ABANT ĠZZET BAYSAL ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER

Transkript

ABANT ĠZZET BAYSAL ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER
ISSN: 1303 – 0035
ABANT ĠZZET BAYSAL ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ DERGĠSĠ
Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2
Sayı / Issue: 17
T.C.
ABANT ĠZZET BAYSAL ÜNĠVERSĠTESĠ
SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ DERGĠSĠ
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Cilt/Volume: 17
Yıl/Year: 9
Sayı/Issue: 2
Güz/Autumn 2008
ISSN: 1303 - 0035
http://www.sbe.ibu.edu.tr
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Journal of Social Sciences
Ġmtiyaz Sahibi / Published by
Prof. Dr. Uğur ESER
Müdür / Manager
Editör / Editor
Doç. Dr. Muhittin ATAMAN
Dergi Yayın Kurulu / Board of Editors
Doç. Dr. Salih ATEġ
Yrd. Doç. Dr. IĢıl AKDAĞ
Yrd. Doç. Dr. Derya EREL
Dergi Sekreteri / Secretary
ArĢ. Gör. Mehmet ÖZTÜRK - Suat KAYA
YazıĢma Adresi
Doç. Dr. Muhittin ATAMAN
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
14280 Gölköy / BOLU
Submission Address
Assoc. Prof. Dr. Muhittin ATAMAN
Journal of Social Sciences
Abant Izzet Baysal University,
Institute of Social Sciences
14280 BOLU / TURKIYE
Tel: (0374) 254 10 00 - 1497 - 1484
Faks: (0374) 253 49 65
E-Posta: [email protected]
Baskı
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Basımevi
Tel.: 0374 254 10 00 / 1407 - 1408 - 1511
E-Posta: [email protected]
Basım Tarihi
Eylül- 2009
ii
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Bu Sayının Bilimsel DanıĢma Kurulu
Prof. Dr. Halil KALABALIK
Prof. Dr. Hayati DEVELĠ
Prof. Dr. Hüsamettin AKÇAY
Prof. Dr. Nuray YILMAZ
Prof. Dr. Özcan DEMĠREL
Prof. Dr. Recep TOPARLI
Prof. Dr. F. Rıfat ORTAÇ
Prof. Dr. ġefik YAġAR
Prof. Dr. ġermin KÜLAHOĞLU
Prof. Dr. ġükrü Aslan KIZILOT
Prof. Dr. Veysel SÖNMEZ
Doç. Dr. Adnan GERÇEK
Doç Dr. Ahmet TAġĞIN
Doç. Dr. Emin KARĠP
Doç. Dr. Hamza ATEġ
Doç. Dr. Kudret BÜLBÜL
Doç. Dr. Mihriban ġENGÜL
Doç. Dr. Önder ÇAĞIRAN
Doç. Dr. Süleyman BAġLAR
Doç. Dr. Yıldız KOCASAVAġ
Doç. Dr. Yusuf TEKĠN
Doç. Dr. Zeynep ERDOĞAN
Yrd. Doç. Dr. Aslı TAYLI
Yrd. Doç. Dr. BarıĢ ÖZDAL
Yrd. Doç. Dr. Berrin EYLEN ÖZYURT
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal COġKUN
Yrd. Doç. Dr Zeynep YÜCEL
Sakarya Üniversitesi
Ġstanbul Kültür Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Türk Dil Kurumu
Gazi Üniversitesi
Anadolu Üniversitesi
Uludağ Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Hacettepe Üniversitesi
Uludağ Üniversitesi
Dicle Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Kocaeli Üniversitesi
Kırıkkale Üniversitesi
Ġnönü Üniversitesi
Gazi Üniversitesi
Dokuz Eylül Üniversitesi
Ġstanbul Üniversitesi
GaziosmanpaĢa Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Muğla Üniversitesi
Uludağ Üniversitesi
YaĢar Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Balıkesir Üniversitesi
iii
iv
ĠÇĠNDEKĠLER
AKALIN, KürĢat Haldun
Dinsel Rasyonalistlerde SeçilmiĢlik Güdüsü ve Bireysel Sorumluluk Duygusu ……....…… 1
AKSOY, Tarık - GÜREL, Zeki
Türkçe Ġlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim Metodu ve
Günümüzdeki Bazı Uygulamalar …………………………………………………..…………………..…… 19
AYHAN, Veysel
Orta Doğu Ülkelerinin Türk DıĢ Politikasına BakıĢı:
Gazze SavaĢı Bağlamında Bir Analiz …………………………..……………..……………….……….…. 30
BULUT, Sefa
Seçici KonuĢmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri ve Tedavi YaklaĢımları ………….. 52
DEMĠRCĠ, Mustafa
Ġmar Reformu Gündemi ………………………………………………………………………..……………………….……… 66
KAYA, Ferudun
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir AraĢtırma ………………… 88
KILINÇ, Zeynel
Politics and Virtue In Hume: Hume‟da Siyaset ve Erdem ……………………….... 109
ÖZTÜRK, Erol
Bolu Ağzında Yemek Kültürüyle Ġlgili Kelimeler ……............................................... 128
TAYLI, Aslı
Okul Psikolojik DanıĢma ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği ………… 133
TÜYSÜZ, Cengiz - KARAKUYU, Yunus – BĠLGĠN, Ġbrahim
Öğretmen Adaylarının Üst BiliĢ Düzeylerinin Belirlenmesi ………………………... 147
YETĠM, Fatma – KÖKLÜ, Hülya – ÖZDEMĠR, Melda
Yeniçağa Ġlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri
159
…..,……….
v
vi
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
DĠNSEL RASYONALĠSTLERDE SEÇĠLMĠġLĠK GÜDÜSÜ VE
BĠREYSEL SORUMLULUK DUYGUSU
KürĢat Haldun AKALIN
ÖZET
Metodist, Ģayet her bir insan, günlük yaĢamında karĢılaĢtığı her Ģeyle ilgili
olarak, katı ve hoĢgörüsüz bir hesap anlayıĢı içinde kendisini Tanrıya adarsa; bunu,
imanlı bir vekil olarak davranmasının izleyeceği, böylece Tanrının da kendisiyle
yakından ilgileneceği, görüĢünü öne sürmüĢtür. Bundan dolayı, bütünüyle iman etmiĢ
bir insan, mesleki etkinliğinde serveti ve baĢarıyı ümit edebilir. Böyle bir kiĢi, Tanrının
daha büyük bir vekilliğine ulaĢabilmesini sağlayacak yeteneğinin olduğunu ispatlamıĢ
olduğu için, mesleki baĢarılara ulaĢabilecektir. KiĢisel sorumluluk, paranın
mutemetliğinden daha fazlasını gerektirmektedir. Özellikle de, servetin doğru olarak
kullanılmasını Ģart koĢmaktadır. Metodistin, lüks içinde yaĢanılması ve aylaklık içinde
kalınması tutumu hakkındaki görüĢleri; tembellerin ve savurganların, Tanrının insan
ruhu üzerindeki iĢini bütünüyle tahrip edebilecekleri, Ģeklinde özetlenebilir. ĠĢ
etkinliğindeki baĢarı, yalnızca uzun ve sıkı çalıĢmayı zorunlu kılmamakta, tutumlu ve
ekonomik davranmayı da gerektirmektedir.
Anahtar kelimeler: Metodizm, Wesyelanizm, Meslek, KiĢisel sorumluluk
ABSTRACT
The methodist argued that if each human being is strictly accountable for
everything in his life devoted to God; it must follow that he should act as a faithful
steward, God would deal accordingly with him. Therefore, a fully believed man might
be expected to prosper and success in his calling. This man will be received
occupational success because he has proved his ability to attain a greater stewardship of
God. Personal responsibility involved more than a stewardship of money. In particular it
involved a right use of properties. The methodist attitude on luxury and idleness is
summarized that they will destroy the whole work of God on human soul. Success in
business not only must be long and hard work but also be thriftly and economic.
Key words: Methodism, Wesleyanism, Calling, Personal responsibility,
I. GĠRĠġ
Avrupa‟da dinde reformla baĢlayan ve sanayi devrimi sonrasında da
reformist mezhepler tarafından hayatın her kesitine hakim olan rasyonelleĢme
sürecinde, seçilmiĢlik güdüsü; neredeyse on asır boyunca dünyevi etkinliğe ve

Dr., Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi
2
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
kazanç maksadına sırt çevirmiĢ olan insanları, dakikliğe ve çalıĢkanlığa,
tutumluluğa ve mesleki baĢarıya yönlendirmiĢtir. Gerçi, „Tanrı tarafından ben
seçildim mi‟ sorusu, orta çağ kaçınıkları tarafından ömür boyu kendilerine
sordukları, teselliyi manastırların çile hücrelerinde aradıkları bir soruydu. Ancak
reformla birlikte, mesleki etkinlik kiĢiyi Tanrı‟ya ulaĢtıran bir takva yolu olarak
kutsandığı andan itibaren, seçilmiĢliğe götüren yolun içeriği ve tarzı kadar
sahası da değiĢmiĢtir.
Çile, asırlardır yapıldığı gibi münzevi odalarda ekmek ve sudan dahi
yoksun kalınarak, daha aĢırı ruhani yöneliĢlerde kendi kendini kamçılayıp acıyı
hissederek tek baĢına çekilmeyecektir. Tanrı‟ya yönelinen bir tapınak olarak
algılanılan iĢ yeri içerisinde karĢılaĢılan her türlü zorluklara tahammül ederek
insanların arasına katılınacak, Tanrı‟nın dürüstlük ve sevgi buyruklarını tüm
davranıĢlarında yaĢayarak çekilecektir. Dinde rasyonelleĢmeyi de karakterize
eden, uhrevi asketikizmden dünyevi çilekeĢliğe geçilmesinin, baĢlangıcını veya
nedenini seçilmiĢlik güdüsü oluĢtururken, içeriği veya tarzı da bireysel
sorumluluk karakteriyle açığa çıkmıĢtır.
SeçilmiĢlik güdüsü, asketikizmin dünyevileĢmesinin olduğu kadar,
kazanca ve baĢarıya götüren takva yolunun da adeta anahtarı olmuĢtur.
Ġnsanlardan kopan ve duvarlar arasında ibadet eden, ayinlerle yönelen ve
tespihlerle zikreden bir insan eğilimi önemini kaybetmiĢtir. Bunun yerine,
insanlar arasında Tanrı‟nın sevgi ve dürüstlük yasasını yaĢayan, iĢindeki
gayretiyle insana hizmeti Tanrı‟ya bir ibadet olarak kutsal kılan bir insan
maneviyatı, özellikle de metodizmle nihai rasyonalistlik içeriğine kavuĢan
seçilmiĢlik güdüsüyle oluĢmuĢtur.
Tanrı‟nın takva yolu, törenler Ģeklinde gerçekleĢen ayinlere pasif
katılım Ģekilciliğinden çıkarak, iĢ ve meslek etkinliğiyle insana hizmet emeli
iĢlevine dönüĢünce; artık, baĢarıya ve kazanca ulaĢtıran akılcı seçimler, baĢta
zaman olmak üzere sahip olunan her kaynağın kıymetini bilerek tasarlanan
maksada göre kullanmak, metodistin karakteri haline gelmiĢtir. Sahip olunan
zamanı ve serveti olduğu kadar, yaĢanılan bir ömrü Tanrı‟ya adama bilinci;
sahip olunan her değeri, tasarlanan maksadına uygun bir Ģekilde kullanmayı
Tanrı'‟a karĢı en büyük görev haline getirerek, dünyevi faaliyetlerde bireysel
sorumluluk duygusu inancın içeriğini oluĢturmuĢtur.
Batıda dinde rasyonelleĢmenin yolunu açan reformist mezhepler;
kurumsal ve Ģekilsel ibadetin kalıpçılığından kurtuldukları, ilahiler eĢliğinde
düzenlenen ayinlerinin cezbesinden vazgeçtikleri ölçüde rasyonelleĢmiĢlerdir.
Mesleki etkinliği ve ekonomik çabayı, çilenin çekildiği bir Tanrı yolu haline
getirerek rasyonelleĢen reformist mezhepler; parasal kazancı veya mesleki
ilerlemeyi seçilmiĢliğin bir kanıtı haline getirdikleri ölçüde toplumsal
geliĢmenin yolunu açmıĢlardır.
Makalemizde bir tartıĢma konusu olarak irdelemek istediğimiz dinde
rasyonelleĢmenin önem ve sınırlarını, kısaca Ģöylece özetleyebiliriz. Bu dünyayı
ve kazancı reddeden, ibadeti duvarlar arasına hapseden, insana hizmet yerine
K. H. Akalın
Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu
3
Ģekilciliği ve yeknesaklığı ibadet olarak kutsayan vahye dayalı irrasyonel dinsel
bir yapıdan kurtulunamadığı ya da dinde rasyonelleĢme gerçekleĢtirilemediği
sürece; bilim ve teknikte ilerlemenin, ekonomide toplumsal refaha ulaĢmanın,
yaratıcı insan eğitmenin imkânı yoktur.
2. BĠREYSEL YETENEĞE DAYALI TANRISAL SEÇĠLMĠġLĠK GÜDÜSÜ
Orta çağın cemaat halinde ruhun kurtuluĢunu dileyerek, kiĢinin
insanlardan koparak manastırın hücrelerinde çile çekmesi yolunu terk eden
metodistler; bireysel etkinliğiyle ulaĢtığı baĢarı ve kazancını, Tanrı inayetinin
bir ifadesi olarak gördüklerinden, kurtuluĢunu kendi yeteneklerini geliĢtirerek
eriĢmek istemiĢlerdir. Ġlk Wesleyan hareketin doğrudan bağlantı kurduğu temel
olarak, değiĢen toplumsal standartların hakim kıldığı koĢulların ve süreçlerin,
iki misli dikkate alınması, çok anlamlıdır. Topluluğun geçmiĢten aktarılan eski
toplumsal değerleri, yeniden değerlendirmeye alınarak irdelenmiĢ, baĢlangıçtaki
sosyal koĢulların değiĢtiği ve çözüme uğradığı fark edilmiĢtir.
Bireysel etkinliğe, ekonomik güvenceye ve siyasal seçime dayanan yeni
ortamın hakim kıldığı bakıĢ açısı, kaçınılmaz olmuĢtur. Eskinin kültürel
değerlerinin kökeni, kitlelerin uğradığı ekonomik çaresizlik ile siyasal
yetersizlik sınırlarında oluĢmuĢtu. Toplumsal ayrıcalık ile ekonomik güç
arasında kurulan bu önceki bağlantı, üretilen ürünlerin dağıtımı sorunu üzerine
daha büyük derecede doğrudan tesirde bulunmak, ilerlemenin koĢullarını
neredeyse ortadan kaldırır hale gelmiĢtir. Cemaat üyeliği ve liderliği anlayıĢı
içinde bireysel yeteneklerin geliĢtirilmesi yoluyla ilerlemenin gerçekleĢtirilmesi
yoluyla ilerlemenin gerçekleĢtirilmesi imanını aktaran Wesleyan ise; sınıf
ayrımcılığını ve değiĢtirilemezliğini geçersiz kılmak istemiĢtir.
Böyle bir durumda, toplumsal niyetle elde etme dürtüsünü disiplin
altına almaya yeltenmek, yararsız bir çaba olacaktır. Wesley, Tanrı‟ya bireysel
yöneliĢ içindeki kiĢinin dünyevi uğraĢı ve hedeflerini uhrevi beklentilerine araç
kılmıĢ olmasını, hristiyan ahlakının bir zaferi olarak gördüğü ve söylediği gibi;
ne kadar bol kazanç elde edilirse edilsin, kendisine ayırdığı parayı
kanaatkârlıkla belirlediği gereksinimleri sınırlarında tutarak, tutumluluğun bir
gereği olarak kalan devasa paranın iĢ etkinliğinde kullanılmasına zorlayıp,
sermayeye dönüĢmesine ve sermaye birikiminin yoğunlaĢmasına yol açtığı için
de; bu hristiyan ahlakına, topluluğun yararına arzuları ve tutkuları ortaya
çıkartma becerisini kazandırmıĢtır.
Alman reformist Martin Luther‟in öne sürdüğü, sadece iman yoluyla
ruhun arındığını ve Tanrı‟nın lütuf ve inayetiyle kiĢinin aklandığını içeren
görüĢlerinden büyük ölçüde etkilenen John Wesley; iman yoluyla kurtuluĢa
erme hareketinin Ġngiltere‟deki öncüsü konumuna gelmiĢ, kiliseye bağlı
kalmayan topluluklar üzerinde son derece etkili olmuĢtur. (Cohen C.L., 1986;
51) Ġngiltere kilisesince bir kenara itildikleri ve topluluktan da dıĢlandıkları
hissine kapılan pek çok kilise karĢıtı zümre ve dernekler üzerinde kesin bir
üstünlük kuran John.Wesley (1703-1791); açık hava toplantılarında verdiği
4
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
vaazlarıyla,aynı duyguyu paylaĢmayan pek çok din adamının kendisine
katılmasını sağlamıĢtır. (Brown J., 1910; 142)
J.Wesley‟in, iman yoluyla aklanma öğretisini oluĢturmasıyla birlikte,
taraftarları artık kiliseye alınmamaya baĢladı. Böylece kilise dıĢına çıkarılan
J.Wesley ve arkadaĢları, hayatın her anında Tanrı‟ya bağlanmayla sonuçlanan
bir iç dönüĢümün esaslarını öğreti haline dönüĢtürünce, kilise bağnazları
tarafından alaya alınmak maksadıyla „metodistler‟ olarak anılmaya baĢladılar.
Belki de kilise dıĢında kaldıkları içindir, kurtuluĢun kilise dıĢında bireysel iman
ve gayretle gerçekleĢeceği düĢüncesini dile getirdikleri anda, toplumda ne kadar
kilise karĢıtı varsa, kendi yanlarında buldular. (Brown J., 1910; 140-142)
Böylece oluĢan metodist cemaatleri, kendilerine katılan ve dünyevi
faaliyetleriyle yüksek kazançlara ve muazzam servetlere ulaĢan üst gelir
gruplarını da tatmin etmek gayesiyle, kiĢinin iĢinde hayatının her anında kendini
Tanrı‟ya adaması öğretisini oluĢturmaya baĢladılar.
Ġngiltere‟nin dinsel dokusu içinde bir tür cemaat oluĢturan metodistler,
yıllarca süren gergin iliĢkiler ve çatıĢmalar nedeniyle, kiliseden bağlarını
bütünüyle koparmak zorunda kalmıĢlardır. (Tawney R.H., 1980; 127) Etkili
yerel örgütleri sayesinde, özellikle de yükselen iĢ adamları zümresiyle güçlü
bağlar kuran, merkezi otoriteleriyle vaazlar düzenleyerek yeni geliĢen sanayi
bölgelerinde çalıĢan insanlar üzerinde de etkili olan metodistler; sıradan
kiĢilerin ekonomik sıkıntılarına büyük ilgi göstermiĢ, tutumlu olunmasında ve
sade bir yaĢam sürülmesinde ısrar etmiĢlerdir. (Brown J., 1910; 143)
Metodistler, önceden belirlenmiĢ kurumsal ibadet yoluyla değil de, içten
gizli yöneliĢiyle ve doğrudan Tanrısıyla kurduğu kiĢisel iliĢkisiyle bireyin
kurtulacağına inanmıĢ olmalarına rağmen; en azından Wesley‟in sağlığı
boyunca kiliseden ayrılmayı düĢünmemiĢler, gezici vaizleriyle halk üzerinde
etkili olmayı yeğlemiĢlerdir. (Cohen C.L., 1986; 54) Tanrı iradesini mesleki
etkinlik içinde ve insanlarla girilen tüm iliĢkilerde uygulanmasına büyük önem
ve öncelik verdiklerinden; mesleki baĢarıyı veya ekonomik kazancı, Tanrı
katında seçilmiĢliğin iĢaretleri olarak görmüĢlerdir. Böylece, kazanç maksatlı
dünyevi etkinliğin dinsel bir içerik kazanmasından kaynaklanan, özel yaĢamın
ve toplumsal düzenin dinin biçimlendirici etkisinden kurtulunması sonucunu da
beraberinde getiren; yeni toplumsal değerlerin benimsenmesinde ve kurumsal
ibadet yerine bireysel yöneliĢin rağbet bulmasında, metodizmin çok büyük
etkileri olmuĢtur. (Kitch M.J., 1967; 84)
Kazanç maksatlı dünyevi iĢler ve bireysel baĢarıya odaklaĢmıĢ mesleki
etkinlikler; on sekizinci asırda etkili bir mezhep hareketi haline gelen
metodizmin büyük ilgisini çekmiĢtir. On sekizinci asırdan itibaren özellikle
etkili olan hoĢgörü ruhunun ve liberal bakıĢ açısının Ġngiltere‟de
benimsenmesinde de önemli bir payı olan metodizmin; toplumdaki yeni
ekonomik güçlerle kısa zamanda uyum kurmuĢ olması, bu yeni güçlerin
faaliyetlerine iman katacak bir içerikte ussal bir tutumu geliĢtirmiĢ bulunması
da, çok dikkat çekicidir. (Selberg W.U., 1977; 47) Yeni dinsel topluluğun sosyal
K. H. Akalın
Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu
5
bir anlamı içererek kendi mezhep sınırlarının dıĢına çıkabilmesi; uğraĢılarıyla
inançları arasında uyum kurmak isteyen, çok çeĢitli iĢ ve meslek gruplarını
oluĢturan inananlar tarafından benimsenilmesi koĢuluna dayanmaktadır. (Tuttle
R.G., 1978; 206)
Mesleki çabasındaki kazanç maksatlarından ve baĢarı azimlerinden
olduğu kadar ilerlemesiyle Tanrıyı hoĢnut kılma duygusundan ve sonsuz yaĢam
sevincinden de yoksun kalmak istemeyen çeĢitli zümreleri kolaylıkla kendi
safına katmıĢ olan metodizm; o sıralar yeni dinsel hareket olmasına rağmen,
hristiyan ahlakının temel ilkelerinden kaynaklanan mazideki anlayıĢını,
rekabete dayanan sanayi ve ticaret dünyasının koĢullarına uyarlamıĢ; iman
kattığı ussal ekonomik etkinliği günlük hayat içinde biçimlendirerek yeniden
benimsettirme yoluna gitmiĢtir. (Tawney R.H., 1980; 133) Metodist kuramın
özü, asketik yaĢama tarzıyla sıkı bir disiplin altına aldığı iĢ etkinliğinde güdülen
kazanç ve birikim hedeflerinin kutsanmasıyla sınırlı kalmamıĢ, insanın akıl ve
deneyimlerinin eseri olarak gördüğü kurumların dogmalarla köreltilmiĢ
olmasına karĢı çıkmıĢ, kiĢisel etkinlikte barıĢı ve baĢarıyı garanti altına alan
kurumsal iĢleyiĢler üzerinde yoğunlaĢmıĢtır.
Metodist bireysel seçilme ve sorumluluk kuramının özü, Tanrıya imanı
olan her bir bireyi bu dünyadaki dıĢsal etkinliği ve maddesel hedefleri ile kendi
iç dünyasındaki ruhani ümitleri ve endiĢeleri arasında bir bağ veya köprü
kurmak olduğu için; gerçek mutluluğa eriĢmede, bireyin yararlılığını ve
verimliliğini ön plana çıkartmıĢ olmasıyla, haklı bir övgüye layık olmuĢtur. Yine
de, dürüstlüğü ve iyi ahlaklılığı, çalıĢkanlılığı ve tutumluluğu, lüksten uzak sade
yaĢamı ve gösteriĢsiz giyimi esas almıĢ oldukları için, metodistler; kim hangi
mesleki etkinlik içinde olursa olsun, toplam gelirden alınan paya dayanan bütün
toplumsal biçimlenmeleri veya zümreleĢmeleri ikincil olarak görmüĢlerdir.
(Schneider H.W., 1958; 106)
Toplumsal konumun, kiĢiyi rahatlığa ve bolluğa eriĢtirdiği ölçüde,
ahlakını da bozabileceği olasılığı üzerinde durmuĢlardır. Toplumsal sağlıklılığın
temel koĢulu, bu nedenle, edinilen parasal kazançlara rağmen fakire özgü sade
yaĢamakla sağlanabilir. Sade ve disiplinli yaĢama tarzı içinde güdülenilen
kazanç ya da baĢarı azminin oluĢturduğu sosyal karakter tarzının, dinsel ve
ahlaki tanımlamalarla açıklığa kavuĢturulması gerektiğini öne sürmüĢlerdir.
(Selberg W.U., 1977; 52) Bireyin yaratıcı ve yenilikçi etkinlikleriyle baĢardığı
kiĢisel giriĢim heyecanını; ahlaki kılmakla kalmamıĢ, toplumsal gönencin ana
nedeni olarak göstermiĢlerdir. Metodistin mesleki faaliyeti yegâne Tanrı yolu
haline getiren dinsel deneyimi, bireyin toplumsal ilerlemelerinden ve kiĢisel
baĢarılarından kaynaklanmıĢtır. (Kitch M.J., 1967; 93)
Ahlaki bireycilik ilkesinin yurttaĢlıkla ilgili iĢlere de uyarlanmasıyla,
Wesleyan liderlik, bireysel güçler temelinde olsa dahi yine mantıksal ve
toplumsal bir Ģekilde yorumlanmıĢtır. Ne yazıktır ki, bütün insanların sadelik,
dürüstlük, tutumluluk, çalıĢkanlık, dakiklik vs., gibi ahlaki değerleri taĢımaları
gerektiğinde ısrar etmiĢ olmalarına rağmen; insanlar arasındaki sınıfsal
6
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
eĢitsizliği kabul eden öğretisiyle, bu toplumsal teorinin eĢsizliği hakkındaki
tartıĢmaları da beraberinde getirmiĢtir. (Tuttle R.G., 1978; 209) BenimsenilmiĢ
bir eğilim olarak, ahlaki iyi niyet ile siyasal süreçler kesinlikle birbirinden
ayrılmaz bir içerikte olduğunu; siyasal tercihlerin de, insan iliĢkilerini denetimi
altına alan anlaĢılamaz Tanrı iradesinin ve ussal seçime dayanan bireyin
basiretliliğinin bir araya gelerek kaynaĢmasından meydana geldiğini
savunmuĢlardır. (Tawney R.H., 1980; 74)
Dikkati siyasal ilgilerden çekerek, kazanç sağlamanın ve mesleki baĢarı
elde etmenin üzerinde odaklaĢtırmasıyla metodizm; bireysel teĢebbüse yönelen
iĢ dünyasına saldırgan ve atılgan bir heyecanla katılan müminlerine iman
katmıĢ, böylelikle de yaĢama standardının yükselmesine ve sınırsız sosyal
fırsatların yaratılmasına önemli katkılar sağlamıĢtır. (Cohen C.L., 1986; 64)
Metodizm sayesinde, manastır hücrelerindeki çilekeĢ yakarıĢların yerini,
mesleki etkinlikteki baĢarma azminin alması sonucunda dünyevi ideallerle
donatılan dinsel deneyim; hür teĢebbüsün, bireysel yaratıcılık yeteneğinin ve
liberal duygunun hiç değiĢmeyen bir alameti haline gelen sosyal mobiliteyi
güdüleyen ve uyaran,en önemli etmeni iĢlevine kavuĢmuĢtur. (Tawney R.H.,
1980; 125) Ġnsanın ancak kendi Ģahsi gayretiyle ve sağladığı baĢarılarıyla,
seçilmiĢliğin kanıtlarına ulaĢabileceğini savunan metodistler, bu imanlarıyla,
seçilme esasına dayanan demokrasinin yerleĢmesine dahi hizmet etmiĢlerdir.
KiĢisel gayretiyle ve geliĢtirdiği yetenekleriyle seçilmiĢliğini kanıtlama
ve sergileme zorunluluğunu hissettiklerinden metodistler; yönetimde yetkiyi,
doğuĢtan edinmek yerine, seçilme anlayıĢıyla halkın iradesine dayandırmak
isteyen metodistler; asırlardan beri doğuĢtan edinilmiĢ ilahi bir hak olarak
görülen kralın otoritesini dahi Ģüpheyle karĢılamıĢlardır. Ġnançlarına göre herkes
günahkârdır. Günahkâr doğasıyla bir birine eĢit kılınmıĢ olan tüm insanların,
Tanrı nazarında doğuĢtan gelen bir farklılığı ya da bir ayrıcalığı yoktur. (Brown
J., 1910; 52) GeçmiĢin değer ile alıĢkanlıklarını koruyup aktarılmasını zorunlu
kılan, davranıĢ ile eylemlerin de olduğu gibi yinelenmesine dayanan tutucu
geleneğin; kiĢilerin sınıf yükselmesini bir ölçüde olanaksız kılan ve fırsat
eĢitliği anlayıĢından uzak kalan içeriğine karĢı çıkarak, metodizm, halk
yığınlarının zihinsel ve ahlaki niteliklerini yansıtması dolayısıyla, geleneksel
yapının etkisiz kılınmasına katkıda bulunmuĢtur.
Bu nedenle, dünyevi yaĢamı sıkı bir mesleki disiplin altına alan,
bireysel baĢarıyı ve kazancı ön plana çıkartarak kiĢisel kurtuluĢunun
iĢaretlerinden sayan, daha iyi bilgilendirme üzerine kurduğu zekâ ve bilgi
geliĢiminin insanlığın yararına kullanılmasına Ģart koĢan metodist imanın; kiĢiyi
kendi toplumsal katmanı sınırlarında hareketsiz bırakan eski geleneği
yadsımakla koĢullanmıĢ olmasına, hiç ĢaĢmamak gerekir. (MacArthur K.W.,
1936; 7) Böylesine bir toplumsal uyanıĢın ve çalkalanıĢın güçlerine iman
duygusuyla sahip bulunan insanların, ahlaki dönüĢümlerine kuvvetli Ģekilde
tesir eden metodizm gibi bir etmene, baĢka hiç bir asırda rastlanılmıĢ da
değildir. (Brown J., 1910; 57)
K. H. Akalın
Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu
7
Adem ile Havva‟nın ağaçtan elma yiyerek yere inmelerine neden olan
bu ilk günahtan dünyaya gelen her insanın bir payının olduğuna dayanan,
insanların günahkar bir doğa ile yaratıldığını öne süren ilk hristiyanlığın bu
temel dogmasını, metodistler, seçilmiĢlik öğretilerinin neredeyse temel dayanağı
haline getirmiĢlerdir. Her insan doğuĢtan günahkâr olunca, seçilmiĢlik, soya
dayalı olarak doğuĢtan edinilmiĢ meĢru bir hak olmaktan çıkmıĢ, çalıĢmayla ve
baĢarıyla ulaĢılan bir emel haline gelmiĢtir. Günahkâr yaradılıĢlı insanları
birbirine karĢı üstünlük kurmaya azmettiren ömür boyu sürecek bir rekabete
sürükleyerek, doğuĢtan devralınan ailevi servetin seçilmiĢlikte hiç bir köklü
etkisinin bulunmadığına ya da kendisini insanlar üstünde görmeye yetkisinin
olmadığına dayanan bu metodist iman; sürekli geliĢtirilmesi istenilen bireysel
nitelikleri seçilmiĢliğin yegâne ölçütü olarak görmesiyle, insanın dünyevi
faaliyetlerine özendirici bir dürtü katmıĢ, baĢarılarına rehber olmuĢtur.
(Schneider H.W., 1958; 41)
Kalıcı ve verimli iĢleri baĢaran kimseyi seçilmiĢ olarak kutsayan bu
metodist iman, mesleki etkinliği içinde bireyi yetenekli kılmıĢ, sıkı bir disiplin
altında verimli kıldığı insanı daldığı derin ahret uykusundan uyandırmıĢ,
insanların arasında yararlı olmaya zorlayarak kendisinin dahi önceden farkına
varamadığı gizli kalmıĢ güçlerini kullanmada bilinçli olmuĢtur. (Tuttle R.G.,
1978;174) ÇalıĢkanlığı, dakikliği ve tutumluluğu bireye kazandırarak kiĢisel
sorumluluk duygusunun tüm eylem ile kararlarına egemen olmasını
sağlamasıyla, metodizm, toplum içinde anlamlı ve yararlı bir iĢlevi görmüĢtür.
(Tawney R.H., 1980; 128) Ayrıcalıklı zümrelerden gelmediği halde bireysel
yetenek ile baĢarılarıyla toplumsal konumlarını ilerleten insanlar, kendilerini
kuĢatan alt sınıf duygusallığının izlerini tamamıyla silip atmıĢlar, doğuĢtan
edinilen hakların üstünlüğü izindeki kimselere itaat etmeyi ve bağlanmayı Ģart
koĢan teslimiyetçi anlayıĢın himaye ettiği bağları böylece kırmıĢlardır. (Kitch
M.J., 1967; 104)
Mesleki baĢarı ve yükselmenin sonuçlarından biri olan sosyal mobilite
ya da daha iyi yaĢama standardına kavuĢarak daha üst bir toplumsal konum
edinmek, adeta metodist imanın hedefi haline gelen Tanrı tarafından
seçilmiĢliğin bir iĢareti haline gelmiĢtir. Çileyi bu dünyanın içinde ve insanların
arasında çekmeyi zorunlu kılan, baĢarıya ve yükselmeye güdülenmiĢ bireysel
çabayı da takva yolu haline getiren metodist karakterin yetiĢmesini ve
olgunlaĢmasını sağlayan, olaylarla dolu dinsel ve dünyasal deneyimin duygusal
etkisiyle; metodist; doğuĢtan edinilen her tür siyasal ve zümresel ayrıcalığa
karĢı çıkmıĢ, miras yoluyla kalan servetini arttırmayan kimseleri dahi
seçilmiĢlerden görmemiĢtir. Parasal kazançları, servet artıĢlarını, mesleki
baĢarıları seçilmiĢliğin iĢareti olarak kutsayan metodist dinsel topluluk;
seçilmiĢliği bireysel gayrete ve baĢarıya bağlayan iman iĢleviyle oluĢan kendi
değerlerini benimsettirerek etkisini göstermiĢ, ulusal düzeyde insanları verimli
ve yararlı olmaya mecbur tutmuĢ, inanan herkesi iĢ sahibi olmaya ve mesleki
eğitim görmeye zorlamıĢ, biriktirdiği servetinden dolayı kendini üstün görme ve
8
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
baĢarılarıyla gururlanma gibi tutkulara karĢı duyarsız kalmasını kiĢilere
öğretmiĢtir. (Cohen C.L., 1986; 92) Artık doğuĢtan hak edilmiĢ statüler veya
ayrıcalıklar yerine, topluluk halinde organize edilmiĢ yaĢamında bireyin bir
grup etkinliği içinde eğitim alan ve kendisini geliĢtiren etkinliği büyük önem
kazanmıĢtır. (Kitch M.J., 1967; 107)
Metodistler, mesleki ve teknik eğitimin, iĢ hayatındaki önemini
kavramıĢ olduklarından, örgütlenmiĢ hayat içindeki grup eyleminde dahi eğitici
deneyimin kazanılması maksadına yönelmiĢlerdi. Teknik ve mesleki eğitim
yoluyla bireyin kendisini yetiĢtirmesi sayesinde, kiĢilerin iĢçi ve iĢveren olarak
aralarında bağıtladıkları sözleĢmelere uyacaklarını ve verimlilik hedeflerine
ulaĢacaklarını belirten metodistler; kendi aralarındaki anlaĢmazlıklarını ve
mücadelelerini deneyimlerine katmak suretiyle, sürekli bir Ģekilde zihinsel
etkinlikte ısrar etmiĢler, bilgi ve deneyimleri ile uyarılmıĢ ihtiraslarını
gerçeklerle kıyaslama yolunu seçmiĢlerdir. (Tuttle R.G., 1978; 177) Mesleki
etkinlik yoluyla sağladığı kazançları ve ulaĢtığı baĢarıları, Tanrı katındaki
seçilmiĢliğinin iĢaretleri veya kanıtları olarak gördüklerinden, kurtuluĢa
erenlerden olma azminden bir an dahi olsa asla geri kalmak istemeyen
metodistler; sürekli bir öğrenme ve baĢarma gayreti içinde olmuĢlar, dürüstlük
halinde çalıĢkanlılığı ve tutumluluğu kendi yaĢama tarzının ödün verilmez ilkesi
içeriğine kavuĢturmuĢlardır. (MacArthur K.W., 1936; 11) Bu seçilmiĢlik
güdüsünün kazandırdığı baĢarma ve yükselme azmiyle biçimlenen bireysel
sorumluluk karakteri, metodist topluluk içinde kendisini saygın ve güçlü bir
konuma getirme emelini kaçınılmaz bir Ģekilde ortaya çıkartmıĢtır. (Schneider
H.W., 1958; 144)
Seçilme güdüsü, demokratik ve liberal değerlerin geliĢmesine de önemli
katkılarda bulunmuĢtur. (O‟brain G., 1961; 48) Mesleki etkinliği bir Tanrı yolu
haline getiren, baĢarı ya da kazancı da Tanrı lütfunun bir kanıtı sayan böylesine
bir metodist hareket; giderek etkin bir yönetim aracı iĢlevini kazanan
parlamentoya dayanan Ġngiliz koĢulları altında, bu yeni eğilimi kolaylıkla
kiĢilere kabul ettirmiĢ, değiĢime karĢı etkili olan duygusal ve geleneksel
bağlantılara karĢı çıkarak kendi üstünlüğünü kabul ettirmiĢtir. (Tawney R.H.,
1980; 139)
Ġngiltere‟de 1688 yılına gelinceye kadar Ģiddetlenen katolik baskılar,
hoĢgörü bildirilerinin yayınlanmasına neden olmuĢtur. Katolik kralın tahtından
indirilmesiyle baĢarılan 1688 askeri darbesiyle birlikte; kralın yasaları askıya
alma yetkisine son verilmiĢ, hanedandan katolikliği seçmiĢ kesimin kral
olamayacağı kesin hükme bağlanmıĢ, kralın otoritesinin sınırları da yasalar
tarafından belirlenmiĢtir. (Brown J., 1910; 136) Konvansiyonun haklar
bildirisinin hukuki içerik kazanmasıyla birlikte; seçimle yönetime gelme yolu
da yasal hükme bağlanmıĢ, konvansiyon parlamento iĢlevini kazanmıĢtır.
Böylece 1688 devrimiyle birlikte, katolikler tahttan tam anlamıyla dıĢlanmıĢ,
parlamento halkı seçimlerle temsil eden bir yapıya kavuĢturulmuĢ, kralparlamento-halk arasında toplumsal bir sözleĢme bağıtlanmıĢtır.
K. H. Akalın
Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu
9
Artık insanlar verimlilikleriyle ve yararlılıklarıyla da Tanrı‟ya yönelmek
istemekte, bu sayede sergiledikleri Tanrı Ģanı ve insana hizmet emelleriyle
kurtuluĢlarını sağlam bir temele perçinlemeyi arzulamaktadır. (Tuttle R.G.,
1978; 179) Bireysel etkinliklerin ve dünyevi tasarıların kutsandığı bu değiĢim
çağı, yeniliklere ve her türden değiĢikliklere Ģiddetli tutkuyla karĢı konulduğu
dinsel taassubun zirvesine ulaĢtığı bir ortamda baĢlamıĢ, iç savaĢın acılarıyla
gücüne güç katarak 1688 yılında tutucu grupların
kendi aralarında
birleĢmelerine rağmen, karĢı konulamayan bir eğilim halini almıĢtır. (Brown J.,
1910; 85)
Metodizm, yeniliğe karĢı çıkan bu tutucu anlayıĢı en Ģiddetli nefretiyle
sorgulamıĢ, mesleki etkinlik içindeki kiĢisel gayretlere dayanan bireyin
seçilmiĢliğini en heyecanlı tutkusuyla savunmuĢtur. (Schneider H.W., 1958; 65)
Buradaki heyecanlı tutku deyimi, yeni bir toplumsal anlayıĢı baĢlatma ve
benimsettirme kudreti anlamını içermektedir. Metodizm, değiĢime karĢı
olumsuz bir tavır sergileyen tüm bu önyargılı anlayıĢa karĢı baĢarılı bir
mücadele baĢlatmak için, yeniçağın teknolojik yeniliklerini ve verimlilik
artıĢlarını imanla desteklemiĢ, katkıda bulunmuĢtur. (Cohen C.L., 1986; 111)
Krala karĢı parlamentonun üstünlüğünü ve meĢruluğunu
sağlayan, Hristiyanlığın benimsediği asli günah kavramını kendi ideallerine
göre yorumlayan metodistler; herkesin doğuĢtan günahkarlığı nedeniyle, hiç
kimsenin Tanrı‟dan yönetme erkini alamayacağını ileri sürmüĢlerdir.
YaradılıĢtan günahkar olan kimsenin yönetme yetkisinin olamayacağı ve bunu
ilahi bir güç olarak kendi nesline devredemeyeceğini öne süren diğer kilise
karĢıtlarıyla birlikte metodistler; kiĢinin, iktidar gücüne veya yönetme iĢlevine,
ancak kendi bireysel yetenekleriyle ulaĢabileceğini savunmuĢlardır. (Brown J.,
1910; 92) Liberal değerlere karĢı giriĢilecek saldırılardan korunmak için bir
diğer dinsel sığınak; kalvinist geleneğin de önemli bir kısmını oluĢturan, var
olan düzenin dayandığı yetki erkini kuĢkuyla karĢılamaya yönelik her tür
giriĢimin
veya sevk ettirici dürtünün kınanmasıyla meydana gelen,
Wesleyanizm ile sağlanılmıĢtır. (O‟brain G., 1961; 135)
Wesleyanizmin canlandığı ve çok etkili olduğu dönem sonrasında,
değiĢime karĢı konulan bu direnç, dikkate değer bir eleĢtiriye uğramaksızın asla
kabul görmemiĢtir. (Schneider H.W., 1958; 67) Wesleyanlar, kurtuluĢla ilgili
olarak temel ilahi atanma öğretisini yadsımakla yetinmemiĢler, tutucu geleneğin
savunduğu biçimdeki ideallerle uyumlu olan kalvinist varsayımlara bağlı
kalınan bir atmosfer içinde, fakat seçilmiĢlik güdüsüyle bireyin baĢarma azim
ve gayretini öne çıkartarak, takva yolunun ilkelerini daha da olgunlaĢtırma ve
geliĢtirme yoluna gitmiĢlerdir. (Tuttle R.G., 1978; 254)
Günahkâr yaratılıĢıyla bütün insanları birbirine eĢit kılan ve doğuĢtan
edinilen ayrıcalıkları veya üstünleri yadsıyan metodistler, böylece kralın dahi
Tanrıdan geldiğine inanılan otoritesini sorgulamıĢtır. Ġlahi atanmada, kalıtım
yoluyla statü ve yetki devri anlayıĢı, metodist imanla artık bir son bulmuĢtur.
(Cohen C.L., 1986; 117) Asrın sonlarına doğru Wesleyanizmin, tutucu
10
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
zihniyetin dayanaklarına geri dönüĢ yaptığı iddiası bir ölçüde gerçeklilik
içermekteyse de, soya dayalı statü ve atanma uygulamasına karĢı gösterilen
güçlü yadsıma hissi ilk elli yıl boyunca öylesine büyüktür ki; bireysel
nitelikleriyle seçilmiĢlik güdüsünün haklılığı anlayıĢına, bir daha asla bu
düzeyde ulaĢılamamıĢtır. (Tuttle R.G., 1978; 255)
3. TANRISAL SEÇĠLMĠġLĠK EMELĠNĠN SONUÇLARI: BĠREYSEL
YÜKSELĠġ VE EKONOMĠK KAZANÇ
J.Wesley‟den sonra taraftarları, papazların alaycı bir üslupla
isimlendirdikleri „metodist‟ yerine Wesleyanist olarak kendilerini tanıtmıĢlar,
baĢlangıçta kilise ayinleri karĢısında öne sürdükleri iman yoluyla aklanma
öğretilerini günlük yaĢamın her kesitine yaymaya çabalamıĢlardır. Pazar ayinine
katılarak ilahi dinlemekle ruhun arındırılamayacağını, kurtuluĢa ancak katı bir
disiplin altında yaĢanılan her anda dürüstlük ve iyi ahlaklılık yoluyla Tanrı‟nın
hoĢnut edilebilineceğini vurgulayan metodistler; orta çağda rahiplere özgü bir
hayat tarzı olan asketikizmi, Tanrı iradesine bağlı kalınarak çekilen çile olarak
iĢyerine uyarlamıĢlardır. (Brown J. , 1910; 141)
Metodistler, haksız kazanç kavramı üzerinde durarak, ekonomik
düzenin bir ölçüde zorunlu kıldığı sınıf sömürüsünü asla hoĢ görmemiĢlerdir.
(Tuttle R.G., 1978; 21) On sekizinci asrın baĢlangıcında mevcut düzene
verdikleri destekle, topluma hakim olan sosyal temeli benimsemiĢler, ekonomik
düzenin sağlığı için sınıf sömürüsü dahi gerekli görerek, büyük ekonomik
eĢitsizlikleri bundan dolayı kaçınılmaz saymıĢlardır. (Schneider H.W., 1958; 82)
KuĢkusuz, Wesleyanistler, özellikle de merkantilist anlayıĢla oluĢturulan
iktisat politikalarının yanlıĢ olduğunu kanıtlama gibi bir gayret içine
girmemiĢlerdir. (MacArthur K.W., 1936; 83) Bu gibi koĢulların yaratılmasında
en güçlü katkının sağlanması yoluyla, merkantilist düĢünceyi daha da etkili bir
içeriğe kavuĢturmayı gaye edinmiĢ olsalar dahi; geçerli merkantilist öğretilerin
neredeyse bir sonucu haline gelen, iĢgücünün baskı altında tutulması veya fiilen
sömürülerek sefalete itilmesi eğilimine açıkça karĢı çıkmıĢlar, çalıĢanların
fakirleĢtirmelerinin doğru olmadığını açıklama yoluna gitmiĢlerdir. (Tuttle R.G.,
1978; 24)
Her bir bireyin kendi kiĢisel gayretiyle mesleki etkinliğindeki
baĢarılarıyla kurtuluĢa erebileceğini içeren Wesleyan öğretinin çalıĢmaya
yönelik takındığı toplumsal tutum nedeniyle, wesleyanistler, bir grubun kendi
çıkarları nedeniyle diğer insanları sömürmesine, hak ettiği payı sahiplerinden
esirgemesine hararetli Ģekilde karĢı çıkmıĢlar, haksız kazancın meĢru olmadığı
önermesini ısrarla vurgulamıĢlardır. (Schneider H.W., 1958; 87) Servetin ve
iyeliklerin eĢitliği yönüyle olmasa da, fiiliyatta hakların eĢitliğinden ısrarla söz
etmiĢler, bunun Tanrı iradesini uygulamanın bir sonucu olduğunu öne
sürmüĢlerdir. Wesleyanizmde ekonomik gücün kendisi, sürekli bir Ģekilde ve
sadece ahlaki bir yükümlülük sınırları içinde irdelenmiĢ, bir hükme
bağlanmıĢtır. (Brown J., 1910; 118)
K. H. Akalın
Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu
11
Bireyin yükselmesinde ve niteliklerini sürekli geliĢtirerek seçilmiĢliğini
kanıtlamasında, eğitimin öneminin farkına varan metodistler; sadece bu emeller
için gelirin arttırılması yoluyla eğitim olanaklarının arttırılmasını gaye
edinmiĢlerdir. (Schneider H.W., 1958; 91) Topluma kazandırdıkları bu yeni ruh
sayesinde, kurtuluĢu gösteriĢli geçit töreniyle düzenlenen kilise ayinleriyle
sınırlandıran eskinin geleneklerini ve yaĢayıĢ tarzlarını kökünden değiĢtirme
gibi bir emeli de taĢımıĢlardır.
OluĢan toplumsal olgulara, inançla arınma ve mesleki faaliyetindeki
baĢarısıyla seçilmiĢliğinin farkına varma noktalarından bakıldığında,
Wesleyanizmin, eski standartlara özgü temellerin yok olması süreci boyunca; bu
iman ruhunun benimsettirdiği yeni değerlerin insan zihnine hakim olması
sonucunda, yaratıcı etkinlikteki kiĢilik geliĢiminin sağlanmasına, bireyin
baĢarılarının Tanrısal seçilmiĢliğin koĢulu haline gelmesine, çok önemli katkılar
sağladığı, derhal fark edilecektir. (Tuttle R.G., 1978; 32) Bireyin niteliklerini
geliĢtirmesine ve yaratıcılığını sergilemesine dayanan Wesleyan hareketin bu
özelliği, liberalizmin içerdiği anlamı birlikte kapsadığı için, liberal bir güç
iĢlevinde kendisinin geliĢmesini de sağlamıĢtır. (Schneider H. W., 1958; 93)
Oysa Wesleyanizm, gelenekçi siyasal anlayıĢın savunduğu meĢrutiyete
aykırı bir eğilim içinde olmadığından, diğer reformist gruplar tarafından daima
taraftarlarına tutucu yaftası da yapıĢtırılmıĢtır. (Horton D., 1948; 32) Gerçekten
de, doğruyu söylemek gerekirse, Wesleyanlar, yeni siyasal sistemin çalkantılı ve
sıkıntılı dönemleri boyunca, bu istikrarsızlığa ümit bağlayan çeĢitli gruplardan
hiç birine asla yakın olmamıĢ, meĢrutiyete karĢı olanlarla birlikte hareket ettiği
izlenimini asla uyandırmamıĢtır. (Brown J., 1910; 119) Wesleyan hareketin ilk
dönemleri sırasında, bazı üyeleri, özellikle de liberal eğilimin gelecekteki
önemini sezinleyerek bu gruplara ve benzeri radikal eğilimlere yakın olmayı
istemiĢ; her kesime hitap ederek, bunlardan hiç birisine karĢı tavır almaksızın
bünyelerine girmelerine razı olmuĢlardır. (Tuttle R.G., 1978; 35)
Ancak böyle bir benimsenme ve gönüllü destek, sadece bireysel
düzeyde ve dolaylı Ģekilde gerçekleĢtiği için; konuya bir bütün olarak
bakıldığında, topluluk üyeliği, hiç bir Ģekilde meĢrutiyet karĢıtı yapıcı siyasal
ilgilere odaklanmıĢ her hangi bir bilinçliliğini gerektirmemiĢtir. Bu nedenle,
Wesleyanizm, yönetim tarzını kökünden değiĢtirmesini hedefleyen radikal
felsefenin oluĢmasına fazlaca bir katkı sağlamamıĢtır. (Schneider H.W., 1958;
95) Gerçekten de, halkın doğrudan yönetme hakkına sahip olmasını hedefleyen
liberal anlayıĢ, kendi eğilimleri içinde, özellikle de ilk radikallerin öğretileriyle
demokratik geliĢme seyrine girmiĢ, bu uğurda büyük mücadelelere
yeltenilmiĢtir. Bu nedenle, meĢrutiyete dayanan parlamenter yönetimi savunan
Wesleyanizmin de içerdiği liberal anlayıĢ, her hangi bir Ģekilde kendisini
niteleyen bir etiket olarak gündeme gelmemiĢtir. (Brown J., 1910; 124)
Liberalizmin savunucusu veya kulu gibi yakıĢtırmalara meydan
vermeksizin, bireyin hür teĢebbüsü ve kiĢilik özelliklerinin geliĢmesinin
sağlanması, metodizmin gücünü oluĢturmuĢtur. (MacArthur K.W., 1936; 64)
12
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Liberalizmin filizlenip geliĢmesinde ve yaygınlaĢmasında, metodizmin,
sonradan asla kavranılamayan etkinlikte, katkıları olmuĢtu. Dindarca yaĢayan
köktenci bir anlayıĢ içinde yetiĢen, davranıĢlarında da kesinlikle ölçülü ve
iradeli görünen diğer insanların Wesleyanizme yönelik bakıĢ açıları; metodist
liderlerin geleceği sezinleyen öngörülerinden çok daha etkili ve istekli bir
Ģekilde, bu mezhebin kendi tutucu içeriğini gözler önüne sermiĢtir. (Tuttle R.G.,
1978; 37)
MeĢrutiyetin devamından ve mevcut hukuksal-toplumsal düzenin
korunmasından yana olan tutuculuğunu gizleme konusunda bir hayli maharetli
olan J. Wesley‟in ardılları (Horton D., 1948; 63), bütün dinsel hareketlerin
doğasında var olan tutucu ve gerici niteliklerini örtbas etmeye büyük gayret sarf
etmiĢler; eğitime ve iĢe önem veren, bireysel baĢarı ile kazanca öncelik tanıyan
köktenci bir değiĢimi destekleyen bir görünüm sergilemiĢlerdir. (Schneider
H.W., 1958; 102)
Eğitim ve iĢe dayalı olarak bireyin yükseliĢini benimseyen, bireysel
baĢarı ve kazancı Tanrı katındaki seçilmiĢliğin kanıtı olarak gören metodizm;
sonuçta Tanrı Ģanının sergilenmesi emeline hizmet etmeyi kapsasa dahi, insana
hizmet etmeyi öne çıkarmakta, insani emelleri benimsemektedir. (MacArthur K.
W., 1936; 89) Ne kadar kazanç tutkusunu ve bireysel baĢarı azmini kutsamıĢ
olursa olsun, zenginleri fakirlere yardımdan sorumlu tutarak, fakirlere iĢ
verilmesini onları Tanrı‟nın takva yoluna kabul etme ve her türlü kötülüklerden
alıkoyma olarak yorumlayarak, fakir ve kimsesiz çocuklara eğitim imkânlarını
açarak; kazanç hesabını aĢan insani emellerin benimsenmesinde,
Wesleyanizmin sağladığı katkılar, kesindir ve önemlidir.
Böylece, iĢsiz olması yüzünden hırsızlık yapan veya kötü yola düĢen
insanların bu günahkârlığında, zenginin savurganlığı ve lüks tüketimi nedeniyle
parasını tümüyle iĢinde kullanmamasının veya istihdam imkânlarını
yaratmamasının payının olduğunu öne sürerek, metodistler, kendi cemaat
üyeleri de olsun olmasın bütün zenginleri manevi baskı altına almıĢlardır. Bütün
bunlara rağmen, on sekizinci asır insanseverlik anlayıĢının son derece etkili ve
önemli kaynaklarının açıklanıĢı arasında, Wesleyanizm, asla yeterli düzeyde ele
alınmıĢ ve iĢlenmiĢ değildir. Fakirlere iĢ sağlamayı dinsel vecibe haline getiren
bu tek bir örneğe bakarak dahi olsa, dinsel akımlar içinde metodizmin, bu
dönem boyunca etkili olan düĢünsel eğilimlerden tamamıyla soyutlanmıĢ
olduğu ve katkılarının asla irdelenmediği, yargısına kapılınabilir. (Brown J.,
1910; 126)
Zenginleri fakirlerden sorumlu tutan bu yeni ruh hali içinde ve
hayırseverliği insanı verimli kılan gayretleriyle birleĢtiren yardımseverlik
alıĢkanlıklarına göre, metodizmde insana hizmet çok daha geniĢ süreçlerle de
karĢılaĢılmıĢtır. Dilenciliği dünyadan vazgeçmiĢ olmanın kanıtı haline getiren
ve tümüyle karĢılığını beklemeksizin vermeye (sadakaya) dayanan eski
değerler, artık daha fazla savunulamaz olduğu için, zihinlerdeki geçerliliğini
kaybetmiĢtir. (Green R.W., 1970; 29) YetiĢkinlere iĢ imkânını sağlamak ve
K. H. Akalın
Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu
13
çocuklara da eğitim fırsatını vermek, geçmiĢin sadakasının yerini almıĢ gibidir.
Yeni koĢullara göre topluluğun standartlarını oluĢturmak isteyen çağdaĢ güçler
içinde kesin olarak çalıĢma birliği bulunmaktaydı. Topluluk öğretisiyle uyum
içinde görülen kapsamlı eğilimler, geniĢletme azmini taĢıdıkları kendi tesirleri
içinde bir anlam kazanarak ve değiĢikliğe uğrayarak ifade bulmaktaydı. (George
C.H., 1959; 61) Ekonomik gücün daha geniĢ kapsamdaki dağılımı, toplumsal
fırsat ve hareketlilik eĢitliği anlayıĢını da beraberinde getirerek, daha fazla insan
kitlesini kapsamına alması sonucunda, gerçekleĢtiği çok yönlü hareket içinde
etkisine geniĢ güçler katılmaktadır. (MacArthur K. W., 1936; 92)
Ekonomik canlanma ile Wesleyan eĢitlikçi ve yenilikçi eğilim arasında
kurulan bu karĢılıklı nedensellik bağı; bir taraftan ekonomik ilerlemelere dayalı
olarak metodist taraftarlar çağının hızla geniĢlemesine yol açarken, diğer
taraftan da mesleki etkinliğin Tanrı yolu haline gelmesiyle birlikte, maddi servet
artıĢının tüketilmeyerek sermaye birikimini oluĢturmasını sağlıyor, böylece de
ekonomik geliĢmeye ivme kazandırıyordu. (Weber M., 1984; 117) Wesleyanist
topluluğun zümresel dokusunun sürekli değiĢimi düzensizlik olarak görerek
benimsememesine karĢın, wesleyanizm, özel mülk sahibi olmayan zümrelerin
lehine kurulmuĢ olan sivil otorite tekelinin kolayca yıkılmasını, baĢarı ve
kazancı ölçü alan sermaye birikimine özendiren ekonomik bir eğilimin
yerleĢmesini sağlamıĢtır. (Brown J., 1910; 133)
Sağladığı fırsatlar içinde metodist dinsel güçlerin, ekonomik hayata
nüfuz ederek baĢarıya ve kazanca güdülemesinin sonucunda, maddi ve manevi
alandaki bu bütünleĢme sürecinde yeni sahalara yönelinmiĢ, karĢılaĢılan
insanlarla iĢbirliğine girilmiĢtir. (Jeremy D.J., 1988; 15) Oysa asrın
baĢlangıcında, zengini fakirlerden ve çocuklardan sorumlu tutan wesleyanist
sorumluluk öğretisini içermeyen ve liberal düĢünceyi savunan kesimler; hiç bir
sorumluluk duygusu taĢımayan ve ciddi bir iĢ uğraĢısı içinde de olmayan pek
çok fakir insanın düĢtüğü çaresizlik ve yoksunluk hallerinden habersiz kalmıĢ,
bu toplumsal bütünleĢme sürecine hemen hemen hiç katkıda bulunmamıĢ,
acizlik halleri nedeniyle kendi bireysel sorumluluk duygusunu dahi
güçlendirememiĢlerdi. (George C.H., 1959; 64)
Oysa bireysel baĢarı ve kazanç emeliyle, fakirlere iĢ sağlayan ve eğitim
yoluyla nitelikli kılan toplumsal sorumluluk öğretisiyle wesleyanizmin, bireysel
sorumluluk duygusunu pekiĢtiren toplumsal karakteri; gerçekten, ekonomik
güvensizlik içinde ortaya çıkan yurttaĢlık bilincinin önemsiz kaldığı ortamlarla,
asla bağdaĢmamaktadır. (Green R.W., 1970; 41) Baskıların bulunduğu bir ortam
içinde, liberallik karĢıtı eğilimleri besleyen güçlerin uyanması ve kendisini
kabul ettirmesi, kaçınılmaz olur. Asrın metodist dinsel güdüsü ve insanları
yönlendirici seçilmiĢlik gücü, insani yaklaĢımları geliĢtiren dikkate değer bir
etkide bulunmuĢtur. (Jeremy D.J., 1988; 17)
Metodist meslek anlayıĢıyla ve seçilmiĢlik güdüsüyle, üretimde
verimliliği arttıran teknolojik yeniliklerden yana olunmuĢ, bir insana yapılacak
en büyük iyiliğin kendisine iĢ ve çocuklarına da eğitim olanağının sağlanması
14
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
olduğuna inanılmıĢtır. (Jeremy D.J., 1988; 43) Wesleyanizmin toplumsal
yaĢamda neden olduğu en önemli yenilikler Ģöylece özetlenebilir. Wesleyanizm,
seçilmiĢlik güdüsünü ve bireysel sorumluluk duygusunu iĢleyen edebiyat
hayatına hareketlilik kazandırmıĢ, halkı bilgilendirme organlarını geliĢtirmiĢ,
yeni siyasal biçimlendirmeleri olgunlaĢtırmıĢ, insan sağlığına yönelik duyarlılık
göstermiĢ ve maddi servetin arttırılmasına katkıda bulunmuĢ, yaĢamın zorlu ve
belirsizlik taĢıyan yanlarını azaltmıĢ, teknik geliĢmelere ile bunların üretim
yapısına uyarlanmasına destek vermiĢ, sanayi devrimi sonrasında yeni bir orta
sınıfın ekonomik gücü elinde tutar hale gelmesinde güdüleyici bir rol üstlenmiĢ,
bireyin geliĢmesine ve yükselmesine olanak tanıyan kiĢilik haklarının kabul
edilmesine dinsel temel sunmuĢtur. (Brown J., 1910; 134)
Dağıtılmayan malı ve biriktirilen serveti hor görerek kazanç peĢinde
koĢmayı günahkarlığın ve Tanrı‟yı unutmuĢluğun bir delili sayan geçmiĢin
anlayıĢını yıkan kalvinist eğilimin, özel mülkiyetin ve hür teĢebbüsün
üstünlüğünü güvence altına alınmasını isteyen toplumsal gruplarını daha da
güçlü kılmasıyla; metodizmle, bağlı kalınan koĢullardaki değiĢkenliğin olumsuz
etkilerini en aza indirmek mümkün olmuĢtur. (Jeremy D.J., 1988; 51) Özellikle
de, çalıĢan kesimlerin sömürülmesine ve sefalete itilmesine kesinlikle karĢı
çıkmıĢ olan wesleyanlar; iĢ ve eğitim olanaklarının herkese tanınmasına
öncülük ederek, servetin topluluk yararına kullanılması bilinciyle tüm
iyeliklerin Tanrı‟ya ait olduğu inancını pekiĢtirmiĢlerdir. (MacArthur K. W.,
1936; 104)
Yeni ekonomik koĢullar, ekonomistlerin öngörülerinin dayanaklarını
yıkacak etkinlikte geliĢmelerini sürdürmüĢ; topluluğun sınırlı kaynakların
üzerinden çıkar sağlamanın bir yolu haline gelen çalıĢan sınıfların baskı altında
tutulması ve sömürülmesi eğilimini hazırlamıĢtır. (Green R.W., 1970; 54)
Wesleyanistler, yeni topluluğu oluĢturan ve bireyin iĢ ve eğitim yoluyla
yükselmesine olanak tanıyan diğer güçleriyle iĢbirliğine de yönelmiĢlerdir. Yeni
ve çok etkili güçlerin aniden ortaya çıkarak herkesi kendisine bağlayan
kudretine sığınmak yerine, mevcut toplumsal içeriğin gereklerine uygun bir
Ģekilde kendi eğilimlerini belirleme yoluna gitmiĢlerdir. Dinsel dürtünün kendisi
olarak wesleyanizm, geliĢini hiç belli etmeksizin aniden etkisini göstermiĢ de
değildir. (Brown J., 1910; 144)
Bir taraftan bireysel baĢarı azmini pekiĢtirirken diğer taraftan da
insanları iĢ ve meslek sahibi kılmak için toplumsal sorumluluk duygusunu
aĢılayan dinsel bilinçliliğin bu kesin tipi; çok geniĢ anlamda metodizmde var
olduğu gibi, ekonomik güçten yoksun kalmıĢ insanları nitelikli ve verimli
kılmayı hayırseverlik olarak tanımlayan dinsel gereksinim duygusu da genel
olarak taraftarlarınca paylaĢılmıĢtır. (Jeremy D.J., 1988; 76) ĠĢiyle, baĢarısıyla
ve kazancıyla Tanrı‟ya ulaĢmak isteyen, iradesini de bu dünyada yerine
getirmek azminde olan insanların; kalıplaĢtırılmıĢ kurumsal ibadetle asla
ruhlarını arındıramayacağı ve kurtuluĢa eremeyeceği hissine kapılmalarının
sonucunda, böyle bir dinsel gereksinim duygusu ortaya çıkmıĢtır. Sürekli
K. H. Akalın
Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu
15
gördüğü iĢ yoluyla bu dünyayı öbür dünyaya bağlayan, mesleki etkinliği
Tanrı‟nın çizdiği bir takva yolu haline getiren bu dinsel gereksinim, öyle bir
histir ki; bireyi yaĢamında yararlı ve verimli kılmıĢ, kazanca yönelik çalıĢmayı
da gerçek bir ibadet mertebesine çıkartmıĢtır. (Hall E., 1947; 311)
Böyle bir dinsel gereksinim hissinin ortaya çıkıĢı ve insanlarca
benimseniĢi, hayatını tümüyle imanlı ve ibadetli geçirmek isteyen insanın bu
manevi ihtiyaçlarını karĢılamak üzere metodizmin dünyevi asketikizm içeriğine
ve rasyonel din özelliğine sahip olmak için öne çıkmasıyla gerçekleĢmiĢtir.
(Schneider H.W., 1972; 51) ĠĢsizlik, fakirlik ve eğitimsizlik gibi çeĢitli
toplumsal sorunlara seçilmiĢlik güdüsü ve bireysel sorumluluk anlayıĢıyla
çözüm önerisinde bulunan Wesleyanizm; çalıĢmayı ibadet mertebesine
çıkartmasıyla ve insana hizmeti takva yolu haline getirmesiyle, diğer
mezhepleri neredeyse yutup tam anlamıyla geride bırakarak, sürekli Ģekilde
kendini çağa uydurmada büyük baĢarı kazanmıĢ, özellikle de üstün dahilerin
liderlik etkinliğiyle kitlelere yön vermede son derece etkili olmuĢtur. (Brown J.,
1910; 146)
ĠĢinde Tanrı‟ya yöneliĢin benimsenmesinde öncülük iĢlevini görerek,
ibadeti insanlar içinde yaĢanılan her ana yayılmasında önemli bir payı olan
Wesleyanizm (Hall E., 1947; 342); belirli bir eylem tarzının benimsenmesini
kapsayan sosyolojik süreçlerin tamamına kesin olarak katkıda bulunmuĢ, bir
takım yeni sosyal değerlerin insanların zihni üzerinde hakimiyet kurmasını
sağlamıĢtır. Bunu baĢarırken de, belirli bir zümreye dayalı olarak değil de,
çağdaĢ eğilimler içindeki bütün insanlara açık olarak ve hemen herkesle
kurduğu dostça ve sevecen iliĢkileriyle gerçekleĢmiĢtir. (Schneider H.W., 1958;
113) Rasyonel faaliyet tarzını, kurumsal etkinlik ya da görev tarzında değil de,
bireyin vicdanına sorumluluklar yükleyerek etkili bir davranıĢ tarzını kiĢilerin
zihninde oluĢturmuĢ olmasıyla, toplumsal değiĢime eĢsiz bir katkı sunmuĢtur.
Ġnsanın yararlılığını ve verimliliğini zorunlu kılan dinsel güdüyü
aĢılamasıyla, Wesleyan hareket, insansever anlayıĢın geliĢimine müthiĢ katkılar
sunmuĢ, insan sevgisi ve dürüstlük ülküsünün benimsenerek desteklenmesinde
de en önemli faktör görevini görmüĢtür. Mesleki etkinliğiyle insanlara hizmet
görevini üstlenen insanlara, çalıĢmalarının her aĢamasında tamamıyla eĢitlikçi
bir anlayıĢla yaklaĢmıĢtır. (Brown J., 1910; 149) ĠĢinde ve insanlar arasında
sürdürülen davranıĢın içeriği olarak, Tanrı‟ya yöneliĢ dıĢındaki her hangi bir
tutum, metodist cemaatlerin ruhuna yabancı kalmıĢtır. ġimdiye kadar açığa
çıkarılan bulgularda, insanlara yararlı olan alt meslekleri hor gören her hangi bir
tutuma, Wesleyan‟ın dinsel güdüleri arasında, asla rastlanılmıĢ değildir.
(Schneider H.W., 1958; 115)
Sanayi devriminin toplumsal değerleri üzerinde de etkili olan
Wesleyanizm; kiĢi arzularının topluluğun yararına ortaya çıkmasını sağlamıĢ,
ahlaki sorumluluk duygusunun hissedilmesini kolaylaĢtırmıĢtır. (Wauzzinski
R.A., 1993; 71) Ġlk elli yılı boyunca çok büyük bir etkiye sahip bulunan
metodist Wesleyan akımın, toplumda yeni kültürel değerlerin ortaya çıkmasında
16
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
ve biçimlenmesinde önemli iĢlevleri olmuĢtur. Gelenek yoluyla ulaĢılmıĢ bir
akım olarak vahye dayalı toplumsal teori, ibadeti kurumsal bir düzen içinde
görünür kılmasıyla, insanları birbirine karĢı hasım haline getirmiĢti.
Toplumsal yaĢamdaki anlamsız emir ile ahlaki yetke arasındaki
mücadelede varılan uzlaĢının uzun ömürlü olamayacağı gayet açıktı.
(Wauzzinski R.A., 1993; 74) BaĢlangıç aĢamasındaki kitaba bağlı kalma
hareketinin saklı tutulduğu, insanın geleceğini kitapların kudretinde arama
alıĢkanlığı,kitaptaki ifadelere harfiyen bağlı kalma ve asla sorgulayamama
haleti ruhiyesine ve mantığına dayanmaktaydı. Zenginlik ve baĢarıyla birlikte
mesleki etkinliğe dayalı olarak kurulan saygınlığın kabul gördüğü uygun bir
anda, kurumsal erkin yerini alan Kutsal Kitaba bağlılık da, pek uzun ömürlü
olmayacaktı. (Jeremy D.J., 1988; 121)
Ekonomik etkinlik içinde baĢarı ve kazancın büyük önem taĢımasının
sonucunda, ilgi odağının sistematik bir Ģekilde siyasetten uzak kalarak bireysel
beceri üzerinde kurulmasıyla; metodist topluluğun üyeleri, kendi Ģahsi yetenek
ile kapasiteleri sınırlarında faal olma zorunluluğunu hissetmiĢlerdir.
(Wauzzinski R.A., 1993; 46) Muhtemelen on sekizinci asır içinde izlenilen bir
çare olarak, bireysel niteliklere dayalı olarak gerçekleĢen seçim anlayıĢının, çok
geçmeden, toplumsal adaleti sağlamayı ilke edinmiĢ seçime dayalı siyasetin
temel aracı haline geleceği gayet açıktır. Böylece Kutsal Kitaba harfiyen bağlı
kalma anlayıĢı, sınırlama getirdiği akıl için giderek bir tehdit içeriğine sahip
olduğunun anlaĢılmasıyla, sağduyulu ussal irdeleme tarzından kopup
uzaklaĢmıĢtır. (Simpson A., 1955; 91)
Metodist seçilmiĢlik öğretisine göre de, kazanç maksatlı dünyevi
etkinliğinde verimli olan ve insanlara yararlılıkları sunan herkes, gördüğü iĢin
önem derecesine bakılmaksızın, Tanrı‟nın seçkin kulları arasına katılmıĢ
olduğunun bir delili olarak, saygınlığı hak etmiĢtir. Mesleğinde baĢarılı olmayan
veya yükselme gayretini göstermeyen kiĢi, Tanrı lütfuna sırt çevirdiği inancıyla,
toplumsal saygınlığını kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelmiĢtir. (Schneider H.
W., 1958; 164) Daha kolay görevlerin seçilmesi, zorunlu ihtiyaçları aĢan
miktardaki paranın kiĢisel tüketimde harcanır olması; kiĢinin ahlaki erdemlerini
kaybetmesinin ve dinsel niyetlerini unutmasının bir sonucu olarak görüldüğü
için, mistik duygu gerginliğinin yerini dünyevi ihtirasların aldığı kanısına
varılmıĢtır.
Dürüstlük ve iyi ahlaklılık, dakiklik ve çalıĢkanlık vs., Ģeklinde
özetlenen Tanrı‟nın isteklerini iĢ hayatına uyarlamıĢ olan Wesleyan hareket,
toplumsal adaletin gereklerinin gerçekleĢmesini samimi olarak benimsemiĢ,
pekiĢtirdiği ahlaki sorumluluk duygusunun etkisi altında kalarak kurmaya
yöneldiği yeni toplum uğruna mücadeleye giriĢmiĢtir. (Horton D., 1948; 49)
Güçlü bir cemaat örgütlemesi konumuna ulaĢtığında, toplumsal adaletle uyumlu
olan ruhani bir emele adayan metodizmin Wesleyan kolu; çevresindeki insanlara
daima içten ve duyarlı davranmıĢ olmasına karĢın,cemaat içinde katı bir
disiplinden yana olmuĢ, kesin hesabı ve sıkı denetimi egemen kıldığı iĢ
K. H. Akalın
Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu
17
etkinliğinde çoğu kez baskıcı bir yaklaĢım sergilemiĢtir. (Jeremy D.J., 1988;
139)
Dünyevi etkinliğinde bireyin kendisini geliĢtirmesi ve manen
yükseltilmesi eğilimine Ģiddetle bağlı kalmıĢ olmasıyla, Wesleyan müritler,
toplumsal sorunlara yapay ve geçici çözümler öne süren aydınların kısır
görüĢlerine pek rağbet etmeksizin, kendi programlarında toplumsal adalet ile
bireysel çıkarlar arasında bir uyum ve uzlaĢı kurmayı gaye edinmiĢlerdir. Bu
yönüyle John Wesley‟in ardıllarının, bireysel gayretler sonucunda edinilen
servet ile iyeliğin, daima topluluk yararına kullanılması konusunda bir
yetersizliğe düĢtükleri, pek söylenemez.
4. SONUÇ
SeçilmiĢlik öğretisiyle doğuĢtan edinilen bütün ayrıcalıkları ve
üstünlükleri bir çırpıda reddeden metodistler, tüm insanların günahkâr yaradılıĢı
içeriğindeki hristiyanlığın özüne yönelmiĢ olmakla, aynı zamanda, M. Luther‟in
baĢlattığı dinin ilk haline dönerek yerleĢmiĢ dinsel dokuyu eleĢtirme geleneğini
de devam ettirmiĢlerdir. ġayet tüm insanlar, bu dünyadaki konumları ne olursa
olsun, yaratılıĢları itibarıyla ilk günahtan (Adem ile Havva‟nın elmayı
yemesinden) kendilerine bir pay almıĢlarsa, Ģu halde herkes günahkarlıkta eĢit
olduğuna göre, kralların Tanrı‟dan geldiğini iddia ettiği ve babadan oğula
devrederek sürdürdüğü mutlak otoritesinin ilahi dayanağı ve meĢruiyet temeli,
kutsal metinlerce onaylanmamıĢ, hatta yalanlanmıĢ demektir. Herkes
yaradılıĢtan günahkâr olduğuna göre, Tanrı hiç bir Ģahsı veya ulus ferdini
(Ġsrailli) doğuĢtan seçmemiĢ, hiç kimseyi de doğuĢtan diğer insanlara karĢı
üstün kılmamıĢtır. Günahkârlıkları yüzünden Tanrı önünde herkes eĢittir.
Metodiste göre, Tanrı yalnızca, insanlardan istediği sevgi ve dürüstlüğü,
iyi ahlaklılık ve alçakgönüllülüğü yaĢamının her anında uygulayan kimseleri
seçmiĢtir. Böylece metodistin bireysel seçilmiĢlik öğretisi, zorunlu olarak,
kiĢisel sorumluluk duygusunu özdenetimli olma duyarlılığını beraberinde
getirmiĢtir. M. Luther‟in, Kutsal Kitabın çevirisindeki „çağrılmak‟ kelimesinin
Almanca karĢılığı olarak „beruf‟ deyimini seçmesiyle gerçekleĢen, Ġngilizce
karĢılığı olarak da „calling‟ kelimesinin benimsenmesiyle de yaygınlaĢan,
mesleki etkinliğin Tanrı yolu olduğu bilinci, bireysel sorumluluk anlayıĢıyla
metodistlerce daha da geliĢtirilmiĢtir.
Metodist imana göre, hiç kimse doğuĢtan seçilmemiĢtir. Günahkârlığı
yüzünden Tanrının gözünde eĢit olan her birey, ancak kendi kiĢisel gayretiyle,
mesleğindeki baĢarılarıyla veya iĢindeki yüksek kazançlarıyla Tanrı tarafından
seçilebilir. Artık, Batının yaklaĢık on asırdan beri imanla sarıldığı kültürel
değerlerini zihinlerde tümüyle etkisiz kılmanın zamanı gelmiĢtir. Ġnsanların
arasına ve yaĢanılan hayatın içine çekilen asketikizmi (çilekeĢlik), bireysel
baĢarıların ve mesleki yükseliĢlerin âdeta sabır taĢı haline getirmiĢ, ibadeti para
peĢinde koĢulan iĢyerine ve hatta yürünülen sokağa taĢıyarak manastırların
heybetli taĢ duvarlarını imanlı gönüllerde yıkmıĢtır.
18
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Kendi yetenekleriyle ve özdenetimli davranıĢlarıyla seçilme imanını
insanlara tanıtan metodstler, Tanrı ile kul arasına hiç bir insanın (rahip)
giremeyeceğinde ısrar ettikleri halde; sanayi veya ticaret etkinliğinde yüksek
kazançlar edinen iĢadamlarını Tanrının mutemedi olduklarını ilan ederken,
mesleğinde üstün baĢarı elde ederek insanlara yararlı olanları da Tanrının Ģanını
sergileyen aracıları olarak övmüĢtür. Dünyevi etkinlik içinde Tanrıya yönelme
imanını geliĢtiren metodizmin, orta çağa özgü kültürel değerleri içinde belki de
en fazla dikkat çekeni, tamahkârlık ve harislik olarak görülen parasal kazancı
seçilmiĢliğin iĢaretleri haline getirmiĢ olmasıdır. Paradan para kazanmayı da
helal kılan metodist seçilmiĢlik ahlakıyla, faiz, borçlanma yoluyla sağlanılan
kazançtan alacaklıya ayrılan pay olarak kutsanmıĢtır.
KAYNAKLAR
Brown J., The English Puritans, Cambridge University Press, Cambridge, 1910
Cohen C.L., God‟s Caress: The Psychology of Puritan Religious Experience, Oxford
University Press, New York, 1986
George C.H., The Protestant Mind of The English Reformation 1570-1640 D.C., Heath
and Company, Boston, 1959
Green R.W., Protestantism and Capitalism: The Weber Thesis and It‟s Critics, Augustus
M. Kelley Publishers, New York, 1970
Hall E., The Puritans and Their Principles, Baker and Scribner, New York, 1947
Horton D., The Worship of the English Puritans, Westminster Dacre Press, London,
1948
Jeremy D.J., Religion, Business, and Wealth in Modern Britain, Routledge, London,
1988
Kitch M.J., Capitalism and the Reformation, Longmans, London, 1967
KMġ, Kutsal Kitap Eski ve Yeni AntlaĢma, Ġstanbul-2004
MacArthur K.W., The Economic Ethics of John Wesley, New York, 1936
O‟brain G., An Essay on the Economic Effects of the Reformation, Princeton University
Press, New Jersey, 1961
Schneider H.W., Puritan Mind, University of Michigan Press, Ann Arbor ,1958
Schneider H.W., Aspects of Puritan Religious Thought, AMS Press, New York 1972
Selberg W.U., Redeem the Time: The Puritan Sabbath in Early America, Harvard
University Press, Cambridge, 1977
Simpson A., Puritanism in Old and New England, University of Chicago Press,
Chicago, 1955
Tawney R.H., Religion and the Rise of Capitalism, Penguin , London , 1980
Tuttle R.G., John Wesley: His Life and Theology, Zondervan Pub. House, New York,
1978
Wauzzinski R.A., Between God and gold: Protestant Evangelicalism and the Industrial
Revolution, Fairleigh Dickinson University Press, London, 1993
Weber M., The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism, George Allen and Unwin,
London, 1984
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
TÜRKÇE ĠLK ALFABE KĠTABI
NUHBETÜ’L-ETFÂL’DE TÜRKÇE ÖĞRETĠM METODU VE
GÜNÜMÜZDEKĠ BAZI UYGULAMALAR
Tarık AKSOY*, Zeki GÜREL**
ÖZET
Türkçenin eğitimi ve öğretiminin temelini ilk okuma ve yazma öğretimi
oluĢturur. Ġlkokuma ve yazma bütün eğitim hayatının ana unsuru olması nedeniyle
önemlidir. Bu nedenle çocukların, yaĢamları boyunca baĢarılı bireyler olarak toplumda
yer almaları için iyi bir ana dili eğitiminden geçmeleri Ģarttır. Ġlk okuma ve yazma
çağındaki Türk çocuklarına Türkçenin öğretimi konusu, Tanzimat Dönemi‟nde eğitim
hayatımızda yer almaya baĢlamıĢtır. Nuhbet’ül-Etfal de ilk okuma ve yazma öğretimi
açısından döneminin önemli bir kitabıdır. Bu çalıĢmada, Tanzimat Dönemi‟nde yazılmıĢ
bir Türkçe öğretimi kitabı olan Nuhbet’ül-Etfal ilk okuma ve yazma öğretimi açısından
incelenmiĢ, kitabın değiĢen eğitim programı doğrultusunda önemi ortaya konmaya
çalıĢılmıĢtır.
Anahtar Kelimeler: Nuhbet‟ül-Etfâl, ilk okuma ve yazma öğretimi, çocuk edebiyatı
ABSTRACT
Elementary reading and writing is the basis for the instruction and education of
Turkish. Elementary reading and writing is crucial in that they are the cornerstone of the
entire educational life. Accordingly, it is a prerequisite that children should experience a
wholesome education of their mother tongue in order that they will be successful
members of the community all their lives. The issue of teaching Turkish to Turkish
students at the age of elementary reading and writing started to take place in our
educational life during the Tanzimat Period. So, Nuhbet‟ül-Etfal is a significant book of
its time in terms of elementary reading and writing. In this work, Nuhbet‟ül-Etfal, a
Turkish instruction book written during the Tanzimat Period, has been studied from the
point of view of elementary reading and writing and it has been attempted to underline
the importance of the book in line with the changing educational curriculum.
Key Words: Nuhbet‟ül-Etfal, elementary reading and writing, children‟s literature
GĠRĠġ
Ġnsan iletiĢim kurma zorunluluğu taĢıyan sosyal bir varlıktır. ĠletiĢimin
temel araçlarından biri ise dildir. Dil, toplumsal ve kültürel birlikteliği ve

