pdf - madde14

Transkript

pdf - madde14
Adaletin Kıyısında:
‘Zorunlu’ Göç Sonrasında Devlet ve Kürtler
5233 sayılı Tazminat Yasası’nın bir Değerlendirmesi-Van Örneği
Dilek Kurban
Mesut Yeğen
Virginie Ladisch
Roger Duthie’nin katkılarıyla
Adaletin Kıyısında: ‘Zorunlu’ Göç Sonrasında Devlet ve Kürtler
5233 sayılı Tazminat Yasası’nın bir Değerlendirmesi – Van Örneği
Demokratikleme Program›
Bankalar Cad. Minerva Han
No: 2 Kat: 3
Karaköy 34420, İstanbul
Tel: +90 212 292 89 03 PBX
Fax: +90 212 292 90 46
[email protected]
www.tesev.org.tr
Yazarlar:
Dilek Kurban
Mesut Yeğen
Virginie Ladisch
Roger Duthie
Yapım: Myra
Yayın Kimliği Tasarımı: Rauf Kösemen
Uygulama: Gülderen Rençber Erbaş
Koordinasyon: Sibel Doğan
Üretim Koordinasyon: Nergis Korkmaz
Türkiye Ekonomik ve
Sosyal Etüdler Vakf›
Yayıma Hazırlayanlar:
Serkan Yolaçan, Mehmet Ekinci
Zeynep Başer
Kapak Tasarımı:
Bora Tekoğul
Düzelti:
Elçin Gen
Basım Yeri: İmak Ofset Basım Yayın San. ve Tic. Ltd. Şti.
Atatürk Cad. Göl Sok. No : 1 Yenibosna
Bahçelievler/İSTANBUL-TÜRKİYE
Tel: 0212 656 49 97
Baskı Adedi: 1.000
TESEV YAYINLARI
ISBN 978-605-5832-95-7
Copyright © Ocak 2012
Tüm hakları saklıdır. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV) izni olmadan bu yayının
hiçbir kısmı elektronik ya da mekanik yollarla (fotokopi, kayıtların ya da bilgilerin arşivlenmesi, vs.)
çoğaltılamaz.
Bu yayında belirtilen görüşlerin tümü yazarlara aittir ve TESEV’in kurumsal görüşleri ile kısmen ya
da tamamen örtüşmeyebilir.
TESEV Demokratikleşme Programı, bu yayının hazırlanmasındaki katkılarından ötürü Avrupa
Birliği’ne, Açık Toplum Vakfı’na ve TESEV Yüksek Danışma Kurulu’na teşekkür eder.
Bu kitap, Avrupa Birliği tarafından desteklenmiş olan “Sessizlik Bulutunu Dağıtmak: Yerinden
Edilmişlik Hikâyeleri Üzerinden Barışçıl bir Ulusal Diyalog Yaratmaya Doğru” başlıklı araştırma
projesi çerçevesinde hazırlanmıştır. Kitabın içeriği Avrupa Komisyonu’nun resmi görüşlerini
yansıtmamaktadır.
İçindekiler
KISALTMALAR, 5
TESEV SUNUŞ, 7
TEŞEKKÜR, 9
GİRİŞ, 11
ARAŞTIRMA KONUSU VE METODOLOJİ, 17
BİRİNCİ KISIM: YERİNDEN EDİLME BAĞLAMINDA GEÇİŞ DÖNEMİNDE ADALETİN
UYGULANABİLİRLİĞİ,21
A. Giriş, 23
B. Geçiş Döneminde Adalete Genel Bakış, 24
B.1. Geçiş Döneminde Adalet: Tanım ve İlkeler, 25
B.2. Geçiş Döneminde Adalet: Başlıca Yaklaşımlar, 26
C. Geçiş Döneminde Adalet Konusunda Bütünsel Bir Yaklaşımın Önemi, 33
C.1. Örnek Durum İncelemesi: Fas, 33
D. Geçiş Döneminde Adalet ve Yerinden Edilme, 36
D.1. Geçiş Döneminde Adalet Çerçevesindeki Başlıca Önlemler ve Yerinden Edilme, 37
D.2. Güçlükler, 40
E. Sonuç, 42
İKİNCİ KISIM: TÜRKİYE ÖRNEĞİ, 43
Birinci Bölüm: Cumhuriyet’ten Bugüne Zorunlu Kürt Göçü, 45
A. Ulus İnşası, Kürt Sorunu ve Yerinden Etme, 45
B. Kürt ‘Zorunlu’ Göçünde “Doksanlar Tecrübesi”, 49
C. AB Sürecinde Türkiye’nin Yerinden Edilenlere İlişkin Politikaları, 51
İkinci Bölüm: Devlet Göçe Zorlanan Kürtleri ‘Görüyor’:
Bir ‘Adalet’ Arayışı Olarak Tazminat Yasası, 55
A. Tazminat Yasası’nın Kabulü: Devletin ‘Formel’ Adalet Arayışı, 55
A.1. Tazminat Yasası Neden Çıkarıldı?, 55
A.2. Tazminat Yasası Nasıl Çıkarıldı?, 65
A.3. Tazminat Yasası Ne Zaman, Neden, Nasıl Değiştirildi?, 70
A.4.Yasanın Uygulamasını İyileştirmeye Yönelik İdari Düzenlemeler, 76
B. ‘Adalet’ Nasıl Yerini Buluyor? Tazminat Yasası’nın İçeriği ve Uygulaması, 78
B.1. Yasa Neyi Tazmin Ediyor, Neyi Etmiyor?, 78
B.2. Tazminat Yasası Nasıl Uygulanıyor?, 80
B.3. Yasanın Ülke Genelinde Uygulanmasına Dair Veriler, 82
ÜÇÜNCÜ KISIM: VATANDAŞLIK VE ADALET BAĞLAMINDA VAN’DA YERİNDEN ETME, 85
Birinci Bölüm: Vatandaşlık: Dışarıda Bırakılanlar, 87
A. Yerinden Edilmeden Önce, 87
B. Yerinden Edilme Başlıyor, 88
C. Yerinden Edilme Biçimleri, 93
D. Göç Sonrası Yaşananlar, 95
D.1 Barınma/Konut İmkânları, 95
D.2. İş/Geçim İmkânları, 97
D.3. Eğitim ve Sağlık İmkânları, 98
D.4. Mağdurlara Yapılan Yardımlar, 99
E. Bugün: Değişenler, Değişmeyenler, 100
İkinci Bölüm: Adalet: Van’ın Penceresinden Tazminat Yasası, 105
A. Van Tazminat Yasası ile Tanışıyor: Sivil Toplum ve Baronun Adaletle Sınavı, 106
B. Mağdurlar Tazminat Yasası’na Başvuruyor, 108
C. Uygulamaya Dair Temel Veriler, 109
D. Yasanın İlk Yıllarında Karşılaşılan Güçlükler, 110
E. Uygulamada Karşılaşılan Temel Sorunlar, 112
E.1. Reddedilen Başvurular, 113
E.2. Düşük Tazminatlar, 117
E.3. Geciken Ödemeler, 127
E.4. Ödenmeyen Zarar Kalemleri, 128
E.5. Manevi Tazminat, 130
F. Tazminat Yasası’nın Görünmezleri: Kadınlar, 132
G. Yargıya İntikal Eden Başvurular, 135
G.1. Manevi Tazminata İlişkin Davalar – Anayasa Mahkemesi Kararı, 136
G.2. Adli Yardıma İlişkin Davalar, 139
G.3. Reddedilen Başvurulara İlişkin Davalar, 140
G.4. Düşük Tazminatlara İlişkin Davalar, 141
SONUÇ, 143
KAYNAKÇA, 155
4
YAZARLAR HAKKINDA, 160
Kısaltmalar
Avrupa Birliği
AİHM
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
AİHS
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
ICTR
Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemesi
(International Criminal Tribunal for Ruanda)
ICTY
Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza
Mahkemesi (International Criminal Tribunal
for the former Yugoslavia)
IER
Adalet ve Uzlaşma Komisyonu (Instance
Equité et Réconciliation)
IHT
Irak Yüksek Mahkemesi (Iraqi High
Tribunal)
İHD
İnsan Hakları Derneği
KDRP
Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi
NED
Ulusal Demokrasi Vakfı (National
Endowment for Democracy)
OHAL
Olağanüstü Hal
PKK
Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên
Kurdistan)
SSR
Güvenlik Sektörü Reformu (Security Sector
Reform)
STK
Sivil toplum kuruluşu
TMK
Terörle Mücadele Kanunu
TRC
Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu (Truth and
Reconciliation Commission)
UNDP
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
(United Nations Development Programme)
AK Parti Adalet ve Kalkınma Partisi
BDP
Barış ve Demokrasi Partisi
BM
Birleşmiş Milletler
CAVR
Kabul, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu
(Comissão de Acolhimento, Verdade e
Reconciliação de Timor Leste)
CCDH
İnsan Hakları Danışmanlık Konseyi
(Consultative Council on Human Rights)
CEH
Tarihi Açıklığa Kavuşturma Komisyonu
(Comisión para el Esclarecimiento Histórico)
CHP
Cumhuriyet Halk Partisi
DGD
Doğrudan Gelir Desteği
FMLN
Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi
(Frente Farabundo Martí para la Liberación
Nacional)
FN
Yeni Kuvvetler (Forces Nouvelles)
FVJ
Hakikat ve Adalet Forumu (Forum Vérité et
Justice)
Göç-Der Göç Edenler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür
Derneği
IAC
Bağımsız Tahkim Komisyonu (Independent
Arbitration Commission)
ICC
Uluslararası Ceza Mahkemesi
(International Criminal Court)
ICTJ
Geçiş Döneminde Adalet İçin Uluslararası
Merkez (International Center for Transitional
Justice)
UNTAET BM Doğu Timor Geçiş Yönetimi
5
AB
6
TESEV Sunuş
Etyen Mahçupyan, TESEV Demokratikleşme Programı
Bugün gelinen noktada ‘Kürt meselesini’ çözmek
isteyen ve bunun PKK’nın zayıflatılmasıyla
gerçekleşebileceğine inanan, ancak her zayıflatma
hamlesiyle kendisini çözüm istemeyen bürokratik
güçlerin insafına bırakan bir hükümetle karşı
karşıyayız. Buna karşılık AB çerçevesinde bir çözüme
razı gelmeyen ve Türkiye’yi daha ‘geniş’ bir haklar
manzumesini taviz olarak vermeye razı edebileceğini
düşünen bir Kürt siyaseti oluşmuş durumda. Bu
olumsuz denkleme her iki tarafın birbirine
güvenmediğini ve bunda haklı nedenleri olduğunu da
eklediğimizde, hareket alanının son derece dar olduğu
ortaya çıkıyor.
TESEV’in yıllar içinde yaptığı çalışmalar bu dar alanın
genişletilmesini ve doğru yönde kullanılmasını
amaçladı ve nesnel tespit ve çözümlemelere dayandığı
için kamuoyunda geniş destek buldu. Söz konusu
alanın genişlemesi ve doğru kullanımının ‘Kürt
meselesini’ şiddetten ayırarak ele almayı gerektirdiği,
Kürtlerin mağduriyetlerinin devlet tarafından bütün
yönleriyle ‘görülmesini’ ima ettiği ve hükümetlerin
önünde her an tercih edilebilecek demokratik bir
çözüm sürecinin bulunduğu vurgulandı. Bu
değerlendirmeler somut araştırmalarla desteklendi.
Çözüm bir yandan geçmişte yapılmış olan hataların
kabulünü, diğer yandan da Türkiye’nin bütün kimliksel
çeşitlilikleriyle birlikte, Kürtleri de kuşatan bir biçimde
yeni bir vatandaşlık kavramına ulaşmasını zorunlu
kılıyor. Aslında bu iki unsur birbirinden bağımsız değil.
Aksine, hükümetin yeni bir vatandaşlığı üretmeye
yönelebilmesi, geçmişin somut ‘tamirinin’ ne ölçüde
başarılabileceğine bağlı.
‘Tazminat Yasası’ adıyla anılan 5233 sayılı ‘Terör ve
Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması
Hakkında Kanun’, bu sürecin en önemli araçlarından
birini oluşturmakta ve bir tür sınav niteliği taşımakta.
Hedeflenen sonuç, sadece hakedenlere
tazminatlarının verilmesi değil, bunun iyi niyetli ve adil
bir yaklaşımın sonucu olduğuna Kürt kamuoyunun
ikna edilmesi olmalıydı. Diğer bir deyişle amaç
kaybolmuş olan güven ortamının yeniden
kurulabilmesi için bir adım atılmasıydı.
Dolayısıyla bu Kanun devlete, meseleyi bir siyasal
aktörler meselesi olmaktan çıkarıp, toplumla somut
olarak karşılaşma fırsatı vermekteydi ve bu nedenle de
devletin vatandaşla barışmasına hizmet edebilecek
şekilde bir samimiyet ve iyi niyet hamlesi olarak
planlanması gerekiyordu. Çünkü açıktır ki, sayısız faili
meçhul cinayetlere kadar uzanan bunca haksızlık ve
ayrımcılıktan sonra, Kürt meselesinin ‘çözümü’ bizzat
Kürt toplumunu muhatap alan bir ‘geçiş dönemi
adaletini’ gerektirmekte ve bunun ilk adımı olma
niteliği taşıyan söz konusu Kanun’un Kürtler nezdinde
temsil ettiği hakkaniyet muhtemel ‘başarısının’ da
kıstasını oluşturmakta.
7
Kürtlerin vatandaşlık bağlamındaki kültürel talepleri,
halen ülkenin en sıcak siyasi meselesi olmayı
sürdürüyor. Bu tıkanıklıkta en büyük pay muhakkak ki
Kürtleri kimliksel olarak tanımamayı tercih eden,
Kürtçeyi kamusal alanda engelleyen, Kürtlerin ancak
kimliklerinden uzaklaşarak siyasallaşabilmelerine izin
veren devlete ve resmi ideolojiye ait. Öte yandan bu
stratejinin Kürt siyasetinin çeşitliliğini budadığını ve
nihayette Kürt siyasetini PKK’ya teslim ettiğini de
görmek gerekiyor.
8
Mesut Yeğen ve Dilek Kurban tarafından hazırlanan
elinizdeki rapor, bu yasaya uygun olarak yapılan
uygulamanın Van özelinde nerelerde, nasıl ve niçin
aksadığını gözler önüne seriyor. Böylece devletin bu
sınavdaki performansının, bundan sonra izlenecek
yolda öğretici bir emsal olmasını sağlıyor.
TESEV olarak temennimiz, hükümetin ve kamuoyunun
dikkatinin sadece şiddet üzerinde değil, aynı zamanda
yürütülmek istenen ancak istenildiği gibi yürümeyen
‘tamir edici’ reform adımları üzerinde de aynı
sağduyuyla yoğunlaşmasıdır. Umarız bu rapor söz
konusu amaca hizmet eder...
Teşekkür
Dilek Kurban, Mesut Yeğen
Raporun kolektif bir emeğin ürünü olmasının ikinci
nedeni ise, saha araştırması öncesinde, sırasında ve
sonrasında, bize yol gösteren, mülakat yapacağımız
kişilerin belirlenmesinde bize yardımcı olan ve onlara
ulaşmamızı sağlayan çok sayıda insanın olması.
Van’da bulunan kamu kuruluşlarının, hak örgütlerinin
ve kadın kuruluşlarının temsilcileri, ağlarını, bilgilerini,
belgelerini, fikirlerini ve önerilerini sınırsız bir
cömertlikle paylaştılar. Onların desteği, çabası ve
özverisi olmaksızın, bu çalışmayı gerçekleştiremezdik,
bunu biliyoruz.
Van Kadın Derneği’nden Zozan Özgökçe, araştırmayı
yürüttüğümüz iki seneyi aşkın zaman süresince,
ilişkilerini, bilgisini ve zamanını bizim için seferber etti,
avukatlara, mağdurlara, sivil toplum kuruluşlarına
ulaşmamızı sağladı. Kendisine müteşekkiriz.
Abdurrahman Bayar, Abdülbasit Bildirici, Ayhan
Çabuk, Celal Tanhan, Cemal Demir ve Mehmet Nuri
Yıldız, yasanın işleyişine dair hukuki uzmanlıklarını
bizimle paylaşmakla kalmadılar, başta müvekkilleri
olmak üzere zorunlu göç mağdurlarına ulaşmamız için
arabulucu oldular, sağ olsunlar. Keza, İnsan Hakları
Derneği ile Van Göç-Der yöneticileri hem yasanın
işleyişine ilişkin bilgi ve görüşlerini paylaştılar, hem de
mülakat yapmak üzere zorunlu göç mağdurlarına
ulaşmamıza yardımcı oldular. Mağdurlara ulaşmamıza
vesile olan Yalım Erez Mahallesi eski muhtarı Ali Kaya
ile Ömer Tokat’a da teşekkür ederiz.
Tazminat Yasası’nın bir ‘tarafını’ mağdurlar ve
avukatları oluşturuyorsa, diğer ‘tarafta’ da devlet yer
alıyor, kuşkusuz. Bu nedenle, yasanın uygulamasından
sorumlu olan kamu görevlilerinin görüşleri
araştırmanın bütünlüğü açısından büyük önem
taşıyordu. Türkiye’de kamu görevlilerinin
araştırmacılara genellikle temkinli yaklaştığı göz
önüne alındığında, Van Valiliği ile İçişleri Bakanlığı’nın
araştırmamıza başından itibaren verdiği destek
takdire şayan. Van Vali Yardımcısı Ömer Özcan,
kendisiyle görüşme taleplerimize olumlu yanıt
vermekle ve görüşlerini olanca açıklığıyla bizimle
paylaşmakla kalmadı, ilgili diğer valilik personeliyle de
görüşmemizi sağladı. Kendisine, bize gösterdiği
yakınlık ve açık yüreklilik için müteşekkiriz. Keza, bizi
toplantılarına konuk eden ve ellerindeki dosyaları
bizimle paylaşan başta Arif Ayçiçek olmak üzere zarar
tespit komisyonu üyelerine ve yasanın ülke
genelindeki uygulamasına dair sorularımıza yanıt
veren İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü
yetkililerine teşekkür ederiz.
Van’daki uygulamada gözlemlediğimiz sorunların
büyük ölçüde yasanın içeriğinden kaynaklandığından
hareketle, yasanın hangi saiklerle hazırlandığını
inceleyebilmek üzere, dönemin milletvekilleriyle de
9
Saha araştırmasına dayanan her çalışma, kolektif bir
emeğin ürünüdür. Elinizdeki bu rapor da öyle. Bunun
birincil nedeni, geniş kapsamlı bir araştırmanın
ayaklarından biri olan bu çalışmanın, bir belgesel ve
medya çalışmasının yanı sıra gerçekleştirilmiş
olmasıdır. Birbiriyle ilintili ve eş zamanlı yürütülen bu
çalışmaları, Ferda Balancar, Mustafa Varlık, Nevzat
Çiçek, Özlem Ülker, Roger Duthie, Serkan Yolaçan,
Şehbal Şenyurt ve Virginie Ladisch ile birlikte
yürüttük. Raporu biz kaleme almış olsak da,
çalışmanın düşünsel hazırlığını ve saha araştırmasını
bu geniş ekip ile birlikte gerçekleştirdik. Yayıma
hazırlama aşamasında, Elçin Gen, Mehmet Ekinci,
Serkan Yolaçan ve Zeynep Başer raporun son
okumalarını ve düzeltilerini büyük bir titizlikle yaptılar.
10
görüştük. Tazminat Yasası’nın yürürlüğe girdiği 2004
senesinde iktidar partisi ve ana muhalefet partisi
milletvekilleri olan Algan Hacaloğlu, Faruk Ünsal,
Mesut Değer ve Sinan Yerlikaya, yasanın yapım
sürecine dair bilgi ve görüşlerini bizimle paylaştılar,
sağ olsunlar.
Bu araştırmayı hem mümkün hem değerli kılan,
1990’larda topraklarından zorla koparılarak büyük bir
göç felaketine sürüklenen insanların yaşadıklarına,
bugün içerisinde oldukları koşullara ve yasaya dair
anlatıları. Bize evlerini, mahallerini ve gönüllerini
açan, uğradıkları adaletsizlikleri ve yaşadıkları acıları
bizimle paylaşan göç mağdurlarına müteşekkiriz.
Giriş
Giriş
Ermenilerin tehcir, Rumlarınsa mübadele yoluyla ülke
dışına çıkarılması, selefleri gibi Cumhuriyetçilerin ulus
kurguları içinde de gayrimüslimlere yer olmadığını
gösterdi. Osmanlı’nın gayrimüslim tebaasından
olmak, Cumhuriyet yurttaşlığına ve Cumhuriyet
yurttaşlarından oluşan Türk ulusuna dâhil olmanın
önünde engeldi. Başka bir deyişle, Cumhuriyetçilerin
bizlik tahayyülünde Osmanlı’nın gayrimüslimlerine yer
yoktu. Ne var ki, Lozan mucibince Cumhuriyetçiler
toptan kurtulmak istedikleri Rum ve Ermenilerin bir
kısmının ülke vatandaşı olarak Türkiye’de kalmasına
rıza göstermek durumunda kaldılar. Bu durumda,
Cumhuriyet, ‘bizden’ saymadığı ve fakat ülke dışına
gönderemediği gayrimüslimleri bizliğin kıyısında bir
yere yerleştirdi. Kalan gayrimüslimler teorik olarak
Müslüman olmaları Kürtleri Cumhuriyetçilerce tahayyül
edilen bizlik durumunun dışına düşmekten alıkoydu. Ne
var ki, Cumhuriyetçilerin tahayyülünde ‘bizden’ (Türk)
olmak için Müslüman olmak gerekli, ama yeterli değildi.
Bizden olacakların Türkçe konuşması da bekleniyordu.
vatandaş olmakla beraber, ulusun içinde sayılmadılar.
Gayrimüslimlerin Türklüğü sınırlı, ikinci derece bir
Türklük, “Kanun-i Esasi Türklüğü” oldu. Bu ikinci
derece, başka bir deyişle, ‘sözde-Türklük’, gayrimüslim
vatandaşların sıklıkla ayrımcılığa maruz kalmalarına
sebep oldu.1
Müslüman olmaları Kürtleri Cumhuriyetçilerce
tahayyül edilen bizlik durumunun dışına düşmekten
alıkoydu. Ne var ki, Cumhuriyetçilerin tahayyülünde
‘bizden’ (Türk) olmak için Müslüman olmak gerekli,
ama yeterli değildi. Bizden olacakların Türkçe
konuşması da bekleniyordu. Bu durumda, Türkçe
konuşmamaları, Kürtlerin Türklüğünün de has, kâmil
bir Türklük olmasını engelliyordu. Ancak Cumhuriyet,
Kürtlerin Türkçe konuşmama hallerine son
verebileceğine gönülden inanmıştı. Başka bir deyişle,
1
Uygulanan iktisadi Türkleştirme politikalarının bir
parçası olarak gayrimüslimlerin işten çıkarılmaları,
devlet memuriyetine alınmamaları, vakıfları aracılığıyla
edindiklere mülklere el konması ve Varlık Vergisi ya da
“Vatandaş Türkçe Konuş” gibi kampanyalara maruz
kalmaları bu türden ayrımcı pratikler arasında sayılabilir.
Bu türden uygulamalara dair genel bir çalışma için bkz.
Baskın Oran, Türkiye’de Azınlıklar, (İstanbul: İletişim,
2004). Ayrıca bkz. M. Çağatay Okutan, Tek Parti
Döneminde Azınlık Politikaları, (İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2004) ve Hüseyin Sadoğlu,
Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, (İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003).
13
Modern vatandaşlık iki büyük sütun üzerine inşa
edilmiştir: Mensubiyet ve hak sahibi olma.
Vatandaşlık, vatandaş-bireyleri ‘bizden’ (ulustan) kılar
ve bizden kılınan vatandaş-bireyleri hak sahibi yapar.
Bireylerin vatandaşlık vasıtasıyla bizden kılınması
işinin, ideal durumda, siyasi değerlerin paylaşılması
(Anayasa’ya sadakat) üzerinden gerçekleşmesi
beklenir. Oysa gerçek durumlarda, hemen her zaman,
ama az ama çok, dil, din ve mezhep gibi kültürel
unsurlarda ortaklaşma bizden olmanın esas şartı
haline gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı da
bu açıdan istisna oluşturmadı. Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığı vasıtasıyla inşa edilen bizlik (ulus),
kısmen Cumhuriyet, laiklik ve çağdaşlık gibi siyasi
değerlerin paylaşımına, ama daha çok Müslüman olma
ve Türkçe konuşma gibi kültürel aidiyet ve
performanslardaki ortaklaşmaya yaslandı.
Cumhuriyet’in ‘makbul vatandaşları’, Müslüman olup
Türkçe konuşanlar ve gündelik hayatlarını ‘hurafeden
arındıranlar’ oldu.
Yerinden etmenin farklı uğrakları, bu işin çoğu durumda
Kürtlerin vatandaş olmaktan kaynaklı temel haklarının
ihlali, kimi durumdaysa bizzat vatandaşlık hallerinin
askıya alınmasıyla mümkün olduğunu gösteriyor. Bu da şu
anlama geliyor: Kürtlerin ‘bizden’ kılınması işi, zaman
zaman bizden olma hallerinin, kısmen ve geçici de olsa,
askıya alınması pahasına gerçekleşti.
Kürtler Cumhuriyet nazarında has, kâmil-Türkler
olmalarsa da müstakbel-Türklerdi. Müstakbel-Türkler
olarak Kürtleri has, kâmil-Türk kılacak enstrümanların
başında da yerinden etme ve iskân geliyordu.
Cumhuriyet, kapsamlı bir iskân siyasetinin Kürtlerin
Kürtlüklerine son verip onları Türkleştireceğine inandı.
Nitekim, yerinden etmeyi imtiyazlı bir Cumhuriyet
siyaseti kılan da bu inanç oldu.
14
Vatandaşlar cemaati olarak ulusal topluluk
içerisindeki bu kesinleşmemiş konumları (Müslüman
olup Türkçe konuşmamaları), Kürtleri karmaşık bir
vatandaşlık pratikleri dizisiyle karşı karşıya bıraktı.
Kürtler, kâmil-Türklere tanınan vatandaşlık hallerini
eksiksiz tecrübe etme imtiyazına sahip olabilmek için
Türkleşmeli, başka bir deyişle, asimilasyonist
vatandaşlık pratiklerine rıza göstermeliydiler. Ne var
ki, asimilasyonun en etkili araçlarından biri olarak
yerinden etme ve iskân, Kürtlerin temel vatandaşlık
haklarının ihlaliyle mümkün olabiliyordu.2 Yerinden
etme ve iskân işinin her uğrağında, Kürtlerin mülkiyet,
yerleşme ve seyahat etme gibi temel medeni hakları
ağır biçimde ihlal edildi. Kürtler, vatandaşlık
haklarından bütünüyle yararlanmalarını mümkün
kılacak kâmil-Türk olma durumuna ancak temel
vatandaşlık haklarının ihlal edilmesiyle erişebildiler.
Kürtler açısından müstakbel-Türklükten kâmilTürklüğe uzanan yol, temel vatandaşlık haklarından
feragatten geçiyordu.
2 Cumhuriyet, Kürtlere karşı başta anadilini yasaklamak
olmak üzere çok sayıda asimilasyon araçları geliştirmiş
olsa da, bu çalışma, söz konusu araçlardan zorla yerinden
etme ile sınırlıdır.
1937-1938’de Dersim ve havalisinde gerçekleşen
yerinden etme faaliyetiyse, sadece mülkiyet ve
seyahat etme haklarının değil, daha temel olarak
yaşama hakkının, yargılanmadan cezalandırılmama
hakkının da ihlaliyle mümkün oldu. Dersim ve
havalisini tedip etme operasyonu, binlerce yurttaşın
katledilmesi ve hukukun asgari usul kurallarını hiçe
sayan kurmaca mahkemelerde cezalandırılması
pahasına gerçekleşti.
Yerinden etmenin farklı uğrakları, bu işin çoğu
durumda Kürtlerin vatandaş olmaktan kaynaklı temel
haklarının ihlali, kimi durumdaysa bizzat vatandaşlık
hallerinin askıya alınmasıyla mümkün olduğunu
gösteriyor. Bu da şu anlama geliyor: Kürtlerin ‘bizden’
kılınması işi, zaman zaman bizden olma hallerinin,
kısmen ve geçici de olsa, askıya alınması pahasına
gerçekleşti. Bu durumun Türkiye tarihindeki en yakın
ve çarpıcı örneklerinden biri, kuşkusuz, sayıları
milyonlarla ifade edilen Kürtlerin birkaç sene zarfında
zorla topraklarından koparılarak göçe zorlandığı
1990’lar tecrübesidir.
Bu araştırma çerçevesinde gerçekleştirilen
görüşmeler, 1990’lardaki yerinden etme tecrübesinin
de Kürt yurttaşların önemli bir kısmının hem temel
vatandaşlık haklarının ağır ihlali hem de bizzat
vatandaş (‘bizden’) olma hallerinin geçici olarak
askıya alınması pahasına gerçekleştiğini gösteriyor.
1990’larda gerçekleşen yerinden etme sürecinde,
askeri darbe yönetimince hazırlanan 1982
Anayasası’nın 35. maddesiyle düzenlenen mülkiyet
hakkı, 23. maddesiyle düzenlenen seyahat ve
yerleşme hakkı ve 21. maddesiyle düzenlenen
konut dokunulmazlığı hakkı, bir milyonun üzerinde
Kürt vatandaşı ve üç binden fazla yerleşim yerini
kapsayacak biçimde ihlal edildi. Başka bir deyişle,
neredeyse her on Kürt vatandaştan biri, birkaç
sene içinde yerinden edilerek temel vatandaşlık
haklarından mahrum bırakıldı. Yerinden
etmenin bu devasa kapsamı Kürt vatandaşların
önemli bir kısmının bizlik (ulusal topluluk) içindeki
statülerinin kuvvetli bir biçimde sarsılmış olduğunu
gösteriyor. Yerinden etme sonrasında mağdurların
Öte yandan, yerinden etmenin gerçekleştiği havalideki
bütün Kürtlerin yerinden edilmediği malum. Korucu
olmayı kabul eden Kürt vatandaşlar, devlet ya da
güvenlik kuvvetleri tarafından ‘yerinden edilmesi
gerekenler’ arasında görülmediler. Bu durum, devletin
vatandaşlar arasında açık bir ayrımcılık yaptığını,
devletle birlikte PKK’ya karşı silah kullanmayı kabul
eden Kürtleri “makbul vatandaş” olarak kodladığını
gösteriyor. Görünen o ki, Cumhuriyet için genel
manada makbul vatandaşın özelliği Müslüman olup
Türkçe konuşmak iken, 1990’larda çatışma
bölgelerinde makbul vatandaş olmak devletle birlikte
PKK’ya karşı savaşmayı kabul etmekten geçmiştir.
Öte yandan, korucuların tümünün her zaman makbul
vatandaş olarak kalamadıklarını da belirtmek
gerekiyor. Araştırma sahasında saptadığımız üzere,
kimi korucu, performansı beğenilmediği için bu vasfını
yitirmiş ve göçe zorlanmıştır. Kimisi de bizzat
idareciler tarafından şehre yerleştirildikten sonra
diğer göç mağdurlarıyla benzer hayat koşullarına
mahkûm edilmek suretiyle makbullüğünü zamanla
yitirmiştir.
1990’larda yaşanan yerinden etme faaliyetiyle ilgili
olmakla beraber, bu araştırmanın odak noktasını
yerinden etme işinin kendisi oluşturmuyor. Araştırma,
yerinden etme faaliyeti esnasında yaşanan zarar
ziyanı tazmin etmek amacıyla çıkarılan 5233 sayılı
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanun’un (“Tazminat Yasası”)
uygulamasını incelemeyi amaçlıyor. Yasanın
çıkışından epey bir zaman sonra başlayan uygulama
süreci bir kısım ilde tamamlanırken, bazı yerlerde
halen devam etmektedir. Uygulamanın görece hızlı
ilerlediği Van ili örneğinde yürütülen bu araştırmayla,
uygulamanın nasıl işlediğini anlamaya çalıştık.
Uygulamayı iki temel kavram etrafında incelemeye
çalıştık: vatandaşlık ve adalet. Bu kavramlara ise iki
mesele üzerinden yaklaştık. İlk olarak, muhatapları
1990’larda yaşanan yerinden etme faaliyetiyle ilgili olmakla
beraber, bu araştırmanın odak noktasını yerinden etme
işinin kendisi oluşturmuyor. Araştırma, yerinden etme
faaliyeti esnasında yaşanan zarar ziyanı tazmin etmek
amacıyla çıkarılan 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden
Doğan Zararların Karşılanmasına Hakkında Kanun’un
(“Tazminat Yasası”) uygulamasını incelemeyi amaçlıyor.
yasayı ve uygulamasını nasıl değerlendirmektedir,
bunu anlamayı hedefledik. Yerinden etme sürecinin
mağduru vatandaşların, yasanın uygulamasından
sorumlu bürokrasinin ve bu ikisi arasındaki
bağlantılar olarak avukatlar ile sivil toplum
kuruluşlarının yasa ve uygulaması hakkındaki
değerlendirmelerini derledik. İkinci olarak da,
uygulamanın adaletin yeniden tesis edilmesinde ne
kadar etkili olduğunu anlamaya çalıştık. Burada,
meseleyi “geçiş döneminde adalet” olarak
kavramsallaştırılan özel bir mefhum etrafında
incelemeyi tercih ettik. “Geçiş döneminde adalet”
mefhumuyla, –savaştan barışa ya da otoriter
yönetimden demokrasiye– geçiş halindeki
toplumların, geride kalan kitlesel suistimal mirasıyla
başa çıkma işi kastedilmektedir. Tazminat Yasası,
“devlete olan güveni pekiştir[meyi], vatandaş-Devlet
kaynaşmasını artır[mayı], terörle mücadeleye ve
toplumsal barışa önemli katkıda bulun[mayı]”
amaçladığını beyan etmiş olduğundan, geçiş
döneminde adaletin tesis edilmesi problemi etrafında
ele alınmaya müsait bir içeriğe sahiptir. Nitekim, bu
araştırmada, yasanın uygulama itibariyle adaleti
yeniden tesis edecek mahiyette olup olmadığını ortaya
koymaya çalıştık.
Türkiye’de, son yıllarda, geçiş döneminde adalete
ilişkin uluslararası tecrübelere ve literatüre yönelik
artan bir ilgi gözlemlenmektedir. Akademisyenler,
sivil toplum kuruluşları ve hatta siyasi partiler, Türkiye
toplumunun yakın tarihi ile yüzleşmesi ve
hesaplaşması için, hakikat komisyonları, ceza
yargılamaları, resmi özür ve kamusal anma gibi
geçiş döneminde adaletin çeşitli unsurlarına ilişkin
15
barınma ve beslenme gibi en temel ihtiyaçlarının
karşılanması için neredeyse hiçbir şeyin yapılmaması,
bu durumun uzunca bir müddet sürdüğüne işaret
ediyor.
Bu rapor, geçiş döneminde adalet kavramını, 1990’ların
‘zorunlu’ Kürt göçü üzerinden ele almaktadır.
kamuoyu oluşturmaya çalışmaktalar.3 Büyük
çoğunluğu Türkiye’nin yakın tarihine ve özellikle
Kürtlere karşı işlenen ağır insan hakları ihlallerine
odaklanan bu araştırma ve girişimler,4 Diyarbakır
Cezaevi’nin müzeye dönüştürülmesi, faili meçhul
cinayetler ve kayıplara ilişkin bir hakikat komisyonu
kurulması gibi önerilerin ilk kez Türkiye kamuoyunda
tartışılmasını sağlamışlardır. Öte yandan, başlı başına
bir vatandaşlık hakkı ihlali olan ve peşi sıra diğer
başka ağır hak ihlallerinin yaşanmasına yol açan
1990’ların zorla Kürt göçü tecrübesini geçiş döneminde
adalet kavramı üzerinden ele alan bir çalışma
bulunmamaktadır. Aslında bu durumun Türkiye’ye
özgü olduğu düşünülmemelidir. Bir iç savaş yaşamış
veya otoriter rejimle yönetilmiş diğer ülkelerin barışa
ve/ya demokrasiye geçişinde adalete ilişkin araştırma
ve çalışmalar da, genel hak ihlallerini ele almakta,
yerinden edilmeden doğan hak ihlallerinin
giderilmesine özel olarak odaklanmamaktadır.
16
3
Geçmişle yüzleşme kavramını uluslararası deneyimler
üzerinden ele alan bir çalışma için bakınız Mithat Sancar,
Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama
Kültürüne (İstanbul: İletişim, 2007). Bu kavramı,
1990’larda savaşı yaşamış ve yakınlarını kaybetmiş Kürt
kadınların tanıklıkları üzerinden Türkiye örneğine
uyarlayan bir çalışma, Orhan Miroğlu, Herşey Bitti Ana’ya
Söyleyin (İstanbul: Evrensel, 2007). Geçiş sürecinde
adalet kavramını bütünlüklü olarak ele alan “Hakikat,
Adalet ve Hafıza Çalışmaları” başlıklı ilk sivil toplum
girişimi için: http://www.hakikatadalethafiza.org/. Barış
ve Demokrasi Partisi (BDP), 2011 senesinde, 1980lerden
bu yana işlenen ağır insan hakları ihlallerinin
araştırılması amacıyla Meclis bünyesinde bir hakikat ve
adalet komisyonunun kurulması yönünde bir yasa
teklifinde bulundu. Benzer bir biçimde, Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP) de, faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması
amacıyla Meclis bünyesinde geniş yetkilerle donatılmış
bir komisyonun kurulması için bir yasa teklifinde
bulundu.
4 Burada, Nadire Mater’in 1990’larda bölgede zorunlu
askerlik hizmetinde bulunmuş olan kişilerin
anlatılarından oluşan ve bu girişimlerin öncülü
addedilebilecek çalışmasını anmak gerekmektedir.
Nadire Mater, Mehmedin Kitabı: Güneydoğu’da Savaşmış
Askerler Anlatıyor (İstanbul: Siyahbeyaz, 1998).
Bu rapor, geçiş döneminde adalet kavramını, 1990’ların
‘zorunlu’ Kürt göçü5 üzerinden ele almaktadır. Bunu
yaparken, çıkış noktasını, devletin, tarihinde ilk kez,
haklarını ihlal ettiği bir kısım vatandaşının maddi
zararlarını geriye dönük olarak tazmin etmek amacıyla
kabul ettiği bir yasadan almaktadır. Raporun temel
derdi, 2004 tarihli Tazminat Yasası’nın devlet ile
Kürtler arasındaki ilişki üzerindeki etkisini, yasanın
Türkiye’nin yakın geçmişinde devletin vatandaşlarına
karşı işlediği ağır hak ihlalleriyle yüzleşmesine vesile
olup olmadığını ve göçe zorlanarak ‘bizliğin’ dışına
çıkartılan Kürtlerin adalet beklentilerini karşılayıp
karşılamadığını anlamaya çalışmak. Köyleri
boşaltılan, evleri ve ormanları yakılan, yakınları faili
meçhul cinayetlere uğrayan ve kaybedilen, gözaltında
işkence gören Kürtlerin zararlarını tazmin etmek
amacıyla çıkartılan bu yasa, aynı zamanda,
Türkiye’nin bir dönemine dair hakikatlerin ortaya
çıkmasına vesile olabilmiş midir? Yasaya başvuran
yüzbinlerce vatandaşın hikayeleri, resmi kayıtlara
geçmiş midir? Zarar tespit komisyonlarının
dosyalarına giren anlatılar, Kürtlerin gerçek hikayeleri
midir? Sayıları on binleri bulan ölümlere, yüz binleri
bulan köy boşaltmalarına ilişkin komisyonların
tuttukları kayıtlar, Olağanüstü Hal dönemine dair
hakikatin belgelenmesine vesile olabilecek midir?
Kısacası, Tazminat Yasası, bir ‘adalet’ mekanizması
olabilmiş midir? Ve aslında, Türkiye, bir geçiş
döneminde midir?
5
Bu çalışmada, 1990’larda yaşanan göç tecrübesine atıfla
ağırlıklı olarak (zorla) “yerinden etme” ifadesi
kullanılmıştır. Uluslararası hukukta da kullanılan bu
kavramın, Türkiye’de yaşananların gerçek karşılığı
olduğunu düşünüyoruz. Öte yandan, özellikle Kürt siyasi
hareketi ve sivil toplum kuruluşları tarafından yaygın
olarak benimsendiği için çalışmanın başlığında “zorunlu
göç” ifadesine de yer verdik. Ancak bunu yaparken,
yaşanan göçün kimi durumlarda zorunlu olmakla birlikte
ağırlıklı olarak zorla gerçekleşmiş olması nedeniyle,
zorunlu kelimesini tek tırnak ile birlikte kullanmayı uygun
gördük.
Araştırma Konusu ve Metodoloji
görev alan devlet memurları açısından yasa amacına
ulaşmış mıydı, adalet tecelli etmiş, toplumsal barışa
katkıda bulunmuş muydu? Son olarak, devletin bu
yasayı çıkartmasının ardında yatan saikleri anlamak
amacıyla, o dönemde mecliste görev alan iktidar ve
ana muhalefet partilerinin milletvekilleriyle görüştük.
“Sessizlik Bulutunu Dağıtmak: Yerinden Edilmişlik
Hikâyeleri Üzerinden Barışçıl bir Ulusal Diyalog
Yaratmaya Doğru” başlıklı araştırma projesi, Avrupa
Birliği’nin (AB) Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupa
Aracı (European Instrument for Human Rights and
Democracy –EIDHR) tarafından desteklenmiştir.
TESEV Demokratikleşme Programı ile merkezi New
York’ta bulunan Geçiş Döneminde Adalet İçin
Uluslarararası Merkez’in (International Center for
Transitional Justice – ICTJ) ortaklığında
gerçekleştirilen projenin, eşzamanlı olarak yürütülen
üç ayağı bulunmaktadır: bir saha araştırması, bir
belgesel çalışması ve basın mensuplarına yönelik bir
medya kılavuzu. Projenin araştırma ekibi, bu üç ayağı
birbirleriyle eşgüdümlü ancak ayrı olarak yürüten
isimlerden oluşmuştur. Van ve Ankara illerinde
gerçekleştirilen saha araştırması Dilek Kurban, Mesut
Yeğen ve Serkan Yolaçan tarafından; çekimleri Van
merkez ve köylerinde, kurgusu ise SUFilm tarafından
Bodrum ve Almanya’da yapılan belgesel çalışması
Şehbal Şenyurt, Mustafa Varlık ve Özlem Ülker
tarafından; Van, İzmir ve İstanbul’da ulusal ve yerel
görsel ve yazılı basın mensuplarıyla birlikte yapılan
medya çalışması ise Ferda Balancar ve Nevzat Çiçek
tarafından gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, raporun
içerisinde yer alan “Yerinden Edilme Bağlamında Geçiş
Döneminde Adaletin Uygulanabilirliği” başlıklı bölüm,
ICTJ’den Virginie Ladisch ve Roger Duthie tarafından
kaleme alınmıştır.
17
Bu rapor, “Sessizlik Bulutunu Dağıtmak: Yerinden
Edilmişlik Hikâyeleri Üzerinden Barışçıl bir Ulusal
Diyalog Yaratmaya Doğru” başlıklı iki senelik bir
araştırmanın ürünüdür. Araştırmanın konusunu,
Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Türkiye’nin Doğu
bölgelerinde 1990’larda hüküm süren olağanüstü hal
rejimi sırasında gerçekleşen zorunlu/zorla göçün yol
açtığı maddi zararları tazmin etmeyi amaçlayan 2004
tarihli bir yasanın Van ilindeki uygulamasının
vatandaşlık ve adalet kavramları kapsamında
değerlendirilmesi oluşturuyor. Cevap aradığımız temel
soru, hedef yararlanıcı kitlesi olan Kürt göç mağdurları
açısından yasanın vatandaşlık haklarının iadesini ve
adaletin ‘tecellisini’ sağlayıp sağlamadığıydı. Büyük
bir kısmı güvenlik görevlileri ve korucular tarafından
köyleri boşaltılarak göçe zorlanan, bir kısmı çatışma
ortamı nedeniyle göç etmek zorunda kalan, bir kısmı
da PKK’nın baskısı nedeniyle topraklarını terk etmek
zorunda bırakılan mağdurlar, kendileri için çıkartılan
bu yasa hakkında ne düşünüyorlardı? Onlar açısından
yasa, amaçlandığı üzere, “Devlete olan güveni
pekiştir[miş]; vatandaş-Devlet kaynaşmasını
artır[mış], terörle mücadeleye ve toplumsal barışa
önemli katkıda bulun[muş]” muydu? Yasaya başvuran
mağdurların yanı sıra, onları temsil eden avukatlara ve
sivil toplum kuruluşları temsilcilerine de aynı soruyu
yönelttik. Yasanın kabul edildiği 2004 yılından bu yana
geçen süreçte, yasanın bölgede devlet ile Kürtler
arasındaki ilişkiler üzerinde nasıl bir etkisi olmuştu?
Yasa, göç mağdurlarının zararlarını telafi etme, adalet
beklentilerini karşılama beklentilerine yanıt vermiş
miydi? Kürtlerin devlet eliyle ihlal edilen vatandaşlık
haklarını yeniden tesis etmeyi başarmış mıydı veya bu
doğrultuda aşama kaydetmiş miydi? Bu soruların
yanıtını, yasanın uygulayıcılarında da aradık. Yasayı
uygulamak üzere kurulan zarar tespit komisyonlarında
Araştırma projesinin bu üç ayağı kapsamında, bir
belgesel, bir medya kılavuzu ve elinizdeki bu rapor
üretilmiştir. Yönetmenliğini Şehbal Şenyurt’un yaptığı
Sulhname isimli belgesel6 ile Dilek Kurban, Mesut
Yeğen, Virginie Ladisch ve Roger Duthie tarafından
kaleme alınan metinlerden Ferda Balancar’ın derlediği
medya kılavuzu,7 TESEV Demokratikleşme Programı
tarafından yayımlanmıştır. Elinizdeki bu rapor,
araştırma projesinin son ürünüdür.
Raporun dayandığı saha çalışması, 22 Nisan 2009 ile 5
Aralık 2010 tarihleri arasında geçen 20 aylık sürede
Van ve Ankara illerinde gerçekleştirilmiştir. Bu
araştırma için Van ilinin seçilmesinin çeşitli nedenleri
bulunmaktadır. Tazminat Yasası’nın uygulandığı illerin
arasında yer alan Van, 1990’larda gerek kendi merkez
ve ilçe köylerinden gerekse Hakkari, Şırnak ve Siirt gibi
çevre illerin köylerinden yoğun göç almış olması
nedeniyle, büyükçe bir yerinden edilmiş nüfus
barındırmaktadır. Kent merkezinde ve merkezin
hemen dışında yer alan Süphan Mahallesi, Yalım Erez
Mahallesi, İstasyon Mahallesi ve Şabaniye Mahallesi
1990’larda göç sürecinde kurulmuş olup halen ağırlıkla
veya tamamen yerinden edilenleri barındırmaktadır.
Van, bölgede yine kendisi gibi siyasi, kültürel,
sosyolojik ve demografik açıdan bir merkez teşkil eden
Diyarbakır’la birlikte, Olağanüstü Hal (OHAL) Bölgesi
sınırları içerisinde en fazla göç almış olan illerin
başında gelmektedir.
Öte yandan, Van’ı bölgedeki birçok ilden ayıran temel
bir özellik, ildeki yerinden edilmişler arasında, kimileri
silahları bırakmış, kimileri emekli olmuş, kimileri ise
halen aktif olan önemli bir korucu nüfusunun da yer
almasıdır. Korucular, yerinden edilmişler üzerine
çalışan sivil toplum kuruluşları ve akademisyenler ile
bu toplumsal tabanın temsilini üstlenen Kürt siyasal
hareketi tarafından, büyük çoğunlukla, devlet ile PKK
arasındaki çatışmanın “devletin yanında yer alan”
18
6 SUFilm, Sulhname (İstanbul: TESEV, 2011).
7 Ferda Balancar (ed.), Sessizlik Bulutunu Dağıtmak:
Yerinden Edilmişlik Hikâyeleri Üzerinden Barışçıl bir Ulusal
Dialog Yaratmaya Doğru - Medya El Kitabı (İstanbul:
TESEV, 2011).
tarafı olarak addedilegelmişlerdir. Bu algı, korucular
ve ailelerinin, genelde yerinden etme, özelde Tazminat
Yasası üzerine yapılan çalışmalarda çatışmanın
mağdurları değil, tarafı olarak değerlendirilmelerine
ve yerinden edimiş nüfus içerisinde yer aldıkları
olgusunun gözden kaçırılmasına yol açmaktadır. Oysa,
kimileri çatışmalar devam ederken silah bırakmış
olmaları ve bunun sonucu olarak göçe zorlanmaları,
kimileri ise yaşadıkları bölgede çatışmaların yoğun
olması nedeniyle göç etmek zorunda kalmaları veya
bırakılmaları nedeniyle, Van ilindeki yerinden
edilmişler arasında kayda değer bir korucu nüfus
bulunmaktadır. Çatışmalar sırasında devletin yanında
yer almış olan bu grubun Tazminat Yasası’na ilişkin
düşüncelerini, yasaya yaptıkları başvuruların nasıl
sonuçlandığını, koruculuğu kabul etmemiş olan diğer
yerinden edilmişler, genel Kürt nüfusu ve devletle
ilişkilerini, bugün gelinen noktada 1990’lara ilişkin
değerlendirmelerini tespit etmenin önemli olmasından
da hareketle, saha araştırmasını Van’da yapmanın
önemli olduğu kanısına vardık.
Saha çalışması için Van’ı seçmemizin bir diğer nedeni
de, Tazminat Yasası’nın bu ildeki uygulamasının diğer
illere oranla daha hızlı ilerliyor olması ve bu durumun
yasaya ilişkin bütüncül bir değerlendirmeyi görece
daha mümkün kılmasıydı. Van ilinde yasayla ilgili
başvuruların büyük çoğunluğunun komisyonlarca
sonuçlandırılmış olması, Tazminat Yasası’nın devlet
ile Kürtler arasındaki ilişkiye etkilerini anlamaya
yönelik bu çalışmanın Van’da yapılmasını anlamlı
kılmıştır.
Van’da yapılan saha araştırması sırasında, yasaya
başvurmuş olan yerinden edilmiş kişilerle, onları
temsil eden ve Tazminat Yasası’nın uygulama sürecini
yakından takip eden avukatlarla, yasanın
uygulamasından sorumlu olan zarar tespit
komisyonlarına başkanlık eden vali yardımcısı ve
komisyon üyeleriyle, yerinden edilenlere yönelik
çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşları ve insan
hakları örgütlerinin temsilcileriyle derinlemesine
mülakatlar yapılmıştır. Yerinden edilmiş kişiler, sivil
toplum kuruluşları, hak örgütleri ve komisyon
Saha araştırmaları kapsamında Van’a üç ayrı ziyaret
gerçekleştirilmiştir. Önce, araştırmanın hazırlık
çalışmalarının gerçekleştirilmesi, görüşülecek kişilerin
belirlenmesi ve araştırmanın, komisyon üyeleri,
avukatlar, sivil toplum temsilcileri ve yerinden edilmiş
kişilere önceden tanıtılması amacıyla, 22-26 Nisan
2009 tarihlerinde bir ön saha çalışması
gerçekleştirilmiştir. Bu çalışma sırasında ziyaret edilen
kişi ve kurumlar şunlardır: Van Vali Yardımcısı Ömer
Özcan; avukatlar Abdülbasit Bildirici, Celal Tanhan ve
Mehmet Nuri Yılmaz; İnsan Hakları Derneği (İHD);
Göç-Der; Van Kadın Derneği; İstikrar ve Sosyal
Kalkınma Derneği; Van Barosu. Ayrıca, yerinden
edilenlerin yoğun olarak yaşadığı Van il merkezindeki
Yalım Erez, Düzyol ve Süphan Mahalleleri’ne gidilerek
burada mağdurlar ve avukatlarla ön görüşmeler
yapılmıştır. Araştırma projesinde yer alan Sulhname
isimli belgesel çalışması kapsamında Yalım Erez
Mahallesi’nde görüşülen 2 kadınla yapılan mülakatın
kaset çözümlemeleri de, raporun kadınların Tazminat
Yasası’na erişimine ilişkin bölümünde kullanılmıştır.
Van’da yapılan saha araştırmasının birincisi 29
Haziran-3 Temmuz 2009, ikincisi ise 18-22 Ekim 2009
tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. Birinci saha
çalışması sırasında, aralarında 3 kadının bulunduğu 36
yerinden edilmiş kişiyle bire bir ve toplu mülakatlar
yapılmıştır. Bu ziyaret sırasında ayrıca 4 avukatın yanı
sıra, 1 No.’lu Zarar Tespit Komisyonu’nun başkan ve
üyeleriyle görüşülmüştür. Komisyon başkanı ve
üyeleriyle yapılan görüşmeler hem ayrı ayrı, hem toplu
olarak gerçekleşmiştir. Van ilinde yapılan ikinci saha
araştırması sırasında, 2’si kadın 28 yerinden edilmiş
kişiyle bire bir ve toplu görüşmeler yapılmıştır. Ayrıca,
Sosyal Hizmetler İl Müdürü ve yine 1 No.’lu
Komisyon’un başkanı ve üyeleriyle bire bir ve toplu
görüşmeler yapılmıştır. Böylece, Van’da
gerçekleştirilen saha araştırması sırasında, 5’i kadın
olmak üzere 64 yerinden edilmiş kişiyle bire bir ve
toplu görüşmeler yapılmıştır.
Ankara’daki görüşmelerin birinci turu Mart 2010,
ikincisi ise Kasım-Aralık 2010 tarihlerinde
gerçekleşmiştir. İlk aşamada, 5233 sayılı Tazminat
Yasası’nın görüşüldüğü Meclis Genel Kurul
toplantılarında aktif rol almış ve yasanın hazırlanış
sürecinde, bölge barolarıyla yakın istişare halinde,
tasarının iyileştirilmesine dönük değişiklik önerileri
hazırlayarak Meclis’e sunmuş olan CHP eski
milletvekilleri Algan Hacaloğlu, Mesut Değer ve Sinan
Yerlikaya’yla görüşülmüştür. İkinci aşamada ise,
Tazminat Yasası’nın kabul edildiği yasama döneminde
iktidar partisinin Kürt Sorunu ve insan hakları
konusunda en aktif milletvekillerinden olan AK Parti
eski milletvekili Ahmet Faruk Ünsal’la yüz yüze
görüşülmüştür. Ayrıca, bürokrasinin yasanın
hazırlanmasında oynadığı rolü tespit edebilmek ve
Van’da gerçekleştirilen saha çalışmasında yasanın
uygulamasında tespit edilen sorunlara ilişkin İçişleri
Bakanlığı’nın görüşlerini alabilmek amacıyla, İçişleri
Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nden bir
yetkiliyle bir mülakat gerçekleştirilmiştir.
Bu rapor, temel olarak, Van ve Ankara’da yapılan saha
araştırmasından elde edilen gözlem, veri ve bilgilere
dayanmaktadır. İkili ve toplu görüşmelerin kaset
çözümlemeleri ile notları tasnif edilerek derlenmiştir.
Yine Van’da ve Ankara’da görüşülen avukatlardan,
sivil toplum kuruluşlarından, zarar tespit komisyonları
üyelerinden, Van Valiliği’nden ve İçişleri
Bakanlığı’ndan edinilen raporlar, uygulamaya dair
veriler, örnek komisyon kararları ile idare mahkemesi
kararları da tasnif edilerek incelenmiştir. Ayrıca,
Tazminat Yasası’nın müzakere edildiği 2004 yılına ait
19
üyeleriyle yapılan görüşmeler kimi zaman bire bir, kimi
zaman toplu halde gerçekleşmiş, avukatlarla ise ikili
mülakatlar yapılmıştır. Devletin Tazminat Yasası’nı
hazırlamasının ardında yatan saikleri anlayabilmek
amacıyla, Ankara’da iki ayrı saha çalışması yapılmış,
yasanın hazırlanma ve kabul edilme süreçlerini
yakından izleyen ve 2004 senesinde Meclis’te görev
almış olan CHP ve AK Parti milletvekilleri ile
görüşülmüştür. Ayrıca, yasanın uygulamasından
sorumlu olan İçişleri Bakanlığı yetkilileriyle de
görüşülerek, Van’da tespit edilen sorunlar kendilerine
aktarılmış, bu sorunların nedenleri ve çözümleri
konusunda görüşlerine başvurulmuştur.
20
Meclis İçişleri Komisyonu ve Genel Kurul görüşmeleri
notları; 5233 sayılı yasa ile yasa üzerinde değişiklikler
yapan müteakip yasalar; Tazminat Yasası’na ilişkin
yönetmelik ile genelgeler; yasaya ilişkin Anayasa
Mahkemesi kararı ve Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin (AİHM) köy boşaltmalarına ilişkin
içtihatı derlenerek incelenmiştir. Son olarak, Kürt
sorunu, Kürt ‘zorunlu’ göçü ve geçiş döneminde
adalete ilişkin bugüne dek yapılmış akademik
çalışmalar ile sivil toplum kuruluşlarının raporlarını
içeren kapsamlı bir literatür taraması yapılmıştır.
Birinci Kısım:
Yerinden Edilme Bağlamında
Geçiş Döneminde
Adaletin Uygulanabilirliği
Yerinden Edilme Bağlamında
Geçiş Döneminde
Adaletin Uygulanabilirliği8
Virginie Ladisch ve Roger Duthie
“Geçiş döneminde adalet” kavramıyla, –savaştan
barışa ya da otoriter yönetimden demokrasiye– geçiş
halindeki toplumların bir kitlesel hak ihlalleri
mirasıyla başa çıkmaya çalışırken karşılaştıkları
güçlüklere yoğunlaşılır. Kavramla, mağdurlara tanıma
sağlanması ve demokrasi ve toplumsal uzlaşmayı
kolaylaştırma gibi daha uzun vadeli hedeflere giden
yolda vatandaşların güveninin güçlendirilmesi
amaçlanır. Buradaki temel varsayım, istikrarlı bir
geleceğin inşa edilebilmesi için geçmişin travmatik
yönleriyle yüzleşmenin gerekli olduğudur. Geçiş
döneminde adaletin ana ilkelerinden biri, insan hakları
ihlali mirasıyla başa çıkmaya yönelik çalışmaların
mağdur merkezli olması ve davaların, hakikat
komisyonlarının, tazminatların ve kurumsal reformun
kullanımını içeren bütünlüklü bir stratejiyle ele
alınmasıdır.
Türkiye’de yürürlükte olan Tazminat Yasası,9 “devlete
olan güveni pekiştirece[ğini]; vatandaş-Devlet
kaynaşmasını artıraca[ğını], terörle mücadeleye ve
toplumsal barışa önemli katkıda bulunaca[ğını]”10
8
Virginie Ladisch ve Roger Duthie tarafından kaleme
alınan bu bölüm, İngilizce aslından çevrilmiştir.
9 Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Temmuz 2004’te
kabul edilmiştir.
10 Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanun, no. 5233, 17 Temmuz
2004, Resmi Gazete no. 25535, 27 Temmuz 2004,
alıntılayan: Dilek Kurban vd., “Zorunlu Göç” ile Yüzleşmek:
Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası
(İstanbul: TESEV, 2006), 76.
beyan etmesi açısından, amaçlarını geçiş döneminde
adaletin amaçlarına benzer bir şekilde sunar, ama bu
raporun ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılı bir
şekilde ele alınacağı gibi, kanunun bu üç hedefe
ulaşamadığı öne sürülebilir. Bu durum, kısmen,
Tazminat Yasası’nın sadece maddi tazminatla sınırlı
tutulması; kanunda çatışma ve yer değiştirmede
devletin sorumluluğunun ya da bunların temel
nedenlerinin hiçbir şekilde konu edilmemesi; psikolojik
zarar ve travmanın ele alınmaması;11 ve kanunun
bütünsel bir geçiş döneminde adalet yaklaşımının
parçası olarak değil, büyük ölçüde AİHM’nin ve AB’ye
katılım sürecinin baskısıyla getirilen yalıtılmış bir
önlem olarak sunulmuş olmasıdır.
Tazminat Yasası’nın neden başarılı bir geçiş
döneminde adalet önlemi olarak görülmediğini
açıklamak için, bu bölümde, geçiş döneminde adalete,
ilkelerine ve araçlarına ilişkin bir özet sunulacaktır.
Bütünsel ve mağdur merkezli bir yaklaşımın önemini
vurgulamak amacıyla, Türkiye’deki durumla pek çok
anlamlı paralellik içeren Fas vakası gözden
geçirilecektir. Bölümün ikinci ana amacı, geçiş
döneminde adaletin, Türkiye’deki başlıca insan hakları
11 Örneğin, şu kaynaklardaki tartışmalara bkz.: Dilek
Kurban vd., Güvensizlik Mirasının Aşılması: Devlet ve
Yerinden Edilmiş Kişiler Arasında Toplumsal Mutabakata
Doğru; BM Genel Sekreteri’nin Yerinden Olmuş Kişiler Özel
Temsilcisi’nin Türkiye Ziyaretinin Ardından Yaptığı
Tavsiyelerin Yaşama Geçirilmesiyle İlgili Güncelleme
(Cenevre ve İstanbul: Norveç Mülteci Konseyi/Ülke
İçinde Yerinden Edilme İzleme Merkezi ve TESEV, 2006);
Turkey: Progress on National IDP Policy Paves Way for
Further Reforms (Cenevre: Norveç Mülteci Konseyi/Ülke
İçinde Yerinden Edilme İzleme Merkezi, 2007).
23
A. Giriş8
sorunlarından biri olan kitlesel yerinden edilmeyi ele
almak ve bu konuda etkide bulunmak için izlediği
özgül yöntemlerin bazılarını tanıtmaktır.
B. Geçiş Döneminde Adalete
Genel Bakış
Geçiş döneminde adalet literatürünün ortaya çıkışı,
Latin Amerika’da otoriter yönetimden demokrasiye
geçişin yaşandığı 1980’lere dayanır.12 Bu bölgedeki
otoriter yönetimler yerlerini demokratik olarak seçilmiş
yönetimlere bırakırken, insan hakları aktivistleri,
hukukçular ve siyaset bilimciler yeni yönetimlerin
mağdurların adalet ve sorumluların hesap vermesi
taleplerini değerlendirecek önlemler almaları
gerektiğini ısrarla vurguladılar. Bu savunucular, hesap
vermeye ek olarak, demokrasiye geçişin sağlanmasını
da talep ediyorlardı. David Crocker’ın belirttiği gibi,
“geçiş döneminde adaletin önündeki güçlük […] eksik
ve yeni yeni gelişmekte olan bir demokrasinin […] yeni
demokratik rejime zarar vermeksizin ya da adaletli ve
uzun vadeli bir gelişme umudunu tehlikeye atmaksızın
geçmişteki kötülüklere nasıl yanıt vereceğidir.”13
Sorumluların hesap vermesi yönündeki bu talepler,
genellikle, hukuk sisteminin, demokrasi
savunucularının korumaya çalıştıkları kırılgan bir geçiş
Bu taleplerin gerisindeki motivasyon –ve geçiş döneminde
adaletin temel ilkelerinden biri– insan haklarına saygı ve
demokrasi üzerine kurulu bir geleceğe doğru ilerlemeyi
amaçlayan bir ülkenin muazzam ölçekli bir insan hakları
ihlalleri mirasını görmezden gelmesinin mümkün olmadığı
inancıdır. Bu meselelerin üzerine gidilmediği takdirde, bu
ihlallerin sonuçları ileride yeniden su yüzüne çıkabilir ve
barışı ve demokratik istikrarı tehdit edebilir.
24
12 “Geçiş döneminde adalet” kavramının ilk kez kullanıldığı
bağlam hakkında bir tartışma için bkz. Paige Arthur,
“How Transitions Reshaped Human Rights: A Conceptual
History of Transitional Justice,” yakında yayımlanacak
Human Rights Quarterly içinde.
13 David A. Crocker, 1999, “Reckoning with Past Wrongs: A
Normative Framework,” Ethics and International Affairs
13, s. 43.
döneminde işlenen muazzam ölçekli insan hakları
ihlalleriyle baş edemediği, ya da yeni yönetimlerin
kendilerini baskıcı öncellerini adalet önüne çıkarmak
zorunda hissettikleri bağlamlarda gerçekleşti. Buna
yanıt olarak, savunucular, geçmişle yüzleşmek
konusunda hem uygulanabilir hem de siyasal ve
ahlaksal açıdan kabul edilebilir olan yaratıcı
yaklaşımlar geliştirdiler. Bu taleplerin gerisindeki
motivasyon –ve geçiş döneminde adaletin temel
ilkelerinden biri– insan haklarına saygı ve demokrasi
üzerine kurulu bir geleceğe doğru ilerlemeyi amaçlayan
bir ülkenin muazzam ölçekli bir insan hakları ihlalleri
mirasını görmezden gelmesinin mümkün olmadığı
inancıdır. Bu meselelerin üzerine gidilmediği takdirde,
bu ihlallerin sonuçları ileride yeniden su yüzüne
çıkabilir ve barışı ve demokratik istikrarı tehdit edebilir.
“Geçiş döneminde adalet” teriminin kullanılmaya
başlandığı 1980’lerden bu yana bu alan evrildi ve
çeşitli bağlamlara uyarlandı. Terim başlangıçta Latin
Amerika’da (özellikle Güney Konisinde), Doğu
Avrupa’da ve Güney Afrika’da otoriter yönetimden
demokrasiye geçiş bağlamında kullanılırken, geçiş
döneminde adalet savunucularının geliştirdikleri
yaklaşımlar, kısa bir süre içinde, farklı nitelikteki geçiş
dönemlerinde, özellikle (Sierra Leone, Doğu Timor ya
da Peru gibi) çatışma sonrası durumlarda ve, daha
sonra da, (Kolombiya, Afganistan ve Demokratik
Kongo Cumhuriyeti gibi) sürmekte olan çatışmalar
bağlamında kullanılmaya başlandı. Geçiş döneminde
adalet yaklaşımlarının açık bir “geçiş”in söz konusu
olmadığı düşünülebilecek bölgelere de belli ölçülerde
uygulanabilmesi için, geçmişle yüzleşmek konusunda
bir gayret ya da güdü ve ayrıca bir fırsat penceresi
mevcut olmalıdır. Sivil toplumun artan baskıları, lider
kadrosunun değişmesi ya da iç veya dış koşullardaki
bir değişiklik, bu değişim güdüsünü sağlayabilir.
Otoritarizmin izlerini taşıyan bir demokrasi olan
Türkiye’de başlı başına açık bir “geçiş” dönemi söz
konusu olmamakla birlikte, değişim ve reform
konusunda büyük ölçüde AB’ye katılım sürecinden
kaynaklanan ve sivil toplumun artan taleplerinde
karşılığını bulan bir fırsat penceresi mevcuttur.
Türkiye’de katılım sürecinin bir parçası olarak tesis
edilen reformların birçoğu ileriye dönük olmakla
birlikte, bazı çözülmemiş meseleler, örneğin azınlık
hakları ve yerinden edilme konuları, kaçınılmaz olarak,
geçmişle bir tür yüzleşmeyi de gerekli kılmaktadır.
Geçiş döneminde adalet yaklaşımları ve başka
yerlerdeki deneyimlerle karşılaştırma yoluyla edinilen
dersler, işte bu bağlamda, Türkiye’de hesap
verebilirliğin artmasını hedefleyen kişilere bazı fikirler
sunabilir ve yol gösterici olabilir.
B.1. Geçiş Döneminde Adalet: Tanım ve
İlkeler
Birleşmiş Milletler’e (BM) göre,
[...] geçiş döneminde adalet, hesap verebilirlik
sağlamayı, adalet sunmayı ve uzlaşmaya ulaşmayı
amaçlayan bir toplumun, geçmişteki büyük ölçekli
ihlallerin getirdiği mirasla yüzleşme girişimleriyle
bağlantılı olan çok çeşitli süreç ve mekanizmalardan
oluşur. Bunlar arasında, farklı düzeylerde (ya da hiç
mevcut olmayan) bir uluslararası ilgi ve bireysel
davalar, tazminatlar, hakikati araştırma, kurumsal
reform, kişilerin geçmişine dair inceleme ve aziller ya
da bunların bir birleşimi mevcut olabilir.14
14 Genel Sekreter’in Raporu, 23 Ağustos 2004 (S/2004/616),
“The Rule of Law and Transitional Justice in Conflict and
Post-Conflict Societies,” Birleşmiş Milletler, paragraf 8.
Pablo de Greiff, geçiş döneminde adalet önlemlerinin
hedeflerini –yani, ceza davaları, hakikati araştırma,
tazminatlar ve kurumsal reformu– vurgulayarak bu
tanımı açımlar ve şu yorumu yapar: “Bu önlemler hiçbir
şekilde rastlantısal bir listenin öğeleri değildir; iki
dolaylı hedef –mağdurların yaşadıklarının tanınmasını
sağlamak ve vatandaşların güvenini tesis etmek– ve iki
nihai hedef –uzlaşmaya ve demokratikleşmeye katkıda
bulunmak– içermesi bakımından geçiş döneminde
adaleti oluşturan öğelerdir.”15
Geçiş döneminde adaletin içerdiği iki dolaylı hedef, bu
alanı farklı kılan öğelerdir. Geçiş döneminde adalet,
geleneksel cezai adaletten farklı olarak, sadece
suçların faillerine odaklanmamaya, aynı zamanda
mağdurlara ve onların ihtiyaçlarına da özel bir önem
vermeye çalışır. Her bir geçiş döneminde adalet
önlemi, mağdurlara iki düzeyde tanıma sağlamayı
amaçlar. Bunlardan ilki, kişinin yaşadığı zararı ve bu
zararın sorumluluğunu kabul etmektir. İhlalin failinin
devlet olduğu birçok durumda, kişinin, temel insan
hakları ihlal edildiği –ve bu kasıtlı olarak yapıldığı–
için zarar gördüğünün kabul edilmesi önemlidir.
Ayrıca, geçiş döneminde adalet önlemleri, söz konusu
kişiyi yeniden bir vatandaş ve hak sahibi bir insan
statüsüne kavuşturmaya çalışır.16 Toplumun belli bir
grubunun marjinalize edildiği ve büyük ölçeklerde
hedef alındığı bağlamlarda, geçiş döneminde adalet
bu mağdurların onurlarını yeniden kazanmalarını ve
toplumun aktif üyeleri olabilmelerini amaçlar. Başka
bir deyişle, “geçiş döneminde adalet önlemleri,
bireylerin eşit haklara sahip vatandaşlar olarak
tanınmalarını kurumsallaştırmaya yönelik çabalar
olarak yorumlanabilir”.17
Geçiş döneminde adaletin ikinci dolaylı hedefi,
mağdurlara tanıma sağlamak şeklindeki bu ilk amaç
üzerine kuruludur. Bireysel düzeyde tanıma ve kabul
sağlandıktan sonra ikinci adım, vatandaşların
15 Pablo De Greiff, (yakında yayımlanacak), “Theorizing
Transitional Justice,” Melissa Williams ve Rosemary
Nagy (der.), Transitional Justice içinde, Nomos XLX.
16 A.g.k.
17 A.g.k.
25
Türkiye’de katılım sürecinin bir parçası olarak
tesis edilen reformların birçoğu ileriye dönük
olmakla birlikte, bazı çözülmemiş meseleler,
örneğin azınlık hakları ve yerinden edilme
konuları, kaçınılmaz olarak, geçmişle bir tür
yüzleşmeyi de gerekli kılmaktadır. Geçiş
döneminde adalet yaklaşımları ve başka
yerlerdeki deneyimlerle karşılaştırma yoluyla
edinilen dersler, işte bu bağlamda, Türkiye’de
hesap verebilirliğin artmasını hedefleyen kişilere
bazı fikirler sunabilir ve yol gösterici olabilir.
güvenini tesis ederek bu tanımayı toplum düzeyine
taşımaktır. Geçiş döneminde adalet önlemleri,
vatandaşların kendilerini hukukun üstünlüğüne ve
temel insan hakları normlarına uyulacağına güven
duydukları bir siyasi topluluğun parçaları gibi
hissettikleri bir ortamın oluşturulmasına katkıda
bulunmayı amaçlar. Toplum düzeyinde böyle bir
güvenin tesis edilmesi, daha aktif ve canlı bir
demokratik toplumun varlığını kolaylaştıracaktır.18
Geçiş döneminde adaletin dolaylı hedeflerinin ikisi de
soyut niteliktedir ve ampirik olarak değerlendirilmeleri
güçtür. Bu durum, baskının ya da çatışmanın somut
sonuçlarını ele almanın yanı sıra büyük ölçekli insan
hakları ihlallerinin siyasi, psikolojik ve toplumsal
sonuçlarına da odaklanması açısından bu alanın
doğasını yansıtmaktadır. Uzun vadeli uzlaşma19 ve
demokratikleşme hedeflerine ulaşmayı kolaylaştırmak
için, daha soyut olan bu kavramları ele almak ve bu
konularda somut önlemler almak gereklidir. Geçiş
döneminde adalet bu tür önlemler sunar.
B.2. Geçiş Döneminde Adalet: Başlıca
Yaklaşımlar
Genellikle geçiş döneminde adaletle bağlantılandırılan
başlıca önlemler arasında davalar, hakikat
komisyonları, tazminat programları ve kurumsal
Genellikle geçiş döneminde adaletle bağlantılandırılan
başlıca önlemler arasında davalar, hakikat komisyonları,
tazminat programları ve kurumsal reform sayılabilir. Bu
yaklaşımların, devletlerin dört temel yükümlülüğüne
tekabül ettiği söylenebilir. Bu yükümlülükler, insan hakları
ihlallerini soruşturmak; sorumlular hakkında müeyyideler
uygulamak; mağdurların tazmin edilmelerini sağlamak ve
ihlallerin yinelenmesini önlemektir.
reform sayılabilir. Bu liste tam değildir; birçok ülke
geçmişle yüzleşmek konusunda, özel bağlama, kültüre
ve koşullara en iyi şekilde uyacağı düşünülen ek
önlemler geliştirmiştir. Bununla beraber, bu dört
yaklaşım, geçiş döneminde adaletin parçası olarak en
yaygın şekilde kullanılan ve atıfta bulunulan
yaklaşımlardır. Hatta bu yaklaşımların, devletlerin
dört temel yükümlülüğüne tekabül ettiği söylenebilir.
Bu yükümlülükler, insan hakları ihlallerini
soruşturmak; sorumlular hakkında müeyyideler
uygulamak; mağdurların tazmin edilmelerini sağlamak
ve ihlallerin yinelenmesini önlemektir. Bu bölümde bu
yaklaşımların her biri kısaca incelenecektir.
B.2.a. Dava
Büyük ölçekli insan hakları ihlallerinden sonra,
hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı
normlarını yeniden tesis etmek konusunda ceza
davaları önemli bir adımdır. Adli soruşturmalar
bireysel faillere yoğunlaşır; ama geçiş döneminde
adalet bağlamında, soruşturmaların aynı zamanda
işlenen sistemli hak ihlalleri örüntülerini de ortaya
çıkarması gerekir. Bu nedenle, davalarda komuta
zincirinde daha yüksek düzeylerde sorumluluklar
üstlenen kişilerin öncelikli olmaları önerilmektedir. Alt
kademelerde bulunan ve (çoğu zaman zorlama
sonucunda ya da misillemeye uğrama korkusuyla)
emirleri uygulayan kişiler yerine baskıyı ve şiddeti
planlayanların hedeflenmesi için çaba gösterilmelidir.
Bu yaklaşım, işlenen ihlallerin sistematik olma
niteliğini ortaya çıkarmaya yardımcı olur ve ihlallerin
gerçekleşmesine nasıl izin verildiği ve bunların
tekrarlanmasını önlemek için neler yapılması gerektiği
konusunda daha fazla cevaba ulaşılmasını sağlar.
Uluslararası deneyimler, belli bir ülkedeki hukuk
sisteminin yeterince işlevsel olduğu durumlarda ülke
içi davaların en iyi seçenek olduğunu
düşündürmektedir.20 Davaların uluslararası destekli
26
18 A.g.k.
19 Uzlaşma, bir çatışma döneminin ardından vatandaşlar
arasında ve vatandaşlar ile devlet arasında güveni
yeniden tesis etmeye yönelik çok boyutlu ve uzun vadeli
bir süreç olarak anlaşılmalıdır. Çatışmanın böldüğü
devletler ve topluluklar arasında da aynı durum
geçerlidir. Terim, bağışlamayı ya da unutmayı içermez.
20 BM Genel Sekreterliği’nin çatışma dönemlerinde ve
çatışma sonrası dönemlerde bulunan toplumlarda
hukukun üstünlüğü ve geçiş döneminde adalet üzerine
raporuna bkz. (S/2004/616, para. 34): “Uluslararası
toplum, çatışmanın ülkede hukukun üstünlüğünü
Davaların mümkün olduğu sürece ülke içinde
yürütülmesi gerektiği düşünülmektedir, çünkü bu tür
davalar vatandaşların duruşmalara erişimlerini artırır,
genellikle daha az maliyetle yürütülür ve –iyi bir
şekilde yürütülürse– yerel kapasite ve becerileri
güçlendirebilir. Bununla birlikte, büyük ölçekli hak
ihlalleri dönemlerinin ardından ülke içinde yürütülecek
davalar birçok güçlüğe de yol açabilir. İşlenen suçların
ölçeği ve karmaşıklık düzeyi, bir ülke hukuk sisteminin
başa çıkamayacağı kadar yüksek olabilir, davanın adil
ve tarafsız olup olmadığı sorgulanabilir ve ülke hukuk
sistemi böylesine karmaşık bir yasal süreci yürütecek
personel ve becerilerden yoksun olabilir. Bu güçlükler,
son dönemde Irak Yüksek Mahkemesi’nin (Iraqi High
Tribunal- IHT) de aralarında bulunduğu, ülke içi bazı
girişimlerde açıkça görüldü. Bu mahkeme, siyasi
müdahalelerden ve ABD’nin süreçteki rolünün
aşındırdığı ya da engellediği durumlarda insan haklarının
ve insan güvenliğinin korunması için doğrudan müdahale
etmekle yükümlüdür, ama özel amaçlı, geçici ya da harici
önlemler uzun vadede, hiçbir şekilde, işleyen bir ulusal
adalet sisteminin yerine geçemez.”
21 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği,
2006, “Rule-of-Law Tools for Post-Conflict States:
Prosecution Initiatives,” Birleşmiş Milletler, New York, s.
5.
yarattığı meşruiyet eksikliği algısından dolayı bazı
sorunlar yaşamaktadır.
Ülkelerin yargı sistemlerinin tarafsız bir dava
yürütebilecek donanıma sahip olmadığı durumlarda,
bazen uluslararası toplum, Eski Yugoslavya için
Uluslararası Ceza Mahkemesi (International Criminal
Tribunal for the former Yugoslavia- ICTY) ve Ruanda için
Uluslararası Ceza Mahkemesi (International Criminal
Tribunal for Ruanda- ICTR) gibi özel amaçlı
uluslararası mahkemeler kurarak duruma müdahale
etmiştir. Uluslararası davaların avantajları, yerel
oyunculardan bağımsız olmaları, tarafsız yargıçlarca
yürütülmeleri, uluslararası standartlara
uydurulabilmeleri ve çalışmalarını yürütebilmek için
daha büyük kaynaklara ulaşabilmeleridir. Ancak, bazı
dezavantajlar da mevcuttur; özellikle, uluslararası
davaların uzakta yürütülen süreçler olmaları, ilgili ülke
üzerinde bir etki bırakmamaları ve ülkenin hukuki
kapasitesinin geliştirilmesine katkıda bulunmamaları
önemlidir. Hem ICTR hem de ICTY, ilgili ülkelerin
dışında görev yapmıştı. Bu durum, mahkemelere daha
fazla güvenlik ve bağımsızlık kazandırmış, ama
mahkemeler söz konusu ülkelerin içinde fazla etkili
olamamıştı.
Güvenliği ve tarafsızlığı garanti altına almak
mümkünse, davaları ilgili ülkede yürütmenin birçok
avantajı vardır. Bunlar arasında, “yerel halkla daha
kolay etkileşim kurmak, kanıtlara daha yakın olmak ve
mağdurların tanıklar için [daha erişilebilir olmaları]”
sayılabilir. Sürecin ülke içinde yürütülmesi, ayrıca,
“özel amaçlı mahkemelerin ulusal kapasiteyi
geliştirmeye katkısını artırır, (bina, teçhizat, mobilya
gibi) fiziksel altyapılarını ulusal yargı sistemlerine
miras bırakmalarına ve ulusal yargı personelinin
becerilerini geliştirmelerine imkân verir”.22
Ülke düzeyindeki yargı sistemlerinin çoğu zaman
kitlesel kıyımlar için kovuşturma yürütememesi, ama
özel amaçlı uluslararası mahkemelerin de ulusal
düzeydeki etkilerinin sınırlı kalması nedeniyle, her iki
27
mahkemeler yerine ülke mahkemeleri tarafından
görülmesi durumunda, söz konusu toplumda
mağdurlara adaletin yerini bulduğu duygusu sağlama
ve hukukun üstünlüğüne saygı normlarının yeniden
tesis edilmesi hedeflerine ulaşılması olasılığı artar.
1974’te Yunanistan’da ve 1984-1987 arasında
Arjantin’de görülen mahkemeler, hukukun
üstünlüğünü güçlendirmeye katkıda bulunan ülke
duruşmalarına örnek gösterilebilir. Her iki bağlamda
da, daha önceden kitlesel ölçekte hak ihlallerine
karışmış olan silahlı kuvvetler, duruşmaların ardından,
yeniden demokratik devlete entegre oldu ve hukukun
üstünlüğünü kabul etti. Arjantin’de, davaların
ardından ordu “toplumdaki gerçek rolünü yeniden
benimsedi ve daha sonra, hatta son dönemde
Arjantin’in ekonomik sorunlarından kaynaklanan
çalkantılarda bile bu çizgiyi aşmadı”.21
22 Genel Sekreter’in raporu, para. 44.
durumun en iyi özelliklerini birleştiren bir alternatif
olarak karma mahkemeler gündeme gelmiştir. Karma
mahkemeler, ideal koşullarda, yerel etkisi ve meşruiyeti
daha yüksek olan ülke içi bir sürece belli bir düzeyde
tarafsızlık ve bağımsızlık kazandırır. Bosna-Hersek
Mahkemesi Savaş Suçları Dairesi, karma mahkemenin
belki de en iyi örneğidir. Mahkeme, uluslararası
toplumun önemli ölçüdeki desteğiyle kuruldu; ancak,
bu mahkemenin benzersiz özelliği uluslararası
yargıçların kademeli olarak devre dışı kalmalarıydı. Bir
karma mahkeme olarak çalışmalarına başlayan Savaş
Suçları Dairesi, Aralık 2009’da tamamen ülke
vatandaşları tarafından idare edilen bir mahkemeye
dönüştü. Mahkemenin etkilerine ilişkin yakın tarihli bir
çalışmada şöyle deniyordu: “Savaş Suçları Dairesi’nin
ve Özel Savaş Suçları Departmanı’nın en güçlü yönleri
arasında bulunan iki özelliği, ülke içinde süreci
sahiplenme düzeyi ve daha geniş bir yargı sistemi için
olumlu bir miras bırakma potansiyelidir.”23
Türkiye’de sürmekte olan Ergenekon soruşturması ve
duruşmaları, ceza davaları yoluyla daha büyük bir
hesap verebilirlik arayışı için bir fırsat sağlayabilir.24
Soruşturmalar adil usul ve yargı süreci çerçevesinde
yürütüldüğü takdirde, Türkiye’de geçmişte işlenen
ihlallerle daha büyük çaplı bir yüzleşme için ortam
yaratabilir.
B.2.b. Hakikati Araştırma
Hakikati bilme hakkı ya da hakikati soruşturma görevi,
BM’nin çıkardığı kararlara, Amerika Devletleri İnsan
Hakları Mahkemesi’nin kararlarına, AİHM
28
23 Bogdan Ivanišević, The War Crimes Chamber in Bosnia and
Herzegovina: From Hybrid to Domestic Court, (New York:
ICTJ, 2008), s. 43.
24 Davada, eski üst düzey kamu görevlileri, ordu, medya ve
akademi mensuplarından oluşan “Ergenekon” adlı
gevşek bir şebekenin çeşitli üyelerinin Türk hükümetine
karşı yürütülen gizli operasyonlarla bağlantısına
yoğunlaşılıyor. Bu dava yoluyla geçmişe ait defterler
açılmaya başlandığı için, özellikle de Ergenekon
komploları ile Güneydoğu’daki çatışma arasında
bağlantılar olduğu iddialarının su yüzüne çıkmaya
başlamasıyla birlikte, bu fırsat yerinden edilme ve Kürt
Sorunu’yla bağlantılı konuların daha ayrıntılı olarak
araştırılması için kullanılabilir.
kararlarına, devlet uygulamalarına, uluslararası ceza
mahkemelerine ve insan hakları organlarına göre,
uluslararası hukuk çerçevesinde açıkça tesis
edilmiştir.25 Geçiş döneminde adalet alanında hakikati
bilme hakkı genellikle bir hakikat komisyonu
aracılığıyla kullanılır. Priscilla Hayner’a göre, bu terim
şu özellikleri paylaşan organlar için kullanılmaktadır:
(1) Hakikat komisyonları geçmişe odaklanır; (2) belli
bir olayı değil, bir zaman dilimine yayılmış bir hak
ihlalleri örüntüsünü soruşturur; (3) bir hakikat
komisyonu, genellikle altı ay ila iki yıl arasında
faaliyet gösteren ve nihai bir rapor sunarak
çalışmalarını tamamlayan geçici organdır; ve (4) bu
komisyonlar devlet tarafından resmi olarak
görevlendirilir, onaylanır ve yetkilendirilir.26
Genel olarak, bir hakikat komisyonunun amacı,
geçmişteki kitlesel ihlalleri soruşturmak ve kamusal
olarak tanımaktır. Dünya genelinde kurulmuş olan
30’u aşkın hakikat komisyonunun yetki belgelerinde,
büyük ölçüde geçmişteki ihlallerin özgül niteliklerine
ve siyasi alan ya da iradeye bağlı olarak belirtilmiş
olan çeşitli amaçlar vardır. Ancak, genel olarak
hakikat komisyonları beş temel amacın
kombinasyonunu taşırlar: “geçmişteki suistimalleri
keşfetmek, açıklığa kavuşturmak ve resmi olarak
kabul etmek; mağdurların özgül ihtiyaçlarına yanıt
vermek; adalet ve hesap verebilirliğe katkıda
bulunmak; kurumsal sorumluluğu öne çıkarmak ve
reform önerisinde bulunmak; uzlaşmayı teşvik ederek
geçmişe ilişkin çatışmayı azaltmak.”27 Ayrıca, bazı
hakikat komisyonları, gelecekteki suistimallerin
engellenmesini de çalışmalarının başlıca
gerekçelerinden biri olarak saymıştır. Örneğin Güney
Afrika’da, Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nu
oluşturmak amacıyla 1995’te yürürlüğe sokulan Ulusal
Birliğin ve Uzlaşmanın Teşvik Edilmesi Yasası’nın
gerekçesi şu şekilde açıklanmıştı: “Geçmişteki
25 Diane Orentlicher, Promotion and Protection of Human
Rights, E/CN.4/2004/88.
26 Priscilla Hayner, Unspeakable Truths: Confronting State
Terror and Atrocity, (New York: Routledge, 2001), s. 14.
27 A.g.k., s. 24.
olaylarla ilgili olarak hakikatin, gerçekleşen ağır insan
hakları ihlallerinin gerisindeki güdülerin ve bunların
gerçekleştiği koşulların ortaya çıkarılması ve
gelecekte bu eylemlerin tekrarlanmasını önlemek için,
elde edilen bulguların açıklanması.”28 Guatemala
Tarihi Açıklığa Kavuşturma Komisyonu’nun tüzüğünde
de benzer bir fikir yer almaktadır: “Guatemala halkı bu
olaylarla ilgili olarak hakikatin bütününü bilme
hakkına sahiptir; bu olayların açıklığa kavuşturulması
aynı acı ve üzücü olayların tekrarlanmasından
kaçınılmasını sağlayacak ve Guatemala’daki
demokratikleşme sürecini güçlendirecektir.”29
Hakikat komisyonlarının önemli bir özelliği, ceza
davalarında genellikle yer verilmeyen mağdurlar için
bir alan sağlamasıdır. Mağdurların seslerinin
duyulmasını ve resmi bir rapora kaydedilmesini
sağlamak için kamusal bir platform sağlamak, onların
acılarının ve haklarının kabul edilmesi için önemli bir
adımdır. Geçmişte yaşanan suistimalleri pek çok kişi
biliyor olabilir, ama Thomas Nagel’in belirttiği gibi,
“bilgi ile kabul birbirinden farklıdır. Kabul, bilgi resmi
olarak onaylanıp kamusal bilişsel alanın bir parçası
haline geldiğinde ve sadece bilginin mevcudiyeti
durumunda gerçekleşebilir”.30 Hakikat komisyonları
mağdurlara resmi kabul sağlama amacına, belki diğer
geçiş döneminde adalet önlemlerinden daha fazla
hizmet edebilir.
Kitlesel insan hakları ihlallerinden sonra, hakikat
komisyonlarının hukukun üstünlüğüne dayalı açık ve
çoğulcu bir demokratik toplumun hedeflerini ileriye
götürmekte yararlı bir araç olduğu görüldü. El
Salvador, çatışma sonrasında kurulan ve özellikle
Hakikat komisyonlarının önemli bir özelliği, ceza
davalarında genellikle yer verilmeyen mağdurlar için bir
alan sağlamasıdır. Mağdurların seslerinin duyulmasını ve
resmi bir rapora kaydedilmesini sağlamak için kamusal bir
platform sağlamak, onların acılarının ve haklarının kabul
edilmesi için önemli bir adımdır.
ordunun ve yargının dönüştürülmesi yoluyla kurumsal
reformlara ve hukukun üstünlüğünün güçlenmesine
öncülük eden hakikat komisyonları için bir örnektir.
BM aracılığıyla hükümet ile solcu gerillalar arasında
yürütülen barış sürecinin bir parçası olarak 1992’de
kurulan El Salvador İçin Hakikat Komisyonu, en kanlı
eylemlerin sorumlularını belirledi. Bunlar arasında 62
subay, altı Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi
(Frente Farabundo Martí para la Liberación Nacional
- FMLN) lideri ve çok sayıda sivil vardı.31 Raporun
bulguları, (orduyu denetlemeye yönelik barış
anlaşmalarının parçası olarak kurulmuş olan) Özel
Amaçlı Komisyon’un çalışmaları ve yoğun uluslararası
baskının da etkisiyle birlikte, nihai raporda adı
belirtilen subayların ordudan atılmasını sağladı.
Sonuç olarak, hakikat komisyonunun raporu, “silahlı
kuvvetlerin ulusun onurlu savunucuları olduğu mitinin
yıkılmasını, siyasi gücünün daha da kısıtlanmasını ve
savaşın iki tarafında yer alan ve adı belirtilen kişilerin
kamuoyundaki saygınlıklarının ve seçilme şanslarının
yok edilmesini sağladı”.32 Peru ve Arjantin’deki hakikat
komisyonlarının da ordunun reforme edilmesinde
benzer katkıları oldu.33 Kanada34 gibi bazı yerleşik
31 BM Hakikat Komisyonu, 1993, De la locura a la esperanza,
San Salvador.
29 Guatemala halkının acı çekmesine yol açan geçmişteki
insan hakları ihlallerini ve şiddet eylemlerini açıklığa
kavuşturmaya yönelik Komisyonun kurulması üzerine
anlaşma, 1994, <http://www.usip.org/files/file/
resources/collections/commissions/Guatemala-Charter.
pdf>.
30 Lawrence Weschler, “Afterword”, State Crimes:
Punishment or Pardon içinde, (Washington D.C.: Aspen
Institute, 1989).
32 Charles T. Call, “Democratisation, War and StateBuilding: Constructing the Rule of Law in El Salvador”,
Journal of Latin American Studies, cilt 35, sayı 4, 2003, s.
