Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Bilgiyurdu
Gençlik Dergisi
YIL: 1 6 SAYI: 5 6 OCAK-ŞUBAT 2008
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR 6 ÜCRETSİZDİR
Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz
ve Türk milliyetçisiyiz.
2
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
İÇİNDEKİLER
Mustafa ÖZTÜRK
İçindekiler
TÜRK MİLLİYETÇİSİ OLMAK HEM HAKKIMIZ, HEM GÖREVİMİZ ............................. 3
Hakan BOZDOĞAN
TÜRK EĞİTİMİNİN KARAMSAR TABLOSU........................................................................ 5
İbrahim GÜNGÖR
PSİKOLOJİK SAVAŞ ve PROPAGANDA (3) ....................................................................... 6
Yrd. Doç.Dr. A.Vehbi ECER
BİLGİYURDU
Bİ
İ LGİİ YURDU
MİLLET VE MİLLÎ KÜLTÜR OLUŞUMUNDA TARİHİN GÜCÜ ....................................... 8
GENÇLİK DERGİSİ
YIL:1 SAYI:5
OCAK-ŞUBAT 2008
İKİ AYDA BİR ÇIKAR
ÜCRETSİZDİR.
Yusuf BİLTEKİN
RUSLARIN TÜRKLERE KARŞI POLİTİKALARI .................................................................. 9
ŞİİRLER ....................................................................................................................................... 10
SAHİBİ:
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa Öztürk
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ:
Mustafa İlhan
Röportaj
HASAN SAMİ BOLAK'LA GÖRÜŞME ................................................................................. 11
Prof.Dr. Şuayip KARAKAŞ
DİL ve EDEBİYAT ..................................................................................................................... 14
YAZIŞMA ADRESİ:
Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı Kamer
Apt. A Blok Nu:4/3 Kocasinan Kayseri
TELEFON:
(352) 232 32 67
Yavuz Sezer OĞUZHAN
TARİH ŞUURU .......................................................................................................................... 17
Dr. Rasim DENİZ
HACILARLI MESTİ VE TEMENNAİ ....................................................................................... 18
WEB:
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA:
Mustafa İLHAN
İZMİR'İN DAĞLARINDA ÇİÇEKLER AÇAR ........................................................................ 21
[email protected]
GRAFİK TASARIM:
BİLGE GRAFİK / (352) 232 29 05
[email protected]
BASKI:
ORKA MATBAACILIK SAN. TİC. LTD. ŞTİ.
OSB 43. CAD. NO:11 KAYSERİ
(352) 322 17 00
Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade
Yunus Emre ÖZKAN
BAYRAK ŞAİRİMİZ ARİF NİHAT ASYA ............................................................................... 22
Mustafa Aykut AKŞİT
TERÖRLE MÜCADELENİN SONU GELDİ Mİ? ................................................................. 24
Osman KARABABA
KENDİNİ UNUTMAK .............................................................................................................. 26
edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukuki sorumluluk yazarlara aittir.
Ahmet ALTAY
EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ ve ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ ................................................. 27
TÜRK MİLLİYETÇİSİ OLMAK
HEM HAKKIMIZ, HEM GÖREVİMİZ
Mustafa ÖZTÜRK
T
ürk milliyetçiliği, Türk milletini millî ve manevi değerleriyle beraber, ebediyete kadar yaşatma ve yüceltme ülküsüdür. Kendisini bu ülküye adayan kişilere de
Türk milliyetçisi denir.
Milliyetçi olmak, fertler için hem bir hak hem de bir vazifedir. Bir haktır; çünkü, fert kimlik ve kişiliğini milli toplum
içinde kazanır, o toplumun ayrılmaz parçası olur. Bir balığın
suda hayat buluşu gibi, fertler de doğup büyüdükleri toplumun değerleriyle yaşarlar. Dilden tutun da, âdet ve geleneklere,
mimiklere kadar şahsiyetimiz, yaşadığımız cemiyetin eseridir.
Öyleyse bu cemiyet, öz değerleriyle korunmalıdır. Fertler, kendilerine kimlik, kişilik, dil, her çeşit sosyal davranış kazandıran
millî toplumu koruma ve devam ettirme hakkına sahiptirler.
Milliyetçilik, aynı zamanda, bir vazifedir. Tarih boyunca
devletler ve milletler arasında sürüp gelen savaşta yok olmamanın değişmez şartı, güçlü olmaktır. Güçlü bir millî varlığa
sahip olmayan toplumlar, yok olup gitmişlerdir. Kaderde kuvvetlilerin esaretine düşmek de vardır. Güçlü bir millî varlık
oluşturmak ve bu milli varlık içinde yaşamak, ferdin kendisini
güvende hissetmesinin yegane yoludur. Güçlü millî varlık, yani
güçlü millet ne demektir?
Fertler arasında dil duygu, millî kültür beraberliği bulunan
ve ortak değerlerini dünya durdukça yaşatan; Milli ve güçlü bir
devlete, caydırıcı bir silahlı kuvvetlere sahip bulunan; Kendisine yeter bir ekonomisi olan millete, güçlü millet denir. Bunları
gerçekleştirmek, ülkesinde onuruyla yaşamak isteyen her ferdin
görevidir.
Milliyetçilik, devlet kuran bir fikir ve ideolojidir. Hangi
devleti ele alırsanız alın, temelinde kurucu milletin milliyetçiliği
olduğunu görürsünüz. Türk istiklâl savaşına başlarken, Mustafa
Kemal’in hedefi, tam bağımsız, çağdaş ve milli egemenliğe dayanan bir Türk devleti kurmaktı. Tam bağımsız, çağdaş ve milli
egemenliğe dayanan milli devlet, milliyetçiliğin temel hedefleridir. Mustafa Kemal’in 19. yüzyılın sonlarından itibaren hızlı
gelişen Türkçülük akımından çok etkilendiği anlaşılmaktadır.
Türk milliyetçiliği meşrû, yani yasalara, bilime ve dünya
gerçeklerine uygun bir fikir sistemidir. Türkiye Cumhuriyeti’ni
kuran bir fikir sistemi olduğu için Anayasa’da da doğal olarak
yerini almıştır.1982 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünde,
“Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı” ve değiştirilemez
2’inci maddede “Atatürk milliyetçiliğine bağlı…” ifadeleri
mevcuttur. Türk milliyetçiliğinin yanlış yorumlarına fırsat vermemek düşüncesiyle “Atatürk milliyetçiliği” denilmiştir. Burada kastedilenin “Atatürk’ün Türk milliyetçiliği yorumu” olduğu
gayet açıktır. Zira Atatürk, Türk milliyetçisi olduğunu, konuşmalarında defalarca söylemiş, icraatıyla da ispat etmiştir.
Bazı kişiler, eylem şöyle dursun, milliyetçiliğin söylemine
bile karşıdırlar. Onlara göre, “Türk’üz, Türk milliyetçisiyiz.”
dememiz, bazılarının da, “Biz de Kürt’üz, Kürtçüyüz.” demelerine yol açıyormuş. Bu görüşe katılmak mümkün değil. Çünkü, devletin kuruluşunda Müslüman olan bütün unsurlar Türk
kabul edilmiş, devlet “Türk” kavramını esas almıştır. Bu husus,
anayasalarımızda da hukuki olarak mevcuttur. Devlet, Kürt’ü,
Çerkes’i, Arap’ı Türk adı altında birleştirmiş, hepsine aynı hakları vermiş ve aralarında ayrılık gözetmemiştir. Yüzyıllardır bir
arada yaşayan, ortak değerleri farklılıklarından daha çok olan
insanlar ayrılmayı değil daha çok kaynaşmayı düşünmelidirler.
Bu nedenlerle, kürtçülük ve benzeri hareketler, bölücülük sayılmaktadır. Bu yüzden “meşrû” da değildirler. Devletimizin
kurucusu ulu önder Atatürk’ün şu sözleri, bu konuya nasıl yaklaşmamız gerektiğini bizlere göstermektedir:
“Bugünkü Türk milleti siyasal ve sosyal camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya
Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat geçmişin istibdat devirleri mahsulü
olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti gerici beyinsizden başka, hiçbir millet ferdi üzerinde kederden başka bir
tesir meydana getirmemiştir. Çünkü bu millet fertleri de genel
Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka
sahip bulunuyorlar.”
Bugün ülkemizi sarsan bölücülük, ülke şartlarının bir sonucu değil, emperyalizmin çıkar hesaplarının sonucudur. Meselâ
ABD, Büyük Ortadoğu Projesi adını verdiği projeden vazgeçse,
Türkiye’de bölücü tehdit diye bir şey kalmaz. Batı emperyalizmi bugün, sadece Türkiye’yi değil, bütün doğu milletlerini,
Müslüman toplumları da tehdit ediyor. Pakistan’ı iç kargaşaya
sürükleyen, Irak’ı işgal eden, Afganistan’ı bir sorunlar yumağı
yapan, Türkiye’nin başına PKK terörünü bela eden Batı emperyalizmidir. Dün Osmanlı Devletini parçalayan ve Sevr’i dayatan da Batı emperyalizmi idi. Bu yüzden, Türk milliyetçiliği
anti emperyalist bir harekettir.
Türk milliyetçileri zaman zaman ırkçı olmakla itham edilmişlerdir. Ancak ırkçı değildirler. Irkçılık, milliyetinden dolayı,
başka bir topluma zulmetmektir ve bir insanlık suçudur; İslamiyetçe de yasaklanmıştır. Samimi bir şekilde islamiyeti benimseyen Türkler, ırkçılık yapmadılar ve ırkçılığı övmediler. Çünkü
Türk kültürü ve Türk’ün hayat felsefesinde hakka, adalete sonsuz bir saygı vardır.
3
İnceleme
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
4
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
Milletler kendi milliyetçiliklerine sarılarak kendi bağımsız devletlerini
kurmuş ve kalkınmışlardır. Milliyetçilik, pek çok ülkede kalkınmanın motor
İnceleme
gücü işlevini görmüştür. Dış tehditlere karşı güçlü olma, daha onurlu ve insanca yaşama, milletdaşlarıyla bir arada hayat sürme isteği topluma dinamizm
vermiş ve kalkınmayı sağlamıştır. Almanya, Fransa, Japonya ve İtalya’nın
kalkınmasında milliyetçiliğin müsbet etkileri apaçık görülmektedir.
Türkler, genellikle devletlerin sıkıntılı dönemlerinde tebası
olan yabancılardan çok kötülükler gördü. Osmanlı Devletinin
çöküş ve dağılma yıllarında Ermeniler, Rumlar, Araplar dış tahriklerle Türklere etmedik kötülük bırakmadılar. Bunlar herkes
gibi Türk milliyetçilerini çok etkiledi, bir güvensizlik ortamı
yarattı. “Türk’ün yegane dostu Türk’tür.” sözü buradan çıktı.
Ancak uygulamada görüyoruz ki devletin tüm yönetim kadrolarında, kendisini etnik olarak Türk saymayanlar neredeyse
çoğunluğu teşkil ediyorlar. Demek ki Cumhuriyet döneminde
bile ırkçılık güdülmemiştir.
Milliyetçilik, “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer”
anlayışını reddeder. Enternasyonalist bir fikir sistemi değildir.
Belli bir sınıf ve zümreye de dayanmaz, “millet”i esas alır. Türk
milliyetçiliği de Türk milleti gerçeğine dayanır. Türk milletini
yok sayan, küçük gören anlayışlar, Türk milliyetçiliği ile asla
bağdaşmaz. Örneğin, “Türkiyeli” kavramı, Türk milletini ifade edemez. Çünkü, “Türkiyeli” sözü, Türk milletini anlatmaya veya kapsamaya yetmez; yalnızca Türkiye Cumhuriyetinin
vatandaşlarını kapsar. Oysa “Türk milleti” kavramı, tarihi ve
sosyolojik boyuta sahiptir ve Türkiye dışındaki Türkleri de içine
almaktadır.
Batı ülkelerinde çoğu fikirler gibi milliyetçilik de saldırgandır. Nazizm ve Faşizm böyledir. Bunlara bakarak Türk milliyetçiliğini suçlamak asla doğru değildir. Türk milliyetçiliği, hiçbir
zaman saldırgan veya emperyalist olmamıştır. Tarihi boyunca
Çin,Rus ve Batı emperyalizmine karşı millî varlığını korumak
mecburiyetinde kalan bir millet, nasıl emperyalist olsun?
Türk milliyetçiliği, genellikle buhran ve felaket devirlerinde, kendi vatan ve bağımsızlığını korumak düşüncesinden
doğmuştur. Kendisine yönelen büyük bir tehdit karşısında, can
havliyle ayağa kalkmıştır. İstiklal savaşımızdaki kuva-yi millîye
hareketi böyledir.
Türk milliyetçiliğini saldırgan olmakla suçlayanlar, bizim
emperyalizme teslim olmamızı isteyenlerdir.
Türk milliyetçiliği kendine özgü bir milliyetçiliktir: Halkçı,
gelişmeci (inkılapçı), toplumcu, bilimcidir. Sözde değil özde
cumhuriyetçi ve demokrattır. Türk halkının en etkin biçimde
yönetime katılmasını, ağırlığını koymasını ister. Türk milletinin her alanda söz sahibi ve mutlu olması esas amaçtır.
Milletler kendi milliyetçiliklerine sarılarak kendi bağımsız
devletlerini kurmuş ve kalkınmışlardır. Milliyetçilik, pek çok
ülkede kalkınmanın motor gücü işlevini görmüştür. Dış tehditlere karşı güçlü olma, daha onurlu ve insanca yaşama, milletdaşlarıyla bir arada hayat sürme isteği topluma dinamizm
vermiş ve kalkınmayı sağlamıştır. Almanya, Fransa, Japonya ve
İtalya’nın kalkınmasında milliyetçiliğin müsbet etkileri apaçık
görülmektedir.
Milliyetçilik, büyük ve hayati bir davadır. Bu sebeple milliyetçi olmak, kolay değildir. Çünkü, ortada millet için yapılan
bir mücadele ve bu uğraşın getirdiği zorluk ve sıkıntılar bulunur.
Milletini gerçekten sevenler, ancak bu zorluk ve sıkıntıları göze
alıp onlara katlanırlar. İlteriş Kutlug Kağan, Çin devletine karşı
istiklâl savaşını altı kişiyle dağa çıkarak başlattı; ölesiye bitesiye
savaştı. Kaşgarlı Mahmut, meşhur sözlüğünü yazmak için Türk
illerini birer birer gezdi, gecesini gündüzüne kattı. Ziya Gökalp
kısa ömrüne, çağını değiştiren eserleri sığdırdı; hapislerde yattı, sürgünlerde vatan özlemi çekti. Mustafa Kemal, cepheden
cepheye koştu, defalarca ölümle burun buruna geldi. Gandi,
kendine has metodlarla, koca Britanya imparatorluğunu dize
getirerek Hindistan devletini tarihe yazdı. Bu büyük milliyetçiler, hayatlarında rahat yüzü görmediler ama kendi milletlerine
rahat ve huzur getirdiler. Bu yüzden milyonlarca kişi onları hayırla anıyor. Bu büyük şahsiyetlerin biyografilerini okursanız,
hiçbirinin de kendi çıkar ve ihtiraslarını öne çıkarmadıklarını,
şahsi bir kavganın tarafı olmadıklarını görürsünüz. Onlar mensubu olmaktan gurur duydukları ve içinden çıktıkları milleti
için yaşayıp ölmüşlerdir.
Atatürk, hiçbir zaman, “Türkiye’yi ben kurtardım. Ben şu
işleri yaptım.” dememiş, bütün başarıların Türk milletine ait olduğunu, ısrarla tekrarlamıştır. Hun başbuğu Atila da unvan ve
asaletini soran yabancılara, “asil bir milletin evladı” olduğunu
söylemekle yetinmiştir.
Bir de adsız kahramanlar var. Onlar da milletlerine sesiz
sedasız hizmet eden, makam ve mevkide gözü olmayanlardır.
Onların tanınmaya ihtiyaçları yoktur. Millete hizmet etmenin,
millî vazifeleri en güzel şekilde yapmanın verdiği mutluluk onlara yetmektedir.
Türk milliyetçisi olmak, millî şuur kazanılarak gerçekleşecek bir haldir. Millî şuur kazanabilmek için de Türk milletini, tarihi, coğrafyası, milli kültürü ve sorunlarıyla tanımak ve
sevmek gerekir. Bir Türk genci, milletinin zaferlerini, ıztırap
dolu yıllarını, destanlarını, medeniyete katkılarını; türkü, şarkı
ve marşlarını, sanatını tanımıyorsa, milletini nasıl sevecek ve
nasıl millî şuur kazanacaktır? Bu görev, öncelikle devlete, Millî
Eğitim Kurumuna düşer. Ancak, Millî Eğitim teşkilatı, Millî
Eğitim Temel Kanunu’nu unutmuş, Avrupa Birliği’nin talimatlarını uygulamakla meşgüldür.
Demek ki yaşayan Türk milliyetçilerinin yapacak çok işleri
vardır.
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
İnceleme
TÜRK EĞİTİMİNİN
KARAMSAR TABLOSU
Hakan BOZDOĞAN
Eğitim, toplumların medeniyet seviyelerini en iyi gösteren
unsurlar arasında yer almaktadır. Eğitimin tanımına baktığımızda bu durumu en iyi şekilde anlamaktayız. Eğitim, bireyin
kendi yaşantıları yoluyla kendi davranışlarında meydana getirdiği kalıcı ve istendik davranış değişikliği edinme sürecidir.
Eğitimde asıl olan davranış değişikliğidir.Bu değişiklik iyi ve
olumlu davranışları ifade etmektedir. Eğitimle hedeflenen davranış değişikliklerini en iyi şekilde Milli Eğitim Temel Kanunun genel amaçları belirlemektedir. Buna göre;
1. (Değişik bent: 16/06/1983 - 2842/1 md.) Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve
kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini,
vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan
haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye
Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları
davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek;
2. Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve
bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma
Ülkeler
Avusturya
karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak
yetiştirmek;
3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak
ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi
olmalarını sağlamak;
Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve
bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk Milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmak hedeflenmiştir.
Türk Milli Eğitim Temel Kanunu’nda vurgulanan amaçlar,
eğitimle sağlanması gereken unsurları en iyi şekilde belirtmiş
oluyor. Ancak eğitimi yönlendirecek ve nesillere ulaştıracak
kişiler öğretmenlerdir. Öğretmenler, eğitim faaliyetlerinden
birinci derecede sorumlu kişilerdir. Yetişecek olan yeni nesillerin sağlıklı bir kişiliğe sahip, öz güven duygusunu kazanmış
olmaları öğretmenlerin de öz güvenlerini kazanmalarına bağlıdır. Öğretmenlerin maddi ve manevi sıkıntıları, yetişecek yeni
nesillerde de karamsarlığa sebep olmaktadır. Bu gün bir öğretmenin toplum içerisinde ezik olmasına neden teşkil eden faktörler ortadan kaldırılmalıdır. Öğretmenler, kendisinden iki kat
Göreve yeni başlayan öğretmenin maaşı (Dolar) En yüksek derecedeki öğretmenin maaşı (Dolar)
27.094
5
53.938
Çek Cumhuriyeti
18.654
29.078
Danimarka
34.517
38.911
İngiltere
29.992
43.835
Fransa
23.212
46.071
Almanya
40.125
52.062
Yunanistan
25.823
37.772
İrlanda
28.198
52.930
Japonya
25.593
61.054
Kore
30.183
82.915
Lüksemburg
49.219
100.314
Hollanda
32.195
46.734
Norveç
31.382
39.044
Portekiz
19.704
50.634
İskoçya
30.213
48.205
İspanya
31.847
46.623
İsveç
26.234
35.750
İsviçre
40.657
63.899
İzlanda
24.134
31.925
Türkiye
9.517
11.558
İnceleme
6
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
fazla ücret alan ilkokul mezunu işçilerden daha mı değersizdir. Öğretmenlerin
içinde bulundukları sıkıntıları anlamak
için Türk Eğitim Sen tarafından yapılan
kamuoyu yoklamasından ortaya çıkan
çarpıcı sonuçlara bakmakta yarar vardır.
