Görünüm 109 - Mert S. Kaplan

Transkript

Görünüm 109 - Mert S. Kaplan
Kadının bedeni
kimin kararı?
Ankara
göçüyor
İnönü Bulvarı’nda bir kişinin ölümüyle
sonuçlanan metro göçüğü sonrası Ankara
Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde
de üç farklı noktada göçük oluştu.
12
Başbakan Erdoğan’ın “Kürtaj
cinayettir” sözleriyle başlayan
tartışmada herkes fikrini
söyledi. Peki uzmanlar
bu konuda ne diyor?
10
Ankara Üniversitesi İletişim
Fakültesi Uygulama Gazetesi
Yıl: 31 Sayı: 109
Eylül 2012
İncirlik’te nükleer bomba mı var?
Wikileaks’in internete sızdırdığı ABD ile Almanya arasındaki diplomatik yazışmalara göre Adana’da bulunan
NATO’nun İncirlik Üssü’nde 50 ila 90 arasında B61 tipi nükleer silah bulunuyor.
Y
ıllardır tartışmaları devam
eden İncirlik’te nükleer bomba olduğu iddialarına, bir
sivil toplum kuruluşunun
İncirlik Üssü önünde yaptığı eylemde
ya da ABD’de yayınlanan herhangi bir
derginin makalesinde rastlayabiliriz.
Ancak Türkiye bu konuda üç maymunu oynamaya devam ediyor. Ne bu
haberlerin gerisi gelir ne de herhangi
bir hükümet döneminde herhangi bir
yetkilinin bu iddiaları doğruladığına
ya da yalanladığına rastlayabiliriz.
Sadece Türkiye’yi değil Türkiye’nin
komşularını da etkileyen bu durum
bir ‘devlet sırrı’dır. Peki, nedir bu iddiaların doğruluk payı? Gerçekten
her biri Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarından 20 kat daha
güçlü olduğu söylenen ve sayısı 50 ila
90 arasında değişen nükleer bombaların üzerinde mi oturuyoruz?
Üste kaç bomba var?
Sovyetler Birliği’nin ilk atom bombasını başarıyla patlatması üzerine 1949
yılında NATO üssü olarak inşa edilen
İncirlik Üssü’ne nükleer bombaların
gelmesi ABD’de Ronald Reagan’ın başkan olmasıyla hızlanan nükleer silahlanma yarışının sonucunda gerçekleşti.
Soğuk Savaş sonrasında üste bulunan bomba sayısı azalsa da İncirlik Üssü’ndeki depolarda 50 ila 90 arasında
B61 nükleer bomba olduğu yönündeki
tahminler, 2010 yılının sonlarına doğru Wikileaks'te yayınlanan ve Almanya’daki ABD Büyükelçisi tarafından
İş kazası değil
işveren cinayeti
Farklı iş kollarında yaşanan kazalar sonucunda
her ay ortalama
60-70 işçi hayatını
kaybediyor.
5
Washington’a gönderilen 12 Kasım
2009 tarihli gizli rapordaki ifadelerde
onaylanıyor. Bu raporda, ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Philip Gordon,
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in
dış siyaset danışmanı Christoph
Heusgen’e İncirlik Üssü’nde ABD’nin
nükleer silahları olduğunu açıklıyor.
Aynı raporda Gordon, “Almanya, Belçika ve Hollanda’nın silahını bırakması
Türkiye’nin kendi stokunu devam ettirebilmesini siyasi olarak çok zorlaştırır,
böyle yapmaları gerektiğine inanmalarına rağmen...” diyor. Gazetelerde 1
Aralık 2011 tarihinde çıkan bu haberler üzerine NATO bir açıklama yaparak
sızıntıyı, ‘yasadışı ve tehlikeli’ olarak
yorumladı.
Son olarak ABD’nin kamu bütçesini
denetleyen sivil toplum örgütü Pro-
ject on Government Oversight (POGO /
Hükümetin Gözetimi Projesi) Başkanı
Danielle Brian, ABD Savunma Bakanı
Leon Panetta’ya yazdığı 1 Şubat 2012
tarihli mektupta, Avrupa’daki NATO
üslerindeki 200 kadar B61 tipi nükleer
bombanın Amerikan ulusal bütçesine
getirdiği 2 milyar dolarlık
yükü sorguladı. Bu üslerin
arasında İncirlik de vardı.
3
“Play-off kulüplere
büyük kayıplar
yaşattı”
Ünal Aysal, İLEF’te
düzenlenen ‘Spor ve
Yönetimi’ konulu
söyleşiye katıldı.
15
Afet Yasası, Anayasa ve Evrensel Hukuk İlkeleri’ne aykırı
31 Mayıs 2012 tarihli
Resmi Gazete’de
yayınlanarak
yürürlüğe giren
Afet Yasası, Mamak
ve Dikmen’deki
kentsel dönüşüm
mağdurlarını
tedirgin ediyor.
Konunun uzmanları
ile çıkarılan yasa ve
kentsel dönüşüm
sorunu hakkında
konuştuk.
9
Adem Çetin
Tarık Çalışkan
Av. Mahmut Tanal
Doç. Dr. Hülagü Kaplan
“Devlet, Afet Yasası’yla belediyenin rant kapma çalışmalarına yasal
zemin hazırlayacak. Böylelikle bu
sorun sadece bizim değil, aslında
tüm ülkenin sorunu haline gelecek.”
“Yıllardır devlet kendi halkının
sorunlarını karşılamaktan çok kendi yandaşının ve uluslararası sermayenin çıkarlarını sağlayacak yasalar çıkarmaktadır.”
“Şehirler bir kimliktir. Trakya'nın,
Karadeniz'in birbirinden farklı bir
yapısı vardır. Ama kentsel dönüşüm
ile fabrikasyon gibi tek tip ev yapılıyor. Bu şehre iyilik değil kötülüktür.”
“Çıkarılan bu yasa ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı geniş haklara sahip oldu. Özellikle üçüncü maddeyle
Bakanlık istediği şekilde yerleşim
yerlerine müdahale edebilecek.”
Dostlar Mahallesi Barınma
Hakkı Meclisi Temsilcisi
•Nükleer tehlikenin farkında mısınız? s.3
Dikmen Vadisi Barınma
Hakkı Meclisi Temsilcisi
Cumhuriyet Halk Partisi
İstanbul Milletvekili
•Nefret söylemi üniversitelerde ders oluyor s.7
Gazi Üniversitesi Şehir ve
Bölge Planlama Böl. Öğr. Üyesi
•Organik tarım ürünleri el yakıyor s.13
2
Eylül 2012
Haber
‘Biz gaz yemeden oradaki halk gaz yemiyor’
İLEF Sinema
Topluluğu’nun
konuğu olarak İletişim
Fakültesi’ne gelen BDP
İstanbul Milletvekili
Sırrı Süreyya Önder,
gazetecilikten
milletvekilliğine,
Suriye meselesinden
12 Eylül ve Kenan
Evren’in yargılanmasına
kadar pek çok konu
ile ilgili düşüncelerini
öğrencilerle paylaştı.
kat sonuçlar irrasyonel çıkar. Halkların
direnme kat sayısı kâğıt üzerinde hesaplanamaz. Devlette ve AK Parti’de bu
logaritmayı çözecek bir akıl yok. Bunu
bir aşağılama anlamında söylemiyorum.”
Ebru Apalak
Yeni anayasa sürecinde sokağın
sesinin ve örgütlü mücadelenin kuvvetli olması gerektiğini ve özellikle
öğrencilerin örgütlenmesi gerektiğini dile getiren Önder, “İklim elverirse yeni anayasadan umutluyum”
dedi. Gazeteciliği çok özlediğini ve
milletvekilliğinin zor bir iş olduğunu
belirten Önder, bir kez daha milletvekilliği yapmayı düşünmediğini de
sözlerine ekledi. Söyleşide yönetmen
ve oyuncu kişiliğine de değinen Önder, 2007 yılında vizyona giren filmi
'Beynelmilel' için ise devam filmi
çekmeyeceğini ve devam filmlerine
sıcak bakmadığını belirtti.
Önder, Barış ve Demokrasi Partisi
(BDP) milletvekillerinin, “Biz gaz yeme-
Fotoğraf: Ender Baykuş
den oradaki halk gaz yemiyor” diyerek
halktan kopmadığını vurguladı. Gündemdeki Suriye meselesine, “Savaşı en
çok isteyen Türkiye’de var olan büyük
sermayedir” diyerek değinen Önder,
savaşın büyük sermaye için geniş olanaklar sağladığını ve tüm yaşananlara
rağmen Kürtlerin, Suriye’de yaşanan
gelişmelerden statü kazanarak çıkacağı düşüncesinde olduğunu ifade etti.
“Halkların direnme kat sayısı
kâğıt üzerinde hesaplanamaz”
Suriye meselesinin, sermaye sahiplerinin savaşçı ve çıkarcı politikalarının
bir sonucu olduğunu belirten Önder şu
şekilde konuştu: “Suriye’deki gelişmeleri Irak’taki gelişmelerle birlikte ele aldığımızda Sünnî bir mihver oluşturma
politikası var. İran’ın etkisini kırma,
Kürtlerin statü kazanmasını önleme ve
petrol için daha az maliyetli, daha güvenli bir koridor oluşturma politikası
yürütüyorlar. Şu an savaşı en çok isteyen büyük sermaye. Niye? Siz sıkıntılarınızı ancak ihraç ederek çözebilirsiniz.
Batı bunu hep böyle yapmıştır. Kendi
iç sıkıntılarını yoksul ülkelere ihraç
etmiştir ve bu kendi ülkesine refah ve
kısmî bir barış olarak geri dönmüştür.
Genellikle hesaplar rasyonel yapılır fa-
“Hükümetin can simidi: YÖK”
12 Eylül davasıyla ilgili olarak, ''Kenan Evren'in yargılanmasına olumlu
bakmak, iktidarın bu sürece yaklaşımını onaylamak gibi bir anlam içermiyor''
diyen Önder, AK Parti’nin özellikle Darbeleri Araştırma Komisyonu’na biçtiği
işlevin “samimiyetsizlik” olduğunu da
dile getirdi.
Darbenin sonucu olan kurumların
acilen tasfiye edilmesi gerekliliğini
vurgulayan Önder, “Bu yapılmıyor.
Hükümet, yalnızca darbenin aktörlerine karşı. Ordu ve hükümet darbenin
yarattığı bütün vesayet kurumlarına
canla başla sarılıyor. YÖK hakkında
iktidara gelmeden önce söyledikleri ve
sonra da yönetimi ve başkanı değişince
YÖK’e can simidi gibi nasıl sarıldıklarını hatırınıza getirirseniz, bu darbelerle
hesaplaşma bahsindeki tutumları hakkında da bir fikriniz olur” dedi.
“İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin
hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna, “Kötü bir şaka gibi bu” şeklinde
cevap veren İçişleri Komisyonu üyesi
de olan Sırrı Süreyya Önder, Van depreminde evini kaybeden bir insana bakanın “Sarayda yaşıyorsunuz” dediğini
hatırlatarak bu tavrı “zevzeklik” olarak
nitelendirdi.
Söyleşiden sonra İLEF Sinema Topluluğu adına Önder’e puşi hediye edildi.
YÖK’ten öğrencilere
bütünleme müjdesi
YÖK, aldığı kararla bu yıldan itibaren tüm
üniversitelerde geçerli olmak üzere bütünleme sınavı
hakkı tanıdı.
Milyonlarca öğrenciyi ilgilendiren ve
yıllardır öğrencilerin başarısız oldukları veya giremedikleri sınavlar için
tanınması beklenen bütünleme hakkı,
2011-2012 akademik yılından itibaren
yürürlüğe konuldu. Böylece öğrenciler
devam eden yaz okulu uygulamasının
yanı sıra bütünleme hakkıyla da başarısız oldukları derslerden geçebilme
fırsatını yakalamış oldu.
Üniversiteler Bölge Toplantıları’nda
görüşülen öğrencilerden gelen talepler
üzerine böyle bir uygulamaya gidildiğini söyleyen Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Gökhan
Çetinsaya, yaklaşık 3 buçuk milyon
öğrenciyi etkileyen kararı Twitter üzerinden duyurdu. Çetinsaya, “YÖK Başkanı olarak, öğrencilerin yaz okullarına
mahkûm edilmemesi gerektiğine ve
bütünleme sınavlarının tüm öğrencilerin hakkı olduğuna inanıyorum. 20112012 akademik yılından itibaren tüm
üniversitelerimizde geçerli olacak bu
kararın öğrencilere hayırlı olmasını diliyorum” şeklinde konuştu. Bütünleme
sınavlarının uygulamaya konulmasının yaz okullarının kaldırılacağı anlamına gelmediğini de sözlerine ekledi.
Bunun ardından Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi (İLEF) tarafından yapılan duyuruda, “28/06/2012
tarih ve 05/03 sayılı Fakülte Kurulu
Kararıyla, 2011-2012 eğitim-öğretim yılı güz ve bahar yarıyıllarında
final sınavına girmeye hak kazanan
öğrenciler için, başarısız oldukları veya sınavına giremedikleri tüm
derslerden bütünleme sınavına girebilme hakkı tanınmıştır” denilerek
resmen uygulamaya konulmuş oldu.
İLEF’teki bütünleme sınavları 22
Ağustos-7 Eylül tarihlerinde yapıldı. Önceden yaz okulu ve bütünleme
sınavları olmadığı için zor durumda olduklarını, ister istemez dönem
uzatmak zorunda kaldıklarını belirten öğrencilerin çoğu ise yürürlüğe
konulan bu uygulamadan memnun
görünüyor. Radyo, Sinema ve Televizyon Bölümü 3. sınıf öğrencilerinden Yasin Yılmaz, “En azından final
sınavlarının telafisini bütünleme
sınavları ile yapabileceğiz. Yaz okulu
olmayan bir okul için bütünleme velinimettir” şeklinde konuştu. Bütünleme sınavlarının bayram tatilinden
hemen sonraya denk gelmesi ise öğrencileri sınavlara çalışabilme konusunda endişelendirdi.
• Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi
adına sahibi:
Dekan Prof. Dr. Eser Köker
• Yazı İşleri Müdürü:
Yrd. Doç. Dr. Çağla Kubilay
• Genel Yayın Yönetmeni:
Doç. Dr. Gökhan Atılgan
• Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı:
Arş. Gör. Can Irmak Özinanır
• Danışma Kurulu:
Prof. Dr. Oya Tokgöz, Öğr. Gör. Atila
Cangır, Öğr. Gör. Bülent Özkam,
Öğr. Gör. Mehmet Sobacı
• Şef Editör: Sadık Demirbağ
• Yazı İşleri Editörü: Murat Mercan
• Haber Editörü: Tuğçe Korkmaz
• Fotoğraf Editörü: Mert Gökhan Koç
• Sayfa Editörü: Salih Kaplan
• Yazışma Adresi: Ankara Üniversitesi
İletişim Fakültesi Cebeci Yerleşkesi
06590 / Ankara
• Tel: 319 77 14/296 • Faks: 362 27 17
• [email protected]
http//ilef.ankara.edu.tr/gorunum
• Basım Tarihi: 06 Eylül 2012
• Yerel Süreli Yayın (Yılda 4 sayı çıkar)
Murat Mercan
Fotoğraf: Şeyma Görürüm
Sistem değişikliği Torba Yasa’ya takıldı
Haziran ayı sonunda Meclis’ten geçen Torba Yasa, ÖSYM’nin mağdur ettiği 2 milyon
öğrenciyi kurtardı.
Sadık Demirbağ
Ölçme, Seçme ve Yerleştirme
Merkezi’nin (ÖSYM), Mayıs ayının sonunda yaptığı değişiklikle Lisans Yerleştirme Sınavı’ndan (LYS) kısa bir süre
önce ortaöğretim başarı puanlarını kaldırmak için yaptığı düzenleme, Torba
Yasa’ya takıldı. ÖSYM’nin öğrencilerin
bireysel başarılarını sadece sınavlarda
ölçmek istediği düzenleme, önümüzdeki yıldan itibaren uygulanacak.
ÖSYM’nin yapmak istediği bu değişiklik sonrasında şaşırdıklarını belirten Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) Ankara 1 No'lu
Şube Başkanı Doğan Kaya, “Yapılan
bu değişikliği anlamak gerçekten çok
zordu. Özellikle bu dönem ortaöğretim başarı puanının eklenmesi gerekiyordu. Çünkü Nisan ayında yapılan
Yükseköğretim Giriş Sınavı (YGS) sonucuna bu puanlar eklenmişti. Okul
bitiminde okul başarı puanının eklenmesi gerekiyor. Ayrıca öğrenci de dört
yıl içerisinde bir başarı göstermişse
o emeğinin karşılığını almalı” dedi.
Kaya, okullarda verilen tüm notların
objektif ve standart olmadığını, gele-
cek yıl uygulama ile birlikte nitelikli
okulların cezalandıracağını söyledi.
Özel okulların teşvik edilmesine
yol açar mı?
Yapılmak istenen bu değişiklikle birlikte okul puanının eklenip eklenmeyeceği konusunda LYS’de belirsizliklerin
yaşandığını belirten Kaya, öğrencinin
kötü bir okulda olmasına rağmen kişisel başarı puanının yüksek olması
durumunda bu uygulamanın öğrenciyi
mağdur edeceğini ifade etti. Yaşanan
bu durumun da bir tezat oluşturduğunun ve özel okulların teşvik edilmesine
yol açacağının altını çizdi.
Sık sık yapılan değişikliklerin yerine, sınav sisteminin kaldırılmasının
daha akılcı olacağını ifade eden Kaya,
“Biraz daha öğrencilerin yeteneklerine
uygun bir ölçme sisteminin belirlenmesi gerekiyor. Öğrencilerin eğitim
alanları yeteneklerine göre seçilmeli.
Okullardaki yönlendirmelerin değil,
öğrencilerin kendi kararlarının gelecekte daha belirleyici olması daha sağlıklı olacaktır. Ama Türkiye’de gençlerin geleceklerini belirleme konusunda
aileler daha etkili oluyorlar” dedi.
“Dezavantajları olduğu kadar
avantajları da var”
Öğrencilerin bu değişiklikten haberdar olduğunu ve bu durumun
onlar için bir avantaj olduğunu
söyleyen Kaya, sözlerini şöyle sürdürdü: “Çoğu öğrenci ortaöğretim
başarı puanının kaldırılması çalışmalarının olduğunu biliyor. Onlar
bu durumu avantaja çevirmeye çalışıyorlar. Örneğin, dört yıl boyunca
sadece sınıf geçmek için çalışmalarını yürüten öğrenciyle, ‘kendimi geliştirmem gerekiyor, çok çalışmam
gerekiyor’ diyen öğrenci arasındaki
farklar ortaya çıkıyor. Çünkü bugüne kadar bu iki ayrımda olan öğrenciler aynı kefeye kondu.
Bu yeni sistem öğrenciye ‘Ben artık sınıfımı geçeyim, bu puan bana
yeter’ diye bir düşünce getirir. Ama
şu anda pek bilinen bir durum yok.
Medya yeteri kadar gündeme getirmedi. Türkiye’de gündem hızla değişiyor. Eğitim sistemi ve sınavlar
deneme tahtası haline getirildi. Belki
de kısa bir süre sonra da başka bir
sistem getirilerek bu düzenleme de
ortadan kaldırılacaktır.”
3
Eylül 2012
Haber
Nükleer bombaların üzerinde mi oturuyoruz?
ABD hükümetinin kamu harcamalarını denetleyen POGO’dan Danielle Brian,
savaş karşıtı gruplarca birçok defa dile getirilen ve Wikileaks’e sızdırılan ABD
Dışişleri belgelerinde de ortaya çıkan İncirlik Üssü’ndeki nükleer bombaların
saklanması için bir servet ödendiğini açıkladı.
Arife Köse
Baş tarafı Ayrıca Atomic Scien1. sayfada tists adlı dergide Robert S. Norris ve Hans M. Kristensen
tarafından Kasım 2011’de yayınlanan
bir araştırmada ABD’nin Türkiye’de
olduğu hep söylenen ama şimdiye kadar detaylarına ulaşılamayan nükleer
silah envanteri yayınlandı. Çalışmada, ABD’nin Türkiye de dâhil olmak
üzere Avrupa’da Soğuk Savaş yıllarından kalan taktiksel atom bombalarının ayrıntılı olarak depolandığı yerler
ve sayı listesi veriliyor. Bu rapora göre
Türkiye'deki İncirlik Üssü’nde 60-70
adet nükleer B61 tipi bomba bulunuyor. Bu sayı, 2001 yılında 90’dı.
2017’de yeni bombalar geliyor
Raporda Türkiye’deki B61-12 türü
nükleer bomba türlerinin 2017 yılı
itibariyle B61-3/4 tipi yeni modellerle
değiştirilecek olduğu da ilk kez açıklanıyor. 2015’te başlayacak F-16’ların
Amerikan JSF yeni nesil savaş uçaklarıyla değiştirilmesine kadar geçecek
süre içinde F-16’ların modernize edilerek bu yeni bomba türlerini taşımalarına imkân verilecek.
Nilüfer Uğur Dalay: “Türkiye,
NPT’yi ihlal ediyor”
2005 yılından bu yana İncirlik Üssü
konusunda muhalif kampanyalar
düzenleyen ve İncirlik Üssü’nün giz-
li Bakanlar Kurulu kararnamesiyle
ABD’nin kullanımına verilmesi hakkında dava açan Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu Yönetim Kurulu üyesi
Nilüfer Uğur Dalay, “Türkiye, 1969
yılında Birleşmiş Milletler’de imzaya
açılan, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme
Anlaşması’na (NPT) taraf oldu ve anlaşmayı 28
Ocak 1969’da imzaladı”
dedi. Bu kararın Bakanlar
Kurulu’nda onaylanarak
28 Kasım 1979 tarihli Resmi Gazete’de de yayınlandığını vurgulayan Dalay sözlerine
şunları ekledi: “Bu anlaşma gereğince, 1967 yılından önce nükleer silaha sahip olan ABD,
Rusya, Fransa, İngiltere ve
Çin nükleer silahı olan ülkeler olarak kabul edilirken, bu ülkelerin nükleer
silahı olmayan ülkelere
bu tip silahları temin etmesi veya yapmaları için
yardımda
bulunmaları
yasaklanır. Dolayısıyla bu anlaşmaya
göre Türkiye topraklarında nükleer
silah bulunduramaz ve ABD de bu
silahları Türkiye’ye veremez, verirse anlaşmayı ihlal etmiş olur. Çünkü
nükleer silah ticaretinin önünü açar.
Türkiye’nin silahların varlığını kabul etmesi ve sahipliğini üstlenmesi,
uluslararası arenada çok ciddi tartış-
malara yol açabilir, Türkiye’yi oldukça
tartışmalı bir pozisyona sokabilir.”
Türkiye’de nükleer silahın işi ne?
Türkiye’nin bir nükleer silah deposuna dönüştürülmesi, nükleer savaş
senaryolarına dayandırılsa da
Siyaset, Ekonomi ve Toplum
Araştırmaları Vakfı (SETA)
Uluslararası İlişkiler Uzmanı olan ve ‘İncirlik Üssü:
ABD’nin Üs Politikası ve Türkiye’ adlı kitabın yazarı Selin
M. Bölme, asıl nedenin rekabet alanının kayması olduğunu
söyledi. Bölme ayrıca, istikrar ve
güvenliğe kavuşan Avrupa’nın doğrudan hedef olmaktan çıkması ve
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, petrolün artan önemi ile
birlikte, bölgedeki istikrarsızlığın doğrudan diğer ülkelerin ekonomileri üzerinde
sonuçlar doğurması, ABD
ile Rusya arasındaki savaş
alanını da değiştirdiğini belirtti.
Kitabın yazım aşamasında üssün
kullanımı ve üste olduğu iddia edilen
bombalarla ilgili bilgi toplamakta çok
zorlandığını ifade eden Bölme, “Fark ettiyseniz kitaptaki nükleer bombalar ile
ilgili bölümde Türkiye’den herhangi bir
kaynak veremiyorum. Çünkü ABD’de
arşivler her yirmi beş yılda bir açıldığı
için en azından geçmişe dair bazı bil-
II. Dünya Savaşı’nda ABD’nin Hiroşima’ya attığı atom bombası 140 bin
insanın ölümüyle birlikte büyük bir yıkıma neden oldu. B61 tipi nükleer bombaların
her birinin Hiroşima’ya atılan atom bombasından yirmi kat daha etkili olduğu iddia ediliyor.
gileri bulmak mümkün. Türkiye’de ise
dış ilişkiler ile ilgili herhangi bir kaynağa ulaşıp arşiv araştırması yapmak
mümkün değil. Dolayısıyla ne ABD
arşivlerinde ne de Türkiye’de İncirlik
Üssü’nde nükleer silah olduğuna dair
herhangi resmi bir belge bulmanız pek
mümkün değil” dedi.
Özellikle nükleer silahlar konusunun güvenlik kapsamında devlet
sırrı olarak görüldüğünü de belirten
Bölme, kimsenin bu konuda sorulan
sorulara yanıt vermediğini, devletlerin de bu durumu kabul etmediğinden bir şehir efsanesi yaratılmasına
neden olduğunu söyledi.
Peki ya patlarsa?
IPPNW (Nükleer Savaşın Önlenmesi İçin Uluslararası Hekimler) tarafından yapılan bir araştırmaya göre, şu
an İncirlik’te bulunan B61 tipi nükleer
bombaların her birinin Hiroşima’ya
atılan atom bombasından yirmi kat
daha etkili olduğunu aktaran Bölme, İncirlik Üssü’nde nükleer bomba
olup olmadığını öğrenmek için hem
ABD’deki hem de Türkiye’deki Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları’na, bilgi
edinme hakkı çerçevesinde yaptıkları
başvuruların reddedildiğini söyledi.
Ama yanıt verilmemesinin bu soruları
ortadan kaldırmadığının altını çizen
Bölme, “Soğuk Savaş çoktan bittiği
halde neden bu nükleer silahlar hâlâ
İncirlik Üssü’nde? Bu bombaların
kime karşı kullanılabileceği düşünülüyor? Nükleer bombaların varlığı
gerçekten güvenlik sağlıyor mu? Sizce
saniyenin binde biri kadar bir süre için
ölme ihtimali olan insanların bu soruların cevaplarını bilmeye hakkı yok
mu?” gibi soruların cevaplandırılmasını beklediklerini ifade etti.