851, makaleye şu adresten ulaşılabilir: http://nw08.
american.edu/~call/Publications/Democratisation%20
War%20State%20Building.pdf
33 Bogdan Ivanisevic, “Comparative Study on the Impact of
Truth Commissions”, (New York: ICTJ, 2009), s. 25 ve 31.
34 1 Haziran 2008’de, Kanada Hakikat ve Uzlaşma
Komisyonu, Yerli Yerleşimi Okulları geleneğini ele almak
üzere çalışmalara başladı.
29
28 Ulusal Birliği ve Uzlaşmayı Teşvik Yasası, 1995, <http://
www.doj.gov.za/trc/legal/act9534.htm>.
demokrasiler de, hakikat komisyonlarının
vatandaşlarının güvenini derinleştirmek ve hukukun
üstünlüğünü güçlendirmek için temel ve gerekli bir
adım olabileceğini gördüler.
Türkiye’de, Tazminat Yasası çerçevesinde kurulan
Zarar Tespit Komisyonlarının hâlihazırda yapmış
olduğu çalışmalardan ve toplamış olduğu bilgilerden
yola çıkılarak yürütülecek yeni hakikati arama ve
dokümantasyon çalışmaları, kitlesel yerinden etme
eylemlerinin mağdurlarının durumunu kabul etmeye,
büyük ölçüde Kürtlerden oluşan bir topluluğa
uygulanan hak ihlallerinin ve nedenlerinin tam ve
kamuya açık bir kaydını oluşturmaya ve Kürt
Sorunu’na çözüm geliştirmek konusunda daha üretken
bir tartışma oluşturmak için yeni bir platform
sağlamaya hizmet edebilir.
B.2.c. Tazminat Programları
Telafi ve tazminat hakkının hukuki dayanağı, artık
gerek devletler gerekse geleneksel uluslararası hukuk
tarafından büyük ölçüde kabul edilmiş olan kapsamlı
bir uluslararası insan hakları belgeleri manzumesi
çerçevesinde sağlam bir temele kavuşturulmuştur.
Uluslararası İnsan Hakları Hukukunun Ağır İhlalleri ve
Uluslararası İnsani Hukukun Ciddi İhlalleri İçin Telafi
ve Tazminat Hakkına İlişkin Olarak BM’nin Temel ve
Yol Gösterici İlkeleri’nde belirtilmiş olduğu gibi, bu
tazminat yükümlülüğü sadece devletler arasında değil,
bir devlet ile uluslararası düzeyde tanınmış haklarını
ihlal ettiği vatandaşları arasında da mevcuttur.35
30
Tazminat genellikle yaşadıkları zarar için mağdurlara
yapılan nakit ödemeler olarak anlaşılır. Ancak, geçiş
döneminde adalet alanında tazminat, nakit ödemeden
çok daha fazlasını kapsar. Bu bağlamda tazminat,
devletlerin, ciddi insan hakları ihlallerinin ve
uluslararası insani hukuk ihlallerinin mağdurlarının
doğrudan yararlanması için hakları, zararları ve
sorumluluğu tanımaya yönelik olarak attıkları
adımlardır. Başka bir deyişle, tazminat, bir toplumun
verilen zararları tanıma, bunlardan pişman olma ve
35 Kabul ve ilan: Genel Kurul Kararı, 2005, 60/147, 16 Aralık,
<www2.ohchr.org/english/law/remedy.htm>.
Geçiş döneminde adalet alanında tazminat,
nakit ödemeden çok daha fazlasını kapsar. Bir
toplumun verilen zararları tanıma, bunlardan
pişman olma ve bunları giderme kararlılığının
ifadesidir.
bunları giderme kararlılığının ifadesidir. Bu anlamda,
tazminat geçiş döneminde adaletin özellikle
mağdurlara odaklanmış olan önlemidir. Devletin
sorumluluğunu zımnen kabul ettiğini ifade eden
tazminatlar, mağdurların devlete olan güvenlerini
yeniden tesis etmeye yöneliktir ve bu açıdan uzlaşma
yönünde bir adımdır.
Tazminatlar bir adli soruşturma sonucunda mahkeme
emriyle verilebilir ya da idari bir program olarak
düzenlenebilir. Mahkemeye dayalı mekanizmalar, en
çok, ihlallerin bireysel olduğu ya da en azından
mağdur sayısının az olduğu durumlarda etkilidir.
Ancak, geçiş döneminde adalet bağlamında –yani,
kitlesel ve sistematik insan hakları ihlallerinin söz
konusu olduğu durumlarda– potansiyel hak sahipleri
grubu büyüktür ve çok sayıda ve çeşitli türlerde
ihlallere maruz kalmış olabilecek mağdurlardan
oluşur. Bu nedenle, geçiş döneminde adalet alanında,
büyük mağdur gruplarının ele alınabildiği ve adli
tazminatlarda söz konusu olmayan siyasi etkilere
sahip olan idari programlar tercih edilir.
Bir idari program aracılığıyla, belli bir bağlamın
ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılayan tazminatlar için
yaratıcı bir yaklaşım geliştirme fırsatı mevcuttur.
Tazminatlar, sembolik ya da maddi ve bireysel ya da
kolektif nitelikte olabilen çok çeşitli yöntemler
içerebilir. Maddi tazminatlar, genellikle, toplu ödeme,
emekli maaşı, sağlık yardımı ya da eğitim bursu
şeklinde verilebilen maddi karşılıklar anlamında
kullanılır. Sembolik tazminatlar arasında resmi
özürler, kamusal yerlerin adlarının değiştirilmesi,
anma günlerinin belirlenmesi, mağdurların anısına
müze ve parkların açılması ya da mağdurlarının
itibarının iade edilmesi ve hapis ve işkence yerlerinin
anma yerlerine dönüştürülmesi gibi rehabilitasyon
önlemleri sayılabilir. Bireysel düzeyde ise, sembolik
tazminatlar devletin en yüksek merciinin imzaladığı
özür mektuplarını, her bir mağdura hakikat
komisyonunun raporunun bir kopyasının
gönderilmesini ve uygun bir cenaze töreni için ailelere
destek verilmesini içerebilir. İdeal koşullarda bir
tazminat programı hem sembolik hem de maddi
unsurlar içermelidir. Örneğin, Şili’de, Cumhurbaşkanı
Aylwin, Pinochet rejiminde yaşanan baskı ve insan
hakları ihlalleri için resmi olarak özür diledi. Bu,
sembolik açıdan önemli bir adım olmakla birlikte,
devletin geçmişteki yanlışlıkları telafi etmeye yönelik
somut bir önlemi olarak Pinochet’in kurbanlarının
ailelerine emekli aylıkları ödenecek olmasaydı, bu özür
boş bir laf olarak algılanabilirdi.36
Genel olarak, bir tazminat programının hedefleri,
zararların tazmin edilmesi ve iftiraya uğrayanların
itibarlarının iade edilmesinin yanı sıra, marjinalize ve
izole edilenlerin yeniden topluma entegre edilerek
ülkenin yeniden yapılandırılmasının bir parçası
olmalarına izin vermektir. Mağdurların haklarının siyasi
gündeme dahil edilmesi, “devlete güveni tesis etmek ve
kapsayıcı bir yolla gelecekte insan haklarını garanti
altına almak açısından temel önemdedir. Mağdurların
ihtiyaçlarına yanıt vermek etik ve hukuk açısından başlı
başına bir değer taşıdığı gibi, uzun vadeli siyasi
avantajlar sunması ve sürdürülebilir bir barış üretmesi
açısından stratejik bir değere de sahiptir.”37
Türkiye’ye dönecek olursak, Tazminat Yasası, adı
üstünde, bir tazminat programı olarak görülebilir. Ne
var ki, bu kitaptaki saha araştırmasının daha ayrıntılı
bir şekilde gösterdiği gibi, yasanın uygulanma biçimi
kabulün önemli kriterlerini karşılamamaktadır. Genel
olarak, “bir tazminat programı mağdurların hak
sahipleri olarak statüsünü desteklemeli ve onlara bu
temelde tazminat ödenmesi gerektiği düşüncesini
uyandırmalıdır. Ayrıca, tazminatlar geçmişteki ihlalleri
ve oluşan zararda devletin sorumluluğunu kabul
etmek ve devletin zararların kalıcı etkisine yanıt
vermekteki kararlılığı için bir araç olmalıdır”.38 Bu
durum, Tazminat Yasası için geçerli değildir.
B.2.d. Kurumsal Reform
Yukarıda ele alınan üç önlemde, büyük ölçüde, bireysel
faillere ve bireysel mağdurlara odaklanılmaktadır.
Ancak, kitlesel insan hakları ihlallerinden sonra, geçiş
döneminde adalet sadece bireysel hesap verebilirlikle
değil, kurumsal hesap verebilirlikle de ilgilenir. Bu
nedenle, kurumsal reform, geçiş döneminde adaletin
insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğü temelinde
bir toplum inşa etmek için geçmişe bakarak ve
geleceğe uzanarak diğer önlemlere anlam kazandıran
çok önemli bir unsurudur.
Kurumsal reform; adalet sektörü, güvenlik sektörü,
eğitim sistemi ve medya gibi alanlarda kamusal
kurumların incelenerek bu şekilde bu kurumların hak
ihlallerini kolaylaştırmakta oynadıkları rolün
değerlendirilmesini ve hak ihlallerinin tekrarlanmasını
önleyecek reformların uygulanmasını içerir. Tavsiye
edilebilecek reform türleri arasında ulusal yasaların
tadil edilmesi, faillerin kamu hizmetinden alınması
(ıslah) ve anayasal gözetim hükümlerinin eklenmesi
sayılabilir. İnsan hakları ihlallerinin tekrarlanmasını
önlemek için yapılacak kurumsal reformlar,
uluslararası hukuk çerçevesinde devletlerin
yükümlülüğüdür, ama gerçekleştirilecek reformların
türleri, her ülkenin ve söz konusu kurumların özgül
bağlamına dayandırılmalıdır. Örneğin, ıslah süreçleri,
girişimin koşullarına ve gerekçelerine bağlı olarak,
farklı türlere, yapılara ve prosedürlere göre ve farklı
kriterlerle ve müeyyidelerle tasarlanabilir. Ancak, her
durumda, ıslaha tabi tutulan kişilerin haklarına saygı
gösterilmeli ve sürecin siyasi açıdan istismar
edilmesini önlemek için çaba sarf edilmelidir.39
36 Pablo DeGrieff, The Handbook of Reparations, (Oxford:
Oxford University Press, 2006), s. 10; ve Lisa Magarrell,
Reparations in Theory and Practice, (New York: ICTJ,
2007), s. 4.
37 Lisa Magarrell, Reparations in Theory and Practice, s. 2.
39 “Vetting Public Employees in Post-Conflict Settings:
Operational Guidelines”, ve Roger Duthie,
“Introduction”, Alexander Mayer-Rieckh ve Pablo de
Greiff (der.), Justice as Prevention: Vetting Public Employees
in Transitional Societies içinde, (New York: Social Science
Research Council, 2007).
31
38 A.g.k., s. 2.
Reformun genellikle gerekli olduğu başlıca alanlardan biri,
neredeyse her örnekte hak ihlali ya da baskı
örüntülerinden sorumlu ya da en azından yakından
bağlantılı olan güvenlik sistemidir.
Reformun genellikle gerekli olduğu başlıca alanlardan
biri, neredeyse her örnekte hak ihlali ya da baskı
örüntülerinden sorumlu ya da en azından yakından
bağlantılı olan güvenlik sistemidir. Bir reform süreci
yoluyla devletin güvenlik kurumları ile vatandaşları
arasında yeni bir dinamik oluşturulması çok önemlidir.
Algı, vatandaşların devletin tebaası ya da şiddet
kurbanı olarak görüldüğü bir bağlamdan,
sorumlulukları ve ihtiyaçları olan ve kamu
kurumlarının hizmet vermek zorunda oldukları hak
sahipleri olarak görüldükleri ve hissettikleri bir
bağlama kaymalıdır.40
Güvenlik sektörü reformu (security sector reform- SSR),
hem etkin hem de hesap verebilir bir şekilde güvenliği
sağlayacak güvenlik kurumları –öncelikli olarak ordu
ve polis, ama aynı zamanda gözetim organları–
geliştirmeyi amaçlayan reform çabalarını içeren geniş
bir kavramdır. Adalete duyarlı SSR, çalışmalarına
geçmişi, özellikle geçmişteki insan hakları ihlallerini
doğrudan dahil eden bir SSR yaklaşımıdır. Bu tür bir
yaklaşım, ihlallerin sistematik nedenlerine dikkat
çeker ve bu tür ihlallerin geride bıraktığı mirası ele alır.
Bu mirasın ele alınması, geçmişteki ihlaller için hesap
verebilirliği amaçlayan reform önlemlerini;
mağdurların ve marjinalize edilen diğer grupların
katılımını, temsilini ve yetkilendirilmesini; kurumların
meşruiyetini; ve diğer geçiş döneminde adalet
önlemleriyle tutarlılığı gerektirir. 41
32
40 ICTJ, “Justice-Sensitive SSR”, <www.ictj.org/en/tj/783.
html>.
41 ICTJ, “Justice-Sensitive SSR”, <www.ictj.org/en/tj/783.
html>; Alexander Mayer-Rieckh ve Roger Duthie,
“Enhancing Justice and Development through JusticeSensitive Security Sector Reform”, Transitional Justice
and Development: Making Connections içinde, (New York:
Social Science Research Council, 2009), s. 229-235.
Güvenlik sisteminin meşruiyetini destekleyen
önlemler arasında “ihlal mirasının üstesinden gelme
kararlılığını ortaya koyan ve demokratik norm ve
değerleri destekleyen anıtlar, özürler ve amblemlerde
değişiklikler gibi sözel ve sembolik reform önlemleri”
sayılabilir.42 Örneğin, Güney Afrika’da polis teşkilatı,
geçmişten kopulduğunu ve insan haklarına saygı
duyulmaya başlandığını ifade etmek için sembolik
değişiklikler gerçekleştirdi. Polis kuvvetlerinin adı
“Güney Afrika Polis Hizmetleri” şeklinde değiştirildi ve
böylece “kuvvet”ten vatandaşlar için “hizmet”e
geçildiği vurgulandı. Üniformalar daha az militarist
görünecek şekilde yeniden tasarlandı ve yeni
amblemler yaratıldı. Bu amblemlerde (Güney
Afrika’nın yerel bitkisi olan) aloe kullanıldı. Aloenin
dokuz yaprağı, dokuz yeni eyaleti sembolize
ediyordu.43
Bosna-Hersek’te de, kurumsal reform kapsamında
benzer şekilde, incitici olmayan yeni amblemler,
semboller ve üniformaların kullanılması gibi
değişikliklere gidildi. 44 Bu sembolik reformlar,
insanların algılarını değiştirmek açısından önemlidir;
ama, kolluk kuvvetlerinin personel bileşimi, tüzüğü ve
gözetimi alanlarında yapılacak yapısal değişiklikler de
sembolik değişikliklere eşlik etmelidir. Bosna-Hersek’te
açıkça ortaya çıktığı gibi, çok ehil olmakla birlikte tek
bir etnik grubun üyelerinden oluşan bir kolluk kuvveti
diğer etnik grupların güvenini kazanamaz ve dil
engelleriyle karşılaşmaktan kurtulamaz.45
Türkiye’de de, AB’ye katılım süreci, hükümetin bir dizi
reform yapmasını gerektirdi. Bu reformların ileriye
42 ICTJ, “Justice-Sensitive SSR”, <www.ictj.org/en/tj/783.
html>.
43 Janine Rauch, “Police Reform and South Africa’s
Transition”, South African Institute for International
Affairs konferansı, 2000, <http://www.csvr.org.za/wits/
papers/papsaiia.htm>
44 Alexander Mayer-Rieckh, “Vetting to Prevent Future
Abuses: Reforming the Police, Courts, and Prosecutor’s
Offices in Bosnia and Herzegovina”, Alexander MayerRieckh ve Pablo de Greiff (der.), Justice as Prevention:
Vetting Public Employees in Transitional Societies içinde,
(New York: Social Science Research Council, 2007) s. 208.
45 A.g.k., s. 207.
C.Geçiş Döneminde Adalet
Konusunda Bütünsel Bir
Yaklaşımın Önemi
Yukarıda tartışılan yaklaşımların, bir ülkenin adeta
yemek seçer gibi aralarında seçim yapabileceği bir
liste olmadığını vurgulamak önemlidir. Uluslararası
deneyimler, önlemlerin, geçmişi ele almada bütünlüklü
bir yaklaşımın parçası olarak bütünsel bir şekilde
benimsendiklerinde daha etkili olduklarını gösteriyor.
Ancak bu, her zaman tüm önlemlerin eşzamanlı olarak
uygulanması gerektiği anlamına gelmez. Önemli olan,
geçiş döneminde adaleti uygulayan kişilerin her bir
önlemin insan hakları ihlalleri mirasının belli yönlerini
ele almaya ve mağdurların kabul edilmesi ve
vatandaşların güveninin tesis edilmesi şeklindeki daha
büyük hedeflere katkıda bulunmaya yönelik olduğunu
anlamalarıdır.
Her bir önlem, bu uzun vadeli hedeflere belli bir açıdan
yaklaşılmasını sağlar. Hiçbir yaklaşım, tek başına,
geçiş döneminde adaletin kolaylaştırmayı amaçladığı
türde bir dönüşümü başarabileceğini iddia edemez.
Hatta, bütünsel bir şekilde uygulanmadığı takdirde,
bu önlemlerden bazılarının ters etki yaratması da
mümkündür. Davalar tek başına uygulandığında
sadece belli başlı birkaç faili hedefleyebilir ve çoğu
zaman mağdurların faillerin hesap vermeleri ve
hakikatin ortaya çıkması taleplerini karşılayamaz.
Benzer şekilde, dava ya da kurumsal reform
alanlarında devamı getirilmeyen bir hakikat
komisyonu, adaleti sulandırma girişimi olarak
algılanabilir. Kabul, hakikatin ortaya çıkarılması ve
geçmişteki ihlallerin tekrarlanmasını engellemeye
yönelik kurumsal reform adımları olmaksızın ödenen
tazminatlar da kan parası ya da mağdurları
susturmaya yönelik bir girişim olarak algılanabilir.
Her bir önlem, bu uzun vadeli hedeflere belli bir açıdan
yaklaşılmasını sağlar. Hiçbir yaklaşım, tek başına, geçiş
döneminde adaletin kolaylaştırmayı amaçladığı türde bir
dönüşümü başarabileceğini iddia edemez.
Fas örneği de bu ilkeyi çok açık bir biçimde ve Türkiye
açısından önem taşıyan bir şekilde ortaya
koymaktadır. Fas da, Türkiye’deki Tazminat Yasası’na
benzer şekilde, hesap verebilirliğin diğer biçimlerinden
bağımsız bir tazminat programı başlatmıştı. İlk
girişimin yetersiz olduğu görüldü ve daha sonra
geçmişle yüzleşmeye yönelik daha kapsamlı bir
yaklaşım benimsendi.
C.1. Örnek Durum İncelemesi: Fas
Faslılar, ülkelerinin bağımsızlığa kavuştuğu 1956
yılından 1990’ların başına kadar, “kurşun yılları”
adı verilen ağır bir baskı döneminden geçtiler.
Bu süre boyunca, keyfi gözaltı, işkence, yargısız infaz
ve zorla kaybedilme gibi çeşitli insan hakları ihlallerine
maruz kaldılar. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve
sonrasında jeopolitik ilişkilerde yaşanan kayma, ülke
içindeki artan direnişle birleşince, bu tür ihlal
örüntülerine son vermek konusunda Kral’ın üzerinde
giderek artan bir baskı oluşturdu. Kral, politikalarında
bir değişim yaşandığını göstermek için, “insan
haklarıyla ilgili tüm konularda” kendisine danışmanlık
yapması ve “tüm iddialara son vermesi” amacıyla
İnsan Hakları Danışmanlık Konseyi (Consultative
Council on Human Rights- CCDH) adlı bir konsey
oluşturdu.46
CCDH, Nisan 1999’da 112 kayıp vakasına ilişkin bir
rapor yayımladı ve Kral’ın mağdurlara tazminat
ödemesine yönelik bir mekanizma oluşturması
46 Kral II. Hasan’ın CCDH’nin kuruluşuna ilişkin olarak
yaptığı konuşma, 1990, Mayıs [Fransızca çevrimiçi metin]
www.ccdh.org.ma/spip.php?article45; Alıntılandığı
kaynak: Human Rights Watch, “Morocco’s Truth
Commission: Honoring Past Victims during an Uncertain
present”, Kasım 2005, s. 8.
33
dönük olması önemlidir, ama aynı zamanda geçmişe
de bakılmalı, bu ihlallere neyin yol açtığı ya da neyin
bunları mümkün kıldığı düşünülmeli ve aynı ihlallerin
tekrarlanmaması için ne yapılması gerektiği tespit
edilmelidir. Kürt sorunuyla bağlantılı olarak, güvenlik
sistemi reformu, kamu kurumlarına güvenin tesis
edilmesinde özellikle önemli bir adım olacaktır.
konusunda tavsiye kararı aldı.47 Kral II. Hasan,
ölümünden sadece iki hafta önce CCDH’nin tazminat
mekanizması oluşturma tavsiyesini onayladı ve
Temmuz 1999’da onun yerine tahta geçen oğlu VI.
Muhammed bu süreci devam ettirdi. VI. Muhammed,
krallık döneminin ilk eylemlerinden biri olarak,
Bağımsız Tahkim Komisyonu’nu (Independent
Arbitration Commission- IAC) kurdu. Komisyon’un
görevi, 1956 ile 1999 arasında gerçekleşen keyfi gözaltı
ve zorla kaybedilme olaylarının mağdurlarına tazminat
verilmesiydi.
IAC, 1 Eylül 1999’da çalışmalarına başladı. Tüm
başvurular için son kabul tarihi 31 Aralık 1999’du. IAC
son başvuru tarihine kadar 5127, 31 Aralık’tan sonra ise
hepsi reddedilen 6000’i aşkın başvuru aldı.48
Sonrasında 5488 karar alan IAC, 3681 başvuruyu kabul
etti; 889 başvuruyu (kaybolan ya da gözaltına alınan
kişilerle ilgili olmadığı gerekçesiyle) reddetti; 750
başvuruyu daha ayrıntılı mütalaalarda bulunulmak
üzere iade etti ve 133 başvurunun yeterli kanıttan
yoksun olduğuna hükmetti.49 Komisyon, kabul edilen
başvurular için toplam yaklaşık 100 milyon ABD doları
tutarında tazminat belirledi. Bunlar arasında en düşük
tazminat 6000 ABD doları, en yüksek tazminat
300.000 ABD doları civarındaydı.
IAC, birçok insan hakları örgütü tarafından ağır şekilde
eleştirildi ve birçok mağdur tarafından boykot edildi.
Başlıca eleştiri başlıkları, hakikati araştırma
bileşeninin eksik oluşu; Komisyon’un tazminat
tutarlarını belirlerken izlediği metodoloji ve verilen
tazminat tutarları arasındaki fark konusunda
şeffaflığın olmaması; sadece parasal tazminatın söz
konusu olması, ölüm belgeleri, naaşların iade edilmesi
34
47 112 sayısının çeşitli insan hakları örgütlerinin tahmin ettiği
kayıp sayının çok altında olması nedeniyle rapor yoğun
eleştirilerle karşılaştı. Bu eleştirileri yapan çevreler,
raporun kayıp olaylarının nasıl ve kim tarafından
gerçekleştirildiğini içermemesi açısından eksik olduğunu
belirtiyorlar.
48 Veerle Opgenhaffen ve Mark Freeman, “Transitional
Justice in Morocco: A Progress Report”, ICTJ, Kasım 2005,
s. 11.
49 A.g.k., s. 11.
ya da devletin özür dilemesi gibi başka tazminat
türlerinin dışarıda bırakılması; yargısız infaz gibi bazı
önemli ihlallerin Komisyon’un görev tanımında yer
almaması; IAC’nin farklı kesimlerden kişilerden değil
Kral’a yakın kişilerden oluşması; ve insanları süreç
hakkında bilgilendirmek için gerekli tanıtım ve
bilgilendirme çalışmalarının yapılmamasıydı.50
IAC’nin görev tanımından ve geçmişteki insan hakları
ihlalleri mirasını ele alma konusundaki sınırlı
yaklaşımından memnun olmayan bir grup eski siyasi
mahkûm ve insan hakları aktivisti, daha fazla hesap
verebilirlik talep etmek için güçlerini birleştirdi. Bu
kişiler, Driss Benzekri başkanlığında, Hakikat ve
Adalet Forumu (Forum Vérité et Justice - FVJ) adı
altında bir örgüt kurdular. FVJ, bağımsız bir hakikat
komisyonu kurulmasını ve tazminatların daha geniş
bir şekilde ele alınmasını savunuyordu. Örgüt,
mağdurların ve ailelerinin maruz kaldıkları ihlallerin
ayrıntılarını kaydetmeleri için standart bir form
hazırladı ve başka örgütlerle birlikte düzenlediği
“hakikat kervanları” (caravanes de vérité) eylemiyle
eski gözaltı merkezlerine giderek buralarda çeşitli
kişilerin tanıklıklarını kayda geçirdi.51
Kasım 2001’de FVJ’nin de aralarında bulunduğu
birçok insan hakları örgütü, bir hakikat komisyonunun
gerçekleşebilirliğini tartışmak için bir sempozyum
düzenledi. Örgütler, toplantının sonunda bir hakikati
araştırma organı oluşturması için Kral’a teklif
sundular. İnsan hakları örgütlerinin iki yıl süren
çalışmaları sonucunda Kral nihayet 6 Kasım 2003
tarihinde teklifi onayladı ve 7 Ocak 2004’te Adalet ve
Uzlaşma Komisyonu (Instance Equité et Réconciliation
– IER) girişiminin faaliyete geçtiğini açıkladı.
IER’nin kurulması için lobi faaliyetleri yürüten insan
hakları aktivistleri ve eski tutuklular, bu girişimi
“geçmişteki sistematik insan hakları ihlallerini
50 A.g.k.; ve Human Rights Watch, “Morocco’s Truth
Commission: Honoring Past Victims during an Uncertain
present”, s. 11.
51 Opgenhaffen ve Freeman, “Transitional Justice in
Morocco...”, s. 12.
IAC’nin sınırlı faaliyetleri için önemli bir ilerleme
oluşturan IER’nin görev tanımında geçmiş ihlallerle
ilgili hakikatin ortaya çıkarılması, mağdurlara ve
ailelerine tazminat sağlanması ve gelecekte ihlallerin
önlenmesine yönelik önlemlerin tavsiye edilmesi de
yer alıyordu.55 IER, yaklaşık 22.000 başvuruyu ve bir
dizi açık duruşmayı gözden geçirdikten sonra, Aralık
2005’te nihai raporunu sundu. Rapordaki başlıca
tavsiyeler şunlardı: 1. İnsan hakları konusunda
anayasal güvencelerin güçlendirilmesi, 2.
Dokunulmazlıklarla mücadele etmek konusunda
52 Pierre Hazan, “Morocco: Betting on a Truth and
Reconciliation Commission”, USIP Özel Raporu 165,
Temmuz 2006, s. 3.
bütünlüklü bir ulusal stratejinin benimsenmesi ve
uygulanması, 3. Güvenlik, yargı, yasama ve ceza
politikaları alanlarında reformlar, ve 4. İzleme
mekanizmalarının oluşturulması.56 Kral raporun
yayımlanmasını onayladı ve CCDH’yi bu tavsiyeleri
uygulamaya sokmakla görevlendirdi.
IER, IAC’nin sınırlı yapısına göre önemli bir ilerleme
sayılmasına karşın, ihlallerin faillerini açıklamaktan
kaçındığı için eleştirildi. Fas İnsan Hakları Birliği,
IER’nin faillere dokunulmazlık sağladığını düşündü ve
“Hakikat İçin Tamamen Özgür Tanıklıklar”57 adı
verilen bir dizi paralel duruşma düzenleyerek
işkencecileri ad vererek açıkça kınadı. Bazı çevreler
IER’in çok sınırlı olduğunu düşündüler, ama daha
öncesinde var olmayan bir açıklık iklimi yaratarak bu
paralel duruşmaların düzenlenebilmesini birçok
açıdan IER’nin kurulmasının mümkün kıldığı
söylenebilir. IER, sınırlılıklarına karşın, IAC’den farklı
olarak, tazminatları daha geniş bir hakikati araştırma
sürecine dahil etti. IER’nin tazminat programlarının
uygulanmasına devam edilmekle birlikte, Faslıların bu
alana yenilikçilik getirdikleri ve toplumsal
tazminatlara yönelik yeni bir yaklaşım modeli
geliştirdikleri söylenebilir.
Fas örneği, geçiş döneminde adalet önlemlerinin bölük
pörçük ya da birbirinden yalıtılmış şekilde uygulandığında
ne kadar etkisiz olduğunu göstermenin yanı sıra, sivil
toplumun reformları ve geçmişle yüzleşmekte daha
kapsamlı bir yaklaşımı zorlamakta ne kadar önemli bir rol
oynadığını da vurgulamaktadır.
Fas örneği, geçiş döneminde adalet önlemlerinin bölük
pörçük ya da birbirinden yalıtılmış şekilde
uygulandığında ne kadar etkisiz olduğunu
göstermenin yanı sıra, sivil toplumun reformları ve
54 A.g.k., s. 8.
56 IER tavsiyelerinin bir özeti için (İngilizce): http://www.
ictj.org/static/MENA/Morocco/IERreport.
findingssummary.eng.pdf.
55 Görev tanımının tamamına şu adresten erişilebilir:
<www.ier.ma/article.php3?id_article=1305>
57 Hazan, “Morocco: Betting on a Truth and Reconciliation
Commission”, s. 6.
53 A.g.k., s. 4.
35
resmen kınayarak ve geniş çaplı kurumsal reformlar
tavsiye ederek demokratikleşmeye yeni bir güç
kazandıracak bir araç” olarak gördüler. Ülkedeki
sistemin içeriden reforma tabi tutulabileceğine
inandılar ve hakikat ve uzlaşma komisyonunu (truth
and reconciliation commission – TRC) demokratik
değişim için bir itici güç olarak kullanmak istediler.”52
Fas’taki IER, Güney Afrika, Şili ya da Arjantin
gibi iyi bilinen örneklerin tersine, bir siyasi
karışıklık ya da radikal bir “geçiş” sonucunda ortaya
çıkmadı; aksine siyasi tartışmaları canlandırarak,
demokratik alanı büyüterek ve değişim için kabul
edilebilir sınırları genişleterek Fas’taki demokratik
değişimi ilerletme amacıyla kuruldu.53 Benzekri’ye
göre IER, kurumsal reformu teşvik ederek yakın bir
gelecekte bir parlamenter monarşinin kurulmasını
sağlamak için bir fırsattı. Benzekri, 19 Ocak 2006 günü
Washington’da Ulusal Demokrasi Vakfı (National
Endowment for Democracy -NED) kuruluşunun
düzenlediği bir toplantıda yaptığı konuşmada bu tür
bir reformun “yürütmenin yetkilerinin
sınırlandırılması, parlamentonun rolünün
güçlendirilmesi ve sıkı bir kuvvetler ayrılığı ile yargının
gerçek anlamda bağımsız olması” anlamına geleceğini
söyledi.54
geçmişle yüzleşmekte daha kapsamlı bir yaklaşımı
zorlamakta ne kadar önemli bir rol oynadığını da
vurgulamaktadır. Türkiye, Fas örneğinde olduğu gibi,
Tazminat Yasası çalışmasını ileriye götürmenin
yollarını araştırmak ve, başta Kürt sorunu bağlamında
olmak üzere, şiddet mirasıyla yüzleşmek konusunda
daha kapsamlı bir yaklaşım oluşturmalıdır.
D. Geçiş Döneminde Adalet ve
Yerinden Edilme
Tazminat Yasası, Türkiye’deki ülke içinde yerinden
edilmeleri ele almaya yönelik en önemli somut adım
olmakla birlikte, sorun hâlâ varlığını sürdürüyor.58
Dolayısıyla, geçiş döneminde adalet önlemlerinin genel
olarak yerinden edilme sorununun ele alınmasına nasıl
katkıda bulunabileceğine bakmak, soruna en etkin
genel yanıtı geliştirmekte yol gösterici olabilir.
Yukarıda vurgulandığı gibi, geçiş döneminde adalet,
mağdurlara tanınma sağlayarak ve vatandaşların
güvenini tesis ederek kitlesel insan hakları ihlallerini
düzeltmeye çalışır. Dolayısıyla, geçiş döneminde adalet
önlemlerinin yerinden edilmeyle ilgilenmesi için önemli
gerekçeler vardır. Yerinden edilme şu açılardan genel
olarak insan hakları ihlalleriyle bağlantılı bir sorundur:
Yaygın insan hakları ihlalleri genellikle yerinden
edilmeye yol açar; sistematik olarak yerinden edilme,
insanlığa karşı suç da dahil olmak üzere, başlı başına
ciddi bir insan hakları ihlali oluşturur; ve yerinden
edilmiş olan insanlar çoğu zaman yeni insan hakları
ihlallerine açık durumda olurlar.59
İnsan hakları ihlallerinin yerinden edilmeye yol açtığı
gerçeği, Ülke İçi Yerinden Edilmelere İlişkin Yol
Gösterici İlkeler belgesinde yer alan “ülke içinde
yerinden edilen insanlar” teriminin tanımında açıkça
görülmektedir.60 Özellikle belli ihlaller, örneğin evlerin
58 Kurban vd., Güvensizlik Mirasının Aşılması...
36
59 Maria Stavropoulou, “Displacement and Human Rights:
Reflections on UN Practice”, Human Rights Quarterly, cilt
20, sayı 3, 1998, s. 515-554.
60 “Özellikle silahlı çatışma, genelleşmiş şiddet durumları,
insan hakları ihlalleri ya da doğal veya insan kaynaklı
afetler sonucunda ya da bu olayların etkilerinden kaçınmak
için evlerinden ya da normal ikamet yerlerinden kaçmak ya
ve mülklerin kapsamlı bir tahribata uğraması,61
yerinden edilme durumunun ortaya çıkma
olasılığını artırır. Ayrıca, kasıtlı politikalar
sonucunda gerçekleşen yerinden edilme başlı
başına ciddi bir insan hakları ihlali oluşturabilir.
Gerek ICTY gerekse Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin
(International Criminal Court- ICC) tüzükleri
uyarınca, sınır dışı etme ya da zorla uzaklaştırma,
insanlığa karşı suç teşkil eder; bir sivilin yasa dışı
bir şekilde sınır dışı edilmesi ya da uzaklaştırılması,
Cenevre Sözleşmeleri’nin de ağır bir ihlali anlamına
gelir.62 Erin Mooney’nin belirttiği gibi, “keyfi bir
şekilde yerinden edilmeme hakkı açıkça ortaya
konmuştur”.63
Buna ek olarak, yerinden edilme genellikle
mağdurların başka insan hakları ihlallerine de açık
olmalarına yol açar; yerinden edilmiş insanlar,
evlerinin, geçim kaynaklarının, içinde yaşadıkları
toplulukların ve otorite yapılarının sağladığı temel
korumadan yoksun kaldıkları için “zorla toplama,
zorla askere alma ve cinsel tecavüz gibi şiddet
eylemlerine ve insan hakları ihlallerine karşı özellikle
savunmasız hale gelirler”.64 Yerinden edilmiş
insanların yüzde 75 ila 80’ini oluşturan kadınlar ve
çocuklar, cinsiyet ve toplumsal cinsiyetle bağlantılı
da ayrılmak zorunda kalmış ya da buna zorlanmış ve
uluslararası düzeyde tanınmış bir devlet sınırını aşmamış
olan insanlar ya da insan grupları.” Birleşmiş Milletler
İnsan Hakları Komisyonu, 1998, Report of the Representative
of the Secretary-General on Internally Displaced Persons:
Guiding Principles on Internal Displacement, BM belgesi. E/
CN.4/1998/53/Add.2, 11 Şubat.
61 Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin
(ICTY) bulguları, insanlığa karşı zulüm suçu kapsamına
girebilir, Savcı Kupreskić vd.’ye karşı, 2000, Dava No.
IT-95-16-T, Hüküm, par. 567–615, 14 Ocak.
62 ICTY Tüzüğü, Madde 5(d)(1); ICC Tüzüğü, Madde 7(1)(d);
Cenevre Sözleşmesi IV, Madde 147.
63 Erin Mooney, “The Concept of Internal Displacement and
the Case for Internally Displaced Persons as a Category
of Concern”, Refugee Law Quarterly 24, sayı 3, 2005, s. 15.
Yol Gösterici İlkeler metninde 6. İlke şöyledir: “Her insan
evinden ya da normal ikamet yerinden keyfi bir şekilde
uzaklaştırılmaya karşı korunma hakkına sahip olmalıdır.”
64 Mooney, “The Concept of Internal Displacement”, s. 17.
Geçiş döneminde adalet önlemlerinin bazılarında,
insan hakları ihlalleriyle bu tür bağlantılar
temelinde yerinden edilme ele alınır. Böylece
geçiş döneminde adalet önlemleri, potansiyel
olarak tanıma sağlayarak ve vatandaşların güvenini
destekleyerek yerinden edilmiş insanlar üzerinde
etkili olabilir. Çatışma ve baskı dönemlerinde
insanlar pek çok nedenle evlerinden ayrılırlar; ama,
yukarıda açıklandığı gibi, çatışma sırasında zorla
yerlerinden edilenlerin çoğu, silahlı çatışmanın
kaçınılmaz sonucu olarak değil, devlet içi ve devlet dışı
aktörlerin özgül ve kasıtlı eylemleri veya
eylemsizlikleri sonucunda hakları ihlal edildiği için
mağdur olurlar. Bu insanların hak sahibi olarak
tanınmalarına ve diğer vatandaşlara ve devlet
kurumlarına olan güvenlerini yeniden tesis etmeye
yönelik önlemler, topluma yeniden entegre olmaları
açısından son derece önemlidir ve yerinden edilmiş
insanlar için “adil dönüş” ya da “sürekli çözümler” gibi
kavramlara katkıda bulunarak yerinden edilme
konusunda yapılmış diğer çalışmaların olumlu
sonuçlarını pekiştirebilir.66
Geçiş döneminde adaletin yerinden edilme
sorunuyla ilgilendiği noktada, geçiş döneminde
adalet önlemlerinin –istişare, katılım ve erişim
gibi yollarla– yerinden edilmiş insanlarla ne
65 Edward Newman, “Refugees, International Security, and
Human Vulnerability: Introduction and Survey”, Edward
Newman ve Joanne van Selm (der.) Refugees and Forced
Displacement: International Security, Human Vulnerability,
and the State içinde, (New York: United Nations
University Press, 2003), s. 25; Mooney, “The Concept of
Internal Displacement”, s. 18.
66 Bkz. Megan Bradley, “The Conditions of Just Return:
State Responsibility and Restitution for Refugees”,
Refugee Studies Centre Ön Raporu, University of Oxford,
2005, s. 286; Brookings Enstitüsü-Bern Üniversitesi Ülke
İçinde Yerinden Edilme Projesi, “When Displacement
Ends: A Framework for Durable Solutions”, Washington,
DC, Haziran 2007, s. 8; Megan Bradley, “Redressing
Refugees: The Emergence of International Norms on
Reparations for Returnees”, International Studies
Association konferansı için hazırlanmış tebliğ, 15-18
Şubat 2009, New York City, s. 7.
Geçiş döneminde adaletin yerinden edilme sorunuyla
ilgilendiği noktada, geçiş döneminde adalet önlemlerinin
–istişare, katılım ve erişim gibi yollarla– yerinden edilmiş
insanlarla ne ölçüde anlamlı bir şekilde ilişki kurabileceği
sorusu ortaya çıkacaktır.
ölçüde anlamlı bir şekilde ilişki kurabileceği sorusu
ortaya çıkacaktır. Bu tür bir ilişki, adalet önlemlerinin
yerinden edilmiş insanların özel deneyimlerine,
ihtiyaçlarına ve adalet taleplerine gerçekten yanıt
verebilmesini sağlamak açısından önemli olabilir.
Örneğin mülteciler, diasporaların üyeleri olarak,
çeşitli şekillerde, sözgelimi “sürecin yaratıcıları, veri
toplama sürecinde ifade sahipleri ve adalet
savunucuları”67 olarak hakikat komisyonlarına
katıldılar. Ancak, çoğu durumda yerinden edilmiş
insanlarla yeterince ilişki kurulduğu iddia edilemez.
Örneğin, mülteciler ve ülke içinde yerinden edilmiş
olan insanlar, “tazminat müzakereleri sırasında
genellikle bir kenara itilirler ve dolayısıyla onların
kaygılarının çok sık olarak göz ardı edilmesi şaşırtıcı
değildir”.68
D.1. Geçiş Döneminde Adalet
Çerçevesindeki Başlıca Önlemler ve
Yerinden Edilme
D.1.a. Ceza Davaları
Ceza davaları yerinden edilmeyi farklı şekillerde ele
alabilir ya da etkileyebilir. Bu davalar, sivillerin
yerlerinden edilmelerine yol açan insan hakları
ihlallerini, ya da ICTY’de görülen bir dizi davada
olduğu gibi, başlı başına bir suç olarak yerinden
edilmeyi hedef alabilir. Şu anki BM İnsan Hakları
Yüksek Komiseri, geçmişte, yaptırımlara ve
caydırıcılığa odaklanması açısından ceza davalarının
67 Laura A. Young ve Rosalyn Park, “Engaging Diasporas in
Truth Commissions: Lessons from the Liberia Truth and
Reconciliation Commission Diaspora Project”,
International Journal of Transitional Justice, cilt 3, 2009, s.
349.
68 Megan Bradley, “Redressing Refugees: The Emergence of
International Norms on Reparations for Returnees”, s. 4.
37
şiddete, kaçakçılığa ve askere alınmaya karşı özellikle
savunmasız durumdadırlar.65
“insan hakları ve zorla yerinden edilme sorununun
uzun vadeli çözümünün çok önemli bir yönü” olduğunu
söylemişti.69 Vatandaşları sürgüne gitmeye zorlayan
kişilerin yargılanması da, “devletin sorumluluğunun
önemli bir ifadesi” olarak görülerek “geri dönenlerin
devletin reformdan geçtiği konusunda rahatlamalarını
sağlayabilir”70 ve böylece güveni artırabilir.
elde edilmesini sağlaması açısından mültecilerin
dönme olasılıklarını artırdığını ileri sürmektedir.
Yazara göre “mağdurların adalet talebi, örneğin,
onları evlerinden ayrılmaya zorlayarak doğrudan
onlara zarar veren faillere yöneliktir” – yukarıdan bu
yönde emir verenlere değil.72
Davalar, suçlu olduğu bilinen faillerin güvenlik
kuruluşlarından ya da yerel halkın arasından
çıkarılmasını ve böylece yerinden edilmiş insanlarda
emniyet ve güvenlik duygusunun güçlenmesini
sağlayarak dönüşü kolaylaştırabilir ya da teşvik
edebilir. Örneğin Kolombiya’da, ülke içinde yerinden
edilmiş olan insanların insan hakları konusundaki
Genel Sekreter Temsilcisi şunları söylemiştir:
“Görevden ayrılan kişilerin yeniden entegrasyonu,
suçlarından dolayı ceza almamaları ve yerinden
edilmiş insanların düşük dönüş oranları arasında açık
bir bağlantı vardır. Zorla yerinden etme eylemlerinin
failleri suç işledikleri yerlerde kalmaya devam
ettiklerinde insanlar geri dönmekten çekiniyorlar,
çünkü kendilerini güvende hissetmiyorlar.”71
Hakikat komisyonlarında yerinden edilme de ele
alınabilir. Sierra Leone ve Liberya’da kurulan hakikat
komisyonları, yerinden edilmenin bu ülkelerdeki
çatışmalar sırasında en yaygın yaşanan insan hakları
ihlali olduğunu, bildirilen ihlallerin yüzde 19,8 ile yüzde
36’sını yerinden edilmenin oluşturduğunu saptadı.73
Guatemala’daki Tarihi Açıklığa Kavuşturma
Komisyonu (Comisión para el Esclarecimiento HistóricoCEH), yerinden edilme sorunuyla da ilgilendi ve
“yerinden edilmiş insanların bakış açılarını entegre
etmek açısından en başarılı TRC’lerden biri” olarak
tanımlandı; soruşturmaları yürütenler, yerinden
edilmiş binlerce insanla görüşmek için ülkenin her
yerini dolaştılar.74 Doğu Timor’da, Kabul, Hakikat ve
Uzlaşma Komisyonu (Comissão de Acolhimento,
Verdade e Reconciliação de Timor Leste- CAVR) yerinden
edilmenin bir savaş silahı olarak kullanımını, siviller
üzerindeki etkisini, evlerin, arazilerin, geçim
kaynaklarının, sağlık bakımına ve diğer temel
hizmetlere erişimin kaybedilmesini ve yaygın açlık ve
ICTY’deki yargılama çabalarının azınlık mensubu
mültecilerin evlerine geri dönüşlerini nasıl etkilediğine
ilişkin bir çalışma yapıldı. Çalışma, özellikle, düşük
rütbeli faillere ceza indirimi karşılığında suçlarını itiraf
ettirmenin, mültecilerin geri dönüşünde, yüksek
rütbeli faillerin yargılanması ve mahkûm edilmesine
göre daha büyük bir artış sağladığını gösteriyor.
Çalışmanın yazarı, bu yöntemin, faillerin daha az ceza
almalarına yol açsa bile, daha alt kademelerdeki
kişileri hedeflemesi ve yeni davalara yol açan bilgiler
69 Navanathem Pillay, “International Criminal Tribunals as
a Deterrent to Displacement”, Anne F. Bayefsky ve Joan
Fitzpatrick (der.), Human Rights and Forced Displacement
içinde, (Lahey: Martin Nijhoff Publishers, 2000), s. 262.
Pillay, bunu yazdığında Ruanda için Uluslararası Ceza
Mahkemesi’nin başkanıydı.
38
70 Bradley, “The Conditions of Just Return”, s. 16.
71 Ülke içinde yerinden edilmiş olan insanların insan hakları
konusundaki Genel Sekreter Temsilcisinin raporu, 2007,
Ek, Kolombiya misyonu, A/HRC/4/38/Add.3, 24 Ocak,
par. 57.
D.1.b. Hakikat Komisyonları
72 Monika Nalepa, “Why Do They Return? Evaluating the
Impact of ICTY Justice on Reconciliation”,
yayımlanmamış makale, <www.ruf.rice.edu/~nalepa/
web-pages/rice_research.htm>
73 Sierra Leone Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Final Report
of the Sierra Leone Truth and Reconciliation Commission,
cilt 2, bölüm 3, 35, 175, www.trcsierraleone.org/pdf/
FINAL%20VOLUME%20TWO/VOLUME%202.pdf;
Liberya Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, 2009, Final
Report, cilt II, yayıma hazırlanmamış rapor, 213, www.
trcofliberia.org/reports/final/final-report/trc-of-liberiafinal-report-volume-ii.pdf.
74 Megan Bradley, “FMO Research Guide: Reparations,
Reconciliation and Forced Migration”, Ekim 2006, <www.
forcedmigration.org/guides/fmo044/fmo044.pdf>.
Tarihi Açıklığa Kavuşturma Komisyonu, Guatemala:
Memory of Silence: Report of the Commission for Historical
Clarification, “Conclusions,” <shr.aaas.org/guatemala/
ceh/report/english/conc1.html>
Ayrıca, CAVR, 1999’daki şiddet olaylarından sonra
kaçan ve “Batı Timor’daki kamplarda yaşayan on
binlerce mültecinin dönüşünü teşvik etmenin bir
yolu”76 olarak görüldü. Dönen mülteciler arasından
“hafif suçlar” işlemiş olanlar CAVR rehberliğinde
sürdürülen Topluluk Uzlaşma Süreçlerine katılmaya
uygun kişiler olarak görüldüler. Bu süreçlerde failler ile
topluluğun üyeleri bir araya gelerek faillerin topluluğa
yeniden entegre olmalarını sağlayacak önlemler
üzerine tartıştılar. Doğu Timor, ayrıca, yerel yeniden
entegrasyon ve uzlaşma çalışmalarında CAVR ile BM
Mülteciler Yüksek Komiserliği arasında özgül bir
“kurumsal alışveriş ve işbirliği” örneği ortaya koydu.77
D.1.c. Tazminat Programları
Tazminat programları yoluyla yerinden edilmiş
insanlara, evlerinden kaçmalarına yol açan ve
yerinden edilmiş durumdayken yaşadıkları insan
hakları ihlallerinin yanı sıra bizatihi yerinden edilme
suçu için tazminatlar dağıtılabilir. Kaybedilmiş
araziler, evler ve mülkler, onarma (restitution)
programlarıyla yeniden kazandırılabilir. İnsan hakları
ihlallerinin telafi edilmesi hakkı, uluslararası hukukta
ve BM belgelerinde yer almaktadır. Bu belgelerden
bazıları, örneğin Ülke İçi Yerinden Edilmelere İlişkin
Yol Gösterici İlkeler ve Mülteciler ve Yerinden Edilmiş
İnsanlar İçin Konut ve Mülklerin Yerine Konması
Üzerine BM İlkeleri, zorla göç ettirilmenin tazmin
75 “Forced Displacement and Famine”, 2005, Chega! Final
Report of the Commission for Reception, Truth and
Reconciliation in East Timor içinde, Commission for
Reception, Truth and Reconciliation in East Timor, Dili.
76 Taina Järvinen, “Human Rights and Post-Conflict
Transitional Justice in East Timor”, Ulkopoliittinen
Instituutti (UPI) Ön Raporu 47, 2004, s. 56.
77 Jayne Huckerby, “Transitional Justice and Treatment of
Refugee Returnees Suspected of Criminal Offences: East
Timor and Beyond”, Center for Human Rights and Global
Justice Ön Raporu, Transitional Justice Series no. 9, 2004.
edilmesine ilişkin özel bilgiler içermektedir.78
Doğrudan yerinden edilme için maddi tazminat
sağlayan az sayıda tazminat programı vardır,
ama BM Maddi Tazminat Komisyonu, “mülteciler için
büyük ölçekli kurumsallaştırılmış bir onarma
çalışmasının önemli bir örneğidir”.79 Guatemala’da
CEH, zorla yerinden edilme mağdurlarının tazminat
almalarını tavsiye etmiş, Ulusal Tazminat
Programı zorla yerinden edilmeyi tazminat
gerektiren suçlara dâhil etmiştir.80 Peru’da Hakikat ve
Uzlaşma Komisyonu, çatışma nedeniyle zorla yerinden
edilmiş insanların tümünün mağdur olarak
tanınmasını ve “sayılarının yüksekliğine ve finansal
sonuçlarına bakılmaksızın maddi tazminat için
potansiyel hak sahibi” olarak kabul edilmesini
tavsiye etmiştir.81
Yerinden edilmiş insanlar için düzenlenen onarma
programları daha yaygındır. Soğuk Savaş’ın
bitiminden bu yana etnik temizlik kampanyaları içeren
silahlı çatışmaların artmasının sonucu olarak maddi
onarma çalışmalarına olan ilgi de arttı. Rhodri
Williams’a göre, onarma, “yerinden edilmeyle
bağlantılı insan hakları ihlallerine bütünsel bir yanıt
olarak ön plana çıktı”. Bunun bir örneği, savaştan
sonra Bosna’da başlatılan, “yerinden edilmeyi çözmek
için açıkça insan hakları temelli bir telafi önlemi olan”,
200.000 evin sahiplerine iade edilmesini içeren ve
çatışma yüzünden yerinden edilmiş olan nüfusun
yaklaşık yarısının geriye dönüşünü destekleyen
78 Bradley, “FMO Research Guide”; Guiding Principles, İlke
29; UN Principles on Housing and Property Restitution for
Refugees and Displaced Persons, İlke 2.
79 Bradley, “The Conditions of Just Return”, s. 12; Hans Van
Houtte, Hans Das ve Bart Delmartino, “The United
Nations Compensation Commission”, Pablo de Greiff
(der.), The Handbook of Reparations içinde, (Oxford:
Oxford University Press, 2006), s. 333.
80 Bkz. Claudia Paz y Paz Bailey, “Guatemala: Gender and
Reparations for Human Rights Violations”, Ruth
Rubio-Marín (der.), What Happened to the Women? Gender
and Reparations for Human Rights Violations içinde, (New
York: Social Science Research Council, 2006).
81 Internal Displacement Monitoring Centre, “Peru:
Reparations Begin but IDPs Excluded”, 8 Ocak 2009, s. 5.
39
ölümleri araştırdı. CAVR, yerinden edilmenin yaygın
olduğunu, toplumu derinden etkilediğini ve bir insan
hakları ihlali teşkil ettiğini, işgal sırasında yerinden
edilmenin etkilerinin en çok ölüme neden olan unsur
olduğunu saptadı.75
onarma programıdır.82 Mülklerin yerine konması
şeklindeki tazminatlar, maddi tazminatlar ya da başka
yardımlar, ekonomiye yeniden entegre olmayı ve aktif
biçimde katılmayı ve ekonominin yeniden
yapılandırılmasını kolaylaştırabilir.
D.1.d. Kurumsal Reform
Polis ve ordu gibi güvenlik kurumlarında
gerçekleştirilecek reform, yerinden edilmiş insanların
çatışma sonrası geriye dönüşünde ve yeniden
entegrasyonunda son derece önemli faktörlerdir.
Brookings Enstitüsü-Bern Üniversitesi raporuna göre:
Geçmişteki davranışları, etnik kökenleri ya da disiplin
eksiklikleri nedeniyle, ister düzenli kuvvetlere, isterse
milis kuvvetlerine bağlı olsunlar, silahlı grupların
varlığı geri dönüşün önünde ciddi bir engel yaratabilir
ve dönmeyi planlayanlar tarafından bir tehdit olarak
algılanabilir. Bu kuvvetlerin geri dönecek olan
insanların yerinden edilmelerine yol açtıkları
yerlerde, örneğin Kolombiya’da bu durum özellikle
geçerlidir. Bu tür durumlarda bu tür grupları ya
silahsızlandırmak ya da ilgili ülkenin çatışma sonrası
silahlı kuvvetlerine entegre etmek gereklidir; ayrıca,
geri dönenlerde bir güvenlik duygusu yaratmak için
bu kişileri ülkenin başka yerlerine yerleştirme ihtiyacı
da söz konusu olabilir.83
BM Genel Sekreteri’nin Yerinden Olmuş Kişilerin İnsan
Hakları Özel Temsilcisi, örneğin, Fildişi Kıyısı’nda
halkın yerinden edilmiş insanların güvenliği ile Yeni
Kuvvetler (Forces Nouvelles – FN) askerlerinin ve
milislerin silahsızlandırılması arasında bağlantı
kurduğunu ve Güney Sudan’da yerinden edilmiş
insanların henüz ulusal orduya ya da güney ordularına
dahil edilmiş olmayan milislerin varlığı nedeniyle kendi
topluluklarına dönmek istemediklerini bildirmiştir.84
40
82 Rhodri C. Williams, “The Contemporary Right to Property
Restitution in the Context of Transitional Justice”, ICTJ
Tartışma Tebliği, Mayıs 2007.
D.2. Güçlükler
Geçiş döneminde adalet kavramı, yerinden edilmeye
yönelik çalışmalara önemli bir katkıda bulunabilir,
ama bu önlemlere başvurulması sonucunda ortaya
çıkacak güçlükleri göz önünde bulundurmak da
önemlidir. İlk olarak, yerinden edilme muazzam bir
sorun olduğu için, sorunun boyutları ve karmaşıklık
düzeyi açısından geçiş döneminde adalet önlemleri
konuyu doğrudan doğruya ele alma noktasında sınırlı
bir kapasiteye sahiptir. Örneğin, çalışmalarına
yerinden edilmiş insanların bakış açılarını da dahil
etmeye çalışan hakikat komisyonları, muhtemelen
evini terk etmek zorunda kalan ve sayıları belki de
milyonları bulan insanlardan sadece çok küçük bir
bölümünün tanıklığına ulaşabilecektir. Doğu Timor’da
CAVR araştırmacıları, yerinden edilme sorununu ele
almak için topluluk profilleri oluşturdular. Bu
yaklaşımın, avantajlarının yanı sıra, metodolojik
dezavantajları da mevcuttur.
Benzer şekilde, tazminat alanında da, yerinden edilmiş
insanların kayıp mülkleri ve çektikleri acılar için maddi
tazminat sağlamak, geçiş dönemi hükümetlerinin
kapasitesini aşabilir. Bir yerinden edilme uzmanı,
“zorla göç ettirilme sorunlarıyla boğuşan ülkelerin
çoğunun, yerinden edilmiş insanlara tazminat
ödeyecek güçte [olmadığını]” ve bu nedenle
“uygulamada maddi tazminat[ın] yerinden edilmiş
insanların durumlarını düzeltmekte az kullanılan bir
yöntem” olduğunu söylemektedir.85 Örneğin, 3 ila 4
milyon insanın yerinden edildiği Kolombiya’da bu
kadar çok sayıda insanın dâhil edildiği uygulanabilir
bir tazminat programı tasarlamak ve uygulamak
“önemli bir teknik güçlük” yaratacaktır.86 Bu durum,
geçiş döneminde adalet önlemlerinde yerinden edilme
par. 56; Ülke içinde yerinden edilmiş olan insanların insan
hakları konusundaki Genel Sekreter Temsilcisinin raporu,
2006, Ek, Sudan Misyonu, E/CN.4/2006/71/Add.6, 13
Şubat, par. 44.
83 Brookings Enstitüsü-Bern Üniversitesi Ülke İçinde
Yerinden Edilme Projesi, “Addressing Internal
Displacement”, s. 44-45.
85 Bradley, “The Conditions of Just Return”, s. 16, 19;
Bradley, “FMO Research Guide”.
84 Ülke içinde yerinden edilmiş olan insanların insan hakları
konusundaki Genel Sekreter Temsilcisinin raporu, 2006,
Ek, Fildişi Kıyısı misyonu, A/HRC/4/38/Add.2, 18 Ekim,
86 “Summary of Proceedings”, Internal Displacement and the
Construction of Peace, Özet Rapor, Bogota, Kolombiya,
11-12 Kasım 2008, s. 10.
İkinci olarak, geçiş döneminde adalet ve yerinden
edilmeye yönelik diğer önlemler eşgüdümsüz ya da
bağlantılı olabilir ve bazen zıt amaçlara hizmet eder.
Örneğin Kolombiya’da, “ülke içinde yerinden edilmiş
insanlar için yardım ve koruma sistemi, tüm
karmaşıklığına karşın, hiçbir şekilde” Adalet ve Barış
Yasası ve Ulusal Tazminat ve Uzlaşma Komisyonu’nu
da içeren “barış girişimleriyle ve özellikle geçiş
döneminde adalet gelişmeleriyle bağlantılı değildir.
Tam tersine, iki sistem karşılıklı olarak birbirlerini iptal
etmekte ve etkisizleştirmektedir.”87 Bunun sonucunda,
örneğin “yerinden edilmiş insanları ve başka
mağdurları birbirleriyle karşı karşıya getirmek gibi
talihsiz bir eğilim”88 ortaya çıkabilmektedir. Burada,
“mağdur olarak genel durumlarına dayanan siyasi
birlik mantığı yerine, kaynaklar için rekabet mantığı
ağır basmaktadır”.89
Geçiş döneminde adalet uygulayıcıları, bu tür
durumlarda, kendi hedefleri ile başka aktörlerin
hedefleri arasında ortaya çıkabilecek gerilimleri en aza
indirmek için gerekli adımları atmalıdır. Bu da, birlikte
çalışmayı ya da farklı girişimler arasında eşgüdüm
sağlamayı gerektirebilir. Örneğin, geçiş döneminde
adalet önlemleri, yerinden edilen insanların
memleketlerine dönmelerini teşvik edebileceği gibi,
bazı durumlarda yerinden edilmiş insanlardan
bazılarının geri dönme isteklerini azaltabilir. Ceza
davaları bazen başlangıçta yerinden edilmeye katkıda
87 Roberto Vidal, “Internal Displacement and the
Construction of Peace in Colombia”, Internal
Displacement and the Construction of Peace içinde, Ek V, s.
70.
bulunmuş olabilecek, ama fiziksel olarak yerinden
edilmiş insanlar arasında olabilen şüphelilere de
uzanabilir. Cezai açıdan hesap verme tehdidi, bu tür
kişileri dönme fikrinden vazgeçirebilir. Dolayısıyla,
yerinden edilmiş insanların dönüşü üzerindeki etkileri
açısından, af politikası ile dava politikası arasında bir
gerilim mevcut olabilir.90 Bununla birlikte, BM Doğu
Timor Geçiş Yönetimi (UNTAET), bu durumu
düşünerek, geriye dönen mülteciler için ve yanlış
bilgilendirmeyi önlemek amacıyla prosedürel
rehberliği açıklığa kavuşturmak üzere bir Doğu
Timor’da Adalet ve Dönüş Prosedürleri Politikası
yayımladı; açıklığa kavuşturmanın bir parçası, ciddi
suçlar ile daha az ciddi suçlar arasında ayrım
yapılmasıydı.91 Tekrarlamak gerekirse, burada
vurgulanmak istenen nokta, geçiş döneminde adalet
önlemlerinde yerinden edilme sorunundan kaçınılması
değil, eşgüdümün sağlanmasının ve açık ve net
kamuoyunu bilgilendirme programlarının
gerekliliğidir.
Son olarak, yerinden edilme, geçiş döneminde adalet
hedeflerine ulaşılmasının önünde özel engeller
oluşturabilir (bunlar yerinden edilmeyle ilgili ya da
daha genel engeller olabilir). Örneğin, toplulukların
tamamen köklerinden koparılmış ve geleneksel
yapıların hasar görmüş ya da imha edilmiş olduğu
durumlarda, yerel adalet ve uzlaşma süreçlerini
yürütmek güç ya da imkânsız olabilir. Örneğin, Kuzey
Uganda’da, nüfusun yüzde 80’i ülke içinde yerinden
edilmiş insanlar için hazırlanmış kamplarda
yaşamaktadır. Bir rapora göre, “savaşın yol açtığı bu
büyük ölçekli yerinden edilmenin net etkisi, yerinden
edilme bağlamında artık geleneksel mekanizmaları
anlamlı bir şekilde uygulamanın mümkün olmadığı
yolundaki güçlü inançtır; tören düzenleyecek bir yer
88 “Summary of Proceedings”, Internal Displacement and the
Construction of Peace içinde, s. 4.
90 Christopher McDowell, “Displacement, Return, and
Justice in the Creation of Timor Leste”, Nicholas Van
Hear ve Christopher McDowell (der.), Catching Fire:
Containing Forced Migration in a Volatile World içinde,
(Lanham, MD: Lexington Books, 2006), s. 181-211.
89 Vidal, “Internal Displacement and the Construction of
Peace in Colombia”, s. 88.
91 Huckerby, “Transitional Justice and Treatment of
Refugee Returnees”.
41
sorunundan kaçınılması gerektiği anlamına gelmez,
ama gerçekçi beklentilere sahip olunması ve yaratıcı
yaklaşımların kullanılması gerekmektedir. Yukarıda
bahsedilen topluluk profilleri ya da maddi/sembolik ve
bireysel/kolektif tazminat kombinasyonları buna
örnek olabilir.
yoksa, törenlerin fazla bir anlamı kalmaz”.92
Mağdurlar, tanıklar ya da failler kendi
topluluklarından uzak kaldıklarında, daha formel
adalet önlemlerine, örneğin hakikat komisyonlarına ve
davalara katılım da zor olabilir. Geride kalan yerinden
edilmiş insanlara yardımları etkin bir şekilde
dağıtacak bir tazminat programı tasarlamak ve
uygulamak da güçtür.
Belgeleme özellikle önemli bir konudur. Hem ülke
içinde hem de ülke dışına yerinden etmelerde,
kaybedildiği ya da el konduğu için çoğu zaman
insanların belgeleri olmaz ve bu da onarma ve
tazminat programlarında çeşitli zorluklar yaratabilir.93
Peru’da, ülkedeki hakikat komisyonunun, 2003’te,
çatışma sırasında zorla yerinden edilen herkesin
mağdur olarak tanınması ve tazminata hak kazanması
gerektiği yönünde tavsiyede bulunmasına ve bunun
için idari bir çerçeve oluşturulmuş olmasına karşın, bu
durumdaki tek bir kişiye bile tazminat ödenmedi. Ağır
ispat yükümlülüğü şartlarının, eşgüdüm eksikliğinin
ve yerinden edilmiş insanların sürece bilgi katkısında
bulunmamalarının da bu sonuçta payı olmuştu.94
Ancak, bu noktada da, geçiş döneminde adalet
önlemlerinde, örneğin belgeleme yükümlülüğü
şartlarının esnetilmesiyle bu tür sorunlar giderilebilir.
E. Sonuç
Bu bölümde, geçiş döneminde adaletin temel ilkeleri
ve önlemleri sunulmaya ve bunların yerinden edilme
sorunuyla ne şekillerde bağlantılı olabileceği
açıklanmaya çalışıldı. Raporun geri kalan kısmında,
Güneydoğu bölgesindeki çatışma ortamından dolayı
ülke içinde kitlesel bir yerinden edilme olayının
yaşandığı Türkiye’de geçiş döneminde adaletin
uygulanması olasılığı daha ayrıntılı bir şekilde ele
alınacak.
92 Refugee Law Project, “Peace First, Justice Later:
Traditional Justice in Northern Uganda”, Refugee Law
Project Ön Raporu, No. 17, 3 Temmuz 2005, s. 27.
42
93 Mooney, “The Concept of Internal Displacement”, s. 17.
94 Internal Displacement Monitoring Centre, “Peru:
Reparations Begin but IDPs Excluded”, 8 Ocak 2009.
Fas örneğinin açıkça gösterdiği gibi, sivil
toplumun çabaları, geçiş döneminde adalet
önlemlerinin gerisindeki başlıca itici güçtür.
Fas’ta uygulanan “hakikat kervanları”na
benzer bir şekilde, bu raporda toplanan saha
çalışması sonuçları Türkiye’de ülke içinde
yerinden etme eylemlerinden ve bunların
sonuçlarından etkilenen kişilerin seslerini
duyurma konusunda önemli bir çaba teşkil
etmektedir.
Fas örneğinin açıkça gösterdiği gibi, sivil toplumun
çabaları, geçiş döneminde adalet önlemlerinin
gerisindeki başlıca itici güçtür. Fas’ta uygulanan
“hakikat kervanları”na benzer bir şekilde, bu raporda
toplanan saha çalışması sonuçları Türkiye’de ülke
içinde yerinden etme eylemlerinden ve bunların
sonuçlarından etkilenen kişilerin seslerini duyurma
konusunda önemli bir çaba teşkil etmektedir. Bu
çalışma, başka taleplerle ve aktivizmle tamamlandığı
takdirde, devletin geçiş döneminde adalet
yaklaşımlarına destek vermesinin önünü açabilir, bu
destek de daha geniş bir ulusal diyalog sürecine ve
resmi kabul ve tanımaya götürebilir. Ülke içinde
yerinden edilmiş insanların sorunlarının ele
alınmasının, Türkiye’de vatandaşlık ve azınlık hakları
üzerine daha geniş bir tartışmaya öncülük edeceği
umulabilir. Devletin nihai amacı daha güçlü bir
demokrasiye doğru ilerlemekse, Türkiye içinde etnik
azınlıkların kimliği ve hakları konusundaki çözülmemiş
eski sorunlar ele alınmak zorundadır. Geçiş döneminde
adalet yaklaşımları, bu çözülmemiş sorunların nasıl
ele alınması gerektiği konusunda, geleceğe dönük bazı
ipuçları sağlayabilir.
İkinci Kısım:
Türkiye Örneği
Birinci Bölüm
Cumhuriyet’ten Bugüne
Zorunlu Kürt Göçü
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde 1980’lerin
sonunda başlayıp, 1990’larda yoğunlaşan köy ve
mezraları boşaltma ve yurttaşları yerinden etme
olayları, Türkiye’nin bu alandaki ilk tecrübesi değildir.
Binlerce köy ve mezranın boşaltılması ve bir milyonun
üzerinde yurttaşın yerinden edilmesiyle sonuçlanan
“doksanlar tecrübesi”, hacmi itibariyle müstesna
görünse de, benzerlerinin sonuncusudur.95 Modern
95 Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nce
(HÜNEE) 2006 yılında yayımlanan bir araştırma “doksanlar
tecrübesi”nde bir milyonun üzerinde yurttaşın yerinden
edilmiş olduğunu gösteriyor. Bkz. HÜNEE, Türkiye’de Göç ve
Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması, (Ankara: 2006) (bundan
sonra “Hacettepe Araştırması”). TBMM’nin 1998 yılında
hazırladığı araştırma komisyonu raporunda ise bu son
dönemde üç binden fazla köy ya da mezranın boşaltıldığı
iddia edilmektedir. Bkz. TBMM, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’da Boşaltılan Yerleşim Birimleri Nedeniyle Göç Eden
Yurttaşlarımızın Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken
Tedbirlerin Tespit Edilmesi Amacıyla Kurulan Meclis
Araştırması Komisyonu Raporu (Ankara: 1998). 1990’larda
gerçekleşen yerinde etme üzerine yapılan bazı araştırma ve
çalışmalar için bkz. Bilgin Ayata ve Deniz Yükseker, “A
Belated Awakening: National and International Responses
to the Internal Displacement of Kurds in Turkey,” New
Perspectives on Turkey 32, 5-42; Tamer Aker vd., Türkiye’de
Ülke İçinde Yerinden Edilme Sorunu: Tespitler ve Çözüm
Önerileri (İstanbul: TESEV, 2005); Kurban vd., “Zorunlu
Göç” ile Yüzleşmek ...; Joost Jongerden, Türkiye’de İskân
Sorunu ve Kürtler: Modernite, Savaş ve Mekân Politikaları
Üzerine Bir Çözümleme (İstanbul: Vate, 2008); Ayhan Kaya
(der.), Türkiye’de İç Göçler: Bütünleşme mi, Geri Dönüş mü?
(İstanbul: Bilgi Yayınları, 2009); Yeşim Mutlu, Turkey’s
Experience of Forced Migration after 1980’s and Social
Integration: A Comprative Analysis of Diyarbakır and
İstanbul, yayımlanmamış master tezi (Ankara: ODTÜ,
2009); Kalkınma Merkezi Derneği, Zorunlu Göç ve
Diyarbakır, güncellenmiş ikinci baskı (Diyarbakır: Kalkınma
Merkezi, 2010); Bilgin Ayata, The Politics of Displacement: A
Transnational Analysis of the Forced Migration of the Kurds
in Turkey and Europe, yayımlanmamış doktora tezi
(Baltimore: The Johns Hopkins University, 2011) .
Bu itibarla, “doksanlar tecrübesini” bir dizi önemli
uğraktan oluşan genel bir sürecin parçası olarak görmek
gerekiyor.
Türkiye, 19. yüzyılın son çeyreğinden günümüze dek
çok sayıda benzer deneyime ev sahipliği etmiştir.
Aşağıda kısaca aktarılacak bu deneyimlerin arka
planındaki motivasyon, şüphesiz, mekânın/yurdun ve
nüfusun ulusallaştırılması (Türkleştirilmesi) idi.96
Malum, 19. yüzyılın son çeyreğinden günümüze
Türkiye bürokrasisinin/siyasetinin başlıca
hedeflerinden biri, vatanı ve nüfusu ulusal (Türk)
kılmak oldu.97 Çağdaşı başka modern devletler gibi,
Türkiye (önce Osmanlı, sonra Cumhuriyet) devleti de
siyasi-coğrafi sınırlarla (devlet-ülke) kültürel sınırları
(ulus) örtüştürmeye gayret etti. 98
Bu itibarla, “doksanlar tecrübesini” bir dizi önemli
uğraktan oluşan genel bir sürecin parçası olarak
görmek gerekiyor.99 19. yüzyılın sonunda gerçekleşen
96 1990’larda yaşanan yerinden etmeyle beraber Türkiye
tarihindeki diğer yerleştirme pratiklerini de mekânın
ulusallaştırılması perspektifinden değerlendiren önemli
bir çalışma için bkz. Jongerden, Türkiye’de İskân Sorunu ve
Kürtler.
97 Uygulamalar, bürokrasinin “Türk” dendiğinde Sünni
Müslüman olup da Türkçe konuşanları kastettiğini
gösteriyor.
98 Siyasi sınırlar (devlet/ülke) ile kültürel sınırları (ulus)
örtüştürme gayreti, ulus-devletin Türkiye’deki kuruluş
serüvenine has bir durum değildir. Ulus-devletin inşa
süreci, dünyanın pek çok yerinde Türkiye’de de takip
edilen mantık uyarınca gerçekleştirildi ve siyasi sınırlar ile
kültürel sınırlar, devlet ile ulus örtüştürülmeye çalışıldı.
99 Bütün bu uğraklara dair genel bir çalışma için bkz. Fikret
Babuş, Osmanlı’dan Günümüze Etnik ve Sosyal Politikalar
Çerçevesinde Göç ve İskân Siyaseti ve Uygulamaları
(İstanbul: Ozan Yayıncılık, 2006).
45
A.Ulus İnşası, Kürt Sorunu ve
Yerinden Etme
toprak kayıplarının ardından Anadolu’ya yığılan
Müslümanların ‘uyarınca’ iskân edilmesi,100 Ermenilerin
‘tehciri’, Rumların mübadelesi ve ‘asi’ Kürtlerin
yerinden edilip yeniden iskân edilmesi, vatanı ve nüfusu
Türkleştirme sürecinin belli başlı uğrakları oldu.101
Cumhuriyet’i önceleyen yüz sene boyunca gerçekleşen
siyasi sınırlardaki küçülmeye bağlı olarak yaşanan
göçler, Anadolu’ya beş milyondan fazla Müslüman’ın
yerleşmesiyle sonuçlanmıştı.102 Bu nüfus hareketliliği
Anadolu’nun etnik ve dini kompozisyonunda önemli bir
dönüşüme yol açtı. Anadolu’da yüzde 75-80 civarında
olan Müslüman nüfus oranı giderek yükseldi.
Müslümanların Anadolu’ya sürülmelerine 20. yüzyılın
ilk çeyreğinde Ermenilerin tehciri ve Rumların mübadele
edilmesi eklenince, Anadolu’nun 19. yüzyılın sonunda
yüzde 20’leri bulan gayrimüslim nüfusu103 birkaç onyıl
içerisinde yüzde 3’lere104 geriledi. Bu durum, siyasi
sınırlarla kültürel sınırları örtüştürme girişiminin
önündeki büyük bir engelin, Cumhuriyet’in hemen
başında bertaraf edilmiş olduğunu gösteriyordu.
Kültürel açıdan en ‘farklı’ olduğu düşünülenler, yani
gayrimüslimler, daha doğrusu Ermeniler ve Rumlar,
siyasi sınırların dışına çıkarılmıştı.105
100 Fuat Dündar İttihat ve Terakki’nin bütün bir Birinci Dünya
Savaşı boyunca Türkçe konuşmayan Müslüman unsurları
Türkçe konuşur kılacak biçimde iskân etmeye mahsus bir
önem verdiğini göstermektedir. Bkz. Fuat Dündar, İttihat
ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası (1913-1918)
(İstanbul: İletişim, 2001).
101 İskân işinin vatan ve nüfusun ulusal kılınmasında özel bir
role sahip olduğu bürokrasi tarafından defalarca teslim
edilmiştir. 1934 tarihli İskân Kanunu’nun gerekçesi bu
role bilhassa dikkat çekmektedir: “Bu yasayla milli nüfus
siyasetimizin bilimsel, sistemli ve pratik bir programla
yürütülmesi öngörülmüştür. Milli kültürümüze
özümsenmesi istenen nüfus kitleleriyle yetki gücüne
sahip olan unsurlarının yerleşim düzeni sağlanırken,
maddi koşullar ve milli bünyemizin korunması gereği göz
önünde tutulmuştur.”
102 Kemal Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914) (İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2003), s. 16.
103 A.g.k., s. 99
46
104 Fuat Dündar, Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar,
(İstanbul: Doz Yayınları, 1999), s. 159.
105 1927 nüfus sayımı tehcir ve mübadeleye rağmen ülkede
halen bir miktar Rum ve Ermeni yuttaşın kaldığını
göstermektedir. 1927’de sayılan 13 milyon kadar yurttaşın
119.822’si Rum, 64.745’i Ermeni ve 68.900’ü de Yahudi’dir.
A.g.k., s. 159.
Cumhuriyet büyük bir engeli bertaraf etmiş olmakla
beraber, siyasi sınırlar ile kültürel sınırlar arasındaki
örtüşme arzu edilenin henüz çok uzağındaydı. Anadolu
Müslümanlaşmış, fakat henüz tam manasıyla
Türkleşmemişti. Türkçe konuşmayan Müslümanları
‘Türkleştirme’ girişiminde en önemli araç iskân oldu.
Türkçe konuşmayan Müslüman unsurlardan bilhassa
Çerkezler ve Arnavutlar mahsus bir dikkatle iskân
edildiler. Bu iki unsurun belli bölgelerde
yoğunlaşmasının önüne geçilmek isteniyordu.106 Takip
edilen bu mahsus iskân siyaseti sayesinde, Anadolu’ya
son yüzyılda yerleşmek zorunda kalan Rumeli ve
Kafkas Müslümanlarını Türkleştirme hedefi büyük
ölçüde gerçekleştirildi.107
Cumhuriyet, mekânı ve nüfusu ulusallaştırma
hedefinin Kürtlerle ve Kürtlerin meskun olduğu
yerlerle ilgili kısmını da esas olarak iskân vasıtasıyla
hayata geçirmeye girişti. Ne var ki, burada arzulanan
sonucun alınması pek de mümkün olmadı. Bunun
başlıca sebebi, Kürtler ile Türkçe konuşmayan diğer
Müslüman gruplar arasındaki sosyal ve tarihsel
farklardı. Kürtler evvela nüfus olarak Türkçe
konuşmayan diğer Müslüman gruplara kıyasla çok
daha kalabalıktılar. İkinci olarak, Anadolu’nun belli bir
bölgesinde meskundular ve meskun oldukları pek çok
mahalde çoğunluğu oluşturuyorlardı. Son olarak,
Kürtler meskun oldukları havalide çoktandır
yaşıyorlardı; diğer Müslüman gruplar gibi Anadolu’ya
yakın zamanda gerçekleşmiş bir göç neticesinde
yerleşmiş değildiler. Bu durum, aslında Cumhuriyet’in
neden bir Çerkez, Laz ya da Arnavut sorunu olmayıp
bir Kürt sorunu olduğunu da fazlasıyla açıklar: Çerkez,
Laz ve Arnavutlar gibi gruplar, sahip oldukları
106 Soner Çağaptay, Türk Kimdir (İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları: 2010), s. 97-100.
107 Kemal Karpat, özellikle Kafkas göçmenlerinin Batı
Anadolu’nun değişik yerlerine küçük gruplar halinde
yerleştirildiklerini, ancak bu yerleştirme siyasetine
rağmen, bu gruplar ile diğer gruplar ve merkez arasındaki
temas zayıf olduğundan, yerleştirilenlerin 1950’lere kadar
etnik kimliklerini muhafaza ettiklerini iddia etmektedir.
Anlaşılan o ki, Kafkas göçmenlerinin ulusal çerçeveye
dâhil edilmesi de ancak 1950’lerden sonra pazar
ilişkilerinin gelişmesiyle beraber mümkün olmuştur.
Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), s. 98-99.
sosyotarihsel vasıflar sebebiyle (az sayıda olmak,
dağınık bir biçimde yerleşmiş olmak ve göç vasıtasıyla
yeni bir vatan edinmiş olmak) Cumhuriyet’in önerdiği
“Türkçe konuşan Müslümanlardan oluşan bir ulus”
fikrine razı olurken, Kürtler yukarda sayılan
sosyotarihsel vasıfları sebebiyle buna razı olmadılar.
Bu iradelerini, ayaklanma ve isyan gibi etkinliklerle
fazlasıyla gösterdiler.
Cumhuriyet, Kürtlerin Türkçe konuşan
Müslümanlardan oluşan ulus halinin dışında
olmalarına müsamaha göstermedi. Bu durum
karşısında başvurduğu başat vasıta da, yerinden etme
ve zorunlu iskân oldu. Bu minvaldeki ilk tecrübe, 1925
yılında gerçekleşen Şeyh Sait ayaklanmasının
ardından yaşandı. Bu Kürt ayaklanmasının ardından
yüksek bürokrasinin çeşitli unsurları tarafından
hazırlanan ve daha sonra “Şark Islahat Planı” olarak
uygulamaya konan raporlar, hem meseleyi hem de
öngörülen çözüm biçimini açıkça ortaya koyuyordu.108
Şark Islahat Planı’na zemin teşkil eden Abdulhalik
Renda raporu109 meseleyi en billur şekliyle tarif
ediyordu. Bu rapora göre, Fırat’ın doğusundaki
bölgede yaşayan Kürt nüfusu bir milyondan fazlaydı ve
bölgedeki Türk nüfusu Kürt nüfusun dörtte birinden
daha azdı. Renda raporunun çözüm önerisi de açık ve
netti: “Türkiye arazisinde iki milletin aynı kudret ve
selahiyetle hâkim bulunması imkânı” olmadığından,
“Türk nüfus ve nüfuzunu hâkim kılmak” farzdı.110
108 Şark Islahat Planı için bkz. Mehmet Bayrak Kürdoloji
Belgeleri (Ankara: Özge Yayınları, 1994), s. 233-270.
109 Abdulhalik Renda, CHP Milletvekilliği, Maliye ve Milli
Savunma Bakanlığı gibi görevlerde bulunduktan sonra
1935 ve 1946 yılları arasında Meclis Başkanı oldu. Rapor
için bkz. Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, s. 255.
110 Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, s.255.
Fırat’ın doğusunda “Türk nüfus ve nüfuzunu hâkim
kılma”nın yolu da, asimilasyonun bilinen bütün
araçlarını –en başta da zorunlu iskânı– istihdam
etmekten geçmekteydi. Nitekim, hem Renda raporu
hem de genel olarak Şark Islahat Planı, Fırat’ın
doğusundaki Kürtlerin Fırat’ın batısına nakledilip,
boşaltılan yerlere Türkçe konuşan Müslümanları
yerleştirmeyi meselenin hallinde en etkili araç olarak
önermekteydi. Şark Islahat Planı, on sene zarfında
500 bin (Türk) nüfusun bölgeye yerleştirilmesini ve
bunun için bütçeye her sene 5 milyon lira tahsisat
konmasını öneriyordu.111
Plan bu olmakla beraber, Cumhuriyet, Kürtlerin
zorunlu iskânında arzuladığı hedeflere ulaşacak
donanıma sahip değildi. Bu sebeple Cumhuriyet’in ilk
yıllarında zorunlu iskân hedefinin fiili sonuçları epey
sınırlı kaldı. Kürtlerin yeniden iskân edilmesine yönelik
Cumhuriyet’in ilk teşebbüsü 1926 yılında gerçekleşti.
Bu yıl çıkarılan 885 sayılı yasa, bir yandan ülkeye kabul
edilecek muhacirlerin Türk kültüründen olması şartını
getirirken, diğer yanda da göçer aşiretlerin
yerleşikleştirilmesi için İçişleri Bakanlığı’nı yetkili
kılıyordu.112 Yasanın göçer aşiretlerden kastettiği
büyük ölçüde Kürtlerdi. İkinci önemli teşebbüs, hemen
bir yıl sonra, 1927 yılında oldu. Bu yıl çıkarılan “Bazı
Eşhasın Şark Menatıkından Garb Vilayetlerine Nakline
Dair Kanun,” bugünkü Ağrı civarındaki 1.400 Kürt’ün
yerinden edilmesine yol açtı.113 Yerinden edilenler Kürt
kalabalıklarını yönlendirme ihtimali olan aşiret ileri
gelenleri ve şeyhlerdi.114 Cumhuriyet’in bu ilk
teşebbüsleri ihmal edilebilir sayıda Kürt’ün yerinden
edilmesiyle sonuçlandı. Cumhuriyet’in başından 1932
yılına kadar yerinden edilenlerin sayısının 2.774 olduğu
belirtilmektedir.115
111 A.g.k., s. 259.
112 “Bazı Eşhasın Şark Menatıkından Garb Vilayetlerine
Nakline Dair Kanun (1097 Sayılı)”, Resmi Gazete, Sayı:
624, 19.06.1927.
113 Babuş, Osmanlı’dan Günümüze..., s. 148-149.
114 A.g.k., s. 163.
115 Soner Çağaptay, Türk Kimdir, s. 86.
47
Cumhuriyet, mekânı ve nüfusu ulusallaştırma
hedefinin Kürtlerle ve Kürtlerin meskun
olduğu yerlerle ilgili kısmını da esas olarak
iskân vasıtasıyla hayata geçirmeye girişti. Ne
var ki, burada arzulanan sonucun alınması
pek de mümkün olmadı.
Cumhuriyet’in iyi düşünülmüş ve örgütlenmiş ilk büyük
iskân girişimi, 1934 yılında yaşandı. Bu yıl çıkarılan 2510
sayılı İskân Kanunu, Kürt meselesini zorunlu iskânla
halletmeye ahdetmiş bir manifesto niteliğindedir.
Cumhuriyet’in iyi düşünülmüş ve örgütlenmiş ilk
büyük iskân girişimi, 1934 yılında yaşandı. Bu yıl
çıkarılan 2510 sayılı İskân Kanunu, Kürt meselesini
zorunlu iskânla halletmeye ahdetmiş bir manifesto
niteliğindedir.116 Gerekçesi, kanunun amacını şüpheye
yer bırakmayacak denli açık biçimde ortaya
koyuyordu. Kanunu hazırlayanlara göre, “Türk
bayrağına gönül bağlamamış iken Türk yurttaşlığını,
kanunun ona verdiği her türlü hakları kullanmakta
olanları Türkiye Cumhuriyeti uygun göremezdi. Bunun
içindir ki bu gibileri Türk kültüründe eritmek ve onları
Türk oldukları için daha sağlam yurda bağlamak
yollarını bu kanun” göstermişti. Nitekim kanunun ilk
maddesi, niyet edilenin Kürtleri zorunlu iskân
vasıtasıyla Türkleştirmek olduğunu açıkça telaffuz
ediyordu. 2510 sayılı İskân Kanunu’nun ilk maddesi
şöyleydi: “Türkiye’de Türk kültürüne bağlılık
dolayısıyla nüfus oturuş ve yayılışının bu kanuna
uygun olarak icra vekillerince yapılacak bir programa
göre düzeltilmesi görevi Dâhiliye Vekilliği’ne
verilmiştir.”117
1934 İskân Kanunu Türkiye’de üç iskân mıntıkası
tanımlamıştı: “Türk kültürlü nüfusun tekasüfü
istenilen yerler” 1 numaralı; “Türk kültürüne temsili
istenen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan yerler”
2 numaralı; “yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset,
askerlik ve inzibat sebepleriyle boşaltılması istenilen
ve iskân ve ikamete yasak edilen yerler” de 3 numaralı
iskân mıntıkaları olarak gösteriliyordu.118 Kanunun
48
116 1934 İskân Kanunu üzerine yapılmış önemli bir çalışma
için bkz. İsmail Beşikçi, Bilim Yöntemi Türkiye’deki
Uygulama Kürtlerin Mecburi İskânı (İstanbul: Komal
Yayınevi, 1977).
117 İskân Kanunu, no. 2510, 14 Haziran 1934, Resmi Gazete,
No.2733, 21.06.1934.
118 A.g.k.
devam eden maddeleri, 1 numaralı mıntıkaların
Kürtlerce meskun Doğu ve Güneydoğu illeri, 2
numaralı mıntıkalarınsa Kürtlerin yerleştirilmesi
uygun görülen Türklerle meskun Anadolu illeri
olduğunu göstermektedir.
İskân Kanunu’nun cüretkârlığı ortadadır. Kanun, Kürt
meselesine ya da Kürtlerin Türk ulusal kültür dairesi
dışında olma hallerine kapsamlı bir iskân siyasetiyle
bir hamlede son vermek niyetindedir. Ne var ki
uygulama Cumhuriyet’in bunu gerçekleştirecek
donanımdan mahrum olduğunu gösterecektir. 1934
İskân Kanunu’nun ardından Tunceli, Erzincan, Bitlis,
Siirt, Van, Bingöl, Diyarbakır, Ağrı, Muş, Erzurum,
Elazığ, Kars, Malatya, Mardin ve Çoruh illerinden
5.074 hanede yaşayan 25.831 kişinin Batı Anadolu’da
zorunlu iskâna tabi tutulduğu anlaşılmaktadır.
Türkiye’de nüfus oturuş ve yayılışını “Türk kültürüne
bağlılık” esaslarına göre hakkınca düzenleyebilmek
için bundan çok daha fazlasının yapılması gerektiğini
tahmin etmek zor olmasa gerektir. Nitekim, Şark
Islahat Planı, Fırat’ın doğusundan batıya sevk
edilmesi lazım gelen Kürt sayısını 500.000 olarak
gösteriyordu. İskân Kanunu’yla yerinden edilen Kürt
sayısı bunun çok altında kaldığı gibi, çok partili rejime
geçilmesinin ardından 1947 yılında çıkarılan 5098 sayılı
kanun, İskân Kanunu mucibince nakledilenlerin
nakledildikleri yerde oturma zorunluluğunu kaldırdı.
Bunun üzerine 4.128 hanede yaşayan 22.516 kişi, göç
ettirildikleri yerlerine geri döndü.119
Kürt vatandaşları yerinden etme ve iskân vasıtasıyla
Türk ulusal dairesine sokmaya dönük son büyük
girişim, 1937-1938 yıllarında Dersim ve havalisinde
yaşandı. Yakın zamanda ortaya çıkarılan belgeler,
Dersim’de yaşanan mübalağa katliamı120 hacimli bir
119 İlhan Tekeli, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze
Nüfusun Zorunlu Yer Değiştirmesi ve İskân Sorunu”,
Toplum ve Bilim, No. 50 (1990), s. 64.
120 Genelkurmay Başkanlığı Harp Dairesi’nce yayımlanan
Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar adlı meşhur kitap,
Dersim İsyanı esnasında 17 günde yapılan tarama
harekâtında ölü ve diri 7954 kişinin ele geçirildiğini ve
1019 silahın toplandığını rapor etmektedir. Bkz. Reşat
Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (Ankara:
Genelkurmay Başkanlığı Harp Dairesi, 1972).
1938, Kürtleri yerinden etme vasıtasıyla
Türkleştirme girişiminin son uğrağı oldu.
1938, Kürtleri yerinden etme vasıtasıyla Türkleştirme
girişiminin son uğrağı oldu.123 Cumhuriyet’in Kürt
meselesinde takip ettiği haşin siyaset çok partili
rejime geçilmesini takiben yerini daha mutedil bir
siyasete bıraktı. Çok partili rejime eşlik eden tarımda
makinalaşma ve hızlı kentleşme süreçleri, Kürtlerin
zorla iskân edilmeden Batı’ya naklinin önünü açan
sosyolojik süreçler oldu. Bu sosyolojik süreçlere bağlı
olarak, Cumhuriyet’in ilk döneminde zorla iskân
edilenlerden çok daha fazla sayıda Kürt, Fırat’ın
batısındaki illere yerleşmeye başladı.
121 Hüseyin Aygün, Dersim 1938 ve Zorunlu İskân (İstanbul:
Dipnot Yayınları, 2009), s. 146.
122 A.g.k.
123 Bu temel uğraklar, Türkiye’de mekânın ve nüfusun ulusal
kılınması girişiminde iki farklı tekniğin kullanılmış
olduğunu gösteriyor. Türkleştirme genel misyonu,
gayrimüslimlerin ulusallaştırılmak istenen mekânın
(vatanın) dışına ihracı, Türkçe konuşmayan
Müslümanlarınsa bu mekân içinde yer değiştirmeleriyle
gerçekleştirilmek istenmiştir. Mekân ve nüfus,
gayrimüslimlerin tehcir ve mübadele yoluyla yurt dışına
çıkarılması, Türkçe konuşmayan Müslümanlarınsa Türkçe
konuşmalarını mümkün kılacak şekilde yeniden iskân
edilmeleriyle ulusal kılınmaya, Türkleştirilmeye
çalışılmıştır.
