zülfikar dergisi mayıs 2015

Transkript

zülfikar dergisi mayıs 2015
Aslını inkar eden haramzadedir!
Siyasi, kültürel ve sanat gazetesi Mayıs’15 - Haziran’15
* HDP Kimliği İle Seçime Girmenin Anlamı Ve Sonuçları
* Avrupa Alevilerine ‘Kültürel Özerklik’ mi?
* Aleviler HDP dedi
Sayı: 09
2
Aslını inkar eden haramzadedir!
Bir Olma / Birlik Olma Zamanı
MEHMET YÜKSEL SİNEMİLLİ
N
e zaman bilgisayarın başına oturup
Zülfikar için bir sunuş yazısı kaleme
almaya çalışsam, sürekli birbirini kovalayan yüzlerce konu ve düşünce yüzünden
kafamı toparlayıp başlamak kolay olmuyor. Bu
hem yaşadığımız ülkenin baş döndürücü hızla
devam eden ve on yıllardır bir türlü dinmeyen
gündem hız ve çeşitliliği, hem de buna bağlı
olarak biz Alevilerin de ülkenin gündemi yanı
sıra, kendi aramızdaki sorunlarının yarattığı
kaotik durumdan kaynaklanıyor.
İşte yine (aslında son 20 yıldan fazla bir
süredir bitmeyen) bir seçim atmosferinin içerisindeyiz. Ve ne yazık ki her seçim döneminde
olduğu gibi yine kafalar karışık; eski hastalık
ve alışkanlıklardan bir türlü vaz geçilemiyor
veya futbol fanatizmine benzer partizanca tarafgirlik devam ettirilmeye çalışılıyor. Oysaki
sadece Aleviler değil, toplumun tüm kesimlerinin düşünmesi gereken, ortak geleceğimiz ve
demokratik haklarımız bakımından akılcı bir
tercih geliştirebilmek arayışı olmalı. Mesele 3.
dönemini (Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle ustalık
dönemi) sürdürmekte olan AKP iktidarının,
özellikle bu son dönemde Türkiye’nin rotasını
kırdığı gerici-faşizan ve diktatoryal eğilimli tek
adam yönetimine karşı toplumsal olarak ne
yapılacağıdır. Henüz ufukta gerçekten umut
vadeden güçlü bir ana muhalefet oluşumu
görünmezken, bu durumda önümüzdeki 7
Haziran seçiminden de zaferle çıkacak bir
AKP, ülkenin dümenini belki de uzun zaman
düzeltilemeyecek bir rotaya kırabilir. Hele de
hemen yanı başımızda Ortadoğu’da yaşanan
gelişmeleri de göz önüne alırsak…
Aleviler uzun zamandır ezici çoğunluğuyla
bir ana muhalefet partisi ve etkili politikalar
üretebileceği beklentisiyle Cumhuriyet Halk
Partisi’ni (CHP) destekliyor. Son yıllarda Kürt
sorununa endeksli olarak Kürt Alevilerden,
özellikle genç kuşaklarda Halkların Demokrasi Partisi’ne (HDP) bir yönelim gözlenmesine rağmen, orta yaş ve üstü kuşakta eski
eğilimler devam etmekte. Bunda Cumhuriyet
sonrası Kemalizmle kurulan ilişkiyle birlikte
son 25-30 yılda sistemin ve resmi ideolojinin Kürt meselesi üzerinden, özellikle Türk
Alevileri kışkırtan (ve uzun zaman Cem Vakfı
benzeri kurumlar üzerinden ‘ Kürt Alevi yok-
tur, Aleviler Türktür !’ şeklinde ifade edilen)
politikalarının yanı sıra, Kürtlerin Sünnilik ve
Şafiilik üzerinden değerlendirilerek, “Alevilere
ve Aleviliğe yaklaşımlarının iyi niyeti olamayacağı” ön kabulü de önemli rol oynamaktadır.
Ancak günümüzde gelinen nokta itibariyle, özellikle son dönem Ortadoğu’da Suriye
üzerinden yaratılan durum ve yaşanan IŞİD
barbarlığı ve vahşeti sonucu başta Ezidiler
olmak üzere Arap Alevisi, Kürt ve Türkmenlere uygulanan İslam görünümlü zulüm, Alevilerdeki bu algılarda değişimlere neden oldu
denebilir. Bunda bu zulme karşı destansı bir
direniş veren Kürt gerillaların (özellikle hayatını vermekten çekinmeyen cesur kadın gerillaların) IŞİD’e karşı elde ettikleri başarının da
payı oldukça büyük. Bu süreçte başta Rojava
ve Kobani’de yaşananlar karşısında Alevi toplumu, Türkiye’de ve Avrupa’da örgütlülükleri
ve kurumları eliyle büyük bir dayanışma ve
destek içerisine girerek (Ezidiler ve Kobani’ye
yapılan yardımların büyük bir bölümünün Aleviler tarafından organize edildiğini de hatırlarsak) tarafını da iyi kötü belli etti denilebilir.
Önümüzdeki 7 Haziran seçimlerinde tüm
muhalif kamuoyunun göz önünde bulundurmak zorunda olduğu önemli bir gerçeklikle
karşı karşıyayız: Eski sabit alışkanlıklarımızda
diretecek miyiz, yoksa AKP ve Recep Tayyip
Erdoğan’ın önünü kesmeye yönelik akılcı bir
toplumsal muhalefeti örgütleyebilecek miyiz?
Bu seçimlerde Alevi toplumunun oyları seçim
sonrası oluşacak Meclis tablosunu belirleyebilecek konumda. Bundan dolayı oldukça kritik
bir öneme sahip. Son günlerde “Ulusalcı ve
Kemalist” cenahtan yazar ve fikir adamlarının
dahi dile getirdikleri “HDP’nin seçim barajını
aşarak Meclis aritmetiğinde yer alması gerekliliği” vurgusu oldukça önemli. Ancak böylesi
bir durumda AKP’nin politikalarına ve dayattığı “Türk tipi başkanlık modeline” dur deme
şansı yakalanabilir. Bunlara ek olarak belki
de en önemlisi, özellikle Aleviler ve sol-sosyal
demokrat seçmenlerin oy verme noktasındaki
tarihi duyarsızlıkları. Birçok seçimde özellikle
bu kesimlerin oy vermek için sandığa gitme
konusunda gerekli ve yeterli hassasiyeti göstermediği bir vakıa. Ama önümüzdeki seçimlerin çok önemli olduğunu tekrar hatırlatarak,
seçmen kayıtları ve oy kullanma konusunda
mutlaka ilgili olmak gerekliliğinin altını çizerek
seçim bahsini noktalayalım. Son cümle olarak: Hangi partiye oy verirseniz verin, ancak
mutlaka sandığa gidip oyunuzu kullanın.
Birlik bahsinde bir diğer önemli konumuz
özellikle son döneme damgasını vuran Alevi toplumunun ve inanç kurumlarının birliği
meselesi. Bu konudaki tavrımızı birlik meselesinde görüş bildiren diğer tüm canlarımıza
ve kesimlere karşı net olarak ortaya koyduk.
Bizce Aleviler pirlerine ve ocaklarına verdikleri
ikrarlarının gereği, kendi ocak yapıları içerisinde birlikteliklerini yeniden ihdas etmeli
ve ocaklarını tekrar faal, yaşayan ve Aleviliği
üreten ve yaşatan yerler haline getirmeli. Bu
hem geçmişe vefa, hem de geleceğe miras
borcudur. Ayrıca ocak kültürü üzerinden yürütülecek birlik çalışmaları hem Alevi düsturuna, hem demokrasi teamüllerine, hem
de “Yol”a en uygun olandır. Bu anlamda çok
değerli araştırmacı yazarlarımız Erdal Gezik
ve Hamza Aksüt’ün bu sayıda da konuya dair
çok önemli iki makalesini siz değerli okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz.
Yine bu sayımızda, “tüm Alevi topluluklarının ortak platformu olma” düsturumuz gereği,
Arap Alevisi toplumundan çok değerli araştırmacı-yazar-akademisyen Tevfik Usluoğlu’nun
Ortadoğu ve IŞİD gerçeğine dair görüşlerini
içeren bir makalesini sizlerle paylaşmaktan
mutluyuz. Uluslararası Suriye politikasından
en çok etkilenen ve mağdur olan kesimlerin
başında gelen Arap Alevisi dostlarımızın başta
bu konu olmak üzere, ilerleyen sayılarımızda
Aleviliği her türlü konusunda değerli katkılarını paylaşmaktan büyük bir keyif almaktayız…
Bu sayıda Hasan Hayri Şanlı Dede’mizin
Hızır inancını ele aldığı yazısını sizlerle paylaşıyoruz. Bu vesileyle tüm canlarımızın tuttukları Hızır oruçları ve bitiminde paylaştıkları
Hızır lokmaları ve Hızır cemleri Hakk katında
kabul olsun, kabul u makbul olsun, divan-ı
dergâha kayıt olsun…
Hızır cümlemizin yar ve yardımcısı olsun…
Sevgi, muhabbet ve aşk ile…
3
zülfikar
Hdp Kimliği İle Seçime Girmenin Anlamı
Ve Sonuçları
MUSTAFA KARASU
Seçim yaklaştıkça HDP’nin tutumu merak
ediliyor. HDP’nin bu seçimdeki tutumu Türkiye’nin siyasi geleceğini de Kürt sorununun
çözümüyle ilgili gelişmeleri de ciddi bir biçimde etkileyecektir.
HDP, Türkiye’nin demokratikleşmesini ve
bu temelde Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin tüm sorunlarını çözmeyi hedefleyen bir partidir. Kürtlerin bu partiyi
desteklemeleri de devletin çözümü yerine,
halkların kardeşliğine dayalı bir çözümü gerçekleştirecek bir proje olmasından dolayıdır.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin eskiden devletçi
bir paradigmaya sahip olma gerçeği vardı.
Paradigma değişimi ve sorunların demokrasi içinde demokratik özerklik temelinde çözümü gelişince siyasal araçların
da buna göre şekillenmesi ihtiyacını
ortaya çıkardı. Demokratik Özerklik
tam ya da radikal demokrasi diyebileceğimiz bir demokratikleşme projesi
içinde Kürt halkının kendi kimliği ve
kültürü temelinde demokratik topluma dayalı olarak kendi kendini yönetmesini ifade etmektedir. Sadece siyasi
bir özerkliği ifade etmeyen, demokratik
topluma dayalı her alanda demokratikleşmeye dayanan bir çözüm projesidir. Bu
anlamıyla tam demokrasi ve tam özgürlüğü
ifade etmektedir. Bir devlet, federasyon ya
da başka bir çözüm modelinden daha fazla
özgürlükçü ve demokratik karaktere sahiptir.
Bir siyasi özerklik gibi bir ulusal, etnik ya da
dinsel topluluğun sadece egemen kesimlerini
etkin kılan bir çözüm değildir. Tüm toplumun
hem ulusal kimlik özgürlüğünü yaşadığı, hem
de sosyal, ekonomik ve kültürel özgürlüğünü
yaşadığı bir çözümdür.
Hiçbir çözüm bu çözüm kadar Kürt halkını
kendi kimliği ve kültürü içinde bu düzeyde
özgür kılamaz. Bu çözüm devlet istemiyor;
iktidar ya da bölünme istemiyor. Ama bu tür
çözümlerin hiçbirinde olmadığı kadar özgür
ve demokratik yaşama kavuşmayı içeriyor.
Bu çözümün klasik çözümlerden farklı yanları iyi anlaşılırsa Kürt ulusunun tümü açısından tam özgürlüğü ve demokratik yaşama
kavuşmayı ifade ettiği görülür. Bu çözüm,
hem Kürt sorununu çözen, hem de o güne
kadar içinde bulunduğu ülkeyi ve toplumu da
demokratikleştirmeyi sağlayacak bir çözüm
modelidir. Dolayısıyla tüm Ortadoğu’yu da
demokratikleştirmeyi hedefliyor. Bu çerçevede Kürtlerin ulusal ve toplumsal özgürlüğünü
gerçek anlamda güvenceye kavuşturmayı sağlayacaktır. Ancak bu paradigma ve çözüm şimdiye kadar devletçi ve milliyetçi paradigma ve
çözümlerin yarattığı
ideolojik hakimiyet
ve algı
nedeniyle
anl a -
ten, Kürtlerin haklarından vazgeçiliyormuş
gibi bir algı yaratılıp HDP projesi baştan kadük
bırakılmak istendi. Direniş ideolojik ve siyasi
bir direnişti; liberal milliyetçiliğin direnişiydi.
Aslında bu proje boşa çıkartılarak Kürtlere
tek seçenek bırakılmak isteniyordu. Bu da
işbirlikçi milliyetçilik seçeneğiydi. Kuşkusuz
iyi niyetli yaklaşımlarla tereddütlü olanlar da
vardı. Bunlar saf ve dürüst bir yaklaşımla, ama
karşı çıkışın arkasındaki ideolojik ve siyasi
yaklaşımı bilmeden, HDP projesinin Kürtlere
en fazla kazandıracak, Kürtleri özgürleştirecek
bir proje olduğunu anlamadan!
Eğer halkların kardeşliği içinde Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü sağlanamıyorsa, o zaman
işbirlikçilikle bir yere dayanarak çözüm
aranmalıydı. Böylece Özgürlük Hareketi’nin siyasi olarak önü alınıp işbirlikçi
milliyetçiliğin önü açılacaktı. Bu açıdan
HDP projesine karşı çıkışın nedenlerini
iyi anlamak gerekir.
HDP 2015 seçimlerine nasıl
girmeli?
şılmıyor ya da
anlaşılmak istenmiyor.
Bu paradigmaya
ait çözümler de devletçi milliyeti paradigma
ve çözüm sınırlarında düşünülüyor.
HDP projesi engellenmek isteniyor
HDP, işte bu devletçi ve milliyetçi paradigmayı aşan bir ideolojik ve politik tutuma
sahiptir. Aslında bu nedenle bu projeye karşı direnildi. Bu projeye hem Kürt cenahında
milliyetçi, işbirlikçi, devletçi kesimler hem de
Türkiye’de ulusalcı kesimler ve devlet karşı çıkarak engellemeye ve kadük bırakmaya çalıştı.
BDP içinde HDP projesine direnç gösterildi.
HDP’ye geçiş Kürt Halk Önderi’nin ve Özgürlük
Hareketi’nin dayatmasıyla sağlandı. Eğer kendi haline bırakılsaydı HDP projesi daha baştan
boşa çıkarılırdı. Hem de Kürtlük adına demagojik ve milliyetçi söylemlerle! Sanki Kürtlük-
Şimdi BDP’den HDP’ye geçişte ayak
diretenler, karşı çıkanlar bu defa da barajı
aşamayız gerekçesiyle HDP’nin parti olarak
seçime girmesine karşı çıkmaktadırlar. Bu
defa da bu yolla HDP parti olarak anlamsızlaştırılıp boşa çıkartılacaktır. Niyeti ne olursa
olsun bağımsızlarla girilsin demek, HDP projesini boşa çıkarmaktır. Zaten bağımsızlarla
seçime girildiği an HDP projesinin ne siyasi ne
de ideolojik anlamı kalacaktır. Sadece Mecliste
25-30 milletvekili olan bir parti durumuna
düşecektir. Kürt halkının sırtından bunlar milletvekili olacak, ama hiçbir ideolojik ve siyasi
doğrultusu olmayan parlamentoculuk oyunu
oynayacaktır. Belki şimdiye kadar bağımsızlarla seçime girmenin bir anlamı vardı; ama
mevcut siyasi ortamda bazılarını milletvekili
yapma uğruna Türkiye’yi demokratikleştirme
ve Kürt sorununun çözüm projesini boşa çıkarma anlamına gelecektir. Böyle görmeyenler
ne HDP projesinden ne de bunun öngördüğü
siyasi hedeflerden herhangi bir şey anlamış
olur.
Demokratik müzakere ve demokratik
güç birliği
4
Kuşkusuz her ikisini birbirinden koparmak
mümkün değildir. Kürt Halk Önderinin ortaya
koyduğu paradigma temelinde Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü
iki biçimde gerçekleşecektir. Ya demokratik
müzakereyle devletin, siyasetin dönüşümü
temelinde bir çözüm ya da demokrasi güçlerinin birliği, ittifakı ve mücadelesiyle çözüm. Bu iki çözümün her birinin yaratacağı
çözümler yakın sonuçlar doğuracaktır. Kuşkusuz en etkili ve sonuç alıcı olan çözüm, her
zaman demokrasi güçlerinin birliği, ittifakı
ve mücadelesiyle gelecek çözümdür. Ancak
demokrasi mücadelesi müzakerelerle devleti
ve siyaseti dönüştürme temelindeki çözümlere
de açıktır. Bu olabiliyorsa buna başvurulur.
Çünkü diğer çözüm devletle mücadeleyi, zorlukları ve sıkıntıları da beraberinde getirecek
bir çözümdür. Bu açıdan Kürt Halk Önderi
ve Özgürlük Hareketi hep demokrasi güçleriyle birlikte mücadeleyi geliştirerek çözüm
ararken mümkünse devletle ve mevcut siyasi
iktidarla müzakere temelinde de Türkiye’nin
demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümünü gerçekleştirme çabası yürütmektedir.
Zaten demokrasi güçleri ittifakı ve mücadelesi
olmadan da bu yönlü çözümün sağlanması
mümkün değildir.
Aslını inkar eden haramzadedir!
Kürt Özgürlük Hareketi uzun yıllardır böyle
bir demokratik duruşu ve çözüm olanaklarını
da devrede tutmaktadır. En son Kürt Halk Önderi Şubat ortasına kadar müzakerelerin sonuca gitmesini hedefleyen bir müzakere taslağı,
yol haritası ve eylem planı sunmuştur. Mevcut
iktidar böyle bir zamanlaması olan müzakereye yanaşırsa, bunun için de çalışılacak ve
sonuç alınması için gereken her şey yapılacaktır. Ancak demokrasi güçleri demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü devletin
ve Hükümetin insafına bırakamazlar. Kaldı ki
Hükümet çözüm zihniyetine de, politikasına
da sahip değildir. Kimi iyimser beklentiler
yaratılmaya çalışılsa da AKP Hükümeti hala
seçimlere kadar oyalamak, seçimi kazandıktan
sonra da bildiğini okuyup özgürlük ve demokrasi güçlerini baskı altında tutup tasfiye etme
politikaları izlemektedir. Hükümetin tutum,
politika ve uygulamaları bunu ortaya koymaktadır. Zaten daha şimdiden zaman tüketmeyi
hedefleyen ve seçim öncesi tamamlanamaz,
yapılamaz deyip kendi siyasi amacını ve takvimini yürütmek istemektedir.
AKP’nin seçim oyunu bozulacak
Kuşkusuz Kürt Özgürlük Hareketi AKP’nin
bu amaç ve takvim çerçevesinde rahatça seçime girmesine fırsat vermeyecektir. Oyun
yapanların oyunu mutlaka bozulacaktır. Ancak Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt
sorununun çözümü için başka hamleler de
gerekmektedir. Yoksa seçimden sonra devletin bu zulüm ve tasfiye harekatı ve buna
karşı da 2012’yi aşan ağır bir savaş durumu
yaşanması büyük bir olasılıktır. Bunu engelleyecek hamle ise HDP’nin partiyle seçime
girerek barajı aşıp yeni bir siyasi denklem ve
dinamik ortaya çıkarması olacaktır. Bağımsızlarla seçime girmek devlet ve AKP’nin oyununun parçası olmaktan çıkamama durumu
ortaya çıkaracakken, parti ile seçime girmek
ise Türkiye tarihinde olmadığı düzeyde radikal demokrasi güçlerinin Türkiye siyasetini
etkileme durumunu sağlayacaktır. Partiyle
seçime girme AKP’nin her türlü hesaplarını
da, seçim sonrası şiddetli savaş olasılığını da
bertaraf edip Türkiye’de demokratikleşmenin
kapılarını sonuna kadar açacaktır. HDP’nin
barajı aşmasının kesinlikle bu düzeyde radikal
sonuçları olacaktır. Bu durum dar yaklaşım
ve birkaç milletvekili elde etme biçiminde bir
ufuksuzluğa sahip olanlar tarafından görülemez. Amaçlarına bağlı olarak siyasi hedeflerine kilitlenenler bu gerçeği görürler. Mücadele
gücü ve kazanma azminden kopmuş, günü
kurtarmak isteyenler ise seçenekler arsındaki
5
zülfikar
bu nitel farklılığı göremezler.
Gelinen aşamada ya şiddetli bir mücadele
ile ya da siyasi yöntemlerle bir hamle yapılacaktır. Yoksa devletin ve AKP’nin politikaları
altında çürüme ve tasfiye kaçınılmazdır. Bu
nedenle parti ile seçime girme konusu bir
ayrıntı, hatta bir seçenek değildir; devrimci
demokratik düşünmenin sonucudur. Bunun
dışında seçenek düşünmek, devrimci demokratik karakterden uzaklaşmak ve sistem içi
oyunların parçası olmaktır.
HDP’nin sunduğu fırsat
değerlendirilmeli
Demokratik siyasetin, seçimin Türkiye’nin
demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü
için rol oynamasını isteyenlerin bugün önündeki tek seçenek HDP çatısı altında parti kimliğiyle seçime gitmektir. Türkiye halklarının
on yıllardır ağır bedellerle verdiği mücadele
ve bunun yarattığı birikim de böyle bir siyasi
hamle ile anlamlı hale gelecektir. Demokratik
siyaset belki de ender görülecek biçimde radikal demokratik dönüşüme vesile olacaktır.
Böyle bir anlayış ve tutumla seçime girmemek
bu birikime hakkıyla karşılık vermek olmayacağı gibi, HDP projesini de bitirmek olacaktır.
Hiç kimse partiyle seçime girmekle bağımsızlarla girmek arasında bu kadar fark olmaz gibi
demagojik bir yaklaşım içine girmesin. Barajı
aşmayız lafları ise gelinen aşamada ve siyasi
ortamda değeri olmayan ve dinlenmeyecek
kadar banal, yüzeysel ve basit bir argümandır.
HDP projesine ideolojik ve politik olarak inananlar, bağımsız adaylarla girelim diyemezler.
Zaten bağımsızlarla girelim diyenlerin önemli
bölümünün HDP’ye soğuk yaklaşanlar ve boşa
çıkarmak isteyenler olması da bu çerçevede
manidardır. Dolayısıyla herkes savunduğu tezin ne anlama geldiğini derinden bilmelidir;
en başta da HDP projesinin ideolojik-siyasi
anlamını bilenler!
CHP ile yapılacak bir ittifakın da bağımsızlarla seçime girme gibi bir siyasi anlamı ve
sonucu olmayan, sadece milletvekili kazanma
gibi hedefi olan bir seçenektir. CHP’nin radikal
dönüşüm karakterinin olmaması, bu seçeneği
daha baştan siyasi içerikten koparmaktadır.
Sadece AKP karşıtlığı üzerine kurulu bir seçim
ittifakı Türkiye siyaseti açısından hiçbir sonuç
doğurmayacaktır. Bu açıdan HDP etrafında bir
demokrasi ittifakının ortaya çıkaracağı siyasi sonuçlar düşünüldüğünde tüm demokrasi
güçlerinin bu seçenek üzerinde yoğunlaşması
ve bunun pratikleşmesi için çabalarını ortaya
koyması tarihi sorumlulukları gereğidir.
HDP etrafında emekçiler, kadınlar, gençler,
sosyalistler, ezilen inanç ve etnik topluluklar,
demokratik Müslümanlar, Türkiye’de köklü
değişim olması gerektiğine inanan liberaller,
mevcut devletten ve AKP’den rahatsız olan
kesimler buluşturulursa Türkiye’nin kesinlikle
siyasi geleceği değişecektir. Türkiye sadece
kendi siyasi geleceğini değil, Ortadoğu’nun
da siyasi geleceğini değiştirecektir. Bu açıdan
HDP etrafında bir ittifakla seçime girme üzerinde yoğunlaşılmalı, bu temelde çalışmalara
hemen başlanmalıdır. Halklarımızın önüne
böyle bir tarihi fırsat düşmüştür.
Bunu değerlendirmeliyiz. AKP’nin mevcut
hegemonik zihniyetine ve politikalarına son
verecek, demokratik zihniyetle Türkiye’nin sorunlarının çözümünü sağlayacak yol budur.
Herkes bunun bilinciyle hareket etmelidir.
Ermenilerin acısını hep yaşadık
ANF’ye Fetullahçılara yönelik operasyonlar konusunda yaptığımız söyleşide Robert
Kopbaş ve Karin Karakaşlı Ermeni dostlarımız ve kardeşlerimizin bir konu vesilesiyle
söylediklerimiz üzerinden aklımıza hiç getirmediğimiz, getiremeyeceğimiz yorumlar
yapmaları bizleri üzmüştür. Hassasiyetlerini
anlıyoruz; ancak çıkarsamaları gerçekten de
bir zorlamayı ifade ediyor.
Fetullahçılara karşıtlığımızı ortaya koymuşum; onların da Ermeniler ve lobilerle
ilişkilerini de belirterek sanki Ermenileri ve
lobileri de aynı kefeye koymuşum gibi bir değerlendirme kesinlikle benim zihniyetimin de
maksadımın da dışındadır. Tüm samimiyetimle
böyle görmelerini istiyorum.
Taraf gazetesinin Fetullahçı çevrelerin Ermenilere karşı görünüşte olumsuz bir yaklaşım içinde olmamaları, hatta Ermenilerle iyi
ilişki içinde görünür olma durumlarını hatırlatmışım. Ya da benim algım böyleydi. Burada
sadece bir tespitimi ortaya koymuş oluyorum.
Bu tespite katılınır ya da katılınmaz, buna bir
şey diyemem. Bunu söylerken bir Ermeni karşıtlığı ifade etme kastım olmamıştır. Lobileri
eleştirdiğimiz yanları olsa da o söyleşide buna
da bir olumsuz anlam yüklemedim. Lobilerin
tabii ki Ermeniler açısından olumlu işlevleri
vardır. Lobi yapmak, lobiye sahip olmak kötülenecek, eleştirilecek bir durum değildir.
Yanlış politika, yaklaşım ve uygulamalar varsa
eleştirilir.
Ben o söyleşide Fetullahçılarla ilişkide olan
Alperenlerin Hıristiyanlara yönelik cinayetlerini gündemleştirdim. Fetullahçıların tehlikeli
yanlarını, özel savaşçı kirli yanlarını ortaya
koymak istedim. Böyle yapanların nasıl çirkin ve ikiyüzlü politika izlediğini vurgulamak
istedim. Çünkü Türkiye tarihi bu tür ikiyüzlülüklerin sıkça yaşandığı bir özel savaş tarihidir. Bir daha vurgulayayım, Fetullahçılarla
ilişkinin belirtilmesi, Fetullahçıların Ermeniler
ve lobilere yaklaşımı; Fetullahçılar kötüdür,
o nedenle bunlar da kötüdür biçiminde kullanılmamıştır.
Hareket olarak Ermenilere olumsuz yaklaştığımızı söylemek gerçekten de haksızlık,
vicdansızlık ve adaletsizliktir. Sadece Ermeniler için değil, tüm soykırıma uğrayan halkların
acısını taşıyan, bu haksızlıkların giderilmesi
mücadelesinde olan, her inancın farklılığını
özgürce yaşamasını isteyen bir hareketiz. Bu
konuda dünyada örnek bir hareket olduğumuzu iddia edebilirim. Pratiğimiz ortadadır.
Kürdistan’da, Anadolu’da, Ortadoğu’da başta
Ermeniler ve Asuriler olmak üzere Hıristiyan
toplulukların soykırıma uğratılması en fazla
acı duyduğumuz ve öfkeyle karşıladığımız bir
durumdur. Başta Önderliğimiz olmak üzere,
tüm hareketimiz bu halkların sempatizanı,
sevgilisi ve sevenidir. Bu halklar Ortadoğu’nun
en büyük hazinesi ve zenginlik kaynağıydı.
Bunlar soykırıma uğratılarak Kürdistan da,
Anadolu da, Ortadoğu da çoraklaştırıldı. Ermeni soykırımı için söylediklerimiz de on yıllardır
ortadadır. PKK’yi bu konuda anlatmaya kalkmak bile bize acı veriyor. Herkes gelip PKK’yi
görebilir, yaşayabilir. Ermeniler dahil, hiçbir
halk için olumsuzluğun zerresini göremez. Bu,
PKK’nin felsefesidir, zihniyetidir, ideolojisidir.
Bu nedenle eleştirirken, değerlendirme yaparken eklektik değil, bütünlüklü olmalıyız.
Bugün Kürtlere ve Ortadoğu’da en başta da
Ermenilere, Asurilere, ya da başka halklara
olumlu yaklaşım varsa, gelişiyorsa bunda
PKK’nin önemli payı vardır. Bunu görmemek
olmaz. Bunları mitolojideki zalim tanrılar bile
inkar edemez.
