26. Hamza Aygün

Transkript

26. Hamza Aygün
Hamza Aygün
HAMZA AYGÜN
Eğer bazen kendi kendinize, “İnsan hafızasının gücü nedir?” diye bir
soru sorarsanız, cevap bulmak için fazla
araştırma yapmanıza gerek yoktur. Hamza Aygün amcamın bu kitapta Iğdır için
söylediklerini okumanız yeterli olacaktır.
Binlerce ismin ve olayın, zaman
ve mekân boyutunda, hiçbir karışıklığa
yol açmadan, bir mantık çizelgesi içinde
yer aldığını görünce şaşırıp kalacaksınız.
Bizim için “kaos” gibi görünen olaylar,
onun hafızasında hiç bozulmamış bir
Hamza Aygün
yapıda ve apaydınlık olarak varlıklarını
devam ettiriyorlar.
Bilmek istediğiniz bir olay veya şahsın, henüz telâffuzunu dahi tamamlamadan, Hamza amcam, devreye girer, özgüven dolu ve kesin bir dille,
“Oraya nokta koy!” der. Bu kısa cümle, “Tamam bu konuyla ilgili tüm bilgileri hatırladım. Anlatmaya hazırım!” anlamına gelirdi.
Aşağıda okuyacağınız ve benim “Bir Iğdır Epizodu” olarak adlandırdığım ilginç olaylar ve hatıralar toplamını konuşmak ve not almak niyetiyle,
defalarca, Hamza amcamın evine misafir oldum. Zihnimin yorgun düştüğü
anlar Şükran teyzemin çay ve kurabiye ikramları ihtiyacım olan enerjiyi yeniden kazandırdı. Saatlerce süren söyleşilerden her seferinde Iğdır’la ilgili yeni
bir anlayış ve sezgi kazanarak çıktım.
Kanımca, Hamza amcamın anlatımlarını derlediğim bu bölümü, her
Iğdırlının baştan sona büyük bir sorumluluk duygusuyla okuması gerekir.
Şimdi sizleri Hamza Aygün amcayla baş başa bırakıyorum. Eski Iğdır’a iyi yolculuklar...
Prelüt (Açılış)
Herkesin bir yeteneği ve bir ilgi alanı vardır. Benim için, insanlar ve
konuştukları konular oldum olası hep ilgimi çekmiştir. Bir gördüğüm simayı
kolay kolay unutmam; yapılan bir sohbeti, anlatılan veya yaşadığım bir olayı
aradan yıllar geçse dahi en ince ayrıntılarına kadar hatırlarım.
1930’lu yıllarda kasaba merkezinde Ağasen’in Kahvesi olarak bilinen
bir kahvehanemiz vardı. Kahvehane gün boyu tıklım tıklım olurdu. Özellikle
Iğdırmavalı müdavimlerimiz bir masanın etrafını alır, sesli sesli sanki kavga
ediyormuşlar gibi tatlı sohbetlere dalarlardı. Ben, çocuk yaşımdan itibaren bu
284
Iğdır Sevdası
kalabalığın içine karışır, kendimden yaşça büyük bu insanların anlattıklarını
merakla dinlerdim. Yaşım küçüktü ama ruhum geniş ve hafızam güçlüydü.
Duyduğum her şey, sanki benim için anlatılıyormuş gibi özel bir önem taşırdı.
Ve ben bu “yaşayan Iğdır” ruhumu bugüne kadar hiç kaybetmeden korumasını bildim. Yeni kuşaklara, kendilerini daha iyi tanımaları ümidiyle, şahit
olduğum bu bilgileri aktarmayı görev biliyorum. Anlatacaklarım ümit ederim
ilginizi çekecektir.
A.
AİLEM
“Büyük dedem Zerman Ali”
Osmanlı, Rus ve İran devletleri Kafkasları kontrol etmek için uzun
yıllar birbirleriyle savaşıp durdular. Bu savaş bölgesinin orta yerinde, bugünkü Ermenistan devletinin kuzeyinde, Tavus ve Kazak illerine yakın bir yerde,
Dilican/Delican adlı bir kasaba vardır. Ali isimli büyük dedem bu kasabanın
yerlisiymiş. Mesleği sarraflık ve kuyumculuk olduğu için halk arasında “Zerman Ali” olarak bilinirmiş. (“Zer” Farsça “altın”, “zerman” da “kuyumcu”
anlamındadır.)
1877-78 Osmanlı-Rus savaşı büyük dedemin oturduğu bu kasaba
Ağa Hasan ve Halime Hatun Torunlarıyla (1935)
Çocuklar Sağdan Sola: Hamza, Yusuf, Yakup, Kadriye, Yunus
halkının güvenliğini tehdit edince, tüm aile güneye, İran’a doğru göç etmişler. İran’da Maran kasabasına yerleşip yeni bir yaşamı sıfırdan başlatmışlar.
Varlıklı bir aile oldukları için bu kasabada gayri menkuller alıp kısa sürede
zengin ve saygı duyulan bir aile olmuşlar.
Bir gün bu bölgede yapılan seçimler nedeniyle bazı ihtilâflar ve kavgalar olmuş. Ali dedemin Mirze Bağır adlı oğlu vurularak öldürülünce aile bu
285
Hamza Aygün
kasabada daha fazla kalmak istememiş.
Kardeşlerden Mehdi, ailesini yanına alıp Dilican kasabasına geri
dönünce aile parçalanmış ve o günden sonra da Mehdi’den hiçbir haber alamamışlar. Geriye kalan aile fertleri hep birlikte Iğdır bölgesindeki Arapkir
(Bayraktutan) köyüne gidip yerleşmişler. O zamanlar Arapkir, “Yukarı Arapkir” denilen bir yerdeymiş. Zamanla Aras nehri yatağını değiştirince Yukarı
Arapkir köyü yok olmuş, bu köyün ahalisi Aşağı Arapkir denilen bugünkü
köy yerine gidip yerleşmişler.
Kaça-Kaç yılları ve Maran’a geri dönüş
Ailemiz Arapkir’e yerleştikten sonra çiftçilikle uğraşmış, özellikle
üzüm bağları yetiştirmişler. Bölgede Ermeni saldırı ve baskıları artınca can güvenliği nedeniyle
İran’ın Maran kasabasına geri dönmüşler.
1917 Rus Devriminden sonra Rus ordusu terhis olup geri çekilince, ellerindeki silah
ve cephaneyi Ermeni komitacılara vermişlerdi.
1918 yılında Osmanlı ordusu da terhis edilip eski
Osmanlı-Rus sınırına çekilince, Ermeni komitacılar bu durumdan yararlanıp bölgede bir Ermeni
devleti kurmak için harekete geçtiler. Müslüman
Hamza Aygün
halk üzerinde baskı ve tedhişlerini artırdılar.
Buna dayanamayan Müslüman halk evlerini ve köylerini terk edip İran’a
çekildiler.
1917-1918 yıllarında, ailemiz İran’ın Maran kasabasında iken, Türk
ordusu Ermenileri yenilgiye uğratıp Naxcıvan’a giriyor. (Şevket Süreyya
Aydemir, “Suyunu Arayan Adam” isimli kitabında Türk ordusunun Şerül
kasabasına kadar ilerlediğini kaydeder.) Dedem bu haber üzerine ailesini alıp
Iğdır’a doğru yola çıkmaya heveslenir fakat Osmanlı ordusunun terhis edildi286
Iğdır Sevdası
ği haberi gelince, Maran’da bekleyip olayları izlemeye karar verir.
1918 yılından sonra gerek Batının desteği gerekse Ruslardan kalan
silah ve cephane sayesinde Ermeniler geniş bir bölgeyi ellerine geçirirler. Ermeni tarihçi Koçarizade’nin, “Yanlış yaptık. Devletimizi tam kurmak üzereyken hiç neden yokken Oltu’daki Türk ordusuna saldırdı” sözleriyle ifade ettiği
olay cereyan eder. 20 Eylül 1920 tarihinde TBMM, Erzurum’daki 15.Kolordu
komutanı Kâzım Karabekir Paşa’yı, Ermeni Harekâtı için görevlendirir. Türk
ordusu çeşitli savaşlarla Ermenileri bölgeden geri çekilmeye zorlar. En son
savaş olan Kars kuşatmasında Türk ordusu 9 şehit vererek şehri ele geçirir.
Ermenilerin zayiatı 1100 kadardır. Bu olayın izleyen günlerde, Bayazıt’taki
askeri birliklerin Iğdır’a hareket etmeleri emredilir. Çille sınırını geçen Türk
ordusu Aras nehri sınır olmak üzere, Nahcıvan’a kadar olan bölgeyi ele geçirir. Türk ordusu Gümrü’yü ele geçirince Ermeniler barış yapmak zorunda
kalırlar. Bunu izleyen Kars ve Moskova anlaşmalarıyla bugünkü sınırlar güvence altına alınmış oldu.
Iğdır’a dönüş
Türk ordusunun Iğdır’a girdiğini haber alan dedem ve ailesi Arapkir
yerine Iğdır kasaba merkezine gelip yerleşmişler.
Iğdır kasaba merkezi tamamen boşmuş. Dedem, kısa sürede Iğdır’ın
ilk lokanta, kahve ve otelini derme çatma bir binada hizmete sokmuş. Bu yer
halk arasında “Ağa Hesen’in kahvesi, lokantası, oteli” olarak bilinir olmuş.
Babaannem Halime Hatun
Babaannem Halime Hatun ve Mir Cabbar Ağa (Yeşilyurt) amca çocuklarıydılar. Iğdır’ın renkli siması Cabbar Ağa ne zaman nenemin yanına
gelse onu sevecen bir dille “Emmi kızı” diye çağırırdı. Bu söyleniş tarzı çok
geçmeden nenemin halk arasındaki lakabı olmuştu: “Emmi kızı”
Nenem şifa dağıtan, yetenekli bir hekimdi. Evimizin önünde her zaman birkaç araba olur, insanlar uzak yerlerden gelip dertlerine deva ararlardı.
Nenemin ilaçları çeşitliydi. Kelliği, kataraktları, fıtıkları, her türden
çıbanı iyileştiren ilaçları vardı. Bununla yetinmez bazı durumlarda ebe olarak
tanıdığı ve sevdiği ailelere hizmet verirdi. Bazen de doğum zorluğu çeken ve
durumu acil olan kadınlara gönüllü yardımcı olurdu. (Babaannem, bu sosyal
hizmetlerine karşılık bir ücret talep etmezdi.)
Babamın dayısı Mir Kasım Ağa Arapkir köyüne yerleşti orada vefat
etti. Tek kız torunu Hacı Muzaffer Beyle evlidir.
287
Hamza Aygün
Babam Rıza Aygün
Babam 1317 (1901) doğumluydu. Ailesi otel ve lokanta işinden iyi
para kazanınca, kendisine 1929 yılında “Ford” kamyon aldı, -Kamyonlar bugünkü kamyonet büyüklüğündeydi. Zaten büyük bir vasıta için yolların durumu da uygun değildi-, Doğubeyazıt, Karaköse, Kars ve Kağızman’a arasında
posta arabası olarak çalıştırmaya başladı.
Kamyonun arkasında iki sıra
halinde oturaklar vardı. Karşılıklı altı
kişinin sığabildiği bu bölmeye ek olarak, şoför mahallinde de bir kişilik yer
olurdu. Bazen, duruma göre, arkadaki
oturakları katlanıp, 1.5 tonu geçmeyen
yük taşımak da mümkündü.
Kamyon eskiyince babam bu
emektar arabayı elden çıkardı, şoför
olarak Kooperatifte -1937’de Tarım
Birlik Kooperatifi kurulmuştu- çalışmaya başladı. Balyalanan pamuklar
Trabzon’a taşınıyor, oradan da gemiyle
İstanbul ve Avrupa’ya dağıtılıyordu.
Babam askerliğini ben doğmadan önce (1926) yapmıştı. İkinci Dünya Savaşı başlayınca, şoföre ihtiyaç Soldan Sağa: Rıza Aygün, Hamza
nedeniyle, babamı “ihtiyati” kaydıyla
Aygün(Çocuk), Cengiz Yeşilyurt
yeniden askere aldılar (1940). Sarıkamış’ta 18 ay hizmet veren babam terhis olup eve döndü.
Dedem Hesen Ağa 1943 yılında vefat etti. “Iğdırmava Mezarlığı”na,
Ağa Dede’nin yanı başına defnedildi. Bu mezarlık Mir Cabbar Ağa, nenem
Halime Hatun ve küçük kardeşimin de ebedi istirahatgâhıdır.
Yeni bir kamyon
1945’de, Amerikan Hükümeti, belediyelere dağıtılmak şartıyla
Türkiye’ye kamyon göndermişti. Böylece, Iğdır belediyesi “Chevrolet” ve
“Ford” marka iki kamyon sahibi olmuştu. Sekiz silindirli, iri cüsseli bu kamyonlardan babam, “Ford”un; Torun ailesinden Hasan Saygı da “Chevrolet”in
şoförlüğünü üstlenmişti. Babamın bu görevi 1949 yılına kadar devam etti.
Şoförlük zor ve aranan bir meslekti. Atölye falan olmadığından şoför
kamyonun tamir işinden de sorumluydu.
Belediye kamyonları posta arabası -hem yük hem yolcu- olarak çalışırdı. Kasanın içi tıka basa yükle doldurulur, yolcular da üzerine abanırdı.
288
Iğdır Sevdası
Cumhuriyetin 10. Yıldönümü Kutlamaları (1933 Iğdır)
Soldan Sağa: Hasan Saygı, İsmail Özgür, Rıza Aygün (Kravatlı), Hüseyin Yardım, Bekçi Başı Hali Bey ve Kaymakam
(Not: Takın üzerindeki halılar Rıza Aygün’ün evinden ödünç alınmıştı.
Rengârenk bir görünüme sahip bu taka halk arasında “Alakapı” lakabı
takılır. Takın üzerindeki panoda şöyle yazar: “Kahraman Türk milletinin
mukaddes bayramını Iğdır Belediyesi tebrik eder”)
1949 ve 1952 yıllarında babam; Mehmet Karadeniz, Mutemet Hüseyin ve Hüseyin Yardım’la (Ali Yardım’ın kardeşi) birlikte simsarlık işine
girdi.
1952’de askerlik dönüşü kamyon almak sevdasıyla arsalarımızın bir
kısmını satıp gerekli olan parayı - 7000 lira- zar zor bir araya getirdik. Başka
masraflar da eklenince masrafı 9000 liraya ulaşmıştı. Ortak bulmamız kaçınılmazdı. Bir zaman ortaklı işleyen kamyon, ortağın çekilmesiyle babamın üzerinde kaldı. Babam bu görevini tek başına 1966 yılına kadar devam ettirdi.
Kars’ta Kolçakoğlu acentesinin sahibi, yakın arkadaşı, babama,
“Artık benzinle çalışan kamyonların yerine randımanı çok daha iyi
mazotlu kamyonlar satılıyor. Gel sana bir tane alalım!” diye öneride bulunmuştu.
Babam kamyonunu satmış; üzerine de cebinden para koyup arkadaşına vermişti. Ancak Kolçakoğlu acentesi zamansız iflas edince, babamın hakkı
olan kamyon Kasım Bağcı Bey’e gitmiş, acente da fırsatta istifade babamın
parasının üzerine yatmıştı.
Aslen Kacerdoğanşalı olan Kasım Bağcı aydın, konuşmasını bilen,
kültürlü birisiydi. Ailesi herkes tarafından sevilip sayılırdı. Amcası Meşe
Abdullah da manifatura işindeydi. Kamyon aldıktan sonra bu ailenin kaderi
289
Hamza Aygün
değişmiş, yavaş yavaş yeni bir mesleğe, kamyonculuk ve taşımacılığa yönelmişlerdi.
Babamın Vefatı
Bu tatsız olay babamı çok üzmüştü. Arkadaşının “kaparo”ya el koyup
ortadan kaybolması kalbini kırmış, üzerinde derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Gerçi yaşamını ikame ettirecek parası ve maddi gücü vardı ama bir
dostun (!) acımasız vefasızlığı ve fırsatçılığı onun kalbine ağır bir yük gibi
oturmuştu.
Babam 1968 Kasım ayında, iftar yemeğinden hemen sonra kalp krizi
geçirmişti. Pratisyen doktor muayene etmiş fakat teşhis etmekte aciz kalmıştı.
Babam, ertesi gün sabahleyin, kendisini ziyarete giden kayın pederimle (Kamerli İbrahim) sohbet ederken aniden fenalaşıp, ruhunu teslim etmişti.
Babam Narınçoğlu mezarlığına defnedildi.
Kardeşlerim
Tohit’in Erken Ölümü
Tohit isminde, ilkokul beşinci sınıf öğrencisi bir erkek kardeşim vardı.
Kış günüydü. Babamla hamama gitmişler, öğleden sonra da mahalle
arkadaşlarıyla sokakta oynayarak vakit geçirmişti. O gün aniden rahatsızlandı. Difteriye yakalanmıştı. Doktor penisilin için reçete yazmıştı ama piyasada
bu ilaç yoktu.
Kardeşim ikinci gün vefat etti.
Yusuf Aygün
Yusuf, 1929 doğumluydu. Ortaokulu Iğdır’da bitirdikten sonra İstanbul’da Yapı Kalfa meslek okuluna devam etti. Mezuniyetinden sonra Amasya’nın Gümüşhacı ilçesinde belediyenin fen memuru olarak görev yaptı.
Yusuf, Almanya’da eğitim yapmayı kafasına koymuştu. Askerlik izni
için Iğdır’a geldiğinde, niyetini bize açıkladı: “Mimar olmak istiyorum. Yol
ve okul masrafım için biraz para biriktirdim ama okulu bitirebilmem için yardımınıza ihtiyacım olacak” dedi.
Yusuf, 1951’de Almanya’ya gitti. Bildiğim kadarıyla Iğdır’dan Almanya’ya eğitim için giden ilk gençti. Türk işçi göçü henüz başlamamıştı.
Yusuf’un yolculuğu aileyi hem heyecanlandırmış hem de gururlandırmıştı.
Yusuf, Mimarlık eğitimine hemen başlamıştı. Ayda 270 TL kadar para
gönderiyorduk. Döviz alım-satımı serbest olmadığından para gönderme işi
290
Iğdır Sevdası
zahmetli ve bürokratik işlem gerektiriyordu. Milli Eğitim Bakanlığının permisiyle (izin) parayı Merkez Bankası’na yatırıyor, 270 liranın karşılığı 700
DM’ı kardeşime aracı bankalarla ulaştırılıyordu. Bu meblağ, savaştan yeni
çıkmış Almanya’da okuyan bir öğrenci için çok iyi bir paraydı.
Alman kızı Katty
Yusuf, Katty isimli bir Alman kızıyla nişanlanmıştı. Yakında Iğdır’a
gelip bizleri ziyaret edecekleri de mektupta yazılıydı. Yusuf, bu kızla tanışmasını bize şöyle anlatmıştı:
“Bir lokale gitmiş, bira içiyordum. Az ötemdeki masaların birinde bir
Alman ailesi oturmuş beni dikkatle izliyordu. Adam masama gelip, nazik bir
şekilde, “Kızım sizinle dans etmek istiyor” dedi. İçimden, “Canıma minnet!”
diye geçirdim. Kızlarını centilmen bir kavalye gibi kucaklayıp dans pistine
taşıdım. Tanışmamız her ikimiz içinde çok güzel ve duygusal olmuştu. Kız
sorular soruyor beni tanımak istiyordu. Dans faslı bittikten sonra aile beni
masalarına davet etti. Kız, babasının yanında, sıkılmadan, “Yusuf, seni tekrar
görmek istiyorum” dedi. Tanışmamız ve arkadaşlığımız bu şekilde başladı”
Yusuf, uzun boylu ve yakışıklıydı.
Kız, “Yusuf’la evleneceğim” diye diretince, makul ve dikkatli babası:
“Kızım evlenmeden önce Yusuf’un ailesini ziyaret edip tanımalısın.
İleride olur ya Türkiye’de yaşamak zorunda kalabilirsin. Eğer yaşam biçimiyle hoşnut kalırsan, evlen!” demiş.
Yusuf’un Iğdır’a hemen gelmesine istekli değildim. Ev inşaatı nedeniyle aile düzenimiz dağınıktı. Yusuf sözümü dinlemeyip nişanlısıyla birlikte
1955 yılının bir yaz günü Türkiye’ye doğru yola çıkmıştı bile.
Katty Iğdır’da
Yusuf ve Katty, Erzurum’a gelmişlerdi. Iğdır’a vasıta bulamayınca ortalıkta dolaşıp durmuşlar, çaresiz kalınca da yardım aramaya koyulmuşlardı.
Tesadüf, Yusuf’un meslek okulundan arkadaşı İsmail karşılarına çıkmıştı.
Karayollarında görevli İsmail, arkadaşına bir cip tahsis edip, uğurlamıştı.
Yol genişletme ve stabilize çalışmaları yapıldığı için, cip toz duman
içinde Iğdır’a doğru yol alıyordu.
Biz, kalabalık bir grup yola çıkmış, yanımızda kurbanlık koyun, cipin
gelmesini bekliyorduk. Meraklı bir kalabalık etrafımızı almış, coşkulu ve neşeli havada, misafirler hakkında tahminler yürütüyor, çene çalıyordu..
Cip toz bulutu içinde uzakta görünmüştü. Herkesi heyecan ve merak
sardı. Kasap da eline bıçağı almış, yere yıktığı koçun boynuna abanarak hazır
291
Hamza Aygün
bekliyordu. Cipten, elbiseleri, yüzü gözü toz içinde Yusuf ve Katty, bitkin
halde çıktılar.
Katty’nin gözü kasabın acımasız (!) bıçağına ilişmişti. Kasap, zevkle
ve neşeyle zavallı (!) hayvanı öldürmeye çalışıyordu. Katty anlamadığımız
dilde acı bir çığlık attı. Duruma müdahale eden Yusuf nahoş durumu bize
tercüme etti. Katty, ilk kez bir hayvanın gözleri önünde boğazlandığına şahit
oluyormuş! Yusuf, geleneklerimizi anlatıp Katty’i teskin etti, hep birlikte evin
yolunu tuttuk.
Yusuf, “Ağabey, hamamda numaralı
kabinde yer ayırt, temizlenip yorgunluğumuzu atalım. Kızla nişanlıyım, kabinlerimiz ayrı
olsun” dedi. Çocuklardan birisini tez elden
hamama gönderdim. Gelen haber iyi değildi.
Hamam, tamirat nedeniyle kapanmıştı. Artık
kendi gücümüzle Katty’e bir banyo hazırlatmaktan başka çaremiz yoktu.
Bu işin sorumluluğunu eşim Şükran
Hanım üzerine aldı. Bahçedeki ocakta, tezek ve
Hamza Aygün
odunla, acele bir teneke su kaynatıldı. Kocaman
leğenlerden birisini “dam” dediğimiz ambarlardan birisine koyup, Katty’e bir
güzel “Iğdır banyosu” yaptırdık.
“Sivrisinek zulmü”
Aradan birkaç gün geçmişti. Katty arada bir keyfince güneşleniyor,
merakla ortalıkta dolaşıyordu. Haberi duyan eş-dost ve akrabalar evimize
gelip misafirlerimizi merak ve sevgiyle ziyaret ediyorlardı. Birçoğu Katty’i
“gelin” gibi gördükleri için, yanlarında bilezik ve gerdanlık getirip Katty’e
takıyorlardı. Yusuf durumdan hoşnut değildi. “Biz daha evlenmedik” deyip
müdahale ediyordu. Katty ise olup bitenden habersiz, koluna ve boynuna
takılan altınları ilgiyle inceliyordu.
Henüz dördüncü gün dolmamıştı. Birden Katty ile Yusuf’un sesli sesli
tartıştıklarını duyduk. Yusuf’a,
“Ne var, ne oldu?” diye merakla sordum. Yusuf,
“Katty hemen Almanya’ya geri dönmek istiyor” dedi. Onca yolu
gelip, sadece üç gün kalmaları anlaşılır gibi değildi! Katty’nin yanına gidip
anlayabileceğini ümit ettiğim bir jestle,
“Olmaz! Olmaz!” demeye çalıştım. Benim ısrarımı anlayan Katty, üzgün bir şekilde bacağını gösterdi. “Aman Allah’ım!”, demekten kendimi zor
aldım. Sivrisinekler zavallı kızın bacağını yara bere içinde bırakmıştı. Demek
ki bizim vücudumuz ne de olsa bir bağışıklık kazanmıştı. Ama bu zavallı kı292
Iğdır Sevdası
zın durumu içler acısıydı! DDT gibi ilaçlar da olmadığından sivrisineğe karşı
yapabileceğimiz fazla bir şey yoktu.
Şaşkınlığımı gören Katty,
“Ben buralarda yaşayamam” deyip hıçkırarak ağlamaya başladı.
Kardeşim Kağızman’da görevliydi. Dağlık ve serin bir ilçe olduğu
için orada sivrisinek derdi yoktu. Kağızman’a gidilmesini önerdim. Ama
Katty Almanya’ya geri dönmekte ısrarlıydı.
Yusuf’a kızgındım:
“Birkaç ay sonra gelseydin bunlar olmazdı. İnşaat bitmek üzere!
Termosifonlu banyomuz olacaktı. Katty rahat edecekti” dedim. Yusuf, “Ne
yapalım!” dercesine ellerini yana doğru açtı.
Yusuf ve Katty’i Kars’tan İstanbul’a yolcu ettik.
Yusuf’un evliliği
Almanya’da Katty, Yusuf’a,
“Seninle evlenmem mümkün değil. Dünyalarımız çok farklı. Sen bir
Türk’sün ve bir gün nasıl olsa ülkene geri döneceksin. Benim orada yaşamam
mümkün değil” demiş. Yusuf her ne kadar, “Ben burada kalacağım “demişse
de kızı ikna edememiş. Aralarındaki nişan ve ilişki de sona ermiş.
Yusuf, Koblenz ‘de bir firmada mühendis olarak görev yapıyordu.
Yusuf’la Katty’i tanıyan bir mesai arkadaşı bir gün Yusuf’a,
“Niçin Katty’den ayrıldın?” diye sorunca Yusuf başından geçenleri
anlatmış. Kız, “Madem ki Almanya’da kalmaya niyetlisin beni al!”
demiş.
Yusuf bu kızla çok geçmeden evlendi. Kurt adında bir oğlu oldu.
Almanya’daki firmasından emekli olan Yusuf’un bir gün vefat haberiyle sarsıldık.
Yakup Aygün
1931 doğumlu Yakup ortaokul yıllarında “süper öğrenci” lakabıyla ün
yapmıştı. Maalesef, öğrenim döneminin savaş yıllarına rastlaması nedeniyle
yüksek tahsile devam edemedi. Askerlik dönüşü Diş Hekimi İsmail Altay’ın
yanına kalfa girdi. Becerisi ve zekasıyla dişçilik mesleğinin ayrıntılarını kısa
sürede öğrendi.
Sarıkamışlı Diş Hekimi Server (Canver) Bey, Kars’taki muayenehanesine ek olarak bir benzerini de Iğdır’da açmıştı. Haftada bir gün Iğdır’a
gelebildiği için, geri kalan günler işlerin yürütmesi ve organize edilmesi görevini Yakup’a emanet etmişti.
Piyasada ihtiyacı karşılayacak kadar dişçi yoktu. Dişçi kalfaları gerektiğinde bu mesleği, bir dişçinin nezaretinde icra edebiliyorlardı. Örneğin,
293
Hamza Aygün
“Dişçi İbrahim” ismiyle uzun yıllar Iğdır’da hizmet veren şahıs, Eczacı Edip
Bey’in yanında kalfa olarak çalışmıştı. Bir dişçinin yanında çalışarak bilgi ve
becerisini artırmış; fırsatını bulunca da kendi muayenehanesini açmıştı. Kardeşim de ileride kendi başına çalışabileceğini ümit ederek dişçilik mesleğini
kalfa olarak girmişti. Ancak tatsız bir olay onu bu isteğinden vazgeçirdi.
Bir gün bir vatandaş, diş tedavisi için muayenehaneye gelmişti (Haziran 1955). Dr. Server Kars’ta olduğu için kardeşim müdahale edip, iğne
yapmış. Nasıl olmuşsa vatandaş, “İğne boğazımdan kaçtı!” diyerek savcılığa
suç duyurusunda bulunmuştu. Sonradan, doktorlar arasındaki rekabet yüzünden, bir komplo olduğu anlaşılan bu olay yüzünden, mahkeme haklı olarak
kardeşimi meslekten men etti.
Yakup, bir süre Karayollarında çalıştı. Sonra Kars PTT’ye girdi. Bu
kuruluşta uzun yıllar hizmet veren Yakup, Mesudiye, Refahiye, Karayazı ve
son olarak da Kağızman posta müdürlüğü görevini üstlendi. Emekli olduktan
sonra Aras Kargonun müdürlüğünü ve bir meşrubat bölge bayiisin muhasebeciliğini yaptı. Ali Yardım’ın kızıyla evli olan Yakup sekiz kız çocuğu babasıdır.
Yunus Aygün
1933 doğumlu Yunus, Iğdır Ortaokulunu bitirdikten sonra Konya Ticaret Lisesine
devam etti.
Sömestr tatilinde, Iğdır’a bizleri ziyarete gelmişti. Yunus, ısrarla, Iğdırlı sevdiği
kızla hemen evlenmek istiyordu. Kardeşimin
bu davranışına anlam verememiştim. Ailemizin içinde bulunduğu koşulları biliyordu.
Evimizin bir odasında ben, bir odasında Yakup, bir odasında babam, üç aile zar-zor bir
araya sıkışmıştık.
Şükran Hanım ve Yunus Aygün
“Evlendiğin zaman nerede kalacaksın?” diye sordum; ama o kararını vermişti.
“Kız mektup gönderdi eğer evlenmesem başkasına verecekler” dedi.
Bu şekilde başlayan tartışma ve ikna turları arasında Yunus okulu bıraktığını
açıkladı.
Askerlik dönüşü yedek öğretmen olarak köy ilkokullarında görev
yaptı. Bu arada Dadaş Akar’ın kızıyla evlendi. Ziraat Bankası’na memur olarak girip Türkiye’nin çeşitli merkezlerinde çalıştı. Manisa Kırkağaç’da görev
yaparken vefat etti.
294
Iğdır Sevdası
Kardeşimi Narınçoğlu mezarlığında defnettik. Kürşad adında bir oğlu
ve bir kızı var.
Kız kardeşlerim
1936 doğumlu Kadriye, Mehmet Şöllü’yle evliydi. Aile İzmir’e yerleşti. Bir oğlu üç kızı var. Kızları öğretmen, oğlu İbrahim Şöllü de İzmir’de
avukat olarak görev yapıyor.
1948 doğumlu Nahide, Oruç Demirel’in hanımıydı. Kalp rahatsızlığı
nedeniyle vefat etti. Müge, Nejat ve Mubin isimli çocukları var.
Ve benim hayatım...
1926 Iğdır doğumluyum. (Nüfusa kaydım gecikmeli yapıldığından
nüfus cüzdanımda doğum tarihim 1927 olarak yazılmıştır.)
Ailenin ilk çocuğuyum. Bu yüzden daha ilk gençlik yıllarımdan itibaren aile ekonomisine katkıda bulunmak için üzerime küçük sorumluluklar
alırdım. (Evlerimiz, “Dedemin” marketinin olduğu binalardı).
12 Kasım İlkokulu
1933 yılında 12 Kasım İlkokuluna başladım.
Ülke savaştan yeni çıktığı
için, öğrencilerin yaşları arasında
garip bir dengesizlik vardı. 14-15
yaşındaki bir delikanlı 7 yaşındaki
bir çocuk aynı sınıfta olabiliyordu.
Okul idaresi, ilkokula başlayacak
öğrencileri “ihtiyat” ismini verdikleri özel bir sınıfta alıkoyup, düzenli
yoklamalarla seviyelerini test eder,
başarılı gördüklerini birinci sınıfa Ayaktakiler: Şükran Aygün, Kadriye
Aygün, Hamza Aygün; Oturan: Rubabe
gönderirdi.
Hanım (Aygün)
İlkokula başladığım günü
çok iyi hatırlıyorum. Elimde defter kalem sınıftan içeri girdiğim zaman şaşırıp kalmıştım. Sınıf arkadaşlarımın çoğu benden yaşlı abilerdi. Mahcup
mahcup onların arasında kendime bir yer bulup oturdum. Öğretmenimizin
adı Sadık Çetinkaya idi. Asıl mesleği fotoğrafçılık olan Sadık Bey çok iyi bir
insandı. Kızı Neşe de sınıf arkadaşımızdı.
Her 2-3 ayda bir, okul müdürü, diğer sınıf öğretmenleri ve bizim
öğretmenin oluşturduğu bir heyet sınıfa gelir, öğrencileri tek tek imtihan
ederdi.
295
Hamza Aygün
Kurul ilk geldiğinde beni de tahtaya kaldırdılar. “Ali” “Baba” gibi
kelimeleri tahtaya yazmamı istediler. Sonra, “Kıraat” denilen sınava sıra
geldi. Okuma kitabını açıp, kendi istedikleri bir satırı okutturuyorlardı. Olur
ya, metni ezberlemiş olabiliriz diye, bize okutturacakları cümlenin üst ve alt
kısmını elleriyle özenle kapatırlardı. Okuma faslı
bittikten sonra kurul üyeleri bir kanaat beyan ederlerdi. İlk sınavda başarılı olamamıştım.
Bazı aileler çocuklarının eğitimine özel
bir ilgi gösterir, okuma ve yazmaya kendi elleriyle
hazırlarlardı. Asaf Gürel adlı bir sınıf arkadaşım
da ailesinin yardımıyla sınavı geçip birinci sınıfa
başlamıştı. O gün “Niye başaramadım “ diye yüreğim burkulmuştu.
İkinci sınavda başarılı olmak için derslerimi ciddiye aldım.
“İhtiyat” sınıfından kurtulmak içini başka
sebepler de vardı. Teneffüslerde, “sınıf” okuyan Sol Başta: Şükran Aygün
öğrenciler, bahçe ve koridorlarda, benim gibi “ihtiyat” sınıfından öğrencileri aralarına alıp, alaycı bir şekilde,
“İhtiyat, ihtiyat! Başın koy yere yat!” diyerek nakarat tutarlardı. Fiyakayla ortalıkta dolaşır,
“Biz kıraat (okuma) yapıyoruz” diye böbürlenirlerdi.
Nihayet 2 ay sonra yapılan ikinci sınavı başarıyla geçip, birinci sınıfa
dahil edildim. Kendimle son derece gurur duyuyor, neşeden zıpır zıpır oynuyordum. Sınıf dağıldığı zaman koşarak eve geldim:
“Müjde! Müjde! Birinci sınıfa geçtim” diyerek sevincimi ev halkıyla
paylaşmak istemiştim.
Savaş Yılları
Ortaokul son sınıfa geçtiğim yıl, babam “ ihtiyat asker” olarak göreve
çağrılmıştı. En büyük çocuk olarak evin işi üzerime kalmıştı. Annem erkenden uyandırır, kahvehanemize gönderirdi. İşletmeye çeki düzen verdikten
sonra okula giderdim. Mütalâa (etüt) aralarında eve koşturup, ahırdaki 5-6
camışımızı (manda) artezyenden sular, tekrar koşarak okula dönerdim. Bu iş
yoğunluğu ve yorgunluk nedeniyle ortaokul son sınıfı tekrarlamak zorunda
kalmıştım.
Ortaokuldan sonra eğitim hayatım devam etmedi. Kardeşlerime okul
hayatlarında yardımcı olmam, ev ve kahvehane işlerinin sorumluluğunu üstlenmem gerekiyordu.
296
Iğdır Sevdası
Askerliğe Erzurum’da şoför olarak başladım. 1949 yılında İzmit Gölcük’teki birliğimden terhis oldum
Rahim Yadigâr’ın Yardım Eli
Askerliğimi bitirmiş trenle Iğdır’a dönüyordum. Sivas’ta “su molası”
(buharlı trenler için gerekiyordu) verince aşağıya inip peronda volta atmaya
başladım. Yakından tanıdığım Rahim Yadigâr ve eşi Saltanat Hanım yataklı
kompartımanın penceresinden “Hamza! Hamza!” diye bağırarak yanlarına
çağırdılar. Rahim Yadigâr, ortaokulda Matematik hocamdı. Ailece de tanışırdık.
“Nereye böyle?” diye sorunca, “Iğdır’a” diye cevapladım.
“N’apacaksın evlâdım Iğdır’da?.. Kahvehane ve lokantanız satıldı!” dedi. Üzgün, “Iğdır’a
uğrayıp durumu, vâziyeti göreyim. İş bulamazsam
İstanbul’a falan giderim” dedim. Saltanat Hanım
söze karışıp,
“Hiçbir yere gitmeyeceksin. Rahim sana iş
verecek!” dedi.
Rahim Yadigâr Kafkasyalıydı. Rus ordusunda subay iken, savaş yıllarında Tiflis’ten Kars’a,
oradan da Iğdır’a gelip yerleşmişti. Saygın ve önemli bir aileden geliyordu. Yıllar sonra ziyaret ettiğim
Şükran Aygün
Tiflis’te, baba evini gezip görmüştüm.
Rahim Yadigâr, Iğdır’da Rusça tercümanlık
yapmıştı. Kafkasya kökenli Kars Milletvekili Tezer Taşkıran bir gün Rahim
Yadigâr’a, Tarım Satış Kooperatifinde iş bulmaya söz vermiş. Böylece Rahim Yâdigar, 1937 yılında Şükrü Kasapoğlu’nun –sonraki yıllar Paksoy şirketinin sahibi- Iğdır’da kurduğu ve başkanlık ettiği Tarım Satış Kooperatifine
muhasebe müdürü olarak atanmıştı. Süleyman Bey, Iğdır’dan ayrılınca yerine
Rahim Yadigâr genel müdür oldu ve iki yıl bu görevi devam ettirdi.
Üç gün sonra Rahim Yadigâr’ın Tarım Satış Kooperatifindeki bürosuna gittim. Acele bir kararla, “Seni büro memuru yaptım” dedi.
En zor günümde bana yardım eli uzatmış Rahim Yadigâr’ı ve Saltanat
Hanımı bu nedenle saygı ve hürmetle anmak isterim.
Muhasebeciliğe İlk Adım
1949 Ekim ayında 60 lira maaşla Şamil Aslan Bey’in müdürü olduğu fabrika bürosunda göreve başladım. Taşburun, Tuzluca, Başköy ve Iğdır
Merkez olmak üzere dört Tarım Satış Kooperatifi ve bunlardan ayrı “Birlik”
kuruluşu vardı. Fabrika, Birlik’e bağlı olarak çalışırdı. Birlik’in muhasebe
297
Hamza Aygün
müdürlüğünü Kasım Özel isminde değerli bir ağabeyimiz yürütürdü.
Kasım Bey’in kendine özgü bir çalışma raconu vardı. Yardımcısı olmadığı için işleri biriktirir; sonra da bunları yazısı güzel ve muhasebe bilgisi
geniş fabrika müdürü Şamil Aslan Bey’e havale ederdi. Şamil Bey beni yanın
çağırır, yapılan işlemleri detaylı bana öğretirdi. Böylece ilk muhasebe bilgimi
Şamil Bey’in yanında almış oldum. Sonraki yaşantımda, mesleğimin temelini
oluşturan bu güçlü muhasebe bilgisini bana kazandıran bu çok değerli insan,
Şamil Bey’i her zaman saygı ile anarım.
“Kirve, bu yazı yazmaya benzemez”
Fabrikadaki işçilerin
çoğu muvakkat (geçici) olarak çalışırlardı. Kampanya,
Ekim ayından Nisan’a kadar
yoğun devam eder, geriye
kalan zamanda muvakkat
işçilerin işine son verilirdi.
Ekim ayında tekrar işçi alımı
yapılarak yeni sezona başlanırdı.
Hamza Aygün, Şükran Aygün
Bir gün merakla
fabrika bahçesine çıkmış,
bahçede çalışan işçilerin arasına karışmıştım. Fabrika müdürlüğü, presten
çıkan mahlûcu (çekirdeği alınmış ham pamuk) balyalara doldurma ve ağızlarını çuvaldızla dikme işini müteahhitlere ihale ederdi. Mehmet Atar (Atar’ın
oğlu Mehmet) bu işi üzerine almıştı. Akrabalarını yanında getirmiş, bu iş için
çalıştırıyordu.
Kazandığım para bana az geldiği için belki bir yevmiye koparırım
düşüncesiyle Mehmet Atar’ın yanına gittim.
“Ben de çuval dikeyim!” dedim. O da,
“Tamam! Bir yevmiye de sana!” dedi. Elime bir çuvaldız alıp balyalardan birisinin başına oturdum. Çuvaldızı sert balyadan geçirmek ve kuvvetle iki yandan bastırıp torbanın ağzını kapatmak gerçekten çok zordu.Tüm
gücümü kullandığım halde bu işe güç yetiremiyordum. Kan ter içinde kalmış,
üstelik elimi incitmiştim. Mehmet Atar, içine düşeceğim durumu herhalde
tahmin etmiş, uzakta durmuş yan gözle ve yarı gülerek beni izliyordu. Beceremediğimi görünce yanıma geldi. Kendine özgü aksanıyla,
“Bu yazı yazma işine benzemeeeeez!” dedi.
Mehmet Atar çok efendi bir insandı. Arada bir kumar düşkünlüğü
olurdu ama bu onun kişiliğine gölge düşürmezdi.
298
Iğdır Sevdası
Iğdır 12 Kasım İlkokulu 1936
(1) Şube Başkanın kızı Latife, (2) Mürvet, (3) Fatma, (4) Cahide Ertan, (5) Güvercin, (6) Şazimet,
(7) Yakup Kum, (8) Yaycılı Hasan, (9) Romanyalı Hüseyin (Öğretmen), (10) Elazığlı Hilmi Bey
(Öğretmen), (11) Aziz Güney, (12) Mehmet Turan, (13) Asker Beyoğlu, (14) İdirmavalı Sadık,
(15) Mehmet Ali (”Hakim”), (16) İdirmavalı Halil, (17) Arapkirli Rıza, (18) Hacı Karadağ, (19)
Hidayet Tekinbaş, (20) Nurettin Akın, (21) İslam Parlar, (22) Ahmet Uluhan, (23) Mezahim,
(24) Mehmet Karadeniz, (25) Ali Bilen, (26) Hakveyisli Paşa, (27) Enver Sever, (28) Cemalettin
Güneş, (29) Ali Hikmet Urlu, (30) Ali Kesemen, (31) Hüseyin Altay, (32) Bedri Güner, (33) Melekli İsmet, (34) Yusuf Ilgaz, (35) Tevfik Sement, (36) Asaf Gürel, (37) Kasım Akar, (38) Necef
Saygı, (39)Kamil Tekinbaş, (40) Yakup Aras (İbrahim Aras oğlu), (41) Hamza Aygün, (42)
Mustafa Ilgaz, (43) Nadir Karslı, (44)Kurban, (45) Halil Ulusoy, (46) Mahmut Yılmazoğlu, (47)
Nuri Hoca, (48) Vahit Erdem, (49) Yunus Aygün, (50) Neriman Hoca, (51) Müdür Nazmi Bey
Mahmut Uzman’la Geçen Günlerim
Her yıl Bakanlıktan müfettişler gelir defterleri pür dikkat gözden geçirirlerdi. Muhasebe müdürü Kasım Özel, işini ciddiye aldığı için müfettişler
tarafından sevilirdi. Kasım Özel disiplinli ve işini seven birisiydi. Her ay sonu
“mizan” dediğimiz gelir-gider sağlamasını çıkartır, yıl sonunda da detaylı bir
bilançoyu hazırlayıp Ticaret Bakanlığına gönderirdi.
Böyle bir rutin ziyaret sırasında müfettişlerden birisi, artık yakından
tanıdığı ve muhasebe bilgisine hayran olduğu Kasım Özel’e, “Niye burada
çalışıyorsun?” diyerek onu İstanbul’da başka bir şirket için çalışmaya teşvik
etti. Kasım Özel’in tayin olması üzerine (1952) Birlik’te muhasebe bilgisine
sahip geriye Şamil Aslan, Aydın Akgün, Musa Başkent ve ben kalmıştık.
Rahim Yadigâr görevden ayrıldıktan sonra Birlik idaresini Ziraat
299
Hamza Aygün
Iğdır Ortaokulu 1937-38
(1) Hayri Demirbaş (Şimdi Albay), (2) Kaptan Bedri Bey, (3) Yüzbaşı Selahattin Bey,
(4)Tarihçi Hüseyin, (5) Binbaşı Selahattin, (6) Okul müdürü Veli Orkun, (7) Neriman
Hanım, (8) Matematik hocası Hüseyin Bey, (9) Tabiat hocası Galip Bey, (10) Matematik hocası Rahim Yadigar, (11) Müzik hocası Emin Bey, (12) Tevfik Sement, (13) Ali
Kesem, (14) Yusuf Ilgaz, (15) Hamza Aygün, (16) Aziz Güney
Bankası müdürleri yönetti. 1955 yılında Mahmut Uzman banka müdürü
olarak, Birlik ve fabrika yönetiminden sorumlu oldu, muhasebe işlerini bana
yükledi. Gerçi muhasebe müdürü olarak Musa Başkent görev yapıyordu ama
işlerin asıl yükü benim üzerimdeydi.
Her gün Ziraat Bankasına gidip çalışmaları müdürün dikkatine sunuyordum. Bir gün Mahmut Uzman bana,
“Hamza tayinim çıktı, yakında gidiyorum” dedi. Mahmut Uzman’ın
bana yardım edebileceğini düşünerek,
“Bana yardımınız olur mu? Bankada iş bulabilir misiniz?” diye sordum. Mahmut Uzman,
“Gerçekten ister misin?” diye heyecanla lafa girdi.
“Evet, dedim, çalıştığım müessesenin (Birlik) bir geleceği yok. Yeni
bir yönetim kurulu pekâla işime son verebilir” dedim. Mahmut Uzman, kararımdan memnun, “Hemen bir dilekçe yaz getir, gerisine karışma” dedi.
Cezmi Öztekin’le geçen günlerim
Pamuk teslimi için Malatya’ya gitmiştim.
“200 lira maaşla tayinin Gümüşhane Ziraat Bankasına çıktı. Acele
gel” şeklinde bir telgraf aldım.
Iğdır’a dönüp, yolculuk hazırlıklarına başladım. Dostlarla vedalaştığım bir an Cezmi Öztekin’in Birlik’e genel müdür olarak tayin edildiğini
duydum. Birkaç gün sonra da Cezmi Öztekin Iğdır’a gelmişti.
300
Iğdır Sevdası
Cezmi Öztekin, 1952-53 yıllarında kısa bir süre için Iğdır Zirai Donatımda müdür olarak görev yapmıştı. Ama, hatır-gönül işlerine kendisini kaptırınca, çiftçi olmayan birçok kimse, Cezmi Öztekin’in samimiyetini kötüye
kullanarak kendilerine verilen Zirai Donatımın ilaç ve aletlerini el altından
satıp kişisel menfaat sağlamışlardı. Bu türden dedikodular ayyuka çıkınca
Cezmi Öztekin’in görevine son verilmişti. Cezmi Öztekin’i uzaktan tanırdım.
Kişisel dostluğum veya konuşmam olmamıştı.
Cezmi Öztekin, benimle özel bir görüşme talebinde bulundu.
“Demek gidiyorsun?” diye sorunca,
“Evet” demekle yetindim. Cezmi Öztekin,
“Sen gidersen sıkıntıya düşerim. İyi bir muhasebe elamanına ihtiyacım olacak. Eğer bana yardım edersen buraya bir çeki düzen vereceğim. İstesen
muhasebe müdürü istersen fabrika müdürü olursun. 400 lira maaşa ek iki
ikramiye alacaksın” dedi.
Bu öneri beni cidden çok zor durumda bırakmıştı. Eş-dost çevresi fırsatı kaçırmamamı, Iğdır’da kalmamı telkin ediyordu. 200 lira maaşla memur
yaşamının zorluklarını önüme çıkan herkes anlatıyordu. Zor bir karar verip,
Cezmi Öztekin’le çalışmayı kabul ettim. Fabrika müdürü olarak tayinim çıktı.
Tayini çıkan Mahmut Uzman’ı uğurlamaya gitmiştim. Vedalaştı.
“Bankada geleceğin daha iyi olacaktı!” dedi. Artık geri dönülmez bir
adım attığımı o da biliyordu.
Cezmi Öztekin son derece efendi ve kibar bir insandı. Babası TBMM
Birinci Dönem Bitlis Mebusanı olarak görev yapmıştı. Iğdır’da Musa Malgaz, Mecit Hun ve Aziz Güney gibi candan arkadaş çevresi vardı.
İş Düzeni
Tuzluca, Başköy, Taşburun ve Iğdır Merkez olmak üzere dört Satış
Kooperatifi vardı. Görevleri üyelerin pamuğunu mubayaa edip (satın alıp),
Birlik’e teslim etmekti. Fabrika Birlik’e bağlı olarak çalışırdı. Pamuk fabrikada işlendikten sonra tartılır ve maliyet hesabı yapılarak numaralandırılırdı.
Bu işlemler devamlı şekilde Ziraat Banksının gözetim ve denetimi altındaydı.
Numaralandırılmış mallar ambarlarda kilitlenip Ziraat Bankasına rehin ediliyor, karşılığı olan para Satış Kooperatiflerine ödeniyordu. Tek kuruşluk mal
dahi zayi olmadan el değiştirirdi.
Mehmet Hun’la vefalı dostluğum
Mehmet Hun hem ilkokul hem de askerlik arkadaşımdı. İlkokul
yıllarında biz onu “pişmiş kelle” olarak çağırırdık. Bunun nedeni şu olaya
dayanırdı:
301
Hamza Aygün
O yıllar bit, pire gibi haşereler inanılmaz derece fazlaydı. Müdüriyet
her gün sıkı bir saç kontrolü yapar, şüpheli öğrencileri karantinaya alırdı.
Kontroller herhalde Mehmet Hun’un canına tak demiş olacak ki bir gün sınıfa başı dam-dazlak giriverdi! Hepimiz onun bu haline gülmüştük. O da bize
güldü. Hoca,
“Ula, ne öyle pişmiş kelle gibi gülüyorsun!” diyince bu onun lâkabı
oldu.
Aslında Iğdır’da kalmamın bir
nedeni de Mehmet Hun’du. Gümüşhane’ye gideceğimi öğrendiği gün yanıma
gelip,
“Hamza eğer gidersen fabrikada
barınamam” dedi. Mehmet Hun’u gerçekten seviyordum. Mert ve hoş sohbetti. Kararımı verdiğim zaman Mehmet
Hun’un bu duygusal lafı da gözlerimin
önünden geçmişti. Fabrika müdürü olur
olmaz, Mehmet Hun’u “Ayniyat Muhasibi” olarak görevlendirdim. Kendisine yol
gösterip, muhasebe işinin püf noktalarını
öğrettim. Mehmet Hun’la bu şekilde iki
Şükran Aygün
yıla yakın bir süre baş başa çalıştım.
Vefatını öğrendiğim zaman çok
üzülmüştüm. Allah rahmet etsin.
Pamuk baremi ve kalitesi
Pamuk baremi (fiyat çizelgesi) borsaya göre Ticaret Bakanlığı tarafından açıklanırdı. Iğdır pamuğu, Adana pamuğundan daha kaliteli olan İzmir
pamuğuyla aynı kategoride sayılırdı. Örneğin İzmir 1A pamuğu 80 kuruş olarak belirlendiğinde nakliye masrafı göz önüne alınarak Iğdır 1A pamuğuna 75
kuruş değer biçilirdi. Bu fiyat üzerinden alım-satım işlemeleri tamamlanırdı.
Pamuğun kalitesi, türüne ve toplanma mevsimine göre değişirdi. Örneğin A ve B pamukları arasında hafif renk farkı olurdu. Bu onların kalitesi
hakkında bilgi verirdi. Birisi daha beyaz, diğerinin rengi kreme çalardı. Bu
konuda uzmanlık sahibi insanlar vardı. Uzun yıllar pamukçulukla iştigal etmiş, çoğu zaman okur-yazar bile olmayan yaşlı köylüler, ekspertiz (uzman)
olarak fabrikada çalışır; pamukları kalitesine göre sınıflandırırlardı. Söyledikleri, tartışmasız kabul görürdü. Son zamanlarda bu işte çalıştırmak üzere
Ticaret Bakanlığı, Basri adında bir Adanalıyı görevlendirmişti, ama bu görevi
hakkıyla yerine getirecek kişilik becerisine sahip değildi.
302
Iğdır Sevdası
Pamuk Kalite Tespiti
Her kampanyada Ticaret Odası, Belediye ve Kaymakamlıktan oluşan bir heyet fabrikaya gelip randıman hesabı yapardı. Örneğin 100 kg “1A”
kaliteli pamuk çırçırlanır, çıktı ürünleri ağırlıklarına göre yüzdelenip deftere
kaydedilirdi: % 45 mahluç, %55 çiğit, %5 toz vs. Aynı işlem diğer sınıfları
için de tekrar edilirdi.
İşçi yevmiyesi, belediyenin tespit ettiği
rayiç (değer) üzerinden ödenirdi.
“Cezmi Öztekin’i işten aldılar”
Biz bu yoğun ve hummalı çalışma içindeyken, bir gün Cezmi Öztekin’in küçük kardeşi
Necati Öztekin Iğdır’a geliverdi. Necati Öztekin,
her türden dedikodunun katlanarak yayıldığı Iğdır’da, ahalinin beklentisinin aksine bir yönde hareket edince, siyasetin insan avına çıktığı o günün
Hasan Aygün
koşullarında, bazı siyasetçiler ve halkın bir kesimi
, Birlik Genel Müdürü Cezmi Öztekin’i karşılarına
aldılar. Bu yıpratma politikası kısa sürede istedikleri sonucu verdi. Ticaret
Bakanlığı Cezmi Öztekin’i görevinden alıp başka bir yere tayin etti. Cezmi
Öztekin’in ayrılmasıyla, 1.5 yıl süren fabrika müdürlüğü görevim de sona
ermiş oldu.
Yeni oluşturulan yönetimde “muhasip veznedar” olarak görev aldım. 1958’den itibaren pamuk, pancarla ikâme edildiği için, pamuk rekoltesi
gittikçe azalıyordu. Kooperatifler ve Birlik hantal
ve pahalı bir işletme durumuna düşmüşlerdi. Hatta
bir ara her şeyi fesh edip, Çukobirlik aracılığıyla
alım yapılması kararlaştırıldı. Ankara’dan müfettişler gelip Birlik’in son on yıllık hesaplarını gözden geçirdiler. Zor ve iddialı sınavdan başarıyla
çıkmıştık. Müfettişlerin vardığı sonuç kooperatif- Gülaç Aygün (Armağan)
lerde ve Birlik’te, ortalıkta dolaşan dedikoduların
aksine tek kuruşluk suiistimal olmamıştı. Ancak sokaktaki halkı bu gerçeğe
inandırmak çok zordu.
Iğdır’dan Ayrılış
“Birlik”, ayrılmak isteyenlere bonservislerini verip, Çukobirlik’e başvurmamız salık veriliyordu.
Artık kader ağlarını örüyordu.
303
Hamza Aygün
İki arkadaş kader birliği yapıp 1961 yılının Ocak ayında Adana’ya
yola çıktık. Arkadaşım Aydın Akgün’le, Çukobirlik genel müdür yardımcısının huzuruna çıkıp iş isteminde bulunduk. Seyahatteki genel müdür gelinceye
kadar beklememizi söylediler.
Çukobirlik’te görevli değerli hemşehrimiz Hamit Çiftlik Bey’in yardımıyla ev aramaya koyulduk. Evler hem pahalı hem de bir yıllık para peşin
isteniyordu.
Aramızda bir karar aldık. Genel müdür dönünceye kadar Ankara’ya
gidip başka bir iş arayacaktık.
Ayrılmadan önce dostumuz Hamit Bey’e,
“Biz Ankara’da Turan Palas otelinde olacağız. Eğer iş konusunda bir
gelişme olursa Hacı Ekber Çöllü adına tel çekip bizi haberdar edersin” diye
ricada bulunduk. Sonra da ver elini Ankara!
Rahmetli Hacı Ekber Çöllü bizi ilgiyle karşıladı. Derdimizi dinledikten sonra başını sallayarak, “Meraklanmayın! Sabah ola hayır ola!” dedi.
Kahvaltıdan hemen sonra, üçümüz otobüsle Bakanlıklara doğru yola
çıktık.
Sırrı Atalay ve Mehmet Hazer, Kurucu Mecliste milletvekili idiler.
Ayrıca 1957’de CHP listesinden Milletvekili seçilen Behram Öcal da siyasi
kulislerin etkin isimlerinden birisiydi. Hacı Ekber Çöllü,
“Sizi önce hemşehrimiz Behram Bey’e götüreceğim. Eğer gerekli
ilgiyi göstermezse o zaman başka alternatifler düşünürüz” dedi.
Behram Bey’in bürosundan içeri girdik. Hacı Emmi, açık ve net,
“Behram Bey, önce sana geldik. Eğer olanak yaratamazsan diğerlerine gideceğiz” dedi.
Rahmetli Behram Bey, bürokraside sevilen bir isimdi. Eline telefonu
alıp, genel müdürlüğü aradı. İki kadronun boş olduğu müjdesini bize verdi.
Aydın Bey, acilen doldurulması şart olan kadroya talip oldu. Benim Mart ayının ortasına kadar beklememi salık verdiler.
Ramazan ve Nevruz Bayramları (21 Mart) birbirine yakın düşüyordu.
15 Mart tarihinde göreve kabul edildiğimi bana bildirdikleri zaman, sevincimden eşime bir telgraf çekip,
“Gözümüz aydın! İşe alındım!” dedim. Üç bayramı bir arada yaşamıştım.
Çalıştığım genel müdürlükte bütçe harcamaları ödenek sevkı Mart
ayında Millet Meclisine sunuluyordu. Bütçe bölümünde yeni görevime heyecanla başladım.
Ankara Yıllarım
Sıkıntılardan sonra nihayet şans bana gülmüştü. Göreve başladığımın
304
Iğdır Sevdası
birinci yılı, mesleki bilgimi artırmak amacıyla, -Tarım Bakanlığı tarafından
aday gösterilerek- Maliye Meslek Okuluna kaydoldum.
Okul ve iş hayatını birlikte yürütmeye başladım. İki yıl süren eğitimimi başarıyla tamamlayıp, görevime iki derece terfi ederek devam ettim.
Ankara’ya 3 ve 5 yaşlarındaki iki çocuğumuzla gelmiştik. Kızım Gülaç, 1963 yılında okula başladı. Başarılı bir eğitim devresinden sonra yüksek
okuldan mezun olup mimar oldu. Makine mühendisi Osman Armağan’la evlenip kendisine yeni bir hayat kurdu. Oğlu ODTÜ Mühendislik Fakültesinden
mezun olup özel sektörde çalışmaktadır. Kızı Meriç, Ankara Üniversitesinde
eğitimine devam etmektedir.
DDY Genel Müdürlüğü Yol Dairesi Müdürlüğünden emekli olan
kızım Gülaç, daha sonra resim sanatına ilgi duydu. Kursları başarıyla tamamlayan Gülaç, disiplinli bir çalışmayla ilerleme kaydetti, çalışmalarını sergileyerek büyük beğeni kazandı. Kızıma daha büyük başarılar diliyorum.
Oğlum Hasan Aygün, “süper öğrenci” idi. Daha ilkokul yıllarında,
yeteneği fark edilip, MEB tarafından özel bir ilkokula gönderildi.
TED Kolejinin lise bölümünden mezun olan Hasan, Siyasal Bilgiler
Fakültesine birincilikle kabul edildi. Maliye Bakanlığının burslusu olarak
eğitimini Hariciye Bölümünde devam ettirdi. Fransızca, İtalyanca, Arapça,
Almanca ve İngilizce dillerinde üstün başarı kazandı. Mezun olduktan sonra
Amerika’da Deniz Hukuku üzerinde lisans çalışmasını tamamlayıp yurda dönen Hasan Aygün, Dış İşleri Bakanlığının sınavlarını kazanarak bu bakanlık
bünyesinde üçüncü katip olarak göreve atandı. Hasan Aygün; Musul, Roma,
Belgrad, Viyana, Nahcıvan, Batum temsilciklerinde çalıştı, halen Cidde Başkonsolosluğu görevini yapmaktadır.
Hasan Aygün, Kimya mühendisi Mahire Erdoğan’la evli, iki kız çocuğu sahibidir. Büyük kızı İrem, Bilkent Üniversitesinde öğrenim görmektedir.
Küçük kızı Gizem, Cidde’de Amerikan okulunda lise tahsiline devam etmektedir. Hepsine uzun ömürler ve başarılar dilerim.
Egeman Anonim Şirketi
35 yıl devam eden memuriyet hayatımın sonlarına doğru, emekliliğime ramak kala, o yıllar Türkiye’nin en önemli nakliyat firmalarının başında
gelen Egeman Anonim Şirketinden muhasebe müdürlüğü teklifini aldım.
Emekliye ayrılıp bu firmanın bünyesinde çalışmaya başladım.
Sekiz yıl bu şirkette görev yaptım. Akmar AŞ adlı bir şirketi kurup
uygulamaya koydum. Patronlarım, Marmaris İçmeler beldesine gidip orada
Akmar’ın muhasebe işlerini yönetmemi istediler. Bu görevi kısa bir süre devam ettirdim. Ama heyhat, bir yandan yaşlılık ve bir yandan sağlık sorunlarım artık beni tehdit ediyordu. Geçirmiş olduğum kalp krizi çalışmama engel
305
Hamza Aygün
olunca, emekliliğimi isteyip ayrıldım.
Kalp ameliyatı olup sıhhatime kavuştum. Ta Iğdır’dan başlayıp, uzun
ince bir yol üzerinde devam ede gelen yaşam serüvenim boyunca en büyük
dayanağım, 51 yıllık eşim Şükran Hanım’ı burada özel bir minnetle anmak
isterim.
B.
HAYATIMDAN PORTRELER
Çapıx Eset
Ankara’da, evimin yakınındaki manavdan domates alıyordum. Kasaya doğru eğilmiş, domatesleri hafiften sıkarak zevkime uygun olanlarını seçip
bir kenara koyuyordum. Arkadan bir ses,
“Kardeşim domatesleri ezdin be!” diye serzenişte bulundu. Başımı
hafiften çevirip sözün sahibi beyefendiye bir göz attım. Benden 15-20 yıl
daha yaşlı, nerdeyse 90’nına merdiven dayamıştı.
“Manavın sahibi bana bunu müsaade ediyor” dedim. Başımı tekrar
çevirip domates seçmeye koyulduğumda, yaşlı adamın yüz ifadesi hafızamın
derinliklerinde tanıdık bir simayı hatırlatmıştı. Kafamı çevirip, yaşlı adama
dikkatlice baktım, tereddüt etmeden,
“Sizi tanıyorum” dedim. Yaşlı adam,
“Ben doksanımı geçmişim. Beni nasıl tanırsın?” diyerek yarı alaylı
konuştu. Ben, emin bir şekilde,
“İsminiz Esat Bey değil mi?” diye sordum. Yaşlı adam, şaşkınlıkla“Evet!..” dedi. Sorgulamaya devam ettim.
“Son İdmanyurdu maçından sonra Iğdır’dan ayrıldınız, değil mi?”
diye üsteleyince yaşlı adam önce afalladı sonra yakama asılıp.
“Kimsin yahu!” dedi.
“Sonra da Tuzluca’da PTT müdürlüğü yaptınız...” Yaşlı adam bu
sözüme,
“Allah, Allah!” diye karşılık verdi. İşin içinden çıkamayınca yakamı
silkeleyerek, ısrarla, “Kimsin yahu?” sözünü birkaç kez tekrar etti, patlayacaktı. Kızgınlığını ve merakını artırmak için,
“Hatta postane müdürüyken Yadullah Karasu isimli bir genci henüz
18 yaşını doldurmadığı halde alıp memur olarak görevlendirmiştiniz, değil
mi?” Yaşlı adamın çaresiz kaldığını görünce kendimi tanıttım:
“Ben Ağa Hesen’in torunuyam” dedim.
1930’lu yıllarda kamyonumuz vardı. Posta arabası olarak müşterileri
Kars-Iğdır arasında taşırdı. Bu yüzden babamı ve ailemi çok insan tanırdı. Bu
yaşlı beyefendi de ailemi hemen tanımıştı.
30’lu yıllarda, Kars Valiliği, lise ve ortaokul mezunlarını Iğdır’a
306
Iğdır Sevdası
yedek öğretmen olarak gönderiyordu. Esat Bey de bu şekilde Iğdır’a gelip
yerleşmişti. İdmanyurdu Spor kulübüne girip futbol takımında yer almıştı. İyi
bir santrfor oyuncusuydu. O yıllar İdmanyurdu ile Aras spor arasında kıyasıya
futbol maçları olurdu. Biz çocuklar bu futbolcuların adlarını kendimize verip
mahallede top oynardık.
Esat’ın yüzünde yara izi olduğundan biz onu “Çapıx Eset” olarak bilirdik. Bunun gibi Tank Hüseyin, Terzi Veli gibi sevilen futbolcularımız vardı.
Bir gün Aras sporun başkanı Haydar Yüksel Bey, Çapıx Eset’e,
“Bize gol atma! İdman Yurdu ile iddiamız var!” demiş. Oynan maçta,
Çapıx Eset eline geçen gol fırsatlarını değerlendirmeyince halk arasında,
“Çapıx Eset şike yaptı!” diye bir dedikodu çıkmıştı.
Sonraki yıllar Tuzluca’da PTT müdürü olarak görev yaptı. Yadullah
Karasu isimli bir tanıdığı, 18 yaşından küçük olmasına karşın memur olarak
görevlendirmişti. Bu arada bir not düşmek isterim. Dört ağabeyi PTT’ci olan
Yadullah Bey, o zamanlar Türkiye’nin en iyi maniple yazanları arasında sayılırdı.
Esat Bey, benim bu konuşmamdan son derece mutlu olmuş hatta duygulanmıştı.
“Aradan 65 yıl geçti. Nasıl oluyor da beni tanıyabildin? Yoksa benim
yüz ifadem hiç mi değişmedi?” diye sorunca, ben,
“Kasabadaki her iki takımın futbolcularını biz çocuklar çok sever ve
onları taklit ederdik. Herhalde bu yüzden olsa gerek sizin simanızı unutmamışım” dedim.
Iğdır İdmanyurdu Spor oyuncuları
1. Kaleci:
Kasım Özel
2. Müdafaa:
Kara Hafız
3. Müdafaa:
H. Hüseyin oğlu Muzaffer
4. Müdafaa:
Kel Müslüm
5. Müdafaa:
Terzi Hamit
6. Müdafaa:
Baş Muallim Nazım Bey
7. Müdafaa:
Abbas Yücel
8. Açık:
Cengiz Yeşilyurt
9. Açık:
Mehmet Hüseyin Türkdönmez
10.Açık:
Çapıx Eset
11. Açık:
Fettah Bey’in oğlu Eyüp Güneş
Iğdır Aras Spor oyuncuları
1. Haydar Yüksel
2. KasımYeşilyurt
307
Hamza Aygün
3.