B.Kürt ‘Zorunlu’ Göçünde
“Doksanlar Tecrübesi”
1938’i takip eden elli yıl, yerinden etmenin Kürt
meselesinin hallinde başat vasıta olmaktan çıktığını
gösteriyor. Ne var ki, Kürt meselesinin 1990’larla
beraber düşük yoğunluklu bir savaş üretecek kıvama
gelmesiyle beraber yerinden etme siyaseti yeniden
istihdam edildi. Ancak, bu dönem gerçekleşen
yerinden etme faaliyetinin öncelikli hedefinin
Türkleştirme olduğunu söylemek zor. Yerinden etme,
Kürtçe konuşan köylüleri büyük şehirlere yerleşmeye
zorlamış olmak gibi sonuçları üzerinden dolaylı olarak
Türkleşmeye katkıda bulunmuş olabilir. Fakat
“doksanlar tecrübesi”nin esas amacı, PKK
militanlarının dağlık arazide barınmasının önüne
geçmek ve Kürtler ile örgüt arasındaki bağları
koparmaktı. Esas amacı her ne olursa olsun,
1990’larda hayata geçirilen yerinden etme faaliyeti
hacmi bakımından öncekilerle kıyaslanamazdı. On yıl
kadar bir süre içinde 3 bin kadar köy ya da mezra kimi
zaman yakılarak ve meskunlarına herhangi bir mühlet
verilmeden boşaltıldı. Birkaç milyon yurttaşın yaşadığı
bir havaliden, bir milyondan fazla yurttaş yerinden
edildi.
1990’lı yıllarda, Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgede
ağırlıkla devlet eliyle gerçekleşen zorla göç, hukukun en
formel biçimiyle dahi bütünüyle askıya alındığı, yerinden
yurdundan edilen Kürtlerin en temel vatandaşlık
haklarının sistematik olarak ihlal edildiği bir süreç oldu.
1990’lı yıllarda, Kürtlerin yoğunlukta olduğu bölgede
ağırlıkla devlet eliyle gerçekleşen zorla göç, hukukun
en formel biçimiyle dahi bütünüyle askıya alındığı,
yerinden yurdundan edilen Kürtlerin en temel
vatandaşlık haklarının sistematik olarak ihlal edildiği
bir süreç oldu. Üstelik, bir milyondan fazla insanı
on-on beş yıl içerisinde yerinden etme harekâtı,
herhangi bir yasal dayanak olmaksızın gerçekleştirildi.
O dönemde yürürlükte olan Olağanüstü Hal Kanunu,
bölge valilik makamına güvenliğin sağlanması adına
49
yerinden etmenin takip ettiğini gösteriyor. Devrin
iskân müdürü Reşad Tanyeri’den kalan belgeler,
Dersim Katliamı’nın ardından 5.000-7.000 kişinin
meskun oldukları havaliden zorla kopartılıp
Anadolu’nun muhtelif illerinde zorunlu iskâna tabi
tutulduğuna işaret ediyor.121 Dersim havalisinden
koparılanların Türk ulusal dairesine temsilini
hızlandırmak için yerinden edilenlerin beşer kişi bir
köye yerleştirilmek suretiyle iskân edildikleri
anlaşılmaktadır.122
“belli yerleşim yerlerini boşaltmak veya başka yerlere
nakletmek”124 yetkisini tanımış olmasına rağmen,
mezra, köy ve yer yer ilçe merkezlerinin boşaltılması
bir yasaya, mahkeme kararına ve idari tasarrufa
dayandırılmadan yürütüldü. Böylece, toplumun
görmediği, duymadığı bu büyük afet, hukukun da
‘gözünden kaçtı’. Bu toplumsal körlük hali sayesinde
devlet, OHAL bölgesinde kırsalı boşaltmaya yönelik
bir askeri politikanın varlığını, bu politika uyarınca
güvenlik görevlilerinin binlerce mezra ve köyü
boşalttığını, ve bölgede yaşayan halkın iradeleri
dışında yerlerinden edildiğini onyıllar boyunca inkâr
edebildi.
50
Yasal bir zemine dayandırılmaksızın gerçekleştirilen
1990’ların zorunlu Kürt göçünün bu anlamda 1930’ların
zorla iskânından temel bir farkı bulunmaktadır.
1930’ların yerinden etme politikası, kimin nereye
yerleştirileceği gibi detaylara varana kadar kanunla
düzenlenmiş ve yasal bir çerçevede
gerçekleştirilmişken, 1990’lardaki büyük göç hukukun
dışında cereyan etmiştir. Cumhuriyet’in kuruluşundan
bu yana edinilen devlet tecrübesi göz önüne
alındığında, bu durumun bir tesadüf olduğu
düşünülemez. Bilakis, 1990’lardaki göçün kasti bir
yasal belirsizlik içinde tasarlandığını düşünmek
mümkün. Zira, 1930’lardaki iskân politikalarının
yasayla düzenlenmiş olması, zorla göçü görünür kıldığı
gibi, resmi kayıtlara da geçirmişti. Hangi etnik grup
mensuplarının ülkenin neresine gideceği, kimlerin
hangi köylere yerleştirileceği önceden yasayla
düzenlenmiş, uygulama da bu yasal çerçeve içerisinde
oldukça düzenli olarak gerçekleştirilmişti. O dönemde
göçe zorlanan Kürtlerin yerinden edilmeleri gibi, geri
dönüşleri de bir yasal düzenlemeyle mümkün olmuştu.
İskân Kanunu’nu yürürlükten kaldıran 1947 tarihli ve
5098 sayılı yasa, Batı bölgelerine yerleştirilen
Kürtlerin bu bölgelerdeki zorunlu iskânına son vermiş,
onlara bir nevi ‘geri dönüş hakkı’ tanımıştı. Bu durum,
1930’larda yerlerinden edilen kişilerin büyük
124 Olağanüstü Hal Kanunu, No. 2935, 25.10.1983, Resmi
Gazete No. 18204, 27.10.1983, Madde 11 (Madde 9’a
referansla).
çoğunluğunun gönüllü olarak evlerine geri
dönmelerini mümkün kılmıştı.125
Bu anlamda, içinde bulunduğumuz mevcut durumun
bir gerilemeyi ima ettiği açıktır. 1990’larda bir
milyondan fazla insanı yerinden eden zorla göçün
hukuk nezdinde ‘yok’ sayılması, geri dönüşün göçe
zorlanan insanlar için daimi bir belirsizlik olmasını
mümkün kılmaktadır. Kuşkusuz, Kürtlerin geriye
dönüşlerinin önünde, bölgede çatışmaların devam
ediyor olması, bu nedenle can ve mal güvenliği kaygısı,
yine bu nedenle tarım ve hayvancılık gibi geçim
kaynaklarının büyük ölçüde azalması, kırsal hayatın
özellikle gençler ve kadınlar açısından çekici olmaması
gibi birçok başka engel de bulunmaktadır. Dolayısıyla,
devletin 1947’dekine benzer bir yasal düzenlemeyle
geri dönüşün önünü açmasının o dönemdeki gibi
kitlesel bir geriye göçe yol açacağını iddia etmiyoruz.
Tersine, öyle anlaşılıyor ki, bugün sayıları milyonları
bulan yerinden edilmiş Kürtlerin büyük çoğunluğu
açısından geri dönüş mümkün olmadığı gibi, arzu edilir
de değil. Burada söylemek istediğimiz, yerlerinden
edilenlere geri dönüş hakkı tanıyan bir yasal
düzenlemenin yokluğunda, Kürtlerin topraklarına geri
dönmelerinin kamu otoritesinin iznine –ve dolayısıyla
keyfiyetine– tabi olduğudur.
Nitekim, 1994’ten itibaren OHAL kapsamındaki 14 ilde
uygulanmakta olan köye dönüşe ilişkin hükümet
programlarının126 herhangi bir yasal dayanağı
bulunmamaktadır. Bunların en sonuncusu olan 1999
tarihli Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi (KDRP),
125 Tekeli, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze...”, s.
64. Daha önce belirtildiği üzere, Tekeli, göçe zorlanan
25.831 kişiden 22.516’sının topraklarına geri döndüğünü
belirtiyor.
126 Geri dönüşlerle ilgili ilk projeler, güvenliği sağlanmış olan
köylerin altyapı çalışmalarının yapılması amacıyla 1994
yılında başlatılmış, 1994-1999 yılları arasında Köy
Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından yürütülmüştür.
1999 tarihinden itibaren Köye Dönüş ve Rehabilitasyon
Projesi (KDRP) adını alan bu çalışmaların planlama ve
uygulama çalışmaları, İçişleri Bakanlığı’nın sorumluluk
ve koordinasyonu altında yürütülmektedir. İçişleri
Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü websitesi,
http://www.illeridaresi.gov.tr/default_B0.
aspx?content=1025.
Kuşkusuz, bu derece büyük bir insan kitlesine karşı bu
denli ağır hak ihlallerinin gerçekleşmesi, yargının göz
yumması olmaksızın mümkün olamazdı. OHAL
döneminde ve bölgesinde yargı, son derece sistemli bir
biçimde yürütülen köy boşaltma ve yakma, faili
meçhul cinayet, yargısız infaz, işkence ve kötü
127 Başlatıldığı günden itibaren İçişleri Bakanlığı ile
Başbakanlık’ın genelgeleriyle düzenlenen KDRP’nin ilke
ve esasları konusunda kamuoyuyla paylaşılan ilk bilgi,
Bakanlar Kurulu tarafından 2005’te kabul edilen bir
prensip kararının KDRP’ye ilişkin bölümleri olmuştur.
Bakanlar Kurulu, “Yerinden Olmuş Kişiler Sorunu ile Köye
Dönüş ve Rehabilitasyon Projesine Yönelik Tedbirler”,
prensip karar, 17 Ağustos 2005. İçişleri Bakanlığı’nın
KDRP’ye ilişkin 2000, 2005 ve 2009 tarihli genelgeleri ile
Başbakanlığın 1998 tarihli genelgesine ilişkin kısa bilgiler
de son yıllarda İçişleri Bakanlığı’nın websitesinde yer
almaktadır. İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel
Müdürlüğü websitesi, http://www.illeridaresi.gov.tr/
default_B0.aspx?content=1025.
128 Nitekim, İçişleri Bakanlığı’nın websitesinde projenin
amacı, geri dönmek isteyenlerin “kendi köyleri civarında
veya arazisi müsait başka yerlerde iskân edilmeleri”
olarak belirtiliyor. Yani, göç mağdurlarının kendi
köylerine geri dönüşleri için bir güvence verilmiyor.
İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü
websitesi, http://www.illeridaresi.gov.tr/default_B0.
aspx?content=1025.
129 KDRP’nin içerik ve uygulaması bu raporun kapsamı
dışındadır. Öte yandan, Van sahasının verilerinin
değerlendirildiği “Vatandaşlık ve Adalet Bağlamında
Van’da Yerinden Edilme” başlıklı üçüncü kısımda,
köylerine geri dönmek isteyen mağdurların yakın zamana
kadar yereldeki mülki amirlerin engellemeleriyle
karşılaştıklarına dair anlatıları yer almaktadır. KDRP’nin
uygulamaları hakkında bkz. Human Rights Watch,
Displaced and Disregarded: Turkey’s Failing Village Return
Program (New York: Human Rights Watch, 2002); Kurban
vd., “Zorunlu Göç” ile Yüzleşmek...
Böylece yasal mercilere başvurma hakları ellerinden alınan
Kürtler, mezra ve köylerinin boşaltıldığı sırada güvenlik
güçleriyle gerçekleşen birincil muhataplıklarının ardından
devlet otoritesiyle bu ikinci karşılaşmalarında da
vatandaşlığın dışına itilmişlerdir.
muamele, gözaltında kayıp gibi ağır insan hakları
ihlallerini görmemek üzere gözlerinin üzerindeki bağı
büsbütün sıkılaştırmıştı. Devlet eliyle yerlerinden
edilen Kürtlerin bir bölümü, o dönemde, OHAL
koşullarında şaşırtıcı bir direnç ve cesaret sergileyerek
mülki amirlere başvurmuş, savcılara suç
duyurularında bulunmuştu. Ancak, birkaç istisnanın
dışında, bu çabaları savcıların soruşturma açmama
kararı almalarıyla, soruşturma açtıkları istisnai
durumlardaysa mahkemelerin takipsizlik kararı
vermeleriyle sonuçlanmıştır. Böylece yasal mercilere
başvurma hakları ellerinden alınan Kürtler, mezra ve
köylerinin boşaltıldığı sırada güvenlik güçleriyle
gerçekleşen birincil muhataplıklarının ardından devlet
otoritesiyle bu ikinci karşılaşmalarında da
vatandaşlığın dışına itilmişlerdir. AİHM’in ilk kez 1996
tarihli Akdıvar kararında vurguladığı, ve daha sonra
onlarca benzer kararında da tekrarlayacağı üzere,
ulusal yargının Kürtlere yapılan hak ihlallerine karşı
tepkisizliği, OHAL döneminde bölgede etkili bir iç
hukuk mekanizmasının varlığından söz etmeyi
mümkün kılmamıştır.130
C.AB Sürecinde Türkiye’nin
Yerinden Edilenlere İlişkin
Politikaları
Türkiye’nin 1999 yılında AB üyeliğine aday ülke statüsü
kazanmasıyla birlikte, devletin onyıllar boyunca
yerinden edilme sorununun dışında tutmayı başardığı
uluslararası kamuoyu, genelde Kürt Sorunu’na özelde
ise zorla göçe müdahil olmak için ihtiyaç duyduğu
mecrayı ve araçları bulmuş oldu. 2000’lere
gelindiğinde, devlet, yerinden etme meselesiyle
51
kendisine tahsis edilmiş bir bütçesi olmayan, kapsamı
ve uygulama kriterleri muğlak,127 yasal dayanağı
bulunmayan ve yerinden edilenlere yasalarla güvence
altına alınmış bir ‘geri dönüş hakkı’ getirmeyen bir
uygulamadır.128 Adından da anlaşılacağı üzere bir
‘proje’ olan KDRP, mülki amirlere kimlerin geri
dönüşlerine hangi koşullarda izin verileceği, kamu
kaynaklarının nereye harcanacağı, dönmelerine izin
verilen kişilere ne kadar ayni yardım yapılacağı
hususlarında son derece geniş bir takdir yetkisi
tanımaktadır.129
130 AİHM, Akdıvar ve Diğerleri Türkiye’ye Karşı, 1996.
nihayet ‘yüzleşmek’, sorunun varlığını kabul etmek ve
göçe zorlanan insanların durumunu iyileştirici
tedbirler almak zorunda kalacaktı.
Bu konjonktür değişikliğinin ilk somut sonucu,
yerinden edilmiş Kürtlerin durumlarını ve sorunlarını
yerinde incelemek üzere resmi bir ziyaret yapmak
amacıyla o güne dek birçok başarısız girişimde
bulunan BM Genel Sekreteri’nin Ülke İçinde Yerinden
Olmuş Kişiler Özel Temsilcisi Francis Deng’in, nihayet
2002’de Türkiye tarafından resmen davet edilmiş
olmasıdır.131 Devlet yetkilileri, sivil toplum kuruluşları
ve yerinden edilmiş kişilerle yerinde görüşmeler yapan
Deng, ziyareti sonrasında kaleme aldığı raporunda132
Türkiye hükümetine yedi başlık altında bir dizi
önerilerde bulunmuştur.133 Bu önerilerin arasında,
yerinden edilmiş nüfusun gerçek sayısının, bu kişilerin
içinde bulunduğu yaşam koşullarının, sorunlarının ve
ihtiyaçlarının, köye geri dönüşün önündeki engellerin
ve hükümetin bu nüfusa dönük politikalarının
ihtiyaçlara ne derecede cevap verdiğinin tespit
edilmesi için bağımsız bir bilimsel araştırma
yapılmasının yanı sıra, yerinden edilmiş kişilerin
zararlarının tazmin edilmesi amacıyla gerekli yasal
düzenlemenin bir an önce yapılması da bulunuyordu.
131 Deng, 1990’lı yıllarda Türkiye’nin BM Daimi Temsilciliği
nezdinde yaptığı girişimlerin ‘Türkiye’de bir yerinden
edilme sorunu olmadığı’ gerekçesiyle sadece Dışişleri
Bakanlığı değil, aynı zamanda BM Kalkınma Programı’nın
Türkiye Temsilciliği tarafından engellenmesinin
hikâyesini TESEV tarafından düzenlenen bir konferansta
ayrıntılarıyla aktarmıştır. Francis Deng, açılış konuşması,
Türkiye’de ve Dünyada Yerinden Edilme: Uluslararası
İlkeler, Deneyimler ve Çözüm Önerileri, uluslararası
konferans, TESEV, İstanbul, 4-5 Aralık 2006.
52
132 BM Ekonomik ve Sosyal Konsey, Özel Gruplar ve Kişiler,
Kitlesel Göçler ve Yerinden Olmuş Kişiler, Birleşmiş Milletler
Genel Sekreteri’nin Ülke İçinde Yerinden Olmuş Kişiler Özel
Temsilcisi Bay Francis Deng’in, İnsan Hakları
Komisyonu’nun 2002/56 sayılı karar üzerine kaleme aldığı
rapor, Ek: Ülke İçinde Yerinden Olmada Profiller: Türkiye, E/
CN.4/2003/86/Ek.2, 27 Kasım 2002 (bundan böyle “Deng
Raporu”).
133 Türkiye hükümetinin Francis Deng’in önerilerini yerine
getirme amacıyla aldığı yasal ve siyasa tedbirlerinin
eleştirel bir analizi için bkz. Kurban vd., Güvensizlik
Mirasının Aşılması...
Francis Deng’in 2002 tarihli bu raporunun,
devletin yerinden edilme meselesiyle –en
azından diplomatik düzeyde– yüzleşmek
zorunda kalmasının miladı olduğunu
söylemek yanlış olmasa gerek.
Francis Deng’in 2002 tarihli bu raporunun, devletin
yerinden edilme meselesiyle –en azından diplomatik
düzeyde– yüzleşmek zorunda kalmasının miladı
olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Gerek AB,
gerek AİHM, gerekse uluslararası ve ulusal sivil
toplum kuruluşları, Türkiye’nin zorla göçe ilişkin
‘performansı’nı Deng raporunu esas alarak ölçmeye,
hükümete buna göre tavsiye ve telkinlerde bulunmaya
başladı. AB’nin, Deng’in sözünü ettiği tazminat
yasasının çıkartılmasını, müzakerelerin başlaması için
Türkiye’nin yerine getirmesini beklediği siyasi
kriterlerin arasına dâhil etmesi üzerine, hükümet 2003
tarihli Ulusal Program’da yasanın 2004 yılında
yürürlüğe gireceğini taahhüt etti.134
Nihayet, AİHM’in, güvenlik görevlilerince 1994 yılında
boşaltılan Tunceli’nin Hozat ilçesine bağlı Boydaş
köyüne ilişkin Haziran 2004 tarihli Doğan ve Diğerleri
kararında, Francis Deng’in raporuna atıfta bulunarak,
1996 yılından bu yana köy boşaltmalarına ilişkin
davalarda geliştirmekte olduğu içtihatında ilk kez
Türkiye’nin yerinden edilme meselesinin adını
koyması, böyle bir meselenin varlığını saptaması,
devleti zor durumda bıraktı.135AİHM’ce
değerlendirilmeyi bekleyen köy boşaltmalarına ilişkin
1.500 benzer başvurunun ima ettiği uluslararası itibar
kaybı ve devletin maliyesine getireceği yük, tazminat
yasasının kabulünün artık kaçınılmaz olduğunu ortaya
134 Bakanlar Kurulu, “Avrupa Birliği Müktesebatının
Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programının
Uygulanması, Koordinasyonu ve İzlenmesine Dair
Karar”, No. 2003/5930, 23 Haziran 2003, Resmi Gazete
No. 25178 Mükerrer, 24 Temmuz 2003 (bundan sonra
“2003 Ulusal Programı”).
135 AİHM, Doğan ve Diğerleri Türkiye’ye Karşı, No. 88038811/02, 8813/02, 8815-8819/02, 29 Haziran 2004.
Böylece uluslararası kamuoyu, Kürt avukatların ulusal
ve uluslararası dava açma ve savunuculuk faaliyetleri
sonucunda gündemine aldığı meseleye ilişkin takibinin
semeresini, Türkiye üzerinde etkili bir baskı
oluşturmasına vesile olan AB üyeliği sürecinde
toplamaya başlamış, sorunun varlığını onyıllar
boyunca reddeden zihniyeti en azından bir sorunun
olduğunu teslim etme noktasına getirebilmiştir.136
Bugün artık devlet, Türkiye’de bir ‘ülke içinde yerinden
olma’137 sorunu olduğunu, 350-370 bin civarında
136 Yerinden edilmenin Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde BM,
AB ve Türkiye tarafından ‘idare’ edilerek depolitize
edilmesine eleştirel bir bakış için bkz. Bilgin Ayata ve
Deniz Yükseker, “İnkâr Siyasetinden ‘İdare’ Politikasına:
Kürtlerin Zorunlu Göçü”, Birikim dergisi, Ocak 2007; ve
Bilgin Ayata, “İnkârdan Diyaloğa: Türkiye’de Yerinden
Edilmeye Yönelik Yeni Ulusal ve Uluslararası Politikalar
Üzerine bir Analiz”, Türkiye’de ve Dünyada Yerinden
Edilme: Uluslararası İlkeler, Deneyimler ve Çözüm Önerileri,
uluslararası konferans, TESEV, İstanbul, 4-5 Aralık 2006.
137 İngilizcesi “internal displacement” ve “internally
displaced persons” olan “ülke içinde yerinden edilme” ve
“ülke içinde yerinden edilmiş kişiler” kavramlarının
Türkçe çevirisi, son yıllarda hükümet ve BM Kalkınma
Programı ile sivil toplum kuruluşları ve akademisyenler
arasında ihtilaf konusu olmuştur. BM’nin konuyla ilgili Yol
Gösterici İlkeleri’nde belirtildiği üzere, uluslararası hukuk
devletlere, silahlı çatışmaların olduğu bölgelerde
güvenliği sağlamak üzere ve geçici olmak kaydıyla sivil
halkın yerini değiştirme yetkisi veriyor. Ancak, bu yetkinin
kullanımı, halkı önceden bilgilendirmek ve rızasını almak,
yerleri değiştirilen insanlara yeni yaşam alanları ve
barınma imkânları sağlamak gibi bazı koşullara tabi. Yol
Gösterici İlkeler, gerçekleşen göçü, bu kriterlerin
karşılanması durumunda “çatışmadan kaynaklanan
yerinden olma” olarak adlandırırken, devletlerin bu
koşullara uymadığı, keyfi davrandığı ve göçü bir
cezalandırıcı mekanizma olarak kullandığı durumlarda ise
‘yerinden edilme’ olarak nitelendirmekte. BM, Ülke İçinde
Yerinden Olma Konusunda Yol Gösterici İlkeler: Açıklayıcı
Notlar (Washington, D.C: Brookings Enstitüsü, 2005).
Türkiye’deki yerinden edilmenin büyük ölçüde keyfi ve
yasadışı gerçekleştiği, devletin Kürtleri ani ve hazırlıksız
göçe tabi tutmasının yanı sıra onlara alternatif konut
sağlamadığı göz önüne alındığında, yaşanan olayın
‘yerinden edilme’ olarak adlandırılması gerektiği açıktır.
Ancak, gerek hükümet gerekse UNDP, sivil toplumun ve
akademisyenlerin uyarılarına rağmen, sorunu ‘yerinden
olma’ olarak adlandırmakta ısrar ediyor.
insanın mezra ve köylerinden ayrıldığını teslim etme
noktasına gelmiş bulunuyor. Ancak, bu yeni söylem ve
tutum kendi içerisinde son derece sınırlı ve çelişkili
olduğu gibi, devlet politikasında temel bir değişime de
işaret etmemektedir. Nitekim, İçişleri Bakanlığı
yetkililerinin yerinden edilmiş nüfus için yerinden
‘olmuş’ ifadesini kullanması tesadüfi değildir. Sanki
nedeni belirsiz ve açıklanamaz, devletin iradesinin
dışında teşkil etmiş bir ‘durum’, yüzyıllar boyunca o
topraklarda yaşayan insanların birdenbire yerlerinden
olmasına yol açmıştır. ‘Edilme’ yerine ‘olma’
kelimesinin kullanımı, bir etimolojik tercihin çok
ötesinde, bilinçli bir ideolojik tutuma işaret
etmektedir. Bu tercih, devletin yaşanan bu büyük ve
trajik göçteki sorumluluğunu sıfıra indirgemektedir.
İçişleri Bakanlığı’nın son on yıldır çeşitli vesilerle
yerinden edilmenin niteliksel boyutuna dair telaffuz
ettiği 350 bin ila 380 bin rakamları da bu tutum ve
söylem değişikliğinin sınırlarına işaret etmektedir.138
Yerinden edilmiş insanların sayısını, Kürt siyasi
hareketinin ve ulusal/uluslararası insan hakları
örgütlerinin onyıllar boyunca iddia ettiği üzere
milyon(lar)la telaffuz etmenin, devlet açısından
aşılması güç bir psikolojik eşiğe işaret ettiği
anlaşılıyor. Üstelik, devletin BM’nin baskısıyla kerhen
yaptırmak zorunda kaldığı ve finanse ettiği bağımsız
bir akademik çalışma, gerçek sayının 950.000 ila
1.250.000 arasında olduğunu ortaya koymuş olmasına
rağmen,139 İçişleri Bakanlığı bu nüfusun
138 İçişleri Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı’ndan
Bekir Sıtkı Dağ, 2006 yılında düzenlenen bir konferansta
yerinden edilen kişilerin sayısını 358.335 olarak
belirtmişken, İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nden bir
başka yetkili, 2009 tarihli bir başka konferansta 386.360
sayısını telaffuz etmiştir. Sırasıyla: Bekir Sıtkı Dağ,
“Mevcut Gelişmeler. Türkiye ve Yerinden Olmuş Kişiler,”
Yerinden Olmuş Kişiler konferansı, UNDP, Ankara, 23 Şubat
2006; Yılmaz Doruk, “Türkiye’de Yerinden Edilmişlik
Olgusu”, Türkiye’de Zorunlu Göç: Hükümet Politikaları,
uluslararası konferans tebliğleri,(İstanbul: TESEV, 2010),
s. 46.
139 Türkiye’de yerinden edilmenin sayısal boyutu, devlet ile
sivil toplum arasında uzun zaman tartışma ve anlaşmazlık
konusu olmuştur. Resmi kurumlar yerinden edilenlerin
sayısının 355.000-370.000 civarında olduğunu ileri
sürerken, ulusal ve uluslararası sivil toplum kuruluşları ile
53
koymuştu. Doğan ve Diğerleri davasında mahkûmiyet
kararının verildiği sırada Meclis’te bekletilmekte olan
yasa, Temmuz 2004’te kabul edilerek yürürlüğe girdi.
Son yıllarda devletin söyleminde meydana gelen
yumuşamanın köklü bir değişikliğe işaret etmiyor
olmasının bir diğer –ve en belirgin– nedeni de, yetkililerin
köylerin güvenlik görevlileri eliyle boşaltıldığını inkâr
etmeye devam etmeleridir.
büyüklüğünü 300 binlerle ifade etmeye devam
etmektedir.140
Son yıllarda devletin söyleminde meydana gelen
yumuşamanın köklü bir değişikliğe işaret etmiyor
olmasının bir diğer –ve en belirgin– nedeni de,
yetkililerin köylerin güvenlik görevlileri eliyle
boşaltıldığını inkâr etmeye devam etmeleridir. Son
yıllarda bölgenin çeşitli illerinde yapılan saha
çalışmaları sırasında görüşülen çok sayıda mülki amir,
boşaltma kelimesini telaffuz eden araştırmacıların
kullandığı dili düzeltmekten, köylerin aslında
‘boşalmış’ olduğunu vurgulamaktan geri
durmamışlardır.141 Nasıl ki bir milyondan fazla insan
akademisyenler 1 ila 4 milyon arasında değişen rakamlar
telaffuz etmişlerdir. Nihayet, Hacettepe Üniversitesi
Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen ve
devlet tarafından sipariş ve finanse edildiği için yarı-resmi
nitelik taşıyan bir anket çalışması, Türkiye’de 1990’larda
çatışmalı süreçte yerinden edilenlerin sayısına dair
bugüne dek yapılmış olan tek bilimsel tahmini ortaya
koydu. BM Genel Sekreteri’nin Ülke İçinde Yerinden
Olmuş Kişiler Özel Temsilcisi’nin talebi üzerine yapılan ve
istatistiki temsil niteliği taşıyan bu araştırmaya göre,
1985-2005 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da
Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi (KDRP)
kapsamındaki 14 ilden (bunlar aynı zamanda 1987-2002
yılları arasında tamamen veya kısmen Olağanüstü Hal ile
yönetilen illerdir), 950.000 ila 1.200.000 arasında kişi
“güvenlik nedeniyle” göç etmiştir. Hacettepe araştırması,
s. 61. Öte yandan, üniversite, niteliksel ve niceliksel olarak
iki aşamadan oluşan araştırmanın sadece anket verilerini
yayımlamış, anket soru kağıtları ile derinlemesine
mülakatların sonuçlarını açıklamaktan, bu yöndeki
toplumsal taleplere rağmen, kaçınmıştır. Hacettepe
çalışmasının bir eleştirisi için bkz. Dilek Kurban, “Raporun
Söylemedikleri”, Radikal 2, 31 Aralık 2006; Dilek Kurban,
“Bir Vatandaşlık Hakkı Talebi”, Radikal 2, 7 Ocak 2007.
54
140 Örneğin bkz. Doruk, “Türkiye’de Yerinden Edilmişlik…”
141 Raporun yazarlarından Dilek Kurban’ın TESEV bünyesinde
daha önceki yıllarda Batman, Hakkari, Diyarbakır’da
gerçekleştirilmiş saha çalışmalarına dayalı gözlemi.
yerlerinden olmuşsa, köyler de kendiliğinden
boşalmıştır. Resmi anlatıya göre, geçimlerini
sağlayamaz hale gelen insanlar ekonomik saiklerle ve
kendi iradeleriyle göç etmişlerdir. Öte yandan, bir
zorla göç söz konusu olduysa da, bunun mümessili
köylülere örgüte katılmaları yönünde baskı yapan
PKK’dır. Bir kez daha, devletin resmi anlatısı, bu
anlatının temel taşları olan terimlerle
çelişebilmektedir. Bir yandan köylerin boşaltılmadığını
vurgulayan yetkililer, diğer yandan göç sırasında bir
zorlama gerçekleştiyse de bunu PKK’nın yaptığını
belirtmektedirler. Yani, bölgede köyler boşaltılmamış,
sadece PKK söz konusu olduğunda boşaltılmıştır.
Devletin, Kürtlere yönelik tutum ve zihniyetini
dönüştürmeden, Kürt Sorunu’na yönelik ideolojik
tutumundan taviz vermeden, bir milyondan fazla
insanın yaklaşık on yıl içerisinde zorla veya zorunda
kalarak yerlerinden edilmelerinin sorumluluğunu
üstlenmeden, velhasıl çözüme yönelik yeni bir siyaset
üretmeden Meclis’ten alelacele geçirdiği Tazminat
Yasası, gerekçesi, içeriği ve uygulamasıyla, bugün
devletin Kürt Sorunu’nda nerede durduğunu anlamak
açısından son derece ufuk açıcı bir tablo sunmaktadır.
İkinci Bölüm
Devlet Göçe Zorlanan Kürtleri ‘Görüyor’:
Bir ‘Adalet’ Arayışı olarak Tazminat Yasası
A.Tazminat Yasası’nın Kabulü:
Devletin ‘Formel’ Adalet Arayışı
1990’larda köylerin ve mezraların güvenlik
görevlilerince boşaltılarak bir milyondan fazla
Kürt vatandaşın zorla yerinden edilmesi, bu süreçte
faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, köy, orman
ve evlerin yakılması, işkence ve kötü muamele,
mülklerin tahrip edilmesi gibi ağır insan hakları
ihlallerinin gerçekleşmesi, resmi anlatıda onyıllar
boyunca inkâr edilmiştir. Devlet, meydana gelen
maddi ve manevi zararları tazmin etmek bir yana, Kürt
vatandaşlarının en temel anayasal haklarının
ihlalindeki sorumluluğunu inkâr etmiş, bu ihlalleri
gerçekleştiren güvenlik görevlilerinin yargılanmasını
engellemiştir. Böylece, geçiş sürecinde adaletin en
temel unsurları olan tazmin, hakikatin açığa
çıkarılması ve cezalandırma, devlet eliyle
engellenmiştir.
Bu arka plan, devleti, yerinden edilmiş vatandaşların
maddi zararlarının karşılanması için bir tazminat
yasası çıkarmaya sevk eden saiklerin ne olduğu
sorusunu önemli kılmaktadır. Yıllarca, ulusal ve
uluslararası alanda, ‘zorunlu’ göç sorununun varlığına
ve bu meseleye ilişkin kendi sorumluluğuna ilişkin
aktif bir inkâr politikası güden devleti 2004 yılında bir
yasa çıkarmaya sevk eden siyasi, yasal veya sosyal
unsur(lar) ne olmuştur? Bu sorunun yanıtı, sadece
yerinden edilmeye veya Kürt Sorunu’na değil, ülkenin
diğer siyasi meselelerine ilişkin olarak da devlet
aklının ve mekanizmasının nasıl işlediğinin anlaşılması
açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, yasanın
hangi saiklerle ve nasıl bir ortamda kabul edildiğinin
irdelenmesi, daha sonra ele alacağımız uygulamadaki
sorunların nedenlerinin anlaşılmasını
kolaylaştıracaktır. Son olarak, Tazminat Yasası’nın
hangi koşullar altında kabul edildiğinin hikâyesi,
Türkiye’nin yasama ve siyaset yapma kültürünün daha
iyi anlaşılması açısından öğretici olacaktır.
A.1. Tazminat Yasası Neden Çıkarıldı?
Tazminat Yasası’nın kabulünün ardında hangi saiklerin
yattığı sorusunu, çeşitli kaynaklara başvurarak
cevaplamaya çalıştık. Öncelikle, yasaların dayandığı
saiklerin anlaşılmasında birincil kaynak olan yasa
metnini, özellikle de gerekçesini inceledik. Daha sonra,
yasaların lafızlarının yeterince aydınlatıcı olmamaları
durumunda başvurulan ikinci kaynak olan yasama
organına başvurarak, Meclis’te Tazminat Yasası’na
ilişkin görüşmeleri inceledik. Bu amaçla, 2004 yılında
yasa tasarısının, daha ileriki yıllarda da yasada yapılan
değişikliklerin görüşüldüğü Meclis oturumlarında söz
alan iktidar ve muhalefet milletvekilleri ile hükümet
temsilcilerinin konuya ilişkin konuşmalarını okuduk.
55
Tazminat Yasası, tasarı olarak Meclis’e sunulduğu
2004 yılından bu yana çok ciddi eleştirilere uğramış,
yasanın hem ulusal hukuk hem de AİHM içtihadıyla
uyuşmazlığı, hakkaniyete aykırı hükümleri ve
uygulamasındaki sorunlar nedeniyle yargıya
taşınmasının kaçınılmaz olduğu belirtilmiştir.
Nitekim, yasa, uygulamaya başlanmasının
üzerinden henüz birkaç sene geçtikten sonra idari
mahkemelere ve hatta AİHM’e taşınmıştır. Yasanın
gerek içeriğinin gerekse uygulamasının birkaç sene
içerisinde ulusal yargı üzerinden Strasbourg’a taşınmış
olması, devletin AİHM kapısını yerinden edilmiş
kişilere kapatma çabalarının sonuçsuz kaldığını
gösterdiği gibi, yasanın gerekçesinde hedeflediği
adaletin birçok mağdur açısından gerçekleşmediğine
işaret etmektedir.
Üçüncü olarak, saha araştırması sırasında
görüştüğümüz İçişleri Bakanlığı bürokratları ile Van
Valiliği yetkililerinin yasanın amacına dair görüşlerine
yer verdik. Daha sonra, yine Van’daki saha araştırması
sırasında görüştüğümüz avukatların aynı konuda dile
getirdikleri görüşleri değerlendirdik. Son olarak,
AİHM’de beklemekte olan köy boşaltmalara ilişkin
dosyalar nedeniyle meseleye müdahil olan Dışişleri
Bakanlığı’nın yasanın kabul edilmesinde oynadığı rolü
ele aldık. Birincil kaynaklar ile saha araştırmasından
elde edilen tüm bu veriler, yasanın hangi saiklerle
kabul edildiğine dair bütüncül bir tablo meydana
getirmektedir.
A.1.a. Yasanın Gerekçesinden
56
Tazminat Yasası’nın genel gerekçesi, yasanın varoluş
nedenini bir önceki bölümde ele aldığımız uluslararası
konjonktürle açıkça ilişkilendirmektedir. Gerekçede,
hükümetin 2003’te kabul ettiği Ulusal Program’ın
etkin bir ulusal yargı sisteminin kurulmasına ilişkin
bölümünde Tazminat Yasası’nın yürürlük tarihinin
2004 olarak belirlendiği hatırlatıldıktan sonra,
yasanın AİHM’e yapılan başvuruları azaltmak ve
“tazminat miktarlarının haksız zenginleşme aracı
olarak” kullanılmasını engellemek amacıyla
hazırlandığı belirtilmektedir. Öte yandan, yasanın
hazırlanma gerekçesinin sadece AB’ye üye olmak ile
AİHM’e başvuruların önünü almak türünde pragmatik
dış politika hedefleri olmadığı, yasanın adalet,
toplumsal barış ve terörle mücadele gibi ‘dert’lerinin
de olduğu anlaşılıyor. Nitekim gerekçede, zararların
karşılanmasının “hakkaniyet ve sosyal hukuk devleti
ilkelerinin bir gereği” olduğu, “Devlete olan güveni
pekiştirece[ği]; vatandaş-Devlet kaynaşmasını
artıraca[ğı]; terörle mücadeleye ve toplumsal barışa
önemli katkıda bulunaca[ğı]” vurgulanıyor.
Dolayısıyla, bir yandan hükümetin üzerindeki
uluslararası siyasi baskıları bertaraf etmeyi ve
tazminat meselesini mümkün olduğunca düşük
maliyetle halletmeyi, diğer yandan yerinden edilmiş
Kürtleri yeniden kazanarak PKK’dan uzaklaştırmayı ve
bu yolla terörle mücadele etmeyi amaçlayan bir
yasanın söz konusu olduğu anlaşılıyor.
A.1.b. Milletvekillerinin Gözünden – Meclis
Müzakereleri
Yasanın gerekçesinde yer alan birbirleriyle çelişkili
amaçlar, 2004 yılında devleti bu yasayı çıkarmaya iten
gerçek saikin ne olduğu sorusunu gündeme getiriyor.
Bu soruyu, yasayı tasarı aşamasından itibaren
yakından izleyen ve nihai metinde az sayıda da olsa
önemli bazı iyileştirilmelerin yapılmasında belirleyici
rol oynayan dönemin milletvekillerinden CHP
Diyarbakır Milletvekili Mesut Değer’e yönelttik.
Değer’e göre yasa, iki temel saikle çıkartılmıştı: AB’nin
Türkiye’nin üyeliği için ileri sürdüğü orta vadedeki
şartlardan birisini yerine getirmek, ve 1990lı yıllarda
“terörden zarar gören binlerce vatandaş” ile devlet
arasında bozulan “dengeyi tamir etmek.”142 Değer’e
göre bu ikinci amaç öncelikli ve önemli, çünkü:
87-2002 Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde
yargılanan insan sayısı 47.000. Bunu 10’la çarptığın
zaman demek ki 470.000 insan devlete küs, devlete
kırgın. Köyleri yakılmış, hayvancılık telef olmuş,
tarlada ekip biçememiş, köyler boşaltılmış, 3.000
küsur köy diyorsun. Bu insanlar nereye gelmişler? Göç
edip bir şehre gelmişler. Her aileyi 10’la çarptığın
zaman 300.000 insan diyoruz ki göç etmiş. 300.000
insan devlet açısından baktığın zaman kırgın. [...] E
şimdi amaç nedir? 1990’lı yıllarda terör yaşandı orada.
Yaşanan sorunda yaş-kuru bir arada yakıldı. Her
bölge insanı PKK’lı görüldü. Potansiyel suçlu gözüyle
bakıldı. Zarar oluştu. Şimdi o zararı tespit etmek için
halkla devlet arasındaki bağın yeniden tesisi ve
kucaklamayı amaçlayan bu yasa [çıkartıldı].
Peki, tasarıyı sadece birkaç saatlik bir müzakerenin
ardından onaylayan yasama erkini hükümeti
desteklemeye sevk eden saikler nelerdi? 2004’ün
Temmuz ayında tasarıyı yasalaştıran Meclis’te neler
müzakere edilmişti? 16 Temmuz 2004’te Meclis’te
tasarıya ilişkin yapılan müzakerelerin tutanakları,
yasama organı ile tasarıyı destekleyen
milletvekillerinin hangi saiklerle hareket ettikleri
hakkında önemli ipuçları sunuyor.143 Öncelikle, genel
142 Mesut Değer’le görüşme, Ankara, 25 Mart 2010.
143 TBMM, 117. Birleşim, 16 Temmuz 2004, TBMM Tutanak
Dergisi, Dönem: 22, Cilt: 57, Yasama Yılı: 2 (bundan sonra
“TBMM, 2004, 117. Birleşim”).
bir tespit olarak, CHP’nin ve CHP milletvekillerinin
Meclis’te grubu bulunan diğer siyasi partiler ile
milletvekillerine oranla görüşmeler sırasında oldukça
aktif ve etkin bir rol oynadıklarını belirtelim. Kuşkusuz,
bugün Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ile temsil
edilen Kürt siyasi hareketinin 2004 yılında Meclis’te
temsil edilmiyor olmasının önemli bir siyasi boşluk
yarattığını, bir grup CHP milletvekilinin çabalarının bu
boşluğu doldurmaya yetmediğini de görmek gerekir.144
O dönemde Meclis’te yasayla ilgili en fazla söz alan,
tasarıyı ilkesel olarak desteklemekle birlikte yerinden
edilmişler lehine iyileştirilmesi için mücadele eden ve
bu yönde çok sayıda önerge sunanlar CHP
milletvekilleri olmuştur; buna mukabil, hükümetteki
AK Parti’ye mensup milletvekilleri görüşmeler
sırasında büyük ölçüde sessiz kalmış, tasarı hakkında
konuşmak üzere söz alan bir AK Parti milletvekili hak
temelli bir yaklaşım yerine devletin güvenliğini ve
‘terörle mücadele’yi ön plana çıkaran bir konuşma
yapmış, AK Parti milletvekillerinin yasaya dair
144 Öte yandan, BDP’nin öncülü olan Demokratik Toplum
Partisi (DTP), o dönemde Meclis’in dışında olmakla
birlikte, yasanın çıkması sürecine dışarıdan katılmış,
bölge barolarıyla birlikte hazırladıkları kanun tasarılarını
ve Tazminat Yasası tasarısına ilişkin katkılarını
Meclis’teki CHP bölge milletvekilleri aracılığıyla
hükümete iletmiştir. Mesut Değer ile görüşme, Ankara, 25
Mart 2010. DTP, ayrıca, bağımsız adaylarla meclise girdiği
2007 genel seçimlerinden itibaren, Tazminat Yasası’nın
uygulamasını yakından takip etmiş, parti grubuna
mensup milletvekilleri uygulamaya ilişkin hükümete çok
sayıda soru önergesi yöneltmiştir. DTP milletvekillerinin
önergelerinin arasında, yasanın uygulamasında yaşanan
sorunların tespiti ve bu sorunların çözümü için alınması
gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla bir meclis
araştırması açılması da bulunuyordu. “DTP’den ilginç
önerge!”, Star, 10 Mart 2008.
verdikleri tek değişiklik önergesinde ise yerinden
edilmiş Kürtlerin değil, çatışmalarda hayatını
kaybeden veya yaralanan güvenlik mensuplarının/
ailelerinin kazanımlarını artırmak amaçlanmış ve en
önemlisi hükümet ve AK Parti grubu CHP’nin tasarının
iyileştirilmesine yönelik en makul önergelerine dahi
karşı çıkmıştır. Türkiye’de milletvekillerinin, büyük
ölçüde, kendi özgür iradeleriyle değil, mensubu
oldukları partinin tutum ve politikaları doğrultusunda
oy kullandıkları göz önüne alındığında bu durum
anlaşılır olmakla birlikte, AK Parti’nin CHP’nin
önergelerine –birisi dışında– neden kategorik olarak
karşı çıktığını anlamak oldukça güçtür.145
CHP grubu adına söz alan milletvekilleri Algan
Hacaloğlu, Mesut Değer, Atilla Kart, Naci Aslan ve
Sinan Yerlikaya, sabaha karşı Meclis’in gündemine
gelen ve hükümetin etraflıca tartışılmaksızın
geçmesini istediği anlaşılan yasa tasarısını Kürt
Sorunu’nun siyasi ve tarihsel bağlamına yerleştiren
konuşmalarında, tasarıyı bütün eksiklerine rağmen
desteklemekle birlikte, uluslararası baskılar sonucu
hazırlanmış olması nedeniyle duydukları
memnuniyetsizliği dile getirmişlerdir:
[...] uzun zamandır çözüm bekleyen bir konuda, uzun
zamandır hükümetin çözümü ertelediği bir konuda,
dışarıya vermiş olduğumuz sözler çerçevesinde
hazırladığımız bir tasarıyla çözüm arama peşindeyiz.
[...] [1980’li ve 1990’lı yıllarda] bugün bu yasanın
çıkmasında temel amil olan nedeni oluşturan köy
boşaltmaları süreci yaygın olarak yaşandı. [...] bu
belirttiğim köy boşaltmaları çerçevesi içinde Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne uzun yıllardır
müracaatlar yapılmaktaydı. 1997 yılında yapılan
müracaat sayısı 358 idi; ancak, bu yasanın
hazırlandığı dönemde görmekteyiz ki, bu rakam
1.500’e tırmanmıştır. [...] bu yasa, hiçbir şekilde
toplumumuzun ihtiyaç içinde bulunduğu toplumsal
145 CHP’nin kabul edilen tek değişiklik önergesiyle, başta
sadece devlet memurlarından teşekkül olması öngörülen
zarar tespit komisyonlarına sivil toplumu temsilen bir
baro üyesinin atanması uygun görülmüştür. CHP’nin
verdiği bütün önergeler, raporun ikinci bölümünde
“Tazminat Yasası Nasıl Çıkarıldı” başlığı altında ayrıntılı
olarak ele alınmaktadır.
57
Peki, tasarıyı sadece birkaç saatlik bir
müzakerenin ardından onaylayan yasama
erkini hükümeti desteklemeye sevk eden
saikler nelerdi? 2004’ün Temmuz ayında
tasarıyı yasalaştıran Meclis’te neler müzakere
edilmişti?
barışı sağlamayı, çatışma döneminin
mağduriyetlerini ve yabancılaşmasını aşmayı; kısaca
Türkiye’nin bu son derece sıkıntılı bölgesinde taşların
yerine oturmasını ve normalleşmenin sağlanmasını,
herkese eşit yurttaş olmanın kıvancının verilmesini
sağlayabilecek çerçevede değildir. [...] Sorunu, bir
konuyu savuşturma, yasak savma, topu taca atma
olarak ele alan bir tasarı; ama, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nde bekleyen dosyalar var. [...] Bu
tasarıya, özünde “evet” diyeceğiz; ama, bu tasarıyı
içimize sindiremiyoruz, mecburen “evet” diyeceğimizi
bilmenizi istiyorum.146
CHP grubunun ve aynı zamanda Doğu ve Güneydoğu
bölge barolarının o dönemde tasarıya ilişkin
eleştirilerinin neler olduğunu bir sonraki bölümde ele
alacağız. Yine yasanın arkasında yatan temel
gerekçeye ilişkin olarak bir diğer CHP milletvekiline
kulak verelim:
Sonuç olarak, Türkiye, Katılım Ortaklığı Belgesi
çerçevesinde hazırladığı Ulusal Programda, uzun
vadeli öncelikler içerisinde, terör ve terörle
mücadeleden doğan zararların karşılanmasına ilişkin
düzenleme yapacağını taahhüt etmiştir; ancak, tasarı
bu haliyle, vatandaş-devlet kaynaşmasını artıracak,
devlete olan güveni pekiştirecek ve toplumsal barışa
önemli ölçüde katkıda bulunacak bir niteliğe sahip
değildir.147
Bir diğer CHP milletvekili ise, yasanın AB’nin talebi
üzerine hazırlanmış olduğunu belirtmekle birlikte,
önemli olanın hükümetin neden tasarıyı hazırlamış
olduğu değil, tasarının kendisi olduğunu
vurgulamıştır:
Bu yasa tasarısının getirilmesinden ötürü, hükümeti
de kutluyorum. [...] hepimize, özellikle, hükümete
düşecek görev, bu yasanın uygulanmasını
sağlamaktır; yani, iş olsun diye değil, Avrupa Birliği
istiyor diye değil, bu yasayı, gerçekten, Türk halkının,
Türkiye’nin, bölge halkının ihtiyacı olduğu için
58
146 Algan Hacaloğlu, İstanbul Milletvekili, CHP Grubu adına,
TBMM, 2004, 117. Birleşim.
147 Naci Aslan, Ağrı Milletvekili, CHP Grubu adına, TBMM,
2004, 117. Birleşim.
“Şimdi, kimileri diyecektir ki: Avrupa Birliği
istiyor diye yapıyorsunuz, iş olsun diye… Ne
derlerse desinler, ama hükümetten bizim
temennimiz, bu yasanın uygulanmasında çok
dikkatli olmasıdır ve orada bütün duyarlılığını
ortaya koymasıdır.”
uygulamamız gerekiyor. [...] Tamam, Ortaklık Katılım
Belgesinde istenildi; keşke daha önce yapılsaydı,
diğer hükümetler yapsaydı… Şimdi, kimileri
diyecektir ki: Avrupa Birliği istiyor diye yapıyorsunuz,
iş olsun diye… Ne derlerse desinler, ama hükümetten
bizim temennimiz, bu yasanın uygulanmasında çok
dikkatli olmasıdır ve orada bütün duyarlılığını ortaya
koymasıdır.148
AK Parti hükümetinin ve AK Parti milletvekillerinin
Meclis görüşmeleri sırasındaki tutumlarına
bakıldığında ise, CHP ve CHP milletvekillerinin
coşkusu, ilgisi ve çabalarına oldukça zıt bir sessizlik
gözlemlenmektedir. Müzakereler sırasında ne
hükümet ne AK Parti grubu adına bir konuşma
yapıldığı, sadece bir AK Parti milletvekilinin şahsı
adına söz aldığı ve onun da konuşmasında daha ziyade
devletin terörle mücadele uğruna karşılaştığı
zorluklardan söz ettiği anlaşılıyor.149
Dönemin AK Parti milletvekili Faruk Ünsal,
milletvekillerinin bu ilgisizliğini şöyle açıklıyor:
Parlamenter sistemin yasa yapma süreçlerine dair
genel bir sorundan bahsediyoruz. Parlamenter
sistemin, özellikle bizim gibi ülkelerde, yani ön
seçimin olmadığı, milletvekilinin makamını,
koltuğunu ve imtiyazını tamamen genel merkeze,
genel başkana borçlu olduğu bu sistemlerde,
milletvekilleri çok boynu bükük duruyorlar. Bu yasaya
has bir şey değil. Genelde öyledir. Soru önergelerini
muhalefet milletvekilleri verir.150
148 Vahdet Sinan Yerlikaya, Tunceli Milletvekili, CHP Grubu
adına, TBMM, 2004, 117. Birleşim.
149 Ümmet Kandoğan, Denizli Milletvekili, şahsı adına,
TBMM, 2004, 117. Birleşim.
150 Faruk Ünsal’la görüşme, Ankara 21 Kasım 2010.
Bakanlar bürokratlarına hazırlatıyorlar. İlgili
komisyona gittiği zaman, bakan “falanca maddeye
dokunmayın” dediği zaman genellikle dokunulmuyor.
İktidarın kanaatini bürokratları oluşturuyor.
Triggering mekanizması da işte bakan; “falanca
konuda bir yasa hazırlayın” diyor. O yasayı tabii
bürokratları hazırlıyor. Ne hazırlanıyorsa
komisyonlara öyle geliyor. Komisyonlardan geçtikten
sonra da Genel Kurul’da çok fazla müdahale olmuyor.
Genel Kurul’a kadar pişirilmiş bir yasa, yani
komisyonlardan müdahale edilmemişse, Genel
Kurul’da genellikle dokunulmuyor. Yüzde 99,9
böyledir. [...] Parlamenter sistemin bir taraftarlık
psikolojisi vardır. Bir yasa artık bütün süreçleri geçip
Genel Kurul’a inmişse orada, ‘bizim takımın
çocukları’dır, ‘bizim takımın işi’dir. Orada yapılan her
türlü şey, yani ona itiraz muhalefete yağ sürmek filan
gibi algılanır. Bu tarafgirlik psikolojisi milletvekillerini
etkiler.151
A.1.c. İçişleri Bakanlığı Yetkililerinin Gözünden
– Uygulayıcıların Bakışı
Hem yasanın gerekçesinde, hem de Meclis
görüşmelerinde söz alan CHP milletvekillerinin
konuşmalarında, Tazminat Yasası’nın temel amacının
AİHM’deki davaların önüne geçmek ve AB’nin üyelik
kriterlerini yerine getirmek olduğu belirtilmiş olsa da,
bugüne gelindiğinde, gerek yasanın ülke genelindeki
uygulamasından sorumlu olan İçişleri Bakanlığı İlleri
İdaresi Genel Müdürlüğü gerekse Van Valiliği
yetkilileri, bu görüşe karşı çıkmaktadırlar. Onlara göre,
yasanın kabulünün ardında yatan temel saik,
vatandaşların geçmişte meydana gelen maddi
zararlarının tazminidir:
Yasanın AİHM süreciyle ilgili olarak çıkarıldığı doğru
değil. Biz BM 2005 raporundan çok önce, 1998’de
yerinden olmuşlarla ilgili çalışmaya başladık. Köye
dönüşü sağlamak üzere yayımlanan genelgeler 1998
tarihlidir. Dolayısıyla, AİHM zorladı da biz yasayı
151 Faruk Ünsal’la görüşme. Ankara, 21 Kasım 2010.
çıkartmadık. Sürecin AİHM’de nasıl şekilleneceği
belli olmadan çok önce hem bürokrasi hem de siyasi
iktidar meseleye dair hazırlıklar yapmıştır.152
İçişleri Bakanlığı İlleri İdaresi Genel Müdürlüğü
yetkilisinin sözünü ettiği 1998’de başlayan çalışmalar,
köylerine geri dönmek isteyen yerinden edilmiş kişilere
kısmi –ve göç öncesi yaşamlarını yeniden kurmalarını
sağlamakta son derece yetersiz kalan–153 ayni yardım
verilmesini ve geri dönülen köylere altyapı yatırımları
yapılmasını öngören Köye Dönüş ve Rehabilitasyon
Projesi’dir. Ne o tarihte, ne Francis Deng’in 2002 tarihli
Türkiye ziyareti öncesinde devletin, köyleri boşaltılan
vatandaşlarının zararlarını tazmin etmeye yönelik
kamuoyuna yansıyan bir plan veya girişimi olmuştur.
Öte yandan, yasanın sahadaki uygulamasından sorumlu
olan valilik yetkililerinin sözlerine bakıldığında, adaletin ve
vatandaşlık haklarının tesisi gibi normatif kaygılara
rastlamak şöyle dursun, devleti, kendisini her an
aldatabilecek olan vatandaşa karşı korumaya yönelik bir
‘devlet memuru refleksi’nin izleri gözlemlenmektedir.
Öte yandan, yasanın sahadaki uygulamasından
sorumlu olan valilik yetkililerinin sözlerine
bakıldığında, adaletin ve vatandaşlık haklarının tesisi
gibi normatif kaygılara rastlamak şöyle dursun,
devleti, kendisini her an aldatabilecek olan vatandaşa
karşı korumaya yönelik bir ‘devlet memuru refleksi’nin
izleri gözlemlenmektedir. Van’da yasanın
uygulamasından sorumlu olan bir zarar tespit
152 İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nden bir
yetkiliyle görüşme, Ankara, 5 Aralık 2010.
153 Kısmi geri dönüşlerin gerçekleştiği köy ve mezralarda
yapılan saha çalışmaları, devletin verdiği sınırlı çimento,
tuğla, küçükbaş hayvan gibi ayni yardımların göç
mağdurlarının eski yaşamlarını yeniden kurmak şöyle
dursun, evlerini inşa etmeye dahi yetmediğini ortaya
koymaktadır. KDRP’nin içeriği ve uygulamasına ilişkin
bkz. Human Rights Watch, Displaced and Disregarded:
Turkey’s Failing Village Return Program (New York: Human
Rights Watch, 2002); Kurban vd., “Zorunlu Göç” ile
Yüzleşmek...
59
Ünsal’a göre yasaların biçimlenmesinde etkili olanlar,
milletvekillerinden ziyade bakanlar ve onlara bağlı
çalışan bürokrasidir:
komisyonu üyesinin sözleri bu refleksi yansıtıyor: “Biz
yapmış olduğumuz tazminat ödemelerinde eski haline
getirme çabası içerisindeyiz fakat vermiş olduğumuz
tazminatta da zenginleştirmeyi amaç edinmiyoruz.”
Bu tutumda, zarar tespit komisyonlarının ağırlıklı
olarak devlet memurlarından oluşmasının oldukça
etkili olduğu anlaşılmaktadır. Komisyonların bu
yapısının neden sakıncalı olduğunu, uygulamada ne
tür sorunlara yol açtığını ileriki bölümlerde etraflıca
tartışacağız. Bir başka komisyon üyesinin sözleri,
komisyon üyelerinin, asli görevlerinin adaleti tecelli
ettirmek değil devletin çıkarlarını korumak olduğu
yönündeki algılarını yansıtmaktadır: “Hazineyi zarara
uğratmadan ve insanları da gereksiz yere zengin
etmeden, hakkaniyete uygun bir şekilde zararlarını
tespit ederek bu dosyaları tekemmül ettirmeye
çalıştık.”
Vali yardımcısının “elinde olmayan sebeplerle”
ifadesiyle vurguladığı husus, yasanın devletin
kusursuz sorumluluğunu öngören sosyal risk
ilkesine dayanıyor olması.
Gerek yasanın lafzında gerekse uygulamadan sorumlu
görevlilerin söylem ve tutumlarında “haksız
zenginleşme”yi önlemeye yönelik bu hassasiyet, bir
sonraki bölümde ayrıntılı olarak tartışacağımız üzere,
devletin Tazminat Yasası’na yönelik temel bakış ve
algısını daha en başından ortaya koyuyor. Buna göre,
öncelikli gaye, hak ihlallerine uğrayan vatandaşların
gerçek zararlarını tazmin etmek değil, AİHM’den daha
yüksek miktarlarda tazminat almalarının önünü
kesmek ve böylece zararların tazmini sürecini ‘ucuza
kapatmak’tır. AİHM’in yerinden edilmiş insanların
uğradığı maddi ve manevi zararların karşılanması için
uygun gördüğü tazminatları “haksız zenginleşme”
olarak addeden bu bakışın uygulamadaki
tezahürlerine bir sonraki bölümde değineceğiz.
kusursuz sorumluluğunu öngören sosyal risk ilkesine
60
Van’da yasanın uygulanmasından sorumlu olan zarar
tespit komisyonlarına başkanlık yapan Vali Yardımcısı
Ömer Özcan, yasanın devlet ile bölge halkı arasındaki
ilişkilerin iyileştirilmesini amaçladığını düşünüyor,
ancak ona göre öncelikli amaç vatandaşların uğradığı
maddi zararların karşılanması:
Yasanın birinci amacı zaten adı üzerinde zararı
karşılaması. Devlet kendini bu anlamda sorumlu
hissederek bir yasa çıkartmış. Demiş ki, terörle ilgili
olarak çıkan ve bundan sonra çıkacak zararların,
kendimce söylüyorum, güvenlik hizmetini ya da belki
elinde olmayan sebeplerle ortaya çıkan bu zararları
devlet kendini sorumlu hissetmiş, bir kanun çıkartmış
ve bunu ödüyor. İkincisi, bu 1990’lardan sonrası
özellikle bu bölge için sancılı bir dönem [...] Bu
bölgede vatandaşın devlete karşı bir küskünlüğü var.
Bu anlamda tabii ki yasanın özünde bu vardır. Ama
birinci hedef evvela bu zararın ortadan
kaldırılmasıdır. [vurgu yazarlara ait]
Vali yardımcısının “elinde olmayan sebeplerle”
ifadesiyle vurguladığı husus, yasanın devletin
dayanıyor olması. Bu ilkenin yasadaki varlığının
anlamını daha sonraki bölümlerde ele alacağız.
A.1.d. Avukatların Gözünden
Van’da zorla göç mağdurları adına yasaya başvuran
avukatlar, yasanın neden kabul edildiği ve neyi
amaçladığı konusunda komisyon üyelerinden oldukça
farklı bir görüşe sahipler:
Abdülbasit Bildirici: 5233 sayılı yasa [...] asıl olarak
köy boşaltmalarını tazmin etme amacıyla çıkan bir
yasa. AİHM bununla ilgili mahkûmiyet kararları
vermeye başladı. Ve Türkiye’ye “bu işi kendi içinizde
çözün” diye bir mesaj gönderdi. Avrupa Birliği süreci
yaşanıyordu o günlerde, peş peşe uyum yasaları
falan çıkıyordu. O kapsamda 5233 sayılı yasayı
çıkardılar.
Ayhan Çabuk (Baro Başkanı): Yasa gerçekten bu
bölgede yaşanan o afetin, o yaşanan olayların
sonucunun doğurduğu yaraları kapatmak için mi
çıkarıldı diye bakınca bu yasanın amacının o olmadığı
zaten anlaşılıyor. Yani devlet AİHM’de çıkacak
kararlar sonrasında ödeyeceği paranın çok daha azını
ödemek suretiyle bu olayı kapatmak istedi ve bu
yasayı uygulayanların kafasında da aynı şekildeydi.
Ne kadar az ödersek, vatandaşı ne kadar küçük bir
Cemal Demir: Bizce Türkiye Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ni son derece yanılttı. Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi de buna iyi de geldi. [...] Maalesef
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi artık bu işe gereken
ciddiyeti vermiyor. Türkiye birtakım rakamlar veriyor
oraya ama Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu
bölgenin gerçek mağduriyetini bilmiyor.
A.1.e. Dışişleri Bakanlığı’nın Lobi Faaliyetleri
Gerçekten de, Tazminat Yasası’na ilişkin devletin ilgili
kurumları arasında yapılan toplantı ve yazışmalar,
yasanın öncelikli hedefinin 1996 tarihli Akdıvar
kararıyla yerinden edilmiş kişilere açılan AİHM yolunu
kesmek olduğunu gösteriyor. Devlet aklının bu
yöndeki çabalarının ilk emaresi, Dışişleri Bakanlığı’nın,
AİHM’in 29 Haziran 2004 tarihli Doğan ve Diğerleri
kararında Türkiye’ye karşı verdiği mahkûmiyet
kararının mümkün olan en düşük tazminatla
sonuçlanmasına ilişkin İçişleri Bakanlığı nezdinde
yaptığı lobi faaliyetleridir.
AİHM, Tunceli’nin Hozat ilçesine bağlı Boydaş
köyünden yapılan başvuruya ilişkin Doğan ve Diğerleri
kararında, başvuru sahibinin Ekim 1994’te güvenlik
görevlilerince boşaltılan köyüne geri dönmesinin
yetkililerce engellendiğine karar vermiştir. Mahkeme,
ilk kez, Francis Deng’in 2002 tarihli raporu ile Avrupa
Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’deki
yerinden edilmiş kişilere ilişkin 2002 tarihli tavsiye
kararına atıfla, Türkiye’de yapısal bir ülke içinde
yerinden edilme sorunu olduğunu tespit etmiş,
hükümeti bu konuda etkili tedbirler almaya
çağırmıştır. AİHM ayrıca, hükümetin, başta Köye
Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi olmak üzere, yerinden
edilmiş kişilerin durumunu iyileştirmeye yönelik attığı
adımların yetersiz ve etkisiz olduğuna hükmetmiştir.
Mahkeme, hükümetin, başvurucunun yanı sıra bütün
diğer yerinden edilmiş kişilere tazminat verecek bir
yasa tasarısını TBMM’ye sunmuş olduğuna dair
savunmasını, uygulaması oluşmadan yasa hakkında
değerlendirmede bulunamayacağı gerekçesiyle kabul
etmemiştir. Öte yandan AİHM, Haziran 2004 tarihli
bu kararında Türkiye’yi mahkûm etmiş olmasına
rağmen, başvuru sahibine verilecek tazminat
miktarına ilişkin 41. madde kararını, tarafların
tazminat miktarlarını kendi aralarında belirlemesi
beklentisiyle, ileri bir tarihe ertelemiştir.
Tazminat Yasası’nın, AİHM’in Doğan ve Diğerleri
davasında Türkiye’yi mahkûm ettiği ilk kararından
sonra ve ödenecek tazminatı tespit ettiği 41. madde
kararından önce kabul edilmiş olması, yüksek
tazminat ödeme tehlikesiyle karşı karşıya olan
hükümet açısından yasanın uygulamasını büsbütün
önemli hale getirmiştir. Dışişleri Bakanlığı Avrupa
Konseyi ve İnsan Hakları Genel Müdürlüğü
Yardımcılığı’nın 17 Ocak 2005’te İçişleri Bakanlığı’na
“çok ivedi” olarak gönderdiği “hizmete özel” bir yazı,154
bu endişenin o dönemde devleti ne denli meşgul
ettiğini ortaya koymaktadır:
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) [...]
ihlal kararı verdiği Doğan vd. başvurusunda AİHM’ye
sunacağımız tazminat görüşü ile AİHM önünde
beklemekte olan diğer köye dönüş başvurularında,
5233 sayılı [Tazminat Yasası] ve Yönetmeliğin
yürürlüğe girmiş olduğu dikkate alınarak, AİHM
önünde izleyeceğimiz tutumun belirlenmesi amacıyla
12 Ocak 2005 tarihinde Bakanlığımızda bir toplantı
yapılmıştır [...] AİHM’nin Doğan vd. başvurusunda
verdiği ihlal kararı [...] uyarınca, 10.5.2005 tarihine
kadar tazminat konusunda AİHM’ye görüş sunulacak
[...] Doğan vd. kararı, “köye dönüş” başvuruları grubu
içinde “pilot dava” niteliği taşıdığı için, AİHM’nin
hüküm altına alacağı tazminat miktarı ve unsurları,
AİHM önünde bekleyen tüm “köye dönüş”
başvuruları için emsal teşkil edecektir.155
Tazminat Yasası yürürlüğe girdikten kısa bir süre sonra
gönderilen bu yazı, İçişleri Bakanlığı üzerinden yasayı
uygulamakla yükümlü valiliklere erken bir ‘uyarı’
154 Bu yazı, İçişleri Bakanlığı’nın yanı sıra, Adalet ve Maliye
Bakanlıkları ile Genelkurmay Başkanlığı Adli
Müşavirliği’ne de gönderilmiştir.
155 Dışişleri Bakanlığı Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Genel
Müdür Yardımcılığı, AKGY-6 40 sayılı, “Doğan vd. Kararı
ile köye dönüş başvuruları” konulu yazı, 7 Ocak 2005,
para. 1 ve 2 (bundan sonra “Dışişleri Bakanlığı yazısı”).
61
meblağa ikna edersek o kadar işimizi iyi becermiş
sayılırız anlayışı hâkimdi.
niteliğindeydi. AİHM’in Doğan ve Diğerleri davasına
ilişkin 41. madde kararında mümkün olan en düşük
tazminata hüküm vermesini amaçlayan Dışişleri
Bakanlığı, bu nedenle, derin bir öngörüyle, Tazminat
Yasası’nın ivedilikle ve AİHM açısından tatminkâr bir
biçimde uygulanmasına büyük önem atfetmekteydi.
Bakanlığın İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği gizli yazıda,
bu saik açıkça dile getirilmekteydi:
Doğan vd. başvurusu bağlamında [...] AİHM’nin, Zarar
Tespit Komisyonları ile ilgili olarak erken bir olumsuz
karar verme ihtimalini önlemek bakımından [...] AİHM
tarafından hüküm altına alınacak tazminat miktarı,
diğer “köye dönüş” başvurularına emsal oluşturacağı
için, belirlenecek meblağların AİHM tarafından kabul
edilebilir nitelikte olması önem taşımaktadır. Bu
bağlamda, AİHM tarafından verilmiş bulunan
Güneydoğu başvurularına ilişkin kararlarda yer alan
tazminat miktarlarının yol gösterici olacağı açıktır. [...]
5233 Sayılı Yasa ile kurulan Zarar Tespit
Komisyonlarının etkin bir iç hukuk yolu oluşturduğunun
AİHM’ye anlatılabilmesi ve AİHM’nin bu yönde karar
verebilmesi için söz konusu Komisyonların
sonuçlandırdığı başvurular ve nihai olarak belirlediği
tazminat miktarları hakkında ivedilikle yeterli sayıda
tatmin edici örnekler sunmak gerekmektedir.156
“5233 Sayılı Yasa ile kurulan Zarar Tespit Komisyonlarının
etkin bir iç hukuk yolu oluşturduğunun AİHM’ye
anlatılabilmesi ve AİHM’nin bu yönde karar verebilmesi
için söz konusu Komisyonların sonuçlandırdığı başvurular
ve nihai olarak belirlediği tazminat miktarları hakkında
ivedilikle yeterli sayıda tatmin edici örnekler sunmak
gerekmektedir.”
62
Nitekim, Van’da görüştüğümüz bir zarar tespit
komisyonu üyesi, başvuruların bir an önce
sonuçlandırılması için yukarıdan kendilerine “telkin”
yapıldığını olumlayarak da olsa belirtti:
156 Dışişleri Bakanlığı yazısı, para. 3 ve 4 (vurgu yazarlara
aittir).
Yasanın kendisi içinde bir hedefi var ve biz bu
yaptığımız toplantılarda veya geçirdiğimiz teftişlerde
hep bu dosyaların bir an önce bitirilmesi bizden
isteniyor. Bu anlamda bizim bu kadar gayret sarf
etmemizin bir sebebi de bu. İller İdaresi Genel
Müdürlüğü’ndeki büyüklerimizin, sayın müsteşarımızın
ya da bizi teftiş eden mülkiye müfettişlerimizin bu
konuda, bu hedeflerimizi gerçekleştirme noktasında
bizleri zorlaması, bizlere telkinde bulunması,
gayretimizin bir sebebi de o aslında.
Dışişleri Bakanlığı, yükümlü zarar tespit
komisyonlarının, başvurusu olumlu sonuçlanan
yerinden edilmiş kişilere tazminatları sadece bir an
önce vermelerini değil, aynı zamanda yüksek
tutmalarını da sağlamayı amaçlamaktaydı. Öyle ki,
Bakanlık, yasada öngörülmediği halde, komisyonlara
manevi zararları da tazmin etmeye gayret etmelerini
salık vermekteydi. Zira, AİHM geçmişteki kararlarında
yerinden edilmiş kişilere maddi tazminatın yanı sıra
manevi tazminat da vermişti:
Ayrıca, Komisyonların belirleyeceği tazminat
miktarlarıyla tatmin olmayanların, AİHM’ye
başvurarak daha yüksek meblağlar elde etmeleri
olasılığı ve bu olasılıkta AİHM’nin, sözkonusu
Komisyonların etkin olmadıklarını varsayacağı
gözönünde bulundurularak, belirlenecek miktarlar
için, asgari ölçülere sadık kalmak yerine, AİHM’nin
önünde bekleyen başvuruların Zarar Tespit
Komisyonlarına yönlendirilmesindeki kamu yararı
gözetilerek, taleplere olabildiğince esnek
yaklaşılmasında yarar görülmektedir. Bu noktada,
başvuranların, AİHM tarafından sonuçlandırılması
halinde başvuranlar lehinde manevi tazminata da
hükmedebileceği hatırda tutulmalı ve sulhnamenin,
manevi zarar unsurunu da kapsamasına gayret
edilmelidir. Bu bağlamda, AİHM’nin Güneydoğu
kararlarında hükmetmiş olduğu tazminatların önemli
kriterler oluşturduğu düşünülmektedir.157
Bu yazı, Türkiye’nin 1987’de kendi vatandaşına bir hak
arama yolu olarak tanımış olduğu AİHM’de dava açma
seçeneğini ortadan kaldırmak adına bütün kurumlarını
harekete geçirmekte ne denli cevval davranabildiğini
157 A.g.k., para. 4 (vurgular yazarlara aittir).
Bundan başka, Komisyonların, Güneydoğu
Bölgesi’nin özelliklerini dikkate alarak, başvuruların
belgelere dayandırılması koşulunu katı bir biçimde
uygulamaktan kaçınmasında yarar görülmektedir.
Aksi uygulamanın, başvurucuların AİHM’ye
yönelmelerini tahrik edeceği tahmin edilmektedir.158
Tazminat Yasası’nın çıkarılmasının arkasında yatan
gerçek saiklerin AİHM’de beklemekte olan davalarla ne
derece ilişkili olduğunu gösteren bir diğer örnek,
Dışişleri Bakanlığı’nın yasanın yürürlüğe girmesinin
hemen ardından, resmi kanalların dışına çıkarak
bölgedeki kritik önem taşıyan bazı illerdeki
komisyonlarda görevli mülki amirlerle doğrudan temas
kurması olmuştur. Burada amaç, zarar tespit
komisyonlarının devleti AİHM nezdinde zora sokacak
olumsuz kararlar vermelerini engellemekti. Tazminat
Yasası’nın uygulamasına dair Mayıs 2006’da yapılan bir
başka saha araştırması sırasında görüşülen bir vali
yardımcısının aktardıkları, bu açıdan oldukça aydınlatıcı
olmuştur. Dışişleri Bakanlığı’nın Strasbourg’da bulunan
AİHM nezdindeki temsilciliğinde görevli diplomatlar,
zarar tespit komisyonlarıyla İçişleri Bakanlığı üzerinden
ilişki kurulması zaman alacağı için, süreci hızlandırmak
ve risk almamak adına, 2005 yılında bölgedeki mülki
amirlerle doğrudan temasa geçmişlerdir.159 AİHM’e
Burada amaç, zarar tespit komisyonlarının devleti AİHM
nezdinde zora sokacak olumsuz kararlar vermelerini
engellemekti.
yapılan başvurulara konu olan köy boşaltmalarının en
fazla yaşandığı bölge illerinin başında gelen ve bu
nedenle AİHM’in Tazminat Yasası hakkında vereceği
karar açısından kritik önem taşıyan bu ildeki vali
yardımcısının aktardığına göre, Dışişleri Bakanlığı
yetkilileri komisyonlardan AİHM’de beklemekte olan
köylerin dosyalarına öncelik verilmesini rica etmiştir.
Bunun üzerine, başta Tunceli ve Diyarbakır olmak
üzere,160 köy boşaltmalara ilişkin en fazla başvurunun
yapıldığı illerin valilikleri bu dosyalara öncelik vermiş,
olumlu sonuçlanan dosyalarda başvuru sahipleriyle
imzalanan sulhnameleri AİHM’e örnek olarak sunulmak
üzere doğrudan Starsbourg’daki temsilciliğe
göndermişlerdir.
İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları’nın bu ve benzer
koordinasyon ve işbirliği çabaları sonuç vermiştir.
AİHM, İçyer Türkiye’ye Karşı isimli davada verdiği 12
Ocak 2006 tarihli kabul edilemezlik kararında,161
Tazminat Yasası ile oluşturulan yeni başvuru yolunun
“ulaşılabilir ve makul bir başarı şansı” sunduğu
gerekçesiyle sadece İçyer’in başvurusunu değil,
önünde beklemekte olan 1.500 benzer başvuruyu
reddetmiştir.162 Mahkeme, önünde beklemekte olan
binlerce dosya arasından seçtiği İçyer Türkiye’ye Karşı
160 Hükümetin değerlendirme sürecinde, AİHM’e örnek
olarak sunmak üzere, Tunceli ve Diyarbakır illerinden
yapılan başvurulara öncelik verdiği, o dönemde basında da
yer almıştı. Sedat Güneç, “Terör tazminatında öncelik
Tunceli ve Diyarbakır’da”, Zaman, 6 Ekim 2005.
158 A.g.k.
161 AİHM, İçyer Türkiye’ye Karşı, No. 18888/02, 12 Ocak 2006.
159 Dilek Kurban’ın Brookings-Bern Yerinden Olma Projesi için
yaptığı saha araştırması sırasında bölgede görevli bir vali
yardımcısıyla yaptığı görüşme, 10 Mayıs 2006. Kurban’ın
bu saha çalışmasına dayanarak kaleme aldığı araştırma
raporunun bulguları, diğer ülkelerde yapılan benzer
araştırmaların bulgularıyla birlikte derlenerek BrookingsBern Yerinden Olma Projesi tarafından yayımlanmıştır. Bu
yayın için bkz. Roberta Cohen, Listening to the Voices of the
Displaced: Lessons Learned (Washington, DC: BrookingsBern Project on Internal Displacement, 2008).
162 1.500 başvurunun reddedildiği bilgisi, AİHM’in İçyer
kararından altı ay sonra verdiği Doğan ve Diğerleri davasının
41. madde kararına dayanmaktadır. AİHM, Doğan ve
Diğerleri Türkiye’ye Karşı, No. 8803-8811/02, 8813/02,
8815-8819/02, 41. Madde kararı, 13 Temmuz 2006, para. 6.
Bu rakam, Türkiye’de milletvekilleri, hükümet yetkilileri ve
avukatlarca da sıkça telaffuz edilmiştir. Öte yandan,
AİHM’in bu raporun sonuç bölümünde değindiğimiz 8
Temmuz 2011 tarihli yeni kabul edilemezlik kararlarının
basın özetinde bu sayı, 800 olarak telaffuz edilmektedir.
63
göstermektedir. Aynı zamanda, bakanlığın zarar tespit
komisyonlarından yasada öngörülmediği halde
manevi tazminat da vermelerini talep etmesi, devletin
yüksek çıkarlarının gerektirdiği hallerde, kendi
yasalarını dahi göz ardı edebildiğini sergilemektedir.
Aynı yazıda, yerinden edilmiş kişilerin AİHM’e
gitmelerinin önünün alınabilmesi için komisyonlara
zararların belgelenmesi hususunda esnek olmaları
çağrısında da bulunulmaktadır:
Mahkeme, önünde beklemekte olan binlerce dosya
arasından seçtiği İçyer Türkiye’ye Karşı davasında verdiği
pilot kararda, Türkiye’nin yasanın “etkili iç hukuk yolu
oluşturduğunu” kanıtlamak üzere sunduğu yüzlerce örnek
karar etkili olmuştur.
AİHM-Tazminat Yasası ilişkisine dair daha açık bir
ifşaat, 2006 yılında Tazminat Yasası’na başvuru
süresinin uzatılmasına ve dosyaların
sonuçlandırılması sürecinin uzatılmasına dair 166 bir AK
Parti milletvekilince Meclis’e sunulan kanun teklifine
ilişkin İçişleri Komisyonu tarafından hazırlanan
raporda yer almaktadır:
davasında verdiği pilot kararda, Türkiye’nin yasanın
“etkili iç hukuk yolu oluşturduğunu” kanıtlamak üzere
sunduğu yüzlerce örnek karar etkili olmuştur.
Özellikle, Tunceli ve Diyarbakır illerindeki
komisyonların, köylere ulaşılamamaktan kaynaklanan
maddi zararlara ilişkin 440 dosyada verdiği tazminat
kararları163 Mahkeme’yi olumlu etkilemiştir.
Türkiye’nin sunduğu diğer örnek kararlar arasında;
Hakkari, Şırnak, Diyarbakır ve Batman’daki zarar
tespit komisyonlarının mallara gelen zararların
tazmini ile Tunceli’deki komisyonunun can kaybı ve
yaralanmaların tazminine ilişkin kararlar da yer
almaktadır.164 Türkiye hükümeti, ayrıca, önce
komisyonlarca, ardından idare mahkemelerince
reddedilen başvurulara ilişkin başvuru sahibi lehine
sonuçlanan Danıştay kararlarını da örnek yargı kararı
olarak AİHM’e sunmuştur.165
5233 sayılı Kanun, AİHM (Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi) ile istişare yapılarak çıkartılmıştır.
Kanun çıktıktan sonra yeni bir başvuru yolu üretildiği
için AİHM’nin yükünde ciddi düşüşler olmuştur ve bu
durum AİHM tarafından memnuniyetle
karşılanmıştır. AİHM bu Kanun çıktıktan sonra
yapılan başvuruları iç başvuru yolları tüketilmediği
gerekçesiyle reddetmiştir. Bu nedenle, bu Kanun,
ülkemiz açısından bir tür diplomatik başarıdır.167
Böylece, AİHM’in 1996 tarihli Akdıvar kararıyla
yerinden edilmiş Kürtlere açmış olduğu kapı, bundan
tam on sene sonra büyük ölçüde kapanmış, Kürtler bir
kez daha adaleti öncelikle iç hukukta aramak zorunda
kalmışlardır. Bölgedeki zarar tespit komisyonlarının
2005-2006 döneminde başvuruları hızla
sonuçlandırmaya yönelik çabalarıyla AİHM’in İçyer
davasında verdiği kararın ne derece ilintili olduğu,
sözü edilen vali yardımcısının şu sözlerinden
anlaşılmaktadır: “AİHM’deki İçyer kararı bizim
sulhnamelerle beslendi.”
Türkiye’nin kazandığı “diplomatik başarı”, AİHM’nin
köy boşaltmalarına ilişkin oluşturduğu içtihadı dahi
etkilemiştir. AİHM, temel kararını 29 Haziran 2004’te
verdiği Doğan ve Diğerleri davasının ertelediği tazminat
kararını 13 Temmuz 2006’da, yani İçyer kararından altı
ay sonra vermiştir.169 Mahkeme bu kararında, başvuru
sahiplerinin manevi tazminat taleplerini reddetmiştir.
166 Yasada yapılan bu ve benzeri değişiklikleri, raporun ikinci
bölümünde “Tazminat Yasası Ne Zaman, Neden, Nasıl
Değiştirildi” başlığı altında ayrıntılı olarak ele
alınmaktadır.
164 A.g.k., para. 33-40.
167 Diyarbakır Milletvekili Osman Aslan’ın Terör ve Terörle
Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında
Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifine
İlişkin İçişleri Komisyonu Raporu, Esas No. 2/843, Karar
No. 48, 12 Ekim 2006 (bundan sonra “İçişleri Komisyonu
raporu”).
165 A.g.k., para. 41-42. Danıştay, söz konusu örnek
kararlarda, zarar tespit komisyonlarının, köylerinin
güvenlik güçlerince boşaltıldığını iddia eden başvuru
sahiplerinin terör olayları nedeniyle köylerinden ayrıldığı
gerekçesiyle verdikleri ret kararlarını iptal etmiştir.
169 AİHM, Doğan ve Diğerleri, 41. Madde kararı.
163 AİHM, İçyer, para. 29-32.
64
Keza, dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, bir
milletvekilinin soru önergesine verdiği yanıtta, İçyer
kararını Türkiye için “uluslararası arenada ciddi bir
diplomatik ve hukuksal kazanım” olarak nitelemiş,
Tazminat Yasası’nın BM tarafından benzer sorunlar
yaşayan diğer ülkelere örnek gösterildiğini
belirtmiştir.168
168 İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın bağımsız Tunceli
milletvekili Kamer Genç’in verdiği soru önergesine yanıtı,
Tutanak Dergisi, Dönem: 23, Cilt: 5, Yasama Yılı: 2, 22.
Birleşim, 20 Kasım 2007.
Bu, AİHM’in Türkiye’deki köy boşaltmalarına ilişkin
içtihadında bir ilktir; zira Mahkeme, Türkiye’nin
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) ihlal
ettiğine hüküm getirdiği önceki kararlarının tümünde
başvuru sahiplerinin manevi zararlarının da
karşılanmasına karar vermiştir.
Üstelik AİHM, Tazminat Yasası’nı değerlendirdiği İçyer
kararında, yasada manevi tazminat öngörülmemesine
rağmen, yasanın 12. maddesinin başvuruculara yargı
yolunu açtığını hatırlatarak bunun “idari
mahkemelerde manevi tazminat istenmesi olasılığına
bir yol açtığını” belirtmiştir.170 Mahkeme’nin 5233 sayılı
yasanın metnine dayanarak yaptığı bu yorumun
dayanaktan yoksun olduğu, o dönemde Türkiye’de
birçok hukukçu tarafından dile getirilmişti. Gerçekten
de, yargıya intikal eden dosyalarda idare
mahkemelerinin yasa metninin dışına çıkarak
mağdurlara manevi tazminat vermelerini beklemek,
yargının yasama organının kendisine tanımadığı bir
yetki yaratması anlamına gelecekti. Nitekim, Türkiye
mahkemelerinin Tazminat Yasası’na ilişkin
kararlarının ele alındığı bölümlerde görüleceği üzere,
mağdurların manevi tazminat talebiyle idare
mahkemelerinde açtıkları davalar Anayasa
Mahkemesi’nden geri dönmüştür. Anayasa
Mahkemesi, kuvvetler ayrılığı ilkesini gerekçe
göstererek, yasama organının uygun görmediği bir
hakkı verme yetkisi bulunmadığını belirtmiştir.171
A.2. Tazminat Yasası Nasıl Çıkarıldı?
“Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanun Tasarısı”, 23 Mart
2004’te Bakanlar Kurulu’nca kararlaştırıldı, 19 Nisan
2004’te de Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel
Müdürlüğü’nce Meclis Başkanlığı’na gönderildi.172
Tasarının bu hali, üç ay sonra Meclis’te görüşülen
metinle karşılaştırıldığında, tasarının Genel Kurul’a
gelmeden önce İçişleri ile Plan ve Bütçe
Komisyonları’nda değişikliklere uğradığı
görülmektedir. İki değişiklik özellikle dikkate değerdir.
Birincisi, Başbakanlık’ça hazırlanan tasarı, sadece
geriye dönük olarak ve yalnızca OHAL süresince –19
Temmuz 1987 ile 30 Kasım 2002 tarihleri arasındaki
dönemde– meydana gelen maddi zararları karşılamayı
amaçlıyordu.173 Meclis’te görüşülen tasarıda ise,
yasanın geriye dönük olarak kapsayacağı dönem
uzatılmış, 19 Temmuz 1987 ile yasanın yürürlüğe girdiği
tarih (daha sonra belli olacağı üzere Ekim 2004)
arasında meydana gelen zararların karşılanması
öngörülmüştür.174 Ayrıca, yasanın yürürlüğe gireceği
tarihten sonra meydana gelecek zararların da
karşılanması amaçlanmıştır.175 İkincisi, ilk tasarıda
yasanın ülke genelinde değil, Bakanlar Kurulu’nca
belirlenecek illerde uygulanması öngörülürken,176
tasarının son halinde yasanın kapsamı ülke geneline
genişletilmiştir.177
Bu iki değişikliğin yapılmasını sağlayan
milletvekillerinden olan Mesut Değer, CHP’nin
yasanın kapsamının çatışmaların başladığı 1980’li
yılların başını da içerecek şekilde geriye doğru
genişletilmesini talep ettiğini, ancak sonuçta
başlangıç tarihi olarak 1987 tarihinde uzlaşıldığını
belirtti:
Bir de 1990lı yılları almışlardı. [...] Biz hani geçmişten
bu yana olan dönemi alsın dedik. Ben 1980’den
sonrasını önerdim. Sonra 1987’de mutabık kalındı. Bu
terörle tazminata dair yine o gün benim bir talebim
oldu. Sadece Doğu, Güneydoğu olmasın; Türkiye’yi
kapsasın, bir. İki, yasanın süre bittikten sonraki
safahatları sınırlanmasın. Önümüzdeki gelecek
170 AİHM, İçyer, para.81.
172 Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü,
“Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması
Hakkında Kanun Tasarısı”, Sayı:
B.02.0.KKG.0.10/101-817/1797, 19 Nisan 2004 (bundan
sonra “Tazminat Yasası Kanun Tasarısı”).
173 Tazminat Yasası Kanun Tasarısı, Madde 1.
174 TBMM, 2004, 117. Birleşimi’nde görüşülen yasa tasarısı,
Geçici Madde 1.
175 TBMM, 2004, 117. Birleşimi’nde görüşülen yasa tasarısı,
Madde 1.
176 Tazminat Yasası Kanun Tasarısı, Madde 4.
177 TBMM, 2004, 117. Birleşimi’nde görüşülen yasa tasarısı,
Madde 4.
65
171 Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararının bir
değerlendirmesi, üçüncü kısımda “Manevi Tazminata
İlişkin Davalar-Anayasa Mahkemesi Kararı” başlığı
altında yer almaktadır.
yıllarda terörden doğan zararların karşılanması
olsun. Üç, 81 ili kapsasın bu yasa. Sadece Doğu ve
Güneydoğu’da geçmişe yönelik doğrudur ama
Tekirdağ, Edirne, Trabzon’da da terörden zarar gören
vatandaşın suçu ne? Onlara devletin bakmaması
yanlıştır. O zaman bu talebimiz de kabul edildi.178
Öte yandan, bir diğer CHP milletvekili Algan
Hacaloğlu, Meclis’teki konuşmasında, yasanın ucunun
açık olması değişikliğinin yol açabileceği tehlikelere
dikkat çekmişti:
[...] Plan ve Bütçe Komisyonu’nda külah tersine
çevrildi ve ne gariptir ki, önümüzdeki yasa tasarısı
diyor ki –değerli arkadaşlarım, bu yasanın şu kabulü
var, ben bunu içime sindiremiyorum– Türkiye’de
bundan sonra da terör ile çatışma olur, terörle
mücadele eden güvenlik güçlerimiz, yurttaşların
insan haklarını ihlal eder, hakları ihlal edilen
yurttaşlar, ola ki mahkemeye, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne giderler, onun önünü kesmek için, ben
sulh yolunu açarım [...] 179
Hacaloğlu ile Değer’in bu konu hakkındaki farklı
tutumları, CHP grubu içerisinde bazı konularda görüş
ayrılıkları olmuş olabileceğine işaret etmektedir. Öte
yandan, Genel Kurul görüşmelerinde AK Parti ile diğer
siyasi partilerin milletvekillerinin büyük ölçüde sessiz
kalmış olmasının, yasanın etraflıca tartışılmasını ve
siyasi partiler arasındaki ve içindeki tutum ve görüş
farklılıklarının ortaya çıkmasını engellediği de
düşünülebilir.
