kadınlar akademisi - Bağcılar Belediyesi

Transkript

kadınlar akademisi - Bağcılar Belediyesi
Kadınlar Akademisi
KADINLAR
AKADEMİSİ
2014 DERS NOTLARI
1
Kadınlar Akademisi
BAĞCILAR BELEDİYE BAŞKANLIĞI
Adres: Güneşli Mah. Kirazlı Cad. No:1
34200 Bağcılar / İST.
Tel: +90 212 410 06 00 - Faks: +90 212 410 06 32
[email protected] / www.bagcilar.bel.tr
Kültür Yayınları Dizisi No: 286
ISBN: 978-605-64290-3-3
Yayın Yönetmeni
Lokman ÇAĞIRICI
Proje Yöneticisi veYayın Koordi̇ natörü
Kenan GÜLTÜRK
Yayına Hazırlayan
Nihat ADIGÜZEL
Yayın Kurulu
Kenan GÜLTÜRK - Nihat ADIGÜZEL
Ekrem KIZILTAŞ
Özlem SEVİNÇ
Tashih ve Redaksiyon
Ekrem KIZILTAŞ
Grafik Tasarım
Gamze Nur KAHRAMAN
Baskı
Seçil Ofset
100. Yıl Mahallesi Matbaacılar Sitesi
4. Cadde No:77 Bağcılar, İSTANBUL
0 (212) 629 06 15
Baskı Tarihi
Mayıs - 2016
2
Kadınlar Akademisi
İÇİNDEKİLER
Dünya Kadın Hakları İhlalleri
Gülden Sönmez......................................................................................5
Kadın ve Kimlik
Dr. Figen Barlas Es................................................................................10
İslam Dünyasında Kadın ve Modernleşme
Nazife Şişman.........................................................................................42
Sivil Toplum Diyaloğunun Geliştirilmesi
Dr. Gülsen Ataseven...............................................................................71
İnsan ve Anne Olarak Kadın
Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş.....................................................................101
Bilişim Teknolojilerinin Etkin Kullanımı Ve Hayatımıza Etkileri
Prof. Dr. Yıldırım Üçtuğ........................................................................124
Kent ve Kentlilik Bilinci
İhsan Aktaş.............................................................................................126
Mezuniyet Töreni.....................................................................................147
3
Kadınlar Akademisi
4
Kadınlar Akademisi
Ekim 2013
Dünya Kadın Hakları İhlalleri
Gülden Sönmez
Kadınlar İçin Hak Arama Bilinci ve Haklarımızı Korumanın Yolları
Yaşadığımız dünya her an bir kişinin ya da bir topluluğun haksızlığa, zulme
uğradığı bir dünya. Savaş, çatışma, soykırım, silahlı saldırıların yanı sıra genel
baskıcı politikaların sonunda oluşan mazlumiyetler o coğrafyada insanların toplu
ölüm ve yaralanmalarına, uzun yıllar süren hapis hayatlarına sebep olmakta. Üstüne
yoksulluk yaşayan Asya ve Afrika'ya geldiğinizde ise gelir adaletsizliğinden
başlayarak temel insani ihtiyaçlara temiz su ve gıdaya ulaşmanın çok büyük bir
problem olduğunu görüyorsunuz.
Daha batıya yaklaştığınızda ise ihlallerin şeklinin, boyutunun değiştiğine şahit
oluruz. Genel olarak insan hakları sorunlarının yaşanmadığı, özgürlük ülkeleri
olarak algılanan Batılı ülkelerde daha fazla şikâyetler iş hayatında ve daha çok
bireysel ihlal çeşitlerine dönüşmekte. Tabii gerek savaş ve katliamlar olsun gerekse
sömürü kaynaklı kronik yoksulluk yaşayan topluluklarda olsun kadınlar çok daha
fazla ihlale uğrarlar. Bir de tecavüz, taciz vb. cinsel suçlar, vücut ve ruh bütünlüğüne
yönelik ihlaller bu tür ortamlarda çok daha fazla gerçekleşir.
Oysa özellikle ikinci dünya savaşından sonra büyük acı ve kayıpları yaşayan
insanoğlu güya bu acılar tekrar yaşanmasın diye çok sayıda uluslararası sözleşmeye, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi dâhil olmak üzere işkencenin önlenmesi, ırk
ayrımcılığının önlenmesi, kadın hakları, din özgürlüğü kişisel ve sosyal hakların
korunması vb. çok sayıda metne dünya devletleri imza atmıştır. Birleşmiş Milletler
insanoğlunun olup bitenlerden çok büyük ders çıkardığını ve bir daha bu acıların
yaşanmaması için bunun bir teminat olduğunu söyler. Ama yakın zamanda ve halen gördüğümüz gibi Bosna, Filistin, Suriye, Irak, Doğu Türkistan, Myanmar ve
Mısır’da yaşanan katliamlar ne kadar da modern (!) zamanlarda gerçekleşmektedir.
Batıda insan haklarının korunmasından bahsedenler ise katledilen tecavüze
uğrayan en temel hakları batılı devletlerin politikaları ile ellerinden alınan Müslüman
dünyanın mazlumiyetini ve sebeplerini konuşmak yerine İslam’ın kadın üzerinde
baskı uyguladığını ve İslamafobya ile İslam’dan kaynaklı bir şiddetin dünyayı
5
Kadınlar Akademisi
tehdit ettiğini anlatırlar. Biz Müslüman
kadınlara öyle bir algı sunulur ki kadın
hakları konusunda bir ilerleme yani
kadını İslam'dan uzaklaştırma mümkün
olursa dünyadaki bütün insan hakları
sorunları çözülecekmiş zannedersiniz.
Oysa bunu bize sunan topluluğun
geçmişi, kadın hakları konusunda
İslam’la asla yarışamaz. Tarihlerine
baktığınızda kadının köle olarak
kullanıldığını, eşya şeklinde alınıp
satıldığını, birbirlerine hediye edildiğini, kötülüğün temsili sayıldığını görürsünüz.
Cahil Doğu toplumlarında da kızların diri diri gömülmesi, kölelik söz konusudur
ancak bugün kadını cinsel bir meta olarak yalnızlaştırıp değersizleştiren ve sadece
kullanan bir sistem bir taraftan İslam dünyasına insan hakları adı altında bombalar ve
gözyaşı taşırken bir yandan da günlük yaşamda kültürel hegemonya ile dayatmalar
sunmaktadır. İslam medeniyetinin müntesipleri olarak bizler ise kadın olsun erkek
olsun, Müslüman olsun olmasın her insanın temel insan haklarının korunması
ve onlara adaletle davranılması konusunda hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin
mücadele etmesi gerektiğine inanırız. Biz bu medeniyetin insanlarıyız. Merhameti
sınırları aşan, elleri duaya kalktığında tüm yeryüzündeki mazlumlar için dua eden bir
halkız. Hal böyleyken kendi ülkemizde çok ta rahat ve huzurlu bir yaşam sürmedik.
Yakın tarihimize baktığımızda Türkiye’nin insan hakları karnesine baktığınızda ise
kuruluştan itibaren başlayan sistematik ihlallerin, ayrımcı politikaların özellikle
son 15 yılda tedrici bir şekilde sistematik azaldığını mevzuattan ve uygulamadan
kaynaklanan problemlerin çok önemli oranda azaldığına şahit olduk. Buna rağmen
temel haklar konusunda yaşanan ihlaller karşısında her insanın kendisi ve bir
başkası için nasıl mücadele etmesi gerektiği çok önemli bir husustur.
Bizler Türkiye’de yaşayan kadınlar olarak kendimize ya da bir başkasına
nerede kimden gelirse gelsin ihlallerde haklarımızı nasıl arayacağımızı ve nasıl
bir hak mücadelesi içerisinde olacağımızı bilmek durumundayız. Hz. Ali’nin (r.a.)
çok güzel bir sözü vardır: “Haksızlığa uğradığınızda eğer hakkınızı aramazsanız
haklarınızla beraber şerefinizi de kaybedersiniz.”
Zulme/haksızlığa uğrayan insan bazen kendisi üzerindeki zulmü kaldırmak için
hiçbir şey yapamayabilir. Hapse düşüp kimseye ulaşamayabilir. İster dünyanın
başka bir yerindeki mazlum olan bir kişi olsun isterse komşumuz akrabamız veya
tanımadığımız ama şahit olduğumuz bir kişi olsun mutlaka onun için yapabileceğimiz
bir şey olduğu gerçeğiyle hareket etmeliyiz. Srebrenitsa Anneleri'nin verdiği
6
Kadınlar Akademisi
hukuk mücadelesi için görüştüğümüzde onlardan bir anne yaşadıkları tüm elim
olayların etkisinin geçmesinin ve adaletin yeryüzünde mümkün olamayacağını
çok iyi bildikleri halde suçlulara karşı verdikleri hukuk mücadelesinin kendilerini
onardığını beyan etmişti. Bu çok kıymetli bir şey.
Hak Arama Mücadelesi verirken genel izlenecek metot ne olmalı? Buna dair
temel hususlardan da bahsetmek isterim.
Öncelikle hak aramanın ilk adımı doğru tespitte bulunmaktan geçer. Vakayı tam
olarak tarif edebilmeliyiz. Hangi haklarımız ihlal edilmiştir? Hangi olayla, kim
tarafından? Zalimi, mazlumu ve zulmü doğru tarif etmek, kime karşı hangi yolla
nasıl bir mücadele ortaya koyacağımızı da doğru olarak görmemizi sağlar.
Bir haksızlığa uğradığımız zaman öncelikle eğer vaka tespiti başkaca mümkün
olmayan bir durum ise bu durumu bir tutanakla tespit etmek gerekir. Mesela bir
hastanedeyiz ve hastane görevlileri tarafından olmaması gereken bir muamele
ile karşılaştık ve haksızlığa uğradık. Bu durumu bir tutanak ile tespit etmek ve
mümkünse oradan şahitlerin isim, imza ve iletişim bilgilerini alarak durum tespit
tutanağı ile yetkili kurullara başvurmak gerekir. Olaya dar tespit ve delillerimizi
oluşturduktan sonra zalimi doğru tespit etmek adımına geçilmelidir. Hak ihlalini
gerçekleştiren kişi bir memur, bir asker, bir polis, direkt uygulayıcı bir kişi
olabileceği gibi bir uygulayıcı kurum da olabilir. Ayrıca bu ihlali bir kurala bir
emre dayanarak gerçekleştiriyor da olabilir. Bu durumda bir değil birden fazla kişi
emir veren ve uygulayan silsilesindeki birçok kişi bu ihlalin sorumlusu olabilir. Bu
durumda her bir kişinin üstleri aynı zamanda bizim şikâyet merciimiz olacaktır. İki
örnek üzerinden gidecek olursak X Devlet Hastanesi’ndeki bir doktor tarafından
haksızlığa uğradığımızda bu doktorun sadece şahsından kaynaklı bir ihlale uğramış
olabiliriz ya da bir uygulama mevzuata dayalı ve ast üst amir ilişkisi ile silsileyle
gerçekleşen bir ihlal de söz konusu olabilir. Bu durumda Doktoru sırasıyla Hastane
Başhekimi, İlçe Sağlık Müdürlüğü, İl Sağlık Müdürlüğü, Sağlık Bakanlığı,
Başbakanlık gibi sırayla üst amirlerine şikâyet edebiliriz. Hak arama sürecinde
dilekçe yazmak, hakkı talep etmek ve konuyla ilgili şikâyeti gerçekleştirmek
en önemli adımdır. Sisteme doğru şekilde doğru bilgiyle giren bir dilekçe, eğer
olabilecekse sonraki yargı yolları için de önemli bir temel teşkil eder.
Dilekçe neleri içermelidir?
1) Muhatap
2) Tarih
3) Vaka hakkında teknik temel bilgileri de içeren yaşanan olayı anlatan tarif
4) Talep edilen ve şikâyetçi olunan husus ve kişi
5) İsim imza ve adres
7
Kadınlar Akademisi
Dilekçenin verilmesinin dışında kişi bazen yaşadığı olaya göre
farklı hukuk yolarına da başvurabilir. Cumhuriyet Savcılıklarına şikâyet/suç duyurusu, idari makamlara
şikâyet, hukuk ve ceza mahkemelerinde açılacak davalar, idari mahkemelerde açılacak davalar mümkün olabilecektir.
Burada en çok atlanılan husus zamanaşımıdır. Birçok hukuk sisteminde olduğu gibi Türkiye’nin hukuk sisteminde de yargı yolları zamanaşımı ile
sınırlı tutulabilmektedir. Bazen insanlar bir başkasının uzun soluklu hukuk mücadelesi vererek kazandığı hukuk yolunu öğrendiğinde “Aaaa benim de başıma
gelmişti ben de dava açayım kazanayım” dediğinde kendisi için zamanaşımı gerçekleşmiş ve başvuru imkânı ortadan kalkmış olmaktadır.
Mağdurun önüne duvar gibi çıkan önemli bir husus ta mevzuattır. Bazen mevzuat
(anayasa, kanun veya yönetmelik hepsi ihlal kaynağı olabilir) ihlalin ana sebebi de
olabilir. Bu durumda klasik bakış açısı “ne yapalım kanun böyle!” veya “kardeşim
yönetmelik böyle başka türlü uygulayamam” şeklinde mağdura sebep olarak
sunulur. Bu durumlarda temel bakış açısı şu olmalıdır: Eğer benin insan olarak
haklarımı ihlalle ediyorsa anayasa değişsin, kanun değişsin iddiasını kişi öne
sürebilir. Uzun yıllar daha yakın zamana kadar darbe anayasaları ile yönetilmiş bir
topluluk olarak Türkiye halkı bunu çok iyi bilir. Mevzuatın tartışılmasını sağlamak
bile çok önemli bir kazanımdır. Bazen hak arama mücadelesi hakkını arayan kişi
için oldukça geç bir kazanım olabilir. Ancak unutmamak lazım ki açılan yol bir
başkasının aynı mağduriyete uğramasına engel olur.
Hak arama mücadelesinde katkı olabilecek ve yanımıza destek alabileceğimiz başka
muhataplar da bulmak mümkündür. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu,
Türkiye İnsan Hakları Kurumu, İl İnsan Hakları kurulları, İnsan hakları için çalışan
sivil uluslararası ulusal insan hakları kurumlar direkt alanla ilgili yardımcılardır.
Bunun dışında mücadelemizi kamuya taşıyıp eylemler, basın açıklamaları, imza
kampanyaları gerçekleştirebilir aynı mağduriyeti yaşamış olanlarla dayanışma
sağlayabiliriz. Medyaya taşımak bütün dünyada önemli bir etkendir.
Peki, kendi ülkemizde birebir karşılaştığımız ihlaller dışında mesela Filistinli
mazlumların, Doğu Türkistanlı kadınların, Suriye’de işkence gören çocukların
hakları için nerelere başvurabiliriz? Burada da özellikle uluslararası mekanizmalara
tepkileri iletmek önemlidir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği, Birleşmiş
8
Kadınlar Akademisi
Milletler İnsan Hakları Konseyi, İslam İşbirliği Teşkilatı, Afrika Birliği vb.
gibi mekanizmalar ile prosedür ve koşullar uygun olduğunda Uluslararası Ceza
Mahkemesi, Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi gibi yargı kurumları
da sürece dahil edilebilir.
Unutmamamız gerekir ki şu anda bu kadar çok zulüm olmasının sebebi ve zalimlerin
cesaretini sağlayan şey mazlumların pasifliği değil büyük çoğunluğun haksızlıklar
karşısındaki sessizliğidir.
Oysa Müslüman olsun olmasın bir kimse, kim tarafından zulme uğrarsa uğrasın
Müslümanların yeryüzündeki tüm insanların sorumluluğunu taşırlar. Bir Müslüman
yeryüzünde bulunma sebebini tüm yeryüzünde adaletin hâkim olması hedefiyle
yaşıyorsa ve Allah’ın yasakladığı zulmü durdurma grevini taşıyorsa o vakit bu
misyonu hayata taşımalıdır.
Hepinize teşekkür ediyorum.
9
Kadınlar Akademisi
Kasım 2013
Kadın ve Kimlik
Dr. Figen Barlas Es
Saniye Öztürk
Moderatör
Bugün dinleyicilerimizin sayısını azalmış mı gördüm, yoksa bana mı öyle
geldi bilemedim ama Allah bereketlendirsin diyelim. Arkadaşlar, hakikaten beni çok
mutlu ediyor, umutlandırıyor bu çalışmalar. Yani hayata anlam katmak, yaşadığınız
zamana, yere anlam katmak, üretmek, bilgilenmek, güçlenmek, yarınlara dair
artı bir şeyler bırakmak gayretinde olmanız, gayret sahibi olmanızdan dolayı
buradasınız, buradayız diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu çok takdire şayan bir
şey. Belki pek çoğunuz farkında değilsiniz. İşte bazen yapalım gibi düşünülüyor.
Yani çok değerli. Şöyle bir günde zaman ayırmanız, bir şeyleri dert edinmek, kişi
kendisinde olmayanı veremez. Biz besleneceğiz bilgileneceğiz ki, başkalarına, en
yakınlarımıza öncelikle, çocuklarımıza, eşimize, dostumuza, komşularımıza, ya da
diğer insanlara katkı sağlayabilelim. Bu bilgileri aktarabilelim.
Bu anlamda yapılan işi çok takdir ediyorum. Zaten kadın ve aile deyince,
bunu samimiyetle ifade ediyorum; yani burada olduğum için değil, Bağcılar
Belediyesi çok çok önlerde. Çok değerli çalışmalara imza atıyor. Bu da onlardan
bir tanesi, yani, kadınlara özel böyle bir mekânın olması, bilmiyorum ben başka
yerde çok görmüyorum. Yapılan hizmetler, yani, istekler doğrultusunda gidiyor
gibi bir şeyler de düşünmüyorum. Toplumun önünde, Bağcılar'da yaşayanların
önünde giden bir başkan ve bir ekip var burada. Adeta peşine takıp sürüklüyor. Bu
da ayrıca bir ufuk, bir vizyon işi. Bu anlamda büyük bir şanstır, Allah'ın burada
yaşayanlara vermiş olduğu bir büyük bir lütuftur. Bir kez daha ben bu vesileyle,
başkana, Lokman Başkan'a teşekkür ediyorum, ekibine teşekkür ediyorum.
Benimle en çok irtibatlı olan Meryem Hanım, Sümeyra Hanım, Fatma
Hanımlar var. Gerçekten çok kıymetli çalışmalar. Ama mutlaka her birimizin
yapacağı bir şeyler var. Yeter ki biz iyi niyetle, Allah rızası için yola çıkalım,
adım atalım. Çok kıymetli çalışmalar bunlar. O yüzden kıymetini bilmek lazım.
Şükretmek, hamdetmek ve bu fırsatları mutlaka değerlendirmek gerekiyor. Siz de
bunun farkındasınız, bilincindesiniz efendim.
Ben sadece hissettiklerimi paylaşmak istedim ama önce yine bir kez
10
Kadınlar Akademisi
kendinizi alkışlayın. Yani ben sizi alkışlıyorum. O kadar güzel ki, ben yarınlara dair
hakikaten çok umutlanıyorum. Yani, diğer tarafta devlet eliyle yapılan işler var. Aile
ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın yaptığı çok güzel çalışmalar var, düzenlemeler
var. Belediyeler hakeza. Sivil Toplum Kuruluşları eliyle yapılanlar var. Var ama
hani yapmak hep zordur ya, yıkmak çok kolay. Onun için “Eğitim” denildiğinde
çok kolay sonuç alamıyoruz. Hemen somut olarak neticesini göremiyoruz ama
bu işler böyledir. Malzeme insan olunca, eğitim olunca adım adım, yavaş yavaş,
sabırla, sebat ederek ama mutlaka sürekli, mutlaka istikrarlı gitmek gerekiyor.