Buna göre;
* Öğretmenlerin yüzde 72.4’ü geçinemiyor, yüzde 53’ü kendisini alt gelir
grubunda görüyor.
* Öğretmenlerin yüzde 8’i borçları
nedeniyle intihara teşebbüs etmiş ya da
intihar etmeyi düşünmüş.
* Öğretmenlerin yüzde 93.1’i ek ders
ücretlerinin yeterli olmadığı görüşünde,
yüzde 91.3’ü de maaşından birikim yapamıyor
* Öğretmenlerin yüzde 90’ı öğretmenlik mesleğinin saygınlığını koruyamadığı görüşünde
* Öğretmenlerin yüzde 36’sı öğretmenlik mesleğini seçtiği için pişman
* Öğretmenlerin yüzde 83.1’i 10001500 ytl arasında ücret almaktadır
* Öğretmenlerin yüzde 23.5’i ek iş
yapıyor, yüzde 89.6’sı borçla yaşıyor
* Öğretmenlerin yüzde 58.3’ü kirada oturuyor
* Öğretmenlerin yüzde 72.7’si çocuğunun öğretmen olmasını istemiyor
(belki de en acı tablo)
Bu tabloya rağmen, Dünya Bankası,
Türkiye'de öğretmen maaşlarının yüksek olduğunu söyledi. Sayın ME Bakanı
Hüseyin Çelik de aynı görüşte. Gülelim
mi, ağlayalım mı?
Hiç şüphesiz ki, ülkelerin gelişmişlik
derecesi eğitime verdikleri önemle ölçülebilir. Madem ki öğretmenler eğitimin
dinamik gücünü oluşturuyorlar, o halde
devletlerin öğretmenlere verdikleri önem
de eğitime verdikleri önemin göstergesidir. İşte bazı ülkelerdeki öğretmenlerin
durumu:
Atatürk’ün “Yeni nesiller, sizin eseriniz olacak.” dediği öğretmenlere gereken
önem verilmelidir. Bu ülkeyi istiladan
koruyacak en büyük silah eğitim silahıdır. Yoksa bizim geri kalmışlığımız bir
alın yazısı değildir.
İbrahim GÜNGÖR
Bilim ve Düşünce
PSİKOLOJİK SAVAŞ ve
PROPAGANDA (3)
“Psikolojik Savaş ve Propaganda” adlı
yazımızın bir ve ikinci bölümünden sonra üçüncü ve son bölümü ile bu konuyu
bitiriyoruz. İlk iki bölümde ağırlıklı olarak psikolojik savaş, çeşitleri ve hedefleri
üzerinde durmuştuk. Bu yazımızda ise
ağırlıklı olarak propaganda konusunu
açıklamaya çalışacağız.
Psikolojik savaşın saldırı ve savunma
silahı propaganda, eğitim ve kışkırtmadır. Cephanesi ise söz, yazı, resim, broşür
ve e- posta şeklindeki bilgidir. Bu savaş
tarzının amacı, insanları ikna etmek ve
onları değiştirmektir. Yöntemi ise beyin
yıkamaktır.
Propaganda Nedir?
Oxford Sözlüğü, propaganda kelimesini, bir fikre veya harekete taraftar
kazındırmak amacı ile düzenlenen programların bütünü olarak tarif etmektedir.
Propaganda kelimesi, Latince propagare
kökünden gelmektedir. Bu, yeni fidanlar
elde etmek için toprağı ekmek anlamındadır. İlk olarak Roma Katolik Kilisesi
tarafından sosyolojik manada kullanılmış ve fikirlerin yayılması deyiminde ifadesini bulmuştur.
Propaganda, bir topluluğun düşüncelerini, duygularını, davranışlarını, tavır
ve hareketlerini etki altında tutmak ve
onları değiştirmek amacıyla yayınlanan
bilgi, belge, doktrin ve görüşlerdir. Propagandanın amacı, propagandayı yapana
doğrudan veya dolaylı fayda sağlamasıdır.
Bununla birlikte propaganda ile hasım
grubunu ekonomik ve politik yalnızlığa
itmek amaçlanır. Bir savaşta nihai zafer,
düşmanın yenilgiyi kabulüne bağlıdır.
Yenilgiyi kabul etmeyen düşman, ileride
tekrar sorun oluşturacaktır. Düşmanın
moral gücü olan maneviyatının çökmesi
ancak psikolojik savaş yöntemi olan propaganda ile mümkündür.
Propagandanın esasını, insanın psikolojik yapısının incelenerek hassasiyetlerinin tespiti oluşturur. İhtiyaçlar manzumesi olan insanoğlu maddi ve manevi
ihtiyaçlarla şekillenir. Kişilik ve davranış
geliştirir. O halde ilk ve en önemli husus insan ihtiyaçlarını, diğer bir deyişle
kişisel hassasiyetleri tespit etmektir. İhtiyaçları belirleyen çevre, insanın sosyal
bir varlık olması yönüyle önem kazanır.
Fiziksel, sosyal ve psikolojik çevre, bir taraftan insan ihtiyaçlarını belirlerken, diğer taraftan onu etki altında bulundurur.
Bu arada suni tarzda oluşturulan algılama hataları ile bireyler fikir ve ideolojilerin savunucuları haline getirilirler.
Propaganda Analizi Propaganda çözümlemesi sistematik bir biçimde yapılır.
Yani kaynak, araç, içerik, toplum ve etki
analizleri ile yapılır.
1. Kaynak Analizi: Propagandayı yayınlayan kaynak hakkında yapılan
ayrıntılı incelemeyi ifade etmektedir.
Kaynağın analizinde, karşı taraf veya tarafların propaganda teşkilatları ile teşkilat içindeki kişiler ve bunların durumları
incelenir.
2. Araç Analizi: Propagandada
kullanılan kitle iletişim araçlarının analizini ifade etmektedir. Propagandada kullanılan aracın neden seçildiğini, karşı tarafın yayın araçlarının neler olduğunun
tespiti konularını araştırır.
3. İçerik Analizi: Kaynağın gücü
ve hedeflerini belirtmek için propaganda
beyanatlarının analizini ve değerlendirilmesini kapsar. Propagandanın sunduğu
mesajları değerlendirmek, onu bu harekete sevk eden sebep ve şartları incelemek, kullanılan tekniği ve elde edilmek
istenen amacı meydana çıkarmak için
yapılan bu analizde hem yapılacak karşı propaganda için esaslar elde edilmiş,
hem de karşı tarafın bizim hakkımızda
bildiklerine dair geniş bir malumat sağlanmış olur.
4. Toplum Analizi: Propagandanın hitap ettiği grup veya sınıfın ortaya
çıkarılmasıdır.
5. Etki Analizi: Karşı tarafın ne
sonuç beklediği ve neler elde ettiği incelenerek, propaganda mekanizmasının
bizim hakkımızda elde edebilmiş olduğu
bilginin derecesi, hedef olan dinleyicilerle irtibat ve temasın derecesi, çalışma
sistemi ile yeterliliği, kişilerin ehliyet derecesi ile bizim çalışmalarımıza kaynaklık edecek, yol gösterecek esaslar ortaya
çıkarılır. Bu analiz bir taraftan karşı tarafı
tanıtırken, diğer taraftan da kendi eksikliklerimizi meydana çıkararak sonraki
faaliyetlerimizin daha etkili bir şekilde
yürütülmesine yardım edebilecek bilgiler
verir.
Propagandanın cephanesi söz ve kelimelerdir demiştik. Burada hatırlamamız
gereken Goethe’nin çok güzel sözü vardır. Goethe, “En güçlü silah, zamanı gelmiş fikirdir” der. Propaganda yönetimi
demek gelişigüzel sarf edilen sözler değildir. Üzerinde çok uzun düşünülmüş, zamanı ve zemini iyi hesaplanmış, şekil ve
ölçüsü doğru belirlenmiş ve hedef kitlesi
tayin edilmiş bir faaliyettir. Bu nedenle
sosyal bilimler vasıtasıyla veriler elde etmek gerekir.
Propaganda Türleri: Propagandanın bazı türleri vardır. Her türün belirli
bir yöntemi ve tekniği bulunmaktadır.
Bunlar;
1. Beyaz Propaganda: Açık bir
biçimde yapılan bir propagandadır.
Kaynağı bellidir, kendisini tanıtmak ister. Beyaz propaganda açık ve şeffaftır,
burada doğruluğa önem verilir. Yalan
kullanılırsa geri teper, güveni sarsar. O
nedenle gerçekler üzerine kurulması çok
önemlidir. En büyük kazanımı, karşı
tarafın fikirlerini çürütür, taraftarlarını
azaltır. Doğru, açık ve şeffaf propaganda
kitlelerde güven uyandırır. Beyaz propagandanın zayıf tarafı yayılma menzilinin
sınırlı olmasıdır. Serbestçe dolaşamaz,
karşı taraf hemen karşı propaganda
imkânlarını hemen devreye sokarsa bu
durum tehdit ve bozulmayla sonuçlanabilir. Yapılan propaganda hakkında toplumda şüphe uyanıyorsa silah geri tepmiş
olur, böylece güven azalır. Beyaz propagandanın malzemesi haberlerdir. Hasım
tarafın hatalarını, su-i istimallerini malzeme olarak kullanır. Bu malzemenin ne
zaman, ne şekilde, nasıl ve hangi ölçüde kullanılacağı planlanmalıdır. Burada
süreklilik önemlidir, sürekli aynı türde
haberler yapılması mümkün olduğunda
etkinin artacağı da görülecektir.
2. Gri Propaganda: Psikolojik
savaşın önemli propaganda unsurlarından birisi olan gri propaganda bulanık
bir propagandadır. Burada kaynak belli
değildir, doğruluğu kanıtlanamaz. Yalan
veya iftira olduğun da kesin değildir.
Gri propagandanın ana malzemesi “rivayetler” dir. Çalışma tarzı beyaz propaganda gibi sınırlı değildir. Güçlü yönü,
muhatap tarafından iyi kabul görmesidir. İnsan üzerinde propaganda hissi
doğurmaz. Propagandayı çıkaranlar belirsiz olduğu için, gri propagandada en
heyecanlı konular kullanılabilir. Burada
önemli olan doğru bir olaya on tane yalan sokulup muhatabı küçük ve gülünç
duruma düşürmek amaçlanır. Senaryo
iyi yazılmışsa rivayetler dilden dile dolaşır. Batı dünyasının Sovyet Rusya ile ilgili
çıkardığı hikâyeler ve fıkralar önemli bir
etki yapmıştır. Bizde de bu tür propaganda çalışmaları yapılmıştır, yapılmaktadır. Devleti gülünç ve küçük duruma
düşürücü haber ve fıkralar bu kapsamda
değerlendirilebilir.
3. Kara Propaganda: Bu propaganda türünde kaynak bellidir ama sanki
başka kaynaktan çıkıyormuş gibi gösterilir. Kara propaganda yönteminde hile,
entrika, yalan, iftira, fitne, sinsilik ve
sahte delil serbesttir. Gizlilik esastır, gerçekleri değiştirmeyi, inançları sarsmayı
ve kamu düzenini bozmayı, karıştırmayı
amaçlar. Kaynağı anlaşıldığı zaman etkisi
olmaz, geri teper. Düşmanlık duygularının artmasına neden olur. Bunun için iç
düşmana karşı kullanılmaz. Kara propagandanın malzemesi yalan, iftira, her türlü sahte delil vs.dir. Var olmayan her şeyi
varmış gibi gösterir. Kara propagandada
nifak sokup ortalığı karıştırmak için çok
kullanılan bir yöntemdir. Kara propagandada kaynak kesinlikle gizlidir. Her
ne sebeple olursa olsun kaynak ortaya
çıktığında her türlü sorumluluk reddedilecek şekilde önceden hazırlıklı olunur.
Kaynak gizli kaldıkça yalanlar, rivayetler,
şayialar, dedikodular verimli sonuçlar verir. Kara propagandada amaç, muhatap
insanları ruhsal çöküntüye götürmektir.
Bu yöntemi uygulayanlar hiçbir ahlaki
ve vicdani sorumluluk duygusu tanımazlar. Akla gelebilecek her şeyi hedef olarak
ele alırlar. İstenen çıkara hizmet eden her
şey kara propagandada malzeme olarak
kullanılabilir.
4. Silahlı Propaganda: Terör örgütlerinin (PKK) kullandığı bir yöntemdir. Kendilerinin var olduklarını, etkili
olduklarını kanıtlamak için kullanırlar.
Medyanın zaafından yararlanırlar, medya
ne kadar çok gündeme getirirse kitleler
üzerinde o kadar etkili olurlar. Etnik kökenli terör eylemleri de kendi kimliklerini
göstermek, tükenmediklerini kanıtlamak
için şiddeti yöntem olarak seçerler. Bu
nedenle bu modelin seçimi sık rastlanan
bir olgudur. Kendi etnik gruplarını silahlı propagandaya ikna etmek için verilmediği düşünülen kültürel hakları malzeme
olarak kullanırlar. Bu hak mağduriyeti
propagandası sürekli yapılarak, silahlanmanın tek çıkar yol olduğu konusunda
toplulukları ikna etmeye çalışırlar. Silahlı
propaganda ile halkı ve devlet otoritesini
bıktırmak amaçlanır. Bu genellikle, mutsuz, eğitimsiz, hak arama yöntemi olarak
şiddeti kültürel bir inanç sistemi olarak
benimsemiş alt kültür gruplarının tarzıdır. Bitmediklerini göstermek için uçak
kaçırma, bombalama yapma, köy basma,
yol kesme gibi eylemler yaparlar.
5. Karma Propaganda: Bazı çıkar
grupları birbiriyle örtüştüğünde silahlı,
açık, bulanık ve gizli propagandalar beraber kullanılabilir. Propagandaya maruz
kalacak muhatabın durumu ve tutumu
göz önüne alınarak ve ileri teknoloji kullanılarak planlanmış propaganda örneklerine günümüzde sıkça rastlanmaktadır.
Sürekli bir biçimde psikolojik savaş
ve propaganda altında tutulan devletimiz
ve milletimiz ancak konu hakkında bilgi
sahibi olursa kendini koruyacak tedbirleri alabilir. Bu nedenle her türlü yayının
amacının ve içeriğinin iyi anlaşılması,
çözümlenmesi gerekmektedir. Türk milleti her zamankinden daha uyanık ve
bilinçli olmak zorundadır. Bu noktada
yararlı olmayı ümit eder, saygı ve sevgilerimi sunarım.
Kaynakça
1. Çeşme, Ahmet. (2005). Psikolojik Harekât ve PKK (Kansız Mücadelenin Kanlı Yüzü). IQ Kültür Sanat
Yayıncılık, İstanbul.
2. Tarhan, Nevzat. (2002). Psikolojik Savaş (Gri Propaganda). (ikinci
baskı). Timaş Yayınları, İstanbul.
7
İnceleme
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
İnceleme
8
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
MİLLET VE MİLLÎ KÜLTÜR
OLUŞUMUNDA TARİHİN GÜCÜ
Yrd. Doç.Dr. A.Vehbi ECER
Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi
“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak
için kendinde kuvvet bulacaktır. Mustafa Kemal Atatürk
“Tarih de dil ve edebiyat gibi milletin bütün fertlerinin bilmesi, benimsemesi, koruması ve geliştirmesi gereken kültür hazinelerinden biridir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan.
“Tarih bir tevatür, kuru bilgiler yumağı değil, ruh veren belgedir. Prof. Dr. Mustafa Kafalı.
Tarih toplulukların yaşayışlarını, kültür ve medeniyet alanındaki gelişmelerini, siyasi olaylara dayandığı sosyal sebeplerini ve elde edilen sonuçlarını günümüze aktaran bir bilim
dalıdır. Her toplum kendinden önceki toplumların medenî ve
kültürel donanımlarının mirasçısıdır. Zira insan tarihî varlıktır.
Doğduğu zaman her şeyi yeniden icat etme durumunda olmayan belki de tek canlıdır. Doğduğu zaman, içinde bulunduğu
toplumda kültürün elemanları olan ve toplum hayatını düzenleyen dil, din, ahlak, hukuk, örf-âdet, sanat… gibi kültür
değerlerini hazır bulur. Önce onları taklit eder, sonra öğrenir,
yaşamına geçirir ve geliştirmeye çalışır. İnsanın mutlu olması
tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bu kültür elemanlarına
uyum sağlaması, benimsemesi ile mümkündür. Prof. Remzi
Oğuz Arık İdeal ve İdeoloji adlı (İstanbul 1969, 73) kitabında
tarih ile mutluluk ilişkisini şöyle bir cümleyle özetler:
“İnsanlığın saadeti tarihi bilen ve sevene bağlanıyor, reddedene
değil”
Toplumlar geçmişteki tarih içindeki başarı veya felaketlerini öğrenmekle heyecan duyarlar ve milliyet duyguları canlanır.
İnsanlar atalarının geçmişteki parlak dönemlerini, başarılarını
hatırladıkları zaman gurur duyarlar, iftihar ederler. Felaketli
ve ıstıraplı geçen karanlık dönemleri için ise üzülürler. Tarihte
geçirilen bu felaketler, ıstıraplar, haksızlıklar ve müşterek yaşantılar insanları daha çok birbirine yaklaştırır, millî hislerini
güçlendirir. Tarihî gerçeklerden biri milletlerin uğradıkları zulüm ve haksızlıklar ile istiklallerini kazanmak ve korumak için
yaptıkları mücadelelerin, fedakârlıkların insanları milletlerinin
kahramanlarına, millî kültürlerine, dillerine, dinlerine, geleneklerine, vatanlarına hürmet ve bağlılık uyandırmasıdır. Ord.
Prof. Maksudî Arsal bu konuya şu cümlelerle işaret eder:
“Milletlerin tarihte geçirdikleri felaketler, maruz kaldıkları
cebir, zulüm ve haksızlıklar, istiklallerini korumak için yaptıkları
mücadele ve fedakârlıklar, onların millî hissini gevşeten, sarsan bir
âmil (etken, sebep) olmak şöyle dursun, bilakis bu hissi kuvvetlendiren, derinleştiren en büyük âmildir. Polanyalılar ve Yahudiler
bunun güzel birer misalidirler (1)”
Prof. Dr. Mehmet Kaplan da milletlerin yaşadıkları tarihe
göre değişip, gelişip, yıkılacağına işaret eder, milletin bulunduğu duruma tarihî bir oluşum sonucunda ulaştığını açıklar:
“Milletler tarihlerini bilmek suretiyle millî şuura sahip
olurlar (2)” diye yazar. Daha sonra tarihin gençlere öğretilmesi
gerektiğini vurgulayan M. Kaplan, milletlerin tarihini bilme-
yen nesillerin yabancıların etkisinde kalarak köleleşebileceklerine şöyle işaret eder:
“Milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu da hissetmezler.
