Martı Aralık 2009

Transkript

Martı Aralık 2009
b osphoru s
c h r o n i c l e
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle December 2009 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Aralık 2009 ekidir.
FOTOĞRAF: Ahmet Utku Akbıyık
MARTI
Yüksekten uçmanın tehlikesine rağmen
kulağımıza bir şeyler fısıldamak uğruna
bir kez daha yükseldi MARTI...
Yayın Adı:
Bosphorus Chronicle’ın
Martı Ekidir.
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu:
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler ERDUR - T.C.
Sorumlu Öğretmenler:
Yıldız DÜZKÖYLÜ
Özgül AKGÜL
Yönetim Yeri:
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy / İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Editör:
Doruk KARPAT
Yayının Türü:
Yerel, Süreli
Tasarım ve Sayfa Düzeni:
Ahmet Utku AKBIYIK
Yayının Dili:
Türkçe
Yazarlar:
Aysın KADİRBEYOĞLU
Ege SELÇUK
Ege BIÇAKER
Zeynep Elçin METİN
Fikret Ali CEYHAN
Tahsin Mert SAYGIN
Pelinsu HÜNKAR
Bengisu GÜÇKAN
Begüm ÇİTAL
Onur ALTEN
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
4. Cad. No:122 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (212) 629 05 59 - 60
Basım Yılı:
Aralık 2009
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
editörden
İÇİNDEKİLER
Bu gece nefes nefese bir yağmur dolduruyor sokakları.
Penceremden baktığımda, gecenin koynunda onları
görüyorum; yağmur kaçakları… Yüzleri dalgalı biraz,
nemli gözlerinden çok şey okunuyor. Rutubete doymuş
kalplerinden sızanları sert kesik damlalara saklama telaşı
var her birinde. Dillerinde dizeler dolaşıyor kontrolsüz,
geceye anlatamadıkları hayalleri, yorgun bir ses gibi
uğulduyor kulaklarında. Yağmurun dinmesinden korkuyorlar belli ki; her güzel kayboluşun, eninde sonunda
akan suya kapılıp mazgallara süzüleceğini çaresiz bilseler
de, bozmak istemiyorlar anın güzelliğini. Gerçeği zamanla kabullenecekler. O zaman en güzel veda sözlerini
söylemek için çok az vakitleri kalacak. Yine de son ana
kadar gecenin gözlerinin içine bakmaya devam edecekler.
Vedanın izleri kısa ve buruk cümlelerde yaşamaya edecek
ve onlar, bu geceyi hatırlayacaklar her yeni yağmurda.
Özlemin huzurunda sıcak gözyaşları bırakacaklar pencerenin ardında.
Her yudumunu yaşayarak içtiğim çayımın son demlerine geliyoruz artık. Gökyüzü yorgun bir günün
ardından uykuya hazırlanan yaşlı bir adama benziyor.
Sanki anlatacaklarını bitirmiş, kalbinde yağmur sonrası
duyulan toprak kokusunun tazeliği var. Sokaktaki kaçaklar adımlarını hızlandırmış, bildikleri dünyaya
dönüyorlar. Bu kaçışı anılarının en güzel köşesine saklayacaklar, her yalnızlık baharında hatırlamak için; ta
ki bir gün tanıyamadıkları eski bir rüzgâr onları mavi
yalnızlığa çağırana kadar. Mavi deyince Attila İlhan’ı
bilecekler bir satırda; Sisler Bulvarı’nı arayacaklar en başa
dönüp. Tüm ilklerin ve sonların yaşadığı Sisler Bulvarı’na
vardıklarında, soğuktan çatlamış dudaklarında eski
masallar tekrar nefes bulacak, sıcacık taze kan yavaşça
süzülecek yalnızlığın üzerine. Kendilerini martıların yerine koyup uçmak kaçınılmaz olacak o vakit. Dizelerinin
ilk masumiyetini martılara emanet edecekler.
Hepimiz kanatlarımızda eski rüyalar taşıdık bir
zaman. Yaşadıklarımız içimize sığmadı, taştı bazen denizlere. Tüm var olanlar gibi zamana kapıldık esen rüzgârla,
anılarımızı hatırlayan bir martılar kaldı geride. Başıboş
bırakmalı onları, özgürlüğü de anılarımız gibi sadece
onlar bilmeli, denizin üzerinde süzülürken o eski rüzgârı
hatırlatmalılar bize. Ve bir gün, başka bir gecede yağmur
indiğinde aklımız martılarda kalmalı özgürlük hayaliyle...
Jonathan kalmak dileğiyle…
Doruk Karpat
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
gezi
İKBAL KAHVESİNDE BİR SOHBET
Aysın Kadirbeyoğlu
‘‘Orhan Kemal’in ölümsüz eseri ‘Hanımın
Çiftliği’. Dizilerin romanların orijinal konusunu,
temalarını ne denli doğru yansıttığı tartışılır, ancak insanlarda merak uyandırarak eserin aslına
yönlendirdikleri de yadsınamaz bir gerçek.’’
Gün geçtikçe çevremizi saran ve hayatımızda vazgeçilmez bir gerçeklikle yer edinen televizyon
dünyası yeni bir akım başalattı son zamanlarda: Edebi eserleri dizileştirmek! Televizyonculuğun ilk
yıllarında TRT’nin Çalıkuşu ve Aşk-ı Memnu eserlerini dizileştirmesiyle başlayan bu akım, günümüz
televizyoncularınca da denendi ve tutuldu. Yaprak Dökümü, Dudaktan Kalbe, Aşk-ı Memnu derken bir
yenisi daha eklendi: “Orhan Kemal’in ölümsüz eseri Hanımın Çiftliği”. Dizilerin romanların orijinal konusunu, temalarını ne denli doğru yansıttığı tartışılır, ancak insanlarda merak uyandırarak eserin aslına
yönlendirdikleri de yadsınamaz bir gerçek. Hal böyle olunca, romanlardan baz alınarak çekilen dizilerin
eserin aslına zarar mı verdiği yoksa yarar mı sağladığı hâlâ bir soru işareti. Biz de bu sorunun cevabını
Orhan Kemal’in oğlu Işık Bey’den bizzat öğrenmek istedik.
Kendisi bizi Cihangir’deki (hemen yanındaki dairenin Orhan Kemal müzesi haline getirildiği)
İkbal Kahvesinde ağırladı. Işık Bey, romanın dizi haline gelip başarılı olabilmesi için senaristin serbest
bırakılması gerektiğini; ancak romanın seyrine ters düşecek durumlar olduğunda kendisinin müdahale
etme yetkisi olduğunu ve bu yetkiyi kullanmaktan çekinmeyeceğini söyledi bizlere - eğer hiç karışılmazsa
her sayfasından yirmi bölüm bile çıkarılabilirmiş!-. Hem romanın kendisini okumuş hem de diziyi
izlemiş olanlar aradaki farkları kolayca yakalayabilirler. Işık Bey, bu değişikliklere babasını düşünerek izin
verdiğini belirtti: “Babamın vurgulamaya çalıştığı temaları ve konuyu verdikten sonra bazı karakterlerin
eklenmesi çok da önemli değil.” Ancak dizi izlemenin hiçbir zaman romanın aslını okumanın verdiği tadı
vermeyeceğini, televizyon izlemekle kitap okumanın bir olmadığını vurguladı bir kez daha.
Işık Bey’le görüşmemizin İkbal Kahvesinde olması bize Orhan Kemal Müzesini de gezme olanağı
sunmuş oldu. Cihangir’de açılan müzenin çok büyük olduğu söylenemez ancak her santimetrekaresi
Orhan Kemal ile dolu. Girişten itibaren tüm duvarlarda Orhan Kemal’in çocukluğundan yetişkinlik
dönemine kadar çektirdiği fotoğraflar asılı. Bu fotoğraflardan bazılarında göze çarpan bazı ünlü isimlere de rastlamak mümkün: İsmet İnönü, Sait Faik Abasıyanık, Nazım Hikmet, Mehmet Barlas... Orhan
Kemal’in imzalı ve ilk basım kitaplarının yanında el yazısını görebildiğimiz mektupları, yazıları da resimlerin altındaki camlı bölmelerde sergileniyordu. Kitapların Almanca, Fransızca ve Rusça basımlarını da
müzede görebilmek mümkündü. Bu yabancı basımların tam karşısında Orhan Kemal’in özel eşyaları sergileniyordu. Bir kırık tarak, bir diş fırçası, bir gözlük, bir çift ayakkabı ve birkaç parça küçük eşya daha...
O kadar az ki eşyalar, geziye gelen bir ilkokul öğrencisi: “Orhan Kemal’den bu kadarcık şey mi kalmış?”
yorumunu yapmış. “Ne diyebilirdim ki ben o kıza, diyor Işık Bey, “Zaten başka bir şeyimiz yoktu ki..”
Hanımın Çiftliği dizisinden esin aldığımız Orhan Kemal yolculuğumuz sona erdiğinde
kafamızdaki “diziler romanı yıpratır mı?” sorusuna da kendimizce cevaplar bulmuştuk. Bana sorarsanız,
ben dizilerde roman isimlerinin aslının kullanılıp öykü akışında bu kadar değişiklik yapılmasının romandan bir şeyler eksilttiği kanısındayım. Ama bu eksilen şeylerin arasında popülerliğin olmadığı kesin...
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
BİR SONBAHAR KAÇAMAĞI
Ahmet Utku Akbıyık
Korna sesleriyle huzursuz başlar insan güne. Yağan yağmur içini rahatlatmaz; çünkü betona düşen
damlalardan sonra toprak kokusu yayılmaz etrafa. İnsan böyle günlerini umudun kıyısından uzaklarda
yaşar. İnsan yola çıkarken, birazdan hayallerini durduracak onlarca kırmızı ışığın tedirginliğindedir.
