Kontrast

Transkript

Kontrast
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır.
Kontrast
Fotoğraf Dergisi Sayı 24/ Temmuz-Ağustos 2011
• 4 Usta İşi Zeynep ŞİŞMAN • 5 f/64 Özcan YURDALAN • 6 Foto-Yorum Şule TÜZÜL • 7 Fotoğraf Dalları Erdal ALTIN • 8
Söyleşi Süha DERBENT • 13 İmece İlker MAGA • 14 Dosya Konusu: Çevre • 22 Söyleşi Ahmet Selim SABUNCU • 25 İnce
Elek Altan BAL • 26 Fotoğraf Okuma Ali Rıza AKALIN • 27 Kısa Metraj Bora ÇEKİÇ • 28 Konuk Yazar Berrin CERRAHOĞLU
• 29 Kitaplık Tufan PALALI • 30 AFSAD Atölye Haberleri
ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır.
Kontrast
Başlarken...
Merhaba,
Bu ay dosya konumuz “çevre”.
Bilinçli ya da bilinçsiz doğaya verdiğimiz zararlar ve çoğu bilim insanı tarafından bunun sonucu olduğu
iddia edilen küresel ısınma, iklim
değişikliği. Ülkemizde yaşananlar;
politik-kişisel çıkarlar uğruna günü
kurtarmak için doğaya büyük zararlar veren HES uygulamaları, nükleer santral projeleri, bu konuda yürütülen protestolar, eylemler… İşte
tam bu noktada “biz fotoğrafçılar
çevre için ne yapabiliriz?” sorusunu farklı görüşler ışığında irdelemek istedik. Bilim insanlarının, uzmanların çevre ile ilgili uyarılarına
dikkat çekmek; gezegeni kendimiz
ve paylaştığımız tüm canlılar için
yaşanabilir kılmak doğrultusunda
ve insan kaynaklı çevre sorunları
konusunda bilinç yaratmak için fotoğrafın bir araç olarak kullanılabilirliğini sorgulamak istedik.
Söyleşi konuklarımızdan vahşi
doğa fotoğrafçısı Süha Derbent, yeryüzünde yaşayan yedi büyük kediyi fotoğraflayan, dünyadaki çok
az sayıda fotoğrafçıdan biri. Bengal Kaplanını fotoğraflayan ilk Türk
vahşi doğa fotoğrafçısı.
Köşe yazarlarımızdan İlker Maga’
nın bu ayki yazısı “yazmak” üzerine. “Bir resim bin kelimeye bedeldir” diyen Çin sözünden hareketle
günlük retoriğin tuzaklarına dikkatimizi çekerek ‘ben fotoğrafçıyım,
yazı neden?’ diyenlere “yazı”nın
önemini anımsatıyor.
Diğer bir söyleşi konuğumuz
Ahmet Selim Sabuncu. Otuz yıldır
fotoğrafla uğraşıyor. İğne deliği fotoğrafları çekiyor. Bu fotoğraflarla
o denli özdeşleşmiş ki, “fotoğraf
makinesi alamadığı için” bu tekniği kullandığını söyleyenler bile
olmuş(!). Sabuncu’nun Saudek’in
bir albümüyle ilgili söylediği ise
“yazmak” üzerine can alıcı bir saptama. “Prag’da Saudek’in kitaplarına bakarken onun en ilgi çekici kitabıyla karşılaştım. Kitapta, çizilmiş
boş çerçevelerin altında, sanatçı
tasarladığı fotoğrafları yazıyla anlatıyordu.”
Köşe yazarımız Altan Bal, “İnce
Elek”te iyi fotoğrafı şiire benzetiyor ve devam ediyor; “İyi fotoğraf
ise anlatır. Ne varsa fotoğrafçının
kafasında, onu anlatır. Fotoğraf makinesinin karşısında olan yüzler,
nesneler, ışıklar, dağlar, denizler o
anlatının beden bulması için araçtır. İyi fotoğrafçı karşısında olduğu
herhangi bir durumun fotoğrafını
çekmez; aklından geçenleri fotoğrafa çevirir. Tıpkı, şairin içinde olup
bitenleri kelimelere dökmesi gibi.”
“Bütünlük” başlıklı yazısında,
Ali Rıza Akalın, bir fotoğrafının çekim tekniğini ve ne düşünüp, neden çektiğini bizlere anlatıyor.
Bu sayımızdaki konuk yazarımız,
Berrin Cerrahoğlu, Ankara Halkevi’nin düzenlediği 1. Fotoğraf Sergisi’nin kataloğunu bizlere tanıtırken, o dönemin yarışma koşullarını
da öğreniyoruz.
Özcan Yurdalan, fotoğraf tüketimi ve fotoğrafik anlatımı irdelediği
yazısında kendi deyişiyle, fotoğrafın ister kendi başına bağımsız bir
dile sahip olsun, isterse kendini var
edebilmek için sözel dilden medet
umsun, her ikisinde de bağımsız bir
dizgeler bütününe, anlam kodlarına ihtiyacı olduğunu vurguluyor ve
teknik bir kayıttan ibaret olmayan
fotoğrafçılığın kendi bağımsız dilini taşıyabilmesi için, muhatabı olan
insanın iç dünyasında birtakım kapıların veya kanalların açılmasının
zorunlu olduğunu belirtiyor.
Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle.
Kontrast
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Mustafa ERTEKİN
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Koray OLŞEN
Grafik Tasarım
Levent ÇAĞIN
Grafik Derleme
Tuğçe Deniz ÇAKIR
Yayın Kurulu
Ayşe SARAY
Şule TÜZÜL
Zeynep ŞİŞMAN
Tuğçe Deniz ÇAKIR
Redaksiyon
Ayşe SARAY
Katkı Verenler
Aysel Altun
Nur Altın
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın
Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti.
Adres: Adakale Sok. 32/37
Kızılay - Ankara
Tel: 0312 433 2310
Basım Tarihi: 01.07.2010
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Kapak Fotoğrafı: Noyan ÜNAL
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı,
makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon,
vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak
üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf
Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine
aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi
ortamda olursa olsun, materyalin tamamının
ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır.
Kontrast
“Fotoğrafa başladığım ilk günden beri ışığın gücüne inandım. Doğduğum köydeki evimin damından süzülen
güçlü; ama sessiz ışığın peşine düştüm. Bu ’Sessiz Işık’ sergimi gerçekleştirmeme temel oluşturdu.
Işıkları toplamaya devam ediyordum. Karanlıklardan korktuğum için belki de. Işıkla kendimi daha özgür ve
güvende, daha kendim gibi hissettiğim için hayatı olduğu gibi tanımak, hayatın içine girmek onun üstesinden
gelmek, karanlıkları yenmek umuduyla basıyordum deklanşöre.
Işığı olan bir hayatı düşleyerek, yeniden doğduğum kente, Kars’a döndüm. Kentin sessiz ve güçlü ışığı beni bekliyordu. Uzaklardan geliyordu, soğuktu, biraz ürkek ve gizemliydi; ama yine de hayatı ısıtıyordu.
‘Sessiz Işık’ ve ‘Uzak Işık’la çıktığım yolculukta, önüm aydınlanıncaya kadar ışıkla alıp başımı gitmeyi, hep gitmeyi düşlüyorum.”
A. Kadir Ekinci
Kars doğumlu. Halen bir kamu kuruluşunda yönetici olarak çalışıyor.
Fotoğrafa 1992 yılında AFSAD’da başladı. Yönetim ve danışma kurullarında bulundu. AFSAD’ın düzenlediği birçok projede yer aldı. “Sessiz Işık” adlı ilk kişisel sergisi 2001, “Uzak Işık” adlı ikinci kişisel sergisi 2010 yılında
gerçekleşti.
3
Kontrast
Usta İşi
Hazırlayan: Zeynep ŞİŞMAN
Jerry N. UELSMANN
Çağdaş fotoğrafın en
önemli ustalarından biri
olan Uelsmann 1934
yılında ABD'nin Detroit
kentinde doğdu, Rochester Teknoloji Enstitüsü ve Indiana Üniversitelerinde fotoğraf üzerine
lisans ve yüksek lisans
eğitimini tamamladıktan
sonra 26 yaşında Florida
üniversitesinde fotoğraf
eğitmenliğine başladı.
1974 yılında öğretim görevlisi oldu. Şu anda emekli ve
kendisi gibi sanatçı olan eşi Maggie Taylor ile birlikte
Florida'da yaşıyor. Son kırk sene içinde ABD ve diğer ülkelerde yüzden fazla sergide yer alan fotoğrafları, Metropolitan Sanat Müzesi, New York Modern Sanat Müzesi,
Londra Victoria ve Albert Müzesi, Paris Bibliotheque Nationale gibi dünyanın belli başlı müzelerinin kalıcı koleksiyonları arasındadır. Fotoğraf üzerine birçok kitabı bulunan Uelsmann, 1967 yılında Guggenheim ödülü almıştır.
Önceleri yerleşmiş beğeni kalıplarına uymayan eserleri “ilginç; ama fotoğraf değil” diye eleştirilen Uelsmann
artık usta fotoğrafçılar arasında yerini almış ve 1981 yılında American Photographer tarafından yaşayan başarılı fotoğrafçılar arasında sayılmıştır. Birden çok negatif
ve agrandizör kullanarak bastığı kompozit fotoğraflarını
bilinçaltı ve düşlerden temellenen gerçeküstücü sanat
felsefesiyle üretmektedir. Negatiflerin dikkatlice manipülasyonu ve pek çok agrandizör süreci ile Uelsmann,
sahip olduğu geniş fotoğraf koleksiyonundan bir nevi
kes-yapıştır tekniği ile yeni ve eşsiz eserler yaratmaktadır. Öyle ki, "parça"ları uyumlu bir şekilde bir araya getirmedeki yeteneği ile, fotoğrafları, objektif ile görüneni
değil, tamamen kendi hayal gücüne dayalı bir gerçekliği
yansıtmaktadır. Fotoğraflarının çoğunu kasten isimsiz
bırakmış, böylece izleyicinin mümkün olan tüm olası anlamları yorumlamasına izin vermiştir.
Uelsmann, fotoğrafların görünen gerçeği tarif etmekten fazlasını yapabileceğini, farklı görüntülerin akıldışı
ama iyi planlanmış bir şekilde bir araya gelmesiyle, zihnimizde, fotoğrafı ilk gördüğümüzde aklımıza gelmeyen
başka düşünce ve duyguların tetiklenebileceğini savunmuştur. 1950’li yıllardan beri ürettiği gerçeküstü fotoğrafları mistik, büyülü, melankolik bazen de mizahi öğeler
taşımaktadır. Gizemli doğa manzaraları, insan figürleri,
iç ve dış mekanlar, pencere, koridor gibi mimari öğeler,
suda ya da toprakta sahte yansımalar kişisel semboller
taşımakta, aynı zamanda kolektif aklımıza da göndermeler yapmaktadır. 1960’lı yıllarda fotoğraf, gerçeğin özünü temsil eden bir araç olarak tanımlanırken, Uelsmann
soyut düşünce ve duyguları cansız fotoğraf ile birleştirecek bir yol buldu. Sanat dersleri de alan Uelsmann
4
Ankara
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Temmuz-Ağustos
Ankara
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim2011
2010
ressam ve heykeltraşlarla çalıştığı sırada, Ansel Adams'ın
fotoğrafik görüntünün nasıl görünmesi gerektiğini önceden hesaplayan "önceden-görüntüleme" tarzına bir
antitez olarak, "sonradan-görüntüleme" adını verdiği
yaklaşımı geliştirdi. Böylece, birden fazla görüntüden
oluşan kalabalık içinde derinde yatan esas görüntüyü
görme süreci ile karanlık odayı görsel araştırma laboratuvarı gibi kullanmaya başlamıştır.
"John Muir'e Saygı" isimli 2004 yılında ürettiği bu
gümüş jelatin baskıda, ABD'nin Kaliforniya eyaletindeki dev sekoya ağaçlarıyla ünlü, UNESCO Dünya Mirası
listesinde yer alan Yosemite Ulusal Parkından bir göl
görmekteyiz. Etrafı kayalıklar ve ağaçlarla çevrili bu dağ
gölü manzarası Ansel Adams fotoğraflarını anımsatmaktadır. Ancak Uelsmann manzara fotoğrafını, muzip bir
şekilde, 1800’lü yıllarda Yosemite Ulusal Parkın oluşması için çaba harcayan doğa bilimci John Muir'in dolaylı,
gizli bir portresine dönüştürmüştür. John Muir hayatının
çoğunu doğanın korunmasına adamış, kitapları modern
çevre bilincinin oluşmasına yardımcı olmuştur. Birden
fazla negatifin el baskısı ile Uelsmann, bize gölden yükselen bir kaya üzerinde duran eski bir kitabı göstermektedir. Kitabın kapağı üzerindeki göz ise bu çok özel yeri
gören ve düşünen bir bilinci yansıtmaktadır.
“Photoshop” teknolojisinin tüm kolaylıklarını yaşadığımız çağımızda Uelsmann, yedi adet agrandizörün
bulunduğu karanlık odasında, yıllar süren çalışmaları
sonunda kazandığı deneyimiyle tuhaf düşlerin yer aldığı fotoğraflarını üretmeye devam etmektedir. Ona göre
karanlık oda sürekli araştırma ve keşfetme sürecidir. Bir
söyleşide şöyle demiştir: "Geleneksel olarak fotoğraf makinesini yaratıcı hareketin en önemli öğesi olarak düşünüyoruz; ama şunu iyi bilmenizi istiyorum ki, aynı karar anı
karanlık odada da bulunmaktadır.”
Kontrast
Özcan Yurdalan
f/64
GELDİĞİ GİBİ
Adına “fotoğraf” dediğimiz ve görüntünün
teknik kaydından ibaret olan yöntemin “uygarlık” tarihinde önemli bir dönemeç olduğu sıkça
söylenir. Bilimsel gelişmelerle ve teknik ilerlemeyle sınırlı tutulan “uygarlık” algısı, haliyle bu
müthiş buluşu baş tacı eder; etmekle kalmaz,
piyasa talebi durmaksızın arttığı için yüksek
değer biçer. Lakin, fotoğraf ne sadece teknik
kayıttır ne de piyasa için bir tüketim nesnesi...
İster bu kaygıları taşıyarak fotoğrafla uğraşalım, isterse alabildiğine dar kalıplara sıkıştırılmış hayatlarımızda küçük bir ışık, bir renk
yakalama arzusuyla fotoğraf çekelim fark etmez. Fotoğraf aracılığıyla sanat yapanlar da, fotoğrafla haber ve bilgi taşıyanlar da, karnını bu
işten doyuranlar da, hoşça vakit geçirmeye çalışanlar da aynı kaptayız sonuçta. Elimizde bir
üretim aracı var ve bu araç, yepyeni bir iletişim
mecrası olduğu kadar fikrî mülkiyet tanımının
da, sanat kategorisinin de yeniden sorgulanabileceği ilginç bir alana işaret ediyor; sanatın
ve moral mülkiyet değerlerinin altını üstüne
getirebilecek olmadık çıkıntılıklar yapıyor.
“Fotoğrafçının imzası” meselesinden başlayarak “elektronik ortamda görüntünün mülkiyeti” konusunu nasıl bereketli bir alan olarak
ele alıp enine boyuna tartışabilirsek, aynı biçimde sanatın sorgulanmasına ve bambaşka bir
sanat algısı inşa etmeye kadar pek çok ilginç
mevzuya da fotoğraf aracılığıyla merdiven dayayabiliriz.
Kısa süre önce başlayan süreç, gerek fotoğrafın mülkiyeti konusunda, gerekse fotoğraf
vasıtasıyla yapılan sanat konusunda önemli
ipuçları barındırıyor. Profesyonel galerilerin fotoğraf sanatçılarının işlerini sergilemeye başlamaları, bazı yeni yetme yerli koleksiyoncular
ile bir kısım ciddi yabancı koleksiyonerlerin
ilgisini çekmeleri dikkate değer; yabancı müzayedelerde memleketten fotoğraf sanatçılarının işlerinin görülmesi de önemli bir gelişme.
Fotoğraf için sanat pazarı daha yeni kuruluyor
ve bu pazarda hakkıyla tezgah açan, ürün sunan, müşteri arayan fotoğraf sanatçıları bütün
gayretleriyle galericileri, menajerleri, simsarları iteleyerek bambaşka bir dünyanın kapılarını zorluyorlar. Fotoğraf âlemi için küçük; ama
fotoğraf dünyamız için büyük bir adım. Önümüzdeki zamanda ne olup bittiğini göreceğiz.
Bu gelişme ne kadar sürer, nereye, nasıl varır
bilemiyorum; ama fotoğrafik görüntünün esas
meselesine dair tartışmaları da besleyeceğini
düşünüyorum.
“Esas mesele” diye aklımca tanımladığım
mevzuyu “fotoğrafik görüntünün dili” diye
özetleyebilirim.
Var mı böyle bir şey? “Fotoğrafın bağımsız dili” olabilir mi? “Genel olarak görüntünün
dili”nden söz etmiyorum ama; o başka, “fotoğrafın dili veya dilleri” başka. Fotoğraf gibi,
cisimlerden yansıyan ışığı yakalayarak suret
üreten bir başka teknik daha olmadığına göre,
fotoğrafı mesela bir güzel sanatlar alanı olarak
resimle, grafikle açıklamanın doğru olmadığını
düşünüyorum. Peki fotoğrafı resim bilgisiyle
açıklayamazsak eğer, dilbilgisiyle açıklayabilir
miyiz? Yani bir fotoğrafta yer alan imgelerin
temsil ettiklerinin sözel dildeki karşılığını usturuplu biçimde yanyana dizerek anlam aramak
doğru bir yol mudur?
Fotoğraf bağımsız bir ifade aracı veya dil
olabilir mi? Doğrusunu isterseniz bu soruya
olumlu bir cevap veremiyorum. Benim aklım,
“fotoğrafik imgelerin sözel karşılıklarıyla kurulabilen bir anlamlar bütünü” olarak fotoğrafı
ancak anlayabiliyor. Yani ben fotoğrafta gördüklerimi söze tercüme ederek anlayabiliyorum. Bu söylediklerimin ilk bakışta çok yavan
geldiğini, hele “sanat” gibi “yüce” mertebelere
herhangi bir göndermede bulunmadığını biliyorum. Ama fotoğrafı sanatsal kılan unsurun da
bizde sıkça yapıldığı gibi bir fotoğrafa bakarak
şerbetli cümleler kurmak, duygusal püskürmeler gerçekleştirmek olmadığını biliyorum. Yani
bir fotoğraf, bakana ne kadar şiirli laflar ettirebiliyorsa o kadar başarılıdır diyemiyorum. Kahve falı bakmak ile fotoğrafa bakmak arasında
bir fark olsa gerek. Hayalgücüyle birlikte çenesi
en kuvvetli kişi, en iyi fotoğraf seçicisi, eleştiricisi sayılmaz sanırım. Hele fotoğraf okumanın
haber kanallarında yapıldığı gibi “o an, o an”
diyerek haber fotoğraflarının üstünü belagat
ile sıvamak olmadığından eminim. Hiç değilse
o anlar izleyiciye ucuzundan katharsisler yaşatma gayretiyle tüketilmese...
Velhasıl meramım şudur ki, fotoğraf ister
kendi başına bağımsız bir dile sahip olsun, isterse kendini var edebilmek için sözel dilden
medet umsun, her ikisinde de bağımsız bir dizgeler bütününe, anlam kodlarına ihtiyacı var.
Teknik bir kayıttan ibaret olmayan fotoğrafçılığın kendi bağımsız dilini taşıyabilmesi için,
muhatabı olan insanın iç dünyasında birtakım
kapıların veya kanalların açılması ayrıca zaruri.
Yok değilse, fotoğraf da resim gibi, grafik gibi
iki boyutlu düzlem üstüne yapılan yerleştirmeler aracılığıyla bir anlam yaratma sanatıysa
eğer, o vakit yormayalım kendimizi, şimdiye kadar geldiği gibi gitsin.
5
Kontrast
Foto-Yorum
Hazırlayan: Şule TÜZÜL
ŞEFKAT
Hiç söylenmemiş bir küfür gibi dudaklarının kenarında
saklanmıştı sözcükler. Dökülseler, ne sözcükler bu kadar ağır,
ne de yüzü bu kadar sert olurdu. Ama onunki “belki”lerin olmadığı, ya da belki, “belki”lere izin verilmemiş bir yaşamdı…
Şefkati, geçmişin hangi virajında kaybettiğini hatırlamadı.
Hatırlayamadı. Çünkü kaybederken bilmiyordu kaybettiğini.
Ne de, bir gün nasıl da dayanılmaz bir ihtiyaçla onu arayacağını. Yokluğuyla varlığını hatırlatanlar gibi…
Bir fotoğrafla bir kedi arasındaki en önemli ve belki de tek
benzerlik; ikisinin de hiç ummadığınız bir anda ummadığınız
şeyleri hatırlatabilmesidir. Üstelik asla unutmamak gerekir ki,
ne fotoğraf ne de kedi rastlantı eseri çıkar karşınıza. Zamanı
bilenlerdendir onlar.
Bir gün, zamanını bilen bir kedi ile karşılaştığında hatırladı.
