Ussuz Kasım 2008 Seyri-II

Transkript

Ussuz Kasım 2008 Seyri-II
Öfke, Bir Adamı Çocuklara Bölen Öfke…, César Vallejo
Öfke, bir adamı çocuklara bölen öfke,
çocukları benzeş iki kuşa,
ve sonra kuşları ufacık yumurtalara:
fakir adamın öfkesinde
rafine bir yağ iki cins sirkeye karşı.
Öfke, ağacı yapraklara bölen öfke,
ve yaprakları benzeşmez iki tomurcuğa,
ve tomurcukları da alabildiğine küçük saban izlerine:
fakir adamın öfkesinde
iki nehir denizlere karşı.
Öfke, iyiyi şüphelere bölen öfke,
ve şüpheyi üç benzer taş kemere,
ve kemerleri de beklenmedik lahitlere:
fakir adamın öfkesinde
bir parça çelik iki hançere karşı.
Öfke, ruhu bedenlere bölen öfke,
bedenleri benzemez org(an)lara,
ve org(an)ları düşüncenin yankılanan oktavlarına:
fakir adamın öfkesinde
özlü bir ateş iki kratere karşı.
Çeviren: Hasan Ağan
Kayıp, Erdoğan Kul
yenilgim kime yansıyor
güneşin mosmor elleri kime
taşı sıksam
çıkardığım günah bedenim
suya insem
boğazımdaki kocaman
kayık ölüsü dengine ‘avuntum bu’ diyeceğim
alnı hep arka sokaklar olan cinnet yüzücüsü
kundaklanmış ışıltılarını ararken çocukluğunun
nesnelerin dibinde külden, çökkün bir müziğe
buna varıyor
o müziği ruhumdan binlerce kopan
acının üçgenleri döne döne var kılıyor
hep aynı çığlık dünya
oluş’un tiz avlularında
1.
kısık göz ve demir sidikli yargıç
eğirirken sabahları ince hüznün lifleri arasında
elinde bir şey tutuyor her şeklin özel iblisi
kararan denizlerin yaşlılık çillerine
bıraktığı anlamın diline çözünerek
akan pas gibi beynin kabuklarında
bir şey
belki dümeni güllerin
evlerin bulvarların dümeni
ağzımın tadına bir virüs boşluğu açıp
yerleşiyor
kısık göz ve demir sidikli yargıç
söz’ü dalganın uç-yoklarından
kendi uç-yoklarına refleksleyerek dönen
acının üçgenleri var üstümde dümene karşı
2.
ben siyaha çok bakmaktan doğan beyazın
ve beyaza çok bakmaktan doğan siyahın
güneşini denge oku mu sanmışım
son vurulduğum şarkıdan boynumda kalan çiziği
heykeltıraş parmaklarında sabırsızlanıp duran
sınır sanmışım
anlasaydım
kırbaçlanmış günlerin yüzümdeki tortusunu
neşeyle meme ucuna sürünüp dirilen kızlar
gözlerimdeki ışıktan gebe kalmaya ne korkar
-gözlerimdeki, felç inmiş köpeksi ayışığındano çiçek kemikli kızları kitaplardan koklamazdım
küf kokularındaki ısıdan ruhuma açılan kapı da
başıma bekçi olarak dikilmek bilmezdi belki
ulu renklerin uğultu kulelerine karşı
yörüngesini yitirmiş et çürüme odalarını
yavaşça emip içe çekmezdi artık içine girmek yerine
anlasaydım
bir ırmağın aktığını unutmasından çaldığım künyem
taşın taşa bin yıllık mektubu içre
nasıl bir çınlamaysa
kanın delici siyahıymış
en baştan alfabem de
taşın ve suyun kalbinde hıçkıran tuz
ta zamandan önce
yakmış çünkü güneşin gözbebeğini
3.
nesnelerin ve putlarımın adını her sabah
hoşnutluk’la tütsüleyen bilgeler
önümü kesen dünyanın hiçbir kitapta yeri yok
soluğumda gerildikçe uçları yitik dünyanın
işe yaramaz bir organ yerine geçtiği bile
kendim’le sınandığım tepeler ve de kıyılar
kimbilir hangi kuşun içinde büzüşür iç içe geçer şimdi
gülünce karnındaki sinsi ekrandan
kusursuz yılanlar dökülen ey kalabalık
kutsadığınız her türlü kibrin önünde
ağlamak ve kurtulmak istiyorum
her şeye yeniden yeniden doğana kadar
ağlamak
kılıçkesmez beylerin de gizli beynine sığınak
ve dilin uçsuz yaralarından
kalbe sızabilen tek şey
kurtulmak
4.
Beyaz
biçim’in küçük kızı
taşın ebesi Beyaz
rüzgârın sesindeki erimsiz hiza-nesne
insanyasak limanlarında noktanın
biri dese candan üç mum yanıyor
o ayıp seferlerde bir kopukluk çınlıyor
biri tutsa nedensizliğini Beyazın ad’ımda
soramaz kendi neye inceliyor
açılmayan kapanmayan bir yaradan ağaçlar
uzaklığın kilidini olarak ne yükseliyor
biri kaçsa maddenin ele geçmeyiş göğüne
kemiğe eriyen atlardan geri
neden hep aynı kırık anahtar sesi kalıyor
ne ki dinmez
ne ki bitmez
yas
şiddetinden görünüş
kendini mavi sanan bir avda boca
5.
görme’nin tadında cedel
kış demirin içi gelir odama
buzda kan ovacak denli sert yayı
kartal ölüleri yüzen uykumdan sunar armağan:
akla tutulup çekilen
akla karayı iç içe büyüten bir lamba
taşımak o lambayla
nedensiz yitimin tohumu bir kendilik’i
yerdeğilbiryer’e boyuna taşımak
aynı nefes üzre yürümek yolsuz
köprüsüz çizgisiz adımsız yürümek ne
senin adın veriliyor sen söyle
yaşamayı gözü oyuk adam yapıp
boynuma asan Yaşamak
ışık çözerek kendini beyaz
bulunacak ne ki buldu
dinmez
bitmez
şiddetinden görünüş
6.
izler susmuş
zamandan göbeği kesilmiş dalgaların
ritmin süreksiz boğum gününde
kendine nişan almış kendini vurmuş dalgalar
kıyıların kırık ağzında çıldıran rüzgâr
şimdi dirimin üvey beyazı
martıların ufuk olma beyazı
kuğular akşamın gelişinde hoş
bir yankı arıyor çökme’nin sahibine sanki
geçiyor tüm omurgalılar
yüzüme çukurun yanıtı sanki
yoğunu hangi perçemden
yakalasam saz oluyor
dili dökülen alevler
kısraklar için soyutluk
gidişler için bir dönümsüzlük bulutu salıyor
telleri sakınım
güneş borcu kimi burukluklarda
yağacak om
oyunlarda kılmasın diye karar
bilinmiyor hep böyle asılı mı kalacak
donkişot morluğu havada
yoksa geri mi alındı ödül
us’tan usa geometri ırmağı
yüzeyinden ayrı düşmüş aynaya
çöl diyorlar ruhun avuç açması
çizgilerin birbirine uçma koyuluğunda
serap
asla çölde değil
insanda
7.
çünkü kalbimden kesilmiş bir daldır ufuk
8.
bütün seneler beyaz bir kuşmuş
ellerimizden girip
ruhumuzun yokluğunda yıkanırken kaybolmuş
- bizler savaş ölüleri
kaç şafaktan kaç karanlıktan önce
doğurgan meydanlarda dul çalgılar yuvarladık
kolunu kestik kesebildiğimiz kadar uzayın
yine de daralamadık
karada ak suda dirim budadık
kırdık sıvının içini eklemler boyu
yüzümüzü aldanışın buruk mumuna adadık
-sesini unutanların güne başlama çarkında
dönmezlik bizim yüzümüz ancak dumandan görünürtoz duman içinde öyle batırdık gemilerimizi
köşelere sevmelere tepeden yuvarlanmalara
çocuklar bakarken dalıp içine düşmesin diye
sayıklayan çiçeklerin gözkapağını kapattık
öldük savaşı yaşattık
şimdi sizin sokaklarınızı
evinizi duvarlarınızı bacanızı
tarih’le mayaladık
davul çalın bizi sürmeden
leylakların mahmur can sesi camlarda
davul çalın davul çalın kuşların da
kız gibi sular akıttık yaralarından
ben siyaha çok bakmaktan doğan beyazın
ve beyaza çok bakmaktan doğan siyahın
güneşine kapanıp kalıyorum
yani bırakılma’nın sonsuz geniş damarında
kendime yol olmaktan sonsuza bölünüyorum
9.
kara ve sara
her zaman moda
katlanıp saçlarımın arasına konulunca kim bilecek
mevsimlerin içimdeki bin yıllık leşe post olduğunu
erte’lerde yaşamakla kafiyelenmiş ufuklar
görecek mi: geçmiş zaman
gövdesine işlenmiş bir palyaçodur
yüzünü hiç tatmamış
yüzünden tanrıyı göğe çalmış çocukların
görmenin her türlüsünden şeklalmış bir kartal
ışığın zorbası olup çoktan dağıtmış kendi beynini
çoktan gücenik sularımda
çürümüş memeleri kutsal’ın da
daha emilmeden tükürülen
bütün atlar küsmüş
yitmiş biri öbüründe renkler
bütün
(tespihleri bademle gözlenmiş kısır kadınlar
uçurumun oğlu olarak denir çünkü seni
göğün bileklerine doğurmuşlar ortak anlarından)
Siyah Beyaza ağlamış
Beyaz Siyaha
10.
biz belki durmaksızın birbirine açılan
uçurumlara uzun uzun fırlatıldık
belki de sesimizi mezar edinip kıyamet gözleyen
kendini vurmuş dalgaların iskeletine
anlam’a yakalandık
ya da göğe dürülüp sonsuz bir düşmede
kıpırtısız kalış neymiş anladık
mumyalanmış saatler midir bunlar
kan sayfalarından nabzımı tutar
nabzımın çınlattığı kayalardan hangi tanrı bakar
mumyalanmış saatlerde aynalar
kıvrılıp kendilerine ve burkulup fecre doğru
vakti daraltmaktadırlar
suya gömük mağaralarca susan zihnin halkaları
yarım kalmış kulakları onarmaya mı gidiyor
kül kül
ey hem ayna hem ışık
ey yüz yüze aynaların itiraf meleği
Deliler ve Hücre Arkadaşları adlı şiirden seçmeler, Thomas Bernhard
Ben, delirene kadar, bir mahkûm olmalıyım. Çünkü mahkûm kıyafeti giydiğim, değil mi?