Ancak öyle mesafe kat edebiliyoruz. Malumunuz bu günlerde en çok tartışılan bir
mevzu var; Figen Abla sizin çok fazla zamanınızı almayacağım. Ben ola ki gelenler
olursa boşluğu dolduruyorum. Gelecek olanlar da gelsin daha çok istifade edilsin
diye ara boşluğu dolduruyorum. Hani Başbakan'ın ifade ettiği bir şey var; “KızlıErkekli aynı evlerde kalınmasını tasvip etmiyoruz. Bununla ilgili gerekirse kanuni
düzenlemeler yapılmalı.” diye. Bu büyük tepkiler de çekti. Başbakan da hatta
bu konuda soru soran muhabire dedi ki; “Sen ister misin, kendi kızınla, oğlunla
yabancı bir evde kalsın... İstiyorsan hayırlı olsun ama biz buna müsaade etmeyiz
yani tüm toplumun, bireylerin hakları bizim teminatımız altında.” dedi. Bir şeyler
konuşuldu, hala tartışılmaya devam ediliyor. Tüm dünyaya baktığımızda ki, hemen
biraz sonra ayrıntılarıyla, örnekleriyle anlatılacaktır. Hakikaten bizim ailemiz
ve bizim kadınımız, bizim insanımız çok şanslı. Şükredecek bir konumdayız.
Ama ilânihaye böyle gitmiyor. O kadar çok yıkıcı şey var ki, Bir de insan bazı
olumsuzluklara, kötüye meyyaldir ya, yani, yıkımlar, sarsıntılar hızlı oluyor. Ama
işte o sonucu görmeden aileye, kadına, çocuğa, erkeğe, insanımıza dair yapılan
çalışmalar ve gayretler var. Evet, hiç kimse herhalde, belki çok istisnalar vardır ben
bilemiyorum, kızının, ya da oğlunun yabancı birileriyle eşi değil, akrabası değil,
aynı evi paylaşmasını istemez. Bu hukuki bir düzenleme gerektirir ama âcizane
şunu da söylüyorum. “Ahlakın olmadığı yerde devletin masrafı çok olur.” diye veciz
bir söz vardır. Yani herkesin başına bir polis dikemeyiz. Öyle değil mi? Öyleyse,
toplumda ahlakın tesisi için daha fazla gayret sarf etmemiz gerekiyor. Eskiden bunu
karşılayan kurumlar varmış. Sık sık Osmanlı'ya atıfta bulunuyoruz ama ne var ki
şimdiyi ve günümüzü yaşıyoruz. Öyleyse, bu belediyeler eliyle olacak, STK'lar
eliyle, vakıflar, dernekler eliyle olacak, bizim özel gayretlerimiz eliyle olacak
ama mutlaka yapılacak. İşte bu anlamda da çok değerli çok kıymetli buluyorum
ben sizin burada olmanızı. İstikrarlı bir şekilde gelmek, beslenmek, niye? Çünkü;
toplumu ayakta tutan aile, kadın. Arkadaşlar, kadın büyük bir güç. Biz bunun da
çok farkında değiliz. Yeni yeni farkına varıyoruz. Yani kadının olmadığı bir ailenin
olması mümkün değil. Yani, çürüme kadından başlıyor. Ama şükürler olsun ki,
hakikaten bizim insanımızın mayası, bizim kadınımızın mayası çok sağlam. Kumaş
11
Kadınlar Akademisi
çok sağlam, şükürler olsun. Sadece üzeri tozlanmış ve biraz küllenmiş. İşte onu şöyle
bir üflemek, temizlemek yetiyor. Allah lütfediyor bu topluma. Ama önce kadından
başlıyor. Belki benden daha önce de duydunuz. Kadın, “Beşiği sallayan el dünyaya
hükmeder” gibi çok güzel bir söz var. Evet, hakikaten beşiği sallayan el dünyaya
hükmediyor. Bugün toplumları yönetenlere, dünyayı yönetenlere baktığınız zaman,
hepsi de bir kadının doğurduğu, yetiştirdiği bir çocuk değil midir? Öyleyse kadınlar
olarak bizim şikâyet etmeye hakkımız yok diyorum. Yok, “şiddet” deniliyor, şu
deniliyor, bu deniliyor. “Kim yetiştirdi o çocukları?” diye ben de soruyorum. Eğer
bir takım şeylerden şikâyet ediyorsak, eksik bıraktığımız alanlar var, boşluklar var.
Dolayısıyla arkadaşlar, hemcinslerim, biz bilgileneceğiz, hayatımıza geçireceğiz,
halledeceğiz güzel şeylerle ki, en yakınımızdakiler başta olmak üzere başkaları
da bizden istifade edebilsinler. Bir de güzel olan taraf; sadece dünya değil, bir de
Ahiret tarafı var bu âlemin. Burada yaptığımız her şeyi Allah rızası için, güzel
adına, hayır adına, hakikat adına yaptığımız her şeyin çok büyük mükâfatları var
öbür tarafta. Her anlamda kazanan olacağız inşallah.
Bir iki hatırlatma daha yapayım, sonra Figen Hanımefendiyi dinleyelim.
Çünkü anlatacağı çok güzel anılar var, tecrübeler var, bilgiler var. Gelecek aydan
itibaren, Aralık ayından itibaren programlar 13:30'da başlayacak. Ne olur, bu
alışkanlığı edinelim artık. Hani Müslüman kişi sözünde durmalı diyoruz ya, bunu
da verilmiş bir söz olarak düşünmek lazım. Yani 14:00 ise, 14:00, 13:30 ise, 13:30.
Tamam belki ilk başta buna kendimizi alıştırmak belki kolay olmayacak ama benim
arkadaşlardan istirhamım; bilmiyorum, ben olurum olman Allah bilir ama 13:30
ise Aralık ayındaki programın başlangıç saati, lütfen 13:30'da başlansın. Çünkü;
biliyorum ki buradaki kadınların tek işi bu değil, pek çok sorumluluğumuz var
her birimizin. Anneyiz, eşiz, çalışıyoruz, yapacağımız şeyleri ona göre planlıyoruz.
12
Kadınlar Akademisi
Geç başladığımız zaman başkalarının hakkına da girmiş oluyoruz. Allah muhafaza
etsin, kul hakkını da yememek lazım. Dolayısıyla gelecek ay inşallah 13:30’da
başlamış olacak program. Bunu da hatırlattım.
Bugünkü konuşmacımız çok kıymetli, güzel bir insan. Ben ona Koşan
Doktor diyorum. Koşan insan, normal yürüdüğünü pek görmedim şimdiye kadar.
Dertlilerden birisi o da. Kendisi tıp doktoru efendim. Enfeksiyon Hastalıkları uzmanı
ama doktorluk, hayatında yaptığı şeylerin bir parçası sadece. Maşallah, Hayatına
çok şey sığdıran, Allah ömrünü bereketlendirsin, zamanını bereketlendirsin. Hem
Türkiye, hem yurt dışında kadın, aile, insanlık adına çok fazla çalışmanın içinde
bulunan, konuşan, yazan, seminerler, konferanslar veren kıymetli bir isim. Burada
bulunması da oldukça önemli. Ben kendi adıma, sizler adına zaman ayırdığı için
çok teşekkür ediyorum. Daha fazla sözü uzatmadan Figen Barlas Es Hanımefendiye
sözü bırakmak istiyorum. Buyurunuz efendim.
Dr. Figen Barlas Es
“Hayatın İçinde Kadın ve Kimlik” konunun başlığı. Benim de hayatta en ciddi
dertlendiğim konulardan bir tanesi hayatın içinde olan, hayatın rehberliğinde gibi
görünen insanların uzaydan gelmediği, içimizden çıktığının bize hatırlatılmadığıdır.
Yani birileri güzel şeyler yapıyorsa genelde bizim psikolojimizin içinde ben olsam
yapamazdım gibi bir şey başlıyor. Bunu ta çocukluğumuza kadar götürebiliriz.
Annelerimizin sesi kulağımızda çınlayıverir. Annelerimizin gıybetini yapmayım,
suçuna girmeyeyim ama şöyle bir cümle vardır. “Yavrum yan odadan benim falanca
eşyamı getirir misin.” Evlat gider bulamaz. Döner geri gelir, “Bak sağdaki dolabın
ikinci çekmecesinde.” “Açtım ama bulamadım anne.” der. En nihayetinde anne bir
hışımla kalkar ve der ki; “Bulsan şaşardım zaten. Sen sulu köyden susuz gelirsin.”
Biz bunları çaktırmadan duyarız. Bir duyarız, iki duyarız, üç duyarız. Ondan sonra
deriz ki; “Ben yapamam ki zaten ben beceremem ki.” Buna benzer bir cümleyi ilk
ben ilaç manasında Ertuğrul Düzdağ'ın kitabında, “Düşün-Başar-Anlat” Öyle bir
kitap vardı. Cenab-ı Allah aciz midir ki senin üzerinde onca güzellikleri tezahür
ettiren Rab, senin üzerinde başka bir güzelliği de yaratamasın, mümkün mü böyle
bir şey? Demişti. O günkü cümleden sonra benim kafam böyle şarj etti. “La havle
ve la kuvvete illa billah...” sırrına dayandıktan ve sebepleri yerine getirdikten sonra
bir şeylerin olmaması mümkün değil. O halde Rabbim yaratmaya muktedir, ben
de o donanıma sahibim, neden benim üzerimde tezahür etmiyor deyince, aradaki
kurallara uymadığımı fark ettim. Yaratan'da problem yok, yaratılanda problem
yok, biri sanatkâr, biri muhteşem bir sanat eseri, o halde bu neden benim üzerimde
tezahür etmiyor da başkalarının üzerinde tezahür ediyor? Demek benim aksattığım
bir şeyler var.
13
Kadınlar Akademisi
Mesela Tansu Çiller, bir dönem başbakanımızdı, kadın olduğu için örnek
veriyorum. Ben bunu hekimler için de söylerim, hekimlerin boynuzu, kulağı mı
var derim. Yani, hekim olunca ne oluyor? Sadece belli bir dalda, belli bir süre
dirsek çürütüyor, hafifçe inek diyorlar, inekliyor, dünyadaki birçok şeyden kendini
ayırıyor, mesela, anneler bulaşık yıkattırmıyor gibi görünüyor. Öyle değil ama
anneler iş yaptırmıyor gibi görünüyor, yavrum ders çalışsın diyor. Başka tarafta
“Sofrayı sen hazırla ablanın dersleri var.” deniyor. Böyle olmayanlar da var tabii,
o işin ayrı bir tarafı. Ben kendimi hiçbir zaman, şimdi kızıma onu diyorum, siz
aman tek ders çalışın diye biz neredeyse dünyayı paspas yapıp ayağınızın altına
sereceğiz. Ben kendimi nasıl hatırlıyorum diye düşünüyorum, hem talebelik yılları,
hem sonraki hayat, hani böyle sirkte bazı böyle bir eğlence yapanlar, elinde halkayı
döndürür, ayağında başka halkayı, bu elinde başka halkayı döndürür ama halkaların
hiç biri düşmeden döner gider. Bizim toplumumuzda kadınların hayatı da biraz
öyle. Bir tarafta kadınlık, bir tarafta öğrencilik, bir tarafta annelik, böyle bir yığın
işlerin içinde giderken bir taraftan da hayatın içinde olma mücadelesi verecek. Bir
taraftan beyne dürtüler var; “Sen yapamazsın...” Var değil mi öyle bir tabir; “Saçı
uzun aklı kısa.” Halbuki bir de biz bunu biraz hafif mütedeyyin kitlede görürüz.
Yani, modern dediğimiz kitlede pek görmeyiz de, ona dinidar demek hoşuma
gitmiyor, benim dinim çok geniş çünkü. “Dini dar”, pardon dindar gibi görünen
kesimlerde biraz daha sanki böyle deniyor gibi geliyor. Hâlbuki Efendimizin (sav)
hayatına bakıyorsunuz, kadına muhteşem değer verilmiş. Sonra Kur'an-ı Kerim'e
bakıyorsunuz; Hz. Havva'yı Hz. Adem'i Cennet'ten çıkaran kötü kadın olarak ifade
eden bir Ayet-i Kerime yok. Hıristiyanlıkta varmış bu. Bunun hepsini neden üstüne
alınıyorsun? Belli şeylerde aksaklığım mı var? Sonra bir dönüp inceleme gereğini
hissediyorsunuz.
Belki çok gereksiz ama tarih taze olduğu için kendi içimde paylaşayım;
Geçen hafta yurt dışındaydım, böyle değişik yerlere Rabbim nasip ediyor gidip
gelmeyi, ilk defa bu sefer çok değişik bir şey gördüm. Gittiğim yerde, New York'a
çok yakın Brooklyn diye bir bölge var. Amerika'nın Yahudi kökenli vatandaşları
çok orada. Beyefendilere baktım, simsiyah kıyafetler, yazın da aynı kıyafetler.
Hanımlarına da dikkatli bakınca peruk gördüm başlarında. Zaten etek - dopiyes
(Döpiyes; Fransızca “deux pieces”ten geliyor. Etek - bluz gibi iki parçadan
oluşan elbise anlamında) elbise giymeye biraz şey oldum orada. Çünkü; Yahudi
hanımlarının çoğu etek-döpiyes giyiyorlar ve başlarında peruk. Niçin başlarında
peruk var? Diye sordum, şöyle dediler; “Eğer kadın cazip görünürse kocasını
ibadetten alıkoyacağı için evlendiği gün kadınlar başlarını sıfıra kazıtırlar. Evli
kadınların saçlarını uzatmaları haramdır onların dininde...” dedi. Allah Allah dedim,
meğerse benim dinimin fıtratı ne kadar ulu, benim hayatımın içinde var ama ben
14
Kadınlar Akademisi
bunu bilmiyorum. Diğer başka ayrıntılara girmeyeceğim.
Dinlerden de aslında girme gibi bir niyetim yoktu ama Yaratan Sübhân ise,
yaratılan mükemmelse ben neden üzerimdeki o mükemmelliğin tezahüründe zorluk yaşıyorum. O halde bende bir problem var. Benim algımda bir problem var.
Sonra döndüm dedim ki, ben kendimi biliyor muyum acaba? Döndüm, ben kimim?
Diye sordum. Evet, ben kimim? Net bir cümle. Sararmış bir gül hükmünde gördüm
kendimi, çünkü kendini bilemeyince sararıp soluyor insan. En güzeli bile olsa sararıyor. Sonra döndüm kâinata, başını göğe doğru kaldır, 1 milyardan fazla galaksi
var kâinatta. Sınırlı bir kâinat, sonsuz değil. 1 milyardan fazla galaksi var. Her bir
galaksinin içinde de 1 milyardan fazla güneş sistemi var. Bunlardan bir tanesi, Samanyolu desem şuna, şuradaki bir tane güneş de bizim güneşimiz. Ama milyarlarca
güneş içeren galaksiler var, milyarlarcadan fazla var. Sonra birazcık dedim, Figen
sen bu kadar dağılma uzaklara gitme, dünyana dön. Dünyaya geldim. Yavrum benim çok yakışıklı, çok yakışmış dedim, Şurada Türkiye var, şurada İstanbul, biz
de buradayız. Neyse baktım böyle dünyaya, tabii büyük ağabey yani, Venüs, Mars
diğer bir kaç gezegenin büyüğü. Yani tatlı, hani benim evim 200 m2 filan gibi havasında böyle duruyor veya ben bu sınıfın başkanıyım gibi duruyor. Fakat “Gururlanma Padişahım, senden büyük Allah var.” havasında böyle duruyor biraz sonra
Jüpiter geldi onun yanına. Biliyorsunuz Güneş'in çevresinde dönen 9 tane gezegen
var. Bunların en büyüğü de Jüpiter. Jüpiter'in de bulunduğu bu 9 kardeşin arasında
Dünya'nın yeri şu kadarcık kaldı. Biraz sonra Jüpiter fazla böyle dayılanınca, Güneş dedi ki; “Haddini bil.” Siz hepiniz kardeşsiniz birbirinize çok da öyle üstünlüğünüz yok aslında benim yanımda. Dünya şurada kaldı, şuradaki nohut tanesi kadar
bir yer. Jüpiter de işte bir misket kadar filan. “Siz uslu uslu oturun ben arkadaşlarla
bir çay içip geleyim.” dedi. Onun ait olduğu Samanyolu Galaksisinin de bir milyardan fazla yıldız var. Dört tane yıldız arkadaşıyla bizim güneşimiz çay içmeye
gitti. Meğerse güneşlerden bir tanesi 4 arkadaş daha çağırmış, 1-2-3-4-5-6-7... şurada görünmeyen nokta bizim güneşimiz. 8 tane güneşin yanında esamesi kalmayan bizim güneşimizin 10 tane güzelliğinden birinin üstündeki 6 milyar insandan
bir tanesiyim, burnumdan kıl aldırtmıyorum. O kadar ki, “Ya ne olmuş?” dese bir
tanesi, benim kafam çalışmıyor mu, ne münasebet diyorum. Zerreyim yani? Ama
bu kadar zerreliğime rağmen benim içime de muhteşem bir kâinat dercedilmiş.
Şimdi küçüklüğüme rağmen bütün kâinatın sahibi benim hem iç dizaynımı, hem
de dış dizaynımı benim isteğime göre dizayn etmiş. Ben derin bir nefes aldım, ama
deminden beri hepimiz nefes alıyoruz. Dakikada ortalama 16 kere nefes alıyoruz.
Hiç farkında bile değiliz. Akciğerimizi, kaburgalarımızı, damar sistemimizi, iç dizaynımızı ayarladığı gibi Rabbim, havanın içindeki oksijen oranını da ayarlamış.
Hani “Ol mahiler ki; derya içredir, deryayı bilmezler.” diye denizlerdeki balıklarla
15
Kadınlar Akademisi
ilgili örnek verilir ya, güzelliklerin içinde yaşanırken farkına varılmadığını anlatan
cümle ama kâinata baktığımız zaman şu ana kadar bilim adamları, Nasa'dakiler
atmosfere sahip başka bir gezegen de hiç tespit edememişler. Tek atmosfer bizim
dünyamızın çevresinde var. Hani o coğrafya derslerinde anlatırlar ya bize, 7 katlı
göğün çevresinde, dünyanın çevresinde. Ne yapar atmosfer? En alt tabakası bizim
içinde bulunduğumuz havayı ayarlar. Biz yine biliriz, % 79 azot, % 21 oksijen vardır. Şimşekler çaktığı zaman, bulutlar birbirine “Merhaba” dediği zaman, bu azotla
oksijenin birleşiminden, % 75 - % 25 olarak değil de, % 79 - % 21 problem olmazken,% 25 - % 75 olsa, her bir bulutun çarpışması, şimşeğin ortaya çıkışında, jenör
patlayıcısı gibi azotla oksijenin birleşmesinden ateş yağabilecekken bu % 79 / %
21 0ranı sebebiyle ateş yerine rahmet olan yağmur yağıyor. Artı basınç. Hani böyle
denizin dibine aniden giden de vurgun yediği gibi, siz dağların tepesine de tırmansanız nefesiniz daralır. En uygun oksijeni tam sizin bulunduğunuz kata ayarlamış.
