HF126 - Hayatım Futbol

Transkript

HF126 - Hayatım Futbol
1
8Ni
SAN2
01
4-SAYI
1
2
6
D
i
e
g
oS
i
me
o
n
ef
e
l
s
e
f
e
s
i
A
t
l
e
t
i
c
oMa
d
r
i
d
’
i
mu
c
i
z
e
y
et
a
ş
ı
ma
y
aç
o
ky
a
k
ı
n
Ş
a
mp
i
y
o
n
l
u
kMa
n
g
a
l
ı
Y
a
ş
s
ı
zA
d
a
m
B
i
r
l
i
kÇ
a
ğ
r
ı
s
ı
Yayın Koordinatörü
Adım adım devrime
İlker Yılmaz
Barcelona-Real Madrid çekişmesi, Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo’nun
“en iyi olma savaşı” biraz da Jose Mourinho’nun varlığı… Son yıllarda La
Liga’nın etrafında şekillendiği tüm bu olguları bir adam ve bir takım yıkmaya
çok yakın… Diego Simeone önderliğindeki Atletico Madrid İspanya’da adım
adım ipi göğüslemeye doğru yürüyor. Hem de bunu ekonomik anlamda
rakiplerinden oldukça gerideyken yapıyor. Arjantinli hocanın kurduğu
sistem, sahadaki futbolcuların maksimum verimliliği tüm futbolseverleri
kendisine hayran bıraktırıyor. Biz de Hayatım Futbol olarak Barcelona ve Real
Madrid’den farklı olarak en son 2004 yılında Valencia’nın şampiyon olduğu La
Liga’da ütopik görünen bir devrimi gerçekleştirmeye çok yakın olan Atletico
Madrid’i tüm kollarıyla masaya yatırdık. Kırmızı-beyazlıların ekonomik
durumunu, sahadaki taktiksel anlayışını ve mevcut başarının devamı için
gerekli olan tüm şartları irdeledik.
Editör
Cantürk Temelli
Yazarlar
Emre Çelik
Güner Çalış
Mustafa Demirtaş
Salih Demirci
Varol Döken
Keyifli okumalar,
Cantürk Temelli
[email protected]
[email protected]
#126 BU SAYIDA
Atletico Madrid Özel
İmkânsızı başaran adam
Komple takım
Nereye kadar?
Şampiyonluk mangalı
Varol Döken Fenerbahçe-MP Antalyaspor maçını bahana etti ve
şampiyonluk öncesi Yoğurtçu Parkı’nda mangalı ateşe verdi
Derin Futbol’un kendiliğinden yükselişi
Ekrandaki futbol programlarının yıldızı Derin Futbol, kaçınılmaz
şekilde yükseliyor ve bu durum bize bir şeyleri işaret ediyor
Yaşsız adam
Dile kolay Milan’da geçen 20 yıl, birlikte aynı amaç için
ter dökülen onlarca yıldız ve kazanılan inanılmaz başarılar: Costacurta
Ukrayna’da birlik çağrısı
Ukrayna’daki siyasi belirsizlik yaşanan kaotik ortam
futbolun da dinamiklerini etkiledi
Varol Döken
Maç Bahane HF126
ŞAMPiYONLUK YAKIN
M A N G A L I YA K I N !
Sezonun bitmesine 5 hafta kala, açılan puan farkıyla erken bir şampiyonluk kutlaması
yapalım dedik, Yoğurtçu Parkı’na mangalı kurduk. Hem taraftar olarak biz, hem de
takım bunu çoktan hak etmişti, kısmet bu haftaya oldu. Uzun süredir yeni yer keşfedip
yazamıyorum ama idare edin, en azından bu sefer yeni bir kasap keşfettim
Eskişehir deplasmanında Ersun Yanal’a söz veren
arkadaşlar sağ olsun, o deplasmandan beri işler
iyi gitti. Türk Telekom Arena hariç, şampiyonluk
yolunda tüm engelleri aştık. Bu sezona güzel
bir mangal yaraşır dedik, kupayı bekleyemeden
organizasyonu yaptık. Şişman kadın çığlık
atmadan opera bitmezmiş ama bu saatten
sonra şampiyonluk verirsek bir daha konuşma
hakkımız zaten olmayacağı için bu satırları kolayca
yazabiliyorum.
Sezon boyu maçları beraber izlediğim Mesut, Yiğit,
İsmail (yarışmaya İzmir’den katılıyor), Uğur, Yücel,
Kutay, Fırat, kardeşlerimle beraber neredeyse 1
aydır yaptığımız planlar gün geçtikçe büyüdü ve en
sonunda ‘‘Biz yapalım herkes yesin, Emenike’ye
kan şeker olsuna’’dönüştü. Her hafta hava
durumu gözlemekten helak olduk, sonunda bir
pazar günü Antalya maçı öncesi güneşli bir güne
rezervasyonumuzu yaptırdık.
Hiçbir şey eksik olmasın diye güzel bir iş bölümü
yaptık, her şeyi 1 hafta önceden hazırladık. Etleri
Moda’daki Nur-Et’ten, mangalı dünyanın merkezi
Eminönü’nden (Hac malzemeleri ile Vacheron
Constantin saati aynı yerde bulabileceğiniz bir
yer evrenin merkezi değildir de, neresidir sorarım
size?), geri kalan ıvırı zıvırı da Kadıköy’den aldık.
Maç günü, her şeyi toplayıp erkenden parkın
yolunu tuttuk. Hava güneşli, biz çok neşeliydik.
Buz kovamız bile vardı daha ne olsun? Saatler
13.30’u gösterdiğinde mangalcıbaşımız Yiğit
Yılmaz her şeyin hazır olduğunu bildirdi. O saatten
sonra geriye sadece arkadaşları beklemek kaldı.
Gelen herkese buradan tekrar selam edelim, hayat
da mangal da onlarla güzel…
Ayrıntılarını yazmayalım ayıp olur ama şöyle
diyeyim, Pazar günü Yoğurtçu Parkı ete ve alkole
doydu. Mükemmel bir gün oldu, tek eksiğimiz
Rusya’dan kupa sesiydi, olmadı, sağlık olsun. Saat
18 olduğunda artık herkes yükünü almış, Antalya
maçına gitme hazırlıkları başlamıştı.
Kaldı 5 maç
O kadar alkolden sonra ben maçta sızmışım ama
arkadaşlar anlattılar gayet rahat bir oyunla maçı
almışız. 4-1’lik skor ve maçtan sonra sahadaki
coşku şampiyonluğun müjdecisi gibiydi. Zaten
Atahan kardeşim de kutladığına göre bu iş bitmiş
demektir.
Biz kendimizce güzel bir veda yaptık, darısı
artık takımın başına. Bu hafta Beşiktaş maçını
kazanırsak orada, olmazsa Rize maçıyla burada
şampiyonluğu tam anlamıyla kutlayabiliriz. Belki
bir mangal daha yaparız belli mi olur…
Passolig üstüne
Finali Passolig Kart nam-ı diğer E-Bilet ile yapalım.
Bu topraklardan çok saçmalık, çok haksızlıklar
geçti, onlardan biri de bu olmasın. Neresinden
Tüm sezon takımın peşinden koşan taraftarlar bu
sefer şampiyonluk mangalının başındaydı.
baksanız berbat bir uygulama. Tribünden taraftarı
uzaklaştıracak, günübirlik maç planlarını yok
edecek, şiddete önerdiği çözümlerle değil, kartın
arkasındakileri zenginleştirmesiyle hatırlanacak
baştan aşağı bir yanlışlıklar silsilesi. Bizim gibi
futbolu hayatın bir eğlencesi sayan, arkadaşlık,
dostluk, birlikte olmanın bir bahanesi kılan
insanların elinden bunu haksız şekilde almaya
kalkanlara bir çift lafım var.
Bakın beyim, siz localar sahibi, siz bankalar
sahibi adamlarsınız. Yakışır mı size taraftarın
3 kuruşuyla oynamak, yakışır mı size bir maç
için taa Ardahanlardan Almanyalardan gelen
insanların işini zorlaştırmak, yakışır mı tüm
taraftarları potansiyel suçlu diye etiketlemek?
Ama nasıl yakışmaz, siz değil misiniz zaten
futbolu kirletiyorlar deyip deyip sonunda futbolun
bu pespayeliğinden milyonlar kazanan. Bu işe
sesini çıkarmayan 3 büyük kulüp başkanları, siz mi
büyüksünüz? HAYIR BİZ BÜYÜĞÜZ, HİÇBİR ÇIKAR
BEKLEMEDEN TAKIMIN YANINDA OLAN BİZ
TARAFTARLAR!