Us, özgür değil. Ama usun içine doğduğu sistem özgür; sistem öylesine özgür ve us da öylesine
özgürlük yoksunu ki, sistem ve us bir sona doğru yaklaşıyor.
…
Vicdanımdaki kahpe musluk,
kamburumu ısıran bu kalabalık.
Bu ayakkabılar, bu eski püskü ceket çileden çıkarıyor beni.
…
Kulüp dansçıları, çığırtkanlar, haydutlar, muhbirler
kamunun cilalı siyah çizmesinde.
…
Devlet kadir-i mutlaktır, sen zayıf düşmüşken acıyla.
İktidar ve üniforma aynıdır birbirinin.
Ağzını kapalı, aklını denetimde tut,
Yürü, uğrumuza hiç kimsenin kesmeyeceği ormanlar içinde.
…
Düşünmeye olan bağımlılığın sonuçlarından hareket edersek, bizi geride bırakmaksızın gerileten
anlam sorununa varmış oluruz.
…
Berraklık, en büyük çaresizliğin en büyük berraksızlığa öykündüğü yerde varlık bulur.
…
Kendine hükmedebilen insanın her şeye hükmetme hakkı vardır. Yine de hiç kimsenin kendine
hükmetme hakkı yoktur.
…
Ayaklarım düşünür, aklım yürür.
Baştan aşağı bu dünya, geçemez
ötesine çürümüşlüğün.
Ve kentin bizzat kendidir katil.
…
Gözlerimde yasanın kasırgası çakıyor
ısırgan ve keskinliği olan.
Ben kendimin köpeğiyim ve sen sadece eşlikçimsin
şehvetin hücresine kadar takip ettiğim.
Sen ne çeşit bir şarapsın, sidik efendim?
Çeviren: Hasan Ağan
Enneadlar, Altıncı Deneme (Plotinus), Plotinus
GÜZELLİK
1
Güzellik özellikle görme duyusuna hitap eder, ama sözlerin belirli birleşimlerinde ve müziğin
her türünde olduğu gibi, işitme için de bir güzellik vardır, çünkü melodiler ve kadanslar
güzeldir; kendilerini duyular alemi üzerinde daha yüksek bir düzene taşıyan zihinler, hayatın
akışındaki, eylemlerdeki, karakterdeki, zihnin uğraşlarındaki güzelliğin de farkındadırlar; bir
de erdemlerin güzelliği vardır. Daha yüce ne gibi güzellikler olabileceğini, tartışmamız ortaya
çıkartacaktır.
Öyleyse nedir bu maddi biçimlere alımlılık veren ve kulağı seslerde fark edilen tatlılığa çeken
şey; ve Ruhtan kaynaklanan her şeyde bulunan bu güzelliğin sırrı nedir?
Hepsi güzelliğini bir tek ilkeden mi alır, yoksa cisimli olanla cisimsiz olana özgü başka başka
güzellikler mi vardır? Son olarak, bir ya da çok olsun, böyle bir ilke ne olabilir?
Bazı şeylerin, örneğin maddi biçimlerin, kendilerinde olan bir şey dolayısıyla değil de
aktarılan bir şey dolayısıyla güzel olmasına karşılık, başka bazı şeylerin (örneğin Erdemlerin)
kendiliğinden güzel olduğunu göz önünde tutun.
Aynı bedenler bazen güzel görünürken bazen güzel görünmezler; demek ki beden olmakla
güzel olmak arasında büyük fark vardır.
Öyleyse kendini belirli maddi biçimlerde gösteren bu şey nedir? Bu, araştırmamızın doğal
başlangıcı.
Kendilerine güzel bir nesne sunulan kimselerin gözlerini cezbeden şey nedir ki onları
kendisine doğru çağırır, ayartır ve bu görünüşle zevkle doldurur? Biz kendimizi bu bilgiyle
donatırsak, daha geniş bir bakış için de bir çıkış noktası edinmiş oluruz.
Neredeyse herkes parçaların birbirine ve bütüne karşı simetrisinin, renklerdeki belirli bir
çekicikle birlikte, gözle tanınan güzelliği kurduğunu, görünen şeylerde – aslında başka her
şeyde olduğu gibi – evrensel olarak güzel olan şeyin esasında simetrik, düzenli olduğunu
ifade eder.
Ama bunun ne anlama geldiğini bir düşünün.
Ancak bir bileşik güzel olabilir, asla parçalardan oluşan bir şey değil ve sadece bir bütün.
Çeşitli parçalar kendi içlerinde değil, güzel bir toplamı oluşturmak için birlikte çalışırken
güzelliğe sahip olacaklardır. Bununla birlikte, bir topluluktaki güzellik, ayrıntılarda da güzellik
talep eder; çirkinlikten kurulamaz. Güzelliğin yasası baştanbaşa işlemelidir.
Renklerin ve hatta güneş ışığının bütün güzelliği, parçalardan yoksun olduğu ve böylece
simetri bakımından güzel olmadığı için, güzellik aleminin dışına sürülmelidir. Ve nasıl olup da
altın güzel bir şey olur? Geceleyin şimşek ve yıldızlar, bunlar neden bu kadar hoştur?
Her ne kadar mükemmel bir bestede çoğunlukla her bir aralık kendi içinde hoş da olsa,
seslerde de basit olan dışlanmalıdır.
Yine, madem ki simetri bakımından sabit olan aynı yüz bazen hoş görünmesine rağmen
bazen görünmemektedir, güzelliğin simetriden başka bir şey olduğu, simetrinin de güzelliğini
daha uzak bir ilkeye borçlu olduğu konusunda şüphe edebilir miyiz?
Yaşam tarzlarında ya da düşüncenin ifadesinde çekici olan şeye dönelim; burada da mı
simetriyi yardıma çağıracağız? Yüce davranışlarda ya da mükemmel yasalarda, düşünsel
uğraşının herhangi bir biçiminde ne gibi bir simetri bulunabilir?
Soyut düşüncenin konularında nasıl bir simetri olabilir?
Birbiriyle uyumlu olmanın simetrisi mi? Ama uyum, ya da tümüyle özdeşlik, çirkinlikten başka
hiçbir şeyin bulunmadığı yerde de bulunabilir: “Dürüstlük safdilliğin ta kendisidir” önermesi,
“Doğruluk irade zayıflığıdır” önermesiyle mükemmel bir uyum içindedir, uyum tamdır.
Yine, bütün erdemler ruhun birer güzelliğidir, bütün diğerlerinden daha gerçek bir güzellik,
ama simetri buraya nasıl girer? Ruh, gerçekten de, basit bir birlik değildir; yine de ruhun
erdemi uzamın ya da sayıların simetrisine sahip olamaz: ruhun yetilerinin ya da ereklerinin
uzlaşmaları ya da kaynaşmaları üzerinde geçerli olabilecek ölçü standardı ne olabilir?
Son olarak, bu teoriye göre, Zihinsel İlkede, esas olarak yalın olanda, nasıl olup da güzellik
olacaktır?
2
Öyleyse, haydi kaynağa geri dönelim ve güzelliği maddi şeylere yerleştiren İlkeyi
gösteriverelim.
Şüphesiz bu İlke vardır; bu ilk bakışta görülen bir şeydir. Ruhun kadim bir
bilgisindenmişçesine adlandırdığı ve fark edince bağrına basıp birlikteliğe girdiği bir şey.
Ama ruh bir de Çirkinle karşılaşırsa birden bire kendi içine siner, onu reddeder, ondan yüz
çevirir, uyumsuz olduğu için gücenir.
Yorumumuz odur ki ruh – doğasının bütün doğruluğuyla, Oluşun hiyerarşisindeki en yüce
Varlıklarla yakın ilişkisiyle – o soydan bir şey ya da o soya ait en ufak bir iz gördüğünde, ani
bir zevkle titrer, kendisine döner ve böylece yeniden doğasının bilincine, kendi yurduna
katılır.
Ama bu dünyanın güzelliğiyle Yücedeki eksiksiz güzellik arasında böylesi bir benzerlik var
mıdır? Ayrıntılardaki böylesi bir uygunluk, her iki düzeni benzer kılacaktır: ama buradaki
güzellikle oradaki güzellik arasında ortak olan nedir?
Bizim kabul edip onayladığımız odur ki, bu dünyanın bütün güzelliği İdeal Biçim’deki payından
gelir.
Türü biçime ve kalıba izin veren bütün biçimsizlik, Akıl ve İdeanın dışında kaldığı müddetçe,
işte bu İlk Akıldan yalıtılmışlığı dolayısıyla çirkindir. Ve işte bu Saf Çirkindir: çirkin bir şey,
tamamen kalıba dökülmemiş bir şeydir, Akıl Yürütmeyle, bütün noktalarda ve bütün
yönleriyle İdeal Biçime teslim olmayan Madde’dir.
Ama İdeal Biçim nereye girdiyse, çeşitli parçalardan bir birlik haline gelecek ne varsa onları
gruplandırmış ve düzenlemiştir: karmaşayı uyum içinde çalışan bir işbirliğinde toplamıştır:
toplamı, uyumlu bir bağdaşım yapmıştır: İdea bir birlik olduğundan, şeklini verdiği şey de,
çarpma işleminde olduğu kadar birliğe gelmelidir.
Böylece, birliğe katılan şey üzerinde Güzellik tahtını kurar, toplama olduğu kadar parçalara da
kendini vererek: doğal bir birliğin, benzer parçalardan oluşan bir şeyin üzerinde ışıdığı zaman,
kendini o bütüne verir. Böylece, örneklemek gerekirse, bütün bir eve bütün parçalarıyla
sanat erbabınca verilen güzellik ve tek bir taşa doğal bir niteliğin verebileceği güzellik vardır.
O halde maddi şeyler işte böyle güzel olur – İlahiden süzülen düşünceyi ileterek.
3
Ve ruh, Güzelliğe yönelik garip bir yetiye sahiptir – kendi değerlendirmesinden sonuna dek
emindir; güzel bir şey kendisine değerlendirme için sunulduğunda hiçbir zaman şüpheye
düşmez.
