ikinciperon-createspace-r-April 4+

Transkript

ikinciperon-createspace-r-April 4+
İkinci Peron
23
Aşk gözlerde bir eflatun pınar
Akar durur gönülden gönüle
Mahya kiremitli taş evde...
II. Bölüm—Sabire
Trenin sarsıntısıyla ikinci kez uyandı. Etrafına bakındı. Nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Gözleri gökyüzündeki bulutlara takıldı.
Pencereden görünen kutu kutu evlerden Yerköy’e geldiklerini tahmin etti. Daha ilerde Çiçek Dağını seçebiliyordu. Rayların hemen
yanında, Delice Suyu durgun akıyordu ama geçmişte öyle akmadığı
da çok olmuştu. İsmini hak eden bir şöhrete sahipti Delice Irmağı.
Delirip taştığında, hiç acımadan, önüne çıkan can, mal ne varsa alır
götürürdü. Her hadisenin bir sebebi vardı elbette. Kâinatın da kendine göre bir hesabı, bildiği olmalıydı. Öfkesi dinginliğinde saklıydı
sanki. Her şey sütliman giderken, gün ortasında birdenbire gökyüzü kararır, dereler, nehirler taşar, Denizler kabarır, toprak yarılır,
yeryüzü bir cehenneme dönerdi.
Tren Yerköy’ü geçmiş, Karanlıkdere Vadisinin içinden deliğine giren bir yılan gibi sürünüp gidiyordu. Vadiyi saran dağların dili olsa,
bu zaman kapanına takılıp kalmış cümle mahlukata dair kim bilir
neler anlatırlardı. Anadolu’nun çoğu yöresi gibi, toprağı tarih kokan
24
İkinci Peron
bir yerdi Karanlıkdere Vadisi. Yaşamla ölümün yan yana durduğu
bir çukurdu. Zaman içinde birçok hükümdarın, devletin emrine girmiş, kâh serpilmiş, kâh yakılıp yıkılmış, yerle bir edilmişti. Bu kez
sanki yaşamdan yana görünüyordu trenin penceresinden. Delice
Suyu, sonbahar yağmurlarıyla işbirliği yapıp dağların eteklerindeki
kır çiçeklerine yeni bir heyecan vermiş olmalıydı. Papatyalar, sarı
menekşeler, keçimemesi çiçekleri, tüylü yakıotları, ballıbabalar coşmuştu. Gökyüzünde şahinler çember çizerken, yeryüzünde, köstebekler, kaplumbağalar, tavşanlar ihtiyat içinde pastırma yazının tadını çıkarıyorlardı. Bir tuluat sahnesinde dolaşan oyuncular gibiydi
cümle mahlukat. Doğaçlamadan ibaretti yaşam—rolünü iyi kesemeyenin bitiyordu işi bir anda. Çiçeklerin, böceklerin, kuşların hepsi farkındaydılar bu tuluatın. Yaşam ve ölüm Karanlıkdere sahnesinin panosuydu. Oyun perde perde gidip geliyordu ikisi arasında.
Buralardan her geçişinde, uzaktan gelen bir kaval sesi yanıklığında bir hüzün çökerdi Tomris’in belleğine. Ankara’dan bindiği tren
vadideki tünele girdiğinde, Anadolu’ya açıldığını anlar, okulu, öğretmenleri, arkadaşları burnunda tüterdi. Sadece okulu değil, Ankara’nın büyük şehir havası da büyülemişti onu âdeta. Ulus’taki sinemalar, mağazalar, İstanbul Pastanesi gözünün önüne gelirdi. Cumhuriyet kurulduktan sonra birden bire boy atıp gelişmişti Ankara.
Amasya, Ankara’nın küçük bir kasabası kadardı. Karanlıkdere Vadisine benziyordu bir bakıma Amasya Vadisi de. İçinden Yeşilırmak
geçerdi. Bir de gecenin olmaz bir saatinde, kömür ve yolcu yüklü
trenler yılan gibi kayarak kaybolurlardı karanlıkta. Ardından, Harşena Dağının eteklerinde yankılanır dururdu acı acı siren sesleri.
Ramazan geldiğinde de, Amasya Kalesinden atılan top sesleri ve belediye bandosunun mehter marşları bozardı gecenin sessizliğini.
Çocukluğu bu sesleri dinleyerek geçmişti Tomris’in. Annesi sahura
kaldırdığında, bir an önce erişteli pilavını, kuru üzüm hoşafıyla midesine indirir, top atışları sahur vaktinin bittiğini ilan etmeden önce,
başını yorganının altına sokup uykuya dalardı. Uyandığında, kardeşi Cengiz’le birlikte, elinde yumurtalarla, akşama pide yaptırmak
için fırıncının yolunu tutardı.
Amasya’dan dönerken de, Yerköy’ü arkasında bırakınca, memleketinin artık çok uzaklarda olduğunu hissederdi. Annesi ve kardeşleriyle geçirdiği zaman, kopan bir film şeridi gibi kaybolup giderdi
gözlerinin önünden. İsmet Paşa Kız Enstitüsüne ilk kez annesiyle
giderken, Karanlıkdere Vadisine girdiklerinde içini bir sıkıntı kaplamış, annesinin onu hiç bilmediği bir yere bırakıp döneceğini düşünüp hüzünlenmişti. Oysa okuluna kısa zamanda alışmış, ardından ondan sitem dolu bir mektup almıştı3.
3. Tomris’in mektup koleksiyonundan.
İkinci Peron
25
Yavrum Tomris,
26-2-1940, Pazartesi
Beni ne kadar çabuk unuttun? Hadi beni unuttun arkadaşın Mürüvvet’i ve halanı niye unuttun? Hurşit dayınla gecelik, entari ve çantanı gönderiyorum. Nasılsın, iyi misin? Yerin rahat
mı? Mektepten memnun musun? Ders vaziyetin nasıl? Bana malumat ver. Cengiz’i de
yanından kaybettin. Onu hiç unutma. Her zaman mektup yaz. Sonra o da beni unutmasın.
Adresini öğrenip bana da yaz. Bizi hiç düşünme, çok iyiyiz. Dengiz, Engiz ellerinden öper,
ben de gözlerinden öperim. Sabire
Sabire’nin kurallara bağlı, biraz da sert, tahakküm etmeyi seven bir
karakteri vardı. Genlerine yazılmıştı her tür mahlukatın ne olacağı.
Kedi fare doğurmazdı ya da koyun kurdu yemezdi ama Sabire’yi
böyle olmaya daha çok başından geçen olaylar zorlamıştı. Genç yaşta çok şey öğretmişti hayat ona. Hiç ummadığı bir anda kendisini
acımasız bir mücadelenin içinde bulmuştu. Alnında belirmeye başlayan çizgiler, gözlerinin altına çöken mor halkalar öğrendiklerinin
kodlanmış bir özetiydi. Daha otuz üç yaşındayken, “kahpe felek”
onu dul, dört çocuğunu da yetim bırakmıştı. Yazdığı mektupta, kızına, babasız da olsa bir ailesinin olduğunu hatırlatıyor, kardeşiyle
ailesinden kopmaması için öğüt veriyordu.
*******
Sabire 1906 yılında, 93 Harbinden4 sonra Rusların eline geçen Kars
Sancağına bağlı Sarıkamış’ta doğmuştu. Kenan Efendiyle eşi Müfide
Hanımın ilk iki çocuğu henüz bebekken ölmüştü. O doğduğunda
uğurlu geldiğini düşünerek ayağını bala batırarak kutlamışlar, arkasından altı çocukları daha olmuştu. Kenan Efendinin ataları, 93 Harbinden evvel Kafkasya’dan Sarıkamış’a gelip yerleşmişler, toprak
sahibi olup çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşmaya başlamışlardı. Babası öldükten sonra, en büyük erkek evlat olarak ailenin işlerini yürütüp devam ettirmek onun omuzlarına yüklenmişti.