Âlemde bir zerreyim ama, bu Kainatın Sahibi bütün bu dizaynı bana göre ayarlamış. O halde insanlar istediği kadar bana değer vermesin, O beni değerli görüyor
ya, ben değerliyim. Annem bana istediği kadar “Sulu köyden susuz gelirsin” desin,
Babam bana istediği kadar “ Kız olacağına erkek olsaydın, sen beni utandırıyorsun” desin, Cahiliye Dönemi’nin kelimeleri bunlar. Hani anlatılırken, o dönemle
ilgili yorum yapmak haddim değil ama Efendimizin (sav) geldiği dönemde neydi?
Kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. Neden gömüyorlardı? Çünkü kız çocukları
ahlaksızlık, abidesiydi, büyüdüğü zaman başımızı derde sokacak, ahlaksızlıkla bizi
utandıracak diye daha onlar büyümeden öldürerek akıllarınca yine bir realizasyon
var orada, sağken temizken gömüyorlardı. Böyle bir düşünce. Şimdi her şeyin kılıfına uydurulabildiği bir noktada Rabbim beni seviyor. İsterse bütün dünya bana
rest çeksin, Rabbim beni seviyor. Kocam desin ki; “Yaşın geçti çirkinleştin”, bana
bir mail geldi, “Eşim bana bazı hayvancıkların isimleriyle hitap ediyor, dinde bu
var mı?” diye bir mail var. Biz de düşündük, taşındık hayvancıklar ne olabilir?
“Kuzum, Kuşum” diyebilir, “Civcivim” diyebilir, hani “Sarı kanaryam” diyebilir.
Bunları mı diyor diye cevaben mail yazdık. O da, tabirimi hoş görün,16 tane hayvanı ihtiva eden bir liste yollamış, listenin içinde bunların hiç biri yok. Şimdi bak ben
sadece bir kelimesini söyleyeyim, bu çok kibar böyle sütten çıkmış ak kaşık gibi
cümle “Mal mal bakma... diyor” dedi. Mal dediğin mülk, kimin mülkü? Cenab-ı
Allah'ın mülkü. Dedik ki ona sadece; “O sana değil, seni 'Yaradan'a hakaret ediyor.
O’na ancak dua edilebilir. Yani ancak acınabilir. Çünkü sen bu dünyaya gelmeden
önce kendi şartlarını belirlemiş biri değilsin. Cinsini, ırkını, yerini, ülkeni belirlemiş biri değilsin. Seni küçük görene ancak acıyabilirsin, yardımcı olabilirsin.”
Nasıl havaya girdik ama. Benim koruyucum bir Allah var ki, sizi tarumar eder. Ama
benim şimdi birazcık ayağa kalkmam lazım. Şimdi diyorsunuz kılıç kalkanı elimize
16
Kadınlar Akademisi
alırız, onları da alırız bir gün. Biz zaten
saygılı davranırız. Kadın merhamet,
şefkat abidesi, yani. Ama ezilmeye de...
Sonuçta bu mülkün de sahibi, kimliğin
de sahibi, beni kadın ve anne olarak
yarattıysa, benim ayağımın altına Cennet'i serdiyse, benim kendime yatırım
yapmam, ama saygınlığımı da tatlı tatlı
hatırlatmam lazım. Yoksa başka feministlerden filan benim öğreneceğim bir
şeyim yok. Feministler gelsin benden eğitim alsın yani. Daha doğrusu bizden eğitim alsınlar.
Evet, devam ediyorum, hayatı nasıl algılıyoruz? Olay böyle de ben hayatı
biraz farklı algılıyorum. Benden köy kasaba olmaz diyor. Ben yapamam. Yapanlar
nasıl yaptı? Şöyle hayata bakışını değiştir. İnsan ve kadın olarak sen misyonunun
farkında mısın? Çok farkında olmadığımı gördüm. Ne yapayım derken, merak
ettim, karşımıza iki fotoğraf çıktı. Şimdi bu iki fotoğraf benim hayatımın standart
fotoğrafı. Nasıl? Bu sana neyi hatırlatıyor diye bir zamanlar bir reklam vardı,
“çokomilk” diyordu herkes. Sonra hep “Bu sana neyi hatırlatıyor- çokomilk.” Sonra
diyordu ki; “Hiç aklımdan çıkmıyor ki.” Şimdi bu iki fotoğraf da 2008'de Mardin'e
gittiğimiz günden bu yana benim hiç aklımdan çıkmıyor. Şimdi, Hayatın İçinde
Kadın ve Kimlik’le bu fotoğrafların ne alakası var Figen Hanım? Onu da bir parça
paylaşayım. Burası Kasımiye Medresesi. Nerede? Mardin'de. Mardin gerçekten
çok güzel bir ilimiz. Rabbim belediye olarak toplu geziler yapıp görmeyi nasip
etsin. Tarihi, turistik değerleri gerçekten çok güzel bir yer. Biz de oraya 35 tane
kadar doktor arkadaşla 2008'de sağlık taramasına gittik. Son bir saat şöyle hızlı bir
Mardin turu yaptırdılar. Ve ardından medreseye geldik. Geldik ama çok eski bir
medrese. Rektörlerin eğitim gördüğü bir medrese. Gelince baktım, yavrum benim,
şöyle havuzlar öyle çok da estetik değil yani. Hele ben Bursa görmüş biriyim,
Bursa'daki şadırvanları görmüşüm. Şöyle içeri girince hafifçe yollu dedim ki;
keşke Bursa'daki şadırvanlar gibi olsaydı falan havuzlar. Benim estetik ve mimari
bilgimden faydalansalardı keşke. Orada fikrimi ifade ediverdim öyle. Neyse, devam
ettik. Bu arada herhalde rehberi biraz kızdırdım. Ben hep fikrimi beyan ediyorum.
Burası ne? Keşke şöyle olsaymış, Selçuklular bana sormamış yani hata etmişler.
Rehber de sağ olsun yanıma geldi, dedi ki; “iki tip insana dil ile nasihat zor olur,
biri fikri kalın olan, bir tanesi de cüzdanı kalın olan. Fikri kalın olan; siz bir şey
söylersiniz, “Ben onu biliyordum zaten” der. Cüzdanı kalın olan da o bilenlere
parayı bastırdım mı emrimde çalıştırıyorum” der geçer” dedi. Bunu bilen, bu binayı
17
Kadınlar Akademisi
yapan, rektörlere eğitim verenler
“Hal diliyle nasihat etmişler” dedi.
Allah Allah! Hal dili; havuzlar
meğerse konuşuyorlarmış. “Nasıl
konuşuyorlar ki?” dedim, yani.
Duvardan aşağıya doğru akan su
ruhlar âleminden dünyaya gelişi
temsil ediyormuş. Birinci küçük
havuz kişinin anne karnında
geçirdiği süreymiş, kadın erkek
diye bir ayırım yok. Bu insanın
seyri. Bunun tabanı da dümdüz
değil, şöyle 45 derecelik açıyla. Damlıyor çıkışa giriyor. Durmak yok anne karnında.
Bakıyorsunuz hamileydi. A!.. ne çabuk geçmiş günler, daha dün hamileydi. Ahir
zaman deyiveriyoruz. Ben hemen yine burada fikrimi beyan ettim yanımdaki
arkadaşa. Burası çocukluk herhalde dedim. Çocukluk, gençlik ben anlarım çünkü
hani zekiyim ya. Şurası ergenlik, burası da gençlik, burası da ölüm herhalde dedim.
Rehber hanım dayanamadı. “Siz her konuda böyle hep karışır mısınız?” dedi. Ben
de fikrimi beyan ederim efendim dedim. “Allah eşinize yardım etsin” dedi. İşte
benim gibi bir hatunu var daha ne istiyor falan dedim. Orada hiç yine zeytinyağı
gibi yukarıya çıktım ama mesele öyle değilmiş, burası doğum geçidiymiş, burası
da ölüm geçidi. Yani dünya şu kadarmış. Sükût dedim. Burası ne peki? Burası
kabir hayatıymış, şurası sura üflenip, ruhların bedenle buluştuğu nokta, mahşer
yerine yürünen dar bir yol, burası da mahşer yeri, hesap, mizan, Cennet, Cemal.
“Buradaki nasihat ne ola ki?” dedi yanımdaki arkadaş. Dünyanın küçüklüğünü
düşünüp, dünyanın bir misafirhane olduğunu bilip, ebedi hayatı için gerekli olan
levazımatı, malzemeyi temin edeceğin tek yerin burası olduğunu bilip zamanı iyi
değerlendirmektir. Çünkü burası, şurayı iyi değerlendirirseniz buradan kar gelmeye
devam ediyor. Ama burayı iyi değerlendirmezseniz burada bekleyin ki zaman
geçsin. Dünya havuzunu da böyle dümdüz yapmamışlar, yarıya kadar bir sistemi
var, 45 derecelik açıyla iniyor, sonra 15 derecelik yokuşla çıkıyor.
O nasıl ki? Dedim. Dediler ki; “Doğdunuz, Aa! Kaykay doğdu, Aa! Yavrum
benim, ilköğretime başladı, bitirdi, çok iyi bir lise, Üniversite, mühendisliği bitirdi
çocuğum benim, mastır, doktorasını yaptı.” ...Evlendirdiniz mi? ...“Yok, öyle
nişanladık.” ...Nasıllar? ...“E işte gelin iyi de... idare edeceksin.” ...Bu hayatın
böyle seyri. ...Evi var mı çocuğun? ...“Yok da arabası var ama ev taksitine girdiler.”
...Eşyaları kim aldı?...“Kendileri”...Yapmadılar bu işi. Senin annen bize hiç emek
çekmedi, ben onlara tavrımı koyacağım... onun annesi, bunun annesi. İlk bayram...
nereye gideceğiz?... senin annen... benim annem... ikisine de gitmeyeceğiz, tatile
18
Kadınlar Akademisi
gideceğiz... çocuk istemiyorum, çocuğa kim bakacak sonra, annen gelecek, çocuk
nedeniyle evimize çöreklenecek. “Yaş 35” diyor, “yolun yarısı eder, Dante gibi
ortasındayız ömrün.” der Cahit Sıtkı Tarancı.
“Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
19
Kadınlar Akademisi
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”
Tam 37 yaşında ve Allahaısmarladık. Ama 35 yaşına kadar bedenin, beynin en zinde
olduğu günlerde ben kimlerle cebelleşiyorum? Yok onun annesi, yok bunun annesi.
Yok geldiler, yok gelmediler. Yok yaptılar, yok yapmadılar. Oradan bir arabesk
geliyor, “Geçti ömrüm geçti...”diyor. “Ziyan oldum ziyan, nerede? ...nerede ben
yanlış yaptım...?” dememek için hayatın imtihanları ne olursa olsun, hayatın yanında
şöyle kendinize bir yol ayırmak lazım. Kendinize bir zaman dilimi ayırmak lazım.
Aslında Allah rızası için olma ve Allah'ın huzuruna çıkma burada kişinin kendine
ayrılan zamanı. Rabbim bu sebeple namazdan ve istikametten ayırmasın. Ama biz
35 yaşına kadar çok da öyle bilmiyoruz. Yokuş aşağı öyle bir gidiyor ki, hep öyle
zinde bir hayat, hep öyle gidecek zannediyoruz. Sonra bir bakıyorsunuz ki, 40’a
doğru yaklaştığınızda sırtınız ağrıyor, doktora gidiveriyorsunuz, “kemik erimeniz
varmış, 'Devit-3' iki ampul verelim size…” diyor. En basitinden. Romatizmalarınız
başlıyor, yağmur yağacak diyorsunuz. Bir mamografi mi yaptırsam, jinekolojiye
kontrole mi gitsem, derken, bir bakıyorsunuz ki, ağrılarla zorlu bir yokuş. Bu
kadarcık kısa bir dünya, burası misafirhane. Tam son nefese yaklaşınca Eyvaah!
diyorsunuz, “ömür meğerse geçip giden bir rüzgar gibiymiş..”
Hadis-i şerif var; “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Mesela bu eğitim
programları nedir? Ölmeden önce uyanma noktalarıdır. Kocanla ilgili problemleri
takma kafana, çocuklarınla takma, Onlara değer ver, onları sev. Ama aman ha, sen
hayatta tek başına bir bireysin, kendi adına yatırım yapmayı da sakın ha ihmal
etme. Bizim genelde Türk toplumu olarak şöyle bir şeyimiz var; biz kendimizi
ifade etmekten çok, birilerinin bizi takdir etmesini bekleriz. Anlayıp bize sunmasını
bekleriz. “Hakkım değil mi? Onca saçımı süpürge ettim, onun bunu düşünmesi
gerekli değil miydi?” Düşünmeyebilir yani. Düşünmeyince de düşman ilan
ederiz, alırız kalaşnikofu, bekleriz, bekleriz, takır takır bir tararız ki, artık onun
arkasından da ortalık perişan olur. Evlilikte mesele en ciddi perişan eden şeylerden
biri sevmemek değildir, saymamaktır. Biz saygıyı kaybedebiliyoruz. Sen zaten
şöyle adamın birisin. Biz bir de bu saygısızlığı nerede yaparız? Babamızın yanında
yaparız. “Ah babacığım ah! Nerede senin gibi eli becerikli, bir şeyden anlamıyor.”
Siz bunu yaparsanız karşı taraf geride mi durur? Hemen gelir, Ah anacığım ah!
Düzen yok, tertip yok, senin çorbalarının tadı hiç bir yerde yok. Eve gidince tekrar,
“Sen beni babanın yanında...”, “Sen beni annenin yanında...” Şimdi filler böyle
20
Kadınlar Akademisi
kavga ederken, fillerin ayaklarının altında en çok kimler ezilir? Çocuklar, yani
çimenler. “Bir an önce evlenip de kurtulsam şu evden” diyerek ilk olumsuz modele
atlayıp giden kızlar, “Sizden ne köy ne kasaba olur, sizden anne baba olmaz” deyip,
internet kafeye, arkadaşlara, kendisini onore eden, değer veren, eline uyuşturucuyu
veren, silahı verenlerin yanına, Allah muhafaza, gençliğimizi yediğimiz gibi
meyvelerimizi de bozuk para gibi eze eze yemiş oluruz. O yüzden biz gurur için,
hava için değil, evlatlarımız için kendimizin farkında olmak zorundayız. Onlar bize
emanet.
Ben çok ilginç bir şey söyleyeyim size. Çocukluk depresyonundan,
daha doğrusu bebeklik depresyonundan bahsettiler. Ben yok canım dedim, yani
bebekliğin depresyonu mu olur? Oluyormuş. Emmiyor çocuklar yeni doğunca
depresyonda. Yeni doğan bebeğin de depresyonu nasıl olur dediğinizde, karşınıza
çıkıveriyor. Anne karnındayken diyor ya, hiç istemiyordu çocuğu, nereden geldi,
nasıl bakacağız? Maaş derdi, çocuk derdi, ev derdi, geldi artık ne yapacaksın,
aldıramazsın da, hayat böyle devam edecek. Yavrucağım diyor ki, hiç istenmediğim
dünyaya geliyorum. Emmiyor sonra, geceleri gazı oluyor, koşturuyorsunuz, papatya
çayı, rezene çayı. Hâlbuki en ciddi ilaç sevgi. Kendimizin farkında olup çevremize
sevgi çiçekleri dağıtabilmek.
Evet, bu yol uzun gibi görünüyor da, Ama bazen öyle bir şey var ki, bütün
bu yol, eğer şurayı iyi değerlendirirseniz, göz açıp kapayana kadar da geçmesi
mümkün mü? Mümkündür. Onunla ilgili örnekler verilir ama onu başka bir bahara
bırakıp, diyorum ki; eğer şu yolun hızlı, bereketli güzel geçmesini istiyorsam
dünyayı iyi değerlendirmek durumundayım. Benim bugünkü derdim; kadın olarak
şu dünyayı iyi değerlendirmek. Ben kendi adıma mahşer yerinden korkuyorum.
Bilmiyorum içinizde hac nasip olan var mı? Arafat'tan Müzdelife'ye yürünen yol
burası. 3 milyon kişi aynı gece Arafat'tan Müzdelife'ye gidiyor. 16 km.'lik yol,
yorgun bir vücut, burayı yürümek çok da kolay olmuyor. Ama 3 milyon kişi hepsi
Arafat'tan Müzdelife'ye gidiyor. Bir de mahşer yerini düşünün. Ben ne yapayım
dedim, bana ne, ben herkes gibi böyle yürümek istemiyorum, ben VİP'te olmak
istiyorum yani. İyi bir turla gittiğinizde, 16 km.’nin 15 kilometresini vınnn, sizi
lüks otobüslerle götürüyorlar, 1 km.'yi böyle göstermelik yürüyüveriyorsunuz.
Mahşer yerinin de VİP'leri var mıdır? Vardır. Arş-ı Alanın gölgesi, Havz-ı Kevser'in
başı, buralarda tur atmak istiyorum. Arş-ı Ala'nın gölgesi dedim, Allah için birbirini
sevenlerden önce adil idareciler, gene kadınlar ne kadar idareci oluyor? Olamıyor.
Olur mu? Evlatlarıma eşit davrandığım an Arş-ı Ala'nın gölgesindeyim. Ben
kendimi fark eder, gelin-kaynana-koca-akraba kavgalarını bırakır, evlatlarıma eşit
muameleyle eğitim verirsem Arş-ı Ala'nın gölgesindeyim. Neyse VİP'den sonra
bahsedelim, ben konuma devam ediyorum. Bir koşuşturmanın içinde gidiyorum,
21
Kadınlar Akademisi
hayatı anlamlandırmam lazım. Nasıl anlamlandıracağım ki? Günümüzdeki hayat
tarzı, maddi imkânlar, dünyevi meşguliyetler bizi çok oyalıyor. En çok şu “Hayat
Tarzı” denen nokta sağ olsun, eğitimci liselerimiz var yani. Her akşam bizi böyle
değişik şekillerde eğitiyorlar, tahrip ediyorlar, bozuyorlar.
Bir örnek vereyim. Acilde nöbetçiyim, daha doğrusu, arkadaş Cuma günü Cuma
namazına gitti, Bir saat ben acile bakıyorum. 68 yaşında migren atağıyla bir
teyzem geldi. “Başım çok ağrıyor evlat” dedi. Ben de aldım, baktım, tansiyonu
falan normal, migren, acilde serumunu taktık, içerisinde ağrı kesicisini verirken,
moral olsun diye hafifçe şöyle sırtına dokundum, “Gelin mi üzdü?” dedim, hani
böyle kayın validelerin damarıdır gibi, hâlbuki gıybet, ne gereği var kadıncağızı
gelinin arkasından konuşturacaksın, “Aah! Aah! Yavrum hep Feriha'nın yüzünden
oldu” dedi. Oğlan idare edemiyor mu teyzeciğim? Dedim. “Edemiyor, Emir idare
etse olmayacak zaten bunlar” dedi. Anlamıyor mu dedim. Şimdi ben böyle saf saf
sorunca, hemşire hanım anladı benim bihaber olduğumu, kenara aldı, hocam dedi
bu bir dizi. Feriha'nın adı yok mu? Ha “Adını Feriha Koydum” öyle bir şey. Bu
dedi böyle böyle bir dizi var. Sonra içeri geldim, dedim bak ben bu baş ağrısının
sebebini sana söyleyeyim, Feriha kapıcının kızı, Emir de zengin patronun oğlu.
Nerelisin teyzem? Dedim. “Kastamonu” dedi. Maşallah güzel de bir hanımmışsın,
kim bilir gençliğinde ne kadar güzeldin dedim. “Ooo! Çok güzeldim, gerçekten”
dedi. “Köyün bütün delikanlıları da peşimdeydi” dedi. 68 yaşında teyze kızları
da başında, oğlu da gidip ödeme yapıyor, geliyor falan. Ondan sonra, annemiz
muhteşem hasta. Tabii güzel insanın böyle, köyde baban ne iş yapardı? Tarlanız
mı vardı? “Biz fakirdik, babam çoban idi” dedi. “Ama köyün ağasının oğlu bile
bana âşıktı.” Onunla mı evlendin şimdi? Dedim. “Yok” dedi. “Zengin ya onlar”
dedi. “Çobanın kızını almadılar” dedi. “Davul dengi dengine gitti ama kimse
bizim aşkımızı dinlemedi” dedi. Dedim ki; stop. Arkadaşlara, hemşirelere döndüm
dedim ki, siz zannediyor musunuz ki, Emir'le Feriha'nın aşkına üzülüyor bu teyze?