Ya da belki ruhun kendisi anında tepki gösterir, İdeal Biçim ile uyumlu olan bir şeyi içinde
barındıran Güzeli onaylarken, İdeayı mihenk taşı gibi kullanır.
Ama maddeyle (material) bütün Maddeyi (Matter) önceleyen arasında ne gibi bir uygunluk
vardır?
İçsel ev fikrine uygun evi karşısında bulan mimar hangi ilkeye göre ona güzel der? Değil mi ki
önünde duran ev, taşlar bir yana, içsel ev fikrinin dışsal madde yığını üzerine damgalanmış
halidir, çeşitlide ortaya konan bölünmezdir.
Böylece, kavrayış yetisiyle: belirli nesnelerde biçimsiz maddeyi bir arada tutan ve kontrol
eden İdeal Biçimi ayırt ederek, İdeanın doğasının aksine, bildik biçimlerin üzerine
damgalanmış olduğundan daha mükemmel bazı başka biçimler görerek, parçalar halinde
kalan başka ne varsa birliğe toplar, yakalar ve içeri taşır; artık parçalardan oluşan bir şey
değildir. Ve onu İdeal İlkeye uyumlu, elverişli bir şey, doğal bir dost olarak sunar. Buradaki
zevk, bir gençte kendi ruhunun eriştiği mükemmellikle uyumlu bir erdemin ilk işaretlerini
gören iyi bir adamınki gibidir.
Renklerin güzelliği de bir birleşmenin sonucudur: biçimden çıkar, Maddenin içindeki
karanlığın ışık dökülerek fethinden, cisimsizden; ki o bir Zihinsel İlkedir ve bir İdeal Biçim.
Bu yüzdendir ki Ateş tüm diğer maddi bedenlerden daha görkemlidir, İdeal İlkenin payesiyle
diğer temel öğelerin üzerindedir. Hep yukarı yöneliktir. Bütün bedenlerin en zarifi, en
neşelisi, bedensize çok yakınmış gibidir. Yalnızdır ve başkasını kabul etmez, bütün diğerlerine
sızar: çünkü onlar ısıyı kabul eder ama beriki asla soğuk değildir. O, renge aslen sahiptir;
başka şeyler, rengin Biçimini ondan alırlar. Bu nedenle ışığın parıltısı, İdeaya ait olan
parıltıdır. Işığına karşı koyup tamamen alamayanlar, rengin Biçimini bütünüyle emememiş
gibi, güzelliğin dışında kalırlar.
Ve sesteki duyulmamış armoniler, duyduğumuz armonileri yaratıp, bir başka türdeki asıl özü
göstererek, ruhu güzelliğin bilincine uyandırırlar: çünkü duyulur müziğimizin ölçüleri keyfi
olmayıp, işi Maddeye hükmedip oluşa düzen getirmek olan İlke tarafından saptanmışlardır.
Duyular aleminin, imgelerin ve gölge resimlerin, Maddenin içine girmiş olan kaçakların
güzelliği buraya kadardır – görüldükleri yeri süsler ve büyüleyici kılarlar.
4
Ama bunlardan daha önce gelen ve daha yüce güzellikler vardır. Duyu esasına dayalı
yaşamımızda artık bunları bilmeye layık görülmeyiz; ama ruh onları organlardan hiçbir
yardım almadan görür ve açıklar. Duyuları kendi aşağı yerinde bırakarak, bunların görüşüne
yükselmeliyiz. Maddi dünyanın güzel biçimleri hakkında konuşmak nasıl onları hiç görmemiş
ya da güzelliklerini bilmemiş olanların harcı değilse – doğuştan kör bir adamı alalım – yüce
davranışlar, öğrenme ve bütün bu düzen hakkında da bunlara ilgi göstermemiş olanlar öyle
sessiz kalmalıdır. Akşamın ve şafağın güzelliğinin ötesinde güzel olan Adalet ve Hikmetin
yüzünü asla bilmemiş olanlar, erdemin görkemini de anlatamazlar.
Böylesi bir görüş ancak Ruhun görüşüyle görenler içindir – ve görür görmez sevineceklerdir;
üzerlerine bir huşu ve geri kalan her şeyin ancak uyandırabileceği bir dert çökecektir; çünkü
onlar şimdi Hakikat aleminde yürümektedirler.
İşte güzelliğin neden olması gereken yegane ruh hali budur; hayret ve nefis bir dert, özlem,
aşk ve tümüyle zevk olan bir titreme. Görünen için olduğu kadar görünmeyen için de bütün
bunlar hissedilebilir ve ruhlar işte bu yüzden bunu hissederler: belli bir derecedeki her ruh,
ama bu yüksek sevgiye daha derinden, daha gerçekçe eğilimli olanlar – bedenin güzelliğinden
zevk almasına karşın, tümünün öyle kesin bir acı hissetmemesi gibi – ve sadece bu daha
keskin yarayı hissedenler Aşıklar diye bilinirler.
5
Öyleyse bu Aşıklar, duyuların dışındaki güzelliğin aşıkları, tutumlarını belli etmeye
zorlanmalıdır.
Eylemlerdeki, tutumlardaki, güzel ahlaklılıktaki, erdemlerin bütün iş ve meyvelerindeki,
ruhların güzelliğindeki inceliğin ayrımına varınca ne hissedersiniz? Siz kendinizin de içinde
güzel olduğunuzu görünce ne hissedersiniz? Nedir vücudunuzu bir dalga gibi saran bu
Diyonisyak sevinç; bütün Ruhunuzun yukarıya doğru çekilişi, bedenden kurtulup asıl
kendiliğine batmış olarak yaşama özlemi?
Bunlar, aşkın büyüsü altındaki ruhun eylemlerinden başka bir şey değildir.
Ama bütün bu tutkuyu uyandıran şey de nedir? Ne biçim, ne renk, ne kitlenin görkemi: hepsi
bir Ruh içindir, güzelliği hiçbir renge dayanmayan bir şey; çünkü ruh, Hikmetin ve erdemlerin
bütün diğer renksiz nurlarının mabedidir. İşte sizin içinizde bulduğunuz, ya da bir başkasında
saygı duyduğunuz odur: Ruhun yüceliği, hayatın adilliği, terbiye edilmiş saflık, görkemli yüzün
cesareti, ağırbaşlılık, korkusuz, sakin ve hırssız bir alçakgönüllülük ve hepsinin üzerinde
parlayan tanrısal Zihnin ışığı.
Şüphesiz bütün bu yüce nitelikler ululanmalı ve sevilmelidir, ama onlara güzel adını alma
yetkisini veren nedir?
Vardırlar: kendilerini bize belli ederler: onları gören herkes Oluşun gerçekliğine sahip
olduklarını kabul etmelidir ve Gerçek Oluş gerçekten güzel değil midir?
Ama henüz hangi nitelikleriyle Ruhu güzelliğe işlemiş olduklarını göstermedik: nedir bütün
erdemlerin üzerine yerleşmiş olan bu güzellik, bu ışıktanmışçasına parıldama?
Haydi, tersini alalım – Ruhun çirkinliğini – ve güzelliğinin karşısına koyalım: bu çirkinliğin ne
olduğunu ve nasıl olup da Ruhta belirdiğini anlayıvermek, önümüzdeki yolu kesin olarak
açacaktır.
Öyleyse haydi bir Ruh tasarlayalım; sefih, doğruluktan payını almamış, bütün şehvetlerle
kaynayan; içsel bozuşmayla yırtılmış; korkaklığı ve bayağılığının özlemleriyle kuşatılmış; sahip
olduğu düşünce kırıntısıyla dayanıksız ve aşağılık olanı düşünün; bütün dürtülerinde aksi; kirli
zevklerin dostu; bedensel duyumlara terk edilmişliğinde, bozulmuşluğunun zevkini çıkartarak
yaşayan.
Bütün bu utancın yabancı bir beladan başka ne olduğunu düşünebiliriz: Ruhun çevresinde
toplanarak onu sarsan, kirleten, alçakça davranışlarla belini bükerek temiz bir davranıştan ya
da duyumdan eser bile bırakmayarak onu kötülüğünün kabuğu altında için için yandığı, çeşit
çeşit ölüme battığı, bir ruhun görmesi gereken şeyleri artık göremediği, asıl oluşunda
kalamadığı, dışsal olana, aşağı olana, karanlık olan doğru bir şeymişçesine sürgünde bir
hayata mahkum eden yabancı bir bela.
Şunu söylemeye cüret ediyorum: temiz olmayan bir şey; duyumun nesnelerinin çağrısıyla
kararsızca bir şuraya bir buraya salınan, bedenin lekesiyle derinden yaralanmış, daima
Maddede yer tutan ve Maddeyi emen bir şey. Alçak olanla alışverişinde asıl İdeasıyla yabancı
bir doğayı değiş tokuş etmiştir.
Eğer bu adam pisliğe batmışsa ya da çamurla sıvanmışsa, kendine özgü güzelliğini yitirir ve
geriye yalnızca onu kirleten iğrenç malzemenin görüntüsü kalır. Çirkin durumu, onu saran
yabancı bir madde yüzündendir ve eğer güzelliğini geri kazanacaksa, kendini temizleyip
arındırarak bir zamanlar ne idiyse o yapmak, yine kendi işi olmalıdır.
Öyleyse kesinlikle söyleyebiliriz ki, bir Ruh çirkinleşir – üzerine yamanan bir şey yüzünden,
kendini yabancı olana batırarak, bir düşmeyle, bedene doğru, maddeye doğru bir alçalmayla.
Ruhun utancı, temiz ve ayrı olmayı bırakmasındadır. Altın değersiz parçacıklarla
karıştırıldığında niteliğini yitirir; bunlar dışarı atılırsa geriye altın kalır ve bütün yabancı
olandan yalıtılıp kendisiyle baş başa bırakılan altın, güzeldir. Ruh da böyledir; hele bir
bedenle giriştiği içli dışlı sohbetten gelen arzulardan temizlensin, bütün tutkulardan
kurtarılsın… Yalıtılmıştır, yine kendisindedir. İşte o anda yabancı olandan gelen çirkinlik
sıyrılıp gitmiştir.
6
Çünkü kadim öğretide olduğu gibi, ahlaki disiplin, cesaret, her bir erdem, Bilgeliğin kendisi
bile, hepsi arınmadır.