Nükleer tehlikenin farkında mısınız?
Türkiye’nin son yıllarda artan enerji ihtiyacını
karşılamak için başlattığı nükleer santral
çalışmalarına çevre örgütlerinden tepkiler gelmeye
devam ediyor.
Sadık Demirbağ
Türkiye’nin artan enerji ihtiyacını
karşılamak amacıyla nükleer santral kurma çalışmalarına hız vermesi
çevre örgütlerini harekete geçirdi.
Türkiye dahil birçok ülkede faaliyetlerde bulunan Uluslararası Çevre Örgütü Greenpeace üyelerinden
Gülçin Şahin, planlanan iki santrale
karşı mücadelelerine devam edeceklerini söyledi. Akkuyu Nükleer
Santrali için 2012 yılında Ruslarla
anlaşmaya varıldığını ve Sinop’taki
proje için de Japonya, Güney Kore ve
Kanada şirketleriyle görüşüldüğünü dile getirdi.
Nükleer santral çalışmalarına karşı kamuoyu oluşturmanın yanı sıra
birçok eylem gerçekleştirdiklerini belirten Şahin, “Biz nükleer santrallere
karşı eylemlerimizi yapıp kamuoyu
oluşturmaya çalışırken diğer yandan da bilimsel raporlar yayımlayarak durumun ciddiyetini duyurmaya çalışıyoruz. Hatırlanacağı üzere
Türkiye’de 2000 yılında yapımı için
girişimlere başlanan nükleer santral
süreci Greenpeace’in ve diğer nükleer
karşıtı kuruluşların sayesinde engellendi” dedi. Santrallere karşı yaptıkları son eylemlerinde geçtiğimiz yılın
Haziran ayında Taksim Meydanı’nda
nükleer karşıtı bir kamp kurduklarını ve dokuz gün boyunca eylemlerini
sürdürdüklerini ifade eden Şahin,
birçok siyasetçinin, sanatçının ve diğer sivil toplum kuruluşların eylemlerini desteklediklerini söyleyerek,
“Türkiye’nin en merkezi noktasında
kurduğumuz kampla halkı da nükleerle ilgili bilgilendirme çalışmaları
yapabildik” dedi.
Akkuyu’da kurulması planlanan
santralin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecinin hukuka
uymayan bir şekilde işlediğini ve
sunulan ÇED raporunda pek çok eksikliğin olduğunu söyleyen Şahin,
bu rapora karşı hukuki mücadelelerini sürdürdüklerini belirtti. Ayrıca
Akkuyu’ya santral yapmayı planlayan şirketin Çernobil faciasından
sorumlu olduğunu ve Ankara’daki
şirket binasının önünde eylem yaptıklarını kaydetti.
“Tarihteki en büyük 20 kazadan
birini yaşayan ülkeyiz”
Öte yandan Türkiye’nin bir nükleer santrale sahip olmamasına rağmen, tarihteki en büyük 20 nükleer
kazasından birini yaşamış bir ülke
olduğunu aktaran Şahin, İkitelli’de
1999 yılında yaşanan olayda, hurdacılık yaparak hayatını kazanan on
üç kişilik Ilgaz Ailesi’nin hurda diye
satın aldıkları konteynırın içinden
radyoaktif madde çıkmasıyla radyasyona maruz kaldığını dile getirdi. Aile
üyelerinden Murat Ilgaz’ın parmaklarını kaybettiğini, Hüseyin Ilgaz’ın
da 2004 yılında kansere yakalanarak iki yıl önce 57 yaşında hayatını
kaybettiğini sözlerine ekledi.
Nükleer santrallerin her zaman
insan hatası ya da dışarıdan gelecek bir doğal afet ve saldırı gibi durumlar karşısında hassas olduğunu
söyleyen Şahin, “Kaza yaşanmayacağının garantisini kimse veremez
ve yaşanacak bir kaza durumunda
yayılacak radyasyon Türkiye sınırlarını bile aşacaktır. Hatırlarsanız
Fukuşima’dan sonra radyasyon
bulutları dünyanın pek çok yerine yayılmıştı. ‘Fukuşima’da kimse
radyasyondan ölmedi’ diyorlar ama
radyasyon sızıntısı yüzünden 100
binlerce kişinin evlerini terk etmek
zorunda kaldığını ve 13 bin kilometrelik alanın kullanılamaz hâle geldiğini söylemiyorlar” diyerek konuşmasını sürdürdü.
Fotoğraf: Greenpeace
“Santral bekçisi bile özel
eğitimden geçmeli”
Nükleer santralde çalışabilmek için
bu konuda deneyimli ve eğitimli olmak
gerektiğinin ve santral bekçisinin dahi
özel bir eğitimden geçmesi gerektiğinin
altını çizen Şahin, “Şimdi bazı öğrencileri Rusya’ya eğitime gönderdikleri ile
ilgili haberler çıkıyor. Oysa Türkiye’de
bu nükleer santral yerine yenilenebilir enerjilere yatırım yapsak, çok daha
fazla insana iş olanağı sağlanabilir.
Akkuyu’ya kurulacak 4 GW’lık nükleer
santralin yerine 4 GW güneş paneline
teşvik verilse, nükleer santralin –tüm
yan hizmetleriyle birlikte- istihdam
edeceği azami 2 bin 500 kişiye karşı
120 bin kişiye iş imkânı sağlanır” dedi.
“Yenilenebilir enerjinin sadece
yüzde birini kullanıyoruz”
Akkuyu’ya kurulması planlanan
nükleer santralin, Türkiye’nin elekt-
rik ihtiyacının sadece yüzde beşini
karşılayacağını ve yapımının en az 10
yıl süreceğini vurgulayan Şahin, bir
güneş santralinin dokuz ayda hayata
geçirilebileceğini ve nükleer enerjinin
aksine çevre dostu olduğunu söyledi.
Türkiye’nin, Avrupa’da İspanya’nın ardından en fazla güneş enerjisi potansiyeline sahip ülke olduğunu belirten
Şahin, sözlerini şöyle sürdürdü: “İspanya artık enerjisinin yüzde 40’ını yenilenebilir enerjilerden sağlıyor. Türkiye’de
ise potansiyelimizin sadece yüzde 1’ini
kullanıyoruz. Rüzgâr ve güneş bir arada değerlendirildiğinde Avrupa’nın en
yüksek yenilenebilir enerji potansiyeline sahibiz. Jeotermal enerji konusunda
da oldukça zenginiz. Ancak bu alanlara
hükümet tarafından yeterli teşvik verilmiyor ve yatırımlar daha çok kömür ve
nükleere yapılıyor. Oysa enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjilerle enerji
ihtiyacımızı karşılamamız mümkün.”
Termik santrallere karşı
mücadeleleri de devam ediyor
Greenpeace olarak Türkiye’de nükleer dışında kömürlü termik santrallere
ve iklim değişikliğine karşı kampanyalarının da devam ettiğini söyleyen
Şahin, iklim değişikliğiyle mücadele
alanı olan iklim ve enerji kampanyalarıyla Türkiye’de nükleer enerji santrallerinin ve kömürlü termik santrallerin
kurulmasının önüne geçmeye çalıştıklarını söyledi. Kömürün insan kaynaklı karbon salınımlarının en büyük
kaynağı olduğunu ve bu nedenle iklim
değişikliğine neden olan birinci enerji
üretim biçimi olduğunu belirten Şahin
sözlerine şunları ekledi: “Nükleer enerji pahalı, kirli ve tehlikelidir. Bu kirli
enerji biçimlerine karşı çıkarken, hiçbir
tehlikesi olmayan ve küresel iklim değişikliğine neden olmayan rüzgâr, güneş
gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına
yönelmemiz gerektiğini savunuyoruz.”
4
Eylül 2012
Haber
Üniformanın istifa hakkı
Oğuz Evren Kılıç
Çocuktunuz, hafızanızın kendinizle ilgili barındırdığı ilk flu görüntülerden bu yana en çok duyduğunuz sorunun da muhatabıydınız: “Büyüyünce
ne olacaksın?” O kadar özgürdünüz ve
masumdunuz ki, vereceğiniz en uçuk
cevap bile tatlı gülümsemelerle iltifat
görüyordu. Astronot da oluyordunuz,
doktor da. Canınız mı sıkıldı? Denizler kâşifi bir kaptanlığa sınavsız yatay
geçiş yapıveriyordunuz.
İşte tüm bu özgürlüğün, sorumsuzluğun ve uçarılığın tam ortasındayken
bazılarımıza aynı soruyu devlet sordu.
Bütün çocukluk hayalleri ve ilk gençlik
heyecanlarıyla “Asker!” deyiverdiler.
Devletin nazarında aklının her şeye
tam erip ermediği belli olmayan, hayat tecrübesi yetersiz, haklarını tek
başına kullanamayacak durumda
olan 18 yaşından küçük çocukların
devlete verdikleri bir cevaptı bu.
Zira Türk Medenî Kanunu’nun 10.
Maddesi’nde denilmiştir ki: “Ayırt etme
gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.” Bir madde sonra, 11. Madde ne diyor peki?
“Erginlik 18 yaşın doldurulmasıyla
başlar.” Ve noktayı 16. Madde koyuyor: “Ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar, yasal temsilcilerinin
rızası olmadıkça, kendi işlemleriyle
borç altına giremezler.” Belki henüz
bıyıkları bile terlememiş saf bir çocukluk telâşı ile verilmiş olan ‘Asker!’
cevabının Türk Medenî Kanunu çerçevesindeki değeri işte bu kadardır.
Ama gelin görün ki, kazın ayağı
öyle değil.
Bu cevabı verenlerden biri de “Hasan K.” isimli fotoğraf sanatçısı. Çocukluğundan bugünlere hatırladığı en
önemli şey, kalabalık aile toplantılarında ve bayram günlerinde hep asker
selâmı vererek çevresine gülümsediği
zamanlar. Aile büyüklerinin yüzündeki o mağrur ve şevkli gülümseyişlerle
aldığı cevapların verdiği motivasyonla,
güle oynaya askerî liseye hazırlandığını anlatıyor. Sonrasında ise ilk gençlik
tüylerinin bitmeye başladığı yüzünde
patlayan bir tokada dönüşmüş hayal
kırıklıkları dökülüyor ağzından ve kenetlenmiş dişlerinin arasından… “İnsan olmamak, insana dair her şeyi ezip
geçmek, benliğinizi yok etmek üzerine
kurulu bir yaşayıştı” diye özetlediği
askerî lise yaşamını milyonlarca kez
terk etmek istediğini, yatılı kaldıkları
okul yatakhanelerinde hıçkırıkların
‘adeta kanon yaptığını’, ama devasa
Onlar, girmenin zor ve çıkmanın imkânsız olduğu bir yola düşenler, hayatlarını
'kölelik' olarak nitelendirdikleri bu 'angaryadan' kurtarmanın peşindeler.
tazminat bedelleriyle el ele vermiş toplumsal tabuların ve kaçmışlık, yenilmişlik hissinin üstesinden kimsenin
gelemediğini anlatıyor. Ve sonrasında,
bu sürecin daha da ağdalanarak harp
okulu yıllarına sirayet ettiğini söylüyor.
Fakat diye devam ediyor: “Hiçbir
süreç, mesleğe başladıktan sonrasıyla kıyaslanamaz.” Mesleğe atılan ilk
adımla birlikte, yıllar boyunca hoyratça eğilip bükülmüş genç insanların kurtlar sofrasına atıldığı bir çağ
başlıyor. Üstlerin rütbeleri büyüdükçe Tanrılaştıkları, astların kıdemleri
büyüdükçe hırpanileştikleri, eratın
baştanbaşa bir faciayı teşkil ettiği bir
büyük kaosun tam ortasında bulmuş
kendini. İki dudak arasında geçen bir
yaşamı düşünün, sadece basit bir emir
komuta zinciri değil, insanlığın, hukukun ve alınıp verilen tüm nefeslerin
dahi iki dudak arasında hapis edildiği bir sistem. Öyle ki, Askerî Ceza
Kânunu'ndan alınan Ortaçağ feodal
beylerine özgü yetkilere dayanılarak
tek bir cümle ile insanların haftalarca berbat koşullarda hapsedildikleri,
hürriyetlerinin bağlandığı bir sistemi
düşünün. Halı saha maçında sürtüştüğünüz ve rütbesini bile bilmediğiniz
birisinin sizi oracıkta 14 günlük hapis
cezasına çarptırdığını düşünün. Ne bir
mahkeme, ne bir suçlama, ne bir şahit,
ne bir savunma var. Bunun için sadece
iki dudak yeterli, âmir dudakları.
Birçoğu ailelerinin onlar adına verdiği kararla asker olmuş. Okul sürecinde devletin onlar için harcadığı
parayı tazminat olarak ödeyip vazgeçme ihtimali var. Fakat 50 bin lira, 80
bin lira gibi rakamlar ailelerin çoğu
için çok büyük. Bu ne demek? Okul
bitecek ve 15 yıllık mecburî hizmet
başlayacak. Askerliği severek yapanlar vardır. Fakat yıllar içinde mizaçlarına uymadığını anlayan, büyüdükçe
militarizmi sorgulayan, kurumun
işleyişine dair itirazları olanlar ne yapacak? 36-37 yaşına kadar istifa etme
hakları yok. Yüz kızartıcı suçlar işleyerek atılmayı tercih etmezlerse tek
yol izin tecavüzü yaparak firar etmek.
Bildiğiniz kaçak hayatı. Bu travmatik
ve zorlu sürece en az bir buçuk ila iki
yıl dayanmak zorundalar. Bu süre sonunda ordudan atılıyorlar. Ama yine
de mahkemeye veriliyorlar ve önlerinde altı ay hapis cezası duruyor.
Yaşayan örneklerinden dinleyelim,
“Efsane komutan olmak
istemedim”
“Bir yılın sonunda bana uygun olmadığını anladım. Güneydoğu'da zor
zamanlar yaşadık. Askerlerimizden
şehit olan oldu, bazı gerçekleri sorguladım. Efsane komutan olmak gibi
söylemim yoktu. Acı gelebilir ama o
benim savaşım değildi. İki yıl sonra İstanbul'a tayinim çıktı. Fotoğraf
bölümünü kazanınca firar edip, kaydoldum. Kaçak yaşama, yabancılaşma, bunları anlatabilir miyim? İki
yıl sonra teslim olup 45 gün hapis
yattım. Şu anda bir firmada çalışıyorum. Beş ay daha hapsim var. Ailem
karşı çıktı. Annem kalp krizi geçirdi.
Sanırım tek suçlu benim.” (Samim)
Gözüm hep kapıda
ne zaman gelecekler
beni almaya diye.
Tek suçum mutlu
olmayı istemek.
“Geceleri kâbuslarla uyanıyorum”
Harp Okulları’nda öğrencilere “Hepiniz birer Mustafa Kemalsiniz” dendi. Birey için devlet değil, devlet için
birey mantığı ön plandaydı. Onuncu
yılımın sonunda firari oldum, hakkımda yakalama kararı var. Özel yetenek sınavıyla girilen bir bölüme
birinci girdim, bursluyum. Derslerimi aksatmadıkça onlar için problem
yok. Gözüm hep kapıda. Ne zaman
gelecekler beni almaya diye. Geceleri
kâbuslarla uyanıyorum. Adam öldürmedim, hırsızlık yapmadım, tecavüz
etmedim. Tek suçum mutlu olmayı
istemek. (Devrim)
“Bir nevi Nâzım Hikmet oldum”
Bir Schengen ülkesinde burslu doktora yapıyorum. Dört yıllık subayken
bıraktım. Havaalanında tutuklanacağım için gelemiyorum. Subay çıkana dek sorun yoktu. Hem mühendis
hem subay olmanın olumlu olacağını
düşünürdüm. Mühendis eşittir yardımcı sınıf, askerlikten anlamaz anlayışı yanlış meslek seçtiğim fikrini
pekiştirdi. Asker olan babam da TSK’
da kafası çalışan personelin küstürüldüğünü kabul etti. En zoru, ülkeme
dönememek. Bir nevi Nâzım Hikmet
oldum. 10 yıl da zamanaşımı olsa, 47
yaşımda gelebilirim. Beklenecek süre
değil. (Firari bir subay)
“Çocuk gelinler gibiyiz”
Bir yıl içinde düzenleme yapılmazsa, ben de firar yolunu seçeceğim. Ailemin etkisiyle askerî okula girmek
zorunda kaldım. Gerek okul, gerekse
mezun olduktan sonraki çalışma ortamı beklentilerimin çok altındaydı.
İş yaşamımı saygı üzerine kurmak isterken farklı bir manzarayla karşılaştım. Her gün gazetelerde aile zoruyla
evlendirilmiş çocuk gelinler var ya,
aynı onlar gibi mutsuz, umutsuz bir
hayat yaşıyoruz. Ha bu saatten sonra
beni genelkurmay başkanı da yapsalar, arkama bakmam. (Ferit)
Fotoğraf: Atilla Köklü
Paşa bademlerinin tabaktaki yönü
12 yıllık görevliyken firar eden bir
piyade astsubayıyım. Yerimizi militarizm ve vesayetçi zihniyetin buyruklarını kabullenecek gençlere bırakıp özgürlük isteyenleriz. Askerliği
yurt savunması yapan kurum olarak
bildim, savaş, eğitim, spor faaliyetleri icra edeceğimi sandım. Lakin
örümcek ağlarının alınması, yaprak
temizliği, paşaya ikramda tabaktaki
bademlerin diplerinin bakacağı yönler gibi kepazelikler yaşadık. Mesleğe
girmek isteyen gençlere tavsiyem şu:
Yüz kere düşünün. (Semih)
“Tedaviye gönderilmedim”
Firari yaşamak öyle zor ki... Hayatımı yaşayabilmek, ailemle en azından
akşam vakit geçirebilmek, kişisel egoları olan insanları eleştirdiğimde ceza
almamak, çocuğumu lojmanda başka
bir çocuk karşısında ezdirmemek için
bunu seçtim. ‘Majör depresyon-yaygın anksiyete bozukluğu’ teşhisiyle
tedavi görüyordum. Hava değişiminden döndüğümde, denetlemeden dolayı tedaviye gönderilmedim. İki uzman tabip belirttiği halde sağlığımın
önemli olmadığı bir meslekte neden
durayım? (Kâbuslar)
“Annem kararı duyunca kalp krizi
geçirdi”
Firar etmek zorunda bırakılmış, iki
ay cezaevinde yatmış bir subayım. 13
yaşında bir sabi neden subay olmak
ister? Üniforması güzeldi, subay sonra genelkurmay başkanı olacağım,
orduyu yöneteceğim diyordum. Şaka
değil. Kıtalara çıktıktan iki yıl sonra
subaylığın kişiliğimle uyuşmadığını
fark ettim. Yedi yıl görev yaptım. 23
ay kaçak yaşadım. Annemin evine polis iki kez baskın yaptı. Yaşlı annem
kalp krizi geçirdi. Davam tamamlanmak üzere, Metris Cezaevi’nde yatacağım gibi görünüyor. (Rüzgâr)
“At gözlükleriyle bakan bir kurum”
İlk yıl yanlış yerde olduğumu anladım. Dünyaya bakış açım farklıydı.
İkinci yıl firar ettim. Analitik düşünebildiğime, vatanıma daha yararlı olacağıma inanıyordum. Önemli bir projenin
başındaydım. Emek harcayan bendim,
yurt dışında projeyle ilgili toplantılara
komutanlar gidiyordu. Niye? Yurtdışı
harcırah vs. âmirlerim küçük hesaplar peşindeydi. İnnovatif bir fikirle
gidince “Verileni yap gerisini boş ver”
diyorlardı. At gözlükleriyle bakan bir
kurumda niye kalayım? Dünyaya bir
kez geliyor insan! (Genç bir subay)
“Kendilerine düşman yarattılar”
İçten bir şekilde asker olmak istiyordum. Sanırım kültürel bir bilinçaltı. Aslında işler çok farklıymış.
Aileniz destekliyorsa, çalışma zorunluluğunuz yoksa askeriyede kayıtlı adreste oturmuyorsanız firari
yaşamak zor değil. Üç yıldır firariyim. Otellerde kaydımı başka birinin kimliğiyle yapıyorum, başka birinin adına uçak biletleri alıyorum,
maalesef suç işlemeye devam ediyorum. İnsan tutacağız diye ülkelerine
ve kendilerine düşman bir topluluk
yarattılar. (İpotek)
“Daha çok saygı duydum”
2009’da artık bünyemin kaldıramayacağını düşünüp firar ettim.
Daha önce istemiştim ama kız kardeşimin okul masraflarını üstlenmiştim. 2010’da disiplinsizlik nedeniyle
res’en emekli edildim, yani atıldım.
Web programlama eğitimi aldım.
Mağazalarda o telefonun ne süper olduğunu anlatmak bir solcu olarak zor
işti benim için. Yine de askerlikten
daha fazla saygı duydum. Geçen hafta
teslim oldum, hapis kararımı aldım.
Kararı temyiz edeceğiz. Ama sonuç
değişmez, kanun net. (Umut)
5
Eylül 2012
Haber
İş kazası değil işveren cinayeti
Farklı iş kollarında
yaşanan kazalar
sonucunda her ay
ortalama 60 ila 70 işçi
hayatını kaybediyor. Son
olarak Kahramanmaraş’ta
meydana gelen kazanın
ardından konuşan işçiler,
çalışma yaşamına dair
kapsayıcı düzenlemelerin
zorunluluğuna dikkat
çektiler.
Fatma Yalçın
KAHRAMANMARAŞ- Geçtiğimiz Nisan ayında Şirikçiler Mensucat adlı
tekstil fabrikasının kot boyama ünitesinde meydana gelen patlamada dört
işçi hayatını kaybetti, dokuz işçi de yaralandı. Kazaya ilişkin soruşturmanın
sürdüğünü belirten yetkililer, kazanın
söz konusu ünitede bulunan buhar
kazanının patlaması sonucu meydana
geldiğini ve işçilerden ikisinin patlamanın yakınında bulunmaları, diğerlerinin ise patlamanın şiddetiyle yıkılan
bina enkazından üzerlerine düşen beton bloklar nedeniyle hayatlarını kaybetmiş olabileceği bilgisini verdiler.
Görgü tanıkları, patlama öncesi binanın dışından bile duyulacak düzeyde bir uğultunun dakikalarca devam
ettiğini söyledi. Tanıkların ifadeleri,
olağandışı bu gelişmeye rağmen binanın neden boşaltılmadığı sorusunu
akla getirdi. Mesai saati dışında gelişen
olayda hayatını kaybeden ve yaralanan
işçilerin, sorunu çözmek için içeriye
gönderilmiş olabilecekleri yönündeki
iddialar da soruşturmanın sonunda cevap bekleyen sorular arasında.
Patlamanın buhar borusundan
kaynaklandığı söylenmesine rağmen
olayın kesin nedenleri ve sorumluları
henüz açıklanmadı. Söz konusu kaza
vesilesiyle gündemlerine giren iş güvenliği ve çalışma koşullarını Kahramanmaraşlı işçilerle konuştuk.
“Sendikalı değildir” şeklinde
belge isteniyor
İş güvenliğinin yalnızca kâğıt üstünde kurallardan ibaret olduğunu
söyleyen işçiler, işyerlerinde büyük
risk altında çalıştıklarını belirttiler.
İsimlerini vermekten çekinen işçilerin çoğu, mevcut yasalarla tanınmış
haklarından da mahrum bırakılmalarını “Patronların, yasaların da
üstünde bir güç olduğu” görüşüyle
açıklıyorlar. Hal böyle olunca iş güvenliği konusunda da yasaların yetersiz olacağı görüşündeki işçiler,
sigortalı çalışmadan, sendikalı olmaya kadar birçok haklarının gasp
edildiğini ifade ettiler.
Kahramanmaraş’ta daha işe giriş
aşamasında kendilerinden “Sendikalı
değildir” şeklinde yazılı bir belge getirmeleri istendiğini belirten işçiler,
ücret, izin ve tazminat gibi konularda
hak aramalarının önüne nasıl geçildiğine dikkat çektiler. İşçiler, sendikalı
olmak gibi anayasal bir hakkın bile
yok sayıldığı, hatta işten atılma sebebi olabildiği bir yerde iş güvenliği konusunda da işverenden yana umutlu
olmadıklarını belirttiler.
Üç yıldır izin kullanamayan
işçiler var
İş kazaları konusunda gözden kaçan başka bir boyuta dikkat çeken
bir tekstil işçisi de çalıştıkları fabrikada üç yıldır haftalık ya da yıllık
izinlerini kullanamayan işçilerin
olduğunu ifade etti. Yedili sistemde
üç vardiya çalışan işçiler için, izinleri de gasp edildiğinde, çalışmak ve
uyumak dışında bir zaman kalmıyor. Birçoğu dünyaca ünlü markalara üretim yapan Kahramanmaraş
tekstil fabrikalarında çalışan işçiler,
bu ürünlerin yer aldığı mağazaların
önünden bile geçemiyorlar. Zorunlu
yerleşkeleri olan yoksul mahallelerinde kendi aralarında oluşturacakları bir sosyal yaşamdan bile, izin
gaspları yüzünden yoksun bırakıldıklarını ifade eden tekstil işçisinin
anlattıkları işçilerin zihinsel ve fiziksel olarak ne kadar yıprandıklarını ortaya koyar nitelikte. “Bu kadar
yıpranmış bir insandan da daha dikkatli çalışması beklenemez” diyen
tekstil işçisi ve arkadaşları kazalardan kendilerinin sorumlu tutulmalarına isyan ettiler.
Yeni ‘İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’ ne getiriyor?
• Daha önceki yasaya göre bir iş yerinin iş güvenliği
uzmanı istihdam etmesi için en az 50 işçi çalıştırması
gerekmekteydi. Yeni yasa ile birlikte bu sınır kaldırılarak
bütün iş yerleri yasa kapsamına alınmaktadır.
• Kanun yeni hali ile küçük işletmelere yük getireceğinden
10’dan az sayıda çalışanı olan işlemlere bakanlık destek
sağlayacaktır.