4.
5.
6.
7.
Hayri Demirbaş
Behman Turan
Haşim oğlu Hüseyin
Mendo
Yılmaz Bey (Kaymakçı Esker’in kardeşi)
Musa Turan’ın tabancası
Musa Turan ileri görüşlü aydın bir insandı. Yürüyüşü, konuşması
ve tavırları ciddiyet ve saygı uyandırırdı. Kasaba merkezinde bir manifatura
dükkanı vardı. İşleri oldukça iyiydi.
Musa Turan, kahve ve lokantamızın düzenli müşterilerindendi.
Bir gün yine kahvemizde oturmuş çayını yudumluyormuş. Tam o sırada jandarmalar kahveden içeri girip, ani bir baskınla müşterilerin üst-başını
aramaya koyulmuşlar. O gün Musa Turan’ın üzerinde ruhsatsız bir tabanca
varmış!
Jandarmaların yavaş yavaş yaklaştığını gören Musa Turan, sıkıntılı
ve telâşlı tezgâhtaki babama göz atmış,
“Üzerimde tabanca var, bir şeyler yap!” anlamında imalı mesaj iletmiş.
Durumun ciddiyetini anlayan babam, yardım etmek kaygısıyla tavla
kutusunu eline alıp, Musa Turan’ın masasına gitmiş. “Tavla mı istediniz?” diyerek tavlayı Musa Turan’ın önüne koymuş. Kutuyu hafiften aralayıp kaş-göz
işareti etmiş. Babamın niyetini anlayan Musa Turan, belindeki tabancayı çıkartıp gizliden tavla kutusunun içine yerleştirmiş. Tavla kutusunu koltuğunun
altına koyana babam, tezgâhının başına dönmüş.
Bir fırsatını bulup tabancayı kutudan çıkartmış; sağ ayak çorabının
içine sıkıca yerleştirmiş, sanki bir iş için kahveden çıkması gerekiyormuş
havasında, kapıya yönelmiş. Jandarmalar, babamı kahvehanenin sahibi bildikleri için şüphe duymadan ve üstünü aramadan aralarından geçmesine izin
vermişler.
Babam sokağa çıkar çıkmaz koşar adım evin yolunu tutmuş. Niyeti tabancayı evde emin bir yere sakladıktan sonra tekrar işinin başına dönmekmiş.
Ama sokağın köşesini hızla dönerken, olan olmuş, tabanca çorabın içinden
fırlayıp sert toprak zemine şiddetle çarpmış. Emniyeti açık tabanca gürültüyle
patlamış; fırlayan mermi de babamın sağ baldırına saplanmış.
İlk yardıma koşanlar babamı doktora götürüp tedavi ettirmişler ama
polis bu garip (!) olayla ilgili soruşturmayı hemen başlatmıştı.
Babam, bu tabancayı sahiplenmediği halde hakkında açılan mahkeme
308
Iğdır Sevdası
uzun yıllar devam etti ve neticede beraatla sonuçlandı. Ama baldırındaki mermi çekirdeği ölünceye kadar orada saklı kaldı.
Çobankereli İshak
Kurtuluşu izleyen yıllarda Iğdır hemen hemen boşmuş. Ermeni nüfus
kaçıp gittiği için geride bıraktıkları gayri menkuller ve araziler, göçmen ahaliye dağıtılmak üzere hazineye geçmişti. Devlet, Iğdır’ı yeniden canlandırmak
amacıyla, ev ve arazileri “açık artırma” usulüyle peyderpey halka arz ediyordu. Otorite boşluğunun ciddi sorun olduğu bu dönemde, Çobankere’den gelen
dört kardeş “mafya” türünden bir örgütlenmeyle, ihale ve açık artırmalarda
aslan payını kapmaya başlamışlardı.
Çobankere, bugünkü Ermenistan sınırları içinde kalan Gümrü (Kumayri, Leninakan) kasabasının arkasına düşen yaylalarda bir dağ köyünün
adıymış. Azeri ve Terekeme kökenli halkı, Ermeni baskısından kaçıp Iğdır
ve civar köylere yerleşmişlerdi. Çobankere’den Iğdır’a yerleşenler arasında
İshak ve kardeşleri de varmış. Bu dört kardeşin isimleri yaş sırasına göre, Eli
Esker, İshak, Semet ve Kasım idi.
İshak, her ne kadar kardeşlerin en büyüğü değilmişse de, onların arasında organizasyon yeteneği ve cesareti ile ön plana çıktığı için, kısa zamanda
halk arasında bu çete, “İshak”ın adıyla bilinir olmuştu. İshak da, örgütünün
vurucu gücünü artırmak için, “koçu” diye bilinen vurucu-kırıcı takımından
elamanları etrafında toplayıp onlara liderlik etmiş. Bu şekilde insanları tehdit
edip isteklerini zorla kabul ettiriyormuş.
İshak, ilk zamanlar, Askeriyeye malzeme tedarik etmiş. Zamanla
dikkatini gayri menkul satışı için devlet tarafından yapılan açık artırmalara
çevirmiş. Örneğin bir ev satılığa çıkarıldığı zaman, İshak, “Bu açık artırmaya
ben gireceğim” diye ortalığa haber salardı. Kimse korkusundan ne bir fiyat
teklifinde bulunur ne de açık artırmaya katılırdı. Böylece İshak ev ve dükkânları istediği fiyattan kapatırdı. Ancak bir gün, bir açık artırma nedeniyle
zıtlaştığı Memerıza’ya bir gözdağı verdirtmek isterken kazaen meydana gelen
bir öldürme olayı örgütün gücünü ve saygınlığını halkın nezdinde oldukça
zedelemişti.
“Yemenici” Memerıza
Memerıza (Mehmet Rıza) Iğdırmava mahallesi kökenli ve “yemeni”
(bir tür ayakkabı) işini kendisine meslek edinmiş kendi halinde bir esnaftı.
Halk arasında “çüst” olarak da bilinen bu ayakkabılara talep, Iğdır’ın ekonomisi canlandıkça ve şehir merkezine yerleşen nüfus arttıkça, günden güne
artıyordu.
“Çüst”lerin yapılması basit ve kaba bir işlem gerektiriyordu. Ayakka309
Hamza Aygün
bının üst kısmını oluşturan yumuşak deri, kalıp biçiminde dikiliyor, altına da
sert ve dayanıklı manda veya öküz derisinden bir tabanlık eklenip, bu şekilde
ilkel fakat kullanışlı bir ayakkabı imal ediliyordu. Kadınlar için, “zenne”,
erkekler için de “adam” ismiyle bilinen bu ayakkabıları, ancak hali vakti yerinde olanlar alıp giyinebiliyordu.
Memerıza, artan iş talebi nedeniyle dükkanını büyütmek istemiş;
bunun için de öteden beri gözüne kestirdiği dükkanlardan birisini “açık artırma” yoluyla satın almaya niyetlenmişti. Ancak “belâlı” İshak da gözünü aynı
dükkana dikmişti.
İshak, haber gönderterek ve tehditle, Memerıza’yı bu isteğinden vazgeçirmeye çalışmış. Memerıza her ne kadar etrafı kalabalık bir aile değilmişse
de, kendisine karşı yapılan haksızlığa direnmiş; cesur bir kararla “açık artırma”ya giderek dükkanı satın almıştı.
Olay halk arasında İshak’ın prestijine ve gücüne indirilmiş bir darbe
olarak algılandığı için, İshak, eğer Memerıza’ya bir ders verilmezse kısa sürede halk üzerindeki “tehdit” gücünü kaybedeceği endişesine kapılmış. Bir akşam üstü, “gözdağı” verme işini kardeşlerine havale etmiş, kahvehanemizde
çayını yudumlayarak gelecek haberi beklemeye koyulmuştu.
Memerıza oğlu Settar’ın öldürülmesi
O günlerde, siparişlerin fazlalığı nedeniyle Memerıza ve çocukları
geç saatlere kadar çalışıyorlarmış.
Ortalığı karanlık bastıktan epey sonra, Memerıza, yanında oğlu Settar,
bir akrabası ve iki işçi yamağı olduğu halde, hep birlikte ellerinde lüks lambası Iğdırmava’nın karanlık yolunda yürüyerek evlerine dönüyorlarmış. Ali
Işık’ın evinin önüne geldiklerinde, İshak’ın üç kardeşi yanlarında “koçu”ları
bunların etrafını almışlar. Amaçları sadece bir gözdağı vermekmiş. Tehdit ve
küfürler arasında, her ikisi de yapılı ve güçlü olan, İshak’ın kardeşi Kasım’la, Memerıza’nın oğlu Settar, kavgaya tutuşmuşlar. Settar, Kasım’ı kaldırıp
yere vurmuş. Yere düşen Kasım’ın “Vay ana!” sesi karanlığın içinde acı bir
şekilde yankılanmış. Kardeşleri, Kasım’ın yaralandığını zannedip, Settar’ın
üzerine bıçakla saldırmışlar. Aldığı ölümcül bıçak darbeleri yüzünden Settar
dengesini kaybedip yanı başındaki su arkına yuvarlanmış, orada feci şekilde
can vermişti.
Bu olaydan sonra, Memerıza ve akrabaları, Settar’ın ölümünden İshak’ı sorumlu tutup mahkemeye vermişlerdi. İshak, olay sırasında kahvede
olduğunu şahit göstererek ispatlayınca hapse girmekten kurtulmuştu. Kardeşleri mahkeme önüne çıkartılıp yargılandılar. Semet suçu üzerine alınca,
Kasım ve Eliesker, 10 günlük bir gözaltından sonra serbest bırakıldılar. Iğdır,
Ağrı’ya bağlı olduğundan, dava Karaköse Ağır Ceza mahkemesinde görülüp
310
Iğdır Sevdası
karara bağlanmıştı.
Semet 30 yıl müebbet hapse çarptırıldı. Iğdır cezaevi, eski belediye
binasının arkasındaki küçük bir binanın içindeydi. Semet, tahliyesine on gün
kala, odun kırarken, sıçrayan bir ağaç parçasının kafasına isabet etmesiyle
talihsiz bir şekilde cezaevinde öldü.
İshak’ın öldürülmesi
İshak’ın dik başlılığı ve tehditkâr karakteri Iğdır merkezdeki birçok
insanı rahatsız ediyordu. Onu sevmeyenlerin sayısı her gün artıyordu. Ona
karşı vurucu güç oluşturuldu. Amaçları İshak’ı temizleyip Iğdır’ı bir belâdan
kurtarmaktı. Bu görevi Orgof köyünden 14 yaşındaki bir delikanlıya verdiler.
O da, Ağrı şehir merkezinde, ihaleden dönmekte olan İshak’ı at üstünde vurup öldürmüştü. Yaşı küçük olduğu için idam cezasından kurtulan ama yine
de uzun yıllar cezaevinde kalan bu kiralık katili bizzat görüp tanıma şansım
olmuştu.
İshak’ın öldürülmesinden sonra, hanımı Sure, iki çocuğunu yanına
alarak baba evine dönmüş. İshak’ın oğlu Kemal kendi halinde ve mülayim
birisiydi. Çok konuştuğu için kendi aramızda onu “Lafazan Kemal” olarak
çağırırdık. İshak’ın kızı Terzi Şevket’le evlendi.
Kasım da Iğdır’da vefat etti. Eliesker ve ailesi 50’li yıllarda gayri
menkullerini Lazlar, Terekemeler ve asker kökenli ailelere satıp Mersin’e göç
ettiler.
Meşe Haydar Yüksel
Hacı Ümmet ve çocukları, Iğdırmava mahallesinin en köklü ve saygın
ailesiydi. Zamanla bu aile halk arasında “Hacı Ümmet uşağı” olarak bilinir
olmuştu. (15 yılı aşkın -1945’e kadar- kahve ve lokanta olarak çalıştırdığımız
bina Hacı Ümmet Uşağı’na aitti. Bu geniş aileyi ilk bu nedenle yakından tanıma şansım olmuştu)
Haydar Yüksel, Hacı Ümmet’in torunu ve Fazıl Baykal’la da amca
çocuğu idi. İki kardeşiyle manifatura mağazası işletiyordu. Çok sayıda dükkan ve gayri menkulün de sahibiydiler. Ailenin mal varlığı bugünkü hesapla 5
311
Hamza Aygün
trilyon liranın (5 milyar dolar) üzerinde bir değere sahipti.
Haydar Yüksel’in zenginliğini anlatmak için halk arasında,
“Evinin her tarafı aynayla kaplı” diye bir laf dolaşırdı. Zenginliğin
başka önemli bir göstergesi de İsfahan dokuma kaliteli İran halısına sahip
olmaktı. Haydar Yüksel’den başka, Osman Ataman, Resul Taner, Niyazi Vural, Temur Necilli ve Abdürrezak Bey’in evlerinde de bu halılardan olduğunu
herkes bilirdi. (Abdürrezak Bey’in vefatı nedeniyle taziyeye gitmiştim. Salonun ortasını kaplayan lacivert renkli muhteşem İran halısını bugün bile çok
iyi hatırlıyorum.)
Haydar Yüksel üstün ticari yeteneğe sahipti. Teşkilatçı ve halk arasında sevilen birisiydi. “Fakir babası” olarak bilinirdi. Dükkanına gelen
yoksulları giyindirir, ceplerine para kor, gönüllerini hoş ederdi. Bu yüzden
onu kıskanan ve çekemeyenler de oldukça fazlaydı. Özellikle Iğdırmava’nın
diğer zengin ailelerinden bazıları Haydar Yüksel’in ticari hayatındaki başarı
grafiğinden ve halk arasında ona karşı beslenen sevgi ve sempatiden rahatsız
oluyorlardı.
Aras Spor Kulübü
Haydar Yüksel, sadece para kazanmakla yetinmez fırsat buldukça cömert şekilde kasabadaki sosyal ve kültürel etkinlikleri de desteklerdi. Iğdır’da
“İdmanyurdu” ve “Aras Spor” adında iki spor kulübü vardı. Haydar Yüksel,
Aras Spor’un masraflarını üzerine almıştı. Gençlere forma giydirir, spor yapmaya özendirirdi.
Her iki kulüp arasında hoş bir rekabet vardı. Kasaba halkı iki kulübün
futbol maçlarını zevkle izler, bir sonraki karşılaşmayı heyecanla beklerdi.
Bazen bu iki kulübün futbolcuları bir takım oluşturup Kars ve Ağrı’dan gelen
yabancı takımlara karşı oynarlardı.
Haydar Yüksel ayağından yaralanıyor...
Haydar Yüksel’in iki kız kardeşi vardı. Birisini amcası Hasan’ın Settar isimli oğluna nişanlamışlardı. Kız akraba evliliğini istemeyince iki aile
arasında tartışma ve dargınlık olmuş, nişan tek taraflı bozulmuştu.
Haydar Yüksel, kız kardeşini, Aras Spor’da top koşturan İsmail (Şeref
Iğdır’ın amcası) isimli bir gence nişanlamış, İsmail’e bir mağaza açıp maddi
yardımda bulunmuştu. Bu olaylar amcası Hasan ve ailesini, Haydar Yüksel’e
karşı açık bir kin ve hoşnutsuzluğa itmişti.
Iğdır’da sıtma ve tüberküloz her tarafta kol geziyordu. Ortalık; sıtmaya yakalanmış, sarı benizli, kaburgalarına kadar çökmüş, şiş karanlı insanlarla doluydu. Bu hengâmede Hasan’ın oğlu Settar da sıtmaya yakalanıp genç
yaşta ölünce iki aile arasındaki gerginlik daha da artmıştı. Hasan, Haydar
312
Iğdır Sevdası
Yüksel’e,
“Settar öldü. Bacını, oğlum Ebdıleli’ye ver!” diye haber göndertmiş.
Haydar Yüksel isteği reddedince, iş intikama kalmıştı.
Ebdıleli, Haydar Yüksel’i çarşı ortasında tabancayla ayağında vurup
yaralamıştı. Haydar Yüksel, Ebdıleli’den şikayetçi olmadı ama hastaneden
taburcu olunca, akrabalarının etkisi altında kalarak, Ebdıleli’yi mahkemeye
verdi. Ebdıleli yakalanıp cezaevine kondu.
Ebdıleli cezaevinde tüberküloza yakalanmıştı. Ölümüne yakın devlet
Ebdıleli’yi tahliye edip evine göndermişti. Ebdıleli babaevinde hayata gözlerini yumdu.
Hasan, Haydar Yüksel’i, iki oğlunun ölümünden sorumlu tutuyor,
ölümle tehdit ediyordu.
Haydar Yüksel’in öldürülmesi
Yıl 1935 veya 1936...Bir akşam üstü Haydar Yüksel ve iki kardeşi,
her gün olduğu gibi manifatura mağazasını kapatıp eve dönüyorlarmış. Yollar kapkaranlık. Haydar Yüksel, elinde lüks lambası, sessiz ve yorgun toprak
yolu adımlıyormuş.
Haydar Yüksel’in evinin karşısında Karahamza Meşe Hesen’in (İsmail Karadağ’ın babası) evi vardı. Bu evin bitişiğindeki topraktan duvarların
arkasında ellerinde tüfek, bilinmeyen kiralık katiller saklanmış, Haydar Yüksel’in eve dönmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Haydar Yüksel’in eve dönmesini sabırsızlıkla bekleyen diğer iki isim
de oğulları Kâmil ve Ziya idi. Her akşam işten dönen babalarının yolunu
heyecanla bekleyen çocuklar, lüks lambasının sokakta oynaşan parlak beyaz
ışığını pencereden fark edince, “Babam geldi!” diye sevinç narası atıp, yarış
halinde kapıya doğru yönelmişlerdi.
Haydar Yüksel eve yaklaşınca elindeki lüks lambasının ışığı da gittikçe sönmeye yüz tutuyormuş. Sönük ışık bile onu gecenin karanlığında
seçkin bir hedef olarak ortaya çıkarmaya yetiyormuş. Haydar Yüksel, evinin
önündeki basamakları çıkıp tam kapıyı açacakken, silahlar patlamış. Haydar
Yüksel kapının önüne yığılmış. Kâmil ve Ziya kardeşler, kapıyı açtıkları
zaman, babalarını kanlar içinde sere serpe yerde bulmuşlar. Haydar Yüksel,
başucunda iki oğlu, orada can vermiş.
O saatlerde Haydar Yüksel’in amcası Hasan lokantamızdaydı. Çok iyi
hatırlıyorum, Haydar Yüksel’in ölüm haberi gelince, Hasan kebabını yarıda
bıraktı. Koşarak, Tahir’in kahvesinde radyo dinleyen MİT müfettişi Hüsnü
Bingöl’e gitti. Amacı, öldürme olayıyla ilgisini olmadığını Hüsnü Bingöl’e
kanıtlamaktı.
Hasan ve birçok kasabalı, Haydar Yüksel’in öldürüleceğinden saatler
313
Hamza Aygün
önce haberdar idiler. Olay faili meçhul kaldı. Halk arasındaki rivayetlere bakılırsa, Zor köyünden Emere Loşo ile Taşburunlu Reso, birilerinin hatırı için
bu öldürme olayını planlayıp uygulamışlardı. (Emere Loşo, 1940’lı yıllarda
ele avuca sığmaz, belâlı ve kolluk kuvvetlerine boyun eğmeyen birisiydi. Zor
yaylasında çıkan bir çatışmada ölü olarak ele geçirildi.)
“Hacı Ümmet uşağı”nın Sonrası
Bu aileden Fazıl Baykal’ın 1938-39 yıllarında çok şatafatlı bir tuhafiye mağazası vardı. Paketleri, üzerinde “Baykal” yazılı ambalaj kağıdıyla sarıp
müşterilere öyle verirdi. Ortaokula başladığım yıllardı. Ben de bu mağazadan
ilk kravatımı almıştım. Fazıl Baykal kendi eliyle paketleyip bana uzatmıştı.
Kravat bağlamasını bilmiyordum. Elime almış, şaşkın şaşkın bakıyordum. Yoldan geçen ve daha sonra hep arkadaş kaldığım bir genç, yardım edip,
kravatın nasıl bağlandığını bana göstermişti.
Fazıl Baykal kibar ve hoşgörülü bir beyefendi idi. Iğdırlılar tarafından
sevilirdi. Bunun neticesi, 50’li yıllarda bir dönem Iğdır belediye başkanlığı
görevi kendisine teslim edildi.
Kardeşi Oğuz Baykal İstanbul’da Deniz Yolları Genel Müdürlüğünde
görev yaptı. Hayatta olmayan iki kardeşe Allah’tan rahmet; Kadir Baykal’a
uzun ömürler dilerim.
“Baykal” ailesi değerli çocuklar yetiştirdi. Cümlesine başarılar dilerim.
Haydar Yüksel’in öldürülmesinden sonra iki kardeşi, amcaları Hasan’ı mahkemeye verdiler. Yıllarca avukat ve hakimlere dünyanın servetini
yedirip, Hasan’ı cezaevini attırmaya çalıştılar. Halbuki Hasan’ın olay yerinde
olmadığına şahitlik eden birçok insan vardı.
Zamanla mirasçılar Haydar Yüksel’in servetini satıp sonunu getirdiler.
Oğlu Ziya ticarete atıldı, Kâmil de gazino ve kahve işletmeciliğine girdi. Her
ikisi de vefalı ve iyi insanlardı. Evlendikleri halde, -rivayete göre babalarının
öldürülmesi sırasında geçirmiş oldukları şok nedeniyle- çocuk sahibi olamadılar. Ticari yetenekleri de babalarının seviyesinde olmadığı için, mağdur
oldular. Ziya İstanbul’da, Kâmil de Iğdır’da vefat etti. Allah rahmet etsin.
Resul Taner
Başköy nahiyesinde Celayirler ve Demkulu gibi Azeri kabileleri vardır. Resul Taner ve ailesi Demkulu kabilesine mensupturlar.
Iğdır’ın ikinci belediye başkanı Başköylü Paşa Bey’dir.(1924-25) Fikret Ekinci’nin babası olan Başköylü Paşa zamanında, Başköy nahiyesinden
önemli bir nüfus Iğdır’a yerleşmiştir. Çiftlik’ten Aziz ve Sadık Beyler, Resul
Taner ve kardeşi Merdan da Iğdır’a yerleşenler arasındaydı. Hacı İbrahim adlı
314
Iğdır Sevdası
bir de ağabeyleri vardı. Aile,manifatura dükkanı açıp işletmeye koyuldu.
Resul Taner, Dr. Abbas Çöllü’nün kız kardeşiyle evlendi.
Resul Taner, Rus okulunu bitirmişti. Okur yazar ve aydın birisiydi.
Manifatura işinde biraz para biriktirince sanayie yöneldi. Evlerinin arkasındaki geniş arsaya bir fabrika binası inşa ettirdi (1932). Tek silindirli, 40-50
beygir gücündeki dizel motor yardımıyla bir çırçır-un (iki çırçır Sawcin ve
tek değirmen taşından oluşan) fabrikasını hizmete soktu. Kooperatif henüz
kurulmamıştı. Fabrikada işlenen pamuk, 50-70 kg.lık balyalar halinde, Karslı
Mehmet Rehim Bey, Baharlı Mahallesinden Ahmed Şemo ve Terekeme Muharrem’in develerine yüklenip bir ay süren yolcukla Trabzon’a nakledilirdi.
Çeltik fabrikası
1930’lu yıllarda Iğdır’ın Kazancı, Kiti ve Kadıkışlak köylerinde geniş
arazi üzerinde çeltik ekimi yapılırdı. Başköy pirinci, kırmızı kılçıklı ve düşük
kaliteli; Iğdır pirinci, beyaz renkte ve daha lezzetliydi.
Resul Taner, İstanbul’a seyahatte, Hamburg’tan son model bir ding
(çeltik) makinesi ısmarlattı. Türkiye’de ancak birkaç vilayette kurulu olan
bu son derece modern çeltik makinesi Iğdır için gerçekten de çok güzel bir
yatırımdı. Sadık Kaptan isimli bir makinist fabrikanın montajını kurup çalışmasını sağladı. Mürsel Bey kendi hissesini alıp ayrılınca fabrika amca-yeğen,
Resul Taner’le Kâmil Taner arasında ortaklaşa yürütüldü.
CHP ilçe başkanlığı ve vefatı
Resul Taner CHP’nin değişmez ilçe başkanıydı. Bu görevi 1950 yılına kadar aralıksız devam etti.1950 seçimleri arifesinde Resul Taner, CHP’den
Milletvekili adayı olmaya hazırlanıyordu. Evinin balkonunda otururken geçirdiği kalp krizi nedeniyle aniden vefat etti.
Resul Taner aynı zamanda Halkevi’nin de başkanlığını yürütüyordu.
Arada bir Halkevi’ne gider “Ulus” gazetesini okur, radyo dinlerdim.
Dilber Hanım’ın oğlu Müslüm isminde birisi Halkevi’nin günlük düzeninden sorumluydu. Müslüm, daha önce Resul Taner’in fabrikasında işçi olarak
çalışmış, ancak kaza sonucu parmağını “cıyrıx” denilen Sawcin’e kaptırınca,
kendisine Halkevi’nde basit bir görev verilmişti. Halkevleri gözden düşünce,
Müslüm, işini severek yapmasına karşın 1946-55 yılları arasında hiç maaş
alamamıştı.
Melekli Mustafa Akgün
Mustafa Akgün, ticarette son derece yetenekli birisiydi. Güzel konuşması ve ticari bilgisiyle karşısındakine güven telkin ederdi. Bu yüzden kısa
sürede Iğdır’ın sayılı iş adamları ve tüccârları arasında yerini almıştı.
315
Hamza Aygün
Resul Taner Bey’in oğlu Cengiz Bey, Dişçilik eğitimini yapmak için
Almanya’ya gidince, sahibi olduğu fabrikayı Mustafa Akgün’e devretti.
Ahmed Şemo
Ahmed Şemo ve dostları sık sık lokanta ve kahvehanemize gelirlerdi.
Bir gün(Yıl 1933) Ahmed Şemo ve Atar (Ali Mirze Bey’in damadı),
ellerinde bir xurcun (heybe) kahveden içeri girdiler. Ahmed Şemo, elindeki
xurcun’u bana uzatıp,
“Balam bunu yaxcı bir yere koy!” dedi. Ben de, küçük heybeyi, lokantanın malzeme dolabınının bir köşesine gelişi güzel yerleştirdim.
Üst bölmesinde, “bozbaş” yemeğinde kullandığımız lavaş ekmekler
istif edildiği için bu dolap her gün defalarca açılıp kapanırdı.
Ahmed Şemo ve Atar yemek yedikten sonra heybeyi almadan çıkıp
gittiler.
Aradan 3-4 gün geçti. Bir gün Ahmed Şemo, babama,
“Xurcun ne oldu?” diye sormuş. Babam şaşkınlıkla,
“Ne xurcun’u?” diye afallayınca, Ahmed Şemo,
“Xurcun’u oğluna verdim. İçi dolu kızıldır (altın)” dedi. Babam telâşlı
beni yanına çağırdı.
“Oğlum, Ahmed Ağa’nın xurcun’nunu nereye koydun?” diye sitem
etti.
“Xurcun’u dolaba koydum!”
Babam hızlı adımlarla dolaba gitti, kapısını heyecanla açtı. Heybe bir
köşede duruyordu. Babam heybeyi tezgâhın üzerine koydu. Ahmed Şemo,
heybenin içindeki küçük torbalardan birisinin ağzını açınca çil çil Reşat altınlar avucuna döküldü! Heybenin içinde dört tane “kına kesesi”denilen torba
dolusu altın vardı! Iğdır koşullarında çok büyük bir servetti. Ahmed Şemo
altın keselerini xurcun’a yerleştirdi, elini başımın üstüne koyup saçlarımı
“aferin” dercesine okşadı.
Mecit Hun
Ahmed Şemo’nun canı ruhu Mecit Hun’un üzerindeydi. Her zaman
sınıfının birincisi oğlunun üzerinde titrer, her gittiği yerde “Mecit, Mecit”
diyerek övgüyle söz ederdi. Aynı sevgi ve duyarlılığı büyük oğlu Hamit’e
göstermezdi.
Mecit Hun’un en büyük hatası liseden sonra öğrenim hayatına devam
etmemesiydi. İkna kabiliyeti son derece yüksekti. Eğer okusaydı iyi bir devlet
adamı olabilirdi.
Mecit Hun’un bir hatası da, gittikçe gözden düşen bir partiden yani
316
Iğdır Sevdası
CHP’den politikaya girmesiydi. Bununla kalmadı, kendisini Sırrı Atalay’ın
siyasi hesaplarına endeksledi. Halbuki hem ailesi hem de kendi yeteneği, Sırrı Atalay’kinden kat kat üstündü. Kendini ön plana çıkarmasını beceremedi.
Allah rahmet etsin.
Oba Katliamı
Yıl 1957 idi. Iğdır’da ev inşa ediyordum. Çatı kaplamada kullanmak
için iri ve uzun kavak ağaçlarına ihtiyacım vardı. Hem büyükbabam Hacı
Nağdali Bey’i ziyaret etmek hem de ihtiyacım olan kavakları almak için Oba
köyüne gitmiştim.
Büyükbabam Hacı Nağdali’yle (Oba) birlikte köyün kavaklarını gezerken metruk bir alana geldik. Arsanın bir kenarında üç tane kocaman kavak
ağacı sıra sıra diziliydi. Heyecanla,
“İşte tam aradığım cinsten! Bunları satın alalım!” dedim. Büyükbabam, başını düşünceli şekilde iki yana doğru sallayarak,
“Hayır bunları alamayız!” dedi.
“Niçin? Bak tam olgunlaşmışlar. Yoksa kuruyup gidecekler” dedim.
Büyükbabam, “Bu kavakların sahipleri var onlar razı olmazlar” dedi.
Merakla,
“Kim bu kavakların sahibi?” diye sorunca, büyükbabam kolumdan
tutarak beni harabe bir duvara doğru götürdü. Taş ve toprak yığınları üzerine
oturup biraz soluklandıktan sonra şu hikâyeyi anlattı:
“1919’lu yıllardı. Komşu köy Alkamer’de Ermeniler oturuyordu. O
zamanlar her iki köy arasında çok iyi dostluk ilişkisi vardı. Hatta benim orada
Arakel adında iyi bir arkadaşım vardı. Ermenice “Xonaxan” kelimesi “arkadaş, komşu” anlamına geldiği için biz aile içinde Arakel’i hep, “Xonaxan
Arakel” olarak çağırırdık.
Bir gün Xonaxan Arakel kapımızı çaldı. Endişeli ve üzgün bir hali
vardı. Kimsenin etrafta olmadığına emin olduktan sonra eve girdi. Kendisini
sofraya alıp yemek ikram ettim. Arakel, yemekten sonra beni bir köşeye çekip,
“Nağdali, biliyor musun bugün sana niçin geldim? Sana önemli haberler getirdim. Beni dikkatlice dinle! Biliyorsun bizim Kaxtaxanlar (Osmanı
Ermenisi) bu tarafa göç etmişler. Köyde de onlardan epeyce var. Toplanıp
karar aldılar. Taşnaklara müracaat edip silahlı asker istediler. Müslüman
köylerine saldıracaklar. Çok geçmeden köyünüze de saldırıp katliam yapacaklar. Gönlüm razı olmadığı için size bu haberi getirdim. Sen bizim ekmeği
yemedin ama ben sizin ekmeğinizi çok yedim. – o yıllar Müslümanlar haram
diye Ermeni evinde yemek yemezlermiş- Köyün ileri gelenisin. Köylüleri bir
araya topla durumu anlat. Bu belâ geçene kadar köyünüzü terk edip daha
317
Hamza Aygün
emin yerlere gidi. Aman canınızı kurtarın!” dedi.
O akşam camiye gidip, cemaate Xonaxan Arakel’in anlattıklarını aktardım. Köylüler durumun ciddiyetini kavrayamamıştı. Bazıları gülerek,
“Dedikoduyu Alkamer Ermenileri uydurmuş. İstiyorlar biz kaçalım,
arazilerimize el koysunlar. Ölmek var kaçmak yok!”
Camide yapılan toplantı sonucu köyün çoğunluğu karşı koymak ve
savaşmakta yana karar almıştı.
Rus yönetimindeki Müslüman tebaa askerlikten muaf tutulduğu için
köyümüzde silah kullanmasını bilen yoktu. Iğdır ve Erivan taraflarından sürekli saldırı ve çatışma haberleri gelince parası olanlar“Berdanga” denilen
silahtan aldılar. Geriye kalanlar ağızdan dolmalı çakmak tüfek edinip, hep
birlikte cami avlusunda, su seneği ve testileri nişan alarak atış talimi yapmaya başladık. Bununla yetinmeyip Alkamer tarafından gelebilecek salıdırıyı
önlemek için siper kazdık. Birkaç köylüyü de sipere yakın bekçi koyduk; ayrıca kırlarda hayvan otlatan çocukları tembihleyip, köyümüze doğru yabancıların geldiğini gördükleri an bizi durumdan haberdar etmelerini söyledik.
Xonaxan Arakel’in samimiyetine ve verdiği bilgilerin doğruluğuna
inanıyordum. Ergeç bu saldırının olacağını düşünüp bazı tedbirler almaya
karar verdim. Ermenilerin elinde son model silahlar olması beni daha da endişelendiriyordu. Annemi bu tehlikeden haberdar ettim. O da tavukları kesip
kavurma yaptı. Benim gibi bu tehlikeyi ciddiye alan birkaç akrabayla birlikte
un, kavurma, yağ, peynir gibi gıda maddelerini öküz arabalarına yükledik.
Annem, eşim, kızlarım - annen Rubabe ve Seriye-, kadınları, çocukları ve yaşlıları yanımıza alıp, iki ineğimizi önümüze katıp Tuzluca’nın Aktaş köyüne
doğru yola çıktık. O köyde akrabalarımız vardı. Ev halkını ve eşyaları onlara
teslim edip Oba köyüne geri döndük.
Ben yapılan ihbarı ciddiye aldığım için gün boyu pusuda saldırıyı
bekliyordum. Köylüler; evlerinde, işlerinde sakin sakin yaşamlarını devam
ettiriyorlardı.
Sabah ezanı vakti köyümüze yakın silahlar patladı. Köyün erkekleri
mevzilere koşturduk. Gelenler Ermeni komitacılardı! Ellerinde mitralyöz ve
son model silahlarla üzerimize kurşun yağdırmaya başladılar. Tüm gücümüzle direndik. Siperdeki köylülerden 17 tanesi şehit oldu. Geriye kalanlar da
bozgun halinde evlerine doğru kaçmaya başladılar. Ben de zor belâ kendimi
evimizin bahçesine attım. Ne yapayım nereye saklanayım diye etrafıma bakınırken, bahçedeki nalbant ağacı gözüme ilişti. Yüksek bir yerine tırmanıp dal
ve yapraklar arasında kendimi kamufle ettim. Dışardan bakan birinin beni
görmesi mümkün değildi. Ufacık bir aralıktan Ermeni komitacıları ve köy
yerini gözetime almıştım.
Ermeniler, evleri tek tek dolaşıp çoluk çocuk, yaşlı, kadın demeden
318
Iğdır Sevdası
herkesi zorla köyün tek camisine doğru toplu halde götürdüler. Köy halkını
camiye doldurduktan sonra kapısını kapatıp, etrafını çembere aldılar. Olduğum yerden olup biteni en ince ayrıntısına kadar görebiliyordum. Saldırganlardan iki tanesi ellerinde bidonlar caminin, direklerle örtülü ve çamur sıvalı
düz damına çıktılar. İki delik açıp ellerindeki gazyağını caminin içine boşalttılar. Sonra da binayı ateşe verip hızla arkadaşlarının yanına döndüler.
Camiden gelen ağlaşmalar ve feryatlar yeri göğü doldurmuştu. Yüreğim burkuluyor, gözyaşı içinde olup biteni izliyordum.
Bir ara caminin içindekiler kapıya yüklendikleri için olsa gerek, Ermeniler kimse çıkmasın diye kapıya kurşun yağdırmaya başladılar. Son kurtuluş umudu da sönünce, içerdekiler yanarak öldüler. Caminin tavanı ve yan
duvarları kendi üzerine çöktü.
Birkaç Ermeni kulaklarını duvara dayayıp içeriden gelen seslere kulak verdiler; acaba inilti var mı, hâlâ yaşayan var mı diye son bir kez kontrol
ettiler. Herkesin öldüğüne emin olduktan sonra ve bastıran akşam karanlığında Müslüman direnişçilerin pususuna düşmek kaygısıyla çekip gittiler.
Bu katliamdan kurtulabilen ben ve birkaç köylü Aktaş köyüne gittik.
Artık Iğdır ve Tuzluca bölgesinin güvenli olmadığına kanaat getirip, çoluk
çocuk İran’a göç ettik.
İran’da bir yıl kaldıktan sonra Osmanlı Ordusunun Nahcıvan’a girdiği haberini aldık. Culfa köprüsünden geçip Şerül kasabasına vardık. Türk
Ordusu bu şehirde ordugâh kurmuştu. Birkaç hafta sonra Osmanlı ordusu
tekrar geri çekildi. Biz Şerül’de kalmaya devam ettik.
Kâzım Karabekir Paşa’nın ordusunun Iğdır’ı aldığını duyduk. Şerül’den yola çıkıp Aras’ı geçerek memleketimiz Iğdır’a geri döndük.
Bu gördüğün arsa, üzerinde eski caminin olduğu yerdir. Şehitlerimiz
bu arsada yatmaktadırlar. Biz köyün yeni camisini başka bir yerde inşa ettik
ve bu arsaya dokunmama kararı aldık. “Bu kavakların sahipleri kim?” diye
sormuştun. İşte bu kavakların sahipleri burada yatan şehitlerdir. Allah hepsine rahmet etsin. Yine aynı şekilde vatanımızı kurtaran şehit asker ve Kâzım
Karabekir Paşa’ya da Allah rahmet etsin.
Hacı Nağdali Oba
Dedem (annemin babası) Hacı Nağdali Oba’nın aile şeceresi Sürmeli
Beylerine kadar iner.
Kasaba merkezinde evi, arsaları ve tuhafiye dükkanı vardı. Yılda birkaç kez sezonluk mal getirmek için İstanbul’a giderdi.
Gidiş-geliş bir ay sürerdi. Bir güne Kars’a, bir güne Ezurum’a, bir
güne Trabzon’a gidilirdi. Trabzon’da liman olmadığı için Değirmendere mevkiinde mavnalarla açıkta bekleyen vapurlara binilir; oradan da Hopa limanına
319
Hamza Aygün
ulaşılırdı. Haftanın belli günleri “Gülcemal” isimli posta vapuru Hopa’dan
İstanbul’a yola çıkardı.
Dedemin beşi kız üçü oğlan sekiz çocuğu vardı. Annem Rubabe Hanım, çocukların en büyüğü idi. Kelba Sura Teyzem, kocası Hacı Muhammed
vefat ettikten sonra İsmail Ağırkaya’yla evlendi. Bu evlilikten Serdar isminde
çocukları dünyaya geldi. Bir teyzem, Yaycı köyünden Ahmet Güneş’le; bir
teyzem Ahmet Güneş’in kardeşiyle; bir teyzem Erhacı’de Seyfi Bey’le evliydi. Üç dayım sırasıyla Adil, Akil ve Hacı Fahri’dir. Adil, İstanbul’da vefat
etti. Akil, bilahare Avrupa’ya gitti. En küçükleri Hacı Fahri, Iğdır’da ikamet
etmektedir.
Dedemin kasaba merkezinde geniş gayri menkulleri vardı. Hayırsever
bir mizacı olduğu için arsasının bir kısmını, üzerinde lise yapılması için derneğe hibe etti.
Dedem 1958 yılında vefat etti. Allah rahmet etsin.
Ahmet Güneş
Yaycı köyünden Ahmet Güneş teyzemin kocasıdır. Hoş sohbet ve
nüktedandır. Uzun yıllardan beri İzmir’de ikâmet eden Ahmet, bir gün kendisini ziyarete gittiğimde başından geçen şu ilginç olayı anlatmıştı.
“Arkadaşın biri beni tongaya düşürmek için kötü bir plan yapmıştı.
Bu plandan tabii haberim yoktu.
Bir gün sabah vakti pijamalar üzerimde kahvaltı yaparken, arkadaşım
kornayı çalarak balkona çıkmamı istedi. Her zamanki gibi merhabalaştık.
“Yukarı gel bir el tavla oynayalım” diyerek meydan okudum. Arkadaş, “Niye
olmasın! Ama çabuk aşağıya gel küçük bir işim var, onu birlikte halledip gelelim” dedi. “Ama pijamalar...” dememe kalmadan, arkadaşım, “Sen arabanın
içinde oturacaksın, kimse fark etmez bile” dedi. Kalbini kırmamak için pijamalı vaziyette koşar adım aşağıya inip, arabasına bindim.
Arkadaş arabayı Kayseri’nin en işlek caddesinde, benim iş yerimin
ve arkadaşlarımın olduğu bir köşede park etti. “Ahmetçiğim sen bekle ben
hemen gelirim” dedi.
Pijamalı, şehrin göbeğinde beni tanıyan esnafın arasında olmanın ne
demek olduğunu tahmin edebilirsiniz.
Çok geçmeden garip şeyler olmaya başladı. Normal bir günde bana selam verip gülümseyen esnaf dostlarım birer birer arabaya doğru yaklaşıp bana
korku dolu ve ciddi bir havada bakıyorlar, selam melam vermeden uzaklaşıp
gidiyorlardı. Bu durum epeyce devam etti. Bir an önce buradan gitmek için
sabırsızlanıyordum Nihayet arkadaşım köşe başında görününce sevindim.
Arabayla eve doğru yol alırken, arkadaşım gülerek bana döndü:
“Ahmet biliyor musun bugün senin başına ne oyun getirdim?” dedi.
320
Iğdır Sevdası
Umursamaz bir havada, “Hayır” dedim. Arkadaşım,
“Tüm esnafı tek tek dolaşıp, ‘Bizim zavallı Ahmet aklını oynatmış,
pijamalı arabaya zar zor bindirdim. Hastaneye götürüyorum’ dedim”
O an işin ciddiyetini anlamıştım. Demek ki o yüzden esnaf arkadaşlar
bana öyle dikkatli ve korku dolu gözlerle bakmışlardı!
Esnaf arkadaşlarımın benim “akıl sağlığı”ma olan güvenlerini yeniden kazanmam kolay olmadı.
İşimin başında ciddi havada yazıp çizerken, bazı esnaf arkadaşlar
uzaktan beni gözlüyor, belki de içlerinden, “Yahu bu deli adam bunca işin
altından nasıl da kalkıyor?” diye meraklanıyorlardı.
Beni kötü tongaya düşüren arkadaştan intikamımı (!) almak için halen
fırsat kollamaktayım.”
“Diri” kardeşine “öldü” diye ihsan veren Nuri’nin hikâyesi:
Iğdır, yıl 1941... Kahve ve lokantamızda Nuri isminde birisi çalışıyordu. Bulaşıkları yıkıyor, genel temizlik işlerini yapıyordu. Bu Nuri’nin bir de
Abdullah adında küçük bir kardeşi vardı. Abdullah askerden yeni dönmüştü.
Fotoğraf makinesiyle dolaşıyor, şipşak resim çekerek geçimini kazanıyordu.
Sanırım fotoğrafçılık mesleğini askerlikte öğrenmişti.
Bu kardeşler İran’ın Makü kasabasından göç edip Iğdır’a gelmişlerdi.
Kız kardeşleri Makü bölgesinin hanı, Serdar Han’ın beşinci hanımıymış. Ne
olup bitmişse bir gün bu iki kardeş baba topraklarını terk edip gurbete yani
Iğdır’a düşmüşlerdi.
İki kardeş birbirlerine oldukça düşkündü. Yemeleri içmeleri ayrı gitmezdi.
Bir gün Nuri’yi çok düşünceli buldum.
“Ne oldu, neden üzgünsün?” diye sorduğumda, Nuri, kardeşi Abdullah’ın birkaç günden beridir kayıp olduğunu ve kendisinden haber alamadığını söyledi.
Birkaç gün sonra Nuri’yi Jandarma karakoluna çağırdılar. Sınır güvenlik güçleri Abdullah’a ait olduğu tesbit edilen elbise ve fotoğraf makinesini Aras nehri kıyısında bulmuşlardı.
Nuri, elinde paketle lokantaya geldiğinde iki gözü iki çeşme ağlıyordu. “Ne oldu?” diye sorduğumuzda, kardeşinin Aras nehrinde yıkanırken Rus
askerleri tarafından yakalanıp götürüldüğünü, elbise ve fotoğraf makinesinin
nehrin kıyısında terk edilmiş olarak bulunduğunu söyledi. Elbisesinin cebinde
de bir miktar para varmış
Nuri günlerce ağladı.
“Mutlaka kardeşimi öldürdüler. Ben de cebinden çıkan parasıyla ona
‘hayır’ dağıtacağım” dedi.
321
Hamza Aygün
Pirinç, yağ, şeker ve un aldı. Kocaman kazanda pilav pişirdi. Un ve
şekerden helva yaptı. Çarşı hamalının cebine para koyup, pilav ve helvayı
yoksul evlere dağıttırdı. Tanıdıkları ve bizler Nuri’ye başsağlığı diledik.
Böylece Nuri, çok sevdiği kardeşi Abdullah’ın acısını kalbine gömüp, eski
yaşamına geri döndü.
Dükkanımızda bir müddet çalıştıktan sonra ayrıldı. Uzun bir aradan
sonra öldüğünü haber aldık.
Bu olayın üzerinden 30 yıl geçmişti. Ankara’da bir şirkette görev
yapıyordum. Arada bir Kızılay’daki Dadaş’ın Kahvesi denilen kahvehaneye
uğrayıp hemşehrilerimle buluşuyor; sohbet edip hasret gideriyordum.
Aslen Başköylü olan Dadaş boyu cüce denilecek kadar kısaydı. Şoför
olmak istemiş ancak ayağı gaz pedalına yetişmediği için ehliyet alamamıştı.
Hemşehrileri arasında çok seviliyordu. Bu kahvehaneyi açtığı zaman, arkadaşları ve civar esnaf ona “Dadaş” lakabını verdikleri için bu kahvehane gel
zaman git zaman eş-dost arasında “Dadaş’ın kahvesi” olarak bilinir olmuştu.
Bu kahvehanenin tiryakileri çoktu. Kısa öğlen tatilinde bile, Kızılay
ve civar semtlerde çalışan hemşehriler kahvehanede alelacele çay içer, gönülleri rahat işlerinin başına dönerlerdi.
Dadaş sonraki yıllar kahvehanesini satıp Iğdır’a döndü ve orada vefat
etti. Allah rahmet etsin.
Bir gün yine Dadaş’ın Kahvesi’ne uğramış, arkadaşlarla çay içiyorduk. Gözüm az ilerideki bir adama ilişti. Yere çömelmiş, saçı sakalına
karışmış, kir pas içindeki bu adamın yüzünde derin bir hüzün vardı. Ürkek
tavırla bize bakıyordu. Yanımda oturan Dadaş’a, “Bu adam kim?” diye sordum. Dadaş, “Tanımıyorum. İki gündür geliyor. Yere çömelip gelip gidenlere
dikkatlice bakıyor. Sonra da sessizce çekip gidiyor” dedi.
Bu açıklama beni meraklandırmıştı. Adama biraz daha dikkatlice baktım. Yüz hatları, gözündeki ifade bana yabancı gelmiyordu. Hafızamı biraz
daha zorlayınca bunun Nuri’nin kardeşi Abdullah olduğunu anlamıştım. 30
yıl önce öldüğü varsayılan Abdullah!
Ama olur ya hafızam beni yanıltabilir diye, emin olmak düşüncesiyle
bir test yapmaya karar verdim. Gözlerimi ondan ayırmadan güya garsonu çağırıyormuşum havasında,
“Abdullah!” diye bağırdım. Adam sesi duyar duymaz irkildi. Tavır ve
davranışından onun Abdullah olduğundan artık şüphem kalmamıştı. Yanına
gidip,
“Abdullah yanımıza gel!” diyerek kendisini masaya davet ettim.
Ürkek aramıza oturdu.
“Sen beni nereden tanıyorsun? Adımın Abdullah olduğunu nereden
322
Iğdır Sevdası
biliyorsun?” dedi. Gözlerimi onun durgun ve hüzünlü yüzünden ayırmadan,
“Sen Nuri’nin kardeşi değil misin?” diye sordum.
“Evet, dedi, peki ya sen kimsin?”
“Ben de Rıza Aygün’ün oğlu Hamza’yım. Nuri lokantamızda çalışıyordu” dedim.
Abdullah beni tanıdı. Yüzü birdenbire umut ve merakla dolmuştu.
“Nuri nerede?” diye sordu. Sorduğu soruyu hemen cevaplayamadım.
“Jandarmalar senin elbise ve fotoğraf makineni Aras kıyısında bulmuşlardı. Bunları Nuri’ye verdikleri zaman kardeşin senin için günlerce yas
tuttu. Öldüğüne inanıp, “hayrına” pilav ve helva yapıp yoksullara dağıttı”
dedim.
Abdullah ben konuştukça ağlıyor, gözlerinden yaşlar sicim gibi boşanıyordu. Konuşmam bittikten sonra elini elimin üzerine koyup, hıçkırarak ve
zorlukla konuşarak,
“Nuri şimdi nerede?” diye sordu. Başımı eğip,
“Abdullah, şimdi sıra sende. Nuri’nin “hayrına” pilav ve helva yap,
yoksullara dağıt! Nuri sen kaybolduktan sonra senin acına dayanamadı, fazla
yaşamadı. Yıllar önce Iğdır’da vefat etti” dedim.
Abdullah’a bu kötü haberi vermek zorunda kalışım beni de oldukça
üzmüştü. Ama kardeşinin akibetini benden daha iyi bilen yoktu. Ona karşı
görevimi yerine getirmek zorundaydım.
Abdullah’ı zorlukla teskin ettikten sonra Rusya’da başından geçenleri
sordum. Abdullah,
“Beni Aras nehrinde yakalayıp götürdüler. Uzun yıllar hapiste yattım.
Sonra bir gün nasıl olduysa beni serbest bıraktılar. Bir gemiye bindirip İstanbul’a gönderdiler. Ankara’ya geldiğim zaman Iğdırlılar’ın bu kahveye gelip
gittiğini öğrendim. Belki Nuri’ye rastlarım umuduyla kahvehaneye hergün
gelip müşterilere göz atıyordum. Sen olmasaydın Nuri’nin akibetini asla öğrenemeyecektim” dedi.
Abdullah parasız ve yoksuldu. Tanıdığı kimse yoktu. Muhacirlik
hayatı ve hapishane yılları direncini kırmış, Abdullah’ı hayattan koparmıştı.
Hiç tereddüt etmeden üzerimdeki yüklü parayı eline sıkıştırıp kapıdan yolcu
ettim. Bir daha kendisini kimse ne gördü ne de haberini aldı.
Kamerliler
Kamerli, Erivan şehrinin 25 km yakınında ve bugün Ermenistan devleti sınırları içinde kalan bir kasabanın adıdır.
Bu kasaba sakinlerinden İbrahim Kamerli (Navruzhan) 1910’lu yıllarda Türkiye’ye ticaret için gelip gittiğinden, Erzrurum’a kadar olan bölgedeki
şehir ve kasabaları tanıma şansı olmuştu. Bu yüzden Erivan tarafında siyasi
323
Hamza Aygün
durumlar karışınca ailesini yanına
alıp, öteden beri yakından tanıdığı
Iğdır kasabasına gelip yerleşmişti.
Iğdır’da birçok gayrimenkuller alarak ticaret hayatına atılan
İbrahim Navruzhan, Sovyet Devletinin kurulmasından sonra Markara
köprüsü üzerinden Ermenistan’la ticaret yapmıştır. Aydın ve başarılı bir
tüccar olan İbrahim Bey’in Kamerli Sura Hanım ve Kamerli İbrahim Bey
kasabasındaki hemşehrileri, onun
özendirmesi ve teşvikiyle Türkiye’ye gelip yerleşmişlerdir.
Bu şekilde sınırı geçerek Iğdır’a gelen aileler arasında, kendi kardeşi
Hacı İsrafil ve ailesi; hacı Salman ve oğulları Abbas, Hasan ve Hüseyin Aydoğdu; Meşe Şükür ve oğulları Hamit, Mecit ve İslâm Keskin; Celil Cantürk
ve ailesi; Meşe Haydar ve ailesi; Hasan ve ailesi; Hüseyin Babuş ve oğulları
Şaban ve Adil Kamerli; Allahverdi ve oğulları Oruç, Sefer ve Ali Babuş ve
kızı Halime Bibi gibi isimleri sayabilirim.
İbrahim Kamerli, Erivan’da alim Hoca Mirze Mıhemmed Axuntov’un, yine alim Hoca olan kızı Sura Hanım’la evliydi. Bunların Tevfik, Zekiye,
Zeki, Şükran, Nuran ve Bünyamin adında altı çocuğu dünyaya gelmiştir. Tevfik Bey, 1938 yılında İstanbul’a göç ettti. Zekiye Hanım Cavat Arsak Bey’le
evlenip bilahare İstanbul’a; Zeki Bey, Amerika’ya yerleşmiş. Şükran Hanım,
Hamza Aygün’le evlenip bilahare Ankara’ya yerleşmiştir. Nuran Hanım,
Mehmet Iğdır Bey’le evlenerek Iğdır’da kalmıştır. Bünyamin (Abdullah) Iğdır’da Kıymet Demirkaya Hanım’la evlenmiş ve Iğdır’da vefat etmiştir. Allah
rahmet etsin.
Kamerli
Ailesiyle akraba
olan Karahamzalı Meşe Hasan ve
oğulları İsmail
(Karadağ), Hacı
ve
sonradan
Iğdır’da doğan
Abbas ve Yılmaz kardeşler;
Meşedi Abbas
Kulu, Abu Bey Ayakta soldan sağa: Hamza Aygün, Gülaç, Hasan, Şükran Aygün;
ve ailesi ve daha
Oturanlar soldan sağa: Sura Hanım ve Kamerli İbrahim Bey
324
Iğdır Sevdası
isimlerini hatırlayamadığım Kamerliler kendi kasabalarında esnaf oldukları
için Iğdır’ın ticaret hayatına renk kattılar. O yıllarda Iğdır’da “Hazır Elbise”
diktirip satan (ilk konfeksiyon) esnaf bu Kamerlili tüccarların arasından çıkmıştır.
Kayınvalidem Sura Hanım:
Sura Hanım, babası gibi alim ve hocaydı. Farsça, Arapça, Ermenice,
Rusça ve Türkçe’yi çok iyi bilirdi. Örneğin Farsça bir kitap okuduğu zaman
onu simultane çevirebilirdi.
Sura Hanım’ın ele geçmez bir kütüphanesi vardı. Çoğu 500-1000
yıllık el yazması ciltlerden oluşan bu kitaplar birçok dilde yazılmıştı. 30cm X
40 cm ebatındaki bu kitapların çoğu ne yazık ki sürekli taşınma ve yer değiştirmeler yüzünden kaybolup gittiler.
Kölan Ailesinden, edebiyat araştırmacısı ve hocası Firuze Hanım,
Sura Hanım’ın kitaplığını gördüğü zaman, gönlünü kaptırmış; günlerce, “Bu
kitapları ya bana satın ya da müzeye devredin” diye ısrar etmişti.
Sura Hanım’ın mahalle içinde öğrencileri vardı. Eşim Şükran Hanım’da arada bir bu derslere katılır, kendisine verilen ödevleri yerine getirmeye
çalışırdı. Belirli bir yaştan sonra insan hafızası ezber gücünü kaybettiği için
Şükran Hanım bu ciddi eğitim disiplininden bazen sıkılmıyor da değildi...
Böyle günlerde Sura Hanım yarı üzgün bir şekilde annemin yanına gider,
“Allah kimseye kart (yaşlı) talebe kart gelin vermesin. Biri senin başına biri de benim başıma gelipti...” derdi.
“Türkdönmez” Ailesi
Erivan’dan 1923’de Iğdır’a göç eden bu ailenin reisi rahmetli Kelba
Mustafa Bey idi. Çocukları:
1. Ekber
2. Mehmet Hüseyin
3. Asker
4. Abbas
5. Kenan
6. Yaşar
7. Tovuz
Tovuz Hanım, Timur Turan’ın eşidir. Bugün bu aileden sadece Asker
ve Tovuz kardeşler hayattadırlar. Ölenlere Allah rahmet etsin.
Kardeşlerden dördü çok güzel fubol oynardı. Abbas ve Asker, müdafaada oynadıkları zaman, onlar için halk arasında “Çanakkale geçilmez”
denilerek övünülürdü.
Hüseyin Abi bankacıydı ve aynı zamanda Aras Sporun sol açığıydı.
325
Hamza Aygün
Kenan Bey, bugünkü neslin bile ismini yakından tanıdığı sevilen birisiydi.
Kelba Mustafa Bey’in kardeşi Kelba Veli Amca, güçlü ve dinç görünümlü birisiydi. Hüseyin Yaycı Bey’in kız kardeşi Sakine Hanım’la evliydi.
Bu evlilikten Şaman; önceki evliliğinden de Sure isminde bir kızı vardı.
Anlatıldığına göre, Veli Bey, Erivan’da yaşadığı zaman da hatırı sayılır birisiymiş. Veli Bey’in bugün çok akıllı, eğitim görmüş torunları vardır.
Şöllü Ailesi
Çok kıymetli Hacı Hüseyin Şöllü ve eşi Fatma Hanım, Şöllü Mihmandar’dan göç edip Iğdır’a yerleşmişlerdi. Çocukları rahmetli Emir Şöllü,
Mehmet Şöllü, Hasan Şöllü ve Türkan Türkdönmez’dir.
Şöllü ailesinden rahmetli Emir Bey, Iğdır’da ticaretle uğraşırdı. Beyler Bey’in küçük kardeşi Sultan Bey’in kızı Latife Hanım’la evliydi. İki oğlu
ve bir kız çocuk sahibiydi. Çocukları halen Iğdır ve Almanya’da yaşamaktadırlar.
Mehmet Şöllü, ileri görüşlü ve yetenekli bir tüccardı. Üç kız ve bir
oğlan çocuğu sahibiydi. Kızları Leyla Arık, Necla Akyüz ve Farah Saita öğretmen; oğlu İbrahim Şöllü de avukat olarak çalışmaktadır.
İbrahim Şöllü’nün “Hukuk okuma sevdası” konusunda gösterdiği
çaba ve sebat şayanı dikkattir. Liseyi bitirdikten sonra ideali olan Hukuk
Fakültesini kazanamayınca geçici olarak Erzurum İktisadi Ticari İlimlerde
yüksek öğrenim hayatına başlamış; ikinci yıl tekrar sınavlara girmiş, ama
yine Hukuk Fakültesi’ne puanı yetmeyince, İzmir Ziraat Fakültesine kaydını
yaptırmış; yılmadan çalışarak üçüncü kez sınavlara hazırlanıp nihayet İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girmeyi başarmıştır. Bu çabası nedeniyle “Üniversite
Fatihi” unvanını kazanan İbrahim Şöllü, bugün İzmir Konak’ta avukat olarak
hizmet vermektedir. Kendisine başarılar dilerim.
Hasan Şöllü, Iğdır’daki gayri menkullerin tasfiye edip, ailesiyle Bilecik iline yerleşmiştir.
Çöllü Ailesi
Bugünkü Ermenistan sınırları içinde kalan Şöllü Mihmandar köyünden Iğdır’a göç eden rahmetli Meşe Hasan, sonra Hacı oldu.
Bu aileyi şöyle sıralayabiliriz: Hacı Hasan Çöllü ve eşi Sakine Hanım;
oğulları Hacı Ekber Çöllü, Dr.Abbas Çöllü; kızı, Resul Taner’in eşi rahmetli
Sara Taner; kızı Nuri Çöllü’nün annesi Sura Çöllü; bu aileden sayılan rahmetli Kara Halil kardeşi Ali Bey, Salih Çöllü ve Muzaffer Çöllü.
Çöllü ailesi yoğunluklu olarak ticaretle uğraşırdı. Bu aileden olan Dr.
Abbas Çöllü, Iğdır’ın yetiştirdiği ilk yüksek tahsilli gençlerden birisiydi. Allah cümlesine rahmet etsin.
326
Iğdır Sevdası
Rahimoflar (Kölan) Ailesi
Iğdır’a Erivan’dan göç eden kültürlü ailelerden Aziz Bey ve eşi Fere
Hanım anılmaya değer, saygın isimlerdir. Bu ailenin çocuklarını şöyle sıralayabilirim:
1.Enver: Kore Gazisi. Binbaşı. Vefat etti.
2.Niyazi: Ziraat Mühendisi. Vefat etti.
3.Raif:
Emekli
4.Yıldırım
Diş Tabibi. Vefat etti
5.Necati Tümgeneral. Cerrah. Eski GATA komutanı.
6. Firuze
Edebiyat hocası. Sinop’ta yaşıyor.
Necati Bey sınıf arkadaşımdı -1927 doğumlu olduğunu tahmin ediyorum- Ortaokulun süper öğrencilerindendi. O yıllar bize bir yılda üç karne
verilirdi. Necati Bey, her üçünde de iftahar listesine girmeyi başardığı için, yıl
sonunda Bakanlığın yayınladığı “İftahar Kitabı”nda ismi olurdu.
Firuze Hanım, Sinoplu bir avukatla evlendi. Eşinin vefatından sonra
bura halkı tarafından kendisine gösterilen ilgi ve sevgiden dolayı Sinop’tan
ayrılmadı.
Amcaçocukları rahmeti Hamit Kölan da kültürlü ve eğitimli bir aileye
mensuptu.
Aziz Bey ve ailesi 1940’lı yıllarda İstanbul’a göç ettiler. Ülkemize
yararlı evlatlar yetiştiren Rahimofları saygı ile anıyorum.
Iğdırmava’dan Tezel Ailesi
Iğdır’ın en köklü ailelerinden olan Cafer ve Hasan Tezel kardeşler
kasabanın renkli kişileriydiler. Cafer Sadık, Hasan Bey’in ağabeyi idi.
Sadık Bey, genç yaşta Belediye Zabıta Müdürü oldu. Sözü sohbeti
yerinde, sevilen sayılan bir şahıstı. Bilahare Ali Yardım’la “Çimen” denilen
mevkide, Hanako çayı üzerinde “Malaganın Değirmeni” olarak bilinen bir su
değirmeni inşa ettiler. Sonra oradan ayrılıp eski hastane önünde bir değirmen
kurdular. Arazileri boldu. Ortaklara verirlerdi. Siyasete giren Sadık Bey İl Encümen Azası gibi görevleri başarılı bir şekilde yaptı. Toplum adamıydı. Yakın
zamanda vefat etti. Allah rahmet etsin.
Kendisi gibi iyi olan oğlu Baykara Bey’e de uzun ömürler dilerim.
Hasan Bey, bir zamanlar Iğdır’ın kalbur üstü ve elit diyebileceğimiz
beylerine elbise dikerdi. Fakat bu mesleği genç yaşta bıraktı. Seyahatı çok
severdi. Her yıl mutlaka İstanbul’a gidip birkaç ay kalıp istirahat etmek gibi
bir alışkanlığı vardı. Çok renkli bir insandı. Sohbet ettiğinde, sanki “Ağzından
bal damlıyor” misali hoş ve tatlı bir üslupla konuşurdu. Çevresinde sevilip
sayılırdı. Geç yaşlarda Kadir Günde Bey’in kız kardeşiyle evlendi. İki oğlan
327
Hamza Aygün
bir kız çocuğu sahibidir. Hasan Bey çok yaşlanmadan vefat etti. Allah rahmet
etsin.
Oğulları İsa ve Musa kardeşlere başarılar dilerim.
Ali Yardım
Iğdır’ın varlıklı ve hakikaten yardımsever aydınlarındandı. Aslen
Tuzluca’nın Alhanlı köyünden olan Ali Bey, Kağızman kasabasından Satır
Ağa’yla akraba olduğundan gençlik yılları bu kasabada geçti. Daha sonra
Iğdır’a gelip kamyon ve otomobil parçası acentası açtı. 1938-40 yıllarında
koyun sürüsü sahibi oldu. Bu sırada ikinci evliliğini yaptı. Iğdır’ın Torun
ailesinden Fettah Bey’in kızı Cemile Hanım’la evlendi. Her iki hanımından
birçok çocukları vardır.
Ali Yardım, Hac ziyaretini yaparken kutsal topraklarda vefat etti. Allah rahmet etsin.
Hamit Çiftlik
Hamit Bey, Aralık kazasının Çiftlik köyünden aydın bir insan olan
Şıhali Bey’in oğludur. Tahsilin önemini kavrayan babası, Hamit Bey’i lise
tahsilini müteakip İstanbul Yüksek Ticaret Fakültesine yolladı. Burada dört
yıl öğrenim gören Hamit Bey, Iğdır’a yerleşip ticaret hayatına atıldı. Belirli
bir müddet mağaza işleten Hamit Bey, daha sonra Iğdır Tarım Satış Kooperatif Birliği’nde “Başkanlık Murakıbı (Denetçisi” olarak görev yaptı. Burada
6 yıl çalıştıktan sonra Adana’da Çukobirlik bünyesindeki bir kooperatifin
müdürlüğüne atandı. Daha sonra buradan ayrılan Hamit Bey Ankara’da DSİ
Genel Müdürlüğünde görev yaptı. DSİ’den emekli olan Hamit Bey Ankara’da
vefat etti. Hamit Bey, babası gibi ileriyi gören, çok temiz, akıllı ve kimseyi
kırmayan, hatırşinas bir beyefendiydi.
Iğdır’ın Bey ailelerinden Kelba Hüseyin Ali Bey’in büyük kızı Mine
Selçuk’la evlenen Hamit Bey dört kız ve bir oğlan çocuğu babasıydı. Kızı
Oya Çiftlik, yüksek tahsilden sonra PTT Genel Müdürlüğünde yönetici olarak
çalışmaktadır. Evli ve bir çocuk annesidir.
İkinci kızı Hülya Hanım Tıp Fakültesini bitirip Yüksek Lisans yaparak İç Hastalıkları Profesörü olmuştur. Hatırşinas ve insancıl yanı ağır basan
Hülya Hanım, iki çocuk annesidir.
Üçüncü kızı Asuman Hanım üniversiteyi bitirip PTT Genel Müdürlüğünde Daire Başkanlığı yapmaktadır. Doktor olan bir kızı ve bir oğlu var.
Hamit Bey’in dördüncü kızı Nur Çiftlik, Ankara Üniversitesi Mimarlık
Fakültesini bitirip mimar oldu. Evli bir çocuk annesidir.
Hamit Bey’in tek oğlu olan Ali Çiftlik Ziraat Mühendisidir. Ankara’da
Tarım Kredi Kooperatifleri’nde görev yapmaktadır.