Şu andan itibaren Sırlar üzerinde iyi bir akıl yürütme, arındırılmış olanın pisliğe batışı
hakkında aşağı yukarı bir fikir verir. Öte Dünyada bile böyledir çünkü temiz olmayan, pisliği
şimdiki pisliği yüzünden sever ve bedenin hınzır kusuru, kusurlu olmaktan zevk duyar.
Basiret, doğru olarak adlandırıldığı gibi, bedenin zevklerinden pay almamaktan, temiz
olmadıkları ve değersiz oldukları için onlardan ayrılmaktan başka nedir? Cesaret de, Ruhun
bedenden ayrılmasından başka bir şey olmayan, zevki saf kendiliği olmak olan, hiç kimseyi
dehşete düşürmeyecek olan ölümden korkmamaktan başka bir şey değildir.
Böylece temizlenen Ruh bütünüyle İdea ve Akıl olur. Bedenden tamamen kurtulmuş, zihinsel,
bütünüyle Güzelliğin tükenmez kaynağının ve Güzellik ırkının yükseldiği o ilahi düzendedir.
Böylelikle Zihinsel İlkeye yükseltilen Ruh, bütün gücüyle güzeldir. Çünkü Zihin ve Zihinden
kaynaklanan her şey Ruhun güzelliğidir – kendi doğasından ve ona yabancı olmayan bir
güzellik – çünkü yalnız bunlarla o gerçekten Ruhtur. Ve Ruhun iyi ve güzel bir şeye
dönüşmesinde Tanrıya benzer hale gelmesi olduğunu söylemek uygundur, çünkü bütün
Güzellik ve varlıklardaki bütün İyi, İlahiden gelir.
Şunu bile söyleyebiliriz ki Güzellik, Asıl Varolandır ve Çirkinlik, Varlığın zıddı olan İlkedir.
Çirkin, aynı zamanda İlk Kötüdür; bu yüzden de zıddı kendiliğinden iyi ve güzel ya da İyilik ve
Güzelliktir. Böyle bir model bize “Güzellik-İyi” ve “Çirkinlik-Kötü”yü bulduracaktır.
Ve Güzellik, aynı zamanda İyi olan Güzellik, İlk olan olarak ortaya konmalıdır: Doğrudan bu
İlkten türeyen Güzelliğin başlıca göstergesi olan, Zihinsel İlkedir: Ruh, Zihinsel İlkeden doğru
güzeldir. Daha aşağı bir düzenin şeylerinin güzelliği – eylemlerin ve uğraşların örneğin – aynı
zamanda duyumlar dünyasındaki güzelliğin yaratıcısı olan Ruhun işlemlerinden gelir. Çünkü
ilahi bir şey, İlk Güzelliğin bir parçacığı olmakla ruh, yakaladığı ve biçimlendirdiği her şeyi
kapasitelerinin alabildiğince güzelleştirir.
7
Bu yüzden tekrar İyiye, her Ruhun arzuladığına doğru tırmanmalıyız. Bunu gören herkes, ‘bu
güzeldir’ dediğimde neyi kastettiğimi bilir. Onun bile arzusu, bir İyi olarak arzulanmaktır. Ona
ulaşmak, yukarıya doğru olan yolu izleyenler içindir; bütün güçlerini ona doğru seferber
edenler için, düşüşümüzde üzerimize aldıklarımızdan kendilerini sıyıranlar için: Böylelikle
Sırların Yüce Kutlamalarına yaklaşanlar için kararlaştırılmış arınmalar, daha önce giyilmiş
elbiselerin bir kenara bırakılması ve çıplaklığa giriş vardır – Tanrıdan başka her şeyden,
yukarıya doğru olan yola geçinceye kadar, yalıtılmışlığındaki her kimse o yalıtılmış meskeni,
Varlığı görecektir. Ayrı olanı, Karışmamış olanı, Saf olanı, her şeyin muhtaç olduğu Şeyi,
Hayatın, Zihnin ve Oluşun kaynağını.
Ve biri bu görünüşü bilecek olursa, nasıl bir aşk tutkusuyla sarılacaktır, nasıl bir arzu
sancısıyla, nasıl bir eriyerek Bununla bir olma özlemiyle, nasıl hayret verici bir zevkle! Eğer bu
Varlığı hiç görmemiş olan Onun için bütün mutluluğuymuşçasına açlık çekmeliyse, Onu bilen
asıl Güzellik olarak sevmeli ve ululamalıdır; olumlu bir korkuya tutularak, huşu ve mutlulukla
kaplanacaktır; hakiki bir aşkla, keskin arzuyla sever; bundan başka bütün aşkları hor görmeli
ve bir zamanlar hoş görülen her şeye küçümseyerek bakmalıdır.
İşte, gerçekten de Tanrıların ya da Göksel Olanların açıkça ortaya konulmasına tanık olarak
maddi biçimlerin alımlılığında bir daha asla o zevki bulamayanların bile hali budur. Peki ya Saf
Güzelliği asıl bütünlüğünde seyreden birisi için ne düşünmeliyiz? Et ve madde birikmesi
olmadan, dünyada ya da cennete yerleşik olmayan bir şey – saflığı o kadar mükemmel ki –
asli olmayan, bileşik olmayan, ilkel olmayıp da Bundan çıkan her şeyin çok üzerinde.
Bu Varlığı gördüğünde – bütün Varlığın yöneticisini, her zaman yayılan, hiç içine almayan
Kendi Amaç’ı – çok yüce bir güzelliğin görünümünde ve sahipliğinde, duran, vecde gelmiş,
kendi gibiliğine büyüyen bu varlığı gördüğünde, ruh daha ne gibi bir Güzellikten yoksundur?
Çünkü Bu (İlahi Güzellik, mükemmel olan, asıl olan) aşıklarını Güzelliğe biçimlendirir ve onları
da sevilmeye değer hale getirir.
Ve Bunun için Ruhları pek şiddetli ve büyük bir mücadele beklemektedir; bütün bu
çalışmamız Bunun içindir. Ulaşmayı başarmanın bu yüce manzarada kutsanmak,
başaramamanın ise kesin olarak yenik düşmek olduğu bu en yüce görünümde yer almaktan
yoksun kalmayalım diye.
Renklerdeki ya da görünür biçimlerdeki zevkten yoksun kalan için değil, güçten, şereften ya
da krallıktan yoksun kalan için değil - Onu kazanmak için krallıklardan, dünya, okyanus ve
gökyüzü hakimiyetinden vazgeçmelidir. Ve sadece duyumlar dünyasını ayağının altına itip,
Buna yaslanırsa görebilecektir.
8
Ama ne yapmalıyız? Yol nerededir? Gizlenmiş bölgelerde yerleşmişçesine herkesin, saygısızlık
edenlerin bile görebileceği olağan yollardan ayrı duran bu erişilmez Güzelliğin görünüşüne
nasıl ulaşılacaktır?
Gücü olan ortaya çıksın ve kendi içine geri çekilsin; gözlerin bildiği her şeyden vazgeçerek, bir
zamanlar mutluluğunu oluşturan maddi güzellikten sonsuza kadar yüz çevirerek. Bedende
görünen güzelliğin izlerini algılayınca peşini bırakmasın: onları suretler, işaretler, gölgeler
olarak bilmeli ve bunların hatırlattıkları Ona doğru aceleyle uzaklaşmalıdır. Su üzerinde
oynayan güzel bir şekle benzeyeni izleyen aldatılmış bir kimseden ve onun akıntının
derinliklerine batıp nasıl hiçliğe sürüklendiğinden bahseden bir mit yok mudur? Aynı şekilde,
maddi güzelliğe kapılan birisi de, beden olarak değil ama, Ruh olarak, Zihinsel Oluştan
iğrenilen karanlık derinliklere batırılacak ve Aşağı Dünyada bile, burada olduğu gibi orada da
kör olacak, sadece gölgelerle alışverişi olacaktır.
“Öyleyse haydi, sevgili Baba Yurduna uçalım”: bu en sağlam öğüttür. Ama nedir bu uçuş?
Nasıl olup da açık denize ulaşacağız? Odissesus’un, Kirki’nin ya da Kalipso’nun
büyücülüklerinden öteye uçuş emrini vermesi bizim için gerçek bir derstir – gözlerine sunulan
onca zevk ve günlerini dolduran duyumsal mutluluk sebebiyle gidişini geciktirmekten hoşnut
değildir.
Bizim için Baba Yurdu, Oradadır.
Öyleyse rotamız nedir, nedir uçuşumuzun yöntemi? Bu yolculuk ayaklar için değildir; ayaklar
bizi sadece bir yerden başka bir yere götürür; ne de sizi taşıyıp götürecek bir gemi ya da
araba düşünebilirsiniz. Bütün bu şeyler düzenini bir yana bırakmalı ve görmeyi
reddetmelisiniz: gözlerinizi kapatmalı ve yerine içinizde uyandırılmayı bekleyen bir başka
görüşü yardıma çağırmalısınız, herkesin doğuştan hakkı olan, pek azının kullanmaya
yeltendiği bir görüş.
9
Ve bu içsel görüş, nedir bunun işlevi?
Yeni uyandırılmışlığıyla o, en büyük parıltıyı kaldırmak için çok zayıftır.
Bu nedenle Ruh eğitilmelidir – öncelikle bütün yüce uğraşları, sonra da sanatlar tarafından
değil de iyilikleriyle bilinen insanların erdemleriyle üretilen güzellik yapıtlarını fark etme
alışkanlığını edinmek için. Son olarak da, bu güzel biçimleri biçimlendirmiş olanların ruhlarını
araştırmalısınız.
Ama nasıl olup da erdemli bir ruhu ayırt edip, onun güzelliğini bileceksiniz?
Dönüp kendi içinize bakın. Hala kendinizi güzel bulmuyorsanız, güzel olmak için yapılmakta
olan bir heykelin yaratıcısı gibi davranın: burayı keser, şurayı düzeltir, bu çizgiyi hafifletir,
diğerini saflaştırır, ta ki çalışmada güzel bir yüz belirinceye kadar. Siz de aynısını yapın:
fazlalığın hepsini kesip atın, çarpık olan ne varsa düzeltin, kapalı olan her yere ışık götürün,
hepsini tek bir güzellik parıltısına dönüştürmek için çalışın ve heykelinizi yontmayı hiç
kesmeyin, ta ki ondan size erdemin tanrısal parıltısı yansıyıncaya, lekesiz muhafazasında
kurulmuş mükemmel İyiliği görünceye kadar.