Fenerbahçeli taraftarlar her iç saha maçı öncesi Yoğurtçu
Parkı’nda toplanıp maç saatine kadar burada vakit geçiriyorlar.
Emre Çelik
Atletico Madrid Özel HF126
iMKÂNSIZI
BAŞARAN
ADAM
Ne zaman Arjantin futbolu ve teknik
direktörlük kavramları konuşulsa
‘Bilardismo mu Menottismo mu’
tartışması gündeme gelirdi. Ta ki Diego
‘El Cholo’ Simeone ortaya çıkana kadar...
Atletico Madrid, 2010 senesinin Mayıs ayına
girilirken lige çoktan havlu atmış ve Gijon
deplasmanında aldığı beraberlikle son hafta
oynanmadan takımın ligi 9’uncu bitirmesi
kesinleşmişti. Fakat ligde oldukça vasat bir
görüntü çizen Atletico, Copa del Rey’de ve Avrupa
Ligi’nde finale yükselmişti. 12 Mayıs’ta Fulham
ile oynanacak Avrupa Ligi Finali’nden önce ise
İspanyol gazeteci Javier Matallanas’la hoş
bir sohbet gerçekleştiren Simeone, söz eski
takımına gelince “İki farklı Atletico Madrid var.
Ligde agresiflikten uzak. Fakat Avrupa’da ve
Kral Kupası’nda gereken sertliği ortaya koyan
bir Atletico... Çünkü orada yeteri kadar agresif
olmazlarsa eleneceklerini, kupa maçlarının
ölüm kalım meselesi olduğunu biliyorlar.”
diyerek henüz o dönemde teşhisi koyuyordu.
Aradan yaklaşık olarak 1,5 sene geçti ve Diego
Simeone’nin telefonu çaldı. İspanya’dan, 2010
Mayıs’ında “Bir gün Atletico’yu çalıştıracağıma
eminim. Acele etmiyorum çünkü günü
gelecek.” sözlerini kullandığı kulüp tarafından
aranıyordu. Fakat anında cevap veremedi.
Teklifi kabul etse en sevdiği kulüplerden
biri olan Atletico Madrid’i çalıştıracaktı
ama aynı zamanda da ailesi ve 3 çocuğunu
geride bırakacaktı. En küçük oğlu Giulano’ya
danışma kararı aldı. “Ufaklık. Atletico Madrid
beni istiyor.” deyince Giulano da “Gerçekten
mi? Yani Ronaldo ile Messi’ye karşı mı
takım yöneteceksin?” dedi. Simeone “Evet.
Elbette ama bunun için İspanya’ya gitmem
ve orada yaşamam gerekiyor.” sözlerini
kullanınca da Giulano’nun “Ama biz de
gidip bazı maçları izleyebileceğiz, değil mi?”
cevabı Arjantinli hocayı kırmızı beyazlılara
“Evet” demek için teşvik etti. Simeone, o
dönem için her şeye rağmen “Giulano’nun
sözlerine rağmen ailemden ayrılma kararı
vermek kolay olmadı.” dese de bu kararla
futbol “El Cholisimo” kavramıyla tanışacak,
Atletico Madrid ise bambaşka bir döneme
girecekti.
Liderlik
Simeone, Mayıs 2010’da teşhisi koymuştu ama
akıllarda elbette bir çok soru işareti vardı. Belki
2011’de Catania’yı ligde tutmayı başarmıştı,
Arjantin’de Estudiantes ile Apertura, River
Plate ile de Clasura şampiyonluğu tatmıştı ama
Simeone’nin Avrupa’da yapacakları fazlasıyla
merak ediliyordu. Dahası Atletico Madrid’in hali de
içler acısıydı. Takım, Avrupa Ligi’nde grubundan
çıkmayı başarmıştı ama Copa del Rey’de
Albacete’ye elenmiş ve ligin 17 haftasının geride
kalmasına rağmen lider Real Madrid’in 21 puan
arkasında kalarak çoktan havlu atmıştı. Sahada
ise mücadele kavramını tamamen unutmuş ve
takım görüntüsünden fazlasıyla uzak bir takım
vardı. Falcao’nun Adrian’ı bencillikle suçlaması gibi
oyuncular arasında da bir çok problem mevcuttu.
Fakat Atletico Madrid’deki hava sadece 2 ay gibi
kısa bir sürede değişti. Atletico, Simeone’nin
yönettiği ilk 9 maçta hiç yenilgi almazken Avrupa
Ligi’nde de son 16’ya kalmayı başardı.
“Teknik direktör olarak hep karmaşa içindeki
takımlara gittim ve bu durum beni her zaman
daha fazla motive etti. Zorluklara meydan
okumayı gerçekten severim.” diyen Simeone, ilk
olarak da 2010’da üstüne basa basa vurguladığı
‘savaşan bir takım yaratma’ felsefesini
oyuncularına benimsetme yoluna gitti. Elbette
bunun için öncelikle oyuncuları ikna etmesi
gerekiyordu. Görevdeki ikinci ayını doldurduğunda
“Kendime benzeyen oyuncular arıyorum. Çünkü
o tipte oyuncular işleri daha kolaylaştırıyor. Zaten
teknik adamlıkta en önemli şey soyunma odası,
arkasında kendisini takip edecek oyuncular
olmasını bilmesi. Tek yaptığım oyuncuları ikna
etmeye çalışmak. ‘Simeone etkisi’ diye bir şeye
inanmıyorum. Tek inandığım şey oyuncuların
kafasına girebilmek. Başarabileceğine inanan kötü
bir oyuncuyu, başaracağına inanmayan harika bir
oyuncuya tercih ederim. İlk 20 gün de bu konuda
son derece olumlu geçti.” diyen Simeone önce
savaşçılığı oturttu.
Oyuncularıyla
iletişimi oldukça
iyi olan Simeone,
yeteneklerini
övdüğü Arda’nın
fizik yetersizliğini
de dillendirmekten
çekinmiyor.
Bunun için bazı riskler de aldı. Örneğin Manzano
döneminde La Liga’da ilk 11’de başladığı 12
maçın 6’sında 90 dakika sahada kalan Arda’yı
ligin geri kalan 21 haftasında sadece 1 kez
90 dakikada kullandı. Fakat her seferinde
Arda’nın yeteneklerini vurgulayan Simeone,
bu kararının arkasında 90 dakika boyunca
aynı savaşı sahaya yansıtamaması - yani fizik
kondisyon yetersizliğini - vurguladı. Öyle ki Gijon
maçında ufak sakatlığından dolayı kadroda yer
almayan Arda için basın mensupları “Barda
görüntülendi.” diye şikayette bulununca Simeone
“Benimle oyuncum arasındaki bir problem. Sizi
ilgilendirmez. Söylenecek bir şey varsa da burada
değil birebir Arda’ya söylerim.” diyerek zaten 90
dakika oynatılmadığı her an gündeme getirilen
Arda ile yaşayabileceği bu potansiyel krizi daha
başlamadan sonlandırdı. Kariyerleri boyunca
sadece belli kulüplerde başarılı olan ve beklentileri
bir türlü karşılayamayan Tiago ve Diego Ribas gibi
isimleri kendisine inandırdı ve sahada her top için
‘ölüm kalım meselesiymişçesine savaşan’ bir grup
yarattı. Kısacası “Başarabileceğine inanan kötü
bir oyuncuyu, başaracağına inanmayan harika bir
oyuncuya tercih ederim.” diyen Simeone, önce
inandırmayı denedi, ardından da inanmayanları bir
bir ayıkladı.
Tabii ki gaza getirici birkaç cümle ile bunları
başarmak mümkün değil. Önce oyuncuların
güvenini kazanmak şart ki bunun da yolu
oyuncuları tanımaktan geçiyor. Simeone’nin
çok kısa süre içerisinde Atletico Madrid’de
ipleri ‘tam anlamıyla’ eline alması ise gözlem
yeteneğinden kaynaklanıyor. Vücut diline
verdiği önemi “Benim hatırladığım ilk turnuva
78 Dünya Kupası’ydı. Orada Kaptan Pasarella’yı
fark ettim. Takımın önünde sahaya çıkışı hep
dikkatimi çekti. Kempes’i, Gallego’yu gördüm.
Hayatım boyunca da belli bir kişiliğe sahip olan,
hareketleriyle ve mimikleriyle bir şeyler anlatabilen
insanları beğendim.” sözleriyle anlatan Arjantinli
hoca, bu faktör sayesinde belki de oyuncularını
normalden çok daha kısa bir sürede tanıdı.
