e-bülten - Toplumsal Eşitlik

Transkript

e-bülten - Toplumsal Eşitlik
Tırmanan kirli savaş ve
burjuva ikiyüzlülüğü
Yusuf Ateşçi / 06.01.2016
AKP iktidarı, bir bölümünü savaş alanı haline getirirken
neredeyse
tamamını
açık
hava
hapishanesine
dönüştürdüğü
Kürt
illerindeki
devlet
terörünü
tırmandırırken, Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP)
yönelik saldırısını yoğunlaştırıyor.
e-bülten
2-8 Ocak 2016

Tırmanan kirli savaş ve burjuva ikiyüzlülüğü

Yeni yılın eşiğinde
Yusuf Ateşçi / 06.01.2016
Joseph Kishore ve David North / 06.01.2016

2016 artan bir sınıf mücadelesi yılı olacak

Sığınmacılar Berlin'de perişan durumda

Alman Hava Kuvvetleri Suriye savaşına katılıyor
Diyarbakır’ın Sur ilçesinde ilan edilen sokağa çıkma
yasağı beş haftayı geride bırakırken, Şırnak’ın Silopi ve
Cizre ilçelerindeki yasaklar bir aya yaklaşıyor. Asıl
olarak yoksul emekçi mahallelerini harap eden
saldırılarda, insanlar birçok mahallede elektrikten,
ekmekten ve sudan yoksun koşullarda yaşam
mücadelesi veriyor.
Jerry White / 07.01.2016
Verena Nees / 05.01.2016
Johannes Stern / 08.01.2016

Suudi Arabistan’daki toplu idamlar

Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor: Gerçek uyanış yok

Bugün Diyarbakır’ın Yenişehir ilçesinde bir kadın
öğretmen evinde başından vurularak ağır yaralanırken,
Şırnak’ın Cizre ilçesinin Cudi mahallesinde evlerini
beyaz bayrakla terk eden bir aileye açılan ateş sonucu
vurulan 12 yaşındaki bir çocuk kaldırıldığı hastanede
öldü.
Sokağa çıkma yasağının ilan edildiği ve yoğun tank ve
top atışları ile çatışmaların devam ettiği mahallerin bir
kısmı, hoparlörlerden yapılan anonsların ardından
boşaltılıyor.
Bill Van Auken / 05.01.2016
Matthew MacEgan ve David Walsh / 04.01.2016
4 Ocak Pazartesi akşamı Şırnak’ın Silopi ilçesinde üç
kadın siyasetçinin ve kimliği teşhis edilemeyen bir
erkeğin canice katledilmesi, “terörle mücadele”
bahanesiyle sürdürülen devlet terörünün ulaştığı son
noktayı gözler önüne sermektedir. Akşam saatlerinde
açılan yaylım ateşiyle vurulan dört sivilden
üçünün Demokratik Bölgeler Partisi Parti Meclisi
üyesi Sêvê Demir, Silopi Halk Meclisi Eşbaşkanı Pakize
Nayır ve aktivist Fatma Uyar olduğu açıklandı.
Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD) Tarihsel ve
Uluslararası Temelleri – Bölüm 8
Sosyalist Eşitlik Partisi (ABD) / 03.01.2016
Dünya Sosyalist Web Sitesi ve
Toplumsal Eşitlik web sitesinden alınan
yazılardan hazırlanmıştır
www.wsws.org
www.toplumsalesitlik.org
[email protected]
Öldürülenlerin, açılan ateş sonucu yaralandığı ve
sığındıkları köprü altından DBP Silopi İlçe Eş Başkanı
Gülşen Özden’e ulaştıkları ancak devlet güçlerinin tıbbi
yardım ulaşmasını engellediği ortaya çıktı. Konuyla ilgili
olarak BBC Türkçe’ye konuşan Özden, "Telefonla
arayan 'Yetişin, vurulduk! Yeşiltepe'nin ordayız' dedi.
Ben de hemen o şaşkınlıkla vekilleri aradım" diyor ve
ekliyor: “Bir iki dakika sonra aynı numaradan beni yine
aradılar. 'Kan kaybediyoruz, çabuk olun, 10 dakikaya
kadar yetişmezseniz, hepimiz öleceğiz' diyerek telefonu
kapattı. Vekillerden çok acil ambulans göndermelerini
-1-
istedim. Sonra da o numarayı defalarca aradım, ama
cevap veren olmadı."
savaşlar, ABD ve Almanya gibi
büyük
emperyalist
devletlerce yakından incelenmekte ve artan toplumsal
eşitsizliğin körükleyeceği halk ayaklanmalarına bir
hazırlık olarak ele alınmaktadırlar. Bu kent savaşlarını
yakından izleyen ve dersler çıkaran Türkiye egemenleri
de, Kürt illerinde sürdürülen operasyonları, olası halk
ayaklanmalarına
hazırlık
olarak
uygulamaya
koymaktadır.
HDP Şırnak milletvekili Aycan İrmez, ambulans
gönderilmesi için valiyi aradıklarını ama telefonlarına
yanıt
alamadıklarını
ve
Kamu
Güvenliği
Müsteşarlığı’ndan birini devreye sokmalarının ardından,
valinin bölgede çatışma olduğu gerekçesiyle ambulans
gönderilemeyeceğini ilettiğini belirtiyor. Otopsiye
katılan HDP Şırnak milletvekili Leyla Birlik ise, "Erkeğin
ve kadın arkadaşlarımızdan birinin yüzü tanınmayacak
derecede tahrip edilmişti.” dedi. Yani bu dört kişi,
aynı Hacı Birlik’e yapıldığı gibi, yaralıyken katledildi.
AKP iktidarının yoğun bir medya propagandasıyla, Kürt
illerinde
aylardır
sürdürdüğü
harekat,
Batılı
emperyalistleri teşhir ettiği kadar, “barış süreci” adı
verilen aldatmacanın ve onu destekleyenlerin de asıl
karakterini gözler önüne seriyor.
Bölgede yaşananlar, en temel insan haklarının bile
ayaklar altına alındığı kirli bir savaştan başka bir şey
değildir. Aylardır süren bu kent savaşında, yüz binlerce
insan evini terk etmeye zorlanmış ve yüzlerce sivil,
sözde “faili meçhul” bir şekilde katledilmiş durumda.
Türkiye egemen sınıfının Ortadoğu’daki yayılmacı
hedeflerine tabi olarak geliştirilmiş olan bu süreç, aynı
zamanda Kürt illerini Türkiye’nin ucuz emek cenneti
haline getirmeyi ve bölgeden geçecek enerji yollarını
istikrara kavuşturmayı amaçlıyordu. Bu sahte “barışçıl”
süreç, 2008 küresel ekonomik krizinin tetiklediği altüst
oluşlar ve asıl olarak Suriye’deki iç savaşın yarattığı yeni
koşullar eliyle çökmüş durumda.
Bölgede, evlerini beyaz bayraklarla terk etmeye, sokak
ortasında vurulan yakınlarını kurtarmaya ya da
cenazelerini almaya çalışanların bile vurulduğu,
yaralıların infaz edildiği, Hacı Birlik’e yapıldığı gibi
polis aracına bağlanıp sürüklendiği, cenazelerin
haftalarca sokaklarda bırakıldığı ya da ailelerine
verilmediği bir devlet terörü yaşanmaktadır.
Bu noktada, 7 Haziran seçimlerinin ardından tırmanışa
geçen devlet saldırısının, hükümetin tek başına 1 Kasım
seçimleri hedefiyle açıklanamayacağını ve yalnızca
Ortadoğu’da sürmekte olan paylaşım savaşının
içeriye taşınması olarak anlaşılabileceğini defalarca
vurguladığımızı hatırlatmak gerekiyor. Yıllardır ifade
ettiğimiz üzere, “barış süreci” adlı aldatmaca, Türk ve
Kürt burjuvazisinin kapitalizmin derinleşen krizine
yönelik önleyici bir hamlesi ve onu fırsata çevirme
yönünde işçi sınıfı düşmanı gerici bir girişimdi.
Milliyetçi Kürt burjuvalarının ve onların kuyruğundaki
sahte solun “barış ve demokrasi” çığlıkları eşliğinde
desteklediği sözde “barış süreci”, Ortadoğu’da tırmanan
emperyalist paylaşım savaşının ve egemen sınıfların
diktatörlük yöneliminin önlenemez dinamikleri eliyle
çökmeye mahkumdu.
Kürt illerinde yaşananlar, İsrail devletinin Gazze’de
Filistin halkına yaptıklarından farklı değildir. Gazze’de
“Hamas terörü” gerekçesiyle yapılanlar Kürt illerinde
“PKK terörü” gerekçesiyle tekrarlanmaktadır.
Siyonist devletin Gazze’de gerçekleştirdiği teröre sözde
karşı çıkan ve siyasi ilişkileri görünüşte en alt düzeye
indiren AKP iktidarı, arka planda ilişkileri geliştirerek
sürdürmüş ve Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin
ardından açığa çıktığı üzere, “eski dostluk” hiç
bozulmamıştı. Ankara ile Tel Aviv arasındaki bir diğer
benzerlik, Kürt ve Filistinli emekçilere yönelik
katliamlarını emperyalist merkezlerin bilgisi ve desteği
ile gerçekleştirmeleridir. Kendi emperyalist çıkarları söz
konusu olduğunda “demokrasi”nin ve “insan hakları”nın
ikiyüzlü savunucuları olan emperyalist merkezler,
Gazze’deki operasyonlarda İsrail’den esirgemedikleri
desteği, aylardır Ankara’ya veriyorlar.
Gelinen noktada, savaş koşulları altında etnik ve
mezhepsel propaganda bombardımanı ve çıplak baskı
temelinde sindirilmeye çalışılan işçi sınıfının milliyetçi
ve
dinci
ideolojilerle
zehirlenmesine
karşı
enternasyonalist sınıf bilincinin geliştirilmesi, belirleyici
bir önem taşımaktadır.
Benzeri bir “kentsel savaş” pratiği 2014’te Ukrayna’nın
doğusunda da gerçekleştirilmiş, Batı destekli darbenin
ardından kurulan Ukrayna hükümeti, ordu ve faşist
milislerle, Donetsk ve Luhansk halklarına karşı terör
estirmişti.
Hükümet ve elindeki geniş medya aygıtı, Kürt halkını
“terörist” olarak sunarken, sahte sol grupların da destek
verdiği HDP, “Türkiye’nin batısının sessiz kaldığı”nı
iddia ediyor. Hükümetin propagandasının gerici
karakteri son derece açıktır ve ona ve savaşa karşı işçi
sınıfının sosyalist enternasyonalist birliği temelinde
tavizsiz bir mücadele verilmesi tartışmasız bir görevdir.
Filistin, Ukrayna ve Türkiye’de yürütülen kentsel
savaşların en çarpıcı ortak yanı, devlet terörünün sınıfsal
karakteridir. Özellikle Gazze ve Ukrayna’daki
-2-
Bununla birlikte, “batıdaki” işçi sınıfının ve gençliğin
Kürt illerinde yaşanan savaş karşısında gereken tepkiyi
gösterememesinin önemli nedenlerinden birinin,
milliyetçi Kürt hareketinin ve onun kuyruğundaki sahte
solun on yıllardır uyguladığı politikalar olduğunu da
unutmamak gerekir. HDP ve öncülleri ile sahte sol, işçi
sınıfını emperyalist merkezlerde üretilmiş kimlik
politikaları
ekseninde
bölmüş,
her
durumda
emperyalizme ve “demokrat” AKP iktidarlarına
yedeklemiştir. Yalnızca “batıdaki” (Türk) işçilerin ve
gençlerin değil, Kürt emekçilerinin de içinde bulunduğu
kafa karışıklığının ve görünürdeki edilgenliğin ardında,
ABD emperyalizmi ile işbirliği peşinde koşan ve onun
Ortadoğu’daki yağmacı savaşını destekleyen “sol”
maskeli
burjuva
ve
küçük-burjuva
kimlik
politikacılarının yol açtığı hayal kırıklıkları ve
perspektifsizlik yatmaktadır. Dolayısıyla, Kürt illerinde
estirilen devlet terörüne ve onun içinde gerçekleştiği
Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım savaşına karşı
başarılı bir mücadele için, aynı zamanda HDP’nin Türk
ve Kürt işçilerini bölmeye hizmet eden söylemine de
kararlılıkla karşı çıkılmalıdır.
karakteri herkes için açık hale gelmişken bile onunla
kardeşliğini korumaktadır.
Özetle, bu, hatalı bir politika değil; aksine, HDP’nin
sınıfsal karakterine ve yıllardır sürdürdüğü pratiğe
uygun, yüzünü ezilen kitlelere değil ama emperyalizme,
egemen sınıfa ve onun yönetim organı parlamentoya
dönmüş bir burjuva partisinin temel çizgisidir. Bu
çizginin,
bütün
milliyetlerden,
dinlerden
ve
cinsiyetlerden emekçilere savaş ve diktatörlükten başka
bir şey sunmadığı, sunamayacağı kanıtlanmıştır.
“Barış süreci”nin iflasının ve bir dünya savaşına doğru
ilerleyen Ortadoğu savaşının en temel dersi,
burjuvazinin “barış”ının gerçekte savaş anlamına geldiği
ve barış sorununun özünde bir toplumsal devrim sorunu
olduğudur. Çünkü yalnızca bir işçi iktidarı savaşa ve
ezilenlere yönelik zulme kalıcı olarak son verebilir ve
Kürt
halkının
maruz
kaldığı
katliamların
sorumlularından hesap sorabilir.
Yalnızca “doğu” ile “batı”yı değil, tüm ezilenleri
birleştirici bayrağı altında bir araya getirip seferber
edebilecek olan tek güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının bunu
başarabilmesi için, bütün mülk sahibi sınıflardan,
onların partilerinden ve emperyalizme hizmet eden
bölücü
kimlik
politikalarından
bağımsız,
enternasyonalist sosyalist bir önderliğin; Sosyalist Eşitlik
Partisi’nin (SEP) inşa edilmesi gerekmektedir.
“Batı” ile CHP ya da MHP kastedilmediğine ve ortada
geniş kitleleri seferber edebilecek başka bir siyasi parti
de olmadığına göre, sorulması gereken bir diğer soru,
HDP’nin bu devlet terörü karşısında ne yaptığıdır.