Bu mükemmel yapıta dönüşmüş olduğunuzu bildiğinizde, varlığınızın saflığında
toplandığınızda, içsel birliği parçalayabilecek bir şey kalmadığında, asıl insana ilişkin olandan
başka bir şey kalmadığında, kendinizi tamamen esas doğanıza uygun bulduğunuzda,
tamamen uzamla ölçülemeyen o esas Işık olduğunuzda, herhangi bir kısıtlı biçime
sıkışmadığınız ya da vadeden yoksun bir şeymiş gibi dağılmadığınızda, bütün ölçülerden daha
büyük ve bütün çokluklardan daha çok bir ölçülemezliğe geldiğinizde – bu hale geldiğinizi
fark ettiğinizde, işte tam o anda asıl görüş olmuşsunuzdur. Şimdi bütün gücünüzü çağırın ve
ileriye doğru bir adım savurun – artık bir kılavuza ihtiyacınız yok – gayret edin ve görün.
Bu, muazzam Güzelliği görebilecek tek gözdür. Eğer görüşü temaşa eden göz kepazelikle,
iffetsizlikle ya da zayıflıkla bulandırılıp da en yüce parlaklığı görmekten korkakça pısırıklığı
sebebiyle mahrum olursa, bir başka noktadan her şey görüşe açık olarak uzanmasına
rağmen, hiçbir şey göremez. Her görüşe, görülecek olan her şeye uyumlulaştırılmış ve onun
gibi olan bir göz gereklidir. Önce kendisi güneşe benzememiş olsaydı, göz güneşi
göremeyecekti. Ve eğer kendisi güzel olmazsa, ruh da İlk Güzelliğin görüşüne sahip
olamayacaktır.
Bu yüzden Tanrıyı ve Güzelliği görmek isteyen herkes önce kendisi Tanrıya ve Güzele
benzemeye çalışmalıdır. Böylece Ruh tırmanarak, önce Zihinsel İlkeye gelecektir. Yücedeki
bütün güzel İdeaları ele alacak ve bunun Güzellik olduğunu beyan edecektir, İdeaların
Güzellik olduğunu. Çünkü Güzellik olan ne varsa onların, Zihinsel Oluşun yavrusunun ve
özünün etkisiyle gelecektir. Zihinsel İlkenin ötesinde ne varsa onu, Güzelliği ışıyan İyinin
doğası olarak doğrularız. Yine Zihinsel Kozmosu bir olarak alırsak, ilk olan Güzeldir: eğer orada
bir ayrım yaparsak, Zihinsel Kürenin Güzelliğini, İdealar Alemi kurar. Önümüzde uzanan İyi,
Kaynaktır ve Güzelliğin İlkesidir: Asıl İyi ve Asıl Güzellik aynı yerde yerleşiktirler ve böylece
her zaman, Güzelliğin tahtı oradadır.
Çeviren: Şerif Yıldırım Tatay
Claudio Monteverdi’nin “Sexto Libro dei Madrigali (1614)” Kitabından Üç Şiir,
Lasciatemi morire
(Ottavio Rinuccini)
Bırakın öleyim;
avutmak ister mi beni,
bu zalim kader,
bu yüce ermişlik?
Dove, dov’è la fede
(Ottavio Rinuccini)
Nerede, nerede vefan,
üzerine ezele dek yemin ettiğin?
Bana dönecek değil misin
ceddinin tahtından?
Değil mi bu taç,
saçlarımla süslediğin?
Değil mi bu âsâ,
yakut ve altın ile bezediğim:
vahşice bıraktın mahvoluşuma,
parçaladın ve yıktın!
Teseo, ah Teseo’m,
bırak ölmeye beni,
ümitsizce ağlayıp inleyişime,
zavallı Arianna da,
vefakârlığından vermemiş miydi,
şerefini ve hayatını?
Addio Florida bella
(Giambattista Marino)
Elveda güzel Çiçeğim, sana kalbimi bırakıyorum,
beni terk edişinle kırılmış, hatıralarınla
benden alınmış, bir ceylanın bildiği
rüzgarlı bir ok ucunun açtığı yarasında kalan,
Sevgili Çiçeğim elveda, belki çektiğim elem
teskin eder aşkımızı karanlık kaderimizde,
kalbin benimle, uçup gidiyorum
küçük bir kuş gibi günün ganimetine.
Uzakta Tiber boyunca yükseliyor güneş,
burada ve şimdi işitiyorum zarif ve müphem sesi
ah edişin, öpüşmenin ve kelimelerin:
Rahat ol aşkım, söylüyorum rahat,
belki cennetin ödülüdür bu, aldırmadan gitmek,
Elveda Çiçeğim (söylüyorum işte), Çiçeğim Elveda.
Not: İngilizce ve Almanca çevirisinden İtalyanca aslıyla
karşılaştırılarak Türkçeleştirilmiştir.
Çeviren: Metehan Karaduman
Ezra, Nalân Karaduman
Karşılaşmalar I / OYUNCAKÇI DEDE VE AZRAİL
İşte tam burası. Tam burada Ezra geldi. Konuşulmuşun ötesinde her yana yayılarak ve zaman
içinde açılarak Ezra geldi. Aylardır açılmayan tahta kapımdan sanki bunu daha dün de yapmış
gibi, kapının kolunu çevirdi ve geldi. O sırada, kolları bacakları iple hareket eden tahta
adamlardan yontuyordum. Birkaç tane tahta adamın kolunu bacağını, bedeninin parçalarını
hazırlayınca renkli naylon iplikleri geçiriyor, birleştirip boyuyor, camın önüne kurumaya
bırakıyordum. İnce bıyıklı zabitler, palabıyıklı külhanbeyler, palyaçolar, köylü kızlar, çeşit
çeşit, boy boy oyuncaklar.
Kapı gıcırdadı ve o sanki bir insanmış gibi, arkadaşımmış ya da bir müşteriymiş gibi geldi.
Kapının üzerindeki minik çıngırakları şıngırdattı. Kalın yün paltosuna sarınmış, soğuktan yüzü
kızarmış halde geldi.
Kaç geceler yüreğim katılarak çağırmıştım adını: "Ezra, Ezra… Ellerim tutmuyor artık: Gel!
Kütükleri kaldırmaz oldu belim: Gel! Elim, ayağım, kolum. Görmez oldu gözüm. Nice
zamandır taranmadı bu saçlar, nice zamandır kesilmedi bu ak sakal. Bir lokma ekmeğim
suyum, su verenim bulunmaz oldu, gel!
Ben bu yaşa yetmişim. Kaç baharlar, kaç güzler görmüşüm. Yüreğimi dökülen yapraklar,
kıpırdayamayan bedenimi rüzgârlar sardı. Al beni, yıllardır yalvarışıma bir yanıt yok. Ezra can
yoldaşım. Gözümden bakan göz, elimden kopan tahta, ağzımdan çıkan duasın sen. Nesin sen
ey kara bahtlı melek! Nesin sen? Neredesin?
Kolum kanadım tutarken istedim seni. Şimdi geldin, neyleyim. Bu bir solukluk canımla seni
nasıl eğleyim?
Yapan elim, beş parmak ve bir aya, gören gözüm ışığı güneşin, anlatan ağzım şimdi yalnız
hasret sayıklamalarıyla sarhoş, toprağa bakan bedenim. Toprağa yakın nasıl serin, nasıl ılık,
nasıl kabarmış bereketli toprak.
İçimde, içinde, içerlerde bir yerde seninle söyleşen, seninle birleşen yüreğim. Ellerim titriyor
bak. Bir bardak su vereyim sana. Otur gözüm. Otur beyim, otur.
İşte böyle. Buraya kadar geldik madem. Son bir kez bakayım bahçeye, ıtıra elimi süreyim,
mor çizgili beyaz karanfili koklayayım. Ne alayım bu dünyadan, kendimi değil, kokuyu bile.
Bunca sene, her daim sual ediyor insan. Yemek yedin mi diyor, üşüdün mü, yorgun musun bu
gün, şu öte diyarlardaki koca koca adamlar da sıkılır mı, can nerede durur, beden nedir bunca
hizmetine koştuğum, acı nedir, ahu gözlü o yarin konuştuğu nedir? Sen nedir, ben nedir, o
nerededir?
Bunca yıl, bunca kıymık kıymık tamlara bölünmüş tahtalar gibi dizili, insana, hayvana, ota
dönüşlü bunca yıl. Açmadı yüreğimi. Açmadı gözümü. Yalnız var kıldı beni. Varlığını olandan
bildim. Açmadı kalbimi. Suallerin cevaplarını bulamıyordum madem, uygun değildim o
zaman. Alınsındı bu varlık benden.
İşte öyle dedim, öyle çağırdım seni Ezra. Bütün bu yıllar boyunca kullandığım onca sözden,
baktığım onca yaşamdan, karşıdaki dağların zaman zaman tüten buğusundan, koyunların
melemelerinden ve en çok da geceleri, bir alçalıp bir yükselen yıldızlardan sordum. Sordukça
bir başka şeyi anladım. Yaşlandıkça ve anladıkça daha azaldım.
Şimdi sen geldin.
Cevap sendin. Ezra’ydı. Vardı. Gelmiştin.
Dünyadaki hiçbir şey, bu ömürde görüp duyduğum hiçbir şey, ellerimle yonttuğum hiçbir
oyuncak senin kadar yakın, senin kadar güzel değildi Ezra.
Sıcak, dost bakışınla geldin. Al bir bardak dumanı üstünde çay sana. Hadi, beraber içelim
çaylarımızı. Üşümüşsün. Sonra ne yapacaksın bilmiyorum. Sormuyorum da sana. Ezra
diyorum. Arkadaşım.
Karşılaşmalar II / BALKON
Bir balkon. Üç oda. Balkonda begonyalar, karanfiller. Karanfiller; incecik yaprakları kendi
içlerine dönüp kıvrılmış.
Sessiz balkon. Sessiz gece. Uzakta siren sesleri. Bir canı yetiştiriyor sirenler; ona can
vermeye.. Yoksa almaya?
Ezra bunu dedi. Ezra’nın pelerini geceydi. İçinden çıkmış yıldız taneleri. Sigaranın közü.
Uzaklara dökülen külü ateşin.
