HF171 - Hayatım Futbol

Transkript

HF171 - Hayatım Futbol
3Ni
SAN2
01
5-SAYI
1
7
1
SüperL
i
gkul
üpl
er
iar
t
ı
kkendikendi
ni
yönet
meki
s
t
i
yor
.Bui
s
t
eği
nodağı
nda
i
s
eyayı
ni
hal
es
ivegel
i
r
l
er
iar
t
ı
r
makvar
.
PekiAvr
upa’
nı
nbüyükl
er
ii
l
ebi
z
dekif
ar
kne?
10’
ı
nHi
kmet
i
Gaz
i
ant
eps
por
BüyükBuhr
an
Gar
et
hBal
e
Bi
t
meyenHi
kâye
Henr
i
kL
ar
s
s
on
Yayın Koordinatörü
Süper Lig A.Ş.
İlker Yılmaz
Türk futbolunun iki eskimeyen gündem maddesi, yabancı sayısı ve havuz
payı bu sezonun da en çok konuşulan konuları arasındaydı. Yabancı
sayısında yeni düzenlemeye giden Türkiye Futbol Federasyonu’ndan
bu kez istenen ise özerklik. Kulüpler Birliği aynı Avrupa’daki büyük
liglerde gördüğümüz ayrı bir şirket yapısına bürünüp futbolu yönetmeyi
istiyor. Tabi ki bunun altında yatan en önemli sebep aynı yabancı
sınırı tartışmalarında olduğu gibi para! Kulüpler Birliği, 90’lı yıllardan
beri tartışması bitmeyen havuz sisteminin federasyona çok fazla pay
gittiğinden dem vurarak kendi şirketlerini kuracaklarını ve ihaleyi kendileri
yapacağını söylüyor. Pek tabi ki bu mümkün, hatta olması gereken de
bu. Lakin hepimiz biliyoruz ki Türkiye’de çarklar doğru değil, çıkara göre
dönüyor. Kulüler Birliği isteklerini belirtirken Avrupa’nın büyük ligleri
örnek gösteriyor. Lakin atlanılan birçok önemli detay var. Hayatım Futbol
171. sayısında Süper Lig A.Ş.’nin vaat ettiklerine ve Avrupa’nın büyük
liglerdeki yapılanmanın iç yüzünü kaleme aldı.
Yazarlar
Bahadır Bozkurt
Burak Sağlam
Emrah Çetin
Emre Çelik
İsmail Şayan
Sercan Soykan
Serkan Akkoyun
Bu sayıda ayrıca; Süper Lig’in 1-0’a abone olan takımı Gaziantepspor’u,
Real Madrid’in kaymaya meyilli yıldızı Gareth Bale’i, İskandinavya’nın
topu santrada iki ligi Allsvenskan ve Tippeligaen’i, bu kez daha iddialı bir
takımla teknik direktörlüğüne devam edecek olan Henrik Larsson’u ve
Alpler’de yaşanan uçak faciasının şanslı takımı Dalkurt’u bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#171 BU SAYIDA
Süper Lig A.Ş.
Süper Lig kulüpleri bu kez büyük oynuyor. Süper Lig A.Ş. yolda
‘1-0 Olsun, Bizim Olsun’dan Fazlası
Gaziantepspor’un 1-0’lık sonuçlarının hikmeti nedir?
Hayat Onlara ‘Adil’ Davrandı
Fransa Alpleri’nde Yaşanan Uçak faciasından aslında kurtulan vardı
Büyük Buhran
Transfer rekoruyla Real Madrid’e gelen Gareth Bale’in
yıldızı kaymak üzere
Larsson ve Onun Bitmeyen Hikâyesi
Her daim anılmayı sonuna kadar hak ediyor
Allsvenskan 2015
İsveç’te santra bu hafta yapılıyor
Tippeligaen 2015
İskandinavya’nın bir diğer ülkesi Norveç’te de lig bu hafta başlıyor
İsmail Şayan
Türkiye HF171
SÜPER LiG AŞ
Kulüpler bu kez büyük oynuyor. Yıllardır tartışılan havuz sistemi
vesilesiyle Süper Lig A.Ş. yola çıktı
Belki pek dikkat çekmedi ama “futbolda mali
disiplin”, hem hükümet hem TFF tarafından son iki
yıl içinde çok sık dile getiriliyor. Bu dalga, pek fark
edilmese de bakanlığının son döneminde Suat
Kılıç’ın katıldığı bir canlı yayında söyledikleriyle
başladı ve zirve yaptığı yer, dikkatlerin “yabancı
kuralı”na yoğunlaştığı seminer oldu. Fatih Terim’in
ortaya koyduğu tablo, “mali disiplinin en önemli
konu olduğu” ve “gerekirse bazı kulüplerin feda
edilebileceği” vurgularının hemen akabinde Aziz
Yıldırım’ın “havuz çıkışı” geldi.
Süper Lig AŞ, bu çıkışla yeniden başlayan sürecin
geldiği nokta. Aziz Yıldırım, “Türkiye’nin en zengin
kulübü TFF’dir, yayından %12 alıyorlar, böyle bir
payı Avrupa’da hiç bir federasyon almıyor” çıkışını
yaptı ve bu ifade Kulüpler Birliği tarafından
tekrarlandı. Ama söylenenler pek doğru değil.
Tek doğru tarafı federasyon payının yüksekliği:
5 büyük ligin hiç birinde federasyonun payı %12
değil, zaten bizde de değil... %12 diye bir şey yok!
Nedense Türkiye’deki payı netin üzerine %12
ekleyip söyleyenler, Avrupa’daki oranları toplam
üzerinden söylüyorlar... Türkiye’de oran 112’de 12
ya da %10,7. Örneğin Fransa’da oran %2,5. En
yükseğiyse İtalya’da: %10.
Söylenmemesi tercih edilen tartışmasız
gerçek ise şu: Tüm bu ülkelerde ödemelerin
çoğu federasyon üzerinden değil, doğrudan
lig tarafından yapılıyor ve ödeme oranları
Türkiye’den çok daha yüksek.
81,6 aralığında. Aktarılan oran, son 5 sezonun
3’ünde %22’nin (%12 hesabı mantığıyla %28’in)
üzerinde. 5 milyar 340 milyon sterlinlik yeni yayın
anlaşmasının da en az 1 milyar sterlinlik kısmının
(en az %18,7) lig dışına (alt ligler, altyapı vb)
ödeneceği duyuruldu. Bu rakamı az bulanlar da var
çünkü ihale geliri %72 artarken aktarılan paydaki
artış şimdilik %40. 2013-2016 döneminde ayrılan
bütçe 738 milyon sterlin.
Kulüpler ne istiyor?
Süper Lig üyelerinden oluşan Kulüpler Birliği
Vakfı şirkete dönüştürülerek, ligle ilgili yayın ve
sponsorluk pazarlamalarını bu şirketin yapması
amaçlanıyor. Böylece bakış açınıza göre “TFF’nin
üzerinden bu yük alınacak” veya “TFF devre
dışı bırakılacak”. Kulüplerin kendi yayınlarını ve
sponsorlukları daha iyi pazarlayacaklarına inanarak
bu işi üstlerine almak istemelerine hiç bir itirazımız
olamaz, bizce bunu talep etmek hakları. Zaten
78’de İtalya’da başlayan bu uygulama diğer büyük
liglerde de geçerli.
Örneğin federasyonun sadece %2,5 (garanti edilmiş
minimum rakam: 14,260,000 euro) aldığı Fransa’da
alt lig payı %19. Ayrıca standart vergilerin dışında
Ulusal Spor Konseyi’ne amatör sporlar için ödenen
%5 var. Bundesliga 1, ülke içi yayın gelirlerinin
%20’sini (%12 mantığıyla %25) Bundesliga 2’ye
bırakmakta. Ayrıca federasyona hem yayın hem de
gişe gelirlerinden %3’er ödeniyor.
İngiltere’de Premier League diğer liglerden ayrılmış
durumda. Yayın gelirinden tüm diğer liglere
“dayanışma payı” ödüyor. Almanya, Fransa ve
İspanya’da ise tüm profesyonel kulüpler aynı çatı
altında tek bir birlik oluşturarak bu işe başladı.
İtalya’da Serie A ve Serie B diğer liglerden ayrılarak
bir birlik oluşturmuştu ancak yakın zamanda
o birliğin içinde Serie A ve Serie B koparak ayrı
birlikler kurdular.
Premier League’in, futbolun diğer unsurlarına
(%7-9 aralığındaki paraşüt ödemeleri dahil)
aktardıklarından sonra kulüplere kalan %76,1 -
Türkiye’de bu oluşuma diğer kulüplerin dahil
edilip edilmeyeceği belli değil. Kulüpler Birliği
maalesef şu ana kadar “daha çok para istedikleri”
dışında bir fikir veremedi, bunun için de TFF
payına hücum dışında sağlam bir strateji henüz
sunulmadı. Sürekli TFF payına vurgu yapıyorlar.
Dağıtılan basın bültenleri de hep diğer ülkelerde
federasyonların daha az pay aldığı üzerineydi.
Oysa çok daha ciddi sorunlar var.
TFF’den ayrıldıklarında delegelerinin devamı
eşyanın tabiatına aykırı. Ancak Sayın Gümüşdağ
bu yöndeki soruya net bir yanıt vermedi. Paraşüt
ödemeleri konusunda ise Kocaeli ve Sakarya
gibi örnekler verilerek durumun vehametinden
bahsedildi. Oysa kulüpler istedikleri anda
havuzdan belli bir oranı paraşüt ödemelerine
ayırma kararı alabilirler ama almıyorlar. Örnek
gösterdikleri ülkelerde paraşüt ödemeleri üst
liglerin payından yapılıyor. Böyle bir karara TFF’nin
itiraz etme ihtimali sıfır. Elbette en önemlisi,
Türkiye’de yasaların uygun olmaması. Tek bir
yasayı değiştirmekle tüm yapının uygun hale
getirilmesiyse mümkün değil. Ancak 2017 başına
kadar yasaların istedikleri şekilde değiştirileceği
ümidini taşıyor olmalılar.
Sayın Gümüşdağ, “1. Lig de bizim havuzumuzun
içinde” şeklinde bir ifade kullandı. Buna katılmak
kesinlikle mümkün değil. Havuzun parçası olması
için, örneğin Almanya gibi tek yayın ihalesi
yapıp gelirinin baştan belirlenmiş oranda 1. Lig’e
aktarılması gerekir. Oysa Türkiye’de her iki lig için
iki ayrı ihale var, sadece aynı gün ve aynı yerde
yapılıyor. Henüz çok düşük düzeydeki mobil haklar
ihalesi ise ortak.
Süper Lig özet hakları da 1. Lig naklen yayın hakları
içinde. İngiltere’de özetlere BBC’nin mevcut
havuzda verdiği yaklaşık %3,3’ü de ekleyince
Türkiye’de Süper Lig kulüplerinden yapılan kesinti
toplamı %14 oluyor. Yani Süper Lig kulüplerinden
yapılan kesinti, Avrupa’da örnek gösterilen liglerin
hepsinden az.
Tehdit kültürü
Kulüpler Birliği, “Süper Lig AŞ’de kararlı olduğunu
ve seçimde federasyon başkanlığı için adaylık
düşünenlerin de bunu bilmesi gerektiğini” Sayın
Gümüşdağ’ın ağzından kameralara açıkça deklare
ederek aba altından sopayı göstermiş oldu. Bu
yapılabiliyor çünkü bize örnek gösterilen ülkelerdeki
dengeli dağılımın aksine, “Türk Futbolu”nun
delegelerinin %42’si Süper Lig kulüplerinde. Haliyle,
Kulüpler Birliği’ne “hayır” diyen bir adayın seçilmesi
çok ama çok zor. Elindeki delege ağırlığıyla Süper
Lig, TFF kongrelerine hakim.
Öte yandan Süper Lig AŞ’de temel motivasyon,
konunun gündeme getiriliş biçimini de göz önüne
aldığımızda tamamen “para” olarak görünüyor.
Bir klasik olarak, futbolun bütünü kimsenin
umrunda değil. Eğer Süper Lig dışına hiç bir
ödeme yapmadan bu iş kotarılmak isteniyorsa,
tıpkı kulüplerin bize örnek gösterdiği gibi bizim
de Avrupa’yı örnek göstermemiz, bu ülkelerde
liglerin yaptığı ödemeleri hatırlatmamız gerekiyor.
Futbolu Süper Lig’deki kulüplerden ibaret görmek
ağır bir hata olur. Bu alanın en büyük markası
Premier League bile minimum 1 milyar sterlini
gözden çıkarmaktan çekinmiyor.
TFF’nin aldığı payın azalması gerektiğine inanan
bu satırların yazarı içinse tüm meseleyi sadece
“federasyon payı”ymışçasına sunmak şark
kurnazlığı, ötesi değil.
TFF’nin padişah tavrı
En yüksek oranı alan İtalyan Federasyonu, aldığı
%10’un hesabını, her yıl hazırladığı raporlarla
(İtalyanca ve İngilizce) tüm dünyaya kuruşuna kadar
veriyor. Futbolunda her şeyin gizli kapaklı; hırsıza,
dolandırıcıya, mafyaya davetiye gönderir yapıda
yürüdüğü Türkiye’de ise TFF “alt liglerdeki kulüplere
yardım yaptığını” söylüyor ancak bu yardımın kime
ne kadar olduğuna dair hiç bir açıklama yok. Herkes,
söylenene “iman etmek” zorunda.
Süper Lig AŞ, “şeffaflık” vaadiyle geliyor. TFF’nin
bu konudaki bilgileri kamuoyuyla, yani piyasayı
asıl finanse edenlerle, paranın gerçek sahipleriyle
paylaşmama, böyle bir sorumluluk hissetmeme
tavrını göz önüne aldığımızda tercih elbette Süper
Lig AŞ. TFF’den alt liglere yapılan yardımla ilgili hiç
bir bilgi verilmiyor. Zaten TFF “ikinci lig kulüplerine
10 milyon yardım yaptık” dediğinde, doğruluğuna
iman etsek bile bu paranın mesela 4 milyonunun
36 kulüp içinde tek birine gidip gitmediğini bilmek,
mevcut koşullarda mümkün değil.
Hal böyle ama “bilinmeyen engeller” yüzünden
yıllardır bir türlü bir adım bile yol alınamadı. Acaba
kulüpler yasasını da tribündeki üç beş kendini
bilmez mi engelliyor(!)
41 milyon kâr eden TFF’nin gelirlerinde en önemli
kalem %58’lik oranıyla 183,5 milyon tutan
“Profesyonel Futbol Gelirleri”. Bunun yarısıysa
yayından alınan pay. TFF’nin kâr yapma takıntısı
garip, bunun bir başarı olarak sunulması ise
trajikomik. Bir futbol federasyonunun amacı kâr
yapmak değil, elindeki tüm imkânları ülke futbolu
için kullanmaktır. TFF’nin kâr yazmaya çabalamak
yerine ülke futboluna yarar sağlayacak yatırımlara
girişmemesi sorgulanmalı. Örneğin kupaya 5 milyon
dolarlık (yayından gelenin onda biri) bir destek,
kısa vadede kulüpler orta vadedeyse yayıncılar ve
sponsorlar açısından cazibe arttırıcı olabilirdi...
Stadlarını devletin yaptığı, pek çok kulübü
merkezi ve yerel yönetimlerin fonladığı, hatta
yerel yönetimlerin kulüp doğurup büyütüp Süper
Lig’e çıkardığı bir yapı futbol adına zaten tuhaf,
AB’ye ise her yönüyle zıt. Hiç birinin yıllık cirosu 15
milyon euro’nun altına düşmeyen, en az iki tanesi
yüz milyon euro’yu aşan, 4 tanesi borsada işlem
gören kulüpleri barındıran bir ligin fonlanması; har
vurup harman savurmanın, hatta dolaylı yoldan
dolandırıcılığın ve hırsızlığın teşvik edilmesinden
başka bir şey değil. Üstelik fonlama ve stat
inşaatlarının, Türkiye’nin uyum sözü verdiği
AB yasalarına tamamen aykırı olduğundaysa
tartışılacak hiç bir şey yok.
UEFA ve AB Baskısı
Kulüplerin böyle bir atağa geçmeleriyse tesadüf
değil. Futbolculara normal vergi uygulanması dahil
pek çok haber okuyoruz. Profesyonel sporlara
bakış artık çağdaş bir noktaya geliyor ve kulüpler
için ürkütücü.
Hem UEFA hem AB, gerek federasyonun gerek
siyasetin üzerine geliyor. Futboldaki mali aymazlık
uzun süredir had safhada. Ezelden beri çıkacak
olan, bilmemkaç farklı hükümet gören bir
“kulüpler yasası efsanesi” var. Mevcut yapı ile
dev bir sektör olan futbolun yönetilemeyeceği
yıllardır ortada, “futbol ailesi”nden kime sorsanız
değişimin gerekliliğinde hemfikir.
Vergilerin bir türlü ödenmemesi, faizleri affedilerek
yeniden yapılandırılmış borçların da ödenmemesi,
vergi kaçırmak için atılan taklaların yakın zamana
kadar görmezden gelinmesi de AB nezdinde büyük
bir sorun. Vurgulayalım: Ödenmeyen bu vergilerde
iki ana kalemden biri biletlerdeki KDV. Bunu bizler
bilet alırken ödedik, yani bu paralar kulüplerin
kasalarında. Ama maliyeye ödenmiyor.
UEFA ise tüm gücüyle FFP’yi oturtmaya çalışırken,
sırtını devlete yaslamış kulüpleri, rekabeti adil
hale getirebilmek adına sistemden arındırmaya
çalışıyor. Alman ve Fransız kulüplerinin şikayetleriyle
İtalya’da yasa değiştiği (Salva Calcio); Hollandalı
şikayetine 4 büyük ligin desteğiyle İspanya’da
“vergi ödemesini aksatanın yıllık yayın gelirinin
%35’e kadarlık bölümüne maliye el koyar” yasasının
çıktığı, bir başka uyarıyla bazı bölgelerinde bilete
KDV uygulanmayan Fransa’da 1 Ocak 2015’ten
itibaren KDV eklenmeye başlandığı atlanmamalı.
Çifte kıskaç
Avrupa’daki kulüplerin, Türkiye’de yaşananlara körsağır olduğunu zannetmek hata olur. Bakanlığının
son döneminde Suat Kılıç’ın Avrupa ve Türkiye’deki
bakış farkının giderilmesi gerektiğini belirterek
“mali disiplin”e vurgu yapması, TFF’nin geçen
yılın sonlarından başlayarak defalarca, her fırsatta
bu konunun altını çizmeye çalışması kesinlikle
tesadüf değil. Dolayısı ile mevcut alışkanlıklarıyla
Türk Futbolu, iki uçtan kıskaca alınmış durumda.
Çoğu kendini yönetmeyi bir türlü becerememiş,
FIFA’daki şikayet listesinin tepesine -yerli futbolcu
ve antrenörler FIFA’ya gidememesine rağmenoturmuş kulüpler, bu kıskaçtan kurtuluş yolunu
arıyorlar. En kolay -hatta sponsorlar çekilirken
belki de tek- çıkış kapısı yayın gelirleri. Yayın
gelirlerinden TFF payını elimine etmek de en
konforlu çözüm olarak bellenmiş.
Daha önce yayın geliri tek ihaleyle iki katından
fazlasına çıktığında olanlar ortada. 2010’da
yayından ortalama 7,8 milyon alan kulüpler ertesi
yıl bu rakam iki katından fazlasına, 18 milyona
çıkmasına rağmen yine parasızlıktan şikayetçiydi.
Rakam her yıl %10 artıp 2010’un 3 katını aşmasına
rağmen şikayet yine parasızlık. Dolayısıyla %10,7
olan TFF payının ilaç olmasını beklemek gerçekçi
görünmüyor. Farklı bir çabaya ihtiyaç var.
