Gündem I Söyleşi Yazı Dizisi I Yorum I Anı I Karikatür I

Transkript

Gündem I Söyleşi Yazı Dizisi I Yorum I Anı I Karikatür I
SONBAHAR
2015
Gündem I Söyleşi
Yazı Dizisi I Yorum I Anı I Karikatür I Sağlık Öğrencileri I Gezi
1
ABDULLAH AYSU ALAATTİN KAÇAR AYDAN TUNCA AYHAN ÇALIŞKAN BELKIS BANAZ BERİVAN SERT CUMHUR ERTEKİN ÇAĞLAYAN ÜÇPINAR
ÇAĞRI DURSUN ECE ERTAN ELİF CEREN ÇÜMEN ENDAM KÖYBAŞI ERGÜN DEMİR FUAT ERCAN GİZEM KEÇECİ GÜLPERİ PUTGÜL KÖYBAŞI
GÜNERİ KURUÖZ HALİS DOKGÖZ HÜR HASSOY HÜSEYİN GÜVEN IŞIL ERGİN İLKER BELEK İLKSU GÖL İNAN MUTLU MERVE SEMERCİOĞLU
NİLÜFER ÇAM N. SEHA YÜKSEL RAİKA DURUSOY SERDAR ÇELİKTAŞ SEYFİ DURMAZ ŞÜKRÜ ÖZÜTEMİZ TUĞRUL ŞAHBAZ YÜCE AYHAN
Sağlık alanındaki
olası gelişmeleri
öngörmek
Asistan hekim olmak
Ankara
Göç
saglikhaktir.org sitesi için, tanıtım amaçlı tasarlanmıştır.
2
Diyoruz ki
Biz sağlık emekçileri;
güvencesiz, daha düşük
ücretle, daha çok çalışarak
yaşamaya devam
ediyoruz. Ertelenmiş
hayallerimizi bir hasta
yakınının bıçak darbesine
teslim ediyoruz.
Emperyalizmin taşeronları
Ortadoğu’yu ölüm bataklığına
çevirdiler. Sınırlar arasında
yaşam savaşı verenlerin trajedisi uzakta değil artık. Bize
dayatılan en iyi tercih ise;
savaştan medet uman bir
dille barışı savunmak.
Sağlık hizmetlerinin metalaştırılması
ile sağlık alanındaki
tahribat ciddi boyutlarda iken temel yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasında önemli
engellerin yaşandığı
günlerden de geçiyoruz.
Sağlık emek mücadelesini, halkın sağlık hakkından bağımsız görmeyen bir tartışmayı
yürütebiliriz.
Sağlık Haktır, serbest kürsü olmayı ve sağlığın
hak olduğunu savunurken işbirliğine ihtiyaç
duyduğumuz tüm disiplinleri buluşturmayı
hedefleyen çok sesli, çok renkli bir platformdur.
3
Karikatür
Metafor
4
İçindekiler
Metafor
4
Türkiye’de Asistan hekim olmak
Asistan hekim eylemleri
6
Göç
Mülteciler, yeni bir rant kapısı mı?
Bu da benim hikayem!
8
Aile hekimliği; kulağa hoş geliyor
11
La Via Campesina
12
14
16
Nasıl bir sağlık sistemi?
Nusret Fişek neden unutulmaz hekim?
SGK açığı yoksulun çenesini niye yoruyor?
18
Vurur plana ifadesi, sağlık yine bir tanesi
Planlı ve Kasten: Sağlık Hizmeti Bir Sektör Olurken
20
Bir Yeşilçam klasiği
Sardunya
26
Medikal İllüstrasyon
28
AKP 657’ye saldırmaya hazırlanıyor,
biz de hazırlanalım!
29
Ankara
Yas tutbilme, yası yaşayabilme
Kısa bir film hikayesi
30
İktidarın erkek şiddetine yansıması
34
New England Journal of Medicine'e
kardiyolojik yanıt!
35
Piyasacı stajyerler kumpanyası
“Şarbon hastalığına yakalanmış koyun dalağı” tam
size göre
36
Bilim insanı Prof. Dr. Cumhur Ertekin
Bilimsel tavır
38
Onlar ümidin düşmanı
40
41
42
45
İş sağlığı ve güvenliğinde AKP neleri değiştirdi?
Ateşliler komününden Paşa Sancağı’na
drSRDR
46
İlk ayrılık: Okul vakti gelince
5
Gündem
Türkiye’de asistan hekim olmak
Çağrı Dursun
Uzun ve yorucu,emek ve fedakarlık isteyen yılların ardından başlanır uzmanlık eğitimine. Gelecek için hayaller kurulur, geçici bir dönem olarak sıkıntılara katlanılır çoğu zaman.
Her ne kadar bizler için anlamı uzmanlık eğitimi olsa da herkes için aynı anlam ifade etmeyebilir asistan hekimlik.Kimileri için angarya yürütücüsü, kimileri için üzerinden döner sermaye gelirlerinin kazanıldığı ucuz iş gücü olabilir anlamları. Bu yüzden sağlık hizmeti sunumunda primer görevlendirilir asistan hekimler ve çoğu zaman tek başlarına kalırlar kliniklerde.Hasta karşısına uzmanmış gibi çıkmak zorunda kalıp sağlık hizmeti sunarlar. Çünkü hizmet
sunumunda primer görevlendirilmiştir, asistan hekim.
Uygulamada hastane yönetimleri tam aksini dayatsa da hastanelerde eğitim ve araştırma kapsamında değerlendirilmeyecek tüm iş yükü asistan hekim dışı hekim kadrosu ile karşılanabilir
olmak zorundadır. (TUEY madde 11/7 ''Uzmanlık öğrencisi programda bulunan bütün eğiticilerin gözetim ve denetiminde araştırma ve eğitim çalışmalarında ve sağlık hizmeti sunumunda
görev alır.")
Eğitimlerin niteliği kliniklere,hastanelere ve ülkelere göre değişmekte ve yeterlilikleri ne
yazık ki çok tartışmalı. Çalışma koşulları ise yine farklılık göstermekle birlikte ortalama
değerlere ulaşabilmek mümkün. Aşağıda tabloda Avrupa asistan hekim komisyonundan
(European Junior Doctors) alınmış haftalık ortalama çalışma saatleri ve karşılaştırılmaları
Türk Tabipler Birliği Mart 2015 'Tıpta Uzmanlık Eğitimi raporuna yayınladı. Devlet Üniversiteleri, Vakıf Üniversiteleri, Sağlık Bakanlığı Eğitim ve Araştırma Hastaneleri'nde değişik uzmanlık dallarında 1161 kişiyle yapılan çalışmaya göre uzmanlık öğrencilerinin %73'ü ayda 20
saat ve üzerinde nöbet tutmaktadır. Haftalık ortalama kaç saat nöbet tutulduğu ile ilgili net bir
veri bulunmasa da aylık nöbet sayısı 2 ile 10 arasında değişmektedir. Yani asistanlığa yeni
başlayan bir hekim haftalık 40- 45 saat çalışma süresinin üzerine 176-184 saat nöbet tutmaktadır. Sonuçta Türkiye'de 10 nöbet (TUK yönetmeliğine göre üst sınır olmakla birlikte uyulmayan hastaneler mevcut) ile başlayan asistanın haftalık çalışma süresi yaklaşık 84- 91 saattir.
Her ne kadar ilerleyen yıllarda kıdem arttıkça çalışma saatlerinde düşüş olsa da bu durumun insani hiçbir yanının olmadığı açıktır. Örneğin Avrupa'da asistan hekimler için
çalışma saatleri kanunen düzenlenmiştir. Aşağıdaki tabloyu da inceleyecek olursak asistan hekimler için Türkiye'de haftalık çalışma saatlerinin kanuni üst limitin ortalamasının ne kadar üzerinde olduğu görülecektir.
Hasta sayılarından, gün içindeki yoğunluktan bağımsız olarak çalışma saatlerini üst limitlere
göre karşılaştırdığımızda Avrupa'da en fazla Türkiye asistan hekimlerinin çalıştığını söylemek mümkün.
halkinsagligi.org’da
yayınlanmıştır.
İnsani çalışma koşulları için
sağlığın ticaretinden vazgeçilmelidir.
Bugün iyice vahşileşen kapitalist düzen
içinde nitelikli uzmanlık eğitimi beklemek ya da nitelikli sağlık hizmeti talep
etmek gerçekçi değildir. Herkesin parası
kadar sağlık hizmetinden yararlandığı
bir süreçten geçmekteyiz. Bugün zengin
sınıfı beş yıldızlı hastanelerde sağlık hizmeti alırken bu devletin vergi ödeyen
vatandaşına üç dört dakikalık muayene
süreleri reva görülmektedir. Reklam hekimliği değil,toplum hekimliği için bu
ülkenin genç hekimleri mücadele
etmek zorundadır.
6
Çalışma
Saatleri
Fransa
Finlandiya
Almanya
Norveç
Estonya
Litvanya
Macaristan
0
50
100
Saat/
Hafta
Saat / Hafta
TÜRKİYE
Türkiye
Norveç
Norveç
Slovenya
Slovenya
Almanya
Avusturya
Holanda
İspanya
İspanya,İtalya,Finlandiya
İtalya
Avusturya,,Almanya,Macaristan,
Hollanda, Portekiz
00 2020 4040 60 6080 80100100
http://saglikhaktir.org/
turkiyede-asistan-hekim-olmak
ASİSTAN HEKİM EYLEMLERİ
Güneri Kuruöz
Hekim tarihsel konumunda
artık emek mücadelesinde
yerini fiilen almaktadır. Özellikle
bunca hekim öldürülmüşken, hekimin
bu saflarda yer aldığını görmek çatırdayarak yıkılmaya başlayan bir madenin sesinden farksızdır. Haydarpaşa
EAH ve İzmir Tepecik EAH hastanesi
asistan hekimleri tek ses tek yürek
meydana iniyor. 30.11.15’de
Tepecik de bu onurlu g(ö)revi
yerine getiriyor.
1
3
Can güvenliği istiyorlar
Medyanın kışkırtıcı dili, Siyasilerin popülist açıklamaları, sağlıkta dönüşümün yığın haline getirdiği sistemin sadece 2. basamak ve 3. basamak sağlık hizmetleri üzerinden yürüyerek kar odaklı ticarethane haline getirilerek, hastaları müşteriye indirgeyerek onları metalaştıran ve şiddetin doğuşunda en önemli neden olan, bu halka hizmet anlayışından nasibini almamış kara düzen, şiddet ortamını “agreve” etmektedir.
Elinde adeta Hades’in kılıcı, alo 184 ‘babam seni döver ha’ hattı
ile adeta müşteri hizmetleri konseptinde hastaneleri AVM’ye
indirgeyen bu düzen, en küçük sekteye uğrayışında, hak arayışı vahşileşerek sağlık çalışanlarının karşısına çıkmaktadır.
Anlayış metalaştıkça ve yığın iş gücü arttıkça bu tıkanmış sistemde hizmet alan ‘şiddetin dayanılmaz cazibesine’ kapılmaktadır. Sağlıkta şiddet diğer işyerinde şiddetin 16 katıdır. Bu tesadüf olamaz. Bu şiddet ortamında egemen güç elinde olan en
basit önleyici enstrümanı ’ müşteri kaçar’ korkusuyla kullanmamakta, özellikle eğitim araştırma hastanelerinde sağlık çalışanlarının onurunu, psikolojisini ve can güvenliğini adeta doğrayarak yemektedir. Caydırıcı ceza yasası ve yeterli
güvenlik önlemleri derhal çıkmalıdır.
2
Eğitim istiyorlar
Nitelikli bir uzmanlık eğitimi için dünyanın en zor sınavlarından biri olan TUS’u kazanarak gelen binlerce hekimin arasından sıyrılarak bu kutsal kurumlara gelen asistan hekimler;
halkımıza daha bilimsel ve nitelikli bir hizmet verebilmeleri,
ölüm ve sakatlanma, tekrar hastalanma sıklıklarını, risklerini azaltabilmek için nitelikli eğitim istiyorlar. Öğle yemeği ve
istirahat zamanlarında verilen eğitim(!) ancak onların özlük
haklarından çalarak verilebilir, iş görme amacıyla değil. Öncelikli olarak, eğitimlerinden dolayı bu kutsal kurumlarda bulunduklarının farkına varılması gerekmektedir.
http://saglikhaktir.org/istanbul-haydar-pasa-egitim-arastirmadan-izmirtepecik-egitim-arastirmaya-asistan-hekim-eylemleri
7
Emeklerinin karşılığını istiyorlar.
Asistan hekimler geçim derdindedirler. Çok büyük bir kısmı
kredi kartları ve kredilerle boğuşan hekimlerin ülke genelinde ücretleri düşük ve düzensizdir. Bir çok eğitim araştırma hastanelerinde nöbet ücretleri başka aylarda yatmakta,
çoğunluğunu kendi emekleriyle oluşturdukları milyon dolarlarca rakamlardan oluşan kaynaklardan yeri gelip
50-100 TL gibi rakamlar almakta, bu ücretler ise onların
yaşamlarını tam bir kabusa çevirmektedirler. Hekimler artık texbook almamakta, bunların digital ortamlardaki eski
basımlarına ancak ulaşabilmektedirler. Zaten aldıkları
ücretlerden de sadece maaşları emekliliklerine yansımaktadır. Ek ödemelerde maalesef emekliliğe yansımamaktadır ve
oldukça düşüktür. Polislerin ve askerlerin özlük hakları ile
karşılaştırıldığında hekimin emeklilikte çalışmaması imkansızdır. Bu yarının güvensizliğini doğuran en büyük faktördür.
4
İnsanlık onuruna uygun şartlarda
çalışmak istiyorlar.
Bir çoğunun dinlenme odası bile yok iken 36 saat aralıksız
çalışarak ayda 400 saate varan bir makinenin bile çalışma
kapasitesini zorlayan insanlık dışı mesailer asistan hekim
arkadaşlarımızı ablukaya almış, Türkiye genelinde sayıları
25000 olan asistan hekimlerin üzerinden, sistem çok büyük
bir sömürüyü rutinleştirmiş, mobingin kıskacında adeta
kölelik koşullarını asistan hekimlere kabul ettirtmiştir. Hiç
bir işçi tulumu asistan hekimlere sığmamaktadır. Üreten
sınıflar içinde asistan hekimler ayrı bir sınıf, ayrı
bir canlı, ayrı bir tür konumuna indirgenmiştir. Bu
kabusu anlatmak bile insanı çileden çıkarmaktadır.
Bir çok asistan hekim
arkadaşımız işyerinde psikolojik tacize,
hatta tehdide uğramaktadır. Daha çalışabilecekken istifa edenler, intihar edenler, artık
şartların ne halde olduğunu bize göstermektedir. Vaat edilenler bizleri umutlandırmamaktadır. Artık dayanışmayla g(ö)reve gitmenin
ne kadar temel bir hak, ne kadar büyük bir
onur mücadelesi olduğunu herkese duyurmak
isteriz. ADÜ asistan hekimleri olarak Haydarpaşa EAH den İzmir Tepecik EAH’ne varana
kadar, onurlu direnişlerini destekliyoruz.
Arkadaşlarımızın hak mücadelelerinde
başarılar diliyoruz.
Gündem
İstanbul Haydarpaşa’dan İzmir Tepecik’e
Gündem
Göç
Hür Hassoy
Savaş, yoksulluk, siyasi baskı gibi çok çeşitli nedenlerle olan göç hareketleri, merkez kapitalist ülkeler ve göç alan-veren ülkelerdeki sermaye birikimini arttırmaya dönük bir şekilde sürer. Buna paralel olarak ülkelerin
göçmen politikaları, kapitalist ekonominin dönemsel ihtiyaçlarına göre
değişiklik gösterir. Küreselleşme sermayenin serbest dolaşımının önündeki engelleri kaldırmaya çalışırken, işgücü ve insanların serbest dolaşımıyla ilgili ayrımcı ve kısıtlayıcıdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerden
gelişmiş ülkelere doğru olan insan hareketliliği ciddi yasal ve idari engellerle sınırlanmıştır.
Türkiye önemli bir göç ülkesidir. 15. Yüzyılda İspanya’dan kaçan Yahudiler, 19. Yüzyılda Avusturya’nın baskısından kaçan Macar ve Polonyalılar, 1980lerden Bulgaristan’dan kaçan
300 bin Türk, İran-Irak savaşı boyunca 1
milyon İranlı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Asya ülkelerinden ve Kafkasya’dan göçler, Körfez savaşından sonra 500
bin Kürt, Yugoslavya’nın dağılmasıyla 25 bin
Boşnak ve son dönemde Suriye’den gelen milyonlar…
Göçmenler için çıkış noktasında sosyal adaletin olmaması, yoksulluk, kötü
yaşam ve çalışma koşulları, savaş, bireye yönelik ya da kurumsal şiddet
varlığı, sağlık hizmetlerine erişimin zor olması, var olan hastalıklar
önemli risklerdir. Göç öncesi yaşanan sağlık sorunları vatandaşı oldukları ülkenin toplum sağlığıyla ilgilidir. Genelde bu ülkelerde şiddet yaygındır, siyasal ve ekonomik istikrarsızlık mevcuttur. Göç yolculuğu da çoğunlukla güvenli koşullarda gerçekleşmez ve sağlıkla doğrudan ilintilidir. Göç
yolculuğu sırasında araçtan düşme ya da araca dışarıdan müdahale, özellikle deniz taşıtlarında kötü hava koşulları nedeniyle boğulma görülmektedir. Hedef ülkede sosyal hakların olmaması, var olan hakları bilmeme,
yasal olmayan konum nedeniyle kaçak göçmenler sağlık hizmetlerinden
yararlanamaz.
İşçi sağlığı açısından bakıldığında göçmen işçiler, sermaye birikiminin
gerekleri doğrultusunda, özellikle kriz dönemlerinde yedek sanayi ordusu
yaratılmasına katkıda bulunarak bir tür tampon işlevi görmektedir. Yerli
işçi ile yabancı işçi arasında yaratılan rekabet unsuru işgücünün yeniden
üretimi maliyetinin düşürülmesine, emeğin ücretinin ucuzlamasına, işçi
sınıfı mücadelesini zayıflamasına neden olur. Yerinden edilen insanlar
göç ettikleri ülkelerde en ağır aşağılanmalara, dışlanmalara, ötekileştirilmelere maruz kalır, karın tokluğuna çalıştırılır ve fiziksel sömürüye dayalı en ağır koşullarda çalıştırılırlar.
Türkiye; 1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi'ne, 1967 tarihli EK Protokol'e coğrafi çekince ile taraf olmuştur.
Türkiye, 1967 tarihli Mültecilerin Statüsüne Dair Protokol’e koyduğu çekince ile Avrupa ülkeleri dışından gelenleri mültecilik statüsü haricinde
tutmaktadır. Türkiye’de 04.04.2013 tarih ve 6458 sayılı Yabancılar ve
Uluslararası Koruma Kanununda tanımlanan mültecilik, Avrupa ülkelerinden gelen bu ülkeler vatandaşları ve vatansızları kapsar. Şartlı mülteci
Avrupa ülkelerinden gelmemekle birlikte mülteciler için aranan diğer
şartları taşıyıp güvenli üçüncü ülkeye yerleştirilmeyi bekleyen kişileri
kapsar. İkincil koruma statüsü ise mülteci ya da şartlı mülteci olmamakla
birlikte ülkesine iadesi halinde ölüm cezası, işkence ve benzeri muamelelerle karşı karşıya kalabilecekler için öngörülmektedir. Uluslararası koruma başvurusu yapıp netice bekleyen kişilere de sığınmacı denir.
http://saglikhaktir.org/goc/
8
Avrupa Birliği ülkelerinin
göçmenler için tutumu çok nettir. Göçmenleri Schengen sınırları içinde istememektedir. Mülteci statüsüne geçmek
için her türlü yasal zorluk mevzuatlarında mevcuttur. “İnsan hakları”,
“demokrasi” nin beşiği Avrupa birliği
için en önemli mesele göçmenleri Avrupa dışında tutmaktır. Bunun için en uygun ülke Türkiye’dir. Konuyla ilgili kirli
pazarlıklar sürmektedir. Göçmen kamplarının ucuz işgücünün sonuna kadar
sömürüldüğü çalışma kamplarına
dönüşmesi çok yakındır.
Dünyanın her yerinde göçmenlerin temel ihtiyaçları can güvenliği, barınma, beslenme, sağlık, şiddet ve istismardan korunma, çocukların eğitimi ve çalışabilecekleri iştir. Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin ihtiyaçları da benzerdir.
Göç edenlerin çok büyük bir nüfusa sahip olduğu bu göç dalgasına
kamunun elinin dokunması şarttır. İyi niyetli yardım çabalarıyla
bu yükün altından kalkmak mümkün değildir. Sunulacak sağlık
hizmetlerinin göçmenlerin yoğun
olarak yaşadığı yerlerde, tüm özel
yapılanmalarıyla
birlikte
(tercüman vs) mümkün olduğunca
yatay örgütlenme içinde olması,
hizmete erişilebilirliği arttıracaktır.
Teorik olarak da olsa Türkiye’nin
taraf olduğu sözleşmeler ve iç
hukuk, başvuru yapmış olsun olmasın mültecilerin, şartlı mültecilerin, ikincil koruma sahiplerinin
ve sığınmacıların sağlık hakkını
güvence altına almaktadır. Sağlık
sunucuların herhangi bir hukuki
kaygıya düşmeksizin temel veya
zorunlu sağlık hizmetlerini vatandaşlarla eşit koşullarda sunmaları
gerekmektedir. İşte bu hizmetlerin
sunumu sırasında Türkiye’de yaşananları Dr. Ergün Demir’den
öğrenelim.