Böyle güneşin parlaklığını gri bulutların kapattığı bir günde, Mecidiyeköy sapağını geçip, arabalarını
Bolu’ya sürenlerin hikayesidir bu. Bir sonbahar kaçamağıdır bizimkisi.
Doğa farklı renklerin aynı kökten beslendiğinin en büyük kanıtıdır. Bir şehir 3 farklı ırkı, rengi
barındıramazken bünyesinde; bir ağacın üstünde kahverengi, sarı ve yeşil renkleri bir arada görürsünüz.
Hepsi dayanışma içindedir, dökülmek üzere olanlara diğerleri omuz verirler. ‘Bunun rengi sarı düşerse
düşsün’ diyen yoktur aralarında. Kendilerinin koca bir ağaç olmalarında her küçük ayrıntının, parçanın
bir payı olduğunu çok iyi bilirler.
Yere süzülen bitkin kahverengi yapraklar ise, ağaçlardaki şen şakrak yaprak birliklerini
beğenmeyenlerin sonunun göstergesidir. Hayatının baharında olan yaprak kendisini hayata bağlayan
özünü beğenmez, onlardan tiksinmeye başlar ve dostları ile olan bağına ihanet ederse, nereye
kopacağından habersiz olarak süzülmeye başlar. Kendisini hayata bağlayan değerlerden sıyırmakla belki
çok uzaklara uçabileceğini düşünmektedir, belki de hiç düşmeyeceğini... Fakat tüm dünyada özünden
ayrılan, değerlerini önemsemeyen tüm yaprakların sonu aynıdır. Yaprak gelir ve kendisi gibi özünü
ayıplayan, çetin yaşam koşullarına karşı birlik beraberliğin önemini kavrayamamış yerdeki binlercesine
katılır. Artık ağacın üzerindeki arkadaşlarıyla beraber oluşturduğu o güzellik abidesinden eser kalmamış
ve yerdeki sıradan yapraktan biri olmuştur. Yaprak ben tek başıma da çok albenili olabilirim, bu toplulukta çürüyorum edasıyla, doğduğu yeri terk etmek istemiş; ama kendini yüzüstü yerde bulmuştur. Zaten
bizde yerdeki yaprakları önemsemezken; göğe yükselmiş olanların güzelliklerine hayran kalırız.
Buralarda su şırıltısı musluktan lavaboya aktığında çıkan sesten farklı bir ahenk oluşturur. Bu ses
önlerine çıkan kayalara karşı pes etmeyen akıntıların azimlerinin sonucudur. Önümüze ne büyük kayalar
çıksa da pes etmemiz gerektiğini öğütlemektedir. Umudumuzu kaybetmeden defalarca da olsa engelleri geçmeye çalışmamız gerektiğini haykırmaktadır. Belki o engelleri biz geçemesek bile, gün olurda
arkamızdan gelen su damları için o kayayı zayıflatmakta kayda değer bir iş değil mi?
Gölün bilgin duruluğuna uzanır, daha sonra adımlarımız. Ne kadar da sessiz. Tabi yıllardır
ırmaklarda akıp gelmekten, olduğu yerde sayan, kimsenin ilerlemesine de izin vermeyen kayalarla
çarpışmaktan çok şey tecrübe etmişti. Sabırla ilerleyip, engellerde pes etmeyen su damlacıkların ulaştığı
huzur havuzuydu burası. Bizde bu huzurdan payımızı almak için, oltanı derinliklere sallarız, kimsenin ulaşamadığı umutlara ulaşabilmek için. Yüzeylerde hep tatmin etmeyen küçük balıklar vardır.
Eğer bu küçük balıklara aldanıpta vazgeçersek, suyun en derinliklerde en büyük balıkları hiçbir zaman
yakalamayız. Hiçbir başarı, en derin duyguları hissetmeden, en derinliklere olta sallamadan, sabırla beklemeden elde edilemez. Biz iyiliğin varlığıyla ilgili ümidini hiç kaybetmeyip derinlerde ararsak mutluluğu
elbet bir iki tanesi takılır oltamıza. Yeterki biz buralarda bizim aradıklarımız yok deyip, mutluluğu aramaktan vazgeçmeyelim. Ayrıca göl çarşaf gibidir, herşeyi apaçık göstermek için. İlerisindeki dağın zirvesini görmen için gözünü yükseklere dikmen gerekmez, önündeki berrak suda da aynısını görebilirsin zaten. Bazen hedefimiz çok uzakta gibi gözükse de ayağımızın dibindedir de farkında değilizdir. Hırsımızla,
kazanma isteğimizle yükseklerdeki hedefimize o kadar bağlanmaşızdır ki etrafımızdaki birçok fırsatı,
kolaylığı kaçırabiliriz.
Yağmur yağınca toprak kokusu yayılır etrafa. Betondan, asfaltan, demirden, metalden ıraktır
buralar. Korna seslerinin yerini su şırıltıları, yaprak hışırtıları almıştır. Bir sonbahar kaçamağıdır bizimkisi. Islak, mavi, yeşil, kahverengi, sarı, huzurlu...
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
CAMDAN KÜRE
İpek Betül Özçivit
Düşün bir an,
Doğup büyüdüğünü o zamanlarda
Her sabah uyanıp yazlık köşkünde
Güneşin parıldadığını düşün altın çerçevende.
Sonra düşün bir an daha
Doğup büyüdüğünü o zamanlarda
Her sabah uyanıp mayıs kokulu evinde,
Kulağına çalındığını düşün, bir iki yabancı kelime.
Ve ardından çok karanlık bir günde
Hayal et, bir küçük kız ve elinde camdan bir küre.
Silip oynarken camdan küresiyle
Kızın üstünde basmadan bir elbise.
Bir patlama sesi duy kulaklarında bu kez.
Sonra korkudan titreyen küçük eller
Ve ardından o bilindik sahne
Binbir parçaya bölünmüş camdan bir küre.
Yaşlar damlarken bir bir üzerine
Islak küçük parmaklar düşün bu kez
Acemice toplamaya çalışan camları
Yapıştırmaya çalışan bir çift gözyaşı.
Her defasında tekrar dağılan parçaların
Kızın elini kestiğini hisset sonra,
Ve ardından bağırarak acıyla
Elinden bırak o camdan küreyi
İzle bir kez daha binbir parçaya bölünmesini.
Biraz zaman geçince üstünden
Kocaman bir el düşün bu kez, çocuğun elini tutan,
Sımsıkı yapışıp elini saran
Ve kırık camları onun elinden alan.
Sonra bu elin camdan kürenin parçalarını
Teker teker aramasını,
Sonra birer birer bulmasını,
Ya da yerine yenisini koymasını iste.
Sonunda deneyimli parmaklarıyla bu elin,
Ve o acemi ama istekli parmaklarıyla bu kızın;
Biraz tutkal ve biraz sevgi ile
Parçalarını yapıştırdıklarını düşün camdan kürenin.
Camdan küresini eski halinde gören kızın
Gözlerini gör gözlerinde bu kez
Ve hevesle bakarken ona
Kürenin üstündeki kırık çizgileri düşün.
Buna onu bir motif haline getirmeyi öğreten
O eli aklına getir şimdi
Biten umutların içinde
Şimdi eskisinden daha güzel olan camdan küreyi
düşün.
Sonra kız son parçalarını takarken
O canından çok sevdiği camdan küresinin,
O küreyi uzanıp almayı iste bu kez
Ki…
Şimdi bir kez de sen tut onu elinde,
O zamandan bu zaman üstüne titrenen o küreyi
Al istersen parçala, at yerlere;
Ama vicdanın buna el verebilirse…
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
RESSAM
Fikret Ali Ceyhan
Sıfırlanmıştın ya da sıfırdan başlamıştın her şeye.
Gözlerini açtığında tuvallerin, tabloların bomboş uyandın.
Sana olup biteni anlatacak ne bir görgü tanığı,
Ne de sana ilham kaynağı olacak biri vardı önünde. Yalnızdın.
Zaman da tıpkı senin gibi unutulmuştu, yokluk içerisindeydi.
Ta ki sen onu buldun, sımsıkı tuttun avuçlarında.
Yoğurdun onu ve bıraktığında akmaya başladı boya gibi.
Ve işte o sırada bulmuştun ilham kaynağını,
Zamansızlığın tükenmez acısından sıyrılarak.
Sonunda eline fırçayı almış, boyamaya başlamıştın.
Hiçbir çizim yapmadan veya taslak oluşturmadan,
Tez zamanda doldurdun bütün tabloları.
Eşi benzeri olmayan bir uyumu yakalayarak
Farklı renkler kullandın her resim için,
Ve her birine zamanın canlılığını kattın.
Tablolarının vazgeçilmez bir parçasıydı insan.
Teker teker kafanda kurguladın, her insanın hayatını.
Yol göstermek amacıyla itici güç: hırs,
Ve hırsın fireni olan akılla boyadın onu.
Tarlasını eken çiftçi gibi bekledin resimlerinin ürün vermesini,
Kimi tabloyu yırtıp atarken kimisini yeniden şekillendirdin.
Sevgi, aşk ve başarıyı eklerken eserlerine,
Kibrin ve nefretin güçlendiğini gördün.
Öyle zamanlar oldu ki resimlerine hükmedebildin;
Yön veremedin, seyirci kaldın yapıtlarına.
Ağlayan bebeğin gözyaşlarını çizdin;
Yemeği çizmeyi ihmal ettin oysa.