18 yaşında yaşadığı aşkına ulaşamamasının acısını 50 yıl sonra yaşıyor. Olur
mu böyle bir şey? Psikiyatristlere gittiğinizde, aynal yorumlar diye bahsediyor,
diziler de bu aynal yorumlara hitap ediyormuş. Siz onu seyrederken, beyninizde
aynen siz onu kendiniz yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. O teyze 68 yaşında 50
yıl öncesine gidiyor, 18 yaşındaki duygularının karşılığı olarak tepkiyle acile
baş ağrısıyla geliyor. Kimisinin başı ağrıyor, kimisinin vücudu haşat gibi oluyor,
kimisinin, Kurtlar Vadisi'nden sonra sinirleri geriliyor. Toplumda böyle geçmişi
yaşayan yaşayana. Hiç kimsenin geleceği yaşamaya enerjisi kalmıyor. Geçmişle
öyle bir oyalanıyor ki, atılımı kim yapacak dendiğinde hiç kimsenin hali yok.
Dertlerle malul. Her akşam insan bu kadar mı dertlerle malul olmak için o siyah
kumandanın başına gider. Hatta bir arkadaştan duydum, diyor ki; “Bir dizi kesmiyor
22
Kadınlar Akademisi
beni, falanca kanalda falanı da reklam alanında falan ikisini birden götürüyorum.
Ama ne yapayım? İkisinden de geçemiyorum.” Detayına inecek olsanız, ailede
sohbet kalmamış, kocasıyla paylaştığı konu kalmamış, çocuklarından göreceği
saygı kalmamış, kaçtığı bir televizyon var dostu. Rabbim televizyonun şerrinden
muhafaza eylesin. Hayat tarzı, Maddi imkânlar. Maddi imkânları da, mesela İstanbul
dizilerine bakın, bir tane doğru dürüst orta halli evde çekilmiş bir dizi yok. Yani
hep böyle villalarda, herkes baktığı zaman, “Vay be insanlar nerelerde oturuyor?”
diyor. Siz İstanbul'dasınız, çevrenizi görüyorsunuz, bir de bu olaya Siirt'ten bakın,
Hakkari'den bakın. Büyük kitleleri birbirine vurdurmalarına bakın. “Adamlar nasıl
yaşıyorlar, bir de bizim buradaki halimize bakın.” Sonra birbirine giren kitleleri
düşünün. Çok taktik stratejist diyorlar. Ne yapalım? Hataları bulalım. Hayır, biz
onların bizi etkilemelerine izin vermeden, misyonumuzu hissedip neslimize sahip
çıkalım. Evlatlarımıza güzel modeller, güzel örnekler olalım. Yoksa şikâyet etmek
çözüm değil ki. İnsanın yakınında gördüğü, yakınında bulduğu, yakinen tanıdığı
onu daha fazla etkiliyorsa ben de ne yapabileceğime bir bakarım.
Ben de sordum; Beni cezbeden, tatmin eden, mutlu eden ne? Tabii, mutlu ve
entelektüel kadın olmak beni mutlu edebilir. Ben hiperaktif çocuklara, büyüyünce
benim gibi olacaklar diye hiç kızmam. Mutlu ve entelektüel kadın. Tabii mutlu olmak
da âşık olmaktan geçiyor ama aşık olmak için öncelikle aradığın aşkı bulmuş olmak
lazım. Aşk dediğiniz şey mum alevi gibi ne kadar süre devam eder bilmiyorum.
Sevgi ve saygı işin içine girmedikten sonra aşkla geçen bir ömür, Allah aşkı dışında
çok da uzun vadeli görmüyorum. Sonra devam ediyorum, bizi en çok etkileyen
şeylerden bir tanesi diyetisyenlik midir nedir? Dönmedi dilim neyse diyet estetik
diyelim. Böyle bir bölüm var ya, şu son dönemde bir psikolojiye bir de ona ihtiyaç
artmış. Gidiyor musun? Rejime dikkat ediyor musun? Televizyon programlarında
bakıyor musun? Maydanoz suyu mu zayıflatıyormuş ne? Hâlbuki ben kendimle
barışık olduğum ve vücuduma da çok eziyet etmediğim müddetçe benden daha
iyisi olmamalı. Ama öyle değil, açlıktan ölecek kadar az yiyip, vücut ölçülerini sıfır
beden olarak koruman lazım. Koruyamayanlara yazık(!). Maddi hiçbir sıkıntının
olmaması lazım, hiç bir sıkıntı. Hiçbir şeye ihtiyaç hissetmemen, hele evimin çok
güzel olması, şöyle eskitme kapılar filan böyle çok hoşuma gidiyor. Melek anne
diye Beylerbeyi'nde oturan, şimdi rahmetli olan bir teyzem vardı. Denizin kıyısında
evler var, aradan yol geçiyor, onun bir üstünde evi. Bizim tanışmamız da sağlık
nedeniyle idi. Kalın barsak kanseriydi, o sırada bir diyaloğumuz olmuştu. Bir gün
balkona oturduk, dedi ki; “Bak, şuradan şuraya bütün evlerin sahiplerini biliyorum.
Bir tane mutlusu yok içinde” dedi. “Şu alkolik, şunun kocası terk etti, bu hasta, şu
şöyle... ama hepsinin evi denize sıfır.” Allah'ı tanımadıktan sonra nerede olursanız
olun mutlu olmak mümkün olmuyor. Evler, yaşadığımız sosyal muhitler, zevkler
23
Kadınlar Akademisi
sizi mutlu etmiyor.
Benim memleketim Aydın/Nazilli. Nazilli küçük bir ilçedir böyle, güzeldir
yani. İklimi de yumuşak, hoş. Orada basma fabrikası vardı, Sümerbank Basma
Fabrikası diye geçer, babam da orada ustabaşıydı. Fransızlar yapmış fabrikayı.
Böyle 70 m2'lik lojmanları vardı. Böyle çevresinde bahçeler. Bana çocukluğumu
sorduğunuzda, Allah! Cennette mi yaşıyorum acaba, sarayda mı yaşıyorum?
Şimdi evimizin küçük bir balkonu var, orada bile benim 17 tane gül saksım var.
Neden, çocukluğumun geçtiği bahçede güller vardı ve çok mutluydum. Ben güllere
bakınca çocukluğumu hatırlayıp mutlu oluyorum. Yıllar sonra çocukları aldım
Nazilli'ye gittim. Lojmanlar yıkılmış, fabrika üniversite olmuş, hasbelkader, bizim
yaşadığımız ev depo olarak kalmış. Çocuklar geldiler dediler; “Anne bu evde mi
yaşadın?” Evet, bu evde yaşadım. Burası diyorum yatak odasıydı, balkon sofa
dedikleri kadar, “bu kadar küçük evde nasıl yaşadın?” Bana saraydı burası dedim.
Size küçük görünüyor ama benim çocukluğumda o evimizi bana sorduğunuzda
benim için saraydı. Halinden şikâyet eden bir annem, eve gelip terör estiren bir
babam yoktu. “Hamdolsun, Elhamdülillah” diyen bir anne babam vardı. Hiç
unutmuyorum, ben üniversiteye gittiğim zaman Rizeli, babası kuyumcu olan bir
arkadaş, “Senin baban müteahhit mi?” dedi. Dedim ki; nereden çıktı? Dedi ki; “Her
teneffüste kızlara çay ısmarlıyorsun” dedi. Babam işçi emeklisi, emekli maaşıyla
geçinen biri. Neden? Bir çay bana göre, çünkü; gani gani kendiyle mutlu bir ailede
büyümek.
Şimdi biz çocuklarımıza hangi aile ortamını veriyoruz acaba? Yetmedi, bitmedi,
mutlu olmadım, alamadım, çalışmadım, olmadı, tutmadım. Çocuklar evden kaçacak
yer arıyorlar. Eskilerin bir şarkısı vardı; “Affan dedeye para saydım, sattı bana
çocukluğumu.” derdi. Şimdi acaba çocuklar çocukluğunu satın almak isteyecek
mi? Yoksa hırsla hayat atılmak mı isteyecek? Evlerimizi Cennet Bahçesi haline biz
getirebiliriz. Bunların hepsi bana göre mutluluk veren değil, olursa güzel, O’nun
rızası istikametinde kullanılırsa güzel, ama mutluluğu verecek olan şey bu değil.
Ben acaba biraz kendime mi güvenmiyorum? Hani güvenimi mi yıkmışlar? Dedim,
sonra baktım, şu kuğunun bile görüntüsünden uçtuğunda, Allah'ın izniyle dünyayı
uçurur mu bu kadın? Allah'ın izniyle uçurur. Ne yapayım o zaman? Cevap: Zaman
öldürmekte çok usta olduğumu biliyorum. Zaman öldürme konusunda birazcık daha
cimri olayım. Kredi kartıyla harcama konusunda demiyorum ama zaman öldürme
konusunda çok iyi olduğumuzu ben biliyorum yani. Birisine 5 dakika gülümsemek
çok zor gelirken, saatlerce telefonla lak lak çok kolay gelebiliyor. Zannediyorum
ki ben başkasına zamanımı ayırıyorum. Hayır, kendi zamanımı bozuk para gibi
yiyorum. Ne yapayım? Zaman gidiyor, değiş Figen diyorum kendime, değiş, tarzını
değiştir. Bir söz var, biraz ağırca bir söz; işte “Bir kuşu kafesten çıkarmak, o kuşun
24
Kadınlar Akademisi
kafasından kafesi çıkarmaktan daha kolaydır.” diyor. Kafalarımızda kafesler var.
Öyle anlatırlar ya, bir kavanoza bir pire koymuşlar, bir sıçramış kapağa çarpmış,
iki sıçramış kapağa çarpmış, üçüncüsünde kapağı almışlar ama artık pire başı
kapağa çarpacak diye zıplamamış. Biz de biraz öyle. Ben yapamam, ben bir kere
denedim olmadı ama başarı öykülerini anlatırlar bize, işte Kentuky Fried Chicken
diye bir mağaza zinciri vardır, işte dokuz yüz bilmem kaç kişiye tavuğunu sunmuş
hiç biri beğenmemiş, ama adam sonrasında vay be dünyada tavuk markası olmuş.
Ee! Yılmamak lazım. İşte Edison denerken bilmem kaçıncı deneyinde elektrik
ampulünü bulmuş, Vav! caymamak lazım ama bizde sağ olsun öyle bir inşaat, yapı
var ki, depresyona acayip meyilliyiz. Mesela ben hiç birinizin evinde olduğunu
düşünmüyorum. Alın bir şarkı sözü söyleyeceğim, şarkıyı söylemeyeceğim,
“Batsın bu dünya, bitsin bu rüya, kaderin böylesine yazıklar olsun.” Bu şarkı
sözünü bilmeyen var mı içinizde? Herkes biliyor. Orhan Gencebay'ın. Ben bir
keresinde Boğaz gezisine giderken baktım Orhan Baba tam köprünün ayağında o
da çayını içiyor, vay be dedim Orhan Baba burada mı yazdın bu şarkıyı? “Batsın
bu dünya...” Ama beynimin bilinçaltına girmiş bu. Sonra bizim ikinci sevdiğimiz
bir türkücümüz vardı, İbrahim Tatlıses. Onun bir “Yalnızım” türküsü vardır. “Tutun
kollarımdan düşerim şimdi, yalnızım, yalnızım, yalnızım dostlar.” İnsanın Allah'ı
olduktan sonra hiç yalnız olmaz ama o şarkıyı nağmesiyle bir dinlediğinizde
elinizin, kolunuzun canı gider yani. Ardından ben arabesk, Türk Halk Müziği
dinlemiyorum diyebilirsiniz. Türk Sanat Musikisine şöyle gidiyorsunuz, toplumu
çünkü çok ciddi hazırlamışlar. Çünkü; buradaki bir saat bu seminer elimizdeki
sihirli değnek değil yani böyle tıkıtık tık. Demin Saniye Hanım dedi ya; “Ne olur
devam edin.” devam da değil, dikkatli olun. Bizi yıllarca bu şarkılarla, devamla
belli konularda demoralizasyona itmişler. Türk Sanat Musikisi, “Gülmeyecek bu
yüzü neden verdin bana Yarab... Ya birazcık neşe ver, ya beni baştan yarat.” Hâşâ
emrin olur yani. Bu şarkını içinde isyan. “Çile bülbülüm çile...” Safiye Ayla'nın bir
zamanlar 10 Kasımlarda, hiç duyamazsak 10 Kasımlarda... Ben hatırlıyorum, 10
Kasım’da Atatürk'ün sevdiği sanatçı diye ona şarkı söyletirlerdi. O da Çile bülbülüm
çile... Allah diye bağırınca, ben de ufağım, anne! anne! televizyonda kadının biri
Allah diye bağırıyor. Bu benim çok ilgimi çekerdi orada Allah demesi. Ama öbür
kelime de var; Çile. Hayat çile demektir yani. Ardından biraz daha geçiyorsunuz,
Türk Sanat Musikisinde çok örneği var bunun % 80 kadere isyan, % 15 işte alkol,
agora meyhanesi, % 5'te Efendimizle buluşmaları bile neşeye dönüştürmüşüz ama
“Muhabbet bağına girdim bu gece, gonca güllerini derdim bu gece, Vuslatın şahına
erdim bu gece. Muhabbet doyulmaz bir pınar imiş...” Ama bunun arkasından
müziği duysanız. “Ararım.” diye gidiyor yani. Hâlbuki Efendimiz’i (sav) rüyasında
görmüş, “Muhabbet bağı.” dediği Sallalahu aleyhi ve sellem'i gördüğü bir rüya.
25
Kadınlar Akademisi
Maneviyattan kopmuşuz, depresyonun kucağına oturmuşuz, birisi bana “hadi
yürü” dediğinde, hiç halim yok diyorum. Yorgunum, yorgunsun, yorgunuz...
Sıkkınım, sıkkınsın, sıkkın... bize böyle kalkıp adımını at diyorsun hiç halim yok.
...Böyle geldi, böyle gidecek değil. Böyle geldi, böyle gitmesin. Etraf kupkuru
bile olsa, dıştaki engellerden önce biz “Allah'ın izniyle ben bunu yaparım” demek
lazım. 8 yıl kadar önce Amerika'dan iki tane prof. bayan geldi. İslam'da kadını
araştırıyorlarmış. Birisi 82 yaşında birisi de 73 yaşında. Birlikte kahvaltı falan
yaptık, 82 yaşında olan çok ilgimi çekti. Amerika'dan kalk gel, bir de kadıncağız
anlatırken ilk geldiği yer Türkiye diye bahsetmedi. Suriye'ye, Lübnan'a birçok
ülkeye gitmiş, İslam'daki kadın modellerini araştırıyor, Türkiye'ye de getirmişler.
Dedim kaç yıllık profesörsünüz? “Ben herhalde 20-25 yıl oldu prof. Olalı” Allah
Allah dedim, “ben doktoraya 46 yaşında başladım. Benim 5 tane çocuğum var, iki
tanesi eşimin ilk evliliğinden, 3’ü benim çocuğum.” Eşi de Felsefe profesörüymüş.
“Eşim dedi ki; “Çocuklar büyümeden doktora yapamazsın, psikolog bir kadınım. 46
yaşında doktoraya başladım” dedi. “İşte şu an kürsü başkanıyım” dedi. Geldiğinde
82 yaşında. Şimdi 89 yaşında uçağa binemiyor, bana mail atıyor. “Figen, how are
you? Nasılsın? Çok özledim.” Aynen üniversitedeki görevinde de devam ediyor. 89
yaşında. Allah Allah elin yabancılarında ne enerji var diyorum mesela, hâlbuki Eba
Eyyub Al Ensari Hazretleri bakıyorsunuz 88 yaş civarı buraya geldiğini biliyoruz.
Atına kendini bağlattığını biliyoruz. Hadi Eba Eyyub Al Ensari Hazretleri erkekti
Figen Hanım. Tamam, kadından bir örnek vereyim; Hala Sultan var. Kıbrıs'a
gidenler, Rum kesiminde olduğu için ziyaret edemiyor ama Efendimiz’in (sav)
süt teyzesi, evine ziyarete gitmiş bir gün, uyumuş dizinde, gülümseyerek uyanmış.
Hala Sultan demiş ki; “Ya Resulallah niye gülümsediniz?” “Rüya gördüm” demiş.
“Rüyamda sahabelerimiz, arkalarımızdan gelenler deniz ötesi fethe gidiyorlardı.
Görmek beni mutlu etti rüyamda” Karşılığı tam kelimesi kelimesine değil, Hala
Sultan, “Ya Resulallah” demiş, “Dua edin, ben de o sefere katılayım.” Sen kadınsın
olmaz dememiş Efendimiz (sav) Gülümsemiş, Peygamberimiz dua etmiş, “Rabbim
Hala Sultan'a da o sefere katılmasını nasip eyle.” Hala Sultan 80 küsur yaşında.
Efendimiz (sav) vefat etmiş, Hz. Ebubekir (r.a.) vefat etmiş, Hz. Ömer zamanında
Kıbrıs'a sefer düzenleniyor, Hz. Ebu Talha'nın (r.a.) bulunduğu o seferde Hala Sultan
da var. Atıyla birlikte Kıbrıs'ın fethine katılıyor. Yani, benden geçti, ben artık kayın
valideyim, gelin çay getirsin, oğlan şunu yapsın, bunlar bizim geleneklerimizde
de yok, hayatımızda da yok. Neden biz böyle olduk? İşte “Batsın bu dünya.”
dinleye dinleye kendimizi batırdık. Çıksın bu dünya Allah'ın izniyle, çıkalım. Bir
şeyler burada olsa, kimse böyle düşünmüyor çevremde, olsun, valla çevremin nasıl
düşündüğü benim çok umurumda değil. Çünkü; ben o kabre tek başıma giriyorum.
Bu hayatın hesabını bana tek başıma soracaklar, o yüzden çevrem çok da beni
26
Kadınlar Akademisi
engelleyemez deyip yola devam ediyorum.
Hayatın kontrolü kimin elinde? Ben niçin yaşıyorum? Bunları böyle derken
dünyama baktım, dünyamdan tabii taviz veremem dedim, dünyam hâlbuki 1
m2 bezle başlayıp, 1 m2 toprakla bitiyor. Dünya dediğim şey bu. Veremediğim,
paylaşmadığım dünya. Benim ama hayat benim hayatım. Sonra bir bakıyorsunuz,
bazı medyada veya başka şekillerde görmüşsünüzdür, beni çok etkilemişti, dizden
aşağısı yok, iyi bir koşucu, hatta saf kan bir Arap atıyla da koşu yapmış, Arap atını
geçmişti. Ayakları olmayan çocuğa da metal kaşıklarla yürümeyi öğretiyor ve bunun
mutluluğunu yaşıyor. Ben de bir takım deneyimlerimi, edindiğim deneyimlerimi
bir başkasına aktararak Allah'ın izniyle mutlu olabilirim. Yardımlaşma bunun adı.