Ergün Demir
Sınırlar arasında yaşam savaşı veren
göçmenlerin trajedisinin sona ermesi öncelikle
Suriye’de ve bölgede yürütülen vekâlet savaşının
bitirilmesine bağlıdır.
http://saglikhaktir.org/
multecilere-sunulan-saglik
-hizmetleri-yeni-bir-rantkapisi-mi-aciyor/
Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayılarının her geçen
gün artarak üç milyona dayandığı ve artık ülkelerine
dönme koşullarının giderek zayıfladığı aşikârdır. Ülkemizde kalıcı oldukları anlaşılan mültecilerin sorunlarına bu çerçevede çözüm aramak gerekmektedir.
http://saglikhaktir.org/
hastaneler-ve-eczanelergoc-idaresi-merkezinedonustu/
Aç gözlü ve fırsatçı işverenler tarafından çocuk, genç,
erişkin her yaştaki Suriyeli merdiven altı atölyelerde,
ağır ve tehlikeli işlerde köle gibi çalıştırılmakta ve her
türlü hastalıkla karşı karşıya kalabilmektedirler.
http://saglikhaktir.org/
altin-varakli-koltuklardamulteciler-uzerindenrusvet-pazarligi/
Ne yazık ki ülkemize sığınan Suriyeli mülteciler
siyasi ve ekonomik rant aracı
olarak görülmektedirler.
13 yaşındaki Suriyeli Kenan’ın haykırışını
neden duymak istemiyorsunuz?
ÖNERİLERİMİZ
Sağlık hizmetlerinin yürütülmesine ilişkin yapılacak
işlemlere alt yapı oluşturulduktan sonra başlanmalıdır.
Göçmen sağlığı birimlerinin (Suriyeli polikliniği) fiziki
ve teknik donanımları ile tıbbi demirbaş yetersizlikleri
giderilerek asgari standartlar sağlanmalıdır.
Ailesiyle Suriye’den
savaştan kaçan, Macaristan’da polisin
geçişlerine izin vermesini bekleyen
13 yaşındaki Kenan,
Sunulan sağlık hizmet verilerinin SGK bilgi işlem sistemine (MEDULLA) kaydedilmeye başlanmış olması nedeniyle sevk sistemine ihtiyaç kalmamıştır. Bu nedenle
kaldırılmalıdır.
“ Suriyelilerin şimdi yardıma
ihtiyacı var. Siz sadece savaşı
durdurun, biz zaten Avrupa’ya
gitmek istemiyoruz. Sadece
savaşı durdurun.”
Koruma altına alınanların nüfus yoğunluğunun bulunduğu illerde hizmet sunumu sırasında yaşanan sorunların en aza indirilmesi için Bakanlığa bağlı bir hastanenin referans hastanesi olması uygun olacaktır.
diye haykırıyordu.
Hastanelerin hizmet bedeli alacak tutarları AFAD tarafından zamanında ve aylık olarak ödenmelidir.
Katılım payı ve ilave ücret kaldırılmalıdır.
Bu haykırışı
bugün altın
varaklı koltuklarda oturup
mülteciler
üzerinden
‘’külfet
paylaşımı’
’yapanların
duyabilmesi
dileğiyle!
İlaca ulaşımda yaşanan sorunların çözülebilmesi için
İçişleri Bakanlığı ile Türk Eczacılar Birliği arasında hizmet alım protokolü yapılmalıdır.
İlaç fatura bedellerinin ödenmesi ‘’ödenek gelmesine ‘’
bağlanmamalıdır. Ödenek gelmediğinde faturanın nasıl
ödeneceği açıkca belirtilmelidir.
Merdiven altı atölyelerde, ağır ve tehlikeli işlerde, hiçbir
önlem almadan, çocukları köle gibi çalıştırıp birçok mültecinin hastalanmasına neden olan özellikle ayakkabıcılar sitelerindeki işyerlerinin denetlenmesi ve gerekli önlemlerin alınmasını istemek görevlerimiz arasındadır.
9
Gündem
Mülteciler, yeni bir rant kapısı mı?
Anı
Bu da benim
göç hikayem!
Alaattin Kaçar
Hasret, benim amcamdı.
İkinci dünya savaşında
Alman cephesinde kaybolan
da diğer amcam: Alaattin…
İsmimi ondan almışım.
Çocukluğundan’ beri Kırgızistan’da yaşamış, burada evlenmiş, çocukları olmuştu. Çocukluğundan hatırladığı bir
abisi vardı: Çok akıllı, çalışkan… Alıp Rus ordusunda asker
yapmışlardı. Bir daha onu göremedi. Alman cephesinde kaybolup gitmişti. Kendisini de bir trene bindirip Kırgızistan’a göndermişlerdi, bir başına. Annesini ve kardeşini Türkiye’ye geçirip geri gelen babası, bunları kaçırmayı başaramamıştı. Çünkü
köyü Rus askerleri tarafından sarılmıştı. Ardından da zaten
Kırgızistan’a sürülmüştü.
Türkiye’ye geldiğinde babası, annesi artık yaşamıyordu. Türkiye’de doğan kardeşlerini ilk defa gördü, onların da çocukları
olmuştu. Yeğenlerinin hepsiyle tanışıp kucaklaştı. Bir yeğeni
okulu nedeniyle başka şehirdeydi, ama gelip yetişti amcasına.
Kırgızistan’dan gelen Hasret amcası sarıldı yeğenine, yıllardır
ağlamadığı kadar ağladı, baktı tekrar ağladı, gözyaşlarını silerken: “Aynı Alaattin abim, o da Rus ordusuna katılırken bu
yaştaydı.”
Hasret, benim amcamdı. İkinci dünya savaşında Alman cephesinde kaybolan da diğer amcam: Alaattin… İsmimi ondan
almışım.
Vatanın ne olduğunu en iyi biz, yani göçmenler biliyor. Başınıza felaketler gelmeden siz de bilin!
http://saglikhaktir.org/
bir-goc-hikayesi/
10
Yorum
“Aile hekimliği”
Kulağa hoş geliyor!
Nuri Seha YÜKSEL
100 ceza puanını dolduranın ,sözleşme feshi yaşadığı düzenleme binlerce aile hekimini ve ASM çalışanı ebe,hemşire ve
diğer sağlık personelinin ciddi yaşamsal sıkıntılara düşebileceği,mesleği uygulamaktan mahrum kalacakları, maddi ,manevi kayıpların oluşabileceği hale dönüştü.Uygulamanın başladığı günden beri bakanlık düzeyinde
derneklere,sendikalara ve meslek örgütümüze yeterli görüşme imkanı verilmeyişi,çalışanların sıkıntılarının dinlenmeyip fikirlerinin alınmadığı bu dönem ,sorunun derinleşmesinde ve eylemin sürdürülmesinde etkili oldu.
Kulağa hoş gelen bir isim altında 1.basamak sağlık hizmetlerinin yani koruyucu sağlık hizmetlerinin veriliyor olması tereddütsüz kamuoyu için memnuniyet verici
oldu. Pilot uygulama ile başlayan, daha sonra genel uygulamaya dönüşen Aile Hekimliği sistemi yaklaşık 10 yıldır havada ve gittikçe irtifa kaybediyor. Geldiğimiz aşama memnuniyet anketlerinin kriter kabul edip sağlık sistemindeki başarı olarak sunulduğu bir durumla karşı karşıyayız.
Başlangıçta bu sistemde hekimleri heyecanlandıran, kendi
mekânlarında kendi personeliyle kayıtlı nüfusuna hizmet
etmekti.
Ardı arkası kesilmeyen savunma istemleri, onlarca sarı zarf,
sözlü ifadelerin sonrasında valiliklerin onayladığı ceza puanları gelmeye başladı. Çalışma barışı bozuldu, motivasyon yok
oldu. Gelecek kaygısı arttı.
Geçici görevlerden bunalan siyasi yâda kişisel nedenlerle oradan oraya sürülen, geçim sıkıntısı nedeniyle ek gelir için mücadele veren Birinci basamak çalışanları Aile Hekimliğini bir kurtuluş olarak görmüştü. Böylece mesleklerini, kendi bilgi birikimleri ve yetenekleri ile sürdürebileceklerdi.
Haklı oldukları konuda anayasa ve uluslar arası sözleşmelerde kesin ifadelerle belirtilen haklarını kullanan aile hekimleri ve aile sağlığı merkezi çalışanları İdare mahkemelerinde cezaların kaldırılması konusunda hukuki sürecide
başlattı. Son olarak Sakarya 2. İdare Mahkemesinin
07.10.2015 tarih 2015/455 Esas no ve 2015/861 Karar no.
kararıyla bu eylemler sendikal faaliyet kapsamında değerlendirilmiş, verilen ceza puanı esastan iptal edilmiş olması
memnuniyet verici olsa da bakanlığın bu konudaki tavrı
endişe ve merakla bekleniyor.
Aslında IMF karşısında başka seçenekleri de yoktu ve mesleklerini devam ettirebilmenin tek yoluydu. İlk yıllarda gelirleri yüksek gözükse de, Aile Hekimleri bu güne gelindiğinde
masrafların, angaryaların altında ezilmeye başladı.
Sağlıkta dönüşüm; uzun yıllardır sağlık ürünleri üreten ve
hizmeti sunan uluslararası sektörün daha çok kazanması
için sağlık sisteminin özelleştirmesinin ülke yönetimince
gerçekleştirilmesinin bir aşaması. Sağlıkta dönüşüm; halkın
sağlığı için gerçekleştirilen hizmetler olarak sunulan bu
kurgu, hekimleri ve bilimsel verileri devre dışı bırakarak
halka eşit ve nitelikli sağlık hizmeti vermek yerine kişilerin
anlık memnuniyetlerini hedefleyen, bunu siyasi ranta dönüştürürken özelleşmenin önünü açan bir süreç oldu.
Aile hekimleri öncelikle yaptıkları işi, sahadaki uygulamanın
gerçeklerini bilen, bilmese de anlamaya çalışan bir idareyle
masaya oturabilmek arzusunda. Halkın daha iyi sağlık hizmeti
almasını amaçlarken çalışanların memnuniyetinin, motivasyonunun sağlandığı ve haklarının korunduğu bir uygulama en
büyük istekleri.
Aile hekimleri önce acil servislerde sonrada ASM ler de angarya
olarak başlayan cumartesi fazla çalıştırılma durumunu “Nöbet
Eylemi” olarak bilinen bir direniş göstererek engellemeye çalışıyor. Ocak ayından beri ASM’lerin cumartesi açık tutulması
karşısında sendikalar, AHEF
ve TTB iş bırakma kararları
almış yoğun katılımla başlayan bu eylem,Sağlık
Bakanlığının yönetmelikte
yaptığı değişiklikle ceza
puanlarını arttırması
sonucu katılımın
azalmasına rağmen
hala sürmektedir.
Ne yazık ki
bu görüşmelerin ‘Sağlıkta
Dönüşüm Projesi’nin yeni
aşamalarının hayata geçirilmesine engel olamayacağı
gözüküyor. Sağlık camiasını
her alanda kıskaca alındığı
bu dönem ancak birlikte ve
kararlı bir duruşla
aşılabilir.
http://saglikhaktir.org/
aile-hekimligi-kulaga-hos
-geliyor/
11
Yorum
Tarımsal küreselleşme karşısında
LA VİA CAMPESİNA
Abdullah Aysu
200 milyondan fazla köylü ve küçük çiftçiyi temsil eden Via Campesina (Çiftçi Yolu), yarıyıl konferansının ikincisini Kasım ayında Seferhisar’da
gerçekleştirdi. Kararları ve eylemleri değerlendirdi. Yırca köylülerini ziyaret etti, destek verdi.
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Abdullah Aysu Via Campesina’nın Türkiye’deki en
yılmaz temsilcisi. Mücadele sürecinde
Evo Morales, Hugo Chavez, Aleida Guevara,
Daniel Ortega, Rafael Correa gibi isimlerle
biraraya gelerek Türkiye’deki çiftçilerin mücadelesini uluslararası platforma taşıyan önemli bir isim. Kitaplarında, konuşmalarında çiftçi karşıtı tarım politikalarını yerden yere vuran
bir ekolojist çiftçi. Bu yazısında Via Campesina’nın öyküsünü
anlattı bizlere.
Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmaları (GATT) toplantılarının sondan bir öncesi olan Tokyo Raund’unda
tarımın serbest piyasa içine alınması gündem yapıldı
ve tartışıldı. Fakat Türkiye dahil tüm ülke delegasyonlarının oylarıyla tarımın serbest piyasa içine alınması
red edildi. Türkiye’de IMF ve Dünya Bankası marifetiyle 24 Ocak Kararları olarak bilinen Kararlar ile tarım
serbest piyasa içine çekildi. Bu biliniyor.
GATT’ın son toplantısı Uruguay’ın Punta del Este kentinde 1986 yılında gerçekleşti. Tarımın serbest piyasa
içine alınması Uruguay Raund’unda tekrar gündem
yapıldı ve tarım serbest piyasa çarklarının arasına bu
Raund’da teslim edildi. Ardından 1994 yılında
Marakeş’te yapılan toplantıda GATT’ın yerine Dünya
Ticaret Örgütü (DTÖ) kuruldu, GATT, DTÖ’nün bir alt
başlığı haline getirildi. O zamandan beri tüm dünyada
tarımsal politikalar bu kuruluş tarafından şekillendirilmektedir.
Dünyada bu olaylar cereyan ederken Avrupa köylü örgütlerinin
Avrupa tarım politikalarının değiştirilmesi yönünde seslerini duyurmasını sağlayan Coordination Paysanne Européene’i (Avrupa
Köylüler Koordinasyonu -CPE) kurmaya karar verişleri de yine
aynı 1986 yılındaydı. Bu örgütler daha o zamandan başka kıtalardaki benzer örgütlenmelerle temas halindeydiler ama tarım politikaları üzerine GATT müzakerelerinde tüm dünyanın kadın ve erkek
köylülerinin hayatlarını etkileyecek konular önemliydi. Söz konusu
örgütler temaslarını daha da yoğunlaştırmakta karar kıldılar.
CPE, 1990 Kasım’ında Brüksel’de yapılan GATT bakanlar konferansı
ile aynı anda ABD, Japonya ve Filipinler’den çiftçi liderleri ile birlikte, GATT kapsamında yürütülen tarım müzakerelerine karşı çıkan
“GATTastrophe” adı verilen bir paralel konferansa katıldı. Brüksel’deki GATT bakanlar konferansının büyük ölçüde ABD ile AB arasında tarım konusundaki görüş ayrılıkları yüzünden başarısızlıkla
sonuçlanması Avrupa (Birliği) tarım ve ticaret komiserlerinin ABD
ile çabucak anlaşmasında ısrarlı olan Avrupa Ticaret ve Hizmetler
Lobisinin şiddetli tepkisine neden oldu.
GATT toplantılarında müzakere edilen neoliberal politikaların dünya köylüleri için getireceği yıkıma işaret
emek üzere İngilizce felâket anlamındaki catastrophe kelimesinden yapılan söz oyunu. yhn.
12
1992 yılının sonlarına doğru ABD ile AB küresel pazardaki hâkimiyetlerini korumalarına ve bunun için anlaşma uyarınca dampingde (rakiplerin aleyhine haksız fiyat kırma) dâhil çeşitli yöntemlere başvurmalarına izin veren yeni uluslararası tarımsal
ticaret kuralları üzerinde anlaşmaya vardılar (Blair House uzlaşması).
Aynı yılın nisan ayında, Nikaragua çiftçi eylemi UNAG, Orta
Amerika, Karayipler, Kuzey Amerika, Kanada ve Avrupa çiftçi
liderlerini kendi oturumlarına davet etti. Managua Deklarasyonunda* GATT uzlaşmaları eleştirildi ve bağlantıların güçlendirilmesi ve alternatif bir model inşa edilmesine karara varıldı.
Bir sonraki 1993 yılı birçok sebepten hayati önem taşımaktaydı.
1993 yılının 15-16 Mayıs günlerinde Hollanda merkezli Paolo
Freire Vakfı, Managua Deklarasyonunda imzası bulunan örgütlerle birlikte, Belçika’nın Mons kasabasında CPE ile ortaklaşa
uluslararası bir çiftçi toplantısı düzenledi. Bu toplantı sırasında,
yeni oluşturulacak uluslararası ağın amacının ne olacağına dair
Vakıf ile köylü örgütlenmeleri arasında ciddi bir görüş ayrılığı
çıktı. Köylü örgütleri Uluslararası Tarımsal Üreticileri Federasyonu’nun dışında uluslar arası köylülüğün sesini duyuracak bir
ağ (network) oluşturulmasını isterken Vakıf ise sadece var olan
örgütler arasında bilgi alış verişini amaçlayan bir ağ yaratmak
amacındaydı. La Via Campesina bu çatışmadan doğdu ve 6 ayda
bir toplanacak bir “Koordinasyon Komisyonu” kuruldu. Başlangıçta bu yeni ağa Via Campesina (Çiftçi Yolu) adını da bulmuş
olan Paolo Friere Vakfı kısa bir süre için de komisyonun sekreterliğini yürütmesi kararlaştırıldı.
4 Aralık’ta Cenevre’de Hint, Japon, ABD ve Kanada köylü liderlerinin katılımıyla GATT uzlaşmaları karşıtı bir eylem gerçekleşti.
ABD ile AB, 15 Aralık 1993’te Cenevre’de bir önceki yıl kendi
aralarında varmış oldukları ön-anlaşmaya öbür GATT katılımcılarının da onayını almayı başardı. Böylece bu ön-anlaşma Uruguay Turu’nu da içeren genel bir mutabakat şeklini aldı, nihaî
sözleşmeyi takip eden (1994) Nisan ayında Merakeş’te imzalandı.
Bu sözleşmeyle GATT’, DTÖ’ye dönüştü.
DTÖ 12 yıl önce başlatılan Doha Turunu sonuçlandırmayı
başaramamıştır. Büyük “yükselen” ülkelerin artan ticarî
gücü, artık ABD ve Avrupa Birliği’nin 1993’de olduğu gibi
kurallar dikte etmesine engel oluyor ve yeni bir ticaret
anlaşmasına varma yolunda heveslerini kırıyor. Doha
Turunda karşılaştıkları zorluklar birçok devleti çoğu kez
DTÖ kurallarından bile daha neoliberal nitelikte ikili
“serbest” ticaret anlaşmalarını müzakere etmek zorunda
bıraktı. Dahası, üretkenlik ve neoliberalizmin 20. yüzyılın
sonunda yol açtığı ekonomik, sosyal ve ekolojik tahribatın
büyüklüğü -küresel iklim ve finans krizleri bunu kanıtlamakta- serbest-ticaret
ideolojisinin büyüsünü büyük ölçüde bozdu. Politik sınıf
tarafından tasarlanan ve uygulanan yeni liberal politikalar ile halkın düşüncesi arasında büyük bir uçurum var:
Bu politikalar geçerliğini yitirmiş ve geçmiş yüzyıla takılıp kalmış gibi görünüyor.
Via Campesina (VC) her dört yılda bir genel konferans
yapmaktadır. Türkiye’deki Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (ÇİFTÇİ-SEN) 2004 yılında VC’nın 4. Genel Kurulu’nda Avrupa Bölgesi üzerinde üye oldu. Çiftçi-SEN bu tarihten itibaren küresel düşünmekte ve yerel örgütlenmeye
çalışmaktadır. Daha sonra Çiftçi-SEN 2008 yılında Via
Campesina Coordination Europa’nın kurucu üyesi oldu.
Bilindiği üzere uluslararası tarımsal
ticareti düzenleyen mevcut kurallar
1994’te kabul edilmişti ve bu kurallar tarımsal
politikalarda anlamlı bir değişimi kısıtlıyor. Tarım politikalarının küreselleşmesine tepki olarak
Via Campesina tarafından yaratılan gıda egemenliği, bu kurallarla bağdaşmamaktadır. Onları değiştirmek ve uluslararası ticaret için âdil kurallar
önermek, gıda egemenliği yönünde gerekli adımlardan biridir. Küresel krizler ve değişimler Via
Campesina için politik alan açmaktadır.
Böylelikle, tarım politikalarının küreselleşmesiyle aynı anda Via
Campesina da doğmuş bulunuyordu. Hâlihazırda tarım politikaları şu an uluslararası tarım ticaret kuralları tarafından belirlenmektedir ancak Via Campesina 1996 ve 2002 yılları arasında
DTÖ Bakanlar toplantıları (özellikle Seattle 1999, Cancun 2003,
Hong Kong 2005) ve BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) zirvelerindeki eylemlilikleriyle köylü örgütlerinin ötesine ulaşan bir hareketlenme ve bilinçlenme yaratmış bulunuyor.
Bu yazının hazırlanmasında, Gérard Choplin,
(1988-2008 yılları arasında
CPE Koordinatörlüğü), 2008
yılından itibaren Via Campesina
Avrupa Koordinasyonu koordinasyon takımı üyesinin Via
campesina 20 Yaşında Kitabındaki makalesindeki yazısından
yararlanılmıştır.
http://saglikhaktir.org/
tarimsal-kuresellesmekarsisinda-la-viacampesina-kurulusu/
http:// viacampesina.org/en/
index.php/our-conferencesmainmenu-28/1-mons1993-mainmenu47/907-managuadeclaration
13
Yorum
Nasıl bir
sağlık sistemi?