Bilim Uzm., Ġzzet Baysal And. Tek. Lis. T. Dili ve Edeb. Öğrt – BOLU [email protected]
Yrd. Doç. Dr., AĠBÜ Türkçe Eğitimi Bölümü - BOLU [email protected]
**
20
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
devamlılığı sağlamanın yanı sıra bireylerin topluma uyum sağlamasında da çok
önemli bir görev üstlenir. Bu nedenledir ki özellikle ulus devlet esasına dayalı
bütün ülkeler anadili eğitim ve öğretimine büyük önem vermiĢlerdir.
Türkçe öğretiminin temelleri çok eskilere dayanmaktadır. Ancak tarihî
döneme bakıldığında Türkçenin anadili olarak öğretiminden çok, yabancılara
Türkçe öğretimi ile ilgili kaynaklar ön plana çıkmaktadır. Özellikle yabancı
diller ile Türkçenin mukayesesinin yapıldığı çalıĢmalar ve iki dilli sözlükler çok
önemlidir. Türkçenin ilk okuma ve yazma çağındaki Türk çocuklarına öğretimi
konusunun Tanzimat döneminde eğitim hayatımızda yer almaya baĢladığı
görülmektedir.
Türkçenin öğretimiyle ilgilenen araĢtırmacılar çoğunlukla ilk okuma ve
yazma öğretiminin geliĢimi üzerinde durmuĢlardır. Ancak Türkçenin öğretimi
sırasında kullanılan bir ders kitabının yöntem, konu ve metin seçimi incelemesi
birkaç örnek dıĢında yapılmamıĢtır.
Eğitim tarihimizdeki ilerlemeler kendini Türkçe öğretiminde de
göstermiĢtir. Öğretmen merkezli öğretim anlayıĢından öğrenci merkezli eğitim
anlayıĢına geçilirken baĢta ilk okuma ve yazma yöntem ve teknikleri olmak
üzere, ders kitapları ile diğer eğitim araç ve gereçleri de geliĢip değiĢmiĢlerdir.
Ülkemizde Türkçe öğretiminde değiĢik metotlar uygulanmıĢtır. Bu
metotların çoğu yabancı ülkelerden uyarlanmadır. Oysa ülkemizde de Türkçe
öğretimi konusunda oldukça özgün ve yetkin çalıĢmalar vardır. Bu eserlerden
biri de Nuhbetü‟l-Etfâl‟dir.
Ülkemizde ilk okuma ve yazma öğretiminde kullanılan yöntemler genel
olarak Ģunlardır:
Harf (alfabe-tesmiye) yöntemi, ses (fonetik-savtî) yöntemi, hece
yöntemi, kelime yöntemi, cümle yöntemi, ses temelli cümle yöntemi, bizce ses
temelli cümle yönteminin temelini oluĢturan aĢamalı bireĢim tekniği, öykü
yöntemi…
Nuhbetü‟l-Etfâl, ilk okuma ve yazma öğretimi alanında orijinal bir yere
sahiptir. Mekteb-i Tıbbiye doktorlarından Mehmet RüĢtü Bey tarafından
hazırlanan ve Mehmet Rasih Efendi tarafından yazılan eser ilk Türkçe alfabe
kitabıdır. TaĢ baskısı olan eser H. 1274 (M. 1858) tarihinde Ġstanbul Çırçır‟da
bulunan ressam Necib Efendinin litografya atölyesinde Ramazan ayının
sonunda basılmıĢtır.
Doktor RüĢtü eserin yazımında Ahmet Cevdet PaĢa ve Fuat PaĢa‟nın
Kavâ‟id-i Osmâniye ve Mehmet Emin Efendi‟nin Tuhfetü‟l-Küttâb adlı
eserlerinden yararlanmıĢtır.
Eser, Mekteb-i Tıbbiye-i ġahane Nazırı Ġsmail Hakkı PaĢa ile Sultan
Mecid‟e takdim edilir. PadiĢah, eserin basılması ve yayım hakkının yazarına ait
olmasına dair ferman vermiĢtir.
Doktor RüĢtü, kitabının giriĢ kısmında elifba kitaplarında p (‫)ﭗ‬, ç (‫)ﭺ‬, j
(‫ )ﮋ‬harflerinin bulunmadığını, oysa bu harflerin "para, portakal, çarĢaf, çorap,
ejderha, müjde" gibi kelimelerde kullanıldığını söyleyerek bu harflerin de alfabe
T. Aksoy – Z. Gürel
Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim…
21
kitabına konulmasını ister. Doktor RüĢtü ayrıca vav (‫ ) ﻮ‬harfi ile karĢılanan o, ö,
u, ü seslerini birbirinden ayırmaya yarayan harekeleri (
) eserindeki
örnek metinlerde kullanır. Eserde ayrıca Türkçede bugünkü k, g, ğ ve n
harflerini karĢılayan dört türlü kef (‫ )ﻚ‬harfi olduğu ve bunların da alfabe
kitaplarında yer alması gerektiği belirtilir.
Nuhbetü‟l-Etfâl ilk okuma ve yazma öğretimi için yazılmıĢ olsa da
öncelikle öğretmenlere yol göstermeyi amaçlamıĢtır. Kitabın çeĢitli yerlerinde
çocukların zor anlayacağı konularla ilgili olarak öğretmenlere neler yapmaları
gerektiği söylenmekte, bazı uyarılarda bulunulmaktadır. Bu uyarılardan yola
çıkarak kitabın öğretmenlere yönelik hazırlandığını düĢünmekteyiz. Bu
uyarılardan bazıları Ģöyledir:
Pes muŤallim olan êāt-ı mübtedýye taŤlim ve taŤrýf eŝnāsında… (11.
sayfa kenarı)
Bundan sonra öğretmen, (okuma yazmaya) yeni baĢlayana (harfleri)
öğretirken ve tarif etme sırasında…
(ab, ic, ök) ْ‫ ﺍَﺐْ ﺍِﺝْ ﺍُﻚ‬lafıëlarındaki elifler elif olmayub müteharrik
olduġıçün hemze oldıġı müntehi ţarafından mübtedýe ifāde ve beyān olması
mercūdır. (16. sayfa kenarı)
Ab, ic, ok (ْ‫ )ﺍَﺐْ ﺍِﺝْ ﺍُﻚ‬kelimelerindeki eliflerin elif olmayıp harekeli
oldukları için bunların hemze oldukları öğretmen tarafından (okuma yazmaya)
yeni baĢlayana açıklanması rica olunur.
…šıbyānıñ êihnini taŤġyýr ve teşvýş itmemek õušūslarında tedrýs
olınub olunmamasıçün rā‟i üstādına ióāle kılınmıştır. (19. sayfa)
Çocukların zihnini bozup karıĢtırmamak için bu konuların öğretilip
öğretilmemesi öğretmene bırakılmıĢtır.
šınıf-ı ŝāniniñ òısm-ı evvelinde bulunan üç óarfli iki óarekeliden bed‟an
altı óarfli iki óarekeli kelimelere òadar çıòılmış oldugunu bi‟l-tefhim tekerrüre
riŤāyet olunması mercūdur. (22. sayfa)
… ikinci sınıfın birinci kısmında üç harfli iki harekeli kelimelerden
baĢlayarak altı harfli iki harekeli kelimelere kadar çıkılmıĢ olduğunun (okuma
yazmaya) yeni baĢlayana anlatılması ve konuların tekrar edilmesi
öğretmenlerden rica edilir.
Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi eserde doğrudan öğretmenlere
seslenilmektedir. Ayrıca eserin yazıldığı dönemdeki öğretmen merkezli eğitim
anlayıĢı da bunu gerektirmektedir.
Eserdeki Baki, ġeyh Galip, Rûhî gibi birçok Ģaire ait Ģiirlerin çocukların
yaĢ seviyelerine uygun olmaması da kitabın bir öğretmen kitabı olmasıyla
ilgilidir.
Ġlkokuma ve yazma kitabının içerisinde öğretmenlere yönelik uyarılar
olması 1926 yılında toplanan Ġlk Mektep Kitapları Tetkik Komisyonu‟nun
Alfabe Kitapları Raporunda “Elifba kitaplarının içinde muallimlere aid
birtakım ihtiyarlar bulundurulması muvafık değildir” (Gürel, 1997:69)
denilerek eleĢtirilmektedir.
22
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Nuhbetü‟l-Etfâl‟de dersler Ģu Ģekilde verilmiĢtir:
BĠRĠNCĠ DERS: Bu derste nesih yazısı gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede
verilmiĢtir. (s.11)
ĠKĠNCĠ DERS: Bu derste talik yazısı gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede
verilmiĢtir. (s.11)
ÜÇÜNCÜ DERS: Bu derste dîvanî yazı gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede
verilmiĢtir. (s.12)
DÖRDÜNCÜ DERS: Bu derste rika yazısı gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede
verilmiĢtir. (s.12)
Resim 1
BEġĠNCĠ DERS: Bu derste harflerin ilk dört derste verilen yazı çeĢitlerindeki
Ģekilleri bir arada gösterilmiĢtir. 140 harf bir çizelgede verilmiĢtir. (s.13)
ALTINCI DERS: Bu derste harflerin kelimedeki yerine göre aldıkları Ģekillere
yer verilmiĢtir. Harflerin bağımsız halleri ile baĢta, ortada ve sonda yer adlıkları
zamanki Ģekilleri gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede yer almıĢtır. 124 harf bir
çizelgede verilmiĢtir. (s.13–14)
YEDĠNCĠ DERS: Bu derste rakamlar tanıtılmıĢtır. Birler, onlar, yüzler ve
binler basamakları gösterilmiĢtir. (s.15) Bu konu da Ġlk Mektep Kitapları Tetkik
Komisyonu‟nun Alfabe Kitapları Raporunda eleĢtirilmiĢtir.
SEKĠZĠNCĠ DERS: Bu derste harfler dıĢında kullanılan bazı iĢaretler
T. Aksoy – Z. Gürel
Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim…
23
anlatılmıĢtır. Üstün (fetha), esre (kesre), ötre (zamme), tenvin, cezm, Ģedde,
medd, nokta ve Türkçe kelimelerdeki o, ö, u ve ü seslerini göstermek için
kullanılan iĢaretler gösterilmiĢtir. 18 hareke bir çizelgede verilmiĢtir. (s.15–16)
Resim 2
DOKUZUNCU DERS: Bu derste üstün, esre ve ötrenin kullanımı anlatılmıĢ,
sonu seslilerle biten heceler (açık heceler) verilmeye baĢlanmıĢtır. Harflerin
seslilerle birlikte okunuĢları bir çizelgede gösterilmiĢtir. Lâmelif harfinin
harekeli okunuĢu olmadığından harf sayısı 34‟e düĢürülmüĢtür. 34 harfe üç
hareke eklenmiĢ, 102 hece bir çizelgede verilmiĢtir. (s.16)
ONUNCU DERS: Bu derste tenvin iĢaretinin öğretimine geçilmiĢ, harflerin
tenvinli okunuĢları bir çizelgede gösterilmiĢtir. 34 harfe üç hareke eklenmiĢ,
102 hece bir çizelgede verilmiĢtir. (s.17)
ON BĠRĠNCĠ DERS: Bu derste sessiz harflerin önüne üstün, esre ve ötre
getirilerek heceler kurulmuĢtur. Sessiz harflerin seslilerle birlikte okunuĢları bir
çizelgede gösterilmiĢtir. 34 harfe üç hareke eklenmiĢ 102 hece bir çizelgede
verilmiĢtir. (s.17–18)
ON ĠKĠNCĠ DERS: Bu derste sessiz harflerin önüne a sesi getirilerek heceler
kurulmuĢtur. Sessiz harflerin a sesi ile birlikte okunuĢları bir çizelgede
gösterilmiĢtir. Daha önce öğretilen bu konu tekrar edilmiĢtir. Elif harfi listeden
çıkarılmıĢ, 33 hece bir çizelgede verilmiĢtir. (s. 18)
24
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Resim 3
ON ÜÇÜNCÜ DERS: Bu derste sessiz harflerin önüne med, üstün, esre ve ötre
getirilerek heceler kurulmuĢtur. Sessiz harflerin seslilerle birlikte okunuĢları bir
çizelgede gösterilmiĢtir. 136 hece bir çizelgede verilmiĢtir. (s.18–19)
BĠRĠNCĠ SINIF, BĠRĠNCĠ KISIM: Kelime öğretimine bu dersten itibaren
geçilir. Bu derste med, üstün, esre, ötre ve Ģedde iĢaretleriyle tek heceli
kelimeler oluĢturulmuĢ, örnekler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen
kelimeler Ģunlardır: āb, āt, āc, āç, āz, āò, āl, āv, āh, āy, eb, et, er, es, eĢ,
ek, eñ, eg, el, ev, bit, bir, biz, çil, dil, siz, òır, òız, òıs, kıl, büt, pür,
püj, õüz, dur, êul, šum, òul, gül, mül, cell, óabb, õaëë, õakk, óall, êull,
rebb, redd, Ģekk, medd. (s. 20)
ĠKĠNCĠ KISIM: Bu derste üç harfle ve bir harekeyle yazılıp iki, üç ve dört sesi
karĢılayan heceler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu
ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: öñ, on, ün, un, öz, üz, uz, öc, üç, uc,
bād, bār, bās, bāġ, bāl, pāk, pāy, sāl, māh, māl, beyt, berk, baŤż, terk,
cevf, seyf, šayf, feyż, òabż, meyl, ib, it, bil, pir, tir, çirk, Ģirk, šıdò, fisò,
kiêb, böl, bul, bol, büz, buz, boz, çöl, çul, hor, hun. (s. 20)
ÜÇÜNCÜ KISIM: Bu derste dört harf ve bir hareke ile oluĢturulan kelimeler
verilmiĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen
kelimeler Ģunlardır: ört, örs, ürk, ölç, ţurb, òonc, òurt, kürt, kürk, köĢk
T. Aksoy – Z. Gürel
Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim…
25
(s.20–21)
ĠKĠNCĠ SINIF, BĠRĠNCĠ KISIM: Bu derste üç harfle yazılmıĢ iki heceli
kelimeler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders
öğretilen kelimeler Ģunlardır: āõir, ādem, āzin, āõiz, āsif, āšıf, āfet, ākil,
āmir, āmil, ebed, eŝer, ecel, edeb, ezel, esed, eger, emel, eòall, ehem,
binā, celā, rıżā, semā, livā, Ģifā, ricā, żiyā, ġıdā, nidā, ümmet, cübbe,
cüŝŝe, südde, sükker, sünnet, šure, òubbe, gülle, müddet, (s.21)
ĠKĠNCĠ KISIM: Bu derste dört harfle yazılmıĢ iki heceli kelimeler anlatılmıĢ,
örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler
Ģunlardır: atlu, atmaò, acdıò, açmaò, ārām, ārzū, ażmaò, almaò, aldıò,
ayru, rāsiõ, rāsim, Ģākir, šāib, šāim, šālió, ţāhir, Ťadil, Ťalim, Ťaid, ecza,
eĢref, aġla, efraó, efżal, ekrem, evsaţ, devlet, kurak, kuĢak, ibrā, ibòa,
icrā, iska, imlā, incū, ýmā, civa, sýret, miŤad, akkāl, eyyām, cerrāó,
óammāl, remmāl, õaffāf, dellāl, faššāl, faŤāl, meddāó, bölük, börek,
döĢek, düĢük, zümrüd, Ģurūţ, koruk, kürek, mülūk, yürek. (s. 21)
Resim 4
ÜÇÜNCÜ KISIM: Bu derste beĢ harfle yazılmıĢ iki heceli kelimeler
anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen
kelimeler Ģunlardır: ābdest, acmaz, ābdān, aõlāò, āĢbāz, ašdar, ašmaz,
aòmaz, añmaz, almaz, ebvāb, ebyaż, abyāt, eŝvāb, ecdād, esbāb, efŤāl,
26
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
pervāz, peĢkýr, herguĢ, , iblāġ, itmām, iclāl, iósān, islā, iŤlām, iòrār, ifrār,
ikrām, mirāŝ, urguñ, urmaò, örmek, ürmek, oruc, ökce, burma, bozma,
öñce, çoŝmak. (s. 21)
DÖRDÜNCÜ KISIM: Bu derste altı harfle yazılmıĢ iki heceli kelimeler
anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen
kelimeler Ģunlardır: bāġbān, sārbān, ţāòsun, , òalsun, kārdan, kavrān,
māldār, nārdenk, bulsun, bolsuñ, bölsün, olġun, yorġun, poršuò, çözgün,
òuyruò. (s. 22)
ÜÇÜNCÜ SINIF, BĠRĠNCĠ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle
yazılan üç heceli (harekeli) kelimelere yer verilmiĢ, örnek kelimeler bir
çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: aġlamaò,
aòšamaò, eğlence, aldatmaò, emekdar, aheste, beñzemek, Ģāhzāde,
feraónāñ, iftiõār, iktisāb, ciõānpare, sipāriĢ, sipāhi, Ģināver, šıyrılmıĢ,
òıvrılmıĢ, òırılmıĢ, òurulmuĢ, mücessem, müretteb, müĢerref, müšennaŤ,
müfeõõeb, muòarreb, mümeyyiz, müveĢĢeó. (s. 22–23)
ĠKĠNCĠ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle yazılan dört heceli
(harekeli) kelimeler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu
ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: aõterĢýnās, āsiyāger, alıĢdırmaò, ,
ayaġından, perverdigār, dāniĢverān, leţāfetlū, meróametlū, bıraòmaòlıò,
bıçaòlama, dilsizlik, sipāhýden, ţırmalama, firārları, kirālamaò, minderleri,
süngerimsi, müteóākim, müteleêêiê, mücādele, muóāsebe, müĢāvere,
muŤārefe, muŤāmele. (s. 23)
ÜÇÜNCÜ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle yazılan beĢ heceli
(harekeli) kelimelere yer verilmiĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir.
Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: ikrāmlandırmak,
iósānlarından,
temizlenmiĢler, mülāzımları, seõāvetinden, ţabýŤatları, gitmelerinden,
leblebicilik. (s. 24)
DÖRDÜNCÜ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle yazılan altı heceli
(harekeli) kelimeler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu
ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: alıòonanlardan,
imtióānlarından,
imtiŝāllerinden,
temizlendirmeleri,
õāżırlanmıĢlardan,
òıvırcıòlanması,
gösterilmiĢleri, mülāţıffaları. (s. 24)
BEġĠNCĠ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle yazılan yedi, sekiz,
dokuz, on ve on bir heceli (harekeli) kelimelere yer verilmiĢ, örnek kelimeler
bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu derste öğretilen kelimeler Ģunlardır:
òarındaĢlarımızı, nigāristānlarından, pertevlendirmelerinden, aĢılanmamıĢları,
temāĢālandırmalarıñızı, aġaçlıòlandırmamaòlarıñızı. (s. 24)
DEĞERLENDĠRME
Görüldüğü gibi Nuhbetü‟l-Etfâl bir Türkçe sevdalısı tarafından yazılıp sadece
heves boyutunda kalmayarak oldukça emek verilerek hazırlanmıĢ bir kitaptır.
Eserde çocuklar, anlamsız hece yığınlarıyla boğulmamıĢ, tek heceden on bir
heceye kadar çıkan kelimelerle Türkçenin öğretimi zenginleĢtirilmiĢtir. Ayrıca
T. Aksoy – Z. Gürel
Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim…
27
çocukların zevkle okuyacakları hikâye ve karĢılıklı konuĢma metinlerine yer
verilmiĢtir. Bugün için çocuk edebiyatının birer örneği olan bu hikâyelerin
eğitici öğretici olmalarına dikkat edilmiĢtir.
Karınca ile Ağustos Böceğinin
Hikâyesi
Bağcı ile Evlatlarının Hikâyesi
Resim 5
Türkçenin eğitimi ve öğretiminin temelini ilk okuma ve yazma öğretimi
oluĢturmaktadır. Ġlkokuma ve yazmanın bütün eğitim hayatının temel unsuru
olması nedeniyle önemi ortadadır. Bu nedenle çocukların, yaĢamları boyunca
baĢarılı bireyler olarak toplumda boy gösterebilmeleri için iyi bir ana dili
eğitiminden geçirilmeleri Ģarttır.
Türkçenin
öğretiminde
izlenecek
yöntem
ve
tekniklerin
belirlenmesinde, hazırlanacak kitaplardaki metinlerin seçiminde, çocukların
bedensel, sosyal ve zihinsel yapısı ile dil geliĢim özellikleri etkili olmaktadır.
Bu yüzden ders kitabı yazımının bilimsel temellere dayanması, çocuk
edebiyatının seçkin örneklerini barındırması gereklidir.
Batılı ülkelerin ilk okuma ve yazma kitaplarına baktığımızda bizim
kitaplarımızın ne yazık ki çok eksiği olduğu görülmektedir. Avrupa ülkelerinde
kitapların, sayıları otuzu geçen ek materyalleri bulunmaktadır. Nuhbetü‟lEtfâl‟de kitabın içinde yer aldığı söylenen ancak günümüze ulaĢmayan „delikli
28
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
kâğıt‟ adlı bir ders aracı vardır. Bu tek araçtan günümüzdeki dört kitaplık
takımlara ulaĢılmıĢtır. Ancak ek materyal olarak daha çok ürüne ihtiyaç
duyulmaktadır.
Türkçenin eğitimi ve öğretiminde eski yıllara göre büyük bir ilerleme
kaydedilmiĢtir. Eğitimde yeni anlayıĢlar benimsenmiĢ, ilk okuma ve yazma
öğretimine verilen önem artmıĢ, Türk Dil Kurumu bünyesinde Türkçenin
eğitimi ve öğretimi çalıĢma grubu kurulmuĢ, dört temel dil becerisi ve yeni
programla birlikte ortaya çıkan görsel okuma ve görsel sunu üzerine yazılmıĢ
bilimsel yayınlar çoğalmıĢtır. Bu sevindirici geliĢmeler ana dili eğitimine
verilen önemi göstermektedir.
Uzun yıllar ülkemizde uygulanmıĢ olan “Cümle Yöntemi”ne son
verilerek 2004–2005 öğretim yılının baĢında altı il ve yüz yirmi deneme
okulunda, 2005–2006 öğretim yılından itibaren bütün ilköğretim okullarında
“Ses Temelli Cümle Yöntemi”ne geçilmiĢtir.
Türkçede harflerle harflerin karĢıladığı ses arasında bir uyum
olduğundan bu yöntem Türkçenin ses yapısına uygundur. Ġlkokuma ve yazma
öğretiminin seslerle baĢlaması, seslerden anlamlı heceler ve kelimeler
oluĢturularak cümlelere ulaĢılması sürecini izleyen “Ses Temelli Cümle
Yöntemi” eskiden beri uygulanmakta olan harf (alfabe-tesmiye) yönteminin
geliĢtirilmesiyle oluĢmuĢtur.
ÖNERĠLER
1) Nuhbetü‟l-Etfâl‟in yazıldığı dönemden günümüze kadar pek çok ilk okuma
ve yazma öğretim yöntem ve tekniği geliĢtirilmiĢtir. Uygulanacak ilk okuma ve
yazma öğretim yöntem ve teknikleri, ülkemizdeki tarihî geliĢim göz önünde
tutularak, kapsamlı araĢtırma ve alan çalıĢmalarıyla belirlenmelidir.
2) Türkçenin yapısına uygun farklı ilk okuma ve yazma yöntem ve teknikleri
geliĢtirmek için sürekli bilimsel çalıĢmalar yapılmalıdır.
3) ÇalıĢmamıza konu olan Nuhbetü‟l-Etfâl eğitim tarihimiz bakımından önemli
bir eserdir. Bu nedenle Nuhbetü‟l-Etfâl‟in yazıldığı dönem içerisindeki yerinin
ayrıntılı biçimde incelenmesi gereklidir.
4) Ġlkokuma ve yazma öğretimi, Türkçe eğitimi ve öğretiminin ilk ve en önemli
basamağıdır. Daha bilimsel, çağdaĢ ve estetik bir okuma ve yazma öğretimi bu
alanda yoğunlaĢmayla mümkündür. Bu bağlamda, Türkçe eğitimi ana bilim dalı
altında, bir ilk okuma ve yazma öğretimi bilim dalı kurulmalıdır. Kurulacak bu
bilim dalında, ilk okuma ve yazma öğretiminde takip edilecek yöntem ve
teknikler, ders kitapları ve müfredat programları sorunlarına çözüm önerileri
üretilecektir.
5) Nuhbetü‟l-Etfâl‟in içindeki hikâye ve fabl örnekleri çocuk edebiyatı
bakımından önemli metinlerdir. Ġlkokuma ve yazma öğretiminde çocuk
edebiyatından yararlanılması gerekliliği o zaman bile bilinmektedir. Bu sebeple
ilk okuma ve yazma öğretimi kitaplarında çocuk edebiyatının seçkin örneklerine
yer verilmeli, çocuğun edebiyatla olan ilk teması sağlam temellere
T. Aksoy – Z. Gürel
Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim…
29
dayandırılmalıdır.
6) Okuma ve yazma öğretmek için hazırlanan ders kitapları, biçim ve içerik
açısından bilimsel çalıĢmaların bir ürünü olmalıdır. Ders kitaplarında,
çocukların okuma becerilerini geliĢtiren serbest okuma parçaları bulunmalıdır.
7) Nuhbetü‟l-Etfâl, Osmanlı döneminde kullanılan farklı yazı çeĢitlerinin yaygın
olanlarını da öğretmeyi amaçlamaktadır. Bu sebeple Nuhbetü‟l-Etfâl
günümüzde eski yazıyı okumaya çalıĢanlarca da kaynak kitap olarak
kullanılabilir.
KAYNAKÇA
AKYOL, Hayati. Yeni Programa Uygun Türkçe Öğretim Yöntemleri, Ankara: Kök
Yay. 2006.
AKYÜZ, Yahya. “Resimli Ġlk Türkçe Alfabe Kitabı ve Okuma Kitabımız ve Türk
Eğitim Tarihindeki Yeri” Millî Eğitim Dergisi, s. 147, 2000, ss.3–9.
ARGUNġAH, Hülya. “Kayseri Doktor Mehmet RüĢtü‟nün Nuhbetü‟l-Etfal‟i”, Kayseri
ve Yöresi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi ġöleni, Bildiriler, Kayseri: Erciyes
Üniversitesi Yay, C. 1, 2001, ss. 65-73.
BAYMUR, Fuat. Ġlk Okuma ve Yazma Öğretimi, Ġstanbul: Devlet Bas. 1939.
CEMĠLOĞLU, Mustafa. Ġlköğretim Okullarında Türkçe Öğretimi, Bursa: Uludağ
Üniversitesi Güçlendirme Vakfı Yay. 1998.
ÇELENK, Süleyman. Ġlkokuma-Yazma Programı ve Öğretimi, Ankara: Anı Yay.
2005.
DOKTOR RÜġTÜ. Nuhbetü’l- Etfal, Ġstanbul: Nesib Efendi Destgahı, 1274/1858.
ERKMEN, Nazan. “ÇağdaĢ Bir Ders Kitabı Nasıl Olmalı? Ders Kitabını Mükemmel
Yapan Nitelikler” Türkiye’de ve Almanya’da Ġlköğretim Ders Kitapları
Sempozyumu, (Edit. Hasan CoĢkun, Ġsmail Kaya, Jörg Kuglin), Ankara: TürkAlman Kültür ĠĢleri Kurulu Yay.1996, ss.37–47.
GÖGÜġ, BeĢir. Ġlkokullarda Türkçe Öğretimi Kılavuzu, Ġstanbul: ME Bas. 1968.
GÜNEġ, Firdevs. Ders Kitaplarının Ġncelenmesi, Ankara: Ocak Yay. 2002.
GÜREL, Zeki. “Çocuk Edebiyatı ve Ġki Rapor”, Kastamonu Eğitim, s. 2, 1997, ss. 6373.
KAVCAR, Cahit, Ferhan OĞUZKAN, Sedat SEVER. Türkçe Öğretimi, Ankara: Engin
Yay. 1997.
MARSHALL, Julia. Anadili ve Yazın Öğretimi, Çev. Cahit KÜLEBĠ, Ankara: BaĢak
Yay. 1994.
MEB. Ġlköğretim Türkçe Dersi (1–5. Sınıflar) Öğretim Programı ve Kılavuzu,
Ankara: Devlet Kitapları Müdürlüğü Bas. 2005.
ġAHBAZ, Namık Kemal. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1928) Türkiye’de
Ġlkokuma ve Yazma Öğretimi, YayımlanmamıĢ Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005.
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
ORTA DOĞU ÜLKELERĠNĠN TÜRK DIġ POLĠTĠKASINA BAKIġI:
GAZZE SAVAġI BAĞLAMINDA BĠR ANALĠZ *
Veysel AYHAN

ÖZET
Gazze SavaĢı, 2006 Ocağında iĢgal altındaki Filistin topraklarında düzenlenen
genel seçimlerden Hamas‟ın tek baĢına hükümeti kuracak çoğunluğu elde etmesiyle
derinleĢen Ġsrail-Hamas gerginliğine dayanmaktadır. Hamas‟ın 132 sandalyeli Filistin
Parlamentosu için yapılan seçimlerden 76 sandalye kazanarak hükümeti tek baĢına
kuracak çoğunluğu elde etmesi, Ġsrail‟de büyük bir tepkiye yol açmıĢtır. Seçimlerden
sonra Ġsrail hükümeti tarafından yapılan açıklamalarda Hamas‟ın doğrudan veya dolaylı
bir Ģekilde içerisinde yer alacağı Filistin Otoritesi‟nin “terörist bir otorite” olarak kabul
edileceği ve meĢru bir hükümet olarak tanınmayacağı ifade edilirken, sözkonusu
yönetimle her alanda mücadele edileceğinin altı çizilmiĢtir. Ġsrail‟in Hamas‟ı tecrit
politikalarına karĢın Türkiye ise seçimlerin hemen ardından bir Hamas heyetiyle
Türkiye‟de görüĢmüĢtür. Türkiye‟nin temel politikası seçimleri kazanmıĢ bir parti olan
Hamas‟ın Orta Doğu barıĢ sürecinden dıĢlanmasına karĢı çıkmaktı. Nitekim Gazze
SavaĢı öncesi ve sonrası dönemde de Türkiye, Hamas‟ın barıĢ sürecinin bir tarafı olarak
kabul edilmesi yönündeki giriĢimlerini sürdürmüĢtür. Bu çalıĢmada Gazze SavaĢı,
Türkiye‟nin Tepkisi ve Türkiye‟nin politikasının Arap ülkelerindeki yansımaları
irdelenecektir.
ABSTRACT
Gaza War based on Israel-Hamas tension becoming deep after the Palestinian
group won the elections in January 2006. Israel reacted to Hamas which was to come to
power alone after winning the 76 seats in the result of election held for Parliament
composed of 132 seats. In the statements made by Israeli government after election, that
Israel will accept the Palestinian Authority directly or indirectly consisted of Hamas as
“Terrorist Authority”, and will not recognize this authority as legal government. Israel
underlined that it will fight with this authority in all areas. Israel and the United States
were seeking to isolate the Hamas. But Turkey, Israel's closest regional ally, welcomed a
Hamas delegation to Ankara shortly after it won elections. Turkey defended its dialogue
with the Hamas leader and has repeatedly asked the Hamas should be involved in the
Middle East peace process. This study examines Gaza War, Turkey‟s reaction and
*
Bu çalıĢma, TÜBĠTAK 107K447 nolu proje kapsamında Orta Doğu ülkelerinde gerçekleĢtirilen saha
çalıĢmaları sonuçu elde edilen gözlem ve mülakatlarla desteklenmiĢtir.

