Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Transkript
Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Bilgiyurdu Gençlik Dergisi YIL: 1 6 SAYI: 5 6 OCAK-ŞUBAT 2008 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR 6 ÜCRETSİZDİR Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. 2 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 İÇİNDEKİLER Mustafa ÖZTÜRK İçindekiler TÜRK MİLLİYETÇİSİ OLMAK HEM HAKKIMIZ, HEM GÖREVİMİZ ............................. 3 Hakan BOZDOĞAN TÜRK EĞİTİMİNİN KARAMSAR TABLOSU........................................................................ 5 İbrahim GÜNGÖR PSİKOLOJİK SAVAŞ ve PROPAGANDA (3) ....................................................................... 6 Yrd. Doç.Dr. A.Vehbi ECER BİLGİYURDU Bİ İ LGİİ YURDU MİLLET VE MİLLÎ KÜLTÜR OLUŞUMUNDA TARİHİN GÜCÜ ....................................... 8 GENÇLİK DERGİSİ YIL:1 SAYI:5 OCAK-ŞUBAT 2008 İKİ AYDA BİR ÇIKAR ÜCRETSİZDİR. Yusuf BİLTEKİN RUSLARIN TÜRKLERE KARŞI POLİTİKALARI .................................................................. 9 ŞİİRLER ....................................................................................................................................... 10 SAHİBİ: Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa Öztürk YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: Mustafa İlhan Röportaj HASAN SAMİ BOLAK'LA GÖRÜŞME ................................................................................. 11 Prof.Dr. Şuayip KARAKAŞ DİL ve EDEBİYAT ..................................................................................................................... 14 YAZIŞMA ADRESİ: Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı Kamer Apt. A Blok Nu:4/3 Kocasinan Kayseri TELEFON: (352) 232 32 67 Yavuz Sezer OĞUZHAN TARİH ŞUURU .......................................................................................................................... 17 Dr. Rasim DENİZ HACILARLI MESTİ VE TEMENNAİ ....................................................................................... 18 WEB: www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA: Mustafa İLHAN İZMİR'İN DAĞLARINDA ÇİÇEKLER AÇAR ........................................................................ 21 [email protected] GRAFİK TASARIM: BİLGE GRAFİK / (352) 232 29 05 [email protected] BASKI: ORKA MATBAACILIK SAN. TİC. LTD. ŞTİ. OSB 43. CAD. NO:11 KAYSERİ (352) 322 17 00 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade Yunus Emre ÖZKAN BAYRAK ŞAİRİMİZ ARİF NİHAT ASYA ............................................................................... 22 Mustafa Aykut AKŞİT TERÖRLE MÜCADELENİN SONU GELDİ Mİ? ................................................................. 24 Osman KARABABA KENDİNİ UNUTMAK .............................................................................................................. 26 edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir. Ahmet ALTAY EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ ve ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ ................................................. 27 TÜRK MİLLİYETÇİSİ OLMAK HEM HAKKIMIZ, HEM GÖREVİMİZ Mustafa ÖZTÜRK T ürk milliyetçiliği, Türk milletini millî ve manevi değerleriyle beraber, ebediyete kadar yaşatma ve yüceltme ülküsüdür. Kendisini bu ülküye adayan kişilere de Türk milliyetçisi denir. Milliyetçi olmak, fertler için hem bir hak hem de bir vazifedir. Bir haktır; çünkü, fert kimlik ve kişiliğini milli toplum içinde kazanır, o toplumun ayrılmaz parçası olur. Bir balığın suda hayat buluşu gibi, fertler de doğup büyüdükleri toplumun değerleriyle yaşarlar. Dilden tutun da, âdet ve geleneklere, mimiklere kadar şahsiyetimiz, yaşadığımız cemiyetin eseridir. Öyleyse bu cemiyet, öz değerleriyle korunmalıdır. Fertler, kendilerine kimlik, kişilik, dil, her çeşit sosyal davranış kazandıran millî toplumu koruma ve devam ettirme hakkına sahiptirler. Milliyetçilik, aynı zamanda, bir vazifedir. Tarih boyunca devletler ve milletler arasında sürüp gelen savaşta yok olmamanın değişmez şartı, güçlü olmaktır. Güçlü bir millî varlığa sahip olmayan toplumlar, yok olup gitmişlerdir. Kaderde kuvvetlilerin esaretine düşmek de vardır. Güçlü bir millî varlık oluşturmak ve bu milli varlık içinde yaşamak, ferdin kendisini güvende hissetmesinin yegane yoludur. Güçlü millî varlık, yani güçlü millet ne demektir? Fertler arasında dil duygu, millî kültür beraberliği bulunan ve ortak değerlerini dünya durdukça yaşatan; Milli ve güçlü bir devlete, caydırıcı bir silahlı kuvvetlere sahip bulunan; Kendisine yeter bir ekonomisi olan millete, güçlü millet denir. Bunları gerçekleştirmek, ülkesinde onuruyla yaşamak isteyen her ferdin görevidir. Milliyetçilik, devlet kuran bir fikir ve ideolojidir. Hangi devleti ele alırsanız alın, temelinde kurucu milletin milliyetçiliği olduğunu görürsünüz. Türk istiklâl savaşına başlarken, Mustafa Kemal’in hedefi, tam bağımsız, çağdaş ve milli egemenliğe dayanan bir Türk devleti kurmaktı. Tam bağımsız, çağdaş ve milli egemenliğe dayanan milli devlet, milliyetçiliğin temel hedefleridir. Mustafa Kemal’in 19. yüzyılın sonlarından itibaren hızlı gelişen Türkçülük akımından çok etkilendiği anlaşılmaktadır. Türk milliyetçiliği meşrû, yani yasalara, bilime ve dünya gerçeklerine uygun bir fikir sistemidir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran bir fikir sistemi olduğu için Anayasa’da da doğal olarak yerini almıştır.1982 Anayasası’nın “Başlangıç” bölümünde, “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı” ve değiştirilemez 2’inci maddede “Atatürk milliyetçiliğine bağlı…” ifadeleri mevcuttur. Türk milliyetçiliğinin yanlış yorumlarına fırsat vermemek düşüncesiyle “Atatürk milliyetçiliği” denilmiştir. Burada kastedilenin “Atatürk’ün Türk milliyetçiliği yorumu” olduğu gayet açıktır. Zira Atatürk, Türk milliyetçisi olduğunu, konuşmalarında defalarca söylemiş, icraatıyla da ispat etmiştir. Bazı kişiler, eylem şöyle dursun, milliyetçiliğin söylemine bile karşıdırlar. Onlara göre, “Türk’üz, Türk milliyetçisiyiz.” dememiz, bazılarının da, “Biz de Kürt’üz, Kürtçüyüz.” demelerine yol açıyormuş. Bu görüşe katılmak mümkün değil. Çünkü, devletin kuruluşunda Müslüman olan bütün unsurlar Türk kabul edilmiş, devlet “Türk” kavramını esas almıştır. Bu husus, anayasalarımızda da hukuki olarak mevcuttur. Devlet, Kürt’ü, Çerkes’i, Arap’ı Türk adı altında birleştirmiş, hepsine aynı hakları vermiş ve aralarında ayrılık gözetmemiştir. Yüzyıllardır bir arada yaşayan, ortak değerleri farklılıklarından daha çok olan insanlar ayrılmayı değil daha çok kaynaşmayı düşünmelidirler. Bu nedenlerle, kürtçülük ve benzeri hareketler, bölücülük sayılmaktadır. Bu yüzden “meşrû” da değildirler. Devletimizin kurucusu ulu önder Atatürk’ün şu sözleri, bu konuya nasıl yaklaşmamız gerektiğini bizlere göstermektedir: “Bugünkü Türk milleti siyasal ve sosyal camiası içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat geçmişin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti gerici beyinsizden başka, hiçbir millet ferdi üzerinde kederden başka bir tesir meydana getirmemiştir. Çünkü bu millet fertleri de genel Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.” Bugün ülkemizi sarsan bölücülük, ülke şartlarının bir sonucu değil, emperyalizmin çıkar hesaplarının sonucudur. Meselâ ABD, Büyük Ortadoğu Projesi adını verdiği projeden vazgeçse, Türkiye’de bölücü tehdit diye bir şey kalmaz. Batı emperyalizmi bugün, sadece Türkiye’yi değil, bütün doğu milletlerini, Müslüman toplumları da tehdit ediyor. Pakistan’ı iç kargaşaya sürükleyen, Irak’ı işgal eden, Afganistan’ı bir sorunlar yumağı yapan, Türkiye’nin başına PKK terörünü bela eden Batı emperyalizmidir. Dün Osmanlı Devletini parçalayan ve Sevr’i dayatan da Batı emperyalizmi idi. Bu yüzden, Türk milliyetçiliği anti emperyalist bir harekettir. Türk milliyetçileri zaman zaman ırkçı olmakla itham edilmişlerdir. Ancak ırkçı değildirler. Irkçılık, milliyetinden dolayı, başka bir topluma zulmetmektir ve bir insanlık suçudur; İslamiyetçe de yasaklanmıştır. Samimi bir şekilde islamiyeti benimseyen Türkler, ırkçılık yapmadılar ve ırkçılığı övmediler. Çünkü Türk kültürü ve Türk’ün hayat felsefesinde hakka, adalete sonsuz bir saygı vardır. 3 İnceleme Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 4 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 Milletler kendi milliyetçiliklerine sarılarak kendi bağımsız devletlerini kurmuş ve kalkınmışlardır. Milliyetçilik, pek çok ülkede kalkınmanın motor İnceleme gücü işlevini görmüştür. Dış tehditlere karşı güçlü olma, daha onurlu ve insanca yaşama, milletdaşlarıyla bir arada hayat sürme isteği topluma dinamizm vermiş ve kalkınmayı sağlamıştır. Almanya, Fransa, Japonya ve İtalya’nın kalkınmasında milliyetçiliğin müsbet etkileri apaçık görülmektedir. Türkler, genellikle devletlerin sıkıntılı dönemlerinde tebası olan yabancılardan çok kötülükler gördü. Osmanlı Devletinin çöküş ve dağılma yıllarında Ermeniler, Rumlar, Araplar dış tahriklerle Türklere etmedik kötülük bırakmadılar. Bunlar herkes gibi Türk milliyetçilerini çok etkiledi, bir güvensizlik ortamı yarattı. “Türk’ün yegane dostu Türk’tür.” sözü buradan çıktı. Ancak uygulamada görüyoruz ki devletin tüm yönetim kadrolarında, kendisini etnik olarak Türk saymayanlar neredeyse çoğunluğu teşkil ediyorlar. Demek ki Cumhuriyet döneminde bile ırkçılık güdülmemiştir. Milliyetçilik, “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer” anlayışını reddeder. Enternasyonalist bir fikir sistemi değildir. Belli bir sınıf ve zümreye de dayanmaz, “millet”i esas alır. Türk milliyetçiliği de Türk milleti gerçeğine dayanır. Türk milletini yok sayan, küçük gören anlayışlar, Türk milliyetçiliği ile asla bağdaşmaz. Örneğin, “Türkiyeli” kavramı, Türk milletini ifade edemez. Çünkü, “Türkiyeli” sözü, Türk milletini anlatmaya veya kapsamaya yetmez; yalnızca Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlarını kapsar. Oysa “Türk milleti” kavramı, tarihi ve sosyolojik boyuta sahiptir ve Türkiye dışındaki Türkleri de içine almaktadır. Batı ülkelerinde çoğu fikirler gibi milliyetçilik de saldırgandır. Nazizm ve Faşizm böyledir. Bunlara bakarak Türk milliyetçiliğini suçlamak asla doğru değildir. Türk milliyetçiliği, hiçbir zaman saldırgan veya emperyalist olmamıştır. Tarihi boyunca Çin,Rus ve Batı emperyalizmine karşı millî varlığını korumak mecburiyetinde kalan bir millet, nasıl emperyalist olsun? Türk milliyetçiliği, genellikle buhran ve felaket devirlerinde, kendi vatan ve bağımsızlığını korumak düşüncesinden doğmuştur. Kendisine yönelen büyük bir tehdit karşısında, can havliyle ayağa kalkmıştır. İstiklal savaşımızdaki kuva-yi millîye hareketi böyledir. Türk milliyetçiliğini saldırgan olmakla suçlayanlar, bizim emperyalizme teslim olmamızı isteyenlerdir. Türk milliyetçiliği kendine özgü bir milliyetçiliktir: Halkçı, gelişmeci (inkılapçı), toplumcu, bilimcidir. Sözde değil özde cumhuriyetçi ve demokrattır. Türk halkının en etkin biçimde yönetime katılmasını, ağırlığını koymasını ister. Türk milletinin her alanda söz sahibi ve mutlu olması esas amaçtır. Milletler kendi milliyetçiliklerine sarılarak kendi bağımsız devletlerini kurmuş ve kalkınmışlardır. Milliyetçilik, pek çok ülkede kalkınmanın motor gücü işlevini görmüştür. Dış tehditlere karşı güçlü olma, daha onurlu ve insanca yaşama, milletdaşlarıyla bir arada hayat sürme isteği topluma dinamizm vermiş ve kalkınmayı sağlamıştır. Almanya, Fransa, Japonya ve İtalya’nın kalkınmasında milliyetçiliğin müsbet etkileri apaçık görülmektedir. Milliyetçilik, büyük ve hayati bir davadır. Bu sebeple milliyetçi olmak, kolay değildir. Çünkü, ortada millet için yapılan bir mücadele ve bu uğraşın getirdiği zorluk ve sıkıntılar bulunur. Milletini gerçekten sevenler, ancak bu zorluk ve sıkıntıları göze alıp onlara katlanırlar. İlteriş Kutlug Kağan, Çin devletine karşı istiklâl savaşını altı kişiyle dağa çıkarak başlattı; ölesiye bitesiye savaştı. Kaşgarlı Mahmut, meşhur sözlüğünü yazmak için Türk illerini birer birer gezdi, gecesini gündüzüne kattı. Ziya Gökalp kısa ömrüne, çağını değiştiren eserleri sığdırdı; hapislerde yattı, sürgünlerde vatan özlemi çekti. Mustafa Kemal, cepheden cepheye koştu, defalarca ölümle burun buruna geldi. Gandi, kendine has metodlarla, koca Britanya imparatorluğunu dize getirerek Hindistan devletini tarihe yazdı. Bu büyük milliyetçiler, hayatlarında rahat yüzü görmediler ama kendi milletlerine rahat ve huzur getirdiler. Bu yüzden milyonlarca kişi onları hayırla anıyor. Bu büyük şahsiyetlerin biyografilerini okursanız, hiçbirinin de kendi çıkar ve ihtiraslarını öne çıkarmadıklarını, şahsi bir kavganın tarafı olmadıklarını görürsünüz. Onlar mensubu olmaktan gurur duydukları ve içinden çıktıkları milleti için yaşayıp ölmüşlerdir. Atatürk, hiçbir zaman, “Türkiye’yi ben kurtardım. Ben şu işleri yaptım.” dememiş, bütün başarıların Türk milletine ait olduğunu, ısrarla tekrarlamıştır. Hun başbuğu Atila da unvan ve asaletini soran yabancılara, “asil bir milletin evladı” olduğunu söylemekle yetinmiştir. Bir de adsız kahramanlar var. Onlar da milletlerine sesiz sedasız hizmet eden, makam ve mevkide gözü olmayanlardır. Onların tanınmaya ihtiyaçları yoktur. Millete hizmet etmenin, millî vazifeleri en güzel şekilde yapmanın verdiği mutluluk onlara yetmektedir. Türk milliyetçisi olmak, millî şuur kazanılarak gerçekleşecek bir haldir. Millî şuur kazanabilmek için de Türk milletini, tarihi, coğrafyası, milli kültürü ve sorunlarıyla tanımak ve sevmek gerekir. Bir Türk genci, milletinin zaferlerini, ıztırap dolu yıllarını, destanlarını, medeniyete katkılarını; türkü, şarkı ve marşlarını, sanatını tanımıyorsa, milletini nasıl sevecek ve nasıl millî şuur kazanacaktır? Bu görev, öncelikle devlete, Millî Eğitim Kurumuna düşer. Ancak, Millî Eğitim teşkilatı, Millî Eğitim Temel Kanunu’nu unutmuş, Avrupa Birliği’nin talimatlarını uygulamakla meşgüldür. Demek ki yaşayan Türk milliyetçilerinin yapacak çok işleri vardır. Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 İnceleme TÜRK EĞİTİMİNİN KARAMSAR TABLOSU Hakan BOZDOĞAN Eğitim, toplumların medeniyet seviyelerini en iyi gösteren unsurlar arasında yer almaktadır. Eğitimin tanımına baktığımızda bu durumu en iyi şekilde anlamaktayız. Eğitim, bireyin kendi yaşantıları yoluyla kendi davranışlarında meydana getirdiği kalıcı ve istendik davranış değişikliği edinme sürecidir. Eğitimde asıl olan davranış değişikliğidir.Bu değişiklik iyi ve olumlu davranışları ifade etmektedir. Eğitimle hedeflenen davranış değişikliklerini en iyi şekilde Milli Eğitim Temel Kanunun genel amaçları belirlemektedir. Buna göre; 1. (Değişik bent: 16/06/1983 - 2842/1 md.) Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek; 2. Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma Ülkeler Avusturya karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek; 3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak; Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk Milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmak hedeflenmiştir. Türk Milli Eğitim Temel Kanunu’nda vurgulanan amaçlar, eğitimle sağlanması gereken unsurları en iyi şekilde belirtmiş oluyor. Ancak eğitimi yönlendirecek ve nesillere ulaştıracak kişiler öğretmenlerdir. Öğretmenler, eğitim faaliyetlerinden birinci derecede sorumlu kişilerdir. Yetişecek olan yeni nesillerin sağlıklı bir kişiliğe sahip, öz güven duygusunu kazanmış olmaları öğretmenlerin de öz güvenlerini kazanmalarına bağlıdır. Öğretmenlerin maddi ve manevi sıkıntıları, yetişecek yeni nesillerde de karamsarlığa sebep olmaktadır. Bu gün bir öğretmenin toplum içerisinde ezik olmasına neden teşkil eden faktörler ortadan kaldırılmalıdır. Öğretmenler, kendisinden iki kat Göreve yeni başlayan öğretmenin maaşı (Dolar) En yüksek derecedeki öğretmenin maaşı (Dolar) 27.094 5 53.938 Çek Cumhuriyeti 18.654 29.078 Danimarka 34.517 38.911 İngiltere 29.992 43.835 Fransa 23.212 46.071 Almanya 40.125 52.062 Yunanistan 25.823 37.772 İrlanda 28.198 52.930 Japonya 25.593 61.054 Kore 30.183 82.915 Lüksemburg 49.219 100.314 Hollanda 32.195 46.734 Norveç 31.382 39.044 Portekiz 19.704 50.634 İskoçya 30.213 48.205 İspanya 31.847 46.623 İsveç 26.234 35.750 İsviçre 40.657 63.899 İzlanda 24.134 31.925 Türkiye 9.517 11.558 İnceleme 6 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 fazla ücret alan ilkokul mezunu işçilerden daha mı değersizdir. Öğretmenlerin içinde bulundukları sıkıntıları anlamak için Türk Eğitim Sen tarafından yapılan kamuoyu yoklamasından ortaya çıkan çarpıcı sonuçlara bakmakta yarar vardır. Buna göre; * Öğretmenlerin yüzde 72.4’ü geçinemiyor, yüzde 53’ü kendisini alt gelir grubunda görüyor. * Öğretmenlerin yüzde 8’i borçları nedeniyle intihara teşebbüs etmiş ya da intihar etmeyi düşünmüş. * Öğretmenlerin yüzde 93.1’i ek ders ücretlerinin yeterli olmadığı görüşünde, yüzde 91.3’ü de maaşından birikim yapamıyor * Öğretmenlerin yüzde 90’ı öğretmenlik mesleğinin saygınlığını koruyamadığı görüşünde * Öğretmenlerin yüzde 36’sı öğretmenlik mesleğini seçtiği için pişman * Öğretmenlerin yüzde 83.1’i 10001500 ytl arasında ücret almaktadır * Öğretmenlerin yüzde 23.5’i ek iş yapıyor, yüzde 89.6’sı borçla yaşıyor * Öğretmenlerin yüzde 58.3’ü kirada oturuyor * Öğretmenlerin yüzde 72.7’si çocuğunun öğretmen olmasını istemiyor (belki de en acı tablo) Bu tabloya rağmen, Dünya Bankası, Türkiye'de öğretmen maaşlarının yüksek olduğunu söyledi. Sayın ME Bakanı Hüseyin Çelik de aynı görüşte. Gülelim mi, ağlayalım mı? Hiç şüphesiz ki, ülkelerin gelişmişlik derecesi eğitime verdikleri önemle ölçülebilir. Madem ki öğretmenler eğitimin dinamik gücünü oluşturuyorlar, o halde devletlerin öğretmenlere verdikleri önem de eğitime verdikleri önemin göstergesidir. İşte bazı ülkelerdeki öğretmenlerin durumu: Atatürk’ün “Yeni nesiller, sizin eseriniz olacak.” dediği öğretmenlere gereken önem verilmelidir. Bu ülkeyi istiladan koruyacak en büyük silah eğitim silahıdır. Yoksa bizim geri kalmışlığımız bir alın yazısı değildir. İbrahim GÜNGÖR Bilim ve Düşünce PSİKOLOJİK SAVAŞ ve PROPAGANDA (3) “Psikolojik Savaş ve Propaganda” adlı yazımızın bir ve ikinci bölümünden sonra üçüncü ve son bölümü ile bu konuyu bitiriyoruz. İlk iki bölümde ağırlıklı olarak psikolojik savaş, çeşitleri ve hedefleri üzerinde durmuştuk. Bu yazımızda ise ağırlıklı olarak propaganda konusunu açıklamaya çalışacağız. Psikolojik savaşın saldırı ve savunma silahı propaganda, eğitim ve kışkırtmadır. Cephanesi ise söz, yazı, resim, broşür ve e- posta şeklindeki bilgidir. Bu savaş tarzının amacı, insanları ikna etmek ve onları değiştirmektir. Yöntemi ise beyin yıkamaktır. Propaganda Nedir? Oxford Sözlüğü, propaganda kelimesini, bir fikre veya harekete taraftar kazındırmak amacı ile düzenlenen programların bütünü olarak tarif etmektedir. Propaganda kelimesi, Latince propagare kökünden gelmektedir. Bu, yeni fidanlar elde etmek için toprağı ekmek anlamındadır. İlk olarak Roma Katolik Kilisesi tarafından sosyolojik manada kullanılmış ve fikirlerin yayılması deyiminde ifadesini bulmuştur. Propaganda, bir topluluğun düşüncelerini, duygularını, davranışlarını, tavır ve hareketlerini etki altında tutmak ve onları değiştirmek amacıyla yayınlanan bilgi, belge, doktrin ve görüşlerdir. Propagandanın amacı, propagandayı yapana doğrudan veya dolaylı fayda sağlamasıdır. Bununla birlikte propaganda ile hasım grubunu ekonomik ve politik yalnızlığa itmek amaçlanır. Bir savaşta nihai zafer, düşmanın yenilgiyi kabulüne bağlıdır. Yenilgiyi kabul etmeyen düşman, ileride tekrar sorun oluşturacaktır. Düşmanın moral gücü olan maneviyatının çökmesi ancak psikolojik savaş yöntemi olan propaganda ile mümkündür. Propagandanın esasını, insanın psikolojik yapısının incelenerek hassasiyetlerinin tespiti oluşturur. İhtiyaçlar manzumesi olan insanoğlu maddi ve manevi ihtiyaçlarla şekillenir. Kişilik ve davranış geliştirir. O halde ilk ve en önemli husus insan ihtiyaçlarını, diğer bir deyişle kişisel hassasiyetleri tespit etmektir. İhtiyaçları belirleyen çevre, insanın sosyal bir varlık olması yönüyle önem kazanır. Fiziksel, sosyal ve psikolojik çevre, bir taraftan insan ihtiyaçlarını belirlerken, diğer taraftan onu etki altında bulundurur. Bu arada suni tarzda oluşturulan algılama hataları ile bireyler fikir ve ideolojilerin savunucuları haline getirilirler. Propaganda Analizi Propaganda çözümlemesi sistematik bir biçimde yapılır. Yani kaynak, araç, içerik, toplum ve etki analizleri ile yapılır. 1. Kaynak Analizi: Propagandayı yayınlayan kaynak hakkında yapılan ayrıntılı incelemeyi ifade etmektedir. Kaynağın analizinde, karşı taraf veya tarafların propaganda teşkilatları ile teşkilat içindeki kişiler ve bunların durumları incelenir. 2. Araç Analizi: Propagandada kullanılan kitle iletişim araçlarının analizini ifade etmektedir. Propagandada kullanılan aracın neden seçildiğini, karşı tarafın yayın araçlarının neler olduğunun tespiti konularını araştırır. 3. İçerik Analizi: Kaynağın gücü ve hedeflerini belirtmek için propaganda beyanatlarının analizini ve değerlendirilmesini kapsar. Propagandanın sunduğu mesajları değerlendirmek, onu bu harekete sevk eden sebep ve şartları incelemek, kullanılan tekniği ve elde edilmek istenen amacı meydana çıkarmak için yapılan bu analizde hem yapılacak karşı propaganda için esaslar elde edilmiş, hem de karşı tarafın bizim hakkımızda bildiklerine dair geniş bir malumat sağlanmış olur. 4. Toplum Analizi: Propagandanın hitap ettiği grup veya sınıfın ortaya çıkarılmasıdır. 5. Etki Analizi: Karşı tarafın ne sonuç beklediği ve neler elde ettiği incelenerek, propaganda mekanizmasının bizim hakkımızda elde edebilmiş olduğu bilginin derecesi, hedef olan dinleyicilerle irtibat ve temasın derecesi, çalışma sistemi ile yeterliliği, kişilerin ehliyet derecesi ile bizim çalışmalarımıza kaynaklık edecek, yol gösterecek esaslar ortaya çıkarılır. Bu analiz bir taraftan karşı tarafı tanıtırken, diğer taraftan da kendi eksikliklerimizi meydana çıkararak sonraki faaliyetlerimizin daha etkili bir şekilde yürütülmesine yardım edebilecek bilgiler verir. Propagandanın cephanesi söz ve kelimelerdir demiştik. Burada hatırlamamız gereken Goethe’nin çok güzel sözü vardır. Goethe, “En güçlü silah, zamanı gelmiş fikirdir” der. Propaganda yönetimi demek gelişigüzel sarf edilen sözler değildir. Üzerinde çok uzun düşünülmüş, zamanı ve zemini iyi hesaplanmış, şekil ve ölçüsü doğru belirlenmiş ve hedef kitlesi tayin edilmiş bir faaliyettir. Bu nedenle sosyal bilimler vasıtasıyla veriler elde etmek gerekir. Propaganda Türleri: Propagandanın bazı türleri vardır. Her türün belirli bir yöntemi ve tekniği bulunmaktadır. Bunlar; 1. Beyaz Propaganda: Açık bir biçimde yapılan bir propagandadır. Kaynağı bellidir, kendisini tanıtmak ister. Beyaz propaganda açık ve şeffaftır, burada doğruluğa önem verilir. Yalan kullanılırsa geri teper, güveni sarsar. O nedenle gerçekler üzerine kurulması çok önemlidir. En büyük kazanımı, karşı tarafın fikirlerini çürütür, taraftarlarını azaltır. Doğru, açık ve şeffaf propaganda kitlelerde güven uyandırır. Beyaz propagandanın zayıf tarafı yayılma menzilinin sınırlı olmasıdır. Serbestçe dolaşamaz, karşı taraf hemen karşı propaganda imkânlarını hemen devreye sokarsa bu durum tehdit ve bozulmayla sonuçlanabilir. Yapılan propaganda hakkında toplumda şüphe uyanıyorsa silah geri tepmiş olur, böylece güven azalır. Beyaz propagandanın malzemesi haberlerdir. Hasım tarafın hatalarını, su-i istimallerini malzeme olarak kullanır. Bu malzemenin ne zaman, ne şekilde, nasıl ve hangi ölçüde kullanılacağı planlanmalıdır. Burada süreklilik önemlidir, sürekli aynı türde haberler yapılması mümkün olduğunda etkinin artacağı da görülecektir. 2. Gri Propaganda: Psikolojik savaşın önemli propaganda unsurlarından birisi olan gri propaganda bulanık bir propagandadır. Burada kaynak belli değildir, doğruluğu kanıtlanamaz. Yalan veya iftira olduğun da kesin değildir. Gri propagandanın ana malzemesi “rivayetler” dir. Çalışma tarzı beyaz propaganda gibi sınırlı değildir. Güçlü yönü, muhatap tarafından iyi kabul görmesidir. İnsan üzerinde propaganda hissi doğurmaz. Propagandayı çıkaranlar belirsiz olduğu için, gri propagandada en heyecanlı konular kullanılabilir. Burada önemli olan doğru bir olaya on tane yalan sokulup muhatabı küçük ve gülünç duruma düşürmek amaçlanır. Senaryo iyi yazılmışsa rivayetler dilden dile dolaşır. Batı dünyasının Sovyet Rusya ile ilgili çıkardığı hikâyeler ve fıkralar önemli bir etki yapmıştır. Bizde de bu tür propaganda çalışmaları yapılmıştır, yapılmaktadır. Devleti gülünç ve küçük duruma düşürücü haber ve fıkralar bu kapsamda değerlendirilebilir. 3. Kara Propaganda: Bu propaganda türünde kaynak bellidir ama sanki başka kaynaktan çıkıyormuş gibi gösterilir. Kara propaganda yönteminde hile, entrika, yalan, iftira, fitne, sinsilik ve sahte delil serbesttir. Gizlilik esastır, gerçekleri değiştirmeyi, inançları sarsmayı ve kamu düzenini bozmayı, karıştırmayı amaçlar. Kaynağı anlaşıldığı zaman etkisi olmaz, geri teper. Düşmanlık duygularının artmasına neden olur. Bunun için iç düşmana karşı kullanılmaz. Kara propagandanın malzemesi yalan, iftira, her türlü sahte delil vs.dir. Var olmayan her şeyi varmış gibi gösterir. Kara propagandada nifak sokup ortalığı karıştırmak için çok kullanılan bir yöntemdir. Kara propagandada kaynak kesinlikle gizlidir. Her ne sebeple olursa olsun kaynak ortaya çıktığında her türlü sorumluluk reddedilecek şekilde önceden hazırlıklı olunur. Kaynak gizli kaldıkça yalanlar, rivayetler, şayialar, dedikodular verimli sonuçlar verir. Kara propagandada amaç, muhatap insanları ruhsal çöküntüye götürmektir. Bu yöntemi uygulayanlar hiçbir ahlaki ve vicdani sorumluluk duygusu tanımazlar. Akla gelebilecek her şeyi hedef olarak ele alırlar. İstenen çıkara hizmet eden her şey kara propagandada malzeme olarak kullanılabilir. 4. Silahlı Propaganda: Terör örgütlerinin (PKK) kullandığı bir yöntemdir. Kendilerinin var olduklarını, etkili olduklarını kanıtlamak için kullanırlar. Medyanın zaafından yararlanırlar, medya ne kadar çok gündeme getirirse kitleler üzerinde o kadar etkili olurlar. Etnik kökenli terör eylemleri de kendi kimliklerini göstermek, tükenmediklerini kanıtlamak için şiddeti yöntem olarak seçerler. Bu nedenle bu modelin seçimi sık rastlanan bir olgudur. Kendi etnik gruplarını silahlı propagandaya ikna etmek için verilmediği düşünülen kültürel hakları malzeme olarak kullanırlar. Bu hak mağduriyeti propagandası sürekli yapılarak, silahlanmanın tek çıkar yol olduğu konusunda toplulukları ikna etmeye çalışırlar. Silahlı propaganda ile halkı ve devlet otoritesini bıktırmak amaçlanır. Bu genellikle, mutsuz, eğitimsiz, hak arama yöntemi olarak şiddeti kültürel bir inanç sistemi olarak benimsemiş alt kültür gruplarının tarzıdır. Bitmediklerini göstermek için uçak kaçırma, bombalama yapma, köy basma, yol kesme gibi eylemler yaparlar. 5. Karma Propaganda: Bazı çıkar grupları birbiriyle örtüştüğünde silahlı, açık, bulanık ve gizli propagandalar beraber kullanılabilir. Propagandaya maruz kalacak muhatabın durumu ve tutumu göz önüne alınarak ve ileri teknoloji kullanılarak planlanmış propaganda örneklerine günümüzde sıkça rastlanmaktadır. Sürekli bir biçimde psikolojik savaş ve propaganda altında tutulan devletimiz ve milletimiz ancak konu hakkında bilgi sahibi olursa kendini koruyacak tedbirleri alabilir. Bu nedenle her türlü yayının amacının ve içeriğinin iyi anlaşılması, çözümlenmesi gerekmektedir. Türk milleti her zamankinden daha uyanık ve bilinçli olmak zorundadır. Bu noktada yararlı olmayı ümit eder, saygı ve sevgilerimi sunarım. Kaynakça 1. Çeşme, Ahmet. (2005). Psikolojik Harekât ve PKK (Kansız Mücadelenin Kanlı Yüzü). IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul. 2. Tarhan, Nevzat. (2002). Psikolojik Savaş (Gri Propaganda). (ikinci baskı). Timaş Yayınları, İstanbul. 