İlker Belek
1. İLKELERİMİZ
Biz, sosyalistler, nasıl bir sağlık sistemi öngörüyoruz, vaad ediyoruz. Konunun en önemli başlıkları üzerinden sırayla, kısaca,
somut olarak ve ilkelerden başlamak üzere izleyelim. Böylece,
“sosyalistler eleştirmekten başka bir şey bilmezler” yönündeki
lafazanlığın ne kadar boş olduğu da ortaya çıkmış olur.
İlk yazımız ilkeler konusunda.
Bizim sağlık hizmetlerinin organizasyonu açısından birbirine
bağlı iki önemli ilkemiz var: Parasız ve kamucu hizmet.
Parasız hizmet, sağlık hizmeti kullanmak için başvuran vatandaştan, hizmet kullanım anında para alınmaması anlamına
gelir. Yani vatandaş, hizmeti kullanırken, daha önceden düzenli
olarak ödediği vergi ve/veya sağlık primine ek olarak herhangi
bir ödeme yapmak durumunda kalmaz. Vatandaşın oluşturmuş
olduğu vergi/prim havuzları, kullanacağı hizmetin finansmanı
için devreye sokulur/yeterli olur.
http://saglikhaktir.org/
nasil-bir-saglik-sistemiilker-belek/
Parasız hizmet, herkesin sağlık hizmetinden eşit şekilde yararlanabilmesi bakımından vazgeçilmezdir. Eşitliği ise gereksinim
belirler. Çok değişik ülkelerde yapılmış olan bütün araştırmalar,
hizmet kullanım anında hastadan para alınmasının, hangi isim
altında olursa olsun (katkı payı, fark, kullanıcı ödentisi, vb),
özellikle dar gelirli grupların hizmet kullanmasını engellediğini açık olarak gösteriyor. Alınan para ne kadar çoksa gereksinimlerin karşılanması o kadar olanaksızlaşıyor.
14
Peki, hükümetlerin “vergi/prim gelirleri sağlık hizmetlerinin artan maliyetini karşılamaya yetmiyor, o nedenle
katkı payı ödemek zorunlu, aksi taktirde sistemi işletemeyiz” yönündeki uyarıları gerçekçi mi, dikkate alınmalı
mı ?
Şunu kesin olarak biliyoruz ki, kapitalist sınıflı toplumdaki
bu tür açıklamalar, sağlık harcama yükünü vatandaşların
üzerine yıkmak için geliştirilen, hiçbir gerçekçi yanı olmayan yalanlardır. Bunu diyen sınıfa karşı bizim yanıtımız,
sağlık hizmetleri için gereken kaynağın, gelir dağılımındaki eşitsizlikte somutlandığı üzere, sermaye sınıfının
serveti olarak biriktiği ve kaynak bulmak için işte bu adaletsizliğe müdahale edilmesi gerektiği yönünde olmalı.
Nitekim Türkiye’de nüfusun en zengin %10’luk kesiminin
toplam servetin %70’ten fazlasına sahip olduğunu, hükümetlerin yeri geldiğinde dolar milyarderi sayısını artırmakla övündüklerini herkes biliyor.
Demek ki, kaynak var, fakat adaletsiz, eşitsiz dağılıyor, bu
nedenle de toplumsal gereksinimlerin finansmanında, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlikle
paralel olarak, kaynak sıkıntısı yaşanıyor.
Eğer eşitlik adına sağlık hizmetini parasız organize edeceksek,
bunun ancak kamucu bir örgütlenmeyle sağlanabileceği açık.
Çünkü, özel sağlık sektörünün, kurumlarının tek amacı sağlık
hizmeti üretiminden para kazanmaktır. Hizmeti parasız olarak organize etme niyetini, gücünü ortaya koyabilecek tek
yapı kamu ve onun günümüzdeki somut temsilcisi olan devlettir.
Devlet hizmet üretimine ne ölçüde özel kurumları dahil etmişse o ölçüde devlet olmaktan çıkmış demektir. Bunun en önemli
sonuçlarından birisi eşiksizlik, diğeri de verimsiz olacaktır.
Şöyle ki: Sistemin özel sektörün eline geçmesi, sağlıkta korumanın değil, tedavinin öncelenmesi sonucunu verir. Çünkü
özel sektör ancak tedavi faaliyetleri üzerinden para kazanır,
hatta para kazanmak amacıyla koruyucu sağlık hizmetlerini
bilinçli biçimde arka plana da iter. Verimsizlik dediğimiz şey
de tam budur. Yani tedavi hizmetleri üzerinden sağlık sektörüne daha çok para çekilmesi, bu paranın özel sağlık aktörlerinin eline geçmesi, buna karşılık halk sağlığındaki başarının
azalması.
İkinci önemli ilke olan kamucu
organizasyon ise, doğrudan
parasız hizmet ilkesiyle ilgili ve
parasız hizmetin gerek
koşulu durumunda.
Unutmayalım:
Parasız ve kamucu sağlık hizmeti ilkelerinin
önündeki en önemli engel kapitalizmin, kapitalist
devletin, bu yapıyı savunan siyasi aktörlerin kendisidir. Sağlık hizmetinin parasız sunulması mümkündür. Üretilen toplumsal zenginlikten sağlık
için daha fazla para ayırmak olanaklıdır. Sorun
kaynağın olmaması değil, eşitsiz dağılımıdır. Toplumsal zenginlik kapitalist sınıfın banka hesaplarında ve servet portföyünde el konulmuş durumda
olduğu, düzen partileri de bu durumu değiştirmek
istemediği için “kaynak yaratmak” adına yine
vatandaşın üzerine gidiliyor.
15
Yorum
Nusret Fişek
neden unutulmaz hekim?
Hüseyin Güven
NESİN Vakfı’nı
ziyaret eden Alman yazar Günter
Wallraff; “İlk kez bir yazarın düşleriyle
yaşam pratiğini böylesine bütünleştirebildiğini gördüm.” der.
Aziz Nesin’in kitaplarının arka kapağında bu sözleri her okuduğumda, bir sağlıkçı olarak bunun tam karşılığının
Nusret Fişek hoca olduğunu düşünürüm.
Hoca’nın bizlere bıraktığı iz ve geleneğe
üç başlıkta yaklaşmaya
çalışacağım.
Sağlıkta Sosyalizasyon ve Nusret Fişek
224 sayılı yasa olarak bilinen Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası’nın yürürlüğe girmesinden bugüne elli yıldan (12 Ocak
1961) fazla olmuş.
Yasadan yaklaşık yirmi yıl öncesine gidersek; Nusret Fişek, Tıp Fakültesini birincilikle bitirmiş. İstediği uzmanlığı seçip, günün şartlarında “iyi
kazanabilecek”… Ancak gözü hiç bunlarda değil: Sıtma Enstitüsü,
Hıfzısıhha Enstitüsü, Sağlık Yönetimi Eğitimi, Bakteriyoloji-İstatistik çalışmaları, Halk Sağlığı Okulu, Fişek hocanın meslek ve hayat seçiminin
yol haritasını oluşturuyor.
Önce hastalandırmamak, sağlığı bir temel hak olarak görüp kamu eliyle
korumak olan 224 sayılı yasadan günümüze, sağlığın tamamen piyasalaştırıldığı koşullara nasıl gelindi? Kamunun ilaç üretiminden elini çekmesinin dayatılması ile başlayan son süreci, hangi dünya ve ülke şartları
belirledi? Kuşkusuz herkesin durduğu, baktığı yerden bir yanıtı var.
Ancak bu süreçte uygulayıcı olarak yer alan meslektaşların bile samimiyetle itiraf ettikleri şey; bilimsel, akılcı ve insani olanın, Nusret Fişek
hocanınki olduğudur.
Sadece kuramcı olmayan Nusret Fişek, yasanın zayıflatılmak istendiği,
elinden yetkilerinin alındığı dönemde Toplum Hekimliği Enstitüsü’nün
başına geçmiş. Uygulanan Çubuk ve Etimesgut projelerinde bebek ölüm
hızı (1960larda) Türkiye genelinde binde 150 iken, bu bölgede 2000li
yıllar değerlerine düşmüş.
Bu ekip çalışması ve meslek dayanışması, bugünkü piyasalaştırmanın
hekim çalıştırma mantığı olan “doktor, cebine girecek paranın karşılığı
parça başı iş kadar çalışır” yaklaşımına da, sanırız en güzel yanıtı oluşturur.
16
İnsan Hakları Savunucusu Nusret Fişek
Demokratik ülkelerde sosyal ve ekonomik sorunlar, toplumun yararına olarak hükümetlerin, kamu kuruluşu niteliğindeki birlikler, sendikalar ve derneklerle özgür ve eşit
koşullar içinde etkileşmeleriyle çözümlenir. Bu kurumlar,
toplumsal sorun saydıkları konularda görüşlerini halka
duyurmalı ve hükümetlere baskı yapabilmelidir. Demokrasi
böyle bir etkileşim olursa iyi ve üstün bir rejimdir”
Hocamız TTB Merkez Konseyi’nin 1984-1990 arası başkanlığını yaptı.
1982 de, 12 Eylül Anayasası %92 ile kabul edilerek seçimler
yapılmış, yönetim “sivillere” devredilmişti. Ancak idam cezaları durmadı. Hatırlayacağımız gibi İlyas HAS ve Hıdır
ASLAN’ın idam cezaları Ekim 1984 de “sivil iktidar”milletvekillerinin oylarıyla onaylanarak gerçekleştirildi. (Bu onay için el kaldıranlar bugün nerede, neleri savunmaktalar, acaba bir araştırmacı inceledi mi?..)
Sağlıkta Dönüşüm Projesi ile ilgili düşüncelerini de, -yirmi
küsur yıl öncesi ilk gündeme geldiğinde- kendi kaleminden
okuyalım:
İnsan Hakları Derneği kurucu üyesi olan Nusret Fişek
hocanın, Türk Tabipleri Birliği Başkanı olarak verdiği
yaşam hakkı mücadelesini, İHD kurucu başkanı Av.
Nevzat HELVACI’dan öğrenebiliriz:
Bu davada savunma görevini üstlenen avukatlar arasında ben de vardım. Uluslararası tıp kuruluşlarının
ilke kararları, tıp meslek
ahlakı ve bilimsel veriler
ışığında savunmasını yapan
Dr. Fişek, elli kişiyi ipe çeken 12 Eylül’cülere, ölüm
cezası verenlere ve uygulayanlara unutmamaları gereken bir ders verdi. Kamuoyuna yansıyan bu davanın,
Nusret Fişek
Türkiye Büyük Millet Meclisinde onay bekleyen kesinleşmiş ölüm cezası
kararlarının yerine getirilmesini engellemekte önemli bir
payı olduğunu sanıyorum.”
Bu örgütlü mücadele,
6023 sayılı yasanın bizim
sorumluluklarımız arasında saydığı
bütünlüklü bir mücadele olmalıdır. TTB
sadece hekimlerin çıkarlarıyla ilgilensin denen bir yaklaşım geçerliliği olan
bir yaklaşım değil. Çünkü, SDP sadece
hizmetin piyasalaşmasını değil, emeğin
de piyasalaşmasını öngörüyor ve bütünlüklü bir saldırı. Dolayısıyla hak kayıplarına karşı çıkarken, sadece özlük hakkı mücadelesi verelim sağlık hakkı ile
ilgilenmeyelim deme
şansımız yok.
İnandığı doğruları yaşam pratiğine katan Fişek hoca, salt tıp
ve hekimlik değil, insan haklarından nükleer karşıtlığına,
barış ve çevre savunusuna dek yaşamı savunan birçok örgütün kurucusu ya da üyesiydi.
Hekim hakları, hekimin sorumluluğu, insan hakları kuşkusuz bir bütünü oluşturur. O dönemde sanırız ki Fişek hocaya
da “hekimlik dışı konularla ilgilendiği!..” için sayısız eleştiri,
telkin ya da uyarı gelmiştir.
Toplumunda ve tarihte önemli iz bırakmış kişiler için; “bugün
yaşasaydı..” ne duyacağı, nerede nasıl bulunacağı yolunda düşünceler, kanaatler belirtilir.
Örgütçü Nusret Fişek
Nusret Fişek yaşamını adadığı bu değerler doğrultusunda bugün yine yaşam hakkını savunacaktı kuşkusuz.
Nusret Fişek’in sağlık örgütü modeli, 1978de Alma-Ata’da
Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF tarafından yapılan konferansta tüm ülkelere örnek gösterildi.
Örgüt ve örnek sözcüklerinin hocanın ismiyle birlikte anılması biz öğrencileri için bir başka örnek yönünü çağrıştırır:
Örgütçülüğü.
Ankara’daki bombanın öldürdüğü 8 yaşındaki Veysel Atılgan,
kıyıya vuran 3 yaşındaki Aylan ölmeden süreci okuyacak,
daha “kara melek” Angelina Jolie geldiğinde, proaktif kişiliğiyle bizleri hekimlik direnişine çağıracaktı. Belki tırlarla sürekli
ölüm taşınırken, bu tırların yöneticileriyle “barış ve çözüm”
değil kan ve gözyaşı geleceğini söyleyecekti, yine yargılanacaktı.
Örgütlülük ve katılım, hoca için adeta yaşamın anahtar sözcükleriydi. (224 sayılı yasada da halkın sağlık yönetimine
katılması öngörülmüştü.)
Bir kişinin beş silah alabileceği “bireysel silahlanma” yasasına
karşı, yaşam hakkından yana olacaktı.
Fişek hoca bir yazısında soruyor: “Zengin bir ülke olursak
çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş sayılabilir miyiz?
İçme suyu kaynaklarında bile altın madeni açılmak istenen
bir şehirde halkın sağlığını, sağlıklı temiz su hakkını savunacaktı.
Petrol zengini ülkeler çağdaş bir toplum sayılmadığına göre
milli gelirimizin yükselmesi çağdaşlık için geçerli bir ölçüt
olamaz.
Hava kirliliğinin sınır değerlerin üstünde olduğu bir bölgede,
kömürle elektrik üretimi girişimlerine karşı panelist konuşmacımız olup, bizleri aydınlatmayı sürdürecekti…
Çağdaşlık kavramı ekonomik olmaktan çok sosyal ve kültürel etmenlerin belirlediği dinamik bir kavramdır.
Anısına sonsuz saygıyla..
http://saglikhaktir.org/nusret-fisek-nedenunutulmaz-hekim-huseyin-guven/
17
Yorum
SGK batıyor,
ülkeyi de
batırıyor!
Emekli
zam,
SGK açık
derdinde!
Bütçe
açığının
sebebi;
SGK
ödemeleri!
SGK açığı
yoksulun çenesini
niye yoruyor?
Seyfi Durmaz
Önce SGK'nın mali
istatistiklerine
bakalım:
2014 yılında toplam gelirlerin
giderleri karşılaması
%90,2 oranında.
SGK’nın 20 milyar Lira
açık görülüyor.
Son beş yıldır aşağı yukarı
durum bu minvalde.
http://saglikhaktir.org/sgk-acigi-yoksuluncenesini-niye-bu-kadar-yoruyor-seyfi-durmaz/
18
Sermaye'nin argümanlarına bir bakalım!
Sorunu
tanımlayanlar
onlar
Faruk Çelik / Bakan iken
Zahmet edip
çözümü de
tanımlamışlar
Kemal Derviş
Omar Arias / Dünya Bankası
Sosyal Güvenlik Kurumu
İnsanlar 50'lerine ulaşıncaya kadar yılda 1800-2000
saat çalışabilir, 70'lerine
yaklaştıklarında 500-1000
arası saate doğru gider. Örneğin, bir hemşire, bir hostes ya da lise öğretmeni
50'li yaşlarının sonuna
kadar haftada beş gün çalışabilir, 62 yaşına kadar
dört güne iner ve belki 70'ine kadar iki gün çalışır.
Yaşlıların yarı zamanlı
çalışarak kısmi emeklilik
maaşı almalarına olanak
tanıyarak kademeli emeklilik seçeneklerinin sunulması; yaşlı çalışanların
genel üretkenlik düzeylerinin yükseltilmesi için bilgisayar ekranlarına büyüteç
takılması ve ergonomik
sandalyelerin sağlanması
gibi küçük işyeri düzenlemelerinin yapılması...
Sağlık harcamaları kapsamının daraltılması ve kapsam
dışı kalan sağlık hizmetlerine yönelik “tamamlayıcı
sağlık sigortası, gelir kayıplarının azaltılması için bireysel emekliliğin teşvik
edilmesi...
Dünya Bankası
Sosyal Güvenlik Kurumu
2002 yılından günümüze Büyüyen yaşlı nüfus, cömert Kayıt dışı istihdam oranıkadar oluşan açık miktarı- kamu emeklilik harcamala- nın yüksek olması, bilinçnın artmasında en önemli rının sebep olduğu yüksek
siz ilaç kullanımının ve
etkenlerden biri erken
düzeydeki sosyal güvenlik ilaç israfının fazla olması,
emekliliktir.
açığına ek olarak kamu sağ- nüfusun yaşlanma eğililık bütçelerinin üzerine de
minde olması...
ilave baskılar getirecektir.
Görülüyor ki;
halkın gündelik yaşamı
içinde geleceğiyle ilgili kaygısını ya da durumunu dile getirirken kullandığı argümanların bir kısmı Dünya Bankası,
TÜSİAD gibi büyük sermaye
kuruluşlarına aittir.
19
Bu kavramların günlük
hayatımıza bu kadar derin
nüfuz etmesinde, sıradanlaşmasında hem politikacıların hem de sınıf siyaseti
üretemeyen ve emekçileri
bu argümanlara teslim
eden muhalefet odaklarının payı bulunmaktadır.
Gündem
Vurur plana ifadesi,
sağlık yine bitanesi!
Sağlık alanındaki olası gelişmeleri öngörmek
Işıl Ergin
Önümüzdeki döneme dair
sağlık alanındaki olası gelişmeleri
öngörmek, proaktif politikalar geliştirebilmek açısından oldukça önemli. Bu
bağlamda Onuncu Kalkınma Planında (2014-18)
ve iktidar partisinin seçim bildirgesinde sağlık
alanının işaret ettiklerine bakmakta yarar var.
Bu program hedeflerinin ilkeler bütünü,
neoliberal politikaların Türkiye’de sağlık, eğitim,
tarım, ulaşım, bilim-teknoloji ve daha pek çok
alandaki yol haritasını sunmakta. Sağlıkta araçlar ne olacak? Yani, bu 2014-18 fazında, sağlığın
metalaşması, oluşturulan sağlık pazarının daha
da vahşileştirilmesi ya da bazı noktalarda ehlileştirilmesi, emeğin sömürülmesi bağlamında hangi yeni araçların kullanılacağı ya da hangi eskileri geliştireceğinin ipuçları bu dokümanlarda saklı.
http://saglikhaktir.org/vurur-plana-ifadesi
-saglik-yine-bitanesi/
20
Dünya konjunktürü açısından da
önümüzdeki dönemde kapitalizmin kendini yeniden üretme alanlarının bilgi teknolojileri, otomasyon ve
ileri üretim teknikleri ve sağlık teknolojileri olacağını bu metinlerden de
anlayabiliriz. Bu yarışta Türkiye’nin
kendisini rekabet edebilir bulduğu en
temel alanlardan biri sağlık. Hizmet
ihracatının hacmi ve öneminin artırılacağı sıklıkla vurgulanmakta ve
“hinterlandındaki ülkelere nazaran
Türkiye’nin sahip olduğu sağlık ve
yükseköğretim altyapısının hizmet
ihracatı açısından önemli bir potansiyel sunduğu” bildirilmekte. Geçmişte
dış ticarete konu olmayan eğitim ve
sağlık alanlarının “çekim merkezi”
haline dönüştürüleceği kesin. İlaç ve
tıbbi malzeme üretimine odaklanma,
sağlık turizmini geliştirme gibi “fırsat
alanları” bu metinlerin en temel vurgularından. Öncelikli dönüşüm programlarında sağlık alanında yer alan
iki temel program var: Bunlardan
birisi Sağlık Turizminin Geliştirilmesi
Programı. Bu kapsamda; medikal turizm, termal turizm ve ileri yaşengelli turizmi hedeflerine kilitlenilmiş durumda. Kamu ile özel sektör
işbirliğinin güçleneceği, “fiyat farklılaştırmasına da imkân tanıyan mevzuat altyapısının oluşturulması” ile bu
alanın vahşi bir rekabete teslim edileceği görülebiliyor.
“Demografik fırsat penceresi”ni
iyi değerlendirmek sık sık tekrarlanmış. Önümüze sunulacak yeni nüfus politikaları, doğurganlık söylemleri, kadın istihdamı ve genç istihdamı
konularına bu fırsatlar penceresinden
bakılarak karar verileceği anlaşılabilir.
Sağlık harcamalarındaki “şişme”
ile başedebilmek için yeni denetim hatlarının kurulacağı da anlaşılıyor. Muhtemelen sadece ikinci ve
üçüncü basamak arası akışı düzenleyen bir tür sevk zincirinin getirileceğini söyleyebiliriz. Ama bunun bildiğimiz anlamda bir zincir olmayacağını da tahmin edebiliriz. Birinci basamağın bu zincire eklemlenmesi pek
gündemde yok gibi, zaten aile hekimlerinin nüfuslarının 3000’e çekilmesi
hedeflenerek (iyi ve gerçek bir sevk
zincirinin işlediği ülkelerde bu sayı
1000-1500 arasında) bildiğimiz anlamda sevk zincirinin 2018 itibariyle de
gelmeyeceğini öngörebiliriz.