Türlü medeniyetler kurdun insanları örgütleyerek,
Savaş sahnelerine yerleştirdin onları
Kimilerini yücelttin, kimilerini yok ettin;
Fakat akan suyun yönünü hiçbir zaman değiştirmedin.
Hırsın tohumlarını gördün insanlar arasında.
Yapıtların yaratıcısından uzaklaştığını,
İnsanların birbirlerine yabancılaştığını gördün.
Kendi külleriydi insanları yakacak olan.
Her ressam gibi eserlerini duvara asıp
Zaman içinde tozlanmalarını, unutulmalarını bekledin.
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
İNSAN NE İLE YAŞAR?
Esma Cansu Çevik
Cevabı kesin olarak bilinemeyen binlerce, milyonlarca sorudan sadece biri: “İnsan Neyle Yaşar?”
Kişiden kişiye değişen yanıtlar, insanların öncelikleriyle değişen yaklaşımlar, farklı çevrelerden gelen
farklı görüşler ve tek bir sonuca varamamış olmanın anlamlılığı… Jaspers’in, “Felsefe, hep yolda olmak demektir.” sözünü destekler nitelikte, kesin bir sonuca varılamamasına rağmen, sürecin insana
öğrettikleri…
Bir gazetenin sanat ekinde okuduklarımla beraber bu konu üzerinde düşünmeye başladım. Tabii ki, Bienal’in İstanbul’un sokaklarını, meydanlarını süsleyen afişlerini de unutmamalı… İnsanoğlu
düşünebildiğini fark edebildiği andan beri geçerli bir yanıt arıyor bu soruya. Yapılan her hareket belki de
bizi sorunun yanıtına götürecek olan bilinçsizce atılmış adımlardan birisi…
Bienal’deki bir sanatçının ekmek figürünü kullanması; diğer yanda Brecht’in, “Üç Kuruşluk Opera”sının
ikinci perdesindeki kapanış bölümünde bahsedilen eşitlik kavramı ve insanların ahlaki değerlere önem
vermesiyle karşılıklı etkileşimin en üst düzeye çıktığı bir toplum hayali… Öte yanda Tolstoy’un aynı
isimli öykü kitabında geçen diyalog:
—İnsan neyle yaşar? – Tanrı sevgisi ile.
Veya sınıfta yapılan münazarada verilmiş bir cevap: “İnsan, insanla yaşar!” İnsan, hayatının
devamlılığı ve verimliliği için insana ihtiyaç duysa da sanmıyorum ki dünya üzerinde tür içindeki bireylerin sürekli olarak çekiştiği, anlaşmazlıklar yaşadığı, çıkar çatışmalarıyla kendilerini kaybettiği başka bir
topluluk daha olsun.
Sanki ben de daha tam karar veremedim bu soruya neyin daha uygun bir cevap olacağına…
Önceleri aklımdan, “İnançlara dayalı hayaller” geçiyordu. “Hayaller!” Altın sarısı papatyalarla kaplı, göz
alabildiğine uzanan kırlar… Hiç kimseyi, hiçbir şeyi, derdi, tasayı umursamadan kat edilen yollar… Hep
yaşanması arzulanan hayat… Böyle düşündükçe fark ettim ki bu hayallerin hepsi özgürlüğe çıkıyor. Ve
aklıma geldi, İranlı yönetmen Hana Makhmalbaf ’ın “Utanç” filmindeki şu sözler: “Baktay, ancak ölürsen
özgür olursun.”
Savaş oyunu oynayan çocuklar arasında okula gitmek için yapabileceği her şeyi yapmaya çalışan
bir kız… Oyunlarına katılmayıp direniyor. Her şeye rağmen mücadele ediyor. Önceleri yaşadıklarını ufak
bir oyunun parçası sansa da sonraları onu kimsenin umursamamasıyla hayatın gerçeğiyle karşılaşıyor
belki de: Ölmek özgürlük demek Afganistan’da. Kafasına kese kâğıdı geçirilen her kadının temennisi
bu herhalde: bir an önce ölelim ve hiçbir zaman yaşayamadığımız, bize yaşatılmayan, sadece yaşa diye
diretilen hayatın öteki parçasına gidelim. Orada erkekler yok! Orada Taliban yok! Orada her gördüğü
insanı Amerikan casusu sanan, duyduğu her uçak sesine Amerikan füzesi diyerek ayağa fırlayan, silah
kuşanan; uçsuz bucaksız, insana normal hayatta özgürlük hissi veren çayırlıklarda onların hayatlarını
birkaç taş atışıyla sonlandıran ve acılarına(!) son veren geri kafalı bir zihniyet yok!
İşte, ölüm bu yüzden onlara özgürlüğü çağrıştırıyor ve işte onlar bu yüzden, kafalarını kuma gömüp ölü
taklidi yapıyorlar ve bu şekilde, bir parça da olsa özgürlüğün ne olduğunu hissedebilecekleri hayaliyle
kendilerine yapılan her şeye dayanabiliyorlar…
Filmi düşündükçe “İnsan neyle yaşar?”ın önemini daha da fark ettim aslında. Başka coğrafyalarda
yaşanan, “öteki” hayatları düşündükçe çok karmaşık gözüken bu sorunun yanıtının bir o kadar basit
olduğu gerçeği: İnsan özgürlük hayaliyle yaşar. İnsan barış dolu bir dünya özlemiyle yaşar. İnsan, umutla
yaşar – bu umut kapısının arkasında koyu karanlıklar olsa bile –
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
BİR EV KADINININ GÖZLERİNDEN HAYAT
Sena Bensu Çomak
Günümüzde pek çok ev kadını hayatlarını dört duvar arasında sürdürmeye mahkûm olmuştur
adeta. Önce sabah erkenden kalkılır ve işe gidecek olan koca için mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlanır.
Kadınların sıcacık yataklarında uyku keyfi yapmak için zamandan biraz daha çalmalarının olanağı
yoktur. Çünkü bilirler masada kendilerini bekleyen bir kahvaltı bulamayan kocalarının kesintisiz
homurdanacaklarını. Duymaya katlanamazlar onların söylenişlerini, bitmez şikâyetlerini. Kocasını işe
gönderirken “Haydi güle güle, hayırlı işler.” der kadın. Dudaklarından dökülen bu samimiyetten oldukça
uzak sözcükleri söylediğinin farkında bile değildir aslında. Alışkanlıktan yapmaktadır her gün bunu,
nedenini niçini sorgulamadan. Kendini kocası için bir şeyler yapmak zorunda hissetmektedir. Çünkü
yıllardan beri evli iki insanın yaşama şekli böyle öğretilmiştir ona. O kocasını memnun etmek için canını
dişine takacak, gerekirse kendi önceliklerini bir tarafa bırakıp kocasının mutluluğu için yaşayacak, evi
çekip çevirecek, yemek yapacak, çamaşır ve bulaşık yıkayacak, kocası da işe giderek onu kazandığı parayla rahat yaşatacaktır. Bir evlilik sadece böyle yürür, çevremdeki kadınlar ne yapıyorlarsa, kocalarına nasıl
davranıyorlarsa ben de aynını yapmalıyım diye düşünür.
Koca işe gittikten sonra, ev kadını rutin işlerine koyulur hemen. Canı sıkılmasın diye açar televizyonu, bir kadın programına takılır gözleri ya da bir dizi bulur. İzleyeceğinden değil; o ev işlerini
yaparken fonda bir ses olsundur asıl niyeti. Yalnızlığını, kimsesizliğini anca böyle çekip çıkarır içinden.
Çıkardığını sanır. Hemen yemek yapmaya girişir. Bulup buluşturduğu malzemelerle mutfakta harikalar
yaratır bazen, bazen de isteksizce kocasının aldığı sebzeleri pişirir. Sonra yıkanacak çamaşırlara, ütülenecek gömlek ve pantalonlara gelir sıra. Akşam yarın yıkarım nasıl olsa diye üşengeçlikle tezgâhın üstüne
diziverdiği kirli tabak ve bardakları da unutmaması gerekmektedir. Evi süpürüp, tozları almak da günlük rutinin bir parçasıdır. Bir günde vitrinde duran fincanların tozlanmayacağını, ya da evin süpürmeye
değecek kadar kirlenmeyeceğini bilir bilmesine de, başka türlü nasıl akıp gidecektir zaman? Ayrıca bir işe
yaradığını bütün bu ev işlerinin zamanında üstesinden gelirse hissedecektir. Arada bir nefes almaya fırsat
bulursa ev işlerinden komşuya geçer, ya da komşusunu eve davet eder değişiklik olsun diye. Bütün hayatı
bundan ibarettir. Kendine ait zevklerinin farkında bile değildir ki, sevdiği etkinlikler için zaman yaratsın.
Hayattan pek bir beklentisi de kalmamıştır artık. Kocasının maaşının düşmemesi, kocasıyla ölene dek
sağlıklı ve kavgasız gürültüsüz bir yaşam sürmeleri, çocuklarının iyi insanlarla evlilik yapmaları, kariyerlerinde parlak başarılar elde etmeleri hayattaki en büyük mutlulukları olacaktır. Peki, geçen yıllar boyunca
bir an olsun kendisi için yaşamış olacak mıdır? Bir parça olsun bencil olmak, aklına estiği gibi davranmak, sadece kendi mutluluğunu düşünerek insanlar ne der diye hesap kitap yapmadan yaşamak yazmaz
onun kaderinde.
Bazen öyle bir an gelir ki, ev kadının yüreği eziliverir çaresizliği altında. Kocasıyla aslında birbirlerine ne kadar yabancı oldukları, akşamları yemek masasında ve salonda geçirdikleri saatler boyunca
bazen tek kelime etmeden televizyon karşısında pinekledikleri gerçeğiyle yüzleşir halde bulur kendini.