7 İnceleme Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 İnceleme 8 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 MİLLET VE MİLLÎ KÜLTÜR OLUŞUMUNDA TARİHİN GÜCÜ Yrd. Doç.Dr. A.Vehbi ECER Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır. Mustafa Kemal Atatürk “Tarih de dil ve edebiyat gibi milletin bütün fertlerinin bilmesi, benimsemesi, koruması ve geliştirmesi gereken kültür hazinelerinden biridir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan. “Tarih bir tevatür, kuru bilgiler yumağı değil, ruh veren belgedir. Prof. Dr. Mustafa Kafalı. Tarih toplulukların yaşayışlarını, kültür ve medeniyet alanındaki gelişmelerini, siyasi olaylara dayandığı sosyal sebeplerini ve elde edilen sonuçlarını günümüze aktaran bir bilim dalıdır. Her toplum kendinden önceki toplumların medenî ve kültürel donanımlarının mirasçısıdır. Zira insan tarihî varlıktır. Doğduğu zaman her şeyi yeniden icat etme durumunda olmayan belki de tek canlıdır. Doğduğu zaman, içinde bulunduğu toplumda kültürün elemanları olan ve toplum hayatını düzenleyen dil, din, ahlak, hukuk, örf-âdet, sanat… gibi kültür değerlerini hazır bulur. Önce onları taklit eder, sonra öğrenir, yaşamına geçirir ve geliştirmeye çalışır. İnsanın mutlu olması tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bu kültür elemanlarına uyum sağlaması, benimsemesi ile mümkündür. Prof. Remzi Oğuz Arık İdeal ve İdeoloji adlı (İstanbul 1969, 73) kitabında tarih ile mutluluk ilişkisini şöyle bir cümleyle özetler: “İnsanlığın saadeti tarihi bilen ve sevene bağlanıyor, reddedene değil” Toplumlar geçmişteki tarih içindeki başarı veya felaketlerini öğrenmekle heyecan duyarlar ve milliyet duyguları canlanır. İnsanlar atalarının geçmişteki parlak dönemlerini, başarılarını hatırladıkları zaman gurur duyarlar, iftihar ederler. Felaketli ve ıstıraplı geçen karanlık dönemleri için ise üzülürler. Tarihte geçirilen bu felaketler, ıstıraplar, haksızlıklar ve müşterek yaşantılar insanları daha çok birbirine yaklaştırır, millî hislerini güçlendirir. Tarihî gerçeklerden biri milletlerin uğradıkları zulüm ve haksızlıklar ile istiklallerini kazanmak ve korumak için yaptıkları mücadelelerin, fedakârlıkların insanları milletlerinin kahramanlarına, millî kültürlerine, dillerine, dinlerine, geleneklerine, vatanlarına hürmet ve bağlılık uyandırmasıdır. Ord. Prof. Maksudî Arsal bu konuya şu cümlelerle işaret eder: “Milletlerin tarihte geçirdikleri felaketler, maruz kaldıkları cebir, zulüm ve haksızlıklar, istiklallerini korumak için yaptıkları mücadele ve fedakârlıklar, onların millî hissini gevşeten, sarsan bir âmil (etken, sebep) olmak şöyle dursun, bilakis bu hissi kuvvetlendiren, derinleştiren en büyük âmildir. Polanyalılar ve Yahudiler bunun güzel birer misalidirler (1)” Prof. Dr. Mehmet Kaplan da milletlerin yaşadıkları tarihe göre değişip, gelişip, yıkılacağına işaret eder, milletin bulunduğu duruma tarihî bir oluşum sonucunda ulaştığını açıklar: “Milletler tarihlerini bilmek suretiyle millî şuura sahip olurlar (2)” diye yazar. Daha sonra tarihin gençlere öğretilmesi gerektiğini vurgulayan M. Kaplan, milletlerin tarihini bilme- yen nesillerin yabancıların etkisinde kalarak köleleşebileceklerine şöyle işaret eder: “Milletlerinin tarihini bilmeyen nesiller, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok kolaydır (3)” Mustafa Kemal Atatürk de tarihin gençler üzerindeki etkisine işaretle, tarih öğretiminin gerekliliğini şöyle anlatır: “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır... Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, bütün Türk çocuklarının kendileri için lazım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabilecektir. Bu tarihten Türk çocukları istiklal fikrini kazanacaklar, büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler. Kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir (4)” Tarih millî kültürün kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlar ve bizzat kendisi de anlattığı milletin kültürüdür. Tarihin pratik faydalarını tarihî dost ve düşmanı tanıtması, millî kültürün kaynaklarının ve kendisinin ortaya çıkarılması, milletlerarası konularda millî davaları savunma imkânı vermesi, geçmişten ders alarak hızlı atılımlar yapabilmesi, dünya kültür ve medeniyetine hangi ölçüde katkıda bulunulduğunun bilinmesi, yeni kuşaklara güven duygusu vermesi… şeklinde özetleyebiliriz (5). Tarih, bizzat kendisi kültür elemanıdır ve kültür aktarıcısıdır. Milletlerin tarihi, o milletin millî kültürünü aktarır, benimsediği takdirde millî kültürü canlı tutar. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’ın ifadeleriyle “Millî kültürün canlı olduğu alanlarda milliyet duygusu da güç kazanmaktadır (6)”. Ancak “Millî kültürün zayıflaması (da) sosyal yapının direncini ve dayanma gücünü azaltır (7)”. Milliyet duygusu millî tarihe verilen önem oranında kuvvetlenir. Millî tarih kişilerde millî şuuru uyandırır. Şuur bilmek, farkına varmak anlamına gelir. Milletinin tarihini bilmeyen millî şuuru kazanamaz ve milliyetçi de olamaz. Bu bakımdan Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın dediği gibi: “Tarih bilgisi fertlerle millet arasında derin bağlantılar kurar. Fert milletin, millet tarihin içinde yer alır ve manâ kazanır. Ferdî benliği sosyal benlikten ayırmaya imkân yoktur. Bundan dolayı fertler de hayatlarının manasını milletlerinin tarihi içinde bulurlar (8)” Tarih içinde birlikte yaşama deneyimleri yani tarihî birliktelik farklı etnik gruplarının yakınlaşmalarına ve ortak kültür oluşturmalarına zemin hazırlamıştır. Tarih bilincinin ve tarihin bize kazandırdığı kültürün gücü konusunda Türk tarihinden örnek veren Prof. Dr. Halil İnalcık şunları yazar: “Bugün önemli olan gerçek, Cumhuriyet Türkiye’sinde çeşitli menşe’den çeşitli inançta gruplar yaşamakta ve bunlar düşüncelerini özgürce tartışabilmektedir. Rus ordularının Kuzey Karadeniz, Balkanlar ve Kafkaslara her girişinde, 1783’ten beri birbiri ardından gelen göçlerle Anadolu bugün, imparatorluğun etnik ve kültürel bir minyatürü haline gelmiştir. Yalnız Türk kökeninden olan yüz binlerce göçmen dışında; Müslüman olmuş, Osmanlı kültürünü benimsemiş, menşe’de ana dili Türkçe olmayan yüz binlerce Arnavut, Boşnak, Pomak, Giritli, Çerkes, Abaza, Çeçen, Gürcü bu yurda gelip yerleşmişlerdir. Onları buraya, anayurd’a koşuşturan şey, ortak tarih ve yaşam tarzı değil de nedir? Anadolu Türk’ü onları kendisinden saymış, kucak açmıştır. Tarih ve kültürün, etnik menşe’den çok daha güçlü bir sosyal etmen olduğunu daha iyi hangi örnek gösterebilir? Onlar, içtenlikle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuşlar, modern Türkiye’nin oluşması ve yükselmesinde hayatî hizmetlerde bulunmuşlardır. Anadolu onlar için gerçek bir anayurt olmuştur. Bugün Türkiye’de yaşayan her üç kişiden biri ya kendisi, ya ana-babası, ya da yakın ataları göçmendir (9)” Milleti millet yapan ana elemanlardan biri millî tarihtir. Millî kültürün canlı kalmasını, millî hayatın devamını, birlik ve beraberliği, emperyalistlere direnme gücünü sağlayan tarih, eğitim ve öğretiminin ihmal edilmemesi gereken kültür değeridir. Bu değeri çok iyi bilen Atatürk 1932 yılında milletvekillerine yaptığı bir hitabede “Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk cumhuriyetinin temel direği olarak temin edeceğiz” demiş ve özellikle Türk tarihi alanında büyük gayretler (10) harcamıştır. Yazımı emekli generallerimizden Sayın Suat İlhan’ın iki cümlesinden sonra Prof. Dr. Mustafa Kafalı’nın bizlere tavsiyesiyle son vermek istiyorum: “Atatürk, millî devlet kurucusudur. Millî devletin dili ve tarihi, hudutların güvenliğinden sonra en önemli yeri işgal eder. Milletine hizmet gücü gösterenler, milletini iyi tanıyanlar ve milletinin özelliklerine sahip olanlardır. Bu tanıma ve sahip olma millî kültürden ve tarih şuurundan kaynaklanır (11)” Prof. Dr. Mustafa Kafalı da “Millet Kavramı ve Tarih Şuuru” başlıklı makalesini (Diyanet Avrupa Aylık Dergi, 15 Ağustos 2003, Sayı 52, 39-40) şu cümlelerle bitirir: “Maddî ve manevî inkişaf için milletlerin birbiri ile kültür alış-verişleri, modern ilim ve yeni hakikatlere açık olma ne kadar elzem ise, milletin idamesi (devamlılığı) içinde değerlere vukufiyetle, bilgiye ve ilme dayanan millî şuur, tarih şuuru da o kadar elzemdir. Atatürk’ün, milletimizin geleceğini emanet ettiği gençliğe bu şuuru vermek ve onları her türlü vasıta ve tedbirlerle beslemek, millî şuuru uyanık tutmak, inkişaf ettirmek müşterek sorumluluklarımızdandır. Dilimiz, dinimiz, tarihimiz ve kültürümüzün bütün kökleriyle barışık olmak ve onları tanımak, hayatımızın temel değerleri haline getirmek, aynı zamanda dünyaya tanıtmak hedefimiz olmalıdır”. DİPNOTLAR 1. Sadri Maksudî Arsal, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, İstanbul 1979, 80. 2. Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, İstanbul 1983, 64. 3. Kaplan, 65. 4. Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük, I, 8. 5. Bak: A.V. Ecer, İslâm Tarihi Dersleri, (Metot-Kaynak-İlk Devir), Kayseri 1991, 1-10. 6. Orhan Türkdoğan, Millî Kültür, Modernleşme ve İslâm, İstanbul 1983, 238. 7. Türkdoğan, 26. 8. Kaplan, 65. 9. Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, İstanbul 2007, 105. 10. Bu konu için bak: Mehmet Saray, “Atatürk ve Türk Tarihi”, Türk Kültürü Dergisi, Ocak 1984, Sayı 249, 1-18. 11. Suat İlhan, “Türk Tarihinin Meseleleri”, Türk Kültürü Dergisi, Haziran 1984, Sayı 254, 1-4. RUSLARIN TÜRKLERE KARŞI POLİTİKALARI Yusuf BİLTEKİN Papaz ve sosyolog olan İlminski, Rus çarına bir rapor sunmuş. Bu raporda Türk aşiret ve boylarının birbirinden ayrılması için çalışılma yapılması gerektiği vurgulanmıştır. O günden sonra Kazak Türkleri, Özbek Türkleri vb. yerine, Kazak, Özbek diye hitap edilmiştir. Böylece, bu kavimlerin aynı millete mensup oldukları unutturulmak istenmiştir. Bugün Türkiye basınında da aynı hata çokça işlenmektedir. Örnek verecek olursak, “Azeri Türkçesi” yerine “Azerice”, “Azeri Türkü” yerine “Azeri” terimleri kullanılmaktadır. 16 haziran 1924 tarihinde Sovyet Rusya’da alınan bir kararla “Türkistan” kelimesi kaldırılmıştır. Türkistan kelimesinin ifade ettiği coğrafyaya “Orta Asya” denilmesini istemişlerdir. Ruslar bunu yapmakla “Türk” kelimesini unutturmaya çalıştılar. “Türkistan” ismi bugün Ahmet Yesevi Hazretleri’nin doğmuş olduğu Yesi şehrine verilmiştir. Rusya’nın egemenliği altında yaşayan Türklerin çocuklarına Türkçe isim vermeleri yasaklanmıştır. Bazı Türkler akıllı davranmışlar, aile ve akraba arasında Türkçe isim, resmi yerlerde Rusça isim kullanmışlardır. Mustafa Kemal Atatürk,çevremizdeki Türklerle iletişimi kolaylaştırmak için Latin kökenli Türk alfabesini kabul etti. Bunun farkına varan Rusya, Latin alfabesini kaldırarak Kril alfabesini uygulamaya koymuştur. Maksat, Türkiye’nin dış Türkler üzerindeki muhtemel etkisine engel olmaktı. Maalesef başardılar. Sovyetler döneminde camiler tahrip edilmiş, bazı camilerin içi zift ile boyanmıştır. İddiaların aksine Sovyetler de emperyalist idi. Mesela Sovyet Rusya, Özbekistan’dan tonlarca altın sömürmüştür ama Özbek Türkleri bir caminin bozulan altın işlemelerini onarmak için bir miktar altın istediklerinde,vermemiş,engel olmuşlardır. Çarlık ve Sovyet döneminde Türklere karşı uygulanan bu politikaların amacı, Türklerin birleşmesini önlemek ve Müslümanların Müslüman olduklarını unutturmaya çalışmaktı. Esaret altına düşen bir milletin onuruyla yaşaması imkansızdır. Dün bunu, Rusya’da görmüştük, bugün Irakta görmekteyiz. Allah, esaret altındaki bütün mazlum toplumların yardımcısı olsun. Bugün, Türk coğrafyası üzerindeki Rus tehdidi çok azalmıştır. Buna karşılık, Batı emperyalizminin (ABD_AB) tehdidi, her alanda kendini hissettirmektedir. Hatta örtülü bir işgalle karşı karşıyayız. Küreselleşme hikayeleriyle beyinler ele geçirilmiş ve bu yüzden Türk insanı Türk gibi düşünemez olmuştur. Öyle ki vatanın birliğine yönelmiş tehditlerin bile farkında değiller. “Hürriyet ve İstiklal benim karakterimdir.” diyen Atatürk’ü çok arıyoruz. 9 İnceleme Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 10 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 Kültür sanat Bırak beni haykırayım / susarsam sen matem et. TÜRK GENÇLİĞİNE ÇAĞRI Ancak ağıt yakarız, şehit kahramanlara. “Ne gelir elden?”deme; çabala, çözüm ara! Vatan gidiyor, vatan! Ağlama zamanı mı? Hem böler, hem satarlar; onların vatanı mı? Hep sayıp duruyorsun, medyada hainleri Bilmez olur muyum hiç… Para olmuş dinleri. Onlar kuldur, velâkin, Allah’ın kulu değil! Washington’un, Paris’ın kullarıdır, bunu bil! Kimi sözde hümanist, kimi sahte demokrat; Kimine“liboş”derler, kimi kafadan sakat. Türklüğe düşmanlıktır, her vakit işi gücü. Olmalı milletinden alınacak bir öcü. Ağzı hep fitne yayar, kaleminden kin damlar, Ekranı parsellemiş çirkin çirkin adamlar. Bir gün Hırant’ı över, öbür gün Barzani’yi Maval okur durmadan, bulmuş da bir enayi. Öz yurdumuzdan bizi nerdeyse kovacaklar, Fırsat buldukları an, inan ki boğacaklar. VEDA Şehit Bahtiyar Şimşek’e Ne bahtiyarsın yiğit!Bayrağıma kan verdin. Ne bahtiyarsın şehit! Vatanıma can verdin. Ne bahtiyarsın civan! Ulaştın ya Mevla’ya Ne bahtiyarsın ey can! Yükseldin arş-ı alaya Sen giderken bayrakla bezendi tüm yollar Sen giderken tekbirler getirdi bütün diller Sen giderken duaya açıldı cömert eller Sen giderken sevginle doldu mahzun gönüller O gün Kaman ilçesi ağlayan diyar oldu O gün yüce milletim özünü duyar oldu O gün halk bütünleşti,kardeş oldu,yar oldu O gün Rabb’i katına çıkan Bahtiyar oldu O gün bir çocuk doğdu,Bahtiyar kondu adı O gün koç yiğitlerin”intikam” oldu andı O gün matemde herkes,o gün yürekler yandı O gün gözler yaş doldu,nice benizler soldu O “Bahtiyar Şimşek’ti”,”Şehit Bahtiyar” oldu 1 Kasım 2007- KAMAN Uğur Öztürk Ruhunu yitirmişsin diyorsun “neme gerek?” Böyle giderse, yarın suç olur, “Türk’üm”demek. İsterim ki bulmasın ecel beni yatakta Azrail alsın canım, çalışırken ayakta. Tepki göstermez misin, ceset misin be adam? Zillete katlanmanı, bir türlü anlayamam. Türklüğün düşmanları tükenir mi saymakla Onları lafta değil, eserlerinle hakla. Türkoğlu, tarih boyu onurunla yaşadın Özgürlüğün timsali bozkurt, öteki adın. Konuşur, konuşursun. Bu âlem işte sağır Fısıl fısıl olmuyor, Köroğlu gibi bağır Zalimin kılıcına bir kere eğilmedin. Düşenleri kaldırdın, ağlayana gülmedin. Yine de duymayacaklar o taşlaşmış yürekler Vatan senden lâf değil, önce icraat bekler Dün yalnızdın, bugün de… Düşmanların bir sürü Alp olup Kürşat gibi, mertliğe doğru yürü. Çalış didin, üret, yap; uğraş, atıl, koş, savaş! Büyük bir yürüyüşe hazırlık gör arkadaş! Yalnız bu yolda ölüm, yiğitlere şan olur Dökülen al kanlardan vatan gülüstan olur Takip et, atalarından kalın ulu izleri, Aşkınla geçeceksin alevden denizleri. Bu yüzden dilerim ki, bir gül de benden açsın Sultan Sülayman olsan, sen vatana muhtaçsın. KIZIKLI ÖZTÜRK 11 Röportaj Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 Bilgiyurdu Gençlik Dergisi Sordu Hasan Sami BOLAK Cevapladı Milliyetçilik öyle bir ateştir ki, yok edilemez, hapsedilemez. Kürre-i arzı patlatır ve çıkar.. Kayseri’de gazeteciliğin önde gelen isimlerinden biri olduğunuzu biliyoruz. Bu mesleğe nasıl başladığınızı bize anlatır mısınız? 1960 Yazında, Tevfik Özçakı ve Fikret Kavafoğlu tarafından yayınlanmaya başlayan Sabah gazetesinde mürettip, müsahhih ve daha sonra da baskı makinesi ustası olarak gazeteciliğe ilk adımı attım. Lise sonda idim ve çalıştığım gazetenin matbaasında birkaç sayı Damla isimli bir dergi çıkardım. Daha sonra askere gittim ve askerlikten sonra da Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisinden mezun oldum. Bu güne kadar hangi gazeteleri kurdunuz, hangi gazetelerde çalıştınız? -Kayseri’de Milli Ülkü, Yeni Sabah, Orta Doğu, Millet ve Erciyes gazetelerini kurdum. Spor Kayseri, Kurultay ve Sel dergilerini yayınladım. Hâlen, Kayseri’de günlük olarak yayımlanmakta olan Erciyes Gazetesi’ nin sahibiyim ve bu gazetenin başyazarlığını yapmaktayım. Erciyes Gazetesi ayni zamanda elektronik olarak da yayınlanıyor ve burada da günlük yazılarım yer alıyor. Her mesleğin birtakım zorluklarının olduğu söylenir, gazeteciliğin de var mı? Başkasının kurduğu bir gazetede gazetecilik yapmak çok kolay.. Ama benim gibi sıfırdan başlayıp hem matbaa hem de gazete kurmak ve o gazetede hergün yazmak... Ömür törpüsü.. Sizin politik ve ideolojik bir geçmişinizin de olduğunu öğrendik. Bunları anlatır mısınız? Mesela Türk milliyetçiliği ile nasıl tanıştınız? Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 sanıkları Celal Bayar ve arkadaşları Kayseri Cezaevinde yattıkları için her gün yeni İstanbul Gazetesinin birinci sayfasında onlarla ilgili haberlerim yayınlanırdı. Ayrıca Türk Kültür Derneginde seminer ve panellere katılır, gençlerin eğitimleri için komando kampları denilen kampların kurulmasında yardımcı olur, öncülük ederdim. Meydan mitingleri, yürüyüşler düzenleyen ekiplerin içinde bulunurdum. 1962 de Kayseri’de sol kesimden satın alınıp milliyetçi bir hüviyetle yayınına devam eden Devrim Gazetesinin Genel yayın müdürlüğünü yaptım. Röportaj 12 Siyasete nasıl ve niçin atıldınız? 1967 yılı başında CKMP Kayseri teşkilatını kurarak bu partinin Kayseri bölgesinde seçime girmesini sağladım. Türk milliyetçileri siyaset vasıtası ile iktidar olsunlar istiyordum. Daha sonra partinin ismi MHP oldu. Kuruluşundan 12 Eylül’e kadar il yönetim kurulu üyesi ve 12 Eylülden hemen önce de 2 yıl İl başkanlığı yaptım. Bir Türk milliyetçisi olarak düşündüğünüz ve hayal ettiğiniz hedeflere ulaşabildiniz mi? -Türk milliyetçiliği ile 1958’de 16 yaşımda tanıştım. Rahmetli babam, İlhan Egemen Darandelioğlu’nun çıkardığı Toprak Dergisi’ni alır, o devirde Milliyet gazetesinde Objektif isimli köşesinde günlük fıkralar yazan Peyami Safa’yı okurdu.. Ben de o dergi ve gazeteleri okuyarak,Türk milliyetçiliği ile tanışmış oldum. Bir süre sonra da Toprak dergisinde yazı ve şiirlerim yayınlanmaya başladı. Daha sonra Milli Yol, Orkun, Milli Hareket, Devlet gibi hepsini hatırlayamadığım birçok dergilerde yazdım. (Toprak Dergisinin sahibi İlhan ağabey, 12 Eylül öncesinde sol görüşlü bir militan tarafından şehit edildi.) O dönemdeki milliyetçi önderler kimlerdi? -Atsız başta olmak üzere, kardeşi Nejdet Sançar önde gelen isimlerdi.. İkisi ile de tanışmak şansına sahip oldum. Daha sonra da Türkeş’le tanıştım. Yıllarca beraber çalıştık. Galip Erdem ağabeyimin bende çok emeği var. 12 Mart 1971 öncesi beraber Almanya’ya gittik ve iki ay kadar MHP organı bir gazete için finansman sağlamaya çalıştık. Hangi çalışmaları yapardınız? Her taşın altından çıkan bir tavır sergiler gibiydim.. Nerde mücadele-kavga-teşebbüs gerekli ise orda olmak isterdim. 1961-1962’de, milliyetçilerin yegane günlük gazetesi olan, Yeni İstanbul gazetesinin Kayseri temsilcisi idim. Yassıada Kısmen evet. Birincisi, bir matbaa ve gazete sahibi olmak istiyordum.. Bunu başardım. Rusyanın egemenliği altında bulunan Türk illeri bağımsız olsunlar istiyordum; bunu gördüm. İnşallah Çin egemenliği altındaki Doğu Türkistan’nın kurtuluşunu görmeyi de Allah’ım bana nasip eder. Ancak, erişip, görebildiklerim, erişip görmek istediklerimin onda biri bile değil.. Kafamdaki Turan devleti kurulmadan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi gerçekleşmeden göçüp gidersem hayallerimin gerçekleştiğini görmem için beni tekrar dünyaya getir diye yüce Allah’ıma dua ederim.. O, neyi isterse olur, nasıl isterse olur çünkü. Günümüzde “Türk milliyetçiliğinin yükselişte olduğu” söyleniyor. Bu görüşe katılıyor musunuz? İnsanlar kavim kavim yaratılmışlar.. Dünya durdukça Kavimler olacak, kavimler olduğu sürece de her kavim kendi doğruları ve doğrultuları yönünde kavmiyetçi olacaklardır.. Türk milliyetçiliği kısa iniş ve çıkışlarla hep vardır ve var olacaktır. Milliyetçilik öyle bir ateştir ki, yok edilemez, hapsedilemez. Kürre-i arzı patlatır ve çıkar.. Gençlerimize, öğüt ve tavsiye olarak neler söylersiniz? En büyük iftiharlarının Türk olarak yaratılmış olduklarını unutmasınlar, yeter! Kaldı ki, ayrıca İslâmla taclandırılmış bir ırkın mensupları olarak ne kadar gurur duysalar yine de azdır. Kalpte iman, bilekte güç gençlerimizin en büyük sermayesi olmalıdır.. Büyük düşünsünler, büyük hedefleri olsun ve küçüklükleri küçüklere bıraksınlar! Türke yakışan budur! HASAN SAMİ BOLAK Türk gazeteci, şair, yazar, radyo ve Tv programcısı Doğumu: 10 Mayıs 1942 Kayseri / Türkiye Hasan Sami Bolak (d. 10 Mayıs 1942, Kayseri), Basın Şeref Kartı sahibi gazeteci, şair, yazar, radyo ve Tv programcısı. 1960 yılından beri faal gazetecilik yapıyor. Kayseri Lisesi’ni bitirdi. Askerliğini Menemen Özel İhtisas Taburu’nda “Özel eğitimli tahrip uzmanı” olarak tamamladı. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Sanayi Bölümü'nden mezun oldu. Kayseri Belediyesi’nin ilk Basın Yayın Müdürü olarak göreve başladı. Alparslan Türkeş’in Genel Başkanı olduğu Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’nin ilk Kayseri teşkilatını kurdu ve partinin Kayseri’de seçimlere girmesini sağladı. Kayseri’de Milli Ülkü, Yeni Sabah, Orta Doğu, Millet ve Erciyes gazetelerini kurdu. Spor Kayseri, Kurultay ve Sel dergilerini yayınladı. Hâlen, Kayseri’de günlük olarak yayımlanmakta olan Erciyes Gazetesi’nin sahibi ve başyazarıdır. Erciyes Gazetesi ayni zamanda elektronik olarak da yayınlanıyor ve Hasan Sami Bolak’ın burada da günlük yazıları yer alıyor.(1) Türkiye’de özel radyoların faaliyete geçmeye başlaması üzerine, 2 Ekim 1992 tarihinde, 93.5 MHz FM bandından yayın yapan, Kayseri’nin ilk özel radyosu Star fm’i kurdu. 1992 - 2004 yılları arasında, kesintisiz 24 saat Türk sanat musikisi yayını yapan Star fm’in sahip ve yöneticiliği sırasında, 1000’den fazla Türk musikisi programı hazırladı ve sundu. Bu programların özetini daha sonra Türk San’at Mûsıkisi Bestekârları ismi altında yayınladı. Kayseri’deki bütün televizyonlarda sayısız siyasi ve edebi programı hazırladı ve yönetti. Dr. Recep Doksat’tan hipnotizma ve spiritüalizm, Mehmet Mete’den elektronik - yüksek frekans dersleri aldı. Sahibi olduğu Star Fm radyosu vericisinin power katını kendi yaptı. Bir süre, Mesmer metodu ile hipnoz uygulamalarında bulundu ve bunları günlük bir gazetede (Devrim Gazetesi-Kayseri-1962) dizi halinde yayınladı. Mavi Gömlekliler isimli tiyatro eseri bir çok kere sahneye kondu ve Münih’teki Radio Liberty ‘nin (Azatlık Radyosu) Kazak, Özbek ve Uygur seksiyonlarında 1972’de skeç olarak yayınlandı. Çeşitli gazete ve dergilerde yüzlerce makale yazdı. Yurt içi ve yurt dışında onlarca ilmi ve siyasi konferans verdi.. 1968’de ülkücü gençlerin katıldığı ve kamuoyunda Komando Kampları diye adlandırılan Türkiye’nin ilk ülkücü eğitim kampını Kayseri’de kurdu. Bu ve daha sonraları kurduğu diğer üç kampta gençlerin teorik ve pratik eğitimlerine fiilen katıldı. 12 Eylül 1980 öncesinde iki yıl süre ile MHP Kayseri İl Başkanlığı yaptı. Kayseri Akşam Lisesi’nde iki yıl edebiyat - kompozisyon ve felsefe öğretmenliği görevlerinde bulundu. Almanca, İngilizce biliyor. Aruz ve hece vezinleri ile yazdığı birçok şiiri tanınmış dergiler, ansiklopedi ve antolojilerde yayımlandı. Bestekâr Erol Sayan tarafından mâhur makamında bestelenmiş bazıları ise TRT repertuvarında yer aldı. Lisede 18 yaşında iken çıkarmaya hazırlandığı Mor Gülüşler ismindeki şiir kitabının birinci fasikülünü bastırdıktan hemen sonra edebiyat öğretmeninin tavsiyesi üzerine bu fasikülü yaktı. 1973’te Kayseri’de ilk ofset matbaayı, 2005’te ilk web Ofset gazete baskı sistemini kurdu. Türkiye’nin ilk ortokromatik film gazete sayfasını çeken horizantal yerli (57X82) repro kamerasını imal etti. (1973) Hasan Sami Bolak, Basın Konseyi daimi üyesi ve Basın Şeref Kartı sahibi olup, yine kendisi gibi Basın Konseyi daimi üyesi ve Basın Şeref Kartı sahibi Mevlüde Nevin’le evlidir ve Beyhan, Fatih ve Nihan isimli üç çocuk sahibidir. Kendisi ve eşinden başka çocukları da basın sektörü ile ilgilenmektedirler: Dr. Beyhan Bolak Hisarlıgil, mimari içerikli “TOL” dergisinin genel editörü, Fatih Bolak ise Erciyes Gazetesi’nin Yazı İşleri Müdürü ‘dür. Dış bağlantılar [değiştir] Biyografi Portalı Konuyla ilgili diğer Wikimedia sayfaları: Wikimedia Commons’da Hasan Sami Bolak ile ilgili çoklu ortam belgeleri bulunmaktadır. Özgür kütüphanede Hasan Sami Bolak ile ilgili belge kayıtları bulunmaktadır. Özdeyişlerde Hasan Sami Bolak ile ilgili bilgi bulunmaktadır. (1) Elektronik Erciyes Gazetesi “http://tr.wikipedia.org/wiki/Hasan_Sami_ Bolak”’dan alındı 13 Biyografi Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 İnceleme 14 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 DİL ve EDEBİYAT Prof.Dr. Şuayip KARAKAŞ Yazıya, dilin insan ve millet hayatındaki önemine işaret eden bir şiirden bahsederek başlamak istiyorum. On yıl kadar önce, Özbekistan’da yayımlanan bir dergide, Dağıstanlı Avar şairi Resul Hamzatov’un Özbek Türkçesine tercüme edilen bir şiirini okumuştum. Ana Dili adlı bu şiirde, önce, Dağıstan dağlarının zirvelerinde, bulutların yanı başında uçan iki kartal tasvir edilmektedir. Kartallar uçarken, biri aşağıda, dağ başında bir karaltı fark eder; bunun üzerine ikisi birden hızla bu karaltıya doğru süzülürler, yaklaşırlar ve bu karaltının, ölen bir Avar’ın cesedi olduğunu görürler. Kartallardan biri diğerine, “Vah vah, pek de gençmiş, yazık olmuş”, der ve her ikisi birden Avar diliyle ağıtlar söyleyerek gencin baş ucunda döne döne uçmaya başlarlar. Bir müddet sonra, Avar dilinde söylenen ağıtların tesiriyle ceset önce kıpırdamaya başlar ve nihayet canlanarak ayağa kalkar. Delikanlının yeniden hayata dönmesine sevinen kartallar, bu defa neşeli şarkılar söyleyerek tekrar bulutlara doğru yükselip gözden kaybolurlar. Şair Resul Hamzatov, bu şiirinde, ana dilinde söylenen bir ağıtın ölüye can vereceğini, ölen veya ölmekte olan bir milleti canlandırarak tekrar hayata döndürebileceğine olan inancını terennüm etmektedir. Yazının adı olan “Dil ve Edebiyat” bahsine gelince, herkesin bildiği gibi edebiyat, malzemesi dil olan bir sanat faaliyetidir. Mimarın inşaat malzemesini kullanarak saray inşa etmesine mukabil, bestekâr sesleri notaya çekerek nihâvend şarkılar, ressam da paletindeki boyalarla fevkalâde tablolar hazırlar. Şair ve yazar ise dili kullanarak yeni dünyalar kurar, sizi kaf dağının ötesine, hayalinizdeki iklimlere sürükler; sizi düşündüren, bazen güldüren, bazen ağlatan, coşturan harikulâde bir şiir, bir roman veya başka türde bir edebî eserle karşılar. Ancak sanatkâr, hayalini süsleyen eserini ortaya koyarken, malzemesini hiçbir zaman hoyratça ve tesadüfen bir şey ortaya koymak üzere rastgele kullanmaz. Sanatkâr, sahip olduğu ve çok iyi tanıdığı malzemesini, güzellik noktasından hareketle mesleğinin gerektirdiği tekniklere bağlı kalarak kullanır. Bu sebeple, kalem sahibi de dili bayağılıktan ve alelâdelikten kurtararak, kabalık ve çirkinliklere bulaştırmadan en doğru ve en güzel şekilde kullanmak mecburiyetindedir. Kalem sahibi, dile mücevher kıymeti kazandıran kimsedir. Zira edebî eser, sanatkârın, dili somutlaştırarak güzelliğini gösterdiği bir mekân, bir zemin, bir tecelligâhtır. Başka bir ifadeyle edebî eser, dilin ete kemiğe bürünüp şiir diye, hikâye diye görünmesidir. Bu sebeple gelişip güzelleşmesi ve kuvvet kazanması için dil cevherinin, tarih içinde sanatkârlar tarafından her defasında farklı usûller denenerek, bıkmadan usanmadan zevkli bir şekilde işlenmesi gerekir. Zira hiçbir cevher, topraktan çıktığı hâliyle bir mücevher değildir. Aynı şekilde dil de sözlükten rastgele dökülüveren bir kelime yığını değildir. Evet, dil, şüphesiz hantal ve cansız bir kelime yığını değildir; bilâkis kelimelerin, herkesin bildiği genel kurallara bağlı kalarak dimağı aydınlatacak ve hoşa gidecek tarzda, tıpkı bir bestenin notaları gibi sıralanması sanatıdır. Edebiyat, dile beste, yani söyleyiş güzelliği kazandırma ve bu güzellik duygusu içersinde dünyayı keşfetme ve keşfedilen dünyayı güzellik çerçevesi içinde sunma sanatıdır. Dil hiç şüphesiz, insanı alelâde ve yalnız bir varlık olmanın üstüne çıkararak milletin bir parçası hâline getirmektedir. Dil sayesindedir ki, insanlar kader birliği etmek fikri etrafında birleşirler, âhenkli bir toplum teşkil eder ve millet hâlinde yaşarlar. Hiç şüphesiz dil, milletin fertleri arasındaki en önemli rabıtadır; fertleri, varlığını somut olarak fark edemediğimiz bir bağ ile birbirlerine bağlar. İnsanlar şahsî kıymetleri dolayısıyla belki ayrı ayrı birer inci tanesi, ancak etrafa saçılmış başı boş inci taneleri gibidir. Dil, işte bu dağınık hâldeki inci tanelerini âhenk içersinde bir araya toplayarak yekvücut hâline getiren, bu toplanma dolayısıyla şahsî değerleri üstüne yeni değerler kazandıran, ancak varlığı dışarıdan fark edilmeyen gizli bir bağdır. Âhenk içersinde bir araya gelmek, her bakımdan uyumlu bir toplum hayatını idrâk etmek, millet seviyesine yükselmek demektir. Şimdi, bu genel bilgilerden sonra, bir iman derecesinde itiraf etmek gerekirse, bizim dilimiz, Türkçemiz, kendi sanatkârlarının elinde bin bir zevkli renge bürünerek, her devirde sayısız zarafet örnekleri sergileyerek, Türkistanlı büyük şairimiz Ali Şîr Nevâî’nin söylediği gibi ülkeler fethederek ve fethettiği ülkeleri Türk oğlu Türk’ün ebedî vatanı hâline getirirken kendisi de gelişerek her fikri ve her duyguyu ifade edebilecek müstesna bir kudret ve inceliğe ulaşmıştır. Türkçenin ifade kudretine ve inceliğine olan bu iman, elbette hem sahibi, hem de vârisi olan Türk milletinin büyüklüğüne olan imandır. Bu sebeple bizim sesimiz olan Türkçe, bizim türkülerimizin, bizim ağıtlarımızın yankılandığı vatanın sesidir. Türkçe, vatan coğrafyasında bizimle beraber bize ait olan her şeyin sesidir. Kırımlı büyük romancı Cengiz Dağcı, işte bundan dolayı vatanını kaybeden bir yazar olarak, “Vatan dediğin dilden ibarettir aslında”, demektedir. Rumeli fatihlerinden akıncı beyi Şehsuvar Paşa’nın torunu olan büyük şair Yahya Kemâl Beyatlı da yine aynı düşüncenin eseri olmak üzere, Türkçenin çekilmediği her yeri, Türk’ün vatanı saymaktadır. Yahya Kemâl, bugün için siyasî olarak kaybedilmesine rağmen dilimizde ve gönlümüzde vatan olarak yaşamaya devam eden Üsküp şehrini, Kaybolan Şehir şiirinde şu mısralarla hatırlar: Üsküp ki Yıldırım Bayezid Han diyârıdır, Evlâd-ı Fâtihân’a onun yâdigârıdır. Firûze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhıyle biz’di o. Üsküp ki Şar dağında devâmıydı Bursa’nın, Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın. Üç şanlı harbin arşa asılmış silâhları, Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları. Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa, Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa. Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için. Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene. Şaire göre, kaderin bir cilvesi olarak artık siyasî sınırlarımızın dışında kalmış olan Üsküp ve Gazi Mustafa Kemâl Paşa’nın beşiği olan Selânik’le beraber Manastır, Sultan Murad’ın kalbini bıraktığı Kosova, al topuklu kızların gezindiği Vardar ovası, Müftü Hüseyin Raci Efendi’nin “Azîz-i vakt idik” diyerek hatırladığı Zağra, kıpkızıl gül bahçelerinin içindeki Kızanlık, Demir Baba’nın ebedî istirahatgâhı Deliorman, kara kaşlı civan Aliş’imin yurdu olan Tuna sahili ve elbette taşlaşmış kalplere, sağır kulaklara horyat horyat feryatlarını duyurmaya çalışan Kerkük ve Musul ve Türkçenin konuşulduğu daha nice şehirler ve yurtlar, her gün daha da artan bir hasretle ve haklı olarak hâlâ yolumuzu gözleyen vatan topraklarımızdır. Türk’ün vatanı olarak, bize sadece Edirne’den Ardahan’a uzanan bugünün Türkiye’sini telkin eden ve hatta bunu bile çok gören anlayışa inat, biz hudutların ardında kalan yaslı şehirlerimizin türkülerini de, berideki şehirlerimizin türküleriyle beraber, kalbimiz sızlayarak olsa da, söylemeye devam edeceğiz. Zira Türkçe, vatanın sesi olarak, kaybedilen ve elimizde kalan yurtların hatıralarından tekevvün etmiş ortak sestir. Türkçenin hayattaki en büyük şairlerinden olan Azerbaycanlı Bahtiyar Vahabzâde, dilin teşekkülünü ve mahiyetini, Ana Dili şiirinde şu mısralarla terennüm eder: Bizim uca dağların sonsuz ezemetinden, Yatağına sığmayan çayların hiddetinden, Bu torpagdan, bu yerden, Elin bağrından gopan yanıglı neğmelerden, Güllerin renglerinden, çiçeklerin iyinden, Mil düzünün, Muğan’ın sonsuz genişliyinden, Ağsaçlı babaların eglinden, kamalından Düşmen üstüne cüman o Gıratın nalından Gopan sesden yarandın. Sen halgımın aldığı ilk nefesden yarandın. …………………………………….. Ana dilim, sendedir halgın egli, hikmeti, …………………………………………. Sende menim halgımın gehremanlıgla dolu Tarihi varaglanır, Sende neçe min illik menim medeniyetim, Şan-şöhretim sahlanır, Menim adım-sanımsan, Namusum, vicdanımsan! Buna göre Türkçe, bizim yüce dağların sonsuz azametinden, yatağına sığmayan ırmakların hiddetinden, bu topraktan, bu vatandan, milletin bağrından kopan yanık nağmelerden, güllerin renginden, çiçeklerin kokusundan, ovaların genişliğinden, ak saçlı dedelerin, ninelerin aklından, hayat tecrübesinden, güngörmüşlüğünden, düşman üstüne atılan Köroğlu’nun Kırat’ının nalından kopan sesten, Türk milletinin ilk yaratıldığı gün aldığı ilk nefesten yaratılmıştır. Türk milletinin aklı, hikmeti, kahramanlıkla dolu tarihi, binlerce yıllık kültürü, medeniyeti, şanı ve şöhreti Türkçede saklıdır. Türk milletinin yaradılıştan beri bütün hikâyesini muhafaza eden Türkçe, milletin adı olmuştur, namusu ve vicdanı olmuştur. Bu sebeple Türkçeyi başka diller yanında hor görmek, aşağılamak ve ondan vaz geçmek, kendi kendimizi inkâr etmek mânâsını taşımaktadır. Bahtiyar Vahabzâde’nin aynı şiirde, kendi dilimize karşı böyle yanlış bir tavır içersinde bulunanlar için de söyleyecek sözü vardır. Şair, onlara şu mısralarla seslenmektedir: Ey öz doğma dilinde danışmağı ar bilen, Fasonlu edabazlar, Gelbinizi ohşamır goşmalar, telli sazlar. Bunlar goy menim olsun, Ancak veten çöreyi, Bir de ana üreyi Sizlere genim olsun. Yani, ey, kendi ana dilinde konuşmaktan utanan fiyakalı züppeler, bizim türkülerimiz, bizim telli sazlarımız sizin hoşunuza gitmiyor. Öyleyse, bırakın, bunlar benim olsun, ancak vatanın ekmeği ve ana yüreği sizlere haram olsun. Türkiye’den Ziya Gökalp, Lisan adlı şiirinde, Güzel dil Türkçe bize, Başka dil gece bize. mısralarıyla başka diller karşısındaki millî tavrını ortaya koyduktan sonra, başka dillere heves eden veya Türkçenin yanına başka dilleri ortak koşmaya yeltenenlerin asıl niyetlerinin milleti bölmek olduğunu, 1916 yılında, yani tam doksan iki yıl önce şöyle haber vermektedir: Tûrân’ın bir ili var, Ve yalnız bir dili var. Başka dil var diyenin, Başka bir emeli var. Dil, vatanın bölünmez bütünlüğünün ve istiklâlinin sesidir; edebiyat, bu sesin bir şarkı, bir türkü güzelliğine erişmesi; şair ise milletin arzusunu, sevincini, neş’esini, aşkını, ümidini, kederini, feryadını dile getiren, yani vatanın sesini dillendiren kimsedir. Şairlerimiz eserlerini bu inançla yazmışlar, Mehmet Emin Yurdakul’un ifadesiyle, “şairleri haykırmayan milletin sevenleri toprak olmuş öksüz bir çocuk”tan farkı bulunmadığını düşünmüşlerdir. Edebiyatımızda, bu inançla eserler veren şairlerimizden biri de hiç şüphesiz Mehmet Âkif Ersoy’dur. 15 İnceleme Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 İnceleme 16 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 Bugün, hilâl uğrunda nice güneşlerimizin battığı yer olarak Çanakkale’yi her zikrettiğimizde, şehitler ordusuyla beraber Âkif ’i de hatırlıyor olmamızın elbette haklı bir sebebi bulunmaktadır: Bu sebep, şehitler için muhteşem bir âbide olmak üzere yazdığı kuğunun şarkısına emsâl olan destan şiirdir. Anlatılanlara göre, kuğu, en güzel ve en canhıraş şarkısını ömrünün son deminde söyler ve ardından ölürmüş. Kuğu, bu son şarkısını söylerken, tabiatta her şey susar, bütün canlılar sadece onu dinlermiş. Bundan dolayı Fransızlar, bir şairin en güzel şiirini, “chant du cygne”, yani kuğunun şarkısı diye tarif ederler. Yakın dostu Süleyman Nazîf, Âkif ’in Âsım adlı şiir kitabını değerlendirirken, bilhassa onun Çanakkale’deki şehitlerimiz için yazdığı bu âbide şiirinin, bin bir ıztırap içinde ufûl eden altı yüz senelik bir devrin, yani Osmanlı devletinin, Âkif ’in dehâsına söylettiği bir kuğu şarkısı olduğunu belirtir. Yine Nazîf, bir ilâhî metin, bir vahiy gibi mukaddes kabul edilen bu harikulâde şiiri, Âkif ’in aynı zamanda mi’râcı olarak görür. Nazîf ’e göre, Türk milleti bitmez, tükenmez musibet ve zayiat karşısında ağlarken, Allah ona bu ilâhî şiiri, Tuna’nın yetim kıyılarından, Yemen’in öksüz sahillerine kadar hükümran olmuş bir devrin sona eren ihtişamını ebediyyen yaşatmak üzere söyletmiştir. Şair evvelâ, “Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?” sorusunu sorar ve tarihin bile kucaklayamayacağı bir azametin sahibi olarak gördüğü Çanakkale’deki şehitlerimizi ebediyyetlere, Allah’ın sonsuz rahmetine emanet eder. Şehidin başucuna, mezar taşı olarak Kâbe’yi dikmek ve üzerine de kitabe olarak ruhunun vahyini, Tanrı’nın, kalbine ilhâm ettiği ilâhî bir metni yazmak ister. Sonra, gök kubbeyi bütün yıldızlarıyla birlikte tıpkı atlas bir örtü gibi sıyırıp kanayan lâhdine sermek, Tanrı’nın rahmet ve bereketini getiren nisan bulutlarını o türbenin üstüne bir tavan gibi çatmak ve yedi kandilli Ülker yıldızını, tıpkı bir âvîze gibi oradan uzatmak ister. Şehit, bu âvîzenin altında kefen yerine, kendi mübarek kanına bürünmüş uzanırken, gece mehtabı getirerek bir türbedar gibi tan vaktine kadar başında bekletmek, gündüzün âvîzeyi güneşin nuruyla doldurmak ve nihayet akşamın kan rengi tülleriyle yarasını sarmak ister. Ancak şair, bütün bu harikulâdelikleri yapabilecek olsa bile, bunlar onun asıl yapmak istediklerinin yanında sönük bir manzara arz etmektedir. Başka bir ifadeyle, insanoğlunun hayal edebileceği hiçbir şey, hatıralarıyla ufuklarımızı, istikbâlimizi bekleyen ve aydınlatan şehitlerimize minnet ve şükranlarımızı ifade edemez. Bu sebepledir ki, şair, Tanrı’nın ordusu olan Türk milleti için, hilâl ve yıldızı Türk’ün kanında buluşturan bayrak için, dîn-i mübîn İslâm için, mukaddesâtımızı ihyâ ve himaye eden vatan için, her biri tepeden tırnağa birer mermi, birer süngü kesilerek düşmana atılan bu kahramanlarımızı, nihayet Hazret-i Peygamber’in kollarına emanet eder: Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. Mehmet Âkif ’i muhayyilenin üstüne, mi’râca çıkararak ona, bizim, çın çın öten kelimelerimizden örülmüş bu edebî ve ebedî şehitler âbidesini inşa etme imkânı veren Türkçe, hiç şüphesiz kudretli bir dildir. Başka bir ifadeyle Türkçe, Âkif ’in dehâsına, bu mucize eseri terennüm ettirebilecek kabiliyette müstesna bir dildir. Türk roman sanatının zirve ismi Hâlit Ziyâ Uşaklıgil, bu dille, “Ben eski Bâbıâlî kâtiplerinden işittiğim süslü dili sevdiğim gibi, Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarâfetlerle dolu Türkçesini de sevdim”, diye öğünür. Aynı Türkçe, Ahmet Hâşim’in dilinde ise sessiz bir şarkıya dönüşür. Son asırda Süleyman Nazîf, Ömer Seyfeddin, Refik Hâlid, Ahmet Hâşim, Yakup Kadri, Reşat Nuri, Faruk Nâfiz, Peyami Safa, Tanpınar, Atsız, Ârif Nihat Asya, Necip Fâzıl, Târık Buğra ve daha nicelerinin dilinden beste değerinde eserler veren aynı Türkçe, Yahya Kemâl’in ağzında “anne sütü” olur. Bahtiyar Vahabzâde de Yahya Kemâl’in bu mütalâasını kendi şivesinde şöyle dile getirir: İlk mahnımız lâylânı anamız öz südüyle İçirir ruhumuza bu dilde gile-gile. (İlk şarkımız olan ninniyi anamız kendi sütüyle İçirir ruhumuza bu dilde damla damla.) “Sürgündeki derviş” olarak şöhret kazanan Özbek şair Muhammed Sâlih, Türkçenin söz konusu ifade kudretini, Türkiy Tilde Sözlemak adını verdiği şiirinde, bakın nasıl terennüm ediyor: Türkiy tilde sözlemak âsân, Türkiy tilde sözlemak nekadar kıyın. Nekadar lezzetli bu tilde sözlemak, nekadar aççık. ……………………………………………… Kimnidir sevse , köksi ge sığmasa muhabbet, Türkiyde gepir, Kimnidir yaman körse , boğzi ge tıkılsa nefret, Türkiyde gepir. (Türk dilinde konuşmak kolay, Türk dilinde konuşmak ne kadar zor. Ne kadar lezzetli bu dilde konuşmak, ne kadar acı. ……………………………………….. Her kimi sevsen, kalbinden taşsa sevgi, Türk dilinde konuş, Her kimi yaman görsen, içini doldursa nefret, Türk dilinde konuş.) Sonuç olarak, şunu kabul etmek gerekir ki, dilin insanî, dinî, millî bütün değerleri ihtiva ettiği, artık herkesin malûmudur. Yani dil, yerine getirdiği fonksiyonu itibariyle, Fransızcadaki kültür kelimesinin Türkçedeki tam karşılığı derecesine yükselmiştir. Buna göre, edebiyat da, dilin yükselişini bütün ihtişamiyle gözler önüne seren bir ayna vazifesi görmektedir. O hâlde, bugün karşı karşıya bulunduğumuz şartları da göz önünde bulunduracak olursak, dilimize sahip çıkmak hususunda her zamankinden daha dikkatli davranmak, bizim hem insanî, hem dinî, hem de millî ibadetimiz olacaktır. TARİH ŞUURU Yavuz Sezer OĞUZHAN B izden başka kendi tarihine bu kadar yabancı, bu kadar uzak, bu kadar alakasız bir millet var mı acaba? Yakın ve alakadar olduğunu söyleyip de tarihine bu kadar düşman ve kindar bir millet var mı peki? Aslında bunlara iki büyük soru sorarak cevap vermek daha uygun olur. Kim bizim kadar “tarihini öğrenmekte” ve öğretmekte bu kadar ihmalkâr davranmakta? Kimin tarihi bizimki kadar çarpıtılmış ve birçok hakikat bizimki kadar gizlenmiş? Dünyada hiç kimse verilen tarihi bilgilerin tarafsız olduğunu iddia edemez. Hepsinin taraflı bir yanı mutlaka vardır. Çünkü tarih millidir. Herkes bu durumun meşruiyetini-bize(insanlara)kazandırdıklarını göz önünde bulundurarakartık kabullenmiştir. Bize öğretilen Türk tarihinden çıkardığımız sonuç; bizim ne kadar savaşçı medeniyet temsilcisi, inançlı, azimli… Aklımıza gelecek daha birçok olumlu meziyete sahip olduğumuzdur. Bir Türk olarak öğretilen özelliklerin birçoğuna inanmaktayım. Tabi bu inancı savunur- ken sadece ama sadece Türk kaynaklarına bakmak haksızlık olur. Güvenilir yabancı kaynaklara baktığımızda da hakkımızda söylenenlerin doğru olduğuna şahit olmaktayız. Olumsuz özelliklerimizin, zaaflarımızın bilinmesi de önemlidir. Tarihe gerçekçi yaklaşmazsak, kendimizi aldatmış oluruz. Özünde bu kadar iyi ve güzel hasletleri barındıran bir milletin ferdi olmak, gurur verici olmakla beraber her Türk gencine ayrı bir sorumluluk da yüklemektedir. Esasen; her Türk gencinin tarihini çok iyi bilmesi gerekmektedir. Sadece kendi tarihini değil dünya tarihi ve devletlerarası tarihi iyi kavraması faydalı olur. Günümüzde bazı gençlerin tarihe kayıtsız kalmalarını hoşgörüyle karşılamalıyız. Çünkü bizlere öğretilen tarih, kuru ve basit. Hal böyle olunca tarihi ancak ve ancak ders dışı kitaplardan ve esaslı tarihçilerden öğrenmek daha mantıklı geliyor. Aradaki farkı dolayısıyla durumun vahametini görünce tarihe dair bir durumda şüpheye düşebiliriz. Bizlere öğretilen tarihte bazı masumların ne kadar gayrı masum ve hainlerin ne kadar vatanperver olduğunu sadece dış kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Devlet, Sultan 2.Abdulhamid’in, Enver Paşa’nın, Kuşçubaşı’nın ve bunun gibilerin vatanperver olduğunu Fevzi Çakmak’ın Rauf Orbay’ın, Karabekir gibilerin ne derece önemli olduğunu; Musa Çelebi, Cem Sultan, Timur, Kavurt, Şah İsmail ve diğerlerinin nasıl değerli olduğunu önce milletine sonra dünyaya öğretmelidir. Bu devletin üzerine düşen çok büyük bir sorumluluktur. Türk, atasına kızgın, düşman yetişmemelidir. Okul müfredatında diğer Türk(tarihi) devletleri neden öğretilmiyor, o da başka bir sıkıntı. Hâlbuki Osmanlı, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Hun Devleti, Karahanlı Devleti, Göktürk Devleti nasıl bizimse Timur Devleti, Suriye Selçukluları, Babür Devleti, Kirmanlılar, Avarlar, Safevi Devleti Hazar Devleti de o kadar bizimdir. Ben ne kadar Mustafa Kemal’sem, Oğuz Kağan’sam, Atilla’ysam, Kül-Tekin’ sem, Satuk Buğra’ysam, Keykubat’sam, Bayezid’sem; o kadar da Babür’üm, Gazneli Mahmut’um, Eyyübi’yim, Timur’um, Şah İsmail’im, Karamanoğlu Mehmed’im… Ötüken, Buhara, Kaşgar, Erzurum, Kerkük, Kosova, İstanbul… Atalarımın ayak bastığı ve medeniyet yaydığı topraklar benim için mukaddes topraklardır. Binlerce senelik şanlı, şerefli mazisi olan Türk milletinin ferdi olmak, bizler için ayrı bir mutluluktur. Türk gençliğine düşen; tarihi şuuru benimsemesi ve çok zengin bir tarihe sahip olduğunu bilerek kendini tanıması. Hatta ve hatta Müslüman olmamız münasebetiyle ve Türk’ün olmazsa olmazı olan İslamiyet unsurundan dolayı İslam tarihini de bilip muhakeme etmek lazım gelir. Bu millet, İslamiyet’i kabul ettikten sonra onun bayraktarlığını layıkıyla yerine getirmiştir. Geçmişini bilmeyen, geleceğini inşa edemez. 17 Tarih Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 İnceleme 18 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 HACILARLI MESTİ ve TEMENNAİ Dr. Rasim DENİZ Bu çalışmamızda tebliğimize konu olarak seçtiğimiz Hacılarlı Halk şairi Mestî ile Hacılarla kayseri arasında bulunan Yılanlı dağında büyük bir tekke kurup fikir olarak Rafizilik siyasi yönden Şah İsmail’e hizmeti amaçlayan Anadolu’da ki Dâî’lerden biri olan Şeyh Temennâî’den bahsedeceğiz. Bazı cönklerde ve şiir mecmualarında “Hacılarlı Mestî” diye yazılı olan Halk şairi Mestî hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bilindiği üzere cönklerde umumiyetle şairlerin hayatları hakkında bilgi bulunmaz, sadece onların şiirlerinden beğenilenleri cönklere alınır ve gerektiği zamanda o şiirler okunurdu. Tebliğimizin birinci şairi olan hakkında bulabildiğimiz yazılı ve sözlü kaynaklar Onun mahlas ismi ve hece vezniyle yazılmış dört şiirinden ibarettir. Mestî: Bilindiği üzere Mestî takma isim olup şairin mahlasıdır. Kendisi bu mahlası niçin aldığı veya neden bu mahlas kendisine verildiği bilinmediği gibi Mestî’nin asıl adının ne olduğu da bilinmiyor. Onun hakkında bildiğimiz sadece mahlası olan Mestî, bir de 4 şiirinden ibarettir. Bu şiirlerde 5+6= 11’li ölçü kullanılmıştır. Şiirlerin redifleri de “...