Yrd. Doç. Dr., Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası ĠliĢkiler Bölümü [email protected]
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
31
reflections of Turkish policy on the Arab countries.
ĠSRAĠL-HAMAS GERGĠNLĠĞĠ: GAZZE SAVAġI
Filistin‟de özerk yönetim parlamentosu üyelerinin belirlenmesi için
2006 Ocağından gerçekleĢen seçimlerden Hamas‟ın tek baĢına hükümeti
kuracak çoğunluğu elde etmesinin ardından Ġsrail‟in Hamas‟ı tanımama ve
onunla politik, ekonomik ve askeri tüm alanlarda mücadelesini sürdürme kararı3
uluslararası kamuoyundan destek görmüĢ ve bu çerçevede Batılı ülkeler ve
özellikle Amerikan hükümeti Hamas‟ın içerisinde yer alacağı Filistin
Otoritesi‟ni tanımayacağını açıklamıĢtır.4 Buna rağmen Hamas‟ın hükümeti
kurmasını engelleyememiĢlerdir. Ancak, 2006-2009 arası dönemde Ġsrail‟in ve
uluslararası kamuoyunun Hamas‟ı tecrit etme politikaları sonucu Filistin
topraklarında baĢlayan ekonomik ve sosyal sorunlar kısa sürede bölgede FetihHamas rekabetinin derinleĢmesine yol açmıĢtır. Ġki Filistinli grup arasında
yaĢanan gerginlik ve çatıĢma süreci 2007 Haziranında yerini bir iç savaĢa
bırakmıĢtır. ÇatıĢmalar Fetih‟in Batı ġeria‟da, Hamas‟ın da Gazze ġeridi‟nin
kontrolünü ele geçirmesiyle farklı bir aĢamaya geçerken, iĢgal altındaki Filistin
toprakları da fiili olarak iki ayrı iktidara bölünmüĢ oldu. Öte yandan Gazze‟nin
Hamas‟ın silahlı güçlerinin kontrolüne geçmesinden hemen sonra Ġsrail,
Gazze‟ye karĢı uyguladığı ambargo ve abluka politikasını daha da
sertleĢtirmiĢtir. YaklaĢık 1,5 milyon insanın yaĢadığı Gazze‟de Ġsrail‟in ambargo
uygulaması sonucu ciddi ekonomik, sosyal ve sağlık sorunları baĢ göstermiĢtir.
Diğer yandan Gazze kuĢatmasının sürdüğü dönemde Ġsrail hava kuvvetleri de
aralıklı bir Ģekilde Gazze‟deki Hamas militanlarına ve destekçilerine karĢı hava
operasyonları düzenleme politikasını sürdürmüĢtür. Sözkonusu saldırılar
sırasında Hamas militanlarının yanı sıra birçok sivil de yaĢamını yitirmiĢtir.
Ġsrail‟in saldırılarına kısa menzilli roketlerle karĢılık vermeye çalıĢan Hamas‟ın
tecridi kaldırma politikası ise uluslararası toplum tarafından destek görmemiĢtir.
KarĢılıklı saldırıların sürdüğü Haziran 2008‟de Mısır‟ın giriĢimleriyle Ġsrail ve
Hamas arasında altı aylık bir ateĢkes kabul edildi. Hamas, 19 Haziranda
yürürlüğe giren ateĢkesi Gazze‟ye uygulanan ambargonun kaldırılmasına zemin
hazırlamak için kabul ederken, Ġsrail de Hamas‟ın roket saldırılarını durdurmak
için kabul etmiĢti. Aralık ortalarında ateĢkesin bir kez daha uzatılıp
uzatılmayacağının tartıĢıldığı günlerde Hamas yetkileri yaptıkları açıklamada
Ġsrail‟in ateĢkes koĢullarına uymadığını ileri sürerek 19 Aralıkta son bulacak
ateĢkesi uzatmayacaklarını açıklamıĢlardır. Hamas‟a göre ateĢkesin
uzatılabilmesi için Ġsrail‟in Gazze‟ye uyguladığı ambargo ve abluka politikasını
terk etmesi, insani yardımların serbest bırakılması ve sınırları açması gerekirdi.
Hamas ayrıca Ġsrail‟i ateĢkesin yürürlükte olduğu dönemde askeri saldırılarını
3
American-Israeli Cooperative Enterprise, Israeli Cabinet Announces Measures in Reaction to
Hamas
Election
Victory,
(February
19,
2006),
http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Peace/cabinet021906.html (e.t. 29.02.2009)
4
Tepkiler hakkında bkz., Many Turner, “Building Democracy in Palestine: Liberal Peace Theory
and the Election of Hamas”, Democratizations, Vol:13, no:5 (Dec., 2006), ss. 739-740
32 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
sürdürmekle suçlamıĢtı. Nitekim 4 Kasım 2008 tarihinde Gazze‟ye düzenlenen
Ġsrail saldırısı sırasında altı Hamas militanının yaĢamını yitirmesi, insani
yardımların Gazze‟ye sınırlı miktarda giriĢine izin verilmesi ve sınırların kapalı
tutulması Ġsrail‟in ateĢkes koĢullarına uymadığını göstermekteydi. 18 Aralıkta
Hamas‟ın ateĢkesi uzatmayacağını açıklamasından yaklaĢık bir hafta sonra
Gazze‟ye yönelik Ġsrail hava saldırıları baĢlamıĢtır. Sözkonusu hava saldırıları
geniĢ kapsamlı bir kara harekâtının baĢlayacağının göstergesiydi.5
Diğer yandan Ġsrail askeri birimleri tarafından da açıklandığı üzere
Ġsrail‟in kapsamlı bir Gazze Operasyonuna ateĢkes döneminde hazırlandığı
anlaĢılmaktadır.6 Cordesman‟ın resmi belgeler, açıklamalar ve mülakatlara
dayandırarak hazırladığı Gazze SavaĢı adlı Raporda Ġsrail‟in 2006 Ġsrail-Lübnan
SavaĢı‟nın ardından kapsamlı bir Hamas operasyonu için hazırlanmaya
baĢladığını ileri sürmektedir. Hizbullah ile yapılan savaĢtan askeri, politik ve
psikolojik anlamda önemli dersler çıkartan Ġsrail Savunma Güçlerinin olası
Gazze saldırısı için özel bir askeri eğitim ve tatbikatlar yaptığını ileri sürmüĢtür.
Cordesman‟a göre saldırı stratejisinin temelinde gizlilik ve yanlıĢ yönlendirme
önemli bir yer tutmuĢtu. Hazırlık aĢamasının gizli tutulması, ani ve sürpriz bir
saldırı ile Hamas‟a ağır darbe vurulması amacına yönelikti. Ayrıca Mısır ve
Türkiye ziyaretleri gerçekleĢtirilerek Hamas‟a yanlıĢ mesajlar gönderilmesi
sağlanmıĢtır. Diğer bir deyiĢle Ġsrail, saldırı olasılığını gizlemek ve sorunu
barıĢçıl yöntemlerle çözmek istediğine dair bir algılama yaratmak için Mısır ve
Türkiye‟ye ziyaretler de bulmuĢtu Cordesman, DıĢiĢleri Bakanı Livni‟nin
Mısır‟a gönderilmesinin saldırı planının bir parçası olduğunu ileri sürmektedir.7
Sözkonusu ziyaretlerin hemen ardından 27 Aralıkta Ġsrail‟in sürpriz saldırısı
baĢlamıĢtı.
27 Aralıkta yoğun bir hava saldırısı ile baĢlayan Gazze SavaĢında Ġsrail
öncelikli hedefleri arasında doğrudan Hamas‟ın lider kadrosu ile Hamas‟ın
denetiminde olan askeri, sıhhî, sosyal ve kültürel tesisler ile yerleĢim birimleri
vardı. Ġsrail‟in büyük çaplı ve kapsamlı bir operasyona giriĢmesini beklemeyen
Hamas ise saldırılara hazırlıksız yakalanmıĢtı. Nitekim 27 Aralıkta SavaĢ
uçakları ve helikopterlerin katıldığı ilk günkü hava bombardımanında fırlatılan
füzeler, Hamas‟a ait güvenlik birimleri, karargâhlar, sosyal hizmet binalarını ve
istihbarat birimlerini hedef alırken saldırılarda 279 kiĢi yaĢamını yitirmiĢ ve
5
Bu konuda bkz., Anthony H. Cordesman, “The “Gaza War”: A Strategic Analysis”, Center for
Strategic International Studies, February 2, 2009, s. 15
6
27 Aralık saldırılarından önce Haaretz Gazetesi tarafından bazı bölümleri yayınlanan Ġsrail
Ulusal Güvenlik Stratejisi‟nde Hamas‟ın 2009 Ocağında gerçekleĢecek olan Filistin Otoritesi
seçimlerini kazanma olasılığına karĢın Ġsrail‟in uluslar arası toplum ve ABD ile çatıĢmayı göze
alarak seçimlerinin yapılmasını engellemesi üzerinde durulmuĢtu. Gazete‟nin ileri sürdüğüne göre
Rapor‟da ateĢkesin çökmezi ve Gazze ġeridi‟nde çatıĢmaların tekrar baĢlaması durumunda, Ġsrail
Gazze‟deki Hamas iktidarını mutlaka düĢürmesi gerektiği ifade edilmiĢ. Bkz.: Barak Ravid,
“Defense Establishment Paper: Golan for Syria Peace, plan for Iran Strike”, Haaretz Newspaper,
29 Kasım 2008.
7
Cordesman, loc.cit.
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
33
yaklaĢık 900 kiĢi de yaralanmıĢtı. Hava saldırıları daha sonraki günlerde
Hamas'ın önemli kültürel simgelerinden olan Ġslam Üniversitesi, BM‟e ait
okullar, atölyeler, hastaneler ve sivil yerleĢim birimlerine kadar geniĢleyecekti.8
4 Ocak günü Gazze‟nin etrafında konuĢlandırılan Ġsrail kara birliklerinin
Gazze‟nin içlerine doğru askeri harekâtı baĢlatmasıyla 17 Ocak akĢamına kadar
sürecek olan kara harekâtı da baĢlamıĢ oldu. Kara harekâtının baĢında bir
açıklama yapan Ġsrail Savunma Gücü (IDF) sözcüsü hedeflerinin “teröre destek
verenler, teröre lojistik destek sağlayanlar ve çocuklarını veya eşlerini terör
amaçlı eylemlerde kullananların, terörist muamelesi göreceklerini” belirtmiĢti.9
Sözkonusu açıklamadan da anlaĢıldığı üzere Gazze ġeridi‟nde Ġsrail karĢıtı sivil
protesto eylemlere karıĢmıĢ bulunan çocuklar ve kadınlar da hedef olarak
seçilmiĢ bulunmaktaydı.
Kara harekâtının ilk günlerinde Ġsrail ordusunun güçlü bir direniĢle
karĢılaĢmadan ilerlemesi Hamas‟ın hem bir savunma planı kurmadığını hem de
taktiksel olarak cephe savaĢına girecek hazırlığa sahip olmadığını göstermiĢti.
Ancak, Ġsrail Savunma Gücü‟nün ortaya koyduğu savaĢ stratejisi Filistin
tarafında yaĢanan sivil ölümlerin yüksek olmasına yol açtı. Nitekim 27 Aralık18 Ocak arası süren saldırılar sırasında BM verilerine göre 412‟si çocuk olmak
üzere 1300 kiĢi yaĢamını yitirmiĢtir. 1855‟i çocuk olmak üzere 5450 kiĢide de
Ġsrail saldırıları sonucu yaralanmıĢtır.10 Ġsrail saldırıları sırasında buldozerlerin
de kullanılması sonucu 20.614 yerleĢim birimi kullanılamaz hale gelmiĢtir.
Yakılan yerleĢim birimleri arasında 25 okul, 10 su deposu, 10 elektrik santrali
de bulunmaktaydı. Ayrıca ekili tarım alanlarının %80‟i tahrip edilmiĢtir. 11
Gazze SavaĢı 17 Ocakta Ġsrail‟in Mısır tarafından önerilen ateĢkes
koĢullarını kabul etmesinin ardından Hamas‟ın da ateĢkes anlaĢmasını kabul
ettiğini açıklamasıyla son bulmuĢtu. 21 Ocakta Ġsrail kara birlikleri Gazze‟den
çekilmiĢtir.12 SavaĢın Ġsrail için askeri ve sivil kayıpları ise yalnızca 14 ölü
olarak verilmiĢtir. Gazze SavaĢı sırasında Ġsrail askeri birimlerinin kayıpları ise
yalnızca 10 asker olarak açıklanmıĢtır. Bunlardan dört tanesi dost ateĢiyle
yaĢamını yitirmiĢtir. Askeri kayıpların yanı sıra sivil kayıpların sayısı ise dört
Ġsrailli olarak açıklanmıĢtı. KarĢılaĢtırmalı olarak bakıldığında Ġsrail‟in
Hamas‟la doğrudan bir çatıĢmaya girmediğini ve daha ziyade sivil-militan
hedefi gözetmeksizin Gazze‟de yaĢayan herkesi düĢman olarak gördüğü
söylenebilir. Nitekim saldırılar sırasında uluslararası hukuk tarafından
8
Ibid., s. 31. Detaylı bilgi için Filistin Bilgi Merkezi Resmi Sitesi‟ne bkz., The Palestinian
Information Center (PIC), http://www.palestine-info.co.uk/en/ (e.t. 22.02.2008)
9
Embassy
of
Israel,
“IDF
Operation
in
Gaza:
Cast
Lead”,
“http://www.israelemb.org/Operation%20Cast%20Lead/Website4.htm (e.t. 21.02.2008)
10
Cordesman, op. cit., 62
11
Ibid., ss. 76-77
12
Hamas‟ın ateĢkesi kabul etmesinde Türkiye‟nin önemli bir rol oynadığı ileri sürülmektedir,
bkz.,
CNNTurk
Haber,
“Hamas,
Türkiye'nin
Talebiyle
AteĢkes
ilan
etti”,
http://www.cnnturk.com/2009/turkiye/01/19/hamas.turkiyenin.talebiyle.ateskes.ilan.etti/509564.0
/index.html (e.t. 22.02.2008
34 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
“yasaklanmıĢ silahların kullanılması”, BM‟e ait okulların vurulması ve çocuk
ölümlerindeki yükseklik Ġsrail‟in topyekün Gazzelileri cezalandırmak istediğini
göstermektedir.13
ĠSRAĠL SALDIRILARINA TÜRKĠYE’NĠN TEPKĠSĠ
27 Aralık 2008 tarihinde baĢlayan Ġsrail‟in Gazze Operasyonu‟na en sert
tepki veren ülkelerin baĢında Türkiye gelmiĢtir. BaĢbakan Erdoğan, Ġsrail‟in
hava harekâtının baĢlamasının hemen ardından yaptığı açıklamalarda Ġsrail‟i
saldırgan ve barıĢı tehdit eden taraf olarak nitelendirmekten çekinmemiĢtir.
Ġsrail‟i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye‟nin BaĢbakanı Erdoğan,
Gazze‟ye hava saldırılarının baĢladığı gün BirleĢmiĢ Milletler‟i ve uluslararası
kamuoyunu Ġsrail‟in saldırıları karĢısında göreve çağırmıĢ ve bir açık hava
hapishanesi olarak gördüğü Gazze‟de insanlara karĢı yapılan askeri operasyonu
sert bir dille eleĢtirmiĢtir.14 BaĢbakan Erdoğan Ġsrail‟in saldırılarını durdurması
için 27 Aralıkta BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ile bir görüĢme
gerçekleĢtirmiĢ, ardından çatıĢmaları durdurmak için bölge ülkeleri üzerinde
yoğun diplomatik faaliyetler baĢlatmıĢtır. Nitekim DıĢiĢleri Bakanlığı tarafından
yapılan resmi açıklamalarda da Ġsrail‟in askeri harekâtı derhal durdurması
istenmiĢ ve Gazze‟ye yönelik düzenlenen askeri operasyonda çok sayıda
Filistinlinin yaĢamını yitirmesi Ģiddetle kınanmıĢtır. DıĢiĢleri Bakanlığı
tarafından yapılan resmi açıklamalarda uluslararası toplumunun Gazze‟de
yaĢanan trajediye tepkisiz kalmaması ve acil insani yardımları baĢlatması talep
edilmiĢtir.15 30 Aralıkta toplanan Milli Güvenlik Kurulu‟nun ardından yapılan
basın açıklamasında Gazze SavaĢıyla ilgili olarak sivil ölümlerden duyulan
endiĢe dile getirilmiĢ ve askeri harekâtın derhal durdurulması, çatıĢmaların sona
erdirilmesi, diplomasiye öncelik verilmesi, Gazze‟deki halka insani yardımların
güvenli Ģekilde ulaĢtırılmasının sağlanması çağrısında bulunulmuĢtur.16
Dolayısıyla Türkiye‟nin Gazze SavaĢına yönelik vermiĢ olduğu tepkinin
hükümet düzeyinde kalmadığı, tüm kurumların aynı politikayı benimsediği
görülmektedir.
Diğer yandan Türkiye‟nin Gazze SavaĢına verdiği tepki bazı kesimler
tarafından Türkiye‟nin Orta Doğu‟da Hamas gibi radikal dini grupları
desteklediği iddialarını tekrar gündeme getirmiĢtir. Ancak Filistin sorunu
13
Ġsrail‟in Gazze SavaĢı sırasında uluslararası hukuku ihlal ettiği ve insanlık suçu iĢlediğine dair
iddiaları araĢtırmak için BM tarafından bir araĢtırma komisyonu kurulmasına karar verilmiĢ ve
komisyonun baĢkanlığına Richard J. Goldstone atanmıĢtır. Bkz., BM Ġnsan Hakları Komisyonu,
“Basın Açıklaması 03.03.2009”,
http://www.unhchr.ch/huricane/huricane.nsf/view01/2796E2CA43CA4D94C125758D002F8D25
?opendocument
14
NTV Haber, “Erdoğan: Ġsrail’in Saldırısı BarıĢa Darbe”, 29 Aralık 2008,
http://www.ntvmsnbc.com/news/470442.asp
15
27 Aralık ve 28 Aralık tarihinde yapılan 221 ve 222 Sayılı DıĢıĢleri Bakanlığı açıklamaları
16
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Resmi Sitesi, “30 Aralık 2008 Tarihli Basın Bildirisi”,
http://www.mgk.gov.tr/Turkce/basinbildiri2008/30aralik2008.html (e.t. 24.03.2009)
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
35
özelinde düĢünüldüğünde 2000 sonrası dönemde Türkiye‟nin Ġsrail saldırılarına
benzer tepkiler verdiği görülmektedir. Ġsrail, Nisan 2002'de, Batı ġeria‟ya
saldırıp Filistin lideri Yaser Arafat'ı kuĢattığında dönemin BaĢbakanı Bülent
Ecevit Ġsrail‟i "Filistin halkına karşı soykırım işlemekle" suçlamıĢtı. Mart
2004‟te Hamas lideri ġeyh Yasin‟in öldürülmesinin ardından da BaĢbakan
Erdoğan Ġsrail'i "terörist devlet" olarak nitelendirmiĢti.17 Türkiye 2006
Ocağında Filistin‟de gerçekleĢtirilen seçimlerin ardından hükümeti kuracak
çoğunluğu elde eden Hamas‟ı meĢru bir otorite olarak tanıyarak Filistin
konusunda Ġsrail ve Batılı ülkelerden farklı bir politika izlediğini bir kez daha
göstermiĢti. Özellikle seçimlerin ardından AKP hükümeti, Hamaslı yetkililerle
Ankara‟da bir görüĢme gerçekleĢtirerek Filistin sorununda hem Batı yanlısı
Arap hükümetlerinden hem de Ġsrail‟den farklı bir politik tutum ortaya
koymuĢtu. Hamas‟ı siyasal olarak tanımama giriĢimlerine karĢı AKP hükümeti
Filistin seçimlerinin ardından Hamas‟ın Siyasi Büro ġefi Halid MeĢal ile
Ankara‟da bir görüĢme gerçekleĢtirmiĢtir. 17 ġubat 2006 tarihinde Ankara‟da
gerçekleĢen görüĢmeye dönemin DıĢiĢleri Bakanı Abdullah Gül doğrudan
katılarak Hamas‟ın siyasal olarak tanınması yönünde hem Arap kamuoyuna
hem de uluslararası topluma önemli bir mesaj vermiĢti. 2006 sonrası dönemde
de Türkiye‟nin Hamas ve Filistin sorununa bakıĢı sürekli bir Ģekilde hem Ġsrail
ve ABD hem de Batı yanlısı Arap yönetimlerinden farklı bir çizgide olmuĢtur.18
Bu bağlamda 2008 Aralığında Ġsrail ile Hamas arasında askeri
çatıĢmaların tekrar baĢlamasından kısa bir süre sonra BaĢbakan Erdoğan
Ġsrail‟in politikalarını sert bir Ģekilde eleĢtirmesi dikkat çekmiĢtir. Çünkü
Türkiye‟nin çatıĢmaların baĢlamasından hemen sonra ve Arap ülkelerinin
çatıĢmalardan Hamas‟ı sorumlu tutma yönündeki tutumlarına karĢı doğrudan
Ġsrail‟i suçlayan açıklamalarda bulunması ve sorunu uluslararası platformlara
taĢıma giriĢimleri Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri Arap kamuoyu önünde
zor durumda bırakmıĢtır. Aynı günlerde Hizbullah lideri Nasrullah‟ın da
Mübarek rejimini Gazze‟de iĢlenen insanlık suçuna ortak olmakla suçlaması
dikkat çekicidir.19 Arap kamuoyunun ve entelektüellerinin Gazze saldırılarının
baĢında dikkatlerini ve ilgilerini Türkiye‟nin üzerine çeken geliĢme ise
Türkiye‟nin Ġsrail‟i Filistinlilere karĢı devlet terörü iĢlemekle suçlamıĢ
olmasıydı. BaĢbakan Erdoğan, Ġsrail operasyonunun ciddi bir insanlık suçu
olduğunu ifade ettiği 29 Aralık‟ta konuĢmasında “Masum, savunmasız
insanların, çocukların, kadınların öldürülmesinin, sivil yerleşim yerlerinin
bombalanmasının, bu tür orantısız güç kullanımlarının kabul edilemez bir
durum olduğunu” belirtmiĢtir. Erdoğan sivil insanların öldürülmesinin “ciddi
bir insanlık suçu” olduğunu ileri sürmüĢtü.20
17
ġahin Alpay, “Ġsrail ile ĠliĢkilerde Ġdealizm ve Realizm”, Zaman Gazetesi, 06.01.2009
Türkiye‟nin politikaları hakkında bkz., Bülent Aras, “Turkey and the Palestinian Question”,
SETA Policy Brief, No: 27, January, 2009.
19
Cordesman, op. cit., s. 9
20
Milliyet Gazetesi, “Erdoğan: Ciddi Ġnsanlık Suçu”, 29.12.2008,
18
36 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Türkiye‟nin Ġsrail saldırılarına sert tepki vermesinin arkasında yatan bir
diğer neden de Ġsrail BaĢbakanı Olmert‟in hava harekâtından önce Türkiye‟yi
ziyaret etmesidir. Sözkonusu ziyaretin ardından baĢlayan hava saldırılarının
ardından hem ulusal hem de uluslararası alanda Türkiye‟nin saldırılardan
haberdar edildiği yönünde bir tartıĢma yaĢandı. Oysa Türkiye‟deki görüĢmede
gündeme gelen konu Ġsrail-Suriye arasındaki dolaylı görüĢmeler olmuĢtur.
Erdoğan sözkonusu görüĢmeye yönelik Newsweek Dergisi‟nden Lally
Weymouth‟e verdiği mülakatta konuyu bir kez daha gündeme taĢımıĢtır.
Erdoğan‟a göre BeĢĢar Esad‟ın da görüĢleri alındıktan sonra Suriye ve Ġsrail
arasında dolaylı görüĢmelerden doğrudan görüĢmelere geçilmesi Olmert‟e teklif
edilmiĢtir. Ancak, BaĢbakan Olmert teklife hemen cevap vermek yerine “geri
döner dönmez meslektaşlarıma danışacağım ve size geri döneceğim” demiĢtir.
Türkiye, doğrudan görüĢmelere baĢlama yönündeki Ġsrail‟in cevabını beklerken,
27 Aralıkta Gazze‟ye bombalar düĢmesini sert bir Ģekilde eleĢtirmiĢtir. 21
Erdoğan‟a göre Ġsrail saldırısı Orta Doğu‟daki barıĢ giriĢimlerine ve bu yönde
çaba harcayan Türkiye‟ye karĢı saygısızlıktır.22 Ancak Cordesman‟ın
çalıĢmasından da anlaĢıldığı üzere Ġsrail, Hamas‟ı hazırlıksız vurmak için Gazze
Operasyonunu olabildiğince gizli tutmayı hedeflemiĢti. Bu doğrultuda saldırı
öncesi Hamas‟ın olası bir savunma yapmasını engellemek için Mısır ve Türkiye
ziyaretleri gündeme gelmiĢ olabilir. Bu ziyaretlerdeki amaç sorunu diplomatik
yöntemlerle çözme giriĢimleri adı altında Hamas‟ı yanlıĢ yönlendirmekti. Daha
öncede belirtildiği üzere DıĢiĢleri Bakanı Livni‟nin Mısır ziyareti ve Olmert‟in
Türkiye ziyaretleri SavaĢ planının bir parçasıydı. ĠĢin bir diğer ilginç yanı ise
görüĢmeler sırasında Türkiye ile Hamas arasındaki iliĢkilerin de gündeme
gelmiĢ olmasıdır. Bu görüĢmeler sırasında Olmert Hamas ile Erdoğan arasında
iliĢkinin düzeyini bile gündeme getirmiĢ olması dikkat çekicidir. Olmert,
Hamas‟a Türkiye üzerinden yanlıĢ bir mesaj göndermek istemiĢ olabilir.
BaĢbakan Erdoğan‟ın yanı sıra CumhurbaĢkanlığı, DıĢiĢleri Bakanlığı
ve Muhalefettin de Ġsrail‟in saldırıları karĢısında sesiz kalmaması dikkat
çekicidir. CumhurbaĢkanı Abdullah Gül bir TV programında, “İsrail‟in göz
göre göre dünyanın en ağır silahlarıyla saldırması, çocuk, kadın asker, polis, ne
olursa olsun insan öldürmesi çok acı” diyerek Ġsrail‟i eleĢtirmiĢti.23 Saadet
Partisi “Filistinlilerle Dayanışma Mitinglerini” tüm Türkiye çapında
düzenlerken, CHP yönetimi de Ġsrail hükümetini sert açıklamalarla eleĢtirmiĢtir.
CHP Grup BaĢkanvekili Hakkı Süha Okay Ġsrail saldırılarına tepkisini "Bu bir
insanlık ayıbıdır, devlet terörüdür. Maalesef ilk kez yaşanmamaktadır"
21
Lally Weymouth, “We Believe We Can Achieve Something‟ Turkey's prime minister speaks
out from Davos”, Newsweek, Feb 9, 2009.
22
Arab News, Erdogan wants Obama to redefine terrorism in Mideast”,
http://www.arabnews.com/?page=4&section=0&article=118713&d=30&m=1&y=2009,
(e.t.12.03.2009)
23
Hürriyet
Gazetesi,
“Ġsrail
Ordusu
Gazze‟yi
Ortadan
Ġkiye
Böldü”,
http://www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp?id=19293 (e.t. 18.02.2009)
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
37
sözleriyle ortaya koymuĢtu.24
Ġsrail‟in 4 Ocak‟ta kara harekâtını baĢlatmasının ardından Türkiye‟nin
tepkisi daha da sertleĢmiĢtir. Erdoğan 6 Ocak tarihinde yaptığı bir açıklamada
“Barak'a Livni'ye sesleniyorum. Tarih sizi insanlık yaşamına kara leke
düşürdünüz diye yargılayacak. Biz, topraklarınızdan kovulduğunuz zaman sizi
bu topraklarda ağırlayan Osmanlı'nın torunları olarak konuşuyoruz” sözlerine
yer vermiĢti.25 Erdoğan Arap toplumunda büyük bir etki yapan konuĢmasında
ise “İsrailliler tarafından öldürülen günahsız ve savunmasız kişilerin ahının
yerde kalmayacağını” dile getirmiĢtir. Türkiye‟nin tutumunun duygusal
olduğuna dair Ġsrail‟in yaptığı suçlamalar ise Ankara‟da tepkiyle karĢılanmıĢtı.
BaĢbakan Erdoğan konuyla ilgili olarak “üslubu sert‟ diyenler var. Herhalde
bu, fosforlu bombalardan daha sert değil” diyerek Ġsrail‟in uluslararası hukuk
tarafından savaĢlarda kullanılması yasaklanmıĢ silahları kullandığını bir kez
daha gündeme getirmiĢtir.26
Türkiye‟nin Ġsrail saldırılarına tepkisi sadece resmi düzeyde
kalmamıĢtır. Sokak gösterilerinin yanı sıra spor sahalarında da Ġsrail‟e duyulan
öfke kendini göstermiĢtir Türkiye‟nin değiĢik bölgelerinde Ġsrail‟in saldırılarını
protesto etmek amacıyla binlerce insan düzenlenen gösterilere katılırken 6
Ocak‟ta da Ankara'da Türk Telekom ile karĢılaĢacak olan Ġsrail'in basketbol
takımı Bnei Hasharon‟a karĢı gerçekleĢen yoğun protestoları tüm Dünya‟da flaĢ
haber olmuĢtur. Bunların yanında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Gazze
Saldırılarını protesto etmek için tüm yurtta ilköğretim öğrencilerinin bir
dakikalık saygı duruĢu gerçekleĢtirmesi oldukça anlamlı olmuĢtur. Öğrencilerin
yaptığı gösterinin Arap toplumunda, izlenen Ġsrail karĢıtı politikaya tüm ulusun
destek verdiği Ģeklinde algılandığı gözlemlenmiĢtir.
Türkiye‟nin saldırılara verdiği tepki ateĢkes anlaĢmasının Ġsrail
tarafından kabul edildiği 18 Ocak‟tan sonra da sürmüĢtür. Erdoğan Ġsrail‟in
ateĢkes kararına yönelik olarak Almanya‟da yaptığı açıklamada “Ne yaptın?
Yavrular, sivil insanlar öldürüldü, bu mudur elde ettiğin? Orada orantısız ve
aşırı güç kullanılıyor. Gazze senin ülken mi? Senin toprakların mı? Ne işin var
orada?” ifadelerini kullandı.27 Tüm bu eleĢtirilerin üstüne bir de BaĢbakan
Erdoğan‟ın Davos'ta Dünya Ekonomik Forumu kapsamında gerçekleĢtirilen
''Gazze Orta Doğu'da Barış Modeli'' oturumunda Ġsrail CumhurbaĢkanına
yönelttiği sert eleĢtiriler tüm dünyada büyük bir yankı yaratmıĢtır. Davos
Zirvesinde Erdoğan‟ın Ġsrail‟i sivil insanları öldüren bir rejim olarak
nitelendirmesi Türkiye-Ġsrail iliĢkilerinde yaĢanan kırılmanın uzunca bir dönem
eski haline gelmeyeceğini göstermiĢtir.
24
Cumhuriyet Gazetesi, “Ġsrail'in Gazze'ye saldırıları”
29 Aralık 2008, http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=26536
25
Milliyet Gazetesi, “BaĢbakan Erdoğan'dan 'Duygusal KonuĢuyor' Diyenlere Tepki”, 06.01.2009
26
Radikal Gazetesi, “BaĢbakan: Üslubum Herhalde bu Fosforlu Bombalardan Daha Sert Değil”,
14/01/2009
27
Güven Özalp, “Erdoğan‟dan Ġsrail‟e: Gazze Senin Ülken mi?”, Milliyet Gazetesi, 19.1.2009
38 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
ARAP KAMUOYUNUN TÜRKĠYE’NĠN GAZZE POLĠTĠKASINA
TEPKĠSĠ
Gazze SavaĢının baĢından itibaren Ġsrail‟in saldırılarına sert tepki veren
Türkiye‟nin politikaları Arap kamuoyunda yeni bir tartıĢmanın baĢlamasına yol
açmıĢtır. Arap kamuoyunda 2000 öncesi dönemde Türkiye, yüzünü Batıya
dönmüĢ ve Arap Orta Doğu‟sundaki sorunlara tepkisiz kalan bir ülke olarak
algılanmaktaydı.28 Aynı zamanda Türkiye hakkında olumsuz bir tarih anlayıĢı da
bulunmaktaydı.29 Üstelik Araplar Türkiye‟yi Ġsrail ve ABD‟nin bölgedeki
stratejik ortağı olarak görme eğilimindeydiler. Özellikle 1996 tarihinde Ġsrail‟le
yapılan anlaĢma Araplar arasında büyük bir tepkiye yol açmıĢtır.30 1998
tarihinde Türkiye ile Suriye‟nin PKK dolayısıyla bir savaĢın eĢiğine gelmesi ise
Arap ülkelerinde Türkiye karĢıtı gösterilerin yaĢanmasına yol açtı.31 Dolayısıyla
Soğuk SavaĢ sonrası dönemin ilk 10 yılında Türk-Arap iliĢkilerinin çatıĢmacı
bir zemine kaydığı görülmektedir.
2000 sonrası dönemde ise hem Türkiye‟deki iç politikada yaĢanan
değiĢimler hem de bölgesel geliĢmeler, taraflar arasında yeni bir dönemin
baĢlamasına yol açmıĢtır. Bu çerçevede öncelikli olarak Türkiye-Suriye
iliĢkilerinde yaĢanan olumlu geliĢmelerin önemine dikkate çekmek gerekir. Eski
CumhurbaĢkanlarından Ahmet Necdet Sezer‟in Suriye Devlet BaĢkanı Hafız
Esad‟ın cenaze törenine ABD‟nin baskılarına rağmen katılması ve Ecevit‟in
Ġsrail‟i Filistinlilere karĢı soykırım iĢlemekle suçlaması iliĢkilerin toplumsal
düzeyde iyileĢtirilmesi için baĢlangıç noktası olmuĢtur. Ardından Ġslami
hassasiyetleriyle öne çıkan AKP‟nin iktidara gelmesi sözkonusu oldu. AKP‟nin
hükümeti kurmasının ardından 1 Mart Tezkeresi‟nin TBMM‟de reddedilmesi
Arap toplumunda hem ĢaĢkınlık hem de takdir uyandırdı. Çünkü birçok Arap
ülkesi Irak‟ın iĢgaline doğrudan askeri üs veya lojistik kolaylığı sağlarken
Türkiye‟nin Amerikan askerlerine geçit kolaylığı sağlamaması Araplar üzerinde
önemli bir etki yapmıĢtır.32
Irak iĢgali sonrası dönemde Türkiye‟nin Lübnan sorunun çözümüne
28
Bu konudaki tartıĢmalar için bkz., Elie Podeh, “The Final Fall of the Ottoman Empire”: Arab
Discourse over Turkey's Accession to the European Union”, Turkish Studies, Vol: 8, Iss: 3, (Sep.,
2007), ss. 317 - 328
29
Ancak, sözkonusu tarih anlayıĢı ülkeden ülkeye değiĢmektedir. Örneğin, Kuveytliler
Osmanlı‟nın Kuveyt‟i Basra‟nın bir kazası olarak görme ve bu konuda Kuveytlilerin özerkliğini
tanımamasından dolayı Osmanlı‟ya karĢı bir husumet beslerken, Ürdünlüler de Osmanlı‟dan
ziyade Genç Türkler olarak adlandırdıkları liderlerin 1908-1915 arası dönemde Araplara karĢı
uyguladıkları politikalardan dolayı Osmanlı‟nın son dönemine eleĢtirel bir yaklaĢım ortaya
koymaktadırlar. Arap tezlerini için bkz., Kral Abdullah, Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik, Çev.:
Halit Özkan, Ġstanbul: Klasik Yayınları, 2006
30
Nikolaos Raptopoulos, “Rediscovering its Arab neighbours? The AKP imprint on Turkish
Foreign Policy in the Middle East”, Les Cahiers du RMES, vol: I, No: 1 (juillet 2004), s.6
31
Bkz., Zeina Khodr, “Lebanon Threatened, too”, Al-Ahram Weekly On-line, Issue No.399, 15 21 October 1998, http://weekly.ahram.org.eg/1998/399/re3.htm (e.t. 29.11.2008)
32
Sözkonusu görüĢler bölge ülkelerinde yaklaĢık bir yıl süren araĢtırmalar sonucunda elde edilen
mülakat ve gözlemlere dayanmaktadır.
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
39
katkı sağlaması, Suriye-Ġsrail arasında arabulucu rolü oynaması ve Filistin
sorununda Ġsrail‟i sert politikalarla eleĢtirmesi Arapların Türkiye‟ye bakıĢını
etkilemiĢtir. Ayrıca bölgesel geliĢmeler de Türk-Arap iliĢkilerinin geliĢmesinde
rol oynamıĢtır. Özellikle Irak SavaĢı sonrası Ġran‟ın hem Irak‟ı hem de
bölgedeki ılımlı Arap rejimlerini istikrarsızlaĢtırma politikaları Türkiye‟nin Orta
Doğu‟daki rolünü artıran bir diğer geliĢme olmuĢtu. Irak‟ta Sünni iktidar
yapısının ġiiler lehine değiĢmesi, Lübnan‟da Hizbullah‟ın önemli bir aktör
haline gelmesi, Bahreyn‟deki ġiilerin Sünni iktidarı protesto gösterileri ve son
olarak Afganistan‟da Ġran‟ın güç kazanması Orta Doğu‟daki dengelerin Batıyla
iĢbirliği içinde olan Arap rejimlerin aleyhine bozulmasına yol açmıĢtır. Bu
süreçte ılımlı Arap ülkelerinin Türkiye‟ye Iran yayılmacılığına karĢı dengeleyici
devlet rolü verdiği görülmektedir.33 Nitekim son Gazze SavaĢı sırasında da
Türkiye‟nin Filistin sorununa angaje olması, Ġran‟ın elindeki Hamas kartını
düĢürme olarak algılanmıĢ ve eleĢtirilmemiĢtir. Oysa ılımlı Arap rejimleri
Hamas‟ı Ġran‟ın etkisinde olan bir örgüt olarak algıladıklarından iç
kamuoylarının tepkisine rağmen Gazze SavaĢı sırasında Hamas‟ı
desteklemekten kaçınmıĢlardır. Arap rejimlerinin tepkisizliğe büründüğü bir
dönemde El Cezire Televizyonu baĢta olmak üzere birçok Arap basın ve yayın
kuruluĢunun Türkiye‟nin Ġsrail‟i eleĢtiren politikalarını sürekli bir Ģekilde
izleyicilerine ve okuyucularına duyurması Arap entelektüellerinden
politikacılarına ve iĢ adamlarına kadar geniĢ bir kesimde Türkiye‟nin Orta
Doğu‟daki rolünün yeniden ve daha güçlü bir Ģekilde tartıĢılmasına yol açmıĢtır.
TartıĢmalarda dikkat çeken olgu ise Türkiye‟nin bölgesel bir güç olarak Arap
Orta Doğu‟sundaki sorunlara daha aktif katılımın isteniyor olmasıdır. Oysa
2000 öncesi dönemde Türkiye, Ġsrail ve ABD‟nin bölgedeki stratejik ortağı
olarak görüldüğünü ifade etmiĢtik.
Bu çerçevede öncelikli olarak Arap Dünyasında önemli bir iĢadamı olan
Khalaf Al Habtoor34 tarafından Gulf News‟de “Türkiye Filistinlilerin Acısını
Hissediyor” adlı yazısına bakmakta yarar var. Habtoor yazısında Arap
rejimlerinin Gazze‟de yaĢanan insanlık dramını görmezden geldiği ve
saldırılardan Hamas‟ı suçladığı bir dönemde Türkiye‟nin posizyonunun çok
açık olduğunu ve Araplar tarafından takdir edilmesi gerektiğini açıkça
belirtmiĢtir.35 Londra‟dan Arapça yayımlanan El Kuds El Arabi Gazetesinin
Genel Yayın Yönetmeni olan Abdül Bari Atwan ise Gazze SavaĢı ve Erdoğan‟ın
Davos‟taki tutumunu kalem aldığı “Erdoğan‟a Binlerce Defa Teşekkürler” adlı
yazısında Arap liderlerini sert bir Ģekilde eleĢtirirken Türkiye‟nin politikalarını
desteklemiĢtir. Arap entelektüelleri arasında önemli bir etkiye sahip olan Filistin
33
Ibid.
Eski BAE Ulusal Konseyi üyesi olan Habtoor Arap dünyasındaki en prestijli ödüllerden biri
olan 2007 BaĢarılı ĠĢ Adamı Ödülü‟nü kazanmıĢtır. Bu ödülü önceki yıllarda kazananlar arasında
BAE Kralı Zayed Al Nahyan ve Ürdün Kralı Abdullah gibi isimler bulunmaktadır. Habtoor
hakkında detaylı bilgi için resmi internet sitesine bkz., http://www.habtoor.com/chairman/
35
Khalaf Al Habtoor , “Turkey feels the pain of Palestinians”, Gulf News, 13.01. 2009
34
40 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
kökenli gazeteci Atwan‟ın Türkçe‟ye de çevrilen yazısında Ģu mesajlara yer
vermiĢtir: “Teşekkürler Sayın Erdoğan. Kendilerinin Arap ve Müslüman
olduğunu iddia eden yönetimlerin yarattığı hayal kırıklıklarıyla ve acılarla dolu
bir kalpten, binlerce teşekkürler. Bu yönetimler Gazze katliamları karşısında
sessiz kaldı, işbirliği yaptılar, aç bırakılmış ve abluka altındaki Gazze halkının
üzerine sınırlarını kapattılar.”36 Nitekim El Cezire‟de Davos Özel Haber
programına Londra‟dan bağlanan Atwan sözkonusu fikirlerini çok açık bir
biçimde tüm Arap kamuoyuyla paylaĢırken Osmanlı Ġmparatorluğu‟na yapılan
vurguyu ve Osmanlı torunu olduğunu dile getiren Türk hükümetinin Ġsrail
karĢıtı politikalarından dolayı Arap toplumuna Türkiye‟ye destek vermeleri
çağrısında bulunmuĢtu.37
Gazze SavaĢı sırasında izlenen politikaların Arap kamuoyunda,
entelektüel camiasında ve politik aktörleri üzerinde Türkiye‟nin oldukça önemli
bir etki oluĢturduğunu göstermektedir. Gazze SavaĢının sürdüğü günlerde
Bahreyn‟de gerçekleĢen sokak gösterileri sırasında halk ilk kez bir Türk
BaĢbakanının posterlerini taĢımıĢ ve Ġsrail saldırıları karĢısında sessiz kalan
Arap rejimlerini ve liderlerini sert bir Ģekilde eleĢtirmiĢtir. Bahreyn‟deki
gösteriler sırasında mitingi düzenleyen komite üyeleri Mikrofonlardan
BaĢbakan Erdoğan‟ın ismini sürekli anons ederek, Türkiye‟nin Ġsrail saldırıları
karĢısında oynadığı aktif rol takdir edilmiĢtir.38 15 Nisan 2009‟da Bahreyn
Ulusal Meclisi‟nde bir konuĢma yapan CumhurbaĢkanı Abdullah Gül de iki
ülke arasındaki iliĢkilerin geliĢerek süreceğini teyit etmiĢtir. CumhurbaĢkanı
Gül, Bahreyn Ulusal Meclisi‟nde konuĢan ilk yabancı ülke lideri olmuĢtur.
Gül‟ün Ulusal Meclis‟te konuĢması, Bahreynlilerin Türkiye‟ye verdiği önemi
göstermesi açısından oldukça önemli olmuĢtur.39 Nitekim Bahreyn‟de seçimle
iĢbaĢına gelen Temsilciler Meclisi üyeleri aldıkları bir kararla Türkiye‟nin
Gazze Krizinde izlediği politikalardan duyduğu memnuniyeti göstermek için
Türkiye‟ye bir teĢekkür notası göndermiĢtir. Meclis BaĢkanı Sayın Khalifa Al
Dhahrani‟yle yaptığım görüĢmede kendisi Türkiye‟nin ve Türk halkının Gazze
Krizi sırasında göstermiĢ olduğu tepkinin oldukça önemli olduğunu ve Türkiye
ile iliĢkileri geliĢtirmek istediklerini dile getirdikten sonra Türkiye‟nin son
yıllarda izlediği dıĢ politikaya yönelik olarak da Ģunları eklemiĢtir: “Türkiye‟nin
yüzünü Orta Doğu‟ya çevirmesi bizler tarafından oldukça önemli bir
gelişmedir. Türkiye‟nin Filistin sorununa olan yaklaşımı tüm Arap toplumunda
olduğu gibi bizler tarafından da büyük bir takdirle karşılanmıştır ve bizi
sevindirmiştir. Meclis olarak kendisine bir teşekkür notası yazdık. Erdoğan
36
Radikal Gazetesi, “Erdoğan‟a Binlerce Defa TeĢekkürler”, 31/01/2009. Yazının Ġngilizce ve
Arapçası için bkz., Abdel Bari Atwan, “Thank You Mr Erdogan, for the thousandth time”,
http://theoccidentalist.wordpress.com/2009/01/31/erdogan-my-hero-by-abdel-bari-atwan/
37
Al Jazeera Televizyonu Arapça Yayını, 30 Ocak 2009
38
Mansoor Al-Arayedh, Mülakat, 24.01.2009, Bahreyn.
39
Gulf
Daily
News,
“Unity
Message”,
16.0.2009,
http://www.gulf-dailynews.com/NewsDetails.aspx?storyid=248238 (e.t.16.04.2009
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
41
bölgesel sorunların çözümünde aktif bir rol oynamaktadır”.40
Öte yandan Eski ġura üyesi ve Gulf Council For Foreign Relations adlı
araĢtırma merkezinin baĢkanı olan Dr. Mansoor M. Al Alarayedh de Gazze
Saldırıları sırasında Türkiye‟nin izlediği Ġsrail karĢıtı politikaların kendileri
tarafından çok anlamlı bulunduğunu ifade etmiĢtir. Kendisiyle yaptığım
mülakatta Türkiye‟nin Gazze saldırıları sırasında Ġsrail saldırganlığına karĢı
sergilediği sert tutum ve sorunu sürekli gündemde tutmada oynadığı rolün
oldukça önemli olduğunu, Türkiye‟nin tüm Arapların gözünde büyük bir yer
edindiğini ve Türkiye‟nin Orta Doğu‟da yıldızı parlayan bir ülke haline
geldiğini ifade etmiĢtir.41
Bahreyn‟de en önemli Selefi Partisi olan Al Asalah Islamic Society
partisinin eski liderleri ve halen Temsilciler Meclisi üyesi olan ġeyh Adel Al
Mouwda ise son Gazze SavaĢı‟nda beklenenin aksine Ġran‟ın hiçbir Ģey
yapmadığını buna karĢın Türkiye‟nin ise Gazze saldırılarının durdurulmasında
önemli bir çaba harcadığını gördüklerini ifade etmiĢtir. ġeyh Mouwda 2006
Lübnan-Ġsrail SavaĢı‟nda Arap Dünyasında milli bir kahraman haline gelen
ġeyh Nasrullah‟ın itibarının Erdoğan ve Türk halkının göstermiĢ olduğu
hassasiyetlerin gerisinde kaldığını ve Arapların Türkiye‟yi bölgesel bir lider
olarak görmeye hazır olduğunu dile getirmiĢtir. Mouvda‟ya göre Türkiye‟nin,
Arap Orta Doğu‟sundaki sorunları çözebilecek en önemli devlet olduğu son
Gazze krizinden sonra daha da anlaĢılmıĢ ve kabul görmüĢtür.42
Politikacıların yanı sıra kamuoyu yapıcılarının da Türkiye algılaması
son Gazze Krizi sonrasında ciddi bir değiĢim geçirmiĢtir. Bahreyn‟den yayın
yapan Akhbar Al Khaleej (El Haliç) gazetesi yazarlarından Sayed Zahra ile
yaptığımız görüĢmede Hamas‟a karĢı halk nezdinde güçlü bir destek olduğunu
ve bu çerçevede Türkiye‟nin Gazze Krizi sırasında izlediği politikaların tüm
Arap dünyasında büyük bir yankı bulduğunu ifade etmiĢtir. Mısırlı bir Arap
Milliyetçisi olan ve Arap entelektüelleri arasında önemli bir yeri bulunan Sayed
Zahra, kendi ailesinden bireylerin bile Türkiye‟de gerçekleĢen gösterileri
yakından takip ettiğini ve Mısır rejiminin Gazze Saldırıları karĢısında izlediği
siyaseti sert bir Ģekilde eleĢtirdiklerini belirtmiĢtir. Zahra‟ya göre Gazze
Saldırıları sonrası Arap Kamuoyu ve Arap sokaklarında Türkiye‟yi bölgenin
doğal bir lideri olarak görme eğilimi güçlü bir taban bulmuĢtur. Arapların
Türkiye‟ye ve BaĢbakan Erdoğan‟a karĢı büyük bir saygı duyduğunu ifade eden
Sayed Zahra‟ya göre Türkiye‟nin bölgesel bir güç olarak Araplar tarafından
kabul görmesinde hem karar vericilerin hem de Türk halkının son saldırılar
karĢısında göstermiĢ olduğu sert tepkilerin önemli bir etkisi oldu. Zahra,
özellikle yüz binlerce insanın Ġsrail karĢıtı gösterilere katılmasının Arap
kamuoyunda Türkiye‟ye yönelik önemli bir kırılma yarattığını ifade etmiĢti.
Gazze krizinin Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki rolünü artırdığını belirten Zahra‟ya
40
Halife bin Ahmed el Dahrani, Mülakat, 25.01.2009, Bahreyn
Arayedh, Mülakat.
42
Adel bin A. Rahman Al Maawdah, Mülakat, 22.01.2009, Bahreyn
41
42 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
göre, Ġran ve Mısır‟ın Orta Doğu‟da liderlik rolünü oynayabilmesi Türkiye‟nin
izlediği politikalardan sonra güçleĢmiĢtir.43
Bu noktada Mısırlı entelektüellerinin duruĢunu önemsemek gerekir.
Kuveyt‟te görüĢtüğümüz Mısır‟lı akademisyen ve Kuveyt Üniversitesi
uluslararası iliĢkiler bölümünden Dr. Mohammed el Sayed Selim‟de aynı
görüĢleri savunmaktadır. Sayed Selim, Erdoğan‟dan önce Türkiye‟nin bölgedeki
etkisi artırmaya baĢladığını belirtmektedir. Suriye ile iliĢkilerin düzeltilmesinin
bir baĢlangıç noktası oluĢturduğunu ileri süren Selim‟e göre Türkiye‟nin SuriyeĠsrail görüĢmelerinde arabulucu rolü oynaması Araplar açısından oldukça
olumlu karĢılanmıĢtır. Selim‟e göre, Suriye‟nin Ġran‟ın etkisinden çıkartılması
konusunda Türkiye‟nin önemi bir kez daha anlaĢılmıĢtır. Ardından Gazze SavaĢı
sırasında Ġsrail‟e karĢı kullanılan sert dillin ve bu politikanın Davos‟ta da
sürdürülmüĢ olmasının Arap entelektüelleri arasında Erdoğanizm olarak
adlandırılan yeni bir akımın oluĢmasına yol açtığını ileri sürmüĢtür. Selim
sözlerinin devamında “ben bir Mısırlı olarak Türkiye‟nin politikalarını
karşılaştırmalı olarak baktığımda Mısır‟ın politikalarından daha fazla takdir
etmekteyim. Gazze‟de bir sanayi bölgesinin kurulması dahil bir bütün olarak
değerlendirdiğimde Türkiye‟nin Filistin sorununa insani açıdan yaklaştığı çok
açık görmekteyim. Erdoğanizm kavramı halkın oyuyla ve desteğiyle iktidara
gelen liderlerin Gazze Savaşı‟nda da görüldüğü gibi nasıl büyük devletlerin
taleplerine karşı koyduğunu bize göstermektedir”44.
Bahreyn‟de yayınlanan El Wasat Gazetesi yazarlarından Ali El ġerifi ile
yaptığımız mülakatta ise Gazze saldırıları esnasında Türkiye‟nin izlediği
politikaların tüm Arap dünyasında yeni bir dönemin kapısını araladığını ve
herkesin Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki sorunlara daha fazla angaje olmasını
istediğini dile getirmiĢti. BaĢbakan Erdoğan‟ın Arapların gönlünde önemli bir
yer edindiğini belirten ġerifi‟ye göre Türkiye tartıĢmasız bölgenin en önemli
devleti haline gelmiĢtir.45 Ali ġerifi “Araplar otururken Türkiye ayakta”
baĢlığıyla Türkiye‟nin duruĢuna yönelik olarak Türkçeye de çevrilen köĢe
yazısında “hiç kimsenin Avrupa, ABD ve İsrail'e Arap ülkelerinden daha yakın
olan Türkiye'nin ılımlılığı hususunda tartışmaya giremeyeceğine işaret ederek,
Başbakan Erdoğan'ın Arap ılımlı ülkelerinden daha cesur tutumlar aldığını ileri
sürmüştür.”46 Türkiye‟nin iç ve dıĢ sorunları nedeniyle AB, ABD ve Ġsrail
nezdindeki iliĢkilerinde sorunlar yaĢayabileceğini öne süren ġerifi, Arap
ülkelerini Türkiye‟ye siyasi ve ekonomik destek vermeye çağırmıĢtır.
Bahreyn‟deki ġii muhalefetin önemli liderlerinden biri olan gazeteci Dr.
Mansoor Al Jamri ise Gazze Saldırıları sonrası Türkiye‟nin Orta Doğu‟da
etkisinin arttığını Arap sokaklarının nabzını tutan her gazetecinin görebileceğini
43
Sayed Zahra, Mülakat, 21.01.2009, Bahreyn
Mohammad el Sayed Selim, Mülakat, 22.03.2009, Kuveyt.
45
Ali El ġerifi, Mülakat, 21.01.2009, Bahreyn
46
NTV
Haber,
“Erdoğan
Ortadoğu‟da
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/474456.asp, (05.02.2009)
44
Seçime
girse
Kazanır‟,
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
43
ileri sürmüĢtür. Türkiye‟nin ekonomik, askeri ve tarihsel misyonu itibariyle Ġran
ve Mısır‟la birlikte bölgenin önemli bir aktörü olduğunu belirten Jamri, Mısır‟ın
ekonomik ve rejim sorunlarının yanı sıra Gazze Saldırıları sırasında izlediği
politikalar nedeniyle Arap dünyasına liderlik edemeyeceğini ve bu rolü
tartıĢmasız bir Ģekilde Türkiye‟nin oynayabileceğini ifade etmiĢtir. Jamri‟ye
göre Gazze SavaĢı sonrası Türkiye, hem Orta Doğu‟daki sorunların çözümünde
hem de Körfez ülkelerinin güvenlik kaygılarının giderilmesinde önemli bir
aktör haline gelmiĢtir.47 Lübnanlı gazeteci ve Bahreyn‟de yayın yapan Al Wasat
Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Walid Noueihed de Gazze Saldırılarına verilen
tepkinin, 1 Mart sonrası dönemde Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki sorunlarının
çözümünde oldukça önemli bir rol oynamaya baĢladığına yönelik oluĢan
kanının daha güçlenmesine yol açtığını öne sürmüĢtür. Türkiye‟nin Arap
kamuoyundaki desteğinin oldukça yüksek olduğunu, bunun Gazze SavaĢı
sırasında Türk halkının ve politikacıların Ġsrail saldırılarına karĢı verdiği
tepkinin önemli bir rolü olduğunu belirten Noueihed‟e göre BaĢbakan
Erdoğan‟ın Gazze SavaĢ‟ında oynadığı rolü hiçbir Arap lideri oynayamamıĢtır.
Bu durum doğal olarak Türkiye‟ye olan sevginin ve bağlılığının artmasına yol
açmıĢtır.48
Diğer yandan Gazze SavaĢı sonrası Türkiye‟nin imajı da özellikle Arap
kamuoyunda tüm Arap rejimlerinden daha olumludur. Bahreyn‟de
görüĢtüğümüz ġii ve Sünni kesime mensup Arapların Türkiye‟de gerçekleĢen
gösterileri ve Erdoğan‟ın açıklamalarını dikkatlice takip ettiklerini ve
Türkiye‟nin Arap-Ġsrail sorununu çözebilecek bir güç olarak gördüklerini ifade
etmiĢlerdir. ġii kesim Türkiye‟nin giriĢimlerini daha ziyade Lübnan‟dan yayın
yapan Al Manar TV aracılığıyla izlediklerini dile getirirken Sünnilerde El
Cezire‟nin yaptığı yayınlar sayesinde Türkiye‟nin politikalarını daha açık
öğrendiklerini dile getirmiĢlerdir. Bu çerçevede Türkiye‟nin hem ġiiler hem de
Sünniler tarafından desteklenmesinde, mezhepsel yaklaĢımlardan kaçınması ve
Ġsrail ile iliĢkilerinin etkisi altında kalmadan bağımsız bir dıĢ politika
izleyebilmesi önemli olmuĢtur.
Diğer yandan Katar‟da El Cezire medya kanalından gazeteci Dr. Liga
Mekki yaptığımız görüĢmede kendisi, Türkiye‟nin Hamas politikasını baĢta son
dönem gerçekleĢtirdiği Arap açılımının Katar ve Arap halkı baĢta olmak üzere
tüm Müslüman toplumu üzerinde büyük bir etki yaptığını ileri sürmüĢtür. Arap
sokaklarının Türkiye‟nin Ġsrail karĢıtı söylem ve politikalarından ciddi Ģekilde
etkilendiğini belirten Dr. Ligaa göre, “Türkiye‟nin politikası aynı zamanda
sokaklarda İran ve Hizbullah‟a olan desteği de azaltmıştır. İnsanlar Gazze
Saldırıları bittikten sonra neden İran ve Hizbullah‟ın İsrail‟e savaş
açmadıklarını sorgulayacaklardır. Ki sormaya başladılar da”. Dr. Ligaa bir
gazeteci olarak Arap sokaklarının gerçekten Türkiye‟nin giriĢimlerini oldukça
inandırıcı bulduğunu gözlemlediği ifade etmiĢtir. Dr. Ligaa göre bu oldukça
47
48
Mansoor Al Jamri, Mülakat, 22.01.2009, Bahreyn
Walid Noueihed, 22.01.2009, Bahreyn
44 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
önemli ve tarihi bir andır. Sözlerinin devamında Ligaa Ģu tespitlerde
bulunmuĢtur: “Türkiye‟nin Hamas politikası bölgede yeni bir tartışmayı da
beraberinde getirdi. Arap sokakları Osmanlı İmparatorluğu iyidir demeye
başladı. Birçok yerde Türkler geri gelsin yönünde fikirler yazılıp, söylenmeye
başladı. Bu söylem hem halk hem de hükümetler bazında önemli bir taraftar
bulmaya başladı. Özellikle NATO üyesi bir ülkenin Hamas‟ın politik sürece
dahil olması için çaba harcaması tüm taraflarda ve özellikle Katar hükümeti
üzerinde olumlu bir etki yaratmıştır. Arapların gözünde Erdoğan bir halk
kahramanı olmuştur.” 49
Katar‟dan yayın yapan Al Arab Newspaper‟ın Genel Yayın Yönetmeni
Abdülaziz I. Al Mahmud‟i de Gazze Saldırılarının bir kez daha Türkiye‟nin
Arap dünyasındaki gücünü ve etkisini artırmasına yol açtığını öne sürmüĢtür. Al
Mahmud Arap toplumu ve liderleri ile yaptığı görüĢmelerin sonucunda elde
ettiği izlenimleri Ģu sözlerle ifade etmiĢti: “Arap kamuoyu Dünyada yalnızca
Türkiye‟nin Irak ve Filistin‟e müdahalesine razıdırlar. Buna bir reaksiyon bir
tepki göstermez ve böyle bir müdahaleyi desteklerler. 2003 Savaşı gerçekten
bölge için yeni koşullar ortaya koydu. Orta Doğu‟da kimse Mısır‟a
güvenmemektedir. Mısır siyaseten ve ekonomik olarak da bölge ülkelerinin
sorunlarını çözebilecek bir güç değildir. Ayrıca Mısır rejim hem kendi halkı hem
de Arap halkları tarafından kabul görmemektedir. Erdoğan ise Arap halkının
güvenini kazanmış günümüzdeki en önemli liderdir. Gazze sorunu karşısında
göstermiş olduğu tutum ve izlediği siyaset kendisini Arapların „Hero‟su‟
konumuna taşımıştır”. Al Mahmoud Gazze Saldırıları karĢısında Türk
toplumun sergilediği protestoların hiçbir Arap ülkesinde gerçekleĢtirilemediği
bu yüzden Arapların Türkiye‟yi büyük bir güç ve aynı zamanda dost ve kardeĢ
bir ülke olarak görmeye baĢladıklarını ileri sürmüĢtür.50
Türkiye‟nin Gazze SavaĢı‟na yönelik tepkisi birçok kesim tarafından
önemli bir adım olarak görülmüĢtür. Filistin asıllı Gulf Times Gazetesi yazarı
Aiman Abboushi ile yaptığımız söyleĢide de Türkiye‟nin Filistin konusundaki
hassasiyetinin tüm Arap toplumu tarafından önemsendiği dile getirilmiĢti.
Abboushi, “Gazze saldırısı karşısında en açık tavrı Türkiye ortaya koydu. Bu
politikalar Türkiye hakkında var olan tarihsel kuşkuları ortadan kaldırmış ve
Türkiye‟nin Orta Doğu bölgesindeki etkisini genişletmiştir. Türkiye, Gazze krizi
sırasındaki duruşuyla Arap halklarının takdirini ve sevgisini topladı. Arap
sokaklarının Türkiye‟ye olan desteği ölçülemez düzeydedir. Arap kamuoyu,
özellikle Erdoğan‟a hiçbir Arap liderinin yapamadığı gerçekleştiren lider olan
bakmaktadır. Etki olarak konuşulduğunda Arap Dünyasında Türkiye‟nin
saygınlığı en güçlü ülke olduğunu açıktır. Özellikle Filistinlilerin Türkiye‟ye
bakışı oldukça farklıdır.”51 Gulf Times Gazetesinin Sudan asıllı gazetecisi Dr.
Tarık El ġeyh ise Gazze saldırıları sırasında Türkiye‟nin izlediği dıĢ politikanın,
49
Liga Mekki, Mülakat, 26.01.2009,Katar
Abdulaziz I. Al Mahmud, Mülakat, 27.01.2009, Katar.
51
Aiman Abboushi, Mülakat, 27.01.2009, Katar.
50
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
45
tartıĢmasız bir Ģekilde Türkiye‟yi Arapların gözünde en önemli ülke haline
getirdiğini öne sürmüĢtür. Dr. Tarık‟a göre Türkiye‟nin Ġsrail karĢısındaki
duruĢu, Arapların Türkiye‟ye bakıĢında yeni bir dönem açmıĢtır. Arap
Dünyasında bir liderlik sorunun olduğunu ifade eden Dr. Sheikh‟ye göre “Gazze
Savaşı sırasında uyguladığı dış politika sayesinde Türkiye Arap ülkelerinin
lideri konumuna geldi. Liderlik olayı bu krizde oynadığı rolle pekişmiştir.”52
Diğer yandan Katar‟da görüĢtüğümüz ve DıĢiĢleri Bakanlığında etkin
bir isim olan Büyükelçi Sayın Abdül Rahman M. Al Khulaifi de Türkiye‟nin
2003 sonrası dönemde izlediği Orta Doğu politikasının kendileri tarafından
oldukça önemsendiğini ve hem Arap kamuoyu hem de liderleri tarafından
desteklendiğini bu çerçevede Türkiye‟nin Araplar arası sorunların ve Arap-Ġsrail
sorununun çözümünde güvenilir bir ülke olarak görüldüğünü ifade etmiĢti.
GörüĢmede yer alan üst düzey siyasi danıĢmanlar da Türkiye‟nin Gazze
saldırılarının durdurulmasında önemli çaba harcadığını ve Arap kamuoyunun
Türkiye‟nin giriĢimlerini dost bir ülkenin çabaları olarak görüp desteklediğini
ifade etmiĢlerdir.53 El Cezire‟den Irak asıllı gazeteci Jasim el Azzawi ise
Türkiye‟nin Arap dünyasında farklı algılandığını ancak son Gazze Krizinde
izlediği politikaların ardından yeni Türkiye imajının ve itibarının en üst
seviyeye çıktığını belirtmiĢti. Azzawi‟ye göre Erdoğan‟ın Ġsrail karĢıtı
söylemeleri kendisini Arap halkının gözünde bir kahraman yapmıĢtır. Arap
kamuoyu, aynı zamanda Türkiye‟nin göstermiĢ olduğu çabayı hayranlıkla takdir
etmektedir. Azzawi‟e göre “saldırıların sürdüğü günlerde Türk halkının
düzenlediği sokak gösterileri, İsrailli sporculara karşı düzenlenen protesto
eylemleri ve Türkiye-İsrail Parlamentolar Arası Dostluk Grubunda meydana
gelen istifalar Arap halkında müthiş bir Türkiye hayranlığına yol açmıştır”. 54
Türkiye‟nin Gazze saldırıları sırasında izlediği dıĢ politikanın Arap
kamuoyuna aktarılmasında Katar‟dan yayın yapan El Cezire Arapça bölümünün
önemli bir katkısı olmuĢtur. Katar‟da görüĢtüğümüz El Cezire Kanalının Genel
Yayın Yönetmeni Wadah Khanfar‟a göre, “Erdoğan'ın Gazze krizinde
söyledikleri Arap halkının kendisine olan güven ve inancını güçlendirmiştir.
Esasında Türkiye Gazze krizinde Arap halkının gönlünü kazanmıştır ki bu tarihi
bir olaydır” demiĢtir.55 Katar‟dan yayın yapan yazılı ve görsel basın
Türkiye‟nin son yıllarda artan bir Ģekilde Orta Doğu‟daki sorunların çözümüne
katkı sağladığını düĢünmektedir. Ayrıca Katar ile Türkiye arasında Orta
Doğu‟daki krizlerin çözüme katkı sağlanması konusunda ortak çabalarda
gösterilmektedir. Her iki ülkede özellikle 2008 Mayısında Lübnan‟da meydana
gelen ve iç savaĢı aratmayan ġii-Sünni çatıĢmalarının sona erdirilmesin önemli
bir çaba harcamıĢlardı. Gazze Saldırıları sırasında Katar yönetimi Türkiye‟nin
Ġsrail karĢıtı politikalarını destekleyen yayınların yapılmasına müdahale
52
Tarık El ġeyh, Mülakat, 27.01.2009, Katar
Abdül Rahman M. Al Khulaifi ve Ġ., Mülakat, 28.01.2009, Katar
54
Jasim el Azzawi, Mülakat, 29.01.2009, Katar
55
Wadah Khanfar, Mülakat, 29.01.2009, Katar
53
46 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
etmemiĢtir.
Diğer yandan Körfezin ekonomik olarak en geliĢmiĢ ülkelerinden biri
olan BirleĢik Arap Emirlikleri‟nde de Türkiye‟nin Gazze SavaĢı‟na verdiği tepki
farklı algılamalara yol açmıĢtır. Emerliğin hukuki danıĢmanlığını da yapan
Abdül Latif Obaidan Gazze sorununda Türkiye‟nin Ġsrail karĢısındaki duruĢunu
takdir ettiklerini ifade etmiĢtir. Obaidan‟a göre, bölgede Ġran a karĢı bir tepki
olmasından dolayı Araplar Hamas konusunda farklı bir politika izlemiĢlerdir.
Bazı Arap devletleri Hamas‟ı Ġran‟ın bir Ģubesi olarak görürken diğerleri ise
Hamas‟ı Filistinli ve Müslüman duyarlılığı olan bir örgüt olarak görmektedirler.
Türkiye‟de Filistin sorununa Ġslami duyarlılık ile yaklaĢtığını ileri süren
Obaidan‟a göre esasında Filistin sorunu tüm Müslüman dünyasını ilgilendiren
bir sorundur. Dolayısıyla Türkiye‟nin Gazze Saldırıları sırasında izlemiĢ olduğu
politika Arapların Kudüs konusunda ümitlendirmiĢtir.56
22 Arap ülkesine yayın yapan MBC (Middle East Broadcasting
Corporation) kanalı yetkilileri de Gazze Saldırıları sonrası Türkiye ve Türk
halkına olan güvenin Arap toplumunda en üst seviyelere çıktığını ifade
etmiĢlerdir.57 Çemberimde Gül Oya, Ihlamurlar Altında, GümüĢ, Elveda
Derken, Kırık Kanatlar, Yersiz Yurtsuz, Babam ve Oğlum adlı Türk dizileri ve
filmlerini Arapça yayınlayan Kanal yetkililerine göre, “Türk filmleri ve
dizilerinin ardından Arap toplumu Türkiye‟yi daha yakından tanımaya başladı.
Toplumlar kültürel olarak birbirini tanıdıkça, farklı değerlere sahip
olmadıklarını gördüler. Dizilerin ardından Türkiye‟ye ziyaret eden Arapların
sayısında önemli bir artış oldu. Arap toplumu artık Türk toplumunun yapısını
daha iyi anlamaya ve sahip olduğu yanlış önyargılardan kurtulmaya başladı.
Bu yönde İstanbul‟a düzenli turlar düzenlenmektedir. Gazze saldırılarına
gösterilen tepki Türkiye hakkındaki olumlu görüşlerin artmasına yol açtı. Diğer
yandan Türkiye‟nin Orta Doğu‟yu istikrarsızlaştıracağına yönelik bir algılama
ne Arap toplumda ne de rejimler de bulunmamaktadır. Tüm bu gelişmelere
Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki rolünün arttığını göstermektedir.” MBC Kanalında
yayıncı olarak görev alan Suriyeli gazeteci Darwish Mohammed Al
Darwashan‟e göre ise “Erdoğan son saldırılar karşısında izlediği politikaların
ardından Orta Doğu‟da bir numaralı lideri haline gelmiştir. Biz Arapların
gözünde Türkiye, tüm Arap ülkelerinden daha cesur davranmıştır. Kalbimizden
geçeni Erdoğan dile getirmiştir. Kendisine saygımız oldukça büyüktür” diyerek
Türkiye‟nin Gazze politikasının Arap toplumu tarafından nasıl algılandığını
farklı bir dille ortaya koymuĢtur.58
Bununla birlikte Türkiye‟nin Filistin politikalarının Hamas karĢısı bazı
Arap ülkelerinde endiĢeye yol açtığını belirtmek gerekir. Suudi Arabistan
merkezli Al Arabia Medya kuruluĢunda yaptığımız görüĢmede Türkiye Orta
Doğu‟da her zaman önemli bir ülke olarak algılandığı ifade edilmesine karĢın,
56
Khalid Abdul Latif Obaidan, Mülakat, 03.02.2009, Abu Dabi.
Middle East Broadcasting Corporation Office, Mülakat, 04.02.2009, Dubai.
58
Mohammed Al Darwashan, Mülakat, 03.02.2009, Dubai
57
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
47
Hamas konusunda Suudların bakıĢının Türkiye‟den farklı olduğunun altını
çizmiĢlerdir. Hamas bir anlamda bölgeyi radikalleĢtirmek isteyen Ġran‟ın
politikalarına doğrudan destek vermekle suçlanmaktadır. Bununla birlikte
Türkiye‟nin Arapların nezdinde kazanmıĢ olduğu itibar ile Ġran‟ın Hamas
üzerindeki etkisini kırabilecek tek güç haline geldiğini ileri sürmüĢlerdir.59
Nitekim aynı görüĢleri Dubai‟de görüĢtüğümüz Gulf Research
Center‟in Güvenlik Programı Direktörü Dr. Mustafa Alani‟de dile getirmiĢtir.
Alani Türkiye‟nin Arap kamuoyunda sahip olduğu olumlu imajı üzerinden
bölgeye etki edebilecek bir güç haline geldiğini ifade etmektedir. Alani
sözlerinin devamında “Gazze krizi sırasında Arap kamuoyu Arap ülkelerinin
yapması gerekeni yaptı. Türkiye şuan Arap ülkelerinin iç politikalarının ve
sorunlarının içinde yer almaktadır. Gazze krizinin yanı sıra, İsrail sorununda,
Lübnan‟da ve Suriye-İsrail Anlaşması gibi konularda Türkiye aktif bir rol
oynamaktadır. Türkiye, Arap kamuoyunda sahip olduğu pozitif algılamasını
daha da ileri götürebilecek bir ivme yakalamıştır”. Alani‟ye göre Arap
kamuoyu Türkiye‟nin dıĢ politikasına güvenmekte ve atacağı adımları
desteklemektedir. Gazze saldırılarına verilen tepki Türkiye‟yi Orta Doğu‟nun
lideri haline getirmiĢtir. 60
Körfezin bir diğer ülkesi olan Umman‟da da halk ve politik karar
vericiler Türkiye‟nin Gazze politikasını desteklemiĢlerdir. Umman geleneksel
olarak bölgede aĢırı sayılabilecek bir dıĢ politika benimsemediği gibi Körfezin
diğer ülkelerinden farklı olarak Ġran‟la iyi iliĢkilere sahiptir. Ġran‟ı düĢman bir
ülke olarak algılamayan Umman‟da Filistin sorunu bağlamında Arap kimliğine
yapılan vurgu dikkat çekicidir. Umman halkı ve yönetimi özellikle Davos da
BaĢbakan Erdoğan‟ın çıkıĢının ardından Türkiye‟ye karĢı oldukça güçlü
duygular beslemekte ve Türk dıĢ politikasın Orta Doğu‟daki temel sorunların
çözümünde yapıcı bir rol oynamaya baĢladığını ileri sürmektedirler. Tarihsel
olarak Osmanlının onları hem Portekiz hem de Suudi yayılmacılığı karĢısında
desteklediklerini dile getirmektedirler. Umman‟da rejimin dile getirmediği
kelimeler ve politikalar rejime yakın gazetecilerin aracılığıyla açıklanmaktadır.
Nitekim Umman‟ın en saygın gazetecilerinden bir olan eski Büyükelçi Essa bin
Mohammed Al Zedjali Times of Oman‟da yazdığı “Erdoğan Arapların Saygısını
Hakketmektedir”61 adlı editöryel yazısında Türkiye‟nin Arap rejimlerinin
yapmadığı yaparak Filistin sorununa sahip çıktığını ifade etmiĢtir. Zedjali
yazısında tüm Arapların hiçbir çekince içinde olmadan Türkiye‟yi
desteklemelerini gerektiğini ifade etmiĢtir. Kendisiyle Times of Oman
Gazetesinde yaptığımız söyleĢide de Türkiye‟nin son Gazze politikasını takdir
ettiğini ve hiçbir Arap ülkesinin Ġsrail saldırganlığı karĢısında uluslar arası
kamuoyunu harekete geçirebilecek bir politika geliĢtiremediğini dile getirmiĢtir.
59
Al Arabia Madya Grubu, Mülakat, 05.02.2009, Dubai
Mustafa Alani, Mülakat, 03.02.2009, Dubai
61
Essa bin Mohammed Al Zedjali, “Erdogan Deserves the Honour of Arabs”, Times of Oman,
February 07, 2009
60
48 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Zedjali, Türkiye‟nin Gazze sonrası dönemde Ġsrail veya ABD‟nin baskılarıyla
karĢı karĢıya kalabileceğini ve bu nedenle Arapların Türkiye‟nin yanında olması
gerektiğini sözlerine eklemiĢti.62
SONUÇ
Gazze SavaĢı‟nda “Kazananlar ve Kaydedenler” adlı bir yazı
yayınlayan Filistin kökenli gazeteci Abdül Bari Atwan, Mısır ve Filistin
Otoritesinin bu savaĢta Ġsrail‟le birlikte kaybedenler olduğunu öne sürmüĢtü.
Ġsrail‟in askeri değil ancak politik ve ahlaki olarak en büyük kaybeden olduğunu
ileri süren Atwan‟a göre ABD ve Ġsrail‟le iĢbirliği yapan Arap rejimleri de Arap
kamuoyunun desteğini ve güvenlerini kaybetmiĢlerdir. Atwan‟ın yukarıda da
değindiğimiz yazılarında ise Türkiye‟nin Gazze SavaĢında yürüttüğü
diplomasiyi takdir ettiğini ve Türkiye‟nin Filistin Davasına sahip çıktığını
yazması dikkat çekicidir. Her iki yazı birlikte düĢünüldüğünde Arap
entelektüelleri arasında saygın bir konuma sahip olan Atwan‟ın Gazze
SavaĢı‟nın kazananları arasında Türkiye‟yi iĢaret ettiği anlaĢılmaktadır.63
Nitekim Gazze SavaĢı sonrası Batı ġeria ve Gazze ġeridi‟nde Friedrich Ebert
Stiftung‟un Kudüs‟deki Ģubesi tarafından gerçekleĢtirilen bir anket çalıĢmasında
Türkiye‟nin SavaĢı sırasında ve sonrasında ortaya koyduğu dıĢ politikalarından
memnun olan Filistinlilerin oranı yüzde 89,6 olarak çıkmıĢtır. Filistin sorunun
çözümünde güvenilir ülke olarak bölgesel ve küresel güçler arasından
Türkiye‟nin diğer tüm ülke ve kuruluĢlardan daha büyük bir desteğe sahip
olması Arap sokaklarının Türkiye algılamasını göstermektedir. 64
Diğer yandan Arap toplumundaki temel beklenti Türkiye‟nin son
yıllardaki Orta Doğu politikasının herhangi bir dıĢ ve/veya iç baskı karĢısında
değiĢmemesi yönündedir. Diğer bir deyiĢle iç kamuoyunda farklı elitlerin
yönlendirmesi ve dıĢ çevrede de ABD veya Ġsrail‟in ekonomik veya farklı
araçlarla Türk dıĢ politikası üzerinde etkili olma çabalarının boĢa çıkartılarak,
Türkiye‟nin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda Orta Doğu‟daki sorunların
çözümüne daha aktif angaje olması beklenmektedir.
Bu bağlamda Türkiye‟nin 1 Mart Tezkeresi‟yle baĢlayan ve ardından
Irak, Suriye, Lübnan, Ġran ve en son olarak da Filistin politikalarıyla farklılaĢan
Orta Doğu politikasının Türkiye-Orta Doğu iliĢkilerinde yeni bir dönemin
kapısını araladığı gözlemlenmiĢtir. Türkiye‟nin Gazze SavaĢı karĢısında izlediği
dıĢ politika hem içerde hem de dıĢarıda bazı çevrelerde rahatsızlık yaratmasına
karĢın, Arap toplumu ve entelektüel seçkinleri üzerinde etkisi uzunca yıllar
sürebilecek farklı bir algılama yarattığı ileri sürülebilir. Yapılan tartıĢmalara
bakıldığında iki açıdan Gazze politikasının eleĢtirildiği görülmektedir.
62
Essa bin Mohammed Al Zedjali, Mülakat, 09.02.2009, Umman.
Abdel Bari Atwan, “Winners and Losers in the War on Gaza”,
19.01.2009,
http://www.bariatwan.com/index.asp (e.t.29.01.2009)
64
Friedrich Ebert Stiftung Press Release, “Palestinians‟ Opinions After the Gaza War”, Poll
No:67, January 2009
63
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
49
Bunlardan birincisi Türkiye‟nin HAMAS‟ın da içerisinde yer aldığı Ġran ve
Suriye tarafından temsil edilen radikal gruba kaydığı yönündeki eleĢtiridir.
Ġkincisi ise Ġsrail ile iliĢkilerin sürdürülmesinin ulusal çıkar açısından gerekli
olduğu tezidir. Ġkinci eleĢtiriden baĢlayacak olursak, Ġsrail‟in günümüzde ciddi
bir Filistin sorununun yanı sıra Ġran ve Hizbullah sorunu da bulunmaktadır.
Ancak, tüm bunların ötesinde Ġsrail‟in yanı baĢında bulunan Mısır‟daki
Mübarek rejimi hem halk hem de bürokrasi içindeki seçkinlerin desteği
konusunda sıkıntıları vardır. Mısır‟da olası bir rejim değiĢikliği Ġsrail açısından
1960‟lara dönmek anlamına gelir. Diğer bir deyiĢle Ġsrail Batı‟da Mısır, kuzeyde
Hizbullah ve Suriye, doğudan da Ġran tehdidi altına girebilir. Ortadoğu‟da
meydana gelebilecek söz konusu değiĢimler Ġsrail‟in güvenlik kaygılarını
artırıcı niteliktedir. Dolayısıyla Ġsrail açısından rasyonel olan dıĢ politika
Türkiye‟yi karĢısına almak değildir. Bununla birlikte irrasyonel dıĢ politika
yürütülmesi de olasıdır. Ancak, bu durum Ġsrail açısından kayıpları
kazanımlardan daha fazla olma riskini taĢımaktadır. Diğer yandan birinci
eleĢtiriye gelecek olursak, yapılan saha araĢtırmasında Türkiye‟nin Ġran‟ın
öncülüğünü ettiği radikal eksene kaydığına dair Orta Doğu ülkelerinde güçlü bir
kaygının bulunduğu gözlemlenmemiĢtir. Aksine, Ġran tehdidinden en fazla
rahatsızlık hisseden Körfez ülkeleri liderleri, akademisyenleri ve basın
mensuplarıyla yaptığım mülakatlarda Türkiye‟nin son dönemdeki dıĢ
politikasının ileri sürülenin aksine Ġran‟ı bölgede zayıflattığına dair güçlü bir
algılamanın olduğu tespit edilmiĢtir. Nitekim Suudi Arabistan tarafından finanse
edilen ve Suudi dıĢ politikasına uygun yayınlar yapan MBC kanalı Filistin asıllı
Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısıyla yaptığımız mülakatta Abdullah Gül‟ün
Davos sonrası Suudi Arabistan‟a uzun süreli bir ziyaret gerçekleĢtirmiĢ
olmasının Türkiye‟nin Ġran ile birlikte hareket ettiği yönündeki Ģüphe veya
iddiaları ortadan kaldırdığını ve Suudi yetkilerin Türkiye‟nin dıĢ politikasına
tam bir güven duyduğunu ifade etmiĢlerdir. Nitekim Suudi Arabistan ziyareti
sırasında ġura Meclisi‟nde bir konuĢma yapan Abdullah Gül, bu vesile ile ġura
Meclisi‟ne hitap eden ilk Müslüman ülke CumhurbaĢkanı olmuĢtur.
CumhurbaĢkanı Gül‟ün, Suudi Arabistan ziyareti sırasında, Filistin sorununun
çözümünde Arap Ġnisiyatifi‟nin desteklendiğini açıklaması, Türkiye‟nin Ġran‟ın
öncülük ettiği radikal blokla hareket etmeyeceğini göstermiĢtir. Ġran tehdidini en
fazla hisseden ülkelerin baĢında gelen Körfez ülkeleri, Türkiye‟nin Lübnan‟ın
ardından HAMAS üzerinde de etkili bir güç olmasını Ġran‟ın Orta Doğu‟daki
gücünü sınırlayacak bir geliĢme olarak değerlendirmektedirler. Ayrıca SuriyeĠsrail barıĢ görüĢmelerinin nihai aĢamada Suriye‟nin Ġran‟dan uzaklaĢmasına
yol açma potansiyeline dikkat çeken bazı Arap entelektüellerine göre Ġran,
Türkiye‟nin Orta Doğu‟da oynamaya baĢladığı rolden ciddi anlamda rahatsızlık
duymaktadır. Nitekim Ağustos 2008 tarihinde Suriye‟de ve Ekim 2008 tarihinde
de Ġran‟da yürüttüğüm saha araĢtırmaları sırasında Ġranlı ve Suriyeli yazar,
akademisyen ve politikacılarla yaptığım görüĢmelerde yukarıda öne sürülen
iddiaları destekleyecek tutum ve söylemlerle karĢılaĢmıĢtım. Sonuç olarak Arap
50 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Ortadoğu‟sunda güçlü bir taban bulmaya baĢlayan yeni Türkiye imajı, sıradan
Arap vatandaĢlarından baĢlayarak Arap entelektüellerinde, kamuoyunu
yönlendiren seçkinlerde ve en son olarak da iktidarı elinde tutan kesimlerde
büyük bir heyecan ve Türkiye‟ye karĢı bir güven duygusu yaratmaktadır.
KAYNAKÇA
Al Jazeera Televizyonu Arapça Yayını, 30 Ocak 2009
Alpay, ġahin, “Ġsrail ile ĠliĢkilerde Ġdealizm ve Realizm”, Zaman Gazetesi, 06.01.2009
American-Israeli Cooperative Enterprise, Israeli Cabinet Announces Measures in
Reaction
to
Hamas
Election
Victory,
(February
19,
2006),
http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Peace/cabinet021906.html (e.t. 29.02.2009)
Arab News, Erdogan wants Obama to redefine terrorism in Mideast”,
http://www.arabnews.com/?page=4&section=0&article=118713&d=30&m=1&y=2
009, (e.t.12.03.2009)
Aras, Bülent, “Turkey and the Palestinian Question”, SETA Policy Brief, No: 27,
January, 2009.
Atwan, Abdel Bari,
“Thank You Mr Erdogan, for the thousandth time”,
http://theoccidentalist.wordpress.com/2009/01/31/erdogan-my-hero-by-abdel-bariatwan/
Atwan, Abdel Bari, “Winners and Losers in the War on Gaza”, 19.01.2009,
http://www.bariatwan.com/index.asp (e.t.29.01.2009)
BM
İnsan
Hakları
Komisyonu,
“Basın
Açıklaması
03.03.2009”,
http://www.unhchr.ch/huricane/huricane.nsf/view01/2796E2CA43CA4D94C12575
8D002F8D25?opendocument
CNNTurk Haber, “Hamas, Türkiye'nin Talebiyle AteĢkes ilan etti”,
http://www.cnnturk.com/2009/turkiye/01/19/hamas.turkiyenin.talebiyle.ateskes.ilan
.etti/509564.0/index.html
Cordesman, H. Anthony, “The “Gaza War”: A Strategic Analysis”, Center for Strategic
International Studies, February 2, 2009.
Cumhuriyet Gazetesi, “Ġsrail'in Gazze'ye saldırıları”
29 Aralık 2008,
http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=26536
Friedrich Ebert Stiftung Press Release, “Palestinians‟ Opinions After the Gaza War”,
Poll No:67, January 2009
Habtoor , Khalaf, “Turkey feels the pain of Palestinians”, January 13, 2009,
http://archive.gulfnews.com/articles/09/01/14/10274951.html
Hürriyet
Gazetesi,
“Ġsrail
Ordusu
Gazze‟yi
ortadan
ikiye
böldü”,
http://www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp?id=19293 (e.t. 18.02.2009)
İsrail Büyükelçiliği Resmi Sitesi, “IDF Operation in Gaza: Cast Lead”,
http://www.israelemb.org/Operation%20Cast%20Lead/Website4.htm
Khodr, Zeina, “Lebanon Threatened, too”, Al-Ahram Weekly On-line, Issue No.399, 15
- 21 October 1998, http://weekly.ahram.org.eg/1998/399/re3.htm (e.t. 29.11.2008
Kral Abdullah, Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik, Çev.: Halit Özkan, Ġstanbul: Klasik
Yayınları, 2006
Gulf Daily News, “Unity Message”, 16.0.2009, http://www.gulf-dailynews.com/NewsDetails.aspx?storyid=248238 (e.t.16.04.2009
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Resmi Sitesi, “30 Aralık 2008 Tarihli Basın
Bildirisi”, http://www.mgk.gov.tr/Turkce/basinbildiri2008/30aralik2008.html (e.t.
V. Ayhan
Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı…
51
24.03.2009)
Milliyet Gazetesi, “BaĢbakan Erdoğan'dan 'duygusal konuĢuyor' diyenlere tepki”,
06.01.2009
Milliyet Gazetesi, “Erdoğan: Ciddi Ġnsanlık Suçu”, 29.12.2008,
NTV
Haber,
“Erdoğan
Ortadoğu‟da
seçime
girse
kazanır‟,
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/474456.asp, (05.02.2009)
NTV Haber, “Erdoğan: Ġsrail’in saldırısı barıĢa darbe”, 29 Aralık 2008,
http://www.ntvmsnbc.com/news/470442.asp
Özalp, Güven “Erdoğan‟dan Ġsrail‟e: Gazze senin ülken mi?”, Milliyet Gazetesi,
19.1.2009
Podeh, Elie, “The Final Fall of the Ottoman Empire”: Arab Discourse over Turkey's
Accession to the European Union”, Turkish Studies, Vol: 8, Iss: 3, (Sep., 2007), ss.
317 - 328
Radikal Gazetesi, “BaĢbakan: Üslubum herhalde bu fosforlu bombalardan daha sert
değil”, 14/01/2009
Radikal Gazetesi, “Erdoğan‟a Binlerce Defa TeĢekkürler”, 31/01/2009. Yazının
Ġngilizce ve Arapçası için bkz.,
Raptopoulos, Nikolaos, “Rediscovering its Arab neighbours? The AKP imprint on
Turkish Foreign Policy in the Middle East”, Les Cahiers du RMES, Vol: I, No: 1
(juillet 2004)
Ravid, Barak, “Defense Establishment Paper: Golan for Syria Peace, plan for Iran
Strike”, Haaretz Newspaper, 29 Kasım 2008.
The Palestinian Information Center (PIC), http://www.palestine-info.co.uk/en/ (e.t.
22.02.2008)
Turner, Many, “Building Democracy in Palestine: Liberal Peace Theory and the
Election of Hamas”, Democratizations, Vol:13, no:5 (Dec., 2006), ss. 739-740
Weymouth, Lally, “We Believe We Can Achieve Something‟ Turkey's prime minister
speaks out from Davos”, Newsweek, Feb 9, 2009.
Zedjali, Essa bin Mohammed, “Erdogan deserves the honour of Arabs”, Times of
Oman, February 07, 2009
Orta Doğu ülkelerinde gerçekleşen Mülakatlar.
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
SEÇĠCĠ KONUġMAMAZLIK (SELECTĠVE MUTĠZM):
SEBEPLERĠ VE TEDAVĠ YAKLAġIMLARI
Sefa BULUT
ÖZET
Selektif mutism çok ender görülen bir bozukluk olduğundan bazen de zaman
içinde kendiliğinden ortadan kalktığı için dikkat çekmemekte ve kolaylıkla gözden
kaçabilmektedir. Bu nedenle Ģimdiye kadar hakkında çok fazla Ģey yazılmamıĢtır. Bu
derlemenin amacı, selektif mutism bozukluğunu incelemek, alandaki uzmanlara ve
okuyuculara tanıtmak ve yeni bilgiler sunmaktır. Önce bu bozukluğun temel
özelliklerine, tanı kriterlerine bakılmıĢ, yaygınlık oranları, ailesel sebepleri ve birlikte
görülen bozukluklar incelenmiĢtir. Daha sonra ise bu rahatsızlığı oluĢturan etiolojik
sebepler ve tedavi yöntemleri, en son bilimsel bulgularla birlikte, değiĢik kuram ve
yaklaĢımlar ıĢığında incelenmiĢtir.
Anahtar Kelimeler: Selektif Mutism, Seçici KonuĢmamazlık, Tedavi yöntemleri,
Nedenleri, Yaygınlık Oranları.
ABSTRACT
Because selective mutism is a very rare disorder and it disappears by itself over
time, it did not draw attention of many mental health professionals. Thus, there have
been not been many written texts regarding this topic. The purpose of this literature
review is to examine selective mutism and introduce it to the professionals. First, the
core features of the disorder, prevalence rates, family etiologies, and co-morbid
disorders are examined. Then, the etiological reasons for the disorder, assessments,
interventions and treatment options were discussed in lights of the most recent theories
and evidence-based findings.
Key Words: Selective Mutism, Treatment techniques, Etiology, Prevalence Rates,
SEÇĠCĠ KONUġMAMAZLIK (SELEKTĠF MUTĠSM) SORUNU
Ġlk defa on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Alman doktor,
Kussmaul (1877) sağlıklı ve doğal bir Ģekilde konuĢabilecek olan birisinin belli
ortamlarda konuĢamaması durumunu tanımlamak için “aphasia voluntaria”
(gönüllü konuĢmama) terimini kullanmıĢtır ve bunu gönüllü olarak
konuĢmamayı tercih etme olarak yorumlamıĢtır. 1934‟te Ġsviçreli çocuk
psikiyatristi Moritz Tramer belirli yerlerde, belirli insanlarla konuĢmamayı
tercih eden çocukları tanımlamak için “elektif mutism” terimi kullanılmıĢtır