Ne kadar az şey paylaştıklarını, varlıklarının birbirlerinin hayatlarında ne denli az anlam ifade ettiğini
düşünür. Yaşamak için sadece tek bir şans verilmiştir ona diğer herkes gibi. Bu şansı, son dakikasına dek
değerlendirmek, ya da gerçek duygular beslemediği bir adamla yıllarını boş yere feda etmek onun elindedir. Ve henüz geç kalmamıştır hiçbir şey için. Açar penceresini, alabildiğine engin gökyüzüne bakar,
tertemiz havayı çeker içine. Tutar hayatın bir ucundan. “Keşke”lerini ardına alır, kurtuluş mücadelesini
başlatır. Hayatını nasıl yaşamak istediğine karar verecek kadar güçlüdür artık. Kaybedecek ne kalmıştır
elinde avucunda? Yolun sonunda onu bekleyen güzellikleri hayal ettikçe umutla parıldar gözleri.
1
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
SAAT SABAHA KARŞI DÖRT
Belitsu Salgın
Daha ne kadarına dayanabilirim dediğinde, bil ki her şeyin çok başındasın daha. Evet, güneşin
doğmaya en yakın olduğu zamandır belki de gecenin en karanlık vakti, ama unutma, sen hâlâ
karanlıktasın. Dünya dönüyor olabilir belki, güneş çok yakınında olabilir... Ama önce karanlığı atlatmak zorundasın. Gözlerini kapamış veya her şeyi görmek için sonuna kadar açmış olman hiçbir şey
değiştirmez o sırada sen de biliyorsun. Karanlıkta görmez artık gözlerin. Havanın sıcaklığı, etrafındaki
insanlar, üstündekiler, yediklerin, içtiklerin… Fark etmez ki artık bunların hiçbiri. Karanlıktasın sen,
karanlık. Saatler önce dalmış olman gereken uykundansa, uyanık kalmayı seçtin sen; belki de gecenin en
sevdiğin vaktini yaşayabilmen için. Ama saatler birbirini takip etti işte her zamanki gibi, şimdi ne dolunay var ne de yıldızlar. Bilmiyorsun hepsi nereye gitti, bir anda, bir anda yok oldu her şey. Gökyüzüne
bakıyorsun şimdi. Bilmiyorsun, emin değilsin gözlerin açık mı kapalı mı? Görmüyorsun ki… Karanlıkta
görmez senin gözlerin. Kapamak istiyorsun gözlerini, kapayabilmek. Kapamak, sımsıkı kapamak, canını
yakacak derecede sıkmak ve doğacak olan güneşin o kuvvetli ışıkları gözlerini yakmaya başlayana kadar da açmamak. Yağmur yağıyor şimdi de, bu olmazsa olmazdı biliyorsun. Yağmur yağmasaydı her
gece böyle şiddetli, olmazdı bu kadar acı verici bu saatler. Anlatılacak bir hikâyen, acıyacak bir tarafın,
belki de acınacak acıların olmazdı o zaman. Ayaz var şimdi etrafında, buz gibi; buz. Yağmurla birlikte katlanamayacağın kadar soğuk bu hayat, ama üşüyemiyorsun bile sen. Yasak sanki sana üşümek.
İliklerinin en derininde hissediyorsun soğuğu; için titriyor sanki, şimdi hemen buracıkta donacak gibi
vücudun… Ama olmayacak bunların hiçbiri biliyorsun, sen üşüyemezsin ki…
Etrafında ne var bilmiyorsun; nerdesin, kiminlesin… Vahşi hayvanlar var belki de etrafında, senin
başına üşüşmüşler, leş yiyiciler gibi. Belki de kaçmış herkes, malum yağmur yağıyor deli gibi... Bir tek sen
kaçamıyorsun, bir tek sen mahkûmsun sanki bu karanlıkta burada olmaya.
Acılar, acılar, acılar… Daha ne kadar acıyabilirsin bilmiyorsun, daha ne kadar acıtabilirler seni.
Ne kadar ağlayabilirsin daha, ne kadar saklayabilirsin ağladığını herkesten... Gün içinde içinden ışık
saçan gözlerin, şimdi sırılsıklam. Güneş unutturuyordu sana her şeyi, gülebiliyordun, konuşabiliyordun
her gün yeniden. Ama akşam… Hele de bu dolunayın gittiği saatler.. Katlanamıyorsun artık buna, katlanmak istemiyorsun artık. Sıkıldın belki de çok, biliyorum. Katlanacak gücün kalmadı artık, bir ışık
istiyorsun etrafta, belki de sırf halinin ne kadar acınası olduğunu görebilmek için bir ışık. Ne haldesin
görmek istiyorsun, ne kadar ağladın, ne kadar acıdın görebilmek. Bir ışık huzmesi yeter sana, belki de
dağların ardından çıkacak olan güneşten. Ama yok, yok işte. Görmüyorsun, görmeyeceksin de ne kadar
kötü olduğunu. Sadece ıslaklığını hissedeceksin gözlerinin, her şeyi kaybediyor olmanın acısı yakacak
kalbini; ama asla göremeyeceksin ne kaybettiğini. Bir zamanlar sahip miydin ona, onu bile bilmeyeceksin.
Konuşamayacak, koklayamayacak, tat alamayacak; göremeyeceksin. Acı olacak hissettiğin tek şey; ve de
yorulmuş olmanın vereceği bıkkınlık. Sıkıntı olacak aklına gelen ilk kelime, yaşadıklarından, her gece;
her gece aynı saatleri aynı şekilde yaşamaktan duyacağın sıkılmışlık. Yalvarmak isteyeceksin birine, lütfen
demek isteyeceksin; lütfen alın beni buradan. Konuşamayacaksın... Zamanında öğrendiğin umut dolu
cümleler gelecek aklına: güneşin doğmaya en yakın oluğu an, en karanlık zamanıdır gecenin diyeceksin
sürekli kendine. Buna inanmayı başardığındaysa gözlerini açacaksın; yine karanlıktasın... Kutup noktaları
gibi olacak yüreğin, altı ay gece, altı ay gündüz. Gündüzlerin gelmesini bekleyerek geçireceksin gecelerini,
her taraf soğuk, her taraf buz. Bir kişi bile gelmeyecek yanına, istemeyeceksin de zaten kimseyi. Buzun
üstüne yatıp, her tarafında hissederek o yakıcı soğuğunu buzulların, simsiyah gökyüzüne bakacaksın
sürekli. Gün sayacaksın gündüzlere, saydıkça gözünde büyüyecek günler.
Acılar, acılar, acılar… Hepsinin geçeceğini biliyorsun aslında. Ama artık katlanmak, bu acıya daha
fazla katlanmak istemiyorsun. Güneş istiyorsun sadece, sana etrafı gösterecek, yüreğini ısıtıp o gülücüğü
tekrardan yüzüne yerleştirecek bir güneş. Biliyorsun, biliyorsun değil mi sen de; en karanlık vaktidir gecenin, güneşin doğmasına en yakın vakti?
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
GEÇ
Cemre Necefbaş
Seninle tanışmadık.
Sen beni hiç tanımadın.
Birbirinin farkında iki yabancı gibiydik sen ve ben. Anlam veremediğim bir hevesi bastırmak zorunda
bulurdum kendimi. Senin suratında da aynı tereddüdü görürdüm…
Açılamadığın bir çocukluk aşkı değildim ben; geçmişimden gelen, yüzleşmeye korktuğum bir hatıra
değildin sen. Ama ikimiz de hiç cesaret edip konuşamazdık. Gözlerimiz buluşurdu arada sırada ama ben
sana bakmazdım, sen bana bakmazdın. Belki bu yüzden hiç fark etmemiştim seni. Gözlerinin arkasında
hapsolmuş denizlerindendi belki korkum; yüzündeki tebessüm ne kadar sakindiyse o kadar hırçındı
dalgalar. Uzun uzun bakabilseydim belki, dalgaları aşıp kalbinin kıyısına varabilirdim… Ama ben çocuk
cesaretimi toplayana dek sen gözlerini kaçırırdın benden.
Geç kalırdım…
Bana bir sonraki bakışmamızı beklemek kalırdı.. Bir kez daha…
Sonunda satırlarınla tanıştım, satırlarında seninle tanıştım…
Kaleminden büyülü bir şekilde dökülmüş taşların üzerine dikkatle basarak kalbine giden yolu takip ettim
sessizce.
Sen varlığımı fark etmedin…
Ben gizli sığınağını bulmuş küçük bir çocuk gibi usulca dolaştım kalbinde. Sıvalarının döküldüğü
duvarlarında ellerimi gezdirdim. Birkaç eski anı asılıydı paslı çivilerle; rengi solmuş, çerçevesi kırılmış.
Kuytu bir köşede tuzlu gözyaşlarından yosun tutmuş eski bir aşk buldum. Üzerinde hafifçe buharı tütüyordu, bu yorgun kalbi ısıtmaya çalışıyor gibi… Yanılmıştım, ona dokunduğumda ellerimin soğuktan
yandığını hissettim.
Anlamakta gecikmiştim.
Arkasında umudun saklıydı, bu eski aşka inat sıcacıktı. Sanki çaresizce onu ısıtmaya çalışıyordu, imkânsız
oluşunu bile bile.
Umudunun yanına oturdum yavaşça, cılız ve zayıf ışıklarının duvarların derin çatlaklarını dolduruşunu
izledim.