328
Iğdır Sevdası
Hamit Bey vatana değerli çocuklar yetiştirmiştir. Allah rahmet etsin.
Persililer (Turan ve Karaca)Ailesi
Ermenistan’ın Aras kenarından göç edip Iğdır’a ilk gelenlerdendir.
Bunlar üç kardeş olup yaş sırasına göre Kelbayı Hasan Turan, Kelbayı Veli
Karaca ve Ramazan Turan’dır. Soyadı Kanunu çıktığında Veli Bey her nedense “Karaca” soyadını almıştır.
Bu kardeşler gösterişli, uzun boylu ve iri yapılı kişilerdi. Aydın ve
kültürlüydüler. Zamanın basınını inceler, kendilerini dinleyen insanlara fikir
verirlerdi.
Kelba Hasan Turan Bey’in iki oğlu vardı: Timur ve Behman Turan.
Timur Turan Bey, ticaret ve çiftçilikle uğraşırdı. Küçük oğlu Behman
Turan Iğdır’ın ilk tahsil yapan gençlerinden olup Tıp Tahsilini yapmıştır. Bevliye Mütehassısı olup bir çok Iğdırlı hemşehrisinin derdine derman olmuştu.
Bir kızı da Doktor Yusuf Bey’in babasıyla evlenmişti.
Kelbayı Veli Karaca Bey’in iki oğlu, bir kızı var. Büyük oğlu Ali Karaca Ankara Hukuk Fakültesini bitirip hakim oldu. Küçük oğlu Ahmet Karaca
Ankara’da tahsilini tamamlayıp uzun zaman Anadolu Ajansında Parlamento
muhabirliğini yaparak bu kurumdan emekli oldu. Ahmet Bey, ta Mehmet
Eminzade zamanından beri Azerbaycan Kültür Derneği’nin değişmez Genel
Sekreterliğini yapmaktadır. Aybuke Hanım’la evli olan Ahmet Bey’in çocukları tahsillerini bitirip birisi mimar birisi de babasının mesleği olan gazetecilik
yapmaktadır.
Ramazan Turan, Hakveyis köyünde oturup çiftçilik yapmaktadır. Üç
oğlan çocuğu sahibidir. Bunlardan Mehmet Turan Nüfus Memuru; Rıfat, terzi; Muharrem ise Iğdır Hakveyis’te çiftçi olarak yaşamaktadır. Ölenlere Allah
rahmet etsin.
Odoğlu Ailesi
Rahmetli Naki Bey Iğdır’a 1926’lı yıllarında Erivan’dan göç etmiştir.
Ailesini şöyle sıralayabiliriz. Eşi Münevver Hanım, oğulları Abbas
ve Bekir Beyler; kızları Fahriye Hanım (Recep Bey’in eşi), Süheyla ve Ayten
Hanımlar. Ayten Hanım, rahmetli Fevzi Aküzüm’ün eşidir.
Naki Bey’in, Amca Bey adındaki kardeşi Iğdır’da terzilik yapmaktaydı. Eşi Zehrabeyim Hanım halen hayattadır.
“Odoğulları” bilgili ve eğitimli bir aileydi. Iğdır’da iki tane güzel bağları ve bahçeleri vardı. Burada çok değişik meyve ağaçları yetiştirilir kaliteli
meyve elde edilirdi. Hatta bir ara Naki Bey, Iğdır şeftalisinden konserve yapıp
pazarlıyordu. Aile 40’lı yıllarda İstanbul’a göç etti.
329
Hamza Aygün
Naki Bey cezaevinde
Naki Bey’in kardeşi Amca Bey, Iğdır’a 30’lu yıllarda geldiği için, tıpkı diğerleri gibi Hüsnü Bingöl’ün yakın takibi altındaydı. Hüsnü Bingöl bunu
görevinin gereği olarak yapardı. Benim duyduğum kadarıyla, Amca Bey, doğal olarak sınırın öte tarafında kalmış olan akraba ve arkadaşlarıyla bir zaman
haberleşmiş; bu durum Hüsnü Bey’i rahatsız etmiş. Bu nedenle Naki Bey kısa
bir gözaltına alınıp ailesi hakkında sorgulanmış.
30’lu yılların sonuna doğru başka bir olay nedeniyle Naki Bey tutuklanıp cezaevine konmuştu. Iğdır’ın sevilen insanı Naki Bey’in bir ay kadar cezaevinde kalmasına neden olan bu olayı birçok kez bizzat lokantamıza gelen
jandarma ve erattan dinlemişimdir.
Iğdır 236. Hudut Alayında askerliğini yapan erattan bir kaçı çarşı izinleri sırasında bir akşam üstü, Naki Bey’in Iğdırmava’daki evinin bahçesine
girip, ağaçlardan armut koparmak istemişler. Bahçedeki gürültü nedeniyle
Naki Bey elinde av tüfeği balkona çıkmış, karanlıkta seçemediği yabancıları
korkutmak amacıyla bir el havaya ateş açmış. Ancak saçma parçası askerlerden birisine isabet edince, iş adliyeye intikal etmişti. Naki Bey yakalanıp
cezaevine gönderilmişti.
Hüseyin Yaycı Ailesi
Hüseyin Bey, Iğdır’ın Yaycı köyünden olup tahsil için Rusya’nın
çeşitli şehirlerinde bulunmuştur. Aydın, bilgili ve de yakışıklı bir beyefendi
olan Hüseyin Bey, Kelba Veli Amcanın büyük kızı Sure Hanım’la evlidir.
Çocukları:
1. Ergün:
Bankacı
2. Ersan
Mühendis
3. Birsen Sayan
Ev kadını
4. Gülsen Karasu Öğretmen
Hüseyin Amca ticaretle uğraşıyordu. Çok renkli ve saygılı bir kişiliği olan
Hüseyin Bey belirli bir dönem İl Encüman Azalığı yapmıştır.
Sayan Ailesi
Ali Asker Sayan, Iğdır’ın sayılı ailelerinden meşhur Hacı Ekber Tufan’ın kardeşinin büyük oğludur.
İktisat Fakültesi mezunu olan Asker Bey Ziraat Bankası’nda yüksek
mevkilere geldikten sonra emekli olmuştur.
Hüseyin Yaycı’nın büyük kızı Birsen Hanım’la evli olan Asker Bey’in
çok değerli çocukları var. Gördükçe gurulandığımız Nejat Sayan Hoca, Ankara Dişçilik Fakültesi’nde Profesör ve Fakülte Dekanı olarak görev yapmaktadır. Güleryüzlü Nejat Hocamızın iki kızı vardır. Asker Beyin Üniversiteyi
330
Iğdır Sevdası
bitiren kızları evli ve çocuk sahibidirler.
Iğdır’ın Sultanabat Beylerinden Şefi Öcal Bey
Şefi Öcal Bey Iğdır’da büyük arazileri olan bir beydi. Kendisi ve ailesi aydın insanlardı. Rus yönetimi zamanında liseye kadar okumuş, dünya ahvaline vakıf kültürlü bir insandı. İstanbul gazetelerini takip eder, kahvehanelerde oturduğu zaman masası onu dinleyen meraklılarla dolup taşardı. Tahsile
önem verirdi. Bu yüzden çocuklarının eğitimiyle yakından ilgilenirdi.
Büyük oğlu Yunus Öcal Bey, Orman Mühendisi olduğundan yurdun
çeşitli yörelerinde görev yapıp emekli oldu. Ankara’da ikamet eden Yunus
Bey burada vefat etti.
Ondan küçük kardeşi Yakup Bey, zamanın şoför esnafındandı.
Üçüncü oğlu rahmeti Behram Öcal Bey, Ziraat Mühendisi idi. Ziraatçılar içinde çok sevilip sayılırdı. Vefatına, Ankara’da bulunan arkadaşları ve
sevenleri çok üzüldü. Anısına Ziraat Mühendisleri Odasında “Behram Öcal
Kütüphanesi” adıyla bir oda açıldı. Bu oda etkinliklerine ve hizmetine halen
devam etmektedir.
Behram Öcal, 1957 seçimlerinde Kars’tan Milletvekili oldu. O zaman
Mecliste CHP’ni temsilen Bütçe Komisyonu’nda görev yaptıı. İsmet İnönü
ile çalışma şerefine eren değerli bir hemşehrimiz Behram Bey, talihsiz bir şekilde kendi arabasıyla Yalova yolunda geçirdiği bir trafik kazasında oğlu, kızı
ve eşiyle birlikte olay yerinde vefat ettiler. Allah’tan hepsine rahmet dileriz.
Kalan tek kızı Gözde’ye uzun ömürler dilerim. Gözde Bursa da Elazığlı bir beyle evlidir
Küçük oğlu İslam Öcal Bey ticari işleri nedeniyle Iğdır’dan İzmir’e
taşındı. Orada hemşehrileri tarafından çok seviliyordu; ancak bir hastalık nedeniyle zamansız olarak aramızdan ayrıldı. Allah rahmet etesin.
Bekir Sungar Bey
Beki Sungar Bey, Kazım Karabekir Paşa’nın Iğdır’ı savaşarak Ermenilerden temizleyen 9.Tümen subaylarındandı. Iğdır’da görevde bulunduğu
yıllar, Torun ailesinin ileri gelenlerinden Naci Güneş Bey, Bekir Bey’in büyük
kızı Hikmet Hanım’la tanışıp evlendi. O yıllarda Torun Ailesinin asıl lideri
olan Kerem Bey ve kardeşleri Abdurrezak Bey, Fettah Bey çok hatırı sayılı
kimselerdi. Bu yüzden Naci Bey’in düğünü o kadar şatafatlı olur ki “gelin
alayı” bölgedeki diğer bey ve sevenlerin katılımıyla beş bin civarında bir atlı
konvoyuyla hareket eder. Iğdırmava’daki düğün yerinde yaşanan eğlence ve
merasim yıllar sonra bile büyük bir heyecan ve hayranlıkla anlatılırdı
İstiklâl Madalyalı Binbaşı rütbesindeki Bekir Bey kendi isteğiyle ordudan emekli oldu. Son eşi Cemile Hanım ve daha önceki evliliklerinden Se331
Hamza Aygün
niha, Kâzım, Feriha, Hikmet, Nazım, Sabahattin, Sabiha’yla beraber, kendilerine tahsis edilen bir eve yerleşerek Iğdır’ı kendisine yeni memleket olarak
seçmiştir. Bu ailenin en küçüğü Turgut Sungar Bey, Iğdır’da dünyaya geldi.
Bekir Bey, Iğdır’ın Tapu Dairesi müdürü olur ve bugünkü Iğdır’ın haritasını çıkarır. Tarla ve evlerin hudutlarını belirler. Bu konuda Iğdır’a büyük
hizmetleri vardır.
Ayrıca Iğdır’a ilk meteorolojiyi kuran Bekir Sungar Bey İkinci Dünya
Harbi başlamadan önce Iğdır’da vefat etti. Cenazesi devlet töreniyle kaldırılıp
o zamanlar Melekli yolunda bulunan Askeri Hastanenin arkasındaki mezarlığa defin edildi. Allah rahmet etsin.
Bekir Sungar Bey memlekete çok hayırlı evlatlar yetiştirdi. Büyük
oğlu rahmetli Nazım Bey, Harp Okulunu bitirdi. Binbaşı rütbesiyle memlekete hizmet verirken hastalanarak vefat etti.
Sabahattin Sungar Maliye Meslek Okulunu bitirerek uzun yıllar yurdun çeşitli yerlerinde mal müdürü olarak görev yaptı. Sabahattin Bey, Iğdır’da görev yapan aslen Afyon’un Emirdağ ilçesinden, iyi bir ailenin kızı Behice
Hanım’la evlendi. Dedesinin adı olan Bekir isminde bir oğlu ve iki kızı var.
Sabahattin Bey, 1988 yılında Ankara’da rahatsızlanarak vefat etti. Rahmet
olsun.
Kızları Seniha ve Sabiha Hanımlar birer subayla evlenip Iğdır’dan
ayrıldılar. Ortanca kızı Feriha Hanım İstanbul’a gelin gitti.
Gelelim Bekir Bey’in en küçük oğlu Turgut Sungar Bey’e... İş Bankasına giren Turgut Bey becerisi ve kabiliyeti sayesinde emsallerinden evvel
Banka Şube müdürlüğüne yükseldi. Bu bankadan emekli olduktan sonra
başarılı bir yönetici olması camiada bilindiğinden Ankara’da İstanbul Bankası’nın Necatibey ve Kızılay Şubesi müdürlüğüne atanarak beş yıl çalıştı; bu
bankanın Ziraat Bankasına devredilmesiyle Turgut Bey bankacılık mesleğini
sona erdirdi.
Turgut Sungar Bey aileden gelen yeteneği ile yağlı ve sulu boya resim sanatına başladı. Kısa sürede bu alanda çalışma yapan seçkin ressamlar
arasına girdi. İş Bankası resim galerisinde sergilediği resimleri büyük bir ilgi
gördü ve anında alıcı buldu.
Iğdır’da dünyaya gelen Turgut Sungar’ın gençliği de hep Iğdır’da
geçti. Uzun boyu ve aileden gelen yakışıklılığı derhal göze batıyordu. Ayrıca
sanata ve spora karşı kabiliyetli olması nedeniyle de ön plana çıkıyordu. O
yılların Iğdır gençliğinin kalbinde “Turgut Sungar” isminin ayrı bir yeri vardı.
İkinci Dünya Harbi’nin neden olduğu karamsar yaşam koşullarında,
Turgut Sungar ve arkadaşları Halkevinde müsamere, balo ve temsil oyunları tertip ederek halkın moralini yüksek tutuyorlardı. Bu oyunların çoğunda
332
Iğdır Sevdası
kendisi bizzat baş rolde oynardı. Futbol ve özellikle voleybolda sergilediği
yetenek unutulmazdı. Heyecanlı spor karşılaşmaları Iğdır’a renk katıyordu.
Ayrıca şiir denemeleri de yapan Turgut Sungar halen Ankara’da oturmaktadır. Çok iyi bir insan olan Ayten Hanım’la evli olan Turgut Sungar’ın
Hakan ve Dilek adında evli iki çocuğu var. Oğlu büyük bir firmanın Antalya
bölge temsilciliğini yapmaktadır. Uzun ömürler dileriz.
Saita Ailesi
Mürsel Bey aslen Başköylü olup fabrikatör Resul Taner Bey’in yeğenidir. Rahmetli Ceyran Hanım’la evli olan Mürsel Saita Bey’in üç oğlu
vardı: Mehmet Ali, Turgut ve Necdet. Zamanında akranları arasında bu üç
kardeş “matematik uzmanı” olarak bilinirlerdi. Yetenekli olan Mehmet Ali
Saita -Mürsel Bey’in büyük oğlu- mühendis olarak Karayollarına girerek Karayolları Bölge Şefliğine kadar yükselmiştir. Konusunda uzman olan Saita, bu
başarısından dolayı, Türkiye’nin en önemli karayolu geçiş noktası olan Bolu
vilayetinde uzun yıllar hizmet verdi. Iğdır’ın Bey sülalesinden olan Elmas
Hanım’la evli olan Mehmet Ali Bey’in, ODTÜ mezunu iki mühendis oğlu ve
bir de kızı var.
Mehmet Ali Bey sosyal yardımlaşma ve girişkenlik konusunda son
derece yetenekli birisidir. Birçok hayır kurumu ve derneğe üye olup, bu alanda başarılı hizmetler vermeye devam etmektedir. Ankara’da emekli olarak
yaşayan Saita’ya uzun ömürler dilerim
Mürsel Bey’in ikinci oğlu Turgut Saita da Karayolları’nda görev
yapmış, çalıştığı yıllar sendika başkanlığına seçilerek Ankara’da görev yapmıştır. Üç kız çocuğu sahibi olan Turgut Bey halen Ankara’da emekli olarak
yaşamaktadır.
Mürsel Bey’in üçüncü oğlu Necdet Saita, rahmetli Albay Aslan Karasu’nun kızı Gönül Hanım’la evliydi. Mühendislik mesleğinde “akümülatör
uzmanı” olarak özel bir prestij sahibi olan Necdet Bey’in bir oğlu bir de kızı
vardır. Oğlu doktor olarak hizmet vermektedir.
Iğdır’ın İlk Sakinleri
1. Cumhuriyetten evvel Iğdır’ın yerli ahalisi
2. Kurtuluştan hemen sonrasında terhis olan erat
3. Milli Mücadeleye katılmayan zabıtan
4. Iğdır’a ticaret için gelen Karadenizliler
5. Kafkas göçmenleri (Azeri, Kürt ve Terekeme)
6. Bulgaristan göçmenleri
333
Hamza Aygün
1. Iğdır’ın Yerli Ahalisi
“Iğdır yerlisi” diye tabir edilen ahalinin bir kısmı o zamanlar kendilerine “Beyler” denilen ailelere mensuptular. Sosyal durumları ve yaşam
biçimleri diğer ailelerden farklıydı. Giyim kuşamları günün modasına uyan
bu “bey” ailelerinin çocukları günün okullarında az da olsa eğitim almışlardı.
Bu ailelerin belli başlıların şöyle sıralayabiliriz.
Sultanabat Beyleri:
Iğdır’ın varoşlarında oturan Sultanabat Beyleri:
1. Hacı Hanlar Bey: Iğdır’ın İlk Belediye Reisi (1922-24)
2. Beylerbey Ailesi
3. Hanbaba ve Şefi Bey (Öcal) Ailesi
4. Mehmet ve Reşit Bey Ailesi
5. Paşa ve Ali Bey Ailesi
6. Kebo Bey
7. Gulemali Bey Ailesi: Gulemali Bey Rus yönetimi zamanında “Mirap” yani “su dağıtıcısı” olarak görev yapmıştır. Aras suyunu köylüleredağıtma görevi “Mirap” ın üzerindeymiş.
8. Rehim Bey ve oğlu İsmail Bey
9. Muhtara Bey ve Ailesi. Bu aile Şengoi aşiretiyle kız alıp-verme
nedeniyle akrabaydı.
Sultanabat’ta oturan ahali:
1. Kurban, Nebi ve Dadaş Akar Ailesi
2. Meşe Kanber ve Ailesi
3. Ali Yaşar ve Ailesi
4. Ejder Akar
5. Hüseyin Akar
Iğdır’ın Bey Ailelerinin bir bölümü de köylerde yaşardı:
1. Çarıkçı Beyleri:
Kelba Mehmet Ali Bey, Meşe Hüseyin Ali Bey
2. Yaycı Beyleri
Behman Bey (Tahsildar)
3. Kasımcan Beyleri
Gulem Kılıç Bey (Feyiz Kılıç’ın babası)
4. Oba Beyleri
Kelba Kasım Bey, Hacı Mehmet Aydın Bey
5. Melekli Beyleri
Ağa Bey (Zöhrap Makinist’in babası)
6. Karakoyun Beyleri
Haydar Bey (Rıza Yalçın’ın babası) , Aziz
ve Rıza Bey
7. Kızılzekir Beyleri
Ali Bey, Yusuf Bey
8. Kadıkışlak
Memed Bey (BaşkomiserFeridun’un
babası)
334
Iğdır Sevdası
9. Aralık
10.Panik
Paşa Bey (Ekinci)
Fettah Bey (Güneş)
Yerli Aşiret Beyleri 1. Ali Mirze Bey (Yiğit)
2. İsa Bey (Yiğit)
3. Bahri Bey (Yiğit)
4. Ahmed Şemo (Hun)
5. Kerem Bey (Güneş)
6. Fettah Bey (Güneş)
7. Abdurrezak Bey (Güneş)
8. Naci Bey (Güneş)
9. Kerem Bey (Güneş)
10. Mıhe Kazak (Gölalı)
11. İsa Bey (Turan )
12. Temıre Gulê (Güney)
13. Ahmet Armağan
14. Abdullah Armağan
15. Abdulhadi Kuş
16. Mirze Bey (Hiloi aşiretinden)
17. Kerem Şengoi (Şen)
18. Hacı Ömer Şark
19. Hacı Şebap Şek
20. Esede Beko (Malgaz)
Tuzluca (Kulp) Beyleri
1. Şamil Bey (Ayrım) Pernavut (Gaziler)
2. Cemşit Bey
3. Eloş Bey
4. Tepo Bey
5. Ziya Bey
6. Murat Bey
7. Cemil Bey
8. Yusuf Bey
9. Behman Bey
10.
Tosun Bey
11.
İskender Bey Gamışlı köyü (Doğusoy)
12.
Elhanlı ve Aslan Beyler
13.
Bahçeli Bey
335
Hamza Aygün
Kağızmanlı olup Iğdır’a yerleşen beyler
1. Ali Ataman Bey
2. Osman Ataman Bey
3. İdris Ataman Bey
2. Kurtuluş sonrası terhis olan erat
Orduda on yıl kadar askerlik görevi yaptıktan sonra memleketlerine
dönmeyip Iğdır’a yerleşmeyi tercih eden bu eratı şöyle sıralayabiliriz:
1.Tüfekçi Ali Rıza Usta: Tüfek yapardı
2.Nalbant Recep: Askeriyenin nalbantçısı
3.Demirci İbrahim: (Dişçi İsmail ve Hakim Hüseyin Altay
kardeşlerin babası )
4.Gıyam Çavuş: (Gıyam Çavuş, gönlü hoş birisiydi.
Devamlı sarhoştu)
5.Ali Çavuş (Ilgaz) Gümrük memuru
6.Fevzi Çavuş
7.Kâzım Çavuş: (Halk arasındaki lakabı “Kar Kâzım” olan Kâzım
Çavuş, kasabanın en işlek meydanında
oturur, “bul karayı al parayı” diyerek üç kağıt
oynardı)
8.Ali Çavuş: Nalbant
9.Bursalı Hamdi: Alay katibi
10.
Ali Çavuş: (PTT’de memur oldu. Oğlu Kemal
arkadaşımdı. Ali Çavuş’un vefatından sonra
ailesi Iğdır’ı terk etti)
11.
Simsar Çavuş (Aslen Hasankale’den)
12. Akil Usta: (Terzilik yapardı. Karabekir Paşa’nın ordusunda terziymiş. Iğdır’a yerleştikten sonra
buradan bir kızla evlendi. Tevfik adlı bir
oğlu ve 5-6 torunu vardı. Tevfik Bey, Iğdır’ın bir zamanlar popüler gençlerinden
Turgut Demirkaya’nın babasıdır)
4. Milli Mücadeleye katılmayan zabıtan
1.
Cemal Toksözlü: Piyade Kol Ağası
2. Ahmet Kaptan:Denizci
3. Bedri Bey:
Denizci
4. Rıza Ertan
Jandarma Yüzbaşısı
5. Şevki Güner Tayyareci
6. Refik-Şefik Beyler
Fabrikatör
336
Iğdır Sevdası
5. Iğdır’a ticaret için gelip yerleşen Karadenizliler
1. Talip Kalafat ve Ailesi
2. Osman Kalafat ve ailesi
3. Hamdi Kalafat ve ailesi
4. Kadir (Parlak) Usta: Makinist ve Elektrikçi
Hacı Cahide, Mahide, Kadir ve Fatma Ertan Kardeşler
Bu kardeşler henüz çocuk yaştayken babaları Rıza Bey, haksız bir
suçlamayla karşı karşıya kalmış; onuruna ve gururuna yediremediği bu durum nedeniyle intihar etmiştir. Bu vahim olaya neden olan haksız suçlama şu
şekilde gündeme gelmiştir:
Hükümet, Cumhuriyetin kuruluşundan birkaç yıl sonra, ani bir kararla, Milli Mücadele yıllarında “padişah taraftarlığı”gibi nedenlerden dolayı
savaşa katılmayan zabıtanı, ordudan ve sivil görevlerinden tasfiye etmeye
başlamıştı. Örneğin o yıllar Iğdır’da Tarım Kredi Kooperatifi müdürü olarak
görev yapan Cemal Bey, bu zan altında görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu uygulamaya kurban olanlardan birisi de Rıza Bey’di. Iğdır Reci Dairesi (Tekel)
Müdürü olan Rıza Bey de aynı zan altında görevinden alınınca bunu kendisine
onur sorunu yaptı. Halbuki herkes Rıza Bey’in Milli Mücadele yıllarında Irak
cephesinde İngiliz kuvvetlerine esir düştüğünü; bu nedenle Milli Mücadeleye
katılamadığını biliyordu. Rıza Bey, kendisine savunma fırsatı bile verilmeden
bu şekilde suçlanınca kasabayı mateme boğan bir çıkış yolunu kendisine uygun bulmuştu. Allah rahmet etsin.
Rıza Bey’in vefatından sonra Hüsnü Bingöl bu aileye kol kanat germiş, sorunlarına sahip çıkmıştır. Rahmetli Emine Hanım çocuklarını yetiştirmek için fedakarca mücadele etmiştir. Allah rahmet etsin.
Hacı Cahide Hanım 20 yıla yakın bir süre Pamuk Tarım Satış Kooperatifinde memur olarak hizmet verdi. 60’lı yıllarda DSİ’ye girip oradan
emekli oldu.
Hacı Kadir, Iğdır’ın yetiştirdiği en yetenekli marangozlardan birisiydi. Halit Usta’nın yanında marangozluk mesleğini öğrenen Hacı Kadir, bir
zamanlar Iğdır’da inşa edilen gösterişli evlerin çoğunun pencere ve kapısın
bizzat kendi eliyle doğramış ve yapmıştır. Bizim evin yapımına da çok emeği
geçmiştir.
Halit Usta aslen Erzurumluydu. Osman Kalafat’ın kızı Rivayet Hanım’la evlenen Halit Usta’nın bir oğlu vardı. Halit Usta zamansız vefat edince
oğlu, subay olan amcasının yanına gidip eğitimine orada devam etmiştir.
Halit Usta, tınaz makinesi yapacak kadar son derece yetenekli bir
ustaydı. İsmet Kalafat, Göçmen Ahmet (abisi Hasan, halk arasında “Eczacı
Hasan” olarak bilinirdi. Edip Koçkaya’nın Emek eczanesinde kalfaydı) ve
337
Hamza Aygün
Hacı Kadir bu ustanın yanında yetişmişlerdi.
Hacı Kadir’in bir diğer özelliği, çok iyi bıçak ve makas bilemesidir.
Halfe Kulu Akgün
Halfe Kulu Bey aslen Iğdır’ın Melekli köyünden olup Iğdır’ın
Karaağaç mahallesinde oturuyordu. Renkli, sevilen bir bey olan Halfe Kulu
amcanın tavla oyunu seyre değerdi. Belediye reisi rahmetli Mir Ali Bey’le
oynadığı zaman, kasabanın kalbur üstü takımından en az on kişi bu oyunu
seyrederdi.
Asıl mesleği tüccarlık olan Halfe Kulu Bey, Kafkasların büyük şehirlerine ve hatta Moskova’ya gidip gelmişti. Bu anılarını zaman zaman anlatırdı. Peri Hanım’la evli olan Halfe Kulu Bey’in Aydın, Kâmil ve Kurban
(Abidin) adında oğulları ve iki de kız çocuğu var. Oğullarından Kâmil ve
Kurban Melekli köyünde yaşıyorlar. Varlıklı bir kimse olan Kâmil Bey’in bir
oğlu vatana hizmet verirken şehit olmuştur. Allah rahmet etsin.
Halfe Kulu Bey’in en büyük oğlu olan Aydın Akgün Bey, Iğdır’ın
saygın gençlerinden olup Iğdır’daki görevinden 1960’lı yıllarda ayrılıp, Ankara’ya gelmiş; burada kamu görevinde uzun yıllar çalıştıktan sonra emekli
olmuştur. Iğdır’da bulunduğu yıllar Aydın Bey, aktif bir genç olarak, siyasete
atılmış, DP İlçe İdare Heyetinde görev yapmıştır. Bilhassa sosyal yönü çok
gelişkin olan Aydın Bey, Iğdır okul aile birliği başkanlığı yaptığı yıllar, bugünkü lise binasının üzerinde kurulu olduğu arsa alımında çok büyük hizmetler vermiştir.
Ankara’da Iğdır Kültür Derneği yönetim kurulunda çalışan Aydın Bey’in yararlı hizmetleri vardır. Melekli Hümbet Bey’in kız kardeşi olan Uruk
Hanım’la evli olan Aydın Bey’in bir oğlu ve üç kızı vardır. Yüksek tahsil
yapan çocuklarından Mahizer, lise hocası; Günay, Yenimahalle Vergi Dairesi
müdürü olarak görev yapmıştır. Aydın Akgün Bey Ankara’da oturmaktadır.
Uzun ömürler dileriz.
Aziz Yalçın
Aslen Karakoyun ilçesinden olup “Bey” ailesindendir. 20’li yıllardan
evvel Iğdır’da ikâmet eden Aziz Bey zamanında lise tahsili yapmıştır. 1930’lu
yıllarda okur-yazarı bulunmayan Iğdır’da Aziz Bey, koltuğunun altında
Cumhuriyet gazetesi ile dolaşırdı.
O yıllar haftada iki gün kasabaya posta gelirdi. İstanbul’dan gelen
gazete ve mecmualar belirli bir kesimin elinde okuyucu bulurdu. En çok da
“Köroğlu” ve “Karagöz” dergilerine ilgi duyulurdu. Kullanılan dilin sadeliği
ve karikatürler nedeniyle bu dergiler halkın seviyesine hitap eder; onların arasında kendisine müdavim okuyucu bulurdu.
338
Iğdır Sevdası
Diğer yandan, Cumhuriyet gazetesi, yazı stili ve siyasi muhtevası nedeniyle daha çok fikir gazetesi olarak ancak elit bir kesimin ilgisini çekerdi.
Kelbayı Ezet Hala’nın oğlu olan Aziz Bey, Mahı Hanım’la evliydi. İki
oğlu bir kızı vardı. Oğlu Agâh Yalçın, Iğdır’ın ilk yüksek tahsil yapan gençlerindendi. Uzun zaman İstanbul Sarıyer Orman Bölge Müdürlüğü yapan Agâh
Bey, Mersin’de yaşamaktadır.
Kızı Tamarya Hanım medarı iftihar hemşehrimiz Rıza Yalçın Bey’in
eşidir. Küçük oğlu Akil Bey uzun zaman üzüm bağlarını idare etti. Allah rahmet etsin.
Hacı Molla Abbas Açıkgöz
Aslen Hakmemet köyünden olup Iğdır vilayetinin ilk sakinlerindendir. İyi bir alim olan Abbas Bey sakin yaratılışlıydı. Kimseyi kırmazdı. Yüz
ifadesi ve bakışları insana huzur verirdi. Hocalık mesleğini yapmaz ancak
bazı hatırlı kişilerin nikâh yemeğinde dini nikâhı kıyardı.
Abbas Bey bir manifatura dükkânı işletirdi. Kasabanın elit bir kesimi
onu dükkânını ziyaret eder, sohbetlerine misafir olurdu.
Rahmetli Hocanın üç oğlu vardı. Büyük oğlu terzilik yapardı. Küçük
oğlu Celâl Açıkgöz, okulda en yüksek not alıp iftihara geçen talebeler arasındaydı. Sonraki yıllarda da zekâ ve kabiliyeti sayesinde mesleğinde zirveye
çıktı. Ziraat fakültesini bitiren Celâl Açıkgöz yüksek lisans yapıp doktor
unvanını aldı. Yurt dışında çeşitli incelemeleri ve çalışmaları olan Celâl Bey
Kars’tan Keriman Hanım’la evlidir. İki oğlu iki kızı var. Oğlu Ali, diş tabibi;
bir kızı Merkez Bankası’nda memurdur.
Celâl Bey, babası gibi sevecen, hatır gönül bilen, iyi bir insandır. Birçok sosyal aktivitenin içinde olan Celâl Bey, Ankara’da oturmaktadır.
Karxınlılar (Karasu Ailesi)
Karxın, Oğuz boylarından birisinin adıdır.
Bu aile o kadar geniş bir topluluktur ki tamamını anlatabilmek ayrı bir
kitap olur. Biz burada aile reislerini verip başlıca kişilere değineceğiz
Aile Reisleri: Meşe İsa Karasu, Cafer Karasu, Sadık Karasu, Mehmet
Tağı Karasu
Meşe İsa Karasu: Altısı oğlan üçü kız dokuz çocuk sahibiydi. Oğulları Ayhan, İbrahim, İnayet, Hüseyin, Yadullah ve Muzaffer; kızları Cevahir
Parlar (Hacı Nağdali Parlar’ın eşi), Sultan Bey’in hanımı ve Şerebani Hanım.
(Erken vefat eden bir kızı daha vardı)
İbrahim, İnayet, Hüseyin ve Yadullah kardeşler PTT müdürü olarak
339
Hamza Aygün
emekliye ayrıldılar. İnayet Bey, Allah’ın rahmetine kavuştu. Kalanlara uzun
ömürler dilerim.
Şerebani Hanım, Sadık Karasu’nun ilk hanımıdır. Evlilikten sonra
görme yetisini kaybedince eşinden ayrılıp, kendi halinde bir yaşam sürdü.
Cafer Karasu: Çocukları Ali, Latif, Kemal ve Oğuz
Cafer Karasu çiftçilik ve ticaretle uğraşırdı. Ayrıca Iğdır ve Taşburun
da fabrikaları vardır. Şimdi İzmir’e kadar uzanan Karasular orada da hatırı
sayılır bir tüccar ailesi olmuşlardır. Doktor olan Kemal Karasu, Iğdır ve Ankara’da bir çok hemşehrilerin derdine derman olmuştur. Cafer Karasu eli açık,
fakir fukaraya kimseye göstermeden yardım eden bir beyefendiydi. Yaptırmış
olduğu cami bu an ibadete açıktır. Rahmet olsun.
Büyük oğlu Ali Karasu Iğdır’ın siyaset profesörüdür. Seçimler geldiğinde Ali Bey’in mağazası ve evi dolup taşmaktadır. Kimseye hiçbir kötülüğü
olmayan Ali Karasu bir beyefendidir.
Sadık Karasu: Sofrası açık, her lokmasını halkla paylaşan güler yüzlü
bir insandı. Taşburun köyüne gelip de Sadık Karasu’nun sofrasında bulunmayan tek bir Iğdırlı yoktur. Ankara’ya geldiğimde, eskiden Iğdır’da görev
yapıp ayrılan kamu yöneticilerinin ilk sorduğu isim Sadık Karasu olurdu.
Kafkas ırkının gösterişli, atletik yapılı, iyi ata binen ve silah kullanan,
“koçak” bir beyefendisiydi.. Allah rahmet etsin.
Sadık Bey Taşburun’da otururdu. Sosyal yönü çok kuvvetli olan Sadık
Bey, Tarım Birliğinin senelerce başkanlığını yapmıştır. Umumiyetle çiftçilik
yapardı. Üzüm bağları meşhurdu. Düğünlerde halay başı çeker, çok güzel
Kafkas oyunlarını oynardı. Çocuklarını şöyle sıralayabiliriz: Dadaş, Tevfik,
Gıyas; kızları Latife, Güvercin, Güler, Leman, Nahide ve ismini hatırlayamadığım iki kızı daha vardı.
Sadık Bey çok nüktedandı. Kızlarının üç tanesi evlendikten sonra son
üç kızını bir günde evlendirdi. Köyde, “Duyduk duymadık demeyin bekâr
kızım kalmadı” şeklinde tellâl bağırtarak kızlarıyla evlenmek isteyen köy
delikanlılarını artık boşuna ümitlenmemeleri için uyarmıştı.
Büyük oğlu Dadaş yakınlarda Tanrının rahmetin kavuştu. Çiftçilikle
uğraşıyordu. Allah rahmet etsin.
İkinci oğlu Tevfik Bey, Ankara Üniversitesini bitirerek TEK kuruluşunda uzun yıllar Finans müdürlüğü yaptı. Son memuriyeti Başbakanlıkta idi.
Oradan emekli olan Tevfik Karasu bir ara siyasete soyundu. Aday oldu. Kendi
akrabaları lehine adaylıktan çekildi.
Tevfik Karasu Bey, Hüseyin Yaycı Bey’in hanım kızı Gülsen Hocayla
evlendi. Bir oğlu bir kızı var. Oğlu Hakan Diş Tabibi olup İngiltere’de Yüksek
340
Iğdır Sevdası
Lisans yapmıştır. Halen Diş Fakültesinde hocadır. Kızı ise TRT’de görevlidir.
Ankara’da oturan Tevfik Karasu’ya uzun ömürler dilerim.
Güvenilir bir dost olan Gıyas Karasu tahsilini yaptıktan sonra TEK’te
çalışmaya başladı. Bu kurumda Daire Başkanlığına kadar yükseldi. Halen bu
görevinde çalışmaktadır. Tevfik Karadağ’ın hanımefendi kızlarından Adile
Hanım’la evlenen Gıyas’ın bir oğlu var. İstanbul Tıp Fakültesini bitiren Aykut, Yüksek Lisan ve Doktora çalışmasını Amerika’da yapmıştır. Evli ve bir
kız çocuğu babasıdır.
Mehmet Tağı Karasu
Mehmet Tağı Bey, Karxınlı ailelerin ileri gelenlerindendir. Cesur ve
atak bir kişiliğe sahip olan Mehmet Tağı Bey, Iğdır ve Taşburun’da sevilip
sayılırdı. Üç oğlundan Rıza Karasu sınıf arkadaşımdı. Rıza Bey, zeki ve akıllıydı. Lise mezunu oldu. Yedek Subay hizmeti sırasında orduda subay olarak
kalmış, Yüzbaşı rütbesinden emekli olmuştu. Iğdır’da ticaretle uğraşarak
emeklilik yıllarını geçirdi. Rıza Bey, kuzeni Güvencin Hanımla evliydi. Başarılı ve yetenekli çocukları oldu. Bunlardan Coşkun Bey inşaat mühendisi
olarak çalışmaktadır.
Rıza Beyi çok genç yaşta kaybettik. Allah rahmet etsin. Eşi ve çocuklarına uzun ömürler dilerim.
Tağı Demirel
Iğdır’ın Şıracı köyünden Tağı Bey Iğdır’a yerleşerek tüccarlık yapmıştır. Güzel ve akıllı konuşmasıyla meşhurdu. Tağı Bey’in , Hanım ve Hacer
isimli iki eşinden bir düzine evladı olmuştur. Bunlardan Oruç, İsmet, Hidayet,
Tuncer ve diğerleri...
İsmet Demirel askerlik görevini yaparken bir görev uçuşu sırasında
uçağın kazaen düşmesiyle şehit oldu.
Oruç Demirel, Iğdır’ın seçkin tüccarları arasındaydı. Çocuklarının
tahsili için Ankara’ya yerleşen Oruç Bey, Rıza Aygün’ün kızı Nahide Hanım’la evlenmişti. İki oğlu ve bir kızı var.
Büyük oğlu Mubin lise hocası olup Denizli ilinde çalışmaktadır. Nejat, ticaretle uğraşıp Ankara’da bir fabrikanın mümessilliğini yapmaktadır.
Kızı Müge Hanım, Ankara Gazi Üniversitesi Psikoloji Bölümünü bitirdikten
sonra öğretmenliği seçip Adapazarı liselerinde hocalık yapmaktadır.
Genç yaştaki eşini kayıp eden Oruç Bey halen Ankara’da emekli olarak yaşamaktadır.
Ekber Usta (Tekinbaş)
Erivan muhaciri Ekber Usta evvela Kars’ta çalışıp bilahare Iğdır’a
341
Hamza Aygün
gelmiştir. Sanatının zirvesinde hizmet veren usta, uzmanlığını çizme üzerinde
geliştirmişti. Onun çizme üstündeki ünü, yarış atı binen tüm seçkin aileler
tarafından bilinirdi. İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerden bile sipariş alırdı.
Yapmış olduğu körüklü çizmeler belirli kesimin ayağında olurdu.
Hafif kulak özürlü olan usta , meslek sırrını ve prensibin kendi tabiriyle “kirişleme olmaz” sözüyle açıklardı. Uyduruk ve ucuz kunduracılar, zahmetten
kaçmak için, “kiriş” denilen yapıştırıcı parçalar kullanırlardı. Ekber Usta, bu
türden meslektaşlarını asla affetmez, onların yaptıkları ayakkabılara gülerek
bakardı.
Eber Usta bir aydan evvel siparişlerini teslim etmezdi. Kundurayı
yine kendi tabiri ile kalıpta günlerce “olgunlaştırır”, böylece kunduralar belirli bir form aldıkları için deforme olmazlardı.
Ekber Usta yeri doldurulamayacak bir ustaydı. Sure Hanım’la evli
olan Ekber Usta hayatının son yıllarında Ankara’ya yerleşti. Artık emekli olan
Ekber Usta, en pahalı pabuçları eline alır, gülerek “Bunlar da pabuç mu?”
derdi. Ekber Usta Ankara’da vefat etti. Rahmet olsun.
Büyük oğlu Hidayet Tekinbaş Özel İdare Müdürlüğünden emekli
olup Ankara’da yaşamaktadır.
Iğdır’da Tapu ve Kadastro Müdürlüğünde çalışan oğlu Kâmil Tekinbaş tahsilini ve mesleğini ilerletmek için 3 yıl Ankara’da Tapu Kadastro
okulunda okudu. Bu okulu birincilikle bitiren Kâmil, Ankara Çankaya Tapu
Dairesine atandı. Okul birincilerine şehir seçme hakkı tanındığı için Kâmil
Bey Ankara’yı tercih etti ve bilahare Yenimahalle Tapu Müdürü oldu. Bu görevinden emekli oldu.
Kâmil Bey, Küllük köyünden Dilaver Hanım’la evlidir. Kendisini bu
köydeki akraba dostlarına adayan Kamil Bey’e gerek Küllük gerek Iğdır’dan
dostları misafir olarak gelir. Misafirlerine hürmet eden Kâmil Bey’in evi hasta
ve iş arayan hemşehrileriyle dolup taşmaktadır. Bu kadirşinaslığı ve cömertliği nedeniyle Kâmil Bey, Küllük ve Iğdır’da çok sevilmektedir.
Kâmil Bey, Ankara’daki Iğdır Kültür ve Okutma Derneği başkanı iken
mesleğinin yardımı ile derneğe bir arsa aldı. Buraya, Iğdırlı yüksek öğrenim
gören gençler için bir yurt yapılacaktı. Ancak Iğdırlı hemşehrilerimiz gereken
yardımı yapmayınca, arsa uzun süre boş kaldı. Sonraki yıllar belediye bu arsayı parselledi. Küçülen arsayı en sonunda Derneğin yeni yöneticileri sattılar.
Böylece Iğdır gençliği bir yurt binasından oldu.
Kâmil Bey’in hizmetleri yazılmayacak kadar çoktur. Ankara’da oturan Kâmil Bey’in Gülçin isminde bir kız var. Uzun ömürler dileriz.
Tağı Toktamışoğlu
Karakoyun ilçesinden Kâzım Bey’in oğludur. Erzurum Ziraat Fa342
Iğdır Sevdası
kültesini bitiren Tağı Bey Ankara’da rahmetli Rıza Yalçın Bey’in kızı Ayten
Hanım’la evlendi. İki oğlu olan Tağı Bey’in büyük oğlu Murat doktor olup
özel bir hastanenin müdürlüğünü yapmaktadır. Küçük oğlu Serhat Elektronik
Mühendisi olup İrlanda’da bir görevdedir.
Çok değerli bir kişiliği olan Tağı Bey, DÜÇ Genel Müdürlüğüne girdikten sonra bu görevinde Genel Müdür Yardımcılığına kadar yükseldi. Buradan emekli olan Tağı Bey Ankara’da yaşamaktadır. Sağlıklar dileriz.
Mir Necef ve Mir Cafer Yeşilyurt
Iğdır’ın kadim yerlilerinden olan bu beyler, peygamber sülalesinden
gelen muteber seyitlerdir. Anne ve baba tarafından Mir Cabbar Ağa ile Halime Hatun Hanım’ın akrabalarıdırlar.
Söğütlü mahallesinde oturan Mir Necef Bey’in Hanım isimli eşinden
bir oğlu bir kızı vardı.
Oğlu Mir Kasım, Iğdır’ın iyi terzilerindendi. Kasım Usta, askerliğini
Kağızman’da o zamanlar “zatlı” tabir edilen bir biçimde yani teçhizatı, elbisesi ve süvari atı kendisinden olacak şekilde yaptı. Bilahare terziliği bırakıp
esnaflığa soyundu. Terzilik ve dokumacılıkta kullanılan araç gereç satardı.
Ancak terzilik mesleği sağlığını bozmuştu.
Kasım Bey, Sonabeyim Hanım’la evlenmişti. Yaşar ve Serpil adında
iki çocuğu vardı. (Kasım Bey’in vefatından sonra Sonabeyim Hanım, Şıh
Hüseyin Balamir’le evlendi) Oğlu Yaşar PTT Müdürlüğünden emekli oldu.
Öğretmen olan kızı Serpil, Ali Rıza Efendi’nin büyük oğlu Nusret’le evlendi.
Bu ailenin süper akıllı çocukları bilgisayar mühendisi ve doktor oldular.
Mir Necef Efendi’nin kızı Hatice Hanım semaver ustası Abdulali
Bey’le evlendi. İki oğlundan Zülfikar Bey, halen İller Bankasında görev yapmaktadır.
Kardeşi Mir Cafer’in Tutibeyim isimli tek kızı Zeynelabidin Özmen’le evlidir. Çocuklarından Aydın Özmen, İstanbul’daki Iğdır Ambarının
sahibidir.
Oruç Vurgun (Iğdır Ambarı)
Oruç Bey aslen Iğdırmava mahallesindendir. Iğdır’da ticaretle iştigal
ediyordu. 1930’lu yıllarda İstanbul’a göç ederek Iğdır’ı terk etti. Bir daha
hiç dönmedi. Gezmeye bile gelmedi. İstanbul’da Iğdır Nakliyat Ambarı diye
bir şirket kurarak kısa sürede Doğu bölgesinde isim yaptı. O yıllar tüm doğu
vilâyetleri Trabzon üzerinden İstanbul’a bağlanıyor, ticaretlerini bu yolla yapıyorlardı. Iğdır Ambarı da bu güzergâh üzerindeki tüm illere ama özellikle
Erzurum,Kars,Iğdır,Ağrı ve Van illerinin mallarını taşırdı. Bu yüzden Oruç
Bey kısa sürede iyi para kazanıp zengin oldu.
343
Hamza Aygün
Doğudan İstanbul’a giden tüccar veya esnaf Oruç Vurgun Bey’e uğrardı. Bazen İstanbul’da parası biten hemşehrilerimize Oruç Bey yardım elini
uzatır, onları sağ salim memlekete dönmelerini sağlardı.
Oruç Bey Iğdırlılar için bir kapı görevi üstlenmişti. Güvenilir bir adresti. Çocuğunu okula yada askere gönderen aileler parayı Iğdır Ambarı’nı
adres göstererek gönderirdi.
Hiç evlenmeyen Oruç Vurgun yaşlanmaya başlayınca, işleri çekip
çevirmesi için akrabası Ayhan Özmen’i İstanbul’a götürdü. Yetenekli bir genç
olan Ayhan Bey işleri kısa sürede kavradı. Oruç Vurgun Bey’in vefatından
sonra işlerini daha da büyüterek zengin oldu. Önceleri Sirkeci’de hizmet veren Iğdır Ambarı şimdi belediyenin gösterdiği yeni yerinde görevine devam
etmektedir. Ayhan Bey’e başarılar dilerim.
Mir Cabbar Yeşilyurt
Iğdır’ın ilk esnaflarından olan Mir Cabbar Yeşilyurt, uzun yıllar askeriyeye gıda müteahhitliği yaptı. Hatırı sayılır ve birleştirici bir kişiliği vardı.
Evlenmelerde aranan kimseydi. Kız evi naz ettiği zaman Mir Cabbar Ağa, bir
yolunu bulur kız babasını ikna ederdi.
“Hem yiyin hem de diyin”
Mahallede kız kaçırılmış. Oğlan evi Mir Cabbar Ağa’ya gidip, “Aman
kız evini ikna et!” gibi kendisinden oldukça zor bir istekte bulunmuşlar. Ne
de olsa kızının kaçırılmasını içine sindiremeyen kızgın babayı ikna etmek pek
kolay bir iş değildi!
Cabbar Ağa sakin ve sessiz kız evine gidip oturmuş. Kendisine saygıda kusur etmeyip baş köşeye oturtmuşlar. Cabbar Ağa, kız babasının ağzından
kızgınlıkla çıkan bir “hayır, olmaz!” sözünden geriye dönüş olmadığını bildiğinden konuya hemen girmemiş. Cabbar Ağa’nın niyetini sezinleyen kızgın
baba her an olumsuz bir cevap vermeye hazır öylesine duruyormuş.
Cabbar Ağa konuyu daha uygun bir zamanda açmak için fırsat kolluyormuş. Nihayet ev sahibi Cabbar Ağa’yı sofraya davet edince, böyle bir
fırsat kendiliğinden doğmuş. Masaya oturan Cabbar Ağa, tam yemeğe başlarken, “Sözümüzü diyerek mi yiyelim yoksa yedikten sonra diyelim?” diye
sorunca, kız babası, içindeki kızgınlığı unutup, “hem yiyin hem de deyin”
demek zorunda kalmış. Ve hayırlı iş oluvermiş!
Iğdır’da gösterişli bir cami yoktu. Bir gün cemaat Cabbar Ağa’ya
giderek durumu anlatıp, “Biz de Iğdır’da iyi bir eser bırakmalıyız” demişler.
Bunun üzerine Mir Cabbar Ağa kasaba eşrafından bir kurul topladı, - dernek
falan yoktu- görev taksimi yaptı. 70-80 yaşındaki aksakallı ve sevilen kim344
Iğdır Sevdası
seler harman günü köylere dağılacak, cami için yardım toplayacaktı. Cami
yapımı için her köy 1-2 ton buğday hibe etti.
İlçede mimar yoktu. Caminin plan ve tasarımını belediye kalfası
Ömer Oruncak üstlendi. “Millet Bahçesi”nin (belediyenin parkı) bir kısmı
bu iş için tahsis edildi. Parkın yanındaki tarihi bir binanın taşları ve başka
yerlerden getirilen yapı malzemesiyle caminin inşaatına başlandı. İnşaat üç
yıl devam etti. Her yıl, aynı şekilde köylerden toplanan pamuk ve buğdayın
satışından elde edilen parayla eksikler tamamlandı.
Ömer Oruncak, sıradan bir yapı ustasıydı. Camiye kubbe yapacak
becerisi yoktu. Mecbur kalıp üstünü çatıyla kapattılar. Bu nedenle kasaba
halkının gönlü buruk kaldı.
Caminin yapılmasında Laşdan Usta’nın da çok emeği geçmişti. Bayburtlu ustalar kasabamıza gelince, minaresini onlar çıktı. Caminin yapılmasında emeği geçen herkese Allah rahmet etsin.
Cabbar Ağa Banu Hanım’la evliydi. Bu evlilikten Cengiz, Haşim,
Hüseyin ve Hasan olarak 4 oğlu, birisi Safiye iki kızı vardı.
Iğdır’da vefat eden Cabbar Ağa ve ailesi Iğdırmava mezarlığında yatmaktadırlar. Cümlesine Allah’tan rahmet dileriz.
Ağ Kişiler (Celil ve Cabbar Aksoy)
Aslen Erivanlı olan ve Iğdır’a ilk gelen Kafkas göçmenlerinden “Ağ
Kişiler”, aydın ve kültürlü kimselerdi. İki kardeş, Celil ve Cabbar Aksoy
Beylerin çocukları iyi eğitim alıp mesleklerinde başarılı oldular.
Celil Bey terzilikle uğraşırdı. Kasaba merkezinde, belediye önünde
emlâk sahibiydi. Celil Bey’ini ilk hanımından dört ikinci hanımından bir kızı
vardı. Çocukları Dr. Yusuf Aksoy; Tıp Fakültesini bitirip dahiliye mütehassısı olan Yusuf Aksoy, Iğdır dahil yurdun çeşitli yerlerinde görev yapmıştır;
Öztekin Aksoy, tahsilini tamamladıktan sonra Almanya’ya göç etti ve halen
orada yaşamaktadır. Kızlarından biri rahmetli Saatçi Tevfik Solmaz’la evlenip İstanbul’a göç etti. Diğer bir kızı, Sahibe Hanım, Latif Çınar’la evli olup
Almanya’da terzilik yaptı. Küçük kızı Şengül, Mehti Mis Beyin baş komiser
emeklisi olan oğlu Muhtar Mis’le evlidir. Bu ailenin çok akıllı çocukları var.
Ailenin diyebilirim hepsi yüksek tahsil yapmıştır. Ölenlere rahmet.
Cabbar Aksoy, Sadık Tezel Bey’in Nazeni isimli kız kardeşiyle evli
olup Iğdır’da aktarlık (baharatçı) yapmaktaydı. İyi bir insan Cabbar Bey’in
Turgut ve Tuncay adına iki oğlu ve bir kızı vardı. Turgut rahmetli olup Tuncay
Bey yaşamaktadır. Kızı Firuze Hanım Yusuf Dinç Bey’le evli olup üç oğlu bir
kızı vardır. Ankara’da oturan Yusuf Dinç’in çocuklarından Vural Dinç, Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi. Hakimlik mesleğinden emekli oldu. Ünal Dinç,
Ankara’da avukatlık yapmaktadır., Ankara Tıp Fakültesi mezunu olan Oktay
345
Hamza Aygün
Dinç Kulak-Burun-Boğaz Profesörü olarak Antalya Tıp Fakültesi’nde hizmet
vermektedir. Sefa Dinç Merkez Bankası’nda çalışmaktadır.
Yusuf Bey vefat edip eşi Firuze Hanım Ankara’da yaşamaktadır. Uzun
ömürler dilerim.
Qado (Kadir) ve Zozan Hanım
1930’lu yıllarda Iğdır’da yakacak dendiği zaman akla sadece “tezek”
gelirdi. Büyük baş hayvanların otlarken kırda ve merada bıraktıkları dışkılar
güneş altında kurur, iyi bir yakacak maddesi olurdu. Bazı kimseler bunları
toplayıp lokanta gibi ocak kullanan esnafa satardı. Qado bu şekilde geçimini
temin edenlerden birisiydi.
Qado, yanında merkebi ve “têr” denilen kocaman heybeleri, “naxır”ın
(büyükbaş hayvan sürüsü) otladığı yerlerde (Xanbaba’nın çimeni) dolaşır,
kuru tezekleri heybelere doldurup ihtiyacı olanlara satardı. Özellikle tandırda
yakılan bu tezeklerin bir heybesi 15-20 kuruşa mal olurdu.
Bu şekilde tezek toplamak ve satma işini artık bir meslek haline getirmiş olanlardan birisi de Yusuf Ağaydı. Kendisi bizzat bu işle iştigal etmez,
yardımcıları tezekleri bir yerlerden toplayıp getirirlerdi. Eşi Zozan Hanım da
pazarlık ve para toplama işini üstüne almıştı. Lokantamızın günlük ihtiyacı
olan iki “têr” tezeği Yusuf Ağa yıllarca karşıladı.
“Şele yapıp satarlardı”
Tezekten başka yakacak maddesi olarak “kerme” dediğimiz, koyun
ağıllarındaki dışkının bir kış boyu üst üste yığılıp sertleşmesi sonucu oluşan
kalın tabakanın, daha sonra kesilip ve kurutulmasıyla elde edilen özel bir
“tezek” daha vardı. “Kerme”nin hem kalorisi daha çoktu hem de ağır ağır
yandığı için köz yapardı.
Bundan başka, sonbahar aylarında pamuk sezonun sonlarına doğru,
köylüler pamuk tarlasındaki kuru çöpleri “şele” dediğimiz türden, kocaman
yükler halinde bağlayıp sırtlarına vurar, ev ev dolaşıp ihtiyacı olanlara yakacak maddesi olarak satarlardı.
Kaymakçı Topal Abes ve Kaymakçı Esker
Iğdır’da o yıllar büyük ölçekte pamuk ekimi yapılırdı. Çırçır fabrikalarında pamuğun elyafı alınır geriye kalan çekirdek atık madde olarak bir yerde depolanırdı. Pamuk yağı kullanım alanı bulamadığından, çiğitten yağ elde
eden fabrikalar yoktu. Depolanan çiğit iki amaç için kullanılırdı: Yakacak ve
yem maddesi olarak.
Bazı aileler kış aylarında tezek ve kermenin üzerine çiğit dökerlerdi.
İçinde yağ olduğundan sobanın alevi daha da alazlanır, iyi bir ısı elde edilirdi.
Bazı aileler de çiğidi hayvan yemi olarak kullanırdı. Her evde birkaç
346
Iğdır Sevdası
tane manda (camış) beslenirdi. Iğdır’ın kaymağı çok meşhurdu. Özellikle
çiğitle beslenen mandadan elde edilen yoğurdun üzerinde bir parmak kalınlığında kaymak olurdu.
Iğdır’ın ilk kaymakçısı Topal Abes’tir. Sonraki yıllar Kaymakçı Esker
bu görevi devam ettirdi.
Kaymakçı Asker’in annesi Urkiye (Rukiye) Hanım Erivan göçmeniydi. Urkiye Hanım’ın iki oğlu bir kızı vardı. Diğer oğlu Yılmaz yüksek tahsil
yaptı. İstanbul’da vefat etti. Yılmaz’ın oğlu, Ziya Ayrım’ın kızıyla evlendi.
Urkiye Hanım’ın kızı Seriye Hanım, İsmet Yeşilçimen’in annesiydi.
Seriye Hanım’ın eşi Kadir Emmi, Melekli köyünden Hacı Kahraman’ın oğludur.
Reşit Usta (Taşkınsu)
Hacı Kahraman Melekli de isim yapmış, kültürlü birisiydi. Fabrika
sahibiydi ve halk arasında sevilir sayılırdı. Yine bu ailden, Hacı Kahrman’ın
erkek kardeşinin çocukları olan Reşit, Kasım, Kamber ve Hacı Taşkınsu da
çeşitli nedenlerden dolayı kasaba halkının yakından tanıdığı isimlerdi.
Reşit Taşkınsu çok efendi birisiydi. Değerli evlatlar yetiştirdi. Reşit
Taşkınsu’nun en büyük özelliği, araba yapma konusundaki becerisiydi. Bu
yüzden halk arasında “Reşit Usta” olarak çağrılırdı.
O yıllar yük taşıma ihtiyacı için dört tekerlekli öküz arabaları oldukça
revaçtaydı. Reşit Usta’nın elinden çıkan arabalar 1.5-2 ton taşıyacak kapasitede ve 15 yıl kadar uzun ömürlü olurlardı.
Reşit Usta’dan başka bu işe emek verenler arasında Ejder’in oğlu
Kurban Usta, Kars Caddesinde Mehmet Usta, Halfe Kulu’nun oğlu Abidin
Usta ve Nefes Usta’nın isimlerini sayabilirim.
30’lu yıllarda halk arasında “daşka” diye tabir edilen at arabaları pek
kullanılmazdı. Her nedense bu arabalar ilk kullanıma çıktığı zaman, “fugon”
adıyla bilinirdi.
Sürmeli Beyleri
(Bazı kitaplar bir boşluğu doldurur, okuyucunun ilgisini kazanır. Nihat Çetinkaya’nın ‘Iğdır Tarihi’ bu türden bir kitap olarak, Iğdırlının elinin
altından eksik etmediği, değerli bir çalışmadır. Ümit ederim buna benzer tarih araştırmaları sıklaşır, Iğdır’ın akademik ufku genişler. Mücahit)
Sürmeli köyü, Iğdır İplik Fabrikasının yukarısında, tarihi Kervansaray kalıntılarına yakın bir yerdedir. Eskiden Iğdır’ı Tuzluca’ya bağlayan yol
Sürmeli köyüne yakın bir mesafeden geçerdi. Bu köye yakın bir mesafede
Çincavat köprüsü vardı. Çincavat çayı, dar bir yatakta akıp Aras’a kavuşurdu.
30’lu yıllarda gerek Çincavat gerekse Aras üzerinde birçok demir köprüler
347
Hamza Aygün
inşa edilmişti. Küçük tonajlı arabaların geçmesine uygun şekilde inşa edilen
bu köprüler sonraki yıllar birer birer yıkıldılar.
Sürmeli köyünden Mehmet Bey ve Nağdeli Kahveci, Iğdır’da isim
yapmışlardı. Akil Çetinkaya isiminde bir oğlu vardı. Yakın bir zamanda vefat
etti. Allah rahmet etsin.
Değerli gençlerimizden Nihat Çetinkaya, Akil Çetinkaya’nın oğludur.
Erhacı Yatırı (Türbesi)
Rus yönetimi zamanında Erhacı köyüne Azeriler yerleşikmiş.
Bu köyün arkasında kocaman bir dağ var. Iğdır bölgesindeki değirmen taşları, bu dağdaki kayalardan kesilirdi. Sarı renkteki bu taşlar, ustaları
tarafından ölçülüp biçildikten sonra binbir zahmetle kayalar halinde ocaklara
taşınır, taş ustaları istenen şekil ve büyüklükte değirmen taşı imal ederdi.
Bu dağın bir diğer özelliği de ruhani yönüydü. Dağın, obayla kucakaştığı yerde içinde “yatır” olan bir mağara vardı. Halk arasında “yatır”la
ilgili çeşitli rivayetler dolaşırdı. Hafta sonları aileler guruplar halinde Erhacı
Yatırı’na gider, hem kurban kesip dini vecibelerini yerine getirir hem de piknik yaparlardı.
Mağaraya yakın bir yerde doğal bir kaynaktan buz gibi sular akardı.
Ağrı Dağı’ndaki yabani keçi ve geyiklerin gelip bu sudan içtekleri söylenirdi.
Ağrı Dağı İsyanı’ndan sonra Erhacı yasak bölge içine alındığından
ahalisi Pulur ve diğer köylere gidip yerleşti. 1950’den sonra bir kısımı tekrar
köylerine geri döndüler.
“Aşiret tarım hayatına başladı”
Iğdır’da yaşayan aşiret aileleri Cumhuriyet’in ilk yılları tarım yerine
tamamen hayvancılığa yöneldiler. Yaz aylarında Zor, Sinek, Mergemir, Koçbaşı gibi yaylara göçen aşiretler, kış aylarında ovaya inerlerdi.
1950 yılından itibaren aşiretin bir kesimi tarıma yöneldi. Bu konuda
oldukça da başarılı oldular. Bu işi en iyi becerenlerin başında “Armağan” ailesini sayabilirim.
Ali Mirze Bey
Iğdır’daki aşiretler arasında sözü geçen ve lider durumunda olan Ali
Mirze Bey’di. Kimse onun sözünden çıkmazdı. Torun Beyleri kendi bölgelerindeki aşiretlerin sorunlarına önderlik eder, yol gösterirlerdi. Ama ne zaman
ki bölgeyle ilgili önemli kararlar alınsa, kitle Ali Mirze Bey’in önderliğini
benimserdi. Ali Mirze Bey’in Hamidiye Alayları ve kendi milis kuvvetleriyle
348
Iğdır Sevdası
Iğdır’ın kurtarılmasındaki emeği çok büyüktür. Allah rahmet etsin.
Ali Mirze Bey’in oğlu İsa Yiğit ve yeğeni Bahri Yiğit de sözü geçen,
saygı duyulan kimselerdi. Bunlar gün boyu kasabadaki lokanta ve kahvehaneler arasında mekik dokur, halkın dertlerine kulak verir, onların sorunlarına
çözüm bulmak için çaba gösterirlerdi. Allah cümlesine rahmet etsin.
Timur ve Ekber Necilli Kardeşler
Hacı Ekber ve Timur Necilli kardeşler, Erivan yakınlarındaki Necilli
köyünden göç edip Iğdır’a gelip yerleşmişlerdi.
Timur Bey kültürlü, iyi giyinen bir beyefendiydi. Ticaretle uğraşırdı.
Iğdır’ı temsilen uzun yılar İl Genel Meclisi Üyeliği yaptı. Bu görevini vefatına (1949) kadar devam ettirdi.
Timur Beyin bir oğlu iki kızı vardı.
Bir kızı, Ceylan Hanım, Hacı Ekber Çöllü’nün; diğer kızı da Iğdır’ın değerli
gençlerinden Mikail Demirci’nin eşidir.
Ekber Necilli çiftçilikle uğraşırdı. Sakin yaratılışta ve kendi halinde
bir beyefendi olan
Ekber Beyin oğlu Faruk Bey sınıf arkadaşımdı. Nüfus müdürlüğünden emeklidir. Çok güzel bağ ve bahçe sahibidir.
Ölenlere rahmet, hayattakilere uzun ömürler dilerim.
Eşref Kaya
Eşref Kaya 1936-37 yıllarında Iğdır’a tek başına geldi. Uzun boylu
yakışıklı bir tipti. Terekeme asıllıydı. Çok geçmeden Hüsnü Bey, Eşref Kaya’ya ilgi gösterip sorunlarına yardımcı oldu. Pamuk Tarım Satış Kooperatifine
memur olarak girip çalışmaya başladı.
Iğdırmavalı Hacı Ümmet Uşağı’ndan Hüseyin Kulu ile Ziver Hanım’ın kızı Fatma Hanım’la evlendi. Hüseyin Kulu vefat ettiği zaman, Eşref
Kaya aile reisi olarak bu serveti idare etti. Bir ara Kars merkezde “Kars Palas”
otelini işletti. 5-10 yıllık bir süreden sonra bu oteli Veyis Koçulu’ya devredip
tekrar Iğdır’a döndü.
Milletvekili Mehmet Hazer’in özel ilgi ve yardımıyla Iğdır PTSK’ne
müdür oldu. Orada bir iki yıl çalıştıktan sonra, kooperatifin tasfiyesine yakın
bir zaman İstanbul’a taşındı. Veyis Koçulu’nun sahibi olduğu bir otelin müdürü olarak İstanbul’da çalışmaya başladı.
Bir ara gayri menkullerini tasfiye etmek için Iğdır’a gitmişti. Ani bir
kalp kriziyle vefat etti. Allah rahmet etsin.
Uç Beyleri
Doğu Anadolu’da Kağızman, Kars, Van ve Erzurum il ve ilçelerde
kendilerine “yerli” tabir edilen bir halk kesimi vardır. Bunların kökeni Os349
Hamza Aygün
manlı-İran arasında yüzyıllar boyu süren din savaşlarına kadar gider.
Kendisi de bir zamanlar Bizans sınırında “Uç Beyliği” olarak kurulan,
buradan bir cihan imparatorluğuna dönüşen Osmanlı Devleti, Şii mezhebinin
Anadolu’ya girişini engellemek için sınır boyundaki illere “Uç Beyi” denilen
Sünni mezhebinden aile ve kavimleri yerleştirmiştir. Bu aile ve topluluklar
sonraki yüzyıllarda “yerli” adını alarak bölge halkıyla kaynaşmış ve temel bir
unsur olmuştur.
