncülünde sadece nicelik bakımından tümel olma şartı vardır,
büyük öncülde nitelik şartı yoktur. Küçük öncül ise olumlu veya olumlu gücünde olmalıdır.
Olumsuz mümkün öncül ise olumlu gücündedir. Dolayısıyla iki olumsuz mümkün öncülden
birinci şekilde sonucun ortaya çıkmasında bir sakınca yoktur.650
648
649
650
İbn Sina, en-Necât, s.33, 34. İbn Sina, a.g.e, s.36. İbn Sina, a.g.e, s.39, 40. 200
Birinci şekilde mutlak öncül ve zorunlu öncülün karışımından oluşan kıyasta büyük
öncüle itibar edilir. Yani büyük öncül mutlak olursa sonuç da onun gibi mutlak, zorunlu
olursa sonuç da onun gibi zorunlu olur. İbn Sina büyük öncülün mutlak olduğu bu kıyasta
büyük öncüle itibar edilmesi noktasında bir tartışmanın olmadığını belirtir.651Büyük öncülün
zorunlu olması durumunda ise; şayet ‘her C, B’dir’ ve ‘her B zorunlu olarak A’dır’
dendiğinde büyük öncül ‘B, yalnızca kendisi var olduğu ve C’den ayrılmadığı sürece değil, C
var olduğu sürece A’dır’ anlamında alınırsa buradan, yani büyük öncülün zorunlu ve küçük
öncülün mutlak olduğu bileşimden sonuç büyük öncüle tabi olarak zorunlu olur. Fakat ‘B var
olduğu sürece C, A’dır’ diye hüküm verilecek olursa o takdirde ‘her B zorunlu olarak A’dır’
öncülü yanlış olur.652 Büyük öncül, ‘konusunun zâtının nitelendiği şeyle nitelenmeye devam
ettiği müddetçe zorunludur’ anlamında zorunluluk içeren bir mutlak öncül ise sonuç da
kaçınılmaz olarak zorunlu olur. Zira bu durumda C devamlı olarak B olup B de devamlı
olarak A olduğu müddetçe buradan ‘C devamlı olarak A’dır’ sonucu çıkar.653
Birinci şekilde mutlak ve mümkünün karışımına gelince; büyük öncül mümkün olduğu
zaman sonuç da onun gibi mümkün olur. Çünkü C, B’nin konusudur ve B de A’nın
konusudur ve imkanla A onun yüklemidir, bu durumda aynı şekilde A imkanla C’nin yüklemi
olur. Büyük öncül kendisinde hiçbir şekilde zorunluluk bulunmayan sırf olumlu mutlak
olduğunda, eğer olumlu olursa sonucun gerçek mümkün olmasında hiçbir tartışma yoktur.
Büyük öncül sırf olumsuz mutlak olduğunda da yine gerçek mümkünü sonuç verir. Ancak
ister olumlu ister olumsuz zorunlu anlamında mutlak ise sonuç da zorunlu olur.654
Birinci şekilde mümkün ve zorunlun öncülün karışımına gelince; eğer büyük öncül
mümkün olursa sonucun da mümkün olmasında şüphe yoktur. Eğer büyük öncül zorunlu
olursa sonucunda zorunlu olması gerekir: ‘Her insanın hareket etmesi mümkündür, her
hareket eden zorunlu olarak cisimdir, o halde her insan zorunlu olarak cisimdir’ şeklindeki
kıyas örneğinde olduğu gibi. Zorunlu büyük öncül olumsuz olduğunda da sonuç mümkün
veya mutlak değil yine zorunlu olur.655
İkinci şekil: Bu şekil içerisinde kesinlikle genel mutlak kipli, mümkün kipli ve biri
mümkün diğeri genel mutlak kipli iki öncülden kıyas işlemi yapılamaz. Ve yine olumlu veya
olumsuz iki mutlak kipli ve nasıl olursa olsun iki mümkün kipli öncülden işlem yapılamaması
konusunda hiçbir kuşku yoktur. Ancak öncelikle görüş ayrılığı, nitelik ve nicelikleri değiştiği
651
652
653
654
655
İbn Sina, en-Necât, s.37. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.61. İbn Sina, en-Necât, s.38. İbn Sina, a.g.e, s.40. İbn Sina, a.g.e, s.41, 42.; birinci şekil kıyaslar için ayrıca bkz.İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.60-62; İbn
Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.94-96.; İbn Sina, Uyûn’l-Hikme, s.50. 201
zaman iki mutlak kipli öncülden işlem yapılması konusundadır. İkinci şekil içinde sırf mutlak
ve mümkün kipli öncüllerden hiçbir kıyas yapılamaz.656 İkinci şeklin kıyasları, her ne kadar
kendilerinden bir sonuç ortaya çıksa da tam kıyas değildirler.657
İkinci şekil de kendi arasında dört forma ayrılmaktadır. 1. Büyük öncül olumsuz
olmak üzere iki tümel öncülden meydana gelir. Örneğin; ‘her C, B’dir, hiçbir A, B değildir’,
buradan ‘hiçbir C, A değildir’ sonucu çıkar. Çünkü mutlak tümel olumsuzun döndürmesi
alınıp da ‘hiçbir B, A değildir’ öncülüne dönüştüğü zaman birinci şeklin hükmüyle o halde
‘hiçbir C, A değildir’ olur. Bu ters kıyasla da açıklanır: ‘ ‘hiçbir C, A değildir’, öncülü eğer
doğru değilse’ olumsuz tümel öncülle birlikte olumlu tikel öncülün yanlış olduğu varsayımına
dayalı olarak ‘bazı C, A’dır’, olur. ‘Bazı C, A’dır’, ‘hiçbir A, B değildir’ olduğu zaman büyük
öncülün hükmüyle ‘her C, B değildir’ olur, küçük öncülün hükmüyle ‘her C, B’dir’ olur ki bu
imkansızdır. 2. Küçük öncülün olumsuz olduğu iki tümel öncülden meydana gelir. Örneğin;
‘hiçbir C, B değildir’ ve ‘her A, B’dir’, ‘o halde hiçbir C, A değildir’ olur. Küçük öncülü
döndürerek şöyle deriz: ‘Her A, B’dir’, ‘hiçbir B, C değildir’ buradan şu sonuç çıkar: ‘Hiçbir
A, C değildir’. ‘Hiçbir C, A değildir’, önermesine döndürürsek ters kıyasla beyan etmek için
şöyle deriz: ‘Eğer bazı C, A ise’, ‘her A, B ise’, ‘o halde bazı C, B’dir’ olur. Bu ise
imkansızdır. 3. Olumsuz tikel sonuç veren olumlu tikel öncül ve olumsuz tümel öncülden
meydana gelir. Örneğin; ‘bazı C, B’dir’, ‘hiçbir A, B değildir’, ‘o halde her C, A değildir’
olur. Aynı şekilde büyük öncülün döndürülmesi ve ters kıyasla da beyan edilir: Çünkü ‘eğer
her C, A ise’ ve ‘hiçbir A, B değilse’, ‘o halde hiçbir C, B değildir’ olur, oysa ‘bazı C, B idi’.
Bu ise imkansızdır. 4. Olumsuz tikel sonuç veren, olumsuz tikel küçük öncülden olumlu
tümel büyük öncülden meydana gelir. Örneğin ‘her C, B değildir’, ‘her A, B’dir’, ‘o halde her
C, A değildir’. Döndürmeyle bu açıklanamaz. Çünkü olumsuz tikel küçük öncül,
döndürülemez, büyük öncül ise tikele döndürülür, her ikisi de tikel olur ve sonuç vermezler.
Burada döndürme yerine varsayımı kullanarak ‘bazı C, D’ir’ ve ‘B, D değildir’ diye
varsayarız ve sonuç ‘o halde hiçbir D, B değildir’ olur. Ve ‘her A, B değildir’ diye
varsaymakla da ‘hiçbir D, A değildir’ olur. Sonra şöyle deriz: ‘Baz C, D’dir’, ‘hiçbir D, A
değildir’, ‘o halde her C, A değildir’ olur. Ters kıyasla da açıklanır. Şöyle ki; ‘eğer her C, A
ise’ ve ‘her A, B ise’, ‘o halde her C, B’dir’ olur. ‘Oysa her C, B değildi.’658
656
657
658
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.62.;İbn Sina, en-Necât, s.34. İbn Sina, en-Necât, s.34. İbn Sina, a.g.e, s.34, 35.; ikinci şeklin kısımları için ayrıca bkz. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.63. 202
Tanımında da aktarıldığı üzere ikinci şekilde iki mutlak öncülden bir sonuç çıkmaz.
Yine iki mümkün öncülden de ikinci şekilde sonuç çıkmaz.659 Yine ikinci şekilde mutlak ve
mümkün kipli öncülün karışımından sonuç çıkmaz. Örneğin; ‘her insan imkanla hareket
edendir’, ‘hiçbir canlı mutlak olarak hareket eden değildir’, öncüllerinden bir sonuç çıkmaz.
Fakat mutlak öncül zorunlu olması sahih olacak şekilde alınırsa o takdirde başka bir karışım
olur.660 İbn Sina’ya göre büyük öncülü tümel ve nitelikleri farklı farklı olan iki mutlak kipli
öncülün sonuç vermesi konusunda mantıkçıların kanıt olarak tutundukları şey, genel mutlak
ve genel belirsiz kipli önermelere dahil edilemez. Çünkü buradaki dayanak ya döndürmedir,
oysa bu iki öncülün olumsuzları döndürülemez ya da çelişkiyi kullanarak dolaylı kıyas
yapmaktır, oysa bu iki öncülde çelişkinin şartları geçerli değildir. Dahası bu şekil içerisinde
olumlu ve olumsuz mutlak kipli öncüllerden kıyaslar ancak, olumsuz öncülün döndürülmesi
veya kendi cinsinden olumsuzun çelişiğinin bulunması koşulu yerine getirilince yapılabilir.
İkinci şekilde iki mutlak kipli veya iki zorunlu kipli veya biri genel mutlak diğeri zorunlu
kipli öncülden işlem yapılırsa iki öncülün niteliklerinin farklı büyük öncülün tümel olması ve
sonucun kipinin olumsuz öncülün kipi olması şarttır.661 Mutlak ve zorunlunun karışımından
meydana gelen ikinci şekilde kıyasın sonucu, ister her iki öncül de olumlu isterse olumsuz
olsun, daima olumsuz zorunludur.662 İkinci şekilde mümkün ve zorunlunun karışımından
meydana gelen kıyasta ise büyük öncül tümel olmakla birlikte her iki öncül ister olumlu ister
olumsuz olsun sonuç daima olumsuz zorunludur.663
Üçüncü şekil: Bu şeklin sonuç vermesinin şartı, küçük öncülün olumlu veya olumlu
hükmünde olması ve hangisi olursa olsun iki öncülden birinin tümel olmasıdır. Bu durumda
üçüncü şeklin sonuç veren altı işlemi olur. Fakat bütün bu işlemlerin hepsinin ortak özelliği
sonuçlarının tikel olmasının gerekmesi ve bu işlemlerde tümel sonucun gerekmemesidir.664 1.
Tikel olumluyu sonuç veren olumlu tümel iki öncülden meydana gelir. Örneğin; ‘her B,
C’dir’, ‘her B, A’dır’, ‘o halde bazı C, A’dır.’ Küçük öncülün döndürülmesi ve kıyasın birinci
şeklin üçüncü kısmına nakledilmesiyle ve bir de ters kıyasla beyan edilebilir. Çünkü ‘hiçbir
C, A değilse’ ve ‘her B C ise’, ‘o halde hiçbir B, A değildir.’ Bu imkansızdır. 2. Tikel
olumsuzu sonuç veren, büyük öncül olumsuz olmakla birlikte iki tümel öncülden meydana
gelen kıyastır. Bu kıyas, küçük öncülün döndürülmesi veya ters kıyasla açıklanabilir. 3. Tikel
olumlu sonuç veren, tikel olumlu küçük öncül ve tümel olumlu büyük öncülden meydana
659
660
661
662
663
664
İbn Sina, en-Necât, s.34. İbn Sina, a.g.e, s.43. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler,s.62, 63. İbn Sina, en-Necât, s.38, 39.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler,s.64. İbn Sina, en-Necât, s.43.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler,s.64. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler,s.64, 65.;İbn Sina, en-Necât, s.35, 36. 203
gelir. Bunun açıklaması birinci kısmın açıklanması gibidir. 4. Tikel olumluyu sonuç veren,
tümel olumlu küçük öncülden ve tikel olumlu büyük öncülden meydana gelir. Örneğin; ‘her
B, C’dir’, ‘bazı B, A’dır’, buradan şu sonuç çıkar: ‘bazı C, A’dır.’ Büyük öncülün
döndürülmesi ve küçük öncül yapılması ve büyük öncüle eşlik etmesiyle ve dolayısıyla ‘bazı
A, C’dir’ sonucunu vermesiyle açıklanabilir. Sonra döndürülür ve dolayısıyla ‘bazı C, A’dır’
olur. Bu kısmın ters kıyas yoluyla da sonuç verici olduğu açıklanır. 5. Olumsuz tikeli sonuç
veren ve tıpkı ikinci şeklin dördüncü kısmında oluğu gibi döndürmeyle açıklanması imkansız
olan ancak varsayımla (iftirâd) açıklanması mümkün olan kısım olup olumlu tümel küçük
öncülden ve olumsuz tikel büyük öncülden meydana gelir. Bu kısım ters kıyasla da açıklanır.
6. Tikel olumlu küçük öncülden ve tümel olumsuz büyük öncülden meydana gelir, sonucun
tikel olumsuz olması küçük öncülün döndürülmesiyle ve ters kıyasla açıklanır.665
Üçüncü şekilde mutlak ve zorunlu öncülün karışımından oluşan kıyasta iki öncül
tümel olumlu olduğu zaman ve ikisinden herhangi birisi zorunlu olduğu zaman sonuç büyük
öncüle tabidir, iki tümel öncülden büyük öncül eğer olumsuz olursa ona itibar etme hususunda
bir tartışma yoktur. Eğer öncüller; biri tikel diğeri tümel olursa büyük öncüle itibar etmeyi
gerektirir. Büyük öncül eğer tikel ise ve varsayımla açıklanıyorsa bu durumda bunu
açıklarız.666 Üçüncü şekilde iki mümkün öncüle gelince bunlardan birisi tümel küçük öncül de
olumsuz olduğu zaman bunlardan kıyas meydana gelir ve daima gerçek mümkünü sonuç
verir.667 Üçüncü şekilde mutlak ve mümkünün karışımında her durumda sonuçların tamamı
mümkün olur; eğer mutlak öncül sırf mutlak öncül olursa sonuç gerçek mümkün olur, eğer
sırf mutlak olmazsa sonuç genel mümkün olur.668 Üçüncü şekilde mümkün ve zorunlunun
karışımından oluşan kıyas, sonucun büyük öncüle tabi olmasını gerektirir.669
Buraya kadar yer verdiğimiz kıyas şekillerinden en üstünü birinci şekildir. İbn Sina
Aristoteles’in kıyas şekillerinden birinci şeklin en sağlam ve en çok kesinlik ifade eden şekil
olduğuna ilişkin ileri sürdüğü nedenlerle670 birlikte ilave bir takım nedenler ve açıklayıcı
665
666
667
668
669
670
İbn Sina, en-Necât, s.35, 36. İbn Sina, a.g.e, s.39. İbn Sina, a.g.e, s.43. İbn Sina, a.g.e, s.44. İbn Sina, a.g.e, s.44.; üçüncü şekil kıyaslar için ayrıca bkz.İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.65, 66.; İbn
Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.101-104.; İbn Sina, Uyûn’l-Hikme, s.51.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali
Durusoy (Basılmamış çeviri metin). ‘Kıyas şekillerinden en bilimsel ve en kesin olanı birinci şekildir. Bu şu nedenlerden ötürü böyledir.
Birincisi; matematiksel bilimler, örneğin Aritmetik, Geometri ve Optik gibi, bu şekil’le kanıtlamalarını
getirirler. Hemen neredeyse bir şeyin bilgisini araştıran bütün bilimler bu şekli kullanırlar. İkincisi; bir şeyin
nedenini ortaya koyan kanıtlama ya tümel olarak ya da bir çok şeydeki çokluk bakımından bu şekli kullanır.
İşte bu sebepten ötürü de birinci şekil şekillerin en kesin olanıdır ve nedensel kanıtlama ise en kesin bilgi
veren kanıtlamadır. Yanı sıra bir şeyin neliğinin bilgisi de (tanım bilgisi) yalnızca bu şekil’de yakalanabilir.
Zira orta şekilde (ikinci şekil) kıyas olumlu olmaz, oysa bir şeyin neliğinin bilgisi olumludur. Son şekle
204
argümanlarla birinci şeklin burhânî kıyasın formu olduğunu ortaya koyar. Nedenlerden
birincisi şudur: Matematik bilimler, burhanlarını olluşturmada bu şekli kullanmaktadır.
Neredeyse bir meseleye/probleme dair neden burhanını veren bütün bilimler, çoğunlukla bu
şekli kullanmaktadır. Çünkü bu şeklin hakikati, nedenin küçük terim için mevcut olması ve
dolayısıyla onun için nedenli (ma’lûl)nin var olmasıdır. Bu ise birinci şeklin telifidir. Çünkü
neden, küçük terim için var olmuş ve nedenli (ma’lûl), o terimde yani küç terimde nedeni
izlemiştir. Eğer burhânî açıklama, tümelin olumlanması içinse bu ancak birinci şekille olur;
yok eğer olumsuzlama ise bu, ikinci şekilde olabilir.671
İbn Sina, bazen bu düzenin değiştirilmiş olarak kulanıldığını ifade eder. Çünkü küçük
terim nedeni vermiş ve neden ona yüklenmiş sonra da nedenli (ma’lûl) , küçük terim için
varolmada nedene tâbi kılınmamış olabilir. Hatta kıyasın düzeni çarpıtılarak nedenli (ma‘lûl),
izlenen (metbu‘) yapılırken neden (illet) nedenliyi izleyen (tâbi) yapılmış olabilir. Dolayısıyla
düzeni değiştirilmiş bu kıyasta neden birincil kasıtla nedenlisini arkasından getirmiş
olmamaktadır. Halbuki birinci şekilde neden, nedenlisini birincil kasıtla arkasından getirir.
Üçüncü şekilde de neden küçük terim için mevcut olmamakta, aksine küçük terim nedenlinin
izlediği nedeni var etmekte ve neden, nedenlisini birincil kasıtla arkasından getirmemektedir.
Sadece birinci şekil, şeye bir nedenin verildiği sonra da nedenlinin o nedeni izlediği şekildir.
Bu gerçekte neden burhanıdır. Diğer şekiller ise, kendilerinde nedenlinin nedeni ilk kasıtla
izlemediği için bilkuvve neden burhanıdır.672 Üçüncü bölümde ele alacağımız üzere varlık
burhanın bir kısmı da işte bu bilkuvve neden burhanının yani neden burhanına
dönüştürülebilir burhanın kıyas formuna sahiptir.
Kıyas şekillerinden birinci şeklin en üstün ve yetkin olmasının ikinci nedeni şudur:
Şeyin ne olduğunu (mahiyetini) bilmeye- ki bu, tanımdır- bir kıyasla ulaşmanın mümkün
olduğu yerde bu ancak birinci şekille mümkün olabilir. Çünkü tanım tümel olumludur. İkinci
şekil kıyas ise olumlu sonuç vermez, üçüncü şekil ise tümel sonuç vermez.673 İlerde Tanım ve
Bilimsel Kanıtlama İlişkisi başlığında ele alacağımız üzere bazen bilimsel kanıtlamalardan
neden kanıtlaması bize aynı zamanda tanımı da verir. Bu kanıtlama ise birin şekil kıyas
formuna sahiptir.
671
672
673
gelince bu şekilde kıyas bazen olumlu olabilir, ancak tümel olmaz, bir şeyin neliğinin bilgisi ise tümel
şeylerdendir. Çünkü örneğin insan herhangi bir şekilde iki ayaklı canlı değildir. Üçüncüsü; birinci şekil, diğer
iki şekle ihtiyaç duymaz…o halde şekiller içerisinde birinci şeklin bilgiye en layık olduğu açıktır.’
Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.480, 481.; ayrıca bkz.İbn Rüşd,
Telhîsu’l-Burhân, s.82.; metin ve yorumu için bkz. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.373-376.; bkz. Fârâbî,
Kitâbu’l-Burhân, s.13-18. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.156. İbn Sina, a.g.e, s.156. İbn Sina, a.g.e, s.157. 205
Birinci şeklin üstün ve yetkin olmasının üçüncü nedeni ise şudur: Birinci şekil,
kıyaslığı kendiliğinden açık tam bir kıyastır. Diğer iki şeklin ise ancak ya döndürme ya da
varsayma yoluyla birinci şekle götürmek suretiyle kıyas oldukları açığa çıkar.674
İbn Sina bunlara ilave olarak birinci şeklin başka üstünlük yönlerini üzerinde de
durmaktadır. Bunlardan biri şudur: Kıyasların analizi, daha ötesine geçmek mümkün olmayan
ilksel öncüllere varır. Çünkü her kıyasta bir olumlu bir de tümel önerme olmalıdır. Olumlu
öncül, sonuç verdiği öncüllere üçüncü şekille çözünmez. Tümel de sonuç verdiği öncüllere
üçüncü şekilde çözünmez. Birinci şeklin üstünlük yönlerinden bir diğeri şudur: Burhâni
matluplarda derin bilgi ve şeyin bizzât sahip olduğu özelliklerin bilgisinin elde edilmesi
amaçlanır. Bu ise tümel olumlu ile olur. Tikele gelince ona dair derinlikli bilgi olmaz. Çünkü
bazı ‘C’ler B’dir’ önermesinde bazının kimler olduğu belirsizdir. Bazı belirlenip bilindiğinde,
sözgelimi bazı D olduğunda tümelliğe dönüşerek ‘her D, B’dir’ haline gelir. Olumsuz ise
şeyin sahip olmadığı özellikleri bildirir. Bu ise zâtî olmayan ve sonsuz bir durumdur.675
O halde derinlikli-zâtî inceleme, tümel olumludur ve buna ancak birinci şekille
ulaşılır.676 Nitekim burhanî bilimlerden Matematiksel bilimlerde çoğu durumda kıyasın birinci
şekli ve bu şeklin de özellikle birinci kısmı (darb) kullanılır. Diyalektik’te ise özellikle ikinci
şekil kıyas formu kullanılmaktadır. Ayrıca Diyalektikçi kıyas formlarında istediği şekilde
tasarrufta bulunarak örneğin sonuç vermediği halde sonuç veren bir kıyasmış gibi kıyaslar
kullanabilmektedir.677
2.2.1.2. Şartlı İçkin Kıyas ve Formları
İbn Sina İşârât’ta gerek şartlı içkin kıyaslardan gerekse şartlı seçkin kıyaslardan
sadece tabiî dediği doğal ve bilim açısından gerekli olanlarını ele almakla yetinmektedir.678
Biz de İşârât’tı esas alarak söz konusu kıyaslardan gerekli olanlar üzerinde duracağız.
Bitişik şartlı öncüllerden, yüklemli öncüllerin şekillerinde olduğu gibi üç şekilde işlem
yapılır. Tıpkı yüklemli öncüllerin bir özne veya yüklemde ortak, bir özne veya yüklemde
ayrık olmaları gibi bitişikler de bir ardbitişen veya önbitişende ortak olurlar, bir ardbitişen
veya önbitişende farklılaşırlar. Bunların hükmü de yüklemli öncüllerin hükmü gibidir.679
Ortaklık bazen yüklemli öncül ve ayrışık öncül arasında da meydana gelir. Örneğin ‘iki
674
675
676
677
678
679
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.157. İbn Sina, a.g.e, s.157. İbn Sina, a.g.e, s.157. İbn Sina, a.g.e, s.144. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.67.;İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri
metin). İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.67; İbn Sina, en-Necât, s.46, 47. 206
sayıdır’ ve ‘her sayı ya çift ya tektir’ öncülleri gibi.680 Bu durumda doğal olan kıyas örnekte
gösterildiği üzere şöyle gerçekleşmektedir: Yüklemli öncül, küçük öncül ve olumlu olmak, bu
yüklemli öncülün yüklemi de ayrışık şartlı öncülde konu olmak ve şartlı öncül tümel olmak
üzere kıyas birinci şekilde olur.681 Ortaklık bazen yüklemlilerle ve ayrışık şartlı öncüller
arasında da meydana gelir. Örneğin; ‘A, ya B, ya C ya da D olsun’ ve ‘her B, C ve D, H
olsun’, ‘öyleyse her A, H olur.’ Bazen bitişik şartlı öncül, yüklemli öncülle birlikte içkin kıyas
işlemine girer. Bu işlemin doğaya en yakın olanı yüklemli öncülün, ortaklık tarzlarından biri
üzere olumlu bitişiğin ardbitişeniyle ortak olmasıdır. Bu durumda sonuç, önbitişeni öncül olan
bitişiğin önbitişeniyle aynı olan bitişik önerme olur. Sonucun ardbitişeni ise yüklemli
önermeyle işleme giren ardbitişenin işleminin sonucu olur. Bunun örneği şudur: ‘Eğer A, B
ise’, ‘her C, D’dir’ ve ‘her D, H’dır.’ Buradan ‘eğer A, B ise her C, H’dır’ sonucu çıkar.682
Dolayısıyla formel örnekte görüldüğü üzere eğer bitişik şartlı olumlu olur ise ardbitişen ve
yüklemli arasındaki durum birinci şekilde yüklemli iki öncül arasındaki durum gibidir ve
bunlardan ortaya çıkan sonucun önbitişeni bitişik öncülün önbitişenidir, ardbitişeni ise
ardbitişenli ve yüklemli önerme arasındaki ilişki sonucunda ortaya çıkandır. Bu durumda
kıyas birinci şekil üzere gerçekleşir.683
2.2.2. Seçkin Kıyas
Seçkin kıyaslar ya bitişik şartlı öncülle yapılır. Bu da ya önbitişenin seçilip
ardbitişenin sonuç olarak çıkmasıyla olur; örneğin ‘Güneş doğar ise yıldızlar gizlidir, fakat
güneş doğmuştur öyleyse yıldızlar görülmez’ sözündeki gibi. Ya da ardbitişenin çelişiği
seçilip önbitişenin çelişiğinin sonuç olarak çıkmasıyla olur; örneğin, ‘fakat yıldızlar gizli
değildir, öyleyes güneş doğmuş değildir’ sözündeki gibi. Bu şekilde kıyas bundan başka
sonuç vermez.684 Veya da gerçek ayrık şartlı öncülle yapılır. Bu da ya ayrışanlardan birinin
denkgele seçilip geri kalanların çelişiğinin sonuç olarak çıkmasıyla olur, örneğin; ‘Bu sayı ya
tam ya fazla, ya da eksiktir. Fakat bu sayı tamdır, öyleyse bu sayı fazla ve eksik değildir’ gibi.
Ya da ayrışanlardan denkgele birinin çelişiği seçilip geriye kalan bir veya daha çok ayrışanın
aynıyla sonuç olarak çıkmasıyla olur, örneğin; ‘o tam değildir, öyleyse bu sayı ya artık ya
eksiktir’ gibi. Bu kıyasta seçme işlemi tek bir ayrışan kalana kadar sürdürülür685 ve bu kıyas
680
681
682
683
684
685
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.67.;İbn Sina, en-Necât, s.49. İbn Sina, en-Necât, s.49. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.68.; ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.105-106.; İbn Sina, Uyûnu’lHikme, s.52, 53.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). İbn Sina, en-Necât, s.47, 48. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.68.; İbn Sina, en-Necât, s.50, 51. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.68.; İbn Sina, en-Necât, s.51. 207
bu formuyla, ayrışık öncülün hem önbitşeni hem de ardbitişeni olumlu olduğu zaman
gerçekleşir.686 Ya da gerçek olmayan ayrık şartlı öncülle yapılır. Bu da ya yalnızca boşta
kalmanın olanaksızlığı (maniatu’l-huluvv) ile olur ve dolayısıyla sonuç ancak ardbitişen veya
önbitişenden birinin çelişiğinin seçilmesiyle ortaya çıkar, örneğin; ‘bu ya sudadır ya da
boğulmamıştır fakat boğulmuştur; öyleyse sudadır. Fakat suda değildir; öyleyse
boğulmamıştır’ sözlerindeki gibi. Yine ‘bu ne canlıdır, ne bitki, fakat canlıdır, öyleyse bitki
değildir veya fakat bitkidir, öyleyse canlı değildir’ sözlerindeki gibi.687 İbn Sina’nın burada
gerçek olmayan ayrışık şartlı öncül dediği en-Necât’ta, iki parçadan, yani önbitişen ve
ardbitişenden birinin veya her ikisinin olumsuz olduğu öncül diye betimlediği öncüldür. Bu
takdirde bu öncülle oluşan kıyas, örneklerde görüldüğü üzere çelişiğin istisna edilmesiyle
sonuç verir.688 Ya da bu yalnızca kendisinde toplamanın olanaksızlığının (men‘u’l-cem)
bulunduğu cinsten ayrık şartlılarla olur. Zira ayrışanları birlikte kaldırmak caiz olur. İbn Sina,
mantıkçıların bunu tam ayrışık olmayan veya tam dışlama olmayan diye isimlendirdiklerini
belirtir. Bu işlem, aynının seçilmesiyle sonuç verir ve bu durumda sonuç, sadece geriye
kalanların çelişiği olur. Örneğin, ‘bu ağaç canlısıdır’ diyene verdiğin yanıtta; ‘bu ya canlıdır
ya da ağaçtır’ denilmesi gibi.689
2.2.3. Ters Kıyas
Ters (hulfî) kıyas, çelişiğinin yanlışlanması cihetinden matlubun/sonucun kendisinde
beyan edildiği kıyastır.690 Dolayısıyla bu kıyasın esası, muhal olan sonucun ardbitişeninin
çelişiğini alıp onu, doğruluğunda şüphe bulunmayan bir öncülle birlikte işleme sokmaktır.
Buna göre kıyas, önbitişeninin çelişiğini sonuç verir.691 Ters kıyas, biri içkin, diğeri seçkin iki
kıyastan bileşik olan kıyastır. Örneğin; ‘’Eğer her C, B değildir’ öncülü doğru değil ise ‘Her
C, B’dir’ öncülü doğrudur.’ ‘Her B, D’dir’ doğruluğu apaçık veya bir kıyasla açıklanmış
doğru bir öncüldür. O zaman ‘’Her C, B değildir’ öncülü doğru değilse ‘Her C, D’dir’ doğru
olur’(muhal sonuç). Sonra bu sonucu alırız ve artbitişenin çelişiğini seçip doğruluğu açık olan
öncülle işleme sokarak şöyle deriz: ‘Fakat her C, D değildir.’, ‘her B, D’dir’. Dolayısıyla
önbitişenin çelişiği sonuç olarak çıkar: ‘Her C, B değildir doğrudur’692
686
687
688
689
690
691
692
İbn Sina, en-Necât, s.51. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.68, 69.; İbn Sina, en-Necât, s.51. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.69.; İbn Sina, en-Necât, s.51.;ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.106108.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.54, 55. İbn Sina, en-Necât, s.55. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.69. İbn Sina, a.g.e, s.69.; ayrıca bkz. İbn Sina, en-Necât, s.55.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.108-110.; İbn Sina,
Uyûnu’l-Hikme, s.56. 208
İbn Sina en-Necât’ta her ne kadar insanların çoğu ters kıyasın analizinde bocalasa da
aslında bu kıyasın, kıyasın döndürülmesine benzediğini ifade etmektedir. Çünkü ters kıyasta
herhangi bir matlubun çelişiği alınır ve ona bir öncül arkadaş yapılır ve buradan teslim alınan
öncülün iptali sonuç olarak ortaya çıkar. Şayet insan, ardbitişenin çelişiğini sonuç olarak
alırsa ters kıyas teslim alınan öncülle birlikte düz kıyasla matlubu sonuç verir. Örneğin; ‘fakat
her C, D değildir.’, ‘her B, D’dir’. Dolayısıyla önbitişenin çelişiği sonuç olarak çıkar ki bu da
‘’Her C, B değildir’ doğrudur’ olur. Her ters kıyas döndürüldüğü zaman düz kıyasa dönüşür
ve ters kıyastan farklılaşır. Ancak kıyasın döndürülmesi ile ters kıyas arasındaki fark şudur:
Kıyasın döndürülmesi işlemi, daha önce yapılmış olan kıyastan sonra gerçekleşir. Ters kıyas
ise her ne kadar düz kıyas için bilkuvve bir döndürme olsa da önce gelmektedir.693
Ters kıyasın kendisine benzediği kıyasın döndürülmesi işlemi; sonucun mukabilini zıt
veya çelişik olarak almak ve kıyasın öncüllerinden birisine eklemek ve böylece diğer öncülün
mukabilini elde etmektir. İbn Sina kıyasın döndürülmesi işleminin özellikle Diyalektik’te
kurnazlık yaparken kurnazlık yönünün fark edilmemesi için sonucun terimlerinin bir kısmının
ismini değiştirmeksizin kıyası men etmek için kullanıldığına işaret etmektedir. Örneğin; eğer
kıyas; ‘her C, B’dir, her B, A’dır, o halde her C, A’dır’, şeklinde olursa, ‘hiçbir C, A değildir,
her C, B’dir, o halde her B, A değilir’, denir ve büyük öncül iptal edilir. Veya ‘hiçbir C, A
değildir, her B, A’dır, o halde hiçbir C, B değildir’ denir ve küçük öncül iptal edilir.694
Ters kıyasın burhan açısından değerine gelince İbn Sina, ters kıyasın neden burhanını
değil ancak varlık burhanını verdiğini belirtir. Çünkü ters kıyas bir şeyin doğruluğunu o şeyin
çelişiğinin –imkansızı gerektirmesi nedeniyle- yanlış olmasıyla açıklar. Bütün bunlar ise dış
şeylerle olmaktadır. Bununla birlikte İbn Sina, yukarıda da ifade edildiği gibi ters kıyasın düz
kıyasa dönme gücüne sahip olduğunu ve dolayısıyla ters kıyasların bir kısmının burhan olma
gücüne sahip olduğunu da ilave eder.695 Çünkü ters kıyas birinci şekle götürüldüğünde orta
terimi bulunmayan ilksel (evvelî) öncüllere ve orta terimi bulunmayan ilk kıyas dizilişine
varır.696
Düz (müstakîm) burhan, ters (hulfî) burhandan daha üstündür. Düz burhan şöyle
olsun: ‘Bütün C'ler B'dir’, ‘hiçbir B, A değildir.’ Bundan ‘hiçbir C, A değildir’ sonucu çıkar.
Ters burhan da şöyle olsun: Şayet ‘hiçbir C, A değildir’ sözü yanlışsa ‘bazı C'ler A olsun’ ve
‘hiçbir B, A değil olsun’-ki bu kabul edilmektedir-. Bundan şu sonuç çıkar: ‘Her C, B
693
694
695
696
İbn Sina, en-Necât, s.55, 56. en-Necât’ta başka harflerle sembolize edilmiştir. Fakat biz, İşârât’tan
aktardığımız ters kıyas örneği ile paralel olsun diye ters kıyasın ikinci adımı olan işlemi yine bu örnekteki
sembollerle verdik.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.108-110.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.56. İbn Sina, en-Necât, s.55.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.38. İbn Sina, a.g.e, s.157. 209
değildir.’ Bu ise, ‘bütün C'ler B ise’ bir çelişkidir. Sonra bu çelişkiyi ‘bazı C'ler A'dır’
vazımız zorunlu kılmıştır. Dolayısıyla o, imkansızdır ve onun çelişiği olan ‘hiçbir C, A
değildir’ sözü doğrudur. Düzgün burhanda ‘hiçbir B, A değildir’ sözü yanına konulan ‘bütün
C'ler B'dir’ sözü doğruluğu zâtî bir zorunlulukla sonucu zorunlu kılmaktadır. Ters burhanda
ise sonucu zorunlu kılan, başka bir sözün doğruluğuyla birlikte ‘bazı C'ler A'dır.’ sözün
yanlışlığıdır. O başka söz ise şartlıdır, onun sayesinde sonucun yanlışlığından sonucun
zıddının doğruluğuna geçilir. Başka bir kıyas olmaksızın yalnızca doğruluğuyla ve zâtıyla
sonucun doğruluğunu gerektiren (kıyas) ise zâtıyla ve tek başına değil de yanlışlığıyla hatta
kendisine eklenen başka bir kıyasla sonucun doğruluğunu gerektirenden daha üstündür.697
Bizzât kıyas, içerdiği iki öncülden biri, bütünün altına giren bir parça gibi olandır ve
bu öncül küçük öncülüdür; diğer öncül, parçanın üstündeki bütün gibidir ve bu, büyük
öncüldür; sonuç da bütün altındaki parça gibi olup büyük öncülün altına girer ve böylece,
büyük öncülü bilmek bilkuvve sonucu bilmektir. Aynı şekilde sonuç nezdinde büyük öncül,
parça nezdinde bütün gibidir. Böylece tıpkı bütünün altındaki parça gibi ‘bütün C’ler B’dir’
öncülü, ‘hiçbir B, A değildir’ öncülünün altına girmekte ve ‘hiçbir C, A değildir’ sonucu,
‘hiçbir B, A değildir’ öncülünün altna girmektedir. Burada her ne kadar küçük öncül, nitelik
bakımından büyük öncülden farklı olsa da onun büyük öncülün altına girmesinin nedeni
şudur: C, B’nin altındadır ve B hakkında verilen hüküm, C hakkındaki hüküm gibidir.
Sonuçta ise hem bu yönden hem de nitelik bakımından birlikten dolayıdır. Halbuki ters
kıyasın küçük öncülü, sonuç nezdinde bu duruma sahip değildir. Çünkü ‘bazı C’ler A’dır’
sözü, ‘hiçbir B, A değildir’ sözünün altına girmez. Yine sonuç –ki o, ‘bazı C’ler B değildir’
sözüdür- ‘hiçbir B, A değildir’ sözünün altına girmez.698 Öyleyse bu şarta sahip olması
gereken bizzât kıyasın sûreti, ters burhanda değil düz burhanda bulunmaktadır. Ayrıca düz
burhanın öncülleri daha bilinirdir, çünkü onlar bizâtihi kabul edilmenin konusudurlar. Ters
burhanın öncülleri ise kuşkuludur ve sonuçtan daha bilinir değildir. Aksine iki öncülden biri,
sonucun çelişiğidir. Daha bilinir öncüllerden oluşan kıyas ise daha üstündür.699
2.2.4. Mütekâbil Öncüllerden Meydana Gelen Kıyas
Mütekâbil öncüllerden meydana gelen kıyas, terimlerde ortak nicelikte farklı olan iki
öncülden oluşmuş kıyastır. Fakat bu kıyasın kullanımı bir ismin, zihin onun yanlışlığının
farkına varmasın diye bazı terimlerin yerine konulmasıyla yaygınlık kazanmıştır. Bu
697
698
699
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.187. İbn Sina, a.g.e, s.187, 188. İbn Sina, a.g.e, s.188. 210
bakımdan örneğin bu kıyasta ‘insan gülendir’ sözlerinden sonra ‘insan gülen değildir’,
demezler; ‘insan gülendir’, sözlerinden sonra ‘beşer gülen değildir’ derler. Buradan ‘insan
beşer değildir’ sonucu çıkar. Bu kıyasın sonucu, bizzât kendisi olan şey değildir. Bu kıyası
safsatacılar, susturmak amacıyla kullanırken bazen de önce hasımdan bir öncül teslim almak
sonra bu teslim alınan öncülün çelişiğini sonuç veren başka öncüller teslim almak, ikinci
aşamada ilk teslim alınan öncülün çelişiği olan bu sonucu ve ilk teslim alınan öncülü alıp bir
şeyin öyle olmadığına ilişkin sonuç veren iki mitekâbil öncülden bir kıyas yapmak suretiyle
diyalektik amaçlı kullanırlar. İki mütekâbil öncülden meydana gelen kıyas, bir şeyi sonuç
verir ki o şey bizzât o şeyin kendisi değildir.700
2.2.5. İlk Matlup Üzerine Musâdere
İlk matlub üzerine musadere, matlubun/araştırılan sonucun bizzât kendisini, onu sonuç
vermek isteğiyle getirilen kıyasta öncül yapmaktır. Örneğin; ‘her insan beşerdir, her beşer
gülendir, o halde her insan gülendir’ gibi. Burada büyük öncül ve sonuç bir ve aynı şeydir.
Ancak farklı olduğunu vehmettirmek için kurnazlıkla isim değiştirilmiştir. Zira herhangi bir
ismin değiştirilmesiyle hangi öncül sunuç yapılırsa diğer öncülün iki tarafı eş anlamlı iki isme
sahip bir ve aynı anlamdır. Örneğin; ‘insan beşerdir’ sözü, ‘insan insandır’ sözü gibidir.701 O
nedenle İbn Sina bu türden yanıltmalar karşısında kıyasın analiz edilmesini önerir. Mana da
ittifak ettikten sonra öncüldeki lafızla sonuçtaki lafzın birbirinden farklı oluşuna aldanmamak
gerekir. Zira mananın ittifak ettiği yerde lafızların ihtilafına iltifat edilmez.702 Bazen de ilk
matlub üzerine musâdere birden fazla kıyas içerisinde yapılır. Bu da, öncüllerinden birisinin
matlubun/araştırılan sonucun bizâtihi kendisi olduğu bir kıyasın sonucunda ortaya çıkan
öncülle matlubun beyan edildiği bir biri peşi sıra oluşturulan kıyaslar içerisinde gerçekleşir.
Burada matlûb ne kadar uzak olursa kabule o kadar yakın olur.703
2.2.6. Döngüsel Kıyas
Döngüsel kıyasa gelince sonucu almak ve öncüllerden birinin döndürmesini almak ve
ikinci öncülü sonuç olarak ortaya koymak şeklinde gerçekleşir. Bu da ancak, öncüllerdeki
terimlerin, nicelik değiştirilmeden birbirine eşit/denk bir şekilde döndürülmesiyle mümkün
olur. Olumluda bu şunun gibidir: ‘Her insan düşünendir, her düşünen gülendir, o halde her
700
701
702
703
İbn Sina, en-Necât, s.56.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). İbn Sina, en-Necât, s.56. İbn Sina, a.g.e, s.52, 53. İbn Sina, a.g.e, s.56.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). 211
insan gülendir’. Ardından şöyle deriz: ‘Her insan gülendir, her gülen düşünendir, o halde her
insan düşünendir’. Aynı şekilde; ‘her düşünen gülendir, her gülen insandır, o halde her
düşünen insandır’. Aynı şekilde; ‘her düşünen insandır, her insan gülendir, o halde her
düşünen gülendir’. Aynı şekilde; ‘her gülen insandır, her insan düşünendir, o halde her gülen
düşünendir, yine, her gülen düşünendir, her düşünen insandır, o halde her gülen insandır’. Bu
kıyasa göre böyle devam eder. Öncül olumsuz olduğunda ve döngüsel kıyasla olumlunun
sonuç olarak ortaya çıkması istendiğinde kıyasın olumsuz sonucunun madûle önermeye
nakledilmesinden sonra döngüsel kıyas mümkün olur. Örneğin; ‘her insan cevherdir, hiçbir
cevher araz değildir, o halde hiçbir insan araz değildir.’ Ardından olumsuzdan ortaya çıkan bu
olumsuz sonucu madûleye naklettikten sonra şöyle denir: ‘Her insan araz olmayandır, araz
olmayan cevherdir, o halde her insan cevherdir.’704
2.2.7. Örtük Kıyas (Zamîr)
Örtük kıyas; ya açıklığından ve zikretmeye ihtiyaç duyulmadığından dolayı ya da
tümel olarak açıkça zikredildiği zaman büyük öncülün yanlışlığı gizli kalamayacağından
dolayı büyük öncülün gizlendiği kıyastır. Birinci amaçla gizlenmesi matematiksel bilimlerde
söz konusudur, çünkü öncül zaten açıktır ve zikretmeye ihtiyaç yoktur. Örneğin; ‘IABI ve
IAC) merkezden çevreye doğru çıkan çizgilerdir, o halde bu çizgiler birbirine eşittir.’ Burada
‘her merkezden çevreye doğru çıkan çizgiler birbirine eşittir’ öncülü açık olarak bilindiğinden
zikredilmeye ihtiyaç duyulmamıştır. İkinci amaçla gizlenmesi ise Retorik sanatında
gerçekleşir. Örneğin; retorikçinin ‘bu insan düşmanla konuşmuştur, o halde o zaaflarına
yenilmiş bir haindir’ öncülü gibi. Eğer retorikçi bu kıyasın büyük öncülü olan ‘her düşmanla
konuşan haindir’ öncülünü gizlemeyip zikretseydi, sözünün kendisiyle çeliştiği şey hissedilir
ve muhataplar tarafından teslim edilmezdi.705
İbn Sina, birbirinden bazı nüanslarla farklılık arz eden örtük kıyas türlerine tek tek yer
vermektedir. Bunlardan birisi ‘görüş’ (er-re’y)tür. Görüş; şu şeydir veya değildir, vardır veya
yoktur, yapılması sevaptır ya da değildir, şeklinde ileri sürülmüş olan övülen tümel öncülden
ibarettir. Retorik sanatında bu öncül, devamlı niceliği belirsiz (mühmel) olarak kullanılır ve
bundan bir kıyas yapıldığında çoğunlukla tümel olarak dile getirilir ve kıyasta küçük öncül
gizlenir. Örneğin; (niceliği belirsiz ve fakat tümel olarak alınıp) ‘hasetçiler birbirinin
düşmanıdır, oysa dostlar birbirlerine karşı samimidir’ demesi gibi. Burada örtük bir kıyas söz
konusudur. Kıyas açımlandığında şöyledir: ‘Şunlar hasetçidir, hasetçiler birbirlerinin
704
705
İbn Sina, en-Necât, s.54, 55.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). İbn Sina, en-Necât, s.58, 59. 212
düşmanıdır, o halde bunlar birbirlerinin düşmanıdır.’ Veya ‘bunlar birbirine dosttur, dostlar
birbirlerine karşı samimidir, o halde bunlar birbirlerine karşı samimidir’ gibi.706 Örtük kıyasın
bir diğer şekli ‘delîl’ diye isimlendirilen kıyastır. Delil; küçük terimde bulunduğu zaman
devamlı olarak arkasından küçük terim için başka bir şeyin varlığını getiren orta terimin
bir/aynı olduğu örtük kıyastır. Bu örtük kıyas açığa kavuşturulduğunda kıyas şekillerinden
birinci şekilde gerçekleştiği görülür. Örneğin; ‘bu kadının sütü var, o halde bu kadın doğum
yapmıştır’ gibi. Burada ‘her sütü olan kadın doğum yapmıştır’ öncülü gizlenmiştir. Bu kıyasın
kendisi Delil diye adlandırıldığı gibi bazen de orta teriminin bizzat kendisi Delil diye
adlandırılır. Bir diğer örtük kıyas türü ‘işâret’ (alâmet) diye adlandırılan kıyastır. İşâret, orta
terimi her iki terimden de ya daha genel ya da daha özel olduğu örtük kıyastır. Bu kıyas açığa
kavuşturulduğunda ikinci şekilde iki olumlu öncülden sonuç veren kıyas olduğu görülür.
Örneğin; ‘şu kadının benzi koyu sarıdır, o halde o hamiledir’ gibi. Ya da orta terimi iki
terimden de özel olur. Bunun da öncülleri ifade edilip açığa kavuşturulduğunda üçüncü
şekilde gerçekleşen bir kıyas olduğu görülür. Örneğin; ‘cesurlar zalimdir, çünkü Haccac
cesurdu ve zalimdi.’707
2.2.8. Sezgisel Kıyas (el-Kıyasu’l-Firâsî)
Sezgisel kıyas bir yönden örtük kıyaslardan delil’e bir yönden de analojiye
benzemektedir. Çünkü bu kıyasta dış görünümden yola çıkılarak bir şey hakkında yargıda
bulunulmakta ve fakat bu yargının kendisi o şeyin kendisine benzediği örnek’ten
alınmaktadır. Bu kıyasta orta terim, sezgi gücüne sahip (müteferris) insanda ve düşünme
özelliğine sahip olmayan canlılarda bir bedensel yapıdır (hey’e bedeniyye). Bu yapının
özelliği yaratılışa (hulk) tâbi olan mizaca tabi olmasıdır. Çünkü bedensel yapıların mizaçlara
ve unsurlara tâbi olduğu kabul edilirse bu mizaçlar da yaratılışa (hulk) tâbi olur. Bu bakımdan
mizaçlar, yapı ve huyun nedenidir. Yapı ve huy ise biri diğerinin nedenlisidir (ma‘lûl). İbn
Sina, tıpkı analojide olduğu gibi bu kıyasın da terimlerinin dört tane olduğunu belirtir.
Örneğin; ‘göğsü geniş falanca cesurdur, çünkü aslan göğsü geniş ve cesurdur.’ Bu kıyasta
dikkat edilirse dört terim bulunmaktadır: ‘Falanca’, ‘aslan’, ‘göğsü geniş olmak’ ve ‘cesâret’.
Bu kıyasta orta terim olan ‘göğsü geniş olmak’ bedensel bir yapıdır. ‘Cesâret’ ise bir
huydur.708
706
707
708
İbn Sina, en-Necât, s.59. İbn Sina, a.g.e, s.59.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). İbn Sina, en-Necât, s.59, 60.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). 213
2.3. Tümevarım (İstikrâ/et-Tasdîku’l-İhtimâlî709)
İbn Sina her tasdikin sadece kıyas formunda değil, bazen tümevarım ve bazen de
analoji formunda kullanıldığını ifade eder.710 Tümevarımı, yargının tümelin tikellerinde
bulunmasından dolayı tümel üzerine yargıda bulunmaktır. Eğer hüküm tümelin tikellerinin
tamamında bulunursa tam tümevarım; çoğunda ve bir kısmında bulunursa meşhur tümevarım
adını alır. İbn Sina tümevarıma şu örneği vermektedir: ‘Ömrü uzun olan her canlı safrası
küçük olandır. Çünkü ömrü uzun olan canlılar insan, at, öküz gibi canlılardır ve bunlar ise
safrası küçük olan canlılardır.’ Tümevarım, büyük terimin küçük terimde bulunmasından
dolayı büyük terimle orta terim üzerine yargıda bulunmak gibidir.711 İbn Sina, meşhur veya
cedelî tümevarım dediği ve gerçekte değil görünüşte tam olan ve tam olduğu ileri sürülen712
eksik tümevarımın burhanda kullanıldığı takdirde safsataya ve mugalataya düşüleceğini
belirtir. Diyalektikte kullanımı ise mugalata değildir. Burhanda kullanılan tümevarım ise tam
tümevarımdır. Tam tümevarım fertleri tam olarak zikredilen tümevarımdır. Tam tümevarım
burhanda, burhâni öncüllerin açıklanması ve tasrih edilmesi için kullanılır. Bu yönüyle
burhanda yararlı olan tam tümevarım’dır.713 Tam tümevarım bazen apaçık bilgilere zihni
uyarmak için kullanılır, bazen de bir tarz ile tecrübe için kullanılır ve her ne kadar tekillerin
tamamı tüketilmese de tecrübeye eşlik eden tümevarımla birlikte kesin bilginin bir çeşidi hasıl
olur.714
Bununla birlikte tümevarım tek başına kesin bilgi elde etmek için her zama yetkin ve
güvenilir bir kaynak değildir.715 Bu nedenle İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye’de tümevarımı bir
diğer adıyla ‘olasılık bildiren tasdik’ (et-tasdîku’l-ihtimâlî) diye adlandırmaktadır.716 Çünkü
bir şey hakkında tümevarımla ulaşılan tümel yargıya o şeyin herhangi bir tekilinin dahil
olmama ihtimali vardır. Örneğin; canlının bir çok tekinin çiğnerken alt çenesini
oynatmasından hareketle ‘her canlı çiğnerken alt çenesini oynatır’ tümel yargısına varmak
gibi. Tümevarımın verdiği bu bilgi doğru bilgiyi zorunlu kılmaz. Çünkü tümevarımın dışında
709
710
711
712
713
714
715
716
Tümevarımın bu adlandırması için bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.111. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.111, 114. İbn Sina, en-Necât, s.58.; ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.111-113.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.56. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhan), s.5. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin).; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ,
II.Analitikler (Burhân), s.5. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin). İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.112-113. İbn Sina, a.g.e, s.111. 214
kalan bir tekil, tümevarımın içine girenlerin hepsinden farklı olabilir. Örneğin; timsah gibi bir
canlı tümevarımla kendisine ulaşılan söz konusu tümel yargının kapsamına girmemektedir.717
2.4. Analoji (Temsîl)
Analoji aradaki benzerlikten dolayı bir şeyde veya şeylerde bulunan bir hükmün
başka bir şeye verilmesidir. Hükmün üzerine taşındığı şey matluptur; hükmün kendisinden
alınıp taşındığı şey ise örnek’tir. İkisi arasındaki benzer anlam ise ikisinin arasını birleştirici
(câmi) anlam’dır. Hüküm ise örnekten taşınan ve kendisiyle hükmedilendir. Örneğin; ‘âlem
sonradan var olmuştur (muhdes), çünkü âlem bileşik cisimdir ve binaya benzer. Bina ise
sonradan var olmuştur, o halde âlem de sonradan var olmuştur.’ Bu analojide dikkat edilirse
dört terim bulunmaktadır: Kendisi hakkında hüküm verilen ‘âlem’, hükmün kendisinden
alındığı örnek ‘bina’, ‘bileşik cisim’ ve ‘sonradan var olma’.718 İbn Sina, çağdaşlarının
analojide kendisi hakkında hüküm verilene fer’, kendisine benzetilene asıl, bu ikisi arasındaki
ortak yöne ise anlam ve neden ismini verdiklerini belirtir. İbn Sina, analojinin de tıpkı
tümevarım gibi zayıf bir kanıtlama biçimi olduğunu ve en güçlü analojinin, iki şey arasındaki
ortak anlamın yargı için alâmet ve neden olduğu analoji olduğunu belirtir.719
2.5.
Maddesi ve Tasdiki Meydana Getirmesi Bakımından Kıyaslar
Maddesi ve tasdiki meydana getirmesi bakımından kıyaslar Burhânî kıyaslar,
Diyalektik kıyaslar, Retorik kıyaslar, Poetik kıyaslar ve Sofistik kıyaslar olmak üzere beş
kısımda incelenmektedir. İbn Sina sırasıyla bu kıyasları tek tek şöyle tarif etmektedir: Burhani
Kıyaslar kabulü zorunlu öncüllerden (el-vâcib kabûluhâ: evveliyyât, müşâhedât, mücerrebât,
mütevâtirât, hadsiyyât) yapılan kıyaslardır.720en-Necât’taki tanımlamayla; burhan yakînî
bilgiyi sonuç vermek için yakînî öncüllerden oluşmuş kıyastır. Yakînî öncüller ise ya ilksel
öncüller ve onlara eklenenler (doğru vehimsel öncüller) ya tecrübî öncüller ya mütevâtir
öncüller ya da duyulur öncüllerdir.721 Kabulü zorunlu öncüllerden ilksel öncüller (evveliyyât)
burhan’ın, kendilerine dayandığı kurucu-dayanak ilkeler (umdetun) iken diğerleri burhanın
kendilerinden oluştuğu öncüllerdir.722 Burhânî kıyasta öncüllerin kipi zorunlu (vâcib) ise
717
718
719
720
721
722
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.57.;İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri
metin). İbn Sina, en-Necât, s.58.;ayrıca bkz.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.114.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.56. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.57, 58.;İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış
çeviri metin). İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, 70.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.5. İbn Sina, en-Necât, s.66. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.121. 215
sonuç da onun zorunluluğu tarzında zorunlu olur. Eğer kip mümkün ise bunlardan ortaya
çıkan sonuç da mümkün olur. Diyalektik (Cedelî) Kıyaslar, kipleri ister vacip, ister imkansız
ister mümkün olsun yaygın (meşhûrât) ve onaylanmış öncüllerden (takrîriyyât) yapılan
kıyaslardır. Retorik Kıyaslar ise; kipleri nasıl olursa olsun hatta imkansız kip olsa bile yaygın
(meşhûr) olarak bilinene ve yaygın olarak bilinene benzer olmayan öyle kabul edilmiş
(makbûlât) ve zanna dayalı öncüllerin (maznûnât) bir araya gelmesiyle oluşan kıyastır. Poetik
(Şi‘rî) Kıyaslar, ister doğru ister yanlış olsunlar, hayale dayalı öncüllerden (muhayyelât)
yapılan kıyaslardır. Şiirsel kıyaslarda İbn Sina vezin ölçüsünün dikkate alınmasına bir engel
olmadığını ilave eder. Vezin ölçüsüne dayalı şiirler de poetik kıyasa girer. Sofistik Kıyaslar
ise; doğru olmadığı halde doğruymuş gibi olan öncüllerden (müşebbehât) yapılan kıyaslardır.
Yanıltma yoluyla bilip bilmediğini sınamak için yapılan kıyaslar da bu konuda sofistik
kıyaslara benzerler. Eğer sofistik kıyasın öncülleri, kipi vacip önermelere benzer ve onlar gibi
kullanılırsa bu kıyası yapana sözde sofist, eğer doğruymuş gibi olan öncüller yaygın öncüller
gibi kullanılırsa bu kıyası yapana şamatacı (müşâgıbî) denir. Şamatacı, diyalektikçinin
karşısında; sofist ise filozofun (hakîm) karşısında yer alır.723
İbn Sina içeriği ve doğruluk değeri bakımından kıyasların ‘burhânî kıyas vacip, cedelî
kıyas çoğunlukla mümkün, hatabî kıyas eşit mümkün, şiirî kıyas yanlış ve mümteni
öncüllerden yapılır’ şeklindeki değerlendirmeyi doğru bulmaz. Çünkü İbn Sina’ya göre bu
kıyaslarda değerlendirme bununla değildir ve Aristoteles buna işaret etmemiştir.724 Çünkü
kipi vacip olan öncüller burhana dahil olduğu gibi kipi mümkün olan öncüller de burhana
dahildir. Cedeli kıyaslarda ise öncüller bütünüyle doğru bütünüyle yanlış olabilir. Bu
bakımdan İbn Sina bu kıyaslarda öncüllerin kendiliğindeki durumuna değil, onların kamu
veya muhatap tarafından doğru kabul edilmesine itibar edilmesi gerektiğini belirtir. Sofistik
kıyaslarda ise öncüller bütünüyle yanlış ve çoğunluk doğru olur. Ama yine bu kıyaslarda da
öncüllerin kendindeki durumuna değil, apaçık doğrunun veya kamu tarafından doğru kabul
edilenlerin aksi olmalarına itibar edilir. Sofistik öncüller öyle olmasa da apaçık doğruymuş
gibi veya kamu tarafından kabul edilmiş doğrularmış gibi sunulur.725
Retorik kıyasların öncülleri ise her ne kadar gerçek anlamda meşhur olmasalar da
öncülleri ilk bakışta maznun ve meşhur olan öncüllerdir. Bunlar bazen mutlak olarak yanlış
bazen doğru olabilirler. Nitekim doğru önerme bazen ilk bakışta meşhur olur bazen de
723
724
725
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.70, 71.; maddesi bakımından kıyaslar için ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’lHikme, s.57-60. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.70.;İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri
metin). İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin); ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’şŞifâ, II.Analitikler (Burhân), s.5.; İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.57-60. 216
olmayabilir. Poetik kıyaslarda da aynı şekilde doğru olma ihtimali bulunan öncüllerden
birinin doğruluğuna değil, nefsi herhangi bir şeye yöneltme ve herhangi bir şeyden
uzaklaştırıp çekindirme ve bu anlamda zihinde imgelem oluşturmaları bakımından dikkate
alınır ve poetik kıyaslar bu türden öncüllerden meydana gelir. Dolayısıyla poetik kıyaslarda
öncüllerin muhayyel olmasına itibar edilir. Çünkü Poetika’da öncüllerin doğruluğu kişiyi
herhangi bir şeye karşı harekete geçirip etkilenim yaratmaz. Nitekim kişi ölçülü bir şiir
dinlediği zaman buradaki sözlerin ve öncüllerin doğruluğuna değil, estetik açıdan hayal
dünyasını etkileyiciliğine iltifat eder ve böylece nefsinde herhangi bir şeye yönelik istek ya da
nefret belirir.726
İşte burhânî olmayan öncüllerin, kabulü zorunlu burhânî öncüllerden ayrıldığı temel
ayrım burada yatmaktadır. Burhanın öncülleri, diğer öncüllerden farklı olarak kendinde doğru
ve gerçektirler (hakk fî -nefsih) ve bu niteliği ile değerlendirilip ve teslim alınırlar.727 Diğer
öncüller ise her ne kadar zaman zaman doğruluk değeri taşısalar da doğru olmaları
bakımından dikkate alınmazlar. Eğer öyle olsaydı, örneğin diyalektik-meşhur öncüller doğru
olmaları bakımından dikkate alınsaydı meşhur öncüllerden yanlış olanlar kabul edilmezdi.728
İbn Sina Kitâbu’l-Hidâye’de burhanın kabul edilmesi zorunlu öncüllerinin söz konusu
niteliğini de ortaya koyan kesin tasdikin (et-tasdîku’l-yakînî) yani burhan’ın tarifini şöyle
yapmaktadır: Zorunlu- teslim alınan (müsellemât zarûriyye) öncüllerden oluşan kıyastır.729
726
727
728
729
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, el-Kıyâs, çev. Ali Durusoy (Basılmamış çeviri metin); ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’lHikme, s.57-60. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.114. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.5. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.114. 217
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BİLİMSEL KANITLAMA TEORİSİ
A. Bilimsel Kanıtlama Teorisi (Nazariyyetu’l-Burhân)
1. Bilimsel Sorular (el-Metâlibu’l-İlmiyye)
Bilim her şeyden önce soru sormakla başlar. Başka bir ifadeyle bilim, araştırmaya
konu olan problemlere ilişkin bir takım sorular sorarak ve bu soruların cevabını talep ederek
yola koyulur. İbn Sina’ya göre bilimin kendisine gerek duyduğu ve tüm bilimsel faaliyetlerin
sorduğu sorular en nihayetinde gelip dört temel bilimsel soruda (ummuhâtu’l-metâlib)
düğümlenmektedir: ‘var mıdır?’; ‘nedir?’; ‘niçin vardır?’; ‘hangisidir?’1
İbn Sina’nın bu sorular için kullandığı ‘ana sorular/temel sorular’ adlandırması şu
anlama gelmektedir: Her bir bilimin kendi ilkeleriyle ilişkili olan sorular, en nihayetinde ya
bir şeyin varlığına ya neliğine ya nedenine yahut da ayrımına ilişkin bir sorudur. Bununla
bağlantılı olarak İbn Sina, bilimsel sorunun bir bilimin kendi ilkeleriyle ilişkili soru olması
gerektiğinin özellikle altını çizer.2 Herhangi bir bilim dalında bir sorunun bilimsel olabilmesi
için ilkeleriyle açık ve tam bir ilişkiye sahip olması gerekir. Böyle olmadığı takdirde soru
bilimsel olmaz. Örneğin; birisi Geometri’de zıtlar hakkında onların bilgisinin bir olup
olmadığını sorması durumunda Geometri’de değil İlk Felsefe’de/Metafizik’te sorulması
gereken bir soru sormuş olur. Yine örneğin; iki kare sayıdan bir karenin bileşmesi gibi iki küp
sayıdan bir küpün bileşip bileşmeyeceğini sorsa, Geometrik değil Aritmetik bir soru sormuş
olur. Veya söz gelimi ‘oktav aralığı ile dörtlü aralığın iki tarafı birleşik midir?’ diye bir soru
sorması durumunda Geometri’ye ilişkin değil Mûsikî’nin alanına giren bir soru sormuş olur.3
1
2
3
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.74.; İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.18.; bilimsel sorular
için ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.123, 124. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.138, 139. İbn Sina, a.g.e, s.140. 218
Bir bilimde sorulan sorunun bir şekilde o bilimin ilkeleriyle ilişkisi olmasına rağmen
eğer bu ilişki (nisbet) düşük veya yanlış bir nispet olursa bu durumda da soru bilimsel
olmaktan çıkar. Örneğin; birisi Geometri’de anlatmak amacıyla üzerlerinden bir çizgi geçen
ve bu nedenle birbirinin yerini alan iki eşit açı oluşturan iki çizginin kesişip kesişmediğini
sorsa veya kendi zihninde onların kesiştiğini zannetse bu soru tam olarak Geometrik bir soru
değildir. Bir bilim dalıyla hiçbir ilişkisi olmayan soruların düzenlenip bilimsel soruya
dönüştürülmesi imkansızdır. Çünkü sorunun terimleri bütünüyle o bilimin dışında
bulunmaktadır. Ancak İbn Sina bir bilimle bir şekilde ilişkisi olup da tam ilişkisi olmayan
soruların bilimsel soruya dönüştürülmesinin mümkün olduğunu belirtir.4 Bilimin ilkeleriyle
ilişkili olmasının yanı sıra bilimsel soruda çelişiğin iki tarafından doğru olan taraf araştırılır
ve sorulur. Doğru elde edilince de diğer taraf yani yanlış olan taraf atılır. Bilimin ilkeleriyle
ilişkili olmayan ve hangisi olursa olsun çelişiğin iki tarafının da sorulduğu ve yeri geldiğinde
doğru olanın yeri geldiğince yanlış olanın alındığı sorular ise diyalektik sorulardır.5
Temel sorulardan ‘var mıdır?’ sorusu basit ve bileşik olmak üzere iki kısma ayrılır.
Basit olan mutlak anlamda ‘şey var mıdır?’ sorusudur. Bileşik olan ise ‘şey, şöyle var mıdır
şöyle var değil midir?’ sorusudur.6en-Necât’taki ifadelerle söylersek; ‘var mıdır?’ sorusuyla
olumluluk ve olumsuzluk talep edilir. Mutlak ‘var mıdır?’ sorusuyla bir şeyin mutlak
varlıktaki veya mutlak yokluktaki durumu talep edilirken, mukayyet ‘var mıdır?’ sorusuyla da
bir şeyin herhangi bir halde var olduğu veya var olmadığı talep edilir.7
Basit olan soruda ‘varlık’ (el-mevcûd) yüklem iken bileşik olan soruda yüklemi
konuya bağlayan bağ (râbıta)’dır. Örneğin; ‘insan canlı olarak var mıdır yoksa canlı olarak
var değil midir?’ gibi bir bileşik varlık sorusunda ‘var/dır’, ‘var değil/dir’ yüklemi yani
canlı’yı konuya yani insan’a bağlayan bir râbıtadır. Oysa ‘insan var mıdır?’ gibi mutlak varlık
sorusundaki ‘var/dır’ insan’nın yüklemidir. ‘Nedir?’ sorusu da aynı şekilde iki kısma ayrılır.
Birincisi, tarifin kısımlarından biri olan kavramın/terimin anlamsal içeriği (et-ta‘rif bi’lism)’ne yöneliktir. Dolayısıyla ‘nedir?’ sorusunun bu birinci kısmı bir kavramın/terimin (elism) anlamının talep edildiği sorudur. Örneğin; ‘boşluk nedir?’ sorusu gibi. ‘Nedir?’
sorusunun ikinci kısmı zâtın hakikatin’e yönelik olup zâtın hakikatinin talep edildiği sorudur.
Örneğin; ‘hareket nedir?’, ‘mekan nedir?’ soruları gibi. Bu sorularla hareket’in ve mekan’ın
terimsel tanımı değil doğrudan hareket’in ve mekan’ın hakikati/mahiyeti yani nelikleri
4
5
6
7
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.141. İbn Sina, a.g.e, s.138, 139. İbn Sina, a.g.e, s.18. İbn Sina, en-Necât, s.67. 219
sorulmaktadır.8İşârât’taki açıklamayla; birinci kısım ‘nedir?’ sorusuyla şeyin isminin
mefhumunun mahiyeti talep edilirken ikincisiyle de şeyin zâtının mahiyeti talep edilir.9
‘Niçin?’ sorusu da aynı şekilde iki kısımdır. Birincisi bir söze yöneliktir. Bu, bir sonuç
veren kıyasta söze inanmanın ve onu tasdik etmenin nedeni olan orta terimi taleptir. İkincisi
ise kendinde şeye yöneliktir. Bu da bir şeyin kendinde mutlak olarak varlığının veya bir halde
bulunan varlığının nedenini talep etmektir.10 en-Necât’taki açıklamayla; ‘niçin?’ sorusu, ‘var
mıdır?’ sorusunun cevabının nedenini talep etmek için sorulur. Bu soruyla ya sadece tasdîkin
nedeni talep edilir ya da varlığın kendisinin nedeni talep edilir.11
İşte bilimsel- zâtî sorular (el-metâlibu’l-ilmiyye ez-zâtiyye) bu sorulardan ibarettir.