Ezra yanımdaydı. Karanfilin, begonyanın, fesleğenin yapraklarına dokundu geçti. İnsana
gelene kadar çiçeklere süründü pelerini. Daha bir neşeyle başlarını dikti havaya çiçekler. Cana
gelinceye kadar. Ta.. ki cana gelinceye kadar.
Ezra durdu karşısında adamın. Adam baktı. Bildi.
Ezra baktı, aldı.
Geride kalırken beden, o çiçekli balkonda, kim bilir kim, kim bilir ne aldı Ezra. Yedeğinde çekti
götürdü.
Ben balkondan baktım. Kırmızı, beyaz, pembe begonyalar. Ve karanfiller. Fesleğen kokusu.
Yitip giden canın göz boşluğu. Kaçan soluğun kokusu. Ezra’nın eli. Benim elim.
Ezra bende.
Karşılaşmalar III / SARA VE KEDİ
Evin içinde kıpırdayan bir şey vardı. Sakınımlı sesler. Karanlıkta pırıl pırıl yanan iki yeşil göz.
Bir yastıktan diğerine, oradan kanepeye geçti. Söndü sonra. Karanlıkta hareket etmeyen
şeyler ise ağırdılar. Yerden yükselen dört köşe çizgiler. Sanki yükseldikçe hacimlerini bir parça
daha her santimde dışarıya vermişlerdi. Bütün köşeler görülemiyordu. Bütün kenarlara
bakılamıyordu. Soğuran yüzeyler geceyi. Birbiri ardından küçüklü büyüklü bin bir cisim
odada, bir noktadan baktığında şekilleri eğilip bükülmüş, bazı hatları karanlığa karışmış,
yokolmuş.
Bir eliyle sanki karanlığı dolduruyor, Sara. Eline alıp evirip çeviriyor biçimleri, sonra bir
yüzeyini yere uygun buluyor ve koyuyor. Dolabı böyle koymuştu. Şimdi kanepeyi çevirdi
koydu Sara ayaklarının bulunduğunu düşündüğü yere. Çay bardağını sehpanın üzerine koydu.
Sehpanın üzerine bir de örtü koydu kenarı tırtıklı, dantelinin tersi yüzü belirsiz oldu
karanlıkta. Küllüğü koydu. Sigaranın közünü, üstüne. Sara ordan bir kitap aldı, kitaplığa
koydu. Bir daha aldı, koydu. Sara kitaplığa birbiri ardına tersi, düzü, yazarı, türü belirsiz bir
sürü kitap, biraz da resim koydu.
Cansever’in masasını koydu, ayaklarının yere iyice temas ettiğini hissederek. Sonra onun
koyduklarını düşündü. Uzaktan bakıldığında bir eşya dengi görünümünde parçaların
bilgisayar olduğunu düşündü. Ekranın olması gereken yerde geceye doğru uzuyordu boş
karanlık. Neydi bu parça parça nesneler? Yaşadığına tanıklık etmişler miydi? Elleri değmişti
üzerlerine evet. Ama onun muydu tüm bunlar? Kendisi miydi Saranın oda, oda ve içindeki
şeyler ?
Sara’nın elleri titriyordu. Bu kadar karanlık. Bu boş karanlık.
Odada yeniden bir tıkırtı duyuldu. Cam yeşilleri bir yerden bir yere geçti. Açtı, çaktı, söndü.
Sonra titreyerek Sara arkasını döndü. Gövdesinin bir an önce bulunduğu yere baktı. Sırtı
kendine dönüktü şimdi.
Karanlığa alıştıkça gözleri, hacimler toparlanır gibiydi. Orada burada, rengini, ismini
belirlediği eşyalar koyuluklarıyla renkliydiler. Sara renkleri hatırlıyor fakat göremiyordu.
Ucu kalktı ufuktan gecenin. O bir ışık huzmesi oldu. Düştü odanın içine. Kahverengiler geldi.
Yüzeyler parladı. Camlar yeşile durdu. Sara bir sigara daha yaktı.
O bir anda bir kıvılcım çakımında kırmızılar çıktı meydana, söndüğünde kibrit, kayboldular.
Sabah oluyor, kuşlar çığlık çığlığa bağırıyordu. Mavi. Vitrinin camında, kristalin üzerinde,
bilgisayarın ekranında parladı. Tek tek zerrelerini dünyanın şimdi odanın içine taşıdı mavi.
Sonra kedinin tüylerine baktı. Beyaz-mavi.
Kedi mırladı. Gözlerini açtı. Ayaklarını uzattı olduğu yerde. Mırıltılarla gerindi, gerindi.
Odaya sarının gölgesi düştü. Ardından turuncular, kırmızılar, eflatun. Her bir ışık huzmesiyle
gökkuşağından bir renk düşüyordu. Sara soluğunu tutmuş bekliyordu.
Ezra’nın gölgesi sessizce çekildi perdenin arkasından.
Sabah oldu.
Karşılaşmalar IV / AHMET
Gece sabaha doğruydu. Pencereden giren ilk ışık huzmesi çocuğun pembe yanaklarında
gezindi. Yere oturmuş, yatağın başucuna kafasını dayayıp uyuya kalmış Derya’nın
gözkapaklarına düştü. Kıpkırmızı ve şiştiler ve yavaşça aralandılar. Derya ışığın rengini gördü
önce. Kalbi kıpırdamasına izin vermedi ama; burkuldu, sımsıkı olmuş, taş olmuş durmaktaydı
göğsündeki yerinde. Yatağın üzerindeki çocuğa baktı. Kıpkırmızıydı yanakları yavrucağın;
üzerinde bir atletiyle öylece yatıyordu.
Gece ateşi otuzdokuzun üzerine çıktıkça yanmış, yanmış, halsizleşmiş gözkapakları, yüzüne
düşmüş kirpikleri. Komodinin üzerinde, yerlerde bez parçaları. Islatıp ıslatıp silmişti Ahmet’i
Derya. Bileklerine, koltukaltlarına ıslak bezleri koydukça yanaklarından yaşlar süzülüyordu
Ahmet’in. O ağladıkça her yanı ağrıyordu Derya’nın. Taş olmuştu kalbi, içini oyuyordu.
Dereceyi salladı, koltukaltına koydu. Saatine baktı. Bekliyor. Pırıl pırıl bir yaz sabahında etraf
ışığa boğulurken, açık pencereden deniz kokusu, kuş cıvıltıları doluşurken, Ahmet öylece
yatıyor.
Hiç bu kadar uzun bir gece olmamıştı hayatında. Hiç bu kadar salınmamıştı karanlık. İçinde bir
ses, sabah olursa her şeyin geçeceğini söylüyordu. Oysa geçmemişti. Dereceye baktı Derya,
39,2. Ah! Şuruba uzandı eli tekrar. Okşaya seve sesleniyor oğlana ; "Ahmet’im canım. Aç
ağzını yavrum, aç kuzum, belki bu sefer düşer, hadi yavrum". Ahmet öylece yatıyor. Yanına
düşüyor eli. Yeniden hadi gayret. Güç bela ağzını açtırıp içiriyor ilacı. Hiç umudu yok bundan
da. Doktordan geleli beri yirmi dört saat oldu. Daha 39′un altına düşmedi ateş.
Ahmet uykusunda başını çevirdi. Hâlâ kırmızı yanakları. "Allahım ne olur bir şey olmasın
yavruma. Benim ömrümden al Allahım. Beni al. Yavrum minicik. Minicik kalbi onun. Daha
elleri yeni öğreniyor herşeyi. Ne olur bir şey olmasın yavruma." Geceden beri kimbilir kaçıncı
kez, bu yeni anladığı duayı tekrarlıyor Derya. Çırpınıyor yatağın başucunda. Gölgesi gelmesin
diye yavrucağının üzerine, çırpınıyor.
Ezra gördü onu. Ona seslenen sesini duydu. O sırada başka bir iş yapıyordu. Derya’nın sesini
duydu. Döndü baktı yaşlı gözlerine, titreyen ellerine. Başını okşadı usulcacık Derya’nın. Isındı
melek göğsü. Başını salladı, işine kaldığı yerden devam etti.
Karşılaşmalar V / MEZARTAŞLARI
Öyle upuzun, kavuklu, sıra sıra dizilmiş mezartaşları. Onları her gördüğümde ufacık ufacık
kıpırdıyor kalbim. Dilim, tanımadığım kemiklerin bir zaman olduğu şeye, ya da belki onların
toplamına dua ediyor. Dizilmiş kemikler; öyle sıra sıra, insan insan, eski eski; taşların altında.
Bir avuç toprak bile kalmamış üzerlerinde, öyle beyaz.
Deniz kokusundan sonra geliyor mezartaşları. Daracık alanlarda, eski cami avlularında, kafesli
bölmelerde dizilmişler. Bir zamanlar koyu selvilerin arasından geçilerek yanlarına varıldığı
muhakkak. Şimdi ise otoyolun gürültüsünden azıcık uzakta, ışıklı reklam tabelalarının
kıyısında, çocuklar için oyuncakları sokağa sermiş dükkanların az ötesinde. Duruyorlar işte.
Şehir bu mezarlarla şehir oluyor. Orada doğulduğu, orada yaşandığı,.. orada ölündüğü
yaşamın. Ama yenileri ve parsel numarası almışları değil; eski semtlerin arasına sıkışmışları,
türbeleri, hazretleri,.. Kavuğunu kaşına yıkmış, önündeki rahleden okuyor mermer ölümün
adını. Daha önce yaşamın adını. Orada olmayı. Olup durmayı.
Az ötede on iki yaşlarındaki erkek çocuklar, tesbihlerin, dua kitaplarının, yazmaların,
tülbentlerin durduğu, gülsuyu kokan dükkânlara çırak olmuşlar okuldan sonra.
Sokağın başındaki lokantadan yemek kokuları, minarelerden ezan sesleri geliyor. Uzuyor
uzuyor vakit namazları. Minareler birbirinin sesini dinliyor.
Parkın sırasına oturmuş sigaranın dumanını çekiyorsun. Bir simitçi geçiyor önünden. Kuşlara
yem satan kadın, sünnet elbiselerini giyinip asalarını ellerine almış çocuklar.
Ezra başını kaldırıp karşı sırta bakıyor. Domino taşları gibiler.
Kim anlar Ezra’nın çaresizliğini?