Üniversite hastanelerini yeni yapısal reformların beklediği, “Mali sürdürülebilirlik” ile “tıp eğitimi ve yenilikçi araştırma” alanlarının iki rakip muamelesi göreceği öngörülebilir. “Başta üniversite hastaneleri olmak üzere döner sermayeli işletmeler,
kamu kaynaklarının etkili, ekonomik ve verimli bir
şekilde kullanılmasını sağlayacak şekilde yeniden
yapılandırılacaktır.” Bu bağlamda Sağlık Bakanlığının kendi “yenilikçi araştırma” hatlarını oluşturacağı, sanayi ile ilişkilerini geliştirip kurumsallaştıracağı bir “sağlık endüstrisi” yapılanması oluşturacağı da
görülüyor. Bu sayede “yüksek katma değerli ürün
üretebilen, küresel pazarlara ürün ve hizmet sunabilen ve yurtiçi ilaç ve tıbbi cihaz ihtiyacının daha büyük bir kısmını karşılayabilen bir üretim yapısına
geçilmesi” amaçlanıyor. “Sağlıkta üreten ülke olma
hedefi” sıkça tekrarlanıyor. Ar-Ge yükünden kurtularak kazancı artmış bir sanayi ve girişimci bir kamu
ile elbette. Öncelikli dönüşüm programlarında yer
alan ikinci program da bu zaten: Sağlık Endüstrilerinde Yapısal Dönüşüm Programı. Türkiye Sağlık
Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB), Kanser Enstitüsü,
Kalite ve Akreditasyon Enstitüleri ve Türkiye
Biyoteknoloji Enstitüsü, Sağlık Bilimleri Üniversitesi
bu kapsamda öne çıkan kuruluşlar.
Tıp alanı; kapsamına “tamamlayıcı tıp uygulamalarını” da alarak tamamlanacak gibi görünüyor!
Bu uygulamaların, tıp eğitimi ve sağlık uygulamalarına entegre edileceği ve uygulamaların sosyal güvenlik kapsamına alınacağı anlaşılıyor. Ancak bu duruma tezat bir biçimde emeklilik ve sosyal güvenlik
sisteminde “gerekli tedbirlerin” alınacağı da görülüyor. Sağlık teminat paketlerinin gözden geçirileceği
(kamu harcamalarinin rasyonelleştirilmesi
bağlaminda) ve bazı hizmetlerin kapsam dışına kayacağı ve bu hizmetlerinin sağlanması için tamamlayıcı
sağlık sigortacılığının (ve yanısıra uzun vadeli hayat
sigortaları ürünlerinin) teşvik edileceği belirtilebilir.
“Pazarda oluşacak bu yeni fırsatların sağlık hizmetine erişimde eşitsizlikleri artıracağı” vurgusu da ihmal edilmemiş.
Başbakan Yardımcısı koordinatörlüğünde oluşturulacak “reform görev gücü” isimli yeni yapı kamu yönetimindeki reformların hız kazanarak devam
edeceğinin işaretçisi. Merkezin küçültüleceği ancak
daha da etkinleşeceği belirtiliyor. Kamu yatırımlarında, Kamu Özel işbirliği (KÖİ) yönteminin özellikle
Şehir Hastaneleri Projeleri ve Entegre Sağlık
Kampüsleri yolu ile hızla devam edeceği ve bu alandaki hukuksal ve kurumsal kapasitenin geliştirileceği
görülüyor. Bu bağlamda bir strateji belgesi hazırlanacağı, dağınık yapıdaki KÖİ mevzuatının çerçeve bir
kanun altında toplanacağı, KÖİ politika ve uygulamalarının ko-ordinasyonunu güçlendirileceği ve bir
izleme ve değerlendirme siste-mi oluşturulacağı anlaşılıyor. Yeni kamu-özel işbirliği hattının “kamu
alımlari yoluyla teknoloji geliştirme ve yerli üretim
programı” ile çeşitleneceği ve “savunma sanayiindeki
offset uygulamasının enerji, ulaştırma, sağlık başta
olmak üzere sivil alanlarda da yaygınlaştırılacağı”
anlaşılıyor.
21
Planlı ve kasten:
Sağlık hizmeti bir sektör olurken
Fuat Ercan
Planlamaya
artık başvurulmuyor mu?
Hayır, ne planlamadan ne de sanayileşmeden vazgeçildi. Bu
sorular ve sorulara
verilen cevaplar egemen muhalif anlayışın alışkanlığının
ürünü
Sanayileşmeden vaz mı
geçildi?
Planlamaya artık başvurulmuyor mu? Sanayileşmeden vaz mı geçildi? Hayır,
ne planlamadan ne de sanayileşmeden vazgeçildi. Bu sorular ve sorulara verilen cevaplar egemen muhalif anlayışın alışkanlığının ürünü. Siyasi iktidar ve sermayenin belirli bir düzeye ulaşmış kesimleri için, yakın geleceğe dair hangi mevzilerde, ne gibi manevralar yapılacağına ilişkin, oldukça önemli ve birbirini destekleyen raporlar, planlar yayınlanıyor (Kalkınma Planları, Hükümet Programları, Orta
Vadeli Program, TUSİAD, MUSİAD, TUSKON Raporları). Birbiri ile tam olarak ittifak
halinde olmazsa bile, tarihsel olarak üst üste gelmiş tarafların varlığından söz edebiliriz. Konumuz açısından taraflar için sağlık sadece sağlık alanı ile sınırlı bir
alanda tanımlanmıyor. Sağlık, tüm sistemle içsel bağlantıları olan, içsel bağlantıları
kurulması gereken bir gerçeklik olarak tanımlanıyor. En genel anlamda sağlık bir
sektör olarak kendi iç bileşenleri içinde ele alınıyor. Bu yönde yasal/kurumsal düzenlemeler gerçekleştiriliyor. Sağlık diğer sektörlerle bağlantıları üzerinden tanımlanıyor ve yine bu yönde yasal-kurumsal düzenlemelerle iç bağlantılarının
geliştirilmesi isteniyor. Sağlık alanından devlet çekilmiyor, ama sektörün hem bu iç
bağlantıları kuracak biçimde iç mimarisi değiştiriliyor ama hem de devlet bu alanda
bir yatırımcı gibi davranıyor. Planlar ve düzenlemelerle sağlık, sadece ulusal ölçekte işleyen bir sektör değil, dünya ölçeğindeki kapitalist sisteme eklemlenecek yasal/
kurumsal dönüşümlere konu oluyor. Bir sektör olarak tüm bağlantıların sağlanması için gerçekleştirilen dönüşümlerin en temel belirleyeni sağlığın, metalaşma süreci içine çekilmesi ne anlama geliyor? Sağlığın sadece alım-satıma konu olması yani
sıklıkla işaret edildiği üzere ticarileşmesi, özelleştirilmesi değil ama metalaşma sürecine çekilmesi, en azından her bir meta için gerekli olan üç önemli metalaşma
sürecinin gerçekleşmesi gerekiyor. Sağlık hizmeti sektörleştiği ölçüde üretim süreci
sonucunda daha çok bir meta olarak hizmet ihtiyacı olan hastalara sunulacaktır.
Ama bu hizmetin sunulma halini sektör ve daha özel de metalaşma kavramı üzerinden analiz etmemiz için iki şeyin daha metalaşması gerekiyor; sağlık hizmetinin
üretimindeki sağlık çalışanlarının harcadıkları emek-gücünün metalaşması ve sağlık alanına yatırım yapan veya sağlık hizmetinden yararlanmak isteyenlerin para
sermaye döngüsü sürecine dahil olmaları gerekiyor.
22
İşte X. Plan’da1 planlı ve kasten yapılmak istenen tam
da bu işleyişlerin kurumsal/yasal altyapısını oluşturmak. Plan’a ilişkin belki en çarpıcı ifadeleri planın kendisinde bulabiliriz. Planla “sermaye birikimi
ve sanayileşme sürecinin hızlandırılması” amaçlandığı ifade ediliyor (s:39). Ama sermaye birikimi ve
sanayileşmenin hızlandırılması iki temel değişken
dolayında tanımlanıyor. İlki; üretim faktörlerinin
verimliliğinin artırılması öneriliyor. Bu ifade üretim
faktörü olarak emek ve sermayenin verimliliğinin
artırılması anlamına geliyor. Emeğin verimliliğinin
artırılması çalışanların ve yeni durumda daha çok
kamu çalışanlarının niteliğini artırıcı ve daha da
önemlisi üretim sürecinde daha yoğun çalışmasını
gerektiriyor. Planda emeğin verimliliğini artıracak
ve ama kamu çalışanlarını da kamu hizmeti üretiminde metalaşma sarmalı içine çekecek ifadenin
“nitelikli insan gücü” başlığı altında ele alındığını
söyleyebiliriz. Nitelikli insan gücü, bir değişle beşeri
sermayenin güçlendirilmesi, iş ve yaşama ilişkin
bilgi ve beceri ve yeteneklerin artırılması öneriliyor. (s;41) Özellikle kamu çalışanlarının bu konudaki değişimin temel alanlarından biri olacağını söyleyebiliriz; “Kamu personelinin verimliliğinin artırılması amacıyla etkin bir performans sistemi oluşturulacak ve hizmet, personel, ücret ilişkisi daha sağlıklı hale getirilecektir.”
Konumuz açısından yani sağlığın bir sektör olması
için, diğer alanlarındaki emek gücü nicelik olarak
hem daha az hem de değişen tıbbi gereçlerden dolayı nitelik eğitimi süreklilik arz etmesi gerekiyor.
Plan açık bir dil kullanıyor; “Daha kaliteli ve maliyet
etkin bir sağlık hizmet sunumu amacıyla koruyucu
ve önleyici sağlık hizmetlerinde, performansa dayalı ek ödeme sisteminde, sevk zincirinde, sağlık insan
gücünde iyileştirme ihtiyacı devam etmektedir.” (s:46) ve yine ilerleyen sayfalarda “Sağlıkta
insan gücü, demografik gelişmeler ile uzun vadede
ihtiyaç duyulacak yeni meslekler de dikkate alınarak nicelik ve nitelik olarak geliştirilecektir.” (s;47)
Sağlıkta sermayenin verimliliğini sağlamanın yani
katma değeri yüksek alanlara yönelmenin bir diğer
belirleyeni üniversiteler ve yenilikçi araştırmalardır; “Üniversite hastanelerinin eğitim ve araştırma
faaliyetleri ile sağlık hizmet sunumundaki rolleri
net bir şekilde tanımlanarak hem hastanelerin mali
sürdürülebilirliğini temin edecek hem de nitelikli tıp
eğitimi ve yenilikçi araştırmaların yapılmasını sağlayacak yapısal reformlar hayata geçirilecektir.”(s;47).
Sermayenin verimliliği ise doğrudan yine emek ve
dış dünya ile ithalat bağımlılığını azaltacak bir dizi
öneriyi içeriyor. Sermayenin verimliliği daha çok
üretken ve yenilikçi yatırımlara yönelmeyi gerekli
kılıyor. Geç kapitalist bir ülke olarak “artan döviz
ihtiyacı ve ithalat bağımlılığını” azaltacak politikalar
öne çıkıyor. Bu önermeler sağlık alanında özel bir
başlık altında ele alınmış; “Sağlık Endüstrilerinde
Yapısal Dönüşüm Programı.” Programın amacı da
açıkça ifade edilmiş; “Uzun vadede Türkiye’nin küresel bir ilaç Ar-Ge ve üretim merkezi olması, ilaç ve
tıbbi cihaz alanında rekabetçi bir konuma ulaşması
önem arz etmektedir. Bu programla yüksek katma
değerli ürün üretebilen, küresel pazarlara ürün ve
hizmet sunabilen ve yurtiçi ilaç ve tıbbi cihaz ihtiyacının daha büyük bir kısmını karşılayabilen bir
üretim yapısına geçilmesi amaçlanmak”(s;192)
Peki genel olarak sermaye birikimi ve özelde ise kamu hizmetlerinin
dönüşümü nasıl gerçekleştirilecek? Bu sorunun yanıtı son zamanlarda “kurumlar önemlidir” ifadesi ile dile getiriliyor. Ve Türkiye’de son
yıllarda belki de reform yorgunluğu ile birlikte oldukça farklı kurumsal yapıların enflasyonu ile karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Sağlık
açısından da tanımlanan temel işlevin sermaye birikimi ve sanayileşme sürecinin hızlandırılmasından önce sağlık hizmetinin ilk elden
sektörel bir düzenek içinde yeniden tanımlanması ve metalaşması
için gerekli kurumsal düzeneklerin oluşturulması gerekiyor. Bu gerekliliğin ilk adresi hiç kuşkusuz Sağlık Bakanlığı’nın teşkilat yapısının tepeden tırnağa yeniden yapılanmasıdır. X. Kalkınma Planı’nda
sağlık alanına ilişkin ne gibi düzenlemeler olacağını, zaten Sağlık
Bakanlığı’nın yeniden tanımlanan görevlerine bakarak, yukarıda
işaret ettiğimiz değişime ilişkin temel değişimleri görebiliriz. Bakanlık
bu amaçla “a) Strateji ve hedefleri belirler, planlama, düzenleme ve
koordinasyon yapar, b) Uluslararası ve sektörler arası işbirliği yapar,
c) Denetleme, rehberlik, izleme, teşvik, değerlendirme ve yönlendirme
yapar, ç) Acil durum ve afet hallerinde sağlık hizmetlerini planlar ve
yürütür. d) Bölgesel farklılıkları gidermeye ve herkesin sağlık hizmetine erişimini sağlamaya yönelik tedbirler alır, İlaç fiyatlarının belirlenmesine ilişkin usul ve esaslar Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar
Kurulunca belirlenir.”
Gözlemlendiği üzere planlı bir süreç ile karşı karşıyayız. Planlanan
bu değişimlerin yapılması için biçimsel de olsa burjuva demokrasisinin bugünlerde aradığımız yasa, yürütme, yargı arasındaki eşitlik,
yürütmenin güçlenmesi yönünde bozulmuş. Otoriter yapılanmadan
faşizme doğru eğik düzlemde hızla yol almaktayız. Koskoca bakanlıklar ve bakanlığa bağlı kuruluşlar kanun hükmünde kararname ve
torba yasalar dolayımında biçimleniyor.
Peki bu sürecin aktörleri kimlerdir?
İttifakın tarafları
Süreç kesinlikle nötr bir süreç değil. Sürecin birbiriyle bağlantılı iki
önemli aktörü var: farklı düzeylerdeki sermayeler ve devlet. Her iki
aktör için söyleyebileceğimiz önemli bir değişim, Türkiye’de kapitalizmin sahip olduğu potansiyelleri daha bir belirleyici hale gelmiştir. Bu
bir yandan kapitalizm için en temel işleyişin sürekliliğini işaret ederken diğer yandan ise yapı-içi bir dizi önemli dönüşümler geçiriyor.
Sermayeler ve ulus-devlet, kendilerini yeniden üretmek için hem var
olanları geliştiriyor ve hem de bu anlamda yeni yöntem ve araçlara
yöneliyor. Ulus-devlet ve sermayenin kendini yeniden üretememe
yönündeki krizleri ve krizlere neden olan engelleri de aşılmaya çalışılıyor. Bu yönde, gerek devlet ve gerekse sermaye, işleyişin bu yeni
denenecek yönlerine uygun kurum ve araçlara yöneliyor. Ama burada değişimin bir diğer aktörü var. Kapitalizmin akıl hocaları olan sistemin (imparatorun) yeni terzileri; Yeni Kurumsalcı Kalkınma İktisatçıları. Sanayileşme için şimdiye kadar doğru fiyat politikalarının savunucusu olan bu Yeni Kurumsalcı Kalkınmacı iktisatçılar, artık güçlü
bir performans sağlamak için doğru kurumlara sahip olma üzerinde
ısrarla duruyorlar. Bu konuda AKP iktidarı ile arası pek de iyi olmayan Dani Rodrik’in çalışmalarına bakmak yeterli olacak; “Piyasalar;
kendi kendilerini yaratamadıkları, düzenlemedikleri, istikrara kavuşturmadıkları ve yasaları belirleyemedikleri için kurumlara ihtiyaç
duyarlar.” Bu nedenle “politika üreticilerinin karşısındaki soru artık
“Kurumlar önemli değil mi?” değil, “Hangi kurumlar önemli ve bunlar
nasıl oluşturulur sorusudur” (D.Rodrik, Tek Ekonomi, Çok Reçete,
s;158). Her ne kadar demokrasi ve katılım dense bile, yeni kurumların
inşası için yasalar ve yasaların yapılması için yasama karşısında
yürütmenin güçlenmesi öne çıkıyor. Yürütmenin artan gücü, merkezi
siyasi iktidarın otoriterleşmesi ile birlikte, hem sermayenin
yeni çıkarları ve ama daha da önemlisi devletin artan finansal kırılganlığına karşı, kaynak yaratıcı önlemleri gündeme
getirerek kurucu işlevler üstleniyor.
1- Onuncu Kalkınma Planı (2014-2018), TC Kalkınma Bakanlığı, Ankara,
23
Dönüşümün Kavramsal Belirleyenleri
Devlet ve sermayelerin hem kendi içinde ve hem de kendi
aralarındaki dönüşümler yeni döneme ilişkin bir dizi değişkeni öne çıkarıyor. Bu değişkenleri sıraladığımızda,
sağlık hizmetine ilişkin düzenlemelerin nasıl sağlığın
planlı ve kasti bir sektöre dönüştüğünü kavramsal düzeye
taşıyarak analiz etmiş olacağız. Değişimin bu genel eğiliminin kapitalizm ve ulus-devletin işleyişi ile bağlantısı kurulduğunda, X. Kalkınma Planı’nda, Orta Vadeli Programda,
61.Hükümet Programında işaret edilen 2023 vizyonunda
nelerin dönüştüğünü de görmüş oluruz.
-Diğer yandan daha önce metalaşmayan alanları da hızla
sürecin içine çekme amacı önem kazanıyor, biyolojik çeşitlilik, su kaynakları, yeraltı kaynaklarına yönelmek ve bunlar
için kurumlar inşa etmek. Bu sağlık alanı dışında yeniden ele
alınması gereken bir diğer konu.
Metalaşma ve sektörleşme süreci bir yandan farklı düzeydeki
sermayeler için sermayelerin yeniden değerlenmesi yoluyla
değerlenme krizine çare olurken, ulus-devlet ise finansal
kaynak kısıtına karşı bu alandaki her düzenlemeden sadece
eş-dosta kaynak aktarmıyor ve fakat kendisi için yeni kaynak yaratmış oluyor. Bu devlet-vatandaş ilişkisinin değişerek
devletin kamu hizmetleri konusunda metalaşmayı hızlandırarak bir girişim gibi (ama gibi) davranmaya başlarken, her
yeni metalaşma ve sektör geliştirme ile birlikte yeni sermayelerin yaratılmasının da önünü açmakta. Bu sermayeler
için sektörel kaymalar anlamına geldiği ve aynı zamanda
metalaşan sektörleşen sağlık hizmetinin mekânsal olarak da
yeni örüntülere yol açtığını söyleyebiliriz.
i-) Sektörlerin Metalaşma Açısından Gelişmesini Sağlamak Ya da Yeni Sektörler Yaratmak
İmparatorların terzilerini erken dönem terzilerden farklı
kılan temel yönelimi piyasaların ve dolayısıyla fiyat mekanizmasının her şeyi çözeceği yönündeki egemen vurgudan “kurumlar önemlidir” vurgusu ile ayrılmalarıdır. Ama
bu ayrılma fiyat mekanizmasının daha iyi çalışması için
önerilmektedir. Fiyat mekanizması dediğimiz anda, fiyat
mekanizmasının daha iyi çalışması, fiyat mekanizmasının
temel belirleyeni olan emek, meta ve paranın istikrarını
sağlamak için kurumsal değişiklikler önerilmesidir. Böylece fiyat mekanizması ve dolayısıyla sistemin daha etkin
işlemesi amaçlanmış oluyor. Bu yeni kurumlar imparatorların terzilerinin kullandığı nötr ifade ile “özel sektörün”
bizim ifademizle sermaye birikiminin yoğunlaşıp derinleşmesi anlamına geliyor. X. Kalkınma Planı’nda zaten yetkin bir şekilde gizlemeden açıkça belirtiliyor; “Dünyadaki
hâkim eğilimler, özel sektörün daha faal ve etkili olduğu
bir ekonomik düzeni beraberinde getirmekte, kamu sektörünün artan oranda düzenleyici faaliyetlere, denetim işlevlerine ve koordinasyona yönelmesine yol açmakta,
buna bağlı olarak planlama anlayışı da değişim göstermektedir.”(s;2)
ii-Dünya Kapitalizmi İle Entegre Olacak Kurumlar;
Bir önceki ülke içinde kapitalizmin meta, para ve emek piyasalarına ilişkin içe yönelik sermaye birikim düzenlemelerine
ait kurumlarının, dünya ölçeğinde işleyen kapitalizmin genel
mantığına uygun hale getirilmesi isteniyor. Üretim, finans
ve ticaretin dünya ölçeğinde işleyişine entegre olacak şekilde
ya yeniden düzenlenmesi ya da yepyeni kurumların inşası
X. Kalkınma Planı’nda sıkça dile getirilir. “Küreselleşme sürecinin ve yaşanan krizlerin yol açtığı belirsizlikler nedeniyle planların, ileriye dönük karar alma süreçlerinde kurumların ve ekonomik aktörlerin daha tutarlı ve bilinçli bir şekilde hareket etmelerine yardımcı olma işlevi öne çıkmaktadır.”(s; 1, vurgu bana ait).