Bununla birlikte bu soruların dışındaki diğer sorular arasında bir şeyi ona özgü zâtî nitelikleri
ve özellikleriyle ayrıştırmak için talep edilen ‘hangisi?’ sorusu, daha basit olduğundan ve
talep edilen şeye daha güçlü delâlet ettiğinden12 dolayı İbn Sina İşârât’ta bu soruyu da temel
bilimsel sorular arasına dahil etmektedir.13 ‘Nasıl?’, ‘nerede?’, ‘ne zaman?’ gibi diğer sorular
ise tikel sorular (el-metâlibu’l-cüz’iyye) olup temel sorulardan (ummuhât) değildir14 ve bu
sorular en nihayetinde varlığa ilişkin bileşik ‘var mıdır?’ sorusuna dönmektedir yani bileşik
varlık sorusunun kapsamında bulunan tikel sorulardır.15 İbn Sina Kitâbu’l-Hidâye’de bir şeyin
hal ve durumuna ilişkin tikel soruları, ‘nasıl?’ (keyf) sorusunda birleştirmektedir. Nitekim İbn
Sina burada tikel sorular da dahil olmak üzere soruları varlık (heliyye) sorusu, mahiyet
sorusu, neden (limmiyye) sorusu, hangi sorusu ve nasıl sorusu olmak üzere beş grupta
özetlemektedir.16Uyûnu’l-Hikme’de ise ‘hangisi?’ sorusunu da ‘nasıl?’ (keyf) sorusuna
katmaktadır.17
Yukarıda zikredilen bu dört temel bilimsel sorudan ‘var mıdır?’ ve ‘niçin vardır?’
soruları tasdîk sorusudur; bunlarla tasdîk talep edilir. ‘Nedir?’ ve ‘hangisidir?’ soruları ise
tasavvur sorusudur; bunlarla da tasavvur talep edilir. Bir kavramın/terimin anlamsal içeriğine
yönelik olan ‘nedir?’ sorusu bütün bilimsel sorulardan önce gelir. Bir şeyin zâtının mahiyetine
yönelik olan ‘nedir?’ sorusu ise mutlak ve basit olan ‘var mıdır?’ sorusundan sonra gelir.
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.18.; İbn Sina, en-Necât, s.67, 68.; İbn Sina, İşâretler ve
Tenbihler, s.74. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.74. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.18.; İbn Sina, en-Necât, s.68.; İbn Sina, İşâretler ve
Tenbihler, s.74. İbn Sina, en-Necât, s.68. ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.124. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.18.; İbn Sina, en-Necât, s.68. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.74. İbn Sina, a.g.e, s.75. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.18. İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.123, 124. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.58. 220
Örneğin; hareketin varlığı veya zamanın salt varlığı bilinmeden ‘hareket nedir?’ veya ‘zaman
nedir?’ diye hareketin ve zamanın mahiyeti sorulamaz. O nedenle eğer bir kimse ‘hareket
nedir?’ veya ‘zaman nedir?’ diye soruyorsa o kişi nezdinde hareket ve zaman mevcuttur ve o
kişi mevcut olan bir şeyin neliğini soruyor demektir. Fakat bir kimse eğer ‘hareket var
mıdır?’, ‘zaman var mıdır?’, ‘boşluk var mıdır?’, ‘Tanrı var mıdır?’ diye soruyorsa onun önce
bu sorularda dile getirilen kavramların delâlet ettiği anlamı bilmesi gerekir. Çünkü kavramın
delâlet ettiği anlamın bilinmesi ve fakat delâlet edilen bu anlamın var olup olmadığının
bilinmemesi mümkündür. Kavramın anlamsal içeriği başka bir ifadeyle kavramın delâlet
ettiği anlam (et-ta‘rif bi’l-ism), mevcudun tanımı olsa bile İbn Sina, bu sözün işin başında
kavram/terim (isim) bakımından mı tanım (et-ta‘rif bi’l-ism) yoksa zât bakımından mı tanım
olduğunun anlaşılamayacağını, bunun ancak zât’ın mevcut olduğu bilindikten sonra
anlaşılabileceğini belirtir. Bu nedenle, der İbn Sina, Matematik bilimlerin başında varlıkları
daha sonra kanıtlanan şeylerin öncelikle terimsel/kavramsal anlamları verilir. İbn Sina bunun
için Öklides’in Elementler (Ustukussâtu’l-Hendese) kitabını örnek vermektedir. Nitekim bu
kitapta öncelikle üçgen, dörtgen, vs. diğer geometrik şekillerin terimsel tanımları yapılmış
ardından bu şekillerin varlıkları ispatlanmıştır. Böylece varlıkları ispat edilen bu şekillerin
tanımları bir terimsel tanım olmaktan çıkıp söz konusu şekillerin mahiyetlerini, neliklerini
ortaya koyan zât bakımından gerçek tanım haline gelmişlerdir.18 Zira terimin anlamına
yönelik mahiyet sorusunun cevabı verilip ardından varlık sorusunun cevabı verildiğinde zât
bakımından mahiyet sorusu da açıklık kazanır.19 Çünkü bir şeyin varlığı ispat edildiğinde
onun terimsel açıklaması, onun zâtının tanımı ya da betimi olur.20
İbn Sina bu iki tanımın yani terimin anlamsal içeriğini ortaya koyan tanım (et-ta‘rif
bi’l-ism) ile gerçek tanım arasındaki farkın basit olmadığını, bu iki tanım arasındaki önemli
farkın gözden uzak tutulamaması gerektiğini özellikle hatırlatmadan geçmez. Çünkü her
insana bir terim/kavram (ism) söylendiğinde o insan şayet dili biliyorsa az çok bir şeyler anlar
ve söz konusu kavramın delâletini öğrenebilir. Halbuki zât bakımından gerçek tanımı ancak
mantık eğitimi almış kişi, bilim adamı anlayabilir. Çünkü İbn Sina’ya göre birincisini
anlamak marifet iken ikincisini anlamak bilgi/bilim’dir.21
Mahiyet sorusu (‘nedir?’ sorusu) bir yönden bileşik varlık sorusunu da izler. Bu
durumda mahiyet sorusu adeta büyük terimin veya orta terimin ne olduğunu talep etmektir.
Şöyle ki; bütün bilimlerde bileşik varlık sorusuyla talep edilen şeyde konu’nun ilk önce varlık
18
19
20
21
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.19, 202. İbn Sina, a.g.e, s.202. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.74. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.19. 221
ve mahiyetinin verilmiş olması gerekir ki ardından o konunun bileşik varlık sorusuyla zâtî
ilişenleri talep edilsin. Bir ilişenin konu için varlığı veya yokluğu konuya kıyasla bileşik
varlık sorusuyla talep edilir. Yüklemin kendisine kıyasla bileşik varlık sorusu basit varlık
sorunu da iktizâ eder ve bu sorunun cevabını da içerir. Bilimsel kanıtlamalar (el-berâhîn),
sadece konuların zâtî ilişenlerini inceler ve ilişenler ise yalnızca konularında ve konularının
cinslerinde bulunur. Şayet zâtî ilişenlerin konularda ve konuların cinslerinde varlıkları
imkansız olursa bu durumda onlar imkansızlar (mümteniât) cümlesinden olurlar; konulardan
ve konuların cinslerinden birinde var oldukları kabul edilirlerse mevcutlar (mevcûdât) arasına
dahil olurlar. Dolayısıyla bileşik soruyla zâtî ilişenlerin konuda varlıklarının sorgulanması ve
incelenmesi aynı zamanda zâtî ilişenlerin mutlak varlıklarının incelenmesini de içerir.
Örneğin; eşkenar üçgenin, iki tarafı iki dairenin merkezi olup kesişerek bitişmiş olan bir çizgi
üzerine yapılmış üçgen için varlığını araştırmak eşkenar üçgenin aynı zamanda kendinde
varlığını araştırmaktır. Bu sayede eşkenar üçgenin bir var olma imkanının bulunduğu bilinmiş
olur. Bir şeyin varlığı tespit edildikten sonra da o şeyin zâtının mahiyeti sorulur. Dolayısıyla
ilişenlerin varlığı tespit edildikten sonra bunların zât bakımından ne oldukları yani mahiyetleri
sorulur. Bu yönüyle mahiyet sorusu bileşik varlık sorusundan da sonra gelir. Bundan önce o
şeyin ne olduğuna dair mahiyet sorusu ve buna verilecek cevap, zât bakımından değil sadece
lafzının hangi anlama delâlet ettiği yani bir terim olarak neye delâlet ettiği bakımındandır.22
Dört temel sorudan ‘hangisidir?’ fasıl sorusuna gelince bu, mahiyet sorusunun
uzantılarındandır.23
Bilimlerin ilkeleri (mebâdiu’l-ulûm), bilimlerin başında zikredilmeleri ve bilimlerin
bunlarla başlatılması hususunda farklılık arz ederler. Bazı ilkelerde sadece şeyin mevcut
olduğu veya mevcut olmadığı ortaya konur. Çünkü zorunluluk bu ilkelerde bu kadarını
gerektirir. Örneğin; ‘bir şey çelişiğin iki tarafından birinden yoksun kalamaz’ (bir şey ya
doğrudur ya da yanlıştır) ilkesi veya ‘bir şeye eşit olan iki şey birbirine eşittir’ ilkesi gibi.
Bazı ilkelerde ise tıpkı Elementler Kitabı (Ustukussâtu’l-Hendese)’nın başında zikredilen
ilkeler gibi önce kavramın/terimin (ism) delâlet ettiği şeyin ne olduğu ortaya konur ardından
da onun varlığı açıklanır. Bazı ilkelerde ise her ikisini de ortaya koyma gereği duyulur.
Örneğin Aritmetik biliminin başında zikredilen ‘birlik’ gibi.24
22
23
24
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.202. İbn Sina, a.g.e, s.201. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.19, 20.; bkz.Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’lKâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.426.; İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.46.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân,
s.169. 222
İlkeler içinde zikredilen anlamların bir kısmı bileşik anlamlar bir kısmı da basit
anlamlardır. Bileşik anlamlarda uygun olan tasdîkin amaçlanmasıdır. Tanımlar bileşik
anlamları vermez, çünkü haber bildiren bileşim tasdik vermek içindir. Tanımlar ise basit ve
basit hükmündeki anlamları verir. Bilimlerin ilkeleri olan kendiliğinden bilinen önermeler (elkazâyâ el-müteârefe) ve vazedilmiş asıllar (el-usûlu’l-mevzûa) bileşiktirler. Öyleyse bunlarda
tanım ve mahiyeti verme gerçekleşmez. Bunlar var olup olmama (heliyye) ile kabul edilmeleri
gerekir ki bunlar sayesinde başkaları açıklansın. O halde bu kısma giren ilkeler var olup
olmama ile vazedilirler.25
Basit anlamlara gelince; bunların bir kısmı bir bilimin konularından bir kısmı da
konusunun arazlarındandır. Bir bilimin konusunun arazları, eserleri, eklentileri ve gerekleri o
bilimde varlıklarının ortaya konması ve temellendirilmesi için talep edilirler/araştırılırlar.
Bunların varlıkları ise ancak konu içindir, dolayısıyla bunların bir bilimin konusu için mevcut
olduğunu incelemek ve ispat etmek o bilimin işidir. Konuya ilişenlerin varlıkları açık olup da
bilimin konusuna iliştiklerinin bilinmemesi mümkün değildir. Çünkü bilimin konusu ve
ilişenlerin varlıklarının bu konu için olması, ilişenlerin tanımlarında zikredilmektedir.
İlişenlerin varlığı, ilişenlerin konularını kullanan bilimde açık olmadığından ve bilimin
konusu için varlıkları hatta mutlak olarak varlıkları o bilimde talep edildiğinden dolayı
bunların mutlak olarak var olduklarını farz etmek imkansızdır; dolayısıyla bunların ilkelerde
var olduklarını farz etmek de imkansızdır. Fakat ilişenlerin tanımlarını anlamak gerektiğinden
bunların tanımlarının ilkelerde vazedilmesi gerekir. Bu kısım ilkelerin de varlıkları değil
sadece tanımları ilkelerdedir.26
Konular bütününe dahil olan ve bilimin/bilimlerin konularından olan basit anlamlara
gelince; bunlar hem anlaşılmalı yani mahiyetleri bilinmeli ve hem de bunların var ve gerçek
oldukları da kabul edilmelidir. Çünkü bunların mahiyetleri bilinmediği ve anlaşılmadığı
takdirde durumlarının bilinmesi mümkün olmazken varlıkları kabul edilmediği takdirde de bir
şeyin onlar için varolmasını talep mümkün olmaz. Burhânî bilimlerde bilime dahil olan
şeyden başka bir basit yoktur. Bilime dahil olan basit anlam ise ya bilimin konusu ve
konusundan bir şeydir ya da konunun hükümleridir (eklentileri/arazlarıdır).27 Özetle; bazı
basitlerin varlıkları değil tanımları ilkelerde konulurken bazı basitlerin de hem tanımları hem
25
26
27
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.20. İbn Sina, a.g.e, s.20. İbn Sina, a.g.e, s.20. 223
de varlıkları ilkelerde konulmaktadır. Basitin dışındakiler bileşiktir, bilimlerde yararlı olan ise
bileşik önermedir. Önermenin ise tanımı değil varlığı kabul edilir.28
İbn Rüşd, bilimlerin konularını tıpkı İbn Sina gibi üçe ayırır: Sadece varlığının
bilinmesine ihtiyaç duyulan konular, sadece isimlerinin neye delâlet ettiğinin bilinmesine
ihtiyaç duyulan konular, hem varlıklarının bilinmesine hem de konularının neye delâlet
ettiğinin bilinmesine ihtiyaç duyulan konular. İbn Rüşd, basit anlamlardan ibaret olan
konuların bu tasnifine bağlı olarak bilimlerin öncüllerinin de aynı şekilde; bir kısmı sadece
varlığı bilinmesi gereken öncüller, bir kısmı sadece isimlerinin neya delâlet ettiğinin bilinmesi
gereken öncüller, bir kısmı ise hem varlığı hem de isimlerinin neye delalet ettiğinin bilinmesi
gereken öncüller olmak üzere üçe ayrıldığını belirtir. İbn Rüşd, Aristoteles’in birinci kısım
öncül için ‘her şeye ya olumluluk ya da olumsuzluk doğrulanır’ önermesini, son ikisi için de
konulardan örnek verdiğini aktarır.29
Themistius’a göre, der İbn Rüşd, bu şekilde üçlü olarak tasnif edilen önce gelmesi
gereken bilgilerin (el-meârifu’l-mütekaddeme) matlubât hakkında önce gelmesi gerekir, yoksa
burhanın kendileri üzerine bina edildiği ilkeler (evâil) hakkında değil. Buna bağlı olarak
Themistius, bazı matlubların sadece varlığının bilinmesine gerek duyulduğunu ifade eder ki
bu durumda onlarda meçhul olan şey yani nedenleri araştırılır. Bazı matlupların da sadece
isimlerinin neye delâlet ettiğinin yani açıklayıcı sözlerinin (el-kavlu’ş-şârih) bilinmesine
gerek duyulur ki bu durumda da söz konusu matlupların var olup olmadıkları araştırılır.
Örneğin; boşluğun var olup olmadığını araştırmak gibi. Fakat bu araştırmadan önce ‘boşluk’
isminin neye delâlet ettiğinin bilinmesi gerekir. İbn Rüşd, matlûbât hakkındaki Themistius’un
bu yorumunu doğru bir yorum olarak kabul eder ve bilimlerin başında zikredilen ilkelerin
öncelikli olarak bilinmesine ilişkin tüm yorumlara Themistius’un da söz konusu yorumunu
katarak şu yorumu yapar: ‘İlkelerin öncelikle bilinmesi gerektiğine ilişkin söz konusu üçlü
tasnif birinci olarak öncüller ikinci olarak bilimlerin konuları üçüncü olarak da matlûbat
hakkında geçerlidir. İşte tasdiki oluşturan (el-fâil li’t-tasdîk) ve tasdiki hazırlayan (el-mûtie
lehu) bilgiler söz konusu olduğunda önce bilinmesi gereken ilk bilgiler bu üç çeşit önbilgiden
ibarettir.’30
İbn Sina bilimlerin başında öncelikle bilinmesi gerekenlerden hem tasavvur
bakımından öncelikle bilinmesi gerekenleri hem de tasdik bakımından öncelikle bilinmesi
gerekenleri anlamaktadır. Aynı tespit Fârâbî açısından da geçerlidir. Fârâbî’ye göre
28
29
30
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.21. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.170, 171.; Aristoteles’in söz konusu örnekleri için bkz. Aristoteles, Kitâbu’lBurhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.426.; Aristoteles, II.Çözümlemeler, 71a, s.9. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.171. 224
tasavvurun bir kısmı ismin anlamıdır, bir kısmı da tasavuvuru talep edilen şeyin varlığından
ibaret olan şeyin tasavvurudur ki bu, o şeyin mahiyetidir. İsmin anlamının tasavvuru mevcut
olanı ve mevcut olmayanı kuşatan bir tasavvurdur. Zira isminin anlamı başka bir isimle veya
bir sözle tarif edilen şey, mümkün olan en genel şeyle tasavvur edilmektedir. Çünkü o,
tahayyül edilmesi mümkün bir şey olarak tasavvur edilmektedir. Mahiyetin bilinmesi ise daha
önce varlığı bilinmiş, bir tarzda tasavvur edilmiş ve başka bir tarzda ise tasavvuru talep
edilmiş şeyde olur. Tasdik bakımından önbilginin zorunluluğunu ise Fârâbî kısaca şöyle izah
etmektedir:
‘Tasdikin gerçekleştirilmesi ise kıyaslarla, kıyas gibi işlev görenlerle ve kıyas gücünde olanlarla
gerçekleşir. Kıyasın sonucunun iki parçası kıyasta bulunduğundan ve konu da bir yönden orta teriminbirinci şekilde bilfiil ikinci ve üçüncü şekilde bilkuvve- altında bulunduğundan varlığı talep edilen şeyin
(ellezi yutlab/matlûb) varlığı daha önce bir yönden bilinmiş demektir. Çünkü şeyin tümeli bir yönden
şeyin kendisidir. Bundan dolayı her ne zaman bir şeyin bir şey için mevcut olduğu bilinse o, orta terim
olarak alınmaya ve diğer tarafın onun altına konulmaya elverişlidir. Bu durumda bilinmesi talep edilen
şey bir yönüyle bilinmiş demektir.’31
İbn Rüşd, İbn Sina ve Fârâbî’nin paylaştığı bu düşünceye katılmakla birlikte
Aristoteles’in bu bağlamda ‘zorunlu önbilgi’ başka bir ifadeyle ‘bilimlerde öncelikle
bilinmesi gerekenler’ ifadesiyle ilk kasıtta tasdiki oluşturan önbilgiyi kast ettiğini belirtir. İbn
Rüşd şöyle diyor: ‘Tasavvuru önceleyen yani tasavvuru oluşturan ve hazırlayan
önbilbilgilerin de bu şekilde üç tür olduğu söylenebilir. Fakat Aristoteles’in ifadelerinden32 ilk
kasıtta anlaşılan şey, önbilginin bu üçlü tasnifinin tasdiki oluşturan bigiler hakkında olduğu
yönündedir.’33 Dolayısıyla herhalukarda İbn Rüşd’e göre de bilimlerin başında zikredilen ve
öncelikle bilinmesi gereken bilgilerin söz konusu üç türlü bilinmesi ilk kasıtta tasdik oluşturan
bilgilere ilişkin olmakla birlikte hem tasavvur hem de tasdik oluşturan bilgilere ilişkindir.34
O halde; bilimlerin başında zikredilenlerin bir kısmı yalnızca varlığıyla kabul edilir,
bir kısmı yalnızca mahiyetiyle kabul edilir, bir kısmı da hem varlığı hem de mahiyetiyle kabul
edilir. ‘Niçin?’ sorusu her halukarda iki sorudan da; yani hem varlık ve hem de mahiyet
sorusundan sonradır. Çünkü anlamı tasavvur edilmeyen şeyde niçin sorusunun sorulması
imkansızdır. Aynı şekilde anlamı ve ne olduğu veya kendisine delâlet eden kavramın (ismin)
anlamı tasavvur edilen fakat bir durumda veya mutlak olarak mevcut olup olmadığı
31
32
33
34
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.58. ‘Zorunlu olarak önce gelmesi gereken bilgi iki yönden bilinir: zorunlu önbilginin bir kısmında zorunluluk,
onun öncelikle var olduğunun tasavvur edilmesini/bilinmesini gerektirirken bir kısmında ise sözün neye
delâlet ettiğinin bilinmesini gerektirir. Zorunlu önbilginin bir kısmında ise zorunluluk her iki bakımından da
bilinmesini; hem önbilginin var olduğunu hem de neye delâlet ettiğinin öncelikle bilinmesini gerektirir.’
Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde s.426. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.171. Farklı bir yorum için karş.M.Fatih Birgül, İbn Rüşd’de Burhan, s.167-182. 225
verilmeyen şeyde niçin sorusunun sorulması da imkansızdır. Ancak söz bakımından olan
niçin sorusu (tasdikte orta terimi talep), kendinde şey bakımından olan niçin sorusundan (bir
şeyin kendindeki nedenini talepten) önce olabilir. Nitekim bazen biz, bir kıyasla ‘bütün C’ler
B’dir’ önermesinin doğruluğunu bilebiliriz, fakat varlığın kendisinde C’nin B oluşunun
nedenini bilemediğimizde gerçekte C’nin B olduğuna inanmamış ve şeyin kendisinde C’nin
niçin B olduğunu bilmemiş oluruz.35
Bazen kendinde şey bakımından olan niçin sorusu, söz bakımından olan niçin
sorusuna gerek duymaz. Bu, şey duyu yoluyla kendinde açık olduğu ama o şeyin nedeni gizli
olduğunda böyledir. Örneğin; mıknatısın demiri çekmesinin, kıyasla veya niçin sorusuyla
ispatlanması mümkün değildir ki bundaki orta terim verilebilsin. Fakat duyuyla algılandığında
niçin sorusu akla gelir ve mıknatısın demiri niçin çektiği sorulur. Böylece mıknatısın demiri
çekmesini tasdik etmenin nedeni değil, kendinde şeyin yani mıknatısın demiri çekmesinin
nedeni sorulur.36 Yine kıyas yoluyla kendinde şeyin nedeni olarak ortaya konması mümkün
olan neden tecrübeyle elde edilirse burada teorik olarak neden araştırması düşer. Örneğin;
Yerküre’nin Ay’la Güneş arasına girmesiyle Ay’ın tutulmasını duyusal bir gözlemle
gözlemlediğimizde, dolayısıyla kanıtlama (burhan) yoluyla değil doğrudan tecrübe yoluyla
tümel bilgiye ulaştığımızda burada neden araştırması düşer. Çünkü biz tecrübe yoluyla zaten
nedeni bulmuşuzdur. Eğer tecrübe yoluyla elde edilmemişse nedeni ancak kıyas yoluyla talep
ederiz.37 Zira çoğu zaman kıyastaki orta terim –ki bu kıyasın nedenidir- kendinde şeyin de
nedeni olur. Bu durumda tek bir açıklamada iki soru (tasdikin nedenine yönelik niçin sorusu
ve bir şeyin kendinde varlığının nedenine yönelik niçin sorusu) bir araya gelmiş olur.38
‘Niçin?’ sorusunun ‘var mıdır?’ sorusundan sonra geldiğine dair hiçbir kuşku yoktur.39
Dolayısıyla ‘niçin?’ sorusu, ister basit varlık sorusu olsun ister bileşik varlık sorusu olsun her
iki varlık sorusunun da ardından sorulan bir neden sorusudur.40 Neden sorusu, ya konunun
mutlak varlığı veya yokluğuna dair hükmün nedenini ya da konunun bir durumda varlığı veya
yokluğuna dair hükmün nedenini talep eder. Her ikisinde de hükmün nedeninin talebi ya
varlığın nedenini talebe geçer ya da geçmez. İbn Sina, mutlak olarak varlığı açıklayan kıyasın
seçkin şartlı kıyas olmasının ve varlığı açıklanan şeyin de nedeninin şartta bulunmasının daha
uygun olduğunu belirtir. Diğerlerinde ise en uygunu nedenin orta terim olmasıdır.41
35
36
37
38
39
40
41
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.21. İbn Sina, a.g.e, s.21. İbn Sina, a.g.e, s.207. İbn Sina, a.g.e, s.21. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.74. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.201. İbn Sina, a.g.e, s.201. 226
Orta terim nedendir ve bunda mahiyet sorusu İbn Sina’ya göre birincisi bilkuvve
ikincisi bilfiildir olmak üzere iki yönden varlık sorusundan sonra gelir. Çünkü varlığı talep
eden kişi varlığını henüz bilmediği bir şeyi talep etmektedir ve burada varlık talebi aynı
zamanda bilkuvve orta terimin var olup olmadığını da talep etmektir. Örneğin; Ay’daki
tutulma olgusu hakkında şüphesi olan birinin ‘Ay tutulur mu?’ şeklindeki varlık sorusu aynı
zamanda ve bilkuvve olarak şu soruyu da içermektedir: ‘Acaba Ay’ın tutulduğu bilgisini
zorunlu kılan bir şey var mı?’ Burada Ay’ın tutulması olgusu hakkında bir şüphe durumu söz
konusu olduğu için esasen kişi Ay’ın tutulmasını netleştirecek ve bu yönde şüphesini
giderecek bir orta terimi araştırmaktadır. Nitekim ‘Ay tutulur mu?’ sorusunun cevabı olumlu
verildiğinde ardından hemen ‘Ay niçin tutulur?’ diye sorulur. Bu soru genel anlamda kıyasın
kıyas olmasındaki orta terim olan nedeni talep etmektir. Eğer Ay’ın tutulduğu bilgisine
bilimsel kanıtlamayla (burhan) ulaşılmışsa o takdirde orta terimin nedeni olan kendinde neden
yani Ay tutulması olgusunun tam olarak gerçek nedeni talep edilir. Birinci durumda gerçeklik
ortaya konmuş ve ortaya konan gerçeklikte bilkuvve bulunan orta terim, ikinci aşamada bilfiil
olarak ortaya konmuştur. Dolayısıyla bu durumda neden araştırması bikkuvve orta terim
araştırması olmaktadır ve burada neden talebi sonuca kıyasla neden talebi ve bilfiil olurken;
mahiyet talebi, orta terime kıyasla ve bilkuvve olmaktadır. Orta terimin ne olduğuna yönelik
bilfiil talebe gelince şayet bilinmiyor ve meçhulse yapılmak durumundadır.42
“İlk Muallim (Aristoteles) ‘parça olarak mevcut’ sözüyle ‘bir şey olarak mevcudu’, ‘bütün olarak
mevcut’ sözüyle de ‘mutlak olarak mevcudu’ kast etmektedir. Bir şey olarak mevcut, ya konunun
cevherine ait bir şeydir ya da konunun zâtî ilişeni veya dışarıdan ilişenidir. Sonra İlk Muallim şöyle
demektedir: Mutlak olarak mevcutla kastım, talep edilen şeyin kendisinin var olup olmadığıdır. Bunun
örneği; ‘üçgen var mıdır?’ sorusudur. Bu, bizzât konunun varlığını araştırmaktır. Fakat ‘üçgen şöyle
midir?’ sorusu, bir ilişenin veya bir eklentinin varlığını araştırmaktır. Bu da bir şey olarak mevcuttur.
Bu açıklamalardan açığa çıkmaktadır ki; bilkuvve talepler şeyin varlığını ve şeyin mahiyetini talebe
dönmektedir. Neden talebi ise bir yönden şeyin mahiyetini taleptir, çünkü şeyin mahiyetine ilişkin soru
bilkuvve orta terimin mahiyetine yönelik bir sorudur.”43
42
43
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.202, 203. İbn Sina, a.g.e, s.203.; ‘O halde bir şeyin (tikel olarak) var olduğunu veya mutlak olarak var olduğunu
araştırdığımız zaman onun orta teriminin olup olmadığını araştırırız. Baştan/yeniden bir şeyin niçin/neden var
olduğunu veya ne olduğunu/neliğini araştırdığımızda orta terimin ne olduğunu araştırırız. Tikel anlamda
varlık ve mutlak anlamda varlık derken şunu kast ediyorum: Ay, tutulmayı kabul eder mi, yani Ay’ın ışığı
kaybolur mu veyahut da Ay’ın ışığı artar mı? derken bu gibi sorularda ışığın var olup olmadığını araştırırız.
Mutlak olarak varlık bakımından ise Ay’ın, gecenin var olup olmadığının araştırmamızdır. O halde bütün
sorularda orta terimin var olup olmadığı ve orta terimin ne olduğu araştırılır. Zira orta terim nedendir. Bütün
sorularda bu araştırılır. Dolayısıyla acaba Ay tutulur mu? araştırması, acaba Ay tutulmasının bir nedeni var
mı yok mu? araştırmasıdır.’ Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde s.552,
553.; ayrıca bkz. İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.120. 227
İbn Sina aktarmış olduğu Aristoteles’in bu açıklamalarından hareketle bazı
mantıkçıların, neden araştırması olan bütün bilimsel kanıtlamaların bilkuvve mahiyet
araştırması olduğunu ve bütün mahiyet araştırmalarının ise neden araştırması olduğunu
zannettiklerine ve buradan hareketle de bilimsel kanıtlamalardaki orta terimlerin tanımlar
olduğu zanlarına ve iddialarına değinir.44 Bu iddiaya göre Aristoteles tanımın tanımlananda
varlığı hakkında burhan getirmektedir ki bu durumda burhanın orta terimi, büyük terim için
tanım olmaktadır ve orta terimin açıkladığı şey büyük terimin küçük terim için varlığı
olmaktadır, büyük terim ise küçük terim için bir ilişenden ibaret olup tanım değildir.45 İbn
Sina’ya göre bu yorum yanlıştır. Çünkü bütün mahiyet araştırmaları orta terim araştırması
olmadığı gibi yine orta terimin mahiyetine ilişkin bütün araştırmalar da diğer iki terimden
(büyük ve küçük terimden) herhangi birinin mahiyetine ilişkin araştırma değildir ki ona
verilen cevap tanım olsun.46 Dolayısıyla her bilimsel kanıtlamda orta terim, büyük terim veya
küçük terimin mahiyetini vermez ve bu nedenle de tanım olmaz.47
Çünkü her zorunlu kılan (mûcib) nedenin mahiyeti, tanım, cins, fasıl, madde veya
sûret değildir. Şeyleri zorunlu kılan nedenler ne kendiliklerinde ne herhangi bir yönden
zorunlunun kendisidir, ne sûrettir ne de meddedir. Çoğunlukla bilimsel kanıtlamalardaki orta
terimler arasında medde, sûret ve tanım olmamasına rağmen bir şeyi bir şeyde zorunlu kılan
orta terimler bulunabilir. Çünkü orta cins, yukarı cinsin varlığını diğer bir türde hatta cinsin
yüklendiği her şeyde- bu şey, orta cinsin türü olmasa bile- nedenin zorunlu kılması gibi
zorunlu kıldığı halde büyük terimin ne tanımı ne sûreti ne de maddesidir. Yine orta terim olup
zorunlu kılan neden, neden olmayanın zorunlu kılması gibi zorunlu kılar. Örneğin; çoğu hassa
çoğu hassanın nedenidir ve fakat onlar nedeni oldukları hassaların dışında olup onların cinsi,
faslı veya tanımı değildir; üçgenin kendisinden çıkan çizgisi onun açılarının iki dik açıya eşit
olmasını zorunlu kılmaktadır ama üçgenin, açılarının iki dik açıya eşit olmasını zorunlu
kılacak niteliğe sahip olan çizgisi ne cinstir ne onun zâtına dahil olup açılarının iki dik açıya
eşit olmasının faslıdır ne maddedir ne de sûrettir.48 Aynı şekilde bilimsel kanıtlamalardaki pek
çok orta terim de ne tanımdır ne de şeyin cevherine dahil nedendir, aksine fâil ve zorunlu
kılan nedenlerdir. Örneğin; odunun yanmasında orta terim olan ateşin temasının hükmü
44
45
46
47
48
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.203. İbn Sina, a.g.e, s.205. İbn Sina, a.g.e, s.203. İbn Sina, a.g.e, s.206. İbn Sina, a.g.e, s.204. 228
böyledir. Bu örnekte orta terim bir şeyin cevherine dahil olmayan, tanım olmayan ve fakat fâil
ve zorunlu kılan nedenin bir örneğidir.49
Bununla birlikte İbn Sina bu zorunlu nedenlerin, kendileri yüklem olmayan ama
kendilerinden bileşen fasılların yüklem olabildiği fasıl parçaları yapılmalarının mümkün
olduğunu ifade eder. Örneğin; humma hastalığı hakkında ‘humma kokuşmadır’ denemez,
‘humma kokuşmadan kaynaklanır’ denir. İbn Sina’nın Tıp bilimin’den vermiş olduğu bu
örnekte ‘kokuşma’, humma hastalığını zorunlu kılan ve fakat cevherine dahil olmayan bir
nedendir; ‘kokuşma’ ne humma’nın cinsi, ne faslı ne maddesi ne sûreti dolayısıyla ne de
tanımıdır. O nedenle de ‘humma kokuşmadır’ denemez. Ancak örnekte olduğu gibi
‘kokuşma’, ‘kokuşmadan kaynaklanır’ şeklinde ifade edilen faslın bütününün bir parçası
yapılabilir. O takdirde zorunlu neden olan ‘kokuşma’, yüklem olabilen ‘kokuşmadan
kaynaklanır’ şeklindeki faslın sadece bir parçası olur.50
İbn Sina, fâil zorunlu kılan nedenler her ne kadar fasılların parçaları yapılabilse de bu
onların en özel fasıl oldukları anlamına gelmediğini aksine fasılların sadece özel parçaları
olduklarını belirtir. Çünkü fâil nedenler mahiyetin nedenleri değil varlığın nedenleridir.
Tanımın parçaları ise, -bu parçalar ister cinsler ister fasıllar ister fasılların (hakikatine dahil
olan) parçaları olsunlar- mahiyetin nedenleridir. Varlığın nedenlerinin ise mahiyetin nedenleri
olması gerekmez. Bundan dolayı, der İbn Sina, varlığın nedenleri olan fâil ve gâî nedenler
tanımlara girmezler, aksine tanımların yerini tutan betimlere girerler. İbn Sina’ya göre eğer
varlığı zorunlu kılan nedenler tanımlara girselerdi meydana gelen her şeyin meydana gelişini
ve meydana getiren her şeyi meydana getirenini tanımlardan bilirdik.51 O halde bazen bilimsel
kanıtlamalarda kimi orta terimler, parçaları olmadıkları şeyleri zorunlu kılan nedenler olurlar
ve tanım veya tanımın parçaları olmazlar. Bu nedenler ancak betimlere girebilir ve hassa
olabilirler.52 Zira bilimsel kanıtlamalarda orta terim bazen betim ve hassa olabilmektedir.53
‘Her bilimsel kanıtlama tanım araştırmasıdır/her orta terim tanımdır’ şeklindeki
yorumu İbn Sina yanlışlamak suretiyle buradan söz konusu yorumun çelişiği olan doğruya
ulaşmaktadır: ‘Her bilimsel kanıtlama tanım araştırması değildir/her orta terim tanımı
vermez.’ O halde ‘bazı bilimsel kanıtlamalar tanım araştırması olabilir/bazı orta terimler
49
50
51
52
53
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.204. İbn Sina, a.g.e, s.204. İbn Sina, a.g.e, s.204. İbn Sina, a.g.e, s.205. bkz. İbn Sina, en-Necât, s.76, 77. 229
tanım olabilirler.’ İbn Sina bunu şöyle ifade etmektedir: ‘Bununla birlikte bazen tanımlar, orta
terimler veya orta terimlerin parçaları olurlar.’54
Mahiyetin zâtî nedenleri tanıma dâhil olan nedenlerdir. Bunlar şeyin zâtını var kılan
nedenlerdir.55 Şeyin zâtını var kılan bu nedenler aynı zamanda bilimsel kanıtlamaya da
dahildir. Çünkü kesinlik (yakîn) ancak bu nedenlerle gerçekleşir.56 Dolayısıyla neden
araştırması bu yönüyle aynı zamanda mahiyet araştırması olmaktadır. Zira zâtî nedene delâlet
edildiğinden dolayı orta terimde büyük terimin tanımını verdiğimizde ve onun konuda varlığı
açık olduğunda onu kanıtlamış oluruz. Burada zâtî neden olan orta terimi başlı başına bir söz
olarak aldığımızda şeyi tanımlamış oluruz başka bir ifadeyle orta terim şeyin tanımı olur.
Örneğin; ‘Ay niçin tutulur?’ şeklinde Ay tutulması olgusunun nedeni araştırıldığında şu neden
elde edilir: ‘Çünkü Yerküre, Ay ile Güneş arasına girerek ışığı perdeledi ve her ne zaman
böyle olursa Ay tutulur.’ Burada ulaşılan orta terim zâtî nedendir ve bu neden bize aynı
zamanda Ay tutulmasının mahiyetini de verir. Çünkü Ay tutulmasının mahiyeti, Yerküre’nin
Ay ile Güneş arasına girmesi nedeniyle Ay ışığının sönmesidir. Dolayısıyla bu bilimsel
kanıtlamada orta terim burhana girdiği gibi tanıma da girmektedir.57
Sonuç itibariyle biz ancak varlık sorusundan sonra ‘niçin?’ sorusuyla nedeni, ‘nedir?’
sorusuyla da hakikati/mahiyeti araştırırız. Bu sorular içerisinde de İbn Sina, en-Necât’ta çok
açık bir şekilde cevabı araştırılması gereken asıl sorunun neden sorusu olduğunu belirtir, zira
bu sorunun cevabı bize zâtî nedeni verir. İbn Sina şöyle diyor: “Biz ancak varlık sorusundan
sonra ‘niçin?’ sorusuyla nedeni, ‘nedir?’ sorusuyla da hakikati talep ederiz. Bu iki sorudan
(‘niçin?’ ve ‘nedir?’) her birinin cevabı vardır ancak gerçek cevap neden/niçin sorusunun
cevabıdır ki bu zâtî nedenin cevabıdır."58 Burada özellikle bir kez daha vurgulamamız gerekir
ki Aristotelyen-Meşşâî felsefe/bilim geleneğinde bilgide amaç nedeni olan şeylere ilişkin
nedensel bilgi elde etmektir. Çünkü nedensel bilgi bize nedeni olan şeylere ilişkin bizâtihi
bilgi verir. Bu anlamda Meşşâî felsefenin üç büyük filozofu İbn Sina, Fârâbî ve İbn Rüşd,
Muallim- Evvel’in şu bilim tanımını esas almışlardır:
‘Biz bir şeyi, o şeyin kendinden dolayı var olduğu nedeni bilip bu nedenin söz konusu şeyin nedeni
olduğunu ve o şeyin bildiğimizden başkaca olmasının imkansız olduğunu bildiğimizde işte o şeyi
ilineksel olarak sofistik tarzda değil mutlak/gerçek manada bilmiş oluruz.’59
54
55
56
57
58
59
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.205. İbn Sina, a.g.e, s.206.;en-Necât, s.77. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.206. İbn Sina, a.g.e, s.206, 207. İbn Sina, en-Necât, s.82. Aristotelesi, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.429.; ayrıca bkz. Aristoteles,
II.Çözümlemeler, s.10.; aynı tanım için bkz İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.38, 39.; İbn Rüşd, Tefsîru’lBurhân, s.179-181.; Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.2. 230
İbn Sina’nın bu ifadeleri bilimde asıl ortaya konmak istenenin bir şeyin zâtî nedeni
olduğunun açık ifadesidir. İbn Sina varlık sorusundan sonra talep edilen söz konusu iki
sorunun (‘neden?’ ve ‘nedir?’) iki noktada birleştiklerini/kesiştiklerini belirtir. 1. Her iki soru
da varlık sorusundan sonra gelir. 2. ‘Neden/niçin?’ sorusunun cevabı, bir şeyin kurucu nedeni
olan zâtî nedeni veren gerçek cevap olduğu takdirde aynı zamanda nedir cevabına dolayısıyla
tanıma da dahildir. Yukarıda verilen örnekte ‘niçin Ay tutulur?’ sorusunun cevabında şöyle
denilmesi gibi: ‘Çünkü onunla Güneş arasına Dünya girdiği ve böylece ışığı kaybolduğu
için.(Kanıtlama)’ Sonra şöyle sorulur: ‘Ay tutulması nedir?’ Cevap olarak şöyle denir:
‘Dünya’nın araya girmesinden dolayı Ay ışığının yok olmasıdır.’ (Tanım)60
İlerde Tanım-Bilimsel Kanıtlama İlişkisi başlığı altında daha detaylı olarak ele
alacağımız üzere her ne kadar bazı bilimsel kanıtlamalar ve bu kanıtlamalarla ulaşılan
nedenler bize aynı zamanda mahiyeti dolayısıyla tanımı verse de bilimsel kanıtlamanın amacı
mahiyet araştırması değildir. Çünkü esas itibariyle bilimsel kanıtlamadaki amaç nedeni
araştırmak ve ortaya koymak iken tanımdaki amaç mahiyeti araştırmak ve ortaya koymaktır.61
Özetle; bazen neden mahiyeti dolayısıyla da bazen bilimsel kanıtlama tanımı vermekle
birlikte bilimsel sorulardan varlık ve neden sorusunun cevabını bilimsel kanıtlama (el-burhân)
verirken mahiyet sorusunun cevabını tanım verir. Yani ‘var mıdır?’ sorusuyla ‘niçin vardır’
sorusunun cevabını bize bilimsel kanıtlama verirken ‘nedir?’ ve ‘hangisidir?’ sorularının
cevabını tanım verir. Bu soruların doğru ve tam cevabı verildiği takdirde hedeflenen tam
tasavvur ve tam tasdik de elde edilmiş olur.62
2. Dört Neden ve Neden-Nedenli İlişkisi/Nedensellik
2.1.
Dört Neden
Gerçek bilimsel kanıtlamaların tamamı ile tanımların bir kısmı veya çoğunluğunun,
İbn Sina, ancak nedenlerle tam olduğunu/tamamlandığını buna bağlı olarak nedenleri ve
nedenlerin kaç olduğunu bilmemizin gerekli olduğunu belirtir. İbn Sina nedenleri dört
kısımda ele alır. Birincisi şeyin kendinde varlığının hakikatinde sûretidir (sûrî neden). İkincisi
şeyin varlığının sûretini kabul etmeleri için önce kendilerinin mevcut olması gereken şey veya
şeylerdir ki bu sûret bu şeylere bilfiil yüklendiğinde şey meydana gelir. Bu maddedir (maddî
neden). Üçüncüsü hareketin ilkesidir. Bu fâildir (fâil neden). Dördüncüsü ise olan şeyin
maddesi ile onun sûretinin birleşmesini sağlayan şeydir. Bu da tamlıktır (temâm/gâî
60
61
62
İbn Sina, en-Necât, s.82. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.207. İbn Sina, a.g.e, s.217.; bilimsel soruların yorumu için ayrıca bkz. Ömer Türker, İbn Sina Felsefesinde
Metafizik Bilginin İmkanı Sorunu, s.203, 211. 231
nedendir). İbn Sina’ya göre bunların tamamı orta terim yapılmaya elverişlidir. Çünkü bir
şeyin bir şeydeki nedeni bu iki şey arasında aracıdır (vasat).63
Örneğin; ‘dairenin yarısında gerçekleşen açı dairenin iki çizgisi ve çaptan meydana
gelen iki açının toplamına eşittir ve bu iki açı da bir dik açıya denktir; hatta şayet söz konusu
iki çizgi birbirine eşit olsa bunlardan her biri bir dik açının yarısı olur; bir dik açının yarısına
veya iki dik açının yarısına eşit olan veya bir dik açıya denk iki açıya eşit olan her açı dik
açıdır; o halde dairenin yarısının açısı dik açıdır’ dediğimizde orta terim, toplamı dik açı olana
denktir ve bu dik açıya ait sûret olarak nedendir dolayısıyla kıyasta orta terim sûrî neden
olarak vazedilmiştir. Bazen orta terim olarak fâil neden vazedilir. Örneğin; ‘Atinalılar niçin şu
şehir halkıyla savaştılar’ sorusuna verilen cevapta şöyle denir: ‘Savaştılar çünkü onlar Atina
halkına saldırdılar.’ Bu cevap hareketin ilkesi olan fâil nedeni vermiştir. Bazen tamlık nedeni
(gâye neden) vazedilerek ‘falan niçin yürüyor?’ diye sorulduğunda ‘sağlıklı olmak için’ denir.
Sanki şöyle denmiştir: ‘Falan sağlıklı olmak istiyor ve sağlıklı olmak isteyen kimse spor
yapmak amacıyla yürümelidir.’ Bu durumda orta terim gâî nedendir. Bazen de konu ve madde
(maddî neden) verilerek ‘insan niçin ölür?’ diye sorulduğunda ‘çünkü o zıtlardan bileşiktir’
denir. Örneklerde de görüldüğü üzere İbn Sina açısından bu nedenlerin tamamının orta terim
yapılmaları mümkündür. Dolayısıyla da bu nedenlerden şeyin tanımları alınabilir.64
Nedenlerin bir kısmı uzak nedendir. Örneğin; ‘niçin yürüyor?’ sorusunun cevabında
söylenen ‘hazım kötülüğünden sakınmak’ uzak gâye nedendir/ilkedir; ‘falan niçin ateşlendi?’
sorusunun cevabında söylenen ‘oburluk’ uzak fâil nedendir/ilkedir; ‘canlı niçin ölür?’
sorusunun cevabında söylenen ‘unsurların zıtlığı’ uzak maddî neden/ilkedir; ‘şu açı niçin dik
açıdır?’ sorusunun cevabında söylenen ‘bir çizginin diğeriyle dikey olarak kesişmesi’ uzak
sûrî neden/ilkedir. Nedenlerin bir kısmı da yakındır. Yürümenin gâyesiyle verilen cevapta
‘karışımın bastırması ve soğuğun hâkim olmasından korunmak’; hummanın fâil ilkesiyle
verilen cevapta ‘kokuşma’; ölümün maddî nedeniyle verilen cevapta ‘unsurların karışımında
kurunun yaşa hakim olması’; şu açının dik oluşunun sûrî nedeniyle verilen cevapta ‘iki eşit
açıdan bir çizgi üzerinde durmak’ yakın neden örnekleridir.65
Nedenlerin bir kısmı bizzât iken bir kısmı bilarazdır. Bizzât neden duvarın yıkılması
için ‘ağırlık’ gibidir ki bu fâil neden kısmındandır; gölgenin yansıması için ‘parlaklık’ gibidir
ki bu maddî neden/ilke kısmındandır; ‘iki yanda iki eşit açının’, çizginin dikey oluşunun
ispâtının ilkesi olması gibidir ki bu sûrî neden kısmındadır; insanın yemekten önce
63
64
65
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.231.; İbn Sina, en-Necât, s.83. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.231, 232. İbn Sina, a.g.e, s.233.; İbn Sina, en-Necât, s.83. 232
yürümesinin ispâtı için ‘sağlık’ gibidir ki bu tamamlayıcı (gâî) neden kısmındandır. Bilaraz
neden ise fâil nedenin verilmesinde duvarın yıkılması için desteğin kalkması; maddî nedenin
verilmesinde gölgenin yansıması için ‘demirden oluş’; sûrî nedenin verilmesinde çizginin
dikey olması için ‘dik çizgi üzerinde gerçekleşen açının onun üzerinde dikey olarak duran
çizgiye paralel olan çizgiden olması’; tamamlayıcı (gâî) nedenin verilmesinde yemekten önce
yürüme için ‘yorgunluk’ veya ‘hazineye rastlamak’ gibi nedenlerdir.66
Nedenlerden her biri bazen bilkuvve bazen bilfiil olur. Nedenin bilfiil oluşu,
nedenlinin (ma‘lûl) bilfiil oluşunun nedenidir. Neden bilkuvve olduğunda ise onun bilkuvve
oluşu nedenlinin bilkuvve oluşunun sebebi değildir, aksine nedenlinin bilkuvve oluşu
kendisindendir. Neden bazen özel olur ve bazen de genel olur. Bazen tikel nedenlinin
karşısında tikel olur ve bazen de tümel olur.67
Gâye ve sûrî nedenlerin her birinin varlığından nedenlinin varlığı gerekli olur. Sûret
zaman bakımından nedenliyle birliktedir. Gâye zaman bakımından nedenliden sonra gelir.
Ancak her ikisi de nedensellik bakımından nedenliden öncedir. Madde ise çoğu doğal şeyde
zorunlu olarak sûreti gerektirir ve onun varlığıyla birlikte mutlaka nedenli ve gâye varolur.
Zorunluluk gâyeyi engellemez. Çünkü çoğu doğal şey zorunlulukla ve gâyeyle birlikte
meydana gelir. Örneğin; azı dişlerinin yaratıldığı madde geniştir ve tam istidâtla meydana
geldiğinde sûret zorunlu olarak onun gereği olur. Bununla birlikte onun genişliğinin yaratılışı
bir tamlık ve gâye içindir. Bu gâye ise yiyeceğin öğütülmesidir. Nitekim dişlerin keskinliğinin
yaratılışı da bir tamlık ve gâyeye yöneliktir ki bu gaye yiyeceğin kesilmesidir. İbn Sina, İlk
Muallim'den dört nedeni özetler nitelikteki şu örnekleri aktarır: ‘Kandilin ışığının daha geniş
alanlara, şayet nüfuz ediyorsa, nüfuz etmesinin nedeni nedir?’ diye sorulduğunda maddî
zorunluluk bakımından cevap verilerek ‘parçaların şeffaflığı nedeniyledir’ denir; tamlık
(gâye) nedeni bakımından cevap verilerek ‘sürçmememiz ve tökezlemememiz içindir’ denir.
Aynı şekilde ‘niçin buluttta ses meydana geliyor?’ diye sorulduğunda ‘ateşin sönmesinin
zorunluluğu nedeniyledir’ şeklinde cevap verilir. Bu zorunluluk, bir zorlamanın zorunluluğu
değil doğanın zorunluluğudur.68
Maddelerin çoğunda istidâdın meydana gelişi esnasında tamlığın (gâyenin) meydana
gelmesi gerekmez. Çünkü söz konusu maddenin tamlığı (gâyesi) hareket ettirici bir nedenin
hareketiyle meydana gelir. Her hareket ise bir zamanda meydana gelir ve sonunda sûrete
varır. İbn Sina’ya göre yapay şeylerde de durum böyledir. Onlarda da sadece unsurun
66
67
68
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.233, 234.; İbn Sina, en-Necât, s.83, 84. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.234.; İbn Sina, en-Necât, s.83. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.234. 233
(maddenin) varlığıyla sûretin varlığı gerekli olmaz. Çünkü unsur her yerde sûrete yönelmez
ve sûrete yönelmesi ancak bir fâil nedenle olur. Şayet fâil neden yabancı ve dışarıdan ise
unsura (maddeye) bazen etki eder bazen etmez. Şayet fâil neden, doğal ve şeyin cevherinde
mevcutsa ve doğal bir güç olduğu için boyun eğdirmeyle ve bizzât etki (fiil) yapıyorsa tam
istidât meydana geldiği ve onunla karşılaştığında etkide bulunmaması (fiillerinin ondan
çıkmaması) mümkün değildir.69
Bir hareketin ilkesi olan nedenlerin (fâil nedenler) bir kısmı, kabul edicinin (kâbil,
madde, maddî neden) vazedilmesiyle birlikte vazedilmesinden nedenlinin vazedilişi zorunlu
olmayan nedendir ve bir kısmı da kabul edicinin vazedilmesiyle birlikte nedenlinin
vazedilişinin zorunlu olduğu nedendir. Çünkü bütün doğal güçler edilgenle karşılaştıklarında
etki (fiil) zorunlu olur. Yapay, irâdî, arzuya dayalı vb. güçlerin ise edilgen güçle
birleşmelerinden bir etki (fiil) ve edilgi zorunlu olmaz. Bu nedenler, her ne kadar zorunlu
olarak karışsalar da, rastgele değil bir gâyeye bağlı olarak etki ederler.70
Her ne zaman nedenli bilfiil vazedilirse bütün nedenler de vazedilmiş demektir. Fakat
gâye bazen dış dünyada bulunuşu bakımından bilkuvve mevcut olur. Örneğin;
yatağın
varlığıyla birlikte gâî neden olan ‘yatma’ gibi.71
Neden, bizâtihi ve mutlak neden olmadığı ve fakat bitişen bir takım şartlarla neden
olduğunda veya uzak neden olduğunda onun tek başına ‘şey niçin oldu?’ sorusunu
cevaplaması bir nedenin cevaplaması olmaz ve şartların zikredilmesinde son sınıra ulaşıncaya
ve böylece neden bizâtihi neden haline gelip yakın nedene varıncaya dek niçin sorusu devam
eder.72 Örneğin; Sılavlar’da nefesli çalgının olmamasının nedeni olarak orada üzüm bağının
olmaması diye belirlemek uzak nedendir. Fakat orada şarap olmadığı için müsizyenler yoktur
denseydi müzisyenlerin bulunmamasının yakın nedeni verilmiş olurdu.73 Zâtlarının varlığı,
neden olmalarına yeterli olmayan çoğu nedene bir şart bitişir ve böylece ondaki bilkuvve
nedenin bilfiil neden olmasını zorunlu kılar. Bunun örneği afyonun gücünün soğutucu
olmasıdır. Çünkü bu sürekli değil, afyon insandaki doğal sıcaklıktan etkilendiği zaman
böyledir.74
İbn Sina’ya göre bütün bunlardan açığa çıkan şudur: Bir bilimsel kanıtlama
(burhan) ancak bizzât ve bilfiil olan yakın-özel nedeni verdiği zaman tam burhan olur.75
69
70
71
72
73
74
75
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.235. İbn Sina, a.g.e, s.235. İbn Sina, a.g.e, s.235. İbn Sina, a.g.e, s.235. İbn Sina, a.g.e, s.151. İbn Sina, a.g.e, s.235. İbn Sina, a.g.e, s.236. 234
Zira burhanlarda özel-yakın-bilfiil-bizzât nedenin verilmesi gerekir ki neden sorusu
kesilsin.76 Aynı şekilde tam tanım, mahiyetin nedenlerine sahip bulunan şeyde böylesi
nedenleri kuşatır ve onları, şayet zâtî iseler hiçbiri dışarda kalmayacak şekilde tamamıyla
verir. Tanımlamanın amacı dönüştürülme (muâkese) bakımından tanımlanana eşit zâtîlerle
ayrıştırma değil anlam bakımından tanımlanana eşit zâtîlerle ayrıştırmaktır ve böylece tanım,
tanımlananın zâtî anlamlarının hepsini içerir ve kuşatır. Şayet ayrıştırmayla yetinmek
nedeniyle zâtî anlamlardan biri dışarıda kalırsa tanım, tanımlananın mahiyetine delâlet etmez.
Çünkü onun mahiyeti bazı kurucuları (mukavvimât) ve bazı zâtîleri değil zâtî anlamlarının
tamamının birleşmesidir. Zâtî anlamların bir kısmını bilip diğerlerini bilmeyen kimse onun
zâtını tam olarak bilmemiş demektir.77 İşte ilerde ele alacağımız üzere bilimsel kanıtlama
bizzât-bilfiil-yakın-özel nedeni veren tam kanıtlama, tanım da yine bu nedeni içeren tam
tanım olduğu zaman kanıtlama ve tanım birbiriyle örtüşür, başka bir ifadeyle bilimsel
kanıtlama bize aynı zamanda tanımı da verir.
Tanımlamanın amacı, nefiste şeyin mahiyetine tam olarak paralel bir sûretin meydana
gelmesidir. Bu nedenle tek bir şeyin iki zâtı olmayacağı gibi tek bir şeyin iki tanımı da
olamaz. Bütün zâtîlerin zikredilmesi gerektiğinden ve tanımlananlar arasında bütün nedenlere
izâfeti zâtî olan tanımlanan bulunduğundan, bu tanımlananın tanımında nedenlerin tamamının
zikredilmesi gerekir. Fakat bu nedenlerin İbn Sina, tanımlananın cinsi yerinde değil faslı
yerinde olması gerektiğini özellikle vurgular. Çünkü bu nedenler bir şeyin nedenleridir ve o
şeyin varlığı, nedenlerin varlığını gerektirir, onlarla gerçekleşir, meydana gelir ve özelleşir.
Dolayısıyla meydana gelmiş özelleşmiş bir varlığa ve belirsiz özelleşmemiş bir varlığa sahip
olan şeyde zâtı meydana getiren bu gibi nedenler, o şeyi meydana getirmek için onu bir şeye
özel kılarlar ve böylece meydana getirdikleri şey kendisine özgü kılınanla özelleşir. Bu
durumda meydana getirdikleri şey cins konumunda; nedenler de fasıl konumunda yer alır.
Örneğin; ‘şimşek, ateşin sönmesinden kaynaklanan sestir’ tanımında ‘ses’ cinstir ve ‘ateşin
sönmesinden kaynaklanan’ ise fasıldır.78
Farklı nedenlerden birleşen tanımlara gelince; örneğin dik açı yalnızca sûretle
tanımlanarak şöyle denir: ‘Doğru çizgiyi dikey olarak kesen tarafındaki diğerine eşit olan
açıdır.’ Günaşırı humma fâil nedenle tanımlanarak şöyle denir: ‘Safranın bozulması nedeniyle
gün aşırı gelen hummadır.’ Yüzük gâyeyle tanımlanarak şöyle denir: ‘Yüzük, parmağın
giydiği bir halkadır.’ Düz burunluluk konuyla tanımlanarak şöyle denir: ‘Burundaki
76
77
78
İbn Sina, en-Necât, s.84. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.236. İbn Sina, a.g.e, s.236. 235
düzlüktür.’ Bazen bütün bu nedenler tek bir şeyin tanımında birleşebilirler: ‘Kılıç savaşta
canlının organlarını kesmek için uzun, enli ve tarafları keskin bir demirden yapılan bir alet
veya bir silahtır.’ Bu tanımda ‘alet’ ve ‘silah’ sözü cinstir, ‘yapılan’ sözü hareket ettirici
ilkeden yani fâil nedenden fasıldır, ‘demirden’ sözü konudan yani maddî nedenden fasıldır,
‘uzun, enli ve keskin’ sözü sûretten yani sûrî nedenden fasıldır, ‘canlının organlarını kesmek
için’ sözü gâyeden yani gâî nedenden fasıldır.79
İbn Sina yukarıda yer verilen örneklerden fâil ve gâî nedenle yapılan tanım
örnekleriyle ilişkili olarak şöyle bir soruyu gündeme getirmektedir: ‘Tanım, şeyin cevherini
ve zâtını tanıtır. Nasıl olur da tanımda şeyin dışındaki nedenler kullanılabilir?’ İbn Sina bunun
cevabını şöyle vermektedir:
‘Şeyin tanımında onun nedenleri alınır. Çünkü şeyin cevheri o nedenlere bağlıdır ve o nedenlere izâfeti
onun cevherinde zâtî bir özelliğidir. Eğer şeyin dışındaki nedenlerden böyle olan varsa ya cevherinin
durumu böyle olan şey bilinmeyecektir veya nedenleri zikredilecektir. Hatta doğruyu söylememiz ve
bilmemiz gerekir ki; şeyin mahiyeti bakımından tanımı onun varlığını oluşturan ve dışında olmayan
parçalarla tamamlanır. Şeyin varlığı (inniyyet) bakımından tanımı ise diğer nedenlerle tamamlanır.
Böylece şeyin mahiyeti, onun var olduğu şekilde tasavvur edilir, bu sayede mahiyetini varlık
bakımından önceleyen şey gerçekleşir, onunla şeyin varlığı tamamlanır ve o mahiyet onunla meydana
gelir.’80
Dolayısıyla da İbn Sina’ya göre mahiyetin gereği olan varlığı dikkate almaksızın
bizzât mahiyetin kendisine baktığımızda, her ne kadar bir varlık türü mahiyetin gereği olmak
durumundaysa da, mahiyetin tanımında mahiyet olması bakımından mahiyeti kuran
(mukavvim) şeylerin söylenilmesi yeterlidir. Bununla birlikte ayrık nedenler söz konusu
olduğunda İbn Sina mahiyetin ayrık nedenlere nispetinin, özel veya ortak (genel) eklenti ve
ilişenlere nispeti gibi olmadığını belirtir. Çünkü eklenti ve ilişenlerin varlığı mahiyetin
varlığından sonra gelir. Oysa nedenlerin varlığı mahiyetin varlığını önceler. Bir çok şey zâtı
bakımından değil ilişenlerden bir ilişen, eklentilerden bir eklenti ve nispetlerden bir nispet
bakımından tanımlanır. Bazen bu eklenti ve nispet, gâyeyi içerir ve ancak gâye zikredilebilir.
Bunun örneği ‘yüzük’ ve ‘elbise’nin tanımında takman’ın ve giyme’nin zikredilmesidir.
Bazen söz konusu eklenti ve nispet, fâil nedeni içerir. Bunun örneği yanma’dır. Çünkü
yanma, her nasıl olursa olsun şeyin parçalarının dağılması ve kararması değil sıcaklık
nedeniyle şeyin parçalarının dağılması ve kararmasıdır.81 Mahiyetin varlığından sonra gelen
eklenti ve ilişenlerle birlikte fâil veya gâî nedenle yapılan bu tanımlar birer betim örnekleridir.
Burada dikkate edilirse İbn Sina, mahiyetten sonra gelen eklenti ve ilişenlerle birlikte bir fâil
79
80
81
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.236, 237.; İbn Sina, en-Necât, s.85. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.237. İbn Sina, a.g.e, s.237. 236
neden veya gâî nedenle yapılan tarifle (betim) mahiyeti önceleyen ve fakat şeyin cevherine
dahil olmayan sadece fâil ve gâî nedenle yapılan tarifi - ki bu bir şeyin mahiyetini önceleyen
varlığı bakımından tariftir- bu anlamda birbirinden ayırmaktadır.
İbn Sina yine yukarıdaki tartışmayla bağlantılı olarak çalışmamızın ikinci bölümünde
Tasavvurât analizinde yer verdiğimiz kuvvelerin tanımıyla ilgili olarak burada şu soruyu
gündeme getirir: ‘Yalnızca etkileriyle (fiilleriyle) tanımlanan güçlere (kuvvelere) ne demeli?
Bu etkiler kuvvelerin dışında olup onun nedeni değil aksine kuvvelerin eklentilerindendir.
Acaba bunlar tanım mı yoksa betim midir?’ İbn Sina’ya göre bunlar, kuvvelerin isminin
açıklanmasında betim şeklinde alınabileceği gibi tanım şeklinde de alınabilir. Çünkü tarif
edici sözde yalnızca kuvvelerin herhangi bir şekilde kendilerini izleyen şeylere nispetine
delâlet edilmesi durumunda bu söz betim olur; kuvvenin cevherine ve zâtına, ‘ondan şu fiil
çıkar’ şeklinde delâlet edilmesi durumunda tanım olur. Çünkü tanım şeyin cevherinin ve
zâtının tarifini gerektirir. Kuvvenin ise kendisinden fiilinin çıkması bakımından fiilinin
çıkması özelliğine sahip olmaktan başka zâtı yoktur.82
Şöyle ki; akledilirlerde (ma‘kûlât), sanatlarda ve ahlâkta düşünce gücüne ait ayrıştırma
gibi bir kuvveden birincil-bizzât bir fiil ve zâtı gereği olmaksızın bitişen şeyler nedeniyle onu
izleyen haller çıktığında – çünkü bir kuvveden zâtı gereği ancak gülmeye, utanmaya,
ağlamaya, sevinmeye vb.’e istidâtlı olma gibi tek bir fiil çıkar- söz konusu kuvvenin, yukarıda
belirtilen şekilde yani zâtına ‘ondan şu fiil çıkar’ diye delâlet edilmesi şeklinde birinci fiile
nispeti onun tanımına giren şeylerdendir; kuvvenin söylenilen şekilde olmayan birinci fiil
benzerine nispeti veya ikinci fiil benzerine nispeti ise onun tanımına değil betimine giren
şeylerdendir. Kuvvenin bilimlerin tikellerine nispeti- ki kuvvenin bunlarla ilişkisi birincil
değildir, aksine mutlak bilimle ilişkisi birincildir- betime girmektedir. Bundan dolayı İbn
Sina’ya göre bir kimse şöyle bir itirazda bulunamaz: ‘Niçin gülme gücünü, insanın cevheri
bakımından onun tanımına giren bir fasıl olarak insanın gereği yapmıyorsunuz?’ İbn Sina’ya
göre bu yanlış olur, çünkü insanın cevheri ve onun düşünen sûreti bilaraz değil de bizâtihi ve
birincil olarak düşünme gücünü gerektirmez, bilakis ona bir mizaç bitişir ve o mizacı
düşünme gücü ve ağlama gücü, utanma gücü ve diğerleri izler. Bunlardan herhangi birine
istidâtlı olmak veya onu yapmak ise düşünme gücünün zâtı için birincil değildir.83
Nedenler tanımın parçalarıdır ve tanımlanana yüklenmezler. Örneğin dairenin
tanımında yer alan nokta’yı tanımlanana yani daire’ye yüklem yaparak ‘daire noktadır’
diyemeyiz. Ancak İbn Sina nedenlerden sûrî nedenin bir durumda yüklenebileceğini ifade
82
83
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.237, 238. İbn Sina, a.g.e, s.238. 237
eder. Bu da ancak sûret maddeyle birlikte alındığında mümkün olabilir yoksa tek başına
alındığında sûret yüklenemez, örneğin; ‘insan düşünmedir’ denemez, ‘insan düşünendir’
denebilir ancak.84
Fâilin, konunun veya sûretin ilkesi doğal şeylerde yapay şeylerde ve zihinsel şeylerde
bulunduğunda orada fiilin kendisine yönelik bir gâyesi bulunur. Sûrî neden olduğunda ise
hareketin kendisinde son bulduğu tarzda gâye neden de olmak zorunda değildir. İbn Sina
bunun geometrik anlamda zorunlu olmadığını dolayısıyla onların bu nitelikte bir gâye için
olmadığını aksine orada bir gâye varsa bile başka şekilde olduğunu kabul etmek gerektiğini
belirtir. Fakat fâil neden ve maddî neden rastlantısal olduğunda gâyenin bizzât değil bilaraz
bir şey için olması zorunludur. Çünkü rastlantısal fâil ve maddî neden, her ne kadar bir
gâyeye götürse de bu gâyenin bizzât değil bilaraz ilkesi olur. Öyleyse rastlantısal nedenlerin
bizzât değil bilaraz gâyesi vardır ki bu talih ve rastlantı’dır. Örneğin; bir insanın borcunu
istemek için yürürken yolda bir hazine bulması gibi. Burada yürüme bir yönden hazinenin
varlığının nedenidir ama bizzât değil bilaraz nedenidir. Hazineyi bulmak ise bir yönden
yürümenin gâî nedenidir ama bizzât değil bilaraz nedenidir. Çünkü zâtî sürekli veya
çoğunlukla gerçekleşendir. İbn Sina bilaraz nedenlerden ve rastlantıdan kaynaklanan
gâyelerden sakınılması ve bunların betimde, tanımda ve bilimsel kanıtlamada (burhanda)
alınmaması gerektiğini özellikle belirtir.85 Bu aynı zamanda bilimin rastlantısal durumlar ve
olgular üzerine inşa edilemeyeceği anlamına da gelir.
2.2.
Neden-Nedenli İlişkisi/Nedensellik
Nedenli (mal‘ûl) gerçekleşmişse onun nedeni de gerçekleşmiştir. Buna bağlı olarak
şunun gerçekleşmiş olduğunu kanıtlayan bilimsel kanıtlamada (burhanda) daha önceden
gerçekleşmiş olan nedenler, şimdide şöyle olan şey için şimdideki nedenler, gerçekleşecek
şey için gerçekleşecek nedenler alınmalıdır. Bu nedenleri bilfiil olan şeylerde böyledir. Ama
nedenlerin bir kısmı zât olarak var ve henüz bilfiil neden değilse, İbn Sina onunla kanıtlama
yapılmasının mümkün olmadığını, ancak onun delillendirilebileceğini ifade eder. Böylesi
nedenler, kanıtlayıcı konumundaki orta terim olarak değil kanıtlanan konumundaki büyük
terim olarak vazedilir. Gerçekleşmiş olanlarda da durum böyledir. Örneğin; babanın zâtı
mevcut olduğunda oğulun zâtının da mevcut olması; sperm mevcut olduğunda ceninin de
mevcut olması; duvar mevcut olduğunda tavanın da mevcut olması gerekmez. Bunlarda tersi
durumlar söz konusudur. Bu durumlarda nedenler, nedenlilerini kanıtlamak için alınmaz
84
85
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.238. İbn Sina, a.g.e, s.238, 239. 238
bilakis nedenlerin nedenlileri, istidlâl yoluyla nedenleri kanıtlamak üzere alınır ve şöyle denir:
‘Tavan vardır, o halde duvar vardır.'; 'tavan vardı, o halde duvar da vardı'; 'tavan olacak, o
halde duvar da olacak.’ Baba ve oğul örneğinde de durum böyledir. Bu, fâil ve maddî nedende
böyledir. Çünkü fâil ve maddî neden, çoğunlukla zaman bakımından nedenliden bizzât önce
gelir zira bu ikisi bazen bilfiil bazen de bilkuvve neden olurlar. Bilkuvve neden olup orta
terimlere konulsalar bile bu, nedenlinin büyük terim olmasını gerektirmez.86
İbn Sina nedensellikle ilişkili olarak bir başka soruyu gündeme taşımaktadır:
‘İlkeler/İlkler (el-mebâdî) mevcut olduğu ve ikinciler onlara bitişmediğinde oluş nasıl bitişir
yani neden olduğu halde nedenli yoksa ve bu ikisi arasında varlıkta sürekliliği sağlayan bir
bitişme yoksa oluş nasıl süreklilik kazanmaktadır? Sonra nedenin oluşunun ilkesi bir anda ve
nedenlinin oluşunun ilkesi başka bir anda olduğunda anların bileşiminden de bir zaman
oluşmadığında ve yine birliğin biri izlediği gibi bir anın diğer anı izlemesinin mümkün
olmadığı aksine her iki an arasında bilkuvve sonsuz anların bulunduğu bir zaman olduğunda
oluş nasıl bitişebilir yani oluşun sürekliliğinden nasıl bahsedebiliriz? Zira zaman oluşla
birleştirilmek istendiğinde her nedenli ile neden arasında sonsuz aracılar olması gerekir ve
nedenler- nedenliler ardı ardına gelmez. Oluşun nedenlilerinin, oluşun oluşa bitiştiği şekilde
nedenlerine bitişmemesi zorunlu olur.’ İbn Sina bunu hareket’le çözüme kavuşturmaktadır.