Kaybetmişliğin bir çakımlık fark edilişi ile ağzından belli belirsiz bir çığlık gibi çıkan şefkat sözcüğüne, yanındaki arkadaşı
belli belirsiz ama sakin eşlik etmişti: “evet, sadece kedilere…”
Kedi, paylaşmanın hazzını her zaman tam kıvamında bırakan
tüm kediler gibi çekip giderken, yine hatırladı; hayatından, hayatın kıvamını darma duman ederek uzaklaşanları, tüm hatırladıklarına ek olarak…
Zamansız kadınlar vardır. Zamanları olmadığı için değil,
yüzlerine baktığınızda hangi zamana ait olduklarını anlayamadığınız, yaşları ve yaşanmışlıkları sır olduğu için zamansızdır
onlar. Ve bütün sırlar, peşine düşmeye değecek hikayeler barındırır.
Bir fotoğrafçı Asiye’yi arıyordu.* Fotoğraflar, hani biraz da
fotoğrafçı ile izleyicinin arayışlarının buluştuğu duraklarda
fotoğraftır. Ben sadece bir anlam arıyordum; belki yitirdiğim,
belki hiç bilmediğim…
6
Ankara
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
FotoğrafSanatçıları
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
İyi ve güzelin peşindeki fotoğrafçılar, yaşamın kiri ve dağınıklığını kadrajlarına almazlar, yaşamlarına da almadıkları
gibi. Sanırlar ki, kadrajın içi kadardır yaşam. Görmek istedikleri
kadar…
Oysa zamansız kadınlar vardır yaşamda. Kaybettikleri ile
zamansız kalan… Sonra söylenmemiş sözcükler ve hikayeler
vardır… Sadece fotoğraflarda olan. Görmek istediğin kadar…
*Fotoğraf, Cemil Batur Gökçeer’in “Asiye’yi Ararken” serisinde yer almaktadır.
Kontrast
Fotoğraf Dalları
Yazı ve Fotoğraf: Erdal ALTIN
HAVA FOTOĞRAFÇILIĞI
Erciyes, Kayseri
Hava fotoğrafı, yerle teması olmayan bir platformdan çekilen fotoğraflara verilen isimdir. Adından da anlaşılacağı gibi
havacılık ve fotoğraf gibi iki uzmanlık alanının birlikte kullanılmasını gerektirir. Hava fotoğraflarını dikey ve yatay olarak
ikiye ayırabiliriz. Dikey hava fotoğrafları haritacılık ve çevre
düzenlemesi gibi alanlarda kullanılmak için üretilen, ölçeklendirilebilen teknik dokümanlardır. Yatay hava fotoğrafları ise
daha çok estetik kaygılarla üretilmiş olan fotoğraflardır ki, bu
yazımızda onlardan bahsedeceğiz.
Hava fotoğrafının geçmişi zannedilenden daha eskiye dayanmaktadır. Fotoğrafın icadından önce bina ve kulelerden,
daha sonra da balon gibi hava araçlarından faydalanarak yüksek bakış açısıyla çizilen resimlere “kuş bakışı resim” denilmekteydi. Fotoğrafın ortaya çıktığı ilk yıllarda ise uzun pozlama
süreleri hava fotoğrafçılığını pek mümkün kılmıyordu. Bu sorunları ilk aşan kişi ise Gaspard-Félix Tournachon, nam-ı diğer
Nadar’dır. Karikatür sanatçısı olan Nadar, aynı zamanda balonculuk ve fotoğrafçılık üzerine de çalışmalar yapıyordu. Nadar
1855 yılında hava fotoğrafı için patent almasına rağmen ilk
fotoğrafını 1858 yılında çekebilmiştir. Işığa duyarlı ıslak plakalarını karanlık bir ortamda hazırlayabilmek için balonunun
sepetine çadır kurmak zorunda kalmıştır.
Havacılık ve fotoğraftaki gelişmelerle birlikte hava fotoğrafı askerî, idari, arkeolojik ve coğrafi amaçlarla kullanıldı. Balonlar yerine uçaklar, ‘Daguerreotype’lar yerine filmli makineler
kullanılmaya başlandı. I. ve II. Dünya savaşları esnasında askerî
amaçlarla kazanılan yetenekler, savaş sonrası dönemde teknik
alandaki sıkıntıların ortadan kalkmasını sağladı.
Fotoğrafın görsel bir kayıt tekniği olmasının yanısıra sanatsal bir form olarak da algılanmasıyla, hava fotoğrafında da
estetik kaygı taşıyan çalışmalar ortaya çıkmaya başlamıştır.
William Garnett ve Emmet Gowin gibi sanatçıların çalışmaları
hava fotoğraflarına sanatsal bir kimlik kazandırmıştır.
Günümüzde ise hava fotoğrafları, fotoğraf sanatının nadide
örnekleri arasında yer almakta ve yapılan çalışmalar geniş kitlelerce takip edilmektedir. Yann Arthus-Bertrand, Jason Hawkes ve Robert B. Haas gibi fotoğrafçıların kitapları dünyanın
pek çok ülkesinde milyonlarca adet basılmakta ve büyük sponsorluk antlaşmalarıyla desteklenmektedir.
Türkiye’de ise sayıları çok az olmakla birlikte başarılı çalışmalar yapan sanatçılarımız mevcuttur. Orhan Durgut ve Alp
Alper gibi hava fotoğrafçıları, bizleri ülkemizdeki doğal güzellikler ve kent manzaralarıyla buluşturmaktadır.
Türkiye’de ve dünyada, özellikle sportif havacılığın daha
ulaşılabilir bir hale gelmesiyle, hava fotoğrafçılığına ilgi giderek artmaktadır. Ayrıca sinema, televizyon ve reklam sektörlerinde havadan çekilen görüntüler giderek daha fazla kullanılmaktadır. Bu konuda uzmanlaşmak isteyen fotoğrafçılar,
öncelikle havacılıkla ilgili bilgi sahibi olmalıdır. Her ne kadar
ülkemizde hava fotoğrafçılığı ile ilgili bir kurs bulunmasa da
kendini fotoğraf konusunda yeterli hissedenler, havacılık kulüpleri veya uçuş okullarına başvurarak havacılıkla ilgili bilgi
ve becerilerini arttırabilirler. Unutulmamalıdır ki, hava fotoğrafçılığı her zaman ekip olarak yapılan bir faaliyettir. Benzer
teknik uygulamalarda olduğu gibi, ekipiçi diyalog ve uyum çok
önemlidir. Ayrıca, bir hava aracında PPL (Private Pilot License)
seviyesinde bir kurs almak sizi uçtuğunuz hava aracı, ekip ve
meteorolojik şartlar hakkında bilgi sahibi yapacaktır.
7
Kontrast
Söyleşi
Söyleşi: Şule TÜZÜL-Murat PULAT
Fotoğraflar: Süha DERBENT
SÜHA DERBENT:
“Ke(n)dime giden yol...”
25 yıldır profesyonel fotoğrafçılık yapıyor. Cumhuriyet Gazetesi, Atlas
Dergisi ve Marie Claire Dergisi için gezi fotoğrafları çekti. Gezi National
Geographic Traveler Dergisi’nde iki yıl görsel yönetmen olarak çalıştı.
İskandinavya'dan Madagaskar'a, Sri Lanka'dan Kanada'ya kadar 60'tan
fazla ülke gezdi. Son 20 yılını vahşi doğadaki hayvan davranışlarını,
özellikle büyük kedileri fotoğraflayarak geçiren Süha Derbent,
Türkiye’nin tek profesyonel vahşi doğa fotoğrafçısı. Yeryüzünde
yaşayan yedi büyük kediyi fotoğraflayan, dünyadaki çok az sayıda
fotoğrafçıdan biri. Bengal kaplanını fotoğraflayan ilk Türk vahşi doğa
fotoğrafçısı.
Fotoğrafla ilgilenmeye başladığım
ilk zamanlardan beri her çalışmasını
takip ettiğim birkaç fotoğrafçıdan biri.
Nasıl peşine düşmem ki? Balkan Naci
İslimyeli’nin dediği gibi; o, doğanın
başyapıtı olan kedilerin dünyasına yaptığı zorlu yolculukta, büyük bir sanat
eserine sessizce yaklaşan yorumcunun
saygılı, sevgili ve yaratıcı duruşunu sonuna dek incelikle korumayı başarmış
bir fotoğrafçı. O dünyanın dört bir yanından, vahşi doğanın kahramanlarını
bizlerin seyrine taşırken, ben o fotoğraflara bakarak insana ve insanlığa dair
ne çok eksiğimiz olduğunu; sabrı; doğal
ve sıradan olabilmenin yüceliğini; beklentisiz ve karşılıksız sevginin büyüklüğünü o canlılardan öğrendim. Fotoğrafı
sadece o canlılara ulaşmanın, onlara
yakın olabilmenin bir aracı olarak kullanan Süha Derbent, yaşam biçimi ve
yaşamdaki duruşu, hayata bakışı, işine
olan saygı ve sevgisi kadar, doğa ve doğadaki tüm canlılarla olan özel iletişimi
ile kendime örnek aldığım insanlardan
biri, o benim kahramanım. Sevgili Murat Pulat ile birlikte gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiden en az bizim kadar
keyif almanız dileği ile...
Vahşi doğa fotoğrafçısı kimdir? Doğada hayvan çeken herkese, örneğin kuş
fotoğrafçıları da kendileri için bu tanımı
kullanıyor, vahşi doğa fotoğrafçısı denebilir mi? Türkiye’de senin gibi bu işi yapan kaç kişi var?
Hedef olarak ya da uzmanlık olarak
bunu seçmiş, sadece bu alana yönelmiş
herkes için bu söylenebilir. Türkiye’de
çok fazla kuş fotoğrafçısı var; bence iyi
işler de yapıyorlar; sadece, bunların tanıtımı ve kullanımı konusunda zayıf kalıyor
olabilirler. Ama mesleği bu olup para kazanan başka kimse var mı? Hayır, yok. O
da ülkemizin koşullarından kaynaklanıyor. Yani “ben bu işi yapıyorum, benden
başka da kimse bunu meslek seçmemiş,
çünkü ben çok iyiyim, öbürküler beceremiyor” değil, tam aksine, ben son derece
sıradan biriyim. Sadece çok çalışıyorum.
8
Bu kadar çok çalışırsan, bu kadar iş çıkar
zaten. Birileri çıkıp daha iyisini yapabilir.
Şu anda da vardır öyle insanlar. Sadece,
bu iş pahalı bir iş. Bunu yapacak olanakları bulamadığı için insanlar yapamıyordur. Bizde böyle koşullar yaratılmadı.
İnsanların daha eğitimleri sırasında yeteneklerini kavrayıp ona göre eğitim veren
bir sistem olmadığı için, insanlara fırsat
tanınmadığı için, sponsor bulunamadığı
için gibi bir sürü şey sıralanabilir. Öte
yandan, şunu da çok rahat söyleyebilirim; o kadar da kolay değil. İsteyen birçok kişi bunu yapabilecek durumda; hayatında bununla ilgili bedelleri ödemeye
kendini hazır hissedenler, benim ödediğim kadar, belki daha az belki daha fazla
bedel ödeyerek bu işe girerse yaparlar.
Ben nasıl yaptıysam, onlar da yapabilir.
Bir gün olacaktır elbet, daha çok sayıda
ve daha iyi yapan insan.
Bu bağlamda stok fotoğrafçılığı konusunda ne düşünüyorsun? Senin işlerine olumsuz bir etkisi oldu mu?
Firmalar, stoktan elde edebileceklerinin bütçesi benimkine kıyasla çok düşük
olduğu için zaten onu kullanıyorlar. Tek
farklılık; benim adımla, yani bir markayla böyle bir şeyi yapmaktan kazanç elde
etmek isteyen, bundan prestij veya ticari
anlamda gelir bekleyen kurumlar benimle çalışmayı tercih ediyor. Öte yandan,
havyan fotoğrafı kullanacak olan bir firma, aradığı spesifik fotoğrafı eğer ajansta bulabiliyorsa, gidip vahşi doğa fotoğrafçısına çektirmektense oradan alması
ticari açıdan çok daha mantıklı zaten. Hiç
kimsede olmayan, ajanslarda satılmayan
şeyleri çekebilmek gibi ticari kaygınız
varsa bir zorluğunuz var elbette. Bunu
yapabilmek için de, bir hayvanın fotoğraf çekimine gitmeden önce ajanslarda
neleri var incelemek, onlarda olmayanı
çekmeyi hedeflemek zorundasınız ki,
ben bunu yapıyorum. Yani yapıyorum
derken, başarıyorum anlamında söylemiyorum. Elimden geldiği kadar yapıyorum.
Örneğin puma çekmeye mi gideceğim,
ajanslardaki puma fotoğraflarını inceli-
Ankara
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
Ankara
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
yorum, onların neyi çekemediğini tespit
edip onu çekmeye çalışıyorum.
Vahşi doğa fotoğraflarının genelde
çok etkileyici, büyüleyici ve güzel olduklarını söyleyebiliriz. Çünkü mükemmel
sunuluyorlar. Vahşi doğa belgeselleri için de aynı şey geçerli. Peki oradaki
yaşam gerçekten öyle mi? Asıl sorum şu
ki; bir vahşi doğa fotoğrafçısı olarak fotoğraf ve gerçeklik ilişkisi hakkındaki düşüncelerini öğrenebilir miyim?
Burada sadece gerçekliği değil, fotoğrafın da benim için ne anlama geldiğini irdelemek gerekir. Fotoğrafın kendisi bence sadece bir araçtır, ressamın
kullandığı boyadan farklı bir şey değil.
Ben de bu aracı kullanarak, o an için anlatmaya çalıştığım gerçeklik ne ise, onu
anlatmaya çalışıyorum. Ama hepimizin
gerçeği de zaman içerisinde, süreç içerisinde değişebildiği için, bana göre gerçeklik de süreç içerisinde değişebilen bir
şey. Gerçeklik kavramına bakışım bu.
Vahşi doğa fotoğraflarının mükemmel
sunulması ya da görünmesi konusuna
gelince; evet, aynı fikirdeyim. Ama zaten,
sadece vahşi doğa için değil, genel olarak fotoğrafçıların yapmaya çalıştığı şey
bu. Bu bir moda fotoğrafı da olabilir. Bu
bir kent tanıtımında çekilmiş, ürün tanıtımında çekilmiş bir ürün fotoğrafı da olabilir. Fotoğrafçı onu olduğundan, çıplak
bir gözle gördüğümüzden daha iyi göstermeye çalışan kişidir zaten. Çünkü bu
bir üründür, bir pazarlama aracıdır orada.
National Geographic dediğiniz ya da adı
başka olur, bu tür yayın veya belgesel
kanalların hepsi pazarlama amaçlıdır.
Dolayısıyla, çıplak gözle ve herhangi bir
an görebileceğimizden daha iyi şeyler
göstermeyi hedef alırlar ve bu anlamda
gerçekliği saptırmış olurlar. Ama hani doğada bu yok mu? Var. Ama bunu her an
görebilir misin? Tabii ki, hayır. Bu nedenle, sizin büyülendiğiniz o görüntü için fotoğrafçı tarafından bir emek ve çaba sarf
edilmesi gerekir. Bazen şanslı olmak da
gerekir. Bu anlamda izleyiciyi yanılttıkları söylenebilir. Her zaman anlattığım çok
Kontrast
Bunlar benim en çok keyif
aldığım şeyler; hayvanın
ne yapacağını önceden
tahmin edip konumumu,
açımı, objektifimi ona göre
belirlemek; orada benim
beklediğim şeyi yapmasını
beklemek ve sonra, onun
gelip o hareketi yapması.
Bu bizim çok yaşadığımız
bir şey. Özellikle kediler
için bunu rahatlıkla
söyleyebilirim.
basit bir örneği verebilirim. Afrika’ya safariye fotoğraf çektirmeye götürdüğüm
insanların hepsi, ilk gidişlerinde, bana
sanki göç anını, nehir geçişini her gittikleri gün ve sürekli göreceklermiş gibi
sorular soruyorlar. Ben yirmi senedir gidiyorum, üç kere gördüm. Ama belgesel
kanalını her açtığımızda, hayvanlar nehir geçişi yapıyor. Doğal olarak, insanlar
da yanılıyor. O kadar kolay rastlanılası,
görülesi bir şey değil. Bu anlamda gerçekliği saptırdığı söylenebilir. Ama zaten
amaç bu.
Senin çalışmalarında durum nasıl?
Bir çalışmada sana ait olan gerçeklikle, pazarlama amaçlı sunulması istenen
gerçeklik arasında nasıl bir tercih yapıyorsun? Sana ait gerçekliği çalışmalarına
ne kadar yansıtabiliyorsun?
Öncelikle, ben hayvanların doğal
-hani hepimizin vardır ya böyle aptal
hallerimiz, sıradan hallerimiz, aslında
pek görüntülenmesini, görülmesini istemediğimiz- işte o hallerini de görüntülemeye çaba gösteriyorum. Aslında en çok
buna çaba gösteriyorum. Öte yandan, nihai yönden tek işim bu olduğundan, hayatımı bundan kazandığımdan ve bunu
sürdürmek zorunda olduğum için pazarlama stratejilerine yönelik fotoğraflar da
çektiğim oluyor. Aynı yere tekrar gidebilmek veya daha başka yerlere gidebilmek için. Çünkü tek gelirim bu, bir işten
kazandığım bütçe ile başka bir proje
organize ediyorum. Dolayısıyla, ben de
bu tür fotoğraflar çekiyorum. Dünyada,
aslına bakarsanız en çok bu tür fotoğraflar satıyor. Böyle bir gerçek var. Ama
öte yandan ben kendim hayvanların en
doğal, en sıradan hallerini de görüntülemeye çalışıyorum. Çünkü aslında onların
hayatının önemli parçaları onlar.
Hayvanların hangi davranışlarını çekeceğini önceden belirliyor musun, yoksa çekimlerin onların davranışlarına göre
mi belirleniyor? Yani konu mu fotoğrafçıya, fotoğrafçı mı konuya yön veriyor?
İkisi birden oluyor galiba. Doğrusu
hangisi dersen, bence benim konuya
odaklanmam, konuya göre davranmam
ve ona göre hazırlık
yapmamdır ki, biz
genelde öyle yapıyoruz. Bizim alanımızla ilgili konuşursak, doğaya hayvan
görmeye o kadar
çok insan gitmeye
başladı ki, hayvanların davranışları da değişmeye başladı.
Hatta bir süre önce bu tür tartışmalar
vardı: “yeter gitmeyin, bütün fotoğraflar
ajanslarda var, çekmeyin” gibi. Halbuki,
sadece çekmeye giden çok az. Görmeye giden çok fazla. Çok basit bir örnek
verecek olursak; çitalar avlarını akbabalardan korumak için bizim araçlarımızın
altına saklayıp orada yiyorlar. Bu hayvan
davranışında bir değişiklik. Hoş olmayan
bir şey olarak görülebilir. Öte yandan, bu
arazilerde bu ekoturizm sürdürülmese
oralarda altın aranacak, maden aranacak,
bu hayat devam etmeyecek. Alternatif
bir şey sunulamadığı sürece bunu tercih
etmek zorundayız gibime geliyor.
Fotoğrafçının; fotoğrafı çekerken ve
sonrasında, fotoğrafladığından eksilttiği
ve/veya ona kattıkları hakkında ne düşünüyorsun? Bunu şu nedenle soruyorum, bir söyleşimizde bana “Her fotoğraf
aslında bir tacizdir, fotoğrafa konu olan
kişi fotoğrafının çekilmesini istese de istemese de bu geçerlidir, hatta bir kaplan
için bile geçerlidir, benim çektiğim bir
kaplan bakalım öyle görünmek istiyor
mu?” demiştin. Yani fotoğrafçıyla konusu arasındaki karşılıklı etkileşime dair
düşüncelerini öğrenmek istiyorum.
Özellikle bir canlıyı fotoğraflamak, bir
kere, bu çok tek taraflı bir durum. Ben kendi gözümde nasıl görmek istiyorsam, öyle
fotoğraflıyorum. Bu, ona sorulmadan yapılan bir şey ve bu anlamda bunun bir taciz
olduğu, bu insan veya hayvan çektiğinde
fark etmez, rahatlıkla söylenebilir. Ama
öte yandan, benim için o karşılaşmanın ve
orada bulunmamın önemi çok büyük. Aslında hiç fotoğraf çekmesem de olur. Onu
izlemek benim için çok büyük bir keyif, nihai amacım bu. Fotoğrafını çekiyor olmamın sebebi tekrar oraya gidiyor olmanın
yollarını yaratmak. İzleyerek çok fazla şey
öğreniyorsun onlardan. Benim ona bir şey
kattığım değil, onun bana bir şeyler kattığı
söylenebilir. Ama benim ona kattığım da
belki şu olabiliyor bazen: hayvanın soyunun tehlikede olduğuna yönelik bir bilincin oluşmasına küçük bir katkı sağlamış
oluyorum yaptığım yayınlarda.
Benim için çok keyifli bir süreç bu. Bir
süre önce ne yapacağını bilmek, onun ne
yapacağına dair hazırlık yapmak. Bunlar
benim en çok keyif aldığım şeyler; hayvanın ne yapacağını önceden tahmin edip
ona göre konumumu, açımı, lensimi belirlemek, benim beklediğim şeyi yapmasını
orada beklemek ve sonra gelip onun o
hareketi yapması. Bu bizim çok yaşadığımız bir şey. Özellikle kediler için bunu
rahatlıkla söyleyebilirim. Yapacakları hareketlerin büyük çoğunluğunu önceden
tahmin edebiliyorum ve ona göre pozisyon alabiliyorum. Bu, orada kurduğum basit bir iletişim onlarla ve benim en keyif
aldığım tarafı. Buna yönelik çalışmaların
içerisinde bulunmaktan da bu nedenle
keyif alıyorum.