Şu notu da düşelim: Financial Fair Play, amatör
şubeler için yapılan harcamaları giderden düşüyor
ve hesaba katmıyor, 59. maddede ve Ek 10’da net
olarak vurgulanmış. Yani UEFA karşısında amatör
şubeler dezavantaj değil, hatta tersine avantaj
olarak kullanılmaları da mümkün. Ama basketbol
ve voleybol gibi yüksek ücretlerin ödendiği dalların
“amatör” olarak kabulünü beklemek hayal olur.
Kulüplerin gerçekten amatör şubeleri FFP’yi
gerekçe göstererek feda etmeleri gerçekçi olmaz.
Yine Göksel Gümüşdağ’dan duyduğumuz
“yayın gelirlerinde 1-1,5 kat artış” beklentisi hiç
ama hiç akla yatkın gelmiyor. 1 kart artışın 940
milyon dolar; 1,5 kat artışın kulüplere 1 milyar 175
milyon dolar net gelir anlamına geldiğini ve bu
rakama Premier League dışında hiç bir ligin
ulaşamadığını hatırlatalım. Anlaşılan kafalar bir
hayli karışık. Ki bu mesele Premier League’e bakıp
“orada çok arttı, bizde de artar” mantığıyla ele
alınıyorsa ağır bir hata yapılmakta ve sonuçları
yıkıcı olabilir.
Almanya, Avrupa’nın gelir hacmi en büyük yayın
piyasası. Sadece İngiltere üzerinden görmek, en
basitinden “Almanya’da, ülke içi yayın gelirinin
neden İngiltere’dekinin üçte birinde kaldığı” sorusu
karşısında çaresiz bırakır. Ek bir bilgi daha verelim:
UEFA, Şampiyonlar Ligi’nde 2015-2018 döneminde
gelirin en az %30 artacağı suflesini vermişti, yeni
rakamlar da bu doğrultuda geldi. Artışın yarısından
fazlası tek başına İngiltere’den, kalan kısmı ise
diğer 208 ülkeden...
İnişler ve çıkışlar
Bir Alman firması, dünya genelinde farklı ülkelerde
futbolu televizyondan izleyenler üzerinde geniş
bir araştırma yapmış ve sonuçlarını paylaşmıştı.
Araştırmanın sonuçlarına göre futbol izleyicisinin
hangi ligi veya hangi maçı seyredeceğinde en etkili
olan unsur, atmosfer. Tribünlerin doluluğunun
ve coşkusunun yarattığı hava, yıldızlar dahil her
şeyin önünde. Premier League’in tribünlerdeki
seyircileri arasında yaptığı ankette de 1 numara
yine “atmosfer”di. Yaşananlar da bu bulguyu
destekliyor...
Şu anki ihalelerinde geliri ciddi şekilde artmış iki
büyük lig havuzu var: İngiltere ve Almanya. İkisinin
ortak özelliği, tribünlerdeki doluluğun %90’ın
üzerinde olması. Buna karşılık duraklamadaki iki
lig ise İtalya ve Fransa. Ve evet... Ortak özellikleri,
tribünlerdeki boşluk.
Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç bir
soru önergesi üzerine TBMM’de, Süper Lig’de
son 8 yılın seyirci ortalamalarını açıkladı. Bu yıl
ortalamanın geçen yılın yarısı olmasını ve %22’ye
kadar düşmesini “bahanemiz var” deyip bir
kenara bıraksak bile manzara yine en kötüsü.
Önceki 7 yılın hiç birinde, Süper Lig’in doluluk oranı
%50’yi aşmayı başaramamış. İtalya’daki %56
ve Fransa’daki %68’in epeyce gerisindeyiz. %56
doluluklu Serie A’nın ortalama stat kapasitesiyse
40170, yani seyirci ortalaması Süper Lig’in 2 katı.
Bu arada, seyircinin tutumunu yansıtması
açısından Türkiye’deki bir eğilimin bu ülkelerin
hepsinin tersi olduğunu belirtelim. Avrupa
Kupası maçlarında doluluk Türkiye’de artarken,
bu ülkelerin hepsinde(ortalama %25 oranında)
düşüyor.
Elbette tek etken atmosfer değil. Bireylerin
alım gücü ve ekonominin büyüklüğü yayın
gelirini şekillendiren en önemli faktörlerden.
Bahsettiklerimizin hepsinde hem ekonomi hem de
bireylerin alım gücü Türkiye’nin çok üzerinde.
Singapur mucizesi
Bir başka önemli etken ise toplumun futbolla
ilişkisini kuruş biçimi... İngiltere ve İtalya
gibi ülkelerde abone sayısı ve nüfustaki payı
Türkiye’den kat kat fazla. Ama aynı oranlara
nüfusu daha büyük Almanya veya Fransa’da
ulaşılabilmiş değil. Toplumların ve bireylerin
futbolla ilişkisinin yapısı, ülkeden ülkeye değişiyor
ve Türkiye’nin bu konuda İngiltere’ye benzemediği
ortada. Uç bir örnek olarak Singapur’u eklemeden
geçmeyelim:
İngilizler için Premier League’in Singapur’daki
ihalesinde çıkan rakam son derece şaşırtıcıydı: 220
milyon sterlin. Büyük gibi görünmeyebilir ama
gerçekten çok büyük bir para, çünkü ülkenin nüfusu
4,4 milyon. Yani Singapur’da kişi başına 50 sterlin
ödendi. Bu rakama İngiltere, yeni rekor ihalesiyle
bile yaklaşamadı. Türkiye’ye uyarlarsak, Süper
Lig ihalesi için yıllık 5 milyar 750 milyon dolar, yani
bugünkünün 12 katı ödenmesi anlamına geliyor.
Mevcut tabloda Süper Lig için pek çok negatif
gösterge var. Boş tribünler en önemli sorunlardan
biri, yıllardır çözülemedi, kolay kolay da çözülecek
gibi görünmüyor. Bozuk, kendi haline bırakılmış
zeminlerin izleyiciye karşı yapılmış bir saygısızlık
olduğu nedense bir türlü algılanamadı, parayı
almaya gelince herkes kuyrukta ama hak etmek
için uğraşan yok gibi. Halkın futbolla ilişkisini kuruş
biçimi açısından da durum parlak değil. Türkiye’de
ligi yayınlayan platformun abonesi 3,4 milyon
civarında ancak yaklaşık yarısı Süper Lig abonesi
olmamayı tercih ediyor. Sırf bu bile başlı başına çok
ciddi bir sorun.
Ah! Buna karşılık dijital medyada aktivite oranı
gerçekten yüksek. Gerek para ligi raporlarında
gerek aylık yayınlanan uluslararası dijital medya
raporlarında Türk kulüplerinin ulaştığı takipçi
sayıları dikkat çekici. 2014 Dünya Kupası öncesi
bir Alman firmasının yaptığı araştırmada ise
Türkiye’nin futbolla ilgili bir numaraya oturduğu tek
alanın “facebook sayfası beğenmek” olduğu ortaya
çıkmıştı! Bu göstergeyi iki farklı açıdan yorumlamak
mümkün: Doğru tutum ve duruşla ulaşılabilecek
bir kitlenin varlığının işareti olarak hayra ya da Türk
futbol meraklısının para vermek istemediği olarak
şerre...
Büyük balık zorlarken
Tüm bunların ötesinde, futbol dünyasında artık
iyice belirginleşen bir gerçek var: Büyük balık
küçük balığı yutuyor. Ülke içinde üst ligler alt
ligleri, dünya genelinde büyük ligler diğer ligleri
eritiyor. Televizyon izleyicisi, doğal olarak parasını
en kaliteli ürüne harcama eğiliminde. Futbolunu
en kaliteli, atmosferini en güzel bulduğu ligi
tercih ediyor. Hollanda ve Portekiz gibi ülkeler
yayıncısızlığı yaşadı, son rakamlar Belçika’nın da
aynı yönde ilerlediğini gösteriyor. Ülke içi sorununu
en başından saptayan İngilizler, Cumartesi günü
Premier League maçlarının yarısının ve alt liglerin
tüm maçlarının yapıldığı saate (TSİ 17.00) ülke içinde
maç yayını koymayarak futbolseverlerin televizyon
başına geçmek yerine maça gitmeye sağlamalarını
çalışıyorlar. Oysa Türkiye, adeta alt ligleri yok
etmek istercesine maçları farklı saatlere dağıtıp
hepsini yayınlıyor. Yine tüm ülkelerde üst liglerin
yayın gelirinden maddi desteğiyle ülke içindeki
sorun çözülmeye çalışılıyor ama dünya genelindeki
yutuşa, henüz net bir çözüm bulunamadı. Basında yer alan “Süper Lig’i Azerbaycan
ve Arap ülkelerinde pazarlamak” ise fazlaca
iyimser bir hayal gibi. Oralar, diğer büyük ligler
tarafından çoktan tutulmuş durumda. Tribünleri
boş, zeminleri berbat, maç boyunca futbol
oynanmayan sürenin futbol oynanan süreyle
kafa kafaya olduğu, kulüplerinin basına kapıyı
kapatıp izleyiciyle paylaşımı cılızlaştırdığı bir ligi
beğendirmek ve ilgiyi canlı tutmak hiç kolay değil.
Üstelik büyük liglerin kulüpleri, o pazarlar için ciddi
mücadeleyi bir an olsun bırakmıyorlar. Sezon başı
turlarında 7 Premier League kulübü, dünyanın
çevresinden daha büyük bir mesafe uçmuştu
2013’te. Bu yıl Bayern Münih’in devre arasındaki
Arap Yarımadası ziyaretini de hatırlatalım.
Süper Lig’in 2010 ihalesinde ciddi bir artış
beklemek için sebepler vardı. 2017’ye kadar
köprünün altından çok su akacak ve devreye
sürpriz faktörler de girebilir ama şu an için
göstergeler maalesef büyük bir artış adına hiç
iç açıcı değil. Yayıncının bu aşamada bile ödeme
sıkıntısına düşmesi, sorunun TFF’nin geçici
yamasıyla aşılması da cabası. Büyük liglerin ve
UEFA’nın 3 yılda bir düzenlediği ihale bizde 5 yıllık
yapıldı ve iki yıl da uzatma alındı. Buna rağmen
hâlâ “yayıncının zamana ihtiyacı var, ihale en az 5
yılda bir olmalı” deniyorsa şapkayı öne koyup iyice
bir düşünmek gerek.
Roket gibi yükselen İngiltere’de bile %118 artışlı
2001’in ardından gelen 2004 ihalesinde gerileme
yaşandığı, Almanya’da 2002’de yayıncının batışıyla
kulüplerin çok zor duruma düşüp pek çok kulübün
transfer yasağıyla karşı karşıya kaldığı, Hollanda’da
ise ihaleye talip çıkmadığı ve kulüplerin sermaye
koyarak yayıncılığa soyunmak zorunda kaldığı
unutulmamalı. Yeni ihaleye kadar geçecek sürenin
çok iyi değerlendirilmesi gerekiyor, o görev kime
düşecekse...
AVRUPALILAR
NASIL BAŞLADI?
NE YAPTI?
NE YAPIYOR?
Avrupa’nın büyük liglerinde kulüpler kendi yayın
ihalelerini yapıyor. Aynı Süper Lig’in yapmak
istediği gibi. Peki İtalya, İspanya, Almanya ve
İngiltere bu sürece nasıl girdi, neler yaptı, şimdi
ne yapıyor
iTALYA
Federasyondan ayrılıp yayını
kendisi pazarlamakta ilk olan
İtalyanlar, havuzu dağıtıp kaos
yaratmakta da ilkti. Futbol
yönetiminde pek çok tuhaflığı
üreten İtalya, yine en ilginç örnek
Yaygın kanının aksine İtalya, federasyon ile lig
yönetimini birbirinden ayıran ilk ülke. Ortada
henüz yayın hakları yokken 1978’de Lega Calcio
kurularak Serie A ve Serie B ortaklığı kendi kendini
yönetmeye başladı. 90’lardan itibaren hızla ve
istikrarlı bir şekilde geliri artan yayın görüşmelerini
Lega Calcio yaptı. 1993’te 93 milyon euro olan gelir
1998’de 231 milyon euro düzeyine çıkmıştı. 30
Ocak 1999’da çıkan yasa ile kulüplere, yayın geliri
görüşmelerini bireysel olarak yapma hakkı verildi.
Yasa, Serie A’nın büyükleri ile tüm diğer kulüpler
arasında ilk sürtüşmelerin başlangıcı oldu. Gelirler
yarım milyarı aşmıştı ancak yayıncılar, kulüplerin
taleplerini karşılayamayacak noktaya doğru
gittiklerinin farkındaydılar. 2002/03 sezonunda
kulüplerin karşısına daha düşük tekliflerle çıktılar.
Bu, özellikle küçük kulüplere ağır darbeydi.
99’da başlayan sürtüşme büyüdü, 2002/03
ve 2003/04 sezonlarında lig tehlikeye girdi,
başlaması gereken tarihlerde başlayamadı. Büyük
kulüplerin kendilerine ödenen paranın bir kısmını
diğer kulüplerle paylaşması ile sorun geçici olarak
çözüldü. Her kulübün maç başına düşen ortalama
yayın geliri hesaplanacak, bu tutarın %20’si
deplasman kulübüne ödenecekti.
Bu arada bazı küçük kulüpler bir araya gelerek
Gioco Calcio adlı yeni bir yayın platformu
oluşturdular. Ancak bu deneyim de pek uzun
sürmedi çünkü yayın dünyasında büyük balık
küçük balığı yutmuş, Sky, Tele+ ile Stream’i satın
alarak yayınların çok önemli bir kısmını kendi
bünyesine toplamayı başarmıştı ve 2004’te tüm
yayınları aldı.
2000’lere rüya kadroya ile giren kulüplerin
başında Lazio geliyordu. Önce, 2001/02’de
Nedved, Veron ve Salas’ı kaybettiler. Ertesi sezon
da Crespo ve Nesta’yı satmak zorunda kaldılar.
Bu süreçten en kârlı çıkanlar ise futbolcu ve teknik
adamlar oldu. Özellikle Bosman sonrası pazarın
serbestleşmesi ellerini güçlendirmişti. Hızla
büyüyen para kulüplerin akıllarını başlarından
almış, harcamalarda tam bir aymazlık hakim
olmuştu. 22 Ağustos 2002’de La Reppublica;
1995’te %57 olan ücretlerin gelirlere oranının,
2000/01 sezonunda %75’e ulaştığı haberini yaptı.
Kulüplerin kazandığı her 4 liranın 3’ü, maaşlara
gidiyordu. Bu sırada oranlar Almanya’da %50,
İngiltere’de %60, Fransa’da %64’tü. Ertesi yıl oran
%88’e çıktı.
Çukura koşuş
Serie A ve Serie B’nin toplam geliri 3 milyar euro
seviyesine ulaşmıştı ancak yıllık zarar 1,5 milyar
olmuş, bu arada yalnızca Serie A’nın borcu 1,5
milyara ulaşmıştı. 7 kızkardeşten Roma, Lazio,
Fiorentina ve Parma ağır sıkıntıdaydı. Lazio
iflastan en iyi oyuncularını satarak kurtuldu,
Fiorentina’ya bu da yetmedi ve iflas ederek Serie
C2’ye kadar düştü. Yine kadrosunun önemli
kısmını boşaltarak direnmeye çalışan Parma,
Parmalat skandalının da darbesiyle 2004’te ilk
iflasını yaşayacaktı. Roma ise daralarak hayatta
kalmayı başardı.
Bu süreçte İtalya, futbol ekonomistlerinin
90’ların sonlarından başlayıp 2000’lerin ilk
çeyreğinde dozu artan uyarılarının öngördüğü
üzere, bir noktadan sonra çöktü. FFP de son
darbe oldu. İtalyanlar, kan kaybının bir türlü
durmayışına, diğer ülkelerde ve özellikle
İngiltere’de havuzun sağladığı büyük başarıya
kayıtsız kalamadılar. Herkes aynı gemideydi, “her
koyun kendi bacağından asılır” yaklaşımı pek
işe yaramıyordu çünkü futbol rakiple oynanan
bir oyundu ve onların zayıflığı beraberinde ligde
toplam kalitenin, rekabetin ve ilginin düşüşünü
getiriyordu. Zamanla büyükler de direnemez hale
gelmişti.
30 Nisan 2009’da toplanan kulüplerin
yayındaki kavgasının büyümesi, paranın nasıl
paylaşılacağında bir türlü anlaşılamaması
sonunda Serie A, Serie B’den ayrılma kararı aldı.
Palermo Başkanı Zamparini, toplantı sonrası
“Hiç mutlu değilim ama başka çare kalmamıştı”
diyordu çünkü Serie A’nın Juventus dışındaki
devleri de gerçekten zor durumdaydılar. Moratti
son barutunu attı ve yıllardır hayalini kurduğu
şeyi yapıp babasının başarısını tekrarlayarak
Inter’i FFP öncesi son şansında Avrupa
Şampiyonluğu’na taşıdı.
Son şansıydı çünkü hem o sezon hem önceki
sezon Inter’in kadrosuna ödediği maaş, toplam
gelirinden daha fazlaydı ve FFP başlayınca bu
yapıyı sürdürmesi imkânsızdı. Şampiyonluk
Moratti hayalini kurduğu Şampiyonlar
Ligi kupasını kazanmayı başardı. Lakin bu
yatırımlar Inter’i Moratti’nin elinden aldı.
sonrası Moratti önce satabildiği oyuncuları,
yetmeyince kulübü satmak zorunda kaldı.
Finali Inter kazanmıştı ama sanki aradan geçen
zaman kaybedenin Bayern değil Inter olduğunu
gösteriyordu.
2010’da yeniden havuz kararı alındı, paylaşım
için yine çok uzun süren kavgalar yaşandı. İlk
ihale 2010/11 ve 2011/12 içindi. 2012-2015 dönemi
ihalesinde düşüş yaşandı ve 117 milyonu ülke dışı
yayınlardan olmak üzere toplam yıllık 1 milyar
euro ödendi, 823 milyonu Serie A kulüplerinin
kasasına girdi. 2015-2018 dönemi ihalesinde ülke
dışı yayınlar 186 milyona satılırken, ulaşılan toplam
rakam 1,3 milyara yaklaştı.
Ülke içi, ülke dışı, İtalya Kupası ve Süper Kupa
birlikte satılıyor. Gelirin %7,5’i Serie B’ye aktarılıyor.
%10 federasyona %0,5 de iletişim kurumuna
ödeniyor. Paraşüt ödemesi de var ve kulübün
düşmeden önce Serie A’da kaç sezon geçirdiğine
bakılarak saptanıyor. Abone sayısı Türkiye’nin 2,5
katından fazla: 4,5 milyon.
iSPANYA
Özerkliği kullanıp havuzu
bozan iki dev geri dönüyor.
Hem küçüklerin yaralarına hem
kendi gelir duraklayışına ilacı orda
bulma umuduyla
İtalya’dan sonra lig yönetiminin ayrıldığı ikinci ülke
İspanya. Ancak hikâye oldukça farklı.
İspanya’da futbol kulüpleri genelde kendi
yağlarıyla kavruldu. 1978’de futbolcu sendikasının
kuruluşu ilk büyük değişim. Ertesi yıl, Bosman’dan
16 yıl önce, futbolcular sözleşme bitiminde serbest
kalma hakkını kazandılar ve pazarlıklarda ellerini
güçlendirdiler. Harcamalar gelirlerden daha hızlı
artmaya, kulüplerin mali yapıları bozulmaya
başladı. 1984’te sorun ciddi boyutlara ulaştı, pek
çok kulüp kapanma noktasındaydı.
Bakanlığa rapor vermek üzere bir arabulucu
atandı ve tavsiyesi üzerine 24 Temmuz 1984’te
en üst üç ligi kapsayan LFP kuruldu, 1987/88’den
itibaren sadece iki tepe lig kaldı. LFP’nin ilk temel
görevi, borçları 125 milyon euro düzeyine ulaşan
profesyonel futbolun mali yeniden yapılanmasıydı.