Kenan Efendi geleneklerine bağlı, itikat sahibi bir insandı. Sarıkamış ve civarındaki etnik kavgalar, hiç bitmeyen Osmanlı-Rus sınır
çatışmaları, onu ailesine bağlamış, çocuklarıyla daha çok vakit geçirmeye teşvik etmişti. O nedenle, her şeye rağmen çocukluğunu
güzel yaşamıştı Sabire. Babası onu bir erkek çocuğu gibi büyütmüş,
daha altı yaşındayken ata binmeyi, atını tımar etmeyi öğretmişti.
Sabire, yaz tatillerini, babasıyla beraber Allahuekber Dağının eteklerinde at üzerinde hayvan otlatmakla geçirirdi. Sabahları erkenden
kalkar, ahırdaki hayvanların altındaki taze gübreleri temizleyip toplar, annesiyle birlikte ineklerinin sütünü sağardı. Kendisinden kat
kat büyük hayvanların etrafında dolaşırken ona hiç zarar vermemeleri dikkatini çekmişti. Atlarla konuşur, babasının sırtına binip boyunlarına sarılır, okşar, severdi. Kulağına fısıldadığında atına kiş4. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı.
26
İkinci Peron
nemesini bile öğretmişti. Kenan Efendi bir süre sonra kızının bu yeteneğini keşfedip keyiflenmişti.
Sarıkamış yaylasında, Kenan Efendi toprak, güneş ve suyun bereketini keşfetmiş, kendi yağıyla kavrulan mutlu bir aile kurmuştu.
Ne var ki daha sonra gelişen olaylar bu mutluluğun üstüne ölü toprağı gibi serpilip onun ve ailesinin hayatını altüst etmişti. Rus askerleri sık sık evlerine gelip garip sorular sormaya, onları rahatsız etmeye başlamışlardı. Bir keresinde Kenan Efendiyi evinden alıp götürmüşler, Sarıkamış’ta faaliyet gösteren Osmanlı istihbarat teşkilatıyla bir ilgisi olup olmadığını anlamak için bütün gece sorguya
çekmişlerdi. Kenan Efendi kırk dereden su getirip paçasını zor kurtarmıştı. Bu olayın hemen ardından, ailesiyle birlikte yaylı arabayla
Kars’a giderken bir Ermeni çetesi tarafından durdurularak taciz
edilmişti. Korku dolu gözlerle izlemişti olup bitenleri Sabire o
gün—babasına yapılan eziyeti yaşamı boyunca unutamayacak kadar. Esaret altında yaşamaktansa hiç yaşamamak daha iyiydi. Ama
insan bir yolunu bulup içinde yaşadığı şartlara ayak uyduruyor, yaşamayı zulüm içinde bile olsa ölüme tercih ediyordu çoğu kez. Yaşam siyahın en açık tonuydu. Ölümse en koyusu. Başka bir kanunu
olmalıydı bu da kâinatın.
Kenan Efendi ve ailesi için siyahın gri bir tonuydu yaşam. Sonunda, 1914 yılında patlak veren Osmanlı-Rus savaşı esnasında, Osetya’nın başkenti Vladikafkas şehrine sürülmüşler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuzey doğu sınırlarının son şeklini aldığı 1922 yılının başına kadar orada yaşamışlardı. Kenan Efendi, Vladikafkas’tayken, çocuklarını istemeden Rus okuluna göndermek zorunda kalmıştı. Sabire okulda bir yandan Rusça ve bale öğrenirken bir yandan da evde annesinin yardımıyla, el becerilerini geliştirip dikiş nakış yapmaya başlamıştı.
Kurtuluş Savaşından sonra, Vladikafkas’tan Kars’ın Selim kasabasına döndüklerinde on altı yaşında, dikkat çeken bir genç kız olmuş,
görücüleri gelmeye başlamıştı Sabire’nin. Artık eskisi gibi ata binmiyor, babasının hayvanlarıyla ilgilenmiyordu. Evde annesine yardım ediyor, geriye kalan zamanını, dikiş nakış bilgilerini kullanarak
kardeşlerine gömlek pantolon dikerek geçiriyordu. Kısa süre içinde
dikiş konusundaki yeteneği akraba ve tanıdıklar tarafından duyulmaya başlamıştı. Sonunda, Kenan Efendinin oğulları Şevket’le Hurşit’in Selim’deki öğretmeni Tahir Bey de öğrencilerinin önlüklerini
ablalarının diktiğini öğrenmişti. Öğrencilerine önlüklerini çok beğendiğini söylediğinde, “Öğretmenim, isterseniz, ablam size de
gömlek diker,” demişti Şevket. Önce, öğrencisinin gözüne girmeye
çalıştığını düşünen Tahir, kendisini tutamayıp, “Ablana zahmet olmaz mı?” diye sorarak işi oldukça ileri götürmüştü. Şevket haberi
hızla ablasına uçurmuş, öğretmeninin yakışıklı olduğunu belirtmeyi
İkinci Peron
27
de ihmal etmemişti. Kardeşinin anlattıkları Sabire’yi şaşırtsa da,
içinde hoş bir his yaratmıştı. Merak etmişti Selim Mektebinin yakışıklı öğretmenini!
*******
Selim, Sarıkamış-Kars yolunun kıyısına kurulmuş, yüz elli hanelik
küçük bir kasabaydı. Cumhuriyet ilan edildiğinde, Maarif Vekâleti,
Selim’e ilkokul açılmasına karar vermiş, bir de öğretmen tayin etmişti. Tahir üç sınıflı okulun tek öğretmeniydi. Öğretmenliğe başlamadan önce Fatih Askerî Rüştiye’sinde5 okumuş, ardından Bursa
Ziraat Mektebini bitirmişti. 1918-1923 yılları arasında İstihkâm6 Teğmeni olarak görev yapmış, Birinci Dünya Harbi esnasında Rusya’ya
sürüldükten sonra, evlerine geri dönen Türk ailelerinin seyahatlerini koordine eden birlikte çalışmıştı.
Tahir hem kuramsal bilgisi zengin hem de pratik zekâsı kuvvetli
bir öğretmendi. Yalnız yaşamayı severdi. Kitap ve müzikle beslerdi
yalnızlığını. Dersler bittikten sonra lojmanına döner, ağabeyinden
kalan Orfeon marka gramofonunda, Tamburi Cemil Beyin 78’lik taş
plaklarını dinleyip kendinden geçerdi. Özellikle, Cemil Beyin kemençeyle çaldığı suzinak taksimi ruhunu bir başka okşar, onu yalnızlığının en ücra köşelerinde gezdirir dururdu. Kemençenin yanık
sesi ona Amasya’da, Şamlar Türbesindeki evlerinde, babasının çocukken okuduğu gazel ve ilâhileri hatırlatırdı. Babası, 1905 yılında
vefat edince, annesi Hanife Hanım onu ve kardeşlerini bırakıp Ardahan’a ağabeyinin yanına gitmiş, Tahir’i halası büyütmüştü. Kalabalıklarda bile yalnız kalabilmeyi o zaman öğrenmişti Tahir.