Kişi olarak ise kendimi anlatmak istemem.
Tanıyanlar tanır, bilir. Eğer bu topraklarda
Ermenilerin acısını hisseden, empati yapan,
hatta unutmayan ve unutturmayan bir yaklaşıma sahip olduğumu söylesem, bu, kendimi şu
ya da bu yapma olarak görülmemeli. Çocukluğumun hikayelerini anlatmışım, okuyanlar
okumuştur. Sivas’ın Gökçebostan ve Bezirci
mahallelerinde büyüdüm, Ermenilerle iç içe
yaşadım. Ermeniler evlerini bizim akrabalara kiralarlardı. Burada da yaşadıklarım var.
Halamların köyünde iki Ermeni çocuğun bir
Kürt ve bir Sünni Afşar Türk aile tarafından
alınıp birinin Alevi Kürt, birinin Sünni Türk
haline gelmesi trajedisini her an içimde hissetmişim. Böyle bir ailenin sevgisini en fazla
görmüş bir çocuk olarak büyümüşüm. Bunları
niye anlatıyorum? Öyle zorlamalar yapılıyor
ve töhmet altında bırakılıyoruz ki, yazmak
zorunda kalıyoruz.
Ben Kürdistan’ın Kürtlerin ve Ermenilerin
ortak vatanı olduğunu; Kürtler ve Ermenilerin
bu ortak vatanda kardeşçe yaşayabileceğini,
Ermenilerin bu topraklara gelip yerleşeceğini açık kaynaklarda yazmış bir zihniyet ve
yaklaşım içindeyim. Bundan daha fazlasını
söylemeyi de gerekli bulmuyorum. Sadece
Özgürlük Hareketi’ni doğru anlama ve yorumlama içinde olunmasını öneriyorum.
6
Aslını inkar eden haramzadedir!
Kültürel-İnançsal Özerklik ve Aleviler
MURAT IŞIK
O
rtadoğu’da yaşanan gelişmeler tüm
ulusal-dinsel ve inançsal topluluklar
açısından adeta bir kırılma noktasını
ifade ediyor.
Öyle ki örgütsüz ve savunmasız halklar ve
inanç guruplarına yaşam şansının tanınmadığı, bir sürece girmiş bulunmaktayız.
Uluslararası gericiliğin besleyip büyüttüğü,
Ortadoğu halklarının başına bela ettiği DAİŞ,
kadim inanç ve kültürlerin varlığına yönelmiş
durumda.
Ne var ki DAİŞ’in ilerleyişi, Şengal ve Kobani de Kürt gençlerinin irade savaşıyla ancak
durdurulabildi.
DAİŞ çetelerinin püskürtülmesi, Ortadoğu
da yeni bir sürecin önünü açmış bulunuyor.
Bu yeni süreç halklar ve inançlar açısından;
öz yönetimlerini kurarak, Demokratik Özerk
bir yaşama kavuşmayı ifade ediyor.
Zira bu yeni durum karşısında, Irak ve Rojava da halklar, inançlar Kantonlar biçiminde,
Demokratik öz yönetimlerini kurmak için seferber olmuş durumdalar.
“Bir musibet bin nasihattan iyidir” derler.
Ezidi toplumunun sürekli katliamlara
maruz kalmasının nedeni, kendini doğru örgütleyememesi ve yaşadıkları ülke sınırları
içerisinde hiçbir statü talepleri olmaksızın
yaşamalarındandır.
Kuşkusuz ki Rojava’da, Şengal de yaşanan
musibetten coğrafyamızda ki Alevi toplumunun ders çıkarması lazımdır.
Yaşanan trajedilerin Alevilerin başına gelmeyeceğinin, getirilmeyeceğinin bir garantisi
yoktur.
Kaldı ki 15-20 Milyon nüfusa sahip Alevi
toplumu, Ezidiler gibi örgütsüz ve savunmasız
durumdadır.
Aslında Aleviler görece bir örgütlülüğe
sahip olduğu söylense de, devletin katliam
ve asimilasyon politikalarından kendilerini
koruyamamaktadır.
Zira olabilecek tehlikelere karşı, bir gelecek
tahayyülleri de bulunmamaktadır.
Son otuz yıldır Alevilere yönelik geliştirilen;
Sivas, Malatya, Çorum, Maraş, Gazi katliamlarının, DAİŞ’in Irak ve Rojava’da gerçekleştirdiği katliamlarından hiçbir farkı yoktur.
Fazlası vardır.
Ve hepsinin ortak mantığı etnik ve inançsal
temizliktir.
Aslında Alevilerin katliamlara maruz kalmalarının nedeni, varlığını koruyacak iradeden yoksun oluşları ve Alevilerin devlete aşırı
güven duymalarından kaynaklanmaktadır.
‘Devlet bize dokunmaz’…
‘Devlet bizi korur’ mantığı, Alevileri katliamlara açık bir toplum haline getirmiştir.
Oysa Ape Musa’nın deyimiyle “etle tırnak“
gibi olsak ta; tırnak hep Aleviler ve Kürtler
olduğundan, biraz uzadığında devlet hemen
kesiyor.
Öyleyse Alevi toplumu devleti, tarihsel gelişmeleri doğru algılamalı ve toplumsallığını
doğru bir gerçekliğe dayandırmalıdır.
Aleviler sistemi zorlamayan, genel geçer
talepler yerine, yeni bir gelecek tahayyülü
ortaya koymak süratiyle, kendileri için statü
talep etmelidirler.
Elbette bu talep, “İnançsal-Kültürel Özerklik” talebi olmalıdır.
“Demokratik İnançsal-Kültürel Özerklik”
talebi, Alevilerin bu topraklarda nasıl yaşayacaklarına dair hukuku ifade etmektedir.
“İnançsal-Kültürel Özerklik” modeli Alevilerin ‘kırım ve asimilasyon’ politikalarından
varlıklarını koruyabilecekleri, kendi kendilerini
yönetebilecekleri bir ‘öz yönetim’ modelidir.
Türkiye gibi Devletçi sistemlerde ‘özerklik’
“merkezi devletin kimi yetkilerini yerele devretmesinin siyasi hukuki biçimidir.”
“Demokratik Özerklik, Devlet ve iktidar dışı
kalmış tüm toplum kesimlerinin kendi meclislerine dayanan toplumun sivil demokratik
örgütlülüğünü esas almaktadır.”
Ve “Halkların, kültürlerin ve kimliklerin
Kendi meclisleri ile kendilerini örgütlemeleri
ve doğrudan yönetime katılmalarının siyasi
hukuki ilişkisidir.”
Öte yandan ‘Kültürel- İnançsal Özerklik olarak ifade edilen model, Alevilerin demokratik
ulusa yada Demokratik Cumhuriyet’e katılım
biçimini ifade etmektedir.
Günümüzde çok sayıda örneği bulunan
özerk yapılar, görece ulus ya da üniter devlet yapılarından daha katılımcı ve özerktirler.
Aleviler gibi ötekileştirilen devletsiz halklar
ve inançların, yaşadıkları toplumsal sorunlara yaklaşımda daha demokratik çözümler
üretebilmektedir.
Alevi toplumu yaşadığı baskılar, asimilasyon ve katliam kıskacından kurtulmak için, öz
yönetimlere yönelmelidir.
Zira ‘Din derslerinin kaldırılması’, ‘Diyanetin Lağvedilmesi’ yada ‘eşit yurttaşlık’ gibi
talepler Aleviler tarafından güncel bir mücadele argümanı olarak kullanılıyor olsa da,
bu talepler Devleti asimilasyoncu çizgisinden
caydırmaya yetmeyecektir.
Kalıcı bir çözüm olmayacaktır.
Özcesi Coğrafyamızda yaşayan milyonlarca Alevi statüsüz, fiziksel- Kültürel- inançsal
savunmadan yoksun yaşamaktadır.
Devlet havuç sopa politikasıyla Alevileri
kâh katlederek, kâh yanına, yedeğine alarak
Alevi toplumunu özgürlüksüz ve geleceksiz
bırakmıştır.
15-20 Milyon Alevinin, önümüzdeki süreçte
değişen Ortadoğu koşullarını da dikkate alarak, varlıklarını koruyacak statü talebini öne
sürmeleri elzemdir.
Kaldı ki Alevilik sorunu tarihseldir, bu günden yarına çözülmeyecektir.
Dolaysıyla Alevilerin bir gelecek tahayyülü
olmalıdır ve bu topraklarda nasıl bir hukukla
yaşayacaklarına dair bir projesi bu günden
olmak zorundadır.
Unutulmasın ki Ezidi toplumunun en büyük
yanılgısı, tarihi doğru okumamalarındandır.
Aşk ile…
Hak yardımcımız olsun.
zülfikar
Ocak Kimliğini Bozma Çabalarına Bir
Örnek:
Şeyh Ahmed Tavil Ocağı’nı Hoca Ahmed
Yesevi’ye Bağlamak
7
HAMZA AKSÜT
B
u yazıda, ocak/hanedan/taifelerin
kimliğini bozma çabalarına bir örnek olarak Şeyh Ahmed Ocağı’nı ele
alacağım. Bu çabalar, bir Alevi eren olan Şeyh
Ahmed’i, Alevi olmayan Hoca Ahmed Yesevi1
olarak kabul ettirmeyi amaçlamaktadır.
Şıhhhasan Aşiret Federasyonunun ocağı
olan Şeyh Ahmed, Hacı Kureyş Ocağıyla birlikte Türkiye’deki Alevi Kırmançların (dış toplulukların Zaza dediği topluluk) iki ocağından
biridir. Federasyonun Seyyidan ve Şıhhhasanlı
olmak üzere iki kolu vardır. Seyyidan koluna
bağlı aşiretler şunlardır: Bozukan (Keçel), Abbasan, Bal, Beyt, Maksut, Arslan, Demenan ve
Biriman. Şıhhasan koluna bağlı aşiretler de
şunlardır: Ferhadan, Kara-Bal, Kırgan, Gülabi,
Laçin ve İksor.
Şıhhasanlılardan derlenen bilgilere göre,
federasyona bağlı aşiretlerin Dersim’den bir
önceki yurdu, Malatya’nın Şeyhhasan köyüdür.
Topluluk buradan Çemişkezek2 livasında Kalan
Deresi kenarındaki Ahbonus köyü ve çevresine
yerleşmiş, bir süre sonra bu yörenin batısına
hareketlenmiş ve birçok köy kurmuştur.
Sözlü gelenekte yer alan bu bilgiler, belgelerle doğrulanmaktadır. Gerçekten de, 1954’e
kadar Malatya’ya bağlı olup bu tarihte Elazığ’ın
Baskil ilçesine bağlanan Şeyhhasan adında bir
köy vardır.3 Fırat’ın doğu sahilinde yer alan
bu köy, elimizde bulunan 1519 tarihli ilk Osmanlı tahrir4 kaydında Şeyhhasanlu olarak yer
almaktadır. Bu tarihte Şeyhhasanlu köyü, 18
hane,5 1 mücerredlik6 nüfusa sahiptir.7 Köy,
1 Ahmed Yesevi’nin Aleviliğe sokulması, hatta bu yapının en büyük
velisi olduğuna varacak kadar aşırı iddialar ve manipülasyon, başlı
başına bir makalenin, hatta bir kitabın konusu olacak boyuttadır.
Takdir edilir ki, bu makalenin hacmi bu konunun ayrıntıları için uygun
değildir.
2 O dönemde Dersim adı henüz yoktur. Dersim yöresine Çemişgezek
denmektedir. Resmi kayıtlarda Dersim adı ilk kez 1848 yılında geçmektedir.
3 Şeyhhasan köyü, Malatya yöresinin en verimli topraklarına sahiptir.
4 Tahrir, bir devletin yeni işgal ettiği yerlerde tuttuğu kayıtlardır. Bu
kayıtlarda vergiye tabi kişiler, hayvan sayısı, arazi durumu gibi kalemler yer almaktadır. Malatya’daki ilk tahrir 1519 yılındadır. Bundan
sonra, 1530, 1548 ve 1560 yıllarında tahrir defterleri tutulmuştur.
5 Hane, evli olup arazi tasarruf eden erkektir.
6 Mücerred, bekar olup vergiye tabi olan erkektir. Genellikle 12- 18
yaş arasında olan mücerredler arazi tasarruf hakkına sahip değildir.
7 Göknur Göğebakan, XVI. Yüzyılda Malatya Kazası, s.269. Sonraki
tahrirler dikkate alındığında, bu tarihte köy halkının bir kısmının tahrirden kaçarak yazılmadığını tahmin etmek gerekir.
1560 yılında8 105 hane ve 61 mücerred nüfusludur.9 Şeyhhasanlu’nun Üçbölük, Veledi ve
Horik, Bırim-elik, Bal-Hasan olmak üzere beş
mezrası vardır. Köy nüfusunun tümü 1530
yılında “cemaat-i dervişan” olarak kaydedilmiştir. Bu dervişler ve çocukları, “muafname-i
sultani”10 gereğince vergi ve haraçların bir
bölümünden muaf tutulmuştur.11
Tahrir kaydına göre, Malatya-Harput yolu
üzerinde olan bu köyde Şeyh Ahmed Tavil12
adında bir azizin mezarı ve bir zaviye13 bulunmaktadır ve bu azizin soyundan olanlar, yoldan gelip geçenlere hizmet etmektedir. 1530
tarihinde tutulan kayıtta bu dervişlerin bir
kısmına eşkıyalık suçlaması yöneltilerek muafiyetleri kaldırılmış, sadece otuz altı kişinin
Şeyh Ahmed Tavil evladı olduğu belirtilerek
yalnızca bunlara vergi muafiyeti tanınmıştır.
1560 yılında ise köy halkının tümünün “fesat
içinde olduğu” iddia edilerek vergi muafiyeti
tümüyle kaldırılmıştır.14
Tahrir kaydına göre Şeyhhasanlu köyünün
bir başka adı Seyyid’dir.15 Bu kayıt, Şeyhhasan
Aşiret Federasyonunun Seyyidan ve Şeyhhasan adlı iki koldan oluştuğuna dair halktan
derlenen bilgiyi tümüyle doğrulamaktadır. Şeyhhasnalu köyünün öteki mezraları,
Bal-Hasan ve Birim-Elik’tir. Bu mezra adları, Şeyhhasan federasyonundan 20. yüzyılda
derlenen bilgilerle uyumludur. Bu bilgilerde
federasyonun ana kolları olarak Bal ve Bırim
adları geçmektedir.
8 Bundan önce 1519, 1530 ve 1548 yılında Malatya kazasında üç
tahrir daha yapılmıştır. 1519 yılı yörenin Osmanlı egemenliğine
girdiği tarihtir. Bundan önce bu yöre, başkenti Kahire olan Memluk
devletinindir.
9 Göknur Göğebakan, aynı yapıt, s.269
10 Sultanın tanıdığı bazı vergi ve haraçlardan muaf tutulmayı temel
alarak düzenlenmiş belge.
11 Bu muafiyet, avarız ve tüm harçları kapsamaktadır. Avarız, olağanüstü durumlarda (savaş vb.) alınan bir vergidir.
12 Tavil, Arapça bir kelime olup ‘uzun’ anlamındadır. Dolaysıyla, Şeyh
Ahmed Tavil, Uzun Şeyh Ahmed anlamındadır.
13 Zaviye, dede ocaklarının temel mekanlarından biridir. Zaviyeler,
önemli yollar üzerinde ve stratejik noktalarda kurulmuştur. Şeyhhasanlu zaviyesi bu özelliğin en tipik örneklerinden biridir. Malatya’dan
Harput’a giden yolda Fırat ırmağı sefinelerle (gemi) geçilmektedir.
Irmağın Malatya sahilinde Hasan Dede zaviyesi, bunun hemen karşısında Harput sahilinde ise Şeyhhasanlu köyü zaviyesi kurulmuştur.
(Refet Yinanç-Mesut Elibüyük, Kanuni Devri Malatya Tahrir Defteri,
s.102)
14 142 Numaralı Malatya Mufassal Tahrir Defteri, varak: 61-a
15 Göknur Göğebakan, aynı yapıt, s.158
Şeyh Ahmed Tavil, Ebu’l Vefa’nın
soyundandır
Miladi 1255 tarihinde tutulan vakıfname
belgesi esas alınarak16 1530 yılında tutulan
kayda göre Şeyh Ahmed Tavil, Ebu’l Vefa’nın
soyundandır:17
“Zikr olan18 karye19 mezarin20 tamam malikaneleri ve canib-i divanileri merhum Seyyid Ebu’l
Vefa Tacü’l Arifeyn kaddesallahu sırrahu’l-aziz
evladından Şeyh Ahmed Tavil el mülakkab Tecemi nevverallahu merkadehunun vakf idügi
Sultan Alaaddin’in iki yüz seksen dört yıl tarihle
müverrah vakıfnamesi…”21
1560 yılında tutulan kayıtta da Şeyhhasanlu köyünde Şeyh Ahmed Tavil’in türbesinin
olduğu belirtilmiştir:
“Karye-i mezburda22 Şeyh Ahmed Tavil nam
hazretleri medfun olup …”23
Şeyh Ahmed Tavil’in Atası Olan
Ebu’l Vefa, Aleviliğin dördüncü
imamı Zeynel Abidin’in Oğlu Zeyd’in
soyundandır
Şeyh Ahmed’in atası olan Ebu’l Vefa, dördüncü imam Zeynel Abidin’in oğlu Zeyd’in
soyundandır ve asıl adı Muhammed’dir. Menakıbnamesini yazan Vasıti’ye göre onun şeceresi şöyledir:
“Amma atasına nesebi (soyu) Seyyid Ebu’l
Vefa Tacü’l Arifin, Seyyid Muhammed Kebir ki,
‘Arızi’ demekle meşhurdur, onun oğludur. Seyyid
Muhammed Seyyid Zeyd oğludur. Seyyid Zeyd,
Seyyid Hasan oğludur. Seyyid Hasan, Seyyid Murtaza oğludur, ona ‘Arıziyi Ekber’ derler. Ebu’l Vefa
hazretlerinin babasına ‘Arızi’ derler. Dedikleri,
16 Şeyhhasan seyyidleri, 1530 yılında yapılan tahrirde, 1255 tarihli
bir belgeyi tahrir katibine sunarak öteden beri (Eyyubi ve Memluk
dönemlerinde) vergilerin bazılarından muaf tutulduklarını belirterek
aynı durumun devamını talep etmiş ve bu talep kabul edilmiştir.
17 Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü, Kuyud-ı Kadime Arşivi, 142
Numaralı Malatya Mufassal Tahrir Defteri (1560 tarihli), varak:.
61-b-62-a
18 Köy
19 Mezra
20 ‘Cem yapan lakaplı’
21 1530 Tarihli Malatya, Behisni, Gerger, Kahta, Hısn-ı Mansur, Divriği
ve Darende Kazaları Vakıf ve Mülk Defteri, s.53, transkripsiyon: Ersin
Gülsoy-Mehmet Taştemir
22 Adı geçen köyde
23 142 numaralı Malatya Mufassal Tahrir Defteri, s.61
8
bu Arıziyi Ekber’e mensup olduğu içindir. Arıziyi
Ekber, Seyyid Zeyd oğludur. Seyyid Zeyd, Seyyid
Ali oğludur ki, Zeynel Abidin demekle meşhurdur. Hazreti İmam Zeynel Abidin, Hazreti İmam
Hüseyin oğludur. Hazreti İmam Hüseyin, Hazreti
İmam-el Muttakin Esedullahi’l Galib Ali bin Ebu
Talib oğludur.”24
Alevi ocaklarının en çok talibe sahip olanlarından Avuçan Ocağının kurucusu Seyyid
Mençek de Ebu’l Vefa soyundandır. Bu durum, gerek Ebu’l Vefa menakıbnamesinde,
gerekse ocağın elindeki şecerelerde açıkça
belirtilmiştir.25 Talipleri Kurmanç lehçesiyle konuşan Avuçan, “Ser-çağlan” ve “Ocakların
Başı” olarak nitelenmektedir.
Aslını inkar eden haramzadedir!
Seydi Bali oğlu Teslim
Şeyh Hasan oğlu Pir Hasan
Halife oğlu Şeyh Hüseyin
Habib oğlu Seydi Ali26
Şeyh Ahmed Tavil’i Hoca Ahmed
Yesevi’ye çevirme çabaları
Buraya kadar sunduğumuz bilgilerden ve
belgelerden açıkça anlaşıldığı gibi, Şeyhhasan Aşiret Federasyonunun ocağına ad veren
kişi Şeyh Ahmed Tavil’dir. Durum bu kadar
açıkken, yirminci yüzyılda Şeyh Ahmed Ta-
Görüldüğü gibi, resmi tezlerin etkisiyle salt Ahmed adının ortaklığından
hareketle bir Alevi ocak kurucusu olan
Şeyh Ahmed Tavil, Alevi olmayan Hoca
Ahmed Yesevi’ye dönüştürülmüştür.
Bu duruma, Alevi soyundan olan yazarların da katkı sunmuş olması başlı
başına incelenmesi gereken bir konudur. Örneğin, İsmail Onarlı, Arapkir’in
Onar köyündeki Şeyh Hasan adlı kişi
ile Baskil’in Şeyhhasan köyündeki aşiret federasyonunu aynı şeylermiş gibi
ele alarak, Şeyh Hasan’ın 1224 yılında
Orta Asya’dan Anadolu’ya gönderildiğini
iddia edip Hoca Ahmed Yesevi tezine
destek vermektedir.28 Oysa, Onar köyündeki Şeyh Hasan yalnızca bir kişi adı
olup ocak kurucusu da değildir, üstelik
Onar köyü Şeyh Ahmed Ocağının değil,
Avuçan Ocağının talibidir. Şeyhhasanlu ise kişi değil, bir topluluk adıdır ve
bu topluluğun ocağının kurucusu Şeyh
Hasan değil, Şeyh Ahmed Tavil’dir. Yine
belirtelim ki, 1224 yılı şöyle dursun,
Arapkir’in Onar köyü 16. yüzyılda (15001600) tutulan tahrir defterlerinde dahi
yer almamaktadır. Yani, Onar köyü on
altıncı yüzyıldan sonra kurulmuştur.29
Şeyhhasanlu köyündeki
kişi adları, Alevi ad vurma
geleneğine uyumlu olduğu
gibi Şeyh Ahmed ve Ebu’l
Vefa ad vurma geleneğine
de uygundur
Malatya’nın Muşar nahiyesinde kayıtlı olan Şeyhhasanlu
köyündeki neferan (vergi veren
kişiler) adları, köy halkının Alevi
olduğunu açıkça göstermektedir. Bundan daha önemlisi, köy
halkının Ebu’l Vefa, Şeyh Ahmed
ve Şeyh Hasan gibi ocak ve aşiret geleneğine uygun adlar taşımasıdır. Bir örnek olarak 1560
yılında kayıtlı kişilerden bazılarının adlarını verelim:
Şeyh Hasan oğlu Şeyh Ahmed
Mehmed oğlu Şeyh Ahmed
Şeyh Ahmed oğlu Hacı Mehmed
Şeyh Ahmed oğlu Mahmud
Şeyh Hasan oğlu Müsafir
Şeyh Hasan oğlu İbrahim
Ali oğlu Vefa
Gürek oğlu Vefa
Şeyh Yusuf oğlu Vefa
Popüler Alevi adlarına örnekler verecek olursak:
Ali Dost oğlu Hıdır
Ali Dost oğlu Pir Hüseyin
Hüseyin oğlu Bölük Abdal
Hüseyin Kulu oğlu Musa
Hüseyin Kulu oğlu Şah Hüseyin
Bahri oğlu Haydar
Mehmed oğlu Şeyho
Kalender oğlu Hüseyin
24 Seyyid Vilayet, Ebu’l Vefa Menakıbnamesi, s.34, latinize eden: Dursun Gümüşoğlu,
25 Bu konuda bkz. Ebu’l Vefa Menakıbnamesi, s.53-54
mış ve köyün adı Tabanbükü’ne çevrilmiştir.
Bu süreçte Şeyh Ahmed Tavil’in mezar taşına
Latin alfabesiyle “Hz. Ali oğlu Celal Abbas neslinden Horasanlı Hoca Ahmed Yesevi D.1103,
Ö. 1166” yazılmıştır. Şeyh Ahmed Tavil’in oğlu
olan Emir-el Mümin’in mezar taşına hicri 817
(miladi 1414), karısı olan Gevher Ana’nın mezar
taşına hicri 740 (miladi 1340) ibareleri yazılmıştır. Verilen tarihleri kabul etmek mümkün
değildir. Örneğin, oğlu, babasından üç yüz yıl
sonra yaşamış; karısı, kocasından iki yüz yıl
sonra yaşamıştır.27
vil’i Hoca Ahmed Yesevi olarak tanıtma ve
sunma yönünde yoğun çabalar görülmüştür.
Bu çabanın yarattığı söylemler günümüzde
de devam etmektedir. İşin daha vahimi, ocak
seyyidlerinden ve taliplerinden bazılarının da
bu çabadan çok etkilenmiş olması ve Şeyh
Ahmed Tavil’in türbesine Hoca Ahmed Yesevi yazdıracak kadar bilinç kaybına uğramış
olmasıdır.
Şeyhhasan köyü, Fırat ırmağı üzerindeki
Karakaya baraj gölünün suları altına kaldığından köy ve köydeki türbeler yukarıya taşın26 142 Numaralı Malatya Mufassal Tahrir Defteri, varak: 60-b, 61-a
Özet olarak; farklı kaynaklardan ve
kollardan Şeyh Ahmed Tavil Ocağını
Hoca Ahmed Yesevi’nin kurduğuna dair
bir tez geliştirilmiştir ve ne yazık ki,
Aleviler de bu kimlik bozma çabasına
destek vermiştir. Aleviliğin en temel kurumu
ve örgütü ocaklardır. Ocağına sahip çıkamayan
Alevilerin Aleviliği yaşatma gibi bir iddiası
olamaz.
Not: Şeyh Ahmed Ocağının tarihi ve yukarıda birer bölümünü sunduğum belgelerin tamamı için “Aleviler:
Türkiye-İran-Irak-Suriye-Bulgaristan” adlı kitabımın ilgili bölümüne bakılabilir. Belgeler çok uzun olduğu için
tamamını bu yazıya almam mümkün olmadı.
27 Muhammed Beşir Aşan, Fırat Kenarında Bir Horasan Ereni: Şeyh
Ahmed Dede, in, 1. Uluslararası Türk Dünyası Eren ve Evliyaları Kongresi Bildirisi; Hüseyin Şahin, Şeyhhasanlı Köyü ve Şeyh Ahmet Dede
28 Bu konuda bkz. İsmail Onarlı, Şeyh Hasan Aşireti:Anayurttan Anadolu’ya
29 16. yüzyılda Arapkir’e bağlı yerleşimlerin listesi için bkz. Hamza
Aksüt, Malatya Alevileri Tarihi, s.211-212
9
zülfikar
Direnişçi Aleviler
1. Bölüm
Tanrı insandadır
ENEL HAK!
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Başlangıçta Tanrı vardır ve evrendeki tüm varlıkları Tanrı kendi gövdesinden yaratmıştır. Evrende görünen-görünmeyen her bir varlık/
canlı, Tanrı’dan bir parçadır. Tüm oluşumların toplamı olan insan ise Tanrı’nın tüm özellik, nitelik ve yeteneklerini bünyesinde taşır.
A
levilik, devletçi-iktidarcı uygarlık
karşısında direnen toplum gerçeğidir. Dolayısıyla devletçi-iktidarcı sistemle bütünleşmeyen, uzağında kalan, sürekli
çelişki ve çatışma halinde olan bir toplumsal
gerçekliktir. Bu olguyla bağlantılı olarak şunu
rahatlıkla söyleyebiliriz: İslamiyet’in ortaya
çıkışı ve iktidarlaşmasıyla birlikte direnen toplum yapısı Alevilik ismini alsa da öncesinde
de bu direniş geleneği daha güçlü bir biçimde
mevcuttur. Çeşitli inanç-kültür biçimlerinde
bunu görmek mümkündür. Özellikle insanlık
tarihinde ilk çıkışları itibariyle büyük bir ahlak
devrimi anlamına gelen inanç biçimlerinde
direniş geleneği çok güçlüdür. Tarihte tüm
inanç biçimleri birbirinden çok büyük oranda etkilenmişlerdir. Toplum yeni yaratımlarla
ve mevcut birikimin senteze uğratılmasıyla
sürekli yol aldığı için zamanın her diliminde
sayısız birikimi yaşadığı ana aktarıp oradan
da aldıklarıyla yoluna devam etmeyi sürdürmüştür.