11 Haziran 1985’te Spor Konseyi ve LFP arasında
anlaşma imzalandı. Kulüplerin şans oyunlarından
isim hakkı gelirleri %1’den 2,5’e çıkarıldı. Ancak
5 yıl sonra başlanan yerden daha kötüsüne
dönülmüş, borçlar 192 milyona çıkmıştı. Sebep,
kulüplerin sorumsuz harcamalarıydı.
Bıkan devlet 1990’da Spor Yasası ile profesyonel
kulüplere şirketleşme zorunluluğu getirdi. Borcu
olmayan Barça, Real, Osasuna ve Bilbao dışındaki
tüm kulüpler 1991/92 sezonunun sonuna dek
şirketleşecek, istemeyen amatöre gidecekti. LFP
ile Spor Konseyi arasında yeni bir anlaşmayla isim
hakkı payları bu kez %7,5’e çıktı. Üstüne, CSD
yeni oluşan bu şirketlere bir minimum başlangıç
sermayesi koydu. Günümüze döndüğümüzde
kulüplerin ciddi borçları var ve yapılar sağlam
Barcelona ve Real Madrid havuz dağıldıktan sonra
iyi bir yayın gelirine sahip oldular. Lakin bu durum
kısa sürdü. Artık onlar da havuzun bir parçası olup
gelirlerini arttırmak istiyor.
değil. Devlet yıllarca idare etti, yerel yönetimlerin
destekleri görmezden gelindi ancak AB’nin baskısı
ile yardımlar artık kesildi.
1985 ve 1990 görüşmeleri döneminde tüm kulüpler
yayın görüşmeleri yetkisini LFP’ye devretmişti.
1989’a kadar sınırlı sayıda yayınla ve her yıl yeni
ihaleyle gidildi. 1989’da 5 yıllık bir ihale düzenlendi.
İhaleyi kazanan Dorna, kısa süre sonra yükün
altından kalkamayınca haklar 1990’da imzalanan 8
yıllık anlaşma ile Canal+ ve FORTA’ya devredildi.
Ancak 1996’dan itibaren işler değişmeye başladı.
Özellikle iki kanal, kulüplerle bireysel anlaşmalar
imzalama peşinde koşuyor, hatta maçları
yayınlayamayacakları 1996/97 ve 1997/98 sezonları
için bile ödeme yapmayı kabul ediyorlardı. Bu
arada oyunculara ödemelerin kontrolsüze artışıyla
kulüpler yine zordaydı. 2000/01 sezonu sonunda
borçlar 1 milyar 646 milyona ulaşmıştı. Devlete
gidecek yüzü kalmayan kulüpler, belediyelere
çöreklendiler. Sporting Gijon ve Real Madrid,
belediyelere yaptıkları satışlarla (Real Madrid’in
480 milyon euro tutarındaki anlaşması AB
soruşturması altında) borç erittiler. Bu arada
LFP’nin korkusu da gerçekleşti ve Barcelona ile
Real Madrid havuzu dağıttı. Diğer kulüpler de
bireysel veya İtalya’daki Gioco Calcio örneği gibi
gruplaşarak yayın anlaşmalarına giriştiler.
Havuzsuzluğun kaosu
Havuzun dağıldığı 2003/04’ten itibaren İspanya’da
tam bir yayın kaosu yaşandı. Maç saatleri çoğu
hafta sorun oldu. Bu arada Barcelona ve Real
Madrid, yayından aldıkları büyük paralarla diğer
kulüplere dev bir fark attılar ve rekabet dengesi
iyice bozuldu. Mega menajer Mendez’in devreye
girip ağırlığını koyması ve başka menajerlerden
ortaklıklı futbolcularla Atletico Madrid, iki deve
direnebilen tek kulüp oldu.
Havuz tartışmaları hiç bitmedi. 2010’da Katarlı
şeyh Abdullah, havuz beklentisiyle Malaga’yı alıp
harcamaya başladı ama beklentisi boşa çıkınca
yatırımı kesti, iyi para eden oyuncuları elden çıkardı
ve hesapları dengeledi. Son dönemdeyse hem
küçüklerin kepenk indirmesini istemeyen hem de
vergiyi tek kaynakta sorunsuz tahsil etmek isteyen
hükümetin müdahil olduğu süreçte Barcelona ve
son olarak Real Madrid, havuz için ikna oldu. Sözlü
anlaşma tamam, yasası bekleniyor.
Havuzdan paylaşımın nasıl olacağı konusunda
henüz net bir bilgi yok. Tek bildiğimiz, La Liga
için en çok kazananın en az kazanana oranının 4
olmasında anlaşıldığı. Barcelona ve Real Madrid,
tek başına görüşme yapmanın uzun vadede
pek işe yaramadığını, yıllardır bir türlü değerini
yükseltemedikleri anlaşmalarla kavradılar. Bu
süreçte İngilizler, başlangıçta yarısı kadar bile
kazanamadıkları bu iki kulübü geride bırakacak
ihaleyi gerçekleştirdi. Barcelona, havuz öncesi
2015/16 için 1 yıllık son bir yayın anlaşması yaptı ve
rakam 7 yıl öncekinin aynı: 140 milyon euro.
İki devin havuza ikna olmasında bir başka etken
de karşılaştıkları baskı. İspanya’da kulüplerin
mali durumu berbat. Limitlerde yaşıyorlar.
Vergi ödemelerini ertelemek, ödememek, af
beklemek gibi bir seçenekleri yok. AB baskısıyla,
ilk vergi ödemesi aksamasında maliyenin, yayın
gelirinin %35’ine el koymasına imkân veren bir
yasa çıkarıldı. Şartlar böyleyken Barcelona ve
Real Madrid’in havuz dışında kalmaya ya da
havuzdan çok büyük bir paya inat etmesi, İspanyol
Futbolu’na ağır zarar verecekti.
Barcelona ve Real Madrid gibi dünyanın dört
bir yanında izleyicisi olan gerçek yıldızlarla dolu
gerçek devler, bireysel anlaşmalarda ülke içi ve
dışı toplamında yıllık 140 milyon euro alırken
Türkiye’de yıllık 125 milyon dolar (115 milyon euro)
telaffuz eden kulüplerin olması...
Malaga’yı satın alan Sheikh
Abdullah, La Liga’nın yayın
düzeninin değişmemesi
üzerine yatırımlarını kesti.
ALMANYA
İngiltere’den sonra futbolun ikinci
büyük değeri haline gelen Almanya
ilk önce taraftara yatırım yaptı. Fakat
alacakları daha çok yol var. Zira yurt
dışında Bundesliga’yı yeteri kadar pahalı
noktaya getirebilmiş değiller
30 Eylül 2000 günü olağanüstü kongre için
toplanan Alman Futbol Federasyonu (DFB), dönüm
noktası niteliğinde bir karar aldı. İki profesyonel
lig olan Bundesliga 1 ve Bundesliga 2, 2001/02
sezonundan itibaren Lig Birliği’ni (DFL) kuruyor
ve böylece tamamı bölgesel olan diğer 26 üyenin
yanına 27. üye olarak ekleniyordu. Büyük kulüplerin
başını çektiği bu hamlede 3 gerekçe öne çıkmıştı:
1) Kulüpler arasında doğan çıkar çatışmalarında
federasyon bünyesinde yapılan oylamalarda,
doğrudan profesyonel kulüpleri etkileyecek
olan konularda pek ilgisi olmayan ve çoğunluğu
oluşturan amatör birlikler gereksiz yere tartışmaya
dahil oluyor ve bazen de çoğunluğu oluşturan
oylarıyla kararları bloke edebiliyorlardı.
2) Lig kulüplerinin kurumsallaşmış bir çatı altında
bağımsızlığı, profesyonelleşmenin ön şartı gibi
algılanır olmuştu. Oluşturulacak profesyonel
yönetim kulüpler adına yayın, sponsorluk ve reklam
anlaşmalarını en etkili şekilde gerçekleştirebilecekti.
3) UEFA ve EPFL (Avrupa Profesyonel Ligler Birliği)
gibi organizasyonlarda kulüplerin federasyon
aracılığıyla değil doğrudan kendileri tarafından
temsil edilmesi bir gereksinimdi.
Başlangıcından itibaren lig ve federasyon
yönetimleri yakın bir ilişki içinde, gerektiğinde aynı
temsilciler her iki kurum için de çalışıyor. Karşılıklı
haklar ve sorumluluklar başlangıçta yapılmış
temel bir anlaşma ile belirlendi. Sportif yargı,
hakemler, güvenlik ve antrenör eğitimi gibi konular
federasyonda. Lig, federasyona yayın gelirlerinin
%3’ünü ve bilet satış gelirlerinin %3’ünü ödüyor.
Sadece yayın gelirine endekslersek, federasyonun
payına %5,5 denebilir.
Yayında havuz sistemi var ve görüşmeleri DFL
yürütüyor. İlk yayın geliri paylaşım yöntemi 2000
ile 2006 arasında yürürlükte kaldı. 2006’dan sonra
2009’da bir değişikliğe daha gidildi. Kabaca gelirin
yarısı eşit, yarısı performansa göre dağıtılıyor
şeklinde özetlenebilir. Almanya, Avrupa’nın en
büyük yayın pazarı ancak Alman tüketiciler,
yayın için para ödemeye pek sıcak bakmadılar ve
piyasanın bu bölümü İngiltere ve İtalya gibi ülkelere
göre daha küçük kaldı. Yine de abone sayısı 3,5
milyonun üzerinde (2013 sonu).
2006’daki değişimde, eşit paydan biraz daha
performansa kayış olmuş, en çok kazananın en
az kazanana oranı 1,7’den 2’ye çıkacak şekilde
düzenlenmişti. Bu süreçte 3 kulüp kamuoyu
önünde sert bir tartışmaya girişti. Büyükler adına
Bayern Münih, diğerleri adına Eintracht Frankfurt
ve Bochum öne çıktılar. Bayern yönetimi, verdiği
röportajlarda ligi Avrupa Adalet Divanı nezinde
dava etmekle ve kendi yayın görüşmesini kendisi
yapmakla tehdit etti. Karşı tarafsa ligin değerinin
bir ya da birkaç kulüpten değil, bütünlüğünden
geldiğini ve küçük görülen kulüplerin gerekirse
büyüklerle oynamamaktan çekinmeyeceğini
söylediler.
Sonuçta büyüklerin istediği oldu. Bu kararın, 36
kulüp içinde çok azının yararına olmasına karşın
alınması iki akademisyenin dikkatini çekti. Yaptıkları
araştırmada şu ilginç gerçek ortaya çıktı: Neredeyse
tüm kulüpler kendini büyük kulüp olarak görüyordu.
Bundesliga 2’de oynayanlar bile buna dahildi, ertesi
yıl Şampiyonlar Ligi’nde oynamayı düşlüyorlardı.
Küçük kulüp olduğunu kabul edenlerse yalnızca
asansör kulüp olarak tabir edilen ve Bundesliga 1 ve
2 arasında gezinen kulüplerdi...
Son noktada, federasyon payı çıkıldıktan sonra
anlaşmanın ana hatları şöyle: Ülke dışı yayınların
geliri Bundesliga 1’in. Ülke içi yayın gelirinin %80’i
1’e, %20’si 2’ye. Bundesliga 1’de en çok kazananın
en az kazanana oranı 2, Bundesliga 2’de 2,25.
Önce tribün
Almanya’da tarihsel köklerinde futbol, kâr amacı
gütmeyen bir sektördü. Ancak zamanla yeniden
yapılanma, profesyonelleşme ve ticarileşme
geldi. Kulüplerin organizasyonel yapıları ve karar
mekanizmaları da bu çerçevede değişti. Kendi
özgün yöntemlerini geliştirdiler. “Uçucu” olarak
tabir edilebilecek TV izleyicisi yerine “kalıcı” olarak
nitelendirilen tribündeki kitleye yoğunlaşarak
büyüme stratejisini seçtiler ve futbolun “alım gücü
olanın” değil “tüm toplumun” ortak malı olarak
kalmasını sağlamanın anahtar olduğu ilkesiyle
hareket ediyorlar.
Temel sorunları, ülke dışı yayın gelirlerinin
düşüklüğü. Bu alanda hatanın kendilerinde
olduğunu, bu konuda çalışmalara 2000’lerin
ikinci yarısında başlamanın çok büyük bir
gecikme olduğunu kabul ediyorlar ve aradaki farkı
kapatabilmek için çabalıyorlar.
iNGiLTERE
Futbolun lokomotifi İngiltere birçok konuda
olduğu gibi havuz sisteminde de öncü.
İngiliz kulüpleri, 80’lerin başlarındaki krize
kadar futbolun televizyonda canlı yayınına
taraftar değildiler. Ekonomik kriz, tribünlerdeki
şiddet gibi faktörlerin etkisiyle seyirci sayısının
ve dolayısıyla gelirlerin eriyince kulüplerde
profesyonel yöneticilerin gerekliliği ortaya çıktı.
82’de federasyon, her kulübe bir profesyonel
yönetici çalıştırma izni verdi. Ancak, Tottenham
için bu da yeterli değildi ve 1983’te federasyonun
kısıtlamasından kaçmak için farklı bir yol buldular:
Borsaya açılmak. Onları diğer kulüpler izledi ve
profesyonel yöneticilerin sayısı arttı. Kulüplerin
borsa performansları, Manchester United dışında
hiç başarılı değildi ama en azından federasyonun
kısıtlamasının kalkması sağlandı. Birer ikişer
borsadan çekildiler.
1983, yıllık 3 milyon sterlin karşılığında kulüplerin
yayına izin verdiği yıl oldu. Bu para, tüm liglerdeki
92 kulüp arasında eşit paylaşılacaktı. 30 yıl sonra
bunun 600 katını göreceklerini tahmin eden
muhtemelen yoktu, 86’da yayın gelirine zam
istediklerinde dönemin düopolü BBC-ITV’den 6
ay boykot yediler. Ama en azından televizyonun
seyirciyi stadlardan çalacağı endişeleri
gerçekleşmedi, tersine yayınlar adeta futbolun
bedava reklamıydı. Özellikle 90’lardan itibaren
seyirci ilgisi iyice canlandı.
90’ların başında ligin o dönemdeki 5 büyüğü
olan Arsenal, Tottenham, Liverpool, Everton ve
Manchester United seslerini yükselttiler. Yayınların
%40’ında onlar vardı ama para, profesyonel
liglerdeki 92 kulübe eşit dağıtılıyordu. Bu şikayete
katılan başka kulüpler de oldu. Federasyonun,
yayın ve sponsorlukların pazarlanmasında yetersiz
kaldığı bir başka eleştiriydi. Aynı dönemde
televizyon devlet tekelinden çıkmış, özel kanallar
kurulmuş, uydu yayını sayesinde abonelik sistemi
gelişmeye başlamıştı.
İngiltere’de kulüpler yayın gelirinin %30’unu
tesis yatırımına kullanmak zorunda. Halı gibi
sahaların sırrı da burada.
Sistem yaratmak
17 Temmuz 1991’de kulüpler, kendi aralarında
ön anlaşmayı imzaladılar. Diğer ülkeler titizlikle
incelenmiş, oralardaki doğrulardan ve yanlışlardan
dersler çıkarılmıştı. Mesele sadece para değildi,
Premier League futbol için yeni bir standart
vaadediyordu ve kulüpler bu standartlara uymak
zorundaydı. Aksi takdirde lige giriş vizesi alamıyor
veya ligde devam etmelerine izin verilmiyordu.
Maç ve yayın saatlerinin, alt ligler başta olmak
üzere seyircinin tribünler yerine televizyona
yönelmesini teşvik etmeyecek şekilde dikkatle
düzenlenmesi gerekiyordu. 20 Şubat 1992’de
kulüpler federasyonla tüm düzenlemelerde
uzlaştı ve Premier League 27 Mayıs 1992’de
federasyondan ayrılarak, federasyonun merkez
binasındaki bir ofiste resmen kuruldu. İlk yayın
anlaşması 5 yıllıktı ve yılda 38,2 milyon sterlin
ödenecekti.
Sonra çığ gibi büyüdü. Anlaşmayı yapan Sky da
turnayı gözünden vurmuş, sadece birkaç ayda 1
milyon abone barajını geçmişti. Şu anda yıllık gelir
1 milyar 809 milyon sterlin. 2016-19 döneminde
yalnızca ülke içi yayınlardan 1 milyar 780 milyon
sterlin elde edilecek. Ülke dışı yayın geliri de aynı
oranda artarsa; 83’teki ilk yayının 1000 katı,
92’deki ilk anlaşmanınsa 80 katı olan yıllık 3 milyar
sterlin barajı aşılacak.
Premier League, federasyona bir ödeme yapmıyor.
Sistem, arada federasyon olmadan doğrudan
ödeme yapmak üzerine kurulu. Ligin dışına
yaptığı ödemeler oldukça büyük ve çoğu 92’de
federasyonla yapılan anlaşmaya dayanıyor.
Dev katkı
Konferans ligi kulüpleri dahil, alt liglerdeki tüm
kulüplere yayınlardan pay doğrudan aktarılıyor.
Championship, League 1 ve League 2 kulüplerinin
altyapıları için ödenekler de öyle. Amatör futbol
için yaptıkları yıllık harcama, Spor Bakanlığı’nın
harcamasından fazla. Örneğin 2013/14 sezonunda
ülkede gençler için 28,4 milyon sterlin ödenerek
224 çim, 52 tane de 3G suni çim saha yaptırıldığı ve
3255 okulda 48825 öğrenci için futbol malzemeleri
dağıtıldığı açıklandı. Ayrıca Futbolcular Birliği,
Hakemler Birliği ve Menajerler Birliği’nin yanı sıra
Taraftarlar Birliği ve Kick It Out gibi sivil toplum
örgütlerine de maddi kaynak sağlanıyor.
Her sezon sonunda yayınlanan raporlarda
kamuoyu ile paylaşılan ödemelerin, paraşüt
ödemeleri ile birlikte yayın gelirine oranının %24’e
kadar çıktığı oldu(2014). Tüm bu rakamlara ligin
resmi sitesinden ulaşmak mümkün. Kulüplere, net
yayın gelirinin %76’sı ile %81’i arasında değişen
bir miktar kalırken %19-24 arası ellerine geçmiyor.
Kulüpler Birliği usulü hesaplarsak, net gelirden
kulüplerin kasasına girmeyen oran %23,5 ile %31,5
arasında değişiyor. Türkiye’de ise yalnızca TFF’nin
aldığı pay var.
Premier League kulüpleri, yayın gelirlerinden elde
ettikleri parayı diledikleri gibi harcayamıyorlar.
Ligin kendi içinde UEFA’nın FFP’sine benzer bir
uygulaması var. Yayın gelirlerinin en fazla %70’i
oyuncu maaşları veya transferde kullanılabiliyor.
Kalan %30’luk kısım tesisler(altyapılar, zemin
bakımı, veya zeminler ya da zemin), vergi gibi
diğer alanlarda kullanmak için ayrılmak zorunda.
Yalnızca lige o yıl yükselmiş kulüpler bu kuraldan
istisna tutuluyor.
Paraşüt
Paraşüt ödemesi sistemini ilk uygulayanlar
da İngilizler. Premier League’den
Championship’e düşüş, ani ve büyük bir
gelir azalışı demek ancak süren sözleşmeler
nedeniyle giderlerde o derece hızlı indirim
mümkün değil. Oyuncuların hepsi tek
transfer döneminde elden çıkarılamıyor.
Toplamda oranı %7-9 arasında değişen
paraşüt ödemeleri, başladığından beri
tartışma konusu. Bu ödemenin gereksiz
olduğunu savunanlar da var ama tartışmanın
döndüğü asıl nokta ödeme miktarı. Temel
eleştiri, ödenen rakamların Championship’te
haksız rekabete yol açacak düzeyde yüksek
olduğu. Paraşüt ödemelerinin düşürülmesi
ve Premier League yayın gelirlerinden
Championship kulüplerine aktarılan rakamın
yükseltilmesi gerektiği savunuluyor. Lig
yönetimi ise bu eleştiriyi kısmen dikkate
alarak süreyi 2 yıldan 3 yıla çıkardı ve aradaki
yıllık farkı biraz eritmiş oldu.