Gerçekte HDP, “Türkiye’nin batısı sessiz kalıyor”
söylemini yaygınlaştırarak, yalnızca egemen sınıfın Kürt
ve Türk işçiler arasında ektiği güvensizlik tohumuna su
vermemekte; aynı zamanda, kendi sorumluluğunun da
üstünü örmektedir. HDP’nin başlıca çabası, emperyalist
merkezlere olan bağlılığını ve aylardır devam eden
devlet terörü karşısında, “siyasi çözüm, müzakere”
söyleminden öte hiçbir şey yapmadığını gizlemeye
çalışmaktadır. 5 milyonu aşkın insandan oy alan bir
parti olan HDP’nin oylarının hemen hemen yarısını
“batı”dan aldığı hatırlandığında, onun, kitleleri, yıllardır
savunduğu sistem içi çözüm hayalleri doğrultusunda
bile seferber etmediği açığa çıkacaktır.
Türkiye’deki, Ortadoğu’daki ve bütün dünyadaki
savaşlara son vermenin tek yolu, kapitalizm adlı bu
sömürü, baskı ve savaş düzenini uluslararası işçi
sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkmaktır. Bu hedef
uğruna
mücadele,
Dördüncü
Enternasyonal’in
Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesini (SEP) inşa
mücadelesine katılmak anlamına gelmektedir.
AKP’ye yıllarca destek veren –özellikle de Gezi Parkı
protestoları sırasındaki rolüyle onun
iktidarını
korumasını sağlayan- HDP ve öncülleri, 7 Haziran
seçimlerinden sonra “geçici” savaş hükümetine bakan
vermiş, Suruç ve Ankara katliamlarının ardından ve Kürt
illerinde aylardır süren devlet terörüne karşı kitleleri
harekete geçirmemiştir. Tüm bu yaşananlara rağmen, 1
Kasım seçimlerinden önce AKP ile koalisyon
kurabileceğini açıklayan; bugün bile onunla anlaşma
peşinde koşan bir partidir söz konusu olan. HDP,
Yunanistan’daki Syriza’nın emekçi halk düşmanı
-3-
Yeni yılın eşiğinde
Dünya ekonomisi alanında, her türlü iyileşme
beklentisinin yerini sürekli kriz gerçekliği almış
durumda. ABD’de, sözde ekonomik “toparlanma”nın
altıncı yılında, gerçek işsizlik rekora yakın düzeylerde
olmaya devam ediyor; ücretler saldırı altında;
milyonlarca Amerikalının sağlık hizmetleri ve
emeklilikleri tamamen ortadan kaldırılıyor. Avrupa,
yılda yüzde 2’den az büyüyor ve Avrupa ekonomisinin
büyük bölümü (Avrupalı bankaların talep ettiği sert
kemer sıkma önlemlerinin hedefi olan Yunanistan dahil)
derin bir durgunluk içinde. Dünya ekonomik
büyümesinin olası lokomotifi olarak sunulan Çin hızla
yavaşlıyor. Brezilya ve Latin Amerika’nın çoğu derin bir
ekonomik kriz içinde.
Joseph Kishore ve David North / 06.01.2016
2015 sona ererken, egemen çevrelerde bir korku ve kötü
bir şeyler olacağı sezisi hakim durumda. Herhangi bir
iyimserlik izine rastlamak zor. Burjuva medyadaki
yorumcular geçtiğimiz yıla bakıyor ve onun derinleşen
bir kriz yılı olduğunu görüyorlar. Onlar, 2016’ya,
kaygıyla bakıyorlar. Devlet dairelerindeki ve şirket
yönetim kurullarındaki genel duygu, gelecek yılın,
umulmadık sonuçlara sahip derin sarsıntılar yılı olacağı
yönünde.
Financial Times’tan Gideon Rachman, Salı günü
yayımlanan yılsonu değerlendirmesinde, her tarafa
yayılan bu duyguyu ifade ediyor. Rachman, “Büyük
oyuncuların hepsi kuşkulu hatta korkulu” diye yazıyor.
Çin “çok daha az istikrarlı”. Avrupa’daki hava
“kasvetli”. ABD’deki genel duygu “limoni”.
Bu arada, dünya merkez bankalarının ucuz para
politikası,
2008
öncesi
yüksek
riskli
ipotek
kredilerindeki krize paralel bir süreçte ortaya çıkmaya
başlayan ıskarta tahviller ve başka borç biçimlerine
odaklanan yeni bir spekülatif yatırım dalgasına yol
açmış durumda.
Rachman, anlamlı bir biçimde, dünya durumundaki “en
büyük ortak etmen”i, “Fransa, Brezilya, Çin ve ABD gibi
farklı ülkelerde gözle görülür olan, kabaran eşitsizliğe
ilişkin kaygıyı ve çürüme konusundaki öfkeyi birleştiren
seçkinler karşıtı duyarlılık” olarak belirliyor. Bu gözlem,
şirket medyası içinde, önümüzdeki dönemin büyük
toplumsal çalkantılar dönemi olacağına ilişkin artan bir
onayı yansıtmaktadır.
Hükümetin geçtiğimiz yedi yıl boyunca izlediği
politikanın asıl ve istenilen sonucu, toplumsal eşitsizliği
yaygın biçimde arttırmak olmuştur. Geçtiğimiz yıl
boyunca, dünyadaki milyarderlerin serveti 7 trilyon
doları aşacak şekilde artmıştır ve en zengin yüzde bir,
dünya servetinin yarısını kontrol etmektedir. ABD’deki
toplumsal -dolayısıyla siyasi- eşitsizlik öylesine büyüktür
ki, kısa süre önce yapılan bir bilimsel çalışma,
“Amerikalıların büyük çoğunluğunun tercihleri, özünde,
hükümetin
hangi
politikayı
benimseyip
benimsemeyeceği üzerinde hiçbir etkide bulunmuyor”
sonucuna vardı.
Rachman’ın yorumu ve son günlerde ortaya çıkan
benzerleri, Dünya Sosyalist Web Sitesitarafından 2015’in
ilk haftası boyunca yapılmış olan değerlendirmeyi
doğrulamaktadır. Büyük jeopolitik, ekonomik ve
toplumsal krizlerin patlaması arasındaki zaman aralıkları
“ara olarak betimlenemeyecek kadar kısalmış durumda”
diye yazmıştık. Krizler, “yalıtılmış ‘olaylar’ olarak değil
ama günümüz gerçekliğinin şu ya da bu ölçüde kalıcı
özellikleri olarak boy gösteriyorlar. 2014’ü karakterize
eden kalıcı krizin işleyişi (ki bu küresel kapitalist
dengesizliğin had safhada olduğunun asli bir
göstergesidir), 2015 yılında çok daha büyük bir
yoğunlukla devam edecektir.”
Ekonomik kriz, 2015’te yerküreyi geçtiğimiz yarım
yüzyıl içindeki herhangi bir zamandan daha fazla
savaşa yaklaştıran jeopolitik çatışmalarla kesişiyor ve
onları yoğunlaştırıyor. Fiilen, dünyanın her parçası, ya
bir savaş alanı haline gelmiş durumda ya da olası bir
savaş alanı özelliği ediniyor. Ortadoğu, şimdi Suriye’nin
“terörle mücadele” bahanesiyle sürdürülen yoğun bir
savaş yöneliminin hedefi olmasıyla birlikte, emperyalist
güçler tarafından körüklenmiş bir bölgesel iç savaşa
sürüklenmiş durumda. Doğu Avrupa, ABD’nin ve
NATO’nun Rusya’ya karşı başlattığı seferin bir parçası
olarak askerileştiriliyor. Doğu Asya’da, ABD, Güney Çin
Denizi
üzerinde
Çin’e
karşı
provokasyonları
tırmandırıyor. Afrika’da, ABD ve Avrupalı güçler,
Libya’da, Kamerun’da, Nijerya’da ve diğer ülkelerde
operasyonlar planlıyorlar.
Egemen sınıf, kendi egemenliğini savunurken,
kapitalizm gerçekliğini bir yalan ve ikiyüzlülük yığını
altında gizlemeye çalışmaktadır. Savaş, özgürlük ve
demokrasi diliyle örtülüyor; topluma zararlı iç
politikalar eşitlik ve özgürlük arayışı olarak gösteriliyor.
Ama kapitalizmin asıl karakteri (bir sömürü, eşitsizlik,
savaş ve baskı sistemi), geniş halk kitlelerinin günlük
deneyimlerine giderek daha fazla yerleşiyor ve bu, bir
kriz döneminin tipik özelliğidir. Yanılsamalar dağılıyor,
öz ortaya çıkıyor.
Emperyalizm, yalnızca 20. yüzyılın ilk yarısı ile
karşılaştırılabilecek bir acımasızlıkla ve canilikle işliyor.
-4-
Ülkeler paramparça ediliyor. Ekim ayında Sınır
Tanımayan Doktorlar Örgütü’nün Afganistan’daki
hastanesinin kasten bombalanması gibi barbarlıklar,
hiçbir hesap sorulmaksızın sergileniyor. Uluslararası
meşruiyet bahanesi bile olmaksızın savaşlar başlatılıyor.
her birine ihanet etti ve şimdi, karşı olduğunu iddia
ettiği politikaları uyguluyor. Yılın sonuna yaklaşırken,
İspanya’daki seçimlerde, kemer sıkma döneminin
bittiğine ilişkin yeni iddialarla birlikte, Syriza’nın
müttefiki Podemos’a olan destekte çarpıcı bir artış
görüldü.
20. yüzyılda iki yıkıcı savaşa yol açmış olan büyük güç
çatışması, bir kez daha, küresel ilişkilerin temel
dinamiği
olarak
ortaya
çıkıyor.
Amerikan
emperyalizminin amansız savaş yönelimi, onu yalnızca
Rusya ve Çin ile değil ama diğer emperyalist güçlerle de
giderek
çatışmaya
sürüklüyor.
Geçtiğimiz
yıl,
politikacıların,
medya
yorumcularının
ve
akademisyenlerin, Avrupa’nın “amiri” rolünü yerine
getirmesini mümkün kılacak bir “güçlü devlet”in
kurulmasına yönelik çağrılarıyla birlikte, Almanya’nın
kendisini yeniden başlıca Avrupalı büyük güç olarak
ileri sürme yönünde büyük bir çaba gösterdiğine tanık
olduk. Alman egemen sınıfı, bir kez daha, “dünyayı
kontrol etmek için Avrupa’ya hakim olma” planları
geliştiriyor.
Gerçekte, Yunanistan’daki deneyimin göstermiş olduğu
gibi, Podemos ve Syriza gibi partiler ile onların birçok
ülkedeki benzerleri, işçi sınıfına tamamen düşmandır.
Onlar, siyasi ve teorik olarak, ırkı, cinsiyeti ve toplumsal
cinsiyeti saplantı haline getirmiş, Marksizm karşıtı
postmodernizme dayanmaktadırlar. Geçtiğimiz yıl,
sahte solun siyasi iflasını açığa vurmakla kalmamış;
“sol” denilen şeyin, gerçekte, bir bütün olarak burjuva
politikasının genel sağa kayışının bir ifadesi olduğunun
daha fazla kavranmasına katkıda bulunmuştur.
Bu deneyimler, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı
devrimci seferberliği dışında bir alternatifin olmadığını
kanıtlamaktadır.
Bu durumda, kapitalist krizin nihai ve en belirleyici
ifadesi, sınıf mücadelesinin yoğunlaşması ve işçi
sınıfının bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmasının artan
işaretleridir.
Sürekli
farklı
biçimlerde
(grevler,
protestolar, gösteriler) patlayan ve egemen sınıfın şiddet
yoluyla ve sahte sol ile sendikalar içindeki yardımcı
ajanları aracılığıyla yalıtıp bastırmaya çalıştığı, derin ve
köklü bir öfke ve muhalefet söz konusu.
Devletin, sınıf egemenliğini savunmaya adanmış bir
“silahlı insanlar topluluğu” olarak asli karakteri, halk
kitleleri için açık hale geliyor. Yılın sonlarına doğru
Paris’te ve San Bernardino’da gerçekleşen saldırıların
ardından yoğunlaşan “terörle mücadele”, burjuva
demokrasisinin
biçimsel
işleyişinin
yürürlükten
kaldırılmasını haklı göstermek için kullanılıyor. Fransa
sürekli bir “olağanüstü hal” altına alınmış durumda.
Avrupalı güçler, Ortadoğu’nun askeri yollarla yıkımının
yol açtığı büyük sığınmacı krizine yanıt olarak engeller
dikiyor ve göçmenleri sınırdışı ediyorlar. Sonu gelmeyen
savaş koşullarında, faşist ve neo-faşist güçler (Fransa’da
Ulusal Cephe, Almanya’da Pegida, ABD’de Donald
Trump’ın adaylığı) gelişme gösteriyor.
Geçtiğimiz yılın son aylarında, ABD otomotiv işçileri
içindeki muhalefet, onları hem şirketlerle hem de şirket
yanlısı Birleşik Otomotiv İşçileri sendikası ile çatışmaya
sürükledi. Amerikalı işçilerin gerici sendikalar tarafından
dikilmiş engelleri yıkmaya yönelik diğer ülkelerdekilere
paralel çabaları yeni bir aşamaya giriyor. Bu süreç, her
ne kadar başlangıç aşamalarında da olsa, giderek daha
belirgin hale gelecektir. Sınıf mücadelesinin yapay
olarak bastırıldığı; savaşa, eşitsizliğe ve diktatörlüğe
karşı muhalefetin siyasi yaşamdan dışlandığı dönem
kapanıyor.
Kendi küresel özlemleri peşinde işkenceye ve insansız
hava araçlarıyla suikastlara başvuran Amerikan egemen
sınıfı, içeride devasa bir baskı aygıtı inşa etmiştir. Her
gün, silahsız işçilerin ve gençlerin, cezadan muaf
şekilde kendi kendini atamış cellatlar olarak faaliyet
gösteren polisler tarafından soğuk kanlılıkla vurularak
öldürüldüğüne ilişkin yeni haberler geliyor.