Komisyonlarda gerçekleşen siyasi pazarlıklar sonucu
yapılan bu değişikliklerin ardından tasarı Genel
Kurul’a geldiğinde tarih 16 Temmuz 2004, saat
01.00’dir. CHP milletvekili Algan Hacaloğlu, tasarı
hakkında Meclis’e hitaben yaptığı konuşmaya
“hepinizi, Cumartesi gününün saat 01.00’inde saygıyla
selamlıyorum” sözleriyle başlar. Mesut Değer,
tasarının Meclis’te etraflıca tartışılıp tartışılmadığı
sorusuna ilişkin şu yanıtı vermiştir:
Yok, bu, gece 2’de, 3’te çıktığı zaman, herkesin yattığı
zaman ben o konuşmayı yapmışım. Gece 2’de. Sen
yatıyordun. Belki birçok milletvekili de yoktu. Çoğu
milletvekilleri, orada olmayan AKP’li arkadaşlar,
sonra duymuşlar başka arkadaşlardan [...]180
Gerçekten de, 01.00’de başlayan görüşmeler, 03.37’de
tasarının kabul edilmesi ve Tazminat Yasası’nın
Meclis’ten geçmesiyle sona ermiştir.181 Böylelikle,
kendisine devlet-vatandaş kaynaşmasını sağlamak,
geçmişte yapılan haksızlıkları telafi etmek gibi
misyonlar biçen bir yasa, kamuoyunda hiç müzakere
edilmeksizin, anlaşılan bölgedeki Kürtler dışında
toplumun büyük kısmının “uyuduğu” saatlerde,
Meclis’ten alelacele geçirilmiştir. Görüşmeler
sırasında, CHP milletvekili Sinan Yerlikaya, sabahın
erken saatleri olmasına rağmen en azından Kürtlerin
Meclis’teki görüşmeleri naklen takip ettiğini
belirterek, milletvekillerine görüştükleri yasa
tasarısının ve içinde bulundukları anın tarihi anlamını
hatırlatmış, Meclis’i konuya gereken ilgi ve önemi
göstermeye davet etmiştir:
Bakınız, şimdi saat 03.00; siz zannediyorsunuz ki, bu
görüşmelerimiz televizyonlarda izlenmiyor; bütün
Olağanüstü Hal bölgesinde, şimdi, sanki sabahmış
gibi, bu görüşmeler izleniyor; bunu, bize gelen
telefonlar gösteriyor. O nedenle, burada yaptığınız bu
hareketin, bu işin çok önemli olduğunu şu saatte bile
söyleyerek, sizi kutlamak istiyorum.182
CHP milletvekilleri, grupları adına art arda söz alarak,
Meclis’te görüşülmekte olan yasa tasarısında neyin
söz konusu olduğuna dair duygu yüklü konuşmalar
yapmış, milletvekillerini tarih önündeki
sorumluluklarını üstlenmeye davet etmişlerdir:
Değerli arkadaşlarım, bu [PKK’nın 15 Ağustos 1984
tarihli Eruh baskınından itibaren gelişen] süreç içinde,
[...] Benim abartılı güvenlik konsepti olarak
tanımladığım anlayışın, gerek terör örgütü unsurları,
66
180 Mesut Değer’le görüşme, Ankara, 25 Mart 2010.
178 Mesut Değer’le görüşme, Ankara, 25 Mart 2010.
181 TBMM, 2004, 117. Birleşimi.
179 Algan Hacaloğlu, İstanbul Milletvekili, CHP Grubu adına,
TBMM, 2004, 117. Birleşimi.
182 Vahdet Sinan Yerlikaya, Tunceli Milletvekili, CHP Grubu
adına, TBMM, 2004, 117. Birleşimi.
CHP milletvekillerinin OHAL döneminde
yaşananlara dair insan odaklı, hak ve adalet
eksenli ve gerçekle yüzleşmeye davet eden
saptamalarına karşılık, şahsı adına söz alan
AK Parti milletvekili Ümmet Kandoğan terörle
mücadelenin önemine vurgu yapan, meydana
gelen hak ihlallerinde devletin sorumluluğuna
dair gerçeğin üzerini örten bir söylem
benimsemiştir.
CHP milletvekillerinin OHAL döneminde yaşananlara
dair insan odaklı, hak ve adalet eksenli ve gerçekle
yüzleşmeye davet eden saptamalarına karşılık, şahsı
adına söz alan AK Parti milletvekili Ümmet Kandoğan
terörle mücadelenin önemine vurgu yapan, meydana
gelen hak ihlallerinde devletin sorumluluğuna dair
gerçeğin üzerini örten bir söylem benimsemiştir.
Kandoğan, OHAL döneminde bölgede kaymakamlık ve
vali yardımcılığı görevlerinde bulunduğunu belirterek
başladığı konuşmasında şöyle demiştir:
Sayın Hacaloğlu, siz, o terör dönemlerinde
İstanbul’da Boğaz karşısındaydınız belki de [...] ama,
bizler, kelle koltukta, terör örgütüyle canla başla
mücadele ediyorduk. [...] Ama, bunu nasıl sağladık;
yediden yetmişe bütün vatandaşlarımızla birlik ve
beraberlik içerisinde olarak, onlara sahip çıkarak,
devletin sıcak ve şefkatli ellerini onların omuzlarında,
ensesinde hissettirerek bunu sağladık.184
183 Algan Hacaloğlu, İstanbul Milletvekili, CHP Grubu adına,
TBMM, 2004, 117. Birleşimi.
184 Ümmet Kandoğan, Denizli Milletvekili, şahsı adına,
TBMM, 2004, 117. Birleşimi.
Kandoğan’ın konuşmasını şahsı adına yapmış olması
nedeniyle sözlerinin AK Parti’nin soruna bakışını
yansıtmadığı ileri sürülebilir. Öte yandan, gerek
hükümet gerekse AK Parti grubundan farklı bir ses
çıkmadığı için, Kandoğan’ın bu sözlerinin partisinin
tutumunu yansıttığı da savunulabilir. Ya da, AK
Parti’nin AB ve AİHM nedeniyle kerhen çıkarmak
zorunda kaldığı yasayı en azından kamuoyu önünde
sahiplenmeyerek ve Kürt Sorunu’nun PKK ve güvenlik
boyutunu öne çıkararak milliyetçi çevrelerden ve
Silahlı Kuvvetler’den gelecek olası muhalefet ve
baskıları önceden bertaraf etmeyi amaçlamış olduğu
da düşünülebilir.
Sonuç olarak, Tazminat Yasası, Meclis görüşmeleri
sırasında, Kürt Sorunu’nun çözümünde yeni bir dönem
açan tarihi bir adımdan ziyade, rutin bir teknik
düzenleme olarak ele alınmıştır. Bu yönüyle, AB’nin
siyasi kriterlerini yerine getirmek amacıyla,
bürokratlarca hazırlanan tasarıların hiç veya yeterince
müzakere edilmeksizin birbiri ardına kabul edildiği
‘reformların’ karakteristik özelliklerini barındıran bu
yasama sürecinde, bir grup CHP milletvekilinin
çabalarına rağmen, Meclis yasaya hak ettiği ilgi ve
özeni göstermemiş, yasama erkinin gerektirdiği
sorumluluğu üstlenmemiştir. Belki de büyük ölçüde
bunun sonucu olarak, basın ve kamuoyunun da ilgisiz
kalmasıyla, bir başka ülkede büyük tartışmalara yol
açabilecek ve tarihi bir dönüm noktası olarak
addedilebilecek yasa, Türkiye’de sessiz sedasız kabul
edilmiştir.
Bu bölümü sonlandırmadan önce, yasada birtakım
iyileştirmeler yapmak adına, CHP ve AK Parti
milletvekillerince 16 Temmuz 2004 tarihli oturumda
Meclis’e sunulan önergelere göz atmakta fayda var.
Belki de büyük ölçüde bunun sonucu olarak, basın ve
kamuoyunun da ilgisiz kalmasıyla, bir başka ülkede büyük
tartışmalara yol açabilecek ve tarihi bir dönüm noktası
olarak addedilebilecek yasa, Türkiye’de sessiz sedasız
kabul edilmiştir.
67
gerek korucu unsurlar, gerekse silahlı
kuvvetlerimizin, güvenlik güçlerimizin terörle
mücadelede geniş boş alanlar yaratabilmek veyahut
da o yerleşim yerlerinde etkinliği sağlayabilmek
amacıyla, köyler zorunlu olarak, mezralar zorunlu
olarak boşalttırıldı. Bu, devletin en yetkili
kademelerinde konuşuldu. Bizler de, o en yetkili
kademelerde belirli bilgi sahipleri olduk.183
CHP milletvekillerinin, grupları adına, yasanın dört
ayrı maddesine ilişkin verdiği sekiz değişiklik önergesi
biri dışında reddedilmiştir. Hükümet üyeleri ile AK
Parti grubu da dâhil olmak üzere olumsuz oy kullanan
milletvekilleri bu önergeleri reddederken herhangi bir
gerekçe ileri sürmemişlerdir. Öte yandan, bir grup AK
Parti milletvekili de bir önerge sunmuş, bu önerge
Meclis’çe kabul edilmiştir.
CHP’nin değiştirilmesini teklif ettiği maddeler ile bu
yönde verdiği önergelerin içeriği, ilerideki yıllarda
yasanın uygulamasında ortaya çıkacak sorunlar
konusunda bu milletvekillerinin –ve o dönemde
tasarıya ilişkin benzer eleştirilen getiren Diyarbakır
Barosu başta olmak üzere bölge barolarının– sürecin
başındaki öngörülerinin ne derece isabetli olduğunu
ortaya koymaktadır. Milletvekilleri Algan Hacaloğlu,
Atilla Kart, Sinan Yerlikaya, Enver Öktem, Mesut
Değer ve Ali Rıza Gülçiçek, CHP grubu adına, yasanın 1.
ve 2. maddeler ile geçici 1. maddenin değiştirilmesine
yönelik beş farklı önerge vermişlerdir. Bu önergeler,
kanunun, 1) “terör eylemleri veya terörle mücadele
kapsamında yürütülen faaliyetler”in yanı sıra, “bu
koşullarda oluşan çatışma veya güvensizlik
ortamından” dolayı kaynaklanan zararları; ve 2) bütün
bu nedenlerden dolayı oluşan maddi zararların yanı
sıra manevi zararları da kapsamasını öngörüyordu.185
Önergelerle amaçlanan, sadece güvenlik görevlilerinin
ve PKK’nın göç etmeye zorladığı değil, çatışmalardan
dolayı köylerini terk etmek zorunda kalan yerinden
edilmiş kişilerin de yasanın kapsamına alınması ve göç
mağdurlarının sadece maddi zararlarının değil, aynı
zamanda yaşadıkları travmaların yol açtığı manevi
zararlarının da karşılanmasıydı. Mesut Değer bu ikinci
amacın gerekçesini şu sözlerle açıklamıştır:
68
[...] mağdurların manevî kayıpları[nın], maddî
kayıplarından daha fazla olduğu bilinen bir gerçektir.
Sorunun, kapsamlı ve sosyal barışa hizmet edecek
tarzda çözümü, mağdurların maddî ve manevî
zararları arasında ayrım yapmaksızın, tamamının
tanzim edilmesiyle mümkün olacaktır. Kaldı ki, her
185 TBMM, 2004, 117. Birleşimi.
fırsatta, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
yapılacak başvuruların önlenmesi amacına da sahip
olduğu belirtilen bu yasa tasarısının, adı geçen
uluslararası yargı mekanizması[na] alternatif olması
da ancak bu şekilde mümkün olabilir.186
Burada Değer, AİHM’in o tarihe dek köy
boşaltmalarına ilişkin verdiği kararlarında başvuru
sahiplerine maddi tazminatın yanı sıra manevi
tazminat da verdiğini hatırlatmaktadır. Gerek o tarihte
bölge baroları ve insan hakları kuruluşlarının gerekse
o tarihten bu yana, yerinden edilmiş kişiler ve
avukatlarının yanı sıra yasanın uygulamasında görev
alan kamu görevlilerinin dahi yasaya ilişkin en çok
eleştirdiği husus olan manevi tazminatın
öngörülmemesi, CHP grubunun uyarılarına rağmen,
bir sorun olarak görülmemiştir: “Biz manevi
tazminatın da ödenmesi gerektiğini ortaya koyduk.
Ama manevi tazminat ödenmedi. Halen ödenmiyor.
Böyle bir talep yok.”187
CHP grubunun Meclis’çe kabul edilen tek önergesi,
zarar tespit komisyonlarının oluşumunu düzenleyen 4.
maddeye ilişkin verdiği iki önergeden birisi olmuştur.
CHP’nin, sadece devlet memurlarından teşekkül
olması öngörülen188 komisyonlara sivil toplumu
temsilen baroya üye bir avukatın da eklenmesi önerisi
kabul görürken, ticaret ve sanayi odası, mühendis ve
mimarlar odası, ziraat odası ile esnaf ve sanaatkârlar
odasının birer temsilcisinin de eklenmesi önergesi
reddedilmiştir. Bu madde üzerindeki müzakereleri
Mesut Değer şöyle aktarıyor:
[Tasarı] Genel Kurul’a gelince Genel Kurul’da gece geç
saatlerde bu kanunu tartışıp konuşacağımız sırada
bazı hususların kanuna eklenmesi yolunda mücadele
ettim [...] Mesela komisyonlar kurulması, zararın
186 Mesut Değer, Diyarbakır Milletvekili, CHP Grubu adına,
TBMM, 2004, 117. Birleşimi.
187 Mesut Değer’le görüşme, Ankara, 25 Mart 2010.
188 Tasarının ilk halinde, komisyonların “vali yardımcısının
başkanlığında; Maliye, Bayındırlık ve İskân, Tarım ve
Köyişleri, Sağlık ile Sanayi ve Ticaret bakanlıkları
temsilcilerinden” oluşması öngörülüyordu. Tazminat
Yasası Kanun Tasarısı, Madde 4.
tespiti ile ilgili komisyonlar kurulması yönündeki
talebi vardı, talep de neydi sadece valiliğin
personeliydi. Biz “olmaz” dedik yani sadece
vatandaşın karşısında devlet olduğu zaman
devletten korkacak, çekinecek, ürkecek. Orada sivil
toplum kuruluşlarından insanlar da olsun. Örneğin
baro bu işten anladığı için bölgedeki her barodan bir
avukatın olması lazım. Bir inşaat, bir ziraat
mühendisinin olması lazım. Bu pazarlık konuşma
şekliyle o gece oldu. AKP’yle diyalog içerisinde...
Onlar da kabul etti. Önergelerle sadece bir avukatın
eklenmesi oldu.189
Atilla Kart, verdikleri önergelerin gerekçesini
açıklamak üzere söz aldığında, yine o tarihte bölge
baroları tarafından çokça eleştirilen ve daha sonra
uygulamada ortaya çıkan sorunların önemli bir nedeni
olan komisyonların tarafsızlığı ve bağımsızlığı
meselesine işaret etmiştir:
[...] vesayet ilişkileri içerisinde kurulan böyle bir
komisyonun, objektif ve tarafsız bir şekilde görev
yapması mümkün değildir; böyle bir kurula, hakem
sıfatıyla bakmak da mümkün değildir. Burada, bu
şartlar içerisinde oluşan bir komisyon, çok büyük
ölçüde, idarenin tek taraflı yönlendirmesiyle,
hiyerarşik ilişkiler içerisinde doğmuş olan
yönlendirmeyle karar verecektir.190
Naci Aslan ise, içlerinde sivil toplum temsilcilerinin
bulunmasının, zarar tespit komisyonlarına bir çeşit
‘hakikat komisyonu’ niteliği de kazandıracağını
savunmuştur. Aslan’ın yasaya gücünü ve amacını
oldukça aşan bir misyon ve anlam yükleyen sözleri,
onarıcı adaletin temel unsurlarından olan hakikatın
tespit edilmesi ile işlenen suçların faillerinin
cezalandırılmasalar da en azından belirlenmesinin
sadece bir milletvekilince de olsa, o dönemde Meclis
çatısı altında dillendirilmiş olması açısından oldukça
önemlidir:
Yasa kapsamında kurulacak zarar tespit
komisyonlarının işlevi, mağdur olan yurttaşın
başvurusu alınarak geçmişe yönelik olarak bir
araştırma içine girmek olacaktır. Bu araştırmada,
mağdurların ve suçların faillerinin de belirlenmesi
gerekmektedir. Gerçekte böyle bir ihlal yaşanmış
mıdır, mağduriyet durumu var mıdır, mağduriyetin
ölçüsü nedir? Tüm bunlar tazminatla birlikte
değerlendirilmesi gereken olgulardır. Dolayısıyla,
kurulacak zarar tespit komisyonları, hükümet
görevlileri ve bağımsız sivil toplum kuruluşlarının
katılımıyla, bir ölçüde, gerçekleri araştırma ve
zararları tespit etme komisyonu olmalıdır. Bu
komisyonun amacı, yaşanan trajedileri anlamak,
geçmişte yaşananları ortaya koymak ve gelecekte
toplumsal barışın tesis edilmesi [için] görüş ve
önerileri ortaya koymaktır.191
Kısaca, CHP milletvekillerinin verdikleri önergeler,
tasarıyı yerinden edilmiş kişiler lehine iyileştirmeyi,
yasayı sadece maddi zararların tazmin edildiği bir
düzenleme olmaktan çıkararak OHAL dönemiyle
yüzleşilmesine ve toplumsal barışa vesile olacak bir
hukuki araca dönüştürmeyi, aynı dönemde bölgede
yaşananlara ilişkin gerçeğin ortaya çıkarılarak işlenen
suçların faillerinin belirlenmesini sağlamayı
amaçlamışlardır.
AK Parti milletvekillerinden gelen tek önerge ise,
OHAL döneminde görevleri başındayken terör veya
terörle mücadele nedeniyle zarar gören ve devletten
tazminat almış olan kamu görevlileri ile
mirasçılarınnın yasa altında daha fazla tazminat
almaya hak sahibi olmaları durumunda kendilerine
aradaki farkın yasal faiziyle ödenmesini
öngörmekteydi. AK Parti milletvekilleri Salih Kapusuz,
Erdal Özegen, Abdullah Çalışkan, İbrahim Köşdere,
Mustafa Baş ve Mehmet Kurt tarafından verilen bu
önerge, 16 Temmuz 2004 tarihli Meclis oturumunda
Tazminat Yasası’na ilişkin kabul edilen ikinci ve son
önerge oldu.
Genel Kurul’da yapılan bu müzakerelerin ve sınırlı
değişikliklerin ardından yasa, 17 Temmuz 2004’te
kabul edildi, 27 Temmuz 2004’te Resmi Gazete’de
190 Atilla Kart, Konya Milletvekili, CHP Grubu adına, TBMM,
2004, 117. Birleşimi.
191 Naci Aslan, Ağrı Milletvekili, CHP Grubu adına, TBMM,
2004, 117. Birleşimi.
69
189 Mesut Değer’le görüşme, Ankara, 25 Mart 2010.
yayımlanarak yürürlüğe girdi.192 Yasanın uygulamasını
başlatan yönetmelik, 20 Ekim 2004’te yürürlüğe
girdi.193
A.3. Tazminat Yasası Ne Zaman, Neden,
Nasıl Değiştirildi?
Tasarı olarak gündeme geldiği tarihten itibaren bölge
barolarının, milletvekillerinin ve sivil toplum
kuruluşlarının eleştirilerine hedef olan Tazminat
Yasası’nın ülke genelinde uygulanmaya
başlanmasıyla, hazırlık aşamasında hükümetçe
öngörülmeyen ve/veya önemsenmeyen birtakım
sorunlar da baş göstermiştir. Bu sorunların bazısı,
yasanın kendisinden, bazısı ise uygulayıcıların tutum
ve zihniyetlerinden kaynaklanmıştır. Hükümet,
uygulamayı iyileştirmek adına, yasada Aralık 2005,
Aralık 2006 ve Mayıs 2007’de üç kez değişiklik
yapmıştır.194 Değişikliklerin gündeme geldiği her
oturumda, CHP milletvekilleri hükümeti, bu
değişikliklerin fazlasıyla sınırlı olduğu, soruna kalıcı
çözüm getirmeyeceği, gerek yasada gerekse
uygulamada çok daha köklü değişiklikler yapılması
konusunda uyarmış, kimi zaman bu önerilerini
somutlaştıran yasa değişiklik önergeleri sunmuş,
ancak önerileri ve önergeleri hükümet ve AK Parti
192 Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanun, No.5233, 17 Temmuz
2004, Resmi Gazete No. 25535, 27 Temmuz 2004 (bundan
sonra “Tazminat Yasası”).
70
193 Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Yönetmelik, 4 Ekim 2004, Resmi
Gazete No. 25619, 20 Ekim 2004 (bundan sonra “Tazminat
Yasası Yönetmeliği”).
194 Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun, No. 5442, 28 Aralık 2005, Resmi Gazete No.
26042, 3 Ocak 2006 (bundan sonra “5442 Sayılı Kanun”);
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun, No. 5562, 13 Aralık 2006, Resmi Gazete No.
26378, 16 Aralık 2006 (bundan sonra “5562 Sayılı
Kanun”); Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun, No. 5666, 24 Mayıs 2007, Resmi Gazete No.
26537, 30 Mayıs 2007, Geçici Madde 4 (bundan sonra
“5666 Sayılı Kanun”).
Grubu’ndan destek görmemiştir. Bunun yerine, yasada
sınırlı değişiklikler yapılmasıyla yetinilmiştir.
En başta, hükümetin yasayı duyurmak amacıyla
kapsamlı bir bilgilendirme kampanyası yapmamış
olması nedeniyle, çok sayıda yerinden edilmiş kişinin
yasada öngörülen süre içerisinde başvuruda
bulunamamış olması, sürenin uzaltılması ihtiyacını
doğurmuştur. 27 Temmuz 2005 olan başvuru son
tarihi, önce 3 Ocak 2007,195 bu sürenin de yetersiz
olduğunun ortaya çıkması üzerine, 18 Aralık 2007,196 ve
nihayet 30 Mayıs 2008197 tarihine dek uzatılmıştır.
Süresi uzatılan bir diğer işlem, komisyonların
başvuruları değerlendirme süreci olmuştur. Yasa kabul
edildiği tarihte, her bir başvurunun yapıldığı tarihten
itibaren en geç iki yıl içerisinde karara bağlanması
öngörülmüştü.198 Başvuruların zamanında
sonuçlandırılamaması ve sürecin öngörülenden uzun
süreceğinin anlaşılması üzerine, Aralık 2006’da
yasada bir değişiklik yapılarak komisyonlara bir yıl ek
süre tanınmıştır.199 Üstelik “[b]u sürenin de bitmesi ve
başvuruların sonuçlandırılamamış olması halinde,
Bakanlar Kurulu[’na] bu süreyi her defasında bir yılı
aşmamak üzere” uzatma yetkisi de tanınmıştır.200
Böylelikle, hükümet, yasaya başvuru süreleri Mayıs
2008’den sonra bir daha uzatılmayan yerinden edilmiş
kişilere kıyasla, komisyonlara daha toleranslı
davranmıştır.
Başvuru ve değerlendirme sürelerinin uzatılmasında
sergilediği bu farklı tutumuyla devlet, göç etmek
zorunda kaldıktan sonra yurt dışına çıkarak Mahmur
Mülteci Kampı’na, Avrupa’ya veya başka yerlere
yerleşen Kürtlerin ve Süryanilerin de içinde bulunduğu
çok sayıda vatandaşına tanımadığı ek süreyi,
uygulamadan sorumlu kamu görevlilerine, yani
kendisine tanımaktan geri durmamıştır. Yasada
195 5442 sayılı Kanun, Geçici Madde 1.
196 5562 Sayılı Kanun, Geçici Madde 3.
197 5666 Sayılı Kanun, Geçici Madde 4.
198 Tazminat Yasası, Geçici Madde 1.
199 5562 Sayılı Kanun, Geçici Madde 3.
200 A.g.k.
‘adaletin tecellisi’nde öngörülen zaman sınırının
bütünüyle kaldırılmasıyla, yürütmeye, zarar tespit
komisyonlarından gelen talepler doğrultusunda süreci
uygun gördüğünce ve sınırsız uzatma yetkisi
tanınmıştır. Yerinden edilmiş kişiler temel hak ve
özgürlüklerini ilgilendiren bir yasaya başvurma
şansından mahrum bırakılırken, bu hak ve özgürlükleri
ihlal etmiş olan devlet, oluşan zararları tazmin
etmekte kendisine sınırsız ve denetimsiz bir süre
tanımıştır. Başvuruların değerlendirilmesinin
öngörülen sürede tamamlanamaması nedeniyle,
komisyonlara ek süre tanınmasının kaçınılmaz olduğu
ileri sürülebilir. Öte yandan, aşağıda CHP
milletvekillerinin Meclis’te yaptıkları konuşmalarda
veya verdikleri değişiklik önergelerinde hükümete
önerdikleri üzere, süreci uzatmadan başvuruların
değerlendirilmesini sağlayacak birçok alternatif
önleme başvurulabilirdi. Bunların başında,
komisyonların sayısını artırmak, komisyon üyelerini
diğer görevlerinden geçici görevlendirmeyle alarak
onları sadece yasanın uygulamasından sorumlu
kılmak, komisyonlara başvuruları ivedi
değerlendirmelerini sağlayacak –örneğin başvuru
sahiplerinden temin edemeyecekleri belgeleri talep
etmemeleri yönünde– gerekli direktifleri vermek
geliyor. Oysa hükümet, muhalefet milletvekillerinin bu
yöndeki önerilerine rağmen, başvuruların
değerlendirilmesi süresini uzatmakla yetinmiştir.
Hükümetin yasada yaptığı sınırlı değişikliklerden bir
diğeri, komisyon üyelerine verdikleri hizmet
karşılığında bir ‘huzur hakkı’ tanınması, onlara
toplantı başına memur maaşına endeksli sembolik bir
bedel –2006 itibariyle 20 TL– ödenmesinin
düzenlenmesi olmuştur.201 AK Parti milletvekillerinin
bu değişikliği gerekçelendirmek üzere Meclis’te
yaptıkları konuşmalar, yasanın uygulamasında
mevcut olan yapısal zaaflardan birini ifşa etmektedir:
Bugün getirilen kanun, daha önce çıkardığımız 5233
sayılı Kanunun uygulamadaki eksikliklerini
tamamlamak amacıyla gelmiştir ve bana göre biraz
geç de olsa, Sayın İçişleri Bakanının çok yerinde ve
çok isabetli bir kararıyla bu, buraya gelmiştir. [...]
Bunlar ne idi; en başta, zarar tespit komisyonları
istediğimiz gibi çalışmıyordu. Neden çalışmıyordu; bu
komisyonlardaki üyelerin çoğu o mahaldeki tanınmış,
bilinmiş insanlar, avukatlar, işadamları idi. Onları
kolay kolay kendi işlerinden alıp bu komisyonları
zamanında toplamak bazen mümkün olmuyordu. Bu
nedenle, bu komisyonlardaki üyelerin kaybettikleri
zamanı, hiç olmazsa telafi etmek için, bu kanun
tasarısının birinci maddesinde bunlara huzur hakkı
getiriliyor ki, bu doğrudur.202
Dolayısıyla, burada, devlet-vatandaş kaynaşmasını sulh
yoluyla sağlamak üzere oluşturulmuş bir adalet
mekanizmasından ziyade, “kendi işleri”yle meşgul
insanları biraraya getirerek ‘zaman kaybetmelerine’ yol
açan bir idari yapı söz konusuydu.
Dolayısıyla, burada, devlet-vatandaş kaynaşmasını
sulh yoluyla sağlamak üzere oluşturulmuş bir adalet
mekanizmasından ziyade, “kendi işleri”yle meşgul
insanları biraraya getirerek ‘zaman kaybetmelerine’ yol
açan bir idari yapı söz konusuydu. Şüphesiz, komisyon
üyelerinin asli görevlerine ek olarak, çoğu zaman büyük
bir özveriyle ve kimi zaman siyasi ve psikolojik baskıya
maruz kalarak yerine getirdikleri hizmet karşılığında
201 5442 Sayılı Kanun, Madde 1.
202 Ülkü Gökalp Güney, Bayburt Milletvekili, şahsı adına,
TBMM, 45. Birleşim, 28 Aralık 2005, TBMM Tutanak
Dergisi, Dönem: 22, Cilt: 107, Yasama Yılı: 4 (bundan
sonra “TBMM, 2005, 45. Birleşim”).
71
Başvuru ve değerlendirme sürelerinin
uzatılmasında sergilediği bu farklı tutumuyla
devlet, göç etmek zorunda kaldıktan sonra
yurt dışına çıkarak Mahmur Mülteci
Kampı’na, Avrupa’ya veya başka yerlere
yerleşen Kürtlerin ve Süryanilerin de içinde
bulunduğu çok sayıda vatandaşına tanımadığı
ek süreyi, uygulamadan sorumlu kamu
görevlilerine, yani kendisine tanımaktan geri
durmamıştır.
Zarar tespit komisyonları, sürecin en başından itibaren,
tarafsız olmaları gereken birer adalet dağıtıcı unsurlar
olarak değil, devletin çıkarlarını gözeterek yerinden
edilmişlere mümkün olduğunca düşük tazminat verecek
kamu güdümünde birer idari mekanizma olarak
tasarlanmış, devlet memurları dışında bir üye içermelerine
gerek duyulmamıştır.
ücret almalarında bir sakınca bulunmuyor. Tersine,
yasanın uygulanmaya başlandığı ilk yıllarda kaleme
alınan raporlarda, komisyon üyelerinin büyük bir iş
yükü altında olduğuna dikkat çekmiş, hükümete
komisyonları profesyonel bir yapıya kavuşturma
önerisinde bulunulmuştur.203 Burada dikkat çekmek
istediğimiz mevzu, yasama organı mensuplarının dahi,
yerinden edilmiş kişilerin uğramış oldukları hak
ihlallerinden doğan zararlarını bir nebze gidermeye
yönelik bir yasayı uygulayıcılar için bir külfet olarak
görmesi ve yasanın uygulanması için kurulan altyapının
ne derece sorunlu olduğunu gözden kaçırarak geçici ve
köklü olmayan iyileştirmelerle yetinmeleridir.
Öte yandan, yasada yapılan değişiklik, komisyon
üyelerine yapılacak ödemeyi ayda en fazla altı toplantı
bedeliyle sınırlandırmıştır. Bu sınırlamanın nedeninin,
komisyon üyelerine ödenecek ‘huzur hakkı bedeli’nin
devlet bütçesine fazla yük getirmemesi olduğu
anlaşılıyor. Bazı milletvekilleri, yasanın, bu kez
komisyon üyelerinin ‘haksız zenginleşmeleri’ne yol
açmasından duydukları endişeyi dile getirmiştir:
[...] bu konu, oturum başına çok para verileceği için
cazip hale gelmiş olacak ve bu çok para da, giderek,
daire amirleri, yani o komisyonlarda yer alacak olan
daire amirlerinin birbirleriyle kavgalı olmasına ve
dışarıdan bazı kişilerle ortaklaşa iş yapmasına belki
de neden olabileceklerdir.204
Bazıları ise, komisyonların diğer üyelerin aksine
düzenli bir maaşları olmayan avukat üyelerinin
mağduriyetine dikkat çekerek, üyelere ayda en fazla
120 TL ödenmesinin başvuruların değerlendirilmesinde
verilen emeğin ve zamanın karşılığı olamayacağına
dikkat çekmiştir:
[Komisyon üyesi avukatlar] [d]iyelim ki, bir toplantıya
katıldılar; onlarca, yirmilerce dosya ellerine gelecek
ve bu dosyalar sebebiyle bu arkadaşlar yarım
günlerini verecekler, toplam olarak ayın sonunda da
120.milyon lira gibi çok cüzi bir miktar para almış
olacaklar. Buna, çok dikkat etmemiz gerekiyor. Bu
parayla arkadaşlarımızın çalışmasının neredeyse
mümkün olmadığını düşünüyorum. Sonuç itibariyle
de, komisyonlar, düzgün bir şekilde görev yapma
imkânından yoksun kalacaklar ve ileride, yeniden, bu
kanun üzerinde bir düzenleme yapmak gibi bir
mecburiyet doğmuş olacak.205
Aslında, komisyon üyelerine ödenen aylık ‘huzur hakkı
bedeli’nin düşüklüğünün avukat üyeler özelinde
oluşturduğu sorun, komisyonların düzgün
çalışamayacak olmalarıyla sınırlı kalmamıştır.
Tazminat Yasası ilk tasarlandığında komisyonların
sadece devlet memurlarından oluşmasının
düşünüldüğü ve komisyonların tarafsızlığını bir derece
sağlamak amacıyla sivil toplumu temsilen bir avukatın
da dâhil edilmesinin ancak gölge baroları ile CHP
milletvekillerinin baskısı sonucu mümkün olduğu
hatırlandığında, toplantı bedellerinin düşük
tutulmasının hükümet nezdinde neden bir sorun
olmadığı daha iyi anlaşılabilir. Zarar tespit
komisyonları, sürecin en başından itibaren, tarafsız
olmaları gereken birer adalet dağıtıcı unsur olarak
değil, devletin çıkarlarını gözeterek yerinden
edilmişlere mümkün olduğunca düşük tazminat
verecek kamu güdümünde birer idari mekanizma
olarak tasarlanmış, devlet memurları dışında bir üye
içermelerine gerek duyulmamıştır. Hükümet, CHP
milletvekillerinin ısrarı sonucunda komisyonlara
sadece bir avukatın dâhil edilmesine ikna olduktan
sonra dahi, avukat üyelerin etkin görev almalarını ve
böylelikle komisyonların devletten görece daha
72
203 Aker vd., Türkiye’de Ülke İçinde Yerinden Edilme Sorunu…
204Hakkı Ülkü, İzmir Milletvekili, şahsı adına, TBMM, 2005,
45. Birleşim.
205 Cavit Torun, Diyarbakır Milletvekili, şahsı adına, TBMM,
2005, 45. Birleşim.
Yasanın uygulamasının iyileştirilmesi adına atılan
adımlar bunlarla sınırlı kalmış, hükümet sivil toplum
ile muhalefet partilerine üye milletvekillerinden gelen
birçok uygulanabilir ve makul öneriyi kulak ardı etmiş,
başvuruların kısa zamanda sonuçlandırılmasını
sağlayabilecek etkili önlemler almaktan kaçınmıştır.
Örneğin, Bakanlar Kurulu’na başvuruların
komisyonlarca değerlendirilme süresini süresiz olarak
uzatma yetkisinin tanındığı 2006 tarihli değişikliğe
dair Meclis görüşmelerinde, o tarih itibariyle sayıları
yaklaşık 100’ü206 bulan 79 ildeki komisyonların
sayısının artırılması,207 komisyonların başındaki vali
yardımcılarının yasanın uygulaması dışındaki
görevlerinden geçici olarak azat edilmesi208 gibi
önerilere hükümetten somut bir yanıt gelmemiştir.
Milletvekillerinin, mevcut uygulamayla dosyaların
sonuçlandırılmasının “on yılları aşacağı”
gerekçesiyle,209 uygulamadaki yavaşlıktan dolayı ilgili
valilerden “hesap sorulması” ve “tarafsız komisyon
üyeleri bulunması” talepleri de yine karşılıksız
kalmıştır.210
206Ülke genelindeki komisyonların sayıları zaman içerisinde
artmış, Mayıs 2007’ye gelindiğinde 114’ü bulmuştur.
Hakkı Ülkü, İzmir Milletvekili, şahsı adına, TBMM, 111.
Birleşim, 24 Mayıs 2007, TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:
22, Cilt: 158, Yasama Yılı: 5 (bundan sonra “TBMM, 2007,
111. Birleşim”).
207 Naci Aslan, Ağrı Milletvekili, şahsı adına, TBMM, 31.
Birleşim, 13 Aralık 2006, TBMM Tutanak Dergisi, Dönem:
22, Cilt: 139, Yasama Yılı: 5 (bundan sonra “TBMM, 2006,
31. Birleşim”).
208 Hakkı Ülkü, TBMM, 2007, 111. Birleşim.
209 Hasan Güyüldar, Tunceli Milletvekili, CHP Grubu adına,
TBMM, 2006, 31. Birleşim.
210 Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu, Ankara Milletvekili,
Anavatan Partisi Grubu adına, TBMM, 2006, 31. Birleşim.
Ekim 2006 tarihli İçişleri Komisyonu raporu,
Komisyon’un yeni zarar tespit komisyonları kurulması
önerilerini dikkate aldığını, ancak iki nedenle kabul
etmediğini ortaya koymaktadır: illerde ek komisyonlar
kurulmasına olanak sağlayacak başta vali yardımcısı
olmak üzere yeterli sayıda bakanlık temsilcisi
bulunmaması; ve ek komisyonlarda görev almak üzere
dışarıdan atanacak görevlilerin yöreyi bilmemeleri
nedeniyle yanlış değerlendirme yapma riski
bulunması.211 Dolayısıyla, hükümetin, yasanın
uygulamasının son derece yavaş işlediğine dair
uyarılara rağmen, komisyonların yapısını bütünüyle
değiştirerek uygulamada köklü ve yapısal değişiklikler
yapma seçeneğini hiç dikkate almadığı anlaşılıyor.
Aralık 2006 tarihli Meclis oturumunda yasanın
uygulamasına dair dile getirilen diğer eleştiriler,
başvuru sahiplerinin hak kazandıkları tazminatların
çok geç ödenmesi ile komisyonların başvuru
sahiplerinden zararlarını ispat etmek üzere temin
edemeyecekleri belgeler talep etmeleri olmuştur.212
Oturumda ayrıca, yasanın içeriğine dair eleştiriler bir
kez daha dile getirilmiş, son derece düşük olan
tazminat miktarlarının artırılması ve başvuru
sahiplerine manevi tazminat ödenmesi talep
edilmiştir.213
Mayıs 2007 tarihinde, yine yasaya başvuru süresini
uzatmakla sınırlı olan bir yasa değişikliğine ilişkin
kanun teklifinin ele alındığı Meclis oturumunda,214
muhalefet milletvekilleri, yasayı ve uygulamayı
iyileştirmeye yönelik önerilerinin hükümet tarafından
dikkate alınmamasını ve öngörülen değişikliklerin son
derece sınırlı olmasını sert biçimde eleştirmişlerdir.
Yasanın Temmuz 2004’ten Mayıs 2007’ye dek dört kez
değiştirildiğini belirten bir CHP milletvekili şöyle
demiştir:
211 İçişleri Komisyonu raporu.
212 Vahdet Sinan Yerlikaya, Tunceli Milletvekili, CHP Grubu
adına, TBMM, 2006, 31. Birleşim.
213 Vahdet Sinan Yerlikaya, Tunceli Milletvekili, CHP Grubu
adına, TBMM, 2006, 31. Birleşim.
214 TBMM, 2007, 111. Birleşim.
73
bağımsız ve tarafsız olmalarını sağlayacak önlemleri
almaktan kaçınmıştır. Avukat üyelere, komisyondaki
görevlerini hakkıyla yerine getirmeleri için gereken
zamanın ve emeğin karşılığı olan bir ücret
ödenmemesinin, onların komisyon çalışmalarına etkin
bir şekilde katılmalarını fiilen güçleştirdiği göz önüne
alındığında, hükümetin bu konudaki uyarıları dikkate
almaması düşündürücüdür.
Biz, gerek İçişleri Komisyonu’nda gerekse Genel
Kurul’da hepsine destek verdik ama bu yasa yapma
anlayışıyla, değil üç yılda, bir yılda dört tane
çıkartmış olsanız bile, bu işi bu kafayla
halledemezsiniz. Çünkü, kapsayıcılıktan ve soru
çözücü olmaktan uzak bir yaklaşım sergileniyor
iktidar tarafından. […] Çıkardığınız kanunların
neredeyse hepsi sakat, hepsi eksik. Önerge veriyoruz,
ne komisyonlarda ne de burada ciddiye alınmıyor.215
Nitekim, aynı oturumda, bir grup CHP milletvekilinin
yasanın kapsadığı zaman diliminin genişletilerek,
silahlı çatışmaların başlamasının miladı olarak kabul
edilen PKK’nın 1984 tarihli Eruh baskını ile OHAL’in
ilan edildiği 19 Temmuz 1987 arasındaki sürede
meydana gelen zararların da karşılanmasına ilişkin
verdikleri önerge, İçişleri Komisyonu ve hükümetin
olumsuz görüş belirtmesinin ardından Meclis
tarafından reddedilmiştir. İçişleri Komisyonu Başkanı,
görüşlerini şu şekilde gerekçelendirmiştir:
Bundan önceki yıllarda da terör vardı. Bir yerde
devletin bir tarih belirlemesi lazım. Bu nedenle
katılamıyoruz. 1980’li yıllarda da terör vardı, 1987 yılı
baz alınmıştır. Böyle uygulanıyor, bilmesi lazım
arkadaşların.216
Van Milletvekili Mehmet Kartal, komisyonun, neden
1987’nin başlangıç tarihi olarak alındığı sorusuna
gerçek anlamda yanıt vermeyen ve uzlaşmaz tavrına,
ve CHP milletvekilleri olarak önergeyi verme
gerekçelerine ilişkin şunları söylemiştir:
74
Cumhuriyet Halk Partisi Grubu olarak bugüne kadar
ülke yararına getirilen bütün yasalara destek verdik.
Destek vermediğimiz, yanlış gördüğümüz yasalar için
de ikaz ve uyarılarda bulunduk fakat, ne yazık ki sizler
çoğunluk grubunuza dayanarak, siyasal pazarlığınıza
dayanarak bu gerçekleri görmezlikten geldiniz. [...] Şu
andaki önerge görüşülmeden evvel, Sayın Bakanıma,
İçişleri Komisyonu Başkanıma gittim. Bu ayrımcılığı
vatandaşlarımız arasında yapmayalım. Terör, 1982’de
de vardı, ama hepimiz biliyoruz ki, 1984’te Eruh
ilçesindeki baskınla başladı. [...] Bu teklif, 1984, 1985
ve 1986 yıllarında terörden zarara uğramış insanların
zararlarını da kapsamak üzere verilen bir tekliftir.
Ben, artık, Komisyonun katılmadığı, Hükümetin
katılmadığı önergeyle ilgili, Hükümet ve Komisyon
tarafına bakmıyorum, AK Parti Grubuna bakıyorum,
sağduyularını bekliyorum. Bu ayrımcılığı o
yurttaşlarımız arasında da yapmayalım.217
Kartal’ın AK Parti Grubu’na yaptığı bu çağrı yanıtsız
kalır; CHP’nin önergesi reddedilir. Bu oturumda, CHP
milletvekilleri uygulamadaki kronikleşmiş sorunları bir
kez daha dile getirirler: sonuçlandırılan başvuruların
arasında retlerin kabullere oranla fazlalığı, tazminat
miktarlarının düşüklüğü, ödenmesine karar verilen
tazminatların çok geç ödenmesi vs. Örneğin:
“Tunceli ilinin yükünü çeken komisyon başkanı
iki vali yardımcısı, bu gidişle, on yılda bu
dosyaları ancak tamamlayabilirler. Bu da,
vatandaşa yapılan bir işkencedir.”
[...] ilim Tunceli’de, bugün itibariyle, 19.302 adet
başvuru olmuş. Müracaatı kabul edilen dosya sayısı
700, talebi reddedilen dosya sayısı 1.599. Görülüyor
ki, müracaatların yüzde 70’i reddedilmiştir. 2004
yılından beri mücaat eden 19.302 vatandaştan
sadece, bugüne kadar, yüzde 11’i, yani 2.259 dosya
işlem görmüştür. Tunceli ilinin yükünü çeken
komisyon başkanı iki vali yardımcısı, bu gidişle, on
yılda bu dosyaları ancak tamamlayabilirler. Bu da,
vatandaşa yapılan bir işkencedir. [...] Ya yapılan
tespitler? Vatandaşın uğradığı zarar ziyanı
karşılamayan, adaletsiz, hakkaniyete dayanmayan
rakamlarla vatandaşla alay eder anlamda bu gülünç
miktarlar mağdurların imzalarına mecbur bırakılıyor.
Tespit edilen zarar ziyanın ödenmesi de bir başka
bahara bırakılıyor.218
215 Hakkı Ülkü, TBMM, 2007, 111. Birleşim.
217 Mehmet Kartal, Van Milletvekili, şahsı adına, TBMM,
2007, 111. Birleşim.
216 Tevfik Ziyaeddin Akbulut, İçişleri Komisyonu Başkanı,
TBMM, 2007, 111. Birleşim.
218 Hasan Güyüldar, Tunceli Milletvekili, CHP Grubu adına,
TBMM, 2007, 111. Birleşim.
Bu oturumda, nihayet, AK Parti Grubu adına bir
konuşma yapılmış, Diyarbakır milletvekili Cavit Torun,
grubunun Tazminat Yasası’na ilişkin ilk Meclis
konuşması için kürsüye çıkmıştır. Torun,
konuşmasında, o günlerde Ankara merkezde ve
Şırnak’ta meydana gelen terör olaylarına
yoğunlaşmış, Türkiye’nin “uluslararası bir terör
dalgası”yla karşı karşıya olduğuna, “dış destekli yerli
işbirlikçi eşkıya”nın ülkede terör estirdiğine ve
demokrasiyi hedef aldığına dair oldukça ajitatif bir
konuşma yapmış, ancak grubunun yasanın kapsamını
1984’ten başlatmaya dair önergeyi neden
desteklemediğinin yanıtını vermemiştir. Daha sonra
şahısları adına söz alan diğer AK Parti milletvekilleri
de, terör sorununa odaklanan benzer konuşmalar
yapmış, ancak yerinden edilmiş insanların
beklentilerine, bu bağlamda Tazminat Yasası’na,
yasanın uygulamasındaki sorunlara ve CHP’li
milletvekillerinin önergesine dair görüşlerini
belirtmemişlerdir.220
Hükümet adına söz alan Devlet Bakanı ve Başbakan
Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ise, CHP
milletvekillerinin eleştirilerine oldukça savunmacı bir
tepki göstermiştir:
219 Vahdet Sinan Yerlikaya, Tunceli Milletvekili, CHP Grubu
adına, TBMM, 2007, 111. Birleşim.
220 Musa Sıvacıoğlu, Kastamonu Milletvekili, ve Alaettin
Güven, Kütahya Milletvekili, şahısları adına, TBMM,
2007, 111. Birleşim.
[...] 1987. O tarihte biz iktidar değiliz. O tarihte iktidar
olanlar, 2004 yılına kadar bu ülkede iktidara şöyle
veya böyle gelenlerin hiçbiri, bu vatandaşlarımızın
mağduriyetlerini düşünmemişler, terör sebebiyle
zarara uğrayan bu insanlarımızın zararlarını tazmin
etmeyi akıllarının kenarına getirmemişler. Ancak,
şimdi buraya çıkıp, bizim iktidarımız döneminde bu
vatandaşların düşünülmesini ve zararlarının
karşılanmasını tebrik edecekleri yerde, gelip bizi
eleştiriyorlar. Ben de size soruyorum: niye siz
çıkartmadınız bunu zamanınızda, iktidardayken?
Bakan’ın, başvuruların değerlendirilmesindeki
gecikmeye dair yaptığı açıklamaysa, Türkiye’de
devletin bildik ‘vatandaşın güvenilmezliği’ zihniyetini
yansıtmaktadır:
Şu ana kadar, 269.938 başvuru olmuş bu yasadan
yararlanmak için Türkiye genelinde, özellikle 12
ilimizde. Tabii ki, bu başvuruları çok ciddi şekilde
değerlendirmemiz lazım. Arkadaşlar, her şeyin
istismarı mümkündür. Dolayısıyla, çıkartmış
olduğumuz yasaların da uygulamasında istismarları
önlemek için titiz davranmak zorundayız.
Mehmet Ali Şahin, nihayet, gerçekten de uluslararası
kamuoyu nezdinde oldukça büyük ilgi ve övgü gören
bu yasayla Türkiye’nin “Birleşmiş Milletler tarafından,
terörle mücadele eden ülkelere örnek gösteril”diğini
ve “o bakımdan, çok hayırlı ve yararlı bir kanun
çıkarttı”ğını belirtmiştir.
2006 ve 2007 tarihli oturumlarda muhalefet
milletvekillerinin hükümete yönelik eleştirilerinin
sertliği ile AK Parti milletvekillerinin bu eleştirilere
gösterdikleri savunmacı tepkiler, yasanın kabul
edildiği tarihte iktidar ile muhalefet arasında
gözlemlenen uyumlu ve uzlaşmacı ilişkinin, zaman
içerisinde oldukça yıprandığını ve giderek daha
çatışmacı bir hale büründüğünü de göstermektedir. Bu
sonuçta, o yıllarda Türkiye’de siyasi ortamın ve
hükümet ile ana muhalefet arasındaki ilişkilerin gergin
olmasının yanısıra, yasanın uygulamasında yaşanan
sorunlar ile hükümetin muhalefetin bu sorunları
iyileştirici önerilerine yönelik olumsuz tavrının rol
oynadığı anlaşılmaktadır.
75
[...] önümüzde bir sürü dosya duruyor, bütün valilerde
yığılmış bir sürü dosya, on binlerce, binlerce. Ne yazık
ki, bu dosyalar da çok ağır aksak yürüyor. Çok şişti.
Ne hikmetse, ne paralar ödeniyor ne dosyalar
kapanıyor. [...] Vatandaş da artık bunun bir
kandırmaca mı, bir göz boyama mı olduğuna yavaş
yavaş kanaat getiriyor. [...] bu Yasa çıktığı zaman
hepimiz hakikaten burada, bu kürsüde, ilgili
arkadaşlarımızla, bakanla gece üçe kadar çok güzel
şeyler söyledik [...] ama, ne yazık ki, bugüne kadar bu
Yasa istenen amaca hizmet etmedi değerli
arkadaşlar.219
A.4.Yasanın Uygulamasını İyileştirmeye
Yönelik İdari Düzenlemeler
Köy boşaltmaları sırasında meydana gelen zararları
tazmin etmek amacıyla ve Kürt Sorunu’na siyasi bir
çözüm geliştirilmeksizin, teknik bir düzenleme olarak
çıkartılan bir yasanın uygulamasında ciddi sorunların
baş göstermesinin kaçınılmaz olduğu, devletin içinden
ve dışından farklı kesimlerce sürecin en başında tespit
edilmişti. Özellikle 2004-2006 döneminde yasanın
uygulamasında gözlemlenen sorunlar, ulusal 221 ve
uluslararası222 sivil toplum kuruluşları, muhalefet
milletvekilleri, bölge baroları223 ve bizzat uygulamadan
sorumlu vali yardımcıları tarafından çeşitli
platformlarda dile getirilmişti.224 Bu sorunların
başında, zarar tespit komisyonlarının köy
boşaltmalarına ilişkin başvurularda oldukça düşük
tazminat bedelleri belirlemesi, farklı illerdeki
komisyonlar tarafından belirlenen tazminatlar
arasında büyük farkların olması ve ülke genelinde
uygulamada bütünlüğün olmaması, başvuru
sahiplerinden zararlarını temin edemeyecekleri
belgelerle ispatlamalarının beklenmesi ve bu nedenle
çok sayıda başvurunun komisyonlarca reddedilmiş
olması gelmekteydi.
221 Aker vd., Türkiye’de Ülke İçinde Yerinden Edilme Sorunu…;
Kurban vd., “Zorunlu Göç”ile Yüzleşmek...; Toplumsal ve
Hukuk Araştırmaları Vakfı (TOHAV), 5233 Sayılı Yasa ve
Uygumaları (İstanbul: TOHAV Yayınları, 2011); Human
Rights Watch, Turkey: Displaced Villagers Denied Fair
Compensation- Compensation Law’s Promıse Unfulfilled as
Provincial Officials Apply Unjust Criteria (New York: HRW,
2006); TOHAV vd., Türkiye’de Yerinden Edilen Kişiler
Sorunu, Geri Dönüş ve Zararların Tazmini İçin Eylem
Kılavuzu (İstanbul: TOHAV Yayınları, 2006).
222 Human Rights Watch, Turkey: Displaced Villagers Denied
Fair Compensation...
76
223 Diyarbakır Barosu, Ağrı Barosu, TOHAV, Göç-Der ve İHD,
“5233 Sayılı Yasa Adil Değildir,” basın bildirisi, 25 Şubat
2006; Diyarbakır Barosu, “5233 Sayılı Yasanın ve Zarar
Tespit Komisyonlarının Değerlendirilmesi Toplantısı
Sonuçları,” yayımlanmamış bildiri, 2 Şubat 2006.
224 Dışişleri Bakanlığı da, Ocak 2005 tarihli gizli ve ivedi
yazısında, İçişleri Bakanlığı’nı “tazminat miktarlarında
yeknesaklığın gözetilmesi” konusunda uyarmış, böylesi
bir hassasiyetin devletin köy boşaltmalarına ilişkin
başvurulardaki savunmasında sunacağı bilgilerin “AİHM
açısından güvenilirliğini arttıraca”ğını belirtmiştir.
Dışişleri Bakanlığı yazısı, para. 4.
Bölge milletvekilleri, seçmenlerinden gelen şikâyetler
doğrultusunda, bu sorunları Meclis kürsüsünden
hükümete iletmiş, çözüme yönelik gerekli yasal
düzenlemelerin yapılması çağrısında bulunmuşlardır:
[…] Meclis tatilinde vatandaşlarımızın tüm şikâyetleri
ve ziyaretlerinde, telefonlarında hep bu zarar, ziyan
üzerine olmuştur. […] Bu vatandaşlardan öyle
belgeler isteniyor ki, bunun temin edilmesine imkân
ve olanak yoktur. Böyle olunca da müracaatların
yüzde 70’ine yakını reddedilmiştir. […] Tazminat
belgelerinden tutun da, elektrik, faturaya kadar her
şey bir sorun teşkil etmekte. Vatandaştan tapu
belgeleri isteniyor. Kadastro yapılmayan bölgelerde
bu belgeleri vatandaş temin edemiyor. […] Kanun’a
içerik kazandıran, vatandaşın bir nebze rahatlamasını
sağlayan yeni bir yönetmelik düzenlenmelidir.
Kanun’un uygulamadaki aksaklıkları[nı] madde
madde sıralayıp Hükümete, Sayın İçişleri Bakanının
dikkatine sunuyorum. Komisyonlar sayı olarak
artırılmalıdır. Belge temininden dolayı vatandaşa
yüklenmeyelim. Örneğin, Tunceli’de hâlâ kadastro
çalışmalarına başlanmamışsa, tapu belgelerini temin
edemeyen vatandaşın bunda suçu nedir? Burada
şahitle, tanıkla beyan esas alınarak komisyonların
önü açılsın.225
Aşağıda, CHP milletvekili Sinan Yerlikaya’nın
konuşmasından aktardığımız alıntı, uzun olmakla
birlikte, o dönemde yasanın uygulamasından
kaynaklanan sıkıntıları özetlemektedir:
[…] Bu ispat yükü çok ağır bir biçimde devam ediyor.
[…] Bakınız, Ağrı’da 2.300 tane başvuru yapılmış,
400’ün üzerinde dosya sonuçlandırılmış, bu
sonuçlanan 400 küsur dosyanın yalnızca 30’u olumlu
bir biçimde sonuçlandırılmıştır. […] Yine, bu yasa,
karakolu olan köylerdeki zararları tazmin etmiyor
değerli arkadaşlar, “efendim, orada karakol var,
karakolda zarar olmaz” diye. […] Yine bir başka
eksiklik: Çatışma ortamı nedeniyle kendilerini
güvende hissedemeyen, çatışma ortamı nedeniyle
ekonomik koşullardan yoksun olan vatandaşlar
köylerini terk etmek zorunda kaldılar. Şimdi, bu
225 Hasan Güyüldar,Tunceli Milletvekili, CHP Grubu adına,
TBMM, 2006, 31. Birleşim.
yasayla buraya başvurduklarında, oradaki jandarma
veya güvenlik güçleri, bunlar kendi köyünü gönüllü
terk ettiklerinden dolayı, bir tutanak tanzim ederek,
bu vatandaşların zararlarını ödeyememektedirler.
[…] Biliyorsunuz, hem devletin hem PKK’nın yaktığı,
yıktığı ve boşalttığı köyler vardır. PKK özellikle korucu
köylerini yaktı yıktı, devlet de PKK’nın lojistik destek
sağladığı, uğradığı, orada yeme içme talebinin
karşılandığı köyleri boşalttı ve zararlar böylece
meydana geldi. Şimdi, bu zararların karşılanmaması,
kendi köyünü gönüllü terk etti diye zararlarının
karşılanmaması, bir haksızlık olarak, tabii ki, ortada
duruyor. Değerli arkadaşlarım, yine, bir sıkıntı da,
zararların ispatından kaynaklanıyor. Şimdi,
Yönetmelik, mağdurların zararlarının, olay tutanağı,
sağlık raporu, hak sahipliği gibi belgelerle
kanıtlanmasını gerekli kılıyor. Bölgenin durumu göz
önüne alındığında, bu belgelerin başvuru sahipleri
tarafından temin edilmesi oldukça güç görünüyor.
Olağanüstü bir dönem içinden geçen
vatandaşlarımızın bu belgeleri temin edememesi çok
normaldir. Düşünün, 1994-1995 yılında evi yakılan,
yıkılan, kap kacağı giden, hayvanı telef olan insan,
eğer, o gün, jandarmaca, güvenlik güçlerince bir olay
tutanağı tutulmamışsa, bunu nasıl ispat edecek?226
Bir önceki bölümde belirttiğimiz üzere, o dönemde
hükümet yasada sınırlı değişiklikler yapmış, yapılan
değişiklikler dile getirilen sorunları çözmeye yönelik
olmamıştır. Muhalefet milletvekillerinin ve bölge
barolarının, özellikle manevi tazminat verilmesini
sağlamaya yönelik bir yasa değişikliği talepleri karşılık
bulmamış, başvuru ve değerlendirme sürelerinde
yapılan uzatmaların dışında, yasa kabul edildiği
şekliyle uygulanmaya devam edilmiştir. Öte yandan,
İçişleri Bakanlığı, uygulamayı iyileştirmeye yönelik
zaman içerisinde bir dizi idari önlem almıştır. İdari
düzenlemeler iki temel alanda yapılmıştır: 1) ülke
genelinde uygulamada birliğin sağlanması amacıyla
zarar tespit komisyonu üyelerine eğitim verilmesi,
taşınır ve taşınmaz mallara gelen zararların tespitinde
bir standart oluşturulması ve komisyonlar arası
koordinasyonu sağlamak üzere bir idari mekanizma
oluşturulması;227 ve 2) yasaya ilişkin yönetmeliğin
değiştirilmesi.
İçişleri Bakanlığı, ülke genelinde uygulamada birliğin
sağlanması amacıyla bir dizi idari tedbir almıştır. Bu
amaçla, ağaçlara, evlere, tarlalara vs. ödenecek birim
fiyatlar belirlenmiş; hizmet içi eğitim seminerleri
verilerek komisyon üyelerine zararların belgelenmesi
konusunda esnek davranmaları telkin edilmiş; yeni
bilgisayar yazılımları geliştirilerek başvuruların
incelenmesi süreci hızlandırılarak verimli kılınmış; ülke
genelinde uygulamayı takip etmek üzere Bakanlık
bünyesinde bir gözetim ve koordinasyon komitesi
oluşturulmuştur. Böylece, başvuruların çok daha kısa
sürede sonuçlandırılması ve süreci gözlemleyen
Avrupa’da komisyonların “etkin ve verimli
işleyişlerinden övgüyle” söz edilmesi sağlanmıştır.228
Bakanlığın yaptığı ikinci tür idari düzenleme ise, 2005
yılında yasanın yönetmeliğinde yaptığı bir değişiklikle,
başvuru sahiplerinin üzerindeki ispat yükünün büyük
ölçüde azaltılması olmuştur. Yasanın kabul
edilmesinden yaklaşık üç ay sonra çıkartılan
yönetmelikte, başvuru sahiplerine, köylerinden
ayrılmak zorunda bırakıldıklarına ya da kaldıklarına
dair son derece ağır bir ispat yükü getirilmiş, temin
edemeyecekleri belgeler ibraz etmeleri gerekli
kılınmıştı.229 Yönetmeliğin 17. maddesinde belirtilen bu
belgelerin bazıları şunlardı: Her türlü zararda, olayın
meydana geliş tarzını ve kişinin (ya da taşınır ve
taşınmaz malın) etkilenme durumunu açıklayan olay
tutanağı; yaralanma ve sakatlanmalarda, yapılan ilk
sağlık müdahalesine ait raporlar ile sağlık kurulu
raporları; ölümlerde, otopsi tutanağı; taşınır ve
taşınmaz mallara gelen zararlarda, söz konusu
mülklerin kişinin kendi tasarrufunda bulunduğunu
gösterir her türlü kayıt ve belge. Gerek Meclis’te bazı
CHP milletvekillerinin, gerekse yerelde avukatların
226 Vahdet Sinan Yerlikaya,Tunceli Milletvekili, CHP Grubu
adına, TBMM, 2006, 31. Birleşim.
228 İçişleri Komisyonu raporu.
229 Tazminat Yasası Yönetmeliği, Madde 17.
77
227 İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, TBMM, 2006, 31.
Birleşim.
belirttiği üzere, yönetmeliği son derece katı bir
biçimde yorumlayan zarar tespit komisyonları, köyleri
jandarma tarafından boşaltılan ve hazırlıksız bir
biçimde göç eden mağdurlardan, köylerinden neden
ayrıldıklarına dair jandarma olay tutanağı, evlerinin
kendilerine ait olduğunu belgelemek üzere tapu
senedi, göç tarihine dek köylerinde yaşadıklarını
belgelemek üzere de elektrik ve su faturaları benzeri
belgeler istemişlerdir.230
Bu katı bürokratik tutumun ulusal ve uluslararası
platformda yoğun olarak eleştirilmesi üzerine,
Ağustos 2005 tarihinde yönetmelik değiştirilerek, 17.
madde şu şekilde yeniden yazılmıştır:
Başvuru sahibi, başvuru dilekçesi ile birlikte olayın
meydana geliş tarzını açıklayan ve zararın tespit ve
ölçümünde dikkate alınabilecek her türlü bilgi ve
belgeyi Komisyona sunar. Ayrıca; Komisyon, gerekli
gördüğü takdirde zararın tespit ve ölçümünde dikkate
alınabilecek her türlü bilgi ve belgeyi adli, idari ve
askeri mercilerden ister.231
Yönetmelikteki değişiklik, mağdurların üzerindeki ispat
yükünü büyük ölçüde azaltan önemli bir iyileştirme
olduysa da, Van sahasının bulgularının ele alındığı
bölümde görüleceği üzere, sonuç üzerinde kayda değer bir
etki yaratmamıştır.
Yönetmelikteki değişiklik, mağdurların üzerindeki
ispat yükünü büyük ölçüde azaltan önemli bir
iyileştirme olduysa da, Van sahasının bulgularının ele
alındığı bölümde görüleceği üzere, sonuç üzerinde
kayda değer bir etki yaratmamıştır.
78
230 Tazminat Yasası’nın yürürlüğe girdiği ilk dönemde
yapılan saha araştırmaları da, ispat yükünün katı bir
biçimde uygulandığını ortaya koymaktadır. Kurban vd.,
“Zorunlu Göç” ile Yüzleşmek...
231 Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Yönetmelikte Değişiklik
Yapılmasına Dair Yönetmelik, 22 Ağustos 2005, Resmi
Gazete No. 25937, 15 Eylül 2005.
Sonuç olarak, Tazminat Yasası’nın içeriğine, İçişleri
Bakanlığı’nın uygulamayı iyileştirmeye yönelik aldığı
idari tedbirlerin niteliğine, hükümet üyelerinin Meclis
genel kurulundaki konuşmalarına ve –raporun Van
sahasına ilişkin ilerideki bölümlerinde görüleceği
üzere– zarar tespit komisyonlarının yaklaşımlarına
bakıldığında, kamunun yasanın başarısını ölçerken
gözettiği temel kıstasın büyük ölçüde niceliksel
olduğu anlaşılmaktadır. Devlete göre esas olan,
başvuruların nasıl sonuçlandığı ve adaletin yerini
bulup bulmadığından ziyade, ne kadar sürede kaç
başvurunun sonuçlandırıldığıdır. Yasa hakkındaki
memnuniyet söz konusu olduğunda ise, ölçüt alınan
yerinden edilmiş mağdurların adalet beklentileri değil,
uluslararası kamuoyunun, yani Avrupa ve BM’nin,
yasaya ilişkin değerlendirmeleri olmuştur.
B.‘Adalet’ Nasıl Yerini Buluyor?
Tazminat Yasası’nın İçeriği ve
Uygulaması
B.1. Yasa Neyi Tazmin Ediyor, Neyi
Etmiyor?
Tazminat Yasası, “terör eylemleri veya terörle
mücadele kapsamında yürütülen faaliyetler
nedeniyle” doğan maddi zararları karşılıyor (Madde 1).
Bir başka deyişle, terörle ilişkili tüm zararlar, zarara
uğrayanlar – siviller, güvenlik görevlileri, korucular232
– ve zarara yol açanlar – PKK, güvenlik güçleri,
korucular– kim olursa olsun, yasa kapsamına giriyor.
Yasa, bir zaman sınırlaması öngörse de herhangi bir
coğrafi sınırlama getirmiyor. 1987’den itibaren OHAL
bölgesinde, yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren
ise ülkenin herhangi bir yerinde meydana gelen ve
gelebilecek terörle ilişkili zararlar karşılanıyor.
232 Yalnız, geçici ve gönüllü köy korucularının ölüm,
yaralanma ve sakatlanmadan doğan zararları, Tazminat
Yasası yerine, 2330 sayılı Nakdi Tazminat ve Aylık
Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre
karşılanmaktadır. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın DTP Van
milletvekili Fatma Kurtulan’ın 7/4511 sayılı soru
önergesine verdiği B.05.0.İLİ.00.70003-470-5233/5885
sayılı yanıt, 10 Eylül 2008.
Kural olarak idarenin hukuki sorumluluğu kusur
esasına dayanmaktadır. Sözü edilen kuralın istisnası
olarak, idarenin önlemekle yükümlü olduğu halde
önleyemediği bir takım zararların, nedensellik bağı ve
kusur koşulu aranmadan karşılanması
gerekmektedir. Objektif sorumluluk anlayışına dayalı
sosyal risk adı verilen bu ilke, bilimsel ve yargısal
içtihatlarla da kabul edilmiştir.
Dolayısıyla, burada gözetilen husus, ortaya
çıkmalarına neden olan koşullardan ve sorumluların
kimliğinden bağımsız olarak, hatta tercihen, zarara
kimin yol açtığına bakılmaksızın, zararların devlet
tarafından tazmin edilmesidir. Bir başka deyişle, yasa,
hakikati, yani OHAL döneminde gerçekte ne
yaşandığını dert edinmeyen, adaleti ise mağdurların
maddi zararlarının karşılanmasına indirgeyen oldukça
formalist bir bakış açısıyla düzenlenmiştir.
Oysa, AİHM, Türkiye’yi mülkiyet hakkı, aile ve özel
yaşamın korunması hakkı, adil yargılanma hakkı,
yaşam hakkı, kötü muamele ve işkenceden korunma
hakkı gibi en temel hakları ihlal etmiş olmaktan
mahkûm ettiği köy boşaltmalarına ilişkin onlarca
kararında, hakikatin ortaya çıkmasının ve adaletin
sağlanmasının, AİHS’in 13. maddesinde sözü edilen
“etkili yasal çare”nin vazgeçilmez unsurları arasında
olduğunu belirtmiştir. Mahkeme’ye göre bu, hak
ihlallerine uğrayan kişilerin –maddi ve manevi–
zararlarının karşılanmasının yanı sıra, bu ihlalleri
gerçekleştiren sorumluların tespit edilmesini ve
yargılanmasını da zorunlu kılar. AİHM, Türkiye idare
mahkemelerinin yerinden edilmiş kişilere tazminat
verilmesine ilişkin kararlarının devletin kusursuz
sorumluluğunu öngören sosyal risk ilkesine
dayandırıldığına dikkat çekmiş, bunun etkili yasal çare
için yetersiz olduğunu belirtmiştir. Mahkeme, güvenlik
görevlilerinin köy boşalttığı ve kişilerin mülklerine kasıtlı
zarar verildiğine ilişkin bir tazminat kararının veya cezai
kovuşturmanın örneğinin bulunmamasını da bu
Ancak, büyük ölçüde AİHM’de daha fazla mahkûmiyet
alınmasının önüne geçilmesi amacıyla çıkartılmış olan
yasa, Mahkeme’nin bu içtihadına rağmen yine de
kusursuz sorumluluk ilkesini esas almıştır.
kapsamda eleştirmiştir.233 Ancak, büyük ölçüde
AİHM’de daha fazla mahkûmiyet alınmasının önüne
geçilmesi amacıyla çıkartılmış olan yasa,
Mahkeme’nin bu içtihadına rağmen yine de kusursuz
sorumluluk ilkesini esas almıştır.
Yasanın kapsadığı zaman dilimi geriye ve ileriye dönük
olarak ikiye ayrılıyor: 1) ileriye dönük olarak, yasa
yürürlüğe girdikten sonra meydana gelen zararlar
(bunlara ilişkin başvurular bir zaman sınırlaması
getirilmeksizin ucu açık olarak karşılanıyor). 2) geriye
dönük olarak ise, OHAL’in ilan edildiği tarih olan 19
Temmuz 1987 ile yasanın yürürlüğe girdiği tarih olan 27
Temmuz 2004 arasında meydana gelen zararlar234
(bunlar için yasada belirlenen son başvuru tarihi birkaç
kez uzatıldıktan sonra 30 Mayıs 2008 tarihinde sona
ermiştir). Yasanın kabul edilme gerekçesini teşkil eden
ve köy boşaltmaları başvuruları için yapılan bu geriye
dönük düzenlemenin başlangıç yılının 1987 olarak
saptanması, PKK ile Silahlı Kuvvetler arasındaki
çatışmaların 1984’te başlamış olması ve bu zaman
sınırlamasının 1984-1987 yılları arasında zarara uğramış
kişileri haksız yere yasanın kapsamı dışında bırakmış
olması nedeniyle, geçmişte bir hayli eleştirilmiştir.
Yasada manevi zarar öngörülmemekte, sadece belli
başlı maddi zararlar karşılanmaktadır. Yasanın sulh
233 Bkz. örneğin, AİHM, Doğan ve Diğerleri, para. 105-108.
Öte yandan AİHM, faillerin yargılanmasına ilişkin bir
düzenleme getirmeyen Tazminat Yasası’nın etkili bir iç
hukuku yolu oluşturduğuna kanaat getirdiği 2006 tarihli
İçyer kararında, kendi içtihatına riayet etmemiştir. AİHM,
İçyer Türkiye’ye Karşı.
234 Yasanın tasarısında, bu kategorideki zararlar, OHAL’in
ilan edildiği 19 Temmuz 1987 ile OHAL’in en son Diyarbakır
ve Şırnak’ta kaldırılmasıyla resmen sona erdiği 30 Kasım
2002 zaman dilimiyle sınırlandırılmış, daha sonra CHP
milletvekillerinin itirazı üzerine, 30 Kasım 2002 ile
yasanın yürülüğe girdiği 27 Temmuz 2004 arasındaki
zararların da karşılanabilmesi için değişiklik yapılmıştır.
79
Yasa, meydana gelen zararlarda devletin kusurlu
sorumluluğuna değil, sosyal risk ilkesi gereğince
“objektif sorumluluğuna” dayanıyor. Genel Gerekçe’ye
göre:
yoluyla karşılanmasını öngördüğü maddi zararlar üç
grupta toplanmakta, bu zararlar için ödenecek
tazminatların belirlenmesi farklı ölçülere tabi
kılınmaktadır:
a) Yaralanma, sakatlanma ve ölüm hâllerinde
uğranılan zararlar ile tedavi ve cenaze giderleri.
b) Hayvanlara, ağaçlara, ürünlere ve diğer taşınır ve
taşınmazlara verilen her türlü zararlar.
c) Terörle mücadele kapsamında yürütülen
faaliyetler nedeniyle kişilerin mal varlıklarına
ulaşamamalarından kaynaklanan maddi zararlar.
(Madde 7)
Birinci kategorideki zararlar için ödenecek tazminatlar
yasada belirlenmiş durumdadır; memur maaşlarındaki
artışa göre her sene marjinal bir oranda artan bu
tazminatlar 2010 yılı itibariyle, ölümler için yaklaşık
17.000 TL civarında idi.
İkinci ve üçüncü tür zararlarda ödenecek tazminatların
belirlenmesi ise, uygulamadan sorumlu olan zarar
tespit komisyonlarının takdirine bırakılmıştır. Üçüncü
kategori, temel olarak, kişilerin köy ve mezralarından
uzak kaldıkları süre boyunca tarım ve hayvancılık
yapamamalarından kaynaklanan gelir kayıplarını
kapsamaktadır.
80
Öte yandan, her üç kategoriye dâhil olan zararlar bazı
durumlarda yasa kapsamı dışında bırakılmıştır
(Madde 2). Bu istisnai durumların başlıcaları şunlardır:
a) “Devletçe arazi veya konut tahsisi suretiyle yahut
başka bir şekilde karşılanan zararlar”; daha önce b) bir
mahkeme kararınca veya c) AİHM tarafından
karşılanan zararlar; d) kişilerin “terör dışındaki
ekonomik ve sosyal sebeplerle” uğradıkları zararlar ile
“güvenlik kaygıları dışında kendi istekleriyle
bulundukları yerleri terk edenlerin bu sebeple
uğradıkları zararlar”; e) “Kişilerin kendi kasıtları
sonucunda oluşan zararlar”; ve f) Terörle Mücadele
Kanunu’nun “1’inci, 3’üncü ve 4’üncü maddeleri
kapsamındaki suçlar ile terör olaylarında yardım ve
yataklık suçlarından mahkûm olanların bu fiilerinden
dolayı uğradığı zararlar.”235
235 Vurgu yazarlara ait.
Özellikle d) ve f) bendinde yer alan istisnalar, zarar
tespit komisyonlarının başvurulara ilişkin verdiği ret
kararlarının önemli bir bölümünü, bu nedenle de
yasanın uygulamasının en sorunlu alanlarından birini
oluşturmaktadır. Bu sorunlar, Van’daki saha
bulgularının değerlendirildiği “Vatandaşlık ve Adalet
Bağlamında Van’da Yerinden Etme” başlıklı üçüncü
kısımda ayrıntılı olarak ele alınmaktadır.
B.2. Tazminat Yasası Nasıl Uygulanıyor?
Başvuruların sulh yoluyla sonuçlandırılmasını öngören
Tazminat Yasası’nın uygulamasından, illerde ihtiyaç
üzerine kurulan zarar tespit komisyonları sorumludur
(Madde 4). Başvuruların yoğun olduğu dokuz ilde
birden fazla, ihtiyaç duyulan diğer illerde ise birer
komisyon kurulmuştur. Aralık 2010 itibarıyle, ülke
genelinde kurulan komisyon sayısı 94’tür.236 Bu
komisyonlar arasında koordinasyonu sağlama ve
yasanın ülke genelindeki uygulamasını takip etme
görevi, İçişleri Bakanlığı’na bağlı İller İdaresi Genel
Müdürlüğü tarafından yürütülmektedir.
Komisyonların başkan dâhil toplam yedi üyesi
bulunmaktadır. Bunların arasında, komisyonun
bulunduğu ilin baro yönetimi tarafından atanan bir
avukat üye dışındakilerin tamamı devlet memurudur.
Komisyonların devlet memuru üyelerini, aynı zamanda
komisyon başkanı olan vali yardımcısının yanı sıra,
maliye, tarım ve köy işleri, sağlık, sanayi ve ticaret,
bayındırlık ve iskân müdürlüklerinden atanan birer
uzman oluşturmaktadır.
Yasa kapsamına giren zararlara uğrayan kişilerin
“zararın gerçekleştiği veya zarar konusu olayın
meydana geldiği il valiliğine” başvurmaları gerekiyor.
İl bazında yapılan başvuruları değerlendiren
komisyonlar oldukça geniş yetkilere sahip: başvurunun
yasa kapsamında olup olmadığını değerlendirmek;
236 Bu iller, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkari,
Mardin, Siirt, Şırnak ve Tunceli’dir. İçişleri Bakanlığı İller
İdaresi Genel Müdürlüğü’nden bir yetkiliyle görüşme,
Ankara, 5 Aralık 2010. Yasanın uygulamasına dair güncel
bilgilere, genel müdürlüğün websitesinden erişilebilir:
http://www.illeridaresi.gov.tr/default_B0.aspx?id=182.
Bütün bu süreçte, yasaya başvuran yerinden
edilmiş kişilere oldukça edilgen bir rol biçilmiş
bulunuyor. Yerinden edilenlerin sadece iki
aşamada karar alma hakları/olanakları
mevcut: yasaya başvurma ve komisyonların
kendilerine tebliğ ettiği tazminatları
(‘sulhnameleri’) kabul etme.
Bütün bu süreçte, yasaya başvuran yerinden edilmiş
kişilere oldukça edilgen bir rol biçilmiş bulunuyor.
Yerinden edilenlerin sadece iki aşamada karar alma
hakları/olanakları mevcut: yasaya başvurma ve
komisyonların kendilerine tebliğ ettiği tazminatları
(‘sulhnameleri’) kabul etme. Tazminat Yasası, ‘devlet’
ile ‘vatandaş’ arasındaki uyuşmazlıkların ‘sulh’
yoluyla çözülmesini öngörse de, gerek lafzı, gerekse
uygulaması, yerinden edilmiş kişilere bu süreçte pek
söz tanımıyor. Burada, ihtilaflı tarafların müzakere
yoluyla mutabık kaldıkları bir tazminat tutarına
birlikte karar verdikleri bir sulh süreci yerine, kiminin
miktarı zaten yasada belirlenmiş olan, diğerlerinin
miktarının belirlenmesinin uygulayıcıların takdirine
bırakıldığı zararların ‘kaç para’ya tazmin edileceğine
ve hatta tazmin edilip edilmeyeceğine devletin karar
verdiği ve bu kararını başvuru sahiplerine tebliğ ettiği
son derece bürokratik ve asimetrik bir süreç söz
konusudur. Yasanın yerinden edilmiş kişilere sağladığı
en büyük kazanım, belki de, OHAL döneminde
meydana gelmiş olup artık zaman aşımına uğramış
olan zararların tazmin edilmesi talebine ilişkin yargı
yolunu açmış olmasıdır. Nitekim, komisyonların
önerdiği tazminat miktarlarını kabul etmeyerek
sulhname imzalamayı reddeden kişiler ile başvuruları
komisyonlarca reddedilen kişilerin yargıya başvurma
hakkı bulunuyor (Madde 12).
Komisyonlar, bu tasarruflarında, idareden bağımsız
bir makamın denetimine tabi değiller. Tazminat
Yasası, denetimin İçişleri Bakanlığı ve valiliklerce
yapılmasını öngörmektedir (Madde 14).237 Böylece,
büyük çoğunluğu devlet memuru olan komisyon
üyeleri, verdikleri kararlara ilişkin İçişleri Bakanlığı
müfettişleri ile mülki amirleri olan valilere karşı hesap
verir kılınıyorlar. Komisyonlara başkanlık yapan vali
yardımcıları özelinde bu durum ayrıca sıkıntı yaratıyor,
zira, bu kişilerin özlük haklarına ilişkin bütün kararlar
İçişleri Bakanlığı müfettişlerinin takdirine tabi. Bu
durumun ne derece büyük bir baskı unsuru
olabileceğine, 2006 tarihli bir başka saha araştırması
sırasında görüşülen bir vali yardımcısı işaret etmişti. O
dönemde yasayı büyük bir heyecanla, bölgedeki diğer
komisyonlardan daha önce başlayarak ve onlara
oranla daha hızlı bir şekilde uygulayan bu kamu
görevlisi, Ankara’da karşılaştığı bir mülkiye
müfettişinin kendisini “yarın öbür gün hükümet
değişir, senin için ‘teröriste para verdi’ derler” şeklinde
uyardığını aktarmıştı.238 Nitekim, bu yetkilinin,
kendisiyle aynı ilde görev yapan mülki amirlerin kısa
süre sonra gerçekleşecek olan tayinleri öncesinde
“fazla karar vererek risk almak istemediklerini,” bu
nedenle az sayıda başvuruyu sonuçlandırdıklarını
237 Önceleri, bu denetimin sadece Bakanlık tarafından
yapılması öngörülmekteydi. Ancak, Temmuz 2005’te
yapılan bir değişiklikle valilikler de denetimle
yetkilendirildi. Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan
Zararların Karşılanması Hakkında Kanunda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun, No.5442, 28 Aralık 2005, Resmi
Gazete No. 26042, 3 Ocak 2006.
238 Dilek Kurban’ın Brookings Enstitüsü için bölgenin iki
ilinde yaptığı saha araştırması sırasında bir vali
yardımcısıyla yaptığı görüşme, 10 Mayıs 2006. Cohen,
Listening to the Voices…
81
kabul edilen başvurularda başvurucunun tazminat
almaya hakkı olup olmadığına karar vermek;
değerlendirmeye aldığı başvurularda, mallara gelen
zararlar ile mallara ulaşamamaktan doğan zararlar
söz konusu olduğunda, tazminat miktarlarını
belirlemek; tazminat ödenmesine karar verdiği
başvurulara ilişkin düzenlediği sulhnameyi başvuru
sahibine tebliğ etmek; ve başvuru sahibinin sulhname
imzalamayı kabul etmemesi durumunda uyuşmazlık
tutanağı düzenlemek (Madde 5). Komisyonların ayrıca,
gerekli gördükleri hallerde, uğranılan zararın miktarını
tespit etmek üzere yerinde keşif yapma veya yaptırma
yetkileri bulunuyor (Madde 8).
Meslektaşlarının aksine kendisinin yasanın hızla ve
sorunsuz uygulanması için gösterdiği çabayı “hükümetin
bile takdir etmediğini” belirten vali yardımcısı, süreç
içerisinde maruz bırakıldığı yalnızlaşmanın kendisinde
uyandırdığı kanıyı şu sözlerle ifade etmişti: “Demek ki bu
ülke için çok önemli değilmiş bu iş.”
belirtmesi, yasanın özerk olmayan idari komisyonlar
tarafından uygulanmasının bu komisyonlara üye
devlet memurlarının kişisel mesleki çıkarlarını
adaletin üzerinde tutabildiklerini göstermektedir.239
Meslektaşlarının aksine kendisinin yasanın hızla ve
sorunsuz uygulanması için gösterdiği çabayı
“hükümetin bile takdir etmediğini” belirten vali
yardımcısı, süreç içerisinde maruz bırakıldığı
yalnızlaşmanın kendisinde uyandırdığı kanıyı şu
sözlerle ifade etmişti: “Demek ki bu ülke için çok
önemli değilmiş bu iş.”
82
Vali yardımcısının bu kanısının haklılığına işaret
edebilecek bir diğer unsur, Tazminat Yasası için tahsis
edilmiş ayrı bir kamu bütçesi bulunmamasıdır.
AİHM’deki başvuruların önünü almak için çıkartılan
bir yasaya, bu başvuruların ima ettiği yüksek tazminat
miktarlarının en azından bir kısmını karşılamak üzere
ayrı bir bütçe oluşturulmaması, sürecin başından bu
yana gerek uygulayıcı kamu görevlileri gerekse
avukatlar tarafından eleştirilen bir unsur olagelmiştir.
Özel bir bütçe tahsis edilmemiş bir tazminat yasası,
zararların tazmininde ciddi gecikmelere sebep
olmakta, ‘adalet’in gecikmesine yol açmaktadır.
İllerdeki komisyonlarca hazırlanan ve başvuru
sahiplerince imzalanan sulhnamelerin İçişleri
Bakanlığı’nca peyder pey Maliye Bakanlığı’na
iletilmesi, Maliye Bakanlığı’nın sulhnamelerin
öngördüğü tazminatların ödenebilmesi için toplu
239 Bu bağlamda, komisyon üyelerine hâkimlere tanınan
teminatın bir benzerinin sağlanmamış olması ve aldıkları
tazminat kararlarıyla ‘devleti zarara uğratmaları’
durumunda bu zararın kendilerinden rücu edilmesi
tehlikesiyle karşı karşıya olmalarının da önemli bir etken
olduğunu ifade etmek gerekiyor.
olarak tahsis ettiği ödenekleri yine İçişleri Bakanlığı
aracılığıyla komisyonlara göndermesi, sulhnamelerin
imzalanması ile tazminatların ödenmesi arasındaki
zaman dilimini oldukça uzatmakta, başvuru
sahiplerinin bir yıldan fazla beklemelerine yol
açmaktadır. Üstelik, bütün bu aşamaların herhangi bir
takvime bağlanmaması ve yetkili kurumların takdirine
tabi bırakılması, tazminatların ödenmesi sürecini
belirsizliğe ve keyfiliğe mahkûm kılmaktadır.
Bir ölçüde yasa için ayrı bir bütçe tahsis edilmemesi, bir
ölçüde hükümetin tazminatların zamanında ödenmesi
konusunda –en iyi ihtimalle– hassasiyet ve çaba
göstermemesi, ve belki bir ölçüde de bütçe sıkıntısı
nedeniyle tazminatların ödemesinde gerçekleşen
gecikme, yasanın lafzıyla çelişmektedir. Zira Tazminat
Yasası, imzalanan sulhanemelerde öngörülen
tazminatların üç ay içerisinde başvuru sahibine
ödenmesini, aksi takdirde yasal faiz ödenmesini
gerektiriyor.240 Ancak, raporun Van sahasına ilişkin
bölümünde ayrıntılı olarak ele alındığı üzere,
komisyonlarca karara bağlanan başvurularda
tazminatların ödenmesinde ciddi gecikmeler
yaşanmakta, hak sahiplerine gecikmeden doğan faizler
ödenmemektedir.
B.3. Yasanın Ülke Genelinde
Uygulanmasına Dair Veriler
Kanunun yürürlüğe girdiği Ekim 2004’ten Ekim
2010 sonuna dek, ülke genelinde toplam 358.854
başvuru yapılmıştır. Bunlardan 257.309 adedi
sonuçlandırılmış, yani yaklaşık %70’i bir karara
bağlanmıştır. Sonuçlandırılan başvuruların 145.468’inde
karar müspet olmuş ve başvuru sahibine tazminat
ödenmesine karar verilmiş, 111.841’i ise reddedilmiştir.
Olumlu sonuçlandırılan başvurularda ödenmesine karar
verilen toplam tazminat tutarı 2.180.529.441 TL’dir.
240 Tazminat Yasası’nın 2004 tarihinde kabul edilen ilk
metninde yer almayan bu düzenleme, 3 Ocak 2006’da
yürürlüğe giren 5442 sayılı yasanın 5. maddesiyle 5233
sayılı yasanın 13. maddesine eklenen bir hükme
dayanmaktadır.
Gerek yasanın uygulamasına dair basında çıkan
haberler,242 gerek İçişleri Bakanlığı’nın BDP ve CHP
milletvekillerinin önergelerine verdiği yanıtlar, gerekse
Van’da yasayı uygulayan komisyon yetkililerinin
ifadeleri, hükümet ve bürokrasinin nezdinde, Tazminat
Yasası’nın ‘başarısı’nın niceliksel verilerle ölçüldüğünü
göstermektedir. Buna göre, kaç başvurunun
sonuçlandırıldığı, kaç kişiye ne kadar tazminat
ödendiği, yasanın başarısını ölçmeye yeterli
görülmektedir. Van’daki zarar tespit komisyonlarının
bir üyesinin sözleri bu bakış açısını özetlemektedir:
Ben bir tek şey söylemek istiyorum. İçişleri
Bakanlığı’ndan geçen sunumlarda şöyle bir açıklama
yapıldı; %50’sinin tamamlandığı söylendi. Biz
komisyon olarak %90’ını tamamladık. İl olarak da
%70’lik başvuruyu sonuçlandırdık.
Gerçekten de, yerinden edilmiş kişilere ödenmiş olan
toplam 2 trilyon TL tazminat etkileyici büyüklükte bir
rakamdır. Nitekim İçişleri Bakanlığı yetkilileri de,
ödenen tazminatların “Türkiye şartlarında ciddi bir
miktar” olduğunu belirtmektedirler.243
Öte yandan, yasanın başarısı ve adaletin sağlanıp
sağlanmadığı salt niceliksel ölçütlerle
değerlendirildiğinde bile, olumlu bir yargıya varmak
mümkün görünmüyor. Zira, ödenen toplam tazminat
miktarı, tazminat almaya hak sahibi görülmüş olan
kişi sayısına (145,468 kişi) bölündüğünde, kişi başına
düşen ortalama rakam sadece 14.989 TL.
Başvurucuların genellikle şahısları adına değil,
haneleri adına başvurduğu, yani bu rakamın ortalama
241 İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nden bir
yetkiliyle görüşme, Ankara, 5 Aralık 2010. Yasanın
uygulamasına dair güncel bilgilere, genel müdürlüğün
websitesinden erişilebilir: http://www.illeridaresi.gov.tr/
default_B0.aspx?id=182.
242 Tazminat Yasası’na ilişkin medyada çıkan haberlerin bir
derlemesi için bkz. Balancar (ed.), Sessizlik Bulutunu
Dağıtmak…
243 İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nden bir
yetkiliyle görüşme, Ankara, 5 Aralık 2010.
6-8 kişilik bir ailenin 7 ila 17 senelik maddi zararının
karşılığı olduğu dikkate alındığında, ödenen
tazminatların ne kadar düşük olduğu daha iyi
anlaşılmaktadır. Nitekim CHP eski milletvekili Mesut
Değer de, İçişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan
toplam tazminat rakamları ile kişi başına düşen
tazminat miktarları arasındaki uçuruma dikkat
çekmekte, komisyon üyeleri ile Bakanlık yetkililerinin
neyi tazmin ettiklerini çoğu zaman unuttuklarına
işaret etmektedir:
Şimdi yüz binlerce insan müracaat etmiş. Valilik
kapısında bekliyorlar. AKP de diyor ki, hükümetin
İçişleri Bakanı, “ben bu kadar para dağıttım” diyor.
Ben de diyorum ki “doğrudur, bu dağıttığınız parayı
10.000 kişiye 20.000 kişiye dağıttınız. Bunlardan
birini çağırın. Sorun, hangisi memnun? Hangisi
mutlu?”244
Öte yandan, yasanın ülke genelindeki uygulamasına
dair veriler, hükümetin 2005, 2006 ve 2007 yıllarında
yasaya yapılan başvuruların değerlendirilme süresini
uzatmasının bir yandan gerekçesini diğer yandan da
sonucunu sergilemektedir. Yasanın yürürlüğe girdiği
Ekim 2004 tarihinden 27 Haziran 2009 tarihine dek
geçen 4 yıl 8 ay süresince, sayıları yüz binleri bulan
ülke genelindeki başvuruların yaklaşık üçte ikisi
sonuçlandırılmış, üçte biri ise henüz karara
bağlanmamıştı. Yasanın uygulamasında sergilenen
ataleti eleştiren CHP milletvekili Mesut Değer,
uygulamanın yavaş ilerlemesine çözüm olarak
komisyonlara ek süre tanınmasındansa, illerde daha
fazla komisyon kurulmuş olması gerektiğini
vurguluyor:
Şimdi kanun ne dedi? Bir yıl içerisinde biz bitireceğiz
dedi. Terörle doğan zararların hepsini ödeyeceğiz, bir
yılda. Hadi bir yılda bitmedi iki yıl. İki yıl bitmedi, üç
yıl. Ama altı yıl oldu. Altı yılda bitmedi. Altı yılın
sonuna geldiğimizde devlet hâlâ neyi araştırıyor?
Mağdur olup olmadığını araştırıyor […] Altı yıl geçmiş
ya […] Ya, komisyon kuruluyor, bir komisyon, iki
komisyon... Kur 20 tane komisyon. 30 tane kur.
83
Bu miktarın 2.064.149.512 TL’si, yani %95’i, Ekim 2010
itibariyle başvuru sahiplerine ödenmiştir.241
244 Mesut Değer’le görüşme, Ankara, 25 Mart 2010.
30 tane mühendis çağır. Devlete bağlı bölgede
çalışan insanlar var. Bölgedeki avukatlar hepsi
gönüllü olarak çalışırlar. Her [ile] 20 komisyon, 30
komisyon kurduğun zaman bu işi hızlandırırsın.
Burada amaç para ödemek değil artık. Parayı ödüyor
gözüküp ödememektir. İnsanların ikinci kez mağdur
olmasına yol açıyor.
84
Bu durum, yasanın gerçek amacının ne olduğu
sorusunu bir kez daha gündeme getiriyor. Devletin bu
yasayı çıkarmaktaki temel amacı, vatandaşlarının
uğradığı zararları bir an önce tazmin etmek ve onların
güvenini kazanmak idiyse, yaklaşık beş sene içerisinde
başvuruların üçte birinin hâlâ sonuçlanmamış olması
bu amacın hasıl olmadığını göstermektedir. Öte
yandan, temel kaygının AİHM’de beklemekte olan
dosyaların geri gönderilmesini sağlamak ve AB
sürecindeki engellerden birini ortadan kaldırmak
olduğu göz önünde bulundurulduğunda, uygulamanın
bu derece yavaş ilerlemesi, devleti daha fazlasını
yapmak üzere harekete geçirecek bir nedenin
kalmamış olmasıyla açıklanabilir. AİHM ile AB’nin
Tazminat Yasası’na dair olumlu tutumları, içerik olarak
zaten sorunlu olan yasanın en azından uygulamasının
görece sorunsuz yürütülmesini sağlayacak bir baskı
unsurunun kalmamasına, yasaya başvuran
mağdurların zarar tespit komisyonlarıyla baş başa
bırakılmasına yol açmıştır. Yerlerinden edilen Kürtlerin
tazminat talepleri takdirine bırakılan devlet ise, belki
rehavet belki iyi niyet eksikliği, her halükârda siyasi
irade yokluğu nedeniyle Tazminat Yasası’nı ‘unutmuş,’
yasaya dair 2004-2006 dönemindeki heyecanını,
şevkini ve mesaisini AİHM’in İçyer kararının ardından
terk etmiştir.