Metalaşma ve planlı bir şekilde sektörleşme süreci sadece
ülke sınırları içinde değil, ama daha da çok dünya ölçeğinde
işleyen sürece eklemlenme ya da bu olumlu-olumsuz etkileri
düzenlemek için kurumlara ihtiyaç duymakta. Sağlık sektöründe bir zamanlar Başbakan’ın kızıp “gerekirse doktor ithal
ederiz” ifadesi sağlık emek gücü ile ilgili iken, sağlık turizmi
yabancı hasta çekilmesi ile ilgili. Yine sağlık alanının sermaye yoğun kısımlarının ithalatın içinde önemli bir yekûn tutması, Kalkınma Planı’nda olduğu gibi, bu alanlarda araştırma, geliştirmeye özel bir önem verilmesini sağlıyor. Sağlık
için temel girdilerin ülke içinde üretilmesi, ama sağlık hizmetinin dünya ölçeğinde sunulan bir meta, bir sektör olmasının,
hem sermayelerin (ulusal ve uluslararası) hem de ulus devletlerin planları ile gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Metalaşma ya da sektör kavramı arasındaki ilişki ile kamu
ve özel arasındaki sınır çizgileri bu yönde yeniden biçimleniyor. Birlikte iç bağlantıları ile işaret edecek olursak;
-İlk elden sermayenin etkin olduğu ve metalaşmanın devam ettiği alanları derinleştirip, yoğunlaştırmayı sağlayacak kurumsal dönüşümleri sağlamak. (emek ve sermaye
verimliliği üzerinden)
-Kamu hizmeti olarak sunulan henüz metalaşmayan alanları metalaşma sürecine açmak, sadece açmakla kalmayıp
metalaşma sürecinde örnek olarak sağlık hizmetini bir
sektöre dönüştürmenin yol/yöntemleri açılıyor. Sağlık
hizmetinin metalaşma süreci içine çekilmesi bir yandan
kamu sağlık çalışanlarının metalaşma döngüsü içine çekmek, diğer yandan hizmetin üretilmesinin artan ölçüde
finans döngü içinde yeniden tanımlanmasının önünü açmak. Ama metalaşma süreci içindeki sağlık hizmeti aynı
zamanda sektöre dönüştürülüyor. Yani sağlık hizmeti bir
süreç içinde üretildiği ölçüde sağlık teknik alt yapısı, ilaç
sektörü, hasta hane bina inşaatı gibi tüm bileşenler arasında bağlantıları sağlama anlamına geliyor. Sağlık metalaşma ve sektörleşme sürecine çekildiği ölçüde de diğer sektörlerle iç bağlantıları daha da derinleştirmesi sağlanacak.
Sağlık turizmi ile sağlık ile turizm sektörü, MR ve bir çok
alanda bilgisayar ve makine sektörü ile sağlık arasında
ya da finans sektörü ile sağlığın artan iç bağlantıları,
tamamlayıcı ve bireysel sigorta ile sağlık sistemi arasında iç bağlantının kurulması gibi. X. Kalkınma planında buna ilişkin epey bağlantıları görmek olası.
Bu sermayeler için sektörel
kaymalar anlamına geldiği ve
aynı zamanda metalaşan sektörleşen sağlık hizmetinin mekânsal
olarak da yeni örüntülere yol
açtığını söyleyebiliriz.
24
Daha düşük katma değerli aşamalar, çoğunlukla gelişmekte
olan ülkeler tarafından gerçekleştirilmektedir. Türkiye henüz yüksek katma değer yaratan halkalar içerisinde potansiyeli ile orantılı bir biçimde yer almamaktadır.” Sağlık alanında katma değerin artırılması için, hem emek üzerinde yeni
kontrol biçimleri yaratmak, performans kriterleri gibi ve
hem de daha teknik yoğun girdilerle toplam verimliliği artırmak isteniyor. Görece artı-değer ya da karşılığı ödenmemiş
emek zamanın, sağlık alanında gelecekteki politik örgütlenmenin de temel belirleyicisi olacağını söylemek, planlamaya
gerek duymayacak kadar açık bir gerçeklik.
iii-Katma Değeri Yüksek Alanlarda Yatırım Yapmak
Yeni Kurumsalcı Kalkınmacı iktisatçıların herhalde en çok
işaret ettikleri vurgu etkinlik, verimlilik ve etkinliği artıracak düzenlemelerin yapılmasıdır. Sermaye ve ulus devletin yeniden üretimlerinin kaynağı üretim sürecinde yaratılan değerdir. Bu değeri çalışanlar yaratmaktadır. Üretim
sürecinde yarattıkları değer ile aldıkları ücret arasındaki
farkı, karşılığı ödenmemiş emek zamanı olarak tanımlıyoruz. Karşılığı ödenmemiş emek zamanını arttırmanın bir
diğer adı, katma değeri yüksek alanlarda yatırım yapmak.
Marksist analizde karşılığı ise görece artı-değer yaratmaktır. Görece artı-değer yaratmanın iki temel belirleyeni
emeğin verimliliğini artıracak emekle ve ölü emek dediğimiz makine ile ilgili değişikliklerin yaratılmasıdır. İmparatorun yeni kurumsalcı terzilerinden derlediğimiz bilgileri
kısaca başlıklar altında özetlersek katma değeri yüksek
alanlarda yatırım yapmak yani yapısal dönüşümü hızlandırmak için: verimliliği arttırmak, teknoloji ve buluşlara
önem vermek, nitelikli emek-gücünü geliştirmek, ülke içinde ara-sanayi malı üretimini teşvik etmek, yabancı sermaye girişini hızlandırmak”(Chang; Rodrik, TEPAV).
iii-Kamu-Özel İşbirliğini Sağlamak
Son dönem gelişmelerin işaret ettiği bir diğer değişim ulusdevletin artan ölçüde finansal kısıtı aşması için hem finansal
açıdan sermaye ile farklı düzeyde ilişkiye girmesi ama hem
de kendisi de doğrudan sunduğu hizmeti ya metalaşma süreci
içine çekmesi ya da sermaye için hazırladığı ortam için farklı biçimlerde komisyonlar aldığını söyleyebiliriz. Kamu- özel
işbirliğinin Türkiye’de ilk olarak sağlık alanında gerçekleştiğini ve Plan’da bu yönde oldukça önemli ifadeler olduğunu da
söylemekle yetinelim. Diğer yandan çok sıklıkla işaret edilen
TOKİ ile sağlık alanında sermaye ile bağlantılı olarak sağlık
tesisi yapımı-onarımı, Şehir Hastaneleri Projeleri ve Entegre
Sağlık Kampüsleri bu alana ait yeni durumları işaret ediyor.
Yukarıda hem genel ve hem de sağlık için bu yöndeki
planları işaret etmiştik. Ama yine de Plan’daki bu ifade
derdimizi anlatmaya yetiyor; “Gelişmiş ülkeler değer zincirlerinin yüksek katma değer yaratan aşamalarına hâkim
olup, zincirin diğer aşamalarını ve üretim ağını da yönetmektedir.
Sonuç Yerine
Sağlık çalışanları ile hastaların kasti
eylemliliğe karşı ittifakı mı?
Planlı ve dolayısıyla kasten, sağlık hizmetinin metalaşma
sürecine ve daha da önemlisi sektörleşme sürecine çekilmesinin yol ve yöntemleri hızla, çeşitlenerek artmaktadır. Farklı
sermayeler için sağlık, üretim, değerlenme ve realizasyon
aşamalarında birikimlerine katkıda bulunmakta, devlet ise
artan kaynak kısıtı ile kendi krizine çare bulmak için sağlık
alanına yönelmektedir. Her iki aktörün ittifakı için neler
yapması gerektiğinin genel çerçevesini imparatorun terzileri
ama yeni terzileri, kurumsalcı kalkınma iktisatçıları, çiziyor.
Sağlık hizmetinin metalaşma ve sektörel bir düzeye ulaşmasının tüm sorunlarını sağlık emekçileri taşımaktadır. Plan
bize bu yükün zaman içinde artırılacağına dair planlı bir
geleceğin ipuçlarını gösteriyor. Planlanarak kasti bir hal
alan sağlık alanının metalaşma sürecine çekilmesi ve
sektörel bir özellik kazanmasının temel belirleyeni, taşıyıcı
gücü, sağlık emekçileri olmakla birlikte, sağlık hizmetinde
gerçekleşen değişim, sağlık hizmetinin kalitesini sınıfsal
konumlara göre farklılaştırmanın yanı sıra niteliğinin düşmesine yol açacaktır. Hem nitelik kaybı ama hem de nitelikli
sağlık hizmetine sınırlı bir kesimin ulaşabilmesi, sağlık
emekçileri ile hastalar arasında bu planlı, kasti eylemliliğe
karşı
planlı duruşun olanaklarını da açığa çıkarıyor.
Her ne kadar son zamanlarda hastalar ile sağlık çalışanları arasındaki ilişki tam tersi bir yönde biçimlense bile, uzun erimde hastalar ile sağlık
emekçileri arasındaki ittifakın yol ve
yöntemleri üzerinde daha detaylı düşünmenin zorunlu olduğunu gösteriyor.
http://saglikhaktir.org/planli-ve-kastensaglik-hizmeti-bir-sektor-olurken
25
Anı
Bir Yeşilçam klasiği
Belkıs Banaz
Sabahın 7 'si, 20 Ekim 2015. Son iki saat...
Ekip yorgun. Anons geldi. "Dinlemede merkez" diye cevap verdi, bendeniz. Yeşilçam mahallesi, 70 yaş, kardiak
şikayetleri olan kadın hasta.
Harekete geçtik. Yolda ikinci anons geldi. Gittiğiniz vaka arrest. Sabahın 7'si, aklımda türlü senaryo: Yaşlı yatalak hasta. Birisi işe gitmek için kalktı. Yaşlı kadını ölü buldu. Biz de başınız sağolsun, diyeceğiz.
Olay bu! Yani, bendeki beklenti bu yönde.
Ambulanstan iner inmez genç bir çocuk elimden kapmaz mı, resusitasyon çantamı! "Ne oluyor?" diyemeden karanlıkta merdivenlerden yuvarlanmadan indik. Sabahın serinliği yüzümü okşadı. Burnunda nasal kanüllü mosmor, Fatma Teyze. Nabız yok, solunum yok, pupiller dilate...
Tam "Başınız Sağolsun" diyecektim ki oğlu "Yeni morardı. Biz kalp masajı yaptık" demez mi! Başladık
resusitasyona. "Kaç kişi?" diye sormayın. Odada 8 kişi, biz üç. Oğlu "Annem hastanede de gitti böyle, döner" diyor. Ben "dönerse götürürüz, dönmez kolay kolay" demiş bulundum. Kardiak masaj arası carotis nabzına bakıyorum. Ayak masajı yapan oğlu "ayaklarına can geldi, morarma geçti. Hadi anne, hadi!" diye söyleniyor.
Fatma Teyze, ventriküler fibrilasyona girdi. "Ambuyu bırak, oksijeni uzaklaştır"a "Ayak masajını da bırak!" terimini ilave ediyorum. Aile de uzaklaşınca defibrile ediyorum. Çak bakalım Belkıs, sonu nereye varacak? Sonra
tekrar devam.
Kaçıncı adrenalin, unuttum. Saate bakıyorum: 45 dakika dolsun; ‘Yapacak birşey kalmadı’ ifademi yüzüme yerleştirip başınız sağolsun, diyeceğim.
Fatma Teyze pembeleşti. Carotiste nabız ele geldi. Çok dolgun değil gerçi. Ambulans Soförü “hocam çenesi oynadı” demez mi, genç çocuk! Ters ters bakıyorum. Oğlu da “evet, evet oynadı. Anne, anne, diren anne! Diren Anne!”
Ambulans şoföru ile tekrar gözgöze geliyoruz. ‘Dışarıda konuşuruz, bakışları’ bunlar!
Fatma Teyze…
O da ne? Solunum da geldi.
Fatma Teyze,
direndi ve kazandı. Ne olur,
bilemem. Kaç gün yoğun
bakımda kalır? Daha direnir
mi? Ama inatçı teyze! Bana
inat, döndü. Ya da ayak
masajını resusitasyona
dahil etsek mi
acaba?..
http://saglikhaktir.org/
bir-yesilcam-klasigi-
26
Anı
Sardunya
Nilüfer Çam
Sağlık ocağının kapısında duruyor, upuzun
iri yarı bir adam.
Öğle saati. Mesai arkadaşım özenle soyduğu kırmızı elmadan bir dilimi bıçağın ucuna geçirerek önüme uzatıyor. Elmayı çok sevdiğimi söylediğimden
yüzünde hafif muzip, sevimli bir gülümseme var.
-Geldi yine bizimki , hadi sana kolay gelsin doktor
hanım diyor ve ikinci elmayı soymaya başlıyor.
Yeni tayin olmuşum buraya. Anlıyorum ki gelen,
sağlık ocağının gediklisi. Sessizce soruyorum ve
birkaç gündür aynı diyaloğun tekrar ettiğini öğreniyorum. Pek de hoşlanmıyorlar ondan .
-O benim çiçeğim, diyor neşeyle.
-Biraz destek alabilir miyim sizden?
“Allahım yine aynı terane” diye söyleniyor, elmayı soyan.
Ben merak içindeyim ve aklımdan yine binbir
türlü düşünce geçiyor. Meslek hayatımda her konuda yardım isteyene denk gelmişliğim var. Çocuğunun düşük matematik notlarını nasıl yükselteceğinden, kayınvalidesiyle olan kavgasını günde
üç posta gelip anlatan hastalar da var, iştahsız
kanaryasına aspirin verse iyi gelir mi diye sorana
da rastladım.
- Bana eşlik eder misiniz hemşire hanım, şu çiçeğe bir bakıp gelelim?
İtiraz etmesine fırsat bırakmadan ceketimi giyip yola düşüyorum,
hemşire arkadaş arkamdan geliyor ama, fakat ve benzeri bazı cümleler kurarak kolumdan çekiştiriyor. Hava soğuk, belki de çiçeği soğuk
vurmuştur diyorum hafif gülümseyerek. Alaycı tavrım adamın yüzünde hafif bir gölgelenmeye sebep olduysa da pek bir tepki vermiyor. İki dakika içinde dediği gibi çok yakın olan evine varıyoruz. Kapıyı kendi açıyor (kapıyı açan olmadığına göre yalnız yaşıyor ve
yalnızlık bazen gerçekten çok bunaltıcı diye geçiriyorum içimden,
aklım sıra onunla empati kurmaya çalışıyorum).
Temiz, düzenli bir ev, mis gibi de kokuyor. Kesin obsesif-kompulsif
bozukluk diyorum, yine içimden. Takıntısı profile de uyuyor hem.
İçimde şıp diye teşhis koyabilmiş olmanın haklı gururu var. Odaya
giriyoruz ve hayatımın en büyük pişmanlığı ve utancıyla karşılaşıyorum
Havalı yatakta yatan, gözlerini tavana dikmiş, 40 kilo bir kadın. Yanında tertemiz, pansuman malzemesi dolu bir masa, oksijen tüpü,
özenle dizilmiş ilaçlar, yatağın yanında bir koltuk ve bir battaniye..
Çiçeğe özenle bakılmış besbelli.
-Biz yeni taşındık buraya, diyor iri yarı adam, çiçeğime hava değişikliği olsun istedim.
Hemşire arkadaş hıçkırarak ağlıyor ve elleri titriyor. Tıkanan
trakeostomi deliğini ben temizliyorum ve pansumanını yapıyorum.
O durmadan ağlıyor, bense tuhaf bir sakinlik içimdeyim.
Ve adam son vurucu cümleyi söylüyor:
Ama bugün bir ilk. Bir adam çiçeği için yardım istiyor. Acaba ne tip bir psikiatrik
vakayla karşı karşıyayım diye düşünürken, adam özenle ekliyor.
-Bana da öğretin doktor hanım, her seferinde sizi rahatsız etmeyeyim.
-Dediğini yapıyor ve bir şeyler öğretiyorum, o pek mutlu.. Çiçeğine artık daha
da özenli bakabilecek. Kapıdan gülerek uğurluyor bizi:
-Hiçbir şeyini eksik etmedim ben
onun; ama yine de solgun, cansız .
Başımı, onu anladığımı belirten
bir edayla hafifçe öne sallıyorum bir iki kez. O hiç oralı
değil, devam ediyor yine neşeli bir sesle:
-Ellerinize sağlık, ihtiyaç olmazsa tekrar çağırmam merak
etmeyin diyor.
-Olsun siz çağırın yine geliriz
falan gibi bir şeyler geveliyorum ağzımda, ne dediğimi şimdi
hiç hatırlamıyorum. Sağlık ocağında bir sessizlik. Akşamüstü sokağın
karşısına kurulan pazardan iki
sardunya alıyor ağlayan hemşirem.
-Bir gelip bakabilir misiniz?
Evim hemen arka sokakta.
Peki, diyorum birdenbire ve ne söylediğimin farkına vararak anında pişman oluyorum. Odadaki diğer arkadaşlar, önce bana,
sonra birbirlerine bakıyorlar. İçlerinden
birini kurban olarak seçiyorum ve tarihi bir
cümle söylüyorum:
Camın önüne yerleştiriyor özenle.
Çiçekler sanırım hala yaşıyor.
http://saglikhaktir.org/
sardunya
27
Medikal illüstrasyon
Elif Ceren Çümen
Medikal
illüstrasyon,
bilimsel verilerin
görselleştirilerek,
bilginin doğru aktarımını ve anlaşılır kılınmasını sağlayan bir
sanat-bilim dalıdır.
Medikal illüstratör
olabilmek için de hem
bilime hem de görsel sanata tutkun
olmak gerekir.
Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesinde 4. Sınıf
öğrencisiyim. Medikal çizimler yapıyorum ve Association of
medical illustrators üyesiyim.
28
Ece Ertan
AKP Hükümeti 657 Sayılı devlet Memurları Kanunu’na saldırmak için kolları sıvadı. Taşeron
sistemini yaygınlaştırarak iş güvencesini adım adım yok etmeyi hedefleyen hükümet, bunlar
yetmezmiş gibi kıdem tazminatını kaldırmak ya da hiç olmazsa fona devretmek için bir hayli
çaba sarf etti ve etmeye devam ediyor. Patronların hükümeti olduğunu var gücüyle ispatlamaya çalışıyor.
Hatırlanacağı gibi Recep Tayyip Erdoğan1 Kasım seçimlerinin hemen öncesinde, tüm niyetini
ele veren bir açıklama yaptı. Açıklamada; “Bu paralel yapı ülkemizde devletin içerisine sızmış
bir virüs gibi. İstihbaratta da var, emniyet teşkilatı, silahlı kuvvetlerimiz bütün bu yerlerin
hepsinde bunlar var ve ciddi iletişim sağlamaya çalışıyorlar. 657 değiştirilmediği sürece bu iş
çözülmez” demişti. Minareye aranan kılıf böylelikle bulunmuştu. Nitekim AKP’nin havuz medyasında 657 ile ilgili tartışmalar “Memurlara müjde 657 değişiyor!” başlıklarıyla verilmeye
başlandı bile. Paralel bahanesi ile kamu emekçilerinin iş güvencelerinin kaldırılması hedeflenmekte ve bu da topluma yavaş yavaş yedirilmeye çalışılmakta, kamuoyu oluşturulmaktadır.
Hal böyle olunca kamu emekçileri arasında da kara haber tez yayıldı. Biz ‘paralel’ değiliz lafları etrafta dolanmaya başladı. Mesele tam da Erdoğan’ın istediği boyutta tartışılıyordu.
‘Paralelci’ olup olmadığımızı nasıl ispatlayacaktık? Burada yapılmak istenen açıktır. AKP hükümeti tıpkı Tekel, köy hizmetleri ve yapı yol işçilerinin iş güvencelerini yok ettiği gibi devlet
memurlarının da kazanılmış tüm haklarını ve iş güvencelerini yok etmek istiyor.
İş güvencesinin ortadan kalkması diğer kamu alanlarında olduğu gibi sağlık alanında da oldukça büyük riskler taşıyor. Öncelikle kamuda 657 dışında her türlü istihdam modeli uygulamaya açılacak. Zaten kamu hastaneleri Kamu Hastaneleri Birliği adı altında CEO’lara devredilmiş, sağlıkta piyasalaşmanın yolu açılmıştı. Bu şekilde devlet sağlık alanından yavaş yavaş
değil hızlıca elini eteğini çekmeye çalışıyor. Kamu alanlarını taşeron cennetine çevirmek
istiyor. Yani hastaneleri işletme, çalışanları köle ve uzun bir zamandır hastaları müşteri konumuna sokmuş bir istihdam modeliyle tüm sağlık alanını piyasanın acımasız ellerine terk
ediyor. Sağlık kurumlarının da içinde olduğu tüm kamu kurumları belki de tamamen taşeronlaşacaktır.