• 10 kişiden az çalışanın olduğu tehlikeli işyerleri, yasanın
yayım tarihinden üç yıl sonra, 10 ve daha fazla çalışanı
olan işyerleri, 1 yıl sonra iş güvenliği uzmanı çalıştırmaya
veya dışarıdan bu hizmeti almaya başlayacaktır.
Tazminatlarını bile alamıyorlar
İş kazası mağduru işçilerden Ahmet de kaza sonrası mağduriyetlerine dikkat çekti. Ahmet, şu anda da
çalışmakta olduğu beton fabrikasında yaşadığı kazayı ve sonrasındaki
uygulamayı şöyle anlattı: “Çalışırken kolumu kaptırdığım makinede
dirseğimden aşağısı koptu. Yüzde
60 iş göremez raporu aldım. Ama
halen aynı işyerinde çalışıyorum.
Çünkü bağlanan maaşla geçinmem
mümkün değil, ayrıca kaza sonrası
herhangi bir tazminat da alamadım.” İş kazası sonucu engelli hale
gelen bu işçinin kaza sonrası, engeline rağmen çalışmak zorunda
kalması ise iş kazalarının ardından
sorumluluğun da yeterince üstlenilmediğine çarpıcı bir örnek.
Aygün: ‘Bölgedeki HES projeleri siyasi amaçlı’
Türkiye’de yapımı son yıllarda büyük bir hızla devam eden hidroelektrik
santrallerine yönelik çevresel tepkileri CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün
Görünüm’e anlattı.
Mehmet Figan
Son yıllarda Karadeniz Bölgesi ile
Doğu Anadolu Bölgesi'nde doğanın
katledilmesine neden olan hidroelektrik santralleri, tepki çekmeye
devam ediyor. Santrallerin yapılmasına karşı çıkan Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP) Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Hidro Elektrik
Santrali (HES) projelerine karşı hukukçuların, mühendislerin, tıp odalarının haklı eleştirilerinin ve itirazlarının hükümet tarafından dikkate
alınmadığını belirtti. Hükümetin,
yaşanan bu duruma karşı, çevreye
uyumlu hayat hakkını gözden geçirmesini ve başka enerji kaynaklarının araştırılmasının gerekli olduğunu vurguladı.
Başlatılan HES karşıtı mücadelelerde köy halkının daha çok gayret
sarf ettiğini aktaran Aygün, devletin çevre hakkı temelli ve çevrecilerin görüşlerini merkeze alarak
karar vermesi gerektiğini söyledi.
Bu kapsamda oluşturulmuş Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED), İzin
ve Denetim Genel Müdürlüğü’nün
işlerlik bakımından yetersiz olduğuna dikkat çeken Aygün, “Çevre
Bakanlığı’nın oluşturduğu bu kurumun işlerinin, şirketlerin önünü
açma faaliyeti olarak düşünüyorum.
Bu raporların nasıl verildiği, uzmanların nasıl çalıştığı konusunda ciddi
kuşkular var. Bazı şirketlerin kurumda iş gören uzmanlara rüşvet verdiği
özellikle muhalif basında yer alıyor.
ÇED raporlarının akla mantığa aykırı olduğu söylenmektedir, şirketlerin
hem ÇED ile ilgili kurullar üzerinde
hem de tek tek bilirkişiler üzerinde
baskı kurduğu söyleniyor. Bu denetim işlerinin mühendis odalarına
bağlı bağımsız uzmanlar tarafından
gerçekleştirilmesi gerekir” dedi.
CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün
“Güvenlik ve asimilasyon odaklı
düşünceler var”
Tunceli’nin her fırsatta gerçekleştirilen protestolarda daha çok dini,
kültürel ve kimliksel boyutlarıyla
ön plana çıkarıldığını vurgulayan
Aygün, “Tunceli'de yapılmak istenen
HES ve baraj projelerinin temelinde
yatan düşünce bölge güvenliğini
sağlamak, toplu yerleşimi engellemek, dil ve inanç asimilasyonunu
kolaylaştırmak ve halkın merkezi
otoriteye itaatini kolaylaştırmaktır.
Bu bölgedeki projelerin siyasi amaçlı olduğunu kanıtlayan resmi belgeler de mevcuttur. 1930’larda yayınlanan raporlarda da aynı tutumun
var olduğunu görüyoruz. Hâlâ PKK
ile mücadele adı altında yetkililerin
görüşü ‘Barajlarla örgütün geçişini
engelleriz, bölgenin boşaltılmasını
sağlarız’ şeklinde. Bu fikirlerin açık
açık basında yer aldığını görebiliyoruz. Türkiye’nin bir bölümü ile ilgili olarak güvenlik ve asimilasyon
odaklı düşünceler var. Tüm bunlar
birlikte düşünüldüğünde bölgede
yürütülen çevre mücadelesinin, etnik ve siyasi bir boyutta tartışılması
gerekiyor” dedi.
“Medya, çevreci mücadelenin bir
parçası”
Her fırsatta HES protestolarına
katıldığını kaydeden Aygün, bu zorlu
dönemlerin ancak köylülerin dayanışmasıyla, çevrecilerin ve demokratik güçlerin de birlikte yürüteceği
ortak mücadele ile aşılabileceğini
belirtti. HES’lerin medyadaki temsili
konusunda ise yerel medyanın daha
duyarlı olduğunun altını çizen Aygün,
“Ana akım medya sermaye ile ilişkileri ölçüsünde ve hükümetin politikalarına yakınlığı nedeniyle daha taraflı
ve daha çarpıtılmış haberler yapıyor.
Fakat bu durumun ne olursa olsun
çevresel hareketlerle birlikte gruplar,
ana akım medyada da sesini yükseltip daha büyük hareketlenmeleri beraberinde getirecek” dedi.
Fotoğraf: Mert Gökhan Koç
Bu yaşanan gelişmelerle birlikte
medyanın da yürütülen mücadelenin bir parçası olduğunu dile getiren Aygün, “Yerel medya yeterli değil, buna rağmen merkezi medyaya
göre daha önemli bir rol oynuyor.
Yerel medyanın örgütleyici bir rolü
var. Fakat hem sosyal hem de yerel
medya ana akım medya unsurlarının önüne geçmiştir. Ben de çevreci
grupları ve örgütleri elimden geldiğince sosyal medyadan takip ediyorum. Hareketler özellikle sosyal
medya üzerinden örgütleniyor ve
sosyal medyada da siz kendi ağınızı
kuruyorsunuz. Bu ağlarda mesajlaşmalar yapılıyor, eylem yeri ve saati
belirleniyor. Konu ile ilgili tartışmalar yapılıyor, yani yeni bir dünya inşa
ediyorsunuz. Ben de sosyal medyada
bu ağların içerisinde yer alıyorum.
Etkililiğini fark edebiliyorum, sadece çevre mücadelesinde değil, bir
işkence, cezaevindeki bir dayak olayı ve kadına yönelik şiddet olayı da
anında sosyal medyada büyük bir
güç yaratıyor” diyerek konuşmasına
devam etti.
“Sokakta yürütülen mücadele
önemli”
Son olarak HES’lere karşı yürütülen mücadelede “Aktivistlerle birlikte yürüyen bir milletvekili olmak
istiyorum” diyen Aygün sözlerine
şunları ekledi: “Meclis’te grubumuzun HES’ler ile ilgili verdiği birçok
araştırma önergesi ve kanun teklifi
bulunmakta. Fakat AK Parti sayısal çoğunluğu elinde bulundurduğu
için bütün bu çalışmaları boşa çıkarıyor. Bu yüzden Parlamento’da yürütülecek mücadeleden daha çok sokakta yürütülecek mücadele önemli.
Çevre mücadelesinde toplumsal
muhalefete büyük rol düşüyor.”
6
Eylül 2012
Haber
Örgütsüz çağrı
Günümüz dünyasının gelişmekte olan iş
sektörlerinden çağrı merkezleri, birçok insana iş
imkânı sağlıyor. Çağrı merkezi çalışanlarının en büyük
sorunlarının başında ise örgütlenememe geliyor.
Esma Yılmaz
Esnek çalışma koşulları, 1980’lerden sonra gelişen neoliberal politikalarla birlikte ortaya çıktı. Bu çalışma
koşullarını günümüzde temsil eden
iş sahalarından biri de çağrı merkezleri. Bu merkezler, işsiz birçok insan
için iş vaat ediyor gibi görünse de,
çalışanlar durumun o kadar pembe
olmadığını ifade ediyor. Çağrı merkezinde çalışanlar, birçok sorunu içinde
barındıran sektörün çok yorucu bir
alan olduğunu belirtiyor.
Çağrı merkezi çalışanı Tuğçe Erdoğan, gün içerisinde karşılaştığı sorunları şöyle dile getirdi: “Genelde 12.00
ila 21.00 vardiyasında çalışıyorum.
Projelere göre değişiklikler oluyor.
Müşteri genelde hep sinirli, agresif ve
istemeyen taraf, sen ise ısrarcı taraf
oluyorsun.” Belli saatler arasında mola
kullandıklarını dile getiren Erdoğan,
“Molalarımız sınırlı oluyor. 14.00'de
yarım saatlik yemek molamız var.
Molalarımızı parça parça onar dakika
olarak kullanmak ve takım liderinin
verdiği komutlara uymak zorundayız”
şeklinde konuştu. Erdoğan, projelerinin değişebildiğini yani takım liderinin projeyi değiştirip başka bir proje
alabildiğini söyledi ve şöyle devam
etti: “Buna göre aboneler de değişiyor,
biz de değişiyoruz. Agresif olmaya karşı koyamıyoruz. Çünkü istemediğin
bir projeye geçiyorsun. 21.00'de zaten
oturum kapatıp işi bitiriyoruz.”
Çalışma saatleri zorluğunun yanı
sıra gün içerisinde birçok sorunla
mücadele etmek gerektiğini aktaran
Erdoğan, “Dışarıdan gelen çağrıların
bir an önce verilen komutlara göre ce-
vaplanması gerekiyor. Konuşma süresinin çok önemli olduğu, müşteriye
karşı her zaman saygılı olunması gerekliliği ve benzeri kuralları içeren bir
liste yapılabilir. Ayrıca yapılan işle ters
orantılı yürüyen bir maaş sistemi de
cabası. Tüm bunlar insan kapasitesini
zorlayan şeyler. Ancak tüm bu sorunlara ve güç çalışma koşullarına karşın
işveren çalışanını korumak için hiçbir
şey yapmıyor” dedi.
“Örgütlenmek işten atılmanın
başlıca sebebi”
Örgütlenmenin diğer iş kollarında
olduğu gibi çağrı merkezlerinde de zor
olduğunu belirten Erdoğan, çağrı merkezi çalışanlarının tüm bu sorunlarla
baş etmek için örgütlenmeye çalıştığını söyledi. Ancak bu çalışmalarında da
Örgütlenme
çalışmalarımız
işyerinde patron
engeline takılıyor.
patron engeliyle karşı karşıya kaldıklarını ifade eden Erdoğan sözlerini şöyle
sürdürdü: “Bir çağrı merkezinde ajansanız örgütlenmeniz işten atılmanızın
başlıca sebeplerinden biri olabiliyor.
Türkiye’de çağrı merkezi çalışanlarının örgütlenebildiği yerler sınırlı. Çağrı Merkezi Çalışanları Derneği (ÇMÇ-
DER) bunlardan bir tanesi. ÇMÇ-DER
tüzüğündeki kuruluş amacını, çağrı
merkezi çalışanlarının bir araya gelebileceği bir platform olmak ve çağrı merkezi çalışanlarının hak kazanımlarına
aracılık etmek şeklinde açıklıyor.”
ÇMÇ-DER’in yanı sıra bir de çağrı
merkezi çalışanlarının kurduğu Gercegecagri.org adlı internet sitesinin olduğunu söyleyen Erdoğan, bu sitenin derneğe göre örgütlenme açısından daha
verimli ve radikal olduğunu söyledi.
Erdoğan, başrollerini Mert Fırat ve
Saadet Aksoy’un üstlendiği ‘Başka
Dilde Aşk’ adlı filme de konu olan bu
sitenin, çalışanların sorunlarını paylaşabildiği, başka çağrı merkezlerinde
çalışan insanlarla konuşabildiği, çağrı
merkezleri ile ilgili tüm haberlerin ve
eylemlerin yer aldığı sosyal bir platform olduğunu da aktardı. Zor şartlar altında örgütlenemeden çalışmak
zorunluluğunu vurgulayan Erdoğan,
“Peki tüm bu alanlar çağrı merkezi ça-
lışanları tarafından ne kadar biliniyor
ve ne kadarı hayata geçebiliyor? Yukarıda da bahsedildiği gibi bir çağrı merkezi çalışanının örgütlenmesi işveren
açısından büyük bir problem. Zaten
çok zor şartlar altında çalışan insanlar,
işten atılma kaygısıyla örgütlenmeye
çok da sıcak bakmıyor” dedi.
Geçtiğimiz yıllarda Burger King
Çağrı Merkezi çalışanlarının gerçekleştirdiği “Sipariş yok, destek var”
eyleminin önemli bir adım olduğunu
belirten Tuğçe Erdoğan son olarak
şunları söyledi: “Çağrı merkezi çalışanlarının sorunları çözüme ulaştırmak için örgütlenmeleri gerekiyor.
Çünkü iş yerleri içerisinde sorunlarımızı çözecek bir kimse bulunmuyor.”
“Çalışanların iş kanununu ve
anayasayı okumaları gerekiyor”
2004 yılından beri çağrı merkezlerinde çalışan Emrah Bey ise, “Daha
önce çalıştığım firmada sendika tem-
silcisi olarak faaliyet gösterdim. Her
firmada olduğu gibi burada da işler
kolay yürümüyor. Herkes kendi tarafından bakıyor. Anlattıklarınızı ne şekilde anladıkları çok önemli” açıklamasını yaptı. Örgütlenme konusunda
yöneticiden ziyade çalışanların daha
fazla zorladığını söyleyen Emrah Bey,
“Çünkü algılama, araştırma ve kültür
seviyeleri çok farklı. O yüzden kolay
bir süreç değil” diye konuştu. Örgütlenmenin önemli olduğunu ve bunun
gerçekleşebilmesi için çağrı merkezi
çalışanlarının bilinçlenmesi gerektiğini ifade eden Emrah Bey, “Sorunlarla baş edebilmek için yapılması
gereken en önemli şey çok iyi bilmek
ve öğrenmek. Çalışanların iş kanununu ve anayasayı okumaksı gerekiyor. Bunlar hakkında yeterince değerlendirme yapıp konunun üzerine
gidersek, en önemlisi bilinçlenirsek
örgütlenmenin önü daha kolay açılır
diye düşünüyorum” dedi.
Cansel Malatyalı bilmecesi Sendikalı oldular,
işten atıldılar
Yaklaşık beş aydır oturma eylemi yapan Cansel Malatyalı, çalışma koşullarının
zorluğunu anlattığı işine dönmek istiyor.
Salih Kaplan
Ismahan Simge Gümüşay
Tüm yasal hakları ödenerek İnşaat
Mühendisleri Odası’nın (İMO) hizmetli kadrosundaki görevine son verilen
Cansel Malatyalı, işe tekrar alınmak
için 20 Şubat’ta başladığı İMO önündeki oturma eylemine devam ediyor.
Yaklaşık altı aydır işsiz olan ve ailesinin geçimini sağlamak için çalışmak
zorunda olduğunu dile getirdiği halde
kendisine yapılan iş tekliflerini geri
çeviren Malatyalı’nın eylemi daha çok
siyasi amaçlı gibi görünüyor.
Çalıştığı süre boyunca işyeri yönetimi tarafından psikolojik şiddete ve
hakarete maruz kaldığını iddia eden
Malatyalı, çalışma koşullarını şu ifadelerle anlattı: “Yönetim katındaki
tuvaleti personelin kullanması yasaklandı. Çok dar bir alanda çalışıyordum, yangın çıkışını mutfak yapmışlardı. Benim çalışma alanımdan
dışarı çıkmam yasaklandı ve personel
sigarasını burada içmeye başladı.
Ayrıca yemek parası hakkımız da elimizden alındı.” Hafta sonları da dâhil
olmak üzere günlük 13 saat oturma
eylemi yapan Malatyalı, 17 Nisan’da
da çadır kurarak tüm gün oturma
eylemine geçtiğini söyledi. Ayrıca
Malatyalı, çadır kurduktan sonra üç
kez gözaltına alındığını ve kendisini
destekleyen Türkiye Ticaret, Kooperatif, Eğitim, Büro ve Güzel Sanatlar
İşçileri Sendikası’nın (TEZ-KOOP-İŞ)
eylemden desteğini çektiğini belirtti.
Çadırı kurdukları gün yaklaşık 100
kişinin desteğe geldiğini söyleyen
Malatyalı, şu iddialarda bulundu:
“Çadır kurmamızı hazmedemeyen
İMO Yönetim Kurulu Sayman Üyesi
Züber Akgöl, aracını bizim üzerimize sürdü. Bizi kasıtlı olarak ezmeye
İMO eski çalışanı Cansel Malatyalı
çalıştı, arbede çıkardı ve içerideki
personel buraya indi. Çoğu personel
patronundan yana tavır aldı ve çadır
sopalarıyla üzerimize yürüdüler.”
“İşimi alana kadar bu direnişe devam edeceğim” diyen Malatyalı, “Direnişimde Halk Cephesi, Bağımsız
Devrimci Sınıf Platformu, Devrimci
Proletarya gibi örgütlerden kurumsal destek görüyorum, ailem ve akrabalarım da bireysel destek veriyorlar”
şeklinde konuştu. Oturma eylemine
başladıktan sonra 1 Mayıs kutlamaları ve 23 Mayıs Genel Grevi gibi
kitlelerin yoğun olduğu mekânlarda
sesini duyurmaya çalışan Malatyalı,
amacını direnişini görünür kılmak
ve kamuoyu oluşturarak İMO’ya ve
Tük Mühendis ve Mimar Odaları
Birliği’ne (TMMOB) baskı uygulamak
şeklinde özetledi.
İMO ise konuyla ilgili olarak internet sitesinde yönetim kurulu imza-
sını taşıyan bir açıklama yayınlandı. Açıklamada “Odamızda hizmetli
kadrosunda çalışmakta olan Cansel
Malatyalı’nın iş akdi, yaklaşık bir
yıldır genel ofis temizliğine dikkat
etmemesi ve tanımlı hizmetlerini
düzenli olarak yapmaması nedeniyle feshedilmiş, kendisi de ‘tüm haklarını aldığı yönlü’ imzalı beyanıyla
bu tebliği kabul etmiştir” ifadelerine
yer veriliyor.
İMO’nun kamuoyu açıklamasındaki bir başka çarpıcı ifade ise şu
şekilde: “Her fırsatta ailesinin geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olduğunu ve oturma eyleminin
işe iadesini sağlamak için olduğunu dillendiren Cansel Malatyalı’nın
başka kurumlardan gelen iş tekliflerini geri çevirdiği bilinmektedir.
Üyesi olduğu sendika tarafından da
bilinmekte olan bu gelişme, yaşanmakta olan sürecin neye hizmet ettiğini göstermesi bakımından önemli
bir ayrıntıdır.”
Eyleme müdahalede bulunulduğu
iddialarının yalanlandığı İMO’nun
bir diğer açıklamasında ise oda binasına yapılan saldırı ile ilgili detaylar yer alıyor. 1 Ağustos 2012 tarihli
açıklamada, “Bugün saat 07.00 civarında Cansel Malatyalı ve beraberindeki bir grup tarafından danışma
görevlisi personelimiz darp edilerek
binamıza zorla girilmiş, merdiven
ve asansör kullanımı engellenmiş,
Oda Yönetim Kurulunun çalışmalarını yürüttüğü kata kapıları kırılarak
girilmiş ve içerideki eşyalar kullanılamaz hale getirilmiştir” deniliyor.
Ayrıca açıklamada saldırıyı ‘alçakça’
olarak nitelendiren İMO’nun, hizmet
binalarında maddi zarara yol açan
kişiler hakkında suç duyurusunda
bulunacağı bilgisine de yer veriliyor.
Sendikalı oldukları gerekçesiyle işten çıkarılan Togo
Ayakkabı işçileri direnişlerine devam ediyor.
Tuğçe Korkmaz
Eskişehir yolu üzerinde bulunan
Togo Ayakkabı firmasında çalışan dokuz işçi, işverenleri tarafından Türkiye Deri İş Sendikası’na (Deri-İş) üye
oldukları gerekçesiyle 27 Nisan günü
işten çıkarıldılar. Bunun üzerine işçiler fabrika önünde eylem yapma kararı aldılar. İşçilere destek olmak isteyen
26 işçi ise 30 gün verilen izin sonrasında evlerine gönderilen tebligatla işten
çıkarıldıklarını öğrendiler. Sendikanın
anayasal hak olduğunu belirten Togo
işçileri eylemlerine hâlâ devam ediyor.
“Sendika yoluna kendi elleriyle
alıp koydular”
Çalışma koşulları yüzünden bu
halde olduklarını söyleyen Togo
Ayakkabı çalışanı Ercan Kurban,
“Sendikalı olduk diye bakış açıları
değişti. Sekiz sene öncesine kadar
her şey yolundaydı, borçları olduğu
için işveren bizden yardım istedi.
Borç bittikten sonra zam istediğimizde ise başınızın çaresine bakın
denildi. Bizi sendika yoluna kendi
elleriyle alıp koydular” dedi.
“Togo’yu Togo yapan bizleriz”
Sınıf bilincinin ve birlikte olmanın
inancıyla hareket ettiklerini belirten
Kurban, siyasi partilerden de destek
görmediklerini açıkladı. Kendilerinden böyle bir direnişin beklenmediği
söyleyen Kurban, “Togo’yu Togo yapan
bizleriz. Ama ayakkabıların altında
eziliyorduk. Resmen köleydik. Biz patrona nasıl tutunuyorsak ailemiz de
bize öyle tutunuyor. Çocuğuma bir lira
harçlık veremiyorum. Bana, ‘Sen nasıl
babasın?’ diyor. Tek dileğim onların da
benim bir lirama muhtaç olması” dedi.
İşçiler gözaltına alınıyor
Fabrika önündeki direnişi ‘alan işgali’ olarak tanımlayan polisler, Kabahatler Kanunu’nu gerekçe göstererek yaklaşık 30 kişiyi gözaltına aldı. Konuyla
ilgili basın açıklaması yapan Deri-İş,
asıl suçlunun kayıt dışı işçi çalıştıran
işveren olduğunun altını çizdi. İşveren
hakkında hiçbir yasal işlem başlatılmadığını dile getiren sendika yetkilileri, “Ekmek kavgası veren bu işçilerin
koruma altına alınmamasını ve işçilere
suçlu muamelesi yapılmasını kabul
edilemez buluyoruz. Güvenlik güçlerinin bu tutumunu kınıyoruz” dedi.
Üç haftada 10 bin imza
Sakarya
Meydanı
ve
Yüksel
Caddesi’nde bir ay süreyle imza standı açan işçiler üç haftada 10 bin imza
topladılar. Kamuoyunun desteğinden
memnun olduğunu söyleyen Togo
Ayakkabı işçisi Şentürk Çoban, “Deriİş’in iş yerinde yetkili olduğunu kabul ettirmek için imza topluyoruz. Bu
imzaları Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı’na sunacağız” dedi.
Üniformalı ve sivil polislerin işçilerin fotoğraflarını cep telefonlarıyla çekmelerini, her sabah ve akşam
kendilerini tek tek saymalarını gülerek anlatan işçiler direnişlerindeki
azmin ve kararlılığın bu tür hareketlerle azalmadığını belirttiler. Yoldan
geçen arabaların kornalarıyla destek
bulan Togo Ayakkabı işçileri, verilen tazminatların bir kuruşuna bile
dokunmadıklarını ve eylemlerinden
vazgeçmeyeceklerini belirttiler.
7
Eylül 2012
Haber
Nefret söylemi üniversitelerde ders oluyor
oluşturulan rapora göre nefret söyleminde niceliksel bir artış söz konusu. Bununla ilgili olarak raporda
şunlar deniliyor: “2012 yılının ilk
dört ayını oluşturan bu dönemde
özellikle dikkat çeken nokta, nefret
söylemi kapsamında değerlendirilen
içeriklerdeki niceliksel artıştır. 2011
yılı boyunca hazırlanan üç raporda,
nefret söylemi tespit edilen içeriklerin sayısı 50’nin altında kalırken,
son dönemde bu sayı dramatik bir
yükselişle 115’i bulmuştur.”
Nefretsoylemi.org
2009 yılından beri
medyanın sivil
denetimini sağlayarak
ırkçılık, ayrımcılık
ve hoşgörüsüzlükle
mücadele ediyor.
Murat Mercan
Nefret söyleminin temelinde yer
alan önyargılar, yabancı korkusu, ayrımcılık, ırkçılık, homofobi gibi unsurlar toplumsal kutuplaşmaya ve
tahammülsüzlüğe neden olmaktadır.
Medya da nefret söyleminin inşası ve
yayılmasında önemli bir araç. Bunun
bilincinde olan Nuran Agan ile Melisa
Akan’ın koordinesinde üniversite öğrencilerinin yardımlarıyla oluşturulan
Nefretsoylemi.org sitesi gazete haberleri ve köşe yazılarındaki nefret söylemi
örneklerini toplayıp raporlar yayınlayarak nefret söyleminin nasıl önlenebileceği hakkında bilgi sunuyorlar.
Friedrich Naumann Vakfı ile Global
Dialogue tarafından desteklendiklerini
belirten Nuran Agan şunları söyledi:
“Medyanın sıklıkla kullandığı ayrımcı, ırkçı, ötekileştirici dil toplumda savunmasız gruplara yönelik önyargının
yerleşmesine yol açıyor. Hatta bu dilin
kullanımı zaman zaman düşmanlaştırılan ve marjinalleştirilen grup üyeleri
veya mekânlarına yönelik saldırılarla
sonuçlanabilmekte. Milliyetçi ve ayrımcı söylemin etkin kaynaklarından
biri olan medyanın bu dilden arındırılmasına, medyada insan haklarına saygının güçlendirilmesine ve bu konuda
medyanın ve sivil toplum kuruluşlarının daha etkin bir rol oynamasına katkıda bulunmak amacıyla bu çalışma
Hrant Dink Vakı tarafından başlatıldı.”