9
Kontrast
Söyleşi
ve bizim teknenin sesinden de tedirgin
olarak, gizlenmek için ormanın içerisine
girmek istedi ve girdi. Ama girerken balığı ağzından düşürdü. Biz yaklaştığımızda
balık çırpınıyordu ve suya doğru hareket
ediyordu.
Ben “bekleyelim, gelip alır bunu
tekrar” dedim. Orada bir süre bekledik.
Balık tam suya düşecekken jaguar gerçekten çıktı geldi ve balığı ağzına aldı.
Bize birkaç poz verdi. İnternetteki araştırmalarımda daha önce rastlamamıştım:
böylelikle, ben ağzında pirana olan bir
jaguar fotoğrafı çekmiş oldum. Benim
için enteresan bir olaydır. Daha sonrasında da 4-5 kez jaguar gördük; ama
böyle bir sahneyi görmek herhalde bir
daha mümkün olmayacak diye düşünüyorum. Benim için keyifli ve özel bir andı.
Fotoğrafçılıkta çekim yapmadan önce
konuya dair ciddi bir araştırma yapmak,
bilgi birikimi oluşturmak önemli. Ama sizin işinizde konuya ait araştırmaların yanısıra, fotoğraf çekerken karşılaşacağınız
zorluklar ve hayatta kalmayı başarmak
konusunda da hazırlık yapmanız gerek.
Çekimlerinde bu anlamda ne tür zorluklar
yaşıyorsun?
Son çalışmalarımdan birinden bahsedeyim. Brezilya Pantanal’a jaguar fotoğraflamak için gitmiştik. Gerçekten Afrika gibi
değil, çok ağır doğa koşullarında çalışılıyor. Hava 40 derece, yüzde yüz nem var.
Bazen hava 60 derece, çok sıcak oluyor.
Pantanal 250 bin km2’lik yani Türkiye’nin
üçte biri kadar bir sulak alan. Üzerinde kılcal damar gibi, milyonlarca nehir kolu var.
Biz üstü açık bir sandalın, alüminyum bir
teknenin içerisinde nehir üzerinde günde
10
100 km civarında yol yaparak, jaguarın
nehir kıyısına su içmeye ya da avlanmaya
gelmesini bekliyor, onu arıyorduk. Jaguar
akuatik bir hayvan; dalabiliyor, dalıp avlanabiliyor. Orman Pantanal’da çok yoğun,
ormanın 15 cm içerisi zifiri karanlık. Dolayısıyla, hayvanın gerçekten kıyıya gelmesi
lazım. O sıcakta sandalın içinde baygın
düşüyor insan. Ben onbir kilo verdim bu
seyahat sırasında, bir ay içerisinde. Uzay
aracı gibi bir sürü böcek geliyor, konuyor,
sokuyor her tarafınızı. Sivrisinek bulutları var. Yağmur yağdığında sandalın içerisinden su boşaltmayı bırakırsanız hemen
batarsınız, o kadar hızlı yağıyor. Bir de timsahlar var. Ortam böyle işte.
Bir gün uzaktan, bir jaguarın ağzındabalıkla kıyıya doğru yüzdüğünü gördük. Tekneyi oraya doğru yönlendirdik.
Biz yaklaşana kadar jaguar kıyıya çıktı
Ankara
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
FotoğrafSanatçıları
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
Fotoğraf adına hedeflediğin projeleri
tamamladığını basından biliyoruz. Yüz
Yüze isimli bir kitabın var, ama tamamladığın projelere ait bir kitap daha yapmayı planlıyordun. Bunlardan kısaca bahseder misin? Bu doğrultuda geleceğe dair
planlarını paylaşabilir misin?
Yeryüzünde yedi büyük kedi var;
aslan, leopar, kaplan, çita, kar leoparı,
puma ve jaguar. Ben aşağı yukarı 20 yıl
önce bu işe başlarken, yedi büyük kediyi
fotoğraflamaya, bunlarla bir sergi ve bir
kitap yapmaya yönelik bir hedefle başladım. 2-3 yıl oldu, yedi kediyi fotoğraflamayı tamamladım. “7kedi” isimli bir de
sergi açtım. Kitap yapmaktan şimdilik
vazgeçtim. Son 4-5 yıldır da fotoğrafla
ilgili temel bilgisi olan, zaten fotoğraf
çeken ve hayvan davranışı fotoğraflamak isteyenleri, hayvan fotoğraflamak
isteyenleri, dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun götürüp o fotoğrafları
çekmelerine destek veren bir tür organizasyon, danışmanlık da diyebiliriz, bir
hizmet veriyorum. Son dönem ağırlıkla
buna devam ediyorum. Bu işlerin sezonları dışındaki zamanlarda şehirde bulunmaktan da çok keyif almadığım için,
Vatan Gazetesi’nde seyahat haberleri
yaptığım bir sayfa var, her hafta bu ne-
Kontrast
denle ayrıca seyahat ediyorum. Haftada
1-2 gün şehirde kalıyorum.
Geleceğe yönelik yapmayı düşündüğüm işler var. Bu yılla ilgili bir planım
vardı fakat zaman ayırıp projeyi satmakla
ilgilenemedim. Antartika’da buzulları ve
penguenleri çekmeye niyetim var. Bu yıl
olmasını çok istiyordum. Bu yılın şöyle
bir önemi var: güney kutbunun Amundsen tarafından keşfinin 100. yıldönümü
ve dünyada bununla ilgili çok fazla etkinlik yapılacak. Fakat çok bütçeli iş o
da. Bu yıl bunu kaçırdık. Daha sonraki
yıllarda bir şekilde bunu yapmak istiyorum. Onun dışında yapabilirsem, zor
görünüyor ama melanistik leopar ya da
melanistik jaguar da çekmek istiyorum:
siyah leopar ve siyah jaguar. Bunlarla
ilgili araştırmalarımız var; ama doğada
görüntülemek çok zor ve görüntüleyen
çok az insan var. Oldukça yüksek bütçeleri var. Çekim garantisi olmadan, bir
firmadan böyle bir bütçeyi alıp gitmek
bugüne kadar yaptığım işlere çok uygun
değil. Belirli taahhütlerle proje satıyorum. Bunu taahhüt edemeden bu projeyi
satmak ne kadar doğru ya da satılabilir,
o konuda endişelerim var. Ama bir şekilde, sponsor olmadan, bütçesini kendim
yaratıp, gidip yapmak gibi bir fikrim var.
Belgesel çalışan biri olmana rağmen,
son sergin 7Kedi’de bir kısmı siyah beyaz sunulan fotoğraflarınla sadece bir
vahşi doğa sergisi değil, sanatsal boyutu
da olan bir sergi ile karşımıza çıktın. Çalışmalarının sanatla olan ilişkisini değerlendirebilir misin?
Öncelikle tamamen kişisel görüşüm
şu: sanat çok daha yukarıda olması gereken bir şey. Ben herhangi bir sanatsal
kaygı taşımadan fotoğraf çekiyorum.
Hani birileri bunun sanat olduğunu söylerse, eyvallah teşekkür ederim; ama
Bilinç olarak herkesin, tüm canlılarla, doğayla eşit büyüklükte bir parça olduğunun
ve onlardan daha fazla hakkı olmadığının,
ancak onlar kadar doğa üzerinde hakkı
olduğunun, doğanın sınırsız bir kaynak
olmadığının, bir gün tükenebilecek bir kaynak olduğunun farkına varması gerekiyor.
böyle bir beklentim de yok. Fotoğrafın,
özellikle bir belgesel fotoğrafın sanat
olabilmesi çok da kolay olmasa gerek.
Böyle bir hedef de koymadım kendime.
Dolayısıyla, benim fotoğraflarım tamamen kendi çapında, “belgesel olabilir mi
acaba?” diye çektiğim fotoğraflar. Sanat
olup olmadığını düşünmedim yaptığım
işin. Ama olamaz diye bir şey de söyleyemem. Bir başkası mutlaka daha iyisini
yapabilir. Ama ben kendi adıma, fotoğraflarımda böyle bir unsur görmüyorum.
“7Kedi” adlı son sergimde bazı fotoğraflarımı siyah beyaz kullandım. Çünkü
bazen, hayatın sadece siyah ve beyaz olduğunu düşünürüm. Yani tamamen öznel
bir nedeni var.
11
Kontrast
Vahşi doğa dışında da bazı fotoğraf
çalışmaların var. Onlardan da bahsedebilir misin?
Vahşi doğa çekmeye başladığımdan
bu yana, aslında, çok nadir olarak başka işlerle ilgilendim. Ama vahşi doğa
çekmeden önce ilk fotoğrafa başlarken
ben zaten maden işçileri çekerek başlamıştım. O işle ilgili de uzun zaman
çalıştım. Yani, yer altında yer üstünde
defalarca gittim geldim. O büyük madenci yürüyüşüne katıldım. Oralarda
çektiğim fotoğraflar o zaman Amerika’da
bazı gazetelerde yayınlandı; ama sonrasında buna devam etmedim. En son,
Atlas Dergisi’nden ayrılmadan önce bu
konu ile ilgili bir röportajım yayınlansın
istemiştim. Gittim yeraltında uzun bir
süre çalıştım ve o röportaj yayınlanır
yayınlanmaz da dergiden ayrılmıştım. O
günden bu yana da, yani 1995-96 yıllarıydı yanılmıyorsam, bu konuyla ilgili bir
çalışmam olmadı. Arşivimde duruyor o
fotoğraflar.
Yakın zamanda güzel bir çalışmada yer aldım. Tanımadığım biri, bir gün
bana bir “mail” attı ve bir film çekiminden bahsederek “bu benim hayattaki
idealim, bir proje yapıyorum, set fotoğraflarını senin çekmeni istiyorum” dedi.
Tolga Öztorun isminde hayvansever bir
arkadaşımız. “Ezber” isimli, kısa metraj
bir film çekiyordu. Sokak hayvanlarını
korumaya yönelik bir bilinç uyandırmak
için. O filmde set fotoğraflarını çalıştım.
Herkesin gönüllü olarak katıldığı, birçok
ünlü ismin yer aldığı bir projeydi. Çok
büyük keyif aldım. Zaman içerisinde, sokak hayvanları ile ilgili proje olursa destek vermeyi düşünüyorum.
Onun dışında, bir de zaman zaman
nü çalışmaları yapıyorum; ama kesinlikle
yayınlama amaçlı değil; tamamen hobi.
Hani boş durmaktansa bir şeyler yapayım diye, belirli bir periyodu olmayan,
kafama estikçe yaptığım işler. Şu anda
onların yayınlanabilir durumda olduğunu düşünmüyorum.
12
Kontrast’ın bu sayısında dosya konumuz “Çevre” idi. Doğaya ve tüm canlılara olan hassasiyetine çok kere tanık
olduğum, onlarla çok özel bir iletişiminin
olduğunu düşündüğüm bir insansın. Bu
konudaki düşüncelerini öğrenebilir miyiz?
Yaşadığımız dünyada kimin çoğaldığına ve kimin azaldığına bakarsak, ve kimin
hakim olduğuna, bugün doğaya ne yaptığımız çok net ortaya çıkıyor. Biz son ikiyüz
yılda kaç kat arttık? Örneğin, son ikiyüz
yılda memeli sayısı dörte birine indi. Bu
hızla devam ederse yüz yıl sonra memeli
hayvan kalmayacak. Dolayısıyla, onların
yaşam alanlarına biz sahip oldukça, kendi
yaşamımıza güzellik ya da iyi bir şey diye
kattığımız şeylerin aslında bizi mahkum
eden, bizi daha zor yaşamaya mahkum
eden ve çevre ile ilgili daha fazla sorun
yaşamaya mahkum eden şeyler olduğunu
önemsemedikçe bu böyle devam edecek.
İnsan araba yapıyor, bir yerden bir yere
ulaşmak için; ama sonra trafikte mahsur
kalıp hiçbir yere gidemiyorsun. Kullandığımız bütün elektronik cihazların yarattığı
sorunlar var. Ama nihai olarak hayvanların
yaşadığı alanlara o kadar fazla bulaştık ve
onların yaşamı üzerinde o kadar söz sahibi olduk ki, eskiden “yüzyıl sonra şöyle
olacak böyle olacak, çevre bizi uyarıyor”
deniyordu, artık buna gerek yok, o kötü
şeyler yaşanmaya başlandı, o noktadayız.
Giderek de daha kötüye gidecek. Bu, bizim insan türünün doymazlığı ile ilgili bir
sorun. Giderek çoğalıyoruz. Biz çoğaldıkça
bu süreç kaçınılmaz bir hale gelecek. Ama
öte yandan, çeşitli sosyal gruplar veya örgütler aracılığıyla bunlara karşı duran insanlar da var. Elimden geldiği kadar ben
de onların yanında olmaya çalışıyorum.
Ama, bunu çok değiştirilebilir bir süreç
olarak görmüyorum. Bilinç olarak, herke-
Ankara
Sanatçıları
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
sin tüm canlılarla, doğayla eşit büyüklükte bir parça olduğunun ve onlardan daha
fazla hakkı olmadığının, ancak onlar kadar
doğa üzerinde hakkı olduğunun, doğanın
sınırsız bir kaynak olmadığının, bir gün
tükenebilecek bir kaynak olduğunun farkına varması gerekiyor. Çok basit bir şeyle
açıklarım hep bunu: bir dağa çıkarken elinizde bir şişe su var; o biterse yarı yolda,
çıkamazsınız. Doğa da böyle bir şey. Sonu
olan bir şey. Bitiriyoruz artık. Bu bilince
varıp yatırımların da buna göre yapılması,
insanların bu duyarlılıkla hareket etmesi gerekiyor. Ama yakın vadede, bu uzak
görünüyor bana. Git gide daha kötü şeyler yaşayacağımıza eminim; çünkü doğadan aldığımız derslerin geri dönüşü yok
ve kaybettiklerimizin de geri dönüşü yok.
Onu edinilen teknolojiyle geri getirmek
ve parayla geri getirmek de mümkün değil. Biz bu canlıları yok ettikçe, doğayı bu
kadar kendi lehimize ve tek taraflı kullandıkça, kaçınılmaz sona doğru daha fazla
yaklaşmış olacağız diye düşünüyorum.
Bana Süha Derbent’i bir cümle ile tanımla deseler, “tam anlamı ile bir kedi”
derdim. Sana sorsalar ne derdin?
Neden var olduğum ve neden yaşadığımla ilgili bir soru gibi algılanabilir,
değil mi? Bu açıdan bir tanım yapabilirim.
Henüz benim de tam olarak biçimlendiremediğim bir şekilde, doğada olmanın
ve vahşi kedilere ya da vahşi hayvanlara
genel olarak yakın olmanın peşinde geçen
bir hayat var benim için. Hayvanlara yakın olarak ve onları hissetmeye çalışarak,
özellikle vahşi kedilere, kendimi daha anlamlı hissettiğim bir hayat var benim için,
öyle diyebilirim.
Kontrast
İMece
İlker Maga
GÜNLÜK RETORİĞİN BAZI TUZAKLARI
Günlük hayatın retoriği içinde sık kullanılan deyimlerin ve atasözlerinin genellikle dokunulmazlıkları
vardır; dileyen tarihten bir deyimi seçer ve söylemek
istediklerini desteklemek için kullanır.
Resimde en çok kullanılanı ise, herhalde bu Çin deyişidir:
“Bir resim bin kelimeye bedeldir.”
Son yıllarda bu deyimi fotoğrafa uyarlayanların sayısı az değil:
“Bir fotoğraf bin kelimeye bedeldir.”
İster orijinalinde, isterse fotoğrafa uyarlanan versiyonunda söylenmek istenen; görüntüyle anlatılabileceklerin, kelimelerle ifade edileceklere baskın olduğudur.
Buradaki sorun, kulağa hoş gelen bu Çin deyişini
sorgulamak değil. Sorun, bu cümleden hareketle varılacak tuzaklar:
Ne bir görüntü bir ya da bin kelimeye bedeldir, ne
bir kelime bir görüntü ya da bir sese, müziğe...
Kelime (dil ve yazı), görüntü ve sesten hiçbiri diğerine
bedel değildir; çünkü bunların her birinin tesirleri ve
sahip oldukları görev diğerleriyle karşılaştırılabilecek
türden değildir.
Bir ses bir anlamda kullanılıyorsa, ona kelime
diyoruz. Dilin ortaya çıkışında fonetiğin çok önemli bir
rol oynadığını biliyoruz. “Su” ve “tahta” kelimelerini
fonetiğin ortaya çıkardığı kelimelere iki örnek sayabiliriz; sadece Türkçe’de değil, bütün dillerde de benzer
bir gelişim yaşanmıştır.
Dil, kelimelerden oluşuyor.
Kelimeleri çok olan dile, zengin dil diyoruz.
Kelimeleri çok olan dilin felsefe ve bilim dili de
olmasını rastlantı saymamak gerekir.
İnsanlar kelimelerle düşünür.
Bir şey için bir insanın belleğinde ya da o toplumun dilinde kelime yoksa, o şey hakkında henüz düşünülmemiş demektir.
İnsan kelimelerle düşündüğü gibi, yine kendini
kelimelerle ifade eder.
Düşünen; bilim ve felsefenin günlük hayatın içinde
olduğu toplumların kelime hazinesi, dili zengindir.
Kavramlara en çok bu dillerde rastlıyoruz.
Bir şeyi icat eden, ona isim verme hakkına da
sahiptir; bu maddî ya da soyut bir icat olabilir. Küçük bir
test için kullandığımız dildeki yabancı kelimeleri hızla
hatırlamak yararlı olabilir. Yararlı olabilecek bir başka
düşünme çabası da, bu kelimelerin dilimize neden
bu kadar kolay girebildikleri sorusuna cevap arayışı
olabilir...
Sosyal yapısı ne olursa olsun her insan karşısında
görüntünün, meselâ fotoğrafın tesiri büyük olabilir;
fotoğrafla insanlara daha hızlı ulaşılabilir; fotoğrafla
insan hafızasına daha derin bir iz düşülebilir. Bunlar
fotoğrafın güçlü yanıdır, büyük bir avantajdır. Ama bu
avantajdan hareketle yazı yerine görüntü konmamalı,
düşüncelerimize anlam veren kelimeleri ihmal
etmemize yol açmamalıdır.
Kelimelerden oluşan yazı, bir fikrin tek ve zorunlu
durağıdır. İster bütün hayatını fotoğrafa adamış bir usta,
ister bir müzik insanı, ister yazıya uzak gibi görünen
spor ya da resimle uğraşan olsun, kendi alanında
geliştirdiklerini fikre dönüştürmek isteyen her insan
için zorunlu ifade şekli yazıdan başkası değildir. Yazı,
bütün bir insanlığın temel mücadele ve ifade aracıdır.
Düşünen her insan yazıyla ilişkide olmak zorundadır,
fotoğrafçı da olsa...
Fotoğraf: İlker MAGA
Yazılı eserleri geniş ve derin olan dillerin felsefe ve
bilim başta, hemen hemen bütün yaratı disiplinlerinde
de gelişmiş olmaları bir rastlantı değil, meselenin
diyalektiğinin doğal sonucudur:
Bir şeyin yazılı temel eserleri varsa, onun üzerinden
gelişmek daha sağlıklı ve kalıcı oluyor. Kalıcı her şey
sağlam bir temel ister. Bir yaratı alanının o coğrafyada
bir felsefesi ve teoriği yoksa o disiplinde büyük ürünler
vermek zorlaşır. Alanımız görüntü de olsa, onun
felsefesi ve teoriği için yazıya, yani düşüncelerimize
karşılık gelecek kelimeye ihtiyaç duyarız. Felsefesi ve
teoriği olmayan bir şeyin o coğrafyada olmadığından
yola çıkmak yanlış olmaz, çünkü felsefesi ve teoriği
yoksa, o toplum sözkonusu disiplini ölçemez, yani
değerlendiremez, ondan yararlanamaz, onun neden
gerekli olduğunun farkında olamaz; kısacası, o disiplinin
ilgili toprağı “vatan” edinmesi iyice zorlaşır.
Çağımız kolaycılık çağı. “Ben fotoğrafıçıyım, yazı
neden?” diyenlerin sayısı geçmişten çok daha fazla.
Böyle bir çağda birbirleriyle karşılaştırmak yerine
yazı, görüntü ve sesle bize şimdiye kadar ulaştırılan
eserlerden sonuna kadar yararlanmak, her çağdaş
insanın görevi, yaratıcı insanın ise daha büyük bir
görevi...
13
Kontrast
Dosya Konusu
Hazırlayan: Zeynep ŞİŞMAN
ÇEVRE ELDEN GİDİYOR (MU?)
Yerkürenin başına gelen, yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir.
Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde;
beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.
Kızılderili Atasözü
— Paydos... diyecek bize bir gün tabiat anamız,
—gülmek, ağlamak bitti çocuğum...
Nazım Hikmet
BİZ FOTOĞRAF ÇEKİYORDUK,
NEREDEN ÇIKTI ŞİMDİ BU ÇEVRE MESELESİ?
Çevre, canlıların içinde yaşadıkları koşulların ve
durumun tümü olarak tanımlanmaktadır. Hayatta
kalmakta, besin ve barınak bulmakta güçlü olan ve
böylece çoğalabilen türlerin gelişimi, hatta kültürel
gelişme çevreye uyum olarak kabul edilmektedir.