Geçtiğimiz yıl boşuna yaşanmadı. Tüm dünyadaki
işçiler dersler çıkarmaya, karşı karşıya oldukları
toplumsal ve siyasal güçlerin daha fazla farkına varmaya
başlıyorlar. Bu bakımdan, otomotiv işçilerinin
mücadelesinin Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin (WSWS)
okur sayısında keskin bir artışa denk düşmesi, binlerce
işçi bir gerçeklik ve perspektif kaynağı olarak WSWS’ye
yöneldiği için, önemlidir. Bu, önümüzdeki dönemde,
sayısız biçimde, her zamankinden daha büyük çapta
yinelenebilir ve yinelenecektir.
Her yoğun kriz döneminde olduğu gibi, farklı eğilimler
tarafından temsil edilen gerçek sınıfsal çıkarlar açığa
çıkıyor. Bu yalnızca yerleşik burjuva partileri değil; aynı
zamanda küçük-burjuvazinin “sol” partileri için de
geçerlidir. İşçi sınıfının 2015’teki başlıca stratejik
deneyimi, Yunanistan’da Ocak ayında iktidara gelmesi
dünya politikasında önemli bir dönüm noktası olarak
sunulmuş olan “Radikal Sol Koalisyon”un (Syriza)
seçilmesiydi. Bununla birlikte Syriza, seçim vaatlerinin
-5-
2016 artan bir sınıf mücadelesi
yılı olacak
Siyasi sorunlar devasa bir keskinlikle ortaya çıkıyor.
Kapitalizmin bir varoluş krizi ile karşı karşıya olduğu
artık ortada. Soru şu: Bu kriz nasıl çözülecek? Hangisi
daha hızlı bir şekilde gelişecek: dünya savaşı ve
diktatörlük eğilimi mi; yoksa sosyalist devrim eğilimi mi?
Yeni yıl başlarken karşı karşıya olunan büyük soru
budur.
Jerry White / 07.01.2016
ABD’deki ve dünya çapındaki egemen sınıflar küresel
ekonomik krizin ve bitmek bilmeyen ve genişleyen
savaşın bedelini işçilere ödetmeyi talep ederken, sınıf
çatışması, 2016’da, yaşamın giderek daha baskın bir
özelliği haline gelecek.
31 Aralık 2015
Geçtiğimiz yıla, işçiler arasında uluslararası ölçekte
büyüyen muhalefetin önemli başlangıç ifadeleri
damgasını vurdu. En önemli mücadelelerden biri, dünya
kapitalizminin merkezi ABD’deki otomotiv işçilerinin
mücadelesiydi.
Yılın son aylarında, şirketler ve Birleşik Otomotiv İşçileri
sendikası (UAW), Fiat Chrysler (FCA), General Motors
ve Ford’daki şirket yanlısı toplu sözleşmelere yönelik
kitlesel muhalefetin üstesinden, yalnızca, bir yalan
kampanyası, gözdağı ve rapor edilen oy hileleri yoluyla
gelebildiler. Buna rağmen, FCA’daki işçiler, 32 yıldır ilk
kez, UAW destekli bir ulusal toplu sözleşmeyi yenilgiye
uğrattılar.
Otomotiv işçilerinin öfkesi, yalnızca, nefret edilen iki
kademeli ücret ve yan ödeme sistemini sürdüren ve
işçilik maliyeti artışlarını enflasyon oranının altında
sınırlayan dört yıllık yeni toplu iş sözleşmelerine
düşmanlığı değil; büyüyen toplumsal eşitsizliğe, durgun
ücretlere ve sağlık hizmetleri ile emeklilik ödemelerine
yönelik bitmek bilmez saldırılar karşısında bir bütün
olarak işçi sınıfı içindeki derin hoşnutsuzluğu
yansıtıyordu.
ABD
otomotiv
işçilerinin
mücadelesi,
sınıf
mücadelesinin uluslararası ölçekteki daha kapsamlı
yenilenmesinin parçasıydı. Geçtiğimiz yıl, Çin, Brezilya,
Hindistan ve Türkiye gibi sözde gelişmekte olan
piyasalardakilerin yanı sıra, Avrupa’daki gelişmiş
kapitalist ülkelerde, Avustralya’da ve Kanada’da büyük
grevlerin ve protestoların patlamasına tanık olundu.
Hong Kong merkezli China Labour Bulletin’e göre,
büyük bir ekonomik gerileme karşısında, grevler ve
protestolar, Çin’in hazır giyim, elektronik, madencilik ve
inşaat sektörlerinde, Kasım 2015’te 301 olayla zirveye
ulaşacak şekilde, durmadan arttı. İşçi eylemlerinin çoğu,
birleşmelerde kapatılan veya yutulan şirketlerdeki
gecikmiş maaşların, yan ödemelerin ve emeklilik pirim
borçlarının ödenmesi talepleri ile ilgiliydi.
-6-
Brezilya 1930’lardan beri ilk kez peş peşe ikinci
ekonomik daralma yılıyla karşılaşırken, kitlesel işten
çıkarmalar, otomotiv işçilerinin grevlerini kışkırttı ve
diğer iş bırakmalar bankacılık ve devlete ait petrol
sektörlerini vurdu. Geçtiğimiz yıl, Yunanistan’da,
Hindistan’da, Arjantin’de, Uruguay’da ve Burkina
Faso’da genel grevler patlak verdi.
Otomotiv işçilerinin ve -petrol rafinerisi işçilerinin
Birleşik Çelik İşçileri sendikasının (USW) baltalamasına
karşı aylarca yürüttüğü grev dahil- Amerikalı işçilerin
diğer kesimlerinin militanlığı, yeni yılda yalnızca
tırmanacak olan güçlü ekonomik ve toplumsal itici
güçler eliyle körüklenmektedir. Bu, 2008 mali iflasının
sürmekte olan etkisi ve sadece süper zenginlerin
faydalandığı sözde “ekonomik toparlanma”yı da
içeriyor.
Almanya’da, yıl, Kasım ayındaki Lufthansa havayolu
işçilerinin grevlerinin ve tren sürücülerinin, posta
işçilerinin, kreş ve anaokulu öğretmenlerinin kamu
sektörü grevleri yılının ardından, ABD’li çevrimiçi satış
şirketi Amazon tarafından işletilen depolardaki grevlerle
son buldu. Fransa’da ve Britanya’da yükselen iş bırakma
eylemleriyle çakışan grevler, uzun süredir var olan
“Alman modeli” işçi-işveren ilişkilerine tehdit olarak
betimlendiler.
Özel sektör işçilerinin (enflasyondan arındırılmamış)
nominal ücretleri, 2015’te ve 2009’da başlamış olan
resmi toparlanmadan bu yana her bir yılda, yalnızca
yüzde 2 ile 2,5 arasında arttı. Reel ücretler sabit kaldı.
ABD işçileri Büyük Bunalım’dan bu yana en uzun ücret
durgunluğu dönemine katlanırken, 2009’dan beri,
neredeyse tüm gelir kazançları, nüfusun en zengin
yüzde birine gitti.
Financial Times’ın geçtiğimiz hafta görüştüğü avro
bölgesi ekonomistleri, emek piyasasının sözde “yapısal
reformları” için yenilenmiş bir hücum çağrısıyla, yeni
yılın gündemini sergilediler. Bu, ücretleri ve çalışma
koşullarını belirleyen elde kalmış yönetmelikleri
ıskartaya çıkarmak ve işçileri bir ucuz emek gücü
konumuna indirgemek anlamına geliyor.
Geçtiğimiz yıl, düşünce kuruluşlarının, medyanın ve
çeşitli iş dünyası ve siyaset figürlerinin, toplu
sözleşmelerin 2015-2016’da sona ermesiyle birlikte
milyonlarca ABD işçisinin bir “ücret zorlaması”nda
bulunma tehlikesine ilişkin uyarılarıyla başlamıştı. Bu,
otomotiv işçilerine ek olarak telekom, çelik, havayolları,
market ve sağlık hizmetleri sektörlerindeki işçilerin yanı
sıra ABD posta işçilerini, öğretmenleri, kamu
emekçilerini ve diğer kamu sektörü işçilerini
kapsamaktadır.
Her ülkede, işçiler, sınıf mücadelesinin herhangi bir
belirtisini frenlemeye ve bunun kapitalist sistem ile bir
çatışma haline gelmesini önlemeye çalışan ulusal-şirket
yanlısı
sendikalarla
çatışma
içine
giriyorlar.
Yunanistan’da ve başka ülkelerde, kemer sıkmaya ve
bankaların dayatmalarına yönelik kitlesel düşmanlık,
işçileri, Syriza gibi sahte sol partilerle bir çatışmaya
sokmuş durumda.
Obama yönetimiyle birlikte çalışan AFL-CIO ve diğer
sendikalar, her mücadelenin kasıtlı olarak önünü kestiler
ve geçtiğimiz yıl 1.000 ya da biraz daha fazla işçiyi
kapsayan sadece 11 grev düzenlediler. 2015 grev
rakamları, 1947’den beri kaydedilen en düşük ikinci
sayı olarak 2014 ile eşitti.
Sınıf mücadelesi, giderek artan bir şekilde, gerici
sendikalar ve onların siyasi müttefikleri tarafından
dayatılan sınırlamalardan kurtulacaktır. Bu eğilim, ilk
ifadesini, binlerce işçinin, onları gerçekle ve şirketlerin
çetelerine, şirket kontrolündeki medyaya, UAW’ye ve
Obama yönetimine karşı bir mücadele stratejisiyle
silahlandırmayı amaçlayan Dünya Sosyalist Web
Sitesi’ne (WSWS) ve WSWS Otomotiv İşçileri Bülteni’ne
yüzünü
döndüğü,
ABD
otomotiv
işçilerinin
mücadelesinde buldu.
Yeni yıl, US Steel ile ArcelorMittal’daki 30.000 işçinin
otomotiv işçilerininki gibi bir isyanından korkan USW
sendikasının, Pennsylvania’daki ve birçok başka
eyaletteki Allegheny Technology işçilerine yönelik
yaklaşık beş aylık lokavtı kasten yalıtmasıyla başlıyor.
USW, US Steel ile bir anlaşmaya vardığını duyurdu ama
hiçbir ayrıntı açıklamadı ve toplu sözleşmeyi mümkün
olduğunca çabuk kabul ettirmek için kulis yapıyor.
Bu arada, Verizon telekom, Chicago öğretmenleri ve
yarım milyondan fazla ABD postane işçisi, sözleşmesiz
olarak ya da uzatılmış sözleşmelerle işe devam ediyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde sınıf mücadelesinin
gelişmesinin uluslararası sonuçları bulunuyor. Dünyanın
küresel yeniden paylaşımına öncülük etmekte olan
Amerikan egemen sınıfı, sendikaların işbirliği sayesinde,
içeride işçi sınıfına saldırmak için uzun süredir sınırsız
bir hareket özgürlüğüne sahip oldu. Bununla birlikte,
Wall Street’teki mali aristokrasinin sorunlarını “kendi
başına” çözmediği giderek belirgin hale gelecektir.
Büyüyen muhalefet,
anaakım medya tarafından
bütünüyle görmezden gelinse de, çok sayıda ifade
biçimi bulmuştur. Geçtiğimiz ay, Southwest Airlines’ın
12.000 uçuş görevlisi, Taşımacılık İşçileri Sendikası
tarafından geri getirilmiş bir toplu sözleşmeyi yüzde
-7-
Sığınmacılar Berlin'de perişan
durumda
87’lik bir oranla reddetti. Onların önceki toplu
sözleşmesi üç yıl önce sona ermişti. United Airlines’ın
uçuş görevlilerinin toplu sözleşmesi 28 Şubat’ta sona
ererken, American Airlines uçuş görevlileri, bir toplu
sözleşmeyi sendikaları zorunlu tahkimi kabul etmeden
önce, iki kez reddettiler.
Verena Nees / 05.01.2016
Berlin'deki görüntüler tüm dünyada dolaşıyor. Yaşlıları,
hastaları, kadınları ve çocukları kapsayan bitkin ve
umutsuz insan kuyrukları, gece boyunca beklemeye ve
sadece acil durum battaniyeleri ile soğuktan korunmaya
zorlanıyor. Binlerce insan, topluca, spor salonlarındaki
ve havaalanı hangarlarındaki insanlık dışı koşullara
sahip kamplara kapatılmış durumda.
Delta’daki pilotların yüzde 65’inin yeni bir üç yıllık
anlaşmaya karşı oy kullanmasının ardından görüşmeler
devam ederken, Southwest’teki 8.000 pilot, Kasım
ayında, toplu sözleşmelerini ikiye bir oranında karşı oy
vererek yenilgiye uğrattılar. Ülkedeki pilotlar ve
makinistler şu anda anlaşmaları oylarken, UPS pilotları
grevi onayladılar.
Berlin'deki
sığınmacılara
yönelik
uygulamayı
eleştirenlerin sayısı artmaktadır. “Lageso” (Berlin eyaleti
sağlık ve sosyal yardım kurumu) ve kentin merkezindeki
gözaltı kampları için kullanılan “hangar” sözcükleri,
keyfi bürokrasi ve mülteci karşıtı şovenizm ile eş anlamlı
hale gelmiş durumda. Lageso’daki ve toplu konaklama
kamplarındaki çok kötü koşulların kasıtlı olarak
yaratıldığı ve diğer sığınmacıların cesaretini kırmayı
amaçladığı giderek açık hale geliyor.
Volvo kamyon işçileri ve New York eyaletinin 75.000
çalışanı gibi, bütün büyük nakliye demiryollarındaki
işçilerin toplu sözleşmeleri bu yıl sona eriyor.
Bu mücadeleler, şirket yanlısı sendikalar çerçevesinde
ilerletilemez. İşçiler, taban-fabrika komiteleri dahil, öztemsile dayanan yeni örgütlere ihtiyaç duymaktadır.
En önemlisi, işçiler, yeni bir mücadele dönemine
girerlerken, son derece önemli siyasi konularla karşı
karşıya bulunuyorlar. Mücadele için kararlılık ve
gönüllülük kadar yaşamsal olan şey, işçilerin, her ülkede
egemen sınıflar ve onların siyasi temsilcileri tarafından
sürdürülen savaş ve kemer sıkma politikalarına karşı
koymak için derinlemesine geliştirilmiş bir siyasi
stratejiye sahip olmaları gerektiğidir. Bu, ABD’de,
Obama yönetimine, her iki büyük şirket partisine ve
onların savunduğu kapitalist sisteme karşı siyasi bir işçi
sınıfı hareketinin geliştirilmesi anlamına gelmektedir.