Dahası jest ve mimiklerini de yeri geldiğinde
son derece kuvvetle kullandı. Önce bu şekilde
oyuncularının kanına girdi, 13 yıl sonra Bernabeu’da
Real Madrid’i yenerken kenarda fark yaratan
isim oldu, Barcelona’yı Şampiyonlar Ligi’nden
elerken de hareketleriyle hem tribünlerin hem
de oyuncularının 90 dakika maç içinde kalmasını
sağladı.
“Modern futbol kazanmaktır”
Krizin tam ortasında aldığı Atletico Madrid’i
öncelikle bu durumdan çıkarmayı başaran Diego
Simeone için İspanyol basınında ağırlıklı olarak
Arjantinli hocanın ‘taktiksel istikrarı’ sağladığı
ve bunun ardından da başarının geldiği yazılıp
çizildi. Aslında bir bakıma doğruydu da. Manzano
döneminde takım sürekli 4-3-3, 4-2-3-1 ve 4-42 arasında gidip geliyordu. Simeone’nin 4-2-31’i ise bir düzen getirmişti. Takım 3 ayda ayağa
kalkmış ve Avrupa Ligi’nde de çeyrek finale kadar
yükselmişti. Mart ayının başında da bu konu
bir kez daha gündeme geldi. Fakat Simeone
aslında daha Arjantin’de “4-2-3-1 veya 4-3-12... Hiç önemli değil. Önemli olan oyunculardır.
Hangisi kazandırıyorsa o en iyisidir.” diye bu
sorunun cevabını da vermişti. İspanya’da da
farklı bir şey yapmadı, sözlerini tekrarladı. O
dönem için Simeone’nin sözleri klişeden ibaret
bulunsa da 2012/13’te ana sistemi olarak 4-4-2’ye
dönmesi aslında Simeone’nin boş konuşmadığını
kanıtlayacaktı.
Aynı dönem geleceğe dair başka şifreler de verdi
Simeone. “Avrupa Ligi’ni alır mıyız?” yönündeki
beklentilere sürekli “Maç maç düşünmeliyiz. Eğer
bunu yapmazsak sezon sonunda istediğimiz
yerde olamayız.” cevabını veriyordu. Nitekim
maç maç düşündüler. Dahası felsefesinin geçici
olmadığını tıpkı bu sezon da ‘Atletico Madrid’in
La Liga şampiyonluğu’ gündeme geldiğinde
sürekli aynı cevabı vererek kanıtladı. Maç maç
düşünen, oyuncularına da bu şekilde düşünmeyi
öğreten Simeone her maç iyi oynamayı da aşıladı
ve galibiyetler de üst üste geldi. Bu noktada ise
“İyi oynamanın yanında yeteneğinizi, hevesinizi
ve cesaretinizi de göstermelisiniz. Takım iyi
oynamıyor diye eleştiriler oluyor. İyi oynamak
nedir? Savunmak? Çok pas yapmak? İyi oynamak,
kazanmaktır. Her maçın ayrı bir hikayesi olur. Her
maç farklı şekilde kazanılır. İspanya ve Barcelona
son dönemdeki başarılarından dolayı insanları
aldatıyor. Herkes onlar gibi oynayamaz. Biz de
oynayamayız. Fakat zaten futbolda amaç öyle
oynamak değil kazanmaktır. Evet pozisyon
futbolu sizi zafere götürebilir ama kazanmak
için bir çok farklı yol da mevcut. 15 pozisyon
bulup kaybetmektense 1 kez rakip kaleye gidip
kazanmayı tercih ederim.” diyerek sistemlerin
değil sonuçların önemini vurguladı.
Zaten bu sözlerinin ardından da iyi bir lider
olmasının yanı sıra iyi bir taktisyen de olduğunu
gösterdi. Avrupa Ligi’nin kazanıldığı sezonun
ardından Diego Ribas takımdan ayrılınca “yeri
“Maç maç düşeneceğiz” diyen
Simeone 2012 Mayıs’ında Atletico
ile Avrupa Ligi zaferi yaşıyordu.
dolmaz” dendi ama Simeone ‘dizilimsel esnekliği’
sayesinde 4-4-2’ye dönerek bu sorunu aştı.
Ayrıca Diego Costa’yı ve Raul Garcia’yı da kazandı.
Falcao’nun gidişiyle Atletico Madrid’in 2012/13
sezonundaki gibi zirveye yaklaşılamayacağı iddia
edildi ama bu sefer de bir önceki sezon kazandığı
Diego Costa’dan yıldız yarattı. Yeri geldi 4-2-3-1’e
döndü ama değişmeyen tek şey Atletico Madrid’in
top için verdiği savaş oldu. 2009 senesinde ‘iyi
oynamak’ hakkında “İyi oynamak, ne oynadığınızı
bilmektir.” tanımını yapan Diego Simeone’nin
takımı her maçta nasıl oynadığının farkında olarak
sahada yer aldı. Atletico Madrid, Simeone’nin
taktiksel ve psikolojik dokunuşlarıyla Avrupa’nın
en iyi alan daraltan ve savunma yapan takımına
dönüştü.
El Cholisimo felsefesi
Liderlik kabiliyetini taktiksel yetenekleriyle
birleştirerek harika bir takım yaratan Simeone’nin
Atletico Madrid’inde hiç şüphesiz en fazla öne
çıkan faktör savaşçılık. Simeone’nin karakter
itibarıyla savaşçı bir kişi olmasının da bundaki en
önemli neden olduğu su götürmez bir gerçek. Bu
açıdan Bilardismo ekolünün yaratıcısı olan eski
hocası Carlos Bilardo’dan fazlasıyla etkilendiğini
söylemek de yanlış olmaz. Bilardo’nun üzerindeki
etkisi hakkında “O, oyunu daha tutku ve
hevesle anlamamı sağladı” sözlerini kullanan
Simeone, “Bilardo bize formamızı rakiplerle
değiştirmememizi, çünkü bizim formamızın
daha değerli olduğunu söylerdi. Formayı değerli
kılmak için de elbette o mücadeleyi sergilemeniz
gerekiyor.” diyerek de daha futbolculuğu
döneminde sarf edilen eforun ne kadar önemli
bir kavram olduğunu benimsediğini açıkça ortaya
koyuyor. Zaten Atletico Madrid’in başına geçtiği
dönemde de “Kadroyu bir anda değiştirmek
imkansız. Ama oyuncuların ortaya koyduğu
mücadeleyi değiştirebiliriz. Savaşmamanın
bahanesi olamaz.” açıklamasıyla da başarı için en
önemli faktörü öne çıkarıyordu: Savaşmak.
Lâkin Simeone’nin felsefesinin tamamen
Bilardo’nunki ile aynı olduğunu söylemek doğru
olmaz. Zaten öyle olsaydı bugün Bilardismo
ve Menottismo’nun yanında Cholisimo
anılmazdı. Simeone’nin felsefesini Bilardo’dan
ayıran en önemli faktörlerden biri de “korku”
olarak gösterilebilir. Hatta Simeone’nin sürekli
vurguladığı ‘maç maç düşünme’ stratejisi de
tamamen buna dayanıyor. “Kolay maçlar size
daha fazla zarar verebilecek maçlardır. Bir maçın
kolay olduğu düşünülürse korkarım. Sadece
kaybedeceğinizi düşünün. Kendimi bu gibi
durumlarda rahatlatıcı her şeyden uzak tutmaya
çalışırım. ‘Kolay’ kelimesinden korkarım. Bu sporda
zaten korkmanız gerek. Şöyle düşünün; bir köşeye
sıkıştırıldığınızda ve çıkış yolu olmadığında çözüm
ararsınız. Oyuncularıma da hep bunu söylerim.
Korkmak, savaşa ve öldürmeye hazırlanmaktır.”
diyerek de bunu ortaya koyuyor.
Ayrıca taktiksel esneklikte gösterdiği gibi
at gözlükleriyle Bilardismo’ya bağlı da değil.
Bilardo’yu çok beğendiğini defalarca vurgulayan
Simeone, “Bielsa sahada harika bir antrenördür.