İbn Sina’ya göre oluşun bitişmesi (sürekliliği) hareketle mümkün olmaktadır. Şöyle ki;
zamanı yapan doğal ilkeler ve doğal ilkeleri doğal ikincilere bunlar arasındaki hareket
aracılığıyla ulaştırır. Bir oluş bir anda olduğunda hareket sayesinde diğer bir anda diğer oluşa
itilmekte ve zaman bu iki oluş arasını birleştirmektedir.87
İbn Sina’ya göre neden meselesinde incelenmesi gereken problemlerden biri de şudur:
‘Türün cins için aracılık yapması ve bilimsel kanıtlamanın (burhanın) nedensel bilgi veren
bilimsel kanıtlama (neden burhanı) olması durumunda bu kanıtlama hangi nedenle olur?’ Bu
bağlamda bu kanıtlamanın bazen maddî nedenle gerçekleştiği çünkü maddî nedenin büyük
terimin konusu olduğu zannedilmiştir ki İbn Sina’ya göre bu doğru değildir. Çünkü nedenli
sonuçtur. Sonra sonuç maddî nedende mevcut değildir. Oysa maddî neden sahibi maddede
mevcuttur. İbn Sina bu zanın ve hatalı görüşün, konu adının ortaklığından kaynaklandığını
belirtir. İbn Sina’ya göre buradaki neden ya gâye neden olur çünkü türler cinslerin
yetkinlikleridir. Cinsin doğası tür nedeniyle doğalarda artar ve türde varlık yetkinleşir. Bu,
büyük terime kıyasladır. Ya da fâil nedendir çünkü o bir şeyde eser oluşturur ve bir konuda
86
87
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.239. İbn Sina, a.g.e, s.240. 239
bir şeyi zorunlu kılar. Zorunlu kıldığı şeyden ise zât bakımından farklıdır. Böylesi ise fâil
nedene daha benzerdir. Bu da sonuca kıyasladır.88
İbn Sina, doğal şeylerden bir çoğunun nedenlerinin ve nedenlilerinin tertibinin
doğrusal değil döngüsel olduğunu,89 en-Necât’taki ifadesiyle; oluşa konu olan şeyler (kâinât)
içerisinde döngüsel olarak birbirinin nedeni olan şeylerin olduğunu90belirtir ki ikinci bölümde
Tasdikât analizinde yer verdiğimiz üzere bunun kıyas formu döngüsel kıyas’tır. Döngüsel
kanıtlamanın maddî nedenlerdeki örneği şudur: ‘Yer, yağmurla ıslanır ve buharlaşır, bulut
meydana gelir, tekrar yağmur yağar ve yer bu yağmur nedeniyle ıslanır. Öyleyse yerin
yağmurla ıslanmasının ilk nedeni yine yağmurla ıslanmasıdır.’ Eğer ‘yer yağmurla ıslanan
topraktır, yağmurla ıslanan her toprak yağmurla ıslanır’ denirse döngüsel bir kanıtlama
(burhan) olur ve döngüsel olmakla birlikte doğrudur ve böyle olması gerekir. Fakat bu
kanıtlamanın orta terimi ile büyük terimi arasında aracılar ve niçin soruları vardır. Çünkü
‘yağmurla ıslanan niçin yağmurla ıslanır?’ denir ve ‘çünkü buharlaşır’ cevabı verilir. Sonra
bir kez daha ‘niçin buharlaştığında yağmurla ıslanır?’ sorusu sorulur ve ‘çünkü
buharlaşmadan bulut oluşmaktadır’ denir. Sonra ‘niçin bulut oluşunca yer yağmurla
ıslanmaktadır?’ diye sorulur ve ‘çünkü bulut soğumakta, yoğunlaşmakta ve yağmur olarak
düşmektedir’ cevabı verilir. Bunlardan her biri neden ve nedenlidir ve onun orta terim olarak
alınması hem burhan hem de delil’dir. Fakat buradaki neden ve nedenli zât bakımından değil
tür bakımından birdir. Yağmurun kendisinden oluştuğu ıslanma, yağmurdan kaynaklanan
ıslanma değildir ama ıslanmanın türü birdir. Aynı şekilde buluttan olan buhar ile bulutun
kendisinden oluştuğu buhar aynı değildir. Dolayısıyla anlamın türü itibara aldığında burhan
döngüsel olur, ferdi dikkate aldığında ise burhan döngüsel olmaz ve burhan burada tür
hakkında değil türün belirli bir ferdi hakkında olur ki bu durumda İbn Sina’ya göre açıklanan
şey ile açıklayan şey aynı olmaz ve her ne kadar bir döngü olduğu vehmedilse de gerçekte
burada bir döngü olmaz.91
Bilimsel kanıtlama ya zorunlu şeyler içindir ya da çoğunlukla gerçekleşen şeyler
içindir. Zorunlu şeylerin burhanlarında zorunlu nedenin aracılık yapmasının (orta terim
olmasının) gerekliliğinde kuşku yoktur. Ama çoğunlukla gerçekleşen şeyin burhanında orta
terim çoğunlukla gerçekleşen orta terim olur. Çoğunlukla gerçekleşen şeye dair burhanın
örneği şudur: ‘İnsan türüne mensup her erkekte çoğunlukla ondan kopan şey sertleşir ve çene
derisini yoğunlaştırır; böyle olan herkesin çoğunlukla sakalı çıkar.’ Bu burhan şeyin varlığının
88
89
90
91
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.240. İbn Sina, a.g.e, s.240. İbn Sina, en-Necât, s.85. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.240, 241.; İbn Sina, en-Necât, s.85. 240
nedenini vermiştir, fakat bu neden çoğunlukla gerçekleşen nedendir. Çünkü hakkında burhan
getirilen şeyin varlığı çoğunlukla gerçekleşmektedir.92 İbn Sina burhanın çoğunlukla
gerçekleşen şeyler hakkında olamayacağını savunan bir şarihin bu yöndeki yorumuna
katılmaz. İbn Sina’ya göre Aristoteles’in görüşü şunu zorunlu kılmaktadır: Çoğunlukla
gerçekleşen şey hakkında çoğunlukla olan şeyleri bildiren ve çoğunlukla olan nedenlerden bir
nedeni veren öncüllerden kurulan bir burhan olabilir ve bu burhanla, her ne kadar mevcut
olması yönünden bir zan olsa da çoğunlukla olması bakımından geçici olmayan bir kesinlik
ele edilebilir.93
İbn Sina’ya göre burhanla bir şey hakkında neden yönünden olan ve şeyin varlık tarzı
hakkıda her kıyas kast edilirse çoğunlukla gerçekleşen şeyler hakkında burhan olur. Fakat
yalnızca değişmez, başkalaşmaz ve sırf bilfiil olup imkan barındırmayan bir varlığı verme
şartıyla neden veren kıyaslara burhan denirse bu durumda çoğunlukla gerçekleşen şeylerin
burhanı yoktur ve bunlar için burhanî, cedelî, hatabî ve mugalatalı ve şiirsel öncüllerden
yapılan başka bir kıyas vardır. Ancak İbn Sina burhanda böyle bir şart ileri sürülürse gereksiz
zorlamaya girilmiş olacağı kanısındadır. İbn Sina açısından en uygunu şudur: Bütün
açıklamalar varlık-olmayandan ayrışmış bir varlık için yapılır. Varlığı olan şeyin varlığı ya
süreklidir ki bu durumda o zorunludur ya da varlığı sürekli olmayıp çoğunlukladır. Varlığı
ayırt edilen bir şey hakkındaki burhanî açıklama ancak bu iki tarzda var olan şeyler için
yapılır.94
Buna bağlı olarak İbn Sina çoğunlukla gerçekleşen şeyler hakkında da burhan
olabileceğini fakat varlığı ne zorunlu ne de çoğunlukla olmayan aksine oluşu ve varlığı
rastgele olan ve olmayı hak etmekle birlikte olmamamasından ayırt edilemeyen şeyler
hakkında burhan olmadığını belirtir. Çünkü İbn Sina’ya göre mümkün şeylerin bir
varlıklarının durumu bir de imkanlarının durumu dikkate alınır. Mümkünlerde varlık
durumunun ilerde olmalarına dair bir beklenti yoluyla itibara alınmasında yalnızca çoğunlukla
olan şeyler talep edilir ve yalnızca bunlar hakkında kıyas yapılabilir. Çünkü bunların
varlıkları, varolmamalarından doğa ve irade bakımından daha üstündür. Varolması ve
varolmaması eşit olan söz konusu olduğunda ise İbn Sina, bunun iki tarafından biri hakkında
bir burhan veya delil oluşturulamayacağını ifade eder. Taraflardan biri hakkında burhan veya
delil oluşabilmesi için o tarafın var olmasını ve varolmamasını eşit olmaktan çıkaracak bir
tercih edicinin bulunması gerekir. Bu şeyin varlığı dikkate alındığında böyledir. Ama imkanın
92
93
94
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.241. İbn Sina, a.g.e, s.190.; İbn Sina, en-Necât, s.68. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.190. 241
kendisinin dikkate alınması bakımından İbn Sina’ya göre, bütün bu sınıflar hakkında yani
çoğunlukla olan, eşit şekilde olan ve azınlıkla olan mümkün hakkında da burhan
oluşturulabilir. Buradaki burhan, o şeyin varlığı ve yokluğu zorunlu olmayan bir mümkün
olduğunu açıklayan burhan olur yoksa o şeyin var olduğnu veya var olmadığını- bu ikisinden
birinin çoğunlukla gerçekleşen taraf olması hariç- açıklayan burhan olmaz.95
Rastgele olan/rastlantı yoluyla gerçekleşen mümkünlere gelince en-Necât’taki
açıklamayla; mümkünler ya çoğunlukla mümkündür ya da rastlantıyla mümkündür.
Çoğunlukla gerçekleşen mümkünlerin nedenleri de çoğunlukladır. Bu nedenler kıyasta orta
terim yapıldıklarında bilgi ve bununla birlikte bir de galip zan verirler. Bu bilgi nedenlerin
çoğunlukla olan imkanına bağlı olarak yakînî bilgi ifade eder. Dolayısıyla İbn Sina bu
mümkünlerin bir çok şeyde bir yönden zorunluluk ifade ettiğini belirtir. İbn Sina imkan
cümlesine dahil olmaları ve rastlantı yönüyle rastlantı kabilinden olan mümkünler hakkında
da burhan getirilebileceğini mümkün görmektedir. Ancak İbn Sina burada asla dikkatten uzak
tutulmaması gereken bir noktaya özellikle işaret ederek rastlantı kabilinden olan mümkünler
hakkında olmaları veya olmamaları üzerine kesinlikle burhan getirilemeyeceğini özellikle
vurgular. Bununla birlikte rastlantılı mümkünde bir taraf ağırlık basar ve çoğunlukla
gerçekleşme durumuna çıkarsa bu yönüyle de yani varlığı ve yokluğuna ilişkin de burhan
getirilebilebilir.96
Bilimlerde sorular bazen yargının zorunlu, mümkün ve zorunlu olmayan mutlak
belirsiz kipli olmasıyla ilgili olabilir. Çünkü her sorunun cinsinin, o sorunun çözümünü sonuç
veren kendine özgü öncülleri vardır. Öyleyse burhanı kullanan kişi ister açık ister karma
olsun, zorunlu sonuçları zorunlu öncüllerden ve zorunlu olmayan sonuçları zorunlu olmayan
öncüllerden çıkarır. Dolayısıyla İbn Sina, ‘burhan getiren kişi ancak ve yalnızca kipleri
zorunlu ve çoğunlukla mümkün öncülleri kullanır’ şeklindeki yorumun dikkate alınmaması
gerektiğini söyler. İbn Sina’ya göre kanıtlamada bulunan kişi her konuya uygun öncülleri,
örneğin yukarıda ifade edildiği gibi imkanın kendisi dikkate alındığında kanıtlamada bulunan
kişi azlıkla mümkün olanın doğruluğunu sonuçlandırmak istediği zaman kipi azlıkla mümkün
olan öncülleri kullanır. İbn Sina, bu husustaki yanlış anlama ve yorumlamadan ilk dönem
mantıkçıları
sorumlu
tutmaktadır.
İlk
dönem
mantıkçıları
sonraki
mantıkçıların
anlayamayacağı tarzda bunu dile getirmişlerdir. İbn Sina’ya göre burhanda zorunlu dendiği
95
96
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.190, 191. İbn Sina, en-Necât, s.75. 242
zaman bununla özne/konu nitelendiği şeyle nitelendiği sürece zorunlu olan şeyleri içine alan
zorunlu kast edilir.97
İbn Sina bazı durumlarda birden çok şeyin tek bir orta teriminin olabileceği üzerinde
durmaktadır. Orta terim bazen tür bakımından bazen de cins bakımından bir olabilir. Şöyle ki;
bazen bir çok mesele birliği hak edişleri farklı olmakla birlikte tek bir mesele olarak
birleşirler. Bunun nedeni ya orta terimin tür bakımından tek bir şey olmasıdır. Örneğin; suyun
su dolabında tutulması ve enjektöre girmesi ve derinin hacamat şişesine çekilmesi gibi ki
bütün bunların birleşmesinin nedeni, hepsinde zorunlu olarak ‘boşluk’ bulunmasıdır. Örneğin;
Platon'a göre mıknatısın, kehribarın ve hacamat şişesinin çekmesinin nedeni ‘havanın
intikâli’dir. Ya da bir çok meselenin tek bir mesele olarak birleşmelerinin nedeni aracının
(orta terimin) cins bakımından bir oluşudur. Bunun örneği yankı ve gök kuşağıdır. Çünkü
yankı ve gök kuşağında orta terim cins bakımından birdir: Duyuların yansıması. Fakat bu,
yankıda sesin yansıması iken gök kuşağında rengin yansımasıdır.’98
Bazen de tek nedende ortak olan meseleler farklılaşır ve gerçekte tek mesele olmazlar.
Çünkü bu meselelerin aracıya (orta terime) nispetleri aynı değildir, aksine aracı birine daha
yakın ve ötekine daha uzaktır. Fakat genellikle orta terimlerin bir kısmının mertebesi
diğerinin altındadır. Örneğin; ‘niçin Nil, ay sonunda daha gür akar?’ diye sorulduğunda
‘çünkü ay sonunda Ay, kış aylarındaki durumuna daha çok benzer’ denir ve soru tamamlanır.
Sonra başka bir soru sorulur: ‘niçin ay sonunda Ay kışın durumuna benzer?’ Buna şöyle
cevap verilir: ‘Çünkü Ay'ın bize gelen ışığı azalmakta ve ondan meydana gelen ısınma yok
olmaktadır.’ Şayet ‘niçin bu oluyor?’ diye de sorulursa cevap şöyle olur: ‘Çünkü Ay'a ışığı
veren Güneş Ay'ın bize bakmayan en üst yönüne paralel olmuştur.’ Bu soruların tamamı tek
bir nedenin altına girer ki bu neden ‘birleşme’dir. Fakat bu sorular nedene uzaklık yakınlık
bakımından farklılaşırlar ve tek bir soru olmazlar.99
“Şayet büyük terimlerin nedenleri olarak vazedilen orta terimler arasında büyük terime eşit bir neden
bulunursa bu durumda nedenlinin nedenle açıklanması mümkün olduğu gibi nedenin nedenliyle
açıklanması da mümkün müdür ve açıklama döngüsel olur mu? Buna Yerküre’nin Ay tutulması için Ay
ile Güneş arasında aracılık etmesini ve ağaç yaprağının dökülmesi için yaprağın geniş olmasını örnek
verebiliriz. Yaprağın genişliği, her ne kadar dökülmenin uzak nedeniyse de dökülmeye eşit bir nedendir.
Dökülmenin yakın nedeni ise tutunmayı sağlayan yaşlığın kurumasıdır ve bu da dökülmeye eşit bir
nedendir. Biz istersek ‘Ay tutuldu ve dolayısıyla Yerküre, Ay ile Güneş arasına girdi’ deriz ve istersek
de ‘Ay, Yerküre ile Güneş arasına girdi ve dolayısıyla tutuldu’ deriz. Yine hem ‘bu ağacın yaprakları
97
98
99
İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.71. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s. 254. İbn Sina, a.g.e, s.254, 255. 243
geniştir ve dolayısıyla onun yaprakları dökülür’ hem de ‘bu ağacın yaprakları döküldü ve dolayısıyla
onun yaprakları geniştir’ denilebilir. Bu ise açık bir kısırdöngü olmaz mı?”100
İbn Sina’ya göre yukarıdaki itirazda dile getirilen her iki örnekteki açıklama ne
kısırdöngüdür ne de ikisindeki açıklama yönü aynıdır. Bunlardaki açıklamanın döngüsel
olmamasını İbn Sina şöyle ortaya koymaktadır:
‘Söz konusu iki durum ya meçhuldür ve bu takdirde açıklama kısırdöngü olur. Eğer aracılık (orta terim)
zihne önceden gelir de zihin onu bir hesapla bilir ve sonra onun aracılığıyla Ay tutulmasını olumlarsa
kısırdöngü olmaz. Kısırdöngü olması için aracılığı (orta terimi), aracı (orta terim) tarafından olumlanan
Ay tutulmasıyla olumlamaya çalışması gerekir. Çünkü Ay tutulması meçhuldür. Eğer Ay tutulması önce
duyuya gelir sonra duyu onun aracılığıyla orta terimi olumlarsa bu durumda kısırdöngü olmaz.
Kısırdöngü olması için söylediğimize benzer bir açıklama çabasına girilmelidir. Ama bir Ay tutulması
bir aracılığa (orta terime) delâlet ederse ve bu aracının aynısı olmayan bir başka aracı da (orta terim de)
birincinin aynı olmayan başka bir Ay tutulmasına delâlet ederse bu durumda kısırdöngü olmaz. Bu
şeyler hakkındaki açıklama ancak sözgelimi Ay tutulması bilinmez ve aracıyla olumlanırsa, aracı da
bilinmez ve Ay tutulmasıyla olumlanırsa kısırdöngü olur. Ayrıca aracılık, Ay tutulmasının neden
burhanını verir; Ay tutulması ise aracılığın varlık kıyasını verir. Aracılık Ay tutulmasının nedenidir ve
onun tanımında alınır ama Ay tutulması aracılığın nedeni değildir ve onun tanımında alınmaz.’101
Bazen tek bir sonuç farklı nedenlerden alınan aracılarla (orta terimlerle) kanıtlanır. Bu
bağlamda aracılar bazen fâil neden bazen sûrî neden bazen gâî neden bazen de maddî
nedenden alınır. Örneğin; biz insanın ölmesi gerektiğini bazen ölümün fâil nedenini
açıklayarak kanıtlarız. Ölümün fâil nedeni, hayatın ilgili olduğu ıslaklığı yok eden sıcaklıktır.
Bazen de ölümün maddî nedeni yönünden açıklarız. Çünkü madde, oluş için konulmuştur ve
dolayısıyla bozuluşun konusudur ve şeyin maddesi bulunduğunda o maddeye zorunlu olarak
bir heyet gerekli olur. Yine orada o heyeti zorunlu olarak gerektiren fâil bir neden vardır. Bu
durumda maddenin aracılığı, heyetin varlığını sonuç vermeye elverişlidir ve fâilin aracılığı da
böyledir. Aynı şekilde bunların beraberce aracılığı da böyledir. Fakat madde ve fâilden
herhangi biri aracılık ettiğinde tek başına o, diğerinin aracılığını da bilkuvve içerir. Çünkü
madde ancak fâil aracılığıyla fiile çıkar. Maddenin zâtlarındaki fâil de ancak maddeye etki
eder. İbn Sina’ya göre şu halde tam aracılık, madde ve fâilin her ikisinin ya bilfiil ya da
bilkuvve toplamıdır. Böylece adeta onların toplamı, sonucu zorunlu kılan neden olur ama
gerçekte sonuçta bir araya gelmiş nedenler vardır.102
Örneğin; ‘Ay Yerküre'nin aracılığıyla tutulur’ dendiğinde Ay tutulmasının fâil nedeni
verilmiş ve bu neden Ay tutulmasının kabul edici (kâbil) nedenine bilkuvve konulmuştur.
Çünkü aracı ışığı kabul edeni örtmektedir. Bu durumda tam aracılık iki şeyin bir araya
100
101
102
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.255. İbn Sina, a.g.e, s.255. İbn Sina, a.g.e, s.256. 244
gelmesidir: Örtme-bu fâilin fiilidir- ve onun kabûlü-bu kabul edenin halidir-. Ay’ın ışığı kabul
etme durumunun nedenini verir de Ay’ın küreselliği kabul eden neden yapılırsa bu, ancak
Ay’ı bir konumda Güneş’e izâfe etmekle tamamlanır. Bu durumda Ay tutulmasının fâil ve
kabul edici nedeni verilmiş olur. Aynı şekilde bir şeyde gâye (gâye neden) verilirse ondaki
fâil ve kabul edici de temin edilmelidir. Aksi halde nedenli zorunlu olmaz. Eğer örtmeyi kabul
olmasaydı aracılık (yani Yerküre'nin Ay ile Güneş arasına girmesi) Ay tutulmasının nedeni
olmazdı. Işık verenden ışığı kabul eden ve etkilenen olmasaydı küresellik, o tarzdaki bir
kabulün nedeni olmazdı. Bu yönden sonucu zorunlu kılan neden tek bir şeydir ve bu şey,
hepsinin toplamıdır. Ama kabul edici veya gâye olmaksızın fâilin verilmesi gerektiği ya da
yalnızca bilfiil fâilin ve bilkuvve kabul edenin veya yalnızca kabul edenin ve bilkuvve fâilin
verilmesi gerektiği yanlıştır. İbn Sina birden fazla nedenin orta terimler olarak verilmesi
hakkında bilinmesi gerekenin şu olduğunu ileri sürmektedir: ‘Söz konusu nedenler güç
bakımından gerçekte tek bir nedendir çünkü nedenleri verme, iki nedenin toplamına işaret
etmedikçe tam zorunlu kılan olmaz.’103
İbn Sina, tek bir matlupta yalnızca tek bir nedenin olacağının zannedildiğini oysa
bunun mutlak olarak böyle olmadığını aksine yukarıda açıklanan şekilde olduğunu, yine
nedenin mutlaka nedenliye eşit ve ona münakis olması gerektiğinin zannedildiğini ve bunun
da bir durum hariç zorunlu olmadığını belirtir. İbn Sina’ya göre İlk Talim'de (İkinci
Analitikler) de bu durum kastedilmiştir. Söz konusu durum ise orta terimin, büyük terimin
mutlak olarak nedeni olması ve büyük terimin doğasının mahiyeti bakımından belirli bir
doğanın nedenlisi olması ve var olduğu her zaman o doğanın nedenlisi olmasıdır. Yani
nedenlinin nedeni tek olduğu zaman böyledir ama diğer durumlarda bu zorunlu değildir.
Çünkü örneğin; şimşek gibi tek bir doğa, buluttaki rüzgar veya buluttaki ateş sönmesi gibi
kendisinden daha özel çok nedenden meydana gelir. Bulutun kendisi tek bir doğadır ve onun
buharın yükselmesi ve havanın soğuması gibi çok nedeni olabilir. Aynı şekilde kalpten
organlara yayılan sıcaklığın- ki bu hummadır- da nedenleri olabilir: Ruhun alevlenmesi,
karışımın kokuşması ve organın alevlenmesi. Bu nedenlerden hangisi orta terim yapılırsa
nedenliyi sonuç verir. Halbuki söz konusu nedenlerden her biri hummadan daha özeldir. İbn
Sina’ya göre bir kimse ‘ruhun ısınması, bütün hummaların nedeni değildir aksine bir
hummanın nedenidir ve dolayısıyla hummayı sonuç veren kıyasın nedeni olarak vazedilmesi
elverişli değildir’ diyemez. Çünkü büyük öncüldeki yüklemde sözü edilen hummaların hepsi
değil de bir hummadır. Nitekim biz örneğin; ‘insan canlıdır’ dediğimizde bunun insanın,
103
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.256. 245
canlının tamamı olduğunu kastetmeyiz aksine bir canlı demek isteriz. Canlılığın insana
olumlanması için herhangi bir canlılığın insana olumlanması yeterli değildir tam aksine
mutlak olarak canlılık olumsuzlanmalıdır.104
Aynı şekilde orta türlerden herbiri, kendi altındaki türde ve onun altındaki fertlerdeki
cinsinin varlığının nedenidir. Dolayısıyla İbn Sina’ya göre, ‘nedenin burhanlarda daima
(nedenlilere) eşit olması zorunludur öyle ki orta terim, büyük terimden daha özel olduğunda
burhan olmaz’ diye bir şart koşulması gerekmez. Aksine nedenlerin bir kısmı tanıma girer ve
bunlar-ister madde ister fâil olsunlar- hiç kuşkusuz (nedenlilere) eşittir; bir kısım nedenler
şeyin doğasından daha özel ve bir kısmı da daha geneldir. Daha özel olanlar tanıma girmez
çünkü şeyin doğası, kendi olması bakımından onu içermez ve dolayısıyla o doğanın varlığı o
nedenin varlığına dayanmaz. Örneğin; ‘bulutluluk’ varlıkta özel nedenlerden belirli bir
nedenin varlığına dayalı değildir. Yine ‘humma’ doğası bakımından varlıkta yalnızca ruhun
ısısının varolmasına dayanmaz, varsa eğer başka bir nedene dayanır. Daha özel olan nedenler,
neden olmalarına ve sonucun nedenini vermelerine rağmen büyük terimin doğasının mutlak
nedenleri olmadığından tanıma girmezler. Bu nedenler, sonucun bizzât nedenleri olurken
büyük terim mutlak olduğu ve küçük terime göreli (muzâf) olmadığı zaman sonucun bilaraz
nedenleri olurlar.105
Neden olan orta terimlerin bir kısmı büyük terimin değil yalnızca sonucun nedeni
olurlar. Örneğin; ruhtaki sıcaklık, bu bedendeki hummanın varlığının nedenidir yoksa mutlak
olarak hummanın varlığının nedeni değildir. Eğer daha özel olan bu nedenler için genel bir
şey bulunur da o genel şey, nedenli olan şeye örtüşen ve ona münakis olan neden olursa söz
konusu özeller genelin nedenleri olurlar. Söz konusu özeller ile genel arasında başka bir
genelin varolmaya devam etmesi gerekmez çünkü bu imkansızdır. Aksine özeller için aracısız
ilksel olan bir genelde durmak zorundayız. Böylece nedenler özel, nedenli genel olur ve
aralarında kesinlikle bir neden aracı olmaz. Örneğin; her ne kadar bulutun bütün nedenleri
yukarıdaki havanın yoğunlaştırılmasının şiddetinde birleşseler de mesela buluta örtüşen
neden, yukarıdaki havanın yoğunlaştırılmasının şiddetidir. Çünkü yukarıdaki havanın
yoğunlaştırılmasının şiddetinin iki nedeni vardır: Yükselen buhar ve soğuk. Her ne kadar işin
sonunda dursa da bu iki neden ile yoğunlaştırmanın şiddeti arasında başka bir genel neden
olmaz. Bu sebeple soğuk ve buhar bulutun tanımında alınmaz. Yoğunlaşmış neden,
104
105
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.257. İbn Sina, a.g.e, s.257, 258. 246
yukarıdaki havanın tanımı olup bulutun tanımında alınır. Bu durumdaki nedenler yani tanıma
giren nedenler döndürülebilirdir (mün‘akis).106
İbn
Sina
orta
terimin
büyük
terimden
özel
olması
durumunda
ona
döndürülemeyeceğini, dolayısıyla tanımla ilişkili olarak düşündüğümüzde böylesi bir orta
terimin tanım olmasının imkansız olduğunu ileri sürmektedir. Ancak orta terim büyük
terimden daha özel olmadığında büyük terime döndürülür ve tanım ifade eder. Orta terimin
küçük terimle ilişkisi de böyledir. Orta terim, küçük terimden daha özel olduğunda ona
döndürülemez; orta terim ancak küçük terime ilk olarak yüklendiği zaman ona döndürülebilir.
Bunu İbn Sina'nın verdiği şu örnekten yola çıkarak daha da netleştirebiliriz: Örneğin;
rutubetin donması incir, keneotu ve asma gibi çeşitli ağaçlarda varolan bir durumdur, fakat ilk
olarak onların hepsini kuşatan genel bir şey için varolur. Bu şey yaprakların genişliğidir. Bu
takdirde her geniş yapraklı ağacın veya yaprağı dökülen her ağacın rutubeti donar. Rutubet
donduğu zaman da onun tutunmayı sağlayan doğal yapışkanlığı yok olur ve böylece yapraklar
dökülür. O halde dökülme, nedenli olan büyük terimdir; rutûbetin donması, sebep ve
nedendir; yaprağın genişliği, nedenin ilk olarak ait olduğu şeydir.107
‘Dökülme’ zâtı bakımından rutubetin donmasının nedenlisi değildir, fakat bir kabul
eden konudaki varlığı bakımından mutlak olarak rutubetin nedenlisidir. Böylesi olan ise pek
çok şeyde bilinen bir hükmü zorunlu kılar ama o şeyler için neden olması ilk değildir, aksine
onların hepsini birleştiren bir anlam nedeniyle onların nedeni olur; anlamın da yalnızca tek
tek konulardaki varlığının değil mutlak olarak varlığının nedenidir. Böylesinde ise neden
kendisine eşit olan hükmün tanımına dahil olmak zorundadır. Çünkü nedenlerin burada
nedenlilerden daha özel olmaması gerekir. Zira nedenliden daha özel olan neden, nedenli olan
büyük terimin doğasının mutlak olarak nedeni değil onun tek tek konulardaki nedenidir.
Konuların ise hiç kuşkusuz türleri farklıdır. Oysa biz burada nedenin tek tek konular için değil
o konuları kuşatan genel bir şey için olduğunu varsaydığımıza göre böyle bir neden tanıma
dahildir ve dolayısıyla o, burhanın ilkesinin tanımıdır. Orta terim de her yerde değil bu gibi
yerde döndürülebilir.108
İbn Sina'nın verdiği örnekte kendisinin de ifade ettiği gibi ‘dökülme zâtı bakımından
rutubetin donmasının nedenlisi değildir.’ Burada rutubetin donması her ne kadar dökülmeyi
zorunlu kılsa da onda ilk olarak bulunmamaktadır. Rutubetin donması, ilk olarak yaprağın
106
107
108
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.258.; İbn Sina, en-Necât, s.86. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.259.; İbn Sina, en-Necât, s.86. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.260. 247
geniş olması'nda bulunmaktadır. Buradan hareketle rutubetin donması yaprağın geniş
olmasında ilksel olarak bulunduğundan ona evrilebilir.109
İbn Sina nedenle ilişkili olarak bir başka soruyu ele almakta ve tartışmaktadır. Soru şu:
‘Acaba burhanla talep edilen arazlardan belirli birisinin, hepsinde- yani tek tek konularda
değil de farklı konuları kuşatan bir anlamda- tek bir nedeni olmayabilir mi?’ İbn Sina bu
sorunun cevabında şöyle denildiğini aktarır: Şeyin hakiki zâtî nedeninin bir tek olmaması
mümkün değildir, çünkü hakiki zâtî neden burhanın ilkesinin orta terimi olur. Alamet ve uzak
(garîb) arazlar gibi kıyasın nedenine gelince bunun bir tane olmaması mümkündür.
Dolayısıyla İbn Sina’ya göre Aristoteles’in tek tek konulara özgü nedeni değil de konuların
hepsinde neden olan nedeni kast ettiğini anlamak mümkündür. İbn Sina, Aristoteles’in sanki
şöyle dediğini ifade eder: ‘Böyle bir neden nedenliye eşit olur hatta nedenli ortak isim olsa ve
tek bir şey olarak alınsa onun nedeni yapılan şey ancak isim ortaklığıyla tek bir şey olarak
alınabilir ve bu sayede ona eşit olur. Eğer nedenli, türsel nedenlilerin cinsi ise nedenler de
türsel nedenlerin cinsi olur. Eğer nedenli çok şeye nispetle bir ise neden de böyle olur110 ve bu
nedenle ondaki orta terimin büyük terimin doğasında olduğu görülür. Çünkü büyük terim
fertlerde eşit derecede gerçekleşmiş (mütevâtı) ise onu gerektiren şeyin de – ki bu onun bizzât
nedenidir- belirli ve eşit derece gerçekleşmiş bir anlam olması gerekir.’111
Eğer neden, neden olması bakımından belirsiz olmayıp belirli (meydana gelmiş) ve
gerçekleşmiş bir anlam ise ondan zorunlu olarak meydana gelen şey de onun karşılığında
gerçekleşmiş ve belirli bir anlam olmalı, tek bir isimle delâlet edilen bir anlam olmamalıdır.
Bu böyle olunca şayet büyük terim belirli (meydana gelmiş) değilse orta terim de belirli
değildir. Meseleler tek bir matlupta buluşan farklı konulara özgü olursa ve matlup da ilk
olarak onları kuşatan bir anlama aitse bu durumda meseleler çok değil tektir. Bu meseleler
için özel orta terimler alınırsa orta terimler gerçekte çok değil matlubun birliği nedeniyle
birdir. Çünkü söz konusu matluba eklenen özelleştirmeler ortadan kalkabilir ve neden, bizzât
o hükümdeki genel anlamın nedeni olmaya devam edebilir.112
Örneğin; nispetin değiştirilmesi, sayıya özgü kılınır ve orada bir orta terim vardır,
ölçüye özgü kılınır ve orada başka bir orta terim vardır. Ama nispetin değiştirilmesi, yalnızca
nicelik olması bakımından nicelik için ilktir ve orta terim, iki farklı bilimde alınan iki orta
terim arasında ortak şeydir. Bu orta terim ise neden yapılan söz konusu artma tarzdır. O da
nicelik için ilktir. Fakat nasıl ki iki büyük ve iki küçük terime bir cinse özgü kılınmaları
109
110
111
112
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.260. İbn Sina, a.g.e, s.260. İbn Sina, a.g.e, s.261. İbn Sina, a.g.e, s.261. 248
iliştiyse aynı şekilde iki orta terime de özgü kılınmak ilişmiştir. Açıklama Geometri’de bir
tarzda ve Aritmetik’te bir tarzda alınan nispet değiştirilmesinin açıklaması gibi değil de renkte
bir tarzda ve şekilde bir tarzda alınan benzerliğin açıklaması gibi olduğunda her iki meselede
de talep edilen benzerlikteki orta terim, ancak isim bakımından bir olabilir. Çünkü iki
meseledeki benzerlik, isim bakımından bir ve tanım bakımından farklıdır. Zira renkteki
benzerliğin tanımı, duyuda ortaklık iken şekildeki benzerliğin tanımı açıların eşit olması ve
kenarların uyumudur. Benzerlik, isim ortaklığıyla değil de dereceli eşitlikle (teşkîk) ve nispet
birliğiyle olursa orta terim de böyle olur. Nitekim sıhhî, tıbbî, güç vb. matlupları dereceli
olarak eşit ve göreli (müşekkek nisbî) şeyler olan meselelerde orta terim böyledir.113
İbn Sina orta terimin küçük terimle ilişkisini de yine orta terimin büyük terimle ilişkisi
bağlamında daha önce verdiği örnek üzerinden ele almaktadır. İbn Sina şöyle diyor: “Orta
terimin küçük terime döndürülebilir (mün‘akis) olması, ancak orta terimin ve nedenin kendisi
için ilk olduğu şey -sözgelimi yaprağın genişliği- alındığı ve küçük terim yapılarak ‘geniş
yapraklı her ağaç’ denildiği zaman olur. Fakat orta terimin ikincil olduğu şey alınarak bu şey
küçük terim yapılırsa- meselâ birinci küçük terimin altındaki türlerden biri küçük terim
yapılırsa- bu durumda orta terimin küçük terime döndürülebilir olması kesinlikle zorunlu
değildir. Buna incir ve asmayı örnek verebiliriz. Çünkü yaprağın dağılmasının bunları
yüklenmesi tümeldir.”114
Bazen bir şeyin çok nedeni olabilir ve bunlar çok olmalarına rağmen nedenliden daha
özel olurlar; tek bir şeyin nedeni olurlar ama farklı konularda o şeyin nedeni olurlar.
Sözgelimi uzun ömürlülüğün nedeni, insanlarda ve dört ayaklılarda ‘safranın yokluğu’ iken
kuşlarda ‘mizacın kuruluğu’dur. Fakat tek bir şeyin tek bir şeyde farklı nedenleri olamaz yani
başlangıçta söylendiği tarzda nedenliyi tam olarak veren nedenleri olamaz.115
‘Yüklemin nedeninin konuya döndürülebilir (mün‘akis) olduğunu sonra yüklemin o
nedenden daha genel olan ve konuya döndürülebilir olmayan bir nedeni bulunduğunu
düşünelim. Örneğin; bu bulut, soğuktan ve hava yoğunlaşmasından oluşur; başka bir bulut ise
buhardan ve hava yoğunlaşmasından oluşur. İki durumdan birinde hava yoğunlaşmasının
nedeni soğuma iken diğerinde buharın yoğunlaşmasıdır. Şimdi bu iki nedenden hangisi birinci
buluta hangisi ikinci buluta özgüdür?’ İbn Sina bunun cevabını şöyle verir: “Birinciye özgü
olan, ona daha yakın olandır yani ‘soğuk’tur. İkinciye özgü olan ise ona daha yakın olandır
yani ‘buhar’dır. Mutlak buluta özgü olan ise ona daha yakın olandır yani ‘hava
113
114
115
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.261. İbn Sina, a.g.e, s.262. İbn Sina, a.g.e, s.262. 249
yoğunlaşması’dır.”116 Özetle; özel konulara ait nedenler özel nedenlerdir. Genel konuya ait
neden ise genel nedendir. Yine iki taraf arasında birbirine döndürülebilir ve birbirinin nedeni
olan aracılar bulunduğunda küçük terimin nedeni, ona daha yakın olan aracıdır. Çünkü küçük
terime daha yakın olan aracı, yükleme daha yakın olan ikinci nedenin küçük terim için
varlığının nedenidir. Büyük terimin nedeni ise büyük terime daha yakın olandır. Sonucun
nedeni ile yalnızca büyük terimin nedeni arasındaki fark şudur: Birincisi sonucun nedenidir ve
küçük terime daha yakın olan, sonucun nedeni olmaya daha yakındır; ikincisi ise yalnızca
büyük terimin nedenidir. Burada İbn Sina, sonucun nedeni ile sonucu tasdik etmenin nedenini
kast etmediğini aksine sonucun kendinde varlığının nedenini kast ettiğini belirtir.117
3. Bilinenlerden Bilinmeyenlere Ulaşılması
İbn Sina’ya göre bilimsel soruların (el-metâlibu’l-ilmiyye) cevabına ulaşmak ancak
mevcut şeylerle mümkündür.118
Bir tümel hakkında hüküm verdiğimizde bu hükmün ilk meydana gelişi ya ‘bütün
insanlar canlıdır’ ve ‘bütün parçadan büyüktür’ hükümlerinde olduğu gibi kendiliğinden
açıktır ya da herhangi bir kıyastan yardım alınmaksızın şeylerin tasdik edildiği tarzlarda bir
tümevarım veya bir tecrübeyle açıklık kazanır. Bu durumlarda hükmün tümelin altına giren
bütün tikeller için geçerli olduğunu bilkuvve biliriz, fakat bilfiil bilmeyiz. Örneğin;
Hindistan'daki Zeyd'in canlı olduğunu bilemeyiz. Çünkü biz, bütün insanların canlı olduğunu
bildiğimizden Hindistan'daki Zeyd'in canlı olduğunu henüz bilkuvve biliyoruz. Zeyd'in canlı
olduğunu bilfiil bilmeyişimizin nedeni, bütün insanların canlı olduğu bilgisine başka bir bilgi
veya başka iki bilginin eklenerek kuvve halinde olanın fiil haline çıkmasına gerek
duyulmasıdır.119
Şöyle ki; Zeyd'in mevcut olduğunu ve Zeyd'in insan olarak mevcud olduğunu
bilmemiz gerekir. Herhangi bir talep ve öğrenim olmaksızın duyu yoluyla Zeyd'in mevcud
olduğu ve onun insan olduğu marifeti meydana gelince ve bunlara, daha önce bizde bir kıyas
olmaksızın meydana gelmiş bir bilgi üçüncü bir bilgi oluşturacak şekilde eklendiğinde
Zeyd'in canlı olduğunu biliriz. Böylece bir marifet ve bir bilgi’den bizde başka bir bilgi
oluşmaktadır. Bu ikisinden marifet duyudan olandır, bilgi ise akıldan olandır. Marifet şimdi
meydana gelmiştir, bilgi ise daha önce meydana gelmiştir. Bu ikisinden meydana gelen
116
117
118
119
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.262. İbn Sina, a.g.e, s.262.; nedenselliğin yorumu için ayrıca bkz.Ömer Türker, İbn Sina Felsefesinde Metafizik
Bilginin İmkanı Sorunu, s.188-202. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.22. İbn Sina, a.g.e, s.23. 250
bilginin ise bizde daha önce meydana gelmiş olması ve ona ulaştıran ilkelerini talep etmiş
olmamız mümkün olduğu gibi herhangi bir talep olmadan onun bütün nedenlerini elde etmek
için ona doğru sürüklendiğimiz bir şey olması da mümkündür. Bununla birlikte talep edilen
ve onun ilkeleri her halukarda daha önce tasavvur edilmiş olmalıdır. Bazen böyle olmayıp
aksine tümel hakkındaki hüküm, bizde bir kıyasla meydana gelmiş, tikel hakkındaki hüküm
ise başka bir kıyasla meydana gelmiş olabilir. Bunlar birleştiğinde üçüncü bilgi meydana
gelir. Fakat durum böyle olsa da ilk kıyaslar, kendiliğinden açık öncüllerden veya herhangi
bir kıyas olmaksızın tümevarım, tecrübe ve duyuyla elde edilen öncüllerden oluşur.120
İbn Sina mevcut şeylere dair bilginin nasıl elde edildiğinin açıklamasını verdikten
sonra bilgiye dair ileri sürülen kuşku üzerinde durmakta ve Menon paradoksunun
çözümlemesine geçmektedir. İbn Sina kısaca tümelin kapsamına giren tikel durumları tecrübe
olmadan bilkuvve bildiğimizi ancak bilfiil bilmediğimizi ileri sürerek bu problemi
çözmektedir. Örneğin ‘bütün ikiler çifttir’ önermesi, bize aynı zamanda herhangi bir ikinin de
çift olduğu bilgisini bilkuvve vermektedir. Dolayısıyla herhangi bir tikel ikinin bilfiil çift
olduğunu bilmemek bizim bütün ikilerin çift olduğu bilgisini ortadan kaldırmaz. Falanın
elindeki şeyin çift olup olmadığını bilmesek bile bütün ikilerin kendinde iki olduğu şeklindeki
bilgimizin anlamı sabittir, ortadan kalkmaz. Bilmediğimiz şey ise bilgimize bilfiil değil
bilkuvve dahildir. Dolayısıyla onu bilmemek bizde olanı bilfiil bilmemek değildir. O
kimsenin elindekinin iki olduğu bilgisi bizde meydana geldiğinde ve bizdeki bilineni
hatırladığımızda şu anda onun elindekinin çift olduğunu biliriz. Öyleyse bilmediğimiz şey,
bildiğimiz şeyden başkadır. Bir şeyin iki olup olmadığını bilmediğimiz için onun çift olup
olmadığını bilmediğimizde bu, bizim bütün ikilerin çift olduğunu bilmemizi ortadan
kaldırmaz. Dolayısıyla onun bir yönden çift olduğunu da bilmiş oluruz.121 İbn Sina bu
çözümleme ile aşağıdaki akıl yürütmede ileri sürülen problemi (şekk) çözüme
kavuşturmaktadır:
“Sonra bir kimse birine şöyle sorabilirir: 'Bütün ikilerin çift olduğunu biliyor musun?' Malumdur ki
sorunun cevabı 'bunu biliyorum' olacaktır. Soruyu soran dönüp şöyle der: 'Elimdeki çift midir tek
midir?' Eğer muhatap 'bunu bilemeyiz' diyerek cevap verirse soruyu soran döner ve şöyle der: 'Öyleyse
siz bütün ikilerin çift sayı olduğunu bilmiyorsunuz. Çünkü elimdeki bu şey ikidir ve siz onun çift
olduğunu bilemediniz.”122
İbn Sina bu argümandan hareket eden ve, öğrenme ve öğretmenin dolayısıyla bilginin
imkansızlığına dair ileri sürülen Menon paradoksuna geçmektedir. Öğretme ve öğrenimin
120
121
122
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.23. İbn Sina, a.g.e, s.24. İbn Sina, a.g.e, s.23, 24. 251
iptali hakkında Sokrates'le tartışan Menon, Sokrates'e şöyle demiştir: ‘Bir bilgiyi talep eden
kimse ya bildiğini talep eder ya da bilmediğini talep eder. Bildiğini talep ediyorsa onun talebi
anlamsızdır; bilmediğini talep ediyorsa onu bulduğunda nasıl bilecektir? Bu kimse tıpkı
tanımadığı kaçak bir köleyi arayan kişi gibidir ki onu bulduğunda onu tanıyamaz.’ Sokrates
Menon'u nakzetmek için ona geometrik bir şeklin açıklamasını göstererek bilinmeyen bir
şeyin bilinmiyorken onun bililenenle nasıl yakalanacağını anlatmıştır. İbn Sina’ya göre
halbuki bu mantıkî bir söz değildir. Çünkü Sokrates bunun yani bilinen yoluyla bilinmeyene
ulaşmanın mümkün olduğunu açıklayarak Menon'un imkansızlık sonucunu veren kıyasıyla
zikrettiği şeyin mümkün olduğu sonucunu veren bir kıyas zikretmiş ve şüpheyi çözememiştir.
Platon ise sorunun çözümünü üstlenmiş ve şöyle demiştir: ‘Öğrenme hatırlamadan
ibarettir.’123 Platon'un bununla ifade etmek istediği şudur: ‘Matlup talepten ve öğrenilmeden
önce bilinmektedir, fakat talep edilmesinin nedeni unutulmuş olmasıdır. İnceleme ona
ulaştırdığında ise hatırlanır ve bilinir. Bu durumda talep eden kimse daha önce bildiği bir şeyi
bilmiş olur.’ İbn Sina’ya göre sanki Platon şüpheyi onaylamış ve ondan kurtulmaya çalışmış
ama bir imkansızlığa düşmüştür.124 İbn Sina eş-Şifa'nın el-Kıyas bölümünde bu konuyu
detaylı olarak ele aldığını ifade etmekle birlikte bu paradoksun çözümüne burada kısaca yer
vermektedir. İbn Sina yukarıdaki çözümlemeyle bağlantılı olarak benzer çözümleme
getirmektedir:
Eğer matlubu bütün yönlerden biliyorsak onu talep edemeyiz ve yine eğer hiçbir
yönden bilmiyorsak yine onu talep edemeyiz. Dolayısıyla matlup bizim için iki yönden
bilinen, bir yönden de bilinmeyendir. Matlup bizim için tasavvurla bilfiil bilinenken tasdikle
bilkuvve bilinendir. Matlubun bizim için bilfiil bilinmeyen olması, özel olması
bakımındandır. Bununla birlikte özel olmaması bakımından yine bilfiil bilinendir. Biz, ‘böyle
olan herşey, şöyledir’ bilgisine herhangi bir talep olmaksızın aklın fıtratıyla veya duyuyla
veya başka bir şekilde sahip olmuşsak bilkuvve pek çok şeyin bilgisini kuşatmışız demektir.
Duyuyla tikellerden bir kısmını herhangi bir talep olmaksızın algıladığımızda bu bilgi o anda
birinci bilginin altına bilfiil girer. Bu bir yönden Menon'un zikrettiği kaçak köle örneği ile tam
olarak paraleldir. Çünkü biz kaçak köleyi önce tasavvurla bildiğimiz gibi burada da matlubu
önce tasavvurla biliriz; tıpkı kaçak kölenin bulunduğu yeri bilmeden (ma‘rifet) önce ona
giden yolu bildiğimiz gibi burada da matluptan önce onu tasdikle bilmeye (ma‘rifet) götüren
şeyi biliriz. Matluba giden yolu izlediğimizde ve daha öncesinde bizde onun zâtına ait bir
tasavvur ve ona götüren bir yol bulunduğunda ona ulaştığımız takdirde talep edilenin o
123
124
bkz. Platon, Diyaloglar, Menon Diyaloğu, çev. Teoman Aktürel, Remzi Kitapevi, I.Basım- 1982 İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.24, 25. 252
olduğunu kavrarız. Nitekim kaçak köleye giden yolu izlediğimizde ve bizde onun zâtına ait
bir tasavvur ve ona ulaştıran yol olduğunda kendisine ulaştığımız takdirde onu biliriz
(ma‘rifet).125
Biz kaçak köleyi daha önce görmemiş olsak, fakat onun alâmetini tasavvur ederek bu
alâmeti taşımakta olan herkes bizim firarimizdir desek ve sonra da buna bir çabayla değil de
rastgele bir görmeyle gerçekleşen veya bir çaba, talep, sınama ve tanımayla gerçekleşen bir
bilgi eklense ve o alâmeti kölede bulsak onun bizim kaçak kölemiz olduğunu biliriz. Böylece
alâmet kıyastaki orta terim gibi olur, o alâmeti kölede bulmamız küçük terimin gerçekleşmesi
gibi olur, kaçağın bulunması ise sonuç gibi olur. Bu kaçak köle de bizim için bütün yönlerden
bilinen değildir, aksi halde talep edemezdik. Aksine kaçak köle bizim için tasavvur yönünden
bilinen, bulunduğu yer yönünden bilinmeyendir. Biz onu bilinen olduğu yönden değil
bilinmeyen olduğu yönden talep ediyoruz. Onu bildiğimiz ve ona ulaştığımızda bizde ona dair
daha önce bulunmayan bir bilgi oluşur. Bu bilgi, bilginin iki sebebinin bir araya gelmesiyle
meydana gelmiştir. Birinci sebep ona giden yol ve bu yolu izlemektir. İkinci sebep ise
duyunun onu algılamasıdır. Aynı şekilde bilinmeyen matluplar da iki şeyin bir araya
gelmesiyle bilinir. Birincisi daha önce bizde bulunan bir şeydir: ‘Bütün B'ler A'dır.’ Bu, kaçak
köle örneğindeki birinci sebebin benzeridir. İkincisi şu anda gerçekleşen bir şeydir: Duyuyla
C'nin B olduğunu bilmemiz (ma‘rifet). Bu da kaçak köle örneğindeki ikinci sebebin
benzeridir. Nasıl ki oradaki iki sebep kaçak kölenin idrak edilmesini gerektiriyorsa aynı
şekilde buradaki iki sebep de matlubun idrak edilmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla İbn
Sina’ya göre Menon'un Sokrates'e yönelttiği ‘bütün yönlerden bilinmeyen her şey, bulunduğu
zaman bilinemez’ itirazı kabul edilemez. Aksine ‘hiçbir yönden bilinmeyen herşey,
bulunduğu zaman bilinemez.’ Fakat daha önce bilinen bir şeyin bilinmesi durumunda önceki
bilgi, o şeyin bilkuvve bilgisidir ve o önceki bilgi bunun alâmeti gibidir ve onu fiile çıkaran
bir şeyin bitişmesine ihtiyaç duyar. Fiile çıkaran bu şeyin bitişmesiyle de talep edilen
meydana gelir.126
İbn Sina bütün bu açıklamalarla bağlantılı olarak öğretme ve öğrenmenin
gerçekleşmesi için bir tasavvuru ilksel (evvelî) olan ilkelerin ve bir de tasdiki ilksel (evvelî)
olan ilkelerin bulunması gerektiğini ve bilginin ancak bunlar üzerine temellendirilebileceğini
ileri sürmektedir. Aksi halde tasavvuru ilksel ve tasdiki ilksel ilkelerimiz olmadığı takdirde
durum sonsuza kadar gidecek ve bilgi imkansız hale gelecektir. İbn Sina şöyle diyor:
125
126
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.26. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.25, 26.; bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’lKâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s. 426-428.; Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.53-58.; Menon paradoksuna ilişkin
aynı çözümleme için bkz. İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.47, 48.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.176-179. 253
‘Zihnî öğretme ve öğrenmenin nasıl gerçekleştiği ve bunun, önceki bir bilgiyle meydana geldiği açıklık
kazandığına göre bizde bir tasavvuru ilksel (evvelî) ilkeler bir de tasdiki ilksel ilkelerin bulunması
gerekir. Her öğretme ve öğrenme, önceki bir bilgiyle olursa ve sonra da her bilgi bir öğretme ve
öğrenmeyle olursa durum sonsuza dek gider ve dolayısıyla öğretme ve öğrenme mümkün olmaz.
Aksine bizde herhangi bir aracı olmaksızın tasdik edilen şeylerin ve herhangi bir aracı olmaksın
tasavvur edilen şeylerin olması ve bunların, tasdik ve tasavvurun ilk ilkeleri olması kaçınılmazdır.’127
Burada önemli bir tartışma konusu gündeme gelmektedir: Varlığı olmayan, zâtı
olmayan ve imkansız olana dair bilim mümkün müdür? İbn Sina bu konuya ilişkin önce şu
soruyu sormaktadır: “Fakat burada bir problem var. Zâtı yok ve imkansız olan ‘o nedir?’
sorusu sorulduğunda nasıl tasavvur edilecek ki bundan sonra ‘o var mıdır?’ diye sorulsun?
Çünkü onun nefiste bir anlamı oluşmadan nasıl ‘o meydana gelmiştir veya meydana
gelmemiştir’ diye hüküm verilecektir! Halbuki imkansızın varlıkta sûreti yoktur dolayısıyla
imkansızdan nasıl sûret alınacak ve tasavvur edilen bu şey, onun anlamı olacaktır?”128
İbn Sin’ya göre söz konusu imkansız ya tekildir ve kendisinde hiçbir bileşim (terkîb)
ve ayrıntı (tafsîl) barındırmaz ya da bileşim ve ayrıntı barındırır. Tekil olup bileşim ve ayrıntı
barındırmadığı durumda onun tasavvur edilmesi ancak ve ancak mevcuda bir tür kıyasla ve
mevcuda nispetle mümkündür. Örneğin; ‘boşluk’ (halâ) ve ‘Allah'ın zıddı’ gibi. Boşluk’un
cisimler için kabul edici gibi olduğu tasavvur edilir yani adeta cisimleri kabul eden bir şey
olarak tasavvur edilir. Allah'ın zıddı ise Allah için tıpkı sıcak için soğuk gibi tasavvur edilir.
Böylece imkansız, nispet edildiği mümkün bir şeyin sûretiyle tasavvur edilmektedir. Ancak
kendi zâtı dikkate alındığında imkansız ne tasavvur edilir ne düşünülür ne de onun bir zâtı
vardır.129
‘Keçigeyik’, ‘Anka’ ve ‘uçan insan’ gibi bir bileşim ve ayrım barındıran imkansıza
gelince öncelikle bunların, imkansız olmayan ayrıntıları (tefâsil) tasavvur edilir, sonra zâtları
bileşik olan mevcut şeylerin ayrıntılarında mevcut olan birlikletiliğe (iktirân) kıyasla o
ayrıntılar için bir birliktelik tasavvur edilir. Dolayısıyla bu gibi imkansızlarda üç şey
bulunmaktadır: Bunlardan ikisi, her biri kendi başına mevcut olan iki parçadır. Üçüncüsü ise
ikisi arasındaki teliftir. Bu üçüncü, telif olması bakımından tasavvur edilmektedir. Çünkü
telif, telif olması bakımından varolanlar grubuna girmektedir. Bu açıdan o, yok olan şeyin
adının delâlet ettiği anlamı vermektedir. Şu halde, der İbn Sina, yok (ma‘dûm), ancak
mevcutlara ait önceki tasavvur sayesinde tasavvur edilmektedir.130
127
128
129
130
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.26. İbn Sina, a.g.e, s.22. İbn Sina, a.g.e, s.22. İbn Sina, a.g.e, s.22, 23.; Fârâbî’nin yok olanın nasıl tasavvur edildiğine ilişkin benzer yorumu için
bkz.Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.55.; İbn Sina dolayımında, başta kişinin kendi varlığına ilişikin bilgisinin,
254
Çalışmamızın birinci bölümünde bilgiyi mümkün kılan ve Meşşâî bilim paradigmasını
kuran ilk tasavvurlar ve ilk tasdikî bilgilerin ne şekilde oluştuğu üzerinde detaylı olarak
durmuştuk. Şimdi Bilimsel Kanıtlama Teorisi’nin önemli bir ayağını oluşturan ilk
tasavvurlardan yola çıkarak bilimsel tanımların nasıl elde edildiği ve kazanıldığı (iktisâb),
ardından yine ilk tasdîkî bilgilerden yola çıkarak bilimsel kanıtlamayla başka tasdikî bilgilerin
nasıl kazanıldığı üzerinde duralım.
4. Tanım Oluşturma Yöntemi ve Tanım-Bilimsel Kanıtlama İlişkisi
4.1.
Tanım Oluşturma Yöntemi
Bilimsel tanımlara ulaşmanın esas yöntemi ne burhan ne tanımlananın küçük terim ve
tanımın da büyük terim olduğu kıyas131 ne bölme ve ne de tikellerin tümevarımıdır.132 Çünkü
tümevarım tümel bilgi vermez. Zira tümevarımsal olarak çıkarılmış ve tür için yapılmış
tanımda daima yanlışa düşme ihtimali vardır. Yine tanımın her bir şahıs için olduğu ifade
edilirse bu, tanımın tür için olduğu anlamına gelmez.133 Tanımın duyuyla bilinmesine ve
parmakla işaret edilmesine de imkan yoktur. Sonra şeyin ne olduğunun (mahiyetinin) anlamı
yani gerçek tanım, ancak zâtı mevcut bir şey için olabilir. Zâtı varolmayan şey içinse
kavramın (ism) anlamına delâlet eden bir söz olabilir ama bu o şeyin tanımı olmaz.134
Tanımları oluşturmanın asıl yöntemi sentez yöntemi (terkîb)’dir.135 Bu da,
bölünemeyen şahısları elde etmeye çalışmakla ve bunların on cinsten (on kategori/el-ecnâsu’laşere) hangisinin kapsamına girdiğini araştırmakla ve bu şahıslar için oluşturucu (mukavvim)
bütün yüklemleri almakla ve bu yüklemlerden hangilerinin ilk olduğunu bildikten sonra zâtî
bir bileşim oluşturmakla tanıma ulaşma şeklinde olur. Zâtî yüklemleri toplayınca bunlardan
iki yönden tanımlanana denk/eşit olan cümle tanım olur. Bu cümlenin/bileşimin tanımlanana
denk olmasının iki yönünden birincisi yüklemedeki denklik/eşitliktir yani tanımlanana
131
132
133
134
135
bilgiyi mümkün kılan en bedîhî bilgi olduğuna ilişkin önemli değerlendirme ve yorumlar için bkz.Ömer
Türker, İbn Sina Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkanı Sorunu, s.158, 159. Müellif burada İbn Sina’nın
aralarında bulunduğu Meşşâî filozofların ‘bir şeyi ispatlamak için kullanabileceğimiz öncüller ispatlanan
şeyden daha açık olmalıdır’ ilkesinden hareketle sofistlere karşı bilimin imkanını temellendirdiklerini ortaya
koyar. İnsanın en açık ve en doğrudan bilgisi kendisinin var olduğuna ilişkin bilgisidir. Bu öncülden
kuşkulanıldığı takdirde onun ispatlanması mümkün olmadığı gibi çürütülmesi de mümkün değildir. Müellif,
İbn Sina’nın havada asılı insan metaforundan hareketle İbn Sina’da kişinin kendisinin var olduğuna dair
bilgisinin bedihiliğini kabulü zorunlu bir veri olarak aldığını ifade eder. Müellife göre İbn Sina’da veri olarak
alınan ben bilgisi, kişinin kendi varlığına ilişkin bir kavrayış hali ve dolayısıyla kavram bilgisi gibi
görünmekle birlikte duyu verilerinin de katkılarıyla tahlil edildiğinde metafiziğin temelini oluşturan bütün
bedîhî kavramları içerecek bir önerme bilgisine dönüşmektedir.
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.210.; İbn Sina, en-Necât, s.76, 77. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.220. İbn Sina, en-Necât, s.78. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.220. İbn Sina, a.g.e, s.242; İbn Sina, en-Necât, s.78. 255
yüklem olan her şeye, bu bileşimin de yüklem olması; bu bileşimin yüklem olduğu her şeye
de tanımlananın kendisinin yüklem olmasıdır.136
İkincisi manadaki denklik/eşitliktir. Bu da tanımı oluşturan bileşimin, zâtın hakikatinin
tamamına delâlet etmesi ve bu hakikati, kendisinden hiçbir şey dışarıda kalmayacak şekilde
ifade etmesidir. Çünkü tanım bazen zâtı temyiz etmesine rağmen cinslerin bir kısmını ve
fasılların bir kısmını dışarıda bırakabilir ki bu durumda yükleme bakımından tanımlanana
denk/eşit olmasına rağmen manada tanımlanana denk/eşit olmaz. Örneğin; insanı ‘düşünen
ölümlü bir cisimdir’ şeklinde tanımlamak gibi. Bu tanım gerçek bir tanım değil eksik bir
tanımdır. Çünkü bu tanımda yakın cins vazedilmemiştir. Yine ‘iradeyle hareket eden’i ilave
etmeksizin canlı’yı ‘nefis sahibi duyumsayan cisimdir’ şeklinde tanımlamak gibi. Bu tanım da
yükleme bakımından tanımlanana eşittir/denktir ancak mana bakımından denk/eşit olmayıp
eksik tanımdır. Bu bakımdan İbn Sina, tanımda uzun ya da kısalığa değil bilimsel olarak
nefiste mevcut olan bir sûretin tamamına denk/eşit makûl bir sûret olmasına dikkate edilmesi
gerektiğini hatırlatır.137
Filozoflar/bilim adamları, tanımlarda temyizi değil bir şeyin zâtının ve mahiyetinin
tam olarak ortaya konmasını talep ederler. Bu sebeple der, İbn Sina, Aristoteles tanımı,
şârihlerin (muhaddisûn) ifade ettikleri gibi ‘temyiz edici öz ve kısa söz’ diye değil ‘mahiyete
delâlet eden söz’ diye tarif etmiştir. Bu nedenle Doğa bilimcilerinin ‘kalpteki kanın
hızlanması’ şeklindeki ‘öfke’ tanımında olduğu gibi sadece unsuru alarak veya
Diyalektikçilerin ‘intikam arzusudur’ şeklindeki ‘öfke’ tanımında olduğu gibi sadece sûreti
alarak yaptıkları tanım yetkin bir tanım değildir. Sadece unsuru veya sadece sûreti alarak
yapılan bu tanımlar, temyiz edici olmamalarından dolayı değil mahiyeti tam olarak ortaya
koymada yetersiz olduklarından dolayı yetkin tanım değildirler. İbn Sina yetkin tanımın, bu
ikisinin (madde ve sûret) bileşiminden meydana geldiğini belirtir ki bu şekilde türlerin
tanımları ortaya konmuş olsun. Cinslerin tanımında ise türlere özgü fasılları alınır ve geriye
kalanlar terk edilir.138 Şöyle ki;
Tanımlanan ister cins ister tür olsun biz tanımlananlar arasında bölünmeyen zâtlara ve
şeylere yönelir ve bunlar üzerine yüklenen zâtî şeyleri alırız. Söz konusu zâtî şeyler ise
zâtlardan daha geneldirler ve onların ilk cinslerinin-sözgelimi cevher, nicelik veya nitelik vbyahut yakın cinsinin -sözgelimi tek için sayı gibi- dışına çıkmazlar. Biz bütün bu yüklemler
arasında şeylerin mahiyetine dahil olanları alıp onları bir araya toplarız. Böylece her ne kadar
136
137
138
İbn Sina, en-Necât, s.78. İbn Sina, a.g.e, s.78, 79. İbn Sina, a.g.e, s.79. 256
toplamı oluşturanların herbiri, genellik bakımından tanımlanandan daha büyükse de bunların
toplamından hem döndürme (in‘ikâs) bakımından hem de anlam bakımından tanımlanana eşit
bir şey meydana gelir ve öyle ki tanımlananın mahiyetine dahil olanların tamamı bu şeyde
içerilmiş olur.139
Türü tanımlamak istediğimizde türün mahiyetini kurup türün bütün fertlerine ilksel
olarak söylenen bütün zorunlu yüklemleri alırız. Şayet türün tanımından cinsi tanımlamaya
geçmek istersek ilksel tümel yüklemlerle yetinmez tümel yüklemlerin tamamını; hem ilksel
olanları hem de ilksel olmayanları alırız. Bunları bulduğumuzda cinsin tanımını elde etmişiz
demektir. Çünkü türün tanımından türe özgü yüklemleri düşürdüğümüzde cinsin tanımı kalır.
Bunun örneği şudur: Üç'ü tanımlamak istediğimizde mevcûd'u almayız çünkü mevcûd, üçün
cinsinin- ki bu, sayıdır- dışındadır; aksine üçün cinsine uyumlu şeyi alırız. Yalnızca üç’ü
tanımlamak istiyorsak tanımda bütün ilksel zâtîleri alırız. İlksellik, özgülüğü (ilksel olduğu
şeye özgü oluşu) zorunlu kılmaz. Cins ve fâsıl ise tür için ilkseldir. Dolayısıyla üç'ün
tanımında sayı’yı alırız-zira üç sayıdır-, tek'i alırız-zira üç tektir- ve ilk'i alırız. İlk'in iki
anlamı vardır ve biz onu her iki anlamıyla alırız. Bu anlamlardan birincisi sayının kesinlikle
iki sayıdan bileşik olmamasıdır. İkinci anlamı ise sayının başka bir sayı tarafından
bölünmemesidir. Buna göre beş, başka bir sayı tarafından bölünmemesi bakımından ilktir ama
iki sayıdan bileşmemesi bakımından ilk değildir. Çünkü o, üç ve ikiden bileşiktir. Üç ise her
iki bakımdan da ilktir. O halde sayı, üçün ve başkasının ilk yüklemidir ve tek, üç, beş ve
yedinin yüklemidir. İlk ise üçe ve başkasına yani ikiye yüklenmektedir. Üçün mahiyetini
kuran ve onu ilk olarak yüklenen bütün yüklemler bunlardan yani, sayı, tek ve ilk'ten ibarettir.
O halde bunların toplamı (sayı, tek ve ilk), her iki bakımdan hem döndürme (in‘ikâs) hem de
mahiyet bakımından üçe eşittir: ‘Üç, ilk tek sayıdır.’140 Bu sözün yani üç, ‘ilk tek sayıdır’
tarifinin üçe eşit olduğu açıktır. Çünkü üç’ün cinsine söylenemez ve üçten başka üçün cinsi
altına giren ve üçün cinsine özgü bir şeye de söylenemez. Bu tarif sadece üç’e yüklenip üçün
cevherini ortaya koyar.141
Cinsin tanımlanmasına gelince; İbn Sina burada cinsten iki şeyi anlamak gerektiğini
belirtir. Bu iki şey, şeyin mahiyetinde alınan genel yüklem ile şeyin mahiyetinde alınan
konu’dur. Yüklem olan cins tanımlanmak istendiğinde türsel tikellerin sıfatlarından cins için
ilksel olmayanların toplanması gerekir. Çünkü ilksel olan sıfatlar, cins ve fâsıl olurlar ve
bunlar cinsin tanımına dâhil olmazlar. Çünkü fâsıl, cinsten daha özeldir ve cinsin kendisi de
139
140
141
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.242. İbn Sina, a.g.e, s.242, 243. İbn Sina, a.g.e, s.243. 257
kendi tanımına girmez. Aksine fâsıl ve cins, cins ve fâsıl olmayan şeyin tanımına girerler. Bu,
örneğin insanı tanımlayıp onun tanımında ‘düşünen canlı’yı almamız gibidir. Fakat bu yolla
cinsin tanımına varılamaz. Çünkü türe ait hassalar gizlendiğinde geriye cinsin adı kalır.
Örneğin; bu tanımda ‘düşünen’i çıkardığımızda ve insan olmayan canlının tanımından
‘düşünen olmayan’ı çıkardığımızda geriye ‘canlı’ kalır. Bu takdirde geriye kalan cins ismidir
ve cinsin ismi de onun tanımı değildir. Şu halde ister ilksel olsun isterse ilksel olmasın cinsin
mahiyetine dahil olup ona yüklenen bütün yüklemleri talep etmek gerekmektedir. Bu sayede
hem türün tanımı hem de cinsin tanımı kolayca çıkarılabilir.142
Örneğin; doğrusal çizgi, dairenin çizgisi (döngüsel çizgi), eğri parçanın çizgisi (eğri)
ve açının mesela dik açının çizgisi alınır. Her çizginin diğeriyle bitişmesi ya doğrusaldır ya
eğridir ya da döngüseldir veya açı şeklindedir. Dolayısıyla çizgi için genişliği olmayan bir
uzunluk vardır, çizgide farz edilen noktalar çizginin iki ucundaki iki nokta arasında bulunur
ve bunlar arasındaki noktaların tamamı bu iki noktaya paraleldir. Daire, genişliği olmayan bir
uzunluktur ve onda bir nokta bulunabilir ki bu noktadan ayılıp daireye uzanan bütün doğrusal
çizgiler eşittir. Açı şeklindeki eğik ise genişliği olmayan bir uzunluk olup bir yüzeyi kuşatır,
onda bilfiil bir nokta bulunur ve bu nokta sayesinde onun iki parçası birleşir. Bütün bu çizgi
türlerinin herbirinin özelliği kaldırıldığında aralarındaki ortak şey kalır. İşte bu kalan ortak
şey cinsin tanımı olur: ‘Çizgi, genişliği olmayan bir uzunluktur.’143
Tanımlar, türlerden başlamak suretiyle cinslere doğru oluşturulmak istendiğinde şeyi
kuran (mukavvim) yüklemler arasından, her ne kadar bir kısmı diğerinin gereği olsa da, bir
kısmı diğerinde içerilmeyen ve onu kâim kılmayan yüklemler alınır. Şayet kâim kılan
yüklemlerden biri diğer yüklemlerin bir kısmını içeriyorsa o, düşülür ve ihtiyaç duyuluncaya
kadar bir kenara bırakılır. Örneğin; insan veya at, ilk tür olarak alınıp tanım oluşturmaya
ondan başlandığında ve onun için düşünen veya kişneyen, duyumsayan, iradeyle hareket
eden, canlı, beslenen, büyüyen, doğuran, nefis sahibi, uzun, geniş, derin, cisim ve cevher
alındığında bunlardan ilk olarak ‘canlı’ düşülür. Çünkü duyumsayan ve iradeyle hareket eden,
canlı’da içerilmektedir. Aynı şekilde verilen yüksek cinslerin tamamı, canlı’da içerilmektedir.