Yrd. Doç. Dr., AĠBÜ, Eğt. Fak., Rehb. ve Psik. DanıĢ. ABD. BOLU [email protected]
S. Bulut
Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları
53
(Leonard ve Topol,1993). Daha sonra Amerikan Psikiatri Birliği (1994)
tarafından DSM IV‟ te (Ruhsal Bozukluklar Tanı Ölçütleri BaĢvuru Elkitabı)
“selective mutism” olarak adlandırılmıĢtır.
TANIMLANMASI
DSM IV‟ ün tanımlamasına göre; selective mutism (SM), konuĢmanın
normal ve doğal olduğu sosyal ortamlarda sürekli olarak konuĢamıyor, fakat
baĢka ortamlarda konuĢuyor olabilmek olarak tanımlanmıĢtır (4th ed., Amerikan
Psikiatri Birliği, 1994). Selektif mutismde, çocuk kaygı uyandıracak ortamlarda
olduğunda mute olmayı yani konuĢmamayı seçmektedir (Black, 1996). Diğer
yandan Steinhausen ve Juzi (1996) SM‟li çocukların normalde konuĢmaları
gereken ortamlarda, tanımadıkları insanlarla konuĢmadıklarına dikkati
çekmektedir. Bu çocuklar evlerinde anne-baba ve kardeĢleriyle, dıĢarıda oyun
arkadaĢlarıyla
konuĢurken;
okula
baĢladıklarında
öğretmenleriyle
konuĢmamaktadırlar ya da tanımadıkları ortamlarda ve tanımadıkları
yetiĢkinlerle konuĢmamaktadırlar (Black, 1996). Resmi olarak bu tanının
konulabilmesi için çocuğun konuĢmama durumunun en az bir ay sürmesi ve bu
sürenin de özellikle çocukların okula baĢladıkları -ilk ayda utangaç ve çekingen
olabileceklerinden dolayı- ilk bir aydan sonraki bir ay olması gerekmektedir.
KonuĢamama durumu göçmen çocuklarında olduğu gibi, konuĢulan lisanı
kullanamama ve kullanılan lisan hakkındaki yetersiz bilgilerden
kaynaklanıyorsa bu mutism sayılmaz ve çocuğa tanı konmaz. ĠletiĢim
bozuklukları, yaygın geliĢimsel bozukluklar ve psikotik bozukluklardaki
suskunluklar mutizm olarak değerlendirilmez.(Krysanski, 2003).
Bu çocuklarda sözel olarak konuĢmak yerine, jest ve mimik kullanımı,
kafa sallama, çekme, itme ve tek heceli kelimeleri mırıldanma ya da fısıltılı
konuĢmalar görülmektedir. AĢırı derecede utangaçlık, sosyal ortamlarda küçük
düĢmekten korkma, sosyal izolasyon, geri çekilme, anneden ayrılmama,
kompulsive özellikler, olumsuz duygular, mutsuzluk, öfke nöbetleri, özellikle
evdeki bireyleri kontrol altında tutma ve karĢı gelme davranıĢları bu
bozukluğun en temel özelliklerindendir (Dow, Sonies, Scheib, Moss ve
Leonard, 1995).
EĢlik Eden Bozukluklar (Comorbidity):
Selektif mutisme eĢlik edebilecek rahatsızlıklar arsında en çok; sosyal
fobi, kaçınma bozukluğu, basit fobi (Roberts, 2002), enürezis (altını ıslatma),
enkoprezis (dıĢkı kaçırma), obsesif-kompulsif bozukluk, konuĢma ve dil
bozuklukları ( Kolvin ve Fundudis, 1981) görülür. Bunun yanında sıkça
depresyon (Wilkins, 1985), yaygın geliĢimsel bozukluk, psikotik bozukluklar ve
anksiyete bozuklukları (Roberts, 2002), geliĢme geriliği (Kristensen, 2000),
Asperger bozukluğu (Gilberg, 1995), karĢı gelme davranıĢı, somatik
semptomlar (Kristensen, 2001), okulda düĢük akademik baĢarı, arkadaĢları
tarafından reddedilme, Ģiddete maruz kalma ve boyun eğme davranıĢları
54
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
(Kumpulainen, Rasanen, Raaska, ve Somppi, 1998), okula gitmek istememe ve
reddetme, çevresini ve yetiĢkinleri kontrol etme davranıĢları (Hayden, 1980), ve
mental retardasyon (zeka geriliği) da görülmektedir (Remschmidt, Poller,
Herpertz-Dahlmann, Hennighausen ve Gutenbrunner, 2001).
Bergman, Piacentini, McCracken (2002) ve Kristensen (2001) SM‟li
çocuklarda yüksek oranlarda kaygı ve kaygıyla iliĢkili bozukluklar olduğunu
belirtmiĢlerdir. Çünkü SM‟li çocuklar tanısal açıdan çoğunlukla sosyal fobi
kriterlerine de uymaktadırlar (Kopp ve Gilberg 1997). Hatta Black ve Uhde
(1995) SM‟in sosyal fobi, Anstendig (1999) ise kaygı bozukluğu olarak yeniden
sınıflandırılması gerektiğini savunmuĢlardır.
Alt Tipleri:
Diğer bazı araĢtırmacılar da SM‟i iĢlevselliği açısından farklı tiplere
ayırmıĢlardır (Cunningham, Mc.Holm ve Boyle, 2006).
Selektif mutizmin geniĢ ve kapsamlı bir Ģekilde incelendiği klasik bir
çalıĢmada Hayden (1980) dört çeĢit alt-tip ve bunlara neden olabilecek olası
nedenleri belirtmiĢtir. Hayden, Amerika BirleĢik Devletlerinin doğusundan ve
batısından, değiĢik etnik ve sosyo-ekonomik gruplardan olan, 3 yaĢından 14
yaĢına kadar 68 çocuğun özelliklerini, gözlem, video, kaset kaydı, yazılı
raporlar, anketler, çeĢitli okul ve psikolojik değerlendirme kayıtlarını
inceleyerek selective mutizmi dört kategoriye ayırmıĢtır. Bunlar;
1) Simbiyotik mutism en yaygın olanıdır. Bu tipte çocuk dominant, sözel
yeteneği güçlü olan, annesi ile çok sıkı bir simbiyotik iliĢki geliĢtiren bir
çocuktur. Bu ailelerde babalar genellikle konuĢmayan pasif bireylerdir ya da
bu aileler babaların hiç olmadığı ailelerdir. Anneler çocuklarının üzerine çok
düĢerler ve onların her istediğini yaparlar. Bu anneler aynı zamanda
çocuklarının ev dıĢında baĢkaları ile iliĢki kurmalarını da kıskanırlar. Diğer
taraftan mute çocuklar da kendilerini sürekli kontrol altında tutan bu
yetiĢkinlere karĢı olumsuz davranmakta ve sessizliği bir manipülasyon aracı
olarak kullanmaktadırlar.
2) KonuĢma fobisi olan mutism ise en az görülenidir ve çocukların kendi
seslerini kendilerinin duyması Ģeklinde ortaya çıkmaktadır. Çocuk konuĢma
üzerinde kontrol sağlamak için bir takım tekrarlayıcı davranıĢlar
yapmaktadır.
3) Tepkisel (reactive) mutisimde ise çocuğun mute durumu, tecavüz, ölüm gibi
travmatik yaĢantılardan sonra ya da “kapa çeneni”, “ağzını açma” gibi
azarlamalardan sonra geliĢmiĢtir.
4) Pasif-agresif (edilgen-saldırgan) mutismde ise çocuk çok güçlü bir Ģekilde ve
düĢmanca bir tavırla sessizliği bir silah olarak kullanmakta, etrafını böyle
manipüle etmekte ve cezalandırmaktadır. Bu çocuklarda sık sık Ģiddet
davranıĢı ve antisosyal davranıĢ gözlenmiĢtir. Kolvin ve Fundudis (1981) ise
iki tür psikolojik mutism olduğundan bahseder, birincisi “travmatik mutizm”,
ikincisi ise “elektif mutizm”dir (Haris, 1996).
S. Bulut
Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları
55
YAYGINLIK ORANLARI: (PREVALANCE RATES)
SM‟in normal popülâsyonda görülme sıklığı oldukça azdır. Klinik
popülâsyonda da %1‟den daha az görülmektedir (APA. 2000). Okul öncesi
erken dönem için yaygınlık oranı, %1-3 arasında verilmiĢtir (Essau, Conradt ve
Peterman, 2000). Epidemiolojik bir çalıĢmada Fundudis, Kolvin ve Garside
(1979) yaygınlık oranı, ilkokul çocuklarında her 1000 çocukta 0.38 ile 0.69
arasında vermiĢtir. Fakat Hultquist (1995) belirtilen bu oranların gerçekten çok
az olduğunu savunmuĢtur. Daha sonra yapılan çalıĢmalar ise daha yüksek
oranlar vermiĢtir. Klin ve Volkmar (1993) yaygınlık oranını, her 10.000 çocukta
3 ile 8 arasında olarak belirtmiĢtir. Kumpulainen ve ark. (1998) Finlandiya için
SM‟nin yaygınlık oranını, ikinci sınıf öğrencilerinde %2 kadar yüksek vermiĢtir.
Kopp ve Gilberg, (1997) ise Ġsveç‟te 7 ile 15 yaĢ öğrencileri arasında yaygınlık
oranını, %1,8 olarak vermiĢtir. Almanya‟da yapılan bir çalıĢmada da Melfsen,
Walitza ve Warnke (2006) , psikiyatri kliniğine baĢvuran, 1. ve 12. sınıflara
giden öğrencilerden oluĢan, klinik popülasyonda bu oranı, %2,6 gibi yüksek bir
oran olarak vermiĢtir. Brown ve Llyod (1975) , Ġngiltere‟de ilkokul çağındaki
tüm çocuklarda bu oranı %o7,4 olarak bulmuĢtur. Böylesine farklı oranlar
verilmesinin nedenleri arasında; göçmen sayısının, verilen okul öncesi eğitimin,
resmi olarak ilkokula baĢlama yaĢının farklı olması ve müdahale programlarının
ülkeden ülkeye değiĢmesi gösterilebilir(Cunningham, McHolm, Boyle ve Patel,
2004). Yapılan taramalarda ülkemizde bu rahatsızlığın yaygınlık oranlarını
veren istatiksel bilgilere rastlanmamıĢtır.
Cinsiyetler açısından karĢılaĢtırıldığında ise çalıĢmaların çoğunluğunda
kızlarda daha yüksek oranlar çıktığı verilmiĢtir. Kopp ve Gilberg (1997) kız ve
erkek oranını 1,5‟e karĢı 1 olarak, Steinhausen ve Juzi (1996) ise 1,6‟ya karĢılık
1 olarak vermiĢtir. Hayden (1980) ise 2 kıza karĢı 1 erkek belirtmiĢtir.
NEDENLERĠ (ETĠOLOJĠSĠ)
SM‟in etiolojisi tam olarak anlaĢılamamıĢtır (Steinhausen ve ark. 2006).
SM‟in oluĢumu zaman içinde farklı uzmanlar tarafından farklı Ģekillerde
açıklanmıĢtır (Leonard & Topol, 1993). Erken dönemde yapılan araĢtırmalarda
(Hayden, 1980) düĢük öz saygı, güvensiz ev ortamı, duygusal sorunlar ve
geçmiĢte yaĢanan tek ya da bir seri travmatik deneyimleri SM nedenleri
arasında görmektedir. Bozigar ve Hansen (1984) SM‟in öğrenilmiĢ bir durum ya
da dikkat çekme davranıĢı olarak sebep gösterilirken, bazıları da bunu çocuğun
iki yaĢına kadar anne çocuk arasındaki baĢarısız dil geliĢimine bağlamaktadır
(Hultquist, 1995). Diğer taraftan SM‟i depresyonun konuĢulmayan ve dile
getirilmeyen bir belirtisi olarak görenlerde vardır (Shreeve, 1991). BaĢka bir
neden olarak da, konuĢma ve seslendirme bozukluğu gösterilmiĢtir (Krohn ve
ark.1992). Göçmen ailelerde olduğu gibi, iki dilli olmak (bilingual), evde baĢka
okulda baĢka bir dil kullanmak, travmatik yaĢantılar ve diğer önemli yaĢam
olayları da oluĢum nedenleri arasında bahsedilmiĢtir (Steinhausen ve ark. 2006).
Psikanalitik eğilimli uzmanlar SM‟i daha çok fiziksel ve duygusal bir
56
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
travmanın ürünü olarak görmüĢlerdir. Buna göre SM psiĢik çatıĢmalar ve
çözümlenmemiĢ geliĢimsel çatıĢmalar sonucu meydana gelmektedir (Dow ve
ark., 1995). Örneğin oral ya da anal döneme saplantısı olan çocuk anne-babasını
cezalandırmak amacıyla konuĢmayabilir. Aile sırlarını saklayan çocuklarda, bir
önceki geliĢimsel döneme gerilerler ve konuĢmayarak kızgınlık ve öfkelerini
ebeveynlere yansıtabilir (Giddan ve ark.1997). Yine mutismin fiziksel ya da
ruhsal bir travmadan sonrada ortaya çıkabileceği belirtilmiĢtir (Black ve Uhde,
1995). Kylon ve Fundudis (1981) bu durumları “travmatik mutism” olarak
tanımlamıĢtır.
Son yıllarda mutismin geliĢimini inceleyen etiolojik bakıĢ açısı
geleneksel psikodinamik yaklaĢımlardan davranıĢsal yaklaĢım, biliĢseldavranıĢçı ve farmakolojik yaklaĢımlara doğru kaymaktadır (Krysanski, 2003).
DavranıĢçı teoriler ise mutismi, uzun süren olumsuz pekiĢtireçlerle oluĢan bir
öğrenme kalıbı olarak görmektedirler (Leonard ve Topol, 1993). Bu anlayıĢa
göre mutism çocuğun çevresiyle olan etkileĢiminden doğmuĢtur ve çocuğun
çevreyi manipule etmek için kullandığı öğrenilmiĢ tepkilerdir (Anstending,
1999). Bundan dolayı da çocuğun tepkileri patolojik olmaktan ziyade uyum
sağlayıcı olarak görülmektedir (Powell ve Dalley, 1995).
Aile sistem yaklaĢımcılarına göre ise mutism çocuğun aile ile olan
iliĢkilerinden kaynaklanmaktadır (Anstending, 1998). Diğer yazarlar ise
mutismin anne-baba ya da çocuk-ebeveynler arasında aĢırı derece kontrol
ihtiyacından kaynaklanan, bağımlı ve çeliĢkili nitelikleri olan nörotik bir
iliĢkiden doğduğunu belirtmektedirler (Subak, West ve Carlin, 1982).
Ebeveynlerle geliĢen bu nörotik iliĢki tarzı, çocuk tarafından baĢkalarıyla olan
iliĢkilerine de yansımaktadır. Öyle ki çocukları olan ailelerde, baskın, aĢırı
koruyucu, aĢırı katı nitelikleri olan sıkı bağlanmalar, karĢılıklı bağımlılıklar, dıĢ
dünyaya ve yabancılara karĢı güvensizlik, dil ve kültürleĢme zorlukları, evlilik
sorunları ve anne ya da baba tarafından zaman zaman konuĢmama gibi
özellikler sık görülmektedir (Meyers, 1994).
ġu andaki bilgiler bu rahatsızlığın neden ya da nedenlerini kesin olarak
açıklayacak derecede değildir (Kolvin ve Fundudis, 1981). Öyle görülüyor ki
SM‟e sebep olan pek çok olası etken vardır. Bu nedenle, SM‟in nitelik olarak
birbirinden farklı birden fazla nedeni olduğu düĢünülmektedir (Hultquist, 1995).
Aile Özellikleri:
Literatür incelendiğinde SM‟li çocukların ailelerinde belli özelliklere
rastlanmaktadır. Anstending (1999) aile içerisinde iletiĢim eksikliğinden
bahseder. Hayden (1980) mute çocukları olan tüm ailelerde ciddi derecede
patoloji ve çocuk istismarının var olduğunu yazmıĢtır. Krohn, Weckstein ve
Wright (1992) ise çocuğun aĢırı derecede korunduğu, her isteğinin yerine
getirildiği ve anne çocuk iliĢkisinin çok fazla iç içe geçtiği durumlardan
bahseder. Aynı yazarlar, bu ailelerde ebeveynlerden birisinin sessizliği,
düĢmanlığı göstermek için kullandığını, patolojik derecede utangaçlık ve kaygılı
S. Bulut
Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları
57
olduklarını ve evlilik sorunlarının var olduğunu belirtmiĢlerdir. Bazen de
anneler, gururla çocuklarının yalnızca kendileriyle konuĢtuklarını söyleyerek
kendi narsistik ihtiyaçlarını karĢılar ve çocuğun böyle davranmasını
pekiĢtirirler. Böylece sadece çocuk ve anneden oluĢan bir iliĢki (klik)
olmaktadır (Shreeve, 1991). Bazen de SM‟li çocukların anneleri depresyonda
olabilir, bu durumda çocuğun konuĢmaması, anne adına babaya yöneltilen
düĢmanca duygulara dönüĢebilmektedir (Harris, 1996). Diğer bazı durumlarda
ise çocuklar konuĢmama durumlarını sürdürerek ebeveynlerini cezalandırmak
isteyebilirler, herhangi bir gizli sırrın saklanmasını sürdürebilirler ya da
düĢmanca duygularını her hangi bir ebeveyne yansıtabilirler (Giddan, Ross,
Sechler ve Becker, 1997).
SM‟li çocukların büyük bir kısmında bu rahatsızlık baĢlamadan önce
ailelerinde stresli olaylar yaĢadıkları (Steinhausen ve Juzi, 1996), göçmen
ailelerden geldikleri (Brown ve Llyod, 1975), ve ailelerinde ruhsal
rahatsızlıkların olduğu (Black ve Uhde, 1995) görülmüĢtür. Benzer Ģekilde,
Remschmidt ve ark. (2001) mute çocukların ailelerinde patolojik belirtiler,
mutism, yoksulluk, aile içi çatıĢmalar, kontrol eksikliği ya da yanlıĢ anne baba
tutumları, ceza ve eleĢtiri kullandıkları görülmüĢtür. Annelerde duygusal
dalgalanmalar, çabuk öfkelenme ve kızgınlık, yorgunluk, bıkkınlık, sosyal
çekilme gibi depresyon belirtileri; babalarda ise alkolizm, ciddi kiĢilik
bozuklukları, kronik depresyon, tamamlanmıĢ intihar, sosyal çekilme,
utangaçlık, kaygı bozukluğu ve saldırgan davranıĢlar gözlemiĢlerdir.
Steinhausen Wachter, Laimböck ve Metzke (2006) SM‟li çocuklarda
genetik faktörlerden kaynaklanıyor olabilecek utangaçlık, aĢırı derecede
sessizlik ve çekimserlik gibi kiĢilik özelliklerinin bu çocukların
evbeveyinlerinde de varolduğunu belirtmiĢlerdir. Diğer taraftan Dow ve
arkadaĢları da (1995) SM‟in utangaç ve kaygılı bir ebeveynden biyolojik olarak
geçmiĢ olabileceğinden bahseder. Fakat, SM‟in genetik olduğu yönündeki
iddialar henüz kanıtlanmamıĢtır (Kristensen, 2000). Yine aynı yazar, SM‟li
çocuğu olan ailelerde sık sık taĢınmaların ve kreĢ ya da okul değiĢmelerinin
gözlendiğini belirtmiĢtir. Yine bu ailelerde fiziksel ve sosyal yalıtılmıĢlık,
komĢularla yaĢanan sorunlar, sosyal iletiĢim eksikliği oldukça yaygındır
(Remschmidt ve ark., 2001). Bu ailelerin diğer bir özelliği de, boĢanma sonucu
çocukların tek ebeveynli (çoğunlukla anne) ve düĢük gelirli olmaları ve bunun
sonucunda çocuk arkadaĢlarıyla gerekli sosyal aktiviteleri yapamadığı, çocuğun
arkadaĢlarından yalıtılmıĢ olduğu, yalnızlığa itildiği ve en sonunda da
depresyon geliĢtirdiğidir (Cunningham ve ark. 2006).
DEĞERLENDĠRME
Bu bozukluk genellikle 3-4 yaĢlarından önce ortaya çıkmakta ve
çoğunlukla aileler tarafından fark edilememektedir. Genellikle çocuklar ilk defa
okula baĢladıklarında öğretmenleri tarafından fark edilmektedir. Fakat bazen
öğretmenler de mute çocukları hemen fark edememekte ve çocuğu bir yere
58
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
yönlendirmekte geç kalabilmektedir. (Hultquist, 1995).
Genelliklede bozukluğun süresi 5-7 yıl arasında değiĢmektedir
(Remschmidt ve ark. 2001). O nedenle çocuk daha tedaviye gönderilmeden
önce, uzun bir süre geçmiĢ olmaktadır. Sağaltımın baĢlangıcında geniĢ kapsamlı
bir değerlendirme mutlaka gereklidir. Öncelikle, çocuğun biliĢsel, duygusal,
davranıĢsal ve akademik alanlardaki yeterliliklerini ölçen değerlendirmeler
yapılmalıdır. Mute durumuna eĢlik edebilecek olan diğer psikiyatrik ve
nörolojik bozukluklar, özel öğrenme güçlükleri, dil ve konuĢma bozuklukları
dikkatle incelenmeli ve bertaraf edilmelidir (Krysanski, 2003; Roberts, 2002).
Eğer çocuk bulunduğu tüm ortamlarda konuĢamıyorsa bulaĢıcı hastalıklar, afazi,
beyin lezyonu, ve fiziksel travma gibi durumlardan doğan nörolojik olasılıklar
düĢünülmelidir (Dow ve ark. 1995).
Mute çocuklar konuĢmadıklarından dolayı onlar hakkındaki bilgiler
anne-babalardan ve öğretmenlerden alınır. Belirtilerin ilk defa ne zaman ortaya
çıktığı, belirtilerin süresi, hangi olaylarla baĢladığı, çocuğun yaĢı, dil geliĢimi,
herhangi bir nörolojik bozukluğun olup olmadığı, geçmiĢteki tedaviler ve
etkinliği, çocuğun kimle ve nerelerde konuĢtuğu ve mute durumunun nerelerde
ortaya çıktığı dikkatlice araĢtırılmalıdır. Eğer gerekiyorsa çocuğun evdeki
iletiĢim ve etkileĢimi videoya kaydedilerek incelenmelidir (Roberts, 2002).
Çocuğun sosyal ortamlarda iliĢkilerinin izlenmesi, çocuğun kendi ihtiyaçlarını
söyleyip söyleyememesine bakılması, arkadaĢlarının olup olmadığı, sosyal
etkinliklere katılıp katılmaması, çocuğun alıĢık olduğu ve olmadığı ortamlardaki
tepkileri ilk değerlendirmeler için zengin bilgiler sağlar (Krysanski, 2003).
Bununla beraber konuĢmama durumlarına yol açabilen psikiyatrik
bozuklukların ve zihinsel geriliğinde elenmiĢ olması gerekir. Diğer taraftan
çocuğun akademik baĢarılarına da bakılmalıdır. Çocuğun notları, öğretmeninin
değerlendirmesi ve çocuklara uygulanan zekâ testleri, sorun hakkında çok köklü
bilgiler sağlamaktadır. Gene çocukların evlerinde kullandıkları dil, dilin
zenginliği, karmaĢıklığı, akıcılığı, sözsüz iletiĢim kalıpları ve dilde görülen
geliĢimsel gerilikler aile bağlamında incelenmelidir. Sonuç olarak diyebiliriz ki
sebebi ne olursa olsun, mute çocukların değerlendirmesi bireysel bir vaka olarak
ele alınmalı ve çocuğun geliĢimi dikkatle incelenmelidir (Brown ve Llyod,
1975).
TEDAVĠ YAKLAġIMLARI
Mute çocukların tedaviye dirençli olmalarından dolayı sağaltımlarının
zor olacağı belirtilmiĢtir (Kolvin ve Fundudis, 1981). Fakat bununla beraber,
otoriteler tarafından birçok tedavi yöntemi önerilmiĢtir. KonuĢmayan çocukların
tedavisinde klasik psikodinamik yönelimli psikoterapiden, psikanalizden ve
hipnozdan yararlı sonuçlar alınamamıĢtır (Richburg ve Cobia, 1994). BaĢarılı
olan tedavi teknikleri arasında davranıĢsal, farmakolojik terapiler, grup, aile
terapileri ve çoklu (multimodal) tedavi yöntemleri gösterilmektedir (Spasaro ve
Schaefer, 1999).
S. Bulut
Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları
59
Tarihsel olarak bakıldığında ilk defa SM‟in tedavisinde psikodinamik
yaklaĢımın kullanıldığı görülmektedir. Bu yaklaĢımda ruh sağlığı uzmanları
SM‟li çocuklarla bireysel olarak çalıĢmaktadırlar (Shreeve, 1991). Son
zamanlarda bu yaklaĢım daha çok bireysel oyun terapisi Ģeklinde
kullanılmaktadır (Anstending, 1998). Oyun terapisi çocuklara konuĢmaları için
herhangi bir baskı oluĢturmayan güvenli bir ortam ve çocuğa oyun aracılığı ile
iletiĢim kurma fırsatı vermektedir (Weininger, 1987). Bu nedenle çok yararlı
sonuçlar doğurmaktadır.
Psikodinamik yaklaĢımın sınırlılıklarından birisi çok uzun zaman
almasıdır. O nedenle bu terapi döneminde çocukta kaydedilen geliĢmelerin
zaman içinde kendiliğinden mi yoksa tedaviden mi kaynaklandığını ayırt etmek
çok zordur. Bazı yazarlar da psikodinamik yönelimli yaklaĢımları, SM‟in
sağaltımında etkili olmadığı yönünde eleĢtirmiĢlerdir (Kolvin ve Fundudis,
1981). Diğer yandan bazı uzmanlarda, psikanalitik terapinin çok zaman ve
enerji aldığını bu nedenle bazı terapistler tarafından tercih edilmediğini
söylemiĢlerdir (Wergeland, 1980).
DavranıĢçı yaklaĢımlar bilimsel yönelimi güçlü olan ve en sık
kullanılan müdahale yöntemleridir. BaĢarılı olan tekniklere bakıldığında ise
uyarıcı söndürme (stimulus fading) (Rye ve Ullman, 1999), davranıĢ
biçimlendirme (shaping) (Haris, 1996), kendi kendine model olma (selfmodeling) (Kehle, Madaus, Baratta ve Bray, 1998), sistematik duyarsızlaĢtırma
(systematic desensitization) (Hultquist, 1995), pekiĢtirme (reinforcement), jeton
biriktirme yöntemi (token economy) ve tepki uyandırma (response initiation)
(Giddan ve ark. 1997) gibi davranıĢçı yöntemler vardır. Çok etkili olduğu
savunulan davranıĢçı teknikler sırasıyla açıklanacaktır. Bunlar;
Kademeli yaklaşım (Contincency menangement): Bu yöntemle, sözel
davranıĢlar için olumlu pekiĢtireç verilirken, sözel olmayan davranıĢlar içinse
ödüllendirmeme ya da söndürme yöntemi kullanılmaktadır (Gidon ve ark.
1997). Bu yöntemin zaman içinde çok baĢarılı sonuçlar verdiği belirtilmiĢtir.
Kendi kendini model olma (Self modeling): Uygun davranıĢların
sergilendiği, çocuk için tutumsal ve davranıĢsal kazanımları olan ve çocuğun
içersinde kendisinin de olduğu kaydedilen ve daha sonra düzenlenen video
görüntülerinin çocuk tarafından seyredilmesidir (Kehle, Owen ve Cressy 1990).
Gizemli güdüleyici (Mystery motivator): Bu yöntemde çocukta
beklentiyi ve pekiĢtirecin gücünü arttırmayı hedefleyen gizli bir ödüllendirme
Ģekli vardır. Üzerinde bir soru iĢareti olan ve çocuğun adının yazıldığı bir zarf
sınıfta herkesin göreceği bir yere konulur. Zarfın içersinde de çocuğun hoĢuna
gidebilecek bir ödül vardır. Daha sonra çocuk sınıfta herkes tarafından
duyulacak kadar yüksek bir ses tonuyla konuĢtuğu zaman bu kendisine verilir.
Kendini ödüllendirme (Self-reinforcement): Bir kiĢinin uygun
davranıĢlardan sonra kendi kendisini ödüllendirmesi olarak tanımlanır (Kehle
ve ark. 1998).
Tepki uyandırma (Response initiation): Bu teknikte çocuğa
60
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
konuĢmasının gerekli olduğu mesajı verilir. Sonra çocuğun terapistle tam bir
gün beraber olacağı bir buluĢma hazırlanır. Eğer çocuk bir ya da birkaç kelime
söylerse ödüllendirilir ve gitmesine izin verilir, aksi takdirde bütün gün
terapistin odasında kalır. Böyle durumlarda çocukların çoğunluğunun ilk bir-iki
saat içinde konuĢtukları görülmüĢtür. Daha sonra çocuğun konuĢmadığı sınıf ya
da diğer ortamlarda öğretmeni ve arkadaĢlarıyla konuĢması için yeni hedefler
belirlenir (Giddan ve ark. 1997).
Genel olarak davranıĢçı müdahaleler çocuğun çevresinde mute
durumunu oluĢturan ve sürdüren ortam ve koĢulların değerlendirmesi üzerine
kurulmuĢtur. Fakat tek bir davranıĢçı yöntemin de, tek baĢına yeterli olmadığı
görülmektedir. Çoklu yöntemle yapılan (multimodal), değiĢik davranıĢsal
tekniklerin, yalnız ya da diğer tekniklerle beraber, kullanılması önerilmektedir
(Krysanski, 2003). Bunun daha etkili sonuçlar doğurduğu görülmüĢtür.
BiliĢsel-davranıĢçı tedaviler de, SM‟de baĢarılı teknikler olarak
önerilmektedir (Roberts, 2002). Bu yaklaĢımın özellikle sözel ve sözel olmayan
iletiĢim Ģekillerini teĢvik ettiği belirtilmiĢtir (Black, 1996). Terapist evde ve
okulda iletiĢimi ve sosyal etkileĢimi ödüllendiren ve kaygı yaratan davranıĢları
söndürmeyi amaçlayan bir program hazırlar. En küçük sözel geliĢmeler yavaĢ
yavaĢ ödüllendirilir ve istenilen değiĢiklikler yavaĢ yavaĢ gerçekleĢtirilir. Bu
programın nasıl uygulanacağı konusunda ailenin ve öğretmenin iĢbirliği
içerisinde bulunması ve yapılan etkinliklerde tutarlı olmaları gerekmektedir
(Roberts, 2002).
Grup terapisinin SM‟li çocuklarda uygulanması çok yaygın değildir ve
literatürde bu konuda fazla bilgi bulunmamaktadır (Bozigar ve Hansen 1984).
Ender olmakla beraber birkaç baĢarılı çalıĢma bulunmaktadır. Bunlardan birisi
kardeĢlerle grup olarak yapılan oyun terapisidir (Spasaro ve Shafer, 1999).
Diğer bir çalıĢmada ise SM‟li dört çocuktan oluĢan grup terapileri yapılmıĢtır
(Bozigar ve Hansen 1984). BaĢka bir çalıĢmada da ilkokula yeni baĢlayan iki
kız öğrenciyle baĢarılı bir Ģekilde oyun terapisi yapılmıĢtır (Hultquist, 1995).
Aile terapisi de, SM‟de sağlıklı ve fonksiyonel olmayan aile iliĢkilerini
belirlemek amacıyla kullanılmaktadır. Burada amaç aile üyelerine sağlıklı
olmayan iletiĢim kalıpları ve davranıĢları hakkında farkındalık kazandırmaktır.
Eğer mute durumu aile dinamiklerinden kaynaklanıyorsa, geleneksel iç görüyü
geliĢtirmeyi amaçlayan aile terapisi önerilmektedir (Krysanski, 2003). Bir
çalıĢmada, Lazarus, Gauilo ve Moore (1983), Murray Bowen‟in aile terapisi
teorisini kullanarak, birer saatten olmak üzere, üç oturumda yedi yaĢında bir
çocuğun aile içi iliĢkilerini düzenlemiĢ ve tüm aile bireylerinin aile dıĢında bir
kimlik geliĢtirmesine yardım ederek baĢarılı bir tedavi programı
gerçekleĢtirmiĢlerdir (akt: Hultquist, 1995). BaĢka bir uygulamada da aile
terapisi bireysel terapi ile beraber kullanılmıĢ ve 6 yaĢında bir kız çocuğu
baĢarılı bir Ģekilde iyileĢtirilmiĢtir (Carr ve Afnan, 1989).
Krohn ve ark. (1992) aile terapisi ve davranıĢ değiĢtirmeden (behavior
medification) oluĢan kombinasyonun çok yararlı sonuçlar verdiğini belirtmiĢtir.
S. Bulut
Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları
61
Yine aynı uzmanlar tarafından uygulanan diğer bir kombinasyon ise, ciddi
davranıĢsal beklentilerin oluĢturulduğu, ailenin tedaviye katıldığı ve okulun da
yakın iĢbirliğinin sağlandığı bir yöntemdir. Diğer bir baĢarılı uygulamada ise,
aile terapisi, davranıĢ terapisi, oyun terapisi, ve ilaç tedavisi (fluoxetine) dört
yaĢındaki bir kızın tedavisinde eĢ zamanlı olarak kullanılmıĢtır.
Son on yılda farmakolojik tedavilerin SM‟e uygulanmasında oldukça
yenilikler olmuĢtur (Roberts, 2002). Özelliklede sosyal fobinin tedavisinde
kullanılan ilaçlar artarak SM tedavisinde de kullanılmaktadır (Dow ve ark.
1995). Yeni kuĢak anti depressantlar olarak bilinen selective serotonin reuptake
inhibitor (SSRI) gurubundan fluoxetinein kullanılması birkaç çalıĢmada baĢarılı
sonuçlar vermiĢtir. BaĢka bir çalıĢmada da, Black ve Uhde (1992) “fluoxetine”
(prozac) kullanarak SM‟li bir çocuğun konuĢmasını sağlamıĢtır. Roberts (2002)
5 yaĢındaki evde ve arkadaĢlarıyla konuĢan bir kızın anaokuluna baĢladığında
öğretmeniyle konuĢmadığı bir vakada yaklaĢık iki yıl kadar fluoxetine
kullanmıĢ, baĢarılı sonuçlar alınca da bunu derece derece düĢürerek kesmiĢtir.
Benzer Ģekilde, Kehle ve ark. (1998) davranıĢçı tekniklerle beraber prozac
kullanmıĢ ve tedavi baĢarı ile sonlanmıĢtır. Yine diğer bazı yazarlarda
fluoxetinein ve biliĢsel-davranıĢçı tedavilerin beraber kullanılmasını
önermiĢlerdir (Kolvin ve Fundudis, 1981).
Mutismin en çok ortaya çıktığı yerlerden birisi okul ortamlarıdır
(Hultquist, 1995). Bu nedenle okul temelli bir tedavi yaklaĢımından da burada
bahsetmekte fayda vardır. Bu programların amacı çocukta sosyal ortamlarda
konuĢurken kaygı yaratan durumları azaltmak, sosyal iletiĢim ve etkileĢimlere
teĢvik etmektir. Bunlar yapılırken de a) çocuk konuĢması için zorlanmamalı, b)
çocuklar sınıf arkadaĢlarıyla normal sınıflarda tutulmalı, c) sözel iletiĢime daha
az vurgu yapılmalı, d) arkadaĢlarla iliĢkileri teĢvik edilmeli ve e) biliĢseldavranıĢçı teknikler kullanılmalı. Ayrıca, öğretmenler öğrencilere destek
olabilecek arkadaĢlar bulabilir ve onların sosyal becerilerini geliĢtirecek
etkinliklere yöneltebilirler. Ayrıca eğer gerekli ise bir konuĢma terapisti de
çocuğun telaffuz becerisini arttırarak ve konuĢma kurallarını öğreterek çocuğa
yardımcı olabilir (Krysanski, 2003).
Ebeveynlerin ve öğretmenlerin de, çocuğun rahatsızlığı hakkında
eğitilmesi gerekmektedir. Çocuğun bir kaygı durumundan rahatsız olduğu,
isteyerek konuĢmayı reddetmediği Ģeklinde bozukluğun doğası tanıtılmalıdır.
Bu eğitim, ailenin ve öğretmenin çocuğa karĢı daha destekleyici, anlayıĢlı bir
yaklaĢım benimsemesini sağlar. Psiko-eğitim aynı zamanda anne babanın,
öğretmenlerin ve okuldaki diğer personelin yaĢayabilecekleri karıĢıklığı ve
engellenmiĢlik duygularını azaltacak ve çocuğa daha iyi bir eğitim verebilmek
için motive olmalarına yardım edecektir (Roberts, 2002).
Rye ve Ullman (1999) ise sosyal beceri eğitiminin diğer yöntemlerle
beraber kullanılmasını önermiĢtir. Bu yaklaĢımın varsayımı ise; okulda
konuĢmayan çocukların sosyal becerilerini geliĢtirebilecekleri ve bunları
uygulayacakları fırsatları kaçırdıklarından arkadaĢlarıyla konuĢacak düzeyde
62
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
konuĢma becerilerine ulaĢamamalarıdır. Bu yüzden SM çocuklara sosyal beceri
eğitimi verilmesi, onların sosyal ortamlarda konuĢmalarına yardım edecektir.
SM çocuklar çoğunlukla konuĢmaları için yapılan yoğun baskıdan
dolayı geri çekilme yaĢamaktadırlar öyle ki,
bu da onların olumsuz
pekiĢtirilmesine yol açmaktadır. Bundan dolayı da tedaviye oldukça
dirençlidirler (Kehle ve ark. 1998). Benzer Ģekilde baĢka yazarlarda baĢarılı
tedavilerin çok fazla zaman aldığından yakınmıĢlardır (Rye ve Ullman, 1999).
Bu bağlamda, bazı müdahalelerin 4 yıla kadar uzadığı görülmüĢtür (Krohn ve
ark, 1992).
Yine bazı durumlarda da rahatsızlığın belirtileri çevrenin değiĢmesiyle
kendiliğinden azalmaktadır. Bu nedenle de okul ortamının değiĢtirilmesi
önerilmektedir (Wergeland, 1980). Bunun tersine Hayden (1980) ise, mute
durumunun kendiliğinden azalması ve ortadan kalkmasının çoğunlukla orta
derecedeki mute çocuklarda görüldüğü ve daha sonra tekrardan konuĢmamaya
baĢladıklarını iddia etmektedir. Tamamen iyileĢme oranları batı Avrupa,
Amerika ve Ġskandinav ülkelerinde %39-100 olarak verilmiĢtir. Ġleriki yaĢlarda,
asıl temel semptomlar azalsa bile bireylerde iletiĢim sorunları, sosyal çekilme,
psiko-sosyal sorunlar ve yüksek derecede iĢsizlik görünmektedir. Bir izleme
çalıĢmasında Remschmidt ve ark (2001), bu bireyleri bağımlı, düĢük
motivasyonlu, kendilerine güvensiz ve daha az olgun, dikkat bozukluğu
problemleri, duygusal sorunları olan ve depresyon, çabuk kızma ve aĢırı
duygusal dalgalanmalar yaĢayan bireyler olarak tanımlamıĢtır. Bu rahatsızlığın
geliĢimi (prognoz) çok sistematik olarak incelenmemiĢtir. Fakat ailede
yoksulluk, ebeveynlerde ruhsal bozuklukların olması, ailenin tedavi için
iĢbirlikçi olmaması, düĢük zeka düzeyi ve aile üyelerinde gözlemlenen mutism,
bu rahatsızlığın tedavisini olumsuz etkileyen faktörler arasındadır (Steinhausen
ve ark. 2006).
Bazı yazarlar tek bir müdahale yönteminin diğerine olan üstünlüğünü
tartıĢırken, bazıları da tek bir yöntemin etkili olmadığını ve en etkili yöntemin
diğer yaklaĢımlarla beraber kullanıldığında (multimodal)
daha baĢarılı
olacağını savunmuĢlardır (Kehle ve ark. 1998). Bu nedenle seçilecek olan
yöntem ya da yöntemler dikkatlice çocuğun ve ailenin nitelikleri göz önüne
alınarak yapılmalıdır. En uygun tedavi yaklaĢımı olarak ise aile katılımının
sağlandığı, okul ortamlarını da içine alan, ilaçlardan da yararlanılan davranıĢ
değiĢtirme yöntemidir.
KAYNAKÇA
American Psychiatric Association. (1994). Diagnostic and statistical manual of mental
disorders. (4th ed.). Washington, DC.
Anstendig, K. D. (1999). Is selective mutism an anxiety disorder? Rethinking its DSMIV classification. Journal of Anxiety Disorders, 13(4), 417-434.
Bergman, R. L., Piacentini, J., ve McCracken, J. T. (2002). Prevalence and description
of selective mutism in a school based sample. Journal of the American Academy of
Child and Adolescent Psychiatry, 41, 938-946.
S. Bulut
Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları
63
Black, B. B., & Uhde, T.W. (1992). Elective mutism as a variant of social phobia.
Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 31(6), 10901094.
Black, B. B., & Uhde, T.W. (1995). Psychiatric characteristics of children with selective
mutism: A pilot study. Journal of the American Academy of Child and Adolescent
Psychiatry, 34, 847-855.
Black, B. B. (1996). Social anxiety and selective mutism. American Psychiatric Press
Review of Psychiatry. Washington, DC. American Psychiatric Association Press.
Brown, G. J. ve Llyod, M. A. (1975). A controlled study of children not speaking at
school. Journal of Workers for Maladjusted Children, 3, 49-63.
Bozigar, J. A., & Hansen, R.A. (1984). Group treatment for elective mute children.
Social Work, 29(5), 478-480.
Carr, A. & Afnan, S. (1989). Concurrent individual and family therapy in a case of
elective mutism. Journal of Family Therapy, 11, 29-44.
Cunningham, C. E., McHolm, A., Boyle, M. H., ve Patel, S. (2004). Behavioral and
emotional adjustment, family functioning, academic performance, and social
relationships in children with selective mutism. Journal of Psychology and
Psychiatry, 45(8), 1363-1372.
Cunningham, C. E., McHolm, A., & Boyle, M. H. (2004). Social phobia, anxiety,
oppositional behavior, social skills, and self-concept in children with specific
selective mutism, generalized selective mutism, and community controls. European
Journal of Child and Adolescent Psychiatry, 10, 245-255.
Dow, S. P., Sonies, B. B., Scheib, D., Moss, S. E., Leonard, H. L. (1995). Practical
guidelines for the assessment and treatment of selective mutism. Journal of the
American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 34, 836-845.
Essau, C.A., Conradt, J. & Peterman, F. (2000). Frequency, comorbidity, and
psychosocial impairment of anxiety disorders in German adolescents. Journal of
Anxiety Disorders, 14, 263-279.
Fundudis, T., Kolvin, I. & Garside, R. F. (1979). Speech retarded and deaf children: The
psychological development. London, England. Academic Press
Giddan, J. J., Ross, G. J., Sechler, L. L., & Becker, B. R. (1997). Selective mutism in
elementary school: Multidisciplinary interventions. Language, Speech, and
Hearing Services in Schools, 28(2), 127-133.
Gillberg, C. (1995).Clinical Child Neuropsychology. Cambridge, UK: Cambridge
University Press.
Hayden, T. L. (1980). The classification of elective mutism. Journal of American
Academy of Child Psychiatry, 1980(191), 118-133.
Harris, H. F. (1996). Elective mutism: A tutorial. Language, Speech, and Hearing
Services in Schools, 27(1), 10-15.
Hultquist, A. M. (1995) Selective mutism: Causes and interventions. Journal of
Emotional & Behavioral Disorders, 3(2), 100-107.
Kehle, T. J., Owen, S. V., & Cressy, E. T. (1990). The Use of self modeling as an
intervention in school psychology: A case study of an elective mute. School
Psychology Review, 19, 115-121.
Kehle, T. J., Madaus, M. R., Baratta, V. S., & Bray, M. J. (1998). Augmented selfmodeling as a treatment for children with selective mutism. Journal of School
Psychology, 36(3), 247-260.
64
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Klin, A., Volkmar, F.R. (1993). Elective mutism and mental retardation. Journal of the
American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 32(4), 860-864.
Kolvin, I., & Fundudis, T. (1981). Elective mute children: Psychological development
and background factors. Journal of Child Psychology and Psychiatry, 22, 219-232.
Kopp, S. & Gilberg, C. (1997). Selective mutism: A population based study: A research
note: Journal of Child Psychology and Psychiatry, 38(2), 257-62.
Kristensen, H. (2000). Selective mutism and comorbidity with developmental
disorder/delay, anxiety disorder, and elimination disorder. Journal of the American
Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 39(2), 249-256.
Kristensen, H. (2001). Multiple informants‟ report of emotional and behavioral
probleSM in a nation-wide sample of selective mute children and controls.
European Journal of Child and Adolescent Psychiatry, 10,135-142.
Krohn, D. D., Weckstein, S.M., Wright, H.L. (1992). A study of the effectiveness of a
specific treatment for elective mutism. Journal of the American Academy of Child
and Adolescent Psychiatry, 31(4), 711-718.
Krysanski, V. L. (2003). A Brief Review of Selective Mutism Literature. The Journal of
Psychology, 137(1), 29-40.
Kumpulainen, K., Rasanen, E., Raaska, H., ve Somppi, V. (1998). Selective mutism
among second-graders in elementary schools. European Journal of Child and
Adolescent Psychiatry, 7, 24-29.
Leonard, H. L, & Topol, D. A. (1993). Elective mutism: Child and Adolescent
Psychiatric Clinics of North America, 2, 695-707.
Melfsen, S., Walitza, S., & Warnke, A. (2006). The extent of social anxiety in
combination with mental disorders. European Journal of Child and
AdolescentPsychiatry 15(2), 111-117.
Meyers, S. (1994). Elective mutism in children: A family system approach. The
American Journal of Family Therapy, 12, 39-45.
ReSMchmidt, H., Poller, M., Herpertz-Dahlmann, B., Hennighausen, K., Gutenbrunner,
C. (2001). A follow-up study of 45 patients with elective mutism. European
Journal of Child and Adolescent Psychiatry, 251,284-296.,
Richburg, M. L., Cobia, D. C. (1994). Using behavioral techniques to treat elective
mutism: A case study. Elementary School Guidance & Counseling, 28(3), 214-220.
Roberts, S. J. (2002). Identifying mutism‟s etiology in a child. The Nurse Practitioner,
27(10), 44-48.
Rye, M.S., & Ullman, D. (1999). The successful treatment of long-term selective
mutism: A case study. Journal of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry,
30(4), 313-323.
Shreeve, D. F. (1991). Elective mutism: Origins in stranger anxiety and selective
attention. Bulletin of the Menninger Clinic, 55(4), 491-504.
Spasaro, S. A., & Schaefer, C.E. (Eds.). (1999). Refusal to speak: Treatment of selective
mutism in children. Northvale, NJ: Jason Aranson Inc.
Subak, M., West, M., & Carlin, M. (1982). Elective mutism: An expression of family
psychopathology. International Journal of Family Psychiatry, 3,335-344.
Steinhausen, H., & Juzi, C. (1996). Elective mutism: An analysis of 100 cases. Journal
of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 35(5), 606-614.
Steinhausen, H.C., Wachter, M, Laimböck, K., & Metzke, W. (2006). A Long-term
outcome study of selective mutism in childhood. Journal of Psychology and
S. Bulut
Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları
65
Psychiatry, 47(7), 751-756.
Weininger, O. (1987). Elective mute children: A therapeutic approach. Journal of the
Melanie Klein Society, 5, 25-42.
Wergeland, H. (1980). Elective mutism. Annual Progress in Child Psychiatry and Child
Development, 373-385.
Wilkins, R. (1985). A comparison of elective mutism and emotional disorders in
children. British Journal of Psychiatry, 146, 196-203.
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
ĠMAR REFORMU GÜNDEMĠ
Mustafa DEMĠRCĠ
ÖZET
Son yıllarda tüm dünyada fiziksel planlama sistemleri önemli reformlar
geçirmektedir. Türkiye‟de fiziksel (imar) planlama siteminin kapsamlı revizyonu
Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığı tarafından uzun süredir tartıĢmaya açılmıĢ
bulunmaktadır. Bakanlığın yeni bir planlama ve imar kanunu için hazırladığı taslak
odak alınarak bu çalıĢmada, Türkiye‟de planlama reform gündemi neoliberal yeniden
yapılanma çağında son yapılan planlama reformlarının ıĢığında küresel bir perspektiften
tartıĢılmaktadır. ÇalıĢmada Bakanlığın taslağının Türkiye‟de son zamanlarda büyük
ölçüde Yeni Kamu Yönetimi (ĠĢletmeciliği) teorisine dayanan reformların bir uzantısı
olup olmadığının belli olmadığı ileri sürülmektedir.
Anahtar Sözcükler: Planlama, imar, neoliberalizm, imar reformu.
THE AGENDA FOR PLANNING REFORM
ABSTRACT
Physical planning systems all over the world have undergone significant
reforms in recent decades. The Ministry of Public Works and Settlement in Turkey has
commenced a debate on a comprehensive revision of physical planning system for a
long time. Focusing on the Ministry‟s draft for a new planning and development law,
this paper attempts to discuss the agenda for planning reform in Turkey from a global
perspective in the light of recent planning reforms undertaken in the era of neoliberal
restructuring. The paper argues that the Ministry‟s draft has no clear direction whether it
will be an extension of recent public administration reforms in Turkey based
overwhelmingly on the theory of New Public Management.
Key words: Planning, development, neoliberalism, planning reform.
GĠRĠġ
Ekonomik geliĢmiĢlik düzeyleri, idari ve siyasi örgütlenme ve kültürleri
birbirinden farklı olan ülkeler, fiziksel geliĢimi (imarı) yönlendirmek için
birbirinden farklı çeĢitli planlama sistemleri oluĢturmuĢtur. Bu sistemler fiziksel

Bu çalıĢma 9-11 Ekim 2008 tarihinde Bolu‟da Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi tarafından
düzenlenen KAYFOR IV programında sunulan “Ġmar Reformu?” baĢlıklı bildirinin düzeltilmiĢ
ve geniĢletilmiĢ biçimidir.

Yrd. Doç. Dr., Adnan Menderes Üniversitesi Nazilli ĠĠBF Kamu Yönetimi
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
67
planlama, arazi kullanımı planlaması, kent ve bölge planlaması, kent ve ülke
planlaması, mekânsal planlama ve imar planlaması gibi çeĢitli adlarla
anılmaktadır. Planlama sistemleri arasında yığınla farklılıklar olmasına rağmen,
bu sistemlerin en azından bir tane değiĢmeyen ortak özelliği vardır. O da,
mevcut bütün planlama sistemlerinin iç ve dıĢ kaynaklı değiĢimlere uyum
sağlamak için sürekli olarak yenilenmekte olmasıdır (Friedmann, 2005: 211).
Bu çalıĢmanın konusu ülkemizdeki fiziksel geliĢmeleri (imarı) yönlendirmek
için oluĢturulan fiziksel (imar) planlama sisteminde yapılması düĢünülen reform
düzenlemeleridir.
Fiziksel planlama sistemlerinin reformu, günümüzde bütün dünyada
güncellik kazanmıĢtır. Nitekim 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın ilk
yıllarında baĢta Avrupa ülkeleri olmak üzere hemen hemen dünyanın her
yerinde devletler planlama sistemlerinin performansını gözden geçirerek önemli
reform paketleri ortaya koymuĢtur (Campbell, 2003: 347; Booth, 2003: 949).
Çağımızda planlama sistemlerinin yeniden değerlendirilerek reform
programlarının oluĢturulması küresel bir boyut kazanmıĢ ve planlama için
önemli bir “dönüm noktasına” gelinmiĢtir. Bu dönemde artık planlama kavramı
değiĢmekte yeni anlayıĢlar ortaya çıkmaktadır (Gleeson ve Law, 2000: 134,
149).
Gerçi, planlama tarihte hiçbir zaman durağan düĢünceler ve
uygulamalar durumunu almamıĢtır, ama tüm dünyada planlama ile ilgi
geliĢmeler planlama ve plancılar açısından tedirgin edici, kaygı verici hatta
moral bozucu bir boyut kazanmıĢtır (Harrison, 2003: 363). Örneğin
Avustralya‟nın Ģehir ve bölge planlama sisteminde yaĢanan dönüĢümler,
planlamanın varlığını bile tehdit eder duruma gelmiĢtir (Gleeson ve Low, 2000:
83). Zira birçok ülkenin reform gündeminde planlama, kentlerin ve bölgelerin
ağır sorunlarıyla baĢ etmede “çözümün” değil “sorunun” bir parçası olarak
değerlendirilmektedir. Planlama devletlerin reform gündeminde artık olumlu
dönüĢümü gerçekleĢtirecek bir güç olmaktan daha çok geliĢimi engelleyici ve
yeniliği sınırlayıcı bir güç olarak düĢünülmektedir (Campbell, 2003: 347).
Her ne kadar birçok ülkede yapılan planlama reform çalıĢmalarında
planlama hakkında olumsuz düĢünce hâkim olsa da, hiçbir ülkede planlamayı
tamamen ortadan kaldırma giriĢiminde bulunulmamıĢtır. Ancak, planlamanın
doğası, iĢlevleri ve içeriği önemli ölçüde değiĢmektedir. Birçok bilim adamı,
yüzyılın dönümünde Ģehircilik de dâhil küresel ölçekte yaĢanan dönüĢümleri
“neoliberalleĢme” süreçlerinin yansımaları olarak yorumlama eğilimindedir
(Brenner ve Thedore, 2005: 103). KüreselleĢme ve liberalleĢme ile birlikte
devletin yeniden yapılanması planlama sistemlerini ve imar uygulamalarını
uluslar arası alanda yeniden Ģekillendiren baĢat faktör olarak görülebilir (Prior,
2005: 479). Nitekim planlama reformu konusunu inceleyen akademisyenler, son
yıllarda çeĢitli ülkelerde gerçekleĢtirilen planlama reformunu açıklamak için bu
düĢünceyi destekleyen “neoliberal yeniden yapılanma”, “Fordist üretim
tarzından Post-Fordist üretim tarzına geçiĢ”, “modernistten post-modernist bir
68
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
çağa geçiĢ” gibi çeĢitli analitik çerçeveler kullanmaktadır. Her ne kadar
piyasanın üstünlüğünü savunan neo-liberalizmin uluslar arası siyasette
yükseliĢi, planlama reformlarını etkileyen baĢat faktör olsa da, reformları sadece
neoliberalizmin yükseliĢinin yansımaları olarak betimlemek eksik bir yaklaĢım
olabilir. Zira planlamada “toplumsal bütünleĢme” ve “sürdürülebilirlik” gibi
neoliberalizmi dengeleyici söylemler de planlama reform gündemine girmiĢtir
(Harrison, 2003: 367-368).
Yerel yönetimler dâhil kamu yönetimi alanında birçok önemli reform
çalıĢmaları yapılan ülkemizde imar (planlama) reformu veya imar mevzuatının
revizyonu uzun süredir gündemdeki yerini korumaktadır. Önce “ġehircilik ve
Ġmar Kanun Tasarısı Taslağı” sonra adı değiĢtirilerek “Planlama ve Ġmar
Kanunu Tasarısı Taslağı” olan Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığı‟nın (2005) açtığı
imar ve planlaya iliĢkin tartıĢma metni henüz yasalaĢmıĢ değildir. Ġmarla ilgili
ortaya çıkan sorunları çözmeye yönelik birçok düzenleme yapılmasına rağmen,
tedvin edilmiĢ temel kanun veya çerçeve kanun çıkarmada iĢ yavaĢtan
alınmakta ve bu da “niçin imar kanunu sürüncemede bırakılıyor” sorusunu
akıllara getirmektedir (Övür, 2006). Her ne kadar son yıllarda ülkemizde kamu
yönetimi alanında köklü zihniyet değiĢikliğine (geleneksel kamu yönetimi
modelinden yeni kamu yönetimi modeline geçiĢ) dayanan bütüncül reformlar
yapılmak istense de, uygulamada reform düzenlemeleri tam tersine parça parça
ortaya çıkmaktadır (Arıkboğat, 2007: 50).
Bu çalıĢmanın amacı Türkiye‟de imar reformu gündemini Bayındırlık
ve Ġskân Bakanlığı‟nca (2005) tartıĢmaya açılan “Planlama ve Ġmar Kanunu
Tasarısı Taslağı” bağlamında dünyada planlama alanında meydana gelen
reformları göz önünde bulundurarak tartıĢmaktır. Bu amaçla ilk önce fiziksel
planlamanın ne olduğu ve hangi eleĢtirilere maruz kaldığı kısaca ele alındıktan
sonra yapılan çağdaĢ planlama reformları irdelenecektir. Daha sonra bu
çerçevede Türkiye‟de imar reformu gündemi Bayındırlık Bakanlığının taslağı
esas alınarak değerlendirilecektir.
KÜRESEL PERSPEKTĠFTEN PLANLAMA REFORMU
Burada Türkiye‟de imar reformu tartıĢmasına altlık oluĢturmak
maksadıyla küresel perspektiften kentsel planlamada reformu gerektiren
nedenler ve ülkelerin fiziksel planlama reform gündemini oluĢturan baĢlıca
planlama sorunları ele alınacaktır.
Reforma Giden Yol: Bir Refah Devleti ĠĢlevi Olarak Planlamanın EleĢtirisi
Kentsel geliĢimi (imarı) yönlendirmek için yapılan planlama, Batı
dünyasında geliĢmiĢ ve birçok ülkede teknik uzmanlığa dayanan önemli bir
sosyal kurum haline gelmiĢtir. Dünyanın diğer ülkeleri Avrupa‟dan planlama
düĢünce ve pratiğini ithal ederek kendi koĢullarına uyarlamaya çalıĢmıĢtır. Çok
boyutlu karmaĢık bir olgu olan planlama bir bakıma Batı rasyonalizminin,
aydınlanmasının ve modernizminin bir ürünü olarak görülebilir (Gunder, 2003:
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
69
238). Fiziksel planlama özellikle Ġkinci Dünya SavaĢı sonrası piyasaların
çözmede yetersiz bulunduğu ve bu yüzden regülâsyon veya devlet
müdahalesinin gerekli görüldüğü bir kamu politikası alanı veya refah devleti
iĢlevi olarak geliĢmiĢtir (Parsons, 1995: 5-6).
Modernist tarzda plancılar, siyasal karar almayı kolaylaĢtıran teknik
uzmandır. Uzman olarak plancılar, katı planlama (imar) denetimi yoluyla
gerçekleĢtirecek olan kentler için plan hazırlayarak iĢlevini yerine getirir. Bu
bakımdan planlama, fiziksel dünyada “ideal iyiyi” paylaĢmak için mücadele
eden uzmanlık, düĢünce ve uygulama alanı olarak tanımlanabilir. Planlama
uzmanlığını akılla meĢrulaĢtırır; araçsal rasyonalizm ile yeryüzünde cennet
idealinin vizyonu yaratır. Planlama düĢüncesinde sadece bir tane ideal güzellik,
adalet, iyi kent formu olabilir ki bu plancının akıl ve uzmanlığıyla tasarladığı
planda somutlaĢır (Gunder, 2003: 240). Rasyonalizme ve pozitivist bilime
dayanan bu planlara tartıĢmasız uymak kamu yararınadır.
Geleneksel olarak fiziksel planlama merkezi, yukardan aĢağı,
teknokratik ve otoriter bir süreç olarak geliĢmiĢtir. Bilim ve teknolojiye olan
güven nedeniyle bilimsel araĢtırma ve analizin rasyonel planlar üreteceği kabul
edilmiĢtir. Plancılar değer yargılarından bağımsız, (yerleĢim kuramı, sistem
kuramı ve rasyonel analiz gibi bilimsel yöntemleri kullanan) objektif bilim
adamı olarak görülmek istenmiĢtir. Planlama ve idare (planlama ve uygulama),
tamamen birbirinden ayrı alanlar olarak düĢünülmüĢtür. Plancılar kendilerini
siyasal çekiĢmenin dıĢında tutmak istemiĢtir (Gleeson ve Low, 2000: 88).
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sonrası geliĢen Keynezyen iktisat ve
refah devleti (sosyal devlet) anlayıĢı ve karma ekonomi, kapitalist ülkelerde
fiziksel planlamanın emlak piyasasına müdahalesini meĢrulaĢtırmaya çok
önemli destek sağlamıĢtır. Planlamanın emlak piyasasına müdahalesi, neoklasik
refah iktisadının “piyasa baĢarısızlığı” görüĢüne dayandırılmıĢtır: Özel teĢebbüs
kendi eyleminin sonucundan sorumlu olmadığı için çevre alanında piyasalar
kurumsal olarak baĢarısızdır. Piyasa baĢarısızlığı asimetrik bilgi, doğal tekeller,
dıĢsallıklar ve kolektif mallar gibi sorunlara atfedilebilir (Pennington, 1999: 44).
Bu sorunlar nedeniyle emlak piyasasında meydana gelen piyasa kurumunun
baĢarısızlıklarını düzeltmek için kamu planlaması yoluyla müdahale gereklidir.
Bu anlayıĢın geniĢ kabul gördüğü 1945‟ten sonraki 30 yıllık dönem genellikle
baĢarılı regülâsyon dönemi olarak kabul edilir. Regülâsyon kuramını
savunanlara göre bu dönemde kapitalist ekonomilerde Fordist üretim tarzı ile
planlama arasında uyum vardır. Planlama Fordist üretim tarzının üretim ve
tüketim kalıplarına uygun arazi kullanımı örgütlenmesinde yardımcı olma
iĢlevini görmüĢtür (Prior, 2005: 468). Sosyalist ekonomilerde ise sadece emlak
piyasası değil ekonominin tamamı merkezi planlama yoluyla kumanda
edilmiĢtir.
Ne var ki, kamu planlamasına karĢı olan “piyasalaĢma” hareketi aĢağı
yukarı 1970‟den sonra yeniden güç kazanmaya baĢlamıĢ, küreselleĢme,
Hayek‟in düĢüncelerinin yaygınlaĢması, neoliberal devletin yeniden
70
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
yapılanması ile rekabet, serbestleĢtirme ve özelleĢtirmenin artması, Sovyet
Bloku‟nun çöküĢü, enformasyon teknolojisindeki hızlı ilerleme gibi geliĢmeler
planlama düĢünce ve pratiğini derinden etkilemiĢtir. Dünyada ülkelerin fiziksel
planlama sistemlerinde meydana gelen reformlar bu geliĢmelerin yansımaları
olarak görülebileceği gibi fiziksel planlamaya yönelik eleĢtirilere verilen
tepkiler olarak da düĢünülebilir. Bu nedenle planlamaya yönelik eleĢtirilere
kısaca değinmek gerekir. Planlama reformu bağlamında fiziksel planlamaya
yönelik eleĢtiriler 4 grupta toplanabilir: (1) Marksist eleĢtiri, (2) Çoğulcu ve
kültürel eleĢtiriler, (3) Çevrecilik, (4) Planlama karĢıtı muhafazakârlık (Gleeson
ve Low, 2000: 99). Banarjee (1993: 353) soldan özellikle Marksist, sağdan ise,
piyasa savunucularının saldırılarının entelektüel olarak planlama kurumunu
zayıflattığını kaydetmektedir.
Marksist Eleştiri: Bu anlayıĢta plancı yönetici sınıfının çıkarına hizmet eden
kapitalist devlet aygıtının memurudur. Planlamanın rolü, kapitalist birikimi
sağlayan kapitalist yeniden üretime katkı yapan üretim iliĢkilerini yeniden
üreten koĢullara elveriĢli ortamı sağlamaktır. Marksist planlama eleĢtirisi
dünyada yaĢanan çağdaĢ planlama reformlarında doğrudan siyasal etkiye sahip
olmamıĢtır ama entelektüel olarak planlama düĢüncesini zayıflatmaya katkı
yapmıĢtır (Gleeson ve Low, 2000: 100, 134).
Kültürel ve Çoğulcu Eleştiriler: ÇeĢitli feminist, postmodern ve diğer radikal
demokratik perspektifler, teknokratik ve otoriter planlama formlarına karĢı
çıkmıĢtır. Bu eleĢtiriler farklı siyasal felsefelerden kaynaklansa da toplumsal
çeĢitlilik ve demokratikleĢmiĢ planlama formunu savunmada birleĢmektedir.
Kültürel eleĢtirmenler “türdeĢ kamu” anlayıĢına karĢı çıkarak planlamanın özü
olarak “toplumsal çeĢitliliğe” vurgu yapmaktadır. Örneğin ünlü planlama karĢıtı
Jane Jacobs kent planlamada elit (profesyonel) değerlerin hâkimiyetini
eleĢtirmekte ve plancıları kentlerin katili ilan etmektedir (Gleeson ve Low,
2000: 104-105). Planlamanın meĢrulaĢtırıcı araçlarından biri olan kapsamlı
rasyonalizm de birçok açıdan eleĢtiri konusu yapılmıĢtır.
1960‟larda ve 1970‟lerde Batılı planlama sistemlerine yönelik
entelektüel eleĢtiriler ve tabandan gelen protestolar, türdeĢ kamu ve evrensel
kamu yararının kurumsallaĢmıĢ ideallerini büyük ölçüde aĢındırmıĢtır. (Gleeson
ve Low, 2000: 106). Bu eleĢtiriler planlamada “halk katılımının” değeri üzerine
vurgu yapmıĢtır. Gerçekte türdeĢ kamu değil, birbirine baskı yapan çıkarlara
sahip çeĢitli grupların varlığını kabul eden plüralist düĢüncede kamu yararı
kavramının kullanımı sorunludur.
Çevreci Eleştiriler: Çevrecilik, pozitivist teknokratik fiziksel planlama alanının
demokratikleĢmesinin yanı sıra çevre sorunlarının fiziksel planlama gündemine
alınmasını talep etmektedir. Çevreciler planlamadaki geleneksel kamu yararı
düĢüncesinin alanını insan dıĢı topluluklar ve doğal varlıkları da içine alacak
Ģekilde yeniden kurgulanmasından yanadır. Çevreciler “sürdürülebilir
kalkınma” ilkelerinin mekânsal planlama gündemine girmesi çabasındadır
(Gleeson ve Low, 2000: 114).
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
71
Planlama Karşıtı Muhafazakârlık: Muhafazakâr siyasal ve ekonomik
çıkarlardan fiziksel planlamaya karĢı her zaman siyasal ve entelektüel muhalefet
olmuĢtur. Muhafazakâr eleĢtiride planlamanın her formuna karĢı derin
hoĢnutsuzluktan belli bağlamlarda dikkatlice belirlenmiĢ sınırlı bazı müdahale
formlarını kabul etmeye kadar çok çeĢitli tavırlar mevcuttur (Gleeson ve Low,
2000: 119). ÇağdaĢ planlama reformlarının arkasındaki en önemli düĢüncenin
piyasa savunucularının planlama eleĢtirileri olduğunu söylemek abartılı olmaz.
Piyasa savunucularına göre fiziksel planlamanın temel uğraĢ alanı olan
arazi kullanım kararlarını piyasaya bırakmanın üç temel gerekçesi vardır
(Pennington, 1999: 49-56):
i. Avusturya Ekolü Argümanı: Piyasalar yakın ikamesi olmayan pozitif
özelliklere sahiptir. Planlama yoluyla piyasa fiyatlarında oluĢan gömülü bilgiyi
toplamak ve merkezileĢtirmek mümkün değildir. Meçhul gelecek hakkında
plancıların yaptığı tahminler keyfidir. Nitekim planlama, teknolojik yenilik ve
tüketicilerin değiĢen hayat tarzı örüntülerinin etkisini tahmin etmede sürekli
yetersiz kalmıĢtır.
ii. Kamu Tercihi Argümanı: Piyasanın alternatifi olan devlet
faaliyetinden (veya kamu müdahalesinden) kurumsal eksiklikleri nedeniyle
mümkün olduğu ölçüde kaçınmak gerekir. Çünkü kamu tercihi kuramı politik
sistemde yer alan aktörlerin kamu yararını artırmak için çalıĢtığı varsayımını
reddeder; onların da tıpkı piyasa aktörleri gibi kendi çıkarlarına göre
davrandığını kabul eder. Bu yüzden bilgi sorunları halledilse bile, politikacıların
planları uygulaması olası değildir. “Devlet baĢarısızlığına” iĢaret eden kamu
tercihi kuramına göre, plancıların kontrol ettikleri kaynakların maliyetine
katlanmaması ve faydasına katılmaması sebebiyle, çevre ve ekonomi
konularında baĢarı için kar amacı güden firmalar gibi teĢviklere sahip değildir.
Devlet baĢarısızlığının maliyeti piyasa baĢarısızlığının maliyetinden daha
yüksektir.
iii. Coase Ekolü Argümanı: Çoğu zaman sadece devlet tarafından
halledilebileceği düĢünülen arazi kullanımı sorunları için çoğu zaman piyasa
çözümleri vardır (Pennington, 1999: 50). Piyasa savunucularına göre piyasa
baĢarısızlığı, tam güvenilir bir kuram değildir. DıĢsallıklar mutlaka planlı
müdahaleyi gerektirmez, vergi ve teĢviklerle çözülebilir. Kamusal malların
kapsamı da plancıların koruduğunu varsaydığından daha dardır (Richardson ve
Gordon, 1993: 347).
Kısacası fiziksel planlamanın tamamen piyasadan çekilmesini
savunanlar, piyasaların devlet müdahalesinden daha üstün olduğunu ileri
sürmektedir: Fiziksel planlama hem emlak piyasasını çarpıtır hem de kent
ekonomisini bürokratikleĢtirerek imarın iĢlem maliyetini artırır. Bu durum,
istihdam artıĢını azaltır ve konut ve ulaĢım için tüketicilerin ihtiyaçlarını tatmin
etmede piyasanın gücünü sınırlar. Bölgeleme (zoning) gibi zorunlu
regülâsyonların emlak piyasasından çekilmesi gerekir. SözleĢme gibi özel
koordine edici mekanizmalar daha verimli kaynak tahsisine yol açar (Gleeson
72
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
ve Low, 2000: 119). Sağ düĢünceye göre insanların çevreyi kullanımı devlet
kontrollerinden daha çok piyasa fiyatları ile daha iyi disiplin altına alınabilir
(piyasa çevreciliği).
Ne var ki, birçok piyasa kuramcısı kapitalist bir toplumda bazı planlama
formlarının olmasını kabul etmektedir. Fakat bunların devlet faaliyeti olması
bakımından birçok kusuru olduğu için “sınırlı” tutulması gerekir. (Gleeson ve
Low, 2000: 120). Ancak pratikte devletin emlak piyasasına müdahalesi
minimalist fonksiyonunu aĢmakta, özel çözümlerin ortaya çıkıĢını aktif olarak
engellemekte, piyasanın çalıĢmasına izin vermemektedir. Oysaki piyasaların
daha yenilikçi yaklaĢımlar getirmesi olasılığının küçümsenmemesi gerekir.
Yeni sağ aynı zamanda fiziksel planlamayı siyasal açıdan
eleĢtirmektedir: Teknokratik rasyonalite piyasanın tiranlığından daha zalimdir.
Fiziksel planlama sadece mülkiyet hakkına değil, insan haklarına bir
müdahaledir. Emir-komuta ve kontrol politikası, kiĢisel özgürlüğe zarar verir.
Oysaki piyasa mekânsal geliĢmenin örgütlenmesi için daha demokratik araçlar
sağlar (Gleeson ve Low, 2000: 119-121; Richarson ve Gordon, 1993: 348).
Planlama Reform Gündemi: Piyasaya Dayalı Fiziksel Planlama
Son yıllarda gerçekleĢtirilen her reform hareketinde olduğu gibi fiziksel
planlama reformunu en çok etkileyen geliĢmenin her alanda piyasanın
bürokrasiden daha etken olduğunu savunan neoliberal görüĢün uluslararası
alanda hâkimiyet kazanması olarak tanımlamak akademik çevrelerin neredeyse
ortak görüĢ haline gelmiĢtir. Örneğin Gleeson ve Low (2000: 133),
Avustralya‟da yeni planlama reform gündeminin oluĢumunu neoliberalizmin
artan siyasal otoritesi ile yeniden canlanan planlama karĢıtı muhafazakârlığa
bağlamaktadır. Prior (2005: 476) ise, Ġngiltere‟de planlama reformunu
neoliberal politikalar tarafından Fordist regülâsyon tarzının sürekli sermaye
birikimi için artık gerekli görülmeyen demode unsurların rasyonalizasyonu
olarak değerlendirmektedir. Neoliberal anlayıĢa dayanan reformlar Ġngiltere‟de
planlamayı tamamen ortadan kaldırmamıĢ, piyasanın fiziksel planlamadan üstün
olduğu inancıyla planlama sistemini yeniden ĢekillendirmiĢtir (Allmendinger ve
Tewdwr-Jones, 1997: 114). Bu anlayıĢ planlama otoritelerinden piyasaya dayalı
imara karĢı olumlu görüĢ benimsemesini talep etmiĢtir ve bu durum fiziksel
planlama pratiğini önemli ölçüde değiĢtirmiĢtir.
Ülkelerin fiziksel planlama reform gündemi planlamayı etkileyen
neoliberalleĢme gibi genel trentlerin yanı sıra kendi iç sorunlarının etkisiyle
oluĢmaktadır. Örneğin Avustralya planlama reform gündeminde halk katılımı, iĢ
dünyası ve yerel halk için imar denetimi süreçleri hakkında daha fazla kesinlik,
imar önerilerini karara bağlamada daha az erteleme ve tartıĢma, ekonomik
büyüme ve iĢ imkanları yaratma (Gleeson ve Low, 2000: 131) ön planda iken,
Kuzey Ġrlanda bağlamında merkezi regülâsyon sisteminin adem-i
merkezileĢtirilmesi, kaynaĢtırıcı ve eĢitlikçi karar alma sistemine duyulan
ihtiyaç öne çıkmaktadır (Crawford, 2003: 357). Ġskoçya‟da ise yeni planlama
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
73
hiyerarĢisi, mekânsal planlama, stratejik düĢünce, modernizasyon ve katılım,
fiziksel planlama reform gündeminin ön sıralarında yer almaktadır (Peel ve
Lloyd, 2006: 104-105). Fiziksel planlama reform gündemi ülkeden ülkeye
değiĢse de genel trendlerin oluĢumu göz ardı edilemez (Harrison, 2003: 362).
Genel trendler aĢağıdaki gibi özetlenebilir:
Planlama Kurumuna Karşı Olumsuz Düşüncenin Yayılması: Özellikle
1980‟den sonra planlama düĢünce ve pratiğine iliĢkin olumsuz kanılar
yaygınlaĢmıĢtır. Reform gündeminde fiziksel planlama kentlerin ve bölgelerin
yönetiminde “çözümün” değil “sorunun” bir parçası olarak görülmektedir
(örneğin planlamanın hem ekonomik performans hem de çevre değerleri
olumsuz etki yaptığı gibi). Bu entelektüel dönüĢ, fiziksel planlama sistemi için
alternatif düzenleyici ve denetleyici düzenlemelerinin bulunmasına ilgiyi
artırmıĢtır (Peel ve Lloyd, 2006: 90). Bu değiĢim eski sosyalist ülkelerde daha
bariz görünmektedir. Örneğin Sovyet döneminde merkezi kumanda
ekonomisinin hâkim olduğu Rusya‟da, piyasa reformlarının ekonomik ve
siyasal liberalleĢmenin ortaya çıkması ile birlikte fiziksel planlama hem teorik
hem pratik anlamda kriz durumuna girmiĢtir. Komünizm sonrası Rus
toplumunda her türlü planlamaya karĢı olumsuz tutum ortaya çıkmıĢtır.
(Golubchikov, 2004: 231-233).
Planlamanın Rolünün Azaltılması: Planlamaya karĢı olumsuz düĢünce
beraberinde plancıların rolü ve devlet müdahalesinin gereği tartıĢmasını
getirmiĢtir. Planlamanın mesleki temeli sorgulanmıĢ ve piyasalaĢma artıkça
(veya devlet küçüldükçe) bir kamu müdahalesi alanı olan planlamanın rolü
azalmıĢtır. Piyasa Ģehirleri, toplumları ve çevreyi Ģekillendiren temel güç haline
geldikçe fiziksel planlama marjinal hale gelmektedir (Khan ve Piracha, 2003).
1980‟lerin neoliberal ideolojisi Batı dünyasında serbestleĢtirme (deregulation)
ile piyasaya daha fazla ağırlık vererek disiplin olarak planlamayı
sınırlandırmıĢtır. Örneğin Yeni Zelanda‟da plancıların katkısı tartıĢmaya açılmıĢ
ve devletin değiĢen rolü planlamayı zayıflatmıĢtır (Dixon, 2003: 348). Bu
açıdan durum eski sosyalist ülkelerde de pek farklı değildir: Mevzuat boĢluğu,
kentsel ekonominin kaos durumu ve planlama teorisindeki kriz Rusya‟da
fiziksel planlamanın rolünü iyice azaltmıĢtır (Golubchikov, 2004: 233).
Piyasaya Dayalı Planlama: Neredeyse tüm dünyada bölgeleme mevzuatı
yoluyla “piyasa güçlerini sınırlayıcı” olarak algılanan fiziksel planlamadan,
piyasa yoluyla ekonomik geliĢmeyi kolaylaĢtıran bir çeĢit “giriĢimci
planlamaya” geçiĢ trendi yaĢanmaktadır (Friedmann, 2005: 211-212). Bu
açıdan Kore imar reformunu inceleyen Suh (2003: 356), plancılara Ģu uyarıyı
yapmayı gerekli görmektedir: “Hızlı kentsel geliĢim ve imar ihtiyaçları
planlama faaliyetleri ile tam olarak karĢılanamayabilir. Ġmar, büyük ölçüde
piyasa mekanizmaları ve halkın davranıĢları tarafından belirlenmektedir.”
Aynı trend, eski sosyalist kentlerde de yaĢanmaktadır. Eski sosyalist
kentlerde siyasal demokratikleĢme, piyasa ilkelerinin yeniden getirilmesi,
devletin mali krizi, büyük çapta özelleĢtirme, ticarileĢme, kentsel alanlarda
74
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
yoğunlaĢmıĢ uluslar arası finansal iĢlemler ve yatırımlar sadece yeni kurumlar
yaratmamıĢ aynı zamanda planlama kavramını değiĢtirmiĢtir. Bu ülkelerde
fiziksel planlama daha esnek bir Ģekilde yeni ekonomik ve siyasal
mekanizmalara uyum sağlama yoluyla meĢruiyetini yeniden kazanmaya
çalıĢmaktadır (Nedovic-Budic ve Tsenkova, 2006: 3).
İmar Denetimlerinin Gevşetilmesi: Ġmar denetimlerinin gevĢetilmesi kentsel
geliĢmede piyasa güçlerine baĢat rol tanıyan siyasal görüĢün hâkim olmasının
doğal bir sonucudur. Örneğin performans bölgelemesi ve esnek yapı standartları
bu amaca yöneliktir (Gleeson ve Low, 2000: 125). Ġmar denetimleri konusunda
eski sosyalist ülkelerde daha radikal değiĢiklikler yaĢanmıĢtır. Örneğin
Rusya‟da bütün imar faaliyetleri 1990‟lı yıllarda planlama kontrolünün dıĢında
bırakılmıĢtır (Golubchikov, 2004: 233).
Yönetişim Formu Olarak Planlama: Yeni kamu yönetimi (iĢletmecilik)
anlayıĢında piyasalaĢtırılamayan kamu hizmetlerinin özel sektör benzeri
mekanizmalarla yönetilmesi gerekir. Fiziksel planlama reform gündemini
belirleyen en önemli faktörlerden biri kamu sektöründe meydana
yönetim/yönetiĢim anlayıĢındaki bu değiĢmedir. Klasik kamu yönetimi
modelinin demode hale gelmesiyle onun yerine yeni kamu yönetimi
(iĢletmecilik) modelinin yükseliĢi (performans yönetimi, rekabetçi teĢvikler,
hesap verebilirlik ve verimlilik) fiziksel planlamayı önemli ölçüde etkilemiĢtir.
Bu durum Ġngiltere, Yeni Zelanda, Güney Kore ve Güney Afrika‟da açıkça
görülmektedir. Yeni kamu yönetimi ilkeleri fiziksel planlama sistemlerinin
değerlendirmesini ve reformunu etkilemiĢtir. Bütün ülkelerde performans
yönetimi sistemlerinin getirilmesi yönünde güçlü bir hareket oluĢmuĢtur.
Performansa dayalı planlama Amerika BirleĢik Devletleri, Ġngiltere, Yeni
Zelanda ve Avustralya gibi bir çok ülkede uygulanmaktadır (Baker, vd., 2006:
396). YönetiĢimde diğer bir değiĢim kamu-özel sektör ortaklığının fiziksel
planlama açısından büyük bir önem kazanmasıdır. Planlama yönetiĢiminde
kamu-özel sektör ortaklığı gibi iĢbirliği yapmaya veya birlikte çalıĢmaya verilen
önem artmıĢtır (Friedmann, 2005: 225).
Proaktif ve Stratejik Planlamaya Geçiş: Geleneksel olarak planlama ve
uygulama aĢaması tamamen birbirinden yalıtılmıĢtır. Plan bitimiyle baĢlayan
uygulama büyük ölçüde kontrol yönelimli ve düzenleyicidir. Ancak yeni
planlama reformlarında proaktif ve stratejik planlama formlarına doğru yönelim
vardır (Harrison, 2003: 368). Örneğin Fransa‟da 2000 yılında oylanan Kentsel
DayanıĢma ve Yenileme Kanununda (Loi SRU), fiziksel planlama süreci ile
imar ve kentsel politika uygulaması iliĢkilendirilmiĢtir (Booth, 2003: 951).
Planlama Yetkilerinin Adem-i Merkezileşmesi: ÇağdaĢ yönetiĢim söyleminde
önemli bir unsur adem-i merkezi yönetim kavramıdır. Tüm dünyada bölgesel ve
yerel yönetimlerin planlama yetkisi güçlenirken merkezi yönetimin rolü
zayıflamaktadır (Friedmann, 2005: 211). Ancak, adem-i merkezi ve yerel
planlamanın yükseliĢi sorunsuz değildir. Bunlardan en zoru yerel yönetimlerin
yeni sorumlulukları yerine getirme kapasitesidir. Bu konudaki tartıĢmalar
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
75
sürmektedir (Harrison, 2003: 368).
Yenilik (İnovasyon) Faaliyeti Olarak Planlama: Devletin yeniden yapılanması
demokratikleĢme süreçleriyle birlikte, bütün sorun ve zorluklara rağmen,
fiziksel planlama yenilikçi yaklaĢımlar için bağlam oluĢturmuĢtur (Harrison,
2003: 369). Planlamanın kent ve bölgelerin geliĢiminde (imarında) sadece
piyasa güçlerini sınırlamasından daha çok geliĢimin etkilenebileceği yenilikçi
çözümler geliĢtirmesi ve yeni kurumsal düzenlemeler keĢfetmesi acil bir ihtiyaç
haline gelmiĢtir. Bir bakıma planlama plancıların hatalarından öğrendiği
“deney” veya “sosyal öğrenme süreci” olarak ortaya çıkmaktadır (Friedmann,
2005: 214).
Toplumsal Bütünleşmeye Verilen Önemin Artması: Ortaya çıkan çağdaĢ
fiziksel planlama reformlarını sadece neoliberal olarak tanımlamak aĢırı
basitleĢtirme olur. Kökeni mimarlık ve mühendisliğe dayanan fiziksel
planlamanın alanı sosyoekonomik konuları da kapsayacak biçimde
geniĢlemektedir (Friedmann, 2005: 215). Bu bakımdan planlamada toplumsal
bütünleĢmeye/kaynaĢmaya verilen önemin arttığını belirtmek gerekir. Örneğin
Güney Afrika‟da toplumsal kaynaĢmaya verilen önem gayet açık olarak
görülmektedir. Fiziksel planlamanın toplumu bütünleĢtirici bir araç olarak
önemi artmaktadır (Harrison, 2003: 367). Keza, Fransa‟da 2000 yılında oylanan
Kentsel DayanıĢma ve Yenileme Kanunun (Loi SRU) ikinci bölümü gettoların
oluĢmasını ve dıĢlanmıĢ nüfusun yoğunlaĢmasını önlemek için sosyal konut
temini üzerinde yoğunlaĢmıĢtır (Booth, 2003: 949-950).
Mekânsal Planlamaya Geçiş: Özellikle Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde
stratejik planlamaya geçiĢ, bölgesel geliĢmeye esnek fakat uzun vadeli rehberlik
sunan yeni mekânsal planlama formlarını geliĢtirmiĢtir. Avrupa Mekânsal
GeliĢme Perspektifi (ESDP) mekânsal planlamanın önemli bir politika
belgesidir (Harrison, 2003: 368). AB ülkelerinde AB‟nin etkisiyle arazi
kullanımı planlaması zaman içinde mekânsal planlamaya doğru kaymaktadır.
Mekânsal planlama geleneksel fiziksel planlamanın ötesine geçmekte,
ekonomik ve sosyal politika öğeleriyle bağlantı kurmaktadır (Jones, 2006: 120).
Mekânsal planlamada aynen gerçekleĢmesi gereken basmakalıp nazım plan
anlayıĢı yerine imar aktörlerini etkilemeye çalıĢan esnek politika çerçeve
belgesi olarak planlar ortaya çıkmaktadır.
Sürdürülebilir Kalkınmanın Planlama Gündemine Girmesi: ÇağdaĢ fiziksel
planlama reform gündeminde yer alan önemli bir söylem de sürdürülebilirlik
olmuĢtur. Tüm dünyada fiziksel planlamada sürdürülebilir kalkınmaya karĢı ilgi
yavaĢ yavaĢ artmaktadır. 2002 Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma Dünya
Zirvesi sürdürülebilirlik düĢüncesini ana görüĢ haline getirmiĢtir (Harrison,
2003: 368).
Planlamaya Halkın Katılımının Gerekli Görülmesi: Birçok ülkenin planlama
reform gündeminde yer alan önemli bir öğe de halk katılımına yapılan vurgudur
(Harrison, 2003: 369; Peel ve Lloyd, 2006: 93). Teknik rasyonalite ve
uzmanlığa duyulan güvenin zayıflaması planlamanın meĢruiyetini sağlamada
76
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
halk katılımını gerekli kılmıĢtır. Daha katılımcı planlama formlarına kayıĢ kamu
özel ortaklığı gibi yeni planlama modellerine geçiĢ genel trend haline gelmiĢtir.
Bu aynı zamanda demokratikleĢme sürecinin bir gereğidir.
Planlama Hiyerarşisi Oluşturma: Planlama ölçekleri artmaktadır. Mahalle,
kent, kentsel bölge, bölge, ulus, ulus üstü planlama gibi çok farklı ölçeklerde
planlama yapılmaktadır (Friedmann, 2005: 216). Planlar arasında kademeleme
veya hiyerarĢi oluĢturma Kore ve Fransa gibi birçok ülkede önemli bir sorun
haline gelmiĢtir. Bu açıdan, örneğin Fransa‟da 2000 yılında oylanan Kentsel
DayanıĢma ve Yenileme Kanunu (Loi SRU), arazi kullanım planlamasına
radikal değiĢiklikler önermiĢtir. Kanunun birinci bölümünde arazi kullanım
planlarının hiyerarĢisi yeniden ĢekillendirilmiĢtir (Booth, 2003: 949).
2. ÜLKEMĠZDE PLANLAMA (ĠMAR) REFORMU GÜNDEMĠ
ÇalıĢmanın buraya kadar olan kısmında ülkemizde imar reformunu
tartıĢmak için gerekli kavramsal çerçeve oluĢturulmuĢtur. Bu çerçevede önce
ülkemizde mevcut planlama sisteminin sorunları irdelenecek, daha sonra ise bu
sorunlara çözüm olarak önerilen resmi çözümler (Planlama ve Ġmar Kanun
Tasarısı Taslağı) tartıĢılacaktır.
Reformunun Sebepleri: Ülkemizde Ġmar Planlaması ve Sorunları
Ülkemizde fiziksel geliĢimi (imarı) “belirlemek” iddiasıyla yapılan
planlama, imar planlamasıdır (geleneksel fiziksel planlama). Ülkemizde
1930‟larda kurulan imar planlama pratiği dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi
“elitist, merkeziyetçi, durağan, denetleyici ve yerel uygulama pratiğine
yabancı”dır (Tekeli 1991: 44). Plancıların teknik bilgi ve becerileri ile bilimsel
ve rasyonel olarak türdeĢ toplum için “en iyi” çözümü plan belgesi ile ürettiği
varsayılmıĢtır. Fiziksel planlamanın siyaset ve ekonominin dıĢında tarafsız bir
faaliyet olduğu kabul edilmiĢtir.
Ne var ki, 1950 sonrası hızlı kentleĢme karĢısında imar planlama
sistemi yetersiz kalmıĢtır. BaĢta gecekondulaĢma olmak üzere plan dıĢı kaçak
yapılaĢma özellikle büyük kentlerde kentsel geliĢmenin temel niteliğini
oluĢturmuĢtur. Planlı geliĢen alanlarda da imar tam olarak plana göre
yapılmamıĢ, plana aykırı birçok uygulamaya göz yumulmuĢtur. Kısacası
ülkemizde imar planlaması çoğu zaman fiziksel geliĢimi belirleyici olamamıĢ
onu arkadan takip etmiĢ ve olupbittileri yasalaĢtırma iĢlevi görmüĢtür (KeleĢ,
2008: 158). Ġmar affı kısırdöngüsü yaĢanmıĢ ve kentler yarı planlı yarı plansız
bir biçimde geliĢmiĢtir. BaĢka bir deyiĢle teknik uzmanlığa dayalı toplumsal bir
kurum olarak fiziksel planlama ülkemizde yeterince geliĢememiĢtir. Bu
bakımdan tarihsel bir bakıĢ açısıyla Ekinci (2007) Türkiye‟de fiziksel
planlamayı 1940‟a kadar “ulusal duyarlık dönemi”, 1950‟lerden itibaren “ranta
sevdalanma dönemi”, 1960 darbesiyle planlı döneme geçilmesine rağmen
“planlamaya düĢmanlık dönemi” (plan değil pilav lazım söylemi), 1980 darbesi
sonrasını “imarda iĢ bitiricilik dönemi”, 2000‟li yılları ise “ülkeyi pazarlama
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
77
dönemi” olarak betimlemektedir.
Ġmar mevzuatında imar planları kentsel geliĢmeyi belirleyen temel
faktör olarak görülmesine rağmen, imarın temel belirleyici kentsel ekonominin
dinamikleri olmuĢtur. Bu nedenle birçok plancı ülkemizde planlamanın iĢlevini
yitirdiğini, imar planlamasının gerçek anlamda bir planlama olmadığını,
planlama, imar ve yapılaĢma düzeninin çözüm değil sorun ürettiğini, ülkemizde
planlamanın gerçekten istenip istenmediği konusunda tereddütleri olduğunu
açıkça dile getirmektedir (TMMOB, 2005). Özellikle 1980 sonrası tüm dünyada
ve ülkemizde yaĢanan piyasalaĢma süreci zaten etkin olmayan fiziksel
planlamanın durumunu daha da zayıflatmıĢtır.
1957‟den 1985‟e kadar bazı değiĢikliklerle yürürlükte kalan 6785 sayılı
Ġmar Kanunun yerini alan 3194 sayılı Ġmar Kanunu baĢta olmak üzere Ģehircilik
mevzuatının yenilenmesi günümüzde ciddi bir ihtiyaç haline gelmiĢtir
(TMMOB ġehir Plancıları Odası, 2004). ġehircilik/planlama yazınında
planlama sisteminde reform gerektiren sorunlar/nedenler planlama jargonuna
uygun olarak aĢağıdaki gibi sıralanabilir:
Planlamaya Karşı Olumsuz Tutum: Türkiye‟de 1950 sonrası çoğunlukla
planlamayı benimsemeyen (plan değil pilav lazım felsefesi ) partiler iktidar
olmuĢtur. Ülkemizde genel olarak halkın planların gerekli ve faydalı olduğuna
inanmadığı görülmektedir (Aksu, 2003).
İmar Mevzuatının Dağınıklığı: Fiziksel geliĢimi (imarı) yönlendirmekle ilgili
çok sayıda yasal düzenleme mevcuttur. Bütüncül bakıĢ açısından yoksun bir
biçimde sorunların tek tek ele alınarak giderilmeye çalıĢılması neticesinde
oluĢan karmaĢık mevzuat son derece karmaĢık bir planlama sistemi veya
“kargaĢa ortamını” ortaya çıkarmaktadır (Mimarlar Odası, 2000). Bu açıdan
imar mevzuatının tedvin edilmesi acil bir ihtiyaç haline gelmiĢtir.
Yetki Karmaşası: Planlama ve imar uygulamaları ile ilgili yetkilerin merkez ile
yerel yönetim arasında paylaĢımı her zaman tartıĢma konusu olmuĢtur ve
olmaya devam etmektedir. 1985‟te yerel yönetimlere imarla ilgili önemli
yetkiler bırakmasına karĢın 3194 sayılı Ġmar Kanununun 9. maddesi Bayındırlık
ve Ġskân Bakanlığına geniĢ yetkiler tanımıĢtır. Bunun dıĢında çeĢitli kanunlarla
plan yapma veya onaylama yetkisi verilen çok sayıda merkezi yönetim birimi
bulunmaktadır. Bütün dünyada adem-i merkezileĢme yönünde bir eğilim varken