Uç beylerine örnek olarak Kağızman’da Ataman ailesi, Van’da Vural
Ersoy ve Turgut Bey örnek gösterilebilir
Kars’ta “yerli” tabir edilen aileye örnek olarak “Bezbaşlar”ı göstermek mümkündür. Bir zamanlar siyasetin renkli kişisi Mamil Ağa (Koç) ve
Belediye başkanı Navruz bu guruba mensupturlar. Mamil Ağa’nın oğlu Celâl
Nuri Koç sonraki yıllar Iğdır’da hakimlik yaptı. Halkla iyi bir diyalog kurup
sevgisini kazandı. 50’li yıllarda liste başından milletvekili seçildi.
Belediye Başkanı Navruz’un adını anıp da “dıbızlamak” kelimesini
hatırlamamak mümkün değil.
(Hamza Aygün amcanın bu hatırlatması üzerine Cengiz Ekinci’nin
Ayhavar Gazetesini karıştırdım. 6 Ekim 1952 tarihinde “Navrızname” adı
altında Cengiz Ekinci’nin artık bir klasik olmuş “Dıbızlaram” şiirinden birkaç satırı sizlere sunuyorum. Mücahit)
Dıbızlaram!..
Mırtıllama gabağımda kuyruk-kulağıng dazlaram,
Keserem lap dençeğini samanlığa tulazlaram,
Erittikçe şu beldenin pullarını soncuklama
Ulama çakga misali, bığ-sakgalıng alazlaram
(...)
Velhasıl balam Navrız, vız narvızın vız vızlaram...
Narvız, andolsun Allah’a pöççüğünden dıbızlaram.
Çerkez Ağa Lezgi
Çerkez Ağa’nın adı hafızama “yemek”le bağlantılı olarak kazındığı
için, Iğdır’daki klasik yemek kültürü üzerinde birkaç laf etmenin yararlı olacağına inanıyorum.
Iğdır’ın en temel yemeği “bozbaş” tır. Türkçe buna basit bir tabirle
“nohut yahnisi” de diyebiliriz. Ancak “bozbaş”ın kendine özgü bir hazırlanışı
ve tadı vardır. Her şeyden önce “bozbaş” sanıldığı gibi karmaşık bir yemek
çeşidi değildir. Basit birkaç unsurdan oluşur: Koyun eti, nohut, sarı kök ve
karabiber. “Bozbaş”ın kalitesini belirleyen en önemli öğe ise ettir.
Eskiden Iğdır’da “bozbaş” çok daha lezzetli olurdu. Çünkü hayvanlar
350
Iğdır Sevdası
besiye alınmazdı. Meralarda doğal olarak beslenir ve tuz verilirdi. Bu etle
yapılan “bozbaş”ın ayrı bir tadı olurdu. Hele dağların yüksek eteklerinde boy
veren “kriko” dediğimiz bir çeşit yaban otuyla beslenen erkek keçinin etiyle
yapılan “bozbaş”ın tadı asla unutulamaz!
Et, kocaman bir kazanda kaynatılır. Zaman zaman üzerindeki “kef”
denilen köpük alınır. Ayrı bir kapta pişirilen nohutla karıştırılır. Sarı kök ve
karabiber eklenir. Sarı kök etin tadını alır. Asıl görevi ise hazmı kolaylaştırmaktır.
Gelelim Çerkez Ağa’ya...Çille köyünün üzerinde “Çıngel” yaylası
vardır. Çerkez Ağa ve kardeşleri o yaylanın sahibiydiler. Bir gün kızlarını
Doğubeyazıt’a gelin verdikleri için, yayla yerinde düzenledikleri düğün merasimine babamı da davet etmişlerdi.
9-10 yaşlarımda ancak vardım. Obaya gitmeden önce annem biz çocukları iyice tembihlemişti:
“Açgözlülük edip yemeğe saldırmayın, tamam mı!”
Oba yerinde büyük bir şölen hazırlanmıştı. Yer ocaklarında ve sac
içinde pişirilen kebapların kokusu yeri göğü almıştı. Çok geçmeden sofraya
davet edildik.
Etleri önümüze yığıp, “Buyurun!” dediler. Gözümü annemden ayırmadan kibar (!) bir havada et parçalarına uzanıyordum. Ama et o kadar lezzetliydi ki! Daha fazla dayanamayıp, annemi ve telkinini unutup etlere balıklama
daldım. Karnımı bir güzel doyurmuştum. O günkü etin lezzetini başka da hiçbir yerde asla tatmadım.
Aradan yıllar geçmişti. Yine kısa bir Iğdır ziyaretim sırasında bacanağım Mehmet Iğdır’ın fabrikasında oturmuş dalgın bir şekilde gelen gidene
bakıyordum. Gözüme bir adam ilişti. Tanımıştım. Çerkez Ağa’nın oğluydu.
Düğün günü birlikte oynamış, hoşça vakit geçirmiştik. Yanına gidip,
“Merhaba” dedim.
“Beni tanıdın mı?”
Dikkatlice yüzüme baktı baktı.. Beni tanıyamamıştı.
“Hani hatırlıyor musun, kız kardeşinin düğününde oba yerine birkaç
günlüğüne misafirliğe gelmiştik. Ay ışığında oba halkı yallı giderken biz de
onları seyrediyorduk. Baban (Çerkez Ağa) çadıra geldiği zaman, herkes nasılda saygıdan sus pus oluyor, utanarak bir yerlere saklanıyorlardı!..”
Geçmişin toz pembe hayalleri arasında kaybolmuş bu hatıralar onu
gerilere götürmüş, yüzü ve gözleri tatlı bir tebessümle aydınlanmıştı.
Kuban (Mazanof) Ailesi
Kuban Ailesi Iğdır’ın eski zenginlerindendi. Eset, Sefereli ve Seyfeli adındaki bu üç kardeşin bir manifatura mağazası vardı. Ayrıca Melekli
351
Hamza Aygün
köyünde da koyun sürüleri varmış. Ağrı Dağı İsyanı yıllarında (1926-30) bir
gün çapulcular Seyfeli’yi öldürüp koyunları İran’a kaçırınca, bu trajik olay
nedeniyle Eset Amca, sinir hastalığına yakalanmış. Vücudu ve elleri durmadan eser, hareketlerini zorlukla yapardı. Ailenin ekonomik gücü de o günden
sonra zayıflamış.
Eset Amca, Hacı Ekber Tufan’ın kızı Hacer Hanım’la evliydi. Oğlu
Şerafettin Erzurum lisesinden mezun olduktan sonra yüksek tahsil gördü. Halen Aksaray’da bir eczane işletmektedir. Zengin ve aristokrat bir aileden gelen
İranlı bir kadınla evlendi.
Bugünkü Iğdır belediye parkının yarısı Ziya Kuban’a diğer yarısı da
kayınpederim Kamerli İbrahim’e a aitti. Ancak belediye oraları istimlâk edilip sahiplerinin ellerinden aldı.
“Oğul o helisedir”
Mecit ve Hamit Hun kardeşler Eset Amcanın evinde kalarak ortaokula gidip geliyorlardı. Eset Amcanın evi bizim eve çok yakındı. Oğlu Ziya da
akranım olduğu için beraber oynardık.
Bir gün sabah vakti sokakta durmuş yoldan geçenleri temaşa ediyordum. Hamit Hun’un ağır adımlarla elinde kocaman bir setil’le (kova) geldiğini gördüm. Biraz daha yaklaşınca kovanın içinin bir çeşit aşla (yemek)
dolu olduğunu gördüm. Kokusu insanın burnunu alan ve iştahını kabartan bu
yemeğin üzeri erimiş yağla kaplıydı. Hamit Hun, Esat Amcanın bahçe kapısından içeri girdi.
Koşarak eve geldim. “Ana, ana!” diye bağırdım. Annem dışarı çıkınca,
“Ana, Ziyagile, bir setil dolusu aş aparırlar. Üstü de hammısı yağ!”
dedim. Annem güldü.
“Oğul o aşın adı helisedir” dedi. O gün canım bu aşı nasıl da istemişti!
Meşe Eset Ogan
Enver Ogan’ın babası Meşe Eset Melekli köyünün muhtarıydı. Korkusuz ve kararlı bir insandı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında o bölgede kanun
kaçağı ve eşkıya çoktu. Bunlardan birisi de meşhur “Çilli” idi. Meşe Eset,
“Çilli”yi yakalatan adam olarak ün salmıştı.
Çilli, Rusların İran’ı işgal ettiği yıllar (1945-47) düzenli olarak İran’a
gidip gelirdi. Bu durum Hüsnü Bey’i çok rahatsız ediyordu. Adamları onu
sürekli takip ediyordu ama kıstırmaları mümkün olmuyordu. Nihayet Meşe
Eset’in yardımıyla “Çilli” yakalanınca derin bir nefes aldılar. Aynı şekilde
kaçak olarak ün yapan “Eşto” da Meşe Eset’in gayret ve cesareti sayesinde
352
Iğdır Sevdası
saf dışı bırakıldı. Bir jandarma erini öldüren Kör Hacı da kendi rızasıyla Meşe
Eset’e gidip teslim olmuştu.
Meşe Eset Pamuk Kooperatifinde azaydı. İdare heyetinde de birçok
defalar görev aldı.
“Melekli köyü kabile kabiledir”
Melekli köyünde Dolabılar, Çılıxlar, Artantaşlar ve Araslar gibi farklı
kabileler vardır. Bunların en kalabalığı Dolabılar’dır. Tufan ve Kuban ailesi
bu kabileye mensuptur. Artantaşların köken olarak çok eskiden İran’dan geldikleri söylenir. Meşe Hebib, Meşe Dadaş ve Hacı Allahverdi adlı üç kardeşin
zürriyeti bugün çok kalabalık bir aile topluluğu oluşturmaktadır. Değerli
gençlerimizden Yücel Artantaş, Meşe Hebip’in torunudur.
Çınar Ailesi
Çınar Ailesi aslen Küllük köyündendir. Aile reisi Meşe Yunus iki evlilik yaptı. İlk eşi Merhamet Hanım’dan Abdullah, Hüseyin ve İsmail; ikinci
eşi Ümmü Leyla’dan da, Abbas, Latif ve Hedoş (Hediye) isimli çocuklar
dünyaya gelmişlerdi.
Meşe Yunus vefat ettikten sonra ev reisliği Merhamet Hanım ve büyük oğlu Abdullah’ın eline geçtiği için, Ümmü Leyla Hanım Küllük köyüne
geri dönmek zorunda kaldı. Orada Celil Aras’la ikinci bir evlilik yaptı. Değerli eski Kars Milletvekilimiz Sabri Aras bu evlilikten dünyaya gelmiştir.
Çınar Ailesi ticaretle uğraşırdı. Kasaba merkezinde bir manifatura
dükkanları vardı. Hüseyin Çınar mağazayı idare eder, abisi Abdullah Çınar da
yılın büyük bir bölümümü İstanbul’da geçirerek dükkâna mal gönderirdi.
Abdullah Çınar eğitimli birisiydi. Muhtemelen lise mezunuydu. Geriye kalan kardeşlerden Hüseyin, Abbas ve İsmail ortaokul, Latif de ilkokul
mezunuydu.
Benim de içinde bulunduğum bu kuşağın en büyük şansızlığı, lise eğitimi yapabilecekleri yıllarda bir dünya savaşının (1939-45) yaşanmış olmasıydı. Ailelerin maddi gücü çok sınırlıydı. Çocuklarını uzak illere gönderme
gücünden yoksundular. Bu yüzden bizim kuşak çok az lise mezunu verdi.
İsmail Çınar zahirecilik yapar, “Kapan” denilen mevkide buğday
alıp satardı. Abbas Çınar da genellikle pamuk ve yün işine girerdi. En küçük
kardeşleri Latif Çınar, büyük bir sebat ve çalışkanlıkla terzi İsmail Özgül’ün
yanında bir yandan çıraklık yapıyor bir yandan da bu mesleğin inceliklerini
öğreniyordu.
Çınar Ailesine ekonomik darbe
1954 yılında dünya ve Türkiye genelinde pamuk fiyatları hızla yükse353
Hamza Aygün
lişe geçti. Biraz sermayesi olan tüccarlar ellerindeki parayı pamuğa yatırdılar.
Fakat çok geçmeden pamuk fiyatları anormal şekilde düşünce, ellerindeki pamuklar değer kaybetti. Bazı tüccarlar iflas edip piyasadan tamamen silindiler;
bazıları da sermayelerini kaybederek ciddi bir para krizi yaşadılar. Ne yazık
ki Abdullah Çınar da ekonomik bunalımdan kötü şekilde etkilendi; sermayesini büyük ölçüde kaybetti. İstanbul’daki esnafa olan borçlarını ödemek için
Iğdır’daki gayri menkullerini de satmak zorunda kalınca, Çınar Ailesi uzun
süre belini doğrultamadı.
Abdullah Çınar bu krizden sonra Küllük köyüne gidip yerleşti. Orada
kavak ekimi yaptı. 1970’li yıllarda vefat etti. İsmail Çınar Iğdır Belediye Kütüphanesinde memur olarak görev yaptı. Hüseyin Çınar, DÜÇ’de muhasebeci
oldu. İstanbul’da vefat etti. Latif Çınar uzun yıllar Almanya’da kaldı. Oradan
emekli oldu. Şu an Yusuf Bey’in oğlu Prof. Oktay’la evli olan kızının yanında
Antalya’da yaşamaktadır.
Abbas Çınar’ın öldürülmesi
Abbas Çınar renkli ve karizmatik bir gençti. Futbol, voleybol oynar;
düğünlerde halay başı çekerdi. Uzun boylu, yakışıklı ve cesurdu. Kavgacı bir
tip değildi. Kardeşi İsmail’in eşi Ayten Hanım’ın kız kardeşiyle sözü kesilmişti. Evlilik hazırlığını yapıyordu
Ayten Hanım’ın babası aslen Küllük köyündendi. Tahsil yapıp öğretmen olan Ali Bey, sonraki yıllar Kars’a gidip yerleşmişti. Ali Bey’in oğlu Yücel Bey sonraki yıllar Türkiye’nin sayılı işadamlarından oldu. Tarık Şara’yla
ortaklaşa birçok firma kurdu.
Abbas Çınar’ın öldürülmesi adi bir cinayetti. Melekli köyünden
Kamber’in oğlu Kasım (Taşkınsu) onu vurdu (1952) Ölmeden önce kendisini
vuranın “Kasım” olduğunu söyledi. Bir adli hata olarak başka bir “Kasım”ı
cezaevine koydular. O da kalp krizinden öldü. Yanlışlık anlaşılınca Kasım
Taşkınsu yakalanıp cezaevine kondu.
Mir Ali Ağa (Ural)
1950’li yıllarda Iğdır’a Belediye Başkanlığı yapmış olan Mir Ali Ağa,
Iğdırmava’nın köklü ailelerindendi. Kasaba merkezinde bir manifatura dükkanı vardı. Eşi Terlan Hanım, Meşe Abbas’ın kızıydı.
Rıza Yalçın, 1950 yılında Belediye Başkanlığına yeniden aday olmak
istemedi. Ama kendisinden sonra gelecek adayın Iğdır’a lâyık, temiz ve güvenilir birisi olması için özellikle çaba sarfetti. Bu arayış içinde Mir Ali Ağa’yı
ön plana çıkardı. Mir Ali Ağa gerçekten de Iğdır’daki barış ve sükunet havasının devamını başarıyla sağladı.
Mir Ali Ağa hoş sohbet, hazır cevap ve nüktedandı. Kasabanın elit
354
Iğdır Sevdası
kesiminden bir gurupla yaptığı iddialı tavla oyunları dillere destandı. Millet
Bahçesindeki en güzel masaya kurulur, rakibini karşısına alıp ona meydan
okurdu. Büyük bir kalabalık hemen onların etrafını alır, neşeli sohbetler ve
iddialı çekişmeler (!) arasında bazen gün boyu süren bir oyuna kendisini kaptırırdı.
“Ver bığın altına!”
Belediye Başkanı Mir Ali Ağa bir gün kaymakamı yemeğe davet
etmişti. Kaymakam sofrada çekingen davranınca, Mir Ali Ağa, kaymakamı
yemeğe iştahlandırmak için, sitem eder bir ses tonuyla, “Ver bığın altına!” demiş. Zavallı kaymakam bu sözden hiçbir şey anlamamış. Elinde çatalı şaşkın
gözlerle Mir Ali Ağa’ya öylece bakakalmış. Mir Ali Ağa, kaymakamın içinde
bulunduğu sıkıntılı durumu fark etmiş.
“Ne oldu Kaymakam Bey? Senin bığın yani bıyığın yok mu?”
“Evet var...”
“E, bığın altında da ağzın yok mu?”
“Evet var..”
“Ver bığın altına, demek, çatalı ağzına koy demektir. Yani çekinme,
yemek ye!”
Kaymakam bu açıklamayı neşeli gülümseyişle karşılamış, yemeğini
iştahla atıştırmıştı.
“Birisi de öbür yandan... “
Bir gün Karadenizli bir kamyon şoförü Doğubeyazıt Caddesinde geri
geri manevra yaparken, sokağın başındaki elektrik direğine vurup, demiri eğmiş. Belediye zabıtası Bahri Yiğit olay yerine yakın bir yerde olduğu için halk
ceza yazması için ona müracaat etmiş. Bahri Yiğit, cezanın ne kadar olması
gerektiğine bir türlü karar verememiş. Bunun üzerine süklüm püklüm bir köşede duran şoförü belediye reisinin huzuruna çıkarmaya mecbur kalmış.
Mir Ali Ağa o sırada ateşli bir tavla partisi oynuyormuş. Bahri Yiğit,
masanın etrafındaki kalabalığı yarıp, reisin huzuruna çıkmış: “Reis, bu adam
elektrik direğini eğdi. Ne ceza vereyim” diye sormuş. Mir Ali Ağa, bir fırsatını bulup kafasını kaldırmış, şoföre şöyle bir göz atmış. Elindeki zarları
sallarken, “Ay Bahri, canını üzme! Bir başkası da gelir direğin öbür yanından
vurar, direk düzeler...” demiş.
Mir Ali Ağa’nın bir oğlu Meteoroloji müdürü olarak görev yaptı. İzmir’de vefat etti. Uzun yıllar esnaflık yapan Aydın Bey ise şimdi İstanbul’da
oturmaktadır. Ölenlere Allah rahmet etsin.
355
Hamza Aygün
Kıyas ve Hasan Alkazak Kardeşler
Hasan ve Kıyas kardeşler Ağrı merkezde çok tanınan ve saygı duyulan insanlardı. Özellikle Kıyas Bey’i uzaktan yakından herkes bilirdi. Kıyas
Bey, özellikle iki olaydan dolayı kendisine isim yapmıştı. Bunlardan ilki,
Hüsnü Bey’in kaynı Ziya Güner’le girişmiş olduğu kavgaydı.
“Ziya Güner ağır yaralandı”
Aslen Hınıs’lı olan Ziya Güner, Ağrı’da davavekili olarak görev yapıyormuş. Bir gün Kıyas Bey’le arasında bilmediğim bir nedenden dolayı
bir tartışma olmuş. Ağız dalaşının en kızgın anında Ziya Güner belindeki tabancasına uzanmış ama Kıyas Bey daha atik davranıp, hançerini çekmiş, sağı
sollu darbelerle Ziya Güner’in yüzünü parçalamış.
Hüsnü Bingöl, bir yanıyla Terekme olduğu için, hem Kıyas Bey’in
hem de kaynının bu düşmanlıktan daha fazla zarar görmesini istemediği için,
duruma müdahale edip tarafları zor da olsa barıştırmış.
Ziya Güner, bu kavganın akabinde Iğdır’a gelip yerleştmişti. Yüzündeki hançer izleri çok derin ve belirgindi. Hatta bazı yaralar derin olduklarından kapanırken cildi germiş, Ziya Güner’in ağzı bir yana doğru çekilmiş
vaziyetteydi.
Ziya Güner, çok efendi bir insandı. Son yıllarında kooperatifte muhasebeci olarak çalışmaya başladı. Yaşlanmıştı. Yazı yazarken eli titrer; muhasebe bilgisi de yeterli olmadığından telâşa kapılırdı. Bu durumlarda kendisine
seve seve yardım eder, muhasebe defterini yazardım.
“Kıyas Bey, şebekenin içindeydi”
Kıyas Bey’in ismini öne çıkaran ikinci olay İkinci Dünya Savaşı yıllarında üstlenmiş olduğu gizli bir misyona dayanır:
Hitler, gözünü Kafkasya’ya ve petrollere dikmişti. Kafkasya’ya çok
önem verdiği için, Sovyet Rusya kontrolündeki bu bölgede karışıklıklar çıkarmak amacıyla bölgeden bazı kesimlerle ilişki halindeydi. Türkiye’nin istihbarat birimleri, özellikle Hüsnü Bey de bu bağlantıları yakından izler; fakat
Almanya’yı karşılarına alıp kızdırmamak için de bu şebekenin faaliyetlerine
göz yumarlardı.
Savaş devam ederken, Alman işgalindeki Ukrayna’dan muhtemelen
Odessa’dan havalanan iki Alman uçağı uzun bir yol kat edip Erivan’ı bombaladılar. Yakıtları tekrar geri dönmeleri için yeterli değildi. Verilen emir,
misyonu tamamladıktan sonra Aras’ı geçip Türkiye topraklarına iniş yapmaktı. Erivan’daki Sovyet uçaksavarları bir uçağı düşürdüler. İkinci uçak yaralı
olarak kendisini zor belâ Aras’ın bu yanına atabilmişti. Karakale’ye yakın bir
yerde düzlüğe inmeyi başardı. Uçaktan sağ salim çıkan iki pilot kendi elleriy356
Iğdır Sevdası
le uçağı ateşe vermişlerdi.
İki pilotu gözlerimle gördüm. Sarışın ve bıyıkları henüz terlememiş
iki Alman genci... Savaş nedeniyle otobüs ve kamyon işlemediği için Alman
pilotlara iki at tahsis edildi. Bir askeri müfrezenin refakatinde Çıllê üzerinden
Ağrı’ya doğru yola çıkarıldılar.
Bir gün Alman Hükümeti, Türk kökenli bir istihbarat elemanını bölgedeki çalışmaları koordine etmesi için Iğdır’a göndermişti. Kimliğini ve
vazifesini saklamak için, halkın inanacağı türden bir hikaye uydurmuştu.
Güya yaban domuzu avlayıp, kavurma yapacaklar sonra da konserve olarak
Almanya’ya göndereceklerdi.
O yıllar Karahacılı ve Adetli mıntıkası, yasak bölge içinde kaldığından, sözün tam anlamıyla domuz kaynıyordu. Sazlıklar ve bataklıklar içinde
saklanan yaban domuzlar bazen insanlara saldırıyor hatta onlara ciddi zarar
bile verebiliyordu. Taşburun köyünden tanıdığım birisi de, bu domuzların saldırısına uğrayıp yaralanmış, sakat kalmıştı.
Almanların, Türk kökenli istihbarat elemanı uzun zaman Iğdır’da kaldı. Lokantamıza gelip gittikleri için gelişmelerden haberimiz olurdu. Bir gün
nasıl olduysa, Alman hükümeti para gönderemez olunca, adam parmağındaki
yüzüğü satıp, Iğdır’dan zar zor ayrıldı.
Gelelim Kıyas Bey’e...Alman Hükümeti, Kafkaslar’da karışıklık çıkarmak için örgütlediği bu guruplara silah ve cephane yardımı da yapmıştı.
Kıyas Bey de bu şekilde hatırı sayılır bir lider olarak epeyce silah ve cephaneyi kontorlünde tutuyormuş. Ancak daha sonra kendi eliyle bütün bu silahları
Türk Hükümetine teslim etti.
Kıyas Bey, birkaç kez bizim kahvehaneye geldiği için kendisini şahsen tanıma şansım olmuştu. Saygın, oturaklı, etrafında hep bir kalabalığın
olduğu önemli birisiydi.
“Hasan Alkazak, Iğdır’a geldi”
Kıyas Bey’in vefatından sonra (Ağrı), Hasan Alkazak, Yetim Hüseyin
Bey’in kızı Latife Hanım’la evlenip Iğdır’a yerleşti. Yetim Hüseyin, Iğdır’ın
ilk gazete bayisi idi. Fırının tam karşısında küçük bir dükkanı vardı. İstanbul’dan her gün postayla –en az bir haftalık gecikmeyle- gelen 20-30 gazete
ve kırtasiye türünden ufak tefek şeyler satardı. Yetim Hüseyin sonraki yıllar
İstanbul’a taşındı. (Bugün Hikmet Yıldız’a ait Renault bayisinin yeri Yetim
Hüseyin’e aitti)
Hasan Bey, iri yapılı ve babayiğit birisiydi. Fabrikada müdürlük yaptığım yıllar, kasabanın güngörmüş insanlarına el uzatır onlara sahip çıkardık.
Bu yüzden Hasan Bey’e, içinde bulunduğu maddi sıkıntıdan biraz kurtarmak
357
Hamza Aygün
içinufak tefek işler ayarlar, söz gelimi tartı kantarlarının başında gözlemci
olarak görev yapmasını sağlardım.
Allah hepsine rahmet etsin.
Eşref Başaran
1923 yılından itibaren Terekemeler guruplar halinde Iğdır’a gelip
yerleştiler. Iğdır’a yerleşen gurubun tam olarak nereden geldiğini bilmiyorum
ama Gödekli’deki Terekemelerle aralarında uzaktan bir akrabalık bağı vardı.
O yıllar Iğdır’ın “Ürek (yürek) mevkisi” diye tabir edilen Kars Caddesi ve Karaağaç Mahallesine daha çok zengin, hali vakti yerinde olan aileler
gelip yerleşiyordu. Baharlı Mahallesi hem çok dağınık hem de kalitesiz bir
yerleşim merkeziydi. Ama muhacir Terekemeler, ağırlıklı olarak Baharlı mahallesini tercih edince, çok geçmeden bu mahallede ciddi bir nüfus patlaması
oldu.
Eşref Başaran, gelen bu Terekemelerin tümüne liderlik yaptı. 1955 yılına kadar Baharlı mahallesinin değişmez muhtarıydı. Bunun yanı sıra Tarım
Kooperatifinde hem yönetim kurulu üyeliği hem de başkanlık yaptı.
Eşref Başaran 1935-36 yıllarında çok zengindi. Kendisine ait bir
kamyonu vardı. Baharlı mahallesindeki arazilerin yarısını Eşref Başaran ekip
biçerdi.
Eşref Başaran temiz bir insandı. Kimseye bulaşmaz, kötülük aramazdı. Hüsnü Bey de Eşref Başaran’ı sever ve korurdu.. Eşref Başaran’ın kardeşi
Hidayet de iyi bir insandı. Allah her ikisine de rahmet etsin.
Feyzullah İnan
Feyzullah İnan aslen Kağızmanlıydı. Iğdır’a Zabıt Kâtibi ya da Başkâtip olarak gelip yerleşmişti. Bu işinden ayrıldıktan sonra, kanunları ve
yasaları iyi bildiği için bir zaman davavekili ve istidacı olarak hizmet verdi.
Kasabadaki memur kolonisiyle iyi ilişkiler kurdu. Onların güven ve dostluğunu kazandı. Kendisi gibi Kağızmanlı olan Tapucu Haydar ve gardiyan Mığdat
gibi dostları sayesinde bu ilişkilerini daha da genişletti.
Iğdır’da Bedri Bey isminde, Milli Mücadeleye iştirak etmemiş bir
Kaptan vardı. Öğretmen vekili olarak resim dersimize gelen Bedri Bey’in,
Kars Caddesi üzerinde bir fabrikası vardı. Bedri Bey artık yaşlanmış, Iğdır’daki gayri menkullerini tasfiye edip memleketine geri dönmek istiyordu. Nereli olduğunu bilmiyorum ama Arnavut olduğunu söyleyenler vardı (Mehmet
Ali Saita’nın anlatımına göre Bedri Bey Sivas’ın Divriği ilçesinden. Mücahit).
Bedri Bey, fabrikasını Feyzullah İnan’a sattı.
Feyzullah İnan’ın ticari kariyeri bu fabrikayı almasından sonra hızla
yükseldi. Bu fabrikaya ait demir stokları vardı. Onları satıp elde ettiği gelirle,
358
Iğdır Sevdası
Iğdır’ın ilk Petrol Ofisini açtı. O yıllar kamu kuruluşlarının ve askeriyenin
Petrol Ofisinden mal almak mecburiyeti olduğundan, Feyzullah İnan kısa
sürede kasabanın zenginlerinden biri oldu.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında devlet inşaat malzemelerini bayiler
aracılığıyla dağıtıyordu. Feyzullah İnan Iğdır bayiliğini alınca ekonomik
durumu daha da güçlendi. Gelen çimento ve demir gibi inşaat malzemesi tek
elden, Feyzullah İnan’ın sahibi olduğu bayiden bölgeye dağıtılıyordu
Feyzullah İnan, bu kez yakın dostu Tapucu Haydar’la birlikte Gödekli
köyüne yakın metruk bir köyü komple satın aldılar. Daha sonraki yıllar bu
köyü aşiretten ahaliye satıp iyi para kazandılar.
Feyzullah İnan’ın şehir merkezinde Hükümet Konağı’na yakın bir
mesafede bir mülkiyeti vardı.
Feyzullah İnan’ın Özcan adında bir oğlu ve iki kızı vardı. Oğlu çok
hareketli ve halk tarafından çok seviliyordu. Ancak genç yaşta kalp krizinden
öldü. Bir kızı Ağrılı Başkatip Ahmet Efendi’nin oğluyla evlendi. Diğer kızını
da Erivan muhaciri olan Karslı bir gençle evlendirdi. Feyzullah İnan, ileri
görüşlü bir insandı. 1955-60 yılları arasında Iğdır’daki gayri menkullerini
tasfiye edip İstanbul’a yerleşti.
Bağır ve İbrahim Aras Kardeşler
Aras Ailesi Iğdırmava’nın en zengin ve köklü ailelerinden birisiydi.
Bu zenginlikleri Rus yönetimi zamanında da devam ediyormuş. Ayrıca, Iğdırmava’nın köklü bir ailesi olan Hacı Ümmet Uşağı’yla uzaktan akrabalıkları
vardı.
Aras Ailesi, 40’lı yıllarda Iğdır’da büyük gayri menkuller ve bir manifatura mağazası sahibiydi.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyet Ordusunun Iğdır’ı işgal edeceği endişesi nedeniyle birçok zengin aile, yükte hafif pahada ağır eşyalarını paketleyip bavulları hazır savaşın seyrini dikkatle izliyorlardı. Bunların arasında
kaymakam gibi kamu görevlileri de vardı. O yıllar Iğdır’da halk arasında “bavulları hazır” olarak bilinen aileler arasında Osman Ataman, Hacı Gulem ve
Nağdali Parlar kardeşler, Hacı Hüseyin ve Gulem Çağlar kardeşler ve Bağır
ve İbrahim Aras kardeşler vardı.
Nitekim tehlikenin çok yakın olduğu bir gün, İbrahim Aras İstanbul’a
göç etti. Bir daha da Iğdır’a dönmedi.
İbrahim Aras gösterişli ve efendi bir insandı. Bir zamanlar kulüpte
tartıştığı müstantike (savcı) iki tokat atmış, geniş çevresi ve itibarı nedeniyle
bu olaydan elini sallayarak çıkmıştı.
Aradan uzun yıllar geçmişti. Bir gün İbrahim Aras, yaşını başını almış, gözleri memleket hasretiyle dolu Iğdır’ı ziyarete gelmişti. Akranlarının
359
Hamza Aygün
çoğu ölmüştü. Çarşıya çıktığı zaman yapayalnız dolaşıyor; arada bir durup
kasabanın binalarına ve yeni gelişen çehresine garip bir duyguyla bakıyor,
içinde bilemediğimiz duyguları taşıyarak yorgun bir halde gazinoda kendisine
bir yer edinip oturuyordu. Benim gibi yeni nesilden gençler İbrahim Aras’ın
etrafını alıp sohbet ediyorduk. O da bizim bu dostluğumuzu takdir edip seviniyordu. Bir gün,
“Çocuklar hepiniz benim misafirimsiniz” dedi
. Süphan Güneş’in lokantasında geniş bir masada yer ayırtmıştı.
Karşılıklı oturup, bir yandan masaya konan mezeleri atıştırıp, aslan sütünü
yudumluyor; bir yandan da merak ettiğimiz sorulara cevap arıyorduk.
Yemek faslı uzayıp, neşemiz yerine gelince, söz alıp,
“İbrahim Amca, İstanbul’a gittikten sonra ne yaptınız?” diye sordum.
İbrahim Aras’ın İstanbul’daki iş hayatı ve yaşamına dair kulaktan kulağa dolaşan, çoğu dedikoduyu aşmayan haberler vardı. Ama ben onun hikayesini
kendi ağzından dinlemek istedim. İbrahim Aras hepimizin merak ettiği yaşam
hikayesini şöyle özetledi:
“İstanbul’a Mehmet Beyazıt’la birlikte gittim. Benim iki teneke altınım vardı. Mehmet Beyazıt’ın da biraz noksan biraz fazla o kadar altını vardı.
Mehmet Beyazıt akıllı ve ileriyi gören birisiydi. Parasını arsa ve emlâke yatırdı. Ben ise Iğdır’da yaptığımız manifaturacılık işini İstanbul’da devam ettirme arzusuna kapıldım. Sümbüllü Han’da bir mağaza alıp toptan manifatura
işine başladım. Vefa’da da bir daire aldım. Biliyorsunuz toptan manifatura
işi veresiye olmadan yürümez. İnsanlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelip
veresiye mal aldılar. Ancak bir gün borçlarımı toplayamaz duruma düştüm.
İflas ettim. İşte benim iş hayatımın özeti de bu!”
İbrahim Aras’ın Leyla isminde bir kızı vardı. Aziz Bey’in oğlu Orman Mühendisi Agâh’la evliydi. Oğlu Yakup, amcası kızıyla evli olup (Bağır
Aras’ın kızı) İstanbul’da yaşamaktadır.
İbrahim Aras, eşinin vefatından sonra 70 yaş civarında ikinci bir evlilik daha yaptı. Ancak bir ay sonra vefat etti. Tüm serveti hanımına kaldı.
İstanbullu olan bu hanım, İbrahim Aras’ın servetine sahip çıkmak için Iğdır’daki arazilerine kadar el attı.
Bağır Aras renkli bir adamdı. Uzun yaşadı. 110 yaşında vefat ettiği
rivayet edilir. Fahrettin ve Mazlum adında iki oğlu vardı. Yakup’la evli olan
kızından başka, İzmir’de bir hakimle evli olan Yemen adında bir kızı daha
vardı.
Mazlum, İstanbul’da lise tahsilini (muhtemelen Robert Kolej) yaptıktan sonra Amerika’ya gidip yerleşti. İngiliz bir hanımla evlendi. Yasemin ve
Aysel adında iki kızı vardı. Mazlum, daha sonra Atlas Okyanusu’ndaki Barbados Adası’na yerleşip, orada otel işletmeciliği yaptı. Ünlü gezgin Sadun Bora
360
Iğdır Sevdası
gezi anılarında Mazlum’a oldukça geniş yer vermişti. Mazlum vefat ettiği
zaman vasiyeti üzerine yakıldı; külleri Iğdır’a getirilip definedildi.
Bağır Aras’ın gayri menkulleri oldukça fazlaydı. Bağır Aras vefat
ettiği zaman ailesi bazı ciddi sorunlarla karşılaştı. Bu evlerde kirada oturan
bir şahıs, sahte evrak düzenleyip, “Bağır Aras ölümünden önce bu evi bana
sattı” şeklinde iddiada bulunmuştu. Uzun süren mahkemeler sonucunda ailesi
nihayet bu evi geri alabilmişti.
Bağır ve İbrahim Aras, Iğdır’a emeği geçmiş seçkin insanlardı. Allah
rahmet etsin.
Ermeni Dıro’nun Hikâyesi
1918-20 yılları arasında Iğdır ve Erivan bölgesinde yaşanan iç savaş
yıllarında, Ermeni komitacıların ve Taşnak Partisinin bu bölgedeki lideri Dıro’nun adını bilmeyen yoktu. Dıro’nun ismi, bu dönemle ilgili yazılmış tüm
tarih kitaplarının en baş sıralarında yer alır.
Dıro, 1920’den önce Iğdır merkezde ikâmet edermiş. Bugün, Şehit
Mehmet Çavuş Caddesi üzerinde, askeriyenin kullandığı kırmızı kiremitli
evler, Dıro’ya aitmiş.
Milli Mücadele yıllarında Ermeni komitacılara karşı en büyük direnişi
gösteren köylerin başında Melekli gelirmiş. Rahmetli Hacı Ekber Tufan’ın
liderliğinde örgütlenen köy halkı her seferinde Ermeni saldırılarını püskürtmüş, ciddi bir zayiat vermemiştir. Bu nedenle Dıro ve Hacı Ekber Tufan, savaşan iki toplumun iki lideri olarak birbirlerine karşı cephe almış ve kıyasıya
mücadele etmişler.
İkinci Dünya Harbi nedeniyle Hac ziyareti uzun yıllar hükümet tarafından askıya alınmıştı. 1950’li yıllarda Hac yolculuğu yeniden açılınca bu
kafileye ilk katılanlardan birisi de Hacı Ekber Tufan olmuştu.
Kutsal topraklardan yeni dönen Hacı Ekber Tufan’ı ziyarete gitmiştik.
Ben genç bir delikanlı, odanın bir köşesinde oturmuş, yaşlıların konuşmalarını merakla dinliyordum. O gün Hacı Ekber Tufan şu olayı anlattı:
“Biliyor musunuz ben kiminle görüştüm?
Hac dönüşü otobüsümüz Beyrut’ta yarım saatlik bir mola vermişti.
Aşağı inip, alışveriş yapmaya karar verdim. Bir gurup arkadaşla birlikte
önümüze çıkan bir manifatura dükkanından içeri girdik. Aramızda Türkçe
konuştuğumuzu duyan dükkân sahibi de bizimle Türkçe konuştu.
“Hacı beyler nerelisiniz?” diye sordu. Hepimiz sırayla cevapladık.
Sıra bana gelince,
“Iğdırlıyım” dedim. Bu söz üzerine adam heyecanlandı, sevinerek,
“Bizim patron da Iğdırlı” dedi. Meraklanıp,
“Patronunuz kim?” diye sordum. Satıcı tek kelimeyle,
361
Hamza Aygün
“Dıro” demez mi!.. Satıcı hemen telefona sarıldı,
“Patron burada bir Hacı Bey Iğdırlı olduğunu söylüyor” dedi. Ben
telefondaki satıcıya eğilerek,
“Melekli köyünden Ekber Tufan deyin o beni tanır” dedim. Dıro,
satıcıya,
“Hemen o arkadaşı eve gönder! Misafirim olacak” şeklinde emir
verdi.
Ancak bizim otobüs yola çıkmak üzereydi. Otobüse binip koltuğuma
oturduğum zaman garip bir duyguyla irkildim. Yıllar önce ölümüne savaştığım Dıro’yla bir gün Beyrut’ta bu şekilde karşılaşacağımı söyleselerdi nasıl
inanabilirdim. Onun düşmanlığını ve dostluğunu içimde yad ederek Beyrut’tan ayrıldık”
Mürsel Bakü
Mürsel Bakü, Milli Mücadele yıllarında Azerbaycanlı gönüllü savaşçılardan ve askerlerden oluşan bir askeri birliğe komutanlık ediyordu. Bir alay
büyüklüğündeki bu askeri birlik, Karabekir Paşa’nın emrinde olmak üzere
bölgedeki savaşa fiilen katılıyordu. Sonraki yıllar Iğdır’a yerleşen birçok erat,
aslen Azerbaycanlı olup Mürsel Bakü’nün bu “gönüllü” birliğinde görev almıştı.
Mürsel Bakü bugün Devlet Mezarlığında, Milli Mücadelenin diğer
kahramanlarıyla aynı yerde gömülüdür. Allah rahmet etsin.
Abbas Çetin
Abbas Çetin’in annesi ve babalığı Abdülali Bey, muhacir olarak Çobankere’den gelip Iğdır’a yerleşmişlerdi. Hakveyis yolu üzerinde evleri ve
arsaları vardı. Abdülali Beyin, 40’lı yıllarda lokantamızın bitişiğindeki Fırıncı
Memet’e ait dükkânın köşesinde, küçük bir kulübe içinde, büfesi vardı. Burada iğneden ipliğe, sigaradan şekere her şey bulunurdu. Abdülali Bey, bazen
de kendi bağından toplayıp getirdiği elma, armutları büfeye yakın bir yerde
küçük bir manav köşesi yaparak parkende satardı
O yıllar Abbas Çetin Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi. Mezun olduktan sonra uzun yıllar Kars merkezde görev yaptı. Buradan bir kızla evlendi.
Hanımı bir oğlan çocuğu dünyaya getirirken vefat ettiği için, Abbas Çetin,
baldızı Hatice Hanım’la evlendi. Bu evlilikten de Ayla ve Necla isminde iki
kızı oldu. Ayla, Hidayet Çelebi’yle evlendi.
1950 seçimlerinde Abbas Çetin, CHP listesinden Milletvekili oldu.
Ancak çok geçmeden Latif Aküzüm ve Veyis Koçulu’yla birlikte DP lehine
CHP’den feragat edince, sonraki seçimlerde yeniden Milletvekili seçilme
şansını da kaybetti. DP Hükümeti, Abbas Çetin’e Emekli Sandığı’nda, Latif
362
Iğdır Sevdası
Aküzüm’e de Toprak Mahsulleri Ofisi’nde önemli görevler verdi. Abbas Çetin bu görevinden emekli oldu.
Gerek Abbas Çetin gerekse Latif Aküzüm her zaman hemşehrilerinin
sorunlarıyla ilgilenmişler, onlara yardım eli uzatmışlardı.
Abdülali Bey, Iğdır’da vefat etti. Çetin Ailesi, Iğdır’daki gayri menkullerini tasfiye edip, İstanbul’a yerleşti. Abbas Çetin’in kız kardeşi Fatma
Hanım halen İstanbul’da yaşamaktadır. Allah ölenlere rahmet etsin.
Hamit Ünver yada nâm-ı diğer “Piç Hamit”
Hamit Bey aslen, bugünkü Ermenistan sınırları içinde kalan Persili
köyündendir. Lise tahsilini tamamladıktan sonra yüksek öğrenim için çaba
sar fetmiş, ancak buna fırsatı olmadan tanıştığı bir Rus kızıyla evlenmişti.
1930’lu yılların başında Sovyet-Türkiye sınırını kaçak geçip hanımı, oğlu Nazım ve kızı Sahibe yanında olmak üzere Iğdır’a gelip yerleşmişti. Hükümet
kendisine Topçu İlkokulu’na bitişik bir bahçeyi iskan olarak verdi. Çok güzel
şeftali ağaçlarının olduğu bu bahçe uzun yıllar “Hamit Bey’in bağı olarak”
bilinir oldu.
Hamit Bey, ilk olarak Hacı Gulem ve Nağdali Parlar kardeşlere ait
manifatura dükkanında tezgâhtar olarak görev yaptı.
Hamit Bey, Iğdır’a gelen muhacir kesim arasında, aydın kişiliği ve
açıkgözlülüğüyle dikkati çekerdi. Çok zekiydi. Ne yazık ki zekâsını ve tüm
enerjisini kasabadaki tapu dairesi, nüfus memurluğu, gümrük memurluğu gibi
mülki ve sivil idarenin çalışma ritmine ve oralarda dönen muhtemel entrikaların (!) neler olabileceğine yordu. Hiç yoktan birçok kimsenin kalbini kırdı;
böylece çok düşman kazandı.
Hüsnü Bingöl daha ilk zamanlardan itibaren Hamit Bey’i yakın takibe
almıştı. Onun bu uyanık ve her yere girip çıkan kişiliğinden rahatsızlık duyuyordu. Hüsnü Bey’i pirelendiren bir diğer husus da Hamit Bey’in vatandaşlık
durumuydu. Türk vatandaşlığına geçmek istemiyor, yakın dostlarına, “Ben
Alman vatandaşı olacağım” diye hava atıyordu. Bu türden konuşmalardan
huysuzlanan Hüsnü Bey, 1950’li yılların başında İçişleri Bakanlığına bir mektup yazıp Hamit Bey’in sınır dışı edilmesini tavsiye etti.
Bir gün Hamit Bey’i bir deveye bindirip Suriye (ya da Irak) hududuna
doğru yola çıkardılar. Ona eşlik eden güvenlik güçleri Hamit Bey’i komşu ilin
valiliğine teslim ediyor; yolculuk bu şekilde Suriye sınırına doğru yavaş yavaş ilerliyormuş. Nihayet bu deve konvoyu ismini hatırlamadığım bir ilden Hatay ya da Şanlıurfa - geçerken oranın valisi, eskiden Iğdır’da kaymakamlık
yaptığı için, Hamit Bey’i tanımış; onu sahiplenip yanında alıkoymuş. Sonra
da İstanbul’a gönderip orada gözaltında yaşamasına izin vermiş.
1950’li yıllarda Amerikan Hükümeti, Rusya doğumlu olanlara özel
363
Hamza Aygün
vize verip Amerika’ya davet ediyor, vatandaş olmalarını özendiriyordu. Hamit Bey ve ailesi de bu vizeye başvurup sıralarının gelmesini bekliyorlardı.
Ancak Hamit Bey, 1957 veya 58 yılında İstanbul’da kalp krizinden ani olarak öldü. Çocukları ve eşi daha sonra Amerika’ya gitmeyi başardılar. Oğlu
Nazım, 30 yaşı civarında henüz bekârken kanserden öldü. Kızı Sabiha bir
Amerikalıyla evlenip iki kız çocuğu annesi olmuş. Halen New Jersey’e yakın
bir yerde yaşamaktadır.
Hamit Bey’in bağı hazineye intikal etti. Ağrılı Başkatip İsrafil Bey bu
bağı satın aldı. Daha sonra o bağ ikiye bölünüp Hamit Keskin ve İslam Tuna
kardeşlere iskan hakkı olarak verildi.
Not: O yıllarda devlet aile reisine 30 dönüm çocuklara 10 dönüm
iskan hakkı verdiği için aynı anne ve babadan olan kardeşler bile “İskan Kanunu”ndan yararlanmak umuduyla farklı soyadı alıyorlardı.
“Van pişiği” Haydar Ali
1998 yılında kısa bir ziyaret için Iğdır’a gitmiştim. Bacanağım Mehmet Iğdır’a ait fabrikanın bürosunda oturmuş sohbet ediyorduk. O sırada kapıdan içeri yaşlı bir adam girdi. Mehmet Iğdır, yerinden kalkıp, odadan içeri
giren bu yaşlı adamı büyük bir saygıyla karşıladı.
“Buyur Seyit! Böyle otur!” dedi. Yaşlı adam ciddi bir din hocası görünümünde, kendisine gösterilen iskemleye oturdu. Mehmet Iğdır bir fırsatını
bulup kulağıma eğilerek,
“Büyük bir alimdir. Hem de Seyit’tir. Arada bir yanıma uğrar. Hem
hayır duasını alırım hem de cebine birkaç kuruş koyup gönlünü hoş ederim”
dedi.
Mehmet Iğdır, elini cüzdanına atıp hatırı sayılır bir miktar parayı yaşlı
adamın eline tutuşturmaya çalışırken, benim belleğim boş durmuyor bu adamın siluetini sorguluyordu. Beyaz sakalının ve kırışık yüz çizgilerinin arkasındaki gerçek adamı tanıyor gibiydim. Biraz daha dikkatlice bakınca bunun,
Haydar Ali olduğuna tamamen emin olmuştum.
Haydar Ali, 1940’lı yıllarda bizim lokantada ve kahvehanede bulaşıkçı olarak çalışıyordu. Gözlerinden biri mavi diğeri yeşile çaldığı için, biz
onu kendi aramızda “Van pişiği (kedisi)” olarak çağırırdık. Haydar Ali bizim
işletmede 4-5 yıl çalıştıktan sonra ortadan kaybolmuştu.
Yaşlı adam parayı cebine koyup huzurlu bir şekilde odadan çıkmak
üzereyken, kendisine
“Beyefendi!” diye seslendim. Yaşlı adam bana dönüp,
“Buyur!” dedi. Gözlerinin içine bakarak,
“Beni tanıdın mı?” diye sordum. Yaşlı adam kararlı bir tonla,
“Hayır! Seni heç görmemişem!”
364
Iğdır Sevdası
“Men Ağasen’in (Ağa Hasan) torunu, Rıza Aygün’ün de oğlu Hamza’yam. Sen bizim kahvehanede çalışan Heyder Eli değil misen?” dedim. Yaşlı
adam,
“Hayır men Heyder Eli değilem!” diyerek kimliğini inkar etti. Mecbur
kalıp,
“Eye sen “Van pişiği” Heyder Eli’nin özüsen. Gözünün biri yeşil biri
de mavidi. Hele getir gözlerine yakından baxım!”
Benim bu son sözüm üzerine Haydar Ali, kapıyı açıp var gücüyle bürodan tüydü. Kaçıp sokakta kayboldu.
Mehmet Iğdır, gözleri faltaşı gibi açılmış, muteber Seyit’in (!) göz
açıp kapayıncaya kadar ortadan yok olmasına şaşırmıştı Ben de oturduğum
yerden bu insanlık komedyasını düşünüp kendi kendime gülüyordum.
“Tellâl” Mehmet Şur
Iğdır’da eskiden “tellâl” dediğimiz kimseler vardı. Bunların görevleri
çeşit çeşit olurdu. Bir yandan belediyenin önemli bir haberini- o zamanlar hoparlör ve anons sistemi olmadığından- cadde cadde dolaşıp, bağırarak halka
ilân ederlerdi.
“Duyduk duymadık demeyin, bugün sular kesilecek” veya
“Aras ve Sürmeli sporun maçı falanca saatte başlayacak” gibisinden
ananosları yapar, bunun için belediyeden veya ilân sahibinden belirli bir ücret
alırlardı.
Ya da icranın el koyduğu malları müzayede (açık artırma) yoluyla
halka satarlardı.
Iğdır’ın ilk bilinen tellâlı Ekber isimli birisiydi. Ama en meşhuru ve
en unutulmaz olanı Mehmet Şur’du.
Mehmet Şur’u bir müzayede sırasında izlemek gerçekten insanın gönlünü hoş ederdi. Diyelim ki icranın el koyduğu bir koltuk satışa çıkarılacak.
Alıcılar koltuğun etrafını alır, dikkatlice inceledikten sonra kendi kafalarında
bir değer biçerlerdi. Mehmet Şur, müzayedenin başlamasına “start” verdiği
zaman, alıcılardan birisi kafasındaki fiyatı söylerdi. Mehmet Şur, tatlı ve
insanı coşturan sesiyle,
“... koltuk gitti gidecek, bu fiyata yok mu dur diyecek..” şeklinde bazen nükteli, bazen rekabeti kızıştıran sözleriyle renk katardı. Allah rahmet
etsin.
Mirze Kısk Ağa
Mirze Ağa, aşirete mensuptu (Karakuyu Köyü). Kısa boylu, gözlüklü
ve hareketli birisiydi. Gün boyu caddelerde dolaşır insanlarla kaynaşırdı. Herkes ona saygı gösterir ve biraz da çekinirdi. Aydın ve bilgiliydi. Lokantamıza
365
Hamza Aygün
geldiği zaman, biz onu “Mirze Ağa” diye çağırırdık.
Mirze Ağa’nın önemli bir görevi vardı. O yıllarda köylülerden ve
hayvan sahiplerinden “kamkor” denilen bir vergi toplanırdı. Koyun başına 10
kuruş değerindeki bu vergi birçok sürü sahibini kara kara düşündürürdü. Koyunların resmi olarak sayım işlemi yapıldığı zaman, sürü sahipleri ellerinden
geldiğince hayvan sayısını az göstermeye çalışırlardı. Bu durumu engellemek
için Vergi Dairesi ve Jandarma “kimin kaç tane koyunu olduğunu ve nerede
sakladıklarını” kendilerine bildirecek “gönüllü” vatandaş arıyorlardı. Mirze
Ağa bu işi seve seve yapardı. Bu yüzden sürü sahipleri Mirze Ağadan çekinir;
hatta gerekirse bir yemek ısmarlayarak onun gönlünü hoş eder, dostluğunu
kazanmaya çalışırlardı.
Sıhhıye Kerem veya nâm-ı diğer “Keçel Kerem”
Sıhhıye Kerem sanırım aslen Tuzlucalı’ydı. Dr.Abbas Çöllü zamanında Iğdır Hastanesine sağlık memuru olarak girmiş, uzun yıllar kasabaya
hizmet vermiştir. Saçları her geçen yıl daha da seyrekleştiği için halk arasında
“Keçel Kerem” olarak bilinirdi.
Alkole düşkünlüğünü bilmeyen yoktu. Sıhhıye Kerem ancak alkol
aldığı günler görevini lâyıkıyla yaptığı için, onun bu “sarhoş” halinden kimse
rahatsız olmazdı.
Oğlum Hasan’ın sünneti için, Iğdır’da, konu komşunun ve akrabaların katıldığı bir tören düzenlemiştik. Sünnetçi olarak Sıhhıye Kerem’e görev
vermiştik. Mesleğini çok iyi biliyordu. Maharetine ve yeteneğine söz yoktu.
Sıhhıye Kerem rahat tavırlarla sünnet işini bitirip, aletlerini çantasına
yerleştirdi; sonra da salonda kendisine ayrılan koltuğa sakin bir şekilde oturdu. Babam (Rıza Aygün), Sıhhıye Kerem’e takılmadan edemedi:
“Kerem yine sarhoş musun?” diye sordu.
Sıhhıye Kerem, babamın nüktedanlığını bildiği için bu soruya kendince cevap verdi:
“Rıza Emmi, sarhoş değilem...Eğer bir gün seninki elime düşse men
bilirem ne edecem..”
“Evi yıxılası...Men de ne kaldı ki senin eline düşsün. Heç boşuna
umutlanma!”
Sıhhıye Kerem kasaba halkına, sağlık ve sünnet konusunda büyük
hizmetler verdi. Allah rahmet etsin.
“Haşamesen nedir?”
Babam (Rıza Aygün), meclis konuşmalarında kalıplaşmış bazı ifade
tarzlarını kendine göre yorumlar, onları oldukça kısaltırdı. Örneğin “Haşa
366
Iğdır Sevdası
meclisten” deyimi, babamın dilinde “Haşamesen” olurdu.
Eşim Şükran Hanım, evliliğimizin ilk günleri babamın bu türden
konuşma üslubuna ve nüktedan konuşmalarına ayak uyduramıyor, sık sık
yanıma gelip açıklama istiyordu.
Yine bir gün Şükran Hanım meraklı ve tedirgin bir şekilde yanıma
geldi. Ciddi bir ses tonuyla, “Haşamesen nedir?” dedi. Durumu anladığım için
gülerek, babamın bu ifadeyi ne anlamda kullandığın anlattım. O an Şükran
Hanım, “Vay be!” anlamında bana öylece bakakalmıştı.
İmam Bey
İmam Bey, Hüsnü Bingöl’den önce, Iğdır bölgesi MAH başkanıydı.
(MAH çok sonraları (1965) isim değiştirerek MİT oldu.)
İmam Bey aslen Kafkasyalıydı. Vefat ettiği zaman (1933-34) büyük
bir cenaze töreni düzenlendi. Askeri bir törenle Taburun askeri mezarlığına
defnedildi.
İmam Bey’in siyah bir atı vardı. Cenaze korteji kasabanın ana caddesinde ağır ağır ilerlerken, herhalde İmam Bey’e saygıdan olsa gerek, bir asker
de bu siyah atı cenaze alayının arkasından dizginlerini çekerek götürüyordu.
O gün kasaba öylesine derin bir matem havasına bürünmüştü ki, halk arasında, “Siyah at bile bu acıya dayanamadı. Ağlıyordu” şeklinde bir söz dolaştı.
Şen şakrak Iğdır
Iğdır kasabası Rus yönetimi zamanında kültürel olarak oldukça hareketliymiş. Bir tiyatrosu varmış. Bu gelenek 30’lu yıllarda da devam etti. Iğdır’a İstanbul’dan tiyatro kumpanyaları gelir, kasabayı günlerce şenlendirirdi.
Belediye bahçesinde ince saz ekipleri müzik faslı düzenlerlerdi. Kasabanın zengin ve şık aileleri, gösterişli ve şatafatlı giyimleriyle kol kola yürüyerek bahçeye gelir; kendilerine ayrılan yerlere özenle otururlardı.
Program önce bir koro faslıyla başlardı. Türk ve Azeri musikisinin
zevkli parçaları hep bir ağızdan söylenirdi. Kısa bir aradan sonra sıra sola
şarkılara ve akşamın sanatçısına gelirdi. O anda Millet Bahçesi sanki bir rüya
âlemi yaşarmış gibi, duygu seline boğulurdu. Çoğu zengin, aristokrat olan bu
muhacir aileler, bu şarkılarda vatan özlemlerini ve savaşta kaybettiklerinin
acısını dindirmeye çalışırlardı. Her şarkının bitişinde alkışlar ve gözyaşları
birbirine karışırdı.
Saat akşam 7’ye doğru kalabalık dağılır; herkes evine akşam yemeğine giderdi. 1.5-2 saatlik bir yeme molasından sonra tekrar Milet Bahçesine
akın ederlerdi. Bu kez sırada “tulûat tiyatrosu” olurdu. Yetenekli oyuncular,
seyircinin ruh haline göre uygun sözleri bulup söyler, onları neşelendirir; bu
kez insanlar gülmekten gözyaşlarına boğulurdu.
367
Hamza Aygün
Gece her zaman halk dansları ve oyunlarıyla kapanırdı. Müzik eşliğinde, mutlu ve yorgun bir halde yerlerinden kalkan aileler, serin gecede
yürüyerek evlerine dönerlerdi.
Kumpanya sanatçıları da Talip Ağa’nın oteline gidip orada günün
yorgunluğunu atarlardı.
Iğdır’ı zevkli kılan bir diğer özelliği de Kars’tan gelen bando takımının yaptığı gösteriydi. Ne zaman bir devlet büyüğü gelse bando takımı bir gün
evvelinden kasabaya gelir, gün boyu tüm caddeleri dolaşır, renkli giysileri ve
canlı müziğiyle gönülleri şenlendirirdi.
Bir yıl arayla Iğdır’ı gururlandıran iki olay meydana geldi.
1934 yılında İran Şahı Rıza Pehlevi, Iğdır’a gelip Osman Ataman’larda bir gün kaldı. Daha sonra Erzurum üzerinden Trabzon’a, oradan da Yavuz
Zırhlısıyla İstanbul’a gitti.
1935 yılında İnönü, 236. Hudut Alayı’nı teftişe gelmişti. Öğrenciler ve devlet protokolü candan bir karşılama töreni yapıldı. İnönü o geceyi
kaymakamın evinde geçirdi. Güvenlik nedeniyle sokağa çıkma yasağı ilan
edildi.
Paşa Ekinci
Iğdır’ın ilk belediye başkanı Sultanabat Beylerinden Hacı Hanlar
Bey’dir. İkinci olarak bu görevi üstlenen Başköylü Paşa Bey’dir. 1960 İhtilali
yıllarında önemli görevler üstlenen asker kökenli Fikret Ekinci’nin babası
olan Paşa Ekinci’nin, teşkilat ve organizasyon yeteneği oldukça yüksekti.
Onun en önemli özelliği ve bölge halkına en büyük katkısı daha çok manevi
anlamda olmuş; otoritesini ve maddi gücünü seferber ederek savaş öksüzü
çocukları bir araya toplamış ve onları sahiplenmiştir. Halk arasında “Paşa
Bey’in Yetimleri” adıyla anılan bu çocuk gurubundan memlekete çok değerli
evlatlar yetişmiştir.
Özellikle 12-16 yaş gurubundaki kız çocuklarını kötü niyetli insanların taciz ve saldırısından korumak için, büyük çaba sarf etmiştir. Bu kız
çocuklarının çoğu bizzat Paşa Bey’in eliyle evlendirilip, aile ocağına kavuşturulmuşlardır.
Iğdır’ı kurtaran zabıtan (askeri) güçler içinde yer alan değerli memleket evlâtlarından Rıfat Ilgaz ve Ali Çavuş, bu “yetim kızlar” okulundan
evlenip Iğdır’a yerleşmişlerdir. Ali Çavuş, Iğdır’ın Kurtuluşunda Belediye
binasına ilk Türk Bayrağını çeken askerdir. Bu kahramanlığı nedeniyle İstiklal Madalyasıyla ödüllendirilmişti. Evlendikten sonra kendisine bir bağ ve ev
verilerek Iğdır’a iskân edildi.
Ali Ilgaz’ın çocuklarından Kemal ve Yusuf kardeşlerin Iğdır’a memur olarak çok emekleri geçmiştir.
368
Iğdır Sevdası
Hükümet, “Ağaları ve Beyleri Sürgün Kanununu” (1926) çıkardığı
zaman Iğdır bölgesinden Torun Ailesinin ileri gelenleri ile Azeri kesimden
Paşa Bey gibi birkaç kişi sürgüne tabii tutuldular. Paşa Bey’i Tokat’a sürgüne
gönderdiler. Iğdır’a büyük hizmetleri geçmiş bu vefakâr vatan evladı hak etmediği bir şekilde sürgün yıllarında yalnızlık içinde vefat etti.
Paşa Bey sürgüne gönderilince, kurmuş olduğu “Yetimler Okulu”
dağıtıldı. Bu öğrencilerden ancak 10-15 tanesi bir yolunu bulup Kâzım Karabekir Paşa’nın aynı isimli okulunda öğrenimlerine devam etme şansı buldular.
Ama çok geçmeden Karabekir Paşa, görevden alınınca okul da kapandı.
Başköy’deki Azeri kökenli Celayir kabilesinden birçok önemli isim
de İzmir’e sürgün edildiler. Aynı şekilde Hasanhan köyünden de bazı isimler
bu sürgün konvoyuna dahil edilmişlerdi. Kaderin garip bir tecellisi olarak, bu
“sürgün aileler”in çocukları gittikleri şehirlerde okuma fırsatı bulup sonraki
yıllar Türkiye’nin kaderinde önemli rol aldılar. Bunlardan birisi de babası
Hasanhan köyünden, siyaset adamı İsmet Sezgin’dir.
Bitlisli Mehmet (Kakioğlu)
1937’li yıllarda Iğdır’a gelip yerleşti. “Tahar’ın kahvesi” olarak bilinen dükkânı satın aldı. Bu dükkân kısa bir süre için fırın oldu. Ancak Bitlisli
Mehmet Efendi, orayı tekrar kahve olarak çalıştırdı.
O yıllar kahve işletmeciliği “marka” usulüne göre olurdu. Hazeyan
(patron), garsona verilen her çay karşılığı bir marka alırdı. Çayın parasını
müşteriden garson alır cebinde saklardı. Kahvehane kapandığı zaman, markalar sayılır paralar bölüşülürdü. Sistem böyle olduğu için patronların yapacağı
pek bir iş olmazdı. Onlar dolaşmaya çıksalar bile kahvehane tıkırında işlerdi.
Mehmet Efendi’nin bir radyosu vardı. Halk radyo dinlemeyi sevdiği
için kahvehaneye doluşur, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın haberlerini dinlerlerdi.
Şoför Nadır Amca
Iğdır’ın bir posta arabası vardı. Bu hantal ve iri kamyon haftada birkaç kez Kars’a gidip gelirdi. Genellikle tayinleri bir yerden diğerine çıkan
öğretmen, subay, hakim gibi devlet görevlilerini eşyalarıyla birlikte taşır;
tüccarların ısmarladığı malları getirirdi. Bu yüzden kamyonun kasabaya her
gelişi büyük bir heyecan yaratırdı.
Şoförlüğünü Nadır Amca diye birisi yapardı. Ne zaman Kamyon
gürültülü bir şekilde kasabaya girse, esnaf dükkanlardan dışarı çıkar merakla
yolculara bir göz atardı.
Kamyon belediye binasının önünde durduğu zaman çocuklar ve gençler posta arabasına koşar, şoför mahallinden yorgun argın inen Nadır Amcanın
369
Hamza Aygün
etrafını sarardı. “Kim geldi?” diye sorduğumuzda hep aynı cevabı alırdık:
“Ne bileyim zabıt mabıt geldi”
“Yanlış bir soru!.”
Iğdır’a gitmiştim. Bir kahvehanede oturmuş eski dostlarla sohbet
ediyorduk. Aralarında genç bir adam vardı. Sohbetin ta başından beri yüzüme
merakla bakıyordu. Dayanamadı:
“Amca seni tanıyamadım. Kimin oğlusun?”
“Yanlış bir soru sordun” dedim.
“Niye?”
“Be yavrum! Beni tanımıyorsan babamı nasıl tanıyacaksın?”
Piknik yolunda sohbet
Azerbaycan Kültür Derneği bir piknik düzenlemişti. Kumanyalarımızı hazırlayıp sabahleyin erkenden otobüse binip yola koyulduk.
En öndeki koltuğa oturmuştum. Otobüste yer kalmayınca genç bir
adam, şoförün yanındaki motorun üstüne -eski model otobüslerde böyleydioturmuştu. Elinde bir davul vardı.Yüz ifadesi yabancım değildi. Çok geçmeden hafızam bu genç adamın siluetini bir aşağı bir yukarı çekip, çocukluğunu
ve ailesini gün ışığına çıkarmıştı. Artık bu genci tanıyordum.
“Gardaş, sen kimsin?”
“Sen beni tanımazsın”
“Nerelisin?”
“Kazancılı. Beni tanımazsın”
“Mir Abbas Ağa’nın torunusan...”
“!!??...”
“Nazlıbeyim Hanım’ın oğlusan...”
“!!??..”
etmişti.
Daha devam edecektim ama genç adamın şaşkınlığı beni tedirgin
“Meraxlanma, indi jandarma geler..”
30’lu yıllarda bazen iki aşiret gurubu kasaba merkezinde birbirleriyle
ölesiye kapışırlardı. Değnekler havada savrulur, taşlar dükkanların camlarını
aşağı indirirdi. Bu kavgalar da her nedense lokantamızın tam önünde olurdu.
Bizim lokanta, Jandarma karakoluna bitişik sayılırdı
Yine bir gün tam lokantamızın önünde bir kavga patlak verdi. Merakla dışarı çıkıp olup bitenlere bakıyordum. Yanımda aksakallı bir amca vardı.
“Bunlar niye hep burada kavga ediyorlar?” diye sordum. Yaşlı amca
370
Iğdır Sevdası
gülümseyerek,
“Axır bunları ancax jandarma ayırabilir. Onun için burada kavgaya
tutuşurlar. Meraxlanma, indi jandarma geler...”dedi.
Gerçektende çok geçmeden jandarmalar ellerinde silahları sıra halinde ve koşar adım, kavgaya tutuşan iki gurubun arasına girdiler. Jandarmalar
gelir gelmez, guruplar sanki bu anı bekliyorlarmış gibi, sakinleşip sus pus
oradan ayrıldılar.