Premier League’de kulüplere ülke içi yayın
gelirinin yarısı eşit dağıtılmakta. Ülke dışı
gelirlerinse tümü eşit olarak dağıtılıyor.
Düşen kulübe, bu iki “eşit pay”dan alacağı
paranın 1,5 katı ödeniyor. Başlangıçta 2
yılda ödeniyordu, bu geçiş döneminde 4 yıla
yayılıyor(%40, %30, %15, %15). Yeni ihaleyle
birlikte paraşüt ödemeleri süresi 3 yıla
sabitleniyor. Toplam rakamda bir değişiklik
olup olmayacağı konusunda nihai açıklama
henüz yapılmadı ancak oranın değişmesi
beklenmiyor.
Paraşüt ödemesi alan kulüp, yayın
gelirlerinden Championship kulüplerine
eşit olarak aktarılan dayanışma payından
yararlanamıyor.
Burak Sağlam
Analiz HF171
‘1-0 OLSUN BiZiM OLSUN’DAN FAZLASI
Ligin kadro açısından yetersiz takımlarından Gaziantepspor, maçlarını 1-0 da olsa
kazanmayı başarıyor. ‘1-0’ların hikmeti ve Okan Buruk’un takımını analiz ettik
Sezon başında küme düşecek takımlar arasında
gösterilen Gaziantepspor ligin bitimine dokuz
hafta kala 34 puanla ligin 7’inci sırada, küme
düşme tehlikesinden çok uzakta, farklı planların
içinde. Yedisi 1-0 olmak üzere toplam on galibiyetin
yanına dört beraberlik ekleyerek 34 puan toplayan
Gaziantepsporçoğumuza göre sıkıcı futbol oynuyor
fakat takımı daha yakından incelediğimizde,
futbolseverlerin pek hoşlanmadığı futbol
mantalitesi olan ‘1-0 olsun bizim olsun’dan çok
daha fazlası olduğunu görüyoruz.
Muhammet Demir 1 - Federico
Macheda 0
Günümüzde sakatlık deyince, Pektemek ile
birlikte aklımıza gelen ilk isimlerden Muhammet
Demir. O daha henüz 23 yaşında ama kariyerinde
şu ana dek yaşadığı sakatlık sayısı, 38 yaşında
futbolu bırakan bir oyuncunun futbol hayatında
yaşayacağı sakatlık sayısından fazla olabilir.
Muhammet, 15 yaşında A takımla çıktığı idmanlar
ağır gelince dizinden ve kasığından ciddi şekilde
sakatlandı. Milli Takım’ın alt yaş kategorilerinde
attığı gollerle taraftarların umudu olsa da, yaşadığı
talihsizlikler nedeniyle özgüveni azalış gösterdi.
2009’daki röportajındaki sözler bunu açıkça
gösteriyordu: “Macheda’ya bakıp üzülüyorum.
İtalya’yı 3-0 yendik. Ben o maçta iki gol atmıştım.
O maçtaki Macheda’yı United’ta gördüğümde
gözlerime inanamadım. Bir ona bakıyorum,
bir kendime bakıyorum ve üzülüyorum. Ben iki
senedir sakat olduğum için oynayamadım. O
ise sezon içindeki gelişimiyle United’ta oynuyor.
İnsanın morali bozuluyor. Macheda’nın daha iyi
yerlere gelmesini de isterim fakat benim üzüntüm
sakatlıklar sebebiyle yerimde saymamla ilgili.”
Muhammet Demir, 2008/09 sezonunun 33’üncü
haftasında, Bursaspor formasıyla Gaziantep
karşısında maçın son dakikalarında oyuna girerek
Süper Lig’le tanışmıştı. Fakat gerçek tanışma 3
yıl ertelenmek zorunda kaldı. 2010’da Gaziantep’e
transfer olan Muhammet ilk sezonunda
oynayamasa da, kırmızı-siyahlı formayla ikinci
sezonunu toplam 12 golle tamamlayarak Cenk
Tosun ile birlikte takımının en golcü oyuncusu
oldu. Yeni sezonda her şey daha iyi olacak derken,
henüz 12’nci haftada Kayserispor deplasmanında
çapraz bağları koptu ve sezonu kapattı.
Muhammet, 2013/14 sezonunun ilk maçında Türk
Telekom Arena’da rövaşata golüyle sahalara güzel
bir dönüş yapmış da olsa, ilerleyen haftalarda
beş ayrı zamanda sakatlandı ve yeni sezonun bir
diğerinden farkı olmadı.
Ve bu sezon. Başarısız geçen bir sezon sonrası
Gaziantepspor yeni sezona tüm takımı yenileyerek
girdi. Yenilenen bu kadro, ligdeki diğer takımlara
nazaran daha zayıftı. Mütevazı Gaziantepspor
kadrosu Muhammet Demir için bir şans olacaktı.
Bu fırsatı iyi kullanan yıldız adayının ilk parıltılarını
takıma güzel yansıdı. 25 haftası geride kalan ligde,
24 golle ligin en az gol atan Gaziantepspor’un
9 golünde onun imzası var. Yaşanan bu kadar
olumsuzluktan sonra Muhammet Demir artık
takımının olmazsa olmazlarından biri. 21 maça
ilk 11 olarak başladı. Sakatlık ve ceza nedeniyle
kaçırdığı dört maç bile Muhammet Demir adına
olumlu bir istatistik olarak ona geri döndü.
Gaziantepspor, onun oynamadığı 4 maçta da gol
2009’da Macheda’yı
kıskanan Muhammet
Demir, şimdi onun
çok daha ötesinde bir
futbol oynuyor.
sevinci yaşayamadı. Takımı yedinci sıradaysa,
bunda Muhammet’in payı büyük. Unutmadan
Macheda’dan da bahsetmek lazım. Yıllardır onu
kiralayan United, bu sezon Macheda ile sözleşme
yenilemedi. Artık Championship’te Cardiff City
forması giyiyor ve takımının ilk 11 oyuncusu değil.
Muhammet Demir başarılı çıkışıyla Macheda’yı
yakalayıp, onun 1-0 önüne geçti bile. Sakatlıklar
izin verirse farkı ikiye, üçe neden çıkarmasın?
Muhammet Süper
Lig’de bu sezona kadar
bir sezonda en fazla 10
gol atmayı başarmıştı.
Bu sezon ise şimdiden
9 golü bulunuyor.
Savunma hattı 1 - Hücum hattı 0
Lig TV’de yayınlanan Quiz programının geçen
haftaki bölümüne katılan eski Gaziantepsporlu
Murat Ceylan, “en iyi kaleci” sorusuna şöyle
cevap verdi: “Tabii ki Karcemarskas. Ben
Gaziantepspor’da oynarken; o, kaledeolduğunda
arkama hiç bakmıyordum. Çünkü güven
sağlıyordu. Sanki hiç gol yemeyecekmiş gibi öyle
bir duruşu var kalede. O açıdan çok güveniyordum
Karcemarskas’a.” Süper Lig’i biraz takip eden
biri bile olsanız Murat Ceylan’ın sözlerine hak
vermemeniz elde değil. 5 yabancılı sistemde
kalecinizin yabancı olması dezavantaj olarak
gözükürken; Karcemarskas, yıllardır sürdürdüğü
istikrarlı performans, oyuncu ve taraftarlarına
verdiği güven sayesinde altı yıl önce Gaziantep’in
başına konmuş bir talih kuşu. Hocalar değişse
de, Kadro kurulurken en önce yazılan isim kendisi
oluyor. Yedi tane 1-0’lık galibiyetin en büyük
mimarlarından olmasının yanı sıra, -Gençlerbirliği
ve Galatasaray maçları dışında- mağlup olunan
maçlarda bile vasatın altına düşmeyen Karce,
ufukta beliren 14 yabancılı sistem nedeniyle
Türkiye’deki yedinci sezonunu ülkemizin diğer
şehirlerinden birinde geçirebilir.
Karce’nin önünde yer alan dörtlüden üçü
(Barış,Elyasa,Şenol) sezon başından beri istikrarlı
bir performans çiziyor. Savunmanın ortasında
Elyasa’nın partneri bazen Arokoyo bazen de Binya
oldu. Binya’nın sözleşmesi, Sivasspor maçındaki
hatası sebebiyle donduruldu. Binya’nın yerini
Elazığspor’dan öğrencisi Ognjen Vranjes ile
durduran Okan Buruk, bir taşla iki kuş vurmuş
oldu. Vranjes geçen sezon devre arasında
Elazığspor’a gelmiş, onun başarılı performansına
rağmen takım küme düşmekten kurtulamamıştı.
Bosna-Hersek’in Dünya Kupası kadrosunda
yer alan Boşnak oyuncu sezon başında
şaşırtıcı bir şekilde Türkiye’den alıcı bulamadı.
Gaziantepspor’a çabuk uyum sağlayarak, defans
yapbozunun son parçası olmayı başaran Vranjes,
Antep’te gösterdiği iyi performansın ödülünü
Bosna-Hersek’in, Andorra ile oynadığı Euro
2016 Elemeleri maçında Spahic’in savunmadaki
partneri olarak başlayıp almış oldu.
Karcemarskas
Takımdaki beşinci sezonunu geçiren Şenol Can
da formayı başkalarına kaptırmaya niyetli değil.
Geçen sezon sadece bir maç kaçıran kaptan, bu
sezon da sadece bir maçta forma giymedi. Belki
yeteneği tartışabilir ama gösterdiği iyi niyet
ve çalışkanlığı onu ligin en az gol yiyen beşinci
takımının önemli bir parçası yapıyor. Savunmanın
ortasında yer alan Elyasa Süme için ilk
kullanabileceğimiz sıfat “agresif” olacaktır. Ligde
şu ana kadar 11 sarı kart gören ve sarı kart cezalısı
olduğu iki maç dışında tüm karşılaşmalarda
90 dakika forma giyen Elyasa’nın başarısını
rakamlar gösteriyor. Geçen sezon defansının
değişilmezlerinden olduğu Kasımpaşa 39 golle
ligin en az gol yiyen altıncı takımıydı. Bu sezon
ise eski takımı şimdiden 46 gol yemiş durumda.
Gaziantespor savunmasının sağında ise yardımcı
aktör olarak düşünülen ama başrolü kapan Barış
Yardımcı yer alıyor. PTT 1.Lig’e yükselme playoff’unun finalinde Hatayspor ile Alanyaspor’a
kaybeden Barış, Gaziantespor’a transfer olarak
kendisini Süper Lig’de buldu. Geçtiğimiz yıl Türkiye
Kupası maçında, Hatayspor forması ile çıktığı
Kamil Ocak’ta yere yığılarak herkesi korkutan
Barış Yardımcı, altıncı hafta kaptığı formayı bir
daha hiç çıkarmayarak takımının, Sosyal Lig’deki
“1.000 liralık” değeriyle de oyun kullanıcılarının
vazgeçilmezi oldu.
Savunmayı anlatmaya kaleci ve defanstan söz
ettik ama Gaziantepspor’da savunma Erdem ŞenChico ikilisinden başlıyor. Ligin son iki maçında
alınan Trabzon ve Mersin galibiyetlerinde de
öne çıkan isimler bu ikili oldu. Erdem Şen’in
futbol kariyeri şanssızlıklarla dolu. Belçika
doğumlu oyuncu verdiği bir röportajda; gittiği
takımların mali kriz yaşaması, menajerlerin
hataları gibi nedenlerle boş geçen seneleri
sonrası babasının ‘21 yaşında geldin, hala bir
şey olamadın’ serzenişlerine maruz kaldığını,
ilk Türkiye macerasında Adu’nun promosyonu
olarak Çaykur Rize’ye geldiğini fakat ‘Adu bile
oynamazken bu çocuk mu oynayacak’ gibi
laflarla yüzüne bakılmadığından bahsediyor. İlk
Türkiye defterini kötü kapayıp Belçika’ya dönen
Erdem, bir sonraki sezon Giresunspor’a transfer
oldu. Takımda sakatlar çoğalınca son haftalarda
formayı Erhan Altın’dan kaptı. Giresun küme
düştü ama hocasının gözüne girmişti. Samsun’un
yolunu tutan Erhan Altın, Erdem’i de beraberinde
götürdü. Burada başarılı bir sezon geçiren geçiren
Erdem, devre arasında Gaziantepspor’un radarına
girdi. Kulübünün bedava gitmesini önlemek için
sözleşme uzatma teklifini reddeden Erdem Şen
kadro dışı kaldı ve Samsunspor’un o sezonki en
önemli maçları olan play off mücadelelerinde
forma giyemedi. Gaziantepspor’a gelen Erdem
Şen, ön liberoda Chico ile müthiş uyum yakaladı.
Rakibin oyununu bozma ve top kazanma
görevi Erdem’deyken; pas trafiğini yönetme işi
Chico’nun. Erdem verdiği röportajda Brezilyalıyla
Erdem Şen
uyumundan da şöyle bahsediyor: “Bence birbirimizi
iyi tamamlıyoruz. Onun sol ayağı güçlü, benim
sağ ayağım. Chico iyi bir futbolcu, kumaşı oldukça
kaliteli. İkimizin de İngilizce bilmesi anlaşmamızı
daha da kolaylaştırıyor.” Erdem Şen’in övgüye
değer diğer tarafı da attığı 4 golle takımının en
golcü ikinci oyuncusu olması.
Takımın hücum gücü düşük. Okan Buruk
hücum bölgesinde birçok futbolcuyu denedi
fakat olumlu sonuçlar alamadı. Gaziantepspor
pozisyon bulmakta sıkıntı çekiyor. 24 golün 17’sini
üç futbolcunun (Muhammet-Chibuike-Erdem)
atması hücumdaki kısırlığı gösteriyor. Savunmanın
şu ana kadarki başarısı, hücumun tıkanıklığını
kapatmış durumda.
Okan Buruk 1 - Gaziantepspor
Taraftarı 0
Gaziantepspor taraftarı “0” dedim ama takım
ismi değişse de taraftar hanesinin yanındaki
rakam değişmeyecekti. Ne yazık ki Türk taraftarı
futbol zevkine ve kültürüne hâkim değil. Takımı
küme düşmemeye oynadığı haftalarda stadyuma
gidecek taraftarlar, takımı hedefsiz kaldığında
maçları evden izlemeyi tercih ediyor. Üstelik
Gaziantepspor örneğinde, kadro kalitesine göre
bulunduğu basamakla alkış toplaması gereken
bir takımdan bahsediyoruz. Giden taraftarların
da Gaziantepspor’u bağırlarına basmadığını
gördük. Geçen sezon takımlarının başında dört
teknik direktör gören taraftarlar, küme düşme
korkusunu sonuna kadar hissetmişti. Fakat
düşme korkusundan uzak olarak çıkılan Mart’ın ilk
maçında, Kamil Ocak’ta Kasımpaşa’ya karşı alınan
mağlubiyet sonrası hem futbolcular hem de Okan
Buruk yoğun eleştiriye maruz kalmıştı. Okan Buruk
ve futbolcular, Kasımpaşa maçı sonrası çıktıkları üç
maçta aldıkları yedi puanla taraftarlarına en güzel
cevabı vermiş oldu.
Okan Buruk teknik direktörlük kariyerine pek
de iyi başlayamamıştı. Hocalık kariyerinin ikinci
durağında Gaziantep’e gelen Okan Buruk’un
hedefi sezonu ilk 10’da bitirebilmekti. Şimdilik
bunu başarabilmesi muhtemel duruyor.
Buruk’un olumsuz taraflarından bahsetmek
gerekirse; bazı maçlarda kadro seçimlerinin
hatalı olmasını söyleyebiliriz. Örneğin, Kasımpaşa
maçında ideal kadrodaki bazı isimleri yedek
bırakarak mağlubiyete zemin hazırlamıştı. Bir
diğer negatif yönünü de hücum bölgesinde
istikrarı sağlayamaması olarak gösterebiliriz.
Gaziantep yerel basını, maç sonu açıklamalarında
kendi takımını küçük gördüğü için teknik
direktörlerinden dertli fakat Okan Buruk’u bu
konuda eleştirmek anlamsız. Elindeki kadro yeterli
değil ve Buruk beklentileri minimum tutarak en
doğrusunu yapıyor. Artı yönlerine geçtiğimizde,
genç teknik direktörün yanlışlarından çabuk
dönmesini pozitif tarafının en üstüne koyabiliriz.
Kötü giden sonuçlar sonrası takımda değişikliklere
gitmesi, birçok teknik direktörde var olan
Okan Buruk
inadın kendisinde olmadığının göstergesi. Barış
Yardımcı ve Erdem Şen’i Süper Lig’in ortalama
üstü oyuncuları arasına sokması, Ognjen Vranjes
transferi, Binya’nın sözleşmesinin askıya alınması
gibi olaylar da Buruk’un başarılarından. Okan
Buruk’un teknik direktörlüğü hakkında kalın
çizgilerle yorum yapmak için henüz erken fakat
kötü başlayan yeni mesleğinde, şimdilik dengeyi
sağladığını ve artılarının eksilerini solladığını
söyleyebiliriz.
???
Serkan Akkoyun
HF171
HAYAT ONLARA
‘ADiL’ DAVRANDI!
Fransız Alplerinde yaşanan uçak faciası tüm dünyayı yasa
boğdu. 150 kişi feci şekilde can verdi. Bir futbol takımı ise bu
faciadan son anda kurtuldu. Bu hafta onları ağırlıyoruz
“Kaza diye bir şey yoktur. Olsa olsa kader vardır”
Napoleon Bonaparte
“Kendi geleceklerimizi kendimiz hazırlar, sonra da
kader deriz”
Benjamin Disraeli
24 Mart Salı günü tarihin en trajedi dolu uçak
kazalarından birisi yaşandı. Alman, Germanwings
adlı firmaya ait bir uçak, Barcelona-Düsseldorf
seferini yaparken, Fransız Alplerindeki dağlardan
birine çakıldı. Kimilerine göre kaza, kimilerine
göre psikolojik sorunlu pilotun intihar girişimiydi.
Neticesinde 150 yolcu ve mürettebatın tamamı
bu kaza sonucu hayata gözlerini yumdu. Ancak bir
de bu kazadan kıl payı kurtulanlar vardı. Mesele
İsveç’in bir futbol takımı gibi…
İsveç’in bizde 2. ligine tekabül eden liginin Kuzey
grubunda Dalkurd isimli bir takım yer alıyor.
Bu takım adından ve yazının çeşitli yerlerine
serpiştirilmiş olması muhtemel fotoğraflarından
da anlayacağınız üzere İsveç’te yer alan Kürtleri
temsil eden bir takım. Başkan ve yöneticileri
Türkiye’de yetişen isimlerden oluşuyor. Oyuncuları
arasında Mardin ağırlıklı Türkiye kökenli isimler de
var; İsveçli ya da Kuzey Iraklı isimler de… Özetle;
İsveç’in Kürt takımı Dalkurd. İşte bu Dalkurd, eğer
Genel Menajerleri Adil Kızıl -ki kendisi başkan
Ramazan Kızıl’ın oğlu- olmasaydı şu anda büyük
bir trajedinin mağduru olacaktı. Belki de böyle
bir takım artık olmayacaktı. Hikâyeyi biraz başa
saralım…
Yeni sezonu Nisan’da başlayacak lig öncesinde
Dalkurd kamp yapmak üzere Barcelona’yı seçmişti.
Geçtiğimiz sene Kuzey Irak’ın Süleymaniye
şehri ile Türkiye’de Diyarbakır’a kamp yapmak
için gelen Dalkurd, bu sefer Barcelona’yı tercih
etmişti. Kamp yapıldı, oyunculara izinler verildi,
oyuncuların bireysel Barcelona turu da bittikten
sonra artık dönüş günü gelmişti. 24 Mart Salı
sabahı Dalkurd kafilesi Barcelona’dan kalkacak ilk
uçakla İsveç’e doğru yola çıkacaktı. Adil Kızıl uçuşla
ilgili planlarını hazırladı. Kızıl yola çıkmadan yaptığı
son kontrolünde kendilerini kısa yoldan İsveç’e
götürecek güzergâhı çıkarmıştı. Önce Düsseldorf’a
gidecekler oradan da aktarmalı olarak Stockholm’e
geçeceklerdi. Ardından da kara yoluyla takımın
şehri olan Borlange’ye.