Aralık ayı başında, 40 avukat, Lageso’nun eski başkanı
Franz Allert’in yanı sıra sosyal hizmetler senatörü Mario
Czaja’ya (Hristiyan Demokratlar, CDU) ve diğer
yöneticilere karşı, “ağır bedensel zarar verme ve resmi
görevlerini
yerine
getirmeme”
nedeniyle
suç
duyurusunda bulundu.
Cumhuriyetçi Avukatlar Derneği’nde (RAV) ve
Demokratik Hukukçular Derneği’nde (VDJ) örgütlü
avukatlar, Lageso'daki yetkililerin büyük hukuk ihlali
yaptıklarına dikkat çekti. 7 Aralık tarihli basın
açıklamasında,
"Sığınmacılar
arasında
görülen
yaralanmalar ve hastalıklar, açlık ve evsizlik, Berlin'de
kural haline gelmiştir." deniyor.
Amerikalı işçilerin mücadeleleri, uluslararası sosyalizm
uğruna ortak bir kavgada dünyanın dört bir yanındaki
işçilerin
mücadelelerine
bilinçli
bir
şekilde
bağlanmalıdır.
RAV'ın yönetim kurulu üyesi olan Avukat Christina
Clemm, WSWS'ye yaptığı açıklamada, kırık bir bacak,
morluklar ve baygınlık nöbetlerini kapsayan çeşitli
fiziksel yaralanmalara dikkat çekti. Bu, gözaltı
kamplarına çağrılan ambulansların sayısı ile de yalın
biçimde kanıtlanmaktadır. Sığınmacılar, ayrıca, Lageso
sadece bir haftalık konaklama fişi verdiği ve
sığınmacıları daha fazla kalmak için uzun kuyruklara
zorladığı için, evsizliğe ve açlığa mahkum edilmektedir.
4 Ocak 2016
Clemm'e göre, eğer Lageso ödeme yapmaz ya da
ödemeyi
geciktirirse,
pansiyon
işletmecileri,
sığınmacıları bir hafta sonra acımasız bir şekilde dışarı
atacak. Aileler, başlarını sokacakları bir çatı olmadan ve
parasız bir şekilde sokaklara terk ediliyor. Avukat, "bu
durum, Czaja, Allert ve diğerleri tarafından kabul
-8-
edilmiştir; bu nedenle onlar, bu suçtan sorumludur" diye
belirtti.
da emlak fiyatları üzerindeki etkisinden korktuklarını
kanıtlıyor.
WSWS olarak sonradan öğrendiğimiz bilgiye göre, çok
sayıda pansiyon Noel boyunca boş kaldı. Her gün 400
sığınmacının gelmesinin beklendiği Noel dönemi
boyunca kapalı kalmış olan Lageso, görüldüğü
kadarıyla, faturaları ödememiş. Berlin eyalet radyosu
RBB, pansiyon işletmecilerine ödenmesi gereken
milyonlarca avroluk fatura olduğunu bildirdi.
Bir Lageso çalışanının yayımlanan e-postalardan birinde
yazdığına göre, şimdiki CDU’nun meclis grubu başkan
yardımcı Stefan Evers’in, konaklama için eski bir
pansiyonun
kullanılması
olasılığına
ilişkin
bir
tartışmada, "gençlik otelini çevreleyen alanda mülk
sahibi olan CDU temsilcileri" olduğunu belirtmiş.
Dahası, o, [söz konusu bölgenin] “2013 federal
seçimlerine katılan bir SPD temsilcisinin seçim bölgesini
kapsıyor” olduğuna işaret etmiş. [Ona göre] bu mülk
sahipleri, “mülklerinin değerinde bir kayıp yaşıyorlar ve
bu planı engellemek için gerekli siyasi adımları
atacaklar."
Sığınmacılara, yalnızca acil barınma yerlerine ya da
korkunç ve yaşanmayacak havaalanı hangarlarına
taşınma seçeneği kalıyor. Senato ve onun, eski emniyet
müdürü Klaus Keese yönetiminde yaz aylarında
kurulmuş olan "sığınmacı yönetimi koordinasyon
bürosu", bilinçli olarak bu yönde çaba harcıyor.
İddiaya göre, Czaja, 2013 yılında, Kirchheimer
Damm'da bulunan bir binaya "satın alma yasağı"
koymuş. Federal mecliste CDU milletvekili olan JanMarco Luczak, sonradan, kendi seçim bölgesinin
sığınmacılara yerleşim alanı olması planını senatoda
engellemiş olmakla övünmüştü.
Berlin Belediye Başkanı Michael Müller (Sosyal
Demokrat, SPD), 12 Kasım tarihli bir açıklamada,
Tempelhof havaalanındaki yedi hangarın tümünün
birkaç hafta içinde 6.000 sığınmacı tarafından
doldurulmuş olacağını belirtmişti. Birkaç gün önce de,
Noel’de 4.000 sığınmacının olacağı ifade edilmişti.
B.Z, geçtiğimiz Pazartesi günü, bir başka iddiayı ortaya
attı: Czaja, birkaç pansiyon işletmecisine, Lageso’nun
sığınmacılar için ödemek zorunda olduğu yüksek
günlük oda fiyatları dayatmasına yardımcı olmuş.
Haziran ayında, eyalet hesapları departmanı Lageso'yu
parayı israf etmekle suçlamıştı. RBB, daha Mart ayında,
sığınmacıların barındırılması için özel pansiyon
işletmecilerine milyonlarca avro ödenmesi konusunda
haber yapmıştı. Eleştirilere maruz kalan firmalar
arasında, Allert'in üvey oğlu tarafından işletilen Gireso
Boardinghouse da vardı.
Havaalanı hangarlarındaki yaşam koşulları sığınmacılar
için bir felakettir: haftalarca duş yok; çamaşır yıkama
imkanı yok; on kişiye kadar kapasiteli çadır ya da
konteynırlarda özel bir alan yok; kötü beslenme,
yetersiz ışık. İnsani koşullarda herhangi bir yaşam
beklentisi çok az.
Eyaletin yönetimindeki SPD-CDU koalisyonu, Berlin'in
sığınmacı politikasına yönelik artan eleştiriler karşısında,
ilk günah keçilerini tespit etmeye başladı. Müller, 9
Kasım'da, Lageso başkanı Franz Allert'i kovdu. Onun
eski patronu, sosyal hizmetler senatörü Czaja, artan
baskıyla karşı karşıya.
Halkın sığınmacıların insanlık dışı muameleye maruz
bırakılmasına yönelik artan öfkesine rağmen, onların
karşılaştığı korkunç koşullarda hiçbir şey değişmedi.
Lageso'da, geceleri de açık olan iki sıcak çadırın
kurulması ya da tatil boyunca söz verilen sağlık
hizmetinin sağlanması gibi göstermelik değişiklikler
devede kulak kalmaktadır.
Şu anda muhalefette olan Yeşiller, Czaja'nın istifa
etmesini talep ediyor. Onlar, Berlin'deki sığınmacıların
sefaletini, gelecek yıl yapılacak olan eyalet meclisi
seçimlerine yönelik kampanyaları için kullanıyorlar.
Yeşiller partisinden politikacı Renate Künast, Spiegel
Online gazetesinde, Czaja'i, "mantıklı ve verimli kriz
yönetimi" konusunda yeteneksiz olmakla suçladı.
Yeni Yıl kutlamaları için önümüzdeki günlerde gelecek
olan turistler için Brandenburg Kapısı önündeki kutlama
alanında kurulacak olan sıcak çadır ve sağlık hizmetleri
bilgilendirme noktalarının sayısı, geçtiğimiz aylarda
Lageso'daki sığınmacılar için kurulanlardan çok daha
fazla olacak.
Czaja, ayrıca, Salı günü, eyalet senatosunda, partili
arkadaşlarını taviz vererek yatıştırmak için yeni
sığınmacı kamplarının yapılmasını yıllardır engellediği
suçlamasıyla karşılaştı. Yerel gazete B.Z, Lageso’ya ait
gizli belgeler yayımladı. Bu belgeler, sosyal
hizmetlerden sorumlu senatörün uygun binaların
kullanımına karşı çıktığını; çünkü CDU temsilcilerinin
ve bazı SPD milletvekillerinin, bunun seçim bölgeleri ya
Berlin senatosu, bir "misafirperverlik kültürü"ne ikiyüzlü
göndermenin ardından sınırların kapatılması ve
sürgünlerin hızlandırılması için AB'nin sözcüsü haline
gelmiş Başbakan Merkel ile bütünüyle hemfikirdir.
28 Aralık 2015
-9-
Alman Hava Kuvvetleri Suriye
savaşına katılıyor
1.200 civarında Alman askeri ve bir fırkateynle
desteklenen Alman Hava Kuvvetleri’nin Suriye savaşına
girmesi, Alman militarizminin canlanmasında yeni ve
uğursuz bir fasıl açmaktadır. Bu, Cumhurbaşkanı
Joachim Gauck, Savunma Bakanı Ursula von der Leyen
ve Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in Ocak
2014’teki Münih Güvenlik Konferansı’nda “askeri
kısıtlamanın sonu”nu ilan etmesini takip ediyor.
Almanya’nın büyük güç politikasına dönüşünün
arkasındaki esas ekonomik ve jeopolitik çıkarlara işaret
eden Steinmeier, kışkırtıcı bir şekilde, Almanya’nın,
kendisini, “küresel politikalar konusunda sadece
kenardan yorum yapmakla” sınırlamak için “fazla büyük
ve fazla önemli” olduğunu ilan etmişti.
Johannes Stern / 08.01.2016
Salı günü, Alman Hava Kuvvetleri’ne (Luftwaffe) ait dört
Tornado savaş uçağı, Suriye’de IŞİD’e karşı savaşı
desteklemek için Türkiye’deki İncirlik Üssü’ne
konuşlandırıldı.
Alman
Silahlı
Kuvvetleri’nin
(Bundeswehr) resmi web sitesine göre, savaş jetleri ilk
sortilerini bu hafta sonuna doğru yapacaklar. 12
Ocak’ta, iki savaş jeti daha onları takip edecek.
Tornadolar, karadaki her hareketi gözetleme ve düşman
savaşçıları belirleme kapasitesine sahip son derece
hassas kameralarla donatılıyor. Medyadaki haberlere
göre, bunlar, savaşta yer alan Amerikan, Fransız,
Britanyalı ve Arap orduları için hedefler belirleyen canlı
veri iletecekler. Tornadoların resmi görevi gözetleme
olmakla beraber, onlar, gelişmiş IRIS-T kısa menzilli
kızılötesi havadan havaya füzelerle ve hedeflere karşı
hem karada hem de havada kullanılabilecek araca
monteli 27 mm Mauser toplarıyla silahlandırılıyorlar.
Önde
gelen
politikacıların,
gazetecilerin
ve
akademisyenlerin son yorumları, bu açıklamaların
sonuçlarını çok daha açık kılmaktadır. Bugünkü Alman
müdahalesi, yalnızca başlangıçtır. Alman Silahlı
Kuvvetleri için yeni silahları, Suriye’de Alman kara
birliklerinin konuşlandırılması dahil Ortadoğu’da ve
Afrika’da Alman askeri müdahalesinin genişlemesini ve
zorunlu askerlik hizmetinin yeniden başlatılmasını
kapsayan talepler gündeme getirildi.
Bu gelişmenin önemi, hem tarihsel hem de siyasi
açıdan, göz ardı edilemez. II. Dünya Savaşı’nın sona
ermesinden bu yana sadece 70 yıl geçti. O savaşta,
Alman Hava Kuvvetleri, Avrupa, Sovyetler Birliği ve
Kuzey Afrika çapında saldırırken, Nazi savaş
makinesinin vahşeti ve gaddarlığı ile özdeşleşmiş hale
gelmişti. Stuka bombardıman uçakları, sağır edici
sirenleriyle, doğuda Varşova’dan Stalingrad’a, batıda
Rotterdam’dan Londra’ya, şehirleri harap eden Alman
emperyalist yıldırım harekatı saldırılarının sayısız
kurbanının arasında terör saçmıştı.
Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble, yeni yılın
arifesinde, Bild am Sonntag’la yaptığı uzun bir
röportajda, bir “Avrupa ordusu”nun oluşturulmasının
yanı sıra, “daha fazla konuşlanma, silahlı kuvvetler için
daha fazla para ve daha fazla asker” çağrısında
bulundu.
Schäuble, Alman hükümetinin 2016 planlarını ayrıntılı
biçimde açıkladı: “Benim gelecek yıl için öngörüm,
sığınmacı krizinin yalnızca birlikte çözülebileceği
anlayışının üstün geleceği yönünde. Ancak bu, Almanya
için, dış politikaya ve güvenlik politikasına dair bizden
talep edilenlerin muhtemelen bizim istediğimizden daha
büyük olduğu anlamına geliyor. Avrupa’nın daha güçlü
bir
katılımı
olmaksızın
Ortadoğu’yu
istikrara
kavuşturamayacağız. Aynısı Afrika için de geçeli.”
Almanya’nın
1939’daki
Varşova
halı
bombardımanından önce dahi, Alman Hava Kuvvetleri,
İspanya İç Savaşı sırasında 1937’de Guernica’nın yakılıp
kül edil edilmesinde toplu katliamın bir aracı olarak
kendisini kanıtlamıştı.
Troçki’nin yorumuyla; her Alman burjuva politikacısı bir
Hitler değildir ama Hitler’in bir parçası her Alman
burjuva politikacısında barınmaktadır.
Savaştan ve Alman emperyalizminin korkunç suçlarının
tamamen ifşa olmasından sonra, Alman egemen
sınıfının resmi tutumu, askeri şiddetten kaçınmaktı. Bu
dış görünüş çeyrek yüzyıl önce Sovyetler Birliği’nin
dağılmasının ve Almanya’nın birleşmesinin ardından
gitgide aşınmışken, Alman kapitalizminin ve 2008’de
patlak veren küresel krizin zorunlulukları eliyle
yönlendirilen son iki yıl içinde, Alman burjuvazisi
önceki kısıtlamasını reddetti ve militarizme ve
geçmişindeki gerçekçi politikaya dönüşünü ilan etti.