Ne arar isen kendinde ara
Alevi toplumu, henüz Alevilik ismini almadan önce de tarihin başlangıcından bugüne
dek tarihi besleyerek ve kendisi de değişik
kültür ve inançlardan beslenerek zamanımıza
kadar gelmiştir. Alevilerin inanç ve kültürlerine baktığımızda toplumsallaşmadan bugüne
yaşanan her tarihsel gelişmeden bir kalıntı,
iz görmek mümkündür. Aleviliğe bu konuda
en büyük etkiyi belki de Zerdüşt inancı ve
felsefesi yapmıştır. Derinlikli bakıldığında
Alevilik’le Zerdüştlük arasında birçok ortak
noktaya rastlanır. Zerdüştlükte devletçi-iktidarcı uygarlığın insan iradesini eriterek köleleştirdiği toplum gerçeğine karşı büyük bir
öfke vardır. Bu açıdan Zerdüşt, iradeli-özgür
insan gerçeğini çok fazla önemsiyor. Zerdüşt
iradeli insan ile toplumsal özgürleşmeyi ve
kurtuluşu amaçlıyor. Zerdüşt’ün felsefesi, tanrı-kralların zulmü altında iradesizleştirilerek
kullaştırılan, değersizleştirilen ve hayvanlık
sınırlarında seyreden insana, insan onurunun
düşüşüne bir başkaldırı ve müdahaledir. Bu
anlamda Zerdüşt inancında insana değer,
insan iradesine saygı çok temel bir yaşam
anlayışıdır. Benzer bir insan yaklaşımı Alevilik’te de vardır. “Benim Kâbe’m insandır”, “Her
ne arar isen kendinde ara”, “Tanrı insanda
tecelli eder”, “Kendi özünü bilmek Tanrı’yı
bilmektir”, “Yetmiş iki milleti bir gör” sözleriyle somutlaşan bu yaklaşım, insanı, tüm
varoluşlar içindeki en değerli varlık olarak görür. “İbadet ederken yüzünü başka bir insanın
yüzüne çevir, onda Tanrı’yı, Tanrı’da kendini
göreceksin” denilir. Tanrı’nın insanda varlık
bulması anlamına da gelen bu yaklaşım kaynağını, Tanrıça inanç kültünden aldığı kadar
bu inancın yoğun etkisinde olan ancak dönemi itibariyle özgünleşen Zerdüştlük’teki Tanrı
inancından da alır. Alevilik’te de hâkim olan
bu inanca göre hiçbir şey yoktan var edilmemiştir. Başlangıçta Tanrı vardır ve evrendeki
tüm varlıkları Tanrı kendi gövdesinden yaratmıştır. Evrende görünen-görünmeyen her
bir varlık/canlı, Tanrı’dan bir parçadır. Tanrı
önce güneşi, havayı, suyu ve toprağı kendinden bir parça olarak yaratmıştır. Sonra bütün
hepsinin toplamı olarak da insanı yaratmıştır.
İnsan yaratılan her şeyin bir toplamı olarak
Tanrı’nın en değerli parçasıdır. Her varlık Tanrı’dan bir parça olmasından kaynaklı Tanrı’nın
tüm özellik ve niteliklerini içinde taşır. İnsanda temsilini bulan Tanrı olduğu gibi Tanrı’da
ifadesini bulan da insandır. Bu açıdan Tanrı,
insanın dışında bir olgu değildir. Tanrı insanın
içindedir; hatta insanın kendisidir.
‘Tanrı insandadır’
Aleviliğin yoğun etkisinde kaldığı Zerdüşt’ün Mazda inancında Tanrı, her şeyi kendisinden yaratandır. “Mazda” sözcüğünün etimolojik anlamı da bu gerçeğe daha iyi açıklık
getiriyor. Kürtçe’nin Zazaca lehçesinde “Maz”
ya da “Ma”, “biz”; da ise, “verdi” anlamına
geliyor. Yani “Tanrı”, “bizi veren” anlamında-
dır. Kürtçe’nin Kurmancî lehçesinde ise Mazda
anlamında kullanılan Ezda’daki “ez” ben, “da”
ise “verdi” anlamına gelmektedir. “Xada” kavramlaşmasında da aynı anlam kendisini tekrar
etmektedir. “Xa” kendi, “da” ise “verdi”dir.
Burada da yine Tanrı, “bizi veren” anlamına
gelmektedir. Bu örneklerden anlaşılması gereken Tanrı’nın insanı başka bir şeyden yaratmayıp kendisinden bir parça olarak yarattığı
inancıdır. Bu bakış açısına göre Tanrı, hiçbir
şeyi yoktan var etmiyor; kendisi vardır ve her
şeyi kendisinden bir parça olarak ve kendisinden vererek yaratıyor. Bu durumda parça,
bütünün tüm niteliklerini içinde taşımış oluyor.
İnsanda ise bu durum en üst düzeyde anlam
buluyor. Çünkü insan, oluşumlar içinde en son
oluşum olduğu için tüm oluşumların toplamı ve en gelişmiş/yetkin hali gibi bir durum
ortaya çıkıyor. Doğadan çıkan ve doğanın en
gelişmiş, üst hali de diyebileceğimiz bu insan,
evrenin tüm oluşum potansiyelini içinde taşır
haldedir. Evren bir makro-kozmos ise insan
da evrenin tüm oluşum halini bünyesinde barındıran bir mikro-kozmostur. Yani evrenin
bütün oluşum enerjilerini içinde barındıran
cisimleşmiş bir Tanrı’dır. Bu noktada Alevi
inancındaki “Tanrı insandadır” felsefesi, bu
biçimde açıklık kazanmış oluyor.
Doğanın en yüce hali: İnsan
“Tanrı’dan geldin, Tanrı’ya döneceksin ve
Tanrı’yla yeniden var olacaksın” anlamına da
gelen bu yaklaşım, insan ile iyi tanrısı Ahura
Mazda’nın birbirini var ediş hikayesini özetler
niteliktedir. İnsan Tanrı’yla ve Tanrı da insanla
kendisini var ettiği için insan en değerli varlık
olup sınırsız bir yaratım gücüne sahiptir. İnsan evrendeki oluşum aşamasının son halkası
olarak kabul edildiği için bütün yaratımların
en yücesi ve en mükemmeli olarak görülmektedir. Doğa insanda en yüce haline ve bilincine varmıştır. İnsan varoluşun sınırsız bilgi
ve birikimine sahiptir. İnsan adeta evrenin
yoğunlaşmış bilinci gibidir. İnsan kendisindeki
10
bu gücün farkına vardığı an, içindeki Tanrı’ya
da ulaşmış oluyor. Tüm oluşum evrelerinin
bilgi ve tecrübelerine sahip olan insan, içindeki
sınırsız enerji potansiyelini yani içindeki evreni
keşfettiği an ‘Enel Hak’ yani ‘Ben Tanrı’yım’
demektedir. Tıpkı Hallac-ı Mansur’un, Nesimi’nin “Tanrı benim” dedikleri gibi. Zerdüşt
inancında dile gelen ve Alevilerde de sıkça
kullanılan “Kendini tanı” deyimi, bu gerçeklikte ifadesini buluyor. Bir nevi, “Her şey var
oldu tek bir noktadan/Noktada gizlidir esrarı
Yezdan” mısraları bu felsefeyi en iyi anlatan
mısralar olmaktadır.
Zerdüşt inancındaki Tanrı inancı ve insan
yaklaşımı, Alevilik’teki
Tanrı-insan inancıyla
bire bir örtüşüyor. Zerdüşt inancında iyi Tanrı
Ahura Mazda ışıkla, güneşle, ateşle özdeşleştirilmiştir. Kötü Tanrı
Ehriman ise karanlık,
kötülük ve zulümle bütünleştirilmiştir. Topluma zulmeden, Karanlık
Tanrısı Ehriman’dır. Ona
karşı savaşan ise Işık
Tanrısı Ahura Mazda’dır.
Bu inancı o dönemin somut gerçekliğine uyarlarsak Ehriman, topluma zulmeden Tanrı-kral
devletidir. Ahura Mazda
ise Tanrı-kral devletine başkaldıran toplum
gerçeğidir. Zerdüşt bu
inançla direnişçi toplum geleneğini yeniden diriltmiş ve toplumu
Tanrı-krallar karşısında ayağa kaldırmıştır.
Alevi toplumunun devletçi-iktidarcı sistem
karşıtlığı ve muhalifliği bu inanç olgusunun
sosyal olarak dile gelerek yaşamsal bir form
kazanmasıdır.
Kadına yaklaşımda da çok ciddi bir benzerlik söz konusudur. Zerdüşt felsefesinde kadın
ile erkek arkadaştır. Her ikisi birbirine saygılı
ve eşit yaklaşmalıdır. Kadın iradesine saygıyı ifade eden bu felsefe, Alevilerde de etkili
bir yaklaşımdır. Alevilerde yaşam içerisinde
kadının aktivitesi erkeğe yakın bir noktadadır. Birçok çalışmada ortak yer almaktalar ve
ibadetleri de ortaktır.
Yaşamı oluşturan kutsal anasırlar
Zerdüştlük’te olduğu gibi Alevilerde de güneş, ateş, hava, su, toprak kutsaldır. Yaşamı
oluşturan bu temel anasırlar inancın temel
yapı taşlarını oluşturur.
*Güneş yaşama hayat veren temel güçtür.
Alevilerde güneş bir nevi Tanrı veya Tanrı’nın
ruhu gibi görülür, kabul edilir. Güneş kendisinden bir parça olan oluşumlara ışınlarıyla
etkide bulunur ve içlerine nüfuz ederek her
Aslını inkar eden haramzadedir!
varlıkta kendisini var eder. Böylelikle her
varlık güneşi içinde taşır. Nüfusunun yaklaşık %98’i Kürt Alevilerden oluşan Dersim’de
yaşlılar, güneş doğarken ve batarken yüzlerini
güneşe dönüp dua ederler. Genellikle sabah
duaları güneş ışınlarının dağların doruklarına ve ağaç dallarına vurduğu anlarda yapılır.
Batarken de güneş ışıklarının silinmeye yüz
tuttuğu zamanda duaya durulur. Benzer bir
yaklaşım ateşe karşı da gösterilir. Ateş de
kutsaldır. Güneş gibi aydınlığı, sıcaklığı, arınmayı, yüceliği temsil eden ateş, adeta güneşin
yeryüzündeki tezahürüdür. Alevilerde ateşe
çöp atılmaz, kirletilmez, suyla söndürülmez.
Ateşin yakıldığı ocakta ateşin sürekli canlı
tutulmasına büyük özen gösterilir. Gün boyu
ocaktan ateş eksik olmaz. Yatma anı geldiğinde ise önceden ateşe konularak hazırlanan
kalın meşe odunu bol külün içine gömülerek
sönmesi engellenir ve sabaha bırakılır. Şafakla
birlikte bu ateş parçasından yararlanılarak
ateş ocakta gürleştirilir. Gün içi tüm ihtiyaçlar
bu ateşle karşılanır. Yatma anı geldiğinde aynı
eylem kendisini tekrar eder, durur. Bu ocaklar
tıpkı Zerdüşt’ün ateş tapınakları gibidir.
*Alevilerde ateş, suçlu ile suçsuzu birbirinden ayırt eden temel bir güç olarak görülür.
İnsanlar çıplak ayakla ateşin üzerinden geçerek Tanrı nezdinde suçlu olup olmadıklarını anlamaya çalışırlar. Burada adeta ateş, suçsuzu
bulup kutsayan, suçluyu bulup yargılayan bir
yargıç durumundadır. Bir kişi suçsuzluğunu
ispat etmek istediğinde şu sözü hep kullanır: Ben o kadar günahsızım ki ateşe atsalar
yanmam. Alevilerin en ağır bedduaları yine
ateşle ilgilidir. Birine çok fazla kızdıklarında
‘ocağın sönsün’derler. Yani ocakta ateşin yanmaması demek, her şeyin bitmesi demektir.
Ocak yaşamın varlığına işarettir. Cemlerde
veya her hangi bir kutsal yerin ziyaretinde
ateşi temsilen mum yakılır. Alevi dedeleri
Tanrı’yla bütünleştiklerinin, sırra erdiklerinin
kanıtı olarak kendilerini ateşte sınarlar. Çıplak ayakla közün üzerinde yürür, ateşi eline
alıp bekletirler. Dillerini ateşe sürerler. Yine
güneşten ışığını alarak geceyi aydınlatan ay
kutsanmış, Hz. Ali’nin eşi Hz. Fatma ile özdeş
kılınmıştır. Tıpkı güneşe karşı olduğu gibi aya
karşı da dua edilir.
* Aynı biçimde hava da kutsaldır. İnsan
evrendeki enerjiyi nefes yolu ile alır. İnsan
ve diğer tüm canlılar nefes almadan yaşayamazlar. Nefes temel varoluş koşullarından
biridir. Nefes olarak anlam yüklenen havanın
temizliğine önem verilir, kirletilmez. Dini ritüellerde söylenen deyişlere nefes adı verilir.
*Alevilerde birçok su
kaynağı kutsaldır. Her
yörenin Alevi insanları,
yılın belli günlerinde bu
su kaynaklarını ziyaret
edip dini ritüeller düzenleyerek küsleri barıştırır, dostlukları pekiştirirler. Adaklar adar,
dileklerde bulunurlar.
Bu su kaynakları hiçbir
biçimde kirletilmez, her
zaman temiz tutulur,
temiz tutarak kendilerinin de kutsandıklarına
inanırlar. Bu açıdan her
ziyaret öncesi ve sonrası mistik bir hava içerisinde su kaynaklarının
çevresi baştan sona
temizlenir. Bu inancın kökenini yazılı tarih
öncesine ve mitolojik döneme kadar götürmek yanlış olmaz. Çünkü büyük su kaynakları,
yaşam alanlarının açıldığı, toplumsallaşmanın
geliştiği ilk yaşam yerleridir. Mezopotamya’da
Dicle-Fırat, Mısır’da Nil, Hindistan’da Ganj
böyle bir anlama sahiptir. Bu nehirler iklimi
ılımanlaştırıp karları, buzları çabuk eritip coğrafyayı barınmaya, korunmaya, bol tahıla ve
ürüne açtığı için kutsallaştırılmıştır. Ayrıca bu
su kaynakları birçok yerden geçerek geldikleri için içinde taşıdıkları zengin minerallerle
hem toprağı oldukça beslemiş ve hem de bazı
hastalıklara ilaç gibi gelmişlerdir. Alevilerde
de kutsanan su kaynaklarının benzer yararları
vardır.
* Yaşamın fışkırdığı kaynak olan toprak
kutsanan dördüncü anasırdır. Yaşamın sürdürülmesinde toprağın sunduğu ürünlerin
büyük bir önemi vardır. Bu anlamda buğday
ve çeşitli ağaçlar başta olmak üzere birçok
bitki kutsanmıştır. Aynı yaklaşım geyik gibi
çeşitli hayvanlara karşı da geliştirilmiştir. Geyik, baykuş, tavşan kutsal/tabu kabul edilerek
avlanmaları yasaklanmıştır.
Gelecek sayıda: Alevilik ve Dağlar
11
zülfikar
Weçînîtîşê Alawîyû
DAÎMÎ DOGAN
W
ayîrê vîjdanû kam rê ke perskerê;
“Alawî ke vake, çi yeno sima vîr?”
Hen zoneme ke raver(aver) qirrim,
dima asîmîlasyon name kenê. Alawîyû, serva
îtîqatê xo yahudîyû ra kêm çîye nêonto. Çike
tarîx qirrimê yahudîyû hîre rey name kerdo,
hama(labele) qirrimê alawîyû hazar serre ra
jêde dewam kerdo. Alawîyû verênî de belkîya zaf kîşîye, hama raa xo ra nêqirfîyê. Ewro
asîmîlasyonê alawîyû guman çîn o ke talukeyê
verênî ra jêdena giran o. Çike verênî de alawî
kişîyene, ewro alawîyên kîşîna.
Qirrimê Alawîyû
Qirrimê alawîyû tarîx de jêde waxtê Selçukî
û Osmanî de virajîyo. Waxtê Selçukî de xoverdayişê Baba Îshak(1240) ra dima zaf alawî qirr
kerdê. Waxtê Osmanî de alawîyû raver duwele
de ca gureto. Hama xoverdayîşê Şix Bedreddîn(1420) ra dima, duwele rê dismen sa bîyê.
Waxtê II.Bayezîdî de xoverdayîşê Şah Kulu(1511)
de û waxtê Yavuzî de 40 hazar ra jêde alawî
qirr bîyê. Waxtê Qanunî de xoverdayîşê Baba
Zunnun û xoverdayîşê Kalender Çelebî de, waxtê
III.Muratî de, waxtê IV. Muratî de kî kîşîyê û
serva meyîtê alawîyû çol kinitê. Na semed ra
Serwezîro IV. Muratî, laqama ‘Kuyucu’ ra xo
goyno. Waxtê II. Mahmudî de her çîyê alawîyû
tomete sa bîyo. Belkîya qirrim ra jêde huskê ke
kerdê ênû canê alawîyû jêdena dezno. Çike tayê
huskî, hata na dem amê. Vajîme; Şeyhulîslamê
Yavuzî, Îbn-î Kemalî jû pers ser na cav(cuwab)
do; “…zewejê cênîyû û cuamerdûnê ênû(înan),
sa nêbeno. Domanûnê ênû pînc ê. Heywano ke
ênû birna, beno mundar…Mislimanû rê mal û
milkê ênû, cênîyê ênû û domanûnê ênû helal ê.”
Onca Şeyhulîslamê Qanunî Ebussuud, jû pers
ser nîya cav do; “Sarêsûrû(qizilbaş) pêro pîya
kîştene dînê ma de helal o. No, wertê herbû
de zaf makbul ca der o. Na semed ra merdene
kî şehîdên de zaf berz ca der a.” Xoverdayîşê
Şahkulu(1511) ser, Hoca Sadettîn, kitavê xo
Tacu’t-Tevarîh de alawîyû ser ; “…weşîya xo
xiravin, gona xo xiravin, …xosas, şîmşêrê xo
qefçil” ûêb. qesey vatê. Pêro na huskewû û
milqîyû ser, tayîne xo ya eskera nêkerdo ya kî
xo eve mislimanên ra name kerdo.
Waxtê Komare de Alawîyî
Komara Tirkîya ke nayîya ro, tayê alawîyû
poşt vejîyê, hama sera jêde nêşîyo ke duwele
rîyê xo kerdo eskera. Çike raver 1925îne de
mabedê alawîyû qapan kerdê. Dima Dêrsim de
deva-deve howtay hazar îson kîştê. Neyra kî(zî)
nêmendê Mereş de Çorim de, Sewaz de, Gazî de
qirrimî dewam bîyê. Yanê namê duwelû vurîyo,
hama barê alawîyû rê her dem qirrim mendo.
Tayîne nîyado ke nêbeno xo vurno, weşîya xo
binê resmê Atatirk de vênita. Çike tayine îma
kerdo ke, xezevtulawû Atatirk ke vênit, qarse
keşî nêbenê. Hama oncîya kî hen nêbîyo, hata
na dem hona çêverê alawîyû nîşan benê, alawîyû
kar ra erzenê, kar ci nêdanê, mabedê alawîyû
nasnêkenê, alawîyû rê milqî kenê. Huskewû
rê dewam kenê. Ney ra kî nêmanîno, duwele alawîyû terorîst saye kena. Ewro bîla tayê
nustoxî, rojnamadar u dêmdar girê alawîyû ser
jêde çîye nêvanê. Çike alawî çime jêdine de
hona(hîna) jêde maqbul nîyê. Hama her kes kî
zaneno kî alawîyî her waxt şîayê(zencî) Tirkî ya
bî. No hal ewro kî çimê duwele de dewam keno.
Na serreyê peyênî tayê alawîyî haydarê xo
û hometa xo yê. Hama hona tayê ters ver, tayê
kî eve zerrê weşîye, çê xo de û dukanê xo de
fotirafê Atatirk darde kenê. Îta qese ma, îyê
ke zerrêweşîya xo ra kar kenê ênû ra wo. Hen
zaneme ke çimê nînû bîyê kor, gosê nînû(nînan)
bîyê kerr. Nînû ra ke pers kerd vanê; “Atatirk ke
mebîyene Tirkîya de şerîat ameybî.” Guman(şik) çîn o ke duwele nînû rê nîya salix do. Çike
kêmalîstû neway serre yo ke nîya propaganda
viraşta. Her weçînîtîş de vanê; “Nîyade ma sima
şerîat ra qorî keme, sima ke reyê xo ma nêda
nîyadê şerîat yeno”, deyin alawîyû cênê binê
hukmê xo. Tayê waxt nîyado ke tayê alawî jêde
gos nêdanê, na geyîm kî raver qirrkerdê dima;
“Nîyade ma sima xelesneme, ma ke nêbîme
sima roze wes nêverdanê”, deyin vejîyê werte.
Verên ra hata nika tayê alawiyû kî hetê çepgîr
û kurdû de ca guretîbî, hona kî poşt danê. Leyê
kurdû de ca guretena alawîyû jêde 1990îne ra
dima wo. Duwele na geyîm kî alawîyû rê vato;
“ Raştîye de tirk û misliman sima yê. Cayê sima
leyê ênû de nîyo.” Tayîne na propaganda werde, hama jêde alawîyû no kay peyser çarnit.
Jêde alawî onca hetê çepgîr û kurdû de yanê;
hetê heqanîye de mendî. Hama tayîne kî hetê
kêmalîstû de cayê xo kerd qayîm. Nînû cemxaneyû de bîla fotirafê Atatirk darde kerd. Yanê;
nê qirrimê Qoçgîrî nê kî qirrimê Dêrsim xo vîr
nêanê. Hama îbadetxane de kare Atatirk çik o,
besenêkenê cav bidê. Nînû de ke qesey kerd
vanê; “Tirkîya de laîkên wazeme”, ma o waxt
no çik o? Fotirafê Atatirk cemxane de ma rê
ça huyîno? Kamjî waxt de cemxane de feynd
virajîyo ke sima nika nîya kenê?
Derbeya 12 Êlule ra Hata Na Dem Sîyaset û
Alawîyî
Tirkîya de pêro weçînîtîşî derbeya 12(des
û di) êlule ra hata na wext zaf muhîm bîyê.
Çike o waxt ra hata na rozê, Tirkîya de her kes
têduştîye, haştîye, heqanîye û xoserîye rê mo-
tac mendo. Key ke weçînîtîşî virajîyê, tayîne
îma kerdo ke weçînîtîşû ra dima(badê) tayê çîyî
vurînê. No omid(hêvi) hata na roze kî amo.
Qomê ke cavurnîye, qome ke serva îtîqatê
xo û kamîya xo jênosîd rê maruz mendê, qomê
ke destê azperestû ra kîşîyê, qomê ke xinc bîyê,
qomê ke rizkê domanûnê xo ser emegê xo ra
gurînê(xebetînê), ewro wazene ke duştê hukmatî de jûbînyayîş bikerê. Nê qomî na jûbînyayîş kerdene ra, na weçînîtîş de wazene ke êndi
beso vazê. Çike 2002îne ra hata nika hukmatê
AKP, canê xo çike waşto o kerdo. Canê xo waşto
kurdû de do pêro, dima nîyado ke nêbeno muzekkere rê mejbur mendo. Rayî viraştê, bendî
viraştê, bonî viraştê, hama her dem mordemê
xo karin vetê. Qale xoserîye ke kerdo, ‘jû mi rê
bo’ vato. Vesayetê leşkerîye do we, hurendî de
vesayetê xo no ro. Bekerdoxî bîyê kêm, hama
pêro dêmdar û sîyasetkarî bindestxaneyû de
kerdê top, nêweşiyû ver kiştê. Wertê de kes serevde mekero deyin, tayê çî ra xezelîyê. Vajîme;
heqa alawîyû ser amey pêser, hama waşt ke
alawîyûnê xo bivezê. Serva haştîye muzekkere
nêro, hama di serre ra jêde waxt vêrdo ra, wertê
de jêde çî çîn o. Qale jênosîdê Dêrsimî kerd,
dima qe çîyê nêkerd. Xoverdayişê Taqsîmî de
heşt xortê delalî da kîştene. Êndî vejîya werte
ke no hukmatî kî jê hukmatê verênû di game
ver erzeno, jû game peyser erzeno. Çike nê
demoqrasi serva îdeolojîyê xo vesayît vênenê.
Ma heqa her kesî qorî keme vatîbî, hama jû
heqa mordemûnê xo qorî kerde. 17 gaxan de
bîeskera ke çê domanûnê xo û mordemûnê xo de
pereyî qutîyê postalû de dardê we. Pereyê qomû
rozû ra kirisnê berdê, oncîya kî besenêkerdo ke
biqedenê. Dima nîyada ke wertaxê xo tenêna
jêde weno, paskule dê piro eşt verê çêverî.
Weçînîtîşê hezîrane de gereke(ganî) her kes
êndî xo ver erzo, ya(yan) kî destê xo bine kemere kero. Xizir to carê ma de birese vajîme,
hama hete ra kî ma destê bere çike yeno, gereke
ey kî bivirajîme. Tarixê alawîyû de hata nika
alawiyû, namê xo ra xo qe temsîl nêkerdîbî. Na
weçînitiş de xeylê temsildarê alawîyu, namê
Hdp ra kunê meclîs. Na weçînîtîş de gereke
alawîyî kî jê cênîyû, kurdû, karkerû, demoqratû
û sosyalîstû cayê xo rind mor kerê. Çike kam
ke ‘dersa dîn ya mejburîye wedarîyo’ vano, kam
ke ‘Serekerkaniya Dîyanet wedarîyo’ vano, kam
ke ‘cemxane îbadetxaneyo alawîyûn o’ vano,
kam ke ‘Madimak muza’ bo vano, kam ke verba
tarîxi de ma ra ef waşto, gereke cayê ma leyê
ênû de, îqrarê ma ênû ra pîya bo.
12
Aslını inkar eden haramzadedir!
Avrupa Alevilerine
‘Kültürel Özerklik’ mi?
ÇETİN GÜRER
1
3 Kasım 2012 tarihinde Almanya’nın
Hamburg eyaleti, Hamburg’da yaşayan Alevilerin toplumsal ve kültürel
varlığını anayasal düzeyde tanıyan bir antlaşmaya imza attı. Antlaşma, eyaleti temsilen
eyalet başbakanı Olaf Scholz ile Hamburg’da
Alevileri temsil ettiği kabul edilen ve tüzel bir
kişiliği bulunan “Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu” (AABF) adına Hüseyin Mat tarafından
imzalandı. Bu antlaşma adı o şekilde konmamış olsa da literatürde “kültürel özerklik”
(non-territorial) olarak tanımlanan uygulamanın çok somut ve en güncel örneklerinden biri
olması sebebiyle ele alınmayı hak ediyor. Bu
somut örneğe biraz daha yakından bakmak
aynı zamanda, Demokratik Özerklik nedeniyle özerklik (autonomy) konusunda kafası bir
hayli karışık olan Türkiye için oldukça öğretici
olacaktır, zira buradan Demokratik Özerklik
talebinin bir “kültürel özerklik” talebi olmadığı
(olamayacağı) daha net anlaşılacaktır.
Bu somut ve güncel gelişme aynı zamanda,
göç hikâyesi çevre ülke konumundaki Türkiye’nin Almanya’ya “yedek iş gücü ordusu”
göndermeye başladığı 1960’larla başlayan
Alevilerin, yaklaşık yirmibeş yıldır yürüttükleri
tanınma mücadelesi ve demokratik örgütlenme mücadelesinin başarılı bir örneği olması
bakımından da oldukça önemli. Bu mücadelenin getirdiği “statü”, Hamburglu Alevilere
bir taraftan kültürel korunma (asimilasyona
karşı) sağlarken diğer taraftan, toplumsal ve
kültürel varlıklarının sürdürülmesinde “özerk”
olma olanağı vermiş oldu.
Kürt siyasal hareketinin, Kürt toplumsal ve
siyasal varlığını “Demokratik Özerklik” talebiyle güvence altına almaya çalıştığı Türkiye
konjonktüründe, Alevilerin “kültürel özerklik”
talebini şimdiye kadar hiç dillendirmemiş olmasının önemli bir eksik olduğunu düşünüyorum. Zira, 1990 sonrası dünyada “siyasal
özerklik” (territorial autonomy), etnik ve ulusal
grupların istediği bir özyönetim talebiyken,
“kültürel özerklik” (non-territorial) farklı dini,
inanç ve kültürel grupların sahip çıktığı bir
seçenek konumundadır.