Gözlerimi kapadım ve başımı duvara yasladım. Umudunun ışıklarını yüzümde hissedebiliyordum, yavaş
ve yorulmuş atışlarını dinledim kalbinin. Hafifçe hızlanışını hissettim, umutlarının bir anda güçlenen
ışıklarının göz kapaklarımın arasından sızışını… Gözlerimi araladım odaya hayallerinin doluşunu izlemek için. Umudun şimdi tam yanımda hayallerine bir dans teklif edermişçesine ışıl ışıl parlıyordu. Ama
teklifin cevabını vermeden hayaller birer birer terk ediyordu kalbini. Getirdikleri heyecanı yanlarında
götürerek… Çok geçmemişti ki, kalbin yine o yorgun odaya dönüştü, umutların birer birer söndü…
Şimdi duvarlardaki çatlakları zar zor dolduruyorlardı…
Sonsuza dek burada kalmak istedim. Eski bir anıya sokulup kalbinin atışlarının ninnisiyle uyurdum…
Seninle olurdum…
Ama sen fark etmeden gitmek zorundaydım. Kalbinde davetsiz bulunuyordum. Yavaşça kalktım,
anılarına son bir kez daha baktım, çatlaklarına son bir kez daha dokundum, sana kendi umutlarımdan bir
tane bıraktım. Işığının seninkilerle karışmasını izledim…
Kalbine girdiğim sözcükleri takip ederek senden uzak olan dünyama geri döndüm… Gözlerim
bulamayacağını bildiği halde seni aradı.
Çölde kaybolmuş birinin denizleri araması gibi…
Ama sen yoktun…
Ben zaten hep,
Geç kalırdım…
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
BEN ÖLECEK ADAM DEĞİLİM
Cahit Sıtkı TARANCI
Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.
Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağaçların,
Yağmur mu yağıyor,
Güneş mi var,
Farketmeliyim
Baktığım pencereden.
Deniz görünmeli çıksam balkona.
Tamamlamalı manzarayı
Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.
Ekmekten olamam doğrusu,
Nimet bildiğim;
Sudan geçemem,
Tuzludur teneffüs ettiğim hava.
Ya nasıl dururum olduğum yerde,
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Hareketsiz,
Sükûta râmolmuş;
Sanki devrilmiş bir heykel?
Ellerim ne der sonra bana?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?
Kalkmalıyım,
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
El sallamalıyım
Giden trenlere,
Kalkan vapurlara.
Bilmeliyim,
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu...
Islık çalmalıyım.
Türkü söylemeliyim
Yol boyunca,
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmiş günleri hatırlamalıyım,
Dalıp dalıp akarsuya,
Hayaller kurmalıyım,
Güzel geleceğe dair.
Yanımdan geçenler olmalı,
Selâm almalıyım;
Robenson'u düşünmeliyim,
Garipliğini:
Şükretmeliyim
İnsanlar arasında olduğuma.
Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?
Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.
(Otuz Beş Yaş. İstanbul: Can Yayınları, 2008. Baskı.)
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
BEN ÖRÜMCEK ADAM DEĞİLİM
Berke Can GÜRER
Kapımı çalıp durma Mary Jane,
Açmam;
Ben Örümcek Adam değilim.
Alıştım normal vatandaşlığa;
Bunca yıllık yoldaşımdır SSK.
Sıkılmam hiç,
Günleri tekrarlansa da sıradanlıkla
Masabaşında çalıştığım haftaların.
Cinayet mi işlenmiş,
Fuhuş mu var,
Seyretmeliyim
Evdeki televizyondan.
Düzgün görünmeli üstüm başım,
Tamamlamalı manzarayı
Beyaz gömleğe takılmış kravat.
Huzurlu olamam doğrusu
Kostüm giydiğimde.
Ağ da atamam,
Normaldir bileğimi saran deri.
Ya nasıl dururum gökdelen tepesinde,
Öyle ağımı atmış,
İki elim duvara yapışmış,
Hareketsiz,
Sükuta râmolmuş,
Sanki devrilmiş bir heykel?
Komşular ne der sonra bana?
Mesleğimi soranlara ne cevap veririm?
Utanmaz mıyım ikili hayatımdan?
Geceleyin,
Dolaşmamalıyım
Sokaklarda, damlarda.
Ağ atmamalıyım
Giden trenlere,
Düşen varillere.
Bilmemeliyim,
Örümcek duyumdan,
Suçlunun kim olduğunu...
Çığlık atmalıyım,
Polise söylemeliyim
Yolum kesilince.
Katile ve hırsıza
Süper güçlerimi kullanmamalıyım.
Dalacağıma kavgalara,
Kanunlara uymalıyım
Güzel devletimizin koyduğu.
Bıçak çekenler olursa,
Dava açmalıyım.
Hep en sonunu düşünmeliyim,
Hareketlerimin.
Şükretmeliyim
Sistemin bir parçası olduğuma.
Nedir ki sonuçta büyük güç?
Büyük değil mi getirdiği sorumluluk?
Kapımı çalıp durma Mary Jane,
Açmam;
Ben Örümcek Adam değilim.
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
İSTANBUL’UM
Pelinsu Hünkar
‘‘Faytonlar yerlerini tramvaylara bıraktıklarında atlar da benim ka
Bir rüyadayım, evet bir rüya olmalı bu… Bu güzellikler onca karabasandan sonra cennet misali…
Ve kuşlar uçuyor gökyüzünde, denizde balıklar halay çekiyor. Rüyamdayken bile yalnız bırakmıyor beni
horoz şekerleri. Üzmüyorum kendimi artık elimde olmayanlardan ve elimde olan hiçbir şey için keşke
demiyorum; çünkü biliyorum ki burası İstanbul. Yaşanmamışların, yaşansa da unutulanların, kayıpların
ve kendini yeni bulanların, benim gibilerin memleketi… İstanbul’um taşı gümüş, toprağı altın suyu
İstanbul’um… İlkim değilsin belki; ama sonum olacağın kesin İstanbul’um… Ateş topuna dönmüş gözlerimden solgun yanaklarıma sicim gibi dökülen yaşlardan hepsi olmasan da yarısısın İstanbul’um…
Bir masaldı ve belki de bir rüya İstanbul’la aşkımız. O sultan kızıydı, ben sinek valesi ve altındı
değirmen kokan bereket dağıtan saçları. Benimse tek dağıttığım şarap şişeleri ve bitmeyen efkârlarımdı.
Ben ona ne zaman papatyalar getirsem çimeninden yeni ayrılmış, hüzünlü; o hep suratını asardı. Güldü
tek istediği ve en pahalısı… Doğal değildi çoğu zaman, yapmacıktı. Avucundaki kader çizgilerine bakardı
bir falcı kadın, sonsuzdan önce vardı, sonsuza kadar burada olacaktı ve ben onun avucunda silinmiş bir
yazmadan daha değersizdim, ben imkânsızlığını bile bile o olmaya karar vermiştim.
Bizim Kaf Dağı’mız Kanlıca’ydı, şekerli yoğurt tadındaydı her nefes ve balık kokuluydu hava. Balığı
tutuyorsun ve Kanlıca’yı sana veriyordu Zeus. Bir Bizans alışkanlığıydı; bu yüzdendi genç Fatih Sultan’ın
İstanbul’u fethedişi ve aslında denizlerin fatihiydi o, yalnız kıtaların değil. Köprü demirlerinden onlarca
olta sarkıyor ve balıklar her kayan olta için bir dilek tutuyordu. Bu hayaller fırtınaya dönüştüğünde karayel denirdi ve eğer az hayal varsa lodos… Belki de bu yüzdendi lodoslu havalarda insanların başlarının
ağrıması.
Bazen bir hediyeydi gerçekler ve güzeldi kör karanlık olmadan bir sevgiyi söylemek. Ve ben hediye almak için Tahtakale’yi seçerdim. İnsanın ihtiyaç duyabileceği her şey vardı burada belki de hiç
görmediği. Yeni bir ülkeydi tarihin içinde ve karaborsaydı para birimi. Tavalar tencereler, çeyizler, henüz
piyasaya çıkmamış markalardan silahlar, fildişi taraklar, yirmi liraya Ray-Ban gözlükler, kaynağı belirsiz
telefonlar, Gucci çantalar… On iki ay taksitle elli lira ödeyerek havaya vereceğiniz karbondioksiti ayarlama gücünü çantanıza atabilirdiniz. Bu genellikle hurdalıktaki bir arabaydı motoru bozulmuş bu yüzdendi
öksürürmüş gibi çıkardığı sesler, sigara buharlı dumanları.