Bu durum elbette sağlık emekçilerini etkilediği gibi sağlık hizmeti alan halkı da yakından
ilgilendiriyor. Çünkü piyasa koşullarına terk edilmiş bir sağlık sistemi ve istihdam modeli
niteliksiz bir sağlık hizmetini de beraberinde getirmek demektir. İş güvencesinin kaybı sağlıkta özelleştirmeyi de bir bakıma hızlandırmak demektir. Şimdilik genel sekreterler, ileride
sermaye sahipleri sağlık hizmetlerinde istedikleri şekilde uygulamalar yapacaktır. Şimdiye
kadar sağlık hizmetleri hala devlet eliyle veriliyorsa ve halk birçok alanda sağlık için hala
ücret ödemiyorsa bu, doğrudan sağlık emekçilerinin geçmiş yıllarda yaptıkları büyük eylemlerin ve grevlerin sayesindedir. Fakat 657’nin yok edilmesiyle beraber verilecek
mücadeleler de darbe alacaktır. Çünkü artık amaç yalnızca kar elde etmek
olduğu için alınan kararların hiçbirinde çalışanların söz hakkı olmadığı
gibi itiraz hakkı da olmayacaktır. Bu da esnek, kuralsız bir çalışma ortaAKP dereyi görmeden
mı ve devamında artan iş yükü demek olacaktır. Tüm bu sarmal içinde
sağlık hizmetlerinde aksamalar yaşanacak belki de tıbbi hatalar artapaçaları sıvadı, ama
kamu emekçileri onu
caktır.
bu derede boğmasını
Peki buna karşı ne yapmak gerekir? Tek kelimeyle söylemek gereda bilir!
kirse mücadele etmek! Yani yalnızca kamu emekçilerinin iş gühttp://saglikhaktir.org/akp
vencelerini koruyarak değil herkese güvenceli kadro isteyerek.
-657ye-saldirmayaTüm emekçileri içine alan güçlü bir mücadele hattı kurmaya başhazirlaniyor-biz-delayarak. Kolları sıvamak, safları sıklaştırmak zamanıdır.
hazirlanalim/
29
Yorum
AKP 657’ye saldırmaya hazırlanıyor,
biz de hazırlanalım!
Gündem
Ankara
Ankara
Çağlayan Üçpınar
Kaç gün geçti o patlamanın üzerinden bilmiyorum, bilmek de istemiyorum.
Yazılanlara, söylenenlere inanmıyorum. Bu nedenle medyada çıkan
haberlere bakmıyor, olmamış gibi
davranmaya çalışıyorum. Bir süre
gidecek bu. Ne zaman iyileşirim, ne
zaman yüzleşirim içimdeki patlamayla; yapabilir miyim,
onu da bilmiyorum.
Muğla’dan 4 otobüs dolusu insan çıktık yola. Birisi Bodrum, diğeri de Fethiye’den katılacak, Ankara’da buluşacaktık. Ankara’ya girdiğimizde, alanda
tuvalet işini çözmek sıkıntısıyla karşılaşmayalım diye bir akaryakıt istasyonunda mola verdik 10 dakika kadar. Tekrar yola koyulduğumuzda Muğla Tabip
Odası Genel Sekreteri Cafer’e hiç polisle karşılaşmadığımızı, önceki gidişlerde
en az 3-4 ayrı yerde durdurulup bekletildiğimizi, bu durumun ilgimi çektiğini
söyledim. “Bizim için iyi şeyler düşünmüyorlar bunlar herhalde” dedi o da, gülerek. O sırada yanımızda getirdiğimiz erzak pay ediliyordu…
Araçların park edeceği alana yaklaştığımızda Cafer’in İstanbul’dan başka bir
grupla mitinge gelen kızından bir telefon geldi. Bir patlama olduğunu, ses bombası olabileceğinin söylendiğini iletti. Ama kısa süre sonra ikinci patlama ve
ölümlü olduğu bilgisi geldi. Panik içinde, kızın sağlık durumunu öğrenmeye
çalıştık; iyiydi. İnsanın durumu ne olursa olsun, çocuğun yaşı ne olursa olsun
evlatlarının sağlığını düşünmesi inanılmaz bir duygu. Cafer’in eşinin yaşadığı
telaşı anlatmak mümkün değil.
Biz telefonlarla haber almaya çalışırken otobüs diğerlerinin yanına yanaştı ve
inip gara doğru koştururcasına yürümeye başladık. Kısa süre içinde Gar’ın karşı tarafındaki “Büyükşehir Belediyesi” önünde endişeyle bekleşen kalabalığa
karıştık. Ama kısa süre içinde şoka girmiş, ağlayan, beddua eden insanlar gelmeye başladı. En son da, ceketinin sırtına kan ve et parçaları yapışmış bir
adam.. Epey bir saydırdı, çimlerin üstüne oturup ağladı, bağırdı, gene ağladı…
Bu ana tanıklık etme kaygısı ile fotoğrafını çektim, yaptığımdan iğrenerek.
30
Olay yerine gitmedim, gitmek için
çaba da göstermedim. Beni nelerin
beklediğini, bir işe yaramayacağımı
çok iyi biliyordum. Uzun zaman acil
ve 112’de çalışınca etkilenmemişsin
gibi geliyor. Ama fark ettim ki yabancılaşma bu, ruh sağlığını korumak için
geliştirdiğin bir duruş. Belki dışarıdan
baktığında boktan görünüyordur ama
bir şey olmamış gibi dolaştım ortalıkta. O anda orada olsaydım birşey düşünmezdim ama sonradan oraya gitmek; yapmadım.
TTB binasının dışında Başkan Bayazıt İlhan
telefonla konuşuyordu. İçerisi çok kalabalıktı.Kimse ile birşey konuşamadım, Gözlerimizdeki hüzün, yüzümüzdeki acı ortaktı.
Kriz masası kurulmuş, herkes bir hastane
sorumluluğu almış, acillere gelenlerin sayı
ve isimleri netleştirilmeye çalışılıyor, listelenip bilgisayara aktarılıyordu. Hüseyin
Demirdizen olay anında tiriaj yapıldığını, en
az 50 ölü olduğunu, açıklanan rakamların
doğru olmadığını söylüyordu. O sırada resmi
kanallarda 10-15, özel kanallarda 25-26
ölüm telaffuz ediliyordu.
Cafer, özellikle eşi kızlarıyla haberleşmelerine rağmen paniklerini bastıramadılar ve onunla buluşmak üzere
ayrıldılar...
Hande Arpat “ Ayakkabılarımın içine kan
dolmuştu, çıkarıp attım”dedi. TTB’de terlikle
dolaşıyordu. Şeyhmus Gökalp ben oradayken geldi, sarıldık. Elini sıkmak istedim.
“Önce yıkamam lazım kanları” diye lavaboya gitti.
Hala polis yoktu ortalıkta. Epey bir
sonra trafik aracı ile bir ekip gelip
yolun ortasında durdu. Olay yerinden
uzaklaştırılan bir grup insan gelip
polislere sataştı. Karşılıklı bir ağız
dalaşı yaşandı ama çok büyümedi.
Hiçbirimiz Suruç benzeri bir olay yaşanacağını düşünmüyordu. “Gaz-cop yer miyiz?”
diyorduk, belki gözaltı. Böylesi bir katliama
göz yumulacağını aklımızın ucundan bile
geçirmemiştik. Saat 16 sıralarında otobüslere atlayıp geri döndük. Hiçbirimizde ağzımızı açacak moral kalmamıştı. Gece 01.30 gibi
Muğla’ya vardığımızda büyük bir kalabalık
tarafından karşılandık. Ellerinde meşalelerle birlikte yürüdük, slogan attık. Herkeste
şaşkınlık ve öfke hakimdi. Sonraki günlerin
planı yapılarak evlere dağıldık...
Ankara
Bu arada patlama bölgesine yakın olan TTB MK ekibi olaya müdahale etmeye çalışırken polis gaz ve su
sıkmaya başlamış. Olayın merkezindekilerin dediklerine göre çevik polis
toplananların çok uzağındaymış. Saki
bir olay olacakmış, bunu bildikleri için
uzak duruyorlarmış gibi…Yapacak
birşey olmadığını anlayınca arkadaşları aradım. TTB Merkezi’ne gittiklerini öğrenince ben de oraya yürüdüm.
Yolda hiç kimsenin olaydan haberi
olmadığını, yaşamın kendi çizgisinde
aktığını farkettim. İçim acıdı. Mücadelesini yaptığımız değerlere sahip çıkması gerekenlerin, bunlara en çok
gereksinimi olanların bizlerden ne
kadar uzak olduklarını, kışkırtıldıklarında canımıza kastettiklerini, patlamayı duyduklarında çoğunun içinden
bir sevinç dalgası geçeceğini düşündüm. Bu duygu ile küçüldüm sanki.
TTB ve doktorlar organize, devlet şaşkın ve
çaresizdi. Sağlık Bakanlığı Koordinatörü
”Kan ihtiyacı yok” derken, TTB’den “Şu grup
kan verebilecekler şu hastaneye, bu grup
kan verebilecekler şuraya gitsin” yönlendirmeleri yapılıyordu.
Bu katliamın, sesi çıkmayan insanları yerlerinden oynatacağını sanmıştım. Siyasi partileri, örgütleri… Ama meydanlara çıkıp
“katilsiniz” diye haykıracaklarına seçim
sonuçlarına göre senaryolar üretiyor, yoksulluk edebiyatı yapıyor, hükümete ve Başbakan’a laf yetiştirmeye çalışıyorlar.
Bu ülkede
10 Ekim sabahı 100’den fazla
insan öldü. Suruç’ta, Diyarbakır’da, Silvan’da, Sivas’ta, Maraş’ta olduğu gibi… Yüzyıllardır devlet bizi öldürüyor ve
siyaset yapanlar bu utanca
ortak olup sıradanlaştırarak
yüzümüze bakmaya devam
ediyorlar. Hiçbir şey
olmamış gibi.
Kaç gün geçti
o patlamanın üzerinden
bilmiyorum. Bildiğim,
hayatlarımızı çalıyorlar.
Gözyaşlarımızı, hıçkırıklarımızı. Bildiğim, ayakta
durmak zor ama bunun
için yeterli öfkemiz
var.
http://saglikhaktir.org/
ankara-caglayan-
31
Gündem
Yas tutabilme, yası yaşayabilme
Endam Köybaşı
Ankara
Her türlü kaybın ardından ruhumuzda şekillenen süreçlerin önemli olduğu düşünülür. Ölen bir yakınımızın ardından hissettiklerimizin bir çok
insanda benzer yollardan geçtiği, sağlıklı ilerlediğinde bizi olgunlaştırdığı
düşünülür. Sağlıklı ilerlediğinde!
Yas tutmanın da beklenen bir akışı vardır; ölüme verdiğimiz ilk tepkinin
onu yadsıma, inkar şeklinde başladığı, pazarlıkla devam edip, ölen kişiye
öfkelendiğimiz bir uğrağın ardından, gidenin artık yaşamadığını kabullendiğimiz, yaklaşık iki yıl boyunca devam eden bir süreç olduğu düşünülür. Artık somut olarak karşımızda olamayacak kişiyle, ruhsal dünyamızdaki temsiliyle yeniden ilişki kurma sürecidir bir yandan. Kişi hayattayken, kendisiyle kurmuş olduğumuz ilişkinin şekline, dinamiğine, özelliklerine bağlı olan bu yeni form, sağlıklı bir özdeşim süreci ile gidenin ardından benimsediğimiz özelliklerini devralmakla sonuçlanır. Büyümek,
olgunlaşmak, içimizde başkasından bize kalmış, artık kendimizin olan
özellikleriyle var olmaya devam ederiz.
Kayba vermiş olduğumuz bu sağlıklı tepkiyi bozabilecek, bizi bu dizgenin,
ölümü kabullenme aşamasına varamadan önceki uğraklarına sabitleyecek durumlar vardır. Ölen kişiyle kurmuş olduğumuz ilişki çatışmalı, iki
uçlu, gelgitli ise, beklenmedik, ani, travmatik bir ölüm ise, inkar, öfke aşamasında kalabilir, çökkünlüğe girebiliriz. Genel olarak bireyin kayba,
ölüme verdiği tepki için bunları anlatabilir, bu söylediklerimizin insan
grupları olarak yaşadığımız topluluğu ilgilendiren kayıplarda da, birebir
aynı olmasa da, benzer şekilde ilerlediğini düşünebiliriz.
Kitle, grup, topluluk olarak ülkemiz solunun, mücadelesinde verdiği
kayıplardan sonra oluşan tepkilerin duygusal ve siyasi açıdan sağlıklı
olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bireyin vermiş olduğu ruhsal yanıtta olduğu gibi,
toplulukların da yanıtında öznel ve nesnel
belirleyen yanlar olduğunu hatırlamak
gerekir. Öznel olarak soldaki ölümü
kutsallaştıran, “şehitlik” mertebesi
ile yücelten, mücadelede “olağan”
bir durum olarak kavramakla
kalmayıp “yöntem” olarak kullanan kavrayışın sağlıklı bir yas
tutabilme sürecini engellediğini
düşünüyorum. Yanı sıra mücadelenin insanına ölümsüzlük
atfederek geliştirilen tutumların
da benzer etkisi var. Bu topraklarda, doğduğu günden itibaren,
katliam, cinayet, işkence gibi yöntemlerle engellenmek ve sürekli bir
tehditle karşı karşıya kalmak da işin
en önemli nesnel kısmı olsa gerek.
Topluluk olarak yaşanan kayıplara verdiğimiz
ruhsal yanıtların sağlıklı olup olmadığını genel
siyasal tutumlardan, yaşananlardan sonra kişilerde ortaya çıkan davranış şekilleri ve oluşan
ruh halleri üzerinden okuyabiliriz. Bir çok örnek
verilebilir, önemsediklerimden birisi, 12 Eylül’ le
ilgili alınan siyasi tutumlar; “asker vesayeti” kavramı üzerinden “sivil” unsurlara verilen hesapsız
destekler. Bir diğeri her katliamda sonra ölenlerin siyasal kimliğini, sahiplendiği değerleri bir
türlü adlandıramama, failleri seçim gibi politik
hesaplar dolayısı ile belirsizleştirme, hangi sol
yapıların orada olduğunu, saldırının hangisini
hedef aldığını temel unsur haline getirme, orada
bulunanların verdiği tepkileri insafsızca ölçme
cesurca olmadığında teşhir etme, kahramanlık
hikayeleri yaratma vb…
Sahiplendiğimiz, tek tek her birimizin içimizde
yaşatmaya çalıştığı ve grup olarak sergilemeye,
insanlığa aktarmaya çalıştığımız hangi değere/
değerlere saldırıldığını, ölen kişilerin hangi özellikleri nedeniyle hedef alındığını bilmek ve anlatmak sağlıklı bir yas sürecinin temel koşulu. Bunun dışındaki tartışma ve ritüeller birey ve grup
psikolojisi açısından bizi gerçekten koparacak
kadar yadsımacı, kör bir öfkeye saplanmış, çökkün, melankolik bir hale büründürebilir.
10 Ekimde
Ankara’ da gerçekleşen katliam ve sonrasında yaşananlara bir
de bu açıdan bakmak
gerek.
http://saglikhaktir.org/yastutabilme-yasi-yasayabilme/
32
‘Adınız Geliyor Aklıma’
Filme ulaşmak için:
https://vimeo.com/143771115
Gündem
Kısa bir
film hikayesi
Şükrü Özütemiz
Kimseyi
tanımıyordum!
10 Ekim’den sonra ‘hepimizde olan’ duygulardan bende de
vardı: Hüzün vardı, acı vardı, korku vardı, sevdiklerini
kaybetmenin dayanılmaz ağırlığı vardı. Orada sadece 102 insanı kaybetmedik, "vicdanı" olan her insanın yaşayabileceği duyguları yaşadık. Orada o insanları ve insanlığı kaybettik, barış
ümidini kaybettik, ümidimizi kaybettik.
Sonrasında yapılan eylemlerde şunu gördüm; aslında biz bir
araya gelememiş çok büyük bir grubuz. Ülkenin dört bir tarafındayız. İşyerimizde, sokaklarda, meydanlarda, hayatın her
alanındayız ve farklı şekillerde etkileniyor. Bir kısa filmde bunu işlemek istedim.
Nihan Hafızoğlu
Orada
olabilirdim!
Gülper Şahin Ergün
Oradaydım!
Hür Hassoy
Arkadaşlarım
öldü!
Gizem Keçeci
!
Merve Semercioğlu
Ankara
Arkadaşlarım
oradaydı!
Hepimiz farklı yaşadık bu
travmayı nasıl anlatalım
derken Ankara katliamından
farklı biçimlerde etkilenen arkadaşlarla iletişime geçtik. Birinin
tanıdığı kimsesi yoktu, bir başkası son anda gidememişti,
arkadaşları orada olan vardı,
orada bizzat bulunan ve
arkadaşlarını orada
kaybeden...
Ne yapsam? Ne yapsam, ne etsem derken konuyu Seyfi abiye
açtım. ‘insanların Ankara’da yaşananlarla kendinde kurduğu mesafeyi ajite olmayan bir dil
ile ve olabilecek en yalın halde yansıtma’
düşüncesi ağır bastı ve çekmeye başladık.
Filmin sonu? Bu kadar acıya, ölüme söyleyebilecek sözümüz var mıydı? Öldürülen
insanların arkasından "oh oldu!" diyebilen
bir güruha karşı ne söylenebilirdi?..
Filmin müziği? Arkadaşlarımızın
anısına onların kaldığı yerden
devam edileceğini, edeceğimizi
herkese göstermek için seçtik.
Onları unutmadan, ta ki bu
topraklara "barış" gelene kadar!
Nehir zeren
33
Yorum
İktidarın
erkek şiddetine
yansıması
Berivan Sert
Merve Semercioğlu
Bu ülke katliamlar ülkesidir..
Kahkaha atan, mini etek giyen,
ha-mileyken sokakta gezen, dans
eden, içki içen, çalışan, okuyan,
partnerini seçen kadını sevmez!
tecavüz eder, döver, köleleştirir,
hapseder, metalaştırır, pompalı
tüfekle vurur.. İktidar özgürleşen
kadının yanında olan erkeği de
sevmez; bir Kadıköy gecesi sokak
ortasında taciz edememenin
öfkesiyle saldırdılar ona..
Karısını pompalı tüfekle
vurup iyi hal indirimi alan,
13 yaşındaki çocuklarımıza
tecavüz edip “rızasını” söz
konusu yapan, 10 yaşındaki
öğrencisini rüyasında görüp
ailesinden evlenmek üzere
isteyen, zorla evine girip ya
da sokakta sıkıştırdığı herhangi bir köşede tecavüz/
taciz ettiği trans bireyleri
kurşunlayan katil ve sapık
zihniyet Baho’muzu sokak
ortasında tacize karşı çıkarken katledenlerle
aynıdır..
Kadına yönelik
tacizin, tecavüzün ve
şiddetin karşısındayız,
hayatın ateş renkli
kelebekleriyiz.
BİRARADAYIZ!
http://saglikhaktir.org/iktidarin-erkeksiddetine-yansimasi/
34
Yorum
New England Journal of Medicine'e
kardiyolojik yanıt!
İnan Mutlu
Geçtiğimiz günlerde New England Journal Medicine'de Transforming Turkey's
Health System — Lessons for Universal Coverage başlıklı bir çalışma yayınlandı.
Ülkemizde son 12 senede sağlık alanındaki iyileşmelerden, sosyal sigortadan, gebelerden-bebelerden tutun da,
birinci basamak sağlık hizmeti sunumundan, kalp krizi geçiren hastaların aldığı sağlık hizmetinden birçok
alana dair yaşanan devrim niteliğindeki(!) değişimler dünyanın sayılı bilimsel dergilerinden birinde, hem de diğer
ülkelere örnek teşkil ettiği yönünde yorumlarla yayınlandı.
Makalenin ülkemizdeki kardiyolojik hastalıklarla ilgili de bir kısmı var.
''55 yaşında erkek bir hasta göğüs ağrısı ve nefes darlığı şikayeti var. Büyük şehirde yaşamakta. Ailesinin ambulans çağırması
sonrası 10 dakika içinde ilk tıbbi teması sağlamış. İlk müdahaleler yapılıp, kalp grafisi çekilmesi sonrası kalp krizi tanısı konularak 60 dakika içinde damarlara anjiyografi ile bakılıp, darlıklara müdahale edilmiş.”
Elbette nereden başlanması gerektiğine karar vermek
zor. Ancak bununla başlayabiliriz. Makalenin yayınlandığı ülkeden herhangi bir insan ülkemize gelip, herhangi
bir hastanede kardiyoloji polikliniğinden randevu almaya
kalksa, becerebilirse o randevuyu alsa ve sabah 7’de hastanede kuyruğa girip giriş yaptırdıktan sonra hekime
ulaşsa, (bu aralarda beklediği süreleri es geçerek) ortalama beş dakika içinde derdini anlatsa, muayene olsa, ilaçlarını gösterip, hangisini ne kadar ve ne zaman içtiğini
anlatsa, sonrasında kendisinde istenen basit kan tetkikleri, efor-eko gibi ileri testlerin isteklerini alıp gitse. Saatlerce kan verebilmekle uğraşıp, sonuçlar çıkana kadar
diğer tetkiklerini halletmeye gitse, birçok hastanede bunların randevu ile çalıştığını ve 2-3 ay sonrasına randevu
verildiğini duysa, aynı gün yapılan hastanelerde ise 10-15
-20 dakika bile sürebilecek tetkikleri 3-5 dakikada sonuçlandırmak zorunda olan sağlık çalışanları ile karşılaşsa…
Ambulans hizmeti örneğin: Halkımızın hizmetinde canla
başla çalışmakta. Bırakın hasta olmayı, canınız gezip dolaşmak istese bile arayıp çağırabileceğiniz, triaj meselesinin
hak getirdiği bu hizmetten faydalanabilmesi için o sırada
onlarca insana hizmet sunan bu birimin boş olupta kendisine gelebilme ihtimalini bir düşünün. Sonra küçük bir yerde
ise bırakın anjiyo yapılacak merkezi, kardiyolog bile olup
olmayacağı muamma.