Yine ‘cisim’ düşülür. Çünkü uzun, geniş ve derin, cisim’de içerilmektedir. Sonra geriye
kalanlar bir tertipte toplanır ve şöyle denir: ‘İnsan, uzunluk, genişlik derinlik sahibi ve
doğuran, beslenen, duyumsayan, iradeyle hareket eden ve düşünen nefis sahibi bir cevherdir.’
Atın tanımında düşünen yerine kişneyen alınır.144
142
143
144
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.243, 244. İbn Sina, a.g.e, s.244. İbn Sina, a.g.e, s.245. 258
Böylece ‘düşünen’ ve ‘kişneyen’in iki türe özgü olduğu ve bunların dışındakilerin
ortak olduğu görülür ve bu ortak bütünlük için basit bir isim alınır. Eğer burada-tıpkı canlı
isminin bulunması gibi- basit bir isim varsa fasılla birlikte o ismin türün isminin tanımında
zikredilmesiyle yetinilerek ‘insan düşünen canlıdır’, ‘at kişneyen canlıdır’ denir. Eğer ortak
bütünlük için bir isim yoksa o bütünlükten daha üstte ve daha genel olan bir isim aranır.
Böylece örneğin; uzun, geniş ve derin cevher için bir isim alınır ki bu isim ‘cisim’dir. Bu isim
alınır ve ‘düşünen nefis sahibi cisim’ denir ve insanın tanımı tamamlanır. Atın tanımı da buna
kıyasla yapılır. Türlerin tanımı yapıldıktan sonra cinsin tanımına geçilmek istenirse özel
fasılların terkedilmesi ve türlerin ortak olduğu şeylerin tamamının ayrıntılı olarak alınması
gerekir. Böylece elde edilen şey cinsin tanımı olur. Bu şekilde tanımlanan cinsin dengi olan
diğer cinslerin tanımlarını talep etmek gerekir. Böylece o cinslerin ortak paydası ve her cinse
özgü olana bakılır; ortak payda talep edilerek o isim, özel faslın ismine eklenir ve ekleme
sonucunda elde edilen isim o cinsin tanımı olur. En yukarıdaki cinse varıncaya kadar bu böyle
devam eder.145
İbn Sina, Aristoteles'in tanım elde etmede sadece sentez (terkîb) yöntemiyle yetinerek
bölme (taksîm) yöntemini reddetiği yönünde yapılan yorumun yanlış olduğunu ileri
sürmektedir. İbn Sina terkip yapmadan önce bize kurucu zâtîleri sağlayacak bölme yöntemine
Aristoteles'in yer verdiği düşüncesindedir. İbn Sina şöyle diyor: ‘İlk Muallim'in tanımın elde
edilmesinde yalnızca sentez yolunu kabul ettiği zannedilmemelidir. Aksine o, bu yola cinsin
gözetilmesini ve ilksel yüklemler ve ilkseller için ilksel olan yüklemlerin gözetilmesini
eklemektedir. Bunda da sentezin gözetilmesine ve bazen bölmeye (taksîm) gerek
duyulmaktadır.’146
İbn Sina açısından bölme (taksîm) her ne kadar tam olarak tanımı vermese de tanımda
yarar sağlar.147 Çünkü her ne kadar tanımın parçaları bölmeden bir gereklilik olarak değil de
özet olarak alınsa da bölme, üç bakımdan tanımlamada yarar sağlar. Birincisi bölme daha
genel ve daha özele delâlet eder. Bundan tanımın parçalarının nasıl tertip edildiği çıkarılır ve
daha genel olan birinci yapılırken daha özel olan ikinci yapılır. Örneğin; insanın tanımında
‘canlı, iki ayaklı ve evcildir’ denir ama ‘iki ayaklı evcil bir canlıdır’ denmez. Çünkü bu iki
durum arasında fak vardır. ‘İki ayaklı evcil bir canlıdır’ sözünde ‘iki ayaklı’ denildiğinde
‘canlı’ da denilmiş olmaktadır. Bu nedenle ‘iki ayaklı’dan sonra ‘canlı’ denildiğinde bu,
tekrardır ve sözün terkibini kötüleştirir. Ama ilkin ‘canlı’ denilip de henüz bilfiil ve bilkuvve
145
146
147
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.245, 246. İbn Sina, a.g.e, s.246. İbn Sina, a.g.e, s.247.; İbn Sina, en-Necât, s.79, 80. 259
olarak ‘iki ayaklı’ denilmezse-ki canlıda içerilenler bilkuvve söylenmiş olur- bu durumda
‘canlı’dan sonra ‘iki ayaklı’ denmesinde herhangi bir sakınca yoktur.148
İkincisi bölme şunu gösterir: Her bir faslı onun üstündeki cinse bitiştireceksin ve onu
altındakinin cinsi yapacaksın; böylece fasılların sırlanması peş peşe olacak ve bir araya gelen
fasıllar ancak peş peşe bir araya gelecekler, dolayısıyla aradaki fasılların hiçbiri
kaçırılmayacaktır. Tanım türlerden cinslere doğru oluşturulmak istendiğinde bir türden uzak
cinse atlanmaz, hemen o türün üstündeki cinse geçilir. Üçüncüsü bölme gereği gibi yapılırsa
zâtî fasılların tamamını içerir ve şeyin mahiyetine dahil olanların tamamı bölmede içerilmiş
olur. Bu durumda fasılları boylamasına peş peşe vermiş ve enlemesine olsa bile onların
tamamını vermiş oluruz. Çünkü cinsin, her biri diğerinin altında bulunmayan iki kısma
ayrılması mümkündür. Örneğin; nefis sahibi cisim, bir keresinde ‘iradeyle hareket eden’ ve
‘iradeyle hareket etmeyen’ kısımlarına ayrılırken bir başka kere ‘duyumsayan’ ve
‘duyumsamayan’ kısımlarına ayrılır. Dolayısıyla bunun bölmede boylamasına gözetildiği gibi
enlemesine de gözetilmesi gerekir ki iç içe geçmiş veya tam olarak ayrışmış zâtî fasıllara
bölünen şeyin hiçbiri dışarıda kalmasın.149 İbn Sina en-Necât’ta ayrıca bölme yaparken
bölmeyi ortada bir yerde sonlandırmamak, arazlara ve şahıslara bölümlenen zâtîlere varıncaya
kadar bölmeyi devam ettirmek gerektiğini de ilave eder. Çünkü örneğin cevherlerden
başlayan bölme, insanda son bulduğu zaman durur ve buradan itibaren artık zâtîlere
bölümleme gerçekleşmez. Bundan sonra şahıslara ve yazan, öğrenen, uzman, kızan vs. gibi
arazî fasıllara bölümlenir.150
İbn Sina'nın burada ele aldığı bölme yöntemi üstten aşağıya doğru inen ve şeyin zâtî
fasıllarını elde edinceye kadar devam eden bir süreci ifade etmektedir. Bölmede fayda
sağlanması için ikinci ve üçüncü yönün gözetilmesindeki kural, bölmenin türleri kuran
(mukavvim) zâtîlerle yapılması ve cins için ilksel bir bölme olmasıdır. Cins için ilksel olan
bölme ise cins nedir yoluyla cinse ait bölmedir. Örneğin; canlının ilksel olarak uçan, yüzen,
sürüngen ve yürüyene bölünmesi, sonra yürüyenin, iki ayaklı ve çok ayaklıya, uçanın da
bitişik kanatlı ve ayrık kanatlıya bölünmesi gerekir. Eğer bu sıralama ihmal edilir ve canlı ilk
olarak bitişik kanatlı ve ayrık kanatlıya bölünürse canlı, canlı olması bakımından değil uçan
olması bakımından bölünmüş olur. Aynı şekilde canlı, çok ayaklı ve iki ayaklıya bölünmesi
durumunda canlı, canlı olması bakımından değil yürüyen olması bakımından bölünmüş olur.
O halde ilkin şuna bakmak gerekir: Cinsin bu bölmeyi kabul etmesi için cinslik doğasına ait
148
149
150
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.247. İbn Sina, a.g.e, s.247, 248. İbn Sina, en-Necât, s.80. 260
zait bir doğasının bulunmasına muhtaç mıdır yoksa böyle bir şeye muhtaç değil de bu bölme
cins için ilk midir? Böylece ilk olan bölme öne alınmalı ve ilk olmayan bölme ertelenmelidir.
İlksel bölme yapıldığında bölünen ile fasıl birleştirilir, sonra diğer bir ilksel bölme yapılır ve
bu süreç yalnızca sayı bakımından bölünene varana kadar böyle devam eder. Sonra bölmenin
tarafları, türün yüklemleri olarak özetlenir ve bileşim için vaz edilir. Şayet bir şey bir kez
ilksel olarak bölünürse onun bu bölümlemeden başka ilksel bir bölümlemesi olup olmadığına
bakılması ve bunun için çaba sarf edilmesi gerekir. Eğer bulunursa bölümlemenin
boylamasına ve enlemesine tam olarak yapılması ve bütün yüklemleri içermesi için yine
bölünür. Bölen fasılların zâtî olması gerekir.151
Dolayısıyla İbn Sina tanımlamada fayda veren bölmenin tercihinde üç amacın
gözetilmesi gerektiğini belirtir. Bunlardan birincisi bölmenin mahiyete dahil olması yani
türlerin zâtî fasıllarıyla olması gerekir. İkincisi bölmeden tertibin alınmasıdır. Bölümlemenin
tertibinde ilk olan, tanımın tertibinde de ilk yapılır. Buna göre daha genel olan ilk sıraya daha
özel olan ikinci sıraya konulur. Şayet iki fasıl, genellik ve özellikte eşit olursa maddeye
benzer olan öne alınırken gâyeye benzer olan sonraya alınır. Şayet bunda da farklılaşmazlarsa
ikisinden herhangi biri öne alınır diğeri de sonraya bırakılır. Üçüncüsü şayet bölmeye konu
olan orta tür ise tanımlanan şeye ulaşıncaya kadar veya bölmenin sonuna varıncaya kadar
bölümlemeye devam etmektir. Bu bölme zâtîlerle yapılır ve bu bölmeden sonra eğer son türler
tanımlanmak isteniyorsa arazîlerle bölmekten başka bir bölme olmaz.152
İbn Sina tanımlamaya tümellerden yola çıkarak değil tekillerden ve tikellerden
başlamamız gerektiğine, aksi takdirde isim ortaklığının bizi yanlışa sürükleyebileceğine
dikkat çekmektedir. Çünkü isim ortaklığı bizi tümellerde yanıltabilir. İbn Sina buna şu örneği
vermektedir: ‘Yüce gönüllük’ tanımlanmak istendiğinde terkip bakımından yapılması
gereken, yüce gönüllülük ile nitelenen fertlere yönelmek ve yüce gönüllülük bakımından
onların yüklemlerini talep etmektir. Bu durumda sözgelimi Kral Alkibiades, kahraman
Akhilleus ve Aias'ın yüce gönüllülükle nitelendiği, yine Lysandros ve filozof Sokrates'in yüce
gönüllülükle nitelendiği görülür. Sonra bunların her birine özgü nitelikler araştırılır ve birinci
grupta birinin haksızlık ihtimaline tenezzül etmemek için intihar ettiği diğerinin kendisine
yapılan haksızlığa karşı ömür boyu kin beslediği ve ötekinin yapılan haksızlık nedeniyle
intikam almak için çetin bir savaşa giriştiği görülür. İkinci gruptakilerden birinin büyük bir
servetle karşılaştığı ve şans eseri olduğu gerekçesiyle önem vermediği, diğerinin büyük bir
151
152
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.248, 249. İbn Sina, a.g.e, s.250. 261
belaya düçar olduğu ama başına gelen bu belaya şans eseri olduğu gerekçesiyle önem
vermediği görülür.153
İlk gruptaki her bir şahsın kendisine özgü özelliği gizlendiğinde onlar için ortak bir
özelliğin kaldığı görülür: Haksızlığa tahammülün azlığı. İkinci gruptakilerin her birinin
kendine özgü özelliği gizlenirse onlar için de ortak bir özelliğin kaldığı görülür: Şansın
getirisine az önem vermek. Öyleyse ‘yüce gönüllülük’ birinci gruptan her birine tek bir
tanımla ve ikinci gruptan her birine tek bir tanımla söylenmektedir. Bu tanım, yüce
gönüllülüğe özgü zâtî olmayan ilişenlerin düşülmesinden sonra her grupta geriye kalan şeydir.
Daha sonra birinci ve ikinci gruba yönelerek birinci grubun kendine özgü özellikleriyle öteki
grubun kendine özgü özellikleri düşüldüğünde her iki grup açısından yüce gönüllülüğü
tanımlamak için ortak bir şeyin kalmadığı görülür. Böylece yüce gönüllülüğün, her iki grubu
da kuşatan bir cins ve tek bir ortak anlam olmadığı, yalnızca ortak isim olduğu görülür.154
Böyle durumlarda İbn Sina, terkipte derinleşmenin mümkün olmadığını ifade eder.
Çünkü yapılan işlemin kesintiye uğrayıp tümel hakkında tanıma ulaşılamayacağı zira örnekte
olduğu gibi şansı hafife alma ile haksızlığa karşı öfkenin yüce gönüllülüğün türü olmadığı ve
dolayısıyla yüce gönüllülüğün bu ikisi için tümel olmadığı görülmektedir. Halbuki tek bir
tanım ve tek bir burhan, birbirinden ayrı tikeller için değil tek bir tümel içindir. Örneğin
doktor ‘sağlığı’ sağlık olması bakımından değil tümel bir sağlık olması bakımından tanımlar
ve gözün tedavisi hakkında, bu gözün veya şu gözün tedavisi olması bakımından değil tek tek
gözlere tek bir anlamda yüklenen tümel gözün tedavisi olması bakımından burhan
oluşturur.155
Yukarıda verilen örnekte tanım yapmak için tikel anlamlardan başlandığı ve adım
adım yukarı doğru ilerlendiği için ‘yüce gönüllük’ kavramının söz konusu iki grup için sadece
ismen ortak olduğununun farkına varılmış dolayısıyla değişik özelliklere sahip her iki grub
için tümel bir anlam olmadığı tespit edilmiştir. Cins ya da tümel bir anlam olmadığı için de
bunun üzerine tanım yapılmasının imkansız olduğu fark edilmiştir. Zira tanım, birbirinden
ayrı tikeller için değil onları kapsayan ortak anlam yani tümel için yapılır. Dolayısıyla İbn
Sina'nın verdiği bu örnek, bize bölmenin ve bütünden parçalara doğru giden parçalama
(teşrîh/otopsi) yönteminin tanım elde etmede faydası olsa bile ne kadar yetersiz olduğunu
göstermektedir. Zira bu örnekte bütünden parçaya doğru gitseydik yüce gönüllülük kavramı
bizim için yanıltıcı olabilirdi. Bu yüzden İbn Sina şöyle diyor: ‘Tanımlarda ve kıyaslarda
153
154
155
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.250, 251. İbn Sina, a.g.e, s.251. İbn Sina, a.g.e, s.251. 262
bulunan şeylerin, tümelden tikele doğru ilerleyen bölmeden hatta bütünden parçalara doğru
inen parçalamadan (teşrîh) çıkarılmasıyla yetinmemek gerekir. Ayırma (teşrîh), söz gelimi
canlıyı ve bitkileri alet işlevi gören organlar gibi birinci parçalara sonra basit organlar gibi
ikinci parçalara sonra karışımlar gibi üçüncü parçalara ve böylece parçaların sonuna kadar
ayırma gibidir.’156
Teşrih yöntemi her ne kadar bize nedeni yakalamada yardım etse de hangi anlamın
hangi anlamı gerektirdiği ve böylece kendisinden daha genel veya daha özel şeyin gereği
yapmadığını düşünmek gerekir. Sadece bununla da yetinmemeli ayrıca parçalar ve tikeller
çoğaldığında her birine veya her yüklem ve araza gerekenin ne olduğunu ve yine hangi
parçaların hangi parçaları gerektirdiğini düşünmek gerekir.157
Örneğin; biz bölmeden canlının cismin altına ve nefis sahibinin altına girdiğini
çıkardığımız gibi parçalamadan (teşrîh) canlının yapışkan cevher ve akışkan cevherden
bileştiğini açıklarız. Aynı şekilde tikellerin gereklerini parçalardan çıkarırız. Bunun örnekleri
şunlardır: ‘Kulaksız her canlı yumurtlar’; ‘ayrık kanatlı her uçan canlı yumurtlar ve kanatları
bitişik her uçan canlı yumurtlamaz’; ‘boynuzlu her canlının üst çenesinde dişleri olmaz ve
bunun nedeni, maddenin canlının boynuzuna gitmesidir’; ‘boynuzu olan her canlının karnı
bulunur çünkü o iyi çiğneyemez; dolayısıyla onun gıdasının iç boşluğuna ulaşmasından önce
bir hazmı olmalıdır’; ‘hiçbir balığın ciğeri yoktur.’ Böylesi çıkarımlar ve nedenleri, nedeni
vermede yararlıdır. Bununla birlikte İbn Sina zikredilenlerin tamamının neden vermek
olmadığını belirtir. Çünkü hem parçalama (teşrîh) hem de tecrübeyle ‘iki boynuzlu ve ayaklı
şeyin karnı vardır, fakat o şeyin karnı bulunmasının nedeni onun ayaklı oluşu değildir, çünkü
başka bir ayağı olan şeyin de karnı olabilir fakat bunun nedeni, o şeyin boynuzu bulunmasıdır,
çünkü öküz ve keçi gibi boynuzlu her hayvanın karnı vardır’ bilgisini elde ettiğimizde bize
‘niçin bu hayvanın karnı vardır?’ diye sorulduğunda ‘çünkü onun boynuzu vardır’
dediğimizde bu cevap, her ne kadar yakın nedeni vermese de neden cevabında bir yönden
yararlıdır. Fakat hangi anlamın hangi anlamı bizzât gerektirdiği ve böylece kendisinden daha
genel veya daha özel şeyin gereği yapmadığını düşünmek gerekir. Bazen ortak anlam,
uyumluluk (benzerlik) yolundan alınır. Örneğin kaplumbağa için ‘kabuk’, balık için ‘kılçık’
ve insan için ‘kemik’ gibidir.158
O halde tanımın elde edildiği yöntem esas itibariyle sentez (terkîb) yöntemidir.
Dolayısıyla tanım esas itibariyle ne bilimsel kanıtlamayla ne tanımlananın küçük terim ve
156
157
158
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.253. İbn Sina, a.g.e, s.253. İbn Sina, a.g.e, s.253, 254. 263
tanımın büyük terim olduğu bir kıyasla ne bölmeyle ve teşrihle ne de tümevarımla elde edilir.
Bilimsel kanıtlama açısından bakıldığında orta terimin hassa veya fasıl veya betim olduğu bir
kanıtlama asla tanımı vermez. Tanımı sonuç veren orta terim, bir şey olması gerekiyorsa bu
başka bir tanım (gerçek tanım) olmalıdır.159
Tek bir şeyin gerçek tanımının ancak bir tane olacağı ise gerçek tanımın ne olduğunu
ve onun iki yönden şeyin zâtına eşit olduğunu bildiğimizde açığa çıkar. Birincisi yüklenme ve
döndürülme bakımındandır. İkincisi ise şeyin mahiyetine dâhil olan bütün zâtî anlamların
tetkik edilerek şeye eşit olan ve onun dış dünyada mevcût sûretine eşit bir aklî sûret elde
edilmesi bakımındandır. İşte böyle bir tanım, tek bir zât için ancak bir tane olabilir. Buna
bağlı olarak eğer bir zâtın, birinci tanımın kuşattıklarının dışında kalan zâtî sıfatları kuşatan
ikinci bir tanımı olsaydı birinci tanım şeyin zâtının anlamına eşit bir tanım olmazdı.160
İbn Sina, gerçek tanımla ilgili bu şartı tam olarak soruşturmayan ve başka zâtîleri
varsa bunları dışarıda bırakan cins ve fasılla tanım yapmayı yeterli gören mantıkçıların tanım
konusunu tam olarak kavrayamadıkları kanaatindedir. İbn Sina’ya göre bir şeyin böylesi bir
tanımından tek bir tanım değil iki tanım ortaya çıkmış olur. Örneğin; insanın bazen ‘iki ayaklı
yürüyen canlı’ olarak bazen de ‘düşünen ve ölümlü canlı’ diye tanımlanması gibi. Yine
‘nefs’in bazen ‘zâtı gereği hareket ettirici bir sayı’ diye bazen de ‘hareketin bizâtihi ilkesi olan
sayı’ diye tanımlanması gibi. Bu örneklerde şeyin iki tanımından birisi orta terim diğeri de
büyük terim yapıldığında bundan kıyas oluşur, fakat bundan elde edilen tanım tam tanım
olmaz, aksine tam tanımın bir parçası ve eksik tanım olur.161
4.2.
Tanım ve Bilimsel Kanıtlama İlişkisi
Biz bir bilimsel kanıtlama (burhân) getirdiğimizde bir şeyin tanımını vermiş olmayız.
İbn Sina bunu şu ayrım noktalarından hareketle ortaya koymaktadır. Birincisi; her tanım,
tanımlanana olumlanırken her kanıtlama kanıtı olduğu şeye olumlanmayabilir, bazen de
ondan olumsuzlanır. İkincisi; her tanımın, tanımlananı tümeldir fakat her kanıtlama, kanıtı
olduğu şey hakkında tümel değildir. Dolayısıyla bir şeyi kanıtlamak, tanımlananın tanımını
vermek değildir. Üçüncüsü; kanıtlama şeye zâtî bir araz verirken tanım ise şeyi var kılan
(mukavvim) zâtîleri verir ve zâtî araz şeyin tanımına dahil değildir. Öyleyse burhanın verdiği
şey tanımın verdiği şey değildir. Örneğin; bir bilimsel kanıtlama, üçgen için iç açılar
toplamının iki dik açıya eşit olduğunu verir. Kanıtlamanın verdiği bu anlam üçgenin
159
160
161
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.210, 212. İbn Sina, a.g.e, s.212. İbn Sina, a.g.e, s.212. 264
tanımının dışındadır. Çünkü bilimsel kanıtlama konunun ve yüklemin tanımını vermez,
yüklemi konuya olumlar veya olumsuzlar.162
Yine bir şeyi tanımladığımızda onu kanıtlamış olmayız. İbn Sina bunun da
açıklamasını şu gerekçelerle ortaya koymaktadır. Birincisi; bir şeyi tanımladığımızda bir orta
terimle bir şeyi bir şeye olumlamayız veya bir şeyi bir şeyden olumsuzlamayız. Bu nedenle
tanım getirmek kanıtlama getirmek değildir. İkincisi; kabul edilmesi zorunlu öncüller
kanıtlanamaz, fakat bu öncüllerin parçaları tüm olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla bu
parçaların tüm olarak tanımlanması, söz konusu öncüllerin kanıtlanması anlamına gelmez. Bu
parçalar kanıtlanamaz, çünkü bu parçalar basittirler ve basitlerin kanıtlaması yoktur.
Basitlerin kanıtlaması olmadığı gibi tanımı da yoktur. Nasıl ki; basitlerin kanıtlaması yoksa
bunlardan bileşen apaçık öncüller de kanıtlanamaz. Eğer her şey kanıtlanabilseydi hiçbir şeyin
kanıtlanması mümkün olmazdı.163
Şayet kanıtlama tanımı verseydi tanıma gerek duyulmazdı, aynı şekilde şayet tanım
kanıtlamayı verseydi kanıtlamaya gerek duyulmazdı. Tanım yalnızca basit bir tasavvuru
bizzât zorunlu kılarken burhan yalnızca basit bir tasdiki zorunlu kılmaktadır. Tasdikin ancak
tasavvurla olacağı doğru kabul edilmiştir fakat bu, tasavvurun burhanla elde edildiği anlamına
gelmez, burhanla elde edilen tasdiktir. Tanım bir şekilde özetlenir ve vazedilir. Burhan ise bir
amaca yönelik olarak telif edilir ve amaç, onun zorunlu gereği olur. Tanım şeyin cevherine
dahil olup hem anlam hem de şeye döndürülmüş olma bakımından şeyin zâtına denk olan
şeyleri topluca verir. Bu şeyler, tanımlanan şey için kendiliklerinden açıktır. Burhan ise
mahiyete dahil olmayan zâtî ilişenleri verir. Tanım, tanımlanana, onun tanımının parçalarını
yükleme telifiyle değil kayıtlama ve şartlama telifiyle verir. Burhan ise burhanı olduğu şeye
kayıtlama telifiyle değil yüklenme telifiyle onun burhanının parçalarını verir. Bir şey
hakkındaki burhan, ilk olarak onun burhanı ikinci olarak başka bir şeyin burhanı olabilir. Bir
şeyin tanımı ise yalnızca o şeye özgüdür, başkasına ait olamaz, zira tanımda birincil ve ikincil
olma durumu söz konusu değildir. Her ne kadar daha genel olanın tanımı daha özele yüklense
de bu daha özelin tanımı olarak yüklenmemektedir. Oysa burhan bazen daha özele taşınır ve
daha özelin burhanı olur. Örneğin; üçgen için ‘iç açılar toplamının iki dik açıya eşit olması’
zâtî ilişeninin üçgen için kanıtlaması, aynı zamanda üçgenin altında bulunan daha özel
ikizkenar üçgene de taşınır ve bu daha özel olan ikizkenarın da kanıtlaması olur.164
162
163
164
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.207. İbn Sina, a.g.e, s.207, 208. İbn Sina, a.g.e, s.208, 209. 265
Tanım ancak tanımlananın mahiyetine dahil olan şeyler üzerine kurulur. Mevcut ise
bunlardan (mahiyete dahil olan şeylerden) değildir. Varlık ne cinstir ne de fasıldır aksine o,
şeyin gereği olan bir yüklemdir. Tanım varlığı veremez çünkü tanım, yalnızca cinsleri ve
fasılları verir.165 Ancak daha önce de Tasavvur analizinde üzerinde durduğumuz üzere tanım
her ne kadar varlığı vermese de tanım ancak varlığı olan şeye dair yapılır, çünkü varlığı
olmayan şeyin gerçekte tanımı yoktur. Varlığı olmayan şeye dair tanımlama ancak kavram
açıklamasına giren tanım grubuna dahildir.166
Varlığı veren burhandır. Çünkü burhan tanıma dahil olmayan gerekenleri verir.
Kuşkusuz varlığı veren burhan, mutlak olarak varlığı meçhul olanın veya şey için varlığı
meçhul olanın varlığını verir. Bütün bunlar ise mahiyetin dışında gereklerdir. O halde ne
burhan tanıma dahil olan şeyi talep eder-çünkü bu kendiliğinden açıktır- ve ne de tanım
burhanın talep ettiği şeyi verir, çünkü bu şeyin cevherinin dışındadır. Bundan dolayı, der İbn
Sina, bütün bilim adamları (ehlu’l-ulûm) iki şey arasına set çekerler ve tanımların verildiği
yerleri bir bölüm halinde ayrıştırıp tanımlar yaparlar ve bunların yerlerini başka bir bölüm
halinde ayrıştırıp burhanları oluştururlar.167
Örneğin; Geometri’de üçgen’in tanımını verdiklerinde onun varlığına dair herhangi bir
şeyi zikretmeye kalkışmamışlar, hatta onun gerçek bir tanım veya kavramın (ismin) anlatımı
olup olmadığını bile açıklamamışlardır. Üçgen’in, Elementlere (Ustukussât) dair kitaplarda
birinci şekille mevcut olduğunu kanıtladıklarında ve buna dair burhan oluşturduklarında ise
öğretimin başında zikredilen kavramın (ismin) anlatımı gerçek bir tanım haline gelmiştir.
Gerçek tanımın yerinin kıyasın yerinden farklı olduğu İbn Sina’ya göre son derece açıktır.
Aynı şekilde kavramın (ism) mahiyetini tanıtan ve tanım olmayan söz de böyle olup daha da
açıktır. Çünkü onun anlamı, bu kavramla (isimle) şunu şunu kastediyorum, demektir.168
Bununla birlikte İbn Sina, burhanla tanım elde edilmese de kimi zaman bazı
burhanların bazı tanımların sezgisinde; bazı tanımların da bazı burhanların sezgisinde yararı
olabileceğini vurgulamaktadır. Nasıl ki; şeyin nedenini ancak onun varlığını kabul ettikten
sonra talep edebiliyorsak aynı şekilde şeyin mahiyetini de ancak onun varlığını bildikten
sonra bilebiliriz. Sonra şeyin varlığının bilgisi, bizde bazen bilaraz bazen de bizzât meydana
gelir. Bilaraz meydana gelişi, orta terimin sonucun varlığının nedeni olmaması, aksine
sonucun (kıyastan) gerekli oluşunun nedeni olması veya şeyin gereği olan yabancı bir ilişen
olması durumundadır. Bizzât meydana gelişi ise bir şeyi, onun varlığının nedeni olan bir orta
165
166
167
168
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.221. İbn Sina, en-Necât, s.79. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.221, 222. İbn Sina, a.g.e, s.222. 266
terimi bir kıyas yoluyla bildiğimiz zamandır. İbn Sina, bu yolun hakîki varlık bilgisine
götüren yol olduğunu belirtir. Birinci yol ise yani bir şeyin varlığının bilgisinin bilaraz elde
edilme yolu, şeyin mahiyetinin elde edilmesinde veya tanımına ulaşılmasında kesinlikle yarar
sağlamaz. Fakat bu yolda şeyin varlığının nedenine, şey için zâtî olan nedene delâlet
edildiğinden bu yolun bize varlığını bildirdiği şeyin, onun mutlak varlığına ziyade bir şey
olması mümkündür. Söz konusu ziyade şey, şeyin zâtî nedeninin varlığıdır ve bu da ya şeyin
tanımıdır ya da tanımının bir parçasıdır. Bu takdirde belirtilen şartları gözetmekle birlikte
onun tanımının farkına varılması mümkündür. Dolayısıyla böylesi bir şey, nasıl ki varlığı
(heliyyet) bildirmekle birlikte varlığın nedenine işaret ediyorsa aynı şekilde varlığı
bildirmekle birlikte varlığının mahiyetine de işaret etmektedir.169
Özellikle varlığın nedeni ile varlığın mahiyeti arasında bir ortaklık vardır. Örneğin; bir
kimse Ay'ın tutulması hakkında kıyas yaparak ‘Ay bazen Yerküre perdesi ardından Güneş'in
tam karşısına geçer; böyle olduğu zaman da tutulur.’ derse veya buna benzer bir söz söylerse
bununla Ay tutulmasının varlığı sâbit olur. Yine bu sözle Ay'ın niçin tutulduğu da sâbit olur.
Yine bu sözle Ay tutulmasının mahiyeti de-ki bu Yerküre'nin örtmesiyle ışığının sönmesidirsâbit olur. Özellikle de bu açıklama iyice ileri götürülerek fâil nedenlerinden sonra tutulmanın
sûreti olan yakın nedene varıldığında böyledir. Ay tutulmasının niçin gerçekleştiği açıkça
ortaya konduktan sonra orta terimlerin tamamı, büyük terimle birleştiğinde tam bir tanım elde
edilir. Örneğin; ‘Ay'ın kendisine ışık veren Güneş'in tam karşısında bulunması mümkündür;
Yerküre, böyle bulunan her şeyin Güneş'ten aldığı ışığı perdeler; böyle olan her şey de
ışıdıktan sonra ışığını kaybeder; böyle olan her şey ise tutulmuştur; o halde Ay tutulmuştur.’
Bu orta terimler alınarak en yakınından başlanıp ‘tutulan’a kadar gidildiğinde-ki tutulan,
‘ışıdıktan sonra ışımaz’dır- ve bunlar, tertibin aksi doğrultuda birleştirildiğinde tutulmanın
tam bir tanımı olur. Çünkü Ay tutulmasının tanımı, ‘Ay'ın Güneş'in tam karşısında
bulunmasından dolayı Yerküre'nin Güneş ışığıyla onun arasına perde olması nedeniyle
ışıdıktan sonra ışımamasıdır.’ İşte bu, tutulmanın tam tanımıdır ve ilk tutulma hakkındaki söz
konusu tam burhandan alınmıştır. Öteki birinci ise eksik burhandan alınmış eksik tanımdır.170
İşte bu gibi bilimsel kanıtlamalar, henüz tanımı bilinmeyen şeyin tanımına uyarıda bulunma
yoluyla tanıma delâlet eder. Fakat tanım, kesinlikle kanıtlanmaz. Sanki Ay'ın Güneş nedeniyle
böyle bir duruma maruz kalacağı önceden biliniyordu da bundan habersiz kalındı, bu yani söz
169
170
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.222, 223. İbn Sina, a.g.e, s.223. 267
konusu burhan duyulduğunda ise zihin bu parçaları düşündü ve kolayca tanım tertibine
geçmesi mümkün oldu.171
Ancak burhan nedenlerden değil de arazlardan ve gereklerden oluşan bir kıyas
olduğunda- örneğin; ‘Ay'ın bazen karşıda gölgesi olmaz; gölgesi olmadığında ise tutulmuştur;
o halde Ay bazen tutulur’ dendiğinde- böylesi bir kıyastan tanım elde edilemez. Tanım elde
edilebilmesi için bizzât nedenlerin verilmesi gerekir. Örneğimizdeki hakiki neden ise
‘Yerküre'nin Güneş'ten gelen ışığı Ay'dan gizlemesi’dir. Aynı şekilde eğer bir kimse, ‘bazen
bulutta ateş söner ve onda ateş söndüğünde şimşek sesi meydana gelir’ derse bu burhandan
şimşek tanımı çıkarılabilir.172Zira nedeni olmayan hiçbir şeyin ne burhanı ne de gerçek
tanımı olabilir.173
Bununla birlikte İbn Sina, neden bildiren bütün burhanların tanıma delalet ettiğinin
zannedilmemesi gerektiğini hatırlatır. İbn Sina’ya göre çünkü İlk Muallim, bunu garanti
etmemiştir, o, bu gruba giren burhanlardan bazen tanıma delâlet eden burhan olabileceğini
garanti etmiş ve neden bildiren burhanların tamamının böyle olduğunu söylememiştir. İbn
Sina’ya göre böyle bir şeyi garanti etseydi bile bu, doğru olmazdı. Zira orta terim, büyük
terimin türü olduğunda kıyas burhan olur ve sadece büyük terimin değil yalnızca sonucun
nedeninden alınmış olur, ama bununla birlikte bu kıyastan bir tanım çıkarılamaz. Bu durum
yani bilimsel kanıtlamanın tanım vermesi, orta terim olan şey bizâtihi hem büyük terimin, ona
döndürülmüş nedeni olduğunda hem de sonucun nedeni olduğunda gerçekleşir. Ayrıca İbn
Sina’ya göre bir topluluğun ‘burhanlar yalnızca büyük terimlere hatta küçük terimlere
döndürülmüş nedenler olan orta terimlerdir’ şeklindeki kökleşmiş zanlarına gelince bu zan
yanlıştır. Bu konuda onları aldatan şeyin İbn Sina, yeterince özen göstermemeleri ve
düşünmemeleri olduğunu belirtir. Onlar İlk Muallim’in kitabını gereken derinlikte
incelememişlerdir. Zira nedenler çoğu şeyde nedenlilerinden daha özel olabilir ve
nedenlilerine döndürülmüş olmazlar.174
İbn Sina’ya göre İlk Muallim şunu göstermiştir: Neden sahibi burhanlar bir şekilde
tanımlara dikkat çekerler. Bu, tanımlarda alınan nedenlerin cinsinden bir neden nedeniyle bir
şeye ilişen veya bir şeyde ilişen olan şeylerde olur. Ama mutlak olarak kendinde varlığının
nedeni bulunmayan ya da bir şeyde ilişen olmaması veya herhangi bir neden olmaksızın ilk
ilişen olması-ki bilimlerin ilkeleri bu cinstendir- nedeniyle bir şey için varlığında nedeni
bulunmayan şey, kesinlikle varlık veren kıyas olmaksızın tasdik edilebilir, çünkü onun varlığı
171
172
173
174
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.224. İbn Sina, a.g.e, s.224. İbn Sina, a.g.e, s.224. İbn Sina, a.g.e, s.224, 225. 268
açıktır. Bununla birlikte onun tanımı elde edilebilir. Yine çoğu anlam, Aritmetik bilmindeki
birlik gibi bilimlerde bir kabul olarak vazedilir ve bunların varlığı kanıtlanmayıp bir kabul
olarak vazedilir.175
Öyleyse her tanıma burhandan hareketle varılması beklenemez, aksine çoğu zaman
önce şey tanımlanır ve onun tanımından arazları hakkında burhan elde edilir. Özellikle zâtî
burhanın tanımlarından ve kendilerindeki bir şeyin neden diğer şeyin de nedenli olduğu
tanımlardan burhan elde edilir. Daha önce verilen örnekten hareketle; ‘şimşek bulutta ateşin
sönmesi nedeniyle meydana gelen sestir’ sözünde ‘ateşin sönmesi’ neden iken ‘ses’
nedenlisidir. Bu ikisinin toplamı-sadece birisi değil- ise tam tanımdır. Çünkü her ne kadar
‘ateşin sönmesi’ sesin fâili ve ses de onun nedenlisi ise de ses, sûrî nedenler yoluyla şimşeğin
nedenidir. Her ne kadar tanımın parçalarının bir kısmı tanımlananın bir kısmının nedeni ise de
bir bütün olarak tanım, tanımlananın sûrî nedenidir. Tanım, bütün olarak tanımlananın sûrî
nedeni olduğundan onun her bir parçası hiç kuşkusuz nedendir. Dolayısıyla burhan ancak
kendisinde bir neden olan bir parça ve bir de nedenli olan bir parça bulunduğunda tanım
bildirir.176
Yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda İbn Sina, bilimsel kanıtlama dolayımında
tanımı tam tanım, eksik tanım, burhanın ilkesi olan eksik tanım ve burhanın sonucu olan eksik
tanım olmak üzere dört kısma ayırmaktadır.177 Her tanım ya burhanın ilkesi ya burhanın
sonucu ya da burhanın tamamıdır.178 Bunlardan her biri de ya bir kavram açıklaması
bakımından tanım olur ya da zât bakımından gerçek tanım olur. Bir kavramı (ism) açıklayan
ve o kavramda bilaraz değil de bizzât kast edilen anlamı ortaya koyan tanım, gerek bir varlığa
gerekse bir varlığın nedenine delâlet etmeyen sözdür. Ancak kavramın anlamı mevcut ve
varlığı da biliniyorsa o takdirde kavramı açıklayan söz varlığın nedenine bilaraz delâlet eder.
Çünkü bu söz, kavramın açıklaması olması bakımından bir zâtın tanımı değildir. Bununla
birlikte her zât tanımı aynı zamanda bir kavram açıklamasıdır. Kavramın anlamının varlığı
hakkında şüphe edilmesi nedeniyle söz, başlangıçta bir kavram açıklaması olarak alınmışsa ve
kavramın anlamı var da bu anlamın nedenini açıklamayı da içeriyorsa bu durumda bu söz
bilaraz nedeni verir.179
İbn Sina bunun için üçgen’in varlığının sâbit oluşundan önce üçgenin tanımının
zikredilmesini örnek olarak vermektedir. Üçgenin tanımı, bir kavram açıklaması olarak alınıp
175
176
177
178
179
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.225. İbn Sina, a.g.e, s.225. İbn Sina, a.g.e, s.226. İbn Sina, a.g.e, s.118. İbn Sina, a.g.e, s.226. 269
zikredilmekte ve bunun mevcut bir anlam olup olmadığı henüz bilinmemektedir. Bir
kavramın açıklaması olarak alınmasıyla birlikte üçgenin nedenlerinin, ki bunlar üç kenardır,
verilmesi gerekir. Dolayısıyla eğer üçgenin kavramsal açıklaması/anlamı mevcut ise aynı
zamanda bu nedenleri de verir. Yine eğer bir kavramın açıklamasıyla eş zamanlı olarak onun
aynı zamanda var olduğu da denk gelir ve bilinirse bu durumda kavram açıklaması tanıma ve
neden veren söze dönüşür. O halde bir kavram açıklamasının, kavram açıklaması olması
bakımından varlığı ve nedeni vermesi bilarazdır. Çünkü kavram açıklamasında bizzât olan
kavramın anlamsal içeriğidir. Bu içeriğin var olup da aynı zamanda tanıma dönüşebilmesi ve
neden verebilmesi ise bilarazdır.180 Zât bakımından tanıma gelince; bu parçaları gerçek birliğe
sahip olan, gerçekte doğal bir birlikle bir olan bir hayal, anlam ve mevcût nedeniyledir.181
Başka bir açıdan tanım, tanımlananın anlamının varlığının nedenini veren ve bilimsel
kanıtlamada orta terim olarak alınan ve burhanın ilkesi olan şey tanımdır. Bu tanım, nedenliye
izafe edilmek suretiyle yetkinliğiyle alındığı ve tanımlanan vazedildiğinde bu tanımda üç şey
bir araya gelir: Tanımlanan, nedeni veren tanım, nedeni vermedeki yetkinliği yani nedenlidir
(ma‘lûl). Bu üç şeyden her biri diğerine döndürülebilir.182 Aksi halde tanımlanan, tanım ve
tanımın yetkinliği olmazdı. Çünkü tanımlanan ve tanım birbirine eşittir. Tanımın yetkinliği,
tanımın nedenlisidir ve bu nedenli yalnızca tanımdan varlık kazanır ve tanımlananın tamamı
için var olur ve her ikisine de yani hem tanım hem de tanımlanana eşittir. Bu üç şey yani
tanımlanan, nedeni veren tanım ve tanımın yetkinliği olan nedenli, bir konuya ait tanımın
yetkinliğini iki kıyasla sonuç veren bir bilimsel kanıtlamanın kendilerinden oluşması için
vazedilmiştir. Fakat bilimsel kanıtlamanın tertibi tanımın parçalarının tertibinin tersidir.183
Örneğin; ‘bulut’ üç terim için vazedilmiş olsun, neden olan tanım ‘buluttaki ateşin
sönmesi’ olsun, tanımın yetkinliği de (nedenli) ‘sesin meydana gelmesi’ olsun. Bu durumda
bilimsel kanıtlama şöyle olur: ‘Bulut, kendisinde ateşin söndüğü bir ıslaklıktır; kendisinde
ateşin söndüğü her ıslaklıkta ses meydana gelir; o halde bulutta ses meydana gelir; bulutta
meydana gelen her ses ise şimşektir; o halde bulutta şimşek meydana gelir.’ Bu üç şey (neden
veren tanım, tanımlanan, nedenli) iki bilimsel kanıtlamanın iki kez parçaları olmuştur ve iki
bilimsel kanıtlamanın terimlerinin en küçüğü söz konusu üç şeyin (tanımlanan, neden veren
tanım ve nedenli) konusu olan ‘bulut’tur. Bu durumda ‘ateşin sönmesi’ bu üçü arasında ilk
zikredilendir, sonra ‘sesin oluşumu’ zikredilmiştir. Sesin oluşumu, ilk burhanın sonucunda
180
181
182
183
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.226, 227. İbn Sina, a.g.e, s.227. İbn Sina, a.g.e, s.227.; burhanın ilkesi olan tanımların burhanlarda orta terim olarak alındığına ilişkin yorum
için ayrıca bkz. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.289, 290. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.228. 270
ispat edilmişken ateşin sönmesi ispat edilmemiştir, çünkü ateşin sönmesi bilimsel
kanıtlamanın ilkesidir, sonucu değildir. Tanımlanan yani ‘şimşek’ ise bu üçü arasında ikinci
burhanda ve ikinci sonuçta en son zikredilendir. Şayet bu terimler tanım bildiren bir ifadeye
döndürülürse tersine çevrilerek ilk olarak ‘şimşek’, sonra ‘bulutta meydana gelen ses’, sonra
da ‘ateşin sönmesi’ zikredilir ve şöyle denir: ‘Şimşek, buluttaki ateşin sönmesi nedeniyle
onda meydana gelen sestir.’ Bu durumda burhanın ilkesi olan şey, tanımın sonu olmuş;
burhanın sonucu olan şey de tanımın ilkesi haline gelmiş ve burhanda en son yüklem olan
tanımlanan ise toplamın yani tanımın iki parçasını birleştiren önermenin konusu olmuştur.184
İşte burhanın ilkesi ve sonucunun toplamından oluşan bu gibi tanımlar tam tanımdır.185
İbn Sina, bazı mantıkçıların burhanın sonucu olan tanımın sadece maddeden meydana
geldiği (maddî nedeni verdiği), burhanın ilkesi olan tanımın ise sûretten meydana geldiği
yönündeki yanlış yorumlarına değinir. Örneğin; bu mantıkçılar zannetmişlerdir ki Ay
tutulması’nın fâil nedeni/ilkesi olan ‘Yerküre’nin Ay ile Güneş arasına girmesi’, Ay
tutulması’nın sûrî nedenidir; ‘ışığın sönmesi’ ise maddî nedendir ve sanki ışık sönmesi, Ay
tutulması’nın maddesi yönündendir. İbn Sina’ya göre halbuki bu yorum yanlıştır. Aracı
nedenler ve burhanın ilkeleri İbn Sina’ya göre daha önce örnekleri geçtiği üzere her tür
nedenden oluşabilir.186
İbn Sina’ya göre, Aristoteles burhanın ilkesi olan tanım ile burhanın sonucu olan
tanımdan oluşan tam tanımı tanım kısımlarından biri olarak ele almış, burhanın ilkesi olan
tanımı ise öğrencinin ve okuyucunun anlayacağını düşünerek ayrı bir kısım olarak açıkça
zikretmemiştir. Dolayısıyla burhanın ilkesi olan tanım, İbn Sina açısından burhanın ilkesi ve
sonucunun toplamından oluşan tam tanım’dan sonra gelen dördüncü bir kısımdır. Tanımın bu
kısmı, nedeni bulunmayan şeyler ile hiçbir şekilde varlıklarının nedenleri olmayan dolayısıyla
tam tanımlarında neden ve nedenli bulunmayan, kendisinde burhanın ilkesi olan bir şey ve
sonucu olan bir şey bulunmayan ve zâtların tanımını veren tanım’dır. Çünkü her burhanın
ilkesi burhanın sonucu olan tanımı vermek zorunda değildir, fakat her burhanın ilkesinin
tanımın dışında kalan ilişenlere ait olması mümkündür.187
Aristoteles II.Analitikler’in birinci makalesinde burhanın ilkesi olan tanımı da
zikretmektedir. Aristoteles şöyle diyor: ‘tanımlama da aynı şekilde bozulan şeyler üzerine
yapılamaz. Zira tanım ya burhanın ilkesi ya telif bakımından değişik burhan ya da burhanın
184
185
186
187
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.227, 228.; İbn Sina, en-Necât, s.82, 83. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.229. İbn Sina, a.g.e, s.228, 229. İbn Sina, a.g.e, s.229. 271
sonucudur.’188 Telif bakımından değişik burhan dediği tanım burhanın ilkesi ve sonucunun
toplamından oluşan tam tanımdır. Çünkü İbn Rüşd’ün yorumuyla üç terimden oluşan burhan
bilkuvve tanımdır ve bu burhan tanım telifine uygun olarak düzenlendiğinde bilfiil tam tanım
(hadd kâmil) olur.189 Dolayısıyla Aristoteles’te de tanımın ya burhanın ilkesi ya sonucu ya da
tam tanım olduğu açıkça ifade edilmektedir. Aristoteles’in II.Analitikler’in birinci
makalesindeki bu açık ifadesi İbn Sina’nın ya gözünden kaçmış olmalı ya da kendisinin
ulaşabildiği II.Analitikler çevirilerinde bir eksiklik söz konusu olmalıdır. Birinci ihtimal
zayıftır. Çünkü İbn Sina’nın II.Analitikler’i Yunanca orjinalinden okumadığı kuvvetle
muhtemeldir.
Kavram açıklaması olan tanım dikkate alınmazsa İbn Sina bu durumda gerçek
tanımların (el-haddu’l-hakîkî) söz konusu üç kısım tanımdan ibaret olduğunu belirtir.190 İbn
Sina en-Necât’ta bilimsel kanıtlama bağlamında tanım kısımlarını şöyle aktarmaktadır: Tanım
dereceli anlamlılıkla beş şeye söylenir. Bunlardan biri kavramın (ismin) manasını açıklayan
tanımdır. Bu tanımda tanımlanan şeyin varlığına itibar edilmez. Eğer tanımlanan şeyin varlığı
hakkında şüphe varsa tanım öncelikle kavram açıklaması olarak alınır. Örneğin; Öklides’in
kitabının (Elementler) başında zikredilen üçgen tanımı gibi. Eğer bir şeyin varlığı var ve
biliniyorsa o takdirde tanım sadece kavrama (isme) göre olmaz. İkincisi tanım zâta göre olan
şeye söylenir. Ki bu zâta göre yapılan tanımın bir kısmı burhanın ilkesi bir kısmı burhanın
sonucu bir kısmı da bu ikisinin toplamından oluşan tam tanımdır. Bir kısmı ise nedenleri
olmayan veya nedenleri olup da bu nedenlerin cevherlerine dahil olmadığı şeyler için
tanımdır. Örneğin; nokta’nın, birlik’in, sınır’ın ve benzerlerinin tanımları gibi. Çünkü
bunların tanımları sadece kavrama göre olmadığı gibi ne burhanın ilkesi ne sonucu ne de
bunların toplamından oluşan tanımdır.191
Yukarıda bilimsel kanıtlama bağlamında ortaya konan tanımlardan şu ortaya
çıkmaktadır: Kimi tanımlar burhana girebilmekte ve burhanla uyuşabilmektedir. Büyük
terimin bir şey için varlığı büyük terimin küçük terim için varlığından daha iyi biliniyorsa o
şey orta terim yapılır ve kıyas birinci şekilde olur. Büyük terim zâtî araz olup onun küçük
terimin tanımı için varlığı, küçük terim için varlığından daha açık ise bu durumda küçük
terimin tanımı birinci şekil yoluyla orta terim olur. Büyük terimin tanımının küçük terimden
olumsuzlanması, büyük terimin olumsuzlanmasından daha açıksa ve tanımı yüklem olarak
188
189
190
191
Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde s.457. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.290. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.229. İbn Sina, en-Necât, s.83. 272
korumuşsak bunu, yalnızca ikinci şekilde açıklarız ve formu bozmadığımız sürece başka
şekille açıklayamayız.192
5. Bilimsel Kanıtlama (el-Burhân)
İbn Sina’ya göre kendilerinden hareketle kesin bilgiye ulaştığımız ilkeler, burhan ve
zâtî tümevarımdır. Tümevarımın ilkesi duyudur. Burhanın ilkeleri ise yine temelinde
duyunun yattığı ve fakat elde edilmeleri için duyunun yeterli olmadığı, duyusal ve zihinsel
prosesler neticesinde elde edilmiş ilkelerdir.193 O halde öncelikle kesin bilginin elde
edilmesinin asıl enstrümanı olan Bilimsel Kanıtlama (el-Burhân) üzerinde duralım.
5.1.
Bilimsel Kanıtlamanın İlkeleri (Mebâdiu’l-Burhân)
‘Bilimsel kanıtlamanın ilkesi (el-mebâdiu’l-burhân)’nin iki anlamda; birincisi mutlak
olarak bilgi bakımından burhanın ilkesi, ikincisi ise herhangi bir bilim bakımından burhanın
ilkesi anlamında ifade edilir. Mutlak olarak bilgi bakımından burhanın ilkesi mutlak olarak
orta terimsiz öncüldür; bu ilkenin yükleminin, konusuna olan olumlu veya olumsuz nispetinin
açıklanması bir orta terime bağlı değildir. Bu nedenle de başka bir öncül, ondan daha önce ve
onun önünde olamaz. Herhangi bir bilim bakımından burhanın ilkesinin kendinde bir orta
terim sahibi olması mümkündür. Fakat bu ilke, o bilimde bir kabul olarak vazedilir ve ilkenin
o bilimdeki mertebesinde herhangi bir orta terimi bulunmaz, ilkenin orta terimi ya o bilimden
önceki veya onun beraberindeki bir bilimdedir ya da o bilimde o mertebeden sonradır.194 Bir
bilimde herhangi bir şeye ilişkin bir bilimsel kanıtlamada bulunan kişinin, mutlak olarak veya
o bilimde orta terimi bulunmayan vazedilen asıllara/ilkelere varıp dayanması gerekir.
Kanıtlama yapan kişi, ilksel (evvelî) öncülleri zikredilen iki anlamdan biriyle orta terimsiz
öncüller olarak ve şayet o bilimde olmasa bile sonunda mutlak olarak orta terimsiz öncüllere
varıp dayanan öncüller olarak alır.195
Zanna dayalı olarak kıyas yapanların ise –ki bunlar retorikçilerdir- veya meşhur
görüşe dayalı olarak kıyas yapanların – ki bunlar da diyalektikçilerdir- kıyaslarının analizi,
gerçekte orta terimsiz öncüllere varmak zorunda değildir. Aksine çoğunluğun kabul ettiği
meşhurlara veya bir grubun kabul ettiği makbullere vardığında o düzlemde bir kıyas olur.
Dolayısıyla şayet onlardaki kendilerinden hareket edilen ilk öncüller, orta terimsiz olmayıp
bir orta terime sahipse bunlar orta terimsiz olarak alınır ve orta terimleri araştırılmaz.
192
193
194
195
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.229. İbn Sina, a.g.e, s.165. İbn Sina, a.g.e, s.57. İbn Sina, a.g.e, s.169. 273
Örneğin; ‘adalet iyidir, zulüm kötüdür’ öncülü gibi. Bilimlerde ise bir ilkenin/öncülün orta
terimi varsa –ki bu orta terim ya kendi seviyesindeki bir başka bilimde ya üst bir bilimde ya
da kullanıldığı bilimde mertebe bakımından sonra yer almak suretiyle bulunur- bu orta terim
araştırılır.196
Burhanın ilksel öncüllerinde yüklemeler ve konular aracısızdır. Burhanla bilinen
şeylerin, burhandan daha üstün bir şeyle bilinmesi mümkün değildir. Her burhanî/bilimsel
bilgi, ancak kendisini önceleyen bir bilgiyle bilinir. Şayet bu durum sonsuza kadar giderse
burhânî bilgi asla mümkün olmaz. Ama orta terimi bulunmayan öncüllerde durursa İbn
Sina’ya göre en uygunu, durmanın hipotezlerde/vazedilen asıllarda (el-usûlu’l-mevzûa)
gerçekleşmesidir. Eğer vazedilen asıllarda durma, bu asıllar başka bir bilimde kanıtlanmıyorsa
burhanî olmayan bir duruştur. Öyleyse durma, vazedilen asıllarda olduğu takdirde bu asılların
bir vakitte burhanî bir açıklamasının yapılması ve işin sonunda araştırmanın orta terimsiz
öncüllere varıp dayanması gerekir. Aksi halde ne burhan ne de burhanî bilgi mümkün olur.197
Zira orta terimsiz ilksel öncüllerin ne yüklemlerinin tanımlarında alınan konular ne de
konuların tanımlarında alınan yüklemler sonsuza dek gider. Üstten ve aşağıdan yükleme durur
ve burada şey üzerine bir ilk yükleme olduğu açığa çıkar. Her ne kadar konuya yapılan
yüklemlerin çoğu genel bir sebepten dolayı olsa da- örneğin; üç açının iki dik açıya eşit
oluşunun eş kenara ve çok kenara yüklenmesi, eş kenar ve çok kenardan birinin kendi olması
bakımından değil üçgen olması bakımındandır ve üçgen bunların her ikisini de kuşatmaktadırher şey için yapılan her yüklemenin, ilk olarak genel bir şey için olması zorunlu değildir ki
üçgen için başka bir genel şey olsun ve aynı şekilde o genel şey için de başka bir genel şey
olsun. Aksine işin sonunda bir şey için bizâtihi, ilksel ve aracısız yüklem bulunmak
zorundadır. Tek, basit ve tümel öncül, bu aracısızlar arasındadır, bir terimin girmesiyle
bilkuvve iki öncüle bölünmez ve onun burhanı yoktur. Çünkü bir orta terimle bölünmeyen
şeyin burhanı yoktur. Bunlar öncüllerin basitleri ve ilkleridir.198
Çalışmamızın ikinci bölümünde Tasdikât analizinde yer verdiğimiz üzere bilimselburhânî önermelerin çelişik şartlarını tam olarak taşıyan ve taşıması gereken önermeler
olmalıdır. Bu şartları taşıyan önermelerden birisi doğruysa diğeri kesinlikle yanlıştır. İbn Sina
buna bağlı olarak yukarıda zikredilen bilimsel ilkeler yani burhânî ilkeler, aynıyla çelişiğin iki
tarafından biri ise diğer tarafın burhanî/bilimsel olmasının imkansızlığını ilkelerin en temel
niteliği olarak ortaya koyar. Bu nitelik her iki burhânî ilkenin de kendisinde ortak olduğu bir
196
197
198
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.169. İbn Sina, a.g.e, s.177. İbn Sina, a.g.e, s.178, 179. 274
niteliktir.199 Bu, burhânî/bilimsel ilkeleri cedelî/diyalektik ilkelerden ayıran en temel
özelliklerden birisidir. Çünkü diyalektik ilke de her ne kadar çelişiğin iki tarafından biri olsa
da burhânî ilkeler gibi aynıyla çelişiğin iki tarafından biri değildir.200
Burhanın ilkelerinden asla orta terimi bulunmayan ve akıldan başka bir yolla da
kazanılmayan öncül, kendiliğinden bilinen bilgi/aksiyom (el-ilmu’l-müteâraf/aksiyom) diye
adlandırılır. Bunların dışındaki ilkeler ise ister tanım ister öncül olsun bilimlerin başlarında
telkin edilen vaz’/vazî öncül (el-vaz‘/el-mukaddemetu’l-vaz‘iyye) diye adlandırılır.201 İbn
Sina en-Necât’ta bunları burhan yapmadan önce yani bir şey hakkında kanıtlama yaparken
öncelikle bilinmesi gerekenler başlığı altında toplamaktadır. İbn Sina burada kısaca burhanda
öncelikle bilinmesi gerekenleri tanımlar (hudûd), varsayımlar (evza‘: hipotezler ve
postulatlar) ve öncüller (mukaddemât) şeklinde ifade etmektedir. İbn Sina’nın burada
‘mukaddemât’ kavramıyla kast ettiği ilksel öncüllerdir. Tanımlar, bilimin konularından ve
arazlarından tasavvuru açık olmayan şeylerin yani tasavvur açık olmayan konuların ve
arazların tasavvurunu ifade eder. Örneğin; ‘nokta, parçası olmayan sınırdır’, ‘çizgi, genişliği
olmayan uzunluktur’ gibi. Tanımlar tasdik ifade etmezler dolayısıyla tanımlarda olumluluk ve
olumsuzluk yoktur. Varsayımlar, ister hipotezler ister postulatlar olsunlar kendiliğinden açık
olmayan öncüllerdir. Bunlar daha önce ifade edildiği gibi kullanıldıkları bilimde değil başka
bir bilimde kanıtlanan ve açıklanan öncüllerdir, ilk olarak kullanıldıkları bilimde açıklansalar
bile daha sonra açıklanan öncüllerdir.202 Burada hipotezler ve postulat olan ilkelerle ilişkili
olarak İbn Rüşd’den şu önemli detayı aktarmamız yerinde olacaktır. İlerde üzerinde
duracağımız üzere belli şartların dışında bilimsel kanıtlama bir bilimden diğer bir bilime
taşınamaz. Hipotezler ve postulatların, orta teriminin başka bir tabiattan yani bu tabiatın
konusu olduğu başka bir bilimden gelmesi bilimsel kanıtlamanın bir bilimden diğerine
taşınması anlamına gelmez. Çünkü zaten bu ilkeler, başka bir bilimde kanıtlanabilir olma
özellikleriyle alınıp kabul edilmekte, vazedilmektedir ve bunları vazedip kullanan, çoğunlukla
üst bir bilimin kapsamında bulunan alt bir bilimdir.203
Burada hemen İbn Rüşd’den ilave etmemiz gereken bir diğer önemli detay
kendiliğinden bilinen öncüllerin bizatihi kendiliğinden bilinme özelliğine ilişkin getirdiği
yorumdur. Kendiliğinden bilinen öncüllerin, gerek hipotez gerekse postulatlardan ayrıldığı
199
200
201
202
203
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.57. İbn Sina, a.g.e, s.57. İbn Sina, a.g.e, s.57.; bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.432.;
Aristoteles, II.Çözümlemeler, çev.Ali Houshiary, 72a s.11, 12.; İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.51, 52.; İbn
Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.192-194. İbn Sina, en-Necât, s.71, 72.; ayrıca bkz. İbn Sina, Uyûnu’l-Hikme, s.57. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.300. 275
önemli nokta şudur: Bilimlerin kendiliğinden bilinen cinsi’nden olan öncüller, gerek nutk-u
hâriç gerekse nutk-u dâhil bakımından bizâtihi bilinen öncüllerdir. İbn Rüşd’e göre
Aristoteles’in, ‘bunların bizâtihi makbul olduğu düşünülür’ derken de kast ettiği budur.
Dolayısıyla
bu
ilkelerin
bizâtihi
kabul
edilmesi,
onların
gerek
nutk-u
hâriç
bakımındangerekse de nutk-u dâhil yani tasavvur bakımından kendiliğinden bilinir olmaları
anlamına gelir. Bu ilkelerin sadece nutk-u hâriç bakımından bilinir olması yeterli değildir,
nutk-u dâhil bakımından da bilinir olmaları şartı vardır. Eğer bu şart eklenmezse o takdirde bu
ilkelerin meşhur sözlerden farkı kalmaz. O halde kendiliğinden bilinen burhânî ilkeler, nutk-u
hâriçle birlikte nutk-u dâhil bakımından da bilinen ilkelerdir.204
İbn Sina, bilimlerin ilkelerinden vazî olanının iki kısımda ele alındığını belirtir.
Birincisi tanım’dan oluşan ilkedir. Tanım, kendiliğinden açık olmayan ve sadece öylece kabul
edilmesi gereken ve bütün öncüllerden farklı olan ilkedir. Bununla birlikte İbn Sina tanımı bir
öncül formunda ifade etmekten başka bir yolun olmadığını belirtir. Örneğin; ‘birlik, nicelikle
bölünmeyendir’ şeklindeki tanımdan oluşan bir ilke, önerme formunda ifade edilmektedir. İbn
Sina’ya göre bunu tartışma konusu yapmak da anlamsızdır. Zira tanım cümlelerinde tartışma,
şayet olursa tasdik anlamında değil tasavvurda gerçekleşen bir hatadan dolayı olabilir. Tanım
cümlesinin önerme formunda ifade edilmesi onun önerme olduğu anlamına gelmez. Aradaki
fark şudur: Tanımda amaç bir yüklemin tasdik edilmesi değildir. Örnekten hareketle söylersek
söz konusu tanım cümlesinde amaç ‘birlik’ üzerine ‘nicelikle bölünmeyendir’ yükleminin
tasdik edilmesi değildir. Vazî öncülün ikinci kısmı, vazedilmiş asıl/hipotez (asl mevzû‘)’dır.
Tanım vazî olup bir vazedilmiş asıl/hipotez (el-aslu’l-mevzû‘) değildir. Çünkü tanımda,
vazedilmiş asılda olduğu gibi bir olumlama veya olumsuzlama yoktur.205
İbn Sina bazı düşünürlerin vazedilmiş asıl (el-aslu’l-mevzû‘) için musâdere (postulat)
kavramını kullandıklarını, bazılarının da vazedilmiş asıl kavramını genel bir kavram olarak
kullanıp bunu ikiye ayırdıklarını aktarır. Birincisi; doğrudan alıp kabul eden kişinin zihninde
kendisine dair aykırı bir görüşün bulunmadığı öncüldür ki buna özel manasıyla yine
vazedilmiş asıl adını vermektedirler. İkincisi ise; teslim alıp kabul eden kişinin zihninde
kendisine dair aykırı görüş bulunan ve öncülü vazeden kişi tarafından yeri gelince
açıklamasının taahhüt edildiği öncüldür. Bununla birlikte İbn Sina, özel bir adlandırmaya
gitmeden bazılarının da ister ilksel (evvelî) olsun ister olmasın ister kendisine dair aykırı bir
204
205
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.314. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.58.; ayrıca bkz.İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.317 276
görüş bulunsun isterse bulunmasın bir tasdikin vazedildiği bütün asıllara/ilkelere genel bir
isim olarak vaz‘ ismini verdiklerini belirtir.206
Bazen de ilksel (evvelî) öncül bile olsa eğer bilimlerde kullanılan ilksel ilkelerin
tasavvur edilmesinde öğrenen kişi yetersiz ise bunlar da bilimde kıyas yoluyla vazlar haline
getirilir. Çünkü ilksel (evvelî) ilkelerde, tümel soyut ve hayalden uzak olduklarından dolayı
anlam kapalı olur. Böylesi durumlarda öğrenen konumundaki kişi bu ilkeleri tümevarıma tabi
tutar. Nitekim tümevarımın bilimsel kanıtlamada kullanılma alanlarından biri budur.207 Zira
tasavvurun açığa çıkarılma işi yalnızca vazedilmiş asıllarda yapılmamakta, kimi zaman hakiki
ilksel (evvelî) bilgilerde de yapılmaktadır. Çünkü ilksel (evvelî) bilgiler de zaman zaman
gözden kaçırılabilmekte, farkına varılmamakta ve inkar edilebilmektedir.208
İbn Sina, değişik yorumlar ve adlandırmalar olsa da en nihayetinde bilimlerde
kullanılan ilkeleri (mebâdiu’l-ulûm) dört kısımda toplamaktadır. 1.Tanımlar 2. Akılda ilksel
(evvelî) olarak veya duyuyla, tecrübeyle veyahut da akılda bedîhî bir kıyasla kabul edilmesi
gereken öncüller 3. Kuşkulu olan ve öğrenen muhatabın kendisine dair aykırı görüşü bulunan
postulâtlar (musâderât).209 İbn Sina bazen postulatların bir bilimde ilke değil mesele, problem
olabildiklerini not eder. Postulatlar, bazen başlangıçta kabulüne musamaha gösterilmekle
birlikte daha sonra açıklanmak üzere bilimlerle meseleler olarak da vazedilebilir. Bu durumda
bir postulat vazedilen bilim içerisinde açıklanabilmektedir.210 İbn Sina bir bilimde postulat,
vazedilen bir ilke olarak Öklides’in Elementler Kitabı’ndan ‘iki çizgi, iki dik açıdan eksik
olanın yönünde karşılaşır’ öncülünü örnek olarak zikretmektedir. Bu ilkenin orta terimi
Geometri biliminde yer alır.211 4. Kuşkulu olan ama öğrenen muhatabın kendisine dair aykırı
bir görüşünün bulunmadığı hipotezler (el-usûlü’l-mevzûa). İbn Sina hipotezlerin bütün
bilimlerde kullanıldığını, Aritmetik gibi bilimlerde ise yalnızca ilksel öncüllerin (evveliyyât)
ve tanımların, Geometri’de ve Doğa Bilimi’nde ise bu üç ilkenin tamamının kullanıldığını
belirtir.212 Hipotezler, kendiliğinden bilinmeyen ve ilke oldukları bilimde değil de başka bir
bilimde açıklanması gereken öncüllerdir.213 Çünkü bir hipotezin vazedildiği bilim dalında
kendisini açılayacak ve kanıtlayacak orta terimi bulunmaz.214
206
207
208
209
210
211
212
213
214
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.58. İbn Sina, a.g.e, s.58. İbn Sina, a.g.e, s.60. İbn Sina, a.g.e, s.59, 60. İbn Sina, a.g.e, s.61. İbn Sina, a.g.e, s.61. İbn Sina, a.g.e, s.58.; ilkelerin tarifi için ayrıca bkz.İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.316. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.60. İbn Sina, a.g.e, s.62. 277
Gerek hipotezler gerekse postulatlar ilke olmakla birlikte öğrenen kişi açısından bir
kuşku ve zan barındırırlar. Çünkü açıklanmasına gerek duyulduğu halde herhangi bir
açıklama yapılmadan alınan ve kabul edilmesi istenen ve öğrenen kişinin tasdik ettiği her
öncülün, İbn Sina, başkasına kıyasla değil zannî olarak tasdik eden kişiye kıyasla hipotez,
öğrenen kişinin kendisinden bir kabul olarak aldığı kaynakla (bilim adamı, bir bilim dalı)
aynı zannı paylaşmadan veya onun zannına aykırı bir zanla aldığı öncülün ise postulat
olduğunu belirtir.215
İbn Sina, Bilimsel Kanıtlama Teorisi’ni tıpkı Aristoteles ve Fârâbî gibi yukarıda sözü
edilen ilkeler üzerine inşa etmektedir. Bu ilkeler olmadan bilim yapmak imkansızdır. Çünkü
bilimsel kanıtlama (burhan), şayet hakkında bilgi sahibi olunmayan bir bilinmeyen hakkında
kesin tasdike ulaşma hedefini ve iddiasını güdüyorsa ve bu da ancak ilkelerle mümkün
oluyorsa İbn Sina’ya göre o takdirde burhanın ilkelerini doğrudan ve önceden tasdik etmek
zorunludur. Hatta burhanın bütün ilkelerini veya sadece bir kısmını yani postulat olmayanları
sadece tasdik etmek yeterli değildir. Burhanın ilkelerini tasdik etmek, burhanın ilkelerinden
hareketle ortaya çıkan sonucu tasdikten daha sağlam ve daha öncelikli, yine söz konusu
burhanın ilkelerinin mukâbilini tekzib sonucun gerek çelişik bakımından gerekse zıtlık
bakımından mukâbilini tekzipten daha sağlam ve daha katı olmalıdır. İbn Sina burhanın
ilkelerine ilişkin tasdikin daha sağlam ve daha öncelikli olduğunu ya da olması gerektiğini
şuna bağlamaktadır: Bir şey, ortak oldukları anlamda diğer şeyin nedeni olursa o anlamın
nedende daha sağlam ve daha çok olması gerekir. Çünkü o anlam, neden sayesinde diğer
anlamda meydana gelmektedir.216
Maddesi bakımından burhâni öncüller zorunlu- vâcip öncüller olmalıdır. Çünkü
burhânî zorunlu tümel matluplar (talep edilen ve araştırılan sonuçlar) hakkındaki öncüller
zorunlu ve vacip maddelerde (fi- mevâdd zarûriyye vâcibe) bulunur.217 Bilimsel kanıtlamanın
öncüllerinin bu niteliği aslında bilimle bilim olmayanın arasına çok keskin bir çizgi çeken
niteliktir. Zira İbn Sina, gerçekte bilim olmayan veya bilimsel olmayan ama bilimmiş gibi
görünen sofistik kanıtlamaların (el-mugâlatâtu’l-burhâniyye) aksine imkansız-zorunlu
maddelerde bulunduğunu belirtir. Bunlar, burhana benzeyen fakat gerçekte burhan olmayan
sofistik kanıtlamalardır. Sofistik kanıtlamaların bir kısmı ise diyalektiğe benzer olan (cedelî)
sofistik kanıtlamalardır.218
215
216
217
218
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.62. İbn Sina, a.g.e, s.59. İbn Sina, a.g.e, s.62.; burhânî öncüllerin niteliklerine ilişkin değerlendirme için ayrıca bkz.Ömer Türker, İbn
Sina Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkanı Sorunu, s.211-228. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.62. 278
İbn Sina, burhânî olan sofistik kanıtlamayla cedelî sofistik kanıtlama arasında farkı
şöyle ortaya koymaktadır: Burhânî sofistik kanıtlamanın öncülü, ilksel (evvelî) öncüle benzer
ve zorunlu şeylerden oluşur, fakat matlup ise mümkün bir şeydir. Mümkün olan şeye dair
yapılan kıyas ise mümkün öncüllerden oluşur. Mümkünlerden olmayan matlupları elde etmek
amacıyla yapılan kıyas da zorunlulardan oluşur. Bunların mukabilleri zorunlunun
mukâbilleridir. Bundan dolayı da bütün durumlarda yanlış olan bir tümel, kıyasta büyük ve
küçük önerme olarak bulunur ve büyük önerme olarak alındığında ondan bütün durumlarda
yanlış sonuçlar çıkar. Dolayısıyla bu kıyas formunda alındığında burhânî mugalatanın öncülü,
burhânî öncüle ve bu kıyasın sonucu da burhânî sonuca zıttır.219 Diyalektik (cedelî) sofistik
kanıtlamanın öncülü ise meşhura benzer ama soruşturulup araştırıldığında bunun gerçekte
meşhur olmadığı ortaya çıkar ve çoğunlukla da bu öncül zorunlu değildir. Buna bağlı olarak
bilim dışılık/bilim dışına çıkmak burhanda (el-ğalat fi’l-buhân) doğru olmayan öncülden
kaynaklanırken diyalektikte (el-ğalat fi’l-cedel) meşhur olmayan öncülden kaynaklanır. İbn
Sina, burhandaki sofistik akıl yürütmelerin bazen kıyas yapan kişinin yanılgısı nedeniyle,
bazen sınamak amacıyla ve bazen de akıl yürütmede bulunan kişinin kişiliğindeki ve
karakterindeki kötülük ve artniyet (ridâet’u- nefs) nedeniyle de gerçekleştiğini ilave
etmektedir.220
5.1.1. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinin/Öncüllerinin Zorunlu ve Tümel
Oluşu
İbn Sina, burhana yönelik ‘burhanın ilkelerinin burhandan daha açık ve daha bilinir
olması’ doğru bilgisinden yanlış çıkarımlarda bulunan iki yanlış değerlendirme biçimine yer
verir. Birincisi bilimsel kanıtlamayı bütünüyle reddeden ve böyle bir kanıtlamayı imkansız
gören değerlendirmedir. İkincisi ise burhanın ilkelerinin bir kısır döngü içerisinde
açıklandığını düşünen ve bu anlamda bilimsel kanıtlamayı bir totoloji olarak gören
değerlendirmedir.221
Birinci görüşte olanların değerlendirmesi şöyle: Burhan ile talep edilen şey, ondan
daha açık olmaya muhtaç öncüllerle açıklandığında söz konusu öncüllerin burhanla talep
edilen şeyden önceki açıklamasının, bunlardan daha açık olmaya gerek duyan öncüllerle
yapılması gerekmektedir. Bu nedenle onları da onlardan daha açık olup açıklaması onlardan
önce yapılmış öncüllerin öncelemesi gerekir. Süreç böyle devam eder gider. Bu ise tek bir şey
hakkında burhan getirmenin sonsuz sayıda burhanlar getirmeye dayandığına götürür ki bu
219
220
221
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.62, 63. İbn Sina, a.g.e, s.63. İbn Sina, a.g.e, s.64. 279
imkansızdır. Ya da şeyin herhangi bir açıklama yapılmadan kabul edilmesine sebep olur ki
açık olmayan şey üzerine kurulan şey ise açık değildir. Aynı şekilde açıklanmayan şey,
burhanın ilkesi olamaz. Öyleyse bir şey hakkında burhan getirmenin imkanı yoktur.222
İkinci görüşte olanlar ise yukarıdaki görüşü ve delili kabul etmekle yüz yüze kalınca
bundan kurtulmak için burhanların ilk ilkelerinin bulunduğunu söylemek zorunda kalmış ve
bunu şöyle izah etmişlerdir: Bu ilkeleri açıklayan burhan yine bu ilkelerin kendisinden oluşur.