Böylelerinin yabancı tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması
çok kolaydır (3)”
Mustafa Kemal Atatürk de tarihin gençler üzerindeki etkisine işaretle, tarih öğretiminin gerekliliğini şöyle anlatır:
“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır... Türk kabiliyet ve
kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün
Türk çocuklarının kendileri için lazım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabilecektir. Bu tarihten Türk çocukları
istiklal fikrini kazanacaklar, büyük başarıları düşünecekler,
harikalar yaratan adamları öğrenecekler. Kendilerinin aynı
kandan olduklarını düşünecekler ve kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir (4)”
Tarih millî kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlar
ve bizzat kendisi de anlattığı milletin kültürüdür. Tarihin pratik faydalarını tarihî dost ve düşmanı tanıtması, millî kültürün
kaynaklarının ve kendisinin ortaya çıkarılması, milletlerarası
konularda millî davaları savunma imkânı vermesi, geçmişten
ders alarak hızlı atılımlar yapabilmesi, dünya kültür ve medeniyetine hangi ölçüde katkıda bulunulduğunun bilinmesi, yeni
kuşaklara güven duygusu vermesi… şeklinde özetleyebiliriz
(5). Tarih, bizzat kendisi kültür elemanıdır ve kültür aktarıcısıdır. Milletlerin tarihi, o milletin millî kültürünü aktarır, benimsediği takdirde millî kültürü canlı tutar. Prof. Dr. Orhan
Türkdoğan’ın ifadeleriyle “Millî kültürün canlı olduğu alanlarda milliyet duygusu da güç kazanmaktadır (6)”. Ancak
“Millî kültürün zayıflaması (da) sosyal yapının direncini ve
dayanma gücünü azaltır (7)”. Milliyet duygusu millî tarihe
verilen önem oranında kuvvetlenir. Millî tarih kişilerde millî
şuuru uyandırır. Şuur bilmek, farkına varmak anlamına gelir.
Milletinin tarihini bilmeyen millî şuuru kazanamaz ve milliyetçi de olamaz. Bu bakımdan Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın dediği
gibi: “Tarih bilgisi fertlerle millet arasında derin bağlantılar
kurar. Fert milletin, millet tarihin içinde yer alır ve manâ
kazanır. Ferdî benliği sosyal benlikten ayırmaya imkân yoktur. Bundan dolayı fertler de hayatlarının manasını milletlerinin tarihi içinde bulurlar (8)”
Tarih içinde birlikte yaşama deneyimleri yani tarihî birliktelik farklı etnik gruplarının yakınlaşmalarına ve ortak kültür
oluşturmalarına zemin hazırlamıştır. Tarih bilincinin ve tarihin
bize kazandırdığı kültürün gücü konusunda Türk tarihinden
örnek veren Prof. Dr. Halil İnalcık şunları yazar:
“Bugün önemli olan gerçek, Cumhuriyet Türkiye’sinde çeşitli menşe’den çeşitli inançta gruplar yaşamakta ve bunlar düşüncelerini özgürce tartışabilmektedir. Rus ordularının Kuzey
Karadeniz, Balkanlar ve Kafkaslara her girişinde, 1783’ten beri
birbiri ardından gelen göçlerle Anadolu bugün, imparatorluğun
etnik ve kültürel bir minyatürü haline gelmiştir. Yalnız Türk
kökeninden olan yüz binlerce göçmen dışında; Müslüman olmuş, Osmanlı kültürünü benimsemiş, menşe’de ana dili Türkçe
olmayan yüz binlerce Arnavut, Boşnak, Pomak, Giritli, Çerkes,
Abaza, Çeçen, Gürcü bu yurda gelip yerleşmişlerdir. Onları buraya, anayurd’a koşuşturan şey, ortak tarih ve yaşam tarzı değil
de nedir? Anadolu Türk’ü onları kendisinden saymış, kucak açmıştır. Tarih ve kültürün, etnik menşe’den çok daha güçlü
bir sosyal etmen olduğunu daha iyi hangi örnek gösterebilir? Onlar, içtenlikle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuşlar,
modern Türkiye’nin oluşması ve yükselmesinde hayatî hizmetlerde bulunmuşlardır. Anadolu onlar için gerçek bir anayurt
olmuştur. Bugün Türkiye’de yaşayan her üç kişiden biri ya kendisi, ya ana-babası, ya da yakın ataları göçmendir (9)”
Milleti millet yapan ana elemanlardan biri millî tarihtir.
Millî kültürün canlı kalmasını, millî hayatın devamını, birlik
ve beraberliği, emperyalistlere direnme gücünü sağlayan tarih,
eğitim ve öğretiminin ihmal edilmemesi gereken kültür değeridir. Bu değeri çok iyi bilen Atatürk 1932 yılında milletvekillerine yaptığı bir hitabede “Millî kültürün her çığırda açılarak
yükselmesini Türk cumhuriyetinin temel direği olarak temin edeceğiz” demiş ve özellikle Türk tarihi alanında büyük
gayretler (10) harcamıştır.
Yazımı emekli generallerimizden Sayın Suat İlhan’ın iki
cümlesinden sonra Prof. Dr. Mustafa Kafalı’nın bizlere tavsiyesiyle son vermek istiyorum:
“Atatürk, millî devlet kurucusudur. Millî devletin dili ve tarihi, hudutların güvenliğinden sonra en önemli yeri işgal eder.
Milletine hizmet gücü gösterenler, milletini iyi tanıyanlar ve milletinin özelliklerine sahip olanlardır. Bu tanıma ve sahip olma
millî kültürden ve tarih şuurundan kaynaklanır (11)”
Prof. Dr. Mustafa Kafalı da “Millet Kavramı ve Tarih Şuuru”
başlıklı makalesini (Diyanet Avrupa Aylık Dergi, 15 Ağustos
2003, Sayı 52, 39-40) şu cümlelerle bitirir:
“Maddî ve manevî inkişaf için milletlerin birbiri ile kültür alış-verişleri, modern ilim ve yeni hakikatlere açık olma ne
kadar elzem ise, milletin idamesi (devamlılığı) içinde değerlere
vukufiyetle, bilgiye ve ilme dayanan millî şuur, tarih şuuru
da o kadar elzemdir. Atatürk’ün, milletimizin geleceğini emanet ettiği gençliğe bu şuuru vermek ve onları her türlü vasıta
ve tedbirlerle beslemek, millî şuuru uyanık tutmak, inkişaf
ettirmek müşterek sorumluluklarımızdandır. Dilimiz, dinimiz, tarihimiz ve kültürümüzün bütün kökleriyle barışık
olmak ve onları tanımak, hayatımızın temel değerleri haline getirmek, aynı zamanda dünyaya tanıtmak hedefimiz
olmalıdır”.
DİPNOTLAR
1. Sadri Maksudî Arsal, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları,
İstanbul 1979, 80.
2. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, İstanbul 1983, 64.
3. Kaplan, 65.
4. Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük, I, 8.
5. Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri, (Metot-Kaynak-İlk Devir),
Kayseri 1991, 1-10.
6. Orhan Türkdoğan, Millî Kültür, Modernleşme ve İslâm, İstanbul
1983, 238.
7. Türkdoğan, 26.
8. Kaplan, 65.
9. Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, İstanbul 2007,
105.
10. Bu konu için bak: Mehmet Saray, “Atatürk ve Türk Tarihi”, Türk
Kültürü Dergisi, Ocak 1984, Sayı 249, 1-18.
11. Suat İlhan, “Türk Tarihinin Meseleleri”, Türk Kültürü Dergisi,
Haziran 1984, Sayı 254, 1-4.
RUSLARIN
TÜRKLERE KARŞI
POLİTİKALARI
Yusuf BİLTEKİN
Papaz ve sosyolog olan İlminski, Rus çarına bir rapor
sunmuş. Bu raporda Türk aşiret ve boylarının birbirinden
ayrılması için çalışılma yapılması gerektiği vurgulanmıştır.
O günden sonra Kazak Türkleri, Özbek Türkleri vb. yerine,
Kazak, Özbek diye hitap edilmiştir. Böylece, bu kavimlerin
aynı millete mensup oldukları unutturulmak istenmiştir.
Bugün Türkiye basınında da aynı hata çokça işlenmektedir.
Örnek verecek olursak, “Azeri Türkçesi” yerine “Azerice”,
“Azeri Türkü” yerine “Azeri” terimleri kullanılmaktadır.
16 haziran 1924 tarihinde Sovyet Rusya’da alınan bir
kararla “Türkistan” kelimesi kaldırılmıştır. Türkistan kelimesinin ifade ettiği coğrafyaya “Orta Asya” denilmesini istemişlerdir. Ruslar bunu yapmakla “Türk” kelimesini unutturmaya çalıştılar. “Türkistan” ismi bugün Ahmet Yesevi
Hazretleri’nin doğmuş olduğu Yesi şehrine verilmiştir.
Rusya’nın egemenliği altında yaşayan Türklerin çocuklarına Türkçe isim vermeleri yasaklanmıştır. Bazı Türkler
akıllı davranmışlar, aile ve akraba arasında Türkçe isim, resmi yerlerde Rusça isim kullanmışlardır.
Mustafa Kemal Atatürk,çevremizdeki Türklerle iletişimi
kolaylaştırmak için Latin kökenli Türk alfabesini kabul etti.
Bunun farkına varan Rusya, Latin alfabesini kaldırarak Kril
alfabesini uygulamaya koymuştur.
Maksat, Türkiye’nin dış Türkler üzerindeki muhtemel
etkisine engel olmaktı. Maalesef başardılar. Sovyetler döneminde camiler tahrip edilmiş, bazı camilerin içi zift ile
boyanmıştır.
İddiaların aksine Sovyetler de emperyalist idi. Mesela
Sovyet Rusya, Özbekistan’dan tonlarca altın sömürmüştür
ama Özbek Türkleri bir caminin bozulan altın işlemelerini
onarmak için bir miktar altın istediklerinde,vermemiş,engel
olmuşlardır.
Çarlık ve Sovyet döneminde Türklere karşı uygulanan
bu politikaların amacı, Türklerin birleşmesini önlemek ve
Müslümanların Müslüman olduklarını unutturmaya çalışmaktı.
Esaret altına düşen bir milletin onuruyla yaşaması imkansızdır. Dün bunu, Rusya’da görmüştük, bugün Irakta
görmekteyiz. Allah, esaret altındaki bütün mazlum toplumların yardımcısı olsun.
Bugün, Türk coğrafyası üzerindeki Rus tehdidi çok
azalmıştır. Buna karşılık, Batı emperyalizminin (ABD_AB)
tehdidi, her alanda kendini hissettirmektedir. Hatta örtülü bir işgalle karşı karşıyayız. Küreselleşme hikayeleriyle
beyinler ele geçirilmiş ve bu yüzden Türk insanı Türk gibi
düşünemez olmuştur. Öyle ki vatanın birliğine yönelmiş
tehditlerin bile farkında değiller.
“Hürriyet ve İstiklal benim karakterimdir.” diyen
Atatürk’ü çok arıyoruz.
9
İnceleme
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
10
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
Kültür sanat
Bırak beni haykırayım / susarsam sen matem et.
TÜRK GENÇLİĞİNE ÇAĞRI
Ancak ağıt yakarız, şehit kahramanlara.
“Ne gelir elden?”deme; çabala, çözüm ara!
Vatan gidiyor, vatan! Ağlama zamanı mı?
Hem böler, hem satarlar; onların vatanı mı?
Hep sayıp duruyorsun, medyada hainleri
Bilmez olur muyum hiç… Para olmuş dinleri.
Onlar kuldur, velâkin, Allah’ın kulu değil!
Washington’un, Paris’ın kullarıdır, bunu bil!
Kimi sözde hümanist, kimi sahte demokrat;
Kimine“liboş”derler, kimi kafadan sakat.
Türklüğe düşmanlıktır, her vakit işi gücü.
Olmalı milletinden alınacak bir öcü.
Ağzı hep fitne yayar, kaleminden kin damlar,
Ekranı parsellemiş çirkin çirkin adamlar.
Bir gün Hırant’ı över, öbür gün Barzani’yi
Maval okur durmadan, bulmuş da bir enayi.
Öz yurdumuzdan bizi nerdeyse kovacaklar,
Fırsat buldukları an, inan ki boğacaklar.
VEDA
Şehit Bahtiyar Şimşek’e
Ne bahtiyarsın yiğit!Bayrağıma kan verdin.
Ne bahtiyarsın şehit! Vatanıma can verdin.
Ne bahtiyarsın civan! Ulaştın ya Mevla’ya
Ne bahtiyarsın ey can! Yükseldin arş-ı alaya
Sen giderken bayrakla bezendi tüm yollar
Sen giderken tekbirler getirdi bütün diller
Sen giderken duaya açıldı cömert eller
Sen giderken sevginle doldu mahzun gönüller
O gün Kaman ilçesi ağlayan diyar oldu
O gün yüce milletim özünü duyar oldu
O gün halk bütünleşti,kardeş oldu,yar oldu
O gün Rabb’i katına çıkan Bahtiyar oldu
O gün bir çocuk doğdu,Bahtiyar kondu adı
O gün koç yiğitlerin”intikam” oldu andı
O gün matemde herkes,o gün yürekler yandı
O gün gözler yaş doldu,nice benizler soldu
O “Bahtiyar Şimşek’ti”,”Şehit Bahtiyar” oldu
1 Kasım 2007- KAMAN
Uğur Öztürk
Ruhunu yitirmişsin diyorsun “neme gerek?”
Böyle giderse, yarın suç olur, “Türk’üm”demek.
İsterim ki bulmasın ecel beni yatakta
Azrail alsın canım, çalışırken ayakta.
Tepki göstermez misin, ceset misin be adam?
Zillete katlanmanı, bir türlü anlayamam.
Türklüğün düşmanları tükenir mi saymakla
Onları lafta değil, eserlerinle hakla.
Türkoğlu, tarih boyu onurunla yaşadın
Özgürlüğün timsali bozkurt, öteki adın.
Konuşur, konuşursun. Bu âlem işte sağır
Fısıl fısıl olmuyor, Köroğlu gibi bağır
Zalimin kılıcına bir kere eğilmedin.
Düşenleri kaldırdın, ağlayana gülmedin.
Yine de duymayacaklar o taşlaşmış yürekler
Vatan senden lâf değil, önce icraat bekler
Dün yalnızdın, bugün de… Düşmanların bir sürü
Alp olup Kürşat gibi, mertliğe doğru yürü.
Çalış didin, üret, yap; uğraş, atıl, koş, savaş!
Büyük bir yürüyüşe hazırlık gör arkadaş!
Yalnız bu yolda ölüm, yiğitlere şan olur
Dökülen al kanlardan vatan gülüstan olur
Takip et, atalarından kalın ulu izleri,
Aşkınla geçeceksin alevden denizleri.
Bu yüzden dilerim ki, bir gül de benden açsın
Sultan Sülayman olsan, sen vatana muhtaçsın.
KIZIKLI ÖZTÜRK
11
Röportaj
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
Bilgiyurdu Gençlik Dergisi Sordu Hasan Sami BOLAK Cevapladı
Milliyetçilik öyle bir ateştir ki, yok edilemez,
hapsedilemez. Kürre-i arzı patlatır ve çıkar..
Kayseri’de gazeteciliğin önde gelen isimlerinden biri olduğunuzu biliyoruz. Bu mesleğe nasıl başladığınızı bize anlatır mısınız?
1960 Yazında, Tevfik Özçakı ve Fikret Kavafoğlu tarafından yayınlanmaya başlayan Sabah gazetesinde mürettip,
müsahhih ve daha sonra da baskı makinesi ustası olarak
gazeteciliğe ilk adımı attım. Lise sonda idim ve çalıştığım
gazetenin matbaasında birkaç sayı Damla isimli bir dergi
çıkardım. Daha sonra askere gittim ve askerlikten sonra da
Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinden mezun oldum.
Bu güne kadar hangi gazeteleri kurdunuz, hangi gazetelerde çalıştınız?
-Kayseri’de Milli Ülkü, Yeni Sabah, Orta Doğu, Millet
ve Erciyes gazetelerini kurdum. Spor Kayseri, Kurultay ve
Sel dergilerini yayınladım. Hâlen, Kayseri’de günlük olarak
yayımlanmakta olan Erciyes Gazetesi’ nin sahibiyim ve bu
gazetenin başyazarlığını yapmaktayım. Erciyes Gazetesi ayni
zamanda elektronik olarak da yayınlanıyor ve burada da
günlük yazılarım yer alıyor.
Her mesleğin birtakım zorluklarının olduğu söylenir,
gazeteciliğin de var mı?
Başkasının kurduğu bir gazetede gazetecilik yapmak çok
kolay.. Ama benim gibi sıfırdan başlayıp hem matbaa hem
de gazete kurmak ve o gazetede hergün yazmak... Ömür törpüsü..
Sizin politik ve ideolojik bir geçmişinizin de olduğunu öğrendik. Bunları anlatır mısınız? Mesela Türk milliyetçiliği ile nasıl tanıştınız?
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
sanıkları Celal Bayar ve arkadaşları Kayseri Cezaevinde yattıkları için her gün yeni İstanbul Gazetesinin birinci sayfasında onlarla ilgili haberlerim yayınlanırdı. Ayrıca Türk Kültür
Derneginde seminer ve panellere katılır, gençlerin eğitimleri
için komando kampları denilen kampların kurulmasında
yardımcı olur, öncülük ederdim. Meydan mitingleri, yürüyüşler düzenleyen ekiplerin içinde bulunurdum.
1962 de Kayseri’de sol kesimden satın alınıp milliyetçi
bir hüviyetle yayınına devam eden Devrim Gazetesinin Genel yayın müdürlüğünü yaptım.
Röportaj
12
Siyasete nasıl ve niçin atıldınız?
1967 yılı başında CKMP Kayseri teşkilatını kurarak bu
partinin Kayseri bölgesinde seçime girmesini sağladım. Türk
milliyetçileri siyaset vasıtası ile iktidar olsunlar istiyordum.
Daha sonra partinin ismi MHP oldu. Kuruluşundan 12
Eylül’e kadar il yönetim kurulu üyesi ve 12 Eylülden hemen
önce de 2 yıl İl başkanlığı yaptım.
Bir Türk milliyetçisi olarak düşündüğünüz ve hayal
ettiğiniz hedeflere ulaşabildiniz mi?
-Türk milliyetçiliği ile 1958’de 16 yaşımda tanıştım.