“Nefret söylemi Türkiye’de yeni
bir kavramdır”
2009 yılından bu yana çalışmalarda bulunan ekip, bugün gelinen
noktada hem kavramsal düzeyde bir
algı oluştuğunu hem de bu söyleme
karşı yeterli olmasa da bir refleks
geliştiği inancındalar. Nuran Agan,
2009’da nefret söylemi kavramının
henüz kamuoyunun, sivil toplum
kuruluşlarının (STK) ve medyanın
gündeminde olmadığını belirtiyor
ve projenin başladığı dönem ile bu
dönemi karşılaştırdıklarında özellikle ana akım medyada kullanılan
ayrımcı ve ırkçı dilin bir nebze inceldiğini, tamamıyla yok olmasa da
farklı kimliklerin eskisi kadar açık
ve kaba bir biçimde hedef alınmadığını düşüncesinde.
“Ders olarak okutulmalı”
Projenin yürütüldüğü süreç içinde,
başta iletişim fakülteleri olmak üzere üniversitelerde medyanın sıklıkla
kullandığı ayrımcı dilin ve bu dille
savaşma yollarının yeterince ele alınmadığının farkına vardıklarını söyleyen Agan, bunun için yeni çalışmalar
yaptıklarını söyledi. Agan şöyle devam
etti: “Bu sene, başta iletişim fakültelerinde okutulmak üzere bir ders içeriği
hazırlama ve genel okura yönelik bir
yayın çalışmasına başladık. Bu amaçla,
akademisyen ve STK temsilcilerinden
oluşan bir danışma kurulu oluşturduk.
Ders içeriği hazırlıkları tamamlandıktan sonra, bu senenin Ekim ayında üniversitelere bu dersin uygulanması için
başvurulacak. Önümüzdeki sene içinde
de yayın çalışması tamamlanacak.”
Medya izleme raporu yayınlandı
Medyada Nefret Söyleminin İzlenmesi çalışmasının 2012 yılının Ocak,
Şubat, Mart ve Nisan aylarını kapsayan medya izleme raporu yayınlandı.
Nefret söylemi içerdiği tespit edilen
haber ve köşe yazıları üzerinden hazırlanan raporda, nefret söyleminin
hedefi olan grupların hangileri olduğu, hangi konu nedeniyle ve hangi
yöntemler kullanılarak nefret söyleminin üretildiği gibi istatistikî bilgilerin yanı sıra, örnek yazı ve haberlerin söylem analizleri de yer alıyor.
Zaman, Posta, Hürriyet, Sabah,
Haber Türk, Milliyet, Vatan, Akşam,
Sözcü, Yeni Şafak, Star, Cumhuriyet,
Taraf, Radikal, Birgün, Evrensel gibi
ulusal gazetelerin yanı sıra birçok
yerel gazetenin de incelenmesiyle
Nefret söyleminin hedef grubu
Ermeniler
Söz konusu aylar içerisinde hedef gösterilen gruplar arasında ilk
sırada Ermeniler yer aldı. Özellikle
Ocak ve Şubat aylarında içeriklerin
fazla olması gündemle ilişkili olarak Hrant Dink davasının sonuçlanmasına tepkiler ve hemen ardından,
Dink’in öldürülmesinin beşinci yıldönümü nedeniyle yapılan gösterilerin yanı sıra Fransa’da Ermeni
soykırımının reddinin cezalandırılmasına yönelik yasa tasarısı ve
Hocalı’da yaşanan olayların yirminci yıldönümü dolayısıyla yapılan
miting başlıklarına bağlandı. Nefret söyleminin yapıldığı diğer gruplar ise sırasıyla Hristiyan, Yahudi,
Rum, Fransız ve Kürt şeklinde.
Yeni Mesaj ve Yeni Akit nefret
söyleminde ilk sıradalar
Nefret söylemi yüzde 80’lik bir oranla en çok köşe yazılarında yer alıyor.
Haberlerde ise yüzde 17’lik bir oran
söz konusu. Yüzde ikilik kalan kısım
ise okuyucu mektuplarına dayanıyor.
Nefret söylemine en fazla rastlanan ulusal gazeteler ise sırasıyla
Yeni Mesaj, Yeni Akit, Yeniçağ, Anayurt, Milli Gazete ve Ortadoğu.
Asparagas haberin adı: Zaytung
Ziyaretçilerine yalnızca yalan haber sunan Zaytung.com adresli internet sitesi,
sanal alemde yakaladığı popülerlik ile asparagas haberin adı hâline geldi.
Karmaşık ve çoğu zaman can sıkıcı
bir hâl alan gündem içerisinde, aynı
gündemi mizahı merkeze alan bir dille okuyabileceğiniz adreslerden olan
Zaytung, insanların diline asparagas
haberin adı olarak yerleşti ve yalan heberler için ‘Zaytung haberi’ söylemini
duyar olduk. Asparagas haber modasının ilk örneği olmamasına rağmen
insanlar tarafından Zaytung’dan önce
ya da sonra yayına başlayan benzer
içerikli sitelere karşı ‘Zaytungun çakması’ ifadesinin kullanımı da söz konusu. Kısa sürede ün kazanan sitenin
hikayesini editörlerinden dinledik.
istatistikçiler, avukatlar da çok rahat
haber yazabiliyorsa bu, Türkiye’deki
muhabirlerin bir sorunu. Demek ki,
yeni bir şey üretemiyorlar. Belirtildi,
bildirildi, ifade edildi gibi bir klişeye
hapsoldular” ifadelerini kullandı.
Editörlerin birçoğunun Ekşi Sözlük kökenli olduğunu belirten ve Ekşi
Sözlük’ün yarattığı bir mizah dili olduğunu ifade eden Emer, Zaytung’u
anlatmak için şu ifadeleri kullandı:
“Haber formatı ile dalga geçme işini
kendi anladığımız mizahla internet
ortamında yapıyoruz. Belki de Zaytung bu yüzden tutuldu. Haberin resmi dili ile birlikte çok absürt bir şeyi
söylemek hoşa gitti sanırım.”
“Beş kişinin yazıp beş kişinin
okuduğu bir siteydi”
2009’un sonlarına doğru siteyi tek
başına yapmaya başladığını ve o zamanlar hiçbir iddiası olmayan bir site
olduğunu söyleyen Zaytung’un kurucusu Hakan Bilginer, “Bu formatın
Türkiye'de popülarite kazanacağına ihtimal vermedim. Üç ila dört ay boyunca
beş kişinin yazıp beş kişinin okuduğu
bir siteydi Zaytung. Şimdi ise 90 bin
civarında üyemiz ve 10 kişi kadar editörümüz var, ancak sadece bu işle uğraşan dört kişiyiz. Bu kadro zaman zaman azalıp artıyor. Küsüp giden oluyor,
sevip gelen oluyor. Dağınık bir çalışma
sistemimiz var, daha doğrusu çalışma
sistemimiz yok” şeklinde konuştu.
Editörlerin habercilik konusunda
eğitimlerinin olmadığını söyleyen Bilginer, konuya esprili bir dille yaklaştı:
“Bana ‘Gazeteci misiniz?’ diye soruyorlar. Ben elektronik mühendisiyim. İstatistikçi, ev hanımı gibi bir kadromuz
var. Haberciliğe en yakın arkadaşımız
ise avukat.” Bunun Türkiye haberciliğinin bir sorunu olduğunu düşünen Zaytung editörlerinden Onur Emer ise konuya daha ciddi ve eleştirel yaklaşarak,
“Zaytung gibi bir sitedeki mühendisler,
“Tek ölçütümüz, bize komik geleni
yayınlamak”
Zaytung’un haber konusundaki tek
ölçütünün kendilerine ne komik geliyorsa onu yayınlamak olduğunu aktaran ve çoğu zaman yazdıkları haberde
kendileriyle de dalga geçtiklerini belirten Bilginer, “Mesela dizilerle ilgili çok
fazla haber geliyor okuyucularımızdan.
Hiçbirimiz dizi izlemediğimiz için komik mi değil mi anlayamıyoruz. İnternetten araştırıyor ya da ‘Bu komik mi?’
diye izleyen birine soruyoruz” dedi.
“Aslında metinlerde çok da komik bir
şey yoktur, çok ciddi akar metin, arada
bir komik şey vardır” diyen Bilginer,
Zaytung’un profilini şu cümlelerle çizdi: “Mümkün olduğunca haber metnine yakın gitmeye çalışırız. Temel olarak oradaki dil mümkün mertebe resmi
bir dil olsun arada içeriğin sunumu ile
içerik arasındaki zıtlık yani sunumdaki ciddiyetle içerik arasındaki saçmalık
ön plana çıksın, oradaki kontrasttan
faydalanalım amacı var. Dışardan bakan ciddi bir şey sansın kaygımız var.”
Tamamen mesaj kaygısı üzerinden
yürümediklerini belirten Emer, “Siyaseten moralimizi bozan şeyler oluyor
ancak bunun metnini Zaytung’un for-
Salih Kaplan
matına uygun şekilde üretemiyorsak,
illa o mesajı verelim diye de o haberi
yapmıyoruz” diyerek rahat çalışma
sistemlerine bir kez daha vurgu yaptı.
Okurlardan gelen haberlerin sitenin
içeriğini farklı görüşler konusunda
dengeli tutuğunu sözlerine ekleyen
Emer, “Farklı görüşlerden okurlarımız
var, birbirleriyle dalga geçiyorlar, hakikaten güzelse siteye koyuyoruz. ‘Kendi
görüşümüz şudur, bunu asla yayınlamayalım’ diye düşünmüyoruz” dedi.
“Röportaj havasında geçen bir ifade
verme süreci yaşadım”
Mahkemeye de verildiklerini ancak
takipsizlik kararı çıktığını dile getiren
Bilginer, sözlerine şöyle devam etti:
“Gidip savcıya ifade verince o da gülüyor. Savcının da zaten bildiği bir siteymiş Zaytung. Hafif röportaj havasında
geçen bir ifade verme süreci yaşadım.
Çok tehdit eden oluyor ancak henüz
mahkemelik bir olay olmadı.”
“İnternete yazmak, su üstüne yazı
yazmak gibi bir şey”
Yakın zamanda blog bölümüne başladıklarını söyleyen Emer, “Orası biraz
daha editörlerin çalakalem yazabileceği haber formatının dışında bir yer
oldu. Zaman geçtikçe ‘Annenize ve
babanıza evden çıkmak istediğinizi
nasıl söylersiniz’, ‘Mutlaka izlemiş
gibi yapmanız gereken 10 film’ gibi
kılavuz işiyle dalga geçebileceğimiz
bir hâle geliyor” şeklinde konuştu.
“Hürriyet Cumartesi'de bir sayfamız var artık. İki üç tane ayrı içerik
veriyoruz” diyen Zaytung editörleri,
yakında Zaytung Almanak’ının çıkacağını şu kelimelerle müjdeledi,
“2009-2011 yılları arasında çıkmış
içeriğin bir derlemesi şeklinde olacak ve gelenek hâline getireceğiz.
Çünkü internete yazmak bir miktar
su üstüne yazı yazmak gibi bir şey ve
basılı medyanın bir arşiv değeri var.”
AMK Spor Gazetesi, adıyla ve reklam kampanyasıyla
sporda küfrün yeniden üretimine ortam oluşturuyor.
Küfrü satan gazete
Salih Kaplan
Sözcü Gazetesi bünyesinde bulunan spor gazetesi Fotogol’ün kapatılmasının ardından Sözcü Grubu yeni
bir spor gazetesi olan Açık Mert Korkusuz Spor Gazetesi’ni (AMK) çıkardı.
9 Haziran’da çıkan gazetenin adı ve
reklam kampanyası ise farklı medya yollarıyla reklamlarının ulaştığı
kişilerde küfür kullanımını artırma
potansiyeline sahip olmasıyla birlikte sporda -özellikle de holiganizme
ulaşan futbolda- küfrün ve şiddetin
yeniden üretimine ortam oluşturuyor.
Konuyla ilgili olarak görüştüğümüz
Kadınların Medya İzleme Örgütü (MEDİZ) gönüllülerinden Melek Özman,
insanların bu gazeteyi okumaması
ve gazetenin satışının durdurulması
gerektiğini dile getirdi. Fanatizm ve
küfür, cinsiyetçilik ve kadın düşmanlığından ayrı düşünülemeyeceği için
gazetenin adının kadınlara karşı bir
şiddet içerdiğini düşündüklerini belirten Özman, “Gazetecilik etiği ile uzaktan yakından bir ilgisi olamayacak bu
yaklaşım, kadınlara yönelik şiddetin
failleri kadar bu suça ortak olmak anlamına gelir. Çünkü şiddeti besleyen,
üreten, yaygınlaştıran herkes de bu
suça ortak olur” ifadelerini kullandı.
AMK Spor Gazetesi’nin yazarlarından Sadi Kemal Yaşar ise gazetenin
adı ile ilgili sorularımıza, “Gazetenin
ismiyle ilgili olarak sorduğunuz soruya net cevap verme durumum yok.
Çünkü bu gazetenin bir çalışanıyım.
Ancak şunu söylemem gerekiyor, ben
ve birçok arkadaşım bu gazetenin
adıyla ilgili uzun uzun tartıştık. Adının marka olacağı konusunda hemfikir olduk. Olaya olumlu bakarak yola
çıktık” şeklinde yanıt verdi. “Bizim
için şu anda en önemli unsur, gazetenin içeriği” diyen Yaşar, sözlerine
şöyle devam etti: “Genel anlamda iyi
bir gazete olduğumuzu düşünüyorum. Objektif olmaya çalışıyoruz.”
Hürriyet Gazetesi yazarlarından Ayşe
Arman’ın köşesinden öğrendiğimiz kadarıyla AMK Spor Gazetesi’nin Genel
Yayın Yönetmeni Gökmen Özdemir ise
AMK’yı bir küfür olmaktan çok bir mizah olarak gördüğünü dile getiriyor.
Karşı çıkanlar da alet oluyor
Gazetenin adıyla ilgili eleştirel
haberleri veren medya organları da
kullandıkları “Böyle isim mi olur
AMK?”, “Sonunda bu da oldu, AMK”
gibi başlıklar ile gazetenin reklam
kampanyasında olduğu gibi küfrü
yaygınlaştırmaya devam ediyor.
Eylül 2012
8
Haber
Kentsel Dönüşüm Projelerinin tamamlayıcısı niteliği taşıyan Afet Yasası’nı projenin mağdurlarıyla konuştuk.
Fotoğraf: Salih Kaplan
‘Ya onlar ölür ya da biz’
Murat Mercan
Sadık Demirbağ
Ismahan Simge Gümüşay
Ankara Büyükşehir Belediyesi beş
yıl önce Kentsel Dönüşüm Projesi
kapsamında Mamak’taki 14 mahalle için yıkım kararı verdi. Bu karara
karşı yaklaşık dört yıldır halkı bilinçlendirmeye çalışan Dostlar Mahallesi
Halk Kütüphanesi sorumlusu Âdem
Çetin, “30 yıl önce buraya geldiğimizde hiçbir şey yoktu. Evlerimizi kendimiz yaptık. Bize tapu tahsis belgesi,
elektrik ile su verildi. Yol ve ulaşım
ihtiyacımız karşılandı. Tüm bunlar
için buradaki mahalleli uğraştı. Şimdi
de İ. Melih Gökçek rant sağlamak için
Kentsel Dönüşüm Projesi’yle bizleri
evimizden atmaya çalışıyor” dedi.
Yapılan haksızlıklara karşı birçok
girişimde bulunduklarını ifade eden
Çetin, bu süreçte Mamak Belediye
Başkanı’nın kendilerini çapulcu olarak nitelendirdiğini ve yasal haklarını elde etmeye çalışırken yasadışı
örgüte üye olmakla suçlandıklarını
söyledi. Çetin tüm bu gelişmelere
rağmen barınma hakkı konusunda
yılmayacaklarını vurguladı.
Afet Yasası Türkiye’nin sorunu
Ankara’nın diğer bölgelerindeki
imarlaşmaya değinen Çetin, “Büyükşehir Belediyesi bu bölgedeki kentsel
dönüşümü diğer bölgelerde yaptığı
gibi imarlaşmaya açması gerekirdi ama buradaki rant çıkarlarının
fazla olması nedeniyle Gökçek, bu
bölgeyi başkalarına kaptırmak istemiyor” dedi. Bu bölgedeki Kentsel
Dönüşüm Projesi’ne sürekli dava
açtıklarını ve bu davaların genellikle yürütmeyi durdurma kararıyla
bittiğini ifade eden Çetin, “Proje tek
başına yetersiz hale geldi, bu nedenle daha kapsamlı ve yargıyı da etkileyen bir yasa çıkarttılar. Bu yasayla
birlikte Türkiye’nin tapusu Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’na geçiyor desek
yanlış olmaz sanırım” diyerek yasanın kapsamına dikkat çekti. Kentsel dönüşümün basit bir gecekondu
yıkımı olmaktan çıktığını söyleyen
Çetin, Ankara’da Dikmen Vadisi,
Kuzey Ankara (Mamak bölgesi) ve
Yenimahalle’yi kapsayan projenin
sonraki zamanlarda tüm Türkiye’yi
kapsayabileceğini belirterek yasayla
ilgili kaygılarını anlattı. Âdem Çetin,
“Proje kapsamında Tepecik, Dostlar,
Derbent, Araplar ve Köstence mahallelerinin tamamı ile Küçük Kayaş,
Şahapgürler, Boğaziçi, Dutluk, Misket ve Yakupabdal mahallerinin bir
kısmı var” diyerek Kuzey Ankara’daki
Kentsel Dönüşüm Projesinin geniş
çaplı bir alana yayılacağını söyledi.
“Mahalleli bizi suçluyor”
Büyükşehir Belediyesi, Türkiye
Büyük Millet Meclisi (TBMM) ve Bakanlığın önünde basın açıklaması ve
çeşitli eylemler yaptıklarını söyleyen
Çetin, “Tüm bunlara rağmen mahalleli yasanın içeriğini bilmediği için
ellerindeki tapu ya da tapu tahsis
belgelerine güveniyor. Eylemlerimize katılmadıkları gibi yaptıklarımızdan dolayı mahalleli bizi suçluyor”
dedi. Evleri için verdikleri mücadelede Halkevi’nden manevi destek gördüklerini dile getiren Çetin, ayrıca
siyasi partilerin kendilerini oy makinesi gibi görmesinden de yakındı.
Dikmen Vadisi’ndeki kentsel dönüşümün mağdurları ve mücadelecileriyle sürekli olarak iletişimde ve
dayanışma içinde olduklarını ifade
eden Çetin, “Mahalleli, polis yıkım
ekipleriyle kapımıza dayandığında
birlik olur ancak o zaman birbirine
kenetlenir ve mücadele etmeye başlar. Biz burada evlerimiz için mücadele ederken Dikmen Vadisi’ndeki
‘Ölmek var, dönmek yok’ sloganını
kendimize ilke edindik. Bizim kaybedecek canımızdan başka hiçbir şeyimiz yok, ya onlar ölür ya da biz” dedi.
“Hem evimizden olacağız hem de
borçlanacağız”
Başka bölgelerdeki Kentsel Dönüşüm Projeleri’nde Toplu Konut
İdaresi’nin (TOKİ) yıkılan evlere karşılık daire verdiğini ancak bu bölgede
evlere karşılık verilecek daireler için
kendilerinden 90 bin liraya varan pa-
ralar istendiğini söyleyen Çetin, “Evlerimize karşılık verilmesi planlanan
TOKİ dairelerinin 70 ile 80 metrekare olduğu belirtilmişti. Evleri kontrol
etmek için gittiğimizde evlerin daha
küçük, 50 ile 75 metrekare arasında olduğunu fark ettik. Taşınmaya
kalksak eşyalarımızı keserek yerleştirmek zorunda kalacaktık. Bir de bu
evler için bizden 90 bin liraya kadar
para istiyorlar. Yani hem evimizden
olacağız hem de borçlanacağız. Bizim
o kadar parayı verebilecek gücümüz
olsa zaten buralarda oturmayız, gider keyfimize uygun, istediğimiz yerden iyi bir daire alabiliriz. TOKİ’ye
de evlerine de muhtaç olmayız” şeklinde konuştu. Mamak’taki kentsel
dönüşümün her geçen gün daha kötü
ve seviyesiz bir boyuta geldiğini ifade eden Çetin, “Aşağı yukarı iki yıldır
evlerimize ‘Bugün çıkın, yarın yıkmaya geliyoruz’ gibi tehdit mesajları
geliyor. Bekliyoruz, gelsin de yıksınlar evlerimizi biz buradayız” dedi.
“Köylerinden geldiler, gitsinler”
Dostlar Mahallesi’nin Mamak Belediyesi ile Genelkurmay arasında
paylaştırıldığını söyleyen mahalle
sakinlerinden Cuma Geçkin, mahalleleri için çok katlı bina projesi yapıldığını ve bu bölgenin site hâline
getirilerek zenginlerin hizmetine sunulacağını belirtti. Devletin kendileri için, “Köylerinden geldiler, gitsinler” dediğini hatırlatan Geçkin, “Biz
vergilerimizi, faturalarımızı öderken
devletin adamıyız. Her seçim zamanı
oy isterlerken yine devletin adamıyız. Neden şimdi bizi kapı dışarı ediyorlar? İşlerine gelince vatandaşız,
işlerine gelmeyince işgalciyiz” dedi.
Üçüncü madde bakanlığa geniş
yetkiler verecek
Afet Yasası hakkında görüşlerini aldığımız, Gazi Üniversitesi Mühendislik-Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge
Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Doç.
Dr. Hülagü Kaplan, Afet Yasası’nda
afetin tanımının tam olarak yapılamadığını, afetin kapsamına nelerin alındığı hakkında yasanın yeterince açık
Dikmen Vadisi’nde son durum
Dikmen Vadisi’nde yıkımının gündeme gelmesiyle birlikte belediyeye
karşı mücadelesini sürdüren vadi
sakinlerinden Tarık Çalışkan, artık
yasaların kendilerini bağlamadığını söyledi. Afet Yasası’yla birlikte
Türkiye’de yaşayan herkesin mülk
sahipliğinden çıkarılıp, işgalci konumuna getirildiğini belirten Çalışkan,
halkın yararına çıkan bir yasa görmediğini ve bundan sonra Dikmen
halkının da bu yasalarla hareket
etmeyeceğini söyledi. Son süreçte
çıkan yasaların halkın geleceğini, çıkarlarını ve güvenliğini sağlayamaması hâlinde kendi başlarının çaresine bakacaklarını ifade etti.
Afet Yasası’nın içeriğini görmek için sadece Uluslararası Para
Fonu’na (IMF) bakmanın yeterli
olacağını belirten Çalışkan, bu yasanın uluslararası sermayenin bir
planı olduğunu söyledi. Uluslararası sermayeyi ve Türkiye’deki iş
birlikçi sermayeyi görmeden sadece
Afet Yasası’nı tartışmanın insanları doğru bir noktaya götürmeyeceğini aktaran Çalışkan, “Bugün
gerek Türkiye’de gerek dünyada
ekonomik bir kriz yaşanıyor ve bu
krizi atlatmanın tek yolu bizim
gibi ülkelerin topraklarını gasp
etmek ve inşaat sektörüne aktarmaktır. İnşaat sektörü dediğimiz
bugün 3 bin kalemden oluşmaktadır ve tekrar söylüyorum krizi atlatmanın tek yolu budur. Evler elimizde kalır, satılır satılmaz bu çok
önemli değil ama sermaye bu krizi
atlatmak zorunda, bu nedenle de
Türkiye’de ve dünyada yapılan şey
şudur, dünyayı yeniden şekillendirmek, yapılandırmak ve bizim
ülkemiz de buna uygundur” dedi.
olmadığını söyledi. Yasanın Üçüncü
maddesiyle birlikte bakanlığın afet
riski belirlediği alanlarda veya bu risk
dâhilinde kullanmayı düşünebilece-
“Mamak’taki sorun daha yakıcı
hâle gelmedi”
Diğer yandan Mamak’taki evlerin
henüz yıkılma aşamasına gelmediğinin ve onların bu sorunu henüz kavrayamadığının altını çizen Çalışkan,
polis kelepçelerle, yıkım ekipleriyle
kapıya dayanmadan Mamak halkının harekete geçemeyeceğini söyledi.
Yıkımların başladığı andan itibaren
Mamak halkının kendisini bulmaya
başlayacağını ve Dikmen halkı olarak her zaman Mamaklıların yanlarında olacaklarını belirtti.
“Dikmen Vadisi yenilirse,
Türkiye yenilir”
Bugün geldikleri noktada yeterli
olmamasına rağmen Ankara’daki
muhalefetin Dikmen Vadisi’ne sahip
çıktığını dile getiren Çalışkan, üniversite öğrencilerinin de bu mücadelede yanlarında olmasını istedi. Bu
sorunun artık Dikmen Vadisi halkının sorunu olmaktan çıktığını belirterek, Dikmen Vadisi’nin yenilmesi
sonucunda Türkiye’nin de yenileceğini ifade etti. Bu mücadelenin artık
farklı bir boyuta taşındığını belirten
Çalışkan sözlerine şunları ekledi:
“Dikmen Vadisi’ni sistem yok etmeye çalışıyor. Peki, biz ne yapacağız?
Devlet barınma, iş ve eğitim sorununu çözmek zorunda. Bugün şöyle
bir bakınca devlet bizden vergisini
aldı. Elektrik ve su verdi. Yolumuzu
da yaptı, bütün hizmetleri getirdi.
Durum şu ki, biz ne kaçakçı ne de
işgalciyiz. Bugün vadi kentin ortasında kaldı, değerlendi ve biz işgalci
sayıldık. Sadece bizim gecekondularımızı elimizden almıyorlar, bizim
hayatlarımızı ve geleceklerimizi de
elimizden alıyorlar.”
ği ya da kararlaştırdığı alanlarla ilgili
fazlasıyla tasarruf yetkisine sahip olduğu belirterek, bu maddenin tehlikeli
olabileceğini savundu.
Eylül 2012
9
Haber
Diyorlar ki...