İleriye dönük bir bakışla, canlılar için en iyi yol, değişen koşullara ayak uydurabilmektir, en alt düzeydeki organizmada dahi çevresindeki dünyaya uyum
sağlayabilecek ilkel bir sinir sistemi bulunur. İnsan
oldukça kısıtlı gövde yeteneklerine karşın, alet üretimi ve kullanımı için gerekli yetenek ve becerilerini
sosyal mirasının bir parçası olarak kuşaklar boyunca
söz ve yazı ile iletebildiği için iklim ve hava koşullarından korunmuş, türünü devam ettirebilmiştir. Başlangıçta avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insanoğlu,
tarım ile yerleşik hayata geçmiş, devamında yeraltı
ve yerüstü kaynaklarını kontrol altına alarak sanayi
devrimini gerçekleştirmiştir. “Modern insan”ın bilim ve teknoloji ile artık doğaya hükmettiği, çevreyi
tamamen kontrolü altına aldığı düşünülüyor.
Sanayi devrimi ile insanın hammadde gereksinimi giderek artmıştır. Üretim katlanarak büyümüş,
çevrenin tahribini, fabrika atıklarının sulara ve çevreye karışmasını hızlandırmış ve adım adım çevre
felaketlerini hazırlamıştır. Üretim-tüketim döngüsü
içinde kârın arttırılması güdüsü sonucu pek çok
canlı türünün soyu tükenmiş, ekolojik denge bozulmuş, ozon tabakası delinmiştir. Kârın arttırılmasına
dayanan sistemin buna cevabı çevreyi kirleten tüm
sanayi dallarını yarı sömürge ve sömürge ülkelere
kaydırarak, temiz iş kollarını kendi metropollerinde
yoğunlaştırmak olmuştur. 1972 yılında Birleşmiş
Milletler Çevre Konferansı’nda alınan bir kararla 5
Haziran günü Dünya Çevre Günü olarak ilan edilmiş, böylece çevre sorunlarının varlığı küresel düzeyde kabul edilmiştir.
Bu dosya konusunda bizler çevre için “fotoğrafçı olarak neler yapabiliriz” sorusunu farklı görüşler
ışığında irdelemek istedik. Bilim insanlarının, uzmanların çevre ile ilgili uyarılarına dikkat çekmek,
gezegeni kendimiz ve paylaştığımız tüm canlılar
Fotoğraf: Mehmet ÖZER
14
Ankara
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
FotoğrafSanatçıları
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
Kontrast
için yaşanabilir kılmak doğrultusunda,
fo-toğrafın insan kaynaklı çevre sorunları
konusunda bilinç yaratmak için bir araç
olarak kullanılabilirliğini sorgulamak istedik.
FOTOĞRAF NE İŞE YARAR?
Çevre konusundaki kaygı verici gelişmeler, pek çok insan gibi fotoğrafçıları
da harekete geçirdi. AFSAD’lı bir grup fotoğrafsever tarafından önceleri bireysel
çabalarla sürdürülen etkinlikler 2011 yılı
ile birlikte ciddi bir örgütlenmeye dönüştü ve AFSAD Çevre Çalışma Grubu kuruldu. İklim ve çevre konularında faaliyetler
düzenleyen AFSAD Çevre Çalışma Grubu
Başkanı Nuran Kansu, bir fotoğrafçı olarak
çevre duyarlılığı ile ilgili çalışmaya nasıl
başladığını ve sürecin AFSAD’daki gelişimini şöyle anlatıyor:
“Her şey 2009 Eylül ayında, www.350.
org sitesinden dünyaca tanınan bilim
adamları, yazarlar ve aktivistlerin tüm
dünyayı iklim için eylem yapmaya çağıran
davetleriyle başladı.
24 Ekim 2009’da iklim değişikliğine
dur demek için eylem yapan 5000 kente
biz de Ankara’dan eşlik ettik. Organizasyonunu benim (www.oncecocuklar.com) yaptığım bir doğa yürüyüşünü, Eymir Gölü’nde
iklim değişikliğine dikkati çekmek için çocuklar ve aileleriyle gerçekleştirdim. Aynı
gün Perşembe Akşamı Bisikletçileri, İklim
için Gençlik, Solaçek ve TÜDEF’in ortak organizasyonu ile 200 bisikletçi Ankara’da
bisikletleriyle TBMM’nin önüne gelip bir
basın açıklamasında bulundular. Daha
sonraki çalışmalarımıza hep birlikte, “350
Ankara” adıyla devam ettik.
Üyesi olduğum AFSAD’dan her eylem
ve etkinlik için her zaman destek aldım.
Güzel fotoğraflarıyla eylemi New York’taki
“billboard”larda görüntülememize büyük
destek verdiler.
2010’da tüm dünya ülkeleri 350.
org’un yeni çağrısı ile, bu sefer eylem yerine “İŞ” yapmak için hazırlıklara başladı.
10.10.2010 yılında 350 Ankara’nın önderliğinde Türkiye’de 10 kentte 350 bisikletçi kendi şehirlerinde bisiklet yolu açtı.
Ankara’daki eylemi fotoğraflamak için
AFSAD’dan yedi arkadaşım destek verdi.
Etkinliğin hemen ardından 350 Ankara’nın farkındalık yaratmak ve bilgilendirmek amaçlı düzenlediği “İklim Enstitüsüİklim” seminerlerinden ilkine AFSAD üye
ve yönetim kurulu üyelerinden katılımın
olması AFSAD’ın bu önemli konuya olan
duyarlılığını arttırdı ve bir sonraki seminer
AFSAD’da gerçekleştirildi.
2011’de AFSAD’ın yeni yönetim kurulunun teklifi ile Çevre Çalışma Grubu’nu
oluşturduk.
Fotoğraf: Koray OLŞEN
Grubun amacı doğa, çevre ve iklimle
ilgili tehdit oluşturan konularda insanları bilgilendirmek amacıyla, farkındalık ve
duyarlılık yaratmaya yönelik fotoğraf çalışmalarını kurumsal olarak sürdürmektir.
Çalışmalara hızla başladık. Şu anda grubun “İklim” ve “Anadolu’yu Vermeyeceğiz”
adlı iki alt grubu var. Çevre Çalışma Grubu,
etkinliklere katılmak isteyen ya da yeni bir
proje ile gelip çalışmasını sürdürmek isteyen herkese açıktır.”
Çevre ile ilgili sorunların çözümünde
fotoğraf aracılığı ile bir şeyler yapmaya çalışan başka bir grup da Genç Çevre
Girişimi. Bu grup da çalışmalarına ETTİK
BULDUK başlığı ile yön vermiş. Çalışmaları hakkında sorularımızı grubun lideri
Barış Yaşbala şöyle yanıtladı:
“Çevreye duyarlı, insanlığın doğanın
bir parçası olduğuna inanan ve insansız
çevre olmayacağı gibi, çevresiz insan da
olmayacağı düşüncesini bir yaşam felsefesi haline getirmiş üniversiteli, genç, çevreci bir girişimiz. Amaçlarımızdan biri olan
gençlerin sanatsal, kültürel ve düşünsel
faaliyetlerle çevreye duyarlılığını arttırmak
için ilk olarak ‘’Doğanın Direnişi’’ Fotoğraf
Yarışması’nı düzenledik. Birçok kurumun
destek verdiği yarışmanın geri bildirimleri
bizi bu alanda yeni projeler yapmaya teşvik etti.
Bu sene 19 Mayıs Gençlik Haftası kapsamında gençlerin katılımına açık bir fotoğraf sergisi düzenlemeye karar verdik ve
serginin konusunu ‘’ETTİK BULDUK’’ olarak
belirledik. Bu sergiyle amaçladığımız gençlerin doğada olup bitenlerin, insanların yarattığı tahribatın farkına varabilecekleri bir
bakış açısı oluşturmalarını sağlamak ve bu
tahribat geri dönülemez boyutlara ulaşmadan gençlerin harekete geçmelerini teşvik
etmekti.”
Orman Ağaçları ve Tohumları Araştırma Müdürlüğü’nde görev yapan ve amatör olarak doğa fotoğrafçılığı ile ilgilenen
Dr. Selim Kaplan ise çevre ve fotoğraf iliş-
kisini sorgulayan bir yaklaşımla bizlere
şunları söyledi:
“Doğa ve çevre kavramları zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılmaktadır.
İnsanlık doğuşundan günümüze ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, kendisi ile birlikte doğa kavramının öğeleri olan toprak,
su, hava, bitkiler ve hayvanlara müdahale
ederek onları olumlu ya da olumsuz olarak
etkilemiştir. İnsanların çevrenin öğelerini
kendi çıkarları doğrultusunda kullanma
ve dönüştürme çabaları sırasında doğaya
verdiği zararın, doğanın kendini yenileyebilme özelliği nedeni ile uzun süre farkına
varılmamıştır. Kullanma ve dönüştürme
doğanın kendini yenileyebilme kapasitesinin üstüne çıkınca çevre sorunsalı ortaya
çıkmıştır.
Doğal çevre insanlık tarihinin başlangıcından itibaren değişik zamanlarda,
değişik fonksiyonlar üstlenmiş; barınma,
beslenme, enerji, dinlenme, su ve hava ihtiyacını karşılarken, sanat alanında da ilham
kaynağı olmuştur.
Sanat ve onun bir kolu olan fotoğrafçılığın farklı tanımlarını düşündüğümüzde,
insanlığın kendisinin de bir parçası olduğu
doğal çevre ile nasıl bir etkileşim içinde
olduğunu anlamak mümkün olabilir. Düşünürlerin, sanatçıların doğa ve yaşamla
kurdukları ilişkiler sonucunda ortaya koydukları ürünlerin, toplumların varlıklarını
devam ettirmeleri için ihtiyaç duyduğu kültürel birikimi oluşturduğu kabul edilebilir.
Bugün çevre sorunlarına ilişkin paradigma küresel kapitalizmin “açgözlü”
üretim ve tüketim anlayışının yol açtığı bir
dizi çevre sorunsalının varlığı ve buna karşı
Acaba durum bu kadar basit, açık ve şeffaf
mıdır…?
Küresel kapitalizm kendine karşı toplumsal muhalefeti bertaraf etmek, bölmek,
parçalamak için bir alan mı keşfetmiştir?
Hatta bu alandan kendine yeni bir tüketim
ve kar alanı mı yaratmaktadır…?
15
Kontrast
Fotoğraf sanatı için “makinenin arkasında duran kişinin düşünce dünyasına
uygun kareleri çekip sunmasıdır” tanımı
yapıldığına göre, fotoğraf sanatçılarının
çevre konusundaki düşünce dünyalarını
farklı açılarda zenginleştirerek sunumlarını
yapmaları, bu konularda dünya toplumunun ihtiyaç duyduğu kültürel birikime katkı
koyabilecek midir?”
AFSAD Çevre Grubu’nun ANADOLU’YU
VERMEYECEĞİZ ekibinde yer alan Özgür
Yıldırım fotoğrafçıları da bu eyleme katılanları desteklemeye çağırırken “Eğer
bugün onların yanında yer almazsak, yarın
fotoğraflarımıza konu olacak bir doğa kalmayacak” diyerek haklı bir isyanı seslendiriyor, fotoğrafçıları, fotoğraflarına konu
ettikleri yaşamlara daha duyarlı olmaya
davet ediyordu. Aynı gruptan Hilmi Aslan söz konusu hareketi şöyle özetliyor:
“Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyen insanlar,
kendiliğinden ve hiçbir grupla, dernekle,
siyasi partiyle ilişkileri olmadan bir araya
gelip, ilk olarak 2 Nisan’da Doğu Karadeniz
Kervanı olarak Artvin’den yola çıktılar. Suların siyanürle kirletilmesine, Kaz Dağları’nın
doğal yaşamının yok edilmesine, derelerine
bent vurulan Karadeniz’in bitki ve hayvan
zenginliğinin yok edilmesine, Akkuyu’da
yapılması düşünülen Atom Santralinin kurulmasına ve daha birçok doğa tahribatına
dikkat çekmek ve bu konuda bilinç oluşturmak amacındaydılar. Başkent Ankara’da bir
araya gelip seslerini ülkeyi yönetenlere duyurmak için Anadolu’nun 11 ayrı bölgesinden, Başkent’e yakınlıklarına göre değişik
tarihlerde yola çıktılar.
Ankara’ya ilk ulaşan Orta Anadolu Kervanının şehre girmesine izin verilmedi ve
“Leylekler artık poşet getiriyor!”
16
kervan Gölbaşı’na dört kilometre uzaklıkta
beklemeye zorlandı. Anadolu’nun diğer bölgelerindeki kervanlar da Ankara’ya geldikçe
bu bölgeye yönlendirildi.
Anadolu’yu Vermeyeceğiz ekipleri 20
Mayıs günü Başkent Ankara’ya yürümek
için yola çıktıklarında, dinlenme tesislerinin
dışında güvenlik ekiplerince durduruldu.
Böylece, Kervanların Ankara’ya ulaşması
engellendi. Onlar şehre gelemeyince, doğa
dostları onlara destek vermek için oraya
gitmeye başladı.”
SİSTEM BİZİ TÜKETİCİ, GEZEGENİ
HAMMADDE HALİNE GETİRDİ...
Çevre ile ilgili sorunların temelinde
ekonomik büyümenin sağlanması için
tüketim toplumu haline getirilmemiz yatmaktadır. İnsanlar karnını doyurma, barınma gibi temel gereksinimlerinin çok
uzağında; ihtiyaçları medya tarafından
belirlenen, belli markalara sahip olmanın
sosyal prestij sağladığı, otomobilin ulaşımın merkezine yerleştiği, tek kullanımlık
ürünlerle atık dağları oluşturan, doğadan
uzaklaşmış, sürekli tüketen kitlelere dönüştürülmüştür. 1980 sonrası yeni-liberal
düşünce tarzıyla, harcadığı kadar özgür
olduğuna inanan, kendine ait vakitlerini
AVM’lerde geçiren, en yeni ürünü satın
alma tutkusu olan kuşaklar yetişmiştir.
Hatta, “küresel ısınma” ve “iklim değişikliği” olgularına indirgenen çevre sorunları kendi sektörünü de yaratmakta
gecikmemiştir. Karbon salınımını azaltan
eşyalar, yeşil teknolojiler, beyaz eşyadan
gıdaya ekolojik ürünler insanların sempatisini de kazanarak tüketim sürecinin de-
Ankara
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
FotoğrafSanatçıları
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
Fotoğraf: Hamide KAN
vamını sağlayarak kısırdöngü yaratmaktadır.
Sanayiye dayalı üretim yoğun bir hammadde talebi ortaya çıkararak, dünyanın
doğal bileşenlerini, hava, su ve toprağı birer hammaddeye dönüştürmektedir. İnsanoğlu doğanın efendisi olarak maden yataklarını, ormanları, sanayinin hizmetine
sokmuş; ekonomik gelişimini “doğal kaynakların” acımasızca sömürülmesi üzerine
dayandırmıştır.
Doğa koruma ve doğa fotoğrafçılığında bir duayen olan Tansu Gürpınar uzun
yıllara dayanan gözlemlerini şöyle özetliyor: “İnsan, varlığını sürdürebilmek için
doğal kaynaklardan yararlanmak zorundadır. Bunu yaparken elverdiğince akıllı davranması kendi geleceği açısından yaşamsal
önem taşır.
Bilindiği gibi doğal kaynaklar genel
hatları ile “yenilenebilir” ve “yenilenemez”
olmak üzere ikiye ayrılır. Su, hava, orman,
sulak alan ve benzerleri yenilenebilir; toprak, maden ve fosil yakıtlar ise yenilenemez
nitelik taşırlar. Su ve hava meteorolojik
koşullara bağlıdır. Sulak alanlar, meralar,
ormanlar, yaban hayatı yenilenebilir doğal
kaynaklardır ve doğru kullanıldığı takdirde
sosyal ve ekonomik amaçlar için güvenilir
ve sürdürülebilir kaynak olma niteliklerini korurlar. Basit bir örnekle açıklayacak
olursak, belirli büyüklükteki bir ormandan
bilimsel verilere göre her yıl düzenli olarak
belirli miktarda ağaç kesilerek kereste ve
odun üretimi yapılabilir. Böylelikle ormanın ekolojik yapısı bozulmadığı gibi, oksijen
üretimi, su rejimlerini düzenleme, yabani
hayvanlar için yaşama ortamı, insanlar için
rekreasyon alanı olma özelliklerini de devam ettirir. Çevresinde oluşturduğu estetik
değerlere ise paha biçilemez. Örnekler diğer doğal kaynaklar için çeşitlendirilebilir.
Ülkemizde yenilenebilir doğal kaynakların
kullanımında akıllıca davrandığımız söylenemez. Ormanlara ilişkin gözlemlerim
altmış yılı aştı. Bu süre zarfında ormanlar
hep azaldı. 1940’lı yıllarda Bafra ovasının
bir orman denizine benzediğini anımsıyorum. 1950’li yılların ilk yarısında Ankaraİstanbul arasında yol, Bolu’dan itibaren
ormana girer, Adapazarı yakınlarına kadar
neredeyse tamamen ormanlar içinden giderdi. Orman azalmasının 1950’li yıllardan
itibaren ivmelendiği bir gerçek. Bu duruma,
makineleşmenin doğal kaynaklar üzerindeki tahrip gücünün artmasının rolü olduğu
kadar, siyasetin ormana bakış açısının da
etkisi mevcut. Orman Teşkilatı’nın ormanların değerlendirilmesinde çağdaş teknik ve
yöntemleri kullanma gayretleri sorunun çözümünde yeterli olamamıştır. Siyasetin ve
toplumun ormana yaklaşımı (aslında bir-
Kontrast
Söyleşi: Şule TÜZÜL
Fotoğraflar: Gülümser İŞÇELEBİ
birinden pek farklı değil) bu varlığın nicelik
ve niteliğinden sürekli kaybetmesine neden
oluyor. Bu kayıplar son yıllarda çok arttı.
2006 yılında gelirini orman ürünleri satışından sağlayan Orman Genel Müdürlüğü
Türkiye’de en fazla kurumlar vergisi ödeyen
kuruluş oldu. Sonraki yıllarda da tempo pek
değişmedi.
Orman varlığının çevrenin en temel
yapı taşlarından biri olduğunu anlayan
ve ona sahip çıkan iki devlet büyüğümüz
olmuştu: Fatih Sultan Mehmet ve Kemal
Atatürk. Özellikle Fatih Sultan Mehmet’in
yaşadığı dönemde doğal çevre ve sağlık
alanında yaptıkları dikkate alındığında, tarihin kaydettiği en büyük çevrecilerden biri
olduğunu söylemek sanırım abartılı bir ifade olmaz.
Önlerinde bu iki güzel örnek varken
mevcut siyasi kadroların ormanları ihmal
etmeleri, daha da kötüsü, oy avcılığına alet
etmeleri, keçiden, baltadan, yangından daha kötü. Ağaçların oy hakkı yok, oy hakkı
olanların da bilgi ve sevgisi eksik.
Türkiye’de durum böyle iken dünyada
nasıl? Ormanlar, özellikle tropikal yağmur
ormanları büyük baskı altında. Her yıl yüz
binlerce kilometrekarelik tropikal orman
alanı bu niteliğini yitiriyor ve atmosferdeki
CO2 miktarı artıyor. Ormanlar atmosferdeki oksijenin en önemli kaynaklarından
biri olduğu kadar CO2’nin de en önemli
kullanıcısı durumunda. İklim Değişikliği
Sözleşmesi’ndeki tanımıyla “yutak”. Bu sözleşme ormanları ve sulak alanları CO2 miktarını azaltmakta en etkili yutaklar olarak
tanımlıyor.
Peki, ormanlarını koruyanlar, geliştirenler var mı? Neyse ki var. Hangi ülkeler?
Sanayileşmiş, kalkınmış, gelişmiş ülkeler.
Onlar da ormanlarından ağaç kesip ihtiyaçlarını karşılıyorlar ama yukarıda belirttiğim
şekilde; bilimsel verileri aklın süzgecinden
geçirerek uyguluyorlar kesimleri. Kestiklerinden fazlasını da dikiyorlar. Siyasette
ağacı, ormanı sevgiyle kucaklayan liderler
eksik değil. Toplum bitkilerin hayatımızdaki yerini doğru olarak biliyor ve ona göre
değerlendiriyor. Bütün bu global tabloda
ormanlar için umutlu şeyler söyleyebilmek
zor. Ormanlarını koruyan ülkelerin çabaları iklim değişikliği etkilerini tamponlamak
için yeterli değil. Endüstride, özellikle de
otomotiv endüstrisinde karbon gazlarını
azaltan teknolojilerin olumlu etkisi, üretilen milyonlarca motorlu araç karşısında
zayıflıyor.
Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil
yakıtların toplam enerji içindeki payının
azalması, özellikle rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygınlaşması, insanların tüketim iştahlarının azalması,
insanların birbirlerine ve çevrelerine daha
anlayışlı, daha sevecen yaklaşmaları, iklim
değişikliği ve biyolojik çeşitliliğin azalması
gibi küresel çevre sorunlarının azaltılmasında yarar sağlayabilir.
Bütün bu yerel ve global çevre sorunları karşısında fotoğrafın ve fotoğrafçının yerinin ve rolünün önemli olduğunu
düşünmüşümdür. Fotoğraf ondokuzuncu
değil de dokuzuncu yüzyılda icat edilmiş
olsa idi tarihin akışının farklı olacağı da
yine bu bağlamdaki düşüncelerimdendir.