Rahmetli babam, İlhan Egemen Darandelioğlu’nun çıkardığı Toprak Dergisi’ni alır, o devirde Milliyet gazetesinde Objektif isimli köşesinde günlük fıkralar yazan Peyami Safa’yı
okurdu.. Ben de o dergi ve gazeteleri okuyarak,Türk milliyetçiliği ile tanışmış oldum. Bir süre sonra da Toprak dergisinde
yazı ve şiirlerim yayınlanmaya başladı. Daha sonra Milli Yol,
Orkun, Milli Hareket, Devlet gibi hepsini hatırlayamadığım
birçok dergilerde yazdım. (Toprak Dergisinin sahibi İlhan
ağabey, 12 Eylül öncesinde sol görüşlü bir militan tarafından
şehit edildi.)
O dönemdeki milliyetçi önderler kimlerdi?
-Atsız başta olmak üzere, kardeşi Nejdet Sançar önde
gelen isimlerdi.. İkisi ile de tanışmak şansına sahip oldum.
Daha sonra da Türkeş’le tanıştım. Yıllarca beraber çalıştık.
Galip Erdem ağabeyimin bende çok emeği var. 12 Mart
1971 öncesi beraber Almanya’ya gittik ve iki ay kadar MHP
organı bir gazete için finansman sağlamaya çalıştık.
Hangi çalışmaları yapardınız?
Her taşın altından çıkan bir tavır sergiler gibiydim.. Nerde mücadele-kavga-teşebbüs gerekli ise orda olmak isterdim.
1961-1962’de, milliyetçilerin yegane günlük gazetesi olan,
Yeni İstanbul gazetesinin Kayseri temsilcisi idim. Yassıada
Kısmen evet. Birincisi, bir matbaa ve gazete sahibi olmak
istiyordum.. Bunu başardım. Rusyanın egemenliği altında
bulunan Türk illeri bağımsız olsunlar istiyordum; bunu gördüm. İnşallah Çin egemenliği altındaki Doğu Türkistan’nın
kurtuluşunu görmeyi de Allah’ım bana nasip eder. Ancak,
erişip, görebildiklerim, erişip görmek istediklerimin onda
biri bile değil.. Kafamdaki Turan devleti kurulmadan, Türk
Cihan Hakimiyeti Mefkuresi gerçekleşmeden göçüp gidersem hayallerimin gerçekleştiğini görmem için beni tekrar
dünyaya getir diye yüce Allah’ıma dua ederim.. O, neyi isterse olur, nasıl isterse olur çünkü.
Günümüzde “Türk milliyetçiliğinin yükselişte olduğu” söyleniyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
İnsanlar kavim kavim yaratılmışlar.. Dünya durdukça
Kavimler olacak, kavimler olduğu sürece de her kavim kendi
doğruları ve doğrultuları yönünde kavmiyetçi olacaklardır..
Türk milliyetçiliği kısa iniş ve çıkışlarla hep vardır ve var
olacaktır.
Milliyetçilik öyle bir ateştir ki, yok edilemez, hapsedilemez. Kürre-i arzı patlatır ve çıkar..
Gençlerimize, öğüt ve tavsiye olarak neler söylersiniz?
En büyük iftiharlarının Türk olarak yaratılmış olduklarını unutmasınlar, yeter! Kaldı ki, ayrıca İslâmla taclandırılmış bir ırkın mensupları olarak ne kadar gurur duysalar yine
de azdır. Kalpte iman, bilekte güç gençlerimizin en büyük
sermayesi olmalıdır.. Büyük düşünsünler, büyük hedefleri
olsun ve küçüklükleri küçüklere bıraksınlar! Türke yakışan
budur!
HASAN SAMİ BOLAK
Türk gazeteci, şair, yazar, radyo ve Tv programcısı
Doğumu: 10 Mayıs 1942 Kayseri / Türkiye
Hasan Sami Bolak (d. 10 Mayıs 1942, Kayseri), Basın
Şeref Kartı sahibi gazeteci, şair, yazar, radyo ve Tv programcısı. 1960 yılından beri faal gazetecilik yapıyor.
Kayseri Lisesi’ni bitirdi. Askerliğini Menemen Özel
İhtisas Taburu’nda “Özel eğitimli tahrip uzmanı” olarak
tamamladı. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi
Sanayi Bölümü'nden mezun oldu. Kayseri Belediyesi’nin
ilk Basın Yayın Müdürü olarak göreve başladı. Alparslan
Türkeş’in Genel Başkanı olduğu Cumhuriyetçi Köylü
Millet Partisi (CKMP)’nin ilk Kayseri teşkilatını kurdu ve
partinin Kayseri’de seçimlere girmesini sağladı. Kayseri’de
Milli Ülkü, Yeni Sabah, Orta Doğu, Millet ve Erciyes gazetelerini kurdu. Spor Kayseri, Kurultay ve Sel dergilerini
yayınladı. Hâlen, Kayseri’de günlük olarak yayımlanmakta olan Erciyes Gazetesi’nin sahibi ve başyazarıdır. Erciyes
Gazetesi ayni zamanda elektronik olarak da yayınlanıyor
ve Hasan Sami Bolak’ın burada da günlük yazıları yer alıyor.(1)
Türkiye’de özel radyoların faaliyete geçmeye başlaması
üzerine, 2 Ekim 1992 tarihinde, 93.5 MHz FM bandından yayın yapan, Kayseri’nin ilk özel radyosu Star fm’i
kurdu. 1992 - 2004 yılları arasında, kesintisiz 24 saat
Türk sanat musikisi yayını yapan Star fm’in sahip ve yöneticiliği sırasında, 1000’den fazla Türk musikisi programı
hazırladı ve sundu. Bu programların özetini daha sonra
Türk San’at Mûsıkisi Bestekârları ismi altında yayınladı.
Kayseri’deki bütün televizyonlarda sayısız siyasi ve edebi
programı hazırladı ve yönetti.
Dr. Recep Doksat’tan hipnotizma ve spiritüalizm,
Mehmet Mete’den elektronik - yüksek frekans dersleri
aldı. Sahibi olduğu Star Fm radyosu vericisinin power
katını kendi yaptı. Bir süre, Mesmer metodu ile hipnoz uygulamalarında bulundu ve bunları günlük bir
gazetede (Devrim Gazetesi-Kayseri-1962) dizi halinde
yayınladı.
Mavi Gömlekliler isimli tiyatro eseri bir çok kere
sahneye kondu ve Münih’teki Radio Liberty ‘nin (Azatlık Radyosu) Kazak, Özbek ve Uygur seksiyonlarında
1972’de skeç olarak yayınlandı. Çeşitli gazete ve dergilerde yüzlerce makale yazdı. Yurt içi ve yurt dışında
onlarca ilmi ve siyasi konferans verdi..
1968’de ülkücü gençlerin katıldığı ve kamuoyunda
Komando Kampları diye adlandırılan Türkiye’nin ilk
ülkücü eğitim kampını Kayseri’de kurdu. Bu ve daha
sonraları kurduğu diğer üç kampta gençlerin teorik ve
pratik eğitimlerine fiilen katıldı. 12 Eylül 1980 öncesinde iki yıl süre ile MHP Kayseri İl Başkanlığı yaptı.
Kayseri Akşam Lisesi’nde iki yıl edebiyat - kompozisyon ve felsefe öğretmenliği görevlerinde bulundu. Almanca, İngilizce biliyor.
Aruz ve hece vezinleri ile yazdığı birçok şiiri tanınmış dergiler, ansiklopedi ve antolojilerde yayımlandı.
Bestekâr Erol Sayan tarafından mâhur makamında bestelenmiş bazıları ise TRT repertuvarında yer aldı. Lisede
18 yaşında iken çıkarmaya hazırlandığı Mor Gülüşler
ismindeki şiir kitabının birinci fasikülünü bastırdıktan
hemen sonra edebiyat öğretmeninin tavsiyesi üzerine
bu fasikülü yaktı.
1973’te Kayseri’de ilk ofset matbaayı, 2005’te ilk
web Ofset gazete baskı sistemini kurdu. Türkiye’nin ilk
ortokromatik film gazete sayfasını çeken horizantal yerli
(57X82) repro kamerasını imal etti. (1973)
Hasan Sami Bolak, Basın Konseyi daimi üyesi ve
Basın Şeref Kartı sahibi olup, yine kendisi gibi Basın
Konseyi daimi üyesi ve Basın Şeref Kartı sahibi Mevlüde Nevin’le evlidir ve Beyhan, Fatih ve Nihan isimli
üç çocuk sahibidir. Kendisi ve eşinden başka çocukları
da basın sektörü ile ilgilenmektedirler: Dr. Beyhan Bolak Hisarlıgil, mimari içerikli “TOL” dergisinin genel
editörü, Fatih Bolak ise Erciyes Gazetesi’nin Yazı İşleri
Müdürü ‘dür.
Dış bağlantılar [değiştir] Biyografi Portalı
Konuyla ilgili diğer Wikimedia sayfaları:
Wikimedia Commons’da Hasan Sami Bolak ile ilgili
çoklu ortam belgeleri bulunmaktadır.
Özgür kütüphanede Hasan Sami Bolak ile ilgili belge kayıtları bulunmaktadır.
Özdeyişlerde Hasan Sami Bolak ile ilgili bilgi bulunmaktadır.
(1) Elektronik Erciyes Gazetesi
“http://tr.wikipedia.org/wiki/Hasan_Sami_
Bolak”’dan alındı
13
Biyografi
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
İnceleme
14
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
DİL ve
EDEBİYAT
Prof.Dr. Şuayip KARAKAŞ
Yazıya, dilin insan ve millet hayatındaki önemine işaret
eden bir şiirden bahsederek başlamak istiyorum. On yıl kadar
önce, Özbekistan’da yayımlanan bir dergide, Dağıstanlı Avar
şairi Resul Hamzatov’un Özbek Türkçesine tercüme edilen bir
şiirini okumuştum. Ana Dili adlı bu şiirde, önce, Dağıstan dağlarının zirvelerinde, bulutların yanı başında uçan iki kartal tasvir edilmektedir. Kartallar uçarken, biri aşağıda, dağ başında bir
karaltı fark eder; bunun üzerine ikisi birden hızla bu karaltıya
doğru süzülürler, yaklaşırlar ve bu karaltının, ölen bir Avar’ın
cesedi olduğunu görürler. Kartallardan biri diğerine, “Vah vah,
pek de gençmiş, yazık olmuş”, der ve her ikisi birden Avar diliyle ağıtlar söyleyerek gencin baş ucunda döne döne uçmaya
başlarlar. Bir müddet sonra, Avar dilinde söylenen ağıtların tesiriyle ceset önce kıpırdamaya başlar ve nihayet canlanarak ayağa
kalkar. Delikanlının yeniden hayata dönmesine sevinen kartallar, bu defa neşeli şarkılar söyleyerek tekrar bulutlara doğru
yükselip gözden kaybolurlar. Şair Resul Hamzatov, bu şiirinde,
ana dilinde söylenen bir ağıtın ölüye can vereceğini, ölen veya
ölmekte olan bir milleti canlandırarak tekrar hayata döndürebileceğine olan inancını terennüm etmektedir.
Yazının adı olan “Dil ve Edebiyat” bahsine gelince, herkesin
bildiği gibi edebiyat, malzemesi dil olan bir sanat faaliyetidir.
Mimarın inşaat malzemesini kullanarak saray inşa etmesine
mukabil, bestekâr sesleri notaya çekerek nihâvend şarkılar,
ressam da paletindeki boyalarla fevkalâde tablolar hazırlar.
Şair ve yazar ise dili kullanarak yeni dünyalar kurar, sizi kaf
dağının ötesine, hayalinizdeki iklimlere sürükler; sizi düşündüren, bazen güldüren, bazen ağlatan, coşturan harikulâde bir
şiir, bir roman veya başka türde bir edebî eserle karşılar. Ancak
sanatkâr, hayalini süsleyen eserini ortaya koyarken, malzemesini hiçbir zaman hoyratça ve tesadüfen bir şey ortaya koymak
üzere rastgele kullanmaz. Sanatkâr, sahip olduğu ve çok iyi tanıdığı malzemesini, güzellik noktasından hareketle mesleğinin
gerektirdiği tekniklere bağlı kalarak kullanır. Bu sebeple, kalem
sahibi de dili bayağılıktan ve alelâdelikten kurtararak, kabalık
ve çirkinliklere bulaştırmadan en doğru ve en güzel şekilde
kullanmak mecburiyetindedir. Kalem sahibi, dile mücevher
kıymeti kazandıran kimsedir. Zira edebî eser, sanatkârın, dili
somutlaştırarak güzelliğini gösterdiği bir mekân, bir zemin, bir
tecelligâhtır. Başka bir ifadeyle edebî eser, dilin ete kemiğe bürünüp şiir diye, hikâye diye görünmesidir. Bu sebeple gelişip
güzelleşmesi ve kuvvet kazanması için dil cevherinin, tarih içinde sanatkârlar tarafından her defasında farklı usûller denenerek,
bıkmadan usanmadan zevkli bir şekilde işlenmesi gerekir. Zira
hiçbir cevher, topraktan çıktığı hâliyle bir mücevher değildir.
Aynı şekilde dil de sözlükten rastgele dökülüveren bir kelime
yığını değildir.
Evet, dil, şüphesiz hantal ve cansız bir kelime yığını değildir; bilâkis kelimelerin, herkesin bildiği genel kurallara bağlı
kalarak dimağı aydınlatacak ve hoşa gidecek tarzda, tıpkı bir
bestenin notaları gibi sıralanması sanatıdır. Edebiyat, dile beste,
yani söyleyiş güzelliği kazandırma ve bu güzellik duygusu içersinde dünyayı keşfetme ve keşfedilen dünyayı güzellik çerçevesi
içinde sunma sanatıdır.
Dil hiç şüphesiz, insanı alelâde ve yalnız bir varlık olmanın üstüne çıkararak milletin bir parçası hâline getirmektedir.
Dil sayesindedir ki, insanlar kader birliği etmek fikri etrafında
birleşirler, âhenkli bir toplum teşkil eder ve millet hâlinde yaşarlar. Hiç şüphesiz dil, milletin fertleri arasındaki en önemli
rabıtadır; fertleri, varlığını somut olarak fark edemediğimiz bir
bağ ile birbirlerine bağlar. İnsanlar şahsî kıymetleri dolayısıyla
belki ayrı ayrı birer inci tanesi, ancak etrafa saçılmış başı boş
inci taneleri gibidir. Dil, işte bu dağınık hâldeki inci tanelerini
âhenk içersinde bir araya toplayarak yekvücut hâline getiren,
bu toplanma dolayısıyla şahsî değerleri üstüne yeni değerler
kazandıran, ancak varlığı dışarıdan fark edilmeyen gizli bir bağdır. Âhenk içersinde bir araya gelmek, her bakımdan uyumlu
bir toplum hayatını idrâk etmek, millet seviyesine yükselmek
demektir.
Şimdi, bu genel bilgilerden sonra, bir iman derecesinde itiraf etmek gerekirse, bizim dilimiz, Türkçemiz, kendi
sanatkârlarının elinde bin bir zevkli renge bürünerek, her devirde sayısız zarafet örnekleri sergileyerek, Türkistanlı büyük
şairimiz Ali Şîr Nevâî’nin söylediği gibi ülkeler fethederek ve
fethettiği ülkeleri Türk oğlu Türk’ün ebedî vatanı hâline getirirken kendisi de gelişerek her fikri ve her duyguyu ifade edebilecek müstesna bir kudret ve inceliğe ulaşmıştır. Türkçenin
ifade kudretine ve inceliğine olan bu iman, elbette hem sahibi,
hem de vârisi olan Türk milletinin büyüklüğüne olan imandır.
Bu sebeple bizim sesimiz olan Türkçe, bizim türkülerimizin,
bizim ağıtlarımızın yankılandığı vatanın sesidir. Türkçe, vatan
coğrafyasında bizimle beraber bize ait olan her şeyin sesidir.
Kırımlı büyük romancı Cengiz Dağcı, işte bundan dolayı vatanını kaybeden bir yazar olarak, “Vatan dediğin dilden ibarettir
aslında”, demektedir. Rumeli fatihlerinden akıncı beyi Şehsuvar Paşa’nın torunu olan büyük şair Yahya Kemâl Beyatlı da
yine aynı düşüncenin eseri olmak üzere, Türkçenin çekilmediği
her yeri, Türk’ün vatanı saymaktadır. Yahya Kemâl, bugün için
siyasî olarak kaybedilmesine rağmen dilimizde ve gönlümüzde
vatan olarak yaşamaya devam eden Üsküp şehrini, Kaybolan
Şehir şiirinde şu mısralarla hatırlar:
Üsküp ki Yıldırım Bayezid Han diyârıdır,
Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır.
Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhıyle biz’di o.
Üsküp ki Şar dağında devâmıydı Bursa’nın,
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.
Üç şanlı harbin arşa asılmış silâhları,
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.
Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.
Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
Şaire göre, kaderin bir cilvesi olarak artık siyasî sınırlarımızın dışında kalmış olan Üsküp ve Gazi Mustafa Kemâl Paşa’nın
beşiği olan Selânik’le beraber Manastır, Sultan Murad’ın kalbini bıraktığı Kosova, al topuklu kızların gezindiği Vardar ovası, Müftü Hüseyin Raci Efendi’nin “Azîz-i vakt idik” diyerek
hatırladığı Zağra, kıpkızıl gül bahçelerinin içindeki Kızanlık,
Demir Baba’nın ebedî istirahatgâhı Deliorman, kara kaşlı civan
Aliş’imin yurdu olan Tuna sahili ve elbette taşlaşmış kalplere,
sağır kulaklara horyat horyat feryatlarını duyurmaya çalışan
Kerkük ve Musul ve Türkçenin konuşulduğu daha nice şehirler
ve yurtlar, her gün daha da artan bir hasretle ve haklı olarak hâlâ
yolumuzu gözleyen vatan topraklarımızdır.
Türk’ün vatanı olarak, bize sadece Edirne’den Ardahan’a
uzanan bugünün Türkiye’sini telkin eden ve hatta bunu bile
çok gören anlayışa inat, biz hudutların ardında kalan yaslı şehirlerimizin türkülerini de, berideki şehirlerimizin türküleriyle
beraber, kalbimiz sızlayarak olsa da, söylemeye devam edeceğiz.
Zira Türkçe, vatanın sesi olarak, kaybedilen ve elimizde kalan
yurtların hatıralarından tekevvün etmiş ortak sestir. Türkçenin
hayattaki en büyük şairlerinden olan Azerbaycanlı Bahtiyar
Vahabzâde, dilin teşekkülünü ve mahiyetini, Ana Dili şiirinde
şu mısralarla terennüm eder:
Bizim uca dağların sonsuz ezemetinden,
Yatağına sığmayan çayların hiddetinden,
Bu torpagdan, bu yerden,
Elin bağrından gopan yanıglı neğmelerden,
Güllerin renglerinden, çiçeklerin iyinden,
Mil düzünün, Muğan’ın sonsuz genişliyinden,
Ağsaçlı babaların eglinden, kamalından
Düşmen üstüne cüman o Gıratın nalından
Gopan sesden yarandın.
Sen halgımın aldığı ilk nefesden yarandın.
……………………………………..
Ana dilim, sendedir halgın egli, hikmeti,
………………………………………….
Sende menim halgımın gehremanlıgla dolu
Tarihi varaglanır,
Sende neçe min illik menim medeniyetim,
Şan-şöhretim sahlanır,
Menim adım-sanımsan,
Namusum, vicdanımsan!