TBMM tarafından onaylanan ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi’ yasasıyla ilgili olarak,
kentsel dönüşümün mağdurlarından Âdem Çetin ve Tarık Çalışkan’ın yanı sıra Gazi Üniversitesi
Mimarlık Mühendislik Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi Hülagü Kaplan ve CHP
İstanbul Milletvekili Av. Mahmut Tanal kentsel dönüşüm sürecini ve yasayı Görünüm’e anlattı.
“Biz vatan haini değil, bu ülkenin vatandaşlarıyız”
Adem Çetin
Dostlar Mahallesi
Barınma Hakkı Meclisi Temsilcisi
Bu mahallede yıllardır yaşıyoruz,
şimdiyse evlerimizden çıkarılma tehdidiyle karşı karşıyayız. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ‘Kentsel Dönüşüm Projesi’ bizlere karşı oynanan
bir oyundur. Belediye proje bölgesindeki mahallelerde önce alt ve üst yapıyı tamamlıyor sonra da bu mahalleri
rant için boşaltmaya çalışıyor. Evlerimizi korumaya çalışırken, haklarımızı
ararken belediye tarafından yasadışı
örgüte üye olmak suçuyla karşı karşıya geleceğimiz aklımızdan bile geçmezdi. Biz vatan haini değil bu ülkenin vatandaşlarıyız. Mamak halkının
seçtiği bir belediye başkanı, bizim belirlediğimiz temsilcileri ve bizi çapulcu
olarak nitelendiriyor. Bizi bu şekilde
yıldırma çabaları başarıya ulaşamayacak. İktidar, ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi’ne ilişkin yasayla belediyenin rant kapma çalışmasına
yasal zemin hazırlıyor. Çünkü bizler bu
projeleri dava ettiğimizde yürütmeyi
durdurma kararı alabiliyorduk, bu yasayla birlikte hiçbir mahkeme konuyla
ilgili yürütmeyi durdurma kararı veremeyecek. Kentsel dönüşüm sadece bizim ya da Ankara’nın sorunu olmaktan
çıktı, tapulu ya da tapusuz Türkiye’de
mülk sahibi olan herkesin sorunu haline geldi. Eğer yaşadığımız evler bizi
tehdit ediyorsa, yıksınlar. Bizler alınan
önlemler için evlerimizin yıkılmasına
karşı değiliz, biz evlerimiz üzerinde oynanan rant oyunlarına karşıyız. Bu sü-
reçte en büyük destekçimiz Halkevleri
oldu, bazı CHP’li vekiller de kişisel destekte bulundu, bunlar dışında yalnız
bırakıldık. Biz Dikmen Vadisi’ndeki
halkla sürekli iletişim halinde kalarak
bu sorun hakkında hem çözüm yolları
arıyoruz hem de onların mücadelesini
örnek alıyoruz. Seçim dönemlerinde
her türlü yardımda bulundukları, yoksul olduğu için onların duygularını sömürebildikleri insanları şimdi insan
yerine bile koymuyorlar. Dün karnını
doyurduğu insanları bugün kapı önüne koyacaklar. Mahalleli kendisine yapılan bu oyunu görmüyor ve ellerindeki tapu tahsis belgesine güveniyor. Biz
özellikle hukukçu olan arkadaşlarla
ve bize destek veren diğer arkadaşla-
rımızla birlikte evlerimizi kurtarmaya
çalışırken, bize destek vermeyen ya da
akıbetinin ne olacağını bilmeyen mahalleliyi de bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Kimsenin buradaki mahalleliyi
kandırmasını istemiyoruz. Özellikle
Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’ndan
(TOKİ) gelen kişiler bizlere ucuza ev vereceklerini söylüyorlar ama bu evlerin
nereden, kaçıncı kattan olacağı belli
değil. Medyada da bu kurumun yaptığı
evlerin sağlamlığı tartışılmaya devam
ediyor. Polisler ve yıkım ekipleri kapımıza dayanmadan omuz omuza vermeyi başarabilmeliyiz. Ancak o zaman
dayanışma içerisinde bu rant projesine karşı mücadelemizi daha başarılı
bir biçimde sürdürebiliriz.
men halkı iktidara karşı Türkiye’ye bir
mücadele sergiledi. Türkiye’nin her
yerinden telefon geliyor, bu durumda
olup da mücadelemizi örnek alan insanlar var, bizler mücadelemizin bu
kadar büyüyeceğini tahmin edemedik,
Dikmen halkı yenilirse Türkiye yenilir. Hem alt yapıyı getireceksin hem
Çankaya 1. Bölgede olduğumuz için
en yüksek vergiyi alacaksın, işine gelmeyince de bizi işgalci ilan edeceksin.
İşgalci suçlamasıyla hedef tahtasına
oturtulan bir takım terörist olduk.
Artık bizler devletin samimiyetine
inanmıyoruz. Dikmen şehrin göbeğinde kaldı ve değerlendi, bu halkı buradan çıkarmak için ellerinden geleni
yaptılar. Gökçek’in adamları bizim
büromuzu yaktılar, her gece bizim
mahallelerimize, sokaklarımıza inşaatların atıklarını tankerlerle boşaltıyorlar. Bunu yapanları yakaladık ve
yeri gelince dövdük, eşkıya olduk. Tertemiz olan yaşam alanımızı bataklığa
çevirdiler. Bizlere kimsenin bunları
yapmaya hakkı yok, bizleri zehirliyorlar, yok etmeye çalışıyorlar. İ. Melih
Gökçek’in bir sloganı vardı: ‘Ankaralılar her şeyin en iyisine lâyıktır.’ Onun
bu sözü bir göz boyamadır. Burada bir
şehir terörü var, lâkin tüm bunlara
rağmen bunu yapanlar maalesef bu
halkın seçtiği belediye başkanının ta
kendisidir.
durumda bakanlık siyasi de davranabilir, çifte standart da olabilir.
Kendisinden tarafta olan belediyelerden oy kazanabilmek amacıyla
oradaki belediyenin durumuna göre
karar alabilir. Siyasal iktidar başa
geldiği zaman biz yasakları kaldıracağız diyordu lâkin bu uygulamayla
yasakların alanı genişletilmiştir.
Mamak ve Dikmen halkı mücadelelerine haklarını alıncaya dek devam etmeli. Ayrıca iç hukuk yolları
tükenirse 23 Eylül 2012’de bireysel
anlamda Anayasa Mahkemesi’ne
başvuru hakkı doğuyor, buna başvurmalarını öneriyorum. Kentsel
dönüşümle ilgili mücadelelere ben
kendi adıma destek verdiğimi düşünüyorum. İstanbul’daki eylemde
biliyorsunuz ki kafamdan yaralandım. Orada da yine kentsel dönüşüm acısından mağdur olan insanlar geldi, çadır kurmak istediler. Bu
demokratik bir haktır ancak engellediler. Aslında zâbıtanın engelleme
hakkı yok, sadece işgaliye parası
kesebilirler. Sayın Başbakan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi işçilerle beraber demokratik haklarını
savunurken çekilmiş fotoğrafları
var. Şunu sormak gerekmez mi? Siz
de aynı eylemlerde orada bulunmuşsunuz, siz de nöbet tutmuşsunuz.
Peki, Mahmut Tanal orda bulununca, bunun karşılığı kafasının kırılması mı olmalıydı? Bunun üzerine
polis ve zâbıtadan şikâyetçi oldum,
dava sürüyor.
“Gökçek’in adamları büromuzu yaktı”
Tarık Çalışkan
Dikmen Vadisi
Barınma Hakkı Meclisi Temsilcisi
Dikmen Vadisi halkı olarak ‘Barınma
Hakkı’ mücadelemizi sonuna kadar
sürdürmeye kararlıyız. İktidar kendi halkının sorunlarını, ihtiyaçlarını
karşılamaktan çok kendi yandaşının
ve uluslararası sermayenin çıkarlarını
sağlayacak yasalar çıkarmaktadır. Zaten hangi hükümet halktan yana yasa
çıkarır ki? Bizler de devletin çıkardığı
bu yasaları kabul etmiyoruz ve bu yasalarla hareket etmeyeceğiz. Devlet, polis
ve kurumlarıyla kendi halkına düşmanlığını sürdürmeye devam edecekse bizler hem mücadelemizi sürdürür
hem de haklarımızı alırız. ‘Afet Riski
Altındaki Alanların Dönüştürülmesi’
yasasını tek başına ele almak yanlış
olacaktır çünkü bu yasa uluslararası
sermayenin ürünüdür. Dünya ve Türkiye krizi atlatmak zorunda, uluslararası sermaye bu bunalıma son vermek
zorunda ve bunun tek yolu da inşaat
sektörünü canlandırmaktır. Dikmen
halkı bu sorunun acısını yıllardır yaşıyor, son dönemde Mamak halkı da bu
sorunla karşı karşıya kalmaya başladı.
Onlar henüz bu sorunun yakıcı ve yıkıcı halini görmediler. Polis kapılarına
yıkım makineleriyle dayandıklarında bizleri anlayacaklar. Mamak halkı
canları yanmadan kendine gelmeli ve
kenetlenip mücadeleye başlamalılar.
Bizler onların mücadelelerinde yanlarında olmaya her zaman hazırız. Dik-
“Bu yasa Evrensel Hukuk İlkeleri’ne aykırı”
Av. Mahmut Tanal
Cumhuriyet Halk Partisi
İstanbul Milletvekili
Son yıllarda temel hak ve özgürlükler genişletildi, artık ileri demokrasiyiz deniliyor ama bu Afet
Yasası’yla özgürlükler çok fazla
genişlemiyor aksine gittikçe daraltılıyor. Yasayla birlikte, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda idarenin
işlemlerine karşı mutlak suretle
dava açma süresi 60 gün iken burada 30 güne indiriliyor. Yasanın
6.maddesi ‘Mahkemeler yürütmeyi durdurma kararı veremez’ diyor.
Yani idare, hukuka uymayan işler
yapabilir, temel hak ve özgürlükleri
ihlal edebilir, kanun dışına çıkabilir ama yürütmeyi durdurma kararı
verilemez diyor. Bir bakıma idareye keyfilik tanımıştır. Gerçekten bu
yasa Anayasaya, Evrensel Hukuk
İlkeleri’ne aykırı vaziyette. İnsanoğlu bir bitki gibidir. Siz toprakta uzun
yıllar yetişmiş olan bitkiyi yerinden
alıp başka yere götürdüğünüz takdirde onun yeni yerine uyum sağlaması
çok zaman alır. İnsanı da alıp başka
bir yere göçe zorlarsanız o da aynı
uyum sorununu yaşar. Bu yasa insanları göçe zorlayacaktır. Plânlama
ilkelerine de aykırı. Şehirler bir kimliktir. Her şehrin kimliği farklıdır.
Trakya’nın, Karadeniz’in birbirinden
farklı bir yapısı vardır. Ama bu kentsel dönüşümle tek tip ev yapılıyor. Bu
şehirleri kimliksizleştiriyor. Bu şehre
iyilik değil kötülüktür.
Normalde
mahalli
idareler
plânlamayı yapar. Ama Bakanlık
istediği planlamayı yapabiliyor. Bu
“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı geniş haklara sahip oldu”
Doç. Dr. Hülagü Kaplan
Gazi Üniversitesi
Mühendistlik-Mimarlık Fakültesi
Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
Öğretim Üyesi
Basında Kentsel Dönüşüm Yasası
olarak bilinen ‘Afet Riski Altındaki
Alanların Dönüştürülmesi hakkındaki yasa, TBMM tarafından kabul
edildi. Bu yasanın getirebileceği birçok sıkıntı var. Bunların en başında
‘afet’ tanımının yapılmamış olması
geliyor. Çıkarılan yasayla birlikte
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı geniş
yetkilere sahip oluyor. Özellikle 3.
madde ile birlikte ile Bakanlık diğer
alt kurumların istediği şekilde yerleşim yerlerine müdahale edebilecek.
Kendi belirledikleri risk alanlarında
tasarruf yetkilerini kullanabilecek.
Bu madde tapulu mülk alanlarını da
tehdit etmektedir. Muhalefetin ve şehir planlamacılarının karşı çıkmasına rağmen bu yasa çıkartıldı. Başta
Ankara olmak üzere birçok şehirde
alınmış yıkım kararları var, insanlar
yasayla ilgili bilgilendirilmedi. Çoğu
insan hala elindeki tapularına ya da
tapu tahsis belgelerine güveniyor.
Bakanlık ya da belediyeler yıkmak
istedikleri her bölgenin tasarrufunu
ellerinde bulunduruyor, kısaca tüm
ülkenin tapusu bakanlığın elinde.
Yıkım yapacakları bölge halkı borçlu
konuma getirecek maddeler var, sözleşmeler halkın lehine gibi görünse
de kelime oyunlarıyla oluşturulmuş
yasa ve sözleşmeler de mevcut. Bu
yüzden dikkat edilmeli ve yönetmeliklerle sınırları çizilmelidir. Ancak
yasanın içeriğinden dolayı yönetmelikler eklenemiyor. Bu yasa çevre ve
şehircilik konusunun temeli olan
İmar Kanunu’yla çelişiyor ayrıca
yargının kararlarını “Dönüşüm uygulanacak yerler için hiçbir mahkeme yürütmeyi durdurma kararı
veremez” maddesiyle doğrudan yok
sayıyor. Bu yasayla sakat doğmuş
yaptırımlarla karşı karşıya kalabiliriz. Evlerinin yıkılmasıyla karşı karşıya kalan her birey, aslında mülk
sahibi olan ya da olmayan herkesin
bu yasayı araştırması ve bilmesi gerekmektedir. İnsanların haklarını
bu yasanın getirdikleri doğrultuda
araması gerekmektedir.
10
Eylül 2012
Haber
Kadın bedeni hüküm giyiyor
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mayıs ayında sarf
ettiği “Kürtaj cinayettir” sözleriyle başlayan kürtaj
tartışması devam ediyor.
Gamzegül Kızılcık
Tepki gören “Kürtaj cinayettir” sözlerini, AK Parti Genel Merkez Kadın
Kolları 3. Olağan Kongresi'nde yaptığı konuşmada da yineleyen Erdoğan,
kürtaja karşı çıkılmasını ülke nüfusunun artmaması için atılan adımlar
olarak değerlendirdi ve gündemde
bomba etkisi yaratan o cümleyi kurdu:
“Yatıp kalkıp Uludere diyorsunuz. O
zaman ben de söylüyorum: Her kürtaj
bir Uludere’dir. Milletimizi dünya sahnesinden silmek için atılan bu sinsi
adımlarla hep birlikte başa çıkacağız.”
Erdoğan’ın ardından Sağlık Bakanı
Recep Akdağ da gereksiz sezaryen yapan hastaneler için yaptırımlar getirileceğini açıkladı. Erdoğan ve Akdağ’ın
bu açıklamalarının ardından kürtaj ve
sezaryen tartışması da başlamış oldu.
Kadın örgütlerinden sanat dünyasına, siyasilerden tıp dünyasına kadar herkes fikir bildirdi. Fikir beyan
edenler, kürtajın cinayet olduğuna
katılanlar ile kadının kendi kararı olduğunu düşünenler olarak ikiye ayrılıp, kürtaj tartışması saflarında ilginç
eylem ve savunmalarla boy gösterdi.
“Devlet eliyle katil damgası yedik”
Kürtaj tartışmalarına ilişkin görüşlerine başvurduğumuz Kadın
Hastalıkları ve Doğum Mütehassısı
Jinekolog Doktor Derviş Özer, tasarının çok yeni uygulamalar getirmediğini, yeniliklerin süt izni, hekimin
işlemi gerçekleştirmeme hakkı ve 10
hafta üzeri gebelikleri sonlandıranların alacağı ceza miktarı ile sınırlı
olduğunu belirtti. “Hiçbir kadın isteyerek bebeğini aldırmaz. Parası yoktur, baskı vardır, uygun zaman değildir, tecavüzdür yani bir sorun vardır
kesin. 15 çocuğu olsun 16’ncıyı aldırırken yine ağlar, istemez aldırmayı.
Kürtaj yaptırıp buradan ağlamadan
çıkan bir kadın bile yok” şeklinde konuşan Özer, kürtajın yasaklanmaya
çalışılmasının kürtajı azaltmayacağını vurguladı.
Yasaklanması halinde kürtaj piyasasının hareketleneceğini düşünen
Özer, “Fiyat artar, sağlıklı olmayan
koşullarda yine devam edilir uygulamaya. Yasaklar çözüm değil. Yine
yapılacaktır kürtaj” dedi.
Ayrıca tasarı yasalaşırsa beraberinde anne ölümleri ve merdiven
altı yöntemlerine de sebep olacağını
belirten Özer, “Sorunu olan, doğuramayacak durumda olan yine doğurmayacak. Merdiven altı şeklinde tabir ettiğimiz yöntemlerle, yani tavuk
teleği, askı, şiş sokarak düşürecek o
çocuğu. Parası yoksa nasıl doğursun?
Bakamayacaksa neden doğursun?
Sonra ne olacak?” dedi. Bu tarz sağlıksız ve bilimsel olmayan yöntemlerin beraberinde rahim enfeksiyonuna
neden olacağını söyleyen Özer şöyle
devam etti: “Rahim enfeksiyonu yaklaşık olarak yüzde 50 ölümle sonuçlanan, tedavisi zor ve uzun süren bir
hastalıktır. Tasarının sonuçları işte
buralara gidiyor.” Yasaklama değil
eğitimin önemli olduğunu ve insanların kendi cinselliğini tanımaları
gerektiğini söyleyen Jinekolog Doktor,
her şeyin başında eğitim olduğunu ve
eğitim verilmeden yapılacak tüm uygulamaların sarpa saracağını belirtti.
“İstenmeyen gebelikler ruh
sağlığını bozuyor”
Türk Psikiyatri Derneği (TPD),
Başbakan’ın sözlerinden sonra konuya dair tartışmaların anatomik ve
psikolojik sonuçlarına dair bir açıklama yaptı. TPD’nin açıklamasında,
“İnsanlar üreme ve bunu ne zaman
ve de ne sıklıkla yapabileceğinin
kararını verme hakkına sahiptir.
Gebelik depresyonunun önde gelen
sebeplerinden biri istenmeyen gebeliklerdir. Kişileri kürtaj yapmakla
damgalamak, özel yaşamın gizliliğine özen göstermemek ve sosyal
destek sistemlerinin yetersiz olması, kürtaj ertesinde kadınların ruh
sağlığını daha fazla bozmaktadır”
şeklinde ifadeler yer alıyor.
“Kendin yat kuluçkaya”
Gündemde bomba etkisi yaratan ve
vajina bekçiliğini akla getiren ifadeler,
kadın örgütlerinden büyük tepki aldı.
Başbakan’ın Uludere benzetmesi ve
Melih Gökçek’in kadına dair düşüncelerini açıklamasının ardından da
muhafazakâr kesimden gelen benzeri
açıklamalar, farklı kadın örgütlerini
tek amaçta birleştirdi. Türkiye’de hemen her şehirde eşzamanlı kadın ey-
Kürtaj Yasası’nı protesto etmek isteyen insanlar mesajlarını içeren yaratıcı
fotoğraflarını benimkararim.org adresli internet sitesinde paylaşıyor.
lemleri yapıldı. Kadın eylemlerine erkekler de büyük destek verdi. Sokaklar
eylemlerde, “Benim bedenim, benim
kararım”, “Devlet elini bedenimden
çek”, “Tayyip şaşırma, sabrımızı taşırma. Kendin yat kuluçkaya, bir Tayyip,
iki Tayyip, üç Tayyip doğurmaya” yazılı
pankartlar, konuya uygun yeniden düzenlenen eğlenceli şarkılar, halaylar,
farklı şehirlerden canlı bağlantılar ve
kadınların kararlı duruşları ile renkli
sahnelere ev sahipliği yaptı.
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet
Bakanlığı’nın, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesinin
ardından eleştirilere hedef olan Fatma
Şahin, kadın bedeninin denetim altına
alınması anlamına gelen, kürtajın yasal süresinin düşürülmesi önerisine
de tepkisiz kalarak kadın örgütlerinin
eleştiri oklarını bir kez daha üzerine
çekti. Kadının adının bakanlıktan silinmesine tepki göstermeyen Şahin,
aslî savunucu olması beklenirken,
konuya dair bir icraat göstermeden
yorumlarında politik davranmayı seçe-
rek kadın dayanışmasına dâhil olmamayı tercih etti. Ancak günlerce süren
eylemler, imza kampanyaları ve kadın
dayanışması sonucunda, aslında bir
problem teşkil etmiyormuş gibi görünen, tasarı formatında önemli değişiklikler olmasında etkin rol oynadı. ‘Yasak’ demeden yasaklamak anlamına
gelen, yasal sürenin değişmesi engellendi. Fakat gebelik önleyici ilaçlardan
doğum kontrol yöntemlerine kadar pek
çok küçük ama işlevli noktada kontrolün devlet elinde olması kararlaştırıldı.
Kürtaj tartışmasından seçmeler
Erdoğan’ın kürtaj ve sezaryen açılımıyla birlikte başlayan tartışmada
herkes bir şeyler söyledi. Herkes tartıştı. Herkes slogan mahiyetinde açıklamalar yaptı. Olay yaratan, mantıklı
karşılanan, gülüp geçilen ve daha pek
çok farklı tepkiyle karşılanan iki saflı
bu tartışmada bakın neler söylendi.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ: “Tecavüze uğrayan doğursun gerekirse
devlet bakar.”
Sağlık Bakanlığı Kanser Daire
Başkanı Doç. Dr. Murat Gültekin:
“Bizim konuşmamız gereken korunma olmalıdır. Bugün korunamadığımız için kürtajı tartışıyoruz.”
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet
Görmez: “Kürtaj insan yaşamına
son vermek demektir. Bedenimiz ve
hayatımız bize mülkiyet olarak değil
emanet olarak verilmiştir.”
Ankara Büyükşehir Belediye
Başkanı İ. Melih Gökçek: “Anası olacak kişi zina yapmış, çocuğun
suçu ne? Anası çeksin, anası kendisini öldürsün. Eğer biri ölecekse niye
çocuğu öldürtüyor, cinayet bu.”
Refah Partisi eski Milletvekili
Şevki Yılmaz: “Doğum bereket, kürtaj felakettir.”
Türk Tabipler Birliği Başkanı
Dr. Eriş Bilaloğlu: “Dünyada anne
ölümlerinin üçte bire yakını güvenli olmayan düşüklerin sonuçlarına
bağlıdır. Türkiye’de 1983’te kürtajın
yasallaşmasıyla birlikte anne ölümleri 10 kat azaldı.”
Gündelikçi kadınlar güvenceli iş istiyor
Hazırlık aşamaları 90’lı yılların sonuna denk gelen
İmece Kadın Derneği, İstanbul’un Esenyurt ilçesinde
Kadın Araştırmaları ve Dayanışma Merkezi adıyla
2001 yılında kuruldu. 2004 yılında da İmece Kadın
Derneği adını alan kuruluş 11 yıldır ev içi kadın
emeğini görünür kılmaya çalışıyor.
Ismahan Simge Gümüşay
Hem ürettikleri politikalarla hem de
ev işçilerini görünür kılmak için yaptıkları çalışmalarla epeyce yol kat eden
İmece Kadın Derneği, gündelikçi diye
bahsedilen ev işçisi kadınların sesini
duyurmaya devam ediyor. Dernek ve
derneğin faaliyetleri hakkında görüştüğümüz Serpil Kemalbay, öncelikli
hedeflerinin medyayı, sendikaları,
partileri, dernekleri, iş verenleri ve ev
işçilerini ev hizmeti konusunda bilinçlendirmeye çalışmak olduğunu söyledi.
“1980’den sonra feminist politikalar
daha görünür olmakla birlikte, kadın
emeğini eksen alan politika ve örgütlenme alanında eksiklik vardı” diyerek sözlerine devam eden Kemalbay,
“Özellikle alt sınıflardan kadınların
örgütlenme ihtiyacına karşılık vermek, bu alandaki boşluğu doldurmak
için böyle bir örgütlenme yolu izledik
ve sonuç olarak bu derneği kurduk”
sözleriyle İmece Kadın Derneği’nin
hazırlık sürecine değindi.
Güvencesiz alanda yağmalanan kadın emeğinin hakları konusunda yaptıkları çalışmalardan da bahseden Kemalbay, “İmece Kadın Derneği olarak,
yoksul emekçi kadınlar için çalışmalar
yürütmeyi, günü atlamadan geleceği
birlikte kurmak için sahada deneyerek
öğrenmeyi, kadın emeğinin hakları için
araştırmayı, örgütlenmeyi ve mücadeleyi önümüze koyduk” dedi. Özellikle
cinsiyete dayalı iş bölümünün sonucu
olarak kadınlara verilen toplumsal rollerin, kadınlar için yarattığı engeller üstünde durduklarını ifade eden Kemalbay, bu sorunları kadınların politikası
yapmaya çalıştıklarını dile getirdi.
“Bağımsız bir kadın örgütü”
“İş ve Kreş Kampanyası” yaptıklarını
ve bu kampanyanın Esenyurt Belediye
Başkanı ile yapılan görüşmeyle sonlandırıldığını belirten Kemalbay, iş kazası
Fotoğraf: İmece Kadın Derneği
sonucu yaşamını yitiren ev işçisi için
düzenledikleri “Fatıma Aldal’a Adalet”
ve “ILO C189 İmzalansın” kampanyalarının da devam ettiğini kaydetti.
Ayrıca 2006 yılında yönetmen Emel
Çelebi'nin dernekteki ev işçisi kadınlarla birlikte çektiği “Gündelikçi” adlı belgesel ile seslerini daha geniş bir kitleye
duyurduklarını ifade eden Kemalbay,
son birkaç yıldır “Forum Tiyatro” yaptıklarını da sözlerine ekledi.
İmece Kadın Derneği’nin Türkiye
ve dünyadaki feminist gelişmelerin
ışığında ilerlediğini, bu konudaki te-
orik bilgileri fazlasıyla kullandıklarını ifade eden Kemalbay, İmece Kadın
Derneği’nin kendisini feminist ya da
anti-feminist bir kadın derneği olarak
tanımlamadığının altını çizdi. İmece
Kadın Derneği’nin sistem içerisinde,
herhangi bir siyasi parti ya da oluşuma
dâhil olmadığını, bağımsız bir kadın
örgütü olduğunu söyleyen Kemalbay,
dernek politikası olarak cinsiyetçiliğe,
militarizme, ırkçılığa, ayrımcılığa, savaşa, homofobiye, erkek egemenliğine
ve kapitalizme karşı bir tablo ortaya
koyduklarını vurguladı.