ş üzerine”; “...ra kaşların “ ayrıca bir şiirinde de üçlü redifte kullanmıştır; “olmuş var ne olacak ne olur”; “..ra gözlerin”; bir şiiri de redifsiz olup a ve ş harflerini kafiye olarak kullanmıştır. Mestî şiirlerini kaleme alırken Arabça ve Farsça’nın ağdalı kelimelerden kaçınmış, 19. yüzyılda halkın günlük hayatında her zaman kullandığı kelimelerden meydana gelen akıcı bir üslub kullanmıştır. Şair, kendi zamanından asırlarca önce yaşamış olan Şeyh Temennâî ve Onun uzantısı olan halkın Dokuz Osman olarak nitelediği, isimlendirdiği kimseleri şiirlerinde taşlamış ve onların dinî yönden sakıncalarını belirtmiştir. Mestî, her şair gibi o da güzellerin kaşına, gözüne vurgundur; güzellerin kaşları kudretten çekilmiş karalığı onu mest etmiştir. Şiirlerinde bu kaşların derdine çare olmasını umar ve sevgiliden deva, şifa bekler bu konuda şöyle der: Mestî seni öğer hasbeten lillah Mislin gelmemiştir cihana billah Nurdan halk eylemiş yaratan allah Kudretten çekilmiş kara gözlerin. Mestî, sevdiğinin gözlerini ahu gözlerine, kirpiklerini de hançere benzetir ve bunu şöyle dile getirir: Güzellerin nazı çok olur bazı Âşıklar ah çeker karadır yazı Âhu gözler etrafında pervazı Kirpikler hançermiş kaş üzerine Mestî, sevgilisini dünyaya, eşi benzeri gelmemiş bir şaha, bir sultana benzetir, fakat bu sultana ulaşamadığından ona yakın ve ona kul, olamadığından yakınır, düğün ve derneklerde sıkça okunup, söylenen “Eş eşini bulmuyor; Neden gönlün olmuyor” Meşhur halk türküsünü; yazmış olduğu üç ayaklı şiirinde başarılı bir şekilde kullanmıştır. Rûyin nûr bâbından alır rengini Güzeller şehrine kurar cengini Herkes ahlâkınca dengi dengini Ne bulmuş var ne bulacak ne bulur Mestî, kedisinden asırlarca önce yaşamış olan şair ve şeyh Temennâî’yi isim vermeden taşlar ve onlarla mücadele etmenin sevap olduğu hakkında kitap hükmü bulunduğuna işaret ederek şöyle der: Ayak kuru apdest alınmış derler Bizlerin namazı kılınmış derler Mürşitler bu yolda bulunmuş derler Takınca gerdana bir teslim taşı Şair burada halkın Dokuz Osmanlar diye isimlendirdiği, “namazımız kılındı, orucumuz tutuldu Mürşidimiz bu işi bizim için yaptı, bizim bunları yapmamıza gerek kalmadı” diye İslami kurallara uymayan bazı kimseleri Mestî açık bir dille taşlamaktadır. Mürşit dedikleri kimse ise Şeyh Temennâî den başkası değildir. Tebliğimizin ikinci bölümünde bundan bahsedeceğiz. Hacılarlı Mestî’nin Şiirleri: Hak güzel yaratmış bu bir âdemi On üç on dört sini yaş üzerine Ne güzel olmuş parmağın hatemi Dökmüşler bir elmas taş üzerine Güzellerin nazı çok olur bazı Âşıklar ah çeker karayı yazı Âhu gözler etrafında pervazı Kirpikler hançermiş kaş üzerine Mestî vasfın eder ta böylesine Hacet değil taksın gül neresine Sağ elini koymuş fes halesine Dedi ısmarıcın baş üzerine Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 Ayak kuru apdest alınmış derler Bizlerin namazı kılınmış derler Mürşitler bu yolda bulunmuş derler Takınca gerdana bir teslim taşı Mestiyâ’nın pendi raculi kitaptır Sanma bunu şeriatsız cevaptır Yetmiş kafir öldürmekten sevaptır Her kim tepelerse bir kızılbaşı1 lll Kul olam efendim sen kerem eyle Âkıbet düşürdü nara kaşların Gelmişim kapına bir imdat eyle Koyuvermez ki gidem kara kaşların Karadır kaşların kirpigin oktur Bilirim sevdiğim düşmanın çoktur Benim gibi sana kul olmuş yoktur Eylesin derdime çare kaşların Başına bağlama allı yemeni Mecnuna dönderdin efendim beni Âşıkı görünce vermez amanı Billah yandırdı nara kaşların Mestî seni över hasbeten lillah Mislin gelmemiştir cihana billah Nurdan halk eylemiş yaratan Allah Kudretten çekilmiş kara gözlerin lV Efendim cihana sen gibi bir şah Ne gelmiş var ne gelecek ne gelir Bu dehr-i cihan sırrına âgah Ne olmuş var ne olacak ne olur Rûyin nur-babında alır rengini Güzeller şehrine kurar cengini Herkes ahlâkınca dengi dengini Ne bulmuş var ne bulacak ne bulur Mestiyâ tastik eder aşk kitabını Âhir bulsa gerek ten turabını Vade tamamında ecel babına Ne bilmiş var ne bilecek ne bilir Kaynakçalar: Dr. Rasim Deniz. Özl. Ktp. Cönk.49. V. 38 a. Ahmet Şükrü Esen Defterleri İst.Tarih. Vakfı: Defter; XX (45, 204) Defter; XXll (8/1, 9, 60, 61) 1 Not: kızılbaş burada bizim bildiğimiz kızılbaş olmayıp Temennaî’nin müritleri olan Şah İsmail’e bağlı Rafizî olan kimselerdir. Defter; XXVl (679, 684) Ank. Millî Ktp. İbni Sina Bl. Cönk 4 V.(401 b) Şeyh Temennâî: (D...?-1500?) Şeyh Temennâî’nin asıl ismi bilinmiyor.Yazılı kaynaklarda Onun sadece Şeyh olduğu,şair olup mahlasının da Temannâî olduğu yazılıdır. Temennâî’nin asıl adının ne olduğu bilinmediği gibi, asıl memleketi de bilinmemektedir. Kayseri ile Hacılar arasında bulunan Yılanlı Dağı güneyinde büyük bir tekke kurduğu bilinmekte ise de buraya niçin geldiği ve ırkının, soyunun ne olduğu da meçhuldür. Bilinen bir gerçek Temennâî, iyi bir Arabça ve şiir yazabilecek kadar iyi bir Farsça bildiği bazı kaynaklara göre de yazma bir divanı olduğu bilgiler arasındadır. Ancak çoğu şiirleri Tekke kurup mekan tuttuğu bölgenin dili olan Türkçe yazdığı bilinmektedir. Temennaâî, hakkında yazma kaynaklara baktığımızda Onun bir kalenderî olduğu, Mezheb-i Tenasüh yani ruh göçüne inanan bir felsefeye mensup olduğu hatta Onun ataist (dinsiz) biri olduğu yazılmıştır. Latifi Tezkiresinde Temenâî için şu görüşleri ileri sürer: “Temenâyî aleyhi mâ yüstehak: Kayseriyye kurbunda (yakınında) bir Kalender idi.İlm-i hurûfa ve Mezheb-i Tenâsüh’a müteallak kitaplar cem’ idüp yanına hayli zenâdıka ve melâhide (Allah’ı inkar eden dinsizler) la’netüllah ala hadde müçtemi’ olmuşlar idi. “Âdem âlem-i kübra; ve mazhar-ı Hazret-i Huda” diyüp “insan ot gibi biter; ve ot gibi yiter” diyen küfr-i gûyların biri idi. Bunlar âdem,büyük bir âlem ve Allah’ın nurunun yansıdığı yerdir deyip: “Ey sanem sen mazharu’llahsın Nüsha-i cümle kelâmu’llahsın” Ey put gibi güzel olan sevgili,insan en büyük bir âlem ve Allah’ın tecelliğâhıdır. diyü gördükleri mahbûba secde iderlerdi.Ve secdelerinde sehiv idüp tarık-ı İblis’e giderlerdi.Sultan Bayezid devrinde ol tayife-i şekâkın kimini âb-ı tığla iğrâk ve kimini ateşe atarak ihrâk ettiler. Bu matla’ anun derrihatından ve cümle küfriyatındandır: Beyt: “Sofu Kalender ol kazıt saçı sakalı Sana bu bir tuzaktır gider kîl ü kâli” Sofu, gel bu saçı sakalı kazıt da kalender ol; sana bu bir tuzaktır, gel bu dedi kodudan kurtul git... “Ebleh olma sofu ömrü virme sakın nesneye Gözün aç dîdâr-ı cennet hûri ğılman bundadır” Sofu, gel aptal olma, bu ömrünü boş yere tüketme, gözün aç. İlâhî güzellik, cennet, huri ve gılman bu dünyadadır. Esrârı tanımlayan bu matla’-ı Farisî dahi anın güftarındandır. “Habbatü’l-hadra ki ber kef-i ârifan çâkerdeend Ez hayâl-i o hezârân nükte peydâ kerdeend” İnceleme ll Her nerede olsa eder cemiyet Bir biri ardınca edip savaşı Dört mezhepten hariç bilmem ne millet Hakkı kabul etmez kesilse başı 19 20 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 İnceleme Âriflerin avuçlarına koydukları yeşil tane hayalinden binlerce nükte elde edilir. Latifî Tezkiresinde şu önemli ve manidar açıklamayı yapmak lüzümunu hissetmiştir ki Temennâî’nin ne olduğu kim olduğu bura da bütün yönleriyle göz önüne serilmektedir: “Mezheb-i islamı yok birkaç nefer Torlaklar2 La’neti vü bid’at-i şeytan ile ortaklar” İslâmî kurallardan yoksun birkaç Torlaklar La’netlenmiş sapık şeytan ile ortaklar “Çün libas-ı şer’i dinden âver ü uryandır bûlar Terk-i tecrid oldu sanman bir nice çıplaklar” Çünki bunlar, şeriat ve din elbesinden tamamen soyunmuşlardır. Bu çıplakları dünya ilgisinden uzak sanmayın. Bunlar bir gurup çıplaklardır. “Hiç birisinden değiller yetmiş iki milletin Cümleden merdûd ü hâriçdir bu kavm-i aklar” Bu kimseler yetmiş iki milletin hiç birisinden değillerdir. Bu serkeşleri her millet reddetmiş ve dışlamışlardır. Sayın Doç. Dr. Mustafa İsen Latifî Tezkiresinde Temennâî’den bahsederken onlar “Rafizilik mezhebi üzere ölmeyi ve o saçma inanç üzere can vermeyi şehitlikle bir tutup Fazlullah Hurufî’nin şu rübaisini işlerinde destur ve en güzel ölüm tarzı olarak benimsemişlerdi. Rübaî: “Aşk mutfağında iyinin dışındakiler kesilmez, zayıf özellik taşıyanları bu niteliklerinden dolayı öldüremezler. Eğer gerçek âşıksan öldürülmekten çekinme, öldürülmeyen şey murdardır.” diyor. Sayın Prof. Dr. Ahmet yaşar Ocak Kalenderiler isimli kitabında Temennâî’den bahsederken: "Kayseri yakınlarından olup şiirlerinde ateizmi terennüm eden” bir şair olduğunu ifade ediyor. Görülüyor ki, Temennâî hakkında başta Yazma tezkireler özellikle de latifî olmak üzere hiç de iyi düşünmemektedirler. Bazıları Onun Kalenderî, bazıları Rafizî ve bazıları da Ataist olduğu görüşündedirler. Hepsinin müşterek oldukları şey ise Temennâî’nin Kayseri yakınlarında yani Yılanlı Dağı eteklerinde mekan tuttuğu ve âşık şeyh olduğudur. Bu görüşte bütün kaynaklar birleşmektedirler. Bize göre Temennâî Kayseri’ye İran’dan gönderilmiş Şah İsmail’in Anadolu Dâîlerinden biridir. İnanç itibariyle de O, Rafizî mezhebine dahildir. Öyleyse Rafîzî nedir bu hususta kısaca bilgi sunmak yerinde olur kanaatindeyim: Abdullah İbni Sebe tarafından geliştirilen sebeiyye adlı aşırı şii akımın öteki adı olduğunu belirten Abdülkadir Bağdadî’nin bu açıklama2 Torlaklar: Prof.Dr. Ahmet yaşar Ocak Kalenderiler isimli kitabın S. 118 de belirttiğine göre; “Torlaklar bir Kalenderî zümresi olup, saç sakal, kaş ve bıyıklarını kazıtmakta, başlarını beyaz keçeden bir külahla örtmektedirler. Yarı çıplak vücutlarla ve yalın ayak gezmektedirler. Mahrem yerlerini koyun veya keçi postuyla örtüp kışın sırtlarını ayı postu ile soğuktan korumaktadırlar. sının daha doğru olduğu görüşünde birleştiler. Abdullah bin sebe, Ali’nin tanrısal nitelikler taşıdığını, Tanrı’nın Ali görüntüsüne büründüğünü (Hulu) bu nedenle Ali’ye inanmayanların Tanrı’ya da inanmamış olacaklarını, Halife seçiminde Ali’ye haksızlık edildiğini, Ebubekir, Ömer ve onların halifeliklerini onaylayanların kafir olduklarını, tanrısal özün Ali’den onun soyuna geçtigini öne sürerler ki bu inançta olara Rafizî denir. Görülüyor ki, bu görüş İslamî bir görüş olmayıp Yahudi asıllı birinin ortaya attığı ve zamanla siyasi bir nitelik kazanarak İran Mazdek inancı ile beslenip Anadolu toprakları üzerinde emelleri olan İran idarecileri bu inancı körükleyerek İslamda tefrika meydana getirip siyasî amaçlarına alet ettikleri bir gerçektir. Bu nedenledir ki, Şah İsmail ve ona bağlı olan Dâîler bir çok yerlerde toplum huzurunu din perdesi altında bozmaya ve Osmanlı topraklarında, her zaman irtibatta oldukları İran idarecilerinin yönlendirmesiyle kargaşa ve isyan çıkararak Osmanlı Türklerinin zayıf düşmesini sağlamaktır. Hatta bazı Şah İsmail Dâileri ve halifeleri Osmanlı ordusuyla çarpışmış zaman zaman büyük zayiatlar verdirmiştir. Şeyh Temennâî de Kayseri’ye gönderilmiş siyasi dâî ve halifelerden biri olmalıdır. Çünki halk bu kişinin etrafına topladığı dinsiz, ahlaksız ve edepsiz vurguncu, soyguncu, katil kimselerden malını, canını, ırzını muhafaza etmekte zorlanmıştır. Görünüşleri, giyinişleri dahi normal insanlara benzemeyen, işsiz, güçsüz, aylak aylak gezen, bulduğu yeri soyan, gördüğü kadınlara secde eden binlerce kişi Kayseri ve civarını hayli rahatsız etmiş, halk kendi bağ ve bahçesine varamaz olmuştur. Bu serseri güruhu ise kendi bağları imiş gibi civar bağlardan getirdikleri üzümlerle içki yapıp kullanmış. Esrar ve eroin imal ederek hem kendileri kullanmış hem de ticaretini yapmışlardır. Halk bunlarla başa çıkamayacağını anlayınca padişaha şikayete bulunmuş ve durumu bilen ve ona göre tetbiri almakta gecikmeyen Osmanlı Padişahının en kudretsisi ve en cesuru Yavuz Sultan Selim Han Şah İsmail’e gerekli dersi vermeye giderken Anadolu’da bulunan küçük büyük bütün Şah ajanlarını şeyh ve şair kılığında ki Daileri ve Halifeleri silindir gibi ezmiş geçmiştir. Anadolu toprağına bağlı, memleketi seven Türk asıllı hiçbir Aleviye ve kızılbaşa dokunmamış bilakis onları yanında harbe iştirak etmelerini sağlamıştır. Kayseri de mekan tutan vurguncu ve bozguncuların toplandığı Temennâî tekkesini Yavuz affetmemiş bir gecede bin kişi kadar Rafiziyi kılıçtan geçirmiştir. Seygalan Tepesi: Kayseri ve civarınca bilinen yılanlı dağında ki bu tepe halkın seygalan diye isimlendirdiği bu tepe aslında vurgundan, kılıçtan kaçan Rafizîlerin kaçarak çıktıkları tepedir. Temennaî tekkesinde buraya kadar sağlam vücutlu olanları kaçmış fakat burada Osmanlı askerleri 30 kişiye ulaşarak onları da öldürmüşlerdir ki, buranın ismi sî kalan farsça otuz kalan Rafizinin öldürüldüğü yer demektir. Dokuz Osmanlar: Yavuz Sultan Selim Han’ın tepelediği bin kişiden arta kalan dokuz kişi civar köylere cerre gitmiş olduklarından geldikleri zaman tekkenin yerle bir edildiği görüp asker tabiri ile arazi olmuşlar yani izlerini kaybettirmişlerdir. Bu dokuz kişinin tesadüfen mi ismi Osman yoksa izlerini kaybetirmek için mi Osman ismini şifre olarak aldılar bu husus henüz aydınlanmış değildir. Senelerce bulundukları yerlerde ve köylerde iyi bir müslüman gibi görünmek suretiyle yaşamışlarsa da daha sonra kendi inançları doğrultusunda olan kimseler bir araya gelerek Temennâî tekkesi görüşü olan “Abdestimiz alınmış, namazımız kılınmış, orucumuz tutulmuş bunları şeyhimiz bizim için yapmıştır” inancını yaymaya çalışmışlardır. Bu gün için de Kayseri ve civarında çok az kişi bu görüş ve inanışa bağlı olarak yaşamaktadır. Ancak bunları siyasi bir amacı yoktur. Bunları Dai ve halife de değillerdir. Ancak bu kimseler dini yönden tembel ve içkiyi seven zavallı insanlardır. Sorulduğu zaman ne Temennaî’yi ne de Temannâî tekkesini bilirler. Çoğu cahil köylü vatandaşlardır. Birkaç şair hariç... Netice: Netice itibariyle diyebiliriz ki Kayseri ve civarı tarihte bir çok şeyh namı altında sömürücü, vurguncu, siyasi emel taşıyan kişilerce mekan olarak seçilmiş ise de Kayseri ve civarı halkı bu kimselere itibar etmemiş, safık fikirlerini benimsememiş onlara ve onların fikirleri karşı durmayı bilmiş uyanık ve şuurlu insanlardır. Geçmişte böyle olduğu gibi zamanımızda da uyanık ve millî şuur ile beslenip kötü amaçlı kimselere fırsat fermeden yaşamak, gençlerimizi de bu konu da bilgilendirmek, onların tuzağına düşmelerini önlemek bizim asli görevlerimiz arasında olmalıdır. Kaynakça: Dr. Rasim Deniz Özl. Ktp. Latifî Yazma Tezkiresi V.42b. Doç. Dr. Mustafa İsen, Latifî tezkiresi S. 462-463. Ank. 1990. Araştırmacı,Yazar,Ahmet Emin Güven, Kayser’de Yazma Mecmualar, S. 4- 6.Kayseri.2000. Prof.Dr. Ahmet Yaşar; Ocak, Kalenderiler, S.118 ve 228 Ankara 1992. Dr. Rasim Deniz, Kayseri Halk Şairleri ve Dadaloğlu l.Kayseri Kültür ve Sanat haftası 7-13 Nisan 1987. Mustafa İLHAN İZMİR'İN DAĞLARINDA ÇİÇEKLER AÇAR Bugün için gençlerin farkedilen eksikliklerinden birisi de şiir okumamak, marş söyleyememektir. Bizler ilkokul sıralarında okurken çocukluk heyecanımız, öğrenme merakımız marşlarımızla giderilirdi. Marşlar, bir milletin zor ve karanlık günlerinin anlatımı, şiirleştirilmesidir. Mehter marşlarıyla heyecanlandığımız, düşünceye daldığımız dönemler de giderek zayıflıyor, toplumsal şuur olmanın dışında kalıyor. Kurtuluş savaşı destanlaştırılırken “Ankara’nın taşına bak”, “Eskişehir” ve “İzmir Marşı’yla” büyüdük. Mehter marşlarıyla tanıştıktan sonra da bu heyecan yükü “milli şuur”a dönüştü. 