Karşılaşmalar VI / GÖĞE UZANAN SERVİLER
"Uzun günlerden ve gecelerden sonra, kış bırakırken ardında birtakım esintileri, bahar ses
vermeye başlamıştı tomurcuklarından nihayet. Bu hayatın işlerini hiç anlamayan ben, hiç
anlamadığım gidişine bakıyorum günlerin. "Bir" yazısıyla toplanıp dağılıyor sanki yaşadığım
her şey. Hayatın, geçmişte yaşayıp yaşayıp dağıttığım her zerresi, hiç aklımda değilken, gelip
bugüne eklemleniyor. Nedir dağılan her zerreden, şu adını ezberleyemediğim yerler, kimliğini
bilmediğim insanlar ve haller arasına? Hani duvarlar vardı "başka"ya dönüşen şeyler
arasında. Başkanın savrulup gidişi ötelere gidişti ve paraleller kesişmezdi hiçbir zaman. İşte o
uzayda bir zaman, uzayda bir ana giden o çizgiler,… o uzay mıdır yoksa "bu" dediğimiz.
Yalnız ve biricik sandığın, o kendi varlığın, bir kendilik yanılması mıdır?"
Nuriye bunları dedi ve baktı karşısında duran kadına. Mavisinde gölgeleri, yeşil çakımlarıyla
bu tanıdık gözler. Sigara yakan, çay içen, konuşan, bakan bu karşıdaki başka. Uzaktaki o yolun
başında gittikçe silikleşen gölgeye baktı. O gölge, yolun başında bıraktığı yerden yürümüş
gelmiş, bu ulu servilerin koyulttukça koyulttuğu, o bitimsiz taşlı yoldan, gölgelerden, sonra
arınmış koyuluklarından, yiten güneşin ardında bıraktığı son kımıltılardan, ses olup gelmiş,
oturmuştu yanındaki banka. Uzaktan yürüyüp gelirken o canlı devinimi bedenin, öğleden
sonrasının saat dördünde, ardında bırakmış geçtiği her bir taşı. Arasından otlar fışkırmış taşı.
Gölgeli olmuş her bir servi, boylu boyunca. Bu, yeşillikleri ürküten. Bu siyaha doğru, bu ipil
ipil kımıldanan. Nisan rüzgarı. Akşamüstüne dönerken bu noktasında yeryüzünün. Bu her şey
olamayan, bu kımıldanan…
Ferda durup, kendine doğru gelen bu Nuriye’ye baktı. O muydu, değil miydi? Saçları bildik
kumral. Gözleri bildik mavi. Ama bakarken çekilip gidişi başka gölgesinin. Bu pantolon, bu
boğazlı kazak. Sesiydi en çok Nuriye olan. Gözlerinin açılışı, havaya bıraktığı tütün kokusuydu.
Birbirlerinin yaşamlarından çekilip gitmişlerdi, neredeyse bir çeyrek yüzyıl önce.
Nuriye’ydi bu ve sıkıldı biraz. Sokaktan geçip gidişinin, bir alışveriş çantasına akacak
yolculuğuna birden gençliği doluşmuştu. Okul yıllarının hatıraları, ders notları, gece geç
saatlere kadar gülüşmeler, her birinin ayrı sıkıntıları, şunlar, bunlar…
Nuriye yaşlanmıştı, hantallaşmıştı. Yürürken ağırlığını iki yanına dağıtıyordu. "Ferda sen
misin" diyen sesi Nuriye’ydi. Saçı biraz, gözleri; bakarken hep bir yerlerde unutup, dağıtıp
gelen bugünü ve şu anı açıp duran, genişleten, düşünceli gözleri.
Gördüğü an, bir kıvılcımdı. Duraksamış, tereddüt etmişti bu Nuriye bakan gözlere. Sonra,
onun adını seslenişiyle dağılmıştı. Nuriye’nin biraz önce kalktığı banka, bu kez birlikte
oturmuşlardı.
Gülüşler ve o yirmi küsur yıl usul usul akmıştı aralarından. Çay bahçesinde dumanı tüten
çaylar, sönmeden yanıp duran sigaralara gitmişti o akşamüstü.
Her şey biraz, her şeyden biraz. Bu başka bir yerdi. Ve emin değildi Nuriye bir zemin
olduğundan. Ayakları değmiyor gibiydi. Bu her şey, bu olup duran, bu açılıp duran evren yok
gibiydi. Nuriye agorada taş merdivenlere, izleyici yerlerine oturmuştu. Ve akıp gidiyordu
sahnede "yaşam" denen şey. Bu sözcükler, bu havada savrulup, dağılıp giden tirad,
Nuriye’nin izleri miydi? Dönüp dönüp geri gelen, bir başka günün başka gözlerine, başka
kulaklarına söylenen bu tirad?
Kimdi orada devinip duran kişiler, burada oturan kimdi, bakan kim ? Nuriye mi demişti, ne
demişti?
Akıp geçen, ağır akan ritmi bu nehrin. Kıyılarda menevişlenen, ılım ılım toprağa vuran bu
nehir.
Yitip giderken akşamın kızıllığı, bu servili yolda.. Koyu gölgeleriyle her biri tek ve bitimsizce
gökyüzüne uzanan, bu ömrün yolu..
Var mıydı?
Dönüp arkasında duran Ezra’ya gülümsedi Nuriye. Nicedir biliyordu Ezra’yı. Sormadı ona.
Ezra varsa vardı servi.
Yoksa yok muydu?
Karşılaşmalar VII / EZRA’NIN GÖZÜ
Gölgeler içinde, her biri gökyüzüne tek tek uzanan serviler altında, dar patikalardayım.
Sırtımda çantam, içinde kalemler, defter, bir şişe su, bir hırka, kitap var. Yürüyorum.
Yürüyorum, bir yere gitmeyen patikalarda, ucu bucağı belirsiz taşlar arasında kimi eski,
kavuklu Arap harfleri üzerlerinde, sülüs yazıyla ince uzun, narin boyunlarını bükmüşler bir
yana, okur gibiler topraktan fışkıranı, toprağı. Bir yanda ucuz, mermer lahitler, başlarında
mermer çanaklar, su içmeye gelecek kuşlar için. Serviler içindeyim. Ezra gülümsüyor her
yanda, Ezra burada. Onun mülk sahibi olduğunu düşündüğüm bu yerde mezarlar arasında, ne
arıyorum ? Ezra bana yol gösterecek. Bu mekan, bu servileriyle bu lahitler onun. Henüz
dirilerin değil. Patikanın kenarında, yüksekçe bir yerde çeşme başındaki kayaya oturdum.
Uzakta, o uzakta, bir görünüp bir kaybolurken, çevrede mezarlara dikilmiş gül fidanlarından
yükselen ağır gül kokusu, belli belirsiz bir esinti.
Uzun, usul soluklarla bekliyor, bekliyorum. Yanımda çeşmeye gelip gidenlerin ağır saygılı
adımları, duraklamaları, doldurulan şişeler. Sonra ağzını dayayıp bu aktıkça tatlanmış sudan
içen insanlar. Geri geri ve boynu bükük adımları onların. Ezra burada ve bu insanlara bakıyor.
Bakışından, akar gibi yer değiştirişinden tanıyorum artık onu. Nice zamandır bir yoldaşlık var
aramızda. Yanımda gezindiğini, bir gelip bir yittiğini görüyorum. Bakış denen şey "olmamıştır"
aslında insan bedeninde. Bu bir hâl değildir. Ezra’yı görmeyen, bakışın ne olduğunu bilmez.
Diriler ancak bir saniye ve gözbebeklerinin gelgitleriyle dururlar nesneler üzerinde.
Gözbebekleri an be an örtülmektedir olanın üzerine. Her kırpıştan sonra açıldığında bir
başkadır artık olan. Bir an öncesi yitmiştir ve yoktur. Bağlanamaz hâle.
Ben kendi gözbebeklerimden bakarken Ezra’ya, daha, diriydim. Iskat oluyordu bir şey, kaçan
gözbebeklerim ve kapanan gözkapaklarım. Gözüm tüm aksamıyla bir makineydi ve ânın
fotoğrafını çekiyordu tek, tek, tek.. Sonra hatırlarken ve anlarken bir de, ardarda geçiyordu
resimler. Ama yoktu. Aradaki boşluklar diriliğimdendi ve boşluk olduğunu yadsıyordu idrak.
Ezra bakınca, ben ona bakınca, bir parça köz hapsetti bakışı. Tutuyor ve bırakmıyor Ezra.
Boşluklar şimdi utandırıyor beni. Ve Ezra ne olduğunu bilmediğim bir salınımla nesneler
üzerinde ondan ona, ondan ona, ona. Her şey çekiliyor dirilikten. İçe doğru dönüp, içine
yanan madenin kaynamasıyla, kendi içinde kaynamasıyla göz, bir siyah, bir siyah hale.
Ezra’nın gözü köz. Kendi içinde kıvılcımıyla içten içe yanan, yanan, yanan, kararan ve
parıldayan, yüze sığmayan o çukur.
Bir andı bakışım diriliğimle. Ve aldı beni Ezra. Hayy..! Yeksan !
Şimdi bir biçâreyim, pâre pâreyim. Bir yanda bir elim su doldururken, diğer yanda elim kaçar
ve ağlarken kendi hiçliğine. Azım, daha azım, an be an, gün be gün tükeniyorum. Serviler
çağırıyor beni sonra. Bilmezken ben beni, sanmıştım Ezra burada. Oysa değil. Gelip geçiyor
Ezra her şeyden, her yerden. Alıp bırakıp esip geçiyor. Bir ben-i âdem, bir fani, bir zavallı
düşkün, biçare ben. Ezra servilerden, o her yerde olduğu gibi geçer. Mezartaşları değil onun.
Onlar bizim hatıratımız.
Kendi yurdu değil bu uzun serviler, herhangi bir yer, herhangi bir zaman. Uzun ve ince,
kavuklu başlarıyla toprağa eğilmiş, topraktan gelmiş, üzerinde bizim kara izlerimizle bu taşlar,
bizim kendi hatıratımız. Ezra’nın değil.
Almıştı beni. Kaçmıştı gözbebeklerim. Onu görüyordum. Alacağı canın kokusunu, yüreğin o
telaşlı tanıma anındaki ilk çırpınışlarını içine çekiyor Ezra. Diri şefkati bilmez. Kendi karşıtıdır
Ezra’nın eli onun için. Oysa gördüm o mezar başında elli küsur yaşlarındaki adam kalbini
tutarak yığılırken, eli başının üzerindeydi Ezra’nın, yumuşacıktı. Sarıp sarmalıyordu bedeni.