Ben beni, kendimi... Kültürel Özerklik
Etnik, ulusal ve kültürel sorunların demokratik ve hukuki yollarla çözüldüğü, yaşanan
çatışmalı sorunların barışçıl sonlandırıldığı
ve de egemen toplum karşısında bir “dışsal
koruma” olarak görülen özerkliğin, farklı uygulama biçimleri olmakla birlikte günümüzde
sıkça üç tür özerklik biçiminden söz etmek
mümkündür: “Siyasal özerklik” (territorial
autonomy), “İdari özerklik” (administrativ
autonomy) ve “Kültürel özerklik” (non-territorial autonomy). Akademik yazında “kültürel
özerklik” aynı zamanda “tüzel özerklik” (personal autonomy) olarak da ifade edilmektedir. Kısaca tanımlamak gerekirse, kültürel
özerklik, etnik, dilsel ya da dinsel bir grubun
üyelerinin, bireysel dâhil olduğu bir dernek
veya kurum ya da bu grubu temsil eden bir kişi
üzerinden elde etmiş olduğu özerkliktir (1).
Tanınan veya elde edilen bu hukuki özerklik
statüsü sayesinde, kolektif grup “kendileriyle
ilgili” konularla sınırlı kalmak ve anayasaya
aykırı olmamak koşullarıyla bağımsız kararlar
alabilme, bunları hayata geçirme, bu kararların uygulanmasında desteklenme gibi olanaklara kavuşur. Bugün “kültürel özerklik” talep
ve tartışmalarının özellikle “göçmen ülkesi”
olarak tanımlanan çok kültürlü toplumlarda
artan bir şekilde yeniden tartışılmaya başladığını görmekteyiz. (2)
Tarihsel örnekler
Kültürel özerklik, azınlıklara ya da yerli halka kendileriyle ilgili işlerin kontrolü ve grubun
kendini belirleme hususunda hareket etme
olanağı sunan düşünceye dayanmaktadır. Bu
modele örnek olarak sık sık Osmanlı döneminde uygulanan ve gayri-Müslimlerin kendi iç
işlerinde bağımsız oldukları “Millet Sistemi”
verilmektedir. Tarihsel olarak “kültürel özerklik”, 1910 yılında Polonyalılar ve Ukraynalıların batı kolu olarak bilinen Ruthenian’lar
arasında Bukovina’da uygulanabilmiş başarılı
örneklerden biridir. Yine iki dünya savaşı arası
dönemde Litvanya’da yaşayan Yahudiler, 1920
yılında çıkarılan bir yasayla kültürel özerklik
elde etmiş ve kendilerini yönetebilmişlerdir.
Ayrıca günümüzde Kafkaslarda kültürel özerklik modeline yakın uygulamaların olduğundan
söz edilebilmektedir.
Gerçekten de ulusal, etnik ve kültürel toplulukların nasıl korunacağı sorusuna liberal
demokrasilerin uzunca bir dönem bulmuş olduğu “insan hakları” reçetesinin günümüzde
yeniden tartışılmaya başlanan özerklik arayışları nedeniyle yeterli olmadığı görülmektedir.
Anadil, kimlik ve inanç gibi öğelerin de bir
insan hakkı olup olmadığı sorusu bir yana,
bu hakların kullanımın ancak kolektif olarak
mümkün olabileceği yaklaşımı, günümüz çokkültürlü ve çokuluslu toplumların bugün içinde
bulundukları “azınlık sorunlarına” aradıkları
çözümlerin ana eksenini oluşturmaktadır.
Antlaşmadaki ortak değerler
13 Kasım 2012’de imzalanan antlaşma,
kısa bir girişten ve 15 maddeden oluşuyor. (3)
Antlaşma Hamburg eyalet parlamentosunun
onaylamasıyla birlikte yürürlüğe girecek ve
on yılın sonunda ortaya çıkan sonuçlar değerlendirildikten sonra değişiklik ve eklemeler
yapılacaktır. Antlaşmanın sağlayacağı nihai
yasal statü ise, Hamburg anayasası ve Weimar
anayasasının ilgili maddeleri çerçevesinde
Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonun (AABF)
örgütsel gelişmesine bağlı olarak resmi kurum
hakkı (Recht einer Körperschaft des öffentlichen Rechtes) elde edecek olmasıdır.
Antlaşmaya imza koyan taraflar, uzun bir
göç geçmişine sahip Alevilerin Hamburg toplumun vazgeçilmez parçası olduğu; Alevilerin
Hamburg’un dini, kültürel ve toplumsal yaşamına katkı sunduğu; Hamburg Alevilerinin
varlığını kabul edip destek vermek ve tarafların dostane ilişkilerini geliştirme amaçlarında
uzlaşmışlardır.
Ortaklaşa temel değerlerin belirlendiği 2.
madde, anayasal düzeni, her tür ayrımcılıkla
mücadeleyi, şiddet karşıtlığını, kadın-erkek
eşitliğini ve kadınların toplumsal yaşama eşit
katılımının desteklenmesi konularını ortak
değerler olarak belirlemektedir.
Kendine özgü bir inanç
İnanç özgürlüğü ve Alevilerin yasal konumunu belirleyen antlaşmanın 1. maddesine
baktığımızda Alevilik inancının, yasalar ve
anayasa ile garanti altına alındığı ve anayasal ve geçerli yasalarla uyumlu olmak şartıyla Alevilerin kendi meselelerini kendi başına
organize ve idare edeceği görülmektedir. Tanınması talep edilen bir inanç ve kimlik olarak Alevilik bu madde sayesinde bir taraftan
anayasal ve yasal bir statü kazanmış oluyor
ve diğer taraftan ise kendi başına bir inanç
olarak İslamiyetin bir inanç grubu olmaktan
kurtulmuş oluyor. Antlaşmanın bütününe baktığımızda da yine hiçbir yerinde Alevilik için
İslamiyetin bir kolu anlamına gelecek bir cümleye rastlanmıyor. Yine bu madde sayesinde,
Hamburg’da yaşayan Alevilere tanınmış olan
kendi işlerini organize ve idare etme yetkisi,
elde edilen kültürel özerkliğin en önemli ayırt
edici unsurlarından bir tanesidir. Aleviliğin
kendine özgü bir inanç olarak Hamburg eyalet anayasasına ve yasalarına girmiş olması
bizlere aynı zamanda böyle bir uygulamanın
laiklik ilkesi ile de çatışma yaratmadığını ifade
13
zülfikar
etmektedir.
Özel ve resmi günlerin belirlendiği 3. maddeye göre, Hamburg eyaleti Aleviler için özel
ve kutsal sayılan günlere saygı göstereceğini ve ek olarak Aşure Günü, Hızır Lokması
(15 Şubat) ve Newrozu (Hz. Ali’yi anma günü
olarak) resmi gün olarak kabul etmektedir.
Bu maddenin Alevilere sağladığı en önemli
olanak ise, bugün ve tarihlerde Aleviler, işe
gitmeyebilecek, okula gitmeyebilecek ve özel
günlerini istedikleri gibi anacak ve kutlayabilecekler.
Alevilik inancının gelişmesi ve korunması
yönünde işlev görecek antlaşmanın 9. maddesi, cemevlerinin, toplantı salonlarının ve diğer
Alevi kurumlarının oluşturulması, işletilmesi
ve mülk edinilmesi hakkını tüzel bir kişilik
olarak kabul edilen AABF’ye tanımaktadır. Bu
madde sayesinde, Alevi derneklerinin büyük
paralarla ve hiçbir fon ya da destek olmadan
satın aldıkları dernek binaları artık, Hamburg
eyaletinin gerekli maddi ve altyapı desteği
sayesinde daha kolay hale gelecektir.
Özel ve kutsal günlerin tanınması yanı sıra,
cenaze ve defin işlemlerinde de Alevi inanç
ve geleneklerine uygun düzenlemeleri yapma
konusunda Hamburg Alevileri antlaşmanın 10.
Maddesi ile özerk kılınmıştır.
Seçmeli ders değil, Alevi okulu
Antlaşmanın Hamburg Alevilerine sağladığı en önemli olanaklardan biri eğitim ve din
alanındadır. Antlaşmanın 4. ve 5. Maddesi bu
alanlara ilişkin olup, Alevilere geçerli yasalar
çerçevesinde kendi eğitim ve kültür kurumlarını kurma yetkisini tanıyor ve de okullarda
okutulan din derslerinden ayrı olarak AABF’ye
okullarda Alevilik dersi müfredatını belirleme
ve okutma imkanı sunuyor. Bu sayede Alevilerin elde etmiş olduğu hak, bir taraftan isteyen
Alevi çocuklarının, sadece Aleviliği öğrenebilme fırsatını sunarken diğer taraftan Alevilik
inancının akademik olarak gelişmesinin önünü
açıyor. Öyle ki antlaşmanın 6. Maddesi, Alevi
öğretisinin Hamburg Üniversitesi’nde devamlı
olarak temsil edilmesini belirtiyor.
Farklı inanç grubundan kişilerin kendi
inançları doğrultusunda ve ayrımcılığa maruz
kalmadan kamusal hizmetlerden, faydalanmaları baskı ve asimilasyon tehdidi altında bulunan grupların yaşadığı önemli sorunlardan
biridir. Antlaşmanın 7. maddesi bu doğrultuda
düzenlenmiş olup, AABF bu madde sayesinde istenirse hastanelerde, yurtlarda, hapishanelerde, polis eğitim merkezi gibi resmi
kurumlarda dini hizmet verebilecektir. Bunun
için AABF’nin daha önceden tespit ettiği iki
temsilci bu görevi yerine getirecektir.
Kamusal temsil
Antlaşma Aleviliğin yeterli tanıtım desteğinin sağlanması bakımından AABF’ye devlet ve özel radyo ve televizyonlarda program
yapımlarının destekleneceğini belirtiyor. Ve
çok daha önemlisi, NDR, ZDF ve DLR gibi televizyon kanallarının denetleme kurullarında
AABF’nin temsiline destek verileceği belirtiliyor. Bu hak, elbette Türkiye’den göç etmiş
bütün insanların Müslüman ve Sünni olduğu
önyargısının yaygın olduğu Almanya’da, her
şeyden önce Türkiye’de sadece Sünnilerin yaşamadığını anlatma fırsatı sunacak ve diğer
taraftan Alman toplumunda Aleviler hakkında
oluşmuş bir takım önyargıların da kalkmasında işlevsel olacaktır. (4).
Antlaşmanın diğer maddeleri uygulamaya
ve kapsama ilişkin hükümler içermekte ve bu
antlaşmayla AABF’ye bağlı Hamburg eyaletindeki Hamburg Alevi Kültür Merkezi, HAAK-BIR
Alevi Toplumu, Bergedorf Alevi Kültür Merkezi
ve Harburg Alevi Kültür Derneği antlaşmanın
sağladığı hak ve yetkileri kullanabilecektir.
Sonuç yerine
Bugün Türkiye’de Aleviliğin İslamiyet’ten
ayrı bir inanç olup olmadığı, Cemevlerinin ibadet yeri sayılıp sayılamayacağı gibi sorularla
Alevilerin talepleri oyalanırken, bu antlaşma
sıradan bir gelişme olarak görülmemeli ve
tarihi önemi teslim edilmelidir. Almanya gibi
insan hakları karinesi “temiz” olan bir ülkenin,
kendi topraklarında yaşayan farklı inanç ve
kültürden insanların varlığının korunmasında
insan hakları ve demokratik hakların yetersiz olduğunu kabul ederek “kültürel özerklik”
yolunu tercih etmesi, insan hakları alanında
zaten yetersiz olan Türkiye için de önemli bir
ders niteliğindedir.
Hak eşitliği anlayışına kurulmuş olan bu
antlaşma, özellikle dört temel kriter nedeniyle
“kültürel özerklik” olarak tanımlanmayı hak
ediyor: İlk olarak antlaşma, gerçek kişilerle
ya da dar bir kesimi temsil eden tüzel kişiyle
değil, geniş temsil gücüne ve demokratik bir
yapıya sahip olduğu kabul edilen tüzel kişiyle
yapılmıştır. Bu açıdan söz konusu olan tek tek
bireyler değil, AABF çatısı altında yer alan
kurumlar ve bu kurumların temsil ettiği geniş
toplumsal kesimdir. İkinci olarak bu antlaşma,
Hamburglu Alevilere, kendilerinin belirleyeceği kişilerce kimi kamu kurumlarında temsil
hakkı tanımaktadır. Üçüncüsü bu antlaşma,
Hamburglu Alevileri, kendileriyle ilgili konularda karar alma, bunları idare ve organize
etme hakkı tanıyarak kendi hayatlarının öznesi olarak tanımlamış ve Alevilere özyönetim
hakkı tanımıştır. Bunun anlamı ise çok açık
olarak Aleviler, kendilerini de etkileyen genel
karar, politika ve uygulamaya itiraz edip kendilerini bundan muaf tutabileceklerdir. Son
olarak, Hamburglu Aleviler kendi adlarına eğitim kurumlarını açabilecek ve bunları idare
edecektir. Bu ise çocuklarının Alevilik inanç
ve felsefesine uygun yapılandırılmış eğitim
sisteminde eğitim almasını isteyenlere olanak
sunacaktır.
Bu antlaşma ile Alevilerin elde etmiş oldukları özerkliğin sadece Hamburg ile sınırlı
olması, Almanya’nın federal idari yapısıyla
ilgili bir durumdur. Almanya, üniter bir devlet
olsaydı, böyle bir antlaşma merkezi organlarla
yapılır ve Almanya’da yaşayan tüm Aleviler
için geçerli olurdu. Federal devletlerde, eyaletlerin (federe devletlerin) anayasa ve yasalara aykırı olmamak koşuluyla özerk yetkiler
kullandığını belirtmek gerekir.
Demokratik kabul edilen bir ülkede Aleviler
peki bu antlaşma öncesi demokratik ve insan
haklarından doğan haklarını kullanamıyorlar
mıydı ki böyle bir düzenlemeye gerek duyuldu?
Yani Hamburg’da Alevilerin dernek kurmaları,
cem yapmaları, cem evi açmaları, kendileriyle
ilgili karar almaları önünde yasal engeller mi
vardı? Elbette yoktu ve Aleviler bu haklarını
rahatlıkla kullanabiliyorlardı. Ancak bu antlaşma sayesinde artık Alevilerin toplumsal varlığı
kabul edilmiş oldu ve bu sayede artık Aleviler
Sünni olarak değil, Alevi olarak temsiliyet hakkı kazandı. Mevcut demokratik düzeni yıkma
endişesini bırakalım bir yana, bu antlaşma
Hamburg’daki demokratik düzeni ve birlikte
yaşamı güçlendirecek ve Alevilerin Hamburg
toplumuna katılımını daha da artıracak tarihi
öneme sahip bir adımdır.
SBF, Doktora
1- Thomas Benedikter, Moderne Autonomiesysteme. Eine Einführung in die Territorialautonomien der Welt, Bozen, 2012.
2- Buna, önemli iki kurumun düzenlediği
konferanslar örnek verilebilir. ECMI’nın (European Centre for Minority Issues) bu yıl Kasım
ayında Belfast’ta düzenlediği konferansın ana
başlığını “non-territorial autonomy” belirledi.
Diğeri ECPR de (European Concortium for political research) önümüzdeki yıl Mart ayında
Almanyaínın Mainz kentinde düzenleyeceği
konferansın konusunu aynı biçimde “non-territorial autonomy” olarak belirledi.
3-Antlaşmanın tam metnine şu linkten
ulaşılabilir:
http://alevi.com/TR/hamburg-eyaleti-fhh-ve-almanya-alevi-birlikleri-federasyonu-aabf-arasinda-anlasma/
4- 2007 yılında NDR kanalının “Tatort”
polisiye programı için hazırlanan “Namusuma Layık Olmak” adlı kurgu film, Sünnilere
ilişkin önyargıyla Alevileri anlattığı ve “namus cinayetini” Alevilerin ahlaki bir değeri
olarak sunduğu için Alevi toplumunca yoğun
eleştirilmiş ve tepkilere yol açmıştı. Farklı
kentlerden Aleviler NDR televizyon binası
önünde gösteri yapmıştı.
http://www.cnnturk.com/2007/dunya/12/23/alman.kanali.ndrnin.filmi.alevileri.
kizdirdi/413875.0/index.html
14
Aslını inkar eden haramzadedir!
Koçgiri’den Gazi’ye
Yaşanan Alevi Katliamları
MUSTAFA KARABUDAK
A
nadolu’nun, kadim halklarından biri
olan Aleviler, kendi yaşam tarzları,
doğa ve insan sevgisiyle dolu hümanist bakışları ve kurulu mevcut düzenlerden
uzak durmalarıyla kendi dünyalarında yaşayan, bir halktır.
Yaşam tarzımızdaki müsaiplik, ikrar, yol
arkadaşlığı ve inançları doğrultusunda ki cemlerde, hem kendi inançlarını yayıp, zenginleştirmişler, hem de kurdukları mahkemelerle
kendi adaletlerini sağlamışlardır. Bu bağımsız
duruşları, Selçuklu’dan günümüze sistemi hep
rahatsız etmiştir. Kendilerine benzetemediği
Alevileri katletme yoluna gitmişlerdir.
Osmanlı’da da, katliamlara, kıyımlara uğrayan Aleviler, Osmanlının çöküşüyle onarılma
sürecinden sonra yeni kurulacak devletin cumhuriyet olması ve Anadolu’da yaşayan halkların, kendi inanç, dil ve dinleriyle yaşayacağını
vaat edecek bu sisteme destek olmuş, bedel
ödemiş, kurulması için çaba göstermişlerdir.
Kurtuluş Savaşı öncesi Kürtler ve Alevilerle
bağımsızlık sonrası için “siyasal” ve “kültürel”
özerklik protokolleri imza altına alınıp güvence verilen halklara sonradan İttihat ve Terakki’nin “tek dil, tek din, tek millet” politikaları
gereği verilen sözler tutulmamıştır. Kurtuluş
Savaşı sonrasında yerine getirilmeyen vaatler
ve yok sayma politikası Koçgiri bölgesinde
Ankara’ya karşı bir isyan başlatmıştır. Tüm
verilen sözleri, yazışmaları ve protokolleri
görmezden gelen hükümet bu isyanı kanla
bastırma yoluna gitmiştir.
Cumhuriyetin ilk icraatı da Alevi katliamıyla
başlamıştır.
Koçgiri Bölgesindeki Kürt Alevilerin “bertaraf” edilmesi için, 9 Aralık 1920 de Nurettin
Paşa komutasındaki Merkez Ordusuna, Koçgiri’yi, tenkil etme (bastırma, katliam) emri
verilerek. 1915 yılında Ermenileri hunharca
katlettikten sonra “Zo” diyenleri temizledik.
Şimdi “Lo” diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim”. Diyen Nurettin Paşa’ya ve Topal
Osman’a görev verilmiştir. Topal Osman’da
1914–1915 yıllarında Karadeniz’de Pontus
Rumlarını ve Erzurum Kars yöresinde Ermenileri öldürme, tecavüz etme, yağma yapan,
bu başarılarından ötürü ödüllendirilip Muhafız
Alayı komutanı yapılan eşkıya katildir.
6 Mart 1921 başlayan isyan, bir devlet
katliamına dönüşmüştür yaklaşık olarak 500
Koçgirili öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmış,
taciz, talan, tecavüzün çetelesi ise hiç kayıtlara geçmemiştir ve yaklaşık 2.000 kişi başka
şehirlere sürgüne gönderilmiştir. 17 Haziran
1921’de kanla bastırılan Koçgiri isyanı, Devlet
içinde Dersim’i kuşatmanın deneyim ve tecrübe kazanmaktı aslında. Asıl hedef Dersimdir ve
16 yıl sonra ön hazırlığını yıllarca kurgulayıp
şartlarını olgunlaştıran devlet özenle seçtiği
komutanlarını Dersim’de görevlendirmiştir.
Mesela “Dersim Katliamında görev alan General Abdullah Alpdoğan- Nurettin Paşa’nın
torunudur.”
4 Mayıs 1937’de Bakanlar Kurulunun bir
kararı ile Dersim’i bitirmek, geride hiçbir varlık bırakmadan ele geçirmeyi amaçlayarak
harekete geçer. Seyit Rıza ve diğer altı kişi
Elazığ Buğday Meydanı’nda şafakla birlikte
idam edilirler. 1937-1938’te Dersim’e yapılan
askeri harekâtın bilânçosu Resmi belgelerde 13 bin civarında insanın öldüğü, 14 bin
civarında insanın da iskân kararlarıyla batı
illerine sürgüne gönderildiği yazılıdır ama
gerçek rakamın ise açıklanan resmi rakamın
üç- dört katıdır.
18 Nisan 1978’de Malatya katliamında devlet tarafından organize dilip sokağa salınan
faşist güruh ortalığı savaş alanına çevirir, 8
Alevi öldürülmüş, 100’den fazla kişi yaralanmış, 680 işyeri talan edilmiştir. Olaylardan
sonra 300 kadar Alevi esnaf ve 40 bin kadar
Alevi insanı, Malatya’yı terk ederek metropollere göçerler.
1– 4 Eylül 1978. Sivas katliamında aynı
senaryo konur ortaya,
devlet eliyle
örgütlenen faşist güruh, halkı da galeyana
getirip günlerce şehirde korku salıp katliam
yapmışlardır. Olayların sonucu 17 kişi öldürülmüştür. Yüzlerce yaralı ve 1000’e yakın
işyerinin tahribi, talanı ve çok sayıda evin de
yakılıp yıkılmasıyla sonuçlanır.
19–26 Aralık 1978 tarihe ’Maraş Katliamı’
diye geçen korkunç olaylarda ülkücülerin yönlendirdiği kitleler daha önceden tespit edilen
evlere saldırıya geçmiş. Saldırganlar, resmi rakamlara göre çoğu Alevi 111, gayri resmi kaynaklara göre 150 kadar kişiyi korkunç şekilde
öldürmüş, yüzlerce kişiyi ağır şekilde yaralamış, çok sayıda kadına tecavüz etmiş, yüzlerce
ev ve işyerini tahrip etmişlerdir. Maraş’ta da
katliam sonrası göç başlamıştır.
27 Mayıs -5 Temmuz 1980 Çorum katliamında ise 57 kişi hayatını kaybetmiş, 200’ün
üstünde kişi yaralanmış; 300’e yakın ev ve
işyerinin tahrip edilmiştir.
02 Temmuz 1993 Madımak Katliamında
Pir Sultan Abdal şenlikleri için Sivas’a giden
33 canımız katledilmiş olup, 51 kişi yaralanmıştır. Bu çağda bir insanlık ayıbı yaşanmıştır. Devlet kendi organize ettiği dinci gerici
güruhun şehrin ortasında katliam yapmasına
göz yummuştur.
12 Mart 1995 günü, İstanbul’un Gazi Mahallesi’ndeki İsmet Paşa Caddesi üzerinde
bulunan, çoğunlukla Alevilerin gittiği Doğu,
Dostlar ve Yavuz Kardeşler isimli kahveler ile
bir pastane devletin gayrı resmi güçlerince
taranmıştır. Doğu Kahvesi’nde bulunan Halil
Kaya adlı Alevi dedesi yaylım ateşinde hayatını kaybetmiştir. Bunun üzerine Gazi Mahallesi’nin emekçi halkı sokağa dökülüp, bütün
bu olanlara eylemlerle karşılık vermişlerdir.
Bir süre sonra, eylemler Ümraniye 1 Mayıs
Mahallesi’ne de sıçramasıyla Halkın bu tepkisine polis silahla karşılık vererek doğrudan
eylemcilerin üstüne ateş açarak, Gazi’de 17,
Ümraniye’de 5 olmak üzere toplamda 22 kişi
katlederken, yüzlerce insan yine polis kurşunlarıyla yaralanır. Ayrıca bu katliamın hemen
akabinde Hasan Ocak, 21 Mart günü polis tarafından kaçırılıp, işkencede öldürülür. Cenazesi
ise ancak yaratılan duyarlılık sonucu aylar
sonra bulunabilmiştir.
Yaşanan bunca katliamlara rağmen, Ale-
zülfikar
vi’lerin kafasındaki yüce devlet olgusu hala
kırılmamıştır. Hiçbir zaman, devleti sorgulamamış, dönem dönem ya hükümetleri suçlamışlar ya da faşist-dinci gerici grupları hedef almışlardır. Mesela, Koçgiri’de, “Atatürk
olmasaydı, Nurettin Paşa ve Topal Osman”
kökümüzü getirirdi, düşüncesi katliamın gerçek sorumlularını görmeyip, bu iki askere
yüklemişlerdir.
Dersim katliamından sonra, kendilerince
“başarılı” buldukları, katliam sonrasında, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak 3. Orduya
Orgeneral Kazım Orbay aracılığıyla takdirlerini sunmuştur. Ayrıca Orbay, Cumhurbaşkanı
Atatürk’e harekâtın başarıyla bittiğini bildiren
bir telgraf gönderdikten sonra Mustafa Kemal
Atatürk de Genelkurmay Başkanlığı’na takdir
yazısı yazmıştır; “Ordumuzun yüksek ve her
vakit olduğu gibi milletin emniyetine cidden
layık kıymet ve kudretle dolu manevrasının
çok istifadeli safhalar göstererek bittiğini bildiren telgraflarınızı aldım. Türk ordusunun
yarattığı bu yıl dönümü günlerinde kalbim
orduya karşı takdir ve şükran hisleriyle doludur…” Buna rağmen, Dersim katliamının tek
suçlusu Celal Bayar’dır.
Maraş katliamında, üç gün sonra giden
devlet ise, sağ kalanları da göçe zorlamıştır.
Günler öncesinden katliam bilgisi olan Ecevit’e
bunun hesabı sorulmamıştır.
Madımak yanarken herkes duymuş, bir tek
Erdal İnönü’nün haberi olmamıştır. Koçgiri’den
–Gazi’ye yaşanan katliamın gerçek suçluları
sorgulanmamış, hesap sorulmamış, görülen
davalar zaman aşımına uğratılmış, tespit
edilip mahkeme karşısına çıkartılan katliam
sanıkları da çok komik cezalarla adeta onurlandırılmışlardır.
Alevi katliamı devlet politikasıdır, önce
katledip, sindirmek- yaşadığı topraklarda can
güvenliği olmayan Alevileri metropollere göçe
zorlamak, burada hem ekonomik yönden zayıflatmak, köklerinden kopartılıp gelen Alevileri
de kolayca asimile etmektir.
Önce biz Aleviler kendi korkularımızla yüzleşmeli, kendi gerçekliğimizi sorgulamalıyız.
Eğer doğruları tam tespit edip dostumuzu,
düşmanımızı belirlersek süreci de daha iyi
okur, yapılan yanlışları da doğru tespit etmiş
oluruz.
15
16
Aslını inkar eden haramzadedir!
Ana’sız, Kadınsız Bırakılmış Alevilik;
Hakikatsiz Kalmış Aleviliktir
ASİL BENLER
D
oğal toplumun komünal, eşitlikçi
özellikleri derinliğine incelendiğinde,
bu özellikleri açığa çıkaran, yaratan
ve koruyan çok güçlü bir Ana kültü olduğu
görülecektir. Toplumsallığın ruhu Ana eksenli
bir harç ile örülmüş ve söz konusu ruh eşitlikçi, sömürüsüz, komünal bir toplumsal düzen
inşa etmiştir. Bu hakikat; devletçi uygarlığın
kalemini yalayan ‘sosyologların’ dışında kalmayı başarmış düşünürlerin hemfikir olduğu
bir konudur. Bu çözümlemeleri güçlendiren
birçok olgu olmasına rağmen asıl belirleyenleri, gerek arkeolojik araştırmalardan (birçok
mekanda Ana Tanrıça heykeli ortaya çıkmıştır)
ortaya çıkan gerçeklikler, gerekse de dönemin
mitolojik anlatımlarından (Enki-İnanna, Kibele
mitosu vb) çıkarılan sonuçlardır denilebilir.
Doğal toplum sürecini devamında erkek
aklının(analitik) çeşitli kurnazlıkları ve tuzakları ile iç içe gelişen; kadının düşürülmesi,
artı-ürün gaspı, erkeğe(rahip-şef-bilge ya da
kral uzlaşısı) dayalı hiyerarşinin ortaya çıkışı
ve kent-sınıf-devlet üçlüsünün köleci yapısal
oluşumları izlemektedir. Bu dönem doğal
topluma, yani komünal-ahlaki, politik-eşitlikçi
değerleri itibariyle demokratik uygarlığın kök
hücresi sürecine karşı bir ur gibi türeyen, devletçi uygarlığın doğuş zamanına denk gelmektedir. Yüzyılları alan bir süreçtir ve dolayısıyla
toplumsallıktan kopuş kolay olmamıştır. Eşitlikçi toplum normlarında direten kabilelerin,
klanların vb toplumsallıkların, köleleşmeye
karşı direnişi amansızca sürmüştür. Ana Tanrıçalar da, iktidarını erk-ini dayatan Tanrı’larla
mücadele etmektedir. Dönemin mitolojilerine yansıyan gerçeklik budur.( Enki ve İnanna
arasında geçen 104 ME mitosu öğreticidir).