Yalnız yaşamak ona titiz ve temiz olmayı, yemesine içmesine dikkat etmeyi öğretmişti. Arkadaşlarını da dikkatli seçmeyi öğrenmişti
Tahir. O yüzden, fazla arkadaşı olmamıştı. Annesi, ablası Asiye Hanım ve yeğeni Necmiye dışında başka bir kadın tanımamıştı. Bir de
altı ay süren evliliğindeki eşi Nedime girmişti hayatına. Gerçi onu
çok iyi tanıdığı söylenemezdi. Askerdeyken aldatıldığını öğrendiğinde intihara teşebbüs etmiş ama silahı ateş almamıştı. Sonradan
Nedime’nin tekrar evlendiğini, evlendikten çok kısa bir süre sonra
da Türkân adında bir kızı olduğunu öğrenmişti. Sonunda, zor da olsa belleğinin derinliklerinde bir yere gömüp gitmişti Nedime’yi.
Kadınların ilk gördüklerinde âşık olacakları kadar yakışıklıydı Tahir. Kalkık burnu, uzun kirpiklerinin arkasında parıldayan mavi
gözleri, tebessüm ettiğinde, ince üst dudağının altından beliren düzgün bakımlı dişleri insanı adeta büyülerdi. Gür ve kıvırcık saçları
geniş alnının üzerinde ona hem olgun hem de güven telkin eden bir
5. Askeri ortaokul.
6. Yapım onarım.
28
İkinci Peron
özellik kazandırmıştı. Cüsseli ve uzun boylu değildi ama yüzü bir
ressamın elinden çıkmış kadar kusursuzdu. Ne var ki, fiziki cazibesi
evlilik konusunda hiçbir avantaj sağlamamıştı ona. Nedime hanımla
evliliğini ablasının desteğiyle yapmış ama sürdürememişti. Yirmi
yedi yaşını doldurmuştu. Sağlıkta ve hastalıkta birlikte olabileceği,
ömür boyu seveceği birisiyle izdivaç zamanı gelmiş de geçiyordu.
Onu yeniden evlendirecek ne babası, ne annesi, ne de Asiye ablası
vardı yanında yakınında. Bu işi kendisinin becermesi gerektiğinin
farkındaydı Tahir...
*******
Şevket’le Hurşit sonunda babaları Kenan Efendiyi razı ederek, öğretmenlerini evlerine davet ettirmeyi başarmışlardı. Tahir’in, Selim’i
Sarıkamış yoluna bağlayan kavşaktaki, çatısı koyu kahverengi mahya kiremitlerle kapatılmış taş binayı bulması zor olmamıştı. Selim
iki mahalleden ibaret küçük bir kasabaydı. On dokuzuncu yüzyıl
sonunda Rus Ortodoks Kilisesinin baskısıyla Kars civarına göç eden
Malakanlar7 için kurulmuştu. Rusların Osmanlı topraklarından çekilmesinden sonra, Rusya’dan geri dönen Türk ailelerin yerleşimine
açılmıştı. Köyün bir mahallesinde Çerkezler diğerinde de Karapapaklılar oturuyorlardı. Kenan Efendi ve ailesi Selim’e döndüklerinde Müfide Hanımın akrabalarıyla yakın olmak için Çerkez mahallesine yerleşmişlerdi. Müfide Hanım tam Çerkez sayılmazdı—annesi
Gürcü bir aileden geliyordu.
Tahir iki katlı evin demir tokmaklı kapısını çaldığında, merakla
beklenen misafiri Kenan Efendi karşıladı. Sabire, kız kardeşlerin
odasında aynanın önünde süslenmekle meşguldü. Güzel bir yüze
sahip denilemezdi ama alımlı bir havası vardı. İnce dudaklarının
çevrelediği küçücük ağzı, çukur çenesinin üstüne yapıştırılmış yuvarlak bir halka gibi duruyor, biraz büyük olan burnuyla tezat bir
görünüm oluşturuyordu. Koyu kahverengi gözlerindeki masum
ifade yüzüne çocuksu bir görüntü veriyor, onu olduğundan daha
da genç gösteriyordu. Saçları gür ve simsiyahtı. Bıraktığında dik
omuzlarından incecik beline kadar iniyordu. Annesinin Gürcü özelliklerinin neredeyse hepsini almıştı.
Üst kattaki odasından çıkarken kız kardeşlerinin yanaklarına birer
öpücük kondurup hızla merdivenlerden indi. Şevket’le Hurşit’in
odasına uğradı. Kaş göz işaretiyle “başıma ne işler açtınız,” diye
ima ederek, kendisine çeki düzen verip mutfağa geçti. Annesi onu
bekliyordu. Yabancı adamın oturma odasından gelen sesini duydu.
Kenan Efendi Tahir’le sohbet ediyor, ona ailesiyle ilgili sorular so7. On dokuzuncu yüzyılın sonunda Ortodoks Kilisesinin baskıları yüzünden, Rusyadan Kafkasyaya göçen, Paskalya Bayramını süt içerek kutlayan Hristiyanlar.
İkinci Peron
29
ruyordu. Sabire daha çok kulak kabarttı.
−Babam Amasya’da Hafız Mehmet Sebâti diye anılır. Yıllar önce
kaybettik. İtikadı çok kuvvetliydi, defalarca hatim indirmiştir.
−Allah rahmet eylesin. Benim dedem de çok iyi Kuran okurdu, ben
de biraz okurum. Çok şükür, dinimizin bize farz kıldığı vazifeleri
Cenabıhakk’ın sayesinde yerine getirmeye çalışıyorum.
−Allah amellerinizi kabul eylesin. Rahmetli babam yaşasaydı sizi
tanımak isterdi.
Ardından, Tahir, ailesinin dört erkek çocuğundan birisi olduğunu,
ağabeyinin askerî göz doktorluğu yaparken Balkan Harbinde8 sıtmaya yakalanıp öldüğünü, ablalarının Amasya'da oturduklarını,
kardeşlerinden birisinin İstanbul’da resim öğretmenliği yaptığını,
diğerinin ise İstanbul’da elektrikçi dükkânında çalıştığını anlattı.
Kenan Efendi karşısındaki genç adamı sevmişti. İyi bir aileden
geldiğine hükmetti. Merak içinde sordu. “Galiba zevceniz9 burada
değil, Amasya’dan getirmediniz mi evladım?”
Tahir, “Bekârım, efendim, hiç evlenmedim,” diye cevap verdi. İstemeden yalan söylemişti.
Sabire iyice meraklanmıştı. Tahir Öğretmen evli değildi. Şevket’in
övmekle bitiremediği bu adam gerçekten nasıl birisiydi? Ses tonu
yumuşak, hatta kısık gibiydi. Ya yüzü, boyu posu nasıldı? Daha fazla dayanamadı: “Anişko, Tahir Bey bekârmış, kahveleri hazırladım,
içeri götürebilir miyim?”
Annesi, kızının merakını çok iyi anlıyordu. Onun yaşında bir genç
kızın dışardan gelecek bir erkek hayatını değiştirebilir, bambaşka
bir dünyaya götürebilirdi. Kızının daha fazla gerilmesini istemedi.
“Tabi götürebilirsin, evladım,” dedi.
Sabire içeri girdiğinde heyecandan ayaklarını boşlukta atıyor gibi
hissetti, önce babasına yöneldi, sonra Tahir’in misafir olduğunu
hatırlayıp ona doğru döndü. Eğilerek kahve tepsisini Tahir’e doğru
uzattı. Yabancı adamla bir an göz göze geldi. Sağ gözünün seğirdiğini hissetti. Sanki onu daha önce bir yerde görmüştü ama nerde ve
nasıl olduğunu hatırlamıyordu.