Mancini’den agresifliği öğrendim. Basile ise
motivasyon konusunda inanılmazdı...” diyerek her
hocasından bir şeyler kapmak için çabaladığını
belirtiyor. Bunun ise sadece ‘ insan yönetimiyle’
kalmadığını ise çoktan kanıtladı. Tıpkı 1998 Dünya
Kupası’nda İngiltere ile oynanan maçta kendisi
de sahadayken serbest vuruş organizasyonunda
Zanetti’nin attığı golün aynısını 2013’te takımına
öğretip Porto’ya aynı golü attırmasında olduğu
gibi. Zaten bu adaptasyon yeteneği sayesinde
Real Madrid ve Barcelona’ya karşı tarih yazmayı
başarıyor. Kim bilir belki şampiyon olacak. Fakat
şurası kesin; Atletico Madrid şampiyon olamazsa
taraflı tarafsız bir çok kişi üzülecek, Simeone’nin
‘büyük hoca’ olduğu gerçeği değişmeyecek ve El
Cholo kazansa da kazanamasa da bu tecrübeden
her zamanki gibi ders çıkararak önümüzdeki
yıllarda da üstüne koyarak devam edecek.
Bilardismo ekolünün yaratıcısı
Arjantinli teknik adam Carlos
Bilardo.
Emre Çelik
Atletico Madrid Özel HF126
KOMPLE TAKIM
2004’te Valencia’nın şampiyonluğundan tam 10 yıl sonra Atletico Madrid emin
adımlarla La Liga’daki Barcelona ve Real Madrid hegemonyasını yıkmaya gidiyor
Genellikle sürpriz şampiyonlar, zirvenin
demirbaşlarının herhangi sebeplerden dolayı
düşüşe geçmeleriyle aradan sıyrılıp büyük başarı
hikâyesi yazarlar. Fakat bu sezon La Liga’da emin
adımlarla şampiyonluğa doğru ilerleyen Atletico
Madrid’in hikâyesi kesinlikle böyle değil. Zaten
Atletico Madrid’in liderliği sürpriz de değil. La
Liga’nın en az gol yiyen, sahaya çıkınca taktik
disiplin konusunda hem Barcelona’dan hem de
Real Madrid’den fersah fersah üstün olan, hem
iç sahada hem de dış sahada istikrarı yakalamayı
başarabilen Simeone’nin öğrencileri, her hafta bir
kez daha liderliklerinin tesadüf olmadığını kanıtlıyor.
Atletico Madrid’in bu başarısında hiç şüphesiz en
önemli faktör savunma. Hem bireysel anlamda
hem de takım olarak Simeone’nin öğrencilerinin
yaptığı savunma için ders niteliğinde dersek
yanlış olmaz. Ne Real Madrid gibi sansasyonel
bir oyun oynuyorlar ne de Barcelona gibi rakibe
top göstermeyen bir tarzı tercih ediyorlar. Hatta
öyle ki Atletico Madrid, Squawka’nın verilerine
göre yaklaşık %49’luk bir ortalama ile La Liga’da
topa sahip olma sıralamasında yedinci sırada.
Kendilerinden çok daha aşağılarda bulunan Celta
Vigo, Rayo Vallecano, Valencia gibi takımların
bu istatistikte aşağısında yer alıyorlar. Fakat
bunu tamamen oyun tarzları ve verimlilikle
ilişkilendirmek yanlış olmaz. Top rakipteyken
çift hatlı ve hatlar arasında mesafeyi fazlasıyla
daraltan Atleti, 4-4-1-1 şeklinde diziliyor ve takım
olarak topun arkasına geçmeyi tercih ediyor.
Savunmasına güvenen ve bunda da fazlasıyla
haklı olan Los Colchoneros hem rakibi üzerine
çekmesine rağmen açık vermiyor hem de kapılan
toplarda rakibi çoğu kez gafil avlamayı başarıyor.
Kısacası Simeone, “Önce gol yemeyelim, zaten
bir şekilde atarız” diyor. Bunu başarılı bir şekilde
uyguladıklarının en büyük göstergesi ise Atletico
Madrid’in savunmayı seçmesine rağmen La
Liga’da rakiplerine bu haftaya kadar sadece 298
kez şut imkânı tanıması. La Liga’da kalesine en az
şut çekilmesine müsaade eden takım ise 295 ile
Barcelona. Kısacası Atleti rakip kim olursa olsun
üzerine çekmeyi bir şekilde başarıyor, fakat buna
rağmen rakibe oldukça az sayıda şans tanıyor.
Zaten şu an geride kalan 33 haftada yedikleri 22
golle La Liga’nın kalesinde en az gol gören takımı
olmaları da hem planlarını kusursuza yakın bir
şekilde pratiğe dökebildiklerini gösteriyor hem de
Atletico Madrid’in başarısında en kilit rolü oynayan
savunma faktörünü öne çıkarıyor.
Savunmadaki başarının en büyük sebebi ise
hiç şüphesiz taktik disiplinden kopmamaları,
10 oyuncunun da sanki iplerle birbirlerine bağlı
biçimde yek vücut hareket etmeleri ve oyuncuların
takım ahengini bozmadan bireysel olarak nerede
basıp nerede geri çekileceklerini bilmeleri olarak
gösterilebilir. Bütün bu faktörler de birleşince
rakibi hataya, doğal olarak top kaybına zorlayan
bir anlayış ortaya çıkıyor. Atletico Madrid 33’üncü
hafta itibariyle La Liga’da en fazla top çalan
takım konumunda. Ayrıca bireysel istatistiklerde
de bu konuda La Liga üçüncüsü Filipe Luis,
dördüncüsü ise Gabi. Bu da bir bakıma Atletico
Madrid. Takım içi sıralamada ise bu ikiliyi sırasıyla
Tiago, Koke ve Mario Suarez takip ediyor. Bu
istatistik de bir bakıma Atletico Madrid’in orta
sahasının savunmaya verdiği katkıyı, takımın
Koke’nin orta sahadaki
savaşçı oyununun yanı
sıra bu bölgede bir
maestroya dönüşmesi
verimliliği artırıyor.
bütün olarak savunma yaptığını gösteriyor.
Ayrıca Atletico Madrid, top çalmak için yapılan
hamlelerde de %49’luk bir başarıyla bu kategoride
de ligin zirvesinde. Kısacası Atletico Madrid adına
başarının anahtarı savunma. Hem de kusursuza
yakın bir savunma.
Verimlilik
Savunma elbette takımı bir noktaya kadar taşır
ve Atletico Madrid’in de bu seviyede bir mücadele
göstermesini sadece savunma faktörüyle
açıklamak büyük bir yanlış olacaktır. Atletico
Madrid oyun yapısı gereği hem kontra atağa son
derece iyi çıkabilen hem de yeri geldiğinde topu
alıp rakip kaleye de yerleşebilen bir ekip. Oyunun
savunma yönünde de son derece önemli olan
Gabi, Suarez, Tiago üçlüsünün hücumda da ipleri
ellerine alıp takımı yönlendirme kabiliyetleri,
Koke’nin savaşçı oyununun yanında topla adeta
bir maestroya dönüşmesi, Filipe Luis ve zaten sağ
açık orijinli Juanfran’ın her atakta ileriye çıkarak
hem oyunu genişletmeleri hem de hücuma
çeşitlilik katmaları, Diego Costa-David Villa gibi
iki yetenekle birleşince Atletico Madrid en az
savunma kadar hücumda da son derece başarılı
ve verimli bir profil çiziyor. Bu verimliliğin oyuncu
bazında gözlenmesi de fark yaratan en önemli
faktörlerden birisi. La Liga’da 20 golü geçen üç
isim incelendiğinde Ronaldo’nun kaleyi bulan
şutlarından yaklaşık %26’sı, Lionel Messi’nin
yaklaşık %28’i, Diego Costa’nın ise yaklaşık %44’ü
ağlarla buluşuyor. İleri uçta bu denli yırtıcı, zaman
zaman 3 rakibi sırtına alıp taşıyabilen ama son
derece kuvvetli ve keskin biri olunca da Atletico
Madrid gol bulmakta pek zorlanmıyor. Hele bir de
Diego Costa’yı ağırlıkla besleyen isim La Liga’nın
asist kralı, daha da önemlisi şu an La Liga’da en
fazla keyif veren ve bir o kadar da komple bir
görüntü çizen orta saha oyuncusu Koke olunca
Atletico Madrid hücumları göze de hitap ediyor.
Atletico Madrid’in hücumdaki bir diğer önemli
silahı ise şüphesiz duran toplar. Penaltılar bir
kenara koyulduğunda 15 golle La Liga’da en
fazla duran toptan gol bulan 3’üncü takım
konumundalar. Duran toplarda öne çıkan en
önemli organizasyon ise köşe vuruşları. 10 golle
Sevilla ile birlikte bu konuda zirvedeler. Bunda da
hiç şüphesiz Simeone’nin düzenli olarak yaptırdığı
duran top antrenmanları fazlasıyla etkili. Hatta
öyle ki en az hücumda olduğu kadar savunmada
da bunun meyvesini fazlalıkla yiyorlar.