“Her kadın İmece’li olabilir”
Çalışmalarının
ağırlıklı
olarak
İstanbul’da olduğunu fakat diğer illerde de çalışma yapmayı istediklerine değinen Kemalbay, yakında
Bursa’da bir ofis açmayı planladıklarını ve Antalya’da İmece Kadın Sendikası
Girişimi’ni başlattıklarını söyledi. İsteyen her kadının derneğe üye olabileceğini ifade eden Kemalbay, dernek ya da
sendika üyesi olmak hâlâ korkulan bir
eylem, bu yüzden faaliyetlere katılmak
isteyen kadınlarda üyelik şartı aramadıklarını sözlerine ekledi. “İmece Kadın
Meclisine katılan ya da katılmayı isteyen her kadın İmecelidir” dedi.
Kemalbay son olarak, “Biz kadınların göbekleri, ne iş yapıyorsak yapalım, nereli olursak olalım, hangi dili
konuşuyorsak konuşalım, hangi inanca sahip oluyorsak olalım görünmez
bir bağla birbirine bağlıdır. Kimse kurtulmuş değildi, varoşlarda şiddete ve
ayrımcılığa maruz kalan tek bir kadın
kalsa bile, bu göbek bağından dolayı
hiç birimiz güvende değiliz” dedi.
Nasıl ulaşılabilir
n +90 212 586 81 59
n kadinlarinmeclisi.org
n [email protected]
gerçek görünüm
gg
Yıl: 28 | Sayı: 30
Yetkililerin ortalıkta olmadığı anlarda çıkar.
'ü ek olarak verir.
ANKUPAT Genel Müdürü: ‘Yiğin gari!’ Görünüm’e
yeni görünüm
Anka Üniversitesi’nin (AÜ)
unutulan kampüsünde faaliyet
gösteren Anka Üniversitesi
Patates Geliştirme Bölgesi’nin
(ANKUPAT) Genel Müdürü
Kamil Azkızarmış, yeni hasat
dönemindeki planlarını Gerçek
Görünüm’e anlattı.
GÖLBAŞI- Anka Üniversitesi’nin 50. Yıl
Yerleşkesi’nde yer alan ANKUPAT, altyapı hizmetleri tamamlanmadan hizmete açılan birimlerden sadece birisi. 2001 yılında kurulmuş olmasına rağmen peyzaj çalışmalarının bir türlü
tamamlanamadığını belirten ANKUPAT Genel
Müdürü Kamil Azkızarmış, ANKUPAT'ın kuruluş hikâyesini şu sözlerle anlattı: “Buralar önceden dutluktu. Üniversite vakfı buradaki dut
ağaçlarını kesip yerine ilkokul yapma kararı
aldı ancak, çocukları kışın dağdan inen kurtların yiyebileceğinden endişelenildiği için bu çorak arazi ANKUPAT’a devredildi.” ANKUPAT’a
devredilen okul binasının ancak kısmi zamanlı
ırgatlar için lojman olabileceğine karar verdiklerini ifade eden Azkızarmış, gözlerini kampüsün topraklarına çevirdiklerini belirterek
sözlerine şu şekilde devam etti: “Taşlardan ve
Gölbaşılı ninelerin de katkısıyla madımak,
kuzukulağı ve mantar gibi yabancı bitkilerden arındırma çalışmalarına hız kazandırmış
bulunmaktayız. AÜ Ziraat Fakültesi’nde ıslah
edilmiş patates tohumlarını da en kısa sürede
toprağa ekmeye başlayacağız.”
Gerçek Görünüm Atölyesi boya,
cila temizllik ve dekarasyon
çalışmalarının ardında yeni bir
görünüme kavuştu.
Aşağı yukarı 20 yıldır üniversitenin gündeminde olan AÜ İletişim Fakültesi’nin
Gölbaşı’na taşınması planlarına da değinen
Azkızarmış, sözlerine şu şekilde devam etti,
“Öğrencilerin Cebeci’de bir sosyal ortamı var,
Gölbaşı’na taşınmak onları bu durumdan
kurtarıp doğa ile barışık hale getirecek. Biraz börtü böcekle iletişime geçsinler, toprağa
ayak bassınlar. Gerekirse aç öğrencilere sıcak
kumpir de dağıtırız.”
“ANKUPAT kurulduğu yıl kendimizi Konya
il sınırları içerisinde sandığımız için Konya
Şeker ile bir işbirliği yaparak kampüsümüzün bir kısmına da şeker pancarı ekmiştik”
diyen ANKUPAT Genel Müdürü, tek sorunlarının sulama olduğunun ve Mogan Gölü'nden
çektikleri su ile değirmeni döndürmeye çalıştıklarının altını çizdi. Yeni akademik yılda
uluslararası işbirliğine gidildiğini belirten
Azkızarmış, “BİM’de satılan Patito ve Party
cipslerinin yanı sıra bu hamle ile daha da başarı kazanacağımızı düşünüyorum” diyerek
sözlerini yeni kampanyalarının sloganı ile
noktaladı: “Yiğin gari!”
Saba Tümer’e İLEF’li rakip
Buradan kesiniz
Muhteşem gülüşü ve sarı saçlarıyla milyonları ekran başına
kilitleyen Saba Tümer’e İLEF’ten rakip çıktı.
O artık mezun
İLEF’te okuduğu süre boyunca 3 dekan değişikliği gören, hazırlık biriminin Tandoğan’dan
Gölbaşı’na taşınmasına tanıklık eden, okulun
demirbaş listesinde en üst sıralarda yer alan
Gerçek Görünüm Yazı İşleri Editörü Arda Türkoğlu nihayet okulumuzdan mezun oldu. Ve
artık hayatına İstanbul’da devam edecek. Bu haberin duyulmasının ardından ise sıcak havalar
ve köprü trafiğiyle birlikte zaten iyice bunalmış
olan İstanbulluların gergin bekleyişi başladı.
Ne Dediler?
☺ Her sabah bir sandviç bir de çay alırdı.
O yüzden çok zayıf bu çocuk. Evde yemek
vermiyorlardı galiba. (Şahin Abi, kantinci)
☺ Arda üniversiteye başlarken at yelesi gibi
saçları vardı. Her gün fön çeker güzel de para
kaldırırdım ondan, artık saçı da yok kendisi de.
Özleyeceğim. (Arda’nın berberi)
☺ Arda sağ olsun her geldiğinde ne kadar
içki varsa denerdi. Babasından çok ben
görüyorum yüzünü, bıktık artık. (Sakarya’da
herhangi bir barmen)
☺ Oğlum bak git! (Mahalledeki çöpçü)
☺ Arda’yı her gördüğümde okula 24 saat
giriş izninin olup olmadığını sorardım. Şimdi
kime soracağım ben, İstanbul’a giriş izni var
mı acaba? (Yusuf Abi, güvenlik)
☺ Sen gelme! (Mevlana)
☺ Açeydım gollarımı gitme diyeydim. (İbo
Melih Gökçek)
Bundan yedi yıl önce piyasaya giren ve şen
kahkahalarıyla televizyon dünyasını sallayan
Saba Tümer’in tahtı yerinden oynamaya başladı. İLEF’te başarılı beş yıl geçirdikten sonra
gülüşünü geliştiren ve Gerçek Görünüm bünyesinde gülme konusunda zirve yapan H. Eda
Serttürk, “Saba daha beni görmedi. Onu 73
desibel olan sahte gülüşümle yerle bir edeceğim” dedi. Gülme konusunda yeteneklerinin
anlatmayla bitmeyeceğini belirten Serttürk,
“Çocukluk yıllarımda gülüşümün farklı olduğunu annem fark etmişti. Bana, ‘Kızım farkın
tarzın’ dedi ve beni ekmek almaya yolladı. Yolda düşen Ayşe Teyze’yi görüp bastım kahkahayı. Mahalle arkadaşlarım ise Ayşe Teyze'yi
bırakıp bana gülmeye başladılar. O an kendi
kendime söz verdim. Dedim ki bir gün bu yeteneğimle para kazanıp, insanlara farklılığımın aslında çok renklilik olduğunu kanıtlayacağım. Aradan yıllar geçti ve ben geleceğimi
düşünerek Ankara Üniversitesi Gazetecilik
Bölümü’nü yazdım. Her sene gülüşümle derslere damgamı vuruyor, diğer öğrenciler arasından sıyrılıyordum. Bu sıyrılışı fark eden
hocalarım beni Gerçek Görünüm’e editör yaptı.
Özellikle Genç İletişimciler Yarışması’na katılmak için yapılan gazete katliamlarının ardından
savaş alanına dönen atölye, günlece çevreye rahatsızlık verdi. Gerçek Görünüm’ün görünümünü
değiştirmek amacıyla planlanan temizlik çalışmalarına “Hasan Abi ve Kuvvetleri”nin de destek
vermesi ile atölye yaşanabilir bir hale getirildi.
İçilen çayın ardından çaydanlığın ve bardakların temizlenmesi gerektiğinin aklına gelmeyen atölye sakinleri yüzünden çaydanlığın küf
bağlaması üzerine NASA’nın “Gerçek Görünüm
Atölyesi’nde Ortaya Çıkabilecek Canlı Formlarını Arama Çalışmaları” için gönderdiği iki
araştırma robotuyla iletişimin kaybedildiği
söylentileri ise belirsizliğini koruyor.
Atölyede neden temizlik yapmadığına dair
eleştirilere cevap veren Gerçek Görünüm’ün
Sayfa Editörü, “İnsanın pisliğini kendisinin
temizlemesi gerektiğini kavrayabilecek kadar
yetişkin yaştayız, bunu kendilerinin yapmasını bekledim. Gerçek Görünümcülerin atölyeye
saygı duymasını bekliyorum, saygıları yoksa
uzak dursunlar” şeklinde konuştu.
"Neyse ki sigara içmek yasak, o yönden rahatız"
diyen Gerçek Görünüm’ün Yazı İşleri Editörü ise 31
yıllık gazetenin arşivleri arasından çıkan ayakkabı kutusunu 'saygısızlık örneği' olarak yorumladı.
Kısa
gg Gündem
Orada bulunan arkadaşlarla çok iyi anlaştım
ve gülücüklerimin desibelini kat be kat artırdım. Şimdi mezun bir İLEF’li olarak piyasaya
girerken geçmişimi unutmayacak, Saba’ya fakültemizin gücünü göstereceğim” dedi.
Habere giderken yanına aldığı fotoğraf makinesiyle kendine güvenmediği için otomatik
ayarda çekim yapan Gerçek Görünüm Muhabiri,
atölyeye teslim ederken makineyi manuel ayara almayı unutunca yakalandı.
Eda Serttürk ile aynı dönem Gerçek Görünüm’de
çalışan arkadaşları onunla ilgili şöyle konuştu:
Mert Gökhan GOÇ: “Müstesna bir insandı.
Gülüşü hala kulağımda çınlar.”
Zorda Türkoğlu: “Gerçek Görünüm bugün Gerçek Görünüm olduysa Eda’nın gülüşüyle olmuştur.”
Tuğçe Korkar: “Gülerken sanki gerçek yaşamdan kopuyor. Gün içinde defalarca başka
boyutlara gidiyormuş gibi. O’nun bu yeteneği
beni kıskandırıyor.”
Fatih Kılıçdaroğlu: “Ben fotoğraf çekmeye
O’nun gülüşüyle başladım. İnşallah piyasada
başarılı olur.”
Ender Kaykuş: “O gülmenin insan hayatındaki önemi fark etmiş ve gerektiğinde sahte de
olsa gülmesini bilmiştir.”
Murat Yazcan: “Sık kullanılanlara Eda’nın
gülücük videosunu ekledim. Atölyede canımız sıkıldığı zaman izleyip izleyip kendimize geliyoruz.”
Burnuna estetik ameliyatı yaptıran Gerçek
Görünüm Muhabiri, özgüveni yerine gelince
kurgu fotoğrafa girebilmek için “Ben saksı değilim!” diye haykırdı.
Hiçbir iş yapmıyormuş gibi görünmek istemeyen Gerçek Görünüm Muhabiri, atölyeye gelerek
Facabook’ta arkadaşlarının fotoğraflarını beğendi.
Haberinde İnönü Bulvarı’nın adını İsmet
Paşa Bulvarı olarak yazan Gerçek Görünüm Muhabirine Ankara Siyasi Haritası hediye edildi.
Bütün haberlerinde spotu “Gerçek Görünüm’e
anlattı” şeklinde bitiren ve staj için gittiği ajansta
da aynı şeyi yapınca işten atılan Gerçek Görünüm
Muhabiri derdini Gerçek Görünüm’e anlattı.
Gerçek Görünüm’ün Eski Yazı İşleri Editörü,
toplantı gününü beş ay önceki bir tarih olarak duyurunca dört ayda bir çıkan gazetenin muhabirlerini “Yıllık yayına mı geçiyoruz?” korkusu sardı.
Gerçek Görünüm’ün her sayısında yer alan
hatta bir sayıya manşet olan “İLEF'te yenileme
çalışmaları” konulu çerez haberler son sayıda
yer almayınca fakülte şaşkına döndü.
Gazetedeki tırnak ile kesme işaretlerinin birbirine karışması üzerine 1350 karakteri tek tek
düzelten Sayfa Editörü, saat geç olunca fakültede mahsur kaldı.
Gerçek Görünüm’ün Sayfa Editörü, Şef
Editör’ün adını künyeye yanlış yazınca gözler
atölye içi iletişime çevrildi.
Gülüşüyle insanları kahkahaya boğan H. Eda Serttürk (solda), Saba Tümer’e (sağda) taş çıkarıyor.
Tüm haberlerinde “de, da”ları yanlış yazan
Gerçek Görünüm Muhabiri için atölye kapısına
konuyla ilgili eğitici bir karikatür asıldı.
12
Eylül 2012
Haber
Bulvarda 21 metre göçük oluştu
Haziran ayında İnönü
Bulvarı’nda göçük
sonucu bir kişinin
hayatını kaybettiği metro
kazasının ardından
Ankara Üniversitesi
Ziraat Fakültesi’nde de
göçük meydana geldi.
na doldurulduğunu belirtti. Olay sonrası jeoloji mühendislerinin de bilimsel
araştırma yapmasını gerektiğini söyleyen Gök, “Şimdi bu göçüğün nedenlerinin incelenmesi gerekiyor. Altından
akan Dikmen Deresi’nin ve yağmur
sularının ıslahının yapılıp yapılmadığı,
on yıldır atıl duran bu inşaat çalışmalarında bakımın yapılıp yapılmadığı cevaplanması gereken sorular olarak duruyor. Olay sonrasında Gökçek, bunca
yıllık sorumluluğunu bırakarak topu
Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme
Bakanı’na attı” dedi.
Ankaralıların ulaşım açısından başka alternatif kaynaklarının da olmadığını dile getiren Gök sözlerine şunları
ekledi: “Ankara'nın ana arterleri bellidir, Ankaralılar ulaşım olarak burayı
kullanmak durumundadır. Böylesine
önemli bir konuya AK Partili milletvekilleri de katkıda bulunmalıdır. Özellikle, Melih Gökçek, topu Ulaştırma
Denizcilik ve Haberleşme Bakanı’na
attıysa Bakan’ın çok daha dikkatli olması gerekiyor. Çünkü bunca yıldır atıl
duran inşaattan Bakan’a, siz, ‘Sorumlu
odur’ diyerek işin içinden çekilme şansını kendinizde bulabilir misiniz? Metroda ne oldu, ne bitiyor, bunları araştırmak durumundayız.”
Sadık Demirbağ
Ender Baykuş
Haziran ayında metro çalışmalarının yapıldığı alanda meydana gelen
göçükle birlikte yeniden gündeme gelen Ankara metrosu hakkında Meclis
araştırma önergesi veren Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Ankara Milletvekili Levent Gök, Ankara halkının
yıllarca kandırıldığını ve inşaatın çürümeye terk edildiğini söyledi.
1994 yılında Ankara Ana Ulaşım Planı’nın Büyükşehir Belediye
Meclisi’nce kabul edilmesinin ardından Kızılay-Çayyolu güzergâhının
metro yapılacağı gerekçesiyle Danıştay
ve Sayıştay gibi kamu binalarının bu
bölgeye taşındığını aktaran Gök, böylece bu bölgenin nüfus yoğunluğuna
açıldığını söyledi. Kızılay-Çayyolu metrosunun tüm zemin etüdünün de bu
plana göre yapılmasına rağmen yerel
seçimlerle birlikte Büyükşehir Belediye
Başkanı seçilen İ. Melih Gökçek’in bu
projeyi rafa kaldırdığını belirtti.
“Üç hattan aynı anda başlama
fikri yanlıştı”
O dönem SHP Ankara İl Başkanlığı
görevini yürüttüğünü söyleyen Gök, üç
ayrı hattın aynı anda yapılmaması yönündeki uyarılarına karşın Gökçek’in
bu uyarıları dikkate almadığını ve
Batıkent-Sincan, Ulus-Keçiören ve Kızılay-Çayyolu hatlarının yapımına eş
zamanlı olarak başladığını dile getirdi.
Gökçek’in her seçim öncesi “Şu tarihte
metroları açıyorum, bu tarihte metroları açıyorum" diyerek Ankara halkını
sürekli kandırdığını ifade eden Gök,
başkanın kaynak bulamayınca iktidara sığındığını belirtti. İktidarın da
2007 yılında ilk kez bir belediye başkanını kurtarmak için doğal gaz piyasası
hakkındaki kanun değişikliği teklifini
getirerek Ankara’nın, Büyükşehir’in
EGO'sunun en önemli gelir kaynağı
olan Başkentgaz’ı özelleştirme süre-
Fotoğraf: Ender Baykuş
için verilen teklifler ödenmeyince metro tıkanma noktasına geldi. Bakanlar Kurulu da bu sorunu çözmek için
aldığı kararla metroların yapım işini
Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme
Bakanlığı’na devretti. 2007 yılında çıkan Başkentgaz Kanunu’nda metroya
kaynak aktarılacağı gerekçesiyle yapılan özelleştirmenin, artık gerekçesi
de kalmadı çünkü Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı metroları
devraldı ve bunun hükümete maliyeti
tam 3 milyar dolar oldu.”
Kampüste üç defa göçük oluştu
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi
içinde üç ayrı noktada meydana gelen
göçük panik yarattı. Meydana gelen
göçükler eğitimin aksamasına neden
olurken üniversite yönetimini de harekete geçirdi. Çalışmalar tamamlanmadan binaya öğrenci alınmayacağını
belirten Ankara Üniversitesi Ziraat
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Çolak
şunları söyledi: “Göçük olayı fakültemiz sınırları dâhilinde üç defa yaşandı. Bir tanesi tarlanın içinde, bir tanesi
otopark kısmında, diğeri ise Bahçe Bitkileri Bölümü’nün hemen yanında. Bu
göçükler meydana geldiği anda biz gerekli yazışmaları yaptık. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’ndan
bize gelen yazıda, öğrencilerin bir gün
süreyle okula alınmaması belirtildi.”
“21 metrelik göçük gerçekleşti”
Öte yandan yaşanan göçük sonrası
İnşaat Mühendisleri Odası’nın yaptığı
incelemelerde 21 metrelik göçüğün ve
birçok sarsıntının meydana geldiğinin
altını çizen Gök, göçük sonrasında 50
kamyon taş dolgu malzemesinin o ala-
“Çatlaklar var”
“Ancak biz dekanlık olarak bunun
yeterli olmayacağını düşündük ve çalışmalar bitene kadar Bahçe Bitkileri
binasının içine öğrenci almamaya karar verdik. Çünkü yaz okulunda okuyan
öğrencilerimiz ve eğitim veren öğretim
İnönü Bulvarı’nda meydana gelen göçüğe düşen Kadir Sevim’in
cansız bedenine yaklaşık 15 saat sonra ulaşıldı.
cini başlattığını ekleyen Gök, “Bu kanunda EGO’nun borçlarının ödeneceği
ve elde edilen kaynakla metro çalışmalarının yapılacağı öngörülmüştür.
Ancak Gökçek’in 3 milyar dolar getireceğini ifade ettiği Başkentgaz'ın özelleştirilmesi üç kez ihaleye çıkarılmasına karşın gerçekleşmedi" dedi.
“Metronun hükümete maliyeti 3
milyar dolar”
2000 yılında çıkarılan bu kanunla
birlikte Başkentgaz’ın yüzde 80’inin
özelleştirilmesinin
öngörüldüğünü
belirten Gök, yapılan özelleştirmelere
rağmen metro inşaatlarının satılamadığını söyledi. Üç kez ihaleye çıkarılmasına rağmen verilen teklifin 1 milyar 610 milyon dolar olduğunu ve bu
tekliflerin ödenmediğini söyleyen Gök
sözlerine şunları ekledi: “Metro yapımı
üyelerimize henüz net bir açıklama yapamıyoruz” şeklinde konuşan Dekan,
göçük nedeniyle yaşanacak mağduriyetten üzüntü duyacaklarını açıkladı.
İlk gözlemlerinin yetersizliğini vurgulayan Çolak, “İçeriden yaptığımız ilk
gözlem sonucu herhangi bir şey görmemiştik ancak sonradan fark ettik ki
bina dışında çatlaklar var.”
“Gerekli testler yapılmalı”
Taşeron firma yetkililerinin dışarıdan olaya müdahale ettiğini belirten
Çolak, sözlerini şöyle sürdürdü: “Şu an
için yetkililer, göçük olan yerlere 200
ton beton boşalttıklarını söyledi. Ben
işin teknik kısmını bilmiyorum. Göçük olayıyla ilgili benim teknik veriler
söylemem doğru olmaz. Ancak en son
çıktığım Moskova gezisinde dikkat ettiğim bir konu vardı. Orada bulunan
metro hatları yerin yaklaşık 100 ila 150
metre altındaydı. Gördüğüm kadarıyla ülkemizde yaklaşık olarak 50 metre
aşağıdan geçiyor. Bundan kaynaklanan
bir problem varsa araştırılmalı.”
“Biz üzerimize düşeni yaptık”
Üzerlerine düşen görevi yerine getirdiğini belirten Çolak, “Biz gerekli
olan yazışmalarımızı eksiksiz yerine
getirdik. Önce Ulaştırma Denizcilik
ve Haberleşme Bakanlığı’na, sonra bizim Yapı Dairesi Başkanlığı’na
konu ile ilgili görüşlerimizi belirten
yazıları gönderdik. Artık inisiyatif
onlardadır. Bizim Dekanlık olarak
tüzel kişiliğimiz olmadığı için yapabileceklerimiz sadece bu kadar” dedi.
“Öğrenci olsa, vahim olurdu”
Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri
Bölümü’nde okuyan bir öğrenci ise
okullarında meydana gelen kaza için
şunları söyledi: “Okulumuzun hemen
yanında meydana gelen göçük bizi oldukça tedirgin etti. Hattın okulumuzun yanından geçtiğini biliyorduk ancak bahçemize kadar girdiğini çökünce
anladık. Bir tane göçük meydana geldi,
arkasından ikincisi oldu. Başka göçük
olmayacağının garantisi yok. Çökme
olan bölge tam geçiş noktamızda yer
alıyor. Yaz dönemi olduğu için öğrenci
yok, ama öğrenci olsaydı vahim bir durum yaşanabilirdi. Yaz okulu ve staj nedeniyle mecburen okula giriş çıkış yapmamız gerekiyor. Yaz okuluna gitsem
çökme tehlikesi yaşıyorum, gitmesem
kalabilirim. Ne yapacağımı şaşırdım.”
Van’dan Ankara’ya göçen yaşamlar
Yaşanan deprem sonrası Van’dan Ankara’ya göç eden Şahin ve Doğar aileleri
devletin kendilerine verdiği yardım sözlerini tutmamasından şikâyetçiler.
Alaattin Geçer
Van’da yaşanan deprem felaketinin ardından binlerce insan şehri
terk etmek zorunda kalmıştı. Şehri terk eden ailelerden biri olan Şahin ailesi, Ankara’nın Küçükesat
Mahallesi’nde kiraladıkları küçük
bir evde zor şartlar altında hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Geçim sıkıntısı yaşadıklarını dile getiren Suna
Şahin, kendisinin emekli olduğunu
eşinin ise mali müşavir olarak hâlâ
Van’da çalıştığını söyledi. Buraya göç
ederken her türlü zorlukla karşılaştıklarını da belirten Şahin, “Özellikle
Ankara’ya geldiğimizde ev bulma konusunda çok zorlandık” dedi.
“Hükümet kendi başarısızlığını
örtmek için bizi göçe zorladı”
Ankara’ya göç etmek zorunda kaldıklarında devlet tarafından hiçbir
desteğin verilmediğini dile getiren Şahin, sadece Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin gıda ve yatak
konusunda kendilerine yardımcı
olduğunu sözlerine ekledi. Şahin,
konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ankara Valiliği’ne de başvurduk fakat
herhangi bir sonuç alamadık. Valiliğin kira açıklamasının ardından
gittik, yine eli boş döndük. Çanka-
ya Belediyesi’ne okuyan çocuklarım
için indirimli kart ve ücretsiz servis
için gittim fakat yine herhangi bir
yardımda bulunmadılar. Devlet bizden aldığı vergileri biraz bize verseydi kimse zorluk çekmiyor olacaktı.
Hükümet, Van’da kendi başarısızlığını örtmek için bizi göçe zorladı.
Devletin depremzede ailelere yaptığı
bedava elektrik ve doğalgaz yardımlarından da yararlanamadık.”
“Doktorlar kendi inisiyatiflerini
kullanarak bize bakıyorlar”
Şahin, sağlık ve sigorta güvenceleri olduğu halde Ankara’da yerleşik bir hayatları olmadığı için aile
hekimliklerini tanımadıklarını ve
kimsenin yardımcı olmadığını belirtti. Nüfus kayıtlarını buraya alamadıkları için doktorların kendi
inisiyatiflerini kullanarak kendilerine baktığını ifade eden Şahin, bazı
doktorların kendilerini muayene etmediğini ve sağlıklarına kavuşmak
için özel hastanelere gittiklerinde
kendilerine yüksek faturaların çıkartıldığını söyledi.