Kenan Efendi kızının düşünceli hâlini fark etti. “Sabire çok güzel
Türk kahvesi yapar, Tahir Bey, lütfen buyurun,” diyerek kızını rahatlattı.
“Size yakın olanı az şekerli, diğeri orta şekerli, babam ikisini de
seviyor,” dedi Sabire.
Tahir, “Çok teşekkür ederim,” diyerek kendine yakın olan kahve
fincanını aldı. Kenan Efendiyle konuşmaya devam etti. Sanki Sabi8. 1912-13 yıllarında Balkan Birliğini oluşturan Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’la Osmanlı İmparatorluğu arasındaki savaş.
9. Eski Türkçede hanım, eş.
30
İkinci Peron
re’yle karşılaşması ona fazla bir heyecan vermemişti. Belki de Kenan Efendinin yanında dikkatli davranması gerektiğini düşünmüştü. Yüzündeki ifadeden aklından neler geçirdiğini okumak zordu.
Sabire bir an ne yapacağını kestiremedi, sonra babasına doğru yürüyüp, “Beybacığım, kahveniz,” dedi. Ardından, Tahir’e doğru bir
kez daha bakıp hızla odadan çıktı.
Mutfağa girdiğinde elleri titriyordu, tepsiyi masanın üzerine bırakıp annesine sarılıp öptü. Annesi merak içinde Tahir’i nasıl bulduğunu sordu.
−Çok yakışıklı, anneciğim. Şevket’in dediğinden bile çok daha yakışıklı. Ayrıca ciddi birisi galiba.
−Peki, onu bir ömür boyu sevebilir misin?
Kaşlarını kaldırarak baktı annesine Sabire. Tahir’i bir dakika görmüş görmemişti, biraz da sesini duymuştu hepsi o kadar. Düzgün
yüzlü ve güven veren birisiydi ama onu “bir ömür boyu sevip sevmeyeceğini” nerden bilebilirdi?
−Bilmem, sadece ben bu öğretmen beyi bir yerden tanıyorum ama
nerden olduğunu çıkaramıyorum doğrusu.
−Çok beğendin galiba. Ondan öyle düşünüyorsundur. Nerde görmüş olabilirsin ki? Adamcağız Selim’e geleli daha bir yıl olmadı.
Sabire birdenbire havaya zıpladı, “Hatırladım,” dedi. “Biz Vladikafkas’tan gelirken, yanımızdaki koltukta oturuyordu.” Annesi şaşkın şaşkın bakarken, devam etti:
−Hatta sana bir ara, bir ihtiyacınız olursa söyleyin, demişti.
−Eee, sonra?
−Sen de, “Teşekkür ederim evladım, Allah devletimize, askerimize
güç kuvvet versin; tek isteğim o,” demiştin.
Tahir’le uzun uzun sohbet bile etmişlerdi ama Müfide Hanım kızının anlattıklarını hayal meyal hatırlıyordu. Selim’e gelirken aklındaki tek şey, bir an evvel sınırı geçip memleketinin topraklarına yeniden adım atmaktı. Vatanına uzun yıllar hasret kalmıştı. Kızının
Tahir’den etkilenip kendinden geçtiğini düşündü. Onu daha fazla
yormak istemedi: “Anladım evladım, başka taliplerin de var, hemen
karar vermek zorunda değilsin. Hem zaten Tahir Bey’in seni istemeye geldiğini bile bilmiyoruz ki!”
Ardından ekledi: “İstersen önce ona bir gömlek dikersin sonra da
asıl niyetini öğreniriz.”
Sabire’nin daha konuşası vardı. Ona nasıl gömlek dikecekti? Ölçü
alması gerekmez miydi? Daha önce aile fertleri, yakın akraba ve arkadaşları dışında kimsenin ölçüsünü almamıştı. İlk kez gördüğü bir
erkeğin ölçüsünü asla alamazdı. Herkesten önce buna babasının
izin vermeyeceğini biliyordu.
Annesine merak içinde bakıp sordu: “Gömlek dikmem için Tahir
öğretmenin ölçüsünü almam gerekir değil mi Anişko?”
İkinci Peron
31
Müfide Hanım sakin bir sesle cevap verdi: “Aaa, onu mu düşünüyorsun kızım? Tahir Beye söyleriz bir başka gün sonra uğrar, sen de
ölçüsünü alırsın.”
Sabire “Nasıl yani?” diye düşündü. Annesi buna babasının itiraz
etmeyeceğini nereden biliyordu? “Anneciğim, ama ya babam?” dediğinde Müfide Hanımın cevabı hazırdı: “Baban önümüzdeki Cuma
günü kardeşlerini Kars’a götürecek, o gün ölçü için uğramasını Tahir Bey’e Şevket’le önceden iletiriz olur biter.”
Sabire, annesinin Tahir’e karşı neden böylesine ilgi duyduğunu
önce anlamadı. Hani başka talipleri vardı? Oysa, Müfide Hanım,
Kenan Efendi’nin Selim’e döndükten sonra kızının okula gitmesini
istemediğini biliyordu. Tahir, öğretmendi, öğreten demekti. Sabire,
Tahir’le bir izdivaç yaparsa evliliği boyunca ondan yeni şeyler öğrenir, eksik bilgilerini kapatırdı. Okumuş ve aydın bir aileden geliyordu Müfide Hanım. Ağabeyleri İstanbul’da Hendese-i Mülkiye
Mektebinde okumuştu. Babası onu da okutmak istemiş ancak o yıllarda Kars ve civarındaki yaşanan toplumsal olaylar kızının düzenli
bir eğitim almasına izin vermemişti. Onun yerine, Müfide Kuran
okumayı öğrenmiş, Farabi, Mevlâna ve Ömer Hayyam’ın eserlerini
okuyarak, düşüncelerini geliştirmişti. Kenan Efendiyle evlendikten
sonra yeni şeyler öğrenmeye hiç zamanı kalmamıştı. Okuma ve öğrenme arzusu içinde bir ukde olup kalmıştı. Kızının kendisinden
daha fazla şeyler bilmesini, yirminci yüzyılın başlarında hızla değişen Avrupa ve Amerika’daki gelişmeleri izleyip öğrenmesini arzu
ediyordu. Kars ve civardaki kasabaların, Rusya’nın yönetimi altında
nasıl serpilip geliştiklerini görüp yaşamıştı. Kızının refah içinde yaşamasını istiyordu. Kocasını mesut edebilmesi, mutlu bir yuva kurabilmesi, çocuklarını iyi yetiştirebilmesi için bilgili ve görgülü olmalıydı. Bu da ancak Tahir Bey gibi okumuş birisiyle izdivaç yaparsa mümkün olabilirdi.
Allah kulunu kısmetiyle yaratırdı. Kızının kısmetiydi Tahir Bey.
Aklına yatmıştı. Kendi ayağıyla evlerine kadar gelen kısmet tepilmezdi. Kızını, babasının da itirazı olmazsa, Tahir Beye verecekti. Sabire’nin ne düşündüğü de önemliydi ama son söz yine de ne onun
ne de kızınındı. En hayırlı kararı ancak kocası verebilirdi. Sabire’ye,
“Evladım, artık kardeşlerinin yanına dönebilirsin,” dedikten sonra,
kocasıyla misafirlerinin oturduğu odaya geçti. Tahir’in elini sıkıp,
“Hoş geldiniz, muallim bey,” dedi. Kocasının yanına kurulurken,
Tahir’in yüzüne daha dikkatli baktı. İçinden, “Sabire haklıymış,
trende yanımızda oturan zabite çok benziyor, sanki sohbet etmiştik,” diye geçirirken kocasını dinlemeye koyuldu.