Türkiye‟de geleneksel sağ iktidarlar Sovyet tarzı totaliter rejimleri çağrıĢtıran planlı ekonomiye
(merkezi kumanda ekonomisine) karĢı olmuĢtur ki bunun aslında fiziksel planlamayla doğrudan
bir ilgisi yoktur. Ancak, “plan-pilav” sözü Türkiye‟de gerçek bağlamından çıkarılarak her türlü
planlama karĢıtlığının sloganı olarak sunula gelmiĢtir. Orijinal olarak plan-pilav sözü, 1963
yılında TBMM‟de bütçe müzakerelerinde Kadri Eroğan tarafından Ġsmet Ġnönü‟ye hitaben “Millet
bıktım artık plan plan, biraz da pilavdan bahset Ġsmet PaĢa diyor” Ģeklinde dile getirilmiĢtir. Kadri
Eroğan, Cemal Mıhçıoğlu‟na yazdığı 25.11.1988 tarihli mektupta bu söz ile bizatihi plan
(kalkınma planı) düĢüncesini değil, pratikte planın toplumun sorunlarını çözecek yapıcı ve tatmin
edici öneriler getirmemesini eleĢtirdiğini beyan etmektedir (Mıhçıoğlu, 1988: 142-144). Buna
rağmen, plan-pilav sözü fiziksel planlama literatüründe de yaygın Ģekilde Türkiye‟de her türlü
planlama karĢıtlığının sloganı olarak sunulmaktadır.
78
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
ülkemizde çarpık kentleĢmeyi veya kaçak yapılaĢmayı önlemek için imar
yetkilerinin merkezileĢtirmesini savunanlar vardır (Ilıcak, 2008; Biliroğlu,
2008). Ġmar yetkilerinin yerel yönetimlere bırakılması “yağmanın yerelden
organizasyonu” olarak görülürken, Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığının yetkilerini
kullanarak yaptığı müdahaleler (Ġstanbul Koç Üniversitesi ve Ankara BaĢkent
Hastanesi gibi) “kamu yararına” aykırı bulunmaktadır (TMMOB ġehir
Plancıları Odası, 2001).
Planlama Kademelerinin Oluşturulması: 3194 sayılı kanunda planlama
hiyerarĢisinden söz edilse de uygulamada planlar arasında birlik bütünlük ve
uyum sağlanamamıĢtır. Farklı ölçeklerde yapılan planlar arasında kademeli
birlikteliğin sağlanması ihtiyaç haline gelmiĢtir (Ersoy, 2006: 216).
Uygulama Araçlarının Yetersizliği: Ülkemizde kaçak yapılaĢma yaygındır.
Örneğin Ġstanbul, Ankara ve Ġzmir‟de yapıların % 67‟sinin yapı kullanma izni
yoktur (Ankara Ticaret Odası, 2003). Plancılar fiziksel planların
uygulanmamasını genellikle uygulama araçlarının veya denetimin yetersizliğine
bağlamaktadır.
İmar Uygulamalarında Yolsuzluk: Ülkemizde imar genellikle yolsuzluğun
yaygın olduğu bir alan olarak ünlenmiĢtir (TMMOB Harita ve Kadastro
Mühendisleri Odası, 2005). Plancılar bu açıdan planlamanın “yağma
mekanizmasına” dönüĢtüğünü, planlama sisteminin kentsel rantları dağıtma
aracı olduğunu ileri sürmektedir. Ancak imar vurgunculuğunu, bölgeleme gibi
planlama düzenlemelerinin kolaylaĢtırdığı da ileri sürülebilir (Tekeli, 1991: 55).
Her halükarda ülkemizde imar uygulamalarında büyük bir “güven açığı”
oluĢmuĢtur.
Halk Katılımı Eksikliği: Geleneksel olarak imar planlama siteminde halk
katılımına gerek duyulmamıĢtır. Planlamada halkın katılımının olmamasından
günümüzde plancılar da Ģikâyetçi duruma gelmiĢtir. Ancak türdeĢ toplum ve
üniter kamu yararı anlayıĢının hâkim olduğu bir planlama anlayıĢında halk
katılımının neye yarayacağı belirsizdir. Ġlginçtir, İmar Sorunları ve Yasası adlı
Panelde (1993), teknik adamların, mühendislerin mimarların ve plancıların
Türkiye‟deki kent planlamada tümüyle sürecin dıĢında olduğunu iddia
edilmiĢtir.
Çevre Sorunlarına Duyarsız Planlama: Planlama siteminin eleĢtirilen önemli
bir yönü de çevre sorunlarına karĢı duyarsız olmasıdır. Mevcut planlama sitemi
doğal ve kültürel çevreyi korumayı öncelikli sorun alanlarından biri olarak
görmemektedir (Uyar, 2001).
Afetlere Karşı Duyarsız Planlama: Mevcut imar düzeni, depremi felakete
dönüĢtüren faktör olarak değerlendirilmektedir (TMMOB Mimarlar Odası
Ġstanbul Büyükkent ġubesi, 2004). 1999 Marmara ve Düzce depremleri,
planlama ve yapılaĢmada güvenliği önemli bir unsur haline getirmiĢtir (GörüĢ,
2001: 57).
Planlama Anlayışında Yenilikçiliğin (İnovasyon) Olmayışı: Ülkemizde
kentleĢme alanında büyük değiĢimler yaĢanmasına rağmen resmi planlama
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
79
anlayıĢı kurulduğu günden beri özünde hiçbir değiĢiklik olmadan varlığını
sürdürmektedir. Oysaki dünyada ve Türkiye‟de meydana gelen değiĢimler,
yenilikçi ve yaratıcılığa açık yeni planlama anlayıĢlarını gerekli kılmaktadır.
Planlama Veri Bankası Eksikliği: Ülkemizde icra edilen imar planlamasının en
önemli eksikliklerinden biri de planların yeterli bilgiye dayanmadan
yapılmasıdır. Ülkemizde planlamanın gerçekten iĢlevsel olabilmesi için sağlam
verilere dayanarak yapılması gerekir. Veri bankasının olmayıĢı planlamanın
önemli eksiklerinden biridir (Aksu, 2003). Piyasa savunucularına göre bilgi
eksikliği piyasa karĢısında planlamanın zayıflığını göstermektedir.
Ġmar Politikası: Küçük DeğiĢikliklere (Incremental) DeğiĢikliklere Devam,
Reform Yerine TartıĢma
Ġmar planlama sisteminin belli baĢlı sorunlarını belirledikten sonra bu
sorunların çözümü için iktidar partisinin politikasının ne olduğuna bakılabilir.
Bu açıdan bakıldığında kamu yönetiminin birçok alanında reform hedefleyen
AK Parti Hükümetinin, “imar reformunu” sürekli belirsiz bir geleceğe ertelediği
görülmektedir (TMMOB Mimarlar Odası Ġstanbul Büyükkent ġubesi, 2004).
Oysa imar reformunun yerel yönetim reformunun bütüncül bir parçası olarak
düĢünülmesi gerekir. Ancak hükümet reform çalıĢmalarında bütüncüllük
sağlayamamıĢ, onun yerine parça parça düzenlemelerde bulunma yolunu
seçmiĢtir. Bu bakımdan imar konusu tümden ele alan bir yasa çalıĢması yerine
Ģu ya da bu Ģekilde planlama (imarla) ilgili konuları içeren birçok kanun
Meclisten geçmiĢtir. Örneğin noktasal değiĢikliklerle TOKĠ‟nin yetkileri
artırılmıĢ (31.07.2003 tarih ve 4966 sayılı kanun), Kalkınma Ajanslarına yerel
yönetimlere planlamada teknik destek sağlama görevi verilmiĢtir (25.01.2006
tarih ve 5449 sayılı kanun). Bu tür yasal düzenlemelerin en son örneklerinden
biri olan 24.07.2008 tarih ve 5793 sayılı kanun, imar konusunda TOKĠ ve
ÖzelleĢtirme Ġdaresinin yetkilerini artırmakta ve böylece planlama sisteminde
önemli noktasal değiĢiklikler yapma geleneğini sürdürmektedir. Mimarlar Odası
(2008), “torba yasa” olarak nitelediği 5793 sayılı kanunu planlama ve Ģehircilik
ilkeleri açısından (örneğin planlamada çok baĢlılığın ve çok yasalılığın
artırılması, çevresel ve tarihsel değerlerin tahribatının kolaylaĢtırılması gibi)
sakıncalı bulmaktadır.
Kapsamlı imar reformu konusunda ise AK parti hükümeti Ģuana kadar
tartıĢma açmakla yetinmektedir. Önce “ġehircilik ve Ġmar Kanun Tasarısı
Taslağı” adı altında 2004 yılına kadar geliĢtirdiği taslağı Bayındırlık ve Ġskân
Bakanlığı (2005) sonra önemli ölçüde değiĢtirerek “Planlama ve Ġmar Kanunu
Tasarısı Taslağı” adıyla ilgili kamuoyunun dikkatine sunmuĢtur (TMMOB
ġehir Plancıları Odası, 2004). Ġmar ve planlaya iliĢkin kapsamlı çerçeve kanun
hazırlama tartıĢmasını henüz neticelendirmiĢ değildir. Bakanlık çeĢitli
vesilelerle taslağın geliĢtirdiği önerilerden övgüyle söz etmesine karĢın, taslağın
niçin hala kanunlaĢmadığı konusunda kamuoyunu bilgilendirmemektedir (TC
Bayındırlık ve Ġskan Bakanlığı Strateji GeliĢtirme BaĢkanlığı, 2008). Bütün
80
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
bunlardan AK Partinin fiziksel
yapmak yerine uygulamada
(incremental) düzeltme yolunu
tartıĢmaya açılan metnin 2005
alınacaktır.
2008-2 (17)
planlama alanında kapsamlı imar reformu
çıkan aksaklıkları küçük değiĢikliklerle
tercih ettiği çıkarımı yapılabilir. AĢağıda
versiyonunun getirdiği öneriler kısaca ele
Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığının Taslağı (2005)
Taslağın Gerekçesi: Daha önce vurgulandığı gibi planlama reformları dünyada
yaĢanan genel trendler uyum sağlamaya ve ülkelerin iç dinamiklerinden
kaynaklanan sorunları çözmeye yöneliktir. Bu açıdan ülkemizdeki durum da
aynıdır: Ġmar sisteminin reformunu amaçlayan Bayındırlık ve Ġskân
Bakanlığı‟nın (2005) hazırladığı taslağın gerekçesini 1985 yılında yürürlüğe
giren 3194 sayılı Ġmar Kanununun günümüz koĢullarına uyarlanması
oluĢturmaktadır. Taslağın gerekçesine göre imar mevzuatının revizyonunu
gerekli kılan belli baĢlı faktörler, küreselleĢme ve üretim dinamiklerinin dünya
ile etkileĢimi, gümrük duvarlarının kalkması ve AB üyeliği hedefi gibi
geliĢmeler olarak gösterilmektedir.
Taslağın Amacı: Taslağın içeriğinde ve gerekçesinde imar planlama sisteminin
mevcut sorunlarını çözmeyi hedefleyen birçok amaç ifade eden cümle yer
almaktadır:
* Düzenli, sağlıklı ve sürdürülebilir kentleĢme sağlamak,
* YerleĢme ve yapılaĢmanın plan, fen, sanat, sağlık ve çevre Ģartlarına uygun
oluĢumunu temin etmek,
* Ġmar sürecinde yatırımcı kuruluĢlar arasında eĢgüdüm sağlamak,
* Tarihi, kültürel ve doğal değerleri korumak,
* Ġmar sürecinde etkin denetim mekanizmaları oluĢturmak,
* Afete karĢı duyarlı yapı kontrol sistemi geliĢtirmek,
* Sağlıklı, kaliteli ve güvenli yaĢam çevresi oluĢturmak,
* Toprağın koruma ve kullanımı arasında denge sağlamak,
* Mülkiyet ve miras hakkına saygılı olarak kamu yararına sınırlamalar getirmek
* Planlama sürecine ilgili kurum kuruluĢ ve sivil tolum örgütlerin katılımını
sağlamak,
* Engelliler için fiziksel çevreyi eriĢilebilir kılmak,
* Planlamada yetki karmaĢasını önlemek,
* Plan hiyerarĢisini oluĢturmak,
* Fiziksel planlamayı bir bütün olarak kavrayan mevzuat çalıĢması yapmak.
Bu amaçların büyük bir kısmı sorun alanları olarak Sekizinci Kalkınma
Planında (DPT, 2000), çok az bir kısmı ise Dokuzuncu Kalkınma Planında
(DPT, 2006) (yetki uyumsuzluğu ve planlama hiyerarĢisi gibi) yer almaktadır.
Taslağın İçeriği: Taslak bazı yenilikler içermesine rağmen 3194 sayılı
Kanunun sistematiğini ve mantığını sürdürmektedir. Yenilik olarak taslakta yer
alan katılım, kamu hizmeti olarak görülen denetimin yeniden düzenlenmesi,
yetki karmaĢasına son verme, kırsal ve kentsel dönüĢüm projeleri, ülke
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
81
mekânsal politika planı, uygulama araçlarının zenginleĢtirilmesi, afete karĢı
önlemler, arazi düzenlemesinin etkinleĢtirilmesi, planlar arasında kademeli
birlikteliğin sağlanması, yapılaĢma sürecinde sorumlulukların belirlenmesi gibi
söylemler gösterilebilir. Aslında planlamaya karĢı olumsuz tutum, imar
sürecinde yolsuzluk, veri bankasının olmayıĢı ve planlama anlayıĢında
yenilikçiliğin olmaması gibi birkaç sorun alanı dıĢında ülkemizde fiziksel
planlamaya iliĢkin temel sorun alanlarının taslakta Ģöyle ya da böyle ele alındığı
görülmektedir.
Taslağın maddelerine kısaca bir göz gezdirilecek olursa, taslağın
tanımlar maddesinde idare, belediye sınırları içinde belediye dıĢında il özel
idaresi olarak tanımlanarak yetki konusunda karmaĢa giderilmeye çalıĢılmıĢtır.
Ancak baĢta “imar” ve “planlama” kavramları olmak üzere taslak metninde
geçen ve taslağı anlaĢılır olması için tanımlanması gereken birçok temel kavram
tanımlar bölümünde yer almamaktadır.
Genel esaslar maddesinde engellilerin eriĢiminden ve katılımdan söz
edilmesi yenilik olarak görülebilir.
Planların Hazırlanması ve Onaylanması baĢlıklı kanun taslağının ikinci
bölümünde “Ülke Mekânsal Politika Planı” ve “Kırsal YerleĢme Planı” diye
yeni plan türleri ortaya konmakta, haritalara dair ayrıntılı standartlar
getirilmekte ancak “nazım plan” ve “uygulama imar” planından oluĢan imar
planlaması anlayıĢında herhangi bir yenilik getirilmemekte, geleneksel fiziksel
planlama anlayıĢı sürdürülmektedir. Taslakta planların hazırlanmasında süreci
hızlandırıcı belli sürelerin öngörülmesi ve Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığının
yetkilerinin korunması dikkat çekicidir.
Planların Uygulanması baĢlıklı kanun taslağının üçüncü bölümünde
düzenleme ortaklık payının %45‟e çıkarılması, imar planı kararlarının
uygulanması amacıyla gayrimenkul ortaklılıkları kurma ve katılma, risk
yönetimi, kentsel ve kırsal dönüĢüm bölgeleri gibi yenilikler yer almaktadır.
Ġlginçtir 27. maddede taĢınmaz sahipleri yapı yapmaya zorlanmaktadır. Taslağın
uygulama bölümünde yer alan düzenlemelerde kamu yararı adına mülkiyet
hakkına müdahalenin kapsamı 3194 sayılı kanununda ötesinde
geniĢletilmektedir.
Kanun Taslağının dördüncü bölümü yapı ve yapı ile ilgili esaslara
dairdir. Yapı Denetimi hakkında 29.06.2001 tarih ve 4708 sayılı kanun varken
aynı konunun taslakta tekrar düzenlenmesi ilginçtir.
Taslağın beĢinci bölümünde imar sürecinde görev alanların görev ve
sorumlulukları tanımlanmaktadır. Altıncı bölüm denetim, sicil ve cezalar
baĢlığını taĢımaktadır. Yedinci bölümde imar hizmetlerinden katılım
bedellerinin alınması öngörülmekte, taslağın imar konusunda temel kanun
olduğu vurgulanmaktadır. Ġmar hizmetlerine katılım bedeli alınması piyasacı
görüĢ açısından bir ilerleme olarak görülebilir.
Taslağın İmar Planlama Sorunları Açısından Değerlendirilmesi: Ġmar
planlamasının mevcut sorunlarına çözüm bulmak ve dıĢ geliĢmelere ayak
82
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
uydurmak amacıyla hazırlanan taslak metni, mevcut sorunlara önerdiği
çözümler açısından aĢağıdaki gibi değerlendirilebilir:
*Planlamaya Karşı Olumsuz Tutum: Polikronik bir toplum olarak Türk halkı
plana ve planlamaya karĢı genelde olumsuz tavır takınmaktadır. Taslakta planın
ve planlamanın ne bakımdan faydalı olduğu piyasadan ve siyasetten üstün
olduğu gösterilmemiĢtir.
*İmar Mevzuatı Dağınıklığı: Ġmara iliĢkin kanunları tek bir kanunda toplamak
son derece zordur. Taslağın 53. maddesinde uygulanmayacak hükümler
maddesinde imarla ilgili hükümler içeren birçok kanunun bu taslağa aykırı
hükümlerinin uygulanmayacağı belirtilerek taslağın imar ve planlama
konusunda temel veya çerçeve kanun olacağı vurgulanmaktadır.
*Yetki Karmaşası: Taslağın 2. maddesinde idare belediye sınırları içinde
belediye dıĢında il özel idaresi olarak tanımlanarak planlama yetkilerini adem-i
merkezileĢtirilmesi öngörülmüĢtür denilebilir. Ancak, 13. maddede Bayındırlık
ve Ġskân Bakanlığın görev ve yetkileri 3194‟de olduğu gibi korunmuĢtur.
Ayrıca yetki uyuĢmazlıklarını çözmede Bakanlık görüĢünün esas alınacağı
hükme bağlanmıĢtır. 14. maddede özel tanımlanmıĢ alanlarda sayılan kamu
kuruluĢları gerekli gördüğünde Çevre Düzeni, Ġmar ve Kırsal YerleĢme
Planlarını hazırlar, hazırlatır hükmü yer almıĢtır ama onay ve yürürlüğe koyma
yetkisi idareye (belediye veya il özel idaresi) tanınmıĢtır. Dolayısıyla yetki
karmaĢasının önlenemeyeceği ve süreceği ortaya konmuĢtur.
*Planlama Kademelerinin Oluşturulması: Taslağın 5. maddesinde planlama
kademeleri Ülke Mekânsal Politika Planı, Bölge Planı, Çevre Düzeni Planı,
Nazım Ġmar Planı Uygulama Ġmar Planı ve Kırsal YerleĢme Planı olarak
sıralanmaktadır. Taslağın gerekçesinde AB sürecine atıfta bulunulmasına
rağmen, AB fonlarından faydalanmak için oluĢturulan ulusal sınırları aĢan
mekânsal planlama ölçekleri belirlenmemiĢtir.
*Uygulama Araçları: Taslağın üçüncü bölümü (madde 16-madde 31)
münhasıran planların uygulanmasına ayrılmıĢtır. 3194 sayılı yasada tanınan
uygulama araçlarının yanı sıra bir tür kamu–özel sektör iĢbirliği olan
gayrimenkul ortaklıkları kurma, teknik altyapı ve sosyal donatı için katkı payı
alınması gibi yeni uygulama araçları ortaya konmuĢtur. Ayrıca kamu yararı
adına özel mülkiyet hakkını hiçe sayarak yapı yapmaya zorlama olanağı
getirilmiĢtir (madde 27).
*İmar Uygulamalarında Yolsuzluk: Ġmarla ilgili en önemli sorunlardan biri
basın yayın organlarında sıkça yer alan yolsuzluk olayları olmasına rağmen,
imar uygulamalarında yolsuzluğun önlenmesi için hiçbir önlem taslakta yer
almamıĢtır.
*Halk Katılımı: Taslağın çeĢitli yerlerinde katılım kavramına yer yerilmektedir.
Genel esaslara dair 4. maddede yaĢayanların karar süreçlerine katılımı
öngörülmektedir. Ülke Mekânsal Politika Planı ve Bölge Planının
hazırlanmasında kurumsal katılım, Çevre Düzeni Planı (madde 10) ve Ġmar
Planı (madde 11) hazırlama sürecine kurumsal katılımın yanı sıra sivil toplum
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
83
örgütlerinin ve halkın etkin katılımı hükmü yer almaktadır. Buna karĢın Kırsal
YerleĢme Planının hazırlanmasına iliĢkin süreçte katılımdan söz
edilmemektedir.
*Çevre Sorunlarına Duyarlılık: Taslağın oluĢturulma gerekçelerinden biri
sürdürülebilirliği ve ya sürdürülebilir kalkınmayı sağlamaktır. Ġmar planı ve
kırsal yerleĢim planlarının amaçları arasında yöre halkının sosyal ve kültürel
ihtiyaçlarını karĢılama, doğal, kültürel ve tarihi değerleri koruma gibi amaçlar yer
almaktadır.
*Afetlere Karşı Planlama: BaĢka bir yenilik olarak afet ve risk konusu taslağın
konuları arasına girmiĢtir. Afet haritaları ve risk yönetimi raporu afet açısından
planlamada dikkate alınması gereken belgeler olarak ortaya konmaktadır.
*Planlama Anlayışında Yenilikçilik (İnovasyon): Taslak, imar planlamasına
klasik kamu yararı adına emlak piyasasına düzenleyici ve denetleyici yaklaĢımı
sürdürmektedir. Kentsel geliĢimi yönlendirmenin temel araçlarından olan imar
planı anlayıĢında herhangi bir yenilik getirilmemektedir. KentleĢme alanında
bunca deneyime rağmen nazım plan anlayıĢı terk edilmemektedir.
*Planlama Veri Bankası: Taslakta veri bankasının oluĢturulmasına iliĢkin bir
hüküm yer almamaktadır. Ancak, taslağın 7. maddesinde planlara dair esaslarda
mekânsal verilerin oluĢturulmasında ve kullanımında standart birliğinin
sağlanması ve bilgi teknolojisinden faydalanmada Bakanlığın gerekli tedbirleri
alması öngörülmektedir.
SONUÇ
Burada kısaca ele alınan Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığının taslağı
dünyada planlama alanında yaĢanan trendlerle ne kadar uyumludur, ülkemizde
imar planlama sisteminde yaĢanan sorunlara ne kadar çare olabilir? TMMOB
ġehir Plancıları Odasının 23. Dönem 2004-2006 Çalışma Raporu‟nun ve
TMMOB‟un (2005) bu soruya ülkemizdeki imar planlama sisteminin sorunları
açısından verilen yanıt olumsuzdur. ġehir Plancıları Odasına göre Bakanlığın
2005 taslağı, meslek ve bilim çevrelerinin “beklentilerine yanıt vermeyen” ve
destekçisi oldukları önceki taslağa göre “geriye gidiĢi” gösteren bir mevzuat
çalıĢmasıdır. Odanın taslağa iliĢkin belli baĢlı eleĢtirileri Ģunlardır: Taslakta
“stratejik planlama” yaklaĢımı ortadan kaldırılmaktadır. Ülke Mekânsal Politika
Planının stratejik içeriği bulunmamaktadır. Kamuoyu ve meslek odalarının
desteğini alan bir önceki taslaktan niye vazgeçildiği anlaĢılamamıĢtır. Mevcut
“çok parçalı ve aciz” planlama mevzuatı yaklaĢımı sürdürülmektedir. Ġmar
planlarının 3194 sayılı kanundan farklı bir özelliği yoktur. Afetlere iliĢkin
düzenlemeler yetersizdir. Ġmar tadilatı, imar tadilat planı gibi resmi planlama
diline uygun olmayan terimler kullanılmaktadır. Planlama yönetim
birlikteliğinin sağlanması güçtür. Veri bankasının kurulması gerekir. Plan
uygulamaya iliĢkin bazı yenilikçi adımlar atılmasına rağmen, anlaĢılması güç
Ģekilde kaleme alınmıĢtır. Afete iliĢkin düzenlemeler eski taslağa göre daha geri
bir düzenlemedir. Yapı denetimi konusunda tutarlı bir çözüme ihtiyaç vardır.
84
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Cezalar bölümünde kararlı ve etkili yaptırımlar öngörülmemiĢtir. Kısacası
taslağın yeniden ele alınarak kentleĢme, planlama, imar, yapı ve afet alanlarında
bütünlükçü ve tutarlı yasal düzenleme yapılması gerekmektedir.
Planlama alanında yaĢanan uluslar arası trendlere göre Bayındırlık
Bakanlığının taslağına bakıldığında bazı ortak noktalar yakalanırken daha çok
ülkemizdeki mevcut planlama sisteminin sorunlarına ağırlık verildiği
anlaĢılmaktadır. Hükümetin kamu yönetimi reformlarına yaklaĢımının temel
felsefesini yansıtan Değişimin Yönetimi için Yönetimde Değişim (Dinçer ve
Yılmaz, 2003) adlı rapora göre söz konusu taslağa yaklaĢıldığında yeni kamu
yönetimi anlayıĢının özelliklerinin tam olarak taslağa yansımadığı hatta aykırı
hükümlere yer verildiği görülmektedir. Örneğin planların hazırlanmasında süre
sınırlaması getirilerek sürecin hızlandırılması ve imar hizmetlerinden katılım
bedellerinin alınması yeni kamu yönetimi anlayıĢı ile uyumlu iken, uygulama
ile ilgili hükümleri örneğin 27. maddede taĢınmaz sahiplerinin mülkiyet hakkını
hiçe sayarak yapı yapmaya zorlanması piyasa mantığı ile bağdaĢmamaktadır.
Aslında imar reformunun temeli siyaset, piyasa ve planlama kurumları
arasında günümüzde kurulması gereken iliĢkide yatmaktadır. Gerçekten,
planlama reformu için siyaset, piyasa ve planlama arasındaki etkileĢ
örüntülerini iyi anlamak gerekir (Hefetz ve Warner, 2007: 569). Cevap aranması
gereken temel soru Ģudur: Alanı gittikçe geniĢleyen piyasa ve nihai karar alma
kurumu olan siyasetle etkileĢim içinde çalıĢacak olan teknik uzmanlık faaliyeti
olarak fiziksel planlama kurumunun temel iĢlevi ne olmalıdır? Dünyada bu
açıdan yakın geçmiĢte yaĢanan trend fiziksel planlamanın daha çok yenilikçi
daha çok giriĢimci ve daha az düzenleyici ve denetleyici olması gerektiği
yönündedir (Friedmann, 2005: 228). Eğer imar reformu yeni kamu yönetimi
anlayıĢı çerçevesinde yapılacaksa emlak piyasasına fiziksel planlama
müdahalesinin yeni kamu yönetiminin temel ilkeleri (hesap verme sorumluluğu,
performans yönetimi, etkinlik, verimlilik, sonuçlara odaklanma, performans
yönetimi gibi) çerçevesinde taslağın yeniden ele alınarak gözden geçirilmesi
gerekir. Örneğin, performans ölçütlerinin belirlenmesi ve ona göre pratikte
değerlendirme yapma imkânının getirilmesi önemli bir ihtiyaçtır. Zira
günümüzde birçok ülkede performansa dayalı planlama anlayıĢı
uygulanmaktadır. Ne var ki, kentleĢme ve siyaset alanında bunca değiĢimler
yaĢanırken ülkemizde mevcut fiziksel planlama anlayıĢının özünde hiç
değiĢiklik yapılmadan sürdürülmek istenmesi, imar kurumunun yeniliklere pek
açık olmadığını göstermektedir.
KAYNAKÇA
Aksu, Hüseyin (2003) Planlama Reformu, http://www.aksuholding.com/planlama_reform.htm
(08.07.2008).
Allmendinger, Philip and Tewdwr-Jones (1997) “Post-Thatcherite Urban Planning and
Politics: A Major Change?”, International Journal of Urban and Regional
Research, 21(1), 100-116.
Ankara
Ticaret
Odası
(2003)
Ġmar
Reformu,
29.03.2003,
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
85
http://www.atonet.org.tr/yeni/index.php?p=78&l=1 (08.07.2008).
Arıkboğat, Erbay (2007) “Türk Yerel Yönetim Sisteminde Reform ve Yeni Kamu
Yönetimi”, Kamu Yönetimi Yazıları içinde Der: Eryılmaz, B., Eken, M. ve ġen,
M.L., Ankara: Nobel, 42-70.
Baker, Douglas C., Sipe, Neil G. and Gleeson, Brendan J. (2006) “Performance-Based
Planning: Perspectives from the United States, Australia and New Zealand”,
Journal of Planning Education and Research, 25, 396-409.
Banerjee, Tridib (1993) “Market Planning, Market Planners, and Planned Markets”,
Journal of the American Planning Association, 59(3), 353-360.
Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığı (2005) Planlama ve Ġmar Kanunu Tasarısı Taslağı,
http://www.bayindirlik.gov.tr/turkce/dosya/plimarkanuntaslagi.doc (17.07.2008).
Biliroğlu, Deniz (2008) Belediyelerden Ġmar Yetkisi Alınsın, Hürriyet Ankara,
20.03.2008 http://www.hurriyet.com.tr/ankara/8499214_p.asp (13.08.2008).
Booth, Philip (2003) “Promoting Radical Change: The Loi Relative a la Solidarate et au
Renouvellement Urbains in France”, European Planning Studies, 11(8), 949-963.
Brenner, Neil and Theodore, Nik (2005) “Neoliberalism and the Urban Condition”,
City, 9(1), 101-107.
Campbell, Heather (2003) “Reforming Planning Systems”, Planning Theory and
Practice, 4(3), 347-348.
Crawford, Jenny (2003) “Planning and Democracy in Northern Ireland”, Planning
Theory and Practice, 4(3), 357-362.
Dinçer, Ömer ve Yılmaz, Cevdet (2003) Değişimin Yönetimi için Yönetimde Değişim,
TC. BaĢbakanlık, www.cevreorman.gov.tr/ekitap/k1.pdf (28.08.2008).
Dixon, Jennifer (2003) “Planning in New Zealand: Legacy of Ambivalence and
Prospect for Repositioning”, Planning Theory and Practice, 4(3), 348-353.
DPT (2000) Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci BeĢ Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005,
http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/plan8.pdf (30.08.2008)
DPT
(2006)
Dokuzuncu
Kalkınma
Planı
(2007-2013),
http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/plan9.pdf (30.08.2008).
Ekinci, Oktay (2007) Türkiye‟nin Mimarlık Politikası, Cumhuriyet Gazetesi 01.03.2007
http://www.yapi.com.tr/Haberler/turkiyenin-mimarlik-politikasi_52275.html
(08.07.2008).
Ersoy, Melih (2006) “Ġmar Mevzuatında Planlama Kademeleri ve Üst Ölçek Planlama
Sorunu”, Bölgesel Kalkınma ve Yönetişim Sempozyumu 7-8 Eylül ODTÜ Mimarlık
Amfisi,
http://www.tepav.org.tr/sempozyum/2006/bildiri/Bolgesel_Kalkinma_ve_Yonetisim
_Sempozyumu.pdf (0.08.2008).
Friedmann, John (2005) “Globalization and the Emerging Culture of Planning”,
Progress in Planning, 64(3), 183-234.
Gleeson, Brendan and Low, Nicholas (2000) “Revaluing Planning Rolling Back NeoLiberalism in Australia”, Progress in Planning, 53(2), 83-164.
Golubchikov, Oleg (2004) “Urban Planning in Russia: Towards the Market”, European
Planning Studies, 12(2), 229-247.
GörüĢ (2001) Ġmar ve ġehirleĢme Kanun Tasarısı Taslağı Hakkında Odamızın GörüĢü,
TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Haber Bülteni, sayı 2001/5-6 57-63,
http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/122c699d5e3d2fa_ek.pdf?dergi=HABER%20
B%C3%9CLTEN%C4%B0 (28.08.2008).
Gunder, Michael (2003) “Passionate Planning for the Others‟ Desire: An Agonistic
86
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Response to The Dark Side of Planning”, Progress in Planning, 60(3), 235-219.
Harrison, Philip (2003) “The Globalization of Ideas and the Force of Context: Looking
at Planning Internationally through a South African Lens”, Planning Theory and
Practice, 4(3), 362-370.
Hefetz, Amr and Warner, Mildred (2007) “Beyond the Market versus Planning
Dichotomy: Understanding Privatization and its Reverse in US cities”, Local
Government Studies, 33(4), 555-572.
Ilıcak, Nazlı (2008) “Bodrum‟da Manzara Vahim”, Sabah 03.08.2008
http://www.sabah.com.tr/2008/08/03/haber,018D322489034B46B4D5EEA154086
CE7.html (13.08.2008)
Jones, Colins (2006) “Verdict on the British Enterprise Zone Experiment”, International
Planning Studies, 11(2), 109-123.
KeleĢ, RuĢen (2008) Kentleşme Politikası, Ankara: Ġmge Kitapevi.
Khan, Sahed and Piracha, Awais (2003) Plan First and Thereafter: The Process of
Reforming the Planning System in Neo-liberal Climate, State of Australian Cities
National
Conference
2003,
http://www.uws.edu.au/download.php?file_id=5213&filename=23.2_FINAL_Khan
_Piracha.pdf&mimetype=application/pdf (17.07.2008)
Mıhçıoğlu, Cemal (1988) “Yine Devlet Planlama Örgütünün KuruluĢu Üzerine”,
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XLIII(1-2), 113-146.
Mimarlar Odası (2000) Ġmar Hukukunda Toplum ve Mimarlık Sempozyumu 13-14
Ekim
2000,
http://www.mimarist.org.tr/komisyon/36_Donem/1.5.3.imar.htm
(28.08.2008).
Mimarlar Odası (2008) 24.07.2008 tarih ve 5793 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde DeğiĢiklik Yapılmasına Dair Kanun “ Hakkında Rapor,
http://www.mo.org.tr/belgedocs/toki-rapor-1.pdf (26.10.2008).
Nedovic-Budic, Zorica and Tsenkova, Sasha (2006) The Urban Mosaic of Post Socialist
Europe Space Institution and Policy, Heidelberg: Physica-Verlag.
Övür, Mahmut (2006) “Ġmar Yasası Neden Çıkmıyor?”, Sabah 16.12.2006,
http://arsiv.sabah.com.tr/2006/12/16/yaz1336-10-108.html (12.08.2008).
Panel “Ġmar Sorunları ve Yasası” 17 ġubat 1993, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
Haber
Bülteni,
sayı
1993/2
6-7,
http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/e4243f5511fd6ef_ek.pdf?dergi=HABER%20
B%C3%9CLTEN%C4%B0 (28.08.2008).
Parsons, Wayne (1995) Public Policy An Introduction to the Theory and Practice of
Policy Analysis, Cheltenham: Edward Elgar.
Peel, D. and Lloyd, M.G. (2006) “The Twisting Paths to Planning Reform in Scotland”,
International Planning Studies, 11(2), 89-107.
Pennington, Mark (1999) Free Market Environmentalism and the Limits of Land Use
Planning”, Journal of Environmental Policy and Planning, 1(1), 43-59.
Prior, Alan (2005) “UK Planning Reform: A Regulationist Interpretation”, Planning
Theory and Practice, 6(4), 465-484.
Richardson, Harry, W. and Gordon, Peter (1993) Market Planning Oxymoron or
Common Sense?” Journal of the American Planning Association, 59(3), 347-352.
Suh, Soon-Tak (2003) “Reforming the Planning System in Korea”, Planning Theory
and Practice, 4(3), 353-357.
TC. Bayındırlık ve Ġskan Bakanlığı Strateji GeliĢtirme BaĢkanlığı (2008) Manisa
M. Demirci
İmar Reformu Gündemi
87
Milletvekili Sayın Erkan Akçay‟ın TBMM 7/3745 Esas Sayılı Yazılı Soru
Önergesine
Dair
Soruları
ve
Cevabı,
02.07.2008,
http://www2.tbmm.gov.tr/d23/7/7-3745c.pdf (13.08.2008).
Tekeli, Ġlhan (1991) Kent Planlaması KonuĢmaları, Ankara: TMMOB Mimarlar Odası
Yayınları.
TMMOB (2005) Planlama ve Ġmar Kanunu Tasarısı Taslağı Beklentilerimize Yanıt
Vermemektedir! TMMOB, KentleĢme, Planlama, Ġmar, Yapı ve Afet Alanlarında
Bütünlükçü ve Tutarlı Yasal Düzenlemeler Yapılmasını Talep Etmektedir!
http://tmmob.org.tr/modules.php?op=modload&name=News&file=article&sid=798
&mode=thread (12.08.2008).
TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası (2005) Ġmar Mevzuatı Analizi
DanıĢmanlık
Hizmetleri
Raporu
Hakkında
Odamız
GörüĢleri
http://www.hkmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=222 (26.08.2008)
TMMOB Mimarlar Odası Ġstanbul Büyükkent ġubesi (2004) 17 Ağustos 1999 Marmara
Depreminin
5.
Yılı
Değerlendirmesi,
http://www.mimarlarodasi.org.tr/index.cfm?sayfa=Belge&Sub=basin&RecID=167
(08.07.2008).
TMMOB ġehir Plancıları Odası (2001) Ġmar ve ġehirleĢme Kanunun Taslağı Hakkında
TMMOB
ġehir
Plancıları
Odasının
GörüĢü,
http://www.spo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=20&tipi=15&sube=0
(08.07.2008).
TMMOB ġehir Plancıları Odası (2004) Ġmar ve ġehirleĢme Kanunu Tasarısı Taslağı
Hakkındaki
ÇalıĢmalar,
http://www.spo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=81&tipi=4&sube=0
(08.07.2008).
TMMOB ġehir Plancıları Odası (tarihsiz) “Ġmar Kanunu Tasarısı ile ilgili
ÇalıĢmalarımız ve GörüĢlerimiz” (içinde) 23. Dönem 2004-2006 Çalışma Raporu,
Ankara, 208-241.
Uyar, Necati (2001) “Çevreyi Gözeten Planlama”, Evrensel 23.4.2001,
http://www.evrensel.net/01/04/23/dosya.html (05.08.2008).
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN
EKONOMĠK ETKĠLERĠ ÜZERĠNE BĠR ARAġTIRMA
Ferudun KAYA
ÖZET
Vergiler devletlerin temel finansman kaynaklarıdır. Devletler arasın da
sınırların her geçen gün biraz daha azaldığı günümüzde ulusal vergi sistemleri
de değiĢime adapte olmak zorundadır. ĠletiĢim çağında bu adaptasyon için
bugün ABD baĢta olmak üzere dünyada yoğun bir Ģekilde tek oranlı vergi
sistemi tartıĢılmaktadır. Bu sistemin özelliği gelirlerin kaynakta yalnızca bir kez
vergilendirmesidir.
Bu
doğrultuda
Türkiye‟deki
vergi
sisteminin
reorganizasyonu için yeni önerilerin tartıĢılması önem arz etmektedir. Bu
çalıĢmada tek oranlı vergi sisteminin tanımı yapılarak, baĢlıca diğer vergi
sistemleri ile karĢılaĢtırılmıĢtır. Tek oranlı vergi sisteminin ekonomi üzerindeki
olası etkilerine değinilerek dünyadaki uygulamalarından bahsedilmiĢtir.
Sonuçta, vergi sistemi karmaĢık ve anlaĢılmaz durumda olan devletler için tek
oranlı vergi sistemi bir alternatif olarak önerilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Vergi, Tek Oranlı Vergi Sistemi.
ABSTRACT
Taxes are the main financial sources of the governments. As the
frontiers beetween the states seem to be disappearing today, the national tax
systems have to be adapted the charges. In the communication century, the flat
tax system is intensively discussed in many countries primarily in the USA for
the adaptation. The special feature of this system is that it taxes once in the
source. For this reason, the discussions of the suggestions for the reorganization
of the tax system in Turkey are of importance. In this study the applications of
this tax system in the world have been discussed looking at the possible effects
of it. As a result the flat rated tax system as an alternative is highy recomended
for the countries whose tax systems are complex and complicated.
Key words: Tax, Flat Rated Tax System.
GĠRĠġ