Üçüncü Kısım:
Vatandaşlık ve Adalet Bağlamında
Van’da Yerinden Etme
Birinci Bölüm
Vatandaşlık: Dışarıda Bırakılanlar
Bu bölümde, 1990’larda Van’a bağlı köy ve mezralarda
gerçekleştirilen yerinden etme girişimlerinin “adalet”
ve “vatandaşlık” merceğinden analizi
hedeflenmektedir. Söz konusu analizi hakkınca
gerçekleştirebilmek için, yerinden edilenlerin
1990’ların başından günümüze dek yaşadıkları
yaklaşık yirmi yılı dört farklı uğraktan oluşan bir genel
süreç olarak değerlendirmek gerekiyor. Yerinden
edilenlerin tecrübelerinin geçiş döneminde adalet ve
vatandaşlık üzerinden analizi, yerinden edilmenin
öncesindeki yaşamın, yerinden edilirken maruz
kalınanların, yerinden edilmenin hemen sonrasında
içine düşülen hayatın ve bugün neyip değişip neyin
değişmediğinin birlikte değerlendirilmesini
gerektirmektedir.
Gelgelelim, mukimi oldukları yerler, yerinden edilen
yurttaşları tarihsel bir kimlikle donatmakla kalmıyor, iyi
kötü barındırıyor ve doyuruyordu da. Görüşmeler, hayat
şartları çok parlak olmasa da, yerinden edilenlerin evsizlik,
açlık ve işsizlik halleriyle tanışık olmadıklarını gösteriyor.
Gelgelelim, mukimi oldukları yerler, yerinden edilen
yurttaşları tarihsel bir kimlikle donatmakla kalmıyor,
iyi kötü barındırıyor ve doyuruyordu da. Görüşmeler,
hayat şartları çok parlak olmasa da, yerinden
edilenlerin evsizlik, açlık ve işsizlik halleriyle tanışık
olmadıklarını gösteriyor. Köy ve mezralarında yaşayan
bu vatandaşların hemen hepsinin, kira vermeksizin
barındığı bir eve ve karınlarını doyuran bir meşguliyete
A. Yerinden Edilmeden Önce
sahip oldukları anlaşılıyor.
Yerinden edilen vatandaşlar göçe maruz kalmadan
önce onlarca yıldır kendilerinin, atalarının belledikleri
bir köy ya da mezranın mukimiydiler. Mukimi oldukları
yerlerde, doğal ve beşeri bir çevrenin içerisinde,
bildikleri, tanışık oldukları bir mekânda ve insanlarla
yaşamaktaydılar. Bir kısım insanla, uzunca bir
müddettir, bildikleri bir mekânda yaşıyor olmak, bu
vatandaşları tarihsel bir geçmiş mefhumuyla
donatmış, “her ne iseler o olmalarını” sağlamıştır.
Diğer bir deyişle, başkalarıyla ortaklaşa tecrübe
ettikleri zaman ve mekân, yerinden edilmiş kişileri
tarihsel ve toplumsal varlıklar kılmış, onları bir
kimlikle donatmıştır. Yerinden edilen vatandaşlar “her
ne iseler o olmalarını” büyük ölçüde yerinden
edildikleri beşeri coğrafyaya borçluydular. Kısacası,
yerinden edilmeden evvel, bir köy, mezra ya da
havalide, birileriyle, bir müdettir yaşıyor olmanın
biçimlendirdiği belirli bir kimlik durumu mevcuttu.
Yerinden edilenler, yerlerinden edilmezden evvel,
yasal bir otoritenin de muhataplarıydılar elbette.
Kendilerini vatandaş kılan bu muhataplığın biçimini
belirleyen Anayasa ve yasalar çerçevesinde,
kendilerinin bildikleri, başkalarınca da öyle bilinen bir
evin ve üzerinde ekim ya da otlatma faaliyeti yaptıkları
küçük ya da büyük bir arazinin malikleriydiler. Sahibi
oldukları mülkleri diledikleri gibi tasarruf etmekte,
işleyebilmekte, devredebilmekte ve
satabilmekteydiler. Yerinden edilenleri vatandaş kılan
söz konusu muhataplık, başka alanlarda da
devredeydi. Yerinden edilenler bu muhataplık
dolayısıyla askere gidiyor, çocuklarını parasız okullara
gönderebiliyor, seçimlerde oy kullanıyorlardı.
edilenlerin göç öncesi hayatlarından neredeyse
istisnasız memnun olduklarını gösteriyor. Göç
87
Van sahasında gerçekleştirilen görüşmeler, yerinden
deneyiminin travmatik mahiyeti kadar, geçmişe
yönelik özlem duygusunun da göç öncesi köy hayatına
dönük değerlendirmeleri aşırı olumlu kılmış olma
ihtimali yüksektir. Yine de, göç öncesi hayata dair
sayısal ve veri bazlı tasvirler ‘eskiye’, köye dair
methiyenin pek de temelsiz olmadığını, salt geçmişe
duyulan özlemden kaynaklanmadığını gösteriyor.
Görüşülen yerinden edilenlerin istisnasız hepsi göçten
önce kira vermedikleri bir evde yaşadıklarını ve
yaşadıkları hanenin iyi kötü bir gelir kaynağına sahip
olduğunu belirtmişlerdir. Bu, göçün ürettiği en temel
iki durumun, evsizlik ve işsizliğin/açlığın göç öncesi
hayatta tecrübe edilen haller olmadığına işaret ediyor.
En yoksul hanelerin dahi eve ve hiç olmazsa 20-30
koyunluk bir sürüye sahip oldukları anlaşılıyor. Daha
önemlisi, görüşmelerin neredeyse hiçbirinde göç
öncesine dair büyük bir yoksulluk şikâyeti
aktarılmamıştır. Görüşülenler, 1990 öncesi köyü,
herkesin geçindiği, işlerin iyi olduğu bir yer olarak
resmetmişlerdir. Göç öncesi köy hayatı245 genellikle şu
türden ifadelerle anlatılmıştır:
Abdullah Kara: Yani milletin durumu süperdi. Yani
biz çok güzel, fevkalade bir şekilde yaşıyorduk.
Hamza Durur: Bayağı güzel bir hayatımız vardı.
Herkesin evi vardı, tarlası vardı, koyunu vardı.
Güzeldi hayatımız.
Göç öncesi hayata dair zaman zaman aktarılan
yakınmalar ise işsizlik ve yoksulluk gibi alanlarla ilgili
değil, sağlık hizmeti noksanlığı, okulsuzluk,
elektriksizlik gibi meselelerle ilgili olmuştur:
88
Kamil Solmaz: Köyde hayat çok iyi değildi, çok da
kötü değildi. Yani kötü olan şuydu, bizim mezramızda
okul yoktu, yol daha yeni yeni geliyordu. Daha önce
yapılmamıştı. Köyde okul vardı. Köy de bizden
yaklaşık olarak yaya yarım saat, 45 dakikalık bir
uzaklıktaydı. Mezramızda elektrik yoktu.
245 Yerinden edilmeye maruz kalanların hem köy hem de
mezra sakinleri olduğunu belirtmek gerekiyor. Van
havalisindeki mağdurların önemli bir kısmının göç
öncesinde mezralarda yaşadığı anlaşılıyor.
Van bölgesindeki yerinden edilenlerin göç öncesi
geçim kaynakları, tahmin edileceği üzere, esas olarak
hayvancılıktır. Tipik bir hane, esas olarak içinde
yaşanılan eve, bir koyun sürüsüne ve bu sürüyü
beslemek için kullanılan otun yetiştiği araziye
(biçenek) sahiptir. Bunların yanı sıra arıcılık, ceviz
yetiştiriciliği, meyvecilik de tali gelir kaynakları
arasında sayılıyor. Haneler arası toplumsal
farklılaşma, mevcut ve sahip olunan sürünün ve
biçeneğin büyüklüğüne bağlı olarak değişmektedir.
20-30 koyun sahibi haneler olduğu gibi, 400-500
koyun sahibi haneler de vardır. Bu türden bir toplumsal
farklılaşmaya rağmen, daha önemli görünen husus,
göç öncesine dair hikâyelerde mülksüzlük, işsizlik ve
evsizlik durumunun hiç aktarılmamış olmasıdır.
Özetle, mağdurlar göç öncesinde iyi kötü bir ev ve iş
sahibidirler.246
B. Yerinden Edilme Başlıyor
Görüşmecilerin, Van havalisindeki köy ve mezralardan
yerinden edilmenin başlangıcı olarak verdikleri en
erken tarih 1989’dur. Tahmin edileceği üzere, 1989’da
PKK militanları bölgeye yerleşmeye ve güvenlik
kuvvetleriyle çatışmaya başlamıştır. PKK ile güvenlik
kuvvetleri arasında çatışmaların başlamasıyla
beraber vatandaşlar hem güvenlik kuvvetlerinin hem
de PKK’nın talepleriyle karşılaşmışlardır. PKK
militanları propaganda yapmak, yeni üye devşirmek ve
erzak toplamak için köylere ve mezralara inerken,
güvenlik kuvvetleri vatandaşlardan korucu olup
PKK’yı köylerine sokmamaları ve PKK’ya karşı
düzenlenen operasyonlarda güvenlik kuvvetleriyle
birlikte çatışmalara katılmalarını istemeye
246 Göç öncesi köy/mezra hayatına dair kaydedilmesi gereken
önemli bir bilgi Van havalisinde bilhassa belli
mıntıkalarda kadastronun hiç yapılmamış olmasıdır. Bu
durumun, Tazminat Yasası’nın uygulanması esnasında
genellikle köylüler aleyhine kullanılan bir belirsizlik
yaratmış olduğu anlaşılıyor. Kadastro geçmediğinden
köylülerin yerinden edilme öncesinde ekip biçtiklerini
söyledikleri arazi miktarları hakkında komisyonla pek çok
kez ihtilaf yaşandığı anlaşılıyor. Kadastro meselesinden
dolayı yaşanan ihtilaflar konusu ileride yeniden ele
alınacaktır.
Kısaca, 1989’da PKK’nın bölgeye yerleşmesiyle
beraber, vatandaş, güvenlik kuvvetleri ve PKK
militanları arasında bir ‘gerilim/çatışma
üçgeninin’ oluştuğu anlaşılmaktadır.
köye saldırı olmadı ama okul yakıldı, tabii millet
rahatsız edildi. Devlet tarafından da, millet tarafından
da, diğer taraftan da. Rahatsız olduk. Ondan sonra
göç başladı. Birinci göç mesela köyde benim babamda
oldu. Gidin dediler mi köyden? Kimse bir şey demedi
yani. Kimse bir şey demedi, biz kendimiz geldik.
Van havalisindeki yerinden edilmenin arka planında bu
gerilim/çatışma üçgeni yer almaktadır. Bu arka plan,
birçok görüşmeci tarafından yerinden etme sürecinin
esas sebebi olarak resmedilmiştir:
Sadullah Temiz: 1990’da korucu sistemi başladı.
1990’da biz silah aldık. Çoğu durumu iyi olan kaçtı
veya gençleri fazla olanlar, gençleri gönderdiler. Ben
çocukları Van’a gönderdim. Benle hanım köyde
kaldık.
Hamza Durur: 1989 yıllarında çatışma oldu. Can
güvenliği olmadığı için, çatışmalar olduğu için, sürekli
çatışma olduğu için, yollarda mayın olduğu için gidip
gelemiyorduk köylerimize. Mecbur kaldık. Yapacak
hiçbir şey kalmadığı için... O bölge komple boşaldı.
Hamit Tan: Örgütle devlet arasında kaldık, biz de
boşalttık geldik. Örgütten de korktuk, devletten de
korktuk, ikisinin arasında kaldık. Artık yeter gidelim
dedik.
İkinci grupsa, yine çatışmalar başlar başlamaz
Melik Çakır: Devlet bir yanda, bir yanda PKK. Arada
kaldık.
PKK’nın erişiminde kalan mezralarda yaşayanların bir
Feyzullah Onan: 93’te devletle PKK arasında sıkışıp
kaldık.
Görüşmeler, bu genel arka planla beraber, yerinden
edilmenin hem zaman hem de göç edenlerin vasıfları
itibariyle birkaç temel tipoloji etrafında gerçekleştiğini
göstermektedir. İlk tipolojide, çatışmalar başlar
başlamaz köy ya da mezralarını terk edenler yer alıyor.
Sonraki dalgalarla kıyaslandığında bu tipolojide yer
alanların en küçük grubu oluşturduğu iddia edilebilir.
Bu gruptaki vatandaşların göç etmelerinin temel
sebebi, köy ya da mezralarında güvenliğin kalmaması
ve gelecekle ilgili kaygıları olmuştur. Yapılan
görüşmelerden, bu ilk grupta yer alanların genellikle
hali vakti kısmen yerinde olanlar ya da Van şehir
merkeziyle (iş sahibi olmak, çocuk okutmak, kardeş
vb. çok yakın bir akrabaya sahip olmak vb. sebeplerle)
önceden tesis edilmiş kuvvetli bir ilişkisi bulunanlar
olduğu anlaşılıyor. Üç görüşmecinin aktardıkları, bu
tipolojiyi resmetmektedir:
Cafer Demirci: 1989’da ortam değişti; sürekli
çatışmalar vardı. Artık yani yaşanmazdı orada. Bizim
mezralardan köylere çekilmek zorunda kalanlardan
oluşuyor. Güvenlik kuvvetlerinin erişimi dışında olup
kısmı güvenlik kuvvetlerinin talebiyle, ya karakol olan
ya da korucu sayısı çok olan merkez köylere yerleşmek
zorunda kalmış görünüyor. 1989’da başlayan bu ikinci
tip göçte, mera yasakları da etkili olmuştur. Bazı
meralara çıkış güvenlik kuvvetleri tarafından
yasaklanmıştır:
Kamil Solmaz: 1989’da köyde okul yakıldı. Köy
Hizmetleri dozerleri vardı, dozer yakıldı. Ben
köydeydim, geldiler köye. Gençler tartışıyorlardı,
gençler diyordu “bizi götürecekler.” O zaman zorunlu
askere alma, gönüllüleri alma... Zorunlu bir şey de
vardı, o zaman gençler genelde kaçıyordu. Bölgede
eylemlerin yoğunlaşmasıyla birlikte baskılara
dayanamayan uç mezralar, dağlara yakın ıssız
yerlerdeki mezralar genelde boşaltıldı. […] Biz
geldikten sonra hemen hemen mezra boşaldı, kimse
kalmadı; benim iki amcam kaldı onlar da […] diye
merkez bir köy var bizim, bir sene da orada idare
ettiler. Ondan sonra çekip geldiler. Diğer mezralar da
hemen hemen bizden sonra göç etmeye başladılar.
Sadece bir merkez köy kalmıştı, isteyen de gitti,
merkez köye yerleşti.
89
başlamıştır. Kısaca, 1989’da PKK’nın bölgeye
yerleşmesiyle beraber, vatandaş, güvenlik kuvvetleri
ve PKK militanları arasında bir ‘gerilim/çatışma
üçgeninin’ oluştuğu anlaşılmaktadır.
Üçüncü grupta, güvenlik kuvvetlerinin “korucu olun”
‘davetine’ uymayanlar yer almaktadır.247 1989’dan
itibaren her köyden önce üçer beşer, ardından daha
çok sayıda vatandaşın korucu olması istenmiştir. Bu
davete bazı köyler bütünüyle, bazıları bölünerek
katılmış, bazı köylerse hiç katılmamıştır. Koruculuğu
kabul etmeyen köyler ve köylüler hem askerin hem de
korucuların baskısına maruz kalmışlardır. Göç
sürecinin en ağır mağdurlarını bu gruptakiler
oluşturmaktadır. Keza, görüşmelerden anlaşıldığı
kadarıyla, bu tipolojide yer alanlar göç mağdurları
arasındaki en kalabalık gruptur. Bu tipolojide yer alan
görüşmecilerin anlattıklarından birkaç örnek aşağıda
verilmiştir:
Melik Çakır: Devlet bir yanda, bir yanda PKK. Arada
kaldık. Çatışma oldu, olay oldu. 20 kişi öldü bizim
köyde. 20 yaralı da yakındır..Devlet üç sefer geldi
bastı. Bize “korucu ol” dediler. İstemedik. Olan var.
Olan oldu. Biz olmadık. 1989’da çok geldik. Köyün
yarısından fazlası geldi. Köy iki misli geldi, bir misli
kaldı. Korucular kaldı, ama 2’si teslim etti geldi
buraya. Silahı bıraktıktan sonra devlet “kalk git”
dedi. Silahsız burada kalmasını kabul etmedi.
90
Selim Kor: Bizim 11 tane mezra idi, toplam 400-500
haneydi o zaman. Belli kısımları [koruculuğu] kabul
etti, belli kısımları da kabul etmedi. Kabul etmeyenler
de çoğu göç edip buralara geldi, hatta İzmir, Ankara,
Türkiye’nin her tarafına yayıldı. Silah almayan
247 Hacettepe Üniversitesi araştırmasının, raporun satır
aralarında kalan en önemli bulgularından birisi, yerinden
edilen kişilerin yaklaşık yarısına, “göç öncesinde göçe
ilişkin” sözlü bildirim yapılmış olduğudur. Hacettepe
Araştırması, s.78. Sözlü bildirimin öznesi raporda
belirtilmemekle birlikte, araştırmanın kamuoyuna
duyurulduğu basın toplantısında Hacettepe Üniversitesi
Nüfus Etütleri Enstitüsü yetkilileri, bir soru üzerine,“çok
büyük bölümünün güvenlik görevlileri tarafından”
yapıldığını belirtti. 6 Aralık 2006, Ankara. Bu yanıtı
tamamlayıcı bir başka bilgi, rapora ek olan “niteliksel
çalışmanın özet bulguları” arasında yer alıyor: “Korucu
olmak istememe ve köyün boşaltılmasına yönelik
talepler, görüşmelerin pek çoğunda köyün terk
edilmesindeki en önemli nedenler arasında
belirtilmiştir.” Hacettepe Araştırması, s.129. Özet
bulgularda, sivil halka “bazen köyün terk edilmesi için bir
aya kadar uzayan süreler” verildiği ifade edilmiştir.
Hacettepe Araştırması, s. 128.
köylülere devlet güvenmedi doğrusunu isterseniz.
Dediler ki “efendim siz niye silah almıyorsunuz? Ben
size güvenmiyorum, siz PKK’ya yardım edeceksiniz
veya ekmek vereceksiniz veya finans sağlayacaksınız.”
O şekilde değerlendirildi. Onlar da mecbur kaldılar,
göç ettiler. Olayın iç yüzü buydu açıkçası. Köyde
korucu olanlarla olmayanlar arasında husumetler,
gerginlikler oldu, çok ciddi husumetler yaşandı.
Ferit Yaman: 1990’da olaylar gelişti, bizim ilerimizde
olan kişiler korucu oldular. O korucular köyümüze
baskın getirdiler. Askerlerle beraber geldiler, “ya siz
de silah alırsınız, ya da köyü terk edersiniz” dediler.
Ondan dolayı da bir 6-7 kişi korucu oldu. Biz aldık ama
“sadece köyümüzde kalacağız” dedik, böyle bir
operasyona filan gitmeyecektik. Fakat operasyonlara
zorlayınca, “operasyonlara da çıkacaksınız” denilince
bıraktılar, geldiler. 1990’ın sonunda köyü de terk
ettik.
Cemil Süren: PKK Gevaş’ın oralara geldi. Devlet
açıkça “siz korucu olursanız bölge halkı korucu olur,
olmazsanız bölge halkı olmaz” diyordu. Biz olmadık.
Bizim aşağıdaki bütün köyler oldular. Baskı 1990’da
başladı. 1990’dan 1997’ye kadar baskı vardı, yedi yıl.
Hemen hemen her gün, her sabah. Yedi yıl boyunca
her sabah baskı vardı. Mesela yiyecek ve
giyeceklerimize ambargo koydular. Ben defalarca
gözaltına alındım. Kaç kere tutuklandım
hatırlamıyorum. Belki İsrail’in Filistin’e yapmadığı
işkenceleri gördüm ben. Affedersiniz, burada artık
kardeş oluyoruz, cinsel organlarımızın üzerindeki
tahribatları... coptan geçirdiler. Herhalde en ağırı
coptu. Ondan sonra, anlatırsam insanın midesi
almaz. Naylon torba geçiriyor, son nefeslik hava
kalıyor, zannediyorsun öleceksin, ondan sonra
çekiyorlardı. Ondan sonra affedersiniz bu insanların
yumurtalıklarını sıkıyorlardı, insanın beyni dağılıyor
gibi oluyor. Ahırlarımız vardı, kanepelerimizi,
halılarımızı alıp getiremedik. Bir tek yataklarımızı
aldık, getirdik. Mesela kanepelerimiz, bu cevizden
yapılan ahşap mobilyamız vardı. Her türlü eşyamız
kaldı, bir daha döneceğiz diye. Olduğu gibi her şey
orada kaldı, her şeyi yaktılar. Yükledik, geldik,
karakol yine yol üzerinde duruyor. Ne oluyor, ne
olmuyor biz geçtik, geldik. Olduğu gibi o eşyayla
beraber o evi yaktılar. 100 tane arı kovanımız vardı,
yakıldı, karıldı, atıldı gitti. 13 Aralık 1997’de.
Mahmut Sertaç: [özel konuşmak istediğini beyan
etmesi üzerine yalnız konuşuldu.] Ayrılmadan önce
hep devletin baskısıdır. Korucu baskısı da var. Köyde
ağalar var. Onlar diyor ki, “ya korucu olacaksınız
bizim gibi, ya da bu köyü terk edeceksiniz.” Onlar bize
öyle söylediler. Tabii devlet de oradaydı. Asker bizim
köyü yıktı. ”Yarın akşama kadar burayı terk
edeceksin, yoksa hepinizi mahvedeceğim yakacağım,
hiç kimse kalmayacak” [dedi]. Saat akşam 4-5, biz evi
bıraktık geldik.
Dördüncü grupta korucu olup sonradan ayrılanlar/
azledilenler var. Bunların bir kısmının koruculuk
yapmaya dayanamadıkları için ayrıldıkları anlaşılıyor:
Feyzullah Onan: 1993’te devletle PKK arasında sıkışıp
kaldık. Yaşama şansımız hiç yoktu. Korucu olduk.
Yüzlerce şehit verdik. Askerden, korucudan, masum
vatandaştan da... Yani artık öyle bir şey ki
boğazımıza kadar dayandı. “Yeter artık” dedik
“canımızı kurtaralım.” Köyümüzden yaklaşık 20-25
kişi öldü. 1993’te artık canımıza tak etti. Artık biz de
dedik “hayatımızı alıp gidip kurtulalım.” Ve oradaki
jandarma karakolu “siz burada kalacaksınız,
gitmeyeceksiniz” dedi. Biz geldik orada araba
tuttuğumuz halde ilçeden köye ford kamyonetleri
sokmuyorlardı. “Hiç kimse bu köyden göç edemez!”
Ondan sonra millet isyana kalktı. Asker “gitmeyin”
diye baskı yapıyordu. Silahımızı dahi teslim etmeden,
imza dahi atmadan çıktık. Köye bıraktık. Karakol
onları tek tek toplamış götürmüş sonra.
Bu tipoloji içerisindeki ikinci bir gruptaysa,
koruculukta kendilerinden beklenenleri yerine
getiremedikleri için azledilmiş olanlar yer alıyor:
Abdullah Kara: 112 silah aldık. PKK de geldi dedi
“almayın silah.” Asker de dedi “alın”. PKK’ye dedik
“bizim durumumuz iyi değil. Biz almazsak devlet
sıkıştırıyor. Alsak siz sıkıştırıyorsunuz.” Karakoldan
şöyle dediler: “Her gün her gece 15 tane korucu
karakola nöbete gelecek.” Silahları aldıktan sonra PKK
daha fazla geldi köye. PKK gelince köye, bir tane korucu
kalmıyordu, hepsi saklanıyordu. “Korucular gelsin”
diyorlardı. Onlar korkularından gelemiyorlardı. […]
1995’te seçim oldu. Korucular da DEHAP’a verdiler.
Sonra üsteğmen geldi. Korucuları çağırdı dedi “silahları
teslim edin. Üç gün içerisinde teslim etmezseniz böyle
yaparız, şöyle yaparız...” Onlar da 1996 birinci ayda
silahı teslim ettiler. Sonra da köy olarak kaçtık.
Görüşmeler, bir grup köylünün sadece köyde kalmak
ve askerle operasyonlara katılmamak şartı/
beklentisiyle koruculuk yaptığını gösteriyor. Ne var ki,
bu son grupta yer alanlar operasyonlara katılmayı
reddetiklerinde silahları toplanıp köyden ayrılmaya
zorlanmışlardır:
Ferit Yaman: Bize koruculuk dayatıldı. 1990’da
silahlar verildi. Biz aldık ama “sadece köyümüzde
kalacağız” dedik, böyle bir operasyona filan
gitmeyecektik, geçici köy koruculuğu köyünü
korumaktır dediler. O temelde niyetlenip silah aldılar
fakat operasyonlara zorlayınca, “operasyonlara da
çıkacaksınız” denilince bıraktılar, geldiler. 1990’ın
sonunda köyü de terk ettik.
Beşinci grupta korucu aileleri yer almaktadır. PKK ile
güvenlik kuvvetleri arasındaki çatışmaların
yoğunlaştığı 1990’ların başında, bölgedeki birçok
mezranın korucu erkekleri genellikle içinde karakol
olan bir köye toplanmış ve askerle birlikte köyde
yaşamaya başlamışlardır. Bu tür örneklerde köyde
kalan korucular tamamen güvenlik işiyle meşgul olup,
nadiren iktisadi faliyette bulunmuşlardır. Bu
örneklerde korucu erkekler eşlerini ve çocuklarını
şehre göndermek zorunda kalmışlardır:
91
Sadullah Temiz: Korucu olma baskısı vardı, “ya
korucu olacaksınız, ya köyü boşaltacaksınız.”Benim
yaşlı babam vardı, babam korucu olmayı kabul
etmedi. Kabul etmeyince de her Allah’ın günü devlet
geliyordu, jandarma geliyordu, korucularla birlikte
bize baskın veriyordu, “ya köyü boşaltın, ya korucu
olun.” Biz de korucu olmayı kabul etmeyince
köyümüzü boşalttılar. “Boşaltmazsanız, yakacağız
sizi, tarayacağız, öldüreceğiz” dediler bize, bizi tehdit
ettiler. Biz o şekilde köyümüzü boşalttık. Baskıya
boyun eğip korucu olmayı kabul eden 2-3 kişi oldu.
Benim kendi iki katlı evim vardı, iki ay sonra
arkadaşlar hepsi de biliyorlar, baharda gittim, taş
üstüne taş koymamışlar. Duvarların arasındaki
ağaçları bile yıkmışlar, çıkartmışlar, yakmışlar. Bunu
yapan korucular, devlet yapmıştır yani, kimse gidip
bizim köyümüzü yakmadı. En yakın karakola mesela
gittiğimiz zaman bizi kapıdan geri çevirdiler, “siz
teröristsiniz, ne işiniz var burada?” diye.
Salih Yolcu: Benim köyümde, civar köylerle beraber
120 korucu orada toplandı. Korucular kendi
ekmeklerini kendileri yapıyorlardı erkekler.
Altıncı grupta ise, korucu olup bir süre sonra
yoğunlaşan çatışma ortamının etkisiyle güvenlik
kuvvetlerinin izni ya da önerisiyle göç edenler yer
alıyor:
Remziye Abalı: Köydeyken bizim durumumuz iyiydi,
sıkıntı çekmiyorduk. Ama teröristler yüzünden göç
ettiler. İki tane dayım şehit oldu, bir tane uzaktan
amcam şehit oldu, hatırladığım o kadar ama birçok
kişi şehit düşmüştü yani. Koruculukları buraya
göçmeden iki yıl önce bir ay sürdü, iki yıl sonra da
göçtüler buraya. Teröristlerden gelen baskıya
dayanamadıkları için buraya göçmek zorunda kaldılar.
Salih Yolcu: 1995’in içerisinde tekrar olaylar başladı.
Hayvanlarımız götürüldü, hayvanlar götürüldükten
sonra bir tane daha genç götürüldü. Götürüldükten
sonra mayın patlamaları oldu yollarda filan.
Vatandaş can güvenliğimiz yok derken devlet de dedi
siz serbestsiniz. O zaman vatandaşlar geldiler
karakola, biz köyümüzü boşaltacağız, köyü
boşaltmak zorundayız artık, can güvenliğimiz yok
dediler. Onlar da dedi siz bilirsiniz, isterseniz kalın,
isterseniz gidin.
İlyas Sarı: Mecburen korucu olduk. Ya korucu
olacaksınız ya terk edeceksiniz [dediler]. Millet iki
dağın arasında kaldı. PKK silah almadan
karışmıyordu. Yiyecek istiyordu. Ya vereceksin ya da
öldüreceğim diyordu. Mesela ben koruculuk
yapamadım. Diyorlardı sen koruculuk yapmamışsın
demek ki PKK’yi destekliyorsun. Sonra müracaat
ettim korucu oldum. İşte koruculuk yapıyorduk,
gidiyorduk nöbet tutuyorduk. Ondan sonra asker bize
dedi silahı bırak. Yani asker bize söylüyor. Asker dedi,
siz gidin dedi.
92
Kamil Solmaz: Köy 1992-1993’lere kadar boşalmadı.
Zannedersem 1992-1993’te tamamen boşaldı.
Kaçtılar. Büyük bir eylem oldu ve kaçtılar. O zaman
yanılmıyorsam 12 asker öldü, 3-4 tane korucu öldü,
yaralılar vardı. Köy tamamen boş kaldı, artık yakıldı,
yıkıldı.
Yedinci grupta ailelerini gönderen ama köylerini hiç
boşaltmayan korucular bulunuyor. Bu durumdaki
köylerde ziraat ya da hayvancılık faaliyeti neredeyse
tümüyle durmuş, bütün faaliyet güvenlik faaliyetine
dönüşmüştür. Bu türden birkaç köy hiç boşaltılmadığı
halde meskunları ziraat ve hayvancılık faaliyetinde
bulunamadıkları için Tazminat Yasası’ndan
yararlanmaktadırlar:
Metin Kucak: Bu terör nedeniyle, örgüt dağdan geldi.
Bizden araç istedi. Biz de vermedik. Asker bize destek
çıktı, gelin dedi, korucu olun... 70 kişi korucu olduk.
110 haneydi. 5 mezrası vardı. Bizim mezramız da
korucu oldu. Ondan sonra arazimiz, her şeyimiz,
1993’ten sonra ne biçtik, ne içtik... Hepsi göç olduktan
sonra biz kaldık. Biz askerimizi bırakmadık. Bu
karakolu kaldırdılar. O kadar yoğundu. Biz de
bırakmadık silahları. 50 kişimiz köyde kaldı. Biz
devletimizi bırakmadık.
Son grupta ise PKK’dan dolayı köylerini boşaltanlar
yer alıyor:
Abdullah Kara: İlk göç 1989’da oldu. Terör dolayısıyla
millet kaçtı. Sıkıştırma oldu asker tarafından, PKK
tarafından. Millet korkusundan, kimi gençler şehre
taşındı, kimi evini kaçırdı, kimi mülkünü hayvanını
bıraktı kaçtı. Yavaş yavaş oldu göç. En son 1995’te
bizim göç başladı. Benim eniştem geldi. Dedi ki, bugün
bütün gençler Van’a gidecek. Dedim neden? Dedi:
Vallah kaçıyorlar. PKK eleman kazanıyor. Onlar da
kaçıyorlar PKK’den. Özlüce’ye yakın yerlerden gelirken
PKK yolu kesti. Pazar günü. Ordan benim ablamın oğlu
Mehmet’i aldı götürdü. Beş kişi aldı benim köyden. Bir
tanesi 9 ay kaldı, benim köylü. Dördü kaçtı geldi. Benim
yeğenim hâlâ kayıp. Vuruldu mu ne yaptı bilmiyoruz.
Ondan sonra millet tek tek göç etmeye başladı. Kimi
İstanbul’a kimi Ankara’ya... Herkes kaçtı.
Görüşmeler, yerinden etme işinin, yerinden edilme
öncesi zamanın bu başat özelliklerinin hemen hepsini
köklü biçimde değiştirdiğini göstermektedir. Topu
topu birkaç yıla yayılan bir süreç içerisinde, Van ve
havalisindeki epeyce geniş bir alana dağılmış çok
sayıda köy ve mezranın sakinlerinin bazen birkaç ay
mühlet verilerek, bazen de gün içinde yerlerinden
edilmesi, evvela bu vatandaşların geçmişleriyle olan
bağını sert bir biçimde koparmıştır. Doğdukları,
kendilerinin, atalarının belledikleri yerlerden, onlarca
Yerinden etmenin, yerinden edilme öncesi yerleşik
sosyalliği de tahrip ettiği anlaşılmaktadır. Yerinden
etme, bazen, yerinden edilenlerin mensubu olduğu dar
topluluk içerisindeki mevcut gerilimleri derinleştirmiş,
bazen de yeni gerilimlere yol açmıştır. Korucu olmayı
kabul edip yurtlarında kalanlar ile korucu olmayı kabul
etmeyip yurtlarından edilenlerin kimi durumlarda
düşmanlaştığı anlaşılmaktadır. Yerinden edilenlerin
bıraktıkları mülklere el konması ya da köy veya
mezralarına dönüp yerleşmek ya da mülklerini
değerlendirmek isteyenlere engel olunması, yerinden
edilenler ile korucular arasında göçün yol açtığı gerilim
ve çatışma biçimlerinden bazılarıdır.
Yerinden etme, yerinden edilenlerin yasal otoriteyle
muhataplık biçimini de değiştirmiştir. Köylerinden,
mezralarından, yurtlarından edilmek, yerinden
edilenleri istedikleri, arzuladıkları, bildikleri yerlerde
yaşama imkânından mahrum bırakmıştır. Bilmedikleri,
istemedikleri, seçmedikleri yerlerde yerleşmek
zorunda kalmışlardır. Benzer biçimde, yerinden
edilenler kendilerinin bildikleri, başkalarınca da öyle
bilinen evlerinden, ekip biçtikleri tarla ve
otlaklarından mahrum kalmışlardır. Evlerine
girememiş, gidememişler, bazen de evlerini tümden
kaybetmişlerdir. Mülklerini kullanamamış, tarlalarını
işleyememiş, otlaklarını kullanamamışlardır. Bütün
bunlar, yerinden edilenlerin yasal otoriteyle
muhataplık biçiminin kökten değiştiğini
göstermektedir. Yaşananlar, yerinden edilenlerin,
onları vatandaş kılan hukuktan, ulusal ‘biz’in içine
yerleştiren temel bir kısım haktan mahrum
edildiklerine işaret etmektedir. Yerinden etmenin
gerçekleştiği bütün mahallerde olduğu gibi, Van’da da
1982 Anayasası’nın 35. maddesiyle düzenlenen
mülkiyet hakkı, 23. maddesiyle düzenlenen seyahat ve
yerleşme hakkı ve 21. maddesiyle düzenlenen konut
dokunulmazlığı hakkı yaygın biçimde ihlal edilmiştir.
Bu yaygın hak ihlallerinin herhangi bir mahkeme kararı
olmaksızın gerçekleşmesi kadar, tek tek vatandaş bazlı
Yerinden etmenin gerçekleştiği bütün mahallerde olduğu
gibi, Van’da da 1982 Anayasası’nın 35. maddesiyle
düzenlenen mülkiyet hakkı, 23. maddesiyle düzenlenen
seyahat ve yerleşme hakkı ve 21. maddesiyle düzenlenen
konut dokunulmazlığı hakkı yaygın biçimde ihlal
edilmiştir.
değil de bir köy ya da merada mukim, erkek, kadın,
çocuk, yaşlı bütün vatandaşlara yönelik olarak
gerçekleşmesi, bu vatandaşların maruz kaldıkları hak
ihlallerinin bireysel edimleriyle değil, mukim oldukları
köyle, aldıkları siyasi tutumla (korucu olmamak ya da
HADEP vb. partilere oy vermek), hatta mensubu
oldukları etnik toplulukla ilgili olduğunu
göstermektedir. Söz konusu hak ihlallerinin hem yaygın
biçimde gerçekleşmesi hem de bireysel edime bağlı
olmaması, yerinden edilenlerin vatandaşlıklarının
kısmen ve geçici de olsa askıya alınabilir bir
vatandaşlık hali olduğunu ima etmektedir.
C. Yerinden Edilme Biçimleri
Görüşmeler, yerinden edilmenin gerçekleşme biçimi
itibariyle de önemli farklılıklar gösterdiğine işaret
etmektedir. Büyük kısmı 1989 ile 1994 yılları arasında
gerçekleşen göçte kimi durumlarda vatandaşlar belirli
bir hazırlık yaptıktan sonra köylerini terk etmiş
görünmektedirler. PKK militanları ile güvenlik
kuvvetleri arasında çatışmaların başlamasının hemen
ardından gerçekleşen bu göç biçiminde, ‘imkânı olan’
vatandaşlar şehirde ev tutma, sahip olduğu hayvanları
satma, ev eşyalarını toplama gibi hazırlıkları
yaptıktan sonra Van’a göçmüşlerdir:
Cafer Demirci: 1989’da ortam değişti. Çatışmalar vardı
artık yani yaşanmazdı orda. Şimdi bizim köye saldırı
olmadı ama okul yakıldı; tabii millet rahatsız edildi.
Devlet tarafından da, millet tarafından da, diğer
taraftan da. Rahatsız olduk. Ondan sonra göç başladı.
Gidin dediler mi köyden? Kimse bir şey demedi yani.
Kimse bir şey demedi biz kendimiz geldik.
Hamit Tan: Örgütle devlet arasında kaldık, biz de
boşalttık geldik. […] Eşya olarak yatak matak
93
senedir beşeri münasebet içerisinde oldukları
komşularından, akrabalarından koparılmaları,
yerinden edilenlerin uzun bir tarihsel zaman içerisinde
oluşmuş kimliklerini de zedelemiştir.
getirdik, başka hiçbir şey getirmedik. Kamyon tuttuk.
Hayvanları kamyona yüklemedik, yolda getirdik.
İkinci tipolojide, güvenlik kuvvetleri ve/veya
korucuların zorlamasıyla bir anda gerçekleşen göçler
yer alıyor. Bu durumlarda genellikle içinde oturulan
evin eşyası ve sahip olunan hayvanlar bir araca
yüklenip Van’a getirilmiştir:
Sadullah Temiz: Ayrılmadan önce hep devletin
baskısıdır. Korucu baskısı da var. Onlar diyor ki ya
korucu olacaksınız bizim gibi, ya da bu köyü terk
edeceksiniz. Tabii devlet de oradaydı, asker. Asker
bizim köyü yıktı. Bize yarın akşama kadar burayı terk
edeceksin, yoksa hepinizi mahvedeceğim yakacağım,
hiç kimse kalmayacak [dedi]. Akşam 4-5, biz evi
bıraktık geldik. Başka bir köye geldik.
Sait Bakırcı: Devlet zorla çıkarttı bizi, devlet zorla
köyü boşalttı. Ya köyü boşaltacağız, ya hepinizi
tarayacağız, yakacağız dediler bize. Korucu olma
baskısı vardı: “Ya korucu olacaksınız, ya köyü
boşaltacaksınız.” Babam korucu olmayı kabul
etmedi. Kabul etmeyince de her Allah’ın günü devlet
geliyordu, jandarma geliyordu, korucularla birlikte
bize baskın veriyordu. Biz de korucu olmayı kabul
etmeyince köyümüzü boşalttılar.
Bu tipolojiye giren bazı örneklerde göçenlerin mülkleri,
bazı durumlarda bütün bir köy güvenlik kuvvetleri ve/
veya korucular tarafından yakılmıştır:
94
Cemil Süren: Karakoldaki bir asker […] dedi son
noktaya gelmişsiniz; vurulacaksınız kalkın gidin,
evinizi eşyanızı bırakın gidin. Ben geldim hemen evi
yükledim. Hayvanlarımız, erzakımız. Mesela
hayvanlar için ot toplanmış… 20-25 tane montofon
inek vardı. Dünya Bankası’nın vermiş olduğu… proje.
Ahırlarımız vardı, kanepelerimizi, halılarımızı alıp
getiremedik. Bir tek yataklarımızı aldık, getirdik.
Mesela kanepelerimiz, cevizden yapılan ahşap
mobilyamız vardı. Her türlü eşyamız kaldı, bir daha
döneceğiz diye. Olduğu gibi her şey orada kaldı, her
şeyi yaktılar. Olduğu gibi o eşyayla beraber o evi
yaktılar. 100 tane arı kovanımız vardı, yakıldı gitti.
Ferit Yaman: 1990’da köylerimiz yakıldı. Bu tespitlidir,
yani karakol tarafından da tespit edildi, Bolu
komandosu tarafından yakıldı. Apar topar köyden
çıkardılar. Amcamın evinde eski bir buzdolabı kalmış,
o buzdolabı da o evin içerisinde yakıldı. Eşyalarımızı
toparladık, çıktık, geldik, köyler de yakıldı. Mesela
bizim kavak ağaçlarımız vardı ve benzeri ağaçlarımız
vardı. Onlar tarafından o anda zarar verilmedi. Fakat
biz köyü terk ettikten sonra bütün o kendimize ekmiş
olduğumuz fidanlar olsun, o kavak ağaçları olsun;
onların hepsi kurudu.
Üçüncü tipolojideyse köy içinde ya da civarında
gerçekleşen büyük bir çatışmanın ardından aniden
gerçekleşen göçler yer alıyor:
Selim Kor: 1990, 7. veya 8. ayıydı galiba... Yaylada bir
çatışma çıktı, asker de oraya intikal etti. Biz de orada
mahsur kaldık. Her tarafta ateş, ateş çemberi içinde
kaldık o gece, o gün. Sabah, akşama kadar devam
etti. Helikopterler bir taraftan asker indiriyor, sarp
kayalar var, helikopterler istediği gibi asker
indiremiyor, asker oraya intikal edemiyor, vatandaşın
bir kısmı PKK’nın içinde kaldı, bir kısmı devletin içinde
kaldı, bir kısmı savaşın ortasında kaldı; yani
darmadağınık oldu. O günden itibaren köyün belli bir
kesimi göç etmek zorunda kaldı yani o gece çoğu.
Gece, gündüz arabalarla kaçmaya karar verdiler.
Metin Kucak: Benim bir arabam vardı. Adamın biri
geldi karşıma, dedi ki, Allah hatırına ver. Ne
istiyorsan... O duruma geldi insanlar.
Cafer Demirci: Eşyanın çoğu orda kaldı, mesela o
sene tüm tarlaları buğday ekmiştik, komple buğday
orda kaldı hepsi gitti, bizim ev eşyaları gitti,
hayvanlarımız gitti... Kaçarayak kimse bir şey
getiremedi, sadece yorganını alıp kaçıyordu, kimse o
zaman bilmiyordu bu şekil yani. Kimse demedi gidin;
ama okul yakıldı askerler öldü. Ondan sonra
hayvanları toplayıp getirip sattık.
İlyas Sarı: Yok, hiç vakit olmadı. Adam başı araba
istedik, araba korkusundan gelemedi. Millet geldi bir
arabada 4 hane yükledi. Eşya her şey orada kaldı.
Yiyecek, un ne varsa onları bıraktık orada, hiçbir şey
götürmedik. Çoluk çocuğumuzu arabanın üzerine
eşyaların üzerine bıraktık. Yağmur, kar… Onuncu ayın
birinde biz göç ettik. O gece hiç yatamadık. O kadar
silah sesi geliyordu ki…
Dördüncü grupta güvenlik kuvvetlerinin talebiyle,
ancak belirli bir mühlet verilerek gerçekleşen göçler
yer alıyor. Bazen güvenlik kuvvetleri ile PKK arasındaki
Sadullah Temiz: Askerden aldık göç kararını. Yani
mecbur kaldık artık. Hem teröristlerden hem
askerlerden. Her taraf berbat olmuştu. Askerler çıktığı
anda ya mayına basıyor, ya pusuya düşüyordu. 30
küsur filan korucu vardı yani köyde. 3 ay sonra [göç
ettik]. Biraz hazırlık yapabildik. Hayvanlarımızı buraya
getirdik. Zaten daha önce de burada evimiz vardı.
Ferit Yaman: Bir hafta önceden bize gidin dediler. Biz
hep göç ettik.
Beşinci grupta güvenlik kuvvetleri ile PKK arasındaki
çatışmaların yoğunlaşması üzerine idarenin önerisi ve
desteğiyle gerçekleşen göçler yer alıyor. Bu türden
göçe maruz kalanlar, tahmin edileceği üzere, esas
olarak koruculardan oluşmaktadır:
Nevzat Kucak: Çatışma falan oldu. Vatandaş da iki
ateşin arasında kaldı. Vali Bey geldi o zaman köye,
durumu gördü, boşaltın burayı dedi. Siz de gidin
Van’a Yüksekova’ya kamyon falan ayarlansın, dedi.
Eşyayı bıraktık köyde. Beş aile, altı aile de bir
kamyonla geldi. […] Devlet bizi koruyamadı. Devlet
bizi korumadı.
D. Göç Sonrası Yaşananlar
Görüşmeler, yerinden edilenlerin göçün akabindeki
birkaç ayda, deyim yerindeyse, afet koşullarında
yaşadıklarını gösteriyor. Mağdurlar, barınma,
beslenme, eğitim, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını
karşılayabilmekten uzak, uzun bir dönem
geçirmişlerdir. Pek çok mağdurun, uzun bir zaman
çadırda, açlıkla yüz yüze ve çocuklarını okula
gönderemeden yaşamış olduğu anlaşılmaktadır.
Göçün hemen akabinde içine düşülen bu mahrumiyet
koşullarının değişmesi, neredeyse bütün görüşmeciler
için en az bir yılı, bazı görüşmeciler içinse birkaç yılı
bulmuştur. Bu geçiş döneminde maruz kalınan yaşam
koşullarını barınma/konut, iş/geçim, eğitim/okul,
sağlık ve çevreyle temas temel başlıkları etrafında
aktarmak uygun olacaktır.
Görüşmeler, yerinden edilenlerin göçün akabindeki birkaç
ayda, deyim yerindeyse, afet koşullarında yaşadıklarını
gösteriyor. Mağdurlar, barınma, beslenme, eğitim, sağlık
gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayabilmekten uzak, uzun
bir dönem geçirmişlerdir.
D.1 Barınma/Konut İmkânları
Yerinden edilmiş kişilerin barınma/konut imkânları
itibariyle maruz kaldıkları koşullar arasında kısmen de
olsa farklılıklar söz konusu olmuştur. Yerinden
edilmenin gerçekleşme biçiminin, göç öncesi sahip
olunan ekonomik imkânların ve devletle/güvenlik
kuvvetleriyle ilişkinin, bu farklılaşmayı biçimlendiren
esas faktörler olduğu anlaşılmaktadır. PKK militanları
ile güvenlik kuvvetleri arasında çatışmalar başlar
başlamaz göç edenler, göç öncesinde hali vakti
nispeten yerinde olanlar ve devletin yardımı ve
koruması altında göç eden korucular nispeten daha
müspet barınma/konut imkânlarına sahip olmuşken,
köy ya da mezrada yaşanan bir çatışmanın hemen
ardından köylerini boşaltanların ya da güvenlik
kuvvetleri ve/veya korucularca herhangi bir mühlet
verilmeksizin köylerinden çıkarılanların barınma/
konut imkânları açısından büyük mahrumiyet
yaşadıkları görülmektedir. Tahmin edileceği üzere, bu
son grup yerinden edilmiş kişilerin büyük çoğunluğunu
oluşturmaktadır.
Barınma/konut imkânları açısından bakıldığında, ilk
grupta, bölgede çatışmalar başlar başlamaz köylerini
terk edenler yer almaktadır. Bu grupta yer alanların bu
erken kararı alabilmeleri, şüphesiz ya nispeten
‘varlıklı’ olmalarından ve/veya Van şehir merkeziyle (iş
sahibi olmak, çocuk okutmak, kardeş vb. çok yakın bir
akrabaya sahip olmak vb. nedenlerle) önceden tesis
edilmiş kuvvetli bir ilişki içinde olmalarından
kaynaklanmıştır. Bu ilk dalgada göç edenlerin,
genellikle önceden sahip olunan ya da kiralanan bir
eve yerleşme imkânına sahip oldukları görülmektedir:
Hamza Durur: İlk geldiğimizde ev tuttuk. 4-5 kardeş
bir eve yerleştik. Hemen hemen 15 kişi falan vardı.
95
çatışmaların yoğunlaşması, bazen de koruculuğun
kabul edilmemesi üzerine, güvenlik kuvvetleri ya da
mülki erkân belirli bir mühletin ardından köyün
boşaltılmasını talep etmiş görünmektedir:
Normal müstakil bir evdi. Kiralık olarak kaldık bir
sene. Ondan sonra koyunlarımızı satıp kendimize
arsa aldık. Öylesine bir ev yaptık.
Öte yandan, barınabilecek bir mekân bulabilmek,
barınılan mekânın iyi koşullara sahip olduğu anlamına
gelmemektedir. Bu ilk grupta yer alanların sahip
olabildikleri barınma imkânlarının, genellikle pek içi
açıcı olmadığı anlaşılmaktadır:
Bu açıdan, bulundukları köyde hali vakti nispeten
yerinde olanlar dahi, ancak sığınabilecekleri bir mekân
bulabilmiş görünmektedirler:
İlyas Sarı: Edremit Karayolları’na geldik, yerleştik
buraya. O kadar kalabalık idi. Millet çoktu. Yarısı
üniversite kampüse geldi. Kalanı da Şerefiye, Şerefiye
Mahallesi. Diğeri de Kale’ye gitti. Biz yolda kararımızı
verdik. Biz Hakkari’ye geldik, baktık herkes göç
ediyordu. Hakkari dar yerdi. Biz dedik Hakkari’de de
perişan olacağız, kimse bize bakamıyor. Biz dedik
Van’a gidelim, hem kalabalıktır hem de hükümet
daha iyi bakar. Biz Edremit Karayolu’nda kaldık. Bir
oda vardı orada üç hane kaldık. İlk biz geldik, birinci
numaralı evi biz aldık. 20 kişi kaldık. Altı ay biz
burada işçilik yaptık. Biz bir sene kaldık. Hatta üç ay
daha. Koyun bize geliyordu, erzak bize geliyordu,
veriyordu hükümet.
Kamil Solmaz: 1989’da köyde okul yakıldı. Babam
yakalandı, Çatak’a götürüldü, kötü muameleye tabi
tutuldu. Babam köyün ileri geleniydi. O şeyden sonra,
ben Van’da bir akrabamıza ait bir ev buldum boş; yeni
yeni yapılıyordu, kapısı, pencereleri de yoktu.
Zannedersem Eylül ayındaydı. Geldik, o eve yerleştik.
Bir kışı orada geçirdik. Derme çatma kapı taktık,
pencerelerine naylon sardık. Eve kira ödemedik.
Akrabamız olduğu için bizi idare etti bir yıl. 2 sene
başka bir yere gittik, iki odalı bir ev, az bir kirayla. Bir
sene de orada kaldık. Sonra gittik, bu Edremit Yolu
üzerinde, oralar biraz ucuz, 500 metrekare yer bulduk
kendimize.
Üçüncü grupta, yaşadıkları köy ya da mezrada çıkan bir
çatışmanın hemen ardından köylerini boşaltanlar ya da
güvenlik kuvvetleri ve/veya korucularca herhangi bir
mühlet verilmeksizin köylerinden çıkarılanlar yer alıyor.
Van’daki yerinden edilenlerin büyük çoğunluğunu
oluşturduğu anlaşılan bu üçüncü gruptakilerin maruz
bırakıldıkları barınma ve konut imkânları trajik
mahiyettedir. Pek azı bir tanıdığının yanına sığınabilen
bu vatandaşların büyük kısmı, apar topar bir araca
yükleyebildikleri eşyalarını Van’da yerleşim yeri
olmayan boş arazilere kurdukları çadırlara yerleştirmiş
ve burada yaşamaya başlamışlardır:
Cafer Demirci: Babamın amca çocukları buradaydı.
Biz geldik hiçbir şey yoktu, pirketten bir ev vardı. Biz 3
aile içine girdik. Ben, 2 amcam, kardeşler... 50’ye
yakın kişi bir odada kaldık. 1 sene sürdü.
96
Nevzat Kucak: Yarısı[nı] kampüse gönderdi, yarısı
Edremit’te kalmış. Yazdan devlet konut yaptı bize.
Evlerimizi devlet yaptı ama işçi olarak biz çalıştık.
Onlar malzeme verdi, yer verdi.
İkinci grupta, bulundukları mahalde PKK’nın artan
etkinliği sebebiyle kendilerini korumaları ya da
güvenlik kuvvetlerince korunmaları zorlaşan ve bu
durumun ardından devletin himayesi altında göç eden
korucu aileleri bulunmaktadır. Bu grubun mensupları
da nispeten müspet barınma koşullarına sahip
olabilmişlerdir. Hakkari ili sınırları içerisinde yaşayan
bir grup korucu vatandaş, bulundukları bölgedeki
güvenlik koşullarının kötüleşmesiyle beraber valiliğin
desteğiyle Van’a yerleştirilmiştir. Van’da ilk olarak
kamu kurumlarının misafirhanelerine yerleştirilen bu
300 ailelik grup, daha sonra kendilerine tahsis edilen
bir hazine arazisine yaptırılan (inşaatına kendilerinin
de katkıda bulunduğu) konutlara yerleştirilmişlerdir:
Mahmut Sertaç: Süphan’a geldiğimizde 2-3 ay
çadırda kaldım. Hepimiz tek bir çadırda. Köyde
yaylaya giderken kullandığımız çadır... Keçi kılından
yapılma... Evin arazisini birinden aldık. 1 milyona
aldık o zaman. Evde 15 kişi falan vardı. Yerimiz
çamurdu. Lavabo yoktu. Su yoktu. Birkaç tane
briket... Torbayla tuvalet yaptılar. Çukur açtık.
Feyzullah Onan: Benim ailem ilk geldiklerinde bir yıla
yakın çadırda kaldılar. 1993’ün sonbaharında çıktık.
Amcaoğlu ondan önce kendi imkânlarıyla briketten
bir ev yapmıştı. Biz üç hane iki odada kaldık. 30-35
kişiyi geçiyordu yani. Üç ev, iki odada kalıyorduk.
Selim Kor: Süphan [mahallesi] boş bir araziydi. 2 yıl
çadırda kaldık, ev yapamadık yani. Zaten elimizde 1
Melik Çakır: O zaman burası boştu. Mecburi geldik.
Dönümü 1 milyona aldık. Dağdı o zaman burası. Bu
evin yerinde çadır vardı. 1-2 sene çadır kurduk. Sonra
toprak bir ev yaptık.
Hamit Tan: Buraya geldik, çadır kurduk. Çadırda
dört-beş ay kaldık. 12 kişi...
Görüşmeler, tek tük de olsa, köylerini aniden terk
etmek zorunda kalmış olmakla beraber çadıra
yerleşmek zorunda kalmayanlar olduğunu da
gösteriyor. Van’da bir tanıdığı olmak ya da nispeten
varlıklı olmak gibi ‘imkânlar’, bir kısım mağduru
çadırda yaşamaya mecbur kalmaktan korumuş
görünüyor:
Cemil Süren: Arabayla bir gece geldik, bir dükkânda
kalıyorduk. Bayağı dükkân yapmıştı adam, iki odasını
dükkân yapmıştı, adam orada kalıyor daha. Bir yıl
orada kaldık. Ondan sonra bir ev daha kiraladık. İki
yıl da orada kaldık.
D.2. İş/Geçim İmkânları
Yerinden edilenlerin arasında, maruz kalınan geçim
koşulları ve iş imkânları itibariyle de farklılıklar
olduğunu söylemek mümkündür. Bu farklılaşmanın
belirleyici etmeni, tabii ki göç öncesinde sahip olunan
malvarlığı ve göçün planlanarak mı yoksa aniden mi
gerçekleştiğidir. Bekleneceği üzere, göç öncesinde
nispeten varlıklı olan ve çoğu kez buna bağlı olarak
Van’a planlayarak göç eden bir azınlık, aniden göç
etmek zorunda kalan çoğunluğa göre nispeten daha
müspet iş/geçim imkânlarına sahip olabilmiştir. Göç
mağdurları arasında bu türden bir farklılaşma
izlenebilir olmakla beraber, istisnasız bütün
mağdurların göçün yol açtığı menfi iktisadi koşullarla
baş etmek üzere kullandıkları en temal araç hayvan
satışı olmuştur. İstisnasız bütün görüşmeciler,
Van’daki yeni hayatlarına hayvan satarak
başladıklarını ifade etmişlerdir. Sahip olunan
neredeyse tek menkul değer olan hayvanları satarak
göç sonrasının akabindeki zorlu zamanlarla baş
etmeye çalışmak, bütün göç mağdurlarını
ortaklaştıran temel hikâyelerdendir. Öte yandan, göç
mağdurlarının hayvanlarını hemen hemen aynı
zamanlarda satmak istemeleri, beklenebileceği üzere,
‘mallarının’ değerini düşürmüştür.
Görüşmeler, çok az sayıda da olsa bir kısım göç
mağdurunun, ya daha öncesinde Van’da sahip olunan
bir işyerini çalıştırmaya devam etmek ya da hayvan
satışından elde edilen sermayeyle bakkal, kahvehane
veya lokanta gibi yeni bir işyeri açmak suretiyle, göç
sonrası hayata kendi işinin sahibi olarak
başlayabildiğini göstermektedir:
Cemil Süren: İki aygaz arabamız vardı. Hâlâ da biri
duruyor. Geçimimiz bununla oldu. Yoksa hiçbir sosyal
güvencemiz yoktu, hiçbirimizin. O zaman 10 nüfustuk.
Salih Yolcu: Benim burada, kendi mesleğim de vardı,
lokantacı olduğum için, burada lokantam vardı. Ben o
şekilde kaldım yani burada küçük bir büfem vardı.
Mağdurların ezici çoğunluğunun ise göç sonrası
hayata işsiz olarak ya da amelelik gibi geçici ve
güvencesiz işlerde çalışarak başladıkları
anlaşılmaktadır:
Cafer Demirci: Birkaç hayvan kalmıştı onları sattık.
Baktık olmadı bu sefer köye gitmek istedik, devlet
bırakmadı. İnşaat olsun hamallık olsun ne bileyim
her işi yaptık, nerede iş olursa... 4 kardeş İstanbul’a
gittik. İnşaatta çalıştık. Askere kadar orda kaldık.
Hamit Tan: Burada biraz inşaatlarda çalıştık, parayı
biraz topladık. Ev yaptık, iki oda yaptık.
Salih Yolcu: Lokantalarda çalıştım, işçilik yaptım.
Maruz kalınan yeni koşullar göç mağdurlarının
hayatlarını kökten değiştirmiştir. Pek çok mağdur,
önceki hayatlarından çok farklı bir hayata razı olmak
zorunda kalmıştır:
Abdullah Kara: Ben Van’a geldim çocukların hepsini
toparladım. Bir ev tuttuk Hafize mahallesinde. Açlık
had safhaya geçti. Çok perişan olduk. Eskiden
zengindik, altınımız vardı, Reşat altın. Kadınların
bütün altınlarını sattık. Kiraya verdik, geçime verdik.
Cemil Süren: Benim babam köyde muhtardı.
Şirketlerde çalıştık, inşaatlarda çalıştık...
97
milyar para vardı, onu da arazi mafyasına kaptırdık.
Hazinenindi. Geldiler, vatandaşa sattılar.
Vatandaşlar zaten ne yapsın, ya çadırda kalacak,
çadır da yok.
Keza, maruz kalınan yeni koşullar mağdurların
hayatında dramatik değişikliklere de sebep olmuş
görünmektedir:
Feyzullah Onan: İnşaatta, boyacılıkta sağda solda
kazandıkları imkânlarla, borç ederek kendimize bir ev
yaptık. Babam da burada inşaatlarda stresle
hastalandı. Aradan iki sene geçti o da vefat etti.
Yerinden edilenlerin bir başka kesimi de, Van dışındaki
şehirlere giderek ya küçük bir işyeri açmış ya da daha
sıklıkla yine geçici ve güvencesiz işlerde çalışmıştır:
Feyzullah Onan: Diğer akrabalarımız Mersin Tarsus’a
gitti. Ondan sonra İstanbul’a yerleşenler var.
Manisa’ya yerleşenler var.
Selim Kor: İnşaatta çalıştım. Antalya’da çalıştım 1-2
yıl. Ağabeyim burada çalıştı. O burada kaldı, ben
Antalya’da 1-2 yıl çalıştım. 1 yıl Mersin’de çalıştım. 6
yıl dışarıda çalıştım. Daha sonra Van’a geldim.
Mehmet Ceylan: Kimileri hırsızlık yaptı, kimileri
uyuşturucu işi yaptı, artık insanlar mağdur oldu yani;
çoluk çocuğuna bakabilmek için her işi yaptılar. Kimi
hamal oldu, kimi çoluk çocuğunu aldı Batı’ya gitti,
İstanbul’a, Mersin’e, Adana’ya çalışmalara gitti, bağ
bahçelerde çalışmalara gitti.
98
İş/geçim koşullarındaki bu farklı hallerin her birinin
kategorik olarak farklı mağdur ailelerince
yaşanmadığını belirtmek gerekiyor. Bazı durumlarda,
bir ailenin erkeklerinin biri-ikisi küçük bir iş kurarken,
diğerlerinin bir kısmı Van’da ya da şehir dışında geçici
işlerde çalışmış, kimisi de işsiz kalmıştır. Göç mağduru
ailelerin bir kısmı bütün bu farklı koşulları, imkânları
hep birlikte tecrübe etmek durumunda kalmıştır.
Kamil Solmaz: Ben geldikten sonra kendime iş
buldum. […] seyahat firması yeni kuruluyordu. Orada
işe başladım. Kâtip olarak. Ondan sonra 1994
seçimlerinde […]’nde bir seçim oldu. Belediye Başkanı
da Çataklı’ydı. Orada işçi olarak çalışmaya başladık.
Bir yıl sonra bir sınavla, devlet memurları sınavına
girdik. Sınavla memur olarak görev yapmaya
başladım. Tek çalışan bendim. Benim kardeşlerim de
arada bir inşaatlarda günlük olarak yevmiyeli çalıştı.
Zaten bizim memlekette biliyorsunuz bir gün iş var,
üç gün boş yatı[lı]yor. Ağabeyim ayrıldı bizden, o
Mersin’e gitti. Biz 2 kardeş kaldık. 5 çocuğum var.
Görüşmeler, mağdurların büyük kısmının
sattıkları birkaç hayvandan başka sermayeleri
olmadığı gibi, çiftçilik ya da hayvancılıktan
başka bir iş de bilmediklerini göstermektedir.
Aslında 6 çocuğum var. Bir çocuğum dışarıdadır.
Kayıptır yani. Belki dağda da olabilir, bilmiyorum.
Görüşmeler, mağdurların büyük kısmının sattıkları
birkaç hayvandan başka sermayeleri olmadığı gibi,
çiftçilik ya da hayvancılıktan başka bir iş de
bilmediklerini göstermektedir. Bütün bunlara, şehrin
ekonomisinin zaten kısıtlı olan imkânları da eklenince,
yerinden edilenlerin sefaletle yüz yüze kalmaları
kaçınılmaz olmuştur. Bilhassa aniden göç edip
çadırlarda yaşamak zorunda kalan mağdurların
uzunca bir süre barınma sıkıntısının yanında beslenme
sıkıntısı da çekmiş oldukları anlaşılmaktadır. Barınma
konusunda diğer göç mağdurlarına kıyasla bir ayrıcalık
sağlayan koruculuk geçmişi, iş/geçim koşullarında
benzer bir ayrıcalık yaratmamış gibi görünmektedir.
Hakkari’den devletin himayesinde Van’a göçürülen
korucular, geldikleri ilk birkaç ay gıda yardımı vs. almış
olmakla beraber, kendileri için yaptırılan konutlara
yerleştirildikten sonra diğer göç mağdurlarınkine
benzer bir kaderi paylaşmışlardır. Yalım Erez
mahallesine yerleştirilen bu korucu aileleri, göçten
bir-iki yıl sonrasında diğer göç mağdurlarıyla aynı iş ve
geçim koşullarına maruz kalmışlardır.
D.3. Eğitim ve Sağlık İmkânları
Yerinden edilen kişilerin tecrübe ettiği eğitim ve sağlık
imkânlarına bakıldığında, göç öncesinde sahip
oldukları koşullarla kıyaslandığında, bu alanda
barınma ve iş alanlarındakine benzer bir çöküşün
yaşanmadığını söylemek mümkün görünmektedir. Göç
mağdurları, istisnalar olmakla beraber, genellikle
çocuklarını civarda bir okula gönderebilmiş ve hastane
imkânlarından faydalanmış olduklarını belirtmişlerdir.
Eğitimin parasız olması ve yeşil kart sahipliği, göç
mağdurlarının barınma ve iş alanlarında yaşadıkları
sefaletin eğitim ve sağlık alanında aynı hacimde tekrar
etmesini engellemiş görünmektedir.
D.4. Mağdurlara Yapılan Yardımlar
Yerinden edilmiş kişiler, göçü takip eden birkaç yıl
boyunca müzmin sefalet koşullarında yaşamalarına
rağmen, devletten (valilikten), belediyeden ya da
STK’lardan kayda değer bir yardım görmediklerini
belirtmektedirler. Görüşmecilerin, “bütün bu süreçte
valilikten, belediyeden ya da STK’lardan hiç yardım
gördünüz mü” sorusuna verdikleri ilk yanıt, genellikle
“hayır, hiç yardım almadık” şeklindedir.
Hamza Durur: Hayır, hiçbir yardım olmadı.
Feyzullah Onan: Devletten, valilikten yardım eden
hiç olmadı.
Cafer Demirci: Hiç kimseden destek alamadık.
Selim Kor: Hiç yardım almadım.
Öte yandan, görüşmelerin sonraki safhalarından,
mağdurlara ilk zamanlarda düzensiz de olsa gıda
yardımı yapıldığı, bir müddettir de yılda bir kez kömür
yardımı yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu durum, göç
mağdurlarının geçiş döneminde kaderlerine terk
edildiği izlenimini uyandırmaktadır.
Göç mağdurlarına yardım konusunda belediyelerin de
etkili olmadıkları anlaşılmaktadır. Belediyelerin,
barınma ya da yiyecek gibi en acil ihtiyaçların
karşılanmasında bir etkinlik göstermedikleri gibi,
mağdurların ikamet ettikleri mahallelere temel
belediyecilik hizmetlerini de götürmedikleri
belirtilmektedir:
Geçiş döneminde mağdurlara yardım elinin uzatılması
konusunda ilginç bir durum, devletin himayesinde göç
ettirilen korucularla ilgili olarak ortaya çıkmıştır.
Melik Çakır: Devlet de [...] belediye de yardım etmedi.
Belediye 6 senedir hiç yok. Kanalizasyon da yok.
Nevzat Kucak: Su zaten ilk geldiğimizde vardı.
Kanalizasyon bu sene yaptılar.
Geçiş döneminde mağdurlara yardım elinin uzatılması
konusunda ilginç bir durum, devletin himayesinde göç
ettirilen korucularla ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Yalım
Erez mahallesinde hazine arazisi üzerine inşa edilen
konutlara yerleştirilen bu mağdurlara, göçün hemen
ardından bir süre epeyce yardım yapıldığı, ancak daha
sonra onların da kaderlerine terk edildikleri
anlaşılmaktadır. Görüşmeler ve görüşmeler esnasında
yapılan gözlemler, bu korucu mağdurların da bugün
diğer göç mağdurlarıyla aynı kaderi paylaştıklarına
işaret etmektedir: “İlk geldiğimizde bize ilgi çoktu, her
gün yardım vardı. Ama şimdi bir şey yok.” (Nevzat
Kucak)
Korucu mağdurlarla ilgili bir diğer ilginç durum, bağlı
bulundukları belediyeden açıkça yakınmaları
olmuştur. Bir görüşmeci, DTP tarafından yönetilen
Bostaniçi belediyesinin ikamet ettikleri Yalım Erez
mahallesine kasıtlı olarak hizmet götürmediğini iddia
etmiştir:
Nevzat Kucak: Bostaniçi Belediyesi hiçbir şey
yapmıyor. DTP’nin belediyesi. Biz geleli 10 sene
olmuş. Oyları toplamak amacıyla kanalizasyonu
yaptılar. Bostaniçi Belediyesi ayrımcılık yapıyor.
Yerinden edilenleri kaderleriyle baş başa bırakmakta,
STK’ların da valilik ve belediyelerden farklı bir
performs sergilemedikleri anlaşılmaktadır.
Görüşmeler, STK’ların göç sonrasında mağdurlarla
temas etmeye pek de hevesli olmadıklarını
göstermektedir. Bizzat mağdurlarca kurulmuş
Göç-Der’in dahi, mağdurların büyük çoğunluğunca
bilinmiyor oluşu, STK’ların meseleye dâhil olmadaki
sınırlılığını ortaya koymaktadır.
99
Öte yandan, bilhassa ilk birkaç yılı Van’ın görece
dışında kalan Süphan mahallesinde çadırlarda
geçirmek zorunda kalan mağdurlardan bazıları, bu ilk
yıllarda civarda okul olmadığı için çocuklarını ya da
kardeşlerini okula gönderemediklerini belirtmişlerdir.
Yine bir kısım mağdur, imkânları olmadığından,
çocuklarını uzak olan okullara gönderemediklerini
belirtmiştir. Bu türden anlatımlara rağmen,
mağdurların çocukları okula göndermek konusunda
çok büyük sıkıntılarla karşılaşmadıkları
anlaşılmaktadır. Öte yandan, okula giden çocukların
başarı düzeyleri ya da eğitimlerine devam etme
eğilimleri hakkında çok da iyimser resimler
çizilmediğini belirtmek gerekmektedir.
Yerinden edilenlerin hayatlarını değiştiren etken, sadece
yerlerinden edilmeleri değil, bunun ardından maruz
bırakıldıkları koşullar olmuştur. Yerinden edilenler,
herhangi bir mahkeme kararına dayanılarak yerinden
edilmedikleri gibi, yerinden edildikten sonra ne
yapacaklarına, nereye gideceklerine dair de bir resmi
bildirimin ya da desteğin muhatabı olmamışlardır.
100
Yerinden edilenlerin hayatlarını değiştiren etken, sadece
yerlerinden edilmeleri değil, bunun ardından maruz
bırakıldıkları koşullar olmuştur. Yerinden edilenler,
herhangi bir mahkeme kararına dayanılarak yerinden
edilmedikleri gibi, yerinden edildikten sonra ne
yapacaklarına, nereye gideceklerine dair de bir resmi
bildirimin ya da desteğin muhatabı olmamışlardır.
Sadece kendi ilişkilerini ya da hayatın kendiliğinden
ürettiği imkânları kullanarak bir yerlere yerleşmişlerdir.
Van havalisindeki binlerce köylünün kısa bir zaman
içerisinde Van şehir merkezine akın etmesi, bu köylülerin
hem arz ettiklerinin (neredeyse yalnızca canlı hayvan)
ederinin çok düşmesine, hem de talep ettiklerinin (ev ya
da arsa) fiyatlarının yükselmesine sebep olmuş, üstelik
zaten kısıtlı olan iş imkânları da iyice daralmıştır. Bu tür
makro sonuçları ötesinde, yerinden edilme sonrasında
Van’a yerlemiş olanların karşı karşıya kaldıkları iki temel
hal, evsizlik ve açlık olmuştur. Van’a yerleşenlerin
önemli bir kısmı bazen birkaç ay, bazı durumlarda iki yıla
yakın sürelerde çadırlarda yaşamak zorunda
kalmışlardır. Sadece birkaç ay için bulunan geçici ve
güvencesiz işler, yerinden edilenlerin epeyce bir kısmının
açlık koşullarında yaşamasına sebep olmuştur. Yerinden
edilmeden önce istisnasız hepsi kira vermedikleri bir
evde yaşayıp, iyi kötü bir gelir kaynağına sahip olan
mağdurlar, yerinden edildikten sonra evsizlik ve
işsizlikle karşı karşıya kalmışlardır. Başka yerlerde
olduğu gibi, Van’da da yerinden etme, ev ve iş sahibi
olan çok sayıda vatandaşı, uzun bir zaman çadırda
yaşamak zorunda kalan, işsiz vatandaşlar haline
getirmiştir.
Mülkiyet, yerleşme ve seyahat hakları ihlal edilip
barınaksız ve işsiz bırakılan binlerce yurttaşın bu
halleriyle vatandaş olmanın kıyısına itildiklerini
söylemek mümkündür. Yerinden edilmeyle beraber,
pek çok vatandaşın, vatandaşlık haklarını eksiksiz
kullanma imkânını yitirdiği anlaşılmaktadır. Beri
yandan, bütün bu haklarıyla vatandaş olmanın
kıyısına itilen mağdurların, parasız eğitim ve sağlık
hizmetlerinden faydalanmaya devam etmiş
olmalarının önemini belirtmek gerekiyor. Bu durum,
yerinden edilenlerin vatandaşlık durumuyla bağlarının
daha kökten biçimde zedelenmesini engellemiş olsa
gerektir.
E.Bugün: Değişenler,
Değişmeyenler
Yerinden edilenlerin bugün tecrübe ettikleri imkânlara
bakıldığında, yerinden edilmeden bu yana bir şeylerin
değiştiği, ama koşulların büyük ölçüde aynı kaldığı
söylenebilir. Yerinden edilenler barınma meselesini en
azından çadırda yaşamaya mahkûm olmaktan
kurtulacak düzeyde de olsa çözmüş görünmektedirler.
Epey bir kısım mağdur, bu uzun zaman zarfında ya ev
sahibi olmuş, ya da kira verebileceği bir eve yerleşmiş
durumdadır. Ancak, barınma meselesinde gerçekleşen
bu ‘düzelmenin’, iş bulma ve geçim şartları alanında
yaşandığını söylemek mümkün görünmemektedir.
Yerinden edilenlerin büyük kısmı halen hane
mensuplarının çoğunun işsiz olduğu kalabalık evlerde
ve sefalet koşullarında yaşamaktadır.
Evsizlik ve açlık halini geride bırakmış görünen
mağdurların yerinden edilmeyle birlikte mahrum
kaldıkları mülklerine erişimlerinde de durum ancak
kısmen değişmiş görünmektedir. Bölgede güvenlik
koşullarının düzelmiş olmasına bağlı olarak mağdurlar
ayrılmak zorunda kaldıkları köy ve mezralarına geri
Bölgede güvenlik koşullarının düzelmiş
olmasına bağlı olarak mağdurlar ayrılmak
zorunda kaldıkları köy ve mezralarına geri
dönebilme hürriyetini kısmen de olsa
edinmişlerdir.
İlyas Sarı: Şu anda [dönmek] istemiyoruz. Çünkü
orası ateşin içinde. PKK çok var orada.
Feyzullah Onan: Geçen sene bir akrabamızın
hanımının çocuğu bir havan başlığı mı ne öyle bir şey
bulmuştu. Tutmuş getirmişti annesinin yanına. Çocuk
bilmiyor. Annesi de diyor oğlum onu yere bırak. O da
korkudan onu atınca patladı. Çocuk gitti. Annesi gitti,
iki üç tane daha yaralı gitti. Yani o halde nasıl biz
gidelim ki?
Söz konusu hürriyetin tam olarak kullanılmasını
engelleyen ikinci bir etken de, köye dönüş için halen
korucu olma şartının dayatılmasıdır. Pek çok
görüşmeci korucu olmak istemediği için köye dönmeyi
düşünmediğini beyan etmiştir:
Mahmut Sertaç: [Peki köye dönebiliyor musunuz?]
Yok. Devlet bırakmıyor. İzin vermiyor. Şimdi köye
dönüş var diyorlar. Köye dönüş yoktur. Korucu
olacaksın. Yoksa giremezsin.
Melik Çakır: Köye dönmeyi düşündük ama yok. Nasıl
gideceğiz? Devlet kabul etmiyor. Korucu olun diyor.
Daha sık aktarılan bir etkense, bırakılan mülklerin ya
tahrip edilmiş olması veya bakımsızlıktan harap olmuş
olmasıdır. Pek çok mağdur, evlerini yeniden yapacak
veya hayvan yetiştiriciliğine başlamayı mümün kılacak
bir başlangıç sermayesi olmadan köy ya da mezraya geri
dönmenin ve dolayısıyla geride bıraktıkları mülklere
erişebilmenin bir anlamı olmadığını belirtmektedir:
Selim Kor: Bir insanın köye dönebilmesi için elinde
40-50 milyar para olacak ki köye dönebilsin. Ben sana
2 tane koyun verdim git köye, böyle bir şey olamaz.
Bu mantıklı bir şey değil. Şimdi köye gidersin önce
yapacağın iş ne, sana bir ev. Bir evi nereden baksan
20-30, 40 milyara yaparsın. Sana 20 tane koyun,
koyunun da hâsılatı bir yıl sonradır değil mi? Mesela
tarım, onun da hâsılatı bir yıl sonradır. Yani 50-60
milyardan aşağı bir insan köye dönüş yapamaz.
Nevzat Kucak: Şimdi imkân olsa dönmek isterim.
Bizim yolumuzu yapsın, elektriğimizi getirsin, bizim
evimizi falan yapsınlar.
Remziye Abalı: Dönmek istemeyiz, zaten dönmek
istesek de yeni bir hayat orada kuramayız. Sonuçta
yakmışlar, çöl olmuş orası. Herkes dönmek isterse biz
de dönmek isteriz. Evet, baskılar çatışmalar olmadan
yani.
Bir başka faktörse, yerinden edilenlerin büyük
kısmında köy ya da mezraya geri dönüp yaşama
isteğinin körelmiş olmasıdır. Pek çok görüşmeci, köye
dönmek istemekle beraber, bu zamandan sonra
köylerine ve dolayısıyla mahrum bırakıldıkları ev ve
işlerine ancak geçici olarak ya da sadece ebeveynler
olarak dönebileceklerini beyan etmiştir.
Kamil Solmaz: Ben şahsen birey olarak köye dönmek
istemiyorum. Ben burada belli bir çizgi çizmişim
kendime, belli bir yaşamım var, işim var. Ben buradan
işimi bırakıp köye gitsem, köyde çiftçilik yapamam,
hayvancılık da yapamam.
Cafer Demirci: Köyümüz korunsaydı, eskisi gibi olsa
giderdik. Şimdi oraya gidip ne yaparız? Eşim hasta,
kendim de çalışıyorum. Ekmek parası çıkarıyoruz.
Ama şimdi orada bu durum da yok. Yani olan yerler de
bozulmuş. Sel gelmiş senin tarlaları bozmuş, gelmiş
orayı doldurmuş, sen bir daha orayı yapamazsın.
Çoluk çocuk hiç gelmez zaten. Yaşlılardan dönmek
isteyen var.
Mağdurların bir kısmı göçle birlikte içine düştükleri
sefalet koşullarını geride bırakabilmeyi başarmış
görünmektedir. Göçle birlikte maruz kalınan koşulları
geride bırakabilmenin birkaç etkili yolunun olduğu
anlaşılıyor. Bazı mağdur hanelerinin hepsine birden,
bazılarının da bir ya da ikisine birden başvurarak
yaşam koşullarını değiştirmeye muvaffak oldukları
yollar şunlar olmuştur: Belediyede ya da kamuda, iş
güvenceli ve sigortalı bir iş bulabilmek; Van’da
genellikle inşaatlarda, başka şehirlerde de benzer
düzensiz işlerde çalışarak para biriktirmek suretiyle ev
ya da işyeri sahibi olmak; sahip olunan yetenek ya da
sermayeyi kullanarak bir işyeri açmak; son olarak da
101
dönebilme hürriyetini kısmen de olsa edinmişlerdir.
Ancak, bu hürriyetin kâmilen kullanılmasını
engelleyen birkaç etken mevcuttur. İlk etken yine
güvenlik noksanlığıyla ilgilidir. Görüşmecilerin birkaçı,
bölgenin halen güvenli olmadığını belirtmiştir. Gerek
PKK’nın süregiden mevcudiyeti gerekse bölgede kalan
mayın ve diğer mühimmatın yarattığı tedirginlik, bazı
vatandaşları köye dönmekten alıkoyar görünmektedir:
güvenlik koşullarının değişmesine ya da Köye Dönüş
Rehabilitasyon Projesi’ne bağlı olarak en azından
yazın köyde tarım ya da hayvancılık faaliyetinde
bulunarak bir miktar gelir elde etmek.
Sefalet koşullarını geride bırakabilenler arasında en az
rastlanan öykü, göçün başında zaten sahip olunan bir
işyerini kullanmaya devam ederek ya da altın veya
koyun satışından elde edilen bir sermayeyle kendi işini
oluşturmaktır. Açılan bir lokanta, kahvehane ya da
bakkal, göç koşullarını geride bırakmakta bu haneleri
diğerlerine nispetle avantajlı kılmıştır: “İki aygaz
arabamız vardı. Hâlâ da biri duruyor. Geçimimiz bununla
oldu. Ondan sonra çalıştık dört kardeş olarak [Bu evi
aldık]. Şimdi beraber burada kalıyoruz.” (Cemil Süren)
Yerinden edilmenin üzerinden geçen on beş senenin
ardından bugün kendilerine nispeten yaşanabilir
koşullar yaratanlar arasında daha sık rastlanan öykü,
Van’da ya da başka şehirlerde düzensiz işlerde
çalışarak biriktirilen parayla bir işyeri açmaktır. Bu
öyküde, çalışanlar bazen tek bir kişidir:
Selim Kor: İnşaatta çalıştım. Antalya’da çalıştım 1-2
yıl. 1 yıl Mersin’de çalıştım. 6 yıl dışarıda çalıştım.
Daha sonra Van’a geldim. Kuaför oldum. Berberlik
yaptım 4-5 yıl.
Hamza Durur: Benim bir büyüğüm kendine bir taksi
almış, taksicilik yapıyor. Diğer kardeşim kendine bir
dükkân açtı. O başka bir evde.
Bazen bir ya da iki erkek kardeş çalışmaktadır:
Salih Yolcu: Lokantalarda çalıştım, işçilik yaptım.
Ondan sonra kendime belediye bahçesinde küçük bir
büfe açtım, ekmek arası döner sattım o dönemde. Şu
anda benim evim iki katlı bir evdir. Benim işyerim var
şu anda. Kardeşimle işyeri açtım, lokanta. Maddi
durumum iyi olduğu için okul yardımına
başvurmadım.
Bazen de hanenin bütün erkek üyeleri çalışmaktadır:
102
Abdullah Kara: Ev aldık. Çocuklar çalıştı, eskiden
altınlar vardı, onlarla.
Melik Çakır: Hepsi bir iş yapıyor işte. Çarşıda
çalışıyor. İnşaatta çalışıyor. [Sahip olduğunuz evi
almak için gerekli parayı nasıl biriktirdiniz?] Çalıştık
tabii. Koyunu sattık.
Feyzullah Onan: İnşatta, boyacılıkta sağda solda
kazandıkları imkânlarla, borç ederek kendimize bir ev
yaptık.
Sefalet koşullarını geride bırakabilmenin diğer bir
etkili yolu da şüphesiz belediyede ya da kamuda
düzenli gelir getiren, sigortalı bir iş sahibi olabilmektir.
Genellikle ‘klientalist’ ya da ‘politik’ bağlantılarla
sahip olunan bu işler mağdurların hayatlarını
‘iyileştirmekte’ epey etkili olmuş görünmektedir:
Kamil Solmaz: Belediyede çalıştı[m]. Bir yıl sonra bir
sınavla, devlet memurları sınavına girdik. Sınavla
memur olarak görev yapmaya başladım. Tek çalışan
bendim.
Sadullah Temiz: Evde düzenli geliri olan kardeşim
var. Belediyede çalışıyor. SSK’lı. 3-4 kardeşim
köydedir, tarımla ilgili, hayvanları var, arazileri var.
2000’lerin ilk yıllarıyla birlikte PKK’nın bölgeden
çekilmesi ve güvenlik koşullarındaki düzelme, bazı
mağdurların geçici de olsa köylerine dönüp bir miktar
tarım ya da hayvancılık faaliyeti yapmasına olanak
vermiştir. Köye Dönüş Rehabilitasyon Projesi’nin de bu
duruma katkı vermesine bağlı olarak, bir kısım göç
mağduru köylerinde yürüttükleri işlerden az da olsa
gelir elde etmeye başlamışlardır. Bu da göç
mağdurlarının sefalet koşullarını geride bırakmalarına
katkıda bulunmuştur:
Hamza Durur: Köyde kalıyoruz. Hava soğuduktan
sonra Van’a dönüyoruz.
Sadullah Temiz: Kış aylarında çocuklarım burada
okuyorlar. Ben kendi şahsım mesela orada kalıyorum
ama çocukları buraya getiriyorum, tabii sadece kış
aylarında.
Göçün ardından içine düşülen sefalet koşullarını geride
bırakmakta muvaffak olmuş mağdurların sayısı az
olmamakla beraber, büyük çoğunluk baştaki sefalet
koşullarını çok az değiştirebilmiş görünmektedir.
Görüşmecilerin pek çoğu, bilhassa iş bulabilmek,
dolayısıyla hanenin geçim koşullarını değiştirmek
açısından çok az şeyin değiştiğini belirtmiştir.
Görüşmeler, geride kalan on beş senenin ardından
mağdurların büyük çoğunluğunun düzenli bir iş sahibi
olmadığını, dahası geçen bütün bu süre zarfında bir
meslek de edinemediklerini ve amelelik, boyacılık vb.
niteliksiz işlerde çalışabildiğini göstermektedir:
Feyzullah Onan: Halen de işimiz gücümüz yok. Zaten
burada Doğu’da beş ayımız yazdır. Diğerleri hep kış
geçiyor. Beş ayda da anca inşaat olursa çalışılır.
Kardeşim de inşaatta çalışıyor brikette. Birisi de çay
ocağına bakıyor.
Mahmut Sertaç: İnşaatta çalışıyorum. İş 4-5 ay
oluyor. Günlük yevmiye 30-40 milyon. Başka gelirimiz
yok.
Sadullah Temiz: [LT] Hiçbirimizin düzenli geliri yok.
Ben yılın en fazla üç ayı çalışırım. Şebeke işi
yapıyorum. O da güzün bir, iki-üç ay işim ya olur ya
olmaz. Gerisi boşum, başka bir iş bulamıyorum, iş
yok. Nerede iş çıkarsa oradayız.
Sultan Taşkıran: Bir oğlum çalışıyor. O da düzenli
değil. Tek gelir oğlumun getirdiği para.
Mehmet Başkurt: İnşaatlarda çalışıyorum. Düzensiz.
Mağdurların büyük kısmı açısından yaşanan en büyük
değişiklik, genellikle çadırdan kurtulmak ve bazı
durumlarda bir ev sahibi olmaktır. Ancak sahip olunan
evler genellikle niteliksiz ve pek çok durumda oldukça
kalabalık bir ailenin, bazı durumlarda evli birkaç
kardeşin ya da ebeveynlerle evli oğulların birlikte
yaşadıkları evlerdir:
Cafer Demirci: Evimizde şu an 11 kişi var. Bize 3 ev
gerek, bir ev var. 4 odası var. Her ev bir oda yani.
Sultan Taşkıran: Oğlum, karısı, 7 torunumla
yaşıyorum.
Hamit Tan: Bizim evde de 7 kişi benim, 6 kişi de
kardeşim kalıyor. İki aile bir evde kalıyor.
Remziye Abalı: Babam da bel fıtığı zaten, o da
çalışamıyor. Yazın eğer varsa evlerde boya yapıyor ama
yoksa oturuyor evde. Sırtı da sürekli ağrıyor zaten,
çalışamıyor. Babam 35 yaşında. Amcam öldükten sonra
iki karısına da bakıyor, çocuklarına da bakıyor.
Sahip olunan evlerin niteliği kadar, hane
mensuplarının yaşam standartları da yerinden
edilenlerin göç sonrasında içine düştükleri koşulların
pek az değiştiğini göstermektedir. Pek çok göç
mağduru halen sefalet koşullarında yaşadıklarını
beyan etmiştir. Hanehalkı büyüklükleriyle hane
üyelerinin bulabildikleri işlerin süresi ve niteliği birlikte
düşünüldüğünde, bu sefalet koşullarının bir süre daha
değişmeden devam edeceğini öngörmek mümkündür.
Birkaç görüşmeci, içinde bulundukları hanelerin yaşam
standartları hakkında şunları söylemiştir:
Mahmut Sertaç: Kira veriyorum ayda 100 milyon. Ev
de ev değil ki. Yıkılmak üzere. Evimi görsen, sen nasıl
burada yaşıyorsun dersin.
Sultan Taşkıran: Bizim de paramız olsaydı günde bir
kere et yiyebilirdik, kendimize sebze alabilirdik.
Sait Bakırcı: Beş kardeş birlikteyiz. Ayrılmışız ama
kiraya gücümüz yetmiyor, kiraya gidemiyoruz. Annem
tansiyon hastası, annemi tedavi ettiremiyoruz.
Götürüyoruz, yeşil kartla hastaneye götürdüğümüz
zaman, hastane resmi evraka doğru düzgün
bakmıyor. Özele de paramız yetmiyor.
Öte yandan, yeşil kart sahipliğinin ve parasız eğitimin
erişilebilirliğinin, göç mağdurlarının yaklaşık on beş
senedir içinde olmaya devam ettikleri sefalet
durumunun ağırlaşmasını bir nebze de olsa
engellediğini belirtmek gerekiyor:
Nevzat Kucak: Sağlık ocağı var. Daha ciddi bir
hastalığımız olduğunda merkeze sevk ediyorlar. Biz
geldikten sonra okul yapıldı zaten, o zamana kadar
da servis vardı.
Melik Çakır: Çocuklar hasta olduğunda yeşil kartla
hastaneye gidiyoruz. Hemen yakında ilköğretim okulu
var. Lise de var. Geçen sene de lise yaptılar. Lise bize
yakındır. Yol parası yok. Kitapları da veriyorlar. Daha
önce defter-kitap veliler tarafından alınıyordu. Daha
sonra devlet karar çıkardı. Liseye kadar veriyor. Eğitime
ciddi bir katkı sağladı. Liseyi de veriyor. O olmasaydı,
bu bölgede çocuklar sadece ortaokulla yetinecekti.
103
Görüşmeler, geride kalan on beş senenin
ardından mağdurların büyük çoğunluğunun
düzenli bir iş sahibi olmadığını, dahası geçen
bütün bu süre zarfında bir meslek de
edinemediklerini ve amelelik, boyacılık vb.
niteliksiz işlerde çalışabildiğini göstermektedir.
Yeşil kart sahipliği, hastalanan göç mağdurlarını
hastane imkânlarından faydalanmaya, erişilebilir
parasız eğitim de göç mağduru çocukların okula
gidebilmesine olanak vermiş olmakla, barınma ve
geçim alanındaki sefaletin aynı yoğunlukla sağlık ve
eğitim alanında tekrar etmesini engellemiş gibidir.
Lakin, verilen sağlık hizmetlerinin, bilhassa eğitimin
kalitesi, bu konuda da fazla iyimser olunmasını
engeller niteliktedir. Toplu bir görüşme esnasında,
yerinden edilenlerce kurulan Süphan mahallesinde
“kimler üniversiteyi kazandı” sorusuna epey
zorlanarak bir-iki isim verilebilmiştir.