Fotoğrafın anlatım gücü bazen akan suları
durduracak kadar büyük olabiliyor. Vietnam Savaşı’nı savaş fotoğraflarının bitirdiği yorumunu getirenler yukarıdaki ifadeyi
doğruluyor. Günümüz dünyasını, doğasını,
çevresini fotoğraflamak sahip olduklarımızı tanımamızda, tanıtmamızda çok etkili
araçlar. Sevmenin yolunun tanımadan geçtiği anımsandığında fotoğrafın bu konudaki işlevinin önemi daha iyi anlaşılır. Otuz
kırk yıl öncesinde çoğumuz için flamingo,
TRT’de yayınlanan “Flamingo Yolu” dizisinin jeneriğinde gösterilen kuşlar; pelikan
ise bir dolmakalem markası idi. Bu kuşların
Sultansazlığı’nda, Kuşcenneti’nde çektiğim
fotoğraflarından oluşan dia gösterilerinde
izleyenlerin mutluluk dolu coşkularını değerli anılar olarak saklıyorum.
Fotoğrafçının çalıştığı konuya olan duyarlığına Ansel Adams iyi bir örnek oluşturur. Siyah beyazda “Zone” sistemini kuran,
arkadaşı Edward Weston ile pozometrelerin
ölçüm tekniklerini geliştiren Adams, başta
Yosemitee olmak üzere ABD milli parklarının fotoğraflanmasına büyük emek vermiş,
milli parkların tanıtılması ve korunması
için sergiler açmış, konuyla ilgili bini aşkın
makale ve benzeri metin kaleme almıştır.
ABD’de bulunmuş olanlar bilir. Millî parklar orada bütün vatandaşlar için yaşamın
bir parçasıdır ve bugüne gelinmesinde
Adams’ın önemli katkısı olmuştur.
Ülkemizdeki doğa fotoğrafçılarının doğayı fotoğraflarken sosyal boyutunu gözettiklerini biliyorum ve yaklaşımlarını takdirle
karşılıyorum. Şimdi daha da iyilerini yapıyorlar ve doğada belirli konuları sistematik
olarak işliyorlar. Bu çalışmaların birbirleriyle ilişkilendirilmesi, bütünlenmesi ve erişim olanaklarının sağlanması bu alandaki
emekleri daha da verimli hale getirecektir.”
RÜZGAR VE GÜNEŞ BİZE YETER
(Mİ?)
Hızla artan nüfus, şehirleşme ve sanayileşmeye paralel olarak enerjiye olan
ihtiyacımız kaçınılmaz bir şekilde büyümektedir. Son yıllarda uzmanlar sürekli bir
enerji krizinin kapımızda olduğu konusunda uyarılarda bulunuyor. Neden bu kadar
çok enerjiye ihtiyacımız var? Sürekli artan
enerji fiyatlarından, “iklim değişikliğine,
çevre kirliliğine” yol açan sonuçlarından
kurtulmak için ne yapılabilir? Yenilenebilir enerji kaynakları, enerjinin verimli
kullanımı sorunumuzu çözer mi? HES’ler,
nükleer santraller kaçınılmaz mı?
Bu konuda görüşüne başvurduğumuz
Makine Mühendisleri Odası Ankara Şube
Enerji Komisyonu Üyesi İzzet Seferbeyoğlu sorularımızı şöyle yanıtladı:
“İklim değişikliğine karşı mücadelede
alternatifimizin var olduğunu gösteren bir
slogan vardır:
“Rüzgar ve güneş bize yeter”. Zaten bu
Fotoğraf: Nail YOLLU
17
Kontrast
sözlerin ardında genelde kömürcü ve nükleerci lobinin argümanları hazırdır. “Mumla mı aydınlanacaksınız?” diye sorarlar.
2050 yılında bütün enerjimizin yenilenebilir enerjiden karşılanacağına dair bir dizi
rapor artık ortaya çıkıyor. Ancak, bütün bu
senaryolar, sınırsız ve sorumsuz bir enerji
kullanımı ile mümkün mü? Ya da ne zamana kadar yeter? Oysa, konuyu enerjinin
verimli kullanılması üzerinden tartışmak
daha ön açıcı olmaktadır. Yani konuyu şu
kadar MW nükleer santral kurarsak çözülür
ya da şu kadar MW rüzgar ve güneş santrali
kurarsak iyi olur ekseninden kurtarmak gerekiyor. Elbette ki nükleer santral güvenlik,
pahalılık ve atık; termik santraller saldıkları
emisyonların sakıncaları açısından sonuna
kadar tartışılacak. Ama asıl tartışılması gereken konu bu yaşam; bizi tüketici duruma
hapsetmek için var olan aşırı ve adaletsiz
üretim biçimimizi karşılayabilecek elektrik
üretim tesislerinin de bir sınırının olduğudur. Daha da vahimi yerkürenin bunu kaldıramamasıdır. Enerji verimliliği konusuna
geri dönersek sorulacak birkaç soru konuyu
özetler:
“Nükleer santrallerden elde edilecek
elektrikten daha fazlasının, elektrik iletim
ve dağıtım hatlarında %15 olan kayıpkaçak oranının iyileştirmesiyle elde edilecek kazançtan daha az olması!”
“Doğalgazı olmayan Türkiye, elektrik
üretiminin %50’sini neden doğalgaz çevrim santrallerinden karşılamaktadır?”
“Al ya da öde anlaşması çerçevesinde
almadığımız doğalgaz için ne kadar para
ödedik?”
“Fosil yakıtlara harcanan paralarla bugün daha verimli ve yenilenebilir bir enerji
sistemi kuramaz mıydık?”
“Isı yalıtım hesapları merkezî sisteme
göre yapılmış binalarda doğalgazla ısıtma
sistemlerine geçildiğinde merkezî sistemlerin bozulması ve evlere eski teknoloji ve
ihtiyaç fazlası kombilerin takılması sonucu
ne kadar enerji havaya uçtu?”
“Otoyol yerine trenle insan ve yük taşımacılığı yapıldığında enerji kazancı ne olacaktır?”
“Ankara’da maliyeti öne sürülerek yapılmayan metro güzergahlarında bireysel
araç kullanımında, trafikte harcanan zaman ve yakıtın maliyeti ne kadardır?”
Sorular çok, cevapları basit. Burada
önemli olan niyet. İstenirse nükleer ve termik santral kurmadan da yaşam sürer.”
Türkiye’de nükleer santral kurulması gündemdeyken, yakın zamanda
Japonya’da yaşanan nükleer felaket henüz hafızalardayken, nükleer santrallerin
çevre ve halk sağlığı üzerindeki olumsuz
etkileri daha yüksek sesle dile getirilmeye
başladı. Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Ferruh Yavuz aynı zamanda NÜSED - Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre için Sağlıkçılar
Derneği’nin kurucularından. Diyor ki:
“Bizim öykümüz Türkiye’deki egemen
güçlerin, dünyadaki nükleer lobilerle işbirliğinin ilginç bir örneğidir. Size bu öyküyü
özetleyerek, halkın nükleer enerjinin gereğine ve tehlikesizliğine nasıl ikna edilmek
istendiğini kısaca anlatmak istiyorum.
NÜSED olarak 1987’de Çernobil’den
dokuz ay sonra kurulduk. Ancak, resmen
faaliyete geçebilmemiz için valiliğin izni
gerekiyordu. Valilik, bizim gibi sorumsuz
(!) kişilerin yapacağı açıklamaların halkı
paniğe sürükleyeceğini gerekçe göstererek,
savcılığa kapatılmamız başvurusunda bulundu. Savcılık, kurulmamızda bir sakınca
görmedi. İdare mahkemesine başvurdular,
o da sakınca bulmayınca Danıştay’a gittiler. Sonunda yasal olarak kurulduk; ama ilk
genel kurulumuzu yapabilmek için aradan
39 ay geçmesi gerekti. O sırada neler mi
oluyordu? İhraç ettiğimiz bütün mallar radyasyonlu oldukları gerekçesi ile geri dönüyordu, Kenan Evren televizyonda çay içiyor:
“Bakın ben içiyorum bir şey olmuyor” diyor,
Turgut Özal televizyona çıkıp az radyasyon
yararlıdır diyor, Sanayi ve Ticaret Bakanı
Cahit Aral televizyonda çay içiyordu (yıllar
sonra bunun için halktan özür diledi). 6-7
yıl sonra Trabzon Tıp Fakültesi’nin, bölgede
kanserlerin arttığını gösteren araştırmasını
TAEK, Hacettepe’nin de desteği ile yalanlıyordu.
Halktan yana siyaset yapan Erdal İnönü, Deniz Baykal ve Bülent Ecevit de nükleer santral yapılmasını istiyorlar, doğa
savunucularını hiç dinlemiyorlardı. Ecevit
tam santrali başlatacakken ekonomik kriz
araya girdi ve mecburen vazgeçti. Ortağı
Mesut Yılmaz aynı gün, yabancı şirketlere
yaptıkları masraflar karşılığında (dikkatinizi çekerim onlar istemeden) 30 milyon
dolar ödememiz gerektiğini söyledi. Sık sık
elektrikler kesildi.
En son Japonya’daki felaketin hemen
arkasından Erdoğan, nükleer santrallerin
mutlaka yapılacağını söyledi.
Burada size hepinizin bildiği radyasyonun çevreye verdiği zarardan, nükleer atık
sorunundan, deprem ve tsunami tehlikesinden söz etmeyeceğim. Onun için diyoruz
ki; en ucuz enerji tasarruf edilen enerjidir;
güneş, rüzgar, dalga, jeotermal gibi yenilenebilir ve çevreye zararsız enerji kaynakları varken nükleere, HES’lere ve fosil yakıtlı
santrallere HAYIR.
Almanya 2022’ye kadar bütün nükleer santrallarını kaldırma kararı aldı. İtalya
hükümeti, kurulması planlanan 12 nükleer santral projesini askıya aldı, halkın
tepkisinden çekindikleri için referanduma
gitmekten de vazgeçtiler. Bunlara karşılık
Mısır, tıpkı Türk hükümeti ve yandaşları gibi
4 nükleer santral yapma kararı aldı.
Biz buna layık mıyız? Buna boyun eğecek miyiz? İşte bütün mesele bu!”
AKTİVİSTLER NELER YAPIYOR?
Dere yataklarının yapılaşmaya açıldığı,
kıyıların otoyollar ile yok edildiği, orman
alanlarının taş ocaklarına dönüştürüldüğü, yerleşime açılmaması gereken kaçak
yapı alanlarında “kentsel dönüşüm” adı
altında yapılan uygulamalar ile ülkemizde, kentlerimizde giderek artan biçimde
sel, toprak kayması gibi felaketlere bağlı
olarak insanlarımızı kaybetmekteyiz. Neyse ki, hukuka uymayan, teknik ve bilimsel
gerçeklere dayanmayan yaklaşımların
Fotoğraf: Nedim Ozan TEKİN
18
Ankara
Sanatçıları
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
Kontrast
sonucu ortaya çıkan bu çevre felaketlerine karşı, toplumda, siyasetçilerde, basın
dünyasında duyarlılık yaratmak için çaba
gösteren, kampanyalar düzenleyen pek
çok kişi ve kuruluş bulunmakta.
İklim değişikliğini durdurmak için atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun
milyonda 350 parçacığa düşürmek için
çaba harcayan 350 Ankara hareketi aktivistlerinden Önder Algedik bizi iklim için
harekete geçmeye çağırıyor:
“1979 yılından bu yana, hükümetler iklim değişikliğini “müzakere” ediyor. Bugün
atmosferdeki karbondioksit miktarı 393
ppm (milyonda parçacık sayısı). Bu yaklaşık bir derecelik küresel ısınma anlamına
geliyor. Ancak sorun, artık ısınmanın da
ötesinde, aşırı iklim olaylarının olağan hale
geleceği, iklimin devrilme noktası. 2007 yılına kadar, böylesi bir noktanın 450 ppm
olduğu düşünülüyordu. Ancak, o yıl çıkan
raporda 450 ppm’nin çok riskli olduğunu
ortaya koyarken, bilim, güvenli yoğunluğu
geçtiğimizi ve bunun da 350 ppm olduğunu ortaya koydu.
İklim değişikliğinin faturasını hiç suçu
olmayan fakirler ve fakir ülke halkları acı
bir şekilde öderken, bizler de bu faturadan
payımızı acı bir şekilde alacağız. Çözüm
için ülkeler bir taraftan azaltım hedefleri
koyarken, bir taraftan 2012’den sonrası
için Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük
dönemi anlaşmasını ağırdan alıyor. Ülkelerin hedefleri yeterli değil. Bu hedefler sadece iklimin devrilme noktasına dair riskleri
birkaç yıl öteleyecek kadar; ama çözecek
kadar değil. Hiç yükümlülüğü olmayan
Maldivler 2020’de karbon nötr olmayı hedeflerken, Etiyopya gibi ülkeler herkesi imrendirecek projelere imza atıyor.
Ülkelerin attıkları adımlar yeterli
değil; ancak, Türkiye hiçbir adım atmıyor. Hâlâ kömürün hepsini kullanmayı
hedefliyor, toplu taşıma ve raylı sistem
yerine otoyollar planlıyor ve sera gazı
salımlarını ikiye katladı bile!
Zamanımız geçiyor, belki geçti bile!
Bugün gereken adımları atarsak yarının tehlikelerini daha hafif atlatacağız.
Ancak, politikacılar bu noktada değil.
Bilim dünyası 350 ppm’nin güvenli karbondioksit yoğunluğu olduğunu
açıkladıktan sonra, dünyada 350 hareketi ortaya çıktı. 24 Ekim 2009’da
4500 kentte harekete geç çağrısı ile
eylemler yaptı. 10.10.2010’da ise politikacıları beklemenin ötesine geçmek
için iş yapma çağrısı ile 6000 kentte
eylem yaptı. 2011’de ise daha fazla
kentte ve insanla 24 Eylül’de sokakta
olunacak!
350 Ankara, 24 Ekim’de meclis
önüne yüzlerce bisikletli ve yaya ile çı-
karma yaparken, 10.10.10’da 10 kentte bisiklet yolu açılışı yaptı. “Biz bisiklet yolunu
açıyoruz; politikacılar, siz de iklimin yolunu
açın” mesajını verdi.
350 Ankara içinde bir dizi aktivist var.
İçlerinde, fotoğrafçılar, bisikletçiler ve tüketici örgütleri yer alıyor ve herkese ulaşmaya
çalışıyor. Ancak, iklim meselesi hepimizin
meselesi ve geleceğimiz için herkesin harekete geçmesi gerekiyor! “
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ, FELAKET Mİ
OLAĞAN DÖNGÜ MÜ?
Belirli dönemlerde, gezegenimizin
unsurları arasındaki doğal dengenin çeşitli nedenlerle bozulmasına bağlı olarak,
iklimde de büyük değişmeler yaşanmaktadır. Doğal etkenlerle ilişkili olan bu değişmelere, endüstri devrimiyle birlikte,
insan etkilerinin de katkısı olduğu düşünülmektedir. İklim değişikliği konusu
bilim insanları, düşünürler, çevre aktivistleri arasında sürekli tartışılıyor. Yukarıda
Önder Algedik’in belirttiği gibi, bir grup,
iklim değişikliğinin sanayileşme ve tüketim toplumu gibi etkenlerle dünyayı ve
yaşamı yok edebilecek tehlikeli bir süreç
izlediğini, bu nedenle önlemler alınmasını savunurken, başka bir grup bu sürecin
doğal olduğunu ve bu kadar kaygılanmaya gerek olmadığını söylüyor.
Hacettepe Üniversitesi, Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim üyesi Prof. Dr. Cemal Saydam sürecin doğal akışını izlediğini düşünenlerden. Sayın Saydam konu ile
görüşlerini bizim için şu şekilde özetledi:
“Günümüzde çevresel sorunların ulaştığı boyut, ister istemez her olumsuz olayı
insan eli ile bozulan doğanın bir cezalan-
dırması şeklinde algılamamıza neden olmaktadır. Emin olun ki, geçmişte de böyle
olaylar olmakta idi; ancak, küresel anlamda ulaşılan insan sayısı ve doğal olarak
yaşam alanlarının gelişmesi, haberleşme,
uydu verileri derken, meydana gelen her
olaydan anında haberdar olmamız bizi hemen kötü düşüncelere itebilmektedir.
Yerküre var olduğu süreçte kimi zaman
ısınmış, kimi zaman da soğumuştur, bunlar doğası gereği oluşan salınımlardır. İşte
bunların farkında olmamız bir kışı ılıman,
diğerini de soğuk geçirdiğimiz zaman bizi
farklı düşüncelere itmektedir. Çok değil,
daha 2011 kışını gayet ılıman geçiren bir
Anadolu ve hemen kuzeyinde kara kıştan
kasıp kavrulan bir Avrupa. Onlara göre
küresel soğuma, bize göre küresel ısınma.
Tüm dertler de buradan başlıyor zaten.
Mevsimsel değişimler ile küresel iklim değişimleri arasındaki fark. Mevsimsel salınımların döngüsü 50, 100, hatta 500 sene
olabiliyor; ama küresel iklim değişikliklerinin zaman aralığı binlerce seneler ile ifade
edilebiliyor.
Bir faninin yaşamı sürecinde küresel
iklim değişikliğinin alt veya üst tepe noktasını görebilmesi neredeyse imkansızdır.
Çünkü bu süre en az 2-3 bin senelik bir
zaman dilimini kapsamaktadır. Halbuki en
iyi ihtimal ile yaşam sürecimiz ise sadece
80-100 sene.
Bu noktaya temas ettikten sonra, gelelim yaşam sürecimizde yaşadıklarımıza. Elbette değişen bir şeyler var. Anılarımızdaki
hava koşulları, yaşadıklarımız, doğal çevremiz, kuşlar, ağaçlar. İşte ağaçlar denilince
bir başka olay da geliyor dikkatimize. Ağaçlar her geçen sene, büyümelerini gövdele-
Fotoğraf: Özgür YILDIRIM
19
Kontrast
rine bir halka olarak resmediyorlar. Yağışlı
geçen sene geniş, yağışı az olan sene için
ise dar bir halka ve bu süreç ağacın yaşamı boyunca devam ediyor ve de biliyoruz
ki, bazıları da bin sene yaşıyor. İşte bunlardan alınan örneklere bakıp geçmişte ne
olmuş onlar hakkında da yorum yapan bir
bilim dalı bile var. Özetle, bu bilim dalına
ait yayınlar diyor ki; Doğu Akdeniz’de 1400
seneden bu yana yağış rejiminde değişen
hiç bir şey yok, her şey normal, olağan koşullarda sürüp gidiyor. Ve bizi şaşırtıyor.
Halbuki bizim beklentimiz bir şeyler değişiyor sinyalini görmek; olmayınca, göremeyince kızıyoruz nedense, ama onlar, yani
ağaç halkaları yalan söylemeyi bilmiyor ki!
Neyse onu resmediyor. İçinizi rahat tutun,
inanması zor belki; ama değişen bir şey
yok, aslında var elbette. Farkındalığımız
artıyor, teknoloji her yere anında ulaşabilmemizi sağlıyor; ama halen doğal güçlerin,
doğanın acımasız kuvveti, kudreti altında
ezilip gidiyoruz. En gelişmiş ülke de, en geri
kalmışı da aynı kaderi paylaşıyor. Biri dertlerini daha çabuk sarabiliyor. Fark sadece
bu kadar. Bunlar aslında ona saygımızın
sürmesi gerektiğini anımsatan olaylar ve
ona rağmen değil; onunla yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini gösteren acımasız
gerçekler.”
TUKODER Ankara Yönetim Kurulu
Üyesi ve 350 Ankara aktivistlerinden Tülin Yıldırım ise iklim değişikliğine karşı
mücadelede Türkiye’nin durumunu şöyle
açıklıyor:
“İklim Değişikliği ile ilgili yürütülen müzakerelerde Türkiye aktif bir rol oynamadığı
gibi, mümkün olduğu kadar sessiz kalarak
ya da görünmez olarak sorunun kendisini
pas geçeceğini düşünüyor. Bundan bir süre
öncesine kadar sadece gelişmiş ülkelerin
yarattığı iklim değişikliğinden bahsedilip
onların çözüm üretmesi beklenirken, artık
gelinen noktada gelişmiş ülkeler emisyonlarını sıfırlasa bile, bizim gibi gelişmekte
olan ülkelerdeki artışın iklim değişikliğini
devam ettireceği araştırmalarla ortaya
kondu.
Nitekim, Türkiye’nin kişi başı CO2 salınımları (5.3 ton) dünya ortalamasının (4.3
ton) oldukça üstünde. Üstelik iklim değişikliğinin yaratacağı kuraklığın da Akdeniz
coğrafyasında yer alan bölgeleri ciddi olarak etkileyeceği bilinmektedir.
Türkiye, müzakerelerde, gelişmekte
olan ülke statüsünde olduğu için sorumluluk almayacağını belirtmiştir. Fakat aynı
ekonomik büyüme değerlerine sahip Meksika (%30), Endonezya (%26), G. Kore
(%30) gibi ülkeler Kopenhag Uzlaşması
çerçevesinde gönüllü olarak yapacakları
azaltım hedeflerini bildirirken Türkiye bil-
Pembe olanlar erişkin, kahverengi çalılık gibi görünenler yavru, üstte de yuvaları. Tuz Gölü’nün güneyinde Türkiye’nin ikinci büyük flamingo kolonisi yaşıyor. Ancak Tuz Gölü’nün gün geçtikçe azalan
suları nedeniyle her sene sayıları giderek azalıyor. Fotoğraf: Melih ÖZBEK
20
Ankara
Sanatçıları
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
dirimde bulunmadı. Üstelik az gelişmiş ülkelerden Etiyopya bile bir dizi yenilenebilir
enerji projesi yapmayı taahhüt etti.