*******
Cuma sabahı Sabire büyük bir heyecanla uyandı. Kenan Efendi daha güneş doğmadan iki atını da tımar edip hazırlamıştı. Büyük oğlu
32
İkinci Peron
Mehmet’e çiftlikteki işlerle ilgilenmesini tembih ettikten sonra Şevket’le Hurşit’i yanına alıp Kars’ın yolunu tuttu. Şevket evden çıkarken Tahir Öğretmenin geleceğini unutmuştu. Atını sürerken hatırladığında, içinden, “Galiba unutmuş olmam daha doğru olacak,” diyerek atının terkisinde kardeşiyle birlikte babasını takip etti.
Evde, Müfide Hanımın yanında sadece kızları ve en küçük oğlu
Muharrem kalmıştı. Aslında o gün Tahir’i misafir edeceğini kocasıyla paylaşmıştı. Ama bunu kızına söylememişti. Onun Tahir’in yanında daha rahat davranmasını istiyordu. Sabire, babası ve kardeşleri evden çıkar çıkmaz banyoya girdi, sonra da odasına döndü.
Aynada kendisini uzun uzun seyretti. Simsiyah saçlarının önünde
upuzun buğday tenli vücudu sanki bir Yunan tanrıçasını andırıyordu. Saçları beline kadar inmişti. Eskilerin tabiriyle “kaşlı ve gözlü,”
alımlı bir genç kızdı. Elini yüzüne götürdü, işaret parmağıyla burnunu yukarı kaldırıp tekrar yüzüne baktı. Burnunun dışında her
şeyinin yerinde ve güzel olduğunu düşündü. Yine de, kendine,
“Acaba Tahir Bey beni beğenir mi?” diye sormadan edemedi. Aşağı
kattan annesinin sesini duydu. Hızla saçlarını arkadan topladı, tokasını takıp annesinin yanına indi.
Müfide Hanım en az Sabire kadar heyecanlıydı. Kızı Selim’in tek
öğretmeni Tahir Beyi bir kere daha görecek, onunla daha uzun konuşma fırsatı bulacaktı. Hissettiklerinden emindi, Tahir, Sabire için
Allah’ın gönderdiği bir nimet ve ışıktı. Kocasını çok seviyordu ama
hayatı zorluklarla geçmişti. Okumuş insan başkaydı. Ayrıca, kendisini saymazsa, evde sekiz tane daha can vardı. Ev işlerine yardımcı
olsa da, kızının kendi yuvasını kurmasının zamanı gelmişti. Artık
kendisini yaşlı hissediyordu. Arada bir kalbine bir ağrı giriyor ama
kimseye söyleyemiyordu. Ölüm duygusu bir bacanın duvarına
yapışan kapkara is gibi sinmişti yüreğine. Herkes gibi, o da bir gün
gelecek göçüp gidecekti bu dünyadan. Ama o gün çok yakın gibi
hissediyordu ara ara. İmanı kuvvetliydi. Ölümden korkmuyordu—
yaşamı daha çok seviyordu sadece. Zor da olsa yaşamasını öğrenmişti ama ölümü nasıl yaşayacağı bir muammaydı—öbür dünyaya
göçtüğünde ne olacağını bir türlü kestiremiyordu. En büyük evladının mürüvvetini görmek istiyordu kalbine yenik düşmeden. O evlendikten sonra, büyük oğlu Mehmet’i evlendirebilirdi. Ona rağmen
kızının Selim’den çıkıp gitmesini istemiyordu. Tahir Beyle evlenirse
mektebin lojmanında birlikte otururlar, kızı dizinin dibinde olurdu.
Sabire’nin alımlı hâlini süzerken, aklına gelenleri art arda sıraladı:
“Erken kalkman iyi oldu evladım, Tahir Bey, Şevket’e saat on birde
uğrayacağını söylemiş, istersen ben de hazırlanayım. Sen de kendine biraz daha çekidüzen ver; misafirimizi güzel karşılayalım.”
Sanki bir şey unutmuş gibiydi. “Bir saniye kızım, dur gitme, hafızamı kaybediyorum galiba,” diye söylendi.
İkinci Peron
33
−Hayrola, anneciğim, benden daha çok heyecanlısın. Tahir Öğretmen beni görmeye geliyor, seni değil.
−Dur evladım, unutturdun bana ne söyleyeceğimi, hay Allah’ım!
−Biliyorum, saçlarını yeniden topla diyeceksin, toplayacağım merak etme!
−Hah, hatırladım. Bizim odamızda, benim yattığım taraftaki çekmecenin alt gözünü aç. Orada, küçük bir kutu içinde sürme tozu var;
yanında da şişe içinde badem yağı duruyordur. O tozdan bir çay
kaşığı kadar al, küçük bir kâseye koy, az bir badem yağıyla karıştır.
−Eeee, sonra?
−Sonra da azıcık gözlerinin kenarlarına, kirpiklerinin altına üstüne
sürüver.
−Nedenmiş o? Ben zaten güzel değil miyim, Anişko?
−O güzellik için değil evladım. Sürme tozunun üzerine Kuduriye
duası okudum. Uğur getirsin de kısmetin açılsın diye!
−Hay ilahi, Anişko, güldürdün beni.
−Sen dediğimi yap, ikimiz de gülelim!
Sabire, “Olur Anişko,” diye başını sallayıp mutfaktan bir çay kaşığı alıp tekrar üst kata çıktı. Annesinin odasına uğradıktan sonra,
elinde kâseyle kendi odasına döndü. Gözü yataklara ilişti. Kardeşleri Samiye’yle Piraye hâlâ mışıl mışıl uyuyorlardı. Aynanın karşısına
geçti. Elindeki kâseye baktı. “Anneciğim, nerden çıkardın bu sürme
işini, ben bunu nasıl süreceğim şimdi?” diye söylendi. Sonra, daldırıverdi serçe parmağını kâsenin içine. Kirpiklerinin altında ve üstünde gezdiriverdi serçe parmağını; sürdükçe sürdü sürmesini, “
Tahir Bey beni daha çok beğensin,” diyerek. Sonunda gözlerini açıp
aynaya baktığında gördüğü manzaraya inanamadı. Annesinin çocukken anlattığı “Sırmalı Pabuç” masalındaki10 “Öksüz kız” gibi sadece kirpikleri değil, göz kapakları, kaşları da kapkara olmuştu.
“Anneee,” diye bağırırken, banyoya koştu, yüzünü sabunla yıkayıp
kuruladı. Odasına döndü. Samiye’yle Piraye yataklarında doğrulmuş şaşkınlıkla ablalarına bakıyorlardı. “Günaydın, kızlar. Daha
erken, uykuya devam,” derken aynanın karşısına geçti. Kaşlarının
rengi açılmıştı ama kirpikleri simsiyah parıldıyordu. Burnunun
ucunu tutup kaldırdı. Yeni yüzü hoşuna gitmişti. Saçlarını tekrar
topladı. Aynadan uzaklaşıp bir kere daha baktı kendine. Güzel ve
alımlı görünüyordu. Dizlerinin altına kadar gelen lacivert küçük kare desenli kırmızı keten elbisesi onu olduğundan daha zayıf gösteriyordu. Hızla mezurasını buldu. Sabun kalemini, toplu iğnelerini,
makasını, kalem ve kağıdını çok sevdiği gümüş tabağa koyup aynanın önündeki masanın üzerine bıraktı. Merdivenlerden aşağı inip
10. E. Cem Güney. Evvel Zaman İçinde (Tandır Başında) Varlık Yayınları, İstanbul 1957.
34
İkinci Peron
salona geçti. Her şeyi önceki gece herkes uyuduktan sonra düzeltmişti. Yine de şöyle bir etrafa göz attı. Sedirlerin üzerindeki örtüleri
düzeltti, minderleri kabartıp tekrar yerine koydu. Annesi hazırlanıp
salona indiğinde saat on bire geliyordu. Merak içinde sordu:
−Güzel olmuş muyum?