Alman militarizminin bu hızlı ve şiddetli canlanması
nasıl açıklanacak?
Alman egemen seçkinleri, 1930’larda olduğu gibi,
küresel kapitalizmin derin krizine ve büyük güç
politikaları ile savaş çağrılarının dayandığı ulus devlet
sistemine karşılık veriyorlar. Alman emperyalizminin
saldırgan yükselişine yol açan nesnel itici güçleri
çözümleyen
Troçki,
1932’de
şöyle
yazmıştı:
- 10 -
“Almanya’nın üretici güçleri giderek daha üst düzeyde
iç içe geçtikçe, daha devingen güç topladıkça, yoksul
bir taşra hayvanat bahçesindeki kafes ‘sistemi’ne
benzeyen bir Avrupa devlet sistemi içinde daha fazla
boğuluyor.”
geçtiğimiz günlerde, Polonya’nın “vizyon”unun,
“Rusya’ya ve Avrupa’daki yeni Hegemon Almanya’ya
yönelik bir karşı ağırlık olarak Baltık Denizi’nden
Karadeniz’e kadar uzanan devletlerin bir ittifakı, bir
Intermarium*” olduğundan şikayet etti.
Alman egemen seçkinlerinin bu “kafes sistemi”ne
özgürlüğünü kazandırma girişiminin sonuçları iyi
bilinmektedir. 1933’te, Hitler başbakan yapıldı ve bunu
izleyen Nazi Almanyası’nın “dünyaya egemen olmak
amacıyla Avrupa’yı fethetme” girişimi, bütün ülkeleri
harabeye çevirdi ve milyonlarca insanın canını aldı.
Alman Hava Kuvvetleri’nin Suriye’deki savaşa girmesi,
dünya kapitalizminin askerileşmesinde tehlikeli bir yeni
aşamayı başlatmaktadır.
* Intermarium: Denizlerarası. I. Dünya Savaşı’nın
ardından Polonya’nın milliyetçi lideri Pilsudski
tarafından izlenen yayılmacı bir plan –ç.n.
Nazi Almanyası’nın askeri yenilgisinden yetmiş yıl
sonra, savaş sonrası düzenin, yirminci yüzyılda iki
dünya savaşına yol açan sorunların ve çelişkilerin
hiçbirini çözüme kavuşturmadığı açıktır.
6 Ocak 2016
Almanya şu anda NATO çatısı içinde yeniden
askerileşiyor ve Alman Hava Kuvvetleri IŞİD’e karşı
ABD önderliğindeki koalisyonun parçası olarak faaliyet
gösteriyorsa da, Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı
uğruna tırmanan savaşın ve Doğu Avrupa ile
Avrasya’nın kontrolü mücadelesinin, ABD ile Almanya
arasında artan gerilimleri ve çatışmaları beraberinde
getireceğinden şüphe duyulamaz.
Alman egemen seçkinleri, uzun zamandır, kendi ulusal
çıkarlarının peşinden koşmak için ayrıntılı bir şekilde
planlar hazırlamaktadır. Hıristiyan Demokrat Birlik
güdümlü Konrad Adenauer Foundation’ın 2001’de
yayımladığı bir strateji belgesi, Ortadoğu’daki “temel
Alman çıkarı”nı şöyle tanımlıyordu: “O, kendi ve
Avrupalı ortaklarının güvenliğinin tehlikeye atılmasını
önlemek, özgür hammadde arzını güvenceye almak ve
Alman iş dünyasına ihracat fırsatları yaratmak için zarar
görmüş devletlerin ve ülkelerin istikrarını sağlamaya
yöneliktir.”
Çalışma, Almanya’nın ihracat ekonomisi için “bölgenin
merkez devletlerinin (Mısır, Türkiye, İran), ama en
önemlisi mali bakımından güçlü Körfez devletlerinin
ihracat
piyasalarının”
önemini
belirtiyordu.
“Dolayısıyla, satış piyasalarını güvence altına almak,
piyasalara mümkün olabildiğince engelsiz erişim
sağlamak ve rakiplerle, ABD, Doğu Avrupa devletleri ve
de Doğu Asyalı sanayi devletleriyle boy ölçüşmek için
bir katkı yapmak” gerekliydi.
Son aylarda, Almanya’nın hakimiyetindeki Avrupa
Birliği ile ABD emperyalizminin Rusya’ya karşı savaş
yöneliminde onunla yakın müttefikliğe soyunan
Polonya’daki sağcı milliyetçi hükümet arasında artan
gerginlikler, büyük güçler arasındaki bölünmeleri daha
fazla ortaya çıkarmıştır. Frankfurter Allgemeine Zeitung,
- 11 -
Suudi Arabistan’daki toplu
idamlar
Suudi Arabistan’da uygulanan devlet terörünü model
alan IŞİD ve El Nusra Cephesi gibi gruplar biçiminde
dizginlerinden
boşaltmış
olduğu
Frankenstein
canavarının tutsağı olabileceğinden giderek daha fazla
korkuyor.
Bill Van Auken / 05.01.2016
Daha genel olarak, Suudi Arabistan’ın egemen ailesini
oluşturan zamparalar ve asalaklar, onları önceki kraliyet
hanedanları gibi alaşağı edebilecek ve kütüğün üzerinde
bizzat kendi başlarının olacağı bir toplumsal patlamanın
koşullarının oluşuyor olduğundan korkmaktadırlar.
Petrol fiyatlarının hızla düşürülmesi -ki bu, hem Rusya
hem de İran ekonomisinin altını oyma amacıyla
Washington tarafından desteklenen, üretimde herhangi
bir azaltmayı reddetme kararının ürünüdür- bizzat Suudi
ekonomisine zarar vermeye başlıyor.
Aynı anda 47 tutukluyu idam eden, Washington’ın Arap
dünyasındaki en yakın müttefiki olan Suudi Arabistan
monarşi diktatörlüğü, Yeni Yıl’a bir kan seliyle girdi.
Bu devlet cinayetleri dalgası, krallık çapındaki 12 ayrı
hapishanede gerçekleşti. Hapishanelerin sekizindeki
hükümlülerin başları vurulurken, diğer dördündekiler
idam mangaları tarafından öldürüldü. Ardından, başsız
cesetler çarmıha gerildi ve kraliyet ailesinin mutlak
iktidarına karşı çıkmayı düşünecek olanlara yönelik
iğrenç bir uyarı olarak halka açık yerlerde asılı bırakıldı.
Suudi yönetimi, geçtiğimiz yılın sonunda, 2015’te 98
milyar dolarlık bir bütçe açığına ulaşmış olduğunu ve bu
yıl da benzeri bir açık beklediğini açıklamıştı. Yönetim,
gelirleri arttırmaya yönelik çaresiz bir girişimle, benzin
fiyatlarına yüzde 50’lik zam yaptı ve kamu
harcamalarında, özellikle de Suudi toplumunun geniş
yoksul kesiminin kıt kanaat geçinmesine olanak
sağlayan ekonomik sübvansiyonlarda yeni kesintiler
başlatıyor. Financial Times, yeni bütçeyi “radikal kemer
sıkma”ya alıştırma olarak tanımladı.
İdam edilenlerden en önde geleni, Müslüman bir din
adamı ve Suudi Arabistan’ın baskı altındaki Şii
azınlığının önde gelen sözcüsü Nemr Bakır En-Nemr’di.
İşkence altında sorgulanan ve ardından düzmece bir
mahkemeye çıkarılan Nemr, “hükümdara itaatsizlik”i ve
“gösterileri teşvik, onlara önderlik ve katılım”ı içeren
suçlardan mahkum edilmişti.
Bu “suçlar”, 2011’de, Suudi Arabistan’ın ağırlıklı olarak
Şii Doğu Vilayeti’ne hızla yayılan ve halkın demokratik
reformlar ve Sünni monarşisinin Şii nüfusa yönelik
ayrımcılığının ve baskısının sona ermesi taleplerini ifade
eden kitlesel gösterilerden kaynaklanıyordu.
Bu koşullar altında, kafa keserek idamlardaki keskin
artışın (2015’te en az 158 insan bu yöntemle öldürüldü),
bir kitlesel gözdağı aracı işlevi görmesi amaçlanıyor.
Nemr’in yanında, biri sözde suçu işlediği sırada reşit
olmayan üç Şii tutuklu daha idam edildi. İdam
edilenlerin geri kalanı, 2003-2006 arasında Suudi
Arabistan’da gerçekleştirilen El Kaide saldırılarına dahil
olmakla suçlanan Sünniler’di.
Şeyh Nemr’ın devlet tarafından öldürülmesi, uluslararası
cephede, bölge genelinde mezhep çatışmasını radikal
bir şekilde yoğunlaştırmak üzere tasarlanmış, hesaplı bir
provokasyonu temsil etmektedir. Bu, Şii Müslüman
önderliği “ilahi intikam” uyarısıyla tepki veren İran’ı
provoke etmeyi amaçlıyor. İdam, Tahran’daki Suudi
büyükelçiliğine ve İran’ın Meşhed kentindeki bir
konsolosluk binasına yönelik yangın
bombası
saldırılarını kapsayan gösterileri tetikledi. Riyad, buna,
İran ile diplomatik ilişkilerini keserek karşılık verdi.
Riyad’daki rejim tarafından gerçekleştirilen barbarca
öldürme serisi, hem iç hem de uluslararası amaçların
yönlendirdiği, hesaplanmış bir siyasi eylemdir. Suudi
monarşisi, Nemr’in idamını, kendi egemenliğine yönelik
her türlü muhalefetin bir terör eylemi ile özdeş
görülmesini sağlamak için, El Kaide üyesi olduğu iddia
edilenlerinki ile birleştirmiştir. Onun amacı, ilk olarak,
nüfusun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturan ve önemli bir
petrol üretim bölgesi olan Doğu Vilayeti’nde yoğunlaşan
Şii azınlığın gözünü korkutmaktır.
Suudi monarşisi, Suriye’deki iç savaşı, kendisinin ve
Batılı müttefiklerinin asıl hedefleri olan rejim
değişikliğine ulaşılmadan sona erdirme yönündeki her
türlü girişimi sabote etmeye kararlıdır. Suudi yönetimi,
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın başlıca müttefiki
olan İran ile gerilimleri şiddetlendirme yoluyla, bu
yöndeki herhangi bir çözümü önlemeyi ve bizzat İran
ile savaş koşullarını yaratmayı umuyor.
Suudi Sarayı, aynı zamanda, teşvik ve finanse ettiği ve
başka yerlerde ideolojik olarak ilham verdiği, özellikle
Suriye’de korkunç etkisi olan İslamcı terörizmin içeriye
taşınmasına yönelik her türlü girişimi kıyasıya
bastıracağına ilişkin kanlı bir işaret veriyordu. Monarşi,
Vahhabi dini ideolojisi ve toplu kafa kesmeleri bizzat
Riyad, toplu idamlarla aynı gün, rastlantı olamayacak
şekilde, üyeleri Şii nüfustan gelen bir isyancı hareket
olan Husilerin isyanını bastırmak amacıyla yasadışı ve
- 12 -
Yıldız Savaşları: Güç
Uyanıyor: Gerçek uyanış yok
ölümcül bir müdahaleye önderlik ettiği Yemen’deki
sözde ateşkesin sona erdiğini ilan etti.
Suudi Arabistan’daki Şii din adamının idamı,
Ortadoğu’da zaten ivmelenerek artmakta olan bölgesel
çatışmayı genişletmek için tasarlanmıştır. Bu, 1914’te
Avusturya Arşidükü Ferdinand’a yönelik suikast gibi,
sonuçta büyük güçleri çok daha kanlı bir küresel
çatışmaya çekme potansiyeline sahip bir olaydır.
Matthew MacEgan ve David Walsh / 04.01.2016
Yönetmen: J. J. Abrams; Senaryo: Lawrence Kasdan, J. J.
Abrams ve Michael Arndt
Jedi’nin Dönüşü’nün (1983) devamı, popüler bilim
kurgu filmlerinin özgün üçlemesindeki son film Yıldız
Savaşları: Güç Uyanıyor, 18 Aralık’ta gösterime girdi. İlk
film, 1977’de yayımlanmıştı.Güç Uyanıyor’un gösterimi,
büyük bir halkla ilişkiler kampanyası ve yaygın medya
tantanası ile çevrelenmiş durumda. Halka, sinemaya
gidip filmi izlemenin neredeyse vatandaşlık görevi
olduğu bildirildi.
Suudi rejiminin suçlarının başlıca sorumluluğu, onun
esas patronu olan ABD emperyalizmine aittir. Suudi
Arabistan’daki vahşi monarşi, sadece feodal geriliğin bir
kalıntısı değildir. Aksine, o, 1930’lar ve 1940’larda
Texaco ve Standard Oil tarafından güvenceye alınmış
imtiyazlardan, Suudi monarşisini Amerikan askerisanayi bloğunun bugünkü baş müşterisi yapan şimdiki
geniş çaplı silah satışına kadar, ABD’nin Ortadoğu’daki
emperyalist müdahalesinin doğrudan ürünüdür.
J.J. Abrams (Star Trek, 2009; Star Trek - Bilinmeze
Doğru, 2013) tarafından yönetilen yeni film,Yıldız
Savaşları’nın “son” bölümü olduğu varsayılan Sith’in
İntikamı’ndan 10 yıl sonra geliyor.Sith’in İntikamı, nasıl
Anakin Skywalker’ın Darth Vader’a ve “demokratik”
Galaksi Cumhuriyeti’nin birinci Galaksi İmparatorluğu
haline geldiğini anlatan üçlemesinin tanıtıcı filmiydi. Bu
yeni sunum, bir sonraki kuşağın hikayesini ve onların,
atalarının çalkantılı eserleriyle nasıl uğraştıklarını
anlatan bir üçlemenin ilk bölümünü oluşturuyor.
Washington, Suudi Arabistan’daki toplu kafa kesme
idamlarına, ABD’nin kendi politikaları ile hiçbir ilişkisi
olmayan, önemsiz sonuçlara sahip bir olay gibi tepki
gösterdi. Hem Beyaz Saray hem de Dışişleri Bakanlığı,
Suudi rejimine, insan haklarına saygı gösterme
yönündeki biçimsel çağrıları “tekrar teyit eden” ama
Şeyh Nemr’e yönelik siyasi suikasta ilişkin hiçbir
doğrudan kınama yapmayan ikiyüzlü açıklamalar
yayınladılar.