Rollerin önemi
Atletico Madrid’in başarısında bir diğer önemli
nokta da hiç şüphesiz Real Madrid ve Barcelona’ya
kıyasla çok daha dar bir kadroya sahip olmalarına
rağmen takımdaki rollerin keskinliği. Raul Garcia,
sezonun özellikle ilk bölümünde birçok maçta
oyuna sonradan girip karşılaşmaların kaderini
değiştiren isim oldu, ilk 16 hafta ligde 6 gol
attı. Böyle bir performansın ve lige başlangıcın
ardından da elbette Raul Garcia’nın 11’e yerleşmesi
gerektiği tartışıldı. Fakat bu tartışmaya noktayı
koyan ilk isim “Elbette herkes ilk 11 oyuncusu
olmak ister. Ben de bunun için çalışıyorum ama
hocamız böyle daha verimli olduğumu düşünüyor.
Attığım goller de hocamızın haklılığını kanıtlıyor.”
açıklamalarıyla Raul Garcia olurken Simeone de
oyuncusu hakkında “Raul Garcia herkese örnek
olması gereken bir profesyonel. 1 yıl oynamasa
Sezonun ilk 16 haftasında 6 gollük bir
performans sergileyen Raul Garcia daha
sonraki bölümde yedek kalsa da bunu
sorun haline getirmedi ve hocasının
kararına saygı duyduğunu söyledi.
da girip 90 dakika hiçbir şey olmamış gibi işini
yapabiliyor.” diyerek oyuncusunu onore etti.
Benzer bir durum Tiago için de geçerli. Gabi’nin
asıl partneri Suarez olsa da Suarez’in sakatlığında
Tiago takım arkadaşını hiç aratmadı. Suarez’in
döndüğü zamanlar ise hiçbir problem çıkarmadan
kulübedeki rolünü kabullendi. Hatta öyle ki
yıllardır disiplinsizliğiyle eleştirilen Diego Ribas
bile sisteme yerleştirilmeye çalışıldı; ilk 11’de çıktığı
4 maçta sistemin 4-2-3-1’e kayması ve düzenin
bozulmasından dolayı Atletico Madrid 10 gol
yiyince kızağa çekildi ama rolünü benimsedi ve en
kritik anda çıkıp Camp Nou’da Barcelona ağlarını
havalandırdı.
Şampiyonluk?
Ligin başında yapılan 8’de 8’in ardından
birçok kişi Atletico Madrid’in Şampiyonlar Ligi
fikstürünün ağırlaşması ve Copa del Rey’in de
Ligin ilk yarısındaki Valencia
mücadelesini Atletico Madrid 3-0
kazanmıştı.
devreye girmesiyle düşüşe geçeceğini, kırılma
anlarında gereken reaksiyonu gösteremeyeceğini
düşünüyordu. Nitekim önce 9’uncu hafta
Barcelona’nun Osasuna ile berabere kalmasıyla
liderlik fırsatı yakaladılar ama Espanyol’a mağlup
olarak bu fırsatı teptiler. Aynı senaryoyu 20’nci
hafta da yaşadılar. Barça, Levante’den 1 puan
alabildi ama Atleti de Sevilla ile berabere kalarak
yine ikramı geri çevirdi. Liderliğe yükseldikleri
22’nci haftanın hemen ardından da Almeria’ya
yenilerek “baskıyı kaldıramıyorlar” yönündeki
eleştirileri doğrularcasına koltuğu devrettiler.
Lâkin bu üç kritik haftanın üzerine son virajda,
yani şampiyonun belirleneceği en önemli anda,
adeta karakter koyarak zirveyi ele geçirdiler.
Geriye 5 hafta, en az 2 de Şampiyonlar Ligi maçı
kaldı. Son hafta Camp Nou deplasmanından önce
tek kritik maç, iki Chelsea karşılaşması arasında
Mestalla’da oynanacak Valencia maçı. Atletico
Madrid adına şampiyonluk maçı olacak dersek
yanlış olmaz. Fikstür Atleti adına sıkışık ama
Valencia da o maçın öncesi ve hemen sonrasında
Avrupa Ligi yarı finalinde Sevilla ile karşılaşacak,
en az Atleti kadar zor durumda olacak. Atletico
Madrid’in 3 puanlık avantajı ve Real Madrid’e
kurulan ikili averaj üstünlüğü düşünülünce
Mestalla’da alınacak 3 puan, Camp Nou’daki maçın
skoru ne olursa olsun, Atleti için büyük ihtimalle
şampiyonluk anlamına gelecek. Elche, Levante,
Malaga maçlarında ise Atletico Madrid aleyhinde
bir sonuç çıkması gerçekten büyük bir sürpriz olur,
zaten tüm hayalleri de yıkmaya yeter.
Emre Çelik
Atletico Madrid Özel HF126
NEREYE KADAR?
Atletico Madrid, El Cholo’nun liderliğiyle sürekli üstüne koyarak yükselmeye devam
ediyor. Peki, Atletico’nun şaşalı günlerine tam anlamıyla dönmesi ne kadar mümkün
2004 senesinde Rafael Benitez’in Valencia ile
elde ettiği şampiyonluğun ardından La Liga’da
her geçen yıl Real Madrid-Barcelona ikilisi ve geri
kalanlar arasındaki makas gittikçe açıldı. 2004/05
sezonundan itibaren ise geride kalan 9 sezon
boyunca bir tek Villarreal, 2007/08’de Barcelona
ile Real Madrid’in arasına girmeyi başardı. Bunun
en önemli sebebi ise hiç şüphesiz La Liga’nın
iki devi ile diğer 18 takım arasındaki ekonomik
farklar. Elbette ekonomik imkânlar, takımlar
arasında ciddi bir güç dengesi oluşturuyor ve zaten
bu faktör de Atletico Madrid’in halihazırda elde
ettiği başarıyı daha değerli kılıyor. Simeone’nin
“Onlar Ferrari, biz ise normal arabalarız.” sözleri
‘haksız rekabeti’; “Aradaki bu denli imkan farkına
rağmen yaptıklarımız, Sevilla’da, Valencia’da
veya başka bir yerde bize sempati oluşmasını
sağlıyor. Diğer insanların da bizi desteklemesine
yol açıyor.” sözleri ise Atletico Madrid’in imkansıza
soyunmasından dolayı yapılan işi ortaya koyuyor.
Bu başarının en büyük mimarı olan Simeone’nin
Atleti ile 2017’ye kadar sözleşmesi bulunuyor.
Simeone’nin Falcao ve Diego gibi isimlerin
ayrılmasının ardından hamleleriyle takımı
daha güçlü kılması Atletico Madrid cephesini
ümitlendiriyor fakat işin bir de ekonomik gerçekliği
bulunuyor. Son yıllarda İspanya spor ekonomisi
konusunda en kapsamlı araştırmalara imza atan
Prof. Josep Maria Liébana’nın 2013 sonu itibarıyla
verdiği rakamlar ise Atletico Madrid açısından
hiç de iç açıcı değil. Zaten Şampiyonlar Ligi’nde
yarı final eşleşmelerinden hemen önce olası bir
Chelsea eşleşmesi hakkında Enrique Cerezo’nun
“6 milyon euroyu veremeyebiliriz.” sözleri de
durumun ne denli kritik olduğunu ortaya koyuyor.
Liébana’nın verilerine göre İspanya’da en fazla
borcu olan kulüpler sırasıyla 589 milyon euro ile
Real Madrid, 538 milyon euro ile Atletico Madrid,
471 milyon euro ile Barcelona ve 399 milyon euro
ile satılığa çıkarılmak zorunda kalan Valencia.
Fakat Atletico Madrid’i Barça ve Real’den ayıran
en büyük faktör bu borca rağmen elde ettiği
gelir. Başkent ekibi son 6 yıl boyunca elde ettiği
gelirde herhangi bir artışa gidemedi ve 100-120
milyon euro civarında seyretti. Öyle ki 2011/12
sezonunda 120 milyon euro ile zirveyi gören
kulüp, geride bıraktığımız sezonu ise 107 milyon
euroluk bir gelirle kapattı. Real Madrid, 2012/13
sezonunda bir önceki sezona göre gelirlerini %49
artırmayı başarırken Barcelona da %67’lik bir
gelişim kaydetti. Hatta Atletico Madrid, 2012/13
Bu sezon Şampiyonlar Ligi’nde
yarı final gören Atletico için Devler
Ligi’ne katılımın sürekliliği ekonomik
anlamda hayati değer taşıyor.
sezonunun değerleri dikkate alındığında ligi
üçüncü bitirmesine rağmen Valencia’dan bile daha
az gelir elde etti.