−Hem de çok, sürmeni de güzel sürmüşsün, aferin. Söylemeyi unutmuşum. Aynı çekmecede küçük tahta kalem vardı, galiba kendi başına akıl edip onu kullandın, değil mi güzel evladım?
−Hayır, tabi ki onu kullanmadım. Serçe parmağımı kullandım. Nerden bileyim ben, daha önce hiç sürme çektim mi ki?
−Ah evladım benim! Neyse becermişsin, gözlerin ışıl ışıl parlıyor.
Sabire annesine kaşlarını kaldırarak baktı. “Öyle olsun bakalım,”
dedi. Sonunda, anne kız sakinleşip Tahir’i beklemeye başladılar.
Çok geçmeden kapı çalındı. Sabire bir çırpıda salondan çıkıp kapıyı açtı. Trendeki karşılaşmalarını da sayarsa, kapıda duran adamı
üçüncü kez görüyordu. Üzerinde, bütün düğmeleri iliklenmiş, koyu
kahverengi yün bir palto vardı. Kıvırcık saçları, önceki ziyaretinde
olduğu gibi arkaya taranmıştı. Elinde ince yeşil bir kurdeleyle fiyonk şeklinde bağlanmış, kırmızı kağıda sarılı bir paket tutuyordu.
Mavi gözlerinde mahcup bir gülümsemeyle, “Kusura bakmayın,
geç kaldım, bir iş için Tarık Ağabey’e uğramak zorunda kaldım,”
dedi.
Elindeki paketi Sabire’ye uzatırken ekledi: “Size layık değil ama,
çam sakızı çoban armağanı.” Sonra Müfide Hanımın elini öptü;
ayakkabılarıyla paltosunu çıkarıp Sabire’yle tokalaştı, ardından yakınındaki koltuğa yöneldi.
Sabire heyecanını yenebilmek için bir şeyler söylemek zorunda
hissetti: “Bak anneciğim, paket ne kadar güzel!”
Tahir, “Yeşil ve kırmızı Amasya elmasını simgeliyor ama içinde
koyu kahverengi daha tatlı bir şey var,” diyerek gülümsedi.
Sabire elindeki paketi yanındaki komodinin üzerine bıraktı. “Çok
zahmet ettiniz, ne gerek vardı? Lütfen paltonuzu alayım,” diyerek
Tahir’in ayaklarının önüne komodinin alt gözünden çıkardığı misafir terliklerini uzattı.
Tahir oturup nefesini toplarken cevap verdi: “Rica ederim, geçen
sefer geldiğimde söylemeyi unuttum, eviniz çok güzel ve rahat.”
Müfide Hanım konuşma sırasının ona geldiğini düşünüp söze karıştı: “Teşekkür ederiz; Sabire çok emek veriyor, sürekli temizlik yapıyor.”
Sabire, “Kahvenizi yine az şekerli mi istersiniz?” diye sordu.
“Zahmet olacak, lütfen,” diye gülümsedi Tahir.
Sabire mutfağa geçip kahveyi hazırlamaya başladı ama kulağı salondaydı. Müfide Hanım onu anlata anlata bitiremiyor, övgüler
yağdırıyordu. Bir ara Tahir’in kısık sesinin annesinin sesini bastırdı-
İkinci Peron
35
ğını duydu: “Kızınız çok iyi bir insan, bana gömlek dikmeyi kabul
ettiğini öğrendiğimde ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz. Civarda
istediğim gibi gömlek dikebilecek bir terzi bulamadım.”
Sabire kahvelerle salona döndüğünde, annesi onun meziyetlerini
anlatmaya devam ediyordu. Kahveleri Tahir’in getirdiği fındıklı çikolatalarla birlikte, Tahir’le annesine sunup annesinin yanına yerleşti. Kısa bir sessizlikten sonra, biraz acele ettiğini hissetse de, dayanamayıp, “Ölçünüzü alabilirim, dilerseniz,” dedi.
Tahir, “Zahmet olacak, size,” diye cevap verdi.
Sabire, “Estağfurullah,” derken, telaşla merdivenlerden çıkarak
odasına gidip elinde gümüş tepsinin içine koyduğu ölçü aletlerini
aldı. Aynada kendisine bir kez daha bakarak odadan çıkıp tekrar
hızla merdivenlerden geri indi.
Annesi kızını övmeye devam ediyordu: “Sabire size çok güzel bir
gömlek dikecektir ama kumaşı sizin beğenmeniz gerekecek.”
Tahir alışık olmadığı bir durumla karşı karşıyaydı. İki bayanla aynı odada tek başına kalmıştı. Daha önce hiç hissetmediği, suçluluk
duygusuyla karışık bir haz duydu. Evin erkeği Kenan Efendi ve Sabire’nin erkek kardeşlerinin hiçbiri etrafta görünmüyordu. Bu işlerde fazla deneyimli değildi. Erken yaşta anne ve babasını kaybetmiş
olması, onu gelenek ve göreneklerden fazlasıyla uzaklaştırmıştı. Sonunda dayanamadı. Müfide Hanıma bakarak, “Umarım yanlış bir
şey yapmıyoruz; keşke Kenan Amca da burada olsaydı,” dedi.
“Öyle şey olur mu hiç, Tahir Bey evladım? Siz bizim misafirimizsiniz. Kenan Efendi de biliyor bizi ziyaret ettiğinizi!”
Müfide Hanımın sözleri onu rahatlatmıştı. Ayağa kalkıp Sabire’ye
doğru yürüdü. Sabire tam aksine annesinin sözlerinden rahatsız olmuştu. Babasının olan bitenden haberinin olması canını sıktı ama
belli etmedi. Gümüş tepsiden mezurasını aldı, tepsiyi yanındaki
masaya bıraktı. Mezurayı Tahir’e doğru uzatırken, “İsterseniz önce
boynunuzun ölçüsünü alayım,” dedi.
Mezurayı geçirirken, karşısında dimdik duran adamın nefesini yanaklarında hissetti. İçini bir sıcaklık kapladı. Kendini kontrol edip
ölçü almaya çalışırken, Tahir kısık sesiyle mırıldandı: “Boyun ölçüsü almak zor olmalı.”
Sabire hiçbir şey söylemeden gözlerini Tahir’in gözlerine kilitleyip
bir süre baktı. Mezurayı Tahir’in boynundan çekip aldığında kalbindeki çarpıntı son haddine ulaşmıştı.
Hızlı bir şekilde Tahir’in omuz, göğüs, bel ve kol ölçülerini kalemiyle not edip, “Ölçünüz bitti, lütfen ayakta kalmayın,” dedi.
Tahir, burnunun dibine kadar yaklaşan genç kızın güzel ten kokusundan hoşlanmıştı. Otururken, “Teşekkür ederim, size zahmet
olacak. En kısa zamanda kumaşı alıp Şevket’le gönderirim,” dedi.
Sabire Tahir’in ölçüsünü alırken, Müfide Hanım kızının neredeyse
36
İkinci Peron
onun kadar uzun olduğunun farkına vardı. Tahir’e iyi bir eş olacağını düşündü. Kocası yokken müstakbel damadı hakkında daha
fazla şey öğrenmek istiyordu.