Dolayısıyla burhanın ilkeleri, kendi kendini açıklar ve kanıtlarlar. Kısır döngü yoluyla bu ilke,
öteki ilkeyle ve öteki ilke de bu ilkeyle delillendirilir. Böylece bu görüşte olanlar hem burhan
vardır hem de her şey hakkında burhan vardır kabullerini koruduklarını ve ilkelerin/öncüllerin
sonsuza dek gitmesinden kurtulduklarını sanmışlardır.223
İbn Sina iki görüşe yer verdikten sonra her ikisinin de yanlış olduğunu ifade
etmektedir. İki görüşe götüren öncül-ki bu ‘her bilgi ancak burhanla gerçekleşir veya hiçbir
bilgi yoktur ya da burhanla vardır’ öncülüdür-yanlıştır. Aksine doğru olan şöyle demektir: Ya
hiçbir şey bilinmez ya da bir şey bilinir. Bilinen ya kendiliğinden bilinir ya da bir burhanla
bilinir. Her şey bilinmez değildir. Çünkü hiçbir şey bilinmeseydi ‘hiçbir şey bilinmemektedir’
sözümüz de bilinmezdi. Her şey burhanla da bilinmez. Çünkü herşey burhanla bilinseydi her
burhan bir burhanla bilinirdi. Bu ise imkansızdır. Şu halde bazı şeyler kendiliğinden
bilinmektedir. Burhanlar, iki sınır arasında kalan aracılarla yani iki terim arasını bağlayan orta
terimlerle olur. Bütün iki şey arasındaki aracıların, önceki iki taraf arasındakilerin sayısınca
aracılar olması mümkün değildir. Çünkü ister sonlu ister sonsuz olsun her sayısal sıralamada
bir şeyin diğerini izlemesi gerekir.224
İbn Sina’ya göre şu halde açığa çıkmaktadır ki her bilgi burhanla elde edilmemektedir
ve bilinen şeylerin bir kısmı, herhangi bir aracı olmaksızın kendiliğinden bilinmekte;
çözümlemede/analizde sonda bulunmakta; o ve onun gibi olanlar, burhanın öncüllerinin
sonunda varıp dayandığı ilke olmaktadır. Yine bu durumda ‘ya burhanın öncülleri sonsuzdur
ya da bu öncüller her burhanda açıklanmamış bir vazedilmiş asılda durur’ şeklindeki zan da
doğru olmamaktadır. Doğrusu şudur: Öncüller, herhangi bir aracı olmaksızın kendiliğinden
açık öncüllere varıp son bulur.225
222
223
224
225
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.64. İbn Sina, a.g.e, s.65. İbn Sina, a.g.e, s.65. İbn Sina, a.g.e, s.66.; söz konusu tartışma için bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil LiMantıki Aristo, içinde s.429-439.; Aristoteles, II.Çözümlemeler, s.12-14.; İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.5255.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.200-205. 280
İbn Sina, Aristoteles’in II.Analitikler’de ‘döngüyle açıklama kesinlikle açıklama
değildir’226 diyerek bunun için üç kanıt ortaya koyduğunu belirtir ki bu kanıtlar da şunlardır:
Birincisi; döngüsel açıklama, iki şeyden her birinin diğerinden daha önce ve daha
bilinir ve her birinin diğerinden daha sonra ve daha kapalı olmasını gerektirir. Fakat bu
durum, ikisinden birinin bize göre diğerinin de doğaya göre olması gibi iki yönden değildir ki
daha bilinir olan bize göre daha bilinir ve doğaya göre daha gizli olsun ve daha sonra olan,
bize göre daha sonra ve doğaya göre daha bilinir olsun. Çünkü bu mümkündür. Fakat
döngüsel açıklamada daha bilinir olan, her iki şeyde de aynı yöndendir; ya sadece bize
kıyasladır ya da hem bize hem doğaya kıyasladır. Çünkü bir kıyasta öncül olarak alınan şeyin
bizim nezdimizde sonuçtan daha bilinir olması gerekir. Sonra bu öncül bazen doğaca daha
bilinir ve daha önce olabileceği gibi bazen de böyle olmaz, aksine bizim nezdimizde daha
bilinir olan doğaca daha sonra olandır. Durum böyle olunca tek bir şey, bizim nezdimizde bir
şeyden daha bilinir olarak ve yine aynı şeyden daha az bilinir olarak meydana gelecektir. Bu
ise imkansızdır.227
İkincisi; döngüyle burhan getiren gerçekte ilk matlubu musadere etmektedir yani
kanıtlanmak istenileni öncül olarak almaktadır. Çünkü bir öncül bir öncülle açıklandığında,
sonra da o öncülün kendisi ilk öncülle açkılandığında veya ilk öncülle açıklanan bir öncülle
ya da öncüllerle açıklandığında –ister o öncüller veya aracılar bir isterse de birden fazla olsuno şey, açıklaması kendisinin açıklamasına dayalı bir şeyle açıklanmakta ve dolayısıyla o şey,
bizzât kendisinin açıklamasıyla açıklanmaktadır. Bu ise imkansızdır. Çünkü ‘şey vardır’
sözünü, şeyin var olan nedenini açıklamaksızın kabul etmekle ‘şey vardır çünkü şey vardır’
deyip herhangi bir ilave yapmamak arasında fark yoktur. Kuşkusuz ‘şey vardır’ öncülü kabul
edilmiyorsa ‘şey vardır, çünkü şey vardır’ öncülü de kabul edilmez. ‘Şey vardır çünkü şey
vardır’ öncülü kabul edilmiyorsa döngüyle yapılan açıklama kabul edilmez.228
Üçüncüsü; İbn Sina, döngüsel açıklamanın hangi durumlarda gerçekleştiğine ve
bunun teknik açıdan nasıl olduğuna I.Analitikler’de Aristoteles’in yer verdiğini belirtir ki
çalışmamızın Tasdîkât bölümünde ele aldığımız üzere İbn Sina’nın kendisi de Kitâbu’lKıyâs’ta ve diğer mantık metinlerinde döngüsel açıklamanın hangi durumda ve ne şekilde
gerçekleştiğini ele almış analiz etmiştir. Buna göre döngüsel açıklamanın, sayıları en az üç
olan ve bir kısmı diğerine döndürülen ve eşit olan terimlerde gerçekleşmesi gerekir. İbn Sina,
böylesi şartların burhanlarda bir araya gelmesinin ise pek az olduğunu ifade eder. Dolayısıyla
226
227
228
‘Mutlak anlamda bir şeyin döngüsel olarak açıklanması imkansızdır.’ bkz.Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, enNassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.437. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.66. İbn Sina, a.g.e, s.66, 67. 281
burhanların ilk ilkelerin tamamının bu şartlara sahip olması ve böylece döngüsel olarak
birbirleriyle açıklanmasının denk gelmesi imkansızdır. Burhanların bir çok ilkesi vardır ve
bunların terimlerinin birbirlerine döndürülebilir olması hepsinde denk gelmez. Eğer ilkelerin
tamamında bu yani terimlerin birbirlerine döndürülebilir olması gerçekleşmiyorsa o takdirde
burhan döngüyle açıklanamaz. İbn Sina’ya göre burhanı döngüsel olarak açıklayanlar
esasında ‘hastalığı, ondan daha beter olan bir hastalıkla tedavi etmeye çalışmaktadırlar!’
Onlar, ‘ya hiçbir şekilde burhan yoktur ya da burhanların ilkeleri sonsuza kadar gider’
sorunundan kurtulmak istediler ve bu sorundan burhanların ilkelerini, tutup yine bu ilkelerle
bilinenlere muhtaç yaptılar. En nihayetinde bu yorumlama onları daha ciddi bir çıkmaza
sürükleyip burhanların ilkelerinin bilinmeyeceğini ve bu ilkelerle hiçbir şeyin bilinmeyeceğini
düşünmeye kadar götürdü.229
Burada İbn Rüşd’ün döngüsel açıklamaya ilişkin Tefsîr’inde yer verdiği bazı detaylar
üzerinde durmamız gerekir. İbn Rüşd burhanda döngüsel açıklamanın imkansızlığı
tartışmasını varlık burhanı, neden burhanı ve hem varlık hem de neden burhanı üzerinden ele
almakta ve yorumlamaktadır. İbn Rüşd’e göre Aristoteles burhanda döngüsel açıklamayı
öncelikle burhanın kıyas olması bakımından değil burhan olması bakımından döngüsel
açıklamanın imakansızlığını ifade etmekle çürütmüştür. Şöyle ki; burhan, sonuçlardan varlık
bakımından önce gelen hem bizce daha iyi bilinen hem de doğası gereği daha iyi bilinen
öncüllerden oluşur. Dolayısıyla eğer burhanın döngüsel bir kanıtlama olduğu kabul edilirse o
takdirde sonuçlar, öncüllerden hem daha iyi bilinen hem de doğası itibariyle önce gelen
olacaktır, oysa burhanda öncüllerin sonuçlardan daha iyi bilinen ve doğası gereği daha önce
gelen olduğu vazedilmişti, bu durumda da bir şey bir şeyden doğası itibariyle ve tek bir
yönden hem daha önce gelen hem de daha sonra gelen olacaktır ki bu, o şeyin hem daha iyi
bilinen hem de daha iyi bilinmeyen olduğu anlamına gelecektir. Bu imkansızdır.230
Bununla birlikte İbn Rüşd bazen burhanlarda döngüsel kanıtlamanın ve açıklamanın
mümkün olduğunu belirtir. Bu da burhanlardan birinin sadece nedeni, diğerinin ise sonra
gelenden hareketle sadece varlığı vermesi durumunda mümkün olabilir. Örneğin; bir burhanla
Ay’ın kürsel oluşunun ışığının azar azar artmasından hareketle kanıtlamanması (varlık
burhanı) sonra da Ay’ın ışığının artmasının nedenin ise onun kürsel oluşuyla kanıtlanması
(neden kanıtlaması) gibi. Dolayısıyla bu durumda bize göre önce gelen doğası gereği sonra
gelen olurken; bize göre sonra gelen ve doğası gereği önce gelen olabilmektedir. Şöyle ki; bu
burhanlardan birisi, bize göre önce gelen fakat doğası gereği sonra gelenden hareketle doğası
229
230
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.67. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.206. 282
gereği önce gelen üzerine kanıtlamada bulunmuştur ki bu varlık burhanıdır. Diğeri ise doğası
gereği önce gelenden hareketle doğası gereği sonra gelen üzerine kanıtlamada bulunmuştur,
yani önce gelenin varlığı bize göre daha iyi bilinen sonra gelenin varlığından hareketle ortaya
konduktan sonra doğası gereği önce gelenle sonra gelenin nedenini ortaya koymuştur. İbn
Rüşd, Aristoteles’in varlık burhanının, tümevarım kabilinden bir açıklama olduğuna işaret
ettiğini de burada ilave eder. Çünkü tümevarımda da doğası gereği önce gelen şeyler
(tümeller), doğası gereği sonra gelen şeylerden (tikeller) hareketle açıklanmaktadır. Çünkü
tümevarımda, bileşik olan tikelden hareketle basit olan tümele bir gidiş ve açıklama söz
konusudur. Tikel bilgi bakımından bize göre daha önce gelen iken doğası gereği sonra
gelendir. Tümel ise bunun aksidir. Bu çeşit tümevarım, bize göre önce gelenden hareketle
doğası gereği önce geleni açıklayan Delîl adı verilen kanıtlamalar kabilindendir. İbn Rüşd’e
göre işte Aristoteles ‘iki yönden olması hariç’ derken231 bunu kast etmiştir. İbn Rüşd, bu
teknik açıklamanın ardından Aristoteles’in burhanda döngüsel açıklamanın imkansız
olduğunu söylerken, burada burhanla mutlak burhanı yani hem varlık hem de nedensel
kanıtlamayı ortaya koyan burhanı kast ettiğini özellikle belirtir. Başka bir ifadeyle; İbn Rüşd,
Aristoteles’in mutlak burhanla döngüsel kanıtlamayı imkansız gördüğü kanaatindedir. Zira bu
burhanlar, hem bize göre hem de doğası gereği daha iyi bilinen öncüllerden oluşur.232
İbn Rüşd’e göre eğer bu yönüyle yani bir şeyin aynı anda hem varlığnı hem de nedeni
ortaya koyan ve kanıtlayan tam burhan (el-burhânu’-tâmm)/mutlak burhan (el-burhânu’lmutlak)’da döngüsel açıklamanın mümkün olduğu kabul edilirse bu mutlak burhanın, doğası
gereği en iyi bilinen öncüllerden oluşur tanımlamasına aykırı olacak ve mutlak burhan bir
taraftan hem doğası gereği önce gelen öncüllerden diğer taraftan da doğası gereği sonra gelen
231
232
‘Bir şeyi mutlak olarak döngüsel açıklamak imkansızdır. Zira bu aynı şeylerin, hem en önce hem en sonra
gelmesi suretiyle kendilerini açıklamasıdır. Ancak döngüsel açıklamanın başka bir yönden mümkün olması
hariç. Bir şeyin bize göre önce diğerinin ise mutlak olarak önce gelmesi gibi. Bu yön tümevarımla bir şeyin
bilgisinin elde edildiği yön gibisindendir. (Bu yönün) dışında şayet burhanda döngüsel açıklamanın
varlığından söz edilirse mutlak olarak bir şeyi bilmenin tanımı doğru olmaz. Tersine burhan katlı olur ve
diğer burhan, daha iyi bilinenlerden hareketle mutlak üzere gerçekleşmez.’ Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân,
en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.437.; ‘saltık anlamda tanıtlamanın döngüsel olması olanaksız,
bu açık, nitekim tanıtlamanın daha önce gelen ve daha iyi bilinen öncüllerden oluşması zorunlu. Çünkü aynı
şeylerin aynı anda kendilerinden daha önce ve daha sonra gelmeleri imkansız; meğer ki bu başka bir tarzda,
bize göre daha önce gelenler ile saltık anlamda daha önce gelenler gibisinden tümevarımın sağladığı bilgi
gibisinden ola. Ne ki bu böyle oluyorsa ‘saltık anlamda bilmek’ tanımımız uygun olmayıp iki anlamda
bilmek söz konusu olabilir; herhalde doğrusu şu: bizce önce bilinenlerden oluşan beriki tanıtlama saltık
anlamda olmasa gerek’ Aristoteles, II.Çözümlemeler, 72b s.13. İbn Rüşd’ün Aristoteles’in ifadeleri olarak
doğrudan aktardığı şu pasajla karşılaştırınız: ‘Şeyleri mutlak olarak döngüsel açıklamayla açıklamak
imkansızdır. Şu zikredeceklerimden bu açıktır: öncelikle çünkü burhan doğası gereği önce gelen ve daha iyi
bilinenlerden oluşur. Aynı şeylerin hem daha önce gelmesi hem daha sonra gelmesi imkansızdır. Ancak
döngüsel açıklamanın iki yönden gerçekleşmesi hariç, birincisi; bazısının bize göre önce gelip, doğası gereği
sonra gelmesi; diğeri ise bazısının bize göre sonra gelip doğası gereği önce gelmesidir. Birinci vechin
tümevarım kabilinden açıklama olması hariç.’ İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.205, 206.
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.207. 283
öncüllerden oluşacaktır ki böyle bir burhan da aynı anda hem varlığı hem de nedeni veren
burhan olmayacaktır. O halde mutlak burhanda mutlak burhan olması yönüyle asla döngüsel
açıklama ve kanıtlamadan söz edilemez. Döngüsel açıklama sadece varlığı veren kanıtlama ile
sadece nedeni veren kanıtlama arasında mümkün olabilir ancak. Şayet bunun dışında
döngüsel açıklama doğru kabul edilirse İbn Rüşd’e göre o takdirde her şey zaten
kendiliğinden bilinen olmuş olur ki bu durumda döngüsel açıklamayla şeyleri araştırma ve
açıklama zahmetine girmeye de zaten gerek yok, zira bilinen bir şeyi açıklama gereksiz bir
çabadır! 233
O halde bilimsel kanıtlamanın kendileri üzerine inşa edildiği zorunlu ilkelerin varlığı
kaçınılmazdır. Bu ilkelerin zorunlu oluşu şu anlama gelmektedir: Burhanın öncülleri
değişmeyen bilgiyi ifade ettiğinden ve bu bilginin hakkında bilgi verdiği (ma‘lûm) şeyin de
bilindiği durumdan başka bir durumda bulunması mümkün olmadığından burhanın
öncüllerinin de bulundukları durumdan başka bir durumda bulunması ve bunların
durumlarının değişmesi imkansızdır. Bu zorulunun anlamlarından biridir.234 İbn Sina,
burhanın öncüllerinin zorunluluğunu daha da açıklığa kavuşturma bakımından burada bir kez
daha zorunlu’nun kendisi için ifade edildiği cihetlere (vücûh) yer verir.
Zorunlu, 1. ya herhangi bir şart olmaksızın mutlak varlık bakımından zorunlu
anlamına gelir. Bunun herhangi bir vakitte yok varsayılması mümkün değildir. Ya da
zorunluluk mutlak yokluk bakımından zorunlu anlamına gelir. 2. Zorunluluk herhangi bir
yüklemin varlığı veya herhangi bir yüklemin yokluğu- ki bu yüklemin olumlanması ve
olumsuzlanmasıdır- bakımındandır. İbn Sina zorunlunun bu anlamının beş şekilde olduğunu
belirtir. Birincisi; ezeli-ebedi olarak hiçbir şart olmaksızın olumlamanın ve olumsuzlamanın
sürekli olmasıdır. Örneğin; ‘Yüce Yaratıcı birdir ve cisim değildir’ gibi. İkincisi; olumlama ve
olumsuzlamanın, mutlak olarak sürekli değil de konunun zâtı mevcut olduğu sürece devamlı
olmasıdır. Örneğin; ‘bütün insanlar zorunlu olarak canlıdır.’ gibi. Bu şu anlama gelmektedir:
Bütün insanlar ve insan olmakla nitelenen her şey-ki bu konudur- zâtı var olduğu sürece canlı
olmakla nitelenir. Çünkü her insan bozuluşa (fesâd) uğramakta ve canlı olmakla nitelenmesi
sürekli devam etmemektedir. Üçüncüsü; nitelenenin zâtı mevcut olduğu sürece değil de zâtı
onunla birlikte konu yapılan anlamla nitelendiği sürece devamlı olma anlamıdır. Örneğin; ‘her
ak zorunlu olarak göz için ayrıştırıcı bir renge sahiptir.’ Bu, ne ezeli-ebedi süreklilik ne de ak
olmakla nitelenen konunun zâtının varlığının var olmasına bağlı süreklilik bildirmez. Çünkü
233
234
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.207, 208. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.67.; bkz.Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil
Li-Mantıki Aristo, içinde, s.441.; Aristoteles, II.Çözümlemeler, s.14.; İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.55, 56.;
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.215, 216. 284
ak olmakla nitelenen bazı zâtlar var oldukları halde hem bu sıfatları yitirirler hem de bu
sıfatların gereğini- ki bu, göz için ayrıştırıcı bir renk sahibi olmaktır- yitirirler. Dolayısıyla söz
konusu önerme şu anlamda zorunluluk bildirir: Zât, ak olmakla nitelendiği sürece bu
nitelenme (göz için ayrıştırıcı bir renk olmak) devam eder.235
Dördüncüsü; yüklemin mevcut olma şartına bağlı zorunluluktur. İbn Sina esasen
zorunluluğun bu kısmının bütün mevcutlarda ve yukarıda yer verilen ve bundan sonra
zikredilecek olan bütün zorunluluk tarzlarında geçerli olduğunu hatırlatır. Çünkü ister varlığı
zorunlu olsun isterse varlığı zorunlu olmasın bütün mevcutlar, mevcut oldukları sürece
mevcut olma şartıyla birlikte mevcut oldukları sürece mevcut olmamaları mümkün değildir.
Ancak İbn Sina bu kısmın, söz konusu şart kesin olarak kaldırıldığında yükleminin
zorunluluğu bulunmayan şey hakkında ayrıca zikredildiğini belirtir. Örneğin; ‘her insan
oturduğu sürece zorunlu olarak oturandır’ gibi. Nitekim burada ‘her insan zorunlu olarak
oturandır’ denilmesiyle yetinilmez, önermeye yüklemin devam şartını ileri sürerek ‘oturduğu
sürece’ ilavesi yapılır. Zorunlulardan olan bu kip, her konu için ve her vakitte mümkündür.
Bu özelliği ile diğer kısımlardan ayrılır. Beşincisi; zorunluluk, konu ve yüklem şartına değil
mutlaka gerçekleşmiş bir vakit şartına bağlıdır. Örneğin; ‘Ay zorunlu olarak tutulur.’ Yani Ay
belli bir vakitte zorunlu olarak tutulur. Yine örneğin; ‘bazı ağaçların yaprakları zorunlu olarak
dökülür ve baharda zorunlu olarak yeşerir’ önermesi gibi.236
İbn Sina, bazı mantıkçıların bu kısımla bir önceki kısmın aynı olduğu düşüncesine,
çünkü örneğin Ay’ın tutulduğu sürece zorunlu olarak tutulduğunu sandıklarına değinir ki İbn
Sina bu görüşe katılmaz ve bu ikisinin zorunlunun anlamlarından birbirinden ayrı iki kısım
olarak ele alınmasının doğru olduğunu düşünür, bununla birlikte dördüncü kısım nasıl önceki
kısımlar hakkında geçerli ise bu kısım hakkında da geçerli olduğunu belirtir. Çünkü bu kısım
zorunlu bir vakitte vardır ve dördüncü şart itibariyle bu vakitte olmaması mümkün değildir.
Bu son kısımdan önceki kısımda ise vakit şartı yoktur. Aksine onun zorunluluğu, kendisinin
varlığının şart koşulmasıdır. Kendisinin varlığının şart koşulması ise bütün vakitlerde
elverişlidir.237
İbn Sina zorunlunun anlamlarından dördüncü kısım zorunluluk anlamı taşıyan
öncüllerin, zâtı gereği zorunlu olan burhanın sonuçlarının çıkarılmasında bir katkısının
olmadığını ifade eder. Bu kısımdaki zorunluluğa sahip olan öncüller eğer çoğunlukla
gerçekleşen
mümkün
maddelerden
ise
çoğunlukla
235
236
237
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.67, 68. İbn Sina, a.g.e, s.68. İbn Sina, a.g.e, s.68, 69. 285
gerçekleşen
mümkün
sonuçlar
çıkarabilirler. İbn Sina, diğer dört kısımda zikredilen zorunluluk anlamına sahip öncüllerin ise
yüklemleri zâtî olduğu takdirde burhanlarda kullanıldıklarını, fakat bunlardan her bir zorunlu
anlamın burhanda kendisi gibi bir sonuç verdiğini ve kesinlik verebildiği için de burhana
girebildiğini belirtir. İbn Sina onların kesinlik verebilmelerinin nedenini ise şöyle izah
etmektedir: Zorunlu anlamlarından her birinin, zorunlu olduğu yönden değişime
uğraması imkansızdır ve dolayısıyla onun gerektirdiği sonucun da değişmesi
imkansızdır.238
İbn Sina, salt kıyas mantığında (Kitâbu’l-Kıyas’ta) ‘bütün C’ler zorunlu olarak B’dir’
dendiği zaman bunun, burhanda ifade edilen anlamdan farklı olarak şu anlama geldiğini ifade
eder: ‘C olmakla nitelenen her şey –C olmakla nasıl nitelenirse nitelensin; ister sürekli olarak
ister zorunlu olarak ister bir vakitte isterse zorunlu olmayan bir varlıkla nitelensin- C olmakla
nitelenmese bile bütün vakitlerde ve daima B olmakla nitelenir.’ Fakat bilimsel kanıtlama
(burhan) söz konusu olduğunda ‘bütün C’ler zorunlu olarak B’dir’ dediğimizde İbn Sina,
bunun şu anlama geldiğini belirtir: ‘Zorunlu olarak C olmakla nitelenen her şey, B olmakla
nitelenir.’ Bununla birlikte burada zâtı mevcut olduğu sürece kaydı yoktur. Çünkü zorunlu
yüklemler burada cinsler, fasıllar ve zâtın gereği arazlardır; bunların zorunlu olarak gerekmesi
bu anlama göredir. Bir şey bir türle nitelendiğinde o türün cinsiyle, faslıyla, tanımıyla veya
gereği ile sürekli olarak nitelenmesi gerekmez, aksine o türle nitelendiği sürece bunlarla
nitelenir. Tür ortadan kalktığında kaçınılmaz olarak türün tanımı ve fasıllarının çoğu da
ortadan kalkar. Cins ise bazen ortadan kalkar.239 Örneğin; ak dönüşüme uğrayıp şeffaf haline
geldiğinde veya tatlı dönüşüme uğrayıp tatsız haline geldiğinde tür ve cins yani ak ve renk
ortadan kalkar, hem tatlı hem de tat zail olur. Siyah dönüşüme uğrayıp ak haline geldiğinde
ise türün yüklenmesi ortadan kalkar ama cinsin yüklenmesi ortadan kalkmaz.240
Burhanın öncüllerinin, değişmesi imkansız olması anlamında zorunlu olmakla birlikte
tümel olmaları da zorunludur. Burhanın öncüllerinin tümel olması yüklemin tüme yüklenmesi
yani öncülde yüklemin konunun tümüne yüklenmesi anlamına gelmektedir. İbn Sina burada
yine salt kıyas mantığında (Kitabu’l-Kıyas’ta) ‘bütüne söylenme’ ile Bilimsel Kanıtlama (elBurhân) bağlamında ‘bütüne söylenme’nin ayrımına yer vermektedir. Kıyas mantığında
‘bütüne söylenme’nin anlamı şudur: Şayet bütüne söylenme olumlu ise konuyla – örneğin C
ile- nitelenen şeylerin her biri için yüklemin –örneğin B’nin- var olması, şayet bütüne
söylenme olumsuz ise konuyla nitelenenlerin her birinden yüklemin olumsuzlanmasıdır.
238
239
240
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.69. İbn Sina, a.g.e, s.69. İbn Sina, a.g.e, s.69,70. 286
Dolayısıyla kıyas mantığında ‘bütüne söylenme’de ikinci bir şart yani yüklemin konuyla
nitelenenlerin her birine olumlanması veya olumsuzlanmasının bütün zamanlarda olması şartı
yoktur. Hatta mutlak öncüllerde yüklemin, konuyla nitelenenlerin her birinde bir vakitte
bulunması ve başka bir vakitte bulunmaması mümkündür. Burhan’da ise ‘bütüne
söylenme’nin anlamını şudur: Konuyla nitelenenlerin her biri, konuyla nitelendiği bütün
zamanlarda-mutlak olarak bütün zamanlarda değil- yüklemle nitelenir veya yüklem ondan
olumsuzlanır.241
Bu anlama bağlı olarak burhanda zorunlunun tümelliği ancak iki şeyle bozulur: 1. Ya
konulardan biri hakkında yüklemle verilen hükmün mevcut olmadığı söylenir. Örneğin; insan
için yazma yüklemi gibi. Çünkü her insan yazan değildir. 2. Ya da konuyla nitelenenlerin
bazısının, bir zamanda yüklemle nitelenmediği söylenir. Örneğin; çocuk için ‘bilen’ gibi.
Çünkü çocuk bilen ile nitelenmez. Bu iki durum burhanda bütüne söylenmenin zorunluluğunu
geçersiz kılar.242
İbn Sina, burhanın zorunlu öncüllerinin zorunlu tümelliğinin bozulmasına ilişkin
varsayımsal bir soru üzerinden bunu daha da netleştirmektedir. Soru şu: Siz, ‘konu nitelendiği
sürece’ anlamındaki zorunlu öncülleri Kıyas Kitâbı’ında mutlak öncüller arasına kattınız.
Oysa bu öncüller orada mutlak tümellerdi ve onların tümelliği zaman yönünden gerçekleşen
kusurla bozulmuyordu?’ İbn Sina bu itiraza şöyle cevap vermektedir:
‘Biz orada söz konusu zorunlu öncülleri, onlardan zorunluluk kipini kaldırarak almıştık. Burada ise
yüklemdeki zorunluluk kipini olumladık (zikrettik). Dolayısıyla burada (Burhan’da) zorunluluk şart
koşulduğunda, hangi zaman olursa olsun hüküm ifade etmemekle nakzolur. Orada (Kıyas’ta) ise
zorunluluk şart koşulmadığından aksine önerme bilfiil şart olmaksızın mutlak olduğundan dolayı bir
zamanda var olması durumunda herhangi bir zamanda hüküm ifade etmemekle nakzolmamıştı.
Yüklemin konu için devam şart koşulmamıştı. Şayet orada zorunluluk şart koşulsaydı da zorunlu olarak
konuyla nitelendiği sürece onunla nitelendiği zamanın bir kısmında var olmasaydı söz çelişkili
olurdu.’243
Dolayısıyla İbn Sina, burhan’da herhangi bir zamanda hükümsüz kalma durumu ve
herhangi bir zamanda sürekliliğin dikkate alınması ile orada bu iki durumun dikkate
alınmasının birbirinden farklı olduğunu belirtir. Orada söz konusu durum, mutlak olarak
matlubun iki terimi arasında dikkate alınmıştır ki bu iki terim, örneğin ‘her ak göz için
ayrıştırıcı renktir’ önermesiyle ilişkili olarak ak şeyin zâtı göz için ayrıştırıcı rengin zâtıdır.
Böylece yüklemin konunun zâtı nezdindeki durumu konunun zâtı açısından dikkate
alınmaktadır. Burada yani burhan’da ise söz konusu durum, konu için koşulan bir şartla
241
242
243
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.70.; İbn Sina, en-Necât, s.69, 70. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.70. İbn Sina, a.g.e, s.70, 71. 287
dikkate alınmaktadır. Bu şart, örneğin yine söz konusu önermeyle ilişkili olarak ‘konunun
zâtı, ak olma sıfatıyla nitelendiği sürece’ şartıdır.244en-Necât’taki açıklamayla aktaracak
olursak; burhan’da zorunlu ile kast edilen kendisi için vazedilen şeyle nitelendiği sürece
konuda yüklemin devamlı bulunmasıdır. Devamlı olarak var olmasa bile burada kendisi için
vazedilen şeyle nitelendiği sürece şartı vardır. Örneğin; her beyaz göz için ayrıştırıcı renktir,
her beyaz olanın zâtı var olduğu sürece değil beyaz olduğu/beyazla nitelendiği sürece.245
Fakat salt kıyas mantığında konunun zâtı, bu şartla şartlanmamış aksine mutlak
bırakılmıştı. Çünkü yüklem, konunun zâtına sürekli olarak değil konu yüklemle nitelendiği
zamanda ilişiyordu. Böylece ak olmakla nitelenen her şey, zâtı var olduğu sürece değil ak
olmakla nitelendiği sürece göz için ayrıştırıcı renk sahibiydi. ‘Göz için ayrıştırıcı renk sahibi’
yüklemesi, ak olmakla nitelenen şeyin zâtına bütün vakitlerde değil herhangi bir vakitte
yükleniyordu. Burhanda da durum böyledir ancak arada önemli bir fark vardır. Burhanda
konu, zorunluluğun onaylandığı şartla şartlanmış olarak alındığında konulardan herhangi
birinin, bir zamanda yüklemden yoksun kalması yadsınmaktadır. Dolayısıyla öncülde söz
konusu zorunluluk şartı/kipi gizlendiğinde, İbn Sina, burhanî öncülle mutlak öncül arasındaki
farkı şöyle ortaya koymaktadır: Öncül, burhanlarda zorunluluk kipi gizlenmesi ve fakat kast
edilmesiyle birlikte kullanılır. Oysa öncülün gerçekte mutlak olması ancak zorunluluk kipi
hem gizlendiği hem de kastedilmediği, aksine sadece varlığa bakıldığı zaman gerçekleşir.246
İbn Sina’nın burhanın öncülleri bağlamında zorunluluğa ilişkin detaylı analiz ve
yorumları son derece özgündür. Gerek Aristoteles’in II.Analitikler metininde gerekse İbn
Rüşd’in hem Telhîs hem de büyük şerh olan Tefsîr’inde bu analizler ve önemle üzerinde
durulması gereken detaylar bulunmamaktadır. Aristoteles’in II.Analitikler’inde yer alan pasaj
şöyle:
‘Tüm üzerine yüklenen, şeyin bir kısmında mevcut olan bir kısmında mevcut olmayan, bir vakitte
mevcut olan bir vakitte mevcut olmayan, değildir. Örneğin; eğer canlı insanın tümüne yüklem oluyorsa
falanca insan olduğunu söylemek doğruysa onun canlı olduğunu söylemek de doğru. Eğer bunlardan
biri doğruysa diğeri de doğru. Aynı şekilde noktanın her çizgide bulunması da öyle. Bunun delili şudur:
biz tümüne yüklem olmaya, sorgulayıp da yüklemin şeyin bir kısmında bulunması veya şeyde bir
vakitte bulunmaması durumunda itiraz ederiz.’247
İbn Rüşd, söz konusu pasajın yorumunu bu pasajdan bir önceki pasajla da bağlantılı
olarak Telhîs’te şöyle yapmaktadır: Açıktır ki; problemler/araştırılanlar (metâlib), burhanda
kesin bilgiyle (ilm muhakkak) biliniyorsa ve bilinen şey de var olduğundan herhangi bir
244
245
246
247
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.71. İbn Sina, en-Necât, s.70. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.71. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo içinde, s.441, 442. 288
vakitte başka türlü var olması imkansız ise ve bu bilinen devamlı zorunlu (zarurî dâim) ise bu
araştırılanın bilgisini veren burhandır, burhan ise bu bilgiyi Kitâbu’l-Kıyâs’ta açıklandığı
üzere öncüllerinden hareketle verir. Zira bu kitapta daimi zorunlu sonucun ancak zorunlu
öncüllerden ortaya çıktığı açıklanmıştı. Açıktır ki; kesin bilginin şartı sonucun zorunlu olması
olduğuna göre burhanın öncüllerinin zorunlu yani değişmeyen ve dönüşmeyen olması gerekir.
Bütüne yüklem olmanın burhan’daki manası şudur: Yüklemin konunun bir kısmı için bulunup
bir kısmı için bulunmaması veya konuda bir vakitte bulunup bulunmaması değil aksine
konunun tamamı için ve ‘bütün zamanlarda’ (fi-cemîi’z-zemân) bulunmasıdır. Örneğin; insan
canlıdır, gibi. Çünkü hangi şey insan olmaklıkla nitelenirse canlı olmaklıkla da nitelenir.248
Dikkat edilirse İbn Rüşd’de, İbn Sina’daki ‘kendisi için vazedilen şeyle nitelendiği sürece
konuda yüklemin devamlı bulunması’ kaydı yoktur. Aksine İbn Rüşd, yüklemin konuda
bulunmasını ‘bütün zamanlar’ (fi-cemîi’z-zemân, fi-külli zeman) şartına bağlamaktadır. Bu
ise İbn Sina’nın yukarıda detaylarıyla üzerinde durulan zorunlunun sair anlamlarını burhanın
dışında tutmaktadır. Bu da İbn Rüşd’de burhanî bilginin zorunluluğunun ve haliyle kesin
bilginin (el-yakîn), sadece konusuyla bütün zamanlarda nitelenen ve yüklem olan öncüllerle
kayıtlı olduğu anlamına gelmektedir. Nitekim İbn Rüşd, Tefsîr’inde yer verdiğimiz yukarıdaki
yorumlarına paralel yorumlarını aktardıktan sonra şunu ilave etmektedir: İşte burhanî
öncüllere ilişkin bu şart, kesin bilgiyi (el-yakîn) kesin olmayan bilgiden (gayru’l-yakîn)
ayıran şarttır.249
Son olarak burhanın öncüllerine ilişkin şunu da ilave etmemiz gerekir; İbn Sina’da
burhanın öncüllerinin tümelliğine tikel olan öncüller de dahildir. Başka bir ifadeyle burhan
bağlamında tümel öncül derken bu öncül aynı zamanda tikel öncülü de kapsamına almaktadır.
İbn Sina bu bağlamda ‘tümel’in iki anlama geldiğini belirtir. Birincisi; özel ferdin kıyasına
tümel denir ve bununla ondaki hükmün, ister fertlerin hepsi ister bir kısmı ister belirsiz bir
kısmı hakkında olsun, konu tümel olduktan sonra bir tümel hakkında olduğu kast edilir.
İkincisi tikel ve niceliği belirsiz olanın kıyası hakkında tümel denir ve bununla hükmün tümel
bir konu ve bütün fertler hakkında olduğu kast edilir. Tikel (cüz’î) öncül, bu anlamda tekil
(şahsî) öncülden farklıdır. Çünkü tikel öncülün konusu tümeldir. Her ne kadar konunun
hükmün geçerli olduğu kısmı belirli olmasa da çoğunlukla tümel bir doğadır. ‘Bazı insanlar
düşünendir’ öncülü gibi. O halde İbn Sina’ya göre burhanda şart koşulun öncülün tümel
olması anlamına tikel (cüz’î) öncül de girmekte fakat tekil (şahsî) öncül girmemektedir.250
248
249
250
İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.55, 56.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.216, 218. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.216. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.119. 289
Fârâbî’nin düşüncesi de aynı yöndedir. Hatta İbn Rüşd bu görüşünden dolayı Fârâbî’yi
eleştirir. İbn Rüşd her ne kadar İbn Sina’nın ismini zikretmese de onun bu konudaki Fârâbî
eleştirisi aynı zamanda İbn Sina için de geçerlidir. İbn Rüşd, şahsî yani tekil önermelerin
burhana giremeyeceği konusunda hemfikirdir. Ancak İbn Rüşd, cüzî yani tikel öncüllerin
burhana dahil olup olmadığı meselesinin tartışmalı bir mesele olduğunu zikreder ve ardından
şu soruyu sorar: Acaba tikel öncüller de burhana dahil midir? İbn Rüşd maddesi zorunlu olan
tikel öncüllerin de zorunlu olduğunu belirtir, örneğin ‘bazı insanlar düşünendir’ önermesi
gibi, ancak bu zorunluluk İbn Rüşd’e göre bilarazdır. Zira bazı canlılar düşünendir fakat bu
bazı olmaları bakımından değildir. Çünkü bazı canlılar düşünen bazı canlılar düşünmeyendir.
Bazı canlıların düşünen olması bu bazın insan olması bakımındandır. Buna göre, der ibn
Rüşd, nazarî burhânî kıyaslara ne tekil (şahsî) ne de tikel (cüz’î) önermeler girmez. İbn
Rüşd’e göre tümelin kapsamında bulundukları yorumundan hareketle tikel önermelerin
burhanlara dahil olduğunu söylemek de hatalı bir görüştür ki o, Kitâbu’l-Burhân’da
Fârâbî’nin bu görüşü ileri sürdüğünü belirtir. Oysaki Aristoteles tikel önermelerin ancak
Diyalektik önermeler olabileceğini ve Diyalektik’e dahil olduğu yönünde görüş beyan etmiştir
İbn Rüşd’e göre, fakat Fârâbî bunu karıştırmış ve tikel önermelerin hem burhana hem de
cedele girdiğini zannetmiştir. Bununla birlikte İbn Rüşd, tikel önermelerin ancak kıyasî pratik
bilimlerdeki burhanların küçük öncülü olabileceğini söyler. Eğer Fârâbî bunu kast etmişse
başka.251
İbn Rüşd’ göre tikel önermeler tümel üzere gerçekleşen mutlak burhana giremez. Tikel
önermelerin dahil olduğu burhanlar ancak herhangi bir vakitte gerçekleşen şeyler üzerine
getirilen tikel burhanlardır. İbn Rüşd’ün tikel önermelerin mutlak burhana giremeceğine
ilişkin yorumuna dayanak teşkil eden Aristoteles’in II.Analitikler’deki şu pasajıdır:
‘Açıktır ki; kıyasın kendilerinden oluştuğu öncüller tümel ise zorunlu olarak burhanın sonucunun da
böyle olması, mutlak olarak devamlı olması gerekir. Öyleyse bozulan şeylerin burhanı olamaacağı gibi
bunlara ilişkin mutlak üzere bilgi de yoktur. Ancak ilineksel olarak bu şeyler üzerine bilgi elde
edilebilir. Bu da tümel olmayan aksine herhangi bir vakitle ve herhangi bir açıdan gerçekleşen burhanla
elde edilir. Bozulan şeyler üzerine burhan getirildiği zaman zorunlu olarak öncüllerden birisinin tümel
olmaması ve bozulan (fâsid) olması gerekir. Bozulan olmasının nedeni şudur: Kendisi var olduğu
zaman sonuç da var olur (sonucun varlığı onun varlığına bağlıdır/yok oluşu da onun yok oluşuna
bağlıdır). Tümel değildir, çünkü bu öncülde bulunan kimi şeyler bulunacak kimi şeyler bulunmayacak.
(yüklem konunun bazısında bulunup bazısında bulunmayacaktır). O nedenle bozulan şeyler üzerine
tümel olarak kıyas yapılamaz, ancak belirli şu anki bir vakitle sınırlı olarak yapılabilir.’252
251
252
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.288, 289. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.457. 290
İbn Rüşd’ün tespit ettiği gibi Fârâbî, tıpkı İbn Sina’da olduğu gibi tikel zorunlu
önermeleri de burhanî kesin bilinen öncüllere katmaktadır. Fârâbî, zorunlu kesini kıyasla elde
edilen ve kıyasla elde edilmeyen olmak üzere iki kısma ayırır. Kıyasla elde edilen ya bizzât ya
da bilaraz elde edilir. Fârâbî, zorunlu kesini bilaraz ortaya koyanı bir tarafa bırakıp bizzât
ortaya koyan üzerinde durmaktadır. Fârâbî bilaraza şunu örnek verir: ‘İnsan yürüyendir,
yürüyen canlıdır, o halde inan canlıdır.’ Bir kıyastan bilaraz olmaksızın elde edilen zorunlu
kesin, yine zorunlu bir kesinlikle kesin olarak bilinen iki öncülden meydana gelir. Bunlar da
ya ilk başta bir kıyas olmaksızın elde edilmişlerdir ya da kendileri hakkında zorunlu
kesinliğin kıyassız meydana geldiği öncüllere tahlil yoluyla irca edilebilirler. Bu kesinlikle
bilinen öncüller ya tümeldir ya da tikeldir. Fârâbî, tikel zorunlu önermeleri burhanın dışına
itmemekle birlikte bilimlerde en çok kullanılan tümel öncüller olduğunu ve tümelleri
incelemek tikelleri de kapsayabilceğinden özellikle tümel öncüller üzerinde durulması
gerektiğini belirtir.253
5.1.2. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinde Şart Koşulan Zâtî Yüklemler
Burhanî öncüllerin zâtî konularının yüklemleri, zâtî yüklemler olmalı ve konuya uzak
yüklemler olmamalıdır. Çünkü uzak yüklemler neden olmazlar. Burhânî yüklemler uzak
olsaydı bu durumda burhanın ilkeleri neden (illet) olmazdı, dolayısıyla da sonucun nedenleri
olmazlardı.254
İbn Sina, burhânî yüklemlerin temel niteliğini bu şekilde vaz ettikten sonra
‘zâtî/bizzât/bizâtihi olan’ kavramının anlamlarının analizi üzerinden meseleyi daha da
derinleştirmekte ve netleştirmektedir. İbn Sina ‘bizâtihi olan’ın birkaç anlamda kullanıldığını
belirtir. Bunlardan ilk iki anlam yükleme ve konu yapmaya özgüdür ki bilimsel kanıtlama
(burhân)’da dikkate alınan bu iki anlamdır. Bu anlamlardan birincisi; ‘o nedir?’ yoluyla bir
şeye söylenen ve o şeyin tanımına dahil olan her şeye ‘zâtî’ denir. Bu durumda ‘zâtî’ demekle
‘o nedir yoluyla söylenen’ demek birbirine eşittir ve bunlar aynı anlamı paylaşmaktadırlar. Bu
anlamı itibariyle zâtî, şeyin cinsi, cinsinin cinsi, faslı, cinsinin faslı, tanımı ve örneğin üçgen
için çizgi ve sonlu çizgi olması bakımından çizgi için nokta gibi şeyin zâtını var kılan her
şeydir.255
İbn Sina bu açıklamadan kesin olarak fasılların da tıpkı cinsler gibi ‘o nedir?’ cevabına
dahil olmaya elverişli olduğunun anlaşılması gerektiğini özellikle vurgular. Zira Tasavvur
analizinde uzun uzadıya üzerinde durduğumuz üzere İbn Sina cins ve fasıldan her birinin,
253
254
255
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.3, 4. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.72. İbn Sina, a.g.e, s.72. 291
türün mahiyetine dahil olduklarını ve her birinin ‘o nedir yoluyla söylenen’ olmakta diğeri
gibi olduğunu belirtir. Yine cinsin tanımında zikredilen son fasıl da ‘o nedir yoluyla
söylenen’dir ve bununla cins, fasıl ve fasıl olmayan ayrılmıştır. İbn Sina, burada ‘o nedir
cevabında söylenen’ ile ‘o nedir yoluyla söylenen’ arasındaki farkın gözden kaçırılmaması
gerektiğini bir kez daha hatırlatır.256
Bizâtihi’nin ikinci anlamına gelince; bu anlama göre bir şey bir şeye iliştiğinde ve
ilişenin tanımında, çiftin tanımında sayı’nın, doğru ve eğrinin tanımında çizgi’nin alınması
gibi ilişenin iliştiği şey alındığında ya da açıları bir yönden iki dik açıya eşit olanın tanımında
iki paralelden çıkanın alınması gibi ilişilen şeyin konusu alındığında ya da ilişilen şeyin
konusunun cinsi alındığında ilişenlere zâtî ilişen ve şeyin ‘o odur’ yoluyla ilişeni denir. İbn
Sina, bizâtihi’nin işte bu iki anlamının bilimsel kanıtlamalara girdiğini ve bilimsel
kanıtlamada öncülün/ilkenin yükleminin özelliği olduğunu ifade eder.257
Tanımında sorunun/problemin (mes’ele) konusunun cinsi alınan yüklemler söz konusu
olduğunda ise İbn Sina, şayet bu cins bir bilimin konusundan daha genel ise o bilimde genel
bir şekilde kullanılmaz, o bilimin konusuyla özelleştirilmek yani bilimin konusuna özgü hale
getirilmek suretiyle kullanılır. Örneğin; Doğa biliminin konusundan daha genel olan ‘zıt’,
doğal olması bakımından incelenir ve bu yönüyle özelleşir. Yine ‘ilişki’ (münâsebet),
Geometri’de ‘ölçüsel ilişki’, Aritmetik’te ‘sayısal ilişki’ olarak ele alınır ve bu şekilde
özelleşir. Böylece ‘zıt’ ve ‘ilişki’ örneklerinde olduğu gibi bir bilimin konusundan daha genel
olan cins, özelleştirilmek suretiyle tanımına o bilimin konusunun gireceği duruma getirilir.
Şayet cins bilimin konusunun dışında ise İbn Sina bunun dikkate alınmadığını ve asla
bundan yararlanılamayacağını belirtir. Bununla birlikte sorunun/problemin (mes’ele)
konusunun dışında fakat bilimin konusunun dışında değilse bu durumda onun tanımında
sorunun konusu alınmaz, onun cinsi, cinsin konusu ve ondan daha genel bir şey alınır. Fakat
yine sonunda onun tanımında bilimin konusunun alınması gerekir. Bu şartları taşıyan ve bir
bilimin konusundan daha genel olan ve fakat o konunun dışında olmayan genel yüklemler de
bilimsel kanıtlamalarda yüklem olabilirler.258
Buna bağlı olarak İbn Sina, ‘burhânî öncüllerdeki her yüklemin ya kendisinin
tanımında konunun alındığı ya konunun tanımında kendisinin alındığı yüklemdir’ şeklindeki
yorumu doğru bulmaz. Örneğin; ‘bu çizgi, şu çizgiye eşittir’ veya ‘çarpılan bu sayı kendinde
çifttir’ gibi öncüllerle ilişkili olarak İbn Sina şunu sorar: ‘Nasıl olur da bu gibi öncüllerde
256
257
258
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.72, 73. İbn Sina, a.g.e, s.73., 171. İbn Sina, a.g.e, s.73. 292
yüklemin tanımında konu alınabilir?! Zira bu öncüllerde yüklem konudan daha geneldir.’
Dolayısıyla İbn Sina’ya göre burhânî öncüllerdeki her yüklem ya tanımında konunun
kendisinin alındığı yüklem ya da konunun tanımında alınan yüklem değildir. İbn Sina’ya göre
burhânî yüklemlerle ilişkili olarak şöyle denirse doğru olur: ‘Öncüllerin yüklemleri ya
konularının tanımlarında alınırlar ya da onların tanımlarında bilimin (san‘a) konusu
alınabilir.’ Veyahut da ‘öncüllerin yüklemleri ya konularının tanımlarında alınırlar ya da
konular veya o bilimde konuyu kâim kılan (mukavvim) şeyler onların tanımlarında alınırlar.’
İbn Sina, Aristoteles’in kendisinin de her ne kadar açıkça belirtmese de bu görüşte olduğunu
savunur.259 Gerçekten de Aristoteles’in ifadelerine bakıldığı zaman İbn Sina’nın eleştirdiği
yoruma açık bulunmaktadır. Aristoteles burhanî yüklemlere giren iki anlamdaki zâtî yüklemi
şöyle tarif etmektedir:
‘Bizâtihi, bir şeyin neliği bakımından mevcut olan şeylerin tamamıdır. Örneğin; üçgende bulunan çizgi,
çizgide bulunan nokta gibi. Bu, onların cevherinin bu şeylerden olmasıdır. (Bizâtihi) bir şeyin
neliğinden haber veren sözde/yüklemde bulunan şeylerdir…Örneğin düz ve eğrinin noktada bulunması,
tek ve çiftin sayıda bulunması..gibi. Bütün bunlar, bir şeyin neliğinden haber veren söz/yüklemde
bulunan şeylerdir. Bu örneklerde çizgi ve sayı gibi. Ben bu örnekler için bir tekillerde ve teklerde
bizâtihi bulunanlar diyorum. Bu iki şekilde bulunmayanlar ise arazlardır. Örneğin müzisyen ve beyazın
canlı’da bulunması gibi.’260
Ali Houshiary’nin çevirisi ise şöyle:
‘Kendi başına yüklenenler, bulundukları nesnenin neliğinde bulunanlardır; sözgelişi üçgende bulunan
çizgi ile çizgide bulunan nokta (ötekilerin varlığı, özü berikilerden oluşur ve berikiler ötekilerin nelik
tanımlarında içkin). Yine kendi nelik tanımlarında yüklendikleri nesneyi içerenler de kendi başına;
sözgelişi çizgide bulunan düz ile eğri, sayıda bulunan çift, tek, asal, bileşik, kare, dikdörtgen: burada
sayı ile çizgi, tüm berikilerin nelik tanımında içkin. Her bir nesnede böyle bulunanlara kendi başına,
böyle bulunmayanlara – sözgelişi canlıda bulunan müzisyen ve ak’a- ilinek diyorum.’261
İbn Rüşd’ün aktarımı daha açık niteliktedir. İbn Rüşd, bizâtihi’nin diğer anlamlarına
da yer vermekle birlikte burhana giren ilk iki yüklem sınıfını şöyle aktarmaktadır:
‘Bizzât, konuların tanımlarında bulunan yüklemlerin tamamına denir. Örneğin; üçgenin tanımında
bulunan çizgi, çizginin tanımında bulunan nokta gibi. Çünkü nokta çizginin tanımında bulunan zâtîdir.
Bu ikisi çizgi ve üçgen için zâtîdirler, özetle her tanımlananın tanımında alınan diğer şeyler gibi.
Nitekim bu ikisinin cevheri, şeylerdendir. Bizzât, bir diğer anlamı itibariyle konularını kendi
tanımlarında bulunduran yüklemlere denir. Örneğin; çizgide bulunan düz ve eğri, sayıda bulunan tek ve
çift, asal, bileşik, kenarları eşit uzunluğu farklı (dikdörtgen) gibi. Bunların tamamı konularını kendi
tanımlarında bulunduran yüklemlerdir. Örneğin; bu örneklerde çizginin, düz ve eğrinin tanımında,
259
260
261
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.73, 74. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki
II.Çözümlemeler, 73b s.15. Aristoteles, II.Çözümlemeler, 73b s.15 293
Aristo,
içinde,
s.442.;
Aristoteles,
sayının tek ve çiftin tanımında bulunması ve konularını kendi tanımlarında içeren diğerleri gibi. Bu iki
şekilde yüklenmeyen yüklemler arazî yüklemlerdir. Örneğin; Müzisyen ve beyaz’ın canlı’ya yüklem
olması gibi.”262
İbn Rüşd, Tefsîr’inde yer verdiği Aristoteles’e ait bu pasajı Telhîs’te yorumla karışık
olarak şöyle aktarmaktadır:
“Bizzât, dört şekilde ifade edilir. (Birincisi;) konular için tam tanım veya tanımların parçaları olmak
üzere konularının tanımlarında bulunan yüklemler için kullanılır. Örneğin; ‘üçgen’in tanımında bulunan
‘çizgi’ gibi. Nitekim biz ‘üçgeni’ tanımlarken şöyle deriz: ‘Üçgen üç çizginin çevrelediği bir şekildir.’
Yine ‘düz çizgi’nin tanımında bulunan ‘nokta’ gibi. Çünkü ‘nokta’ da ‘düz çizgi, iki nokta arasını
birleştiren en kısa çizgi’ veya ‘karşılıklı noktaların uçlarına konulan’ tanımlarında olduğu gibi ‘düz
çizgi’nin tanımının bir parçasıdır. Bu örneklerde çizginin üçgen üzerine yüklenmesi üçgen için zâtî,
noktanın çizgi üzerine yüklenmesi de çizgi için zâtî bir durumdur. Bizzât’ın ikinci anlamı, tanımın
parçaları olmak üzere konuları kendi tanımlarında bulunduran yüklemlerdir. Örneğin, ‘çizgi’de bulunan
‘düz’ ve ‘eğri’nin tanımında bulunan ‘çizgi’;’tek’ ve ‘çift’in tanımında, ‘asal’ ve ‘bileşik’in tanımında
bulunan ‘sayı’; iç açılar toplamının iki dik açıya eşit olmasında bulunan ‘üçgen’ gibi. Bu iki şekilde
yüklem olmayan yüklemler, ilineksel yüklemlerdir. Örneğin ‘beyaz’ ve ‘canlı’nın, ‘müzisyen’ ve
‘doktor’a yüklenmesi gibi. Çünkü ‘Müzisyen beyazdır’ veya ‘Müzisyen canlıdır’ sözümüzde yüklem
ilineksel yüklemdir.”263
Dikkat edilirse Aristoteles’in metninde İbn Sina’nın ifade ettiği gibi burhanî
yüklemlere giren zâtî’nin ilk iki anlamı İbn Rüşd’ün daha açık ifadeleriyle ‘konuların
tanımlarında bulunan yüklemlerin tamamı, bir diğer anlamı itibariyle konularını kendi
tanımlarında bulunduran yüklemler’ şeklinde zikredilmektedir. İbn Sina’ya göre her ne kadar
Aristoteles bunu bu şekilde ifade etmiş fakat bunu açıklamamış ve yorumlamamış olsa da
aslında burada Aristoteles’in burhanî zâtî yüklemlere ilişkin bu ifadeleri şu anlama
gelmektedir: ‘Burhanî öncüllerin yüklemleri ya konularının tanımlarında alınırlar ya da
onların tanımlarında bilimin (san‘a) konusu alınabilir. Veyahut da öncüllerin yüklemleri ya
konularının tanımlarında alınırlar ya da konular veya o bilimde konuyu kâim kılan
(mukavvim) şeyler onların tanımlarında alınırlar.’ Nitekim İbn Rüşd, Tefsîr’inde ilgili bölümü
İbn Sina’nın görüşü doğrultusunda yorumlamakta ve İbn Sina’yla aynı görüşü
paylaşmaktadır. İbn Rüşd’e göre zâtî yüklemler iki tür olduğuna göre bunlardan birisi,
konuların tanımlarında alınan yüklemlerdir. Zâtî yüklem ya konunun tam tanımı ya tanımın
bir parçası ya fasıl ya cins ya da faslın veya cinsin parçasıdır. Zâtî yüklemin bu sınıfı, bazen
cevher kategorisinde olmakla birlikte diğer bütün kategorilerde olabilir. İkinci sınıf zâtî
yüklemler ise bunun tersidir. Yani konuları, kendilerinin tanımına dahil olduğu yüklemlerdir.
Bu sınıf yüklemler ise ancak arazlar olabilirler ki bu yüklemeler bu nedenle zâtî araz diye
262
263
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.219-222. İbn Rüşd, a.g.e, s.56, 57. 294
özelleşmişlerdir. Konular ise bazen cevher kategorisinde bazen de diğer kategorilerde olabilir.
İbn Rüşd, bu ikinci sınıf zâtî yüklemi de iki sınıfa ayırmaktadır: Ya tanımında konunun bizzât
kendisinin ya da konunun cinsinin veya bir bilimin hakkında araştırma yaptığı cinsi
aşmamak kaydıyla cinsinin cinsinin alındığı yüklemdir.264
İbn Rüşd, yüklemin tanımında alınan konunun cinsinin cinsi olduğu zaman bu cinsin
cinsinin, bilimin cinsini aşmaması gerektiği özellikle vurgular. Yani alınan cins bilimin
cinsinde son bulmalıdır. Yüklemin tanımında alınan cinsin şartının onun bilimin cinsini
aşmamasının şart olmadığını zannetmek büyük bir hatadır. İbn Rüşd’e göre Fârâbî şart
olmadığını zannettiği için bu hataya düşmüştür. İbn Rüşd Fârâbî’nin kendi kitabında zâtî
arazları şöyle açıkladığını aktarır: ‘Zâtî arazların bir kısmı ilkseldir. Bunlar bilimin cinsinin
kendilerine bölümlendiği zâtî arazlardır. Zâtî arazların bir kısmı ilksel değildir. Bunlar da
bilimin cinsinin cinsinin kendilerine bölümlendiği zâtî arazlardır.’ İbn Rüşd’e göre bu yorum
ve açıklama açık bir hatadır. Çünkü zâtî arazların bir kısmı tanımlarında bilimin cinsinin
cinsinin alındığı zâtî arazlar olursa o takdirde zâtî arazların tanımında zincirleme en yüksek
cinse varıncaya kadar cinsin cinsinin cinsinin alınması mümkün olur. Çünkü bilimin cinsinin
cinsiyle, yine bilimin cinsinin dışında kalan diğer bütün cinsler arasında bir fark yoktur. Şayet
zâtî arazların veya bir kısmının bu nitelikte olduğu kabul edilirse o takdirde zâtî birden fazla
bilim için ortak olur. Eğer zâtî şeyler cevherlerinde ortak olurlarsa bu durumda birbirinden
farklı mevcutlar/varlıklar aynı tabiattan olmuş olur. Bu ise büyük bir hata ve imkansız bir
şeydir.265 İbn Rüşd, ‘bir şeye eşit olan şeyler birbirine eşittir’ gibi birden fazla bilim için ortak
olan genel öncüller hakkındaki değerlendirmenin ise başka türlü olduğunu belirtir.266
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân’da öncelikle zâtî yüklemi iki sınıfa ayırmaktadır. Birinci sınıf
konularının cevheri ve doğası, bu yüklemlerin onlara yüklenmesi olan zâtî yüklemlerdir.
Bunların örneği ‘her insan canlıdır’ gibi. İkinci sınıf ise cevheri ve doğası konularında
bulunmak olan zâtî yüklemlerdir. Bunlar zâtî arazlar olarak adlandırılır. Buna örnek hareket
ve durağanlığın doğal cisimlerdeki varlığıdır. Konularının doğasında yüklemlerinin
kendilerine yüklenmesi olan zâtî yüklemlere yani birinci kısma giren yüklemlere gelince; o
konuların yüklemleri ya ‘insan düşünen canlıdır’ veya ‘daire şu durumdaki düz şekildir’
sözlerinde olduğu gibi tanımdır ya da tanımların parçalarıdır. Tanımların parçaları ya yakın
cins, uzak cins veya cins benzeridir ya da yakın fasıl, uzak fasıl veya fasıl benzeridir. Yakın
cinsin örneği ‘daire düz şekildir’ sözüdür. Uzak cinsin örneği ‘daire şekildir’ veya ‘daire bir
264
265
266
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.220. İbn Rüşd, a.g.e, s.221, 222. İbn Rüşd, a.g.e, s.221. 295
büyüklüktür’ sözüdür. Cinsin benzeri olanın örneği ise ‘insan et ve kemik sahibidir’ sözüdür.
Yakın faslın örneği ‘daireyi tek bir çizgi çevreler’ sözüdür. Uzak faslın örneği ‘daireyi çizgi
çevreler’ sözüdür. Fasıl benzeri olanın örneği de kalp hakkındaki şu sözdür: ‘O doğuştan
gelen sıcaklığın kaynağıdır.’267
Fârâbî, zâtî arazları da iki kısma ayırmaktadır. Birincisi konuları, tanımlarının
parçaları olarak alınan yüklemlerdir ki burada konuları, onların cinsi olarak değil fakat fasıl
yerine konulmak üzere alınmışlardır. Buna örnek insandaki ‘gülen’ özelliğidir. İkincisi
konularının cinsleri, tanımlarında kullanılan yüklemlerdir ki burada da bu cinsler, onların
cinsi olmaları bakımından alınmış değildir. Örneğin; ‘çift sayıyla çarpılan her tek sayının
toplamı çifttir’ gibi.268
Konularına tümel olarak yüklenen her bir zâtî sınıfı ya ilktir ya da ilk değildir. İlk
yüklem, konusunun cinsine tümel bir şekilde yüklenmesi mümkün olmayan yüklemdir. Üçgen
hakkındaki şu sözümüz gibi: ‘Onun açıları, iki dik açıya eşittir.’ Bu üçgene ilk yüklem olarak
yüklenmiştir. Çünkü onun üçgenin cinsine tümel olarak yüklenmesi mümkün değildir. Zira
‘tek bir doğrudan daha çoğunun çevrelediği her düz şeklin açıları, iki dik açıya eşittir.’
dememiz doğru olmaz. İlk olmayan yüklem ise konusunun cinsi için tümel olarak var olan
yüklemdir. Buna örnek, açıların iki dik açıya eşitliğini ikizkenara ya da çeşitkenara
yüklememizdir. İlk yüklemin bazısı konuya özgüdür bazısı konuya özgü değildir. Konuya
özgü olmayanın örneği şudur: ‘İki doğru üzerine biz çizgi çizilip bu çizgi aynı yöndeki iki
açıyı iki dik açıya eşit yaparsa o iki çizgi paraleldir.’ Paralellik, hem bu iki çizgiye hem de
üzerlerine doğru çizgi çizilip de dış açıyı mukabilindeki iç açıya eşit hale getiren iki çizgiye
yüklenir. Paralellik bunlara ilk yüklem olarak yüklenmektedir. Yakın faslın konuya özgü
olması mümkündür. Cinsin cinsi, cinsin kurucu faslı ve bunun üstünde olana gelince bunlar
ilk değildir. Kurucu faslın cinsi ise, her ne kadar hem onun cinsi hem de onun cinsinin cinsi
olmasa da, ilk yüklem olabilir. Bir şeyin faslının kurucu faslı da böyledir. Zâtî arazların da
bazısı ilk yüklemdir bazısı değildir. Bununla birlikte zâtî olup da daimi surette konuya özgü
olana gelince bu, tanımdır. Zira tanım, konusuna özgüdür. Son fasıllar da bunun gibidir. Zira
tanım, konusuna özgüdür. Son fasıllar da bunun gibidir.269
Konunun kendisinin, tanımının bir parçası olarak alındığı zâtî arazlar o konuya
özgüdür, buna örnek ‘gülen’dir. Fakat tanımında konusunun cinsi ya da cinsinin cinsi alınan
zâtî araza gelince bunda daima veya hepsinde konuya özgü olması gerekmez. Buna örnek,
267
268
269
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.9. Fârâbî, a.g.e, s.10. Fârâbî, a.g.e, s.11. 296
‘çift sayıyla çarpılan her çift sayı çifttir.’ sözüdür. Çünkü çift tanımında sayının alındığı çiftle
çarpılana zâtî yüklemdir. Bu ise çiftin konusunun cinsi ya da cinsinin cinsidir ve çift ona özgü
değildir. Açıların iki dik açıya eşitliğine gelince bunun tanımında üçgenin cinsi ya da onun
cinsinin cinsleri alınmıştır ki bu üçgene özgüdür.270
Fârâbî, öncülleri yüklemli ve şartlı olmak üzere ikiye ayırmakta ve şartlı önermelerin
yüklemlerini zâtî gerekler (el-levâzım) diye ifade etmektedir. Fârâbî, yukarıda zâtî yüklemler
için geçerli olan konuların zâtî gerekler için de geçerli olduğunu belirtmektedir. Fârâbî’ye
göre zâtî gerekler de zâtî yüklemlerin yolunu izler. Çünkü zâtî yüklemlerin kendileri gerek
olarak var olabilir. Örneğin; ‘eğer bu, insan ise canlıdır, insan ise düşünen canlıdır.’