Borçların 1/3’e yakını devlete ve 2017’ye kadar
Atletico Madrid’in bu parayı ödemesi gerekiyor.
2017’ye kadar yapılandırılan bu borçların
ertelenmesi söz konusu değil. Bu sene devlet
için yapılandırılan ödeme ise yaklaşık olarak 15
milyon euro. AS’a göre ayrıca Atletico Madrid’in
bu yıl yaklaşık olarak 50 milyon euro civarında
vergi ödemesi gerekiyor. FFP kurallarının vergi ve
transfer borçlarına öncelik verdiği düşünülürse de
Atletico Madrid’in kısa dönemde bir krizle karşı
karşıya olduğunu söylemek mümkün.
Ölümcül ihtiyaç: Şampiyonlar Ligi
Atletico Madrid’in hale hazırda en fazla parayı
Azerbaycan ile yaptığı sponsorluk anlaşmasından
ve tv gelirlerinden elde ediyor. Fakat şunu
vurgulamak şart; La Liga’daki yayın gelirleri
son derece adaletsiz bir şekilde dağıtılıyor ve
Azerbaycan ile olan sponsorluk anlaşması 2015’e
kadar. Kısacası Atletico Madrid’in yeni gelir
kapıları açması şart. Bunun da yolu Şampiyonlar Ligi’nden geçiyor.
Şampiyonlar Ligi’nden gelecek sıcak para hiç şüphesiz Atletico Madrid’in
elini rahatlatacaktır lâkin Atletico Madrid yine de başta Diego Costa
olmak üzere bazı oyuncularını satmak zorunda kalabilir. Dahası
bu süreçte, son olarak Falcao örneğinde gördüğümüz gibi
planlanan transfer bütçesini geçmek gibi bir lükse de
sahip değil. Bu açıdan düşünülünce Atletico Madrid
için önümüzdeki 3 yıl Şampiyonlar Ligi’ne katılmak ve
bu sayede de gelirlerini maksimum düzeye çıkarmak
son derece kritik olacak.
Bu sezon Atletico
formasıyla tüm
kulvarlarda 34 gol
atan Diego Costa
için Chelsea’nın 50
milyon Pound
önerdiği
konuşuluyor.
Bir bakıma Atletico Madrid’in başarıyı sürdürebilmesi
tamamen başarıya bağlı. Tabii bu başarının geçmiş yılların
aksine iyi yönetilmesi de şart. Lâkin kulüp yönetimi de
zaten ders çıkarmış bir görüntü sergiliyor. Şampiyonlar
Ligi’nde grup aşamasının ardından “Önemli olan nereye
kadar gideceğimiz değil. Şampiyonlar Ligi’nde kalıcı
olabilmek.” diyen Enrique Cerezo, kulübün geleceği için
Şampiyonlar Ligi’nin ne denli önemli olduğunu dile getirdi.
Yine de durumun farkında olmak krizin aşılacağı anlamına
gelmiyor. Atletico Madrid’in verimli transferler yapması
şart. Bu sezon başında yaklaşık 33 milyon euro harcanarak
kadroya dahil edilen Josuha Guilavogui, Toby Alderweireld,
Daniel Aranzubia, Roberto Jiménez, David Villa, Leo
Baptistão, José Giménez’den geleceğe yönelik hamle
olan José Giménez ve verim alınan David Villa’yı bir kenara
koyarsak Atletico Madrid’in pek iyi bir transfer stratejisi
olduğunu söylemek güç. Açıkçası Atletico Madrid’in artık
böyle hatalar yapma lüksü de bulunmuyor. Agüero’nun
satılıp Falcao’nun alındığı hamlelerin başka bir versiyonu
ise söz konusu bile değil.
Uzun lafın kısası Atletico Madrid’in başarıyı sürdürüp
sürdüremeyeceği oynanan futbola değil tamamen saha
dışı faktörlere bağlı. Kulübün ne yapıp edip gelirlerini
artırması gerekiyor. Fakat bu paraları borç kapatmak için
kullanacağından dolayı da nokta transfer şart. Eğer bir
sene bile hatalı adım atılırsa çorap söküğü gibi hataların
devamı gelecek, Atleti’nin sonu belki de 2000’lerin başında
Avrupa’yı salladıktan sonra gelirlerini yönetemeyen ve
serbest düşüşe geçen Deportivo la Coruna gibi olacaktır.
Mustafa Demirtaş
YAŞSIZ ADAM
COSTACURTA
“Ben senin yaşın kadar futbol
oynadım!” diye biraz da
mübalağa serpiştirilmiş bir halk
deyimi vardır ya… Söz konusu
Alessandro Costacurta’ysa,
ortada bir abartı yok demektir
Costacurta’nın Milan karnesi
21 sezon
458 maç
3 gol
5 Şampiyonlar Ligi
7 Serie A
4 UEFA Süper Kupası
Unutulmaz
HF126
Eğer futbolla tanışma yıllarınız 90’lara denk
geliyorsa, kulak aşinalığıyla öğreneceğiniz
birkaç şey vardır… Milan, o güne kadar tarihin
gördüğü en büyük takımdır. Eğer bir yerde çok iyi
oynayan bir takıma denk gelir ve içinizden onları
övmek isterseniz, “Milan gibi takım!” tanımını
yapmalısınız. Henüz Sovyetler Birliği’ne attığı ve
İsviçre bilim adamlarının çözemeyeceği tek fizik
olayı olan golünü izlememiş olsanız da, Marco
van Basten en büyük golcüdür, ayrıca Ruud Gullit
de en büyük yıldız. Almak isteyeceğiniz ilk forma,
kırmızı-siyah çubuklu olanıdır. Çünkü o zamanlarda
futbol demek, Milan demektir.
Bir gün, sadece gol olduğunda heyecanlanmak
ve topla büyüleyici hareketler yapan, biraz da
karizmatik olan futbolculara hayranlık duyma
ilgisinin ötesine geçip futbolun tarihine inme
yolculuğuna çıktığınızdaysa; Milan’a duyacağınız
şey hayranlıktan çok, saygıya dönüşür. Hikâyenin
başlangıcı, Silvio Berlusconi’nin 1986’da iflasın
eşiğindeki Milan’ı devralmasıydı. Berlusconi,
bir yandan Euro 88’in yıldızlarını takıma
kazandırmakla meşgulken öteki yandan bu büyük
projeyi o güne dek pek adı sanı duyulmamış, bu
sebeple lakabı “Bay hiç kimse” olarak kalmış Arrigo
Sacchi’ye emanet etmişti. Hatta büyük sükse
yaratarak Milan’a transfer olan Marco van Basten
de açık yüreklilikle, “Sacchi de kim? Hakkında
hiçbir fikrim yok!” sözlerini sarf edecekti. Ama
Sacchi, dünya futbolunu öyle bir oyun taktiğiyle
tanıştıracaktı ki böylesine bir futbol aklına ancak
‘hiç kimse’ sahip olabilirdi.
Bugünlerde daha çok Borussia Dortmund’la
gördüğümüz, yakın zamanda da Guardiola’nın
Barça’sıyla mükemmelleşen “topun kaybedildiği
noktaya pres” uygulaması, ilk kez 80’lerin
sonundaki Milan’la görülüyordu. Arrigo
Sacchi’nin takımı, daha çok kuvvet ve dayanıklılık
antrenmanlarına yönelmiş; rakiplerini temposuyla
ezmeye başlamıştı. Zaten topu hücum bölgesinde
kazandıktan sonra, gol atmak için tüm uygun
şartları yaratabilecek kaliteli oyunculara sahiplerdi.
Böyle bakıldığı zaman, o dönemde Serie A’da
Milan formasını 20 yıl boyunca taşıyan Costacurta
bu süreçte birbirinden önemli yıldızlarla aynı amaç
için mücadele verdi.
en şanslı savunma hattının, Milan’ın dörtlüsü
olduğu sanılabilir. Ancak o sistemin asıl sırrı,
işte o geri dörtlüde yatıyordu. Sacchi’nin özel
antrenmanlarından biri de, Tassotti, Baresi,
Costacurta ve Maldini’den oluşan savunmaya
karşı, Milan’ın sekiz hücum silahından oluşan
takımıyla yarı sahada maç yaptırmasıydı. Evet,
sekize karşı dört! Üstelik her autta, top yeniden
hücumcuların ayağından, yarı sahadan itibaren
başlıyordu. O fantastik dörtlünün doğuşu, hiç de
kolay olmamıştı.