“Ah şu göçmen kızlar”
Bulgar göçmenler 1936 yılında Iğdır’a geldiler. Bayazıt, Halfeli, Melekli ve Kars caddelerinde devlet tarafından inşa edilen 50-100 kadar evlere
yerleştiler. Çatı kısımları tenekeyle kaplı bu evler villa gibi gösterişliydi.
Mahallenin delikanlıları bir araya toplanır bu “yeni evlere” yakın
giderdik. Cakalı bir şekilde evlerin önünden yürüyerek, mavi gözlü, sarışın
göçmen kızlarına kur yapardık. Onların gülüşleri ve el sallayışları delikanlılık
ruhumuzu okşar, bazen de aşık olurduk.
Birçok arkadaş sonraki yıllar göçmen kızlarla evlenip mutlu bir hayat
sürdüler. Bunlardan birisi de belediye zabıtası ve Bahri Yiğit’in arkadaşı Halil
Çavuş’tu.
“Aftafa (ibrik) seromonisi”
30’lu yıllarda Iğdır’ın kasaba merkezinde bir tane eften büften belediye tuvaleti vardı. Derme çatma bu tuvalette ne su ne de ibrik bulunurdu. Bu
yüzden kasabanın bey ve ağa takımı, bu tuvaletten 500 m uzaktaki kahvehanemize gelir, ibriklerimizi ödünç alırlardı.
Bizim lokantadan tuvalet binasına gitmek için kasabanın en işlek
caddesini boydan boya geçmek gerekiyordu. İçi su dolu ibriği eline alan beyefendi, kibar ve ağır adımlarla kalabalığın arasından kendisine bir yol bulup
tuvalete giderdi. İhtiyacını gördükten sonra yine aynı ciddi ve vakur edayla
yürüyerek geri gelir, ibriği bize teslim ederdi.
Babamın “ibrik siyaseti” konusunda belirli kuralları vardı. Kahvehanemizin ibrikleri ancak belirli kimselerin hizmetine açıktı. Ahmed Şemo, Kerem Şengoi, Temıre Gulê gibi ağalar geldiği zaman, garsonların hemen koşarak ibriğe su doldurmalarını ve saygılı bir şekilde onlara uzatmalarını isterdi.
Onlar da su dolu ibrik ellerinde tuvaletin yolunu tutarlardı. (İkinci dereceden
önemli kimseler boş ibrikleri kendileri doldurmak zorundaydılar.)
Ama bütün bu bey ve ağaların içinde birisi vardı ki babam,
“Oğul çabuk aftafayı yetiştir!” dediği Fettah Bey’di. Fettah Bey, kesinlikle elinde ibrik taşımaz; çocuklardan birisi onun birkaç adım gerisinde
yürüyerek ibriğini taşır; tuvalet kabinin önünde bekleyip Fettah Bey’den bo371
Hamza Aygün
şalan ibriği alıp geri dönerdi.
“Lap kabağda oturdum gene de..” (En önde oturmama rağmen..)
İkinci Dünya Harbi yıllarında Iğdır’ın birkaç radyosundan birisi de
Halkevi’nde kurulmuştu. Haber saati geldiği zaman salon hınca hınç dolar,
ahali merakla Ankara haberlerine kulak verirdi. Ancak söyleneni anlamak her
baba yiğitin harcı değildi. Bir yandan sürekli alçalıp yükselen parazit içinde
kaybolun spikerin sesi, diğer yandan kullanılan İstanbul lehçesi ve siyasi terminoloji, anlaşılmayı oldukça zorlaştırırdı. Ama salonda oturanlar bunu belli
etmez, hepsi de sanki anlıyorlarmış havasında, birbirlerine “Hele sus!” diyerek radyoyu pür dikkat dinlerlerdi.
Bir gün kasabanın saygın isimlerinden birisi haberleri dinlemek için
salonun en ön sırasında oturmuş, büyük bir zahmetle haberleri dinledikten
sonra dışarı çıkmıştı. Köylülerden birkaçı hemen etrafını alıp, “Hacı, haberlerde ne vardı?” diye sormuşlar. Hacı önce ağzında birkaç kelime gevelemiş,
ama işin içinde çıkamayınca çaresiz bir şekilde,
“Vallah balam, lap kabağda da oturdum gene de yadımda heç bir şey
kalmadı!” demiş.
“Mecburen cüceleri keseceğiz”
1920’li yıllarda Azerbaycan’dan gelip Iğdır’a yerleşen zengin bir muhacir aile, çocuklarının eğitimi için 1940’lı yılların başında İstanbul’da bir ev
alıp taşınmıştı. İkinci Dünya Savaşı yılları olduğu için her yerde gıda sıkıntısı
ve açlık ciddi bir sorun olarak yaşanıyordu.
Iğdırlı muhacir ailenin İstanbul’daki komşularından birisinin çocukları “cüce” tabir edilebilecek cinsten, boyları normalin çok altında, ufak
tefeklermiş. Bütün mahalleli bu aileyi çok iyi bilir, bu şansız çocukları kendi
aralarında “cüceler” olarak çağırırlarmış.
Bir gün, mahalleli dostlar Iğdırlı muhacir aileyi ziyarete gelmişlerdi.
Sohbet uzamış, konu savaştan ve gıda sıkıntısından açılmış. Komşu merakla,
“Adnan Bey, gıda sıkıntısı daha da artarsa ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sormuş.
Adnan Bey, Iğdır’dan kalma bir alışkanlıkla bahçesinin bir köşesinde
tavuk beslermiş. Azeri Türkçesi’nde “piliç veya genç tavuk” yerine “cüce”
kelimesi kullanıldığından, Adnan Bey, soğukkanlı bir biçimde,
“Mecburen cüceleri keseceğiz!” demiş. Bu söz üzerine komşu dehşete
kapılmış, zavallı “cüceleri” kesmeye arzulu bu cani (!) ruhlu adama öylece
bakakalmış. Adnan Bey’in hanımı “kelime karışıklığının” neden olduğu bu
tatsız durumun farkına vardığı için bir açıklama yapmak gereği duymuş.
“Aman komşular yanlış anlamayın! Azerice de “tavuk” için “cüce”
372
Iğdır Sevdası
kelimesi kullanılır” diyince, soğuk terler döken komşu derin bir nefes almış.
Rızko
Rızko yoksul birisiydi. Ama yüreği temiz ve iyi bir insandı. “Kefşen”de, orada burda topladığı yakacakları Iğdır’da satardı. Allah rahmet etsin.
Rızko’nun oğlu Mehmet de yük indirip bindirmek işinden para kazanırdı. Mehmet, Cabbar Günaydın’ın kız kardeşiyle evlendi. Sonraki yıllar iyi
bir yaşam sürdü. Hacı oldu.
İlk Fırıncılarımız
Iğdır çok değerli ve yetenekli fırıncılar tanıdı. Onlardan birkaç tanesinin ve önemlilerini isimlerini yad etmeden edemeyeceğim: Fırıncı Ferman,
tandırda lavaş ekmek pişiren Fırıncı Mehmet, Fırıncı Möhsün Ağa ve Fırıncı
Ethem Ağa. Ethem Ağa, Iğdır’a “has un” dediğimiz türden ilk beyaz ekmeği
tanıştıran kimsedir. Aslen Rizeli olan Ethem Ağa’nın oğlu Mehmet Ekmekçi
de uzun yıllar bu baba mesleğini devam ettirmiş, Iğdır’a kaliteli ekmek sunmuştur. Allah hepsine rahmet etsin.
Aşiretin tarihsel hatası
Iğdır’ın Kurtuluşu’ndan sonra Aşiret için büyük bir fırsat doğmuştu.
İsteselerdi kasabanın en iyi mevkilerini satın alabilir, hem kendilerine hem de
çocuklarına daha iyi bir gelecek hazırlayabilirlerdi. Ama bunu yapmadılar.
Bir düşünün...Yokluğun ve yoksulluğun diz boyu olduğu o dönemde
torbalar dolusu altını, 20-30 devesi olan Ahmed Şemo, isteseydi Iğdır’ın en
gözde gayri menkullerini satın alabilirdi. Ama bunu yapacağına, Iğdır’ın en
sönük ve geri kalmış mahallesi Baharalı’dan kendisine bir ev ve arsa aldı.
Bunu anlamak mümkün değildi.
Sadece Ahmed Şemo değil, aşiretin diğer ileri gelenleri de aynı hatayı
yaptılar. Torun Beyleri Iğdırmava’da bir ev ve Doğubeyazıt caddesinde bir
dükkân yeri almakla yetindiler. Ali Mirze Bey, tıpkı damadı Ahmed Şemo
gibi Baharlı mahallesinde izbe bir eve taşındı. Halbuki oğlu İsa Yiğit isteseydi
Iğdır’ın şakasız yarısını alabilecek güçteydi. Diyorum ya, aşiret beyleri ileriyi
göremediler. Hem kendilerine hem de mirasçılarına haksızlık ettiler.
Bunları niçin söylüyorum? Iğdır’ın gerçek yerlisi olan ve Iğdır’ın
kurtuluşuna emeği geçmiş aşiret kesimi, gittikçe mağdur olurken, Iğdır’a
başka yerlerden gelen yabancı girişimciler kısa sürede palazlanıp kasabanın
zenginliğini ele geçirdiler. Benim vicdanım bunu halen kabullenmiş değil!
“Aşiret kendisini tecrit etti”
1950’li yıllara kadar aşiret garip bir ruh hali içindeydi. Sanki kendi
373
Hamza Aygün
kendisini gönüllü olarak şehir yaşamından tecrit etmişti. 50’li yıllara kadar
kasaba merkezinde aşiret kökenli ne bir berber, ne bir kunduracı, ne bir fırıncı, ne bir bakkal vs. görmek mümkün değildi. Birkaç tane manifatura dükkanını saymasak aşiretin kasaba merkezindeki varlığı çok sönüktü.
Bazen tezat durumlar yaşanıyordu. Biz aşiretin yoksul olduğunu düşünürken, bir bakıyorduk bir ucu var bir ucu yok koyun sürüleri saatler süren
zahmetli bir şekilde kasaba merkezini toz duman içinde bırakarak geçerdi.
Elimizi şakağımıza koyup,
“Aman Tanrım, bu ne zenginlik!” demekten kendimizi alamazdık. Ama bu
zenginlik ne yazık ki kasaba merkezine yansımıyordu.
Iğdır’ın yerli aşireti kendi gerçeğine gözlerini kapamış durumdayken,
Doğubeyazıt’tan gelen yabancı aşiret mensupları aslan payını kapıyorlardı.
Bunlardan birisi de Remzi Bey’di. Sait Zorzade Bey’in akrabası olan Remzi
Bey’in 20-30 tane sıra sıra dükkânı vardı.
1950’li yıllardan sonra aşiret hatasını anlayıp kasaba merkezinde gayri menkul edinmeye başladı. Ancak bu kez de komik durumlar yaşanıyordu.
Örneğin İsa Turan Bey (Cihangir Turan’ın babası) isteseydi zamanında 10
liraya alacağı bir evi, yıllar sonra oğlu 1000 lira vererek almak zorunda kalmıştı. Aynı şekilde Hacı Şebap’ın oğlu Mecit Şek, Cemal Toksöz’den aldığı
gayri menkuller için fahiş bir fiyat ödemek zorundaydı. Yani babaların dar
görüşlülüğünün cezasını oğulları bir bakıma ödemişti.
Dewo
Bölgedeki aşiretlerden birisine mensup Dewo, kendi halinde birisiydi.
Ortalıkta dolaşır, ona buna yardım eder; beş on kuruş para kazanırdı. Sürekli
lokantamıza yakın yerlerde dolaştığı için kendisini iyi tanırdım.
Kasabamızda yine Tahsildar Mahmut namında birisi vardı. Aslen
Ardahanlı olan Mahmut’un bir erkek kardeşi de onunla beraber Iğdır’da kalıyordu.
Bir gün lokantanın önündeki belediye meydanında insanların merakla
bir noktaya doğru koşuştuklarını gördüm. Ben de meraklanıp gittim.
Kalabalığa yarıp, öne çıkınca, askerden yeni dönmüş, üzerinde hâlâ
palaska ve asker elbisesi kasabanın tanınmış bir gencinin, Tahsildar Mahmut’un kardeşiyle bilmediğim bir nedenle tartıştığını gördüm.
Bu genç, iri yapılı ve uzun boyluydu. Kendisine küfür eden Tahsildar
Mahmut’un kardeşine bir ders vermeye kararlıydı. Palaskasını çıkarmak için
yeltenince Tahsildar Mahmut’un kardeşi nereden çıkardığını göremediğim
bir değneği gencin şakağına doğru salladı. Değnek darbesi çok ani ve sert olmuştu. Genç adam dengesini kaybedip yere düştü. Saldırgan korkuya kapılıp
etrafına bakındı,kalabalığın arasından sıvışıp, karşı taraftaki Bitlisli Mehmet
374
Iğdır Sevdası
Kakioğlu’na ait kahvehaneye doğru koştu.
Gencin dost ve akrabaları saldırganı yakalamak için aynı istikamete
yöneldiler. Bütün bunlar olurken ikinci bir olay meydana geldi. Bilinmeyen
bir şahıs, olay yerine gelen ve masumane kalabalığın arasına karışmış Dewo’yu arkadan bıçaklamıştı! Bir yanda genç adam bir yanda Dewo, her ikisi de
kan revan içinde, yerde yatıyorlardı. Olay yerine toplanan halk ne yapacağını
bilemez şaşkına dönmüştü.
Tahsildar Mahmut’un kardeşi, kahvehanenin arka kapısından kaçmış, tanıdığı bir arkadaşının evinde saklanmıştı. Anlatılanlara göre, intikam
alınmasından korkan saldırgan, arkadaşının yardımıyla kendisine bir at tahsis
etmiş, o gece Iğdır’ı apar topar terk etmişti.
Genç adama yapılan saldırı kasaba halkını öylesine üzmüştü ki,
olayla bir ilgisi olmayan Tahsildar Mahmut’a her yerde laf atıyor, küfür ediyordu. Tahsildar Mahmut görevini yapamaz hale gelmişti. Devletin üst düzey
yetkilileri bir barış heyeti oluşturdu; Tahsildar Mahmut’u sıkıntılı durumdan
kurtarıp görevini yapmasını sağladılar.
Ama Dewo’yu arkadan kimi bıçakladığı asla bilinemedi!
“Şirindi leblebi, istidi kartol”
Iğdır’ın satıcı gurubu vardı. Belirli bir saatte sokağa çıkar, mallarını
satar sonra yine gözden kaybolurlardı.
Bunlardan birisi de haşlanmış patates satıcılarıydı. İki tekerlekli basit
bir tezgâh üzerinde, tezek ve kermeyle tutuşan ocağın üzerindeki kazanda
patatesler kabuklarıyla haşlanırdı. Satıcı, kazanından buharın yükseldiği bu
tezgâhı, günün belirli saatlerinde –genellikle iki yemek arası- sokakları dolaştırır, yüksek ve tiz sesle,
“İsti isti kartollar, leblebi kimi şirin..” diye bağırırdı. O yıllar nedense
kırmızı pazıya halk arasında “leblebi” denirdi. Bu yüzden bu cümlenin tam
tercümesi, “Pazı gibi tatlı, sıcak patateslerim var!” anlamındaydı.
Bazı satıcılar da kendilerini ayırt etmek için değişik bir üslupla, “Dillen karnın ısınsın!” diye bağırırlardı. Bu cümle de “Benden patates iste, karnının sıcak olsun” anlamındaydı.
Zigana geçidi: “Tek vites, tek nefes”
Arada bir babam beni yanında alır, kamyonumuzla uzak il ve ilçelere
götürürdü.
Trabzon’a doğru yola çıkmıştık. 9-10 yaşlarında bir çocuktum (1935).
İlk kez bu denli uzak bir yere gidiyordum. Heyecanla etrafa bakıyor, elimden
geldiğince babama yardımcı olmaya çalışıyordum.
Zigana Geçidi öncesi kasabada mola verdik. Babam kamyonun yağ ve
375
Hamza Aygün
mazotunu dikkatlice kontrol etti.
Babamın yüzü birden bire endişeye boğulmuş, hareketleri ciddiyet
kazanmıştı. Beni yanına çağırdı:
“Oğlum, şimdi yolculuğun en zor anı geldi! Bu tepeyi aşacağız ama
yokuş çok dik. Ağır ağır tırmanacağımız için sen kapıyı açık tut; ne zaman ki
ben ‘takozu koy’ diye bağırsam hemen atla, elindeki takozu ne yapıp et, tekerin altına koy. Eğer kamyon bir kere geri geri giderse, onu durdurma şansımız
yok; bu sonumuz olur!” dedi. Yüreğim korkuyla dolmuştu.
Vites sistemi bugünkü gibi gelişmiş değildi. Bir vitesten diğerine
geçilirken arada bir boşluk olur, bu da tehlike yarattığı için, yokuşu tırmanan
kamyon şoförleri kesinlikle vites değiştirmezlerdi. Yokuşa tırmanmadan önce
vites bire ayarlanır; ayak, gaz pedalında hep aynı seviyede basılı tutulurdu.
Kamyonumuz homurdanarak yokuşu tırmanmaya başladı. Ben kapıyı
açmış elimde kocaman takoz yan gözle babama bakıyor, vereceği emri yerine
getirmeye hazır bekliyordum. Babamın o anki yüz ifadesini asla unutamam!
Yüz kasları bir insanın taşıyabileceği maksimum gerginlikle dolu ve iki eliyle
direksiyonu sıkı sıkıya kavramış, gözlerini kırpmadan yola bakıyordu. Babamın yaşadığı bu sinir gerginliği çocuk olarak beni de etkiliyor; yüreğim,
anlaşılmaz bir tehlikenin bekleyişi içinde korkuyla çarpıyordu.
Kamyon tırmanışa geçtikçe, etrafımızdaki uçurumlar derinleşmeye
başladı. Taş ve kayadan ibaret bu manzara içimi bunaltıyordu.
Babam soluklanmadan ve benimle tek kelime konuşmadan yokuşu
tırmanmaya devam etti.
O gün, tepeye vardığımızı ve tehlikeden uzaklaştığımızı babamın
bana dönüp gülümsemesinden anlamıştım.
“Ayna da var”
Iğdır’ın yetiştirdiği ilk doktorlardan birisiydi. Uzun yıllar İstanbul’da
hizmet verdikten sonra, emekli olmuş; biraz daha para kazanmak umuduyla
Iğdır’a gelip bir muayenehane açmıştı. Camekânına astığı tabelânın altına da
bir not düşmüştü: “Ayna da var”
Iğdır’ı bilmeyen bir yabancının bu cümleye bir anlam vermesi mümkün değildi. Aynı durum yeni nesilden kimseler için de geçerliydi. Ben bu kelimenin hangi anlamda kullanıldığını ta eskiden beri bildiğim için bu saygın
doktorun niçin böyle bir yola başvurduğuna bir anlam veremiyordum.
Röntgen cihazının Iğdır’a ilk geldiği 40’lı yıllarda, bazı doktorlar,
halkı küçümser havada ve tepeden bakan bir tavırla, “röntgen” kelimesi yerine “ayna” kelimesini kullandılar. Bu aydınlar, yıllar sonra bile, koşulların
değiştiğini ve insanların artık eğitimli olduklarını bir türlü içlerine sindiremiyorlardı. Bu yüzden eski alışkanlıklarını inatla devam ettirme hastalığına
376
Iğdır Sevdası
yakalanmış gibiydiler.
Ben “ayna”kelimesinin kullanışında halkı hor görme ve onu küçümseme niyeti sezinlediğim için, doktorun bu hareketinden rahatsız olmuştum.
İçimden “Dünya değişiyor ama bazı kafalar değişmiyor” diye geçirip kızmıştım.
Bir gün bu doktorla yolda karşılaştım. Sohbet sırasında sanki “ayna”
kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyormuşum gibi:
“Dr. Bey, ‘ayna’ ne demektir?”
“Röntgen demek olur”
“Röntgen yazsanız daha iyi olmaz mıydı?”
“Bildiğin gibi değil! Öyle yazsam, bu halk ne demek istediğimi anlamaz”
Halbuki toplum öylesine değişmişti ki “ayna” kelimesinin ne anlamına geldiğini ancak benim gibi eski kuşaktan bir avuç insan biliyordu. İçimden,
bu saygın doktorun (!) zavallı haline kızıp oradan ayrıldım.
Sonradan öğrendiğime göre bu saygın doktor, tabelâyı olduğu yerde
bırakıp İstanbul’a geri dönmek zorunda kalmıştı.
Kazancı Köyü
Bu köyün o zamanki sakinlerini şöyle sıralayabiliriz:
Sönmez Ailesi: Meşe İsmail Sönmez ve oğulları Hacı Mehmet, İbrahim ve
Hacı Paşa Sönmez beyler çok değerli insanlardı.
Güngör Ailesi: Mir Abbas Güngör ve oğulları Dr. Ali Güngör ve Mir Hüseyin
beyler bu ailenin önde gelen isimleridir.
Şimşek Ailesi: Niftullah Şimşek ve oğulları Avukat Mustafa Şimşek ve Feramez Şimşek beyler.
Tuncer Ailesi: Yunus Tuncer ve oğlu Edip Tuncer
Erkek Şirin: Kazancı da Erkek Şirin lakabıyla tanınan bir hanım vardı. Çok
güzel at binerdi. Hergün köyden kasabaya atla gelip gittiği için kendisine “Erkek Şirin” lakabı takılmıştı.
“Dodak” Mehmet Ali: Eniştemiz Ali ve çocukları Tahir, Nihat, Sevgison ve
Sahibe
Namı Diğer İsimler: O yıllar bazı kimseler köyde lakaplarıyla anılırdı. Bunların başlıcaları arasında Çıplak Hüseyin, Başı Yeke Memet, Yesikezi Hüseyin, Tat Hüseyin, Abdürrezak Bey ve Değirmenci Ali gibi isimleri sayabilirim. Değirmenci Ali Kurs Bey’in Ekber, Orhan ve İlhan isminde yüksek okul
mezunu ve ticaretle uğraşan oğulları vardır.Ölenlere rahmet olsun.
Molla Abbas: Molla Abbas ve oğlu Ali’yi de burada hürmetle anmak isterim
377
Hamza Aygün
Şeyh Ailesi
Şeyh Ailesi geniş bir ailedir. Bu ailenin tamamı başlı başına bir kitap
konusudur. Burada ailenin ileri gelen bazı isimlerini tanıtmak istiyorum:
1.
Aile reisi Şeyh Hano (Karadeniz) Bey ve oğulları Kadir, Mehmet, Fevzi, Fahrettin ve İsmet beylerdir. Bunlardan Mehmet Emin
Bey’le sınıf arkadaşlığım olmuştu. 1960 İhtilâli’nden sonra “bey”
olduğu iddiasıyla Mehmet Emin Bey, Zonguldak’a sürülmüştü.
Ankara’da görev yapıyordum. Mehmet Emin Bey, bazı günler
izinli Ankara’ya gelir, hep birlikte hasret giderirdik. Mehmet Emin
Bey, hiçbir suçu olmadığı halde hak etmediği bu sürgün cezası nedeniyle çok sıkıntılı günler yaşadı. Allah rahmet etsin.
2. Bir diğer aile reisi de Şeyh İsa (Karadeniz)Bey’dir.
3. Şıh Hüseyin (Balamir) Bey geniş arazilerini başarılı bir şekilde
işleten iyi bir tarım insanıydı. Eniştemiz olan Şıh Hüseyin Bey’e
Allah’tan rahmet dilerim.
Bayatlar
Bu ailenin önde gelen isimlerini şöyle sıralamak mümkün:
1.Meşe Ağacan Bayat
2.Meşe İsmail Bayat ve kızı Tamariya Hanım
3.Alican, Kadir, Tahir ve İbrahim Bayat
Meşe Ağacan Bayat, iyi bir tüccârdı. Cam ve hırdavat dükkânı işletirdi. Vefatından sonra bu görevi Tahir Bayat Bey devam ettirdi.
Kadir Bayat Bey, kamyon ve otobüs işletmeciliği yaptı.
Ordudan emekli olan İbrahim Bayat Bey, halen “Iğdırlı” otobüs
firmasının işletme müdürlüğü görevini başarıyla yürütmektedir. Kendisine
başarılar diliyorum.
Uzun Mahmut
Iğdır’da bu lakapla anılan iki “Uzun Mahmut” vardı.
Birincisi; aslen Kadıkışlak köyündendi. Aydın ve kültürlü bir zattı.
Genellikle Iğdır’da otururdu. Kasaba merkezinde kıymetli emlâkleri vardı.
Yunus adında bir oğlu, Hikmet adında bir kızı vardı. Ata binmeyi seven Mahmut Bey, düğünlerde neşeli bir şekilde oynar, kendisini seven dostları tarafından her zaman aranan birisiydi.
İkinci “Uzun Mahmut”un ailesi Kafkasya’dan göç etmişti. Babasının
vefatından sonra annesi, amcası Hüseyin Ali Bey’le evlenmişti. Aile, geçimini ilk zamanlar “Furgon” şeklinde bir at arabası işleterek sağlıyordu. Ticarete
atılıp hayli başarılı oldular.
378
Iğdır Sevdası
Mahmut Bey, orta tahsilden sonra memuriyet hayatına atıldı.
Mahmut Bey, çok iyi ata binerdi. Bu nedenle, ordudan Binbaşı Süvari
rütbesiyle emekli olan Iğdır Milli Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl’ün yanından ayrılmaz, elinden geldiğince onunla beraber görünmeyi çok severdi.
Hüseyin Ali Başkent
Hüseyin Ali Başkent Bey, aslen Aralık ilçesindendir. Rus yönetimi zamanında orta tahsil yapan Hüseyin Ali Bey’in kendine özgü bir giyim kuşam
zevki vardı. Aydın düşünceli ve oldukça kültürlüydü. Iğdır’da memuriyet hayatında çeşitli hizmetlerde bulunduktan sonra Ticaret Odası sekreteri olarak
görevini devam ettirdi.
Hüseyin Ali Bey’in oğlu Adnan Başkent, Ziraat Yüksek Mühendisi
olarak çeşitli görevler üstlendi. Adnan Başkent Bey, Resul Taner’in kızı ve
aynı zamanda komşumuz Aysel Taner’le evlendi. Her iki oğlu da diş doktoru
olarak hizmet vermektedirler. Kızları Sara da yakında liseyi bitirecektir.
Adnan Bey, hâlen emekli olup Ankara’da ikâmet etmektedir. Kendisine başarılar dilerim.
Şah Rıza Bilen
Şah Rıza Bilen Bey aslen Iğdırmavalıdır. Rahmetli Hasan ve Sadık
Tezel kardeşlerin öz dayısıdır. Şah Rıza Bey’in kasaba merkezinde iki dükkânı vardı. Buna ek olarak çiftçilikle uğraşarak gelirini temin ederdi.
Şah Rıza Bey’in Ali ve Akif isimli çocukları vardı. Oğlu Ali Bilen,
Iğdır’ın çok sevdiği, uzun yıllar Muhtarlar Cemiyeti başkanlığı görevini başarıyla yürütmüş değerli bir hemşehrimizdi. Allah rahmet etsin.
Esat Atlas
Esat Atlas Bey aslen Karakoyun ilçesindendir. Melekli köyünden
Asker amcanın kız kardeşi Gülgez Hanım’la evli idi. Iğdır’ın eski esnafından
olan Esat Atlas Bey’in, Lâtif ve Rıza Atlas isminde çocukları vardı. Her ikisi
de erken yaşta vefat ettiler.
Lâtif Atlas simsarlık yaparak geçimini temin ederdi. Kardeşi Rıza
Bey ise otobüs işletmeciliği yapardı. Ablaları Zehra Hanım, Zöhrap Makinist
Bey’le evliydi. Esat Bey’in en küçük kızı Sevda Hanım da evli olup Iğdır’da
oturmaktadır.
Esat Bey’in bir oğlu da Sönmez Bey’dir. Sönmez Atlas Bey, yüksek
öğrenimini tamamladıktan sonra bir ara Iğdır PTT Baş Müdürü olarak hizmet
vermiştir.
Ölenlere rahmet, hayatta olanlara başarılar dilerim.
379
Hamza Aygün
Melekli Asker ve İsrafil Yıldırım Kardeşler
Bu kardeşler uzun yıllar ticaretle uğraştılar. Hoş sohbetiyle gönlümüzde yer eden Asker Ağa’yı burada özellikle yad etmek isterim. Asker
Ağa’nın kızı Rabia Hanım, Kara Hafız’la evlendi. Bu çiftin bugün ticaretle
uğraşan başarılı evlatları var.
İsrafil Bey’in Servet isminde hâlen Iğdır’da ticaretle uğraşan bir oğlu
var.
Cümlesine başarılar dilerim.
Gülü Hala
Renkli bir kişiliği olan Gülü Halayı Iğdır’da tanımayan yoktu. Bir
oğlu Mehmet Akın çiftçilikle uğraşırdı. Diğer oğlu Halil Çavuş, 40 yılı aşkın
süre Iğdır Belediyesi’nde zabıta olarak görev yaptı ve bu görevinden emekli
oldu. Halil Çavuş’un Gülseren isimli kızı Koçu Beyle evlidir.
Halil Çavuş’un ağabeyi Mehmet Akın’ın Yaşar ve Mehmet isimli
çocukları vardı.
Ölenlere rahmet olsun.
“Iğdır” Soyadlı Aileler
Aslen Oba köyünden Hasan Iğdır Bey, Iğdır’da ikâmet ederek ticaretle uğraşmıştır. Oğulları, Mehmet ve Ahmet kardeşler, uzun yıllar tuz ve
un fabrikaları işletmeciliği yaptılar. Yakın bir zaman önce Hakkın rahmetine
kavuşan Mehmet Iğdır Bey çok renkli bir kişiliğe sahipti. Ticari hayatta belirli dönemler üstün başarılar elde eden Mehmet Iğdır Bey’in Firuz, Feramez,
Ali, Fevzi ve Fatih isimli oğulları vardır. Hepsi bugün ticaretle uğraşmakta ve
fabrika işletmeciliği yapmaktadırlar.
Ahmet Iğdır Bey’in de başarılı ve hayli kalabalık bir ailesi var.
Hepsine uzun ömürler ve başarılar dilerim.
İskender Iğdır
“İmamın oğlu” lakabıyla tanınan İskender Iğdır Bey, aslen Oba köyündendi. Büyük oğlu Yunus Bey, şakacı ve arkadaş canlısıydı. Çok iyi futbol
oynayan İsmail isimli kardeşiyle birlikte terzilik yapardı. Bu ailenin Yunus
ve İsmail’den başka Latif, Koçu, Yusuf, Fahri, Şeref, Seriye ve Fatma adlı
çocukları vardı.
Yusuf Bey’in oğlu İskender Iğdır, hafızalardan silinmeyen trajik bir
kaza sonucu yakın zamanda Ağrı Dağı’ndan düşerek “basın şehidi” oldu.
Gölcük depremi sırasında gösterdiği olağanüstü çaba ve beceriyle pek çok
insanın hayatını kurtaran sevgili İskender’imizi derin bir acıyla kalbimize
gömdük. Allah rahmet etsin.
380
Iğdır Sevdası
Hacı Hüdaverdi Işık
Iğdırmava mahallesinden Hüdaverdi Bey, ticaret ve çiftçilikle uğraşırdı. Tek oğlu Ali Işık, Iğdır’ın sayılı tüccârları arasındaydı. Bir ara ticari
işlerini İstanbul’a taşıyan Ali Işık, orada başarılı olamayınca tekrar Iğdır’a
döndü. Ali Işık, Iğdır’da vefat etti. Allah rahmet etsin.
Kadir Parlak
Aslen Konyalı Kadir Parlak Bey, 1925’li yıllarda Kâzım Karabekir
Paşa’nın ordusunda eğitim görmüş, Iğdır’da Kalafat Ailesinden Hamdi Kalafat’ın kız kardeşiyle evlenip, Iğdır’a yerleşmişti.
Kadir Bey’in, Erol ve Altan isimli oğulları 70’li yıllarda Iğdır’ı terk
edip Yalova’ya yerleştiler.
Kadir Usta, dizel motorları konusunda uzmanlık sahibiydi. Iğdır’a
elektrik sağlayan motorun tamir ve bakım işi Kadir Usta’nın üzerindeydi. O
da bu görevi yıllarca büyük bir özveri ve çalışkanlıkla devam ettirdi.
Kadir Usta’nın büyük oğlu Erol Bey, memuriyet hayatını seçti. Altan
Bey, ticarete atılıp, daha çok beyaz eşya ve TV satışında başarılı bir işadamı
oldu.
Kadir Usta’ya rahmet diler, oğlu Altan Bey’e de, Marmara depremi
nedeniyle geçmiş olsun dileklerimi iletirim.
Alkamer Köyü
Alkamer denilince akla “Gundolular” diye tabir ettiğimiz geniş aile
gelir. Başlıcası:
1. Hacı Bahşeli Ağırkaya
2. Meşemmet (Meşe Mehmet) Günde
3. Süleyman Günde ve kardeşi
4. Hasan Çile
Hacı Bahşeli Ağırkaya: Hacı Bahşeli Bey, iyi yürekli, temiz bir insandı. Becerikli bir çiftçiydi. Tarım ve hayvancılık konularında derin bilgi sahibi ve
ileri görüşlüydü. Onun en önemli özelliği, 29 Ekim Cumhuriyet ve Iğdır’ın
Kurtuluş bayramlarında, ay boynuzlu öküzleri, cins atları ve bol sütlü inekleriyle resmi geçide katılmasıydı. Kasabanın tüm çiftçileri, büyük merakla
geniş ana yolun iki yanına birikir, Bahşeli Bey’in bu görkemli hayvanlarını
gıptayla seyrederlerdi.
Bahşeli Bey’in çocuklarını şöyle sıralayabiliriz:
1.
Hacı Ekber Ağırkaya
2.
İsmail Ağırkaya
3.
İbat Ağırkaya
381
Hamza Aygün
4.
5.
Kurban Ağırkaya
Asker Ağırkaya
Bu çocuklardan İsmail Ağırkaya Bey, tıpkı babası gibi örnek bir çiftçi olmuştur. Bilhassa meyvecilik konusunda ciddi bir uzmanlık sahibi olan İsmail
Bey’in yetiştirdiği meyveler Iğdır bölgesinde her zaman büyük takdir ve ilgi
toplamıştır. İsmail Bey’in oğlu Orhan Bey, genç yaşında siyasete atılmış, bir
dönem başarılı bir şekilde Iğdır Belediye başkanlığı görevini yürütmüştür.
Hepsine başarılar dilerim.
Meşememet Günde: Iğdır’ımızın meşhur siyaset adamı Kadir Günde’nin babası olan Meşememet Günde, Gülüm Hanım’la evliydi. Bu evlilikten Kadir,
İskender ve Paşa Günde beyler dünyaya gelmiştir. Meşememet Bey’in kızı,
Hasan Tezel’in hanımıdır.
Ticaretle uğraşan Meşememet Bey’in, özellikle Milli Mücadele yıllarında Ermenilerle girdiği çatışmada gösterdiği cesaret ve keskin nişancılığı,
dilden dile anlatılırdı.
Süleyman Günde: Süleyman Bey, Iğdır’ın renkli siyasetçilerinden “Hırro
Enver” lakabıyla gönlümüzü kazanan Enver Sever’in hem amcası hem de
kayınpederiydi. Süleyman Bey’in İbrahim Günde isminde bir oğlu vardı.
Hasan Çile: Çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan Hasan Çile Bey’in, 3000 koyunu olduğu halk arasında rivayet edilirdi. Kendine özgü renkli ve hareketli
bir kişiliği olan Hasan Bey, bir alışkanlık olarak külot pantolon ve çizme giyerdi. Bir sonbahar günü, yayla dönüşü, Urfa’dan getirttiği atının üzerinde ani
bir kalp kriziyle hayata veda etti. Allah rahmet etsin.
Hasan Bey’in bir oğlu, bir Iğdır dönüşü, -bindiğim otobüsün sahibiydi- yanıma oturmuş, kendisiyle uzun bir arkadaşlık sohbeti yapma şansım
olmuştu. Kendisine başarılar dilerim.
Kadir Erol
Kadir Bey, Melekli köyü eşrafından, cesaret ve iyiliği ile anılan Celil
Bey’in oğlu idi. Kadir Bey, halk arasında, “Celil oğlu Kadir” olarak anılır ve
bilinirdi.
Babamın askerlik arkadaşı olan Kadir Bey, tanıdığım günden beri
siyasetle uğraşırdı. Bir yandan Tarım Birlikleri yönetim kurulu başkanı, bir
yandan da CHP ilçe kurulu üyesiydi.
Kadir Bey’in, yanından ayırmadığı ve hep birlikte olduğu bir kader
arkadaşı vardı: Pulurlu Ahmet. Bu yüzden halkın arasında bu iki vefalı dost
382
Iğdır Sevdası
hakkında, “Meleklili Kadir ve Pulurlu Ahmet” lafı bir özdeyiş olarak yer etmişti. Her ikisine de Allah’tan rahmet dilerim.
Kadir Bey’in eşi, Fatma Hanım, Taşburun’dan Aziz Bey’in bacısı idi.
Vefalı bir insan olan Fatma Hanım’a da rahmet dilerim.
Kadir Bey2in, Ali ve Nurettin isimli erkek çocukları ve ismini bilmediğim kız çocukları var.
Enver Sever
Süleyman Günde Bey’in kardeşi oğlu olan Enver Sever sınıf arkadaşımdı. Çocukluk yıllarında geçirmiş olduğu bir hastalık nedeniyle sesi hırıltılı
bir şekilde çıkardı. Bu yüzden kendisine halk arasında “Hırro Enver” lakabı
takılmıştı.
Sınıfta çok aktif bir öğrenciydi. Bir konuyu bilse de bilmese de cesur
şekilde parmağını kaldırır, sanki sorunun cevabını tam olarak verecekmiş gibi
ayağa dikilip bildiklerini söylerdi. Onun bu hali Enver Bey’in ileride parlak
bir siyaset adamı olacağına işaret sayılırdı.
Nitekim ortaokuldan sonra siyasete atıldı. Renkli bir sima olarak kasabanın siyaset yaşamının ayrılmaz bir parçası oldu. Allah rahmet etsin.
Hacı Taşkınsu, Namı Diğer “Kör Hacı”
Hacı Taşkınsu Bey, Melekli köyünden fabrikatör Hacı Kahraman Bey’in kardeşi çocuğudur. Çocuk yaşta bir kaza sonucu gözünü kaybetmişti.
Hacı Bey, gençlik yıllarında nalbantlık yaparak ve teneke soba imal
ederek hayatını kazandı. Bir ara da fayton işletmeciliğine merak sardı. O
yıllar Hacı Bey, bizim lokantamızın müdavimlerindendi. Çok hoş sohbet ve
renkli bir kişiliği olan Hacı Bey’in masası her zaman kalabalık olurdu.
Hacı Bey, bir zaman sonra sinirli bir karaktere büründü. Evinin önündeki sokaktan gelip geçenleri dövdüğü kahve toplantılarında anlatılırdı. Bu
dövme olaylarından en ilginci rahmetli Kerem Zengi Bey’in başından geçmişti. Hacı Bey, Kerem Bey’i iyice hırpaladıktan sonra yorulmuş, duvarın
üzerine oturup bir sigara yakmış,
“Sigaramı içtikten sonra devam ederiz!” demiş.
Hacı Bey, bahçecilik işlerine meraklıydı. İyi bakılmış kaysı ve şeftali
bahçesi vardı.
Hacı Bey, adli soruşturma için, kendisine adliyeye götürmek için
evine gelen jandarma ve polis güçlerine ateş açmış, jandarma erini öldürmüş,
polis Mehmet Efendi’yi de -Bitlisli Mehmet Kakioğlu’nun damadı- ağır yaralamış, evini terk edip kaçmıştı. Çok geçmeden güvenlik kuvvetleri evin
etrafını sarmış, evin içinde olduğunu sandıkları Hacı Bey’i teslim almak için
ev ve civarındaki ahırları ateşe vermişlerdi.
383
Hamza Aygün
Hacı Bey, bir zaman kaçak dolaştıktan sonra güvenlik güçlerine teslim oldu. Uzun yıllar cezaevinde yattı. Serbest kaldıktan sonra Iğdır’daki
evine döndü.
Bir gün, kayınpederi tarafından, bir münakaşa sonucu feci şekilde
öldürüldü. Allah cümlesine rahmet etsin.
Hacı Bey’in Yusuf isimli bir oğlu var. Yakından tanıdığım Yusuf Bey’e yaşamında başarılar dilerim.
Paşa Akgerdan, Namı Diğer “Bayburtlu Paşa”
Memleketiyle tanınan Paşa Bey, 1932 yılında ticaret yapmak için
Iğdır’a gelip yerleşmişti. İlk yıllar, Söğütlü Mahallesi Bağlar Caddesindeki
evimizin tam karşısındaki Belediye zabıta memuru Halil Çavuş’un evinde
kiracı oldular.
Paşa Bey’in, Hacı Talat, Enver ve Rafet isimli kardeşleri vardı. Bunlardan Ever ve Rafet beyler benim akranım sayılırdı. Bu yüzden sokak aralarında buluşur aşık oynardık.
Paşa Bey’in iki tane de evlatlığı vardı. Ağrı Harekâtı sırasında öksüz
kalan bu iki çocuğu Paşa Bey, evlatlık olarak yanına almıştı. Büyük olanın adı
Mısto idi.
Ağrı Harekâtı henüz bittiği için Hava Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları sık sık Iğdır semalarında görünürdü. Ne zaman ki bu keşif uçakları görünse, Mısto ve kardeşi, panik halinde oyun yerini terk eder, en yakındaki bir
ağacın altına korkuyla saklanırlardı.
İşin garip tarafı ben ve mahallenin diğer çocukları da, bu iki çocuk
gibi kaçıyor, kendimizi saklıyorduk.
Bir gün evimizin bahçesinde aile fertleriyle oturmuş sakin sakin öğle
yemeği yiyorduk. Askeri keşif uçağı evimizin üzerinde, gökyüzünde belirdi.
Korkuyla, “Mısto’nun kuşu hattiye!” (Eyvah Mısto’nun kuşu göründü!) diye
bağırarak sofradan fırladım; kendimi en yakındaki ağacın altına sakladım.
Annem benim bu garip davranışıma bir anlam verememişti. Yanıma geldi,
“Oğlum niye böyle yapıyorsun?” diye sordu.
“Mısto ve kardeşi de böyle yapıyorlar” demekle yetindim. Annem,
durumu anlamıştı. Gönlümü okşar gibi,
“Oğlum, Mısto’nun babası hükümete karşı geldiği için dağa çıkmış.
O yüzden kendi çocuklarına, ‘Uçak geldiği zaman saklanın, uçaklara görünmeyin!’ diye tembih etmiş. Şimdi artık savaş bitti. Korkmaya hiç gerek yok!’
dedi. Annemin bu sözleri beni rahatlatmıştı
İyi yürekli ve vefalı bir insan olan Paşa Bey, Iğdır’ı kendisine ikinci
vatan yaptı ve orada vefat etti.
Hacı Talat Bey, ticaret ve memuriyet yaparak hayatını kazandı. Daha
384
Iğdır Sevdası
sonra Ankara’ya taşındı ve burada komşu olduk. Hacı Talat Bey Ankara’da
vefat etti.
Enver ve Rafet kardeşler genç yaşta vefat ettiler.
Enver Bey, sarışın olduğu için biz onu çocukluk yıllarımızda hep
“Malagan Enver” olarak çağırırdık.
Çok sevdiğimiz Musa ve Cihangir Turan beylerle akraba olan “Akgerdan” ailesinin cümlesine Allah’tan rahmet dileriz.
Hüseyin Han Talınlı
Hüseyin Bey’le tanışmam şöyle oldu:
1953 yılı idi. Iğdır Tarım Satış Kooperatifleri Birliğinde Veznedar
Muhasip olarak görev yapıyordum. O yıl Ticaret Bakanlığı, Hüseyin Bey’i
Birlik’e müşavir olarak atamıştı.
Babam Rıza Aygün ve Hüseyin Bey, daha önce Kars merkezde tanışıp
dost olmuşlardı. Bu nedenle babam, Hüseyin Bey’in Iğdır’a atandığını duyunca, beni yanına çağırdı,
“Oğlum Hüseyin Bey, çok sevdiğim ve saygı duyduğum birisidir. Rahat etmesi için kendisine yardımcı ol!” dedi.
Hüseyin Bey, ilk iki geceyi otelde geçirdi. Birlik Yönetim Kurulu,
Hüseyin Bey’in özel işleriyle ilgilenmesi için Kerim Yanar Bey’i (Kerim
Ağa) görevlendirdi. Kerim Ağa, Birlik’e bağlı dairelerden birini boşaltıp,
Hüseyin Bey’e verdi. Yatak ihtiyacı için yardım istenince, evimizdeki misafir
yataklarından birini Hüseyin Bey’in kalacağı odaya yerleştirdim.
Hüseyin Bey Iğdır halkı tarafından çok seviliyordu. Bu yüzden nöbetleşe evde yemek hazırlatıp Hüseyin Bey’e ikram ediyorduk.
Böylece, geçen zamanla bu değerli insanı daha yakından tanıma şansım olmuştu.
Birlik’te çalışan tüm personel Hüseyin Bey’e karşı içten ve samimi bir
saygı gösterirdi. Oldukça yakışıklı ve tam bir beyefendi olan Hüseyin Bey de
kendisine karşı teveccüh edilen bu ilgiden son derece mutlu olur; çalışanlarla
sohbet ederek onların dostluğuna lâyık olmaya çalışırdı.
Her sabah, bürodan içeri girdiğinde, Hüseyin Bey’e dönerek,
“Günaydın, Han Emmi, bakıyorum bugün çok şıksınız!” diye iltifat
ederdim. O da bir çocuk utangaçlığıyla benim bu sözlerim karşısında hafiften
gülerek mutluluğunu belli ederdi.
“Vatan yolunda her şey feda!”
Iğdır gençliği, Azerbaycan Kültür Derneği için bir bağış kampanyası
başlatmış; bu çalışmaların bir devamı olarak bir de bir müsamere düzenlenmişti.
385
Hamza Aygün
Bir gün gençler, ellerinde biletler olmak üzerek bürodan içeri girdiler.
Bana da bir bilet verdiler.
Hüseyin Bey az ileride masasının başında oturmuştu. Biletlerden birini alıp Hüseyin Bey’in masasına gittim.
“Han Emmi, bu gençler bir bağış kampanyasına çıkmışlar. Bu biletlerin maktu (kesin) bir fiyatı yok. Gönlünüzden ne kopsa!” dedim. Hüseyin Bey
cüzdanını çıkardı, hiç düşünmeden 200 liralık bir banknotu masanın üzerine
koydu. Ben hayretle yüzüne bakıp,
“Bu paranın hepsini mi veriyorsun?” diye sordum. Hüseyin Bey, kararlı bir ses tonuyla,
“Evet, dedi, eğer gücüm yetse bunun on katını verirdim!”
O an çok şaşırmıştım. Çünkü bir memurun maaşının 150 lira olduğu o
günler, Hüseyin Bey’in bu davranışı onun ne kadar milliyetçi ve asil bir insan
olduğunu kanıtlıyordu. Hüseyin Bey, benim şaşkınlığımı iyi okumuş olacak
ki,
“Evlâdım, unutmayın, vatan ve millet yolunda harcanan cana ve mala
acınmaz!” dedi.
Onun bu sözleri kalbimize bir şiar olarak nakşetti. O günden sonra ne
zaman bir toplantı olsa, Hüseyin Bey’in, maneviyatı yüksek bu kutsi sözlerini
tekrar ederek kendimize cesaret verirdik.
Hüseyin Bey, giyim kuşamına ve görünüşüne oldukça önem verirdi.
Her gün özenle tıraş olur, kravatını ve takım elbisesini giyinip sokağa öyle
çıkardı. Onun bu titizliğine uzun boyu ve yüz güzelliği de eklenince, Hüseyin
Bey, herkesin örnek gösterdiği bir insan olarak dikkati çekerdi.
Hüseyin Bey, Kars İslâm Milli Şurası’nda görev alıp, önemli hizmetlerde bulunmuştu. Değerli hemşehrimiz rahmetli Mecit Hun’un 1952 yılında
yayınladığı DİL gazetesinde Kars Milli Şura’yla ilgili bir tefrika yayınlanmış,
bu dizi yazının bir yerinde Hüseyin Bey’le ilgili şu sözlere yer verilmişti:
“15 Kasım 1918 tarihinde Kars’ta 8 kişiden mürekkep Kars Milli Şura
Hükümeti kuruldu. Muvakkat Reis Fahrettin Bey başkanlığında Hükümet
azaları, Sarıkamış Yedikilise köyünden Hayrullah, Erivanlı Ahund oğlu Taki
Karaçantalı, Hacı oğlu Ahmet Ali Afzal, İsrafil Behçet ve Vafyadin idi. 15 gün
içinde diğer yerlerden gelen mürahhaslarla kurultay açıldı. Yeni hükümet şu
şekilde kurulmuştu:
1. Hükümet Reisi: Cihangiroğlu İbrahim Bey
2. Hükümet Azası: Cihangiroğlu Hasan Bey
3. Hükümet Azası: Dr. Esat Bey
4. Hükümet Azası: Akbabalı Kelbayı Memed Bey
5. Hükümet Azası: Karaçantalı Ahmet Bey
386
Iğdır Sevdası
6. Hükümet Azası: Kağızmanlı Ali Rıza Bey (Ataman)
7. Hükümet Azası: Erivanlı Taki Bey
8. Hükümet Azası: Sarıkamışlı Fahrettin Bey
9. Hükümet Azası: Iğdırlı Alibeyoğlu Mehmet
10. Hükümet Azası: Oltulu Molla Bilal
11. Hükümet Azası: Borçalı Emin
12. Hükümet Azası: Cemaldinallı aşiret reislerinden Maksut Ağa
oğlu Hasan Ağa
13. Hükümet Azası: Gümrülü Yusuf Bey
Gerekli maddi yardımı Ahundoğlu yapıyordu. Kurul tarafında Kars vilayetine bağlı kazalara şu isimler atanmıştı:
Kaymakamlıklar:
1. Paşa Han oğlu Hüseyin Han Talınlı
2. Hemişoğlu Rasim Vakiroğlu Ahmet
3. Kadıoğlu Aslan”
(Bu bilgileri rahmetli Mecit Hun Bey’in çıkarmış olduğu DİL gazetesinin 30 Ekim 1952 tarihli 27 sayılı gazetesinden alınmıştır.)
Hüseyin Bey bir gün çok keyifsiz görünüyordu.
“Beyefendi neyiniz var?” diye sordum.
“Hamza, hiç sorma başıma gelenleri... Bu sabah bahçe tuvaletine
gidiyordum. Aniden bir yılan kafasını otların arasından kaldırıp bana baktı.
Korkuyla olduğum yerde durdum. Yılan da hareket etmedi. Ben yavaşça geri
adım atarken yılan da sanki beni kovalar gibi üzerime doğru hareketlendi. Ben
tekrar durdum. O da durdu. Anlaşılan benim tuvalete gitmeme izin vermeyecekti. Korkum daha da fazlalaştığı için panik halinde bırakıp kaçtım. Geriye
dönüp baktığımda yılan gözden kaybolmuştu. Ama ben korkudan tuvalete
gidemez oldum. Ne olacak benim halim?” diye serzenişte bulundu.
Hemen bir tırpancı kiralayıp, tuvalete giden otları iyice temizlettik.
Akşamları ortalık aydınlık olsun diye de bahçenin orta yerine bir elektrik
lambası diktik. Tüm bu çabamıza rağmen, Hüseyin Bey’in korkusunu yendiği
söylenemezdi. Anlaşılan bu inatçı yılan, Hüseyin Bey’in yüreğine korku salmış, hepten huzursuz etmişti.
Hüseyin Bey’in Vefatı
Bir akşam üstü, Kerim Ağa, bana,
“Bir doktor al gel. Han Emmi çok hasta” diye haber yollamıştı.
Rahmi Uluhan isimli bir hükümet tabibi vardı. Vakit kaybetmeden,
387
Hamza Aygün
Erivan’a bağlı Uluhan kasabası göçmenlerinden Dr. Rahmi Uluhan’ı alıp,
Han Emmi’nin yanına gittim. Han Emmi çok bunaldığını ve kalbinin sıkıştığını söyledi. Dr. Uluhan, Han Emmi’yi dikkatlice muayene etti, bir iğne vurup
gitti.
Ben ve Kerim Ağa, Han Emmi’nin yatağının iki yanına oturup onunla beraber olduk. Han Emmi, öleceğini biliyordu. Bir ara baygın bir şekilde
gözlerin açıp,
“Yüzümü pencereye doğru dönderin” dedi. Zar zor karyolayı hareket
ettirip, pencereye doğru dönderdik. Kerim Ağa, birden aklına gelmiş gibi,
“Öyle zannediyorum, Han Emmi, ‘Yüzümü kıbleye çevirin!’ demek
istedi” dedi. Yüzünü bu kez kıbleye çevirdik. Han Emmi bir saat daha yaşadı
ve ruhunu teslim etti.
Han Emmi’nin ceplerinden ve cüzdanından çıkan eşyaların zabıtla
bir terekesini tespit ettik. Cüzdanından çıkan ufak not kağıtlarından birisinin
üzerinde şöyle bir not vardı:
Keten yahşi
Geymeye keten yahşi
Gezmeye garip ülke
Ölmeye vatan yahşi
Han Emmi’ye son görevini yapması için bir hoca getirttik. “Birlik”
bahçesinin bir köşesinde teneşirin saklandığı bir bölme hazırladık.
Sabun almak için dükkana gitmiştim. Dükkan sahibi raftan “Lüks”
marka bir sabun alıp uzattı:
“Helâl olsun böyle adama! Ancak böyle bir sabunla yıkanır”
Uzattığım parayı da kabul etmedi.
Han Emmi’nin ölüm haberini alan Kars’taki dostları cenazeyi almak
için Iğdır’a geldiler. Iğdırlılar bu aziz naaşı iki kilometre omuzlarda taşıyarak
Kars Caddesinden yolcu ettiler. Allah rahmet etsin.
“Beline Talın kayası düşsün!”
“Talın”, Azerbaycan’ın Tovuz, Kazak ve Kesemen yerleşim merkezlerine yakın bir mekânın adıdır. Kayalarıyla meşhurdur. Bu yüzden bu yörede
insanlar birbirlerine kızdıkları zaman, “Beline Talın kayası düşsün!” diyerek
serzenişte bulunurlarmış. Bu deyim hâlâ Gence ilinde günlük hayatta kullanılmaktadır.
1998 yılında Gürcistan ve Azerbaycan devletlerine geziye gitmiştim.
Azerbaycan’ın Gence şehrinde bir eve konuk olduk.
Âdet olduğu üzere, Türkiye’den misafir gittiğinizde, konu komşu ne388
Iğdır Sevdası
reden geldiğinizi öğrenir, yıllardan beridir ayrı düştükleri akraba ve tanıdıklarını sormak isteyenler akın akın eve gelip, sizi sorgulardı.
Bir komşu hanım ziyarete gelmişti. Hal hatır sorduktan sonra koltuğunun altında özenle taşıdığı bir dosyayı açtı, içinden artık sararmış eski
bir resim çıkardı. Gözleri nemli ve gönlü buruk bir şekilde, bu resmi bana
uzatarak,
“İşte akrabalarım! Bunların hepsi şimdi Kars’ta yaşıyorlar” dedi.
Resmi elime alınca ilk bakışta Han Emmi’yi tanımıştım. Yarı şaşkın,
“Aaa! Bu Hüseyin Tanlı Bey!” dedim. Bu ismi söyleyince komşu kadın bana biraz daha yaklaştı ve ağlamaklı bir sesle,
“Demek sen Hüseyin Bey’i gördün!” dedi. Bunun üzerine Hüseyin
Bey’le olan dostluğumuzu ve onun başından geçenleri bildiğim kadarıyla
özetledim. Yaşlı kadın bu açıklamama çok sevindi.
“Acaba siz onun kızı Ayhan Hanım’ı da tanıyor musunuz?” diye sordu. “Elbette tanırım, dedim, Ayhan Hanım çok sevip saydığımız Eski Kars
Milletvekili Abdülkerim Doğru Bey’in eşidir. Ankara’da oturuyorlar” dedim.
Kadın bütün bu açıklamalardan son derece memnun olmuştu. Bizi
evine davet etti ama zamanımız yoktu. Ayhan Hanım’a iletmek üzere bize bir
armağanı elime sıkıştırdı. Gönlü buruk yaşlı kadınla vedalaşıp ayrıldık.
Mehmet Gülten
Aşiretten Sofi Silo’nun oğludur. Kardeşi Ahmet Gülten sınıf arkadaşımdı.
Mehmet Bey, aşiretin aydın kesimini temsil ederdi. Devamlı siyasetle
ilgilenir, partilerde görev alırdı.
Mehmet Bey, Yetim Hüseyin’den sonra Iğdır’da gazete, kitap ve kırtasiye dükkanı açan ikinci isimdi. Kalabalık bir aile nüfusu vardı. Iğdır’daki
işlerini tasfiye edip İstanbul’a yerleşti ve orada vefat etti. Allah rahmet etsin.
Ahmet Bey, bizler gibi İkinci Dünya Harbi mağduru idi. Gayretli ve
çalışkan Ahmet Bey, bir müddet Sıtma Savaş’da memur olarak çalıştı. Maliye
Okulunu bitiren Ahmet Bey, çeşitli yerlerde Mal Müdürü olarak görev yaptı.
Emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşti. Hâlen Mali Müşavir olarak Bakırköy’de çalışmaktadır. Uzun ömürler dilerim.
Ataman Ailesi
Atamanlar, aslen Kağızmanlı olup Iğdır’a ilk gelip yerleşen ailelerdendir.
Atamanlar’ın, Doğuda Osmanlı İmparatorluğunun uç beylerinden
olduğu söylenir. Bu aile aydın, kültürlü ve oldukça zengindi. Cumhuriyetten
sonra Iğdır’da devlete intikal eden gayri menkullerin en önemlileri bu ailenin
389
Hamza Aygün
eline geçmişti.
Ailenin kendine özgün aristokratik bir yaşam biçimi vardı. O yılların
“Kadillak”ı sayılan, özel bir faytonla dolaşırlardı. Özenle aranıp bulunmuş,
kırmızı ve beyaz benekli atların koştuğu bu fayton, kasaba merkezinde dolaştığı zaman şatafatın ve zenginliğin sembolü olarak göz doldururdu.
Bu aileden Ali Rıza Ataman Bey, Birinci Dönem Milletvekili olarak
Meclise girdi. Burada tanıştığı Sinop Milletvekili arkadaşının kız kardeşi Pakize Hanım’la evlendi. Bu düğünde bulunma şansım olmuştu.
1934 yılında Atatürk’ün daveti üzerine Türkiye’yi ziyarete gelen İran
Şahı Pehlevi’nin, Doğubeyazıt, Iğdır ve Kars güzergâhını izleyerek Trabzon’a
gitmesi gerekiyordu. Bir gece Ali Ataman Bey’in Iğdır’daki evinde misafir
oldu. Ertesi gün Trabzon’a yola çıkan Şah Pehlevi, oradan Yavuz Zırhlısı’yla
İstanbul ve nihayet Ankara’ya gitti. Dönüşte yine aynı güzergâhı izleyerek
Gürbülak üzerinden İran’a döndü.
Ali Ataman Bey, Iğdır’da vefat etti. Cenazesi Kağızman’a nakledilerek orada defnedildi.
Ali Ataman’ın Kağızman’da Mehmet isminde bir kardeşi vardı. Ayrıca Ömer isimli ölen bir kardeşinden de Osman ve İdris adlı yeğenleri vardı.
Ali Ataman’ın vefatından sonra Iğdır’daki fabrika ve emlakin idaresini Osman Ataman Bey üstlendi. Zamanında iyi bir eğitim almış olan Osman
Ataman, Rusça ve Ermenice’yi çok iyi konuştuğu için, hudut bölgesinde yapılan protokol konuşmalarında tercümanlık yaptı.
Uzun yıllar bekâr yaşayan Osman Bey, nihayet 1944’li yıllarda müzik
hocam Nezahat Hanım’ın kız kardeşi Güzin Hanım’la evlendi.
Güzin Hanım, anne ve üç kız kardeşi (Güzin, Nezahat ve Sabahat)
Erzurum’dan Iğdır’a gelip yerleşmişlerdi.
Sabahat Hanım da İdris Ataman Bey’le evlendi. Bu şekilde İdris ve
Osman Ataman kardeşler, bacanak oldular.
Osman Ataman Bey, Iğdırlılar tarafından çok sevilirdi. Üç kez belediye başkanlığı görevini başarıyla yapan Osman Bey, uzun ömürlü bir yaşam
sürdü. Yakın zaman önce (1990) vefat eden Osman Bey’in naaşı da Kağızman’daki aile mezarlığına nakledildi. Allah rahmet etsin.
Mehmet Ataman Bey de Kağızman’da vefat etti. Oğlu Yaşar Ataman,
Ziraat Yüksek Mühendisi oldu. Kızlarından Zeliha Hanım, Musa Doğan Bey’in; Mediha Hanım da Fahrettin Karadeniz Bey’in hanımıdır.
İdris Ataman Bey, Iğdır’a vefalı bir insandır. Belirli bir kesim Iğdır’dan bıkıp büyük şehirlere göç etti ama İdris Bey hâlâ Iğdır’da ikâmet etmektedir.
Memuriyet hayatını Tarım Bakanlığı bünyesinde tamamlayan İdris
Bey, emekli olduktan sonra eşi Sabahat Hanım’la mutlu bir yaşamı devam
390
Iğdır Sevdası
ettirdi.
İdris Bey memlekete hayırlı evlâtlar yetiştirdi. Damadı Vural Savaş
Bey, bir ara Cumhuriyet Başsavcılığı gibi önemli bir görev üstlenen, Türkiye’nin renkli, bilgili hukukçularından birisidir.
Sabahat Hanım’a rahmet, İdris Bey’e uzun ömürler dilerim.
Nazahat Hanım, bilahare çok değerli bir general olan Faruk Güventürk’le evlendi.
Zöhrap Makinist
Zöhrap Makinist, Melekli köyünden Ağa Bey’in ikinci oğludur. Ağa
Bey’in büyük oğlu Settar Han genellikle çiftçilikle uğraşırdı. Buna karşın
Zöhrap Bey, gençlik yıllarında daha çok meyve ve sebze işlerine yönelmişti.
Karakoyun ilçesi eşrafından Esat Atlas’ın kızı Zehra Hanım’la evlenen Zöhrap Bey, uzun zaman Esat Atlas Bey’in Iğdır şehir merkezindeki
manifatura dükkanını işletti. Babasının vefatından sonra kendisine kalan baba
mirasını da değerlendirerek kısa sürede kasabanın zenginlerinden birisi oldu.
Tahsil durumu iyi olmadığı halde, kendisini iyi yetiştirdiği için, Zöhrap Makinist Iğdır Ticaret Odası Başkanlığı görevine seçildi. Bu görevi uzun yıllar
başarıyla devam ettirdi.
Zehra Hanım’la olan evliliklerinden beş tane çocuğu oldu. En büyük
oğlu İstanbul’da bir trafik kazasında vefat etti. Bir oğlu Iğdır’da diğeri de
Avrupa’da yaşamaktadır.
Zöhrap Bey, daha sonraki yaşamında tüm servetini İstanbul’a nakletti
ve orada vefat etti. Allah rahmet etsin.
Gulem ve Hüseyin Çağlar Kardeşler
Çağlar Ailesi aslen Aras nehrinin karşı kıyısında bulunan Canfida köyündendir. Bu köy tam olarak Kazancı köyünün nehir hizasında paralelidir.
Kazancı köyünden evlenen Gulem Bey ve ağabeyi Hüseyin Bey,
1925’li yıllarda Iğdır’a gelip yerleşmişlerdi. O yıllar, daha sonra Binbir Çeşit
olarak bilinen mağazanın yerinde kerpiç dükkanlar vardı. İki kardeş ekmekçilik yaparak hayatlarını kazanmaya başladılar. Tandırda pişirilen lavaş ekmekleri sele içinde satışa sunarlardı. Ayrıca manda (camış) sütünden kaymak
elde edip piyasaya satarlardı. Bu yüzden ilk yıllar halk arasında “Kaymakçı
Gulem” lakabı kullanılır olmuştu.
Rivayete göre bu aile 1925’li yıllarda bir ambar buğday ve biraz da
define bulmuşlardı. Akıllı olan bu kardeşler, buğdayı ekmek yapımında değerlendirip iyi para kazandılar. İki yıl gibi kısa bir sürede İstanbul tüccârlarını
geride bırakacak bir sermaye birikimleri olmuştu.
Çağlar Ailesinin böylesine çabuk ve tez elden zengin olması halkın
391
Hamza Aygün
gözünden kaçmamıştı. O yıllar bir avuç Iğdırlı kimin ne yaptığını zaten çok
iyi bilirdi. Bu yüzden bir sırrı saklamanın mümkünü yoktu.
Sonraki yıllar Gulem ve Hüseyin kardeşler sermayelerini ayırıp ayrı
ayrı dükkân işlettiler. Prensip olarak veresiye işine girmeyen ve tutumlu olma
özellikleriyle kasabada dikkati çeken Çağlar kardeşler, sonraki yıllar başka
tüccârların çoğalması ve rekabetin artması nedeniyle günden güne işlerinde
gerilediler.
“Hacı” olan Çağlar kardeşler, çifter çifter evlendiler. Kısa sürede kasabada önemli bir “Çağlar” nüfusu oluştu.
Sermayenin kardeşler arasında bölünmesi nedeniyle kâr oranı azaldı.
Ailenin önemli bir kısmı Iğdır’ı terk edip İstanbul’a yerleşti. Bunlardan biri
de doğuştan tüccâr Gulem Bey’in üçüncü oğlu Gaffar Bey idi. Gaffar Bey’in
İstanbul’da büyük bir mağazası vardı.
Gulem Bey’in sırasıyla Zafer, Cafer, Gaffar, Naim, Sabiha ve ismin
bilmediğim birkaç çocuğu daha vardı. Zafer ve Naim kardeşler hayattadırlar.
Birinci, ikinci ve üçüncü kuşak “Çağlar” ailesi bugün üç yüz kişilik
bir nüfusun üzerindedir.
“Çağlar Ailesi”, 1973 yılında mağazalarının yangınla kül olması nedeniyle ekonomik sarsıntı geçirmiş, doğru ve çalışkan esnaf olmanın karar ve
sebatıyla kısa sürede bu badireyi başarıyla atlatmasını bilmişlerdi.
Hacı Hüseyin Çağlar, kardeşi Gulem Bey’den ayrıldıktan sonra açmış
olduğu dükkan oğlu Hayri Çağlar zamanında büyük ilerleme kaydetti. Hayri
Çağlar’ın vefatından sonra işler de yavaşlama oldu. Büyük oğlu Yadullah
Çağlar, ticareti yürütemedi. Önce Ankara’ya oradan da Amerika’ya gitti ve
Amerikan vatandaşı oldu.