Gereklerin yüklem olarak alınması da mümkündür. Örneğin; ‘şayet bir hareket edenin, sonsuz
bir cisimde hareket etmesi mümkün olursa sonlu bir zamanda sonsuz bir mesafeyi kat etmesi
de mümkündür.’ Bu gereğin yüklem olarak var olması da mümkündür. Örneğin; ‘sonsuz bir
cisimde hareket eden her şey, hareketiyle sonlu bir zamanda sonsuz bir mesafeyi kat eder.’271
Tanımında konusunun cinsi alınan ilk yüklem, cinsten daha özseldir. Aksi halde bu
yüklem, bu cinsin altındaki şeylerin bazısı için ilk yüklem olmaz. Eğer böyle olursa bizzât o
cinsin, bu yüklemin mukabilinin tanımında ve ona mukabil olmayan başka şeylerin
tanımlarında alınması mümkün olur. Bu durumda da o cins, tanımlarında alındığı arazların
hepsinin tanımının parçası olur. Buna örnek sayıda mevcut olan tek ve çifttir. Kuşkusuz bu
ikisinden her biri, sayının altındaki şeylerin bir kısmı için tümel ve ilk olarak var olur. Ama
mutlak olarak bu ikisinin sayıdaki varlığı tikel varlıktır, zira o ikisinden her biri sayıdan daha
özeldir. Bu arazların bir yönden sayı için zâtî bir yönden de sayının türleri için zâtî olduğu
söylenir. Sayı için zâtî olan durumda bizzât sayı, onun tanımında alınır. Fakat sayının türleri
için zâtî olan durumda bunların cinsi tanımlarında alınır.272 Tek ve çiftin sayı için bulunduğu
tarzda herhangi bir cins için mevcut olan zâtî arazların bazısı mütekabildir bazısı mütekabil
değildir. Mütekabil olanların örneği, sayı için tek ve çiftin, çizgi için doğruluk ve eğriliğin var
olmasıdır. Mütekabil olmayanın örneği ise sayı için mevcut olan cisim ve çifttir. Mütekabil
zâtî arazların bazısı herhangi bir cins için ilk zâtîlerdir bazısı ise onun için ilk değildir.273
Mütekabil ilk olanlar, o cinsin cinsinin kendileriyle bölünmesinin mümkün olmadığı
zâtîlerdir. Bunun örneği çift ve tektir. Bu ikisi mütekabildir ve bu ikisiyle sayının cinsinin tam
olarak taksimi mümkün değildir. Çünkü ‘her nicelik ya çifttir ya da tektir’ dememiz mümkün
değildir. Zira çizgi, nicelik olmakla birlikte çizgi olması bakımından ya çift ya da tektir
270
271
272
273
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.11. Fârâbî, a.g.e, s.11. Fârâbî, a.g.e, s.11. Fârâbî, a.g.e, s.11. 297
denilemez. Aynı şekilde çizgi için mevcut olan doğruluk ve eğrilik de böyledir. Çünkü ‘her
nicelik ya eğridir ya da doğrudur’ dememiz mümkün değildir. Zira bu doğru olsaydı bir
nicelik olarak sayının ya doğru ya da eğri olması gerekirdi. Bir cins için ilk olmayan
mütekabil zâtîlerin örneği ise sayı için mevcut bulunan eşit olan ve eşit-olmayandır. Sayının
bu ikisiyle taksimi mümkündür. Aynı şekilde sayının cinsinin de bu ikisiyle tam olarak
taksimi mümkündür. Zira ‘her nicelik ya eşittir ya da eşit değildir.’ O halde zâtî mütekabil
arazların bir kısmı bir cinse özeldir, bir kısmı ise o cinse ve onun dışındakilere geneldir yani o
cinsi ve başkalarını kuşatır. Genel şeyler iki sınıftır: Biri canlılığın insan ve at için genel
olması gibidir diğeri de varlığın ve şeyin tüm cinsler için genel olması gibidir. Mütekabillerin
bazısı canlılığın insan ve at için genel olması tarzında genelliğe sahip olan genel için ilk
özeldirler. Bunun örneği sayı için mevcut bulunan tek ve çift, nicelik için mevcut bulunan eşit
ve eşit-olmayandır. Bazısı ise varlığın ya da şeyin genel olması tarzında genelliğe sahip olan
genel için ilktirler. Bunun örneği de her mevcudun ya bilfiil ya da bilkuvve olduğu, bir şey
hakkında ya olumlama ya da olumsuzlamanın doğru olduğudur. Böylesi mütekabiller,
genelliği varlığın ve şeyin genel olması gibi olan genel için ilktirler.274Fârâbî bu konuyu
özetler mahiyette şöyle diyor:
‘İlk tümel öncüllerin yüklemleri bir cinse özel olan arazlar olup konuları da bu cinsin türleri olursa bu
durumda onlar, bu cinse özel ve onunla ilişkili öncüllerdir. Aynı şekilde onların konuları o cinsin
altındaki türler olup yüklemleri bu cinsin kendisi ya da bu cinsin türleri içerisinden başka türler
olduğunda onlar da bu cinse özel öncüllerdir. Öncüllerin yüklemleri, bir cins için ilk olmayan arazlar
olup konuları da o cinsin türleri olursa bu durumda o öncüller o cinse özgü olmaz. O halde burhanların
öncüllerinin bir kısmı bir cinse özel bir kısmı ise geneldir.’275
İbn Sina’ya göre burhânî yüklem ya konunun tanımında alınır ya da konu ve konuyu
kâim kılan bir şey onun tanımında alınır. Bu alma ya üçgen için yüzey gibi mutlaktır ya da
ona zorunlu olarak eklenen bir özelleştirme nedeniyledir.276 İlişen şeyin tanımında, konuyu
kâim kılan şeyin alınması; ilişenin iliştiği şeyin konusunun veya iliştiği şeyin cinsinin veya
cinsinin konusunun alınmasıdır. Birincisi, örneğin çift sayının tek sayıyla çarpımının
tanımında sayı’nın alınması gibi; dik üçgenin bir kenarının (hipotenüs’ün) kendisiyle
çarpımının, diğer iki kenardan her birinin kendileriyle çarpımlarına eşit oluşunun tanımında
üçgen’in alınması gibidir. Son örnekten hareketle açıklama yapılırsa, ilişenin konusu dik açılı
üçgendir. Fakat ilişenin tanımında üçgen alınır. İkincisi, örneğin dik açılı üçgenin tanımında
yüzey’in alınması gibidir. Çünkü üçgen, onun cinsinin konusudur. Üçüncüsü çiftin çiftinin
274
275
276
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.12. Fârâbî, a.g.e, s.12, 13. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.74.; İbn Sina, en-Necât, s.68. 298
tanımında sayı’nın alınması gibidir. Bütün bu ilişenler zâtî arazlar adını alırlar. Dolayısıyla
konunun tanımında alınmayan ve kendisinin tanımında konunun veya konuyu kâim kılan
şeyin alınmadığı yüklemlerin, İbn Sina, zâtî olmadığını aksine böylesi yüklemlerin, her ne
kadar gerek (lâzım) olsalar bile, bilimsel kanıtlamaya dahil olmayan mutlak arazlar olduğunu
belirtir.277
İbn Sina bizâtihi’nin yukarıda yer verilen ve burhâni yüklemler için geçerli olan iki
anlamının dışında başka anlamlarına yer verir. Buna göre anlamı bir konuya söylenmeyen
veya bir konuda bulunmayan ve kendi başına var olan şeye bizâtihi denir. Yine bir şeyin
nedeni olup onu zorunlu kılan şeye bizâtihi denir. Örneğin; ölümün arkasından geldiği
boğazlama/kesme gibi. Burada ölüm için ‘ölüm rastgele ilişti’ denmez. Aksine ‘kesmeyi ölüm
bizâtihi izler’ denir. Bu izleme, örneğin yürüyen birisinin bir hazineye rastlaması gibi rastgele
olan durumlardaki bir izleme değildir.278 Ve yine bir şeye ait ilksel (evvelî) arazlara ‘bizâtihi’
denir. İbn Sina buradaki ilksel (evvelî) ifadesiyle kastının şu olduğunu ifade eder: ‘Başka bir
şeye ilişip de sonra iliştiği şeye ilişen değil ilk olarak iliştiği şeye ilişen ve kendisiyle iliştiği
şey arasında bir aracının bulunmadığı ilişendir. Bu ilksel ilişen, ilişenin başka şeyde ilişen
olmasının nedenidir. Örneğin; yüzey bizâtihi ak iken cisim, yüzey ak olduğu için aktır.’279
İbn Sina, bizâtihi’nin bu anlamlarının burhânî yüklemin zâtî olması meselesiyle ilişkili
olmadığı için bu anlamları dışarda tutmaktadır. Burhâni yüklem için ‘bizâtihi’ dendiğinde
bizâtihi’nin ilk iki anlamı kast edilir. Dolayısıyla bazen bizâtihi dendiğinde bu, ‘o nedir
yönünden söylenen’ ile eş anlamlı olarak kullanılır. Bu bağlamda kâim kılana (kurucuya),
kâim kıldığı şeyin zâtîsi ve onun için bizâtihi denir. Bazen de ‘biâzitihi’ ve ‘zâtî’ denir
bununla, tanımında konunun alındığı veya konuyu kâim kılan şeyin alındığı ilişen kast edilir.
Bazen de daha özel ve hakikati daha güçlü anlama bizâtihi denir ve bununla bir şeye ilişen
veya ona ondan daha genel ve daha özel bir şey nedeniyle değil de zâtı gereği ve kendi
olmaklığı bakımından söylenen şey kast edilir.280
İbn Rüşd, burhana dahil olan ilk iki sınıf zâtînin dışında bir şeye ait olan ve fakat onun
tanımına dahil olmayan zâtîlerin bulunduğunu ve fâil nedenlerin çoğununu bu türden zâtî
olduğunu belirtir.281 Zira konuların tanımlarında alınan yüklemler şeyde mevcut olan
nedenlerdir yoksa o şeyin dışındaki nedenler değildir.282 Fâil neden ise şeyde mevcut olan
nedenlerden değildir. Zira mefulun fâil nedene nispeti bizzât olsa da mefulun tanımında bizzât
277
278
279
280
281
282
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.74. İbn Sina, a.g.e, s.74. İbn Sina, a.g.e, s.75. İbn Sina, a.g.e, s.75. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.223. İbn Rüşd, a.g.e, s.225. 299
değil bilaraz alınır. Bu nedenle İbn Rüşd, Aristoteles’in bunu ayrı bir sınıf olarak ele aldığını
ve değerlendirdiğini belirtir.283 İbn Rüşd, ardından bu türden zâtîlerin burhana girip
giremeyeceğeni tartışır. İbn Rüşd şu soruyu sormaktadır: Zâtînin bu sınıfı mutlak burhana
giren yüklemlerden sayılabilir mi? İbn Rüşd, öncelikle fâil nedeninden hareketle bir şeyin
varlığının beyan edilmesinin güç olduğunu kanaatindedir. Çünkü fâil mevcut olarak
vazedildiği zaman mefulun varlığı ondan zorunlu olarak gerekmez. İbn Rüşd’e göre bir şeyde
mevcut olan arazların fâil nedeninden hareketle beyan edilmesi pek azdır. Buradan hareketle
İbn Rüşd bu yüklemin yani bir şeyin varlığına dahil olmayan zâtî yüklemin, burhânî yükleme
dahil olsa bile ancak Delîl adı verilen varlık burhanına dahil olabileceği veya sadece neden
veren burhana dahil olabileceği yoksa aynı zamanda bilkuvve tanım olan mutlak burhana
dahil olamayacağı görüşündedir. Çünkü İbn Rüşd’e göre burhânî yüklem derken burada kast
edilen mutlak burhandır. Yoksa bütün burhan sınıfları değildir. O nedenle fâil nedenler bazen
sadece varlık burhanına bazen de sadece nedeni veren neden burhanına dahil olabilir.284
Buna bağlı olarak İbn Rüşd’e göre bütün burhanların yüklemlerinin sadece ilk iki sınıf
yüklem olduğunu zannetmek hatadır ve ona göre Fârâbî bu hataya düşmüştür. Zira bir şeyin
dışındaki nedenleri o şeyin tanımına ancak bilaraz dahil olabilir. İbn Rüşd, bilaraz derken
bununla fâil neden bir şeyde mevcut olup ondan ayrılmayan neden olması denkgeldiği zamanı
kast ettiğini belirtir. Örneğin; Yerküre’nin tutulmada Güneş’le Ay’ın arasına girmesi gibi.
Çünkü Yerküre’nin araya girmesi, fâil neden olup tutulmanın bizzât kendisiyle birlikte vardır.
İbn Rüşd, gâî nedenin de böyle olduğunu belirtir. Zira gâî neden de tanıma dahil değildir
ancak fasıl bilinmediği zaman onun yerine kaim olur. Dolayısıyla İbn Rüşd’e göre her kim
dört nedenin her birini mutlak burhanda tanım olarak alıp da diğer taraftan da bütün
burhanların yüklemlerini ilk iki sınıf yüklemden yani konuların tanımında alınan
yüklemlerden ve konuların kendilerinin tanımında alındığı yüklemlerden ibaret olduğunu
vazederse farkına varmadan kendi kendisiyle çelişkiye düşmüş olur ki İbn Rüşd, Fârâbî’nin
işte bu çelişkiye düştüğü kanısındadır.285
Gerçekten de Fârâbî, bütün nedenlerin varlığı ve nedeni veren burhana dahil olduğunu
ileri sürmektedir. Fârâbî Kitâbu’l-Burhân’da zâtî yüklemi ele aldıktan sonra şöyle
demektedir:
‘Varlığı ve nedenleri veren burhanların orta terimleri, zikredilen sebep sınıflarından biri olarak
var olunca ve burhanların parçalarının yüklenme yönleri de bunlardan ibaret olunca orta terim olarak
alınan nedenlerin iki taraftan/iki terimden her birine karşı durumunun, zorunlu olarak bu durumlardan
283
284
285
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.226. İbn Rüşd, a.g.e, s.227. İbn Rüşd, a.g.e, s.227. 300
biri olması gerekmiştir; yine zorunlu olarak bütün nedenlerin, her iki tarafın yahut iki taraftan birinin ya
tanımları ya da tanımlarının parçaları olması yahut bunların, bir şekilde iki tarafın tanımlarında ya yakın
ya da uzak bir ortaklığa sahip olması gerekmiştir.’286
İbn Sina ismini zikretmediği mantıkçılardan birinin burhanlardaki yüklemlerin,
yalnızca kâim kılan/kurucu (mukavvim) yüklemlerden oluştuğunu zannettiğine ve bu bunun
yanlış bir anlama olduğuna değinir. Bu mantıkçının, İbn Sina’nın ifadelerinden çağdaşı
olduğunu anlıyoruz. Zira İbn Sina, onun bu konuyu yanlış anladığı için tartışmaktan
çekindiğini de aktarır. Sözü edilen mantıkçı İsagoci (Eisagoge) kitabını incelerken
mantıkçıların kâim kılana zâtî demeyi adet edindiklerini ve orada zâtî’den de yalnızca kâim
kılanın anlaşıldığını görünce bilimsel kanıtlama’yı konu edinen Burhân kitabındaki zâtînin
İsagoci kitabındaki zâtiyle aynı olduğunu ve bu zâtînin, neden olduğunu zannettmiştir. Ona
göre burhanda zâtî, her neden değildir. Çünkü fâil ve gâye nedenden herhangi biri, bilimsel
kanıtlamanın (burhanın) aracısı (orta terimi) yapılmaya elverişli değildir, aksine maddî neden
ile onun gibi olan-ki bu cinstir- sûrî neden ve onun gibi olan –ki bu fasıldır- burhanın aracısı
yani orta terimi olur. Dolayısıyla matlupların yüklemleri de bunların ta kendisidir. Büyük
öncül ancak yüklemi, konuyu kâim kılan anlamında zâtî olduğunda zâtîdir. Buradan hareketle
şu görüşü dile getirmektedir: ‘Orta terim, iki taraftan her biri için kâim kılan anlamında zâtî
olur.’287 Bu mantıkçı, zâtînin bölümlenmesini duyduğunda kullanılan iki kısımdan (anlamdan)
her birindeki zâtînin yüklem olduğunu bilememiş ve zâtînin tanımda alınan olduğunu
zannederek bölümlemenin şöyle olduğunu zannetmiştir: ‘Zâtîlerin bir kısmı yüklem olup
konusunun tanımında alınır, bir kısmı da konu olup yüklemin tanımında alınır ki bu yüklem
konunun zâtîsi değil konudur.’288
İbn Sina yine bir başka çağdaşı olan mantıkçının yukarıda görüşüne yer verilen
mantıkçının izinden giderek onun da yanlış görüşü benimsediğini aktarır. Bu mantıkçıya göre
de sürekli /ayrılmayan (gayr’u mufârık) ve zorunlu bütün yüklemler, kâim kılandır/kurucudur
(mukavvim). Türün tamamını bütün vakitlerde kuşatan hassanın yani zâtî özellik olmadığı
halde bir türün bütün fertlerinde bulunan arazî özelliğin hiçbir anlamı yoktur. Zira hassanın
türden ayrılması imkansız değildir. Dolayısıyla örneğin; ikizkenar üçgenin, tabanda iki açıya
eşit olması hassa değil fasıldır. Yine her üçgenin, iki dik açıya eşit olan açılara sahip olması
hassa değil fasıldır. Bunlar konularını kâim kılan/kurucu özelliklerdir.289
286
287
288
289
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.13. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.75, 76. İbn Sina, a.g.e, s.76. İbn Sina, a.g.e, s.76. 301
Bununla birlikte o, burhanın burhan olması için orta terimi, büyük terimi zorunlu kılan
neden (illet) yapmaktadır. Bunun çoğu zaman eşit olduğunu, her kurucunun neden (illet)
olduğunu ve nedenli (ma‘lûl)’nin kurucu olmadığını itiraf etmektedir. Bu durumda nedenli
olan büyük terim, kurucu (mukavvim) değil sürekli gereken (lâzım) olmaktadır. Halbuki
nedenli olan büyük terimin, kurucu anlamında zâtî yüklem olduğunu varsaymış ve kurucu
olmayan bir gereken oluşunu reddetmişti. Bununla birlikte öncül zâtî olur ve onun yüklemi
kurucu anlamında zâtî olmaz. Bu kişi, nedenlinin bazen nedenin sürekli ve ayrılmaz gereği
olduğunu, bunu söylemekle birlikte açıların iki dik açıya eşit olması gibi bir durum, üçgen
gibi bir şeyi kâim kılıyorsa üçgenin kurucu olamayacağını itiraf etmektedir. Çünkü kurucu
nedendir ve bir şey başka bir şey için hem neden hem de nedenli olamaz. Bir şeyin aynı şeyin
hem nedeni hem de nedenlisi olması ise ancak arazî bir şekilde olur. Zira her kurucu önce
gelir. Önce gelen ise önce geldiği şeyden sonra gelmez. İbn Sina’ya göre bu mantıkçı şunu
itiraf etmektedir ki; bir şeyle sürekli birlikte olan her şey neden değildir, aksine birlikteliğin
yanı sıra kurucu olmaya ve öteki de birlikteliğin yanı sıra bir kurucu olmamaya gerek duyar.
Dolayısıyla çoğu durumda yüklem, zâtî olduğu için orta terimin kurucusu olur. Çünkü
burhandaki orta terim, o kişiye göre mutlak olarak büyük terimin nedenidir ve büyük terim de
orta terim sayesinde kâim olur. Orta ve büyük terimden birisi kurucu olmaması durumunda
tümel bir gereklilikle gerek olacaktır. Tümel bir gereklilikle gerek olan da zâtîdir. O halde o
bir kez daha kurucudur.290
Gerek daha önce görüşlerine yer verilen mantıkçının gerekse onun takipçisi olan bu
mantıkçının görüşleri doğru olanı ortaya koymamaktadır. Çünkü İbn Sina’ya göre her burhânî
yüklemin kurucu olma zorunluluğu yoktur. Örneğin; Geometri ve Aritmetik’te talep edilen
şeylerin tamamı (el-metâlib) hiçbir şekilde kurucu olmayan sürekli gereken şeylerden talep
edilir. Dolayısıyla bu bilimlerde yüklemi cins ve fasıl olan öncüllerden kurulu bir kıyas
görülemez. Artı olarak birinci mantıkçı fâil nedenin, orta terim olmasını inkar etmiş fakat
Güneş tutulmasının ispatında Yerküre’nin ortada bulunmasını örnek vermiştir. Oysaki bu orta
terim, gerçekte Güneş tutulmasının fâil nedenidir ve Güneş tutulmasının tanımında alınır.
Dolayısıyla daha önce Tanım ve Bilimsel Kanıtlama İlişkisi başlığı altında üzerinde
durulduğu gibi fâil ve gâye nedenlerin çoğu, burhanlarda ve tanımlarda yer alabilmektedir.291
İbn Rüşd de burhan ve tanıma giren nedenleri bir şeyde mevcut olan ve o şeyin zâtının
kendisinden meydana geldiği ve dolayısıyla ona özgü nedenler diye tarif etmekte ve bunların
da kendilerinde bulundukları şeye özgü olan maddî ve sûrî neden olduğunu ifade etmektedir.
290
291
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.76, 77. İbn Sina, a.g.e, s.77. 302
Bununla birlikte İbn Rüşd Aristoteles’in, fâil ve gâî neden de dahil olmak üzere, ister şeyin
dışında ister şeye dahil neden olsun, dört nedenin de burhan ve tanıma girebildiğini kast etmiş
olma ihtimalinin de bulunduğunu ifade etmeden geçmez.292
Yukarıda yer verilen örnekteki orta terim, Ay’ın ışığının kesilmesinin nedeni ve
kurucusu olup Ay’ın ışığının kesilmesiyle var olmamaktadır ve küçük terim olan Ay’a
özgü/özel bir ilişen olup onun kurucusu değildir. İbn Sina burada onları aldatan şeyin ‘tanım,
burhana uygundur’ sözünün olduğunu belirtir. Onlar bu sözden hareketle her burhanın tanıma
çözündüğünü, tanıma çözününce de matlûbun orta terim ve küçük terim olacağını
sanmışlardır. Böyle olsa bile İbn Sina bunun, Tanım ve Bilimsel Kanıtlama İlişkisi başlığı
altında ele alındığı üzere, ancak orta terim ile büyük terim arasında olabileceğini ifade eder.
Buna bağlı olarak; ‘Ay ile Güneş arasına Yerküre girer, Yerküre bir şey ile Güneş arasına
girdiğinde ise Güneş’ten gelen ışığı gizleyerek o şeyi karartır’ kanıtlamasında orta terim ne
Ay’ın tanımıdır ne Ay’ın tanımının bir parçasıdır ve ne büyük terim, kurucu anlamında orta
terimin tanımıdır ve onun tanımının bir parçasıdır. Fakat bu kanıtlamada büyük terim, neden
olan orta terimin nedenlisidir. Aksine orta terim ve büyük terimden her biri ve bunların
toplamı, Güneş tutulmasından ibaret olan matlûbun tanımıdır. Bu ise Ay’a ait ilişenlerden zâtî
bir ilişendir ve Ay’ı kâim kılan bir şey değildir ki sözü edilen mantıkçıların söylediği anlamda
zâtî olsun.293
İbn Sina, burhânî yükleme ilişkin tüm bu yanlış yorumları ve düşünceleri iki sebebe
bağlamaktadır. Birincisi; zâtî lafzının İsagoci kitabında öteden beri alışılagelen kullanımıdır.
Onlar bu kitaptaki (Kitâbu’l-Burhân) zâtî, zorunlu ve tümelin (mantık külliyatındaki) önceki
kitaplardan birinde söylenenle aynı olmadığını bilmemişlerdir. İkinci sebep ise; burhanın
durumunun abartılması ve burhanın sadece kurucu zâtîlerden oluştuğunun kabul edilmesidir.
Zira kurucu zâtî söz konusu mantıkçılara en üstün görünüyordu. Burhan da gerçekte en
üstündü. Böylece burhanın öncüllerinin başka şeyden değil en üstün olandan oluşması
gerektiğini zannettiler. Onların bu durumu, İbn Sina’ya göre, tıpkı bir kimsenin ‘olumsuz
hakkında da burhan yapılamaz, çünkü olumsuz düşüktür’ veya ‘doğal ve matematik şeylere
ilişkin burhan olmaz, burhana yakışan şeyler en üstün yani Metafizik şeylerdir’ demesine
benzemektedir. İbn Sina’ya göre şayet sadece en üstün burhana girseydi ve bu burhana giren
üstün şey uygunluk ve doğruluğun üstünlüğü yoluyla değil başka bir üstünlük yoluyla olsaydı
ve bu durumun ilkelerde de dikkate alınması ve dolayısıyla problemlerde (meseleler) de
dikkate alınması gerekseydi bu durumda öncüllerin yüklemlerinin şerefçe üstün olan kurucu
292
293
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.293, 294. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.77. 303
anlamında zâtî olmaları, ancak en yüce bilim olan Metafiziğe özgü olduklarında gerekirdi. İbn
Sina bu düşünceden hareketle bilim açısından son derece önemli bir kriteri ortaya
koymaktadır: ‘Bilim adamlarının, ehliyetsiz kimselerin bu üstündür ve bu düşüktür
şeklindeki yüzeysel değerlendirmelerine kulak asılmamalıdır, aksine şeylerin kendisinde
varolana bakılmalıdır. Bilimselliğin dışına çıkan kimselerden yüz çevrilmelidir.’294
Yukarıda İbn Sina’nın bilimde hata ve yanılgının nedenlerinden biri olarak Burhan
teorisinin çok fazla abartılmasına işaret etmesini de eklersek bu kriter bize göre bilimin ve
bilimsel teorilerin değerlendirilmesinde en temel ve en genel kriteri oluşturmaktadır: Bilimsel
teorileri ve bilim adamlarının otoritelerini mutlaklaştırma tehlikesine düşmemek. İbn
Sina’nın burhan teorisinin mutlaklaştırılma tehlikesine yönelik yukarıdaki ifadesinden
hareketle şunu iddia edebiliriz: Meşşâî felsefede felsefe/bilim yapmanın teorik çerçevesini
sunan burhan teorisi İbn Sina özelinde dinamik ve gelişmeye açık bir özellik kazanmaktadır.
Bu asla İbn Sina’nın Nazariyyet’l-Burhân’a yönelik bir tatminsizliği olarak okunmamalıdır.
Tam aksine İbn Sina’nın bileme bu özgün ve özgür bakışı söz konusu nazarriyyeye duyduğu
güvenin ve dolayısıyla bu nazariyyenin sağlamlığına inancının bir göstergesidir. Zira
mutlaklaştırılmış her şey donuk ve sâkindir, donuk ve sâkin olduğu için de her şeyi kuşattığı
ve açıkladığı sanılan o şey, farkında olmadan bir çok şeyi ihmal etmek ve kendi dışına itmekle
maluldür.
Burhana giren arazların ‘zâtî arazlar’ adını almasının nedeni, onların şeyin zâtına veya
şeyin zâtının cinsine özgü/özel olmaları ve şeyin zâtının veya şeyin zâtının cinsinin bunlardan
yoksun kalmamasıdır. Şeyin zâtı ve şeyin zâtının cinsi ya üçgenin açılarının iki dik açıya eşit
olması gibi mutlak olarak ya da karşılıklılık/mukabillik (mukâbele) bakımından bu arazlardan
yoksun kalmaz. Karşılıklılık bakımından yoksun kalmaması ise zâtî arazın iliştiği konunun,
zıtlık bakımından veya özellikle o araza mukâbil olan yokluk bakımından zâtî arazın
mukâbilinden yoksun kalmadığı durumda gerçekleşir. Örneğin; çizgi, doğruluk ve eğrilikten;
sayı, teklik ve çiftlikten; şey, olumlu ve olumsuzdan yoksun kalmaz.295
Konunun zikredilen iki yönden biriyle bu arazlardan yoksun kalmaması durumu ile bu
arazların, konudan veya onun cinsinden başkasında bulunmamaları durumu bu arazlarda
birleşirse onlar konunun zâtıyla ilişkili (münâsib) olurlar. Konu bunlardan yoksun kalmaz ve
fakat bunlar, konunun zâtından veya cinsinden başka şeylerde de bulunurlarsa-örneğin
karalığın kargada bulunması gibi- hiçbir şekilde konu için zâtî olmazlar. Çünkü ne konunun
zâtıyla ne onu kaim kılan yani konunun kurucusu olduğu şeyin zâtıyla ilgilidirler. Şayet konu,
294
295
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.77, 78. İbn Sina, a.g.e, s.78. 304
onlardan yoksun kaldığında onların dengi olan mukabiline sahip olmaz da yalnızca
olumsuzlama durumunda bulunursa konunun zâtı, gerek birliktelik gerekse de onlarla kâim
olma bakımından onları gerektirmeyecektir. Fakat onlar konunun zâtının gerektirdiği,
konunun cinsine özgü olan ve ya mutlak olarak ya da karşılıklılık (tekâbul) yoluyla konunun
gereği olan eklentilerden iseler zâtî arazlar adını almaya layıktırlar.296
Bilimler için vazedilen bir konuda var olan şeyler o konuya konunun zâtı gereği ve
kendi olması nedeniyle ilişen şeylerdir. Bu niteliğe sahip olmayan arazî gereklere (arazî
lazımlara) gelince İbn Sina bunların, her ne kadar sürekli gereken olsalar da konuya,
kendisine aitliği talep edilen eserlerden bir eseri (sonucu) veremeyeceklerini belirtir. Çünkü
onlar söz konusu eserlerden daha geneldirler. Eserler ancak konuda var olurken onlar yani
arazî gerekler konu dışında var olurlar. Bununla birlikte şayet onlar, konuya özgü/özel
kılınmış olmaları bakımından alınırlarsa zâtî olurlar ve tanımlarında konu alınır.297
Uzak arazlar, burhânî bilimlerin sorularında/problemlerinde (meselelerinde) matlûp
yapılamazlar, çünkü bilimin konusuyla özelleşmeleri bakımından alınırlarsa bu sayede onların
uzaklıkları gider. Uzak arazlar ancak konuyla veya konunun cinsiyle veya cins gibi olanla
ilişkili olduklarında özelleşebilirler ve böylece genel için genel ve özel için özel olurlar. Böyle
olmayan uzak araz burhanda kullanılamaz. Eğer mutlak olarak alınırlarsa onların varlığı,
bilimin konusu olması bakımından bilimin konusu için değildir, çünkü bilimin konusundan
başkasında da bulunabilirler. Bu durumda onların incelenmesi, o bilime özgü inceleme
cinsinden olmaz.298
Bilimler ya tikeldir ya tümeldir. Tikel bilimin tikel bilim olmasının nedeni, bir konu
varsayarak konu olması bakımından ona ilişenleri incelemesidir. Böyle olmadığı takdirde
bilim tikel olmaz, aksine bilimler birbirlerinin alanına girer ve inceleme özel bir konu
hakkında değil mutlak varlık hakkında olur. Bu durumda tikel bilim, tümel bilim olur ve
bilimler birbirinden ayrılamaz. Örneğin; Aritmetik başlı başına bir bilimdir. Çünkü ona başlı
başına bir konu verilmiştir ki bu konu ‘sayı’dır. Aritmetikçi, sayı olması bakımından sayıya
ilişenleri inceler. Şayet aritmetikçi, nicelik olması bakımından da sayı’ya ilişenleri veya
geometrici, nicelik olması bakımından ölçü’ye ilişenleri incelerse bu iki bilimin konusu, sayı
ve ölçü değil ‘nicelik’ olur. Eğer aritmetikçi, bir ölçü olması ve ölçü sahibi olması
bakımından sayıyı incelerse bu inceleme ölçü olması bakımından ölçünün bir ilişeni hakkında
olur. Yine aritmetikçi, sayı olması bakımından ölçüyü incelediğinde sayı olması bakımından
296
297
298
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.78, 79. İbn Sina, a.g.e, s.79. İbn Sina, a.g.e, s.79. 305
sayı’ya ilişeni de incelerse söz konusu iki bilim, tek bir bilim haline gelir ve bu durumda bir
bilim diğer bilimden ayrışmaz. Örneğin;
aritmetikçi, var olması bakımından sayı’yı
inceliyorsa var olması bakımından var olana ilişen şeyi incelemiş olur ki bu durumda
Aritmetik, İlk Felsefe (Metafizik)'den ayrılmaz.299 Yine örneğin tikel bir bilimin söz gelimi
Tıp biliminin konusu, insan bedeni olduğunda ve bu bilimde insan olması yönünden insana
ilişmeyen uzak bir ilişen-söz gelimi mutlak karalık ve mutlak hareket gibi- talep edildiğinde
Tıp, Doğa biliminin aynı olur ve tikel bir bilim olamaz.300
Şu halde arazlar, burhânî bilimlerin rastgele herhangi biri tarafından incelenemez.
Şayet bu arazlardan biri ilişkili olmadığı bir bilimde sonuç verilirse doğru öncüllerden sonuç
olarak ortaya çıkmış olsa bile bu, arazî yolla gerçekleşen bir açıklama olur. Çünkü böylesi bir
kıyasta ya orta terim ya da büyük terim uzaktır. Şayet orta terim, bu konuya uzak bir şeyse
başka bir konuyla ve tümel bilimle ilişkilidir. Bu durumda bizzât burhan, başka bir
bilimdendir ve bu bilimden arazî yolladır. Şayet orta terim ilişkili ise ama büyük terimin ona
yüklenmesi kendi olması nedeniyle değil de yüklenen büyük terim, orta terime ve onun
cinsine uzaksa- aksi halde büyük terim ilişkili olur ve onunla birlikte katılan başka bir şey
nedeniyle de olmaz- bu durumda orta terimin hakkı, kendisiyle büyük terim arasında terk
edilmiş olan başka şey bulunmasıdır. Sonuç da açıklandığı yönden alınmamıştır. Zira sonucun
açıklanmasında ne kendiliğinden açık bir öncül alınmıştır ve ne de bir bilimin ilkesi ve
hipotez (el-aslu’l-mevzû‘) olarak işlev gören bir öncül alınmıştır. Dolayısıyla bundan ne
mutlak bir kesinlik ne de hipotezin gereği olan bir kesinlik çıkar. Bu durumda açıklama
gerçek bir açıklama olmayıp arazî bir açıklama olur.301
İbn
Sina
burhanlarda
gereken
bile
olsa
uzak
arazın
orta
terim
olarak
kullanılmamasının sebebini, ‘onun büyük terimin zâtî bir nedeni olmamasına ve dolayısıyla
burhanın neden burhanı olmamasına’ bağlayan mantıkçının görüşünü doğru bulmaz. Zira İbn
Sina’ya göre Bilimsel Kanıtlama Terosi’nin incelediği ve ele aldığı şey sadece ‘neden
burhanı’ değildir ki bir şey hakkında ‘neden burhanı’ yoksa o şey Bilimsel Kanıtlama
Teorisi’nde incelenmesin ve burada incelenen kıyasların dışında bir kıyas olsun ve böylece
diyalektik kıyasa veya mugalata kıyasına veya başka bir şeye dönüşsün! Çünkü kıyas, doğru
olması bakımından doğru öncüllerden doğru bir sonuç verdiğinde ne diyalektik kıyasa ne
mugalata kıyasına ve ne de burhanın dışındaki sanatlardan birinde açıklanması gereken bir
şeye dönüşür. Aksine Bilimsel Kanıtlama Teorisi, hem yalnızca varlık hakkında kesin bilgi
299
300
301
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.79, 80. İbn Sina, a.g.e, s.80. İbn Sina, a.g.e, s.80, 81. 306
veren burhanı hem de varlığın yanı sıra neden (illet) hakkında kesin bilgi veren mutlak
burhanı açıklar. Bu durumda da neden olmayan uzak araz bir kıyası, Bilimsel Kanıtlama
Teorisi’nin dışına çıkarmadığı gibi bu kıyasın verdiği bilginin kesin olmadığını da
gerektirmez. Bu açıdan İbn Sina’ya göre kesin bilgiyi sadece bir şeyin nedenin bilgisiyle
sınırlandırmak yanlış bir düşüncedir. Nitekim İbn Sina’ya göre ‘nedeni bilinmeyen şey
hakkında kesin bilgi elde edilemez’ görüşü doğruysa o zaman Metafizik bir bilim olmaktan
çıkacak ve Tanrı hakkında kesin bilgi imkansız hale gelecektir. Zira Tanrı’nın nedeni
yoktur.302 İbn Sina bunu açık bir dille şöyle ifade etmektedir:
‘Bu görüş, onu savunanın Yüce Yaratıcı hakkında kesin bir bilgisinin olmamasını gerektirir. Çünkü
Yaratıcı’nın nedeni yoktur. Dolayısıyla o kimse, boş yere bilgi elde etmeye çabaladığını itiraf etmiş
olmaktadır. Zira hakkında bilginin talep edildiği şeyden yoksundur ki bu da şanı Şanı Yüce Yaratıcı
hakkında kesin bilgidir.’303
O halde İbn Sina’ya göre burhanlarda gerek (lâzım) olsa bile uzak olan arazların orta
terim olmamasını bu yanlış görüşle izah etmek mümkün değildir. İbn Sina burhanlarda gerek
olsa bile uzak olan arazların orta terim olmamasının nedenini şöyle izah etmektedir: Eğer söz
konusu uzak ilişen, orta terim olursa büyük terim ya ona eşit olur ya da ondan daha genel
olur. Her nasıl olursa olsun; her iki durumda da büyük terim, bir bilimin konusuna uzak ve o
konunun dışında bir şey olacaktır. Çünkü konusunun dışında kalan bir şeye eşit olan şey,
bilimin konusundan daha genel olanın dışında kalmak bir yana o bilimin konusunun dışında
kalmaktadır. Durum böyle olunca da burada büyük terim, hiçbir şekilde zâtî
ilişenlerden/arazlardan olmamaktadır. Şayet büyük terim zâtî araz ise ve orta terim de uzak
araz olup daha genel ise bu açıklama bir şeye varlıkça daha genel olan alâmetlerin delâlet
ettiği gibi delâlet eder. Böyle bir açıklama da şayet doğru olarak yapılmışsa arazî olarak ancak
doğru yapılmıştır.304
5.1.3. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinin Yükleminin İlksel (Evvelî) Oluşu
Nasıl ki burhanda ‘bütüne yüklenen’ salt kıyas mantığında ‘bütüne yüklenen’den farklı
bir anlama geliyor ise aynı şekilde burhanda ‘tümel’ de farklı anlama gelmektedir. Salt kıyas
mantığında bütüne yüklenen, daha önce yer verildiği üzere ‘bütün zamanlarda olmasa bile her
bir ferde yüklenen’ anlamına gelirken burhanda ‘konunun yüklenen şartla bulunduğu bütün
zamanlarda her bir ferde yüklenen’ anlamına gelmektedir. İbn Sina, yine burhanda ‘bütüne
yüklenen’den anlaşılan ile ‘tümel’den anlaşılanın farklılaşabileceğini belirtmektedir.
302
303
304
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.81 İbn Sina, a.g.e, s.81.; Tanrı’nın varlığına ilişkin burhan getirilemeyeceği hakkında etraflı değerlendirme için
bkz.İlhan Kutluer, İbn Sina Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İz Yayıncılık, İstanbul-2002, s.113-119. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.81, 82. 307
Burhanda ‘tümel’, fertlerin her birine bütün zamanlarda ve ilk olarak yüklenendir. Buna bağlı
olarak burhanda tümel, üç şartın bir araya gelmesiyle tümel olur: Her bir ferde yüklem olmak,
bütün zamanlarda yüklem olmak, ilk olarak yüklem olmak.305 İbn Rüşd de burhanda yüklemin
bu üç şarta sahip olmasını gerektiğini ifade eder.306
Zâtî yüklemin iki kısmından her biri, bazen ilk olarak yüklenir bazen de ilk olmayarak
yüklenir. Zâtînin birinci türünün, şeyin cins, fasıl ve sürekli gereken araz (araz lâzım) gibi
konunun tümelliğine yüklendiğinde konu için ilksel olması ilk önce konudan daha genel bir
şeye yüklenip de o genel şey aracılığıyla konuya yüklenmesi söz konusu olmadığında olur.
Örneğin; ‘bütün insanlar cisimdir’ dendiğinde cisim, insan için ilksel değildir. Çünkü cisim,
canlı’ya yüklenir ve canlı’ya yüklenmesi insana yüklenmesinden öncedir. Dolayısıyla cismin
canlı’ya yüklenmesi, insan’a yüklenmesine dayanmamaktadır. Oysa cisim ancak canlı’ya
yüklendikten sonra insan’a yüklenir. Şayet bir şey bir şeye yüklenmiş ve diğerine
yüklenmemişse ve diğerine yüklenmesi ancak birinciye yüklenmesinden sonra ise bu
durumda o şeyin birinciye yüklenmesi ilktir ve diğerine yüklenmeden öncedir.307
Şu halde konudan daha genel bir şeye yüklenen bütün yüklemler, ilk olarak daha genel
olana ikinci olarak da konuya yüklenirler. Buna göre ‘her ikizkenar üçgenin üç açısı, iki dik
açıya eşittir’ dendiğinde bu özellik, ikizkenar olmayan üçgenlerde de bulunan
özelliklerdendir. Öyleyse bu özellik, ilk olarak üçgene ikinci olarak da ikizkenar üçgene
aittir.308 Fakat burada İbn Sina ilk olarak yüklem olmanın şartının, yüklem ile konusu arasında
aracı/ların olmaması gerektiği şeklinde anlaşılmamasını özellikle vurgular. Çünkü örneğin; iç
açılar toplamının iki dik açıya eşit olması üçgen’e ilk olarak yüklenir, fakat üçgenin bu
özelliği ile üçgen arasında hepsi de bu özellikten daha yakın ilişenler olan ortak aracılar ve
terimler vardır.309
Yukarıda yer verilen bu birinci sınıf zâtî ilksel yüklemde bazen ilk olarak yüklenen
şey konudan daha genel olur. Örneğin; canlı’ya yüklenen cisim ve insan’a yüklenen canlı
gibi. Bazen de ilk olarak yüklenen şey konuya eşit olur. Bunun örneği; üçgen’e yüklenen
‘açıların iki dik açıya eşit olması’dır. Bazen de zâtî ilksel yüklem, birinci örnekte olduğu gibi
305
306
307
308
309
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.83.; ‘Tümel ile kastım, şeyin tümünde, bizatihi ve o şeyin
var olması bakımından yüklenedir. O halde açıktır ki; tümel olanların tamamı, şeylerde zorunlu olarak
bulunanlardır.’ Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s. 444. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.229.;İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.58, 59. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.83.; İbn Sina, en-Necât, s.69. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.83, 84. İbn Sina, a.g.e, s.84. 308
şeyin mahiyetine dahil olan yüklem olmakta bazen de ikinci örnekte olduğu gibi zâtî araz
olmaktadır.310
İlişenin ilk olarak iliştiği konunun, aynı ilişenin ikinci olarak iliştiği konunun
mahiyetini kâim kılan olması/mahiyetinin kurucusu olması mümkündür. Örneğin; bir zâtî araz
olan ‘iç açılar toplamının iki dik açıya eşit olması’ ilk olarak üçgen’e ilişir, ikizkenar’a ise
ikinci olarak ilişir. Bu örnekte zâtî ilişenin ilk olarak iliştiği konusu olan üçgen, ikinci olarak
iliştiği ikizkenar’ın mahiyetinin kurucusudur. İlişenin ilk olarak bir konunun ilişenine ilişmesi
de mümkündür. Örneğin; zaman, ilk olarak harekete sonra cisme yüklenmektedir ki hareket
de cismin ilişenidir.311
İşte bilimsel kanıtlama, bir yüklemin kendisine ilk olarak yüklem olduğu konu
hakkındadır. Dolayısıyla İbn Sina bilimsel kanıtlamanın, bir yüklemin kendisine ikincil olarak
yüklendiği konu hakkında olduğunun düşünülmemesi gerektiğini özellikle vurgular. Örneğin;
‘her ikizkenar üçgenin iç açıları toplamı iki dik açıya eşittir’ önermesinde ikizkenar üçgenin
bu nitelikte olduğu açıklanır, fakat ikizkenar üçgen olması bakımından değil üçgen olması
bakımından açıklanır.312
Zâtî yüklemin ikinci kısmına gelince; bunun şeyin mahiyetine giren zâtîler grubundan
olması hatta şeyin türlerinin mahiyetlerine giren zâtîler grubundan olması veya şeyin
kendisine özgü zâtî arazlar grubundan olması mümkün değildir. Bu yüklem ancak tekâbül
yoluyla konunun tümelliğine yüklenen yüklemdir.313
Zâtî yüklemin iki kısmından birincisi olan ve konunun tümelliğine yüklenen kısım,
cinsi bölen ve onun altındaki bir türü kesinlikle bölmeyen fasıllar gibidir ki bu fasıllar, söz
konusu türleri kurmaları ve onların cinslerini kurmamaları yönünden türler için ilksel fasıllar
olurken, cinsleri bölmeleri ve onların türlerini bölmemeleri yönünden de cinsler için ilktirler.
Zâtî yüklemin ikinci kısmı ise bir cinse özgü arazlardır. Bu arazlar, cinsin tamamını
kuşatmazlar ve cinsin böyle bir arazı kabule hazır hale gelmesi için belirli bir tür olmasına
gerek yoktur. Örneğin; cisim, hareketli ve sâkin olması için canlı veya insan olmaya gerek
duymaz ama gülen olmak için ilk olarak canlı hatta insan olmaya gerek duyar.314
İbn Sina öncüllere ilişkin yanlış anlamayı önlemek için ‘ilksel öncül (mukaddeme
evveliyye)’ kavramı ile ‘yüklemi ilksel öncül (mukaddeme mahmûluhâ evvelî)’ kavramı
arasındaki farka özellikle işaret etmeden geçmemektedir. İlksel öncül, konusu ile yüklemi
310
311
312
313
314
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.84. İbn Sina, a.g.e, s.84. İbn Sina, a.g.e, s.84. İbn Sina, a.g.e, s.84. İbn Sina, a.g.e, s.84, 85. 309
arasında tasdikte herhangi bir aracı olmasına muhtaç olmayan öncüldür. Bu başlık altında ele
alınan yüklemi ilksel öncül ise çoğunlukla aracılara ihtiyaç duyabilen öncüldür. Bilimsel
Kanıtlama’nın öncüllerinde yüklemin tümel oluşu, bütün zamanlarda ve bütüne (her bir ferde)
söylenmesinin yanı sıra ilksel olduğu zaman gerçekleşir.315
Şeyin mahiyetini kuran (kâim kılan) ilksel yüklemlerin bir kısmı, tanımlar ve bazı
fasıllar gibi- mesela canlı için duyumsayan gibi- konuya özgüdürler. Bir kısmı da cins ve bazı
fasıllar gibi-mesela çift için iki eşite bölünme ve düşüncenin (nâtık) insan ile melek arasında
ortak olduğunu düşünenlere göre insan için düşünen gibi-ilksel olsa bile konuya özgü
değildirler. Cins, ilkseldir ama özgü değildir. Tanım ise hem ilkseldir hem de konuya
özgüdür. Zâtî araz olan yüklemlerin bir kısmı hem ilkseldir hem de konuya özgüdür. Bunun
örneği üçgen için üçgenin açılarının durumudur. Bir kısmı da ilkseldir ama konuya özgü
değildir. Bunun örneği ise aynı yönden olan iki açının iki dik açıya eşit olmasıdır. Çünkü bu,
iki çizgi üzerinde olup onların iki karşılıklı açısını eşit hale getiren çizgi için ve yine iki çizgi
üzerinde olup dış açıyı mukabil iç açı gibi yapan çizgi için ilkseldir fakat bu iki çizgiden
herhangi birine özgü/özel değildir. Bu çizgi her ne kadar zât bakımından bir olsa da anlam ve
itibar bakımından ikidir.316
Zâtî arazlar bazen konuya özgü olurlar. Üç açının iki dik açıya eşit olmasının üçgen
için zâtî ve eşit olması gibi. Bazen de zâtî arazlar konuya özgü olmaksızın zâtî olur. Örneğin;
çift, tekin çiftle çarpımının zâtî arazıdır fakat ona özgü değildir. Zâtî olmasının nedeni, cins
olan sayının onun konusu olup tanımında alınmasıdır. Konuya özgü zâtî araz bazen eşit olur
bazen de şeyden mutlak olarak daha dar olur. Örneğin; üç açının iki dik açıya eşit olması,
üçgen’e eşittir. Sayı’ya yüklem olan çift ise daha dardır. Konuya özgü araz ya daha önce
verilen örnekte olduğu gibi mutlak olarak özgüdür ya da bir yönden daha özel ve bir yönden
daha geneldir. İkincinin örneği eşitliktir. Eşitlik, sayının zâtî arazlarındandır çünkü sayı’nın
cinsi olan nicelik, eşitliğin tanımında alınır. Fakat eşitlik bir yönden sayı’dan daha özeldir,
çünkü bazı sayılarda bulunur. Eşitlik bir yönden de sayı’dan daha geneldir. Çünkü eşitlik,
ölçüler gibi sayı olmayanlarda da bulunur. Bu şekilde ve mütekâbil olan zâtî arazlar, buradaki
sayı gibi ve çizgi, büyüklük, zaman vb. diğer türler gibi konusunu bölerler.317
Zâtî arazların konularının bir kısmı gerçekte türler, orta ve yüksek cinslerdir. Zâtî
arazlar için insan, canlı, cisim, nicelik gibi. Çünkü bunların hepsi ifade edilen şekilde zâtî
arazlara sahiptir. Cinslere ve türlere benzeyip de böyle olmayanlar ise- ki bunlar çok şeye
315
316
317
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.85. İbn Sina, a.g.e, s.85, 86. İbn Sina, a.g.e, s.86, 87. 310
yüklenen ama bu çokluğa yüklenmesi eşit derecede olmayanlardır- kategoriler arasında
bulunan şeylerin arasına dahil olmayan sürekli gerekenlerdir (levâzım). Bunların örneği
‘varlık’ ve ‘birlik’tir. Varlık ve birlik, bir yönden yüksek cinslere benzerler. Bunlara kuvve,
fiil, neden, nedenli, zorunlu ve mümkün gibi Metafizik biliminde incelenen zâtî arazlar ilişir.
Bazen de bu ilişenler, bir’den ve varlık’tan daha özel ve onların türleri konumunda olan
şeylere ilişirler.318
İbn Sina, bir ilişenin zâtîlik ve özgülüğünü konunun bölümlenmesi üzerinden yaptığı
analizle daha anlaşılır kılmaya çalışmaktadır. Örneğin; eşitlik ve eşitsizlik sayı’nın zâtî
arazıdır: ‘Her sayı ya eşittir ya da değildir.’ Fakat bu ilişenler sayıya özgü değildir. Çünkü bu
sayı, eşite ve eşit olmayan’a bölünür ancak bunlara ilksel olarak bölümlenmez. Çünkü çizgi,
yüzey, cisim, zaman gibi sayı olmayan ve sayı’nın altına girmeyen konular da bu ilişenlere
bölünür. Fakat sayı’nın cinsi olan nicelik, eşit olana ve eşit olmayana ilksel olarak bölünür.
Öyleyse eşite ve eşit olmayana ilksel olarak bölümlenen sayı’nın cinsidir.319 Sayı’nın ilksel
olarak bölümlendiği ilişenler ise tek ve çifttir. Bundan dolayı sayı’nın cinsi olan nicelik, tam
olarak tek ve çifte bölümlenmediği için ‘nicelik ya tektir ya da çifttir’ diyemeyiz.320 Zâtî
arazlarla ilksel bölünme bazen tekâbulle olur. Örneğin; ‘her çizgi ya doğrudur ya da eğridir.’;
‘her sayı ya tektir ya da çifttir.’ Bazen de tekâbulün dışında başka bir tarzda olur. Örneğin;
canlıların bir kısmı yüzen bir kısmı yürüyen bir kısmı sürüngen bir kısmı da uçandır.321
Tam ilksel bölme ya fasıllarla olur ve cinse nispeti ile türe nispeti ilksellik
bakımından farklı olmaz. Ya da cins için de ilksel olan arazlarla olur. Bunun örneği; ‘her
nicelik ya eşittir ya da eşit değildir’; ‘her cisim ya hareketlidir ya da sakindir’ gibi. Ya da, her
ne kadar cinsin bu arazlara bölünmesi ilksel olsa da, cins için ilksel olmayan arazlarla olur.
Örneğin; ‘her sayı ya çifttir ya da tektir’ gibi. Çift ve tek, sayıya ilk olarak ilişmez, sayı
bilinen bir tür olmadıkça ne çift ne de tektir. Yine canlının gülen, gülmeyen ve başkasına
bölünmesi de böyledir. Zira bu ilişenler, türlerin türsel doğaları varlık kazandıktan sonra
türlere ilişen arazlardır ve bu arazlardan herhangi birinin ilişmesi için cinsin doğası yeterli
değildir. Dolayısıyla bu ilişenler bölünme bakımından cins için ilksel iken zâtları bakımından
cins için ilksel değildirler.322 Bazen de cinsi bölme tarzlarından kimisi ne tam olur ne de cins
için ilksel olur. Örneğin; ‘her sayı ya fazladır ya eksiktir ya da eşittir.’ gibi.323
318
319
320
321
322
323
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.87. İbn Sina, a.g.e, s.87. İbn Sina, a.g.e, s.88. İbn Sina, a.g.e, s.88. İbn Sina, a.g.e, s.88. İbn Sina, a.g.e, s.89. 311
İbn Sina bölünme bakımından arazların ilksel olmasıyla zâtları bakımından ilksel
olmasının kriterini şöyle belirlemektedir: Şayet arazların iliştiği cisimlik doğası, kendisine bir
fasıl eklenmeksizin söz konusu arazlar ilişmiş olarak kendisini tasavvur etmemiz için yeterli
ise bu ilişenler zâtî ilkseldir. Örneğin; cisim ya hareketlidir ya da sakindir. Bu önermede
‘cisim’i, bir fasıl ekleyip türselleştirmeden söz konusu ilişenlerden biriyle; ‘hareketli’ ve
‘sakin’ ile tasavvur edebiliriz. Fakat cisimlik doğası, kendisine bir fasıl eklenmeksizin arazlar
ilişmiş olarak kendisini tasavvur etmemiz için yeterli değilse, bir faslın eklenmesi ve cisimlik
doğasının türselleşmesiyle onu tasavvur edebiliyorsak bu durumda söz konusu ilişenler o
cisim için zâtîdir fakat zâtî ilkesel değildir, sadece cinsin kendilerine bölünmesi bakımından
ilkseldirler. Örneğin; ‘her sayı ya çifttir ya da tektir’ önermesinde sayı’yı, bir fasılla
türselleştirmeden bu arazlar ilişmiş olarak bu ilişenlerle tasavvur etmek yeterli değildir.
Dolayısıyla bu ilişenler sayı için zâtîdir fakat zâtları bakımından ilksel değildir, sadece
sayının bunlara bölümlenmesi bakımından ilktirler.
324
Çünkü çift ve tek, sayının ilişeni olup
onun türleri veya bölen fasılları değildir.325 İbn Sina bunun sebebini şöyle açıklamaktadır:
Sayı’nın türünün sınırı bilinmektedir ki bu, sayının hakikati ve mahiyetidir. Tekin ve çiftin
anlamı da bilinmektedir. Fakat tekin ve çiftin sayıya iliştiği, ancak sayının iki eşit parçaya
bölünüp bölünmediğine bakıldıktan sonra bilinmektedir.326 Örneğin; dördün çift olduğunun
bilinmesi, dördün zâtı gereği değil aksine dörde ait olduğunu bildiğimiz başka bir ilişenin yani
yarıya bölünmenin açıklığı nedeniyledir.327
O halde bazen cinsi bölme tarzlarından kimisi ‘her sayı ya fazladır ya eksiktir ya da
eşittir’ örneğinde olduğu gibi ne tam olur ne de cins için ilksel olur, aksine bu bölme cinsin
üstündeki için ilkseldir. Kimisi de cinsin üstündeki için ilksel olur. Örneğin; ‘her nicelik ya
tektir ya çifttir’ gibi. Bu bölümleme önermedeki cins olan nicelik’in altındaki için ilkseldir.
Bölümleme bakımından cins için ilksel olan ve cinsin bölündüğü arazların cins için ilksel
olmayıp tür için ilksel olduğu bölmeyi İbn Sina, üç kısımda ele almaktadır. Birinci kısım;
arazlardan her birinin, türü için ilksel ve ona özgü olmasıdır. Örneğin; ‘her üçgenin ya bir
açısı diğer iki açısına eşittir ya bir açısı diğer iki açının toplamından büyüktür ya da her iki
açının toplamı üçünden büyüktür’ gibi. Birincisi dik açılı üçgene özgü ilişen, ikincisi geniş
açılı üçgene özgü ilişen, üçüncüsü ise dar açılı üçgene özgü ilişendir. İkinci kısım; arazlardan
her birinin, ilksel olması ve özgü olmamasıdır. Örneğin; ‘her sayı ya çifttir ya da tektir’; ‘her
canlı ya yürüyendir ya yüzendir ya uçandır ya da sürüngendir’ gibi. Bunların her biri, her ne
324
325
326
327
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.88. İbn Sina, a.g.e, s.89. İbn Sina, a.g.e, s.89. İbn Sina, a.g.e, s.90. 312
kadar bir tür için ilksel olsa da ona özgü değildir.328 Çünkü bu ilişenler, birinci örnekten
hareketle sayı’nın bizzât kendisine kıyasla özgü/özel araz (araz hâss) iken bir sayı türüne (iki,
üç, dört, beş gibi) ve başka bir şeye kıyasla genel arazdır (araz âmm).329 Üçüncüsü kısım; söz
konusu arazların bir kısmının ilksel ve özgü olması, bir kısmının da özgü olmamasıdır.
Örneğin; ‘her canlı ya gülendir ya da gülmeyendir’ gibi. Gülen bir türe ilksel ve özgü iken
gülmeyen bir tür için ilkseldir ama özgü değildir.330
Varlık bakımından tek bir ferdi olan şeylerin de ilksel yüklemleri vardır ancak
bunların, yüklendikleri şey varlıkta tek bir ferdi olduğundan dolayı burhanın şartlarına göre
tümel olmadığı zannedilir. Oysa gerçekte bunlar da tümeldir. Örneğin; ‘Güneş merkezin
dışında şöyle hareket eder; ‘Ay batı yönünde dönen bir felekte şöyle hareket eder’; ‘Yerküre
ise hepsinin ortasındadır’ gibi önermelerde geçen arazlar, konularına ilksel olarak yüklemdir.
Ancak yüklendikleri konular, varlıkta tekil olduklarından ve bunların doğaları birden fazla şey
arasında bilfiil ortak olmadığından ve dolayısıyla varlıkta çok şeye bilfiil söylenmediğinden
dolayı söz konusu yüklemlerin, her ne kadar ilksel olarak yüklem olsalar da, tümel olarak
yüklem olmadıkları zannedilir. Oysa zannedildiği gibi değildir, çünkü ‘Güneş’ kavramı ile
‘bu Güneş’ kavramı birbirinden farklıdır. Çünkü ‘Güneş’ kavramı bir doğaya ve bir cevhere
delâlet etmektedir. Dolayısıyla biz Güneş hakkında bir bilimsel kanıtlamada bulunduğumuz
zaman bu kanıtlama ‘bu Güneş’ hakkında değil Güneşin doğası hakkındadır. Çünkü Güneş
hakkındaki kanıtlamamız, bu Güneş olması bakımından Güneş hakkında değildir ki Güneşin
doğası bu Güneş’ten başkasına söylendiğinde kanıtlama onun hakkında da geçerli olmasın.
Buna bağlı olarak bu gibi tekil şeylere ilişkin getirilen kanıtlama, özellik ve genellik dikkate
alınmaksın onların doğası hakkındadır.331 Varlıkta tek bir ferdi olan bir şeyin sayısal olarak
bir olması onun tümel doğasının tasavvur edilmesine engel değildir. Bununla ilintili olarak da
aklî hükümlerin tümellere yüklem olmasında tümellerin birden fazla şeye bilfiil söylenmesi
şartı yoktur.332
Nitekim İbn Sina tümel doğaya üç şekilde tümel dendiğini belirtir. Birincisi; varlıkta
bilfiil birden fazla şeye söylenmesi bakımından tümel denir. Aklî hükümler, tümellere, bu
şartla tümel olmaları yönünden söylenmez. İkincisi; her ne kadar şimdi tek bir şeye söylense
328
329
330
331
332
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.89. İbn Sina, a.g.e, s.90. İbn Sina, a.g.e, s.89.; İbn Rüşd’ün ilksel yükleme ilişkin İbn Sina’yla paralel yorumları için bkz.İbn Rüşd,
Tefsîru’l-Burhân, s.229-232. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.91. İbn Sina, a.g.e, s.92. 313
bile varlıkta çok şeye söylenebilir olmaları yönünden tümel denir. İbn Sina buna yedigen evi
ve Kaknüs kuşunu örnek vermektedir. Zira bu kuşun dünyada tek bir tane olduğu söylenir.333
Üçüncüsü; varlıkta bilfiil genelliği olmayan ve yine varlıkta genellik imkanına da
sahip bulunmayan, fakat her ne kadar ona eklenen başka bir şey ve anlam onda ortaklık
olmasını engellese ve onun ancak bir tane var olabileceğini gösterse bile salt aklın
tasavvurunun, onda bir ortaklığın bulunmasını reddetmediği şeydir. Doğanın kendisinin
tasavvuru ile onun sayısal olarak bir olduğunun tasavvuru aynı şey değildir. Aksine tek başına
şeyin doğasının tasavvuru, onun akılda çok şeye söylenmesini engellemez ve akıl, tümel
doğadan alınan tasavvurun çok şey arasında ortak olmasını veya onun tasavvurunu başka bir
anlama yüklenmesini reddetmez. İşte bilimlerde ve öncüllerin konularında tümel derken
dikkate alınması gereken bu anlamdır ve bu üçüncü anlam haliyle ilk iki anlamı da
kuşatmaktadır.334 Buna bağlı olarak yukarıda örneği verilen örnekte Güneş hakkında verilen
hüküm zâtî ve ilkseldir. Ancak ‘bu Güneş’ hakkında verilecek hüküm ilksel değildir.
335
Çünkü doğanın tasavvurundan öte bir anlam, aklın bunu mümkün görmesini engeller. Bu
tümelin mukabili olan tikel, anlamının kendisi ve tasavvuru sayıca bir ferdin tasavvuru
olandır. Örneği Zeyd olması bakımından Zeyd’in zâtının tasavvur edilmesi gibi. Zeyd olması
bakımından Zeyd’in hüviyetinin, gerek varlıkta gerekse de değil akılda vehimde bile ortak bir
şey olması mümkün değildir.336
Bazen de tümel üzerine hükmedilmediği halde hükmedildiği zannedilir. Örneğin;
paralellik, üzerlerinden bir çizgi geçerek aynı yönde olan bütün iç açıları dik açı yapan iki
çizgi için ilkseldir, çünkü iki çizgiden birinin bu niteliğe sahip olabilmesi için iki çizginin
mutlaka paralel olması gerekir. Bu örnekte bütüne söylenenin tümel olduğu sanılır. Halbuki
böyle değildir, çünkü ilksellik şartı yoktur. Zira aynı yönden olan iki açıdan her biri dik açı
olmayıp farklıdırlar ama bunların toplamı dik açı gibidir. Kuşkusuz paralellik söz konusu iki
çizgiye yüklem olur. Paralelliğe ilksel olarak sahip olan bir şey, bu iki çizgi ile o iki çizgiyi
kuşatmaktadır. Bu şey ise üzerlerinden bir çizginin geçtiği iki çizgidir ki geçen çizgi, aynı
yönden olan iki iç açıyı-bu ikisi ister eşit ve dik isterse de farklı olsunlar- iki dik açıya denk
hale getirir.337
Bütüne ve tümele yüklem hakkında gerçekleşen bir başka karıştırma ya zorunluluk
bakımından ya da hatanın/yanılgının meydana gelmesi bakımından gerçekleşir. Zorunluluk
333
334
335
336
337
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.92. İbn Sina, a.g.e, s.92. İbn Sina, a.g.e, s.93. İbn Sina, a.g.e, s.92. İbn Sina, a.g.e, s.93. 314
bakımından şöyle gerçekleşir: Farklı türleri kuşatan tümel bir şeyin bir ismi olmadığında onun
bir isme sahip olan türlerinin her birindeki hüküm özel açıklamalarla açıklanır. Ondan daha
genel bir şeye ait hüküm, genel bir isim olmaması nedeniyle, bulunmadığı takdirde onun söz
konusu türlerden her biri için ilksel olduğu ve bizim onun hakkındaki hükmümüzün tümel
olduğu zannedilir. Bunun örneği ölçülerde birbiriyle uyumlu ölçülerin değiştirildiklerinde
(tebdîl) uyumlu olduklarının kanıtlanmasıdır. Yine sayılarda birbiriyle uyumlu sayıların
değiştirildiklerinde uyumlu olduklarının kanıtlanmasıdır. Bazen bu ikisinden her birinde
başka bir burhanla kanıtlanır. Fakat kanıtlanan şey, o ikisinin hiçbiri için ilksel değildir,
aksine o her nicelik için ilkseldir ama nicelik ismi, ne Aritmetik biliminde ne de Geometri
biliminde vazedilir. Çünkü Aritmetik’te sayı, en genel cins olarak vazedilmekte ve ötesine
geçilmemektedir. Dolayısıyla her iki disiplin açısından nicelik ismi yok gibidir ve sanki iki
disiplinin hiçbirinde genel anlamın bir ismi yoktur. Bu nedenle her disiplinde bu ilişenin,
bilimin konusu için ilksel olduğu zannedilir. Halbuki gerçekte ilişen, söz konusu iki bilimin
konularının cinsi için ilkseldir. Çünkü değiştirildiklerinde uyumlu olma, aynı şekilde
zamanlarda, notalarda, sözlerde ve bizzât nicelik olan veya nicelik sahibi olan başka şeylerde
de bulunmaktadır.338
Hükmün ilksel olduğu genele değil de onun türlerine kanıtlama yapılmasına neden
olan sebep ise ya ifade edildiği şekilde isim yokluğudur; ya ilk genelin, o burhânî bilimin en
genel konusundan daha genel oluşudur; ya genel hakkında burhan getirmenin gerçekten güç,
fakat o türe özgü hallerin her bir türüne burhan getirmenin kolay oluşudur; ya da genel cinsî
olduğu için hayalde canlandırılmaması, ama genelin altındaki türsellerin hayale daha yakın
olduğundan hayalde canlandırılabilmesidir. Söz konusu genel ise geometrik şekillerde olduğu
gibi tahayyülle kanıtlanır. Bu anlamarın tamamı, değiştirme meselesinde bir araya gelmiştir.
Nicelik iki bilimden herhangi birinin konularından değildir. Yine ölçüler hakkında katlar
yönünden burhan getirmek kolayken sayılar hakkında parçalar yönünden burhan getirilir. Bu
durumda herbiri için, ona özgü yönden burhan getirilirken her ikisini kuşatan yönden burhan
getirilmesi zor olur. Yine sayının ve ölçünün şekille tehayyülü ve vehme yaklaştırılması
niceliğin tehayyülünden daha kolaydır. Bu sebeple niceliğin türleri için vazedildiği gibi
niceliğe özgü bir inceleme vazedilmemiştir. Hatta ölçü olması bakımından ölçüye çok bahis
nispet edilmemiş, bahislerin çoğu çizgi, yüzey ve cisimden her birine müstakil olarak özgü
kılınmıştır. Çünkü hükümlerin çizgi, yüzey ve cisim gibi türsellere nispeti tehayyül
bakımından mutlak ölçüye nispetinden daha kolaydır.339
338
339
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.93, 94. İbn Sina, a.g.e, s.94, 95. 315
Karıştırma sebebinin yanılgı yönünden nasıl gerçekleştiğini ise İbn Sina şöyle
açıklamaktadır: İnsan ilk bakışta -sözgelimi genel üçgenin türlerinden tek tek her bir üçgen
gibi- genel bir anlamın fertlerini inceler. Ama bu fertlerin tamamının nasıl incelendiğini
hissetmez veya tamamen incelese bile tamamının incelendiğini hissetmez. Bu nedenle onların
her birinde genel bir burhanla veya her birine özgü bir burhanla bir durumu açıklar. Halbuki
onun yapması gereken bu durumu öncelikle mutlak üçgen hakkında açıklamasıdır, çünkü bu
durum ilk olarak mutlak üçgene aittir. Fakat yanılgı, onu mutlak üçgenden saptırır ve o,
incelemeye tikellerden başlar. Bu takdirde mutlak üçgene geçmesi mümkün olmaz.340
Çünkü bir şeyin tikellerinde herhangi bir hükmün varlığı hissedilmiş, ama tikellerin
hepsinin incelendiği kesin olarak hissedilmemişse bu durumda bütün tikeller hakkında kesin
bir hükümle hükmedilemez. Kesine benzer iknâî hükme gelince bazen onunla hükmetmek
mümkündür. Bundan dolayı İbn Sina bunun, cedelde değil burhanda mugalata olduğunu
belirtir. Çünkü üçgen tikellerini inceleyen bu kimse, kısımların tamamını incelediğinden emin
olmadıkça mutlak üçgen olan bir şeyin farkına nasıl varacaktır?! Şayet bu kesinlik onda
meydana gelecek olsa hüküm, mutlak üçgene- ki hüküm bu mutlak üçgen için ilksel ve
tümeldir- geçtikten sonra ancak o kişide kesinlik
meydana gelecektir. Bunun farkına
varmadığında ise hükmün, tikeller için ilksel olduğunu ve tikellerin bütün sınıfları için
burhanda kullanıldığı anlamıyla tümel olduğunu zanneder. Eğer hükmün ilksel olduğu
bilgisinde yanılgıya düşmemek istenirse, İbn Sina, hükmün farklı anlamlarla birlikte
olduğunda hükmün ilkselliğinin sınanması gerektiğini söyler.341
Şöyle ki; bir tanesi hariç anlamların tamamı kaldırılır ve bir anlam daima değiştirilir.