Yerinden edilmenin yoğun biçimde gerçekleştiği
1990’ların ortalarından bugüne geçen on beş senenin
ardından, Van’da yerleşik mağdurların tabi oldukları
koşullar biraz değişmiş, büyük ölçüde aynı kalmış
gibidir. On beş sene, bir kısım mağdur açısından, içine
düşülen sefalet koşullarını aşmak, geride bırakmak
için yeterli bir süre olmuş, pek çok mağdursa 1990’ların
ortalarında içine düştükleri koşulları pek az
değiştirebilmiştir.
104
Mağdurların önemli bir kısmının, hiç olmazsa
oturdukları bir eve sahip olmaya başlamış oldukları
anlaşılmaktadır. Göçü takip eden bir-iki sene
içerisinde çadırda yaşamaktan kurtulan mağdurlardan
kiralık bir evde ikamet edenlerin sayısı halen epey
yüksekse de, ev sahibi olabilenlerin sayısının hızla
arttığı görülmektedir. Ancak, ister sahip olunsun,
isterse de kirada oturulsun, mağdurların yaşadıkları
evlerin niteliğinin pek iç açıcı olmadığını kaydetmek
gerekiyor: “Ben kira veriyorum ayda 100 milyon. Ev de
ev değil ki. Yıkılmak üzere. Evimi görsen, sen nasıl
burada yaşıyorsun dersin.” (Mahmut Sertaç)
Öte yandan, yerinden etme işinin başından sonuna devam
eden genel kamuoyu kayıtsızlığını da, yaşanan sürecin
adaletsizliğini pekiştiren ve yerinden edilenlerin
vatandaşlık statüsünü belirsiz kılan başka bir unsur
olarak kaydetmek gerekiyor. (...) Afet niteliğindeki bir olay
ne idarecilerin, ne medyanın, ne de sıradan vatandaşın
ilgisini çekebilmiştir.
Öte yandan, yerinden etme işinin başından sonuna
devam eden genel kamuoyu kayıtsızlığını da, yaşanan
sürecin adaletsizliğini pekiştiren ve yerinden
edilenlerin vatandaşlık statüsünü belirsiz kılan başka
bir unsur olarak kaydetmek gerekiyor. Topu topu
birkaç milyon insanın yaşadığı bir havalide meskun bir
milyondan fazla insanın oldukça kısa bir zaman
içerisinde yerinden edilip sefalet koşullarında
yaşamaya mahkûm edilmesinin kamuoyunda yarattığı
akis ne yazık ki oldukça cılız olmuştur. Afet
niteliğindeki bir olay ne idarecilerin, ne medyanın, ne
de sıradan vatandaşın ilgisini çekebilmiştir. İşinde,
gücünde yüzbinlerce vatandaş, birkaç sene içerisinde
ve hiçbir destek ya da yönlendirme olmadan şehirlere
yığılmış, ancak kamuoyu bütün bu afetvari gelişmeyi
adeta duymamış, görmemiştir.
Aynı durum Türkiye’nin başka bir havalisinde
yaşansaydı gibisinden farazi ya da 1999 İstanbul
depreminde gözlenen sivil toplum hareketliliği ve
kamuoyu duyarlılığı gibi gerçek bir örnekle
kıyaslandığında, bu bariz kamuoyu kayıtsızlığının olan
biteni daha da adaletsiz kıldığını söylemek gerekiyor.
Bütün bu olan biten Türkiye’nin başka bir bölgesinde
yaşansaydı aynı kayıtsızlık yaşanır mıydı sorusuna
gönül rahatlığıyla evet denilemiyorsa eğer, yerinden
edilenlerin vatandaşlık statüsündeki belirsizliğin yasal
otorite nazarındaki bir belirsizlik olarak kaldığını
söylemek mümkün görünüyor.
Sonuç olarak, yerinden edilenlerin bugün tecrübe
ettikleri koşullar vatandaşlığın kıyısına itilmiş olma
halinin yavaş yavaş da olsa gerilediğini
göstermektedir. Yerinden etmenin üzerinden geçen
yaklaşık yirmi senenin ardından malik olunan
varlıklara erişme, yerleşme ve seyahat hakları,
aksaklıklar olsa da, yeniden kullanılır olmuştur. Ne var
ki, yerinden edilmiş olmanın yol açtığı sefalet
koşullarının giderilmesi henüz söz konusu değildir. İşin
kötüsü, Tazminat Yasası’nın da bu durumu
değiştirebilecek bir sonuç üretmesi mümkün
görünmemektedir. Bir sonraki bölümde, yasa, geçiş
döneminde adalet fikri çerçevesinde
değerlendirilecektir.
İkinci Bölüm
Adalet: Van’ın Penceresinden
Tazminat Yasası
Kanımızca, sadece farklı illerdeki komisyonlar değil,
aynı ildeki komisyonlar arasında da uygulamada
meydana gelen tutarsızlıkların kökeninde yatan temel
neden, yasanın Kürt Sorunu’na siyasi bir çözüm
geliştirilmeksizin ve silahlı çatışmaların devam ettiği
bir ortamda kabul edilmiş olmasıdır. Hükümet,
uluslararası kamuoyunu yerinden edilmiş kişilere
yönelik olumlu adımlar attığına ikna etmek endişesiyle
harekete geçerken, güvenlik güçlerinin yol açtığı
zararların tazminini öngören yasanın ima ettiği siyasi
248 Bu sorunlar, yasanın uygulamasını en başından itibaren
takip eden çeşitli kuruluşlar tarafından ayrıntılı olarak
raporlaştırılmıştır. Aker vd., Türkiye’de Ülke İçinde
Yerinden Edilme Sorunu…; Kurban vd., “Zorunlu Göç”ile
Yüzleşmek...; TOHAV, 5233 Sayılı Yasa ve Uygumaları;
Human Rights Watch, Turkey: Displaced Villagers ...;
TOHAV vd., Türkiye’de Yerinden Edilen Kişiler ... .
Kanımızca, sadece farklı illerdeki komisyonlar değil, aynı
ildeki komisyonlar arasında da uygulamada meydana
gelen tutarsızlıkların kökeninde yatan temel neden,
yasanın Kürt Sorunu’na siyasi bir çözüm geliştirilmeksizin
ve silahlı çatışmaların devam ettiği bir ortamda kabul
edilmiş olmasıdır.
tutum değişikliğini sergilememiştir. Köyleri boşaltılan,
yakılan ve yıkılan Kürt vatandaşların uğradıkları
zararların tazmini, devletin öncelikle köylerin
boşaltıldığını kabul etmesini ve bu süreçteki
sorumluluğunu üstlenmesini gerektirmekteydi. Bu ise,
Kürt Sorunu’na ilişkin resmi inkâr ve baskı
politikasında köklü bir zihniyet ve tutum değişikliğini
ima etmekteydi. Oysa, devlet, yasanın ima ettiği ve
gerektirdiği türde bir yüzleşmeye hazır değildi. Bu
ikircikli durum, zarar tespit komisyonlarını
taşıyamayacakları denli ağır bir siyasi sorumlulukla
karşı karşıya bırakmış, bu komisyonların kendilerine
yasal bir teminatın tanınmamış olan devlet memuru
olan üyelerinin uygulamada büsbütün temkinli
olmaları sonucunu yaratmıştır.
Bu noktada, sahadaki aktörlerin zarar tespit
komisyonlarının yapısına ilişkin görüşlerine değinmek
gerekiyor. Hak ihlallerinden doğan zararların
tazmininden yargı erkinin değil, idari bir kurumun
sorumlu kılınması ve üstelik, ağırlıklı olarak güvenlik
güçlerinin işlediği ihlaller hakkında yapılan
başvuruların yine ağırlıklı olarak devlet memurlarından
oluşan ve bağımsız olmayan bir idari kurumca
değerlendirilmesi, bölgedeki diğer illerde olduğu gibi
Van’da da, yasanın en fazla eleştirilen yönlerinden biri.
Yasaya başvuran çok sayıda müvekkili bulunan avukat
Abdülbasit Bildirici, Van’daki ve bölgedeki birçok
105
Türkiye tarihinin en karanlık safhalarından olan OHAL
döneminde gerçekleştirilen zorla köy boşaltmaları ve
diğer ağır insan hakları ihlallerinden kaynaklanan
maddi zararların tazminine yönelik bir yasanın, AB’nin
baskısı ve AİHM’de bekleyen davalar nedeniyle,
‘alelacele’ kabul edilmesinin, gerek devleti gerekse
sivil toplumu ve vatandaşları hazırlıksız yakaladığı
anlaşılıyor. Yasayı uygulamakla görevlendirilen mülki
amirlere gerekli ön hazırlıkları yapmaları için yeterli
zamanın tanınmaması, uygulamada ciddi sorunların
doğmasına yol açmıştır.248 Özellikle, büyük çoğunluğu
yasanın yürürlüğe girdiği tarihten 10-20 sene önce
meydana gelmiş olan zorla göçe ilişkin maddi
zararların nasıl tespit edileceğinin ve mağdurlara
evlerinin, ağaçlarının, eşyalarının, hayvanlarının kaybı
karşılığında ödenecek tazminatların hangi birim
fiyatlar üzerinden hesaplanacağının belirsiz olması,
komisyonların benzer dosyalarda oldukça farklı
kararlar vermesine yol açmıştır.
avukat gibi, üyeler arasındaki hiyerarşik ilişkinin
komisyonların tarafsızlığını gölgelediğini, son sözün
devlet memuru olan diğer üyelerin üstü olan vali
yardımcısına ait olduğunu belirtiyor:
[Komisyonlarda] [b]arodan bir hukukçu vardı ama
etkisiz eleman olarak kalmak zorunda kaldılar. Çünkü
vali yardımcısıyla bire bir irtibat halinde olan birileri
olur komisyonda, yani valinin emirleri doğrultusunda.
[...] Biz baktığımız zaman şunu görüyorduk; bu
komisyonda altı-yedi kişi var ama bir kişinin lafı
geçiyor. Hepsi onun ağzına bakıyor.249
Zarar tespit komisyonlarında görev alan kamu
görevlilerine göre ise, mahkemelerin mevcut iş yükü
göz önüne alındığında, tazminatların idari bir
mekanizmayla dağıtılması kaçınılmazdır. Van’daki
komisyonlara başkanlık eden vali yardımcısı bu görüşü
şöyle gerekçelendiriyor:
Zaten mahkemelerimizde müthiş bir yığılma var
dosya anlamında, özellikle özel hukuk
mahkemelerinde müthiş bir yığılma var. Bu görevi
mahkemelere vermek işi biraz da yavaşlatabilirdi.
Mahkemelerimizdeki dosya kalabalığını düşünürsek,
hem oradaki keşif süreçlerini düşünürsek bu işi biraz
daha yavaşlatabilir diye düşünüyorum. Bu anlamda
bu görevin idareye verilmesi bence isabetli oldu.
Çünkü bir hâkimin yılda maksimum sonuçlandıracağı
dosya, özellikle özel hukuk, bu tazminatlarla ilgili bir
sürü hukuk ve asli hukuk mahkemesinde bini geçmez.
Maksimum 1200-1300’de kalır. Oysa ki biz bu
komisyonlarımızla […] bu işe biraz da sulhname
gözüyle bakarak daha elastiki bir şekilde, hızlı
giderek 10 bin dosyaya yakın dosya bitirdiğimiz yıl
oldu. Tabii bunun da bir hazırlık aşaması var. Bu 10
bin dosya bir senede bitmedi, bunların bir hazırlık
aşaması var, 2004’ten beri bu hazırlık aşaması devam
ediyor. Şu an 2009 senesindeyiz. 30 bin dosya
bitirdiğimizi söylersek, 5 yıl içerisinde 30 bin dosya
bitirmiş olduk. Belki adliyelerimize bu görev verilseydi
bu hıza erişilemeyebilirdi.
106
Öte yandan, komisyon üyeleri, yargıçlara tanınan
güvencenin kendilerine tanınmamış olmasından ve
mağdurlara ödenmesine karar verdikleri tazminatların
249 Abdülbasit Bildirici’yle görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
ileride ‘devleti zarara uğrattıkları’ gerekçesiyle
kendilerinden rücu edilmesi tehlikesinin
bulunmasından dolayı endişe duymaktadırlar.
[Görev yaptığım ilde] derdest olmuş 10.000 dosya
var. Toplam 200 hâkim var. Bunun temyizi var,
hâkimi, savcısı var, hâkim güvencesi var, danıştayı
var. Hâkim 5 milyonluk davaya karar veriyor. Ben 500
milyonluk dosyaya bakıyorum. Temyizi benim, hâkimi
benim, güvencem yok ve 2 yılda yapmam lazım.
Üstlenilen iş kolay bir iş değil. Bizden böyle bir yük
bekliyorsan, o zaman doğru orantılı bir güvence
vermelisin. Bize ayda en fazla 6 toplantı yapacaksın
diyorlar. O zaman ben yedinci toplantıyı yapamam ki.
2 yılda nasıl bitireceğim? Bakanlık 120 milyonun
tasarrufunu mu yapıyor?
A.Van Tazminat Yasası ile
Tanışıyor: Sivil Toplum ve
Baronun Adaletle Sınavı
Tazminat Yasası’nın kabul edilmesinin ardından,
bölgedeki diğer bazı illerde olduğu gibi Van’da da,
insan hakları örgütleri ve baroların, yasadan
yararlanma hakkı olan mağdurları tespit etmeye ve
onların yasaya erişimini sağlamaya dönük bazı
girişimleri olmuştur. Van Barosu bünyesinde kurulan
bir komisyon, Göç-Der’le ortaklaşa çalışarak,
mağdurların zarar tespit komisyonlarına başvurularını
kolaylaştırmak üzere ön çalışmalar yapmıştır. Ancak,
komisyonda yer alan avukatların mağdurlardan
vekalet toplamalarının, diğer avukatlar açısından
haksız rekabet yaratacağına dair itirazların
yükselmesi üzerine, komisyon lağvedilmiştir.250
Baro’nun yasanın uygulanması sürecine kurumsal
olarak müdahil olmayı denediği bu dönemin ardından,
avukatlar bireysel olarak mağdurlardan vekalet
almaya başlamış ve sivil toplumun süreçteki etkinliği
görece azalmıştır. Yine de, avukatların, özellikle ilk
yıllarda, zaman zaman bir araya gelerek uygulamada
tespit ettikleri sorunları birbirleriyle müzakere
ettikleri ve daha sonra valilikle paylaştıkları
anlaşılmaktadır:
250 Van Baro Başkanı Ayhan Çabuk’la görüşme, 30 Haziran
2009.
Avukatların o dönemde ortak hareket ederek tespit
ettikleri sorunlar konusunda komisyonları uyarmaları,
uygulamanın biraz da olsa iyileştirilmesinde etkili
olmuştur. İtiraz mekanizmasına sık sık başvurdukları
anlaşılan avukatlar, bu yolla bazı kararların geri
alınarak dosyaların yeniden değerlendirilmesini
sağlamışlardır. Bu süreçte komisyonların itirazlara
olumlu tepki verdikleri anlaşılmaktadır:
Bölgedeki diğer illerde olduğu gibi Van’da da, on binlerce
kişinin yasaya başvurması, avukatların olumlu karara
bağlanan her başvuruda tazminatın yüzde 10-15’ini
alması, bir anda yepyeni bir ‘piyasa’nın oluşmasına yol
açmıştır. Bu pastadan pay almak isteyen çok sayıda
avukatın belirmesi, Baro yönetimi açısından temel bir
çelişki oluşturmuştur.
Bizim gidip onun dosyasına müdahele etmemiz de
çok uygun karşılanmazdı diye düşünüldü, ama biz
eleştirilerimizi değişik yerlerde, değişik alanlarda dile
getirdik. Arkadaşlarımızı bir araya getirdik, onların
hem uygulamayla hem yasayla ilgili eleştirilerini
toparladık. Zaman zaman Valiliğe, İçişleri
Bakanlığı’na bunları rapor olarak, dilekçe olarak
sunduk. Van’da bu tür çalışmalar oldu, geçmişte
birkaç kez toplandık.253
İtirazlarla ilgili mutlaka bir karar veriliyordu.
Özellikle itirazlar iki noktaya yapılıyordu. Bir, arazi
miktarına; iki, köyün boşalma süresine. Birçok köy
[için] kararlar çıktıktan sonra arazi miktarına yapılan
itirazlar kabul edildi ve yeniden ölçümler yapıldı.252
Gerçekten bizim aramızda bir bütünlük olmadı hiçbir
zaman. İlk yıllarda, Van Valiliği’nin uygulamasıyla
ilgili bir araya geldik. Sanırım 2005 olabilir. Birim
fiyatlarıyla, uygulamayla, komisyonun çalışma
şekliyle ilgili bir rapor hazırladık. Bu dilekçeye imza
attık birçok arkadaş. [...] Sonrasında bir daha hiç
ortak çalışmadık.254
Öte yandan, bazı avukatların bireysel hareket etmeyi
tercih edebilmeleri, vekâletini aldıkları dosyalarda
tazminatlardan aldıkları yüzde üzerinden çalışan
avukatlar arasındaki rekabet ve ekonomik çıkar
çatışması, zamansızlık, koordinasyonsuzluk gibi
nedenler, zaman içerisinde Baro’nun ve sivil toplumun
etkinliğini azaltmıştır:
Bölgedeki diğer illerde olduğu gibi Van’da da, on
binlerce kişinin yasaya başvurması, avukatların
olumlu karara bağlanan her başvuruda tazminatın
yüzde 10-15’ini alması, bir anda yepyeni bir ‘piyasa’nın
oluşmasına yol açmıştır. Bu pastadan pay almak
isteyen çok sayıda avukatın belirmesi, Baro yönetimi
açısından temel bir çelişki oluşturmuştur: 255
Yani doğrusunu isterseniz bir ihtiyaç vardı fakat çok
öyle ortak bir çalışma yapmayı toparlayamadık, bir
araya getiremedik. Bir de sonuç itibariyle bu
vekâletleri avukatlar yapmış, yani bireysel anlamda
gitmiş vekâletini almış adam şimdi onun işine çok da
fazla müdahele etmeyi, tabiri caizse burnumuzu
sokmayı pek doğru bulmadık. Vatandaşla arasında
bir vekâlet ilişkisi oluşmuş, onun işini o takip ediyor.
251 A.g.k.
252 A.g.k.
253 A.g.k.
254 Avukat Cemal Demir’le görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
255 Benzer bir sorun, yasanın uygulanmaya başlandığı ilk
dönemde Batman’da da yaşanmıştı. Batman Barosu,
insan hakları ve göç örgütlerinin mağdurları kendi
oluşturdukları komisyonlardaki avukatlara
yönlendirmeleri ve avukatların köyleri dolaşarak vekalet
toplaması üzerine bir basın toplantısı düzenleyerek bu
uygulamaları avukatlık etiğine aykırı oldukları
gerekçesiyle kınamıştı. Dilek Kurban, “Batman İli Alan
Araştırması Değerlendirmesi: Tazminat Yasası’nın
Uygulanması”, Kurban, vd.,“Zorunlu Göç” ile Yüzleşmek…
içinde, s. 192-215.
107
İki-üç toplantı da yaptık bu şekilde. Hatta bu
toplantıların bir tanesini biz Valilik, yani Vali
Yardımcısı başkanlığı altında da yaptık ve yasayla
ilgili bir hayli tartışmalar oldu, özellikle Vali
Yardımcısı ile avukatlar arasında. [...] İlk etapta
özellikle sekreteryasında polislerin çalışmasını falan
biz şiddetle reddettik, karşı çıktık. Emniyetten
görevlilerin orada olması mağdurların bireysel
müracaatı anlamında bir sıkıntıya neden olur diye
düşünmüştük. Adam zaten çekiniyor, korkuyor, bir de
gelip karşısında polis onla muhatap olunca birtakım
sıkıntılar yaşayacağını ifade etmiştik.251
Biz gerçekten bu vatandaşın zararının gerçeğe yakın
bir şekilde tazmini konusunda, bu konularla ilgili,
duyarlı ve bu işi sonuna kadar itirazlarıyla,
müracaatlarıyla takip edebilecek avukatların bu işleri
almasını arzu etmiştik. Fakat sonradan hiç bu ülkedeki
yangından haberi olmayan, umursamaz olan, duyarsız
olan bazı avukatların şu veya bu şekilde gidip çok
sayıda vekâlet aldığını gördük. Nasıl aldıklarını ben
bilemem ama değişik yöntemlerle vekâlet almışlar.
Onların bu denli yoğun vekâlet almaları sonrasında
onların işine, tabiri caizse müdahale etme, burnumuzu
sokma vaziyetini bulamadık. Vatandaş memnun,
avukat da memnun olduktan sonra biz ne yapabiliriz
ki, gibi bir durum ortaya çıktı.256
Bir başka güçlük de, yasa gereği komisyonda görev
alması gereken avukatın bulunmasında yaşanmıştır.
Komisyonun avukat üyesinin, devlet memuru olan
diğer üyelerin aksine düzenli bir geliri olmaması ve
komisyonda yapacağı görev sırasında avukatlık
yapamayacağı için gelir kaybına uğrayacak olması
nedeniyle, bu görevi üstlenecek gönüllülerin
bulunmasında güçlük yaşanmıştır:
Şimdi biz bir dönem şu komisyonda çalışacak, görev
alacak avukat bulamıyorduk. “Ben niye görev alayım
ki? Vekâleti alan başka avukat, parayı kazanacak
olan başka avukat, çok cüzi bir ödeneği var zaten,
oturum başına verilen bir ödenek, niye zamanımı
ayırayım da komisyonda çalışayım?” diyen birçok
avukat var yani. Avukat bulamıyorduk ki komisyonda
çalışsın. Şimdi hal böyle olunca siz “valla işte böyle
bir sorun var, gelin işte ortak bir çalışma yapalım”
dediğinizde kimseyi bulamıyorsunuz.257
108
Görüşmelerden anlaşıldığı üzere, yasanın yarattığı
ekonomik rant avukatlar arasında bir çıkar
çatışmasına yol açmış; Baro’nun mağdurları temsil
etmek üzere oluşturduğu komisyon, komisyonda yer
almayan avukatların tepkisini çekmiş; avukatlar
birbirlerini kamusal alanda basın duyuruları yoluyla
protesto etmişler; sonuç olarak genelde sivil toplum,
özelde de avukatlar kendi aralarında bölünmüştür.
256 Van Baro Başkanı Ayhan Çabuk’la görüşme, 30 Haziran
2009.
257 A.g.k.
Daha sonraki süreçte bazı avukatlar zaman zaman bir
araya gelerek ortak hareket etmeye çalışmışsalar da,
bu bölünmüşlüğün mağdurların aleyhine işlediği
anlaşılmaktadır. Birbirleriyle husumet içerisinde olan
avukatların bireysel hareket etmeleri, karşılaştıkları
sorunları birbirleriyle paylaşarak sistemi iyileştirici
yapısal çözümler üretmektense kendi müvekillerinin
sorunlarını gidermeye öncelik vermeleri ve bazı
avukatların daha fazla tazminat alınmasını sağlamaya
dahi çalışmaksızın müvekillerine önerilen miktarları
kabul etmelerini telkin etmeleri, devletin mağdurlar
karşısında avantajlı bir konum elde etmesine yol
açmıştır. Bütün bunların, avukatlar arasında bir nevi
yarış ortamı yarattığı ve özellikle ilk dönemde kimi
mağdurların alabileceklerinden daha düşük
tazminatlar almalarına yol açtığı belirtilmektedir.
Baro başkanı Ayhan Çabuk, komisyonun kararlarına
itiraz etmek yerine müvekillerine verilene razı
olmalarını telkin eden avukatlar olduğunu söylemiştir:
Vekâletini almışsın adamın, üç kuruş para çıkmış, bir
an önce parayı almak için vatandaşı ikna edip altına
imzasını da almışsın, yetkisini de almışsın,
imzalamışsın. Sonra dizine vuruyorsun, “ya keşke
yapmasaydım”. Bunu diyen arkadaşlarımız da var.
Kendisi beş milyar almış, bitişikteki komşu köylü
itiraz etmiş on beş milyar almış varsayalım.
Zamanında sen de müdahale etseydin, aceleye
getirmeseydin, yangından mal kurtarırcasına sen de
vekâlet alıp böyle hemen karara bağlatmasaydın.
Olacağı buydu.
B.Mağdurlar Tazminat Yasası’na
Başvuruyor
Görüşmeler, yerinden etme sürecinin mağdurlarının
Tazminat Yasası’ndan haberdar olmak ve yasaya
başvurmak konusunda esaslı bir güçlük yaşamadığına
işaret etmektedir. Muhtarlıklar, Valilik, televizyon,
eş-dost ya da avukatlar, mağdurların yasadan
haberdar olmasında etkili olmuştur. Vali Yardımcısı
Ömer Özcan, yasanın duyulması için yaptıkları
çalışmaları şöyle aktarıyor:
Biz başvuran olması için muhtarlara defaatle,
belediye anons sistemleriyle defaatle, ben kendim
bizzat gittim, ilçelerde farkındalık yaratma
toplantıları yaptım. Muhtarları çağırdık, başvuru
sahiplerinin avukatlarını çağırdık ilçelerde en geniş
salon neyse, yüzlerce insanın gelip katıldığı
toplantılar yaptık ve toplantılarda bas bas bağırdık
bu meseleleri. 2006 senesinde biz bunu yaptık.
Başvuru süresi geçmeden biz bunu yaptık.
Yasaya başvuru süresinin uzun tutulması ve üç kez
uzatılması, mağdurların neredeyse tamamının
yasadan haberdar olmasını ve tazminat için
başvuruda bulunmasını mümkün kılmıştır. Buna
rağmen, tek tük de olsa, Van dışında, özellikle
yurtdışına yerleşmiş birkaç mağdurun tazminat için
zamanında başvuramadığı, görüşmelerde
kaydedilmiştir:
Metin Kucak: Bizim köyde 160 tane müracaat oldu.
Bazıları da yapmadı, gelmedi, burada değildi, kimisi
İstanbul’daydı. Kimi sonradan haberdar olup geldi. O
zaman başvurular bitmiş.
Başvuru prosedürünün basit tutulması da yasadan
faydalanabilmeyi kolaylaştıran bir unsur olmuştur.
Başvuruculardan istenen esas belgeler ikamet ve
sabıka kaydı olduğundan, şartların karmaşıklığından
dolayı başvuramamış olmak türünden sıkıntıların
yaşanmadığı anlaşılmaktadır.
Zorunlu tutulmamakla beraber, mağdurların yasaya
genellikle avukat aracılığıyla başvurduğu
anlaşılmaktadır. Vekâletler tek tek değil, genellikle
bütün bir köye ya da çok sayıda haneye topluca
verilmiş. Avukat seçiminde birkaç yol takip edildiği
görülmektedir. Köylünün ya da köyün ileri
gelenlerinden birinin, genellikle de muhtarın, önceden
tanıdığı bir avukata ortak vekâlet vermek en çok takip
edilen yol olmuştur. İkinci olarak, bizzat avukatların
mağdurları haberdar etmesi üzerine vekâletler,
haberdar eden avukata verilmiştir. Yasanın çıktığı ilk
zamanlarda bir kısım mağdurun tazminat için
başvurabileceğine ikna edilmelerinde avukatların ve
muhtarların etkili oldukları anlaşılmaktadır:
Feyzullah Onan: Biz başka işlerimiz için gidiyorduk
avukatların yanına. Onlar bize dediler ki böyle böyle
bir yasa çıkmış. Tabii biz inanmadık. O şartlarda
devletin şefkat elini görmedik kendi köyümüzde. Van’a
geldik, nasıl böyle bir şey yapsınlar ki bize diye
düşündük. E dedik avukatlar okumuş insanlardır,
biliyorlar. Ne olur ne olmaz siz yine başvurunuzu
yapın, dediler. Belki devlet verir. Biz de öylece
başvurduk. Vekâletimizi verdik avukatlara.
Sadullah Temiz: Bizim avukat da benim komşum.
Telefon açtı, dedi, böyle böyle bir durum var, böyle bir
yasa var, siz başvurdunuz mu dedi. Dedim biz
başvurmadık ama niyetimiz vardır yani. Dedi,
başvuracaksanız ben halledeyim, ben de iyi olur
başvuralım dedim. Köylülere seslendim, dedim, Van’da
doğru bir avukat buldum, avukat ister tutun ister
tutmayın, karar sizin dedim. Aslında köylüler
inanmadılar, ya, dediler, öyle bir şey olur mu, devlet bize
tazminat veremez dediler. Sonra muhtar, dediler, artık
sen bilirsin, ama bize avukat tutsan iyi olur dediler.
Üçüncü olarak da, başvuruda bulunmak isteyen
vatandaşlar Van merkezde avukat arayışına girmiş ve
avukatlarını bu yolla bulmuşlardır:
Avukatları nasıl buldunuz siz, tanıyor muydunuz daha
önce?
Metin Kucak: Yok. Levhasına baktık. “Avukatlar
yapıyor” dediler. Benim avukatım o zaman 100. Yıl
İşmerkezi’ndeydi. Bir tane Rıza vardı. Rıza’yı
tanıyordum. Onun yazıhanesine gittim, baktım orada
avukat yazıyor. Şöyle baktım. “Ne var?” dedi. Durumu
anlattım...
C.Uygulamaya Dair Temel Veriler
Bir yasanın uygulamasını salt niceliksel veriler
üzerinden okumak, o yasanın hak sahiplerinin
nezdindeki başarısını tahlil etmekte yetersizdir
kuşkusuz. Özellikle hak ihlallerinden doğan
mağduriyetleri tazmin etmeye yönelik yasaların
mağdurların adalet beklentilerini ne derece
karşıladığını tahlil edebilmek, ancak rakamların
arkasındaki resmin hakkınca okunmasıyla mümkün
109
Yasaya başvuru süresinin uzun tutulması ve üç
kez uzatılması, mağdurların neredeyse
tamamının yasadan haberdar olmasını ve
tazminat için başvuruda bulunmasını
mümkün kılmıştır.
Türkiye özelinde, devletin on yıllar boyunca varlığını dahi
inkar ettiği hak ihlallerinin tazminine yönelik 5233 sayılı
yasaya ilişkin veriler, başlı başına, mağdurların adalet
beklentisinin yerine gelip gelmediğini göstermemekle
birlikte, OHAL döneminin bilançosu hakkında epey bir
fikir verebilmektedir.
olabilmektedir. Öte yandan, böylesi özel yasaların
uygulamasına dair sayılar, kendi başlarına, yasanın
gidermeye çalıştığı mağduriyetin niteliği ve boyutunu
ortaya çıkarmakta eşi bulunmaz bir fırsat
sunabilmektedir. Türkiye özelinde, devletin on yıllar
boyunca varlığını dahi inkar ettiği hak ihlallerinin
tazminine yönelik 5233 sayılı yasaya ilişkin veriler, başlı
başına, mağdurların adalet beklentisinin yerine gelip
gelmediğini göstermemekle birlikte, OHAL döneminin
bilançosu hakkında epey bir fikir verebilmektedir.
16 Temmuz 2010 itibariyle, Van’daki iki zarar tespit
komisyonuna yapılan toplam 33.795 başvurunun
30.090’ı sonuçlandırılmıştır. Karara bağlanan
başvuruların 13.524’ü reddedilmiş, 16.566’sında ise
tazminat ödenmesine karar verilmiştir. Van Valiliği,
komisyonlarca olumlu değerlendirilen ve tazmin
edilmesine karar verilen 16.566 başvurunun 15.292’si
için İçişleri Bakanlığı’ndan toplam yaklaşık 257 milyon
TL258 ödenek talep etmiştir. Yine 16 Temmuz 2010
itibariyle, İçişleri Bakanlığı, bu başvuruların 11.516’sı
için toplam yaklaşık 191 milyon TL ödenek göndermiş,
bu tazminatlar başvuru sahiplerine ödenmiştir. Aynı
tarih itibariyle Bakanlık’ta ödenek bekleyen dosya
sayısı 4.520, tazminat tutarı ise yaklaşık 66 milyon
TL’dir. Toplam 294 başvuru sahibi ise komisyonlarca
teklif edilen tazminat miktarlarını yeterli görmeyip
sulhname imzalamayı reddetmiştir.259
Dolayısıyla, 16 Temmuz 2010 itibariyle, Van ilinde
yasaya yapılan başvuruların %89’u sonuçlandırılmış,
değerlendirmeye alınan başvuruların %45’i
110
258 Tam rakam, 256.930.384,50 TL’dir.
259 Van Valiliği Zarar Tespit Komisyon Başkanlığı’ndan yazılı
olarak alınan, 2010/Zar.Tes.Bür./5294 sayılı bilgi. 16
Temmuz 2010 (bundan sonra “Van Valiliği 2010”).
reddedilmiştir. Yani, Van’da yasaya başvuran her iki
kişiden yaklaşık birinin başvurusu reddedilmiştir.
Olumlu sonuçlandırılan başvurularda dosya başına
ortalama yaklaşık 17.000 TL tazminat ödenmesine
karar verilmiştir. Başvurusu olumlu sonuçlanan
yerinden edilmiş kişiler arasında uyuşmazlık yoluna
gidenlerin oranı ise sadece %1,77’dir. Yani, tazminat
almaya hak kazanan yerinden edilmişlerin neredeyse
tamamı, komisyonlarca önerilen tazminat miktarlarını
kabul ederek sulhname imzalamışlardır.
D.Yasanın İlk Yıllarında
Karşılaşılan Güçlükler
Yasanın uygulanmaya başlandığı ilk yıllarda farklı iller
arasında ve aynı il içerisinde uygulamada meydana
gelen tutarsızlıkların AB, BM ve sivil toplum örgütleri
tarafından eleştirilmesi, İçişleri Bakanlığı’nı harekete
geçirmiştir. Bakanlık, sorunların tespit edilmesi,
uygulamada birliğin ve tazminatların belirlenmesinde
standardizasyonun sağlanması amacıyla BM
Kalkınma Programı (United Nations Development
Programme – UNDP) ile ortaklaşa çalışmalar
yürütmüştür. Bu amaçla, ülke genelindeki zarar tespit
komisyonları üyelerini bir araya getiren eğitim
seminerleri düzenlenmiş,260 toplantılarda dile getirilen
görüş ve öneriler doğrultusunda uygulamada
komisyonlara yol gösterici ilkeler hazırlanmıştır. Bu
çalışmalar sonucunda, komisyonların tarım ve
hayvancılıkla ilgili zararlar ile taşınmazlara gelen
zararlar için ödenecek tazminatların hesaplanmasında
kullanacakları birim fiyat listeleri belirlenmiştir.261
Yasanın nasıl uygulanacağının belirsizliğini koruduğu
ve Bakanlığın henüz harekete geçmemiş olduğu ilk
yıllarda, Van Valiliği’nin ildeki uygulamada bir
260 Tazminat belirlemede standardizasyonun sağlanması
amacıyla 2006 yılından itibaren düzenlenen eğitim
seminerlerine, İçişleri Bakanlığı ile diğer ilgili
bakanlıkların yetkilileri, UNDP temsilcileri, zarar tespit
komisyonları üyeleri ile uluslararası uzmanlar katılmıştır.
261 Tarım ve hayvancılık ve taşınmazlarla ilgili zararların
hesaplanmasında kullanılacak olan birim fiyatların listesi,
İller İdaresi’nce zarar tespit komisyonlarına dağıtılmıştır.
İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü, B.05.0.İ
Lİ.00.70001-470-5233/1125 sayılı ve “Terörden Doğan
Zararların Karşılanması” konulu yazı, 5 Mart 2007
(bundan böyle “İçişleri Bakanlığı yazısı 2007”).
2004 senesinde yasa çıktıktan sonra 1,5 yıllık bir
süreçte altyapının oluşturulması, illerde
komisyonların oluşturulması, komisyon çalışmalarının
usullerinin belirlenmesi... İllere göre değişik sıkıntılar
var. Mesela Van’da kadastro çalışmalarının
yapılmaması, arazinin büyük bir kısmının mera, köy
ortak malı olması, geri kalan kısmında da tarım arazisi
olarak normal ekim değil de hayvancılığa dayalı bir
ekimin yapılmış olması, ceviz ağaçlarının Hakkari ve
Van’da farklı bir özellik arz etmesi, Diyarbakır’da
arazinin çok verimli ve engebeli olması... Meyve
ağaçlarının ürün değerlerinin hesaplanması, zilyetin
belirlenmesi gibi meselelerde komisyonlar kendine
göre farklı yöntemler geliştirdi. Çünkü kolay bir mesele
değil. Ta 15-20 sene önce olmuş bir zararın
hesaplanarak tazminatına hükmedilmesi kolay bir iş
değil ve on binlerce dosya var. Bizde 34 bine yakın
dosya var, başka yerlerdeki dosyaları topladığımızda
yüz binlerce dosya var. Bunların ayıklanması idare
açısından çok ciddi bir külfet. Bu anlamda o 1,5 yıllık
süreç bunların oturması için geçti.
Bir diğer komisyon üyesi, göç sürecinde meydana gelen
zararların belgelenmesinin güçlüğü nedeniyle, İçişleri
Bakanlığı’nın devreye girdiği 2006 senesinden önce
yasanın nasıl uygulanacağı konusunda büyük bir
belirsizlik yaşandığını aktarıyor:
Geçmiş yıllara ilişkin herhangi bir kayıt yok. Herhangi
bir kadastro görmemiş bu alanlarda [başvuruları]
nasıl sonlandıracağımızı tartıştık. Hangi rakamlar
verilecek, bunu tartıştık. Zaman zaman Ankara’da
İçişleri Bakanlığı’nın ilgili genel müdürlüğüyle
yapılan toplantılarda hangi rakamların
uygulanacağına dair tartışıldı, konuşuldu ve
nihayetinde Bayındırlığın bina zararlarına ilişkin
[değerlerinin] uygulanması [kararlaştırıldı]. 2004
yılında kanun çıktı. 2006 sonunda bütün illerin
ortaklaşa kullanabileceği bir karar çıktı.
Dolayısıyla, hükümetin herhangi bir ön hazırlık
yapmaksızın ve uygulamanın altyapısını
Hükümetin herhangi bir ön hazırlık yapmaksızın ve
uygulamanın altyapısını oluşturmaksızın Meclis’ten hızla
geçirdiği yasayı uygulamakla görevlendirilen
komisyonlara, çalışmalarında yol gösterici herhangi bir
bilgi verilmemesi, sürecin ilk 1,5 senelik zaman zarfında
donmasına neden olmuştur.
oluşturmaksızın Meclis’ten hızla geçirdiği yasayı
uygulamakla görevlendirilen komisyonlara,
çalışmalarında yol gösterici herhangi bir bilgi
verilmemesi, sürecin ilk 1,5 senelik zaman zarfında
donmasına neden olmuştur. Bu süreçte nasıl
çalışacakları konusunda belirsizlik içerisine düşen
komisyonların bazıları Bakanlık’tan talimat beklerken,
Van’daki komisyonlar inisiyatif alarak ön hazırlık
yapmışlardır. Komisyon üyeleri, o süreçte yaptıkları
çalışmaları şöyle aktarıyor:
2005-2006 yılında sadece biz değil Türkiye genelinde
herkes ne yapılacağını çözemedi. Çünkü kanun ve
yönetmelik o anlamda tam “şunlar şunlar yapılır”ı
ortaya koymadığından dolayı herkes deneme yanılma
yöntemiyle ne yapılacağının peşine düştü. (...) Biz işe
köye gitmekle başladık. (...) O havayı soluduktan
sonra buradaki işlemlerimiz biraz daha rahatladı. O
anlamda sıkıntımız olmadı.
Biz çalışmaya, karar almaya, başlamadan başvuruya
bakılmaksızın bütün yerleşim birimlerinin krokilerini
çıkardık.
Sonradan sıkıntı gelmesin başımıza dedik. [...]
Bilgilerin toplanması beş-altı ayımızı aldı. Çünkü her
mezraya veya her köye gidilip bu ölçümlerin yapılması
gerçekten uzun bir zaman. Bir de en yakın yer iki saat
üç saat araçla. İlk başta biraz sıkıntı oldu. [...] Ama
ondan sonra böyle bir şey yaptığımıza biz de memnun
olduk, arkadaşlarımız da memnun kaldı.
Tüm köylerimize gittik, fotoğraflama yaptık, arazi
tespitleri yaptık, GPRS cihazlarıyla tarım arazilerini ve
tarım arazilerinin vasıflarını ölçtük. [...] Hepsine bizzat
biz gittik. İnsan olmasa bile, orada yaşam olmasa bile
gittik, oradaki zararları biz ölçtük.
Bir komisyon üyesi ise, tüm yerleşim birimlerinde saha
çalışması yapamadıklarını, tazminatları tespit ederken
mevcut resmi verileri de esas aldıklarını belirtiyor:
111
standart ve iç tutarlılık oluşturabilmek adına çözüm
arayışına girdiği anlaşılıyor. Van Vali Yardımcısı Ömer
Özcan, illerin özgül durumlarındaki ve zararların
niteliğindeki farklılıklara dikkat çekerek, köy
boşaltmalarına ilişkin başvurularda verilen kararlar
arasındaki tutarsızlıkların doğal olduğunu belirtiyor:
Saha çalışmasını her yerde bire bir yaptık demiyoruz
kesinlikle. Daha önceden elimizde olan veriler var. [...]
Doğrudan gelir desteği miktarı, tarım arazisi miktarı
ya da sorunlu tarım arazisinin tanımlanması ve
iyileştirilmesi gibi birtakım çalışmalar yapılmış. Bu
çalışmalar mevcut. Bu çalışmalar doğrultusunda
rakamlar var.
Baro Başkanı Ayhan Çabuk, zarar tespit
komisyonlarının uygulamanın altyapısını oluşturmaya
yönelik gayretlerini teslim etmekle birlikte, bunda
Van’daki avukatların sürece en başından müdahil
olmasının da etkili olduğuna dikkat çekiyor:
Van’da biraz daha sistematik bir çalışma olduğunu
söyleyebilirim Şırnak’a göre, Hakkari’ye göre. Daha
çok verilere dayanarak karar vermeye çalış[ıldı].
Sadece Vali Yardımcısı’ndan kaynaklı değil. Özellikle
avukatların itirazları, girişimleri sonucu olduğunu
düşünüyorum.
Diğer yandan, devletin onyıllar boyunca varlığını dahi
inkâr ettiği köy boşaltmaları ve zorla göçten doğan
zararları tazmin etmek üzere bir yasa çıkarmış
olmasının, vatandaşları da hazırlıksız yakaladığı
belirtiliyor. Bir avukat, kendilerini mağdur eden
devletten böylesi bir ‘hayır’ beklemeyen insanların o
yıllarda yaşadıkları şaşkınlığı aktarıyor:
2004’te bu yasa çıktı ama 2004’te halkı aydınlatan
kimse bize inanmıyordu ki. Halkta böyle bir
bilinçlenme de yoktu, bilinç yoktu. Yani mağduriyet
bilinci yoktu. Gerçekten mağdur edilmişsiniz,
yerinizden, yurdunuzdan edilmişsiniz tarzında bir
hukuk bilincini biz ancak birkaç ayda yerleştirebildik.
Devlet para ödemez, tarzında inançsızlık falan vardı.262
E.Uygulamada Karşılaşılan Temel
Sorunlar
112
Van ilinde yasaya başvuru süreci genellikle büyük bir
sıkıntı olmadan yaşanmış olmasına karşın, yasanın
uygulanmasının mağdurların beklentilerini
karşılamaktan uzak olduğunu belirtmek gerekiyor.
Yasadan yararlanmak üzere başvuran vatandaşlar
arasında yasanın uygulamasından şikâyetçi
262 Cemal Demir’le görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
olmayanların sayısı çok azdır. Şikâyetçi olmayanlar da,
ya aldıkları tazminat miktarı yüksek olanlar, ya da “hiç
yoktan iyidir” diye düşünenlerdir:
Sadullah Temiz: Memnunuz, evet. KDRP’den
faydalandık biz, hayvancılıktan faydalandık,
tarımsaldan faydalandık. Doğrudan gelir desteği
2001’den bu yana alıyoruz. Şu anda mazot, gübre
desteği veriliyor. Mesela babam tazminat alırken –
birinci ayda mı ne aldı herhalde– o zaman koyunun
teki 120’ye 150’ydi. Şu an 350’ye gelmiş. O tazminatı
mesela biz almamış olsaydık, şu anda o tazminatı
alsaydık belki 20 koyun alamayabilirdik.
Görüşmeler, yasanın Van’daki uygulanmasına ve
dolayısıyla aslında yasaya dair şikâyetlerin birkaç
temel başlık altında toplanabileceğini göstermektedir.
En çok şikâyet edilen husus, hiç şüphesiz,
komisyonlarca hükmedilen tazminatların
düşüklüğüdür. İkinci olarak, ödenmesine hükmedilen
tazminatların vaktinde ödenmemesinden ve geciken
ödemeler için yasal faizin işletilmemesinden şikâyet
edilmektedir. Bir başka önemli şikâyet mevzuu,
yasanın tazmin edilmesini öngördüğü kalemler
hakkındadır. Mağdurlar, evlerine ulaşamadıkları
zaman için kira tazminatı, göç esnasında ederinden
düşük fiyatla ellerinden çıkarmak zorunda kaldıkları
hayvanların ise gerçek değerinin kendilerine ödenmesi
gerektiğini savunmakta, ancak komisyonlar bu
talepleri karşılamamaktadır. Başka bir önemli şikâyet
mevzuu ret kararlarıyla ilgilidir. Tazminat
komisyonuna yapılan çok sayıda başvurunun
reddedildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, ekonomik
nedenlerle göç ettiğine hükmedilenler, köylerini
boşaltmak zorunda kalmadıkları ileri sürülenler, yaş
vb. nedenlerle tazminat almaya hakkı olmadığına
hükmedilenler ve “terör örgütüne yardım ve
yataklıktan” adli sicil kaydı olanların başvuruları
reddedilmiştir. Son olarak, gerek avukatların gerekse
bir kısım vatandaşın şikâyetçi olduğu bir husus da,
yasanın manevi tazminatı içermiyor oluşudur.
Aşağıda, bu sorun alanlarının her biri, altbaşlıklar
halinde ve yerinden edilmiş kişilerin, avukatların ve
zarar tespit komisyonları üyelerinin bakış açısından
ayrı ayrı ele alınmaktadır.
Görüşmecilerce sık sık dile getirilen bir şikâyet konusu
reddedilen başvurulardır. Anlaşılan o ki, yerinden
edilenlerin komisyonlara yaptığı çok sayıda başvuru
geri çevrilmiştir. İçişleri Bakanlığı verilerine göre, Ekim
2010 itibariyle, ülke genelinde zarar tespit
komisyonlarına toplam 358.854 başvuru yapılmış olup,
bu başvurulardan 257.309’u sonuçlandırılmıştır.
Sonuçlandırılan dosyaların 145.468’inde tazminat
ödenmesine karar verilmiş, 111.841 başvuru ise
reddedilmiştir.263 Yani, yaklaşık her iki başvurudan
birisi reddedilmiştir. Van’da ret kararlarına ilişkin
durum da ülke geneline benzemektedir. Temmuz 2010
itibariyle, Van’da reddedilen başvuru sayısı,
değerlendirmeye alınmış bütün başvuruların sayısının
%45’ini teşkil etmektedir. Van’daki zarar tespit
komisyonları, yasanın metnine dayanarak, ret
kararlarını çeşitli gerekçelere dayandırmaktadır.
Bunların en belli başlıları şunlardır: 1) Başvuru
sahibinin Terörle Mücadele Kanunu (TMK) altında
hüküm giymiş olması (sicil) nedeniyle; 2) başvuru
sahibinin göçe neden olan olaylar gerçekleştiği sırada
18 yaşın altında olması (yaş) nedeniyle; ve 3) başvuru
sahiplerinin yasa kapsamına giren maddi zararlarının
olduğunu veya terk etmek zorunda kaldıkları arazi ve/
veya mülkün kendilerine ait olduğunu
ispatlayamamaları (bilgi-belge eksikliği) nedeniyle.
Yasanın uygulamasında gözlemlenen bütün sorun
alanlarında olduğu gibi retler söz konusu olduğunda
da, mağdurlar ve avukatları ile devlet yetkilileri
arasında derin bir ihtilaf ve görüş ayrılığı mevcuttur.
İçişleri Bakanlığı yetkililerinin retlere ilişkin eleştirilere
karşı tutumu, yasanın içeriğine ve uygulamasına
yönelik diğer eleştirilere ilişkin tutumuyla
benzeşmektedir. Devletin Tazminat Yasası’nı kabul
etmesinin ardında yatan iyi niyete dikkat çeken
bürokratların reddedilen başvurulara ilişkin
eleştirilere verdikleri yanıt, ‘beğenmeyen mahkemeye
gidebilir’ şeklinde özetlenebilir: “Başvuruların
263 İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nden bir
yetkiliyle görüşme, Ankara, 5 Aralık 2010.
reddedildiği durumlarda yargı süreci açık. Vatandaş
haksızlık olduğunu düşünüyorsa mahkemelere
başvurabilir.”264
Merkezi bürokrasinin mahkemeye intikal edecek
başvurulara ilişkin özgüvenli tutumunun bir benzeri de
yasanın yereldeki uygulamasından sorumlu mülki
amirlerde gözlemlenmektedir. Van Vali Yardımcısı
Ömer Özcan, komisyonların reddettiği dosyalar
arasından “bir miktar” İdare Mahkemesi’ne
taşınanlar olduysa da, “bir elin parmaklarını
geçmeyecek sayıda” davada mahkemenin komisyonun
kararını bozduğunu belirtti:
Üç sene içerisinde çok dosya gitti. Belki [...] birkaç bin
dosya İdare Mahkemesi’ne gitmiştir. Ama bozulan
dosya sayımıza baktığımızda bir elin parmaklarını
geçmiyor. Bu bizi sevindiriyor, idare olarak verdiğimiz
kararların denetlenmesi, denetlenmesinin sonucunda
bu şekilde rakamların ortaya çıkması bizi sevindiriyor.
Avukatlarsa, Van’da neredeyse her iki başvurudan
birinin reddedilmiş olduğuna dikkat çekerken,
komisyonların başvuruları keyfi olarak reddettiğini
savunmaktadır.
E.1.a. Sicil Nedeniyle Reddedilen Başvurular
Reddedilen başvuruların bir kısmı başvuran
vatandaşların adli sicil kaydının bulunmasıyla ilgilidir.
Tazminat Komisyonları, TMK kapsamında yargılanıp
hüküm giymiş mağdurların başvuru dosyalarını kabul
etmemiştir. Ne var ki, bu tutumun yasaya uygun
olduğunu kabul etmek mümkün görünmüyor.
Komisyonların bu tür başvuruları reddetme gerekçesi
olarak gösterdikleri 5233 sayılı yasanın 2. maddesinin f
bendi, “terör olaylarında yardım ve yataklık
suçlarından mahkûm olanların bu fiillerinden dolayı
uğradığı zararları” kanunun kapsamı dışında kalan
zararlardan saymıştır. Ancak komisyonlar, başvuru
sahiplerinin yargılandıkları yardım ve yataklık
fiillerinin, uğradıkları zararın sebebi olup olmadığına
bakmaksızın, hüküm giymiş vatandaşların bütününün
başvurularını reddetmiştir. Haddizatında, kimi
113
E.1. Reddedilen Başvurular
264 A.g.k.
Ancak komisyonlar, başvuru sahiplerinin yargılandıkları
yardım ve yataklık fiillerinin, uğradıkları zararın sebebi
olup olmadığına bakmaksızın, hüküm giymiş
vatandaşların bütününün başvurularını reddetmiştir.
Haddizatında, kimi durumlarda yardım ve yataklık fiilini
köy boşaltıldıktan sonra gerçekleştirdiği mahkeme
kararıyla sabit olanların dahi başvuruları kabul
edilmemiştir.
durumlarda yardım ve yataklık fiilini köy boşaltıldıktan
sonra gerçekleştirdiği mahkeme kararıyla sabit
olanların dahi başvuruları kabul edilmemiştir:
Ferit Yaman: Tazmin hakkım için müracaat ettiğimde
reddediliyor. Geçmiş sürecimde almış olduğum
cezadan dolayı reddediliyor. 1990’da köyden ayrıldım.
Yargılanmama neden olan siyasi faaliyetim 1992
yılında oldu. Gerekçe olarak bu davadan
yargılanmam gösterildi.
Avukatlar, komisyon üyelerinin yasanın sabıka kaydına
ilişkin hükmünü, hukuk formasyonları olmadığından
anlamadıkları ya da anladıkları halde bilerek yanlış
yorumladıkları görüşündedirler:
114
[Yasanın 2. Maddesinin f bendini] çok yanlış
yorumluyorlar. Anlamadan, bilmeden... Gerçekten
hukukçu olsalar... Ya, yasayı okusalar... Hukukçu
olmaya gerek yok ki. 5233 son derece yalın bir dille
yazılmış, herkesin anlayabileceği bir dil. Biz dedik,
bunu komisyonlarda somutlaştıralım biraz daha
anlamaları için. Dedik ki, diyelim ki örgüt mensupları
bir köylünün evinde yakalandılar. Çatışmaya girdiler,
o kişinin evinde yakınları öldü, ne bileyim evi yandı.
Bu tür durumlarda ancak, o adam yakınının
tazminatını, evin zararını isteyemez. Bu adam rızayen
yardım ve yataklık etmişse o zararı isteyemez. Ama
öte yandan, adamın evi yanmış, eve gelen zararı
isteyemez. Ama iki sene sonra köyü boşaltıldı. O
adam tarlasının zararını ister. Biz defalarca dile
getirdik bunu ama anladıkları gibi uygulamaya
çalıştılar, anlamak istedikleri gibi.265
265 Cemal Demir’le görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
Bu durum, tazminat komisyonlarının bu tasarrufunun
ardında ilgili bürokrasinin almış olduğu ve aslında
kaynağını yasadan almayan bir karar bulunduğunu
düşündürmektedir. Ancak, İçişleri Bakanlığı yetkilileri
bu yönde bir talimat verdikleri iddiasını
reddetmektedirler:
TMK’ya atfen yapılan başvuruların reddedilme
gerekçelerini makul buluyorum. Bakanlık’tan bu
konuda komisyonlara gitmiş bir talimat yok. Aksine,
Bakanlık yaptığı eğitim seminerlerinde “vatandaşın
zararı neyse onu karşılayın” diyor. Az ya da çok
ödeyin diye bir eğilim yok.266
Öte yandan, kamuoyunda “Pişmanlık Yasası” olarak
bilinen267 ve Turgut Özal hükümeti döneminde PKK
militanlarının silah bırakarak topluma kazandırılması
amacıyla kabul edilen yasadan yararlanan kişiler veya
mirasçıları, Tazminat Yasası kapsamına
alınmamaktadırlar. Yasanın metnine dayanmayan bu
uygulama, İçişleri Bakanlığı’nca valiliklere gönderilen
talimatlara dayanmaktadır.268 Böylece, eski PKK
militanları, yerinden edilmeden doğan zararları ile
örgütsel faaliyetleri arasındaki ilişkiye bakılmaksızın
yasa kapsamı dışına alınmışlardır.
Örnek vaka: Topyıldız köyü
Van’ın Gürpınar ilçesine bağlı Topyıldız köyü,
Küçükburç mezrası, 1991 senesinde güvenlik
gerekçesiyle boşaltılır.269 Bu mezradan göçe zorlanan
266 İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nden bir
yetkiliyle görüşme, Ankara, 5 Aralık 2010.
267 Bazı Suç Failleri Hakkında Uygulanacak Hükümlere Dair
Kanun, no. 3216, 5 Haziran 1985, Resmi Gazete no. 18781,
11 Haziran 1985.
268 “3216 sayılı Kanun hükümlerinden (Pişmanlık Yasası)
yararlanan kişilerin veya mirasçılarının başvurularının 5233
sayılı Kanun kapsamında değerlendirmeye alınamayacağı
düşünülmektedir.” İller İdaresi Genel Müdürlüğü, “5233
sayılı kanunla ilgili genelgeler ve hukuki görüşler”, www.
illeridaresi.gov.tr, erişim tarihi 21 Aralık 2009.
269 Van Valiliği Zarar Tespit Komisyon Başkanlığı, Ertaş’ın
avukatı Ayhan Çabuk’un Küçükburç mezrasının boşaltılma
tarihine ilişkin dilekçeye verdiği yanıtta, merkezin
güvenlik kaygısıyla boşaltıldığını ve “1991(dahil)2002(dahil) tarihleri arasında” boş kaldığını belirtmiştir.
Van Valiliği Zarar Tespit Komisyon Başkanlığı, 2009/Zar.
Tes.Büro/8201 sayılı yazı, 4 Kasım 2009.
Van 2. İdare Mahkemesi, İ.E.’nin zarar tespit
komisyonunun ret kararının iptali istemiyle açtığı
davayı oyçokluğuyla reddeder. Çoğunluğun ret
kararına ilişkin gerekçesi kayda değerdir:
...teröre yardım ve yataklık suçunun ve bu
kapsamdaki fiillerin, 5233 sayılı Yasa ile karşılanması
amaçlanan zararların sebebi olduğu, aksi yorumun
yasanın çıkış amacına aykırı olacağı açık
olduğundan.272
Görüldüğü üzere mahkeme, yasada son derece açık bir
hüküm bulunmasına rağmen, yasa metni
belirsizmişçesine, gerekçesini yasanın amacına ilişkin
yorumuna dayandırmıştır. Bu yoruma göre, başvuru
sahibinin yardım ve yataklık etmiş olması, yasa
kapsamında kalması için başlı başına yeterlidir, zira
‘terör faaliyetleri’ yerinden edilmeden doğan maddi
zararların müsebbibidir. Dolayısıyla, terör suçundan
hüküm giymiş herkes, yasanın tazmin ettiği zararların
genelinden sorumludur.
Karara muhalefet şerhi koyan hâkim ise farklı
görüştedir. Ona göre belirleyici olan, başvurucunun
göçten doğan zararlarının işlediği yardım ve yataklık
suçuna “ilişkin fillerden kaynaklanıp
kaynaklanmadığı”dır:
270 Diyarbakır 1 no.’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi, Esas no.
1992/527, Karar no. 1994/387, C.M.U. no. 1992/961, 24
Haziran 1994.
271 Van Valiliği, Zarar Tespit Komisyon Başkanlığı, Karar no.
16263, 21 Kasım 2008.
272 Van İkinci İdare Mahkemesi, Esas no. 2009/314, Karar no.
2009/1128, 6 Ekim 2009.
Karara muhalefet şerhi koyan hâkim ise farklı görüştedir.
Ona göre belirleyici olan, başvurucunun göçten doğan
zararlarının işlediği yardım ve yataklık suçuna “ilişkin
fillerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı”dır.
Bu durumda, davacının uğradığını iddia ettiği zararın
mevcut olup olmadığı, mevcut ise 5233 sayılı yasa
kapsamında olup olmadığı, anılan yasa kapsamında
ise, zararın bu suça ilişkin fillerden kaynaklı olup
olmadığının ortaya konulması ve sonucuna göre
davacının başvurusunun karara bağlanması
gerekirken, bu araştırmaları yapmaksızın davacının
talebini reddeden dava konusu komisyon kararında
hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava
konusu işlemin iptaline karar verilmesi gerektiği
görüşüyle aksi yönde oluşan çoğunluk kararına
katılmıyorum.273
İ.E.’nin idare mahkemesi kararını temyiz etmek üzere
açtığı dava, bu rapor yayına hazırlandığı tarihte
Danıştay’da derdest bulunmaktaydı.
E.1.b. Yaş Nedeniyle Reddedilen Başvurular
Komisyonlar açısından Tazminat Yasası’nın
uygulaması en güç, mağdurlar açısından da en büyük
haksızlıkların yapıldığı alanlardan biri, kimlerin hak
sahibi olduğunun belirlenmesinde getirilen yaş sınırı.
Göç gerçekleştiği tarihte ailesiyle yaşayıp 18 yaşından
küçük olan şahısların yaptıkları başvurular,
komisyonlarca başvuru sahibinin zararın gerçekleştiği
tarihte yasal ehliyetinin bulunmadığı gerekçesiyle
reddedilmektedir. Oysa bu gerekçe, yasanın ne tür
zararların kapsam dışında olduğunu belirten 2.
maddesinin metninde belirtilmemektedir. Aslında,
kişilerin mallarına gelen veya mallarına
ulaşamamalarından kaynaklanan zararların, kişi değil
hane bazlı belirlendiği ve ödendiği göz önüne
alındığında, bu durum çok önemli addedilmeyebilir.
Öte yandan, özellikle kardeşlerin arasında ihtilafların
olduğu durumlarda, zarar tespit komisyonlarının,
anne-babaya ve olay tarihinde reşit olan çocukların
115
köylülerden İ.E., PKK’ya yardım ve yataklık ettiği
gerekçesiyle, 24 Haziran 1994’te Diyarbakır 1. Devlet
Güvenlik Mahkemesi tarafından mahkûm edilir.270
İ.E.’ye isnat edilen suçun işleniş tarihi ise 14 Ağustos
1992’dir. İ.E.’nin, köyünün boşaltılmasından doğan
zararlarının tazmini için 6 Haziran 2005 tarihinde Van
Valiliği zarar tespit komisyonuna yaptığı başvuru, 21
Kasım 2008’de reddedilir. Komisyonun oybirliğiyle
aldığı kararın ret gerekçesi, İ.E.’nin 1994 tarihli
mahkûmiyetinden doğan sicil kaydıdır.271
273 Başkan Mahmut Şahin’in muhalefet şerhi, a.g.k.
Göç gerçekleştiği tarihte ailesiyle yaşayıp 18 yaşından
küçük olan şahısların yaptıkları başvurular,
komisyonlarca başvuru sahibinin zararın gerçekleştiği
tarihte yasal ehliyetinin bulunmadığı gerekçesiyle
reddedilmektedir. Oysa bu gerekçe, yasanın ne tür
zararların kapsam dışında olduğunu belirten 2.
maddesinin metninde belirtilmemektedir.
her birine ne kadar arazi ve metrekare düştüğünü keşif
sırasında tespit ettikten sonra bütün mallar için
belirlediği tazminat bedelini aile fertleri arasında
paylaştırdığı dikkate alındığında, bu uygulamanın
neden bir sorun teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Zira
böylelikle, göç tarihinde yasal ehliyeti olmayan aile
fertlerine ayrı bir tazminat ödenmemektedir. Oysa,
yasanın yerinden edilmenin üzerinden onyıllar
geçtikten sonra kabul edilmiş olması nedeniyle, göç
sırasında çocuk yaşta olan mağdurlar, bugün aile
geçindiren yetişkin kadın ve erkekler konumundadırlar.
Van’da, 18 yaş sınırının katı bir şekilde uygulanmadığı
anlaşılmaktadır. Göç tarihinde yasal olarak reşit
olmadığı halde evli olan başvuru sahipleri ‘reşit’ kabul
edilmekte ve tazminat bedelinin paylaşımında hak
sahibi addedilmektedirler:
Bizde fiili ehliyetine sahip olmak ya evlilikle oluyor ya
da yaşla. Bakıyoruz; eğer o kişinin babası ölmüş ise,
veraset istiyoruz mahkemeden, veraset ilamına göre
babasının mirasından ne kadar hakkı varsa o kadar
veriyoruz. Kişi eğer evlenmişse, evliliğine dair bir
kayıt varsa, biz onu reşit sayıyoruz.
116
Komisyonun Vanlı bir üyesi, 18 yaşın altında olup da
evli olan başvuru sahiplerine ilişkin uygulamanın
esnekliğini dile getiriyor:
Biz esnek davranmaya çalışıyoruz. Bizler de bu
bölgenin insanıyız. Yabancı değiliz. Manevi
tazminatın olmaması bence de bir eksiklik, ama
inanın biz o manevi tazminatın boşluğunu bu
esnekliklerle doldurmaya çalışıyoruz. Bakıyoruz,
mesela çocuk 16 yaşında evlenmiş. 18 yaşını çok sert
kriter olarak almıyoruz. Mesela onun babasına 200
metrekare bir ev yazılmış. Yarısını oğluma verin,
diyorsa o şekilde yazılıyor. […] Şu anda vatandaş 10
yaşında olsa dahi kesinlikle kendisine veya
muvaffakiyet verdiği kişiye ödüyoruz. Yani burada
kesinlikle hak kaybı yoktur. Şimdi ben de buralıyım.
Suistimaller çok fazla, olay tarihi itibariyle dünyaya
gelmeyen kişinin başvurusunu kabul ettik biz.
Komisyon üyeleri, uygulamanın başlamasından kısa
bir süre sonra, 18 yaş sınırının sıkıntı yaratacağını fark
ederek başvuruların “toplumun şartlarına göre
değerlendirilmesine” karar vermiş, yaş alt sınırını 15’e
çekmiştir. Ancak avukatlar, yaş sınırına ilişkin bir
değerlendirme yapmanın güçlüğünü teslim etmekle
birlikte, alt sınırın 15 olmasının da bütün mağdurlara
eşit ve adil davranılmasını sağladığını belirtiyor:
Şimdi 1994 yılında köy boşaltılmıştı. Siz 15 sene sonra
tazminat ödüyorsunuz. O zaman 15 yaşında olan
şimdi 30 yaşında. Evlenmiş, bir sürü çocuğu var.
Tazminat vermiyorsun. Ne olacak bu adamın hali
şimdi? Yani versen bir türlü, vermesen bir türlü. Ama
ortada bir mağduriyet var yani.274
Komisyon, yasaya başvuru için öngördüğü alt yaş
sınırını 15’e indirmesinin ardından, daha önce
reddetmiş olduğu 15-18 yaş arasındaki kişilerin
dosyalarını yeniden değerlendirmeye almıştır:
Kişiler itiraz ettikleri vakit döndük. Öyle ilk başta
belki 100 dosya, 150 dosya olmuştur. Ama sonra
kişiler itiraz ettiler. Dediler ki mesela ben 18 yaşından
küçük olduğumdan dolayı beni reddetmiştiniz. Biz
onu tekrar aldık, yeniden değerlendirdik, yaşına
baktık. Büyük çoğunluğa 15-16 yaş kriterini uyguladık.
Öte yandan, mağdurlarla yapılan görüşmeler, pek çok
vatandaşın yaşa ilişkin uygulamayı bilmediğini veya
anlamadığını, vatandaşlar arasında reddedilen
dosyalara benzer başka dosyaların tazminat
komisyonlarınca kabul edildiği şeklinde bir algının
olduğunu gösteriyor:
AG: Ben, abim dosyamızı alamadık. Annem aldı. Para
almaya gelince “sizin yaşınız tutmuyor” dediler. Ama
274 Abdülbasit Bildirici’yle görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
Sadullah Temiz: Bizim evden annem, kardeşim, ben
başvurduk. Benimki yaş nedeniyle reddedildi.
Annemizinkini kabul etmediler, bilmiyoruz neden.
Mesela ben 1980 doğumluyum, 1982 doğumlu adam
almış, e bunda niye yaş sorunu yok, niye bizde var?
Dediler “para ödenmeyecek, yaşınız tutmuyor.” Böyle
bir engel, bir gerekçe koydular önümüze. Neymiş
efendim, “siz o zamanlar küçüktünüz, köyde
yapabileceğiniz bir şey yokmuş” gibisinden bir
gerekçe koydular önümüze. Biz tekrar müracaat ettik.
Ve bu müracaatımızın sonucunda tekrar
dosyalarımıza hep ret gelmiş. Nasıl ret geldi? Şöyle,
komisyonla muhtarın hatası. Rüşvet yediler, 15
yaşındaki adamın dosyası yapılmış, bizim dosyamız
yapılmadı.
Avukatlar, yaş sınırından kaynaklanan sorunlara
ilişkin komisyonlarda “iyi niyet” olduğunu teslim
etmekle birlikte, toprakların başvurucular arasında
paylaştırılmış olduğu durumlarda sonradan üretilen
bu çözümün adaleti sağlamaya yetmediğini
belirtiyorlar:
İlk etapta patır patır retler gelmeye başladı. Ondan
sonra hatalarının farkına vardılar ve bu durumu
düzelttiler. Bu arada tabii vatandaş zarara uğramış
oldu. Çünkü yine araziler bölüştürülmüş oldu. Burada
yine arazilerin paylaşımı olayına geliyoruz. Şimdi bu
yaş durumundan etkilenenler nasıl oldu? Elimizde
liste var. 100 kişilik liste, arazi 7000 dönüm. Tuttuk,
bölüştürdük. Ama yaş durumundan elenenler
dışarıda kaldı tabii. Adamın davası reddedilmiş, arazi
bölüştürülmüş, ondan sonra dediler ki yaş
durumundan muzdarip olanlar da başvurabilir. Bu
sefer adamlara verecek arazi kalmadı.275
Bu anlatı, gerekli hazırlıklar yapılmaksızın çıkartılmış
olan ve uygulayıcılarının büyük bir belirsizlik içerisinde
çalışmak zorunda bırakıldığı yasanın, maddi
zararlarını tazmin etmeyi hedeflediği vatandaşları
275 Abdülbasit Bildirici’yle görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
Bu anlatı, gerekli hazırlıklar yapılmaksızın çıkartılmış
olan ve uygulayıcılarının büyük bir belirsizlik içerisinde
çalışmak zorunda bırakıldığı yasanın, maddi zararlarını
tazmin etmeyi hedeflediği vatandaşları nasıl mağdur
edebildiğinin bir diğer örneğine işaret etmektedir.
nasıl mağdur edebildiğinin bir diğer örneğine işaret
etmektedir.
E.1.c. Bilgi-belge Nedeniyle Retler
Mağdurlar, avukatlar ve bürokratlarla yapılan
görüşmelerden anlaşıldığı kadarıyla, birçok başvuru,
başvurucunun komisyonlarca gerekli görülen bilgi ve
belgeleri sağlayamamış olması nedeniyle
reddedilmiştir. Bu kategorideki başvurular, genel
olarak, iki gruba ayrılmaktadır: başvurucunun tazmin
edilecek zarara konu olan mülklerin maliklerinden ya
da vârislerinden olmaması nedeniyle retler ve
başvurucunun zarara söz konusu olan arazinin
mülkiyetini ispat edememesi nedeniyle retler. Aslen
bölgede tapu-kadastro çalışmalarının yakın zamana
dek hiç yapılmamış olmasından kaynaklanan ikinci
sorun, ileriki bölümlerde ayrıntılı olarak ele
alınmaktadır. Burada, başvurucunun verasetini
ispatlayamamasından kaynaklanan sorunları kısaca
ele alacağız.
Tazminat Komisyonları, tazminine karar verilen
malların ya da mülklerin maliklerini ya da bunların
resmi vârislerini başvurucu olarak kabul etme
eğilimindedir. Bu nedenle pek çok vatandaşın
başvurusu, resmi malik ya da vâris olmadıkları
gerekçesiyle kabul edilmemiştir. Ancak bu durum
vatandaşlarca bu biçimde algılanmış
görünmemektedir.
E.2. Düşük Tazminatlar
Yasanın uygulamasına dönük en büyük şikâyet
şüphesiz tazminatların düşüklüğüyle ilgilidir. Görüşme
yapılan mağdurların neredeyse tamamı almaya hak
kazandıkları tazminat miktarlarını yetersiz bulmuştur.
Van’da, 16 Temmuz 2010 itibariyle, tazminat almaya
117
şu var. Bizden ufak olanlar da aldı. Bizim durumuzla
aynı olanlar da aldılar. Mesela yaşça aynı alanlar
oldu ama biz alamadık.
hak kazandığına hükmedilen dosya sayısı 16.566 olup,
bunların 15.292’si için ödenmesine hükmedilen
tazminat miktarı 257 milyon TL’dir. Bu rakamlar,
ortalama olarak her bir dosya için yaklaşık 17.000 TL
ödendiğini göstermektedir.276
Taşınır ve taşınmaz mallara gelen zararlar ile kişilerin
mallarına ulaşamamalarından doğan zararlar söz konusu
olduğunda, yasa, ödenecek tazminat miktarlarının
belirlenmesini bütünüyle komisyonlara bırakmıştır. Yani,
yasanın çıkartılmasının temel nedeni olan, köylerin zorla
veya zorunlu olarak boşaltılmalarına dair dosyalarda
ödenen tazminat bedellerinin belirlenmesinde, tek yetkili
ve sorumlu, zarar tespit komisyonlarıdır.
Tazminat Yasası’nın içeriğine dair bölümde
belirttiğimiz üzere, bazı zarar kalemleri için ödenecek
tazminat bedelleri yasama organınca belirlenmiş
durumdadır. Ölüm, yaralanma ve sakatlanmalar söz
konusu olduğunda zarar tespit komisyonlarının
kullanabilecekleri bir takdir yetkisi bulunmamaktadır.
Öte yandan, taşınır ve taşınmaz mallara gelen zararlar
ile kişilerin mallarına ulaşamamalarından doğan
zararlar söz konusu olduğunda, yasa, ödenecek
tazminat miktarlarının belirlenmesini bütünüyle
komisyonlara bırakmıştır. Yani, yasanın
çıkartılmasının temel nedeni olan, köylerin zorla veya
zorunlu olarak boşaltılmalarına dair dosyalarda
ödenen tazminat bedellerinin belirlenmesinde, tek
yetkili ve sorumlu, zarar tespit komisyonlarıdır. Bu
nedenle, yasa altında verilen tazminat bedellerinin
düşüklüğüne dair eleştiriler, hem yasayı hazırlayıp
kabul eden yasama ve yürütme organına, hem de
zarar tespit komisyonlarına yöneliktir.
118
Başvuruların büyük çoğunluğunu köy boşaltma
dosyalarının oluşturması, bu dosyalarda söz konusu
olan maddi zararların büyüklüğü ve bu zararların
karşılığında ödenecek tazminat bedellerinin
276 Van Valiliği 2010.
belirlenmesinde komisyonların takdir yetkisinin olması
nedeniyle, uygulamaya dair en büyük tartışma konusu,
mülkler için ödenen tazminatların gerçek zararları
karşılayıp karşılamadığıdır. Mülklere ilişkin dosyalarda
ödenen tazminatların düşük olmasının çeşitli nedenleri
bulunmaktadır. Aşağıda ayrıntılı olarak ele aldığımız
bu nedenlerin her birine ilişkin olarak komisyonlar ile
mağdurlar arasında büyük bir ihtilaf mevcuttur.
Mağdurların tazminat miktarlarını düşük olarak
nitelerken kullandıkları mantık, yabana atılabilir
görünmemektedir. Pek çok vatandaş, 1990’ların
başından beri köyünden ayrı kalmak zorunda
olduğunu, oysa geride kalan yaklaşık on beş-yirmi
sene için ödenen toplam tazminat miktarının
genellikle birkaç bin TL’yi geçmediğini söylemektedir.
Hükmedilen ya da ödenen tazminat miktarlarının,
geride kalan zaman zarfında mala ulaşamamaktan
doğan zararları tazmin etmek şöyle dursun, köyde
genellikle yıkılan ya da yakılan evi yeniden yaptırmaya
bile yetmediği savunulmaktadır. Mağdurlar, bütün bu
zaman zarfında köyde kalıp, köydeki işleriyle meşgul
olabilselerdi, aldıkları ya da alacakları tazminat
miktarlarının kat kat üstünde gelir elde edeceklerini
iddia etmektedirler:
Selim Kor: Bana verilen tazminatı ben az buluyorum,
çok az, çünkü ben 10 yıllık muhasebemi yapıyorum,
köyde gelir muhasebesini yapıyorum, nereden
bakarsan 200-300 milyarın üzerinde, bana verilense
50 milyar para.
Van’da komisyonların mağdurların hak ettiklerinden
çok daha düşük tazminatlar ödediği, görüştüğümüz
bütün avukatlarca dile getirilmiştir:
Abdurrahman Bayar: Van’da süreç hızlı, ama
komisyonların tavrı çok sert. Çok düşük tazminatlar
veriliyor. İşinize gelmiyorsa mahkemeye gidin tavrı var.
Cemal Demir: Bana göre Van komisyonu [diğer
illerdeki komisyonlara kıyasla] biraz daha ciddi, biraz
daha iyi, daha düzgün çalışıyor en azından. Mesela
Van komisyonuna yaptığınız bir başvurunun cevabını
alabilirsiniz, ama Hakkari çok karışık çalışıyor. [...]
Van etkili, ama son derece cimri. Ama çok çok... Van
gerçekten tazminat vermedi.
Şimdi hayvancılık yapıyor. Bir insanın 100 tane hayvana
bakabilmesi için en az 50 dönüm arazisinin olması
gerekiyor. 10 dönüm arazisi çıkıyor. Adam diyor, ben bu
10 dönümde 500 tane hayvan besliyordum. Olmaz
böyle bir şey. […] Onun için biraz da abartıyorlar, bu bir
gerçektir. Herkesin hakkı verilmiştir.
Çok sayıda müvekkili adına yasaya başvuru yapmış
olan ve kendisi de Vanlı olan avukat Abdülbasit
Bildirici ise, sorunun aslında tam da komisyonun
yaptığı keşiflerde köylülerin arazilerini eksik
ölçmesinden kaynaklandığını belirtiyor:
2000 dönümü ‘bir köy, yedi mezra aranızda paylaşın’
dediler bize. Bu olacak şey mi yani? Siz bunu bütün
köy başvuru sayısına böldüğünüz zaman adam başı
ortalama 1.5 -2 dönüm yer düşüyor. Bu olacak şey mi?
Yani bir köyde 30, 40, 50 hatta 100 dönümden aşağı
arazisi olan kimse yok.
Öte yandan, 1 no.’lu komisyonda görev almak üzere
Baro tarafından görevlendirilen avukat üye, mensup
olduğu komisyonun çalışmaları hakkında
meslektaşlarından farklı düşünüyor:
Komisyon üyesi 3: Ben komisyonun elinden geldiği
kadar hüsniyetli davrandığını düşünüyorum. Bir
şekilde illa devleti maddi anlamda koruyalım diye bir
düşünceye girdiğini ben zannetmiyorum. [...] Bence
komisyon uzman olmamakla birlikte, [...] bir an önce
sonuçlandırmaya yönelik ve mümkün olduğu kadar
hakkaniyetli, [...] hak eden hak ettiği parayı bir
şekilde alsın diye çalıştı.
Ancak, Vali Yardımcısı’nın devleti vatandaşlara karşı
korumaya yönelik kamu görevlisi refleksini sergileyen
konuya ilişkin şu sözleri, komisyonların tazminat
bedellerini belirlerken her zaman gerçek zararları
gözettiği konusunda soru işareti uyandırmaktadır:
Çünkü gerçekten bir terazi gibi, bir taraftan
tazminata hükmediyorsunuz, bir kamu kaynağı
kullanıyorsunuz. Biz kamu çalışanıyız. Öbür tarafta
da yasanın gereği olarak zarar görmüş bir insan
kitlesi var ve bize başvurmuşlar. Hakkaniyetli ve
adalete uygun bir şekilde karar vermemiz lazım.
Hazineyi zarara uğratmadan ve insanları da gereksiz
yere zengin etmeden, hakkaniyete uygun bir şekilde
zararlarını tespit ederek bu dosyaları tekemmül
ettirmeye çalıştık.
Tazminatların vatandaşların beklediğinden çok daha
düşük olmasının nedenleri, genel olarak üç başlık
altında toplanabilir: Göçten sonra köylerin boş kaldığı
sürenin komisyonlarca olduğundan kısa
hesaplanması; bölgede kadastro yapılmamış olması
nedeniyle başvurucuların sahip olduklarını iddia
ettikleri arazilerin komisyonlarca olduğundan/iddia
edilenden az ölçülmesi; ve komisyonların ev, ağaç,
ahır, değirmen gibi taşınmazlara gelen zararların
ölçümünde kullandıkları birim fiyatların düşüklüğü.
E.2.a. Köylerin Boş Kaldığı Sürenin Uzunluğu
Komisyonların mağdurların beklentilerinin çok altında
tazminat miktarları belirlemelerinin, vatandaşı ikna
etmekten uzak birkaç temel sebebi olduğu
anlaşılmaktadır. İlk sebep, boşaltılan köylerin boş
kaldığı sürenin vatandaşların öngördüğünden daha
kısa tutulmasıyla ilgilidir.
Mağdurların mülklerine ulaşamamaktan kaynaklanan
zararları tazmin edilirken esas alınan süre genellikle
2001’de sonlanmaktadır. 2001 yılında, hükümetin
Dünya Bankası’yla yaptığı anlaşma doğrultusunda,
tarımla meşgul olan üreticilere, üretime veya ürüne
bağlı olmaksızın işledikleri arazinin miktarı üzerinden
Doğrudan Gelir Desteği (DGD) ödenmesine
başlanmıştır. Yerinden edilmiş kişilerin büyük kısmının
bu tarihten itibaren DGD’den faydalanmaya başladığı
anlaşılmaktadır. Arazinin işlenip işlenmediğine
bakılmaksızın yapılan DGD ödemelerinden
faydalanmış olmak, son tahlilde yerinden edilenlerin
aleyhine bir durum yaratmıştır. Zarar tespit
119
Zarar tespit komisyonu üyeleri ise, tazminatların
düşük tutulduğu iddialarını kesin bir dille
reddetmekte, aksine, mağdurların zararlarını
abartarak hak ettiklerinden fazla tazminat talep
ettiklerini öne sürmektedirler. Komisyonun bir üyesi,
Vanlı olduğunu ve başvurucuların “%80-90’ını
tanıdığını” belirterek, mağdurların zararlarını
olduğundan yüksek göstermelerinin sebebinin
‘kültürel’ olduğunu ileri sürmektedir:
komisyonları, mağdurların Tazminat Yasası’na
başvurularını değerlendirirken, DGD’den
yararlanılmasını mağdurların arazilerine
erişebildiklerinin göstergesi olarak yorumlamış ve
mülklere ulaşamamaktan kaynaklanan zararların 2001
senesine kadar olan kısmının ödenmesine karar
vermiştir. Oysa DGD’den faydalanan mağdurların pek
çoğu 2001 senesinden sonra da mülklerine erişememiş
ve DGD’den, topraklarını işleyip işlemediklerine
bakılmaksızın, mülklerinde olan arazi miktarına göre
faydalanmışlardır. Mağdurların mülklerine
ulaşamadıkları her sene için hak ettikleri tazminatlar
DGD olarak aldıkları yardımdan daha fazla olduğundan
bu durum mağdurların aleyhine bir durum yaratmıştır:
Salih Yolcu: Yıl olarak da biz 12 yıl dedik, devlet kabul
etmedi. 1995’ten 2001’e kadar hesapladı. 2001’de de
bu Doğrudan Gelir Desteği çıktı diye o tarihten sonra
vermedi, çünkü yazılanlar para aldı ya.
Oysa, başvurucuların devletten doğrudan gelir desteği
aldığı durumlarda, komisyonların, 2001 yılını köye
dönüş tarihi olarak kabul etmek yerine, verilen
yardımları başvuru sahiplerine ödenecek tazminattan
mahsup etmesi gerekirdi. Zira, doğrudan gelir
desteğinden faydalanan mağdurların büyük çoğunluğu
yaz mevsimlerinde köylerine giderek tarlalarını
ekmelerine rağmen, köylerine dönmüş değillerdir ve
göçten doğan mağduriyetleri devam etmektedir.
120
Mülklere ulaşamama süresi üzerine yaşanan daha
ciddi bir ihtilaf, köy boşaltmanın ve dolayısıyla mülke
ulaşamama durumunun başladığı tarihle ilgilidir. Pek
Mülklere ulaşamama süresi üzerine yaşanan daha ciddi bir
ihtilaf, köy boşaltmanın ve dolayısıyla mülke ulaşamama
durumunun başladığı tarihle ilgilidir. Pek çok mağdur
köyünü 1989 senesinden başlayarak 1990’ların ilk birkaç
yılında boşalttığını beyan etmektedir. Ancak, mağdurlarca
boşaltılan bu köylerin bir kısmında korucuların kalmaya
devam etmiş olması, güvenlik kuvvetleri ve tazminat
komisyonlarınca bu köylerde mülke erişim imkânının devam
etmiş olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.
çok mağdur köyünü 1989 senesinden başlayarak
1990’ların ilk birkaç yılında boşalttığını beyan
etmektedir. Ancak, mağdurlarca boşaltılan bu köylerin
bir kısmında korucuların kalmaya devam etmiş olması,
güvenlik kuvvetleri ve tazminat komisyonlarınca bu
köylerde mülke erişim imkânının devam etmiş olduğu
şeklinde yorumlanmaktadır. Bu tür örneklerde, geride
kalan köy korucularının köyleri tümden boşalttığı
daha ilerideki bir tarih, mülklere erişim imkânının
ortadan kalktığı tarih olarak kabul edilmektedir. Bu
durum, mülke erişememekten doğan zararlarının
hesaplanmasında vatandaşlar aleyhine bir sonuç
yaratmaktadır ve mağdurlarca en çok yakınılan
konular arasındadır:
Hamza Durur: Rapor da getirdim, bu bölge 1989’da
boşaltılmış diye. Komisyon kabul etmedi. Bazı
köylerde o zaman korucu vardı. Mesela benim köyde
o zaman korucu vardı. O yüzden diyor ki, bu tarihte
siz köydeydiniz. Mesela benim yanımda olan köye 12
sene verilmiş. Adam hakkını almış. Ben de o köyle
aynı tarihte boşalttığım halde bana 5 sene verilmiş.
Metin Kucak: Geçen sene bizim köye gelip arazi
ölçtüler. 10.500 çıkarmışlar duyduğumuza göre.
Yazmadılar hepsini. 15-20 bin şeyimiz vardı. Köyde
korucular vardı. Siz köyü tamamen boşaltmamışsınız.
dediler. Biz bunu heyete de söyledik, dedik. Biz size
3500 vereceğiz, dediler. Niye, diye sorduk. Bütün köye
3500 dönüm. Köy boşaltılmamış, dediler. Korucu
kalmışsa benim günahım nedir ki?
Kamil Solmaz: 1989’dan bu yana dönmemişiz, şu
anda hâlâ boştur. Bize 5 yıllık tazminat hesaplandı.
Bizden istedikleri şöyle: o tarihte köyün boşaltıldığına
dair bir tutanak. O tarihte tutanağı kim yazacak ki?
İnsanlar kaçıp geldiler zaten.
Bir kısım görüşmeci, komisyonların arazilere
erişememe süresini hesaplarken korucu olanlar ile
olmayanlar arasında ayrım gözettiğini iddia
etmektedir. Buna göre süreler hesaplanırken
koruculuğu kabul etmiş köylere iltimas geçilmiştir:
Ferit Yaman: Kürt halkının mücadelesini savunan
insanların şeyi farklı tutuluyor. Burada da bir çifte
standart yaşanıyor. Mesela … köyü olarak bize 6 yıl
verildi, diyor “6 yıl mağduriyetiniz” var. Yani 1995 ile
Mülklere ulaşamama süresinin kısa tutulmasından
yakınanlar, korucu olmayıp köylerinden ayrılmak
zorunda kalanlarla sınırlı değildir. Bizzat korucu olup
köyde kalanlar ile komisyonlar arasında da süre
konusunda ihtilafların yaşandığı anlaşılmaktadır. Kimi
örneklerde, komisyonlar korucu olup köyde kalanların
köyün hemen yakınındaki arazilerine ulaşabildiklerine,
dolayısıyla bu yakın araziler için tazminat
ödenmemesi gerektiğine hükmetmiştir. Bu durumdaki
korucular ise, sadece güvenlik işiyle meşgul
olduklarını, çocuklarını ve eşlerini şehre
gönderdiklerini, üretim faaliyetiyle ilgilenemediklerini,
dolayısıyla bu yakın araziler için de kendilerine
tazminat ödenmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Bu
ihtilafın somut bir örneği, Yalınca köyüne ilişkindir.
Örnek vaka: Yalınca köyü
Göçün başladığı tarihin ve ulaşılamayan arazilerin
belirlenmesinin komisyonlar ile mağdurlar arasında
ihtilaf nedeni olduğu yerlerden biri, Gürpınar ilçesinin
Yalınca köyüdür.
Mağdurlarla görüşmelerden anlaşıldığına göre, Van ili
sınırları içerisinde silahlı çatışmalar ve bunun sonucu
olarak da köylerin boşaltılması ilk olarak Norduz
olarak anılan dağlık bölgede başlamıştır. Köylülerin
anlatıları, bu bölgenin 1989’dan itibaren güvenlik
görevlilerince yoğun olarak boşaltıldığı yönündedir.
Devletin korucu olma baskısına boyun eğmeyen
köylüler göçe zorlanırken, karşı çık(a)mayanlar
yaşadıkları mezralardan alınarak mezralarının bağlı
bulunduğu köylerin güvenliğini sağlamakla
görevlendirilmişlerdir. Böylece, mezralar bütünüyle
boşaltılarak korucu olmayanlar göçe zorlanmış,
korucu olanlar ise mezraların bağlı olduğu köylerde
ikamet ettirilmişlerdir. Söz konusu köylerden birisi,
Yalınca köyüdür.
Komisyona göre, Gürpınar ilçesi, Yalınca köyüne bağlı
mezraların “meydana gelen olaylar sonucu”
boşalmasının ardından, bölgede görev yapmakta olan
bütün korucular köyde ikamet etmeye başlamışlardır.
İşte bu nedenle, yani korucuların köyde kesintisiz
ikamet etmiş olmaları nedeniyle, komisyon,
Yalınca’dan yapılan başvurularda, köyün boşalmamış
olduğu kabulüyle hareket etmiştir. Bu yorum
nedeniyle, başvurucuların ulaşamadıkları ve bu
nedenle ekemedikleri araziler hesaplanırken, köyün
içindeki ve dışındaki araziler arasında ayrım
gözetilmiştir. 1995’ten bu yana köyde, camiye imam,
sağlık ocağına hemşire atanmış olmasını; karakol
bulunmasını; adam kaçırma ve koyunların öldürülmesi
gibi ihtilafların yaşanmış olmasını “yaşamın devam
ettiğinin” emareleri olarak yorumlayan komisyon, göç
etmiş olan köylülerin dahi, köy merkezindeki
arazilerinin bütün bu süre zarfında “ulaşılabilir”
olduğunu varsaymıştır. OHAL sırasında, son derece
dağlık bir köyün sınırları içerisinde hangi arazilerin
ulaşılabilir, hangilerinin ulaşılamaz, buradan
hareketle hangi arazilerin tazmin edilebilir,
hangilerinin edilemez olduğunu ise, karakolun görüş
alanına ilişkin öznel değerlendirmesiyle belirlemiştir:
Komisyon üyesi 1: Köy boşalmadı. Zaten köyde
jandarma komutanlığı da var. Jandarma komutanlığı
bizim gördüğümüz kadarıyla köye çok hâkim bir
noktada. Köylünün olay olduğunda jandarma
karakolunun ulaşamayacağı yer 1-2 kilometre ilerisi.
Bulunmuş olduğu konum itibariyle “1 ya da 2
kilometre ötesindeki arazilere ulaşamazlar”
düşüncesi bizde oluştu. Ona göre biz bir ölçüm
yaptık. [...] Bizce köyde boşalma yok. Ama köyün belli
bir noktasından sonra ulaşamama var. [...] Merkez
olan yerin ödemesini yapmadık. [...] Yamacın dışında
kalan yerlere ulaşamadıkları nedeniyle [tazminat]
verdik.
Burada komisyon şu şekilde akıl yürütmektedir: Eğer
köyde camide imam, sağlık ocağında hemşire varsa,
yaşam da vardır. Karakol varsa, köy merkezi güvenlidir,
merkezdeki araziler ulaşılabilir ve ekilebilirdir. Tazminat
hesaplanırken esas alınması gereken arazi miktarları ise,
karakolun görüş sahasında olmayan, dolayısıyla
ulaşılamaz olanlardır.
121
2001 yılları arasında. Diyor ki “siz 6 yıl mağdur
edilmişsiniz”. Oysa … köyü için 12 yıl diyor.
Burada komisyon şu şekilde akıl yürütmektedir: Eğer
köyde camide imam, sağlık ocağında hemşire varsa,
yaşam da vardır. Karakol varsa, köy merkezi
güvenlidir, merkezdeki araziler ulaşılabilir ve
ekilebilirdir. Tazminat hesaplanırken esas alınması
gereken arazi miktarları ise, karakolun görüş
sahasında olmayan, dolayısıyla ulaşılamaz olanlardır.