Dr., Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Alaplı MYO Alaplı-Zonguldak
[email protected] GSM: 0505 200 85 24
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
89
KüreselleĢmeyle birlikte devletin küçültülmesi düĢüncesinin önem
kazanması ve tüm dünyada buna yönelik çalıĢmaların hızlanması, vergi
sistemlerinin gözden geçirilmesi gereğini ortaya koymuĢtur. Dünyada çok
sayıda ülkenin benimsediği artan oranlı vergi sistemi ile ilgili karmaĢıklık,
ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri, maliyet yüksekliği, çifte vergilendirmeden
kaynaklanan adaletsizlik gibi karĢılaĢılan sorunlar hükümetleri vergi reformları
yapmaya zorlayarak artan oranlı vergi sistemine alternatif bulma çabasına
sürüklemektedir. Dolayısıyla Türkiye‟deki vergi sistemlerinin reorganizasyonu
için yeni önerilerin tartıĢılması önem arz etmektedir. ÇalıĢmanın konusunu
oluĢturan tek oranlı vergi sistemi de bu alternatiflerin baĢında gelmektedir. Bu
çalıĢma ile ekonominin sürdürülebilir büyümesine katkı sağlayabilecek tek
oranlı vergi sisteminin önemine dikkat çekerek bu konudaki çalıĢmalara ıĢık
tutabilmek amaçlanmıĢtır. Mevcut durumun betimlemesi ile yapılan bu çalıĢma
kapsamında tek oranlı vergi sistemi tanımlanmıĢ ve tek oranlı vergi sisteminin
olumlu ve olumsuz yönlerine değinilmiĢtir. Ayrıca ekonomi üzerindeki etkileri
vurgulanarak tek oranlı vergi sistemini uygulayan ülkelerdeki geliĢmeler
hakkında bilgi verilmiĢtir.
GeliĢmiĢ ve geliĢmekte olan ülkelerde uygulanan vergi sistemleri
arasında farklılıklar olmakla birlikte, temel olarak gelir üzerinden alınan
vergilerin hâkim olduğu, aynı vergi sistemi içinde hem gelirin hem de harcama
ve servetin vergilendirildiği görülmektedir. GeliĢmiĢ ülkelerde dolaysız vergiler
hâkimken geliĢmekte olan ülkelerde dolaylı vergiler uygulanmaktadır.
Hükümetler, birçok nedenle vergi sistemlerine çok sayıda vergi istisna, muafiyet
ve indirim dâhil etmektedir. Sık değiĢikliğe uğrayan vergi kanunları ise her
geçen gün biraz daha karmaĢık ve anlaĢılmaz bir hal almaktadır. Vergi
sisteminin karmaĢık bir hal alması hem vergi idaresi hem de vergi yükümlüsü
tarafından vergi yasalarının anlaĢılabilirliğini azaltmakta ve bu konudaki
maliyetleri arttırmaktadır.65 Bu açıklamalar doğrultusunda vergi borcunun
hesaplanabilmesi için vergiye konu olan matraha vergi oranlarının uygulanması
gerekmektedir. Vergi matrahıyla olan iliĢkilerine göre, vergi oranları Ģu Ģekilde
sınıflandırılabilir;
1) Vergi matrahı büyüdükçe eğer matraha uygulanan oran büyüyorsa artan
oranlı vergi denir. Örneğin; Gelir Vergisi.
2) Vergi matrahı büyüdükçe eğer matraha uygulanan oran küçülüyorsa azalan
oranlı vergi denir. Dolaylı vergilerin genelinde azalan oranlı bir vergi
uygulamasının bulunduğu gözlenmektedir. Örneğin; zorunluluk arttıkça
vergi oranı da azalmaktadır. Bu durum özellikle zorunlu ihtiyaç
maddelerinde daha da belirgin Ģekildedir.
3) Vergiye tabi matrah artsa bile vergi oranında bir artıĢın gerçekleĢmediği ve
matraha sabit bir oranın uygulandığı vergiye tek (düz) oranlı vergi denir.
65
Dilek Dileyici ve Özlem Özkıvrak, “Yeni Yüzyılda Mali ve Parasal Politikalarda Yeniden
Yapılanma”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2(2), 2000, s. 2.
90
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Kurumlar vergisi örnek verilebilir.
Günümüzde tartıĢılan tek oranlı vergi sistemi, Stafort Üniversitesi‟nden
Hall ve Rabushka (1995) tarafından hazırlanan The Flat Tax adlı çalıĢmada ileri
sürülen düĢüncelere ve Armey ve Shelby (1997) tarafından sunulan vergi
planlarına dayanmaktadır. Tek oranlı vergi önerisi, ABD‟de Cumhuriyetçi
BaĢkan adayı Steve Forbes tarafından, “her yurttaş için tek vergi oranı”
düĢüncesiyle seçim kampanyasında yer verilmiĢtir. Tek oranlı vergi sistemine
geçilmesine yönelik bir öneride ABD‟li senatör Dick Army ve senatör Arlen
Spector tarafından yapılmıĢtır. Army bu konuda 1995 yılında bir kanun tasarısı
hazırlamıĢtır. Söz konusu kanun tasarısında vergi dilimleri ve halen
uygulanmakta olan indirim, istisna ve muafiyetleri kaldırmak yerine çok daha
geniĢ bir vergi tabanı üzerine tek bir (%17 oranında) vergi uygulaması
önerilmektedir. Army, daha düĢük oranlar karĢılığında bireylerin daha fazla
vergi ödemek zorunda kalabileceklerini, Amerika‟da mevcut vergi sisteminde
tüm kiĢisel gelirin yarısından daha fazlasının çeĢitli indirim, istisna ve
muafiyetler yüzünden vergilendirilmediğini belirtmiĢtir. Tüm kiĢisel gelir eğer
tek bir orana tabi tutulursa, (%10‟dan daha düĢük tek bir oran) halen
toplanmakta olan gelirlerden çok daha fazlasını sağlayacağı konusunda öneride
bulunmuĢtur.66
Tek oranlı vergi sisteminin savunucuları artan oranlı vergi sistemi
rekabeti, risk almayı, giriĢimciliği ve yatırımları engellemek üzere dizayn
edildiğini belirterek vergi sisteminde reformun yapılması gerektiğini iddia
etmektedirler. Bu değiĢim, vergi sisteminin karmaĢıklığı sorununu çözecek ve
her mükellef eĢit biçimde, beyanname ile gelirini beyan edebilecektir. Bir
ülkenin vergi sistemi ne kadar karmaĢıklaĢırsa o ülkenin hükümeti için sistemi
daha da karmaĢık hale getirmek o kadar kolaylaĢmaktadır. Ülkeler, vergi
sistemlerini, artık içinden çıkılmaz bir hal alıncaya kadar karmaĢık bir sistem
haline gelmesine izin vermekte ve üst sınıra gelindiğinde radikal bir reformla
vergi sistemlerini basitleĢtirilebilmektedir.67 Mali etkinlik açısından sahip
olduğu olumlu özellikleri nedeniyle, tek oranlı vergi uygulaması Türkiye için
dikkatle irdelenmesi gereken bir seçenektir.
A. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN TANIMI
Tek oranlı vergi, matrahı ne olursa olsun tek bir vergi oranının bir
defaya mahsus uygulanmasıdır. Tek oranlı vergilere “sabit oranlı” veya “düz
oranlı” vergilerde denilmektedir. Tek oranlı vergi sistemi; teoride tek marjinal
66
67
Filiz Giray, Düz Oranlı Vergi ve Uygulamaları, [EriĢim Tarihi: 07.01.2009],
http://www.muhasebetr.com/ozelbolum/020/, 2006, s. 1.
T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek)
Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, 2005, ss. 1-9.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
91
vergi oranına sahip bir sistem olarak tanımlanmaktadır. Uygulamada ise tek
oranlı vergi belli bir standardın üzerindeki bütün gelirlere aynı marjinal vergi
oranının uygulandığı bir vergi sistemi olarak tanımlanmaktadır. BaĢka bir ifade
ile bir kiĢinin geliri ile belirli bir istisna düzeyi arasındaki fark, tek oranlı
vergiye tabi tutulmaktadır.68 Tek ya da düz oranlı bir vergi tarifesinde sıfırdan
büyük olan sadece tek bir marjinal vergi oranı vardır. Tek oranlı vergi
yönteminde bütün gelirler, aynı oranda ve bir defaya mahsus olmak üzere
vergilendirilir. Tek oranlı vergileme sistemi, artan oranlı vergi sistemi yerine,
aĢağıdaki temel ilkeler çerçevesinde oluĢturulan bir sistemi amaçlar:69
 Bütün vergi yükümlülerine ve yükümlülerin her türlü gelirine tek oranlı bir
vergi uygulamak,
 Tüm geliri sadece bir defaya mahsus kaynakta vergilendirmek, diğer bir
ifadeyle tasarruf ve yatırımları vergi dıĢı tutarak mükerrer vergilemeyi
önlemek, tasarrufları ve yatırımları teĢvik etmek suretiyle istihdam sorununa
çözüm getirmek,
 Bütün gelirleri her hangi bir indirim, istisna ve muafiyet olmadan vergi
kesintisine tabi tutmayı (fakat aile büyüklüğünü esas alan, genel indirim ya
da standart indirim niteliğindeki indirimler gelirlerden düĢülebilmektedir)
amaçlar.
B. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN OLUMLU YÖNLERĠ
Tek oranlı vergi uygulamasının sağlayacağı baĢlıca olumlu yönler
Ģunlardır.
1. Vergi Adaletini Sağlaması
Vergi, kamu hizmetlerinin maliyetini karĢılamak üzere, ekonomik
birimlerden siyasi cebir altında ve karĢılıksız olarak devlete kaynak
aktarılmasıdır. Kamu hizmetleri sağlanırken bu karĢılıksız olarak toplanan kamu
68
69
Joseph E. Stiglitz, Kamu Kesimi Ekonomisi, (Çev: Ömer Faruk Batırel), Ġstanbul: Marmara
Üniversitesi ĠĠBF Yayını, No: 396, 1994, s. 765; aktaran, Giray, Düz Oranlı Vergi
Uygulamaları, 2006, s. 1.
Ercan Türkan, Düz Oranlı ve Tüketim Tabanlı Vergi Sistemi: ABD’de YaĢanan
TartıĢmalar ve Bu TartıĢmalardan Çıkarılabilecek Dersler, DPT Yayını No:2474, Ankara,
1997, s. 8; Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s.1.
92
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
kaynakları kullanılır. Bu kaynakların içerisinde vergi gelirinin oranı çok
yüksektir, hatta geliĢmiĢ uluslarda %100‟e ulaĢmaktadır. Bu kaynakları temin
ederken kanunun adaletli olması gerekir. Bu konuda objektif bir kriter yoktur.
Toplam vergi yükü bölüĢümün de hangi ölçülerin kullanılması halinde vergi
adaletinin sağlanacağına iliĢkin değer yargıları zaman içinde değiĢiklik
göstermektedir. Toplumun çoğunluğu tarafından bu kaynakların yüklenimi adil
bulunuyor ise vergi adaletinin mevcudiyetinden söz edilebilir.
Vergi yükü bölüĢümün de çeĢitli iktisadi ve sosyal etkenler göz önünde
bulundurulur. Ülkelerin iktisadi ve sosyal koĢullarına, uygulandığı mali
politikaya ve toplumun gelir dağılımı konusundaki değer yargılarına göre
vergilendirme ilkeleri değiĢiklik gösterir. Bu ilkeleri ilk olarak ortaya koyan
klasik iktisatçılardan Adam Smith‟in dört ilkesinden üçü vergi yükü dağılımında
adaletle ilgilidir. Bunlar; adalet, kesinlik ve uygunluktur. Vergi yükü, gelirle
orantılı olarak dağıtılmalı, vergi yükümlüsünün ödeme zamanı, Ģekli ve miktarı
kesin olmalı ve mükellef için en uygun zamanda tahsil edilmelidir. Dördüncü
ilke ise iktisadiliktir. Yani verginin en az kaynak kullanımı ile alınması
gerektiğini ileri sürer. Vergileme ilkelerinin asıl kaynağı olan adalet kavramının
ifade edilebilmesi için dört temel kriterin irdelenmesi gerekir. Bu kriterler;70
 Dikey EĢitlik: Farklı gelir elde eden gerçek ve tüzel kiĢilerin farklı Ģekilde
vergilendirilmesini ifade etmektedir. Örneğin; farklı gelir elde eden gerçek
ve tüzel kiĢilerden, daha fazla gelire sahip olanların kendilerinden daha az
gelir elde eden kiĢilerden daha fazla vergi ödemeleri gerektiğini ifade eder.
 Yatay EĢitlik: Vergilemede adalet konusunda yatay eĢitlik aynı gelir
seviyesine sahip yükümlülerin aynı oranda vergi ödemesidir. Mevcut vergi
sistemleri günümüzde yer alan indirim, istisna, muafiyet gibi uygulamalar
nedeniyle aynı tutardaki gelirin, aynı oranda vergilendirilmesine engel
olmaktadır. Bu da yatay eĢitliği sağlamadığı anlamını taĢımaktadır.
 Kanun Önünde EĢitlik: Kanunlar önünde herkesin hiçbir ayrım
gözetmeksizin eĢit iĢlem görmesi demektir. BaĢka bir ifadeyle hiçbir ayrım
gözetmeksizin matraha aynı vergi oranın uygulanmasıdır.
 Fedakârlıkta EĢitlik: Gerçek ve tüzel kiĢilerin ürün ve hizmet alımlarında
(Farklı gelire sahip olsalar bile) aynı oranda vergi ödemelerini ve
gelirlerinden yaptıkları fedakârlık oranlarının aynı olmasını ifade eder.
Vergi ilkeleri çerçevesinde tek oranlı vergilerin “Dikey EĢitlik”,
“Yatay EĢitlik” ve “Kanun Önünde EĢitlik” ilkelerine uygun olduğu
görülmektedir. Fedakârlıkta eĢitlik kriteri yönünden bakıldığında tek oranlı
verginin adil olmadığı söylenebilir. Fakat tek oranlı vergi sisteminde ortaya
çıkan bu adaletsizlik artan oranlı vergi için de söz konusudur. Gerçek ve tüzel
kiĢilerin gelir ve giderleri birbirine eĢit olmadığından artan oranlı tarifede de
70
C. Can Aktan, 21. Yüzyıl Ġçin Radikal Bir Vergi Reformu Önerisi: Düz Oranlı Vergi,
Ankara: TOSYÖV Yayınları Ekonomik, Sosyal ve Siyasal AraĢtırmalar Serisi No: 5, 2000, ss.
40-42.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
93
“Fedakârlıkta EĢitlik” yönünden eĢitlik olmayacaktır. Fedakârlıkta eĢitlik,
yüksek gelirli bir kiĢinin gelirinin bir biriminin marjinal faydasının, düĢük gelir
elde eden bir kiĢinin gelirinin bir biriminin marjinal faydasından daha düĢük
olduğu ve bu nedenle vergi sonrası düĢük gelirlinin katlandığı fedakârlığın daha
yüksek olmasını ifade etmektedir. Oysa tek oranlı vergi sisteminde tüm gelirler
aynı oranda vergilendirildiğinden özellikle düĢük gelirli gruplarda, vergi yükü
dolayısıyla kaybedilen fayda çok daha yüksek olacaktır.71 Dolayısıyla artan
oranlı vergilerde, matrah arttıkça oran artmakta olduğundan bu vergilerin
fedakârlıkta eĢitlik yönünden tek oranlı vergilere göre daha adil olduğu
söylenebilir.
Artan oranlı vergi sisteminin tercih edilmesinde vergide adaleti sağlama
iĢlevi önemli unsur olmuĢtur. Ancak artan oranlı vergi sisteminde indirim,
istisna ve muafiyetlerin fazlalığı aynı tutardaki gelirin aynı oranda
vergilendirilebilmesine engel olmaktadır. Yine bu sistemde tarifenin bilimsel
temel yerine sübjektif esaslara göre belirlenmesi vergi yükümlüleri arasında
adaletsizliğe neden olabilmektedir.72
2. Vergi Mevzuatının Basit Olması Nedeniyle Vergi Maliyetinin DüĢüklüğü
Basitlik ilkesi; vergi kanunlarının kavramsal olarak kolay
anlaĢılmasının yanında, vergi mevzuatlarına uyum maliyetlerinin de düĢük
olması anlamına gelmektedir. Artan oranlı vergi sistemi gerek vergi dilim sayısı
gerekse indirim, muafiyet ve istisnalar nedeniyle daha karmaĢık bir yapı
göstermektedir.73 Vergi yasalarının karmaĢıklığı yükümlülerin yasal veya
yasadıĢı yollarla vergi ödemekten kaçınmasına olanak verebilmektedir.
Geleneksel bir vergi sisteminin idari maliyetleri, ciddi boyutlara
ulaĢabilmektedir. Dünyanın vergi yükü açısından en baĢta gelen ülkesi olan
ABD örneğine bakılacak olursa, ülkede toplanan gelirlerin %10 ile %20
arasında bir tutar idari masraflara harcanmaktadır ki bu rakam bütçe açığının
dörtte biri, hatta yarısı kadar olabilmektedir. Tek oranlı vergi sisteminin her iki
konuda da basitliği sağlayabileceği ve vergi toplama maliyetlerinde önemli bir
oranda tasarruf yapabileceği ileri sürülmektedir. Vergi beyannamesinin çok
basit Ģekilde düzenlenmesi, gelir ve kurumlar vergisinin kolay anlaĢılır
olmasından dolayı zaman, danıĢmanlık, iĢgücü kullanımı, kırtasiye gibi birçok
masrafın azaltılmasını sağlamaktadır.74 Vergi sistemlerinde kullanılmakta olan
gereğinden çok fazla sayıdaki formların ve beyannamelerin doldurulması sona
erecek; yalnızca gerçek ve tüzel kiĢilikler için farklılık gösteren kart
71
Harun Özdemir, “Vergilemede Adalet Açısından Düz ve Artan Oranlılık”, Vergi Sorunları
Dergisi, Yıl: 28, Sayı: 202, Temmuz 2005, s. 176.
72
Aktan, 21. Yüzyıl Ġçin Radikal Bir Vergi Reformu Önerisi: Düz Oranlı Vergi, 2000, s. 40.
73
Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2.
74
Ercan Türkan, Düz Oranlı ve Tüketim Tabanlı Vergi Sistemi: ABD’de YaĢanan
TartıĢmalar ve Bu TartıĢmalardan Çıkarılabilecek Dersler, DPT Yayını No:2474, Ankara,
1997, s. 9.
94
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
büyüklüğünde iki tür beyanname kullanılacaktır. Vergi mevzuatının basit ve
sade olması mükellef ile vergi idaresi arasındaki iliĢkiyi de olumlu yönde
etkileyecektir.75
3. Etkinlik
Vergiler, gerçek ve tüzel kiĢilerin üretim, tasarruf ve çalıĢma gibi
ekonomik davranıĢlarını ve kararlarını etkiler. Vergi sistemi gerçek ve tüzel
kiĢilerin kendi kaynaklarını ve doğal olarak ekonominin kaynaklarını etkin
olarak kullanmasına ya da kullanmamasına neden olabilir. Aynı miktarda gelir
yaratan iki farklı vergi sistemi, ekonomi üzerine önemli Ģekilde farklı yükler
yükleyebilir.76 Tek oranlı vergi uygulamasının ekonomideki kaynak dağılımı
üzerindeki etkisi, artan oranlı sisteme göre daha düĢük seviyede olacağına
inanılmaktadır.77 Bu durum ise ekonominin geliĢimini ve bireylerin refah
düzeyini olumlu yönde etkileyecektir. Ayrıca vergi sistemi, yükümlülerin belirli
alanlarda veya sektörlerde ekonomik faaliyetlerde bulunmasını teĢvik edeceği
gibi o faaliyetlerin dıĢına çıkmalarına da yol açabilir.
Tek oranlı vergi, ilk sermaye girdilerinin yeknesak olarak
vergilendirmesini sağlayacaktır. Artan oranlı vergi sisteminde, farklı marjinal
vergi oranları ve değiĢen iĢlemler sermaye ve diğer girdilerin sektörden sektöre
farklı olarak vergilendirilmesine neden olmaktadır. Bu durum bazı sektörlerde
aĢırı yatırıma neden olurken, bazılarında yatırım yetersizliği yaratabilmektedir.78
Dolayısıyla tek oranlı vergi uygulamasına geçilmesi sonucunda, girdiler
üzerinde birliktelik sağlanarak, milli gelirin artmasına engel olan çarpıklıklara
son verilebileceği öngörülmektedir.
Yalnızca sabit bir vergi oranının uygulanacağı bu sistemde, tek oranlı
vergi istisnası (Ģahsi indirimler) olacağı ve tüm gelirler yalnızca bir safhada
nihai olarak vergilendirileceğinden; mevcut vergi sistemindeki bozuklukları ve
eksiklikleri ortadan kaldırarak kaynakların etkin bir Ģekilde kullanımına imkân
sağlayacaktır. Ayrıca tek oranlı vergi sisteminde maliyetler nispi olarak
azalacağı için etkinlik söz konusu olabilecektir.
4. Tasarrufların TeĢviki
Artan oranlı vergi sisteminde gerçek ve tüzel kiĢiler, gelirleri ve
tasarrufları üzerinden vergi ödemektedirler. Ayrıca bu tasarruflardan bir gelir
elde ettikleri zaman da vergilendirilirler. Ölüm halinde söz konusu değerler
tekrar vergilendirilir. Artan oranlı sistemde yatırım geliri önce Ģirket düzeyinde
75
Fazıl Aydın, ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-III, Maliye
Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Daire BaĢkanlığı, 2003, s. 1.
76
Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2.
77
Türkan, Düz Oranlı ve Tüketim Tabanlı Vergi Sistemi: ABD’de YaĢanan TartıĢmalar ve
Bu TartıĢmalardan Çıkarılabilecek Dersler, 1997, s. 10.
78
Barry J. Seldon, & Roy G. Boyd, “The Economic Effects of a Flat Tax”, NCPA Policy Report,
No: 205, Texas, 1996, s. 2; aktaran, Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
95
vergilendirilmektedir. Geri kalan gelir, kâr payı veya faiz olarak dağıtıldığı
zaman ikinci kez vergiye tabi tutulmaktadır. Eğer iĢletme satılırsa elde edilen
gelir üzerinden sermaye kazanç vergisi yoluyla üçüncü kez vergi ödenmektedir.
KiĢi öldükten sonra birikimi veraset vergisi yoluyla dördüncü kez
vergilendirilir. Dolayısıyla tasarruflar, tüketimin tersine edinildikleri zaman ve
bir gelir getirdikleri zaman olmak üzere çifte vergilemeye tabi tutulmaktadırlar.
Tasarrufların bu çoklu vergilendirilmesi ekonomik büyümeyi olumsuz yönde
etkilemektedir. BaĢka bir ifade ile tasarrufa ve yatırıma karĢı olma eğilimi ön
plana çıkmaktadır. Yatırımlara yönelik birden çok vergilendirme, sermaye
birikimlerinin olması gereken düzeyden daha az gerçekleĢmesine yol açarak
ekonomik geliĢmeye zarar verebilmektedir. Buna karĢın tek oranlı vergi
uygulamasında tasarruf edilen gelirden sağlanan getiriler bireysel olarak
vergilendirilmemektedir. Doğrudan yatırımlara iliĢkin harcamalar gerçekleĢtiği
anda gelirden indirilmekte, böylece amortisman ayırma yöntemine son
verilmektedir.79 Dolayısıyla tek oranlı vergi uygulaması tasarrufu ve yatırımları
teĢvik etmektedir. Artan oranlı vergi sisteminde yer alan çeĢitli vergiler tek
oranlı vergi uygulaması ile son bulacağından, yükümlülerin ödeyecekleri
vergilerde nispi bir azalma olacaktır. Tek oranlı vergi sisteminin, vergi yükünde
önemli bir artıĢ yaratmadan, vergi gelirlerinde önemli bir artıĢ yaratacağı ileri
sürülmektedir.80 Emlak vergisi ile veraset ve intikal vergisinin bu sistemde
kaldırılması düĢünülmektedir. Kısacası ekonomiye kazandırılan her katma
değer tek oranlı vergi sistemi ile kaynağında bir kez vergilendirmeye tabi
tutulacaktır.
5. Refah Seviyesini Yükseltmesi
Vergi oranları düĢürüldüğünde gerçek ve tüzel kiĢiler daha çok katma
değer yaratacaklar, vergi kaçırmaya teĢebbüs etmeyeceklerdir. Yükümlülerin
faaliyetlerinde tek oranlı vergi sistemiyle birliktelik sağlandığı için yatırımları
vergi oranlarına göre değil, ekonomik açıdan değerlendirerek karar
vereceklerdir. Birikimler iki kez vergilendirilmediği için yükümlüler daha fazla
yatırım yapacak ve tasarruf edecek, dolayısıyla kiĢi baĢına düĢen milli gelir
yükselecektir.
6. Vergi, Ġstisna ve Muafiyetlerin Kaldırılması
Tek oranlı vergi uygulamasında Ģahsi indirimler düĢüldükten sonra tüm
gelirler sadece bir kez, aynı oranda ve kaynakta vergilendirilmektedir.
Dolayısıyla tek oranlı vergi uygulamasında hiçbir Ģekilde istisna, muafiyet ve
vergisel boĢluklara yer verilmemektedir. Vergi barınaklarını ortadan
79
Barry J. Seldon, & Roy G. Boyd, “The Economic Effects of a Flat Tax”, NCPA Policy Report,
No: 205, Texas, 1996, s. 2; aktaran, Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2.
80
L. Alan Feld, “Living With The Flat Tax”. National Tax Journal, Vol. 48, s. 603; aktaran,
Aydın, ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-III, Maliye
Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Daire BaĢkanlığı, 2003, s. 3.
96
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
kaldırılarak bütçelerin gelir hedeflerinin tutturulmasına yardımcı olacaktır.
Dolayısıyla siyasi otoritelerin etkisine ve lobi faaliyetlerine son verilmiĢ
olacaktır. Bu sistem basit ve anlaĢılır olması nedeniyle vergi sistemine olası
müdahaleleri önleyecektir. Bunların yanı sıra vergi politikası konusundaki
popülist yaklaĢımları ve suiistimalleri de engelleyeceği düĢünülmektedir.
Vergilemenin genellik ilkesi, bir taraftan vergi ödeme gücüne sahip
olan ve kanunlarla belirlenen vergi yükümlülüğü kendilerine isabet eden bütün
gerçek ve tüzel kiĢilerin seviye, sınıf, din, ırk vs. durumlar dikkate alınmaksızın
vergiye tabi tutulmasını ifade eder. Verginin fiskal yönden temel amacı olan
optimal bir gelir sağlaması için göz önünde tutulması gereken ilkelerden biri
verginin genellik ilkesidir.81 Ġstisna ve muafiyetler vergilemede genellik ilkesine
ters düĢmektedirler. Bu nedenle genellik ilkesine uygun vergi sistemi istisna ve
muafiyetleri kaldırdığı için tek oranlı vergi sistemidir.82
Ġndirimler, muafiyetler ve kolaylıklar nedeniyle birçok geliĢmiĢ ülkede
vergi sistemleri bozulduğunda orijinal halinden eser kalmamaktadır. Tam tersi
bir durumda, yani sistem ne kadar basitse, bu tür hareketler o kadar çok tepki
çeker ve basitliği korumak da o kadar kolay olur.83 Sistemin basit olması baĢlı
baĢına bir avantaj olarak kabul edilebilir. Tek oranlı vergi sistemi her probleme
bir çözüm sağlayamayabilir. Ancak yine de vergi sisteminin radikal bir Ģekilde
basitleĢtirilmesinin çok önemli getirileri mevcuttur ve bu getirilerin göz ardı
edilmemesi gerekir. Sonuçta vergi kayıp ve kaçağının meydana gelmesindeki
riski minimuma indirerek denetimi kolaylaĢtıracaktır.
C. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNE YÖNELĠK ELEġTĠRĠLER
1. Yüksek Gelir Grubundaki Mükellefler Lehine EĢitsizlik Yaratabilme Olasılığı
Tek oranlı vergi sistemine yapılan en önemli eleĢtiri sistemin zenginler
yararına olduğudur. Örneğin ABD eski baĢkanı Clinton‟ın, hazırlatmıĢ olduğu
tek oranlı vergi ile ilgili yasa tasarılarında 200.000 doların altında geliri olan
mükelleflerin ödeyecekleri vergi yükünün artacağı, buna karĢın 200.000 doların
üzerinde geliri olanların ise vergi yükünün azalacağı, bunun da adil bir
uygulama olmayacağı araĢtırma sonucunda ifade edilmiĢtir. Yine bazı
eleĢtirmenler ise gerek Armey ve Shelby‟in (1997) gerekse Hall ve Rabuska‟nın
(1995) tek oranlı vergiye iliĢkin önerilerinde yer alan ve düĢük gelirli ailelerin
elde ettikleri bazı vergisel kolaylıkları kaybedecekleri, bu vergiden olumsuz
olarak etkileneceklerini ifade etmektedirler. Tek oranlı vergi sisteminin
ekonomide canlılık değil durgunluk yaratacağı kamu gelirini azaltacağı ve bütçe
81
Fritz Neumark, Vergi Politikası Adil ve Ekonomik Bakımdan Rasyonel Bir Vergi
Politikasının Temel Prensipleri, (Çev: Ġclâl Cankorel), Ġstanbul, Filiz Kitabevi, 1975, s. 82;
aktaran, Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2.
82
Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2.
83
The Economist, The Flat-Tax Revolution, April 2005,16th 22nd; aktaran, T.C. Maliye Bakanlığı
AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek) Oranlı Vergi Mali
Gündemin Odağında Raporu, 2005, ss. 1-9.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
97
açıklarını büyüteceği bunun da ekonomide durgunluğa neden olacağı ifade
edilmektedir. Gelir grubu yüksek olan vergi yükümlülerinin gelirlerinin önemli
bir kısmını faiz, kâr payı ve sermaye getirisi oluĢturmaktadır. Tek oranlı vergi
sistemi, bu tür gelirleri vergi dıĢı tutmaktadır. Tek oranlı vergi savunucuları
çeĢitli analiz yöntemleri ile bu sorunun çözülebileceğini ifade etmiĢlerdir.
Örneğin; tek oranlı vergi sisteminde bireylerden iĢletmelere doğru vergi yükü
yansıtılabilir. Bireyler kendi sermaye gelirleri (kâr payları) üzerindeki vergileri
ödemezken, iĢletmeler elde ettikleri sermaye gelirleri için daha yüksek vergi
ödeyeceklerdir. ĠĢletme vergilerinin yükü tamamıyla çalıĢanlar (daha düĢük
maaĢ, ücret, tazminatlar Ģeklinde) veya daha yüksek gelir gruplarında yer alan
iĢletme sahipleri (daha düĢük kârlar Ģeklinde) tarafından taĢınabileceği
belirtilmiĢtir.84
2. Sosyal, Kültürel ve Bilimsel Amaçlı Yardım Kurumlarına Yapılan Yardımların
Ġndirimine Ġzin Verilmemesinin Yaratacağı Sorunlar
BaĢlangıçta bu kurumlara yapılan bağıĢlarda bir düĢme olabilecektir.
Fakat uzun vadede tek oranlı vergi sisteminin sağlayacağı gelir ve sermaye
birikimi baĢlangıçtaki düĢüĢü dengeleyecek ve bağıĢlarda artıĢa yol
açabilecektir.
3. Ġstisna, Muafiyet ve Ġndirimlerin Kaldırılmasına Yönelik EleĢtiriler
Sosyal, kültürel ve bilimsel faaliyetleri teĢvik etmek için yapılan
muafiyetlerin kaldırılması örnek verilebilmektedir.
4. Vergi Gelirlerinin Azalma Olasılığı
Vergi gelirlerinin azalması bütçe açıklarına neden olabileceği, bütçe
açıkları ise birtakım ekonomik ve sosyal sorunlara yol açabileceği yönünde
eleĢtiriler de söz konusudur. Bu açıkların yükü ise genellikle dolaylı vergiler
kanalıyla düĢük ve orta gelirli vatandaĢlar tarafından ödenecektir.
D. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN EKONOMĠ ÜZERĠNDEKĠ ETKĠLERĠ
Keynes (1933) verginin ekonomi üzerindeki etkileri ile ilgili Ģu soruları
yöneltmiĢtir: Verginin kendi amacını tahrip edecek kadar yüksek olması
düĢünülebilir mi? Vergi oranlarında bir azalmanın belli bir vadenin sonunda
baĢarı Ģansı, bütçenin denkleĢtirilmesinden daha yüksek olamaz mı? Bunun
aksine inanmak, zarar eden bir imalatçının fiyatını yükseltmesi, bunun sonunda
azalan satıĢlarla zarar artınca basit aritmetik kurallara sığınarak fiyatları daha da
artırması ile aynı Ģey değil midir? Bu süreçle sıfıra sıfır elde kalan sıfır
sonucuyla karĢılaĢan imalatçının, kendi mantığı doğrusunda, zarar ederken
84
Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2.
98
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
fiyatları düĢürmenin kumar oynamakla aynı Ģey olacağı iddiasına ne demeli.85
Ekonomik büyüme daha fazla istihdam, daha fazla birikim ve daha fazla
yatırımla gerçekleĢir. Vergi, ekonomik faaliyetler üzerine yüklenen bir
maliyettir dolayısıyla gelir ve fiyatlar üzerindeki etkisi ile piyasa koĢullarını
çarpıtabilir. Vergi politikasının tüm ekonomik faaliyetleri derinden etkileyen
sonuçları bulunmaktadır. Vergi gelirlerini artırmak için vergi oranlarını
artırmak, vergi kaçaklarını artırmakta ve oldukça büyük olan kayıt dıĢı
ekonominin daha da büyümesine yol açmaktadır. Dolayısıyla vergisini
ödeyenleri daha da haksız rekabet ile karĢı karĢıya bırakmaktadır. ÇeĢitli
tahminlere göre Türkiye‟de kayıt dıĢı ekonomi, resmi GSYĠH‟nin %30‟u ile
%50‟si arasında değiĢmektedir. Bu oran OECD ortalamasının (%17) çok
üstünde olup, geliĢmekte olan ülkeler için yapılan tahminlerden de fazladır.86
Maliye Bakanlığı‟nın verilerine göre 2004 yılında kayıt dıĢı ekonominin yol
açtığı gelir kaybı 16,7 milyar Dolar olduğu tahmin edilmektedir.87 Kayıt dıĢı
ekonomiyi küçültmek ve böylece vergi tabanını geniĢletmek için etkin tedbirler
alınmaz ise vergilerini ödeyenlerin üstündeki yük Türkiye‟nin büyüme
potansiyelini ciddi Ģekilde tehlikeye sokacaktır.88
Kayıt dıĢı ekonominin en önemli nedenlerinden biriside aĢırı vergi
yüküdür. Vergi gelirlerini makul vergi oranları, daha az sayıda mevzuat ve daha
Ģeffaf uygulamalarla tahsil edebilen ülkeler kayıt dıĢı ekonominin daha küçük
olduğu ülkelerdir. Aynı zamanda kayıt dıĢı ekonominin küçük olduğu ülkelerde
hukuk hâkimiyetinin daha iyi tesis edilmiĢ olduğu görülmektedir. Gelir düzeyi
yüksek ülkelerinin yanı sıra bazı Doğu Avrupa ülkelerinde de görülen makul
vergiler, karmaĢık olmayan mevzuat, ciddi gelir tahsilâtı, güçlü kanun
hâkimiyeti ve yolsuzluk denetimi gibi unsurlar sonucunda kayıt dıĢı ekonomi
küçük boyutta kalmıĢtır. Eski Sovyetler Birliği ülkeleri ve birçok Latin Amerika
ülkesi ile birlikte Türkiye‟de ise bu unsurların önemli ölçüde eksik olması
sonucu kayıt dıĢı ekonomi büyük olmaktadır. Büyük kayıt dıĢı ekonomi hukuki
sisteminin iyileĢtirilmesini, vergi ve mevzuat reformlarının gerçekleĢtirilmesini
de zorlaĢtırmaktadır. Kayıt dıĢı ekonomi büyük olduğu için vergi indirimine
geçilememekte, vergilerin yüksek olması ise kayıt dıĢı ekonomiyi
özendirmektedir. Bu kısır döngüyü kırmanın en iyi yolu vergi oranlarında
kapsamlı ve paralel indirimlere gitmektir. Ağır vergiler ve düzenleyici olmaktan
çok kısıtlayıcı nitelikteki mevzuat kayıt dıĢı ekonomik faaliyetlere yol açan en
85
John Maynard Keynes, The Means to Prosperity, Collected Writings (1971-89), Vol. 9, 1933,
p. 338; aktaran, Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi,
Türkiye Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 12.
86
Friedrich Schneider, “Shadow Economies Around The World: What Do We Really Know?”,
European Journal of Political Economy, http://ftp.iza.org/dp2315.pdf, Vol. 21, 2005, pp.
598-642.
87
Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu, Türkiye'de Kayıt DıĢı Ekonominin Boyutu,
Mayıs 2005.
88
Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye
Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s.19.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
99
önemli etkenler olduğundan, vergilerde yapılacak yeni düzenlemeler kayıt dıĢı
ekonomiye katılmayı ve kayıt dıĢı kalmayı teĢvik eden unsurları önemli ölçüde
azaltacaktır.89 Tek oranlı vergi sisteminin tüketim, üretim ve tasarruf üzerindeki
baĢlıca etkileri:
Tüketim Üzerindeki Etkisi: Tek oranlı vergi uygulamasıyla vergi sonrası
gelirin artması ve farklı vergi oranlarının yarattığı çarpıklıkların ortadan
kalkması sonucunda tüketimde artıĢ meydana gelecektir. Tüketimde meydana
gelen artıĢ, üretimdeki artıĢa yansıyacaktır. Dolayısıyla istihdam artacaktır.
Üretim Üzerindeki Etkisi: Tüm üretim faktörlerine yapılan eĢit vergisel
uygulamalar sonucunda, çeĢitli sektörlerde üretim artıĢı yaĢanacaktır.
Dolayısıyla farklı üretim sektörlerinin büyümesi yeni ve yan sınaî sektörlerinin
ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Tasarruf Üzerindeki Etkisi: Tek oranlı vergi uygulamasının en önemli
etkilerinden birisi de tasarruf üzerinde yaratacağı artıĢtır. Bu artıĢın iki önemli
nedeni bulunmaktadır. Birincisi kâr payları ve faiz gelirleri, birey ve aile
düzeyinde vergilendirilmeyecek, tüzel kiĢilik düzeyinde vergilendirilecektir. Bu
durum ekonomideki yatırımları doğrudan teĢvik edecektir. Ġkincisi ise tek oranlı
vergi uygulamasıyla tüm gelir gruplarının gelirleri artacaktır. Böylece hane
halklarının gelirleri yükseldikçe, daha çok tasarrufa yöneleceklerdir.
Tasarruftaki artıĢ ise yatırıma yansıyacaktır. Yatırımdaki artıĢ istihdam artısına
neden olacaktır.
EĢit olmayan vergi oranlarının yol açtığı bozukluklar ortadan kalkınca,
gerçek ve tüzel kiĢilerin elde ettiği gelirler artacaktır. Bunun sonucunda
gelirdeki artıĢ tüm sektörlerdeki tüketimin artmasına yol açacaktır. Çünkü gelir
artınca ürün ve hizmet üretimine olan talep artacaktır. Kısacası, tek oranlı vergi
taraftarları söz konusu uygulamanın ekonomi üzerinde olumlu etki yapacağını
savunmaktadırlar.
E. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN GERÇEK VE TÜZEL KĠġĠLERE
UYGULAMASI
Tek oranlı vergi sisteminde, gerçek ve tüzel kiĢiler yıl içinde elde etmiĢ
oldukları gelirlerinden indirimleri düĢtükten sonra matrah tek bir oran üzerinden
vergilendirilir. Bu sistemde genel olarak matrahtan düĢülecek indirimler
oldukça sınırlıdır. Tek oranlı vergi sisteminin gerçek ve tüzel kiĢilere
uygulanması:
1. Gerçek KiĢilere Uygulanması
Gerçek kiĢiler elde etmiĢ oldukları ücret ve benzeri gelirlerde belirlenen
tutarlarda Ģahsi indirim yaptıktan sonra kalan matraha tek vergi oranının
uygulanması suretiyle ödeyecekleri vergiyi hesaplayacaklar ve vergilerini beyan
edeceklerdir. Gerçek kiĢilerin vergiye tabi gelirleri genel itibarıyla ücretler ve
89
Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye
Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 20.
100
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
ücret benzeri gelirler ile emeklilik gelirlerinden oluĢmaktadır. Gerçek kiĢilerin
elde etmiĢ oldukları kâr payları, faiz ve kira gelirleri ile benzer menkul sermaye
iratları üzerinden her hangi bir vergi ödeme zorunluluğu bulunmamaktadır.
Buna karĢın gerçek kiĢiler, gelirlerinden her hangi bir Ģekilde yapmıĢ oldukları
bağıĢları, sağlık harcamalarını, ödedikleri vergileri veya faiz giderlerini
indiremezler. Gerçek kiĢilerin elde etmiĢ oldukları gelirlerden yapabilecekleri
tek indirim Ģahsi veya aileleri için belirlenen standart indirimdir. Bu sistemde
indirim, istisna ve muafiyetler kaldırılmak suretiyle vergi matrahının kapsamı
önemli ölçüde geniĢletilmektedir. Vergi oranı düĢürülse de, vergi matrahı
geniĢlediği için, vergi gelirlerinde her hangi bir azalma gerçekleĢmemektedir.90
2. Tüzel KiĢiliklere Uygulaması
Tüzel kiĢilikler, ortaklıklar Ģeklinde organize olanlar dâhil olmak üzere
tüm kuruluĢları içermektedir. Tüzel kiĢiliklerin gelirleri, tüzel kiĢiliklerin
yapmıĢ olduğu tüm faaliyetler neticesinde elde etmiĢ olduğu gelirleri
kapsamaktadır. Tüzel kiĢiliklerin tek oranlı vergi sisteminde matrahı tespit
edilirken, tüzel kiĢiliklerin elde etmiĢ olduğu tüm ürün ve hizmet satıĢ gelirleri
esas alınmaktadır.
Tüzel kiĢilikler tarafından verilecek beyanname de, tüzel kiĢiliklerin
elde etmiĢ olduğu gelirlerden yapmıĢ olduğu tüm ürün ve hizmet alımları,
personel giderleri ve duran varlık alımları bir baĢka ifadeyle yatırım
harcamalarının toplamı indirim konusu yapılmaktadır. Kalan tutar ise tüzel
kiĢiliklerin vergiye tabi matrahını oluĢturmaktadır. Tüzel kiĢiliklerin
kazancından gerekli olan indirimler düĢüldükten sonra, bir önceki yıldan
devreden indirim var ise ve bu tutar ilgili yılda indirime konu edilmemiĢse bu
tutarda indirime konu edilmektedir. Vergi beyannamesinde belirtilen indirimler
dıĢında her hangi bir istisnadan yararlanması mümkün bulunmamaktadır. Tek
oranlı vergi sisteminde tüzel kiĢilikler açısından yapılan en önemli değiĢiklik,
matrahtan yapılan yatırım harcamalarının bir defa da indirilebilmesidir. BaĢka
bir ifade ile pek çok iĢletme için zor ve içinden çıkılması kolay olmayan
amortisman ayırma sistemine son verilmesidir.91
F. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠ UYGULAYAN BAġLICA ÜLKELER
Tek oranlı vergi sisteminin olumlu ve olumsuz yönlerini anlayabilmek
için tek oranlı vergi uygulamasına geçmiĢ ülkelerin deneyimlerini incelemek
gerekir. GeliĢmekte olan ülkeler, geliĢmiĢ ülkelerle aralarındaki geliĢmiĢlik
farkını kapatabilmek ve rekabet güçlerini arttırabilmek amacıyla vergi
indirimleriyle sonuçlanan vergi reformlarına yönelmiĢlerdir. GeliĢmekte olan
ülkelerin bu çabası baĢta Avrupa Birliği ve OECD‟nin mücadele ettiği vergi
90
Fazıl Aydın, ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-II, Maliye
Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Dairesi, Aralık 2002, s. 3.
91
Fazıl Aydın, ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-II, Maliye
Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Dairesi, Aralık 2002, s. 4.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
101
cennetleri ve tercihli vergi rejimlerinin ortaya çıkmasına neden olmuĢtur.
GeliĢmekte olan ülkeler, vergi oranlarını aĢamalı olarak düĢürürken bir taraftan
da vergi sistemlerini karmaĢık mevzuatlardan arındırarak vergi yükümlülerinin
vergiye gönüllü uyumunu destekleyen, vergi yönetim maliyetlerini azaltan
önlemlere yönelmiĢlerdir. Bu bakımdan, vergi planlaması yapılmasına elveriĢli
ve uyum maliyetleri düĢük bir vergi sistemi olarak nitelendirilen tek oranlı vergi
sistemi, birçok geliĢmekte olan ülke tarafından yurt içi tasarrufları ve çalıĢma
gayretini arttırabilmek ve yabancı sermayeyi çekebilmek için kullanılan bir araç
haline gelmiĢtir.92 ÇalıĢmanın bu bölümünde geliĢmiĢ Avrupa ülkelerine karĢı
rekabet avantajı elde etmeye çalıĢan ve geliĢmiĢlik farkını ortadan kaldırmak
için vergi sistemlerinde köklü değiĢiklikler yapan doğu Avrupa ülkelerindeki
tek oranlı vergi uygulamaları ve sonuçlarına yer verilmiĢtir.
Hong Kong, 1947 yılından itibaren uyguladığı tek oranlı vergi
sistemiyle Avrupa‟nın geliĢmiĢ ülkelerini yakalama çabası içerisinde olan eski
doğu bloğu ülkelerine model olmuĢtur. Hong Kong vergi yükümlülerine çeĢitli
istisna, muafiyet ve indirim olanakları sunan artan oranlı gelir vergisi ile toplam
geliri tek oranlı (%16 oranıyla) gelir vergisine tabi tutan vergi arasında seçim
yapma imkânı tanıyan “ikili” bir vergi sistemi uygulamaktadır. Hong Kong‟un
sunduğu düĢük oranlı ve uyum maliyetleri düĢük gelir vergisi sistemi,
vergilemenin çalıĢma, tasarruf yapma ve yatırım yapma arzusu üzerindeki
olumsuz etkisini azaltarak, dikkat çekici ekonomik büyümenin etkeni olarak
kabul edilmektedir.93
Tablo: Bazı Doğu Avrupa Ülkelerindeki Tek Oranlı Vergi Uygulamaları
Uygulanma Tarihi
Ülke
Gelir Vergisi
Kurumlar Vergisi
KDV
Dağıtılmayan Kârdan % 0
1994
Estonya
1994
Litvanya
%24
Dağıtılan Kârdan %33
Ücretler Üzerinden
%15
%33
92
93
1995
Letonya
%25
%19
2001
Rusya
%13
%24
2003
Sırbistan
%14
2004
Slovakya
%19
2004
Ukrayna
%13
2005
Gürcistan
%12
2005
Romanya
%16
%19
%19
Emrah Ferhatoğlu, “Avrupa‟da Düz Oranlı Vergi Sistemi ÇalıĢmaları ve BaĢarısı”, Vergi
Dünyası, Sayı: 298, Haziran 2006, s. 170.
Andrei Grecu, “Flat Tax-The British Case”, Adam Smith Institute Working Paper, London,
2004, s. 8; aktaran, Ferhatoğlu, Avrupa’da Düz Oranlı Vergi Sistemi ÇalıĢmaları ve
BaĢarısı, 2006, s. 4.
102
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Kayak: Ġngiltere Hazine MüsteĢarlığı, http://www.hm-treasury.gov.uk/d/foi_flattax010805.pdf,
[EriĢim Tarihi: 10.01.2009].
Avrupa Birliği‟nin son geniĢleme dalgasıyla birliğe dâhil olan orta ve
doğu Avrupa ülkeleri, düĢük vergi oranları nedeniyle küresel yatırımcıların ilgi
odağı olurken bu ülkelerin uygulamakta olduğu tek oranlı vergi sistemi, ABD ve
batı Avrupa ülkelerinde de gündem konusu olmuĢtur. Birliğin yeni üyelerinin
yanı sıra 2001 yılında tek oran uygulamaya baĢlayan Rusya‟da da ekonomi
dikkat çekecek Ģekilde canlanmıĢtır. 1994 yılında Estonya ile baĢlayan trende
bakıldığında görülecektir ki karmaĢık vergi sistemlerinin bir alternatifi
bulunmaktadır.94
Estonya, 1994 yılında Avrupa‟da bir ilk‟i gerçekleĢtirerek gelir ve
kurumlar vergilerinde tek oranlı uygulamaya geçmiĢtir. Estonya‟nın
uygulamasında gelir vergisinden üç, kurumlar vergisinden bir oran kaldırılarak
tüm gelirler hiçbir farklılık ve kesinti olmaksızın %26 oranında
vergilendirilmiĢtir. Bu vergi uygulaması göreceli olarak yüksek olması
nedeniyle bütçe dengesini sağlayarak ülkenin yeniden yapılanmasına yardımcı
olmuĢtur. Kurum kazançlarından vergi almayı bırakmıĢ, fakat kâr dağıtımını
vergilendirmiĢtir. Ancak sermaye kârlarını 2000 yılından sonra hisse sahiplerine
dağıtıncaya kadar vergilendirmemeye karar vermiĢtir. Bu Ģekilde Ģirketlerin
kazançlarını tekrar yatırıma yönlendirmeleri teĢvik edilmek istenmektedir.
Estonya‟da Ģirketlerin vergi yükü oldukça azdır. 2003 yılı için kurumlar vergisi,
toplam vergi gelirleri içinde sadece %3.6 paya sahiptir. Estonya ekonomisi,
1994 reformunun ardından hızla geliĢme kaydetmiĢtir. 1997 yılına gelindiğinde
çift haneli büyüme rakamlarına ulaĢılmıĢ ve ortalama olarak %6 büyüme oranı
yakalanmıĢtır. Zenginlerden daha fazla vergi alınması uygulamasının ortadan
kaldırılması, korkulduğu gibi ülkenin vergi tabanını aĢındırmamıĢtır. 1993 yılı
itibariyle GSYĠH‟nın %39,4‟ü oranında olan kamu gelirleri, 2002 yılında
GSYĠH‟nın %39,6‟sı düzeyine ulaĢmıĢtır.95
Ancak Estonya‟nın kamu gelirlerindeki bu artıĢta tek vergi oranı
uygulamasının payının iddia edilenden daha düĢük olduğu ifade edilmektedir.
Reformun öncesi ve sonrasında toplanan gelir vergilerinin GSYĠH‟ya oranı
karĢılaĢtırıldığında, reform sonrasında kiĢisel gelir vergisinin GSYĠH içindeki
payının reform öncesi %8.2‟lik düzeyinden aĢağıya inerek 2002 yılında %7.2
olarak gerçekleĢmiĢtir. 2005 yılında vergi oranı %24‟e düĢürülmüĢtür. Ancak
dünya genelinde Estonya‟nın gelir vergisi kadar dikkat çekmeyen katma değer
vergisi geliri, 2002 yılında GSYĠH‟nın %9,4‟üne ulaĢmıĢtır. Katma değer
vergisi, tüm vergiler içinde en tek oranlı vergidir. Satın alınan tüm ürünlere aynı
Ģekilde uygulanmakta, gelir vergisinin aksine geliri kazanırken değil harcarken
vergilendirmektedir. Estonya‟da katma değer vergisi, geniĢ bir uygulama alanı
94
95
Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2.
T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek)
Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, No: 6, 9 Mayıs 2005, s. 6.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
103
bulmakta, hemen hemen satın alınabilen her Ģeye uygulanmaktadır. 96
Tek oranlı bu sistemin ekonomi üzerindeki olumlu etkisi, diğer ülkelerin
de Estonya‟yı takip etmesine neden olmuĢtur. Litvanya %33 oranıyla gelir
vergisinde tek oranlı tarife yapısını 1994 yılından itibaren uygulamaktadır.
Sosyal güvelik kesintileri ise %31 iĢveren ve %3 iĢçi payı ile %34
düzeyindedir.97 Kurumlar vergisinde ise yatırımları teĢvik edebilmek amacıyla
1993 yılından itibaren %15 oranında uygulanmaktadır.
Letonya, 1995 yılında gelir ve kurumlar vergisi oranlarını %25
düzeyine indirmiĢ ve tek oranlı vergi uygulamasına geçmiĢtir. Letonya 2000
yılında sistemi reorganize etmiĢ ve vergi oranını %13‟e indirmiĢtir. Bu
değiĢikliklerin sonucunda peĢ peĢe dört yıl ekonomi de büyüme sağlanmıĢtır.
Gelir vergisi tahsilâtındaki reel artıĢ, enflasyondan arındırıldıktan sonra 2001
yılında %25.2, 2002 yılında %24.6, 2003 yılında %15.2 ve 2004 yılında %16
olmuĢtur. Bu dört yılın sonunda vergi oranı %13‟e düĢmesine rağmen vergi
gelirleri iki kat artmıĢtır. Gelir vergisinin bütçe içindeki payı, 2000 yılında
%12.1 iken 2003 yılının sonunda %17‟e yükselmiĢtir.98
Estonya‟nın Baltık komĢusu, Litvanya‟nın ardından vergi sistemini
basitleĢtirmek amacıyla 1 Ocak 2001‟de Rusya %12, 20 ve 30 Ģeklinde
dilimlere ayrılan gelir vergisini tek bir orana indirmiĢ ve %13 olarak
belirlemiĢtir. Devlet gelirlerinde en dikkat çekici artıĢ Rusya‟da yaĢanmıĢtır.
2001 vergi reformu öncesinde federal hükümetin vergileri yükseltmeye yetkili
organları, bu yetkilerini kullanmaktan sürekli olarak kaçınmıĢ ve sonuçta 1998
yılına gelindiğinde federal gelirler GSYĠH‟nın %12,4‟üne gerilemiĢ, hükümet
borçlarını ödeyemez duruma gelmiĢtir. Devlet BaĢkanı‟nın atadığı denetim
elemanları, ülkenin en önemli iĢletmelerinin yükümlü oldukları vergilerin
%29‟unu yok saydığını, %63‟lük bir kısmını ise devletin ihtiyacı olup
olmadığına bakmaksızın mal ve hizmetlerle ödediğini tespit etmiĢtir. Hükümet
ayrıca vergi yükümlülerini numaralandırarak vergilerini kaynakta kesinti
yoluyla toplamıĢ, vergi kaçırdığından Ģüphelendiklerini incelemeye almıĢtır.
Reformun yapılmasından sonraki yıl, kiĢisel gelir vergisinde reel olarak %26
artıĢ görülmüĢtür. Bu artıĢın bir kısmı ekonomideki toparlanmadan
kaynaklanmıĢtır. Ekonominin iyileĢmeye baĢlamasıyla birlikte reel ücretler %12
artmıĢ ve bunun üzerine tüm vergi gelirlerinde bir artıĢ görülmüĢtür.99
IMF‟nin iki ekonomisti Anna Ivanova ve Michael Keen, Rusya‟da
yaĢanan bu olumlu değiĢimlerin nedenleri üzerine yaptıkları araĢtırmada çarpıcı
bir sonuca ulaĢmıĢlardır. Bu sonuca göre artan oranlı vergi sisteminin yükünden
96
T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek)
Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, No: 6, 9 Mayıs 2005, s. 7.
97
Emrah Ferhatoğlu, “Avrupa‟da Düz Oranlı Vergi Sistemi ÇalıĢmaları ve BaĢarısı”, Vergi
Dünyası, Sayı: 298, Haziran 2006, s. 174.
98
Hesap Uzmanları Derneği, Düz Oranlı Vergi Mutluluğu, http://www. hud.org. tr, 8 Mart, 2005.
99
T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek)
Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, 2005, s.7.
104
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
kurtulan vatandaĢlar, daha çok çalıĢmaya baĢlamıĢlar, bu da daha önceki
sistemde %12‟lik en düĢük dilimde kazanan vatandaĢlar dâhil gelirleri artırmıĢ,
bu Ģekilde de vergi gelirlerini yükseltmiĢtir. Ivanova ve Keen‟in araĢtırması,
vatandaĢların vergi idaresine dikkat çekici itaatine iĢaret etmiĢtir. Tek oranlı
vergi uygulamasına geçilmeden bir yıl önce en yüksek vergi dilimindeki Rus
vatandaĢları gelirlerinin sadece %52‟sini vergi idaresine bildirirken 2001
yılında, %13‟lük tek orana geçilmesinin ardından vatandaĢların vergi idaresine
bildirdiği gelirinin oranı %68‟e yükselmiĢtir. Tek oranlı vergiler, oran açısından
olduğu kadar kapsam açısından da farklılık gösterebilmektedir. 2001 yılından
beri Rusya kiĢisel gelire %13 oranında vergi uygularken iĢletme kârlarına %35
oranında vergi uygulamaktadır. Gelir vergisinde tek oranlı vergi sisteminin
uygulamaya baĢlanmasından sonra, gelir vergisi hâsılatı 2001 yılında bir önceki
yıla göre reel olarak %28 oranında artmıĢ, 2002 yılında ise %20,7 değerini
almıĢtır.100 Bunun dıĢında, gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı
2000 yılında %12,1 değerini ulaĢmıĢken 2001 yılında bu oran %12,7‟e
yükselmiĢtir.101
Rusya örneği, tek oranın en önemli avantajının sadelik olduğunu ortaya
koymaktadır. Vergi sisteminin sadeleĢmesi, hem vergi idaresini kolaylaĢtırması
hem de vatandaĢın sisteme uyumunu artırması nedeniyle Rusya‟da kamu
gelirleri yükselmiĢtir.
Sırbistan, 2003 yılında kurumlar vergisi ve gelir vergisini, tek oranlı
vergi olarak %14‟e indirmiĢtir. Ukrayna‟da ise %10 ile %40 arasında beĢ
kademeli tarife uygulanmaktayken, 2004 yılından itibaren %13 tek oranlı vergi
uygulamasına geçmiĢtir.
Slovakya 2004 yılında kurumlar vergisini ve gelir vergisini tek oranlı
olarak %19‟a indirmiĢtir. Daha önceleri Slovakya‟da gelir vergisi %10 ile %30
arasında beĢ kademeli, kurumlar vergisi ise %25 oranında uygulanmaktaydı.
Slovakya‟da tek oran, hem gelir vergisini, hem kurumlar vergisini ve hem de
katma değer vergisini içine almaktadır. Avrupa genelinde %19 ile nispeten
düĢük gelir ve kurumlar vergisi uygulayan Slovakya, katma değer vergisi söz
konusu olduğunda Avrupa‟nın en yüksek oranlarından birini uygulamaktadır.
Bu ülkede vergilendirme sistemi oldukça basitleĢmiĢtir. Tek oranlı sisteme
geçmeden önce 90 adet istisna, 66 adet muafiyet, 90 adet vergilendirilmeyen
gelir kaynağı ve farklı oranda 27 vergi çeĢidi bulunmaktaydı.102
Slovakya‟da 2004 yılında gerçekleĢtirilen vergi reformu ile vergi
sisteminin etkin, Ģeffaf, basit, adaletli ve rekabetçi bir vergi sistemi
amaçlanmıĢtır. Tek oranlı vergi reformunun, Slovakya‟nın vergi sistemine
100
Emrah Ferhatoğlu, “Avrupa‟da Düz Oranlı Vergi Sistemi ÇalıĢmaları ve BaĢarısı”, Vergi
Dünyası, Sayı: 298, Haziran 2006, s. 174.
101
Alvin Rabushka, “The Flat Tax in Russia and the New Europe”, Brief Analysis, National
Center for Policy Analysis, No. 452, September 2003, s. 1.
102
Hesap Uzmanları Derneği, Düz Oranlı Vergi Mutluluğu. http://www.hud.org.tr, 8 Mart 2005,
s.1.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
105
aĢağıda listelenen kolaylıkları getirdiği gözlenmektedir:103
 Sistem %19 düzeyinde tek oranlı bir gelir vergisi ve yüksek bir vergi
muafiyeti eĢiği getirmiĢtir. Bu oran, ücret gelirlerinde %10 ile %38 arasında
değiĢen beĢ dilimli bir oran yapısı ve sermaye gelirlerine uygulanan %5 ile
25 arasında değiĢen stopaj oranları da dâhil olmak üzere, 21 farklı vergi
oranının yerini almıĢtır.
 Kurumlar vergisi oranı da %19‟a indirilmiĢ ve temettü vergisi kaldırılmıĢtır.
 Yeni kurulan Ģirketlere uygulanan vergi istisnası da dâhil olmak üzere,
birçok gelir vergisi muafiyeti yürürlükten kaldırılmıĢtır. Slovakya, gelecekte
gündeme gelebilecek tüm yatırım teĢviki giriĢimlerinde AB‟nin devlet
yardım kurallarına uymayı taahhüt etmiĢtir.
 Dolaysız vergiler, AB‟nin dolaysız vergiler için belirlediği düzeylere uyacak
Ģekilde artırılmıĢtır.
 DüĢük gelir getiren bazı küçük oranlı vergiler yürürlükten kaldırılmıĢtır.
 %19 oranındaki tek KDV uygulaması, %14 ve 20 olarak uygulanan çift
tarifeli KDV uygulamasının yerini almıĢtır.
 Ayrı bir reform ile tüm sosyal gevenlik katkı oranları %2.4 oranında
indirilmiĢ ve emeklilik ve iĢsizlik sigortası katkı tavanları yükseltilmiĢtir.
Slovakya tek oranlı vergi reformunun en belirgin özelliği, bu reformun
sosyal güvenlik ve sosyal politikalar alanındaki reformlarla birlikte uygulamaya
konmuĢ olmasıdır. Sosyal yardım reformu, devletten alınan nakdi ve ayni
desteklere bağımlılığı ve istihdamın önünü kesen engelleri azaltmayı, yeni
istihdamı teĢvik etmeyi amaçlamıĢtır. Vergi ve sosyal yardım reformlarının
birlikte uygulanması, Türkiye‟deki vergi reformu tartıĢmalarında da dikkate
alınması gereken bir unsurdur. Vergi sisteminin sağladığı iĢgücüne yönelik
teĢviklerle sosyal yardım sisteminin sağladığı teĢvikler arasında yakın etkileĢim
olduğu açıktır. Bu nedenle, her iki sistemin reform sürecini eĢzamanlı olarak ele
almak yerinde bir yaklaĢım olarak görünmektedir.104 Estonya ve Slovakya
örneklerine bakılarak, hükümetin gelecekteki gelirlerinin sürdürülebilirliğinin
tek oranlı vergi sisteminden çok yüksek KDV oranına bağlı olduğu ileri
sürülebilir.105
Slovakya tek oranlı vergi sisteminin baĢarılı olup olmadığı hakkında
kesin bir yargıda bulunmak için henüz çok erken olmakla birlikte, IMF
değerlendirmesi ilk sonuçları cesaret verici bulmuĢtur. Getirdiği basit yapı ve
düĢük vergi oranları yatırımcılar için büyük cazibe oluĢturduğu
görülmektedir.106
103
Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye
Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 26.
104
Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye
Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 26.
105
T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek)
Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, 2005, s.7.
106
Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye
Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 26.
106
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Her ne kadar birçok ülke tek oran uygulamasına geçerken vergi
oranlarını düĢürmüĢ olsa da tek oranlı vergiler her zaman düĢük oran ile aynı
anlama gelmemektedir. 1994 yılında Ukrayna, %90‟lık rekor bir gelir vergisi
uygulamaktayken, 2004 yılında bu oranı aĢamalı olarak %13‟e indirmiĢtir.
Gürcistan‟da Mikhail Sookashvili, 25 Ocak 2004 tarihinde göreve
baĢladıktan 5 gün sonraki açıklamasında, ekonomik önceliklerinden birinin tek
oranlı vergi sistemine geçmek olduğunu ifade etmiĢtir. Parlamento 22 Aralık
2004 tarihinde gelir vergisinde %12‟lik tek oranlı vergi uygulamasına geçmeyi
kabul etmiĢtir. Tek oranlı vergi sistemine geçmeden önce Gürcistan da %12 ile
%20 arasında değiĢen beĢ kademeli vergi politikası uygulanmıĢtır.107
Romanya da iktidara gelen hükümetin ilk icraatı 29 Aralık 2004‟te
kabul edilen vergi sisteminden %16‟lık tek oranlı vergi sistemine geçiĢ
olmuĢtur. 1 Ocak 2005 itibarıyla bu sistem yürürlüğe girmiĢtir. Tek oranlı vergi
sistemine geçmeden önce Romanya‟da %18 ile %40 arasında değiĢen beĢ
kademeli gelir vergisi ve %25 oranında kurumlar vergisi uygulanmıĢtır.
Estonya‟nın 1994 yılında bireysel gelir vergisinde tek oranlı
uygulamaya geçmesinden sonra sekiz Orta ve Doğu Avrupa ülkesi daha tek
oranlı vergi sistemini benimsemiĢtir. Dört AB ülkesi (Estonya, Litvanya,
Letonya ve Slovakya) tek bir oran içeren tek oranlı vergi sistemine sahiptir.
Doğu Avrupa ülkelerinin, özellikle de 2001 yılında Rusya ve 2004 yılında
Slovakya‟nın, tek oranlı vergi yapılarını benimsemesi Çek Cumhuriyeti,
Polonya ve Macaristan gibi diğer ülkelerin de ilgisini çekmiĢ ve gündemlerine
almalarına yol açmıĢtır. Tek oranlı vergiler ile ilgili tartıĢmalar AB‟nin Orta ve
Doğu Avrupa‟daki yeni üye ülkeleriyle sınırlı kalmamıĢtır.108 Akademisyenler
Almanya‟da %30 oranında tek oranlı gelir vergisi önerisini ortaya atmıĢlardır.
Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Yunanistan, Ġtalya, Ġspanya ve Ġngiltere‟de
de tek oranlı vergi sistemi tartıĢılmaktadır. Genel olarak Batı Avrupa ülkelerinde
azami oranların düĢürülmesi ve vergi aralıklarının sayısının ve
karmaĢıklıklarının azaltılması yönünde güçlü bir eğilim olduğu görülmektedir.
Bunun bir nedeni, tek oranlı vergi mevzuatını benimseyen ülkelerin yatırımları
çekme konusunda komĢularına karĢı bir rekabet avantajı elde edecek olmasıdır.
Bir diğer neden, tek oranlı vergi sisteminin vergi idaresindeki eksikliklerin
getirdiği sorunlar ile genel olarak serbest piyasa ekonomisine geçiĢ sürecinde
yaĢanan kurumsal yapıların oluĢturulması ve geliĢtirilmesi gibi sorunlarla baĢa
çıkmayı kolaylaĢtırmasıdır. Her iki husus da, uluslararası rekabet gücünü
korumak ve kurumsal yapılarındaki sorunlar nedeniyle ortaya çıkan vergi
kaçaklarını önleme gibi önemli sorunlarla karĢı karĢıya olan Türkiye için geçerli
olan hususlardır.
107
Hesap Uzmanları Derneği, Düz Oranlı Vergi Mutluluğu. http://www.hud.org.tr, 8 Mart 2005,
s.1.
108
Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
107
SONUÇ
GeliĢim yönünde vergi sistemlerini değiĢtirmek isteyen ülkeler
rekabet yarıĢından geri kalmamak için vergi sistemlerini adalet sağlayan,
etkin ve kolay yönetilebilen bir Ģekle getirmelidirler. Aynı zamanda ülkeler
ekonomik açıdan giderek birbirlerine daha fazla bağımlı olmaya baĢladıkları
için uluslararası teamüllere uygun olarak ulusal vergi sistemlerini dünya ile
uyumlaĢtırmaları gerekmektedir.
Mevzuat açısından karmaĢık ve anlaĢılmaz bir durumda olan vergi
sistemlerini reform yaparak düzeltmek isteyen devletler açısından tek oranlı
vergi sistemi bir alternatif uygulamadır. Tek oranlı vergi, vergilerin tasarruf
ve yatırımlar üzerindeki olumsuz etkilerini gidermeyi hedeflemektedir. Tek
oranlı vergi sisteminde çalıĢma, tasarruf ve yatırımlar cezalandırma yerine
bireyleri daha çok çalıĢmaya yöneltecektir. Elde edilen gelirlerinin yalnızca
bir kez vergilendirilmesi, çifte vergilendirme sorununa son vermesi tek
oranlı vergi sisteminin en önemli özelliğidir. Tek oranlı bir vergi sistemi
sadece basitliği ile bile vergi toplamanın yarattığı çarpıklıkları en aza indirici
bir etki yaratabilmektedir. Basit vergi kuralları, olağan koĢullarda, vergi
toplama maliyetlerinde de kayda değer azalmalar sağlayacaktır. Tek oranlı
vergi sistemi, vergi yükünü azaltacağı için özellikle iĢletmelerin uluslararası
piyasalardaki rekabet gücünü artıracaktır.
Tek oranlı vergi sistemi ile vergi muafiyetlerinin kapsamı daralmakta ve
yatırım teĢvikleri azaltılmakta, hatta ortadan kaldırılmakta, böylece kaynak
tahsisinde etkinlik yükselmektedir. Yatırım kararları vergi oranlarının etkilediği
yönlendirmelerden çok piyasa koĢullarına göre oluĢur hale gelmektedir. Benzer
Ģekilde, vergi tabanındaki çarpıklıklar azalarak geniĢlemekte ve böylece vergi
oranı ne olursa olsun daha yüksek gelir toplanabildiği için daha düĢük vergi
oranları mümkün hale gelebilmektedir. Ayrıca, tek oranlı vergi yapısının
basitliği ve muafiyetleri ortadan kaldırması Ģeffaflığı güçlendirir, tüm sistemin
çok daha kolay idare edilebilmesini sağlar.
Makul bir düzeyde uygulanan tek oranlı vergi sistemleri basitlikleri,
düĢük oranları ve asgariye indirilmiĢ muafiyetleri ile kayıt dıĢı ekonomiye
katılımı teĢvik eden unsurları önemli ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Makul
düzeyde tespit edilen bir tek oranlı vergi sisteminin Türkiye ekonomisi için
yapacağı önemli katkıların baĢında kayıt dıĢı ekonomiyi küçültecek olması
gelmektedir. Tek oranlı vergi sistemi, iyileĢtirilmiĢ bir vergi takip politikasıyla
birlikte uygulandığı takdirde Türkiye‟de kayıt dıĢı ekonomiyi önemli ölçüde
azaltabilir.
Ayrıca tek oranlı vergi sisteminde gelirlerin kaynakta vergilendirilmesi
esas alınmaktadır. Tüm bunlara rağmen vergi adaletinden sapmalar ve vergi
gelirlerindeki azalmalara neden olması açısından, tek oranlı vergi uygulaması
sürekli tartıĢma konusu yapılmaktadır. Tek oranlı vergi sistemi henüz yaygın
uygulanmasa da baskı grupları tarafından desteklenmeye devam etmektedir.
108
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Sahip olduğu olumlu özellikleri nedeniyle, tek oranlı vergi sistemi
Türkiye için dikkatle incelenmesi gereken bir seçenektir. Diğer ülkelerin
deneyimleri, tek oranlı vergi sistemine geçiĢ sonrasında önceki vergi geliri
seviyelerinin korunabildiğini göstermektedir. Bu bilgiler ıĢığında, gelir
bakımından azaltıcı etkisi olmayan tek oranlı vergi yapısı olasılığı dikkatle
araĢtırılmalıdır.
KAYNAKLAR
Aktan, C. Can. (2000). 21. Yüzyıl Ġçin Radikal Bir Vergi Reformu Önerisi:
Düz Oranlı Vergi, Ankara: TOSYÖV Yayınları Ekonomik, Sosyal ve
Siyasal AraĢtırmalar Serisi No: 5.
Armey, Dick & Shelby, Richard. (1997). The Flat Tax Propasal, Washingston:
The Freedam and Fairness Restoration Act.
Armey, Dick. (1996). The Flat Tax, New York: Fawcett Columbine.
Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi
(TEBC). (2005). Türkiye Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası.
Aydın, Fazıl. (2002, Aralık). ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin
Değerlendirilmesi-II, Ankara:Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü
Dairesi.
____. (2002, Kasım). ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin
Değerlendirilmesi-I, Ankara: Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü
Dairesi.
____. (2003, Ocak). ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin
Değerlendirilmesi-III, Ankara: Maliye Bakanlığı Gelirler Genel
Müdürlüğü Dairesi.
Dileyici, Dilek & Özkıvrak, Özlem. (2000). “Yeni Yüzyılda Mali ve Parasal
Politikalarda Yeniden Yapılanma”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 2(2).
Epstein, A.Richard. (1995). Taxation in Lockean World, Social Philosoys and
Policy 4, The Ġnternatıonal Library of Essays in Law & Legal Theory, Tax
Law, New York: Üniversity Press Reference Collection, Vol. 1.
Feld, L.Alan. (1995). “Living With The Flat Tax”, National Tax Journal, Vol.
48.
Ferhatoğlu, Emrah. (2006, Haziran). “Avrupa‟da Düz Oranlı Vergi Sistemi
ÇalıĢmaları ve BaĢarısı”, Vergi Dünyası, Sayı: 298.
Giray, Filiz. (2006). Düz Oranlı Vergi ve Uygulamaları,
www.muhasebetr.com/ozelbolum/020/, [EriĢim Tarihi: 07.01.2009].
Grecu, Andrei. (2004). “Flat Tax-The British Case”, Adam Smith Institute
Working Paper, London.
Hall, Robert E. & Rabushka, Alvin. (1995). The Flat Tax, Hoover Institution
Press, California Stanford University.
Hesap Uzmanları Derneği. (2005, Mart 8). Düz Oranlı Vergi Mutluluğu,
http://www. hud.org. tr.
F. Kaya
Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma
109
Keynes, John Maynard. (1933). The Means to Prosperity, Collected Writings
(1971-89), Vol. 9.
Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu. (2005, Mayıs). Türkiye'de Kayıt
DıĢı Ekonominin Boyutu.
Neumark, Fritz. (1975). Vergi Politikası Adil ve Ekonomik Bakımdan
Rasyonel Bir Vergi Politikasının Temel Prensipleri, (Çev: Ġclâl
(Fevzioğlu) Cankorel), Ġstanbul: Filiz Kitabevi.
Özdemir, Harun. (2005, Temmuz). “Vergilemede Adalet Açısından Düz ve
Artan Oranlılık”, Vergi Sorunları Dergisi, Yıl: 28, Sayı: 202.
Rabushka, Alvin. (2003, September 3). The Flat Tax in Russia and the New
Europe, Brief Analysis (National Center for Policy Analysis), No: 452.
Roth, A. Jeffrey & Scholz, T. John. (1989). Ann Dreyden Witte, Taxpayer
Compliance, Philadelphia, Üniversity of Pennsylvonia Pres.
Schneider, Friedrich. (2005). “Shadow economies around the world: what do we
really know?”, European Journal of Political Economy, Vol. 21.
Seldon, Barry J. & Roy G. Boyd. (1996), The Economic Effects of a Flat Tax,
Texas: NCPA Policy Report No: 205.
Stiglitz, Joseph E. (1994). Kamu Kesimi Ekonomisi, (Çev: Ömer Faruk
BATIREL), Ġstanbul: Marmara Üniversitesi Yayın No: 549, ĠĠBF, Yayın No:
396.
T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu
BaĢkanlığı. (2005, Mayıs 9). Düz (Tek) Oranlı Vergi Mali Gündemin
Odağında Raporu, Ankara.
The Economist. (2005). The Flat-Tax Revolution, April 16th 22nd.
Türkan, Ercan. (1997). Düz Oranlı ve Tüketim Tabanlı Vergi Sistemi:
ABD’de YaĢanan TartıĢmalar ve Bu TartıĢmalardan Çıkarılabilecek
Dersler, Ankara: DPT Yayını No:2474.
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
POLITICS AND VIRTUE IN HUME
HUME’DA SĠYASET VE ERDEM
Zeynel KILINÇ
ABSTRACT
It is a widely held conviction in Humean literature that, for Hume, institutions
and good laws are primary in securing peace and order rather than morality or a virtuous
body of citizenry in a society. This conviction partly relies on Hume‟s rejection of the
classical republican idea of virtue which considers institutions as well as a virtuous
body of citizenry as essential for politics. Although Hume rejects the classical set of
virtues as inhumane, obsolete, and impractical for the newly emerging modern society,
this should not lead us to see Hume‟s politics as wholly untouched by any idea of virtue.
Rather, Hume advocates a new set of virtues that he thinks will suit the needs of the
modern era. A comprehensive analysis of Hume‟s politics would reveal that Hume
considers a virtuous body of citizenry as significant as institutions and good laws in
politics.
Key Words: David Hume, Virtue, Institutions, Classical Republicanism, Politics
ÖZET
David Hume‟la ilgili literatürde toplumsal düzen ve istikrarın sağlanması
konusunda Hume‟un erdemli bir vatandaĢ topluluğundan daha çok kurumlar ve yasalara
dayandığına dair yaygın bir görüĢ vardır. Bu tez kısmen Hume‟un klasik cumhuriyetçi
teorinin erdem görüĢünü reddetmesine dayanır. Klasik cumhuriyetçilik hem kurumları
hem de erdemli bir vatandaĢ topluluğunu sağlıklı bir siyaset için gerekli görür. Hume
klasik erdemlerin modern toplum açısından gayri insani, eski ve uygulanamaz olduğunu
ileri sürse de, bu durum bizi Hume‟un siyaset teorisinin erdem kavramını bütünüyle
reddettiği sonucuna götürmemelidir. Hume modern dönem için daha uygun olduğunu
düĢündüğü yeni bir erdemler listesi ve vatandaĢlık vizyonu sunar. Hume‟un siyaset
teorisinin kapsamlı bir analizi, onun hem kurumları/yasaları hem de erdemli bir
vatandaĢ topluluğunu sağlıklı bir siyaset için gerekli gördüğünü ortaya koyar..
Anahtar Kelimeler: David Hume, Erdem, Kurumlar, Klasik Cumhuriyetçilik, Siyaset
INTRODUCTION 
It is a widely held conviction in Humean literature that, for Hume,
institutions and good laws are primary in securing peace and order rather than
morality or a virtuous body of citizenry in a society (Forbes, 1975; Frey, 1995;

Yrd. Doç. Dr. Kamu Yönetimi Bölümü, Pamukkale Üniversitesi, [email protected]
This article is revised and updated from my PhD thesis, University of Pittsburgh 2004.