Sonra 7/24 hizmet veren anjioyo merkezine ulaşsa, sanırım bu şekilde devlete ait olup, hizmet veren hastane 4 milyon nüfuslu İzmir'de ya yok, ya da 1 hastane var. Anlatıldığı gibi işlemler yapılsa ve 2 gün sonra taburcu olup, koca
ülkede 3-4 merkezi geçmeyecek sayıda kardiak rehabilitasyon merkezine yönlendirilse. Nasıl bir şanssa, örnek düzeyini geçmeyecek hizmetlerin hepsi denk gelse hastamıza.Yani acil servisinde aspirin olmadığı için haber olan
hastanelerden birine değil de, anlatıldığı gibi bir merkeze
denk gelse.Ve bu merkezde çalışma süresinin 27. saatinde
olan, ya da 32. saatinde olan bir hekimin 79. hastası olsa.
Ülkenin en büyük illerinde,araştırma hastanelerinde gece
nöbetlerde kardiyoloji-göğüs hastalıkları gibi spesifik
branşlarda bu konularla ilgili hastalara asistan hekimlerin,
hem de bu branşların asistan hekimleri olmak zorunda
değil, baktığını görse, ne olur? Sanırım tekrar kalp krizi
geçirir. Eğer geçirdiği krizlerin hepsinde hayata tutunmayı
başarıp, canlı kalabilirse bu kısır döngü devam edecektir.
Önemli değil ama, ülkemizde öyle güzel bir sağlık sistemi
var ki! Yaşayabileceği ve resmen hayatta kalma mücadelesi
verdiği onlarca sorundan bahsedebiliriz.
Peki durum böyleyken,
bilimselliği şüphe götürmez ve
gerçeklerin böyle olmadığını bilen bir
dergi ne amaçlamış olabilir? Kapitalizm,
sömürü düzenini devam ettirmek için
halka yalan söylerken, bilimi buna alet
mi ediyor? Ismarlama makaleler mi yazılıyor? Neyse bu konuyu ilgili branşlara,
halk sağlıkçılara, sağlıkta soygun ve
yıkım düzenini daha iyi bilenlere
havale edelim.
Daha bitmedi, ihtiyacı olan ve kullanması gereken
ilaçların bir kısmına rapor çıkarması gerekse
ve bu ilaçların akla mantığa sığmayacak şekilde, raporda SGK tarafından ödenme koşullarını sağlamadığı gerçeği ile karşılaşsa,
örneğin en azından bir süre 2 tane kan
sulandırıcı kullanması gerekirken devletin
yalnızca birine izin-rapor verdiğini görse,
ya da kullanması gereken kan sulandırıcı
ilacına rapor çıkarmak için devletin uygun
gördüğü ilacı kullanıp bunun başarısız-etkisiz
olduğunu kanıtladıktan sonra ilacın raporuna
ulaşabileceğini görse, ya da ilaç kullandığı için
normal olan kolesterol değerleri normal olduğundan,
sonraki sefer rapor çıkarmakta zorluk çekeceğini anlasa.
http://saglikhaktir.org/
new-england-journalmedicinee-kardiyolojik
-yanit-inan-mutlu/
35
Bilimsel tavır
Sonrası taburculuk. Taburculuk sonrası kolayca poliklinik
hizmeti, çok küçük miktarlarda katkı payı ile ilaç tedavisini elde etmesi ve son olarak kalpte oluşan hasarlar için
kardiak rehabilitasyon programına alınmasından bahsedilip, mutlu bir tablo çizilerek olgu sunumuna son verilmiş.
Uzaaar, uzaaaar... Ne mi olur? Sanırım kalp krizi geçirir!
Neyseki ülkemizde hemen müdahale edilecek koşullar var.
Sağlık öğrencileri
Piyasacı stajyerler
kumpanyası
Aydan Tunca
Bir diş hekiminin
fakülteyi kazanması,
eğitim süreci, mezuniyeti ve ‘piyasaya’
girişi birbirini takip
eden bir savruluştur.
Peşisıra siz farkında
olmadan bir süreç
başlar ve siz de o sürecin içinde kendinizi
kaybedersiniz.
Birçoğu, bu gelişmelerin karakterlerinde
meydana getirdiği değişimi fark etmez bile.
Öyle doğal bir süreçtir ki bu, zaten insanoğlu
salt madde/maddiyat için dünyaya gelmiştir.
Hayatı boyunca rekabet peşini bırakmayacak ve
o da bu yarışta, bu büyük yarışta, hiç geri düşmemeye çalışacaktır. Bu da tabi ki doğal yollarla değil
türlü entrikayla, stratejiyle ve sen tatlı sona ulaşırken birilerinin
hayatını karartmayı göze almakla olacaktır.
Bu süreç okula adım attığımız günden beri işliyor. Her şey o ilk
yenilgiyi almamızla başladı tabi ki. Bize satın almamız için dayatılan ve satın alacağımız yerin dahi belli olduğu, eğitimimiz için
‘olmazsa olmaz’ materyalleri gidip aynı gün satın aldık. Fiş satın
almazsak da cüzi bir miktarda kârlı olacağımızın da öğretildiği,
toplamda milyarlar eden bu alışverişin sonucunda elbette kârlı
olan bizdik! Laboratuvarlarımıza geri döndük ve eğitimimize kaldığımız yerden devam ettik, “dönemeseydik ne olurdu”nun azıcık (!)
endişesiyle.
İkinci senemizde bu sefer ayağımıza gelmeye başladı ilerde sıkça
ilişki kuracağımız büyük şirketlerin aracıları. Biz tabi ki bu fırsatı
kaçıramazdık ve ilerde kendi kliniğimizde de kullanacağımız malzemeleri -daha sonrasında sıklıkla olacağı gibi- yine satın aldık.
Ucuzuna kaçabilirdik bu ürünlerin ama kaçmadık! Çünkü biz o
plastik kafalara en iyi hizmeti sunmak için vardık. Durmadık, devam ettik.
En hijyenik koşullarda çekilmiş ve aynı hassasiyetle çamaşır suyunda saklanmış dişleri toplamaya başladık bir sonraki sene. Burada hatamızı kabul etmeliyiz ki bulaşıcı hastalık riskinin devam
ettiğini o dişlere dokunduktan çok sonra öğrenmiştik. Yine de olsun dedik, eğitim aşkı dedik. Kanalları açtık, genişlettik , doldurduk. Yetmedi, yetemedik aynı dişten on tane genişleştik. Kimi zaman kendi odalarımızı enfekte ettik. Yine yetemedik, yaz okullarına kaldık. Tabi bu sırada her bir diş için malzeme satın almaya
devam ettik. Neticede bir hastanın çekilmiş olan dişlerinde başka
bir hastada kullandığımız aletleri kullanamayız değil mi? At çöpe.
36
Bulaşıcı hastalıklar için aşılanmayı akıl
ettiğimiz dönemdeyse çoktan hasta bakmaya
başlamıştık ve sağlık alanında gelişmiş olduğunu iddia eden bir üniversitenin, yine üniversite gelirine katkı sağlayan öğrencilerini aşılamayı
nasıl unuttuğuna anlam veremedik. Olsun, aşılandık
ve devam ettik. Yeni malzemeler satın aldık çünkü
laboratuvardaki malzemelerimizi kliniğe sokamazdık.
Tabi ki bundan biz sorumluyduk, yeni malzemeler
satın aldık çünkü biz bunun için vardık!
Mezuniyete bir kala her şey bu ironik haliyle yerinde
duruyor. Piyasaya hazırlanan diş hekimleri, iyi etmek dışında her şeyi yapıyor. Para kazanamadığımız
halde performansa dahil edilip yaptığımız tedavilerin
sayısı, puanı yarıştırılıyor. Hipodroma dönen kliniklerde ne yaptığını bilmeyen stajyerler kaynıyor. İnsanlar derdine çare bulmak için geliyor ancak bu
sistem içerisinde ne alacakları düzgün bir hizmet var
ne de iyileşme ihtimalleri ama tüm bunların yanında
sağlık sistemini bir kez olsun eleştirmeyi denemiyorlar. Tek eleştirdikleri sağlık çalışanları.
Bizim bu denli paracı hekim olacak oluşumuz, zengin
olma hayalleriyle eğitilmemiz ve kapitalizmin kurallarına göre çalışmak zorunda olduğumuz gerçeğine
maruz bırakılmamız karakter değişiminde büyük rol
oynuyor. ‘Kuralına göre oynamayı’ tercih eden arkadaşlarımız oldukça fazla. Tüm bu olumsuzlukların
yanında mücadele azmimizi bırakmamak için direniyoruz. Ağız sağlığının sosyo-ekonomik farklılıklarla
orantılı olduğu gerçeğine istinaden mücadele alanlarımızı bunun doğrultusunda oluşturmaya çalışıyoruz.
Herkesin eşit ve kaliteli sağlık hizmeti alması mümkün, bunu gerçekleştirmek için mücadele edecek hekimlerin yetişmesi umuduyla.
Tam size göre!
İlksu Göl
Şeker hastası mısınız? Bir küp şekeri alıp bir
kazan suyla iyice karıştırıp bir kaşık bu sudan
içerseniz iyileşmiş olacaksınız!”
tedirgin olmaktadır. Modern tıp, bilimsel bilgiye dayanan,
dolayısıyla en az zararla en fazla yararı sağlayacak girişimlerin uygulayıcısıdır. Geleneksel, alternatif ya da tamamlayıcı uygulamalar (GAT) tıbbı ise hekimlik mesleği içierisinde
değildir. Bununla birlikte, bilimsel yaklaşım kuşkuculuğu
“Sivilceleriniz mi var? Şarbon hastalığına
içerir; otomatik /kategorik reddiye bilimsel değildir. Bu neyakalanmış koyun dalağı tam size göre!”
denle GAT uygulamalarına bilimsel yaklaşım, öncelikle etkin ve güvenli olup olmadıklarını araştırmak yönünde olBöyle söyleyince kulağa çok saçma gelen “Böyle şey mi malı.
olur?” dediğimiz olay bir alternatif tıp yöntemi. Son zamanlarda radyo ve televizyon programlarında, internet sitele- En tartışmalı GAT uygulamalarından en tartışmalı olanlarinde homeopati ile ilgilinen homeopatik tedaviyi anlatan rında biri homeopati. Britanya Parlementosu’nca kurulan
kişiler var. Tüm bu kişiler modern tıpta çözümü olamayan Bilim ve Teknoloji Komitesi’nin homeopati üzerine raporu
hastalıkların bile bu yöntemle tedavi edildiğini iddia ediyor- ise şöyle özetle:
lar; ama aslında bu yolla “tedavi” olmayı düşünen
insanalara gerçekten homeopatinin ne olduğu anlatılmı- Uygulama bilimsel olarak haklı çıkarılmamakta,
yor.İnsanlar homeopatinin bitkilerle yapılan doğal bir tedavi yöntemi olduğunu düşünüyor.
Etkisi plasebodan daha iyi değil,
Homeopati nedir?
Homeopati üzerine yeterince araştırma yapılmış durumda
ve bu araştırmalar etkili olmadığını gösteriyor,
Homeopati, 18. yüzyılın başlarında Alman doktor Samuel
Hahnemann tarafından bulunan ve vücudun kendini ‘doğal’ Daha fazla araştırma yapılmasını haklı çıkaracak bir geyollardan iyileştirmesine yardım eden bir alternatif tedavi rekçe bulunmamaktadır.
akımıdır.
Homeopati üç temel ilkeden oluşmaktadır. Bunlardan biri: Raporda bu bilgilere dayanarak hükümete şu önerilerde
Benzer benzeri iyileştirir; homeopatiye göre bir belirti an- bulunuluyor: “Hükümet, bu ürünlere lisans verip eczane
bulunmalarına sağlayarak, homeopatinin etkili
cak aynı belirtiyi ortaya çıkaran madde ile tedavi edi- raflarında
bir
tıp
yöntemi
olduğunu onaylamış olmaktadır. Hastaların
lir. Örnek olarak, şeker hastasıysanız size suyla seyreltilgüvenini
tesis
etmek,
güvenliğini sağlamak ve seçim hakkımiş şeker verilir. Ter kokunuz varsa seyreltilmiş civa, ishal nın gereğini yerine getirmek
için hükümet homeopati de
ya da grip olduğunuzda seyreltimiş arsenik, kaşıntanız oldudahil
olmak
üzere
hiçbir
plasebo
yönteminin kullanımını
ğunda size seyreltilmiş ısırgan otu özütü verilir. Aslında ”
desteklememelidir.
Hükümet
homeopati
ürünlerinin geri
Çivi çiviyi söker, dinsizin hakkından imansız gelir.” atasözü ödemesini durdurmalıdır, bu ürünlerin lisansları
yenilentam da buraya uyuyor .
melidir.”
Seyreltme ve Çalkalama; civa, arsenik vs. bunların insan
yönetmelikte yer alan ve otlarla, kurtçuklarla, sülükvücudu için ne kadar zararlı olduğunu biliyoruz. Bu nedenle Özetle;
le
ve
müzik
gibi yöntemlerle uygulanan GAT tıbbına ilişkin
Hahnemann bu tür maddelerin seyrfeltilmesi gerektiğini bilimsel bilgiler
büyük oranda eksik ya da bu yöntemlerin
öne sürmüştür. Kullanılan maddelerin derişimi çok düşüktür
etkisiz
olduğu
yönünde.
Etkisiz olan yöntemlerin de riski
bunu daha etkin bir hale gelmesi için çalkalamak gerektiğiçok
fazladır.
ni söyler. Yani insanlara verilen sözde ilaçlar sudan başka
birşey olmayıp hastaları maddi ve manevi olarak sömürEtkinlik ve güvenliği olmayan
mektedir. T.C Sağlık Bakanlığı 27 Ekim 2014 ” Geleneksel ve
bu uygulamaların kullanımı engellenTamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği” ile homeopati
meli ve bu uygulamaların güvenirlilive daha yüzlerce ismi bilinmeyen alternatif
ği ve etkinliği araştırılmalıdır. Bilgitıp uygulamaları yasalaşmıştır. Böylece medya ve sağlık alanında güvesizliğin, ızdırabın ve umuttan kaynilir olmayan bir çok “alternatif
naklı olarak insanların maddi ve matıp uzmanının ” bulunması ve
nevi olarak sömürülmesini engellebu konunun sömürüye oldukça
mek gerekmektedir. Yapılan bu düaçık bir alan olması endişesi
zenlemeler, sağlık hizmetlerine eriartmıştır. Ne kadar da yönetşim hakkıyla ve bilimsel bilgiyle
melikte alternatif tıp ismi geçuyumlu olmak zorundadır.
mese de, ülkemizde düzenlenen hacamat kongreleri, medyadaki ve alandaki şarlatanlara
göz yumuluşu ve toplumun bu
konuda sömürüye açık oluşuyla birhttp://saglikhaktir.org/sarbon-hastaliginaleştirildiğinde insan haklı olarak
yakalanmis-koyun-dalagi-tam-size-gore/
37
Sağlık öğrencileri
“Şarbon hastalığına yakalanmış koyun dalağı”
Söyleşi
Bilim insanı
Prof. Dr. Cumhur Ertekin
Ayhan Çalışkan, Seyfi Durmaz
En çok
merak
ettiğimiz
soru ile
başlıyoruz.
Hocam, sizin için
"kaçak akademi kurdu"
diyorlar?
12 Eylül
askeri yönetiminin
sona ermesine rağmen
ülkemiz üniversitelerinin
“ihtiyaç duymadığı” bir
bilim insanı olarak neler
yaptınız?
Gülüşüyoruz
İstemeyerek muayenehane hekimliği
yapmaya başlamıştım. Severek de yaptım.
Ama ben eğitim ve araştırma yapmayı çok
arzuluyordum. İlginç vakaları tartışmak,
paylaşmak istiyordum ancak bunu muayenehanede yapmak mümkün değildi. Böyle vakaları Üniversitedeki arkadaşlarıma da yönlendiriyordum.
Üniversitede dışı dönem 8 yıl sürdü.
Bu şartlarda uluslararası dergilerde 16 araştırma makalem yayınlandı, bir de kapsamlı
bir nörofizyoloji kitabı yazma şansım oldu,
1986 yılında Sedat Simavi Sağlık Bilimleri
ödülünü aldım.
Bilimsel tavır
Sakıncalı mı,
aykırı mı?
Bunun yanında, eşim Dr. Nezihe Ertekin'in
çalıştığı klinikteki hekimlerle birlikte eğitim
faaliyetleri ve araştırmalar yaptık. İçimdeki
eğitim ve araştırma arzusunu böyle gidermeye çalıştım. Kaçak akademi
dedikleri bu olabilir.
İsveç Linköping Üniversitesine araştırmalar yapmak ve doktora tezi yönetmek üzere davet edildim. 1988 de İsveç’te 1 yıl kalarak 4 araştırma yaptım ve Dr. M.
Hansen’in doktora tezini
yönettim.
Çaylar yudumlanırken
“1402 meselesinin iyice
üstüne gidiyoruz.
Vatana
ihanet
ettiniz mi,
Hocam?
Yüzünden
eksilmeyen
kahkahalardan
birini daha
koyveriyor
1402'likler
Omurilikte aktiviteyi ölçen bir yöntem geliştirmiştim. Bu yöntem, bugün sık
kullanılan "Spinal Monitoring"in başlangıcıdır ve ben Dünya’daki beş kurucusundan biriyim. Üniversiteden 1982'de atılmadan hemen önce
bu konuda sunum yapmak için Japonya'da bir sempozyuma davetli konuşmacı olarak çağırıldım. Yurtdışına
çıkış yasağım sebebiyle neredeyse katılamıyordum. Sempozyum yönetiminin Ege Üniversitesi'ne ısrarı sonucu
yasağım geçici olarak kaldırıldı ve ben de sempozyuma
katılıp, öncüsü olduğum yöntemi anlattım. Döndüğümde
bana Türkiye'den de bir "ödül" verildi: ülkeme zararlı
faaliyetlerde bulunduğum gerekçesiyle üniversiteden
atıldığım bildirildi. Ben vatanıma bilimsel çalışma ve
buluşlarımla en iyi biçimde hizmet ettiğimi düşünürken, tam aksi bir gerekçe ile üniversiteden atılarak ödüllendirildim!
*Tıp Dünyası’nda yayınlanmıştır.
38
6 Kasım 1981'de
YÖK kuruldu. Bundan sonra
1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun özellikle sol görüşlü olduğu
düşünülen 71 Üniversite personeli
YÖK tarafından görevlerinden
uzaklaştırıldı. Genelkurmayın açıklamalarına
göre toplam 4891 kamu personeli
görevden alınmış ve 38 profesör,
25 doçent, 10 yardımcı doçent
1402'lik olmuştur. Ancak 1402'lik
olmasını istemediğinden bizzat istifa yolunu seçenleri dahil edildiğinde 20.000' civarında olduğu öne
sürülmektedir.
1990'da Danıştay kararınca
uzaklaştırılan öğretim
üyelerine dönüş için
izin verildi.
Yorum
Bilimsel tavır
Prof. Dr. Cumhur Ertekin
Dünya bilim
çevresinde lobi ve
gruplar içine dahil
olmaz isen kitaplara
bölüm yazdırmıyorlar,
kongrelerde görev
vermiyorlar.
Namerde muhtaç olmadan, yurt dışında birtakım
tanınmış kilit adamlara yılışmadan, düzeysiz ilişkilere girmeden pekala, insanların hakkı ve emeğinin karşılığı verilebilir. Benim gördüğüm bazı araştırmacılar bir
bulgu ortaya koyduğu zaman, yollara düşüyor ve birçok
yerde aynı bilgiyi sunuyorlar. Böylece işin pazarlamasını çok iyi yapıyorlar ve sadece o yıllara özgü ünlü kişi
muamelesi görüyorlar.
Benim kişisel olarak zaten seyahatlere merakım hiç olmadı. Eskiden zaten bunun için param yoktu. Kongrelere
gittiğim zamanlarda da pek öyle insanların yanına sokulmadan ve sırası geldiğinde eğer bir kişi bildirisi veya
konuşmasında yanlış bir şey söylemiş ise, söz alıp bu
yanlışı ve doğrusunu, çok da iyi olmayan İngilizcem ile
vurgulardım ve hala vurgularım. Dolayısı ile lobiler,
gruplar, yönetimler ve de “editorial board”lardan hep
uzak kaldım, diye düşünüyorum.
Simdi artik çok iyi anlıyorum: Dünya bilim çevresinde
veya daha doğru deyim ile uluslararası meslek çevresinde lobi ve gruplara dahil olmaz isen kitaplara bolüm yazdırmıyorlar, kongrelerde görev vermiyorlar vs.. Bunları
yenebilmenin herhalde tek önemli koşulu çok özgün,
mükemmel ve akılcı bilimsel araştırmalar yapmak ve
lobilerinde bu durumda hakkini teslim etmesi kalıyor.
39
Yazarın
facebook profilinde
yayınlanmıştır.
Sağlık öğrencileri
Onlar ümidin düşmanı
Gizem Keçeci
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim
akar suyun,
meyve çağında ağacın
serpilip gelişen hayatın düşmanı...