Buna göre Türkçe, bizim yüce dağların sonsuz azametinden, yatağına sığmayan ırmakların hiddetinden, bu topraktan,
bu vatandan, milletin bağrından kopan yanık nağmelerden,
güllerin renginden, çiçeklerin kokusundan, ovaların genişliğinden, ak saçlı dedelerin, ninelerin aklından, hayat tecrübesinden, güngörmüşlüğünden, düşman üstüne atılan Köroğlu’nun
Kırat’ının nalından kopan sesten, Türk milletinin ilk yaratıldığı
gün aldığı ilk nefesten yaratılmıştır. Türk milletinin aklı, hikmeti, kahramanlıkla dolu tarihi, binlerce yıllık kültürü, medeniyeti, şanı ve şöhreti Türkçede saklıdır. Türk milletinin yaradılıştan beri bütün hikâyesini muhafaza eden Türkçe, milletin
adı olmuştur, namusu ve vicdanı olmuştur. Bu sebeple Türkçeyi başka diller yanında hor görmek, aşağılamak ve ondan vaz
geçmek, kendi kendimizi inkâr etmek mânâsını taşımaktadır.
Bahtiyar Vahabzâde’nin aynı şiirde, kendi dilimize karşı böyle
yanlış bir tavır içersinde bulunanlar için de söyleyecek sözü vardır. Şair, onlara şu mısralarla seslenmektedir:
Ey öz doğma dilinde danışmağı ar bilen,
Fasonlu edabazlar,
Gelbinizi ohşamır goşmalar, telli sazlar.
Bunlar goy menim olsun,
Ancak veten çöreyi,
Bir de ana üreyi
Sizlere genim olsun.
Yani, ey, kendi ana dilinde konuşmaktan utanan fiyakalı
züppeler, bizim türkülerimiz, bizim telli sazlarımız sizin hoşunuza gitmiyor. Öyleyse, bırakın, bunlar benim olsun, ancak
vatanın ekmeği ve ana yüreği sizlere haram olsun.
Türkiye’den Ziya Gökalp, Lisan adlı şiirinde,
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
mısralarıyla başka diller karşısındaki millî tavrını ortaya
koyduktan sonra, başka dillere heves eden veya Türkçenin yanına başka dilleri ortak koşmaya yeltenenlerin asıl niyetlerinin
milleti bölmek olduğunu, 1916 yılında, yani tam doksan iki yıl
önce şöyle haber vermektedir:
Tûrân’ın bir ili var,
Ve yalnız bir dili var.
Başka dil var diyenin,
Başka bir emeli var.
Dil, vatanın bölünmez bütünlüğünün ve istiklâlinin sesidir; edebiyat, bu sesin bir şarkı, bir türkü güzelliğine erişmesi;
şair ise milletin arzusunu, sevincini, neş’esini, aşkını, ümidini,
kederini, feryadını dile getiren, yani vatanın sesini dillendiren
kimsedir. Şairlerimiz eserlerini bu inançla yazmışlar, Mehmet
Emin Yurdakul’un ifadesiyle, “şairleri haykırmayan milletin sevenleri toprak olmuş öksüz bir çocuk”tan farkı bulunmadığını
düşünmüşlerdir. Edebiyatımızda, bu inançla eserler veren şairlerimizden biri de hiç şüphesiz Mehmet Âkif Ersoy’dur.
15
İnceleme
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
İnceleme
16
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
Bugün, hilâl uğrunda nice güneşlerimizin battığı yer olarak
Çanakkale’yi her zikrettiğimizde, şehitler ordusuyla beraber Âkif ’i
de hatırlıyor olmamızın elbette haklı bir sebebi bulunmaktadır:
Bu sebep, şehitler için muhteşem bir âbide olmak üzere yazdığı
kuğunun şarkısına emsâl olan destan şiirdir. Anlatılanlara göre,
kuğu, en güzel ve en canhıraş şarkısını ömrünün son deminde
söyler ve ardından ölürmüş. Kuğu, bu son şarkısını söylerken,
tabiatta her şey susar, bütün canlılar sadece onu dinlermiş. Bundan dolayı Fransızlar, bir şairin en güzel şiirini, “chant du cygne”,
yani kuğunun şarkısı diye tarif ederler. Yakın dostu Süleyman
Nazîf, Âkif ’in Âsım adlı şiir kitabını değerlendirirken, bilhassa
onun Çanakkale’deki şehitlerimiz için yazdığı bu âbide şiirinin,
bin bir ıztırap içinde ufûl eden altı yüz senelik bir devrin, yani
Osmanlı devletinin, Âkif ’in dehâsına söylettiği bir kuğu şarkısı
olduğunu belirtir. Yine Nazîf, bir ilâhî metin, bir vahiy gibi mukaddes kabul edilen bu harikulâde şiiri, Âkif ’in aynı zamanda
mi’râcı olarak görür. Nazîf ’e göre, Türk milleti bitmez, tükenmez
musibet ve zayiat karşısında ağlarken, Allah ona bu ilâhî şiiri,
Tuna’nın yetim kıyılarından, Yemen’in öksüz sahillerine kadar
hükümran olmuş bir devrin sona eren ihtişamını ebediyyen yaşatmak üzere söyletmiştir.
Şair evvelâ, “Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?”
sorusunu sorar ve tarihin bile kucaklayamayacağı bir azametin
sahibi olarak gördüğü Çanakkale’deki şehitlerimizi ebediyyetlere,
Allah’ın sonsuz rahmetine emanet eder. Şehidin başucuna, mezar
taşı olarak Kâbe’yi dikmek ve üzerine de kitabe olarak ruhunun
vahyini, Tanrı’nın, kalbine ilhâm ettiği ilâhî bir metni yazmak
ister. Sonra, gök kubbeyi bütün yıldızlarıyla birlikte tıpkı atlas
bir örtü gibi sıyırıp kanayan lâhdine sermek, Tanrı’nın rahmet
ve bereketini getiren nisan bulutlarını o türbenin üstüne bir tavan gibi çatmak ve yedi kandilli Ülker yıldızını, tıpkı bir âvîze
gibi oradan uzatmak ister. Şehit, bu âvîzenin altında kefen yerine, kendi mübarek kanına bürünmüş uzanırken, gece mehtabı
getirerek bir türbedar gibi tan vaktine kadar başında bekletmek,
gündüzün âvîzeyi güneşin nuruyla doldurmak ve nihayet akşamın kan rengi tülleriyle yarasını sarmak ister. Ancak şair, bütün
bu harikulâdelikleri yapabilecek olsa bile, bunlar onun asıl yapmak istediklerinin yanında sönük bir manzara arz etmektedir.
Başka bir ifadeyle, insanoğlunun hayal edebileceği hiçbir şey,
hatıralarıyla ufuklarımızı, istikbâlimizi bekleyen ve aydınlatan
şehitlerimize minnet ve şükranlarımızı ifade edemez. Bu sebepledir ki, şair, Tanrı’nın ordusu olan Türk milleti için, hilâl ve yıldızı
Türk’ün kanında buluşturan bayrak için, dîn-i mübîn İslâm için,
mukaddesâtımızı ihyâ ve himaye eden vatan için, her biri tepeden tırnağa birer mermi, birer süngü kesilerek düşmana atılan
bu kahramanlarımızı, nihayet Hazret-i Peygamber’in kollarına
emanet eder:
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Âkif ’i muhayyilenin üstüne, mi’râca çıkararak ona,
bizim, çın çın öten kelimelerimizden örülmüş bu edebî ve ebedî
şehitler âbidesini inşa etme imkânı veren Türkçe, hiç şüphesiz
kudretli bir dildir. Başka bir ifadeyle Türkçe, Âkif ’in dehâsına,
bu mucize eseri terennüm ettirebilecek kabiliyette müstesna
bir dildir. Türk roman sanatının zirve ismi Hâlit Ziyâ Uşaklıgil, bu dille, “Ben eski Bâbıâlî kâtiplerinden işittiğim süslü
dili sevdiğim gibi, Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarâfetlerle
dolu Türkçesini de sevdim”, diye öğünür. Aynı Türkçe, Ahmet
Hâşim’in dilinde ise sessiz bir şarkıya dönüşür. Son asırda Süleyman Nazîf, Ömer Seyfeddin, Refik Hâlid, Ahmet Hâşim,
Yakup Kadri, Reşat Nuri, Faruk Nâfiz, Peyami Safa, Tanpınar,
Atsız, Ârif Nihat Asya, Necip Fâzıl, Târık Buğra ve daha nicelerinin dilinden beste değerinde eserler veren aynı Türkçe, Yahya
Kemâl’in ağzında “anne sütü” olur. Bahtiyar Vahabzâde de Yahya Kemâl’in bu mütalâasını kendi şivesinde şöyle dile getirir:
İlk mahnımız lâylânı anamız öz südüyle
İçirir ruhumuza bu dilde gile-gile.
(İlk şarkımız olan ninniyi anamız kendi sütüyle
İçirir ruhumuza bu dilde damla damla.)
“Sürgündeki derviş” olarak şöhret kazanan Özbek şair Muhammed Sâlih, Türkçenin söz konusu ifade kudretini, Türkiy
Tilde Sözlemak adını verdiği şiirinde, bakın nasıl terennüm
ediyor:
Türkiy tilde sözlemak âsân,
Türkiy tilde sözlemak nekadar kıyın.
Nekadar lezzetli bu tilde sözlemak, nekadar aççık.
………………………………………………
Kimnidir sevse , köksi ge sığmasa muhabbet,
Türkiyde gepir,
Kimnidir yaman körse , boğzi ge tıkılsa nefret,
Türkiyde gepir.
(Türk dilinde konuşmak kolay,
Türk dilinde konuşmak ne kadar zor.
Ne kadar lezzetli bu dilde konuşmak, ne kadar acı.
………………………………………..
Her kimi sevsen, kalbinden taşsa sevgi,
Türk dilinde konuş,
Her kimi yaman görsen, içini doldursa nefret,
Türk dilinde konuş.)
Sonuç olarak, şunu kabul etmek gerekir ki, dilin insanî, dinî,
millî bütün değerleri ihtiva ettiği, artık herkesin malûmudur.
Yani dil, yerine getirdiği fonksiyonu itibariyle, Fransızcadaki
kültür kelimesinin Türkçedeki tam karşılığı derecesine yükselmiştir. Buna göre, edebiyat da, dilin yükselişini bütün ihtişamiyle gözler önüne seren bir ayna vazifesi görmektedir. O
hâlde, bugün karşı karşıya bulunduğumuz şartları da göz önünde bulunduracak olursak, dilimize sahip çıkmak hususunda her
zamankinden daha dikkatli davranmak, bizim hem insanî, hem
dinî, hem de millî ibadetimiz olacaktır.
TARİH ŞUURU
Yavuz Sezer OĞUZHAN
B
izden başka kendi tarihine bu kadar yabancı, bu kadar uzak, bu
kadar alakasız bir millet var mı
acaba?
Yakın ve alakadar olduğunu söyleyip
de tarihine bu kadar düşman ve kindar
bir millet var mı peki?
Aslında bunlara iki büyük soru sorarak cevap vermek daha uygun olur.
Kim bizim kadar “tarihini öğrenmekte” ve öğretmekte bu kadar ihmalkâr
davranmakta?
Kimin tarihi bizimki kadar çarpıtılmış ve birçok hakikat bizimki kadar gizlenmiş?
Dünyada hiç kimse verilen tarihi bilgilerin tarafsız olduğunu iddia edemez.
Hepsinin taraflı bir yanı mutlaka vardır.
Çünkü tarih millidir. Herkes bu durumun meşruiyetini-bize(insanlara)kazandırdıklarını göz önünde bulundurarakartık kabullenmiştir.
Bize öğretilen Türk tarihinden çıkardığımız sonuç; bizim ne kadar savaşçı
medeniyet temsilcisi, inançlı, azimli…
Aklımıza gelecek daha birçok olumlu
meziyete sahip olduğumuzdur. Bir Türk
olarak öğretilen özelliklerin birçoğuna
inanmaktayım. Tabi bu inancı savunur-
ken sadece ama sadece Türk kaynaklarına bakmak haksızlık olur. Güvenilir
yabancı kaynaklara baktığımızda da hakkımızda söylenenlerin doğru olduğuna
şahit olmaktayız. Olumsuz özelliklerimizin, zaaflarımızın bilinmesi de önemlidir.
Tarihe gerçekçi yaklaşmazsak, kendimizi
aldatmış oluruz.
Özünde bu kadar iyi ve güzel hasletleri barındıran bir milletin ferdi olmak,
gurur verici olmakla beraber her Türk
gencine ayrı bir sorumluluk da yüklemektedir.
Esasen; her Türk gencinin tarihini
çok iyi bilmesi gerekmektedir. Sadece
kendi tarihini değil dünya tarihi ve devletlerarası tarihi iyi kavraması faydalı
olur. Günümüzde bazı gençlerin tarihe
kayıtsız kalmalarını hoşgörüyle karşılamalıyız. Çünkü bizlere öğretilen tarih,
kuru ve basit. Hal böyle olunca tarihi
ancak ve ancak ders dışı kitaplardan ve
esaslı tarihçilerden öğrenmek daha mantıklı geliyor. Aradaki farkı dolayısıyla
durumun vahametini görünce tarihe
dair bir durumda şüpheye düşebiliriz.
Bizlere öğretilen tarihte bazı masumların
ne kadar gayrı masum ve hainlerin ne
kadar vatanperver olduğunu sadece dış
kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Devlet,
Sultan 2.Abdulhamid’in, Enver Paşa’nın,
Kuşçubaşı’nın ve bunun gibilerin vatanperver olduğunu Fevzi Çakmak’ın Rauf
Orbay’ın, Karabekir gibilerin ne derece
önemli olduğunu; Musa Çelebi, Cem
Sultan, Timur, Kavurt, Şah İsmail ve
diğerlerinin nasıl değerli olduğunu önce
milletine sonra dünyaya öğretmelidir. Bu
devletin üzerine düşen çok büyük bir sorumluluktur.
Türk, atasına kızgın, düşman yetişmemelidir.
Okul müfredatında diğer Türk(tarihi)
devletleri neden öğretilmiyor, o da başka
bir sıkıntı. Hâlbuki Osmanlı, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Hun Devleti,
Karahanlı Devleti, Göktürk Devleti nasıl
bizimse Timur Devleti, Suriye Selçukluları, Babür Devleti, Kirmanlılar, Avarlar,
Safevi Devleti Hazar Devleti de o kadar
bizimdir.
Ben ne kadar Mustafa Kemal’sem,
Oğuz Kağan’sam, Atilla’ysam, Kül-Tekin’
sem, Satuk Buğra’ysam, Keykubat’sam,
Bayezid’sem; o kadar da Babür’üm,
Gazneli Mahmut’um, Eyyübi’yim,
Timur’um, Şah İsmail’im, Karamanoğlu
Mehmed’im…
Ötüken, Buhara, Kaşgar, Erzurum,
Kerkük, Kosova, İstanbul… Atalarımın
ayak bastığı ve medeniyet yaydığı topraklar benim için mukaddes topraklardır.
Binlerce senelik şanlı, şerefli mazisi
olan Türk milletinin ferdi olmak, bizler
için ayrı bir mutluluktur. Türk gençliğine düşen; tarihi şuuru benimsemesi
ve çok zengin bir tarihe sahip olduğunu
bilerek kendini tanıması.
Hatta ve hatta Müslüman olmamız
münasebetiyle ve Türk’ün olmazsa olmazı olan İslamiyet unsurundan dolayı
İslam tarihini de bilip muhakeme etmek
lazım gelir. Bu millet, İslamiyet’i kabul
ettikten sonra onun bayraktarlığını layıkıyla yerine getirmiştir.
Geçmişini bilmeyen, geleceğini inşa
edemez.
17
Tarih
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
İnceleme
18
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
HACILARLI MESTİ ve TEMENNAİ
Dr. Rasim DENİZ
Bu çalışmamızda tebliğimize konu olarak seçtiğimiz Hacılarlı Halk şairi Mestî ile Hacılarla kayseri arasında bulunan
Yılanlı dağında büyük bir tekke kurup fikir olarak Rafizilik
siyasi yönden Şah İsmail’e hizmeti amaçlayan Anadolu’da ki
Dâî’lerden biri olan Şeyh Temennâî’den bahsedeceğiz.
Bazı cönklerde ve şiir mecmualarında “Hacılarlı Mestî”
diye yazılı olan Halk şairi Mestî hakkında hiçbir bilgi yoktur.
Bilindiği üzere cönklerde umumiyetle şairlerin hayatları hakkında bilgi bulunmaz, sadece onların şiirlerinden beğenilenleri
cönklere alınır ve gerektiği zamanda o şiirler okunurdu. Tebliğimizin birinci şairi olan hakkında bulabildiğimiz yazılı ve sözlü kaynaklar Onun mahlas ismi ve hece vezniyle yazılmış dört
şiirinden ibarettir.
Mestî:
Bilindiği üzere Mestî takma isim olup şairin mahlasıdır.
Kendisi bu mahlası niçin aldığı veya neden bu mahlas kendisine verildiği bilinmediği gibi Mestî’nin asıl adının ne olduğu
da bilinmiyor. Onun hakkında bildiğimiz sadece mahlası olan
Mestî, bir de 4 şiirinden ibarettir. Bu şiirlerde 5+6= 11’li ölçü
kullanılmıştır. Şiirlerin redifleri de “...ş üzerine”; “...ra kaşların “ ayrıca bir şiirinde de üçlü redifte kullanmıştır; “olmuş var
ne olacak ne olur”; “..ra gözlerin”; bir şiiri de redifsiz olup a
ve ş harflerini kafiye olarak kullanmıştır. Mestî şiirlerini kaleme
alırken Arabça ve Farsça’nın ağdalı kelimelerden kaçınmış, 19.
yüzyılda halkın günlük hayatında her zaman kullandığı kelimelerden meydana gelen akıcı bir üslub kullanmıştır.
Şair, kendi zamanından asırlarca önce yaşamış olan Şeyh
Temennâî ve Onun uzantısı olan halkın Dokuz Osman olarak
nitelediği, isimlendirdiği kimseleri şiirlerinde taşlamış ve onların dinî yönden sakıncalarını belirtmiştir.
Mestî, her şair gibi o da güzellerin kaşına, gözüne vurgundur; güzellerin kaşları kudretten çekilmiş karalığı onu mest etmiştir. Şiirlerinde bu kaşların derdine çare olmasını umar ve
sevgiliden deva, şifa bekler bu konuda şöyle der:
Mestî seni öğer hasbeten lillah
Mislin gelmemiştir cihana billah
Nurdan halk eylemiş yaratan allah
Kudretten çekilmiş kara gözlerin.
Mestî, sevdiğinin gözlerini ahu gözlerine, kirpiklerini de
hançere benzetir ve bunu şöyle dile getirir:
Güzellerin nazı çok olur bazı
Âşıklar ah çeker karadır yazı
Âhu gözler etrafında pervazı
Kirpikler hançermiş kaş üzerine
Mestî, sevgilisini dünyaya, eşi benzeri gelmemiş bir şaha,
bir sultana benzetir, fakat bu sultana ulaşamadığından ona yakın ve ona kul, olamadığından yakınır, düğün ve derneklerde
sıkça okunup, söylenen
“Eş eşini bulmuyor;
Neden gönlün olmuyor”
Meşhur halk türküsünü; yazmış olduğu üç ayaklı şiirinde
başarılı bir şekilde kullanmıştır.