Komisyonun ulaşılamayan ve bu nedenle tazmin
edilebilir arazileri köy merkezindeki karakolun görüş
alanının dışındakilerle sınırlaması nedeniyle,
başvuruculara önerilen tazminatlar beklentilerin çok
altında olmuştur. Komisyon, Yalınca’daki tazmin
edilebilir toplam arazi miktarını 3.600 dönüm olarak
belirlerken, köylüler 7.800 dönüm arazileri olduğunda
ısrar ederek önerilen tazminatı kabul etmemişlerdir.277
Öte yandan, Yalınca ile mezralarından göçün hangi
sene başladığına dair, Yalınca Jandarma Karakol
Komutanlığı’nca farklı tarihlerde hazırlanan dört
tutanakta çelişkili bilgiler bulunmaktadır:.
• 1 Eylül 2006 tarihli tutanak:
• “1990-1995 yılları arasında halkın göç etmesi
sebebiyle bölgenin bir kısmı boşaltılmıştır.
Ancak Yalınca köyü [...] boşaltılmamıştır.”
• 25 Aralık 2006 tarihli tutanak:
• PKK’nın 4 Ağustos 1993, 11 Temmuz 1995 ve 4
Haziran 1997 tarihlerinde, Yalınca köyünde
çobanları kaçırması ve karakola saldırması
“neticesinde 1995 yılında Yalınca köyünde
yaşayan vatandaşlar köylerini terk ederek Van
iline ve diğer illere göç etmiş[tir] [...] 1995-2000
yılları arasında köyün tamamı boşaltılmış,
köyde sadece GKK’lar nöbet tutmak ve köyü
korumak amacıyla kalmış[tır].
• 10 Mart 2009 tarihli tutanak:
• “Yalınca köyünde 1989 yılından itibaren GKK
122
sisteminin faaliyete geçtiği; 1990 yılından
277 Komisyon ile köylüler arasındaki, bir süredir devam ettiği
anlaşılan ihtilaf, saha çalışmasını yaptığımız sırada,
başvurucuların taleplerinden vazgeçmeleri üzerine
komisyonun önerdiği koşullarda sonuçlandı.
itibaren terör olayları başlamış özellikle 1993
yılında terör olaylarının bölgede çok yoğunlaşması üzerine söz konusu köy, mezra ve
yaylalarını kullanamadıkları ve ailelerinin can
güvenliğinin tehlikede olması sebebiyle ve
hayvanlarının büyük kısmını Van iline gönderdikleri ancak korucuların köy ve karakol
savunması için köyde kaldıkları...”
• 10 Haziran 2009 tarihli tutanak:
• “Yalınca J.K.Krk.K.lığı sorumluluk sahasında
bulunan 8 köy 27 mezrada [... Yalınca, ...]
bölgede artan terör olayları neticesinde köy ve
mezralarda bulunan vatandaşlar, kendilerini
güvende hissetmediklerinden kendi istekleri ile
1995 yılı ve sonrasında peyderpey Van ile diğer
illere göç etmeye başlamışlardır.”
Üç sene içerisinde aynı karakol tarafından düzenlenen
dört ayrı tutanak, Yalınca köyünün hiç
boşaltılmadığını, 1995 yılında boşaltıldığını, 1993’ten
itibaren boşaltıldığını ifade etmektedir. Görüşülen
mağdurlar, Norduz bölgesinde köylerin yoğun olarak
1989’da boşaltıldığını ifade ederken, komisyon göçün
başladığı tarih olarak 1995 senesini kabul etmektedir.
Daha önemlisi, jandarmanın daha yakın tarihli son üç
tutanağında, bölgenin tamamen boşaltıldığı, güvenlik
nedeniyle Yalınca ve mezralarında hayvancılık
yapılamadığı, Yalınca’da sadece “köy ve karakol
savunması” amacıyla korucuların kaldığı
belirtilmektedir. Nitekim korucular dâhil tüm
mağdurlar, bölgedeki mezraların tamamen
boşaltıldığını, sadece köylerde asker ve korucuların
kaldığını ifade etmişlerdir. Buna rağmen komisyon,
tazminatları hesaplarken Yalınca köyünde “yaşamın
devam ettiği” ve hatta tarım yapıldığı varsayımıyla
hareket etmiştir.
Jandarma tutanakları ve mağdur anlatılarından
hareketle, komisyonun Yalınca’da yaşamın devam
ettiği ve arazilerin ulaşılabilir olduğu kanısına nasıl
vardığını anlamaya çalıştık:
Soru: 1995’ten 2001’e kadar köyde kalanlar sadece
güvenlik amacıyla, köyü korumak amacıyla köyde
kalan korucular. Onun dışında kimse kalmamış.
Soru: Ama ekip biçme yapmadılarsa..?
Tamam biz kabul ediyoruz, ekip biçme yapılmamıştır.
[...] [Köy merkezindeki ‘ulaşılabilir’ alana ilişkin]
Yapabilirler, evinin önünde mesela.
Soru: Hayır, yapabilirler de... Artık çatışma ortamı
var. Diyelim ben korucu oldum, para aldım, artık
tarım yapmıyorum..?
O biraz da keyfilikten kaynaklanmıyor mu?
Soru: Olabilir, o ayrı bir şey de... Ama sizin elinizde
de, bu adamlar burada kesin ekip biçme yaptılar diye
delil yok.
[...]
Orada insanların yaşadığına dair karine var. Biz oraya
gittiğimizde, gördüğümüzde bizim edinmiş
olduğumuz kanaat oydu. Jandarmanın verileri bizim
için bağlayıcı değil.
[...]
Soru: Ama şimdi şöyle düşünün. Gerçekten insanlar
gitmişler. Orada zaten konuştuğumuz korucu aileleri,
zaten çatışmalı bir bölge. Üç ayrı jandarma tutanağı
diyor ki, sadece birkaç tane korucu kalmış. Bir de
başvuru sahiplerinin kendileri de bunu söylüyorlar.
[...] dolayısıyla şöyle bakmak gerekmez miydi bu
olaya? Evet, orada kalan korucular sadece güvenliği
sağlamak için ya da karakola destek olmak için
kalmışlardır. Bu insanların ekip biçtiklerini niye
varsaydığınızı ben anlamıyorum.
[...]
Komisyon üyesi 2: Bahçe tarımı ya da modern
anlamda yapılan bir şey yok. Burada insanların
yapabileceği tek şey hayvanlarını beslemek için ot
üretmek ve insanlar orada onu üretiyorlar zaten. [...]
yani siz düşünebiliyor musunuz oradaki insanların
hepsi gitti, sadece korucular kaldı, onlar yemeden
içmeden durdular? Mümkün mü?
E.2.b. Arazilerin Mülkiyetine İlişkin
Anlaşmazlıklar
Tazminat miktarlarının başvurucuların beklentilerinin
çok altında olmasının bir diğer başlıca sebebi,
kadastronun yakın zamana kadar girmemiş olduğu bir
bölgede, göç mağdurlarının kullandıkları arazilerin
mülkiyetini veya zilyetliğini ispat etmekte yaşadıkları
zorluklardır:
Bu bölgenin kadastrosu yok; gayrimenkuller
zilliyetliğe dayalıdır. Köylerde bu alt çalışma
komisyonlarının ya da çalışma komisyonlarının
keşifleri oluyor. Bu keşiflerde o köyün ileri gelenleri,
ihtiyar heyeti, muhtar, bilirkişiler vesaireler
dinleniyor. Mesela falan şahsın malvarlığı ne var, o ne
söylerse odur. [...] Bir insan bir yerde yaşıyorsa, hele
hele bu yer kırsal bir yerse, köy ise yani, o insanın bir
kere malvarlığının bulunmaması, yaşamın akışına
ters düşüyor. Köylerde kira olayı yoktur. [...]
Düşünebiliyor musunuz? İşte bunu bile kabul
etmediler. Biz duruşmalarda söylüyoruz bunu,
gerçekten bunu hâkimler de çok ilginç görüyor. Ya
olmaz mı bir insanın bir köyde evi?278
Bununla ilintili olarak, avukatlar, komisyonların
yaptıkları ölçümlerin vatandaşların sahip olduğu
gerçek arazi miktarlarını yansıtmamasının da
tazminatların düşük olmasına yol açtığını
belirtmektedirler. Bunun temel nedeni, yine, göçün
gerçekleştiği yıllarda bölgenin pek çok yerinde
kadastro çalışmalarının yapılmamış olması ve
kadastronun birçok köye yasanın uygulanmaya
başlanmasından sonra girmesidir. Bu durum,
vatandaşların maliki olduklarını iddia ettikleri arazi
miktarı ile komisyonların teknik ölçümler ve bilirkişiler
kullanarak tespit ettikleri arazi miktarları arasında
önemli farklılıklar ortaya çıkarmaktadır. Komisyonlar
kendi ölçümlerine itibar ettiklerinden, mağdurlar
arazilerinin bütünü için tazminat alamadıklarını iddia
etmektedirler.
CHP milletvekili Mesut Değer, devletin, bölgede ancak
son birkaç yılda yapmaya başladığı kadastro
çalışmaları sırasında 1930’larda hazırlanan ve o
yıllardaki orman arazilerini gösteren haritayı esas
almasını vatandaşlar aleyhine büyük bir haksızlık
olarak değerlendirmektedir:
123
Komisyon üyesi 1: Şimdi köy halkından kalanlar da
var. Biz Yalınca köyüne gittiğimiz için bu kadar açık
söyleyebiliyorum.
278 Cemal Demir’le görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
CHP milletvekili Mesut Değer, devletin, bölgede ancak son
birkaç yılda yapmaya başladığı kadastro çalışmaları
sırasında 1930’larda hazırlanan ve o yıllardaki orman
arazilerini gösteren haritayı esas almasını vatandaşlar
aleyhine büyük bir haksızlık olarak değerlendirmektedir.
Kadastro diyor ki, 1920’lerde, 1930’larda burası
ormandır. Bizim elimizdeki verilere göre.. Onun için
sen burayı ekemezsin, biçemezsin. Sen mağdur
değilsin. Para ödeyemem sana. Ya, 1930’larda orman
olabilir. Ama ormanlık vasfını yitirmiş. Tek bir ağaç
yok. Orman değil. [...] 70 sene geçmiş. İnsanlar orda
kış şartlarında ağaç kesmiş, orman yangınları çıkmış
vs. Orman vasfını yitirmiş, adam orayı ekmiş, biçmiş.
O zaman sen biliyorsun zilliyeti. Şimdi gelmiş
diyorsun, kusura bakma kadastro yeni girdi.
Kadastroda ormandır. Ben sana para vermem.279
Avukatlar, devletin, kadastro yapmadığı bir bölgede,
köyleri boşaltılan vatandaşların gerçek zararlarını,
arazilerinin büyüklüğünü ispat edemedikleri
gerekçesiyle bütünüyle karşılamayı reddetmesini
eleştiriyorlar. Abdülbasit Bildirici, bir müvekkilinin
dosyası üzerinden örnekle aktardığı bu tutumu,
devletin kendi görevini yapmamış olmasının bedelini
vatandaşına ödetmesi olarak yorumluyor:
124
Gürpınar ilçesi, Cepkenli köyü. Bu köyün 7 tane
mezrası var. Bu köyün kullandığı arazinin toplamı –
rakamlar kesin olmamakla birlikte– 97.000 dönüm.
Bunu kullanılabilir arazi olarak [devlet] 7.000 dönüm
göstermiş. Peki diğeri nedir? Diğeri tamamen
hazinedir, meradır, dağdır, tepedir, yani bu devletin
arazisidir. Biz bunu tutup köylü arasında
paylaştırdığımız zaman adam başı iki dönüm
düşüyor. [...] Bu niye böyle oluyor? Devlet görevini
yapmadığı için. Sosyal devletin görevi bir kere
vatandaşının kadastrosunu yapmaktır. [...] Yani,
Van’ın, Gürpınar’ın falan köylerine daha kadastro hiç
girmemiş. Hem kadastro sokmuyorsun, tapu
vermiyorsun, hem de vatandaşın 300 yıldır kullandığı
araziye hayır bu meradır diyorsun... 280
279 Mesut Değer’le görüşme, Ankara, 25 Mart 2010.
280 Abdülbasit Bildirici’yle görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
Komisyon Başkanı ve Vali Yardımcısı Ömer Özcan ise,
devletin bölgede bugüne dek kadastro yapmamış
olmasının “bir eksiklik” olduğunu kabul etmekle
birlikte, kadastrosu bulunmayan köylerdeki arazilerin
gerek teknik çalışmalar yapılarak, gerekse mahalli
tanıkların beyanları esas alınarak dikkatlice
ölçüldüğünü belirtmektedir:
Eğer kadastrosu yoksa o köyün, mala ulaşamama ile
ilgili bir zarar varsa ve kadastrosu, tapu sistemi yoksa
biz evvela teknik cihazlarımızla köyün toplam tarım
arazisini ölçüyoruz. Köydeki tüm evlerin, yakılan
yıkılan ne varsa, evlerin krokilerini çiziyoruz,
resimlemelerini yapıyoruz. Önce ortadaki mevcut
malvarlıklarının tespitini yapıyoruz. Daha sonra
mahalli bilirkişiye gidiyoruz. Mahalli bilirkişi, orada
yaşayan insanlar, o yaşayan insanların aile
temsilcilerinden, yaşlılarından oluşuyor. […] Orada
bu zilyetlikler ortaya çıkınca dosyalarımıza biz
bunları teker teker koyuyoruz.
Gerçekten de, kadastro girmemiş bir bölgede
gerçekleşen köy boşaltmalarından doğan maddi
zararları tespit ve tazmin etmek, meselenin siyasi
hassasiyeti bir yana, komisyonlar açısından son
derece güçtür. Komisyon üyelerinin, hele ki verdikleri
kararlardan dolayı devletin uğrayabileceği zararların
kendilerinden rücu edilmesi tehlikesiyle karşı karşıya
oldukları göz önünde bulundurulduğunda, arazilerin
mülkiyetini saptarken salt mağdurların beyanlarını
esas almaktan kaçınmaları anlaşılabilir bir tutum
olarak görülebilir. Burada temel mesele, böylesi hayati
bir meseleye ilişkin uygulaması son derece zor olan bir
yasanın, gerekli ön hazırlıklar yapılmaksızın ve
devletin farklı birimleri arasında koordinasyon
sağlanmaksızın çıkartılmış olmasıdır. Sahada edinilen
izlenim, yasanın uygulamasından sorumlu olan İçişleri
Bakanlığı ile bölgede kadastro çalışmalarını yürüten
Bayındırlık Bakanlığı’nın birbirleriyle eşgüdüm ve
işbirliği içerisinde olmadıkları yönündeydi. Devletin
vatandaşının topraklarına gelen zararları tazmin
etmeye ilişkin bir yasayı kadastro yapılmaksızın
çıkartmış olması, veya tersinden okumayla, bölgedeki
kadastro çalışmalarını yasa yürürlüğe girdikten sonra
başlatmış olması, en iyi ihtimalle öngörüsüzlükle
açıklanabilir bir durum olarak görünüyor.
Kadastro çalışmalarının Tazminat Yasası’nın kabul
edilmesinden sonra başlatılması pratikte bazı
sorunlara yol açmaktadır. Avukatlar, bazı durumlarda
Tazminat Yasası’na konu olmuş arazilerin kadastro
sonucunda tespit edilen ölçümlerinin zarar tespit
komisyonlarınca daha önceden belirlenmiş
ölçümlerden fazla olabildiğini, bu nedenle bu
arazilerin sahiplerinin hak ettiklerinden az tazminat
aldıklarını belirtiyorlar:
Şimdi devletin çok hesaplı iş yaptığı düşünülür. Ama
demek ki bizim devletimiz çok da hesaplı iş
yapmıyormuş. Yapmış olsaydı bugün böyle sorunlar
olmazdı. Başka ülkeler 100-200 senelik program
yaparlar, demek ki devlet burada üç senelik program
yapamadı. Sen vatandaşın arazisini ölçüyorsun ve 10
dönüm diye çıkarıyorsun. Ve vatandaş başka şansı
olmadığı için bunu imzalıyor. Ondan sonra
gidiyorsun, bir kadastro ölçümü yapıyorsun ve
diyorsun ki senin arazin 30 dönüm. Bu tamamen
devletin öngörüsüzlüğünden, hesapsızlığından.281
Komisyon yetkilileri ise, kadastro sonucunda
belirlenen arazilerin ölçümlerinin komisyonların
ölçümlerinden daha fazla olduğu iddialarını
reddediyor:
281 Abdülbasit Bildirici’yle görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
Meralar işgal edildiği için tarım arazileri genişlemiş.
Onun çok çıkma sebebi meraya tecavüz, biz bunların
tespitini yapamıyoruz elimizdeki veri ışığında. Bu
anlamda ciddi bir hakkaniyete aykırı karar verildiği
kanaatinde değilim. Artışlar olduğu gibi eksilmeler
de var. Artışlar da o kadar yüzde 100’lük, yüzde
200’lük artışlar değil; en fazla yüzde 10’luk, yüzde
20’lik artışlar.
Öte yandan, avukatların uygulamadan verdikleri
örnekler, komisyonların kimi durumlarda kararlarına
esas aldıkları ölçümlerin mağdurların gerçek
arazilerinin çok altında kalabildiğini gösteriyor. Van’ın
Gürpınar ilçesindeki köylere dair başvurularda
komisyonun devletin 1950 senesinde yaptığı ve o
tarihten bu yana güncellemediği haritalama
çalışmasını esas alması, köylülerin zilyetlik yoluyla
sahip oldukları arazilerin çok altında miktarlarda
arazilere sahip olduğuna karar vermesine yol açmıştır:
1950’li yıllarda falan bir tapu tespit çalışması yapılmış
Gürpınar bölgesinde. Onların tarım arazisi olarak
belirledikleri miktar üzerinden tazminat hesabının
yapılacağını ve bu şekilde ödeneceğini öğrendik ama
baktık ki gerçekten, yani köyün tarım arazisiyle, arazi
miktarı ile bu bahsettikleri miktar arasında çok derin
çelişkiler var. Bu arada vatandaşların bir kısmı tabii
bir an önce zararlarının tazminini istedikleri için kabul
ettiler. Çok cüzi, çok komik rakamlar çıktı. Bunun
üzerine biz birçok avukat birlikte hareket ederek
itirazlarda bulunduk. Yeniden ölçme kararı alındı,
arazinin tespiti kararı alındı komisyonlarda. Özellikle
Gürpınar bölgesinde köy bazında yeniden ölçümler
yapıldı ve bu ölçümler sonrasında onların daha önce
belirledikleri ve ödemeyi öngördükleri miktarın aşağı
yukarı iki katı, üç katı miktarında bir yükselme oldu.282
Anlaşılan o ki, mağdurların komisyonların yaptığı
arazi ölçümlerine itiraz etmesi üzerine keşif yapıldığı
durumlarda elde edilen sonuç ilk yapılan ölçümün
oldukça üzerinde çıkmıştır. Burada ilginç olan,
komisyonun ilk yaptığı değerlendirmenin köy veya
mezrada yapılan keşfe değil, komisyonların danıştığı
282 Van Baro Başkanı Ayhan Çabuk’la görüşme, 30 Haziran
2009.
125
Komisyon üyelerinin, hele ki verdikleri
kararlardan dolayı devletin uğrayabileceği
zararların kendilerinden rücu edilmesi
tehlikesiyle karşı karşıya oldukları göz önünde
bulundurulduğunda, arazilerin mülkiyetini
saptarken salt mağdurların beyanlarını esas
almaktan kaçınmaları anlaşılabilir bir tutum
olarak görülebilir. Burada temel mesele,
böylesi hayati bir meseleye ilişkin uygulaması
son derece zor olan bir yasanın, gerekli ön
hazırlıklar yapılmaksızın ve devletin farklı
birimleri arasında koordinasyon
sağlanmaksızın çıkartılmış olmasıdır.
Anlaşılan o ki, mağdurların komisyonların yaptığı arazi
ölçümlerine itiraz etmesi üzerine keşif yapıldığı
durumlarda elde edilen sonuç ilk yapılan ölçümün
oldukça üzerinde çıkmıştır. Burada ilginç olan,
komisyonun ilk yaptığı değerlendirmenin köy veya
mezrada yapılan keşfe değil, komisyonların danıştığı
ziraat mühendislerinin o köy veya mezrada kaç dönüm
arazinin ekilebilir olduğuna dair yaptığı tahminlere
dayanmış olmasıdır.
ziraat mühendislerinin o köy veya mezrada kaç dönüm
arazinin ekilebilir olduğuna dair yaptığı tahminlere
dayanmış olmasıdır. Bazı köylerin ölçümlere itiraz
etmesi üzerine, keşif yapılmış ve “itiraz eden köylerin
neredeyse tamamına yakınında” yapılan yeni ölçümler
kâğıt üzerinde yapılan ölçümlerin üzerinde çıkmıştır.283
Örneğin Gürpınar ilçesinin Akdoğu köyünün Atabinen
(Uleman) mezrasından yapılan başvurularda,
komisyon, devlet kayıtlarına dayanarak yaptığı
ölçümde mezradaki toplam araziyi 2.750 dönüm
olarak belirlemiştir. Ancak, köylülerin bu ölçüme itiraz
etmesi üzerine yapılan keşif sonucunda belirlenen yeni
rakam 7.000 dönümün üzerinde olmuştur.284
Öte yandan, komisyonların statik verilere dayanarak
yaptığı ölçümlere itiraz etmeyen köyler de olmuştur.
Bu durum, uygulamada bir grup vatandaşa karşı
büyük bir haksızlık yapılmış olunabileceğini gösteriyor.
Nitekim avukatlar, arazi ölçümlerine itiraz etmeyen
vatandaşların hak ettiklerinden çok düşük tazminatlar
aldıklarını belirtiyorlar.
E.2.c. Zararların Belirlenmesinde Kullanılan Birim
Fiyatların Düşüklüğü
126
Tazminatları vatandaşlar nazarında düşük kılan bir
başka sebep ise, mağdurların evleri, arazileri ve
ağaçları için belirlenen birim fiyatların düşüklüğüdür.
Yerinden edilmiş vatandaşların neredeyse tamamı bu
süreç zarfında bütün taşınır ve taşınmaz mallarını
283 Avukat Ertuğrul Çabuker’le görüşme, Van, 19 Ekim 2009.
284 A.g.k.
kaybetmişlerdir. Ancak, komisyonlarca ödenmesine
hükmedilen tazminat bedelleri vatandaşların
beklentilerinin çok altındadır. Bunun önemli bir sebebi,
zararların tespiti için yapılan keşifler sırasında
vatandaşların sahip olduğu evlerin, arazilerin ve
ağaçların komisyonlarca eksik tespit edilmesi iken, bir
diğeri tespit edilerek tazmin edilmesine karar verilen
taşınır ve taşınmazlar için belirlenen birim fiyatların
düşüklüğüdür. Örneğin, evler için ödenen tazminatlar,
mağdurların yıkılan evlerini yeniden yapabilmeleri için
gerekli olduğuna hükmedilen miktardan %40
yıpranma payı düşülerek hesaplanmaktadır.
Avukatlar, birim fiyatlarının süreç içerisinde giderek
düştüğünü de dile getirmektedirler. Özellikle, AİHM’in
Türkiye lehine verdiği Ocak 2006 tarihli İçyer kararının
ardından, komisyonların yüksek tazminat vermek ve
başvuruları hızla sonuçlandırmak doğrultusunda
karardan önce var olan şevklerini kaybettiklerini
belirten avukatlara göre, özellikle ağaçlar için ödenen
birim fiyatlarında ani ve hızlı bir düşüş yaşanmıştır.285
Göç mağdurlarının maddi zararlarının
hesaplanmasında kullanılan birim fiyatlarında büyük
bir düşüş olduğu, o dönemde, muhalefet
milletvekillerince Meclis’te de dile getirilmiştir.
Dönemin CHP milletvekili Yılmaz Ateş, 2006 yılında
artırılmış olan değerlerin, bir sene sonra, İçişleri
Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından
yeniden belirlenerek 5 Mart 2007 tarihli bir yazıyla
komisyonlara tebliğ edildiğini belirtmiştir. Ateş, tarım
ve hayvancılık zararlarının belirlenmesinde kullanılan
değerlerin yüzde 90, taşınmazlara gelen zararların
285 Bu bağlamda en sık verilen örneklerden birisi, ceviz
ağaçlarının birim fiyatlarındaki düşüştür. Özellikle
Hakkari bölgesindeki köylerde yaygın üretimi yapılan
ceviz için belirlenen bedellerin yüzde 200 oranlarında
düştüğü belirtiliyor. Hakkarili mağdurları temsil eden bir
avukat, cevize uygulanan birim fiyatının 2006’dan
itibaren giderek düştüğünü, 180 TL’den 49 TL’ye kadar
indiğini belirtmiştir. Cemal Demir’le görüşme, Van, 29
Haziran 2009. Nitekim, İçişleri Bakanlığı İller İdaresi
Genel Müdürlüğü tarafından tazminatlarda
standardizasyonun sağlanması amacıyla hazırlanarak
komisyonlara gönderilen birim fiyat listelerinde, ceviz
ağacı için ödenecek değer aralığı 48-57 TL olarak
belirtilmektedir. İçişleri Bakanlığı yazısı 2007.
belirlenmesinde kullanılan yapı değerlerinin ise yüzde
50 oranında düşürüldüğünü ifade etmiştir.286
Ateş’in sözünü ettiği yazıda, tarım, hayvancılık ve
taşınmazlarla ilgili zararların tespitinde farklı iller
arasında ve hatta aynı il içerisinde farklı birim fiyatları
uygulandığına dikkat çekilerek, ülke genelinde
komisyonların kararları arasında bir standartın
oluşturulabilmesi amacıyla yapılan çalışmalar
sonucunda kararlaştırılan değer aralıkları,
komisyonların bilgisine sunulmuştur. Buna göre,
örneğin, “tapu veya benzeri hiçbir ölçülebilir delil”in
bulunmadığı hallerde, taşınmazlara gelen zararlar için
ödenecek tazminatlar evler için 80-120 metrekare,
ahırlar içinse 40-60 metrekare aralığında
hesaplanacaktır.287
E.3. Geciken Ödemeler
Van Valiliği’nce oluşturulan komisyonun diğer illere
nazaran daha hızlı ve verimli çalıştığı şeklinde genel
bir izlenim olmakla beraber, saha çalışmasının
yapıldığı tarihte vatandaşların başvurularının tamamı
henüz karara bağlanmamıştı. Temmuz 2010 itibariyle,
komisyonlara yapılan toplam 33.795 başvurunun
30.090’ı sonuçlandırılmıştı.288 Van’daki komisyonların
çalışma hızından ziyade, hem başvuru sayısının
çokluğu, hem de ihtilaflı dosyaların mevcudiyetinden
kaynaklanan bu gecikme, vatandaşların çokça şikâyet
ettiği konulardan biridir. Bazı örneklerde bütün bir köy
komisyonun kendilerine önerdiği tazminatı kabul
etmişken, bir ya da birkaç mağdurun itirazı bütün bir
köyün işlemlerini geciktirebilmektedir. Bu sonucun
ortaya çıkmasının en önemli sebebi, komisyonların
çalışma şeklidir. Tazminat komisyonları, araziye
ulaşamamaktan kaynaklanan zararların miktarına
hükmederken, ilgili köyde kadastro yapılmamışsa
genel olarak köyün toplam arazisini tespit etmekte ve
başvuran vatandaşların bu toplam miktarı kendi
aralarında pay etmelerini istemektedir. Bütün
286 CHP Ankara milletvekili Yılmaz Ateş’in İçişleri Bakanı
Beşir Atalay’ın yanıtlaması istemiyle verdiği 7/2608 sayılı
soru önergesi. 19 Mart 2008.
başvurucular arasında bir ittifak olmazsa, ihtilaf
giderilinceye kadar söz konusu köyde hiçbir
vatandaşın başvurusu tamamlanamamaktadır.
Bölgede kadastronun zamanında yapılmamış olması
ve buna bağlı olarak komisyonların arazi
mülkiyetlerini köylerdeki reel durumu –yani arazilerin
zilyetliğini– yansıtmayan bir biçimde yapmaları,
tazminatların bölüştürülmesinde husumet
yaşanmasına yol açabilmektedir:
Cepkenli örneğinde 97.000 dönüm arazi var, 7.000
dönüm kullanılan arazi var, atıyorum 100 tane de
başvurucu var. Devlet vatandaşa diyor ki, 7.000
dönüm araziniz var, bunu kendi aranızda paylaştırın.
Vatandaşın elinde tapusu yok, kendisi de çözmüyor,
vatandaşa diyor ki bu araziyi sen kendi aranda
bölüştür. Sıcaksu’da biz ne yaptık? Herkese eşit
bölüştürdük. Köyün ağası olan aldı 20 dönüm, köyün
çobanı, hiçbir arazisi olmayan, aldı 17 dönüm. Böyle
bir adaletsizlik oldu. Çünkü başka türlü işin içinden
çıkamıyorduk. Daha önce böyle bir durum olmuş.
Bunlar kendileri arasında bölüşememişler, kavga
etmişler ve en sonunda o tazminatı almamışlar. Bir
daha aynı durum yaşanmasın diye benim iknalarım
sonucunda böyle bir yönteme gittik. En azından
paralarını aldılar ama adaletsiz bir şekilde aldılar.289
Mağdurların tazminat paralarına erişimle ilgili esas
sıkıntısı, başvuruların tamamlanamamış olmasından
kaynaklanan gecikmeden ziyade, komisyonlarca karara
bağlanmış ve mağdurlarca da itiraz edilmemiş dosyaların
ödemelerinin geciktirilmesidir.
Ancak, mağdurların tazminat paralarına erişimle ilgili
esas sıkıntısı, başvuruların tamamlanamamış
olmasından kaynaklanan gecikmeden ziyade,
komisyonlarca karara bağlanmış ve mağdurlarca da
itiraz edilmemiş dosyaların ödemelerinin
geciktirilmesidir. Bu konuda geçerli yasal hükümler
gereği, komisyonlarca kararlaştırılan tazminatlar vali
tarafından onaylandıktan sonra üç ay içerisinde
288 Van Valiliği 2010.
127
287 İçişleri Bakanlığı 2007, EK 2.
289 Abdülbasit Bildirici’yle görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
ödenmek zorundayken,290 pek çok vatandaş aylardır
tazminatlarını alamamaktan şikâyetçi olmuştur:
YM-ND: Başvurumuz sonuçlandı, para yok.
MC: Vali Bey 4 yıl önce bize 8. ayda paranızı
alacaksınız dediler. 4 yıl bitti, 5. yıla girdik, gene 8. ay
geliyor.
Avukatların aktardıkları, bu anlatımları doğruluyor.
Abdurrahman Bayar’ın, 29 Haziran 2009 tarihli
görüşmemizde, 9 Nisan 2008’de sonuçlanmış olan
dosyaların tazminatlarının hâlâ ödenmediğini
belirtmesi, gecikmelerin boyutu hakkında fikir
vermektedir.
Van Valiliği tarafından 20 Ekim 2009 tarihinde verilen
bilgiye göre, komisyonlarca başvuru sahiplerine
ödenmesine karar verilen toplam tazminat miktarı
yaklaşık 197 milyon TL iken, bunun 124 milyon TL’si,
yani yaklaşık %60’ı ödenmiştir. Bazı vatandaşlar,
mağdurların çokça şikâyet ettiği bu meselede, Mart
2009 tarihinde yapılan yerel seçimlerinde AK Parti’nin
Van belediye başkanlığını DTP’ye kaptırmasının etkili
olduğunu düşünmektedirler. Tazminat ödemelerinin
seçimlerin ardından kesildiği iddiası, görüştüğümüz
bazı avukatlarca da dile getirilmiştir.
Valilik, tazminatların ödenmesindeki gecikmeyi,
İçişleri Bakanlığı’nın komisyonlara para
aktarmamasına bağlarken, Bakanlık gecikmenin “esas
olarak parasızlıktan” ve ödenecek tazminatların ne
kadar tutacağının öngörülmemesinden ve bu yönde bir
planlama yapılmamış olmasından kaynaklandığını
belirtmektedir.291 Öte yandan, Bakanlık yetkilileri,
Ekim 2010 itibariyle “gecikme meselesinin
halledildiğini”, olumlu sonuçlandırılan dosyaların
ödemelerinin üç ay içinde yapıldığını ifade etmekle
birlikte, “gecikmeden doğan zararlar için vatandaş
isterse mahkemelere başvurabilir”292 demektedirler.
128
Ancak, hak kazandıkları tazminatların geç ödenmesi
nedeniyle zarara uğrayan mağdurların faiz talepleri
mahkemelerce reddedilmektedir. Avukatlar, idari
mahkemelerin bu kararlarını temyiz ettilerse de, sonuç
alamamışlardır.293
Başvuru sahiplerinin valiliğin yasal olarak zamanında
yapmakla yükümlü olduğu ödemeleri geciktirmesine
ilişkin başvurabilecekleri bir diğer yol olan icra
konusunda, avukatların farklı tutumlar alabildiği
anlaşılıyor. Bazı avukatlar valiliği icraya vermeye
çalışmış, ancak bu çabaları sonuç vermediği gibi,
müvekillerinin ödeme listesindeki sıralarını
kaybetmelerine yol açmıştır.294 Diğerleri ise, çeşitli
nedenlerle, icra seçeneğini değerlendirmeye
almamışlardır. Kimisi, hem devletin tepkisinden hem
müvekkilinden çekinmiştir:
Biz bunu icraya koymayı düşündük ama cesaret
edemedik. Başlatsaydık hem devlet faiz ödeyecekti
hem de artı avukatlara icra ödeyecekti. Bizim kârımız
olmasına rağmen bunu göze alamadık. Devletin taş
koyacağını düşündük. Şimdi kalkıp icraya koysan
ömrü billâh ödemez. Vatandaşa ne diyeceğiz biz?
Göze alamadık.295
Kimisi ise, yasa yerinden edilmiş kişilerin mahkeme
harçlarından muaf tutmadığı için, icra talebiyle
yargıya gitmek müvekkilinin altından kalkamayacağı
bir ekonomik yük olacağı için bu seçeneği
değerlendirmesinin dahi mümkün olmadığını
düşünmüştür.296
E.4. Ödenmeyen Zarar Kalemleri
Görüşmecilerce dile getirilen diğer bir şikâyet konusu,
ödeme yapılmayan kalemlerle ilgilidir. Mağdurlar (ve
avukatları), göçe zorlandıklarında hayvanlarını düşük
fiyattan satmaya mecbur kaldıklarını belirterek,
hayvanlarının gerçek değeri ile satışlarından elde
ettikleri gelir arasındaki farkın kendilerine ödenmesini
293 Avukat Abdurrahman Bayar’la görüşme, Van, 29 Haziran
2009.
290 5442 Sayılı Kanun, madde 13.
294 A.g.k.
291 İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nden bir
yetkiliyle görüşme, Ankara, 5 Aralık 2010.
295 Avukat Abdülbasit Bildirici’yle görüşme, Van, 29 Haziran
2009.
292 A.g.k.
296 Avukat Cemal Demir’le görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
Aslında, 5233 sayılı yasanın metni, vatandaşların ve
avukatların bu konudaki taleplerinin hiç de yersiz
olmadığını düşünmeye imkân vermektedir. Yasa, üç
kalem zararın karşılanmasını öngörmektedir: “a)
Hayvanlara, ağaçlara, ürünlere ve diğer taşınır ve
taşınmazlara verilen her türlü zararlar. b) Yaralanma,
sakatlanma ve ölüm hâllerinde uğranılan zararlar ile
tedavi ve cenaze giderleri. c) Terörle mücadele
kapsamında yürütülen faaliyetler nedeniyle kişilerin
mal varlıklarına ulaşamamalarından kaynaklanan
maddî zararlar.” (Madde 7)
Görüldüğü üzere, yasa metninin harfi bir okuması dahi
gerek hayvanların kaybından doğan maddi zararların,
gerek kira talebinin, gerekse hayvancılık
yapamamaktan doğan zararların karşılanabilir
olduğuna işaret etmektedir. Vatandaşlar evlerine
ulaşamadıkları için genellikle ya çadırda kalmak ya da
kira vermek zorunda kalmış olduklarından, bir zarara
uğramış oldukları açıktır. Ancak tazminat
komisyonları, ilgili bürokrasinin almış olduğu merkezi
bir karar icabı olsa gerek, kira giderini ve hayvanlara
gelen zararlar ile hayvancılık yapamamaktan doğan
zararları tazmin edilebilir talepler olarak görmemiştir.
Bu durum mağdurlarca çokça şikâyet edilen konular
arasındadır. Keza, göç öncesi bütünüyle tarım ve
hayvancılıkla geçinen vatandaşların topraklarıyla
bağlarının birden ve tamamen kopartılması, onları
temel geçim kaynaklarından mahrum bırakmış
olmasına rağmen komisyonlar bu zararların
karşılanmasına ilişkin talepleri ısrarla reddetmektedir.
Avukat Abdulbasit Bildirici, gerek mağdurların
hayvancılık yapamamaktan doğan zararlarına ilişkin
tazminat taleplerinin gerekçelerini, gerekse
komisyonların tavrını şu şekilde aktarmaktadır:
Görüldüğü üzere, yasa metninin harfi bir okuması dahi
gerek hayvanların kaybından doğan maddi zararların,
gerek kira talebinin, gerekse hayvancılık yapamamaktan
doğan zararların karşılanabilir olduğuna işaret
etmektedir.Ancak tazminat komisyonları, ilgili
bürokrasinin almış olduğu merkezi bir karar icabı olsa
gerek, kira giderini ve hayvanlara gelen zararlar ile
hayvancılık yapamamaktan doğan zararları tazmin
edilebilir talepler olarak görmemiştir.
Adamın işte koyunu var. Çıkıp şehre geldiği zaman,
bu koyunu şehirde besleme imkânı yok. Gelip burada
başını sokacak bir yeri yok, hayvanı besleyemiyorsun.
Besleyemeyince elden çıkarmak zorunda kalıyorsun;
tek geçim kaynağı. Başka yapacak bir şey yok. Yani
hayvancılıktan anlıyor, yedi babasından tarım
yapmış, hayvancılık yapmış. Siz bu insanları habire
köyden çıkartmaya başladığınız zaman, bu sefer bu
hayvanlar ucuz fiyatına gidiyor. Koyunun çifti 200 TL
ise, bu, çiftini 75 liradan 60 liradan satmak zorunda
kalıyor. Burada bir zarar var. Bunu söylediğimiz
zaman bizimle dalga geçti komisyon üyeleri, “adam
piyasa koşullarında satmış” dediler. Ama bu piyasa
koşullarını siz yarattınız! Yani adamın bir zoru yoktu
ki! Keyfiyle çıkmadı buradan. Eğer adam koyunlarını
satmamış olsaydı, köyde bunları besleyecekti. Her
sene doğuracaktı bu hayvanlar. Onun etinden
faydalanacaktı, sütünden faydalanacaktı. Bunların
da hepsi gitti. Bunların Türk tazminat hukukunda
karşılığı var. Tazminat bunları gerektirir. Ama 5233
sayılı yasanın mantığında bu olmadı. Uygulayıcılar
isteseler bunu kapsam dâhiline alabilirlerdi ama
almadılar.297
Nitekim, Bildirici, Van’ın Gürpınar ilçesindeki köyü
boşaltılarak göçe zorlanan ve 2002 yılında köyüne geri
dönen bir müvekkili adına hazırladığı başvuru
dilekçesinde, hayvancılık yapılamamasından doğan
gelir kaybını da içerecek şekilde, vatandaşın tüm
maddi zararları için 100.000 TL, manevi zararları için
de uygun görülecek bir bedelin ödenmesini talep
129
talep etmektedirler. Yine, köylerinden uzak kaldıkları
süre boyunca hayvancılık yapamamış olmalarından
kaynaklanan gelir kayıplarının da karşılanmasını
istemektedirler. Son olarak, kente göç etmek zorunda
kalmalarıyla hayatlarına giren yeni bir mefhum olan
‘ev kirası’nın da göçten kaynaklanan bir zarar kalemi
olarak ödenmesini savunmaktadırlar. Ancak
komisyonlar bu üç talebi de karşılamamaktadır.
297 Abdülbasit Bildirici’yle görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
etmiş. Ancak komisyon sadece maddi zararlar için
6.999 TL tazminat ödenmesine karar vermiş,
hayvancılık yapılamamasından doğan zararlara ilişkin
talebi reddetmiştir.
Bazı komisyon üyeleri, hayvancılığa ilişkin zararların
karşılanmıyor olmasının bir sorun teşkil ettiğini teslim
etmekle birlikte, göç öncesinde hayvanlarından
bazılarını satmış olan mağdurların ‘haksız
zenginleşmeleri’nden duydukları kaygı nedeniyle, yine
de bu kararı desteklemektedirler. Bir üyenin şu sözleri,
komisyon üyelerinin memur olmalarından doğan
devleti kollama reflekslerinin hak dağıtıcı işlevlerinin
önüne geçebildiğini göstermektedir:
Komisyon üyesi 1: Buna ilişkin toplantılarda çok
konuştuk. Hem burada hak sahipleriyle konuştuk,
hem de Ankara’da komisyonlarla bu konuda toplantı
yaptık. Bu insanlar ayrıldıkları esnada bir şekilde
hayvanlarını satmışlar. Belki daha aza gitti ama bir
şekilde karşılığını almışlar. Gerçekten insanlar
evlerinde kalmış olsalardı; yoğurda, süte para
vermiyor, temel ihtiyaçlarını karşılayabilme şeyine
sahipti. Bunları çok konuştuk ama bir çözümünü
bulamadık. […] Yasada bununla ilgili net bir şey
olmadığı için biz de çok fazla bir şey diyemiyoruz.
Ama insanların o dönemde hayvan zararına ilişkin
baskın sırasında onlara ilişkin zararlarını bire bir
ödüyoruz, bugünkü reel fiyatlar üzerinden. Hatta
zaman zaman bizim fiyatların yukarıda kaldığı
söylenebilir.
130
Avukatlara göre, mağdurların ev kirası masrafları da,
hayvancılık yapamamalarından doğan zararlar gibi,
köylerinden kendi rızaları dışında ayrılmış
olmalarından doğan ve bu nedenle de devletin yol
açtığı bir zarar kalemidir. Ancak, yine hayvancılığa
ilişkin zararlarda olduğu gibi, avukatların kira ve
benzeri masraflara ilişkin talepleri de komisyonlarca
reddedilmektedir:
Vatandaş 1994’te, 1995’te ve 1996’da boşalttı. Geldi
şehre, kira ödedi. Hem kazancı gitti, hem de artık kira
ödemeye başladı. Herkese bu kira bedelinin
ödenmesi gerekiyordu. Bunu söylediğimizde yine
bizimle dalga geçtiler. Biz vatandaşın kirasını mı
karşılayacağız, dediler. Hukukçular olsaydı, mahkeme
olsaydı, bunu algılardı. Ama komisyon bunu anlamadı
ya da anlamak istemedi.298
Van 1 no.’lu zarar tespit komisyonunun avukat üyesi
de, mağdurların kira giderlerinin karşılanması
konusunda meslektaşları gibi düşünüyor:
Komisyon üyesi 3: Biz birçok konuda çok ciddi
ısrarlarda bulunduk, çok ciddi çaba gösterdik. Bir
kısmını yaptık, bir kısmını yapamadık, başaramadık.
Mesela kira konusunda çok ciddi uğraş gösterdik,
kabul etmediler.
E.5. Manevi Tazminat
Mağdurlar ve avukatları tarafından dile getirilen bir
diğer şikâyet konusu da, yasanın manevi tazminat
öngörmemesiyle ilgilidir:
MC: Değil yani 50 milyar, 60 milyar, 100 milyar
verseler, trilyon da verseler bizim zararımızı kesinlikle
telafi edemez. Çünkü zarar illa ki maddi bir zarar
değil ki. Çünkü biz yerimizden olduk, yurdumuzdan
olduk, örfümüzden olduk, âdetimizden olduk. Bizim
çok gencimiz geldi, burada batağa girdi. Çok gencimiz
perişan oldu. Yani insan faktörü çok önemlidir, hadi
maddi gene neyse. Biz maddiyatın dışında manevi
olarak da çok zarar gördük.
ME: Ne kadar bu tazminatları maddi olarak verseler
de gene bizim manevi mağduriyetimiz hiçbir zaman
karşılanmayacak. Bu çektiğimiz manevi mağduriyetin
karşılığı bana göre yoktur. O kadar ezildik, o kadar
süründük, o kadar azarlandık; o kadar kendi işimizin
yöneticisiyken, kendi köyümüzün çiftçisiyken, kendi
köyümüzün üreticisiyken biz gelip şehirde o kadar
azarlandık, o kadar horlandık, o kadar eziklik
hissettik, değişik işlerde çalıştık, mağdur olduk. O
mağduriyetimizin, o manevi mağduriyetimizin hiçbir
zaman karşılanmayacağı inancındayım.
Yasada manevi tazminatın öngörülmemiş olması,
avukatlara göre de büyük bir eksikliktir. Kimi
avukatlar, köylerinden ayrılmaya zorlanan insanların
geçmişleri, tarihleri ve topraklarıyla bağlarının
kopartılmış olmaları nedeniyle manevi zarara
uğradıklarını vurgulamaktadır:
298 A.g.k.
[Yasaya manevi tazminat] koymaları gerekirdi. Niye
koymaları gerekirdi? Çünkü adam orada yaşamış,
babası orada yaşamış, dedesi orada yaşamış,
dedesinin dedesinin dedesi hep orada yaşamış. Ve bir
gün geliyorsunuz, diyorsunuz ki biz artık sizi
koruyamıyoruz. Ya da siz niye korucu olmuyorsunuz,
elinize silah almıyorsunuz gibi gerekçelerle [...]
çıkartırıyorsun sen buradan. Yani insan burada
manevi bir ızdırap duymaz mı ki? Mutlaka duyar.299
Burada ilginç olan husus, sadece avukatların ve
mağdurların değil, komisyon yetkilileri ile
bakanlıkların da yasanın manevi tazminat
öngörmemesini sorun olarak görmeleridir. Özellikle
hukuk eğitimi almış olan zarar tespit komisyonu
üyeleri, bu durumun tazminat hukukunun genel
ilkeleriyle bağdaşmadığını teslim etmekle birlikte,
yetkilerinin sınırlı olduğunun altını çiziyorlar. Hukuk
fakültesi mezunu olan vali yardımcısına göre:
Hukuk ve hukuk sosyolojisi bu tazminat olayına,
aldığım eğitimden bildiğim kadarıyla, özellikle bu
gözle bakmış ve gerçek zararı hesaplamış. Gerçek
zararın dışında kalan kısmı da manevi zararla
hesaplamış. Bunu takdir edecek kurum biz değiliz […]
Bu, mahkemelerin görevi.
Keza, zarar tespit komisyonunun baro tarafından
görevlendirilen üyesi, AİHM kararlarına dikkat çekerek
manevi zararların tazmin edilmemesini eleştiriyor:
Komisyon üyesi 3: Manevi tazminat bir eksiklikti
çünkü AİHM’in kararında bu vardı. Mesela ben kendi
başvurduğum köy için söyleyeyim, sonuçta kim
yaparsa yapsın o köyde 11 insan hayatını kaybetmiş,
bir o kadar insan yaralanmış. Ölülerinizi toprağa
veriyorsunuz, birkaç gün taziye yapıp sonra
birdenbire köyü boşaltıyorsunuz. Bunun getirdiği
elem, üzüntü, keder var. Manevi tazminat bu.
Bu hazineye yüklenen bir külfet, bir kamu harcamasıdır
bu. Sadece Van’da bakıyorsunuz, bizim tahakkuk
ettirdiğimiz maddi tazminat yaklaşık 200 milyon lira.
200 milyon lira çok az bir rakam değil, bir de diğer illeri
hesaplarsanız bu belki milyar liralara ulaşacak. Bu
yasa çıkartılırken, böyle bir siyasi irade ortaya
konarken bunlar hesaplanmıştır eminim. Bizim bu
anlamda böyle bir hesaplama konumunda olmadığımız
için böyle bir hükümde bulunmamız, manevi
tazminatla ilgili “şu da yapılsaydı” dememiz eksik bir
hüküm olur, nakıs bir hüküm olur. 2004’ten önce de bu
maddi zarar vardı ama 2004’te bu yasa kabul oldu ve
ödenmeye başlandı. 2004’ten önce neden ödenmedi,
neden bu yasa çıkartılmadı? İşte bunlar hesaplanıyor,
bunlar planlanıyor ve bu yasalar çıkartılıyor.
Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor: Yasa görüşülürken,
hem ilgili komisyonlarda hem de Meclis genel kurulunda
yasanın manevi tazminatı da içermesi gerektiği dile
getirilmiş, ancak yasayı hazırlayan yürütme bu önerilere
kulak vermemiştir.
Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor: Yasa
görüşülürken, hem ilgili komisyonlarda hem de Meclis
genel kurulunda yasanın manevi tazminatı da içermesi
gerektiği dile getirilmiş, ancak yasayı hazırlayan
yürütme bu önerilere kulak vermemiştir. Adalet
Bakanlığı’nca hazırlanan kanun tasarısını inceleyen
İçişleri Komisyonu, manevi tazminat meselesinde şu
kanaate varmıştır: “Tasarıda sadece uğranılan maddi
zararların karşılanmasından söz edilmektedir. Oysa
kimi zaman kişilerin uğradığı manevi zararlar çok daha
büyüktür. Dolayısıyla sadece maddi zararların değil
manevi zararların da karşılanması gerekir.”300 Ancak,
131
Öte yandan, yerinden edilmenin yol açtığı
mağduriyetin afet niteliğindeki boyutları ile göçe
zorlanan insan kitlesinin büyüklüğü göz önüne
alındığında, yasa hazırlanırken hükümetin manevi
tazminatın ülke bütçesine getireceği ek yüke dair bir
hesap yapmış olması hayli muhtemeldir. Kamu
idarecisi kimliğiyle değil, bir “vatandaş ve hukukçu”
olarak yasada manevi tazminatın da
öngörülebileceğine inanan komisyon başkanı ve vali
yardımcısı, ülke genelinde yaklaşık 300 bin kişinin
başvurduğu bir yasanın hazırlanışında bu türden bir
hesabın yapılmış olma olasılığına dikkat çekiyor:
299 Abdülbasit Bildirici’yle görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
300 İçişleri Komisyonu raporu.
yasa Meclis genel kuruluna getirilirken İçişleri
Komisyonu’nun bu önerisi göz ardı edilmiştir. Keza,
genel kurul görüşmeleri esnasında dönemin CHP
milletvekili Mesut Değer manevi tazminatın da
yasanın kapsamına dâhil edilmesi için önerge vermiş,
ancak Meclis’i ikna edememiştir.
Öte yandan, yasa manevi tazminat öngörmemesine
rağmen, Dışişleri Bakanlığı, uygulamanın ilk yıllarında
zarar tespit komisyonlarına başvuru sahiplerine
manevi tazminat da vermelerini salık vermiştir.
Bakanlıkların yasa metninde yer almayan bir kalemin
tazmin edilmesi taleplerinin ardında yatan temel
neden, AİHM’in köy boşaltmalarına ilişkin kararlarının
tümünde mağdurların manevi zararlarının da
karşılanmasına hükmetmiş olmasıydı. Hatırlanacağı
üzere, hükümet, 2004-2005 döneminde Tazminat
Yasası’nın etkili iç hukuk yolu olup olmadığına ilişkin
AİHM tarafından verilecek kararı bekliyordu.
Uygulamada manevi zararların da tazmin edilmesi,
AİHM’in yasanın yeterli ve etkili bir mekanizma
olduğuna karar vermesini ve önünde beklemekte olan
1.500 dosyayı reddetmesini kolaylaştıracaktı:
Bu noktada, başvuranların, AİHM tarafından
sonuçlandırılması halinde başvuranlar lehinde manevi
tazminata da hükmedebileceği hatırda tutulmalı ve
sulhnamenin, manevi zarar unsurunu da kapsamasına
gayret edilmelidir. Bu bağlamda, AİHM’nin Güneydoğu
kararlarında hükmetmiş olduğu tazminatların önemli
kriterler oluşturduğu düşünülmektedir.301
Van’daki avukatlar benzer telkinlerin İçişleri
Bakanlığı’nca da yapıldığını belirtmişlerse de, Valilik
yetkilileri bu iddiaları kesin bir dille yalanlamışlardır.
F.Tazminat Yasası’nın
Görünmezleri: Kadınlar
Saha araştırması sırasında bakmaya çalıştığımız
meselelerden birisi, kadınların yasaya ve yasa
üzerinden adalete ne derece erişebildikleriydi.
132
Başvurucuların kadın olduğu ender durumlardan birisi,
aile içerisinde varılan anlaşma üzerine gerçekleşen
301 Dışişleri Bakanlığı yazısı, para. 4 (vurgular yazarlara ait).
başvurulardır. Bu durum daha ziyade, daha önce de
değinilen, bölgede tapu ve kadastro çalışmalarının
yasanın uygulanmaya başlamasından sonra
başlatılmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Kadastroda tespit edilen arazi miktarlarının
komisyonların ölçümlerinden daha fazla olduğu
durumlarda, aynı aileden kadınların yasaya
başvurması söz konusu olmuştur. Hâlihazırda
tazminat almış kişilerin yasaya yeniden
başvurmalarının mümkün olmaması nedeniyle, eşleri
bu durumda olan kadınlar, kadastro sonrasında ortaya
çıkan arazi fazlasını talep edebilmektedirler.302
Kadastronun yapılmamış olduğu durumlardaysa, aile,
komisyonun yaptığı arazi ölçümüyle kadastronun
tespit edeceğini bekledikleri gerçek arazi miktarları
arasındaki farkın ima edeceği ek tazminatları
alabilmek için yasaya bir kez de kadın fertleri üzerinden
başvuruda bulunmaya karar verebilmektedir.
Kadınların yaptığı bu tür başvurularda, gerek
komisyonların gerekse yargıya intikal eden dosyalarda
mahkemelerin tavrı, ret olmaktadır.303
Yasaya şahsen başvuran az sayıdaki diğer kadın
kategorisini ise, eşlerini kaybetmiş dul kadınlar ile
eşlerinden ayrı yaşayan kadınlar oluşturmaktadır.
Kadınların yasaya erişimi açısından anlamlı bir
değerlendirme, ancak bu gruptaki kadınların
durumunun mercek altına alınmasıyla mümkündür. Ne
yazık ki, saha çalışması sırasında görüştüğümüz
yerinden edilmiş kişiler arasında kadınların sayısı çok
azdı. Yasaya başvuruların bireyler değil aileler adına
yapılması, ataerkil ve geleneksel aile yapısına sahip ve
yetişkin kadın nüfusunun büyük çoğunluğunun Türkçe
ve/veya okuma-yazma bilmediği bir toplumda yasayla
ilişkilenen kesimin doğal olarak erkekler olmasına yol
açmaktadır. Bu nedenle, avukatlar, muhtarlar ve STK’lar
aracılığıyla veya mahalle ziyaretleriyle doğrudan
ulaştığımız mağdurların büyük çoğunluğu erkekti.
302 Abdurrahman Bayar’la görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
303 Van İdare Mahkemesi, böylesi bir kararında ret
gerekçesini, başvuruyu yapan kadının evli olmasına ve
dolayısıyla aynı ailenin daha önce tazminat almış
olmasına dayandırmıştır. Van İdare Mahkemesi, Esas No:
2009/2880, Karar No: 2010/539, 22 Mart 2010.
Yine de, görüştüğümüz sınırlı sayıdaki kadının
anlatıları, yerinden edilmiş kadınların yasaya erişimi
hakkında bir değerlendirme yapma olanağını sağladı.
Öyle anlaşılıyor ki, bir yandan yasaya başvuruların,
başvuruların takibinin ve tazminatların paylaşımının
erkekler tarafından yapıldığı ataerkil aile ve cemaat
yapılanması, diğer yandan bu yapı içerisinde ezilen/
kaybolan bireylerin hakkını korumaya istekli ve/veya
muktedir bir devlet erkinin olmayışı, kocaları, babaları,
erkek kardeşleri, yani ‘başlarında bir erkek’ olmayan
kadınların dışarıda bırakılmasına yol açmıştır. Van’ın
göç sonrası kurulan yerleşim yerlerinden Yalım Erez
Mahallesi’nde görüşülen iki yaşlı Kürt kadının
anlatıları, kendilerini temsil edecek erkek aile bireyleri
bulunmayan, okuma-yazma ve Türkçe bilmeyen
kadınların gerek devlet gerekse Kürt toplumu
tarafından nasıl ‘unutulabildiğine’ işaret etmektedir.
Göç öncesi oldukça varsıl bir aileye mensup olan, hiç
erkek kardeşleri olmayan, babalarını göçten önce
kaybetmiş olan, biri hiç evlenmemiş (Filiz Doğan),
diğeri imam nikâhıyla evlendiği eşi üzerine kuma
getirince eşinden ayrılan (Alev Doğan), sonuncusu ise
eşini kaybetmiş olan (Dilan Çoban), Türkçe ve
okuma-yazma bilmeyen 60-70 yaşlarındaki üç kız
kardeş, maruz kaldıkları adaletsizliği
anlamlandırmakta güçlük çekiyorlardı.
Tazminat Yasası’nın varlığından muhtarları
aracılığıyla Valilik üzerinden haberdar olan Dilan ve
Filiz kardeşler, babalarından kalan ev, arazi ve diğer
mallar üzerindeki haklarını imam nikâhlı kocasından
ayrıldıktan sonra kardeşi Dilan’ın yanına sığınmış olan
kız kardeşleri Alev’e devrederler:
Dilan Çoban: Hakkımızı kız kardeşimize verdik. Onun
adına olsun dedik, olmadı.
Filiz Doğan: Fatma için vekalet verdik babamızın malı
için.
Alev, geldikleri köydeki diğer “millet”le birlikte
avukata verdiği vekâletle yasaya başvurur. Dilan, artık
hayatta olmayan kocasından kalan arazi ve mallar için
yasaya kendi adına başvururken, hiç evlenmemiş ve
babasından kalan mallar üzerindeki hakkını kız
kardeşi Alev’e devretmiş olan Filiz, yasaya başvuruda
bulunmaz.
Başvuruların sonuçları açıklandığında, tazminat
almaya hak kazanan kişilerin isimlerinin yer aldığı
listede Alev’in adının yer almaması üzerine Alev’in
başvurusunun reddedilmiş olduğunu öğrenirler:
Filiz Doğan: Bu tazminatlar açıklandı ya. Bazı kişiler
biliyordu nedir diye. Bize söyledi[ler], “isminiz içinde
değil. Fatma Dayan ismi yoktu içinde” [diye]. Kız
kardeşimizin dosyası. Bitmiş, para yok. Biz de
bilmiyoruz niye böyle olduğunu. Anlamadım
nedendir. Bahtsızlık mı bilmiyorum.
Zarar tespit komisyonunun köylerine bir keşif gezisi
yaptığından haberdar olan kız kardeşler, köyde
babalarına ait çok sayıda taşınmaz mal bulunmasına
ve bu mallar diğer köylülerce bilinmesine rağmen
başvurularının neden reddedildiğini anlayabilmiş
değiller:
Filiz Doğan: Cevizlerimiz vardı, pirincimiz vardı,
arsamız vardı, evimiz vardı. Hepsini gördüler.
Kayısımız vardı, elmalarımız vardı. Köyümüzde her
şeyimiz vardı. Arsalar babamındı. Babamın ne (erkek)
kardeşi vardı ne de oğulları. Millet zaten biliyor
toplam ne kadar arsamızın olduğunu. Babamın
arsalarını, evini biliyorlar. Ama bilmiyoruz bize niye
böyle yapıyorlar. Bizim her şeyimiz var ama şansızlık,
görmüyorlar. Doğru söylemiyorlar.
Kız kardeşlerin öfkelerinin hedefinde sadece
kendilerine haksızlık yaptıklarına inandıkları köydeki
komşuları değil, başvurularının neden reddedildiği
konusunda kendilerine tatminkâr bir yanıt ver(e)
meyen avukatları da var:
133
Van’ın göç sonrası kurulan yerleşim
yerlerinden Yalım Erez Mahallesi’nde
görüşülen iki yaşlı Kürt kadının anlatıları,
kendilerini temsil edecek erkek aile bireyleri
bulunmayan, okuma-yazma ve Türkçe
bilmeyen kadınların gerek devlet gerekse Kürt
toplumu tarafından nasıl ‘unutulabildiğine’
işaret etmektedir.
Dilan Çoban: Ben dedim, “Beni dinle. Sen kimin ne
olduğunu biliyorsun, bence sen doğruyu
söylemiyorsun.” Dedi, “ben ne bileyim.”
Filiz Doğan: “Biz vekâletimizi sana vermişiz. Sen
avukatsın, bizim vekilimizsin. Ne lazımsa onu
yapman gerekir” dedik.
Komisyonun ret kararına itiraz etmek üzere avukatları
aracılığıyla dava açan üç kız kardeş, mahkeme
sürecinin uzun sürmesi ihtimalinden dolayı endişeliler:
Dilan Çoban: Dedik, “on yıl diyorsunuz... On yıl
yaşayacak mıyız? Belki öldüm, öldük?” Dedi, “ben ne
yapayım? Sizin olayınız hükümet işidir. Belki on yılda
da açılmaz.”
Dilan ve Filiz’in anlatıları, bu kadınların yaşadıkları
adaletsizliği, haklarını bir yandan komisyona diğer
yandan da köy arazilerini kendi aralarında paylaşan
diğer köylülere karşı koruyacak bir erkek yakınlarının
olmamasına bağladıklarını gösteriyor. Bu nedenle
ataerkil toplum karşısında korumasız olan kız
kardeşler, okuma-yazma ve Türkçe bilmedikleri için de
devlet nezdinde haklarını arayamamakta, bu nedenle
kendilerini büsbütün çaresiz hissetmektedirler:
Dilan Çoban: Biz fakiriz, yetimiz. Kimse bizi sormadı.
Söyleyin anacığım. Her iki kız kardeş. Erkek kardeşleri
yok, babaları yok, kimsesiz. Ne annedir, ne babadır, ne
eştir. Kime başvuracağım? Allah’a havale ediyorum
inşallah. Kardeşimiz yok, babamız yok ki bizi sorsun.
Biz bir şey bilmiyoruz. Yaşlıyız, Türkçe bilmiyoruz.
Nerden bilelim? Bilseydik bunlar başımıza gelmezdi.
134
Filiz Doğan: Babamız zengindi. Allah ceviz ağaçları
vermişti, tarlalar vermişti. Ama oğulları olmadı. Ne
(erkek) kardeş, ne oğul. Artık bilmiyoruz fakir
oluşumuzdan mı bunları bize yaptılar, bilmiyorum.
Kimsemiz yoktu bunlar oldu. Kimsemiz yok, hakkımız
yok, erkek kardeşimiz yok. Belki Müslüman olsalardı
halimizi sorarlardı. Bunlar Allahsız. Ne için bize böyle
davranıyorlar?304
304 Bu iki kızkardeşin, kendilerine yapılan adaletsizliği
‘başlarında erkek olmaması’ ile anlamlandırmaları, Dicle
Koğacıoğlu’nun İstanbul Yenipazar’da asliye hukuk
mahkemelerinde yaptığı kent yoksullarının hukuk ve
hukukçular ile nasıl ilişkilendiğine dair saha araştırmasının
bulgularıyla da örtüşmektedir. Koğacıoğlu’nun mülakat
yaptığı kent yoksullarından birisi olan Zeynep, vefat eden
Anlatılarından devlete, avukatlarına ve içinde
yaşadıkları topluma karşı genel bir öfke
besledikleri izlenimi edinilen kız kardeşler,
kimi sorumlu tuttukları sorulduğunda,
başvurularının neden reddedildiğini
bilmedikleri için öfkelerini kime
yönelteceklerini de bilememektedirler.
Öte yandan, anlatılarından devlete, avukatlarına ve
içinde yaşadıkları topluma karşı genel bir öfke
besledikleri izlenimi edinilen kız kardeşler, kimi
sorumlu tuttukları sorulduğunda, başvurularının
neden reddedildiğini bilmedikleri için öfkelerini kime
yönelteceklerini de bilememektedirler:
Filiz Doğan: Söylesek komisyon mu yapmış,
bilmiyoruz ki kim yapmış.
Dilan Çoban: Gün be gün kimin yaptığını bilmiyoruz.
Bilseydik birileri yapmış, bu halde olmazdık. Vallah
bilmiyoruz.
Alev’in içinde bulunduğu durum, resmi nikâhı olmayan
ve eşlerinden ayrılan kadınların sadece Tazminat
Yasası nezdinde değil genel olarak hukuk karşısında
ne derece çaresiz olabildiklerini göstermektedir. Alev,
resmi nikâhla evlenmiş olmadıkları ve her iki çocuğu
da eski eşinin nüfusuna kayıtlı olduğu için,
ayrıldıklarında çocuklarını kendisinden alan eski eşine
karşı velayet davası açamamıştır:
eşinden kendisine miras alan tapusuz arazi üzerindeki
hakkını alabilmek için bir yandan eşinin erkek
kardeşleriyle, diğer yandan ise arazinin bir kısmının devlet
arazisi olduğunu savunan Hazine ile mücadele etmektedir.
Hukukun rutin işleyişine dair prosedürleri bilmeyen, bu
bilgiye erişmesini sağlayacak kişisel ilişkilere ve enformel
ağlara sahip olmayan Zeynep, adalete erişiminin önündeki
engeli, “bu işleri yapacak bir erkeğim olsaydı daha iyi
olurdu” ifadesiyle dile getirmiştir. Dicle Koğacıoğlu,
“Knowledge, Practice, and Political Community: The
Making of the ‘Custom’ in Turkey”, Differences içinde
(“The Other Effect” konulu özel sayı), Vol: 22, No: 1, Spring
2011, 172-216, 194. Türkiye’de hukuk sosyolojisi alanının en
önemli isimlerinden olan Koğacıoğlu’nun gündelik hukuk
pratiklerinin ürettiği eşitsizlik ve adaletsizliğe dair bir
başka önemli çalışması için bkz., Dicle Koğacıoğlu,
“Conduct, Meaning and Inequality in an İstanbul
Courthouse”, New Perspectives on Turkey, No: 39, Fall
2008, 97-127.
Tazminat Yasası’na yaptığı başvuruyu reddederek
Alev’in göçten doğan mağduriyetini yok sayan hukuk,
resmi nikâhı olmadığı için anneliğini de görmemekte,
çocuğu üzerinde herhangi bir yasal hakkı olmasına izin
vermemektedir. Alev’in içinde bulunduğu çaresizliğe
üzülen Dilan ve Filiz, geliri ve yaşayacak yeri olmayan
kız kardeşlerinin geleceği için kaygılanmaktadırlar:
Filiz Doğan: O da [Alev] sonra bunun [Dilan] yanına
geldi. Ne yapsın mecburdu. Dertliydi garibim,
hastaydı. Boğazı ağrıyor. Sonra buraya geldi. Burada
boşandı, burada yaşamaya başladı. Bu da [Dilan] ne
yapsın, eşi ölmüş. Oğlu var ayrı yaşıyor. Bu da [Dilan]
ölse ne yapacağız bilmiyom.
Üç ayda bir 250 TL civarında yaşlılık maaşı alan
Dilan’ın yanında, Dilan’ın oğluna ait evde yaşayan
Alev’in, Dilan öldükten sonra gelirsiz ve evsiz kalacak
olması, yasaya başvurusunun reddedilmiş olmasının
ne derece hayati sonuçları olabileceğini gösteriyor:
Filiz Doğan: Mesala kardeşim [Dilan] ölürse, Allah
etmesin evimiz elden gider. Kim ev verir bize? Kiraya
girse kim öder? Yani en azından tazminatı olsaydı,
paylarımızı ben de Dilan da verdik ona, tazminat
gelseydi kendi kendine barınırdı. Gönlümüz
kardeşimizden yana. Sahipsiz, dertli, gönlü hoş değil.
Geleceği yok. Yaşaması bundan sonra çok zor. Biz onu
düşünüyoruz.
Kadınların yasaya erişiminin önündeki engellere dair
fikirlerine başvurduğumuz komisyon üyeleri, kadınlara
yönelik “pozitif bir ayrım” yapmalarının mümkün
olmadığını, ancak süreç içerisinde kadınların haklarını
gözettiklerini belirtiyor. Aile ‘reisi’ olan babanın artık
hayatta olmadığı ve aileye ödenecek tazminatın
vârisler arasında paylaşıldığı durumlarda, Valilik
verasette hak sahibi olan kız çocukların hisseleri
oranında paylarına düşen tazminatı doğrudan
kendilerine ödüyor.
Öte yandan, Filiz’in durumunda olduğu gibi, resmi
nikâhları olmayan ya da babalarından kalan mallara
Hak sahipliklerini belgelemek için hukukun formel
gereklerini yerine getiremeyen kadınlar söz konusu
olduğunda, ‘bölgenin koşulları nedeniyle’ yapabilecekleri bir
şeyin olmadığını komisyon yetkilileri de teslim etmektedirler.
dair haklarını tescilleyen mahkeme kararları
bulunmayan, yani hak sahipliklerini belgelemek için
hukukun formel gereklerini yerine getiremeyen
kadınlar söz konusu olduğunda, ‘bölgenin koşulları
nedeniyle’ yapabilecekleri bir şeyin olmadığını
komisyon yetkilileri de teslim etmektedirler. Vali
yardımcısına göre:
Biz bu aşamada bu toplumsal yapıdan kaynaklanan
bu sıkıntıyı çok çözümleyemiyoruz, çünkü hani bu
bizim tek başımıza yapabileceğimiz bir şey değil.
Hani o ailenin içersine girip doğru bilgiyi elde etmek
inanın çok zor.
G.Yargıya İntikal Eden
Başvurular
Gerek İçişleri Bakanlığı’nın yasanın ülke genelindeki
uygulamasına dair verileri, gerekse sahadan elde
ettiğimiz veri ve izlenimler, Tazminat Yasası’nın ulusal
yargıya ve AİHM’e taşınmasının kaçınılmaz olduğunu
göstermiştir. Sadece ülke genelindeki başvuruların
yaklaşık yarısının reddedilmiş olması bile, devlet ile
vatandaşlar arasındaki ihtilafların sulh yoluyla
çözülmesi ve AİHM’e alternatif olacak etkili bir iç
hukuk yolu oluşturulması hedeflerinin bütünüyle
gerçekleşmediğini göstermektedir. Nitekim, aşağıda
örnekleriyle aktarıldığı üzere, Tazminat Yasası’nın
uygulaması iç hukuka ve hatta AİHM’e intikal etmiş
bulunmaktadır.
Sadece ülke genelindeki başvuruların yaklaşık yarısının
reddedilmiş olması bile, devlet ile vatandaşlar arasındaki
ihtilafların sulh yoluyla çözülmesi ve AİHM’e alternatif
olacak etkili bir iç hukuk yolu oluşturulması hedeflerinin
bütünüyle gerçekleşmediğini göstermektedir.
135
Filiz Doğan: [Alev’in] üstüne evlenildiğinde iki
çocuğu vardı. Kayıtları onun üzerinde değil,
babasında. Boşandı, çocukları ona vermediler. Zaten
elinden bir şey gelmiyordu. Resmi nikâhı olmadığı için
mahkeme olmadı.
Bununla birlikte, süreci yargıya taşıyarak haklarını
mahkemelerde arayan başvuru sahiplerinin sayısının
–ve oranının– son derece düşük olduğunu belirtmek
gerekmektedir. Bu konuda güncel bir istatistik
bulunmamakla birlikte, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın
24 Eylül 2007’de bir DTP milletvekilinin soru
önergesine verdiği yanıt, o tarih itibariyle idare
mahkemelerinde açılmış olan dava sayısına ait bilgi
içermektedir. Buna göre, Ağustos 2007 sonu itibarıyle
ülke genelinde sonuçlandırılmış olan 87.665 adet
başvurunun yalnızca 4.547’si mahkemelere intikal
etmiştir. Zarar tespit komisyonlarına karşı açılan bu
davaların, yine 24 Eylül 2007 itibariyle, 113 adedi
sonuçlanmış, bunların 23’ü başvurucu lehine
sonuçlanarak komisyonların kararı iptal edilmiştir.
Diğer 90 dava ise mahkemelerce reddedilmişitir.305
Van’da ise, il genelinde idare mahkemesine intikal
eden davaların sayısına dair bir bilgiye
ulaşılamamıştır. Öte yandan, saha araştırması
sırasında görüşülen bazı avukatların açtıkları
davaların sayısının aynı avukatların komisyonlara
yaptıkları başvurularla kıyaslaması, bu konuda bir fikir
vermektedir. Örneğin, Abdurrahman Bayar’ın, Ekim
2009 itibariyle, idare mahkemelerinde beklemekte
olan 62, AİHM’e intikal etmiş ise 27 başvurusu
bulunmaktaydı. Oysa Bayar’ın komisyonlara yaptığı
başvuruların sayısı yaklaşık 2.000’dir.306
136
Van’da –ve büyük olasılıkla diğer illerde– yasaya
yapılan başvuruların çok azının yargıya taşınmış
olmasının en büyük nedeni, yasanın başvuruculara
tanıdığı yargıya başvurma hakkının kullanılmasının
mağdurların çoğu açısından fiilen imkânsız olmasıdır.
Öncelikle, bu insanlar 10-20 yıldır büyük bir yoksulluk
içerisinde yaşadıkları için şu aşamada kendilerine
verilecek herhangi bir tazminata ‘razı’ olmaktadırlar;
dahası, Tazminat Yasası’na yapılan başvurular için
getirilen harç muafiyeti mahkemelerde açılacak
davalar için tanınmamıştır. Görüştüğümüz avukatların
hemen hepsi, mağdurların çaresizliğinin bilincinde olan
komisyonların düşük tazminatlar içeren sulhnameleri
vatandaşlara ‘dayattığını’ belirtiyorlar:307
Sonuç itibariyle önümüze bir şeyler konuluyordu.
Müvekillerimizin, başvurucularımızın fakruzaruret
içerisinde olmaları, sıkıntı içerisinde olmaları... Yani
bunu uyuşmazlık haline getirip yargıya taşıyabilirdik.
Bize dayatılan fiyatların çok çok üstünde fiyatlarla
belki yargıdan sonuç alabilirdik. Fakat bunun harcını,
bunun parasını karşılayacak hiçbir başvurucumuz da
yoktu. Bu süreçte, böyle bir fiili dayatma sonucu biz
bunları kabul etmek zorunda kaldık. Sulhnameleri
imzaladık.308
Bazı avukatlar, yasanın kabul edildiği ilk dönemlerde
devletin zararlarını tazmin edeceğine inanmakta
güçlük çeken vatandaşların, şimdi de olası bir hükümet
değişikliğinin aleyhlerine işleyeceği korkusuyla, düşük
de olsa önerilen tazminatları kabul ederek “mecburen”
sulhnameleri imzaladıklarını belirtiyorlar.
Bütün bu yapısal engellere rağmen Van İdare
Mahkemesi’ne intikal eden dosyalarda, dört ana konu
yargıya taşınmıştır: yasada manevi tazminatın
öngörülmemesi, başvuruculara adli yardım
verilmemesi, komisyonların ret kararları ve
tazminatların düşük tutulması.
G.1. Manevi Tazminata İlişkin Davalar
– Anayasa Mahkemesi Kararı
Daha önce sıkça vurguladığımız üzere, Tazminat
Yasası’nda manevi tazminat öngörülmüyor olması,
yasanın bir tasarı olarak Meclis komisyonlarında ele
alındığı 2004 yılından bu yana en fazla eleştirilen
yönlerinden biri olmuştur. Zarar tespit komisyonları
üyeleri ile İçişleri Bakanlığı yetkilileri tarafından da bir
eksiklik olarak kabul edilen bu mesele, nihayet yargı
sürecine taşınmıştır.
305 İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın DTP Şırnak milletvekili
Hasip Kaplan’ın 7/69 sayılı soru önergesine verdiği B.05.0
.İLİ.00.70003-470-5233/5482 sayılı yanıt, 24 Eylül 2007.
307 A slında bu durum, yasanın tasarı olarak Meclis’te
görüşülmeye başlanmasından itibaren, bölge baroları
tarafından bir öngörü olarak tespit edilmiş, uygulamanın
başlamasının ardından da fiili durum olarak avukatlar
tarafından dillendirilmeye başlanmıştı. Diyarbakır,
Hakkari ve Batman’daki avukatların benzer tespitleri için
bkz. Kurban vd., “Zorunlu Göç” ile Yüzleşmek…
306 Abdurrahman Bayar’la görüşme, Van, 19 Ekim 2009.
308 Cemal Demir’le görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
Elazığ İdare Mahkemesi’nin gerekçeleri şöyle
özetlenebilir:309
• Anayasa 2. Madde’ye ilişkin:
Hukuk devletinin temel özelliği, devlet içinde tüm
kamusal yaşam ve yönetimin yargı denetimi
altında olmasıdır. Oysa, terör ve terörle mücadele
nedeniyle manevi zarara uğrayanların bu zararları
yargı denetimi dışında kalmaktadır. Terör ve
terörle mücadeleden doğan ve toplumun belli bir
kesiminin uğradığı zararların, yalnızca maddi
zararlardan oluştuğunu söyleyebilmek mümkün
değildir. Terör olayları niteliği gereği, insanları
daha çok manevi yönden zarara uğratan (korku,
endişe, yakınlarını kaybetme, yaşadığı yerden
ayrılmak zorunda kalma gibi nedenlerle) olaylardır.
Bu nedenle de, yalnızca terör ve terörle
mücadeleden doğan maddi zararların
karşılanmasının hüküm altına altınmasının,
Anayasa’nın 2. Maddesinde belirtilen hukuk
devleti ilkesi ile bağdaşmadığı açıktır.
309 Elazığ İdare Mahkemesi’nin kararından yapılan bu
derleme, Anayasa Mahkemesi’nin Resmi Gazete’den
yayımlanan ilgili kararına dayanmaktadır. Anayasa
Mahkemesi kararı, Esas No: 2006/79, Karar No: 2009/97,
25 Haziran 2009, Resmi Gazete No: 27405, 13 Kasım 2009.
• Anayasa 5. Madde’ye ilişkin:
Anılan hüküm sosyal devlet ilkesinin bir gereğidir.
Bu hükümle devlet, ülkede yaşayan tüm
vatandaşlarını siyasal, ekonomik ve sosyal
koşullardan eşit şekilde yararlandırmak ve bunun
için gerekli olan önlemleri almakla görevli
kılınmıştır. Bu anlamda, devletin önlemekle
yükümlü olduğu halde önleyemediği terör
olaylarından toplumun yalnız belli bir kesiminin
etkilenmesinin sosyal adaletsizliği doğuracağı açık
bulunduğundan yasal düzenlemelerle toplumun
zarara uğrayan kesiminin maddi ve manevi
zararlarının karşılanması, anılan Anayasa hükmü
açısından bir zorunluluktur.
• Anayasa 36. Madde’ye ilişkin:
Anılan madde hükmü ile herkesin, yargı mercileri
önünde hak arama hürriyeti bulunduğu, davacı
veya davalı olmak suretiyle adil yargılanma hakkı
bulunduğu ifade edilmiştir. Ancak, terör ve terörle
mücadeleden dolayı manevi zarara uğrayanların
dava açma hakkı dolayısıyla hak arama hürriyeti
engellendiğinden bu durum Anayasanın 36.
Maddesine de aykırılık teşkil etmektedir.
• Anayasa 125. Madde’ye ilişkin:
Anılan madde hükmü ile idarenin kendi eylem ve
işlemlerinden doğan bütün zararların karşılanması
amaçlanmış olup bu konuda manevi zararlarla
ilgili bir sınırlama getirilmemiştir.
Mahkeme ayrıca, Anayasa’nın 90. Maddesi’ne atıfta
bulunarak, AİHM’in, yerinden edilmeden doğan
zararlara ilişkin kararlarında mağdurların sadece
maddi değil aynı zamanda manevi zararlarının da
tazmin edilmesine karar verdiğine işaret vermiş, örnek
olarak da 24 Temmuz 1998 tarihli Menteş ve Diğerleri
kararını vermiştir. Ayrıca, AİHM’in Tazminat Yasası’na
ilişkin 12 Ocak 2006 tarihli İçyer kararında, yasanın 12.
Maddesi’nin idari mahkemelerde manevi tazminat
talebiyle dava açmaya olanak sağladığını belirttiğine
işaret etmiştir.
Elazığ İdare Mahkemesi, bütün bu gerekçelere
dayanarak, Tazminat Yasası’nın mağdurların sadece
137
Elazığ İdare Mahkemesi, Tazminat Yasası’na başvuran
mağdurlara maddi tazminatın yanı sıra manevi
tazminatın da ödenmesi istemiyle Anayasa
Mahkemesi’ne bir başvuruda bulunmuştur. İdare
Mahkemesi aynı başvuruda, ölüm ve yaralanma
hallerinde ödenen tazminatların memur maaş
katsayısına göre sabitlenmiş olması hususunu da
Anayasa Mahkemesi’ne taşımış, söz konusu
tazminatların zarar tespit komisyonlarınca üst sınır
olmaksızın hesaplanmasını talep etmiştir. Elazığ İdare
Mahkemesi, başvurusunu, Anayasa’nın hukuk devleti
ilkesini güvence altına alan 2. maddesi; sosyal devlet
ilkesini güvence altına alan 5. maddesi; dava açma
hakkını güvence altına alan 36. maddesi; uluslararası
antlaşmaların üstünlüğüne ilişkin 90. maddesi; ve
idarenin her türlü işlemini yargı denetimine tabi tutan
125. maddesine dayandırmıştır.
maddi zararlarına atıfta bulunan ilgili maddelerinin
Anayasa’ya aykırılığı gerekçesiyle iptallerini ve “yasal
zaman sınırlandırılması nedeniyle telafisi güç
zararların önlenmesi için yürürlüğün durdurulması”nı
talep etmiştir. Mahkeme ayrıca ve aynı gerekçelerle,
yasanın yaralanma, sakatlanma ve ölüm hallerinde
ödenecek sabit tazminat miktarlarını düzenleyen
hükmünün iptali ile yürürlüğünün durdurulmasını
istemiştir.
Anayasa Mahkemesi, 25 Haziran 2009 tarihli
kararında, Elazığ İdare Mahkemesi’nin başvurusunu
reddetmiştir. Mahkeme’nin, yasada manevi tazminat
öngörülmemesini Anayasa’ya aykırı bulmamasına
ilişkin gerekçesi, yerinden edilmede devletin
sorumluluğu ve rolü olmadığına dair resmi söylemin
yüksek yargı nezdinde geçerliliğini koruduğunu
göstermektedir. Anayasa Mahkemesi, oybirliğiyle
aldığı kararında, kuvvetler ayrılığı ilkesini dayanak
göstererek yasa üzerinde yargısal denetim yapmaktan
kaçınmıştır:
İdarenin kusurunun bulunmadığı ancak “sosyal risk
ilkesi” gereği sulh yoluyla karşılanması gereken
zararların nelerden ibaret olduğunun tespiti,
yasakoyucunun takdir yetkisi içindedir. [...] 5233 sayılı
Yasa, idarenin eylem ve işleminin sonucu olmayan ve
herhangi bir idari işlem veya eylemle doğrudan
nedensellik bağı da bulunmayan, ancak terör ve terörle
mücadele sırasında meydana gelen zararların da
tazmini yolunu açan, bu anlamda idarenin kusursuz
sorumluluk alanını genişleten bir yasadır. [...]310
138
Yasada manevi zararların “idareden talep
edilemeyeceğine ilişkin” bir hükmün olmadığına işaret
eden Mahkeme, sulh yoluyla çözülemeyen
uyuşmazlıklar için yargı yolunu açık tutan 12.
maddenin varlığına işaret ederek, manevi tazminat
talep eden mağdurların mahkemelere
başvurabileceklerini ima etmiştir. Yani Anayasa
Mahkemesi, Tazminat Yasası’nda manevi zararların
düzenlenmemiş olmasının, başvuru olması halinde,
idari mahkemelerin mağdurların manevi tazminat
310 Vurgu yazarlara ait.
Mahkeme’nin, yasada manevi zararların
karşılanmamasını yasama organının takdir
yetkisiyle açıklarken manevi tazminat talep
edenlere yargı organını adres göstermesi,
ikircikli bir tutuma işaret etmektedir.
taleplerine olumsuz yanıt verecekleri anlamına
gelmediğini belirtmiştir. Mahkeme’nin gerekçesi,
birkaç açıdan oldukça sorunludur. Öncelikle, yasanın
uygulamasına dair verilerin gösterdiği üzere,
başvurucuların çok az bir kısmı, uzun yıllar daha
beklemeyi ve mahkeme masraflarını karşılamayı göze
alıp yargı yoluna gitmeyi tercih etmektedir. Yasada
hukuken tanınmış olan ‘yargı yoluna gitme hakkı’nın
fiilen çoğu durumda söz konusu olmaması, Anayasa
Mahkemesi’nin ‘manevi tazminat isteyen yargıya
gidebilir’ tezini geçersiz kılmaktadır. Kaldı ki,
Mahkeme’nin, yasada manevi zararların
karşılanmamasını yasama organının takdir yetkisiyle
açıklarken manevi tazminat talep edenlere yargı
organını adres göstermesi, ikircikli bir tutuma işaret
etmektedir. Mahkeme, yerinden edilmeden doğan
manevi kayıpların olduğunu kabul ediyorsa, Meclis’in
bütün mağdurlara manevi tazminat verilmesini
sağlayacak bir yasal düzenleme yapmasını talep
etmesi gerekirdi. Ayrıca, 1990’larda OHAL bölgesinde
köylerin boşaltılmasında, faili meçhul cinayetlerin
işlenmesinde, gözaltına alınan insanların ‘kayıp’
edilmesinde devletin rolü, AİHM kararları, TBMM’nin
1998 raporu, insan hakları kuruluşlarının raporlarıyla
belgelenmişken, Anayasa Mahkemesi’nin idarenin
kusursuz sorumluluğundan söz ediyor olması, 2009
yılında hâlâ, Kürtlerin zorla göç ettirilmesine dair inkâr
politikasının yüksek yargı nezdinde geçerliliğini
koruduğuna işaret etmektedir.
Anayasa Mahkemesi, ölüm, yaralanma ve
sakatlanmalara ilişkin maddi zararları belirleyen yasa
hükmünün iptalini ise, “devletin ödeme gücü,
ekonomik durumu, zarar görenlerin sayısı, zarar
doğuran olayların uzun süreli ve yaygın olması gibi
nedenleri gözeterek” reddetmiştir.
G.2. Adli Yardıma İlişkin Davalar
Tazminat Yasası’nın en önemli getirilerinden biri,
mağdurlara zaman aşımı nedeniyle büyük ölçüde
kapalı olan yargı yolunu açmış olmasıdır. Öte yandan
yasa, hukuken tanıdığı bu hakkın kullanımını fiilen
oldukça güçleştirmiştir. Zira, yasa, komisyonlara
yapılan başvuruları idari harçlardan muaf tutarken,
yargıya başvuran yerinden edilmiş kişilere adli yardım
öngörmemektedir. Van’daki avukatlar, başvuruları
reddedilen veya komisyonların kendilerine önerdiği
tazminatları düşük bulan mağdurların haklarını
aramak için mahkemelere başvurmalarını zorlaştıran
bu durumu yargıya taşımış, ancak sonuç
alamamışlardır.
Örneğin, Van 2. İdare Mahkemesi, avukat
Abdurrahman Bayar’ın adli yardım istemini, adli
müzaheretten kimlerin yararlanacağını düzenleyen
kanunun ilgili hükmünde311 “öngörülen şartların davacı
yönünden bu aşamada gerçekleşmediği” gerekçesiyle
reddetmiştir.312 Mahkeme, oyçokluğuyla aldığı
kararda, adli yardım talep edenlerin belediyeden veya
ihtiyar heyetinden dava masraflarını ödeyecek maddi
olanaklara sahip olmadıklarına dair bir belgeyi ibraz
etmeleri gerektiğini belirterek, davacının bu şartları
yerine getirmediği gerekçesiyle talebi reddetmiştir. Bu
kararda ilginç olan, muhalefet şerhi koyan mahkeme
heyeti üyesinin, davacının yasanın adli yardım için
öngördüğü şartları yerine getirdiğine hükmetmesidir.
Mahkemelerin mağdurların yoksulluk sınırının altında
olduğunu gösteren resmi belgelerin varlığına rağmen
adli yardım taleplerini kabul etmekte epey isteksiz
olabildiği anlaşılıyor. Avukatlar, mahkemelerin adli
yardım taleplerini değerlendirirken başvuruculara ağır
bir ispat yükü getirdiğini belirtiyorlar:
Biz adli yardım talepli açtık o davaları. Herkesin
yoksulluk belgesi vardı. Artı herkesin Yeşil Kartı vardı.
Biliyorsunuz Yeşil Kart özel bir belgedir. Bu adamın
yoksul olduğunun tescilli belgesidir, resmi rakamların
verdiği bir belgedir. Bu belgelerle biz başvuru yaptık.
Davalarımızı adli yardım talepli açtık. Mahkeme bize
jet hızıyla yazı yazdı. Parayı istedi, adli yardım
talebimizi reddetti. Biz ısrarla daha geniş bir şekilde
adli yardım talebinde bulunduk. Bu defa şöyle bir yola
başvurdular: bizden birçok şey istediler. Yani biz belge
sunmuşuz, inanmıyorsanız gidip kendiniz araştırırsınız.
Müvekillerimize sorduk, ellerinde ne kadar belge, bilgi
varsa, ikinci bir dilekçeyle mahkemeye sunduk.
Mahkeme bunun üzerine duruşma tarihi verdi bize. Biz
gerçekten çok ısrarcı olduk.313
Adli yardım talebiyle Van İdare Mahkemesi’ne 300’e
yakın başvuruda bulunduğunu belirten avukat Cemal
Demir, mahkemenin tutumunun tutarsız ve
öngörülemez olduğunu belirtiyor:
Mesela o dosyalarda A şahsı, B şahsı, ikisi de aynı
köyde, ikisinin ekonomik durumu aynı, belge durumu
aynı, fakirlik durumu aynı. Biri hakkında kabul kararı
veriyorlar, birisi hakkında ret. Bu bizi acayip derecede
düşünceye sevk ediyor.314
Demir’in sözünü ettiği durumun bir örneği, aynı
aileden olan iki kardeşin ayrı ayrı yaptıkları adli yardım
taleplerinin mahkemece bambaşka biçimde
sonuçlandırılmış olmasıdır. Van’ın Başkale ilçesindeki
köyleri 1991’de boşaltılarak göçe zorlanan Ali ve Sabri
kardeşlerden birincisinin adli yardım istemi kabul
edilirken,315 ikincisininki sadece bir hafta sonra aynı
mahkemece reddedilmiştir.316
Aslında, Van İdare Mahkemesi’nin yerinden edilmiş
kişilerin adli yardım taleplerini reddettiği bu kararları,
daha önce oluşmuş ve bu nedenle kendilerini bağlayan
Danıştay’ın 2007 tarihli içtihadıyla çelişmektedir.
Danıştay 10. Dairesi, Van İdare Mahkemesi’nin, fakirlik
şartının gerçekleştiğini gerekli belgeleri ibraz ederek
313 Cemal Demir’le görüşme, Van, 29 Haziran 2009.
311 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu, Madde
465, bkz. Seda Kalem Berk, Türkiye’de “Adalete Erişim”:
Göstergeler ve Öneriler (İstanbul: TESEV Yayınları, 2011).
314 A.g.k.
312 Van İdare Mahkemesi, Esas No: 2009/1683, 19 Ağustos
2009.
316 Van İdare Mahkemesi Başkanlığı, Esas No: 2011/19, 5
Ocak 2011.