Devletçi uygarlık kendi temelini oluşturmak, iktidarını yaratmak ve sürekli kılmak
için toplumsallığa darbe vurması gerektiğini kavramıştır. Ortakçı, sömürüsüz, eşitlikçi toplumda iktidarını hakim kılmak imkan
dahilinde değildir. Bu nedenle bireyciliği beyinlere nakış etmek (gerek zorla, gerekse de
rahiplerin kehanetleri ile) zorundadır. Yoksa
toplum bireyciliği, artı-ürün biriktirmeyi, ik-
tidarı kabul etmemektedir. Bu nedenle var
olan toplumsallığın ruhu olan kadına-Ana’ya
ilk elden yönelmiştir. Kadın eksenli toplumsallığı bitirmek için önce kadına saldırıp düşürmektedir. Kapitalist Modernitenin türlü
versiyonlarının savaşlar öncesi kullandığı
“Önce kadınları vurun” sloganı belki de dönemin erk zihniyetini açıklayabilecek en iyi
kelimelerdendir.
“Alevililer Demokratik Uygarlık
Değerlerini, Tüm Bozulmalara
Rağmen Koruyabilen Toplumlardandır
“
Bu kadar kısa anlatımlarla açıklanamayacak olsa da, yüzeysel olarak değindiğimiz
(konumuz itibariyle) bu dönemden, günümüze
kadar devletçi uygarlık kendi zihniyetini gerek
zor kullanarak, gerekse de ideolojik olarak
dayatsa da, demokratik uygarlık değerleri zayıflamasına ve aşınmasına rağmen bugüne
kadar kendini yaşatabilecek alanları bazen yaşamına müdahale sonucu geliştirdiği savunma
temelli isyan ve direnişlerle, bazen ise içine
kapanarak korumuştur. Esas konumuza giriş
yapacak olursak Aleviler de bu korunmayı bir
nevi sağlayabilen toplumlardandır. Devletçi
uygarlığın iktidarlaşma saldırılarına karşı,
kendi toplumsal yaşamında ısrar eden Alevilerin çok sayıda direnişi söz konusudur. Ayrıca
yüksek dağ başlarına yerleşerek gerçekleştirilen kültürel, siyasal ve yaşamsal direnme,
tarihsel sürecin gerçekliğidir. Dolayısıyla Alevilik devletçi uygarlığa karşı, demokratik uygarlığın (devletsiz, ahlaki-politik yanıyla) tüm
zayıflamaların ve erimelerin yanında, yaşayan
önemli bir toplumsal değeridir. (Bknz: Mazdekiler, Hürremiler, Karmatiler, Bedrettiniler,
Baba İshak direnişi, Alamut-İsmailler ve biraz
daha güncel olarak 1937-1938’den önce ki
Dersim’in 108 vahşi saldırıya karşı direnen
ve özerk kalabilen yapısı vb..)
“Ana’sız, kadınsız bırakılmış Alevilik;
Hakikatsiz kalmış Aleviliktir.”
Başköylü Pir Hasan Efendi “Hakikat Ana
yoludur, Yolun sahibi Ana’dır” der ve yolun
sahiplerini maddi temele indirgeyip “Güruh-u
Naciye yolu ve onun anlam itibariyle reenkarnasyonu (ruh göçü) diyebileceğimiz Ana
Fatıma’dır” vurgusunu yapar. Alevilerin felsefesinde güçlü bir Ana kültü olduğunu dile
getirir. Öyle ki biz Aleviler ibadetlerimiz olan
Cem’lerde “burada kimlik, hiyerarşi, cinsiyet,
sınıf ayrımı yoktur” der ve Cem’deki herkesi “Can” biliriz. Bu durumu Hace(Hacı değil)
Bektaş Veli “Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin
dilinde..” diyerek açıklar. Yol önderlerimizin
bu vurguları Alevi inancının özündeki doğal
toplum değerlerinin yaşatıldığını görebilmek
açısından önemlidir. Buna göre Ana’sız, kadınsız bırakılmış Alevilik; Hakikatsiz kalmış
Aleviliktir.
Tüm bu tarihsel süreç içerisinde Alevilerde
kadın vurgusu ve konumunun güçlü olması,
bugünde aynı özelliklerin yaşatıldığı anlamına
gelmiyor. Bu durumun mağduru olan Alevi
kadınları elbette ki tartışmayı ve mücadeleyi sürdürmekte, sorunu tarihsel, sosyal, ekonomik ve siyasi yanlarıyla ele almaktadırlar.
Güncel sorunsallığın içerisinde “Alevilerde her
şey güllük-gülistanlıktır, kadın-erkek eşittir”
diyebilmek bir hayli zorlaşmıştır. Görece farklı
toplumlara göre “iyi durumdan” söz edilse
de, Aleviliğinde ciddi bir bozulmaya maruz
kaldığı açıktır. Bu durumu Ankara’da gerçekleştirilen “Alevi Kadın Konferansı” sonucunda
Alevi kadınlarının dile getirdiği “Aleviler de
kadın-erkek eşitliği konusunda kendileriyle
yüzleşmeli” sözleri açıklamaktadır. Ayrıca
belirtilmesi gereken farklı bir noktada, bu
bozulmaya dışarından gelen saldırıların ve
eklemlenmelerinde büyük bir etken olduğu
hususudur.
Pir Anadır hak meydanın baş tacı
İbrikçi, meydancı, süpürgeci bacı
Gözcü, kapıcı, meydan Güruh-u Naci
Naciye’den SIR geldim nurdayım erenler.
/ Pir Nizar Daylemî
“Daka Post/Dayîka Post-Post Anası”
Alevilikte ki bozulma ve aşınmaya örnek
17
zülfikar
teşkil edecek önemli bir konu şudur: Pir Ali Bali
yörelerinde(Malatya) yapılan Cem yönetimlerinde Pir, Mürşid ve Rehberin yanında “Daka
Post/Dayîka Post-Post Anası”nın da divanda
bulunduğunu ve Post Anasından destur alınıp, Cem ibadetine başlanıldığını dile getirir.
Dersim ve Koçgiri bölgesinde tanınan-bilinen
“Hüsniye Ana” bu Ana’lardan biridir. Yine değerli araştırmacı Haşim Kutlu’nun Pir Mahmut
Yıldız’dan aktardığı “Pülümürden Baba Mansur’lu Ana Emiş (Emoş) Seyyide, Kureşan’lı
Seyyide Ana İsme, Kureşan’lı Kereze Ana ve
Sinemilli ocağından Pulyanlı Elif Ana” gibi bilinen pek çok isim vardır. Bu gerçeklikler ve
örnekler, Cem’lerimizde ve Alevi yaşamında
kadının önemli konumunu göstermek açısından değerlidir.
Bozulma dediğimiz olay tamda bu aktarımlardan sonra başlıyor. Bugün pek görgü
şahidini bulamadığımız, adeta kaybolan-unutulmuş ve güzel bir “efsaneymiş” gibi anılan
“Post Ana’sı” gerçeği önümüzde durmaktadır.
Çünkü artık Ana’lar Post’tan indirilmiş ve artık Cemler divanda “Bilge Ana-lar” olmadan
yapılmaktadır. Bu açık ki hakikat olan “Ana
yolundan” çıkmaktır.
Eğer Alevilik özüyle yaşanmak isteniyorsa,
inancımıza eklemlenen asimilasyonik özelliklere karşı ciddi bir temizlenme mücadelesi
geliştirilmelidir. Genel olarak toplumsallığa
karşı, tarihsel süreç içerisinde (doğal toplumdan insanlığın sapması ve devletçi uygarlığın
doğuşundan günümüze-yaklaşık 5000 yıllık
sürece tekabül etmekte) gelişen bozulmuşluk;
vurgulandığı gibi ilk “kadının düşürülmesiyle”
başlamışsa, Aleviliğin yaşadığı tahribatları da
bu eksende görüp, inancımızın öz değerlerini
yakalamak ve dolayısıyla ilk önce “Ana kültünü” tekrar canlandırmak gerekmektedir.
Bu durum sorunlarını kendi toplumsal inanç
sistemiyle gideren(ahlaki politik toplum),
eşitlikçi, ekolojik (Alevilikte Tanrı-Kainat(Evren)-İnsan cümle varlık Bir’dir ve Hakk’tır) ve
kadın özgürlükçü değerler taşıyan Aleviliği,
tekrardan temel özellikleri ile buluşturabilir,
öze dönüşünü Ana’ya dönüşle başlatabilir.
“Amargi - Anaya Dönüş ve Özgürlük”
Doğal toplumun komünal yanına vurgu
yapmak adına söylenen ve Sümer dilinde
“Ana’ya dönüş ve özgürlük” anlamlarını taşıyan “Amargi” sözcüğü bu gerçeği oldukça
güzel açıklamaktadır. Biz Aleviler için öze
dönüş yani “Aleviliğe” dönüş, Amargi (Anaya
dönüş-özgürlük) kelimesinde saklıdır diyesi
geliyor insanın. Amargi kelime anlamı itibariyle Pirimiz Başköylü Hasan Efendi’nin ifade
ettiği “Hakikat Ana yoludur” cümle anlamına
tekabül etmektedir. Bu anlamda Aleviliğe dönüş “Amargi”yle başlamalı ve yönümüzü Hakikat yolu olan Ana yoluna tekrar çevirmeliyiz.
Bu eksende bir çaba söz konusudur. İzmir’de Demokratik Alevi Derneği’nin gerçekleştirdiği Xızır Cem’inde Ana’lar divana/posta
oturmuştur. Cem yönetimine katılmışlardır.
İbadete katılanlar Ana’lara niyaz ederek Cem’e
dahil olmuşlardır. Ayrıca Cem’de kadın zakir
bulunmuş ve hizmetiyle, deyişleriyle Cem’e
aktif katılmıştır. “Ana’ya dönüş, Aleviliğe dönüş” bağlamında oldukça anlamlı bir başlangıçtır. Devamını getirip, yaygınlaştırmak tüm
Alevilerin sorumluluğundadır...
18
Aslını inkar eden haramzadedir!
Alevi Vicdanının
Siyasi Rengi Nedir ?
HALIL DALKILIÇ
Y
aşanan gelişmeler, Haziran ayı başlarında yapılacak genel seçimlerin Türkiye’nin geleceğine önemli etkilerde
bulunacağını gösteriyor. 90 yıllık Cumhuriyet,
yeni bir sürece evrilmek üzeredir. Ancak yeni
rejimin niteliğini, şüphesiz örgütlü toplumsal
güçlerin ve siyasi aktörlerin müdahalelerinin
etkisi belirleyecektir...
Recep Tayyip Erdoğan’ın sultanlık ihtirasları üzerinden yürüyen “ Başkanlık Sistemi ”
tartışmaları, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)
iktidarının, tüm toplumsal renkliliği Sünni-İslamcı ve Türkçü zihniyetle tektipleştirme ve
monotonlaştırma gayretleri, her türlü hak talebinin devletin zor aygıtlarıyla bastırılması
ve bu yönlü yasasalarla toplumun
nefes alamaz hale getirilmesi, gidişatın hiç de iyi yönde olmadığını
gösteriyor.
AKP, Alevi inanç kimliğini reddeden tutumunu da sürdürmektedir. Alevilerin eşit yurttaşlık
talebi reddedilmekte, cemevleri ibadethane
olarak kabul edilmemekte ve tekçi zihniyetle
sosyal yaşamın her alanı Sünni İslam’ın egemenlikçi eril kodlarına göre şekillendirilerek,
Aleviler katmerleştirilmiş asimilasyonist bir
siyasal ve sosyal baskıyla yüzyüze bırakılmaktadırlar.
Türkiye ve Ortadoğu halklarının, popülist
Türkçü-İslamcı zihniyetli AKP iktidarından
kurtulması gerektiği açıktır. Bunun için de
Türkiye’de inanç anlamında dışlanan Alevi,
Hıristiyan ve Êzîdî topluluklar ile etnik olarak
Kürtler, Çerkesler, Lazlar ve dışlanan diğer
Haziran 2015 seçimi;
toplum karşıtı klasik devletçi, iktidarcı, tekçi Türkçü-İslamcı siyasetle, her
toplumsal farklılığın kendisini özgürce ifade edebileceği, laik, emekten yana,
eşitlikçi, ekolojik toplumcu
siyaset tercihleri arasında
geçecek bir seçim olacaktır.
Otoriter bir sultanlık rejiminin
ayak seslerinin yükseldiği bu süreçte
her etnik ve inançtan Türkiye halklarının, örgütlü demokrasi güçlerinin
demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü ve
laik bir rejim için dayanışması ve
ortak hareket etmesi bir zorunluluk
olarak kendisini dayatıyor. Haziran
2015 seçimleri bu açıdan oldukça
önemli.
Zira AKP, tek başına yeni bir anayasa yapacak çoğunluğu elde edecek
olursa, şimdiden taşları döşenen
despotik otoriter rejimin şekillenişi kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan
seçimler, AKP’nin despotizmi meşrulaştırma saldırılarına karşı bir “dur” demek
için önemli bir fırsattır. Kürt, Türk, Çerkes,
Ermeni, Alevi, Sünni ve her kimlikten diğer
tüm halklar eşit, özgür, adil, laik ve demokratik
bir geleceğin kapılarını aralamak amacıyla,
Haziran 2015 seçimleri için güçlerini birleştirme göreviyle karşı karşıyadırlar...
Tekçi zihniyeti nedeniyle Türkiye’de sosyal yaşamın her alanını iktidarcı Sünni İslam
anlayışına göre şekillendiren, farklılıkları yok
sayan, hak talebinde bulunanlara ise her türden şiddet ve baskıyı reva gören AKP iktidarı, ayrıca “ Yeni Osmancılık ” fantazisiyle
yürüttüğü iktidarcı, tekçi, mezhepçi, eril cinsiyetçi, ırkçı ve totaliter politikalarıyla sadece
Türkiye’de değil, bugün Ortadoğu genelinde
yaşanan bölgesel boğazlaşmanın da en önde
gelen gerici aktörlerinden biridir.
rin temsilcisi gibi bir algı üzerinden sunmaya
çalışan ancak, son seçimlerdeki aday profilleri, Türkiye’nin acil sorunları karşısındaki aciz
tavırsız duruşu ve tamamen milliyetçi sağcı
politikaya çakılıp kalmış olan Cumhuriyet Halk
Partisi’nin (CHP), artık halklar lehine gereken
demokratik çıkışı yapamayacağı ve aşılmış
bir siyasetin temsilcisi olduğu da demokrasi
güçlerinin farkında olduğu bir durumdur. Bu
duruşu ve siyasetiyle CHP artık Aleviler için
bir seçenek olmaktan çıkmıştır. Ne siyaset
anlayışı, ne de toplumsal bakışı ve duruşu Aleviliğin eşitlikçi ve her toplumsallığa eşit bakan
felsefesiyle uyumludur. 90 yıllık pratiğinde
Alevilere neler çektirdiği de zaten bilinen bir
gerçektir...
tüm toplulukların, güçlerini Haziran 2015
seçimleri için bir demokrasi cephesinde buluşturmaları elzemdir. Özellikle inançları
yasaklanan, kendi öz toplumsal değerleriyle
yaşamaları baskı ve katliamlarla engellenen,
yaşadıkları topraklarda göçertilen ve hep asimilasyon politikalarına maruz bırakılan Alevi
toplulukların tercihlerini böylesi bir demokrasi
cephesinde buluşturması, demokratik laik bir
gelecek için önemli bir adım olacaktır.
Demokratik bir Türkiye’nin klasik devletçi
partilerin siyasetleriyle gerçekleşmeyeceği de
artık herkesin farkında olduğu bir gerçekliktir. Zira önemli oranda bir seçmen kitlesinin
AKP’ye karşı güçlü bir alternatif göremedikleri için oylarını emaneten AKP’ye verdikleri
herkesin fark edebildiği bir durum. Bu güne
kadar kendisini sol, demokrat ve laik kesimle-
Türkiye’deki genel siyasi
tabloya bakıldığında; Halkların Demokrasi Partisi
(HDP), çürümüş 90 yıllık
tekçi rejime karşı, siyaseti
toplumsal alanda, toplumsal iradenin ortaya çıkarılması üzerinden geliştiren ve
halkların sahip olduğu her
tür renkliliğin, farklılığın tartışmasız özgürlüğünü savunan duruşuyla tek demokratik alternatif seçenek olduğunu ortaya koymaktadır...
HDP’yi demokratik tek seçenek haline
getiren güç; Kürt Özgürlük Hareketi’nin kadın esaslı olarak yürüttüğü ve tüm Ortadoğu
halklarını etkileyen toplumsal eşitlikçi, halkçı
ve özgürlükçü pratiği, Kobanê ve Şengal’de
IŞİD gibi barbar bir organizasyona karşı tüm
insanlığa umut veren Kürt kadınının destansı
direnişi, emekçilerin hak gaspına karşı yükselen sesi, Alevilerin asimilasyona karşı duruşu,
köylülerin HES’lere karşı doğayı korumaya
yönelik direnişleri ve Gezi’de başlayıp Türkiye
genelinde yayılan toplumsal direnişin çığlığıdır. Ve bu güç, bugün Aleviler ve demokratik
bir Türkiye isteyen herkes için büyük bir umut
haline gelmiş durumdadır...
19
zülfikar
HDP; Türkiye halklarının demokratik, laik,
eşitlikçi ve özgürlükçü birikimidir. HDP’nin
seçim ve seçme olayına yaklaşımdaki farklılığı da, onun tek alternatif seçenek olduğunu
göstermektedir. Zira HDP programı, kimseyi
yönetme üzerine değil, herkesin iradesini bizzat yönetme işine dahil etme üzerine şekillenmiştir. HDP’nin iktidarcılığa ve merkeziciliğe
karşıt olan toplumcu mantığı, tüm kimlikleri
ve farklılıklarıyla tüm toplulukları bizzat kendi
kendisini yönetmeye davet etmektedir. Yani
HDP halkı dokunamayacağı sözde bir “temsilci” için değil, bizzat kendisi için oy vermeye
çağırmaktadır. HDP, devleti tüm kimliklere
eşit mesafede tutarak, gerek inanç gerekse
de etnik kimliğinden dolayı kimsenin mağdur
edilmeyeceği bir demokratik sistemi hedeflemektedir.
Bu açıdan, Alevilerin laik ve demokratik bir
yaşam için Haziran 2015 seçimlerinde birlikte
olacakları siyaset de demokratik, laik, kadın
özgürlükçü, emekten yana ve ekolojist HDP
siyaseti olacaktır. Alevilerin güçlerini HDP’de
birleştirmelerini hem Türkiye ve Ortadoğu’da
yaşanan siyasal süreç hem de kendi inanç
felsefelerinin toplumsal eşitlikçi değerleri
dayatmaktadır...
Alevilik bir doğal toplum inancıdır. Tüm
canlılar arasındaki ilişkiyi karşılıklı rızalığa
dayandırır. Komünal, dayanışmacı, paylaşımcı, demokratik toplumsal ilişkiyi esas alır. Bu
yüzden Aleviler eşitlikçi, adil ve özgürlükçü
seçenek olan HDP’yi destekleyeceklerdir. Alevilikte inanç ve etnik fark gözetmeksizin tüm
halklar eşit görüldüğünden her etnisiteden
Aleviler, Kürtler başta olmak üzere Türkiye’de
etnik ve inançsal hakları gaspedilen tüm mazlum halkların hak mücadelelerinin yanında yer
almak için HDP’de buluşacaklardır...
Aleviler, inançlarının sınıf, cinsiyet ve statüye bakmadan toplumsal kesimleri birbirine
karşı sorumlu ve eşit gören anlayışı sebebiyle,
kadını yücelten ve kadının toplumsal yaşamın
her alanında kendi iradesiyle varolmasını esas
alan HDP’yi birlik ve buluşma platformu haline
getireceklerdir. HDP’nin ekolojinin korunmasına dayalı programı da, Aleviliğin doğadaki
tüm canlıları; insanı, hayvanı, bitkiyi kutsal
gören felsefesinin birebir karşılığıdır.
Kısacası;Aleviler, Türkiye’nin yeni bir siyasi sürece girdiğinin farkında olarak, Haziran
2015 seçimlerinde bugüne kadar sergiledikleri
siyasal tercihlerini yeniden gözden geçireceklerdir. Bunun işaretleri belirgin olarak görülmeye başlamıştır. Aleviler, kendilerini yalnızca
katliam, baskı ve asimilasyon politikalarının
kurbanı haline getiren klasik düzen partileriyle olan tüm köprüleri yıkıp, eşitlikçi, laik ve
demokratik bir rejim için HDP’nin alternatif
toplumcu siyasetine güç katacaklardır...
Semah Ve Xızır Kültünün
Antik Dönemde Ki
Kökenleri
HÜSEYİN OZAN
G
ünümüze taşınan, hala yaşamakta
olan inanç sistemlerini incelerken;
her birinin uzun bir tarihsel sürecin ürünü olduğu, birçok kültürel katmandan
oluştuğu, farklı kültürel bölgelerin sürekli etkileşim halinde olduğu, çoğu mitsel ve dinsel
motifin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler
bağlamında tekrar tekrar içerik değişikliğine uğratıldığı gerçeğini aklımızda tutmamız
gerekir.
Erken dönemlerde ortaya çıkan çoğu mitsel - dinsel motif artık tanınmaz haldedir. Bu
anlamda, çoğu zaman incelemeye konu olan
bir motifin izi geriye doğru kesin kanıtlarla sürülememektedir. Yazılı tarih öncesi arkeolojik
buluntular mevcut olmakla beraber, (özellikle
Paleolitik dönemde mağara duvarlarına işlenen resimler, Paleolitik dönem göç yollarında
ki istasyonlar, ölü gömme biçimleri vs. gibi)
otoritelerin yorumlarıyla yetinmekten başka
yapacak bir şey yoktur.
Neolitik kültürle beraber kentlere evrilen
bir süreç yaşanmış, bu yeni durum ise bir dizi
gelişmeyi tetiklemiş, uygarlığın en önemli yaratılarından yazıya, yazılı kayıtlara yol açmıştır. Neolitik kültürün Aşağı Mezopotamya’ya
taşmasıyla ortaya çıkan Sumer kentleri arkeolojinin tesbit ettiği ilk kentler olduğu gibi,
bize ilk yazılı kayıtları sunan merkezlerdir. Bu
yazıların çözümlenmesiyle çok değerli kaynaklara ulaşılmış, günümüze ulaşan pek çok
mitsel – dinsel motifin arkaik kaynağı tesbit
edilmiş, tarihsel sürekliliğin bilince çıkarılması
mümkün hale gelmiştir.
Bu kayıtlar sadece birçok mitsel–dinsel
motifi aydınlatmakla kalmamış, bölgede ki
siyasal gelişmeleri ve paralelinde mitsel–dinsel akılda ki değişimleri izleyebilmemizi de
mümkün kılmıştır. Sumer kentlerine yaptığımız bu vurgu diğer uygarlık merkezlerini,
düşünsel ve teknik yaratılara katkılarını yadsımak anlamına gelmemekle beraber; Sumer
kentlerinin diğer birçok uygarlığa zemin teşkil
ettiğini, düşünsel ve teknik modeller, yaratılar
sunduğunu da teslim etmek zorundayız.
Unutulmaması, konumuzun sınırlarını zorlama ve tekrara düşme pahasına da olsa her
defasında vurgulanması gereken bazı noktalar
ise;
Bu kentlerin binlerce yılı kapsayan (M.Ö
8000-5500) Neolitik köy birikimi üzerine inşa
edildiği, kentlerin erken dönemlerinde yaşamın hala Ana–Kadın etrafında gerçekleşen bir
toplumsallık olduğu, içte gelişen sınıflaşma
ve erkeğin esas olduğu savaşçı erkek bir tanrı
imgesine inanan göçebe/çoban toplulukların
istilasıyla siyasal, düşünsel ve toplumsal boyutlarda dişil-komünal toplumsallığın aleyhine
radikal değişimler yaşandığı gerçekleridir.
Raa Haqi–Alevi toplumsallığı merkezi uygarlık alanları dışında varlığını sürdürebilmiştir. Tarihsel gelişim sürecinde gerek kendi
içinde, gerekse etkileşimlerle evrilmiş, günümüzde ki formasyona kavuşmuştur. Var’dan
Doğuşa dayanan Kozmogoni anlayışı, Ana’nın
(Ana Naciye/Fatıma) Mürşid-i Kâmilullah bilinmesi, Döngüsel Yaşam ve Zaman algısı, Rızaya dayanan toplumsallık gibi olgular erken
Neolitik kültür kaynaklı algılardır.
Eril/sınıflı düşünsel toplumsal formasyonların hakim kılındığı merkezi uygarlık alanlarında eski mitsel motiflerinde ters yüz edildiği
(Enuma Eliş Destanı örneğinde olduğu gibi)
unutulmamalıdır. Bu anlamda, Raa Haqi–Alevilik ve benzeri arkaik miraslarla, merkezi uygarlık alanlarında ortaya çıkıp hala yaşamakta
olan inançlarda ortak olan motifler değerlendirilirken söz konusu arkaik mirasların algısı
esas alınmalıdır düşüncesindeyim.
Şöyle bir karşılaştırma yararlı olabilir;
bilindiği gibi Şamanizm göçebe, avcı ve çoban toplulukların düşün biçimi olup tarım
toplumlarında binlerce yıl önce aşılmasına
rağmen, Asya bozkırlarının göçebe halklarında, Eskimolarda hala yaşayan bir kültürdür.
20
Antik kültürlerle etkileşip birçok mitsel–dinsel
motif almasına rağmen, söz konusu halkların yaşam biçimine bağlı olarak bu günlere
taşınabilmiştir.
Mezopotamya’yı söz konusu ettiğimizde ise
merkezi uygarlık alanlarında gelişen, eril bir
toplumsal formasyonu amaçlayan ortodoks
mitoloji karşısında, Ana odaklı aklın kendini
bu alanların ancak çevresinde yaşatabildiği
sonucuna varabiliriz. Buradan hareketle bu
arkaik mirasın Raa Haqi ve yaşam alanları her
geçen gün daraltılan diğer arkaik kültürlerce
temsil edildiğini yineleyebiliriz.
Semahın Antik Dönemlerde ki Kökeni
Ya da Zemini Üzerine
Ritüeller, arkaik ve geleneksel her topluluğun yaşamında önemli bir yer tutar. Ritüel
ve onu gerekçelendiren, açıklayan mitos bütünüklü bir algı olup toplumsal yaşamda belli
amaçlara hizmet ederler. Erken dönemlerden beri bilebildiğimiz hemen her arkaik ve
geleneksel toplulukta, kaynağını söz konusu
topluluğun anlam dünyasından alan ritüel
danslar gerçekleştirilmiştir.
Konumuz olan Semah ritüelinin kökeni Kırklar Cemi mitosuyla açıklanmıştır. Muhammed
meclise dahil olmuş, bir üzüm tanesi kırka
bölünmüş ya da şerbet edilerek içilmiş, coşa
gelen Kırklar hep beraber Semah yürümüşlerdir. Kökeni böylece açıklanan Semah, bundan
sonra temel ritüellerden biri olmuştur şeklinde açıklanır. Bu anlatıda da, Raa Haqi–Alevi
açıklamalarının belki de tamamında olduğu
gibi Batıni bir içerik gizlidir. Birinci derecede
süreklilik arz eden takibat ve tehdit, ikinci
derece de ise inanç boyutuyla yaşanılması,
öğrenilmesi, bir öğrenim sürecinin zorunlu
görülmesi nedeni böyle bir sonuca yol açmış
olmalıdır.
Semah ritüelinin kaynağını da Raa Haqi–
Alevi Kozmogonisinde aramamız gerekir. Söz
konusu edilen öğreti, uzun bir tarihsel süreç
içerisinde bütünlüklü bir algı ve formülasyona ulaşmıştır. Erken dönem neolitik kültürle başlayan sürece, insanın doğayla üretim
temelinde girdiği yeni ilişkilenme biçimine
bağlı olarak edindiği deneyim, gözlem ve bağlı
olarak bilgi birikimine dikkat çekmiştik. Vurgulamak gerekir ki, Semah bir tarım toplumu
ritüeli olarak belirmiştir.
Raa Haqi–Alevi kozmogonisi, “döngüsel yaşam ve zaman” algısını içerir. Bu algı, tarım
topluluklarının belirdiği alanlarda binlerce yıl
mitsel–dinsel sistemlerin temel karakteristiklerinden olmuş, M.Ö. 1200–550 aralığına
önerilen Zerdüşti çıkışa kadar tüm uygarlık
alanlarında (dolayısıyla etki alanlarında da)
kesintisiz biçimde devam etmiştir. Doğrusal
Aslını inkar eden haramzadedir!
zaman anlayışı Zerdüşti çıkışla beraber ortaya
çıkmış, öte yandan İbranilerin, kendi kabile
mitosları ve merkezi uygarlık alanlarında ortaya çıkan mitsel birikimi sentezleyip kendi
halklarının kurtuluş tarihi biçiminde yorumlamalarıyla mümkün olabilmiştir. Burada özenle
vurgulayalım ki; döngüsel yaşam ve zaman
anlayışı hala tüm doğu uygarlıklarında (Hint,
Çin, Japon) geçerli olan algıdır.