Bir de üstelik benim zannettiğim şeyler de olmaya da biliyormuş. Hatta şu çocuğun
dirseklerden sonrası da yok. Ne kadar çok şükredecek şeyim varmış. Bırakın
dirseğimi, kolumu, şu 4 parmağım, şu bir parmağım olmasaydı bile ben bu ilmi
kazanamazdım. Tek parmak bile o kadar büyük bir nimet ki, elimizdekileri Rabbim
afiyetle fark etmeyi nasip etsin. Bakıyorsunuz yaşlanmışsınız, hani gözünün
yaşına bakmadan gider, diyorum ki, neden kırıştı? Gitme, ben böyle değildim. Hiç
bana sormuyor bile, gidiyor. O halde gitmeden ben de onu tepe tepe Ahiret adına
kullanmak zorundayım. Evim ama beni en çok meşgul eden yerlerden birisi. Canım
benim evimi de çok seviyorum. Perdelerini falan yeni yaptırdım, hoş değil mi ama?
Yani gerçekten. Hani böyle sarmaşıklı bir evim, yurt dışından bir fotoğraf. Evim
böyle benim.
Sonra Rabbim nasip etti, 2008 yılında bir Sudan, Darfur ziyareti vardı. Ne
yapabiliriz diye gidilen bir ziyaretti. Çok samimi söylüyorum, ben Aydın’daki evi
bilerek bahsettim. Babamdan bilerek bahsettim. Ben Bebek'te büyümedim, Etiler'de
büyümedim. Büyürken de en sevdiğim şey belki mahallede futbol oynamaktı. Yani,
böyle özel okullarda eğitim falan almadım. Sadece bir avantajım olabilir, iyi bir
ailem vardı. Allah onlardan razı olsun. Çok şakacı bir babam vardı, bir de Allah
razı olsun moral verirdi, “sen Allah'ın izniyle yaparsın” derdi. Bir gün bana bir
kravat, tabii Allah erkek evlat vermemiş, ben ortancayım, onun için bana böyle kız
evladı gibi çok da nazlı davranmadı. Yaparsın sen Allah'ın izniyle dedi. Ben onun
hem oğlu, hem kızı oldum. Oradan gelen Allah'ın izniyle yaparım ağabey falan,
bayanlaşmak için kendime göre çaba sarf ettiğim dönemlerim oldu. Ama olsun.
Şartlar ne olursa olsun, Cenab-ı Allah sizi çok değişik yerlerde istihdam edebilir.
Birilerinin kulu, karısı, çocuğunun annesi olmak değil, Allah'ın kulu olduğunuzda
dünyanın en zor görülen merhalelerini siz onun izniyle aşabilirsiniz.
Evet, Sudan'daki evlere baktım. Sonra devam ettim, oradaki hanımlarla
hasbihâl ettik. İç savaşta dul kalmış hanımlardı bunlar. 47 tane kabile. Onlar
orada kaşının gözünün üstü. Her birinin elinde yiyecek ekmek yokken son model
27
Kadınlar Akademisi
kalaşnikoflar var. Kalaşnikofları nereden bulduklarını sordunuz mu? dedik, kimini
Avrupa ülkelerinden biri, kimini Uzak Doğu ülkelerinden biri vermiş. Onlar
birbirlerine ateş ederken, toprağın altındaki petrolün yarısını Çin çıkarıyor, yarısını
da Amerika. Biz bu oyunların benzerini görmüyor muyuz? Nerelisiniz? Ben diyorum
ki, Aydın'da doğmak için ben dilekçe vermedim. Ağrı'da da doğabilirdim. Adımın
Figen olması için, işte genetiğimin şu olması için ben dilekçe vermedim yani. Ben
dilekçe vermediğim gibi Hakkari'de doğan, Muş'ta doğan da vermedi. Olay böyle
olunca birbirine düşmanlık noktalarını değil de ortak noktaları bulmak lazım. Biz
sonuçta kocaman bir Osmanlı devletinin torunlarıysak, biz Almanlar gibi saf ırk
değiliz. Ben Nazilliliyim diyorum ama bilebildiğim bir tarafım Trabzon, Of'tur yani.
Bir Of damarım var. Öbür dedem Konyali. Konyalı olan dedemin büyük annesini
de Kafkasya'dan gelin getirmiş onun dedesi. Anneannemi Balıkesirli zannederdim,
ona da Şıhlar sülalesi derlermiş, araştırdık ki meğerse dayımlar Erzurum'dan gelmiş.
Şıhlar Sülalesi de Şeyh Şamillerden gelirmiş, Dağıstan'dan. Ben nereliyim sizce?
“Türkiyeli”. Ben Osmanlıyım diyordum, sonra Yunanistan muhaciri bir ailenin
oğluyla evlendim. Kızım diyor ki; “Asıl Osmanlı benim, sende Balkanlar yok, bende
Balkanlar da var.” Şimdi biz, kimsenin kimseye laf edebileceği bir toplum değiliz.
Biz ancak, Allah bir, Resul bir, kardeşlik var. Bunu diyebiliriz. Ama nasırımıza
basarlarsa, böyle oturup dul kadınlar olarak kalırız, yetim çocukları istedikleri
gibi büyütürler, Milli değerlerimizi de alırlar çata çata kullanırlar. Biz anne olmak
zorundayız. Yağmur yağmıyor diye düşünülebilir, Muson Yağmurları yağıyor
buraya. O yüzden naylondan brandalar var üstlerinde. Bu evin 4 çocuğu vardı,
ikisini görüntüleyebildik. Bu da evin içiydi. Şunlar da mutfak takımları. Mutfak
28
Kadınlar Akademisi
takımlarına baktım şöyle yakınından biraz, hiç marka filan yok. Porland Porselen
mi acaba diye düşündüm, değil. Şunu da Ferman Çeyiz'den mi aldın? Dedim. Bu da
yatak çünkü. Ondan sonra tam Türkiye'ye döndük. Tarih 2008 Şubat. Televizyonda
bir program var; “Yemekteyiz” diye bir program. “Ayyy!.., bu benim damak tadıma
uymadı” diyor. Hay senin damak tadına diyorsun. Bunları görmüştüm, günde bir
övün mısır unu bulamacı yiyemeyen insanları görmüştüm ben, bir de “Bu benim
damak tadıma uymuyor.” Nankörlüğün eğitimini değer görüyoruz. Çat kapatıyoruz.
Yardımlaşmanın eğitimini almak zorundayız. Nankörlüğün ve isyanın değil. Burası
mesela bir caddeydi. Şurası da yine 5 m2 lik tuvaleti banyosu olmayan bir evdi.
Bu evlerden kaç tane vardı. 1.200.000 kişinin yaşadığı bir yerdi burası. Nereden
biliyorsunuz tuvaleti banyosu olmadığını? Biz bu evi ziyarete gittik. Evdeki hasta
çocuğu. Çıkarken, üzerimde uzunca bir pardösü vardı, pis sudan dolayı, Yanımızda
bize eşlik eden Mehmet Bey dedi ki; Abla cilt temizliğine dikkat edin dedi. Ben
de yağmur suyu dedim ne bileyim onu. Buraya hep lavabo idrar hepsi akar, lavabo
yok zaten de, su. İdrar deyince, “evlerde tuvalet yok” dedi. Ben böyle birden
durakladım. “Büyük abdesti böyle poşetlere alıyorlar, işe giderken atıyorlar.” dedi.
“İdrar buraya gidiyor” dedi. Kıbera buranın adı. O Kenya'nın merkezindeki o
büyük Nairobi denen başkentin yürüyerek hemen 15 dakika kenarında. İleriden
baktığınızda kocaman dev dev binalar var. Kitleler arası böyle savaşın olduğu bir
yer. Varlıkla yokluğu tokuşturulan bir yer. Yardımlaşma olmayınca tokuşmalar
oluyor. O halde kadın olarak benim hayatıma yardımlaşmanın girmesi lazım. En
büyük yardım nedir? Bana göre, Belediyenin bu programı size bir yardımsa, sizin
buraya gelmeniz de kendinize bir yardım.
Gülümseme çok önemli. Sonra o benim muhteşem güzel evime kuşlar
dediler ki; biz de bir yuva yapabilir miyiz? Kiralar birazcık pahalıca. Geldiler
dışarıdaki terasa oturdular birlikte evlerini yaptılar. En son kapılarını kapatırken,
içeriye girerken dedi ki bana; “Abla sen de evine dikkat et, özen göster.” Yavrum
dedim, ben zaten evime özen gösteriyorum. Meğerse bahsettiği ev (Mezar-Ahiret
yurdu) bu evmiş. Bu eve de gitmeyen olmayacakmış. Herkes gidecek, Ben şu evi,
dün akşam hatta yaşı 80'li olan babacığımla konuşurken bir örnek verdim. Ben
bu evi güzel bir eve çevirmek istiyorum. “Kalp Hayatı” diye bir kitaptan ölüm
anını okudum. Kadın erkek herkes ölüyor. Ölümün ne kadar zor olduğundan, biraz
da yaş itibariyle bu duyguyu yaşadığını anlatırken, ben de ona bir örnek anlattım.
Böyle çok kalp ehli bir teyzem var, kalbi çok güzel bir insan, dedim ki; Kombassan
Holding vardı Konya'da. Başındaki Haşim Bey, vefat etmiş Haşim Bey. Dedi, “Arş-ı
Alada onu gördüm.” Dedi ki; “Haşim bey çok cömert birisiydi.” İsim vermedi de,
“çok cömert birisiydi” dedi. “Yanına gidene ikram eder, gittiği yere toplantıya bir
yığın erzakla, ikramla giderdi” haftalık da böyle sohbetleri olurmuş. Sohbette bir
29
Kadınlar Akademisi
gün genç bir delikanlı gelmiş, beyaz takım elbiseli. 10 dakika bir sohbet demişler,
yarım saati almış, çok da güzel, hoş bir sohbet olmuş, Haşim Bey kalkmış, “Hay
Allah senden razı olsun delikanlı, gözümüzün, gönlümüzün pası silindi” demiş.
Şöyle bir sarılmış o delikanlıya. Sonra ayrılmış, yerine oturmuş, delikanlı demiş
ki; “Madem çok sevdiniz, haftaya da bana buyurun. Evinin adresini vermiş. O gün
ilk defa geliyor. Adresi almış Haşim Bey, hediye paketlerini almış, arkadaşlarıyla
birlikte gidiyorlar, biraz şehrin dışına doğru çıkmışlar, bakmışlar ki, yol biraz uzadı,
bir kısmı demiş ki, “biz dönüyoruz.” Hava karanlık, dönüyoruz. Diğer bir kısmıyla
birlikte “Biz söz verdik, gideceğiz.” 5-6 kişi, eski bir böyle pejmürde bir çalıların
olduğu yere gelmişler. Demişler onlar biz de döneceğiz. İlgili bey demiş ki; “Hayır
ben söz verdim, dönmem.” Elinde paketlerle o mezbelelikten içeriye bir girmiş
ki; Karşıda beyaz 3 katlı beyaz muhteşem bir villa. Villanın kapısında da o beyaz
elbiseli delikanlı. Kapıyı açmış, buyur etmiş, yemişler, içmişler, sohbetleri bitmiş,
“ayrılıyorum ben, delikanlı demiş, ne güzel, hoş sohbet ettik ama ben senin ismini
sormayı unuttum. Demiş ben Azrail'im (as). “Aa! Demiş, şimdi benim ruhumu mu
alacaksın?” “Ben aldım emanetinizi” demiş. “Allah Allah! ben şimdi ölü müyüm”
demiş. “Evet, ben aldım.” “Ne zaman aldın ki, ben hiç fark etmedim?” demiş. Hani
ölüm zor ya. Hani ben kitap okuduktan sonra bana şöyle bir sarıldın ya, ben o
arada aldım emanetinizi” demiş. “Ama hiç hissetmedim” demiş. “Cenab-ı Allah
sizin ölüm zamanınızı bana tebliğ ederken dedi ki; Bu kulum benim rızam için
kullara, insanlara verirken gönlünde en ufak bir incinme olmuyordu. Hiç gönlü
acı duymadan veriyordu. Sen de bunun ruhunu ona hiç hissettirmeden al. O mu
cömert, ben mi cömertim? “Ama biz buraya ekiple geldik.” demiş. “Evet, bayağı
bir kalabalıktı döndüler. Onlar cenaze namazınıza gelenlerdi.” demiş. “Ama 5-6
kişiyle devam ettik” “Onlar sizi kabre indirenlerdi” demiş. “Ama tek kişi bu saraya
geldim.” “Bu da sizin kabir eviniz” demiş.
Şimdi ben diyorum ki, Rabbim ölümü bile hissettirmeyecek bir hayat yaşat.
Bunun sırrı nereden geçmiş, bunun sırrı, kendisi için değil, tanıdıkları dostları için
değil, insanlar için güzel şeyler yapmaktan geçmiş. İnsanların en hayırlısı insanlara
en faydalı olandır. Hayatı buna bağlayıp devam etmek lazım. Buradan da kurallara
dikkat ettikten sonra korkmadan atlayıp geçmek lazım. Babacığıma da onu dedim.
Dedim ki; sen 80 küsur yaşındasın, artık çocuk sayılırsın, namazını kılıyorsun,
ne korkacaksın ki, inan, emin ol, Allah sana ölümünü bile hissettirmeyecek.
Çünkü; Babam da çok cömert bir insan. Zengin cömert mi? Hayır gönlü cömert.
Çok önemli. Hissetmeyeceksiniz. Aslansın sen deyip şöyle bir şak yaptık akşam.
Onun mutlu olması bile o kadar mutlu etti. Ümit mi önde, azap mı önde? Ümit.
Bismillahirrahmanirrahim. Şimdi bana ölümü hissettirmeyen zat, verdiği hayatı da
dolu dolu kullanmamı ister. Nasıl kullanacağım? İnsanlara yardım edeceğim. Ama
30
Kadınlar Akademisi
işim, arabam, evim barkım, hani bunlar engel oluyordu ya. İşte çocuklarım var,
hadi onlarda emanet, dikkat etmem gereken. Benim mülküm değil. Vermeyeceğim
geline, vermeyeceğim damada, senin değil ki neyi veriyorsun, neyi vermiyorsun.
Bir defa da bu dünyaya bakalım. Bunlar da Darfur'daki çocuklar. Hep giyip
çıkardıkları marka olan çocuklardı. Tabii karnı biraz büyükçe, açlıktan karaciğeri,
dalağı büyük çocuğun. Üstünden çıkan elbisenin üstünde 16 tane delik vardı. “Ne
olur bize yardım edin” diyordu. Yardım elleri gidiyor, Kurban oluyor, Ramazan
oluyor, değişik güzellikler oluyor. Gittiğimiz yerlerden birindeydi Şuayb. Gel
seveyim seni Şuayb dedim. Böyle kadife gibi oluyor tenleri. Kerata kaçtı gitti.
Amaaan dedim, gidersen git. Bizde çocuk mu yok yani. Sevmek istedikten sonra
ortalık çocuktan geçilmiyor. Gidersen git. Sonra otele döndük. Bir baktım, otelin
kapısında bu karı koca. Şimdi projektörden yüzleri kırmızı kırmızı çıkmış ama
bunlar saf kan birer Hollandalı, beyaz. Baktım, kucaklarında iki tane çocuk. Ayşe
ve Rabia imiş isimleri. Hayrola dedim, çocuğunuz mu olmadı, hani tarzancayla,
o yüzden mi evlat aldınız? Hanım dedi ki; “Bizim 3 tane çocuğumuz var.” 3
çocuğunuz var da bunlar? “Bunları da evlat edindik” dedi. Allah Allah! ne kadar
merhametlisiniz, Maşallah, adamcağız tak tak tak gülüyor, çocukları da şöyle
kavramış yani. Yanımdaki arkadaş dedi ki, bunlar Ayşe ve Rabia olarak gidecekler,
Marry ve Madlen olarak 18 yıl sonra ülkeye tekrar geri gelecekler. İyi ve kaliteli
birer misyoner olarak. Ya! Hatta sonra şöyle düşündüm; alıp götürüp kötü davranma
lüksü de yok. O kadar iyi davranacak ki, çocuk hem onu, hem onun yaşadığı hayatı
o kadar sevecek ki, gittiği yerde onu anlatacak. Annelik, kadınlık, elindeki imkânı
kullanmak, sadece götürdüklerini mi değiştiriyorlar? Siz burada oturuyorsunuz, siz
mutfakta bulaşık yıkıyorsunuz, Baba Kurtların Vadisine giderken, çocuğa nasılsın?
Halin nedir? Ahvalin nedir? Hani, “Okulda şu oldu anne” diyor çocuk, “Söyle söyle
benim kulağım sende, dinliyorum...” diyor. Eli bulaşıkta, “şurası da çıkmamış
ciflesem mi acaba?” diyor. Bunu da çocuk duyuveriyor. Çocuk tam böyle özel özel
bir sırrını açacak, bugün bir çocuk bana bir mektup verdi, şunu açtı...” Ney!? Baban
duymasın..., dur dur, bu bundan daha önemli...” Açar mı o çocuk bir daha içini
size? Açmıyor. Ondan sonra arkadaşıyla uçuyor, sonra olay size yansıdığında, gök
gürültüsü, sağanak olarak geri dönüyor.
Dünya bir yana, şu elin çocuklarını idealleri adına kullanmak isteyen
insanlardan bir parça taktik alın. Dünya bir yana, temizlik 10 gün de beklese
yapılır. Bulaşık makineye gece de olmaz, sabah okula gidince dolsun. Boş ver
mutfağın kapısı kapatılır. Ama o bana emanet edilen çocukların oyunları bir daha
gelmiyor, güvenleri bir daha gelmiyor. “Annem beni hiç bir zaman kaâle almadı,
dinlemedi.” diyor. Hiç kimseye güvenmiyor ondan sonra hayatında. Güvenmiyor,
istişare etmiyor, gümlüyor gidiyor. Ne olursa olsun, çocuklarımıza değer vermek
31
Kadınlar Akademisi
durumundayız. Ben kendi evlatlarım için de söylüyorum, hatta dozunu da kaçırıyor
muyum diye bazen sıkılıyorum ama onlara dedim, bu dünyada siz bana emanet
olarak, hediye olarak verilmiş olabilirsiniz ama ehl-i iman olarak nasip ederse
Rabbim bize, sizler benim Ahiret arkadaşlarımsınız. O yüzden birbirimizle rahat
anlaşacağız. Ben size, siz bana akıl verebilirsiniz, akıl akıldan üstündür. Yeri
gelip oğluma, yeri gelip kızıma sorar mıyım? Sorarım ama ben de onlara akıl
veririm. Birbirimizle kaynaşırız. Biz evlilikte, ailede bile paylaşamaz olduk. Bilek
güreşi gibi, güç gösterisi. “Benim dediğimi dinleyeceksin.” Hayır, fikir fikirden
üstündür. İstişare edebilirim, ben yardımlaşabilirim ama tabii bu arada da eziyorlar
anneleri. Ezilmemek adına da benim bir şeyler yapmam lazım. Ne yapayım?
Mesela ben hayatla başa çıkarım diyorum. Hayat dediğin şey, 70-80 yıllık hayat.