Rûyin nûr bâbından alır rengini
Güzeller şehrine kurar cengini
Herkes ahlâkınca dengi dengini
Ne bulmuş var ne bulacak ne bulur
Mestî, kedisinden asırlarca önce yaşamış olan şair ve şeyh
Temennâî’yi isim vermeden taşlar ve onlarla mücadele etmenin
sevap olduğu hakkında kitap hükmü bulunduğuna işaret ederek şöyle der:
Ayak kuru apdest alınmış derler
Bizlerin namazı kılınmış derler
Mürşitler bu yolda bulunmuş derler
Takınca gerdana bir teslim taşı
Şair burada halkın Dokuz Osmanlar diye isimlendirdiği,
“namazımız kılındı, orucumuz tutuldu Mürşidimiz bu işi bizim
için yaptı, bizim bunları yapmamıza gerek kalmadı” diye İslami
kurallara uymayan bazı kimseleri Mestî açık bir dille taşlamaktadır. Mürşit dedikleri kimse ise
Şeyh Temennâî den başkası değildir. Tebliğimizin ikinci bölümünde bundan bahsedeceğiz.
Hacılarlı Mestî’nin Şiirleri:
Hak güzel yaratmış bu bir âdemi
On üç on dört sini yaş üzerine
Ne güzel olmuş parmağın hatemi
Dökmüşler bir elmas taş üzerine
Güzellerin nazı çok olur bazı
Âşıklar ah çeker karayı yazı
Âhu gözler etrafında pervazı
Kirpikler hançermiş kaş üzerine
Mestî vasfın eder ta böylesine
Hacet değil taksın gül neresine
Sağ elini koymuş fes halesine
Dedi ısmarıcın baş üzerine
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
Ayak kuru apdest alınmış derler
Bizlerin namazı kılınmış derler
Mürşitler bu yolda bulunmuş derler
Takınca gerdana bir teslim taşı
Mestiyâ’nın pendi raculi kitaptır
Sanma bunu şeriatsız cevaptır
Yetmiş kafir öldürmekten sevaptır
Her kim tepelerse bir kızılbaşı1
lll
Kul olam efendim sen kerem eyle
Âkıbet düşürdü nara kaşların
Gelmişim kapına bir imdat eyle
Koyuvermez ki gidem kara kaşların
Karadır kaşların kirpigin oktur
Bilirim sevdiğim düşmanın çoktur
Benim gibi sana kul olmuş yoktur
Eylesin derdime çare kaşların
Başına bağlama allı yemeni
Mecnuna dönderdin efendim beni
Âşıkı görünce vermez amanı
Billah yandırdı nara kaşların
Mestî seni över hasbeten lillah
Mislin gelmemiştir cihana billah
Nurdan halk eylemiş yaratan Allah
Kudretten çekilmiş kara gözlerin
lV
Efendim cihana sen gibi bir şah
Ne gelmiş var ne gelecek ne gelir
Bu dehr-i cihan sırrına âgah
Ne olmuş var ne olacak ne olur
Rûyin nur-babında alır rengini
Güzeller şehrine kurar cengini
Herkes ahlâkınca dengi dengini
Ne bulmuş var ne bulacak ne bulur
Mestiyâ tastik eder aşk kitabını
Âhir bulsa gerek ten turabını
Vade tamamında ecel babına
Ne bilmiş var ne bilecek ne bilir
Kaynakçalar:
Dr. Rasim Deniz. Özl. Ktp. Cönk.49. V. 38 a.
Ahmet Şükrü Esen Defterleri İst.Tarih. Vakfı: Defter; XX (45,
204)
Defter; XXll (8/1, 9, 60, 61)
1 Not: kızılbaş burada bizim bildiğimiz kızılbaş olmayıp
Temennaî’nin müritleri olan Şah İsmail’e bağlı Rafizî olan kimselerdir.
Defter; XXVl (679, 684)
Ank. Millî Ktp. İbni Sina Bl. Cönk 4 V.(401 b)
Şeyh Temennâî:
(D...?-1500?)
Şeyh Temennâî’nin asıl ismi bilinmiyor.Yazılı kaynaklarda
Onun sadece Şeyh olduğu,şair olup mahlasının da Temannâî
olduğu yazılıdır.
Temennâî’nin asıl adının ne olduğu bilinmediği gibi, asıl
memleketi de bilinmemektedir. Kayseri ile Hacılar arasında bulunan Yılanlı Dağı güneyinde büyük bir tekke kurduğu bilinmekte ise de buraya niçin geldiği ve ırkının, soyunun ne olduğu
da meçhuldür. Bilinen bir gerçek Temennâî, iyi bir Arabça ve
şiir yazabilecek kadar iyi bir Farsça bildiği bazı kaynaklara göre
de yazma bir divanı olduğu bilgiler arasındadır. Ancak çoğu
şiirleri Tekke kurup mekan tuttuğu bölgenin dili olan Türkçe
yazdığı bilinmektedir.
Temennaâî, hakkında yazma kaynaklara baktığımızda
Onun bir kalenderî olduğu, Mezheb-i Tenasüh yani ruh göçüne inanan bir felsefeye mensup olduğu hatta Onun ataist (dinsiz) biri olduğu yazılmıştır.
Latifi Tezkiresinde Temenâî için şu görüşleri ileri sürer:
“Temenâyî aleyhi mâ yüstehak: Kayseriyye kurbunda (yakınında) bir Kalender idi.İlm-i hurûfa ve Mezheb-i Tenâsüh’a
müteallak kitaplar cem’ idüp yanına hayli zenâdıka ve melâhide
(Allah’ı inkar eden dinsizler) la’netüllah ala hadde müçtemi’ olmuşlar idi. “Âdem âlem-i kübra; ve mazhar-ı Hazret-i Huda”
diyüp “insan ot gibi biter; ve ot gibi yiter” diyen küfr-i
gûyların biri idi.
Bunlar âdem,büyük bir âlem ve Allah’ın nurunun yansıdığı
yerdir deyip:
“Ey sanem sen mazharu’llahsın
Nüsha-i cümle kelâmu’llahsın”
Ey put gibi güzel olan sevgili,insan en büyük bir âlem
ve Allah’ın tecelliğâhıdır.
diyü gördükleri mahbûba secde iderlerdi.Ve secdelerinde
sehiv idüp tarık-ı İblis’e giderlerdi.Sultan Bayezid devrinde ol
tayife-i şekâkın kimini âb-ı tığla iğrâk ve kimini ateşe atarak
ihrâk ettiler. Bu matla’ anun derrihatından ve cümle küfriyatındandır: Beyt:
“Sofu Kalender ol kazıt saçı sakalı
Sana bu bir tuzaktır gider kîl ü kâli”
Sofu, gel bu saçı sakalı kazıt da kalender ol; sana bu bir
tuzaktır,
gel bu dedi kodudan kurtul git...
“Ebleh olma sofu ömrü virme sakın nesneye
Gözün aç dîdâr-ı cennet hûri ğılman bundadır”
Sofu, gel aptal olma, bu ömrünü boş yere tüketme, gözün
aç.
İlâhî güzellik, cennet, huri ve gılman bu dünyadadır.
Esrârı tanımlayan bu matla’-ı Farisî dahi anın güftarındandır.
“Habbatü’l-hadra ki ber kef-i ârifan çâkerdeend
Ez hayâl-i o hezârân nükte peydâ kerdeend”
İnceleme
ll
Her nerede olsa eder cemiyet
Bir biri ardınca edip savaşı
Dört mezhepten hariç bilmem ne millet
Hakkı kabul etmez kesilse başı
19
20
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
İnceleme
Âriflerin avuçlarına koydukları yeşil tane hayalinden binlerce nükte elde edilir.
Latifî Tezkiresinde şu önemli ve manidar açıklamayı yapmak lüzümunu hissetmiştir ki Temennâî’nin ne olduğu kim
olduğu bura da bütün yönleriyle göz önüne serilmektedir:
“Mezheb-i islamı yok birkaç nefer Torlaklar2
La’neti vü bid’at-i şeytan ile ortaklar”
İslâmî kurallardan yoksun birkaç Torlaklar
La’netlenmiş sapık şeytan ile ortaklar
“Çün libas-ı şer’i dinden âver ü uryandır bûlar
Terk-i tecrid oldu sanman bir nice çıplaklar”
Çünki bunlar, şeriat ve din elbesinden tamamen soyunmuşlardır.
Bu çıplakları dünya ilgisinden uzak sanmayın. Bunlar bir
gurup çıplaklardır.
“Hiç birisinden değiller yetmiş iki milletin
Cümleden merdûd ü hâriçdir bu kavm-i aklar”
Bu kimseler yetmiş iki milletin hiç birisinden değillerdir.
Bu serkeşleri her millet reddetmiş ve dışlamışlardır.
Sayın Doç. Dr. Mustafa İsen Latifî Tezkiresinde
Temennâî’den bahsederken onlar “Rafizilik mezhebi üzere ölmeyi ve o saçma inanç üzere can vermeyi şehitlikle bir tutup
Fazlullah Hurufî’nin şu rübaisini işlerinde destur ve en güzel
ölüm tarzı olarak benimsemişlerdi.
Rübaî:
“Aşk mutfağında iyinin dışındakiler kesilmez, zayıf özellik
taşıyanları bu niteliklerinden dolayı öldüremezler. Eğer gerçek
âşıksan öldürülmekten çekinme, öldürülmeyen şey murdardır.”
diyor.
Sayın Prof. Dr. Ahmet yaşar Ocak Kalenderiler isimli kitabında Temennâî’den bahsederken: "Kayseri yakınlarından olup
şiirlerinde ateizmi terennüm eden” bir şair olduğunu ifade ediyor.
Görülüyor ki, Temennâî hakkında başta Yazma tezkireler
özellikle de latifî olmak üzere hiç de iyi düşünmemektedirler.
Bazıları Onun Kalenderî, bazıları Rafizî ve bazıları da Ataist
olduğu görüşündedirler. Hepsinin müşterek oldukları şey ise
Temennâî’nin Kayseri yakınlarında yani Yılanlı Dağı eteklerinde mekan tuttuğu ve âşık şeyh olduğudur. Bu görüşte bütün
kaynaklar birleşmektedirler.
Bize göre Temennâî Kayseri’ye İran’dan gönderilmiş Şah
İsmail’in Anadolu Dâîlerinden biridir. İnanç itibariyle de O,
Rafizî mezhebine dahildir. Öyleyse Rafîzî nedir bu hususta kısaca bilgi sunmak yerinde olur kanaatindeyim: Abdullah İbni
Sebe tarafından geliştirilen sebeiyye adlı aşırı şii akımın öteki
adı olduğunu belirten Abdülkadir Bağdadî’nin bu açıklama2 Torlaklar: Prof.Dr. Ahmet yaşar Ocak Kalenderiler isimli kitabın S. 118
de belirttiğine göre; “Torlaklar bir Kalenderî zümresi olup, saç sakal, kaş ve
bıyıklarını kazıtmakta, başlarını beyaz keçeden bir külahla örtmektedirler. Yarı
çıplak vücutlarla ve yalın ayak gezmektedirler. Mahrem yerlerini koyun veya
keçi postuyla örtüp kışın sırtlarını ayı postu ile soğuktan korumaktadırlar.
sının daha doğru olduğu görüşünde birleştiler. Abdullah bin
sebe, Ali’nin tanrısal nitelikler taşıdığını, Tanrı’nın Ali görüntüsüne büründüğünü (Hulu) bu nedenle Ali’ye inanmayanların Tanrı’ya da inanmamış olacaklarını, Halife seçiminde Ali’ye
haksızlık edildiğini, Ebubekir, Ömer ve onların halifeliklerini
onaylayanların kafir olduklarını, tanrısal özün Ali’den onun soyuna geçtigini öne sürerler ki bu inançta olara Rafizî denir.
Görülüyor ki, bu görüş İslamî bir görüş olmayıp Yahudi
asıllı birinin ortaya attığı ve zamanla siyasi bir nitelik kazanarak
İran Mazdek inancı ile beslenip Anadolu toprakları üzerinde
emelleri olan İran idarecileri bu inancı körükleyerek İslamda
tefrika meydana getirip siyasî amaçlarına alet ettikleri bir gerçektir. Bu nedenledir ki, Şah İsmail ve ona bağlı olan Dâîler bir
çok yerlerde toplum huzurunu din perdesi altında bozmaya ve
Osmanlı topraklarında, her zaman irtibatta oldukları İran idarecilerinin yönlendirmesiyle kargaşa ve isyan çıkararak Osmanlı
Türklerinin zayıf düşmesini sağlamaktır. Hatta bazı Şah İsmail
Dâileri ve halifeleri Osmanlı ordusuyla çarpışmış zaman zaman
büyük zayiatlar verdirmiştir.
Şeyh Temennâî de Kayseri’ye gönderilmiş siyasi dâî ve halifelerden biri olmalıdır. Çünki halk bu kişinin etrafına topladığı
dinsiz, ahlaksız ve edepsiz vurguncu, soyguncu, katil kimselerden malını, canını, ırzını muhafaza etmekte zorlanmıştır. Görünüşleri, giyinişleri dahi normal insanlara benzemeyen, işsiz,
güçsüz, aylak aylak gezen, bulduğu yeri soyan, gördüğü kadınlara secde eden binlerce kişi Kayseri ve civarını hayli rahatsız etmiş, halk kendi bağ ve bahçesine varamaz olmuştur. Bu serseri
güruhu ise kendi bağları imiş gibi civar bağlardan getirdikleri
üzümlerle içki yapıp kullanmış. Esrar ve eroin imal ederek hem
kendileri kullanmış hem de ticaretini yapmışlardır.
Halk bunlarla başa çıkamayacağını anlayınca padişaha şikayete bulunmuş ve durumu bilen ve ona göre tetbiri almakta
gecikmeyen Osmanlı Padişahının en kudretsisi ve en cesuru
Yavuz Sultan Selim Han Şah İsmail’e gerekli dersi vermeye giderken Anadolu’da bulunan küçük büyük bütün Şah ajanlarını
şeyh ve şair kılığında ki Daileri ve Halifeleri silindir gibi ezmiş
geçmiştir. Anadolu toprağına bağlı, memleketi seven Türk asıllı
hiçbir Aleviye ve kızılbaşa dokunmamış bilakis onları yanında
harbe iştirak etmelerini sağlamıştır.
Kayseri de mekan tutan vurguncu ve bozguncuların toplandığı Temennâî tekkesini Yavuz affetmemiş bir gecede bin kişi
kadar Rafiziyi kılıçtan geçirmiştir.
Seygalan Tepesi:
Kayseri ve civarınca bilinen yılanlı dağında ki bu tepe halkın seygalan diye isimlendirdiği bu tepe aslında vurgundan,
kılıçtan kaçan Rafizîlerin kaçarak çıktıkları tepedir. Temennaî
tekkesinde buraya kadar sağlam vücutlu olanları kaçmış fakat
burada Osmanlı askerleri 30 kişiye ulaşarak onları da öldürmüşlerdir ki, buranın ismi sî kalan farsça otuz kalan Rafizinin
öldürüldüğü yer demektir.
Dokuz Osmanlar:
Yavuz Sultan Selim Han’ın tepelediği bin kişiden arta kalan
dokuz kişi civar köylere cerre gitmiş olduklarından geldikleri
zaman tekkenin yerle bir edildiği görüp asker tabiri ile arazi olmuşlar yani izlerini kaybettirmişlerdir. Bu dokuz kişinin tesadüfen mi ismi Osman yoksa izlerini kaybetirmek için mi Osman
ismini şifre olarak aldılar bu husus henüz aydınlanmış değildir.
Senelerce bulundukları yerlerde
ve köylerde iyi bir müslüman gibi
görünmek suretiyle yaşamışlarsa da
daha sonra kendi inançları doğrultusunda olan kimseler bir araya gelerek Temennâî tekkesi görüşü olan
“Abdestimiz alınmış, namazımız
kılınmış, orucumuz tutulmuş bunları şeyhimiz bizim için yapmıştır”
inancını yaymaya çalışmışlardır. Bu
gün için de Kayseri ve civarında
çok az kişi bu görüş ve inanışa bağlı
olarak yaşamaktadır. Ancak bunları
siyasi bir amacı yoktur. Bunları Dai
ve halife de değillerdir. Ancak bu
kimseler dini yönden tembel ve içkiyi seven zavallı insanlardır. Sorulduğu zaman ne Temennaî’yi ne de
Temannâî tekkesini bilirler. Çoğu
cahil köylü vatandaşlardır. Birkaç
şair hariç...
Netice:
Netice itibariyle diyebiliriz ki
Kayseri ve civarı tarihte bir çok şeyh
namı altında sömürücü, vurguncu,
siyasi emel taşıyan kişilerce mekan
olarak seçilmiş ise de Kayseri ve
civarı halkı bu kimselere itibar etmemiş, safık fikirlerini benimsememiş onlara ve onların fikirleri karşı
durmayı bilmiş uyanık ve şuurlu
insanlardır.
Geçmişte böyle olduğu gibi zamanımızda da uyanık ve millî şuur
ile beslenip kötü amaçlı kimselere
fırsat fermeden yaşamak, gençlerimizi de bu konu da bilgilendirmek,
onların tuzağına düşmelerini önlemek bizim asli görevlerimiz arasında olmalıdır.
Kaynakça:
Dr. Rasim Deniz Özl. Ktp. Latifî
Yazma Tezkiresi V.42b.
Doç. Dr. Mustafa İsen, Latifî tezkiresi S. 462-463. Ank. 1990.
Araştırmacı,Yazar,Ahmet Emin
Güven, Kayser’de Yazma Mecmualar,
S. 4- 6.Kayseri.2000.
Prof.Dr. Ahmet Yaşar; Ocak,
Kalenderiler, S.118 ve 228 Ankara
1992.
Dr. Rasim Deniz, Kayseri Halk
Şairleri ve Dadaloğlu l.Kayseri Kültür ve Sanat haftası 7-13 Nisan
1987.
Mustafa İLHAN
İZMİR'İN DAĞLARINDA
ÇİÇEKLER AÇAR
Bugün için gençlerin farkedilen eksikliklerinden birisi de şiir okumamak, marş
söyleyememektir. Bizler ilkokul sıralarında
okurken çocukluk heyecanımız, öğrenme
merakımız marşlarımızla giderilirdi.
Marşlar, bir milletin zor ve karanlık
günlerinin anlatımı, şiirleştirilmesidir.
Mehter marşlarıyla heyecanlandığımız,
düşünceye daldığımız dönemler de giderek
zayıflıyor, toplumsal şuur olmanın dışında
kalıyor.
Kurtuluş savaşı destanlaştırılırken
“Ankara’nın taşına bak”, “Eskişehir” ve “İzmir Marşı’yla” büyüdük. Mehter marşlarıyla tanıştıktan sonra da bu heyecan yükü
“milli şuur”a dönüştü.
9 Eylül 1922 de Yunanlıların yurdumuzdan temizlenmesi Kurtuluş Savaş’ının
da bitişidir. 1918’in Aralık ayında başlayan
işgaller, verilen milli mücadelenin sonunda
tamamen kaldırılmıştır.