Hikaye, Jedi’nin Dönüşü’nde anlatılan olaylardan 30 yıl
sonra gerçekleşiyor. “İsyancı” ittifak görevini yerine
getirmiş ve bir “Yeni Cumhuriyet” kurmuştur. Ancak,
eski Galaksi İmparatorluğu’nun İlk Düzen olarak bilinen
bir kalıntısı, güç sergilemeye başlamıştır. General Leia
Organa (Carrie Fisher) önderliğindeki savaşçılar İlk
Düzen’in yükselişine karşı koyar ve kendilerini
“Direniş” olarak adlandırırlar.
ABD, Yemen’deki dokuz aylık savaşı -on binlerce insanı
evsiz sığınmacılara dönüştürürken binlerce sivil
Yemenliyi katleden canice bir saldırganlığı- mümkün
kılacak şekilde, Suudi bombardıman uçaklarına
havadan yakıt ikmali yapmanın yanı sıra bomba ve
hedef bilgisi sağlarken, Pentagon ile CIA, Suudi
monarşisinin içerideki baskısında bütünüyle ortaktır.
Kana bulanmış Suudi monarşisi, ABD emperyalizmi
tarafından Ortadoğu’da yürütülen yağmacı politikanın
bir dışavurumudur. Washington’ın bu aşırı gerici rejimi
savunusu ve ona yönelik güveni, bölgede birbirini
izleyen ABD askeri müdahaleleri için gösterilen, sözde
“terörle mücadele”den “demokrasi”nin ve “insan
hakları”nın desteklenmesine kadar bütün bahaneleri
teşhir etmektedir.
Hem İlk Düzen hem de Direniş, inzivaya çekilmiş olan
“son Jedi” Luke Skywalker’ı (Mark Hamill) aramaktadır.
Dev bir hologram olarak görünen İlk Düzen’in lideri
kötü karakter Snoke (Andy Serkis), Skywalker’ın yerini
bulması için, adamlarından biri olan Kylo Ren’i (Adam
Driver) gönderir.
Ren’in araştırması, onu, bir Direniş pilotu olan Poe
Dameron’un (Oscar Isaac) Skywalker’ın yerini gösteren
bir haritayı elde etmiş olduğu Jakku gezegenine getirir.
Dameron, yakalanmadan önce, verileri BB-8 adlı küçük
bir robotun içine yerleştirir. Bu arada, Ren’in tarafındaki
Fırtına Birlikleri’nden biri, FN-2187, daha sonra Finn
(John Boyega), Ren bir grup köylüyü öldürme emri
verdiğinde emre uymaz ve İlk Düzen’i terk eder. Finn,
Dameron’a Ren’in kuvvetlerinden kaçmasında yardım
Son tahlilde, Suud Hanedanlığı ile bir ittifak üzerine
kurulu her politika, Ortadoğu’da sınıf mücadelesinin
canlanmasıyla birlikte çökecek bir iskambil kuledir.
4 Ocak 2016
- 13 -
eder fakat küçük uzay gemileri Jakku üzerinde vurularak
düşürülür.
ile Fisher arasındaki sahneler oldukça beceriksiz ve
insan her ikisine de acıyor.
Kendisini çöl gezegende tek başına bulan Finn, kısa süre
sonra, BB-8’e arkadaşça davranmış olan Rey adlı (Daisy
Ridley) genç bir hurdacı ile karşılaşır. Finn, diğer
saldırılardan, Rey ve BB-8 ile birlikte, Han Solo’ya ait
olan, yıllar önce çalınmış uzay gemisi Millennium
Falcon’un içinde gezegenden ayrılarak kurtulur. Rey ve
Finn, haritayla birlikte Direniş’e dönmesi için BB-8’e
yardım etmeye karar verirler ve sonunda, önceki
gemisini arayan Solo ile Chewbacca’nın (Peter Mayhew)
yardımıyla başarıya ulaşırlar.
Bu filmin ortaya çıkması, büyük bir kültürel ve
toplumsal olay gibi ele alınıyor. Amerika’nın ya da onun
film endüstrisinin geçmişini zerre kadar idealize
etmeden [söyleyebiliriz ki], “çok konuşulan film”in,
dünya hakkında, belki acemice, belki aşırı duygusal bir
şekilde, belki de üstün körü bir biçimde bir şeyler
söyleme çabası içinde olduğu bir dönem vardı. Elli yıl
önce,Elmer Gantry, Batı Yakası Hikayesi, Nuremberg
Duruşması, Bülbülü Öldürmek, Dr. Strangelove, Doctor
Jivago, Bonnie ve Clyde ve The Graduate gibi filmler
dikkatleri üzerine çekiyordu. Bir kez daha belirtelim;
bunların hepsi kusurluydu, bazıları oldukça ciddi
kusurluydu ama onlar, her şeye rağmen, bir şey
hakkındaki filmlerdi. Süper kahramanların maceraları ve
benzerleri gülünç muamelesi görüyor ya da çocuklar
için Cumartesi sabah kuşağı olarak yapılıyordu.
İlk Düzen, yıldızları tüketen ve onların enerjilerini,
özgün üçlemedeki Ölüm Yıldızları’na benzer şekilde,
tüm gezegenleri atomlarına ayırabilen ışınlara
odaklayan bir süper silah geliştirmiştir. İlk Düzen’in
önderleri, Direniş’in bulunduğu gezegene bir saldırı
hazırlamaktadır ki bu, Direniş’in önderleri Rey ile
Finn’in korkunç silahı imha etmek üzere tehlikeli bir
girişiminde bulunmasına neden olur…
Güç Uyanıyor, kuşkusuz, yapılmış olduğu yıllara da
tanıklık etmektedir. Başka türlü olması mümkün mü?
Son 15-20 yıl, özellikle 11 Eylül 2001’den bu yana,
aralıksız savaşın ve militarist saldırganlığın bir etkisi
olmuştur. Bu film oldukça şiddet dolu ve Ren ile onun
Fırtına Birlikleri’nin bir köyü yakıp kül ettiği ve Nazi
“Görev Güçleri”nin ölüm mangalarına benzer bir
şekilde köyün sakinlerinin tamamını öldürdüğü açılış
sahnesi, belirli bir gönderme içeriyor.
Sonuçta, Güç Uyanıyor’un vasat bir aksiyon filmi
olduğunu söylemek gerek. O, George Lucas tarafından
yönetilen son “ön bölümler” gibi katlanılmaz değil ama
hafif bir eğlence parçasıyken bile, hala sıradan.
Eğer Güç Uyanıyor, önceki filmler gibi bir tür rüştünü
ispatlayan hikaye olarak tasarlanmışsa, o sürece ya da
bir başkasına dair yeterince akla yatkın kavrayış
sunmaması nedeniyle yetersiz kalmaktadır. Buradaki
karakterler büyük ölçüde tek boyutlu. Rey, her durumda
“girişken” ve “ateşli”; Poe, “fazlasıyla istekli” ve
“kahraman”; Finn “iyi kalpli” ve bir kez bağlandığında
“sonuna kadar sadık”. Bunun yanı sıra, birçok şey
hakkında küçümseyen ve atıp tutan birçok kötü adamlar
var. Bu “çok, çok uzak” galakside, görünüşe göre,
psikolojik karmaşıklık bilinmiyor.
Öte yandan, James Cameron’ın Avatar filmi de, açıkça,
yeni-sömürgeci
istilaların
vahşetine
gönderme
yapıyordu ama hiç de emperyalist savaşa indirilmiş bir
darbe değildi. Acımasız nesnel gerçekliklerin Güç
Uyanıyor’un içine neredeyse kaçınılmaz “sızma”sını,
savaşa karşı bilinçli veya tutarlı bir ifadeyle karıştırmak
bir hata olur. Filmin çoğu, acısız, kan içermeyen
öldürmeye ve sakatlamaya yönelik coşkulu bir övgüdür;
yeter ki iyi amaçlar uğruna yapılsın. Toplumsal ve siyasi
eleştiriler, olduğu kadarıyla, ciddi bir etki yaratmak için
fazlasıyla biçimsiz ve cansız. İlk Düzen, Nazileri
andıran faşist bir rejim olarak sunuluyor ama bu örgütün
kökeninde, nedeni anlaşılmaz biçimde “karanlık” bir
dizi manevi inanca sahip “şeytani” liderler vardır.
Tüm Yıldız Savaşları filmleri, “iyi” ile “kötü” arasındaki
bu basit ikiliğe dayanmaktadır. Komik bir şekilde,
“galaksinin yazgısı”, her kesimden bir avuç bireyin,
kısmen kalıtsal, kısmen mistik biçimde oluşmuş
duygusal ve zihinsel durumlarını kontrol etme
yeteneğine bağlıdır.
Yıldız Savaşları serisi, tarihteki en rağbet gören film.
Online bilet satıcısı Fandango, Güç Uyanıyor’un,
biletlerinin satışa çıktığı günden gösterime girmesinden
önceki geceye kadar, şirketin tüm zamanlar boyunca
herhangi bir film için en fazla satılan bilet rekorunu
kırmış
olduğunu
bildirdi.
Perşembe
gecesinin
sonunda, Güç Uyanıyor’un ön satışlarının 100 milyon
dolara ulaşmış olduğu tahmin ediliyordu. Satışlar, Pazar
gecesi, onu, sadece bir hafta içinde en yüksek kar eden
1977’deki orijinal film, bir tür alaya alma gibiydi ya da
öyle görünüyordu (onu, yalnızca takıntılılar ciddiye
aldılar). Carrie Fisher, gerçekte, biraz son yıllardaki tek
kişilik şovlarının hammaddesi olan ilk üç filmdeki
performansını küçük düşürmüştür. Yine de, o burada,
malzemeyi son derece ciddi bir şekilde işlemek üzere
ortaya çıkıyor. Para ve şöhret, hala çekiciliğe sahip. Ford
- 14 -
ikinci film yapacak şekilde, 517 milyon dolara ulaşmıştı.
Film, henüz, dünyanın en büyük ikinci film piyasası
olan Çin’de gösterime girmedi.
Disney ve Lucasfilm, Yıldız Savaşları’nın VIII. ve IX.
bölümlerini, sırasıyla, 2017’de ve 2019’da gösterime
sokmayı planlıyorlar ve bölümlerden oluşan dizilerin
dışında da filmler yapacaklar. Bölüm IV: Yeni Bir
Umut’tan hemen önce, Aralık 2016’da, isyancıların
Ölüm Yıldızı planlarını nasıl ele geçirdiğini
gösteren Hile Bir gösterime sokulacak. O, ahlaklılık söz
konusu olduğunda daha “gri” ve Güç ya da “iyi” ve
“kötü” üzerine daha az odaklanmış olarak betimlendi.
Belirtildiği üzere, Abraham’ın filmi, özünde, devasa bir
pazarlama bombardımanıyla halka empoze ediliyor.
Hem Barack Obama hem de Hillary Clinton, kamuoyu
önünde filmden bahsettiler.
Örneğin, Variety dergisi
şunları
yazdı:
“Beyaz
Saray, Yıldız Savaşları - Güç Uyanıyor’un, Cuma günü,
askeri çatışmalarda akrabalarını yitirmiş aile üyelerinin
bir kuruluşu olan Gold Star’ın üyeleri için
gösterileceğini söyledi… Bir basın toplantısının
sonunda, medyaya, ‘Evet millet,Yıldız Savaşları
bileti almam gerekiyor.’ diyen başkan, ayrıca, gösterime
katılacağını belirtti.”
22 Aralık 2015
Clinton, Cumartesi gecesi Demokratik Parti toplantısının
kapanış konuşmasında, sözlerini, “Teşekkürler, iyi
geceler ve Güç sizinle olsun.” diye bitirdi.
Yeni
filmin
yapımına
katılanların
birçoğu,
röportajlarda, Yıldız Savaşları’nın 40 yıl sonra hala
insanları cezbetmesinin nedeninin, serilerin olumlu bir
mesaja sahip olması ve insanlara “umut” vermesi
olduğunu belirttiler. Sorun şu ki, bu “umut”, gerçek
sorunlara yönelik herhangi bir gerçek yanıt ya da bu
sorunların ortaya konması üzerine bile kurulu değildir.
“İyi” ve “kötü” kişiliklere saplanma, toplumsal
gerçekliğe yaklaşımda, magazin gazetelerinin ve
TV’deki pembe dizilerin ya da seçmenlerin medya
tarafından yaratılmış imajlar temelinde, toplumsal
konumlarının ve programın bütünüyle dışında bir erkeği
ya da kadını seçmeye teşvik edildiği (“dürüst bir yüzü
var”, “önderlik kapasitesine sahip”) ipe sapa gelmez
Amerikan
siyasi
kampanyalarının
pek
ötesine
geçmemektedir.
Aynı zamanda, Amerikan egemen seçkinlerinin görünür
bir şekilde bir üçüncü dünya savaşını kışkırtmaya kararlı
olduğu, daha önce tanık olunmamış bir istikrarsızlık ve
belirsizlik döneminde, halkın, genel olarak tedirgin edici
durumdan kurtulma yönünde açık bir arzusu söz
konusu.
Güç Uyanıyor’un sıradanlığı izleyicilerin kabahati değil
ama halkın daha fazlasını talep etmesi gerekiyor. Bu,
basitçe, aksiyon türünde bile olsa ciddi veya meydan
okuyan film yapmak değildir. Bu, tekrarlanıp duran,
sıkıcı bir hal alır. Ridley’in ve Boyega’nın performansları
sempatik karakterlere doğru ilerliyor ve film, kötücül ya
da sinik değil ama nihayetinde, zaman öldürmekten
başka bir işlev görmüyor.
- 15 -
Sosyalist Eşitlik Partisi’nin
(ABD) Tarihsel ve Uluslararası
Temelleri – Bölüm 8
karar verdi, Fields’ı da üyelikten uzaklaştırdı. [95]
Wohlforth, bir ay sonra İşçiler Birliği’nden ayrıldı. O,
kısa süre sonra, Uluslararası Komite’yi açıkça suçladı ve
önceki 14 yıl boyunca yazmış olduğu her şeyi inkar
ederek Sosyalist İşçi Partisi’ne (SWP) katıldı. Wohlforth,
sonunda, sosyalist politikaları tümüyle terk edecek,
Troçkist hareketi bir “tarikat” olarak suçlayacak ve
1990’ların sonlarında, “Savaşa Bir Şans Tanı” başlıklı bir
makalede, Balkanlar’da Amerikan askeri operasyonu
için çağrı yapacaktı.