Adil Kızıl’ın amacı takımını olabildiğince az
yorarak, havaalanlarında bekletmeden seri bir
şekilde İsveç’e götürmekti. Ancak planladığı
güzergâha uygun hareket ederse plan onun
bu düşüncesinin tam tersi şekilde işleyecekti.
Çünkü Düsseldorf’ta aktarma yapacakları uçağın
bekleme süresi çok fazlaydı. Bu durum pek aklına
yatmadı. Ancak planlanan saatte kalkacak uçak
dışında 3 uçuş daha vardı ve hiçbirinde 29 kişilik
kafileyi alacak kadar yer yoktu. Orada bir karar
vermesi gerekiyordu Adil Kızıl’ın. Ve Kızıl belki de
o anda farkında olmadan futbolcularının hayatını
kurtaran bir karar verdi: Dalkurd kafilesini 3’e böldü
ve Düsseldorf’a gidecek olan dışındaki 3 uçağa
yerleştirdi. Bir grup Zürich’e bir grup Münich’e
diğer grup ise Stockholm’e gidecekti. Dördüncü,
yani Düsseldorf’a gidecek, yani Fransız Alplerinde
dağlara çakılarak içindekiler de dâhil en büyük
parçası bir bavul boyutunda kalacak şekilde
parçalanacak uçağa ise hiçbir Dalkurdlu oyuncu
binmeyecekti. Adil Kızıl, adının hakkını vermişti.
Dalkurdlu oyuncular uçaklarına binmişler
ve telefonlarını uçuş moduna alıp, Alplerin
fotoğraflarını çeke çeke gidiyorlardı. O sırada
yaşanan faciadan da onların o uçağa bindiğini
düşünen yakınlarının çırpınışlarından da haberleri
yoktu. Her şey uçaklarından indikten sonra ortaya
çıktı. Adil Kızıl’ın telefonunda 200 cevapsız arama
vardı. Binlerce mesaj almışlardı. Facebook, Twitter
hesapları mesaj yağmuruna tutulmuştu. Aileleri
Barcelona’daki havaalanını arıyor, haklarında bilgi
almaya çalışıyorlardı. Adil Kızıl uçaktan indikten
sonra yaşadıklarını anlatırken, “Uçaktan inince
büyük bir şeyler olduğunu anladık. 200 cevapsız
aramam vardı. 30-40 dakika arayla diğer ekipler
de inmişti. O zamana kadar diğerleri ile biz de
bağlantı kuramadık çünkü telefonları kapalıydı.
Dalkurd, 2004 yılında İsveç’te kuruldu.
Başkanı, yönetimi ve oyuncularının
bir kısmı kürt kökenli vatandaşlardan
oluşuyor. Kısacası, İsveç’in Kürt takımı.
Acaba diğer gruplara bir şey oldu mu diye çok
korktuk” diyordu.
Adil Kızıl ve ekibi düşen uçağın yolcuları ile
beraber check-in yapmışlardı. Beraber aynı alanda
bulunan belki de kendi almadıkları biletleri alarak
uçağa binen ve sonunda feci şekilde hayatını
kaybeden yolcular aklına geldikçe Kızıl büyük
sıkıntılar yaşadığını söylüyordu: “Bu tatlı bir hatıra
değil. Bu çılgınca bir şey. Çok ama çok şanslıyız.
Bu tamamen kader.” Ekibin diğer parçaları da
ondan farklı değil. Kaleci Frank Petersen ‘verilmiş
sadakamız varmış’ diyordu. Forvet Erik Törnros
ise olayın ciddiyetini en iyi şekilde anlatan
sözlerin sahibi oluyordu: “Allah kahretsin ki
hala çok gerginim. İnsanlar bizim öldüğümüzü
düşünüyordu çünkü onlara saat 9’da uçağa
bineceğimizi söyledik. Akıl alır gibi değil.”
Hepimizin hayatında kendini şanslı hissettiği
dönemler olmuştur. Cebimizi elimize attığımızda
hiç orada olduğunu düşünmediğiniz bir kâğıt
paranın çıkması ya da halı saha maçında
denediğiniz röveşatanın golle sonuçlanması...
Ama ölümün, hem de facia şeklinde bir ölümün
kıyısından dönmek pek de sık karşılaşılan bir şans
olayı değildir herhalde… İsveç’in Dalkurd takımı
belki de takım oyununu en iyi sergilediği bu ölümkalım maçında sahadan 3 puanla ayrıldı. Adil bir
oyundu; kazandılar.
“Hayatınızı sonuna kadar yaşamadıkça,
talihinizden şikâyet etmeyin”
Anton Pavlovich Chekhov
Analiz HF171
Emre Çelik
BÜYÜK BUHRAN
2014 sonunda adeta Yenilmez Armada’ya dönüşen
Real Madrid, Ocak ayının başından bu yana bir anda
alabora oldu ve bu düşüşten dolayı da Gareth Bale
hedef tahtasına oturtuldu
Üst üste alınan galibiyetler, Kulüpler Dünya
Kupası şampiyonluğu, Madrid medyası
tarafından sürekli Guardiola’nın 2008/09
Barcelona’sı ile kıyaslanmalar, gol rekorları…
2014’ün son günlerinde Real Madrid adeta
rakipsizdi. Algı bu şekildeydi. Dahası sahadaki
oyun da tatmin ediciydi. Takımın kolektif,
oyuncuların ise bireysel defoları adeta “golle
büyüleme” yoluyla ortadan kaldırıldı. Fakat Real
Madrid için yeni yılla birlikte senaryo büyük
ölçüde değişti. Real Madrid, 4 puanlık avantajla
girdiği 21’inci haftadan itibaren oynadığı 7 lig
maçının ardından Barcelona’nın 4 puan gerisine
düştü. Orta sahada istikrar kayboldu, BBC (BaleBenzema-Cristiano) üçlüsünün toplamı yeni
yılda Lionel Messi kadar gol atmayı başaramadı,
bireysel defolar gün yüzüne çıktı. Özellikle de
Gareth Bale, Madrid basını için gündemin ana
maddesi oldu. Real Sociedad maçıyla başlayan
ve 7 maç devam eden süreç boyunca gol atmayı
başaramadı, hakkında transfer spekülasyonları
arttı, basınla ters düştü ve Barcelona maçının
ardından da arabasındayken fiziksel saldırıya
uğradı. Kısacası Galli oyuncu yaklaşık 1,5 sene
önce başlayan Madrid macerasında en buhranlı
dönemini geçiriyor. Bale’in performansı birden
mi düştü yoksa geldiğinden beri böyle mi
oynuyordu? Gareth Bale gerçekten Ancelotti’nin
söylediği kadar vazgeçilmez bir oyuncu mu?
Bale’in tek sorunu gol atamamak mı?
BBC ne kadar gerçekçi
Geçtiğimiz sezon İspanyol basınının Real
Madrid’in ileri üçlüsüne taktığı lâkabı duymayan
kalmadı. Geçen sezonun büyük bölümünü
4-3-3 oynayan Real Madrid için ilerideki
üçlü için bu benzetmenin çok da yakıştığını
söylemek mümkün. Fakat bu kalıbın taktiksel
varyasyondaki değişimlere rağmen BBC olarak
kalmasının en büyük dezavantajının Gareth
Bale’e olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır
hakeza Real Madrid özellikle Valencia maçından
bu yana 4-4-2’yi andıran bir dizilimle -özellikle
top rakipteyken- sahaya yerleşiyor. Peki bunun
Bale’e olan zararı tam anlamıyla ne?
Ancelotti’nin 4-4-2’yi tercih sebepleri üzerinden
gidelim. En basiti, 4-3-3’te üst seviye takımlar
karşısında top rakipteyken BBC üçlüsünün geri
gelmemesi, Kroos dışında Real Madrid orta
sahasında top kapma özelliğiyle ön plana çıkan
biri olmaması hem kanatlardan hem de göbekten
Real Madrid’i oldukça kırılgan bir takım haline
getiriyor. Bu duruma örnek olarak Valencia, 4-0’lık
Atletico Madrid ve Athletic Club mağlubiyetleri
gösterilebilir ki ortalama pozisyonlara bakınca
bile Real Madrid orta sahasının 4-3-3 şeklinde
sahaya yayıldığında ne kadar yalnız kaldığı açıkça
görünüyor. Ancelotti’nin önlem amaçlı 4-42’ye döndüğü, buna rağmen puan kayıplarının
yaşandığı Barcelona ve Villarreal karşılaşmalarında
ise Bale’in özelikle çok daha kenara itildiği ve
kaleden uzaklaştırıldığı aşikar. Bale’in ilerideki
presten ziyade savunmaya katkı ve geri gelme
açısından Ronaldo ile Benzema’ya kıyasla çok
daha kayda değer iş yapmasına rağmen ne Real
Madrid’in Bale’i kadroya katma amacı ve lanse
etme tarzı ne de Galli oyuncunun Real Madrid’e
gelirken “ilerideki rolü” açısından düşündükleri pek
de bu paralelde gitmemekte. Bu sebeple de hem
taraftarlar ve basın nezdinde Bale’e olan eleştiri
artıyor hem de Bale kafa olarak “beklentileri
karşılayamıyor” yorumlarından fazlasıyla
etkileniyor. Ne de olsa en basit algıyla gol sayısı
düşüyor. Hatta bundan 2 ay öncesine kıyasla
eleştiriler arttıkça biraz da haklı olarak “sadece gol
atmayı düşünmesi” de doğal bir şekilde saha içi
konsantrasyonunu da etkiliyor.
Ancelotti her ne kadar “sakat olmadıkları
sürece BBC ileri üçlümüzü oluşturacak ve 4-33 ile oynayacağız” dese de bunu kağıt üzerinde
uygulamıyor. Ronaldo’nun dokunulmazlığı,
Benzema’nın saha içi rolünün alternatifsizliği ile
birleşince Ancelotti doğal olarak sistemin defansif
zaaflarını Bale’in saha içi pozisyonuyla oynayarak
kapatma arayışına gidiyor ve bu durumun zaten
“gol” odaklı düşünen ve eleştirilen Bale’de özellikle
“ekstrem bir durumda muhtemelen ilk benim
biletimi kesecekler” fikrini yaratması fazlasıyla
mümkün. Zaten eleştiriler başlı başına yetiyorken
bir de bunlara Ancelotti’nin 4-4-2 dizilimlere
rağmen basın önünde “4-3-3” söylemlerindeki
ısrar ile Bale’i bir nevi ateşe atması da İtalyan
hocanın “Bale gol atamasa da önemli işler yapıyor”
demesine rağmen algının değişme ihtimalini
çoğunlukla ortadan kaldırdı, kaldırıyor.
Madrid’in kaç kralı var?
Ronaldo kesin. Elde var bir. Aslında olması
gereken soru belki de Ronaldo’dan başka kral
var mı olmalıydı. Yani Bale başrolü mü paylaşıyor
yoksa sadece bir yan rol oyuncusu mu? Şunu
söylemekte herhangi bir beis yok; Transfer öncesi
ve süreci boyunca yaratılan algı, Bale’in etiket
fiyatı, göz önüne alındığında Galli yıldız, Real
Madrid’e kral olması için alındı. Fakat Bale’ın
tesislere adım attığı ilk dakikadan itibaren olayı
ele almak gerekirse hem saha dışında belki
de gereğinden fazla mütevazı davranışları ve
demeçleri, gerekse saha içinde takımdaki diğer 9
oyuncu gibi Ronaldo’ya çalışan bir diğer oyuncu
görüntüsü çizdi. Her ne kadar geçen sezon
Copa del Rey Finali’nde Bartra’ya tur bindirerek
geçip attığı ve Şampiyonlar Ligi Finali’nde attığı
golle hatırlansa da sezonun geri kalan %95’lik
bölümünde akıllarda kalan olumlu bir hamlesinin
veya hareketinin olmadığını söylemek, “küçük
maçların büyük adamı” tanımını yapmak yanlış
olmaz. Hatta La Liga’da “büyük adam” olduğu tek
maç da Valladolid karşılaşmasıydı. Real Madrid’in
sezon boyunca tek farkla kazandığı ya da puan
kaybettiği tüm La Liga maçlarında ne istatistik
ne de performans katkısı verebildi denebilir. Fakat
bu durumda bile Madrid basınının Gareth Bale’e
sahip çıkması -şimdi aynı tabirle, küçük maçların
büyük adamı imalarıyla yerden yere vursalar
da- ve özellikle Copa del Rey Finali’nin ardından
neredeyse “alın size küçük maçların büyük adamı”
çığırtkanlığı yapmaları ciddi ölçüde hem Bale’in
yanlış bir açıdan değerlendirilmesine hem de
Bale’in kendisini takımdaki rol ve katkı olarak
yanlış bir yere koymasına sebep oldu. Ne de olsa
Bale geldiği günden bu yana “Dünyanın en iyi
oyuncusu Cristiano Ronaldo’dur” diyerek herkesi
memnun etmeyi başarmış, egosunu bir köşeye
bırakmış ya da saklamıştı. Bir nevi basın, Gareth
Bale’i “uslu çocuk” olduğu için ödüllendiriyordu
ama bu ödülün Bale’e pek yaramadığını söylemek
mümkün.
Bu sezon da aslında Bale’in rolü açısından geçen
sezondan pek farklı başlamadı. Ta ki işler bir
anda ters yüz olana kadar. Madrid basınına göre
Bale’den beklenen katkı gelse Real Madrid’in
durumu bu şekilde olmayacaktı. Ve bir anda
Bale’in karşısına “kral” olma fırsatı da çıktı.
Transfer edildiği günden bu yana La Liga’da
sergilediği en iyi maçlarından biri olan Cordoba
deplasmanında takımını kurtarmıştı ve iki
hafta boyunca Ronaldo da cezasından dolayı
oynayamayacaktı. Basın da beklentiyi iyice
artırdı. Ama Bale bu baskıya boyun eğdi. Takımı
sırtlamaktan ziyade ayak bağı görünümü verdi.
Kaçırdıkça saçmaladı, saçmaladıkça daha da
bencilleşti. Hatta bir kademe daha ileri gidip
serinin -hem Ronaldo’nun yokluğu hem de gol
orucu- ilk maçında Sociedad’a karşı resmen
James Rodriguez’in ayağındaki topu kapıp auta
attı. Zaten Bale konusunda eleştirinin devasa
boyutlara çıkmasının kıvılcımı da bu hamlesi
oldu. Bale belki de alenen ilk defa asıl adam olma
rolüne soyunmuştu ama 1,5 senedir “eleştiri
almamasına rağmen” zaten kötü oynadığını
unutmuştu. Daha doğrusu Madrid medyasınca
unutturulmuştu. E, haliyle yapamadı da. Fakat bu
denemenin geri dönüşü her açıdan aşırı olumsuz
oldu. Hatta öyle ki AS’ın direktörü Alfredo Relaño
“4-4-2’ymiş, 4-3-3’müş hiç önemli değil. Biz
bugüne kadar Bale’i yeterince savunduk. Artık
Bale’in kendisini savunma zamanı geldi” diyerek
Galli oyuncunun “bahane” opsiyonlarını da adeta
ortadan kaldırdı (Relaño’nun son derece etkili bir
isim olduğunu söylememek olmaz. Real Madrid
denince en kötü ilk üçtedir). “Gol orucunda ama
bunun sebebi takım arkadaşlarına gol attırması
değil. Ve gol atamadıkça da işini yapmıyor”
gibi eleştirilerin sayısı gün geçtikçe arttı. Bale
“kulaklarını tıkayarak” baskı altında performans
verememesine yönelik kısmen haklı eleştirilere
tepki verse de baskı altında yapılmış bu hareketin
bile Real Madrid camiası düşünüldüğünde hiç de
akıllıca olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Hakeza okların Bale’e çevrilmesi ile Bale’in de
kabuğunu kırdığını, hatta Ronaldo’nun da kılıç
çektiğini söylemek mümkün. FourFourTwo’nun
Ekim sayısında Nick Moore yazısında “Egolar
şimdilik kenara atıldı ama Madrid’de iki oyuncunun
ilişkisi o kadar da masumane değil” demişti
ama artık egolar da apaçık ortada. Bale artık
rakibin direncini tamamen kıran golün neredeyse
mevzubahis olmayıp çökmüş rakibe karşı
4’üncü golü attığı için La Decima manşetlerini
süsleyen Ronaldo’dan biraz olsun rol çalması
gerektiğinin farkında. Hem de Ronaldo’nun hiç o
rolü kaybetmeye niyeti yokken. Dahası basın ve
taraftarlar da Bale’in tamamen karşısında. Fakat,
belki de en önemlisi, Bale hem kendisi hem de
takımı için bu “rol çalma işini” kalp kırmadan,
çaktırmadan yapmalı.
Bale gerçekten büyük oyuncu mu?
Bale’in kaderi kesinlikle kendi ellerinde değil.
Real Madrid’in akıbeti, Bale’in geleceğini
şekillendirecek en önemli faktör. Ve burada da
Bale’in bireysel performansından çok çok daha
önemli parametrelerin takıma, dolayısıyla da
Bale’e etkiyeceği gerçek. Tıpkı Florentino Perez’in
Lucas Silva hamlesi gibi. İyi oyuncu-kötü oyuncu
tartışılır ama Ancelotti her ne kadar “Başkanın
kadroya karıştığı gün istifamı veririm” dese
de İtalyan hocanın bu transferden fazlasıyla
etkilendiği Villarreal ve Athletic Club maçlarında
yaptığı hatalarla apaçık ortada -Kroos’u çıkarıp
Lucas Silva’yı alması, gole ihtiyacı olduğu anda
gönderileceği yönetimce reddedilen Illarramendi’yi
sahadaki en yaratıcı isim Isco’nun yerine sokması
gibi-. Fakat sezon sona erdiğinde Ancelotti’nin
bu değişiklikleri hatırlanmayacak bile. Capello’yu
bile şampiyonluğun ardından yiyen Madrid
medyasının ilk olarak “Şubat’tan bu yana kafası
zaten burada değildi” ya da “Gol orucundan
ve Barcelona maçındaki olaylardan sonra hem
taraftara hem de basına küsmüştü” diyerek Bale’i
ön plana çıkaracak. Şimdiden hafif aralanan kapı
muhtemelen sonuna kadar açılacak. Belki takımda
tutulacak ama artık kağıt üzerinde de “başrolde”
olmayacak. Real Madrid’in Copa del Rey’e çoktan
veda edişi, şu an ligdeki durumu ve ortaya
koyduğu futbol da düşünülünce Bale için elde
kalan tutulacak tek dal Şampiyonlar Ligi, 5 maç.
Ligde ne kadar kötü devam ederse etsin, taraftarla
ne kadar polemiğe girerse girsin, basına ne kadar
kulağını tıkarsa tıkasın Real Madrid’de kalmak
istiyorsa 5 maçta “başrolü Ronaldo ile paylaşmalı.”
Daha önce baskı altında isteneni veremedi; şimdi
ise “gerçekten o etiketin oyuncusu mu?” testinin
en zor kısmına tabi tutulacak. Peki, büyük futbolcu
mu? Cevabı hep birlikte göreceğiz.
Kuzey Ligleri HF171
Emrah Çetin
ALLSVENSKAN 2015
Allsvenskan, 4 Nisan’da santrayı yapıyor. Hayatım
Futbol tüm takımları ve yıldız adaylarını
enine boyuna ele aldı
İsveç 1.ligi Allsvenskan için başlangıç noktası
1924/25 alınır. 90 senelik bir geçmişten
bahsedebiliriz. Seneler içinde birçok değişim
yaşandı lig sistemi ile alakalı. Geride bıraktığımız
son 1-2 senedir de epey tartışılıyor bu durum.