Yunanlıların İzmir’i işgalleriyle (15
Mayıs 1919) başlayan savaşın en önemli cephesi, BATI CEPHESİ dir. İzmir’in
kurtuluşu, bu cephede savaşın da sonunu
getirmiştir.
Eskişehir ve İzmir Marşı bu cephedeki
mücadeleleri anlatır.
21
İnceleme
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
İzmir Marşı, ilk kez 1923 Haziranında Almanya’nın Dresten kentinde
Saksonya’nın Devlet Orkestra Şefi Kurt
Schindler bestesi olarak okundu ve büyük alkış topladı. Bu olaydan sonra söz
yazarı Mustafa Mermi “Türk dilinin iyi
bir opera dili olduğuna beni bir kez daha
inandırdınız” sözleriyle teşekkür ve sevincini dile getirmiştir.
Alman bestekar Kurt Schindler, 8 Eylül 1927 tarihinde, yani İzmir’in kurtuluşunun 5. yıldönümünde Türk Cumhurbaşkanlığı Orkestrasına şeflik etmiştir.
Ünlü bestecinin eserinin özellikleri
hakkındaki şu sözleri dikkat çekicidir:
“Türklerin tehlike karşısında toplanma, hedefi bilen önderin etrafında birleşmeleridir. Yurdunun uğradığı yıkımdan
acı duyan yurttaşların zafer sonrası birer
kuvvet kaynağı olur.”
Eserin ruhunu da “Savaşı kazanan
ulusal kahraman ve ulusal orduya karşı
bestelenen şükrandır.” diye ifade eder.
Dünyanın oy birliği ile nitelediği
hasta adamın ayağa kalkışı, marşın konusunda yerini almıştır. Osmanlı devleti’nin
Almanya’nın yanında savaşa girişi ve yenilgiler Schindler’i çok üzer. Almanya’nın
yenilgisiyle yüreği yanan bestekar, M.
Kemal’in zaferiyle teselli bulur.
Biyografi
22
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
M. Kemal adı birden bir buçuk milyar insanın ağzında dolaşmaya başlar. M.
Kemal bir sabah ordusunu taarruza kaldırır. “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir.
İleri!” emri yankılanır. Dünya askerlik
tarihinde adını ebedileştiren zafer gerçekleşir.
BAYRAK ŞAİRİMİZ
ARİF NİHAT ASYA
Yunus Emre ÖZKAN [email protected]
Türklerin marşı, ulusların katlanması
zor savaşın acılarını dile getiren etkili söz
ve bestesi ile unutulmuşluktan kurtarılmak amacıyla kaleme alınmıştır.
M. Kemal Atatürk ve silah arkadaşları
ile bu savaşta Dünya harp tarihinin harp
sanatı abidesinde yer alan çılgın Türklere
selam olsun; ruhları şad, mekanları cennet olsun.
İZMİR MARŞI
İzmir’in dağlarında çiçekler açar
Altın güneş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa
İzmir dağlarına bomba koydular
Türk’ün sancağını öne koydular
Şanlı zaferlerle düşmanı boğdular
Kader böyle imiş ey garip ana
Kanım feda olsun güzel vatana
İzmir’in dağlarında oturdum kaldım
Şehit olanları deftere yazdım
Öksüz yavruları bağrıma bastım
Kader böyle imiş ey garip ana
Kanım feda olsun güzel vatana
Peygamber kucağı şehitler yeri
Çalındı borular haydi ileri
Bozuldu çadırlar kalmayın geri
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa
Türk oğluyum ben ölmek isterim
Toprak diken olsa yatağım yerim
Allah’ından utansın dönenler geri
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa
23
şiir, 10 nesir kitabıyla Türk tarihindeki unutulmayanlar arasına
giren, yazdığı “Bayrak” ve “Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor” şiirleriyle Türk milletinin gönlünde taht kuran, hayatı ve yaşayışıyla
bir nesle örnek olan, Türk milletin kaderine yön veren büyük şair ve yazar Arif
Nihat Asya’nın ölümünün otuz üçüncü yıl dönümünü idrak etmekteyiz.
Dergimizin bu ayki sayısında Arif Nihat Asya’yı geniş kitlelere anlatmak
ve tanıtmak istedim. Ancak yazımda Arif Nihat Asya ile ilgili nerede doğdu, ne zaman doğdu, hangi okullarda okudu, nerede öldü gibi basma kalıp
ifadeler, sıradan ve bilindik şeyler yerine onun düşünce dünyasını ve hususi
özelliklerini ortaya koymaya, onun hayatına farklı bir pencereden bakmaya çalışacağım.
Arif Nihat Asya, sıradan bir insan değildi. Onun için de sıradanlığı sevmezdi. Diyarbakır’da bulunduğu yıllarda Ziya Gökalp’in kardeşi, abisiyle ilgili olarak bir anma programı düzenlemişti. Arif Nihat Asya’yı da o anma
programına çağırmıştı. Fakat o şu gerekçeleri ileri sürerek, fikirlerinden ilham
aldığı ve çok sevdiği Gökalp’in anma programına katılmamıştır: “Şimdi orada Ziya Gökalp nerede doğdu, nerede öldü, neler yaptı gibi sıradan ve bildik
şeyler anlatacaklar. Ben bu gibi abidevî şahsiyetlerin kuru kuruya anlatılmasına karşıyım.Basmakalıp ifadelerden hoşlanmam. Onun hususi hayatıdır mühim olan. İnsanlar böyle kuru malûmatlardan usandı artık.”
Arif Nihat Asya’nın düşünce dünyasını, hususi hayatını yakın dostu,
Türkçe’nin ve Türkiye’nin sevdalısı kıymetli şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler Hocamızdan dinleme bahtiyarlığına erişenlerden biriyim. Yavuz Bülent
Bakiler’den aziz dostu Arif Nihat Asya ile ilgili ilginç tespitlerin ve değerlendirmelerin yanı sıra Asya’nın yaşadığı ilginç olayları da dinledim. Bu ilginç
anıları siz değerli okuyucularımızla paylaşmak istedim.
Arif Nihat Asya’nın hazır cevaplılığı, haklı olduğu davada hiçbir zaman
geri adım atmayışı, onun takdire şayan bir özelliğidir. O bu yönüyle sağlam
düşünce ve çelik iradenin timsali olmuştur. Devrin Millî Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel ile aralarında geçen tartışma onun bu yönüyle ilgili
aklımıza gelen ilk olaydır. Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Malatya’da
okulları geziyor. O vakitler Arif Nihat Asya da bir lisede müdürlük yapıyor.
Tabi ki birbirini çok iyi tanıyorlar. Çünkü Yücel, bakanlığının yanında yazar
olarak da kendini kabul ettirmiş bir isim… Fakat ikisi de farklı düşüncelerin
temsilcileri… Bakan, okulun durumunu beğenmiyor: “Bu ne biçim okul;
okuldan çok hapishaneye benziyor.” diyor. Asya cevabı yapıştırıyor: “Efendim ben bu okul yapıldıktan sonra geldim. Yoksa siz beni buraya hapishane müdürü diye mi gönderdiniz.” Bakan Yücel kızar ama belli etmez. Arif
Nihat’ı bırakmaya niyeti yoktur. Tahkire devam ederek eleştirilerini giyimine
yöneltir: “Hoca o ne biçim kıyafet… Paçaların çamur içinde..” der. Asya kı-
zar ve şu üstü kapalı, kinayeli
cevabı verir: “Sayın Bakan! Paçalarımı ağzınıza almayın!..”
Asya’nın Yavuz Bülent
Bakiler’e anlattığı bir anısı var
ki bu olay onu yakından tanımak ve anlamak acısından son
derece mühimdir. Arif Nihat
Asya 1940’lı yıllarda Adana’da
bir gece, dostuna ziyarete gitmiş. Malûm dönüşte eve yürüyerek gitmek zorunda…
Ötelerden bir köpek sesi duymuş. Sesin sahibi köpek, iyice
yaklaşmış onlara. Asya kucağındaki çocuğunu, eşine vermiş. Başlamış köpekle taktik
savaşına. Köpek ne yapmışsa
o da onu yapmış. Kendi tabiriyle köpekle hırlaşmış; köpeğe
köpeğin diliyle cevap vermiş.
15 dakika böyle bir hırlaşmadan sonra köpeği kaçırmış. Bu olayı
Yavuz Bülent Bakiler’e anlattıktan sonra
şöyle devam etmiş: “Yavuz, biz köpekle
köpekçe, insanla insanca konuşmasını
biliriz!..”
Arif Nihat Asya, çok yönlü ve çok
cepheli bir kültür adamıydı. Aynı zamanda iyi bir Müslüman’dı. Asaya bir
gün Yavuz Bülent Bakiler’e şu sözleri söyler: “Yavuz sağ elini aç bakayım. Arapça
rakamlarla kaç yazıyor, oku!” Açtım
baktım Arap rakamlarıyla 81 yazıyordu.
“Sol avucunu aç; onda ne yazıyor?” dedi.
Açtım, onda da 18 yazıyordu. “81’le
18’i topla” dedi. Topladım…99… “Bu
rakam sana neyi hatırlatıyor?” diye sordu. “Tabi ki Allah’ın 99 sıfatı!..” diye
cevapladım. “Peki 81’den 18’i çıkarınca
kaç kalıyor?” Elbette 63.. “Peki bu sana
neyi çağrıştırıyor?” diye sordu. Düşündüm!...Aklıma hemen Resulullah Efendimizin ölüm yaşı geldi. Peygamberimiz
63 yaşında ölmüştü. Bana dönerek: “Bak
Yavuz! Allah milyarlarca insanın avucuna
bu ilâhî mührü vurmuştur. Bu asla tesadüf olamaz. Tesadüf olsaydı birkaç insanın avucunda olurdu.”
Büyük bir şair ve yazar olan Arif Nihat Asya’nın ailesi çok zengin değildi. Bu
aldık. Birden beşe kadar notlar
eşimin, beşten yukarıkiler de
benim!..’’ Arif Nihat Asya aşırı
makyaj yapıp soyunan kadınların bu davranışlarının ardındaki sebebin ne olabileceğine
dair kendisine soru yönelten
bir muhatabına şu cevabı verir:
“Onlara sayın demişler,soyun
anlamışlar; bayan demişler boyan anlamışlar!..’’
bakımdan çocukluk devresi çok sıkıntılı
geçti. Yedi günlükken babasını kaybeden
Arif Nihat Asya’ya babasından miras olarak üç şey kalmıştı: Yırtık bir yorgan, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin
Marifetnâme’si ve tahtadan yapılma bir
güneş saati!… O bütün bu fakirliğine
rağmen hayatının hiçbir döneminde komünist olmadı. Bir gün Yavuz Bülent Bakiler kendisine: “Üstadım bu memlekette
zengin çocukları bile komünist olurken,
siz çektiğiniz bu fakirlik ve zorluklara
rağmen niçin komünist olmadınız?” diye
sorar. Ama sorduğuna soracağına pişman
olur. Gözleri irileşen Arif Nihat Asya,
adeta gürleyerek: “Sen benim Türk olduğumu bilmiyor musun? Bir Türk aç kalsa
da asla komünist olmaz.” der.
Arif Nihat Asya, çok nüktedan bir
insandı. Eşi Servet Hanım, kimya öğretmeniydi. Aynı okulda çalışıyorlardı. O
zamanlar onlu not sistemi geçerliydi.
Servet Hanım’ın öğrencileri, hocalarını
Arif Nihat Asya’ya şikâyet ederler. Servet
Hanımın bir ilâ beş arasında not verdiğini, beşten yukarı not alamadıklarını,
oysa kendisinin genelde beşten aşağı not
vermediğini söylerler. Bunun üzerine
Arif Nihat Asya öğrencilerine şu nükteli
cevabı verir: “Biz aile meclisi olarak karar
Arif Nihat memleket meselelerini bütün yönleriyle bilen bir münevverimizdi. Eserlerinde Türklüğün acılarını,
dertlerini samimi bir yakarışla
dile getirmiştir. Arif Nihat
Asya insanlarımızın dertleriyle
dertlenmiş, sevinçleriyle mutlu
olmuştur. Asya, Kıbrıs davasının yılmaz savunucularındandı. Kıbrıs’ta görev yaptığı için
bu ülke insanının yapısını çok iyi biliyordu. Rumların uzlaşmaz tutumlarıyla
ilgili olarak: “Onlar lütfenden anlamaz
ulandan anlar; onlar dilden anlamaz elden anlar; Onlar önsözden anlamaz sonsözden anlar.” derdi. Kendisine Turan
ülküsüyle ilgili olarak yöneltilen sorulara cesurca, açık ve net olarak şu cevabı
vermiştir: “Her Müslüman’ın Cennete
girme ülküsü olduğu gibi,her Türk’ün de
Turan ülküsü vardır, olmalıdır!..”
Sanat, edebiyat ve siyaset dünyamızda dürüstlüğüyle tanınan Arif Nihat
Asya eserleriyle fikir dünyamızı zenginleştirmiştir. Memleketine ve milletine
karşı olan aşkını ruhundaki fırtına ile
körükleyen, menfaatlerini, ihtiraslarını
halkın ıstırabı ve ihtiyacı içinde boğan
Arif Nihat Asya, Türk’e ve Türk’ün bütün değerlerine gönül vermiş, ömrünü
bu yolda harcamıştır. Biliyorum ki bu
yazı Arif Nihat Asya’nın hususi hayatını
anlatmak için yeterli değil. İleride onu
anlatan daha muhtevalı eserler mutlaka
yazılacaktır. Yazıma burada son verirken
bu kıymetli şairimizi ölümünün otuz
üçüncü yılında saygı ve minnetle anıyor,
şairimize Allah’tan rahmet diliyorum.
Ruhu şad, mekanı cennet olsun.
23
Biyografi
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
İnceleme
24
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
Gençliğe Notlar-1
TERÖRLE MÜCADELENİN
SONU GELDİ Mİ?
Mustafa Aykut AKŞİT
Türk Gençliği, Türkiye’nin genel politik durumu hakkında sağlıklı ve doğru
bilgiler bilmek durumundadır. Gerçekçilik hedefleri içinde mutlaka bulunmalıdır.
Ülkesinin bugünü ve yarını hakkında gerçekçilik ilkesine dayalı idealleri olmalıdır.
Hayallere dayalı bir düşünce sistemi oluşturulması yanıltıcı ve tehlikelidir. Geleceğe güvenle bakabilmenin temel şartı budur. Gerçekleri bilecek ama yılgınlığa kapılmayacaktır. Derin hayal kırıklıkları ve
geleceğe güvensizliğin temelinde, hayali
senaryolara dayalı bir gelecek hazırlamaya
dayalı başarısızlıkların vurgunu yatar.
Türkiye’nin geleceğini karartacak iki
sorun vardır. Yoksulluk ve siyasal kargaşa.
Türkiye yer altı ve yer üstü zenginlikleri göz önüne alındığında yoksul bir
ülke değildir. Hali hazırda dünyanın 37.
büyük ekonomisine sahiptir. Sahip olduğu kaynakları verimli ve ülke halkının
çıkarları doğrultusunda kullanması halinde, milli geliri 1trilyon doları kolaylıkla
aşabilecek bir ülkedir. Sanayileşmiş ülkelerin temel ihtiyaçlarını oluşturan Boraks,
Krom, Uranyum, Toryum, Titanyum gibi
stratejik madenlerin / elementlerin %60’ı
ülkemiz topraklarındadır. Sadece Toryum
varlığımız bir milyon doların üzerinde bir
değere sahiptir. Tarımsal kaynaklarımızın
envanterini çıkarmak bile yılları almaktadır.
Böyle bir ülkede yoksulluk ve işsizliğin diz boyu olması ve terör belası ile
boğuşmak zorunda kalmasının temel
nedenlerini Türk gençliği gerçek yüzü ile
görmelidir. “Aç it fırın duvarı yıkar" sözü
bizim milletimize ait bir atasözüdür. Tüm
kötülüklerin anasının da babasının da fakirlik olduğunu bilmeyen yoktur ama önlemek için çaba sarf eden kişi sayısı yetersizdir. Bugünün Türkiye’sinin ekonomik
sorunlarının çözülmesi iyi niyetin ötesinde gayretler istemektedir. Tıpkı terör
belasını çözmek için iyi niyetin ötesinde
işler yapmak gerektiği gibi.
Türk Silahlı Kuvvetlerine terörle
mücadelede “savaşma” izni verildikten
sonra gelişen olaylar ve PKK- Kontra Gel
yuvalarının bombalanması milletimizde
terörle baş edilebileceğine dair iyimserlik doğmasına yol açtı. Terör örgütünün,
mevzi ve silah gücünün büyük bir bölümünü, dağ kadrosundan da önemli bir
kısmını kaybetmiş olduğu bir gerçektir.
Örgütün siyasi kanadını DTP’nin oluşturduğu, PKK ve DTP'nin farklı yapılar
olmadığı çok açık bir şekilde ortaya çıktı.
Diyarbakır’da bombalı bir eyleme girişmiş olmalarını beyinsizce bir eylem olarak adlandıranlar DTP'ye zarar verdiği
inancındadırlar. Bu kanıyı taşıyanların bir
kısmı "Kürtçülük" akımının önde gelen
yazarlarıdır. Ancak ne savunduklarından
ne de PKK'yı el altından desteklemekten
vazgeçmemişlerdir. Gelişen olayları ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamanın daha
doğru olacağına inananlardanız. Bizi ihtiyatlılığa sevk eden nedenler bulunmaktadır. Sıralayalım:
PKK, ideolojisi olan, silahlı mücadeleyi seçmiş Marksist bir örgüttür.
Türkiye’nin doğusunda kalan dokuz ilde
siyasi ve ekonomik özerklik istemektedirler. Görünüşte antiemperyalist bir
çizgide oldukları izlenimi vermektedirler.
Diyarbakır’ın da bu özerk bölgenin başkenti olduğunu resmen ilan etmişlerdir.
Uyduruk Başkentin Belediye Başkanı
Avrupa Birliğinde özerk bölgenin belediye başkanı gibi davranarak görüşmeler
yapmakta, Avrupa Birliği tarafından da
kabul görmektedir. Hükümet yetkililerinin “evine dön, düz ovada siyaset yap"
çağrısına istediği yanıtı alması mümkün
değildir. Zira “ne pahasına olursa olsun
Kürt halkının kurtuluşu için savaşacağız"
iddiası havada kalacaktır. Kuruluşlarının
ta başında istediklerini demokratik yollardan, parlamenter sistemle değil silah zoru
ile elde etmek istediklerini ilan etmişler,
kan dökmüşler, dönülmez bir yola girmişlerdir. Onlara teklif edilen şeyin sonlarını
getireceğinin bilincindedirler. Bölünüp
parçalansalar da silahlı propagandaya devam edeceklerdir.
İmralı’daki ikametgâhında durumu
izleyen Abdullah Öcalan “Talabani ve
Barzani’nin PKK’nın tasfiye edilmesini
istediğini mi sanıyorsunuz? Aslında PKK’
nin başı, bugün Talabani’dir, Barzani’dir.”
demiştir. Adı geçen iki adamın da örgütün tasfiye edilmesini istemeyeceği
malumdur. Ancak PKK’ nin tasfiye edilmesini – yakın bir gelecekte- yalnız onlar değil ABD- İngiltere- İsrail üçlüsü de
istemez. İran, Batı yanlısı Arap ülkeleri
ve İsrail için tehlike oluşturmaya devam
ettiği sürece PKK varlığını sürdürecektir.