9 Eylül 1922 de Yunanlıların yurdumuzdan temizlenmesi Kurtuluş Savaş’ının da bitişidir. 1918’in Aralık ayında başlayan işgaller, verilen milli mücadelenin sonunda tamamen kaldırılmıştır. Yunanlıların İzmir’i işgalleriyle (15 Mayıs 1919) başlayan savaşın en önemli cephesi, BATI CEPHESİ dir. İzmir’in kurtuluşu, bu cephede savaşın da sonunu getirmiştir. Eskişehir ve İzmir Marşı bu cephedeki mücadeleleri anlatır. 21 İnceleme Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 İzmir Marşı, ilk kez 1923 Haziranında Almanya’nın Dresten kentinde Saksonya’nın Devlet Orkestra Şefi Kurt Schindler bestesi olarak okundu ve büyük alkış topladı. Bu olaydan sonra söz yazarı Mustafa Mermi “Türk dilinin iyi bir opera dili olduğuna beni bir kez daha inandırdınız” sözleriyle teşekkür ve sevincini dile getirmiştir. Alman bestekar Kurt Schindler, 8 Eylül 1927 tarihinde, yani İzmir’in kurtuluşunun 5. yıldönümünde Türk Cumhurbaşkanlığı Orkestrasına şeflik etmiştir. Ünlü bestecinin eserinin özellikleri hakkındaki şu sözleri dikkat çekicidir: “Türklerin tehlike karşısında toplanma, hedefi bilen önderin etrafında birleşmeleridir. Yurdunun uğradığı yıkımdan acı duyan yurttaşların zafer sonrası birer kuvvet kaynağı olur.” Eserin ruhunu da “Savaşı kazanan ulusal kahraman ve ulusal orduya karşı bestelenen şükrandır.” diye ifade eder. Dünyanın oy birliği ile nitelediği hasta adamın ayağa kalkışı, marşın konusunda yerini almıştır. Osmanlı devleti’nin Almanya’nın yanında savaşa girişi ve yenilgiler Schindler’i çok üzer. Almanya’nın yenilgisiyle yüreği yanan bestekar, M. Kemal’in zaferiyle teselli bulur. Biyografi 22 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 M. Kemal adı birden bir buçuk milyar insanın ağzında dolaşmaya başlar. M. Kemal bir sabah ordusunu taarruza kaldırır. “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emri yankılanır. Dünya askerlik tarihinde adını ebedileştiren zafer gerçekleşir. BAYRAK ŞAİRİMİZ ARİF NİHAT ASYA Yunus Emre ÖZKAN [email protected] Türklerin marşı, ulusların katlanması zor savaşın acılarını dile getiren etkili söz ve bestesi ile unutulmuşluktan kurtarılmak amacıyla kaleme alınmıştır. M. Kemal Atatürk ve silah arkadaşları ile bu savaşta Dünya harp tarihinin harp sanatı abidesinde yer alan çılgın Türklere selam olsun; ruhları şad, mekanları cennet olsun. İZMİR MARŞI İzmir’in dağlarında çiçekler açar Altın güneş orda sırmalar saçar Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa Adın yazılacak mücevher taşa İzmir dağlarına bomba koydular Türk’ün sancağını öne koydular Şanlı zaferlerle düşmanı boğdular Kader böyle imiş ey garip ana Kanım feda olsun güzel vatana İzmir’in dağlarında oturdum kaldım Şehit olanları deftere yazdım Öksüz yavruları bağrıma bastım Kader böyle imiş ey garip ana Kanım feda olsun güzel vatana Peygamber kucağı şehitler yeri Çalındı borular haydi ileri Bozuldu çadırlar kalmayın geri Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa Adın yazılacak mücevher taşa Türk oğluyum ben ölmek isterim Toprak diken olsa yatağım yerim Allah’ından utansın dönenler geri Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa Adın yazılacak mücevher taşa 23 şiir, 10 nesir kitabıyla Türk tarihindeki unutulmayanlar arasına giren, yazdığı “Bayrak” ve “Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor” şiirleriyle Türk milletinin gönlünde taht kuran, hayatı ve yaşayışıyla bir nesle örnek olan, Türk milletin kaderine yön veren büyük şair ve yazar Arif Nihat Asya’nın ölümünün otuz üçüncü yıl dönümünü idrak etmekteyiz. Dergimizin bu ayki sayısında Arif Nihat Asya’yı geniş kitlelere anlatmak ve tanıtmak istedim. Ancak yazımda Arif Nihat Asya ile ilgili nerede doğdu, ne zaman doğdu, hangi okullarda okudu, nerede öldü gibi basma kalıp ifadeler, sıradan ve bilindik şeyler yerine onun düşünce dünyasını ve hususi özelliklerini ortaya koymaya, onun hayatına farklı bir pencereden bakmaya çalışacağım. Arif Nihat Asya, sıradan bir insan değildi. Onun için de sıradanlığı sevmezdi. Diyarbakır’da bulunduğu yıllarda Ziya Gökalp’in kardeşi, abisiyle ilgili olarak bir anma programı düzenlemişti. Arif Nihat Asya’yı da o anma programına çağırmıştı. Fakat o şu gerekçeleri ileri sürerek, fikirlerinden ilham aldığı ve çok sevdiği Gökalp’in anma programına katılmamıştır: “Şimdi orada Ziya Gökalp nerede doğdu, nerede öldü, neler yaptı gibi sıradan ve bildik şeyler anlatacaklar. Ben bu gibi abidevî şahsiyetlerin kuru kuruya anlatılmasına karşıyım.Basmakalıp ifadelerden hoşlanmam. Onun hususi hayatıdır mühim olan. İnsanlar böyle kuru malûmatlardan usandı artık.” Arif Nihat Asya’nın düşünce dünyasını, hususi hayatını yakın dostu, Türkçe’nin ve Türkiye’nin sevdalısı kıymetli şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler Hocamızdan dinleme bahtiyarlığına erişenlerden biriyim. Yavuz Bülent Bakiler’den aziz dostu Arif Nihat Asya ile ilgili ilginç tespitlerin ve değerlendirmelerin yanı sıra Asya’nın yaşadığı ilginç olayları da dinledim. Bu ilginç anıları siz değerli okuyucularımızla paylaşmak istedim. Arif Nihat Asya’nın hazır cevaplılığı, haklı olduğu davada hiçbir zaman geri adım atmayışı, onun takdire şayan bir özelliğidir. O bu yönüyle sağlam düşünce ve çelik iradenin timsali olmuştur. Devrin Millî Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel ile aralarında geçen tartışma onun bu yönüyle ilgili aklımıza gelen ilk olaydır. Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Malatya’da okulları geziyor. O vakitler Arif Nihat Asya da bir lisede müdürlük yapıyor. Tabi ki birbirini çok iyi tanıyorlar. Çünkü Yücel, bakanlığının yanında yazar olarak da kendini kabul ettirmiş bir isim… Fakat ikisi de farklı düşüncelerin temsilcileri… Bakan, okulun durumunu beğenmiyor: “Bu ne biçim okul; okuldan çok hapishaneye benziyor.” diyor. Asya cevabı yapıştırıyor: “Efendim ben bu okul yapıldıktan sonra geldim. Yoksa siz beni buraya hapishane müdürü diye mi gönderdiniz.” Bakan Yücel kızar ama belli etmez. Arif Nihat’ı bırakmaya niyeti yoktur. Tahkire devam ederek eleştirilerini giyimine yöneltir: “Hoca o ne biçim kıyafet… Paçaların çamur içinde..” der. Asya kı- zar ve şu üstü kapalı, kinayeli cevabı verir: “Sayın Bakan! Paçalarımı ağzınıza almayın!..” Asya’nın Yavuz Bülent Bakiler’e anlattığı bir anısı var ki bu olay onu yakından tanımak ve anlamak acısından son derece mühimdir. Arif Nihat Asya 1940’lı yıllarda Adana’da bir gece, dostuna ziyarete gitmiş. Malûm dönüşte eve yürüyerek gitmek zorunda… Ötelerden bir köpek sesi duymuş. Sesin sahibi köpek, iyice yaklaşmış onlara. Asya kucağındaki çocuğunu, eşine vermiş. Başlamış köpekle taktik savaşına. Köpek ne yapmışsa o da onu yapmış. Kendi tabiriyle köpekle hırlaşmış; köpeğe köpeğin diliyle cevap vermiş. 15 dakika böyle bir hırlaşmadan sonra köpeği kaçırmış. Bu olayı Yavuz Bülent Bakiler’e anlattıktan sonra şöyle devam etmiş: “Yavuz, biz köpekle köpekçe, insanla insanca konuşmasını biliriz!..” Arif Nihat Asya, çok yönlü ve çok cepheli bir kültür adamıydı. Aynı zamanda iyi bir Müslüman’dı. Asaya bir gün Yavuz Bülent Bakiler’e şu sözleri söyler: “Yavuz sağ elini aç bakayım. Arapça rakamlarla kaç yazıyor, oku!” Açtım baktım Arap rakamlarıyla 81 yazıyordu. “Sol avucunu aç; onda ne yazıyor?” dedi. Açtım, onda da 18 yazıyordu. “81’le 18’i topla” dedi. Topladım…99… “Bu rakam sana neyi hatırlatıyor?” diye sordu. “Tabi ki Allah’ın 99 sıfatı!..” diye cevapladım. “Peki 81’den 18’i çıkarınca kaç kalıyor?” Elbette 63.. “Peki bu sana neyi çağrıştırıyor?” diye sordu. Düşündüm!...Aklıma hemen Resulullah Efendimizin ölüm yaşı geldi. Peygamberimiz 63 yaşında ölmüştü. Bana dönerek: “Bak Yavuz! Allah milyarlarca insanın avucuna bu ilâhî mührü vurmuştur. Bu asla tesadüf olamaz. Tesadüf olsaydı birkaç insanın avucunda olurdu.” Büyük bir şair ve yazar olan Arif Nihat Asya’nın ailesi çok zengin değildi. Bu aldık. Birden beşe kadar notlar eşimin, beşten yukarıkiler de benim!..’’ Arif Nihat Asya aşırı makyaj yapıp soyunan kadınların bu davranışlarının ardındaki sebebin ne olabileceğine dair kendisine soru yönelten bir muhatabına şu cevabı verir: “Onlara sayın demişler,soyun anlamışlar; bayan demişler boyan anlamışlar!..’’ bakımdan çocukluk devresi çok sıkıntılı geçti. Yedi günlükken babasını kaybeden Arif Nihat Asya’ya babasından miras olarak üç şey kalmıştı: Yırtık bir yorgan, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetnâme’si ve tahtadan yapılma bir güneş saati!… O bütün bu fakirliğine rağmen hayatının hiçbir döneminde komünist olmadı. Bir gün Yavuz Bülent Bakiler kendisine: “Üstadım bu memlekette zengin çocukları bile komünist olurken, siz çektiğiniz bu fakirlik ve zorluklara rağmen niçin komünist olmadınız?” diye sorar. Ama sorduğuna soracağına pişman olur. Gözleri irileşen Arif Nihat Asya, adeta gürleyerek: “Sen benim Türk olduğumu bilmiyor musun? Bir Türk aç kalsa da asla komünist olmaz.” der. Arif Nihat Asya, çok nüktedan bir insandı. Eşi Servet Hanım, kimya öğretmeniydi. Aynı okulda çalışıyorlardı. O zamanlar onlu not sistemi geçerliydi. Servet Hanım’ın öğrencileri, hocalarını Arif Nihat Asya’ya şikâyet ederler. Servet Hanımın bir ilâ beş arasında not verdiğini, beşten yukarı not alamadıklarını, oysa kendisinin genelde beşten aşağı not vermediğini söylerler. Bunun üzerine Arif Nihat Asya öğrencilerine şu nükteli cevabı verir: “Biz aile meclisi olarak karar Arif Nihat memleket meselelerini bütün yönleriyle bilen bir münevverimizdi. Eserlerinde Türklüğün acılarını, dertlerini samimi bir yakarışla dile getirmiştir. Arif Nihat Asya insanlarımızın dertleriyle dertlenmiş, sevinçleriyle mutlu olmuştur. Asya, Kıbrıs davasının yılmaz savunucularındandı. Kıbrıs’ta görev yaptığı için bu ülke insanının yapısını çok iyi biliyordu. Rumların uzlaşmaz tutumlarıyla ilgili olarak: “Onlar lütfenden anlamaz ulandan anlar; onlar dilden anlamaz elden anlar; Onlar önsözden anlamaz sonsözden anlar.” derdi. Kendisine Turan ülküsüyle ilgili olarak yöneltilen sorulara cesurca, açık ve net olarak şu cevabı vermiştir: “Her Müslüman’ın Cennete girme ülküsü olduğu gibi,her Türk’ün de Turan ülküsü vardır, olmalıdır!..” Sanat, edebiyat ve siyaset dünyamızda dürüstlüğüyle tanınan Arif Nihat Asya eserleriyle fikir dünyamızı zenginleştirmiştir. Memleketine ve milletine karşı olan aşkını ruhundaki fırtına ile körükleyen, menfaatlerini, ihtiraslarını halkın ıstırabı ve ihtiyacı içinde boğan Arif Nihat Asya, Türk’e ve Türk’ün bütün değerlerine gönül vermiş, ömrünü bu yolda harcamıştır. Biliyorum ki bu yazı Arif Nihat Asya’nın hususi hayatını anlatmak için yeterli değil. İleride onu anlatan daha muhtevalı eserler mutlaka yazılacaktır. Yazıma burada son verirken bu kıymetli şairimizi ölümünün otuz üçüncü yılında saygı ve minnetle anıyor, şairimize Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad, mekanı cennet olsun. 23 Biyografi Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 İnceleme 24 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 Gençliğe Notlar-1 TERÖRLE MÜCADELENİN SONU GELDİ Mİ? Mustafa Aykut AKŞİT Türk Gençliği, Türkiye’nin genel politik durumu hakkında sağlıklı ve doğru bilgiler bilmek durumundadır. Gerçekçilik hedefleri içinde mutlaka bulunmalıdır. Ülkesinin bugünü ve yarını hakkında gerçekçilik ilkesine dayalı idealleri olmalıdır. Hayallere dayalı bir düşünce sistemi oluşturulması yanıltıcı ve tehlikelidir. Geleceğe güvenle bakabilmenin temel şartı budur. Gerçekleri bilecek ama yılgınlığa kapılmayacaktır. Derin hayal kırıklıkları ve geleceğe güvensizliğin temelinde, hayali senaryolara dayalı bir gelecek hazırlamaya dayalı başarısızlıkların vurgunu yatar. Türkiye’nin geleceğini karartacak iki sorun vardır. Yoksulluk ve siyasal kargaşa. Türkiye yer altı ve yer üstü zenginlikleri göz önüne alındığında yoksul bir ülke değildir. Hali hazırda dünyanın 37. büyük ekonomisine sahiptir. Sahip olduğu kaynakları verimli ve ülke halkının çıkarları doğrultusunda kullanması halinde, milli geliri 1trilyon doları kolaylıkla aşabilecek bir ülkedir. Sanayileşmiş ülkelerin temel ihtiyaçlarını oluşturan Boraks, Krom, Uranyum, Toryum, Titanyum gibi stratejik madenlerin / elementlerin %60’ı ülkemiz topraklarındadır. Sadece Toryum varlığımız bir milyon doların üzerinde bir değere sahiptir. Tarımsal kaynaklarımızın envanterini çıkarmak bile yılları almaktadır. Böyle bir ülkede yoksulluk ve işsizliğin diz boyu olması ve terör belası ile boğuşmak zorunda kalmasının temel nedenlerini Türk gençliği gerçek yüzü ile görmelidir. “Aç it fırın duvarı yıkar" sözü bizim milletimize ait bir atasözüdür. Tüm kötülüklerin anasının da babasının da fakirlik olduğunu bilmeyen yoktur ama önlemek için çaba sarf eden kişi sayısı yetersizdir. Bugünün Türkiye’sinin ekonomik sorunlarının çözülmesi iyi niyetin ötesinde gayretler istemektedir. Tıpkı terör belasını çözmek için iyi niyetin ötesinde işler yapmak gerektiği gibi. Türk Silahlı Kuvvetlerine terörle mücadelede “savaşma” izni verildikten sonra gelişen olaylar ve PKK- Kontra Gel yuvalarının bombalanması milletimizde terörle baş edilebileceğine dair iyimserlik doğmasına yol açtı. Terör örgütünün, mevzi ve silah gücünün büyük bir bölümünü, dağ kadrosundan da önemli bir kısmını kaybetmiş olduğu bir gerçektir. Örgütün siyasi kanadını DTP’nin oluşturduğu, PKK ve DTP'nin farklı yapılar olmadığı çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Diyarbakır’da bombalı bir eyleme girişmiş olmalarını beyinsizce bir eylem olarak adlandıranlar DTP'ye zarar verdiği inancındadırlar. Bu kanıyı taşıyanların bir kısmı "Kürtçülük" akımının önde gelen yazarlarıdır. Ancak ne savunduklarından ne de PKK'yı el altından desteklemekten vazgeçmemişlerdir. Gelişen olayları ihtiyatlı bir iyimserlikle karşılamanın daha doğru olacağına inananlardanız. Bizi ihtiyatlılığa sevk eden nedenler bulunmaktadır. Sıralayalım: PKK, ideolojisi olan, silahlı mücadeleyi seçmiş Marksist bir örgüttür. Türkiye’nin doğusunda kalan dokuz ilde siyasi ve ekonomik özerklik istemektedirler. Görünüşte antiemperyalist bir çizgide oldukları izlenimi vermektedirler. Diyarbakır’ın da bu özerk bölgenin başkenti olduğunu resmen ilan etmişlerdir. Uyduruk Başkentin Belediye Başkanı Avrupa Birliğinde özerk bölgenin belediye başkanı gibi davranarak görüşmeler yapmakta, Avrupa Birliği tarafından da kabul görmektedir. Hükümet yetkililerinin “evine dön, düz ovada siyaset yap" çağrısına istediği yanıtı alması mümkün değildir. Zira “ne pahasına olursa olsun Kürt halkının kurtuluşu için savaşacağız" iddiası havada kalacaktır. Kuruluşlarının ta başında istediklerini demokratik yollardan, parlamenter sistemle değil silah zoru ile elde etmek istediklerini ilan etmişler, kan dökmüşler, dönülmez bir yola girmişlerdir. Onlara