Döngüsel yaşam ve zaman anlayışı doğanın/evrenin yapısında görülen sabit ritimlerin;
güneşin günlük hareketi, ayın dolunay ve koğuşum halleri, gece ve gündüzün sürekliliği,
mevsim ve yılların biri birini takibi, yaşam,
ölüm, tekrar yaşam ve ölüm döngüsü, bitkilerin yeşerip tohum vererek ölmesi ve kendini
tohumla tekrarı, yine gözle gözlemlenebilen
beş göksel cismin/gezegenin güneş ve ayla
beraber kendini tekrar eden döngüsü, insan
aklına “kutsalın sırrına erilen” hakikatı olarak yansımıştır. Unutmayalım ki, söz konusu
edilen tarih aralığında “aşkın kutsallık anlayışı” henüz yoktur. Bu gün hala Raa Haqi –
Alevi öğretisinde esas olduğu gibi “kutsallık
içkindir”, bu anlamıyla nesnel alemin kendisi
kutsalın dışında olmayıp, onda işleyen süreçler kutsalın kendi hakikatı, hikmetidir. Sırrına
erilen ve süreklilik arz eden “sabit ritimlere”
yüklenen anlam budur.
Erken neolitik kaynaklı olduğunu vurguladığımız Raa Haqi–Alevi süreği, bu zemin üzerinden gelişimini sürdürmüş, yani Kemalini
geliştirmiştir. Kozmogoni anlayışında bugün
ulaşılan algı, kainatın tüm bilgisini ve ona
dönüşecek potansiyeli içeren “Var”ın, “Hu”
(O, Kendisi, Xu, Xo, Hu, Xwe) olanın Çar Anasır halinde kendisinden doğuşu gerçekleştirip sonsuz bir döngüye girmesi; yani sonsuz
“Semah” halinde olması biçimindedir. Varlık,
on sekiz bin alem olarak ifade edilen sonsuz
alemde bir çark/semah ile sürekli “Doğuş”
halindedir. Varlığın her bir formda ki belirişi/
doğuşu bir “Cem” hali, çözülüp farklı alemlerde evrilmesi ise alemler arasında ki Semah
halidir. Yani Cem ve Semah bir “Doğuşlar”
döngüsüdür diyebiliriz. Bu döngü Hakk’kın
kendini bildiği makam olan insan gerçeğine
ulaşır. Pirin (Başköylü) dilinden aktarırsak;
“Hakk doğuşla ispat olur”
O halde Semah; “Var”ın, zahiri ve batınıyla “Hakk” olanın, mikrodan makroya sonsuz
döngüsünün, sonsuz alemlerde ki doğuş halinin sırrına erilmesi/bilinmesi ve bu hakikatın
Ritüel ifadesidir” sonucuna varabiliriz.
Xızır Kültünün Antik Dönemlerde ki
Kökeni Üzerine
Xızır kültünü tartışırken konuyu iki farklı boyutuyla değerlendirmemiz gerekir. İlki,
Xızır kültüyle ilişkili olabileceği düşünülen
antik dönem kayıtları ve Tevrat geleneğinde
ki yansısıdır. Diğer boyutu ise Xızır’ın inanç
gurubumuzun anlam dünyasında ki yeri olmalıdır.
Bilindiği gibi Xızır kültü oldukça geniş bir
alana yayılmıştır. Özellikle İslami topluluklarda bilinmek, önem atfedilmekle beraber,
kült, Alevi duygu ve anlam dünyasında daha
güçlü bir karşılık bulmaktadır. Xızır’ın, bilindiği
tüm topluluklarda ki ortak özelliği “ölümsüz”
olması ve darda kalanların imdadına yetişmesidir. Bundan başka yerellerde yüklenilen
daha farklı niteliklerde vardır. Ölümsüzlük
motifinden yola çıkarak izlemeye çalışalım...
Ölümsüzlük motifine rastlanan en eski kayıt, Sumer Tufan mitosunun işlendiği tabletdir
(Hook, 1995). Tanrılar insanlığı yok etmeye
karar vermiş fakat tanrılardan Enki insanlığı
kurtamak istemiş, Sumer “Sippar” kentinin
sofu kralı Ziusudra’ya tufandan kurtulmak için
ne yapması gerektiğini anlatmış, Ziusudra bir
gemi inşa etmiş, böylece tufan koptuğunda
kurtulmuş; “Bitkiler dünyasının ve insanlığın soyunun adını sürdüren” Ziusudra’ya “bir
tanrının ki gibi sonsuz soluk” indirilmiş, “karşı
tarafta ki ülkede, Dilmun ülkesinde” oturması
sağlanmıştır.
Ziusudra’ya ölümsüzlük verilip Dilmun ülkesine yerleştirilmesi mitosu, Akadlarda yansısını Gılgamış mitosuyla bulmuştur. Hook,
üçte ikisi tanrı, üçte biri insan olan Gılgamış
kişiliğinin de Sumerlerden alındığını belirtmektedir. Akadca yazılan metinde Gılgamış,
“diriler ülkesi” denen bir ülkeyi aramaya karar verir. Yani ölümsüzlük peşine düşer. Fakat
tanrı Enlil, tanrıların insanlara ölümsüzlüğü
bahşetmediğini, kendisine bağışlanan ün,
zenginlik ve savaşlarda başarılarla yetinmesi
gerektiğini belirtir. Akad metninde ki aktarı
böylece özetlenebilinir.
Ölümsüzlük motifi ve arayışı, Babil–Asur
metinlerinde Sümer ve Akad metinlerinin
sunduğu malzeme üzerinden tufan mitosuyla
birleştirilerek bütünlüklü bir şekilde işlenir.
Babil versiyonunda Gılgamış, dostu Enkidu’nun ölümü üzerine acı duyar, ölüm korkusu
çeker ve ölümsüzlük arayışına girer. Ölümsüzlük bahşedilen tek ölümlü, Sümerli Ziusudra’nın Babilonyalı karşıtı “Utnapiştim”dir.
Gılgamış tehlikeli bir yolculuğa çıkar, büyük
tehlikeler atlatır, zorlukları yener ve atası Utnapiştim’i bulur. Fakat Utnapiştim tanrıların
ölümsüzlüğü sadece kendileri için ayırdığını
söyler. Gılgamış hayal kırıklığı ile ayrılırken
Utnapiştim, kendisine yaşlıyı gençleştiren bir
bitkiden söz eder. Bu bitkiyi elde etmek için
denize dalması gerektiğini söyler. Gılgamış
21
zülfikar
bitkiyi bulup çıkarmayı başarır fakat dönüş
yolunda bir su birikintisinin yanında dinlenip
üstünü değiştirirken, bitkinin kokusunu alan
bir yılan bitkiyi kapıp kaçar.
Xızır kültü değerlendirilirken erken dönem
için bu aktarılara, Tevrat’da İlya ve Elişa peygamberlere, Kuran’da ise Musa peygamberin
yardımcısı olduğu belirtilen gence göndermeler yapılmaktadır. Xızır’a dair farklı bölgelerde
pek çok menkıbe anlatılmaktadır. Farklı halklarda, farklı inanç kimliklerinde benzer kutsal
kişilikler, kültler görülebilmektedir.
Xızır’ın Dersim’in Anlam Dünyasında
ki Yerine Dair
Xızır kültü, vurgulandığı üzere çok geniş
bir alana yayılmıştır. Son kısımda ki alan
daraltmamız, yerellerde ki olası farklılıkları
yeterince ifade edememe kaygısından kaynaklanmaktadır. Dahası, kendi yerelimizde dahi
konuyla ilgili hacimli bir çalışmadan bahsetmek mümkün değildir. Bireysel hafızamıza
yansıdığı kadarıyla ifade etmeye çalışacağız.
Vakıf olabildiğimiz kadarıyla yerelimizde ki
Xızır algısı diğer Alevi topluluklarıyla büyük
oranda örtüşmektedir.
Öncelikle belirtelim ki Xızır bütün Alevi
topluluklarda çok güçlü bir inanç ögesidir.
Dersim’de, adeta tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Genel kabul gördüğü üzere hep hazır
ve nazırdır. Darda kalanların yardımcısıdır,
dertlere dermandır. Bozatlı Suvaridir. Bir yoksul donunda görünür, insanların cömertliğini
sınar. Haneleri dolaşır, bolluk ve bereket getirir. Doğruluk ve cömertliğiyle ziyaretine layık
olan çok fazla haneyi onurlandırmış, temiz
kalpli pek çok insana görünmüştür. Deryaların,
dağların çetin geçitlerin piridir. Sularla çok
fazla ilişkilendirilir, adıyla anılan çok sayıda
akarsu, göl ve pınar mevcuttur. Çok sık anılır,
sevilenler ve evlatlar ona emanet edilir. Yola
çıkanlara yoldaş olması dilenir. Baharın gelişi,
dünyanın yeşile bürünmesiyle de ilişkilendirilir. Dersim’in pek çok yerinde atının ayak izleri
olduğuna inanılır. Adına Cem tutulur, niyaz
ve kurbanlar sunulur. Sır olduğuna inanılan
ulu kişilerle de özdeşleştirilip “Bir” oldukları
belirtilir.
Sonuç Yerine
Binlerce yıl evel Mezopotamya’da ortaya çıkan Ana–Tanrıça kültü tüm uygarlık
alanlarına tarım kültürüyle beraber yayıla-
bildiyse; Yunan panteonu binlerce yıl sonra
Mezopotamya merkezli uygarlıkların adeta
izdüşümü olabildiyse; bu kültün farklı halk
ve inanç guruplarında ki varlığını, paralelliklerini şaşırtıcı bulmamak gerekir.
“Bitkiler dünyasının ve insanlığın soyunun adını sürdüren” (Hooke, 1995) Ziusudra,
ölümsüzlüğe ulaşan ilk ölümlü olmaktan daha
fazlasını ifade ediyor olabilir. Bilindiği gibi
erken dönemlerde, doğanın çeşitli unsurları
doğrudan tanrı kabul edilmektedir. Örneğin
toprak, Ana–Tanrıçadır. Su, Hava, Güneş, Ay
vb. birer tanrıdırlar. Yaşamın sürebilmesi
için gereklidirler. Bu yaşamsal ögelerin bir
kaçı Xızır kültünde buluşturulmuş olabilir.
Bu kültün geniş bir alanda ki yaygınlığı, Raa
Haqi–Alevilik gibi arkaik geleneklerde semavi dinlerin kitaplarında ki göndermeleri
aşan önemi, oldukça güçlü ve Mezopotamya
merkezli bir külte işaret etmektedir. Kentleşme öncesi Verimli Hilal’de ortaya çıkan
daha eski bir yaratı olma olasılığını da göz
ardı etmemek gerekir. Kentlerin belirmesi,
yazının bulunmasıyla kayda alınan mitosların
daha erken biçimleri neolitik köy kültüründe
ortaya çıkmış olmalıdır.
22
Aslını inkar eden haramzadedir!
Aleviler HDP dedi
ŞÜKRÜ YILDIZ
A
levilerin parlamentoya kendi kimlikleri, temsilcileri ve talepleriyle girme
arzusu, HDP şahsında gerçek oluyor.
Halkların Demokratik Partisi 7 Haziran seçimlerine güçlü bir aday profiliyle giriyor. Birçok
kesim gibi Aleviler de parlamentoda temsil
imkanını yakalamış bulunuyor.
HDP, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu başkanı Turgut Öker’i, PSAKD Genel başkanı Müslüm Doğan’ı, Hubyar Sultan Alevi Kültür
Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu’nu, Maraş Katliamı tanığı, mağduru ve yazarı Aziz Tunç’u ve
Gazeteci Cilem Öz’ü, seçilebilir yerlerden aday
gösterdi. Yine onlarca Alevi kökenli siyasetçi
listelerde yer aldı.
Uzun zamandan beridir, Alevilerin talepleri de görünür bir şekilde HDP tarafından
kamuoyuna yansıtılıyordu. En son 4-5 Nisan
2015 tarihinde düzenlenen “Alevilik: Tarih,
Sorun, Tahayyül” başlıklı konferans; bileşenleri, çalışma atölyeleri ve sonuç bildirgesiyle
dönemsel Alevilerin sorunlarını derli toplu
ortaya koyduğu gibi çözümler konusunda da
şimdiye kadar ortaya konmuş tüm çözüm
önerilerinin ötesinde bir çıkışa vesile oldu.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir siyasi
parti Alevilerin sorunlarını konferans düzeyinde ele aldı. Eşbaşkanlar düzeyinde katılım
sağlanan konferansta, Alevilerin yıllardır dile
getirdiği taleplerine sahip çıkıldı. Selahattin
Demirtaş’ın ağzından bir kez daha Alevilerin
beklentileri dile geldi. Geniş bir şekilde medyada bu talepler yer aldı.
Bu durum Alevilerin kendilerine olan öz
güvenini artırdı. Alevileri varlıklarını hisseder
ve hissettirir bir pozisyona getirdi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana Alevilerin
kendisiyle buluşması sürecine katkı sunan
HDP’nin bu dönüştürücü politikası karşısında, Ekmeleddin İhsanoğlu ekseninde pervane
olanlar Alevi gerçekliği karşısında geri adım
attılar. Yıllardır arkabahçe olarak gördükleri,
önemsemedikleri, yer vermedikleri Alevileri
hızla aday yaptılar. Bunu da HDP’nin Aleviler
lehine bir kazanımı olarak notlamak gerekmektedir.
Cumhurbaşkanlığı döneminde Alevi katillerine övgüler yağdıran Ekmeleddin İhsanoğ-
lu, bugün MHP’den aday gösterildi. Aleviler
başta olmak üzere halkımız cumhurbaşkanlığı döneminde kandırıldı. CHP lideri Kemal
Kılıçdaroğlu İhsanoğlu’nun dürüstlüğüne kefil
olmuştu. Dürüst olduğu görüldü. O zaman
söyledik, bugün de tekrarlıyoruz; bu zihniyet
samimiyetten uzaktır. Çirkince bir siyasetin
örgütlenmesinin resmidir. Alevi katillerine
‘halkımızın kahraman bir evladıdır’ diyerek
övgüler dizenlere oy verdirmiştir. Düşkünlük
kapısını açmıştır.
Düşkünlük kapısından geçen bir CHP ve
onun Alevileri hiçleştiren lideri sayın Kılıçtaroğlu, Alevilerin HDP’ye desteğini görmüştür.
HDP’nin parti olarak seçime girmesi; 12 Eylül
darbesinden beslenen sistemin sonun geldiğinin resmini ortaya koymuştur. Bu durum
Kılıçdaroğlu’nu, Erdoğan kadar ürkütmüştür.
Kendi adayını çıkarmayarak ilk turda cumhurbaşkanlığı seçimlerini AKP’ye kazandıran
CHP olmuştur. İkinci tura şans tanımak istememiştir. Ekmeleddin’leşmiştir. Tercihini
sistemin devamından yana koymuştur. Erdoğan’ı besleyen bir siyasete imza atarken,
demokrasi güçlerinin tüm hasassiyetlerini
yerle bir ederek Alevileri aşağılamıştır.
CHP, bugün kendisini besleyen sistemin
çatırdadığını iliklerine kadar hissetmektedir.
HDP karşısında çıkmazını tekrar Alevi oylarını
kendisinde toplayarak aşmayı hedeflemektedir. HDP’ye kayan Alevi oylarını tekrar sistemde toplama görevini AKP işbirliğiyle
yürütmektedir. Geçmişin politikasından
medet ummaktadır. AKP merkezli
Alevilere saldırılardan besleneceğini bilmektedir. AKP’nin saldırılarının CHP’ye yaradığı
bilinmektedir. HDP’nin
zorlanması ve Alevi
oylarının devşirilmesi konusunda
CHP-AKP itifakı gözle görülür bir
h a l
almaktadır. AKP
saldırmakta, hakaretler, sanal senaryolar üreterek Alevileri hedef haline getirmek suretiyle
yeniden korku salmaya başlamıştır. CHP ise
korku sisyaseti etrafında ağlarını örmektedir.
Bilinmesi gereken bir durum vardır ki; o da
Alevilerin yıllara varan örgütlülüğü, birikimi
artık bu oyunlara gelmeyecek kadar sistemin
nasıl çalıştığını bilmektedir.
Onun için tercihlerini bu seçimlerde her
zamankinden daha net dile getirmiş, tercihini
de HDP’den yana yapmıştır.
Hak ile hakikat meydanına inmiş canların
ceminde buluşalım. Erenler, evliyalar, pirler,
dervişlerin fikrindekini zikredelim; gerçeğe
hü, mümine ya Ali…
23
zülfikar
Aysel Doğan’a en yakın kadınlarla O’nu
konuştuk...
HATİCE ÇEVİK
6
0 yaşındayım, kadınım, Kürdüm,
Aleviyim, yetmiyorsa Dêrsim’liyim.
Çocukluğum ninemin, annemin
yaşadığı, yaşamadığım katliamın
acılarıyla, ağıtlarıyla geçti. Ben 7’sinde iken
acıyı bedenimde değil ruhumda yaşayarak
büyüdüm. Dêrsim katliamının ikinci kuşağıyım. Dahası benden sonraki Kürt, Kürt Alevi,
Dêrsimli, Süryani, Êzîdî ve bir cümle ezilen
inkar edilen tüm kimliklerin ben yaşındaki
çocukları bu acıyı ruhlarında ve bedenlerinde
yaşamasınlar diye Kürt halkının demokratik
özgürlük mücadelesiyle tanıştım ve 1980’lerde zindanlarda yemin ettim. Dağlara çıktım,
moda tanımıyla ovalarda kaldım. '' * 4 kasım
2012 Elbistan E Tipi Cezaevi Aysel Doğan
Dersim Alevilik İnanç ve Kültür Akademisi
Derneği'ni kurarak ve başkanı olarak kültürüne,
ianncına ve anadiline yönelik yürüttüğü çalışmalarla Dersim halkının gönlünü kazanan, Barış
mücadelesinden vazgeçmeyen ve devletin ısrarla
cezaevinde tuttuğu Aysel Doğan'ın Kanserle mücadele ediyor. Başta ailesi, yoldaşları Doğan için
mücadele ediyor. Ameliyat için Diyarbakır'dan
Ankara'ya getirilen Aysel Doğan'ın enyakınında
ki ablası Menşure Doğan, yanında büyüyen Pınar
Mansuroğlu ve O'nun cezaevi sürecini takip eden
yoldaşı Havva Özcan ile bazen gülümseyerek
bazen hüzünle ve daha çok gözlerdeki hayranlıkla Aysel Doğan'ı, mücadelesini, isteklerini
konuştuk.. Neden sadece kadınlar derseniz, O
özgürlüğün kadınlarla geleceğine inanan ve
her defasında dile getiren biriydi. Alevi Kadın
mücadelesinde bir model olan Aysel can'ımız,
bacımız, ablamız, yoldaşımızdı. Zülfikar ailesi
olarak Aysel can'ın biran önce özgür olmasını
ve sağlığına tekrar kavuşmasını diliyoruz, Xızır
yardımcısı olsun...
Menes Xatun ve Seyid Rıza'nın yeğeni
Rayber'in torunları Aysel ve Ablası
Menşure
Ablası Menşure Aysel'le geçen zamanı sorduğumda ''O kaç cezaevi dolaştı ben de peşinde
dolaştım, kardeşim cesur bir kadındır ! '' diyerek
anlattı, özlem ve hüzün dolu yıllarını...
Ömrü boyunca başkalarını düşündü kendini hiç düşünmedi kardeşim. Çocukluğunda da öyleydi yapı olarak da böyle o kendi
arkadaşı çocukluk arkadaşı bile olsa kendine
öncelik vermez. Biz bazen aile olarak sağlığını
koru dediğimizde O bize bencil davranıyorsunuz diye eleştiriyor.. İlgiye ihtiyacı olan insanlar var diyor.. Hasta halinde de öyle normal
zamanda da öyledir. Abla olarak onun çektiği
kadar biz de onun peşindeyiz. Hesaplıyorum
yattığı cezaevlerini, çocuklarımda öyle.. Kızım
öğrenciydi 16 yaşında büyük oğlum yine öyle..
O da Aysel Doğan'ın yiğeniyse mutlaka böyle
yapmıştır. Gördün mü ? Yok yapmışsındır çekirdekten yetişmişsindir gibi varsayım üzerine
benim çocuklarım gibi çok çocuğu suçladılar..
Aysel bir dönem öğretmenlik yapıyordu. Cezaevine girdi çıktı. Uzun süre işsiz kaldı sonra
yine başladı. Milletvekili adaylığı sırasında ben
bu halkıma ne kadar kendimi anlatabildim ne
kadar kendimi feda etmeye hazırım onları ne
kadar sevdiğimi bilsinler hep birlikte yaşayalım isedi. Bu açlık grevlerine girdiğinde bana
''Abla biz ölmek için girmedik yaşamak için
giriyoruz. Bu açlık grevi cezaevindeyken yapabileceğimiz tek şey'' derken düşünce olarak
yani böyle bir yapı.. O kaç cezaevi dolaştı ben
de peşinde dolaştım.
özel olarak uğraşmışlar. Kaymakam acıyor
annem hala ayakta duruyor, şaşırıyor adam
nenem bunlar için yaşamaya değmez mi diyor
Nenem kürtçe olarak, bunları yaşatacağım,
dilimi yaşatracağım diyor ve onlara kızıyor.
Kaymakam torpil yapıyor Çorum Sungurlu'ya
gönderiyor. Ulusuylarla tanışıyor orada, soyunu kıranın dilini konuşmayı redediyor ya hiç
konuşmayacağım ya da kendi dilimi konuşacağım diyor. Biz nene bu kadar zaman için
de taşmıydın hiç mi bir kelime öğrenmedin
dediğimiz de: ''niye beni taş olarak görüyorsunuz ben bu kadar duyarlı olayım eziliyim,
milletimi seveyim kendi dilime, milletime
yazıktır, günahtır size günahtır. Ben bilerek
lanet okudum ki kullanmayayım onu'' diyordu.
Onun da o dönem bir nevi kendine uyguladığı
açlık grevi tarzı bir şeydi. Ömrünün sonuna
kadar da başka dil konuşmadı. Hatta bizim
önce okula gidişimize de tepki göstermişti.
Kimseye yük olmak istemezdi. Son günlerinde
Muzur'u çağırırdı, dağları çağırırdı beni yük
etme bu yetimlere derdi. Öylede oldu. Kalp
krizi geçirdi hakka yürüdü.
Bize örnek olan Seyid Rızanın yeğeni
nenemizdi...
Aysel varolan birşeye nenesi gibi
sahip çıkmak istiyor..
Barış gurubuyla geldiğinde 10 yıl yattı çıktı
bu süre içerisinde boş kalmak istemedi. Baktı kültürümüzde yozlaşma çok var, halkımız
kimi korkudan kimi sürülmüş dağıtılmış.. ister
istemez kültürün de dağılıyor. Bu dışarıdan
gelenin daha çok gözüne batıyor. 10 yıl boyunca memleketi görmedi ilk gün gördükleri
karşısında ''ben ne yapabilirim''dedi kendi anadilinde, duasını yaptı. İnsanlar inancını yerine
getiriken bildiği diliyle, kültürüyle, köküyle
ilgili olsun istedi.. Aysel' inde genlerinde bu
var zaten..
Nenem 120 yaşındaydı. O da seyid rızanın
yiğeni nenemin inancından yola çıkarak yaptı
herşeyi.. Nenem dua ettiği zaman yüreğimiz
içimiz titrerdi. Çağırırdı.. yürekten allahını
mı ziyaretini mi xızırı mı çağırır, yürekten
ve kendi diliyle ederdi, işte bize örnek olan
nenemizdi. 120 lik nenem öyle boş bir nene
değil Ana Menes talipleri öyle söyler, köydede Menes Xatun derler.. Nenem kırımda
Çorum Sungurlu'ya sürgün ediliyor, kalanlarla birlikte.. biliyorsunuz aile 38'de yok
ediliyor. Tüm bir aileyi yokettiler bu aileyle
Dersim'e gelince O da inanç, kültür, dilden
yola çıkarak tam akademi değil de dernek
şeklinde yola çıktı. Onun hayaliydi... Bir akademik çalışma için adım atabilirmiyim, bize
yardımcı olacak akademisyenler olabilir mi?
dedi.. zaman zaman paneller düzenledi, gerçekten de başarılı geçti uzun zaman unutulan
şeyleri Aysel canlandırdı. Ha bunu sıradan
insandan da duyabiliyorsun.. Yurtdışında, büyükşehirlerde olan insanlara da danışarak, ne
katkı sunabilirsiniz bu kültürü yaşatmak için
daha bilimsel bir kolaylık sağlamak halka hem
bunu nasıl genişletebiliriz araştırdı.. Çünkü
ziyarete gidiyoruz ziyaretler eskisi gibi değil..
adeta çete gibi bir gurup var seni yozlaştırmak istiyor, bunu her yerede söylüyorum..
Gola Çetu bizim için önemli bir inanç yeri,
Ayselin yapmak istediği ayrımcılık değil ki..
Farklı göstermek değil ama farklı işte..örneğin
doğayla çok bağdaşmış durumdayız, özdeş
durumdayız, doğasız dua edemiyoruz. Taşımız,
ağacımız, nehrimiz ve dağlarımız.. Yaşlılarımızdan duyduğumuz çağırmalar böyle.. Benim kültürümde bu varsa ben bunu yaşatmak
24
Aslını inkar eden haramzadedir!
istiyorum, ben yeni bir şey katmıyorum olanı
yaşatmak istiyorum dedi amacı da oydu.. Bunun için çoğu insanın da gönlüne hitab etti,
2 yl gibi bir sürede.. Dersim Aleviliği diye ad
koymanın sebebi budur. Doğayla olan özdeşliği
diğer inançlara ters geliyor ya da hiç te dikkate
almayabilirler, biz onunla ilgilenmiyoruz. Kendi kültürümüzde geçmişte büyüklerimizden
gördüğümüz çocukluğumuz da yaşadığımızı
gücümüz yettiği kadar bu konuda araştırma
yapanlarında desteğiyle yaşatma amacındaydı. Onun için Dersim Aleviliği Derneği ve
akademiye doğru palnları vardı. Hatta abla
bir yer alsak bu işi akademik düzeyde yapabilirmiyiz acaba diyordu.
evleri, kendi Aleviliğiydi. Amaçları buydu onların, halka bunu anlatmak lazımdı çünkü onlar
kendi kuralını koyuyorlar. Duaları bile kılıçla
ordumuzun kılıcı keskin olsun falan, savaşa mı
gidiyoruz? Aleviliğimizi sürdürdüğümüz eski
günden günümüze kadar demedik ki: biz sizi
kılıçtan geçireceğiz öcümüzü alacağız.. demedik hiç ! Kime kullanıyorlar o kılıcı ? Aysel de
hepimiz de itiraz ettik bu duruma ancak biz
cesaret edemiyoruz söylemeye.. Ayselin deli
cesareti vardı ateşle oynadığını biliyor ama
geri durmuyordu. Kesinlikle onun yaşam tarzı
odur. İnandığını yaptı.
'' 'KCK operasyonları' adı altında sürdürülen
Kürt sürek avının kim bilir kaçıncı dalgasıyla birlikte bir yıldır Dêrsim’den beş kadın arkadaşımla
birlikte, o bilinen yöntemle alındık, tutuklandık,
cezaevine
teslim edildik. Hızlandırılan savunmasız
sorgulama
da bir yıl
sonra sonuçlandı.
Dêrsim Alevi Akademisi Başkanı
olarak bana
ve siyasetçi
kadın arkadaşlarıma
ağır ceza
hükmü verildi. Verilen
hükmün hukuki, ahlaki
ve vicdani
bir anlamı
yoktur. Karar hükümsüzdür. '' * 4
kasım 2012
Elbistan E
Tipi Cezaevi Aysel
Doğan
Her gittiğim de beni eleştir, biz bir emek
koyduk ortaya, sahip çıkmalıydınız! Ben tek
başına ne yapabilirim, ablası olarak buyur sen
DAKAD dan ençok rahatsız olan vali
ve rektör olmuştu. Onların cemevinde
kendilerine göre kurdukları bir
düzenleri vardı.