Hacı Hüseyin Bey’in küçük oğlu Suphi Bey de Amerikan vatandaşı
oldu ve kendisine orada bir işyeri açtı. Hiç evlenmeyen Suphi Bey, torunlarından birisini evlâtlık edinip Amerika’ya götürdü.
Hacı Hüseyin Bey’in üç hanımından 15 kadar çocuğu olmuştur. Çok
dindar olan Hacı Hüseyin Bey, kendi adına Iğdır’da bir cami yaptırmış ve
ibadete açmıştır.
Allah cümlesine rahmet etsin.
Edip Koçkaya
Eczacı Edip Bey aslen Erzurumludur. 1935’li yıllarda Iğdır’a gelip
bir eczane açtı. Geldiğinde bekârdı. O zamanlar Iğdır’da eczane yoktu. Bir
iki tane pratisyen doktor, ufacık ecza dolaplarında bulundurdukları ilaçlarla
halka şifa dağıtırlardı.
Edip Bey gelince durum değişti. İlaç sayısı fazlalaştı. Birçoğunu da
kendisi bizzat imâl ediyordu. O zamanlar eczacıların birçok ilacı doktorların
392
Iğdır Sevdası
reçetesine göre yapma yetkileri vardı.
İşleri iyi giden Edip Bey, Eruzum’dan “Dayı” diye çağırdıkları bir
akrabalarını Iğdır’a yardımcı olarak getirtti. Bu dayının iki baldızı vardı: Rahmetli Aliye Hanım ve Nimet Hanım.
Sarışın güzel Nimet Hanım, hafif kulak özürlüydü. Çok geçmeden
kıymetli gençlerimizden Hamza Mızrak’ı kendine aşık etmeyi başardı. Öğretmen Hamza Mızrak, Nimet Hanım’la evlendikten sonra tayini Ankara’ya
çıktığı için Iğdır’ı terk etti. Hamza Mızrak Ankara’da vefat etti. Allah rahmet
etsin.
Eşi, Nimet Hanım hayattadır. Kendisine uzun ömürler dilerim.
Edip Bey, Aliye Hanım’la evlendi. Bu evlilikten Bertan adlı bir oğlan
ve bir de kız çocuğu dünyaya geldi. Kızları Iğdırlı bir hâkimle evlidir.
Edip Bey, 1950 seçimlerinde CHP’den milletvekili adayı olarak hazırlandığı bir sırada kalp krizi geçirerek vefat etti. Aliye Hanım, kocasının
vefatından sonra uzun yıllar tek başına eczaneyi çalıştırdı. Yanında çalışan ve
aslen Antalyalı Eczacı Kemal Erkan Bey’le evlenip Iğdır’ı terk etti. Antalya’da vefat eden Aliye Hanım’a rahmet olsun.
Hasan Karalar
Hasan Bey aslen Tuzlucalıdır. Babası 1925’li yıllarda İstanbul’a göç
etmiş ve orada evlenmiştir. Hasan Bey, orta okula kadar tahsil hayatını İstanbul’da tamamladıktan sonra, 1950’li yıllarda Tuzluca’ya (Kulp) dönmüştü.
Ben tanıdığım zaman Hasan Bey 25-30 yaşlarında bir delikanlı idi.
Kıvırcık uzun saçları, kendine özgü giyim kuşamı ve elindeki piposuyla halkın dışında filozof bir tip olarak göze batardı.
1950’den itibaren Tuzluca ve Iğdır’da yapılan tüm seçim konuşmalarında kürsüye çıkar, belirli şahıs ve partileri methederdi. Öğlen DP’li olan
Hasan Bey, akşama doğru bu kez ateşli bir CHP’li olarak kürsüde nutuk atardı. Cebini kim hoş etse onun türküsünü okurdu. Kasaba halkı da, sabah başka
akşam başka konuşan Hasan Bey’i alaylı ve zevkli bir şekilde dinlerdi.
Hasan Bey, sokakta dolaştığı zaman koltuğunun altında mutlaka bir
demet gazetesi olurdu. Piposunu elden düşürmeyen Hasan Bey, gerçekte iyi
bir hatipti; ancak bu yeteneğini belirli çevrelere pazarladığı için halkın gözünde değerini yitirmiş boş bir adam görünümündeydi.
Hasan Bey, bir gün Iğdırlılar’a küserek kürsüden şöyle bir vecize
söyledi:
Dejenere muhitin
Neverim evlâtları...
Hasan Bey’in bu sözleri uzun süre halkın dilinden düşmedi. Aslında
kendisi “dejenere” bir görünüme sahipti ama bu suçlamayı Iğdırlılara yap393
Hamza Aygün
mıştı.
1958 yılında kadar Iğdır’da sık sık göründü. Bir ara Tuzluca Belediye
Başkanlığına isteklendi ama kazanamadı. Evlendi. Genç yaşta hayata veda
etti. Allah rahmet etsin.
Veli Orkun Hoca
Çok değerli bir coğrafya hocası Veli Bey’in, Iğdırlı gençlere ve talebelere çok büyük emeği geçmiştir. Zamanında “Iğdır’ın Tarihi” isimli bir
kitap yazdı. Ancak bu kitapta kullandığı dil, okullarda okutulan Tarih kitaplarındakine benzer şekilde tek düze ve ağdalı olduğu için, Veli Orkun’un bu
değerli çalışması halk arasında pek ilgi görmedi. Bu başarısızlığın başka bir
nedeni de Veli Bey’in Iğdır’da uzun yıllar yaşamamış olmasıydı.
Veli Bey, Kars’tan Iğdır Ortaokuluna müdür olarak atanmış, on yıl kadar Iğdır’da hizmet vermişti. Eşi Hikmet Hanım de çok değerli bir hocaydı.
Veli Bey zeki çocukları himayesine alır, onlara özel bir ilgi gösterirdi.
Bugün, bu gençlerin çoğu yüksek mevkilere gelmişlerdir.
Veli Bey’in kardeşi, Ali Bey, Iğdır’a gelip, Aziz Güney Bey’le birlikte
sinema açtı. O yıllarda Iğdır’ın tek eğlence merkezi olan sinema, halkın rağbet ettiği bir yerdi.
Sinema makinesi ve kullanılan filmler elden düşme olduğu için, sık
sık film kopardı. Bu da izleyiciler arasında büyük tepkilere neden olurdu. Biz
gençler, hoş bir adam olan Ali Bey’in üzerine yüklenir, onu sıkıştırırdık. O da
Terekeme şivesiyle,
“Eye bu ne iştir! Hanımlar matinesinde de yuhalanıyorum, erkekler
matinesinde de... Bu filmler İstanbul’un dar küçelerinde (sokak) yapıleyir.
Termaç kopor ne yapım?” derdi.
Orkun Ailesi daha sonra İstanbul’a yerleşti. Cümlesine rahmet olsun.
Hamza Mızrak
Çok zeki ve çalışkan Hamza Mızrak yoksul bir aile çocuğuydu. Babası hayvan borsasında çalışır, ailenin nafakasını bu şekilde temin ederdi.
Iğdır Ortaokulunu başarıyla bitirin Hamza Mızrak, yatılı öğretmen
okulu sınavlarını kazandı ve oradan da başarıyla mezun oldu. Lise ayarında
olan bu okulu bitirenler ilkokul öğretmeni olarak görev yapıyorlardı.
Hamza Bey uzun yıllar öğretmen olarak görev yaptı. Edip Koçkaya
Bey’in baldızı Nimet Hanım’la evlenip daha sonra Ankara’ya taşındı. Bu değerli hemşehrimizi genç yaşta kaybettik. Allah rahmet etsin.
Muzaffer Işık
Iğdır’ın Sarıçoban köyünden Muzaffer Bey, ilkokulu bitirdikten sonra
394
Iğdır Sevdası
bir müddet ortaokula devam etti. Daha sonra Sarıçoban köyünde bulunan geniş arazilerinde çiftçilik yaptı.
Her insana Tanrı bir meziyet bahşetmiştir. Kimisine resim yapma,
kimisine müzik, kimisine de güzel konuşma... Muzaffer Bey, meramını güzel
sözlerle anlatma ve karşısındakini sözleriyle etkileme yeteneğine sahip ender
insanlardan birisidir. Onun bu yeteneğiyle ilgili şu anımı anlatmak isterim:
DYP Milletvekili Baki Tuğ ve arkadaşları bir toplantı sırasında orada
bulunanlara Iğdır’ın göç sorunu ve halkın geçim durumuyla ilgili sorular yöneltmişlerdi. Muzaffer Bey, söz alıp, Iğdır’ın kritik sorunlarını bu milletvekili
heyetine, üstün bir açıklama yeteneği ve ikna edici bir üslupla anlatmıştı.
Herkes onun sözlerini pür dikkat dinleyip not alıyordu. İçimden, “Bravo Muzaffer! İşte Iğdır’ın ihtiyacı olduğu inançlı ses!” demiştim.
Muzaffer Bey, bu özelliği nedeniyle üzerine aldığı işlerde hep başarılı
olmuş, yerini başkalarına kaptırmamıştır. Eli açık ve cömert Muzaffer Bey’e
uzun ömürler dilerim.
Kerem Zengi
Kerem Bey, aslen Ermenistan’ın Zengi Basar köyündendir. (Zengi, bu
köye yakın geçen çayın adıdır)
Kerem Bey, 1930’lu yıllarda babası Cabbar Bey ve dört kardeşiyle
beraber –Feyzullah, Kasım, Paşa Turan ve Azer Hanım- Iğdır’a geldi.
Rusya’da lise tahsili görmüş olan Kerem Bey, oldukça aydın ve
kültürlü birisiydi. Ticarete ilgi duyardı fakat sermaye yetersizliği nedeniyle
hiçbir zaman istediği sonucu alamazdı. Kendisine iskân hakkı verilen arsa
üzerinde elektrikli Rollergin sistem bir çırçır (pamuk ayıklama) fabrikası kurmuştu. Gerekli işletme finansını temin edemeyince fabrikayı elden çıkarmak
zorunda kaldı.
Kerem Bey, konuşması ve düşünceleriyle karşısındaki insanı etkilemesini bilirdi.
Kardeşi Feyzullah Bey, çok iyi bir kahvehane işletmecisiydi. Kulağından özürlü Feyzullah Bey’in gazinosu, Iğdır’ın gözde yeriydi. Temiz masalar,
kaliteli çay servisi ve insan ruhunu okşayan dekorasyonu hemen dikkati çekerdi. Çay içme zevki gelişmiş belirli bir kesim gazinonun müdavimleriydi.
Feyzullah Bey’in bir oğlu bir de kızı vardı. Oğlu Oktay Bey Ankara’da yaşamaktadır. Kızı, Talip Kalafat’ın gelinidir.
Kasım Bey, şoförlük işiyle uğraşırdı. Uzun yıllar Iğdır’da kamyon
işletti. Daha sonra Ankara’ya taşınan Kasım Bey, Iğdır’da vefat etti.
Paşa Turan
Kerem Zengi Bey’in bu sporcu kardeşi Iğdır gençliği arasında her za395
Hamza Aygün
man anılırdı. Ortaokulu bitiren Paşa Bey, uzun yıllar Mecit Hun Bey’le ticaret
ortaklığı yaptı. Sonraki yıllar evini Ankara’ya taşıdı; burada bir müessesenin
müdürlüğünü yaptı. Emekli olan Paşa Bey, Bursa’ya nakletti. Kendisine ve
çocuklarına uzun ömürler dilerim.
Azer Zengi
Enver Necili Bey’le evli olan Azer Hanım İzmir’de yaşamaktadır. Gerek Iğdır’da gerekse İzmir’de bütün Iğdırlılara ablalık yapan Azer Hanım, biri
kız biri oğlan, iki çocuk annesidir. Azer Hanım’a uzun ömürler, Enver Bey’e
de rahmet dileriz.
Hacı Ahmet Dedeyi
Aslen İran’ın Tebriz vilayetine bağlı Deryan kasabasından olan Ahmet Bey, 1930’lu yıllarda ticari nedenlerle Iğdır’a gelip yerleşmişti. İlk yıllar
Kör Halil’le beraber bakkalcılık işine girmişti.
Çocukları eğitimlerini Türkiye’de yaptılar. Ahmet Bey’in babası ve
kardeşi Samet Bey, İran’da gayri menkulleri olduğundan İran vatandaşlığından çıkmadan Iğdır’da yaşamlarını devam ettirdiler ve Iğdır’da da vefat
ettiler. Allah rahmet etsin.
Hacı Ahmet Bey, çocukluk yıllarında kendi köyünde çok ciddi bir din
eğitimi almıştı. Bir ara ticaretten tamamen çekilip kendisini din hocalığına
adadı. Sesi çok güzeldi. Hakkını vererek güzel mersiye okurdu. Halk arasında
aranan bir hoca olmuştu.
Kardeşi Samet ve çocukları, Iğdır’a özgü “Bozbaş”, pilav ve kebap
pişirme konusunda kısa sürede üne kavuştular. Açtıkları lokanta halk arasında
uzun yıllar “İranlıların Lokantası” olarak bilinir oldu. Allah rahmet etsin.
İydeli Esat Saygı
Esat Bey, Aras nehrinin karşı tarafında Canfida köyüne komşu İydeli
köyündendir. Kendisini hayal meyal hatırlıyorum. Kız kardeşi Torun Ailesinden Ali Bey’in hanımıdır.
Esat Bey’in, Leylan Haladan üç oğlu vardı.
Hasan Saygı, şoförlük mesleğiyle iştigâl ederdi. Daha sonra Hışır
Şükrü’nün kızı Kadriye Hanım’la evlendi. Kadriye Hanım Trabzonlu olduğu
için, bu aile Iğdır’daki kundura dükkanlarını ve diğer mal varlıklarını tasfiye
edip Trabzon’a yerleştiler. Hasan Bey, orada yedek otomobil parçası satan bir
mağaza açtı. Hasan Bey, Trabzon’da kalp krizinden vefat etti. Allah rahmet
etsin.
Necef Saygı
Esat Bey’in ikinci oğlu Necef Bey, ortaokulu bitirdikten sonra birçok
396
Iğdır Sevdası
memurluk görevlerinde bulundu. Daha sonra ağabeyi Hasan Bey’in mesleği
olan şoförlüğe ilgi duydu. Bir otobüs alıp ticarete atıldı.
Necef Bey, arkadaş canlısı, fedakâr bir insandır. Gözünü budaktan
esirgemeyen, renkli kişiliğiyle onun dostluğunu her zaman özlemişimdir.
Necef Bey, 40 yıl ehliyet almadan Iğdır’da otomobil kullanmayı başaran ender bir şofördü. Onun bu konuda gösterdiği ustalığına hepimiz hayrandık. Nihayet 40 yılın sonunda ehliyet alınca biz de rahatladık.
Necef Bey, sonraki yıllar işlerini İstanbul’a nakletti. Zeynep Hanım’dan Ömer, Osman ve Ayşe isimli çocukların babası olan Necef Bey, emekli
olup, sıhhati yerindedir. Allah uzun ömürler versin.
Hacı Sabri Saygı
Hacı Sabri Bey, Esat Bey’in son beşiğidir. Bu yüzden annesi Leylan
Hanım ona “yetim” derdi.
Sabri Bey, ortaokulu bitirdikten sonra ticarete atıldı. Hüseyin Aşmaz’ın kız kardeşiyle evlendi. 8 oğlu bir kızı var.
Sabri Bey, tıpkı Nasreddin Hoca gibi nükteli konuşur, etrafındakileri
neşelendirirdi. Bu yüzden çok sevilirdi.
Sabri Bey, kardeşleri gibi şoförlük mesleğine girip hayatını orda kazandı. Daha sonra Ankara’ya taşındı, Mehmet Ali Saita Bey’le çalıştı. Sabri
Bey, arada bir sınıf arkadaşı olan Mehmet Ali Bey’e takılınca, biz müdahale
eder,
“İnsan patronu ile böyle mi konuşur” derdik.
Mehmet Ali Bey, Sabri Bey’e iş hayatında çok yardımcı oldu, gerektiğinde korudu. Sabri Bey’in sigorta primlerini hatır için tavandan yatırırdı.
Bir gün oturup Sabri Bey’in hizmetlerini topladık. Artık emekli olma
zamanı gelmişti. Kendi ağzından söylediği gibi, “Nihayet artık hep sizinle
olacağım!” sözüne çok az kalmıştı.
Emekli maaşına bağlandı. Birinci maaşını aldı ama ikinci maaşını almasına ömrü vefa etmedi. Hepimiz Sabri Bey’in aramızdan ayrılmasına çok
üzülmüştük.
En sıkıntılı zamanımızda bile ne zaman Sabri Bey yanımıza gelse
yüzümüz güler, gönlümüz açılırdı. Hatta bir gün Mehmet Şöllü dayanamayıp
Sabri Bey’e,
“Oğlum, sende şeytan tüyü mü var, nedir... Hepimiz sana bağlanmışız
böyle.. “ dedi.
Sabri Bey’in uzun zaman matemini tuttuk. Elimizden uçan bir kuş
gibi boş gözlerle ardından bakakaldık. Hatıralarını arkadaş toplantılarında
yad ediyoruz. Kendisine Allah’tan rahmet, eşi ve çocuklarına uzun ömürler
dileriz.
397
Hamza Aygün
“Dadaş’ın Aşkı Başkadır”
Dadaş, aslen Aralık ilçesinin Pırço köyündendi. Boyca kısa -120
cm- Dadaş, sakalı çıkmadığı için aynı zamanda köseydi. Dadaş’ın asıl ismi
Salman’dır. Kardeşi Beyler, Baharlı Mahallesinde otururdu.
Bir çok işlere girip çıkan Dadaş, 1950’li yıllarda Ankara’ya gelir.
Kızılay ve Yenişehir semtleri bugünkü gibi hareketli değildi. Şehir merkezi
daha çok Ulus’a doğruydu. Dadaş, Ulus’ta, devlet dairelerinde çay ocağı işleterek hayatını kazanır.
Dadaş, bir gün, Tuna Han’nın zemin katında boş bir dükkan yeri görür. Kiralayıp kendi hesabına çay ve kahve satmaya başlar. (Açıklama: Tuna
Han, eskilerin bildiği gibi, “Piknik” isimli lokantaya elli metre uzaklıkta idi.
Yenişehir’in göbeği sayılırdı. O yıllar Çankaya tarafları “Yenişehir” olarak
bilinirdi)
“Var mı ulan Dadaş’a yan bakan!”
Dadaş’ın başından şöyle bir olay geçer: Yenişehir semtini haraca
bağlayan gençler, süklüm püklüm dükkanına gitmekte olan Dadaş’ın önünü
kesip haraç isterler. Dadaş istenen haracı vermek istemez; gençler tehdit eder.
Dadaş, bam teline basılmış gibi, hiddetlenir, sağ elini göğsüne vurarak,
“Ulan bana Erzurum dadaşı derler. Kimseye haraç maraç vermem, anladın mı!” diye zangır zangır bağırır. Gençler, ele avuca sığmaz Salman’ın bu
kükreyişi karşısında şaşkınlığa kapılıp ortadan yok olurlar. Olaya şahit esnaftan kimseler, o günden sonra ismi Salman olan kahramanımızı “Dadaş geldi,
dadaş gitti!” diyerek birbirlerine tarif ettiklerinden, “Dadaş” ismi Salman’ın
üzerinde bir lakap olarak kaldı.
Dadaş, civar dükkanlara ve Piknik lokantasının tam karşısındaki İş
Bankası Kızılay Şubesine çay servisi yapardı. Dadaş, 55 yaşında, ama köse
olduğu için yaşından çok daha genç gösterir, biz gençler kendisine takıldığımız zaman da, Dadaş,
“Vallahi aynaya baktığım zaman, kendimi sizinle aynı yaşta görüyorum” diyerek itiraf ederdi.
Dadaş, esnaf arasında çok sevilirdi. Ona takılmayan yoktu. Hazır
cevap olduğundan, herkese söz yetiştirmesini de ustalıkla becerirdi. Onun bu
halini görünce kendi kendime,
“Bizim Dadaş okusaydı, iyi bir avukat olurdu” derdim.
İş Bankası Şubesine çok güzel bir kız memur olarak atanmıştı. Dadaş
bu kızı görür görmez abayı yakar. Kızla arasında 35 yıl yaş farkı, 50 cm de
boy farkı vardır ama bu aşktır, gönül ferman dinlemez. Dadaş her geçen gün
bu aşkın ağırlığı altında ezilmektedir.
Banaka çalışanları Dadaş’ın bu tek yanlı aşkının farkındadırlar. Dadaş
398
Iğdır Sevdası
da, bankadan çay siparişi geldiği zaman, artık garsonu oraya göndermez, aynanın karşısına geçip kendisine çeki düzen verir, beyefendi havasında elinde
garson terazisi, bankadan içeri girer, bir gözü genç kızda, çay servisini yapardı.
Dadaş, yanında çalışan garsonlara şu talimatı verir:
“Ne zaman bankadan sipariş gelse, yeni çay demlenecek ve beni
haberdar edeceksiniz. Benden başkasının oraya servis yapmasını yasaklıyorum”
Garsonlar, kendi aralarında konuşup bu işe meraklanmışlar. Bir gün
Dadaş’ı takip etmişler. Bankadan içeri giren Dadaş, en önce genç kızın masasına gitmiş, en güzel bardağı masaya koyarken göz ucuyla, aşkı kalbini yakan
kızı uzun uzun süzmüş. Dadaş, kız çayını bitirmeden yerinden kıpırdamamış.
Boşalan bardağı üzgün bir şekilde teraziye yerleştirdikten sonra artık buharı
kırılmış, soğuk çayları diğer memurlara dağıtmış.
Bankada çalışan memurlar genç kıza “Senin ki geldi, senin ki gitti!”
diyerek takılmadan edemiyorlarmış. Ama genç kız, bu kışkırtmaları olgun bir
şekilde karşılıyor, gülümsemekle yetiniyormuş.
Olayın bundan sonrasını Dadaş bana şöyle anlatmıştı:
“Azizim, bankaya gitmeye can atıyordum. Ah bir bahane olsa da şu
kapıdan içeri girip aşkımı bir görsem, diyerek yanıp tutuşuyordum.
Banka arkadaşları bir gün kızın yanına gidip, “Eğer izin verirsen biz
Dadaş’a takılmak istiyoruz” demişler. Kız da, “Olur!” diyince, hazırladıkları
senaryoyu uygulamaya koyulmuşlar; birini göndererek çay ısmarlatmışlar.
Taze kaynamış demli çayı bardaklara doldurup her zamanki gibi fiyakalı bir şekilde, elimde terazi, bankanın kapısından içeri girdim. Alışa geldiği üzere, ayaklarım beni önce aşkıma götürdü. Süslü bardaktaki çayı, genç
kızın masasına koyup onun ilk yudumlarını zevkle seyrettim. Gözümü ondan
ayırmadan diğerlerinin çaylarını gönülsüz bir şekilde dağıttım. O sırada memurlardan birisi,
“Dadaş bir konuyu çok merak ediyoruz. Evvelce sen çay servisi
yapmazdın. Şimdi çaylar hem demli geliyor hem de kendin getiriyorsun; bu
hikmetin arkasında acaba ne var? Bir diğer husus da, bankadan içeri girer
girmez ilk servisi Belgin Hanım’a yapıyorsun. Eğer bizi aydınlatırsan çok
seviniriz” dedi.
Bu söz biter bitmez oradaki memurlar hepsi Belgin Hanım’a dönerek
yarı alaylı bir havada gülmeye başladılar. Belgin Hanım, ilgi odağı olmaktan
hem mutlu hem de acaba ben nasıl bir tepki göstereceğim diye merakla bana
bakıyordu.
Bu densiz memurların benim izzeti nefsimle oynamaları zoruma gitmişti. Alaya alınmaktan hiç hoşlanmam.
399
Hamza Aygün
Gülüşmeler ve takılmalar devam ederken, sert bir çıkış yapıp,
“Beyler cevabınızı vermek istiyorum” dedim. Ortalık aniden sus pus
oldu. O yıllar bankaların pek az müşterisi olduğu için, dikkatimizi bozacak bir
neden yoktu. Başladım anlatmaya:
Mecnun her zaman Leyla’yı göremiyordu. Her gün sabahleyin Leyla’nın evinin önünden geçerken Leyla’nın köpeğini kapıda görür, yanına
çağırır, ekmek verir ve şefkatle köpeğin gözlerinden öper, ancak ondan sonra
işine giderdi. Mecnun’un bu davranışını görenler, bir gün Mecnun’a, “Neden
her gün Leyla’nın köpeğini gözünden öptükten sonra işe gidiyorsun?” diye
sorarlar. Mecnun, “Biliyorsunuz, Leyla’nın babası görüşmemizi men etmiş.
Ben Leyla’yı göremiyorum ama Leyla her gün sabahleyin pencereyi açıp bu
köpeğe yem veriyor ve köpek de öptüğüm gözleriyle Leyla’yı görüyor. Onun
için köpeği gözünden öpüyorum” diye cevaplamış.
Hikayenin tam burasında Belgin Hanım bana dönerek, “O zaman
ben de bir köpek edineyim” dedi. Ben sakin bir şekilde, memurlara bakarak,
“Buna hiç lüzum yok! Burada ondan çok var!” dedim.
Bankadan ayrıldığım zaman ortalıkta derin bir sessizlik vardı.
Sıhhıye Hudai ve Ailesi
Aslen Ermenistan’ın “Soreyel” olarak bilinen bölgesinden Hudai
Bey’i biz kendi aramızda “Huda” diye çağırırdık. İlk olarak Kars’a yerleşen
Huda Bey, daha sonra annesiyle Iğdır’a geldi ve Hükümet Tabipliğine memur
olarak atandı. (Hükümet Tabipi Rahmi Uluhan idi.)
Huda Bey, uzun yıllar Hükümet Tabipliğindeki görevine devam etti.
Belediyenin muhasebe işlerini yöneten Mitat Bey’in kız kardeşiyle evlendi.
Daha sonra Sıtma Savaş’da çalışan Huda Bey, sıhhi iğne yapma konusunda
uzmanlık kazandı. İyi huylu ve tedbirli bir karaktere sahipti. Bu yüzden her
aile iğne yapılması gerektiği zaman ilk önce Huda Bey’i aklına getirirdi.
Iğdır’ın tüm ailelerine sağlık yönünden hizmet vermiş olan Huda Bey,
ilk yıllar Gulem Çağlar’ın evinde kiracı olarak kaldı. Bugün çocukları Iğdır’da yaşamaktadır.
Bu emektar sağlık adamına Allah’tan rahmet dileriz.
Eyüp Selçuk
Eyüp Bey, Kafkasya’dan gelip önce Taşburun nahiyesine; oradan
Sadık Karasu’nun kızı Nahide Hanım’la evlendikten sonra da Iğdır’a gelip
yerleşmişti.
Eyüp Bey, ilk zamanlar belediye parkının köşesindeki kulübede tekel
bayiliği yapardı. Daha sonra odun ve kömür ticaretine girdi.
Çok efendi ve iyi niyetli olan Eyüp Bey’in Nahide Hanım’dan, Iğdır400
Iğdır Sevdası
lıların çok sevdiği Timur Selçuk isimli bir oğlu ve Yemen adlı bir kızı var.
Timur Selçuk, siyasete atılıp DYP Iğdır İl Başkanı oldu. Milletvekilliğine adaylığını koydu ama kazanamadı. Timur Selçuk hâlen Ankara’da
ikâmet etmektedir.
Eyüp Bey’in kızı Yemen Hanım, Ağırkaya Ailesinden Mühendis Ali
Rıza Bey’in eşidir. Cümlesine uzun ömürler.
Yasin Bademci
Bu aile, Ağrı Dağı Harekâtı yıllarında, Iğdır’dan Batıya, Aydın ilinin
Söke ilçesine mecburi iskâna tabi kılınan ailelerdendir.
1951 yılında devletin çıkardığı aftan yararlanarak Iğdır’a döndü;
Taşburun nahiyesinde Yusufelili (Artvin) meşhur Altunizadelerin arsa ve
tarlalarını alarak geniş ölçekli çiftçiliğe başladı. Fakat tüm çabasına rağmen
çiftçilikte istediği başarıyı yakalayamadı. Bunun başlıca nedeni, bu tarlaların
daha çok bağ ve bahçeye elverişli bir toprak yapısına sahip olmasıydı. Altunizadeler bu topraklarda üzüm yetiştirip, şarap üretimi yaparlardı. Şarapçılık
işi ciddi bir uzmanlık gerektirdiğinden, Yasin Bademci üzüm bağlarını söktü.
Onun yerine pamuk vs. denedi. Fakat başarılı olamadı.
Allah rahmet etsin.
Abdulhadi Kuş
“Kuş” ailesi, “Alut” köyüne yerleşmişi. Hacı Abdullah Armağan’la
öz amca çocuğu olan Abdulhadi Bey, iri yapılı ve gösterişliydi. Bu dev yapının altında ince yürekli, uysal ve kimseyi incitmeyen müstesna bir karakter
yatardı.
Abdulhadi Bey, bizim lokantaya, yanında el pençe duran ve derin bir
saygıyla onun sözlerini dinleyen, kalabalık bir gurupla gelir otururdu.
İlk zamanlar hayvancılıkla uğraşan aile, sonraki yıllar çiftçiliğe ağırlık verdi ve hayli de başarılı oldular.
Abdulhadi Bey, amca oğlu ve kendisi gibi Burukan aşiretinin ileri
gelenlerinden Ahmet Armağan Bey’i siyasi yönden desteklerdi. Pamuk Tarım
Satış Kooperatif seçimlerinde bu destek sayesinde Ahmet Bey, mutlaka seçimi kazanırdı.
Bir seçim dönemi, Ticaret Bakanlığı müşaviri, gözlemci olarak
gelmişti. Kullanılan oyların sayım dökümüne başlandığı zaman, “Akkuş”,
“Karakuş” lafı o kadar çok işitildi ki, Iğdır’a yabancı olan müşavir, şaşkın bir
şekilde,
“Yahu bu kasabada ne kadar da çok kuş var!” demekten kendini alamamıştı.
Çok iyi bir aile olan “Kuş” ların ölenlerine rahmet kalanlarına uzun
401
Hamza Aygün
ömürler dilerim.
Alman Muharrem
Aslen Kafkasyalı olan Muharrem Bey, İkinci Dünya Savaşı sırasında
Sovyet Ordusunun bir eri olarak savaşa katılmış, bir çatışmada Almanlara esir
düşmüştü. Uzun yıllar Alman askeri hapishanelerinde savaş esiri olarak yatan
Muharrem Bey, 1945 yılında savaşın sona ermesiyle, tercih hakkını kullanarak, vatanı yerine Türkiye’ye gelmeyi yeğlemiştir.
İstanbul’da bir zaman ikâmet eden Muharrem Bey, daha sonra Iğdır’a gelip yerleşmiştir. Savaş yıllarını ve bilhassa esirlik yıllarında başından
geçenleri anı şeklinde kasaba halkına tefrika ettiği için, gel zaman git zaman
ismi halk arasında “Alman Muharrem” olarak bilinir oldu. Çiftçilikle uğraşan
Muharrem Bey’e uzun ömürler dilerim.
Mir İsmail Ulusoy
İsmail Bey, Ermenistan’dan Iğdır’a göç eden bir aileye mensuptu.
Ebelik yapan eşi Rukiye Hanım, Iğdır’da oldukça tanınmıştı. Yaş ortalaması
30-50 yaş arasındaki bugünkü neslin birçoğunun ebe annesidir.
İsmail Bey’in çocuğu olmadı. Türkiye’ye gelirken yanında getirdiği
kardeşi oğlu Halil Ulusoy, Iğdır’ın değerli ve yetenekli gençlerinden birisiydi.
Futbol ve voleybol maçlarında göstermiş olduğu performans tüm gençlerin
ağzında efsane gibi dolaşırdı. Uzun boyu, atletik vücut yapısı görenlerin hayranlığını kazanırdı.
Halil Bey, benden 5 yaş büyüktü ama Türkiye’ye geldiği zaman eğitim hayatında kopukluk olmuş bu yüzden ilkokul ve ortaokulu aynı sınıfta
okuduk. Timur Selçuk’la akraba olan ve çok sevilen bu ailede ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dileriz.
Ezelhan Doğuş
Ezelhan Bey, Eleşkirt ya da Taşlıçay’dan Iğdır’a gelip yerleşmişti.
Baharlı mahallesinde ikâmet eden Ezelhan Bey, kısa boyu ve sempatik hareketleriyle dikkati çekerdi. Iğdır’ın ticaret merkezi olan Kapan’da zahirecilik
işine giren Ezelhan Bey’in bir oğlu mühendis oldu. Iğdır Belediyesinde çalışan bu genç ani olarak vefat etmişti. Ne yazık ki Iğdır’dan erken ayrıldığım
için bu ailenin sonraki yıllarına ait bilgim sınırlıdır. Allah ölenlere rahmet
etsin.
Rıza Ambarcı
Çerçi Yusuf’un oğlu Rıza Bey, Iğdırmava mahallesindendir. Babası
Yusuf Bey, mahalle aralarında boynuna astığı tabelasında iğne iplik, lastik ve
402
Iğdır Sevdası
krem gibi mallar satarak ailesinin geçimini sağlardı. Çalışkan ve iyi yürekli
bir insan olan Yusuf Bey, o zaman ki zor koşullarda büyük fedakârlıklarla
çocuklarını büyütüyordu.
Rıza Bey, babasının vefatından sonra ticarete atıldı. Disiplini ve çalışkanlığıyla göz doldurdu. Babasının irade ve ticari yeteneği olduğu gibi oğluna
geçmişti. Rıza Bey, çok geçmeden Iğdır’ın sayılı esnaflara arasına girdi.
Rıza Bey’in ailesi daha sonra İzmir’e göç etti.
Kalaycı Şaban Usta
Baharlı Mahallesinde oturan Şaban Bey, sınıf arkadaşımdı. Okuldan
ayrıldıktan sonra babasının mesleği bakırcılık ve kalaycılık işine merak sardı.
Akıllı bir esnaf olan Şaban Bey, topladığı eski kazan, tabak ve semaverleri
usta bir şekilde tamir edip yeniden pazarlardı. Çarşı merkezindeki dükkânında soba, mangal gibi ev ihtiyaçlarını da satan Şaban Bey’in son yıllarda ne
yaptığını bilmiyorum.
Mir Selim Özler
Erivan göçmenlerinden Selim Bey, Iğdır’daki güzel bağ ve bahçeleri,
özellikle de şeftali kompostosuyla tanınırdı. Ali, Naci, Ramiz, Celal ve Nazire
isimli çocukları vardı.
Selim Bey’in ailesi, Erivan’ın zengin ve köklü bir ailesi olduğu için,
kendilerini diğer muhacir ailelerden –birçoğu köy ve küçük yerleşim birimlerinden gelmişlerdi- ayrı görürlerdi. Gerçekten aralarında belirgin bir kültür ve
yaşam standardı farkı vardı.
Selim Bey’in ailesinin başından kültür farkı nedeniyle ilginç bir olay
geçmişti:
Birçok Iğdırlı genç Nazire Hanım’la evlenmek için büyüklerini elçi
olarak gönderirdi.Ama Özler ailesinin her önüne gelene kızlarını vermeye
niyetleri olmadığından tekliflerin birçoğunu kibar şekilde reddederlerdi.
Ancak bir gün, delikanlının biri, kasabanın hatırı sayılı kişilerini araya
sokarak, onları Nazire Hanım’ı istemeleri için kız evine gönderir. Mir Selim
Bey, kasabanın bu elit kesiminden dostlarının kalbini kırmak istemez. Çaresiz
şekilde “Evet!” der. Heyet rahat nefes almışken, Mir Selim Bey, konuşmasına
“Koşullarım var!” diyerek devam eder. Heyet,
“Olur!” diyince, Mir Selim Bey,
“O zaman, söylediklerimi yazın! Oğlan köyde oturuyor. Ben kızımın
köyde oturmasına razı olamam. Birinci koşulum, kızıma kasaba merkezinde
bir ev alınacak... Şu kadar bilezik ve şu kadar da gerdanlık vs. alınacak...”
demiş. Mir Selim Bey, kızının evliliğini yokuşa sürmek için öylesine olmaz
403
Hamza Aygün
isteklerde bulunmuş ki heyetin içinden birisi dayanamamış, ileri atılıp,
“Ağa, senin evinde bu eşyalar var mı ki?...” diye sormak zorunda
kalmış.
Neticede, heyet altın takıları hesaba vurmuş. Karşılarına çok büyük
bir meblağ 18 bin lira çıkmış! Oğlan tarafı bu parayı ödeyemeyince evlilik işi
de yatmış.
Elçiler üzgün evden çıkarlarken, Mir Selim Bey, kendisine saygı duyduğu bir dostunun kulağına eğilip,
“Bey’im, benim kızımı istemeye geldiniz. Eğer sizi reddetseydim,
sizi kırmış olurdum. Ama şimdi iş paraya döndü. Varı olan gelir, kızımı ister”
demiş.
Mir Selim Bey’in bu evlilik pazarlığı yıllarca Iğdır’ın dilinden düşmedi. Nazire Hanım’ın adı da “18 binlik” olmuştu.
Aradan zaman geçti, Iğdırlı gençlerden kimse cesaret edip bu kızı isteyemedi. Nihayet, görev için Iğdır’a gelen bir subay, Nazire Hanım’ı istedi.
Rahmetli Mir Selim Bey, bu evliliğe olumlu baktığı için kızını kıymetli çeyizle evlendirip yolcu etti. Damattan başlık parası da almadı.
Mir Selim Bey, kızını evlendirdikten sonra daha önce kendisine görücü gelen ailelerden özür diledi, olup biteni olduğu gibi anlattı.
Mir Selim Bey’in oğullarından Ramiz Bey Iğdır’da, Celâl ve Nazire
Hanım da Ankara’da yaşamaktadırlar.
Ölenlere rahmet, yaşayanlara uzun ömür dileriz.
Mir Bağır Özel
Bu ailenin ileri gelen diğer üç ismi sırasıyla, Mir Mehemmet Özel,
Mir Ali Özel ve Mir Kasım Özel’dir.
Mir Bağır ve Mir Mehemmet kardeşler Iğdır’a Azerbaycan’ın Bakü
şehrinden gelip yerleşmişlerdi. Çok kültürlü aile çok değerli evlatlar yetiştirdi. Bunların çocukları olan Mir Ali ve Mir Kasım beylerin ailesi hakkında şu
bilgileri verebilirim:
Mir Ali Bey’in hanımı Sakine Hanım Iğdır’ın ilk diplomalı ebesidir.
Iğdır’da “Ebe Hanım” olarak bilinen Sakine Hanım benim çocuklarımın da
ebe annesidir.
Bu ailenin Arif, Aydın ve Baycan adında üç oğlu ve iki de kızı var.
Arif ve Aydın kardeşler doktor oldular. Arif ayrıca yüksek lisans yaparak Erzurum Üniversitesi’nde profesör oldu.
Aydın Bey, birçok ilde sağlık müdürlüğü yaptıkan sonra emekli oldu.
Kasım Bey, Iğdır’dan İstanbul’a taşındı. Orada yaş meyve ve sebze
Tarım Satış Kooperatifleri Birliğinde muhasebe müdürlüğü yaparken vefat
etti. Allah rahmet etsin.
404
Iğdır Sevdası
Özel ailesinin başından ilginç bir göç olayı geçmişti:
Mir Bağır Bey ve oğlu Mir Kasım Bey beraber Iğdır’a gelirler. Amaçları duruma bir göz atıp, olup biteni yerinde izlemektir. Bu sırada Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti gücünü pekiştirdiği için sınır geçişlerini kontrol altına alır.
Artık Kafkasya’ya gidip gelmek zorlaşır. Hele göç etmek nerdeyse imkansız
denecek gibidir. Bu nedenle Mir Bağır Bey, Bakü’deki ailesinden tamamen
kopar.
Mir Bağır Bey duruma çok üzülür. Hasrete dayanamayıp gizliden ağlarmış. Babasının derin üzüntüsünü gören oğlu,
“Baba niye ağlıyorsun?” diye sorunca, Mir Bağır Bey, gönlü kararmış
bir halde,
“Oğlum, annen ve kız kardeşin Bakü’de kaldı. Artık sınırı geçmek
zorlaştı. Birbirimizi bir daha göremeyeceğiz. Bu ayrılığa ağlarım” demiş.
Kasım Bey de babasının bu sözleri üzerine derin bir üzüntüye boğulmuş.
Şimdi isterseniz konuyu başka bir noktaya taşıyıp, kaldığımız yere
sonra devam edelim.
1955’li yıllarda Iğdır Pamuk Tarım Satış Kooperatif fabrikasında görevliydim. Mehmet Bey isimli bir Kafkas muhaciri de bu fabrikanın baş makinistliğini yapıyordu. Baş makinistlik görevi boşaldığında bize Mehmet Bey’i,
Kasım Özer önermişti. Bir gün Mehmet Bey’le oturmuş sohbet ediyorduk.
Söz Özer ailesinden açılınca Mehmet Bey başından geçen şu olayı anlattı:
“Hamza kardeşim, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ unutamadığım bir olayı sana anlatmak istiyorum.
Kasım Özel’le Bakü’de çok yakın arkadaştık. Biz de arkadaşlık bakidir. Arkadaş arkadaşın gerçek dostudur.
Bir gün Kasım Özel üzgün bir şekilde yanıma geldi. Moralsiz ve takatsiz haldeydi. Arkadaşımı bu halde görmek beni tedirgin etmişti.
“Nen var?” diye sordum. Mehmet çaresiz halde oturup, yüzü umutsuzlukla dolu,
“Hiç sorma Mehmet! Babam çok üzülüyor. Biliyorsun annem ve kardeşlerimi sonra getiririz diye Bakü’de bıraktık, ama şimdi Ruslar sınırları
ablukaya almış, artık onları getirmemiz hayal oldu” dedi. Arkadaşımı yenik
görmek beni rahatsız etmişti. Elimi omzuna atıp,
“Gel gidip onları getirelim” dedim. Kasım Bey, benim bu cesur teklifimi hoş karşılayıp gülümsedi. Gözleri sevinç ışıltılarıyla doldu:
“Ama Mehmet kardeşim, bu işin sonunda ölüm de var! İyi düşün”
dedi. Karalılığımı pekiştirmek için elimi göğsüme vurup,
“Ne demek! Senin annen benim annemdir. Senin acın benim acımdır.
Yolları biliyoruz. Babandan izin al, biran önce yola düşelim!” dedim.
405
Hamza Aygün
Kasım Bey, babasından izin aldı. Sınırı geçmeden önce gerekli hükümet mercilerini yapacaklarımızı hakkında bilgilendirdik. Ve bir gece Aras
nehrini geçip Vılhanlı Vazgalı’ndaki tren garına, oradan trenle Bakü’ye gittik.
Tedbirli hareket etmek zorundaydık. Gece yarısı, kimsenin etrafta olmadığı
bir zaman, gizliden Kasım Bey’in baba evine gittik. Kapıyı çalınca Kasım Bey’in annesi karşımıza çıktı. Zavallı kadın heyecandan oracıkta bayılıverdi!
Kaybedecek zamanımız yoktu. Kasım Bey,
“Anne, hazırlan, babama gidiyoruz” dedi. Annesi şaşkınlığını henüz
üzerinden atmış değildi.
“Ama bu nasıl olur?” demekle yetindi. Kasım Bey,
“Geldiğimiz gibi gideceğiz” dedi.
O yıllar Özel ailesinin Bakü’deki evleri Mir Bağır Bey Türkiye’de
olduğu için polis gözetimi altındaydı.
Büyük bir gizlilikle trene binip Erivan’a geldik. Geceyarısına doğru
Erivan’ı terk edip, Arah nehrine doğru yola çıktık. Yollar diken doluydu. Ben
ve Kasım’ın ayakları batan dikenlerden yara bere haline gelmiş, iltihaplanmıştı.
Aras nehri çoşkun ve gür akıyordu. Bereket versin ben ve Kasım Bey,
çocukluk yıllarımızda Hazar Denizinde yüzme sanatını hakkıyla öğrenmiştik.
Hanımları sırtımıza alıp, Aras’ın aşılmaz denilen dalgalarını yenmeyi başardık. Sağ salim Iğdır’a vardık.
İşte Hamza kardeşim, bu olaydan sonra Kasım Bey’le aramızdaki
arkadaşlık ve dostluk çok daha güçlendi.”
Mehmet Bey, Iğdır’da “Bisikletçi Mehmet Usta” olarak bilinirdi. Hacı
Rahim Bey’in kızı Besti Hanım’la evlendi. Çok çocukları oldu. Bunlardan
biri Iğdır’da göz mütehassısı olarak hizmet vermektedir.
Mehmet Bey’e rahmet, çocuklarına uzun ömürler dileriz.
Kelbayı Hudayar Karadağ
Kamerli eşrafından olup Iğdır’a ilk göç edenlerdendir. Ticaret yapardı. Manifatura mağazası vardı. Oğlu Tevfik Bey, babasının vefatından sonra
işlerini devam ettirdi. Tevfik Bey’in halk arasındaki lakabı, “Kara Tevfik”
idi.
Tevfik Bey, Iğdır’ın ilk belediye başkanı olan Hacı Hanlar Bey’in kızı
Laçin Hanım’la evlendi. Bu evlilikten çok akıllı çocuklar dünyaya geldiler.
Bunlardan Nazım Karadağ, Iğdır’da eczacılık yapmaktadır. Diğer çocukları
Almanya, İstanbul ve Ankara’da çalışmaktadırlar.
Tevfik Bey’in bir hayli kızları var. Rahmetli Ziya Yüksel Bey’in eşi
Atika Hanım; Gıyas Karasu’nun eşi Adile Hanım; Aydın Çiftlik’in eşi Gültekin Hanım; Abdullah Bey’in eşi Azer Hanım.
406
Iğdır Sevdası
Hudayar Bey’in, Hamit Karadağ adında bir oğlu ve rahmetli Celil
Cantürk Bey’in eşi olan Şoket isminde bir kızı daha vardı.
Karadağ ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlarına uzun ömür dilerim.
Kurban Taner
Kurban Bey, çok iyi bir dizel motor ustasıydı. Uzun yıllar Resul Taner
Bey’in fabrikasını idare etti. Daha sonra ticarete atıldı. Bir manifatura mağazası açtı.
Aralık kazasından Iğdır’a gelen Kurban Bey’in ilk eşi Nergiz Hanım’dan bir kızı bir de oğlu vardı. Kızı genç yaşta vefat etti. Oğlu Ali Taner
Iğdır’da yaşamaktadır.
Nergiz Hanım’ın vefatından sonra, Kurban Bey, Iğdır’ın sayılı hocalarından Aralıklı Şık (Topal) Hoca’nın kızı ile ikinci evliliğini yaptı. Bu
hanımdan olan Ekber Bey, bugün Iğdır’ın tanınmış saymanlarındandır.
Kurban Taner Bey’in Şükrü isminde bir kardeşi vardı. Uzun yıllar
şoför mesleğini yapan babamın candan arkadaşı olan Şükrü Emmi, geçte olsa
evlendi. Şöllüler’den Molla Rıza Efendi’nin kızını kendisine eş olarak seçti.
Çocukları çok seven Şükrü Bey’e Allah iyi çocuklar nasip etti.
Kurban ve Şükrü Bey kardeşleri rahmetle anar, çocuklarına başarılar
dilerim.
Tükaz Hanım
Iğdır’a Ermenistan’da bulunan Şöllü kasabasından ilk gelenlerdendir.
İyi bir ebe olan Tükaz Hanım çocukları üzerinde üstün bir otoriteye sahipti.
Öyle ki halk arasında bu çocuklar için, “Tükaz Hanım’ın uşakları” diye bir
tabir yer etmişti.
Tükaz Hanım’ın İsa, Hasan, Hüseyin ve İbrahim isminde dört oğlu
vardı. Bunlardan İsa Bey, terzilik yapıyor ve kendisine iskân hakkı olarak
verilen topraklarda çiftçilikle uğraşırdı.
İkinci oğlu Hasan Güraras, ticaretle uğraşırdı. Çocuklarından birisi
tapu müdürü oldu.
Üçüncü oğlu Hüseyin Candemir, kasaplık yapıyordu. Çocuklarından
Yunus Candemir deri ticaretinin önde gelen ismiydi. Hüseyin Bey’in diğer bir
oğlu, Cengiz Candemir, dişçilik yapıyordu.
Dördüncü oğlu, İbrahim Bey, askere jandarma olarak gitti. Trakya’da
görev yaptı ve Kırklareli’nde sevdiği bir kızla evlendi. Iğdır’a dönmedi. Annesi Tükaz Hanım, oğlunun çok hasretini çekti.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Molla Mehemmed Güzelsoy
Iğdır’ın Karakoyun ilçesinden Molla Mehemmed Bey, Iğdır’da otu407
Hamza Aygün
rurdu. Asıl mesleği hocalıktı ama genellikle ticaretle uğraşırdı. Ama ne yapar
eder hocalık görevini Cuma namazlarında hutbe okuyarak ve cemaate namaz
kıldırarak yerine getirirdi. O varken başka hoca mimbere çıkmazdı.
Molla Mehemmed Bey’in bir manifatura mağazası vardı. Halk arasında çok sevilen Hoca, en çok kız isteme heyetlerinde ve meclislerinde aranan
hatırı sayılır bir isimdi.
Molla Mehemmed Bey’in İbrahim ve Halil Güzelsoy adında iki oğlu
vardı. Sonraki yıllar İstanbul’a göç eden İbrahim Bey de babası gibi ticaretle
uğraşırdı.
Halil Bey, tahsil yapıp doktor oldu. İhtisasını tamamladıktan sonra
Bursa’ya yerleşti ve orada mesleğini icra etmektedir.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Çiftlikli Aziz Çiftlik
Aslen Aralık ilçesinin Çiftlik köyünden Aziz Bey, Iğdır’da yaşardı.
Çok güzel evleri vardı. Bunları kiraya verir, köyünde bulunan geniş arazilerinden gelen mahsulü satarak geçimini sağlardı. Çiftlik köyünde yoğun şekilde çeltik ekimi yapılırdı. Kazançlı olan bu bitki sayesinde Aralık ilçesinin
ekonomisi hayli gelişmişti.
Aziz Bey’in Orhan, Mahmut, Aydın ve Nermin adında çocukları vardı. Iğdır’da oturdukları zaman çok aranıp sevilen bu çocuklardan Orhan Bey,
belediyede nikâh memuru olarak görev yapıyordu. Daha sonra İş Bankasına
geçen Orhan Bey, bu kuruluştan emekli olup İzmir’e yerleşti. Orada vefat
etti. Çocukları Ayhan, Beyhan, Benan ve hanımı Şefika Hanım hayattadırlar.
Orhan Bey’e Allah’tan rahmet dilerim.
Mahmut Bey, askerlik görevini yaparken vefat etti.
Aydın Bey de İş Bankası’ndan emekli oldu. Daha sonra vefat etti.
Nermin Hanım, Yılmaz Vural Bey’in eşidir. Nazilli’de oturmaktadır.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Hüseyin ve Hasan Gülseven
Bu iki kardeş Erivan’dan göç edip Iğdır’a ilk gelenlerdendirler. Çok
kibar, ileri görüşlü ve yaşamayı seven bu ailenin gelir kaynağı şöyle idi: Ailenin denetiminde Iğdır’ın tek hamamı, geniş arazileri ve evleri vardı. Evlerinin
bir bölümünü kiraya verirlerdi. Bahçelerinde her türlü meyve ağacı bulunurdu. Iğdır’da meyvenin en iyisini onlar yetiştirirdi.
Erivan’daki yaşamında Hüseyin Bey, kalpakçılık mesleğiyle uğraşırmış. Kafkasya’nın Karakul koyununun kuzu derisinden yapılan kalpaklar her
yerde alıcı bulurmuş. Özellikle Buhara papağı meşhurmuş.
Hüseyin Bey’in zanaatkarlığı ne yazık ki Türkiye’de para etmedi.
408
Iğdır Sevdası
Şapka Devrimi nedeniyle papak giyimi yasaklandı veya oldukça azaldı.
Hasan Bey yetenekli bir terziydi.
Hüseyin Bey’in Nurettin ve Fahrettin adında oğulları, Muhterem, Sakine ve Kevser adında kızları vardı. Aile, çocukların tahsili nedeniyle sonraki
yıllar Ankara’ya taşındı.
Fahrettin Bey, tahsilini tamamlayarak Anadolu Ajansı’nda uzun seneler görev yaptı ve emekli oldu.
Nurettin Bey, banka müdürlüğünden emekli oldu. Ankara’da yaşamaktadır.
Kevser Hanım da Ankara’da yaşamaktadır.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Kerim Yaycılı
Şair ve Edebiyatçı, Kerim Yaycılı, Alhan oğullarından Hacı Abdullah
Efendi’nin oğlu olup 1913 yılında Iğdır’ın Yaycı köyünde dünyaya gelmiştir.
Çocukluğu Birinci Dünya Savaşı’nın ıstırap ve acısı içinde geçmiştir.
Mazinin bu acı sahneleri onun subay olarak vatana hizmet aşkını
körüklemiş, girdiği askeri ortaokul ve liselerinde sınıfını daima birincilikle
geçen Kerim Yaycılı, çok çalışması ve bünyece zayıf olması nedeniyle 1931
yılında ciğerlerinden rahatsızlanarak çürüğe çıkarılmıştı. 1934 yılına kadar
devam eden hava tebdili sırasında Karaköse (Ağrı), Karakoyunlu nahiyesi
ve Erzurum ilkokullarında öğretmen olarak hizmet vermiştir. Aynı yıl içinde
Erzurum Lisesi Edebiyat kolundan mezun olarak Yedek Subay hizmetine çağrılmıştı. 1937 yılında terhis olduktan hemen sonra Ankara’ya gelerek Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girmiştir.
Kerim Yaycılı, Iğdır’da doğup büyüdüğü için oraya ve orada yaşayan yurttaşlarına karşı sonsuz sevgi ve saygısı vardı. Aras nehri onun ilham
kaynağı idi. Iğdır’ın istila yıllarında perişan oluşunu, “Iğdır’ın Kurtuluşu”
başlıklı şiirinde şöyle anlatıyordu:
Zalim düşman oldu bir gün seferber
Yandı her kent, Oba, Yaycı, Hoşhaber
Medet Allah, medet Allahu Ekber!
Ateş düştü, yurda yuvaya kente
Bir mahşerdi ana oğul yitende
Gelip çattı sanki bir aher zaman
Ne silah var bizde ne de bir güman
El kol bağlı aman Allah el aman
409
Hamza Aygün
Dağı taşı boyadılar al kana
Tanrı fırsat vermesin düşmana
Kerim Yaycılı bu şiirin sonunu kahraman Türk ordusunun Iğdır’ı kurtarışındaki gayretini dile getirerek şu şekilde noktalıyordu:
Karşı dağlar birer birer uyandı
Tan yerleri kan rengine boyandı
Türk Ordusu Türk Ordusu dayandı
Top sesleri ufukları sararken
Mehmetçikler düşmanları tararken
Top tüfekle yakıp yıkan bu yurdu
Top tüfeksiz yollarda kaçıyordu
Aras içti düşmanların kanını
Aldı millet yüce intikamını
Ufuklara çekilirken Albayrak
Yeni baştan halk olundu bu toprak
Kerim Yaycılı, 66 yıllık hayatının 36 yılını hasta, yürüme kabiliyetinden mahrum geçirmesine rağmen hiç kimseye nasip olmayan büyük bir azim
ve irade ile yaşama gücünü kaybetmemiş, hayata bağlanmasını bilmiştir.
Kerim Yaycılı’yı 1962 yılının bir 21 Mart gününde tanıdım. Kendisinin çalıştığı Devlet Opera ve Tiyatrosu’nda geniş bir muhiti vardı. Bütün
sanatçılar ona karşı derin bir sevgi ve saygı duyarlardı. Yalnız kaldığı, dışarıya çıkmadığı odası, hiçbir zaman boş kalmaz, ziyaretçileriyle dolup taşardı.
Birilerine sitem etmesi gerektiği zaman, kimsenin kalbini kırmamak için,
sözlerine büyük bir yumuşaklık ve gülümseme katar, karşısındakinin gönlünü
okşardı.
Kerim Bey, 13 Temmuz 1979 Cuma günü akşamı kalp krizi sonucu
hayata veda etti. Cenazesi 16 Temmuz Pazartesi günü saat 15 ‘de Ankara Küçük Tiyatroda Devlet Tiyatrosu sanatçılarının, dost ve hemşehrilerinin katılımıyla yapılan törenden sonra akrabaları tarafından alınarak Iğdır’a götürüldü.
Orada toprağa verildi.
İyi bir insan ve her şeyden önce iyi bir vatan şairi olan Kerim Bey’e
Tanrıdan rahmet dilerim. Bu büyük şairin Iğdır için yazmış olduğu “Araslı
Kız” şiirini burada takdim etmeden geçemiyorum.
Araslı Kız
Ak bulutlar bürümüş Ağrı’nın zirvesini
Azeri kızlar dinler Aras’ın şen sesini
410
Iğdır Sevdası
Iğdır şu baharıyla ne kadar cana yakın
Araslı kız saçına, göksüne güller takın.
Çardaklardan türküler yayılır ovaya
Gel Aras seyredelim Iğdır’ı doya doya
Bugün rüzgârlar bile şiveni taklit eder
Söyle Aras kolların hangi diyara gider
Gezerken şu kıyıda hâlâ yüreğim sızlar
Görmüştüm onu bir gün kağa giderken kızlar
Ak yaşmağın altında lebler kıpkırmızıydı
Sormadım da kimseye o kız kimin kızıydı?
Gözlerinde parlarken bayrağın yıldızı
Sevmiştim şuracıkta o şen Azeri kızı
Bir sevdalı titreyiş vardı tatlı sesinde
Iğde ağaçlarının kokulu gölgesinde
Geçen yaz hatıramız o an ruhumu çardı
Sesinde aşkımızın yanan hasreti vardı
Ne zaman şu kırlara yayılsa koyun kuzu
Onu görürüm diye bekliyorum Navruz’u
Aradım Mecnun gibi dağın yamaçlarını
Dediler yıkıyormuş Aras’ta saçlarını
Ne olur işitseydim bir daha şen sesini
Tatsaydım ah ölmeden o yarın busesini
Derdim Cennette bana kimse olmasa da yar
Benim iki dünya da yalnız bir sevgilim var
Iğdır’ın İyi Giyinen Efendi Gençleri ( 1921-1935)
1.Naci Güneş
2.Haydar Yüksel
3.Hasan Tezel
4.Rıza Aygün
5.Fazıl Baykal
6.Kara Hafız
7.Hasan Gülseven
8.Mir Kasım Yeşilyurt
411
Hamza Aygün
9.Reşit ve Beyler Bey
10.
Rıza Yangın
11.
Hasan Saygı
12.
İsmail Özgür
13.
Kitili İbrahim
14.
Küllüklü Celil Aras
15.
Arapkirli Nağdeli
16.
Obalı Mehmet Aydın
17.
Kızılzekirli Eli Medet
18.
Melekli Talat Tufan
19.
Başköylü Celil Aslantürk
20.
Arapkirli Zeynel Abidin
21.
Mecit Güneş
22.
Musa Turan
23.
Kuzugüdenli Muharrem
24.
Adızeki isimli bir genç
25.
Meleklili Şah Hüseyin
Salamullah Emmi
Kafkasya göçmenlerinden Salamullah Emmi, anlatıldığına göre Türkiye’ye geçmeden önce glava yani muhtar veya nahiye müdürlüğüne benzer
bir görevi varmış. annesi, Zülfikârlı Hacı Hüseyin’le evliydi. Annesi Zinnet
Hanım, ebelik yaparak geçimini temin ediyordu.
Salamullah Emmi, Türkiye’ye geldikten sonra Kazancı köyünde
rençperlik yaparak geçimini sağlıyordu. Çok şakacıydı. Kulağı her yerdeydi.
Onun bu karakteriyle ilgili olarak halk arasında, “Çayı karıştırma içinden Salamullah çıkar!” diye bir özdeyiş bile yer etmişti.
Bir ara köyün gece bekçiliği işini üzerine alan Salamullah Emmi’nin
başından bir gün ilginç bir olay geçmişti. Şöyle anlatırdı:
“Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Kazancı köyü sessiz ve derin bir
uykuya dalmıştı. Sırtımda bekçi tüfeğim, köyün daha çok Aras nehrine yakın
tarafında volta atıyordum.
Birden karanlığın içinde bir karaltı fark ettim. Tavır ve davranışlarından yabancı birisi olduğu belliydi. Tüfeğimi doğrultup, “Dur!” diye
bağırdım. Karaltı, elleri havada yanıma yaklaştı. Tahminimde yanılmamıştım. Karşımda, Ruslarla aramızda sınır Aras nehrini yeni geçmiş bir kaçak
duruyordu
O yıllar, maharetli insan şebekeleri vardı. Gece yarısı, uygun bir
zamanda, geçiş parası karşılığı sivilleri gizliden bir taraftan diğerine geçiriyorlardı. Casusluk olaylarının da hayli yoğun olduğu böyle bir dönemde
412
Iğdır Sevdası
benim görevlerimden birisi de şüphelendiğim kimseleri yetkili mercilere bildirmekti.
Karşımdaki adamın hareketlerinden şüphelenmiştim. Yabancı adam,
“Bana yardım et!” diye yalvardı. Kendisine,
“Evime kadar gelin!” demekle yetindim. Önüme katıp eve götürdüm.
Odalardan birisini kapatıp, hızlı adımlarla ilçe merkezine yola çıktım. Milli
Emniyet Müfettişi Hüsnü Bingöl’ü durumdan haberdar ettim.
Şüpheli adamı yakalayıp Erzurum’a gönderdiler.
Aradan bir zaman geçti. Mahkeme, kaçağı yakalayan kimse olmam
sıfatıyla, şahitlik yapmam için hakkımda celp (çağrı) kararı çıkarttı. Jandarmalar gelip beni köyden aldılar.
İki atlı jandarmanın önünde yürüyerek Iğdır’a vardım. Bu kez atlı
jandarmalar değişti; başka iki jandarma, yine atlı olarak, beni önlerine katıp
Orgof’a götürdüler. Atlı jandarmalar yine değişti; yeni görevli jandarmalar
da beni önlerine katarak Çille köyüne; jandarmalar yine değişti; bu şekilde
her seferinde beni kendilerine en yakın jandarma karakoluna teslim ederek,
bir karakoldan diğerine, yaya yürüterek, 20-30 günde Erzurum’a vardım.
Üstüm başım perişan, ayaklarım kan revan içindeydi. Vakit kaybetmeden hâkimin huzuruna çıkardılar.
Hâkim, casus şüphesiyle yakaladığım adamı bana göstererek,
“Bu adamı sen mi yakaladın?” dedi.
“Evet efendim!” Hâkim biraz düşündükten sonra,
“Yanında başka kimse var mıydı?”
“Hayır efendim!”
Hâkim, kağıtlarına baktı sonra kafasını kaldırıp,
“Tamam oğlum siz gidebilirsiniz!” dedi.
Bu iki soruyu sormak için mi bana bunca eziyet vermişlerdi! Geriye
dönüş de çabası...
Bu haksızlığı kabul edecek türden insan değildim.
“Hâkim Bey, bir istirhamım var!” dedim.
“Buyur evlâdım?”
“Ben köy bekçisiyim. Bu adamı yakalamakla görevimi yaptım. Ama
sizin sorduğunuz iki sual için beni Iğdır’dan buraya yayan olarak gönderdiler. Ayaklarımın haline bakın! Günlerce yollarda per perişan buraya getirildim. Şimdi, “Tamam gidebilirsiniz” diyorsunuz ama neyle gideyim? Cebimde
beş kuruş param bile yok!” dedim.
Hâkim, şaşkın bana dönerek,
“Siz bunca yolu yayan olarak mı geldiniz?” diye sordu.
“Evet efendim!” dedim.
O yıllar mahkemeler celp ettikleri kimselere “harcırah” veya “öde413
Hamza Aygün
nek” gibi para yardımı yapmazdı. Hâkim, kendi gücüyle topladığı paraları
elime tutuşturup beni Iğdır’a yolcu etti.
Ali Dumlu
Doğubeyazıt eşrafından Ali Dumlu, efendi ve cömert bir insandı. İlçe
merkezine yakın yerde, daha sonra “Yeni Cadde” olarak isimlendirilen mevkide oldukça önemli gayri menkulleri vardı. Ali Bey, bir ayağı Doğubeyazıt’ta
bir ayağı Iğdır’da, işlerini büyük bir ciddiyetle takip ederdi.
Ali Bey’i, bir gün Ankara’da, talebe derneği yararına düzenlenen özel
bir gecede, yakından görüp tanıma şansım olmuştu Açılacak öğrenci yurdu
için para toplanıyordu. Ali Bey, cömertçe, yüklü bir parayı masanın üzerine
koyunca, salon alkışa boğuldu.
Ali Bey’in Iğdır’da çok yakın dostları vardı. Bunlardan birisi de merhum Rahim Akyüz idi. Rahim Bey, başından geçen trajik olaydan sonra, uzun
yıllar cezaevinde yattı. Tahliye olduğu yıllar eli dardaydı. Ali Bey, bu eski
dostunu sahiplendi; dükkanlarından birisini kahvehane olarak çalıştırması
için Rahim Bey’e teslim etti.
Anlatıldığına göre, Ali Bey, bu dükkan için hiçbir zaman kira talebinde bulunmadı.
Şükrü (Poyraz) Efendi
Şükrü Efendi Trabzonluydu. Atatürk’ün bindiği türden özel bir arabası
vardı. Ağrı harekâtını takip eden yıllarda, savcı ve hâkimleri özel arabasıyla
dolaştırır, keşif gibi hukuki işlemlerin yerine getirilmesine yardımcı olurdu.
Şükrü Efendi’nin dört kızı vardı. Ağrı Dağı İsyanında yetim kalan
“Hami” isimli bir erkek çocuğu kendisine evlât edindi. Çok geçmeden bir
oğlu dünyaya gelince, ona da “Sami” ismini verdi.
Şükür Efendi’in büyük kızı Kadriye Hanım, Şoför Hasan’la evlendi.
Memnune isimli kızı da Kars’a gelin gitti. Diğer kızları (birinin adı Suzan)
daha sonra, Trabzon’da evlendiler.
Hami ve Sami kardeşler benim yaşıtımdı. Bir dükkanları vardı. Tekel
maddeleri ve Altunzade Çiftliğinde imâl edilen şarapları satarlardı.
Altunzade Çiftliği şaraplarının özel şişelemesi olmadığı için, dükkancılar açıkta satılan bu şarabı, ufak rakı şişelerine doldurur, ikinci el mantarlardan birini şişenin ağzına tıkarlardı. Yazın sıcağında, şaraplar genleşince, iyi
sıkışmamış mantarlar basınca dayanamaz, “Paaaat!” diye fırlarlardı.