−Sabire bana Rusya’dan trenle Selim’e gelirken sizi gördüğünü söyledi ama pek hatırlayamadım. Siz buralarda askerlik yaptınız mı,
Tahir Bey evladım?”
−Evet, beş sene kadar. 1918 yılında İstihkâm Teğmeni olarak Erzurum’da göreve başladım. Askerlik bittikten sonra Selim’e öğretmen
olarak atandım.
−Hiç trene bindiniz mi?
−Binmez olur muyum? Aslında Sabire Hanım haklı galiba. 1922 yılında Türkiye’ye dönen göçmen ailelerin Vladikafkas-Kars treniyle
taşınmasında görev yaptım. Ama o kadar çok insanla karşılaştım ki
doğrusu sizi gördüğümü hatırlamıyorum.
−Aileniz nereli, evladım?
−Babamın ailesi Ahıska’dan Amasya’ya göç etmiş. Annem Ardahanlı Türkmen bir aileden geliyor. Babam, Ardahan’da bir medreseyi ziyareti esnasında tanıştığı Mehmet Emin Hazretlerinin kızıyla
evlenmiş.
−Anne ve babanız Amasya’da mı oturuyorlar?
Tahir bir an durakladı. Annesinin onu ve kardeşlerini bırakıp dayısının yanına döndüğünü söylemek istemedi. Annesini yalnızlığının derinliklerine gömüp gitmişti. Dudağını ısırarak cevap verdi:
−Maalesef ikisi de Hakk’ın rahmetine kavuştu efendim.
−Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsınlar evladım. Allah size ve
sevdiklerinize uzun ömürler versin.
−Amin efendim, cümlemize, hayırlısıyla inşallah.
Müfide Hanım bilmesi gereken en önemli şeyi birkaç soruyla öğrenmişti. Tahir’in ailesi bu dünyadan göçmüştü. Düşündüğü gibi,
kızı Tahir’le evlenirse, Selim’de oturmaya devam edebilir, dizinin
dibinden ayrılmazdı. Yüreğini bir huzur kapladı. İçindeki ölüm
duygusunu atıverdi. Yaşama daha çok bağlandı birden. Mutluluk
bembeyaz bir manolya çiçeği kokusu gibi beyninin kılcal damarlarına kadar yayıldı. Hayat ne güzeldi! Misafirini daha fazla yormak istemedi. O an için zaten daha fazla söyleyecek bir şey yoktu. Kızına
da kıyamadı. Tahir’le konuşurken, sessizce oturup dinlemişti konuşulanları Sabire. Artık her şey Tahir’e bağlıydı. Arzu ederse, Sabire’yi istemek üzere bir dünür bulup gelebilirdi. Gelecekti de. İçinden bir ses öyle söylüyordu ona. Gözlerine Kuduriye dualı sürme
çekmişti kızı ayrıca!
Sabire’ye bakarak, “Ayaklarınıza sağlık Tahir Bey, ne iyi ettiniz de
geldiniz. Yine bekleriz,” dedi.
Tahir, “Ben teşekkür ederim, efendim; size çok zahmet verdim,”
diyerek ayağa kalktı.
İkinci Peron
37
Müfide Hanım ve Sabire, Tahir’i kapıya kadar uğurladılar. Salona
döndüklerinde Samiye’yle Piraye şaşkın bakışlarla etrafa göz gezdiriyorlardı. Sehpanın üzerindeki çikolataları görünce ikisinin de gözleri parladı. Sehpaya doğru koşarlarken, Sabire kardeşlerine sarılıp,
“Sizi gidi uykucular,” diyerek yanaklarından öptü. Müfide Hanım
salondaki mutluluk resminden mest olmuştu. Kendisinden üç parçaydı Sabire, Samiye ve Piraye. Üç can, üç tomurcuk çiçekti. Tükenmez bir sevgi selinin üç taze pınarıydılar. Son zamanlarda içini bir
kurt gibi kemiren endişesini unutuverdi bir an—yaşam ölümden
çok daha güzeldi...
*******
Annesini düşünürken Tomris’in aklı çok eskilere, çocukluk yıllarına, oradan da annesinin ona ailesi hakkında anlattığı hikâyelere kadar gitmişti. Kondüktörün, “Bir sonraki istasyon Kayseri,” anonsuyla kendine geldi. Tren istasyonda durduğunda artık iyice uyanmıştı.
Dışarda hava kararmıştı ama kompartımanın lambası yanıyordu.
Trenden bavullarıyla birlikte birkaç yolcu indiğinde etrafına bakıp
gözleriyle kendi bavulunu aradı. Önce göremedi ama daha sonra
bavulunun karşısındaki koltuğun üst tarafına yerleştirildiğini görüp
rahatladı. Trene ne zaman, nasıl bindiğini doğrusu hatırlamıyordu,
hâlâ tedirgindi. Daha önce tren Yerköy’den geçmişti. Kayseri’de geldiklerine göre, Ankara’dan uzaklaşıyor olmalıydı ama emin değildi.
Karşısındaki koltukta oturan orta yaşlı bayan yolcuya trenin nereye gittiğini sordu. Bayan yolcu, trenin Samsun’a gittiğini, Sivas ve
Amasya’da da duracağını söyleyince rahatladı. İçindeki sohbet arzusu kamçılandı. Konuşmaya devam etti: “Ben de Amasya’ya gidiyorum, ailem orada oturuyor. İsmet Paşa Kız Enstitüsünün dikiş ve
moda bölümünü bitirdim, Amasya’da bayan elbise tasarımı ve dikimi üzerine bir atölye açmayı düşünüyorum.”
Bayan yolcunun yüzündeki ifade tebessümden şaşkınlığa dönüştü. Ufak tefek genç kız ne kadar rahattı? Tek başına böylesine uzun
yolculuk yapması yetmiyormuş gibi bir de dikiş atölyesi açmaktan
bahsediyordu. Amasya’da moda ve giyimden anlayan kaç kişi olabilirdi? Dikeceği elbiselere müşteri bulabilecek miydi?
“İnşallah, başarılı olursunuz evladım ama, Amasya’da böyle bir
atölyenin iş yapabilmesi için yeterli müşteri bulabilir misiniz?” diye
sordu.
Yüzüne birisi tokat indirmiş gibi hissetti Tomris. Gereksiz yere yalan söylemişti. “Haklısınız, bu konuyu yeniden düşünmeliyim, zaten henüz tam karar vermedim,” diye savuşturdu soruyu. Ardından
dalıp gidiverdi kendi dünyasına. Amasya’da atölye falan açacağı
yoktu. Sohbet olsun diye öyle konuşmuştu. Zaten istese de böyle bir
şeye ailesi izin vermezdi. Amasya’nın iki dağ arasına sıkışmış küçük bir şehir olduğunun farkındaydı. Aritmetiği kuvvetliydi. Şehrin
38
İkinci Peron
toplam nüfusu 15 bin kişi ya vardı ya yoktu. Çocukları ve erkekleri
saymazsa, taş çatlasa beş bini geçmezdi Amasya’daki kadın sayısı.
Onca kadının kaç tanesi onun düşündüğü yeni ve modern giysilere
rağbet edecekti? Kapalı bir yerdi Amasya. Çoğu kadın için, bir şalvar, bir bluz, bir hırka ve bir başörtüsü, giyim ve kuşam demekti.