Ankara’ya geldiklerinde etnik
kimliklerinden dolayı herhangi bir
baskı, ötekileştirme durumuyla karşılaşmadıklarını aktaran Şahin, “En
büyük korkum buydu zaten” dedi.
Diğer yerlerdeki insanlar gibi bu
tarz zorluklarla karşılaşmadıklarını
ifade eden Şahin, “Komşularımız olsun, diğer insanlar olsun mahallede
bizi çok iyi karşıladılar. Çocuklarım
da okulda herhangi bir dışlanmayla
karşı karşıya kalmadılar” şeklinde
konuştu. Ancak, Van’dan başka bölgelere göç eden ailelerle de görüştüklerini söyleyen Şahin, onların zor
durumda kaldıklarını söyledi. Şahin,
bazen onların çocuklarının “Hadi
gelin kendi Kürtçenizle konuşun da
bakalım” ve “Van’dan buraya niye
geldiniz?” gibi dışlayıcı söylemlerle
karşılaştıklarını belirtti.
Ankara’da hayatın gerçekten çok
pahalı olduğunu ve bu yüzden Van’a
geri dönmeyi düşündüklerini söyleyen Şahin, bütçelerinin bu yaşam
standartları altında ezildiğini belirterek kendi kültürlerinden asla vazgeçemeyeceklerini de sözlerine ekledi.
Van’dan Ankara’ya göç etmek zorunda kalan Doğar ailesinin yaşadığı
sorunlar da tıpkı Şahin ailesinin yaşadıkları gibi. Ankara’da Dikmen’de
ev kiraladıklarını ve çok zor şartlar
altında geçindiklerini dile getiren
Handan Doğar, Ankara’ya geldiklerinde barınma sıkıntısı yaşadıklarını söyledi. Ankara’da tanıdıkları
sayesinde ev bulabildiklerini belir-
ten Doğar, “Van’dan gelirken hiçbir
eşyamız yoktu. Hükümetin bize vaat
ettiği yardımları ve desteklerini göz
önünde bulundurarak Ankara’ya
geldik. Hükümet, medyada depremzedelerin kiralarını ödeneceğini ve
barınma sıkıntılarının da çözeceğini
duyurmuştu. Ankara’da herhangi bir
kuruluştan yardım alamadık. Sadece
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin
gıda yardımından yararlandık” dedi.
“Ankara’ya uyum sağlayamadık”
Göç ederken psikolojik sorunlar
yaşadıklarını da belirten Doğar, “Çocukların eğitimleri aksadı, zor dönemlerden geçtiler, Ankara’ya uyum sağlayamadılar. Bu durumlar çok etkiledi
bizi. Bu yüzden Van’a geri döneceğiz”
ifadelerini kullandı. Şu an en büyük sıkıntılarının uyum problemi olduğunu
dile getiren Doğar, “Depremzede olmamızdan dolayı çoğu kişi bizi bağrına
basabiliyor fakat ‘Doğulu’ olmamızdan dolayı dışlayanlar da oldu” dedi.
Van’a döndükleri takdirde barınabilecekleri bir evlerinin olmadığını aktaran Doğar, asıl depremin Van’da şu an
başladığını, çoğu kişinin ekonomik
durumunun çok kötü olduğunu ve
geçim sıkıntısı yaşadıklarını söyledi.
Doğar, birçok depremzedenin evinin
olmadığını veya ağır hasarlı olduğunu bu yüzden insanların ne yapacaklarını şaşırmış ve çaresiz durumda
olduklarını da sözlerine ekledi.
13
Eylül 2012
Haber
Organik tarım ürünleri el yakıyor
Dünyada 60 milyar dolarlık bir sektör oluşturan,
ülkemizde de günden güne büyüyen organik tarım,
üretici açısından kârlı bir sektör hâline gelmesine
karşın yüksek fiyatlarıyla el yakmaya devam ediyor.
Ahmet Uğur Baş
Tarımda kullanılan kimyasal ilaçların ve gübrelerin insan sağlığına
ve çevreye olan zararlarının bilimsel
çalışmalarla kanıtlanması, organik
tarıma olan ilginin de dünya çapında gittikçe artmasına neden oluyor.
Türkiye’de organik ürünlerin geleneksel tarım ürünlerine göre yüzde
400’lere varan fiyat farkıyla satıldığını görmek mümkün.
“Organik tarım lüks olarak
kalacaktır”
Ankara Üniversitesi (AÜ) Ziraat
Fakültesi Toprak Bölümü’nden Prof.
Dr. Süleyman Taban organik tarım
yaparken yaşanan verim kaybı, nakliye ve sertifikasyon ücretleri gibi ek
maliyetler nedeniyle, organik tarım
ürünlerinin fiyatının geleneksel tarım
ürünlerine göre her zaman daha pahalı
olacağını ve yüksek gelir düzeyindeki
tüketicilere hitap edeceğini söylüyor.
Yapılan anket sonuçlarına göre “Organik ürün kullanıyor musunuz?” sorusuna pahalı olduğu için kullanmadıklarını söyleyenler yüzde 46 ile ilk sırada
yer alırken, yüzde 35’lik bir kesim ise
organik ürün bulamadıkları için kullanamadıklarını söylüyor. Organik ürün
kullananların oranı sadece yüzde 14.
Türkiye, her yıl organik tarım ürünlerinin yaklaşık yüzde 80’lik kısmını
başta Avrupa Birliği (AB) ülkeleri olmak üzere yurt dışına ihraç ediyor. Bu
da iç pazarda arz-talep dengesinde so-
runlar yaratıyor. AÜ Ziraat Fakültesi
Tarım Ekonomisi Bölümü’nden Prof.
Dr. Emine Olhan ise Türkiye’deki organik ürünlerin Avrupa piyasalarına
oranla daha pahalı olduğunu dile getiriyor. Bu sorunun sebebini ise devlet
desteğinin yetersizliğine bağlıyor. Olhan, “Gelişmiş ülkelerde sertifikasyon
ücretinin önemli bir kısmı devlet tarafından karşılanıyor. Türkiye’de yakın
gelecekte böyle bir uygulama yapılması pek mümkün değil. Tarım, Gıda,
ve Hayvancılık Bakanlığı strateji raporunda yer alan tarım desteklerinin
minimum yüzde beşini çevresel amaçlı desteklere kullanacağını söylediği
hâlde bu miktarı bile vermedi” dedi.
Organik tarım, üretici için daha
kârlı bir yöntem
Uzmanlar, organik tarımın fiyatı
hızla artan kimyasal gübre, pestisit ve
enerji girdilerinden tasarruf edileceği
konusunda hemfikirler. Organik tarım
sözleşme ile yapılıyor ve sözleşmeyle
üreticinin tüm ürünün alınması garanti ediliyor. Bunun yanında ekolojik
ürünlerin ihraç fiyatı diğer ürünlerden
yüzde 10 ila 20 oranında daha yüksek.
Yapılan araştırmalara göre üreticinin
organik tarımla elde ettiği yıllık gelirin
yüzde 10 arttığı tahmin ediliyor.
Organik ürün nasıl anlaşılır?
Türkiye’de organik ürünler hakkında bilgisi olmayan insanların sayısı
da azımsanamayacak düzeyde. Bir
başka araştırma sonucuna göre “Or-
Fotoğraf: Şeyma Görürüm
ganik adıyla satılan ürünün gerçekten
organik olduğunu nasıl anlarsınız?”
sorusuna katılımcıların yüzde 12’si,
“Organik ürünlere güvenmiyorum”
şeklinde cevap veriyor. Yüzde 36’sı
hiçbir fikrinin olmadığını, yüzde 24’ü
ise satıcılara ve markalara güvenmediklerini söylerken sadece yüzde 28’i
sertifikasyon işlemlerinden haberdar.
Sertifikası olmayan ürünler, organik
sayılmıyor. Bunun için mutlaka gerekli sertifikasyon işlemlerinden geçmesi gerekmekte ve alınan ürünlerin
üzerinde sertifikayı veren kuruluşun
logosu ile birlikte Tarım, Gıda, ve Hayvancılık Bakanlığı’nın organik ürün
logosunun bulunması gerekiyor.
Organik tarım nedir
K
imyasal madde kullanılmadan üretimden
tüketime kadar her aşaması kontrollü ve
sertifikalı tarımsal üretim biçimidir. Organik
tarımın amacı, toprak ve su kaynakları ile havayı
kirletmeden, çevre ve canlı sağlığını korumaktır.
Ülkemizde organik tarım faaliyetleri ile bu
faaliyetlerin her türlü kontrol ve sertifikalandırma
işlemleri “Organik Tarım Kanunu” ve ilgili
yönetmelik uyarınca Tarım, Gıda ve Hayvancılık
Bakanlığı veya Bakanlıkça yetkilendirilmiş
kuruluşlarca yapılır.
Can pazarına davetiye
Tuğçe Korkmaz
Ankara’nın Akdere semtinde Mehmet Ali Altun Caddesi üzerine kurulan
halk pazarı, vatandaşları sonunda isyan ettirdi. Mahalleli alışveriş yaparken hızla ilerleyen araçlar arkalarından
geçiyor. Çevre sakinlerinin can güvenliğini tehlike altına sokan pazar yaklaşık
iki senedir bu şekilde hizmet veriyor.
Tezgâhlarını caddenin kaldırımları
üzerine kuran esnaf ve alışveriş yapmak için pazara gelen mahalle sakinleri bu durum karşısında çaresiz olduklarını söylüyor. Pazarın daha önce aynı
bölgede bulunan ve Muhsin Yazıcıoğlu
Parkı olarak düzenlenen bölgede kurulduğunu belirten vatandaşlar, “Alışveriş
yaparken arkamızdan otobüs, kamyon
ve otomobiller geçiyor. Tedirgin oluyoruz. Çocuklarımızın elini bir saniye
bırakamıyoruz” dedi. Mahalle sakinlerinden Hatice Elitok, “Mahalle kültürünün bir parçası olan pazar alışverişlerine, çocuklarımla çıkmak en büyük
zevkimdi. Ancak bu pazara gelmek artık evlatlarımın can güvenliğini tehdit
altına sokuyor. Ben de artık çocuklarımı büyük süpermarketlere götürmek
zorunda kalıyorum. Bunun çözümü
başka bir bölgeye pazar kurdurmaktan geçiyorsa derhâl yapılsın. Ama bu
Fotoğraf: Ender Baykuş
hâliyle hiç güvenli değil” diyerek yetkililerin bu konuya can kaybı yaşanmadan çözüm bulması gerektiğini belirtti.
Esnaf rahatsız
Pazarda tezgâh açan esnaf da bu
duruma karşı tepkili. Kendilerinin ekmek parası uğruna çalıştığını belirten
Muhammet Tuna, “İki yıl önce şu anda
park olan bölgede tezgâh açıyorduk.
Oradan bu bölgeye gelmeyi biz istemedik. Büyükşehir Belediyesi’nin yeriymiş. Onlar aldı park yaptı. Biz ortada
kalınca şimdiki yerlere kurulmamızı
istediler. Biz de çoluk çocuğumuzun
geçimini sağlamak için mecburen buradayız. Arkadan arabalar, dolmuşlar
geçerken insanların çoluk çocuk burada alışveriş yapması beni de rahatsız
ediyor. Bize yer gösterilsin ve bu konu
tatlıya bağlansın isterim” dedi.
Yeni kanun çözüm olacak
Mamak Belediyesi’ne bağlı zabıta
ekipleri ise çözüm için gerekli adımların kısa zamanda atılacağını belirterek
şunları söyledi: “Yeni çıkan yasaya göre
artık pazarlar uluorta yerlere kurulamayacak. Hâl benzeri yerler belediyeler
tarafından inşa edilip pazar çalışanlarına tahsis edilecek. Tahminen 6 ile 7 ay
sonra böyle problemler kalmayacak.”
Ankara’nın Akdere Semti’nde araçlar caddenin
kaldırımları üzerine kurulan halk pazarının içinden geçiyor.
Fotoğraf: Ismahan Simge Gümüşay
Kuşaklardır süren damak tadı
Sandıklı İmren Şekerleme’nin sahibi Helvacı Hasan Ayopa ile Afyonkarahisar’a
yolu düşenlere sipariş edilen lokumun tarihi hakkında konuştuk.
Ismahan Simge Gümüşay
Afyonkarahisar- Osmanlıca’dan
Türkçe’ye geçen lokum kelimesi boğaz rahatlatan anlamına geliyor.
Osmanlı’dan bugüne geleneksel tatlar
arasında yer alan lokumun ne zaman
üretildiğine dair kesin bir tarih olmadığını ifade eden İmren Şekerleme’nin
son kuşak temsilcisi Hasan Ayopa,
Şekerci Salih Efendi’nin sert çay şekerine kaymak karıştırarak kaymak
şekerini bulduktan sonra, kaymağı
lokumda kullanmaya başladığını ve
meşhur kaymaklı lokumun bu şekilde üretilmeye başladığını ifade etti.
“Kaymaklı lokum, lokumun
sektör olmasını sağladı”
Ayopa, kaymağın lokumda kullanılmasının lokuma ayrı bir lezzet kattığını ve insanların bu tadı sevdiğini,
kaymaklı lokumun daha çok tüketil-
diğini ifade etti. “İnsanların kaymaklı
lokuma olan ilgisi, kaymağın meşhur
olduğu Afyonkarahisar’da lokumun
bir sektör olarak gelişmesini sağladı”
diyen Ayopa, “Bu durum Afyonkarahisar bölgesindeki lokum ustalığının
ve lokum üretimindeki tekniğin zaman içerisinde gelişmesini sağladı”
diyerek sözlerine devam etti. Kaymaklı lokumun yanında diğer lokum
ve şekerleme çeşitlerinin de geliştiğini sözlerine ekleyen Ayopa, kaymaklı
lokum lezzetinin bu tada alışan insanlar için vazgeçilemeyecek bir lezzet olduğunu vurguladı.
Geleneksel tatlar vazgeçilmez
“Yüzyıllardır lokum ve kaymağın
yarattığı lezzet, bu tadın gelenekselleşmesine neden oldu” diyen Ayopa,
“Türkiye’de lokum için yeni tatlar
oluşturuyoruz, bazıları çok seviliyor
uzun yıllar satıyoruz. Bazıları da de-
neme satışında kalıyor, insanlar çok
tercih etmiyor” diyerek lokumdaki
yeni lezzetlere olan ilgisizliği dile getirdi. Ayopa, “Lokum Türkiye’nin her
yerinde yapılıyor ama gerek ustalık
gerek kullanılan malzemeden dolayı
hiçbir yerde bu lezzeti bulamazsınız,
hatta Afyonkarahisar’da bile bir şekerlemecinin lezzetiyle diğeri aynı olmaz” diyerek Afyonkarahisar’da yapılan lokumun kalitesine dikkat çekti.
“Lokumun, su, şeker, nişasta, limon
tuzu olan ana maddeleri değişmez”
sözleriyle lokumun içeriğine değinen
Ayopa, isteğe ve lokumun şekline bağlı olarak Hindistan cevizi, Antep fıstığı, pudra şekeri, çikolata, kuru meyve
ya da çeşitli aromalarla lokuma son
hâlinin kazandırıldığını ifade etti.
Günün şartlarına göre lokum üretmeye çalıştıklarını söyleyen Ayopa, şu an
satışta olan yirminin üzerinde lokum
çeşidi olduğunu dile getirdi.
14
Eylül 2012
Kültür - Sanat
İtalya için şekerleme vakti: Siesta
Erasmus
Günlüğü
E
Buket Çalıkuşu
rasmus etkinliği, eğitim hayatınızda
karşınıza çıkan ve kaçırılmayacak fırsatlardan biri. Bu program sayesinde farklı ülkelerden gelen insanlarla
tanışma fırsatı bulacak ve onların kültürlerini
yine bu sayede tanımış olacaksınız.
Erasmus’un olumlu yönlerinden bir diğeri
de yabancı dil öğrenme faaliyetinin hayatınızın
her alanına yayılması. Erasmus sırasında dil
öğrenme ister istemez zorunlu bir hale gelecek
ve kendinizi geliştirmeye başlayacaksınız. Bir
bakmışsınız günlük ihtiyaçlarınızda sık sık
başvuracağınız sihirli sözcükleri fark etmeden
cümle içinde kullanmaya başlamışsınız bile.
Ben Erasmus staj hareketliliği için üç ay
boyunca İtalya'nın güneyinde bulunan Foggia
şehrindeydim. İlk hafta kâbus gibiydi desem
sanırım abartmış olmam. Geldiğim gün geri
dönmek istedim. Günlük ihtiyaçlarımı dahi
karşılamakta zorluk çekiyordum. Gittiğim
bölgedeki İtalya halkının İngilizce seviyesi
birkaç kelime ile sınırlı kaldığı için çaresiz kalınca vücut diliyle bir şeyler anlatmaya başlıyordum. Ve onlar tüm samimiyetleriyle bana
yardımcı olmaya çalışıyorlardı.
İletişim kurmakta yaşadığım sorunlar İtalya insanının güler yüzlü, sıcak ve yardımsever
tavırlarıyla hallolmaya başlamıştı. Birkaç İtal-
Fotoğraf: Buket Çalıkuşu (solda)
İtalya’da yaz sıcaklarından uzaklaşmak isteyen insanların 13.30’dan
17.30’a kadar iş bırakmasıyla sokaklar ‘hayalet şehir’ görünümü kazanıyor.
yanca kelime öğrenmek sizi onlardan biri haline
getiriyor ve bir bakıyorsunuz ki tanımadığınız
insanların ‘Buongiorno’ (Günaydın) demesine
bir süre sonra karşılık vermeye başlıyorsunuz.
Erasmus’a ister staj için ister öğrenim hareketliliği için gidin, gideceğiniz ülkenin ge-
leneklerini, yemek kültürünü, çalışma saatlerini öğrenmek çok önemli. İlk günlerde alışık
olduğunuz yaşam koşullarını terk etmek oldukça güç gelse de, bu sersemliği bir hafta
içinde üzerinizden atmanız mümkün. Ben de
Erasmus sırasında İtalya'da ‘Siesta’ denilen
bir uygulamayla karşılaştım. İlk günlerde birçok kez işlerimin yarım kalmasına sebep olan
Siesta uygulaması, daha sonraları kavurucu
sıcağın etkisiyle benim için de iyi bir uyku molası haline geldi.
Siesta, insanların Akdeniz’in boğucu sıcağından kurtulmak için 13.30’dan 17.30’a kadar mola vermesidir. İtalya’da saatler 13.30’u
gösterdiğinde tüm işler yarım bırakılır ve kapanan panjur sesleri eşliğinde insanlar evlerine döner. Sokaklar derin bir sessizliğe bürünür ve hayat adeta durma noktasına gelir. Ve
İtalyanların uzun uyku molasından sonra her
şey tekrar eski haline döner. Tabii verilen bu
mola tüm halkı etkilemektedir. Siesta zamanı tüm marketler, bankalar, eczaneler, restoranlar, gazete bayileri kapanmakta, trafikteki
araç sayısı yok denilecek kadar azalmaktadır.
Kimine göre doğru olan bu uygulama, kimine
göre ise tembelliktir. Siesta’nın ülke ekonomisine zarar verdiğini düşünenlere rağmen,
çoğu İtalyan uygulamadan memnun görünüyor. Siesta İtalya’nın yanı sıra İspanya, Malta,
Yunanistan gibi Akdeniz ülkelerinde de uygulanıyor. Keşke Türkiye’de de uygulansa diye
düşünenler de vardır elbette.
İtalyanlar için gündüzler ne kadar kısaysa
akşamlar da o kadar uzun geçiyor. Her köşe başında bulunan küçük şirin restoranlar akraba
ve arkadaş topluluklarını ağırlıyor. Masalarda
yerlerini alan pizza ve makarnalara genelde
kırmızı şarap eşlik ediyor. Siz mozarella peynirli pizzanızın tadına bakarken, restoranda
bulunan insanların neşeli tavırları da bu lezzetin tarifini açıklamaya yetiyor...
Göçmen kuşaktan
‘Göçmen Kalem’e
Ismahan Simge Gümüşay
Fotoğraf: Murat Mercan
Ankaralılar dizisine sahip çıktı
Behzat Ç.’nin yayından kaldırılma riskiyle karşı karşıya kalması üzerine sosyal
medya üzerinden örgütlenen binlerce Ankaralı, diziyi Yüksel Caddesi’ne kurulan
dev ekrandan izledi.
Murat Mercan
Yayına başladığı günden itibaren
olumlu olumsuz birçok eleştiri alan
Behzat Ç. dizisi yine gündemdeydi.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Tekirdağ Milletvekili Bület Belen dizinin
‘Türk aile yapısı’ na uygun olmadığını
belirterek İçişleri Bakanı İdris Naim
Şahin, Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç, Adalet Bakanı Sadullah Ergin
ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı
Fatma Şahin’in yanıtlaması amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
(TBMM) dört ayrı soru önergesi sundu.
“Behzat Ç.’me dokunma”
Bunun üzerine Facebook ve
Twitter’dan Belen’e tepki yağdı. Farklı bir protesto düşünen dizinin izleyicileri Çankaya Belediye Başkanı
Bülent Tanık’ın da yardımlarıyla Kızılay Yüksel Caddesi’nde dev ekranda
diziyi sezon sonuna kadar izlemeye karar verdiler. Her pazar, dizinin
hikâyesinin sahibi Emrah Serbes, senaristi Ercan Mehmet Erdem, oyun-
culardan Reşat Ünver ve Çankaya
Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın da
aralarında bulunduğu yüzlerce kişi
yerlere oturarak diziyi seyrettiler.
“Behzat Ç.’me dokunma”, “Ankara
uyuma, dizine sahip çık” şeklinde
sloganlarla Radyo ve Televizyon Üst
Kurulu (RTÜK) politikaları ve Bülent
Belen’in önergesini protesto ettiler.
Dizinin sıkı takipçilerinden olduğunu belirten Bülent Tanık ise şunları
söyledi: “Halkın ilgi gösterdiği kültür
sanat etkinlikleri arasında Behzat Ç.
özel bir yer tutuyor. Behzat Ç. bir Ankara polisiyesi olarak başladı ve yarattığı
sevgi ortamı bizce çok değerli. Halkın
içinden, halkın nabzını tutan bir dizi
olduğunu düşünüyorum. Behzat Ç. ile
ilgili son günlerde yaşanan çeşitli polemikleri çok kayda değer görmüyorum.
Aslolan vatandaşın ilgisi ve sahiplenmesidir. Onu da çok açık şekilde görüyoruz. Ankara dâhil tüm Türkiye’deki
yurttaşın her yerde ilgiyle ve severek
izlediği bir dizi, bir görsel sanat şöleni. Bizce bu sevgiyi hak eden bir dizi.
Ankara’ya sahip çıkma adına Ankara
polisiyesine de sahip çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple biz de
elimizden gelen çabayı sarf ediyoruz.”
“RTÜK ceza yağdırdı”
Tüm bu gelişmelerin ardından Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)
yine Behzat Ç’ye ceza yağdırdı. Kurulun yaptığı incelemelerde “Rol model
olan Behzat Ç. ile cinayet büro elemanları, Savcı Esra, Behzat’ın ağabeyi ve başka karakterlerin de hemen
her yaşam kesitinde, barda, meyhanede, evde, apartmanda, sokakta,
üzüntülüyken, sevinçliyken, hatta
bazen görevleri sırasında bile alkol
aldıkları ve küfürlü konuştukları”
tespitinde bulunan RTÜK, çocukları
olumsuz etkileyebilecek saatte dizinin yayınlanması nedeniyle 273 bin
710 TL para cezası uyguladı.
Şimdilerde ise dizinin yayından
kaldırılması hâlinde internet üzerinden yayına devam edileceği ve yine
her hafta olduğu gibi Yüksel Caddesi’ndeki dev ekrandan izlenileceği
konuşulmakta.
Dünyayı dolaşmak birçok kişinin
hayalini süsleyen bir seyahat macerasıdır. Kimi Japonya’yı, kimi de
Amerika’yı merak eder. Edebiyatçı Yaşar Seyman’nın Göçmen Kalem’i bize
merak ettiğimiz dünyayı sunuyor.
İlk gezisini 1988’de Portekiz’e yaptığını ve kaleminin göçmenlik öyküsünün orada başladığını ifade eden
Yaşar Seyman, “Göçmen Kalem kitabımı yurtdışı seyahatlerimde tuttuğum notlar, bende iz bırakan ülkeler,
şehirler ve de en çok bende iz bırakan
insanlar oluşturdu” dedi. O dönem bir
gazete yazmadığı için ilk gezilerini
daha yoğun ve samimi bir dille ama
zayıf bir kalemle yazdığını dile getiren Seyman, daha sonra seyahatlerini çalıştığı gazetelerde yayınlandığı
için daha resmi, düzenli ve güçlü bir
şekilde yazdığını söyledi. “Göçmen
Kalem benim gezilerimde hissettiklerimi söyleyen bir kitap, yıllar önce
yurtlarından göçenlerin kitabı. Edebiyatçı, bir gezgin gibi yazamaz, gezi
yazılarını yazarken gittiği yerlerin
onda bıraktıklarını, ona hissettirdiklerini yazar. Bazen bir insan hikâyesi
olur, bazen bir nehrin hikâyesi olur,
bazen de tarihi bir mekândır sizde
kalanlar ve sizin yazabilecekleriniz”
diyen Seyman, kitabının bir gezi kitabı olmadığını vurguladı.
Fotoğraf: Salih Kaplan
Seyman, “Önce ben göç etmeye başladım, sonra kalemim ve sonra yurt dışındaki göçmenlerle tanıştım, onlarla
birlikte göçmen oldum. Örneğin, koskoca Kanada benim için sadece sendikal faaliyetleri ya da Bremen benim için
hiç tanımadığım ama iki gün birlikte
olduğum bir kadını ifade ediyor” diyerek kendi göçmenliğini anlattı. Seyman
yükün en büyüğünü eskiyen valizlerinin çektiğini vurguladı.