Takım sayısının yükselmesi veya küme düşme
prosedürünün değiştirilmesi gibi. Şimdilik 16 takım
üzerinden oynanmaya devam ediyor lig.
Allsvenskan’da sezon 4 Nisan’da başlayıp, 31
Kasım’da sona erecek. Ligi zirvede tamamlayan
takım Şampiyonlar Ligi elemeleri’ne 2’nci
turdan katılacak. İkinci ve üçüncü olanlar ise
Avrupa Ligi’ne 1. turdan giriş yapacaklar. Ayrıca
kupa şampiyonunun da Avrupa Ligi bileti
aldığını hatırlatalım. Son iki sıradaki takım küme
düşerken, 14. ekip, Superettan’ın (2. Lig’in) 3.’sü ile
play-out maçı oynayacak.
Malmö ve diğerleri
90’ların ortasında Göteborg ligde üst üste 4 kez
şampiyon olmuş, Avrupa’da başarılar kazanmıştı.
Onların bu önlenemez yükselişi rakipleriyle
arasında ciddi bir fark oluşturmuştu. 2013 ve
2014’ün şampiyonu Malmö, Göteborg’un o parıltılı
günlerine göz kırpıyor.
Allsvenskan tarihinde üst üste 3 sezon veya
üstünde şampiyonluk yaşamış sadece 3 takım
var. 1982-1984 ile 1993-1996 arasında Göteborg,
1949-1951 arasında Malmö ve 1945-1958 arasında
Norrköping ligi sürklase edenlerdi. 96’dan sonra
buna ilk yaklaşan takım, son 2 sezonun şampiyonu
Malmö FF...
Malmö, Şampiyonlar Ligi gruplarına kalarak
ciddi bir gelir elde etti. Bu durum ekonomik
anlamda diğer takımlarla arasında ciddi bir farkın
oluşmasını sağlıyor. Kadrolarından her sezon
önemli isimler kaybetmelerine karşın yerinde ve
doğru hamlelerle gidenlerin yerini bu ekonomik
şartlarla çok rahat şekilde doldurabiliyorlar.
Paranın artık daha değerli olduğunu da hesaba
katarsak Malmö’nün zirvede yalnız olduğunu
rahatlıkla dile getirebiliriz. Zaten sezon öncesi
antrenörler, futbolcular ve medya mensupları
arasında yapılan oylamada da takımın %47,2 ile
favori çıktığını görüyoruz. Oylamada onlara en
yakın oy alan takım ise %16 ile Göteborg.
Allsvenskan’ın kalitesine yüksek diyemeyiz
ancak son dönemlerde takımlar şaşırtıcı ve
kaliteli transferler yapmaya başladı. Malmö’nün
Şampiyonlar Ligi bileti alarak dikkat çekmesi, ciddi
bir taraftar desteği olan Hammarby’nin 2009’dan
sonra ilk kez Allsvenskan’a yükselmesi ve bu
bahsettiğimiz transferler bu sezonki ortalama
seyirci sayısını da arttıracak gibi. Bundan 59 yıl önce,
yani 1956’da 13,369 seyirci ortalaması olan ligin
geçen sezonki ortalamasının 7132 olması büyük
hayal kırıklığı ama bu yıl daha umutlu olabiliriz.
Hammarby’nin 6 yıl aradan sonra lige dönüşünün
lige farklı bir hava katacağı kesin. Geçen yıl AIK,
Hammarby ve Brommapojkarna gibi 3 Stockholm
temsilcisi vardı ligde ama Brommapojkarna bu
şehrin ufak çocuğu olduğundan derbi havasını bir
tek AIK vs Djurgarden eşleşmelerinde görüyorduk.
Hammarby’nin derbi anlamında lige katacağı
çok şey olacak. Ateşli taraftarlarının kötü gidişat
durumunda bazı maçları tamamlatmayacağını ise
şimdiden kestirebiliriz.
Zirve adayları
Åge Hareide yönetimindeki Malmö, gerek kadro
kalitesi gerekse de ekonomik durumuyla zirvenin
en büyük adayı. Şayet bir sürpriz olacaksa da
bunun Göteborg tarafından yapılması muhtemel.
Geçtiğimiz sezon Mikael Stahre ile gelmeyen
başarıyı, 2012’de Elfsborg’u şampiyon yapan
Jörgen Lennartsson ile yakalamaya çalışacaklar.
Kupada finale kalarak ilk adımı attılar. Tabii bu iki
takım şampiyonluk için yarışırken, Rosenberg ile
Vibe de gol krallığı yarışına girecek.
AIK’i Göteborg’dan daha geride olmasının sebebi
ise kötü defansı ve dar kadrosu. Milosevic,
Moro, Borges ve hatta Kennedy yerleri kolay
dolacak oyuncular değil. Etuhu gibi bir yıldızı
kadrolarına katmalarına karşın yine savunmada
güven vermeyecekleri ve hücumda da daha çok
zorlanacakları bir sezon onları bekliyor. Elfsborg’un
dinamizmi onları daha arkaya dahi itebilir ki
Elfsborg’un Magnus Haglund gibi bir avantajı da
var. 2004-2011 yılları arasında Elfsborg’u çalıştıran
Haglund, bu takımın her şeyini bilen birisi. Klasik
hücumu düşünen bir deneyimli teknik adam
Haglund’un takımı bu yıl özellikle iç sahada keyif
verecektir.
Örebro & Hacken
İlk 4 yarışı bir hayli zor olacak. Hacken’ın seveni
çoktur ama bu yıl biraz daha farklı olabilir. Zira
teknik direktör Gerhardsson savunma kurgusuna
bu yıl daha fazla ağırlık vereceğe benziyor. Zaman
zaman 3’lü savunma da denedi sezon öncesi
ama bu tarz denemelerin oturması zaman alacak
gibi. Kaldı ki Lewicki gibi bir orta saha dinamiğini
kaybetti takım. As kaleci Kallqvist sezona sakatlıkla
girecek, stoperin önemli ismi Atta da 1-1,5 ayı
kaçıracak. Söderberg ile Lugano takviyeleri yaptılar
yapmasına ancak Lugano’nun fizik durumu iyi
değil ve kısa süreliğine geldi. Söderberg de 2012’de
Hacken’dan ayrıldığından beri düşüşte. Hücumda
yine akıcı takımı izleyeceğimiz kesin ama savunma
için çok iyimser değilim. Ligin ikinci yarısında yeni
stadyumlarında oynayacaklarını hatırlatalım.
Örebro’nun forvet noktasında atacağı adımlar
onları ilk 4 yolunda daha da zorlayabilir zaten.
Axen yönetiminde muhteşem bir 2014 ikinci yarısı
yaşayan takımda forvet Kamara sezona yine
sakatlıkla gireceğinden gol sorunu yaşanabilir.
Jordan larsson
Forvetin alternatifleri Pode ve Holmberg her ne
kadar iyi niyetli olsalar da takviye şart. Kupada
finale kadar yükselmeleri kafaları karıştırmamalı.
Sevilecek takımlardan biri Örebro ama 1-2 rötuş
gerekli. Özellikle de hücum bölgesine.
Henrik Larsson ve oğlu
Helsingborg’a ayrı bir paragraf açmamak Henrik
Larsson gibi bir efsaneye ayıp olur. Geçtiğimiz
sezon oldukça zayıf bir kadrosu bulunan
Falkenberg’i ligde tutmayı başaran Larsson,
Landskrona’da yaşadığı ve yaşattığı hayal
kırıklığını çabuk unutturdu. Efsanesi olduğu
kulübe geldi zaten hemen. Burada da ekonomik
şartlar çok iyi değil ama kadro bu kez daha kaliteli.
1997 doğumlu oğlu Jordan’dan alacağı verim, kaleci
konusunda yaşayacağı sıkıntılara göstereceği
reaksiyon hep merak konusu. Olympia Stadı’nda
uzun süredir pozitif hava esmiyor olsa da Henke
sonrası bazı şeylerin daha güzel olacağını düşünen
çok kişi var. Şahsen ben de o kesim içerisindeyim.
Diego Lugano
Sürpriz Takım: Norrköping
Orta sıralara aday olan ama üst sıralara da adım
atabilecek takımlardan biri Norrköping. Takımın
geçen sezonun sonlarına kadar alt sıralarda kalması
şaşırtıcıydı. Teknik direktör Janne Andersson bir
ara kadro tercihlerinde enteresan kararlar vermişti
ama takımı çıkışa geçirmeyi başardı. Sjölund,
Barkroth ve Enarsson gibi çok yerinde 3 transfer
hamlesi yaptılar. Giden önemli bir isim yokken
kadro daha da kuvvetlendi. Ekonomik sıkıntıları
bulunan Atvidabergs ile yaşayacakları yerel
rekabette de ciddi avantajları olacak. Atvidabergs,
Santos’u maddi imkansızlıklar yüzünden satmak
zorunda kaldı ki bu bile yetmedi. Geniş olmayan
yetersiz kadro ile ciddi sıkıntılar yaşayabilirler sezon
boyunca. Çok büyük sürpriz olmazsa, Östergötland
şehrinin bu yıl en iyisi Atvidabergs değil Norrköping
olur.
Tele 2 Arena’nın sahipleri
Stockholm’ün diğer iki temsilcisi, aynı stadyumu
(Tele 2 Arena) paylaşan Djurgarden ile Hammarby’e
gelelim. Djurgarden birçok transfer yaptı. Kadro
umut vaat ediyor ancak sezon öncesi oynanan
futbol bunun tersi şeklindeydi. 4-4-2 üzerinden
gidecekler yine fakat teknik direktör Olsson’un
Gefle sonrası Djurgarden’ı kaldıramadığını
söyleyebiliriz. Normal şartlarda bu kadronun ilk 4
adayı olması lazım. Gelen genç ve potansiyelli çok
isim olsa da bu hoca ve takım kurgusu sebebi ile
temkinli yaklaşmakta fayda var.
Hammarby için ise bu kadar dahi umutlu
konuşamayız. İç sahada ciddi taraftar destekleri
olacak ama kadroya önemli bir takviye yapılmadan
mücadele verecek olmaları dezavantaj. Kennedy
Bakırcıoğlu önderliğinde, Nanne Bergstrand gibi bir
hoca yönetiminde ilerlemeye çalışacaklar.
Zayıf halka
Halland ilinin iki temsilcisi Falkenberg ile Halmstad
ise düşme adayı iki takım. Falkenberg Henrik
Larsson yönetiminde zoru başardı ama eski hocaları
Eklund bunu başarabilir mi? Kadroya yapılan
yetersiz takviyeler de tutmazsa zaten işleri daha
da zor. Anton Wede, Ingelsten ve Henke’nin ayrılışı
sonrası en dipte olmaları şaşırtmaz.
Halmstad ise yerel rakibine kıyasla biraz daha
umutlu olabilir. Onlarda da Gustafsson gibi hakkı
ödenmeyen hoca görevinden ayrıldı, Jan Jönsson
geldi. Takımın demirbaşları ayrılınca epey umutsuz
bir görüntü sergilediler ama iyi hamleler de yaptılar.
Barny, Andersson, Khan ve Balıkesirspor’dan
da hatırlayacağımız Karikari ile alt sıralardan
kurtulabilirler. 1999 doğumlu Haksabanovic’in bu
sezon forma giymesi durumunda Ljungberg sonrası
bu formayı giyen en genç futbolcu olacağını da
hatırlatalım.
Elm kardeşler
2008 yılında Elm kardeşler ile fırtınalar estiren
ve şampiyon olan Kalmar, ikiliyi bu sezon tekrar
bir araya getirmeyi başardı. David Elm zaten
takımdaydı, Rasmus Elm de CSKA Moskova’dan
geri döndü. Tabii bunda midesindeki rahatsızlığı
da etkendi. AZ’den de Viktor’un takıma dönme
olasılığı yüksek sesle konuşuluyor. Buna karşın
hiç de iç açıcı bir görüntüleri yok. Teknik direktör
Peter Swärdh’ın dümene geçtiği Kalmar’ın kaleci
konusunda sıkıntıları var. Stopere Nilsson geri
geldi ama alternatif noktasında şüpheler mevcut.
Forvetler ise istikrarlı değil vs vs vs. Elm kardeşleri
izleyelim ama pek de umutlu olmayalım.
Düş artık Gefle
Senelerdir düşme adayı olup düşmeyen Gefle geçen
yıl da ligde kalmayı başardı, bu yıl da kalabilirler.
Keyif alabileceğimiz takımlar arasında değiller.
Kan kayıpları sürdü, takviyeler yine kısıtlı oldu. Tek
pozitif noktaları geçiş yapacakları yeni stadyumları.
Ekstraları yok lige katacakları. Falkenberg ve
Sundsvall gibi iki ciddi düşme adayının olması
avantajları olacak yine.
Aynı tas, aynı Sundsvall
Sundsvall pek takviye yapmadı. Onlar için Dibba
ile Eklund’un skora katkı noktasında yapacakları
önemli olacak. Hocalar Franzen ile Cedergren
zaten sezon öncesi daha çok savunmaya önem
verdiklerini açıkladılar ki onların sezon boyunca
ne şekilde puanlar toplamaya çalışacaklarının
göstergesi bu açıklama.
YILDIZ ADAYLARI
Simon Gustafson
Noah Sonko Sundberg (AIK / Stoper / 1996)
Milosevic’i Beşiktaş’a gönderen AIK’in yeni
Milosevic adayı. Sundberg geçen sezon ara ara
oynama fırsatı buldu ve hatta gol de attı ama
çok güvenilir değil henüz. Topla ilişkisi iyi olsa da,
pozisyonunu sık sık kaybediyor ve bu açıdan güven
vermiyor. Hava toplarındaki hırçınlığı ile topu oyuna
sokuşu noktalarındaki farkına katacağı ekstralarla,
bu yıl daha fazla şans bulma fırsatını kaçırmayabilir.
O bölgedeki eksiklik onun için büyük fırsat.
Sam Lundholm & Niclas Eliasson (AIK / Kanat /
1994 & 1995)
İkisi de hala 11 oyuncusu değil ama bu yıl daha fazla
şans bulacakları kesin. Kamp döneminde bu fırsatı
ikisi de iyi kullandı zaten. Tarzları benzer ancak
Eliasson, Lundholm’a göre daha seri. Lundholm
daha ziyade sol ayağını efektif kullanmasıyla dikkat
çekiyor. Pasları ve ayak içi çok temiz. Eliasson’un
savruk futboluna akıl katmaya başlaması ile bu yıl
daha fazla fark yaratacaktır.
Simon Gustafson (Hacken / Orta saha / 1995)
Gustafson Hacken’ın en önemli yetenek adayı.
İtalya’ya transfer yapacağını epeydir duyuyoruz.
Oyun görüşü, raket gibi sol ayağı ve hücuma kattığı
enerji ile bu yıl da adından fazlasıyla söz ettirebilir.
Tabi ki geçen sezon sonlarına doğru girdiği
şımarıklıktan bu yıl uzak kalması şartıyla!
Joel & Adam Andersson (Hacken / Sağ bek & Sağ
açık / 1996)
Bu yıl A takım ile sözleşme imzalayan ikiz kardeşler
umut vaat ediyor. Joel sağ bekte epey forma ve
şansı bulacak gibi ama Adam’ın biraz daha zamanı
var. Adam Andersson daha fazla umut verse de
Joel’in sağ bekte göstereceği performansı büyük
merak uyandırıyor. Sezon öncesi maçlarında yaptığı
hücum bindirmeleri çok etkiliydi ama defansif
manada öğrenmesi gereken çok şey var.
Gustav Berggren (Hacken / Orta saha / 1997)
Lewicki’yi gönderen Hacken’ın yeni defansif orta
saha adayı. Lewicki’den alınan defansif katkı
ilerleyen dönemde ondan bekleniyor. Alt yaş
kategorisinde dikkat çeken performansı sonrası
bu yıl A takıma yükseldi. Fizikli, topu iyi saklıyor ve
defansif meziyetleri üst düzeyde. Yiyeceği ekmek
sayısı daha çok ama, notunu buraya düşelim.
Tshutshu Wa Tshakasua (Gefle / Forvet / 1997)
İsmi gibi değişik bir arkadaş. Henüz çıktı A takıma
ve dar Gefle rotasyonunda şans da bulacak gibi.
Çok izleyemesek de kendisini, genelde pozitif
şeyler yazılıyor. Neler yapacağı merakla beklenen
isimlerden.
Jesper Karlström (Djurgarden / Orta saha / 1995)
Brommapojkarna küme düşerken alınacak 2-3
adam vardı. Onlar da transferini yaptı ve Karlström
de onlardan biriydi. Djurgarden iyi bir oyuncuyu
kadrosuna kattı fakat Karlström’ün ilk 11 için biraz
çalışması şart. Ciddi adaylar var önünde. O yetenek
onda var ve zamanla takımın önemli isimlerinden
olabilir. Oyun görüşü ve her iki tarafı da oynayışıyla
sizin de dikkatinizi çekebilir.
Sead Haksabanovic (Halmstad / Orta saha / 1999)
Haksabanovic’ten herkes çok umutlu. A takımla
profesyonel sözleşme imzalaması epey yankı
uyandırdı çünkü önemli takipçileri de vardı
kendisinin. Forma şansı bulursa Allsvenskan’da
forma giyen en genç oyuncu olacak ki Halmstad
tarihinin de Ljungberg’den sonra gelen en büyük
yeteneği olarak gösteriliyor.
Jordan Larsson (Helsingborg / Forvet / 1997)
Högaborgs’da babası Henrik Larsson ile kısa süre
forma giymesiyle dikkat çekmişti Jordan ama ondan
daha önemlisi de olacak bu sezon. Babası bu sefer
Helsingborg’da teknik direktörü olacak. Onunla
yeteneğini daha fazla öne çıkaracağını düşünen kişi
çok fazla. Kupada attığı bir golle Avrupa basınının
da dikkatini çekti. Stili ile de Henke’den çok farklı.
Yolu açık.
Arber Zeneli (Elfsborg / Kanat / 1995)
Zeneli geçen sezon yedekten girerek forma şansı
buluyordu fakat bu sezon daha fazla şans bulacak
gibi. Sezon öncesi performansıyla da epey dikkat
çekti. Haglund gibi bir hocayla çalışacak olması ciddi
avantaj. Seri olmasına katacağı her nokta gelişimi
için önemli.
Filip Dagerstål (Norrköping / Orta saha / 1997)
Sezon öncesi Janne Andersson’un şans verdiği
gençlerden birisi Dagerstal. Gerek yerel basında
yazılanlardan, gerekse hazırlık kampında takip
ettiğimiz kadarıyla bu yıl daha fazla şans bulacak.
Henüz stili ve oyunuyla alakalı net fikir sahibi
olamasak da bu yaşında stoperde güven verdiğini
söyleyebiliriz.
Andreas Vindheim (Malmö / Sağ bek / 1995)
Brann’da çok fazla izleme şansı bulamadık ama
hem Malmö’nün kendisinde ısrarcı olması hem de
bilenlerin anlattıkları sağ bekte Tinnerholm’a ciddi
bir rakip olacağı yönünde. Kolay olmayacak görevi
devralması ama formayı kapması durumunda
parlayabilir.
Erik Andersson (Malmö / Orta saha / 1997)
Skane bölgesinde yer alan Landskrona’dan, yine bir
Skane bölgesi temsilcisine geldi Andersson ancak
burada çok daha fazla dikkat çekeceğine şüphe
yok. Kendisini geliştirebileceği bir takıma geldi. 97’li
olmasına rağmen 2013 başından beri Landskrona’da
düzenli oynuyordu. Malmö’de hemen şans
bulamayacak fakat 1-2 sene içinde ciddi bir transfer
yatırımı olarak kullanılacağı. Bunu sadece ben değil,
İngiliz medyası bile yazıyor.