Hami başarılı bir şekilde ortaokulu bitirdi. Delikanlı çağındayken, bir
gün ona, “Senin gerçek anne baban Ağrı Dağı İsyanında telef oldular” diye
gerçeği anlattıklarında Hami, o günden sonra garip bir tutum içinde girdi.
Süphan Güneş’in lokantasında garson olarak çalıştı. Biriktirdiği parayla alıp
414
Iğdır Sevdası
başını İstanbul’a gitti. Askerliğini yaptıktan sonra, İstanbul’da belediyenin Su
İşleri bölümünde bir iş bulup orada kaldı.
Hami, kendisini evlâtlık eden aile karşı olan vefa borcunu hiçbir
zaman unutmadı. Elinden geldiğince kardeşlerine ve yeğenlerine yardımcı
oldu.
Vahap Akar
Vahap Bey’in ailesi hakkında bilgi sahibi değilim. Kendisini 1950-60
yılları arasında tanıma şansım oldu. O yıllar yıldızı yeni parlamıştı.
Yanılmıyorsam, mahkemede zabıt kâtibi olarak görev yapıyordu. Hâkimlerle ters düştüğü için bu görevinden ayrılmış, davavekilliği görevine başlamıştı. Dil bilmesi nedeniyle aşiretten insanların meramını dilekçeye döküp,
onlara bu konularda büyük yardımları dokundu.
Vahap Bey, sonraki yıllar siyasete heveslendi. Bu arada “Kızılay” gibi
bazı derneklerin yönetiminde yer aldı.
Vahap Bey’in Doğubeyazıt Caddesi üzerinde çok güzel 40-50 dönümlün bağ ve bahçesi vardı. Daha sonra bunları Mehmet Iğdır’a sattı.
Allah rahmet etsin.
Ali Rıza Bagana
Söğütlü mahallesinin bu uzun ömürlü ve köklü ailesinin 100 yaşına
kadar yaşayan aile büyüğü Mollaeziz (Aziz Vural) Bey idi. Aziz Beyin Rıza
isminde terzilik yapan bir oğlu vardı. Aile, çiftçilik ve hayvancılık yaparak
geçimini sağlardı.
Ailenin ikinci büyüğü Abdülazim Bagana Beydir. Çiftçilikle uğraşırdı. Şakacı ve nüktedan Abdülazim Beyin üç oğlundan en büyüğü Ali Rıza
Bagana Söğütlü Mahallesine yirmi yılı aşkın muhtarlık etmiştir.
Ali Rıza Bey gençlik yıllarında meşin yuvarlağın unutulmaz ismiydi.
Halk arasında kazanmış olduğu sevgi ve saygı hep devam etmiştir.
Kardeşi Muharrem Bagana, belediyede uzun yıllar çalışıp, emekli
olmuştur. Üçüncü kardeş Kâmil Bagana da belediyede zabıta memuru olarak
görev yapmıştır.
Bagana Ailesini üçüncü önemli ismi, Mehmet Ali Beydir. Çiftçilikle
uğraşırdı. Temiz ve samimi bir kişiliği vardı.
Ailenin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Bayatlar
Bayatlar denilince Söğütlü Mahallesinde Ali ve Veli kardeşler akla
gelir. Ali Bayat Bey, renkli bir kişiliğe sahipti. Siyasete ilgiliydi. Uzun yıllar
belediye encümen azalığı yaptı.
415
Hamza Aygün
Gençlik yıllarında fayton işleten Veli Bayat iyi bir çiftçi idi. Disiplin
ve bilgisiyle kısa sürede iyi bir esnaf olarak zengin oldu.
Her iki kardeşe de rahmet dilerim.
Fuat Araslı
Aslen Erivanlı Fuat Araslı, Iğdır’ın Kızılzekir köyüne iskân edilmişti.
Fuat Bey, daha sonra Kars’a gitti. Orada fotoğrafçılık mesleğiyle iştigal etti,
“Kars” isminde bir gazete çıkararak başarılı bir gazeteci oldu.
Fuat Bey’in, Karakoyunlu beylerinden Haydar Bey (Rıza Yalçın’ın
babası) ve Melekli beylerinden Ağa Bey’le (Zöhrap Makinist’in babası)
uzaktan bir akrabalık ilişkisi içinde olduğunu biliyorum. Ancak bu ilişkinin
yakınlık derecesi hakkında bilgi sahibi değilim.
Fuat Bey’in kız kardeşi, Sultanabat beylerinden Şefi Öcal’ın hanımıydı. Kendisi de Sarıkamış’tan, eski Kars Milletvekili Hasan Erdoğan’ın kız
kardeşiyle evlenmişti.
Fuat Bey’in hanımı, Kars bölgesinde “Türkmen” olarak adlandırılan
Alevi’ydi. Bir gün bir akrabası Fuat Bey’e, “Sen de Türkmenler’den evlendin” diye sitem edince, işin içinden çıkamayan Fuat Bey, “O kadar üzülmeyin.
Zaten bize dönmek üzereler” diyerek ince bir zekâyla durumu kurtarmış.
Hopalı Sami Bey
Ağrı Dağı ve çevresindeki köyler memnu (yasak) mıntıka ilân edildiği
için (1930-50), yaylacıların buralara gitmesine izin verilmezdi.
40’lı yılların başında Sami Bey isminde, Hopalı bir tüccâr, yanında arkadaşları Iğdır’a geldi. Lokantamızda yemek yiyip, otelimizde geceledikleri
için, kendilerini yakından tanıma şansım olmuştu.
Türkiye genelinde bir ot sıkıntısı yaşanıyordu. Sami Bey, yasak bölge
Ağrı Dağı’nda, izin alabilirse hayvancılık yapmak niyetindeydi. Gerekli mercilere başvurup, verilecek cevabı beklemeye koyuldu.
Kaymakam ve Milli Emniyet Müfettişliği, Sami Bey hakkında ayrı
ayrı, Bakanlığa olumlu rapor gönderince kendisine istediği izin verildi.
Sami Bey, Hopa’dan getirttiği, kuyrukları uzun bir cins koyunu Ağrı
Dağı’nda özel besiye aldı. Çobanlardan duyduğuma göre, dağın yamaçlarında
yabani keçiler sürüler halinde dolaşıyormuş. Hatta gelip, sürünün içine karışıyor, koyunlarla birlikte otluyorlarmış. Çobanlar, yaban keçileri kementle
yakalamak için gün boyu uğraşıp dururlarmış.
Ağrı Dağı’nın yamaçlarında yüzlerce dere vardır. Buralarda yetişen
otların bir kısmı hayvanlar için oldukça zehirlidir. Yerli aşiretler, hangi otun
hangi sezonda hayvanlara zararlı olduğunu çok iyi bildikleri için, sürülerini o
vadilerden uzak tutarlar.
416
Iğdır Sevdası
Ancak, Hopalı çobanlar tehlikeden habersizdiler. İkinci yıl, koyun
sürülerini zehirli otların olduğu vadide otlatınca, hamile koyunlar zehirlenip
yavru attılar.
Yeni doğmuş koyun yavrusu, eğer annesi tarafından yalanmazsa, tüyleri kıvırcık kalır; bundan da Astragan yapımında kullanılan bir cins deri elde
edilir.
Sami Bey, uğradığı zarardan en az maliyetle kurtulmak umuduyla, ölü
yavruları post edip, Iğdır’a getirdi. Lokantamızın arka bahçesinde 400-500
kuzu postu, alıcı beklemeye başladı. Hasan Gülseven ve eşim Şükran Hanım’ın amcası gibi kasabanın tanınmış tabakçıları (deri işleyicileri) bu kuzu
postlarını satın alıp, manto ve kürk yapımında kullandılar.
Babamın, bu Astragan deriden yapılma çok güzel bir paltosu vardı.
On yıldan fazla hiç bozulmadan paltoyu üzerinde taşımıştı.
Altunzade Ailesi
Yusufelili Altunzade Ailesi, Acar Türkleri’ndendi. Aile, 1920’li yıllardan sonra, Rus yönetimi zamanında Ermeni yerleşim yeri olan ve bu yüzden
tamamen boşalan, Taşburun köyüne gidip yerleşmişti. Buradaki bağları satın
alıp Ermenilerden kalma şarapçılık mesleğini uzun yıllar başarıyla devam
ettirdiler.
Bu ailenin bir kızı, Abdullah Alimeco isimli aşiretten birisiyle evlendi. Hafız isimdeki akrabasının kasaba merkezinde, tekel maddeleri ve alkol
sattığı bir dükkanı vardı. Hafız Beyin Rıza isimli oğlu da Mal Müdürü olarak
Türkiye’nin çeşitli yerlerinde çalıştı; emekli olduktan sonra da Manisa’ya
yerleşti.
Şeyh Musa Doğan
Şeyh Fetto’nun oğlu Musa Doğan Bey son derece efendi yaratılışlıydı. Asil görünümlü, ince düşünceli ve muhatabına karşı nazikti. En önemlisi
cömert yaratılışlı, sofrası herkese açık, gönlü zengin eşi bulunmaz bir insandı.
Erzurum Lisesinde okuduğunu hatırlıyorum, sonradan liseyi bitirdiğini duydum.
Evleri, çamurdan yapılı Ermeni kilisesinin bitişiğindeydi. (İki kilise
vardı)
Ağa Erkan Bey’le Kağızman’daki Askeri Birliklere iaşe müteahhitliği
yaptı. Savaş sonrası askeri düzenleme gereği birlikler Erzurum’a çekilince,
Musa Bey müteahhitlikten çekildi.
Mehmet Ataman Bey’in kızıyla evlendi. Uzun yıllar, gerek il genel
meclisi gerekse milletvekili olarak hemşehrilerine ve bölgeye hizmeti dokundu. Allah rahmet etsin
417
Hamza Aygün
Yaycılı Esadullah Güneş
Iğdır’ın Yaycı köyü değerli insanlar çıkarmıştır. Bunlardan çiftçi ve
marangoz Esadullah Beyin özel bir yeri vardı. Elinde aletleri, çiftçilerin ve
ahalinin yardımına koşar, tamiri imkansız parçaları ustalık ve hünerle tamir
ederdi.
Esadullah Bey’in büyük oğlu Ahmet Güneş, nüktedan ve babası gibi
her derde deva birisidir. Iğdır’da Adliye zabıt katipliği yapan Ahmet Bey, Ankara İcra Memurluğu okuluna iki yıl devam etmiş, bilahare Kayseri Adliyesine tayin olup, bu ilde 20 yılı aşkın hizmet vermiş; İcra Daire müdürü olarak
emekli olmuştur.
Teyzem Latife Hanımla evli Ahmet Bey’in Baycan ve Adnan isimlerinde oğulları ve bir kızı vardır. Çocukları yüksek tahsil mezunu olup, hayata
atılmışlardır.
Hâlen İzmir’de ikâmet eden Ahmet Bey, ticaretle uğraşmaktadır.
Ahmet Bey, icra memuru olarak görev yaptığı yıllar traji-komik olaylarla karşılaşmış; aile toplantılarında zaman zaman bu anılarını kendine özgü
üslubuyla anlatıp bizleri neşelendirirdi. Bunlardan birini anlatmadan geçemeyeceğim:
Bir gün Ahmet Bey, Kayseri’nin bir köyüne icra işlemini uygulamaya
gider. Yanında iki jandarmayla muhtarın huzuruna çıkıp, borcunu ödemeyen
köylünün mallarını haciz işlemini başlatır.
İcra memurunun köye geldiğin haber alan köylü, kıymetli halıları üst
üste yığar, üzerine de yatağını serer. Kadın kılığına giyinip, hamile rolünde
karnını yastıkla şişirir, doğum sancısıyla yatağa uzanır.
Bundan sonrasını Ahmet Bey şöyle anlatırdı:
“Odadan içeri girdiğimde ne göreyim! Ev tam takır. Yerlerde ne kilim
ne halı... Odanın bir köşesinde bir kadın (!) yatağa uzanmış doğum sancısıyla
kıvranıp duruyor. Kendi kendime, “Göze dokunur bir eşya yok, neyi haciz
edeceğim?” diye söylendim.
Bir ara gözüm somyaya ilişti. Yatak olağandan çok daha yüksekti.
Gözlerimi aşağı kaydırınca, halıların saçakları dikkatimi çekmişti.
Bana eşlik eden jandarma ve muhtar avludaydı.
“Hanımefendi size zahmet, yatağın altını kontrol edeceğim” dedim.
Bu sözüm ev sahibini çileden çıkarmıştı. Hamile kadın (!) ve yardımcıları üzerime abanıp beni bir güzel dövdüler. İri kıyım kadın nasıl da güzel
yumruk atıyordu canım!
Yalvarmaya başladım. “Aman beni öldürmeyin! Söz veriyorum halıları haciz etmeyeceğim”
418
Iğdır Sevdası
Yumruk sayısı azaldı. Gürültüye koşan muhtar beni onların elinden
alıp avluya çıkardı. Yüz gözüm kan revan içindeydi. İsteseydim jandarmaları
harekete geçirip haklarında yasal işlem başlatabilirdim ama verdiğim söze
bağlı kalmayı tercih ettim. Yumruklarını benden esirgemeyen hamile kadına
(!),
“Su getir de yüzümü yıkayayım!” dedim.
Hem kendimi temizliyor, hem de ev sahibiyle pazarlığıma devam
ediyordum:
“Halıları aldığınız şahsın borcunu ödememişsiniz. Bir hafta sonra geri
geleceğim. Hiç olmazsa iplik parasını ödeyin, tamam mı!”
Söz alınca ayrıldım.
Eve geldiğimde eşim Latife Hanım, yüzüm gözüm şiş içinde görünce
heyecanlandı:
“Ahmet ne oldu, kimden dayak yedin?”
Olup biteni anlattım. Hamile kadından (!) dayak yediğimi öğrenince
kendisini tutamadı:
“Oh olmuş! Bir de benim yerime vursaydı bari”
Her ne kadar muhtar ve jandarmalar, cezai işlem yapılması için üzerimde baskı kurdularsa da ben çoktan maddi sıkıntı içindeki hamile kadını (!)
gönülden affetmiştim bile.”
Ahmet Beyin buna benzer nice öyküleri var. Kendisine uzun ömürler,
ailesine başarılar dilerim.
Esadullah Beyin diğer oğlu Seyfi Gül Bey, Nazire Teyzemle evlidir.
İzmir’de ticaretle uğraşmaktadır.
Seyfi Gül Bey, ortaokulu bitirdikten sonra çiftçilik yapmış; bilahare
memuriyete atılmıştır. Sıtma Savaş’ta sağlık memuru olan çalıştıktan sonra,
bu kurumdan emekli olmuştur. Uzun ömürler dilerim.
Erhacılılar
Erhacılılar cesaretleri ve gözü pek oluşlarıyla meşhurdur. Milli Mücadele yıllarında Ermeni saldırganlara ezilmeyen ve direnen bu köyün ileri
gelen isimlerini şöyle sıralayabiliriz:
İco Gül, Mehmet Duman (Duman Çavuş), Etem Gül, Umud Ali, Ahmet Bakış ve Hüsin Bey.
Bu köyden Sultan Bey’in Kemal (Varol) isimli oğlu başarılı bir tahsilden sonra Sümerbank Genel Müdürü olmuştu.
419
Hamza Aygün
Ahmet Bakış
Aslen Erhacı köyünden olan Ahmet Bey, bilahare Pulur köyüne yerleşmiş; halk arasında “Pulurlu Ahmet” olarak tanınmıştır. Kadir Erol emmiyle
beraber, Halk Partisinin bayrağını yıllarca Iğdır’da taşıyan Ahmet Bey, şık
giyinir ve arkadaşlığına önem verirdi. Ahmet Beyin sevip saydığı arkadaşlarından birisi de Mecit Şek Beydir. Her ikisi kol kola kasaba merkezini dolaşır,
görenlerin ilgi ve mahzarına neden olurlardı.
Ahmet Bey’e rahmet, Mecit Bey’e de uzun ömürler dilerim.
Karhınlı Esker (Özdemir)
1. Eyüp Özdemir:
2. Yunus Özdemir:
3. Ziya Özdemir:
4. Kahet Özdemir
5. İsmet Özdemir
6. Sıdıka Özdemir
7. Agah Özdemir
Mal müdürü
Milli Eğitimde memur
Bankacı
Esnaf
Tapucu
Evli
Eczacı
Karhınlı Esker, iyi bir tüccârdı. Ani vefatıyla çocukları baba mesleğinden
ayrılıp, başka alanlara yöneldiler. Temiz ve çalışkan bir aileydi. Ölenlere rahmet dilerim.
Yaycılı Mehmet Ali
1. Ali Yaycı
2. Rüstem Yaycı
3. Cahit Yaycı
4. Mesut Yaycı
5. Raile Yaycı
6. Cafer Yaycı
7. Kasım Yaycı
Iğdır’ın en varlıklı ve eski tüccarı Mehmet Ali Bey’in bin bir çeşit
mağazası vardı. Halk arasında, bu mağaza için, “Kuş sütü bile bulursun” sözü
yerleşmişti.
Mehmet Ali Bey’in garip bir ticaret prensibi vardı. Sermayesinin
cebinde (nakit) olmasına özen gösterirdi. Gayrimenkul almaya istekli olmadığından hep kirada otururdu. Halbuki isteseydi şakasız Iğdır’ın yarısını
alabilirdi.
Zamanla yeni türden iş adamları öne çıkınca Mehmet Ali Bey ticari
zenginliği önemini kaybetti. Çocukları da ticaret yerine memuriyeti tercih
420
Iğdır Sevdası
ettiler. Ölenlere rahmet olsun.
Yaycılı Veli
Muharrem Yaycılı
Veli Bey, ağabeyi Yaycılı Mehmet Ali’den ayrıldıktan sonra ekonomik anlamda kendisini toparlamakta zorluk çekti. Gerek sağlık sorunu gerekse plasman noksanlığı Veli Bey’i sıkıntıya sokmuştu.
Buna karşın, oğlu Muharrem Bey, başarılı bir esnaf olarak Iğdır’ın
sayılı tüccarları arasında yerini aldı. Ölenlere rahmet olsun.
Iğdır’ın İlk Esnafları
Terziler:
1.Hasan Tezel
2.Hasan Gülseven
3.İsmail Özgür
4.Mezahim
5.Mehmet Hüseyin
6.Akil Usta
7.Kasım Yeşilyurt
8.Amcabey Odoğlu
9.Terzi Veli
10.Mustafa Taysi
11. Latif Çınar
12.Terzi Şevket
Yemeniciler:
1.Iğdırmavalı Meşe Abbas
2.Iğdırmavalı Mehmet Rıza
3.Kamerli Hamit Keskin
4.İranlı Mirze Ağa
Kunduracılar:
1.Erivanlı Ekber Usta (Tekinbaş)
2.Erivanlı Ali Usta
3.Bulgar Göçmeni Hasan Usta
Berberler:
1. Hüseyin Akın
2. Ebdil
421
Hamza Aygün
3. Seferali
4. Nağı
5. Meşe Kasım
6. Zülfikâr Aşula
7. Berber Ali
Araba ve fayton ustaları:
1.Ejderin oğlu Kurban
2.Nefes Usta
3.Reşit Taşkınsu
4.Abdin Akgün
5.Emir Aydın Kaçerli
6.Esat Kılıç Usta
Saatçiler:
1.Saatçi Abbas
2.Saatçi Tefik, Kuyumcu Solmaz
3.Saatçi Memet Tağı, Kuyumcu Solmaz
Şoför esnafı:
1.Hasan Saygı
2.Rıza Aygün
3.Yakup Öcal
4.Kasım Turan
5.Ali Yardım
6.Benzinci Ahmet
7.Şık Ali Yaycılı
8.Yaycılı İsmail
9.Mecit Tuna (Gara Mecit)
10.İslam Tuna
11. Şükür Taner
12.Ali Taner (Yavaş Ali)
Marangozlar:
1.Halit Usta
2.Ayhan Özmen
3.Hamit Kolan
4.Göçmen Ahmet
5.İsmet Kalafat
6.Kadir Ertan
422
Iğdır Sevdası
Zülfikâr Aşula
Ermenistan’ın Kamerli kasabasından Iğdır’a göçmen olarak gelmiştir.
Mesleği berberlikti. Temiz huylu, iyi giyimli ve kendi halinde bir zanaatkardı.
Bir oğlu bir de kızı vardı.
Oğlu Mustafa Aşula, Iğdır’ın yetiştirdiği nadir devlet adamlarındandır. İlkokulu ve ortaokulu Iğdır’da tamamladıktan sonra liseyi leyli mecani
bitirip Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi diplomasını hak kazanmıştı. Dışişleri Bakanlığında görev yapan Mustafa Bey, Büyükelçi sıfatıyla ülkemizi
değişik ülkelerde temsil etmiştir. Libya sefiri olarak bu görevde en uzun süreli
kalmayı başaran Mustafa Bey, Kazakistan sefiri iken emekli olmuştur.
Mustafa Bey ilk ve ortaokul yıllarında çalışkanlığıyla kendisini kasabaya kanıtlamıştı. Ortaokul yıllarında, Saniye Hanım isminde başarılı bir
Fransızca Hocası vardı. Onun ön ayak olduğu okul piyesinde Mustafa Bey,
baş rolde oynamış, temsil boyunca Fransızca konuşarak dinleyicilerin beğenisini kazanmıştı. Mustafa Bey’in başarısı günlerce kasabada konuşulmuştu.
50 yıl Iğdır’dan uzak kalan Mustafa Bey, dönüş yolunu Azerbaycan
ve Nahcıvan üzerinden Iğdır’a yapmıştı.
İngilizce, Fransızca ve Arapça bilen Mustafa Bey halen Ankara’da bir
şirkette görev yapmaktadır. Evli, iki kız babasıdır. Bir kızı Dışişleri Bakanlığında görevlidir.
Mustafa Bey’e uzun ömürler dilerim.
Timur Demirci
Ermenistan’ın Şöllü Mehmandar kasabasından Iğdır’a göç etmiştir.
Evli, iki oğul bir kız babası Timur Bey, Han ve geniş arazi sahibiydi.
Oğlu Mikail Demirci, Iğdır’ın sevilen sportif gençlerinden birisiydi.
T. M. O.’de görev alıp bu kurumdan müdür olarak emekli olmuştur. Kardeşi
Enver Demirci, İstanbul’da banka memuru olarak çalışmış, orada vefat etmiştir. Ölenlere rahmet, kalanlara başarılar dilerim.
İbat Tuncer
Iğdır’ın sayılı tüccarlarından İbat Bey, Sultanabat Mahallesindendir.
Başköylü Esadullah Yenigün’ün kız kardeşiyle evlidir. İki oğlan, iki kız babasıdır. Büyük oğlu Necati Tuncer, Kars’ta akrabası Mehmet Kulu Kazcı’nın
soyadını almış, büyük bir servetin varisi olmuştur. Bilahare Kars’tan İstanbul’a naklederek ticari hayatını orada devam ettirmiştir.
İbat Bey’in ikinci oğlu Hayati Tuncer, Kars merkezde kuru temizleme
üzerine çalıştı. Sonraki ticari kariyeri hakkında bilgi sahibi değilim.
Kerem Genç
Oba köyü katliamından kurtulan Kerem Genç, köyle ilişiğini kesme423
Hamza Aygün
den Iğdır’a yerleşip ticaretle uğraşanlardandır. Aydın ve kültürlü bir insan
olan Kerem amca bir oğlan üç kız babasıdır. Oğlu Yaşar Genç, Iğdır’da ticaretle uğraşmaktadır. Yaşar Beyin oğlu Muzaffer Genç, Iğdır Anavatan Partisi
İl Başkanlığı yapmıştır.
Yaşar Beyin diğer oğlu Ekber Genç, liseyi bitirdikten sonra İsviçre’ye
gitmiş, uzun yıllar bu ülkede çalışmıştır. Bir gün ülkeye dönerken, uçakta
sanatçı Müşerref Akay’la tanışmış; bu tanışma gönül işine dönüşüp evlenerek
İstanbul’a yerleşmişlerdir.
Yaşar Beye uzun ömürler dilerim.
Müseyip Zeyem
Azerbaycan’ın Zeyem kasabasından Trabzon’a göç eden Müseyip
Bey, bu şehirden evlenip, 1935’li yıllarda Iğdır’a gidip yerleşmiştir. Uzun
yıllar Iğdır belediyesinde görev yapan Müseyip Bey kalabalık bir aileye sahipti. Akranım olan oğlu Mehmet Bey, Ziraat Bankasında müdür oldu. Büyük
kızı Yunus Özdemir’in hanımıydı.
Mehmet Bey’in oğlu Necdet Bey İzmir’de ticaretle uğraşmaktadır.
Bir kızı da Hacı Ahmet Beyin gelinidir.
Zeyem ailesinin ölenlerine rahmet, yaşayanlarına uzun ömürler dilerim.
Hacı Cafer Şakı
Ermenistan’ın Şöllü Mehmendar kasabasından Iğdır’a göç edenlerdendir. Ali ve Yunus isminde iki oğlu ve iki kızı vardı. Ticaretle uğraşan Ali
Bey, İstanbul’a nakletti, orada vefat etti. Yunus Bey sınıf arkadaşımdı. İyi
giyimli, sohbeti hoş Yunus Bey birçok memuriyet görevlerinde bulundu. Bilahare İş Bankasına girdi ve şube müdürü olarak bu kurumdan emekli oldu.
Eşi Nihayet Hanım akıllı ve gayretli bir hanımefendidir. Çocuklarını okutup iş
güç sahibi ettiler. Bunlardan Baycan Bey, Ankara’da oturmaktadır. Yunus Bey
ve eşine uzun ömürler dilerim.
Asker Arık
Asker Bey Dize köylüdür. 1970’den sonra Iğdır’a gelip ticaretle uğraşmıştır.
“Dize” denilince akla karpuz gelirdi. Eskiden toprağın hangi mahsulü yetiştirmeye uygun olduğu konusunda özel bir çaba sarf edilirdi. Dize
köyünün toprağı da karpuz için birebir idi. Dize karpuzları öylesine olgun ve
lezzetli olurdu ki halk arasında, “Dize karpuzu bıçağı görünce kendiliğinden
çatlar” diye bir deyiş yer etmişti. Bu karpuzlar bazen de sarı renkte olurdu. Ne
yazık ki sonraki yıllar Dize karpuzu ihmal nedeniyle ortadan kayboldu.
424
Iğdır Sevdası
Dize köyünün pamuk ve iğdesi de meşhurdur.
Asker Beyin oğlu Ahmet Bey Iğdır’da ticaret yapmakta, Dize’de topraklarını işletmektedir. Diğer oğlu İbrahim Bey, yüksek tahsilini tamamladıktan sonra Sümerbank’a girmiş; bu kurumun çeşitli ünitelerinde müdür olarak
hizmet verdikten sonra emekli olmuştur. İbrahim Beyin eşi Leylâ Hanım, öğretmen olup Hereke kasabasında çalışmaktadır. Kızları Duygu Hanım, ODTÜ
mezunu olup, özel bir firmada çalışmakta; oğlu Mutlu lise öğrencidir. Asker
Beye rahmet, ailesine uzun ömürler dilerim.
Kulem Bilen
Söğütlü Mahallesinin temiz, kendi halinde sakinlerinden birisi olan
Kulem Bey, çiftçilik yapar, sahibi olduğu at arabasıyla fırınlara yakacak satardı. Kulem Beyin tahsil hayatı olmadı ama Iğdır’a değerli bir evlât kazandırdı.
Oğlu Tayyar Bilen Paşa, Türk Ordusuna değerli hizmetlerde bulunmuş, emekli olmuştur. Iğdırlılar tarafından sevilen Tayyar Paşaya uzun ömürler, ölenlere
rahmet dilerim.
Sultan Kölanlı
Anne tarafından Karakoyun köyü, baba tarafından Melekli köyünden
olan Sultan Bey, Iğdır’ın tahsil yapan ikinci kuşağındadır. Çocukluk yıllarında zekası ve çalışkanlığıyla göz dolduran Sultan Bey, tüccar İbrahim Aras
Bey’in dikkatini celp etmiş; bu nedenle orta, lise ve üniversite hayatında İbrahim Bey’den destek görmüştür. İstanbul Yüksek Ticaret Okulunu bitirdikten
sonra İzmit Seka kağıt fabrikası ve Ankara Emekli Sandığı bünyesinde görev
yapmış, bu kurumda Emekli İşleri müdürlüğüne yükselmiştir. Bedia Hanımla
evlenen Sultan Beyin bir oğlu bir kızı vardır. Oğlu Serdar sigortacı olarak
görev yapmaktadır.
Ani bir kalp kriziyle vefat eden Sultan Beye rahmet, ailesine uzun
ömürler dilerim.
Fazıl Şıktaş
Aslen Karakoyun ilçesinden Kerem Şıktaş Beyin oğludur. Iğdır’da
manifatura mağazası vardı.
Fazıl Bey, Öğretmen Okulunu bitirdikten sonra basın hayatına atılmıştır. Bölgenin sorunlarını çıkarmış olduğu “Yeşil Iğdır” gazetesinde gündeme
getirmiştir. Bu gazete hâlen varlığını devam ettirmekte, okuyucularına hizmet
vermektedir. Fazıl Bey, bilahare İstanbul’a nakletmiş, ticaretle uğraşmıştır.
Genç yaşta vefat eden Fazıl Bey’e rahmet, ailesine uzun ömürler dilerim.
Turan Atasever
Turan Beyin ailesi, Aras nehrinin karşı kıyısındaki İydeli köyünden
425
Hamza Aygün
Türkiye’ye göç etmiştir. İlk, orta ve lise tahsilini Erciş ve Kars’ta tamamlamış, Ziraat Fakültesinden mezun olmuştur. Değerli bir şair ve yazar olan
Turan Bey, memuriyet hayatında aktif görevlerde bulunmuş, halk arasında
sevilmiştir. Iğdır’da Tarım Dairesinde görev yaptıktan sonra Ankara’da Tarım
Bakanlığına transfer olmuş; çalışmaları takdir kazandığı için 1975 yılında
Kıbrıs’ta kurulan Tarım Okuluna müdür olarak atanmıştır. Bu görevinden
emekli olmasına karşın, bu kez Tarım Kredi Kooperatiflerinde uzun yıllar
hizmet vermiştir. Iğdır Kültür ve Okutma Derneği Başkanlığı yapmış, yurt
binası inşaatı için kolları sıvamış, ancak Iğdır’dan ve Iğdırlılardan istenen
mali desteği alamayınca bu girişimi yarım kalmıştır.
Hâlen İzmir’de ikamet eden Turan Beyin 70’li yıllarda Kurban Bayramı vesilesiyle çok sevdiği Iğdırlılara yazmış olduğu güzel şiirini burada
anmak ve yer vermek isterim. Sevgili arkadaşım Turan Beye yeni yuvasında
ve hayatında uzun ömürler dilerim.
Koçaklar Diyarı Aras Boyuna Kurban Bayramınız Mübarek Olsun
Ey Aras boyunun mert KOÇAK’ları,
Kurban Bayramınız mübarek olsun.
Ey hudut boyunun TÜRK OCAKLARI,
Kurban Bayramınız mübarek olsun
KARS’ı ta içime işlemişim ben,
KAĞIZMAN’da tatlı bir yemişim ben,
ARALIK, SÜRMELİ düşmez dilimden,
Kurban Bayramınız mübarek olsun
TUZLUCA, PERNAVUT, ERGÜDER’liler,
KİTİ’li, KÜLLÜK’lü, ARAPKİR’liler,
HAKMEHMET, ÇARIKÇI ve TECİR’liler
Kurban Bayramınız mübarek olsun
SUVEREN, HALFELİ, HOŞHABER’liler,
YAYCI, SARIÇOBAN, AĞAVER’liler,
IĞDIR OVASI’nda alnı terliler,
Kurban Bayramınız mübarek olsun.
GÜLLÜCE, KAMIŞLI, CİNCEVAT’lılar,
KIZILZAKİR, PANİK ve AMARAT’lılar
KUZUGÜDEN, PULUR ve BAYAT’lılar,
426
Iğdır Sevdası
Kurban Bayramınız mübarek olsun
ŞİRECİ, GÖKÇELİ, KARAKOYUNLU
ZÜLFİKÂR, HAKVEYİS ve TAŞBURUN’lu,
Düğünlü, dernekli, sazlı, oyunlu
Kurban Bayramınız mübarek olsun
NECEFALİ, KADIKIŞLAK dost dolu
CENNETABAT, EVCİ, ZOR, KACAR, KULU
ERHACI, KAZANCI, KARAKUYULU
Kurban Bayramınız mübarek olsun
Ey serhat bekçisi, demir bilekli,
ALİKAMER, OBA, IĞDIR, MELEKLİ,
TAZEKÖY, ORTAKÖY, ÇİFTLİK, GÖDEKLİ,
Kurban Bayramınız mübarek olsun
DİZE, MÜRŞİTALİ, ALİCAN’lılar,
ALUT, BULAKBAŞI, HASANHAN’lılar,
ALIKIZIL, PIRÇO, ARATAN’lılar,
Kurban Bayramınız mübarek olsun
KARAAĞAÇ’lılar canım dostlarım,
BAHARLI’ya özge sevgi duyarım,
SÖĞÜTLÜ ve IĞDIR tümüyle varım,
Kurban Bayramınız mübarek olsun
Dilimden anlayan kardeş, bacılar,
Yuvanızdan uzak olsun acılar,
Hürmet beslediğim hoca, hacılar,
Kurban Bayramınız mübarek olsun
ATASEVER derki sizdenim ben de,
Olmuşum AĞRI’ya, ARAS’a bende,
DOSTLARIM nefesim oldukça tende,
Kurban Bayramınız mübarek olsun!
Ali Atasever
Turan Atasever’in küçük kardeşi Ali Bey, mühendis diplomasını
aldıktan sonra Kars’ta Nafia Müdürü olarak görev yapmış; burada tanıştığı
427
Hamza Aygün
Müşerref Hanımla evlenmiştir. Bilahare Ankara’da Bayındırlık Bakanlığına
atanana Ali Bey, bu görevde uzun yıllar kalmıştır. Oğlu doktor, kızı da Ankara
Üniversitesinde öğretim üyesidir.
Sabri Bey, Turan Atasever’in ağabeyi çocuğudur. Kars Eski Milletvekili Mehmet Hazer’in tek kızıyla evli olan Sabri Bey, Ankara’da ikamet
etmektedir.
Tüm aileye uzun ömürler dilerim.
İskender Gürel ve Molla Mehmet Veli Gürel
Aile aslen Kazacı köyündendir. Cumhuriyetten evvel Erivan’a yerleşik olan bu aile, İran üzerinden anavatana gelip yerleşmişti. Erivan şehrinin
inceliklerini gerek yemek gerekse konuşmada en güzel şekilde sergileyen
kültürlü bir aileydi.
Molla Mehmet Veli Bey sevilen bir hocaydı. Eşi Sakine Hanım da
zarafeti ve kültürüyle bilinir ve sevilirdi. Ailenin üç oğlan çocuğu vardı. En
büyüğü Haydar Gürel, Iğdır’ın ilk yüksek tahsil yapanıydı. Doktor olduktan
sonra Bursa’ya yerleşti, hükümet tabipliğinden emekli oldu. Bursa’da vefat
eden Haydar Bey’in iki oğlu var. Servet Bey Bursa’da ticaretle uğraşmaktadır. Diğer kardeşi Asaf Gürel süt kardeşimdi. Askerliğini yedek subay olarak
yaparken, tezkere bırakıp orduda kalmayı yeğledi. Yarbay rütbesiyle emekli
oldu. Vefat eden Asaf Beye rahmet dilerim.
Mehmet Veli Beyin kardeşi ve bacanağı İskender Bey ticaretle uğraşırdı. Zehra hanımla evliydi. Bu ailenin çocukları:
1.Humay Kurs
(Ali Kurs’la evli)
2.Eçe Çağlar (Gulem Çağlar’la evli)
3.Ziya Gürel
Vefat etti
4.Talat Gürel
Bankacı. Vefat etti.
5.Hikmet Güngör
Dr. Ali Güngör’ün eşi
6. Lütfi Güngör
Lütfi Bey, Iğdır’da komşumuzdu. Fırın işletirdi. Çocuklarının tahsili
için Ankara’ya nakletti. İyi tahsil gören çocukları iş güç sahibi oldular. Lütfi
Bey, Batıkent’te ticaretle uğraşmaktadır.
Ailenin ölenlerine rahmet, kalanlarına uzun ömürler dilerim
Bulgar Göçmenleri
Bulgar göçmenler, Bulgaristan’ın Karaorman bölgesinden yurda gelmişlerdi. Yanlarında tüm taşınır malları -mısır koçanı, öküz, inek, at arabasıolmak üzere Varna’dan Trabzon’a gemilerle taşınmış, 400 hane kadarı Iğdır’a
iskan edilmişti. (1937)
428
Iğdır Sevdası
Iğdır’ın dört ana caddesi –Kars caddesi, Melekli caddesi, Doğubeyazıt caddesi ve Halfeli caddesi- üzerinde bu aileler için villa görünümünde
evler özenle inşa edilmişti. Çatılı evlerin üzeri tenekeyle kaplıydı. Üç oda,
salon ve bahçede ahırları vardı.
Göçmenler’in gelmesiyle Iğdır’ın çehresi değişmiş, kasaba nüfusu iki
binlik bir artış göstermişti. Iğdır’ın en iyi tarlaları onlara tahsis edilmişti.Çok
iyi ve temiz yürekli Göçmenler arasında yetenekli ve mahir zanaatkarlar vardı. Pehlivanlık sporunu da Iğdır’a tanıtan bu aileler her yıl kendi aralarında
müsabaka düzenler, halk da zevkle seyre giderdi.
Göçmenler’in çoğu zamanla Iğdır’ı terk edip başka il ve ilçelere göç
ettiler. Geride kalanlar Iğdırlı olmuş, yerli halkla tamamen bütünleşmiştir.
Tanıdıklarım arasında şu isimleri yad edebilirim:
1.Hasan Kocakayalar
2.Mümin Bey Postacı
3.Halil Bey
Belediyede memur
4.Hasan Usta
Kunduracı
5.Ali Boncukçu
6.Recep Ağa
7.Hasan Ağa
Ali Boncukçu’nun kayınpederi
8.Eczacı Hasan Bey
Eczacı Edip Beyin yanında kalfa
olarak çalıştı
9.Marangoz Ahmet Bey
10.Tapucu İsa Topal
Dağlık ve ormanlık Karaorman bölgesinden gelen Göçmenler Iğdır’a
gelir gelmez sıtma belâsına yakalanmışlardı; her gün mübalağasız birkaç kişi
hayatını kaybediyordu. Gelenlerin % 80ni Iğdır’ı terk etmek zorunda kaldı.
Kendilerine verilen iskan hakkı ev ve arazileri satamadıklarından –on yıl süreyle satma yasağı vardı- ayrılan aileler gittikleri yerlerde uzun süre mağduriyetle mücadele ettiler.
Ölenlerin cümlesine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Hamit Dönmez (Namı diğer Genceli Hamit)
Azerbaycan’ın Gence vilayetinden gelen Hamit Bey, şair ruhluydu.
Sesi de çok güzel olduğundan, Azeri şarkılarını kendine özgü biçimde yorumlardı.
1951 yılında Mecit Hun, Halk Partisi yararına “O olsun bu olsun”
operetini organize etmişti. Oyunda ben de rol almış, çok da başarılı olmuştuk.
Hamit Bey de başrolde (Server) kabiliyeti ve sesiyle göz doldurmuştu.
Hamit Bey, milliyetçi bir insandı. Bahçesindeki elmaları özel bir
429
Hamza Aygün
teknikle, üzerlerinde ay-yıldız olacak şekilde yetiştirir; bu hobisi kasabada
ilgiyle karşılanırdı.
Kalabalık bir ailesi vardı. Oğlu Azbay Dönmez Ankara’da; diğer çocukları yurdun çeşitli yerlerine dağınık olarak yaşamaktadırlar.
Hamit Beye rahmet, çocuklarına uzun ömürler dilerim.
Mehmet Sadık Parim
Mehmet Bey, Iğdır’ın kadim yerlisidir. Kunduracıydı. Etem Bey’in
fırının yanındaki iş yerinde ayakkabı tamiriyle geçimini sağlardı. Sakin ve
hoş bir insan olan Mehmet Beyin yaşıtım Ali isminde bir oğlu vardı. Hanımı
kaybedince Mehmet Bey ikinci evlilik yaptı, ikinci eşinden de çocuk sahibi
oldu.
Ali Parim, askerlik dönüşü Şube sokağında lokanta açtı. Mazbut bir
aile reisi olan Ali Bey, kazandığı parayı iyi kullanmasını bildi, iş hayatını genişletti. Sosyal yönü güçlü ve yardımsever bir insandır.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Hüseyin Ali Zülaloğlu
Hüseyin Ali Bey Iğdır’ın “benna”sı idi. “Benna”, duvar ve bina ustası anlamındadır. Hüseyin Ali Bey, 1931 yılında bizim evin de duvarlarını
örmüştü.
İki oğlu vardı: Behlül ve Behram. Behram Bey, Iğdır’ın en güzel
giyinen gençlerinden birisiydi. Yakışıklı ve uzun boylu idi. Sultanabat Beylerinden Beyler Beyin kızıyla evlenip Iğdır’dan ayrıldı. Çeşitli illerde görev
yaptıktan sonra Ankara Bakanlıklar’da PTT müdürü olarak emekliye ayrıldı.
Behlül Bey ilk yıllar kunduracılık yapardı. Bilahare ticarete atıldı.
Söğütlü Mahallesi muhtarı Hüseyin Beyin kızıyla evlendi. Babamla Behlül
Bey çok iyi tanışır, fırsat buldukça şakalaşırlardı.
Bir gün babam Behlül Bey’in bakkaliye dükkanından yumurta almış.
Eve geldiğinde bütün yumurtaların şans eseri çift sarılı olduğunu görünce
Behlül Beye gitmiş: “Ne kısmetli bir adamsın! Sattığın yumurtalar çift sarılı
çıktı” Behlül Bey, ileri atılıp, “Hemen on yumurta parası daha vereceksin.
Ben sana tek sarılı sattım, çift sarılı çıkmış” demiş. Şakasına ciddiyet kazandıramadığını gören Behlül Bey iki elini havaya kaldırıp, “Rıza Bey, yumurtalar bana çift sarılı olduklarını söylemiyorlar, deyesen şansım yatıpdı” demiş,
gülüşmüşler.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
İsrafil Keskin
Kamerlili Hamit Keskin Beyin oğludur. Baba mesleği yemeniciliğe
430
Iğdır Sevdası
ilgi duymadı. Tahsilini tamamladıktan sonra ticarete atıldı, başarılı oldu.
1950’li yıllarda Hasan Günaydın Beyin kız kardeşi Zarife Hanımla evlendi.
Üç kız çocuğu iyi tahsil alıp hayata atıldılar.
1960’lı yıllarda İsrafil Bey, ticaretini Ankara’ya taşıdı; Bahçelievler’de market işletti. “Azreri Turşusu” ismiyle bir turşu imalathanesi açtı. Uzun
yıllar bu görevini devam ettiren İsrafil Bey hastalığı nedeniyle mesleğini bırakıp emekli oldu. Devrettiği “Azeri Turşusu” hâlen hizmet vermektedir.
Ankara’da Hakkın rahmetine kavuşan İsrafil Beye rahmet, ailesine
uzun ömürler dilerim.
Muhtar ve Tahir Ertürk Kardeşler
Muhtar Bey, Ermenistan’ın Vedibasar kasabasından Iğdır’a göç eden
muhacir bir aileye mensuptur. İki kardeş cesaretleriyle anılır, sevilip sayılırdı. Bölgeyi iyi tanıdıklarından, Iğdır’a göç etmek isteyen Türk aileleri, Rus
askeriyle çatışma pahasına sınırı geçirmeye muvaffak olurlardı. Onları bu cesareti ve fedakarlığı sayesinde birçok aile Türkiye topraklarına ulaşma şansı
bulmuştu.
Muhtar Bey çok genç yaşta Iğdır’da vefat etti. Tek oğlu, Adil Bey,
uzun yıllar kasabanın renkli ve yakışıklı gençleri arasında kendisine isim yapmayı başarmıştı. Küllüklü Hacı Mahmut Bey’in kızı Adalet Hanımla evlendi,
çoluk çocuğa kavuştu. Büyük oğlu Kurtuluş Ertürk, Ankara Büyük Şehir Belediyesinde kimya mühendisi olarak önemli bir görev yapmaktadır.
Adil Bey orta yaşta kalp krizi nedeniyle vefat etti. Allah rahmet etsin.
Tahir Bey, çiftçilik ve kahvecilikle uğraştı. Kahvehanesi, “Tahar’ın
kahvesi” namıyla ün salmıştı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında sadece Tahir
Bey’in kahvesinde radyo vardı. Büyük bir kalabalık radyonun etrafını alır,
Spiker Nurettin Artan’ın ağzından savaş bültenini dikkatlice dinlerlerdi.
Tahir Bey, Sümbül Hanımla evliydi. Yaver adında oğlu ve bir kızı vardı.Kızı, Sultanabatlı Kurban Akar’ın oğlu Hasan Akar’la evlendi. Oğlu Yaver
Bey, uzun yıllar Almanya’da ikamet etti, hâlen İstanbul’da yaşamaktadır.
Ertürk ailesinin ölenlerine rahmet, yaşayanlara uzun ömür dilerim.
Mir Mehemmed Aktan (Namı diğer Uzun Seyit)
Peygamber sülalesinden gelen hoca iyi bir alimdi. Hoşgörülü ve halk
arasında sevilirdi. Boyu uzun olduğundan “Uzun Seyit” olarak bilinir olmuştu.
1931’li yıllarda kalıntı bir mabet camiye dönüştürülmüş, Hoca bu
camide görev almıştı.
Ramazan topu olarak kullandığı bir av tüfeği vardı. Silah tecrübesi
431
Hamza Aygün
olmadığından, bir gün tüfeği hata yapmış, iftar saatini yanlış bildirmişti. Bu
durum Hocayı üzdüğünden bir daha eline tüfek almadı.
Hocanın çocukları:
1.Sıddık Aktan
Davavekili
2.Mecit Aktan
Lisede görevli memur
3.Manaf Aktan
TMO memuru
4.Hamit Aktan
Terzi
5.Aliye Aktan
Büyük kızı
6.Haver Aktan İkinci kızı
7.Fatma Aktan
Üçünü kızı
8.Raziye Aktan
Dördüncü kızı
Raziye Hanım Ankara’da yaşamaktadır. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun
ömürler dilerim.
İnayet Akyüz
Şöllülerden Mesim Beyin büyük oğludur. Zöhre Hanımla evlidir.
Uzun boylu ve yakışıklı bir beyefendi olan İnayet Bey, kirvemdir.
Üç kardeştiler. (Diğer iki kardeş Navruz ve Angılı Akyüz) Akıllı ve
zeki İnayet Bey, tahsilini tamamladıktan sonra öğretmen olarak Iğdır Lisesinde uzun yıllar hizmet verdi, emekli olup İzmir’e yerleşti. Çocuklarını eğitim
nedeniyle Ankara’yı kendisine yeni mesken olarak seçti. Uzun ömürler dilerim.
Bağman Hüseyin Ali
Nahcıvan’dan Iğdır’a göç eden Hüseyin Ali Bey, kendi memleketinde bahçe tanzimi konusunda ün yapmıştı. En önemli görevi kaliteli meyve
filizlerini ağaçlara aşılama konusunda geliştirdiği yetenek ve becerisiydi. Bu
sayede Iğdır’ın belli başlı bağ ve bahçelerini tanzim işini üzerine almıştı.
Naki Odoğlu, Amca Bey, Bağır Aras’ın bahçeleri ve belediye parkının bakımı onun göreviydi.
Nahcıvan’dan getirttiği aşı sayesinde Ordubat kaysısı, Şalagı kaysı,
Ağerik ve kırmızı çekirdeksiz Miskali üzümü Iğdır’a o kazandırmıştı.
Allah rahmet etsin.
Gulem Kılıç
Gulem Bey, Kasımcan Beylerindendir. Iğdır’da ticaretle uğraşırdı.
Büyük oğlu Mukaddes Bey sınıf arkadaşımdı. Orta okuldan sonra Eskişehir
Havacılık Okulundan mezun olup subay olarak hizmet verdi.
Gulem Beyin ikinci oğlu Feyiz Bey, ilk ve ortaokulu Iğdır’da, liseyi
432
Iğdır Sevdası
Eskişehir’de, üniversiteyi Ankara’da tamamladı.
Genç yaşta -lise öğrencisiyken- Yaycılı Mehmet Ali Beyin kızı Cihan
(Raile) Hanımla evlendi.
Feyiz Bey; akıllı, örgütçü, ileriyi gören ve liderlik özellikleri ağır
basan birisiydi. 60’lı yıllarda Ankara’daki bir avuç Iğdırlıyı etrafına toplayıp,
Iğdır Kültür ve Okutma Derneğinde önemli çalışmalar yapmıştı. Feyiz Bey,
Iğdır’ın ekonomisine katkı sağlamak için 70’li yıllarda önemli bir projeye imzasını attı. İplik fabrikası kurulması için teşebbüse geçti. Plasman sağlamak
için üye kaydı açtı. Iğdırlılar ilgi gösterip kitle halinde katıldılar. Umut verici
bu proje sonraki yıllar siyasi nedenlerden baltalandı. Bu konuyu açmak ve
kendi görüşlerimi sunmak isterim:
Feyiz Bey, projeden önceki bir seçim döneminde bir partiden Milletvekili adayı olmuş, Iğdır ilçesi oylarının % 80nini almıştı. Feyiz Beyin bu
başarısı diğer siyasilerin gözünden kaçmamış, hatta dişlerini kamaştırmıştı.
Bu genç, atik ve müteşebbis ruhlu insanı nasıl durdurmak mümkün olacaktı?
İplik fabrikası projesi gündeme oturduğu yıllar, fısıltı gazetesi görevini yapmış, üyeler üzerinde menfi propagandayla çözülmelere neden olmuştu.
Bu şekilde fizibilite raporu tamamlanmış olan proje, yetersiz plasman nedeniyle aksamaya, uygulamada gecikmelere neden olmuştu.
Kızımın meslek arkadaşı, Mimar Mücella Kayademir’den aldığımız
bilgiler, fabrika projesinin çizildiğini doğruluyordu. Nihayet proje temel
atma aşamasına gelince, 11 bin oyun sahibi Feyiz Beyi temelden çökertmeyi
amaçlayan siyasi kulis devreye girip, aynı mahalde Sümerbank İplik Fabrikasının açılmasını gündeme getirdi. Halbuki Iğdır’ın pamuk potansiyeli bu iki
fabrikayı besleyecek düzeyde değildi. Uzun yıllar Pamuk Tarım Satışta görev
yaptığım için, Iğdır’ın pamuk istihsalini en yıkandan bilenlerdenim. Iğdır, en
iyi zamanında 5000 tondan fazla pamuk üretmemiştir. İki fabrika projesinin
aynı anda gündeme girmesi anlaşılır değildi. Amacın siyasi olduğu ve başka
hesapların döndüğü kendisini belli ediyordu. Eğer mutlaka ikinci bir fabrika
kurulması gerekiyorduysa, Iğdır’ın yün potansiyelini dikkate alan bir çalışma
yapmak mümkün olabilirdi.
Sonuç olarak Iğdır değeri bir projeden ve değerli bir girişimciden
mahrum kaldı.
Feyiz Bey, Ankara’da yaşamaktadır. Büyük oğlu Ercüment Bey, Amerika’da Türk lobisi başkanıdır.
Selahattin Kılıç
Gulem Kılıç Beyin üçüncü oğlu Selahattin Bey, Yüksek Ziraat Mühendisidir. Tarım Bakanlığında Ziraat İşleri Genel Müdür yardımcılığı yaptı
ve bu görevinden emekli oldu. Karabük Demir Çelik Fabrikaları Divriği de433
Hamza Aygün
mir cevheri madeni kurumunda yönetim kurulu başkanı oldu. Selahattin Bey,
Ankara’da oturmaktadır.
Kılıç ailesinin ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Meşe Mahmut Eşi Zerri Hala
Meşe Mahmut Iğdır’ın kadim yerlisidir. Birinci hanımının vefatından
sonra Zerri Hanımla evlendi.
Meşe Mahmut, Iğdır’daki tek hamamın kesecisiydi. Vefatından sonra
eşi Zerri hanım, “çarşafçı” olarak kadınlar bölümünde hizmet verdi. Yaşlandığında kızının yanında Adana’ya gitti.
En büyük oğlu marangoz idi. Erken yaşta vefat etti. İkinci oğlu Kerim
Bey, şoför yardımcısı olarak çalıştı. Kerim Beyin kızlarından birisi Başaran
ailesine; birisi de Şoför Nadır’a gelin oldu.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler.
Faytoncu Nevruz Han ve Oğulluğu Mehmet Ali Bey
Iğdır’ın en eski faytoncusu olduğu rivayet edilirdi. Iğdır-Erivan arasında fayton işletmiş olan Nevruz Han çok sevilirdi. Eşi, Sıvacı Mehmet
Ali Beyin dul kalmış annesiydi. Bu evlilikten Samet isimli bir oğlu dünyaya
geldi. Akıbetini bilmiyorum.
Iğdır’daki evler dam şeklinde inşa edildiğinden sıva yapılmazsa yağmurda damlardı. Sıvacı Mehmet Ali Bey bu işi en iyi becerenlerdendi.
Mehmet Ali Bey müzikle haşir neşirdi. O yıllar Iğdır’a tiyatro kumpanyaları gelir, bir zaman kasaba halkını eğlendirirdi. Bir gün çok güzel Nermin isimli sarışın bir dilber de kumpanyada görevli olarak Iğdır’a gelmişti.
Iğdır’ın varlıklı ailelerinden bir beyefendi kıza aşık olur. Gönül işi
ferman dinlemez. Iğdırlı hemşehrimiz aşkından deli divane olur. Mehmet Ali
Bey, Ağrı’ya gitmeye hazırlanan kumpanyayı Iğdır’da daha bir süre alıkoymak için kolları sıvar, tef çalarak ve şarkı söyleyerek bunu başarır. Romantik
aşk hikayesinden esinlenen Mehmet Ali Bey, yıllarca Iğdırlıların dilinden
düşmeyen şu sözleri bestelemişti:
Ay sarı kız göçeksen
Gül kokulu çiçeksen
Gitme Karakilise’ye
Çok belalar çekersen
Al ver sarı kız
Bahçelerin barı kız
Koyma beni yalnız
434
Iğdır Sevdası
Mehmet Ali Bey, bir ara da hamamda kesecilik yaparak hayatını kazandı. Hasan isimli Iğdırmavalı bir arkadaşı daha vardı. İkisi de hoş sohbet
ve şakacıydılar. Bahşişi az veren müşterileri ikinci gelişlerinde iyi yıkamazlar, kafalarını sabunla köpürttükten sonra, “Hele başını kaşı!” diyerek bu işi
müşteriye havale ederlerdi. Her ikisi de tüm Iğdırlıları yakından tanır, herkese
göre bir sohbet konusu bulur, tatlı dedikoduyla gönülleri şen ederlerdi. Mehmet Ali Bey, babamın gençlik arkadaşı olduğundan ne zaman benim başımı
sabunlasa, gülerek babamla birlikte başlarından geçen çapkınlık hikayelerini
anlatır, her seferinde beni meraklandırmasını bilirdi.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Şevket Kansu
Jandarma subayı idi. Yüzbaşı rütbesiyle ordunda ayrılıp saraçlık işine
ilgi duymuştu. Gümrülü İsmail Beyin Telli isimli kızıyla evlendi. Iğdır’da
kısa süre ikamet edip, ayrıldılar.
İsmail Özgür
Ermenistan’dan Iğdır’a göç etmişti. Becerikli bir terziydi. Zanaatının
hakkını veren İsmail Bey, bu mesleğe birçok insan yetiştirmiştir. Karakoyun
Beyi Haydar Beyin kızı Soket Hanımla (Rıza Yalçın’ın kız kardeşi) evlendi.
Büyük oğlu Atila Özgür, Yüksek Ziraat Mühendisi olup, çalıştığı
kurumda genel müdür yardımcılığına kadar yükselmiştir. Taşburunlu Azizi
Beyin kızı Gülten Hanımla evli olan Atila Beyin, iki kız çocuğu vardır.
İsmail Beyin büyük kızı, Zafer Beyle; ikinci kızı Muzaffer Çöllü;
üçüncü kızı da Altan Parlak’la evlendi.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Marangoz Ahmet
Bulgar göçmenidir. Ağabeyi Hasan Bey, eczacı Edip Beyin yanında
kalfa olarak çalışırdı. Iğdır’ın tanınmış marangozu Halit Ustayla Edip Bey
arasında Erzurumlu olmaları nedeniyle bir samimiyet vardı. Bu şekilde Hasan
Bey, küçük kardeşi Ahmet’i kalfa olarak Halit Ustanın yanına vermişti.
Halit Usta, kısa sürede Ahmet Beyi hatırı sayılır bir marangoz olarak yetiştirdi. Becerisi ve yeteneğiyle göz dolduran kalfasını kendine özgü
üslubuyla “Mışko Ahmet” diye çağırırdı. Ahmet Bey erken yaşta vefat etti.
Rahmet olsun.
Nüfus Memuru Nusret Bey
Aslen Kağızmanlı olan Nusret Bey, Soyadı Kanunu çıktığında (1934),
Iğdır Nüfus memuru olarak çok önemli bir görevi üstlenmişti. Her aile mec435
Hamza Aygün
buren bir soyadı almakla yükümlüydü. Bu işin takibi ve yerine getirilmesi de
Nusret Beyin göreviydi. Kısa sürede kasabanın en renkli kişisi oluvermişti.
Iğdır nüfusu köylerde yaşardı. Çok azı kasabaya iner; gelse bile nüfus
dairesine uğramazdı. Böyle olunca Nusret Bey, oturduğu yerden ailelere keyfince soyadı dağıttı.
Nusret Beyin üç oğlu, bir kızı vardı.
Uzun yıllar doğan çocuklarını bebek yaşta kaybeden Nusret Beye,
bir hoca, “Çocuğuna hayvan ismi verirsen yaşarlar” diye telkinde bulunmuş;
Nusret Bey de çocuklarına Aslan, Kaplan, Kurt ve Memnune isimlerini vermişti.
Aslan Bey akranımdı. Birlikte okula gider, sokakta oynardık. Bir gün
Nusret Beyin tayini başka bir yere çıkınca, aile Iğdır’ı terk etti.
Nusret Beye Allah’tan rahmet dilerim.
Boyacı Mehmet Tağı
Erivan’dan Iğdır’a göç eden Mehmet Bey, yağlı boya ve badana işinde beceri sahibiydi. Hacı Nağdali Beyin binaları onun elinden çıkmıştı. Gerçekten de temiz ve titiz bir çalışması vardı. Sonraki yıllar İstanbul’a nakletti.
Oğlu Ahmet Bey terzi idi.
Allah rahmet etsin.
Hacı Hüseyin Aras
Aslen Gökçeli köyünden olan “Aras” ailesi 50’li yıllarda Iğdır’a yerleşmiş, ticarete atılmıştı. “Aras” ailesini şöyle sıralayabiliriz:
1.Hacı Hüdaverdi Aras
2.Ali Aras
3.Asker Aras
4.Mehmet Aras
5.Aslan Aras
Aile reisi Hüseyin Aras; insancıl, komşularıyla iyi geçinen, dostluğa
önem veren birisiydi. İyi bir çiftçi idi. Kaliteli pamuk yetiştirenler arasında
sayılırdı. Iğdır’a geldikten sonra manifatura işine girdi.
Oğlu Hacı Hüdaverdi, akranımdı. Uzak görüşlü ve akıllı karakteriyle ticarette kısa sürede başarı sağlamış, Iğdır Otobüs işletmesinin sahibi
olmuştu. Hacı Hüdaverdi 1998 yılında rahatsızlanmıştı. Bu nedenle kendisini
ziyaret etmiş, kısa sohbetim olmuştu. Azim ve iradesiyle hastalığı alt etmesini
bildi. Bundan sonraki yaşantısında şifa ve başarı temenni ederim.
Ailenin en atak şahsiyeti Mehmet Aras Beydir. Kendisini görme veya
tanıma şansım olmadı ama cesur kişiliğiyle halk arasında sevilip sayılan birisi
436
Iğdır Sevdası
olduğunu dostlarımdan duymuşumdur.
Hacı Hüdaverdi Beyin çocukları kendilerini iyi yetiştirmiş, Iğdır’a
hizmet konusunda önemli görevler üstlenmişlerdir. Nurettin Bey, hâlen Iğdır
Belediye Başkanı olarak hizmet vermektedir. İcraatlarını yakından takip ediyor, takdirle karşılıyoruz. Diğer oğlu Salih Bey de Iğdırlıların gözbebeği bir
işletmeyi, Iğdırlı Otobüs firmasını başarıyla yönetmektedir.
Hacı Hüseyin Aras’ın bir kızı Ağırkaya ailesine gelin gitmiştir.
Aras ailesinin ölenlerine rahmet, yaşayanlara uzun ömürler dilerim.
Doktor Sıddık Paşa
1940’lı yıllarda Iğdır’a askeri bir doktor tayin olmuştu. (Askeri Hastane, Melekli Caddesi üzerinde bulunuyordu.) Dr. Sıddık Bey; uzun boylu,
yakışıklı, gösterişli bir insandı. Sivil doktor eksikliği nedeniyle halk Askeri
Hastaneye gider, Dr. Sıddık Paşaya başvururdu.
Dr. Sıddık Paşa iyi bir hekimdi. Fakirleri parasız muayene eder,
elinden geldiğince insanların dertlerine deva olmaya çalışırdı. Bir hikaye Dr.
Sıddık Paşayı güzel özetler:
Dr. Sıddık Paşa, Kel Kasım isimli bir faytoncuyla işinde gider gelirdi.
Bir gün Kel Kasım, soğuk rüzgarı ciğerlerine yer, rahatsızlanır. Dr. Sıddık
Paşa, her günkü gibi Kel Kasım’ı bekler ama gelen giden yoktur. Hastalandığını duyunca evine gider. Muayene sonucu, “Ciğerlerin su toplamış”
teşhisinde bulunur. Kel Kasım’ın tam teşkilatlı bir hastanede tedavi olması
şarttır. Ancak Kel Kasım’ın Iğdır dışında bir seyahate mali gücü yetmez. Dr.
Sıddık Paşa, “Benim branşım değil ama mademki başka çare yok seni ben tedavi edeceğim. Ama bir koşulla; eğer gönüllü olursan çünkü sağlık durumun
daha da kötüleşebilir” diye uyarır. Durumun ciddiyetini anlayan Kel Kasım
ağlayarak, “Ölmek istemiyorum. Daha çok gencim. Sen nasıl yaparsan öyle
olsun” der.
Dr. Sıddık Paşa, tedaviye başlar, ciğerde toplanmış suyu şırıngayla
boşaltır. Bu işlem birkaç kez tekrar eder. Röntgen cihazı olmadan böylesine
bir tedaviye girişmek çok riskliydi. Buna rağmen tedavi başarılı bir sonuç vermiş, Kel Kasım iyileşmişti. Kel Kasım’ın 90 yaşında kadar uzun ve sağlıklı
bir yaşam sürdü.
Dr. Sıddık Paşa hastalarına karşı açık sözlüydü. İyileşmeyeceğini bildiği bir hastaya, “Balda yese dirilmez” diyerek gerçeği ifşa ederdi.
Yüzbaşı rütbesindeki Dr. Sıddık Beyin, Yüzbaşı İsmet adında bir
arkadaşı daha vardı. Bu iki kafadar her gün Rasim Ağa’nın içkili lokantasına
uğrar, keyiflerince demlenirlerdi. Rasim Ağa, bu seçkin müşterilerini özel bir
itinayla karşılar, bir vazo çiçeği masanın ortasına kendi eliyle yerleştirirdi.
437
Hamza Aygün
Rasim Ağa’nın müşterilerinin çoğu memur kökenliydi. Bu yüzden hesaplar veresiye defterlere yazılır; maaş zamanı, borçlar denkleştirilirdi. Ancak
memurların bir kısmı borçlarını ödemekte gevşek davranır, “öteki ay veririm”
diye işi savsaklardı.
Bu nedenle Rasim Ağa’nın veresiye defteri kabarmıştı. Sermayesi
olmadığından malzeme almakta zorlanıyor, işçilik masraflarını karşılayamıyordu.
Bir akşam Dr. Sıddık Paşa, lokantaya gelir. İçerisi bomboş! Üstelik
masası da hazırlanmamış. Rasim Ağa masaya oturmuş, kafasını iki elinin
arasında kara kara düşünüyor.
“Ne oldu Rasim Ağa? Niçin yemek yapmadın?”
“Vallahi Doktor bey, yiyen gitti, veresiyeleri toplayamıyorum onun
için yemek yapamıyorum”
“Göster veresiye defterini, bakayım kimler borcunu ödemiyor”
Rasim Ağa, defteri vermemekte direnir ama Dr. Sıddık Bey çok kararlıdır. Veresiye hesaplarına göz atar, borcunu vermeyenlerin karakol ve adliyede görevli memurlar olduğunu tespit eder. “Seni lokantada bekliyorum” diye
bir pusula yazar, Savcı Ertuğrul Beye gönderttir. Yemeğe davet edildiğini zanneden Savcı, neşeli havada kapıdan içeri girince, karşılaştığı manzarayla duraklar. Dr. Sıddık Bey, “Sizin personel yüzünden ilçenin tek lokantası iflasın
eşiğine geldi. Bu borçların ödenmesi için gerekeni yapmanızı rica ediyorum”
Savcı ve doktorun gayretiyle borçlar toplandı; Rasim Ağanın yüzü
güldü.
Bu olaydan sonra Dr. Sıddık Bey, karakol ve adliye personeline karşı
çok sert ve mesafeli oldu. Akşamları kendisine eşlik eden “Piştor” isimli kurt
köpeğiyle lokantaya gelir, birlikte caddede gezintiye çıkarlardı. Eğer yakınlarından bekçi veya polis geçse, Dr. Sıddık Bey, Rasim Ağanın intikamını
almakta tereddüt etmez, köpeği onların üzerine saldırtırdı. Herkes bir yana çil
yavrusu gibi dağılırdı. Hatta bir keresinde bir bekçi kaçacak yer bulamayınca,
Cabbar Ağanın (Yeşilyurt) dükkanının önündeki dut ağacına tırmanmış, kendisini zor bela “Piştor”dan kurtarmıştı.
Dr. Sıddık Bey kumar düşkünüydü. Gazinoda sabaha kadar oturur,
arkadaşlarıyla oyun oynardı. Bir gün gazinocu, işyerini erken kapatmak için
bunları dışarı atınca, Dr. Sıddık Bey bu duruma çok içerlemiş, ertesi akşam
atıyla gazinodan içeri girerek hesap sormak istemişti. Bu olaylar kasabada
anlatılır, ağızdan ağıza dolaşırdı.