Kemiklerle saçlar kalacak. Böyle gideceksek, hayatta yaşarken elimden geldiğince
değerlendirmek lazım. Ölümü döndüremiyorsam, kendimin farkına varmam
lazım. Nasıl olsa çekim orada bitti, ben yer değiştirebilirim, değil mi? Aslında
çok değerli eşsiz de cihazlara sahibiz. Ben mi sahibim? Hepimiz sahibiz. Size
bir cihazdan bahsedeceğim. Cihazdan önce de bir Hadis-i Şerif'i hemen araya
yerleştirmişim. Bahsettiğim Hadis-i Şerif Müslim'de geçiyor. “Mü'minler birbirini
sevme, merhamet etme ve şefkat göstermede tek beden gibidirler. Bedenden bir
organı rahatsız olsa, diğer organları da onun rahatsızlığından acı çekip uykusuz
kalır.” Vücut için bu doğru. Hani ayakkabınızda hani bir küçücük tırnağınız batıyor
olsa, düğün için aldığınız hani o ucu sivri, hafif topuklu ayakkabıyla rahat edebilir
misiniz? “Tırnağım batıyor” dersiniz. Sanki böyle canım tırnağımdaydı. Ayağınızı
çıkarırsınız, tırnağın şurasında küçücük bir kırmızılık var, bu muymuş beni bu
kadar rahatsız eden? Deyiveririz. Ama Mü'minler birbirini sevmede, merhamet
etmede bir vücut gibi. “Hiç kimsenin derdi, tasası beni ilgilendirmiyor. Aa! Her
koyun kendi bacağından asılır.” deyivermiş birileri bana, kaldı ki koyunlar kendi
bacağından asılsa bile çürüyünce, kokunca bütün mahalle ondan rahatsız oluyor.
Ben diğerlerinin dertleriyle ilgilenmek zorundayım.
Devam edelim. Aa! Kadın hekim ya, illa bir biyolojiden sorması gerekiyordu.
Ben de işte bu cepheden görüyorum hayatı. Bu bir vücut. Ortadan, kalpten çıkan
bir aort, atardamar var. En fazla 75 cm.’dir. Aortu belki herkes iyi kötü bilebilir.
Aort dendiği zaman benim aklıma hemen gül geliyor. Bir tane Cumhurbaşkanımız
var. Böyle fışşş diye çıkan kanın atar damarı ama kitapları incelediğinizde bir
bakıyorsunuz ki, normal bir insan vücudundaki kan damarları 100.000 km. Bunun
60.000 km.'si de kılcal damarlar şeklinde, mikroskop altında görülecek şekilde.
Sonra bakıyorsunuz, hatta bir örnek daha var. Bu kılcal damarların 60.000 km.
açıldığında, 8 km2 bir yüzey oluşturuyor. Bunu biz görsel olarak görmek istesek,
sadece başındakini düşünsen böyle. Damarlardan böyle baş gibi bir şey. Bu
32
Kadınlar Akademisi
damarlar ne işe yarıyor? Bu damarların içinde alyuvar dediğimiz kırmızı kan
hücrecikleri var. Bir damla kanda, “tam kan sayımı” diyoruz ya, yaralanınca şöyle
çıkıveriyor ya, 1 cm3 kanda 5 milyon tane alyuvar var. Vücudumda da 5 litre kan
var, yani 5.000 x 5.000.000 tane şu kırmızı hücrecik fıuş diyerek bütün vücuda
oksijen taşıyor. Cenab-ı Allah'ın “Hal” isminin tecellisi. Ben yeri geliyor, ismini
bilmediğim küreciklere. Bir tane ana damar diyoruz ya, Hani Abdullah Gül Bey
dedim ya ona, ama kılcalların adı yok. Kılcalların içinden giden alyuvarların adı
yok. Onların adına yeri geliyor “anne” diyorum, yeri geliyor, “öğretmen” diyorum.
Hiç birinin adını bilmiyorsunuz ama öyle güzelliklere vesile oluyorlar ki, oksijeni
akciğerden alıyorlar, dokuya götürüyorlar, aynı evladını terbiye eden evine
rehberlik, fedakârlık yapan kadın gibi evindeki kötülükleri, sıkıntıları da alıyor, yine
hiç kimseye söylemeden atıyor. Hiç başa da kalkmıyor. Dakikada 16 kere nefes alıp
veriyoruz da, hiç nefes aldığımızın farkında değiliz. Ama Allah muhafaza bir astım
hastası olalım, fısfısa ihtiyacımız olur, o zaman hay nefes almak ne kadar güzelmiş
deyiveriyoruz, değil mi? İlla yokluğunda mı fark etsinler varlığımızı? Boş verin biz
anneliğimizi yapalım, anneliğimizi yapabilmek için gerekli olan argümanlara da
sıkı sıkı sarılalım. Nedir o gerekli olanlar? Onlara da gireceğiz. Araya da bu resmi
koymuşum, hayret bir şey. Nedir bu? Bir kangren. Küçük parmak kangren olmuş.
Demek oraya giden, oksijen götüren, damarlarda, şurada tıkanıklık olmuş, oksijen
gidememiş, oradaki doku da çürümüş. Ne yapacağız o zaman? Şimdi, ortopedi
uzmanına gittiğiniz zaman önce hiperbarik oksijen tedavisi verir. Yani, oraya güçlü
oksijen verir. O güçlü oksijen bu kadar çürümüş ayağı tamir etmeyebilir ama şu az
derecedekini Allah'ın izniyle iyileştirir. İkinci aşama, şuradan şöyle yayılmaması
adına keser atar. Toplumların da kangrenleri var. Birileri birilerini üzüyorsa,
eziyorsa bu benim de kangrenim demektir. Küçücük bir tırnağımdaki bir batma beni
rahatsız ederken ülkemin bir parmağındaki bir kangren beni hiç rahatsız etmiyorsa,
beni damardan morfinle uyutmuyorlar da, gözümden morfinle, “Boş veeer” diyor,
...üzül, Emir'e üzül ama yurdumun belli bir yerindekine hiç üzülme. Hiç fark
etmiyorlar. Burada da şunu demek lazım; eğer ben bu olaya müdahale etmezsem o
kangren böyle küçük parmakta kalmayacak, bütün ayağı saracak, oradan da vücuda
gelecek, toplumu alıp götürecek.
Sizi buraya davet eden aslında belediyenin bir organizasyonu olsa da, hekim gibi
olan arkadaşlar. Eğer biz buradaki annelerin birer oksijen kaynağı, hayat kaynağı
olduğunu onlara hatırlatmazsak toplum alır başını gider. Kimdir buraya gelen
hanımlar? Güçlü kuvvetli kadınlardır. Hayır, onlar yusufçuklar gibi. Yusufçuklar,
peygamber devesi onun nam-ı diğeri, diyor ki yusufçuklar; yusufçuk böceklerinin o
minik ayaklarıyla sıkı, güçlü tutunuşu aniden bastıran yaz yağmuru ve rüzgâra karşı
direnişi ve kanatlarındaki o ince tasarım. Beni çok etkiledi. Evet, şiddetli bir rüzgâr
33
Kadınlar Akademisi
olabilir, rüzgâr buradan esiyor, belli, yağmur da var. Ayakları minnacık, incecik.
Ben de ince, zarif, çok da böyle güçlü kuvvetli olmayan, parası, malı mülkü böyle
çok olmayan olabilirim ama benim adım anneyse çok da zarifimdir, böyle kaba
da değilimdir yani. Kırıcı, olumsuz kelimelerle yaklaşan da değilimdir, zarifimdir.
Kadınlığımın da burada bir vasfı vardır ama sakın ha, benim çocuğuma, evladıma,
vatanıma da böyle esmeye kalkmasınlar, dimdik dayanırım. Dayanır mıyım?
Allah'ın izniyle dayanırım. Zarafetimden de hiç bir şey kaybetmeden dayanırım.
Ben çok seviyorum yusufçuk böceğini. Çok kibar mübarek.
O zaman ben ne yapayım? Dedim. Karşıma çıkan ilk kelime; “Ikra'” “Seni
Yaratan Rabbinin adıyla oku!” Okumak aslında insanı öyle bir özgürleştirir ki. Yani
böyle küheylanlar gibi hayatın içinde koşar hale gelirsiniz. Hayatı değişik bakış
açılarıyla görmenizi sağlar okumak. Mesela: Siz Üsküdar'dan Beşiktaş'a geçerken
sandalınız bir devrilse, çatana bir devrilse o su ne kadar dehşettir size, ama uçakla
şöyle tepeden baktığınızda, vavv Boğaz da ne kadar güzelmiş, hoşmuş. Okumak
insanın hayata bakışını değiştirir. Mesela, evde kocanız sizi yeri gelip o bir kaşık
su gibi boğacakken, şöyle okuyan birisi, yavrum ne yapayım, çocukluğu da çok
güzel geçmemiş, anne babasından çok da öyle ilgi görememiş, bana kastı yok
aslında, hırçınlığının arkasında çocukluğundaki bir takım şeyleri var deyip, sevgi
ve şefkatle yaklaşabilirsiniz. Ama diğerinde, “Hep bana böyle yapıyor, hep bana
şöyle yapıyor” Ringe çık, sen de git, o da gitsin. Allah muhafaza. Okumak demişiz,
Ah! okumak, yeşil bir yolda yürümek gibidir. Kanatlanıp başka bir ufka gitmek
gibidir. Keşke böyle kız olsak, çok hoş, böyle rengârenk kalemlerle, değil mi?
Sonra, hayata değişik bakış açılarıyla bakmak gibidir okumak. Nasıl? Şimdi size
sorayım; Burada tek yüz mü var, yan yüz mü var? İkisi de var. Nasıl bak okuyanlar
belli oluyor. Okumak hayata farklı alternatifli bakmayı getirir ama okumayan insan
tek düşüncede kalırsın. Hayır, yan yüz bu. Hayır der, burada da olabilirim, şurada
da olabilirim. Değişik empatilerle bakmayı kitaplar öğretir. Mesela köy müdür
burası, Hoyrat Baba'nın yüzü müdür? İkisi de var burada da. Şurası köyün evi,
burası bir ağaç, ama buruna da benziyor, adamın gözlerine de benziyor. Okumak
esnek düşünmeyi getirir insanın hayatına. Büyük bir bilgi birikimidir. “Hey hey”
der çocuklar, “Benim annem biliyor bu konuyu..” Şimdi kızım benim bu sene lise
son, üniversite hazırlık için dershanede, öğretmen telefon numaralarınızı alayım
da mesajları oraya yollarım, o da demiş, hocam “Annemizin watsap'ını versek
olur mu?” Herkes böyle bir dönmüş. Annenin Watsap'ı mı var? Demiş işte, senin
twitter takibin. “Olsun, ben anneminkinden takip ederim. Anneme eklerim sizi”
demiş. “Annenin twitterı mi var?” Yok artık. Böyle son derece rahat, hiç gelen
giden umurunda değil. İşte o da kalmış bir şeyler söylemiş, “gurur duydum seninle
anne” diyor. Neyimle gurur duydun? “Whatsap”ımla mı, “Twitter”la mı? Aslında
34
Kadınlar Akademisi
o Whatsapımla, twitterla alay eder ama, ne olursa olsun, annelerin evlatlarının
bükemeyeceği bir bileği olması lazım. Genellikle siz üniversite mezunusunuz,
çocuğunuz o yüzden böyle sizinle gurur duyuyor. Pışşık, benim annem ilkokul
mezunu ve 70 küsur yaşında, benim annemin hala, mütevazi evinin oturma
odasında kırılan bacaklı çalışma masası var. Üzerine güzel dantelli bir örtüsünü
koymuş, kitaplığı üstünde, bayağı oturup makale yazıyor kendince, denemeler
yazıyor. Şiirleri var. İnşallah onu hayattayken bastırıp, Anneler Günü'nde ona
hediye edebilirim. Annem 70 küsur yaşında, ben annemden hala çok çekiniyorum
ve annemim onayı, oluru benim için hala çok değerlidir. Annemin ne twitter'ı var,
ne whatsup'ı var ama ben annemi görüyorum, benim önümde okuyor. Çocuğumu
bana karşı saygılı kılan şey benim duvardaki diplomam falan değil, akşam, onun
yanında kitap okuduğumu görmek. Şimdi diyor ki, “Ben ders çalışırken sen de
masanı yanıma al gel de birlikte okuyalım” diyor. Benim okumam adeta ona şevk
veriyor. Diyor ki; “Ben senin kadar okuyamıyorum” diyor. Ben de tembelim
artık. Bir arkadaşımla tanıştırdım onu, arkadaş diyor ki, üniversitedeyken 36
saat kalkmıyordum, muhteşem bir şeydir okumak” diyor. ...ama şimdi de kayın
validesine bakıyor. 5 tane çocuğu var, demin buranın koordinasyonundaki Sümeyra
Hanımla konuşurken Sümeyra Hanımın eşinin başhekim olduğu yerdeki doçent
bey de onun eşi. 5 tane çocuğu var, Koşuyolu Kadın Hastanesi'nin de radyoloğu,
hala da okul çocuğu. Gördüğünüzde öyle hiç öyle kırtış kurtuş bir hatun da değildir.
İnsanlardan biri ama bilgi dağarcığı muhteşem. Yani bu iş, twitterla, markayla,
kıyafetle olmuyor. Bir masa, iki tabureyle aranızda kitaplar, siz okuyun, bakın
çocuklarınızın size karşı nasıl tavrı değişecek, nasıl saygı duyacaklar. Önceleri
alay edecekler. İlk laptop çıktı, oğlum ortaokulda, şimdi o 25 yaşında. Dedim
bana da göstersene bu nasıl oluyor falan, kendisine laptop almış. Bana almamış,
kendisine almış. “Bozarsın anne” dedi. Dedim ki, bozmam. Nasıl kaydoluyor. O
zaman Türkçeleri de yok, programda bir save var. “İşte bak save’e basıyorsun,
sen bunu yapamazsın anne” dedi. Şimdi benim evde aynı bilgisayarım var. Ama
o zaman ben hakikaten yapamıyordum. Ama ben yapamam demek değil bu. Allah
dilerse, yaparım. Nice yaşlı teyzeler neler yapıyor. Yapıyor mu, yapmıyor mu?
Yapar. Bunun yolu “İkra'” dedik. Okumaktan geçiyor. Hâlbuki bana örnek verirken
Japonya'da okuyanları gösteriyorlar. Müslüman ülkede seyretmeyi görüyorum
ben. Kâinat kitabını okumak da çok hoş. Sıbgatullah diyorum ben. Muhteşem bir
tefekkür var işin içinde. Tembel insanlar, sevmiyorlar, tembellikten önce bir kere
çalışkanlığa da hicret etmemiz lazım. Biz telefonu daha çok seviyoruz. Diyor ki;
“e-maillerini kontrol et, Ahmet'in evini bul, yeni haberleri göster, Yusuf'a resimleri
gönder” Eskiden tesbihler vardı, şimdi Ipadler, iphonelar var. Hâlbuki işin gerçeği
bu, şarj et beni, e-mail var oku, bana Rüştü'yü bul... aramaya cevap ver, kafede
35
Kadınlar Akademisi
check in ol, hakikaten yanınızda bir iphone varsa veya iphone olan biri varsa, bir
seyahat acentesinde, bir salona falan girince bunun şifresi neydi acaba? Anne-baba
bir şey yaparken, çocuk hemen tak şifreyi giriyor, facebook’una bakıyor, çok büyük
değerler kazanıyor. Ama bizim çocuklarımız da bizim vaktimizi alıyor. İnsanların
en hayırlısı insanlara en faydalı olansa, bizim biraz fertlerimizle ilgilenmemiz
lazım. Bizim birazcık sıkıntı ve kederi giderme noktasında duyarlı olmamız lazım,
hayra vesile olmamız lazım. “Tamam bir şeyler yapmak, hayatı anlamlandırmak
lazım ama ben hastayım biraz, sağlığım yetmiyor” diyor.
Hızlıca Sudan'dan bir kaç görüntü, oradaki Darfur'daki, Hastane ve hasta
görüntüleri. “Bu şartlarda değilim ben ama dünya daimi, dünya bir misafirhane,
hesap yok, hayır, hesap da var. Rabbim sıratı hepimize asan etsin inşallah. Cennetlere
merdivenler dayatsın. Tamam, anladım, bir şeyler yapmam lazım diyorum. Ne
yapayım? Şu garip Ömerciklerin yüzünü güldüreyim. Hani demin bir ev gösterdim
ya Muayeneye gitmiştik dedim. O, 5 metrekarelik evde yatıyordu bu Ömer. Bu evin
hanımı da buydu, bizim öğretmen arkadaşın çocuğuna bakıyordu çünkü. Kucağında
bir kızcağız var, bu da Selma. Bu fotoğrafı çekiş amacım da arkadaki mutfağı
göstermekti. Bak bu kadar. Zücaciye dükkânları gibi mutfaklarımız var. Koyacak
yer bulamıyoruz. Bu da Selmacık. Bu da nasırlı ayaklarla duranlar. Burası bir okul,
Kur'an Kursu ve defterleri. Defter, yazıyorlar, ezberliyorlar, bıçakla kazıyorlar,
tekrar yazıyorlar. Nereden dikkatimi çekti? Çünkü ben oradaki çocuklara boyalı
kalem götürmüştüm, veremedim, çünkü; kağıt yok. Neresi burası? Darfur. Darfur
nerede? Sudan'da. Neden bu kadar fakir? Tembel insanlar. Tembel değiller. 100 yıl
önceye kadar Kabe'nin örtüsünü gönderen 2. sultanlıkmış bunlar. Ama İngilizler
Osmanlı'ya saldırıya geçince “Sen nasıl benim halifeme saldırırsın” diye Ali Dinar,
devlet başkanları İngiliz'e karşı savaş açmış. İngiliz de onları sömürgesi yapmış.
Çünkü Osmanlı o dönem yardıma gidememiş. O gün bugün de bu hayata mahkûm
olmuşlar. Şimdi bir parça daha iyiler. Çünkü; petrolünün yarısını Çin, yarısını da
Amerika çıkarıyor. % 20'sini de hibe gibi veriyor, onun toprağından çıkardığı için.
Şimdi onlara bunu yapanlar bana başka şeyler yapmazlar mı? Tabii ki evet. O
halde benim de anneliğimi fark etmem ve güzel bir nesil yetiştirmem lazım. Burası
mutfak.
“Halkın kabul edip etmemesi çok da önemli değil. Allah biliyor ya” deyip
yola çıkan bir kaç teyzeyle tanıştıracağım sizi. Bu Fatma abla İzmir'de tanıştık. Yaşı
benden küçük. 21 tane öğrenci okutuyor. Fatma Abla'nın kıyafetini görünce, böyle
ayağında da pazen bir etek. Benim gördüğüm de parayla imanın kimde olduğu
hiç belli değil. 21 öğrenci okutuyor. Meğerse bir Bağ-Kur maaşı, bir de 2 oda bir
salon bir evi varmış Fatma Ablanın, kağıt topluyormuş. Çöpten değil, evlerden
topluyormuş ama 21 tane öğrenci okutuyor.
36
Kadınlar Akademisi
Mardin Midyat'a gittik. Bir Halime Anne teyzeyle tanıştım orada. Halime
teyzenin evi 100 lira kira. Oraya giderken dedim ki, bir şeyler götürsek, “1 kilo
bisküvi” iyi olur dediler. Dedim herhalde dişleri yok, çaya banıp yiyecek. Meğerse
öyle değilmiş. Halime teyze Kürt kökenli bir teyze. Mardin'in bir tarafı Süryani,
bir tarafı Arap. Kürt kökenli vatandaşlarımız da, gözlüğün iki ortası gibi orta
kısma yerleşmiş, dedi ki, “Bu mahalledekiler çok canları yananlar” dedi. “Bir
dönem PKK geldi evlatlarını aldı götürdü.” dedi. “Çocuklarımı kaybettiler.”
“Sonra” dedi “Hizbullah geldi, o aldı götürdü. Şimdi korkudan çocukları hiç
kimseye vermiyorlar” dedi. “Ama bu çocuklar okumayınca da yine onların
avına düşüyor. Bu çocukların okuması lazım.” Bunu diyen teyze Halime teyze.