Yağmurlu bir gün, bulutlar ağladıkça deniz susuzluğunu hissediyor. Arkasında boylu boyunca
Sarıyer; Sarıyer’de börekler ve börekçiler. Her börekçinin önünde pusu kurmuş süzgün bakışlarıyla kediler ve martılar. Martılar ve güvercinler, İstanbul’umdan sonra tek can yoldaşlarım benim. Martıların
çığlıkları doldururken kulaklarımı bir kez daha geliyor aklıma anılarımla yalnızlıklarım. Asfalt kokulu
güvercinler daha çok anlatıyor beni, daha çok ben gibi yorgun, bu yüzden uçmayışları, biraz asfalt kokusu
istiyor ki canları, yürüyorlar çoğu zaman…
Vapurlar geçiyor gözlerimin önünden, usulca giderlerken eller sallanıyor umarsızca. Belki hüzün
belki burukluk; ama acıtmıyor canlarını; kimse ağlamıyor gidenlerin peşinden, mendiller gözükmüyor
eskisi gibi… Kimse duygularını göstermek istemiyor, bazen unutuyorlar bazense saklıyorlar onları gizlice
yüzyıllarca açılmamış çeyiz sandıklarının içlerine. Çoğu zaman bu duygulardan ağırlaşıyor o sandıklar,
her ne kadar cevizden yapılmış olsa da dışları, bazıları insanlardan daha duygusallar; kabarmışlar üstlerine dökülmüş bardaklar dolusu hüzünlerden…
Karşımda Kız Kulesi ve üzerimde parkam, yanımdan geçen bir İstanbul beyefendisi gözlerini deviriyor. Pek memnun değil; çünkü bir insanın parkasıyla Kız Kulesi’ni izlemesini bir saygısızlık olarak
görüyor. Uğruna onca ter dökülmüş; padişahların, tarihin koruduğu bir prensese nasıl çıplak gözlerimle
baktığıma hayret ediyor. Ne bir sanat çerçevesi benimkisi altın varaklı ne de bir bilim penceresi. Belki de
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
dar mahzun muydu acaba? Tramvaya bakıp acı acı gülmüşler miydi?’’
bu yüzden kürk giyiyor sözde İstanbul beyefendileri, bu pencereler yüzünden doğayla küsmüş belki de
bu yüzden ki ben parkamla sımsıcak İstanbul’umlayken o belli etmemeye çalışarak penceresinin içinde
titriyor. Ve üzülüyor belki de halime, acıyor; bilmiyor ki asıl acınması gereken kendisi ve o gözlükler gibi
çerçeveli fikirleri… O hâlâ mumların ateşin sayesinde yandığını düşünüyordur; oysa onlar sadece eriyor,
bazense yeni bir muma can vermek için yok ediyorlar kendilerini, size de tanıdık geldi mi, aynı bizler
gibiler değil mi?
İçimde bir duygu var çözemediğim, tarif edemediğim, anlatamadığım ama bildiğim, yaşadığım,
sevdiğim… Bu duygular ki beni buraya getiren, İstanbul’umla tanıştıran ve şimdilerde anımsıyorum bu
duyguyu. Adı sanırım “mutluluk”. Unutmuşum adını öyle ki elini öpmeye gitmemişim bayramda, ellerim
bir sıcak ekmek tutmamış, gözlerim sevdiğine bakamamış, bir güzel söz söyleyememiş dilim ve Ortaköy
görmemiş gözüm. Sahiline düştü bir anda gözlerimdeki buğu, ağlarına sıkışmış umarsızken denizine
el salladım, düşlerimde ağladım yosun tutmuş kayalarına. Denize komşu, ruhlara seda Ortaköy Cami,
ezanlarıyla uyuturken yorgun düşmüş geceyi, ben yakamoz mimozalarını kokluyorum. Kumpirler senden bir tapınak yapıyor; bir iz bırakıyor yeryüzünde, tuz biber oluyor gecemize seğirten ayak sesleri. Seni
anıyorum, bakmıyorsun yüzüme, kumpirlerin kadar sıcak ve tereyağı kadar lezzetli, masal misali ellerinde bir yudum su belki denize, belki suya susamış gökyüzüne…
Faytonlar yerlerini tramvaylara bıraktıklarında atlar da benim kadar mahzun muydu acaba?
Tramvaya bakıp acı acı gülmüşler miydi? Belki de sadece şaklayan bir kırbaçtı onlar için yolculuk ve
bitmek bilmez emirler, durmadan yürümenin toynaklara verdiği acıyı saymıyorum bile. Peki ya Kadıköy
memnun muydu halinden? Alışmış mıydı kömür kokusuna, sirenlere ve üzerine binen yeni, kaldırılması
güç basınca? Bir tarafındaki yel değirmeninden denize nazır Moda’sına bayramlık kıyafetlerini giymiş
bir çocuk misali bizi bekliyordu, Kapalıçarşı’da eski kitapları satarken duyduğu o hafif buruk küf kokusu
mutlu olmasına yetiyordu belki de. Ve tramvaylar kişneyen at sesleri eşliğinde, elinde dumanı tüten bir
kahve o; yalnız oturuyor, oturuyor sadece…
Dedemin aldığı seramik kaplumbağada gizliydi anılarım, çıtır kalamar yediğimiz, pencereden
baktığımızda; yansımamızı, çimenleri değil; masmavi denizin fenerleriyle aşkını görürdük. Her bir fener
bir sevdadır derdi dedem ve hepsinin bir bekleyeni vardı, elleri kavuşmazdı belki, sevdalısı denizle gemilerle. Ki deniz çisil çisil yağan yağmurda, saçlarını okşayan her bir tane için feneri hatırlıyordu…
İstanbul’da sokaklar var, geniş, puslu ve bir o kadar sessiz. İstanbul’da duvarlar var ki onlar insanların
sesleri çıkamazken bile konuştular. Bir yazı görürdüm, okurdum içimden kimseye belli etmemeye
çalışarak gözlerimi kısardım. Gözlük takmıyordum; çünkü uzun zamandır hiçbir şey ilgimi çekmiyordu;
İstanbul’umlaysam eğer tek ve yalnızsam, çaresizsem bir o kadar hiçbir şey umurumda olmuyordu.
Bir yazı şöyle diyordu bile bile:”Beynim İstanbul kadar karışık, Karadeniz kadar hırçın, zaman tik-tak
sesleri eşliğinde ninnilerini okurken kulaklarıma, sorgusuz gidişlerin sualsiz kahramanlar yaratıyor…”
İstanbul’um…
O gidemedi benden ve ben de gidemedim elbet, bir rüyaydı İstanbul’la aşkımız belki de bir müzikal. O hep kaçtı ve ben hep kovaladım; ama gocunmadan, sevgiyle… O hep farklı yerlerde çıktı karşıma,
hep farklı yerlerde buluştuk ve hep farklıydı türkülerimiz. Ellerimizi ayıramadı hiçbir güç. Ve gözlerimiz
birbirine değmeden bir dakika bile duramadık. Avucumun içinde bir kar tanesiydi o, Kartaltepe’de çocuklarla oynayan. Mehtaptı onu bekleyen deniz için, dalgaydı sahillerine, yağmurdu yüzüne hasret kurak
topraklara ve candı bana, hayattı…
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
DERGİ TANITIMI
Ege Selçuk
Her hafta perşembe günü, hayranların çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu ama her yaşa
hitap eden ‘UYKUSUZ’ dergisi, sabırsızlıkla kendisini bekleyen okurlarına ulaşır. Ağırlıklı olarak eski
penguen çizerlerinden oluşan kadrosuyla ‘UYKUSUZ’, çıktığı ilk günden beri, yaklaşık iki yıldır, hitap
ettiği hayran kitlesini genişletiyor. ‘UYKUSUZ’un bu başarısının altındaki en önemli etken ise bu alanda
kendini kanıtlamış veya kanıtlama çabası içinde olan çizerleri bünyesinde barındırması heralde. Genç
karikatüristlerin dinamik havası ile olgun yazar ve çizerlerin tecrübesi dergiyi kısa zamanda Türkiye’nin
en çok satılan mizah dergilerinden biri yaptı. Peki bu bahsettiğimiz kadroda kimler var? Günümüzün en
‘popüler’ karikatüristi Yiğit Özgür, Uğur Gürsoy, Umut Sarıkaya, Vedat Özdemiroğlu, Ersin Karabulut,
Cihan Ceylan, OKY, Memo Tembelçizer, Yılmaz Aslantürk ve yeni yeni büyüklerinin yanında adını duyurabilen Ender Yıldızhan. Çoğumuzun bir şekilde hakkında bir şeyler duğduğu tecrübeli karikatüristleri
değil de hakkında pek bilgi sahibi olmadığımız yeni ‘UYKUSUZLAR’dan olan Ender Yıldızhan’ı tanıyalım
biraz.
NEDEN ENDER YILDIZHAN?
Lise hayatının günlük olaylarını tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi gerilime
dönüştüren, bize yakın hikayeleriyle dikkatimi çekti Ender Yıldızhan. O basit
olayları çok farklı bir dil ve kurguyla işleyebilmesi de genç yaşına rağmen bu
kadar sivrilebilmesinin en önemli sebebi oldu. Her hafta okuduğumuz hikayelerde liseli öğrencilerin kopya çekme telaşından, ertesi güne teslim edilmesi
gereken ödevlerin yarattığı gergin ve çaresiz anlatımdan bir parça buluyoruz
kendi hayatımıza dair. İşte bu sebeplerden dolayı diğer ünlü karikatüristlerin
arasından seçerek Ender Yıldızhan’ı tanıtma kararı aldım. Belki hakkında
birkaç şey daha öğrenebilir, hikayelerinden daha çok tat alabiliriz. 11 Aralık
1989'da Samsun/Bafra'da doğdu. Özel Ahmet Kurmahmutoğlu İlköğretim Okulu'nu ve Haydarpaşa
Lisesi'ni bitirdi, şu anda Beykent Üniversitesi'nde mimarlık okuyor. Kemik, Penguen, Lombak, Fermuar
dergilerinde çizimleri yayınlandı. Şu anda Uykusuz'da çiziyor.
Çoğu çizerin akıllarına gelen fikirleri ya da ufak esprileri karaladıkları eskiz defterleri vardır. Biz
de Ender Yıldızhan’ın eskiz defterini bulduk.
Eskiz defterinde somut bir çizim olmasa da Ender Yıldızhan’ın ufak karalamalarını görebiliyoruz.
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
DERGİ TANITIMI
Diğer ‘UYKUSUZLAR’...
YİĞİT ÖZGÜR
(http://www.uykusuzdergi.com/uykusuzlar)
UĞUR GÜRSOY
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
FRANZ GOLDBERG ÜZERİNE
M. Kerem Türkcan
“Bir entellektüelin, bir
yabancının kendisini tanıtmasına
izin vereceğini, eşitlikçi yapının
gaddar ve ayrımcı niteliklerini
görmezden gelebileceğini hiç
düşünmemiştim Epimetheus’un
Şarkısı’nı okuyana kadar.’’