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın UNDP
ile beraber hazırladığı ve yakında yayınlanacak olan Eylem Planında ise, daha önce
hazırlanan strateji belgelerinde yer alan
2023 için %100 HES ve %100 kömür
santrali hedeflerine sadık kalındığı görülüyor. Hala, talep oluştuktan sonra raylı
sistem alt yapısı oluşturulmasından bahsediyor ve bunu 2020 hedefi olarak koyuyor.
Çevre Tüketim Vergileri ile elde edilen paranın nereye gittiği bilinmezken bu vergileri
artırmaya çalışıyor.
İklim değişikliğine karşı uyum için çalışma yapılmayan, hedef koymayan, ve
bunlarla beraber iklim değişikliği karşısında büyük kayıplara uğrayacak bir ülkede
hükümetlere baskı yapıp adım attırmak ise
sivil topluma düşüyor.”
SIRA BİZDE... ÇÜNKÜ AĞAÇLARIN
OY HAKKI YOK!
Doğa fotoğrafçısı, AFSAD Doğa Atölyesi eğitmeni Tarık Yurtgezer, çevre sorunları ve doğanın korunması ile ilgili
olarak biz fotoğrafçılara düşen sorumlulukları şöyle açıklıyor:
“İklim değişikliğini en iyi gözlemleyenler arasında doğa fotoğrafçılarını sayabiliriz. Çünkü doğa fotoğrafçıları birkaç yıl
arayla gittikleri aynı bölgedeki değişimleri
görmekte ve belgelemekteler. Özellikle İç
Anadolu’daki sulak alanlarda bu değişim
belirgin bir biçimde kendisini gösteriyor.
Dört yıl önce gittiğimiz göllerin su seviyesindeki düşüşler bölgedeki iklim ve yağış
düzensizliklerinin ve yeraltı su seviyesindeki azalışların da göstergesi oluyor. Dört
yıl arayla çekilmiş iki fotoğrafı yan yana
koyduğumuzda durumun vahameti ortaya
çıkıyor. Bu durum bilimsel araştırmalarla
ortaya konmuş olsa bile, fotoğraflar çok
daha etkileyici olabiliyor.
Doğa fotoğrafçıları bu sorunları ortaya
koydukları gibi, sürecin sonunda yitirmemizin kaçınılmaz olduğu doğal değerlerimizi
de göstermek, belgelemek gibi bir görevi
üstlenip kamuoyu oluşumuna yardımcı
olabilirler. Örneğin, Tuz Gölü’nün kuraklığa
ve yeraltı su seviyelerindeki düşüşlere bağlı olarak yıldan yıla küçüldüğü kamuoyunca bilinmektedir. Fakat yitip giden sadece
Tuz Gölü dediğimiz su birikintisi midir?
Kamuoyunun bunu bilmesine rağmen Tuz
Gölü çevresinde yaşayan, bu göle bağımlı,
gölle birlikte bir ekosistem oluşturan canlılar ve akarsu, jeolojik oluşumlar gibi doğal
yapılar hakkında hiç bilgisi yoktur. Bu ve
buna benzer eko sistemlerin fotoğraflanması, bu alanlarda faaliyet gösteren doğa
Kontrast
korumacı kuruluşlara görsel malzeme
sağlayıp ortak çalışmalar yapılması doğa
fotoğrafçıları için bir görev gibi görünmekte. Bunun için doğa fotoğrafçılığının
kurumsallaşması gereklidir. Fotoğraf dernekleri bünyesinde çalışma yapan doğa
fotoğrafı grupları için bu tip çalışmalar
hem bir fotoğraf çalışması hem de doğanın korunmasına katkı sağlayacakları bir
etkinliktir.
Dünyada yedi milyar insan yaşamakta. Bu muazzam bir popülasyon. Bu kadar
insanın barınma ihtiyacı, ısınması, gıda
gereksinmesi ve bunların karşılanması
için sanayi üretimine hız verilmesi, doğal
kaynakların hızla tüketilmesi ve tüm bunların sonunda doğaya bırakılan atıklar,
diğer canlıların yaşam alanlarının daralması…
Bütün bunlara bakınca karamsar olmaktan daha çok umutsuzluğa kapılıyo- Kayın ormanında sonbahar, Küre Dağları Milli Parkı
Fotoğraf: Tansu GÜRPINAR
rum. Doğayı korumalıyız; ama bilmeliyiz
bir yelpazede özeleştiriye ihtiyacımız
Tansu Hocamızın dediği gibi: : “Ağaçki, doğa koruma çalışmaları kaçınılmaz
olduğu kesin. Gezegenimiz, kendimiz ve ların oy hakkı yok; oy hakkı olanların da
sonu sadece geciktirecek. Çıkış yok gibi
gelecek kuşaklar için şimdiden hareke- bilgi ve sevgisi eksik.”
görünse bile, çocuklarımız için bu sonu
te geçmemiz gerekiyor. Fotoğraf, yakın
Sıra bizde… Tüm fotoğrafçıları ağaçmümkün olduğunca geciktirmeliyiz.”
geçmişte savaşları bitirebilen bir araç, ların, hayvanların, doğanın yanında olGünlük hayatımızdan tüketim anbelki gezegenimizi de kurtarma konu- maya davet ediyoruz. Bilgimizi ve sevgilayışımıza, tercihlerimize uzanan geniş
sunda bize yardımcı olabilir.
mizi çoğaltarak…
21
Kontrast
Söyleşi
Söyleşi: Kontrast
Fotoğraflar: Ahmet Selim SABUNCU
İĞNE DELİĞİ FOTOĞRAF DENİNCE:
AHMET SELİM SABUNCU
Türkiye’de iğne deliği fotoğraflarından bahsedilince ilk akla
gelen isim. Aslında, o bir fizikçi. Sanatla ilgisi de önce resim ile
başlıyor, 1982-1987 yılları arasında Akgün Büyükişleyen’den
resim dersleri alıyor. Fotoğrafla 1980 yılında tanışıyor, 1982
’de AFSAD’a gelişi ile birlikte fotoğrafa daha yoğun eğiliyor.
FSK’nin kurucularından. 1987’de TRT’de fotoğrafçı olarak
çalışmaya başlıyor. 30 yıllık fotoğraf geçmişinin içinde televizyon, sinema ve tanıtım projeleri büyük yer kaplıyor. İğne deliği
fotoğrafları ile isminin bir araya gelişinin hikayesini bulacağınız bu söyleşide, Ahmet Selim Sabuncu’nun fotoğraf geçmişine
de kısa bir yolculuk yapacağız.
Sizinle ilgili fotoğraflar hep iğne
deliği üzerine. Başka fotoğraflar çekmeyi de düşünüyor musunuz?
Şimdi anlatacağım şeylere fotoğraftaki yeni isimler, gençler ‘ya, bu
adam ne diyor ki?’ demesinler diye
baştan bir açıklama yapıyorum. Bu
olayların olduğu dönemlerde internet ve dijital fotoğraf yoktu...
Fotoğraf maceram 1980’de başladı ve iğne deliği fotoğraflarına gelene
kadar farklı tekniklerle sergiler açtım.
Ahmet Öner Gezgin ve rahmetli Şahin
Kaygun ile neredeyse aynı dönemlerde, resim ve fotoğrafın içiçe geçtiği
ürünlerle sergiler açtık. O dönemde boyama fotoğraflar çok ilgi çekti.
Ancak, beraberinde pek çok soruyu
(saldırıyı) beraberinde getirdi. Yaptıklarımın fotoğraf olmadığından tutun da, fotoğraflardaki hatalı yerleri
kapatmak için fotoğrafları boyadığım
bile söylendi. Ama gene kimse, fotoğraflarımı neden boyadığımı sormadı.
Uzunca bir zaman boyalı fotoğraflar
yaptım. O dönemlerde AFSAD içinde
6-7 kişilik bir çalışma grubu oluşturmuştuk. Şimdinin atölyeleri... Hem
kendimiz, hem de birlikte çalışıp
ürettiğimiz insanlarla bir şeyler yapmaya çalışıyorduk. Fotoğrafları tasarlıyor, uygun mekanlar bulup anlamlar
yaratmaya çalışıyorduk. O dönemde
pek destek gördüğümüz söylenemezdi. Hatta bize hoş gözle bakılmazdı. Doğrudan fotoğraftı gerçek olan
ve fotoğraf olan... Benim yaptıklarımın ise fotoğraf ile ilgisi yoktu! Hep
anlatmaya çalışmıştım: ‘Önemli olan
üretmek ve düşünceleri ifade etmek’
22
diye. Kullandığın yolun ne olduğunun
bir önemi yoktu. Benim dilim buydu:
‘Teknikleri istediğim gibi kullanır ve
ürün ortaya çıkarırım. Herkes de bundan istediği anlamı çıkarır.’
Bugün hâlâ boyalı fotoğraflar devam ediyor. Sadece bir farkla, artık
bilgisayar ortamında boyuyorum. Aynı tadı alıyor musun dersen, kocaman
bir ‘hayır’. Elle boyamada teklik vardı.
Fotoğrafın çoğaltılabilir yapısını bozuyor ve ona yeni boyutlar katıyordu.
Elleriniz boya içinde kalıyordu. Şimdi
ise ne fare kirleniyor, ne de ekrandaki
görüntü boyanıyor!
İğne deliği fotoğraf tekniğine nasıl
başladığıma gelince: Cumhuriyet’in
75. Yılı kapsamında hazırladığım bir
proje için iğne deliği fotoğraf tekniğinin uygun bir teknik olduğuna
inandım. Proje için çektiğim ve çekeceğim fotoğraflara yeterince destek
bulamadığım için İş Sanat’ta açacağım serginin yapısını “iğne deliği”ne
dönüştürdüm. Boyalı fotoğraflardaki
müdahaleler, iğne deliği fotoğraflarında tamamen müdahalesizliğe dönüştü. Fotoğrafları olduğu gibi basıp
sunmaya başladım. Hatta o dönemlerde taramalar yetersiz kaldığı için
kontak baskı yapıp sergiledim. O
günden bugüne çoğunlukla iğne deliği fotoğrafı çektim. Biraz da, iğne deliği fotoğrafı üstüme yapıştı. O kadar
ki, başka fotoğrafım yokmuşçasına...
Hatta efsaneler üretilip, benim fotoğraf makinem olmadığı için iğne deliği
çektiğime kadar dedikodular yayıldı.
Tabii ki, dedikodular gerçek sanıldı.
Ve gene, “neden iğne deliği fotoğrafı
çekiyorsun” yerine, “bunu marifet mi
sanıyorsun”dan tutun da, “bu tekniği ben öğrettim” diyenine kadar çıktı. Her zaman olduğu gibi bu işin de
popülaritesine (?) kapılarak makinesi
olmayanlara fotoğraf öğretiyoruz eğitimleri başladı. Çünkü nedenler ve
niçinler yoktu, “nasıl yaptın”lar vardı.
Ve mutlaka biri sana öğretmiştir, hadi
itiraf et. Kim o?...
Bir dönem, fotoğraflarımda nasıl daha fazla detay elde edebilirim
diye düşünmeye başladım. Aşırı net
ve fazla kontrast fotoğraflar... Nasıl
oluyor da oluyor diye aylarca düşündüm. Mantık basitti: Film büyük olursa detaylar daha net ve keskin olurdu. Benim o zaman bir Rolleiflex’im
vardı. Sonuçta 6x6... Bir İstanbul seyahati öncesinde aklıma geldi. Büyük
1960’larda f64 grubunun koyduğu kurallar vardı.
Bunlar netlik, keskinlik, konunun açık seçikliği,
kompozisyon gibi, yanılmıyorsam altı maddelik
bir manifestoyla duyurulmuştu. Bu altı maddelik
şarta uyarsanız fotoğrafınız iyi oluyor. Yani iyi
fotoğraf reçetelik, tariflik bir durumdu. Benim
için iyi fotoğraf beni heyecanlandıran fotoğraftır.
Ankara
Sanatçıları
Derneği
Temmuz-Ağustos
AnkaraFotoğraf
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
Kontrast
bir film ve makine bulmuştum. Film
A4 kağıt, makine de Xerox’du. İşyerine gidip fotokopi makinesine kafamı koyup düğmeye bastım. Çıkan
sonuç tam istediğim gibiydi. Kağıdı
çantama atıp İstanbul’a gittim. Birkaç
kişi dışında kimseye söyleyemedim.
Ama o dönem epeyce radyasyon aldım. Fotokopi makinesinde fotoğraf
çekilir mi diye yeni bir saldırı dalgası
başlayabilirdi. Ya da bu yazıdan sonra
güzel bir ilimizde seminerler verilip,
fotoğraf makinesi olmayan fotokopicilerin İstanbul’un güzide galerilerinde açtığı sergileri görebiliriz.
Tuğrul Çakar bir yazısında şöyle
diyor; “Fotoğraflarınızla söyleyecek
bir şeyiniz var mı? Yoksa neden fotoğraf çekiyorsunuz?” Siz neden fotoğraf çekiyorsunuz? Ne anlatmak
istiyorsunuz?
Fotoğraf ile ilgili düşünceler zamanla değişime uğrayabiliyor. Eskiden kurgu fotoğrafın gücüne inanırdım. Galiba, şimdi ben de eski
kafalı oldum. Belge fotoğrafına inancım daha arttı. Bu değişimdeki temel
suçlu, sanıyorum hard diskler... Terra
baytlık saklama alanları... Eski aile fotoğraflarındaki gerçek zamanları arama duygusu. Yaşanan anlar gerçekten
yaşanmışsa bunun bir kanıtı olmalı
diye düşünüyorum. Bu kanıtın adı da
fotoğraf. Kurgu fotoğrafta zaman ve
mekan daha soyut... Benim uzunca
bir zamandır, ‘ne zaman ve nerede?’
sorularının yanıtını bulduğum fotoğraflar ilgimi çekiyor. Kurgu fotoğraf
ya da fotoğraf bazlı hiçbir üretimin
karşısında değilim. Yani o fotoğraf,
bu fotoğraf değil demiyorum. Dijital
öncesi (DÖ) dönemde, belge ve an
fotoğraflarındaki baskı ve negatif hatalarının görmezden gelinmesi gerektiğini, çünkü önemli olanın ‘an’ olduğunu savundum. Kurgu fotoğrafta ise
böyle bir esnekliğim olmadı. Her şeyi
kendinizin saptadığı bir fotoğrafta
hata olmamalıydı.
Şöyle düşünelim: Ben 30 yıldır
fotoğraf çekiyorum. Sadece her ay,
oturduğum evin önünü çekseydim
Ankara’nın 30 yıllık değişimini belgelerdim. Bu bile yaptığım bütün kurgu
fotoğraflardan daha değerli olurdu.
Şimdilerde hem kurgu, hem belge, hem de iğne deliği fotoğraf çekiyorum. Dijital sonrası (DS) dönemde,
yeni makinelerin yeni açılımları yaptığım işlerde de farklılıklara yol açtı.
Sadece yönetmenlik yaparken, şimdi
görüntü yönetmenliği de yapmaya
başladım. Profesyonel olarak yaptığım videolar yaşama, o ana tanıklık
eden yorumsuz filmler. O gün, o anda
ne yaşanıyor sorularına yanıt veriyor.
Bazen yaşam kadar hareketli, bazen
uzun, bazen de sessiz ve sıkıcı oluyor.
Bir konu çerçevesinde çalışmak
yapılacak en doğru şey. Son dönemde
Hava Kuvvetleri Komutanlığı ile belgesel bir fotoğraf çalışması yaptım.
Amaç basitti: Hava Kuvvetleri Komutanlığı uçaklardan değil; insanlardan
oluşuyordu. Çekilen fotoğrafların ne
yazık ki büyük bir bölümü yayınlanmayacak; ama 20-30 sene sonra arşivlerde büyük bir değer oluşturacak.
Son zamanlarda belgesel filmler
fotoğrafın önünde gibi. Fotoğrafla il-
gili projeleriniz de var mı?
Artık birçok anlatım aracını birleştirerek kullanmak ayıp ya da tu
kaka olarak karşılanmıyor. 30 yıldır
fotoğrafla, 25 yıldır da televizyon, sinema ve tanıtım ile iç içeyim. Artık bir
projeyi tek olarak düşünemiyorum.
Mutlaka içine videoyu da sokuyorum.
Şu anda, DÖ dönemde yapmak istediğim bir kurgu projeyi tekrar hayata
geçirmeye çalışıyorum. Ön çekimleri yaptım. Ama bilgisayar işleri biraz
uzun sürüyor. Önümüzdeki dönem
yeni bir belgesel proje için çalışmaya
başlayacağım.
Fotoğrafçı kimdir?
Eskiden altına pek çok şey yazılabilecek, belki saatlerce konuşulacak bir konuydu. Şimdi yanıtlar değişti bence. DS sonrası dönemde gerçek
bir devrim yaşandı. Cep telefonlarından bilgisayarlara, tabletlere kadar
her şey fotoğraf çekebiliyor. Dolayısıyla, bunlara sahip olan herkes de
fotoğraf çekebiliyor. Bence artık usta
çırak kalmadı. Onun için herkes fotoğrafçı. Bunda da hiçbir sakınca yok.
Türkiye’de fotoğraf ne düzeyde?
Fotoğraf dünyasından o kadar
uzaklaştım ki, bunun için yorum yapmam çok zor. Ama çok farklı işler yapan gençler var. İnternet sayesinde
dünyadaki pek çok işi izleme şansı
buluyorsunuz. O kadar çok fotoğraf
ve görsel çalışma var ki, özgün bir
ürün üretmek neredeyse imkansız
hale geldi. Belge fotoğrafı için durum böyle değil tabii ki... Ama kurgu
fotoğrafta yabancı fikirlerin sık sık
ülkemizi ziyaret ettiğini biliyoruz.
23
Kontrast
Hatta çok eskilerde Alper Fidaner ile
“Arak Fotoğraflar” diye bir sergi açalım bile demiştik. İnternet öncesi bir
dönemde bile o kadar çok malzeme
bulmuştuk ki. Benim için en ilginci
şudur; Prag’da Saudek’in kitaplarına
bakarken onun en ilgi çekici kitabıyla
karşılaştım. Kitapta, çizilmiş boş çerçevelerin altında, sanatçı tasarladığı
fotoğrafları yazıyla anlatıyordu.
Sizce nasıl olmalı? İyi fotoğraftan
ne beklersiniz? Fotoğraf yarışmaları
hakkında düşünceleriniz nedir?
1960’larda f64 grubunun koyduğu
kurallar vardı. Bunlar netlik, keskinlik,
konunun açık seçikliği, kompozisyon
gibi, yanılmıyorsam altı maddelik bir
manifestoyla duyurulmuştu. Bu altı
maddelik şarta uyarsanız fotoğrafınız
iyi oluyor. Yani iyi fotoğraf reçetelik,
tariflik bir durumdu. Benim için iyi
fotoğraf beni heyecanlandıran fotoğraftır.
Fotoğraf yarışmalarına katılmayı
jüri üyesi olmaya başladıktan sonra bıraktım. Yarışmalar tabii ki çok
önemli; ama sırf yarışma için fotoğraf
üretmek, hatta jüriye göre üretmek
fotoğrafın gelişimine zarar verir diye
düşünüyorum.
İğne deliği fotoğraflarını kitap haline getirdiniz 2010 yılında. 500 adet
basıldı. Yayın konusunda yeni bir projeniz var mı?
Cumhuriyet’in 75. Yıl Projesi aynı
zamanda bir yayın da içeriyordu. O
zamandan beri aklımda olan ve içimde kalan bir işti. Fotoğraf kitaplarına
kaynak bulmak, bunu dağıtmak ve
pazarlamak çok ayrı işler. Ticari bir
kaygısı olmayan prestij bir kitap oldu.
Bundan sonra sergiden çok yayına yöneleceğim. Sergilere gelen kişi sayısı
belli; ama yayın elden ele dolaşıyor.
Bence internet kadar önemli. Yetiştirebilirsem bu sene içinde iğne deliği
Fotoğrafçılar bence “an” avcılarıdır. Kurgu fotoğraf bile olsa, modelin ya da mekanın o anını saptar.
24
Ankara
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
Ankara
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
fotoğrafı olmayan bir yayın projem
var.
Nisan ayının son pazarı “Dünya
İğne Deliği Günü”. Bunu bize anlatır
mısınız?
İğne deliği fotoğrafı, tüm dünyada
çok geniş bir uygulayıcı kitlesi tarafından kullanılıyor. Profesyonel sanatçılardan, amatörlere, öğrencilere kadar
herkesin katıldığı, belki de dünyanın
en büyük sanal sergisi oluyor. Ben de
bu güne, başladığından beri katılmaya çalışıyorum. Ama önemli olan, her
sene Türkiye’den değişik pek çok kişi
sergiye katılıyor. Aslında iğne deliği
fotoğrafı o kadar yayıldı ki, internet
siteme Türkiye’nin değişik pek çok
bölgesinden sorular geliyor. 2-3 sene
kadar önce Doğu Beyazıt‘ta çekim yaparken bir ilkokul öğretmeninin de
yaptığı küçük bir kamerayla çekim
yaptığını gördüm. İğne deliği günü o
kadar çok benimsendi ki, Hindistan,
İngiltere ve İtalya’da pek çok organizasyon yapılıyor.
Kontrast
A
İNCE ELEK
ltan Bal
Neyse Halin Öyle Çıkar
Fotoğrafın!
Ey okuyucu;
Sen ne düşünürsün bilmem ama, bence iyi fotoğraf en çok şiire benzer. Sıkı fotoğrafçı da şaire...