Mahalleye bir anons vermiş, 1 sayfa Kur'an-ı Kerim okuyana limitsiz bisküvi
verirmiş. Canı bisküvi isteyen eline Kur'an-ı Kerim'ini alıyor, Halime teyzenin
evine geliyor. Ardından sadece bu anonsu vermekle kalmamış Halime teyze, Milli
Eğitim'e gitmiş, demiş ki; “Gönüllü öğretmen istiyorum. Her gün biri benim evime
gelsin. Ben çocuklara Kur'an öğretiyorum. O da çocuklara ders versin. Sıraya
koymuşlar, öğretmen gelmiş, sormuş çocuğa; “Matematiğin nasıl?” “Matematiğim
kötü” demiş. “Ben sana ders vereyim.” Babamın parası yok.” demiş, “Ben para
istemiyorum.” O öğretmenler o çocuklara gönüllü ders vermişler. Gittiğimde dedi
ki, “Bu sene 17 tane çocuğum” dedi, “Okul kazandı, dağa çıkmadı, senin haberin
var mı?” dedi.” 17 tane çocuk. Halime teyze, “Benim maaşım yok, etim ne budum
ne” dememiş, demiş ki; ”Kadınlar da okumuyor” dedi. “Ama biz Şafiiyiz” dedi.
“Cemaatle namaz kılalım diyoruz. Mahalleye anons verdim, bu odamı da mescit
yaptı kızlar” dedi. Benim de başka bir şeyim yok. Mahalledeki kadınlara demiş
ki; “Çamaşırını yıkayan, yorulan gelsin cemaatle kılalım, namazdan sonra da
bir bardak çay içersiniz. Ne güzel bir de kitap okuma durumu varmış. Namaza
geliyor, hemen eline çay, kızı ikram ediyor, bana da ikram etti. Ben orada gördüm,
hiç bir şey yok mutfağında ama o çay ikram ediliyor. Yanına da bisküvisi varsa
bisküvisi de konuyor. 7 tane kitap okuma ekibi varmış. Ben “Batsın bu dünya”
türküleriyle giderken, birileri benim üzerime başka kurallar imal ediyorlar. Kimse
benim üzerimden mantar gibi istifade etmesin. Benim çocuklarıma biz yardımcı
olmak durumundayız. İlla fakirler mi yardım ediyor? Hayır. Oradaki hanım efendi
burada örtülü ama normalde örtülü de değil hatta. Dubai'de tanıştık. Bu fotoğraf da
Dubai'den bir fotoğraf. Yasemin bu kızcağızın ismi. Bir Türk delikanlıyla evlendi.
Düğündeki bütün takılarını bir torbanın içine koydurdu, 96'da Srebsenitsa'da
katliamda ölenlerin çocuklarına harcanmak üzere Bosna Hersekli yetkiliye teslim
etti. Anne de, kendi Dubai'de çalışıyor, İngiltere'de okumuş, adı Yasemin, kökü
Müslüman ama İslamiyet'i arkadaşlarından sonra öğrenmiş. Ama bir yüzüğünü bile
saklamadı kendine. “Yaseminciğim, yüzüğünü bari saklasaydın” dedim. “Figen
37
Kadınlar Akademisi
abla ben onların hepsini kendime sakladım, Ahirette kullanacağım inşallah” dedi.
Şimdi, anne olmak, kadın olmak, kimliğini hissetmek, devletin misyonunu
fark etmek ve “bir insanın bir insana verebileceği en güzel hediye; ona ayıracağı
zamandır” dan hareketle ben neler yapabilirim der. Darfur'a gitmek benim aklıma
bile gelmezdi. Benim gibi aciz bir kulla Cenab-ı Allah. Ne yapılabilir onlara diye.
3 kişi gittik biz. 1-2-3 kişi. Baktık, başhekimle konuştuk, büyükelçiyle konuştuk,
malzemeler gitti, olmayan hastanede katarakt ameliyatları başladı. Katarakt
ameliyatları için bize bu yaşlıları verdiler. Neden bu yaşlıları ilk önce yaptıklarını
sonradan öğrendik. Çünkü 9 aylık bebekler var gözü görmeyen. Onlar ameliyat olsun
istiyoruz. “Sizden önce gelenler” dediler. “Katarakt ameliyatı diye çocuklarımızı
istedi. Sonra da bunlar nasıl olsa görmeden yaşamaya alışmış diyerek, kornealarını
almışlar çocuklarımızın, kornea çalmaya gelmişler. Şimdi siz misyonunuzu yerine
getirmezseniz, birileri iyi görünüp alıp götürüyor. Biz oradayken 103 tane yetim
çocuğu, Çad sınırında yetim çocuğu yakalamışlar ya, Fransa'dan yardım gemisi adı
altında kaçırıyorlardı. Organ mafyası olarak 2 yıl hapis yediler 103 yetim çocuk
için. Masal mı anlatıyorum? “Dünya Bülteni” diye internete girin, “Zoe'nin yardım
gemisi” diye yazın karşınıza çıkıyor. 103 tane Darfurlu yetim çocuk, arayanı soranı
yok. Diyorlar ki; Biz bunları 2.800 ile 6.000 Euroya satacaktık. Kime satacaklardı?
Organ mafyasına. İkinci grup organ mafyası, Üçüncü evlatlık, en iyisi rahip,
rahibeler dediler.
Şimdi benim vücudumda, dünyamda adı Mü'min olan, insan olan benim
kardeşlerim kangrenleri varken ben burada ne derdindeyim. Ne yapayım o zaman?
Hem okuyayım, hem de neslimin okuması için gayret sarf edeyim. Kocamla ringe
çıkacağıma cehaletle ringe çıkayım. Kabalıkla gideceğime, nezaketle, zarafetle
gideyim. “Gene eve geç geldin” diyeceğime, “Hoş geldin, yolunu da ne kadar
bekledim.” diyebiliriz, neden demeyelim? Biz ne pastalar börekler yapıyoruz ama
hamur gibi olan erkekleri de taş gibi, böyle kaya haline getiriyoruz. Birileri onları
hamur haline getirdiği zaman da ne kadar kötü, “kocamı elimden aldı.” Mesela,
gidiyor bunun arkası. “Selamünaleyküm, hoş geldin.” gülümsemek sadakadır değil
mi? Evet. ” Hadis-i Şerif var ellerin ellere tuttuğunda, gözler gözlere baktığında
bütün günahlarınız gidiyor. Bundan güzel temizlik mi olur? “Bizim adam gidiyor,
bizim adam anlamaz öyle şeylerden.” Anlar anlar, öğretirsin, çocuklara da öğret
Allah'ın izniyle. Çünkü; evde mutlu yaşanan yuvalar çocukların da başarısını
arttıracak. Babasıyla iyi olan çocuğun öz güveni de iyi olacak, enerjisini problemlere
harcamayan kadının çocuklarıyla geçireceği vakit de artacak, Ama bunun için
kocasıyla, kimliğin en başında kocasıyla diyaloğunda kadın bunu unutmayacak.
Sonra, anneliğini unutmayacak, sonra toplum içindeki anneliğini unutmayacak.
Biz bazen toplumun içinde fazlaca anne oluyoruz, çocuklarımızı ihmal ediyoruz.
38
Kadınlar Akademisi
Fazlaca çocuklarımızın annesi oluyoruz, kocalarımızı ihmal ediyoruz. O dengeyi,
o sıralamayı ihmal etmemek lazım. Ne olursa olsun beylerle diyaloğa çok dikkat
etmek lazım. İkincisi çocuklara zaman ayırmak lazım, üçüncüsü topluma zaman
ayırmak lazım, belki dördüncü televizyona da bir tekme vurmak lazım. Gereksiz
alışverişlere ikinci tekmeyi vurmak lazım, “Kusura bakma arkadaş” demek lazım.
Çünkü bizim gayretimizi bekleyenler var. İstanbul'da kar güzel ama Van'da şu
ayakkabılarla, terliklerle kar hiç de güzel değil. Benim öğretmen bir arkadaşım, bana
gazeteden alınmış böyle bir fotoğraf yolladı. “Terlikle okula öğrencilerim geliyor”
dedi. Oraya yeni tayini çıkmıştı. Ben de o dönem bir yardım derneğinde idim. Birkaç
defa televizyonda, etrafta da bahsettim. İzmir'den bir İngilizce öğretmeni Karslı bir
arkadaş. Van'dı bahsettiğim. Bunu o çocuklara yollar mısınız diye 12 tane içi böyle
pamuklu güzel bot yollamış. Bunun ardından öyle bir seferberlik oldu, dedim ki;
Van değil de Kars'a gitse olur mu? “Çok ilginç, tabii ki, ben de zaten Karslıyım”
dedi. O dönemde Kars'a giden bir ekip vardı. Bir seferberlik oldu 92 tane bot gitti
Kars'taki bir ilköğretim okuluna. Hâlbuki bizim çocuklarımızın ayakkabılıklarına
bir baksak... Ben hatırlıyorum çocukluğumuzu, eski ayakkabılarımızı ayakkabıcıya
verir yaptırırdık, hiç de zorumuza gitmezdi yani. Şimdi, “Hangi ayakkabımızın
altına hangi ayakkabı uyar? Bu bunun üstüne uyar mı?” Dertlerindeyiz ama şöyle
bir gerçek var; siz bu gerçeğe gözünüzü kaparsanız, birileri bunu fırsat olarak,
taktik olarak kullanıyor. Annelerin en ciddi özelliği de şefkattir, merhamettir. Kendi
problemlerimizle vakit harcamayalım.
Ben Kenya'ya giderken, öğrensin diye kızımı da yanımda götürmüştüm,
hayatı öğrensin, dilin önemini öğrensin diye. 10 yaşındaydı. Bana dediler ki;
“Çılgın kadınsın yani, çocuğu götürüp sıtma yapıp öldüreceksin.” Benim İngilizcem
muhteşem bir tarzanca. Ne yapsam etsem iyi İngilizce olmuyor. Ekonomist
dergisinden bir kaç tane senatör misafir geldi. Şimdi ben misafirlere hep gülümserim
yani, karı koca anlatıyorlar bir şeyler, genelde tercüme derler. Emin ol o gün tuttum “I
am understand but not speaking” dedim. “Anlıyorum ama konuşamıyorum” dedim.
Adamın da anlattıklarından bir şey anlamıyorum, kadınınkinden de anlamıyorum.
Ben gülümsemeye devam ediyorum. Onlar anlatıyor ben gülümsüyorum ev
sahibesiyim ya. En nihayet bunların Hatice Hanım, bunların yanında gelen arkadaş
usulca yanıma gelip eğildi “Figen ablacığım gülmesen mi acaba” dedi. Misafir
ama gülümsemek durumundayım. “Ama enfeksiyoncu olduğunu söyledin ya,
evinin terasında otururken 16 yaşındaki kızının gece başından yarasa ısırmış, o
sene ölen tek kuduz vakası olarak literatüre geçmiş, onu anlatıyor.” dedi. Meğerse
kızının kuduzdan öldüğünü anlatıyormuş. Ben de gülümsüyorum. Onlar Türkiye'ye
neden gelmiş, içindeki dönüşün sebebini anlatıyormuş. ...biz canımızı kurtardık,
evimiz olduğu gibi gitti diyormuş. Bunu bana anlatsalar, “fıkra bu” derim ama ben
39
Kadınlar Akademisi
yaşadım bunu. Ben de ha bire gülümsüyorum. O günden sonra hiç bir daha tarzanca
da iyi biliyorum demedim. Ama çocukken öğrenmeyince büyükken zor oluyor bir
takım şeyler. O halde, daha çocukken çocuklarımızın eğitimine dikkat etmek lazım.
Dedim ki; Benim çocuklarım İngilizce ve Arapçayı bilmek durumunda. Allah'la
irtibat, Ortadoğu ile irtibat Arapçadan geçiyorsa ama dünya ile irtibat ta İngilizceden
geçiyorsa bu lazım. “Gavurun dilini öğretme sen Figen Hanım.” Hayret bir şey,
İngilizceyi başka bir tanrı mı var yaratan haşa? Tek bir Allah bütün dillerin sahibi.
Ayet-i Kerimede var ya; “Tanışasınız ve bilişesiniz diye biz sizi kavim kavim, kabile
kabile yarattık.” Çinceyi başka bir tanrı mı yarattı? Haşa, benim Rabbim. Çincenin
rabbi de benim Rabbim ise, bütün diller benim Rabbimin dilleri. Öğrenir miyim,
öğrenirim. Efendimiz ne buyurmuş? “Bir dil bir insandır” O halde çocuklarımın dil
öğrenmesini ben Resulullah’a (sav) saygı olarak duyarım.
Ne yapayım o zaman, okula gönderelim, okuyalım, okutalım. Uçaktaki
asıl derdim şu hatundu. Kucağındaki bebek daha 2 aylıktı. Bizde mazeretler çok
ya. 10 yaşındaki bir çocukla gittim diye çılgın kadın oldum. İki aylıktı bebek.
2 aylık bebekle korkmuyor musun dedim kıza. “Ben 18 aylık olan oğlumu da
burada büyütüyorum.” dedi. Anneannesi mi geldi ona bakmaya? Dedim. Meğerse
kocasına bırakmış, Kenya'nın Başkenti Nairobi'den Mombasa'ya gidiyordu, 18
aylık oğlunu bıraktığı kocası Nairobi'deki hapishanedeki mahkûmların sosyal
yardım görevlisiymiş, kendisi de Mombasa'daki kilisenin bayanlarına yardım
için gidiyormuş. Biri Ankara, biri Kıbrıs mesafenin. Şimdi, kendine göre inancını
anlatmada bu kadar seferber olursa, benim biraz daha çalışkan olmam gerekmiyor
mu? Gerekiyor.
O halde ne yapmam lazım?
Derim ki;
*Etrafındaki her şeyi gözle ve bu geçici yaşamda sahip olduğun her şey
için isyan değil, teşekkür etmeyi öğren.
*İhtiyaç duyduğundan çok daha fazlasına sahip olduğunu unutma.
*Az şikâyet et ama çok çalış.
*Sıralamayı doğru yap.
Çünkü;
Allah'ın izniyle kadın, bir eliyle beşiği, diğer eliyle de dünyayı sallar.
Teşekkür ediyorum.
Saniye Öztürk
Moderatör
Çok teşekkür ediyoruz. Geç olduğu için hemen ayaklandınız, farkındayım.
Figen Hanım gerçekten çok çok istifade edilecek bir konuşma yaptılar, kendilerine
40
Kadınlar Akademisi
çok çok teşekkür ediyoruz. Çok güzel hatırlatmalarda bulundular. Belki benim de
çok sık ifade ettiğim bir şey; Yani biz sorumlusu olmayabiliriz diyorum bu dünyadaki
sıkıntıların, olumsuzlukların ama insanız ya, Müslümanız ya, sorumluyuz. Burada
bulunanların ne kadar özel bir sebeple toplandıklarının da daha iyi farkında olduk,
sağ olun, var olun.
41
Kadınlar Akademisi
Aralık 2013
İslam Dünyasında Kadın ve
Modernleşme
Nazife Şişman (Sosyolog-Yazar)
Saniye Öztürk
Peygamberimizin (sav) Veda Hutbesi’nde veda ederken kadınlarla ilgili
hususlara tekrar tekrar dikkat çekmesi de bana çok çarpıcı gelmiştir. Asr-ı Saadet’te
bu kadar değer bulmasından sonra bu şekilde devam etti mi? Hayır, maalesef yine
pek çok değişiklikler yaşandı. Yine kadınlar üzerinden pek çok şeyi görüyoruz. Bu
sadece bizim insanımız için değil. Baktığınız zaman farklı coğrafyalarda, farklı
kültürlerde, ırklarda kadınlar bir takım sıkıntılar, problemler yaşamış, yaşamaya
da devam ediyorlar. Tabii tüm dünyada kadın dediğiniz zaman çerçevesi çok geniş.
Dolayısıyla İslam Dünyası’nda kadın ve Modernleşme başlığı seçilmiş ki, bu da
çok ilginç. Tabii ki saatlerce üzerinde konuşulabilir. Her şeyi çok hızlı yaşıyoruz.
Her alanda büyük bir değişim yaşıyor. Ülkemizde, belki diğer ülkelere göre bu
değişim daha hızlı olmakta. Normalde 100 yılda yaşanacak bir şeyi biz 10 yılda
yaşıyoruz. Teknoloji alanında da böyle. Bütün bu değişiklikler yaşanırken tabii ki
aile de, kadın da, bu değişimden nasibini alıyor, olumlu veya olumsuz. Efendim,
tüm bunları dinleyeceğiz. Konuğumuz bu konuda gerçekten ehil bir isim. SosyologYazar Nazife Şişman Hanımefendi’yi takdim etmeden önce çalışmaları hakkında
sizleri kısaca bilgilendirmek isterim.
Nazife Şişman, Gerede’de doğdu, Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi
okudu. Sosyolojide lisansüstü çalışmalar yaptı. İngilizceden Türkçeye eserler
tercüme etti. Mark Allays’in Hz. Muhammed’in hayatı, Seyit Hüseyin Nasr’ın
İslam Sosyoloji öğretilerine giriş, Mevdudi’nin Tefhimül Kur’an adlı eserleri
bunlardan bazıları. Çalışmaları; kimlik siyaseti, kültürel karşılaşmalar, gündelik
hayat gibi konularda yoğunlaşmakta. Yayınlanmış eserlerinden bazıları; Emanetten
Mülke Kadın, Beden, Siyaset, Küreselleşmenin Pençesi, İslam'ın Peçesi, Harf Harf
Kadınlar. Günün kısa tarihinde seküler dünyada dinin nasıl yaşandığını, gündelik
hayat tecrübeleri üzerinden ele almakta. Bir diğer çalışması, Başörtüsü. Sınırsız
dünyanın yeni sınırında Türkiye’nin sosyo-politik bir meselesi olan başörtüsünü
42
Kadınlar Akademisi
küresel boyutunu da dikkate alarak analiz etmekte. Son kitabı Sayın Nazife
Şişman’ın; Yeni İnsan Kaderle Tasarım arasında. Yaşamın ve ölümün sınırlarında
gezinen biyoteknolojiyle ilişkimizi ele alıyor. Kaderi değiştirmeye talip olan,
ölüme meydan okuyan, insanı biçimlendirmeye çalışan bir mühendisliğe dikkat
çekiyor bu eserinde. Muhataplarını bu mesele etrafında ahlaki, dini, felsefi, iktisadi
ve toplumsal açılardan düşünmeye davet ediyor.
Nazife Hanımın çalışmalarını bu şekilde özetleyebiliriz ve “İslam
Dünyasında Kadın ve Modernleşme” konusundaki konuşmalarını yapmak üzere
kendilerini mikrofona davet ediyoruz. Hemen bir hatırlatma; Nazife Hanımın
konuşmasından sonra soru-cevap bölümü olacaktır efendim. Kendilerini 1 saat
kadar dinledikten sonra sorularınızı da yöneltebileceksiniz. Buyurunuz Efendim.
Nazife Şişman
Sosyolog-Yazar
Hepinizi selamlıyorum. Kadınlar Akademisi’nin mensupları olarak sanıyorum uzun bir eğitim sürecinin parçası olarak ben de elimden gelen katkıyı yapmaya
çalışacağım ama öncelikle, Bağcılar Belediyesi’nin Kadın Sarayını ilk defa gördüm, duymuştum ama bu kadar, gerçekten saray gibi olabileceğini tahayyül edememiştim. İçerisindeki etkinliklerle birlikte de ciddi manada bir katkı sunuyor. Ben
bu açıdan hem belediyeyi bu hizmet için tebrik ediyorum, hem de sizin böyle uzun
soluklu çalışmalara, yani sadece bir seferlik bir seminer değil, uzun soluklu böyle
bir çalışmanın içinde olduğunuz için de ayrıca tebrik ediyorum. Aslında Saniye
Hanımın bahsettiği gibi konunun başlığı gerçekten çok geniş. “İslam Dünyasında
Kadın ve Modernleşme” aslında 3 şeyden oluşuyor. İslam Dünyası çok geniş bir
kavram, kadın yine öyle, modernleşme de çok geniş ama ben konuyla alakalı tabii
sadece giriş niteliğinde konuşabileceğim.