Amerikan Hükümetleri Büyük Ortadoğu
Projesinden vazgeçmediği sürece bölgede yönlendirilebilir bir terör örgütünün
varlığına muhtaçtır. Liderlik el değiştirilir ama PKK varlığını korumaya devam
eder.
PKK bir terör örgütü olmaktan öteye
geçmiş; eroin, silah, insan kaçakçılığının
ana kollarından birisi haline gelmiştir.
Uluslar arası silah ve eroin satıcısı örgütlerin koruması altında çalışmaktadırlar. Öte
yandan, dini tavır ve yönleri olmadığı için
bölgede bulunan Şii ve Sünni muhaliflere karşı kullanılabilecek silahlı ve kanun
tanımaz bir güç olarak ABD’nin işine
gelmektedirler. Türkiye ile istihbarat alış
verişinde bulunan ABD öte yandan Kandil dağının iri kargalarını koruma altına
almakta sakınca görmemektedir. ABD’li
Neoconlar Ortadoğu’daki rejim muhaliflerine PKK yoluyla silah ulaştırmaktadır.
İran rejimine karşı savaşan Halkın Mücahitleri adlı örgüt İsrail- ABD istihbaratı
tarafından desteklenip silahlandırılırken
Eşkenazi Yahudileri (Barzanlar) kullanılmaktadır.
Bu yılın başlarında ABD Büyükelçiliğinde yapılan ve Türkiye Kürtlerinin
temsilcisi olarak gördükleri aşiret reisleri
ve ileri gelen Kürt ağaların katıldığı toplantıda PKK’nin Türkiye içindeki terörist
Sömürenler, sürekli sömürmek için içimizde
nifaklar çıkarmaktan kaçınmazlar. Bu politikalarını bugünden yarına da terk etmezler. Gençlerimiz bu gerçeği bilerek davranmak zorundadır. Bizler de bu gerçeği bilerek sabırlı, azimli,
gayretli olacak, milli çıkarlarımızı korumaya devam edeceğiz.
çalışmalarına karşı tavır almaları istenmiştir. Abdullah Öcalan “Kürtlere karşı bir
oyun oynanıyor, hükümet de bu işin içinde. Bunlar din kisvesi altında her türlü
sahtekarlığı yapıyorlar, Kürtlerin bazı üst
kesimiyle de anlaşmışlar." derken işin farkında olduğunu göstermiştir. ABD bunu
yaparken militanların İran topraklarına
itilerek ikametlerini zorunlu olarak taşımalarını ve PEJAK’a katılıp güçlenmesini
ve İran’ın başına bela olmasını sağlamaya
uğraşmıştır. Ne kadar başarılı olacaklarını zaman gösterecek ama İran yönetimi
oynanmak istenen oyunun farkındadır
ve şiddetli tepkiler göstermekte terör yuvalarını bombalamaktan çekinmemektedir. Kısacası ülkemiz sınırları dışında
Türkiye’nin kontrol edemeyeceği kadar
grift olaylar olmaktadır.
İçerde neler oluyor ? AKP Hükümetleri, kendilerinden önceki hükümetlerin
aksine ülkede bir Kürt meselesi olduğunu
kabullenerek yola çıkmıştır. Sayın Başbakan “Kürt meselesi bizim meselemizdir" diyerek çıktığı yolun bir noktasında
"Kürtlerin gerçek temsilcisi AKP’dir" diyerek sorunun çözümcüsü olma yolundan
ayrılıp parçası haline gelmiştir. Zira Avrupalıların Kürt gerillalar olarak kabul ettiği
PKK Kontra- Gel terör örgütünü siyaset
yapmaya ve TBMM çatısı altına girmeye
çağıran da odur. Yıllırca Bağımsız aday
olarak parlamentoya girmeyi akıl etmeyen
dağlılar-ovalılar birden uyandılar ve şimdi
İstanbul’dan gelenler ile Kandil’den gelenlerin içinde bulunduğu DTP, TBMM
sıralarında oturmaktadırlar. Oturup da ne
yapıyorlar? Sayın Başbakanın umduğunu
mu ?
Silahlı Mücadeleyi yöntem kabul
etmiş ayrılıkçı bir siyasi hareketin bildiği tek şeyi yapıyorlar. O da her ortamda
propaganda yapmak… Yani TBMM'yi
ajitasyon için kullanıyorlar. Kısacası siyasal kargaşa çıkarmaya devam ediyorlar,
edecekler de.
Okuyucuların görüşlerine sunmak
istediğimiz bir ayrıntı var. PKK mektep-
liler ve alaylılar olarak iki kanattır. Alaylılar dağda eylem yapan, kuryelik yapan,
intihar eylemlerinde kullanılan yiyecek
temini ve taşınmasını yapan hamal takımı. Mektepliler ise okumuş yazmış takımı. Her iki gurupta feodal yapıyı büyük
oranda kırmış yanı aşiret reislerinden
emir alan kesim değil. Bu nedenle aşiret
reisleri ile anlaşarak PKK’yı yok edebilmek mümkün değildir.
ABD manevra kabiliyeti yüksek bir
devlettir. Bu gün işine Türkiye’yi PKK’ya
karşı istihbarat bilgisi vererek destekler
görünmek ötede Pakistan’da bir suikast
düzenletip terörü yayıp ortalığı karıştırmak geliyor ise yarın tam tersini yapabilecektir. Ne zaman askerlerimizin başına
çuval geçireceği, ne zaman AKP hükümetini satacağı belli olmaz. Kısacası güvenilmez bir ortaktır.
Türk Gençliği tüm sorunlara ülkemizin çıkarları açısından bakmak zorundadır. Kul olmak başka bir şey bir işte
müttefik olmak başka şeydir. Devletler
arasındaki güven karşılıklı çıkarların kollanmasına bağlıdır. Bir alıp bin vererek
varılacak nokta bellidir. Sömürülmek.
Sömürenler, sürekli sömürmek için içimizde nifaklar çıkarmaktan kaçınmazlar.
Bu politikalarını bugünden yarına da terk
etmezler. Gençlerimiz bu gerçeği bilerek
davranmak zorundadır. Bizler de bu gerçeği bilerek sabırlı, azimli, gayretli olacak,
milli çıkarlarımızı korumaya devam edeceğiz.
Türk milletinin her bölgede yaşayan insanlarının bir çok derdi ve çözüm
bekleyen sorunu bulunmaktadır. Doğu
ve Güneydoğu bölgelerimizde yaşayan
insanlarımızın öncelikle feodal yapının
kırılması sağlanarak özgür iradeleri ile düşünüp davranabilen vatandaşlar haline getirilmesi gerekir. Topraklar aşiret reisinin,
irade aşiret reisinin, egemenlik şeyhlerin
olduğu bir yapıda, partilerin muhatabı
da halk değil aşiret reisleridir. Halk nasıl
özgür iradesi ile karar verecek? Biraz düşünelim..
Evlâdını askere
yollayan bir babanın
oğluna nasihatı.
Şöyle diyor: Eğer oğlum korkak olur,
gerilere sinersen sana hakkımı helâl
etmem. Annen de sütünü helâl etmez,
bu sözlerimi hiç unutma!
SANA HAKKIM HELÂL ETMEM
EVLADIM
Ben babayım nasihatım almazsan
Sana hakkım helâl etmem evladım.
O ulu divana şehit gelmezsen
Sana hakkım helâl etmem evlâdım.
Yorulur da at üstünden inersen
Korkak gibi gerilere sinersen
Peygamberin cihadından dönersen
Sana hakkım helâl etmem evlâdım
Düşmanlara yağdırmazsan kurşunu
Atlamazsan cephelere arşını
Çaldırmazsan bu İstiklâl Marşı’nı
Sana hakkım helâl etmem evlâdım
Eğer yavrum bu sözümde durmazsan
Dokuz tekbir getirerek vurmazsan
Ya bir gazi ya da şehit olmazsan
Sana hakkım helâl etmem evlâdım.
Seni asker ettim şanlı orduma
Gazilerle dua ettim ardına
Düşman ayak basar ise yurduma
Sana hakkım helâl etmem evlâdım
Kur’an’ımı kucağına basmazsan
Ezan sesi duyduğunda susmazsan
Sancağımı yücelere asmazsan
Sana hakkım helâl etmem evlâdım
Baban kurban kirpiğine,kaşına
Tuz eyledim ekmeğime,aşıma
Adın yazdırmazsan tarih başına
Sana hakkım helâl etmem evlâdım
Bu cennet vatana düşman dolarsa
Baban DURAN saçlarını yolarsa
Eğer bayrağımın rengi solarsa
Sana hakkım helâl etmem evlâdım.
Sızırlı Ozan Duran TAMER
25
İnceleme
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
BENİM ŞANLI TÜRK BAYRAĞIM
İnceleme
26
Al kanımdan almış rengi
Benim şanlı Türk bayrağım
Osman KARABABA
KENDİNİ UNUTMAK
Unutmak?..
Sizin bir şeyler unuttuğunuz oluyor mu?..
Eyvah, zeka yaşınız ihtiyarlıyor öyleyse.. Unutmak, öyle ille
de ihtiyarlıkta olacak diye bir kayıt yok tabii.. Her yaşta, her başta
unutkanlık mümkün..
Unuttuklarınız sizin karakteriniz.. Siz en çok neyi unutursunuz?..
Ticari takside çantanızı?.. Başkasının sırtında paltonuzu?..
Güzel bir kadında gözlerinizi?.. Meclisteki yeminde yalan kokan
sözlerinizi?.. Hangisini?..
Gözlerdeki feriniz unutmanın rezistansı…Balansı bozulmuş
kellelerin direksiyonda kırmızı ışıkta durmayı unutması gibi?..
Cüzdanı evde unutmak, ayakkabıları camide unutmak..
Hangisi ayrılmaz parçanız?..
Yani bu kadar olur.. Son genel seçimde adam kendini unutmuş.. “Vekil”in “Asl”ını unuttuğu gibi...
Çocuğunu halk otobüsünde unutan da çıkıyor, metresinde
kişiliğini unutan da..
“Unutmak kolay mı?” diye şarkımız da var bilirsiniz..
“Unutamam seni, unutamam seni,unutamam..” desek de
bütün bunlar yalan.. Bal gibi unuturuz.. Hem de isteyerek, bilerek..
Eskimiş eşini, mirasta büyük ortak kardeşini adliye koridorlarında nasıl unutuyor insanlar?..
Kalp sancının unutulduğu oluyor mu?.. Ama “Sevenler unutulur..”
“Getir el basayım Kelamullahı, ne sen beni unut, ne de ben
seni..”deriz de her şeyin unutmaktan geçtiğini unutmayız..
“Unutmam seni seni yâr.” derken, bir yolunu yordamını bulur, yine unuturuz..
Pazardan,marketten alacaklarımızı.. Borcumuzu, harcımızı
unuturuz.. Birinden alacaklarımızı, yolacaklarımızı değil!..
Biz işimize gelmeyen bir şeyleri unuturuz..
Dostum dediğimiz kişilerin selamını.. “Hadi canım sen de..
Desen de olur demesen de”.. Eskidenmiş bir selama kelleyi ortaya koymak.. Şimdi selamlarla moda, adam soymak, sevgili dolandırmak..
Geçen gün arabamı kırmızı ışıkta unutmuşum.. Allah’tan ki
bir polis getirdi de verdi, başkası olsa yok ederdi.
Vergiyi, sigorta primlerini..
Unutmuş gibi yaparız..Devlet unutmaz da biz unutmaya varız..
Kendimizi unuturuz.. Mecliste, kuliste..Kafamızı portmantoda unuturuz..
Cumhuriyetin ilanından beri yani seksen yıldır “kendini
unutup arayan adam” sonunda kendini morgda bulmuş..
Biz böyleyiz işte.. Başkalarının koktuğuna burnumuzu tıkarız, başa kakarız; kendi beynimizin koktuğunu kokuşmuş fikirler-
Bulunmaz dünyada dengi
Benim şanlı Türk bayrağım
Medeniyetin beşiği
Güzel yurdumun âşığı
Ruhumun sönmez ışığı
Benim şanlı Türk Bayrağım
Anam babam ve bacımsın
Sevgim, şefkatim, acımsın
Veli’m der ki baş tacımsın
Benim şanlı Türk Bayrağım
VELİ MARAŞLI
le dolduğunu unuturuz..
Meydanlarda verdiğimiz sözleri unuturuz.. İktidardan soracağımız hesabı da.. Her vardığımızda suratımıza şamar gibi çarpan sözlerimizi de..
ABD’nin yıllarca Çekiç Güç vasıtasıyla PKK’ya verdiği desteği
unuturuz. Sonra ABD’den PKK’ya karşı destek bekleriz. Düşmana
“bize söz ver”dememiz unutkanlığımızın “zincirli..” olanı..
Yanar anaların bağrı.. “Hesabı sorulacaktır!” naralarını unuturuz..
Verdiğimiz oyu unuturuz, sahip olduğumuz soyu.. Sandıklar
dillenir seçime kadar.. Bir seçim geçer üstünden, altından.. Siyasilere hesap sormayı unuturuz.. Yine de uyutuluruz, uyutulduğumuzu
unuturuz..
Sorumluluğumuzu unuturuz.. İyi bir evlat yetiştiremediğimizi
de..Kadehlerde şerefimizi de..
Ama, unutmanın hainliğe varan boyutu: Ana denen ulvi yadigârı,
hayatın parçası yârı, vatan denen kutsal diyarı, bize hayat bahşeden
şehitleri.. unutmaktır!..
Huzur evleri onlarla dolup taşıyor, şehitlerin kemikleri sızlıyor,
vatan satılıyor bu yüzden..
Biz millet olarak unutkanız.
Geçen sene çiftçinin biri anasını unutmuş ki, Başbakan “”Al da
git ananı” diye sağ olsun uyarmıştı..
Biz her yerde her zaman kendimizi unuturuz..Unuttuğumuzu
da yamulturuz..
Düşünüyorum da “Unutma”nın en fecisi her halde “Mutlak
Sevgili”yi unutmak olsa gerek..
Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008
27
EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ ve
ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ
Ahmet ALTAY
[email protected]
2008 yılının ilk sayısıyla
“merhaba” değerli okurlar! Öncelikle yeni yılınızı kutluyor ve
esenlikler diliyorum. Yeni yılın
bu ilk günlerinde doğan güzelliklerin artarak devam etmesini
umuyor; sağlık, mutluluk ve başarıların sizlerle olmasını temenni
ediyorum.
Değişen zamanla beraber
insan yaşamında ve dolayısıyla toplumların hayatında da bir
çok şey değişiyor. Bu değişimi
kimi zaman ilerleme, iyileşme
şeklinde görürken kimi zaman da
gerileme, yozlaşma ve “aslından
uzaklaşma” şeklinde görüyoruz.
Önemli ölçüde değişikliğe uğrayan bir sosyal uygulamanın ise
düğünlerimiz olduğu kanaatindeyiz. Toplumumuzda şimdilerde
görülen “düğün” ritüellerini göz
önünde bulunduracak olursak,
bu değişimin olumlu ya da olumsuz olduğuna karar verebiliriz.
Öncelikle içerik olarak, düğünlerimizi iki gruba ayırabiliriz. İlki erkek
çocuklarımız için geçerli olan “sünnet
düğünleri”, ikincisi ise belirli bir yaşa
ve olgunluğa ermiş olan bekarları kapsayan “evlenme düğünleri” dir. Her iki
türü de ayrı ayrı ele alacak olursak, içerik
olarak birbirinden farklı ama içerisinde
barındırdığı uygulamalar olarak aynıdır.
Düğünden maksat, evlilik gibi kutsal bir
olgunun getirdiği mutluluğun eş,dost,
akraba ve tanışlarla paylaşılması; kutlanmasıdır. Sünnet düğünlerinde de durum
ve amaç bundan farklı değildir. Bizim
konumuz olan kısmı ise “içeriği ve uygulamaları” dır. Düğünlerimizin değişim
sürecini gözlemleyecek olursak, bunu
sosyal hayatımızdaki değişimden ayrı dü-
şünemeyiz. İnsanların yaşam anlayışı ve
hayata bakış açısı değişince, buna paralel
olarak davranışları ve zevkleri de değişmektedir. Hal böyle olunca, dilimizde;
“eskiden şöyleydi”… “şimdi böyle”...
gibi ifadeler doğmuştur.
Şunu peşin olarak belirtmeliyiz ki;
“Havasız kalınan ve ses kirliliğine maruz
kalınan bir karmaşa ortamı, bizim düğün
kültürümüz olamaz”. Adet, görenek, gelenek olan ya da olmayan bir çok uygulamayı bir kenara bırakacak olursak bizi
daha fazlaca ilgilendiren durum ses ve
müzik kirliliğidir.
Doğal yaşam alanlarımızda, bir çok
güzel ve espirili uygulama ile samimyet
ortamı içerisinde, davullu-zurnalı, ciritli,
halaylı olarak günlerce devam eden düğün geleneğimizi birkaç saate ve en fazla
beş yüz metrekare alana sıkıştırırsak, mü-
ziği ve eğlence uygulamaları olarak ta bu daralmanın yansımasını
görürüz. Günümüzdeki düğün
anlayışı genel olarak, misafirlerinize geçici olarak ses ve hava kirliliği sunma işine dönüşmüştür.
Ondandır ki; ikram edilen yemek
ve görsel eğlence bile bağlayıcı
özelliğini kaybetmiş, konukların
kısa bir süre sonra düğün mahalinden “hızla uzaklaşma” şekline
dönüşmüştür.
Halay çekmek, horon oynamak, zeybek oyunu oynamak,
çayda çıraya dizilmek, bar oyunlarını oynamak, gaggili ve zotlama oyunlarını oynamak bir kenara; bu uygulamalar birer sembolik
dans haline gelmiştir. Eski düğünlerin ve eğlenceli ortamların vazgeçilmezleri olan bu oyunlara ne
kadar yakın ve uzak olduğumuzu
kendimize sorarsak, düğünlerimizin değişme oranını da kendi
hesabımıza ortaya çıkarmış oluruz.
Düğün uygulamalarının iyileştirilmesi ve geliştirilmesi adına yapılan çeyiz,
giyim-kuşam, düğün mekanı ve sofraları
giderleri de aslından uzaklaşarak bir külfet haline getirilmiştir. Zorlaşan ve daralan ekonomik şartlar hayatımızın bir çok
alanını olumsuz etkilediği gibi evlilik ve
düğün rtilerimizi de olumsuz etkilemiş
ve aslından uzaklaştırmıştır.
Evliliğe ve aile hayatına asırlar öncesinden bu yana önem vermiş ve hassasiyetle yaklaşmış olan milletimiz, evlilik
kurumunun tertiplenmesi ve uygulaması
durumunda da en uygun ve en samimi
duygularını, davranışlarını göstermiştir.
Eski düğünler, eski eğlenceler ve “toy” lar
bahsimize bir diğer sayımızda da devam
edeceğiz. Müzikle kalın…
Kültür sanat
Söz: “Müzik”

Benzer belgeler