AKP iktidarı hayatımızın her alanına, yaşama yönelen saldırılarına son hızla devam ediyor. Saldırıyor; çünkü içerisine
girdiği yönetme krizini aşabilmek için elindeki sopasından
başka bir şeyi kalmadı. Yıllardır haklarımıza, özgürlüklerimize sistemli bir şekilde saldıran bu iktidar artık doğrudan
yaşamımıza kastediyor. O kadar gözleri dönmüş bir durumdalar ki elindekileri kaybetmemek adına ülkeyi içeride ve
dışarıda bir savaşın içerisine sürüklemekte, mitinglerde,
alanlarda patlatılan bombalarla yüzlerce insanı katletmekte
dahi tereddüt etmiyorlar. Polisiyle, MİT' iyle, cihatçı çeteleriyle, sokak milisleriyle var güçleriyle saldırıyorlar. İnsanlarımızı katlediyor, gazetecileri tutukluyor, aydınları öldürüyorlar. Ülkemiz bu ölüm iktidarının elinde büyük bir karanlığın
içerisine sürükleniyor.
Elbette tüm bu karanlık tablo içerisinde sağlık alanının durumu da parlak değil. Yıllardır izlediği politikalar ile AKP iktidarı sağlığı kar odaklı ve gerici bir anlayışla dönüştürdü. Ve
yaşanan bu dönüşüm hem giderek daha esnek, güvencesiz ve
şiddetin kol gezdiği bir çalışma ortamına hapsedilen sağlık
emekçilerini, hem bir ticarethane haline getirilen hastanelerde sağlık hizmeti almaya çalışanları, hem de bu sağlık
sistemi içerisinde eğitim gören biz öğrencileri vurmaya devam ediyor.
Sağlık alanı kar odaklı bir anlayışla kuşatılırken, bizlerin
aldığı eğitim de bu anlayış çerçevesinde şekilleniyor. Örneğin hastalığı hiç ortaya çıkmadan engelleyebilmek
oldukça etkin bir yöntem olabilecekken, sağlık alanındaki genel eğilim doğrultusunda tıp eğitimi de daha
çok kar elde etmeyi mümkün kılan tedavi edici hizmetlere odaklanarak koruyucu hizmetleri arka plana
atıyor. Bakılan hasta sayısı ve yapılan işleme göre
prim almaya dayalı performans sistemi nedeniyle
temel önceliği eğitim ve bilimsel araştırmalar olması
gereken niveriste hastanelerinde arka plana atılan
yine bizlerin eğitimi oluyor.
Her geçen gün bir yenisi açılan, altyapısı yetersiz
tıp fakülteleri ve sürekli arttırılan kontenjanlar
ile bir yandan aldığımız eğitim niteliksizleştirilirken, diğer yandan da bizler geleceğin ucuz iş
gücü olarak yetiştiriliyoruz.
Ayrıca son dönemde giderek ilgi odağı olmaya
başlayan, alternatif tıp adı altında yaygınlaşan
gerici sağlık uygulamaları da eğitimimize işgal
etmeye başladı bile. Buna örnek olarak ülkemizdeki önemli tıp fakültelerinden biri olan
Ege Üniversitesi' nde üniversite yönetimi ve bazı öğretim
görevlilerinin de desteğiyle düzenlenmesi planlanan - ve
bilimsel açıdan dayanağı olmayan bir yöntem olan"Homeopati" kongresini gösterebiliriz.
Uzun lafın kısası tıp eğitiminin ve sağlık sisteminin getirildiği noktaya dair bunlar ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün. Ve bizler biliyoruz ki sağlık alanında tüm
bu yaşananlar esasen ülkedeki genel tablonun bir yansımasından başka bir şey değil. Ülkemiz saray rejiminin
eliyle hızla bir karanlığın içerisine sürüklenirken, benzer saldırılar hayatımızın her alanında yoğunlaşmaya
devam ediyor. Bunun karşısında bizlere düşen ise bulunduğumuz her yerde direnişi, mücadeleyi yükseltmekten
başka bir şey değil. Tüm
Ancak onların
kagüzellikleri yok etmeye
ranlığını yok edeyeminli bu iktidarın
cek olan da bizlerin
karanlığı, bizleri her
umudu
ve birleşik, örgütlü
geçen gün vurmücadelemizden
başka bir şey
maya
devam
olmayacak.
İçerisinden
geçtiğiediyor. Evet, onmiz bu karanlık günlerde şimdi
lar ümidin, yaşaher zamankinden daha fazla
mın düşmanları.
bir araya gelmeye ve sesimizi yükseltmeye
ihtiyacımız var.
İnanıyoruz ki
bizler bunu başardığımız takdirde AKP rejimi de tarihin çöplüğündeki yerini almaya
mahkum olacaktır.
http://saglikhaktir.org/
onlar-umidin-dusmanidir
40
Tuğrul Şahbaz
Özetle AKP,
işçi sağlığı alanında
yaptığı değişikliklerle alanın
piyasalaşmasına ve işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı. diğer sağlık personelinin daha
düşük ücretlerle çalışmasına
neden oldu. İşçilerin sağlığı ve
güvenliği açısından ise iyiye
giden bir tablo
yok!
Yetkilendirmenin el değiştirmesi ile, TTB’nin işyeri hekimliği ücretleri üzerinde zaten sınırlı
denetiminin olanaksız hale gelmiş
olması, bunu daha da kolaylaştırdı.
Çalışma Bakanlığı, meslek
örgütümüzü devre dışı bırakarak, “eğitim şartsa onu da biz
yaparız” mantığıyla önce ÇASGEM
içinde sürdürülmeye çalışılan eğitimler, daha sonra “eğitim şirketlerine” havale edildi.
Yasa hükümlerini uygulayamayan işverenler, büyük para
cezaları ile yola getirilecekti ama
uygulanmadı.
Yönetmeliklerle sürekli oynanarak 100 işçi çalıştıran bir
gıda firmasına verilecek işyeri
hekimliği hizmeti ayda 25 saat
yerine sadece 10 saate inmiş oldu.
Süreler bu denli azalınca, işverenler, hizmetin daha az ücretle yapılmasını istediler.
Yasanın bütününde, sorumluluğu olabildiğince işyeri hekimine ve iş güvenliği uzmanına yüklemeyi esas alan bir anlayış hakim
kılındı.
AKP döneminde en önemli değişimlerden birisi de, işçi sağlığı ve güvenliği alanında daha çok
ortam ölçümü ve sağlık gözetimi
amaçlı laboratuar yapılmaya başlanması. Bu alan Çalışma Bakanlığı’nca yetkilendirilip denetlenen
laboratuarlara terk edildi.
Yeni dönemde taşeron şirketler özendirildi. OSGB’lerin de
alana yeni giren aktörler olarak
fiyat kırmasıyla, pek çok işyeri
hekimi ya işinden ayrılmak, ya da
aynı işte daha az ücretle çalışmayı
kabul etmek zorunda kaldı.
http://saglikhaktir.org/is-sagligi-ve-guvenligindeakp-neleri-degistirdi-tugrul-sahbaz/
41
Yorum
İş sağlığı ve güvenliğinde
AKP neleri değiştirdi?
Gezi
Ateşliler Komünü’nden
Paşa Sancağı’na
Yüce Ayhan
İlk büyük
savaşın ardından
yeniden çizilen sınırların
bahtsızlığında yalnız
bir istasyon...
Yeşilliğin ortasında
bir kara tren, kadim
başkentin yarım kalmış
tarihi gibi kesik raylar
üzerinde sessiz
sedasız…
Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’u Balkanlara bağlamak üzere büyük umutlarla inşa edilen demiryolu hattı
savaş sonrasında Yunanistan toprağında kalınca, kadükleşen, yerini yenisine bırakmak zorunda kalan Karaağaç’taki Edirne tren istasyonu oldu kentteki ilk durağımız.
42
Mimar Kemalettin tarafından tasarlanan, fakat yapıldıktan sonra kısa zamanda metruk bir hal alan yapı, yıllar
sonra restore edilerek rektörlük binası olarak kullanılmış bir
süre. Şimdilerde ise Güzel Sanatlar Fakültesi olarak işlev görmekte, güzelliğine yakışan biçimde.
Komün alevini Edirne’de yoksul tarım emekçileri tutuştururken Selanik’te denizciler loncası başı çekmiş. Yedi yılın sonunda savaşan tarafların uzlaşısı ve Aydınoğlu Umur bey’in
yönetimindeki Türk deniz gücünün desteğiyle “istikrar” sağlanmış ve komün düzenine son verilmiş hem Selanik’te hem
Edirne’de. Fakat on yıl sonra kent Bizansın elinden de çıkıp
önce Osmanlı imparatorluğunun başkenti, payitahtın İstanbul’a taşınmasından sonra da Rumeli vilayetinin Paşa Sancağı olmuş.
Tunca ve Meriç nehirlerini aşan köprülerle Edirne’ye bağlanan yemyeşil bir köy, Karaağaç. Hemen yanı başındaki mütevazi sınır kapısı Pazarkule’den Yunanistan’a geçiliyor.
Edirne’ye damgasını vuran iki önemli Osmanlı eseri var.
Birisi Mimar Sinan’ın başyapıtı Selimiye Camii, diğeri II.
Beyazıd Külliyesi.
İlk çağlarda Traklar tarafından kurulmuş kent, tarihin her
döneminde ayakta kalmayı başarmış. Doğu seferi sırasında
ağırladığı Roma imparatoru Hadrianus’un şerefine Hadrianopolis adını almış ikinci yüzyılda. Roma imparatorluğu yıkıldıktan sonra Bizans’ın en önemli kentlerinden
biri olarak kalmış yıllarca. İsmi de Hadrianopolis’ten
Adrianopolis’e, ondan da Edirne’ye evrilmiş yüzyıllar içerisinde.
Tunca nehri kıyısında geniş bir alana yayılan külliye ibadethane, tıp okulu ve hastane kompleksinden oluşmasıyla dikkat çekici. Külliyenin merkezinde yer alan büyük bir kubbeyi çevreleyen altı küçük kubbeli odadan oluşan Darüşşifa,
zamanında özellikle ruh hastalıkları için önemli bir tedavi
14.yüzyılda imparator III.Andrikonikos’un ölümünün ardından çıkan taht kavgası Bizansı bir iç savaşa sürüklemiş. Edirne Selanik hattının ortasında bulunan Bizans başkenti
Dimetoka’da imparator naipliği için sürdürülen savaş, yoksulların dünyayı değiştirmek için tarih sahnesine attığı ilk
adımlardan birine sebep olmuş. Branos adlı bir köylünün önderliğinde ayaklanan halk yığınları Edirne’de bir komün
yönetimi kurmuşlar. Bizans kaynaklı tarihsel metinlerde “bir
çapulcu hareketi” olarak anılan Ateşliler Komünü, ismini aynı
dönemde Selanik’te yönetimi ele geçiren ve yedi yıl boyunca
kenti 12 özerk konsey ile yöneten Zelotlar’dan almış. Zealot
veya Zilotes gibi farklı söylenişleri de olan bu deyim aslında
ilk kez 1.yüzyılda Roma imparatorluğuna karşı savaşan
yahudi gerilla gruplarını tanımlamak için kullanılmış, “Tanrı
adına, şevkle harekete geçen, ateşli” anlamında.
merkezi olarak hizmet vermiş. Evliya Çelebiye göre
“hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve def-i
sevda olmak üzere” musiki icra edilen bu mekanın günümüzde
Sağlık Müzesi olarak hizmet vermesi ise şaşırtıcı biçimde
doğru bir tercih olmuş.
Edirne’nin alamet-i farikası tartışmasız Selimiye camisi. Ermeni ya da rum, bir hristiyan aileden devşirilen çocuğun
islam sanatının en önemli eserlerinden birini ortaya çıkarması talihin cilvesi olarak görülebilir pekala ama 80
yaşında başladığı işi beş yılda tamamlayıp geride ölümsüz bir dünya mirası bırakmak her türlü övgüyü hak
ediyor.‘da yayınlanmıştır.
43
Bizanstan Osmanlıya, Osmanlı’dan günümüze uzanan tarihinde parlak günleri olmuş bu kent günübirlikçi gezginlerin rağbet ettiği bir yer. Üstelik epey bir kısmı sınırın öte
yanından gelip dönüyorlar. Sadece gezmeye değil; yanında
tava yoğurdu, kırmızı biberiyle yaprak ciğer yemeye; bademli kurabiyelerden, badem ezmelerinden tatmaya; artık
Trakya kaşarı mı olur Edirne beyazı mı, peynir alıp gitmeye de geliyorlar.
1935 yılında mezarından çıkartılarak “tetkike” alınan kafatası devlet emanetinde kaybedilmiş olsa da, pek çok eserinin
güzelliği çarpık yapılaşmayla gölgelense de, burada, Edirne’de hak ettiği itibara sahip Koca Sinan. Kentin orta yerinde,
dönem mimarisinin korunduğu bir meydanda tüm görkemiyle yükseliyor Selimiye camisi.
Edirne’nin kayda değer mimarisinde sadece Osmanlı İslam
eserleri yok. Selimiye’nin etrafındaki sokaklarda pek çok
konak ve eski ev yer almakta. Pek çoğu bakımsız, onarıma
muhtaç olsa da bazıları korunmuş ve iyi durumda. En şanslılarından biri İlhan Koman evi. Kültür Varlıkları Koruma
Kurulu’na tahsis edilmiş heykeltraş İlhan Koman’ın doğduğu ev ve pek çoğuna göre iyi durumda.
Yaz başında yapılan yağlı güreş şenlikleri Kırkpınar’ın
sadece adının kalmış olmasına aldırış etmeyen ayrı bir
meraklı kalabalığı topluyor kente. Çünkü bu güreşe adını
veren Kırkpınar artık sınırın ötesinde bir çayır. Yunanistan’ın Evros deltasında, bu gün Kiprinos diye adlandırılan,
bir zamanların Samona kasabasında; veya bizim bir başka
“Ateşli” isimle bir arada anmaya alışkın olduğumuz,
Simavna‘da.
Edirne başlı başına bir gezi güzergahı olmayı hak eden
bir şehir. Türkiye’de eski kent merkezinin aşırı tahrip
edilmediği, nispeten korunduğu nadir yerlerden.
Edirne Okumaları:
Zelotlar ve Edirne komünü/
Ayhan Tunca.
Yazar’ın blog’u
agitoergosum.com
44
http://saglikhaktir.org/
atesliler-komunundenpasa-sancagina-yuceayhan/
Serdar Çeliktaş
facebook.com/drSRDR
45
Karikatür
drSRDR
Yorum
İlk ayrılık:
Okul vakti gelince
Gülperi Putgül Köybaşı
Daha dün annemizin kollarında
yaşarken, hangi ara okullu olduk?
Sınıfları niye doldurduk, etrafta
koşuşturan bu çocuklar da nesi, bu
sürekli bağıran kadın/adam kim?
Hiç de sevinçli değilim ki ben.
Annem nerde? Annem nerde?
Annem nerdeeeeee?
Maalesef çoğu zaman milli okul şarkımızdaki gibi gitmez işler
okul bahçesinde . Ayrılmanın belki bir ilk olarak yaşandığı bu
mekanda, elbette biraz gözyaşı olacak, korku ve endişeyle bakacak küçük gözler. Ayrılma anksiyetesi( kaygısı), sağlıklı gelişim gösteren çocuklarda yaşa özgü özellikler gösteren doğal
bir tablodur aslında. Anne-baba ya da çocuğun bağlandığı
kişiden (bakıcı, anneanne, babaanne) ayrılması, şiddeti
çocuğa göre değişmekle birlikte sıkıntılı bir süreçtir ve
zaman ister. Günümüzde özellikle kentli çalışan ebeveynlerin çocukları çok daha küçük yaşlarda kreş/
anaokulu ile tanışıp ayrılığı daha erken yaşıyorlar.
“Bağlanma” nın çok önemli olduğu 0-3 yaş arasında çocuğun zamanının çoğunu temel
bakım verenler ile geçirmesi önemli olduğundan daha erken yaşlarda oyun grubu / yarı zamanlı kreş bakımının tercih
edilmesi önerilir. 3 yaş sonrası ( kimi
çocuklar için biraz daha erken ya da geç
olabilir) çocuğun yavaş yavaş dışarıya ilgisinin artması beklenir. Yine de evinden, anne ya da bakıcısından uzun
süreli ayrılması, yabancılarla vakit geçirmesi çok kolay
olmayabilir. Pek çok çocuk ilk başta ayrılığa direnç gösterebilir, anneye yapışmak, ağlamak, vurmak gibi isyan tepkileri
verebilir. Çocuklarda henüz zaman kavramı gelişmediğinden,
ayrılığın süresini kestiremez, bunu tamamen bir terk edilme gibi
algılayabilir. Bu nedenle özellikle ilk ayrılık denemelerinde çocuğu
sürece hazırlamak gerekir. Hele annenin tek bakım veren olduğu, çok
fazla ayrı kalma tecrübesi olmayan çocuklar için bu durum özellikle
önem taşır.
Peki çocuğumuzu kreş/okula nasıl hazırlayalım?
Öncelikle çocuğun yaşı ile uyumlu tepkiler vereceğini unutmamalıyız.
Henüz anne ile bağımlı ilişkisini tamamlamamış 3 yaş altı bir çocuk için
elbette daha yavaş ve kademeli bir alıştırma öneriyoruz. Mutlaka çocuğa
orada neden bulunduğu, kendisini nelerin beklediği anlatılmalı. Mümkünse ilk günler anne/bakıcının yakın gözetiminde yeni ortamına alışmalı. Çocuklar için asıl kaygı kaynağı annenin geri gelmeyeceği korkusudur. Bebeklik döneminde sağlıklı bir bağlanma ilişkisi yaşanmışsa
(bakınız “Tekinsizlikler ülkesinde bağlanmak üzerine: Anne ve bebek
ilişkisi”) bu kaygının daha az olması beklenir. Çocuğa annenin geri
geleceği tercihen anlayabileceği bir zaman tarifi yaparak (öğle yemeği
yedikten sonra/ saat 5 te anne işten döner dönmez gibi) söylenmeli. Her
seferinde verilen sözler tutulmalı ve çocuk endişeli bakışlarla karşılanmamalı. Bu dönemin, yaşamının doğal seyrinin bir parçası olduğu izlenimi verilmeli, elbette değişimin yarattığı olumlu/olumsuz duygularını
göz ardı etmeden. Yaşadıkları ve hissettikleri üzerine zorlamadan günlük sohbetler edilmesi, o okuldayken anne/babanın neler yaptığının
anlatılması çocuğun rutini anlaması ve sürece uyumunu kolaylaştırır. Ayrılık yaşantısı çocuğun iç dünyasında pek çok kaygıyı açığa çıkardığından, okula başlama dönemlerinde yaşamında başka büyük değişimlerin olmaması önerilir. Yaşadığımız toplumda sık yapılan yanlışlardan biri eve kardeş geldiğinde büyük çocuğun kreşe yollanması.
46
Sıklıkla şartlar öyle gerektirdiği için ya
da işlerin kolaylaşacağı düşüncesiyle
yapılan bu değişiklik, zaten bir kardeşin gelmesini hazmetmeye çalıştığı bu
dönemde çocuğu daha da zorlayacaktır . Tahtına oturan yeni birinin varlığı yetmezmiş gibi bir de yerinden yurdundan edilmiş bir çocuk vardır karşımızda artık. Kardeş doğumu, ev
değişikliği, aileden birinin kaybı
gibi önemli yaşam olaylarında
öncelikle var olan düzeninin
mümkün olduğunca korunması,
çocuk yeni durumuna uyum
sağladıktan sonra okul sürecine hazırlanması önerilir.
Çocuğu ayrılığa hazırlamak kadar önemli olan
bir diğer konu ise annenin
ruhsal olarak ayrılmaya hazır
olması. Ayrılık kaygısını yoğun yaşayan çocukların annelerinin de kaygılı yapıda kişiler
olduğu pek çok çalışmayla gösterildi. Çocuğun bağımsız bir
birey olmasına izin vermeyen,
aşırı koruyucu, müdahaleci, endişeli annelerin çocuklarında çok
daha fazla ayrılma anksiyetesi bozukluğu görülüyor. Anne çocuğunun
kendisinden ayrılmasını, dış dünyaya açılmasını, kreşe/ okula başlamasını doğal bir süreç olarak yaşıyorsa
çocuğun da algısı bu yönde gelişiyor.
Annesinin gözünde “ zavallı çocuğum”
bakışını yakalayan hiçbir çocuk annesinin eteğini kolay kolay bırakmıyor.
Ayrılma ansiyetesi bozukluğu mu, doğal bir
ayrılma kaygısı mı?
Ayrılma anksiyetesi bozukluğu, çocuğun anneden/evinden ayrılırken verdiği tepkilerin çok
daha yoğun ve sürekli yaşandığı (en az 4 hafta) bir durum. Çocuğun bağlandığı başlıca kişileri yitireceğine ya da onların başına bir iş geleceğine ilişkin sürekli ve aşırı bir anksiyete yaşadığı bu durumda, ayrılma korkusu nedeniyle okula
ya da başka bir yere gitmek istemediği görülür. Bu durum, yukarıda bahsettiğimiz doğal
ayrılma tepkilerinden farklıdır ve tedavi gerektirir.
soL portal’da yayınlanmıştır
http://saglikhaktir.org/ilkayrilik-okul-vakti-geldi/
47
48

Benzer belgeler

temmuz hekim postası

temmuz hekim postası yazık ki çok tartışmalı. Çalışma koşulları ise yine farklılık göstermekle birlikte ortalama değerlere ulaşabilmek mümkün. Aşağıda tabloda Avrupa asistan hekim komisyonundan (European Junior Doctors...

Detaylı