Kımıldadığında akıp gidiverecekmiş bir şeymişçesine bu elleri arasında tuttuğu beden, incecik
sarmalıyordu onu. Göz çukurlarında kaynayan o siyah maden akıp gidiyordu toprağa. Ezra
ağlıyordu.
Ağlıyordu Ezra.
Bu nasıl bir şeydi Allahım? Üç beş adam kadın çırpınırken faninin başında, ezikti Ezra,
titriyordu. Ve bir yandan ne görkemli, ne uluydu. Yağıyordu ellerinden toprağa. Aldığı şey, o
neyse, yoksa verdiği mi demeliyim? Açıyor ve akıyorlardı birlikte, içe doğru çekilişiyle
kendinin.
Kendi oluyordu Ezra ve sonsuz bir pınar yağıyordu üzerinden.
Ölüm merhametiydi onun. Ondan alıp ona veriyordu. Yalnız bu geçiş anıydı Ezra. Ondan
gelen ona giderken Ezra’nın bedeni titriyor, titriyor, fâni geçiyor içinden, dirim geçiyor
içinden. Hâlsiz, bakışsız bırakıyordu onu.
Açamaz Ezra, ah açamaz siyah örtüsünü zamanın. Yeşerirken çimenler, onlar üzerinde çiğ
damlalarıyla, an be an yeniden dirilen, yeniden ölen, yokolan, yoktan gelen, ona giden.
Yüzyıllardan kalmış, ağır, aşınmış taşlarıyla, bir taş köprü Ezra. Üzerinde yürünmüş,
yürünmüş, yürünmüş.
Bir hıçkırık, hıçkırık, kalbim. Elim kolum kanadım. Buralarda kalakalıyorum. Çeşme dîvane,
akıyor, akıyor zaman. Kendi içinde bükülen, genişleyen, açılan, sarılan, kaybolan, giden
zaman.
Beni neden bıraktın? Ezra.
Sessiz Şehirler, Şerif Yıldırım Tatay
Bir tamdan eksilttiğim bedenimde
parmak uçlarımda
ve yüz yüze kurduğumuz şehirlerde
gümüş sessizliği
bırakışlarımızdan kurulmuş her şey
sokaklar, evler, ev hayvanları…
dilsizliğimizin ay vezninde
suskun hayvanların gölge sirkleri
Özür Dilerim!, Şerif Yıldırım Tatay
Bildirge okunduğunda orada değildim, bilemiyorum. Ama etkisi sezgilere yer bırakmayacak
kadar somut, havada asılı. Herkes biliyor, bir ben bilmiyorum. Bana söylenmemesini doğal
buluyorum. Yüzlerden okumaya çalışıyorum; ama değişiyorlar. Bildirge kaderlerini çizmiş
tabii, onlara da hak vermek lazım; hem pano değil ki bunlar, yüz! Ellere, ayaklara ve onların
birliğine bakıyorum, elbiselerin içine kaçıyor, ayakkabıların içine giriyorlar.
“Bildirge okunurken orada değildin!” ifadesi her yerde. Pek de umursamıyor muyum ne! Ama
çaresizim; çaresizliğim benliğimi de aştığı için belli olmuyor.
Belki de kimse orada değildi! Öyle olmalı. O zaman çaresizlikle mi yaklaşmalıyım onlara? Ama
ah! O da olmuyor. En iyisi bir kurumsal sağaltıcıya mı, psikiyatra mı gitmek? Doğru
hareketleri ondan öğrenebilir miyim? Yürümek ya da koşmak fayda etmeyecek; durduğun
yerden birden mi sıçramalı?
“Herkes yok etmek istediğini çağırıyor!”
Utanıyorum birden. “Özür dilerim!” diyorum, “Herkesten özür dilerim!” “Ve kendimden.”
Mezareren, Hasan Ağan
I.
bulduğunda bir ağacı
gölgenin yalnız kılışıyla düşünen
ellerin daha da yoklayabilir
yürürlüğe kandığın belkili adımı
adımlamak
kurusudur gömülen ağacın
tek dikimlik yeryüzüne
II.
ve
ilk harfinde özgürdür bütün alfabeler
kekelerken kurdeleden bozma çizgilerini
uzarlar kırık bir dalı
III.
ki
en güzel uykuya yumuşak bir rüya girer gibi
son tekerleğini çevirmek dünyanın
IV.
kim
beraber uyanır yattığı geceyle
Sana Olmaz Pasavan, Erdoğan Kul
ona boşa yürümekmiş… bulunmak. bilmiyordum ki -bilme yüzüm yok. ağustos ve toprak
arasında, umut ve maske arasında bir bezbebek salınacak kadarlık vadem tanınmış:
bellediğim tüm. ara sıra anahtarlarını yere çarpıp başında üzülen adamın böylesi zil havalarda
ikizi kesilmek, süt kesilmesinin aynıdır hayatbilgimde. kıyılar, kenarsılıklardır ten rengim bu
yüzden. ve de elbet solucan gibi (Beyaz Solucan) bir ağrı bulmak kapı önlerini. yaşlılardan
kesintisiz bakaduranı, yanık izlerinden dönük olanı akyuvarıma, yeni yıkanıp asılmış çamaşır
sanacak kadarlık vademde. belki dişlerin gittikçe ayrışmasından yayılan o loğusalık peşimi bir
bıraksa aynaları dönüştürebilirdim tanıdıklara da oradan derilere yani yüzyıllara geçer, saati
bile söylemesini öğrenebilirdim. bağışlanmazdı böylece çok şey, örneğin tam tutacakken
treni ellerimin ondan daha büyük kalması, bana. caddelerin vampir hızı, ışığın saç diplerinden
edindiği kıyıcılık… derken, anlayagelmezdim:
bir işaretti vatanım, sonra kalmadı.
Kule, Metehan Karaduman
üç çizgi çekilir altı yön gidilir
iki göz bakar tek biçim görünür
kahrolan tek bedendir
acı bin biçim görünür
her şeyi gören kim her yeri gören
yolun iki ucuna tek yürüyüşte varan
kulenin son taşını koyan
yitirmediğini bulan kim
aklımda kalan iskele kuran biridir
çivilere vurdukça kendi çarmıhında çakılan
aklımda kalan harç karan biridir
kum çektiğinde tanışan çölleriyle
aklımda kalan ip salar uçurumuna
kurşun bir dalış kuşudur inerken
salınır mesafenin sınırında
bitimine dönen merdiven boşluğu
kiminle yürüdüğünü bilmeyen gölge
taştanrıdır kapıda
küle yazmak için yazılır
iki yüz tek isimle bilinir
kahrolan tek bedendir
acı bin biçim görünür
Günün Boşlukları, Şerif Yıldırım Tatay
günün boşluklarında
hayatım-aşkım-cehennemim
kül değirmenleri kuruyor,
uçurum resimleri yapıyorum
güz, bir mevsim adı olmaktan çıkmış
ellerimden başka kimse bilmez bunu
göğsümde olup bitiyor bunlar
ve tanrı bir kez daha doğuruyor
bildik yaratıklarını
geri dönmeyen adamlar biliyorum
bir tek yüzlerinin bir tek suyu olduğu için
***
sesimdeki ölüyü her öptüğümde
kuşların uçuşu oluyorum
çaldığım her şey aklımda kalmış
yazık sessizliğimize
Gün Gece Gölge, Nalân Karaduman
Üstümde gölgelerin ağırlığıyla oturdum bütün gün yumuşak koltuk üzerinde. Seçemiyordum.
Eşya mıdır karşıdaki, insan mıdır, köşede saksıda çiçek mi var, masa üstünde lâmba…
Gözlerimin önünde dağılıp açılıyor, sisleniyor görüntüler. Sesim bedenimden ayrı. Bu
konuşan kim? Güneş doğarken elimde kahveyle oturmuşken koltuğuma ve gün ilerlerken,
arkamdaki pencereden renkleri ve şeyler üzerinde bıraktığı gölgeleriyle; işte gün yavaş yavaş
ilerlerken, bir kelime etmiş miydim ben? Demiş miydim ev içinde sesimi duyabilecek
herhangi birine, ya da duyan varsa başka bir âlemde başka bir şeye, canlıya eşyaya ya da?
Demiş miydim? Yorgunum. Bedenimden ve şeylerin seyrinden kopmuşum. Beklemiyordum
da hiç; zaman geçsin. Geçsin, geçsin; olmamış gibi olayım. Beklemiyordum.
Tıkırtılarıyla geldi akşam. Ağır ağır başımın üstündeki pencereden karardı, ışık azaldı. Loş
odada gün ışığından daha mı çoktu gölgeler ne? Şeyler şekil mi değiştiriyorlardı daha bir
hızla? Başım döndü koltukta otururken birbirine karışan nesneleri izlemekten. Alt kattan üst
kattan, pencerelerden, yan odalardan, komşu apartmanlardan insan sesleri geliyor. Birbirine
karışıyor sesleri onların. Susuyorum sesler içinde. Dinliyorum. Birbiriyle ilgisiz onlarca cümle
birbirine ekleniyor. Karardı gün. Bitti ezan sesleri, tabak çatal tıkırtıları, televizyonun gür
çağrısı bitti. Yavaş yavaş ayaklarımı birer külçe gibi kaldırıp koydum koltuğun önündeki
tabureye. Gece çıtırtılarla geldi. Kim serdi yatakları, yorganları açtı, kim? İyice kararmış etraf.
Uyuşuyor her yanım. Benim bedenim var, sesim var. Var mı? Benim hiçbir şeyim yok, ses…,
ne…, ne beden…, eşya…. ne cisim…
Seyir halindeyim akmasa da bulutlar, kıpırdamasa koyulan şeyler yerinden, köklerinden
solumasa, büyümese ağaç, kırpılmasa göz.
Gece. Çıtırtı. Diğer her şeyden biraz daha tanıdık ve sessiz. Derin sanki, derin değil, ıssız sanki,
değil, değil.
Akıp giderken an. Açılıp kendine kapanırken çiçekler. Koltukta oturmuştum bütün gün.
Uyandı biri evde. Yaktı ışığı. Oturmuştum bütün gün.

Benzer belgeler