139
315 Van İdare Mahkemesi Başkanlığı, Esas No: 2010/3507, 29
Aralık 2010.
göstermiş olan bir mağdurun adli yardım talebini
reddetmesini hukuka aykırı bulmuştur. Danıştay,
oybirliğiyle verdiği bu kararında şöyle demiştir:
Bu durumda, davacının terör olaylarının baskısıyla
köyünü terk etmek zorunda kaldığı yolundaki
iddiasının, tazminat isteminin İdare Mahkemesince
5233 sayılı Kanun kapsamında incelenip irdelenmesi
gereken nitelikte bulunması ve ayrıca adli yardım
talebinin kabulü için gerekli olan fakirlik şartının
gerçekleştiğinin de dava dilekçesi ve eklerinden
anlaşılması nedeniyle, davacının adli yardım talebinin
kabulü yönünde karar verilmesi gerekirken, adli
yardım isteminin reddi ile sonrasında davanın
açılmamış sayılması yolunda verilen İdare Mahkemesi
kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır.317
Danıştay’ın bu kararından sonra Van İdare
Mahkemesi’nin tutumunda bir nebze iyileşme olmuşsa
da, yukarıda verilen örneklerde görüldüğü üzere, adli
yardım talepleri çoğunlukla reddedilmeye devam
etmiştir.
G.3. Reddedilen Başvurulara İlişkin
Davalar
Başvuruları komisyonlarca reddedilen kimi yerinden
edilmiş vatandaşlar konuyu yargıya taşımışlardır. İdare
mahkemelerinde açılan bu davalar, İçişleri Bakanlığı’nı
harekete geçirerek Nisan 2006 tarihinde bir genelge
yayımlamasına yol açmıştır. Konunun önce ulusal,
ardından da uluslarararası yargıya taşınmasından
endişe duyduğu anlaşılan Bakanlık, komisyonlardan
uygulamada daha dikkatli olmalarını talep etmiştir:
140
5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan
Zararların Karşılanması Hakkında Kanun uyarınca
illerde kurulan zarar tesbit komisyonlarının aldıkları
red kararları nedeniyle Bakanlığımız aleyhine açılan
tazminat davalarında son günlerde artış olduğu
gözlenmektedir. 5233 sayılı Kanunun amacı; terör ya
da terörle mücadele dolayısıyla maddi zarara
uğrayanların zararlarının kısa sürede, davaya konu
olmadan, idarece sulh yoluyla karşılanmasıdır. Gerek
317 Danıştay Onuncu Daire, Esas No: 2007/8615, Karar No:
2007/6596, 31 Aralık 2007.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; gerekse İdare
Mahkemelerinde açılan tazminat davaları uzun yıllar
sürmekte, hem terörden zarar görenlerin mağdur
olmasına hem de yargılama giderleri ve faizler
nedeniyle daha fazla tazminat ödenmesine neden
olmaktadır. Ayrıca uluslararası arenada bu nedenle
yoğun tazminat ödemeleri ülkemizin itibarını
zedelemektedir.318
Gerçekten de, komisyonların ret kararlarından bazıları
idare mahkemelerine taşınmış durumdadır. Avukatlar,
Van İdare Mahkemesi’nde açtıkları davalarda iki temel
istemde bulunuyorlar: Mahkeme’nin, zarar tespit
komisyonunun ret kararı verdiği işlemi, karara konu
olan keşfin usulüne uygun yapılmadığı gerekçesiyle
iptal etmesi, ardından da tam yargı kararı vererek
başvurucuların hak sahibi olduğu tazminatı belirlemesi.
Kimi durumlarda, Mahkeme her iki talebi de
reddedebilmektedir. Bu noktada özellikle dikkat
edilmesi gereken, Mahkeme’nin başvuru sahibinin
malvarlığını belgelendiremediği için komisyonların
reddettiği başvuruları aynı gerekçeyle reddettiği
kararlardır. Bunun bir örneği, Van’ın Çatak ilçesi
Dokuzdam köyünden göç etmek zorunda kalan bir
vatandaşın açtığı davada, Van İdare Mahkemesi’nin
başvuru sahibi adına kayıtlı ve kayıtsız malvarlığı
olmadığı gerekçesiyle verdiği ret kararıdır. Bu
vatandaşın avukatı, temyiz davası açtığı Danıştay’a
sunduğu dilekçede, devletin kadastro yapmamış
olduğu bir coğrafyada müvekillinin malları üzerindeki
sahipliğini ispat etmesinin tek yolunun zilyetlik
olduğunu, bununsa ancak keşifler ve tanıklar
aracılığıyla mümkün olabileceğini vurgulayarak,
müvekkiline zilyetliğini ispat etme fırsatının
tanınmamış olmasına itiraz etmiştir:
Ne komisyonlar ne mahkeme, usulüne uygun olarak
keşif yapmadan, müvekkilimin şahitleri dinlenmeden
ret kararları vermiştir. Sunduğumuz mülkiyet
belgesine rağmen, belgelendirilmediği gerekçe olarak
318 İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşavirliği,
B050HUK0000002.81-191/4176 sayılı ve 5233 Sayılı
Kanunun Uygulanması” konulu genelge, no. 2006/37, 25
Nisan 2006. Kimi durumlardaysa, Mahkeme, keşfin usulüne uygun
yapılmadığı gerekçesiyle işlemi iptal ettiği halde320
tam yargı kararı vermeksizin keşfin yeniden ve usulüne
uygun olarak yapılması istemiyle dosyayı komisyona
geri göndermektedir. Van İdare Mahkemesi, örnek bir
kararında, komisyonun başvuru sahibine veya vekiline
bildirmeksizin, onlara beyanda bulunma ve tanık
dinlettirme imkânı tanımaksızın keşif yapmış
olmasının Tazminat Yasası’nda ve yönetmeliğinde
düzenlenen keşif usullerine aykırı olduğuna
hükmetmiştir:
5233 sayılı yasa kapsamında zarar tespiti yapılırken
keşif yapma ihtiyari ise de; keşif kararı alınıp, keşif
yapıldıktan sonra elde edilen tespitlere göre karar
verilmesi halinde keşfin mevzuatta öngörülen usule
uygun yapılmış olması gerekir.321
Komisyonların, dosyaları yeniden değerlendirmek
yerine mahkemelerin bu kararlarını temyiz ettiği
Komisyonların, dosyaları yeniden
değerlendirmek yerine mahkemelerin bu
kararlarını temyiz ettiği belirtilmektedir. Bu
yüzden yasanın uygulama süreci büsbütün
uzamakla kalmamakta, komisyonların
hukuka ve adalete uygun karar verdiklerine
dair iddiaları da mağdurların nezdinde
giderek daha fazla şüpheli hale gelmektedir.
319 Van İdare Mahkemesi’nin 2009/264 E, 2010/844 K sayılı
kararının bozulması talebiyle Danıştay Başkanlığı’na
sunulan temyiz başvurusu, 5 Mayıs 2010. 320 Mahkemenin keşiflerin usulüne uygun yapılmadığı
yönündeki saptaması, komisyonların, mevzuata aykırı
olarak, başvuru sahiplerine ve avukatlarına önceden
bildirmeksizin ve onlara beyanda bulunma ve tanık
dinletme fırsatı tanımaksızın keşif yapmış olmalarına
dayanıyor.
321 Van 2. İdare Mahkemesi, Esas No: 2009/3023, Karar No:
2010/2174, 29 Eylül 2010.
belirtilmektedir. Bu yüzden yasanın uygulama süreci
büsbütün uzamakla kalmamakta, komisyonların
hukuka ve adalete uygun karar verdiklerine dair
iddiaları da mağdurların nezdinde giderek daha fazla
şüpheli hale gelmektedir.
G.4. Düşük Tazminatlara İlişkin Davalar
Zorla göçe tabi tutulan mağdurlara taşınır ve
taşınmaz mülklerine gelen zararlar ile mallarına
ulaşamamalarından doğan zararlar için ödenen
tazminatların düşüklüğü, uygulamaya dair en temel
şikâyetlerin başında gelmektedir. Avukatların konuyu
idare mahkemelerine taşımaları üzerine, son birkaç
yılda yasanın içerik ve uygulamasına dair bir yargı
içtihadı oluşmaya başlamıştır. Bunun bir örneğini,
Malatya İdare Mahkemesi’nin Tunceli’deki
uygulamaya dair kararı teşkil etmektedir. Tunceli
Valiliği’nin taşınır ve taşınmazlara ilişkin dosyalarda
başvuru sahiplerine önerdiği tazminatların çok düşük
olduğuna hükmeden Mahkeme, bunun nedeninin
komisyonların zararları hesaplamakta izlediği
yöntemin yanlışlığı olduğunu belirtmiştir. Davaya
konu olan, Tunceli Valiliği’nin, yıkılan evi ve ahırı,
kullanamadığı 10 dönüm arazisi, zarar gören 30 meyve
ve 100 kavak ağacı ve göç sırasında düşük fiyata elden
çıkarmak zorunda kaldığı 15 büyükbaş hayvan için 45
bin TL tazminat talep eden bir vatandaşa 2 bin TL
ödenmesine ilişkin kararıdır. Malatya İdare
Mahkemesi, 11 Mayıs 2010 tarihli kararında,
Tunceli’deki uygulamaya ilişkin başvuruların fazlalığı
nedeniyle, Valilik bünyesindeki zarar tespit
komisyonuna altı konuda ikazda bulunmuştur.
Mahkeme komisyondan, taşınmazların maliyetini
hesaplarken eski bilirkişilerin değerleri yerine
Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın verilerini esas
almasını; tarım zararlarını hesaplarken piyasa
verilerini, yörenin toprak ve iklim yapısı ile bitki
türlerini göz önünde bulundurmasını; sulu tarım
yapılan arazi için herhangi bir bilimsel dayanağı
olmayan 5 dönüm üst sınırı koymak yerine
başvurucunun sahip olduğu gerçek arazi miktarını
dikkate almasını; başvuru sahibinin malvarlığını tespit
ederken ibraz edilen resmi belgeler ile keşif
141
gösterilmiştir. Kadastro girmemiş bir yere dair tapu
sunmak maddi olarak mümkün değildir. İdarenin
bugüne kadar yapmadığı kadastro çalışmalarının
sonuçlarının müvekkilden sorulması hukuki değildir.319
heyetlerinin raporlarını esas almasını; başvuru
sahibinin ağaç varlığına ilişkin iddialarını yerinde keşif
yaparak incelemesini; ve zararları tespit ederken
köyün tamamen boşaldığı tarihi esas almasını
istemiştir.322
142
Öte yandan, Van İdare Mahkemesi’nin tazminatların
düşük olduğu gerekçesiyle önüne gelen davalarda,
komisyonların tazminata ilişkin kararlarına yönelik
Malatya İdare Mahkemesi’nin yaptığına benzer bir
yargı denetimi yapmak konusunda isteksiz olduğu
anlaşılmaktadır. Van İdare Mahkemesi, olumlu karar
verdiği davalarda, komisyonların düşük tazminata
hüküm verdikleri kararları ‘keşiflerin usulüne uygun
yapılmadığı’ gerekçesiyle iptal ederken, avukatların
tam yargı kararı talebine olumsuz yanıt vermektedir.
Komisyonların, kira giderleri ve hayvancılık
gelirlerinden mahrumiyet gibi bazı zarar kalemlerini
hiç karşılamamış olmasına rağmen, Van İdare
Mahkemesi tazminatların yeniden belirlenmesi
talebiyle dosyaları komisyonlara geri göndermektedir.
322 İsmail Saymaz, “Terör Tazminatı Böyle Hesaplanır”,
Radikal, 10 Haziran 2010.
Sonuç
Sonuç
Bu göç, gayri yasal, gayri hukuki ve keyfi olduğu ölçüde
devletin bir kısım Kürt vatandaşına karşı –Cumhuriyet
tarihi boyunca örnekleri görüldüğü üzere yeniden–
başvurduğu bir ceza mekanizmasıydı da aynı zamanda.
yerleştikleri kentlerin çeperindeki mahallelerde
yaşamaya devam eden, gerekse köylerine geri dönmüş
olan mağdurların halen maruz kaldığı yoksulluk,
dışlanmışlık ve ayrımcılık, aradan geçen uzun zamana
rağmen, bu insanların vatandaşlık haklarının ihlal
edilmesi ve bizliğin dışında bırakılması hallerinin
devam ettiğini göstermektedir.
Hal böyleyken, 2004 senesinde, bir yandan AB’nin
üyelik kriterlerinin gereklerini yerine getirebilmek,
diğer yandan AİHM’de beklemekte olan yerinden
etmeyle ilgili 1500 başvurunun önüne geçmek
amacıyla, hükümet, yerinden edilenlerin maddi
zararlarının tazminine yönelik özel bir yasa
çıkartmıştır. Tazminat Yasası’nın kabul edilmesi, uzun
yıllardır uğradıkları haksızlıkların giderilmesini
beklemekte olan Kürtlerin “adalet”in nihayet tecelli
edeceğine dair umutlanmasına vesile olmuştur.
Mağdurların adaletten beklentisi, zararlarının tazmin
edilmesinden öte, vatandaşlık haklarını ihlal eden
resmi ve gayri resmi güvenlik güçlerinin tespit edilerek
yargılanmasıydı. Başta bölgedeki insan hakları
savunucuları ve mağdurlar olmak üzere birçok kişinin
beklentisi ve umudu, aynı zamanda, tazminat
sürecinin OHAL dönemine dair hakikatlerin ortaya
çıkmasına ve resmi kayıtlara geçmesine vesile
olmasıydı. Pek çok mağdur ve aktivist, zarar tespit
komisyonlarının fiilen bir çeşit hakikat komisyonu
işlevi görmesini beklemekteydi. Dolayısıyla, gerek
145
Bu çalışma, “doksanlar tecrübesi” olarak
adlandırdığımız Cumhuriyet döneminin bu en son
zorunlu Kürt göçünü vatandaşlık ve adalet kavramları
üzerinden ele almayı hedeflemiştir. Sayıları milyonu
aşan insanın birkaç senelik kısa bir zaman diliminde
zorla, kitlesel olarak ve hazırlıksız bir biçimde göç
ettirilmiş olmaları, başlı başına bir vatandaşlık hakkı
ihlali olmakla birlikte, birçok başka ihlali de
beraberinde getirmiştir. Devletin, herhangi bir yasal
dayanak olmaksızın, uluslararası hukuk ile anayasa
hukukunun en temel ilkelerine aykırı biçimde, geri
dönülemez bir göçe zorladığı ve kelimenin gerçek
anlamıyla sokakta bıraktığı milyonlarca Kürt, hukuken
ve fiilen vatandaşlığın, yani ‘bizliğin’, dışına itilmiştir.
Bu göç, gayri yasal, gayri hukuki ve keyfi olduğu
ölçüde devletin bir kısım Kürt vatandaşına karşı –
Cumhuriyet tarihi boyunca örnekleri görüldüğü üzere
yeniden– başvurduğu bir ceza mekanizmasıydı da aynı
zamanda. Daha önce yapılan benzer pek çok çalışma
gibi bu araştırmanın da ortaya koyduğu üzere,
mağdurların birçoğu, sadece korucu olmayı ve PKK’ya
karşı devletin yanında savaşmayı reddettiği için göçe
zorlanmıştır. İradeleri dışında yaşam alanlarından
kopartılan, uzun yıllar mülklerine ulaşmalarına izin
verilmeyen, evleri ve ahırları yakılan, yakınlarını
gözaltında ve faili meçhul cinayetlerde kaybeden,
işkenceye uğrayan bu insanlar, en temel vatandaşlık
haklarından yoksun bırakılmıştır. Bölgenin olağanüstü
hukuk rejimiyle yönetildiği o dönemde, birçok mağdur
buna rağmen mahkemelere başvurma cesaretini
göstermiş, lakin adalet talepleri Türkiye yargısınca
karşılanmamıştır. Benzer şekilde, mağdurların göçün
hemen ertesinde barınma ve gıda gibi acil ihtiyaçları
için mülki amirlere yaptıkları başvurular da büyük
ölçüde sonuçsuz kalmıştır. Gerek göç sonrasında
1990’lardaki hak ihlallerinin tazmini için bir
mekanizma oluşturması gerekse mağdurların adalet
bekliyor oluşu, Tazminat Yasası’nı “geçiş sürecinde
adalet” kavramı çerçevesinde değerlendirmeyi
mümkün kılıyor. Haddizatında, “devlete olan güveni
pekiştir[meyi], vatandaş-Devlet kaynaşmasını
artır[mayı], terörle mücadeleye ve toplumsal barışa
önemli katkıda bulun[mayı]” amaçlayan yasa bizatihi
kendisine böyle bir misyon biçiyor.
146
Başta bölgedeki insan hakları savunucuları ve mağdurlar
olmak üzere birçok kişinin beklentisi ve umudu, aynı
zamanda, tazminat sürecinin OHAL dönemine dair
hakikatlerin ortaya çıkmasına ve resmi kayıtlara
geçmesine vesile olmasıydı. Pek çok mağdur ve aktivist,
zarar tespit komisyonlarının fiilen bir çeşit hakikat
komisyonu işlevi görmesini beklemekteydi.
Tazminat Yasası’nı geçiş sürecinde adalet mefhumu
çerçevesinde değerlendirmek, birkaç açıdan yerinde
bulunmayabilir. Öncelikle, Türkiye’nin bir ‘geçiş’
sürecinde bulunmadığı düşünülebilir. Türkiye’nin
bugünü, geçmişi ile yakın geleceğini birbirinden net
olarak ayıran bir kırılma noktası olarak addedilebilir
mi? Virginie Ladisch ve Roger Duthie, bu raporun giriş
bölümünde, 1980’lerden bu yana geçiş sürecinde
adalet tartışmalarının yaşandığı ülkelerdeki siyasi
bağlamların birbirlerinden oldukça farklı olduğuna
dikkat çekiyorlar. Yazarlar, bu kavramın otoriter
yönetimden demokrasiye geçiş yaşayan ülkelerde ya
da iç savaş yaşamış ülkelerde çatışmaların sona
ermesinin ardından gündeme geldiğini hatırlatıyorlar.
Türkiye’nin ise bu kategorilere tam olarak uyduğunu
savunmak mümkün görünmüyor. Askeri darbenin
ürünü otoriter bir anayasayla yönetilen, demokratik
kurumlar üzerindeki sivil ve askeri vesayetin varlığını
büyük ölçüde koruduğu, Kürt siyasi hareketinin çeşitli
yasal ve siyasal baskılara maruz bırakılmaya devam
ettiği Türkiye’de demokrasinin yerleştiğini ileri sürmek
mümkün değil. Üstelik, devlet ile PKK arasındaki
silahlı çatışmalar sona ermediği gibi, yeniden
canlanmış durumda.
Bu durumun, Tazminat Yasası’nın geçiş sürecinde
adalet kavramı etrafında incelenmesini anlamsız
kıldığı ileri sürülebilir. Ladisch ve Duthie, bu kavramın,
iç savaş yaşanan ülkelerde çatışmalar devam ederken
de etkili bir mekanizma olarak kullanılmış olduğunu
hatırlatarak, geçiş sürecinde adaletin Türkiye için yine
de işlevsel olabileceğini savunuyorlar:
Geçiş döneminde adalet yaklaşımlarının açık bir
“geçiş”in söz konusu olmadığı düşünülebilecek
bölgelere de belli ölçülerde uygulanabilmesi için,
geçmişle yüzleşmek konusunda bir gayret ya da güdü
ve ayrıca bir fırsat penceresi mevcut olmalıdır. Sivil
toplumun artan baskıları, lider kadrosunun
değişmesi ya da iç veya dış koşullardaki bir değişiklik,
bu değişim güdüsünü sağlayabilir. Türkiye’de katılım
sürecinin bir parçası olarak tesis edilen reformların
birçoğu ileriye dönük olmakla birlikte, bazı
çözülmemiş meseleler, örneğin azınlık hakları ve
yerinden edilme konuları, kaçınılmaz olarak, geçmişle
bir tür yüzleşmeyi de gerekli kılmaktadır.
Nitekim, yazarların bu çalışma için ayrıntılı olarak ele
aldıkları Fas örneğinde, böylesi bir “fırsat
penceresi”nin var olduğu anlaşılıyor. Sivil toplumun
yoğun takibi ve baskısı sonucunda Kral tarafından
kurulan hakikat komisyonu, otoriter rejimden
demokrasiye radikal bir geçiş sonucunda değil, bizatihi
o geçiş sürecinin bir parçası olarak, “demokratik
değişimi ilerletme amacıyla kuruldu”.
O halde, geçiş sürecinde adalet kavramının otoriter
rejimin zayıflamış olsa da varlığını sürdürdüğü,
demokrasinin yerleşmemiş olduğu ve çatışmaların
devam ettiği Türkiye için de işlevsel bir analitik
çerçeve sunduğu düşünülebilir. Bu durumda Tazminat
Yasası, genel olarak Kürt meselesine, özel olarak da
yerinden edilme meselesine ilişkin bir geçiş sürecinde
adalet mekanizması olarak değerlendirilebilir mi?
Bir “Geçiş Sürecinde Adalet”
Mekanizması Olarak Tazminat Yasası
Devletin “doksanlar tecrübesi”ne ilişkin söylem ve
politikası, yakın zamana dek inkâra dayanmıştır.
Devlet, sadece bir milyonu aşan vatandaşının zorla
göç ettirilmesindeki sorumluluğunu değil, böyle bir
Devlet, Kürtlerin yerlerinden ‘olduklarını’ kabul
ettiyse de, yerlerinden ‘edildiklerini’, hele ki bu
eylemin büyük ölçüde resmi ve yarı-resmi
güvenlik güçlerince gerçekleştirildiğini kabul
etmemiştir. Türkiye, 1990’larda Kürt sivillere
yönelik hak ihlallerindeki sorumluluğunu
üstlenmeme tavrına devam etmektedir.
Türkiye’nin yerinden edilmiş kişilere ilişkin son on
yılda geliştirdiği çözümler, insan haklarını ve adaleti
merkeze alan ilkeli bir politika değişikliğine değil, dış
politikada yüksek kazanç elde etmeye dayanan
pragmatik hesaplara dayanmaktadır. Devlet, bir
milyondan fazla vatandaşının yerinden edilmesindeki
sorumluluğunu kabul etmeye, 1990’larda yaşananlara
dair hakikati belgelemeye ve benzer hak ihlallerinin
yeniden yaşanmasını engelleyici tedbirler almaya
dayanan köklü bir politika değişikliğine gitmek yerine,
uluslararası kamuoyu baskısını bertaraf etmek ve AB
sürecini hızlandırmak amacıyla günü kurtarmaya
yönelik ‘teknik’ çözümler geliştirmiştir. Tazminat
Yasası’nın başlığı, içeriği ve uygulamasının da
gösterdiği üzere, devletin yaklaşımı, yerinden edilmeyi
bir hak ihlali olarak değil, terörle mücadelenin ikincil
bir sonucu olarak göstermektedir.
Oysa, geçiş sürecinde adalet uygulamalarında, iç
savaş, çatışma veya otoriter rejim sırasında hak
ihlallerine uğrayan kişilerin mağduriyetlerinin
telafisine yönelik BM ilkeleri, hak temelli ve mağdur
odaklı bir telafi hakkı içermektedir.323 Buna göre, “tam
ve etkili bir telafi” hızla yerine getirilmeli, mağdurların
kayıplarının büyüklüğüyle orantılı olmalı ve beş temel
ilke üzerine inşa edilmelidir.324 Bu ilkelerden birisi olan
tazminat, sadece maddi değil aynı zamanda manevi
zararların da karşılanmasını gerektirmektedir. Bu
amaçla, kişinin bedensel veya ruhsal sağlığında oluşan
yaraları onarması ve maddi kayıplarını karşılaması
öngörülür. Geçiş döneminde adalet bağlamında
tazminat, mağdurlara para ödenmesinden çok daha
fazlası anlamına gelir. Ladisch ve Duthie’nin
vurguladığı üzere, “tazminatlar, bir toplumun verilen
zararları tanıma, bunlardan pişman olma ve bunları
giderme kararlılığının [...] [ve] devletin sorumululuğunu
zımni olarak kabul ettiğinin bir ifadesidir”.
Türkiye örneğinde Tazminat Yasası, 1990’larda
sivillere karşı işlenen ağır hak ihlallerindeki
sorumluluğu kabul, pişmanlığı ifade, ve mağdurların
maddi ve manevi bütün zararlarını telafi etmeye
dönük bir devlet iradesini ve kararlılığını
içermemektedir. Yasa köyleri boşaltılan insanlar için
çıkartılmışır, ama hak sahipleri yerinden edilenlerle
sınırlı değildir. Hükümet, sürecin başından itibaren, bu
yasayı yerinden edilen Kürtlere özel bir telafi çabası
yerine, bütün “terör mağdurları”na açık bir tazminat
mekanizması olarak tasarlamıştır. Yasa, isminden de
323 BM Genel Kurulu, “Basic Principles and Guidelines on the
Right to a Remedy and Reparation for Victims of Gross
Violations of International Human Rights Law and
Serious Violations of International Humanitarian Law,”
A/RES/60/147, 21 Mart 2006.
324 Bu beş ilke şunlardır: Kişinin ihlal edilen özgürlük,
mülkiyet, istihdam gibi hakları yeniden tesis edilerek
zararlarının telafi edilmesi (restitution); maddi ve manevi
zararların tazmin edilmesi (compensation); kişilerin
fiziksel ve psikolojik yaralarının kapanması amacıyla
rehabilite edilmesi (rehabilitation); benzer ihlallerin bir
daha gerçekleşmesini engellemek amacıyla bir dizi
önleyici tedbirin (preventive measures) alınması; ve
mağdurların adalet beklentilerini karşılayacak politikalar
geliştirilmesi (satisfaction).
147
olayın yaşandığını dahi reddetmiştir. 2000’lerin
başında, AB üyeliği sürecinin başlamasıyla birlikte bu
tutum değişmeye başlamış, sorunun varlığı hükümet
düzeyinde resmen kabul edilmiştir. Ancak, bir yandan
BM ve AB’nin baskısı, diğer yandan AİHM’de bekleyen
1500 başvuru nedeniyle geliştirilen bu yeni tutum,
köklü bir politika değişikliğini ima etmemiştir. Devlet,
Kürtlerin yerlerinden ‘olduklarını’ kabul ettiyse de,
yerlerinden ‘edildiklerini’, hele ki bu eylemin büyük
ölçüde resmi ve yarı-resmi güvenlik güçlerince
gerçekleştirildiğini kabul etmemiştir. Türkiye,
1990’larda Kürt sivillere yönelik hak ihlallerindeki
sorumluluğunu üstlenmeme tavrına devam
etmektedir.
anlaşıldığı üzere, “terör” ve “terörle mücadele”
nedeniyle maddi zarara uğrayan herkese tazminat
hakkı tanımaktadır. Böylelikle, milyonlarca insanın
kitlesel olarak göçe zorlandığı bir mesele, kolektif
boyutundan arındırılarak bireysel zararlara
indirgenmiş, arkaplanındaki etnik meseleden
ayrıştırılmıştır. Yasa, başlığından da anlaşıldığı üzere,
bir coğrafyada yaşayan bütün bir Kürt nüfusu hedef
alan ayrımcı bir uygulamanın üzerini örterek, meseleyi
terörle mücadelenin istenmeyen bir sonucuna
indirgemiştir. Geleceğe odaklı olan Tazminat Yasası,
yakın geçmişe ilişkin hakikatleri ortaya çıkarma niyeti
de taşımamaktadır. Aksine, devletin cezai
sorumluluğunun üzerini örtmek amacıyla, yasanın
kusursuz sorumluluk ilkesine dayandırılmasıyla
1990’lara ilişkin “alternatif bir anlatı” yaratılmıştır.325
Yasa, isminden de anlaşıldığı üzere, “terör” ve “terörle
mücadele” nedeniyle maddi zarara uğrayan herkese
tazminat hakkı tanımaktadır. Böylelikle, milyonlarca
insanın kitlesel olarak göçe zorlandığı bir mesele, kolektif
boyutundan arındırılarak bireysel zararlara indirgenmiş,
arkaplanındaki etnik meseleden ayrıştırılmıştır.
Devletin 1990’larda işlenen ağır suçlara ilişkin
sorumluluğunu kabul etmeksizin tazminat vermesi ve
yerinden edilenlerin tazminat taleplerini adalet
içermeyen bir mekanizmayla ‘kapatmaya’ çalışması,
mağdurların kendilerine önerilen tazminatları “kan
parası”326 veya “rızalarını satın alma çabası”327 olarak
148
325 Başak Çallı, “The Logics of Supranational Human Rights
Litigation, Official Acknowledgment, and Human Rights
Reform: The Southeast Turkey Cases before the European
Court of Human Rights, 1996-2006”, Law & Social Inquiry,
Volume 35, Issue 2, 311-337, Spring 2010, 313.
algılamasına yol açmaktadır. Kaldı ki, 1987’den bu
yana çatışma ortamı nedeniyle maddi zarara uğramış
herkesin hak sahibi olması, tazminat ile yerinden
edilme meselesi arasında doğrudan bir ilişki
kurulmasını engellemektedir. Ayrıca, yerinden
edilenlere karşı ağır hak ihlalleri işleyen güvenlik
görevlileri ile korucuların da hak sahibi olması,
yasanın “dışsal tutarlılığı”nı zedelemektedir.328
Hak ihlallerinin faillerinin mağdur mertebesine ‘terfi
edilmesi’, gerçek mağdurların zararlarının tazmin
edilmesi ile kendilerine karşı suç işlemiş olan faillerin
yargılanması taleplerinin arasında bir gerilim
yaratmakta, mağdurları tazminat ve adalet talepleri
arasında seçim yapmak zorunda bırakmaktadır.
Benzer zararlara uğrayan mağdurlara verilen tazminat
miktarlarının birbirinden farklı olması ve kimi
mağdurların zararları karşılanırken diğerlerinin
başvurusunun reddedilmesi, bir “mağdurlar
hiyerarşisi” yaratmakta ve yerinden edilen Kürtler
arasında derin bir ayrıştırıcı etki yaratmaktadır.329
Öte yandan, mağdurlar hiyerarşisinin sadece devlet
nazarında kurulmadığı anlaşılıyor. Kürt siyasi hareketi
ile bu harekete yakın duran sivil toplum kuruluşları,
göç dernekleri ve göç mağdurlarının söyleminde
benzer bir hiyerarşi, korucu olarak devletin yanında
yer alan Kürtler ile ‘davaya ihanet etmeyen’ Kürtler
arasında kurulmaktadır. Siyasi ve ekonomik çıkar elde
etmek amacıyla veya diğer nedenlerle PKK’ya karşı
devletin tarafında yer almış olan bir korucu nüfusun
bulunduğu bilinmektedir. Bölgede yerinden edilenlere
ve diğer sivillere karşı işlenen ihlallerin failleri
arasında çok sayıda korucu olduğu da bir gerçektir.
Öte yandan, korucuları çıkarları, siyasi görüşleri ve
eylemleri açısından monolitik bir blok olarak
algılamak, bu nüfusun içerisindeki ayrışmaları gözden
kaçırmaya neden olmaktadır. Van saha araştırmasının
326 Naomi Roht-Arriaza, “The New Landscape of Transitional
Justice,” in Transitional Justice in the Twenty-First Century:
Beyond Truth versus Justice (Cambridge, New York:
Cambridge University Press, 2006), 1-16, 8.
328 Pablo De Greiff, “Repairing the Past: Compensation for
Victims of Human Rights Violations”, Pablo De Greiff,
ed., The Handbook of Reparations içinde (New York:
Oxford University Press, 2006), 1-18, 11.
327 Pablo de Greiff, “Theorizing Transitional Justice,”
Melissa Williams vd.. (ed.), Transitional Justice içinde
(New York: New York University Press, baskıda), 6.
329 Pablo De Greiff, “Justice and Reparations”, Pablo De
Greiff, ed., The Handbook of Reparations içinde (New York:
Oxford University Press, 2006), 458.
en önemli bulgularından birisi, bugünün göç
mağdurları arasında geçmişin köy korucularının da
bulunduğu, ‘fail korucular’ ile ‘mağdur göçmenler’
şeklinde yapılan keskin ayrımın her durumda geçerli
olmadığıdır. Geçmişte ve bugün, kendi iradesiyle
korucu olan çok sayıda Kürt olmakla birlikte, diğer
birçok Kürtün korucu olmasının nedeni, buna devlet
tarafından zorlanmış, topraklarından gitmekle kalmak
arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılmış
olmalarıdır. Nitekim, bu kişilerin bazıları silah altına
girdikten sonra PKK’ya karşı orduyla birlikte
savaşmayı reddetmiş ve bu nedenle koruculuktan
uzaklaştırılmakla kalmamış, göçe de zorlanmıştır.
Tazminat Yasası’nın kabul edilişinin yasal ve
diplomatik arka planı, yerlerinden edilmiş Kürtler için
bir telafi programı geliştirmek amacıyla değil,
uluslararası hukuk ve siyasetten doğan bir gereklilik
nedeniyle kabul edilmiş olduğunu göstermektedir.
AİHM’de beklemekte olan 1500 başvurunun aleyhine
sonuçlanması ihtimaliyle ve yerlerinden edilmiş
nüfusun sorunlarını çözmesi için AB’nin artan
baskısıyla karşı karşıya olan hükümet, mağdurların
AİHM’e başvurmasını engelleyici bir mekanizma
geliştirmek zorunda kalmıştı. Gereğince
tartışılmaksızın ve mağdurlara danışılmaksızın
Bu durum, yerinden edilenlerin yasayı –
amaçladığı üzere– bir ‘sulh’ süreci olarak değil,
iradelerine yapılan bir ‘dayatma’ olarak
algılamalarına neden olmaktadır.
Meclis’ten aceleyle geçirilen yasa, yine de
mağdurlarda 1990’lara dair bir hakikat sürecinin
başladığı yönünde umutların doğmasına yol açmıştı.
Ancak, zarar tespit komisyonlarının ağırlıkla devlet
görevlilerinden oluşan yapısı bu umutları boşa
çıkarmıştır. Yasanın uygulaması, tarafların, yani
devlet ile mağdurların, birbirleriyle eşit koşullarda
konumlandığı müzakerelerden ziyade, tazminat
miktarlarının komisyonlarca tek taraflı olarak
belirlendiği gayri siyasi bir sürece dayanmaktadır. Bu
durum, yerinden edilenlerin yasayı –amaçladığı
üzere– bir ‘sulh’ süreci olarak değil, iradelerine yapılan
bir ‘dayatma’ olarak algılamalarına neden olmaktadır.
Hükümet, o dönemde Meclis’te görev yapan bazı CHP
milletvekillerinin ve bölge barolarının ısrarlı
çağrılarına rağmen, yasanın kapsamını, mağdurların
manevi zararlarını da karşılayacak şekilde
genişletmeyi reddetmiştir. Oysa, failli meçhul cinayet,
gözaltında kayıp, işkence ve köy boşaltmaları gibi ağır
hak ihlallerine uğrayan mağdurların manevi
kayıplarının en az maddi kayıpları kadar ağır olduğu ve
tazmin edilmesi gerektiği, sadece uluslararası
hukukun değil Türkiye’nin tazminat hukukunun da
gereğidir. Tazminat Yasası’nın kapsamı ise, insan
bedenine ve taşınmaz mallara gelen zararlar ile tarım
yapamamaktan doğan maddi kayıplarla sınırlı
kalmakta, mağdurların manevi kayıplarını, göç sonrası
oluşan kira ve diğer giderlerini, hayvancılık
yapamamaktan doğan zararlarını karşılamamaktadır.
Kaldı ki, yasanın karşıladığı kalemler için
komisyonlarca verilen tazminat miktarlarının son
derece düşük ve sembolik olması, mağdurların sürece
dair algısını büsbütün olumsuz etkilemektedir.
Kuşkusuz, bir milyondan fazla insanın maddi
kayıplarının tazmin edilmesine yönelik bir idari
programın yerinden edilenlerin beklentilerini bütünüyle
karşılaması beklenemez. Ancak, zararların tazminini
mahkemelere oranla daha hızlı ve düşük maliyetle
sonuçlandıran, mağdurlara zararların belgelenmesinde
yargıya oranla daha az ispat yükü getiren, çekişmeli
olmayan usullere yaslanan ve başvurularının olumlu
sonuçlanacağı güvencesi veren “iyi tasarlanmış bir
telafi programı,” yine de birçok mağdur açısından tercih
149
Öte yandan, mağdurlar hiyerarşisinin sadece
devlet nazarında kurulmadığı anlaşılıyor.
Kürt siyasi hareketi ile bu harekete yakın
duran sivil toplum kuruluşları, göç dernekleri
ve göç mağdurlarının söyleminde benzer bir
hiyerarşi, korucu olarak devletin yanında yer
alan Kürtler ile ‘davaya ihanet etmeyen’
Kürtler arasında kurulmaktadır.
edilir olabilir.330 Tazminat Yasası söz konusu olduğunda
ise, bu iyileştirici unsurların söz konusu olmadığı
anlaşılmaktadır. Başvuruların değerlendirilmesi yargı
süreci kadar uzun sürebilmekte, yasaya özel bir bütçe
oluşturulmamış olması nedeniyle tazminatlar –yasa üç
ay üst sınırı koymasına rağmen– oldukça gecikmeli
olarak ödenmektedir. Ayrıca, zararların
belgelenmesinde mağdurlara ağır bir ispat yükü
getirilmekte, maddi zarara uğramış olan her kişinin
tazminat alacağına dair bir güvence bulunmamaktadır.
Ekim 2010 itibariyle sonuçlandırılmış olan her iki
başvurudan birinin reddedilmiş olması, mağdurların
yasanın bir aldatmacadan ibaret olduğuna dair algısını
perçinlemekte, hükümetin gerçek niyeti üzerinde kuşku
yaratmaktadır.
Tazminat Yasası’nı Geçiş Sürecinde Adalet
Mekanizmasına Dönüştürmek
Hükümet
Yine de, gerekli koşulların mevcut olması halinde,
yasanın adaleti tesis etmede zararların telafisinden
öte bir işlev görmesi mümkün olabilirdi. Örneğin, AK
Parti hükümeti, ülke içinde kamusal alanda hiçbir
zaman sahiplenmediği Tazminat Yasası’na, 2009
senesinde ilan ettiği “Kürt açılımı” kapsamında
görünürlük kazandırabilir, Kürt meselesine ilişkin bir
hakikat ve adalet programı çerçevesinde yasanın
içeriğini ve uygulamasını yeniden düzenleyebilirdi.
Açılımı somut adımlarla desteklememiş olmakla
eleştirilen hükümetin, mağdurların manevi zararlarını
da tazmin etmesi ve zarar tespit komisyonlarınca
reddedilen başvuruların bağımsız bir idari mekanizma
tarafından yeniden değerlendirilmesini sağlaması,
mağdurların adalet beklentilerini karşılayabileceği
gibi devlete olan inançlarını da tesis edebilirdi. Oysa
hükümet, uluslararası kamuoyuna gururla takdim
ettiği Tazminat Yasası’nı, içeride görünmez kılmış,
bürokrasinin tasarrufuna teslim ettiği bir teknik
düzenlemeye indirgemiştir.
Yine de, devletin bu tutumuna rağmen, Türkiye
toplumu yasayı Kürt sorununun çözümüne ilişkin
kapsamlı bir adalet programının ilk adımı olarak
görmüş olsaydı, Tazminat Yasası’nın bir geçiş
sürecinde adalet aracına dönüşmesi mümkün
olabilirdi. Ancak, yasa, mağdurlar ile toplumun geri
kalanı arasında “dayanışma sağlayıcı”331 ve geçiş
sürecini kolaylaştırıcı bir etki yaratmamıştır. Bir
yandan, toplumun genelinde Tazminat Yasası’na
ilişkin oldukça yaygın ve büyük bir bilgisizlik
bulunmaktadır. Diğer yandan, yasayı, hükümetin
150
Yerinden edilme gibi süregiden veya tekerrür eden
yapısal sorunların çözümünde, geçiş sürecinde adalet
mefhumuna başvurmak güç olabilmektedir. Göçe yol
açan çatışma durumunun devam ettiği, yeni göç
dalgalarının ortaya çıktığı veya olası olduğu, göç
edenlerin geri dönüşünün mümkün olmadığı bir
durumda, mağdurların zararlarının telafisinin kendine
has güçlükleri bulunmaktadır. Zira, tazminatların
hesaplanabilmesi, mağdurların yerinden
edilmelerinden bu yana geçen sürenin ve bu süre
içerisinde uğradıkları zararların tespitini
gerektirmektedir. Devlet ile PKK arasındaki silahlı
çatışmaların devam ettiği ve köylere geri dönüşün
büyük ölçüde mümkün olmadığı Türkiye’de,
geleneksel geçiş sürecinde adalet yaklaşımlarının
uygulanması bu nedenlerle güçtür. Bu zorluk,
zararların tazminine yönelik çabalar söz konusu
olduğunda büsbütün artmaktadır. Devletin bölgede
birkaç sene öncesine dek kadastro yapmamış ve arazi
mülkiyetini tespit etmemiş olması gibi yasal sebepler
ve 1990’lardaki hak ihlalleri ile zorla göçteki
sorumluluğunu inkâr etmeye devam etmesi gibi
siyasal nedenler, zararların adil ve etkili telafisi için
gerekli önkoşulların oluşmadığını göstermektedir.
Yine de, devletin bu tutumuna rağmen,
Türkiye toplumu yasayı Kürt sorununun
çözümüne ilişkin kapsamlı bir adalet
programının ilk adımı olarak görmüş olsaydı,
Tazminat Yasası’nın bir geçiş sürecinde adalet
aracına dönüşmesi mümkün olabilirdi.
330 A.g.k., s. 459.
331 A.g.k., s. 465.
Kürt Siyasi Hareketi
Bu noktada, Kürt siyasi hareketinin yasayı neden daha
büyük bir mücadelenin parçası olarak
işlevselleştirmediği üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu
soruya yanıt ararken ilk akla gelen, Kürt siyasetinin,
samimiyetsiz ve çıkarcı addettiği bir devlet pratiğine
meşruiyet kazandırmaktan endişe etmiş olmasıdır.
Öte yandan, bölge barolarının ve DTP
milletvekillerinin, yasanın iyileştirilmesi amacıyla
bölgede mülki amirler, Ankara’da ise merkezi hükümet
nezdinde gösterdikleri çaba, Kürt hareketinin yasayı
görmezden gelmeye yönelik bir tavır almış olabileceği
savını zayıflatmaktadır. Ancak, şu da bir gerçektir ki,
Kürt siyasi hareketinin “doksanlar tecrübesi”yle
yüzleşilmesi için son yıllarda geliştirmeye başladığı
geçiş sürecinde adalet projesi içerisinde Tazminat
Yasası yer almamaktadır. Faili meçhul cinayetler ile
kayıplara ilişkin bir Meclis Araştırma Komisyonu’nun
kurulmasını, Diyarbakır Cezaevi’nin toplumsal bellek
müzesine dönüştürülmesini, bilimsel kazılar yoluyla
kayıpların mezarlarının tespit edilmesini ve faillerin
yargılanmasını talep eden Kürt siyasi hareketinin, bir
milyondan fazla Kürt vatandaşın yerinden edilmesine
ilişkin benzer bir siyasi kampanya geliştirmemiş
olması düşündürücüdür.333 Öyle görülüyor ki yerinden
332 Yasayı tasarı olarak Meclis’e sunulmasından bu yana
yakından takip eden ve gerek içeriğini gerekse
uygulamasını iyileştirmek için yasal ve siyasi mücadele
veren bölge barolarına mensup az sayıdaki avukat,
kuşkusuz, bu tahlilin dışındadır.
333 Daha önce de belirtildiği üzere, Meclis’e girdiği 2007
genel seçimlerinden itibaren Tazminat Yasası’na yönelik
hükümetin cevaplaması istemiyle çok sayıda soru
önergesi vermiş olan DTP’nin taleplerinin arasında,
uygulamada yaşanan sorunların tespiti ve çözümü için bir
Meclis araştırması açılması da bulunuyordu. Ancak bu
talep, yerinden edilme sürecini geçiş sürecinde adalet
kavramı çerçevesinde mercek altına alacak olan bir
hakikat komisyonu kurulmasını içermiyordu.
edilme, geçiş sürecinde adalet kavramı etrafında
üretilen siyaset çerçevesinde başlı başına bir hak ihlali
olarak öncelenmemekte, aynı dönemde gerçekleşen
diğer ağır hak ihlallerinin gölgesinde kalmaktadır.
Uluslararası Kamuoyu
1990’ların OHAL koşullarında dahi uğradıkları
adaletsizliğe dünya kamuoyunun dikkatini çekmeyi
başarmış olan göç mağdurlarının hak mücadelesinin,
2000’lerin AB üyeliği sürecinde zemin kaybetmesinde,
uluslararası aktörlerin sorumluluğuna da dikkat
çekmek gerekiyor. Kuşkusuz, Türkiye’nin yıllarca
sürdürdüğü inkâr politikasının sona ermesine ve
mağdurlara yönelik bazı olumlu adımların atılmasına
yol açan, uluslararası kamuoyunun baskısı olmuştur.
Avrupa Konseyi, AB ve BM’nin koordineli siyasal
baskısının bir sonucu, devletin büyük bir gecikmeyle
de olsa yerinden edilenler için bir tazminat yasası
çıkarması olmuştur. Öte yandan, teslim etmek gerekir
ki, köyleri boşaltılan yoksul Kürtleri temsil eden
bölgedeki hak savunucuları ile Avrupa’daki Kürt
diasporasının mücadelesi olmasaydı, Kürt meselesinin
uluslararası kurumların gündeminde böylesine güçlü
bir yer bulması mümkün olmayacaktı. Kürt sorununun
bir ‘Avrupa meselesi’ haline gelmesinde bir diğer
önemli etken de, OHAL rejiminin uygulandığı,
DGM’lerin ve idam cezasının yürürlükte olduğu,
bölgede devlet eliyle işlenen faili meçhul cinayetler ile
gözaltında kayıpların gündelik yaşamın bir parçası
olduğu 1990’lar Türkiye’sinin insan hakları sicilinin son
derece kötü olmasıydı. 2000’lere gelindiğinde ise
Türkiye, devletin vatandaşlarına karşı ağır suçlar
işlediği, sırtını dünyaya dönmüş yalnız bir ülkeden, AB
üyeliğini hedefleyen bir hükümetin iktidarda olduğu,
dünyayla siyasi ve ekonomik olarak daha fazla
entegre, demokratikleşme ve sivilleşme yolunda
önemli adımlar atmaya başlamış bir ülkeye
dönüşmüştü. Bu dönüşüm dünya kamuoyunun
tutumunun da değişmesine yol açmış, başta AB ve
Avrupa Konseyi olmak üzere uluslararası kurumlar,
Türkiye’deki reform sürecini desteklemek adına
hükümete karşı çok daha ‘anlayışlı’ olmuşlardır.
151
uluslararası kamuoyunu kandırmak amacıyla
geliştirdiği bir taktik veya iyi niyetle başlanmış ancak
kötü tasarlanmış başarısız bir girişim olarak gören
mağdurlar ile siyasi temsilcilerinin de, yasayı daha
görünür ve tartışılır kılmak için ısrarlı bir girişimde
bulunduğunu söylemek mümkün görünmüyor.332
Uluslararası kamuoyunun Türkiye algısındaki
dönüşümün bu çalışma açısından en çarpıcı
göstergesi, AİHM’in yerinden edilmeye ilişkin
içtihadındaki değişim olmuştur. AİHM’in, OHAL
yönetimi sırasında bölgede etkili bir iç hukuk sistemi
bulunmadığına karar verdiği ve göç mağdurlarının
başvurularını doğrudan kabul etmeye başladığı 1996
tarihli Akdıvar kararı ile Tazminat Yasası’nın kabul
edilmesinin ardından 1500 başvuruyu reddettiği 2006
tarihli İçyer kararı arasında geçen zaman zarfında
Türkiye ile ilişkileri büyük bir dönüşüme uğramıştı.
1990’larda Türkiye’den gelen dosyalardaki usul
hatalarına rağmen başvuruları güçlük çıkarmadan
kabul eden AİHM, 2000’lere gelindiğinde, kabul
edilebilirlik kurallarını katı bir biçimde uygulamaya
başlamıştı.334 AİHM’in “örneği olmayan”335 bir
uygulamayla olgu saptama duruşmaları yapmak üzere
Türkiye’ye geldiği ve fiili bir “hakikat komisyonu” işlevi
gördüğü� 1990’lardan, Mahkeme’nin kararlarını
uygulamada Türkiye’nin gösterdiği ‘performansın’
yasal reformlar üzerinden değerlendirildiği 2000’lere
gelindi. 1990’larda hak ihlallerini işleyen güvenlik
görevlilerinin yargılanmasını talep eden ve hakikatin
ortaya çıkması için çabalayan AİHM, 2000’lere
gelindiğinde devletin kusursuz sorumluluğuna
dayanan bir yasayı yeterli bulmuş ve devletin 1990’lara
ilişkin inşa ettiği resmi anlatıyı kabul etmiş oldu.
AİHM, birçok ilde Tazminat Yasası’nın uygulamasının
henüz başlamadığı bir dönemde verdiği İçyer kararıyla,
uygulamanın yerleşmesini beklemek ve ret kararlarını
mercek altına almak yerine, hükümetin sunduğu emsal
152
334 Dilek Kurban vd., Supranational Rights Litigation,
Implementation and the Domestic Impact of Strasbourg Court
Jurisprudence: A Case Study of Turkey, report prepared for
the JURISTRAS project funded by the European
Commission, DG Research, Priority 7, Citizens and
Governance in a Knowledge Based Society, 2008, 44-46.
335 Çallı, “The Logics of...”, 321. Türkiye’de idare
mahkemelerinin yetkisizlik kararları vererek yerinden
edilenlerin açtığı davaları görmeyi reddetmeleri nedeniyle,
AİHM’in önüne, olguları bir yargı organı tarafından
saptanmamış davalar geliyordu. Bunun üzerine Mahkeme,
olguları kendisi saptamak üzere Türkiye’ye gitmeye karar
vermiş, Ankara’da kurulan bir duruşma salonunda
mağdurları ve tanıkları birinci ağızdan dinlemişti.
komisyon kararlarını esas alarak 1500 başvuruyu
reddetmiştir.336 Böylece, uygulamanın iyileştirilmesi
için devletin üzerindeki tek etkili baskı mekanizmasını
ortadan kaldırmıştır. Mağdurlara Strasbourg’a
gitmeden önce Tazminat Yasası’na başvurarak iç
hukuk yollarını tüketmelerini telkin eden İçyer kararına
rağmen, göç mağdurları için AİHM’in yine de bir umut
kaynağı olduğu ileri sürülebilirdi. Ancak, Mahkeme’nin
bu rapor yayıma hazırlanırken verdiği yeni bir kabul
edilmezlik kararı, bu umutları bir kez daha boşa
çıkarmıştır. Mahkeme, 8 Temmuz 2011 tarihli
kararında, yasanın uygulamasına dair çeşitli konuları
gündeme getiren dört farklı gruptan yaklaşık 200
başvuruyu “şikâyetlerin temelsiz olması” gerekçesiyle
kabul edilmez bulmuştur.337 AİHM’in gerekçeli
kararı, hükümetin yasanın uygulamasının başarısını
ölçmede benimsediği niceliksel yaklaşımın izlerini
taşımaktadır. Mahkeme, ülke genelinde yasaya
yapılan 360.000 başvurudan 230.000’den fazlasının
sonuçlandırıldığını, 133.000’den fazla başvurucuya
toplam 1 milyar avro tazminat ödenmesine karar
336 Bu durumda, Avrupa Konseyi’nin genişlemesi sonrasında
AİHM’in artan dosya yükünün de etkili olduğunu
belirtmek gerekmektedir. Nitekim İçyer, Mahkeme’nin
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin kendisine 2004
yılında verdiği, bir üye ülkedeki “yapısal bir sorundan”
kaynaklanan çok sayıda başvurunun yapıldığı durumlarda
bütün benzer başvurular için geçerli olacak bir pilot karar
alma yetkisini Türkiye davalarında ilk kez uyguladığı
karardır. Mahkeme bu yetkiyi daha önce sadece
Broniowski Polonya’ya Karşı isimli davada verdiği kararda
kullanmıştır.
337 Başvurucuların itiraz hakkının bulunmadığı bu kararlar,
Tazminat Yasası’nın uygulamasına ilişkin farklı
şikâyetleri gündeme getiren dört grup başvuruya
ilişkindir. Birinci grupta, zararlarının eksik hesaplandığı,
başvurularının haksız yere reddedildiği veya manevi
zararlarının tazmin edilmediği; ikinci grupta,
tazminatlarının gecikmeli olarak ve ancak faiz olmaksızın
ödendiği ve manevi zararlarının tazmin edilmediği;
üçüncü grupta, komisyonlarca başvuruları, idare
mahkemelerce adli yardım talepleri reddedilenler;
dördüncü grupta ise zarar tespit komisyonlarının
kararlarına itiraz hakkını kullanamayanlar
bulunmaktadır. Hepsi 8 Temmuz 2011 tarihli olan bu
kararlar sırasıyla şunlardır: AİHM, Akbayır ve Diğerleri
Türkiye’ye Karşı, No. 30415/08; AİHM, Fidanten ve
Diğerleri Türkiye’ye Karşı, No. 27501/06; AİHM, Bingölbalı
ve 54 Diğer Başvuru Türkiye’ye Karşı, No. 18443/08; AİHM,
Boğuş ve 91 Diğer Başvuru Türkiye’ye Karşı, No. 54788/091.
1999’dan itibaren Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde
meydana gelen büyük ilerleme de AİHM’in
tutumundaki dönüşümde etkili olmuştur. Türkiye’nin
üyelik sürecinde sağladığı ilerlemeye ilişkin
raporlarında AİHM kararlarını ölçüt alan AB, yerinden
edilme meselesine ilişkin değerlendirmelerini de
büyük ölçüde siyasi haklar çerçevesinde yapmıştır.
Yerinden edilmiş mağdurların köylerine geri
dönüşlerinin sağlanması, maddi zararlarının
karşılanması, kentlere uyumlarının sağlanması için
önerilerde bulunan AB ilerleme raporları, benzer bir
çağrıyı hakikat komisyonlarının kurulması ve faillerin
cezalandırılması için yapmamıştır.
AİHM’in, komisyonların önerdiği tazminatları kabul eden
başvurucuların sulhnameleri “ihtirazi kayıt öne
sürmeksizin” imzalamış olmalarını rıza emaresi olarak
okuması ise, yerinden edilenlerin içinde bulunduğu
çaresizliği görmekten veya görmeyi istemekten ne derece
uzak olduğunu göstermektedir. AİHM yolunu yerlerinden
edilenlere geri dönülmez biçimde kapatan bu kararla
devlet, Kürt vatandaşlarına karşı bir “diplomatik zafer”
daha kazanmıştır.
Bitirirken
Tazminat Yasası, yerinden edilen vatandaşların maddi
zararlarının tazmini amacıyla, göçün kökeninde yatan
toplumsal sorunun çözümüne yönelik bir siyaset
geliştirilmeksizin kabul edilmiştir. Bir milyondan fazla
insanı yerinden eden çatışmaların ardında yatan Kürt
meselesi bütün çözümsüzlüğüyle dururken ve çözüm
için bir siyasi irade oluşmamışken kabul edilen yasa,
bürokrasinin tasarrufuna emanet edilmiştir. Kökeni ve
sonuçları itibariyle siyasi olan bir meselenin hallinin
son derece gayri siyasi bir idari sürece teslim edilmesi,
yasanın meşruiyetini ve etkisini Kürtlerin nezdinde
daha baştan zedelemiştir. Üstelik, son derece politik
bir soruna salt yasal bir çözüm geliştirme çabası, yasal
süreci de sekteye uğratmış, zarar tespit komisyonları
açısından yasanın uygulamasını yer yer imkânsız
kılmıştır. Kürt meselesine ilişkin resmi politikanın
devletin köylerin boşaltılmasındaki sorumluluğunun
inkârına dayanmaya devam ettiği bir durumda, devlet
tarafından köyleri boşaltılan Kürtlerin tazminat
taleplerine yanıt vermek, komisyon üyelerini çoğu
zaman devlete sadakat ile adalet arasında bir tercih
yapmak zorunda bırakmıştır.
Kuşkusuz, sorunlu bir telafi programı dahi toplumsal
bir geçiş sürecinde adalet hareketini tetikleyebilir.
Nitekim, Fas’ta, önce adalet içermeyen bir tazminat
programı kabul edildiyse de, daha sonra geçmişle
hesaplaşmaya dönük daha kapsamlı bir program
geliştirilmiştir. Bu sonuçta, bir grup eski siyasi
mahkûm ile insan hakları aktivistinin kurduğu Hakikat
ve Adalet Forumu isimli örgütün çalışmaları ve
153
verildiğini belirtmektedir. AİHM’in rakamların
ardındaki insan hikâyelerini ve toplumsal gerçekliği
görmezden gelen bu analizi, kendi mantığı içerisinde
dahi sorunludur. Mahkeme, sonuçlandırılan
başvuruların yaklaşık yarısının reddedilmiş ve
toplamda epey yüksek olan tazminat miktarlarının
kişi başına düşen pay hesaplandığında oldukça
düşük olduğu gerçeğine değinmemiştir. Mahkeme’nin
bu tür davalarda verilerin karmaşık olması ve
kendisine düşen rolün olgu saptaması yapmak ya da
tazminatların hesaplamak olmamasına dair ifadeleri
haklı olsa da, Türkiye mahkemelerinin zarar tespit
komisyonlarının kararlarını düzeltme yetkisine sahip
olduğuna dair saptaması, hukuken doğru olsa da,
fiilen geçersizdir. Anayasa Mahkemesi’nin yasanın
manevi tazminat içermemesine dair Anayasa’ya
uygunluk kararı, başlı başına, ulusal mahkemelerin
mağdurlar açısından etkili ve ulaşılabilir olduğu
yönündeki saptamayı geçersiz kılmaktadır. AİHM’in,
komisyonların önerdiği tazminatları kabul eden
başvurucuların sulhnameleri “ihtirazi kayıt öne
sürmeksizin” imzalamış olmalarını rıza emaresi
olarak okuması ise, yerinden edilenlerin içinde
bulunduğu çaresizliği görmekten veya görmeyi
istemekten ne derece uzak olduğunu göstermektedir.
AİHM yolunu yerlerinden edilenlere geri dönülmez
biçimde kapatan bu kararla devlet, Kürt
vatandaşlarına karşı bir “diplomatik zafer” daha
kazanmıştır.
hükümet üzerindeki baskısı etkili olmuştur. Daha önce
belirttiğimiz üzere, Türkiye’de de Kürt meselesi
bağlamında geçmişle yüzleşmeye dönük bir toplumsal
hareketin varlığından söz etmek mümkündür. Ancak,
farklı sivil toplum kuruluşları ve siyasi hareketler
tarafından yapılmakta olan bu çalışmalar,
ortaklaşılmış talepler ve stratejiler üzerinden
eşgüdümlü olarak sürdürülmek yerine, dağınık
biçimde yürütülmektedir. Aralarındaki siyasi
ayrışmalar nedeniyle ortak hareket etme iradesi
geliştiremeyen bu farklı grup ve örgütlerin mobilize
edebilecekleri toplumsal tabanları ve devlet üzerinde
siyasi baskı yaratacak bir güçleri de bulunmamaktadır.
Bu örgütler ayrıca, 1990’ların yerinden edilme
tecrübesini başlı başına bir hak ihlali olarak
gündemlerine almamaktadır.
Öte yandan, bölgedeki hak savunucularının, yasaya
başvuru sürecinin geçmişle yüzleşmeye yönelik bir
hakikat girişimine evrilmesi için çalışmalar yapmış
olduklarını belirtmek gerekir. Örneğin, insan hakları
dernekleri, yaşadıklarını resmi kayıtlara geçirme fırsatı
sunulmamış olan mağdurların göç hikâyelerini
ayrıntılarıyla dinleyerek kayda geçirmiştir.338 Ancak, bu
tür çabalar, sistemli ve koordineli bir hakikat ve adalet
girişimine evrilmemiştir. Kaldı ki, Tazminat Yasası
üzerinden yerinden edilme meselesine odaklanan bu
çabalar, Kürt meselesine ilişkin geçmişle yüzleşme
girişimlerinin içerisinde yer almamaktadır. Keza,
BDP’nin temsil ettiği Kürt siyasi hareketi, Meclis’teki
milletvekillerinin verdiği soru önergeleriyle
uygulamanın iyileştirilmesi için çaba sarf etmişse de,
Kürt meselesine ilişkin hakikat ve adalet
çalışmalarında yerinden edilmeye ve Tazminat
Yasası’na ayrı bir yer vermemiştir.
154
Oysa, Tazminat Yasası’nın uygulaması, OHAL
dönemine dair daha önce var olmayan resmi verileri
ortaya çıkarmıştır. Başvuru sayısının ülke genelinde
300.000’i aşmış olması dahi, başlı başına, bir hakikate
338 Bu hikâyelerin büyük çoğunluğu kayıt altında tutulurken,
bazıları yayımlanmıştır. Göç Hikayeleri: Acıyı Gören İnsan
Başkasını Acıtmaz (İstanbul: Göç-Der, baskı tarihi
belirtilmemiş).
işaret etmektedir. Bu hakikat, devletin yerinden
edilenlerin sayısına ilişkin kamuoyunu yanlış
bilgilendirdiğidir. Her bir başvurunun ortalama en az
dört-beş mağduru temsil ettiği göz önüne alındığında,
hükümetin ileri sürdüğü 350.000-370.000 sayısının
gerçeği yansıtmadığı görülmektedir. Yasa, yakın
geçmişe dair hakikatin yanı sıra o hakikatle yüzleşmek
için adalet arayışı açısından da epey önemli verileri
ortaya çıkarmıştır. Ülke genelinde, yakınları ölenler
tarafından yapılan başvuru sayısı, OHAL’in bilançosu
hakkında anlamlı bir fikir vermekte, insan hakları
avukatlarının bu dönemin faillerinin yargılanması için
açtıkları davalar için de önemli bir veri teşkil
etmektedir.
Görülüyor ki, Tazminat Yasası, kabul edilmesinin
ardında yatan siyasi niyetlere, adalet endişesi
taşımayan içeriğine ve sorunlu uygulamasına rağmen,
yine de, özel olarak yerinden edilme genel olarak da
Kürt meselesine ilişkin hakikatin ortaya çıkması ve
adaletin sağlanması için önemli bir işlev görebilme
potansiyeli barındırmaktadır. Bütün bu potansiyele
rağmen, Tazminat Yasası’nın işaret ettiği yalın gerçek
yerlin yerinde duruyor: Kürt yurttaşlar adaletin
kıyısında beklemeye devam ediyor.
Kaynakça
Birleşmiş Milletler, Ülke İçinde Yerinden Olma Konusunda
Yol Gösterici İlkeler: Açıklayıcı Notlar, 2005.
Arthur, Paige. “How Transitions Reshaped Human Rights:
A Conceptual History of Transitional Justice”, Human
Rights Quarterly, cilt 31, sayı 2, s. 321-367, 2009.
Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin Raporu, “The Rule
of Law and Transitional Justice in Conflict and
Post-Conflict Societies”, 23 Ağustos 2004
(S/2004/616), Birleşmiş Milletler, paragraf 8.
Ayata, Bilgin ve Deniz Yükseker. “A Belated Awakening:
National and International Responses to the
Internal Displacement of Kurds in Turkey”, New
Perspectives on Turkey, sayı 32, 2005.
-----. Ülke İçinde Yerinden Edilmiş Olan İnsanların İnsan
Hakları Konusundaki Genel Sekreter Temsilcisinin
raporu, 2006, Ek, Sudan Misyonu, E/CN.4/2006/71/
Add.6, 13 Şubat.
-----. “İnkâr Siyasetinden ‘İdare’ Politikasına: Kürtlerin
Zorunlu Göçü”, Ocak 2007, Birikim, İstanbul.
-----. 2006, Ek, Fildişi Kıyısı misyonu, A/HRC/4/38/Add.2,
18 Ekim.
Ayata, Bilgin. “İnkârdan Diyaloğa: Türkiye’de Yerinden
Edilmeye Yönelik Yeni Ulusal ve Uluslararası
Politikalar Üzerine bir Analiz”, Türkiye’de ve
Dünyada Yerinden Edilme: Uluslararası İlkeler,
Deneyimler ve Çözüm Önerileri, uluslararası
konferans, TESEV, İstanbul, 4-5 Aralık 2006.
-----. The Politics of Displacement: A Transnational Analysis
of the Forced Migration of the Kurds in Turkey and
Europe, yayımlanmamış doktora tezi (Baltimore:
The Johns Hopkins University, 2011).
Aygün, Hüseyin. Dersim 1938 ve Zorunlu İskân, İstanbul:
Dipnot Yayınları, 2009.
Babuş, Fikret. Osmanlı’dan Günümüze Etnik ve Sosyal
Politikalar Çerçevesinde Göç ve İskân Siyaseti ve
Uygulamaları, İstanbul: Ozan Yayıncılık, 2006.
Balancar, Ferda (ed.). Sessizlik Bulutunu Dağıtmak:
Yerinden Edilmişlik Hikâyeleri Üzerinden Barışçıl Bir
Ulusal Diyalog Yaratmaya Doğru – Medya El Kitabı,
İstanbul: TESEV, 2011.
Bayrak, Mehmet. Kürdoloji Belgeleri, Ankara: Özge
Yayınları, 1994.
BM Genel Sekreteri’nin Yerinden Olmuş Kişiler Özel
Temsilcisi’nin Türkiye Ziyaretinin Ardından Yaptığı
Tavsiyelerin Yaşama Geçirilmesiyle İlgili Güncelleme,
Cenevre ve İstanbul: Norveç Mülteci Konseyi/Ülke
İçinde Yerinden Edilme İzleme Merkezi ve TESEV,
2006.
-----. 2007, Ek, Kolombiya misyonu, A/HRC/4/38/Add.3,
24 Ocak.
Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey, Özel
Gruplar ve Kişiler, Kitlesel Göçler ve Yerinden Olmuş
Kişiler, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Ülke
İçinde Yerinden Olmuş Kişiler Özel Temsilcisi Bay
Francis Deng’in, İnsan Hakları Komisyonu’nun2002/56
sayılı karar üzerine kaleme aldığı rapor, Ek: Ülke İçinde
Yerinden Olmada Profiller: Türkiye, E/CN.4/2003/86/
Ek.2, 27 Kasım 2002.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu, 1998, Report
of the Representative of the Secretary-General on
Internally Displaced Persons: Guiding Principles on
Internal Displacement, BM belgesi. E/CN.4/1998/53/
Add.2, 11 Şubat.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği,
2006, “Rule-of-Law Tools for Post-Conflict States:
Prosecution Initiatives”, Birleşmiş Milletler, New
York.
Bradley, Megan. “The Conditions of Just Return: State
Responsibility and Restitution for Refugees”,
Refugee Studies Centre Ön Raporu, Oxford:
University of Oxford, 2005.
-----. “FMO Research Guide: Reparations, Reconciliation
and Forced Migration”, Ekim 2006, www.
forcedmigration.org/guides/fmo044/fmo044.pdf.
-----. “Redressing Refugees: The Emergence of
International Norms on Reparations for Returnees”,
155
Aker, Taner, vd. Türkiye’de Ülke İçinde Yerinden Edilme
Sorunu: Tespitler ve Çözüm Önerileri, İstanbul:
TESEV, 2005.
International Studies Association konferansı için
hazırlanmış tebliğ, 15-18 Şubat 2009, New York City.
Brookings Enstitüsü-Bern Üniversitesi Ülke İçinde
Yerinden Edilme Projesi, “When Displacement
Ends: A Framework for Durable Solutions”,
Washington, DC, Haziran 2007.
-----. “Addressing Internal Displacement”.
Beşikçi, İsmail. Bilim Yöntemi Türkiye’deki Uygulama
Kürtlerin Mecburi İskânı, İstanbul: Komal Yayınevi,
1977.
Call, Charles T., “Democratisation, War and StateBuilding: Constructing the Rule of Law in El
Salvador”, Journal of Latin American Studies, cilt 35,
sayı 4, 2003.
Cenevre Sözleşmesi IV, Madde 147.
Cohen, Roberta. Listening to the Voices of the Displaced:
Lessons Learned, Washington, DC: Brookings-Bern
Project on Internal Displacement, 2008.
Commission for Reception, Truth and Reconciliation in
East Timor (Doğu Timor için Kabul, Hakikat ve
Uzlaşma Komisyonu), Dili. “Forced Displacement
and Famine”, Chega! Final Report of the Commission
for Reception, Truth and Reconciliation in East Timor
içinde, 2005.
Dündar, Fuat. Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar,
İstanbul: Doz Yayınları, 1999.
-----. İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası
(1913-1918), İstanbul: İletişim, 2001.
Eski Yugoslavya İçin Uluslararası Ceza Mahkemesi, Savcı
Kupreskić ve Diğerlerine Karşı, 2000, Dava No. IT-9516-T, Hüküm, par. 567–615, 14 Ocak.
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü
(HÜNEE), Türkiye’de Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus
Araştırması, Ankara: Aralık 2006.
Hallı, Reşat. Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar,
Ankara: Genelkurmay Başkanlığı Harp Dairesi,
1972.
Hayner, Priscilla. Unspeakable Truths: Confronting State
Terror and Atrocity, New York: Routledge, 2001.
Huckerby, Jayne. “Transitional Justice and Treatment of
Refugee Returnees Suspected of Criminal Offences:
East Timor and Beyond”, Center for Human Rights
and Global Justice Ön Raporu, Transitional Justice
Series no. 9, 2004.
Crocker, David A. “Reckoning with Past Wrongs: A
Normative Framework”, Ethics and International
Affairs, 1999, cilt 13, s. 43.
Human Rights Watch, Displaced and Disregarded: Turkey’s
Failing Village Return Program, New York: Human
Rights Watch, 2002.
Çağatay, Soner. Türk Kimdir, İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları: 2010.
-----. Turkey: Displaced Villagers Denied Fair Compensation
- Compensation Law’s Promıse Unfulfilled as Provincial
Officials Apply Unjust Criteria, New York: HRW, 2006.
DeGrieff, Pablo. The Handbook of Reparations, Oxford:
Oxford University Press, 2006.
-----. “Theorizing Transitional Justice”, Melissa Williams
ve Rosemary Nagy (der.), Transitional Justice içinde,
yakında yayımlanacak, Nomos XLX.
Deng, Francis. Türkiye’de ve Dünyada Yerinden Edilme:
Uluslararası İlkeler, Deneyimler ve Çözüm Önerileri
başlıklı uluslararası konferansın açılış konuşması,
TESEV, İstanbul, 4-5 Aralık 2006.
Dışişleri Bakanlığı Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Genel
Müdür Yardımcılığı, AKGY-6 40 sayılı, “Doğan vd.
Kararı ile köye dönüş başvuruları” konulu yazı.
Diyarbakır Barosu, Ağrı Barosu, TOHAV, Göç-Der ve İHD.
“5233 Sayılı Yasa Adil Değildir,” basın bildirisi, 25
Şubat 2006.
156
Duthie, Roger. “Introduction”, Alexander Mayer-Rieckh ve
Pablo de Greiff (der.), Justice as Prevention: Vetting
Public Employees in Transitional Societies içinde, New
York: Social Science Research Council, 2007.
Diyarbakır Barosu. “5233 Sayılı Yasanın ve Zarar Tespit
Komisyonlarının Değerlendirilmesi Toplantısı
Sonuçları,” yayımlanmamış bildiri, 2 Şubat 2006.
International Center for Transitional Justice
[Uluslararası Geçiş Dönemi Adaleti Merkezi ICTJ], “Justice-Sensitive SSR”, <www.ictj.org/en/
tj/783.html>.
International Criminal Court [Uluslararası Ceza
Mahkemesi – ICC] Tüzüğü, Madde 7(1)(d).
International Criminal Tribunal for the Former Yugoslavia
[Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi
– ICTY] Tüzüğü, Madde 5(d)(1);
Internal Displacement Monitoring Centre, “Peru:
Reparations Begin but IDPs Excluded”, 8 Ocak
2009.
Ivanisevic, Bogdan. “Comparative Study on the Impact
of Truth Commissions”, New York: ICTJ, 2009.
Järvinen, Taina. “Human Rights and Post-Conflict
Transitional Justice in East Timor”, Ulkopoliittinen
Instituutti (UPI) Ön Raporu 47, 2004.
Kalkınma Merkezi Derneği, Zorunlu Göç ve Diyarbakır,
güncellenmiş ikinci baskı, Diyarbakır: Kalkınma
Merkezi, 2010.
Karpat, Kemal. Osmanlı Nüfusu (1830-1914), İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2003.
Kaya, Ayhan (der.). Türkiye’de İç Göçler: Bütünleşme mi,
Geri Dönüş mü?, İstanbul: Bilgi Yayınları, 2009.
Kurban, Dilek, Ayşe Betül Çelik ve Deniz Yükseker,
Güvensizlik Mirasının Aşılması: Devlet ve Yerinden
Edilmiş Kişiler Arasında Toplumsal Mutabakata
Doğru, İstanbul: TESEV, 2006. (Türkçe çeviri)
-----. “Overcoming a Legacy of Mistrust”, İstanbul:
TESEV, 2006.
Kurban, Dilek, Deniz Yükseker, Ayşe Betül Çelik, Turgay
Ünalan ve A. Tamer Aker “Zorunlu Göç” ile
Yüzleşmek: Türkiye’de Yerinden Edilme Sonrası
Vatandaşlığın İnşası, İstanbul: TESEV, 2008.
Liberya Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Final Report, cilt
II, yayıma hazırlanmamış rapor, 213, 2009, www.
trcofliberia.org/reports/final/final-report/
trc-of-liberia-final-report-volume-ii.pdf.
Magarrell, Lisa. Reparations in Theory and Practice, New
York: ICTJ, 2007.
Mayer-Rieckh, Alexander. “Vetting to Prevent Future
Abuses: Reforming the Police, Courts, and
Prosecutor’s Offices in Bosnia and Herzegovina”,
Mayer-Rieckh, Alexander ve Pablo de Greiff (der.),
Justice as Prevention: Vetting Public Employees in
Transitional Societies içinde, New York: Social
Science Research Council, 2007.
Mayer-Rieckh, Alexander ve Roger Duthie. “Enhancing
Justice and Development through Justice-Sensitive
Security Sector Reform”, Transitional Justice and
Development: Making Connections içinde, New York:
Social Science Research Council, 2009.
McDowell, Christopher. “Displacement, Return, and
Justice in the Creation of Timor Leste”, Nicholas
Van Hear ve Christopher McDowell (der.), Catching
Fire: Containing Forced Migration in a Volatile World
içinde, Lanham, MD: Lexington Books, 2006.
of Diyarbakır and Istanbul, yayımlanmamış yüksek
lisans tezi, Ankara: ODTÜ, 2009.
Nalepa, Monika. “Why Do They Return? Evaluating the
Impact of ICTY Justice on Reconciliation”,
yayımlanmamış makale, 2005, <www.ruf.rice.
edu/~nalepa/web-pages/rice_research.htm>.
Newman, Edward. “Refugees, International Security,
and Human Vulnerability: Introduction and
Survey”, Edward Newman ve Joanne van Selm
(der.) Refugees and Forced Displacement:
International Security, Human Vulnerability, and the
State içinde, New York: United Nations University
Press, 2003.
Okutan, M. Çağatay. Tek Parti Döneminde Azınlık
Politikaları, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2004.
Opgenhaffen, Veerle ve Mark Freeman. “Transitional
Justice in Morocco: A Progress Report”, ICTJ,
Kasım 2005.
Oran, Baskın. Türkiye’de Azınlıklar, İstanbul: İletişim,
2004.
Orentlicher, Diane. Promotion and Protection of Human
Rights, E/CN.4/2004/88, , New York: UN United
Nations Economic and Social Council, 27 Şubat
2004.
Paz y Paz Bailey, Claudia. “Guatemala: Gender and
Reparations for Human Rights Violations”, Ruth
Rubio-Marín (der.), What Happened to the Women?
Gender and Reparations for Human Rights Violations
içinde, New York: Social Science Research Council,
2006.
Pillay, Navanathem. “International Criminal Tribunals as
a Deterrent to Displacement”, Anne F. Bayefsky ve
Joan Fitzpatrick (der.), Human Rights and Forced
Displacement içinde, Lahey: Martin Nijhoff
Publishers, 2000.
Rauch, Janine. “Police Reform and South Africa’s
Transition”, South African Institute for International
Affairs konferansı, 2000, http://www.csvr.org.za/
wits/papers/papsaiia.htm.
Refugee Law Project, “Peace First, Justice Later:
Traditional Justice in Northern Uganda”, Refugee
Law Project Ön Raporu, No. 17, 3 Temmuz 2005.
Mooney, Erin. “The Concept of Internal Displacement
and the Case for Internally Displaced Persons as a
Category of Concern”, Refugee Law Quarterly 24,
sayı 3, 2005.
Sadoğlu, Hüseyin. Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları,
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003.
Mutlu, Yeşim. Turkey’s Experience of Forced Migration after
1980’s and Social Integration: A Comperative Analysis
Sierra Leone Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Final
Report of the Sierra Leone Truth and Reconciliation
Saymaz, İsmail. “Terör Tazminatı Böyle Hesaplanır”,
Radikal, 10 Haziran 2010.
157
Jongerden, Joost. Türkiye’de İskân Sorunu ve Kürtler:
Modernite, Savaş ve MekânPolitikaları Üzerine Bir
Çözümleme, İstanbul: Vate, 2008.
Commission, cilt 2, bölüm 3, 35, 175, Ekim 2004,
www.trcsierraleone.org/pdf/FINAL%20
VOLUME%20TWO/VOLUME%202.pdf.
Stavropoulou, Maria. “Displacement and Human Rights:
Reflections on UN Practice”, Human Rights
Quarterly, cilt 20, sayı 3, 1998.
SUFilm, Sulhname, İstanbul: TESEV, 2011.
“Bazı Eşhasın Şark Menatıkından Garb Vilayetlerine
Nakline Dair Kanun (1097 Sayılı),”
Resmi Gazete, Sayı: 624, 19.06.1927.
İskân Kanunu, no. 2510, 14 Haziran 1934, Resmi Gazete,
No.2733, 21 Haziran 1934.
Tarihi Açıklığa Kavuşturma Komisyonu, Guatemala:
Memory of Silence: Report of the Commission for
Historical Clarification, “Conclusions,” <shr.aaas.
org/guatemala/ceh/report/english/conc1.html>.
Olağanüstü Hal Kanunu, No. 2935, 25.10.1983, Resmi
Gazete No. 18204, 27.10.1983.
Tekeli, İlhan. “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze
Nüfusun Zorunlu Yer Değiştirmesi ve İskân
Sorunu”, Toplum ve Bilim, sayı 50, 1990.
Ulusal Birliği ve Uzlaşmayı Teşvik Yasası, 1995, <http://
www.doj.gov.za/trc/legal/act9534.htm>.
Toplumsal ve Hukuk Araştırmaları Vakfı (TOHAV), 5233
Sayılı Yasa ve Uygumaları, İstanbul: TOHAV
Yayınları, 2011.
Toplum ve Hukuk Aaraştırmaları Vakfı (TOHAV),
Diyarbakır Barosu, Minority Rights Group
International (MRG) ve Mezopotamya Kültür ve
Dayanışma Derneği (MEZO-DER), Türkiye’de
Yerinden Edilen Kişiler Sorunu, Geri Dönüş ve
Zararların Tazmini İçin Eylem Kılavuzu, İstanbul:
TOHAV Yayınları, 2006.
Turkey: Progress on National IDP Policy Paves Way for
Further Reforms, Cenevre: Norveç Mülteci Konseyi/
Ülke İçinde Yerinden Edilme İzleme Merkezi, 2007.
Van Houtte, Hans, Hans Das ve Bart Delmartino. “The
United Nations Compensation Commission”, Pablo
de Greiff (der.), The Handbook of Reparations içinde,
Oxford: Oxford University Press, 2006.
Vidal, Roberto. “Internal Displacement and the
Construction of Peace in Colombia”, Internal
Displacement and the Construction of Peace, 11-12
Kasım 2008, Bogota.
Young, Laura A. ve Rosalyn Park. “Engaging Diasporas in
Truth Commissions: Lessons from the Liberia Truth
and Reconciliation Commission Diaspora Project”,
International Journal of Transitional Justice, cilt 3,
2009.
Weschler, Lawrence. “Afterword”, State Crimes:
Punishment or Pardon içinde, Washington D.C.:
Aspen Institute, 1989.
Williams, Rhodri C. “The Contemporary Right to
Property Restitution in the Context of Transitional
Justice”, ICTJ Tartışma Tebliği, Mayıs 2007.
158
Kanunlar
Bazı Suç Failleri Hakkında Uygulanacak Hükümlere Dair
Kanun, Resmi Gazete no. 3126, 5 Haziran 1985.
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanun, no. 5233, 17
Temmuz 2004, Resmi Gazete no. 25535, 27 Temmuz
2004.
Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü,
“Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanun Tasarısı,” Sayı:
B.02.0.KKG.0.10/101-817/1797, 19 Nisan 2004.
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanun, No.5233, 17
Temmuz 2004, Resmi Gazete No. 25535, 27
Temmuz 2004.
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanunda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun, No. 5442, 28 Aralık 2005,
Resmi Gazete No. 26042, 3 Ocak 2006.
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanunda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun, No. 5562, 13 Aralık 2006,
Resmi Gazete No. 26378, 16 Aralık 2006.
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Kanunda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun, No. 5666, 24 Mayıs 2007,
Resmi Gazete No. 26537, 30 Mayıs 2007.
1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu, Madde
465, Resmi Gazete No. 622, 02 Mayıs 1927.
Yönetmelikler
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Yönetmelik, 4 Ekim 2004,
Resmi Gazete No. 25619, 20 Ekim 2004.
Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların
Karşılanması Hakkında Yönetmelikte Değişiklik
Mahkeme Kararları
AİHM. Akdıvar ve Diğerleri Türkiye’ye Karşı, 30 Ağustos
1996.
-----. Doğan ve Diğerleri Türkiye’ye Karşı, No. 88038811/02, 8813/02, 8815-8819/02, 29 Haziran 2004.
-----. İçyer Türkiye’ye Karşı, No. 18888/02, 12 Ocak 2006.
-----. Doğan ve Diğerleri Türkiye’ye Karşı, No. 88038811/02, 8813/02, 8815-8819/02, 41. Madde kararı, 13
Temmuz 2006.
Danıştay Onuncu Daire. Esas No. 2007/8615, Karar No.
2007/6596, 31 Aralık 2007.
Diyarbakır 1 no’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi. Esas No.
1992/527, Karar no. 1994/387, C.M.U. No. 1992/961,
24 Haziran 1994.
Van İdare Mahkemesi. Esas No. 2009/1683, 19 Ağustos
2009.
-----. Esas No: 2009/2880, Karar No: 2010/539, 22 Mart
2010.
Van İkinci İdare Mahkemesi, Esas No. 2009/314, Karar
no. 2009/1128, 6 Ekim 2009.
-----. Esas No: 2009/3023, Karar No. 2010/2174, 29 Eylül
2010.
Van İdare Mahkemesi Başkanlığı, Esas No. 2010/3507, 29
Aralık 2010.
-----. Esas No: 2011/19, 5 Ocak 2011.
TBMM Tutanakları
TBMM, 117. Birleşim, 16 Temmuz 2004, TBMM Tutanak
Dergisi, Dönem: 22, Cilt: 57, Yasama Yılı: 2.
TBMM, 45. Birleşim, 28 Aralık 2005, Ülkü Gökalp Güney,
Bayburt Milletvekili, şahsı adına, TBMM Tutanak
Dergisi, Dönem: 22, Cilt: 107, Yasama Yılı: 4.
TBMM, 31. Birleşim, 13 Aralık 2006, Naci Aslan, Ağrı
Milletvekili, şahsı adına, TBMM Tutanak Dergisi,
Dönem: 22, Cilt: 139, Yasama Yılı: 5.
2003/5930, 23 Haziran 2003, Resmi Gazete No.
25178 Mükerrer, 24 Temmuz 2003.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2005, 60/147, 16 Aralık,
<www2.ohchr.org/english/law/remedy.htm>.
Diyarbakır Milletvekili Osman Aslan’ın Terör ve Terörle
Mücadeleden Doğan Zarararın Karşılanması
Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun Teklifine İlişkin İçişleri Komisyonu Raporu,
Esas No. 2/843, Karar No. 48, 12 Ekim 2006.
Guatemala halkının acı çekmesine yol açan geçmişteki
insan hakları ihlallerini ve şiddet eylemlerini
açıklığa kavuşturmaya yönelik Komisyonun
kurulması üzerine anlaşma, United States
Institute of Peace, 29 Mart 1994, <http://www.
usip.org/files/file/resources/collections/
commissions/Guatemala-Charter.pdf>.
İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşavirliği,
B050HUK0000002.81-191/4176 sayılı ve 5233 Sayılı
Kanunun Uygulanması konulu genelge, no.
2006/37, 25 Nisan 2006.
İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü, B.05.0.İ
Lİ.00.70001-470-5233/1125 sayılı ve “Terörden
Doğan Zararların Karşılanması” konulu yazı, 5
Mart 2007.
İller İdaresi Genel Müdürlüğü, “5233 sayılı kanunla ilgili
genelgeler ve hukuki görüşler,” www.illeridaresi.
gov.tr, erişim tarihi 21 Aralık 2009.
Kral II. Hasan’ın CCDH’nin kuruluşuna ilişkin olarak
yaptığı konuşma, 1990, Mayıs [Fransızca çevrimiçi
metin] www.ccdh.org.ma/spip.php?article45;
Alıntılandığı kaynak: Human Rights Watch,
“Morocco’s Truth Commission: Honoring Past
Victims during an Uncertain presen,” Kasım 2005.
“Summary of Proceedings,” Internal Displacement and
the Construction of Peace, Brookings InstituteBern University Project on Internal Displacement,
Özet Rapor, Bogota, Kolombiya, 11-12 Kasım 2008.
TBMM, 111. Birleşim, 24 Mayıs 2007, Hakkı Ülkü, İzmir
Milletvekili, şahsı adına, TBMM Tutanak Dergisi,
Dönem: 22, Cilt: 158, Yasama Yılı: 5.
TBMM, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Boşaltılan
Yerleşim Birimleri Nedeniyle Göç Eden
Yurttaşlarımızın Sorunlarının Araştırılarak
Alınması Gereken Tedbirlerin Tespit Edilmesi
Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu
Raporu, Ankara, 1998.
Diğer Belgeler
Van Valiliği Zarar Tespit Komisyon Başkanlığı. 2010/Zar.
Tes.Bür./5294 sayılı bilgi yazısı, 16 Temmuz 2010.
Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin
Türkiye Ulusal Programının Uygulanması,
Koordinasyonu ve İzlenmesine Dair Karar, No.
-----. 2009/Zar.Tes.Büro/8201 sayılı yazı, 4 Kasım 2009.
-----. Karar no. 16263, 21 Kasım 2008.
159
Yapılmasına Dair Yönetmelik, 22 Ağustos 2005,
Resmi Gazete No. 25937, 15 Eylül 2005.
160
Yazarlar Hakkında
Dilek Kurban
Mesut Yeğen
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV)
Demokratikleşme Programı Direktörüdür. Lisans
derecesini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden aldı. Columbia
Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Kamu İlişkileri
Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden (MIA)
insan hakları üzerine yüksek lisans derecesi aldı.
Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 2004
yılında Hukuk Doktoru (JD) derecesi ile mezun oldu.
New York’ta bulunan Birleşmiş Milletler Siyasi İlişkiler
Bölümü Güvenlik Konseyi İşleri’nde Siyasi İlişkiler
Yönetici Yardımcısı olarak görev aldı. Kurban ulusal
günlük gazete Radikal’de köşe yazarlığı ve TürkçeErmenice haftalık gazete Agos’ta sayfa editörlüğü
yapmıştır. Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar
Enstitüsü’nün (DISA) kurucu üyeleri arasında yer alan
Kurban, ayrıca Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler Bölümü misafir öğretim
üyelerindendir. Kurban’ın azınlık ve insan hakları,
Türkiye’de ülke içinde yerinden edilme ve Avrupa
azınlıklık ve insan hakları hukuku alanlarında
uluslararası ve ulusal yayınları bulunuyor. Yazarları
arasında olduğu ‘Zorunlu’ Göç ile Yüzleşmek: Türkiye’de
Yerinden Edilme Sonrası Vatandaşlığın İnşası (TESEV,
2006) ile Türkiye’de Yerinden Edilme Sorununa Kalıcı bir
Çözüm Mümkün Mü? Van Eylem Planı’nın
Değerlendirmesi (TESEV, 2009) bu yayınların
arasındadır.
İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde
öğretim üyesidir. Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Sosyoloji Bölümünden lisans (1986) ve yüksek lisans
(1989), Essex Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden
doktora (1994) derecesini aldı. Anadolu Üniversitesi
Sosyoloji Bölümünde ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Sosyoloji Bölümünde öğretim üyeliği yaptı. Türk
milliyetçiliği, Kürt sorunu ve Türkiye’de yurttaşlık
meseleleri üzerine çalışmaktadır. Yayımlanmış
kitapları: Son Kürt İsyanı (İletişim, 2011), MüstakbelTürk’ten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler
(İletişim, 2006), Devlet Söyleminde Kürt sorunu
(İletişim, 1999).
Roger Duthıe
Geçiş Döneminde Adalet için Uluslararası Merkez’in
(International Center for Transitional Justice – ICTJ)
çocuk hakları ve geçiş döneminde adalet çalışmalarını
yönetmektedir. 2006-2009 döneminde ICTJ’nin
Reparations (Onarım) programında ve Kanada, Kıbrıs
ve Türkiye çalışmalarında yer alan Ladisch, ICTJ’e
katılmadan önce ise Kıbrıs’daki toplumsal barış süreci
hakkında araştırmacı olarak çalışmış, Savaş Suçları
hakkında Eğitim Projesi’nde (the Crimes of War
Education Project) koordinatörlük yapmış ve
Guetamala seçimlerinde gözlemci olarak
bulunmuştur. Güney Afrika ve Guetamala’daki hakikat
komisyonları ve toplumsal barış süreçleri hakkında
yürüttüğü kapsamlı alan araştırması dolayısıyla, 2000
yılında Thomas J. Watson Bursu ile ödüllendirilmiştir.
Kıbrıs toplumsal barış sürecinin zorlukları hakkında
kaleme aldığı araştırma sonuçları, Journal of Public and
International Affairs ve Cyprus Review’da
yayımlanmıştır. Siyaset Bilimi lisans derecesini
Haverford College’dan, Uluslararası İlişkiler yüksek
lisans derecesini ise Columbia Üniversitesi
Uluslararası ve Kamusal İlişkiler Okulu’ndan almıştır.
Geçiş Döneminde Adalet için Uluslararası Merkez
(International Center for Transitional Justice – ICTJ)
Araştırma Birimi’nde uzman araştırmacı olarak
çalışmaktadır. ICTJ’ye katıldığı 2004 yılından beri,
geçiş döneminde adalet ile zorunlu göç ve sosyoekonomik kalkınma süreçleri arasındaki ilişkileri
inceleyen birçok uzun soluklu araştırma projesinde
yöneticilik yapmıştır; önceki dönemde silahlı
mücadelede yer almış bireylerin topluma
entegrasyonu üzerine yürütülen araştırma
projelerinde yer almıştır. Pablo de Greiff ile birlikte
editörlüğünü yaptığı Geçiş Döneminde Adalet ve
Kalkınma İlişkisini Kurmak (Transitional Justice and
Development: Making Connections) başlıklı kitap 2009
yılında yayımlanmıştır. Geçiş döneminde adalet ile
ilgili kaleme aldığı diğer iki makale ise, 2008 ve 2011
yıllarında International Journal of Transitional Justice’de
yayımlanmıştır. ICTJ öncesi dönemde KMPG, Etik ve
Uluslararası İlişkiler alanında Carnegie Konseyi ve
Oxford Üniversitesi Yayınları’nda çalışmıştır. Cornell
Üniversitesi Tarih Bölümü’nde gördüğü lisans
eğitiminin ardından Yale Üniversitesi Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisans yapmıştır.
161
Vırgınıe Ladısch
162
Notlar
163
164

Benzer belgeler