Sead Haksabanovic
Andreas Vindheim
Erik Andersson
Bahadır Bozkurt
Profil
HF171
HENRIK LARSSON VE
ONUN BiTMEYEN HiKÂYESi
İsveç tarihinin en büyük futbolcularından bir tanesi olan Henrik Larsson bitti
denilirken başlayan bir futbol kariyerine sahipti. Şimdi İsveçli yıldız yeşil zeminin
kenarında teknik adam olarak tekrar karşımıza Helsinborg ile çıkmaya hazırlanıyor
Bir Henrik Larsson hayranın itirafları
Henrik Larsson ile tanışmam 1994’ün Haziran
ayında gerçekleşmişti. O yıllarda okullar
yaz tatiline girdiğinde, küçük bir çanta ile
yaylanın yolunu tutmuştum. Futbolu yeni
yeni keşfederken ilk defa Dünya Kupası
adlı sihirli turnuvadan haberdar oluyordum.
Maçların Türkiye saati ile geceye denk gelmesi
nedeniyle baştan sona akıcı bir turnuva takibi
yapamasam da özellikle gündüzleri TRT’de maç
özetlerini, ya da tekrarlarını izlerken buluyordum
kendimi. O senenin sürpriz takımlarından bir
tanesinin İsveç olduğunu sonradan öğrendim.
Hiç bilmeden İsveç’e sempati duymaya
başlamıştım. Kalede Ravelli, defansta
Galatasaray’da forma giyen Roger Ljung;
-moda tabirle ‘liseliler bilmez’- uzun yıllar sonra
Fenerbahçe’ye gelecek olan Kennet Anderson,
OJ Simpson’a benzeyen Martin Dahlin, Thomas
Brolin ve altın sarısı rastalı saçlarının esmer
teniyle mükemmel bir karizma ortaya koyan
Henrik Larsson.
Dünya Kupası zaten futbolun “vaad edilmiş
topraklarında” değildi. Bir de üstünde 12 Haziran
1994’te patlak veren OJ Simpson davasıyla gündem
allak bullak olmuştu. Ünlü Amerikan futbol ve film
yıldızı OJ Simpson eşini öldür(ül)müş, ortaya çıkan
davayı tüm Amerika soluksuz olarak medyadan
takip etmişti. Yine de Amerika’da yaşayan
diaspora halkları tribünleri tıklım tıklım doldurmuş,
FIFA’nın korktuğu başına gelmemişti. İşte ben de
sabahları OJ Simpson davasını anlamadan izleyip,
ardından futbol karnavalını tüm dünya ile aynı
anda takip etmenin keyfini sürüyordum. Maçlar
geceye sarktıkça rüya ile gerçek arasında geçen
bir turnuvaydı. Escobar’ın ölümüyle sonuçlanan
kendi kalesine attığı golü karıncalı bir yayından
takip ediyordum. Yayını iyileştirmek adına antene
taktığımız çatallar belki de futbolun en kara
günlerinden bir tanesini takip etmemi sağlamıştı.
Bunu, kaç gün sonra pek hatırlamıyorum fakat,
bir öğle bülteninde babaannem ajans dinlerken
öğrenmiştim. Futbolun güneşini hiçbir cinnet
olayı gölgeleyemiyordu. Escobar, 2 Temmuz’da
öldürülmüştü, son 16 maçlarının başladığı ilk gün.
Hiçbir birim; FIFA dahi olanlardan etkilenmemiş
olacak ki, turnuva normal seyrinde ilerdi.
Turnuvada sevilecek onlarca karizmatik futbolcu
vardı; Romario, Bebeto, Roberto Baggio, Alexi
Lalas, Gheorghe Hagi, Jürgen Klinsmann,
Hristo Stoitchkov... Gönlümün hangi maçta
İsveç’e kaydığını tam olarak hatırlamıyorum.
Fakat sonu penaltılarda biten Romanya maçını
-tümünü Youtube’dan şu an izleme şansınız varunutamıyordum. Uzatmalarda oyuna giren Henrik
Larsson sahaya güçlü bir karizma koyuyordu, daha
sonları tekrar baktığımda gördüm ki; Larsson o
turnuvada ilk golünü izlediğim Romanya maçının
penaltı atışlarında atmıştı, sonra bir de üçüncülük
maçında Bulgaristan’a. Rastalı saçlarına kandım
sanırım. Bulgaristan maçında topla beraber kaleci
geçtikten sonra ani fren yapınca, turnuvanın en
çirkin krallarından Trifon Ivanov’a nasıl da takla
attırmıştı. İsveç’in en iyi oyuncusuydu gözümde,
Dahlin-Andersson- Brolin affetsin beni. Bu maçın
sonunda Larsson’u üçüncülük kürsüsünde gördükten
sonra bir seneye yakın haber alamadım ondan.
Euro 96 deyince bizim kuşağın aklına ilk gelen
şey Alpay’ın Vlaoviç’i düşürmediği pozisyon
akla gelir. Bir jenarasyon için tüm bir turnuva
bu olaydan ibarettir. İşte bu turnuvanın meşhur
eleme maçlarından birinde Henrik Larsson’un yolu
İnönü’ye düştü. Dünya üçüncüsü İsveç’i Sergen’in
uçarçasına attığı kafa golüyle darmadağan
etmiştik. İngiltere’nin kapılarını açtığımız maçta
İsveç’i kupanın tamamen dışına iterken, Larsson’u
tekrar meçhule yolcu etmiştim.
Beynelminel futbolu takip etmek o yıllarda zordu
benim için. Şimdi 6 yaşındaki çocuklarının dilinde
olan Messi belki bizim çocukluğumuzda ortaya
çıksa Allah bilir kaç sene sonra bir maçına denk
gelecektik. Yıllar yılları kovalarken NTV çıktı
karşımıza. Bu kanal hafta sonları Okay Karacan ve
Murat Kosova ile Cumartesi günleri “Avrupadan
Futbol” kuşağı yaparak büyük yıldızlarla
tanışmamı sağladı. O yıllarda karşıma çıkan yeşil
beyazlı Glasgow ekibi Celtic’te yeniden Henrik
Larsson’u görmüştüm. Bir iki dakikalık özetlerde
gollerini izlemek, gol tekrarlarında 37 ekran
televizyona daha yaklaşmaktı Larsson benim
için. İlk “scout” deneyimimin başarısı gururumu
okşuyordu. Mezhepsel bir çatışma içinde olan
Celtic- Rangers derbilerinin hikâyesini de Larsson’u
takip ederken futbol programlarında dinlemeye
başlamıştım. Celtic, ligdeki 10 yıllık şampiyonluk
hasretini ve de Rangers hegemonyasını ortadan
kaldırmaya çalışıyordu. Ortam Larsson’u daha çok
sevmeye müsaitti.
Sen sevilmeyecek adam mısın?
Henrik Larsson’un futbol kariyerinin belki de
en garip hikâyelerinden bir tanesine sahiptir.
Hep golcülerini başka takımlara kaktırmakla
ünlü olan Hollanda ekiplerinden Feyenoord’da
oynarken, Larsson’un kariyeri oldukça sönük
geçer. Rotterdam ekibi onu yanlış alarm olarak
nitelendirip, ileride neredeyse büstünü dikecek
takım olan Celtic’e yollar. Celtic’e gelişiyle beraber
serpilip açılan İsveçli golcü attığı gollerle, getirdiği
şampiyonluklarla bir kulüp efsanesine dönüşür.
Herkesin aklını başından alan usta golcü yaşı
ilerledikçe oynadığı futbolla göz doldurmaya
devam eder. Tüm futbolseverler rastalı saçlarını
kökten kestiren, 33 yaşına gelmiş bu yaşlanmaz
golcünün jübilesi için hesaplar yaparken
Barcelona’dan gelen teklif Celtic taraftarlarının
gözlerine toz kaçmasını sağlar. Barcelona’da ilk
11 oyuncusu olarak ilk olarak akla gelmese de
kulübede bekleyen keskin bir nişancıdır. Kaderin
cilvesiyle sakatlanmadan önce ilk sezonunda
attığı üç golden bir tanesi Celtic’e nasip olur.
Kelimeler kifayetsiz, kursaklarda acı bir tat kalır.
Celtic taraftarları belki de bu yüzden bugün hala
O’nu rastalı saçlarıyla hatırlamak ister. Kralların kralı
golü attığında ne Celtic taraftarı, ne Larsson bir
tepki gösterir. İkinci sezon ise başka bir hikâyenin
habercisidir. Eto’o ve Ronaldinho’nun sırtladığı
Barcelona, Şampiyonlar Ligi finalinde müzmin
kaybeden Wenger’in Arsenal’iyle karşılaşır. Maça
sonradan dahil olan Larsson yaptığı iki asistle İngiliz
ekibini dize getirir. Maçın ardından Henry uzanan
mikrofonlara şöyle bir beyan verir; “İnsanlar hep
Ronaldinho’dan, Eto’o’dan, Henry’den, göklerdeki
tüm yıldızlardan daha parlak olduklarına inandıkları
futbol yıldızlarından bahsediyor. Ben bugün
sahada hiçbirini göremedim. Larsson bu gece son
10 yıldır her futbol gecesinde olduğu gibi öyle bir
parladı ki biz onun yanında sadece karanlıktaki
figüranları oynadık”. Futbolseverler için adalet tam
anlamıyla sağlanmıştır, genç bir oyuncuyken Dünya
Kupası’nda üçüncülük kürsüsüne çıkan Henrik, 35
yaşında Barcelona gibi bir devin en büyük kupayı
kazanmasında kilit bir rol oynamıştır. Belki de dünya
o gece yıllardır beklenen saygıyı, tam anlamıyla hak
edene teslim ediyordu. (Aklıma hep “Akıl Oyunları”
filminde John Nash’in masasına kalemlerin
bıraklıma sahnesi gelir)
Somon balıklarının hayatları İskandinav futbolcuların
bir geleneği gibi gelir. Doğdukları akarsulardan
yıllarca yol alıp okyanuslarda yaşayan bu balıklardan,
hayatta kalanlar tekrar doğdukları akarsuya dönüp
yumurtalarını bırakıp hayatlarını sonlandırırlar. Henrik
Larsson da birçok İskandinav futbolcu gibi Barcelona
kariyerinin ardından İsveç’te daha önce oynadığı
Helsinborg’a döner. Futbolunun son demlerini huzur
içinde geçirmek isterken kulübün kapısını bu sefer
bir başka dünya devi Manchester United çalar. Sir
Alex Ferguson’un isteğini kıramayan yıldız futbolcu,
futbolun mabetlerinden biri olan Old Trafford’da
forma giyme şansını bulur. Attığı 3 golün yanı sıra
profesyonelliği ve oyun zekası, bir başka İskoç’un
kalbini feth etmeye yetişmiştir. Premier League
kariyerini şampiyonlukla taçlandıran Henrik için
yeniden eve dönme zamanı gelmiştir. İki sezon
daha Helsinborg kariyerini sürdüren golcü oyuncu
kendisine Avrupa’nın kapılarını açan takımına vefa
borcunu ödeyerek 2009’da kariyerine son
noktayı koyar.
Sahadaki teknik adam
Futboldan uzaklaşamayan Henrik Larsson 2010
yılından itibaren hocalık yapmaya karar verir.
Landskrona’da kariyerine başlayan teknik adam,
2013 yılında asistan olarak geldiği Högaborgs BK
takımında ilginç bir olayın içerisinde kendisini
bulur. Högabors’un teknik direktörü Kenneth
Karlsson ve Henrik Larsson maç öncesinde takıma
gerekli taktikleri verirler. Sahaya çıkacak isimlerden
bir tanesi de Henrik’in oğlu Jordan Larsson’dur.
Takımdaki sakatlıklar ve yetersizliklerden dolayı
Karlsson, kulübede oturan efsaneyi ısınmaya
gönderir. 41 yaşındaki kramponlarını asmış
bir gol kralı… Bu cümle her zaman “O tam bir
profesyoneldi” cümlesiyle tamamlanması gerekir.
Henrik Larsson dakikalar 85’i gösterdiğinde oğlu
Jordan’ın forvetteki partneri olur. Maç sonunda
yanına gelen şaşkın muhabirlere “Oğlumla beraber
forma şansı bulmak büyük keyifti” diyerek güzel
oyunun hatırasına katkılar vermeye devam eder.
Henrik Larsson geçen sezon teknik direktörlüğünü
gerçek anlamda sınama fırsatını Falkenbergs
takımında bulur. Düşük bütçeli güçsüz bir ekipve
düşmenin bir numaralı aday takımıyla atıldığı
macerada sezon içerisinde inişli-çıkışlı grafik
sergiler. Sezonun sonunda fırtınalı yarışta son
5 haftada çıkardığı 3 galibiyet ve 1 beraberlikle
takımını limana yanaştırmayı başarır. En
yakın rakibi Gefle’den bir puan fazla kazanan
Falkenbergs, 30 maçta 33 puan çıkartarak
sezonun sürprizine imza atar. Larsson’un bu
performansı başta İsveç basını olmak üzere
özellikle İskoçya’da büyük yankı getirir. Celtic,
Larsson’u tekrar kulübün başına geçirmek için
girişimlerde bulunur. İskoç ekibi İsveç sezonu
bitmeden yaptığı girişimlerden olumlu sonuç
alamaz. Çünkü İsveçli hoca ülkede imkansız olarak
düşünülen bir projeyi gerçekleştirmeye bu kadar
yaklaşmışken kulübü bırakamayacağını belirtir.
Küçük bir bütçeyle başardığı büyük iş İsveçli teknik
adama yeniden Helsinborg kapılarını açar. Onlar
bu sezon oğlu Jordan’ı da transfer ederek, baba ve
oğlu tekrar bir araya getirmiş oldu. Helsinborg bu
sezon hem Malmö’nün hegemonyasını kırmaya
çalışacak hem de 2011 senesinden bu yana hasret
kaldığı şampiyonluk için yarışmaya başlayacak. Bu
senaryo Henrik Larsson’un çok yabancı olmadığı
bir durum. Helsinborg’ta geçireceği başarılı bir
sezon, İsveçli teknik adamın Celtic yolunda önemli
kilometre taşlarından bir tanesi olabilir. Bunu ilk
sezonda başaramasa bile Larsson beklemekten
hiçbir zaman çekinmeyecek bir yapıya sahip
olduğunu çok iyi biliyoruz. 1999’da Lyon maçında
ayağını kırdıktan sonraki sezon attığı 35 golle Altın
Ayakkabı ödülünü alırken bile bu sabrın izlerini
gösteren yine Henrik Larsson’dan başkası değildi.
Kuzey Ligleri HF171
Sercan Soykan
2015
Norveç’te 2015 sezonu başlıyor. Kuzeyin zorlu liginde tüm takımlar ve
yıldız isimler mercek altında
1992-2006 arasında Norveç futbolunda Rosenborg
hegemonyası vardı. 15 sezonda elde edilen
14 şampiyonluk ve Avrupa’da elde ettikleri
sonuçlarla hafızalarımızda yer edindiler. Fakat
Rosenborg’un bu başarısıyla lig tek düze bir hal
aldı ve izleyenler adına da heyecanlandıracak bir
duruma rastlanmıyordu. Rosenborg’un o yıllarda
yakaladığı ekonomik üstünlüğü kaybetmesiyle
kadro kaliteleri arasında denge oluşmaya
başladı. O tarihten itibaren oynanan 8 sezonda
Tippeligaen, 5 farklı şampiyon çıkardı. Stabaek
tarihinin ilk şampiyonluğunu elde ederken,
Stromsgodset 43 yıllık özlemi sonlandırmıştı.
Son yıllarda Molde lige daha hâkim bir görüntü
çizse de yarışın içerisine farklı takımların da dâhil
olması lige heyecan katmaya devam ediyor.
Molde geride bıraktığımız sezonu zirvede
tamamlamış ve Şampiyonlar Ligi biletini
almıştı. Ligi 2’nci ve 3’üncü sırada tamamlayan
Rosenborg ile Odd, Avrupa Ligi’ne katılmaya hak
kazandılar. Sezonun sürprizi ise Bergen şehrinin
takımı, ligin önemli değerlerinden Brann’ın
OBOSLigaen’e düşmesi oldu. Bu hezimetin iki yıl
önce Malmö’yü Allsvenskan’da şampiyonluğa
taşıyan Rikard Norling yönetiminde yaşanması
ise ayrı bir şaşırtıcı noktaydı. Ligden düşen diğer
takımlar ise Sogndal ve Sandnes oldu. Geçen
sezon ligden düşen takımların yerine yükselen
ekipler Sandefjord, Tromso ve Mjondalen
olmuştu.
2015 Tippeligaen’de ilk düdük 6 Nisan’da
çalınacak ve Kasım’ın ilk haftalarına kadar
sürecek bir heyecan yaşayacağız. 71’inci defa
oynanacak olan Tippeligaen’i zirvede bitirecek
olan takım Şampiyonlar Ligi’nde play-off
oynamayı hak kazanacakken ikinci ve üçüncü
takımlar Avrupa Ligi’ne katılacaklar. Son iki
takım lige veda edecek. Bu iki takımın hemen
üzerinde yer alan ekip ise play-out maçlarıyla
lige tutunmaya çalışacak. Tippeligaen’i diğer
ülkelerden ayıran en önemli prosedür farkı
ise madalya sistemi. Ligi şampiyon olarak
tamamlayan takım altın, ikinci takım gümüş ve
üçüncü takım bronz madalyaya layık görülür.
Şampiyonluk Yarışı
Manchester United’ın ‘Bebek Yüzlü Katil’ lakaplı
efsanelerinden Ola Gunnar Solskjaer, Molde’nin
başarı temellerini atan isimlerin başında geliyor.
Kazandırdığı iki şampiyonluk döneminde kulübün
yarışmacı yapısına sınıf atlattı. Fakat başarıların
arttığı dönemde Premier League’den ilgi alması
ve bu süreci de doğru yönetememesi kulübü
zor durumda bırakmıştı. Transfer görüşmesi için
gizli şekilde Ada yolculuğu yapması Molde’nin
ana sponsorunun kulüp üstündeki etkinliğini
azaltmasına da neden olmuştu. Bir anlamda
Solskjaer istemeden de olsa kurduğu düzene
zarar vermişti. Solskjaer bir süre daha çalışmaya
devam etse de sonunda Cardiff’in yolunu tuttu.
Molde ise yeni hoca Tor Ole Skullerud ile yenilenme
sürecine girdi. Kulüp kısa bir dönem yaşadığı
kaosu atlatmış durumda. Ekonomik anlamda
ülke futbolunun sağlıklı takımları arasında yer
alıyorlar. Sportif anlamda yapılan doğru hamlelerin
karşılığını da şampiyonluk yaşayarak elde ettiler.
Sportif ve yönetimsel anlamda tekrar çıkışa
geçen ekip doğru büyümeyi sürdürmek istiyor.
Beşiktaş’ın Martin Linnes ile ilgilendiği dönemde
‘tok’ satıcı rolüne geçerek teklifi uzun süre geri
çevirmeleri ve kadroyu koruma yoluna gitmeleri
hedefledikleri yoldan şaşmadıklarının önemli bir
göstergesi.
Molde, Avrupa futboluna yeni yetenekler
kazandırmak istese de bir yandan yarışmacı
olarak daha üst seviyelere çıkmayı da hedefliyor.
Bu sezon en büyük hedef Şampiyonlar Ligi’nde
gruplara kalmak ve Tippeligaen’de tekrar
şampiyonluğa ulaşmak olacak. En fazla değişim
yaşadıkları bölge hücum hattı oldu. Daniel Chima
Chukwu’yu Çin’e pazarladılar. Sigurdarson’un ise
kiralık sözleşmesi bitmişti. İyi bir kamp dönemi
geçiren Fredrik Gulbrandsen’in ağır bir sakatlık
yaşayarak sezonu kapatması ise büyük bir şok
etkisi yarattı. Stromsgodset’ten hatırlayacağımız
Ola Kamara ve eski Rosenborg’lu Mushaga
Bakenga hücum hattına monte edilen yeni
isimler oldu. Geçen sezondan Tommy Hoiland da
forvette kozlar arasında yer alacak. Orta saha ve
savunmasını değiştirmeyen Molde, eski Odd’lu
stoper Semb Berge ve Tromso’nün yetenekli orta
saha Thomas Kind Bendiksen’i alarak rotasyonu
genişlettiği gibi kaliteyi de yükseltti.