Sosyalist Eşitlik Partisi (ABD) / 03.01.2016
Wohlforth'un İşçiler Birliği’nden Ayrılması
157. Dünya kapitalist krizi ve sınıf çatışmalarının
artması, İşçiler Birliği içindeki siyasi sorunları su yüzüne
çıkarttı. İşçiler Birliği’nin 1960’ların sonlarındaki ve
1970’lerin başlarındaki büyümesi, büyük ölçüde
öğrencilerin ve azınlık gençliğinin radikalleşmesine
dayanıyordu. Ancak, ABD birliklerinin Vietnam’dan
çekilmeye
başlamasıyla
birlikte,
üniversite
kampüslerindeki siyasi ortam kökten değişti ve üye
kazanımı sona erdi. İşçiler Birliği, işçi sınıfına dönme
göreviyle karşı karşıya kaldı. Bu, yalnızca yaygın pratik
faaliyetleri değil; aynı zamanda, nesnel durumun
kapsamlı bir Marksist çözümlemesini ve DEUK’un
Pablocu revizyonizme karşı mücadelesinin derslerinin
görece
deneyimsiz
parti
kadroları
tarafından
özümsenmesini gerektiriyordu. Oysa partinin faaliyeti,
Wohlforth'un yönetimi altında, büyük ölçüde, yalın bir
siyasi perspektiften yoksun, eylemci bir karakter
edinmişti. Wohlforth'un siyasi ve kişisel davranışları, bir
çözülmenin rahatsız edici işaretlerini veriyordu.
Wohlforth’un, yeni arkadaşı Nancy Fields tarafından
kışkırtılan parti içindeki müdahaleleri, öfkeli, ilkesiz ve
yıkıcı bir karakter edinmeye başladı. İşçiler Birliği,
1973-74 arasındaki bir yıllık dönem içinde, üyelerinin
yarısından fazlasını kaybetti.
Wohlfort’tan Sonra İşçiler Birliği
159. Wohlforth’un siyasi firarı, İşçiler Birliği’nin Troçkist
bir örgüt olarak gelişiminde belirleyici bir dönüm
noktası oldu. Wohforth’un istifası ve ardından kendi
siyasi tarihini reddetmesi, yalnızca onun kişisel
güçsüzlüğünü ifade etmiyordu. Bu, Amerikan küçükburjuva radikalizmine özgü özelliklerin (özelikle, onun
teorik tutarlılığa yönelik küçümsemesinin ve tarihe
pragmatik şekilde dudak bükmesinin) somut örneğiydi.
İşçiler Birliği, 1973-1974’te içinden geçtiği krizin,
Wohlfort’un yanlışlarını eleştirmekten daha fazlasını
gerektirdiğini fark etti. Böylece, Wohlforth'un istifasına
ve DEUK’a yönelik suçlamasına yanıt olarak, Dördüncü
Enternasyonal’in tarihinin kapsamlı bir yeniden
incelenmesini başlattı. Dünya kapitalizminin ve
uluslararası sınıf mücadelesinin nesnel gelişimi
bağlamında Troçkist hareketin tarihsel deneyimlerine
vurgu yapmak, İşçiler Birliği’nin asli ve ayırt edici
özelliği olarak ortaya çıktı. İşçiler Birliği, tekrar tekrar,
Marksist perspektifin ve işçi sınıfına stratejik yönelimin
gelişmesinin, yalnızca Marksist hareketin tarihsel
deneyimleri bütün ağırlığıyla günümüzdeki sosyoekonomik süreçlerin çözümlenmesine dahil edildiği
ölçüde mümkün olduğunu vurguladı. İşçiler Birliği,
Kasım 1978’deki perspektif kararında şunu belirtti:
158. İşçiler Birliği içindeki kriz, Ağustos 1974’te doruk
noktasına ulaştı. Uluslararası Komite, hiçbir deneyime
ve niteliğe sahip olmaksızın Wohlforth tarafından
önderliğe terfi ettirilen ve onun ayrılmaz refakatçısı olan
Nancy Fields’ın Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA)
üst düzey bir elemanıyla yakın aile bağlantılarını
öğrenmişti.
Ardından,
Wohlforth’un,
bu
aile
ilişkilerinden haberdar olduğu ama bu bilgiyi İşçiler
Birliği Merkez Komitesi’nin bütün diğer üyelerinden
gizlediği açığa çıktı. Wohlforth, Mayıs 1974’teki DEUK
konferansına katılırken kendisine eşlik etmek üzere
kişisel olarak onu seçmiş olmasına karşın, Nancy
Fields'ın geçmişi hakkında Uluslararası Komite’ye de
bilgi vermemişti. Baskıcı rejimler altındaki ülkelerden
gelerek konferansa katılan çok sayıda delegenin varlığı,
o siyasi faaliyetin yasadışı koşullarda sürdürülmesini
gerektiriyordu. İşçiler Birliği Merkez Komitesi,
Wohlforth’un ulusal sekreterlikten alınması ve Fields’ın
geçmişine ilişkin bir soruşturma başlatılması yönünde
Devrimci pratiğin temeli, işçi sınıfına iktidar mücadelesi
açısından gerçek bir yönelimin olmazsa olmaz zemini,
Uluslararası Komite’nin 1953’ten beri yaşadığı bütün
tarihsel deneyimlerin eksiksiz özümsenmesidir. Troçkist
kadroların eğitimi, yalnızca, partinin siyasi faaliyetinin
her yönünü ve ayrıntısını, Uluslararası Komite’nin
revizyonizme karşı verdiği kavgadan edinilmiş tarihsel
kazanımlar üzerine yerleştirme mücadelesi içinde
mümkündür. [96]
160. Doküman, bu bilinç ve Troçkist hareketin tarihsel
deneyiminin sürekli yeniden incelenmesi ile hem
faydacılığa karşı teorik mücadele hem de partinin işçi
sınıfına pratik yönelimi arasındaki ilişkiyi açıklıyordu:
İşçi sınıfına gerçek bir yönelim, işçi sınıfının şimdiki
mücadeleleri ve karşıtların birliği olarak devrimci parti
- 16 -
ile sınıfın nesnel tarihsel deneyimlerinin ve Bolşevizmin
gelişmesinin bütün içeriği arasındaki tarihsel sürekliliği
koruma yönünde bilinçli mücadele dışında mümkün
değildir.
altında Federal Araştırma Bürosu (FBI) tarafından
başlatılan COINTELPRO adlı operasyona ilişkin
belgeler, SWP’nin 1961-1975 yılları arasında polis
ajanlarıyla ve muhbirlerle doldurulmuş olduğunu açığa
çıkardı.
Parti saflarında, dolayısıyla bizzat işçi sınıfı içinde
faydacılığa karşı mücadele, yalnızca, onu, Parti’nin
bütün faaliyetini, revizyonizme karşı mücadelenin
tarihsel kazanımlarına, Troçki tarafından Dördüncü
Enternasyonal’e bırakılmış olan devasa siyasi ve teorik
sermayeye dayandırma bakış açısından hareketle ciddi
biçimde başlatılabilir. Faydacılığa karşı mücadele,
kadroların günlük pratikleri ile Troçkist hareketin
yaşamış olduğu tarihsel deneyimler bütünü arasındaki
doğrudan tarihsel bağları koruma mücadelesinden
kopartıldığında, derhal, olabilecek en kısır ağız dalaşı
biçiminde yozlaşır. Daha doğru bir ifadeyle, yalnızca
faydacılığın bir başka türü haline gelir. [97]
“Güvenlik
ve
Dördüncü
Soruşturmasının Kökeni
ii. Troçkist hareket, Dördüncü Enternasyonal’e Sovyetler
Birliği ve ABD ajanlarının sızdırılmasıyla müthiş
darbeler almıştı. Dördüncü Enternasyonal önderliğinin
önemli bir kesiminin 1937 ile 1940 yılları arasında
öldürülmesi, harekete sızdırılmış Stalinist ajanlar
tarafından hazırlanmış ve gerçekleştirilmişti.
iii. Healy’nin uluslararası Troçkist hareketin güvenliğine
ilişkin kaygısını “paranoya” olarak karalayan Hansen,
Troçki’nin Mercader tarafından öldürülmesine tanıklık
etmişti. Bu GPU ajanının cinayet günü Troçki’nin
Coyoacan’daki evine girmesine izin veren kişi,
Hansen’den başkası değildi. Hansen, Mercader’in,
Troçki’ye ulaşabilmek amacıyla, bir hile olarak,
SWP’nin genç bir üyesiyle özel ilişki geliştirmiş
olduğunu da biliyordu. James P. Cannon, Troçki’nin
öldürülmesinden sonra, Troçki’nin kişisel güvenliğini
tehlikeye sokmuş olan “dikkatsizliği” şöyle itham
etmişti: “İnsanların, hatta önde gelen konumlarda
olanların geçmişlerini (nereden geldiklerini, nasıl
yaşadıklarını, kiminle evli olduklarını vb.) yeterince
derin biçimde araştırmadık. Geçmişte, ne zaman devrimci bir örgüt için temel olan- bu tür sorular ortaya
atılsa, küçük-burjuva muhalefet, ‘Aman tanrım,
yoldaşların özel yaşamına karışıyorsunuz!’ diye
haykırırdı. Evet! Evet, bizim yaptığımız, daha doğru bir
ifadeyle, yapmakla tehdit ettiğimiz şey (geçmişte böyle
bir şey hiç yaşanmamıştı) tam da budur. Eğer biz bu tür
konuları biraz daha dikkatli biçimde araştırmış olsaydık,
geçmişteki kimi kötü şeyleri önleyebilirdik.” [99]
Enternasyonal”
161. Tarihin
ve
siyasetin
kesişmesi,
ifadesini,
Wohlforth’un İşçiler Birliği’nden firarını çevreleyen
koşullarda buldu. Wohlforth, başlangıçta, İşçiler
Birliği’nin önderliğini ve Uluslararası Komite’yi Fields’ın
aile ilişkileri konusunda bilgilendirmemesinin hareketin
güvenliğine yönelik ciddi bir ihlal olduğunu kabul etmiş
olmasına karşın, İşçiler Birliği’nden ayrıldıktan sonra,
partinin bu konuda sergilediği kaygının en küçük bir
gerekçesi olmadığını açıkladı. Wohlforth, Gerry
Healy’nin güvenlik konusuyla ilgili kaygısının “delilik”
belirtisi olduğunu ilan etti. Sosyalist İşçi Partisi’nin
başlıca
siyasi
önderi
ve
Pablocuların
dergisi Intercontinental Press’in başyazarı Joseph
Hansen, Healy’ye yönelik iğneleyici bir kınamayla,
Wohlforth’un yardımına koştu. Hansen,“Wohlforth,
Healy’nin icraatını ‘delilik’ olarak betimliyor” diye yazdı
ve şöyle devam etti:“‘paranoya’ gibi çağdaş bir terim
kullanmak daha uygun ve tam olmaz mı?” [98]
163. Bu bağlamda, Hansen’in Healy’ye yönelik saldırısı
aşağılık olmakla kalmıyordu. Bu, Troçkist hareketin
kadrolarını kapitalist devletten ve ajanlarından gelen
gerçek tehlikeler karşısında silahsızlandırma çabasından
başka bir şey değildi. Uluslararası Komite, Hansen’e ve
Wohlforth’a verilebilecek en uygun yanıtın, Dördüncü
Enternasyonal’in güvenlik konularına ilişkin tarihsel
deneyimini araştırmak olacağına karar verdi. Bu,
özellikle,
Troçki’nin
öldürülmesine
yol
açan
gelişmelerin araştırılmasını gerektiriyordu. DEUK, Mayıs
1975’teki Altıncı Kongre’sinde, sonuçları “Güvenlik ve
Dördüncü Enternasyonal” başlığı altında yayınlanacak
olan bu soruşturmayı başlatma kararı aldı.
162. Hansen'in Wohlforth yararına, devrimci sosyalist
hareket içinde güvenliğe duyulan gereksinimi
küçümsemeyi ve bu konuyu ciddiye alanların
saygınlığını zedelemeyi amaçlayan müdahalesi, son
derece büyük tarihsel ve siyasi öneme sahip konuları
gündeme getirdi:
i. Hansen’in, Wohlforth’un kendi örgütünün güvenliğine
yönelik kayıtsız tutumunu savunması, Nixon’ın
istifasının ardından radikal ve sosyalist örgütler içindeki
kapsamlı devlet casusluğuna ilişkin çok sayıda bulgunun
ortaya çıktığı bir döneme denk düşmüştü. Hansen’in
kendi örgütü, neredeyse 15 yıldır bir casusluk
operasyonunun hedefiydi. J. Edgar Hoover’ın himayesi
Joseph Hansen’in Rolü
164. Soruşturmanın başlangıç aşamaları,
öldürülmesini hazırlayan komployu ve
- 17 -
Troçki’nin
Dördüncü
Enternasyonal’in bütün önemli siyasi merkezlerine
sızmayı başarmış olan ajanların oynadığı öldürücü rolü
açığa çıkartan, gizliliği henüz kaldırılmış belgeleri
ortaya çıkarttı. DEUK, Troçki’nin oğlu Lev Sedov’un
başlıca yardımcısı haline gelmiş olan Mark Zborowski
gibi ajanların faaliyetleriyle ilgili belgeleri ortaya koydu.
Zborowski, Sedov’un ve Dördüncü Enternasyonal’in
Avrupa’daki başka önderlerinin öldürülmesinde kilit rol
oynamıştı. Kremlin’e Troçki’nin faaliyetleri ile ilgili
önemli bilgiler sağlayan bir diğer ajan, James P.
Cannon’ın özel sekreteri Sylvia Caldwell’di (née Callen).