Birçok arkadaşlarla, yazarlarla, araştırmacılarla panel düzenledi, iyi de geçti. İlgi
de vardı. Çevresi de böyle koruyalım, böyle
devam etsin diye biraz çaba gösterseydi belki
Aysel bu kadar hedef seçilmeyebilirdi.Gerçi ne
yapsa da hedefteydi. Bundan ençok rahatsız
olan vali ve rektör olmuştu. Onların cemevinde
kendilerine göre kurdukları bir düzenleri vardı.
Kendi başkanını kendi tayin ediyor, kendi cem
''Beni ne açlık öldürür ne hastalık
öldürür beni ilgisizlik öldürür.''
de otur diyecekler yanına.. Ama üye olan arkadaşlar biraz cesaretle destekleselerdi, yerel yönetim biraz koruyabilirdi. Demek ki çok
korktular, cesaret edipte hiç kimse ya da çok
kavrayamadılar, Edibe hanım belediye başkanıydı o zaman.. Avukatlar dava açtı ama
reddedildi. Sonra orası kadın danışma merkezi
olmuş.. Oysa kadın da çocukta bunun içinde..
kültürümüz inancımız kadını reddetmiyor..
vicdanım rahatsız olmuştu görünce.. Birçok
kişiye devam ettirin diye söyledi benim aracılığımla, mesajını ilettim ancak olmadı... Her
ziyaretine gittiğimde ne yapıyorsunuz, yürütün diyordu.. Üyelerin selamını söylüyordum,
selamları başımüstüne ama onlara kırgınım
diyordu.. Açlık grevleri onları yıprattı, ama
O ''Beni ne açlık öldürür ne hastalık öldürür
beni ilgisizlik öldürür.'' derdi.. Sakine cansızla
inancımız bir yana, komşuluk yaptık, gençlik
yıllarından bağlarımız var.Aysel olayı duyunca
çok üzüldü bu da onu mahvetti.
Tedavi olmayı reddetmedi yapılan
uygulamaya ahlaki olarak karşı çıktı..
Tek ben değilim ki böyle birçok var diyor…
Bunları dile getirin ben tek değilim bu insanlar
ilgisiz kalmasın.. O kendisi söz konusu olduğunda diğer arkadaşlarını vurguluyor.. , "İçeride bunca ağır tutsak varken ben kendimi nasıl
gündeme getireyim" diyerek ahlaki olarak tedaviyi kabul etmemişti. Hasta olsa bile hastalığını söylemeyerek, kendisini öne çıkarmak
istemiyor. Kardeşim bu kadar ağır hasta tutsağın olduğu bir yerde kendi durumunu gündeme getirmek istemiyordu. Hasta olduğunu
söylemedi.
Bu düzeyde
hasta olduğunu bizde
b i l m i y o rduk.
Enson
görüşe gittiğimde Diyarbakır'da
bende böyle böyle bir
rahatsızlık
var. Bilimsel güvenebileceğim
bir tedavi
olacaksa
kitleyi alsınlar dedi.
k a rd e ş i m
tedavi için
hastaneye
götürülürken hem
askerlerin
hem
de
doktorların
tutumlarından dolayı hasta olduğu halde bir
daha hastaneye gitmedi. Kelepçeli götürüyorlar doktora, çektirmemiş neden dedim.
Benim kelepçemi söktürmeyen bir doktora
güvenemem demiş, rest çekmiş. Jandarma
içerde oluyor, kaçma ihtimaline karşı bu yaşlı
kadın o halde nereye kaçsın.. Hasta tutsaklara
bu şekilde yaklaşım zulümdür, işkencedir.
Sonunda tedavi için Sincan cezaevine getirildi. Zulüm burda da devam ediyor. Birkaç
hastane dolaştırmışlar onu.. O bunu dile getirdi bunların düzeltilmesi için mücadele ediyor
siz de edin dedi. Bu halinde bile mücadeleden
vazgeçmiyor.
25
zülfikar
Biz bütün hasta tutsaklara sahip çıkmamız
gerekiyor. Hasta olmasa bile içerde olanlara
sahip çıkmak gerekiyor. Aysel hep gençler
var diyor, onlara sahip çıkılsın istiyoruz. Alevi inancımıza göre haksızlık zulündür buna
karşı çıkmamız gerekir. Aysel Doğan bireysel
olarak kendisi için bir şey istememiştir. Bu
insanların bazılarının hiç kimsesi yok. Yerel
yönetiminden, partisinden, alevi kurumlarından tut insan hakları kurumlarının herkesin
vicdanen bu kişilerle ilgilenmeleri gerek.
Onlar özgür olmadıkça biz de özgür
değiliz.
Aysel onlar kurtulmadıkça ben kurtulamam
biz de aynı durumdayız. Onlar özgür olmadıkça
biz de özgür değiliz. Herkesi duyarlılığa davet
ediyorum. Takdir ettiğimiz birşey de var. Alevi
kurumları Kobane, Şengal konusunda üzerine
düşeni yaptı biz Xızırı sürekli çağıracağız her
zaman yardımcımız olsun.
Yiğeni Pınar uzun süre Aysel Doğan'la yaşadı. Gazeteci ve teyzesi gibi hasta tutsakların haberini sıkça yapıyor. Şuan da hastanede
de refakatçisi olarak yanında kalıyor. Pınar'a
Aysel Doğan'la yaşamak nasıldı diye sordum.
Çocukluğuma dair ilk hatıram Aysel teyzeme cezaevinde parmaklıklar ardında lif
verdiğimdir. İçerisi karanlık olduğu için çok
korktum ona sarılınca tabi korkum geçti..
Bu bilinç altıma yerleşti tabiki.. Aysel teyzemin yanında okula gittim. Sabahlara kadar
teyzemin operasyonlar olduğu zaman nöbet
tuttuğunu biliyorum. Beden eğitimi öğretmeniydi. Ben ortaokula gidiyordum o zaman onun
kendi dilinde dualar ettiğini gördüm. Onu bir
siyasi olarak değil gerçekten insani olarak,
hümaniter yanının ne kadar kuvvetli olduğunu
paylaştığını gördüm onunla yaşarken..
Önce darda olana sonra etrafında
olana en son kendine kalırsa bana
duamız hep bu oldu..
Hani 90 lı yıllar, benim yaşım küçüktü.. O
sürekli izleniyor, gözlem altında.. Biz de Alevilik bir felsefe biz bunu yaşadık onunla.. Alevilik
insan olmaktır. Benim teyzemden, ailemden
gördüğüm insan olmanın gereği olarak önce
darda olana sonra etrafında olana en son kendine kalırsa bana duamız hep bu oldu. Aysel
Doğan'ın yeğeni olmak ağır bir durum. Benimde kişilik yapım ona benzer aynı aileden aynı
gelenekten geliyorum. Ona göre yetiştirildim.
İnsan sürekli layık olmak istiyor eminim ki
teyzemin istediği de budur. Kendi benliğini
kendi kişiliğini oluşturmalısın. İnsanın örnek
alabileceği birinin bu kadar yakınında olmak
benim için bir avantaj oldu.
Akrabalıktan daha çok büyük ilişkiler
vardır !
İnsanların teyzem hakkında ki olumlu
duyguları beni de sevindiriyor. Teyzemin hep
bahsettiği bir şey vardı bazen akrabalıktan
daha çok büyük ilişkiler vardır. Ben ailemden
de bunu gördüm. Nenemden bunu gördüm.
Nenem anneannemin annesi.. Yiğeni olup
olmamak çok önemli değil teyzemde bunu
her zaman hissetirdi bize... Ben gözaltına
alındım 15 gün gözaltında kaldım birçok işkence gördük. Beni korkutmak benim üzerimden başka gençlere mesaj vermekti. Teyzem
yanında olmamdan dolayı karşılaşabileceğim
bu duruma beni hazırlamıştı. Senin üzerinden
bana ulaşmaya çalışabilerdi diyordu. Dediği
şeyleri birebir yaşadım. Çığlıkları duymak hoş
değil elbette istemem kimse bunu yaşasın. İlk
birkaç dakikadan sonra teyzemin söyledikleri
aklıma geldi ve sakinleştim ruhumu korumaya
karar verdim. Hatta bir ara göz bandımı kaldırıp teyzemin fotoğrafını gösterdiler tanıyor
musun diye.. Tabi bana dünyayı verdiklerinin
farkında değiller.. Tekrar onun gülümseyen
yüzünü görmek bana müthiş bir enerji verdi.
O an oraya sığamadım yani bana moral verdi.
Aysel doğan böyle güzel bir insan işte...
Karekterimde illaki Aysel Doğan'ın
etkisi vardır.
Hasta tutsakların haberini yapıyorum onların sesi olmaya haberlerini yapmaya çaılıyorum evet halkta bir kanıksanma var. Onların açlık grevlerinde içerden bir halkı ayağa
kaldırmaya güçleri var bizim neden gücümüz
yok. Bu insani bir durumdur. Özellikle bütün
hasta tutsaklar için.. siyasi tutsak ne demek
biz buna karşı çıkmamız lazım.Yeter ki insanlar
farkında olsun farkındalık yaratılsın. Teyzem
hayatı sevmediği için değil yaşamı ve yaşatmayı seviyorlar. Biz de aynı sahiplenmeyi göstermemiz gerekiyor. Taşı delen suyun kendisi
değil sürekliliğidir. Biz de bunu yapmalıyız. Bu
kadar fedekarlık yapılıyorsa bunun karşılığını
bulmasını istiyorum. Açlık grevlerinde sakine
cansızın uykusuz kalarak nasıl mücadele ettiğini gördüm. Onların ellerinden alınan yaşam
hakkı için mücadele etmeliyiz.
Alevilik üzerine manulatif bir durum
var.
Benim DAKAD konusunda benimde eleştirim var. Bu bizim kişi olarak Aysel Doğan mücadelesi değil bir halkın sorunu, kültürümüzü
sahiplenmemiz gerekir. Aysel Doğan bunun
halka maledilmesini sahiplenilmesini istedi.
Alevilik üzerine manulatif bir durum var. Biz
bunu sahiplenmeliyiz biz bu değrleri farkedip
sahiplenilmelidir. Kızılbaş Aleviliğimizden gelen değerler bizim yaşamımızı belirledi. Biz
özgürlüğe inandık. Biz o inançla başaracağız
dünyaya hayranlık uyandıran bir hareketimiz
var. Başaracağız ! Xızır yardımcımız olsun.
Bir cezaevinden diğer cezaevine giderek
hasta tutsakların sorunlarını dinleyen onlara
çare olmaya çalışan Aysel Doğan'la da cezaevi
sürecinde tanışan yoldaşı Havva Ablayla Aysel
Doğan'ın son durumu hakkında konuştuk.
Aysel arkadaş daha önce de Sincan cezae-
vinde kalmıştı biz oradan tanışıyoruz. Çıktığında biz almıştık oradan, kendi memeleketine
uğurlarken artık özgürsünüz diye espirilerle
falan uğurlamıştık. Ardından bu akademiyi
açtığını duyduğumuzda bu kız yine rahat durmadı bu yine geri gelecek dedik, derken üzücü
haber geldi.
Tabiki Aysel arkadaş ilk değil sanırım son da
olmayacak.. Aysel arkadaş gibi durumu kötü
olan birçok arkadaş var. Cezaevlerinde can
çekişen arkadaşlarımız var. Aysel arkadaş bildiği için bunu beni gündeme getirmeyin diyor
bize sürekli... Bizim birçok hasta arkadaşımız
bunu söylüyor. İstemiyoruz diyorlar ama biz
bunu yapmak zorundayız. Bu arkadaşlarımızın
bu kadar güçlü olması, bunların kendine olan
güveni, kendilerine olan iradeleri, güçlü birliktelikleri, hareketine bağlı olmaları, bu onları
daha çok ayakta tutuyor. Bizim bu sistemden
acıyarak bizi bırakmalarını istemiyoruz. Aysel
arkadaşın talebi de yok aynı şekilde...
Bu arkadaşlar hastaneye girdiklerinde kelepçeli gelir. Bazen insan olan askerler kelepçeyi çözmeye çalışırken doktor müdahale
eder. Aysel arkadaş için avukatlar devrede
ameliyat sonucunu bekleyeceğiz. Raporunu
alacağız Aysel arkadaş istemesede biz bunu
yapmak zorundayız. İnfazın durdurulması için
başvuruyu yapacağız.
Dışarıdan haber almak onları çok
rahatlatıyor moral veriyor.
Biz hasta tutsakla için her cumartesi eylem
yapıyoruz. Bizlerin suçu çok seçilmişlerimizin,
yöneticilerimizin, halkımızın.. Onlar ölüyorlar
ve biz hiç bir şey yapamıyoruz. Bu insanlar
genç yaşta ölüyorlar... Bu insanlar neden içeri girdiler? Bu halkın onuru için elbette.. Bu
halkın kimliğine sahip çıktıkları için burdalar..
Bunun için bu insanları sahiplenmeleri lazım.
En azından bir kart yazabilirsiniz, dört duvar
arasında bu çok önemli.. Dışarıdan haber almak onları çok rahatlatıyor moral veriyor. Vartolu bir arkadaş zazaca olarak inancı üzerine
bir kitap yazdı içerde biz onu bile satamadık.
Aysel çıktı inancı üzerine çalıştı. Bu emeğe
neden sahip çıkılmıyor. Bizi rehavet sardı. Bu
hasta arkadaşlar için yapılabilecek birçok şey
var.. AKP hükümeti hasta tutsakları bırakacağız diyor ama kendisini oyalıyor.
Aysel Doğan sürekli üreten ve mücadele
etmekten çekinmeyen birisi.. Bu söyleşinin
ardından geçen zamanda Aysel Doğan ameliyat oldu ve kanser tedavisi devam ediyor.
O'nun özgürlüğü için Dersim başta olmak
üzere birçok yerde kitlesel eylemler yapıldı.
17 yıl tutsaklıktan sonra özgür kalan Aysel
Doğan’ın tedavisi devam ediyor. Tez zamanda
iyileşmesi dileğimizdir. Tüm tutsakların serbest bırakılması dileğimizle Xızır yardımcıları
olsun !
26
Aslını inkar eden haramzadedir!
Aleviler HDP’ ye Akarken!
ENGIN DOĞRU
H
DP’nin büyümesine paralel olarak
Türkiye’de bugüne kadar dışlanmış
etnik ve inançsal kimlikler, emek
güçleri, ötekileştirilenler HDP ile siyasette
ben de varım diyerek ,“bizler meclise” diyor.
Aleviler ile HDP buluşmasını efendilerinin ağzından iftiralarla karalamaya çalıştılar. Aleviler ile Demokratik Kürt Hareketinin, demokrasi güçleri ile buluşmasını ”teröre destek”
gibi bir zırvalama ile önlemeye çalışıyorlar.
Seçimlerin en önemli partisi olmayı sürdürüyor. Yeni yaşam projesi ile Türkiye’nin
temel sorunlarına çözüm gücü olma iddiası
giderek güçleniyor. HDP’nin büyümesine paralel olarak Türkiye’de bugüne kadar dışlanmış etnik ve inançsal kimlikler, emek güçleri,
ötekileştirilenler HDP ile siyasette ben de
varım diyerek ,“bizler meclise” diyor.
Kemalist, milliyetçiler, ihbarcı Aydınlıkçılar Alevilerin kendi kimlikleri ile kimseye
payanda olmadan, yıllardır sömürülmelerine
dur diyerek kendi inançsal kimlikleri ve demokratik özgürlükçü anlayışları ile siyasette
aktör olma girişimini sindiremiyorlar. Açıklamalarında dile getirdikleri “terör” kavramının
yıllarca gerici faşist güçler tarafından Alevilere dönük bir iftira olarak kullanıldığını unutup,
onların ağzı ile kendi canlarına saldırma gibi
büyük bir ayıbın sahibi olmuşlardır.
HDP’ nin halklarımıza moral veren büyümesi tüm kesimleri kapsadığı gibi; Alevilerin de giderek artan bir teveccühüne mazhar
oluyor. Aleviler kendi kimlikleri ile siyaset
yapabilecekleri, kendi felsefe ve inançsal
kimliğinin gereği olan dayanışmacı, evrensel yönünü HDP’ de buluyor. Alevilerin HDP’
ye giderek artan ilgisi ve katılımı ise bugüne
kadar Türkiye demokrasi güçlerini böl-yönet
politikası ile yöneten kesimleri ürkütmüş bulunuyor. Aleviler HDP ile özgürleşme sürecine
güçlü adımlar attıkça, bugüne kadar Alevileri
çantada keklik olarak gören ulusalcılar, Kemalistler hemen karalama propagandalarına
başladılar.
Kemalist, milliyetçi, Aydınlık’çı kimi Aleviler bir basın açıklaması ile HDP’ye akan
ve kendini HDP’ nin özgürlükçü, demokratik
kimliği ile ifade eden Alevileri hedef alarak,
Yılardır Alevileri sisteme yedekleyen,
buradan nemalanarak kendini var eden bu
Hızır paşa zihniyeti, ne tarihten ders almış,
ne de yolun erdemini taşıma becerisini gösterebilmiştir. Hizmet ettikleri efendilerine
sadakatini göstermek için yolun adabını ve
edebini çiğnemekten başka bir uğraşıları da
olmamıştır.
Bu Hızır paşa zihniyetinin devamcılarını
ürküten nedir? HDP içerisinde sorumluluk
almış canlarımız yola hizmet etmekten mi
vazgeçmişler? HDP’ ye destek veren, gönül
veren Alevi canlar bu ülkenin geleceğine katkı
sunmanın dışında ne yapmışlar ki, bu ağır
hakaretlere maruz kalıyorlar?
Sorular artırılabiliriz. Gerek de yok. Aslında basın açıklaması yapan bu Kemalistlerin
rahatsızlığı ve korkularının nedeni bellidir.
Aleviler tarihsel duruşlarına yakışır bir pratik
içerisine girerek sistemde ve sisteme uşaklık
ile kendini var eden Alevi baronlarına karşı;
Pir Sultan, Seyit Rıza bayrağını yeniden dalgalandırmaya başlamışlardır. Karşılarında
Alevilerin haklarını gasp eden, Aleviliği bitirmeye çalışan egemen zihniyet dururken,
hedeflerine HDP’ ye akan Alevi canları oturtma korkuları bundandır.
Tarih boyunca kendi olmaktan korkmuşların, bir yerlere yamanarak Aleviler üzerinden prim yapmalarına izin vermemek gerekir.
Aleviliğe düşman bu kesimlere cevap vermenin yegâne yolu, kendi hak ve talepleri
için Türkiyeli demokrasi güçleri ile ortak bir
cephede örgütlenmek olmalıdır. HDP’ nin
başardığı işte bu gerçektir, Alevileri n HDP’
ye akmalarının ve Hızır Paşacıların bu kadar
korkmalarının bağırıp çağırmalarının temel
nedeni bu birlikteliktir.
Aleviler tarihsel özlerine ve felsefelerine
bağlılığın gereği olarak ve bugüne kadar demokrasi mücadelesinde ödedikleri bedellerin
karşılığına almak için doğru bir örgütleme
içerisindedirler. Yol da böyle diyor erkan da.
Yola hizmet için var olan, yol hizmetkârlarının çıktıkları bu meşakkatli ve çile dolu
yolculukta Xızır yardımcıları olsun…
zülfikar
HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ
ALEVİ-BEKTAŞİ SEÇİMBİLDİRGESİ:
27
HALKLARA EŞİTLİK-İNANÇLARA ÖZGÜRLÜK
Alevi-Bektaşi inancının toplumsal tarihi, egemen devletler tarafından kendisine uygulanmış asimilasyon, baskı ve sürgün tarihidir.
Alevi-Bektaşi toplumu uzun bir tarihsel süreç boyunca katliamlara, asimilasyonlara, sürgünlere, baskılara maruz kalmışlardır.
Buna rağmen, öğretilerinden ödün vermemiş, direnişlerle tarihsel duruşlarını bozmamış, toplumsal vicdanın sesi olmuştur.
Alevi-Bektaşi toplumu estetik değerlerin, sevginin, eşitliğin, kardeşliğin, adaletin ve barışın taşıyıcısı olmuş, iktidarların baskılarına boyun eğmemiş, toplumsal gelişmenin itici bir gücü olmaya devam etmiştir.
İmam Hüseyin’den Baba İlyas’a, Kalender Çelebi’den Seyit Rıza’ya kadar Alevi-Bektaşi belleğinin oluşumunda tayin edici roller
üstlenen inanç önderleri de egemenlik ilişkilerini sorgulayan bu adalet ve direnç kimliğiyle belirginleşmişlerdir.
Alevi-Bektaşi toplumunun yaşadığı tarihsel ve güncel sorunların bilincinde olan Halkların Demokratik Partisi, ‘Halklara Eşitlik, İnançlara Özgürlük’ ilkesi ışığında sorunlara yaklaşmakta; din, mezhep, felsefi görüş ayrımı yapmaksızın tüm halkların ve
inançların kendilerini özgürce ifade etmelerini ve istedikleri gibi yaşama haklarını savunmaktadır:
Bu ilkesel yaklaşımın ışığında HDP:
•
Alevi kimliğini hiçbir koşul ileri sürmeksizin tanıyacak, Alevi kimliğinin devlet dahil, Alevi dışı kurumlarca tanımlanmasına karşı çıkacaktır.
•
Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılacak, devletin din ve inanç işlerinden elini çekmesi sağlanacak, din ve inanç işleri sivil alana bırakılacaktır. Böylece devletin dinden elini çektiği, dinin devletin içinden çekildiği özgürlükçü laiklik anlayışı hayata geçirilecektir.
•
Zorunlu din dersleri kaldırılacak, eğitimin dinselleştirilmesi anlayışından vazgeçilecek, herkesin anadilinde eğitim yapması sağlanacaktır.
•
Cem evlerinin ibadethane statüsü tanınacak, el konulmuş ve kapatılmış dergah ve bütün inanç merkezlerinin inanç sahiplerine iade edilmesinin
önü açılacaktır.
•
Alevi köylerine cami yapılması önlenecek, mevcut camilere din görevlisi atamaları durdurulacak, atanmış olanlar geri çekilecektir.
•
Kültürel asimilasyonun bir parçası olarak uygulanan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilecek, değiştirilen isimler iade edilecektir.
•
Alevilerin kutsal değerleri ve mekanlarını tehdit eden, kültürel yaşam alanlarını yok eden Hidro-Elektrik Santralleri (HES), nükleer santraller,
barajlar ve kalekolların yapımı ile demografik ve kültürel yıkıma neden olan kentsel dönüşüm projelerine son verilecektir.
•
Kamusal ve özel istihdam alanlarında Alevilere kota tanınacak, istihdamda fırsat eşitliği sağlanacaktır.
•
Alevilere ve diğer din ve mezhep gruplarına karşı ayrımcı ve dışlayıcı yazılı ve sözlü söylem ve hakaretler nefret suçu olarak kabul edilecek,
önleyici tedbirler alınacak ve yasal yaptırım yolu açılacaktır.
•
Cinsiyetçi uygulamaların yanı sıra, inanç kimlikleri nedeniyle de ezilen, ikili baskıya maruz kalan, sosyal, kültürel, siyasal ve iktisadi alanda da
görmezden gelinen Alevi kadınlara gerekli pozitif destek sağlanacak, ayrımcı uygulamalara son verecek önlemler alınacaktır.
•
Ortadoğu’ya emperyalist müdahaleler, yanı başımızdaki IŞİD, El Kaide, El Nusra, Boko Haram vahşeti dikkate alındığında Ortadoğu ve Türkiye’de
de hedef gösterilen Aleviler ile savunmasız bütün halklarla destek ve dayanışma içinde olacak, gerekli önlemleri alacaktır. Hükümetin izlediği mezhepçi,
hegemonyacı ve militarist politikalar karşısında, halkların eşitliğine, inançların özgürlüğüne ve ortak çıkarlarına dayalı barışçıl bir dış politikayı ilke
edinecektir.
•
Taraflarca Dolmabahçe’de sağlanan mutabakatla, Kürt sorununun yanı sıra, Alevi sorunu, kadın sorunu, ekolojik ve benzeri demokratik sorunların çözümünü de kapsayan 10 maddeyi müzakere ve çözüm sürecinin temel ilkesel çerçevesi olarak savunacaktır. Türkiye’nin demokratikleşmesi için
gerekli barışçıl çabayı gösterecek, demokratik siyaseti savunmaya devam edecektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AKP hükümetinin olumsuz yaklaşımlarına rağmen demokratik çözüm ve kalıcı barış çabalarından asla vazgeçmeyecektir. Diğer yandan, demokratik, özgürlükçü ve laik bir ülkenin inşa için,
müzakere sürecinin bir öznesi olmak isteyen Alevi toplumunun bu talebinin karşılanması için imkan yaratılacaktır.
•
Mevcut devleti daha da otoriterleştirecek ve tek kişi diktatörlüğüne dönüştürecek başkanlık sistemine her durumda karşı çıkacaktır. Buna karşın
yerel demokrasi ve yerel yönetimleri güçlendirecek, halkların kendi kendini yönetmesinin yolunu açacaktır. Yargının siyasallaşmasına, hükümetin ‘yan
örgütü’ gibi çalışmasına son verecek, bağımsız ve tarafsız bir demokratik yargı için gerekli reformları yapacaktır. Adı konmamış sıkıyönetim anlamına
gelen ‘polis devleti’ uygulamalarına son verilecek, temel demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran ‘iç güvenlik yasası’nı derhal kaldıracaktır.
•
Alevi toplumunun yıllardır dile getirdiği Türkiye’nin çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı, çok dilli yapısını kapsayacak eşitlikçi, özgürlükçü, laik,
ekolojik, sosyal ve demokratik bir anayasanın yapılmasına öncelik verecek, anayasanın doğrudan halkların katılımıyla yapılması için gerekli mekanizmaların kurulması doğrultusunda mücadele edecektir.
•
Sonuç olarak HDP, bütün ezilen, sömürülen, dışlanan sınıfların, cinslerin, halkların, inançların mücadelesini kendi mücadelesi gören Alevi toplumuyla, bütün egemenlik biçimlerine, bütün egemenlik ilişkilerine, baskı ve zulme son vermek, demokratik, laik ve özgürlükçü bir Türkiye’yi inşa etmek
için omuz omuza, gönül gönüle olacaktır.
28
Aslını inkar eden haramzadedir!
KÜRESEL VE BÖLGESEL GÜÇLERİN
KAOS YARATMA HAREKETİ: IŞİD
DR. MUSTAFA PEKÖZ
Radikal İslami hareketin özellikle İslam
coğrafyasında etkili olması, küresel kapitalist
dünyanın Afganistan’da başlayarak Irak, Libya
ve Suriye’de devam eden işgallerin özellikle
Arap halklarında yarattığı sosyolojik ve politik
tepkilerin çok önemli bir etkisi bulunuyor.
İngiltere’nin ve ABD’nin İslam politikası,
bütün tarih boyunca değişmedi. Bugün Büyük
Ortadoğu Projesi kapsamında çok daha geniş
bir alanın kontrol altına alma politikası 300
yıllık bir geçmişe dayanıyor. Bu politikayı
daha çok İslamcı güçler içerisinde çıkarttığı
ve önemli oranda yönlendirdiği örgütlerle
yaşama geçiriyor.
Mevcut radikal İslamcı örgütlerinin çok
önemli bir kısmının, geçmişten beri istihbarat
örgütleriyle ve bölgesel İslamcı devletlerle
yakın ilişkileri bulunuyor. Örneğin 1713 yılında , İngiliz Sömürgeler Bakanlığından görevli
İngiliz istihbaratçısı Hempher, Vahhabiliğin
Ortadoğu’da bir güç olması için Muhammed
bin Abdülvahhab ve oğlunu yönlendirdi, destek verdi.
Küresel işgalci güçler, nasıl ki El Kaide’yi
Uzak Doğu’yu kontrol altına almak için Afganistan’a saldırı gerekçesi haline getirilmişse,
aynı şekilde IŞİD de, Irak ve Suriye merkezli
Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasının bir
aracı olarak işlev görüyor. El Kaide lideri Bin
Ladin’in ABD’nin istihbarat ve askeri kurumlarıyla ilişkisi neyse, IŞİD lider El Bağdadi’nin
ilişkisi aynıdır. Bu bakımdan Ortadoğu’da radikal İslamcı örgütlerin çok önemli bir kısmı,
küresel güçlerin istihbarat örgütleriyle doğrudan ve dolaylı bir ilişki içerisinde olup, onların bölgesel stratejilerine uyumlu bir politika
izliyorlar. Bölgenin ekonomik, sosyal, kültürel
ve politik gerçeği, bu tür örgütler gelişmesine
nesnel bir zemin hazırlıyor.
IŞİD, Vehhabi geleneğinin en uçtaki temsilcisi olarak bir rol üstlenmiş durumda. İşgal
ettiği her bölgede uygulamaya koyduğu vahşi
uygulamalar, esasen Vahhabi akımının belirlediği ‘İslam’ anlayışına bütünüyle uygundur;
“Vahhabiliğin en önemli özelliklerinden
birisi de bid’adlar karşısındaki tutumudur.