110 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Cohen, 2000; Chabot, 1997; Gauthier, 1992). Although this conviction can be
supported by many remarks on the significance of good laws and institutions in
Hume‟s works, it ignores too much of his theory on politics. It represents a
selective reading of Hume‟s arguments on politics rather than a comprehensive
reading. This conviction, I think, partly relies on Hume‟s rejection of the
classical republican idea of virtue. Two different issues are confused in this
conviction which needs to be analyzed separately: First issue is Hume‟s critique
of the classical republican idea of virtue and second issue is the relation
between institutions or politics and virtue. The classical republican idea of
politics considers institutions as well as a virtuous body of citizenry as essential
for politics. Although Hume rejects the classical set of virtues as inhumane, this
should not lead us to see Hume‟s politics as wholly untouched by any idea of
virtue. Rather, Hume advocates a new set of virtues or vision of citizenship that
he thinks will suit the needs of the modern era. A comprehensive analysis of
Hume‟s politics would reveal that Hume considers a virtuous body of citizenry
as significant as institutions and good laws in politics.
In this article, I argue that Hume‟s politics does not discard virtue as
irrelevant to social order. Yet Humean virtues are different than those of the
classical republicans. In the first section, I analyze Hume‟s critique of the
republican idea of politics and virtue to show that his critique of the classical
idea of virtue does not aim to reject the idea of virtue itself rather it sees a
particular idea of virtue (the classical republican view of virtue) as obsolete,
inhumane, and impractical for the newly emerging modern commercial society
because of its essentially military character. This will clear the confusion that
since Hume rejects the classical idea of virtue; his politics is untouched by any
morals and manners. In the second section, I analyze and criticize the
institutionalist interpretation of Hume‟s politics as a reductionist reading of his
theory which ignores too much of his arguments on politics. To show this, I
analyze Hume‟s notion of factions (a particular form of parties) or
factionalism/partisanship which reveals the role a particular type of virtue
(moderation) plays in his politics. This critique is necessary to have a more
accurate and balanced view of Hume‟s politics.
HUME’S CRITIQUE OF REPUBLICAN POLITICS
Hume presents a new vision or way of doing politics for a new era. The
newly emerging commercial modern society provides the setting for which he
formulates a new way of doing politics. Hume believes that the rise of
commercial modern society has changed the fundamental structures and culture
of traditional society in such a way that a regular and humane vision and
practice of politics would become possible (Manzer, 1996: 492). The very same
process also, asserts Hume, would make the classical republican vision of
politics obsolete. As Moore (1977: 810) puts it “Hume‟s political science can
best be understood as an elaborate response to the political science of the
Z. Kılınç
Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem
111
classical republicans.”
The positive relation between a virtuous or public-spirited body of
citizenry and the quality of political life goes back to classical political theory
(Burtt, 1993: Wallach, 1992: Stilz, 2003). Classical republican politics assumes
that the well-being of society depends on the existence of a constitution and
public-spirited citizens (Zagorin, 2003: 3) in a particular social-economic
setting and thus focuses upon “the institutional, moral and material conditions
of free citizenship in a political community” (Robertson, 1983: 452). The
constitution provides the institutional framework in society. Moral condition
refers to the existence of a public-spirited body of citizenry which depends on
the possession of material independence or autonomy, which meant the
existence of slave labor in society. As Stilz (2003: 2) puts it, “[t]he ancient
republic was based on slavery as a form of production, allowing it a free and
leisured citizen class with the ability to participate actively in politics and War.”
That‟s why, “only those – assumed to be few in number – in a position to satisfy
their needs without making themselves dependent on others were capable of the
requisite civic virtue” (Robertson, 1983: 452) in ancient republics. Such
material independence provided necessary time for citizens to be able to
participate exclusively to public life and also escape from activities which were
supposed to make one to immerse into self-interested activities such as
commerce. Accordingly, this vision believes that “the political virtue and a spirit
of independence were most likely to be found in the ranks of country
gentlemen, uncorrupted by the urban world of commerce, manufacturing and
finance” (Moore, 1977: 829). In other words, this vision attributes high worth to
the citizens‟ readiness to sacrifice their private interests to the public good and
shows hostility to commercial activities as well as luxury as leading corruption
that would pose threat to civic virtue (Zagorin, 2003: 3). Being fully human
means being citizen, and being citizen means to dedicate oneself to public life.
The quality of political life or the strength and the health of the state depend on
this idea of patriotic citizenship in the classical republican view.
In spite of its discriminatory and hierarchical nature, this ancient vision
of public-spirited citizenship or insistence on civic virtue and patriotism has
been attractive for many from Rousseau to contemporary communitarians and
neo-republicans against the vision of atomistic individualism associated with
liberalism (Zagorin, 2003: 4; Castiglione, 2005: 453). Yet, Hume argues that
this classical public spirited vision of citizenship as seen in ancient republics
cannot be considered as an option for modern society and its practice can be
explained with ancient republics‟ particular situations in that era. Hume (1985:
259) asserts that ancient republics
were free states; they were small ones; and the age being
martial, all their neighbors were continually in arms. Freedom
naturally begets public spirit, especially in small states; and
this public spirit … must encrease, when the public is almost in
112 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
continual alarm, and men are obliged, every moment, to expose
themselves to the greatest dangers for its defense. A continual
succession of wars makes every citizen a soldier.
The possibility of citizen-soldier as the vision of citizenship in the
classical political thought depends on certain conditions both within society and
international relations. The former requires an independent body of citizenry
whose independence is provided by the slave labour. The latter refers to almost
constant wars among states. This kind of international relations led to the rise of
a body of citizenry whose primary qualities were military virtues. They excelled
in public spirit. However, as Hume (1985: 383-84) puts it in “Of the
Populousness of Ancient Nations”, in ancient states most people were not
participants in political life. They were reduced to “slavery and subjection” to
provide the material independence of citizens, which turned every citizen into
“a petty tyrant” in his domestic life. Citizenship was privilege of a minority at
the cost of the rest of the population.
Although ancient citizens had material independence, claims Hume
(1985), they were “unacquainted with gain and industry” (259). Since the
republican virtues were military in essence, ancient politics contained “little
humanity and moderation” (414) and “their governments [were] more factious
and unsettled” (421). More significantly, this form of societal regulation, asserts
Hume (1985), was “violent, and contrary to the more natural and usual course
of things” (259). This vision and practice of citizenship, for Hume, could
become possible only under strict conditions as exemplified by the ancient
republics, for it is contrary to basic principles of human nature which, according
to Hume, is essentially self-interested.
Against this vision and socio-economic structure Hume advocates
commerce and formulates his politics which, he believes, “would reflect more
accurately the conditions of [modern] society” (Moore, 1977: 834). Hume
(1985: 263) asserts that the principles of ancient politics, such as exclusive
public-spiritedness and the abstinence of citizens from commerce and industry,
are not possible any more in commercial society; “these principles are too
disinterested and too difficult to support”, for in a more peaceful environment
the animating principle of human conduct is “a spirit of avarice and industry, art
and luxury”. And the strength of the state as well as the well-being of citizens in
modern society depends on commerce.
The greatness of a state, and the happiness of its subjects, how
independent so ever they may be supposed in some respects, are
commonly allowed to be inseparable with regard to commerce;
and as private men receive greater security, in the possession of
their trade and riches, from the power of the public, so the
public becomes powerful in proportion to the opulence and
extensive commerce of private men. (Hume, 1985: 255)
Hume‟s politics also advocates “foreign commerce” among states as
Z. Kılınç
Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem
113
opposed to ancient warlike international relations. International trade has a
benevolent impact on domestic politics. First, the absence of war among states
allows individuals to engage in commercial activities. Second, foreign trade
provides both new goods and a market for society. Of special importance,
international trade can lead to the rise of commerce and industry in a traditional
society and becomes the source of subsequent developments.
Thus men become acquainted with the pleasures of luxury and
the profits of commerce; and the delicacy and industry, being
once awakened, carry them on to farther improvements, in
every branch of domestic as well as foreign trade. And this
perhaps is the chief advantage that arises from commerce with
strangers. It rouses men from their indolence. (Hume, 1985:
264)
Thus, for Hume (1985: 259, 260), commerce not only fits “the common
bent of mankind” within society but also in international relations and reflects
“more natural and usual course of things”. For Hume, commercial society
provides the best environment for self-interested agent and opportunity for
increase of wealth for the whole society and nations. Such individuals are more
interested in their private interest, yet their conduct unintentionally serves the
social order. As Frey (1995: 286) asserts, “pursuit of one‟s own advantage or
happiness fortunately, not as a matter of benevolent motivation but as an
unintended by-product of self-interested motivation, furthers the advantage or
happiness of others”. Hume‟s humane society is a commercial free society of
self-interested agents as opposed to the republican society of citizen-soldiers. As
Moore (1977: 834) puts it “[t]he society which underlies Hume‟s model
of…government was quite explicitly a commercial society of manufacturers,
merchants and financiers, and the laborers, porters and clerks who worked in
their service.”
Hume‟s notion of commercial society is underlined by his notion of
human nature as essentially self-interested actor seeking a commodious life.
Yet, the beneficial results of commercial society are not limited to its
appropriateness to the self-interested nature of individuals. According to Miller
(1997: 180), Hume “is more impressed by the political, social and intellectual
results of commercial progress than by its material results.” Hume thinks that
beyond the material wealth commerce increases, it also creates the necessary
conditions for a nonviolent and more humane form of politics by transforming
narrowly self-interested human nature as well as socio-economic structures. He
recognizes “the important social changes brought about by the rise of
commerce” (Davis, 2003: 289) favorable for a freer and more egalitarian society
and his interest in commerce has a philosophical dimension. Indeed, as Schuler
and Murray (1993: 589) argue, “Hume was arguably the first great thinker to
embrace commercial life as a point of philosophical principle…for Hume,
commerce is a forceful cultivator of the human nature”. Hume‟s view of the
114 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
transformation of human nature is a product of the historical transformation of
human society. Hume as a member of the Scottish Enlightenment had a
developmental view of history which is known as “the four-stage thesis”
according to which all human societies were “imagined as naturally moving
from hunting, to herding, to farming, to commerce, a developmental process
that simultaneously tracked a cultural arc from „savagery,‟ through „barbarism,‟
to „civilization‟” (Kohn, 2006). According to Kohn (2006), the development of
commercial civilization does not mean “just a marker of material improvement,
but also a normative judgment about the moral progress of society”. Within this
larger framework of historical understanding, Hume assumes the moral
transformation of self-interested agent.
Commerce creates the necessary material conditions for more
egalitarian socio-economic relations among individuals which, according to
Hume (1985: 265), are “most suitable to human nature” and necessary for social
order, for “a too great disproportion among the citizens weakens any state.
Every person, if possible, ought to enjoy the fruits of his labour, in a full
possession of all the necessaries, and many of the conveniences of life”. The
wealth must be widespread in society, since Hume believes that “both individual
and sociopolitical interests are best served when a large portion of the members
of a society are also property holders” (Venning, 1991: 146).
The most significant result of such a process is the development of the
middle-class or civil society in final analysis. The increase of wealth, argues
Hume (1985: 277-78), frees traditionally oppressed groups such as farmers and
workers and enlarges the middle-class “who are best and firmest basis of public
liberty. They neither submit to slavery nor tyrannize over others. Rather they try
to secure their property and support equal laws in society”. Hume, thus, sees a
close link between the development of the middle-class as the backbone of a
free and prosperous society and the increase of the wealth as a result of
commercial activities. Hume maintains that middle-class‟ life activities and
station in society provide the best position for them to acquire necessary skills,
habits, virtues, experience, knowledge, wisdom, and common sense for the
perpetuation of order, promotion of the quality of social life, and establishment
of a more humane and free society:
These form the most numerous Rank of Men, that can be
suppos‟d susceptible of Philosophy; and therefore, all
Discourses of Morality ought principally to be adress‟d to
them. The Great are too much immers‟d in Pleasure; and the
Poor too much occupy‟d in providing for the Necessities of Life,
to hearken to the calm Voice of Reason. We may also remark of
the middle Station of Life, that it is more favourable to the
acquiring of Wisdom and Ability, as well as of Virtue, and that a
Man so situated has a better Chance for attaining a Knowledge
both of Men and Things, than those of a more elevated Station.
Z. Kılınç
Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem
115
(Hume, 1985: 546-47)
Commerce also awakens individuals‟ creativity, improves their
judgment: “The mind acquires new vigour; enlarges its powers and faculties”
(Hume, 1985: 270). Hume (1985: 271) maintains that once individual mind is
awakened, it leads to improvement in other areas:
the minds of men, being once roused from their lethargy, and
put into fermentation, turn themselves on all sides, and carry
improvements into every art and science. Profound ignorance is
totally banished, and men enjoy the privilege of rational
creatures, to think as well as to act, to cultivate the pleasures of
the mind as well as those of body.
Industry and commerce, thus, lead to improvement in arts and sciences
as well as individual rationality. Improvement of individual rationality is a
product of its application to commercial activities and arts and sciences. The
improvement of judgment, argues Hume (1985: 279), is closely linked to social
order: “Laws, order, police, discipline; these can never be carried to any degree
of perfection, before human reason has refined itself by exercise, and by an
application to the more vulgar arts, at least, of commerce and manufacture”.
Mechanical arts and commercial activities lead to improvement in more
sophisticated and refined activities such as “the liberal” arts. This process of
improvement starts in ruder activities and moves to more refined ones, whether
intellectual, mechanical, and commercial activities or interpersonal relations.
According to Schuler and Murray (1993: 594), Hume believes that
“Commercial life wrenches us out of what Marx unkindly calls „rural idiocy‟
and habituates us to an enlarged, unbiased point of view”, since for Hume
material abundance is prerequisite to “intellectual and cultural refinements
which distinguish a people of advanced civilization from those of more barbaric
times and circumstances” (Venning, 1991: 142). Material development as a
result of commercial and industrial activities allows human beings to have the
opportunity to develop their human essence which distinguishes humans from
animals. While both animals and human beings share similar physical and
biological needs to live, humans are distinguished from other creatures by their
distinctively human potential. Hume‟s notion of civilized society or civilized
agent is the realization of this potential. The realization of this distinctively
human potential is made possible by commercial and industrial activities which
creates necessary material security for individuals.
Other advantages commerce creates are increase of “sociability”,
softening of tempers, refinement of interpersonal relations, and the rise of the
modern commercial city.
The more these refined arts advance, the more sociable men
become; nor is it possible, that, when enriched with science,
and possessed of a fund of conversation, they should be
contented to remain in solitude, or live with their fellow-citizens
116 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
in that distant manner, which is peculiar to ignorant and
barbarous nations. They flock into cities; love to receive and
communicate knowledge; to show their wit or their
breeding…Particular clubs and societies are everywhere
formed…the tempers of men, as well as their behavior, refine
apace. So that, beside the improvements which they receive
from knowledge and the liberal arts, it is impossible but they
must feel an encrease of humanity, from the very habit of
conversing together, and contributing to each other‟s pleasure
and entertainment. Thus industry, knowledge, and humanity,
are linked together by an indissoluble chain, and are found,
from experience as well as reason, to be peculiar to the more
polished, and, what are commonly denominated, the more
luxurious ages. (Hume, 1985: 271)
According to Hume, activities associated with commerce have a
transformative impact on individuals in many respects: Sociability develops,
individual temper softens, fellow-feeling or sense of humanity increases, and
individual rationality improves. In other words, human beings develop
distinctively human qualities that separate them from animals. As a result of this
transformative process, individuals come to acquire certain qualities in a way
that they are in a better condition both psychologically and rationally to live in
peace and order with each others.
The modern commercial city arises as the site of civilized life as a result
of the process ushered in by the rise of commerce and activities associated with
commerce. The modern commercial city is the medium in which the middleclass develops and most of the population is above and beyond bare minimum
living conditions. The middle-class or civil society rises as the backbone of
every sort of creativity and productivity from economic to intellectual activities;
individuals‟ taste for both material and literary goods as well as for
philosophical understanding has improved; the place of rationality is larger now
in individuals‟ lives compared to earlier stages, especially to the savage
condition; and also individuals sociability as well as moral sense or humanity
increases. The city represents the ideal place for Hume‟s civilized agent.
Although the initial factor that unleashes the development of civilizedcommercial life is the love of gain or avidity which is self-interested and
directed to the betterment of one‟s own living conditions, the end result,
civilized-commercial life, has created an agent whose judgment and taste are
improved and refined and whose sense of humanity and sociability are
increased as its by-product. Improvement of judgment, rationality, refinement of
taste, and increase of humanity or moral feeling and sociability, coupled with a
more convenient, prosperous and equal socio-economic situation, creates a
more appropriate structural, cultural, and moral environment for individuals in
their relation with each other for a more humane society. Hume (1985: 276),
Z. Kılınç
Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem
117
thus, claims that the civilized-commercial society is in a better position to check
the avidity of man which is the driving force of development that ushered in the
development of civilization: “Nor can any thing restrain or regulate the love of
money [self-interest], but a sense of honour, and virtue; which…will naturally
abound most in ages of knowledge and refinement”.
As a result, self-interested agent is transformed in parallel to the
development of commercial society in such a way that s/he has acquired some
other qualities besides self-interest, which would equip her/him with necessary
skills, understanding, and qualities to become a citizen as we will see in the next
section. As Robertson succinctly puts it “as wealth increases and extends
through society, so, Hume (1985: 454) suggested, more and more of its
members would tend to acquire the material independence and moral attributes
that, in civic terms, equip men to be citizens”. In other words, Hume, like
classical republicans, thinks that being citizen requires both material
independence and intellectual and moral development. Yet his understanding of
material independence is not parasitical unlike the classical view which requires
a slave labor. Rather, Humean independence is civilized in nature and a product
of one‟s own labor or struggle. This very process of struggle, besides providing
material independence, also transforms human nature in such a way that
individual self-interest is tamed and turned into enlightened and socialized one
which does not ignore outcomes of his/her behavior on public life. Hume does
not advocate sacrifice of self-interest to public interest. Rather he wants a
balance between these two interests, which, he thinks, is more realistic and
practical in terms of human nature. Such a balance is made possible by the
process of the development of commercial/civilized society which has a
transformative impact on human nature. In the next section, I analyze the
relation between Humean civilized agent as product of commercial activities
and the type of politics he prescribes for modern society.
INSTITUTIONS, FACTIONALISM AND VIRTUES
As we saw above, Hume denies that the classical republican virtues can
be a viable alternative for modern society by claiming that they do not easily fit
to human nature, that‟s why became possible only in a certain domestic and
international environment and, with the change of societal structure, would
become obsolete in modern era. Hume‟s critique of classical republican thought
is limited to its notion of virtue and human excellence. Once Hume discards
both desirability and the possibility of such republics in modern era, he
formulates a new model of politics that, he believes, fits “the common bent of
mankind”.
It is usually accepted that Mill and Tocqueville recognize the
significance of the qualities of individuals in politics, yet Hume is seen as
similar to Hobbes who is credited with using rational choice assumptions or
social contract model in his political theory (Moss, 1991; Gauthier, 1992;
118 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Taylor, 1987), relying on manipulation of self-interested agents by creating an
appropriate structural environment and incentives to establish and perpetuate
social order, and thus seeing no connection between virtue and politics (Forbes,
1975; Frey, 1995; Cohen, 2000). Accordingly, they assert that he is an
institutionalist who sees social order as depending solely on institutions and
good laws.
Indeed, in his Essays, Hume endorses an institutionalist concept of
politics that seems to discard any role for virtue in political life. In “Of the
Independence of Parliament”, Hume (1985: 42) asserts that in theorizing on
politics or establishing a government “every man must be supposed a knave
[free-rider]” who “has no other end, in all his actions, than private interest”.
Similarly, Hume discusses whether virtuousness and education of the rulers and
the people or the institutions are more significant in the well functioning of the
state. In “That Politics may be reduced to a Science”, he distinguishes “absolute
governments” from “a free and republican government”; the former depend on
manners, morals, and education of the rulers, whereas the latter primarily
depends on well-formed institutions (check and balance system, separation of
powers, and the rule of law). While “The very same [absolute] government, in
different hands, has varied suddenly into the opposite extremes of good and
bad”, Hume (1985: 15-16) asserts,
a republican and free government would be an obvious
absurdity, if the particular checks and controuls, provided by
the constitution, had really no influence, and made it not the
interest, even of bad men, to act for the public good. Such is the
intention of these forms of government, and such is their real
effect, where they are wisely constituted.
He (1985: 24) asserts that institutions‟ impact in politics is independent
of “the humours and tempers of men” or qualities or virtues of individuals. And,
moreover, they direct individuals to act in certain ways in society.
so little dependence has this affair on the humours and
education of particular men, that one part of the same republic
may be wisely conducted, and another weakly, by the very same
men, merely on account of the difference of the forms and
institutions, by which these parts are regulated.
In a similar fashion, in “Of the Origin of Government”, Hume (1985:
38) argues that private virtue is not related to public order; “a bad neighbor”
does not necessarily mean “a bad citizen and subject”. Rather
“experience…proves that there is a great difference between the cases. Order in
society, we find, is much better maintained by means of government
[institutions]”. Hume‟s (1985: 16) conviction is that the force of laws and
institutions is so great that “consequences almost as general and certain may
sometimes be deduced from them, as any which the mathematical sciences
afford us”. Therefore, “Legislators…ought to provide a system of laws to
Z. Kılınç
Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem
119
regulate the administration of public affairs to the latest posterity” (Hume, 1985:
24).
Hume in these passages endorses a notion of politics that exclusively
relies on the regulatory impact of institutions on political behavior and seems to
discard any role for virtue in politics. As we will see below, the institutionalist
interpretation of Hume‟s politics mostly relies on such passages. And as Chabot
(1997: 336) puts it, “scholarly opinion leans toward the view that Hume looked
rather to good laws and institutions than to morality or citizenship” to secure
order in society.
Cohen (2000: 123-24) presents an institutionalist interpretation of the
relation between virtue and politics in Hume. In general, Cohen accepts that
Hume believes the improvement of manners and morals or virtues is product of
social development, yet denies that, once manners, morals or virtues develop,
they have any impact on institutions. Rather he sees the relation between
institutions and virtues as one-sided in Hume. He maintains that Hume relies
“Correctly modeled” institutions which function independently of the virtues of
the people, “making it the interest even of bad men to act for public good”,
that‟s why “Hume‟s political scientist is not mainly concerned with the morality
of people, because the fate of nations depends on their institutions, not on their
manners and morals”.
Forbes (1975: 224) similarly endorses an institutionalist interpretation
of Hume‟s politics. He argues that Hume‟s constitutionalism reveals the
importance of institutions in “determining human behavior in politics and
national character”. He (1975: 227) maintains that form of government
determines manners and morals, yet “manners have not the same influence on
the proper functioning…of constitution”. Therefore “Hume‟s political scientist
is not concerned with the moral health of a people at all because the fate of
nations depends on their institutions, not on manners and morals [virtue]”
(Forbes, 1975: 229). Forbes‟ conviction (1975: 224) is that “Hume at any rate
was wholly untouched by that Machiavellian moralism”.
These scholars emphasize the regulatory significance of institutions on
individual conduct. Yet this interpretation is reductionist, at least, for two
reasons: First, the remarks that Hume makes on the significance of institutions
are related to mostly theoretical-general reasoning on institutions. There are
certain other issues for which Hume does not endorse institutions; rather he
endorses the improvement of morality. Second, they do not evaluate Hume‟s
many arguments which see virtues as having significant roles not just in politics
but also in larger social life.
Indeed, Hume‟s endorsement of institutions as primary factors in
politics is closely linked to general/theoretical statements about politics. When
he compares absolute governments to free governments and different regions
with different forms of governments in a country, he emphasizes the impact of
institutions on individual conduct. In particular, the underlying rationale in
120 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Hume‟s institutional argument is that he endorses the safest assumption to
provide the minimal requirements of peace and order; individuals are supposed
to be “knaves” or free-riders and a well-balanced constitutional system backed
by legal force directs self-interested agents to cooperate in such a scenario. This
is Humean response to the classical problem of peace and order, as known
Hobbesian problem, selfish agents encounter (Putnam, 1993: 165). Yet this is
not the only major problem Hume deals with in politics. In response to a
particular problem due to which, he thinks, even a well-balanced institutional
system could collapse; he advocates a particular form of virtue. This problem is
factionalism or partisanship in politics. When it comes to factionalism Hume
does not endorse institutions. Rather he endorses moderation or a particular way
of doing politics which has nothing to do with institutions and also shows both
the proper place and the limits of institutions and the role of manners and
morals in political life.
In “Of Parties in General”, Hume (1985: 57) classifies parties into two
groups; “Personal” and “Real”. Personal parties depend on “friendship or
animosity” among opposing groups. Real parties stem from “some real
difference of sentiment or interest”. He cautions that these are not purely
personal or real parties. In real life parties are mixed. Yet, depending on the
dominance of principle, a party can be seen as real or personal. Personal parties,
asserts Hume, appear mostly in small republics and almost anything can lead to
the rise of such parties. He believes that individuals have a tendency to create
such parties:
Men have such propensity to divide into personal factions, that
the smallest appearance of real difference will produce them.
What can be imagined more trivial than the difference between
one colour of livery and another in horse races? Yet this
difference begat two most inveterate factions in the GREEK
empire, the PRASINI and VENETI, who never suspended their
animosities, till they ruined that unhappy government.
Hume (1985: 59-60) divides real factions (parties) into three groups:
faction from interest, faction from principle, and faction from affection. Among
these three, Hume finds the faction from interest “the most reasonable, and the
most excusable”, for it stems from differences of interest among different
groups. “The distinct orders of men, nobles and people, soldiers and merchants,
have all a distinct interest”. Parties from principle stem from “speculative”
principles: “Parties from principle, especially abstract speculative principle, are
known only to modern times, and are, perhaps, the most extraordinary and
unaccountable phenomenon, that has yet appeared in human affairs”. Parties
from affection refer to those that stem from “the different attachments of men
towards particular families and persons, whom they desire to rule over them”
(1985: 63). Although, Hume (1985: 55) argues, parties can appear in any state;
they appear and spread easily in free governments which provide the best
Z. Kılınç
Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem
121
environment for them.
In “Of the Coalition of Parties”, he (1985: 493) maintains that to abolish
parties is neither “practicable” nor “desirable, in a free government”. They are
facts of political life. Yet he believes a particular type of party is very dangerous
for social order and must be avoided:
The only dangerous parties are such as entertain opposite
views with regard to the essentials of government…where there
is no room for any compromise or accommodation, and where
the controversy may appear so momentous as to justify even an
opposition by arms to the pretensions of antagonists.
Here Hume refers to factionalism or partisanship. For Hume, parties
from principles have a tendency to create factionalism. In particular, parties
from principles refer to two types of principles; secular ideologies and religious
principles. Both principles dispute the legitimacy of the fundamentals of a
system. Social order depends on the acceptance of a system as legitimate by
individuals as well as groups or parties in a society. “The essentials of
government” refers to basic institutions and regulations of society. These
provide “the rules of game” (Stewart, 1992: 159) by which different parties or
individuals interact and regulate their conflicts with each other. In other words,
a legitimate system provides the framework within which conflicts among
different social forces and parties are contained. If there is a disagreement on
the fundamental structure of a system and as a result is seen as illegitimate, then
the conflict might destroy the system itself. For Hume, civil wars are examples
of such conflicts. Thus, such factions for Hume have the potential to override
institutions. In other words, an institutional framework may not contain conflict
created by factions in society. According to Hume (1985: 55), while institutions
provide peace and order, factions have the contrary tendency:
As much as legislators and founders of states ought to be
honoured and respected among men, as much ought the
founders of sects and factions to be detested and hated; because
the influence of faction is directly contrary to that of laws.
Factions subvert government, render laws impotent, and beget
the fiercest animosities among men of the same nation, who
ought to give mutual assistance and protection to each other.
Thus, for Hume, factions have a contrary and destructive tendency to
good laws and institutions. Institutions and good laws are not the solution for
factions. Contrary to the claim that Hume sees institutions and good laws as
sufficient for political life, factions show that institutions are not sufficient.
Indeed, in Hume, the regulatory impact of institutions mainly targets isolated
and selfish individual conduct. Yet factions represent groups of individuals. As
we will see below, for Hume, factions have a transformative impact on
individuals in a way that the regulatory impact of institutions and laws loses
their influence on individuals. Rather, Hume looks to the development of certain
122 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
virtues among individuals to prevent parties turning themselves into factions.
For Hume, although parties and conflict among them are inevitable in a
free society, the kind of conflict that leads to the destruction of social order is
not inevitable. In other words, political conflict is a fact of political life. Yet, it
does not necessarily lead to animosity among parties or to the destruction of
social order. What makes conflict destructive of social order is not necessarily
related to the mere existence of parties or conflict among parties. Rather, such
destructive conflict stems from the nature of factions. First, factions dispute the
fundamentals of the system; second, factions provide group-based moral
justifications for their members‟ conduct which leads them to deny that social
order is public good; and third, factions create uncompromising theoretical
viewpoints or disposition which ignores the complexity of political life and
problems and thus create utopian visions of society.
According to Hume (1985: 43), when an individual acts alone, he is
concerned with the results of his conduct from the standpoint of society. In other
words, some common notion of appropriate form of conduct approved by
society makes the individual consider his conduct within the requirements of
social life; he is concerned with his reputation. Yet, when an individual acts as a
member of a group, he may not be worried about such a sense of appropriate
conduct. Rather, he may justify his conduct according to some principles or
understanding provided by his party. Hume (1985: 43) explains this as follows;
“But where a considerable body of men act together, this check is, in a great
measure, removed; since a man is sure to be approved of by his own party, for
what promotes the common interest; and he soon learns to despise the clamours
of adversaries”.
Hume, here, seems to argue that even though individuals participate in
different parties, larger society must provide some common understanding of
appropriate conduct and sense of right and wrong or common rules for all.
Differences in political approaches must not lead them to discard some shared
mode of conduct among themselves. Otherwise, if every single party endorses
its own particular understanding of right and wrong for its members, political
conflict would be a conflict among tribes which do not have any common
language among them. According to Phillipson (1989: 315), for Hume, factions
provide individuals “with confined and partial views of the public interest”
which leads them to forget that peace and order is public good.
Conflict about fundamentals of a system by its nature creates a
destructive conflict for Hume. According to Stewart (1992: 159), Hume‟s notion
of justice provides “the rule of game” in society. If individuals fight over “the
rule of game”, they would not have any shared principle according to which to
regulate their relations with each other. Similarly, the fundamentals of a system
must provide such shared rules for parties which can act within certain limits
and prevent destructive conflict among them. For Hume, the rule of law, check
and balance system, separation of powers, and individual freedom, in short, a
Z. Kılınç
Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem
123
constitutional system provides “the rule of game” for parties (Stewart, 1992:
159). As a result, both a shared sense of right and wrong and an institutional
framework are necessary to prevent partisanship in politics.
The third factor refers to a particular perception and disposition created
by factions in individuals. In his Essays, Hume presents many cases of conflict
among different parties that are not necessarily destructive for social order, yet
how parties understand those conflicts transforms them into animosity and
destructive conflict among parties.
According to Hume, speculative principles create uncompromising
position among group members, for such parties assume that their principles or
positions on a subject reflect the truth. As Boyd (Boyd, 1985: 115) asserts,
Hume is worried about the claim of certainty for one‟s position that endorses
“rational visions of society”. This vision posits “a world of universal and logical
consistency-one abstracted from the ambiguities, tensions, and particular
traditions of the real world”. This rationalistic vision that depends on the
certainty of one‟s principles shifts “the balance of society away from civility
and toward what the modern world has come to call „ideological politics‟”
(Boyd, 2000: 116). Once we assume certainty for our position and judgment, we
necessarily see our opponents as completely wrong or even evil. Due to the
certainty of our perception of our principles, we develop a radical disposition in
our conduct. As a result, factions “translate political questions into moral
crusades” (Letwin, 1965: 123). Once political conflicts are perceived as conflict
of good and evil, opposing groups see compromise as a deviation from the
absolute principles. Thus, tension among opposing groups increases and conflict
could lead to destruction of social order.
In order to prevent this destructive outcome, Hume does not mention
institutions at all, rather he introduces a particular virtue he calls moderation.
Moderation is a complex term in Hume. It refers to a cautious, realistic, and
well-balanced pragmatic approach to political questions. According to Hume
(1985: 494),
There is not a more effectual method of promoting so good an
end, than to prevent all unreasonable insult and triumph of the
one party over the other, to encourage moderate opinions, to
find the proper medium in all disputes, to persuade each that its
antagonist may possibly be sometimes in the right, and to keep
a balance in the praise and blame, which we bestow on either
side.
According to Wulf (2000: 89), in order to prevent radicalization of
political arguments, Hume endorses moderation in both “political discourse”
and “dispositions of political actors”. Hume tries to prevent both “the
unreflective sensibilities of common life” and “radical philosophy” from
guiding politics by using his political essays to show that political questions are
“more complex and balanced” than such parties or groups assume (Wulf 2000:
124 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
89-91). The general purpose of Hume‟s political writings, as Whelan (1985:
327) puts it, “was to moderate partisan zeal by calling attention to plausible
elements in the competing doctrines.” Seeing political life as a complex
phenomenon and thus recognizing that each party could capture one aspect of
this complexity inevitably leads to recognition of the partiality of our position
and views on politics, which in turn, would create moderation. Such an
approach would ease the tension between opposing parties.
According to Hume, a philosopher could teach people how to develop
moderation in both judgment and conduct in order to have a more accurate
picture of the issues in dispute and prevent destructive conflict. In “Of the
Protestant Succession”, he performs such a mission to teach the opposing
groups how to be moderate and pragmatic (Hume, 1985: 507):
It belongs … to a philosopher alone, who is of neither party, to
put all the circumstances in the scale, and assign to each of
them its proper poise and influence. Such a one will readily, at
first, acknowledge that all political questions are infinitely
complicated, and that there scarcely ever occurs, in any
deliberation, a choice, which is either purely good, or purely ill.
Consequences, mixed and varied, may be foreseen to flow from
every measure: And many consequences, unforeseen, do
always, in fact, result from every one. Hesitation, and reserve,
and suspence, are, therefore, the only sentiments he brings to
this essay or trial.
While moderation advocates sensibility to complexity of political life,
factions provide perfect theoretical solutions to political problems by creating
utopian visions which create uncompromising dispositions in individuals. For
Hume both religious and secular principles are dangerous precisely for this
reason; both types of principles advocate uncompromising positions in
individuals, which makes them unaware of the complexity of political
questions. That‟s why Hume endorses “an undogmatic approach and counsels
bargaining and compromise” for political practice (Letwin, 1965: 394).
Hume (1985: 415) here endorses moderation in our judgment as well as
in our conduct. Awareness that our opponents can be sometimes right is,
according to Hume, an appropriate position in dealing with conflict in political
life. It creates moderate conduct and eases the tension among groups. Thus, not
just the mere existence of conflict but how we approach it is a critical factor that
eases or increases tension in political life. How we react to conflict determines
how we are responded to. Increase of tension may create a vicious circle: “One
extreme produces another”. On the other hand, civilized language in presenting
our position and considering our opponents as having a legitimate perspective
though different than ours softens political discourse and ease the tension
among parties (Jones, 1982: 154-56). In other words, Hume “pleads not for an
end to conflict, but, for restraint in our language” (Conniff, 1997: 387) or “to
Z. Kılınç
Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem
125
counteract the polarization” of politics (Schmidt, 2003: 291) by endorsing “a
more skeptical civic mentality” in individuals by confronting them with the
complexity of political questions as well as their inevitability (Chabot, 1997:
337). According to Chabot (1997: 339), Hume urges party-men to “detach
themselves from their partisan commitments without surrendering them” in
order to see the narrowness of their perspective. Accordingly, Hume advocates
“the education of public opinion” (Phillipson, 1989: 34) as he exemplifies such
an education in his Essays.
CONCLUSION
Hume‟s analysis of factions or partisanship as a problem in political life
has a striking feature: The regulatory significance of institutions cannot help us
against ideological conflicts characteristics of factions or partisan politics. He
does not appeal to institutions or the state to solve this problem. Moreover, he
thinks that this type of conflict could destroy the institutional structure itself.
Hume‟s notion of faction reveals the limits and the proper place of institutions
and the necessity of a particular virtue he calls moderation in his politics. This
shows that Hume advocates both institutions and a virtuous body of citizenry as
necessary to achieve efficient cooperation in political life. Yet institutionalist
interpretations of his theory ignore this fact.
In regard to prevent partisanship, as we saw above, Hume thinks that
commercial civilization provides the general ground. As Wulf (2000: 92)
asserts, Hume‟s strategy to teach party men moderation relies on the improved
culture in civilized society and the beneficial impact of activities associated
with civilized life style. The Humean notion of civilized society, or “liberal
commercial republics” provides the best environment for the rise of moderate
judgment and disposition in political agents (Wulf, 2000: 94) by enlarging
individual mind, increasing sociability, and softening tempers. That‟s why, as
Phillipson succinctly explains, Hume believes “that the future of liberty and
prosperity…depended on cultural not constitutional reform” (1989: 23). The
idea of cultural transformation reveals that Hume does not discard the link
between virtue and politics but he discards just the classical republican notion
of virtue.
REFERENCES
Boyd, R. (2000) Reappraising the Scottish Moralists and Civil Society, Polity, 33
(1):101-25.
Burtt, S. (1993) The Politics of Virtue Today: A Critique and a Proposal, The American
Political Science Review, 87 (2): 360-399.
Chabot, D. (1997) At Odds with Themselves: David Hume‟s Skeptical Citizens”, Polity,
39 (3): 323-43.
Castiglione, D. (2005) Review Article: Republicanism and its Legacy, European
Journal of Political
126 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Theory, 453-465.
Cohen, A. (2000) The Notion of Moral Progress in Hume‟s Philosophy: Does Hume
Have a Theory of
Moral Progress?, Hume Studies, 26 (1): 109-27.
Conniff, J. (1997) Hume‟s Political Methodology: A Reconsideration of „That Politics
May Be Reduced to a Science‟, in John Dunn and Ian Harris, (Eds.), Hume vol. I.
& II., Cheltenham: Edward Elgar Publishing Limited: 376-96.
Davis, G. F. (2003) Philosophical Psychology and Economic Psychology in David
Hume and Adam Smith, History of Political Economy, 35 (2): 269-304.
Forbes, D. (1975) Hume‟s Philosophical Politics, Cambridge: Cambridge University
Press.
Frey, R. G. (1995) Virtue, Commerce, and Self-Love, Hume Studies, 21 (2): 275-87.
Gauthier, D. (1992) Artificial Virtues and the Sensible Knave, Hume Studies, 18 (2):
401-28.
Hume, D. (1985) Essays: Moral, Political, and Literary, Eugene Miller (Ed.),
Indianapolis: Liberty Classics.
Jones, P. (1982) Hume‟s Sentiments: Their Ciceronian and French Context, Edinburgh:
Edinburgh University Press.
Kohn, M. (2006) Colonialism, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer,2006
edition), Edward N. Zalta (ed.). http://plato.stanford.edu/archives/sum2006/entries/colonialism
Letwin, S. R. (1965) The Pursuit of Certainty, Cambridge: Cambridge University Press.
Manzer, R. A. (1996) Hume‟s Constitutionalism and the Identity of Constitutional
Democracy, The American Political Science Review, 90 (3): 488-496.
Miller, D. (1997) Hume and Possessive Individualism, in John Dunn and Ian Haris
(Eds.), Hume vol. I. & II., Cheltenham: Edward Elgar Publishing Limited: 168-85.
Moore, J. (1977) Hume‟s Political Science and the Classical Republican Tradition,
Canadian Journal of Political Science, 10 (4): 809-39.
Moss, L. S. (1991) Thomas Hobbes‟s Influence on David Hume: The Emergence of a
Public Choice Tradition, History of Political Economy, 23 (4): 587-612.
Phillipson, N. (1989) Hume, London: Weidenfeld and Nicolson.
Putnam, R. D. (1993) Making Democracy Work: Civic Traditions in Modern
Italy,Princeton: Princeton University Press.
Robertson, J. (1983) The Scottish Enlightenment at the limits of the civic tradition,
History of Political Thought, 4 (3): 451-82.
Schmidt, C. M. (2003) David Hume: Reason in History, University Park: The
Pennsylvania State University.
Schuler, J. and Murray, P. (1993) Educating the Passions: Reconsidering David Hume‟s
Optimistic Appraisal of Commerce, History of European Ideas, 17 (5): 589-97.
Stewart, J. B. (1992) Opinion and Reform in Hume‟s Political Philosophy, Princeton:
Princeton University Press.
Stilz, A. B. (2003) Hume, modern patriotism, and commercial Society, History of
EuropeanIdeas, 29: 15-32.
Taylor, M. (1987) The Possibility of Cooperation, Cambridge: Cambridge Un. Press.
Venning, C. (1991) Hume on Property, Commerce, and Empire in the Good Society:
The Role of Historical Necessity, in Donald Livingston and Marie Martin, (Eds.),
Hume as Philosopher of Society, Politics, and History, Rochester: University of
Rochester Press: 137-150.
Z. Kılınç
Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem
127
Wallach, J. R. (1992) Contemporary Aristotelianism, Political Theory, 20 (4): 613-641.
Whelan, F. G. (1985) Order and Artifice in Hume‟s Political Philosophy, Princeton:
Princeton University Press.
Wulf, S. J. (2000) The Skeptical Life in Hume‟s Political Thought, Polity, 33 (1): 7799.
Zagorin, P. (2003) REPUBLICANISMS, British Journal for the History of Philosophy,
11(4): 701–714
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
BOLU AĞZINDA YEMEK KÜLTÜRÜYLE ĠLGĠLĠ KELĠMELER
Erol ÖZTÜRK****************************
ÖZET
GeliĢen teknolojiyle birlikte Anadolu ağızlarındaki pek çok kelimemiz yok
olma tehlikesiyle karĢı karĢıya kalmıĢtır. Dil ve kültürümüzün geleceği açısından bu
kelimelerin derlenip sözlüklere kaydedilmesine ihtiyaç vardır. Bu yazıda aĢçılık ve
mutfak kültürü açısından oldukça zengin olan Bolu yöresinden derlenen yemek, sebze,
meyve, ot, mantar isimleri, yemek araç ve gereç isimleri bir araya toplanmıĢtır.
Anahtar kelimeler: Bolu ağzı, yemek adları, mantar adları
ABSTRACT
With the developing technology, many words of Anatolian dialects are in
danger of extinction. For the future of our language and culture these words should be
collected and written down in dictionaries. In this article names of food, fruit,
vegetables, herbs, mushrooms and kitchen equipments used in Bolu which has a rich
cooking and kitchen culture are collected.
Key words: Dialect of Bolu, food names, mushroom names
Bolu zengin ormanları, orman içi gölleri, geniĢ yaylaları ve verimli
ovalarıyla bitki ve hayvan çeĢitliliği açısından zengin bir bölgedir. Avcılık,
balıkçılık büyük ve küçükbaĢ hayvancılık, arıcılık, tahıl ve baklagil üretimi ve
bunların yanında zengin sebze ve meyve çeĢitliliğine sahiptir. Özellikle kümes
hayvancılığı konusunda ülke çapında önemli bir yere sahiptir. Turizm
konusunda baĢka illerin sahip olmadığı üstünlükleri vardır. Yaz kıĢ canlı turizm
hayatı bölge insanı için önemli bir gelir kaynağı oluĢturur.
Bolu‟da yemek ve aĢçılık konusunda Mengen ön plandadır. 1341 Rumî
tarihli Bolu vilayeti salnamesinde Mengen ilçesiyle ilgili “Cem‟an 10.017 nüfus
vardır, halkı aĢçılıkla mütevaggıl ve meĢhurdur.” ifadesi geçmektedir (Birgören
2008:388). Türkiye‟nin önemli turizm merkezlerine aĢçı yetiĢtiren yüksek okulu
ve her yıl yapmıĢ olduğu aĢçılık festivaliyle adını ülke içinde ve dıĢında
duyurmuĢtur. Fatih Sultan Mehmet‟in Ġstanbul‟u fethettikten sonra, saraydaki
aĢhanesini Mengenli Yakup Ağaya kurdurması (Yüksel, 44), Osmanlı
sarayındaki bazı padiĢahların, cumhuriyet döneminde Atatürk ve diğer
cumhurbaĢkanlarının Mengenli aĢçıları (AĢçıbaĢı Recep Uğurluoğlu, AĢçı Halil
Ġbrahim Özel, Selahattin Ergün, Ahmet Benli, Rıza Gündoğar) tercih etmesi
****************************
Yrd. Doç. Dr., Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi
E. Öztürk
Bolu Ağzında Yemek Kültürüyle İlgili Kelimeler
129
yörenin bu konuda haklı bir üne sahip olduğunun çok önemli bir iĢaretidir
(Yüksel, 47).
Bolu‟nun doğal zenginlikleri, bitki ve hayvan çeĢitliliği, yörenin mutfak
kültürünü de önemli derecede etkilemiĢ ve zenginleĢtirmiĢtir. Mutfak
kültürünün zenginliğinin bir göstergesi de bölgede tarihi çok eskilere dayanıp
bugün de devam eden toplu yemek yeme geleneğidir. Bölgede orman ürünleri
ve mantar çeĢitlerinde de zenginlik göze çarpar. Mantarlar bölgenin yemek
kültüründe önemli bir yer tutar. Çorbalarda, böreklerde, etli yemeklerde ve pilav
makarna gibi diğer yemeklerde de mantarları görmek mümkündür. Bolu
dıĢından gelen pek çok kiĢi bu damak zevkine alıĢmıĢ, mantarlara sofrasında yer
vermeye baĢlamıĢtır.
Bolu mutfağıyla ilgili, genellikle bölgenin meĢhur yemeklerinin tarifini
veren çalıĢmalar mevcuttur. Ancak konunun daha geniĢ ve derli toplu olarak ele
alınmasına ihtiyaç duyulmaktadır. 1963‟ten 1966‟ya kadar yayımlanan Çele
Dergisi bölge folkloruyla ilgili önemli bilgiler içeren bir süreli yayındır.
Bölgenin kültür ve folklor zenginlikleriyle ilgili yazılara yer veren küçük çapta
baĢka süreli yayınlar da mevcuttur.
GeliĢen teknolojinin meydana getirdiği değiĢimle birlikte Anadolu
ağızlarında milli kültürümüzün yapı taĢları olan pek çok kelime, yok olma
tehlikesiyle karĢı karĢıya kalmıĢtır. Bu kelimelerin dil ve kültürümüzün
geleceği açısından derlenmelerine ve sözlüklerde kayıt altına alınmalarına
Ģiddetle ihtiyaç vardır. Bolu ağzı; tarım, toprak, orman, bitki, yeme-içme,
mutfak vb alanlar açısından oldukça zengin kelime hazinesine sahiptir. Bu
yazıda Bolu yöresinden derlenen yemek, sebze, meyve, ot, mantar isimleri,
yemek araç ve gereç isimleri bir araya toplanmıĢtır. Bu isimler, bölge ağzından
yapmıĢ olduğumuz derlemelerden ve bölge insanlarından soruĢturma yoluyla
elde edilmiĢtir:
Yemek adları; bakla çullaması, baranı (patlıcan yemeği), bayıldan
(patlıcan yemeği), bici aĢı (asma yapraklarından yapılan bir yemek), bulgur aĢı,
cevizli mantı, cılbır (kaynamıĢ suda piĢirilen yumurtanın üzerine yoğut ve yağ
dökülerek yapılan yiyecek), kaĢık sapı, cingan mancarı, domatesli makarna,
ekmek aĢı, ekmek makarnası, elbasan tava, etli fasulye, etli hatun ana, etli
mantı, etli patates dolması, fırın aĢı (fırın yemeği), gabalak (galduruk) dolması,
gabalak sapı kavurması, gapama (küp içinde piĢen etli yemek), güveç, halıĢka
(çene çarpan), halıĢka (keĢli hamur yemeği), haluj, höĢmerim, iç pilav, isli et,
kaĢık atmaç, kaygana, kedi gırıĢı, kedibatmaz (süt, mısır unu, buğday unu
karıĢtırılarak yapılan yemektir, bazı bölgelerde “malak” adıyla bilinir.), kesme
makarna, kesme mantı, keĢkek, keĢli cevizli eriĢte, keĢli köy eriĢtesi, mamursa,
mancar soğanlama, mantar tava, mantarlı mantı, Mengen kebabı, Mengen kıĢla
kavurması, Mengen köftesi, Mengen kuzu göveç, Mengen mantısı, Mengen
peynirli köfte, Mengen pilavı, Mudurnu baklası, övelek (efelek) kavurması,
övelek sarması, paĢa pilavı, serpme (mancar pilavı), sıkma, sirit/tirit (yufkanın
üzerine hindi kaz ya da tavuk suyu dökülerek yapılan yiyecek), soğanlı ekmek
130 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
ıslaması, sultan sarması, tavada kızartılmıĢ Mengen peyniri, tavuklu Mengen
kavurması, tırtır, yaprak (ıslama) dolması, yoğurtlu mantar,
Bilinen bazı yemeklerin bölgede yeni adlarla anılması da söz
konusudur: Abant kebabı, Bolu kebabı, Bolu patlıcan kebabı, Yedi Göller
kebabı, Yedi Göller köftesi vb.
Çorba adları; alkuĢ çorbası, aĢlık çorbası, bakla çorbası, Bolu tarhana
çorbası, deli bakla çorbası, eğöce çorbası, eriĢte çorbası, et suyu çorbası, ev
Ģehriyesi çorbası, göce çorbası (lahanadan yapılır), imaret çorbası, kara tarhana
çorbası, kavurmalı pirinç çorbası, kızılcık tarhana çorbası, Köroğlu çorbası,
mısır aĢlığı (iri çekilmiĢ mısırdan yapılan çorba), mısır çorbası, niĢasta çorbası,
nohutlu çorba, patates çorbası, sakız bakla çorbası, toyga çorbası, uğmaç
(ovmaç) çorbası, uğut çorbası/peygamber çorbası (buğday çiminin suyuna mısır
unu karıĢtırılarak yapılır), yoğurt çorbası, yoğurtlu bakla çorbası, yoğurtlu taze
fasülye çorbası.
Salata ve mezeler; acılı peynir ezme, beyin salata, çiftlik salatası,
fasulye ezmesi, fasulyeli mısırlı darı salatası, gadın göbeği, karıĢık salata,
lahana ezmesi, Mengen salatası, patlıcan salatası, tavuk salata,
Ekmekler ve börekler; acı su bazlaması, bazlamaç, cevizli gömeç,
cızlama/cizleme, cincile böreği, çantıklı pide, çiğ börek, dama (bir tür çörek),
ebesüt (sütlü ekmek), erikli sos, fındık Ģekeri, gatlaç (kalın yufka), gırma
böreği, gözleme böreği, kabaklı börek, kabartlama (bazlama çeĢidi), kül
kömeci, kabaklı gözleme, kartalaç (mayasız, mısır unuyla yapılan sac ekmeği),
kıymalı börek, kül çöreği, küllü börek, mamalika, mısır gömeci, mısır tayaması,
tava gömeci.
Tatlılar; acı besdil, ağda (koyu pekmez), basdıgabak (kabak tatlısı),
batak havlası (don yağ, un ve pekmezle yapılan helva), bulhayır (ayva, elma
marmeladı), çöleçöĢ (çoĢ hoĢafı adıyla da bilinir, Ģeker pancarından yapılır),
çükündür hoĢafı, depme helva, gabak sapı (tulumba tatlısı), gale (kabak tatlısı),
gavut (mısır, nohut, ahlat, kabak çekirdeğinin kavrulmasıyla yapılan helva),
höĢmerim (Gerede‟de un tatlısı), hünkar tatlısı, kabak hoĢafı, kara kabak tatlısı,
karavul Ģerbeti, karavul Ģerbeti, keĢkek tatlısı, kızılcık Ģurubu, kıravu, köpük
helvası, lokma, mancar hoĢafı, müĢür hoĢafı, niĢasta helvası, palize (sütlaç
türü), pekmezli lokma tatlısı, pembe sultan, saray helvası, sarı sultan, topal
hoĢafı, tuzlu sütlaç, un helvası, üzümlü kabak hoĢafı, yoğurt tatlısı.
Mantarlar; acı kitlek, ağaç mantarı (ağaçlarda yetiĢir), ayıcı, ayıköĢ
(orman mantarıdır, ayı mantarı olarak da bilinir), akkayıĢkan, ayıncıl, ciğer
mantarı (kayın ağaçlarında yetiĢir), cincile (kokulu bir mantar), cücegız
(sonbaharda yetiĢir), dedebört (oldukça iyi görünümlü bir mantardır),
dedesakalı (bir tür ağaç mantarı), dilburan (tadıdan dolayı adı almıĢtır), dolaman
(kır mantarı), dövergeç (koparılınca göveren bir mantardır), gannıca (al gannıca,
mor gannıca, gara gannıca, çam gannıcası, orman gannıcası olmak üzere
çeĢitleri vardır), garagulag, gayiĢgıran, geyig mantarı (sonbahar mantarıdır,
yavruağzı rengindedir, alt kısmı dikenlidir), goyuncul, gökgöbek, gökcaç (bir
E. Öztürk
Bolu Ağzında Yemek Kültürüyle İlgili Kelimeler
131
tür ağaç mantarı), görece, guzugöbeği, içigızıl (çayırda yetiĢen bir mantardır),
kalçak, kaplıca mantarı, karakız (sonbahar mevsimi mantarıdır, üstü siyah içi
beyaz renkte bir mantardır, pilava katılır), köy mantarı (kültür mantarı), mıh
depesi (mıhlıca da denir, çivinin üst kısmına benzediği için bu adı almıĢtır),
nelgadun /nalgadun (sarı ve siyah renkli çeĢitleri vardır), sarıgız (sonbaharda
yetiĢir), söbeleñ (her mevsimde yetiĢebilen beyaz renkli uzunca bir mantardır,
daha çok su kenarlarında yetiĢir), söğüt mantarı (söğüt ağaçlarında yetiĢir),
tillice/tellice /Gerede‟de yağlık olarak da bilinir (iç kısmı tel tel ayrıldığı için bu
adı almıĢtır), volet (ormanlık bölgelerde yetiĢir), yeryaran (orman mantarıdır).
Yemek yapımında kullanılan sebze, meyve, bitki ve otlar; acebek
(börülce), acı gak, afıyan (afyon), ağpahla (kuru fasulye), ahlat (yaban
armudu), ak püskül (bir çeĢit üzüm), alıç, aloğlu (üzüm çeĢidi), amaskene (siyah
erik), aĢotu (kiĢniĢ), aydın yemiĢi (incir), ayruk (ayrık otu), badılcan (patlıcan),
badılcan otu (kokulu ot), bastık (pestil), bayam (badem), bohça otu, burgur
(nohut ve ekinin piĢmiĢ hali), cılbık yoğurt (çiğ sütten yapılan yoğurt), cirpe
(üzüm posası), civek (küçük taneli yaban üzümü), cöğüz (ceviz), çakal eriği
(yaban eriği), çerez (kuru üzüm), çingil (üzüm salkımı), çitlek (kabuklu yemiĢ),
çömelen (yer fasülyesi), dağdan/dağlan/dağlayan (ısırgan otu), deve tabanı,
dorotu (dere otu), dövme (kabuğu çıkartılmıĢ buğday), düğülcek (ince bulgur,
kalbur altı), düğürcük (bulgur tozu), ebegümeci, fasille, fiĢne (viĢne), gaba Ģeker
(büyük küp Ģeker), gebere, gendime (çekilmiĢ buğday, yarma), göce (keĢkeklik
buğday, el değirmeniyle öğütülmüĢ buğday), ısırgan, kalduruk (gabalak)
yaprağı, kazayağı, mancar, mine çiçeği, misir (mısır), örük/erük (erik), patatis
(patates), pezük (köklü pancar), pırpirim/pirpir (semizotu ya da semizotu
kurusu), sabun otu, sarıkök (safran), sütleğen, tiltombak (aĢısız Ģeftali), tomatis,
yarma (kırılmıĢ buğday), yarpuz (Ģifalı ot), yımırta (yumurta), zahra (tahıl,
hayvan yiyeceği, yem).
Aşçılık mesleğiyle ilgili kelimeler; aĢcubaĢu, aĢganacı, bulaĢugcu,
çırag, gafla, keyveni, usda, yamag, yemekçi,
Yemek yapımıyla ilgili araç gereçlerle ilgili isimler; ağda gasnağı
(pekmez kabı), ala börtme (az piĢmiĢ), ala düĢmek (meyvelerin olgunlaĢması),
alafgargını (yüksek ateĢle piĢmek), aĢevi (mutfak), ayar (buğday ölçme kabı),
ben düĢmek (meyvelerin olgunlaĢmaya baĢlaması), bıcılgan (cıvık yağ),
bislahaç/bislaç (sac üzerinde ekmek çevirmeye yarayan tahta parçası), bocut
(bidon, su testisi), cağ (süzme torbası), cıvlamak (ufalamak), çatara/çotara
(ağaçtan yapılmıĢ su kabı), çetelemek (nohudu yaĢ iken piĢirmek), çığsımıĢ
(ekmeğin nemlenmiĢ hali), çıkı/çıkın (azık torbası), çömçe (ağaç kepçe), dakım
(yemeklerin sırayla ikram edilmesi), dapçık (kabuk), dıkım (yiyeceğin arta
kalanı), dıkmak (yemek yemek, yutmak), dibek (bulgur dövme taĢı), dilburan
(geçgin meyve), ditmek (parçalara ayırmak), dövecek/döveç (sarımsak ezmeye
yarayan kab), dut çarĢafı (dutları üzerine silkelendiği çarĢaf), eğsiran (hamur
artıklarını sıyırtmakta kullanılan demir alet), ekmek evi (aĢhane, yemek ve
ekmek yapılan yer), ekmek mendili (ekmeklerin altına serilen örtü), fitre
132 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
(Gerede‟de buğday ölçme birimi) gaklamak (eti kemiğinden ayırmak), gaĢug
(gökçe ağaç gaĢığı ve çimĢir gaĢıg adlarıyla bilinen ağaç kaĢıklar), gözer
(gözenekli kalbur), gufa (kova), güvlek (hayvanlara yiyecek hazırlanan kap),
hambar (kıĢlık yiyeceklerin bulunduğu yer), helke (saplı Ģu taĢıma kabı,
bakraç), hutun/huçu (yayığa benzer gereç), ibürük /Seben ağzında
ubruk/Gerede‟de upruk (ibrik), icug (parça, azcık), ilistir/süzeklik (süzek,
süzgeç), iliyen (leğen), melmeĢmiĢ (iyice piĢmiĢ), niman (oldukça büyük parça),
oklaç/ Gerede‟de oklağaç (oklava), pislayaç / Seben ağzında pislaç/Gerede‟de
pisleğeç (sac üzerinde yapılan ekmeği çevirmeye yarayan alet), sacayak (ateĢin
üzerine konulan üçayaklı demir araç), sahın/sahan (tabak, çanak), taslık
(Gerede‟de buğday ölme birimi), tekne (tahtadan hamur yoğurma kabı), tıhan
(yağın kızdırıldığı tava), toparsala (yemek, çorba konulan büyükçe kap),
yalakaç (kaĢık), yarım (Gerede‟de buğday ölme birimi), yarım yarısı (Gerede‟de
buğday ölme birimi) yaslıhaç/yaslıyaç/ yaslağaç (Gerede)/ yaslaç (Seben)
(üzerinde ekmek yapılan tahta).
KAYNAKLAR
Yüksel, Ali (Koordinasyon), AĢçılar Diyarı Mengen, Ankara.
Birgören, Hamdi (2008) Bolu Vilâyeti Salnâmesi (Rûmî 1341), Bolu Belediyesi Bolu
AraĢtırmaları Merkezi Yayınları, Bolu.
Bolu Valiliği, Bolu 1998 Yıllığı, Ankara 1998.
Hayasi, Tooru (with the collaboration of Ġsmail Hakkı Akyoloğlu) (1988) A Turkish
Dialect in North-Western Anatolia (Bolu Dialect Materials), Institute for the Study
of Languages and Cultures of Asia and Africa, Tokyo.
Sözlü kaynaklar: Hamdi Birgören (öğretim elemanı), Zülbiye Biçen (pazarcı),
Mükerrem Gören (pazarcı), Sami Aydoğan (memur), ġeref Çayır.
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
OKUL PSĠKOLOJĠK DANIġMA VE REHBERLĠK HĠZMETLERĠNĠN
DEĞERLENDĠRĠLEBĠLĠRLĠĞĠ
Aslı TAYLI
ÖZET
Bu çalıĢmanın amacı, okullardaki rehberlik ve psikolojik danıĢmanlık
hizmetlerinin değerlendirilmesinde ve etkililiğinin ortaya konmasında kullanılan
psikolojik danıĢmada “değerlendirme” kavramını tanıtmaktır. DanıĢmanlık
hizmetlerinin değerlendirilebilirliği konusu alanla ilgili yayınlarda 1970 yıllardan sonra
sıklıkla ele alınmaya baĢlanmıĢtır. DanıĢmanlık hizmetlerinin değerlendirilmesinin en
temel amaçları, psikolojik danıĢmanlarca sunulan hizmetin kalitesinin artırılması,
hizmetlerinin etkiliğine iliĢkin ipucu elde edilmesi ve danıĢmanların profesyonel
algılarının desteklenmesidir. Okul danıĢmanlık programının değerlendirilmesinde,
toplanan bilginin türüne ve öğrenci, öğretmen, evebeyn, yönetici gibi bilgi kaynaklarına
bağlı olarak çok değiĢik değerlendirme yolları mevcuttur. Bu değerlendirme
metodlarının en önemlileri, ihtiyaç analizi, zaman analizi, sınıflandırma yöntemi, okul
danıĢma kurulu, psikolojik danıĢmanlık vaka notları, rehberlik ve danıĢmanlık
hizmetlerini öğrencilerin değerlendirmesi, rehberlik ve danıĢmanlık programını
öğretmenlerin değerlendirmesi, değerlendirme konferansları, yazılı değerlendirme
raporları, okul panosunda sunum, öğretmen sunumları, toplumsal iliĢkiler ve toplumu
bilgilendirme etkinlikleri, psikolojik danıĢman portfolyo metodu ve akran grup
süpervizyonudur. Son olarak, değerlendirici bilgilerin toplanmasının önündeki engeller
ele alınmıĢtır.
Anahtar Kelimeler: Okul Rehberlik ve Psikolojik DanıĢmanlık Hizmetleri, Rehberlik
Hizmetlerinin Değerlendirilmesi, Değerlendirme Sorumluluğu, Değerlendirme Yolları,
Değerlendirme Sonuçlarının Sunulması.
ACCOUNTABILITY EFFORTS FOR GUIDANCE AND COUNSELLING
SERVICIES
ABSTRACT
The purpose of this article is to introduce the concept of accountability which
is used for evaluation and to show its effectiveness in counseling and guidance services
at schools. The topic of accountability was frequently appeared in professional literature
after 1970‟s. The aim of using accountability activities are to improve the counseling
services, to provide evidence for its effectiveness and to enhance professional image of
counseling. There are a variety of ways for evaluating school counseling programs,

Yrd. Doç. Dr., Muğla Üniv., Eğt. Fak., Eğt. Bil. Böl. Rehberlik ve Psikolojik DanıĢmanlık ABD.
134 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
depending on the types of collecting data and the consumers groups as students,
teachers, parents, administers and others. Some of the them are, need assessment, time
analysis, tabulation activities, school advisory committee, counseling case notes, student
evaluation of counseling, teacher evaluation of counseling program, accountability
conference, formal written report, school board presentation, teacher presentation,
public relations and public information activities, counselor portfolio method, and peer
group supervision. Finally, the barriers of collecting accountability data are discussed in
the last part of the article.
Key Words: School Guidance and Counseling Services, Evaluation of Guidance and
Counseling Services, Accountability, Ways of Accountability, Presenting Accountability
Data.
Okul Psikolojik DanıĢmanlarının Rehberlik Hizmetlerini Değerlendirme
Sorumluluğu
Rehberlik ve psikolojik danıĢmanlık hizmetlerinin eğitim sistemine
dahil olmasından itibaren, bu hizmetlerle ilgili amaçlanan sonuçların alınıpalınmadığı, hizmeti sunan psikolojik danıĢmanların önemsediği bir boyut
olagelmiĢtir. Günümüzde psikolojik danıĢmanların sundukları hizmetin
sonuçları ve niteliği konusunda bilgi vermesi, mesleklerine ve hizmet
sundukları bireylere karĢı bir sorumluluk olarak nitelendirilmektedir. Bu
anlayıĢın yerleĢmesi ve uygulamaya aktarılmasına eĢlik eden geliĢmeleri,
meslekleĢme sürecinin baĢından itibaren görmek mümkündür. Örneğin,
1920‟lerde bazı çalıĢmacılar tarafından rehberlik hizmetlerinin hangi
yöntemlerle değerlendirilebileceği, yanlıĢ ya da doğru hizmet sunulup
sunulmadığının nasıl anlaĢılacağı sorgulanmıĢ, rehberlik hizmetleri bağlamında
tamamlanması gereken belli baĢlı görevler belirlenmiĢ, değerlendirmeye iliĢkin
ilk standartlar önerilmiĢtir (Gybers, 2004). 1930‟lara gelindiğinde, rehberlik
hizmetlerinin hangi sonuçları sağlaması gerektiği daha ayrıntılı olarak ele
alınmaya
baĢlamıĢtır.
Bu
bağlamda
rehberlik
hizmetlerinin
değerlendirilmesinde, burs–maddi destek standartlarının artması, öğrenciler
arasındaki daha üst bir ahlaki anlayıĢ, tüm okul yaĢamının daha nitelikli hale
gelmesi, daha az öğrenci baĢarısızlığı, genç öğrencilerin gelecek hakkında daha
iyi bilgilendirilmeleri, mezun olan öğrencilerin toplumsal yaĢama, iĢ yaĢamına
ve üniversite yaĢamına daha iyi uyum yapması, daha az disiplin sorunu, okula
devamsızlık sorununun azalması ve daha iyi çalıĢma alıĢkanlıklarının
kazanılmıĢ olması gibi olumlu geliĢmeler ölçüt olarak önerilmiĢtir. Daha
sonraki 1940, 1950 ve 1960‟lı yıllar boyunca bu konu önemini korumakla
birlikte, bu yıllar, dikkatlerin, bu hizmetlerin yerine getirilmesine aracılık
edecek psikolojik danıĢmanların eğitimi konusuna ve de rehberlik hizmetleri
aracılığıyla
ulaĢılmaya
çalıĢılan
hedeflerin
hangi
yollarla
değerlendirilebileceğine yöneldiği yıllar olmuĢtur (Gybers, 2004).
Tarihsel olarak rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve baĢkalarına
sunulması konusunda asıl patlamanın yaĢanması 1970‟li yıllara rastlamıĢtır
(Baker, 2000; Gysbers, 2004; Borders & Drury, 1992). Bu artıĢta Arbuckle‟ın
A. Taylı
Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği
135
(1970) yazmıĢ olduğu “DanıĢmanlara Okullarda Gerçekten Ġhtiyaç Var Mı?”
adlı makalesi katalizör görevi görmüĢtür (akt: Baker, 2000; 301). Böylesi bir
baĢlık ile Arbuckle, okul danıĢmanlarının aldıkları eğitim ile sundukları hizmet
arasındaki
boĢluğa
profesyonel
kimliklerine
yeterince
bağlılık
göstermemelerine ve çalıĢmalarının etkiliğini gösterme çabalarının olmamasına
dikkat çekmek istemiĢtir. Buradaki temel kaygılardan biri, danıĢmanlık
hizmetlerinin herhangi bir uzman tarafından yerine getirilebilecek bir hizmet
olmayıp, doğrudan eğitim alan uzmanlar tarafından sunulması gereken ve fark
yaratan bir hizmet olduğunun ispatlanmasıdır (Baker, 2000; 301). Rehberlik
hizmetlerinin değerlendirilmesi ve etkiliğinin gösterilmesi çabalarında uyanıĢ
niteliğindeki bu geliĢmelerin yanı sıra, bir diğer geliĢme, Amerika BirleĢik
Devletlerinde okulları finanse eden yerel yönetimler ve bölgesel yapılanmanın,
yapılan harcamaların geri dönüĢünü görmek istemeleridir (Borders & Drury,
1992; Schaffer & Atkinson, 1983; Myrick, 2003). Bu istek, sunulan rehberlik
hizmetlerinin etkiliğinin ispatlanması talebidir.
Bu aĢamada, rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi kavramının yanı
sıra bu hizmetlerin sonuçlarının taraflara sunulması, yani hizmetler konusunda
“hesap verilebilirlik” ya da “sonuçları değerlendirme sorumluluğu” olarak
çevrilebilecek “accountability” kavramı gündeme gelmiĢtir. Sunulan hizmetin
sonuçlarını değerlendirme sorumluluğu (hesap verilebilirlik) okul danıĢmanlık
programının etkiliğinin, ihtiyaç analizi ve hizmetlerin değerlendirilmesi yoluyla
ortaya konması ve sonuçların baĢkalarıyla paylaĢılması olarak tanımlanmıĢtır.
Bu bir yerde sunulan hizmetlerin etkiliğinin ortaya konmasıdır (Baker,
2000:300) Bu psikolojik danıĢmanların kendi uzmanlık alanlarına ve hizmet
sunduklara taraflara yönelik temel bir sorumluluğudur. Bir baĢka tanımlama da
ise kavram, okul psikolojik danıĢma ve rehberlik hizmetlerinin etkililiğinin,
baĢkalarına ölçülebilir ve kıyaslanabilir ölçütlerle gösterilmesi olarak ele
alınmıĢtır (Brott, 2006). Bu, istenilen ve hedeflenen bir sonucun üretilipüretilmediğinin ortaya konmasıdır. Çok zaman hesap verilebilirlik kavramı,
“değerlendirme”(evaluation) kavramıyla birbirinin yerine kullanılabilirse de,
değerlendirmede psikolojik danıĢmanın sunduğu hizmete iliĢkin bilgi toplaması,
hesap verilebilirlikte ise, topladığı bilgileri uygun bir yollarla baĢkalarına
sunması söz konusudur (Baker, 2000;300). Bu hizmetlerin sonuçlarına iliĢkin
hesap verilmesi gereken kiĢiler ise, rehberlik hizmetinin bir Ģekilde muhatabı
olan taraflardır. Okul ortamında bu hizmetlerin tarafları öğretmenler, öğrenciler,
veliler, idareciler ve toplumdaki ilgili diğer kimselerdir.
Öte yandan, rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve hesap
verilebilirliği iki açıdan özelikle desteklenmektedir. Bunlardan birincisi, okulda
sunulan hizmetlerin değerlendirilmesi konusuna psikolojik danıĢmanların
gereken önemi vermemeleridir. Sunulan hizmetlerin amacına ulaĢıp,
ulaĢmadığının değerlendirilmemesi, rehberlik hizmetlerinin tamamlanmasını
engellemekte, sonucu incelenmeksizin, belirsiz, boĢluğa sunulan hizmetler
olarak kalmasına neden olmaktadır. Değerlendirme hizmetleri aracılığıyla bu
136 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
eksikliğin giderilmesi hedeflenmektedir. Bir diğer neden ise, değerlendirmenin
sunulan hizmetin niteliğini artırmaya yardım etmesidir (Fairchild & Zins, 1986).
Rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi, bir anlamda hem programın, hem de
kiĢinin değerlendirilmesi demektir. Değerlendirme aracılığıyla psikolojik
danıĢmanın sunduğu hizmetlerin niteliğinin artması, sunulan hizmetlerin zayıf
ve güçlü yönlerinin keĢfedilmesi, böylece psikolojik danıĢmanın profesyonel
geliĢiminin hızlanması beklenmektedir (Fairchild & Zins, 1986; Gibson &
Mitchell, 1999, Fairchild, 1993; 1995).
Rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesine yönelik çalıĢmaların
artması gerektiğini destekleyen Myrick‟e (2003) göre, danıĢmanlar odalarından
çıkmalı ve çalıĢmaları hakkında daha çok bilgi vermelidir. Diğer insanlara,
sunmuĢ oldukları hizmetlerle ilgili olarak, eğitimsel sürecin nasıl bir parçası
olduklarını ve öğrencilerin daha etkili ve yetkin öğrenenler olmalarına nasıl
yardım ettiklerini göstermek zorundadırlar. Myrick‟e göre bu değerlendirme ve
sonucu sunma süreci, aynı zamanda danıĢmanların kendisi için de rahatlatıcı
olmaktadır. Böylece danıĢmanlar kendi hikâyelerini anlatma ve ne bildiklerini,
ne yapabildiklerini gösterme olanağı bulmaktadırlar. Yine bu değerlendirme ve
sonuçlarını sunma çalıĢmaları aracılığıyla danıĢmanlar, yapılanlar ve yapılması
gerekenler hakkında hem hesap verebilme, hem de hesap sorabilme Ģansı elde
etmektedirler. Bu sayede psikolojik danıĢmanlar daha görünür, bilinir olmakta
ve daha çok destek alabilmektedirler (Myrick, 2003).
Psikolojik danıĢmanların sunmuĢ oldukları hizmetleri değerlendirmeleri
ve taraflara duyurmaları psikolojik danıĢmanlık alanındaki kurumsal yapılar
tarafından da desteklenmektedir. Örneğin, Amerikan Eğitim Sisteminde kabul
edilen “Hiçbir Çocuk Geride Kalmasın” (No Child Behind Left Act) anlayıĢı ve
akımı 1990‟lardan sonraki öğrencilerin akademik baĢarısına odaklanan anlayıĢı
yansıtmaktadır.
Psikolojik
danıĢmanların,
öğrencilerin
öğrenmesine
odaklanması ve sonuçlarının etkililiğini taraflara göstermesi gerektiğini savunan
anlayıĢ, Amerikan Okul Psikolojik DanıĢmanlar Derneği‟nin de (ASCA)
önemsediği bir boyutu yansıtmaktadır (Isaacs, 2003). Adı geçen dernek, ulusal
bir model geliĢtirerek, değerlendirme ve sonuçları sunma çalıĢmalarının
çerçevesinin nasıl olması gerektiği, danıĢmanlık hizmetleri aracılığıyla
öğrencilerde hangi değiĢimlerin amaçlandığı ve bunları değerlendirme
aĢamasında karĢılaĢılabilecek sorunları ele almıĢtır. Aynı Ģekilde, rehberlik
hizmetlerinin değerlendirilmesi ve sonuçlarının duyurulması, Amerika‟da
psikolojik danıĢmanlık mesleğinin akreditasyonunu sağlayan grup (Council for
the Accreditation of Counseling and Related Educational Programs-CACREP)
tarafından da desteklenmektedir. Bu gruba göre, danıĢmanlık hizmetlerinin
değerlendirilmesi ve taraflara sunulması, bu hizmet grubunun akreditasyon
standartlarını yansıtmak suretiyle, alandaki son geliĢmeleri gözler önüne
serecektir (Brott, 2006).
Psikolojik danıĢmanların sunmuĢ oldukları hizmetleri değerlendirirken
akılda bulundurmaları gereken üç temel soru, öğrencilerin ihtiyaçlarının neler
A. Taylı
Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği
137
olduğu, bu ihtiyaçları karĢılamak için neler yapılabileceği ve danıĢmanın
yapmıĢ olduğu müdahalelerin hangi değiĢiklikleri sağladığıdır (Myrick, 1990).
Bu ilkeler, okulda sunulan hizmetlerin değerlendirilmesinin hangi temeller
üzerine oturtulması gerektiğini göstermektedir. Öte yandan bu değerlendirme
süreci rastgele, geliĢigüzel yapılacak bir uygulama değildir. Psikolojik
danıĢmanların sunmuĢ oldukları hizmetleri nasıl değerlendireceği ve hangi
değerlendirme yollarını kullanabileceği konusunda temel bilgi ve becerilere
sahip olmaları gerekmektedir (Fairchild, 1990; 1995). Öte yandan bu hizmetleri
yerine getirenlerin, hizmete yönelik akılda tutmaları gererken bazı temel ilkeler
de bulunmaktadır. Etkili bir değerlendirme yapmak isteyen bir psikolojik
danıĢmanın bu ilkeleri bilmesi ve uygulamada rehber olarak alması
gerekmektedir. Gibson‟a (1977) göre, etkili bir değerlendirme, program
hedeflerinin farkında olmayı, geçerli değerlendirme ölçütlerini, hizmet sunulan
bütün kiĢilerin katılımını, sonuçlardan geri bildirim olarak yararlanmayı,
değerlendirmenin planlı ve sürekli olarak yapılmasını ve son olarak, olumluya
odaklanmayı gerektirmektedir (akt: Gibson &Mitchell, 1999; 427).
Rehberlik Hizmetlerini Değerlendirme Yolları
Rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesinde, ihtiyaç analizi, zaman
analizi, tabakalama yöntemi, vaka notları, öğrenci, öğretmen ve veli
değerlendirmesi, akran süpervisyonu gibi çok değiĢik değerlendirme yolları
bulunmaktadır (Borders, 2001; Fairchild, 1995; Rhyne- Winkler, 1996).
Psikolojik danıĢmanlar, bu değerlendirme yollarından bazılarını daha çok,
bazılarını daha az olmak üzere sundukları hizmetleri değerlendirmek amacıyla
kullanmaktadırlar (Fairchild, 1993, Faircihld & Zins, 1986). Ülkemizde
danıĢmanlık hizmetlerinin hangi yollarla değerlendirildiği ve değerlendirilen
hizmetlerin sonuçlarının hangi oranda hizmet sunulan taraflara sunulduğu
konusu bilinmemektedir. Bu konudaki tek belirti, Milli Eğitim Bakanlığınca
2001‟de yenilenen Rehberlik ve Psikolojik DanıĢma Hizmetleri, ikinci
yönetmeliğinin iĢaret ettiği bazı yaptırımlardır (MEB, 2001). Buna göre okul
psikolojik danıĢmanları, her yıl haziran ayı içerisinde sunmuĢ oldukları
rehberlik hizmetlerine iliĢkin raporu okul müdürlüğü aracılığıyla bağlı
bulundukları Rehberlik AraĢtırma Merkezine (RAM) iletmek zorundadırlar.
Yönetmelikteki ikinci vurgu ise, her okulda okul müdürü baĢkanlığında, “Okul
Rehberlik Hizmetleri Yürütme Kurulu”nun oluĢturulmasıdır. Bu kurul aynı
zamanda rehberlik hizmetlerinin sonuçlarının konuĢulduğu, değerlendirildiği
yönetsel bir birimdir.
Ülkemizde uygulamada danıĢmanların sundukları hizmetleri nasıl
değerlendirdiği ya da hizmetlerle ilgili hesap verilebilirlik adına neler yaptığına
dair sistematik bir araĢtırmaya rastlanmamıĢtır. Ancak, bu açıdan diğer
ülkelerde yapılan çalıĢmalar da çok sınırlıdır. Burada örnek olması açısından,
Amerika BirleĢik Devletlerinde yapılan geniĢ çaplı iki tarama, ayrıntılarıyla ele
alınacaktır. Bu çalıĢmalardan ilki, 1984 yılında yapılmıĢ ve araĢtırmacılar,
138 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Amerikan Okul Psikolojik DanıĢmanlar Birliğine (American School Counselor
Association-ASCA) üye 500 okul psikolojik danıĢmanına rastlantısal bir
seçimle ulaĢmıĢlardır (Fairchild & Zins, 1986). Bu çalıĢmalardan ikincisi ise,
aynı düzenlemeyle 1990 yılında yapılmıĢtır (Fairchild, 1993). Her iki çalıĢmada
amaç, rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesinde ve sunulmasında psikolojik
danıĢmanların hangi yöntemleri kullandığı, hangi tür bilgilerin toplandığı ve bu
bilgilerin nasıl kullanıldığı, bilgilerin muhatabının kimler olduğu, bilgilerin
nasıl paylaĢıldığı, bilgileri derlemenin önündeki engellerin neler olduğu ve
değerlendirme yollarının nereden öğrenildiği gibi bilgileri derlemektir
(Fairchild & Zins, 1986). Ġkinci çalıĢmada ise, bunlardan farklı olarak, zamana
bağlı değiĢmeleri ortaya koymak da hedeflenmiĢtir (Fairchild, 1993). Buna göre
1984 yılındaki birinci değerlendirmede, okul danıĢmanlarının %55‟i
değerlendirme ve bu bilgileri sunma çalıĢmaları yaparken, 1990 yılında oran
%67‟e yükselmiĢtir ve aradaki artıĢ, istatistikî olarak anlamlıdır. ÇalıĢmalarda
bu görevi yerine getirenlerin uygulamaları dikkate alındığında Ģu sonuçlara
ulaĢılmıĢtır: psikolojik danıĢmanlar en çok “sayısal” verileri toplamakta, bunu
sırasıyla “sürece” ve “sonuca” iliĢkin nitel veriler izlemektedir. Bilgilerin
toplanmasında en çok tabakalama yöntemi, derecelendirme ölçekleri ve anketler
kullanılmaktadır. GörüĢme tekniği nispeten daha az tercih edilmiĢtir. Bu
boyuttaki anlamlı artıĢlar, zaman analizi yönteminin kullanımının %43‟den
%60‟a, akran süpervizyonu değerlendirmesinin %8‟den, %20‟ye yükselmesidir.
Değerlendirici bilgiler, en çok öğrencilerden, sonra sırasıyla öğretmenlerden,
yöneticilerden, okul çalıĢanlarından ve diğer insanlardan toplanmıĢtır.
AraĢtırmadaki diğer bir boyut, bilgilerin taraflara nasıl iletildiği ile
ilgilidir. Her iki çalıĢmada da sonuç, en çok okul müdürlerine ve resmi
değerlendirme yazısı ile iletilmektedir. Bunu, okul kurulunda sunma,
öğretmenlere yönelik yayınlarda sunma, bölgesel yayınlarla sunma gibi
uygulamalar takip etmiĢtir. AraĢtırmada araĢtırılan bir diğer boyut, bilgilerin
hangi amaçlarla kullanıldığıdır. Bu boyutta her iki çalıĢmada benzer oranlar söz
konudur ve anlamlı bir farklılaĢma bulunmamaktadır. Buna göre, danıĢmanlar
bu bilgileri kendilerinin etkiliğini göstermek için kullanmaktadır. Bilgilerin
kullanılmasında ikinci en önemli neden, sunulan hizmetlerin geliĢtirilmesi,
iyileĢtirilmesidir. Sunulan hizmetlerin çeĢitliliğini, hizmetten yararlanan ya da
hizmetten etkilenen taraflara göstermek ve hangi hizmetleri yerine getirdiklerine
dair iletiĢim, paylaĢım ortamı oluĢturulmasını sağlamak ve de bu taraflardan
gelecek olan geribildirimlerin, daha sonraki sunulacak hizmetlerin
planlanmasında kullanılacağı mesajını iletmek, bu sürecin diğer amaçlarıdır.
AraĢtırmada bu bilgilerin neden toplanıldığı da sorulmuĢtur. DanıĢmanlar
öncelikle, bunun kendi geliĢimlerini sağlamak adına kiĢisel bir tercih olduğunu
iletmiĢlerdir. Ardından, gelecekteki hizmetleri planlama ve bölgesel eğitim
ofisine sonuç iletmenin gereği olarak bu bilgileri derlediklerini iletmiĢlerdir.
Psikolojik danıĢmanlara değerlendirmeye iliĢkin bilgileri nerelerden edindikleri,
öğrendikleri de sorulmuĢtur. Buna göre, konu ile ilgili yayınlar, arkadaĢlar,
A. Taylı
Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği
139
üniversitedeki dersler, alanla ilgili kurslar, konferanslar ve Eğitim Bakanlığının
sağlamıĢ olduğu eğitim fırsatları bilgi kaynaklarını oluĢturmaktadır. Hizmetlerin
değerlendirmesinin önündeki engellere iliĢkin son soruya, danıĢmanların
cevapları, sürece iliĢkin bilgilerinin olmaması, yeterince zamanlarının
olmaması, bu bilincin yeterince kazandırılmamıĢ olması ve olumsuz
sonuçlardan korkmaları gibi nedenler göstermiĢlerdir. DanıĢmanların çok az bir
kısmı ise, bu çalıĢmaların gereksiz olduğunu düĢündüğünü iletmiĢtir.
Okul danıĢmanlık hizmetleri hangi bilgileri elde etmek istediğinize
bağlı olarak, çok değiĢik yollarla değerlendirilebilmektedir. Rehberlik
hizmetlerinin değerlendirilmesinde kullanılabilecek belli baĢlı yöntemler
aĢağıda, olumlu ve olumsuz yönleri ile kısaca tanıtılmıĢtır (Borders, 2001;
Fairchild, 1995; Rhyne- Winkler, 1996);
1-İhtiyaç Analizi: Temel hedef öğrenci ihtiyaçları olmakla birlikte,
öğrencilerden, öğretmenlerden, velilerden ve okul idaresinden anketler ve
derecelendirme ölçekleri aracılığıyla rehberlik servisinden beklentilerini ve
rehberlik servisinin ele almasını bekledikleri temel sorunların iletilmesi
yöntemidir. Bu uygulama danıĢmanların çalıĢması gereken boyutları gösterir.
2- Danışma Komitesi; Okulda kuralları ve danıĢmanlık hizmetleri ile ilgili
olduğu kabul edilen aileler, toplumdaki diğer çalıĢanlar ve iĢyeri sahipleri,
öğretmenler, öğrenci kurulundan temsilciler, yöneticiler, stajyer danıĢmanlar ve
okul danıĢmanlarından oluĢan bir komitenin uygulamalarda destekleyici ve
değerlendirici bir rol üstlenmesi demektir.
3- Tabakalama Yöntemi: Rehberlik hizmetleri bağlamında verilen her bir
hizmet grubunun, hangi sıklıkta verildiğinin belirlenmesi amaçlanır. Yapılan
psikolojik danıĢma oturum sayısı ve psikolojik danıĢma hizmetinin verildiği
öğrenci sayısı, ana-baba eğitim sınıfları, sınıf rehberlik etkinlikleri, ana-baba
konferansları, yapılan öğrenci değerlendirme hizmetleri gibi uygulamalar göz
önünde bulundurulacak ölçütleridir.
4- Zaman Analizi: Zaman analizi yöntemi, danıĢmanlar tarafından en sık
kullanılan değerlendirme yollarından biridir. Yöntemi, danıĢmanların vermiĢ
olduğu hizmeti zaman-görev çizelgesi bağlamında, farklı görev birimlerine göre
bir çerçeveye yerleĢtirmesi demektir. Bu uygulamada psikolojik danıĢmanın
günün sonunda hizmet gruplarına göre gününü nasıl geçirdiğini yazması
gerekmektedir. Psikolojik danıĢman bu sayede zamanı etkin kullanma
becerisine sahip olmakta, diğerlerine vaktini nasıl geçirdiğini gösterir bir veri
sunarak, profesyonel imajını güçlendirmektedir.
5- Psikolojik Danışmanlık Vaka Notları: Psikolojik danıĢma vaka notları
danıĢmanlık sürecine iliĢkin bilgilerin organize edilmesini ve kaydedilmesini
gerektirmektedir. Bu uygulama sayesinde psikolojik danıĢman, süreci daha
kolay izleyebilmekte; unutmaların ve gereksiz tekrarları önüne geçilmekte ve
öğrencilerin genel sorunlarının neler olduğu konusunda danıĢma sürecine iliĢkin
tutulmuĢ notlardan yararlanmak mümkün olmaktadır.
6- Rehberlik Hizmetlerini Öğrencilerin Değerlendirmesi (6–12 Sınıflar):
140 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Okulda sunulan hizmetlerin etkiliğinin öğrenciler tarafından, derecelendirme
ölçekleri, anketler ya da görüĢmeler yoluyla değerlendirilmesidir. Öğrencilerin
değerlendirmesi danıĢmanlık hizmetlerinin güçlü yönlerini ve hangi alanlarda
yeniden düzenlemeye ya da güçlendirmeye ihtiyaç olduğunu göstermektedir.
7- Rehberlik Hizmetlerini Öğretmenlerin Değerlendirmesi: Öğretmenlerden
alınan isim belirtmeden yazılmıĢ, kısa ve yapılandırılmıĢ bir değerlendirme,
sürecin tam olarak anlaĢılmasında bir boyutu tamamlamaktadır. Öğretmenlerin
hizmetlerin etkiliğine iliĢkin kendi görüĢlerinin alınması ve daha iyi hizmet için
öneri istenmesi, onların sürece aktif olarak katıldıklarını, onların düĢüncelerinin
önemsendiği hissi yaratmakta, danıĢmanlar ve öğretmenler arasında saygıya
dayanan, duygusal bir bağın kurulmasına yardım etmekte, sorunların yalnızca
danıĢmanın değil, sistemin sorunu olarak görülmesini ve sahiplenilmesini
sağlamaktadır.
8- Değerlendirme Konferansları: Okul idaresi ve ilgili diğer kiĢilerin katılımı
ile okulda sunulan danıĢmanlık hizmetlerinin güçlü yönleri, eksik yönleri ve
daha iyi hale getirilmesi için önerilerin alınacağı ve psikolojik danıĢmanın
hizmetlerin sonucuna iliĢkin bilgi verdiği toplantılardır. Toplantıda taraflar
uygulamaya iliĢkin iĢlevsel öneriler getirebilmekte ve danıĢmanlık
uygulamalarına iliĢkin gözlemlediği aksaklıkları iletebilmektedir.
9- Velilerin Rehberlik Hizmetlerini Değerlendirmesi: Öğrencileri en yakından
tanıyan, sorunlarını ve ihtiyaçlarını en iyi bilen taraflardan biri kuĢkusuz
velilerdir. Okullarda velilerin katılımını gerektiren uygulamalar giderek
artmaktadır. Bu uygulamalar velilere okulda hizmetlerin tarafı olarak yer
verildiği, görüĢlerinin önemsendiği mesajını vermekte ve iĢbirliğine daha açık
olmalarını sağlamaktadır.
10- Formal Yazılı Raporlar: Psikolojik danıĢmanların okulda sunulan rehberlik
hizmetlerine iliĢkin, değerlendirme sonuçlarını bütünleĢtirici ve özetleyici bir
rapor ile taraflara sunmasıdır. Böyle bir raporun, değerlendirmeyi içeren iĢlem
yollarını, verilen hizmete iliĢkin sınıflandırılmıĢ verileri, değerlendirme
verilerini, sonuçların tartıĢılmasını, sistem desteği için gereken değiĢiklik
ihtiyacını ve de değerlendirme için kullanılan ölçme araçlarının birer örneğini
içermesi beklenmektedir. Psikolojik danıĢmanın sunmuĢ olduğu bu rapor,
hizmetlerin görülebilirliğini artırdığı gibi, danıĢmanın profesyonel imajını da
güçlendirmektedir.
11- Okul Kurulunda Sunum: DanıĢmanların düzenli olarak belli aralıklarla
toplamıĢ oldukları bilgileri, okul kurulunda belli aralıklarla sunması
uygulamasıdır. Okuldaki rehberlik hizmetlerinin gidiĢatı ile ilgili yapılan bu
bilgilendirme, karĢılıklı görüĢ alıĢveriĢiyle
hizmetlerin daha iyi hale
getirmesine yardımcı olur. Aynı zamanda, yanlıĢ ya da eksik bilgiye sahip
olabilen kurul üyelerinin, danıĢmanlık bütçesini ve de politikalarını belirleyici
kararlarında ve psikolojik danıĢmanın bazı değiĢiklik ve yenilenmesi gereken
uygulamalarda belirleyici olabilir. Amaç rehberlik hizmetlerinin felsefesini ve
uygulamalarını doğru tanıtmaktır.
A. Taylı
Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği
141
12- Öğretmen Sunumları: Öğretmen sunumları için uygun zamanın okul
idaresi tarafından ayarlanması ve önceden duyurulması gerekmektedir.
Tabakalama yöntemine göre sınıflandırılmıĢ, sunulan hizmetlere iliĢkin bilgi
kısaca sunulmalı, rehberlik hizmetleriyle ilgili yenilik içeren kısımlar
öğretmenlere açıklanmalı ve sonraki zaman dilimine iliĢkin olası geliĢmeler
duyurulmalıdır. Bu toplantıların en önemli faydası, öğretmenlere danıĢmanlık
hizmetleriyle ilgili sunacakları katkılarının ve hizmetlerin sunulmasına iliĢkin
görüĢ ve önerilerinin değerli olduğu mesajını vermesidir. Toplantılarda
öğretmenler de, rehberlik hizmetlerinin kalitesini takip ettikleri, psikolojik
danıĢmanın çalıĢmalarını değerlendirmesini ve tanıtmasını bekledikleri
mesajlarını vermektedirler. Öğretmen sunumları, danıĢmanların görevlerinin
baĢında oldukları mesajını eğitimin taraflarına ileterek, kendi profesyonel
kimliklerini güçlendirme Ģansı verdiği için de önemlidir.
13- Toplumsal Kurumlarla İlişkiler ve Toplumu Bilgilendirme Etkinlikleri:
Psikolojik danıĢmanın yapmıĢ olduğu hizmetleri ve mesleğinin gereklerini
toplumdaki diğer kesimlere tanıtması, alanın tanınmasına yönelik bilgi
eksikliklerini giderebilme ve rehberlik hizmetini yerine getirirken birlikte
çalıĢtıkları öğretmen, veli, öğrenci gibi taraflarla iĢbirliği yapma Ģansını
yükseltmektedir. Bu amaçla psikolojik danıĢmanlar, öğretmen toplantıları, veli
grupları, öğrencilerin çıkarına olan bölgesel düzenlemeler, toplantılar ve sivil
toplum kuruluĢlarının organizasyonlarını kendi mesleklerinin tanınması, kabul
edilmesi ve anlaĢılması için kullanabilirler. Okul gazetesinde, velilere yönelik
gazetelerde ve toplumsal yerel gazetelerde bilgi paylaĢmak da, danıĢmanlık
hizmetleri ve hizmetlerin sonuçları hakkında bilgi verme konusunda oldukça
etkili bir yoldur.
14- Akran Süpervizyonu: Psikolojik danıĢmanın sunmuĢ olduğu hizmetleri
değerlendirme yolu olarak, kendi meslektaĢlarından süpervizyon almasıdır.
MeslektaĢ dayanıĢması da sağlayan bu paylaĢım, diğer psikolojik
danıĢmanların, hedef psikolojik danıĢmanın hizmetlerini eleĢtirel bir bakıĢ açısı
ile gözetmesi ve denetlemesidir. Toplantılarda, destekleyici, açık ve dürüstlüğe
dayanan bir iliĢki geliĢtirilmesi ve her üyenin duruma iliĢkin geribildirim
vermesi beklenmektedir. Amaç, üyelerin birbirine rol modeli olması ve
uygulamalarına yönelik farkındalıklarının artırılmasıdır.
15- Psikolojik Danışman Portfolyoları: Portfolyo, kiĢilerin zaman içerisinde
üretmiĢ olduğu ürünleri biriktirmek suretiyle, etkiliğini ispatlaması olarak
tanımlanmaktadır. Zaman içinde yaptığı çeĢitli çalıĢmalarını gösteren
koleksiyon, kiĢinin yeteneklerini, yetkin olduğu alanları göstermektedir.
BaĢlangıçta eğitim ortamında öğretmenlerden talep edilen kiĢisel portfolyoların
oluĢturulması isteği, zamanla psikolojik danıĢmanlara da yansımıĢtır (RhyneWinkler, 1996). Psikolojik danıĢmanların bu kiĢisel dosyalarının, kiĢisel bilgiler,
eğitim bilgileri, becerileri, uygulamaya iliĢkin planları ve dokümanları içermesi
beklenmektedir. Diğer bütün yöntemlerde olduğu gibi kiĢisel portfolyo
yönteminin de, psikolojik danıĢmanların kiĢisel ve profesyonel geliĢimlerine
142 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
katkı sağlayacağına inanılmaktadır. KiĢisel portfolyonun gerektirdiği kiĢisel
beceriler, kiĢilerin becerilerini geliĢtirme ve yeni beceriler edinme konusunda
güdüleyici olabilmektedir. Uygulama, danıĢmanın kiĢisel ve profesyonel
kimliğini de güçlendirmektedir.
Değerlendirmenin Önündeki Engeller
Psikolojik danıĢmanların sunmuĢ oldukları hizmetin etkiliğini bilimsel
verilerle desteklememeleri büyük bir eksiklik olarak tanımlanmaktadır (Lee &
Workman, 1992). Psikolojik danıĢman yetiĢtiren programlarda, değerlendirme,
araĢtırma, program geliĢtirme ve program yönetme konusunda yeteri kadar
eğitim verildiğini (Campbell & Robinson, 1990) savunan görüĢler olsa da,
bunların daha çok araĢtırma boyutuna odaklanmıĢ olması eleĢtirilmektedir.
Örneğin Schaffer ve Atkinson‟a (1983) göre, psikolojik danıĢmanlar eğitimleri
sırasında ölçme ve değerlendirme amaçlı çok fazla ders alırken, program
değerlendirme için, istatistik, bilimsel araĢtırma konularında alınan eğitimin
nerdeyse yarısı kadar eğitim almaktadırlar. DanıĢman eğitimindeki bu tercihin
yeterince gerçekçi olmadığı savunan yazarlar, öğrencilerin yoğun bir araĢtırma
eğitimi almalarına karĢın çalıĢma hayatında, bir araĢtırma sürecine çok nadir
olarak dahil oldukları, fakat sıklıkla program değerlendirme çalıĢmaları
yapmaları gerektiği bilinmektedirlar (Schaffer & Atkinson, 1983). Okullarda
sunulan
rehberlik
ve
psikolojik
danıĢmanlık
hizmetlerinin
değerlendirilmesindeki en önemli engellerden biri, değerlendirme için gereken
eğitimin alınmamıĢ olmasıdır. Bunların dıĢında, yeterince zamanın olmaması,
değerlendirmenin fazla önemsenmemesi ve değerlendirmenin olumsuz
sonuçlarından korkulması gibi nedenler sayılmaktadır (Fairchild, 1993;
Fairchild & Zins, 1986). Myrick‟e (2003) göre, psikolojik danıĢmanların
değerlendirme ve hesap vermeye istekli olmamalarının temelinde Ģu nedenler
yer almaktadır:
Yeterince zamanın olmaması: Okulda çok yoğun bir iĢ yükü olan okul
danıĢmanlarının ders zili gibi zaman sınırları belli bir çalıĢma sistemi yoktur.
Ayrıca danıĢmanların, çok zaman çok basit olan ve danıĢmanlık görevleri içine
dâhil edilemeyecek ayrıntılar için her az hazır olması beklenir. Bazen de sıra
dıĢı sorunları olan öğrencilere, olması gerekenden çok daha fazla zaman
harcamak zorunda kalabilirler. Okullarda bir danıĢmanın hizmet sunmakla
yükümlü olduğu öğrenci sayısının yüksekliği de göz önüne alınınca, okul
danıĢmanın zamanın çok daha ekonomik kullanmasının gereği ortaya çıkacaktır.
Genellikle danıĢmanlar, sundukları hizmetleri değerlendirmek için hiç
vakitlerinin olmadığını söylemektedirler. DanıĢmanların iĢ yükü göz önünde
bulundurulduğunda, yapmıĢ oldukları bütün iĢlerin hesabını vermesi
beklenmemektedir. Ancak, rutin olarak yaptığı müdahaleleri belli bir ayrıntıyla
değerlendirmesi beklenmektedir.
Değerlendirme için bilgi ve becerinin olmaması: DanıĢmanlar
eğitimleri sırasında, ölçme ve değerlendirmeye iliĢkin dersler almaktadır. Fakat
A. Taylı
Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği
143
bu, çoğu zaman standart testler ya da öğrenciyi tanımaya yönelik belli baĢlı,
yarı yapılandırılmıĢ tekniklerle sınırlı kalmaktadır. Bu nedenle danıĢmalar kendi
kiĢisel değerlendirmeleri için ölçme aracı geliĢtirmek konusunda kendilerine
daha az güvenmektedirler (Myrick, 2003). Yazara göre, danıĢmanların
değerlendirme amaçlı hazırlamıĢ oldukları kiĢisel ölçüm araçları çok zaman
yeterli olmaktadır. Örneğin bir konuda sadece görünüĢ geçerliliğine göre
hazırlanmıĢ, ölçmek istediği özelliği ölçüyor görünen, beĢli derecelendirmeyi
gerektiren 10 soruluk bir ölçek, istenilen bir değerlendirme için yeterli kabul
edilmektedir.
Schhaffer ve Atkinson‟ın (1983) yapmıĢ olduğu çalıĢmada psikolojik
danıĢmanlar, değerlendirme ve sonuçların sunulması konusunda bilgi edinmek
için, eğitsel kurslara, çalıĢtaylara, paket programlara ve rehberliğe ihtiyaçlarının
olduğunu iletmiĢlerdir. Bu hizmetlerde sürece iliĢkin teorik bilgilerin
azaltılması, bunun yerine uygulamada karĢılaĢacak temel bilgileri kazandırıcı
örnek uygulamalar ile uygulama sürecinin anlatılmasını istemiĢlerdir.
DanıĢmanlar, çağdaĢ, fazla zaman almayan bilgisayar temelli değerlendirme
programlarına ihtiyaç duyduklarını belirtmiĢlerdir.
Değerlendirmenin iz bırakıyor olması: Değerlendirme çalıĢmaları çok
zaman danıĢmanın vermiĢ olduğu hizmetin ya da bu hizmet konusunda kendi
yetkinliğinin iyi ya da kötü Ģeklinde bir değerlendirmesi gibi algılandığı için
tehdit edici bulunmaktadır Ancak değerlendirme iĢlemi, verilen hizmetler ya da
bu hizmetlerin verilme yollarının etkililiği konusunda danıĢanın geribildirim
alması olarak algılanırsa çok daha kabul edilebilir olacaktır. Müdahalenin
etkililiğine odaklanmak, danıĢmanın kendi değerine odaklanmasından çok daha
farklı bir kazanımı beraberinde getirecektir. Bu bakıĢ açısı danıĢmana, etkisiz
uygulamaları, değiĢim ortaya koyamayan müdahalelerde neyin etkisiz ve
değiĢtirilmesi gerektiğini ya da yeniden denenmesi gerektiğini gösterir.
Değerlendirmenin karşılaştırmayı gerektirmesi: Değerlendirme
çalıĢmaları sırasında danıĢman, kendisine ve kendi beklentilerine
yönelmektedir. Öğrencilerden ve öğrenci dıĢındaki diğer çalıĢanlardan
geribildirim almaya direnç göstermenin bir nedeni de, danıĢmanın yaptığı her
Ģeyin etkili ve doğru olduğuna inanmasıdır. Bazı danıĢmanlar da yetersiz
olduklarını keĢfetmekten korkarlar. Kendileriyle ilgili beklentileri yüksek olan
ve mükemmel dıĢında hiçbir değerlendirmeyi almaya hazır olmayanlar, kiĢisel
olarak yaptıkları iĢler karĢılaĢtırılırsa, cesaretleri kırılabilmektedir.
Sonuçları ölçmenin zor olması: Öğrencilerin okula devamı, disiplin
cezası, ev ödevleri gibi görünen ölçütleri olan, durumları anlamlandırmak çok
zaman kolaydır. Ancak, anketler, derecelendirme ölçekleri gibi bilgi toplama
araçları, daha soyut ölçümlere yöneliktir ve kiĢisel görüĢ ve algılamalardan
etkilenmektedir. DanıĢmanlar öğrencilerin okula uyumunda ya da sınıf
performansı üzerinde anlamlı katkılarda bulunabilirler. Bu olumlu katkıları
değerlendirmek ve kredilendirmek genel ölçüm araçlarıyla pek mümkün
olamamaktadır. Öğretmenler öğrencilerin akademik baĢarıları ve bilgi
144 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
edinimleri konusunda bütün bir gün çalıĢmaktadırlar. DanıĢmanların
öğrencilerle kısa süreli ve aralıklı olarak çalıĢtığı göz önünde bulundurulunca,
danıĢmanlık müdahalelerinin etkisinin çabucak gözlenemeyeceği anlaĢılacaktır.
Yukarıda açıklandığı gibi rehberlik hizmetlerinin değerlendirilme
süreci, önemli bir aĢamayı oluĢturmakla birlikte, taraflara belli bir anlayıĢı
kazandıran, bu bilgilerin sunulması hizmetidir. Bu bilgileri özetleyici ve bilgi
verici
bir
düzenlemeyle
sunmak,
okul
psikolojik
danıĢmanın
sorumluluğundadır. Psikolojik danıĢman, hizmetlerin değerlendirilmesi sonucu
elde ettiği bilgileri, anlamlı değerlendirme verilerine dönüĢtürebilmelidir.
Bilgilerin sunulması ile ilgili bazı yazılı dokümanlar olsa bile, bu boyut kiĢisel
yaratıcılığa fazlasıyla izin vermektedir.
Buna göre sunulan bilgilerin
özetlenmiĢ, organize edilmiĢ olması, sunumun açık, mantıklı ve anlaĢılır olması
beklenmektedir. Ayrıca sunumun, herhangi bir önemli bilginin kaybına izin
vermemek koĢuluyla olabildiğince kısa olması temel ölçütlerdendir (Baker,
2000: 319).
SONUÇ VE ÖNERĠLER
DanıĢmanlık programlarının sunulmasına ve değerlendirilmesine verilen
önemin artması, gelecekteki psikolojik danıĢma ve rehberlik hizmetlerine
yönelik öngörülerden biridir. DanıĢmanlık alanında, özellikle son 20 yılda,
danıĢmanlık hizmetlerinin hesap verilebilirliğinin artması ve sonuçları
değerlendirme konusunda danıĢmanların daha fazla sorumluluk almaları
yönünde bir talep artıĢı söz konusudur. Bu geliĢme, danıĢana verilen hizmetin
uygunluğunun, kuram ve varsayımlardan ziyade, danıĢanın gerçek ihtiyaçlarının
ne ölçüde karĢılandığının değerlendirmesini gerektirmektedir. Tarafsız ihtiyaç
analizleri ve ihtiyacı karĢılayacak programlar, danıĢmanların uygun hizmetleri
sunmasını ve hizmetlerinden dolayı hesap verebilirliğini artıracaktır (Gibson &
Mitchell, 1999:39-40). Bu öngörü baĢka uygulayıcılar tarafından da
desteklenmektedir (Schmidt, 1999:323);
Öte yandan rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve taraflara
iletilmesinin,
psikolojik
danıĢmanların
profesyonel
kimliğini
de
güçlendireceğine inanılmaktadır. Bu psikolojik danıĢmanların uzmanlık
alanlarına karĢı sorumluluk hissetmesi ve sunduğu hizmetlerle ilgili yeterli ve
yetkin olması gerektiğine iliĢkin etik kurallarla da dile getirilmektedir
(Dollarhide&Saginak, 2003). Nitekim Gibson ve Mithchell, (1999;29)
profesyonel bir psikolojik danıĢmanın sunacağı hizmet konusunda tam
donanımlı olması ve hizmet verdiği grubun ihtiyaçlarına cevap verecek bilgi ve
becerileri kazanmıĢ olması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Yazarlar yine
profesyonel bir psikolojik danıĢmanın, hem kiĢisel geliĢimlerinin, hem de
profesyonel geliĢimlerinin bir parçası olarak, alanı ile ilgili en son bilgileri
edinen ve kendini sürekli yenileyen bir tavrı benimsemiĢ olması gerektiğini
vurgulamaktadır. Bu açıklamalara da dayanarak ülkemizde görev yapan
psikolojik danıĢmanların hizmetlerinin gereği ve nispeten yeni bir geliĢme olan
A. Taylı
Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği
145
rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve taraflara sunulması konusunu
bilgilerine ve uygulamalarına katmaları beklenir. Bu konuda alan uzmanlarının
daha çok yayın yapması, hizmet içi programlarla psikolojik danıĢmanların
bilgilendirilmesi ya da yükseköğretim kurumlarıyla iĢbirliğine dayanan
destekleyici uygulamalar da diğer önerilebilecek uygulamalardandır.
Diğer yandan psikolojik danıĢman yetiĢtiren kurumlar da, kendi
programlarını, yeni uygulamaları yansıtacak Ģekilde yenilemelidir. Amerika‟da
1980‟lerden itibaren yoğun bir Ģekilde, profesyonel psikolojik danıĢman
kimliğinin güçlendirilmesi, danıĢman eğitim programlarının güncellenmesi ve
yenilenmesi (akredite edilmesi) çalıĢmaları gündemi iĢgal etmiĢtir. Hatta 1980‟li
yılların baĢında oluĢturmuĢ oldukları komisyonla (Council for Accreditation of
Counselin and Related Educational Programs-CACREP) danıĢmanlık eğitim
standartlarını ve bu mesleği yapmaya yetkin kiĢilerin sahip olması gereken
minimum yeterlilikleri belirlemiĢlerdir (Baker, 2000:15-16). Ülkemizde de, son
yıllarda, danıĢman eğitimi veren kurumların akredite edilmesi tartıĢılmaktadır
(Doğan, 1999; Korkut, 2006). Bu yenileme çalıĢmalarında psikolojik
danıĢmanlık alanındaki son geliĢmelerin yansıtılması uygun olacaktır. Bu
doğrultuda rehberlik hizmetlerin değerlendirilmesi ve taraflara iletilmesi
konusunda bilgi vermeyi amaçlayan derslerin ve uygulamaların programa dahil
edilmesi yerinde olacaktır.
KAYNAKÇA
Baker, S. B. (2000). School Counseling for The Twenty-First Century. Third Edition.
New Jersey: Pearson Edocation.
Borders, L. D. & Drury, s.m. (1992). Comprehensive School Counseling Programs: A
Review for Policymakers and Prastioners. Journal fo Counseling and
Development, 70, 487-501.
Brott, P. E. (2006). Counselor Education Accountability: Training the Effective
Professional School Counselor. Profesional School Counseling, 10 (2).
Campbell, C. A. & Robinson, E. H. (1990). The Accountability and Research
Challenge: Training Future Counselors. Elementary School Guidance &
Counseling, 25 (1). [onlive version].
Doğan, S. (1999). Psikolojik DanıĢman Eğitiminde Akreditasyonun Gereği ve Bir
model önerisi. Türk Psikolojik DanıĢma ve Rehberlik Dergisi, 14, 31-38.
Dollarhide, C. T. & Saginak, K.A. (2003). School Counseling in the Secondary
School: A Comprehensive Process and Program. USA. Pearson Education.
Gibson, R. L. & Mitchell, M. H. (1999). Introduction to Counseling and Guidance.
Fifth Edition, New Jersey: Prentice Hall International.
Gysbers, N. C. (2004). Comprehensive Guidance and Counseling Programs: The
Evolution of Accountability. Professional School Counseling, 8 (1). [onlive
version].
Fairchild, T. N. (1993). Accountability Practices of School Counselors. 1990 National
Survey. School Counselor, 40, (5), [onlive version].
-------- (1994). Time Analysis. Still an Important Accountability Tool: The School
Counselor, 41 (3).
146 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Fairchild, T. N. & Seeley, T. J.(1995). Accountability Strategies for School Counselor:
A Baker‟s Dozen. School Counselor. 42(5). [onlive version].
Fairchild, T. N. & Zins, J. E. (1986). Accountability Practices of School Counselors: A
National Survey. Journal of Counseling and Development, 65, 196-199.
Isaacs, M. L. (2003). Data-Driven Decision Making: The Engine of Accounrability.
Profesional School Counseling, 6 (4).
Korkut, F. (2006). Counselor Education, Program Accreditation and Counselor
Education and Counselor Credidentialing in Turkey. Internetional Journal For
the Advancement of Counseling. [onlive version]
Lee, C. C. & Workman, D. J. (1992). School Counselors and Research: Current Status
and Future Direction. The School Counselor, 40, 15-19.
M.E.B. (2001). Rehberlik ve Psikolojik DanıĢma Hizmetleri Yönetmeliği, 17 Nisan
2001. Resmi Gazete, Sayı:24376, s.2-23.
Myrick, R. D. (1990). Recrospective Measurement: An Accountability Tool.
Elementary School Guidance & Counseling, 25 (1). [onlive version].
---------- (2003). Accountability: Counselors Account. Profesional School Counseling,
6 (3).
Rhyne-Winkler, M. C. & Wooten, H. Y. (1996). The School Counselor Portfolio:
Profesional Development and Accountability, The School Counselor, 44 (2).
Schmidt, J. J. (1999). Counseling in Schools: Essential Services and Comprehensive
Programs, Third Edition, Boston; A Viacom Company.
Schaffer, J. L. & Atkinson, D. R. (1983). Counselor Education Courses in Program
Evaluation and Scientific Research. Are Counselors being Prepared for the
Accountability Press? Counselor Education and Supervision, 23, 29-34.
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
ÖĞRETMEN ADAYLARININ
ÜST BĠLĠġ DÜZEYLERĠNĠN BELĠRLENMESĠ
Cengiz TÜYSÜZ, Yunus KARAKUYU, Ġbrahim BĠLGĠN
ÖZET
Bu çalıĢmanın temel amacı ilköğretim bölümü sınıf öğretmenliği öğrencilerinin
üst biliĢ yeteneklerinin sınıf düzeyine göre ve cinsiyet açısından incelenmesidir.
ÇalıĢmada tarama yöntemi kullanılmıĢtır. ÇalıĢmanın örneklemini 2008–2009 eğitimöğretim yılı bahar döneminde Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Sınıf
Öğretmenliği Anabilim dalına devam eden 871 öğrenci oluĢturmaktadır. ÇalıĢmada
veriler Üst BiliĢ Etkinlik Ölçeğinden elde edilmiĢtir. Orijinali Cooper, Urena ve Stevens
(2008) tarafından geliĢtirilen ölçek araĢtırmacılar tarafından Türkçeye çevrilerek
adaptasyonu yapılmıĢ ve cronbach ά- iç tutarlık katsayısı 0,783 olarak belirlenmiĢtir.
ÇalıĢmada elde edilen verilerin analizi öğrencilerin sınıf düzeyleri arttıkça üst biliĢ
düzeylerinde artma olduğunu ve kız ve erkek öğrencilerin üst biliĢ düzeyleri arasında
ise istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığını göstermiĢtir.
ABSTRACT
The aim of this study was to investigate prospective primary school class
teachers‟ metacognition skills based on their class levels and gender. The subject
includes 871 student teachers from Department of Elementary Education at Mustafa
Kemal University, in HATAY, in the spring term of 2008-2009 academic years. Data
were collected from Metacognition Skills Scale developed by Cooper, Urena ve Stevens
(2008). The scale was translated and adapted to Turkish language by researchers and its
cronbach ά reliability was found as 0,783. The findings indicated that pre-service
teachers‟ metacognition levels increased as class levels increased and there was no
significant difference in metacognition levels between males and females.
GĠRĠġ
Son yıllarda eğitim alanında önemli bir yere sahip olan “yapılandırmacı
öğrenme” kuramı, davranıĢçı kuramda yer alan pasif bilgi alıcısı rolündeki