Şayet biri sabit kaldığı ve diğerleri ortadan kalktığında hüküm sabit kalıyorsa ve bir tanesi
ortadan kalktığı ve diğerleri devam ettiğinde –eğer bu, mümkünse- hüküm de kalkıyorsa bu
durumda hüküm onun için ilkseldir. Örneğin; bakırdan bir ikizkenar olsun. İkizkenarlılık ve
onun bakırdan oluşu ortadan kaldırıldığı ve üçgen kaldığında üçgenin, üç açısının toplamının
iki dik açıya eşit oluşunun sabit kaldığı görülür. Eğer şekil anlamının kalkması ve üçgenin
devam etmesi mümkün olsa hüküm sabit kalırdı, fakat üçgen devam etmediği için o da devam
etmez. Sonra üçgen kalktığı ve şekil kaldığında hüküm de ortadan kalkar. Dolayısıyla
ikizkenarlılık ve bakırdan oluş ortadan kalkmasına rağmen üçgenin kalmasıyla birlikte
hükmün de devam ettiği ve kalkmadığı görülür. İkizkenarlılık, bakırdan oluş ve üçgenin
kalkmasıyla birlikte şekil yönünden hüküm yine ortadan kalkar. Bu sınamadan ortaya çıkan
340
341
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.95. İbn Sina, a.g.e, s.95.; İbn Sina’nın yer verdiği burhandaki hatalara ilişkin bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân,
en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, s.446-448.; Aristoteles, II.Çözümlemeler, 74a, s.16, 17.; İbn Rüşd,
Telhîsu’l-Burhân, s.59-62.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.235-250. 316
şudur: Hüküm (iç açılar toplamının iki dik açıya eşit oluşu), başkası (ikizkenar, bakırdan oluş,
şekil, vs.) için değil üçgen için tümeldir.342
İbn Rüşd Tefsîr’inde, Fârâbî’nin bu sınamayı yanlış yorumladığını ileri sürmektedir.
İbn Rüşd, Fârâbî’nin Kitâbu’t-Tahlîl’de ilk yüklemin istinbatında kullanılan bu sınama
yerinin burhânî değil iknâî bir çözümleme olduğunu zannettiğini ve şunu iddia ettiğini belirtir:
‘Bu sınama yeri birden fazla niteliği olan şeylerle iptal edilir. Şöyle ki iki özellikten biri
kalktığı zaman diğeri de ortadan kalkar, bulunduğu zaman diğeri de bulunur. Örneğin;
insanda bulunan gülme ve bilme özellikleri gibi. Çünkü insanın gülen olduğu ortadan
kalktığında bilmeye kabil olması da ortadan kalkar; insanın gülen olması bulunduğu zaman
bilmeye kabil olması da bulunur. Oysaki gülenin bilmeye kabil olana yüklem olması ilksel
değil bilaraz yüklemdir.’ İbn Rüşd’e göre Fârâbî, Aristoteles’in bu sınama yerini mutlak
olarak bulunma ve ortadan kalkma yeri olarak kullandığını zannettiği için hataya düşmüştür.
Oysaki Aristoteles bunu kayıtlı olarak kullanmaktadır. İbn Rüşd’e göre Aristoteles şunu
ortaya koymaktadır: Konuda bulunan bütün manalar arasında tümel yüklemin kendisinde
bulunduğu mana, kendisi bulunduğu
ve konuda bulunan öteki manalar ortadan kalktığı
zaman yüklemin kendisinde bulunduğu; kendisi ortadan kalktığı ve konuda bulunan diğer
öteki manalar kaldığında yüklemin de ortadan kalktığı manadır.343 İbn Rüşd bu iki şart
ortadan kalkma ve varolmada bulunduğu zaman kesinlikle bu ilk yüklemi istinbat yerinin
burhanî olduğunu ifade eder. Bu şartlara bağlı olarak İbn Rüşd, Fârâbî’nin verdiği örnekte
gülenin ve insandaki diğer manaların ortadan kalkmasıyla bilmeye kabil olmanın ortadan
kalkması gerekmez. Zira konuşma/nutk özelliği bulunduğunda bilmeye kabil olma özelliği de
bulunur. Aynı şekilde gülen bulunduğu ve insandaki diğer manalar ortadan kalktığında
bilmeye kabil olma da bulunur.344
Fârâbî’nin Kitâbu’t-Tahlîl’line göz atıldığında Fârâbî bu eserinde istinbât ve sınama
yerlerini tek tek ele almakta ve bu yerlerden bir çoğunun tikel önermelere şamil olduğunu,
yerlerin bir kısmının Diyalektik’te bir kısmının Retorik’te bir kısmının bilimlerde ve bir
kısmının da sair fikrî sanatlarda kullanıldığını belirtir. Aristoteles’in II.Analitikler’de zorunlu
olarak yüklem olan zâtî yüklemi ortaya çıkarmak ve sınamak için kullandığı ve İbn Rüşd’ün,
Fârâbî’yi bu yeri burhanî bir yer olarak görmediği için eleştirdiği yere ilişkin Fârâbî şu
342
343
344
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.95, 96.; İbn Sina, en-Necât, s.69.; Aristoteles, Kitâbu’lBurhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde s.449.; Aristoteles, II.Çözümlemeler, 74b, s.17.; İbn
Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.62.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.250-253. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.252, 253.; bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki
Aristo, s.449.; Aristoteles, II.Çözümlemeler, 74b, s17. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.253. 317
değerlendirmeleri yapmaktadır: ‘Konu herhangi bir şeyden ortadan kalktığı zaman buna bağlı
olarak yüklemin de ortadan kalktığını araştırmamız gerekir. Zira böyle olduğu zaman konu
ortadan kalktığında yüklemin de ortadan kalkacağı düşünülmektedir. Buradan yola çıkarak da
yüklemin konunun bütününde bulunması lazım geldiği zannedilmektedir.’345
Fârâbî bu yerin eksik ve kusurlu ve bu nedenle sofistik olduğu, bazen Retorik’te de
kullanmaya elverişli bir yer olduğu kanısındadır. Fârâbî’ye göre bir şey ortadan kalktığı
zaman bu şeyin ortadan kalkmasına bağlı olarak o şeyin var olmasıyla da söz konusu başka
şeyin var olması zorunlu değildir. Çünkü örneğin; ‘canlılık’ tek bir fertte ortadan kalktığında
‘insanlık’ da ortadan kalkar. Fakat ‘canlılık’ bulunduğu zaman o ferdin insan olması zorunlu
değildir. Fârâbî bu sınama yerinin, şeylerin nedenlerini ortaya çıkarmak için de
kullanılabileceğinin zannedildiğini belirtir. Şöyle ki; bir şey ortadan kalktığında bu şeyin
ortadan kalkmasına bağlı olarak başka bir şey ortadan kalktığında bu başka şeyin ortadan
kalkması kendisinin ortadan kalkmasına bağlı olan şeyin, söz konusu başka şeyin varlığının
nedeni olduğu zannedilmektedir. Fârâbî, bu sınama yerini doktor Galen’in (Câlinûs et-Tabîb),
insanın organlarında otopsiyle yaptığı deneylerinde çokça kullandığını aktarmaktadır. Galen,
bu çıkarım yeriyle elde ettiği nedenleri gözlem yapmadığı ve deneye tabi tutmadığı başka
şeylerin de nedeni yapmıştır. Örneğin Galen falanca sinir kesildiği zaman sesin, hareketin ve
duyumun ortadan kalkıp iptal olduğunu gözlemlemiş buradan hareketle bu sinirin, sesin,
duyumun, hareketin varlığının nedeni olduğu saptamasında bulumuştur.346
Fârâbî, başkalarının ise bir şeyin var olmasına bağlı olarak başka bir şey var olduğu
zaman, o şeyin bu başka şeyin varlığı için neden olduğunu düşündüklerini belirtir. Fârâbî,
bunun bir çok şeyde nedeni elde etmede uygun bir yer olduğu ancak her böyle olanın neden
olamayacağı düşüncesindedir. Örneğin; ‘insanlık’ var olduğu zaman ‘canlılık’ da var olur.
Fakat ‘insanlık’, canlı olmanın nedeni değildir. Fârâbî bazen de tersi olabileceğini söyler.
Yani bir şeyin varlığına bağlı olarak var olması lazım gelen şey, o şeyin varlığının nedeni
olabilmektedir. Usta-bina, katip-mektup arasındaki ilişki gibi.347
Fârâbî, yukarıda ele alınan var olma/bulunma ve yok olma/ortadan kalkma (vücûd ve
irtifâ‘) yerleri tek bir yönden bir araya geldiği zaman yani ‘bir şey varolduğu zaman onun
varlığına bağlı olarak başka bir şey var olup o şey yok olduğu zaman söz konusu başka şey
yok olur’ şeklinde bileştikleri zaman yerin bu şekliyle iknâ bakımından daha güçlü olduğunu
345
346
347
Fârâbî, Kitâbu’t-Tahlîl, el-Mantıkıyyât Li-Fârâbî, içinde, nşr. Muhammed Tâkî, Menşûrâtu Mektebeti
Ayetullahi’l-Uzma, C.I, s.238, 239. Fârâbî, Kitâbu’t-Tahlîl, s.239. Fârâbî, a.g.e, s.239. 318
ve bir şeye uygulanabilir güçte olduğunu teslim eder ancak Fârâbî bu yeri dahi burhanî bir yer
olarak görmez. Fârâbî bazılarının bu yeri, şeylerin nedenlerini çıkarmada kullandıklarını ifade
eder. Şeylerin nedenlerini çıkarmak için bu yeri kullananlara göre varlığına bağlı olarak başka
bir şeyin var olduğu; yokluğuna bağlı olarak da bu başka şeyin yok olduğu şey, söz konusu
başka şeyin varlığının nedeni olur. Bazıları da bu yeri, kendileri cihetinden bir şeyin bir başka
şeyde var olduğu nitelikler ve halleri çıkarmada kullanırlar. Şöyle ki; yüklem herhangi bir
şeye yüklem olduğu zaman ve bu şeyin de birden çok niteliği bulunduğu zaman ve biz,
kendisinden dolayı yüklemin o şeyde var olduğu niteliği çıkarmak ve böylece kendisinden
dolayı ilksel olarak o şeyin var olduğu ve kendisiyle nitelenenlerin tamamında yüklemin
bulunmasının nedeni olduğu bu niteliğe ulaşmak istediğimiz zaman bu niteliğin, nitelikler
arasında hangisi olduğunu ortaya koymak için araştırır bakarız; şeyden ortadan kalktığı zaman
yüklemin de bu şeyden ortadan kalkmasına, şeyde bulunduğu zaman da yüklemin de o şeyde
bulunmasına neden olan nitelik işte elde etmek istediğimiz niteliktir.348
Fârâbî, bunu Aristoteles’in de birkaç yerde kullandığını belirtir ve bunlardan birisinin
de II.Analitikler (Kitâbu’l-Burhân) olduğunu söyler. Fârâbî burada Aristoteles’in önceki
sayfalarda dipnotta gösterdiğimiz ve gerek İbn Sina’nın gerekse İbn Rüşd’ün aynen aktardığı
örneği aktarır. Fârâbî başkalarının da bu yeri, kıyasın zorunluluğunu veren tümel öncülün
tashihinde kullandıklarını, bir başka grub mantıkçının da şeyin cevherine ve inniyyetine
delâlet eden yüklemi ortaya koymak için kullandıklarını belirtir. Fârâbî tüm bu analizlerinin
ardından bize göre, der, herhangi bir şeyin bilfiil ve daima nedeni olan şey için bu kuralın
yani ‘kendisi ortadan kalktığı zaman şeyin de ortadan kalktığı; kendisi var olduğu zaman
şeyin de var olduğu’ kuralının geçerli olduğu açıktır. Fakat Fârâbî’ye göre bu; ortadan kalktığı
zaman şeyin de ortadan kalktığı var olduğu zaman o şeyin var olduğu her şeyin, kendisinin
ortadan kalkmasıyla ortadan kalkan ve kendisinin var olmasıyla var olan şeyin nedeni olacağı
anlamına gelmez. Zira bazen birbirleriyle bu şekilde ilintili olan iki şey var olmanın
gerekliliği bakımından birbirlerine denk/eşit olmadan öteye geçmeyebilir. Örneğin; kat-yarım
arasındaki ilişki böyledir. Yarım ortadan kalktığı zaman kat da ortadan kalkar, var olduğu
zaman kat da var olur. Fakat buna rağmen bunlardan biri diğerinin nedeni değildir.349
Dolayısıyla bu durum önermede de söz konusu olduğu zaman önermenin yüklemi,
yüklemlemede konusuna döndürülebilen olur ve konuya özgü/konunun hassası olur. Eğer
yüklemin konuda ilksel olarak bulunmasından söz edilirse sadece bu şartın yani ‘kendisi
348
349
Fârâbî, Kitâbu’t-Tahlîl, s.239, 240. Fârâbî, a.g.e, s.240, 241. 319
ortadan kalktığı zaman şeyin de ortadan kalktığı; kendisi var olduğu zaman şeyin de var
olduğu’ şartının ilksel yüklemi elde etmek için yeterli olmadığı görüşündedir. Çünkü bir şeyin
birden çok niteliğinin bulunması imkansız değildir. Örneğin; gülen, ilme kâbil olan, insanda
bulunan niteliklerdir. Bu niteliklerden herhangi biri ortadan kalktığı zaman diğeri de ortadan
kalkar; bulunduğu zaman diğeri de bulunur. Fakat buna rağmen gülen, ilmi kâbile ilksel
olarak yüklem olmaz. Yine örneğin; üçgenin birden fazla özelliği vardır. Bu özelliklerden
herhangi biri ortadan kalktığı zaman diğerleri de ortadan kalkar, fakat buna rağmen bu
özelliklerden biri diğerine ilksel olarak yüklem olmaz. Dolayısıyla söz konusu yerle/kuralla
aynı şekilde bir şeyin cevherine delâlet etmeyen bu şekildeki yükmeler de ortaya
konabilmekte ve açıklanabilmektedir. Çünkü üçgenin iç açılarının toplamının iki dik açıya
eşit olması üçgenin cevherine delâlet etmez, oysa üçgene ait bu özellik söz konusu yer/kuralla
istinbât dilmiştir.350
Bütün bu analitik gerekçelerle Fârâbî, İbn Rüşd’ün tespit ettiği gibi söz konusu
yerin/kuralın burhanî olamayacağı düşüncesindedir. Nitekim Fârâbî, bu yüzden Kitâbu’lBurhân eseri dikkatle incelendiğinde bu yeri burhandan çıkarmış ve kitabına dahil etmemiştir.
Oysa bu yer gerek Aristoteles’in II.Analitikler’inde gerek ele aldığımız üzere İbn Sina’nın elBurhân’ında gerekse İbn Rüşd’ün hem Telhîs hem de Tefsîr’inde burhanî bir çıkarım yeri
olarak kullanılmıştır. Ayrıca şunu da ilave edelim ki İbn Rüşd, Fârâbî’nin bu yeri burhanî bir
yer olarak görmediği yönündeki saptaması doğru bir saptamadır ancak Fârâbî’nin bu yeri
bütünüyle mutlak alıp söz konusu şartı dikkatten kaçırdığı yönündeki eleştirisi itiyatla
karşılanmalıdır. Çünkü kanaatimizce Fârâbî de bu şartın farkındadır fakat o, bu şart dahi olsa
söz konusu yerin burhanî olamayacağını savunmaktadır. Fârâbî’nin kendi Burhân metninin
dışındaki Burhân metinlerinde burhanî bir çıkarım kuralı olarak kullanılan bu yere ilişkin
Kitâbu’t-Tahlîl’deki bu analizler gerçekten de son derece özgündür.
5.1.4. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinin Önce Gelmesi ve Neden (İllet)
Olması
Bilimsel kanıtlama (burhan)’da öncüller sonucun nedenleridir. Öncüller sonucun
nedenleri olduğundan ve nedenler de zât bakımından daha önce olması gerektiğinden
kanıtlamada sonucun nedenleri olan öncüllerin zât bakımından daha önce olması gerekir.
Öncüller nedenselliğe bağlı olarak zât bakımından önce olmakla birlikte aynı zamanda ‘bize
350
Fârâbî, Kitâbu’t-Tahlîl, s.241, 242. 320
göre’ zaman ve bilgi bakımından da sonuçtan öncedir. Zira kanıtlamada sonuç ancak bu
öncüllerle bilinmektedir ve sonucun doğruluğu bu öncüllerin doğruluğuna bağlıdır.351
Burhanın öncülleri sonucun nedeni olduklarından dolayı sonuçla ilişkili olmaları,
sonucun bulunduğu bilginin bütünlüğüne veya o bilgiye ortak olan bir bilgiye dahil olmaları
zorunludur. Ve yine bunların burhanlarının ilkelerinin kendiliğinden açık ve sonraki bütün
öncüllerden daha iyi bilinen ve daha önce olan öncüllerden olması zorunludur. Bu niteliğe
sahip olmayan öncüller burhânî öncül olamaz.352
Örneğin; bir doktorun, Geometrik bir şekil olarak daire’nin daha kuşatıcı olmasından
hareketle yuvarlık yaraların daha zor iyileştiği sonucuna varması bilimsel (burhânî) bir
kanıtlama ve çıkarsama değildir. Çünkü bu çıkarsamada öncüller sonuçla ilişkisizdir. Zira her
ne kadar ilişkili olmayan doğru öncüllerle doğru sonuç çıkarılmış olsa bile burada Geometrik
bir büyük öncül kullanılmak suretiyle bununla Doğa bilimlerinin alanına giren bir matlûbun
(yuvarlak yara) açıklanması amaçlanmış ve bu matlûbla ilişkili neden belirtilmemiştir.353
Bize göre daha önce gelen, ilk önce elde ettiğimiz şeylerdir. Doğaya göre daha önce
gelen ise ortadan kalktığında kendisinden sonrakilerin de ortadan kalktığı ama aksi doğru
olmayan şeylerdir. Bize göre daha bilinir olan aynı zamanda bize göre daha önce olandır.
Doğaya göre daha bilinir olan, doğanın varlıkta kendilerini kast ettiği, kendilerine yöneldiği
şeylerdir.354
Bu bağlamda tümeller duyulur tikellerle mukayese edildiğinde, duyulur tikeller bize
göre hem daha önce hem de daha bilinir olurlar. Çünkü bizim elde ettiğimiz ve bildiğimiz ilk
şey, duyulurlar ve onlardan elde edilen hayallerdir, sonra bunlardan aklî tümelleri elde etmeye
geçeriz. Fakat tür olan tümeller, cins olan tümellerle mukayese edildiğinde de cins olan
tümeller, doğaya göre daha öncedir ama doğa bakımından daha bilinir değildir. Bununla
birlikte cins olan tümeller, akıllarımızda daha önce ve daha bilinirdirler. Çünkü her ne kadar
cinsin doğası, yalnızca doğa olması bakımından değil tümel olması bakımından da türlerle var
olsa bile cinsin doğası ortadan kalktığında türlerin doğaları da ortadan kalkar. Dolayısıyla
cinslerin doğaları bu yönden türlerin doğalarından daha öncedir. Fakat doğa bakımından daha
bilinir olan, türlerin doğalarıdır. Çünkü doğa, var olmak için cinsin doğasını değil türün
doğasını amaçlar. Dolayısıyla cinsin doğası, zorunlu veya arazî olarak kastedilmesi yoluyla
türün doğasının gereği olur. Çünkü tür yetkin ve gerçekleşmiş anlamdır. Halbuki cinsin
doğasının, tek başına varlıkta meydana getirilmesi mümkün değildir. Doğa yetkin ve meydana
351
352
353
354
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.53. İbn Sina, a.g.e, s.53. İbn Sina, a.g.e, s.53. İbn Sina, a.g.e, s.53, 54. 321
gelmiş olanı kast eder ki ‘gâye’ de budur. Zira kastedilen, bizâtihi cinsin doğası olsaydı
doğada cinsin türleri çoğalmaz ve tek bir türle sınırlı kalırdı.355 Âlemin düzenini ayakta tutan
tümel doğa, türsel doğaları amaçlar. Âlemin düzeni için zâtî olmayan tikel doğalar ise bireysel
doğaları amaçlamaktadır. Cins de zorunlu veya arazî olarak bu kasta dâhildir.356
Şu halde; türlerin doğaları, doğa bakımından cinslerin doğalarından daha bilinirdirler.
Bununla birlikte cins, doğa bakımından türden öncedir. Fakat cinslerin doğaları, bizim
açımızdan türlerin doğalarından daha öncedir. İbn Sina, akıllarımızda ve akıllarımıza kıyasla,
derken bununla akıllarımızın gerçekleşmiş idrâkini kast ettiğini belirtir. Çünkü akıl, ilk olarak
genel-tümel anlamı idrâk eder ikinci olarak da ayrıntı olana ulaşır. Bu nedenle, der İbn Sina,
bütün insanların şeyleri daha genel bir türle bilme noktasında ortak bir özelliğe sahip
oldukları görülür.357
Türlere mensup olan şeyleri (tekiller ve tikeller) ise daha çok araştıranlar daha iyi
bilirler. İdrak edilenlerin elde edişimizin başlangıcında bizim açımızdan mutlak olarak daha
önce olan ile doğa bakımından mutlak olarak daha sonra olanın, duyulur tikeller olduğu ve
bunlardan tümelleri çıkardığımız görülür. Bundan sonra tümelleri, belirsiz ve hayalî bir şey
olarak değil de tümel bir şekilde kavramak istediğimizde başladığımız yer, hem bizim
açımızdan daha bilinir hem de doğa bakımından daha önce olan taraftır. Buradan derece
derece tekillere ve tikellere yani türlere mensup olanlara ineriz. Böylece ilk olarak daha genel
araştırma yaparız, sonra ayrıntılandırır ve derece derece ineriz. İlk olarak cins olan ardından
tür olan tümel doğaları bildiğimize göre biz, doğa bakımından daha önce gelen ve bizim
açımızdan daha bilinir olan ama doğa bakımından daha bilinir olmayandan başlamış ve doğa
bakımından önce olanı tanımladığımız yönden doğaca önce olmayan ama daha bilinir olana
ulaşmışızdır. Son türlere ulaşıldığında artık bilimsel araştırma/öğretim (ta‘lîm) tamamlanmış
olur. Çünkü bilim tekillerle ilgilenmez ve doğa bakımından daha bilinir olan şeylerde
tamamlanmış olur.358
İlk önce basitlerden başlayıp sentez (terkîb) yoluyla bileşiklere ulaştığımızda doğa
bakımından daha önce olandan başlamış oluruz. Fakat her ne kadar düşüncemize (nazar) konu
yaptığımız bu basit, bize göre daha iyi bilinse de bize göre daima daha iyi bilinen değildir.
Çünkü her basit, bize göre bileşikten daha iyi bilinen değildir. Bununla birlikte söz konusu
özel bileşiğin bilinmesinde bize yarar sağlayan bu basit, bize göre daha iyi bilinendir. İbn
355
356
357
358
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.54. İbn Sina, a.g.e, s.54. İbn Sina, a.g.e, s.54. İbn Sina, a.g.e, s.55. 322
Sina, basitten başlayıp bileşiğe varan bu yolun bilimsel (burhânî) olduğunu ifade eder. Çünkü
önce kendilerinden hareket ettiğimiz basitler neden (illet)’dirler.359
Basitler mi yoksa bileşikler mi doğa bakımından daha iyi bilinirdir? İbn Sina bunu
şöyle cevaplandırmaktadır: Bileşiklerin parçaları olan basitler, öyle görünüyor ki bileşikler
içindir. Çünkü madde sûret için, parça da bütün içindir. Dolayısıyla bileşiklerin doğa
bakımından daha bilinir olmaları gerekir, çünkü bileşikler söz konusu basitlerin gâyesidir. İbn
Sina en doğru yorumun bu olduğunu düşüncesindedir. Basitler, kendi aralarında mukayese
edildiğinde ise parça olmaları bakımından parçalardan birinin, diğerinden daha iyi bilinir
olması zorunlu değildir. Aksine parçalar, doğa bakımından bilinme noktasında birbirine denk
ve eşittirler.360 Fâil ve gâye neden gibi neden olan basitler, nedenlilerinin parçaları değildir.
Dolayısıyla bunlar, bizzât kendilerine ait olan nedenlilerden doğa bakımından hem daha
bilinir hem de daha öncedirler ve bu basitlerden yapılan açıklama İbn Sina’ya göre bilimseldir
(burhânî). Fakat, İbn Sina, doğaca daha önce olan ve doğaca daha iyi bilinenle daha sonra
gelenin açıklanması şartına bağlı olarak bunun böyle olduğunu belirtir.361
O halde bilimsel olan araştırma ve inceleme basitlerden bileşiklere, tümellerden
tekillere ve tikellere doğru araştırmayı yönlendirmektir. Buna bağlı olarak İbn Sina,
bileşiklerden başlanıp basitlere doğru, tikellerden başlanıp tümevarımla tümellere doğru
gidilirse yapılan bu işin burhân değil istidlâl olduğunu belirtir ve burada bize göre daha bilinir
olanla doğaca daha bilinir olan denk gelmiştir.362
İbn Sina bu konuya ilişkin mantıkçılardan birinin görüşüne ve eleştirisine yer
vermektedir. Söz konusu mantıkçının görüşü şu: ‘Cins olan anlam, doğaca daha bilinendir,
çünkü o her ne kadar bir şey açısından bilinmese de gerçeğe kıyasla ve kendinde daha
bilinirdir.’ İbn Sina’ya göre bu sözün hiçbir anlamı yoktur. Zira bir şey ancak bileniyle bilinir
hale gelir. Bilen ise aklımızla biz veya bütün akıl sahiplerdir. İstiâre yoluyla bütün âlemi
düzenlemeyi amaçlaması bakımından doğaya gelince, der İbn Sina, ona göre yani doğaya
göre daha bilinir olan bütün âlemin düzeni için amaç edindiği şeydir. Şayet gerçek bilgi
dikkate alınırsa cins olan doğanın bizâtihi bilinir olması ancak bilkuvvedir. Cins akılla
bilindiği zaman ancak bilfiil bilinir olur. Cinsin bilkuvve bizâtihi bilinir olması ise ancak
bilfiil bilinir hale gelmesini amaçladığımız tarzda olur. Bu bakımdan İbn Sina’ya göre hiç
kimse cins olan doğanın, akıllarımıza göre/akıllarımız nezdinde daha bilinir olduğunu
359
360
361
362
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.55. İbn Sina, a.g.e, s.55. İbn Sina, a.g.e, s.55. İbn Sina, a.g.e, s.55, 56. 323
inkaredemez. Bilimsel olan yol da buna bağlı olarak, akıllar nezdinde daha bilinir olandan
doğaca daha bilinir olana doğru ilerler.363
5.1.5. Bilimsel Kanıtlamanın İlkelerinin İlişkili Olması
Burhanın öncüllerinin zorunlu olması gerekir. Burhanın öncüllerinin zorunlu olması
ise zorunlu matlûplar hakkında olduğu zamandır. Çünkü değişebilir bir orta terimle elde
edilen şey, sabit ve değişmez olmaz. Zorunlu sonuç, değişme imkanı bulunmayan zorunlu
öncüllerden gerekli olur.364
İbn Sina, daha önce de üzerinde durulduğu üzere, zorunlu olan şeylerin iki tarzda
olduğunu ifade eder. Birincisi; bir kısmı diğeri için cevher ve doğa bakımından zorunlu
olmayıp gereklilik bakımından zorunlu olan şeylerdir. Bunlar şeyin cevher ve doğasının
dışında olan dış gereklerdir. Bunların kesin bilginin kazanımında İbn Sina, bir faydasının
olmadığını belirtir. İkincisi ise; cevher ve doğa bakımından zorunlu şeylerdir. Bunlar ise
bizâtihi yani kendi başına mevcut olan şeylerdir. Konunun tanımına dahil olan şeyler,
konunun cevheri bakımından onun için zorunludur. Tanımında konunun bulunduğu şeylere
gelince konu, bunlar için cevher bakımından zorunlu iken onlar ise konu için ya mutlak olarak
ya da mukâbele yoluyla yani kendisi olmadığında mukâbillerinden birisinin olması yoluyla
gereklilik bakımından zorunludurlar. Gereklilikte mukâbele yoluyla zorunlulardan burhanda
alınanlar, tek bir türe gerekli oluşta zorunlu olanlardır yani tek bir türün zorunlu gereği
olanlardır. Şayet varoluyorlar da türce bir olan konuda varolmuyorlarsa, zorunlu olması
bakımından zorunlu olan şey hakkındaki burhana dahil değildirler. Bunlardan kesin bilgi elde
etmek için bunların tertip edilmesi gerekir.365
İbn Sina, burada kendisiyle zorunlu sonuç çıkarılan ve fakat kendisi zorunlu olmayan
öncüllerden kurulu kıyas hakkındaki tartışmaya yer verir. Buna ilişkin olarak önce şu karşıt
itirazı aktarır:
Vazettiğin gerektirenin (melzûm) varlığı sürekli değildir dolayısıyla onun gerekeni
(lâzım) olan şeyin varlığı da sürekli değildir, çünkü varlığının sürekli olması
gerekmemektedir. Eğer zorunlu olduğu ileri sürülen sonucun zorunluluğunu bu iptal ediyorsa,
kesinlik gücünün ve sonuçtaki zorunluluğun sağlama alınması onda bu eksikliğin
bulunmamasına bağlıdır. Buradan da ortaya çıkmaktadır ki; ilkeleri alırken onların sadece
kendinde doğru oluşuyla, makbul yani bir topluluk veya önder tarafından itiraf edilen
363
364
365
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.56. İbn Sina, a.g.e, s.97. İbn Sina a.g.e, s.97. 324
oluşuyla veya meşhur yani insanların tamamının itiraf edip kabul ettiği ama doğruluğu ilksel
olmayan ve kimi zaman da doğru olmayan oluşuyla yetinen kimseler ilkeler konusunda büyük
hataya düşmektedir. Çünkü makbullerin, meşhurların ve benzerlerinin kesinlik talebinde
kullanılması yanlışlığa ve safsataya düşmektir, zira bunların yanlış olması mümkündür.366
Doğru öncüller incelemenin yapıldığı cinsle ilişkili olmayıp dışarıda ve uzak
olduğunda bir kesinlik gerçekleşse de bilgisel kesinliğin gerçekleşeceği yönden hiçbir şeyi
açıklamaz. Çünkü onlar nedenlere delâlet etmez, zira nedenler incelemenin yapıldığı şeyle
ilişkilidir. Onlar yalnızca öncüllerin doğruluğunu verir, doğruluğun zorunluluğunu ve neden
zorunlu olduklarını vermezler. Oysa her doğru zorunlu olmadığı takdirde ilişkili ve özel
değildir. Çünkü orta terim, küçük terim için zâtî ve zorunlu olmadığında büyük terim ya
zorunlu olur ya da olmaz. Eğer büyük terim zorunlu olmazsa kesinlik, küçük terime nispetle
sabit olmaz ve dolayısıyla da saf kesinlik olmaz. Ama küçük terim hakkındaki burhanın, onun
zorunlulukla var olması bakımından değil de mümkün olması bakımından olması istisnadır.
Eğer büyük terim zorunluysa o kendinde zorunludur, hakkında kıyas yapıldığında zorunlu
değildir. Çünkü burada orta terim küçük terim için zorunlu olmayıp küçük terimden zail
olması mümkündür. Bu durumda orta terim aracılığıyla bilinmiş olan şey devam etmez. O
zaman da söz konusu zan ortadan kalkar ve şey kendinde nasılsa öyle mevcut olmaya devam
eder. Örneğin biz, falanca insanın canlı olduğunu, çünkü onun yürüdüğünü ve her yürüyenin
de canlı olduğunu bildiğimizde o insan yürümediğinde yürüme aracılığıyla elde edilen bilgi
ortadan kalkar ve bu takdirde onun canlı olup olmadığını bilemeyiz, oysa durum kendinde
olduğu gibi kalır.367
İbn Sina kendi görüşünü dile getirmeden önce bu itiraza karşı verilen şu cevabı aktarır:
Her ne kadar orta terim kalksa da bu kesinlik ortadan kalkmaz. Çünkü her ‘yürüyen canlıdır’
önermesinin anlamı, ‘herhangi bir vakitte yürümekle nitelenen her şey, yürümeye konu olan
zâtı mevcut olduğu sürece daima canlıdır’ demektir. Çünkü yürümekle nitelenen her şey
yürümese bile kesin olarak canlıdır. Bu durumda küçük öncül vücûdî büyük öncül zorunludur.
Çünkü canlının – bir vakitte yürümüş olsa bile- yürümeyle nitelenen her şeye yüklenmesi
zorunludur ve bu ikisinden çıkan sonuç da kıyas mantığında zikredildiği üzere zorunludur.368
Bu cevap ve açıklamadan ziyade İbn Sina’ya göre verilen örnek, güç
bakımından/bilkuvve burhanî kıyasa döndüğü için kesinlik bildirir. Eğer burhanî kıyasa
dönmeseydi kesinlik vermezdi. Çünkü zorunlu olan ve fakat zorunluluğu burhan’da zikredilen
366
367
368
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.98. İbn Sina, a.g.e, s.98. İbn Sina, a.g.e, s.99. 325
zorunluluk tarzında değil de salt kıyas mantığında (Kitâbu’l-Kıyâs) zikredilen zorunluluk
tarzında alınan büyük öncülün- ki bu ‘her yürüyen zorunlu olarak canlıdır’ öncülüdür- açılımı
şudur: ‘Yürüme özelliğine sahip her şey, zorunlu olarak canlıdır.’ Bu durumda yürüme
özelliğine sahip her şeyin canlı olduğu ya nedeniyle bilinmiştir ya da nedeniyle bilinmemiştir.
Şayet nedeniyle bilinmemişse buradaki kesinlik sabit, gerçek ve tümel olmaz. Şayet nedeniyle
bilinmişse bu durumda kesinlik, neden bildiren bir kıyasla elde edilmiştir. Bu yürüme,
neredeyse bir yönden insanın zâtî arazlarından başka bir yönden canlının zâtî arazlarından
olacaktır. Dolayısıyla bu sözün burhânî hale gelmesini sağlayan şey ondaki orta terimin- ki bu
yürümedir- zâtî araz olmasıdır.369
Söz konu kıyasın iki öncülü kesin olarak bilinip bunların durumu tahkik edildiğinde
bunlar, büyük öncül olanın güç bakımından zorunlu olduğu iki öncüle dönüşür. Çünkü
‘herhangi bir vakitte yürüyenlerin her biri zorunlulukla canlıdır’ önermesi, ‘yürüme özelliğine
sahip olan, yürümesi mümkün olan ve yürüyebilir olan her şey zorunlulukla canlıdır’
önermesi gücündedir. ‘Her insan yürür’ önermesi de ‘her insan yürüyebilir’ önermesi
gücündedir ve her ne zaman o doğru olursa bununla birlikte bu da doğru olur. Böyle olunca
büyük terim nedenle bilinip onun sayesinde kesinlik mümkün olunca ve ‘yürüme özelliğine
sahip olan her şey canlıdır’ önermesi, nedeniyle bilinen kesin bir söz olunca ve orta terim, iki
farklı yönden iki terimin de zâtî arazı olunca kıyas burhanî olur ve sanki şöyle denmiş olur:
Yürümesi mümkün ve yürüyebilir olan her insan ve yürümesi mümkün ve yürüyebilir olan
her şey canlıdır.370
Söz konusu kıyas, bu kıyas gücünde olunca kesin sonuç verir ve İbn Sina’ya göre
onun bu kıyasın ta kendisi olmaması da buna yani kesin sonuç bildirmesine engel değildir.
Çünkü kıyastaki kesinlik, kıyasın bilfiil böyle olmasından gelmemektedir, hatta onun bilfiil
böyle olmasından başka bir şey bulunmasaydı bile kesinlik gerçekleşmezdi. Aksine kesinlik,
onun bilkuvve böyle olması sebebiyle gerçekleşmektedir. Şayet kıyas, böyle olma gücüne
sahip olmasaydı onunla kesinliğin gerçekleşmesi imkansız olurdu.371
Zira nasıl ki yanlış öncüllerden doğru sonuçların çıkması mümkünse aynı şekilde
zorunlu olmayan öncüllerden de zorunlu sonuçların çıkması mümkündür. Nasıl ki doğru
sonucun doğruluğu orada kıyasın kendisi bakımından değil de sonucun bizzât kendisinin
doğru olması ve sonuçların doğruluğunun o terimlerin kendisinden bilaraz bile olsa var olması
yönünden ise aynı şekilde burada da yani yukarıdaki kıyasta da zorunlu sonuç, kıyastan
369
370
371
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.99. İbn Sina, a.g.e, s.99. İbn Sina, a.g.e, s.99, 100. 326
gerekli oluşu yönüyle zorunlu olmamakta, bizâtihi zorunlu olması ve terimlerin sonuçların
zorunluluğunu dayatma gücüne sahip bulunması yönünden zorunlu olmaktadır. Nasıl ki orada
(yanlış öncüllerden doğru sonuçların çıktığı kıyasta) öncüllerin yanlışlığı hissedildiğinde
kuşkuya düşülmekte ve biz sonuç kendinde doğru olsa bile kendinde doğruluğu başka bir
yönden bilinmediği sürece onun doğru ve yanlış olduğunu bilmiyorsak; aynı şekilde buradaki
kıyasta da kuşkuya düşeriz ve öncüllerle birlikte ortaya çıkan ve onların gücünde olan veya
onlardan değil de başka öncüllerden çıkan başka bir yönden sonucun zorunluluğunu
bilmediğimiz sürece sonucun zorunlu olduğunu veya olmadığını bilmeyiz. Nasıl ki orada
doğru öncüllerden yanlış sonuç çıkması mümkün olmuyorsa aynı şekilde bu kıyasta da orta
terimin iki nispeti zorunluyken zorunlu olmayan sonucun çıkarılması yani zorunlu olmayan
nispetlerden zorunlu olmayan sonucun çıkarılması mümkün değildir.372
İbn Rüşd’ün bu konuya ilişkin değerlendirmesi şöyle: Doğru ve fakat zorunlu olmayan
öncüllerden ya zorunlu ya da zorunlu olmayan doğru sonuç çıkabilir. Zorunlu olmayan doğru
öncüllerden zorunlu olmayan sonucun çıkması bizzât iken zorunlu sonucun çıkması
bilarazdır.373 Zira nedeniyle bir şeyi bilmek, orta terimden hareketle yüklemin konuda zorunlu
olarak bulunduğunu bilmektir. Eğer yüklemin konuda zorunlu olarak bulunması zorunlu
olmayan orta terimden hareket bilnirse yüklemin konuda zorunlu olarak bulunması gerçekte
orta terimden hareketle bilinmiş olmaz. Çünkü zorunlu olmayan orta terim ortadan kalksa bile
sonucun zorunlu olduğuna ilişkin bilgi devam edecektir.374 İbn Rüşd, İbn Sina’nın yukarıda
analizini yaptığı her insanın canlı olduğu zorunlu sonucunu veren kıyası da bu bağlamda
değerlendirmektedir.375
İbn Sina arazî öncüllerin, her ne kadar zorunlu bir şeyi sonuç vermese de, bazen
zorunlulukla sonuç verdiklerini belirtir. Burada İbn Sina, bir kıyasta zorunlu sonuç vermekle
zorunlulukla sonuç vermek arasındaki önemli farka işaret etmektedir. Her kıyas zorunlu
olarak sonuç verir, fakat bu her kıyasın zorunlu sonuç verdiği anlamına gelmez. Dolayısıyla
her kıyas zorunlulukla sonuç verir yani her kıyastan zorunlu olarak bir sonuç ortaya çıkar. Bir
kıyasın zorunlu sonucu vermesi ise başka bir şeydir. Bilimsel kanıtlama, her kıyas gibi
zorunlulukla sonuç verir fakat bilimsel kanıtlama aynı zamanda zorunlu sonuç verir.376 O
nedenle İbn Rüşd’ün kısa ve öz açıklamasıyla zorunlu bilgi veren burhan bu zorunluyu hem
şekli hem de öncülleri bakımından verir. Yani burhânî kıyas, hem şekli bakımından
372
373
374
375
376
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.100. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.257. İbn Rüşd, a.g.e, s.261. İbn Rüşd, a.g.e, s.263. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.100. 327
kendisinden zorunlu olarak bir soncun lazım geldiği kıyas hem de buna ilaveten öncüllerinin
içerik bakımından zorunlu olmasına bağlı olark içerik bakımından zorunlu sonuç veren
kıyastır.377 İbn Rüşd’ün bir diğer iafdesiyle; telifi doğru olan her kıyasta sonuç bu kıyastan
doğru ve zorunlu olarak çıkar. Fakat sonucun kendinde doğru olmasını biz öncüllerin
tabiatından elde ederiz, yoksa kıyasın telifinden değil. Yine sonucun tabiatında/tabiatı
bakımından zorunlu olmasını öncüllerin tabiatından elde ederiz.378
Bununla birlikte İbn Sina’ya göre kıyas zorunlu olarak sonuç verip fakat zorunlu
sonuç vermiyorsa bunun faydadan yoksun olduğu söylenemez. İbn Sina bunun iki
faydasından söz eder. Birincisi; bir şeyin sebebini bilmediğimiz için kesin bir şekilde olmasa
da o şeyin varlığını bilmiş oluruz. Zira mutlak bilgi ile kesin bilgi arasında fark vardır. Şunun
şöyle olduğunu bilmek ile onu niçin öyle olduğunu bilmek farklıdır. İbn Sina, söz konusu
kıyasın her ne kadar mutlak olarak burhanî bir düşünme olmasa da bir yönden burhanda
yararlı olduğunu belirtir. Çünkü bir şeyin var olduğu tespit edilince onun hakkında ve
nedenine ilişkin burhan getirilebilir.379
İkinci faydası; tartışma taraflarından birinin öncülü kabul etmesi durumunda onun
ilzâm edilmesi ve susturulmasıdır. İbn Sina, bunun burhanda asla bir faydasının olmadığını
ifade eder. Çünkü burhan hasmın öncülleri kabulüne dayanmaz. Aksine yalnızca gerçeğin
yani öncülün doğruluğunun kabul edilmesine ve zorunlu oluşuna dayanır.380
Öncüllerin burhanda zorunlu olması için de, daha önce detaylı olarak üzerinde
durulduğu üzere, yüklemlerinin zorunlu olmasının yanı sıra zâtînin iki anlamından biriyle zâtî
olması gerekir. Çünkü her cinse özgü zorunlular ya onların cinsleri ve fasılları ya da zâtî
arazlarıdır. Bunun dışındakiler ya uzak zorunlulardır ya da zorunlu olmayıp mutlak arazlardır,
ki bunlar sayesinde bir şeyin neden öyle olduğu bilinmez. Orta terim küçük terim için zâtî
olduğunda ve büyük terim de orta terim için zâtî olduğunda bir bilimden diğerine geçmek
mümkün değildir. Aksine her bilim kendine özgü öncüllerle örneğin; Geometrik problemler,
Geometri’ye özgü burhanlarla ve Matematiksel problemler, Matematiğe özgü burhanlarla
açıklanır. Ortak oldukları şeyler dışında hiçbir bilime başka bir bilimde açıklanan uzak bir
açıklama girmez. İşte bu, kanıtlamanın öncüllerin sonuçla ilişkili olması anlamına gelir.381 İbn
Rüşd’e göre, Fârâbî bilimin cinsinin cinsini burhânî öncüllere katmak suretiyle ortak yönleri
olmayan iki farklı bilimin tek bir matlubu araştırabileceğini ve kanıtlamanın bu iki farklı
377
378
379
380
381
İbn Rüşd, Tefsiru’l-Burhân, s.257. İbn Rüşd, a.g.e, s.270. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.100. İbn Sina, a.g.e, s.100, 101. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.101.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.276. 328
bilimden birinden diğerine taşınabileceğini teslim etmek suretiyle büyük bir yanılgıya
düşmüştür. Oysa konuları bakımından iki farklı bilimin eşanlamlılıkla söylenen tek bir cinsin
altına dahil olması imkansızdır. Eşanlamlıkla söylenen tek bir cinsin altında dahil olan
bilimler tümel bilimin altında yer alan iki tikel bilimlerdir. Örneğin dairsel cisimlileri
inceleyen bilimle ve çizgisel cisimlileri inceleyen bilimin Geometri bilimin altında yer alması
gibi.382
Küçük öncül iki bilimde konu bakımından farklı ve büyük öncül bir olduğu yani orta
terim ve büyük terim iki bilimde bir ve aynı olduğu zaman bunun, zâtî arazlarda cinsten daha
genel olanı teslim ettiğimiz ve burhanların bu gibi öncüllerden oluştuğunu, bir ve aynı şeyin
varlığının iki bilimde araştırılmasının mümkün olduğunu veya Fârâbî’nin de zannettiği gibi
kendilerini kuşatan cinste araştırma yapan iki bilimin varlığını teslim ettiğimiz zaman,
mümkün olduğu zannına değinen İbn Rüşd bu zannın doğru olmadığını ileri sürmektedir. İbn
Rüşd, Fârâbî’nin bir ve aynı matlubu araştıran iki bilimin olabileceğini teslim edip de bunun
da bir ve aynı orta terimle gerçekleştiğini teslim etmemesini şaşkınlıkla karşıladığını belirtir.
İbn Rüşd, büyük öncül ne cinste daha genel ilksel olarak kullanılması ne de cinse ilksel
olmadığı halde cinse özgü olması yönüyle kullanılarak burhanlar bir bilimden diğer bilime
taşınabilir. Zâtî, bilimin cinsini yani bilimin hakkında araştırma yaptığı konusunu
aşmamalıdır. Zira cinse özgü zâtîler ya cinsin tanımında alınır ya da cins onların tanımında
alınır. Eğer cinsin tanımında alınan zâtî iseler, ya bu cinse özgü nedenlerdir ya da özgü
olmayan nedenlerdir. Eğer cinse özgü ve cinse, cinsin neliği bakımından yüklem olan zâtî
iseler açıktır ki bu zâtîlerin cinsten daha genel olması imkansızdır. Eğer cinsten daha genel
zâtî olurlarsa o takdirde bu cinsi kuşatan tabiat için zâtî ve ilksel oldukları açıktır. Bu
durumda da bilimin cinsi bu söz konusu kuşatıcı tabiat olur ve o takdirde bilimin daha önce
varsaydığımız cinsi bilimin cinsi olmaz ki bu da imkansız bir durumdur.383
Aynı şekilde zâtî arazın, konu bakımından farklı iki bilim için de zâtî araz olması
imkansızdır. Şöyle ki; zâtî araz, bilimin cinsinin yani konusunun tanımında alındığı arazdır.
Fârâbî’nin ileri sürdüğü gibi, der İbn Rüşd, bilimin cinsinin cinsinin tanımında alındığı
arazdır. Eğer tanımında bilimin cinsinin alınıdğı araz ise bu arazın bilimin cinsine özgü
olduğu açıktır. Eğer bilimin cinsinin cinsinin, kendi tanımında alınıdığı araz ise bilimin
cinsinin cinsi için ilksel ve zâtî olduğu ve bilimin cinsi olarak varsaydığımız tabiat için varlığı
ancak bilaraz bilinir. Özetle bu durumda onun bilimin cinsine nispeti iç açılar toplamının iki
dik açıya eşit olmasının eşkanar veya kenarları farklı üçgene nispeti gibidir. Eğer böyle ise o
382
383
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.277. İbn Rüşd, a.g.e, s.277, 301. 329
takdirde bilim için cins olarak vazettiğimiz bilimin cinsi olamaz. İbn Rüşd, buradan hareketle
zâtî arazların birden fazla cins için ortak olmasının isim ortaklığı bakımından olduğunun
yoksa eşadlılık bakımından olmadığının açık olduğunu belirtir. Örneğin; eştliğin, bitişik ve
ayrık niceliğe yüklenmesi gibi. Zira nicelik, bitişik ve ayrışığa isim ortaklığı bakımından
söylenir. O halde İbn Rüşd’e göre burhanın bir bilimden başka bir bilime taşınması yani
büyük öncülün veya her iki öncülün de bir bilimden başka bir bilime taşınması imkansızdır.
Ancak İbn Rüşd, iki bilimden birinde büyük öncül olan diğer bilimde sonuç ise bunun yani
burhanın taşınmasının imkansız olmadığını belirtir. Bu da ancak biri diğerinin altında yer alan
bilimlerde yani tikel bilimin kullandığı büyük öncüllerin tümel bilimin sonuçları olması
durumunda mümkündür.384
Tüm bunlara bağlı olarak burhanın öncüllerinin sadece doğru olması yetmez, yanı sıra
öncüllerin orta terimsiz ilksel (evvelî) olması, fertlerin bütününe söylenmesi ve sonuçla ilişkili
olması gerekir.385 Çünkü burhanın öncülleri bir şekilde sonucun nedenidir ve neden nedenlisi
ile ilişkili olmak durumundadır.386 Bu burhanî olma şartlarını taşımayan öncüller, burhan’ın
öncülü olmadığı gibi bunlardan kurulu kıyas da bizzât değil bilaraz burhan olur.387 İbn Sina,
bunun için Aristoteles’in verdiği şu örneği hatırlatır. Örneğin; Bryson’un dairenin dörtgen
olduğuna ilişkin getirdiği kıyas, neredeyse kendiliğinden açık ve bütüne söylenen öncüllerden
alınmış olsa da Geometrik bir burhan değildir. Çünkü bu kıyasta öncüller vardığı sonuçla
ilişkili değildir. Dolayısıyla bu açıklama bilaraz bir açıklamadır.388 Oysa kıyas bilaraz sonuç
vermesi bakımından değil bizzât sonuç vermesi bakımından kıyastır.389
İbn Rüşd’e göre Fârâbî’nin bilimin cinsinin cinsinin de kendilerine bölümlendiğini
yüklemleri burhanî zati yüklem olarak görmesi öncüllerin bir bilimle ilişkili olması gerektiği
dikkate alındığında hatalı bir yorumdur.390
İbn Rüşd, Telhîs’te burhanın öncüllerinin ilişkili olmasını, her iki bakımdan da; hem
sonucu bilmemiz hem de sonuç olarak ortaya çıkan şeyin bizâtihi kendisinin varlığı için
neden olması bakımından sonucun nedeni olan öncüller olması gerektiği şeklinde
yorumlamaktadır.391 İbn Sina ise burada kısaca öncüllerin neden olması gerektiğini ifade
384
385
386
387
388
389
390
391
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.278. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.121, 129. İbn Sina, en-Necât, s.70.; burhanın öncüllerinin söz konusu nitelikleri için bkz.Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân,
en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.430, 431.; İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.48-50.; İbn Rüşd,
Tefsîru’l-Burhân, s.180,181. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.121, 129.; İbn Sina, en-Necât, s.68. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.121.; İbn Sina’nın Bryson’un kanıtlamasına ilişkin farklı
yorumu için bkz.a.g.e, 122, 123. İbn Sina, a.g.e, s.193. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.260. bkz. İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.39. 330
etmekle yetinmiştir. İbn Rüşd, Aristoteles’in II.Analitikler’inin söz konusu ilgili bölümünde
yer verilen öncüllerin neden olmasını açımlama ve şerhetme ihtiyacı duymuştur. İbn Rüşd,
Tefsîr’inde bunu daha açıkça şöyle ifade etmektedir:
‘Aristoteles, Menon pradoksunun çözümü yaptıktan sonra mutlak burhanın yani varlığı ve nedeni veren
burhanın- ki bu burhan sınıfları içerisinde kesinlik bakımından en sağlamı ve bilgi bakımından en
yetkin olanıdır ve bu burhan bu kitapta (II.Analitikler/Kitânbu’l-Burhân) öncelikle kast edilen
burhandır- şartlarını tarif etmeye başlamıştır…Bilinenin varlığının nedeniyle bilinmesi gerekir, şartı
koşulmuştur, çünkü bu şart bu burhanı, ‘delîl’ adı verilen burhandan ayırmaktadır.’392
Aristoteles’in ilgili pasajı ise şöyle:
‘Burhanî bilginin doğru, orta terimsiz-ilksel, sonuçtan daha iyi bilinen ve sonuçtan daha önce gelen ve
sonucun nedeni olan önermelerden oluşması zorunludur. İşte bu nitelikleriyle ilkeler aynı zamanda
açıkladıkları şeyle ilişkili olurlar. Bu niteliklere sahip olmayan öncüllerden de kıyas olur fakat
burhan olmaz, çünkü bilgi vermez.’393
Ancak burada ister istemez şu soru gündeme gelmektedir: Aristoteles burhanın
öncüllerini neden olması gerekir derken şayet bununla öncüllerin her iki bakımdan da neden
olması durumunda burhanın öncülü olma şartını yerine geterebileceklerini kast etmişse o
takdirde varlık burhanın öncülleri sadece sonucu bilmenin nedeni oldukları için burhanın
öncüllerinin dışında kalacaktır. Çünkü Aristoteles, öncüllerin özelliklerini sıraladıktan hemen
sonra bu özelliklere sahip olmayan öncüllerden kıyas olabileceğini fakat burhan
olamayacağını açıkça ifade etmektedir. Oysaki varlık burhanı da Aristoteles’te bir burhan
türüdür ve bu burhanın öncülleri sadece sonucu bilmemizin nedeni olan öncüllerden oluşur.
Fakat İbn Rüşd’ün açık bir şekilde ifade ettiği gibi Aristoteles burada kanıtlama ile kanıtlama
sınıflarının en tamı olanını (el-burhânu’t-tâmm) kast etmişse o takdirde yukarıdaki pasajın son
cümlesinde ifade edilen ve ‘burhan’ kavramıyla karşılanan ‘apodeiksis’ten de mutlak burhanı
yani en tam olan burhanı anlamak durumundayız ki yine aynı cümlede yer alan ve kıyas
kavramıyla karşılanan ‘süllogismos’kavramı varlık burhanını da içine almış olacaktır.394
Burhanın öncüllerinin zorunlu ve zâtî olması bu öncülleri sonuçla ilişkili dolayısıyla
bilimlerle ilişkili yapmaktadır. İbn Rüşd, bu bağlamda İbn Sina’nın üzerinde durmadığı bir
tartışmayı ele almaktadır. Aristoteles burhanın öncüllerinin zâtî olmasıyla birlikte sonucun da
zâtî olduğunu ifade etmektedir.395 İbn Rüşd, Aristoteles’in ifade ettiği sonucun zâtî olmasıyla
392
393
394
395
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.180. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.430. Burhan ve kıyas kavramlarıyla karşılanan apodeiksis ve süllogismos kavramlarının geçtiği ilgili orijinal pasaj
için bkz. Aristotle’s Prior and Posterior Analitics, A Revised Text With Introduction And Commentary,
içinde, 71b 20-25. ‘Mevcut şeyler bizâtihî ve her biri tek tek nelikleri bakımından var olunca burhanların bizâtihî mevcut şeyler
üzerine gerçekleşmesi gerektiği açık. Zira arazlar zorunlu değildir. Bu sebepten de arazlara ilişkin zorunlu
neticenin bilgisine varmaya yol yok. Bunlar daima mevcut olsalar bile bizzat değiller.’ Aristoteles, Kitâbu’l-
331
ilişkili olarak şu soruyu tartışmaktadır: Burhanın öncüllerinin zâtî olmasından onların aynı
zamanda ilksel olduğu anlaşılır. Sonucun zâtî olması da sonucun yükleminin ilksel olduğu
anlamına mı gelmektedir? İbn Rüşd’e göre sonucun da zâtî olması onun ilksel (evvelî) olduğu
anlamına gelir. Burhanın sonuçlarının da tıpkı öncülleri gibi zâtî ve ilksel olması gerekir. İbn
Rüşd, bu konuda Aristoteles şarihlerinin kuşkuya düştüklerini ve farklı yorumlar getirdiklerini
aktarır. Şöyle ki; ilksel yüklem başkası vasitasıyla yüklem olmayandır. Sonuç ise orta terim
vasıtasıyla şeye yüklem olmaktadır. Dolayısıyla sonucun ilksel yüklem olduğu kabul
edilemez. İbn Rüşd, bu kuşkudan hareketleThemistius’un yaptığı aktarımla; Aristoteles
yorumcularından Alexander Afrodisias’ın, sonucun ilksel olmasını onun ilksel öncüllerden
ortaya çıkması olarak yorumladığını belirtir. Yani sonuç da ilkseldir derken bu Alexander’e
göre sonucun ilksel öncüllerden hareketle elde edildiği anlamına gelir. Themistius ise bu
yoruma itiraz ederek ilksel olmanın bazı sonuçlarda bulunabileceğini ileri sürmüştür. Şöyle
ki; Themistius sonuçları iki sınıfta ele almaktadır. Birincisi kendiliğinden bilinen öncüllerden
çıkan sonuçlardır. Diğeri ise kendiliğinden bilinen öncüllerden ortaya çıkan sonuçlar olan
öncüllerden ortaya çıkan sonuçlardır. Buna bağlı olarak sonuçların ilksel olması sınırlıdır
(cüz’i) ve bütün sonuçlar için geçerli değildir. Başkaları da Aristoteles’in sonuçlarda ilksel
yüklemi şart koşmadığını ileri sürmüşlerdir. Onlara göre Aristoteles, burhanın sonuçlarının da
zâtî olması gerektiğini ifade etmiştir yoksa tümel olması gerekir dememiştir. İbn Rüşd,
Themistius’un da bu görüşü paylaştığını ifade eder.396
İbn Rüşd ise sonucun ilksel olma durumunu, ilksel (evvelî)’in iki anlamından yola
çıkarak değerlendirir. İbn Rüşd’e göre ilksel derken bundan iki anlam anlaşılır. Birincisi; ya
konudan daha genel veya daha özel veya ona denk başka bir tabiat/doğadan dolayı bir şeye
yüklem olandır. İkincisi; yüklemin konuda varlığını gerektiren bir neden (illet)’den dolayı
olmaksızın konuya yüklenen yüklemdir. Her iki anlam da orta terimsiz yüklem olmada
ortaktır ancak birincisi, her ne kadar konunun tabiatının dışında bileşik başka bir tabiat olan
orta terimle yüklem olmasa da, konuda var olmasınının nedeni olan bir aracıyla/orta terim
sebebiyle (vasat) yüklem olması bakımından diğerinden ayrılmaktadır. Zira ikincisi hiçbir
şekilde orta terim sebebiyle yüklem olmaz. İbn Rüşd, birinci ilksel için ‘iç açılar toplamının
iki dik açıya eşit olmasının’, ‘üçgen’e yüklem olmasını örnek vermektedir. İç açılar toplamı
üçgene ilksel olarak yüklemdir ve başka bir tabittan dolayı olmaksızın üçgende mevcuttur,
396
Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, s.454.; ‘Aristoteles şöyle dedi: tek tek her bir şeydeki zorunlu
şeyler bizzât ve tümel üzere olan mevcut olduğuna göre burhanın sonuçlarının da zâtî şeyler olduğu açıktır.
Arazî olan sonuçlar ise zorunlu değildir ve arazî alanlara ilişkin zorunlu bilginin gerçekleşmesine ise yol
yoktur.’ bkz. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.270. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.271. 332
fakat bu söz konusu yüklemin üçgene orta terimsiz yüklem olduğu anlamına gelmez. İşte
ilkselin bu anlamının İbn Rüşd, hem öncüller hem de sonuçlar için geçerli bir şart olduğu
kanısındadır. Çünkü İbn Rüşd’e göre eğer bu şart burhanın sonuçlarında şart olarak kabul
edilmezse sonuçlar nelik bakımından/nelik yoluyla talep edilemez ve kendilerinde ilksel ve
bizzât bulundukları tabiat/doğa için apaçık olmazlar. O halde, der İbn Rüşd, sonuçların ilksel
olması, onların ne genel ne özel ne de denk başka bir tabitta var olmaları bakımından
olmaksızın konularda araştırılması anlamına gelir.397 Sonucun yüklemi konusuna başka bir
tabittan olmaksızın yüklem olunca orta terimin de zorunlu olarak bu nitelikte olması gerekir;
eğer büyük terimin nedeni ise konuya özgü neden, büyük terimin nedeni olmayıp ondan sonra
geliyorsa özel araz olur.398
İbn Rüşd, bu anlamdaki ilksel olmanın burhan sınıflarının tamamının; hem varlık
burhanının hem neden burhanının hem de mutlak burhanın öncülleri için geçerli bir şart
olduğunu özellikle belirtir. Zira orta terim olarak alınan özel nedenler genel nedenlerin aksine
yapıları gereği başka bir tabiattan dolayı konuya yüklem olamazlar. Netice itibariyle İbn
Rüşd, birinci anlamdaki ilksel olmanın hem burhanın öncülleri hem de sonuçları için geçerli
ortak bir şart olduğunu ifade eder. Ancak bir farkla ki; ilksellik öncüllerde şart koşulduğu
zaman ilkselin her iki anlamı da öncüllerde şarttır. Sonuçta ise sadece birinci anlam şarttır. Bu
nedenle ikinci anlam itibariyle yüklem, mutlak burhanın ve neden burhanının öncüllerine
özgü olarak şarttır.399 Çünkü zâtî iki sınıftır: Arazlar ve cevherler. Yani konudan sonra gelen
ve konudan önce gelen zâtîler. İbn Rüşd’e göre Aristoteles’in ilk ve asıl amacı kesinliğin en
yükseğindeki (fi’l-mertebeti’l-gâiyye mine’l-yakîn) bilgi ifade eden mutlak burhanın şartlarını
ortaya koymaktır. Zâtî arazlardan oluşan orta terimler ancak Delil adı verilen kıyaslarda orta
terim olabilir. Zira bu orta terimler, büyük terimin etkilerinden bir etki (eser) ve
alametlerinden bir alamettir. Bu türden orta terimler Delil adı verilen burhanlara bulunurken
mutlak burhanlarda bulunması gerekli değildir. Delil adı verilen bu burhanlar, gerçekte
burhan ve en yüksek kanıtlama değildirler. Matlup olan burhan ise en kesini (el-yakîn fi’lgaye) veren burhandır.400 İbn Rüşd, İbn Sina’nın Delil adı verilen burhanı yok saydığını da
burada ilave ederki İbn Rüşd’ün bu tespitine katılmak asla mümkün değildir.401 ibn Rüşd’ün
bu tespitine neden katılmadığımızı ilerleyen bölümlerde açıklayacağız.
397
398
399
400
401
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.272. İbn Rüşd, a.g.e, s.273. İbn Rüşd, a.g.e, s.272. İbn Rüşd, a.g.e, s.273, 274. İbn Rüşd, a.g.e, s.275. 333
Burhanın öncüllerinin ilişkili olması şartı, bilimsel kanıtlama teorisinin bilimlere tatbik
edilmesi imkanını vermektedir. Daha önce üzerinde detaylı olarak durduğumuz burhanî
manada öncüllerin zorunlu olması-ki bu yüklemlerin zâtî olmasını içerir- onları bilimlere
özgü ve özel kılmaktadır. Bu anlamda burhanın ilkeleri (mebâdiu’l-burhân),bilimlerin
ilkeleri (mebâdiu’l-ulûm) olmaktadır. Burhanın dışındaki kanıtlamalarda (Diyalektik,
Safsata, Retorik ve Poetika) öncüllerin bu nitelikte olmaması ya da olmasının şart olmaması
onları bilimlerin yöntemi ve bilimlerde kullanılması mümkün kanıtlamalar olmaktan
çıkarmaktadır. O halde bilimlerin yegâne yöntemini ve teorisini oluşturan Burhan
olmaktadır.
5.2.