(en azından benzemek ister!) Mesela, şair günlük
hayatta kullandığımız kelimeleri kullanır. Herkesin bilebileceği sıradan kelimeler. Çoğu zaman bir
şiiri okuyup yeni bir kelime öğrenmezsiniz. Hatta,
o kelimeler tek başlarına da pek güçlü değildir.
Bir şiirin kelimeleri diğer kelimelerle yan yana
geldiklerinde, ilk akla gelen anlamlarını kat be kat
aşarak başka şeyler söylemeye başlarlar.
Etkili bir fotoğraf da çoğu zaman, her yerde karşılaşacağınız leke, nesne, insan, renk ve ışıklardan oluşur.
Çoğu zaman tek başlarına gücü yoktur. Kadraj içindeki
diğer görsel ögelerle yan yana geldiklerinde anlam
kazanır, zenginleşir. Seyircinin kafasında herhangi bir
anı göstermekten öte, o anla sonuçlanan süreçler hakkında bir duygu oluşturur. İyi fotoğraf, aslında, gösterdiği anın öncesi ve sonrası hakkında merak uyandırır.
Ey okuyucu, sen inanma olur mu, fotoğrafın bir anda
oluştuğu illüzyonuna. İyi fotoğraf süreçlerin sonucudur. İlginç saptamasına dayanan fotoğraflar ise kısa
ömürlü olur, çabuk tüketilir.
Şiir işlevsel değil; estetiktir. Duyguları günlük hayattaki şekliyle dökmez kelimelere. İçeriğine uygun
bir biçim bulmakla yükümlüdür aslında şair. Günlük
hayatı anlatsa, sıradan kelimeler kullansa bile, o kelimelerin diğer kelimelerle yan yana gelmesi günlük
hayattaki gibi değildir. Babası ölür şairin, çok üzülür.
Hiç de beklemiyordur babasının ölmesini. “Sizin hiç
babanız öldü mü?/Benim bir kere öldü kör oldum/Yıkadılar aldılar götürdüler/Babamdan ummazdım bunu
kör oldum” (Cemal Süreya) der. “Üzüldüm” kelimesini
kullanmadan, okuyucu anlar üzüldüğünü… Kötü fotoğraf işlevseldir, göstermek peşindedir. Ne varsa objektifin karşısında onu gösterir. Portre çektiğini sanır;
oysa çektiği vesikalıktır. İyi fotoğraf ise anlatır. Ne varsa fotoğrafçının kafasında, onu anlatır. Fotoğraf makinesinin karşısında olan yüzler, nesneler, ışıklar, dağlar,
denizler o anlatının beden bulması için araçtır. Hepsi
o. Fotoğraf aslında ışıkla yazılan değil; anlattıklarıyla
oluşan bir görselliktir. İyi fotoğrafçı karşısında olduğu
herhangi bir durumun fotoğrafını çekmez; aklından
geçenleri fotoğrafa çevirir. Tıpkı şairin içinde olup bitenleri kelimelere dökmesi gibi.
Hali nasılsa fotoğrafları da öyle olur iyi fotoğrafçının. Fotoğrafı, anlatacağı hikaye ve yaratıcılığıyla
sınırlıdır. Şairler de kendilerini döker kelimelere. Bu
yüzden, bütün şiirlerini okuduğun bir şairi karşında
gördüğün zaman, sanki çok uzun zamandır arkadaşmışsınız gibi hissedersin. Herşeyini bildiğine inanırsın…
Fotoğraf: Merih AKOĞUL
Şiir kalemle değil, şairin bedenine hapsettiği binbir ruh halinin kelimelere dökülmesiyle yazılır. Yoksa
sen hala iyi fotoğrafın makinenin bir ürünü olduğuna
mı inanıyorsun? Yapma gözünü seveyim… Şairin kullandığı kalem ne kadar etki ederse yazdıklarına, makine de o kadar! Zanaatı yapar…
Şiirdeki tüm kelimeler şair istediği için vardır. Herhangi bir kelimeyi silseniz şiirin tüm gücü yok olur. İyi
fotoğrafta da kadraj üzerindeki her şey fotoğrafçının
seçimleri sonucuda oradadır. Ekleyip, azaltamazsın.
Her leke büyük hikayenin parçasıdır. Bu yüzden biriciktir.
Şiir yalnız yazılır. Kalabalıklarla paylaşılır. Kötü
fotoğraf kalabalıklarla, grup halindeki fotoğrafçılarla
çekilir.
Bir şiiri okuduğunuz zaman, şaiirin duygu ve düşünceleriyle karşı karşıya olduğunu bilirsiniz. Bahsedilen durumun kendisi değil; şaiirin söyledikleri sizi
cezbeder. Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum” diye
başlayan şiirini okurken Orhan Veli’nin İstanbul’una
bakarsınız. İyi bir fotoğrafa bakarken de, yalnızca yüzey üzerinde olana değil; fotoğrafçının yüzey hakkındaki düşüncelerine bakarsınız.
Etkilendiğiniz bir şiirin şairini gördüğünüz zaman
o şiiri nerede yazdığını sormazsınız. Ya da umarım
sormuyorsunuzdur. İyi bir fotoğrafın fotoğrafçısına o
fotoğrafı nerede çektiğini sormayacak olmamız gibi.
Ey okuyucu;
Şiir kitaplarının sayfalarında çok boşluk vardır.
Okuyan da alsın kalemi bir şeyler eklesin diye. Fotoğraf sergilerinde de paspartu boşluğu bu yüzdendir.
Seyreden de kendinden bir şeyler eklesin diye.
25
Kontrast
YAZI VE FOTOĞRAFLAR:
Ali Rıza AKALIN
Fotoğraf Okuma
BÜTÜNLÜK
“Fotoğraf, hiçbir şeydir. Fotoğrafçı ise, her şey.”
Henri Cartier BRESSON - 22.08.1908 / 03.08.2004
Hiç şüphesiz ki; Bresson bu sözünü,
fotoğrafı küçümsemek amacı ile söylememiştir. Tam tersine, özellikle düşünce ve sonrasında da davranış yapısı ile
fotoğrafçının fotoğrafın niteliğini belirleyen, ona değer katan ve kalıcılığını
sağlayan en önemli faktör olduğunu
vurgulamıştır.
Aslında hemen hepimiz biliyoruz
ki; tek bir fotoğraf dünyayı ayağa kaldırıp sarsmaya yetiyor ve yine tek bir
fotoğraf, fotoğrafçısından daha çok tanınıyor.
Yine de önemli ve değerli olan, düşünce ve biçim oluşturan fotoğrafçıdır.
İzleyici ile düşünce ortaklığı kurabilmenin yolu: bir biçim, bir tarz ve
giderek de bütünlük oluşturan fotoğraflar üretmek ve bu fotoğrafları 3, 5,
7, 9 ve 12 adetlik portfolyolar şeklinde
sunmak olmalıdır.
Bu sayıdaki fotoğrafların “dizi” ya
da “seri” gibi alt başlıklarla adlandırılmadan önce “bütünlük” kavramı altında irdelenmesinde yarar vardır.
Bütünlük sözcüğü; “kendisini oluşturan öğelerin tamamının bir arada olması, eksiksizlik” olarak tanımlanıyor.
Bir sanat ürününde eksiksizlik; “düşünce + teknik + biçim”den birinin ya
da birden fazlasının 3, 5, 7, 9, 12 adetlik portfolyoyu oluşturan yapıtların her
birinin içinde var olmasıdır.
Tam bu aşamada sözümüzü somutlayacak olan Yousuf Karsh‘ın
(23.12.1908 / 12.07.2002) fotoğraflarıdır. Bu fotoğrafların tamamında;
insan vardır. Tarz olarak “portre”dir.
Teknik olarak siyah beyazdır ve en
önemlisi de ışık; portre kişilerinin ya
alnına ya yanağına ya şakağına ya göz
çukuruna yerleşmiş vaziyettedir. Tüm
fotoğraflarında istisnasız var olan bu
nitelikler, bütünlüğü oluşturarak; “Bir
Yousuf Karsh Fotoğrafı” tanımını oluşturmuştur. Bu özgün yapı dolayısıyla
Karsh, milyonlarca fotoğrafçının arasından sıyrılıp, dünya fotoğraf tarihinde kendine bir yer edinmiştir. Bugün
birçok resmi eğitim kurumlarında tanıtılıp, ders ve tez konusu yapılırken,
Türkiye’de yayınlanacak olan bu dergide de adından söz ettirmektedir. İşte
“… Fotoğrafçı ise her şey.” ifadesi bu
örnekle somutlanmaktadır.
Bütünlüğe ulaşmak konusu hemen
hepimiz için uzun vadede bir hedef
olmalıdır. Çünkü, fotoğrafın sunduğu
olanakların arasında, daha denenmemiş birçok yapısal seçenek olduğuna
inanıyorum. Bu nedenledir ki; “eski,
deneyimli, usta, üretken” gibi sıfatlarla
26
Ankara
Sanatçıları
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
Fotoğraf
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
tanınan üyeler yeni, genç üyelerin ufkunu açmak, onları teşvik etmek, bilgilendirmek adına derneklerinde her
ay “FOTOĞRAF OKUMALARI” başlıklı
küçük bir eğitim etkinliği gerçekleştirmelidir.
Bu düşüncelerin sahibi olarak, ben
de oldukça uzun bir süredir, bütünlüğü
hedeflediğim fotoğraf çalışmaları yapıyorum. Burada 5 adetten oluşan bir
örnekleme yapmak isterim.
Öncelikle belirtmeliyim ki, bu fotoğraflarımda, hiçbir biçimde en küçük
sayısal teknolojik müdahale yoktur.
Fotoğraflar klasik, filmli bir makine
ile çekilmiştir. Çekim, oluşturduğum
aynalı aparat aracılığı ile gerçekleştirilmiştir.
Bütün fotoğraflarımda;
Konu: Kenttir. Son dönemde, içinde
yaşadığım kentin; kirli, karanlık, kalabalık ve kaos-karmaşa içinde olduğunu gözlemliyorum.
Teknik: Ayrıntıları, birbiri içine geçen gri tonları daha belirgin biçimde
verebilmek amacı ile renkli negatif
film kullandım.
Biçim: Özellikle kaos (karmaşa) olgusunu vurgulayabilmek için resim sanatının “kolaj” tekniğini rehber aldım.
Şüphesiz ki, eksiğine ve farklı okumalara açık olmasına karşın, düşünsel
ve teknik yanıyla bütünlük oluşturmaya yönelik bir çalışma örneği olduğunu
düşünüyorum.
Bu bütünlük yapısının uzun vadede de olsa aranılan bir nitelik olacağını düşünüyorum. Zira, koşulun bu
olduğu bir fotoğraf yarışması gerçekleştirdik ve Federasyonumuz aracılığı
ile Kültür Bakanlığı’na, Devlet Fotoğraf
Yarışması’nın üç ya da beş fotoğraftan
oluşacak “bütünlük” özellikli bir yarışma olması önerisinde bulundum. Böylece, tek bir fotoğrafı değil, fotoğrafçıyı
ödüllendiren bir anlayışın yerleşmesi
sağlanabilecektir.
Aslında, konuyu yarışma değil de,
bireysel gelişim aşamaları olarak düşünmenin sağlıklı olacağına inanıyorum.
Sağlıcakla kalın.
Kontrast
Kısa Metraj
YAZI: Bora ÇEKİÇ
Kısa Film: Antrenman Sahası
Sinema için söylenebilecek en kısa tanım şudur: Devinim!
Birbirini takip eden karelerin izleyiciler tarafından devinim olarak algılanması üzerine kurulu olan ve yedinci sanat olarak kabul edilen sinema uzun bir tarihe sahiptir.
Aslında, tüm hikaye Lumière kardeşler ile başladı. Louis
Lumière, kendini ilginç icatlar yapmaya ve bir şekilde gündelik
hayatı belgelemeye adamış bir kişi olarak, kardeşinin de yardımlarıyla, “sinematograf” adını verdiği garip aletle 28 Aralık 1895
günü, sinemanın başlangıcı olarak kabul edilen bir gösteri yaptı. Bu gösteri beyaz bir perdeye, buharlı trenin istasyona girişini gösteren, çok kısa bir görüntünün yansıtılmasından ibaretti.
Ancak, gösteri sırasında ön sırada oturanların, “tren üzerimize
geliyor, imdat!” feryatlarıyla kaçışmaları bunu bir efsaneye dönüştürdü. Sinematografın yanı sıra, özellikle 19. yüzyılda, hareketli resim yaratmak için birçok aygıt icat edilmişti. Bunlar birbirinden çok farklı şekillerde ve işlevlerdeydi. Bu konuda yapılan
çalışmalar o kadar zengindi ki, “sinema arkeolojisi” adı verilen
bir disiplinin oluşmasına neden oldu. Bu aygıtların en kötü tarafı çok kısa süreli gösterimlere olanak tanıyor olmasıydı. Ancak,
Lumière kardeşlerin icadı olan sinematograf bu süreyi bir nebze
de olsa uzatmayı ve izleyicileri gösterimin yapılacağı mekanda
daha uzun süre tutmayı başarmıştı.
Zaman ilerledikçe, Lumière kardeşler, bu işten fazlasıyla para
kazanabileceklerini anlamışlardı. Her geçen gün gösterim sayısını artırıyor ve gündelik hayattan kısa enstantaneler çekmeye
devam ediyorlardı. Örneğin; işçilerin bir duvarı yıkmaları, bir
fabrikanın mesai bitimindeki görünümü… Bunu, ilginç buluşları
sinematografı dünyanın dört bir yanına gönderip, farklı mekanların görüntülerini çektirip, izleyicilere sunmaları izledi.
O sırada, bu gösterilerden çok etkilenen George Méliès adlı
bir sihirbaz, sinemanın büyüsüne kapılıp, tüm kazancını yatırdığı bir stüdyo kurup filmlerini çekmeye başladı. Méliès hakkında
ilginç iddialar sözkonusudur. Bir iddiaya göre 400, bir başkasına
göre ise 700 film yapmıştı. Bunlardan en önemlisi 12 dakika süren, “Aya Seyahat” adlı 1902 yapımı filmidir. Anlatı sinemasının
ilk önemli yönetmenlerinden biri sayılan Méliès, sinema tarihi
açısından önemli bir ikondur. Anlatı sineması diyoruz; çünkü
Méliès’nin filmleri, Lumière kardeşlerinki gibi sadece gündelik
hayattan ya da ilginç mekanlardan oluşan kareler değil; içinde
bir öyküsü olan, izleyicilere bir şeyler anlatmak için yapılmış
kısa filmlerdir.
Görüldüğü üzere, şunu demek bizleri çok büyük bir yanılgıya düşürmez: Sinema tarihi, teknik yetersizlikler ve teknolojinin
henüz ciddi bir atılım içinde olmamasından ötürü kısa film ile
başlamıştır. Bu aşamalar geçilip, film süreleri uzamaya başlayınca sinemanın endüstrileşmesi de hız kazanmış ve günümüze
değin ulaşmıştır. Buna karşılık, kısa film özellikle şu iki kavram
üzerine kurulmuştur: sinema endüstrisi dışında olma ve sinemanın sanat olduğunu vurgulama.
Kısa film nicelikten çok, nitelik üzerine kuruludur. Yönetmene kapıları sonuna kadar açık olan, sonsuz bir özgürlük sunar.
Tüm sınırları ve biçimleri zorlayabilir ya da aklınıza gelen en basit ve tanıdık bir hikayeyi, özellikle sanat dilini kullanarak başkalaştırabilir, izleyenleri kısa yoldan etkileyebilirsiniz.
gişe başarısı, finansman, yapımcı ve sponsor gibi kavramları çıkarttığınızda, karşınızda kalan geniş bir sahada istediğiniz gibi
üretim yapabilirsiniz. Bu yüzden, kısa film özgür ruhlu, kendi
üslubunu yaratma sürecinde olan ve sinemayı yakından tanıyıp
anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir alandır.
Türkiye’de kısa filmin tarihsel süreci ve günümüzdeki yeri
önemli bir inceleme konusudur. 1921 yılına gittiğimizde, ilk
Türk kurmaca kısa filmi ile karşılaşırız. Şadi Fikret Karagözoğlu,
yönetmen ve oyuncu olarak yer aldığı, yirmişer dakikalık “Bican
Efendi” güldürülerini çekmiştir. 1927’de gelişen teknolojiyle
birlikte sinemaya sesin de dahil olmasının ardından 1933 yılında Nazım Hikmet tarafından “Düğün Gecesi/Kanlı Nigar” adıyla
ilk Türk, sesli belgesel filmi çekilmiştir. Bu iki film hem kısa filmin ülkemizdeki yolculuğu, hem de Türk sinemasının gelişimi
açısından önem taşımaktadır.
Ne yazık ki, bu iki önemli atılımdan sonra, Türk sinemasında
kısa film adına uzun bir sessizlik dönemi görülür. 1960 yılına
geldiğimizde Robert Koleji’nde okuyan, sinemaya meraklı ve
Avrupa’daki sinema hareketlerini takip eden bir grup genç tarafından kurulan Robert Koleji Sinema Kulübü 1967 yılında 1.
Hisar Kısa Film yarışmasını başlatır.
Dünya’da ve Türkiye’de bugünün kısa filminin bulunduğu
konum ise oldukça farklıdır. Kısa filmin her ülkedeki konumu,
o ülke sinemasının ve kültürel altyapısının gelişimi ile yakından
ilgilidir. Özellikle Avrupa ülkelerinde, kısa filmciler istedikleri
projeleri rahatlıkla hayata geçirmektedir. Ancak, bu ülkelerde
ve ABD’de kısa filme bakış açısı ikiye ayrılmaya başlamıştır. Bir
grup, kısa filmi sadece gençlerin sinemayı öğrendiği alan; bir
başka grup ise başlı başına bir sanat olarak değerlendirmektedir.
Giderek tekelleşmeye yönelen, tamamen ticari kaygılar ve
gişe başarısının ön planda olduğu, “gelişmekte olan sinema”
başlığı altında sadece belirli bir zümreye hizmet etmeye başlayan Türk sinemasında ne yazık ki kısa filmin, genç sinemacıların
ve kalıpların dışında iş yapmak isteyen, sınırları zorlamaya çalışan yönetmenlerin önemi giderek azalmakta ve yok olma noktasına gelmektedir. Kısa film, basit bir antrenman sahası olarak görülmektedir. Halen, birkaç sponsorun desteği ile gerçekleştirilen
festivaller dışında, Türk kısa filminin konu edilebileceği başka
bir ortam yoktur.
Oysa, kısa film çekmek, anlatılmak isteneni yoğunlaştırarak
sinemasal bir dile dönüştürmektir. Bunu başarabilmek, içselleştirilmiş bir altyapı ve sinema diline hakimiyet gerektirmektedir.
Bu yüzden, bir ülke sinemasında ne kadar çok kısa film üretilir,
bu eserler ne kadar çok kabul görür ve izleyicilerle paylaşılırsa o
ülke sinemasında daha ciddi bir gelişim ve daha doğru bir yapılanma söz konusu olur.
Sizce kısa film yapmak, şu anda ülkemizdeki yaygın kanıya
göre uzun metraj film çekmekten çok daha kolay ve kısa film
herkesin istediği zaman eline kamerasını alıp çekebileceği, ciddi
bir derinliğe sahip olmayan bir alan mıdır?
Kısa film için söylenebilecek bir diğer önemli konu ise, asla
ticari kaygılar gütmeden yapılabilecek olmasıdır. İşin içinden
27
Kontrast
Konuk Yazar
YAZI: Berrin CERRAHOĞLU
Geçmiş Zaman Olur ki…
Fotoğrafa başlayıp da yarışmalara ilgi duymayanımız
var mıdır?
Tarihin tozlu kitapları arasında dolaşırken Ankara
Halkevi’nin amatörler arasında düzenlediği 1. Fotoğraf
Sergisi’nin kataloğu elime geçti. Biraz incelendiğinde bu
serginin ait olduğu yarışmanın Türkiye’de yapılan ilk fotoğraf yarışması olduğu anlaşılıyordu.
Türkiye’de fotoğraf sanatı kavramının ortaya çıkışı
bundan yaklaşık yetmiş yıl öncesine dayanıyor. İlk fotoğraf yarışması ise, 1932-1951 yılları arasında varlığını
sürdüren Halkevleri tarafından düzenlenmiştir. Ankara
Halkevi’nin “I. Fotoğraf Müsabakası” 1939 yılında yapılmış, birincilik armağanını Gazi Terbiye Enstitüsü Resim-İş
Muallimi Şinasi Barutçu “Antalya Limanı” adlı fotoğrafı ile
kazanmıştır.
Fotogen’in öncü fotoğrafçımız Şinasi Barutçu adına ve
onun yaratıcı ruhunu yaşatma amacıyla başlattığı ve geleneksel hale getirdiği “Şinasi Barutçu Fotoğraf Kupası”
yarışması halen sürüyor.
Fotoğrafa başladığımızda tanıştığımız ilk fotoğraf yarışması ayın fotoğrafı değerlendirmesi olmuştur. Her ne
kadar eğitim amaçlı olduğu söylense de, ayın fotoğrafı
değerlendirmesinin, her derneğin kendi bünyesinde koyduğu kurallar çerçevesinde düzenlenen, dernekiçi bir yarışma olduğu yadsınamaz.
Son yıllarda ülkemizde fotoğraf yarışmaları o kadar
çoğaldı ki, gerek içeriği gerek sonuçlarıyla fotoğraf dünyasının tartışma konularından biri haline geldi.
Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu (TFSF), kurulduktan sonra, yarışma düzenleyicilerine bir patronaj numarası ile onay vererek, katılımcıların haklarını koruma
sorumluluğunu üstlenmiştir. Yine TFSF tarafından örnek
yarışma formu hazırlanmış; federasyon yarışmanın adı,
konusu, amacı, katılım ücreti, yapıtlarda aranacak koşullar, yapıtın teslimi, seçici kurul, ödüller, sergi, yarışma takvimi, iletişim ve benzeri bilgileri içeren bu formu sitesinde yayınlamıştır.
İlk yarışma ve ilk şartnameye bakınca o günden bu
güne fazla bir şey değişmediğini, tüm örneklerin ilkine
sadık bir düzenleme ile günümüze kadar geldiğini gözlemliyoruz.
Dönemin ünlü kültür adamı Vedat Nedim Tör’ün bu kitapçıktaki yazısından yaptığım alıntı (*) ile “İkinci fotoğraf
müsabakası şartları”nı sizlerle paylaşıyorum ve devamını
sizlerin değerlendirmesine bırakıyorum.
Gülümseyerek okumanız dileğiyle...
Bir Fetva ve Birkaç Düşünce (*)
(Fotoğraf)ın, tıpkı resim gibi bir haram ve küfür sanatı
telakki edildiği karanlık devirlerde, Türkler tarafından rağbet görmesine tabiatı ile imkân yoktu. Onun için, fotoğraf
zanaatine ancak İslam olmayan Osmanlılar iltifat gösterdiler: Andrimenos, Febüs, Sabah Jüaeye, Foto İbrahim,
28
Ankara
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
FotoğrafSanatçıları
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
Foto Rense gibi sayılı istisnalar dışında, ‘Türk fotoğrafçı’
da cumhuriyetin doğurduğu bir teknisyen tipidir, Halkevlerinin bu girişiminde teknisyen fotoğrafçıyı ‘artist’ payesine yükseltmek gayesi de vardır.
Fotoğraf, güzel sanatlar ailesi arasına kabul olunabilir
mi?
Fotoğraf çeken sadece bir kopyacı, bir tebyizci (müsveddeci), bir münakaleci (aktarmacı) değil de, bir yaratıcı
ve bir kompozisyoncu olmak cevherine sahipse, evet!
Her sanat dalında olduğu gibi, burada da ölçü, ‘vasıta’
ve ‘teknik’ değil, ‘eser’ ve ‘ruh’tur.”
Halkevlerinin rehberliği ile amatör fotoğrafçılığın Türkiye mikyasında yayılmasında şu faydalar beklenebilir:
1-Gençlerde opservasyon kabiliyetinin inkişafı.
2-Sanat zevkinin işlenmesi.
3-Dokümantasyon kaynaklarımızın çoğalması.
Yani, muhitimizi daha iyi görmek, (güzel)i daha çok
aramak ve memleketi daha iyi tanımak.
Bunlar da “daha yüksek insan” ve “daha iyi vatandaş”
olmanın ana şartlarından başka bir şey midir?
Bütün faaliyet kollarında daha yüksek insan ve daha
iyi vatandaş ideallerinin ışığına koşan Halkevlerimizin bu
teşebbüsüne karşı da gençlerimizin layık olduğu alakayı
göreceğine ve şimdiye kadar gizli ve verimsiz kalan bir
takım cevherlerin bu sahada da fışkıracağına inanıyoruz.”
Kontrast
İkinci fotoğraf müsabakası şartları
tır.
1- Ankara Halkevi ikinci fotoğraf müsabakasını açmış-
2- Bu müsabakaya yalnız Ankara’daki amatörler iştirak
edebileceklerdir.
3- Müsabakaya her nevi fotoğraf gönderilebilir. Mevzu serbesttir.
4- Fotoğraf en aşağı 13-18 boyutunda olacak, teşhir
edilecek şekilde kartona yapışmış bulunacaktır. Fotoğrafların mat veya parlak, krem veya beyaz olmasında mahzur yoktur.
5- Herkes arzu ettiği miktarda fotoğrafla müsabakaya
iştirak edebilir.
6- Boyama ve rötuş yapılmış fotoğraflar müsabakaya
dahil edilmezler.
7- Fotoğrafların üzerinde veya fotoğrafların bulunduğu zarfta hiçbir isim ve adres bulunmayacaktır. Her fotoğrafa bir rumuz konacak ve aynı rumuzu taşıyan ayrı
bir zarf içinde fotoğrafları gönderenin sarih adresi bulunacaktır.
8- Müsabakaya gönderilen fotoğrafların negatifleri
sahibinin elinde olmalıdır.
9- Fotoğrafların gönderileceği en son gün (7) marttır.
Bu gün akşamına kadar Halkevine (Sekreterliğe) makbuz
mukabilinde teslim edilecektir.
Kitaplık
10- Müddetin bitmesinden bir hafta sonra toplanacak
Jüri Fotoğrafları tasnif edecek ve derecelendirilecektir.
11- Sırası ile beş kişiye maktuğan mükâfat verilecektir. Birinciye (75), İkinciye (45), Üçüncüye (35), Dördüncüye (25), Beşinciye (20) lira mükâfat verilecektir.
12- Jürinin kararından sonra mükâfat kazananlar Ulus
gazetesi ile ilan edilecek, bundan sonra mükâfat alan fotoğraflarla jürinin teşhire layık gördüğü fotoğraflar toplu
olarak Halkevi salonunda teşhir edilecek ve altına sahibinin ismi konacaktır.
13- Bu sergi (15) gün açık kalacak ve herkes tarafından gezilecektir.
14- Jüri fotoğrafları tasnif ve derece alanları tespit ettikten sonra rumuzlu zarfları açacak ve aynı şahısın bütün
fotoğraflarını toplu olarak Halkevlerinde teşhir edecektir.
15- Serginin kapandığı günden itibaren (bir ay) zarfında sahipleri tarafından alınmayan fotoğraflar için mesuliyet kabul edilmez.
Kaynak: (*) Vedat Nedim Tör (1897-1985), Fotoğrafa Dair: Bir Fetva
ve Birkaç Düşünce ‘Ankara Halkevi II. Fotoğraf Müsabakası Şartları ve
Geçen Yılki Fotoğraf Sergisi’ (kitapçığı içinde) 16x24, 32 sayfa. (Ankara,
1940)
Not: Kaynak kitap katkısından dolayı Sayın Remzi
İnanç’a teşekkürlerle...
HAZIRLAYAN: Tufan PALALI
FOTOĞRAF, ÇERÇEVEDEKİ GİZEM
MARY PRICE
Fotoğrafı; -görülebilen dünyanın, kendi alanına giren
parçasını kaydeden- bir “transkripsiyon” olarak tanımlayan yazar, fotoğrafın anlamına ve gerçeklikle olan ilişkisine dair düşüncelerini “müdahale, makine, biriciklik, aura,
maskesiz özne, metinsiz fotoğraf ve zaman” kavramları
aracılığı ile ifade ediyor.
Yazar, düşüncelerini altı çizilmiş sonuçlarla sunmak
yerine, okuyucusunu kitabın içerisine serpiştirilmiş farklı
uçlardaki görüşler arasında bırakarak okuyucunun kendi
sonucuna ulaşmasına imkân sağlıyor.
Kitapta, fotoğraf yalnızca kendi içinde değil; sanatın
diğer alanlardaki icracı, eleştirmen ve düşünürlerin çalışmalarındaki izdüşümleriyle birlikte ele alınıyor. Mesela;
“kapı-duvar” benzetmesinin geçtiği “mimaride açık bir
biçimde görürüz ki, mimar bir duvar yaptıysa ve bu duvardan geçmemizi istiyorsa, bir de kapı açmalıdır” cümlesinde yaptığı benzetme yazarın, “icracı, eser ve izleyici”
arasında kurulmasını düşündüğü ilişkiye genel bir ipucu
niteliğinde.
Yazarın, eserinde sıkça örnek ve atıf kullanmış olması
bütüne odaklanmayı zorlaştırsa da, okuyucu,tüm bu zengin örnekleme ve kimi yerde birbiriyle çatışan görüşler
içerisinde yeni anlamlara ulaştıkça, kitabı elinden bırakamıyor
“Uzlaşımsal gerçeklik”
yazarın okuyucusuyla karşılaştırdığı özgün kavramlardan yalnızca birisi; bu
kavramla yazar, fotoğrafların -biraz- gerçeklik kopyaladığını ve fotoğrafçının
gerçeklikle uzlaşımsal bir
bağ içerisinde olduğunu
belirtiyor ve konuyu izleyici
tarafına şu cümleyle bağlıyor; “fotoğrafa bakan kişinin
gerçeklik olarak farkına vardığını sandığı şey, aslında
yeni bir gerçekliktir”…
Kitabın, “fotoğraflamak, daha yakından izleyebilmemiz
için zamanı yakalamanın bir yoludur” cümlesiyle bitmesi,
okuyucuda kitabı yeniden gözden geçirme isteği uyandırıyor.
Bir kez okunup kenara konulacak olmanın ötesinde
olan kitap, başta fotoğraf ile uğraşan; ama aynı zamanda
göstergebilim, semantik, tarih ve resim ile ilgilenenlerin
çözümlemesi gereken bir başucu kaynağı.
29
Kontrast
AFSAD ATÖLYE HABERLERİ
DOĞA FOTOĞRAFÇILIĞI ATÖLYESİ
Eğitmen: Tarık Yurtgezer
Yardımcı: Ali Asgar Şahin
Fotoğraf: Uğur OKÇU
Atölyemiz, bu dönem, Aralık ile Nisan ayları arasında
“Doğa Fotoğrafçılığı Semineri” başlığı altında, aralıklarla
toplanarak altı saat kuramsal eğitim, üç uygulama gezisi ve
dört saat de çekilen fotoğrafların değerlendirilmesini kapsayan bir çalışma gerçekleştirdi.
Bu süre içerisinde Doğa Fotoğrafçılığı’na Giriş, Yabanıl
Hayvan Fotoğrafçılığı, Manzara Fotoğrafçılığı, Yakın Plan
(makro, close-up) Çekimler başlıklı konular işlendi. Tuz Gölü,
Güdül ve Işık Dağı’na gezi düzenlendi. Çalışmalara 29 kişi katıldı.
Konuk Yazar: Hilmi ASLAN
alan ilk dernek oldu. Biz de atölye olarak, AFSAD Yönetim
Kurulu’nun bize verdiği görev ile taşınma sürecini fotoğrafladık. Çekilen fotoğrafları, 24 Mayıs 2011 tarihinde “Bir Taşınma Hikayesi / AFSAD” isimli fotoğraf gösterisi ile sunduk.
18-24 Mart Yaşlılar Haftası etkinliğinde; Panora Alışveriş
Merkezi’nde açtığımız karma fotoğraf sergisinde satılan fotoğrafların gelirin tamamı Türkiye Güçsüzler ve Kimsesizlere
Yardım Vakfı’na bağışlandı.
CEPA Alışveriş Merkezi’nde 13-27 Mayıs 2011 tarihlerinde açtığımız serbest konulu fotoğraflardan oluşan “Her
Yerde...” isimli sergimizi katalog haline getirdik. Kataloğun satışından elde edilen gelir ile Samanpazarı Yenihayat
Mahallesi’nde bulunan Yenihayat İlköğretim Okulu’na Kitap
Bağışı yapıldı.
Mangal kömürü imalatı (TORAK) fotoğraf çalışması ile TORAK emekçilerinin yaşamı, kömürün yapım aşamaları ve yaşanan zorluklara tanıklık ettik. CEPA Alışveriş Merkezi’nde 27
Mayıs-5 Haziran 2011 tarihlerinde açtığımız “Duman Altında
Yaşam / TORAK” isimli sergi kataloğumuzun satışından elde
edilen gelir ile de TORAK emekçilerinin çocuklarının eğitim
giderlerine katkıda bulunduk.
KOMPOZİT FOTOĞRAF TEKNİKLERİ ATÖLYESİ:
Eğitmen: Cengiz Engin
Yardımcı Eğitmen: Bahadır Aksan
“HER YERDE HER ZAMAN” BELGESEL FOTOĞRAF ATÖLYESİ
Eğitmen: Doğanay Sevindik
Asistanlar: Umur Dere, Nazan Ersoy ve Orhan Köse
Fotoğraf: İdil AKER
Fotoğraf: Sinan KUTSAL
Atölyemiz, çalışmalarını Ekim 2010 ile Mayıs 2011 tarihleri arasında ve AFSAD çatısı altında tamamladı.
Atölye üyeleri ile birlikte yaptığımız fotoğraf çekimlerinin yanısıra atölye üyelerinin bağımsız olarak yaptığı çekimleri, salı günleri hep birlikte değerlendirdik.
Sadece fotoğraf çekmedik... Fotoğraf ile; yeni yerler gördük, yeni insanlar tanıdık, yeni dostluklar kurduk, farklı yaşam biçimlerine tanık olduk. Evlerine konuk olup sevinçlerini, acılarını paylaşmaya çalıştık.
Atölyemiz bu dönem dört fotoğraf etkinliği gerçekleştirdi. AFSAD taşındı... AFSAD ülkemizde bir “ilk”i gerçekleştirdi. Türkiye fotoğraf tarihinde kendisine bir taşınmaz satın
30
Ankara
Derneği
Temmuz-Ağustos
2011
AnkaraFotoğraf
FotoğrafSanatçıları
Sanatçıları
Derneği
Eylül-Ekim 2010
Asistanlar: Barış Demiray – Gökhan Seğmenoğlu
Genel anlamda ‘Deneysel Fotoğraf Teknikleri Atölyesi’
olarak da tanımlanabilecek olan atölye, son üç dönemde olduğu gibi, bu dönem de ‘Kompozit Fotoğraf Teknikleri’ başlığındaki çalışmalarına devam etti.
Temel hedefi fotoğrafın geleneksel kalıplarını zorlamak,
farklı yaklaşımları ve yeni anlatım olanaklarını keşfetmek yönünde çalışmalar yapmak olan atölyede ilk beş hafta kompozit fotoğrafa yönelik teorik altyapı dersleri aktarılmış, sonraki toplantılarda bireysel çalışmalar değerlendirilmiş, tematik
ve kavramsal konularda üretim yapılması özendirilmiştir.
Kompozit fotoğraf ile; “zaman-mekan-hareket ve görüntülenen süreç”e dair tek kare fotoğrafın sunduğundan daha
geniş bir perspektife, farklı bir algısal deneyime ve farklı bir
anlamsal ve duygusal bütüne ulaşılabilmektedir.
Bu amaç doğrultusunda, atölye kapsamında ağırlıklı olarak David Hockney’in öncülüğünü yaptığı Kübik Kolaj ile Duane Michals’ın öncülüğünü yaptığı Seri Anlatımlı Fotoğraf
Kontrast
yaklaşımlarında ürünler verilmiş, bu tekniklerin etkileri üzerinde tartışmalar gerçekleştirilmiştir.
27 Kasım 2010’da başlayan çalışmalar, Ekim 2011’de
açılması hedeflenen sergi hazırlığına yönelik olarak devam
etmektedir.
PORTRE ÇALIŞMALARI ATÖLYESİ
Atölye Eğitmeni: Tuğrul Çakar
Asistanlar: Atakan Baykoçak, Yasemin Gelebek
Geçtiğimiz yıl AFSAD tarafından ilk kez gerçekleştirilen
ve eğitmenliğini üstlendiğim Portre Çalışmaları Atölyesi, bildiğiniz gibi Türk-Amerikan Derneği’nde gerçekleştirdiğimiz
bir sergi ve bir sergi kataloğu ile sonlandırılmıştı.
Fotoğraf: Ferda KARTAL
AFSAD üyelerinden gelen yoğun ilgi karşısında Portre Çalışmaları Atölyesi, geçtiğimiz kasım ayında yeniden ve geçen
yılın üç katı bir katılımcı grubu ile (42 kişi) çalışmalarına başladı ve altı ay devam etti.
Geçtiğimiz yıl yayınladığımız katalogda da belirttiğim
gibi fotoğrafta portre geleneği, resim sanatından esinlenme
ile başlamıştır. Işık bilgisinin, renk uyumunun, dengenin, ritmin resim sanatındaki örneklerini anımsadığımızda, portre
fotoğrafı çalışmalarında onların yol gösterici olması kaçınılmazdı...
Fotoğraf derneklerinin, doğruluğu tartışılır bir biçimde,
sanatı sokakta arama öğretilerinin ağırlığı, çalışmalarımızın
başında tartışmamız gereken bir konu oldu. Çoğunlukla belgesel (!) adı altında ön hazırlığı olmayan, proje aşamasının
gözardı edildiği, bilgi taşımadığı için izleyeni bilgiye götüremeyen rastlantısal görüntülerin, başka bir deyişle kaba saptamaların portre çalışmaları içinde olup olamayacağı elbette tartışmamız gereken bir konu idi. Doğru fotoğraf olması
yalnızca rastlantıya bırakılmış; ışığın, geri plan kontrolünün,
portresi çekilen kişi ile olması gereken diyaloğun gözardı
edildiği, arkasında deklanşör sesinden başka bir iz bırakmayan görüntülerin portre fotoğrafı olarak değerlendirilmesi
elbette mümkün değildi.
Aşmaya ve anlaşmaya çalıştığımız bu konunun sonrasında bir başka güçlük, arkadaşlarımın portresini çalışacakları
modeli bulmakta zorlanması idi. İnsanlar objektif karşısında
kendileri gibi olamıyor, çoğunlukla yapay denebilecek bir
hal alıyorlardı. Öyle olunca da, alınan sonuçlar anı fotoğrafı
ile portre fotoğrafı arasındaki ince çizginin anı tarafına düşüyordu. Çalışmalar sırasında en çok zorlandığımız konu bu
idi... Çizginin üstünde ne kadar kalabildik bilmiyorum. Ancak
çizginin üstünde kalabilmek için çok çalıştığımızı biliyorum.
TOPLUMCU GERÇEKÇİ BELGESEL FOTOĞRAF ATÖLYESİ
Atölye Eğitmeni: Mehmet ÖZER
Atölye Asistanı: Türkan Namlucu
Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi varoluş nedeni ve beslendiği kaynak olan toplumculuk anlayışı temelinde bu dönemde de çağının tanığı olmaya çalışmış, projelerini bu tanıklığın doğrultusunda belirlemiş, atölye ve proje
grubu üyeleri projeleri yine atölye çalışmasının temel ilkesi
olan kolektif çalışma yöntemi ile hayata geçirmişlerdir.
Bu projelerin başında Dikmen Vadisi Barınma Bürosu ve
TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi ile ortaklaştığımız,
kentsel dönüşüm adı altında yapılmak istenen rantsal dönüşüm ve orada yaşayan insanların barınma hakkını hiçe sayan
süreçte vadiyi ve vadi halkının yaşamını konu alan “Orada
Hayat Var” geliyor. Bu proje sürecinde vadi halkının yaşamına, sofrasına, eğlencesine, mahkeme önünde ve alanlarda
direnişine ortak olduk. Vadi halkı bizi kendinden bildi; biz
onlarda kendimizi tanıdık. Bize ayırdıkları Gençlik Bahçesinde atölyemizin fidanlığını oluşturduk hep birlikte. Ağaçlarımız ve umutlarımız yeşerdi. “Halkın Hakları Var” forumunda
gösterimizi yaptık. Yine “Halkın Hakları Var” mitinginde vadi
halkı çektiğimiz fotoğrafları başları, göğüsleri üstünde taşıdı ve fotoğraf burada asıl sahipleri ile buluştu. “Orada Hayat
Var” çalışmamızın sergisini 11 Haziran’da Sakarya Caddesinde gerçekleştirdik.
İkinci projemiz ise TTK Zonguldak Üzülmez Maden Ocağı
idi. Maden ocağına inmek, o havayı solumak, -250 metrede
yaşamı kısmen de olsa tanımak bir kez daha bize kendi hayatlarımızı, insan emeğinin ne denli kıymetli olduğunu sorgulattı. Maden ocağı çalışması sürecinde madencilerin yoğun
yaşadığı köylere de gitme fırsatımız oldu. Tıpkı vadide olduğu gibi, Zonguldak’ta kurduğumuz dostluklar da hayatımıza
değeri ölçülemez anlamlar kattı. Maden ocağı gösteri ve sergimizi Eylül ayında Ankara ve Zonguldak’ta gerçekleştirmeyi
planlıyoruz.
Zonguldak ziyaretlerimiz sırasında Zonguldak Fotoğraf
Derneği’nin davetlisi olarak “Orada Hayat Var” ve “Tekel”
gösterilerimizi sunduk. Nail Yollu arkadaşımız, “Trichrome
Fotoğraf” çalışmasının gösteri ve sunumunu yaptı. Atölyemiz, fotoğraf anlayışımızın sadece fotoğraf projesi üretmekle
sınırlı olmayıp aynı zamanda fotoğrafın yaşamın diğer alanları ile olan ilişkisini de göz önünde tutması nedeni ile edebiyat gibi diğer kültür, sanat alanları ile ortak bazı etkinlikler
düzenlemiş veya farklı etkinlikler içerisine dahil olmuştur.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlaması kapsamında AFSAD’da Nezaket Koç arkadaşımızın “Flamenko” isimli
sergisi ve “Ekmek İstiyoruz, Gül de!” isimli gösterimizin olduğu bir etkinlik gerçekleştirdik.
Fotoğraf: Nail YOLLU
31
Kontrast
32
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Eylül-Ekim 2010

Benzer belgeler