Günümüz felsefesini etkileyen ve geliştiren düşünce ortamları
arasında, Frankfurt Okulu’nun özel bir yeri vardır; temsilcileri, toplum ve kültürü, bilimsel dogmalardan ayırarak
sorgulamış, parçalar yerine bütüne yoğunlaşmışlardır. Diyalektiği
somutlaştırma girişimlerinde bulunmuş, gerçekliğe ve doğasına
yönelerek maddeciliğe karşı çıkmışlardır. Bu akımın öncülerinden Theodor Adorno ve akımın kurucusu Max Horkheimer
gibi isimler ün kazanabilmiş olsalar da; akımın son üyelerinden
Franz Goldberg, belki geçmişe ait görüldüğünden, belki felsefeyi
edebiyatla birleştirmedeki başarısızlığından, belki de hayatının
çoğunu yatakta geçirmesine neden olan ve onu genç yaşta kör
bırakan hastalığı nedeniyle, yakın zamana kadar tanınamamıştır.
Kitabımın ilk bölümüne, Goldberg’in kitaplarını ve düşüncelerini
tanıtarak başlamanın, okuru yazının geri kalanına hazırlamanın
en iyi yolu olduğunu düşünüyorum; bu bölüme de, yazarın ikinci
ve en ünlü eseri Epimetheus’un Şarkısı’nı okurken yaşadığım
düşünceleri özetlediğim ve geçen sene yayınladığım bir
makaleden bir alıntı yaparak başlamak istiyorum:
“Bir entellektüelin, bir yabancının kendisini tanıtmasına izin vereceğini, eşitlikçi yapının gaddar
ve ayrımcı niteliklerini görmezden gelebileceğini hiç düşünmemiştim Epimetheus’un Şarkısı’nı okuyana
kadar. Şaşırmamak lazım aslında; efendileri kölelerden ayıran şey, ne Nietzsche’nin sorguladığı gibi güç
kazanma istediğidir ne de Schopenhauer’in saflıkla inandığı gibi yaşama bağlanmayı sağlayan hayali bir
irade. Goldberg, Hegel’in düşüncelerini yeniden canlandırararak, bireyin topluma bağımlı kalmasının,
kölelerin köleliği kabul etmesiyle mümkün olduğunu söyler; ona göre korku diye tanımladığımız
yanıt, burjuvanın, olasılıklara dayandırdığı gerçekliğinde kazananları ödüllendirerek kaybedenleri kazanan olmadıkları için cezalandırması yüzünden doğan “kaybedenlerin burjuva tarafından reddedilme
endişesinin” işlevsel ve görkemli bir dışavurumudur sadece.”
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
...
Goldberg, akımının bazı üyelerinin aksine, kendisini eleştirel teoriye sınırlamaktansa, onların
zihinlerinde varlığını kabul ettikleri, ancak asla kesin olarak sorgulamadıkları ve dolayısıyla ne kadar
önemli olduğunu asla göremedikleri düşünceleri de sorguladı, nedenler ve sonuçların ilişkisinde, bir
edebiyatçı gibi, kanıtlar ve temeller aradı: araştırmalarını ve denemelerini, Hedonist Anakronizm adı
altında topladı, Veblen’in düşünceleriyle kendisininkiler arasında bir köprü kurdu. Bu eserde, Goldberg ilk kez toplum tarafından anlaşılacabilecek bir dil kullandı; ekonomiye yönelerek 1929 bunalımını
değerlendirdi, teknokrasi sistemini destekleyerek, ancak bilişsel ilerlemenin toplumu mutluluğa
yönlendirebileceğini savundu; bu düşüncesine, seneler sonra yayınlayacağı Aforizmalar’da karşı çıkarak,
elitist bir sistemin hiçbir şekilde topluma yarar sağlayamayacağını dile getirecek; eski dostu Ernst Bloch
tarafından eleştirilere maruz kalacaktı. Bu olaydan seneler sonra yazacağı bir makalede, Goldberg,
Habermas’ın “gerçek” kavramını bir mazeret olarak kullanarak, “Benim, ben olmamın gereklerinden
biri, bir zaman aralığı ve içindeki akılsızlarla sınırlanarak yabancılaştırılmam olduğundan, tüm tasvirleri başarısızlıkla kendi varlığını doğrulayan doğa gibi, haklı olup olmadığıma karar verebilecek tek
yargıcın, metafiziksel bir yargıç, bir şeytan olduğu gerçeği, okurlarım ve eleştirmenlerim tarafından
gözardı edilmektedir.” diyerek prensiplerini değiştirmediğini söyleyecekti. Bu saçma ve kaçamaklı
yanıt, Goldberg’in hem dostları hem de okurları tarafından
unutulmasına, yazılarının yıllarca kaybolmasına yol açacaktı.
Yaşlılığında, kendi karanlığında boğularak topluma olan
tüm güvenini kaybeden ve karısı hariç kimseyle görüşmeye
yanaşmayan Goldberg, ölümünden iki sene önce, son eseri Sosyal Yabancılaşma’yı yayınladı. Bu oldukça garip ve çoğu zamanlarda James Joyce’un son kitaplarını anımsatan bir anlaşılmazlık
seviyesine varan eser, Goldberg’in, körlüğünün onu nasıl
zihinsel ve kültürel karanlığa sürüklediğini anlattığı bir
bölümle başlar. Kitabın devamında, Goldberg, bu karanlıktan,
Orpheus’un karısı Eurydice’yi yeniden canlandırmak için
cehenneme girişini taklit ederek, sonsuz karanlıkla örtülü bir
“gerçek”le kaçmaya çalıştığını, Ren kıyısındaki küçük bir kasabada yaşayan hayali yazar Friedrich Jasperloch’un düşünceleri
üzerinden anlatır: Ovid, Orpheus’un hikayesinin sonucunu
seneler öncesinden, Goldberg çocukluğunda efsaneyi okurken
onun bilinçaltına damgaladığı için, Goldberg’in kaçınılmaz
karşısında kazanması mümkün değildir artık; karanlıktan tek başına da olsa nasıl kurtulabildiğini,
Jasperloch’un sürgüne gönderilmesine kadar varan bir dizi olayı inceleyerek okura gösterir; yeniden
doğuş düşüncesinin, bir yeniden doğuş isteğinden değil, bir sevilen ile birlikte yaşama geri dönerek
mutlu olma niyetinden geldiğini, dolayısıyla, sadece kaybettiklerini geri almayı deneyerek onları
kurtaramayanların, gerçekten gerçeği aramış olduğunu söyler ve ekler: “Her kim var ettiyse beni, acırım
ona ve lanetlerim kendisini.”.
http://www.mlahanas.de/Greeks/Mythology/Epimetheus.html
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
‘GELECEK’ ÖYKÜSÜ
Bengisu Güçkan
Erkenden aydınlanan bir cumartesi sabahına açtı gözlerini. Koyu perdelerin arasından güçlükle kendine
bir yol bulan güneş, gözkapaklarının üzerinde binbir türlü oyunlar yapıyordu. Aldırdığı yoktu güneşe.
Kalkmadı, kalkmak istemedi her sabah olduğu gibi. Bir sebep bulmak gerekiyordu. Genç adamı, gece
boyunca bedeninin sıcaklığı sinen nevresimlerin arasından bir çırpıda çekip çıkarabilecek bir büyü, bu
cumartesi gününü de tekdüze yaşantısında unutulmaz kılacak bir neden lazımdı.
Asıl adı Ahmet Eren’di; ama kimse Ahmet’ini bilmez, herkes Eren diye çağırırdı onu. Hayatta en iyi
yapabildiği iki şey vardı Eren’in. Biri bulaşık yıkamak, diğeri de çiçek yetiştirmekti. İnsanlara garip gelirdi bu durum. Eren hobileri arasında bulaşık yıkamayı sayınca çoğu zaman gülerlerdi. Çok da normal
bir durum değildi ya bir erkeğin bulaşık yıkamayı sevmesi. Şehrin en lüks lokantalarından birinde yarı
zamanlı bulaşıkçılık yapıyordu. Annesine söylememişti lokantada çalıştığını. Söylemeye de lüzum yoktu
zaten. İşe başlamasının tek amacı para biriktirip Paris’ten yeni çiçek tohumları getirtmekti.
Hâlâ pikenin altındaydı, kalkamamıştı. Bugünü bugün yapan sebebi hatırladı genç adam; gel gör ki itiraf
etmek en zoruydu. Hani her başından geçeni günlüğüyle paylaşan tiplerden biri olsaydı; küçük adamken
doldurduğu eski sayfalarda, bugüne dair bir sürü şey bulacağından emindi. Bir de sararmış sayfaların
arasından kuru, yamyassı bir papatya düşerdi kucağına belki. Derin bir nefes alıp yatağında doğruldu.
Öyle derin bir nefesti ki bu, bir an loş odadaki bütün havayı ciğerlerine doldurmuş gibi geldi genç adama.
“Ağustos’un 27’si… Bugün onun doğum günü…” Göğsünde sıkışıp kalan havayı serbest bıraktı Eren.
Biraz zor olmuştu; ama sonunda söyleyebilmişti işte.