Yrd. Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Ġlköğretim Bölümü AntakyaHATAY Tel: 0326 221 30 77 / 112 Faks: 0326 221 3315 E-Posta: [email protected]

Yrd. Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Orta Öğretim Fen ve Matematik
Alanları Eğitimi Bölümü Antakya-HATAY Tel: 0326 221 30 77 / 132 Faks: 0326 221 3315
E-Posta: [email protected]

Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Ġlköğretim Bölümü Antakya-HATAY
Tel: 0326 221 30 77 / 140 Faks: 0326 221 3315 E-Posta: [email protected]
148 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
öğrencilerin yerine, bilgi üzerinde aktif bir role sahip, derinlemesine bilgi sahibi
olmak için araĢtırmalar yapan ve öğrendiği bilgiyi kullanabilen öğrenciler
yetiĢtirebilmeyi amaçlamaktadır. Ülkemizde 2004 yılında ilköğretim
programlarında yapılan değiĢikliklerle, yapılandırmacı öğrenme yaklaĢımı
ağırlık kazanmıĢ, öğrenmenin her bireyin zihninde, çoğu zaman o bireye özgü
bir süreç sonunda gerçekleĢtiği görüĢüne ağırlık verilmiĢtir (MEB, 2005).
Öğrencilerin sahip oldukları bilgiyle yeni bilgi arasında iliĢki kurabilmelerini,
kendi öğrenmelerini gözlemlemelerini ve öğrendiklerini yeni alanlarda
kullanarak bilgiyi içselleĢtirmelerini sağlayan ve yapılandırmacı öğrenme
kuramına bu açıdan bütünlük kazandıran kuramlardan biri de üstbiliĢtir (Victor,
2004).
Eggen ve Kauchak (2001) üstbiliĢi, öğrencilerin çalıĢma stratejilerini
kendilerinin belirlemesi biçiminde sınırlayarak, onu “öğrenme stratejisi” olarak
incelerken Gunstone ve Mitchell (1998) üstbiliĢin biliĢsel süreçlerin fark
edilmesi, izlenmesi ve kontrolüyle ilgili olduğunu belirtmiĢtir. Flavell (1987)
üstbiliĢi kiĢinin biliĢsel süreciyle ilgili bilgisi olarak tanımlarken, (Açıkgöz,
2000) üstbiliĢi; öğrenmeyi planlama, kavramayı ya da anlam çıkarmayı
yönetme ve kendini değerlendirme stratejisi olarak tanımlamaktadır. Örneğin bir
öğrencinin amacı, elektrik akımı kavramını öğrenmekse, bu iĢi yapması için
ihtiyacı olan biliĢsel strateji; analoji yapmak veya kavram haritası kullanmaktır.
Eğer öğrenci, elektrik akımı konusunu öğrenmeden önce, konuyu öğrenmeden
önce sahip olduğu ön bilgilerinin, öğreneceği yeni konuyu etkileyeceğini fark
ediyor ve neler bildiğini kendine soruyorsa ve eksiklerini tamamlamak için
neler yapması gerektiğini planlıyorsa bu durumda üstbiliĢ strateji kullanıyor
demektir (Yıldız ve Ergin, 2007).
1970‟li yıllarda üstbiliĢi inceleyen araĢtırmalar, bu öğrencilerin üstbiliĢ
becerilerindeki eksiklikler nedeniyle baĢarısız veya düĢük performanslı
olduklarını göstermiĢtir (Victor, 2004). ÜstbiliĢ becerilerindeki en önemli
eksikliklerin baĢında öğrencilerin verilen iĢe uygun stratejiyi kullanmakta
zorlanmalarıdır. Öğrenciler uygun stratejiyi belirleyemediği zaman plansız
hareket edebilmektedir. (Feitler ve Hellekson, 1993). Örneğin soru sormada,
amacının ne olduğunu ve ne yapması gerektiğini bilmeyen öğrenciler, kaliteli
soru üretmede baĢarısız olacaktır (Açıkgöz, 2002). Uygun strateji belirlense bile
yeni bir durumla karĢılaĢıldığında stratejilerin etkili kullanılamaması
yetersizliğe neden olmaktadır. (Kirby ve Ashman,1994). ÜstbiliĢin bu
sıkıntıların giderilmesinde önemli bir role sahip olabileceği düĢüncesiyle, yurt
dıĢında değiĢik araĢtırmalar yapılmıĢ ve bu araĢtırmalarda, üstbiliĢ becerilerin
öğretildiği ve ilerlemesinin sağlandığı durumlarda öğrencilerin öğrenmelerinin
arttığı ortaya koyulmuĢtur (Paris ve Jacobs, 1984; Baird ve Mitchell,1986;
Baird ve Northfield, 1992; Beeth, 1998). Gauld (1986) lise öğrencileri ile
yaptığı çalıĢmada bilginin doğru biçimde yapılandırılması için, öğrencilerin
kendi biliĢsel yapılarını fark etmelerini ve üzerinde düĢünmelerini sağlayacak
üstbiliĢ becerilere gereksinim olduğu sonucuna varmıĢtır. Çevre bilimi ile ilgili
C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin
Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi
149
ilköğretim öğrencileri ile gerçekleĢtirilen baĢka bir çalıĢmada üstbiliĢ
becerilerinin öğrencilerin çevrebilim konusuyla ilgili anlayıĢlarını uzun süreli
belleklerinde özümsemelerine yardımcı olduğu belirtilmiĢtir (Blank, 2000).
Georghiades (2004), 5. sınıf öğrencilerinde, üstbiliĢ becerilerin elektrik
konusundaki kavramların kalıcılığına olan etkisini incelediği araĢtırmasında
sınıf içi tartıĢma, günlük tutma, kavram haritalama ve metinli çizim etkinlikleri
gibi üstbiliĢ becerilerini kullandığı deney grubunda öğrencilerin akan elektrik
konusuyla ilgili fikirlerini uzun süreli belleklerine daha baĢarılı biçimde
yerleĢtirdiklerini belirlemiĢtir.
ÜstbiliĢ ile ilgili yapılan çalıĢmalar öğrenciler üzerinde yoğunluk
kazanmıĢtır. Fakat üstbiliĢ ile ilgili çalıĢmaların öğretmenler üzerinde
gerçekleĢtirilerek, öğretmenlerin üstbiliĢ ile ilgili neler bildiği ortaya
çıkartılmalıdır (Yıldız ve Ergin, 2007). Bu sayede eksiklikler tespit edilerek
öğretmenlerin
üstbiliĢ
becerilerinin
geliĢtirilmesi
için
çalıĢmalar
yapılabilecektir. Çünkü öğrencilere üst biliĢsel becerilerin kazandırılması için
öğretmenlerin bu becerilere sahip olmaları ve bu becerilerin öğrencilere nasıl
kazandırılacağı konusunda bilgi sahibi olmaları gerekmektedir.
Bu çalıĢmanın genel amacı ilköğretim sınıf öğretmenliği anabilim
dalında okuyan öğretmen adaylarının üstbiliĢ düzeylerinin incelenmesidir. Bu
genel amaca bağlı olarak aĢağıdaki araĢtırma soruları incelenmiĢtir:
1. Öğretmen adaylarının sınıf düzeylerine göre ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden
aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
var mıdır?
2. Kız öğretmen adaylarının sınıf düzeylerine göre ÜstbiliĢ Etkinlik
Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir fark var mıdır?
3. Erkek öğretmen adaylarının sınıf düzeylerine göre ÜstbiliĢ Etkinlik
Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir fark var mıdır?
4. Birinci sınıf kız ve erkek öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden
aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
var mıdır?
5. Ġkinci sınıf kız ve erkek öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden
aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
var mıdır?
6. Üçüncü sınıf kız ve erkek öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden
aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
var mıdır?
7. Dördüncü sınıf kız ve erkek öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ Etkinlik
Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir fark var mıdır?
YÖNTEM
150 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Örneklem
Bu çalıĢmanın evreni Antakya Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim
Fakültesi, Ġlköğretim Bölümü, sınıf Öğretmenliği programı öğrencilerinden,
örneklem grubu ise aynı programdaki toplam 871 öğretmen adayından
oluĢmaktadır. Örneklem grubunda bulunan öğretmen adaylarının cinsiyet ve
okudukları sınıfa göre dağılımları tablo-1‟de verilmiĢtir.
Tablo-1: Örneklem grubunun özellikleri
Cinsiyet
Sınıf
Bayan
Bay
1.sınıf
2.sınıf
3.sınıf
4.sınıf
N
488
383
225
213
167
266
%
56
44
25,8
24,5
19,2
30,5
AraĢtırmanın Modeli ve Uygulama
Bu araĢtırmada, tarama yöntemi kullanılmıĢtır. Tarama yöntemi,
geçmiĢte veya halen var olan bir durumu var olduğu Ģekliyle betimlemeyi
amaçlayan araĢtırma yaklaĢımıdır (Karasar, 2000).
Bu tarama modeli 2008–2009 öğretim yılı bahar döneminde Mustafa
Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Sınıf Öğretmenliği Bölümünde okuyan
871 öğrenci ile gerçekleĢtirilmiĢtir. Öğrencilerin üstbiliĢ düzeylerini belirlemek
için “ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeği” kullanılmıĢtır.
Veri Toplama Araçları
Üstbiliş Etkinlik Ölçeği:
ÇalıĢmada öğretmen adayların üstbiliĢ beceri düzeylerinin belirlenmesi
amacıyla kullanılmıĢtır. Orjinali Cooper, Urena ve Stevens (2008) tarafından
geliĢtirilen ölçek Türkçeye uyarlanmıĢtır. Ölçek Türkçeye çevrildikten sonra
Ġngilizce çevirisinin yeterli olup olmadığını belirlemek amacıyla Ġngilizce
Öğretmenliği bölümündeki bir öğretim üyesine, Türkçe dil bilgisi kurallarına
uygunluğunu belirlemek amacıyla da Türkçe Öğretmenliği bölümündeki bir
öğretim üyesine kontrol ettirilmiĢtir. Daha sonra ölçeğin istatistiksel
analizlerinin yapılması için 162 öğretmen adayına ön uygulama yapılmıĢtır.
Yapılan ön uygulamalar neticesinden elde edilen veriler ıĢığında yapılan analiz
sonunda ölçeğin güvenirlik katsayısı olarak cronbach ά- iç tutarlık katsayısı
0,783 olarak hesaplanmıĢtır. Üst BiliĢ Etkinlik Ölçeği Ek 1 de verilmiĢtir.
Verilerin Analizi
ÇalıĢmada elde edilen verilerin analizi SPSS/PC adı verilen istatistik
programı
kullanılarak
yapılmıĢtır. Anket
formundaki
maddelerin
değerlendirilmesinde olumlu cümlelerde her bir maddede; Kesinlikle
Katılmıyorum 1 puan, Katılmıyorum 2 puan, Karasızım 3 puan, Katılıyorum 4
C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin
Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi
151
puan ve Kesinlikle Katılıyorum için 5 puan, olumsuz cümlelerde; Kesinlikle
Katılmıyorum 5 puan, Katılmıyorum 4 puan, Karasızım 3 puan, Katılıyorum 2
puan ve Kesinlikle Katılıyorum için 1 puan verilerek toplam puan
hesaplanmıĢtır. Ölçekte alınabilecek minimum puan 27 maksimum puan ise
135‟tir.
ÇalıĢmanın araĢtırma sorularını test etmek için varyans analizi
(ANOVA) ve fark denetim analizlerinden Tukey fark denetim analizi
kullanılmıĢtır.
BULGULAR
Cinsiyet ve sınıf düzeyine bağlı olarak öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ
Etkinlik Ölçeğinden elde ettiği puanların Aritmetik Ortalama ( X ) ve Standart
sapma değerleri tablo-2‟de sunulmuĢtur.
Tablo-2: ÜstbiliĢ etkinlik analiz sonuçları
Sınıf
1
2
3
4
Cinsiyet
N
S.S
Kız
Erkek
Toplam
Kız
Erkek
Toplam
Kız
Erkek
Toplam
Kız
Erkek
Toplam
X
127
98
225
140
73
213
100
67
167
121
145
266
98,43
95,86
97,31
104,30
101,51
103,34
103,63
103,76
104,28
105,71
104,32
104,95
11,15
12,52
11,81
9,60
12,34
10,70
10,09
8,71
9,54
9,38
10,78
10,17
Erkek öğrencilerin aritmetik ortalama değerleri sınıf düzeyi arttıkça
öğrencilerin üstbiliĢ düzeylerinin arttığını göstermektedir. Kız öğrencilerde ise
3. sınıfta aritmetik ortalama biraz düĢse de genel olarak sınıf düzeyi arttıkça
üstbiliĢ düzeyleri artmaktadır.
Öğretmen adaylarının okudukları sınıf düzeyine bağlı olarak üst biliĢ
etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak
anlamlı bir fark olup olmadığını belirlemek amacıyla varyans analizi yapılmıĢ
olup, elde edilen veriler tablo-3‟te sunulmuĢtur.
Tablo-3: Sınıf Düzeyi DeğiĢkenine bağlı varyans analizi sonuçları
DeğiĢken
Sınıf
Varyansın kaynağı
Grup içi
Sd
3
Kareler Ortalaması
2782,00
F
24,64*
152 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
Gruplar arası
867
Toplam
870
2008-2 (17)
112,90
*
P<0,05
Varyans analizi sonuçları sınıf düzeyine bağlı olarak öğretmen
adaylarının üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında
istatistiksel olarak anlamlı fark olduğunu göstermektedir. Bu farkın kaynağını
belirlemek için Tukey testi yapılarak fark denetimi yapılmıĢtır. Yapılan fark
denetimi analiz sonuçları tablo-4‟te sunulmuĢtur.
Tablo4: Tukey fark denetimi analiz sonuçları
Sınıf (I)
1
2
3
P<0,05
Sınıf (J)
2
3
4
3
4
4
Ortalamalar Farkı (I-J)
-6,04
-6,97
-7,65
-0,94
-1,61
-0,67
Standart hata
1,02
1,09
0,96
1,10
0,98
1,05
p
0,000*
0,000*
0,000*
0,828
0,353
0,920
*
Fark denetimi sonuçları 1. sınıftaki öğretmen adayları ile 2, 3 ve 4.
sınıftaki öğretmen adaylarının üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların
ortalamaları arasında 2, 3 ve 4. sınıflar lehine istatistiksel olarak anlamlı bir fark
olduğunu göstermektedir.
Öğretmen adaylarının cinsiyet faktörüne göre okudukları sınıf düzeyine
bağlı olarak üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir fark olup olmadığını belirlemek amacıyla yapılan
varyans analizi sonuçları tablo-5‟te sunulmuĢtur.
Tablo-5: Cinsiyet değiĢkenine bağlı sınıf düzeyleri arasında varyans analizi
DeğiĢken
Kız
Erkek
Varyansın kaynağı
Sd
Grup içi
Gruplar arası
Toplam
Grup içi
Gruplar arası
Toplam
3
484
487
3
379
382
Kareler
Ortalaması
1344,01
101,42
13,25*
1537,93
126,38
12,17*
F
*P<0,05
Varyans analizi sonuçları kız ve erkek öğrencilerin sınıf düzeyine bağlı
olarak biliĢ üstü ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel
olarak anlamlı fark olduğunu göstermektedir. Bu farkın kaynağını belirlemek
için yapılan Tukey testi analiz sonuçları kız öğrenciler için tablo–6‟da ve Erkek
C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin
Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi
153
öğrenciler için tablo–7‟de verilmiĢtir.
Tablo-6: Kız Öğrenciler için Tukey fark denetimi analiz sonuçları
Sınıf (I)
1
2
3
Sınıf (J)
2
3
4
3
4
4
Ortalamalar Farkı (I-J)
-5,88
-6,21
-7,29
-0,33
-1,41
-1,08
Standart Hata
1,23
1,35
1,28
1,32
1,25
1,36
P
0,000*
0,000*
0,000*
0,994
0,672
0,857
Tablo-7: Erkek Öğrenciler için Tukey fark denetimi analiz sonuçları
Sınıf (I)
1
2
3
Sınıf (J)
2
3
4
3
4
4
Ortalamalar Farkı (I-J)
-5,65
-7,90
-8,46
-2,25
-2,81
-0,56
Standart Hata
1,74
1,78
1,47
1.90
1,61
1,66
P
0,007*
0,000*
0,000*
0,637
0,303
0,987
Fark denetimi sonuçları hem kız hem de erkek öğretmen adaylarında 1.
sınıftaki öğretmen adayları ile 2,3 ve 4. sınıftaki öğretmen adaylarının üstbiliĢ
etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında 2,3 ve 4. sınıflar
lehine anlamlı fark olduğunu göstermektedir.
Öğretmen adaylarının cinsiyetlerine bağlı olarak üstbiliĢ etkinlik
ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı
bir fark olup olmadığını belirlemek amacıyla bağımsız t-testi yapılmıĢ olup,
elde edilen veriler tablo-8‟de sunulmuĢtur.
Tablo-8: Cinsiyet DeğiĢkenine Bağlı Bağımsız t-testi sonuçları
Sınıf
1
2
3
4
Cinsiyet
Kız
Erkek
Kız
Erkek
Kız
Erkek
Kız
Erkek
N
127
98
140
73
100
67
121
145
X
98,43
95,86
104,30
101,51
104,63
103,76
105,72
104,32
S.S.
11,15
12,52
9,60
12,34
10,09
8,71
9,38
10,78
p
0,106
0,007*
0,566
0,267
*
P<0,05
Bağımsız t-testi sonuçları sadece 2. sınıflarda kız öğrencilerle erkek
öğrencilerin üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında
istatistiksel olarak kızlar lehine anlamlı fark olduğunu, diğer sınıflarda cinsiyet
değiĢkenine bağlı olarak istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığını
göstermektedir.
154 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
SONUÇ VE TARTIġMA
Yapılan analiz sonuçları Tablo 2 de görüldüğü gibi sınıf öğretmenliği
anabilim dalında okuyan öğretmen adaylarının sınıf düzeylerine göre üst biliĢ
etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları artmaktadır. Bu sonuçlar,
Martinez in (2006) üstbiliĢ tüm yaĢ gruplarındaki öğrenmelerin neticesine bağlı
olarak geliĢen ve devam eden önemli bir süreçtir tezini desteklemektedir.
Bununla birlikte 2, 3 ve 4. sınıfların üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları
puanların ortalamaları ile 1. sınıf öğrencilerinin üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden
aldıkları puanların ortalamaları arasında üst sınıflar lehine istatistiksel olarak
anlamlı bir fark varken, diğer sınıflar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir
fark yoktur.
ÇalıĢmanın 2 ve 3. araĢtırma sorularının analiz sonuçları kız ve erkek
öğrencilerin sınıf düzeylerine göre üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları
puanların ortalamaları arasında hem kızlarda hem de erkeklerde 2, 3 ve 4.
sınıflar lehine istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu olduğunu göstermiĢtir.
AraĢtırmanın 4, 5, 6 ve 7. sorularında aynı düzeydeki kız ve erkek öğrencilerin
üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel
olarak anlamlı bir fark olmadığını ortaya çıkarmıĢtır. Cinsiyet farkı iki önemli
faktörden kaynaklanmaktadır. Bunlar sosyal ve biyolojik farklılıklardır ( Rhode,
1990; Kimmel, 2000; Lowe, Mayfield and Reynold, 2003). Maccoby and Jackin
(1974) ilköğretim düzeyinde yaptığı çalıĢmalarda kız ve erkek öğrenciler
arasında zekilik ve genel yetenekler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark
olmadığını belirlemiĢlerdir. YetiĢkinlerde ise erkekler uzaysal ve matematiksel
yeteneklerde daha iyi performans gösterirken kızlar ise sözel görevlerde örneğin
cümle yazımı, doğru heceleme, okuma ve telaffuzda erkeklerden daha iyi
performans göstermektedirler. Spence, Yore ve Williams„ın (1999) yaptığı
durum tespiti çalıĢmasında kız ve erkek öğrencilerin üstbiliĢ düzeyleri arasında
istatistiksel olarak anlamlı bir fark yokken, yapılan uygulamalar sonucunda kız
öğrencilerin üstbiliĢ düzeylerinin erkek öğrencilerinkinden daha fazla geliĢtiğini
göstermiĢtir.
Literatürde yapılan birçok çalıĢmada öğrenenlere öğrenmelerinde
deneyimler kazandırıldıkça, problem çözmelerinde sesli düĢünmeleri
sağlandıkça, fikirlerin niteliğine göre değerlendirildikçe yani eleĢtirel düĢünme
yeteneği kazandırıldıkça üstbiliĢ yeteneklerinin arttığı belirlenmiĢtir. Bu durum
dikkate alındığında sınıf öğretmenliği öğretmen adaylarının üstbiliĢ
yeteneklerinin daha fazla artması beklenirken sonuçlar bu durumu
yansıtmamıĢtır. Bu beklentinin temelinde yatan sebep sınıf öğretmenliği ders
programındaki derslerin dağılımıdır. Sınıf öğretmenliği anabilim dalında ilk iki
yıl genel olarak Türk dili, coğrafya, tarih, matematik, fizik, kimya, biyoloji gibi
dersler iĢlenirken, 3 ve 4 sınıflarda ise daha çok öğretim dersleri fen ve
teknoloji öğretimi, Türkçe öğretimi, sosyal bilgiler öğretimi ve diğer eğitim
dersleri verilmektedir. Programın içeriği dikkate alındığında öğrencilere 3 ve 4.
sınıf derslerinde daha fazla söz hakkı verilmekte ve derse aktif katılımları
C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin
Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi
155
sağlanarak, dersler öğrenci merkezli iĢlenmekte, birçok derste konular
öğrencilere anlattırılmaktadır. Bu durumun öğrencilerin üstbiliĢ düzeylerine
daha fazla etkisinin olması beklenirken bu durum gözlemlenmemiĢtir. Bu da
bize öğretim derslerinde öğrencilere yöntem bilgisinin yeterli ölçüde
verilemediğini düĢündürmektedir. Bu derslerin programda belirtilen amaçları
doğrultusunda kullanılmaması, sadece öğrencilere konuların dağıtılarak onların
ders anlatmaları onların yöntem bilgisini kazanmaları için yeterli olmamaktadır.
Bu nedenle öğrencilere bu derslerde bilgi içeriğinden daha çok yöntem
bilgisinin kazandırılması gerekmektedir. Martinez‟e (2006) göre öğretmenler
üstbiliĢin önemini sezgisel olarak anlamakta fakat onun birçok boyutunun
olduğunun farkında değildirler. Bu nedenle her yaĢtaki öğrenenlere üstbiliĢin
tüm boyutlarının iĢlenmesi gerektiğini belirtmiĢtir.
Bilimsel düĢünme, bilginin geliĢtirilmesi ve yapılandırılması için bilim
öğretiminde araĢtırmacı yaklaĢımın kullanılması önemlidir (Zion, Michalsky ve
Mevarech, 2005). Üniversite öğrencileri kendi araĢtırma etkinliklerini
yönetebilecek yeterlilikte ve bilimsel araĢtırmanın tüm basamaklarını
tamamlayabilirler (hipotez kurarak karmaĢık olaylarda çalıĢabilme, değiĢkenleri
kontrol etme, deney düzenleme, bilgi toplama analiz etme ve sonuç çıkarma
gibi). Bu etkinlikler öğrencilerin doğal olarak ilgilerini ilerletme ve bilimsel
araĢtırma yöntemlerini daha iyi anlamalarını sağlar. AraĢtırmacı öğrenme
yapılandırmacı paradigma öğrenmesini yansıtmaktadır. Yapılandırmacı kuramın
önemli kabullenmelerinden biri bireylerin kendi deneyimlerinden bilimi nasıl
yapılandırdıklarıdır. Yapılandırmacı eğitimcilerin oluĢturdukları öğrenme
çevresinde öğrenenlerin öğrenme sürecini ve düĢünmeyi sorgulama, verileri
toplama, düzenleme ve kaydetme, hipotez kurma ve test etme, ön anlamaları
yansıtma ve öğrenenlerin kendi anlamalarını yapılandırmaları gerekir (Crotty,
1994). Bu bilgiler ıĢığında sosyolog ve eğitimci araĢtırmacıların
kabullenmelerine göre üstbiliĢ yetenekleri öğrenme performanslarını açık bir
Ģekilde gözlemlemeleri ve yansıtmaları istenerek ilerletilebilir.
Butler ve Winne (1995), öğrencilerin üstbiliĢ becerilerinin geliĢmesi
için hem biliĢsel hem de üstbiliĢ düĢünme süreçlerini yansıtacak açık bir
modellemenin gerekli olduğunu belirtmiĢtir. Ancak Thomas ve McRobbie
(2001) sınıflarda böyle bir düĢünme dilinin genelde yer almadığını öne
sürmektedirler. Bu nedenle öğrencilerin üstbiliĢlerinin geliĢmesi için öncelikle
okullardaki eğitim anlayıĢının geleneksel yaklaĢımdan yapılandırmacı öğrenme
yaklaĢımına doğru değiĢmesi gerekmektedir. Bu değiĢimi gerçekleĢtirmede
önemli bir role sahip olan öğretmenler, hem biliĢsel hem de üst biliĢsel
becerileri aracılığıyla öğrencilerine bir model sunmalıdır (Yıldız ve Ergin,
2007). Bu modelleme ne kadar açık ve belirgin yapılırsa, öğrencilerin biliĢsel ve
üst biliĢsel becerileri de o derecede geliĢecektir. Modellemede öğretmenler
kendi yaĢantılarını öğrencilerine sunarak, öğrencilerin dikkatlerini hem bu alana
yöneltebilir hem de bu becerilerin önemini fark etmelerini sağlayabilir (Thomas
ve McRobbie, 2001).
156 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Kaynaklar
Açıkgöz, K.Ü. (2000). Etkili Öğrenme ve Öğretme (Üçüncü Baskı). Kanyılmaz
Matbaası: Ġzmir.
Açıkgöz, K.Ü. (2002). Aktif Öğrenme (Birinci Baskı). Eğitim Dünyası Yayınları: Ġzmir.
Baird, J.R., & Mitchell, I.J. (1986). Improving The Quality of Teaching and Learning:
An Australian Case Study -The PEEL Project. Melbourne: Monash University.
Baird, J.R., & Northfield, J.R. (1992). Learning from the PEEL Experience. Melbourne:
Monash University.
Beeth, M.E. (1998). Teaching for Conceptual Change: Using Status as a Metacognitive
Tool. Science Education, 82:343–356.
Blank, L.M. (2000). A Metacognitive Learning Cycle: A Better Warranty for Student
Understanding?. Science Education, 84: 486–506.
Butler, D.L., & Winne, P.H. (1995). Feedback and Self-Regulated Learning: A
Theoretical Synthesis. Review of Educational Research, 65(3), 245–281.
Crotty, T. (1994). Integrating distance learning activities to enhance teacher education
toward the constructivist paradigm of teaching and learning. In Distance learning
research conferece proceeding (pp.31-37). College Station, TX: Department of
education and Human resource Development, Texas A & M University.
Cooper, M., Urena, S., S. & Stevens, R. (2008). Reliable mutli method
assessment of metacognition use in chemistry problem solving, Chemistry
Education Research and Practice, 9, 18-24
Eggen, P. ve Kauchak, D. (2001). Educational Psychology, New Jersey, USA
Flavell, J.H. (1987). Speculations about the Nature and the Development of
Metacognition. In F.E. Weinert & R.H. Kluwe (Editörler), Metacognition,
Motivation, and Understanding (21-29). Hillsdale, NJ: Lawrance Erlbaum
Associates, Publishers.
Gauld, C. (1986). Model, Meters and Memory. Research in Science Education, 16: 4954.
Georghiades, P. (2004). Making Pupils‟ Conceptions of Electricity More Durable By
Means Of Situated Metacognition, International Journal of Science Education, 26
(1), 85-99.
Gunstone, R.F., & Mitchell, I.J. (1998). Metacognition and Conceptual Change. In J.J.
Mintzes, J.H. Wandersee & J.D. Novak (Editörler) Teaching Science for
Understanding: A Human Constructivist View (133-163). San Diego: Academic
Press.
Karasar, N. (2000). Bilimsel Araştırma Yöntemleri, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım
Kimmel, M.S. (2000). The gender society. Oxford University press.
Kirby, J.R., & Ashman, A.F. (1984). Planning Skills and Mathematics Achievement:
Implications Regarding Learning Disability. Journal of Psychoeducational
Assessment, 2:9-22.
Lowe, P.A., Mayfield, J.W., & Reynold, C.R. (2003). Gender differences in memory
test performance among children and adolescent. Archives of Clinical
Neuropsychology, 18; 865-878.
Maccoby, E.E., & Jacklin, C.N. (1974). The psychology of sex differences. Stanford:
Stanford University Press.
Martinez, M.E. (2006). What Is Metacognition? Phi Delta Kapan, 67; 696-699
C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin
Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi
157
MEB (2005). Ġlköğretim Fen ve Teknoloji Dersi (6, 7 Ve 8. Sınıflar ) Öğretim Programı.
21 Eylül 2005, http://ttkb.meb.gov.tr/anasayfa.htm adresinden indirilmiĢtir.
Paris, S.G., & Jacobs, J.E. (1984). The Benefits of Informed Instruction for Children's
Reading Awareness and Comprehension Skills. Child Development, 55: 20832093.
Rhode, D.L. (1990). Theoretical perspectives on sexual difference. In D. L. Rhode
(Ed.), Theoretical perspectives on sexual difference (pp. 1-9). New Haven and
London: Yale University pres.
Spence, J.D., Yore, D.L & Williams, R.L. (1999). The effects of Explicit Science
reading Instruction on selected grade 7 Students‟ metacognition and
Comprehension of Specific Science Text. Journal of Elementary Science Education,
11: 15-30.
Thomas, G.P., & McRobbie, C. J. (2001). Using a Metaphor for Learning to Improve
Students‟ Metacognition in the Chemistry Classroom. Journal of Research in
Science Teaching, 38: 222–259.
Victor, A.M. (2004). The Effects of Metacognitive Instruction on the Planning and
Academic Achievement of First Grade and Second Grade Children. YayınlanmamıĢ
Doktora Tezi. Illinois Institute of Technology, 23.02.2005 tarihinde ProQuest
Digital Dissertations‟tan alınmıĢtır.
Yıldız, E.,. ve Ergin, Ö. (2007). BiliĢüstü ve Fen öğretimi GÜ, Gazi Eğitim Fakültesi
Dergisi, 27(3), 175-196.
Zion, M., Michalsky, T., & Mevarech, Z.R. (2005). The effects of metacognitive
instruction embedded within an asynchronous learning network on scientific
inquiry skills, International Journal of Science Education, 27; 957-983.
158 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Ek 1: ÜST BĠLĠġ ETKĠNLĠK ÖLÇEĞĠ
Adı Soyadı :………………………………………………………………...……… Cinsiyeti: …………… Sınıfı: ……………
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
Bir problem cümlesini tam olarak anlamak ve amacının ne olduğunu
belirlemek için onu dikkatli okurum.
Problemleri çözme ile görevlendirildiğimde, kavramları daha iyi öğrenmek
için çaba harcadığımdan bu bilgileri problemleri değerlendirmede
kullanabilirim.
Cümledeki bilgileri sınıflandırırım ve ilgili olanları belirlerim.
Bir sonuç belirlendiği zaman, sonucun beklediğim gibi olduğunu görmek için
kontrol ederim.
AlıĢık olmadığım problemlerin daha önceki durumlar veya çözülmüĢ
problemlerle ilgisini araĢtırırım.
Sunulacak cevap veya üründeki biçimsel nitelikleri belirlemeye çalıĢırım.
Bir problem Ģayet birçok hesaplama içeriyorsa, onları ayrı ayrı yaparım ve
sonuçları kontrol ederim
Bir problemi çözmeye baĢlamadan önce problemin amacını açıkça belirlerim.
Bir problem cümlesinde verilmiĢ olsa bile hangi bilgilere ihtiyaç duyulduğuna
dikkat ederim.
Her Ģeyi iki kez kontrol etmeye çalıĢırım: benim problemden anladığım,
hesaplamalar, birimler vb.
Problemleri daha iyi anlamak için grafik, diyagram, vb. kullanırım
Problemleri çözerken anlık derinlemesine anlayıĢlar veya yaratıcılık deneyimi
elde ederim.
Bir problemi çözmeye baĢlamadan önce, onun çözümünde bana yardım
edeceğini bildiğim Ģeylere dair kısa notlar yazarım.
Problemi çözmeyi denemeden önce, onun içerdiği kavramlar veya faktörler,
nicelikler arasındaki önemli iliĢkileri bulurum.
Benim çözümümün problemin gerçek cevabı olduğundan emin olurum.
Bir problemi gerçekten çözmeye baĢlamadan önce onun nasıl çözüleceğine
dair plan yaparım ( hatta kısa bir zihinsel plan).
Problemle ilgili bildiğim Ģeyleri dikkate alırım.
Planımın adımlarını ve her adımın uygunluğunu analiz ederim.
BaĢlangıç noktasını bulmak için problemi bölümlere ayırmaya çalıĢırım.
Önceden düĢünmediğim veya çözüm kurallarını bilmediğim problemler için
çok zaman harcamam.
Problemleri çözerken, bir çözüme baĢlamadan önce kavramları düĢünmeyi
bırakırım.
Bir problem çeĢidinin nasıl çözüldüğünü bildiğim zaman, o problemin
içerdiği kavramları anlamak için fazla zaman harcamam.
Cevabın anlamlı olup olmadığını kontrol etmem.
Bir problemin nasıl çözüldüğünü kesin olarak bilmediğimde, cevabı çabucak
tahmin etmeye çalıĢırım.
Problem cümlesindeki tüm detayları okumaksızın çözüme baĢlarım.
Problemlerin çözümünden emin değilsem fazla zaman harcamam.
Problem çözümlerinde deneyim kazandığım zamanlarda, bir problemi birkaç
kez denememe rağmen çözememiĢsem, onu bir baĢkasına çözdürürüm ve
çözüm iĢlemlerini ezberlemeye çalıĢırım.
Kesinlikle
Katılıyorum
Katılıyorum
Kararsızım
Katılmıyorum
Kesinlikle
Katılmıyorum
Bu ölçekte üst biliĢ etkinlikleri ile ilgili cümleler yer almaktadır. Her cümlenin
karĢısında “Tamamen Katılıyorum, Katılıyorum, Kararsızım, Katılmıyorum ve Hiç
Katılmıyorum” olmak üzere beĢ seçenek verilmiĢtir. Her cümleyi dikkatle okuduktan
sonra kendinize uygun seçeneği iĢaretleyiniz.
Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences
Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17
YENĠÇAĞA ĠLÇESĠ VE DEREKÖY’DE
GELENEKSEL KADIN KIYAFETLERĠ VE SÜSLEMELERĠ
Fatma YETĠM, Hülya KÖKLÜ, Melda ÖZDEMĠR
ÖZET
Doğal güzellikleri ile bilinen Yeniçağa ilçesinde geleneksel olarak giyilen
kadın kıyafetleri kuĢaktan kuĢağa aktarılarak günümüze kadar ulaĢmıĢ, modern toplum
hayatının yaygınlaĢması, yaĢam Ģartlarının değiĢmesi, kullanım kolaylığı gibi pek çok
sebeple eski anlam ve önemini kaybetmiĢtir. Yeniçağa ilçesinde örneklerine
rastlanabilen geleneksel kadın kıyafetleri bindallı etek-ceket, Dereköy‟de fes, tellinakıĢlı poğ, göynek, alaca don, üç etek, bindallı elbise, basma entari ve yün çorap olarak
sıralanabilir. Geleneksel giysiler renkli motifler ve iĢlemeler ile süslenmiĢtir. Bu
çalıĢma, Yeniçağa ilçesi ve Dereköy‟de giyilen geleneksel kadın kıyafetlerinin kumaĢ,
iplik, süsleme özellikleri, renk, motif, teknik vb. açılardan incelenmesi ve gelecek
kuĢaklara tanıtılması açısından önem taĢımaktadır.
Anahtar Kelimeler: Bolu, Yeniçağa, geleneksel kıyafet, süsleme, iĢleme
TRADITIONAL COSTUMES AND ORNAMENTS IN YENĠÇAĞA COUNTY
AND DEREKÖY
ABSTRACT
In Yeniçağa county, where is known for its natural beauty, traditional dresses
for women have been conveyed to today throughout several generations, and these
dresses have now lost their significance and value due to the reasons such as prevalence
of modern societal life, changing life conditions, and ease-of-use. Traditional women‟s
clothes that can be seen in Yeniçağa County can be listed as bindallı skirt-blazer and
fez, telli-nakışlı poğ, göynek, alaca don, üç etek (three-panelled skirts), bindallı dress,
printed fabric entari (inner robe), and wool socks in Dereköy. Traditional costumes are
ornamented with colorful motives and embroideries. This study is important in that the
traditional women‟s clothes used in Yeniçağa County and Dereköy should be examined
in aspects such as fabric type, yarn, ornaments characteristics, color, motive, and
technique etc and should be promoted to nextcoming generations.
Key words: Bolu, Yeniçağa, traditional costume, ornaments, embroidery

Bu makale TUBĠTAK, SOBAG 105K162 kodlu Bilimsel AraĢtırma Projeleri “Bolu ili Yöresel
Kıyafetlerinin Ġncelenmesi ve Folklorik Yapma Bebek Üretiminde Değerlendirilmesi” adlı
projeden üretilmiĢtir.

Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi, El Sanatları Eğt. Böl. Öğr. Üyeleri

Doç. Dr., Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi, El Sanatları Eğt. Böl. Öğr. Üyesi
160 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
GĠRĠġ
Bolu ilinin doğusunda Ankara-Ġstanbul karayolu üzerinde yer alan
Yeniçağa ilçesi, il merkezine 38 km uzaklıktadır. Yeniçağa ilçesi, doğusunda
Gerede ilçesi, Batısında Bolu ili, kuzeyinde Mengen ilçesi, güneyinde ise
Dörtdivan ilçesi ile çevrelenmiĢtir. Ġlçe, kuzeyinde bulunan Yeniçağa gölünün
doğal güzellikleri ile bilinmektedir.
Yeniçağa ilçesinin tarihi Eskiçağa Köyü‟nün tarihi ile iç içedir. Çağa
adı ile kurulmuĢ olan köy, Yıldırım Beyazıt‟ın Bolu ve Kastamonu seferinde
Osmanlı topraklarına katılmıĢtır. 1864 yılında Bolu ili nahiyesi olan Çağa, sık
sık yangın çıkması nedeniyle Ģu anda bulunduğu yere nakledilmiĢ, ismi de
zamanın padiĢahı Sultan ReĢat‟ın ismine atfen ReĢadiye olarak adlandırılmıĢtır.
Ġkinci Dil Kurultayı‟na katılmak üzere Ġstanbul‟a giden Atatürk ve yanındakiler,
17 Temmuz 1934 de ReĢadiye‟ye gelmiĢler ve ilçe Atatürk tarafından Yeniçağa
olarak adlandırılmıĢtır (Anonim 1997a).
Yeniçağa‟nın önemli iĢ alanları nakliyecilik, tarımsal torf üretimi ve
küçük sanatlardır. Yeniçağa ilçesi Eskiçağa Köyü ile beraber kapalı bir toplum
yapısında ihtiyaçlarını el sanatları ile üretmiĢtir. Ġlçenin hemen her köyünde el
dokuma tezgâhlarında kilim dokumacılığı yoğun olarak yapılmıĢtır. Ancak
ülkenin sosyal, kültürel ve ekonomik geliĢmesi doğrultusunda hazır ürünlerin
daha ucuz olması sebebiyle el sanatları devam etmemiĢtir. Günümüzde yöreye
has yün örme çoraplar ve yemeni kenarlarına örülen oya çeĢitleri bulunmaktadır
(Anonim 1997b).
Anadolu‟da uzun yıllar boyunca oluĢan gelenek ve görenekler bir kısmı
unutulmakla beraber halk kültürünün kuĢaktan kuĢağa aktarılmasında büyük
önem taĢımaktadır. Yeniçağa ilçesinde de giyim kuĢam geleneği toplumun
içinde yaĢadığı zamanın gelenek ve göreneklerine göre ĢekillenmiĢtir. Yöresel
giysiler toplumun kültürünü, gelenek ve göreneklerini, yaĢam biçimini
simgeleyen ve tanıtan en önemli unsurlardır. Günümüzde ilçede, yöresel
kıyafetler modern toplum hayatının yaygınlaĢması, yaĢam Ģartları, kullanım
kolaylığı gibi pek çok sebeple eski anlam ve önemini yitirmiĢ ve kaybolmaya
yüz tutmaktadır. Ġlçede, sandıklarda saklanarak günümüze ulaĢan geleneksel
kadın giysilerinde motifler el emeği ve göz nuru ile süslenmiĢtir. Bu çalıĢma,
Yeniçağa ilçesi ve Dereköy‟de geleneksel giysi örneklerinin incelenmesi ve
gelecek kuĢaklara tanıtılması açısından önem taĢımaktadır.
AraĢtırma, Yeniçağa Halk Eğitim Merkezi ve AkĢam Sanat Okulu
Müdürlüğü ve yörede yapılan gözlem, inceleme ve karĢılıklı görüĢmeler ile
gerçekleĢtirilmiĢtir. Geleneksel kıyafetlerin fotoğrafları çekilmiĢ, kaynak
kiĢilerden edinilen bilgiler doğrultusunda bazı özellikleri belirlenmeye
çalıĢılmıĢtır.
GELENEKSEL KIYAFETLER ve SÜSLEMELERĠ
Anadolu‟da uzun yıllar boyunca yörelere özgü benimsenen ve
F. Yetim, H. Köklü, M. Özdemir
Yeniçağa İlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri
161
kullanılagelen çeĢitli biçimlerde ve motiflerle süslemeli geleneksel kıyafetler
her bölgede değiĢik özellikler göstermiĢtir. Kadın ve gelinlerin giydikleri geleneksel
kıyafetlerin biçimi, renkleri, motif zenginliği ve zarafeti Anadolu insanının hayat
tarzını yansıtmıĢtır. Kadın giyim-kuĢamı baĢa, bedene, ayağa giyilen giysiler,
süslemeleri ve takıları ile bir bütünlük oluĢturmuĢtur (Tansuğ 1997).
Yeniçağa ilçesinde de geçmiĢte geleneksel giyim kuĢamın zenginliği,
kumaĢların çeĢitliliği, iĢleme teknikleri ve süslemeleri ile kadınlar görkemli bir
Ģekilde süslenmiĢtir. Günlük ve niĢan, düğün, kına gecesi gibi özel günlerde giyilen,
özgün değeri olan geleneksel giysiler bohçalar ve sandıklarda korunmuĢtur. Yöre
halkında bulunan ve günümüze ulaĢan giysiler renklerin, motiflerin, el becerisinin
ve kültür zenginliğinin örneklerini sergilemektedir.
Geleneksel giysiler Anadolu‟da yüzyıllar içinde kültürel birikim sonucu
olarak biçimlenmiĢ ve kuĢaktan kuĢağa aktarılmıĢtır. Günümüze kadar gelmiĢ
geleneksel giyim-kuĢam örnekleri geleneksel kıyafetler Yeniçağa yöresinde günlük
giysi ve düğünlerde özel giysi olarak giyilmiĢtir. Yeniçağa ilçesinde örneklerine
rastlanabilen kıyafetler bindallı etek-ceket, Dereköy‟de fes, telli-nakıĢlı poğ,
göynek, alaca don, üç etek, bindallı elbise, basma entari ve yün çorap olarak
sıralanabilir.
Yeniçağa Ġlçesi’nde Bindallı Etek-Ceket Takımı: Yeniçağ ilçesi‟nde bulunan
bindallı etek-ceket takımı, Osmanlı döneminde sarayda çalıĢan yöre halkından bir
aĢçının evine dönerken hediye olarak getirdiği ifade edilmektedir. Osmanlı
döneminde atlas, kadife vb. kumaĢlar üzerine altın-gümüĢ teller, kılabdanlar, kurt ve
tırtıl, pul, inci ve kıymetli taĢlarla iĢlenmiĢ giysiler sarayda ve halk arasında
sevilerek kullanılmıĢtır. Özellikle sim-sırma iĢlemeli bindallı adı verilen elbiseler
gelinlik olarak giyilmiĢtir (Gül 2002).
Eskiden genellikle çarĢıda iĢlenen iĢlemeler arasında yer alan dival iĢi,
üzerine desen çizilmiĢ karton, möhlüke adı verilen kesme aleti ile oyularak
hazırlanır, cülde denilen tezgâhta iĢlendiği gibi gergefe gerilerek de iĢlenebilir.
Üstte çok katlı halk arasında sim ve sırma olarak bilinen metal iplikler, altta
balmumu ile mumlanmıĢ ipek veya sağlam pamuklu iplik kullanılır. Biz adı verilen
delici araç yardımı ile kumaĢ ve germe amacıyla kullanılan karton delinir, iğne
üstten alta, alttan üste geçirilerek iĢlenir. Bu iĢlemeler tırtıl ve küçük pullar
tutturularak süslenir (Markaloğlu 1991).
a
b
162 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
ġeki1 1.a. Yeniçağa Ġlçesi‟nde bindallı ceket
2008-2 (17)
ġeki1 1.b. Yeniçağa Ġlçesi‟nde bindallı etek
Bindallı etek-ceket takımı, adını üzerindeki iĢlemelerden alan, altın
sarısı renginde sim-sırma iplikle, açık krem renkli saten kumaĢ üzerine yaprak,
çiçek ve ince kıvrımlı dal motifleri ve fiyonklardan oluĢan bitkisel bezemeli,
dival iĢi (sim - sırma iĢi - MaraĢ iĢi) tekniğinde iĢlenen geleneksel
kıyafetlerdendir. Yaka, roba, roba fırfırı, kol, ön ve arka bedenden oluĢan ceket,
parçaların Ģekline göre hazırlanan motiflerle süslenmiĢtir. Kol uçları oymalı
Ģekilde fisto ile iĢlenmiĢtir. Etek beli kemerli, etek uzunluğu ayak hizasına
kadar uzanmaktadır. Eteğin ön ve arka ortasında büyük motif etrafında küçük
motifler ve etek ucunda bordür yer almıĢtır. Yeniçağa ilçesinde bindallı etekceket takımı ve bindallı elbiseler özel günlerde giyilmektedir (ġekil 1a, 1b).
Yeniçağa Ġlçesi Dereköy’de Geleneksel Kıyafetler
b Dereköy‟de
Bindallı Elbise: Yeniçağa ilçesinin eski bir yerleĢim yeri olan
özellikle gelin kıyafeti olarak giyilen bindallı elbise, genellikle mor, bordo rengi
kadife kumaĢlardan dikilen, altın sarısı ve gümüĢ beyazı renginde sim-sırma ile
iĢlenen yakası düz-yuvarlak, baĢ geçecek kadar önden açık uzun elbisedir.
Dereköy‟de bindallı elbise üzerine bele çeĢitli kemerler takılır (ġekil 2a,b).
a
b
ġekil 2. Bindallı elbise (a) önden görünüm, (b) arkadan görünüm
Üçetek: Günümüzde sandıklarda ve bohçalarda saklanan üç etek, fes, tellinakıĢlı poğ, göynek, alaca don, bel kuĢağı, salta, çorap geçmiĢte genç kızlar ve
gelinler tarafından günlük kıyafet ve düğünlerde gelin kıyafeti olarak, kına
gecesinde ise basmadan dikilmiĢ entari fistan giyildiği belirlenmiĢtir.
Dereköy‟de çeĢitli kumaĢlardan dikilen üç etek giysisi, genç kızlar, evli ve yaĢlı
kadınlar tarafından günlük yaĢamda ve özel günlerde kullanılmıĢtır (ġekil 3a,b)
(Aydoğan 2007).
F. Yetim, H. Köklü, M. Özdemir
Yeniçağa İlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri
163
a
b
ġeki1 3. Yeniçağa Ġlçesi Dereköy‟de üç etek kıyafetinin (a) önden görünümü, (b)
arkadan görünümü
Anadolu‟nun büyük bir bölümünde kadın giyiminin eski örneklerinden
birisi olan üç etek, geçmiĢte Yeniçağa ilçesinin eski bir yerleĢim yeri olan
Dereköy‟de günlük giyimde ve gelin elbisesi olarak kullanılmıĢtır. Üç etek genç
kızlar, evliler ve yaĢlılar tarafından kullanılmıĢtır. Günlük giyimde kullanılan üç
etekler pamuklu kumaĢlardan, düğünlerde kullanılan üç etekler ise ipekli
kumaĢlardan dikilmiĢtir. Üç etek adı verilen elbiselerin ön ortasından etek ucuna
kadar açık iki parça ve arkada tek parça, yanlarda bel hizasına kadar uzun
yırtmaçlar bulunmaktadır. Bol ve uzun takma kolların kenarları oymalı ve kenarları
düz Ģekillerde örnekleri bulunmaktadır. Yaka, kol ve etek uçları hazır harç veya
oyalarla süslemelidir. Giysi ön iki parçası bele takılan kuĢak ile toplanarak
kullanılmaktadır (Aydoğan 2007).
a
b
ġeki1 4. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de üç etek (a) ipekli kumaĢ, (b) pazen kumaĢ
164 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Genellikle uzunlamasına renkli Ģeritlerden oluĢan atkısı pamuk,
çözgüsü ipek olan kutnu kumaĢtan dikilen üç etek, ön ortasından etek ucuna
kadar açık iki ön parçadan, arka beden ise tek parçadan oluĢmaktadır. Belden
aĢağı düz inen üç ayrı eteğin yanlarında uzun yırtmaç bulunmaktadır. Ön iki
parça bele bağlanan kuĢak ile toplanarak kullanılabilir. Uzun ve bol kollu
kıyafetin içi astarlanmıĢ ve kenarları hazır harç dikilerek süslenmiĢtir. Ġpekli
kumaĢtan dikilen üç etekleri düğünlerde gelinler giymiĢ, pazen, divitin
kumaĢtan üçetekler ise günlük yaĢamda kullanılmıĢtır (ġekil 4a,b).
Fes (Tekke): Dereköy‟de geçmiĢte kadınlar tarafından baĢa giyilen fes, tekke
olarak da adlandırılmaktadır. Bordo renkli keçe kumaĢtan yapıldığı gibi iplikten
tığ ve sık iğne tekniği ile örülmüĢ çeĢitleri de bulunmaktadır. Günümüzde
kullanılmayan fes, geçmiĢte üç etek kıyafeti üzerinde giyilmiĢtir. YaĢlılar
tarafından giyilen feslere mangır (altın) dikilmemiĢtir (Özyurt 2007).
a
b
ġeki1 5. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de fes (a) önden görünümü, (b) fes‟in iç
görünümü
Fes, tığ ile sık iğne tekniği ortadan baĢlanarak tepe kısmı yuvarlak
biçimde bordo iplikle örülerek oluĢturulmuĢtur. Fesin tepe ve kenar
birleĢiminde, dik durmasını sağlayan yuvarlak kasnak yerleĢtirilmiĢtir. Fesin
kenarı siyah kumaĢ üzerinde kutnu kumaĢ ile kaplanmıĢtır. Fes‟in alın kısmında
üç sıra sarı altın mangır dikilmiĢtir (ġekil 5a,b) .
Telli- nakıĢlı poğ: Pamuklu beyaz kumaĢ üzerine, tel kırma tekniği ile iĢlenen
ve kenarları pullu firkete oyası ile süslenen baĢörtüleri telli-pullu poğ olarak
adlandırılmakta, fes üzerine bağlanarak kullanılmaktadır. Renkli iplikler ile
hesap iĢi tekniğinde iĢlenen nakıĢlı poğ çeĢitleri ve kenar oyaları boncukla
örülen örnekleri de bulunmaktadır. Mengen ilçesi geleneksel kadın giyiminde
kullanılan telli ve nakıĢlı poğlar Yeniçağ ilçesi Dereköy‟de de kadınlar
tarafından kullanılmıĢtır. Mengen yöresinde dörtkenarı iĢlenen baĢörtülerin,
Dereköy‟de genellikle iki kenarı iĢlenmiĢtir.
Tel kırma ipliği sayılabilen kumaĢlar üzerine, özel bir iğne ve yassı
kırma tel kullanılarak iğne tekniği tek tek iĢlenen ve tel makas kullanılmadan
F. Yetim, H. Köklü, M. Özdemir
Yeniçağa İlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri
165
kıvrılarak koparılan bir iĢleme tekniğidir. Yörede yapılan tel kırma
iĢlemelerinde iğne tekniği artı Ģeklinde uygulanmıĢtır. Tel kırma iĢlemeli
tülbentlerin kenarları gümüĢ rengi pullar takılan firkete oyası ile süslenmiĢtir.
Tel kırma iĢlemeleri, gümüĢ rengi tel ve yassı iğneler ile ince tülbent kumaĢlara
iĢlenmiĢtir.
b
a
ġeki1 6. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de pullu-telli poğ (a), nakıĢlı poğ (b)
Tel kırma tekniği ile iĢlenen kare formundaki baĢörtüsünün (telli poğ)
köĢesinde bitkisel ve geometrik Ģeklinde bezemelerden oluĢan köĢe motifi ve kenar
suyu yer almıĢtır. BaĢörtüsünün dörtkenarı pullu firkete oyası ile süslenmiĢtir.
Hesap iĢi tekniğinde renkli ipliklerle iĢlenen baĢörtüsünün köĢesinde motif ve kenar
bordürü yer almıĢtır. Hesap iĢi, atkı ve çözgü iplikleri aynı kalınlık ve sıklıkta
sayılabilen kumaĢlar üzerine, iğne teknikleri sayılarak uygulanan, tersi ile yüzü aynı
görünüĢte iĢlemelerdendir. NakıĢlı poğun kenarları boncuk oyası ile süslenmiĢtir
(ġekil 6a,b).
Göynek: Üç etek elbisenin içine keten ve pamuk kumaĢtan dikilerek giyilen göynek
iç entari olarak da bilinmektedir. Ön robasında renkli ipliklerle göz alıcı iĢlemeli
çiçek desenleri kanaviçe tekniğinde iĢlenmiĢtir. KumaĢ üzerine teyellenen kanaviçe
bezine verev ipliklerin üst üste gelecek Ģekilde (x) kanaviçe iĢlemesini bilmeyenler
göynekleri makine dikiĢi ile süslemiĢtir.
a
b
ġeki1 7. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de göynek (a) önden görünümü, (b) detay
görünümü.
166 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
Göyneğin ön bedeni üzerinde, çiçek motiflerinin üç sıra bordür
Ģeklinde geometrik çizgiler arasında çiçek desenlerinin sıralandığı kanaviçe
iĢlemeli parça yer almıĢtır. Yaka ve kol kenarları ince bordürlerle süslenmiĢtir
(ġekil 7a,b).
Alaca don: Lacivert renkli, boyuna çizgili alaca donun kumaĢı eskiden el
tezgâhlarında dokunmuĢtur. Alaca donun beli ve paçaları büzgülü olarak
kullanılmaktadır. Mavi zemin üzerine beyaz çizgili kumaĢtan dikilen don, bel
kısmında bordo renkli pamuklu kumaĢ geçirilerek lastikle toplanmıĢtır. Don
paçalarına lastik geçirilmiĢtir (ġekil 8).
ġeki1 8. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de alaca don önden görünümü.
KuĢak: ÇeĢitli renklerde bez ayağı tekniğinde dokunmuĢ ve motiflerle
süslenmiĢ, yörede hazır olarak alınan bel kuĢağı ya da Ģal olarak adlandırılan
kuĢak, üçgen Ģeklinde sarılarak üç etek üzerine bel hizasında bağlanmaktadır.
a
b
ġeki1 9. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de KuĢak (a) genel görünümü, (b) detay
görünümü.
F. Yetim, H. Köklü, M. Özdemir
Yeniçağa İlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri
167
Kırmızı, bordo, turuncu, sarı, yeĢil, açık yeĢil, eflatun, beyaz, siyah,
sıklamen pembe renkli kare kuĢak, üçgen Ģeklinde katlandıktan sonra, bele
gelen kısmı beĢ-altıparmak eninde içeri doğru katlanılarak kullanılır. Sivri ucu
arkaya gelecek Ģekilde bele bağlanır. Eskiden dokuma tezgâhlarında dokunan
kuĢakların üzerine geometrik Ģekillerden oluĢan motifleri renkli ipliklerle
iĢlenmiĢtir (ġekil 9 a,b).
Salta: Yörede, çuha ve kadife kumaĢtan dikilen, üç etek üzerine giyilen saltalar
çoğunlukla siyah, kırmızı, lacivert, renkli kadife ve çuha kumaĢtan, önü düz,
kolları uzun, eteği bel hizasında kısa ceketlerdir. Saltaların üzerinde gümüĢ
rengi ipliklerin (sim-sırma) veya renkli ipliklerin bükülmesi ile hazırlanan
kordonlar, su taĢı, pul vb. desene göre üstten tutturulmuĢtur. ĠĢlemeler yaka, kol,
ön ve arka etek kenarlarında su (bordür) Ģeklinde, ön parçalarda, arka ortasında
ve kol ortasında su (bordür) üzerinde büyük motifler Ģeklinde yer almıĢtır.
Türk iĢlemelerinde geleneksel bir iĢleme iğnesi olarak eski
dönemlerden beri süregelen kordon tutturma tekniği, kumaĢın üstünde kalın
ipliğin ya da kordonun serilerek baĢka bir iplikle tutturulması ile iĢlenir (BarıĢta
1997).
ġeki1 10. Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de salta önden görünümü.
Salta‟nın ön, arka ve kol ortalarına geometrik bezemelerin yer aldığı
motifler yerleĢtirilmiĢtir. Motiflerin kenarlarında su taĢı ile süslemeler,
motiflerin içinde çiçeklerde ise pullar dikilerek süslemeler yapılmıĢtır. Ön
ortası, etek ve kol uçları geometrik bezemelerin yer aldığı kenar suyu
bulunmaktadır. Kenar süslemesi ise kaytan dikilerek yapılmıĢtır. Salta‟nın içi
pamuklu kumaĢ ile astarlanmıĢtır (ġekil 10a, b).
Çorap: Eskiden yün ve tiftikten örülen nakıĢlı çoraplar, günümüzde çeĢitli
ipliklerden beĢ ĢiĢ ile örülmektedir. Krem, turuncu, kahverengi, mavi, yeĢil,
eflatun burun, taban ve topuk kısmı düz örülen çorabın yüzeyi geometrik
168 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
2008-2 (17)
motiflerle süslenmiĢtir (ġekil 11).
a
b
ġeki1 11. Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de yün çorap (a) genel görünümü, (b) detay
görünümü.
SONUÇ
Yeniçağa ilçesi‟nde, sandıklarda saklanarak günümüze ulaĢan
geleneksel kadın giysileri modern toplum hayatının yaygınlaĢması, yaĢam
Ģartları, kullanım kolaylığı gibi pek çok sebeple eski anlam ve önemini yitirmiĢ
ve kaybolmaya yüz tutmaktadır. Yeniçağa ilçesinde geçmiĢte giyilen bindallı
etek-ceket, Dereköy‟de fes, telli-nakıĢlı poğ, göynek, alaca don, üç etek,
bindallı elbise, basma entari ve yün çorap geleneksel kadın kıyafetleri olarak
tespit edilmiĢtir. Toplumun kültürünü, gelenek ve göreneklerini, yaĢam biçimini
simgeleyen ve tanıtan yöresel giysilerin incelenmesi ve belgelenmesi gelecek
kuĢaklara tanıtılması açısından önem taĢımaktadır.
KAYNAKLAR
Anonim (1997a). Yeniçağa 1997. Yeniçağa Kaymakamlığı.
Anonim (1997b). Güzellikler Diyarı Yeniçağa Ġlçesi. Yücel Ofset Ankara.
Aydoğan, T. (2007). Kaynak kiĢi-karĢılıklı görüĢme. Dereköy, Yeniçağ.
BarıĢta, H. Ö. (1997). Türk ĠĢlemelerinden Teknikler. Gazi Üniversitesi Mesleki
Yaygın Eğitim Fakültesi Yayın No:2, Ankara.
Gül, Sebahat (2002). “Osmanlı Gelinlikleri”. Skylife . S:226, s.100-107. Istanbul.
Markaloğlu, ġ. (1991). Kahraman MaraĢ’ta MaraĢ ĠĢi ĠĢlemeler. Kültür ve Sanat.
Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları. Y.3, S.10, s.37-40, Ankara.
Özyurt, A. (2007). Kaynak kiĢi-karĢılıklı görüĢme. Dereköy, Yeniçağ.
Tansuğ, S. (1997). Anadolu Giysileri. Antik&Dekor Dergisi. S:39, s.106-108, Ġstanbul.