Bilimsel Kanıtlamalar: Varlık Kanıtlaması ve Neden Kanıtlaması
Mükteseb yani kazanılmış tasdîkî bilimsel bilgi kanıtlama (hüccet/kıyas) yoluyla elde
edilir. Bilimsel tasdîkî bilgi ise bilimsel kanıtlama (el-burhân)’yla elde edilir. İbn Sina,
öncelikle en genel manada kazanılmış bilginin anlamları üzerinde durmaktadır. Kazanılmış
bilginin anlamları İbn Sina'ya göre birkaç kısımdır: 1. Bazen bilimlerin başlangıcında
zikredilen tanımlarla, postulatlarla (müsâderât) ve hipotezlerle (evzâ‘) gerçekleşen tasavvura
denir. 2. ‘Bütün şöyle olanlar şöyledir veya şöyle değildir’ şeklinde sonuç veren bir kıyastan
çıkan bütün doğru tasdiklere denir. 3. Daha özel olarak, ‘şu şöyledir’ şeklinde bir tasdik
gerçekleştiren ve yanısıra ‘böyle olmaması mümkün değildir’ şeklinde bir tasdik daha
gerçekleştiren bir kıyastan çıkan bütün doğru tasdiklere denir.402 İbn Sina son iki şıkta ifade
edilen iki tasdîkî bilgi arasındaki farka şöyle işaret etmektedir:
“Mutlak sonuçların ‘böyle olduğu’ bilinir ama mutlak sonuçlarla birlikte ‘böyle olmamaları mümkün
değildir’ şeklinde bir tasdîk gerçekleşmez. Böyle bir tasdik olması için mutlak sonucun, zât var olduğu
sürece zorunlu olanı; konu, konu olarak var olduğu sürece zorunlu olanı ve bu iki anlamdan herhangi
birisiyle zorunlu olmayan mevcudu kuşatması gerekir. Dolayısıyla mutlaklık yönü bilindikten sonra
ancak zorunluluk yönü bilinir. Bu ise ikinci bir araştırmayı gerektirir. Şu halde gerçek anlamda kesin
bilgi (el-ilmu’l-yakîn bi’l-hakîka), kendisi hakkında ‘şu şöyledir’ inancıyla birlikte ‘böyle
olmamasının mümkün olmadığına’ değişmesi mümkün olmayan bir inançla inanılan bilgidir. Eğer ‘şu
şöyledir’ şeklinde gerçekleşen tasdike ‘o, kesindir’ şeklinde ikinci bir tasdik eklenmeden kazanılmış
bilgi denecek olursa bu bilgi sürekli olmayan kesin bilgi hatta bir zamanda kesin bilgidir.”403
O halde bilimsel kanıtlama (el-burhan), gerçek manada kesin bilgi yani kendisi
hakkında ‘şu şöyledir’ diye inanmakla birlikte ‘böyle olmamasının mümkün olmadığına’
değişmesi mümkün olmayan bir inançla inanılan bilgi veren oluşturulmuş kesin kıyastır
402
403
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.27. İbn Sina, a.g.e, s.27. 334
(kıyâs müellef yakînî).404 İbn Sina, ‘kesin kıyas’ ifadesindeki ‘kesin’e ilişkin farklı yorumlar
getirilmiş olsa da bu ifadenin, kıyasın sonucundan ziyade öncüllerine referansta
bulunduğunun kabul edilmesinin daha doğru olacağı görüşündedir. Çünkü bazen kıyasın
sonucu kesin olsa bile kıyasın kendisi kesin olmayabilir.405 Dolayısıyla İbn Sina’ya göre
‘kesin kıyas’ derken bu, ‘kesin öncüllerden oluşturulmuş’ kıyas anlamına gelir. Çünkü
kesinlik öncüllerde bulunduğunda bu burhanın kendisi bakımından durumudur. Kesinlik
sonuçta olduğunda ise bu, burhanın başkasına kıyasla durumudur. Buna bağlı olarak burhanın
öncüllerinin kesin olması onun kendinde sahip olduğu bir durumdur. Şu halde İbn Sina
açısından öncüllerin kesin oluşu, burhanın tanımında zikredilmeye ve onun doğasını tarif
etmeye daha uygundur.406
İbn Sina tikellerin tamamının sayıldığı tümevarımın da, tikel önermeler kesin olması
durumunda burhânî kesinlikte olduğunu belirtir. Tikel önermeler, kıyas ifade eden sözde
büyük önerme olurlar, bununla birlikte onların hakkı küçük önerme olmalarıdır. Kesin bilgi
veren tümevarım, varlık kanıtlaması (varlık burhanı) sınıfına dahildir. Zira tümevarım esas
itibariyle bir kıyastır; bölen (mukassim) adındaki şartlı kıyastır. Bölen kıyas, gerçek iktirânî
kıyastır. Çünkü her iktirânî kıyas iki cümleden oluşmaz. Buna bağlı olarak İbn Sina tam
tümevarımı, kıyasa ve bir şeyin varlığına ilişkin kesin bilgi verdiği için varlık burhanına dahil
etmektedir, dolayısıyla tam tümevarımın, kesinlik verdiği ancak burhân olmadığı fikri İbn
Sina açısından pek doğru değildir, fakat eksik tümevarım, varlık burhanına dahil edilemez.407
Kıyas, şunun şöyle olduğuna ilişkin tasdik veriyor da tasdikteki nedeni (illet) verdiği
gibi şunun şu olarak varlığındaki nedeni de vermiyorsa bu, varlık kanıtlamasıdır (burhân’uenne). Eğer kıyas her ikisindeki nedeni de veriyor ve böylece kıyastaki orta terim, büyük
terimin küçük terime olumlanmasının veya ondan olumsuzlanmasının kıyasta nedeni olduğu
gibi varlığın kendisinde de büyük terimin küçük terim için varlığının veya ondan
olumsuzlanmasının nedenini veriyorsa bu da neden kanıtlamasıdır (burhân’u-lime).408 Buna
bağlı olarak daha önce örneği geçtiği üzere orta terimin bir şekilde büyük terimin nedeni
olması, onun neden olma şartları tamamlanmadığı sürece gerçek nedeni veren orta terim
olarak kabul edilebilmesi için yeterli değildir. Şayet orta terim, büyük terimin küçük
404
405
406
407
408
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.27. İbn Sina, a.g.e, s.27. İbn Sina, a.g.e, s.28. İbn Sina, a.g.e, s.28. İbn Sina, a.g.e, s.28.;İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.73.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.121. 335
terimdeki varlığının nedenlisi olursa ve böylece büyük terim, orta terimin küçük terimde
nedeni olursa bu kanıtlama da varlık kanıtlamasıdır.409
5.2.1. Varlık Kanıtlaması (Varlık Burhânı/Burhân’u-Enne)
Varlık kanıtlaması; yukarıda tarifi verildiği üzere bir şeyin şöyle olduğuna ilişkin
tasdik veren ve tasdikteki nedeni vermekle birlikte o şeyin şöyle olduğuna ilişkin varlığındaki
nedeni vermeyen burhandır. en-Necât’taki tarifle; varlık burhanı ancak sonucun iki tarafının
zihinde bir araya gelmesinin nedenini ve tasdiki verir, böylece zihin sözün niçin tasdik
edilmesi gerektiğine inanır. Varlık burhanı, bir şeyin kendinde niçin öyle olduğuna ilişkin
bilgi vermez. Dolayısıyla varlık burhanında orta terim, hiçbir şekilde büyük terimin zatında
nedeni olmadığı gibi büyük terimin küçük terimde varlığının nedeni de değildir. 410
İbn Sina, varlık burhanını iki sınıfta ele almaktadır: 1. Varlık burhanında bazen orta
terim, varlıkta büyük terimin küçük terimde varlığının nedeni ve nedenlisi olmaz, aksine
görelisi olan veya nedenine nispette eşiti olup onunla birlikte ilişen bir şey olur veya doğası
gereği onunla birlikte ilişen başka şeylerden olur. 2. Varlık burhanında bazen de orta terim
varlıkta, büyük terimin küçük terimde varlığının nedenlisi olur. İbn Sina birincisine ‘mutlak
olarak varlık burhanı’ denirken ikincisine ‘delîl’ adının verildiğini belirtir.411 Mutlak varlık
burhanın örneği şudur: ‘Falanca humma hastasına, ağır hastalığında koyu-beyaz idrar
ilişmiştir. Bunun iliştiği her insanın beyin menenjiti olmasından korkulur.’ Bu öncüllerden şu
sonuç ortaya çıkar: ‘Falanca humma hastasının da beyin menenjiti olmasından korkulur.’ Bu
kanıtlamada orta terim ‘idrarın ilişmesi’, büyük terim ise ‘beyin menenjiti’dir. Bunlardan biri
diğerinin ne gerçekte nedeni ne de nedenlisidir. Aksine her ikisi de; hem koyu-beyaz idrarın
ilişmesi ve hem de beyin menenjiti, tek bir nedenin sonucudurlar. Bu neden ise keskin
karışımların başa doğru hareketi ve itilmesidir.412
‘Delîl’ diye adlandırılan varlık burhanının örneği olarak da İbn Sina şu örnekleri
göstermektedir: ‘Falanca hummalıya gün aşırı nöbet gelmektedir; gün aşırı nöbet tutan
herkesin humması, safranın bozulmuş olmasındandır.’ Bir diğer örnek: ‘Ay aydınlandığında
şu şu şekillere girmektedir yani önce hilâl, sonra yarımay, sonra dolunay olmakta ve sonra o
nispette geriye dönmektedir; ışığı bu şekilde kabul eden şey, küreseldir; o halde Ay
409
410
411
412
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.28.; varlık kanıtlaması ve neden kanıtlamasının tarifi için
ayrıca bkz. İbn Sina, Kitâbu’l-Mecmu‘ ev el-Hikmetu’l-Arûziyye, s.43-45.; varlık ve neden kanıtlaması
hakkında açıklama için ayrıca bkz.Ömer Türker, İbn Sina Felsefesinde Metafizik Bilginin İmkanı Sorunu,
s.229-235. İbn Sina, en-Necât, s.67. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.28.; İbn Sina, en-Necât, s.67.; İbn Sina, İşâretler ve
Tenbihler, s.73.; İbn Sina, Kitâbu’l-Hidâye, s.121. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.28, 29. 336
küreseldir.’ Veya şöyle denilebilir: ‘Ay tutulduğu esnada kararmaktadır, Ay tutulduğu esnada
karardığında onunla Güneş arasına Yerküre girmiştir.’ Bir başka örnek: ‘Bu ahşap yanar,
yanan her şeye ateş dokunmuştur.’ Nedenin, nedenliden hareketle açıklandığı bütün bu varlık
burhanı örnekleri ‘Delîl’ adını alır.413 Bu kıyaslarda gerçek yerine nedenli orta terim olarak
alınmış ve dolayısıyla nedenli açıklayıcı konumunda yer almıştır. Ay tutulması örneğiyle
ilişkli olarak söz konusu kıyasta Yerküre’nin Ay ile Güneş arasında olması –ki bu gerçekte
nedendir ve orta terim olması gerekir- nedenli olan Ay’ın tutulmasıyla açıklanmıştır. Oysa
neden burhanı bunun tam tersi olan burhandır. Dolayısıyla Ay tutulması, neden olan
Yerküre’nin araya girmesiyle açıklandığı takdirde burhan neden burhanı olur.414
İbn Rüşd, Tefsîr’inde İbn Sina’nın varlık burhanını burhandan saymadığını ve bunu
reddettiğini ileri sürmektedir. Biz gerek Şifâ’nın el-Burhân bölümünde gerekse diğer mantık
metinlerinde böyle bir redde rastlamadık. Tam aksine burada ele aldığımız gibi İbn Sina
varlık veren kanıtlamayı açık bir biçinde “burhân’u- enne” diye zikretmekte hatta İbn Sina
yakîn kavramını bu kanıtlamayı da içine alacak şekilde genişletmektedir. Buna bağlı olarak
İbn Sina, neden kanıtlamasının verdiği yakînî bilgiyi varlık kanıtlamasının verdiği yakînden
ayırmak için “el-yakînu’-tâmm” kavramını kullanmaktadır.415
İbn Rüşd, Tefsîr’inde burhanları mutlak burhan yani hem varlığı hem nedeni veren
burhan, sadece varlığı veren burhan, sadece nedeni veren burhan diye üçe ayırdıktan sonra
bunların teknik olarak tek tek tarifini yapmaktadır. Bilinenlerden hareketle bilinmeyen bir
şeyin açıklanması için bilinenle bilinmeyen arasını bağlayan zâtî bir bağ (vusla zâtiyye)
olmalıdır. İbn Rüşd, bu zâtî bağın yani orta terimin ise açıklanmak istenen şeyden önce gelen
ve açıklanmak istenen şeyden sonra gelen olmak üzere kanıtlamalarda iki şekilde olduğunu
belirtir. Buna bağlı olarak açıklanmak istenen şey kendisinden önce gelenle açıklanırsa bu
durumda kanıtlama mutlak kanıtlama olur ve o şeyin varlığına ve nedenine ilişkin bilgi verir;
açıklanmak istenen şey, kendisinden sonra gelen orta terimle açıklanırsa bu durumda
kanıtlama varlık kanıtlaması olur ve sadece o şeyin varlığına ilişkin bilgi verir; sadece nedene
ilişkin bilgi veren kanıtlama ise orta terimleri, kendilerinin varlığı nedenlilerin (müsebbebât)
varlığınına bağlı olan ve fakat nedenlilerin varlığı kendilerinin varlığına bağlı olmayan
nedenlerden meydana gelen kanıtlamadır. Hem varlık hem nedenin bilgisini veren burhanların
orta terimleri, bizzât nedenlilerin varlığını zorunlu kılan yani nedenlilerin varlığının,
kendilerinin varlığına zorunlu olarak bağlı olduğu nedenlerden oluşan kanıtlamalardır. İbn
413
414
415
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.29. İbn Sina, İşâretler ve Tenbihler, s.73, 74. bkz.İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.30. 337
Rüşd, bu teknik açıklamanın ardından ‘İbn Sina varlık burhanını reddetmiş ve bu burhanın
sahih olmadığını zannetmiştir’ diyerek bunun için İbn Sina’dan aktardığı şu değerlendirmeyi
gerekçe göstermektedir:
‘Bileşik-önce gelen şeylerden sonra gelen şeylerin önce gelen şeyler için zâti oluşlarına, ancak sonra
gelenin önce gelenden dolayı var olduğunu ortaya koyan neden bilindiği zaman vakıf olunabilir.
Örneğin; biz Ay’ın ışığındaki hilal şeklindeki artmanın Ay için zâtî olduğuna, bunun nedenini
bilmedikçe vakıf olamayız ki bu neden Ay’ın küre şeklinde oluşudur. Buna bağlı olarak, Ay’ın küre
şeklinde oluşunu onun ışığının hilal şeklinde artmasından yola çıkarak açıklamamız doğru bir açıklama
olmaz. Şayet bunun aksi olursa yani Ay’ın ışığının hilal şeklinde artması onun küre şeklinde oluşundan
hareketle ortaya konursa o takdirde burhan hem varlık hem de neden kanıtlamasını veren burhan
olur.’416
İbn Rüşd, İbn Sina’nın devamla değerlendirmesini şöyle sürdürdüğünü ifade eder:
Arazların konularına yüklem olmasındaki bu mana bilinmediği takdirde zâtî arazlardan oluşan
öncüllerle yani yüklemleri zâti araz olan öncüllerle, konularıyla kendileri arasındaki nispet
bilinmeksizin sadece duyuyla konunun tamamında bulunduklarına şahit olunan arazlardan
oluşan ‘her karga siyahtır’ ve ‘her kar beyazdır’ gibi öncüller arasında bize göre fark kalmaz.
Çünkü bu gibi öncüllerin arazları zâtî ve zorunlu arazlar değildir. Zira beyaz bir karganın
bulunma olasılığı vardır ve bu imkansız değildir. Aynı şekilde eğer bir beldedeki insanların
tamamının beyaz tenli olmasından hareketle -beyaz tenli olmayan bir insanın var olduğu hiç
bilinmeyip işitilmediği varsayılırsa- ulaşılan ‘her insan beyazdır’ önermesi de böyledir.
Dolayısıyla tümevarım da arazın konusunda zorunlu olarak bulunduğuna ilişkin kesin bilgi
vermede yetersizdir. O halde nedenine vakıf olmadıkça arazın konu için zâtî olduğunun
bilgisine vakıf olamayız. Tüm bunlara bağlı olarak matlubun yani araştırılmak ve hakkında
kesin bilgiye ulaşılmak istenen şeyin nedenine ilişkin bilgi vermeyen Delillerin (Delâil/varlık
burhanları) öncüllerinin zâtî olmaması lazım gelir. Öncülleri zâtî olmayanca da bu
kanıtlamalar burhan olamaz.417
İbn Rüşd, İbn Sina’dan aktarmış olduğu bu değelendirmenin arından kendi görüşüne
ve değerlendirmesine yer vermektedir. İbn Rüşd zâtî arazın, konusunda hususî/özgü
nedeninden (es-sebebu’l-hâss) hareketle var olduğunu bilmekle gerçekleşen tasdikin söz
konusu arazın konusunda, konunun tabiatından dolayı var olduğunu bilmekle gerçekleşen
tasdikten daha tam ve daha yetkin tasdik olduğunu ifade etmekle birlikte arazın konusunda
zâtî olmasını ancak ve ancak onun konuda var olmasının nedenini bildiğimiz zaman bilebiliriz
416
417
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.348, 349. İbn Rüşd, a.g.e, s.349. 338
görüşünün doğru olmadığını ileri sürmektedir. İbn Rüşd’e göre aksine biz arazın zâtî olmasını
onun ya bizzât konusuna ya da konusunun zâtî cinsine özgü olması yönleriyle konusunun
tabitına özgü olmasınadan yola çıkarak da bilebiliriz. Zira bu gibi arazların, konularının kendi
tanımlarında bulunması bilgisi, her ne kadar bulunmalarının nedeni açık olmasa da, onların
konularında zâtî olarak bulunmasını bilmemiz için yeterlidir. İbn Rüşd, zâtî öncüllerle
tümevarımsal öncüller arasındaki farkın da bu olduğunu belirtir. Çünkü konunun arazın
tanımında zorunlu olarak bulunduğunu bilmediğimizde bu tümevarımsal öncüldür ve bu
öncülün konusunun her hengi bir vakit arazından ayrılmasından emin olunamaz. Dolayısıyla
İbn Rüşd’e göre tümevarımsal öncüllerde de arazın zâtî olduğuna ilişkin kesin bilgiye sahip
olmamazın nedeni, arazın konusunda bulunmasının nedenini bilmemekten ziyade arazın
konusunun tabiatına özgü olduğunu bilmememizden kaynaklanmaktadır. Örneğin ‘her karga
siyahtır’ önermesinde şayet siyah, karganın tabiatına veya onun yakın cinsi olan canlının
tabiatına özgü ise ve bundan de emin isek o takdirde zihin kesin olarak ‘her karga siyahtır’
şeklinde bütün kargaların siyah olduğuna ilişkin kesin yargıda bulunur ve siyahın kargada
bulunmasına ilişkin tam tasdiki bilgiye ulaşır. Konunun tabiatında bulunup bulunmadığını
bilmediğimizden dolayı zâtî olduğunu bilmediğimiz karalığın zâtî olduğunun bilgisi onun
nedenini bilmeye bağlıdır. Fakat bu İbn Rüşd’e göre arazın zâtî olup olmadığının bilgisinin
ancak ve ancak nedenin bilgisiyle elde edileceği anlamına gelmez.418
İbn Rüşd, sadece konusunun tabiatından hareketle yani arazın konusunun tabiatına
inhisarından hareketle elde edilen yakînî bilgiyle arazın konusuna nispetinin nedenini
bilinmek suretiyle elde edilen yakîni bilginin eşit olmadığnı da özellikle vurgular. Bundan
dolayı da, der İbn Rüşd, varlık burhanları varlığa ilişkin tasdiki bilgiyi elde etmede eksik
burhanlardır. Fakat her ne kadar eksik olsalar da İbn Rüşd’e göre onlardaki bu eksiklik onları
burhan olmaktan çıkarmaz. İbn Rüşd, bu analizden yola çıkarak İbn Sina’nın düştüğü hatanın,
onun iki yakînî bilgiyi; yani zâtî arazın konusunda bulunmasını nedeninden hareketle
bilmekle elde edilen yakînî bilgiyle, arazın konusuna özgü olduğu bilgisinden hareketle arazın
konuda bulunduğunu bilmekle elde edilen yakînî bilgiyi birbirden ayırt edememesinden
kaynaklandığını iddia eder. İbn Rüşd’e göre İbn Sina arazın konusuna özgü olduğunun
bilgisinin yakîn ifade etmediğini zannetmiştir ve bu bilgiyle tümevarımsal bilgi arasında
farkın olmamasını her iki öncülde de arazın konusuna nispetinin nedeninin bilinmemesine
bağlamıştır.419
418
419
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.350. İbn Rüşd, a.g.e, s.350. 339
İbn Rüşd’ün İbn Sina’ya yönelik bu eleştirilerinde isabet etmediği kanaatindeyiz. Her
şeyden önce İbn Sina hiçbir yerde varlık burhanını reddetmediği gibi bunu burhan sınıflarının
dışında da tutmamaktadır. Tam aksine İbn Sina, İbn Rüşd’ün aktardığı örnek üzerinden varlık
ve neden burhanını somutlaştırmakta ancak İbn Rüşd’ün iddia ettiği gibi söz konusu
analizlerden yola çıkarak varlık burhanını, burhanın dışına itmemektedir. Hele hele yakînî
bilginin derecelerini birbirinden ayıramadığı iddiası İbn Sina söz konusu olunca bütünüyle
geçersizdir. Zira İbn Sina nedenin bilgisinden hareketle tam tasdiki bilgi veren yakînî bilgiyi
diğer yakînî bilgiden ayırmak için açık bir şekilde “el-yakînu’t-tâmm” kavramını
kullanmaktadır. Daha da ötesi İbn Sina, bir vakitle sınırlı zorunlu kipli önermelerin bile bize o
vakitle sınırlı yakînî bilgi verdeğini yine çok açık bir dille ifade etmektedir. Yerinde
değindiğimiz gibi, İbn Sina çok açık bir biçimde burhanı sadece neden burhanından ibaret
olduğu görüşünü ileri sürenleri eleştirir ve varlık veren kanıtlamanın bir tür burhan olduğunu
açıkça ifade eder. İbn Sina, hiçbir şekilde arazın zâtî olarak konuda varlığının bilgisini sadece
nedenini bilmek sınırlandırmamakta, yine yerinde ele aldığımız üzere burhana giren zâtî
yüklemi, konusunun tanımında bulunan veya konusunun kendi tanımında bulunduğu
yüklemler olarak açık tarifle iki kısımda ele almaktadır. Tecrübe ve tümevarımla elde edilen
öncüllere gelince, İbn Rüşd’ün iddiasının tam aksine İbn Sina bunların sınırlı yakînî bilgiyle
birlikte burhanın öncülleri olduğunu çok açık bir biçimde ifade eder. Hatta duyusal ve tecrübî
bilginin derecelerine bağlı olarak detaylarıyla mücerrebat, hadsiyyât, şeklinde ortaya koyan
yine İbn Sina’nın kendisidir. İbn Sina daha da ötesine giderek eğer duyumla elde edilen
tecrübî bilgi ve tümevarımla elde edilen tecrübî bilgide arazın, konunun tamamında
bulunduğundan dolayısıyla tabiatında bulunduğundan emin olunursa, ki bu durumda
tümevarım zâtî tümevarım olur, bir kıyas yoluyla nedeni bilmeye gerek kalmaksızın bununla
kesin bilgi elde edilebileceğini açıkça belirtir. Yerinde ve gerekli başlıklar altında ele
aldığımız söz konusu problemlere ilişkin İbn Sina’nın detaylı açıklamaları dikkatle takip
edilirse İbn Rüşd’ün, söz konusu İbn Sina eleştirisinin isabetli olmadığı rahatlıkla
görülecektir.
İbn Rüşd, varlık kanıtlaması konusunda Fârâbî’ye de eleştiri yöneltmektedir. İbn
Rüşd, Fârâbî’nin tıpkı Aristoteles gibi varlık burhanını iki sınıfa ayırdığını, birinci sınıf varlık
burhanına yani önce gelenin sonra gelenle açıklandığı varlık burhanına ilişkin
değerlendirmesinin Aristoteles’in açıklamasıyla uyuştuğunu, fakat ikinci sınıf varlık
burhanına gelince buna ilişkin şu açıklamayı yaptığını belirtir:
340
‘Sadece varlık veren burhanlardan bu ikinci sınıf burhan kendisinde sonra gelenin sonra gelenle
açıklandığı burhandır. Bu iki sonra gelen ise kendilerinin dışında başka bir şeye tabi olan ve tabi
oldukları şeyden sonra gelme bakımından aynı mertebe ve derecede olan, ve birinin diğerine nispeti
zikredilen nispetlerden birisi olan iki şeydir. Bu iki sonra gelende birisinin konuda varlığı, diğer sonra
gelen orta terim yapılmak suretiyle açıklanır. Örneğin; ‘duvar solumaz çünkü canlı değildir.’
İbn Rüşd, Fârâbî’nin varlık burhanının ikinci sınıfına ilişkin açıklamanın ardından
verdiği örneğin, Aristoteles’in uzak nedenden hareketle yapılan kanıtlama için verdiği örnekle
aynı olduğunu belirtir. Fakat İbn Rüşd burada şu soruyu sormaktadır: ‘Sonra gelenin sonra
gelenle açıklanması, uzak neden konunun veya yüklemin nedeni olduğu halde burhanın bu
sınıfında orta terimin ve büyük terimin konunun nedenlileri olmasını gerektirir, o halde her
ikisi de konudan sonra gelen iki şey vazedip de bunların birinin, diğeri orta terim yapılmak
suretiyle açıklanması için Aristoteles’in uzak neden için verdiği örneği vermek nasıl doğru
olabilir? Zira uzak neden konudan sonra gelen neden değildir. Nerde kaldı ki diğer sonra
gelenle eşit mertebede olsun!’ 420
Ayrıca İbn Rüşd’e göre Fârâbî’nin, bir taraftan konudan sonra gelen iki şeyin konudan
sonra gelme bakımından mertebece eşit olduğunu diğer taraftan da bunlardan birinin diğerine
nispetinin, zikrettiği nispetlerden birisi olduğunu ifade etmesi birbiriyle çelişmektedir. Zira
söz konusu nispetlerden birisinin aralarında bulunduğu iki şeyden birisi diğerinden önce gelir.
Tek bir konuda her ikisi de bulunmakla birlikte birinin diğerinden önce gelmesine rağmen
nasıl olur da ‘her ikisi de mertebece konudan sonra gelmede eşittir’ denebilir?!421
Buna bağlı olarak İbn Rüşd’e göre birisi çıkıp da bir şeyden olumsuzlanan şeylerin bu
nitelikte olduğunu, konudan sonra gelmede birbirine mertebece eşit olduğunu söyleyemez.
Örneğin; canlılığın ve solumanın konu olan duvardan sonra geldiğini ve sonra gelmede de
mertebece aynı olduğunu ileri süremez. Çünkü canlılık, solumdan önce gelir ve canlılığın
duvarda bulunmaması, onun solumamasının nedenidir. Böyle olunca da her ikisinin de
duvardan olumsuzlanması eşit derecede değildir. Zira şeylerin olumsuzlanmasındaki durum
varlığın olumsuzlanmasındaki durum gibidir. İbn Rüşd, yaptığı bu analiz ve eleştirisini şöyle
noktalamaktadır: ‘Gördüğün gibi Fârâbî’nin varlık burhanının ikinci sınıfına ilişkin
değerlendirmesi problemlidir ve hatalıdır. Bunun nedeni ise onun, bu mana hakkında
Aristoteles öğretisini öğrenmedeki çektiği güçlüktür.’422
420
421
422
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.361. İbn Rüşd, a.g.e, s.362. İbn Rüşd, a.g.e, s.362. 341
Gerçekten de Fârâbî’nin Kitâbu’l-Burhân metnine bakıldığı zaman buradaki varlık
burhanının ikinci sınıfına ilişkin pasaj, İbn Rüşd’ün Fârâbî’den varlık burhanına ilişkin
aktardığı pasajla birebir örtüşmektedir. İbn Rüşd’ün aktardığı pasajla mukayese edilmesi için
burada Fârâbî’nin metninden iligili bölümü doğrudan aktarmamız yerinde olacaktır.
Fârâbî’nin, Kitâbu’l-Burhân’da varlık burhanına ilişkin değerlendirmesi şöyle:
‘Sadece varlığı verenler iki sınıftır. Bunlardan biri varlıkta önce gelen şeyleri bunlardan sonra gelenlere
dayanarak intaç eder ki bu varlıkta sonra gelen, bilgide zaman bakımından daha önce
olduğundandır….Sadece varlığı veren burhanların ikincis sınıfı, sonra gelenin sonra gelen ile tanıtıldığı
sınıftır. Bu da iki şeyin kendileri dışındaki bir şeye tabi olması ve onlardan her birinin bu şeyden sonra
gelme bakımından aynı mertebede olup her birinin diğerine nispetinin daha önce zikredilen nispetlerden
biri olmasıdır. Böylece iki sonra gelenden birinin bir konu için varlığı, diğer şeyin onda orta terim
olarak alınması suretiyle açık hale getirilir. Bunun örneği şunlar ve benzeri burhanlardır: ‘yer hareket
etmez, çünkü onun kendinse doğru hareket edeceği bir mekanı yoktur.’; ‘duvar solumaz, çünkü o canlı
değildir.’423
Aristoteles’in II.Analitikler’ine bakıldığında da İbn Rüşd’ün tespit ettiği gibi
görülecektir ki Aristoteles sadece varlığa ilişkin bilgi veren varlık burhanını iki sınıfta ele
almaktadır. Aristoteles öncelikle bir şeyin varlığına ilişkin bilgiyle o şeyin nedenine ilişkin
bilgiyi birbirinden ayırmakta ve bunların birbirinden farklı olduğunu ifade etmektedir. Bir
bilimde kullanıldıkları zaman Aristoteles iki burhan; varlık burhanı ile neden burhanı arasında
iki tarz ayrım yapmaktadır. Birisi, kıyaslardan birinin orta terimsiz öncüllerden oluşması ve
fakat ondaki nedenin ilk neden olmaması, kıyaslardan diğerinin ise şeyin nedenini ortaya
koyan kıyas olması ve bundaki nedenin ilk neden olmasıdır. Diğer tarz farklılık ise;
kıyaslardan birinin orta terimsiz öncüllerden oluşması ve fakat bundaki nedenin bizzât neden
olmayıp aksine kendisine denk bir şeye veya daha iyi bilinene döndürülebilir neden olmasıdır.
Zira eşitlikle yüklem olan neden olmayan şeyin, neden olandan daha iyi bilinmesine hiçbir
engel yoktur. Bu nedenle bunun vasıtasıyla bazen kanıtlama yapılabilir. Örneğin; titreyen
yıldızların bize yakın olmasını yıldızların parlamamasından hareketle kanıtlamak gibi.
Titreşen parlamaz ve parlamayan bize yakındır, öncülleri tümevarım ve duyu yoluyla elde
edilmiş öncüllerdir ve bu öncüllerden titreşmeyen yıldızların bize yakın olması beyan
edilmiştir. Aristoteles bunun neden burhanı olmadığını ifade eder. Çünkü gerçek nedeni
vermemektedir. Zira bu burhanda titreşen yıldızların bize yakın olmasının nedeni onların
parlamaması değildir. Aksine bize yakın oldukları için parlamamaktadırlar. Yine Ay’ın
küresel oluşunu, onun ışığının hilal şeklinde artmasından hareketle kanıtlamak ve açıklamak
423
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.20. 342
da böyledir. Bu kanıtlamada da yine gerçek neden verilmemiştir, çünkü Ay’ın küresel
oluşunun nedeni onun ışığının hilal şeklinde artması değil, aksine onun ışığının hilal şeklinde
artmasının nedeni Ay’ın kürsel oluşudur. Dolayısıyla bu burhanlarda gerçek neden alındığı ve
tersine çevrildiği zaman burhan neden burhanı olur. Aristoteles’in burada üzerinde durduğu
varlık burhanı işte önce gelenin sonra gelenle açıklandığı varlık burhanı sınıfını teşkil
etmektedir. Orta terimleri eştlikle evrilmeyen ve neden olmayanın, nedenden daha iyi
bilindiği bu gibi varlık burhanları asla nedenine ilişkin bilgi vermez.424
Aristoteles üzerinde durduğu varlık burhanının ikinci sınıfını ise şöyle tarif etmektedir:
Orta terimleri kendilerinin dışında olan, yani orta terimleri uçların (büyük terim ve küçük
terim) dışına yerleşen kıyaslar da böyledir yani bu burhanlar da bir şeyin nedenine değil
sadece varlığına ilişkin bilgi verir. Çünkü şeyin bizzât nedenine ilişkin bilgi vermezler.
Örneğin, ‘duvar solumaz, çünkü canlı değildir’ gibi. Çünkü şayet canlı olmama solumamanın
nedeni olsaydı o takdirde canlı olma da solumanın nedeni olurdu. Aristoteles bu gibi
burhanların ikinci şekil kıyas formunda oluştuğunu ve bu burhanların verdiği nedenlerin uzak
nedeler ve konuya uzak açıklamalar olduğunu belirtir.425
Dikkatle bakıldığında Aristoteles, ikinci varlık burhanını kendisinde, sonra gelenin
sonra gelenle açıklandığı burhan şeklinde değil de konuya uzak nedenlerle yapılan burhanlar
olduğunu açıkça ifade etmekte ve bunun için İbn Rüşd’ün tespit ettiği gibi duvarın
solumamasının, onun canlı olmamasıyla açıklanmasını örnek vermektedir. Ayrıca İbn
Rüşd’ün, Fârâbî’nin bir taraftan iki sonra gelenin konudan sonra gelmede aynı mertebede
olduğunu ifade etmesi diğer taraftan ise bu iki sonra gelen arasındaki nispetin iki nispetlerden
biri olmasını ifade etmesiyle çelişkiye düştüğü yönündeki eleştirisine gelince bunun da
yerinde bir tespit olduğu görülmektedir. Nitekim Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân’daki varlık
burhanının ikinci sınıfına ilişkin değerlendirmesinden hemen öncesinde önce gelen-sonra
gelen arasındaki nispeti dört şekilde ele almaktadır. Birincisi, önce gelen ve sonra gelenin
birbirine döndürülen olmasıdır. Biribirine döndürülebilmeleri şeklinde aralarında nispet
bulunan önce gelen ve sonra gelenden her biri iki farklı tarzda diğeriyle açıklanabilir. Birisi
sadece varlık burhanı diğeri ise neden burhanı iledir. İkincisi, sonra gelenin önce geleni
gerektirmesi ama önce gelen mevcut olduğunda onun sonra geleni gerektirmemesidir. Fârâbî
buna duman-ateş örneğini vermektedir. Bir yerde duman mevcut olduğunda orada ateş de
424
425
bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, içinde, s.474, 475.;Aristoteles,
II.Çözümlemeler, 78b, s.27.; İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.78, 79.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.352-356. bkz. Aristoteles, Kitâbu’l-Burhân, en-Nassul’l-Kâmil Li-Mantıki Aristo, s.4476, 477.; Aristoteles,
II.Çözümlemeler, 778b, s.27, 28.; İbn Rüşd, Telhîsu’l-Burhân, s.79, 80.; İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.357360. 343
vardır ve fakat bir yerde ateş mevcut olduğunda orada dumanın olması gerekmez. Bu gibi
şeylerde Fârâbî, yalnızca önce gelenin sonra gelenle ispatlanabileceğini, sonra gelenin önce
gelenle açıklanmasının mümkün olmadığnı belirtir. Üçüncüsü; önce gelenin sonra geleni
gerektirmesi ama sonra gelenin önce geleni gerektirmemesidir. Bunda ise daima sonra gelen
önce gelenle açıklanır. Dördüncüsü; önce gelen varsayıldığında ondan ne sonra gelenin
mevcut olması gerekir ne de sonra gelen mevcut olduğunda varsayılmış önce gelene mutlaka
tabi olmak durumundadır. Aksine sonra gelen, önce gelenden ve başkasından dolayı mevcut
olabilir. Önce gelen ve sonra gelenin bu sınıfında ikisinden birinin diğeriyle ispatlanması
mümkün değildir.426
İbn Rüşd’ün tespit ettiği gibi, varlık burhanının ikinci sınıfını sonra gelenin sonra
gelenle açıklandığı burhan diye tanımlamak ve bu iki sonra gelenin konudan sonra gelme
bakımından eşit derecede olduğunu söylemek fakat diğer taraftan da bu iki sonra gelenin
aralarında yukarıda önce gelen-sonra gelen arasındaki nispetlerden birinin bulunduğunu
söylemek, Fârâbî’de gözden kaçmayan bir çelişki olarak durmaktadır.
İbn Rüşd, varlık burhanına ilişkin ilk dönem Aristoteles şarihlerinden Themistius’un
da farklı yorumunu aktarır. İbn Rüşd, Themistius’un varlık burhanını, birincisi önce gelenin
sonra gelenle yani cevherin mukabili olan bilaraz nedenle açıklandığı burhan, ikincisi
kendisinde bir şeyin uzak nedenle açıklandığı burhan, üçüncüsü ise sonra gelenin sonra
gelenle açıklandığı burhan olmak üzer üç sınıfta ele aldığını aktarır. Themistius son burhana
şunu örnek vermiştir: Falanca humma hastasının suyunun olgunlaşmamış olmasını onun nabız
atışlarının muhtelif olmasından hareketle açıklamak gibi. Bu örnekte nabzın atışının farklı
olması ve suyun olgunlaşmamış olması, humma’nın nedelileridir ve humma’dan sonra gelme
konusunda ikisi de eşittir. İbn Rüşd, Themistius’un bu tür kıyasların burhan olmadığı ancak
bilaraz burhan olduğu, çünkü bunlarda büyük terim ve orta terim arasında iki zâtî nispetten
yani yüklemin konusunun tanımında alındığı veya konusunun yüklemin tanımında alındığı iki
nispetten birinin bulunmadığı ve bu nedenle de Aristoteles’in bu burhanları reddettiği
yönünde görüş beyan ettiğini aktarır.427
İbn Rüşd de varlık burhanını iki kısma ayırmakta ve yorumlamaktadır. Birincisi varlık
burhanı olmaya daha layık olan ve Delil adı verilen burhandır. Bu burhanda önce gelen sonra
gelenle açıklanır. Bunda zaten bir tartışma yoktur. Fakat İbn Rüşd’e göre Aristoteles’in ele
aldığı varlık burhanının ikinci sınıfında sonra gelen sonra gelenle değil tıpkı mutlak burhanda
426
427
Fârâbî, Kitâbu’l-Burhân, s.20. İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.361. 344
olduğu gibi sonra gelen önce gelenle açıklanmaktadır. Ancak aralarındaki fark şudur: Mutlak
burhanda önce gelen orta terim uzak neden değil yakın ve özel nedendir.428
5.2.2. Neden Kanıtlaması (Neden Burhanı/Burhân’u-Lime)
Neden burhanı -ki bu aynı zamanda mutlak burhan’dır, çünkü hem tasdikin nedenini
ve hem de varlıktaki gerçek nedeni vermektedir- daha önce tanımı yapıldığı üzere hem
tasdikin hem de bir şeyin varlıktaki nedenini veren burhandır. en-Necât’taki açıklamayla;
neden burhanı, sadece sonucun iki tarafının (konu ve yüklem) zihinde bir araya gelmesinin
nedenini vermez, aynı zamanda sonucun iki tarafının varlıktaki nedenini de vermek suretiyle
bir şeyin niçin kendinde öyle olduğunun bilgisini de verir. Dolayısıyla neden burhanında orta
terim, hem sonucu tasdik etmenin nedeni hem de sonucun varlığının nedenidir.429 İbn Sina
neden burhanı için şu örnekleri vermektedir: ‘Falanca insanda safra tutulması ve gözenek
tıkanması nedeniyle safra bozulmuştur; bu durumda olan her insana üçüncü günde şiddetlenen
gün aşırı veya sürekli humma nöbeti gelir.’ Bir başka örnek: ‘Ay güneşin karşısındadır ve
Yerküre de Ay ile Güneş arasında olup Güneş’in ışığını Ay’dan gizlemektedir; bu durumda
her şey tutulur.’ Bir diğer örnek: ‘Bu odun ateşe temas etmiştir, ateşe temas eden her odun
yanar.’ Bütün bu kanıtlamalar, hem talep edilenin tasdikinin hem de talep edilenin kendinde
varlığının nedenini verir.430 Neden burhanında büyük terimin nedeni ya mutlak üzeredir, İbn
Sina bunun için odun yanması olgusuyla ilişkili kanıtlamayı örnek göstermektedir, ya da
neden mutlak üzere değildir, büyük terimin küçük terimdeki varlığının nedenidir. Bunun için
de tutulmanın Ay’da bulunmasıyla ilişikili olan kanıtlama örnek olarak gösterilebilir.431
Matlûbun varlığının nedeni olan her şey, ya büyük terimin kendisinin ve onun küçük
terim için varlığının nedenidir ya da büyük terimin kendinde varlığının nedeni değil ve fakat
yalnızca küçük terim için varlığının nedenidir. Birincinin örneği olarak İbn Sina şunu
vermektedir: Gün aşırı tutan humma, safranın bozulmasının hem mutlak olarak nedenlisidir
(ma‘lûl) hem de Zeyd’deki varlığında nedenlidir. İkinciye verdiği örnek ise şudur: Canlı,
insana yüklenmesi aracılığıyla Zeyd’e yüklenmektedir. Dolayısıyla insan, Zeyd’in canlı
olarak varlığının nedenidir.432 Çünkü canlı, önce insana yüklenmekte ve insan da Zeyd’e
yüklenmektedir. Canlı da bu şekilde Zeyd’e yüklenmektedir. Aynı şekilde cisim, önce canlıya
sonra insana yüklem olur. Dolayısıyla canlının insan için varlığı, insanın cisim olarak
varlığının nedenidir. Fakat mutlak olarak değerlendirildiğinde tek başına insan, canlının
428
429
430
431
432
İbn Rüşd, Tefsîru’l-Burhân, s.358. İbn Sina, en-Necât, s.66. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.29.; İbn Sina, en-Necât, s.66, 67. İbn Sina, en-Necât, s.66, 67. İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.29. 345
mutlak olarak varlığının nedeni olmadığı gibi tek başına canlı da cisim anlamının mutlak
olarak varlığının nedeni değildir.433
Bazen kanıtlamada büyük terimin nedeni olan şeyin neden olduğu açık olmazsa,
açıklanıncaya kadar söz konusu kanıtlama neden kanıtlaması olmaz, bununla birlikte büyük
terimin nedeni olduğu tam olarak açık olmayan şey, kanıtlamada orta terim olabilir. Bu
kanıtlama, söz konusu nedenin, neden olduğu açık olarak ortaya konuncaya kadar tam kesin
bilgi (el-yakînu’t-tâmm) vermez. Bir delille açıklandığında ise bir itibar veya delille açıklığa
kavuşur ve kesinlik, tek başına neden olduğu açık olmayan orta terimle değil başka bir orta
terimle tamamlanır. Açıklayan bu diğer orta terim, nedenin bilfiil neden olduğunu açıklar.
Çoğunlukla da ilk başta verilen neden, yakın neden olmaz veya tek başına bizzât neden
olmaz, aksine o nedenin bir parçasıdır.434 İbn Sina buna ‘duyumsayan’ (hassâs)’ı örnek
vermektedir. Duyumsayan bir yönden canlı’nın nedenidir. ‘Bütün duyumsayanlar canlıdır’
dendiğinde bu sözün, İbn Sina iki anlamdan birini ifade ettiğini belirtir. Ya duyumsayan canlı
isminin eşanlamlısı yapılır ve böylece canlı duyu sahibi şeyin ta kendisinden ibaret olur, bu
durumda orta ve büyük terim, eşanlamlı iki isim olur ve biri diğerinin nedeni olmaya daha
layık olmaz. Ya da duyumsayan anlamı, bir şeye delâlet eder; canlı anlamı da ondan anlamca
daha tam bir şeye delâlet eder, ki İbn Sina doğrusunun bu olduğunu ifade eder. Bu durumda
canlı, duyu sahibi bir şey olmaz, aynı zamanda beslenen, büyüyen, doğuran, duyumsayan ve
hareket eden bir nefis sahibi cisim olur. Zira canlının duyu sahibi olması, onun beslenen,
büyüyen, doğuran ve duyumsayan bir cisim oluşunun ta kendisi değildir.435
Buna bağlı olarak başka herhangi bir orta terim ve delil olmadan, bir şeyin sadece
duyu sahibi olduğundan hareketle onun beslenen, büyüyen, doğuran vb. bir cisim olmasının
zorunlu olduğunu bilmeyi gerektirmez. Çünkü bu niteliklere sahip olmaksızın bir cismi
tasavvur etmek imkansız değildir. Eğer bu imkansız değil mümkün ise bunun mukâbili kesin
bilgi ifade etmez. Çünkü varlığının mümkün görüldüğü her şeyin mukâbili, kesin değildir.
Dolayısıyla ‘bütün duyumsayanlar canlıdır’ önermesi, şayet duyumsayan canlının eşanlamlısı
olarak alınmaz da yukarıda zikredilen doğru anlamıyla alınırsa kesinliğinden emin olunan bir
şey değildir. Bununla birlikte duyumsayan nedendir fakat tek başına neden değil aksine
nedenlerden biridir yani (tam) nedenin bir parçasıdır. Neden tam ve açık olarak ortaya
433
434
435
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.30. İbn Sina, a.g.e, s.30. İbn Sina, a.g.e, s.30. 346
konuncaya kadar da tam kesin bilgiye ulaşılamaz. Bu bakımdan nedensel kanıtlamada dikkate
alınan, büyük terimin tam ve açık nedeninin ortaya konmasıdır.436
Bir
yüklemin
bir
konuya
sürekli
yüklenmesinin
veya
konudan
sürekli
olumsuzlanmasının veya yüklenme ve olumsuzlanmanın zorunlu olduğu belirli bir vakitte
yüklenmesi veya olumsuzlanmasının bir nedeni varsa o neden sebebiyle konu ile yüklem
arasındaki nispet de o nispet olur. Yüklemin ve konunun zâtı şayet o neden olmasa, o nispete
zorunlulukla sahip olmazlar, imkanla sahip olurlar. Yüklem ve konunun zâtı, aralarındaki
hükmün o nispette zorunlu olduğu yönden başka bir yönle bilindiğinde, o durumda
bulunmamalarının mümkün olmadığı yönden başka bir yönle bilinmişlerdir. Bu yön ise
hükmün, o hükmü zorunlu kılan nedenin yönünden başka bir yönle bilinmesidir. Çünkü sözü
edilen konunun yükleme ve yüklemin konuya olan her nispetinin, nedenin zorunlu kıldığı
yönden gerçekleştiği değil zorunluluğunun olmamasının mümkün olduğu yönden
gerçekleştiği varsayılır. Böylece bunun şöyle olduğu bilinmiş ama onun böyle olmamasının
mümkün olmadığı bilinmemiştir. Çünkü onun böyle olmamasının mümkün olmamasını
sağlayan şey bilinmemektedir.437
Bir insan kıyas yaparak ‘falan kimsede şiddetli hummada beyaz idrar olur, şiddetli
hummada beyaz idrar olan herkese beyin menenjiti ilişir’ dese ve sonuca gitse çıkardığı
sonuçla kesin bilgi elde edemez. Kesin bilgi elde edebilmesi için bundaki nedeni bilmelidir.
Aynı şekilde bir kimse ‘bütün insanlar gülendir, bütün gülenler düşünendir (nâtık)’ dese
bundan, çelişiğinin mümkün olduğunu tasdik edemeyeceği derecede ‘bütün insanlar düşünen
olduğu’ şeklinde kesin bir sonuca ulaşması zorunlu değildir. Çünkü gülme yani gülme gücü,
düşünme (nutk) gücünün nedenlisi (malûlü) olduğundan dolayı insanların ilk olarak düşünme
gücüne sahip olması gerektiğini ve gülme gücünün de düşünme gücünü izlemesi gerektiğini
bilmedikçe gülme gücü bulunmayan bir insan olmayacağını kesinlemesi zorunlu olmaz.438
Fakat düşünme gücüne sahip olduğu halde gülmeyen insan duyu açısından var olabilir
ve duyu algılamadığı şeyde farklılığı yadsımaz ya da tecrübeyle varolabilir. Akıl ise
alışkanlığı (âdet) terk ettiğinde bundan kuşku duyabilir ve insandaki gülme gücünün sürekli
olmadığını ve bütün insanlarda bulunmadığını veya gülme gücünün zail olduğunu vehmeder,
çünkü gülme gücü insan mahiyetini var eden veya insanda varlığı açık bir şey değildir. İşte
söz konusu şahsın çelişiğinin mümkün olduğunu tasdik edemeyeceği derecede ‘bütün insanlar
düşünendir’ şeklinde kesin bir sonuca ulaşmasının zorunluluğu, insanın düşünen oluşunun
436
437
438
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.31. İbn Sina, a.g.e, s.33. İbn Sina, a.g.e, s.33, 34. 347
onun gülen oluşunu zorunlu kıldığına dair- eğer zorunlu kılar ve fazlalığa ihtiyaç duymazsakesin inancıyla gerçekleşir. Bu takdirde onun yani bütün insanların düşünen oluşunun
zorunluluğunu nedeniyle bilmiş olur ve dolayısıyla dönmesi ve onunla nedeni açıklaması
imkansızlaşır. Şöyle ki; bu kimsenin, insanın düşünen olduğunu bilmediğini varsaydığımız
takdirde onun için insanın gülen olduğu kesin olarak ve düşünen yoluyla açıklık kazanmaz.
Söz gelimi bütün gülenlerin düşünen olduğu açık ise, bundan insanın düşünen olduğu nasıl
açık hale gelebilir!439
Özetle insanın düşünen olduğu biliniyorsa bunu talep etmenin ve buna kıyas yapmanın
imkanı yoktur. Şayet talep edilen ve bilinmeyen şeylerdense bu kıyastaki küçük öncül
bilinmemektedir ve talep edilmesi gerekir. Öyleyse her insanın gülen olmadığını vehmetmek
mümkündür dolayısıyla ondan elde edilen bilginin zail olması mümkündür. Çünkü bütün
insanların gülen olduğu yönünden elde edilmiştir. Gülmenin zorunlu olduğu yönden
bilinseydi-ki bu, gülmeyi gerçekte zorunlu kılan nedenin verilmesidir ve bu neden de zorunlu
olarak düşünme gücü olmalıdır-önce bütün insanların düşünen olduğu bilinmiş olurdu. Bunun
gülme aracılığıyla elde edilmiş olması ise bir fazlalıktır. Yine karga için karalık da böyledir.
Biz ‘bütün kargalar karadır’ sözünü tecrübe ve tümevarım yoluyla söyleriz. Karganın zâtî bir
mizacı bulunduğunu ve bu zâtî mizacın karga üzerinde beliren tüyleri daima karalaştırdığını
bildiğimizde bütün kargaların kara olduğuna ilişkin bilgimiz kesinlik kazanır.440
O halde bir şey veya durumun bir nedeni varsa o şeyin veya durumun kesin olarak
bilinmesi ancak nedenini bilmekle mümkündür. Şayet büyük terim herhangi bir nedenle değil
de zâtı gereği küçük terim içinse ama onun için varlığı açık değilse, orta terimin de küçük
terim için varlığı böyleyse fakat onun küçük terim için varlığı açıksa, sonra büyük terimin
orta terim için varlığı açıksa kesin bir burhan ortaya çıkar ancak bu burhanın İbn Sina, neden
burhanı değil varlık burhanı olduğunu belirtir.441 Böyle bir burhanın kesin olmasının nedeni,
iki öncülün tümel ve zorunlu olup hiçbir kuşku barındırmamasıdır. Büyük terimin, kendisini
küçük terime bağlayan bir nedenin bulunduğu bir kıyastaki kuşku, büyük terimi zorunlu kılan
neden yönünden bilinmediği, aksine onun zorunlu olmayıp mümkün olması yönünden
alındığında ortaya çıkar. Çünkü bir nedeni olan her şey, nedeniyle zorunlu olur. Burada ise
nedenin yerinde zât vardır, büyük terimin küçük terimdeki varlığı zâtı gereği ama gizlidir.
Orta terimin de küçük terim için varlığı herhangi bir neden olmaksızın zâtı gereğidir, hatta
orta terim bilinmeden küçük terim bilinmez ama gizli değildir. Bu durumda küçük öncül,
439
440
441
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.34. İbn Sina, a.g.e, s.34. İbn Sina, a.g.e, s.34. 348
zorunluluğuyla bilinmiştir ve büyük öncül de böyledir. Çünkü büyük terimin, orta terimle
nitelenenler için varlığı zâtı gereği olup bilinmediği takdirde onun da hükmü bilinmeyecek bir
neden sebebiyle değildir.442
Bütün bu açıklamalardan hareketle İbn Sina şunu ortaya koymaktadır: Nedeni olan
şeylerin nedenini ortaya koymayan burhan neden burhanı değil, varlık burhanıdır ve bu
burhan bize kesinlik verebilir ama sürekli kesinlik vermez. Fakat nedeni olmayan şeylerin
varlık burhanı vardır ve bu nedeni olmayan şeylere dair varlık burhanı da bize sürekli kesinlik
verir.443 İlerde Bilimsel Kanıtlama Teorisi’nin Bilimlere Tatbiki başlığı altında detaylı olarak
üzerinde duracağımız üzere burada İbn Sina’nın verdiği şu örneği aktarmakla yetinelim:
Matematikçi, Astronomi’ye ilişkin (nedeni) olan şeylerin çoğunda kesinliğe sahip değildir.
Çünkü o, bu şeyleri gözlemle bulunmuş olması yönünden almaktadır. Yine matematikçinin
örneğin; Güneş’in hareketinin burçlar feleğinin parçalarında hızlılık ve yavaşlık bakımından
eşit olmasını ve hareketin yavaşlığının yerötesine (evc), hızlılığının da yerberisine (hadîd) ait
olması yönünden Güneş’in yerötesini çıkarırken yaptığı da böyledir. Bunların hiçbirinde
matematikçi nedeni vermez, bunların nedenini veren doğa bilimcidir.444
‘Biz bir sanat gördüğümüzde zorunlu olarak bir sanatkarının olduğunu biliriz ve bu
tasdikin sanattan zail olması mümkün değildir, bu ise nedenliden (malûl) nedene (illete)
istidlâldir’ şeklinde muhtemel bir itiraz karşısında İbn Sina buna şöyle cevap verir: Bu iki
şekilde böyledir. Ya ‘bu ev sûretlidir; her sûretlinin bir sûret vericisi vardır; o halde bu evin
de bir sûret vericisi vardır’ şeklinde tikel kıyastır; ya da ‘bütün cisimler heyûlâ ve sûretten
bileşmiştir; bütün bileşiklerin bir bileştireni vardır; o halde cismin de bir bileştireni vardır’
şeklinde tümel kıyastır. Birinci kıyas, yani ‘bu evin bir sûret vericisi vardır’ sözü sürekli
kesinliği gerçekleştirmez. Çünkü bu ev, bozuluşa uğrayan şeylerdendir dolayısıyla onun
hakkında oluşan inanç, ancak o varken doğrudur. Halbuki sürekli kesinlik zail olmaz. Bizim
sözümüz ise sürekli tümel kesinlik hakkındadır. Diğer örneğe, yani ‘bütün cisimler, heyûlâ ve
sûretten bileşmiştir; bütün bileşiklerin bir bileştireni vardır’ sözüne gelince cismin heyula ve
sûretten bileşmiş olması ya cisim için zâtî bir durum olup cisim onunla varolur ya da cismin
gereği olan bir arazdır. Eğer cismin zâtı nedeniyle gereği olan bir araz olup ilişmesinde de bir
sebep yoksa hakkında kesin varlık burhanı konulan şeylerden olması mümkündür.445
Şayet zâtı nedeniyle değil de bir aracı nedeniyle cismin gereği olan bir arazsa onun
hakkındaki sözden çıkan sonuç, o araz nedeniyle kesin olmaz. Şayet zâtî ise veya herhangi bir
442
443
444
445
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.34, 35. İbn Sina, a.g.e, s.35. İbn Sina, a.g.e, s.35, 36. İbn Sina, a.g.e, s.36. 349
neden olmaksızın ilişen gereklerden ise ‘onun bir birleştireni olduğu’dur, ‘bileştiren’ değildir.
Bu yüklem ise neden değildir. Çünkü neden ‘bileştiren’dir, ‘onun bileştireni olduğu’ değildir.
‘Bileştiren’ büyük terim değildir, aksine büyük terim ‘onun bileştireni olduğu’dur. İşte bu,
‘bileştiren’den ibaret olan orta terime yüklem olmaktadır. Çünkü tıpkı insana ‘o, canlıdır’
denilmesi gibi ‘bileşen, bir bileştirenin olmasıyla nitelenir’ denir, yoksa ‘bileşen, bileştirendir’
denilmez. Sonra ‘bileştirene sahip olan’, ister bizzât varlıkta bileşeni var kılsın isterse de onun
gereği olan bir tâbisi olsun, öncelikle bileşene aittir, sonra da heyâlâ ve cisimden bileşene
aittir. ‘Bileştiren sahibi’ bizzât varlıkta öncelikle bileşene ait olduğuna göre o, ‘bileşen’
sebebiyle ‘bileşenin altındakilere’ aittir. Dolayısıyla kesinlik bir nedenle meydana
gelmektedir ve her ne kadar ‘bileştiren sahibinin’ bir parçası olan ‘bileştiren’ bileşenin nedeni
ise de bileşen ‘bileştiren sahibinin’ cisim için varlığının nedenidir. Şu halde; hakiki kesinlikle
kesinlenen şeydeki büyük terimin, orta terimin nedeni olması mümkün değildir. Belki onda
orta terimin nedeni olan bir parça bulunabilir. Ama parçanın dikkate alınması bütünün dikkate
alınmasından başkadır. Kuşkusuz ‘bileştiren’ bir şeydir ve ‘bileştiren sahibi’ başka bir şeydir.
Çünkü ‘bileştiren sahibi’ aynıyla ‘bileşene’ yüklem olmaktadır. Halbuki ‘bileştiren’in
‘bileşene’ yüklem olması imkansızdır.446 İbn Sina, buna karşılık bir kimsenin şu itirazı dile
getirebileceğini ifade eder:
Büyük terimin orta terime söylenmemesi/yüklenmemesi, aksine orta terimin gereği
olan bir şey olması ve bununla birlikte onun nedenlisi olmayıp onunla bitişik bir şey olması,
her ikisinin varlıkta beraber olması ve o ikisinin varlıkta ortak oldukları tek bir nedenlerinin
bulunması mümkündür. Bunu iki kardeş arasındaki duruma benzetebiliriz. Kardeşin varlığının
kardeşten gerekli oluşunun- bunu orta terim yaptığımızda- bir nedenden gerekli oluş olduğunu
nasıl söyleyebiliriz?! Bununla birlikte kardeşin varlığının kardeşten gerekli oluşu kesindir ve
bunda hiçbir kuşku yoktur. Aynı şekilde bu sayının çit olmadığını bildiğimizde bu bilgi
aracılığıyla onun tek olduğunu kesin ve asla zâil olmayacak şekilde biliriz. Halbuki bu, bir
nedenden kaynaklanmamaktadır. Zira onun çift olması, tek olmasının nedeni değildir. Aksine
en doğrusu, onun tek oluşunun kendinde bir durum olup onun çift olmayışının nedeni
olmasıdır ki bu da onun zâtı dışında bir durumdur, çünkü başkası dikkate alındığında ortaya
çıkmaktadır.447
İbn Sina’ya göre burada iki şeyin olması ve bunlardan birinin, diğerinin doğasıyla
ilgili olmaması, ikisinden birinin veya her ikisinin de başka bir şeyle ilgili olmalarına gelince
bu ikisinden biri diğeriyle değil bilakis onunla birlikte zorunlu olmaktadır. Durum böyle
446
447
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.36, 37. İbn Sina, a.g.e, s.37. 350
olunca ikisinden biri, diğeriyle kesinlenmemektedir. İkisinden birinin neden yönünden
bilinmesine gelince, der İbn Sina, şayet diğeri de neden yönünden biliniyorsa diğer şeyin
aracılığı bizzâtihi kesinliği ifade etmez. Çünkü o, neden yönünden meydana gelmiştir.
İkisinden biri neden yönünden bilinirse, diğeri ise meçhul olup onun bilinmesiyle bilinmez,
ama kendisi sayesinde ötekinin bilinebilmesi özelliğine sahipse bu takdirde ikisi arasında
görelilik durumu yoktur. Çünkü iki göreli zihne beraberce gelir. Böyle olmadığına göre bu
durum kardeş ile kardeş gibi değildir, çünkü ikisinden birinin küçük terim için varlığı
diğerinden daha iyi bilinmekte, fakat büyük terim olan diğerinin orta terim için varlığı
bilinmektedir. Şayet orta terimi zorunlu kılan neden, onu da küçük terim için zorunlu
kılıyorsa o, orta terime ihtiyaç duymaz. Çünkü o kendi zâtında orta terim sayesinde küçük
terim için zorunlu olacak durumdaysa ve sadece orta terimle dikkate alındığında onun yani
küçük terim için imkan düzleminde değilse onun neden oluşunda orta terimin katkısı var
demektir. Halbuki böyle olmadığı varsayılmıştı. Şayet onun orta terimle dikkate alınması,
küçük terimde zorunluluğa değil de henüz imkana sahip olan bir şeyin dikkate alınması ise
orta terim yönünden kesinliğin gerçekleşmesi zorunlu olmaz.448
İbn Sina’ya göre, görelinin aracılığının yani orta terim olmasının bilimlerde faydası
azdır. Çünkü örneğin; Zeyd’in bir kardeş olduğunun bilgisi, onun bir kardeş olduğuna ilişkin
bilgidir veya onun bilgisini içerir. Dolayısıyla görelinin orta terim olduğu kıyastaki sonuç,
küçük öncülden daha iyi bilinen bir şey olmaz. Eğer böyle değil de Zeyd’in bir kardeş olduğu,
onun bir kardeşi olduğu bilininceye kadar bilinmeyecek durumdaysa ‘Zeyd kardeştir’ sözünün
kendisi bile tasavvur edilemez. İbn Sina’ya göre böylesi şeylere değil burhan adını vermek
kıyas adını vermek bile uygun değildir.449
Yukarıda ileri sürülen itirazda verilen örneklerden bir diğerinin analizini ise İbn Sina
şöyle yapmaktadır: Bu sayı ya tektir ya da çift değildir, şeklindeki istisnalı kıyasta zikredilen
istisnaya gelince; istisna yapıldığı ve ‘fakat çift değildir’ yani o, çift olmaklık tanımına iye
değildir, dendiğinde bu söz, ya zâtı gereği o sayının çift olmadığını zorunlu kılmayan bir
öncül nedeniyle söylenir, ki bu durumda bu öncülün bilgisi kesin değildir ve dolayısıyla o
sayının tek olduğu sonucu bu açıklama yönünden kesin olmaz. Ya da onu bilmek, onun çift
olmamasını zorunlu kılan bir neden sebebiyledir. Çift olmamanın ise, çift olmaklık
tanımından yoksun olmaktan başka bir nedeni yoktur. Çiftin tanımından yoksunluk ise ancak
ilk önce tek’in tanımının bulunmasıyla mümkün olabilir. Bu durumda bu kıyas faydasız
kıyaslardan olmaktadır. Çünkü bu kıyas, istisnadan önce bilinen şeyi sonuç vermektedir. İbn
448
449
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.37. İbn Sina, a.g.e, s.38. 351
Sina, istisnalı kıyaslardan faydalı olanın yalnızca istisnadan sonra bilinen şeyi sonuç veren
istisnalı kıyas olduğunu belirtir.450
Bazen nedensel kanıtlamada orta terim, varlıkta büyük terimin gerçekte nedenlisi
(mal‘ûl) olur, ancak büyük terimin küçük terimdeki varlığının nedenlisi olmaz aksine her ne
kadar gerçekte büyük terimin nedenlisi olsa da nedenin (illet), nedenlideki varlığının nedeni
olur. Çünkü nedenin önce bir şey için mevcut olması ve o şeyin nedenin nedenlisi olması
sonra da nedenin, o nedenli vasıtasıyla başka bir nedenli için mevcut olması ve dolayısıyla bu
aracının varlıkta büyük terimin nedenlisi olması fakat onun, başka bir nedenlide o nedenin
varlığının nedeni olması mümkündür. Zira ‘şeyin varlığı’ ile ‘şeyin bir şeydeki varlığı’ aynı
değildir. Buna bağlı olarak da ‘bu şeyin nedenlisidir’ denmesi, sonra da ‘fakat o, bu şeyin
başka bir nedenlideki varlığının nedenidir’ denmesi birbiriyle çelişmemektedir. Örneğin;
ateşin hareketi onun doğasının nedenlisidir. Sonra o hareket meydana geldiği şeyde ateşin
doğasının meydana gelmesinin nedeni haline gelebilir ve ateşin doğası o şeye etki eder.
Bundan dolayı orta terim yapılan şey, ateşin doğası değil onun hareketidir. Zira ateşin doğası,
yakmanın bizzât nedeni değildir, onun yakmanın nedeni olması, bir nedenlinin aracılığıyladır
ki bu nedenli, ateşin doğasının mesela yanan şeye teması veya yanan şeye doğru
hareketidir.451
Nedensel kanıtlamada büyük terimin varlığının mutlak olarak nedeni olan şey, onun
yani büyük terimin bütün konularda ve bütün küçük terimlerdeki varlığının da nedeni olur.
Aksi halde büyük terimin mutlak olarak nedeni olmaz, bir konudaki varlığının nedeni olur.
Büyük terimin küçük terimdeki varlığının nedenine gelince bunun, mutlaka büyük terimin de
nedeni olması zorunlu değildir, yukarıdaki örnekte olduğu gibi onun nedenlisi (ma‘lûl) de
olabilir.452
Burada İbn Sina’nın neden burhanına ilişkin değindiği önemli bir noktayı ortaya
koymamız gerekir. Daha önce ifade edildiği gibi neden kanıtlaması bilfiil-yakın-bizzât
nedeni veren kanıtlamadır. Fakat böyle olmadığında burhanın neden burhan olamayacağı
anlamına gelmez. Çünkü İbn Sina’ya göre neden burhanı, yalnızca bilfiil yakın nedeni veren
burhan değildir, burhan açıkladığı şeyi nedenle ve kesinlik’le açıkladıktan sonra ve ondaki
açıklama nedenlere çözündükten sonra bilfiil yakın nedeni vermese de bu neden burhanıdır.
Bununla birlikte daha önce yer verildiği üzere ‘neden burhanı büyük terimden uzak nedeni
verdiğinde neden burhanı olmaz’ sözünün İbn Sina şu anlama geldiğini belirtir: Örneğin
450
451
452
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.38. İbn Sina, a.g.e, s.31. İbn Sina, a.g.e, s.32. 352
küçük terim C, orta terim B, büyük terim A’dır. Fakat B, C’nin A olmasının yakın nedeni
değildir; B, C’nin A olmasının nedenidir, çünkü D’dir. B’nin A olduğu verisine sahipsek ya
B’nin A olduğu bilgisi bizim için kesindir ve tarafımızdan kabul edilir ya da böyle olmaz.
Şayet tarafımızdan kabul edilmezse bu kıyas, varlık burhanı olmak bir yana burhan bile
olmaz. Şayet D yönünden olmaksızın kabul edilirse ‘bütün B’lerin A olduğu’ şeklindeki
kesinimiz tam bir kesin olmaz ve bizim çıkardığımız ‘bütün C’ler A’dır, çünkü o B’dir’
sonucu gerekli ve tam bir kesinlikle kesinlenmiş olmaz. Fakat daha önceden D, A olduğu için
bütün B’lerin A olduğunu biliyorsak veya bu gecikmekle birlikte bilinmişse bu takdirde
burhan, salt varlık burhanı olmaz.453
Konunun başında tanımını yaptığımız gibi neden burhanı kendisinde orta terimin,
büyük terimin küçük terimdeki varlığının hem tasdik bakımından hem de varlıkta gerçek
nedeni olması bakımından neden olduğu burhandır. Fakat İbn Sina, buraya kadar üzerinde
durulan neden burhanına ilişkin bütün bu detaylı bilgilerden hareketle neden burhanları
içerisinde tam ve sürekli kesinliği veren neden burhanında bunun yani orta terimin, büyük
terimin küçük terimdeki varlığının söz konusu nitelikte neden olmasının yeterli olmadığını
belirtir. İbn Sina ‘peki o zaman niçin neden burhanını anlatmak için Ay tutulması gibi belli bir
vakitte zorunluluk ve süreklilik bildiren matlubları örnek olarak zikrettiniz?’ muhtemel sorusu
karşısında bu örneklerin sadece musamaha yoluyla burhanı anlatmak için verildiğini ifade
eder. Dolayısıyla burada aslonan konuları anlamak olduğu için İbn Sina’nın her defasında yeri
geldiğinde kullandığı ifadesiyle ‘örnekler üzerinde tartışma olmaz.’ Esas itibariyle Ay
tutulması, kışın yaprakların dökülmesi gibi muvakkat sürekliliklere dair getirilen burhanın
getirdiği neden ve bu nedenin nedeni olduğu şeyin sürekli olması zorunlu değildir. Bu tip
burhanlardaki neden, ifade ettiği kesinliği herhangi bir vakitle sınırlı olarak ifade eder.454
İbn Sina, aynı örneği bir başka yerde farklı bir bakış açısından hareketle
yorumlamaktadır. İbn Sina’ya göre, mutlak manada alındığında Ay tutulması kendi başına bir
türdür. Bu tür aklî ve tümel bir doğadır. Dolayısıyla bu türsel doğanın burhanı ve tanımı da
zâtî, sürekli ve kesindir. Bir vakitte gerçekleşen Ay tutulması da böyledir. Çünkü Ay
tutulmasının bir vakitte gerçekleşme durumu, onun bir vakitte Ay tutulması tasavvurunun,
birden fazla gerçekleşmesi için söylenmesine engel değildir. Tıpkı Güneş ve Ay’ın
anlamlarının tasavvurunun, birden fazla güneş ve Ay’a söylenmesine engel teşkil etmediği
gibi. Çünkü şu vakitte gerçekleşen tutulmanın çok olmamasının nedeni, anlamı tasavvur
edildiğinde bu tasavvurun, onda bir çokluk bulunmasını engellemesi değil, tasavvurun
453
454
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.39. İbn Sina, a.g.e, s.38. 353
kendisinin dışında başka şeylerin yokluğunun ve imkansızlığın denk gelmesidir. Çünkü
Güneş, Ay, âlem yalnızca bir tanedir. Fakat İbn Sina, salt belirli bir vakitte gerçekleşen
duyulur ve belirli olan tutulmadan söz edilirse bu durumda burhan, tıpkı diğer oluş ve
bozuluşa konu olanları içermesi gibi bunu bilaraz içerir. Dolayısıyla bir tutulma hakkındaki
burhan, onun tek bir tutulma olması yönünden kurulmaz, aksine olmuş ve yinelenmiş veya
vehmin onunla birlikte varlığını mümkün gördüğü bütün sayısal tutulmaların ortak olduğu
mutlak tutulma olması yönünden kurulur.455
5.2.3. Varlık ve Neden Kanıtlamasının Kullanılma Tarzları
Varlık ve neden burhanı iki şekilde gerçekleşir. Birincisi; tek bir matlûbun olması ve
onun hakkında iki kıyas olmasıdır. Birinci kıyasta şeyin ilk nedeni yani onu zâtı gereği
zorunlu kılan yakın nedeni ortaya konulmaz, bu neden diğer kıyasta ortaya konur. Böylece iki
kıyas da matlûba dair nedeni vermekte ortak olurken iki noktada birbirlerinden ayrılırlar.
Ayrıldıkları noktalardan birisi, kıyaslardan birisinin uzak nedeni vermesi diğerinin ise yakın
nedeni vermesidir. Ayrıldıkları noktalardan bir diğeri ise kıyaslardan birisinde bir orta terimeki bu yakın neden ve yakın nedenlidir- muhtaç olan bir öncülün bulunması ve bundan dolayı
onda tahkik edilmiş gerçek nedenin verilmemiş olması, diğerinde ise buna muhtaç bir öncülün
bulunmamasıdır. Varlık ve neden burhanın gerçekleştiği ikinci tarz ise; söz konusu iki
kıyastan her birinde gerek uzak gerekse de yakın bir nedenin verilmemesi ama birinde
kesinlikle neden olmayan bir şeyin verilmesidir. Çünkü neden olmayan şey, öncülün diğer bir
terimine döndürülmüş olabilir, ister neden olmayan şey diğerinin nedenlisi olsun isterse
diğerinin neden ve nedenlisi olmasın fark etmez.456
Varlık ve neden burhanın gerçekleşme tarzlarından birincisiyle ilişkili olarak İbn Sina,
öncelikle Aristoteles’ten şu pasajı aktarır ve bunun yorumu üzerinden bu tarzı örneklerle
ortaya koyar: ‘Orta terimin dışarıya konulduğu şeylerde, şayet neden ile bizzât kendisinden
haber veriliyorsa burhan neden burhanı olur; şayet neden ile bizzât kendisinden haber
verilmiyorsa burhan, neden burhanı değil varlık burhanı olur.’ İbn Sina, burada Aristoteles’in
neden ile yakın nedeni kast ettiğini belirtir.457
İbn Sina, Aristoteles’in yukarıda yer verilen pasajda ‘orta terimin dışarıya konulduğu
şeyler’ ifadesini iki şekilde yorumlamaktadır. Birincisi, kıyasın terimlerinin dizilişinin birinci
şekilde olmaması, aksine sözgelimi ikinci şeklin dizilişine göre olması ve böylece orta terimin
455
456
457
İbn Sina, Kitâbu’ş-Şifâ, II.Analitikler (Burhân), s.119, 120. İbn Sina, a.g.e, s.148. İbn Sina, a.g.e, s.150. 354
dışarıda olması ve yakın nedeni vermemesidir. Örneğin; ‘duvar solumaz; çünkü o canlı
değildir; her soluyan ise canlıdır’ gibi. İkinci yoruma göre İbn Sina, Aristoteles’in burada orta
terim’le hem kıyastaki hem de varlıktaki orta terimi kast ettiğini belirtir ki burada orta terim
döndürülebilir (mün‘akis) olan yakın nedendir. Bu yoruma göre orta terimin dışarıya
konulmasının anlamı da, orta terimin kıyasın parçalarında dizilmiş olmaması aksine dışarıda
bırakılmış olmasıdır.458
Söz konusu örnekte duvarın soluyan olmamasının nedeni, kıyasa konulan şey yani
‘canlı olmaması’ değildir, aksine dışarıda bırakılandır yani ‘duvarın akciğer sahibi
olmaması’dır. Çünkü mutlak olarak ol