teklif edilen şeyin sonlarını getireceğinin bilincindedirler. Bölünüp parçalansalar da silahlı propagandaya devam edeceklerdir. İmralı’daki ikametgâhında durumu izleyen Abdullah Öcalan “Talabani ve Barzani’nin PKK’nın tasfiye edilmesini istediğini mi sanıyorsunuz? Aslında PKK’ nin başı, bugün Talabani’dir, Barzani’dir.” demiştir. Adı geçen iki adamın da örgütün tasfiye edilmesini istemeyeceği malumdur. Ancak PKK’ nin tasfiye edilmesini – yakın bir gelecekte- yalnız onlar değil ABD- İngiltere- İsrail üçlüsü de istemez. İran, Batı yanlısı Arap ülkeleri ve İsrail için tehlike oluşturmaya devam ettiği sürece PKK varlığını sürdürecektir. Amerikan Hükümetleri Büyük Ortadoğu Projesinden vazgeçmediği sürece bölgede yönlendirilebilir bir terör örgütünün varlığına muhtaçtır. Liderlik el değiştirilir ama PKK varlığını korumaya devam eder. PKK bir terör örgütü olmaktan öteye geçmiş; eroin, silah, insan kaçakçılığının ana kollarından birisi haline gelmiştir. Uluslar arası silah ve eroin satıcısı örgütlerin koruması altında çalışmaktadırlar. Öte yandan, dini tavır ve yönleri olmadığı için bölgede bulunan Şii ve Sünni muhaliflere karşı kullanılabilecek silahlı ve kanun tanımaz bir güç olarak ABD’nin işine gelmektedirler. Türkiye ile istihbarat alış verişinde bulunan ABD öte yandan Kandil dağının iri kargalarını koruma altına almakta sakınca görmemektedir. ABD’li Neoconlar Ortadoğu’daki rejim muhaliflerine PKK yoluyla silah ulaştırmaktadır. İran rejimine karşı savaşan Halkın Mücahitleri adlı örgüt İsrail- ABD istihbaratı tarafından desteklenip silahlandırılırken Eşkenazi Yahudileri (Barzanlar) kullanılmaktadır. Bu yılın başlarında ABD Büyükelçiliğinde yapılan ve Türkiye Kürtlerinin temsilcisi olarak gördükleri aşiret reisleri ve ileri gelen Kürt ağaların katıldığı toplantıda PKK’nin Türkiye içindeki terörist Sömürenler, sürekli sömürmek için içimizde nifaklar çıkarmaktan kaçınmazlar. Bu politikalarını bugünden yarına da terk etmezler. Gençlerimiz bu gerçeği bilerek davranmak zorundadır. Bizler de bu gerçeği bilerek sabırlı, azimli, gayretli olacak, milli çıkarlarımızı korumaya devam edeceğiz. çalışmalarına karşı tavır almaları istenmiştir. Abdullah Öcalan “Kürtlere karşı bir oyun oynanıyor, hükümet de bu işin içinde. Bunlar din kisvesi altında her türlü sahtekarlığı yapıyorlar, Kürtlerin bazı üst kesimiyle de anlaşmışlar." derken işin farkında olduğunu göstermiştir. ABD bunu yaparken militanların İran topraklarına itilerek ikametlerini zorunlu olarak taşımalarını ve PEJAK’a katılıp güçlenmesini ve İran’ın başına bela olmasını sağlamaya uğraşmıştır. Ne kadar başarılı olacaklarını zaman gösterecek ama İran yönetimi oynanmak istenen oyunun farkındadır ve şiddetli tepkiler göstermekte terör yuvalarını bombalamaktan çekinmemektedir. Kısacası ülkemiz sınırları dışında Türkiye’nin kontrol edemeyeceği kadar grift olaylar olmaktadır. İçerde neler oluyor ? AKP Hükümetleri, kendilerinden önceki hükümetlerin aksine ülkede bir Kürt meselesi olduğunu kabullenerek yola çıkmıştır. Sayın Başbakan “Kürt meselesi bizim meselemizdir" diyerek çıktığı yolun bir noktasında "Kürtlerin gerçek temsilcisi AKP’dir" diyerek sorunun çözümcüsü olma yolundan ayrılıp parçası haline gelmiştir. Zira Avrupalıların Kürt gerillalar olarak kabul ettiği PKK Kontra- Gel terör örgütünü siyaset yapmaya ve TBMM çatısı altına girmeye çağıran da odur. Yıllırca Bağımsız aday olarak parlamentoya girmeyi akıl etmeyen dağlılar-ovalılar birden uyandılar ve şimdi İstanbul’dan gelenler ile Kandil’den gelenlerin içinde bulunduğu DTP, TBMM sıralarında oturmaktadırlar. Oturup da ne yapıyorlar? Sayın Başbakanın umduğunu mu ? Silahlı Mücadeleyi yöntem kabul etmiş ayrılıkçı bir siyasi hareketin bildiği tek şeyi yapıyorlar. O da her ortamda propaganda yapmak… Yani TBMM'yi ajitasyon için kullanıyorlar. Kısacası siyasal kargaşa çıkarmaya devam ediyorlar, edecekler de. Okuyucuların görüşlerine sunmak istediğimiz bir ayrıntı var. PKK mektep- liler ve alaylılar olarak iki kanattır. Alaylılar dağda eylem yapan, kuryelik yapan, intihar eylemlerinde kullanılan yiyecek temini ve taşınmasını yapan hamal takımı. Mektepliler ise okumuş yazmış takımı. Her iki gurupta feodal yapıyı büyük oranda kırmış yanı aşiret reislerinden emir alan kesim değil. Bu nedenle aşiret reisleri ile anlaşarak PKK’yı yok edebilmek mümkün değildir. ABD manevra kabiliyeti yüksek bir devlettir. Bu gün işine Türkiye’yi PKK’ya karşı istihbarat bilgisi vererek destekler görünmek ötede Pakistan’da bir suikast düzenletip terörü yayıp ortalığı karıştırmak geliyor ise yarın tam tersini yapabilecektir. Ne zaman askerlerimizin başına çuval geçireceği, ne zaman AKP hükümetini satacağı belli olmaz. Kısacası güvenilmez bir ortaktır. Türk Gençliği tüm sorunlara ülkemizin çıkarları açısından bakmak zorundadır. Kul olmak başka bir şey bir işte müttefik olmak başka şeydir. Devletler arasındaki güven karşılıklı çıkarların kollanmasına bağlıdır. Bir alıp bin vererek varılacak nokta bellidir. Sömürülmek. Sömürenler, sürekli sömürmek için içimizde nifaklar çıkarmaktan kaçınmazlar. Bu politikalarını bugünden yarına da terk etmezler. Gençlerimiz bu gerçeği bilerek davranmak zorundadır. Bizler de bu gerçeği bilerek sabırlı, azimli, gayretli olacak, milli çıkarlarımızı korumaya devam edeceğiz. Türk milletinin her bölgede yaşayan insanlarının bir çok derdi ve çözüm bekleyen sorunu bulunmaktadır. Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde yaşayan insanlarımızın öncelikle feodal yapının kırılması sağlanarak özgür iradeleri ile düşünüp davranabilen vatandaşlar haline getirilmesi gerekir. Topraklar aşiret reisinin, irade aşiret reisinin, egemenlik şeyhlerin olduğu bir yapıda, partilerin muhatabı da halk değil aşiret reisleridir. Halk nasıl özgür iradesi ile karar verecek? Biraz düşünelim.. Evlâdını askere yollayan bir babanın oğluna nasihatı. Şöyle diyor: Eğer oğlum korkak olur, gerilere sinersen sana hakkımı helâl etmem. Annen de sütünü helâl etmez, bu sözlerimi hiç unutma! SANA HAKKIM HELÂL ETMEM EVLADIM Ben babayım nasihatım almazsan Sana hakkım helâl etmem evladım. O ulu divana şehit gelmezsen Sana hakkım helâl etmem evlâdım. Yorulur da at üstünden inersen Korkak gibi gerilere sinersen Peygamberin cihadından dönersen Sana hakkım helâl etmem evlâdım Düşmanlara yağdırmazsan kurşunu Atlamazsan cephelere arşını Çaldırmazsan bu İstiklâl Marşı’nı Sana hakkım helâl etmem evlâdım Eğer yavrum bu sözümde durmazsan Dokuz tekbir getirerek vurmazsan Ya bir gazi ya da şehit olmazsan Sana hakkım helâl etmem evlâdım. Seni asker ettim şanlı orduma Gazilerle dua ettim ardına Düşman ayak basar ise yurduma Sana hakkım helâl etmem evlâdım Kur’an’ımı kucağına basmazsan Ezan sesi duyduğunda susmazsan Sancağımı yücelere asmazsan Sana hakkım helâl etmem evlâdım Baban kurban kirpiğine,kaşına Tuz eyledim ekmeğime,aşıma Adın yazdırmazsan tarih başına Sana hakkım helâl etmem evlâdım Bu cennet vatana düşman dolarsa Baban DURAN saçlarını yolarsa Eğer bayrağımın rengi solarsa Sana hakkım helâl etmem evlâdım. Sızırlı Ozan Duran TAMER 25 İnceleme Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 BENİM ŞANLI TÜRK BAYRAĞIM İnceleme 26 Al kanımdan almış rengi Benim şanlı Türk bayrağım Osman KARABABA KENDİNİ UNUTMAK Unutmak?.. Sizin bir şeyler unuttuğunuz oluyor mu?.. Eyvah, zeka yaşınız ihtiyarlıyor öyleyse.. Unutmak, öyle ille de ihtiyarlıkta olacak diye bir kayıt yok tabii.. Her yaşta, her başta unutkanlık mümkün.. Unuttuklarınız sizin karakteriniz.. Siz en çok neyi unutursunuz?.. Ticari takside çantanızı?.. Başkasının sırtında paltonuzu?.. Güzel bir kadında gözlerinizi?.. Meclisteki yeminde yalan kokan sözlerinizi?.. Hangisini?.. Gözlerdeki feriniz unutmanın rezistansı…Balansı bozulmuş kellelerin direksiyonda kırmızı ışıkta durmayı unutması gibi?.. Cüzdanı evde unutmak, ayakkabıları camide unutmak.. Hangisi ayrılmaz parçanız?.. Yani bu kadar olur.. Son genel seçimde adam kendini unutmuş.. “Vekil”in “Asl”ını unuttuğu gibi... Çocuğunu halk otobüsünde unutan da çıkıyor, metresinde kişiliğini unutan da.. “Unutmak kolay mı?” diye şarkımız da var bilirsiniz.. “Unutamam seni, unutamam seni,unutamam..” desek de bütün bunlar yalan.. Bal gibi unuturuz.. Hem de isteyerek, bilerek.. Eskimiş eşini, mirasta büyük ortak kardeşini adliye koridorlarında nasıl unutuyor insanlar?.. Kalp sancının unutulduğu oluyor mu?.. Ama “Sevenler unutulur..” “Getir el basayım Kelamullahı, ne sen beni unut, ne de ben seni..”deriz de her şeyin unutmaktan geçtiğini unutmayız.. “Unutmam seni seni yâr.” derken, bir yolunu yordamını bulur, yine unuturuz.. Pazardan,marketten alacaklarımızı.. Borcumuzu, harcımızı unuturuz.. Birinden alacaklarımızı, yolacaklarımızı değil!.. Biz işimize gelmeyen bir şeyleri unuturuz.. Dostum dediğimiz kişilerin selamını.. “Hadi canım sen de.. Desen de olur demesen de”.. Eskidenmiş bir selama kelleyi ortaya koymak.. Şimdi selamlarla moda, adam soymak, sevgili dolandırmak.. Geçen gün arabamı kırmızı ışıkta unutmuşum.. Allah’tan ki bir polis getirdi de verdi, başkası olsa yok ederdi. Vergiyi, sigorta primlerini.. Unutmuş gibi yaparız..Devlet unutmaz da biz unutmaya varız.. Kendimizi unuturuz.. Mecliste, kuliste..Kafamızı portmantoda unuturuz.. Cumhuriyetin ilanından beri yani seksen yıldır “kendini unutup arayan adam” sonunda kendini morgda bulmuş.. Biz böyleyiz işte.. Başkalarının koktuğuna burnumuzu tıkarız, başa kakarız; kendi beynimizin koktuğunu kokuşmuş fikirler- Bulunmaz dünyada dengi Benim şanlı Türk bayrağım Medeniyetin beşiği Güzel yurdumun âşığı Ruhumun sönmez ışığı Benim şanlı Türk Bayrağım Anam babam ve bacımsın Sevgim, şefkatim, acımsın Veli’m der ki baş tacımsın Benim şanlı Türk Bayrağım VELİ MARAŞLI le dolduğunu unuturuz.. Meydanlarda verdiğimiz sözleri unuturuz.. İktidardan soracağımız hesabı da.. Her vardığımızda suratımıza şamar gibi çarpan sözlerimizi de.. ABD’nin yıllarca Çekiç Güç vasıtasıyla PKK’ya verdiği desteği unuturuz. Sonra ABD’den PKK’ya karşı destek bekleriz. Düşmana “bize söz ver”dememiz unutkanlığımızın “zincirli..” olanı.. Yanar anaların bağrı.. “Hesabı sorulacaktır!” naralarını unuturuz.. Verdiğimiz oyu unuturuz, sahip olduğumuz soyu.. Sandıklar dillenir seçime kadar.. Bir seçim geçer üstünden, altından.. Siyasilere hesap sormayı unuturuz.. Yine de uyutuluruz, uyutulduğumuzu unuturuz.. Sorumluluğumuzu unuturuz.. İyi bir evlat yetiştiremediğimizi de..Kadehlerde şerefimizi de.. Ama, unutmanın hainliğe varan boyutu: Ana denen ulvi yadigârı, hayatın parçası yârı, vatan denen kutsal diyarı, bize hayat bahşeden şehitleri.. unutmaktır!.. Huzur evleri onlarla dolup taşıyor, şehitlerin kemikleri sızlıyor, vatan satılıyor bu yüzden.. Biz millet olarak unutkanız. Geçen sene çiftçinin biri anasını unutmuş ki, Başbakan “”Al da git ananı” diye sağ olsun uyarmıştı.. Biz her yerde her zaman kendimizi unuturuz..Unuttuğumuzu da yamulturuz.. Düşünüyorum da “Unutma”nın en fecisi her halde “Mutlak Sevgili”yi unutmak olsa gerek.. Bilgi Yurdu / Sayı 5 / Ocak-Şubat 2008 27 EĞLENCE KÜLTÜRÜMÜZ ve ESKİ TÜRK DÜĞÜNLERİ Ahmet ALTAY [email protected] 2008 yılının ilk sayısıyla “merhaba” değerli okurlar! Öncelikle yeni yılınızı kutluyor ve esenlikler diliyorum. Yeni yılın bu ilk günlerinde doğan güzelliklerin artarak devam etmesini umuyor; sağlık, mutluluk ve başarıların sizlerle olmasını temenni ediyorum. Değişen zamanla beraber insan yaşamında ve dolayısıyla toplumların hayatında da bir çok şey değişiyor. Bu değişimi kimi zaman ilerleme, iyileşme şeklinde görürken kimi zaman da gerileme, yozlaşma ve “aslından uzaklaşma” şeklinde görüyoruz. Önemli ölçüde değişikliğe uğrayan bir sosyal uygulamanın ise düğünlerimiz olduğu kanaatindeyiz. Toplumumuzda şimdilerde görülen “düğün” ritüellerini göz önünde bulunduracak olursak, bu değişimin olumlu ya da olumsuz olduğuna karar verebiliriz. Öncelikle içerik olarak, düğünlerimizi iki gruba ayırabiliriz. İlki erkek çocuklarımız için geçerli olan “sünnet düğünleri”, ikincisi ise belirli bir yaşa ve olgunluğa ermiş olan bekarları kapsayan “evlenme düğünleri” dir. Her iki türü de ayrı ayrı ele alacak olursak, içerik olarak birbirinden farklı ama içerisinde barındırdığı uygulamalar olarak aynıdır. Düğünden maksat, evlilik gibi kutsal bir olgunun getirdiği mutluluğun eş,dost, akraba ve tanışlarla paylaşılması; kutlanmasıdır. Sünnet düğünlerinde de durum ve amaç bundan farklı değildir. Bizim konumuz olan kısmı ise “içeriği ve uygulamaları” dır. Düğünlerimizin değişim sürecini gözlemleyecek olursak, bunu sosyal hayatımızdaki değişimden ayrı dü- şünemeyiz. İnsanların yaşam anlayışı ve hayata bakış açısı değişince, buna paralel olarak davranışları ve zevkleri de değişmektedir. Hal böyle olunca, dilimizde; “eskiden şöyleydi”… “şimdi böyle”... gibi ifadeler doğmuştur. Şunu peşin olarak belirtmeliyiz ki; “Havasız kalınan ve ses kirliliğine maruz kalınan bir karmaşa ortamı, bizim düğün kültürümüz olamaz”. Adet, görenek, gelenek olan ya da olmayan bir çok uygulamayı bir kenara bırakacak olursak bizi daha fazlaca ilgilendiren durum ses ve müzik kirliliğidir. Doğal yaşam alanlarımızda, bir çok güzel ve espirili uygulama ile samimyet ortamı içerisinde, davullu-zurnalı, ciritli, halaylı olarak günlerce devam eden düğün geleneğimizi birkaç saate ve en fazla beş yüz metrekare alana sıkıştırırsak, mü- ziği ve eğlence uygulamaları olarak ta bu daralmanın yansımasını görürüz. Günümüzdeki düğün anlayışı genel olarak, misafirlerinize geçici olarak ses ve hava kirliliği sunma işine dönüşmüştür. Ondandır ki; ikram edilen yemek ve görsel eğlence bile bağlayıcı özelliğini kaybetmiş, konukların kısa bir süre sonra düğün mahalinden “hızla uzaklaşma” şekline dönüşmüştür. Halay çekmek, horon oynamak, zeybek oyunu oynamak, çayda çıraya dizilmek, bar oyunlarını oynamak, gaggili ve zotlama oyunlarını oynamak bir kenara; bu uygulamalar birer sembolik dans haline gelmiştir. Eski düğünlerin ve eğlenceli ortamların vazgeçilmezleri olan bu oyunlara ne kadar yakın ve uzak olduğumuzu kendimize sorarsak, düğünlerimizin değişme oranını da kendi hesabımıza ortaya çıkarmış oluruz. Düğün uygulamalarının iyileştirilmesi ve geliştirilmesi adına yapılan çeyiz, giyim-kuşam, düğün mekanı ve sofraları giderleri de aslından uzaklaşarak bir külfet haline getirilmiştir. Zorlaşan ve daralan ekonomik şartlar hayatımızın bir çok alanını olumsuz etkilediği gibi evlilik ve düğün rtilerimizi de olumsuz etkilemiş ve aslından uzaklaştırmıştır. Evliliğe ve aile hayatına asırlar öncesinden bu yana önem vermiş ve hassasiyetle yaklaşmış olan milletimiz, evlilik kurumunun tertiplenmesi ve uygulaması durumunda da en uygun ve en samimi duygularını, davranışlarını göstermiştir. Eski düğünler, eski eğlenceler ve “toy” lar bahsimize bir diğer sayımızda da devam edeceğiz. Müzikle kalın… Kültür sanat Söz: “Müzik”