Her şehirde farklı bir nedenle bulunduğunu ifade eden Seyman, “Dünya
nehirlerini gördükçe ülkemdeki nehirlerin ne kadar öksüz, yetim ve bakımsız
bırakıldığını fark ettim. Ankara benim
için ışıklı kocaman bir başkentti, dünya başkentlerini gördükçe Ankara’nın
karanlık ve küçük bir kent olduğunu
gördüm. Bu canımı çok yaktı ama beni
daha çok üzen şey gittiğim ülkelerdeki
demokrasilerin işleyişiyle kendi ülkemdeki demokrasinin işleyişi arasındaki farklar oldu.”
Kitabında Türk göçmenlere de yer
veren Seyman, göçmenlerin yaşadıklarına şu sözlerle değindi: “Göçmen
olmak birinci ve ikinci kuşakta sorun
olurken üçüncü kuşak kendisini o ülkeye ait hissetmeye başlamıştı. İlk iki
kuşak göçmenler hâlâ Türkiye’yi merak ediyor. Üçüncü kuşak Türk göçmenler yaşadıkları ülkelerde çeşitli
başarılar elde etmişlerdi, bu başarı öykülerini yakaladım, bunları anlattım.”
Kendini gazeteci, yazar, sendikacı ve kadın hakları
savunucusu olarak tanımlayan Yaşar Seyman’dan
son kitabı ‘Göçmen Kalem’i dinledik.
15
Eylül 2012
Spor
‘Play-Off kulüplere büyük kayıplar yaşattı’
Ankara Üniversitesi
İletişim Fakültesi Spor
Topluluğu (İSTOP)
tarafından düzenlenen
söyleşiye katılan
Galatasaray Spor Kulübü
Başkanı Ünal Aysal,
Türkiye futbolunda
yaşanan son gelişmeler
üzerine konuştu.
Denizlispor-Fenerbahçe müsabakasında Galatasaray’ın Denizlispor’a teşvik
primi verdiği iddiasıydı. Bununla ilgili
belgeler savcılıkta incelendi. Burada
Galatasaray’ın herhangi bir suçu olmadığı görüldü ve dosya kapandı. Orada
herhangi bir sorun yok. Zaten bugün de
böyle bir endişemiz olmadı” dedi.
“Fenerbahçe geçtiğimiz 13 sene
içerisinde çok iyi organize oldu”
Galatasaray’ın lisanslı ürün satışı
oranında, Fenerbahçe’nin gerisinde
kaldığını ifade eden Aysal, “Dostumuz
Fenerbahçe, bu konuda geçtiğimiz 13
sene içerisinde çok büyük ve çok ciddi
çalışmalar yaptı. Çok iyi organize oldular. Bunu takdirle karşılamamız lazım. Biz bu senenin başından itibaren
değişim kararı aldık. Satışlarımızı ve
kazancımızı arttırmak ve mali yükten
kurtulmak için bu işi yapmak isteyenlere vermek istiyoruz. Böylece biz de
birkaç sene içerisinde istediğimiz seviyeye ulaşacağız” diye konuştu.
Güner Emrah Biber
Ankara
Üniversitesi
İletişim
Fakültesi’nde (İLEF) gerçekleştirilen
söyleşiye katılan Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Ünal Aysal, Galatasaraylılar için yeni bir başlangıç yaptıklarını
ve önderlik vasfının gerekliliklerini yerine getirmeye çalıştıklarını söyledi.
Göreve başladığı zaman kulübün
328 milyon dolar borcu olduğunu
vurgulayan Aysal, kulübün bugünkü
ekonomik durumu hakkında şunları
söyledi: “Biz takımın kurumsal yapısının bir an önce düzetilmesinden
yanayız. Bugün size sevinerek söylemeliyim ki, son altı ayda yaptığımız
mali çalışmalar ile birlikte kulübün
borcu sene sonunda 100 milyon dolar
seviyesine düşecektir.”
“Kulüpler Play-Off sisteminden
ciddi şekilde para kaybettiler”
Sezon başında alınan Play-Off kararı ile birlikte kulüplerin maddi anlamda büyük kayıplar yaşadığını söyleyen
Aysal, bu kararın kendilerine danı-
Fotoğraf: Mert Gökhan Koç
İletişim Spor Topluluğu (İSTOP) tarafından düzenlenen ‘Spor ve Yönetimi’ konulu söyleşiye katılan
Galatasaray Spor Kulübü Başkanı Ünal Aysal, şikeden play-off’a kadar birçok konuya değindi.
şılmadan alındığını belirtti. Sistemle
birlikte daha fazla maç oynadıklarını
ve elde ettikleri kazancın da futbolcular için fazladan primlere ve stadın
masraflarına gittiğini ifade etti. Federasyon başkanı seçiminde de oy kullanmadıklarının altını çizen Aysal,
şike soruşturması sürecinde yaşanan
sorunları çözmesi için seçilen bir başkanın da karşısında olmanın pek akılcı bir davranış olmayacağını söyledi.
“Teşvik primi vermedik”
Fenerbahçe Spor Klübü Başkanı Aziz
Yıldırım’ın “Galatasaray da şike yaptı”
demeciyle ilgili olarak Ünal Aysal, “Sa-
yın Yıldırım bu beyanatı içeri girdikten
sonra söyledi. Daha sonra da bu konuyla ilgili benim açıklamalarım oldu. Hatta Aziz Bey’e, “Çok büyük zaman kaybediyorsunuz, lütfen kendinizi savunun.
Galatasaray üzerinden bir savunma
yapmak size yakışmıyor” dedim. Kendisinin belirttiği konu 2006 yılındaki
“Başkanlık koltuğuna uzun süre
oturmak için talip olmadım”
Başkanlık süresiyle ilgili gelen
bir soruya Aysal, “Ben Galatasaray
Başkanlığı’na bu koltukta uzun süre
oturmak için talip olmadım yani koltuk sevdalısı değilim” diye cevap verdi.
Galatasaray’ın bulunduğu durumdan
dolayı kaygılandığını ve kulübü eski
günlerine yeniden getirebilmek için bu
göreve geldiğini belirten Aysal, görevini
tamamladığında da süre sonunu beklemeden ayrılacağını da sözlerine ekledi.
Söyleşiye öğrenci ve basın mensupları
tarafından yoğun ilgi gösterildi.
Adıyla uyumlu taraftar
grubu: Gecekondu
Ankaragücü’nün ünlü taraftar grubu Gecekondu, adı
ve karakteristik özellikleri bakımından Türkiye’deki
taraftar grupları içinde ayrı bir yer ediniyor.
Uğur Abdullah Demirel
Fotoğraf: Gamzegül Kızılcık
‘Kadın takımları sadece ruhen narin’
Gamzegül Kızılcık
2-12 Temmuz tarihleri arasında Antalya’da gerçekleştirilen ve
Türkiye’nin ilk kez ev sahipliği yaptığı UEFA U19 Kadınlar Avrupa Şampiyonası, futbolun yalnızca erkekler
tarafından icra edilen bir faaliyet olmadığının da belirgin bir işareti oldu.
Atlantik Spor Kulübü de bu görüşte
yer alıyor. ABD, Peru ve Türkiye’de
antrenörlük yapan Osman Ateş ile bir
sene önce kurduğu Atlantik Spor Kulübü, amatör kulüp olmanın zorlukları ve kadın takımlarının piyasada nasıl
etkiler bıraktığı hakkında konuştuk.
“Federasyondan destek bekliyoruz”
Osman Ateş, amatör kulüplerin yaşadığı en büyük zorluğun maddiyat
olduğunu vurguladı. Türkiye Futbol
Federasyonu’ndan (TFF) yeterli katkıyı alamadıklarını bu yüzden oyuncuların lisanslarını yaptırmakta büyük
zorluklar yaşadıklarını belirten Ateş,
“Lige katılabilmek için oyuncuların
lisanslarını alması gerekiyor. Bunu
finanse etmek için sadece iki kapı var.
Biri TFF, biri de sponsor. Sponsor bulamıyoruz. Federasyon da desteklemiyor. Herkes lisans parasını cebinden
nasıl verecek?” şeklinde konuştu.
Lisanslı futbolcu olmanın gençler
için büyük ayrıcalık yaratacağını düşünen Ateş, “Türkiye’de toplam bin
tane lisanslı kadın futbol oyuncusu var.
Bunların 200’ü üniversite sınavında
öncelikli kişiler. Yani yüzde iki şansı
var lisanslı oyuncuların. Bu çok büyük
bir şans” dedi. Türkiye’de kadın futbolcu potansiyelinin olmadığını düşünen
Ateş, sponsor faktörünün önemine de
değindi. “Ataşehirspor, Ağaoğlu’nun
himayesinde. Hemen her sene de onlar şampiyon oluyor. Çünkü maddi bir
problemleri yok” diyerek örneklendirdi.
“Türkiye’nin ayıbı Şalvarspor”
Kulüp bünyesine sekiz ay önce dâhil
ettiği kadın takımının her şeyden önce
bir vitrin özelliği taşıdığını belirten
Ateş, “Kadın takımı ayrıcalıktır. Vitrin
güzel olmalı ama sadece vitrin ile değil,
içerikte de iddialıyız” şeklinde konuştu.
Kadın futbolu denildiğinde ilk akla
gelen ‘Şalvarspor’ için, “Türkiye’nin en
büyük ayıplarından biri ve Türkiye’de
kadın futbolunun gelişmesinin önünde engeldir” diyen Ateş, kadın futbolunun emek, sabır ve düzenli çalışma
isteyen bir iş olduğunu belirtti.
Takımın yaşça en büyük oyuncusu
Suna Arslan, futbolu çok sevdiğini, erkeklere yapıştırılmış bu etiketin uygun
olmadığını, kadınların da futbol oynayabildiğini söyledi. İktisat okurken
futbolla tanışıp asıl amacının spor faaliyetleri olduğunu fark ettiğini belirten
Arslan, “Futbol benim için çok önemli.
Ailem ilk başta yadırgadı ancak sonra desteklemeye başladı” dedi. Erkek
futbolundan ve diğer kadın organizasyonlarından büyük farklılıkları
olduğunu da aktaran Arslan, “Kadınların yoğun olduğu yerlerde yaşanan
kıskançlık çatışmaları bizim takımımızda yok. Erkeklerin oynadığı kaba
oyundan ve cinsiyet ayrımcılığından
çok uzaktayız. Futbol hafife alınacak
bir oyun değil. Kadın takımları sadece mânen narin. Tek sorunumuz olan
maddiyatı da çözdüğümüz an her şey
çok güzel olacak” şeklinde konuştu.
“Federasyon görevini yapıyor”
TFF Kadın Futbolu Müdürü Erden
Or, amatör kulüpler için resmi internet sitelerinde de belirtildiği gibi,
malzeme desteği yaptıklarını açıkladı. Sponsor bulma işinin federasyona
değil takıma ait bir sorumluluk olduğunu belirten Or, “Emek ve sabır isteyen bir iş bu. Sponsoru da federasyon
bulamaz. Biz üzerimize düşeni yapıyoruz, amatör kulüpleri de her zaman
destekliyoruz” şeklinde konuştu.
Türkiye’nin en fanatik grupları
arasında yer alan Gecekondu, ismini maçları Gençlik Parkı yönündeki
kale arkası tribünde izleyen ve gecekonduda yaşayan taraftarlarından
alıyor. Gecekondu grubu takımları
son sırada dahi olsa her maç tribündeki yerlerini alarak gerçek bir taraftarlık örneği sunuyor.
Ankaragücü’nün önde gelen amigolarından Ali İmdat, Gecekondu grubunun takımına bağlılığını “Kelimelere
sığmayan bir şey, bazen ailemize göstermediğimiz ilgiyi Ankaragücü’ne
gösteriyoruz” sözleriyle ifade ediyor.
Taraftarlığın manevi değerlere sahip
çıkılması gibi takıma sahip çıkılması
olduğunu anlatan İmdat, “Taraftar her
maça gelir. Biz üçüncü lige düşsek bile
stada gelir. Takımımızı destekleriz. Seyirci ise farklıdır, seyirci iyi oyun
ister kaliteli oyuncu
ister” değerlendirmesinde bulundu.
Taraftarı tüm spor
karşılaşmalarına giden, artık kendisinde
grup kimliği oluşmuş, takımını her yerde destekleyen kişi olarak tanımlayan İmdat,
tribünler zengin ve fakirin hep birlikte takımlarını
desteklediklerine dikkati çekerek tribünlerin insanlar arasında
kaynaştırıcı etkisi olduğunu belirtti.
“Her Ankaralı Ankaragücü’nü
desteklemeli”
Kendilerini Ankaragücü’ne bağlayan en önemli etkenin takımın
Ankara’nın en eski kulübü olması
olduğunu belirten Ankaragücü taraftarı Caner Sarıkaya ise “Biz Ankaralıyız ve Ankara’nın ekmeğini yi-
yoruz, başka bir takımı desteklemek
Ankara’ya ihanet olur. Ankaragücü
bizim takımımız ve her Ankaralı
da Ankaragücü’nü desteklemelidir”
şeklinde konuştu.
Gecekondu’nun, Ankara’nın bir diğer takımı olan Gençlerbirliği’ne ve
taraftarlarına bakışının gayet ılımlı
olduğunu ifade eden Sarıkaya, “Gençlerbirliği ile Trabzonspor Türkiye kupası finalinde karşılaştılar, biz Ankaragüçlüler olarak İstanbul Olimpiyat
Stadı’ndaki finalde Gençlerbirliği’ni
desteklemeye gittik. Eğer bizim de
öyle bir durumumuz olsa onlar da
bizi destekler” ifadelerini kullandı.
“Ankaragücü’nün her şeyi
Gecekondu”
Sarıkaya, Ankaragücü maçlarında isimleriyle anılan kale arkası
tribününde takımlarını
desteklediklerini belirterek şunları söyledi:
“Ankara’da yıllardır yaşayanlar ve
Ankara’nın yerlileri
Ankaragücü dışında
takım tutmazlar. Gecekondu grubunu da
onlar oluştururlar.
Zaten grubun adından da anlaşılacağı
gibi bu taraftar grubunun üyeleri, Ankara’nın
gecekondularında otururlar. Ankaragücü için gitmeyeceğimiz deplasman yoktur,
biz takımımızı her yerde destekleriz, bu bizim görevimiz. Bu takım
Türkiye’nin en büyük taraftarına
sahip, ama yöneticilerimiz gereken
transferleri yapmıyor, biz yüzüncü
yılımızda şampiyonluk hedefliyorduk, ancak olmadı, biz taraftar olarak görevimizi yerine getirdik, yöneticilerimiz ve oyuncularımız üstüne
düşeni yapamadılar.”
16
Eylül 2012
Söyleşi
Sunucu Gürkan Tosun:
‘Akademik sakalla ekrana çıkmam yasaklanmıştı’
birçok bayramda, resmi tatil günlerinde çalıştım. Hafta sonları da çok
çalıştım. Herkesin sosyal ilişkilerine
döndüğü, kendi özel hayatına döndüğü, günlük iş yükünün ve stresinin
ağırlığından kurtulmaya çalışıp kendisini rehabilite etmeye çalıştığı tatil
günlerinde ben, çalışmak zorunda
kaldığımı çok biliyorum.
Çalışma saatlerine ilişkin de bazı
sıkıntılar var. Onun dışında bahsedilmesi gereken bir konu da zam
konusu. Bu sektörde ben şunu gördüm: Asla düzenli zam verilmiyor
ve buna mukabil çalışanların yapabileceği hiçbir şey yok. Ne zamanında zam veriliyor, ne de beklentiler karşılanıyor ve zam konusunda
memnuniyetsizliğini dile getiren arkadaşlara yönelik olarak kullanılan
ifadeyse şu oluyor: “Beğenmiyorsan
git. Çünkü arkadan gelenler var.” Zaten Türkiye’de bildiğim kadarıyla televizyonlarda sendikalaşma söz konusu değil. Kaldı ki nefsin ön planda
olduğu, rekabetin ön planda olduğu
ekran önünde insanların dayanışıyor
olduğunu görmek herhâlde bazı mucizelere bağlı. “Dernekler kuralım,
dayanışma ortamları ortaya koyalım” denildi, fakat başarıya ulaşılamadı. Çünkü herkes kendisini nasıl
pazarlıyorsa, ne kopartıyorsa onunla
ilgili bir gerçeklik denklemi oluşturuyordu. Azıyla, eksiğiyle, fazlasıyla
buna boyun eğmek zorunda hissediyordu. Herhalde heveslerinin kurbanı oluyordu, ekran önündeki birçok
insan. Ben, öyle düşünüyorum.
Basın Yayın Yüksek
Okulu’nu hayatının
belirlendiği yer olarak
tanımlayan Tosun’la
medya sektörünün güncel
sorunlarını ve Ankara’dan
İstanbul’a uzanan hayatı
hakkında konuştuk.
Hakan Çelikdemir
Mesleki hayatınızın başlangıcı
için neler söylemek istersiniz?
Mesleğe başlamam bir rastlantıya
dayanıyor. Bir arkadaşım bana dedi
ki, “Ses tonun, çok güzel ve iyi konuşuyorsun. Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda kapalı
devre radyo yayınları için spikerlik
sınavı yapılacak. Katılmanı tavsiye
ederim.” Bir şekilde cesaret ettim,
girdim sınava ve başarılı oldum. Rıfat Aras önderliğinde bir eğitim aşamasından geçtik. Ardından, Basın
Yayın Yüksek Okulu Radyosu’nda
sunuculuk yapmaya başladım. Meslek hayatımın amatör kısmı böyle
başlamış oldu.
Hangi kuruluşlarda çalıştınız?
Murat Karayalçın başkanlığındaki
Ankara Büyükşehir Belediyesi, o dönemde radyo yayınları yapmaya karar verdi ve teknik altyapı olarak da
bizim okulun imkânlarını kullanma
konusunda adımlar atıldı. Okulun
stüdyolarını ve teknik olanaklarını
kullanmak üzere yüksekokul yönetimiyle anlaşma sağladılar. O esnada
tabii ki yetişmiş, en azından bu mesleğe adım atmış elemanlara ihtiyaçları vardı ve beni de istihdam ettiler.
Bu radyo daha sonra Radyo Anki adını aldı. Radyo Anki, o dönemde sadece parklara hoparlör sistemiyle kablolu yayın yapıyordu. Biz bir yandan
okulda eğitim alıyorduk, diğer yandan da bu mesleğin duayenlerinden
biri olan Jülide Gülizar’dan. Radyo
Anki ’de iyi bir mesleki zemin oluşturduğumu düşünüyorum.
Radyo Anki’ den sonra hangi
kurumlarda görev aldınız?
Bir
gün
okulun
panosunda
İstanbul’da yayın yapacak bir radyo
televizyonda görev almak üzere çeşitli birimler için eleman ihtiyaçları
olduğu söyleniyordu. İstanbul'a gittim. Büyükşehir belediyesinin radyo
televizyonu BRT’de bir sınava tabi
tutulduk. Sınavı kazananlardan biri
oldum. Ardından da Müşfik Kenter
önderliğinde bir kurum içi eğitim söz
konusu oldu. Radyo henüz kurulmamıştı, televizyonla başladık ve ilk defa
ekrana BRT vasıtasıyla çıkmış oldum.
1990’dan 2011’e kadar yaklaşık
21 yıl bu sektöre emek verdiniz.
Çalışma hayatınız boyunca hangi
zorluklarla karşılaştınız?
En önemli zorluklardan bir tanesi
cinsiyet ayrımcılığıydı. Bir erkeğin
ağzından duymak ilginç olabilir. Söz
konusu ekran olursa duyulabilir.
Bir de yeni, henüz kültürel altyapısı ve kurumsal arka planı oluşmamış bir sektörde elbette ki keyfiyet
hüküm sürüyor. Ve keyfiyetle birlikte birtakım yanlışlıklar da söz
konusu olabiliyor. Ben, ciddi bir
örnek vereyim size: Türkiye Gazetesi Radyo Televizyonu’nda (TGRT)
çalışıyorken, dört arkadaş, ara bülten spikerliği yapıyorduk. O dönemde bize ciddi anlamda iyi bir maaş
bağlamışlardı. Bize 20 milyon lira
maaş veriyorlardı. Bir süre sonra
iki erkek spikere yani Faik Uyanık
ve bana dediler ki “Siz fazla maaş
alıyorsunuz” ve maaşlarımızı 10
milyon liraya indirdiler. Kadın spikerlerinki aynı kaldı. Söz konusu
dönemde TGRT’nin genel müdürü
Kenan Akın’dı. Gittik, konuştuğumuzda “Beni ilgilendirmiyor. İşe girerken benimle muhatap olmadınız”
Fotoğraf: Zeynep Funda Yılmaz
Gürkan Tosun, TV8 yayınında. Yıl 2006 (sol altta)
Gürkan Tosun, akademik sakalı ile TV8 tanıtım kampanyasında. Yıl 2011 (sağ altta)
dedi. İşe bir sınav mekanizmasıyla
girdiğimiz için kimseyle muhatap
değildik aslında. Yani kazandık ve
istihdam edildik. Bize maaş bağlandığında da kimseyle pazarlık yapmış değildik. Yani kadın spikerler
20 milyon lira maaş almaya devam
ederken biz 10 milyon lira maaş almaya devam ettik.
Bir de şunu ekleyeyim, örneğin
kadın spikerleri gece nöbetlerine
yazmıyorlardı. Daha çok Faik’le ikimizi yazıyorlardı. Bu da ciddi anlamda bir cinsel ayrımcılığa işaret
ediyor ki, son dönemlerde ben çok
muzdariptim.
Bir başka örnek daha göstermek
istiyorum. TV8’de yaşadım bunu.
TV8 aslında itibar sahibi bir kanaldı. İçeriği kirletebilecek reyting yarışının içine girmemişti. Ardından
ekonomik koşulların zorlamasıyla
reyting ölçümlerinin içine girilmeye karar verildi. O dönemde ben de
dedim ki: “Sahip olduğum o munis,
mülayim şahsiyeti değiştireyim ve
nevi şahsıma münhasır bir özellikle ekran önünde var olmaya devam
edeyim.” Akademik sakal bıraktım.
Akademik sakalla ekrana çıkılamayacağına ilişkin hiçbir yazılı kural
olmadığı hâlde benim ekrana çıkışım yasaklandı. O dönemde bir ilki
gerçekleşterek TV8 hakkında mobbing davası açtım. Mobbing, herkes
bilmiyor olabilir, işyerinde psikolojik baskı ve aşağılama anlamına gelir. Sonuç itibarıyla MNG Holding’in
sahibi olan Mehmet Nazif Günal’la
karşılaştık, konuştuk ve anlaşarak
bu işi sonuçlandırdık. Ve TV8’deki
yayın hayatım da, profesyonel hayatım da 2011 yılında bu uzlaşmayla
birlikte sona erdi.
Sektörde, haber spikerliğinde
çalışma koşulları nasıl, ücret
politikası nasıl belirleniyor?
Mesleğimin ilk yıllarında yüksek
kazançlar söz konusuydu. Çünkü bu
konuda nitelik kazanmış çok fazla
personel yoktu. Ayrıca bilinen bir
sektör değildi ve ciddi paralar yatırılmıştı. O yüzden de işveren, çalışanları ihya ediyordu. Fakat zamanla bu avantaj ortadan kalktı. Yayın
kuruluşlarının sayısı arttı, iletişim
fakültesi ve buna benzer fakülte ve
yüksekokulların mezunlarının sayısı arttı, Türkiye’deki ücret politikaları değişti. Bütün bunlara bağlı
olarak bizim sektörde de çok ciddi
düşüşler yaşandı.
Ücretle ilintili en önemli kavramlardan birisi çalışma saatleri ve günleri. Bizim meslekte gerçekten çalışma saatleri ve günleri belirsiz. Ben
Sizce yayıncılığın, özellikle de
haberciliğin kurumsal sorunları
var mıdır?
Var tabii. En ciddi sıkıntılardan
bir tanesi aslında kurumsal sorunlar. Haberciliğin kökeni la gazzetantilere dayanıyor. La gazzetanti,
Venedik’ten uzak diyarlara gidecek
tüccarlara, kervanlara o yöreyle ilgili bilgi satan kişilere verilen isimdir. Çıkış kaynağına baktığımızda,
haberciliğin insanların, çevrelerinde
olup biten olaylarla ilgili bilgi aldıktan sonra kendilerini hayatın içinde
buna göre konumlandırabilmeleri
sağlaması görevini temel aldığını anlayabiliyoruz. Daha sonra muhtemelen seyir şu şekilde devam etti: Rakip
kervanın, tüccarın satın aldığı la gazzetanti, sefere çıkacak başka kervanın imkânlarını kısıtlayacak şekilde
sahte haberler vermeye başladı. Daha
sonra la gazzetantiliği kervan sahiplerinin kendileri yapmaya başladı.
Dolayısıyla hayatın içinde insanların kendilerini konumlandırabilmek
için ihtiyaç duydukları bilgileri, çıkar
sahipleri belirlemeye başladı. Yani
gerçek ile çıkar sahiplerinin ne zannettirmek istediklerinin zamanla yer
değiştirdiğini görüyoruz.
Tüm bu nedenler özellikle de
son yıllarda iyice laçkalaştığını
düşündüğünüz sektörden
tamamen ayrılmanızı mı sağladı?
Velhasılıkelâm, Türkiye’de “Ben
ağız tadıyla ve vicdanıma birebir uyarak haber yapmak istiyorum” diyen
insanın işi çok zor. Ama şunu da söylemek lazım: Benim gibi insanların
payına, şikâyet etmek düşüyor. Fakat
bu yetmiyor. Ben, bunu bu yaşımda
ancak anlayabiliyorum. Şikâyet etmek, evet yanlışın altını çizmek ve
göstermek gerekiyor ama kutsal olan
onu değiştirmeye çalışmak. Sanırım
psikolojik ve duygusal gücümüz buna
yetmiyor. Bundan sonra bu meslekte
faaliyet gösterecek insanlara özellikle
şunu söylüyorum: Vicdanlarının sesine asla kulaklarını kapatmasınlar.
Hangi şart altında olursa olsun kendilerini zayıf hissetmesinler. Onların
hayatlarını anlamlı kılacak olan şey,
gerçeğe biat etmektir. Şöyle söyleyebilirim özetle, bir yayıncının, bir habercinin temel görevi bütün manipülasyon teşebbüslerini aşarak gerçeğe
itibarını iade etmesidir.

Benzer belgeler