Marco Baresi, savunmanın lideri, rakip atakların
sonlandırıcısı ve çoğu zaman da Milan ataklarının
başlangıç noktası… Kaptanın işi oldukça zordu,
o yüzden yanındaki çocuğun, Costacurta’nın “pis
işleri” üstlenmesi gerekiyordu. Sıkı markaj, gerekli
zamanlardaki sert fauller, kafa topları… Aslında
1979 yılında Milan’a ayak bastığı zamanlarda
onun hayali çok daha farklıydı. Basketbolcu olmak
istiyordu, zaten boyu da oldukça elverişliydi. Tam
bir NBA hastasıydı Alessandro. Elbette, kulübünün
basketbol şubesi, yani Olimpia Milano’nun da
maçlarını kaçırmıyordu. Hatta öyle bir noktadaydı
ki bu hastalık, Olimpia Milano’nun göğüs sponsoru
olan “Billy” isimli içecek markası; zamanla
Costacurta’nın lakabı olacaktı. Ancak biz yine de
hikâyenin geri kalanında ondan kendi ismiyle
bahsedelim. Zira futbol tarihinin kulağa en hoş
gelen isimlerinden birine sahip.
Ancelotti,
Maldini ve
Costacurta
aynı karede.
Costacurta, Gullit’li, Van Basten’li birçoklarına göre
futbol tarihinin en iyi takımının da bir parçasıydı;
o günlerden tam 20 yıl sonra, bir zamanlar takım
arkadaşı olan Carlo Ancelotti’nin hocalığını yaptığı
Pirlo’lu, Kaka’lı, Shevchenko’lu Milan’ın da…
Ve belki de Milan tarihinin görüp görebileceği
en güzel yıllarına sahada tanıklık etti. Serie A
şampiyonluklarını kutlarken, Şampiyonlar Ligi
kupasını kaldırırken etrafında birçok yeni yüz,
farklı yıldızlar vardı. Ancak o, her zaman Baresi’nin
yanında olduğu günlerindeki gibi “ikinci adam”
olmaktan kaçınmadı. Sadece yanındaki stoperin
değil, herhangi bir sinema yıldızının kademesine
girecek kadar karizmatik bir duruşa, imaja sahipti.
İstikrarın sözlük karşılığıydı. Shevchenko’yu
“en verimli dönemini bitirdi” diyerek satılması
konusunda görüş bildiren, Beckham için “38 yaşına
kadar oynar” raporunu veren Milan LAB’daki
bilimadamları bile onun için “Bizlik bir şey yok,
Maldini ve Costacurta gibi oyuncular birer istisna!”
diyecekti. Monza’da kiralık geçirdiği 1 yıl dışında,
tam 20 sezon Milan gibi bir kulübün parçası olmayı
başardı. Alessandro Costacurta, 41 yaşından gün
alırken Şampiyonlar Ligi maçına çıkarak; aslında
sadece futbolseverlere değil, bütün insanlara
“hiçbir şey için geç değil!” mesajını veren adam!
2007 yılında futbola veda eden Costacurta
son maçı olan ligdeki Udinese mücadelesinde
fileleri sarsınca böyle sevinmişti.
Güner Çalış
Avrupa’dan Futbol HF126
UKRAYNA’DA BiRLiK ÇAĞRISI
Ukrayna’daki siyasi belirsizlik futbolu da etki altına aldı. Pek çok kulüp ekonomik
kriz yaşarken bazıları da ya bunun eşiğinde ya da kapanmış durumda
Kiev Olimpiyat Stadı’nda oynanan Dinamo Shakhtar maçının konusu, bu kez ezeli rekabet
değildi. Beklendiği üzere, 70 bin kişilik statta
büyük bir Ukrayna bayrağı koreografisi oluşturuldu
ve birlik çağrıları yapıldı. Bundan yaklaşık bir ay
önce de ligin başlamasının gecikmesi üzerine
iki takımın ultrasları bir dostluk maçı tertip
etmişlerdi. Tüm bu olanlar, 10 yıl evvelki Turuncu
Devrim öncesi Shakhtar’ın turuncu rengi üzerinden
akıldışı spekülasyonların yapılabildiği dönemden
çok farklıydı.
Futbol takımlarının ultras grupları, Maidan olayları
sırasında çok önemli aktörler olarak öne çıktılar.
Hâlihazırda polisle çatışmaya alışkındılar ve güçlü,
kararlı erkeklerden oluşuyorlardı. 21 Ocak’ta ‘dikta
kanunları’ olarak anılan düzenlemenin yürürlüğe
girmesi üzerine, Dinamo Ultras grubu “Kiev için,
Ukrayna için!” diğer taraftar gruplarını da sokakları
‘tituşki’lerden temizlemeye desteğe davet
ediyordu. Tituşki, hükümetin parayla tuttuğu
sokak holiganları için kullanılan bir tabirdi. Bu
çağrıya ilk destek, Rus yanlılarının çoğunlukta
olduğu doğu illerinden biri olan Dnipropetrovsk’tan
geldi. Daha sonra, Metalist, Shakhtar ve Kırım
takımı Sevastopol gibi diğer Rus yanlısı şehirlerin
Ultrasları da onlara katıldılar. Taraftar gruplarının
sokağın ‘güvenliğini’ sağlamadaki bu etkin rolü,
milliyetçi parti Svoboda’nın lideri Oleh Tyahnybok
gibilerce büyük takdirle karşılanacaktı.
Birleşik Ukrayna
Taraftar gruplarının ‘ateşkes’i bir yana, pek çok
kulüp derin bir belirsizliğin eşiğinde. Kırım ekibi
Tavriya Simferopol, bunlardan biri. Kulübün
para sağlayıcısı Dymtro Firtash’ın geçtiğimiz
ay Viyana’da tutuklanmasının ardından uzun
dönemde nasıl ayakta kalacakları meçhul. Benzer
durumdaki Arsenal Kiev çoktan iflasını açıkladı ve
son dönemde ülkenin en büyük güçleri arasında
kendine yer eden Metalist’i dahi benzer bir son
bekleyebilir. Yanuchenko hükümetinin düşmesiyle,
hükümet tabanlı oligarkların usulsüzlükleri de bir
bir ortaya çıkıyor ve Metalist’in sahibi Kurchenko
gibiler sahneden çekiliyorlar. Serhiy Kurchenko’nun
hesapları dondurulmuş durumda ve Metalist’i
yeni bir oligark satın alana kadar, kulüp büyük bir
çıkmazda. Ama Tavriya’nın sorunları bunlardan
apayrı. Kırım’ın Rusya’ya katılmasıyla, Ukrayna’nın
tüm ekonomik desteğini kestiği kulüp, Dinamo
Kiev’le yapacağı maç için 13 saatlik tren yolculuğu
yapmak zorunda kalmıştı. Dahası, önümüzdeki
sezon Rus Ligi’nde mi yoksa Ukrayna Ligi’nde mi
oynayacaklarını dahi bilmiyorlar.
Oligarklar; futbol kulüplerinin devam edebilmesi
kadar, Ukrayna’nın tek devlet olarak kalabilmesi
sürecinde de çok önemli aktörler olarak öne
çıkıyor. 90’lardaki kaostan beslenerek ülkenin
en zenginleri konumuna yükselen bu elit
grup, bu şekilde kalabilmek için artık ‘stabil’
bir ortama tabi ve bundan da önemlisi, olası
bir Rus entegresyonunda, ‘büyük’ kardeşleri
tarafından yutulmaya gebe. Yeni kurulan hükümet
tarafından, özellikle de doğu vilayetlerinde politika
sahnesine sürülen oligarklar, bu vilayetlerin
yöneticileri olarak atandılar. Dnipro’nun sahibi Ihor
Kolomoysky, Dnipropetrovsk’un ve Sergei Taruta,
Donbass’ın başına geçti. Ülkenin en zengin adamı
ve Shakhtar’ın sahibi Rinat Akhmetov ise şu an
için ‘politikadan uzak durmak istediğini’ söylüyor.
Kim bilir?