Şehrin ta diğer ucunda bir tane de Sude vardı. Cumartesi gününün neler getireceğinden habersiz, geceden, gizlice dolabına konmuş hediye paketlerini açıyordu. Çocukluk yıllarından beri, yaş gününden bir
gece önce annesiyle babası, hediyelerini Sude’nin dolabına saklarlardı. Bir tanecik kızlarının, 27 Ağustos
sabahında giysi dolabını açtığında yüzündeki şaşkın ve heyecan dolu ifadeyi görmek için de kapının
önünde beklerlerdi her yıl. Kapıyı açtı Sude ve gülümsemeye çabalayarak:
“Teşekkür ederim ama bu kadarına gerçekten gerek yoktu.” dedi. Kapıyı açtığı anda kollarına atlamasını
beklerlerken kızlarının isteksiz bir teşekkür edip gerisin geri odasına dönmesi şaşırtmıştı yaşlı karı
kocayı.
En koyusundan bir kahve hazırlayıp bilgisayarının başına oturdu Eren. Gözü ekranda okumaya çalıştığı
yazıda, satır başından sonuna kayıyor gibi görünse de, aklı 16 yıl öncesinin 27 Ağustosundaydı:
Sekiz yaşındaydı henüz, ilk defa bir kız arkadaşının doğum gününe gidecekti. Sabah erkenden, annesinin
ısrarlarına fırsat bırakmadan banyosunu yapmış, bebeksi lülelerinden vazgeçememiş saçlarını geriye
doğru jölelemişti. Bir de gizlice babasının parfümünden sıkabilseydi tam olacaktı. Yeni sayılabilecek kadar az giyilmiş sandaletlerini de giyip arabanın ön koltuğuna paşalar gibi kuruldu.
Küçük adam Eren’e kapıyı açan, Sude’nin annesi olmalıydı. Annesine çok benziyordu Sude, ama tabi
ki kızı, annesinden yüz bin kat daha güzeldi. Kadının yüzü biraz şaşkındı, biraz da limon yemiş gibi
buruşmuştu.
“Sude’lerin evi burası mı? Şey, ben onun doğum günü için gelmiştim de.”
“Doğum günü partisi bir saat önce bitti yavrum, arkadaşlarınız da evlerine gitti. Sen yine de geç içeri,
Sude evde.”
“Kim gelmiş anne?”
Sude kapının aralığında beliriverdi. Sarı-pembe bahar çiçekli elbisesiyle, Eren’in masal okurken hayalinde
canlandırdığı peri kızlarından bile daha güzeldi. Mini mini ayakların üzerinde zarafetle yükselen bu güzellik, kutlama bittikten sonra dahi, büyüsünü hâlâ koruyordu.
“Gördün mü anne? Gelecek demiştim sana. Ben gelecek dediysem gelir!”
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
İçeri geçtiler. Sude, küçük misafirine yanına oturmasını işaret etti eliyle. Eren’se geç kalışından ötürü hâlâ
küskün, hâlâ çekinikti. Bir süre ikisi de yere baktı hiç konuşmadan. Parti bitmişti; ama pastadan kalan
bir parça, buzdolabında bekliyordu. Sude’nin annesi nemli, tek kullanımlık bir tabağa koyup son dilimi
getirdi Eren’in önüne.
“Geleceğini biliyordum. Anneme ‘Eren gelecek, birazcık daha bekleyelim.’ dedim; ama hemen getirdi
pastayı.”
“Çiçek gibi olmuşsun.”
“Nasıl yani?”
“Bilmem, annem yeni bir kıyafet giydiğinde babam hep böyle der.”
“Bu elbise de yeni zaten, annem alıp dolabıma koymuş; ama ben beğenmiştim bunu vitrinde, çiçekli
olduğu için.”
“Dedim ya işte, çiçek gibi olmuşsun.”
Anıların derinliğinden silkinip bugüne döndü genç adam. Ayrılmak, aradaki tüm bağları bir kerede
koparmak değildi. Yavaş yavaş unutacaklardı birbirlerini. Şimdi nezaketen de olsa gidip hediyesini vermeliyim diye düşündü. Bir nefes çekimi kadar kalmış izmariti kül tablasına bastırıp hazırlanmaya gitti.
Bulaşıkçılıktan biriktirdiği parayla iki ay önce Paris’ten ısmarladığı tohumların ekili olduğu saksıyı da
aldı, evden çıktı.
Sude’nin dairesinin önünde duraksadı biraz. Ne diyeceğini düşündü. Kapının önünde sadece bir çift spor
ayakkabısı vardı, anlaşılan evde yalnızdı Sude. Kapıyı hafifçe tıklattı. İkinciye tıklatmasına gerek kalmadı.
Sude’nin yuvarlak yüzü göründü kapının aralığından. Genç kız önce şaşırdı, sonra çocuksu ve muzip bir
gülümseme dalgası yayıldı kan kırmızısı dudaklarına. Güldükçe gülesi geldi.
“Geleceğini biliyordum,” dedi, “ama yine geç kaldın, içeri geçsene.”
Eve girene kadar, göremedi Sude’nin elbisesini. Dudaklarının kırmızısında, bedenini saran bir elbise
giymişti genç kız. Salondaki yuvarlak masada altı tane boş, bir tane de yarılanmış kadeh, birkaç tane de
bulaşıklı pasta tabağı gözüne çarptı Eren’in. Geldiğinden beri tek kelime etmediğini fark etti.
“Doğum günün kutlu olsun. Bunlar da Paris’ten sekiz farklı cins çiçek tohumu.”
Sude sadece Eren’in gözlerine bakmakla yetindi. Büfeden yeni bir kadeh çıkardı, şarap şişesinin dibinde
kalanı Eren için doldurdu. Gözleri hâlâ genç adamın gözlerinde, kendi yarım kadehini dudaklarına
götürdü.
“Gelecek dedim. Ne olursa olsun benim için gelecek!”
Eren, mini mini ayakların üzerinde asaletle yükselen bu bedenin her ayrıntısını bir kere daha ezberliyordu. Parti bitmiş, kadehler boşalmış, büyü bozulmuştu; ama karşısında duran bu masalsı güzellik,
büyüsünü hiçbir zaman kaybetmeyecekti.
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
YILBAŞI AĞACI
Nâzım Hikmet
…Finlandiya koyunun güneyinde geceleyin dumanlı denize yakın telli pullu bir yılbaşı ağacı
karanlık Gotik kulelerle Töton şövalyelerinin armaları arasında ve fabrika bacalarıyla çevrili bir yılbaşı
ağacı.
Bir yılbaşı ağacı karlı bir meydanda Estonya türküleri söylüyor
telli pullu upuzun bir yılbaşı ağacı
sen kırmızı sırça topun içindesin
saçların saman sarısı kirpiklerin mavi
onu oraya ben astım seni içine koyup
ak boynun uzundur yuvarlaktır
kuşkularım kaygılarım sözlerim umutlarım ve okşayışlarımla koydum seni sırça topun içine
bütün yılbaşı ağaçlarına bütün ağaçlara bütün balkonlara pencerelere çivilere hasretlere astım
kırmızı sırça topu seni içine koyup
bağışla beni öleceğim seni bırakıp orda
Estonya en küçük sosyalist devleti adam başına en çok şiir okuyan en çok votka içen ve otomobile motosiklete motorollere en çok meraklı ve deri işleriyle mobilyasıyla ünlü bir de otuz binlik korosuyla
…ölüm döşeğinde yatanın gözlerine bakamam utanırım
yaşamak ayıp bir şeymiş gibi gelir biri yanımda can çekişirken
Lüsya ölüyor Moskova’da Antuzyastlar Caddesinde bilmem kaç numrolu sağlıkevinde
yüzü eski bir tahta kaşık
eriyen kara karışıyor akşam karanlığı
art arda kamyonlar geçiyor asfaltı sarsarak
Lüsya’dan vuran keder mi alnımı kırıştıran kendi yakınlığım mı ölüme
bir yılbaşı ağacı karlı bir meydanda Estonya türküleri söylüyor
telli pullu upuzun bir yılbaşı ağacı
bağışla beni öleceğim seni bırakıp içinde sırça topun
bu dünyada bir şey yaşıyor eşi emsali görülmedik bir şey ve benden başka kimse farkında değil onun
belki bir bitki bir hayvan bir söz bir maden bir ışın bir mutluluk belki
belki bir yıldızdan düşmüş
bu dünyada bir şey yaşıyor senin için yaşıyor ama sen farkında değilsin onun
öleceğim bağışla beni öleceğim ve sen kırmızı sırça topu parçalayıp çıkacaksın içinden ineceksin karlı bir
meydana
artık Moskova’da mı olur Tallin’de mi Leningrad’da mı ineceksin karlı bir meydana yılbaşı ağacından
ama ben bu dünyada senin için yaşayan şeyi götürmüş olacağım
Lüsya ölüyor
yüzü eski tahta bir kaşık
…benden sonra ölmesi gerekenler benden önce ölüyor ne iştir
büyük harpler yüzünden ölüm büsbütün şaşırdı sırayı
kamyonlar geçiyor Antuzyastlar Caddesinin asfaltını sarsarak
afişlerde 65 yılının dev sayıları kömür şu kadar ton petrol bu kadar kumaş şu kadar metre
karlı bir meydanda bir yılbaşı ağacı Estonya türküleri söylüyor
karanlık Gotik kulelerin arasında ve fabrika bacalarıyla çevrili bir yılbaşı ağacı.
(Şiirler 7, Son Şiirleri. İst: YKY, 2002:108-110.)
DOST
Bir gece habersiz bize gel
Merdivenler gıcırdamasın
Öyle yorgunum ki hiç sorma
Sen halimden anlarsın
Sabahlara kadar oturup konuşalım
Kimse duymasın
Mavi bir gökyüzümüz olsun kanatlarımız
Dokunarak uçalım.
MARTI 2009-2010 - 1. Sayı
insanlardan buz gibi soğudum,
işte yalnız sen varsın
Öyle halsizim ki hiç sorma
Anlarsın.
CAHİT KÜLEBİ

Benzer belgeler