Ama DEUK tarafından açığa çıkartılan en önemli bilgi,
Joseph Hansen’in faaliyetleri ile ilgiliydi. ABD Ulusal
Arşivi’nde açığa çıkartılan belgeler ve Bilgi Edinme
Hakkına İlişkin Yasa dolayımıyla elde edilen diğerleri,
Hansen’in, Troçki’nin öldürülmesinin hemen ardından,
üst düzey ABD ajanlarıyla gizli ilişki kurma arayışı içine
girmiş olduğunu gözler önüne serdi. Bu belgelerden biri
olan ve Mexico City’deki Amerikan Konsolosluğu’ndan
Dışişleri Bakanlığı’ndaki bir görevliye gönderilen 25
Eylül 1940 tarihli mektup, Hansen’in “sizin güvendiğiniz
ve kendisine çekinmeden açıklanabilecek gizli bilgiler
verebileceği New York’ta bulunan birine yönlendirilmek
istediği”ni bildiriyordu. [100]
New York’tan ayrılmıştı.” iddiasında bulundu. [101]
SWP ulusal sekreteri Jack Barnes, Gelfand'ın açtığı
davada verdiği ifadede, Caldwell için, “bu sıkıntıdan
sonra ve son birkaç yıl boyunca yaşadıklarıyla, benim
kahramanlarımdan biridir” dedi. [102]
Düzmece bir “Karar”: Pablocular Stalinist Suçların
Örtbas Edilmesini Onaylıyor
166. DEUK tarafından ortaya konmuş kanıtlara rağmen,
bütün oportünistler ve Pablocu örgütler Güvenlik ve
Dördüncü Enternasyonal soruşturmasına karşı çıktılar.
Eylül 1976’da, Pablocu hareketin neredeyse bütün önde
gelenleri, “Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal”i
“utanmazca bir tertip” olarak kınayan sözde “Karar”ı
yayınladılar.
Gelfand
tarafından,
“Karar”ın
yayımlanmasından sorumlu olan SWP görevlilerinden
alınan yazılı ifadeler, onu imzalayanlardan hiçbirinin,
“Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal”e yönelik
suçlamanın altına imza atmadan önce DEUK tarafından
toplanmış kanıtları incelememiş olduğunu ortaya koydu.
Uluslararası Komite’nin, kanıtları incelemek üzere bir
araştırma komisyonu kurulması yönünde ardı ardına
yaptığı çağrılar yanıtsız kaldı. Pablocuların bu
tepkisinde, siyasi çıkarlar belirleyici bir rol oynamıştı.
Onların, Troçki’nin öldürülmesi konusunu yeniden
gündeme getirmekte ve yeni işçi kuşağının dikkatini
Stalinistlerin işlediği suçlara çekmekte hiçbir çıkarları
yoktu. Onlar, Sosyalist İşçi Partisi’nin, Gelfand’ın
talebiyle GPU katili Mark Zborowski için çıkarılan ve
onu partiye ajanların sızdırılmasına ilişkin soruları
yanıtlamak zorunda bırakacak olan mahkeme çağrısını
bozmak için [bir üst] mahkemeye başvurmasına da karşı
çıkmadılar. San Fransisco’da rahat bir emeklilik hayatı
yaşayan Zborowski, bu mahkeme çağrısına, SWP
içindeki ajanların açığa çıkmasına katkıda bulunacak bir
ifade vermenin, kısa süre önce çıkartılmış olan
İstihbaratçıların Kimliklerini Koruma Yasası’nın ihlali
olacağı gerekçesiyle itiraz etti. Mahkeme, Zborowski'nin
itirazını uygun buldu.
165. DEUK, Joseph Hansen’in Troçkist hareket içinde
bir ajan olarak faaliyet gösterdiğinin kesin kanıtlarını
ortaya çıkardı. Alan Gelfand’ın, devletin Sosyalist İşçi
Partisi üzerinde kontrolü olduğunu iddia ederek ABD
hükümetine karşı açtığı bir dava, Güvenlik ve Dördüncü
Enternasyonal soruşturmasının elde ettiği bulguları
doğrulayan resmi belgelerin açıklanmasını çabuklaştırdı.
Bu dava sonucunda deşifre olan en önemli gerçekler
arasında, FBI’ın, Joseph Hansen’in en azından
1940’ların ortalarından beri, SWP'nin içinde GPU adına
çalıştığını biliyor olması da vardı. O, Sylvia Caldwell’i
resmen ifşa etmiş olan eski Komünist Parti önderi Louis
Budenz
tarafından
bir
Stalinist
ajan
olarak
tanımlanmıştı. Bu açığa vurma, Hansen’in ve SWP
önderliğinin neden Budenz’i şiddetle kınayıp Caldwell’i
savunduğunu ortaya koydu. Budenz’in Caldwell
aleyhindeki iddialarının doğruluğunu kabul etmek, onun
Hansen’i bir ajan olarak tanımlamasına büyük bir
inandırıcılık kazandıracaktı. Bu yüzden, SWP, Sylvia
Caldwell'in büyük jüri önünde ifade vermesi yönündeki
mahkeme kararı çıkana kadar (Caldwell, büyük jüri
önünde, SWP içinde bir GPU casusu olarak çalıştığını
kabul etti), onu “örnek” bir yoldaş olarak savundu.
Joseph Hansen’in eşi Reba Hansen, Caldwell'in 1947’de
(Budenz’in ifşaatlarının açıklandığı yıl) partiden aniden
ayrılması konusunda açıkça yalan söyledi. Caldwell’i
“sıcak
bir
insan”
olarak
betimleyen
Reba
Hansen, “Sylvia 1947’de ailevi yükümlülüklerden dolayı
167. “Güvenlik
ve
Dördüncü
Enternasyonal”
soruşturmasının tamamlanmasından bu yana geçen
çeyrek yüzyıl içinde, resmi Sovyet belgelerinin
yayınlanmasıyla, onun bulgularının çoğu doğrulandı.
“Venona
Belgeleri”
adlı,
Sovyet
istihbarat
kaynaklarından deşifre edilmiş belgeler, yalnızca
Caldwell’i değil, aynı zamanda, muhafız olarak hizmet
etmek üzere Meksika’ya gönderilmiş olan SWP üyesi
Robert Sheldon Harte’yi de kesin bir şekilde Stalinist
ajan olarak tanımlamaktadır. DEUK, Harte’yi suçlayan
bilgileri ilk yayınladığında, bu da, SWP ve Pablocular
tarafından bir iftira olarak kınanmıştı. DEUK tarafından
öne sürülen iddiaların doğrulanması, Pablocu
- 18 -
örgütlerden herhangi birinin “Güvenlik ve Dördüncü
Enternasyonal”e yönelik suçlamalarını geri çekmesine
yol açmadı.
SWP’nin üyesi olduğunu anımsamadığını iddia etti.
DEUK, Haziran 1977’de, Doxsee’nin fotoğraflarını ve
onunla yapmış olduğu söyleşiden kimi bölümleri
yayınladı. SWP, buna, İşçiler Birliği’ni bir “şiddet”
örgütü olarak damgalamaya çalışan açık bir saldırıyla
yanıt verdi. Bu saldırının başını, soruşturmanın
Uluslararası Komite için “ölümcül sonuçları” olacağı
uyarısında bulunurken, “Healyciler işçi hareketinin diğer
kesimlerine
karşı
bütünüyle
fiziksel
şiddete
başvurabilecek insanlardır” [103] diye yazan Hansen
çekiyordu. Troçkist hareketi, ona karşı fiziksel saldırılar
hazırlarken bile “şiddet”le suçlamak, uzun süredir
Stalinistlerin hareket tarzıydı. Dört ay sonra, 16 Ekim
1977’de, İşçiler Birliği’nin önde gelen üyelerinden Tom
Henehan, New York’ta, gençlik örgütü Genç
Sosyalistler’in açık bir faaliyetini denetlerken vuruldu.
Henehan, aldığı yaralardan dolayı, birkaç saat sonra
hastanede öldü. Henehan’ın, etkinliğin gerçekleşeceği
yere hiçbir engelle karşılaşmaksızın giren ve ona ateş
eden eğitilmiş bir silahlı kişi tarafından öldürülmesi,
profesyonel bir suikastın bütün özelliklerini taşıyordu.
New York basını, saldırıyı, hemen, ”anlamsız bir
cinayet” olarak damgaladı; polis de herhangi bir
araştırma yapmayı reddetti. İki katilin kimlikleri tanıklar
tarafından tespit edilmesine karşın, polis onları
yakalamak için hiçbir çaba göstermedi. Tom
Henehan’ın öldürülmesi konusunda bir açıklama
yapmayı ya da bu saldırıyı kınamayı reddeden
Pablocular, polisin eylemsizliğine suç ortaklığı yaptılar.
İşçiler Birliği, katillerin yakalanması talebine kitlesel
destek sağlamak için bağımsız bir siyasi kampanya
başlattı. Bu kampanya sürecinde, on binlerce işçi ve
milyonlarca işçiyi temsil eden sendikaların temsilcileri
İşçiler Birliği’nin talebini destekleyen dilekçelere imza
attılar. Nihayet, Ekim 1980’de, polis bu kamuoyu
baskısına boyun eğdi ve Angelo Torres ile Edwin
Sequinot adlı katilleri tutukladı. Onların yargılanması
Temmuz 1981’de gerçekleşti. Suçlu bulundular ve uzun
süreli hapis cezalarına çarptırıldılar. Bununla birlikte,
sanıklar herhangi bir itirafta bulunmadılar ve bu
eylemlerine ilişkin hiçbir açıklama yapmadılar.
168. Güvenlik soruşturmasının bir yan ürünü olarak, bir
dizi başka garip olgu ortaya çıktı. Sosyalist İşçi
Partisi’nin merkezi önderliğinin nerdeyse tamamı (siyasi
komitenin çoğunluğu dahil) Midwest’teki küçük bir
liberal sanat okulu olan Carleton College’de okumuştu.
Ortada, 1960 ile 1964 arası dönemde, aralarında Jack
Barnes’ın da bulunduğu çok sayıda öğrencinin partiye
girip hızla önderliğe yükseldiği Carleton kampüsünde
SWP’nin sistematik faaliyet sürdürdüğüne ilişkin
herhangi bir kayıt yoktu. Onların tutucu Midwestli
öğrenciler (Jack Barnes bir Cumhuriyetçi idi) olmaktan
çıkıp görünürde devrimci bir örgütün önderlerine
dönüşmelerinin aracısı, FBI ajanları tarafından manipüle
edilmiş ve onlarla doldurulmuş olan Küba İçin Dürüst
Tavır Komitesi’ydi. SWP önderliği tarafından, Carleton
College olgusuna ilişkin inandırıcı hiçbir açıklama
yapılmadı.
169. Uluslararası Komite’nin araştırması Hansen’i bir
ajan olarak töhmet altında bırakan kanıtları ortaya
koydukça, SWP’nin ve Pablocuların karşı kampanyası
giderek provokatif bir karakter kazandı. Pablocular, 14
Ocak 1977’de, “Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal”i
ve
özellikle
Gerry
Healy’yi
kınamak
için,
destekleyicileriyle birlikte, Londra’da açık bir toplantı
düzenlediler. Toplantıda konuşanlar arasında Ernest
Mandel, Tarıq Ali (Britanya’daki Pablocu örgütün
önderi), Pierre Lambert (OCİ’nin önderi) ve Tim
Wohlforth vardı. İşçilerin Devrimci Partisi, toplantıdan
önce, Pablocu örgütlerin önderlerine, soruşturmada
açığa çıkartılmış olan kanıtları incelemek üzere, eşit
sayıda DEUK ve Birleşik Sekreterlik üyesinden oluşan
bir eşitler komisyonu kurma çağrısı yapan bir mektup
gönderdi. Bu mektup ne yanıtlandı ne de 14 Ocak’taki
toplantıda ondan söz edildi. Bunun yerine, toplantıya,
baştan sona, Healy’ye yönelik küfürbaz kınamalar
egemen oldu. Dinleyiciler arasında bulunan Healy,
ayağa kalkarak, kendisine bu saldırılara yanıt verme
olanağı tanınmasını talep ettiğinde, reddedildi.
Dipnotlar
170. Soruşturma, Pablocuların siyasi engellemelerine
rağmen devam etti. DEUK, Mayıs 1977’de, Chicago’nun
kenar mahallelerinden birinde, sabit bir adresi
olmaksızın bir treyler parkında yaşayan Sylvia
Caldwell’i tespit etti. O, SWP’den ayrıldıktan sonra
yeniden evlenmişti ve adı artık Sylvia Doxsee’ydi (ilk
eşi, 1958’de ölmüş olan Stalinist ajan Zalmond
Franklin’di). Sylvia Doxsee, kendisiyle yapılan
görüşmede, bir yandan James P. Cannon’ın özel öneme
sahip bir adam olmadığını açıklarken, aynı zamanda,
95. DEUK tarafından yayınlanan rapor şunu açıklıyordu:
“Nancy Fields, 12 yaşından üniversite eğitimini
tamamlayana kadar, teyzesi ve amcası Albert ve Gigs
Morris tarafından yetiştirildi, okutuldu ve maddi olarak
desteklendi. Albert Morris, Washington’da CIA’nın
bilgisayar operasyonlarının başıdır; aynı zamanda,
IBM’in önemli hisse senedi sahiplerinden biridir. O,
CIA’nın öncülü olan OSS’nin üyesiydi ve emperyalizmin
bir ajanı olarak Polonya’da çalıştı. 1960’lı yıllar
- 19 -
boyunca, onların Maine’deki evlerine sıkça konuk olan
Richard Helms, CIA’nın eski yöneticisiydi ve şimdi
İran’da ABD Büyükelçisi’dir.” [Documents of Security
and the Fourth International (New York: Labor
Publications, 1985), syf. 15.]
96. The World Economic-Political Crisis of Capitalism
and the Death Agony of US Imperialism(New York:
Labor Publications, 1979), syf. 30.
97. age., syf. 36.
98. "The Secret of Healy's Dialectics," Intercontinental
Press, 31 Mart 1975.
99. James P. Cannon, The Socialist Workers Party in
World War II: Writings and Speeches, 1940-43 [New
York: Pathfinder Press, 1975], syf. 81-82.
100. Documents of
International, syf. 115.
Security
and
the
Fourth
101. James P. Cannon As We Knew Him (New York:
Pathfinder Press, 1976), syf. 233.
102. The Gelfand Case, Volume II (New York: Labor
Publications, 1985) syf. 635.
103. Intercontinental Press, 20 Haziran 1977.
- 20 -