Ölmek kırmızıdan daha iyi
Salih Demirci
Futbol Yönetimi HF126
DERiN FUTBOL’UN
KENDiLiĞiNDEN YÜKSELiŞi
Ekrandaki futbol programlarının yıldızı Derin Futbol, mikserlerin şampiyonu Rasim
Ozan. Memleketin zirve futbolunu sıkı takip edenlerin favori programı kaçınılmaz
şekilde yükseliyor ve bu durum bize bir şeyleri işaret ediyor
Geçtiğimiz hafta sonu futbol ortamımıza
Fenerbahçe’yi tebrik ve başarıyı tasdik
havası hâkimdi. Kadıköy’de rüzgâr tatlı tatlı,
şampiyonluğa doğru esiyordu. Nasıl esmesin,
takipçilerinin ikisinin de puan kaybettiği haftada
kazanan Ersun Yanal’ın takımı farkı 12 puana
çıkarmıştı. Her şey yolundaydı, zaman övgü
zamanıydı.
Diğer tarafta ise Galatasaray’ın başarısızlığı
aşikârdı, eski defterlerden RobertoMancini’nin
hatalarına kadar üzerine konuşulacak çok şey
vardı. Sarı-kırmızlılar baştan aşağı yanlış, eksik ve
sorunluydu. Bir önceki gün fırsat tepen Beşiktaş
ise sempatik kaybeden olarak yüreklendiriliyordu.
Onların imkânları zaten kısıtlıydı, yarıştaki iki
büyük atın peşine düşen küçük at gibiydiler ve
böylesi bir zamanda yine iyi iş çıkarıyorlardı.
Hakikaten yarışmacı olmaları içinse büyümeye
ihtiyaçları vardı, bunun da yolu gelirlerini
artırmaktan geçiyordu.
Bu atmosferde başlayan Derin Futbol’da
ateşi harlayan Ümit Özat’ın sözleri oldu.
Galatasaray’dansa Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi’ne
gitmesinin daha hayırlı olacağı savıyla konuşan
eski Fenerbahçe kaptanı, hafta sonu derbide
Beşiktaş’ın kazanmasını istediğini açık yüreklilikle
beyan etti. Rasim Ozan Kütahyalı ise bu anlar
için orada bulunuyordu ve bu kısa düşen geri pası
affetmedi. Bir büyük tartışma başladı ve ertesinde
çarpıcı bir şey oldu, Rıdvan Dilmen programa
telefonla bağlandı.
Yalnızca birkaç saat önce kendi programı
%100 Futbol’da ekrana çıkan Rıdvan Dilmen,
Fenerbahçe’nin şampiyonluk yolunu anlatmıştı.
Burada ise ‘başka şeyler’ anlatılıyor gibiydi
ama ülkenin ağzına baktığı topu bilen adam da
Derin Futbol’u izliyordu. Hatta sadece izlemiyor,
programa katkı vermek için yayına bağlanıyordu.
Çünkü aslında burada da ‘başka şeyler’
anlatılmıyordu.
Derin Futbol dönemi
Elbette bu hikâyeyi Rıdvan Dilmen eleştirisi olarak
okumayı tercih edenler olabilir, ancak bu yazının
meselesi bu değil. Yarışmanın doğası gereği ve
profesyonel hayatın rutini icabı aralarında rekabet
olan iki unsurdan biri, kendi gücünü oluşturan
değerleri diğerinden korur. Söz konusu iki futbol
programı arasında olması beklenen rekabet de
Rıdvan Dilmen’i bu telefon bağlantısından men
etmeliydi. Fakat böyle olmadı ve birinin asli değeri
diğerine katkı verebilirken görülüyor ki kulvarlar
farklı.
Bu farklılığı oluşturan unsurlardan en önemlisi
elbette ki içerik ve üslup. Şansal Büyüka ve
Erman Toroğlu’nun uzun yıllar birlikte götürdüğü
Maraton programının mirasından feragat eden
Ntv’nin %100 Futbol’u kendini farklı bir yerde
konumlandırıyor. Maraton programının şimdiki
hali ikisinin arasında bir yerde ve Telegol’ün açtığı
yoldan giden Derin Futbol ise Serhat Ulueren’in
formatına göre daha hareketli.
Gündem belirleme iddiasındaki Telegol’den farklı
olarak nispeten doğaçlama ilerleyen ve gündeme
yaslanan programda henüz cacık yapma ve ruh
çağırma gibi enteresan olaylar yaşanmadı. Bunun
yerine futbol gündeminde her ne varsa, buna
dair gerekli bilgi ve en yetkili ağızdan yapılan
açıklamalar Beyaz Tv ekranından takip ediliyor.
Üslup ve kavgalar da işin eğlencesi.
%100 Futbol’un düşüşü
Ahmet Çakar bazen çok kızıp Rasim Ozan’a ‘ayar’
veriyor, Sinan Engin küfrediyor ama Kadıköy’de
Bir zamanlar Maraton programı
Ahmet Çakar, programda sürekli
Rasim Ozan Kütahyalı ile ‘gerginlik’ yaşıyor.
mahsur kalan İbrahim Hacıosmanoğlu’nu, büyük
olayların ardından Trabzon’da yol arkadaşı ile
ters düşen Sebahattin Çakıroğlu’nu, Rusya’daki
derbide yaşananların peşinden Mahmut Uslu’yu
yayına onlar bağlıyor. Fikret Orman onlara
konuşuyor ve peki diğer tarafta, %100 Futbol’da
neler oluyor?
Sorun şu ki, bazen hiçbir şey. Buna en yakın örnek,
son Galatasaray - Fenerbahçe maçı ertesindeki
program olabilir. Karşılaşmanın akabinde sinirleri
bozuk görünen Rıdvan Dilmen, açıkça sahada
olan-biten üzerine konuşmak istemiyordu. Her
hali, hareketi ve tavrı ile programın formatı
dâhilinde söyleyecek sözü olmadığını gösteriyordu.
Çift haneli sayıda sarı kart, iki kırmızı kart, topun
çok az süre oyunda kalması, oyuncu davranışları…
hepsi oyunun kendisine dair söyleyecek fazla söze
izin vermiyordu, hatta söyleyebilene madalya
takılmalıydı. Futbol neticede bir oyundu ve kurallar
içinde kalıp gri alanları iyi kullanmak da bu oyunun
bir parçası mıydı; evet, öyleydi.
Yine de bu kadarı fazlaydı. Rıdvan Dilmen de
mecbur, ortadaki garabetten yakındı. Ülkemiz
futbolunun sorunları, yöneticiler, sorunlu
futbolcular, hakemler ve hükmü geçenin her
koşulda haklı olması… Eh, bunlar söylenecekse
bunu iyi yapan bir program zaten var; hem de
icraatın içinden gelmiş isimlerle. Belki Rıdvan
Dilmen de bu tür bir maçın dinamiklerini iyi
anlatabilirdi ama programın formatı buna izin
vermiyordu. Dolayısıyla sahadaki sertliği, hakemin
psikolojisini açıklayabilen adamlar gerçeğe
daha yakındı. Galatasaray’ı galibiyete götüren
parametreleri Derin Futbol anlatıyordu.
Tepeden değil tabandan
Herkesin hafızasında tazeliğini koruyan derbi,
futbol ortamımızın yakın dönemdeki atmosferinin
bir özeti sayılabilir. Bu noktadan bakacak olursak
%100 Futbol, mevcut durumu gerçeğe yaklaşarak
ortaya koymaktan uzak. Bilhassa büyük maçlara
dair söylenenler butlan oluyor, çünkü sonucu
hayatın başka bir alanında da görülebilen etkenler
tayin ederken, yalnızca futbola özgü orijinallikler
ortada görünmüyor. Nitekim %100 Futbol ile Derin
Futbol aslında birbirine rakip, fakat birinin öne
geçmesi ya da diğerinin eski gücüne kavuşması
kendilerine değil, futbol ortamının şartlarına bağlı.
Hal buyken boşluğu Derin Futbol dolduruyor.
Şimdi ve daha önce %100 Futbol izleyenler Derin
Futbol izliyorlar, çünkü gerçeğe en yakın bilgi orada
veriliyor. Zira futbol ortamımız bir süredir, takriben
2011 yılından bu yana eskisinden daha gergin,
daha katı. Bunu futbolcu davranışlarından yönetici
demeçlerine, esas olarak ise tribün reflekslerinde
görmek mümkün. Kısa sürede çok fazla şey
yaşandı ve tüm bu olan-bitenin tortusu biraz olsun
yumuşamadan normalleşme mümkün değil. Ateşi
harlayanlar da cabası.Rıdvan Dilmen ise hala çok
izlense bile galiba eskisi kadar dikkate alınmıyor
ve aynı durum, muhtemelen futbol ortamımızın
alternatif yayın mecraları için de geçerli.

Benzer belgeler