Kocasından başkasına kimseye güzel görünmek, gezmek tozmak
gibi bir fikir geçmezdi aklından. Evden dışarı çıkmak bir eziyetti—
Kimseye görünmemek, kapanmak demekti. Aynaya bakmak, kendini seyretmek, incelemek günahtı neredeyse. Anadolu’da bir kadın
evlenince, alan almış satan satmış olurdu. Zamanını evde yemek pişirerek, çamaşır yıkayarak, çocuklarına bakarak, tarlada çapa yaparak geçirir, bir de kocasını, onu arzuladığı zamanlarda mutlu etmeye çalışırdı. Köklü ailelerde, maderşahi sistem giyim kuşamla ilgili kararları evin kayınvalidesine bırakmıştı. Aklı başında bir kaynana, vereceği kararların evin erkeklerini memnun etmesi gerektiğini iyi bilirdi. Bu kuralı bozmadığı sürece, aynı çatı altında oturan
kadınların hepsinin kıyafetine o karar verirdi. Çoğu yerde bu
kıyafet kara bir çarşaftan ibaretti. Kıyafet devrimi henüz Anadolu’da kök salmamıştı.
Başında kesif bir ağrı hissetti. Karamsar düşüncelerinin içinden
çekip çıkarmaya çalıştı kendini. Bayan yolcuya baktı. Aklı bu kez
onun kıyafetine takıldı. Koyu siyah beyaz puanlı, ayak bileklerine
kadar uzayan bir eteğin üzerine fıstık yeşili yün bir bluz giymişti.
Başını, üzeri desenli, kırmızı ipek bir eşarpla çenesinin altından bağlayarak kapatmıştı. Kıyafeti, yüzündeki çocuksu ifadeyle birleşmiş,
ona tiyatroda rol kesen bir oyuncu görünümü vermişti. Annesinden
çok duyduğu “rüküş” kelimesi aklına geldi birden. Kıyafetinden
veya makyajından hoşlanmadığı birisi için, “Bu da ne rüküş birisi,”
derdi annesi. Zaman içinde onun bu ifadeyi, hoşlanmadığı insanlar
için kullandığının farkına varmıştı. Annesine göre bir erkek de kadın gibi rüküş olabilirdi. Dayısı ise, ağırbaşlı olmayan, oturup kalkmasını, giyinmesini bilmeyen birisi için “hoppa” derdi. Kadınları
hedef alırdı hoppa kelimesiyle. Rüküş kelimesini kullanmazdı. Sevmezdi de. Hoppa bir kadın zaten rüküş olurdu. Rüküş olup da hoppa olmayan kadın da olamazdı. Ayrıca bir erkek hoppa olamazdı.
Ağırbaşlı olmayan bir erkek delişmen, delikanlı olabilirdi ancak.
Kafası iyice karışmıştı. Okulunda öğrendiği biçki dikiş bilgilerinin
içinde “rüküş” ya da “hoppa” diye bir tanımlama yoktu. Bir elbisenin kesimi, dikimi daha açık veya kapalı, kumaşının rengi daha koyu veya açık olabilirdi ama rüküş ya da hoppa olamazdı. Modacıların işinin zor olduğuna hükmedip sohbete geri döndü.
Bayan yolcu, yanında oturan kendisinde yaşlı görünen adama dönerek, “Reşit Beyciğim, bu genç bayan İsmet Paşa Kız Okulunu bitirmiş. Amasya’ya ailesinin yanına gidiyor, güzel fikirleri var, orada
İkinci Peron
39
bir elbise tasarım ve dikiş atölyesi açacakmış, ne dersin?” diye sordu.
Sonra, Tomris’e dönüp devam etti: “Reşit Bey benim eşim olur,
biz de senin gibi Ankara’dan bindik, oğlumuz Vedat, Hukuk Fakültesinde öğrenci, onu görmeye gitmiştik.”
O ana kadar konuşmaları gözlerini dışardaki karanlığa dikerek
dinleyen Reşit Bey içini döktü: “Şerife, oğluna çok düşkündür ama
Ankara uzak, gidiş geliş çok zor.”
−Oğlunuz sizi çok özlüyordur eminim. Keşke, Ankara bu kadar
uzak olmasaydı, ne iyi olurdu, değil mi?”
−Öyle maalesef. Bak sen ne güzel kolaylamışsın, evladım. Ailene
kavuşacaksın. Otur memleketinde. Suyu mu çıktı güzel memleketinin? Şehzadeler diyarı, içinden yemyeşil ırmak geçiyor, oradaki elma ve kiraz bahçeleri gibi başka nerde var? Ankara’yı bırak, bizim
Samsun bile su dökemez eline Amasya’nın. Kıymetini bil memleketinin.”
Amasya’yı övmesi gururunu okşasa da, Reşit Beyin sözleri Tomris’i rahatsız etmişti. Yine de alttan aldı. “İnşallah siz de oğlunuza
kavuşursunuz yakında. Zaman akıp gidiyor. Sayılı günler çabuk geçer.”
Şerife Hanım araya girdi: “Amin, evladım. Bir sonraki sene okulunu bitirince Samsun’a dönecek, o zaman bu uzun seyahatlerden
kurtuluruz, inşallah.”
Sohbet uzadıkça uzamıştı. Vedat, Tomris’in ilgisini çekmişti ama
hiç tanımadığı bu iki insanla konuşmaktan yorulduğunu hissetti.
Kayseri’den ayrılalı epeyce bir zaman geçmiş, dışarda artık hava tamamen kararmıştı. Reşit Bey başını cama dayamış, gözlerini kapatmış, uyumak üzereydi. Belli ki, o da yorulmuştu uzun yolculuktan.
İkisinin de daha epeyce yolları vardı Samsuna kadar. Gerçi onun
yolu da uzaktı ama yine de onlardan önce inecekti trenden. Hayat
bir yarıştan ibaretti sonuçta—öyle ya da böyle biri diğerinden önce
bitirecekti yarışı. İstemeden başladığı seyahati bir an önce bitirip
ulaşmak istiyordu vasıl olmak istediği yere Tomris. Oysa her süreç
kendi sonunu hazırlıyordu ister istemez. Memleketine ulaştığında,
tükenip bitmek üzereyken, derisinden sıyrılıp çıkan bir yılan gibi
yeniden kurulacaktı zaman. Sonra da akıp giderken götürecekti bir
yığın şeyi kendisiyle birlikte bir daha geri getirmemek üzere.
Düşünmek uykusunu getirmişti. Gözlerini ovuşturdu. Şerife Hanıma tekrar dikkatlice baktı: “Galiba amcanın uykusu geldi, sizi daha fazla meşgul etmeyim,” dedi. Şerife Hanımın konuşmadan ona
sadece tebessümle cevap verdiğini görüp gözlerini kaparken, onun
Reşit Beyden ne kadar genç olduğunu fark etti. Reşit Bey altmışına
yakın gösteriyordu. Hanımıysa kırkında var ya da yoktu. Aklından
aralarında en az on beş yaş olmalı diye geçirdi. Bir bakıma normal
40
İkinci Peron
sayılırdı öyle olması. Şevket dayısı da yengesinden on beş yaş büyük değil miydi? Yine de dayısının yengesiyle yaptığı evliliği bir
türlü hazmedememişti. Yengesi ondan iki yaş küçüktü. Şevket Dayısı ondan bile küçük birisiyle nasıl olmuş da evlenmişti? Dışardaki
karanlığın derinliklerinden doğan incecik bir ışık süzmesi ışınladı
beyninin hücrelerini. Belleğindeki çocuk yeniden uyandı uykudan.
Bileğindeki saatin kısa kolu binlerce kere geriye çevrildi—Delice
suyu Deliçay olup aktı yaylı bir arabanın yanı sıra....
*******

Benzer belgeler