Muhammed bin Abdülvahhab’a göre Kur’an
Günümüzde El Kaide gibi küresel bir dü- ve Sünnet’te olmayan her şey bidattir. Bir
zeyde işlevli kılınan İslamcı örgütün, başından bidat çıkaran melundur ve çıkardığı şey redberi CİA ile yakın ilişkiler içerisinde olduğu, dedilmelidir. Bid’adlarin çoğu insanları şirke
Sovyet Birliğine karşı savaştırılmak üzere gö- düşürmektedir. Bunların başında mezarlar,
revlendirildiği artık bütün verileriyle ortaya türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Mezarçıkmış durumda. El Bağdadi’nin ABD’li Sena�
- larda yapılan ibadetler şirktir. Sevap umarak
tör Mc Cain ile aynı karede bulunan fotoğrafla- Peygamberin kabrini ziyaret bile şirke neden
rının yayınlanması, IŞİD’in İCA ile olan bağları olabilir. Şirke neden olmamaları için, mezar
hakkında önemli kuşkular doğurdu. Bunların ziyaretleri, türbe yapımı kesin olarak yasakhiç biri bir tesadüfü olmayıp, uluslararası güç- lanmalıdır. Ölülere niyaz, tevessül, falcılara,
lerin izlediği bölgesel stratejinin bir parçası müneccimlere inanmak, Peygamber’in anısını
olarak işlev görüyor. Vahhabi hareketlerinin yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-i şerif ziyaretleri
tarihsel gelişme eğilimlerine bakıldığında, yapmak, Allah’tan başkasına ibadet etmek,
1700’lı yıllardan bu yana, uluslararası güç- şirk koşmaktır. Mevlit toplantıları düzenlemek,
lerle bir bağlantısı olduğu görülür.
bu toplantılarda mevlit okumak, sünnet ya
da nafile namazlar kılmak yasaklanmalıdır.
Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak,
muska takınmak, ağaç, tas vb. şeyleri kutsal
saymak, bir hastalık ya da beladan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip gibi
şeyler takınmak, sihir, büyü, yıldız falı gibi
şeylere inanmaz, iyi kişilere, velilere tazimde
bulunmak, onlara dua etmek, onlardan yardım dilemek gibi şeyler de tamamıyla şirke
neden olan bid’adlardandır. Riya için namaz
kılmak, sofuluk etmek, iyi insan gibi görünerek
çıkar sağlamak da şirktir. Cami ve mescitlerin
süslenmesi, minare yapılması da terk edilmesi gereken bid’adlardır.”1 IŞİD’in İslam’a
yönelik pratik uygulamalarını içeren vahşet
ve katliamlar Vahhabiliğin İslam’i yaşam tarzıyla birebir uyuşmaktadır. Bu bakımdan IŞİD
tarafından gerçekleştirilen katliamlar, cinnet
getiren, sapkın bir grubun yaptığı eylemler
olmayıp tersine, Vahhabi anlayışının yaşama
geçirilmesidir. IŞİD’in kadınları pazarlarda satması ve hatta İslamcı militanların seks köleleri haline getirmeleri Vahhabiliğin İslami
yorumundan kaynaklanıyor.
Vahhabi geleneğinin 21.yüzyıldaki temsilcisi IŞİD, Ortadoğu’nun içerisine sürüklendiği
sosyal ve politik gelişmelere paralel olarak
ortaya çıktı. 2004 yılında, Ebu Musa Zerkavi
tarafından “Tevhid ve Cihat” adıyla kurulan
örgüt daha sonra El Kaide’ye katıldığını açıklayarak ismini “Mezopotamya’da El Kaide”
olarak değiştirdi. “Mücahitler Şurası Konseyi”ni kurduğunu açıklayan Zerkavi, 7 Haziran
2006’da ABD askeri güçlerinin düzenlediği bir
operasyonda öldürüldü ve yerine Ebu Hamza el Muhacir geçti. 2010 yılında, ABD’nin
yapmış olduğu ikinci bir operasyonla örgütün
birinci ve ikinci lideri durumundaki Ebu Hamza
el Muhacir Ebu Ömer el Bağdadi öldürüldü.
1 http://tr.wikipedia.org/wiki/Vahhabilik
29
zülfikar
Bu operasyondan sonra örgütün liderliğine
Irak’ta cezaevinde kaçtığı iddia edilen Ebu
Bekir El Bağdadi getirildi. Bağdadi kısa süre
sonra “Irak İslam Devleti”ni kurduğunu ilan
etti. Suriye iç savaşında aktif rol alan örgüt
ismini bu kez ‘Irak ve Şam İslam Devleti(IŞİD)’i
kurduğunu açıkladı.
Bağdadi talimatıyla gerçekleştirilen eylemler ve uyguladığı yöntemler İslamcılar
arasında ciddi tartışmalara yol açtı. Hem Şii
Bağdat rejimine karşı gerçekleştirdiği eylemlerle, hem de bölgedeki diğer İslamcı gruplara
yönelik başlattığı şiddet ve tasfiye hareketiyle
dikkatleri üzerine çekti. El Kaide’ye yakın olan
Sünni aşiret gruplarının dahi tepkisini çeken
bu saldırılarla, toplumsal tabanı eridi ve ilk
yıllarda yarattığı etki gücü hızla dağıldı. IŞİD’in
gelişim çizgisi ve pratik yönelimleri dikkate
alındığında ideoloji-politik bir hareketten çok,
pratik olarak bölgesel ilişkilerin dizayn edilmesinde kaos yaratan bir örgütsel mekanizmaya
sahip olduğunu gösteriyor. Vahhabiliğin İslami
yorumunu
uygulamakta olduğunu
iddia eden
IŞİD, pratik
uygulamalarıyla Ortadoğu’da
toplumsal
ilişkileri
belirleyen
bir güç olmaktan
çok, bölgenin küresel
kapitalist
sistemin ihtiyaçlarına
göre dizayın
edilmesinde
önemli bir
rol üstlendiği anlaşılıyor. Ebu
Bekir
El
Bağdadi’nin kendisini İslam halifesi olarak
ilan etmesi de, özellikle körfez devletlerinin
değişimine nesnel bir zemin hazırlamaya yönelik bir taktik planın bir parçasıdır.
Uluslararası güçlerin Suriye’de Esad rejimini tasfiye etmek için uygulamaya koyduğu çok
yönlü savaş politikalarının bir parçası olarak
IŞİD, Şam’a savaş açtığını ilan etti. Özellikle
uluslararası İslamcı militanların savaş merkezine dönen Suriye’de IŞİD muhaliflerin önemli
bir askeri gücü haline geldi ya da getirildi. Suriye’de Sünni halkının desteğini alamamasına
rağmen binlerce İslamcı militanı bünyesinde
toplamayı başardı ve diğer İslamcı gruplar
üzerinde önemli oranda hakimiyet kurdu.
Kendisine karşı olan diğer İslamcı gruplara
karşıda saldırılara yöneldi ve tek muhatap güç
olmaya çalıştı. Bağdadi’nin kendisini Halife
ilan etmesi de, Irak ve Suriye’de savaşan El
Kaideye bağlı radikal İslamcı örgütler olmak
üzere her akımın kendisine biat etmeye zorlamasıdır. Halifeliğin ilanı, aynı zamanda S.
Arabistan merkez olmak üzere körfez devletlerine yönelik savaş stratejisini açıklamış oldu.
Bu bakımdan IŞİD savaşı, Türkiye ve Mısır gibi
devletleri de içine alacak şekilde genişletmeye
çalışacaktır. IŞİD’in saldırı planının bölgede
başarılı olma şansı bulunmuyor. Sorun bunun
çok ötesinde olup, IŞİD saldırılarını gerekçe
göstererek, küresel sistemin bölgesel dönüşümüne zemin hazırlamaktır.
IŞİD, Musul’u ele geçirerek bu süreç için çok
ciddi bir hamle yaptı. Musul’un çok kolay bir
şekilde ele geçirerek Kürdistan coğrafyasına
yönelik saldırılara girişmesi, bölgesel ilişkilerin yeniden dizayn edilmesi için hazırlanan çok
yönlü planın bir parçasıdır. Nasıl ki, Saddam’ın
özel olarak eğitilmiş ve her türlü silaha gücüne
sahip olan Cumhuriyet Muhafızları, Bağdat’ı
hiçbir direniş sergilemeden ABD askerlerine
teslim etmişlerse, aynı şekilde Maliki ordusunun tek bir silah sıkmadan Musul’u IŞİD’e
bırakması aynı planın yeni bir versiyonudur.
Saddam’ın Cumhuriyet Muhafızları’nın kolayca
teslim olması, ABD’nin Irak düzenini oldukça
kolaylaştırdı. Aynı şekilde Musul’da Irak Ordusu’nun en seçkin birliklerinin tek bir kurşun
sıkmadan çekilmiş olmaları, ABD’nin yeni bir
operasyonudur. Bazı Peşmerge komutanlarının Şengal’den ve Musul’a bağlı bazı Kürt
kasabalarından IŞİD’e karşı direnmeden çekilmeleri de ABD’nin Kürtleri yeniden dizayın
etmesi için uygulamaya konulan bir planın
bir başka yönünü oluşturuyor. Bu bakımdan
Musul gibi stratejik bir il, IŞİD tarafından ele
geçirilmedi, tersine özellikle ABD tarafından
belirlenen politikaların yaşama geçirilmesi
için teslim edildi. Böylelikle Ortadoğu’da uygulanmak istenen çok yönü politik stratejiler,
IŞİD üzerinde resmileştirilmeye çalışılıyor.
IŞİD’in bölgeyi bütünüyle askeri ve politik bir kaosa dönüştürmek için yapmış olduğu kanlı vahşetine göz yuman uluslararası
güçlerin, bugün aynı gerekçelerle IŞİD’i etkisizleştirme politikasına yönelmeleri esasen
bölgenin yeniden dizayn edilmesinin bir parçasıdır. Bu sadece bölgedeki stratejik ittifak
güçlerinin yeniden belirlenmesi değil aynı
zamanda S.Arabistan, Katar, Kuveyt ve Türkiye gibi devletlerin reorganize edilmesinin ilk
adımıdır. Böylelikle IŞİD, Ortadoğu’da stratejik
ittifakların yeniden tanımlanmasında önemli
bir işlev görüyor.
IŞİD, kalıcı politik bir güç olarak varlığını
uzun süre sürdüremeyebilir ama politik kaos
yaratan bir güç olarak bölgedeki dengelerin
yeniden şekillenmesinden etkili olacaktır. IŞİD,
politik kaosu
yaratan bir
güç olarak
ön plana çıkacaktır. Bu
bakımdan
IŞİD’in bölgedeki politik
dengelerin
değiştirilmesi için oynadığı rol henüz tamamlanmış değil.
ABD kurmaylarının ‘IŞİD
ile mücadele
yıllar alabilir’
biçimindeki
değerlendirmenin bir
başka ifadesi
IŞİD’in önemli oranda darbeleneceğini ama bütünüyle tasfiye edilmeyeceğini gösteriyor. IŞİD’in, önemli oranda zayıflayan ama varlığını sürdüren bir güç olarak
Ortadoğu denklemi içinde tutulması, ABD’nin
çıkarlarıyla bütünüyle uyumludur. Böylelikle,
Körfez devletlerinde yapısal bir kısım değişikliklerin zorunlu hale getirilmesi için IŞİD’in
varlığını bir tehdit olarak kullanacaktır. Körfez
devletlerin siyasal yapısında bir kısım değişiklikler yaptırılarak İran gibi içte ‘liberal İslam’
politikasının yaşama geçirilmesi hedefleniyor.
Bu bakımdan İran’ın aşamalı bir şekilde ön
plana çıkartılmasıyla bu ülkedeki rejimin bir
benzerinin Körfez devletlerine model olarak
sunulması amaçlanıyor. Aynı şekilde IŞİD saldırılarının Körfez bölgesine doğru yayılması
olasılığının artması, birleşik tek merkezli bir
30
liberal İslam devletinin kurulmasını çok daha
fazla güncelleştirilecektir.
Güç dengelerinin yeniden şekillendiği, haritaların yeniden çizildiği Ortadoğu’da kimin
hangi safta yer aldığını, devletlerin çıkarlarının
kiminle nereye kadar olacağını kestirmek son
derece zordur. ABD’nin Suriye ve İran eksenli
politik stratejilerinde belli bir değişikliğin olduğu açık. ABD, geliştirip hızla uygulamaya
koyduğu ancak bölgedeki politik dengeler
bakımından ciddi bir tehlike olmaya başlayan ‘Sünni Eksen’ oluşturma stratejisini terk
etmeye başladı. Radikal bir dönüşümle İran
ile yakınlaştı ve 30 yıl sonra iki ülke heyetleri resmi görüşmeler başladı. İran’ın politik
etki alanında bulunan Irak’ta yaygınlaşan IŞİD
eylemleri, bu yakınlaşmanın bir aracı olarak
kullanılmaya başlandı. Bu bakımdan IŞİD’in
Musul’a yönelik operasyonu, ABD’nin geliştirmeye çalıştığı ‘Şii Hilal’ planlarına yönelik bir
darbe olarak algılanmasına rağmen, tersten
bu stratejinin çok daha hızlı yaşama geçirilmesinin bir aracı olarak da görülebilinir. Şii
toplumuna yönelik büyük bir kin ve nefret
duyan IŞİD, Irak’taki politik istikrarsızlığı derinleştirerek İran’ın Ortadoğu’da bölgesel güç
olmasını en azından geciktirmeye çalışıyor
gibi bir politika izlese de. bölgesel ilişkilerde
İran’a çok daha ciddi olanaklar sunmaktadır.
Şii akımlara yönelik saldırılara yönelen IŞİD,
bu politikayla İran’ın bölgede gelişen etkinliğine bir gerekçe hazırlıyor denebilir.
Aslını inkar eden haramzadedir!
Diğer önemli bir faktör de, ABD artık Esad
rejiminin gitmesinden çok, Suriye’nin karşı
karşıya bulunduğu bugünkü politik kaosun bir
süre daha devam etmesinden yana görünüyor. Ülke genelinde kontrolünü sağlamasının
yıllar alacağı bir Esad rejimi özellikle İsrail
için çok daha uygundur. ABD, El Nusra ve IŞİD
gibi radikal İslamcı örgütleri ‘terörist’ olarak
gördüğünü açıkladı. Bu iki örgütün Türkiye,
Katar ve S. Arabistan tarafından da terörist
görülmesini, verdikleri askeri ve politik desteği kesmesini talep etti. ABD’nin artan baskısı
da hem bölge ülkeleri arasında görüş ayrılıkları oluştu, hem muhaliflerin bölünmesine yol
açtı. Radikal İslamcı Hareketlerin bölünmesi,
Şam ve Tel Aviv rejimleri bakımından önemli
bir gelişme olarak ön plana çıktı.
El Kaide’ye biat eden El Nusra ile IŞİD’in bölünmesi ve birbirleriyle çatışmalı duruma
gelmesi, CIA tarafından örgütlenen ve uygulamaya konulan bir planın parçası olarak
algılandı. Bir başka tanımlanmayla Radikal
İslamcı Hareketlerin parçalanması ve zayıflaması Suriye ve İsrail’i buluşturdu denebilir.
Suriye rejimi, parçalanan İslamcı hareketlere
yönelik çok daha kapsamlı ve etkili operasyonlar yapma olanağına kavuştu. Bu, İsrail’in
de gelecekte olası güçlü bir Radikal İslamcı
Hareketin saldırılarına karşı kendisini daha
güvenceli görmesini sağladı.
IŞİD’in Musul operasyonu, aynı zamanda
Rusya’nın radikal İslamcı hareketlerin tasfiye edilmesi tezine zemin hazırladı denebilir.
Rusya, Esad rejimini desteklemesini gerekçelendirirken, uluslararası Radikal İslamcı Hareketlerin bütün Ortadoğu ve yakın bölgelerde
yaratacakları askeri ve politik kaosu gerekçe
gösteriyordu. Suriye’ye sayıları binlerle ifade
edilen Müslüman Çeçenlerin ve Tatar Türkmenlerinin geldiği biliniyor. Özellikle Kırım
bölgesinin Rusya topraklarına katılması ile, Kırım Türklerinden Suriye’ye giden cihatçıların
Rusya için çok daha ciddi bir sorun olacağını gören Putin, başta IŞİD ve El Nusra olmak
üzere ‘Radikal İslamcı Hareketlerin Suriye ve
çevre ülkelerinde ezilmesi’ gerektiği tezini
ısrarla savundu. Ortaya çıkan politik veriler
dikkate alındığında, ABD ile Rusya’nın silahlı
İslamcı hareketlere yönelik izlenecek strateji
konusunda esasen anlaşmış bulunuyorlar.
IŞİD’in Stratejik Hedefi Kürdistan
Başta IŞİD olmak üzere silahlı radikal İslamcı örgütlerin bölgede yaratacağı politik istikrarsızlığın merkezinde Kürdistan coğrafyası
bulunuyor. Aşamalı bir savaş stratejisi uygulayan IŞİD’in öncelikli hedefi Kürdistan’dır. Bu
bakımdan IŞİD’in, Irak ordusundan ele geçirdiği ağır silahlarla Rojeva’da Kobani’ye yeniden
çok kapsamlı bir saldırıya yönelmiş olması,
Kürtlerin oluşan politik gücünü ve stratejik
oluşumunu tasfiye etmeye yönelik çok yönlü planların en önemli halkalarından biridir.
Küresel ve bölgesel güçlerin kendi stratejik
31
zülfikar
çıkarları nedeniyle Ortadoğu’da yaratmaya
çalıştıkları değişiklikler, Kürtler bakımından
muazzam olanaklar yaratmış bulunuyor. Kürdistan coğrafyasının önemi çok daha fazla
artıyor. İki özerk Kürdistan, bütün stratejik
ilişkilerin merkezinde bulunuyor. İslami cihat
adına savaşan IŞİD ve El Nusra gibi radikal
İslamcı örgütlerin Kürtlere yönelik saldırılarının nedeni de, Kürtleri Ortadoğu’nun yeni
stratejik gücü olmaktan çıkartmaktır.
Gerçekleştirdiği askeri saldırılarla bölgede
politik kaos yaratan IŞİD, Bağdat ve Şam rejimiyle çatışmalı görünse de stratejik hedefinde
Kürdistan ve Kürtler bulunuyor. Rojava’yı hedef tahtasına oturtan IŞİD’in, Kerkük’ü ve Bağdat ile ‘tartışmalı olan bölgeleri’ ele geçirmek
istediği biliniyor. Bu bakımdan IŞİD, görünürde
Şam ve Bağdat ile çatışmalı olduğu halde,
Kürdistan bölgesine yönelik gerçekleştirdiği
saldırılarla, statükocu devletlerin politikalarına hizmet eden bir strateji izliyor. Ortadoğu
patlaması içinde stratejik gücü artan ve bütün bölgesel denklemi alt üst ederek sürecin
önemli bir aktörü haline gelmeye başlayan
Kürt politik güçlerinin oluşturduğu ‘özerk’ yapıların tasfiye edilmesi, bölgesel statükocu
güçlerin çıkarlarıyla bütünüyle uyuşuyor. Bu
bakımdan IŞİD ve El Nusra gibi radikal İslamcı
örgütlerle, biçimsel olarak savaştığı devletler
arasında stratejik bir işbirliği bulunuyor. Bu işbirliğinin resmiyete dökülüp dökülmemesinin
hiçbir değeri yoktur. Önemli olan belirlemiş
oldukları politik stratejiler ve askeri olarak
oynadıkları roldür. IŞİD’in saldırının merkezine
Rojava’yı koyması, ‘Özerk Rojava’nın askeri
güçle tasfiye edilmesi, Güney’in doğrudan
saldırıların hedefi haline getirilmesi, IŞİD’in
statükocu devletlerle olan derin bağları ortaya koyuyor.
Birçok saldırının ortak bileşkesi ise Ortadoğu’da yeniden şekillenen ilişkilerde Kürtlerin
artan stratejik gücünü kırmak ve denklemin
dışında tutmaktır. IŞİD ile çatışmalı olan bölge ülkeleri dahi, Ortadoğu’da Kürtlerin politik bir güç olarak, masanın bir tarafından
bulunmasını istemiyorlar. Bu nedenle IŞİD,
özellikle bölge ülkeleri tarafından çok yönlü
destekleniyor ve yönlendiriliyor. Rojava’da
oluşan ‘Özerk’ bölgenin zora dayanan askeri
saldırılarla dağıtılmaya çalışılması, 21.Yüzyıl’ın yükselen gücü olarak Kürtlerin Ortadoğu
denkleminin dışında tutulmaya çalışılmasıdır.
IŞİD’in Kürdistan coğrafyasındaki saldırıları, Kürtler arasında stratejik bir ittifakın
artık zorunlu hale geldiğini gösteriyor. Hem
statükocu güçlerin, hem de bölgedeki radikal
İslamcı örgütlerin, Kürtlere karşı izledikleri
askeri, ekonomik ve politik içerikli çok yönlü tasfiye planlarına karşı, Güney Kürdistan
Hükümeti, Rojava Özerk Yönetimi ve PKK
arasında oluşturulacak stratejik işbirliği,
sadece Kürdistan’da yaşayan halkların güvenliğini sağlamak değil, esasen Kürdistan
bölgesinin Ortadoğu’da merkez üs olmasını
sağlayacaktır. Bu bakımdan IŞİD’in Kürtlerin
her hangi bir politik gücüne yönelik saldırının
politik arka planı, Kürdistan coğrafyasının bütünüyle stratejik güç olmaktan çıkartmaktır.
IŞİD’İN Doğal İttifak Gücü Türkiye
Batı Kürdistan’da başlayarak bütün Kürdistan bölgesini kapsayan çok yönlü bir çatışmaya zemin hazırlayan IŞİD ve El Nusra gibi
İslamcı oluşumların güç olabilmeleri için Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi devletler çok
önemli yardımlar yaptılar.Türkiye bu sürecin
en önemli merkezi üssü olarak işlev gördü.
AKP’nin geliştirdiği Sünni eksenli bölgesel politikaların Suriye’deki ve Irak’taki yansımaları
tahmin edilenden çok ağır oldu. PYD’nin Rojava olarak tanımlanan Batı Kürdistan bölgesinde ilan ettiği “demokratik özerkliği” boğmak
ve Kürdistan merkezli politik bir oluşumu engellemek için aktif olarak desteklenen IŞİD’in
İslam adına gerçekleştirdiği katliamların arka
plan gücü Türkiye’dir. Türkiye’nin Sünni İslam politikasıyla IŞİD’in Vahhabi-Selefi İslam
politikası birbiriyle örtüşmektedir. İki gücün
ortak stratejik bir ittifak oluşturması aynı İslam politikasına sahip olmalarıdır.
Ortadoğu’daki politik gelişmeler dikkate
alındığında, mevcut ülkeler içerisinde en çok
zorlanacaklardan biri Türkiye’dir. AKP iktidarı
ABD’nin çok yönlü baskıları sonucu IŞİD ve
El Nusra’yı ‘terörist örgütler’ listesine aldı.
Ancak, Rojava politikası nedeniyle bu örgütleri
destekliyor ve askeri yardımını değişik boyutlarda sürdürüyor. ABD, Rusya ve İngiltere gibi
ülkeler, Türkiye’nin bu ikili oyunun farkındalar
ve Erdoğan’ın isminin üzerini çizmelerinde
en önemli faktör, Türkiye’nin Suriye merkezli
Ortadoğu politikasıdır. Uluslararası alanda ve
Ortadoğu’da büyük oranda izole olmuş Erdoğan, IŞİD’e verdiği askeri yardımları keserek
yeniden ABD’nin güvenini almak istiyor. IŞİD,
Erdoğan’ın bu hamlesini bir bakıma ihanet
olarak görüyor ve operasyonlarını Türkiye’ye
yönlendireceklerini açıkladı. Türkiye içerisinde
çok ciddi olarak örgütlenen IŞİD’in AKP’nin
mezhepsel politikasına da denk gelebilecek bir
kısım eylemlere yönelmesi, Türkiye’nin bugünkü politik krizini çok daha derinleştirecektir.
Türkiye’nin Suriye ve Irak politikasının en
önemli halkası, Kürdistan coğrafyasının istikrarsızlaştırılmasıdır. Bu politikanın başarılı
olması için küresel radikal İslamcı örgütlerin
merkezi üssü olarak işlev gördü. Türkiye’nin
IŞİD gibi her türlü katliamı yapan bir örgüte
destek vermesinin nedeni: Birincisi, Suriye’de
Kürdistan Özerk Bölgesinin oluşumunu engellemek için Kürt coğrafyasında politik istikrarsızlığı derinleştirmek ve Kürtler arasında
çatışmaları teşvik etmek. İkincisi, özellikle
Diyarbakır, Bingöl, Ağrı, Bitlis gibi yerlerde
Kürt kökenli Selefi grupların oluşumunu aktif
olarak destekleyerek Kürt Hareketine karşı
saldırılara yönlendirmek. Üçüncüsü, bugün
geçici olarak ittifak yaparak ‘dost’ gördüğü
ama stratejik ilişkilerin dışında gördüğü Güney Kürdistan bölgesini, IŞİD saldırılarıyla
politik kaosa ve istikrarsızlığa dahil etmek.
Türkiye’nin kullandığı bu kirli savaş yöntemlerinin başarılı olma şansı zayıf olsa da, bölgesel dengeler bakımından denenebilir bir
olasılık olarak gündemde tutuluyor. IŞİD’in,
Rojava’da PYD-YPG ile çatışması, fiilen PKK
ve HPG ile çatışması anlamına geliyor. Türkiye bu çatışmayı Kuzey Kürdistan’a taşıyarak
doğrudan PKK-IŞİD çatışmasına dönüştürmeyi
amaçlıyor. Bunu başarmanın en kısa yolu da,
Suriye’ye gidip savaşan Radikal Kürt İslamcı
Gruplarından, IŞİD veya El Kaide eksenli yeni
bir örgütlülük yaratmaktır. böylelikle bütün
Kürt coğrafyasını kapsayan Kürtler arasında bir savaşa zemin hazırlamak istiyor. İki
özerk Kürdistan’ın varlığı ve bunlar arasında gelişebilecek stratejik bir ittifak ve hatta
birleşme olasılıklarının var olması, Türk devletinin varlık nedenlerini ortada kaldıracak
bir sürecin başlaması anlamına geliyor. Bu
bakımdan Türkiye, 21.yüzyılın Ortadoğu’sunda
Kürdistan’ın bölgesel bir güç olarak ortaya
çıkmaması için bütün olanaklarını kullanıyor.
Bunun en kısa ve en etkili yöntemi de Radikal
İslamcı Hareketlerin Kürdistan coğrafyasını
askeri saldırılarla politik bir istikrarsızlığa
sürüklemektir. Türkiye’nin bu politikası kısa
süreli etkili olsa da, orta vadede başarılı olma
şansı bulunmuyor. Ortadoğu’da rekabete tutuşan ABD ve Rusya’nın Kürt politikası esasen
aynıdır. Bu bakımdan ne Güney Kürdistan’ın
tasfiyesini desteklerler, ne de Rojeva’da Özerk
bir Kürdistan’a karşı çıkarlar. Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve politik çıkarlarıyla bütünüyle çelişen iki farklı Kürdistan’ın varlığı bütün
küresel güçlerin politik çıkarlarına uygundur.
Bu nedenle Türk devletinin. Kürtlerin artan
politik gücünü kırması için IŞİD ve El Nusra
gibi radikal İslamcı hareketleri desteklemesi, Kürtlerden çok orta vadede Türkiye’nin
toplumsal dinamiklerini parçalanmasına yol
açacaktır. İslamcılaştırılan bir Türkiye toplumu, ciddi politik krizlerle karşı karşıya kalma
olasılığı tahmin edilenden çok daha fazladır.
İslamcılaştırılan toplumsal yapı içinde IŞİD
ve EL Kaide gibi radikal İslamcı Hareketler,
tahmin edilenden daha hızlı güçleneceklerdir.
28
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Mehmet YÜKSEL
Adres:
Zülfikar Gazetesi Hobyar Mah.Cemal Nadir
Sk.No:26/28-Büyük
Miraslan Kat.2 No:143 Cağaloğlu/İST.
e-mail:[email protected]
Basım Yeri: Gün Matbaacılık Beşyol Mah.Akasya
Sk.23/A
Küçükçekmece-İST. Tel:(0 212) 5806381 Yayın Türü:
Yaygın Yayın
Periyodu: Ayda bir yayınlanır.
Gazetede yer alan yazılardan yazarları sorumludur.
Aslını inkar eden haramzadedir!

Benzer belgeler