Bir gün de akşam sofrasının akabinde, sokakta sendeleyerek yürüyen
Dr. Sıddık Bey, “Deveye bineceğim” diye tutturmuştu. Yardımcıları sağa sola
koşturmuşlar, Osman Ataman’ın evinin arkasında Hacı Cafer Akyüz’e ait
438
Iğdır Sevdası
develer olduğunu tespit etmişler. Hacıyı uykudan uyandırıp, parasını vererek
deveyi kiralamışlar. Hacı, ilçenin bu saygın ve önemli kişisinin bu garip isteğini geri çevirmek istememiş ama bir yandan da kapıya dayanmış bu belâdan
kazasız belasız kurtulmanın çaresini arıyormuş.
Dr. Sıddık Bey, devenin üzerine kurulmuş, heyecanla hayvanı at gibi
dört nala koşturmaya heveslenmiş. O çabalıyor ama deve oldu olacak bir adımını zorlukla atıyormuş. Sabrı tükenen doktor, Hacıya dönerek, “Koştursana
bu deveyi!” demiş. Hacı eline geçen fırsatı iyi değerlendirmeye karar vermiş:
“Doktor bey, bunlar yük devesidir, koşmasını bilmezler”, diyince doktor kör
pişman deveden inmiş, yardımcılarının kollarında sendeleyerek oradan uzaklaşmış.
Dr. Sıddık Bey, askeri dokunulmazlığı ve ilçenin tek doktoru oluşu
nedeniyle herkesin önünde el pençe olduğu koşullarda Iğdır’a hizmet verip, iz
bırakıp ayrıldı. Iğdır’ı sevdiği belliydi; yıllar sonra Iğdır’ı tekrar ziyaret etti,
dostlarıyla hasret giderdi.
Dr. Sıddık Beyin bilahare “Paşa” olduğunu öğrendik.
Hayatta ise uzun ömürler dilerim.
Kalafatlar
Rize’den Iğdır’a gelip yerleşen Karadeniz kökenli bu ailenin büyüklerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Talip Kalafat
2. Osman Kalafat
3. Hamdi Kalafat
4. Şükrü Kalafat
5. Nazım Kalafat
Iğdır’ın ilk sakinlerinden Talip Kalafat, askeriyeye katırlarla gıda
nakil işini üzerine almıştı. Akıllı bir girişimciydi. Hazine malı, bedeli 20
yılda ödenen gayri menkullerden, dükkan ve arsadan alıp zengin oldu. İlk eşi
Osman Kalafat’ın kız kardeşiydi. Çocukları olmayınca Süphan Güneş’in kız
kardeşiyle evlendi. Bu evlilikten birini adı Mehmet (Mamo) iki oğlu dünyaya
geldi. Mehmet Bey, Feyzullah Zengi’nin kızıyla evlendi; genç yaşta vefat
etti.
Osman Kalafat çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşırdı. Evleri, bugünkü
belediye parkının olduğu yerdeydi. Çocukları; Zehra, Rivayet, Mehmet Ali,
İsmet ve Yılmaz idi. Zehra Hanım, Erzincanlı bir veteriner hakimle evlendi.
Rivayet Hanım iki evlilik yaptı. (İkinci eşi marangoz Halit idi) Mehmet Ali
Bey, Iğdırmava’dan bankacı İsa’nın kız kardeşi Habibe Hanımla; İsmet Bey
439
Hamza Aygün
Rize’den evlendi. İsmet Bey sınıf arkadaşımdı. Arkadaş canlısı ve iyi bir
insandı. Genç yaşta vefat etti. Oğlu Yılmaz hayatta olup, Iğdır’da kereste
atölyesi işletmektedir.
Hamdi Kalafat müteahhit ve tüccar idi. Askeriyeye gıda temin ederdi.
Tek oğlu Fikri Kalafat şofördü. Arkadaşımız Şazimet Hanımla evlendi. Fikri
Bey genç yaşta vefat etti.
Kalafat ailesini ölenlerine rahmet, hayatta olanlara uzun ömürler dilerim.
Bozyel Ailesi
(Bir gün elime “Azerbaycan Diyarından” isimli bir kitap geçmişti.
Merhum İbrahim Bozyel’in kaleminden çıkan ve gönül vatanı Azerbaycan’a
yaptığı seyahat notlarını içeren bu kitap, üzerimde alışılmışın dışında bir etki
bırakmıştı. Duyguları, hasreti, ayrılığı, bir ulusun onur mücadelesini gözler
önüne seren, şiirlerle yoğrulmuş anlatımıyla okuyucuyu teslim alan bu kitap,
Merhum İbrahim Bozyel’in hatırası olarak bize miras kaldı. Kendisini rahmetle anar, Iğdır’ın edebiyat zenginliğinin devamını dilerim. Mücahit)
Bozyeller iki kardeşti: Fazıl ve Hüseyin Bozyel
Bu aile Iğdır’ın kadim yerlisidir. Baba tarafından Iğdırmavalı anne
tarafından Oba köylüdür. Fazıl Bey ticaretle uğraşırdı. Dürüstlüğü, yetkin
ticari ahlakı ve kimsenin kötülüğünü istemeyen yanıyla halk arasında sevildi,
iş hayatında başarı kazandı.
Hüseyin Bey sınıf arkadaşımdı. Okulda biz onu, “Hüseyin Bala” diye
çağırarak diğer Hüseyinlerden ayırt ederdik. Hüseyin Bey, kuşağımızın kör
talihinden kaçamadı, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ortaokuldan sonra eğitimine devam edemedi. Nasıl olsundu ki, lise için Kars veya Erzurum’a gitmek
gerekecek, karneyle ekmeğin verildiği o yıllarda öğrenci yurtlarında ve garip
şehirlerde yaşam mücadelesi verecekti. Bu nedenle Hüseyin Bey çiftçilik ve
ticarete yöneldi, hayatını bu alanda kazandı.
Hüseyin Beyin tahsil hayatı yarım kalmıştı ama çocuklarının okul hayatına tüm gücüyle eğildi. Oğullarından Merhum İbrahim Bozyel’i tanımayan
ve onun aramızdan trajik ayrılışını bilmeyenimiz yoktur.
Avukat İbrahim Bey, Iğdır halkının gönlünde taç kurmuştu. Haklıyla
haksız arasında kararlılıkla mücadele eden, iyilikten ve doğruluktan yana kişiliğiyle halkın sevgisini ve güvenini kazanmış başarılı bir avukat, değerli bir
insandı. Elim trafik kazasıyla aramızdan zamansız ayrılması hepimizi yasa
boğmuştu. Kendisine Allah’tan rahmet, ailesine uzun ömürler dilerim.
Hüseyin Beyin ikinci oğlu Abbas Bozyel, ilimizin Parlamento temsil440
Iğdır Sevdası
cisidir. Abbas Bey tüm gayretiyle şehrimizin sorunlarına çare aramakta, başarılı çalışmalarını ilgiyle yakından takip etmekteyiz. Sayın Milletvekilimize
başarılar dileriz.
Bozyel ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Bozkurt Ergenekon
Bozkurt Hoca, Aydın’ın Kuşadası ilçesinden öğretmen olarak Iğdır’a atanmıştı. Sevilen bir hocaydı. 1938 yılında Iğdır’a gelen Bozkurt Hoca,
1955 yılına kadar ilk ve ortaokulda görev yaptı. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ikinci kez askere çağrıldı; bu görevini Tuzluca’da yaptı, tekrar Iğdır’daki
hocalık görevine devam etti.
Bozkurt Hoca , Rasim Ağa’nın lokantasının müdavimlerindendi.
Bozkurt Hoca uzun yıllar bekâr yaşadı. Iğdır’a tayin olan ve kendisi
gibi bekâr öğretmenlerle ev kiralayıp birlikte kalırdı. Bu şekilde beraber olduğu öğretmenlerden birisi de Konyalı Kayhan (Keskinok) Beydi.
Kayhan Bey, Topçular (İnönü) İlkokulu öğretmeniydi. Ortaokula da
jimnastik dersine giderdi. Boks ve atletizme meraklı olan Kayhan Bey, 19
Mayıs törenlerini ciddiye alır, kendi geliştirdiği hareket ve koreografiyle
zevkli ve neşeli bir bayram kutlaması hazırlardı.
Kayhan Bey Ankara’da yaşamakta, resim sanatındaki başarısıyla kendisinden söz ettirmektedir. Uzun ömürler dilerim.
Bozkurt Bey, çıktığı tatilden evli olarak geri gelmişti. Tayini Ankara’ya çıktı.
Aradan yıllar geçmiş ben de Ankara’ya yerleşmiştim. Arkadaşım Turgut
Sungar bir gün bana, Bozkurt Hocanın, Çankaya kulesinin yanında kitapçı
dükkanı sahibi olduğunu söyleyince kendisini ziyaret etmeye karar verdim.
Bir kitap sergisinde hocamla tekrar görüşme şansı yakaladım. Hocamız az
ötede kalabalığın arasında durmuş sohbet ediyordu. Bir açıklama yapmadan
gidip elini öptüm. Şaşırmıştı. “Kim bu?” anlamında uzun uzun yüzüme baktı.
Iğdırlı bir öğrencisi olduğumu söyleyince duygulandı, hatıralara dalıp, çok
sevdiği Iğdır’ı özlemle yad etti.
Iğdır’a çok emek vermiş Bozkurt Hoca, manevi bir eser olarak yetiştirdiği öğrencilerinin kalbinde şükran ve minnet duygusuyla hep yaşadı ve
yaşamaya devam edecek. Hocamıza uzun ömürler dileriz.
Dr. Mehmet Ali Derman
Dr. Mehmet Ali Derman Niğde ilinden Iğdır’a gelip, özel muayenehane açarak hizmet vermişti. Başarılı ve yetenekli bir hekimdi. Bir süre
çalıştıktan sonra Iğdır’dan ayrıldı. Çok geçmeden bu kez yanında daha önce
441
Hamza Aygün
Iğdır’da görev yapmış İsak isminde bir polis ve hemşire olmak üzere geri
döndü. Mülkiyeti Bağır Aras’a ait evleri kiralayarak Sağlık Kliniği açtı.
Kars’tan getirttiği Malagan (Rus) ailelerin yardımıyla kliniği işletti. Klinikte
röntgen cihazı da olduğundan her türden operasyon yapılabiliyor, geniş halk
kesimine hizmet veriyordu.
Dr. Mehmet Ali Derman, geçkin yaşına rağmen bekârdı. Bir gün Iğdırlılar doktorun özel hayatının sırrını çözmüştü: Niğde’de evli olan doktor,
karısına ve çocuklarına kızıp Iğdır’a gelmişti! Kendisi de aslen Niğdeli değilmiş. Oradaki lakabı “Acem Mehmet Ali” imiş!
Dr. Mehmet Ali Bey, karısında ayrılıp, yanında getirdiği ve kendisinden 40 yaş küçük hemşiresiyle evlendi.
Dr. Mehmet Ali Beyin belirli konularda kitap çalışması olduğunu biliyorum ama ayrıntısı hakkında bilgi sahibi değilim.
Bir gün vefat ettiğini duydum. Allah rahmet etsin.
Hakverdi Akar
Ermenistan’ın Zengibasar kasabasından Iğdır’a gelip yerleşenlerdendir. Aydın karakteri ve ileri görüşlülüğüyle bilinirdi. İki oğlu ve iki kız vardı.
Çocuklarının giyim kuşamına özel ilgi gösterir, eğitimleriyle yakından ilgilenirdi.
Hiç unutmuyorum, oğlu Kasım’a bisiklet getirmişti. Mahallenin çocukları Kasım’ın etrafını alır; o da üç tekerlekli bisikletiyle aramızda dolaşarak hava atardı.
Hakverdi Akar, Şube sokağında lokanta işletirdi. Özellikle 1925-34
yılları arasında muhacir dalgaları Iğdır’ı tıka basa doldurduğundan, yemek
saati insanlar Hakverdi’nin lokantasının önünde toplaşır, aşçı Kerem Ustanın
Iğdır yemeklerini iştahla yerlerdi.
Hakverdi Akar, yeterli sermaye birikimi sağlayınca, Iğdır Şehir Kulubünü aldı. Bu bina Merhum Haydar Yüksel’e aitti. Kasabanın en iyi binası
olan Şehir Kulübünü, Erivanlı Rahim Bey kiralamıştı. Bekâr olan Rahim Bey
aniden vefat edince Şehir Kulübü satılığa çıkarılmıştı.
Rahim Beye uzaktan akraba “Tuzlu Bala” lakabında bir şahıs vardı.
Tuzlu Bala’nın oğlu Adil Akdağ Şehir Kulübünü satıp İstanbul’a gitti.
Tuzlu Bala’nın asıl ismini bilmiyorum. Çerçilik yapardı. Merkebe
yüklediği ayna, çorap, iğne, krem gibi aksesuarları köy köy dolaşıp satardı.
Müşterisi genellikle çocuklar olduğundan, ilgilerini kazanmak için, “Tatlı
bala, tuzlu bala” diye bağırırdı. Böylece “Tuzlu Bala” kelimesi üzerinde lakap
olarak kalmıştı.
Hakverdi Akar gazinoyu aldıktan sonra işleri ilerledi.
442
Iğdır Sevdası
Gazinoya her şahıs giremezdi. Kılık kıyafeti yerinde olan, elit bir kesim ve memurlar burada oturmayı hak kazanırdı.
Oğlu Kasım, ortaokulu bitirdikten sonra babası varlıklı olduğundan
Haydarpaşa Lisesine kaydoldu. O yıllar İstanbul’da okuyan öğrenciler arasında Bağır Aras’ın oğlu Mazlum Aras, Hacı Gulem Parlar’ın oğlu Nevzat
Parlar’ın isimlerini sayabilirim.
Kasım Bey, İstanbul’a ve okula uyum gösteremedi. Iğdır’a geri dönüp
öğretmen vekili olarak 12 Kasım İlkokulunda görev yaptı. Kendisi gibi öğretmen vekili olan Nihal Hanımla tanıştı. Çift anlaşıp evlenmeye karar vermişti
ama Bayburtlu Paşa’nın yakın akrabası Nihal Hanım aileden istediği izni
almakta zorlandı. Yılan hikayesine dönüşen uzun ve zorlu bir mücadelenin
ardından, Nihal Hanımın cesaretiyle evlilik nihayet gerçekleşti.
Kasım Bey, evlendikten sonra Tarım Satış Kooperatifine girdi. 4 yıl
birlikte görev yaptık. Bilahare Ziraat Bankasında çalışmaya başladı. Ankara
Hasanoğlan Ziraat Bankası müdürü olarak emekli oldu. Hâlen Ankara’da ikâmet etmektedir.
Hakverdi Akar’ın diğer oğlu Hidayet Bey, TMO’de memur olarak
çalıştı.
Vefat eden Hidayet Bey ve ailenin diğer üyelerine rahmet, kalanlara
uzun ömür dilerim.
Ali Usta
1935’lerin Iğdır’ında bugünkü Cemalettin Güneş’e ait fabrikanın yerinde “Topçular” isminde bir fabrika vardı. Aslen Karslı, “Topçular” lakabıyla
tanınan zengin bir aileye ait fabrika, 55 beygirlik Linkoln dizel motoru ve 3
adet Rus savcını, pres ve un öğütmeye uygun değirmen tesisine sahipti. Motorun bakım ve işletme işini üstlenmesi için, Kırım’dan göç etmiş, hafif ayak
özürlü Ali Usta isimli şahsı getirtmişlerdi.
Fabrika 1937 yılında kadar “Topçular” ailesinin sahipliğinde çalıştı.
Pamuk Tarım Satış Kooperatifleri kurulunca, fabrika Birlik’e devren satıldı.
Böylece Ali Usta, kooperatifin elemanı olarak görevini devam ettirdi.
Ali Ustanın, eşi Emine Hanımdan üç kız bir oğlu vardı. Büyük kızı
Fransızca hocamız Hayri Demirbaş’la evlendi. (Hayri Demirbaş daha sonra
Harp Okuluna girmiş, Albay olarak emekli olmuştur)
İkinci kızı, Ali Ustanın kendi eliyle yetiştirdiği Bulgar göçmeni Ahmet Ustayla evlendi.
En küçük kızı da sevdiğim bir insan olan Mustafa Beyle evlendi.
Mustafa Bey, İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Rus ordusunda askerken
Almanlara esir düşmüş; harbin sonunda Avusturya’daki gözetim kampında
kendisine hangi ülkeye dönmek istendiği sorulduğunda Türkiye’yi tercih et443
Hamza Aygün
Kaz Ambarında Dostlar Buluşması (1937)
(1) İsmail Özgür (Terzi İsmail), (2) Hasan Tezel, (3) Hamit Keskin, (4) İsrafil Kamerli,
(5) Kamerli Feridun, (6) Ali Ekber Akyüz, (7) Hasan Aydoğdu, (8) Ali Işık (Kemancı),
(9) Başçavuş Hüseyin, (10) Rıza Aygün, (11) Rahim Akyüz, (12) İsmail Karadağ
mişti. İstanbul’a giden Mustafa Bey, orada şans eseri Ali Ustayla tanışır. Bu
yüzden sonraki yıllar Ali Usta, kendisi gibi Kırım asıllı olan Mustafa Beyi
Iğdır’a getirtmiş, kızını evlendirmişti.
Ali Ustanın üçüz doğan çocuklarından Kemal isimli olanı hayatta
kalmıştı. Babası tarafından usta olarak yetiştirilen Kemal Bey, hâlen Iğdır’da
zanaatını başarıyla icra etmektedir.
Ali Usta birçok torun sahibidir. Hayri Demirbaş’ın kızı dostum Mehmet Koç’la evlidir.
Ali Ustanın ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Hasan Koçu
Hasan Bey ve annesi Hatice Hanım, Erivan’dan Iğdır’a gelmişlerdi.
Hasan Bey, uzun yıllar annesiyle kendilerine iskan hakkı olarak verilen evde
oturdu; 40’lı yıllarda Kadıkışlak köyünden bir kızla evlendi.
Dostluğa önem veren Hasan Beyin, Dr. Abbas Çöllü’yle bir ömür
devam eden arkadaşlığı insanın ilgisini celp eden cinstendi.
Çocukları tahsil yapıp iş hayatına atıldılar.
Hasan Beye ve annesine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Şöllüler
Aras’ın öte yanında Şöllü isminde iki kasaba vardır: Şöllü Mihman444
Iğdır Sevdası
dar ve Deveci Şöllü. Her iki kasabadan kalabalık bir göçmen topluluğu Iğdır’a yerleşmiştir. Bu aileleri şöyle sıralayabiliriz:
Şöllü Mihmandar (Demirci Şöllü)
1.Hacı Hasan Çöllü
Tüccar
2.Hacı Ekber Çöllü
Tüccar
3.Dr.Abbas Çöllü
4.Ali Çöllü
Bakkal
5.Halil (‘Karahalil’)
Hırdavatçı
6.Hacı Cafer Şakı
Tüccar
7.Ali Şakı
Tüccar
8.Yunus Şakı
Banka Müdürü
9.Timur Demirci
Tüccar
10.Mikail Demirci
TMO müdürü
11. Enver Demirci
Bankacı
12.Hacı Hüseyin Şöllü
Tüccar
13.Emir Şöllü
Tüccar
14.Hacı Mehmet Şöllü
Tüccar
15.Hasan Şöllü
Tüccar
Şöllülerin ilk gelen bölümü Tukaz Hanım oğlu İsa, Hasan, Hüseyin
ve İbrahim; Dilber Hanım oğlu Müslüm; Güllü Hanım oğlu Mehmet, Halil;
Abbas Fahri Akın ve Yargıtay hakimlerinden Müslüm Gökgöl dür.
Deveci Şöllü
1.Mehmet Tekin
Tüccar
2.Ahmet Tekin
Muhasip
3.Meşe Haydar Akyüz
Tüccar
4.Mesim Akyüz
Tüccar
5.Hasan Akyüz
Tüccar
6.Mehmet Akyüz
Tüccar
7.Halil Akyüz
Tüccar
8.Kelbakulu Akyüz
Aile reisi
9.Rahim Akyüz
Otel ve Kulüp işletmecisi
10.Dacı Akyüz
Zahireci
11. Kelbe Ezim Akyüz
Zahireci
12.Kedir Akyüz
Zahireci
13.Ehet Akyüz
Kasap
14.Gamet Akyüz
Kasap
15.Salman Akyüz
Esnaf
445
Hamza Aygün
16.Çaçan Akyüz
Zahireci
17.Sarı Akyüz
Zahireci
18.Akkan Akyüz
Zahireci
19.Hacı Cafer Kum
Deveci
20.Yusuf Kum
Hakim
21.Yakup Kum
Zahireci
22.Eyüp Kum
Zahireci
23.Hacı Zennelabidin Akyüz
Tüccar
24.Kasım Akyüz
Manifaturacı
25.Sadık Akyüz
Manifaturacı
26.Ali Ekber Akyüz
Manifaturacı
27.Mecit Akyüz
Manifaturacı
28.Müslüm Gökgöl
Hakim
29.Ennağı Akyüz
Elektrikçi
30.Yılmaz Akyüz
Müh. Müteahhit
31.Kostan Akyüz
32.Molla Rıza
Hoca
33.Tahir Mihmandar
Hakim
Bu grup Şöllüler, 1932 yılında tüm varlıklarıyla yani atları, develeri
ve özel eşyalarıyla Iğdır’a geldiler. İlk yerleşim yerleri önceki gruptan Dilber
ve Tukaz Hanımın evleri, Resul Taner’in fabrika bahçesi olmuştu.
Çocuktum. Sabahleyin sokağa çıktığımda mahallenin şenlendiğini
görmüştüm. Onlarca çocuk sağa sola koşturup duruyordu. Arkadaş oldum,
beraber büyüdüm. Şöllüler Iğdır’ın rengi ve neşesi oldular. Bazıları manifatura dükkanı açtı; bazıları kasap oldu; bazıları da gazino ve kahvehane açıp
işlettiler. Develeriyle gelenler nakliyat işine başladı. Şöllüler çiftçilik yapmadılar. Lehçeleri de Erivan yöresi lehçesinden farklılık gösterirdi. Kısacası,
Şöllüler, kendi içlerinde bir bütün özel bir topluluktu. Reisleri Mehmet Tekin
ve bilahare Rahim Akyüz oldu. Oyları seçimlerde reisin isteği doğrultusunda
belirli bir partiye atılır, bu yüzden şehirde saygınlıkları ve ağırlıkları olurdu.
Çocukları tahsil yaptı; aralarından değerli hukukçular yetişti. Zamanla Anadolu’nun diğer bölgelerine dağıldılar.
Şöllüler iyi ve çalışkan insanlardı. Ölenlere rahmet, kalanlara uzun
ömür dilerim.
Aralık (Başkent veya Başköy)
Bir zamanlar “Başköy” ismiyle Iğdır’ın nahiyesi (1960’a kadar) olan
Aralık, şimdi ilçe olarak Iğdır iline bağlıdır. Aralık birkaç önemli kabileden
oluşur. Başlıcaları:
446
Iğdır Sevdası
1.Demkulular
2.Celayirliler
3.Turanlar
4.Aslantürkler
Bu ailelerin ileri gelenleri şöyledir:
1.Paşa Ekinci
Iğdır Belediye Başkanı
2.Fikret Ekinci
Askeri Hakim
3.Meşe Bilal Toksöz
Aralık Belediye Başkanı
4.Hüseyin Ali Başkent
Iğdır Ticaret Odası Sekreteri
5.İbrahim Taner
Tüccar
6.Resul Taner
Fabrikatör
7.Merdan Taner
Tüccar
8.Bahşeli Aslantürk
Fabrikatör
9.Celil Aslantürk
Tüccar
10.Merdan Turan
Kooperatif Başkanı
11. Timur Turan
Memur
12.Hüseyin Koç
Tüccar
13.Musa Başkent
Muhasebeci
14.Naci Konaç
Tüccar
15.Meşe Abbas
Tüccar
16.Timur Toksöz
Aralık Belediye Başkanı
17.Molla İbrahim
Fabrikatör
18.Mürsel Saita
Fabrikatör
19.Yetim Abbas
Tüccar Kunduracı
20.Esadullah Yenigün
Tüccar Kunduracı
Mehti (Glava) Mis
Mehti Bey iki kardeşti. Küçük kardeşin adı da Mehmet Mis’ti.
Mehti Bey kasaplık yapardı. Lokantamızın et ihtiyacını yıllarca Mehti
amcadan temin etmiştik. Güvenilir bir dost, saygın bir insandı.
Oğlu Muhtar Mis; yaşıtım, arkadaşım ve sırdaşımdı. Ortaokuldan
sonra Öğretmen Okulu sınavını kazandı, Erzurum Öğretmen Okuluna bir
yıl okudu. Rahatsızlığı nedeniyle okulu terk etti. Askerlik dönüşü Ankara’da
Polis Okuluna devam etti. Uzun yıllar polis olarak hizmet verdi, baş komiser
oldu, İstanbul’dan emekli oldu.
Şengül Aksoy Hanımla evlendi; Dilşat ve Kürşat isimli çocukları yüksek tahsil gördüler. Şengül Hanım, Erivanlıların tüm inceliğini taşır, özellikle
yemeklerinin lezzetine diyecek yoktur. Torun sahibidir.
Mehti Beyin diğer oğlu Kanber Mis’i anlatmadan geçemeyeceğim.
447
Hamza Aygün
Kanber Bey, eğlenmeyi ve düğünlerde oynamayı severdi. “Kameriski” oyununu çok iyi başarırdı. Bütün düğünler Kanber Beyindi. Bu yüzden halkın
dilinde, “Toyundu Kanber” sözü yerleşmişti.
Kanber Bey, eniştesiyle Van’a memur olarak tayin oldu, oraya yerleşti. Uzun ömürler dilerim.
Mehti Beyin küçük kardeşi Mehmet Mis, bakkalcık yapardı. Geniş ve
bakımlı tarlaları vardı. Mir Bağır Özel Beyin kızıyla evlendi. Çocuklarının
methini duyum ama tanıma şansım olmadı.
Mis ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlarına uzun ömürler dilerim.
Mehmet Tağı Solmaz
1934’li yıllarda gelen bu aile diyebilirim ki Azerbaycan göçmenlerinin sonuncusudur. Mehmet Tağı Solmaz, eşi Raziye Hanım, oğlu Şakir, kızı
Rana ve Raziye Hanımın kardeşi Tevfik Solmaz, beş kişilik aile olarak küçük
bir konut olan evimizi kiralamışlardı.
Erivan’ın en iyi kuyumcularından olan Mehmet Tağı Bey, alet ve
takımlarını da beraberinde getirmişti. O yıllar yapmış olduğu takılar bugün
bile ilgi görüp aranmaktadır. Özellikle Türk bayrağı motifi esasında yaptığı
gerdanlıklar çok beğenilirdi.
Hükümet, aileye iskan hakkı verdi. Yeni evlerine taşındılar. İşleri de
her gün daha iyiye gitti, sıkıntılarını geride bıraktılar.
Tevfik Solmaz uzun yıllar eniştesiyle birlikte çalıştı.
Mehmet Bey, bilahare İstanbul’a nakletti. Mesleğini orada devam ettirdi. Oğlu Şakir Bey, Ankara’da evlendi, Almanya’ya yerleşti. Sportmen bir
delikanlı olan Şakir Bey genç yaşta vefat etti. Ablası Rana Hanım, Iğdır’da
rahmetli Timur Toksöz’le evlendi. İstanbul’a taşındılar. Çocukları tahsillerini
tamamlayıp hayata atıldılar.
Tevfik Bey uzun yıllar mesleğini Iğdır’da idame ettirdi. İstanbul’un
cazibesine kapılıp işyerini oraya nakletti.
Mehmet ve Tevfik Beyler İstanbul’da kalp krizinden vefat ettiler.
Solmaz ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Esat Kılıç
İyi bir demirci ve araba ustası olan Esat Bey aslen Zülfikâr köyündendi. Saban, araba, harman makinesi gibi çiftçi aletlerini üretir ve tamir ederdi.
Esat Beyin çocukları tahsillerini başarıyla tamamladılar. Bunlardan
Sönmez Kılıç baba ocağını yani Zülfikâr köyünü unutmadı; orada fabrika açtı.
Eşi Nurten Hanım, eşi bulunmaz, asil bir hanımefendidir.
Diğer oğlu Dönmez Bey çalıştığı Bakanlık bünyesinde iyi bir göreve
geldi.
448
Iğdır Sevdası
Esat Beyin, eşi Leyli Hanımdan bir hayli kız çocuğu olmuştur. En
küçüğü Yüksel Hanım, İsmet Tekinbaş’la evlidir.
Kılıç ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Meşe Şükür Kılıç
Iğdır Zülfikâr köyünden olan Meşe Şükür Beyin eşi Obalıdır. Ticaretle uğraşan Meşe Şükür Bey, hatırı sayılır bir gayrimenkulun sahibi oldu.
Büyük oğlu Yadullah Kılıç Maliye Meslek Okulunu bitirdi, birçok
ilçede mal müdürlüğü yaptı, bilahare DÜÇ’liğine sayman olarak atandı. Yadullah Bey bu görevinden ayrılıp Ankara Devlet Tiyatroları Saymanlığında
çalışmaya devam etti. Kalp krizi sonucu Ankara’da vefat etti.
Yadullah Beyin üç kızı ve bir oğlu, Ankara’da yaşamaktadırlar. Tahsillerini tamamlayıp iş hayatına atılmışlardır.
Meşe Şükür Beyin ikinci oğlu İdris Bey akranımdı. Ticaretle uğraşırdı. Ankara Şereflikoçhisar’a göç etti, oradan evlendi. Hâlen Ankara’da yaşamaktadır. Büyük oğlu Iğdır’ın sayılı tüccarlarındandır.
Meşe Şükür Beyin en küçük oğlu Kılıç Bey, ticaretle uğraşırdı. Bir
yangında eşini kaybeden ve kendisi de ağır yaralanan Kılıç Bey, ikinci evliğini yaptı, yeni bir hayat kurdu. Ağabeyi Yadullah Bey gibi kalp kriziyle
aramızda ayrıldı.
Meşe Şükür Beyin kızı Güllü Hanım, Karslı terzi İslam Beyle evlidir.
Ankara’da ikamet etmektedirler.
Kılıç ailesini ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Meşedi İbrahim Amca
İlk gelen göçmen grubu içinde yer alan Meşedi İbrahim amca, İran’ın
Hoy kasabasından bekâr olarak macera olsun diye yola çıkmış, Iğdır’a gelip
yerleşmişti. Azeri Türkü İbrahim amca Celil Beyin akrabası Evşen Hanımla
evlenmişti. (Celil Bey aslen Kızılzakir köyü beylerindendir. Bir husumet nedeniyle bir gece uykuda öldürülmüş, cinayet faili meçhul kalmıştı)
İbrahim amca Iğdır’a iskan edildi. Evşen Hanımdan üç kızı , iki oğlu
dünyaya geldi. Kızlarından büyüğü berber Ebdil Beyle; ikinci kızı Feride
(Ferik) Hanım Kasım Bağcı Beyle; üçüncü kız Seriye Hanım da Süleyman
Beyle (Kasım Beyin ilk hanımından) evlendi. Büyük oğlu Çetin Bey ticaretle
uğraştı; küçük oğlu astsubay olarak yurdun çeşitli yörelerinde hizmet verdi,
emekli oldu.
Kacardoğanaşlı köyünün ileri görüşlü evlâdı Kasım Beyin ilçe merkezinde özel bir yeri ve saygınlığı vardı. Iğdır’ın sayılı zenginlerinden amcası
Meşedi Abdullah gibi o da atak ve liderdi.
Meşedi İbrahim amca, turist olarak gittiği, baba toprağı Hoy’da ani
449
Hamza Aygün
kalp kriziyle vefat etti. Eşi, Evşen Hanım da birkaç yıl sonra aramızdan ayrıldı.
Sevgi ve saygı duyduğumuz bu aileye rahmet, kalanlara uzun ömürler
dilerim.
Halil Çetin
Azerbaycan göçmeni üç kardeş; Halil, Mehti ve Ekber Çetin kardeşler 1927’li yıllarda Iğdır’a gidip yerleşmişlerdi. Şube sokağında kunduracılık
yaparak geçimlerini temin ettiler. Halil Beyin tek oğlu Kemal Bey sınıf arkadaşımdı.
Kemal Bey ortaokulu bitirdikten sonra adliyede zabıt katibi olarak görev yaptı; bu mesleğinde baş katipliğe kadar yükseldi. İcra memurluğu sınavlarını kazanıp eğitim aldı, Ankara’da 7nci İcra Dairesi müdürü oldu. Emekli
olan Kemal Bey Ankara’da ikamet etmektedir.
Mehti Bey, Gümrük Tekel Bakanlığı bünyesinde çeşitli ünitelerde memur olarak çalıştı. Soket Hanımla evlidir. Ünlü sinema yönetmeni ve sanatçı
Sinan Çetin, bu ailenin çocuğudur.
Ekber Çetin, uzun yıllar Iğdır’da ikamet etti. Bilahare İstanbul’a nakletti.
Çetin ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Şeref Kirman
İbrahim Kirman Beyin küçük oğludur. Anne tarafından Şamil Beye
akrabadır. Iğdır DÜÇ’de memur olarak göreve başladı, Ankara’da emekli
oldu. Kazancılı Ali Beyin kızı Feride Hanımla evli olan Şeref Beyin iki oğlu
(Levent, Bülent) ve iki kızı (Ufuk, Gamze) tahsillerini tamamlayıp hayata
atılmışlardır.
Şeref Bey emekli olduktan sonra işyeri açmıştı. Maalesef, himayesine
aldığı bir işçi tarafından katledildi. Olay Iğdırlıları yasa boğmuştu.
Şeref Beye Allah’tan rahmet, çocuklarına uzun ömürler dilerim.
Dayı Bey
Dayı Bey, Aras’ın karşı kıyısındaki Canfida köyünden Iğdır’a gelip
yerleşmişti. Gulem Çağlar Beyle uzaktan akrabalığı olduğundan onlara yakın
bir evde iskan edilir.
Süleyman ve Niyazi isimli oğulları; Kaymakçı Asker’le evli Gülüsüm
isimli kızı vardı. Oğulları tahsillerini tamamlayıp Ankara’ya yerleştiler. Süleyman, banka müdürlüğünden emekli oldu; Niyazi Bey çalışmaktadır.
Dayı Beye rahmet, çocuklarına uzun ömürler dilerim.
450
Iğdır Sevdası
Doktor Mehmet Şevki Bey
Iğdır, 50’li yıllara kadar sıtma belâsına teslim olmuştu. Hanago deresi
“Anafol” sineğiyle kaynıyordu. Aralık, Kazancı, Kiti taraflarında çeltik ekimi
yapıldığı için sivrisinekler tüm obayı kuşatmış, hastalığa yakalanmayan Iğdırlı kalmamıştı. Tek kurtuluş yaylalara kaçmaktı.
1936 yılında ilk kez hükümet konuya eğilmiş, soruna çare bulması
için Dr. Mehmet Şevki Beyi göndermişti. Dr. Şevki Bey, çeltik ekimini yasakladı, Hanago çayını ıslaha çalıştı. “Kinin” ve “Atabirin” ilaçlarını halka
bedava dağıttı.
Doktorun dört beş güzel kızı vardı. 15-18 yaş arasındaki Iğdır’ın delikanlıları kızlara aşıktı. Her gün gruplaşır, kızları görmek umuduyla, evin
önünde volta atarlar; kim kimin sevgilisi olacak diye başlayan pazarlıkların
çoğu da kavgayla biterdi
Dr. Şevki Bey uzun yıllar Iğdır’da kaldı, tayini çıktı. Yerine gelen Dr.
Agah Ülkü sıtma mücadelesini devam ettirdi, başarılı çalışmalar sonucu mikrop tamamen temizlendi
Sıtma savaşın bu iki kahramanını saygıyla yad ediyorum.
Niftulllah Usta
Değerli bir demirci ustasıydı. Demiri hamur gibi yoğurur, Iğdır çiftçisinin ihtiyacı olan çeşit çeşit aletleri yapardı. Birçok çırağı da bu mesleğe
kendi elleriyle hazırlamıştı.
Niftullah Usta, Molla Yusuf Beyin büyük kızıyla evliydi. Tek oğlu
İbrahim ve hayli kızı çocuğu sahibiydi. Kızları; Rüstem Yaycı, Tevfik Türker,
Aydın Aydın beylerle evlendiler.
Niftullah Ustaya rahmet, çocuklarına uzun ömürler dilerim.
Molla Yusuf Yangın
Değerli bir hoca olan Molla Yusuf Bey, Erivan’dan göç etmişti. Sesi
çok güzeldi. Bazı günler rahmetli dedemle oturup nargile içer, segâh söylerdi.
Pehlivan yapılı, yakışıklı bir beyefendiydi. Çocukları:
1.Mugbil Yangın
Artezyen ustası
2.Rıza Yangın
Lokantacı
3.Mehmet Hüseyin Yangın
Demirci
4.Ekber Yangın
Tüccar
Molla Yusuf Beyin iki de kızı vardı. Biri Ali Kazancı diğeri de Niftullah
Ustayla evliydi. Yangın ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür
dilerim.
451
Hamza Aygün
Abdullah Ahmet Kesemen
Azerbaycan’ın Kesemen yöresinden olan bu aile ilk olarak Van’a
yerleşmiş; Evci köyündeki akrabalarına yakın olmak düşüncesiyle bilahare
Iğdır’a nakletmiştir. Tahsilli ve eğitimli Abdullah Bey, maliyede memurluk
yaptı, kooperatifte bizimle çalıştı.
Oğlu Nesip Kesemen’i Ankara’da tanıma şansım olmuştu. Toplum
adamı, halkın sorunlarıyla ilgili bir insandır. Siyasete soyunan Nesip Beyi
ileride Parlamentoda görmeyi ümit ederiz.
Kesemen ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Hüseyin Oral (Namı diğer Mutemet Hüseyin)
Tuzluca’nın Aktaş köyündendir. 9ncu Kolordu komutanı Kâzım Karabekir Paşanın öksüzler için açtığı okullarda okumuş, ortaokula kadar tahsil
yapmıştı. Okulların lağvedilmesiyle Iğdır’a geldi. Belirli işlerde çalışıp askere gitti.
Askerlik dönüşü güvenilir bir insan olduğundan Ali Yardım tarafından posta emini olarak işe alındı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Iğdır-Kars
arasında Ali Yardım Beyin kamyonlarını posta amaçlı çalıştırdı. Şoför Mecit
Tuna’yla uzun yıllar görev yaptı. Iğdırmava’dan Memet Rıza’nın oğlu Settar
Beyin kızı Mücella Hanımla evlendi. İki oğlundan Tayyar Bey, Iğdır Esnaf
Birliği Başkanlığını yapmaktadır.
Hüseyin Bey bilahare petrol işine girdi, erken vefat etti.
Oral ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Mehmet Ali Aslan
Aslen Çarıkçı köyünden olan Mehmet Ali Bey, Rus yönetimi zamanı
Erivan’da yaşarmış. Savaştan sonra Iğdır’a, memleketine geri dönmüştü.
Bugünkü Vali Konağının –eski Hükümet Konağı- yeri Mehmet Ali
Aslan’a aitti. Orada sıra sıra dükkanlar vardı. İstimlâk edilip üzerinde Hükümet Konağı inşa edilmişti.
Çarıkçı Beylerinden olan Mehmet Ali Beyin bir oğlu bir kızı vardı.
Oğlu Şamil Bey, hocamdı. Zeki ve akıllı bir insandı. Uzun yıllar kooperatifte beraber olduk. Fabrika ve muhasebe müdürlüğü görevlerinde bulundu;
tahsiline devam edip memuriyet hayatına atıldı. Tapu Kadastroda uzun yıllar
müdürlük yaptı, emekli oldu. Hacı olan Şamil Bey, hâlen İzmir’de ikamet
etmektedir. Başarılı çocukları vardır.
Aslan ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Fırıncı Mehmet Ağa
Iğdır’ın ilk fırıncılarındandır. Bir ara Muhsin Beyle ortak olarak çalış452
Iğdır Sevdası
tı. Her ikisinin ismi Iğdır’ın hafızasında özel bir yer etmişti. Çünkü:
İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Ekmek bulmak zordu. Gerçi Iğdır’da
ekmek karneye bağlanmamıştı ama uzun kuyruklar vardı. Belediye belirli
miktarda unu tahsis eder, fırınlar bununla yetinmek zorundaydılar. Böyle
olunca bazen ekmek yetmez, kuyruktakiler siyah undan yapılan pide şeklindeki ekmekten almak için, “Mehmet Ağa, Muhsin Ağa!” diye bağırır dururlardı.
Lokantamız vardır. Sağ olsun Mehmet Ağa savaş boyunca bizi ekmeksiz bırakmadı.
Mehmet Ağanın iki oğlu bir kızı vardı. Kızını, Kenan Dadaş Gürcan’la evlendirdi. İki oğlu da bakkal ve otel işletmeciliği yaparak hayatlarını
kazandılar.
Mehmet Ağaya rahmet, çocuklarına uzun ömür dilerim.
Behman Bey
Aslen Yaycı köylü olan Behman Bey, Iğdır’da otururdu. Bey ailesindendi. Rus yönetimi zamanında okula gitmiş, tahsil görmüştü. Latin harflerine de merak sarmış, kendi gücüyle öğrenmişti.
Memurluk yapardı. Hoş sohbet birisiydi. Yemek tariflerini çok sever,
lezzetli yemekleri anlatmakla bitiremezdi. Özellikle “cüce pilavı” olarak tabir
edilen tavuklu pilav onun favorisiydi.
Üç oğlu bir kızı vardı. Çocukları memuriyet mesleğindeydi. Büyük
oğlu Cengiz Bey arıcılığa da merak sarmış, her yıl hatırı sayılır miktarda bal
üretirdi.
En küçük oğlu Şamil Bey, Ziraat Bankasın girmiş, şube müdür
iken emekli olmuştur. Hacı olan Şamil Bey, Ankara’da ikamet etmektedir.Çocukları tahsillerini tamamlayıp iş hayatına atılmış, daire başkanlığı gibi
önemli görevlerde çalışmaktadırlar.
Behman Beyin kızı Numan Taner’le evlidir. Kamil ve Cengiz isimli
çocukları emekli olup İzmir’e yerleştiler.
Ailenin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Abbas Gürcan (Namı diğer Sülük Abbas)
Abbas Bey ticaretle uğraşırdı. Zeki ve uyanık birisiydi. Kim ne dedi,
ne demedi; Abbas Bey her şeyden haberdardı. Iğdır insanı bu nedenle kendisine “Sülük” lakabını uygun görmüştü.
1936 yılında açılan Yeni Cadde, bahçesini ikiye bölünce, Abbas Bey,
hayli dükkan sahibi olmuştu.
Tek oğlu Kenan Dadaş Gürcan ticaretle uğraşırdı. Yakışıklı, kalıbına
sığmayan, medeni cesareti güçlü bir gençti. Fırıncı Mehmet Ağanın tek kızıy453
Hamza Aygün
la evlendi, İstanbul’a nakletti. Kenan Gürcan İstanbul’da vefat etti.
Gürcan ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlarına uzun ömürler dilerim.
Şaban Kamerli
Şaban Bey, kardeşi Adil Beyle 1930’lu yıllarda Azerbaycan’ın Kamerli
kasabasından Iğdır’a gelip yerleşmiş; Baharlı mahallesine iskan edilmişlerdi.
Ticaretle uğraşırlardı. Şaban Bey, Mehmet Beyin kızı Hacer Hanımla -Bey
ailesi- evlendi; Muzaffer, Zafer isminde iki oğlu, Nebahat, Ayfer, Nilüfer ve
Güner isminde kızları oldu. Muzaffer Bey öğretmen ve müzisyendir. Zafer
Bey iş adamdır. İki kız öğretmen ikisi de banka da görevlidir.
Adil Bey genç yaşta vefat etti.
Kamerli ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Esat Amca (Hiloi aşiretinden)
Belediye parkının camiye bitişik parselinde, aşiretten Esat amca ve
eşi Gülizar Hanım otururdu. Kurban, Niyazi, İbrahim isminde oğulları, Fatma
isminde kızı vardı.
Esat amca kasaplık yapar, hayvan beslerdi. Mahallenin süt ihtiyacını
da bu aile temin ederdi.
Oğlu Kurban sınıf arkadaşımdı. Askerliğini yaparken bilinmeyen bir
nedenle vefat etmişti. Zavallı ailesi ölüm haberine inanmış, oğullarının dönüşünü dört gözle beklemişti.
Niyazi fayton işletir; İbrahim boya badana işlerinden geçimini sağlardı.
Esat amcaya ve ailenin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler
dilerim.
Hüseyin Ali Selçuk
Çarıkçı köyü Beylerinden Hüseyin Ali Seçuk, Iğdır’da ikamet ederdi.
İleriyi gören, tahsile önem veren birisiydi. Zeki ve çalışkan, büyük oğlu Adil
Bey, 1935’li yıllarda Kars Lisesinde aniden vefat etmiş; acısı Iğdır’ı yasa
boğmuştu. İkinci oğlu Ekrem Bey, Kredi Kooperatif müdürlüğünden emekli oldu. Üçüncü oğlu avukat oldu, halen Büyükçekmede kazasında görev
yapmaktadır. Kızı Mine Hanım, Hamit Çiftlik Beyle; Sukufe Hanım Yakup
Beyle; Yıldız Hanım Fahrettin Beyle ve Leman Hanım da Yaşar Zengi ile
evlenmiştir.
Selçuk ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Ali Kazancı
Kazancı köyünden Ali Kazancı Bey, Iğdır’da otururdu. Köy yerinde
454
Iğdır Sevdası
geniş toprakları, ilçe merkezinde de ev ve dükkanları vardı. Kazım Karabekir
Paşanın ordusunda eğitim görmüş, makinist şoför olmuştu. Sivil hayata geri
dönünce, Iğdır’ın dayanılmaz sıcaklığına deva olmuş, Ali Beyin bahçesinde
buz fabrikası kurmuştur. Böylece Iğdır’da gazoz gibi bir meşrubat kültürüne
adım atmış oldu.
Ali Bey iyi bir yatırımcı ve işadamıydı. Singer ve Siemens makinelerini satar, ticaret hayatının her alanında başarılı olmasını bilirdi.
Ali Beyin ilk eşinden Ekber ve Feride; ikinci eşinden Nejat, Nurgüzel,
Nebahat ve Melahat isimli çocukları dünyaya gelmişti.
Kazancı ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Mütellim Beşgül
Bayburtlu Paşa Akgerdan ailesinin akrabasıydı. Bu nedenle Iğdır’a
gelip yerleşmişti. Ticari hayatı daha çok Tuzluca ağırlıklıydı. Oğlu Metin,
babası gibi ticaret hayatına atıldı, bilahare Ankara’ya nakletti. (1980’li yıllarda Ankara Garnizon komutanlığı yapan Albay Nihat Bey, Metin Beyin kayın
biraderidir)
Başarılı bir ticaret adamı olan Metin Bey, Nuran Hanımla evlidir. Başarılı çocukları vardır.
Başgül ailesinin ölenlerine rahmet, yaşayanlarına uzun ömürler dilerim.
Gazeteci Hüseyin Bey
Aslen Oba köyünden olan Hüseyin Bey, çok aydın ve bilgili bir insandı. Cumhuriyettin kuruluşundan 1955’e kadar Iğdır’ın kitap ve gazete bayiliği
onun elindeydi. Bugün Yeni Cadde üzerinde bulunan Hasan Yıldızların oteli
ve Renault acentesinin yerleri Hüseyin Beye aitti. DSİ’nin yanında da çok
büyük arazileri vardı.
Meşhur İshak Beyin kayın pederi Mehmet Ali Beyin kız kardeşi ile
evli olan Hüseyin Beyin Hamit isminde tek oğlu vardı. Babası gibi ileri görüşlü ve aydın olan Hamit Bey, bilahare İstanbul’a nakletti.
Hüseyin Beye rahmet çocuklarına uzun ömürler dilerim.
Latif Aküzüm
Latif Beyi 50’li yıllarda seçim nedeniyle geldiği Iğdır’da şahsen tanımıştım. Ankara’ya yerleştikten sonra da, bayram veya buna benzer önemli
olaylar vesilesiyle kendisini evinde ziyaret etmiş, kısa sohbetlerim olmuştu.
Ancak benim Latif Beyle asıl tanışıklığım bir olayın neden olduğu özel bir
dostluğa dayanırdı. Bu tatlı karşılaşmayı biraz açmak isterim:
Kayınbiraderim Tevfik Sement av meraklısıdır. Bir gün elinde son
455
Hamza Aygün
model av tüfeğiyle çıkagelmişti: “Beraber ava gideceğiz!” diye tutturdu.
“Aman etme, ben bu işten anlamam!” dedimse de kayınbiraderi ikan
edememiş; keklik bulacağımızı ümit ettiğimiz Elmadağ’a doğru yola çıkmıştık.
Arabamız hızla yol alıyordu. Birden yol kenarında Latif Bey ve eşi
Pırlanata Hanımı, ıpıssız bir yerde ayakta dikilir görmüş, meraklanıp durmuştuk. Arabası bozulan Latif Beyi ve eşini, arabamıza misafir edip Kırıkkale’ye
doğru yola çıktık.
Şehre varınca, İskender Aküzüm Bey, bin bir ısrarla bizleri yemeğe
alıkoydu. Biz o gün keklik yemeğe hazırlanmışken, önümüze konan hindiyi
iştahla yemiştik. Sohbetimiz uzamış, av partimiz de tam istediğim gibi kaynayıp gitmişti.
O günü özel bir duyguyla yad ediyor, her üçüne de Allah’tan rahmet
diliyorum.
Aküzüm ailesinin tamamı Ankara’da oturuyordu. İskender Bey, Kırıkkale Silah Fabrikasında daire müdürü idi. Cahit Beyin, Ulus Emekli Sandığı İş Hanında, Latif Çınar Beyin terzi dükkanının bitişiğinde yazıhanesi vardı.
Rahmetli Fevzi Aküzüm Bey de Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğünde görevli idi. Fevzi Beyi, Azerbaycan Kültür Derneklerinde yakından tanımıştım.
Çalışmasını takdirle izlerdik.
Latif Beyin kız kardeşi Nazlı Hanım, Şamil Beyin oğlu Ziya Ayrım
Beyin eşidir.
Şamil Beyi bizzat tanıma şansım olmuştu. Nargile seven Şamil Bey ne
zaman Iğdır’a gelse dedem Ağa Hasan’a uğrar, nargilenin hortumunu dizlerine dayar, demli çayını zevkle içerdi. Allah rahmet etsin.
Latif Beyin oğlu İlhan Aküzüm’le tanışmam yine tesadüfü ve hoş bir
anıya dayanır. İlhan Bey, DYP Ankara milletvekili adayı idi. Bir gün eşim
Şükran Hanımla, İlhan Beyin seçim bölgesi Keçiören’e yakın bir yerden geçiyorduk. Elde dağıtılan posterlerinden birisini arabamın ön camına astım, kan
kanı çeker derler ya işte öyle bir duyguyla çoğunluğu Karslı olan kalabalığın
arasından geçip İlhan Beyle tanıştım. İlhan Bey beni tanıması mümkün değildi. Kendimi tanıtmak durumundayım:
“İlhan Bey, ben bir zamanlar babanın sadık seçmeniydim. Şimdi de
sizleri desteklemeye, başarı dileklerimi iletmeye geldim” dedim.
O yıl İlhan Bey seçimleri kazanınca sevinmiştik.
Aküzüm ailesinin ölenlerine rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Ekber Mertbay
Azerbaycan göçmeni olan Ekber Bey, akrabası Mikail Beyle birlikte
456
Iğdır Sevdası
Iğdır’a yerleşmişti. Ticarete atılmış, dükkan komşusu olmuştuk. Efendi, kendi
halinde, dedikodudan uzak Ekber Bey, Nurettin Kirman Beyin kız kardeşiyle
evlendi, onlara yakın bir eve taşındı.
Her Iğdır yolculuğumda Ekber Beyi mutlaka ziyaret ederdim. Bir
gün, vefatını öğrenince üzülmüştüm. Allah rahmet etsin.
Melekli Tüccarları
Oruç ve Habip Beyler Melekli köyündendiler. Ortak ticaret yapan bu
beyler çok zengin olmuşlardı. Ancak bir olay onları ticari anlamda yıkıma
uğratmıştı.
1935’de Markara köprüsünden 5000 koyun teslim eden ortaklar, Rus
karantinasında görevli veterinerlerin, “Bu koyunlar hasta! İmha edilmesi
şart!” bahanesiyle paranın üstüne yatmasıyla, tüm sermayelerini kaybetmişlerdi.
Oruç Bey, kardeşi Cevat Beyin yardımıyla üzüntüsünü biraz unuttu
ama diğer ortak, Habip Bey olayın şokunu ölünceye kadar üzerinden atamadı.
Her ikisi de bu olaydan sonra uzun yaşamadı, vefat ettiler.
Oruç Beyin oğlu Asker Beyoğlu, sınıf arkadaşımdı. Ortaokulu bitirdikten sonra Kredi Kooperatifinde memurluk yaptı. Genç yaşta vefat etti.
Habip Beyin tek oğlu Ali Bey davavekili oldu. Adliye Binasına yakın
yerde arzuhalcililik yaparak geçimini sağladı.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömürler dilerim.
Baba Koç
Melekli eşrafından Baba Koç, babamın yakın dostuydu. Uzun boylu,
otoriter bir görünüme sahipti. Iğdır’a her gelişinde lokantamıza uğrar, babam
da onun için özel yemekler hazırlatırdı.
Baba Koç’un iki oğlundan Enver Koç, Iğdır belediyesinde zabıta memuru oldu. Diğer oğlu Muzaffer Koç, öğretmen oldu, Turan Atasever’in kız
kardeşiyle evlendi.
Ölenlere rahmet, kalanlara uzun ömür dilerim.
Zamane Buzdolabı ( Şükran Hanım anlatıyor)
Iğdır sıcakları bunaltıcı olurdu. Elektrik ve buzdolabı olamadığından
yiyecek maddelerini saklamak başlı başlına bir sorundu. Hali vakti yerinde
aileler bu soruna kısmen de olsa bir çözüm yolu bulmuşlardı. “Ambar” denilen kocaman tek odalı bir binanın zemininde derin bir kuyu kazılır, ağız kısmı
tahtadan özel bir bölmeyle kapatılırdı. Et gibi yiyecek maddeleri kovalara
konur, çengellerle kuyunun içine sarkıtılırdı.
Annem komşularımızın hatırını kırmaz onlara da bu özel “buzdola457
Hamza Aygün
bında” bir yer tahsis ederdi. Günde iki kez kuyunun kapağı açılır, ipler çekilerek kovalar masaların üzerinde yeniden düzenlenir, tekrar çengellere takılıp
karanlık kuyuya indirilirdi.
İkindi vakti komşu kadınlar bir araya gelir, kısa fakat hoş bir sohbete
dalarlardı. Biz çocuklar bu konuşmaları zevkle dinlerdik. Kulağımıza en çok
da atasözleri gelirdi. Bugün dahi aklımda yer etmiş bu atasözlerinden birkaç
tanesini yad etmek isterim:
“Dağda kurutta, aranda duttan olmak”
“Kurut” yayla zamanı elde edilirdi. Suyu çekilmiş yoğurdun topak
haline getirilmiş haliydi. Kurutulur, bundan lezzetli yoğurt çorbası yapılırdı.
“Aran” da ova anlamına geldiğinden bu atasözü o zamanların Iğdır ahalisinin
yaşam tarzını özetler nitelikteydi. Öyle ya, yazın sıcağında yaylaya çıkarsanız
“kurut”; yok eğer kasaba merkezinde kalırsanız “dut” sahibi olurdunuz. Ama
eğer bu ikisinden de olup yani önünüze çıkan fırsatları değerlendirmeyip arada sıkışıp kalırsanız sizin halinizi bu atasözü özetlemiş olurdu.
“Axırın xeyr olsun balam!”
Bu atasözü sıkça işitilirdi. Birisine temenni niteliğinde söylenirdi.
“İnşallah el attığın işte başarı sağlarsın” anlamındaydı.
(Şükran Teyzem “Iğdır Sevdası” kitabı için bu atasözünü bir temenni
olarak bana iletince, halkımın dilinden düşmeyen bu güzel sözün beni başarıya ulaştıracağından emin olmuştum. Mücahit)
Tavşan kaç, tazı tut!
Iğdır ahalisi tavşan eti yemez. Bu yüzden çocukluk yıllarımda bağ ve
bahçeliklerde tavşandan geçilmezdi. Her çalılığın altından birkaç tanesi birden kaçışırdı. Özellikle kavak ağaçlarını kabuklarını zevkle kemirir, gruplar
halinde dolaşırlardı.
Bulgar göçmenler tavşan eti yediklerinden, onların gelişinden sonra
tavşan sayısı da azalmaya yüz tuttu.
Rutto Yusuf, Turgut Sungar, Eşref Yalçın (Rıza Yalçın’ın kardeşi) ve
diğer mahalle çocukları ve delikanlıları bir araya gelir, “kefşen”e tavşan avına
giderdik. “Kefşen”, Iğdır ahalisinin dilinde en son mahalleyi geçtikten sonra
başlayan çoğu kez geniş, uçsuz bucaksız tarla veya düzlük anlamındaydı.
Tavşan avı için tazıya ihtiyaç olurdu. Tazıyı da sadece “mırtıp” denilen göçebe grupları beslerdi. Bu yüzden sonbahar ayında “mırtıp” aileleri
kasaba merkezinden geçerken biz çocuklar bir yolunu bulur birkaç tazılarını
458
Iğdır Sevdası
aşırırdık. Bir gün şöyle bir olay olmuştu.
Mırtıbın birisi tek başına yolda yürüyor, elinde tuttuğu ipe bağlı tazı
da, efendisini arkadan izliyordu. Çocuklardan birisi gizliden sokulup ipi elindeki bıçakla kesti, ipin bir ucunu kendisi tuttu. Diğer çocuk da boşta kalan
tazıyı alıp kaçtı. Mırtıp olup bitenden habersiz sanki tazısını çekiyormuş
havasında yürümesine epeyce devam etti. Bir ara geri dönünce karşısında tazısının yerine ipe asılı arkadaşımızı bulmuştu. “Ulan benim tazıma ne oldu!”
diye feryadı kopardı. Arkadaşa tazı gibi koşup uzaklaşmaktan başka çare
kalmamıştı.
Bir gün kefşende avlanıyorduk. Hava yağmura dönmüştü. Kalın bir
pus perdesi ortalığı örtüyor, görüş mesafesini kısaltıyordu. Bu halde yürürken,
Turgut Sungar bir çalılığın altında mahsur kalmış bir tavşanı ayaklarından yakalayıverdi! Hepimiz sevince boğulmuştuk. Nihayet eli boş dönmeyecektik!
Elimizde tavşan, mahalle çocukları heyecanla İdman Yurdu sahasına
gittik. Amacımız, “Kefçi” isimli tazımızla bu tavşanı kapıştırmaktı. Bakalım
kim daha hızlı koşacaktı!
Şöyle bir oyun düzeni kurduk. Çocuklar ellerinde taş ve sopalarla
geniş bir alanı çembere alacak, böylece avşanın çemberden kaçmasına izin
verilmeyecek, kovalamaca gözlerimizin önünde olup bitecekti. Tavşanı kaçıran arkadaş da cezalandırılacaktı!
Tavşan ve “Kefçi” iki metre arayla çemberin orta yerinde baş başa
bırakıldı. Koşturmaca tüm hızıyla başlamıştı. Sağa sola koşturan tavşan daha
fazla dayanamayıp can havliyle çemberi yarıp kefşene doğru koşturmaya başladı. Biz de arkasından...
Naxır otlatan çobanlar vardı. Değneği havada fırlatmak konusunda
ustalaşmışlardı. Hedefi şaşırmadan vurabilirlerdi. Tavşan bizden kaçınca yönünü çobanlara doğru vermişti. Çobanın birisi değneğini fırlattı. Kalın çomak
havada döne döne gitti, tavşanın ayaklarına isabet etti. Köpekler ayakları kırılan tavşanı yakalayıp, zevkle paramparça ettiler.
“Ulan indir bu adamı be!”
Terzi Rıza isimli bir hemşehrimiz vardı. Koyu bir DP taraftarıydı.
Adnan Menderes’in Kars’a geleceğini haber alınca onu karşılamaya giden
heyete katılmakta tereddüt etmemişti.
Ertesi gün Şehir Kulübünde arkadaşlarla kağıt oynuyorduk. Bu iddialı
kağıt oyununa tüm dikkatini vermiş olanlardan birisi de Melekli köylü Asker
Emmi idi.
Biz pür dikkat oyuna devam ederken Terzi Rıza içeri girdi. Bir iskemle çekip masamıza misafir oldu. Önüne konan çayı yudumlarken başladı
Menderes’i karşılama törenini anlatmaya.
459
Hamza Aygün
Terzi Rıza, heyecan ve zevkle her kelimenin üstüne basa basa o anı
anlatıyordu. Menderes’in uçağı Ankara’dan havalandıktan ve Kars’a inmeden
geçen sürede havaalanında yaşananlar saniyesi saniyesine Terzi Rıza’nın hafızasındaydı. Konuşması uzadıkça uzadı ama henüz Menderes Kars’a inmemişti. Melekli Asker Emminin sabrı kalmamıştı. Konuşma dikkatini bozmuş,
birkaç el de kaybetmişti. Terzi Rıza tekrar konuşmasına devam etmek isteyince, Asker Emmi elini masaya vurdu:
“Ulan indir bu adamı Kars’a be kardeşim! İndir de rahat rahat oyun
oynayalım!”
“Keşişoğlu Bağı”
Keşişoğlu bağı “Armutlu Bahçesi”nin eski adıdır. Bir Ermeni papazının (keşiş) oğluna ait olan bu bahçe Iğdır’ın sayfiye yeriydi. Çimenleri piknik
meraklılarıyla dolup taşardı. Bahçenin içinde bir kahvehane ve yaz aylarındaki gösteriler için de bir sahnesi vardı. Belediye ait olan bu bahçenin akıbeti
hakkında bilgi sahibi değilim.
“Niye Ruslar İran’a geçti ha!”
(İkinci Dünya Savaşı galiplerinden Rusya, 1946 yılında Aras nehrini
aşıp İran Azerbaycan’ını işgal eder. Mücahit)
Çopur Hüseyin Kulu isminde sevdiğim bir dostum vardı. Bir gün
bana şu olayı anlatmıştı:
“Hamza kardeşim hiç sorma geçen yaz başıma gelenleri. Kavun karpuz ekmiştim. Bostanlar olgunlaşınca bir hırsız takımının belasına düşmüştüm. Bir inşaat projesi nedeniyle Batı Anadolu’dan gelmiş 5-10 genç adam
her akşam cüretkar bir tavırla bostandan içeri giriyor, keyiflerince çuvallarını
doldurup gidiyorlardı. Engel olmak istedim ama arkaları kuvvetli olan bu
gençleri polisle tehdit etmem de mümkün değildi.
Bir akşam, onların geleceğini bildiğim için kendi ellerimle karpuzların olgununu toplayıp bir kenara yığdım. Tahmin ettiğim gibi grup çok geçmeden çıka gelmişti.
“Beyler bu karpuzları sizler için topladım. Siz bostana girince zarar
veriyorsunuz. Ben her akşam sizin payınızı ayırır buraya yığarım” dedim. Söz
dinlemeye niyetleri yoktu.
“Hayır biz kendi ellerimizle toplayacağız. Sen iyilerini toplamıyorsun”
“Peki kardeşim söyler misiniz benim suçum ne, niçin beni mağdur
etmek istiyorsunuz?” diye sordum.
Gençler birbirlerinin yüzüne baktılar. Bahane olur diye içlerinden
birisi şöyle dedi:
460
Iğdır Sevdası
“Söyle bakalım, Rusları niye bıraktınız İran’a geçtiler ha!”
“Ben burada onlara orada. Bunda benim suçum ne!”
“Biz anlamayız, senin yüzünden Ruslar İran’a girdi, biz de acısını
senden çıkartıyoruz, tamam mı!”
“?”
Çilli Gölü ve Geçidi
Çilli köyüne yakın bir mesafede bu isimle bir göl vardır. Bu gölün
kıyısında ve dibinde kamışa benzer bir bitki boy verir. Köylüler bunları her yıl
toplar, hasır gibi örerler. Çilli kamışından örülen bu hasırlar evlerde genellikle
halı altlarına serilir. Bildiğimiz kamışlardan üretilen hasırlar, sert ve kesici
olduğundan halı ipliğini keser, zarar verir, bu yüzden Çilli hasırları genellikle
tercih edilir. Bu kamışla ayrıca seccade türünden özel parçalar da örülür.
Çilli köyü yakınında “Çıngıl” yaylası vardır. Her yıl orada Çerkez
Lezgi Ağa’nın obasında misafir edilirdik. Biz çocukların en büyük eğlencelerinden birisi bayırlarda sakız toplamaktı.
Sakız için bir tür bitkiyi arayıp bulmak zorundaydık. Genellikle yan
yana bir arada kümeleşen bu bitkilere rast geldiğimiz zaman sevincimize diyecek yoktu. Her çocuk bir bitkiyi sahiplenirdi. Sıra gelirdi sakız maddesinin
elde edilmesine...
Kökü dipte olan bu bitkinin üzerinde derin bir yara açılır, süt şeklinde
akan bir maddenin sertleşmesi beklenirdi. Bu şeklide sırayla toplanan kauçuk
türünden karışım pay edilir, çiğnenirdi. İlk anda acımtırak bir tadı olurdu.
Ancak ikinci gün sakız halini alır, balon gibi şişerdi.
Çilli geçti çok ünlüydü. Yaz kış kolay kolay geçit vermezdi. Kış aylarında kar yüzünden kapalı olurdu. Yaz aylarında özellikle kamyon şoförlerini
bekleyen başka bir sorun vardı. Iğdır’dan Doğubeyazıt’a uzanan rampalı yol
şakasız yüzlerce viraja sahip olduğundan kamyonlar sıcağa dayanamaz, onların deyimiyle “bayılır”dı yani güçten düşerdi. Şoförler akşam serinliğinde
yola çıkar, gece boyunca Çille Geçidini aşarak Doğubeyazıt’a ulaşırlardı.
Bugünkü yol, o yıllar deve ve merkep kervanlarının tercih ettiği güzergâh
üzerinde inşa edildi.
461

Benzer belgeler

17. Mahmut Alar

17. Mahmut Alar Aşağıda okuyacağınız ve benim “Bir Iğdır Epizodu” olarak adlandırdığım ilginç olaylar ve hatıralar toplamını konuşmak ve not almak niyetiyle, defalarca, Hamza amcamın evine misafir oldum. Zihnimin ...

Detaylı