Rosenborg dört yıllık şampiyonluk hasretine son
vermek amacıyla yola çıkıyor. Geçen sezon menajer
Per Joar Hansen kadro mühendisliği açısından
sınıfta kalmıştı. O dönem sportif direktörlük
görevini yürüten Erik Hoftun da tepkilerin
odak noktalarından birisi haline gelmişti. Kare
Ingebrigtsen’in göreve gelmesiyle kulüp düzene
girmeye başladı. Erik Hoftun saha içine inerek
Kare’nin asistanlığına geçince faydalı hale geldi.
2014’ün sonunda takım birlikteliğini yakalayan
Rosenborg önemli bir farkı kapatarak gümüş
madalyayı kazanmıştı. Bu sezon kaybettikleri
en önemli isim Amerikan orta saha oyuncusu
Mikkel Diskerud oldu. Yaşlanan kaleci Örlund
ayrıldı. Odd’un başarılı eldiveni Andre Hansen’i
transfer ederek zayıf bölgelerinden birini
güçlendirmiş oldular. Orta sahada baskın bir
karakter gösterebilirlerse daha farklı bir sezon
geçirebileceklerdir.
Odd, 2008’den beri Dag-Eilev Fagermo ile yola
devam ediyor. Deneyimli teknik adama Norveç
Milli Takımı’nın başına geçmesi teklif edilse de
Fagermo, 7 yıldır kurduğu düzenin başından
ayrılmak istemedi. OBOS Ligaen’de aldığı takımı
Tippeligaen’in önemli ekiplerinden biri haline
getirdi ve geçen sezon ilk madalyasını kazanmıştı.
Odd adına geçen sezonun en büyük sıkıntısı dar bir
savunma rotasyonuna sahip olmaktı. Odense’den
ofansif bek Espen Ruud’u transfer ettiler. Hücum
hattına ise ligin eski oyuncularından tecrübeli
Ola Kamara
Oliver Occean kiralandı. Kanadalı oyuncu iyi bir
kamp dönemi geçirdi. Sparta Prag’a giden Heroldin
Shala’nın yerini ise kadro içinde doldurma yoluna
gidecekler. 4-3-3 sistemiyle göze hoş gelen futbol
oynaması beklenen Odd, şampiyonluk adayları
arasında olsa da rakiplerine göre şansının çok fazla
olduğunu söyleyemeyiz.
Sürpriz takım : Viking
Viking bu sezona da İsveçli teknik adam Kjell
Jonevret yönetiminde başlıyor. Geçen sezon lig
sonunda hedefsiz kalan Viking’te yönetim toplantı
kararı almış ve yeni bir yol haritası belirlemişti.
Stavanger şehrinin takımı, kadrosunda milli
seviyede oyuncular bulunduran potansiyelli bir
ekip. Geçen sezonki kadro üstünde ufak hamleler
yaparak ekonomik anlamda açılmamayı tercih
ettiler. Lokeren’e giden İzlandalı stoper Ingason’un
yerine Flora Tallinn’den Karol Mets ve MLS’den
Veton Berisha
A.J Soares’i takviye ettiler. Sol bekler Bertelsen
ve Skogseid bu sezon takımdan ayrılırken o
bölgede Haugen oynamaya devam edecek.
Menajer, Jonevret Haugen’in olmadığı durumlarda
o pozisyonda Thorsteinsson’u kullanabilir. En
azından hazırlık maçlarında bunun mesajını
gördük. Stabaek’ten alınan Magne Hoseth orta
sahanın seviyesini atlatacaktır. Potansiyelli
yetenek Bytyqi de önemli bir alternatif olacak.
Viking adına en önemli olay geçen sezonun vasatı
aşamayan isimlerinden Veton Berisha’nın iyi bir
kamp geçirmesi oldu. Vidar Nisja ve Thioune’de
hazırlık maçlarında seviye atlamış gözüktüler.
Viking eğer savunmada yeterli sertliği yakalarsa
sürpriz bir performans sergileyebilir. Geçen sezonu
10’uncu tamamlamışlardı fakat bu yıl ilk 3’ü
zorlayacak sürpriz adayım onlar.
Ligin yeni üçlüsü
Tromso, bir yıl aradan sonra tekrar lige döndü.
İki yıl önce ligin ilk maçlarında Oslo’da günlük
güneşlik bir hava varken Tromso’de yoğun bir
kar yağışı hakimdi. Şehrin farklı iklim yapısı da
duruma renk katabiliyor. Tromso, iki yıl önceki
kadro kalitesiyle ligden düşecek bir takım değildi.
O sezon Avrupa Ligi macerasının uzamasıyla
yoğunlaşan fikstür fiziksel olarak yıpranmalarına
neden olmuştu. Artan sakatlıklarda sonlarını
hazırlamıştı. Geçen sezon her ne kadar lig sonuna
doğru çıkmayı garantileseler de rahat bir sezon
geçirdiklerini söyleyebilirim. Yetenekli orta saha
Thomas Kind Bendiksen’i kaybettiler. Gefle’den
alınan Marcus Hansson, Viking’ten Landu Landu,
Ranheim’den Gjermund Asen ve Valerenga’dan
kaleci Kongshavn oturmuş yapılarına güç
katacaktır. İyi bir iç saha takımı karakteri koyarak
lige tutunacaklarını düşünüyorum.
Mjondalen ise burada olması sürpriz bir takım.
Köy takımı olduklarını söylesek yanlış olmaz.
Ufak bir popülasyona hitap ediyorlar. Ekonomik
anlamda güçsüz oldukları için geçen sezonki kadro
üstünde oynama yapmadan devam etme kararı
aldılar. Tek etkili transferleri geçen sezon Zlatan
Ibrahimovic’in topukla attığı golün benzerini
atan Tim Andre Nilsen’i Sogndal’dan almaları
Marcus Hansson
oldu. Mjondalen’in en dikkat çeken yönü ise
Real Madrid’e transfer olan özel yetenek Martin
Odegaard’ın babası Hans Erik Odegaard’ın takımın
asistan menajerliğini yapması.
Sandefjord’ta kadroda fazla değişim yaşamadı.
Kira kontratı biten Erik Johansen, Manchester
City’e dönüş yaparken kaleye Kopenhag’tan Jakob
Busk getirildi. Alka Superliga tecrübesi de olan
Danimarka Genç Milli’de oynayan genç eldiven
Johansen’in yerini dolduracaktır. Ligi tanıyan
Fevang ve Erik Mjelde orta sahaya güç katacaktır.
Kristiansund’tan alınan golcü Jean Alassane
Mendy de Sellin-Kirkevold ikilisine alternatif
olacaktır.
Yeni yüzler
Tippeligaen’de hoca değişikliğine giden 3 takım
var.
Sarpsborg, takımı Tippeligaen seviyesinde
tuttuğu gibi iyi yeteneklerde kazandıran Brian
Deane ile yollarını ayırdı. Yeni hocası Molde’de Tor
Ole Skullerud’un asistanlığını yapan Geir Bakke
oldu. Bakke, İngiliz hocanın sistemi üzerinde
çok fazla oynama yapmış değil. Thorarinsson’un
Nordsjaelland’a gitmesi önemli bir kayıptı fakat o
bölgeye Stabaek’ten Anders Trondsen’i getirdiler.
Aynı zamanda Legia’dan alınan Henrik Ojamaa
da orta sahanın sağında iyi bir koz olacaktır.
Transferin son günlerinde ise Brann’dan Amin
Askar kiralık olarak kadroya katıldı. Aaron Samuel,
Dja Djedje ve son olarak da Castro’dan sonra
forvet sıkıntısı yaşamaları muhtemel fakat
diğer pozisyonlarda sağlıklı duruyorlar. Hazırlık
maçlarında dengeli, alanı daraltarak oynamaya
çalışan bir görüntü çizdiler. Bu arada alt ligde
performansını çok beğenilen Liridon Kalludra
ismine ayrı parantez açılmalı. Oyun görüşü ve
tekniği iyi bir isim. Eğer Sarpsborg ileri uçta doğru
ismi bulabilirse çok gol attırabilir.
Aalesund’un yeni hocası ise Harald Aabrekk oldu.
59 yaşındaki teknik adam geçen sezon kötü bir
görüntü çizen savunmayı Skagestad, Mantyla ve
Gretarsson ile güçlendirdi. Fakat Fredrik Ulvestad
ile sözleşme uzatamamaları orta sahada önemli
bir kayıp yaşamalarına neden oldu. Aalesund’un
geçen sezonki çizgisinden çok değişik bir karakter
göstereceğini söylemek zor.
Ekonomik problemler yaşayan Lilleström de hoca
değiştiren bir diğer kulüptü. Sezonun sonuna
doğru Kanaryalardan ayrılacağını açıklayan
Magnus Haglund’un yerine İzlandalı Runar
Kristinsson getirildi. Takımın kilit isimlerinden
Petter Vaagan Moen, Stromsgodset’e transfer
oldu. Erik Mjelde ve Palmi Palmason ayrılan diğer
önemli isimler. Yapılan transferler içerisinde fark
yaratacak oyuncu olduğunu söylemek zor. Fofana,
Riise, Andersson, Lundemo gibi isimlerden ekstra
performans bekleyerek ligi orta sıralarda bitirmeye
çalışacaklar. Kamp döneminde ekonomik
nedenlerden dolayı federasyondan 1 puan silme
cezası aldıklarını belirteyim. Lige yeni hocalarla
başlayacak takımların durumu bu şekilde.
Valerenga & Stromsgodset
Stromsgodset 2013 sezonunda 43 yıllık özleme
son vermiş ve şampiyonluğa ulaşmıştı. Ardından
Ronny Deila’nın Celtic’e gitmesiyle şüphesiz bir
bocalama dönemi yaşadılar. Zaten oyuncu kalitesi
olarak yaşanan değişimin sıkıntıları vardı. Üstüne
bu yapıyı kuran teknik adam da ayrılınca ister
istemez bir sıkıntı oluştu. Yeni hoca David Nielsen
onun ekibindeydi ama daha dağınık bir antrenör.
Yine de göze hoş gelen futbol oynatmaya çalışıyor.
Real Madrid’e pazarladıkları Martin Odegaard’ın
yerine Petter Vaagan Moen’i getirdiler. Usta
ayak bu ligde hala tek başına maç alabilecek
düzeyde. Boateng ve Ovenstad gibi geçen sezon
sakatlıklarla boğuşan isimlerden daha fazla verim
alabilirler. Yine Odegaard’ın arkasında kalan özel
yetenek Iver Fossum’da daha fazla ön plana
çıkarak büyük takımların dikkatini çekecektir.
Kaleye de Kwarasey’in yerine geçen sezonun
sonunda Molde ile iyi maçlar çıkaran Espen
Bugge Petersen geldi. Baerum’da iyi işler yapan
Tokmac Nguen’de bu sezon devreye girebilir. Bir
yıllık sözleşme imzalayan Florent Hanin’de katkı
verecektir. Stromsgodset geçen sezondan daha
alternatifli bir kadroya sahip. İlk 3’ü zorlayacak
takımlar arasında yer alıyor.
Valerenga ise ekonomik sorunları olan bir takımdı.
Mümkün olduğunda bonservissiz oyunculara
yönelmek istiyorlar. Kjartansson’u yüksek bir
bedelle Çin Ligi’ne gönderdiler. O bölgeye ise
Jamaika’lı Deshorn Brown getirildi. Waehler ve
Tollas Nation ise savunmaya kalite katacaktır.
Valerenga geçen sezonki göze hoş gelen futbolunu
oynamayı sürdürür.
Sürpriz düşme adayları
Ekonomik problemler yaşayan bir diğer kulüp de
Start. Tripic, Asante, Acosta gibi kilit isimlerini
kaybettiler. Yapılan takviyelerde yeterli düzeyde
değil. Genç bir ekip ve arada bazı tecrübeli isimlerle
yola çıkıyorlar. Sezon başında yaşanan kayıplarda
işlerini zorlaştırıyor. Sezon içerisinde de benzer
sıkıntıları yaşamaları muhtemel gözüküyor. Bob
Petter Vaagan Moen
Bradley yönetimindeki Stabaek ise geçen sezon
izleyen herkesin övgüsünü aldı. Amerikalı koç
iyi bir kadro mühendisi. Sezon başında Premier
League’den sportif direktörlük teklifi aldığı
belirtilse de resmiyet kazanmamıştı. Brustad,
Stephens, Hoseth, Boli gibi çok önemli isimleri
ve alternatifleri kaybettiler. Ernest Asante ve
Adama Diomande iyi transferler olsa da diğer
transferler kapalı kutu isimler. İşlerinin geçen
sezona göre daha zor olduğunu ve eğer birliktelik
yakalayamazlarsa düşmeye aday olduklarını
düşünüyorum.
Badou - Gytkjaer
Bodo Glimt’te geçen sezon ön plana çıkan
isimlerin başında Papa Alioune Ndiaye, nam-ı
diğer Badou geliyordu. Ocak transfer döneminde
Sivasspor’un da ilgilendiği fakat sağlık
kontrolünde tespit ettiği ufak sakatlık
nedeniyle vazgeçtiği Ndiaye, Bodo Glimt’in
en önemli kozu olacak. Bodo Glimt geçen
sezonun en golcü ismi Ibba Laajab’ı sattı.
Moustapha Ndiaye , Dane Richards
ve Thomas Braaten ile yollar ayrıldı.
Badou odaklı kuracakları oyun planında
yeni transferler Sorloth, Furebotn gibi
isimlerden sezon içi katkı bekleyerek
ligi düşme hattının üstünde bitirmeye
çalışacaklar.
Badou
Haugesund ise kadroda küçülmeye
giden takımların arasında yer alıyor.
Geçen sezon merkez orta sahada
en fazla forma giyen üçlü olan
Fevang, Anyora ve Sema ile yolları
ayırdılar. Tek etkili transferlerini de
Nordsjaelland’tan Soren Christensen’i
alarak yaptı. Danimarka’lı oyuncu bu
üçlünün ayrılması sonrası orta sahada
önemli rol oynayacak. Çizgide Stolas ve
Bamberg’in getireceği toplarla Gytkjaer’i
besleyerek skor üretmeye çalışacaklar. 24
yaşındaki golcü ceza sahası içerisinde etkili
bir isim. Kolay pozisyon harcamayan yapıda. Bu
sezon da takımın kilit oyuncusu durumunda.
Haugesund’un amacı da orta sıralar olacaktır.
YILDIZ ADAYLARI
Papa Alioune Ndiaye (B. Glimt / Orta saha / 1990)
Badou, yüksek top tekniği, pozisyon içerisindeki
sakinliği ve fiziğini iyi kullanmasıyla her geçen gün
oyununa seviye atlattıran bir isim. Gerek savunma
önü gerekse de forvet arkasında yaptıklarıyla
görevini yerine getirdi. Ekstrası da kanatlara yaptığı
desteklerdi. Fizik gücü ve tekniği yüksek, pas
yüzdesi yüksek olan, hava toplarına çekinmeden
giren ve başarılı olan, topu iyi saklayan bir isim Papa
Alioune Ndiaye. Afrika Kupası öncesinde Senegal
aday kadrosuna çağırılmıştı. Ardından Sivasspor’un
ilgisi olsa da transfer tamamlanmamıştı. Özel bir
ayak. Takibe değer.
Thomas Grogaard (Odd / Sol bek / 1994)
Grogaard, günümüz hücum beklerinden fakat
defansif dengesi de yüksek bir oyuncu. Rakibi
karşısında iyi pozisyon alıp, ayak dengesini kurup
fena olmayan hızlanmasıyla kademe sorunlarını
minimum düzeyde tutan bir isim. Hataları tabi ki
var fakat bu yaştaki bir oyuncu için normal. Hücum
açısından, etkili bir sol ayağa sahip, top kontrolü
iyi ve topa vuruş gücünün yüksek seviyede olması
nedeniyle sert, hedefe yönelik ortalar açabilmekte.
Motorik özelliklerinin bir kısmının gelişmiş
olduğunu söyleyebiliriz (beceri-sürat). Sadece güç
ve dayanıklılık açısından henüz bazı testlerden
geçmesi gerekiyor. Ayrıca 1.81 boyunda, yüksek top
konusunda eksikleri var. Kendisinin de belirttiği gibi
sakin bir yapıda, temiz bir oyuncu fakat bu bölgede
biraz saldırganlık özelliklerinin olması da şarttır.
Amidou Diop (Molde / Orta saha / 1992)
Geçen sezonu Molde’nin ikinci takımında geçiren
Amidou Diop iyi bir kamp dönemi geçirdi ve hazırlık
maçlarında forma şansı buldu. Önünde Bendiksen,
Hussain, Singh, Berg Hestad gibi önemli isimler olsa
da ara ara forma şansı bulacaktır. Kulübün oyuncu
izleme ekibindeki isimlerin Diop’tan beklentileri
yüksek. 1,97 boyunda, kuvvetli ve tekniği fena
olmayan bir oyuncu. Takibe değer.
Mohamed Elyounoussi (Molde / Sol kanat / 1994)
Mohamed Elyounoussi aslında geçtiğimiz
sezonlarda da iyi işler yaptı. Sarpsborg performansı
ve ardından Molde’de kilit role bürünmesi bunun
göstergesi. Kolay adam eksiltebilen özel ayaklara
sahip bir isim. Oyun görüşü de önemli özelliklerden
birisi. İki kanatta da oynayabilir fakat sol kanat
olarak daha etkili olduğu bir gerçek. 10 numara rolü
için ise fiziksel eksikleri nedeniyle çok uygun değil.
Tippeligaen’in belki de en özel ayaklarından birinden
bahsediyoruz. Yıl sonunda iyi yerlere gelmesi
yüksek ihtimal dâhilinde.
Iver Fossum (Stromsgodset / Orta saha / 1996)
Fossum top tekniği çok yüksek bir isim. Ayrıca
çalışkan karakteriyle de dikkat çekiyor. Ufak yaştan
itibaren çok iyi disipline edilmiş bir genç. Odegaard’a
savunma yaptırmak belki zor olur fakat Iver Fossum
benzer karakterde oyuncu olmasına rağmen
topun peşinde çok fazla olan bir oyuncu. Rakibe
baskıyı da doğru yapmaya çalışıyor. Yaratıyor ve
takım oyununa bağlı kalarak bunu yapıyor. Martin
Odegaard’ın gölgesinde kalmış özel yetenek bu yıl
daha fazla ön plana çıkacaktır.
Ghayas Zahid (Valerenga / Orta saha / 1994)
Zahid geçen sezon Valerenga’nın kilit oyuncuları
arasında yer alıyordu. Skor ürettiği gibi attırdığı
gollerde oldu. Ayakları etkili ve süratli bir oyuncu.
Bu yüzden kolay adam eksiltebiliyor. Ayrıca bu tip
oyuncuların genelde bencil olma özellikleri olabilir
fakat Zahid sade oynamayı seven bir oyun tipine
sahip. Geçen sezon kazandığı tecrübeyle beraber
bu yıl çok daha iyi işler yapacaktır. Valerenga’nın
en önemli kozları arasında yer alıyor. Elyounoussi
benzeri oyuncu diyebiliriz fakat aralarında en önemli
fark, Zahid’in forvet arkası oynaması. Serbest rolde
çizgiye indiği anlar olsa da 10 numara rolüne daha
yakın bir oyuncu.
Ghayas Zahid

Benzer belgeler

uğur tütüneker hf107

uğur tütüneker hf107 Real Madrid’in kaymaya meyilli yıldızı Gareth Bale’i, İskandinavya’nın topu santrada iki ligi Allsvenskan ve Tippeligaen’i, bu kez daha iddialı bir takımla teknik direktörlüğüne devam edecek olan H...

Detaylı