Şuradan başlayalım isterseniz. Kadın mevzusu tüm dünyada çok tartışmalı
bir konu ama İslam dünyasında özellikle Müslüman kadın çok tartışmalı bir konu
ve bunu o kadar çok tartışıyoruz ki, sürekli işte İslam’da kadın, kadınların rolleri,
kadınların anne olarak vazifeleri, eş olarak vazifeleri, kadınlar ve eğitim gibi pek
çok başlıklarda sürekli bu tür toplantılar tertip ediliyor. Hiç “İslam’da Erkek”
diye bir toplantı, ya da “Modernleşme ve Erkek” diye bir toplantı duymuyor idik
ama son yıllarda, son bir iki yıldır, bu konuda da önemine binaen bir takım yeni
çalışmalar yapılmaya başlandı. Bunun ilkini geçen yıl bir derneğin toplantısında,
“İslam’da Erkek” veya “Bir Baba Olarak Modern Dünyada Erkeğin Rolü” konulu
bir toplantı gerçekleştirildi. Çünkü bu da gerçekten toplumsal değişmenin hızı
sadece kadınları ilgilendirmiyor. Niye peki hep kadınları konuşuyoruz? Çünkü asıl
dünya tarihine baktığımızda biz hep değişim olduğunu görüyoruz ama son 200
43
Kadınlar Akademisi
yıl değişimin hızlandığı bir döneme
tekabül ediyor. Değişim çok
hızlandı ve bu değişimin hızının
en bariz görülebildiği alanlardan
biri de kadınların hayatı. Her
alanda değişiklik olmasına rağmen
değişimi biz kadınların hayatında
çok daha hızlı görmeye, hızlı tespit
edebilmeye başladık. Bunu genel
olarak İslam dünyasına gelmeden
önce kadınların hayatı açısından
bakacak olursak, mesela 19.
yüzyılda kadınlar iş hayatına katıldılar, sosyal hayata katıldılar ve kadınların aile
içindeki konumlarında ciddi değişiklikler oldu. Çünkü; İktisadi yapı değişti. Artık
üretim süreci evlerden fabrikalara taşındı. Bu da kadınların hayatında çok ciddi bir
değişiklikti. Sağlık alanındaki yenilikler mesela, daha önceden kadınlar 10 tane
çocuk dünyaya getirip 3 tanesinin yaşaması için dua ederken, tıp alanındaki bir takım
aşılar, küçük yaşlardaki hastalıkların tedavisi, doğum esnasında kadınların bakımı
gibi konulardaki bir takım antibiyotik ve bir takım enfeksiyonların tedavisiyle
ilgili tıp teknolojisindeki yenilikler kadınların hayatını doğrudan etkiledi. Hâlbuki
kadınlar daha az çocuk dünyaya getirmeye başladılar. Bu ne anlama geliyor, tıpla
ne alakası var? diyebilirsiniz. Bir kadının 10 çocuk dünyaya getirmesi demek,
yaklaşık 20 yılını hamilelik ve lohusalıkla geçirmesi demektir. Bir de bir takım
hastalıkların tedavisinin olmadığı dönemlerde zaten 40 yaşına yaklaşan bir kadının
sosyal hayatla alakası, herhangi bir beklentisi olmadan dünyadan göçüp gittiğini
tahayyül edebiliriz. Ama daha az çocuk dünyaya getirerek daha az süreyi hamilelik
ve lohusalıkla geçirmesi demek kadınların sosyal hayata katılabilecek zamanlarının
olması demek. Bu böyle çok ideolojik kadınlar sosyal hayata girsin mi, girmesin
mi konusundan değil, çok pratik bir şeyden bakalım. Pratik olarak hayatta bir
şeyler değişiyor ve bu değişim doğrudan kadınların hayatını etkiliyor. İşte bu
yüzden aslında biz pek çok değişimi, dönüşümü kadınlar üzerinden tartışıyoruz.
Ama tabii bunun bir de ideolojik boyutu var. Kadınların özgürleşmesi, toplumsal
hayata katılması üzerinden çok ideolojik bir hareketin de olduğunu biliyoruz Batı
dünyasında ama İslam dünyasına geldiğimizde, yani biz niye kadın meselesini
niye bu kadar tartışıyoruz? Bu pratik gerekçelerin dışında. Çünkü bu değişiklikler
İslam dünyasında da oldu.19. yüzyıldan itibaren Müslümanların hayatında da,
Müslümanların yaşadığı bölgelerde de bir takım yapı değişiklikleri oldu. Kadınlar
atölyelerde çalışmaya başladılar. Çünkü artık evlerindeki dokuma tezgâhları
44
Kadınlar Akademisi
yetmemeye başladı. Açılan bir tezgâh varsa, bir fabrika açılmışsa orada kadınlar da
çalışmaya başladı. Böylece kadınların çalışma hakkı gibi bir tartışma ortaya çıktı.
Bütün dünyada var olan eğitim, modern eğitimden, insan eğitimi yani, dünyanın
hiçbir yerinde eğitim yoktu. Daha önce de insanlar eğitim yoluyla da bir modern
eğitim diye bir şeyden bahsediyoruz. Yani okullaşmadan bahsediyoruz. Kadınların
okullaşma sürecine girmesi de tüm dünyada ciddi bir değişikliği beraberinde
getirdi. İslam dünyasında da yine 1850’lerden itibaren kadınlar modern eğitim
kurumlarında eğitim görmeye ve meslek sahibi olmaya başladılar.
Ama bütün bu şeylere baktığımızda, yani bütün bu reel değişikliklerden
ziyade İslam dünyasındaki kadın tartışmalarını, ya da tırnak içinde İslam’da Kadın
diye, Müslüman kadını tanımlayacağımız mevzu ile ilgili konuşanların sözlerini,
tavırlarını, yaklaşımlarını belirleyen başka bir şey de meydana geldi. Bu daha
ziyade bizim modernleşmeyi kadınlar üzerinden sigaya çekilmemiz diye benim
tanımlamaya çalıştığım bir süreç var. Bu süreç de etkili oldu. Aslında biz çağdaş
dönem, çağdaş derken ben 19. yüzyıldan başlatıyorum dönemi. 19. yüzyıldan
itibaren baktığımızda bizim bütün bu 20. yüzyıl ve hatta 21. yüzyılda da aynı şeyler
devam ediyor. Biz Müslümanlar olarak dinimizle, kültürümüzle, tarihimizle ciddi
bir hesaplaşma içine girdik. Yani biz neyi başardık? Neyi başaramadık? Gibi bir
sorgulamanın içine. Bu faydalı bir dönemdi. Çünkü tarihsel süreç biliyorsunuz
son birkaç yüzyılda, Özellikle Osmanlı özelinde, biliyorsunuz İslam dünyası diye
büyük bir başlık attık ama daha çok bizim Osmanlı tecrübesi üzerinden meseleyi
anlamlandırmaya çalışacağım.
Neyi nasıl yaptık da başarısız olduk sorusu çok yakıcı bir soru olarak
atalarımızın gündemine girdi. Çünkü; daha önceden sürekli toprak genişlerken,
Müslümanların hâkim olduğu bir dönemden, toprak kayıplarının olduğu ve
bir de sadece ekonomik ve coğrafi olarak çekilme değil, kültürel olarak da Batı
dünyasının yükselişe geçtiği bir dönemi tecrübe ettik ve bugün de bu karşılaşma,
yani Batı yükselirken, pek çok alanda genişlerken, sömürgecilikle, ürettiği ürünlerle
hayatımıza dâhil olurken bizim sürekli bir geri çekilme, bir yenilmişlik yaşadığımız
bir süreçle karşı karşıya geldik. Tabii bu esnada bir sorgulama, biz ne yaptık, nerede
hata yaptık da yenildik sorusu. Ne yapmışız da başarısız olmuşuz? Ne yapmalıydık
da acaba tekrar zafer ve başarıyı elde edebilirdik? İşte bu sorgulama süreci
esnasında pek çok şey alabora oldu, altüst oldu. Yani birçok şeyi yeniden ele alıp,
yeniden değerlendirmek zorunda kaldık. İşte bu açıdan bakıldığında cinsiyetle,
kadınla alakalı mevzular da en temel sorgulama konularından biri haline geldi.
Aslına bakarsanız bu anlaşılabilecek bir durum. Yani, niye kadınlar üzerinden bir
tartışma yaşadığımız. Çünkü; kadınların sembolik bir değeri var. Her toplum için
bu geçerli. Bir toplumun nasıl bir hayatı olduğunu kadınlar üzerinden okumamız
45
Kadınlar Akademisi
mümkün. Nitekim ilk Büyükelçi olarak Batı’ya gönderilen 28 Mehmet Çelebi
raporunu layiha olarak Padişahına yazdığında, 1721 tarihi, 28 Mehmet Çelebi’nin
Paris’e gidişi. İlk defa zaten, şöyle bir şey var; ilk defa oralarda neler oluyor
sorusunu çok ciddi bir soru olarak, yani örnek almak ve oradan bir ders çıkarmak
üzere bizim yöneticilerimizin gündemine giriyor ve bu kişi oraya gittiğinde yazdığı
raporda dikkati çeken hususlardan birisi Batı’da o dönem sanayi gelişiyor ve
goblen tezgâhları var. Yani Batı’da onları bizden farklılaştıran temel şeylerden
birisi sanayinin gelişmesi ve o Goblen tezgâhları, ışıklı sokaklar, temiz caddeler
getiriyor ve bir de kadınların daha özgür oluşu ki bu fark daha 18. yüzyılda. 19.
yüzyıla geldiğinde bu çok daha bariz hale geliyor. Ve bu karşılaştırmalı mantık
devreye girmeye başlıyor. Yani onlar ne yapıyorlar, biz ne yapıyoruz sorusu.
Aslında bugün İslamiyet ve kadın meselesi niye hala bu kadar problemli alan?
Hatta ben bir dönem şöyle formüle etmiştim öğrencilerime; “İslam ve Kadın” değil
de, bu İngilizce VS’dir kısaltması “Versus” diye bir şey var, “İslam Karşısı Kadın”
yani İslam ve kadın değil de “İslam versus Kadın” gibi bir anlayış, bir algı var.
Zaten İslam kadınla tanım gereği problemli bir şeymiş gibi bir algı, bir sunum var.
Böyle bir sunumun arka planında ne var sorusunu önce cevaplamamız lazım. Niye
İslam ve kadını bu kadar problemli bir alan olarak görüyoruz. Sen o kadar, şu an
biz görmüyoruz desek de, pek çok alandaki saldırılar ve benzeri şeylerle alakalı,
biz de bu suçlamalara cevap verirken buluyoruz kendimizi. Mesela şöyle cümleler
kuruyoruz. “Aslında İslam’da öyle değildir” “Aslında İslam’da böyle değildir.” gibi
cümleler kurmak zorunda kalıyoruz. Böyle bir cümle kurmak zorunda kalmamızın
da işte bu tarihsel arka planla alakası var. Yani, bunun tarihten gelen bir geçmişi var.
Çünkü bu mesele gündemimize geldiği andan itibaren bahsettiğim o yakıcı soruların
en başında gelmeye başladı. Biz bir kere modernleşmeyi Avrupa’nın yayılması ve
sömürgeciliğine eş zamanlı olarak tecrübe ettik. Yani, modernleşmeyi Batı’da 17.
yüzyılda, daha eski tanımları da var, bir takım siyasi, iktisadi gelişmelerin bileşimi
olarak tanımlayacak olursak eğer, işte bu ekonomi alanında, sanayi devrimi,
siyasi alanda Fransız devrimi ve daha kültürel ve dini şeylerden bahsettiğimiz
de de reform dediğimiz, din ile devletin birbirinden ayrılması, kilise ile devletin
birbirinden ayrılması şeklinde tanımlayabileceğimiz, bu tabii modernleşme de
üniversitelerde birkaç dönemde verilen bir alan. Ben kısaca modernleşmeden bunu
kastedecek olursak eğer, bir de iktisadi hayatın getirdiği değişiklikler, dönüşümler,
hayat tarzının değişmesi şeklinde tanımlayacak olursak biz bu süreci Avrupa’nın
yayılmasıyla eş zamanlı olarak yaşadık. Yani, bu bize Avrupa’dan geldi. Biz kendi
içimizden, iç dinamiklerimizle, işte o fabrikaları da kendi iç dinamiklerimizle
kurmadık. Başka hayatımızdaki değişiklikleri de sadece Avrupa’nın etkisi değil,
aynı zamanda bir de İslam dünyasının sömürgeleştirilmesiyle, çünkü evet Osmanlı
46
Kadınlar Akademisi
bu topraklar sömürge olmadı ama İslam dünyasının geri kalan, İran ve Anadolu
toprakları dışında neredeyse bütün İslam dünyası sömürge haline geldi. Böyle
olduğu için biz aslında tartışmanın çerçevesini bu kadın meselesine bakışımızda
hep bu gerilimi yaşadık. Yani, Batı’dan geldiler ve Doğu Batı karşıtlığı yani
Batılıların bizim topraklarımızı işgal etmesi ve bizi yenmesi sorusu hep zihnimizde
oldu. O yüzden bunu, Kadın meselesi nedir? İslam’da kadın meselesini neden
tartışıyoruz? sorusuna cevap ararken bu Doğu-Batı meselesini, bu karşılaşma anını
hep zihnimizde tutmak zorundayız. Çünkü; Modernleşmeyi, ya da Batılılaşmayı
bir başka şekilde, basit bir şekilde şöyle tanımlayabiliriz; Şerif Mardin diyor ki;
“Aslında bizim ta Tanzimat’tan bu yana modernleşmemizi özetleyebileceğimiz bir
cümle var; “Onların bize bakmasından yola çıkarak bizim kendimize bakmamız
sürecidir.” Yani, Avrupalılar bize baktılar, bizi nasıl gördüler, nasıl tanımladılar?
O tanımlamalar üzerinden bizim geri dönüp kendimize bakmamız, kendimizi
tanımlamamızdır. O yüzden de kadınla alakalı mevzularda özellikle çok bariz bir
hale dönüyor. Şimdi kadınların statüsü, işte kadınlar kafese kapatılmış mı? Geri
mi kalmış? İleri mi olmuş? Ne kadar özgür, ne kadar değil?.. Gibi soruların hepsi
aslında bu bakış açısı. Yani, Batılılar bizi nasıl görüyorlar önce? Ki bu Batılıların
bizi nasıl gördüğüne baktığımızda da, artık Batılılar, İslam dünyasını geri, barbar,
kadınların kafese kapatıldığı, işte Harem’i koskoca bir Harem olarak gözünde
canlandırdığı bir dünya olarak görüyor. Yani, İslam dünyası bir haremden ibaret
adeta. Bütün her yerde sanki hâlbuki bunlar şu an araştırılıyor ve kesinlikle
Harem’in büyük paşalarının konaklarının ve Padişah sarayının dışında demokratik
olarak da böyle bir şeyin mümkün olmadığını biz biliyoruz. Çünkü; Mesela;
İstanbul’daki 16. yüzyıl, 17. yüzyıl haneleri araştırıyorsunuz, hane büyüklüğüne
bakın, hani bizim klasik şeyde nohut oda balkon sofa denilen evler. Bırakın bu
evlerde harem kurulmasını, ortalama nüfus en fazla 4.5 kişi. Bu 4.5 kişiden kim
47
Kadınlar Akademisi
anne, kim baba, kim çocuk, Kim o sayısız cariye? Hani onların yeri? Böyle veriler
olmasına rağmen, Batıdan bakıldığında algı böyle yani, İslam dünyasında cariyeler
var, harem var, kadınlar pazarlarda satılıyor, erkeklerin hizmetine sunuluyor, diğer
taraftan o kadınlar hareme kapatıldığı için eziliyor şeklinde bir kalıp yargı var.
Böyle bir kalıp yargı var olduğu için bizim kendimize bakışımızda da aynı kalıp
yargılar devreye giriyor. Çünkü atalarımız, biraz önce bahsettiğim o yenilgi süreci
yani, toprak kaybediyoruz, askeri olarak Batı karşısında yeniliyoruz, “Peki neden
yeniliyoruz?” Sorusunu sorduklarında onlara aslında bir takım hazır cevaplar eşlik
ediyor. Bu da oryantalistlerin hazır cevapları. Diyor ki oryantalistler; “Zaten İslam
terakkiye manidir.” Bütün oryantalist cevapları bir cümleyle özetlemek mümkün
değil ama genel olarak, “İslam terakkiye manidir. O yüzden de zaten bütün
doğulular, özellikle de Müslümanlar tembeldir.” Bunun çağdaş versiyonlarını biz
görmedik. İşte Müslümanlar demokrasiyi gerçekleştiremez, Müslümanlar insan
haklarını şey yapamaz, kendi kendilerini yönetemezler, Onlara bizim özgürlük
götürmemiz gerekir dediler.
Afganistan’a özgürlük götürme talebiyle gitti Amerika. Öyle bir iddia
ile gitti. Irak’a yine onlar kendi kendilerini idare edemiyorlar, farklı mezhepler
birbirlerini kırıyorlar, o halde biz Irak’a barış götürelim gibi, aslında kendi kendini
yönetemeyen, kendini idare edemeyen Doğu ve Müslüman dünyası imajı kökü çok
eskilere dayandığı gibi bugün de devam eden bir şey. Bu yargı kadınlar üzerinde
de ifadesini bulduğunda da çok bariz bir şekle dönüşüyordu. Diyorlardı ki, aslında
İslam zaten özünde, o benim biraz önce bahsettiğim İslam kadına karşı genel
kanaatin de kendisini ifade eden, İslam özünde kadınlar için baskıcı bir niteliğe
sahiptir. Peki, haremlik selamlık ayırımı zaten bunun en bariz göstergesidir. Yani
İslam dünyasında bunların ezildiğini nereden anlarız? İslam’ın baskıcı olduğunu
nereden anlarız? Müslüman kadınlar örtünüyorlar. Buradan anlarız. Böyle otomatik
bir şey vardı. Zaten İslam dünyasındaki geriliğin, ilerleyememenin, hem ekonomik
alanda, hem siyasi alanda demokrasiyi gerçekleştirememenin temel nedeni de budur
şeklinde bir genel kanaatti. Bu konuda Seyda Ahmet var, Mısır kökenli Amerika’da
yaşayan bir sosyal bilimci. “Bütün oryantalist söylemi özetleyecek olsak bu iki
cümleyle özetleyebiliriz” diyor. İslam kadınlar için ezicidir. İslam dünyasının
kalkınamamasının temel nedeni de budur. 200 yıl öncesinden beri devam eden bu
oryantalist söylem hala geçerliliğini koruyor. Tabii ki Müslümanlar bu söylemi
olduğu gibi kabul etmediler. Yani bu yargılar hep dile getirildi, Müslüman yöneticiler
ve aydınlar, dönemin aydınları ama şöyle bir savunmaya geçtiler o dönemde;
İslam kadını ezicidir diyen bir söyleme karşı “A!.. evet haklısınız..” diyemezlerdi
bir Müslüman olarak. Şöyle bir çözüm yolu buldular. Evet, İslam terakkiye mani
değil ama biz galiba dinimizi yanlış yorumladık, yanlış yorumladığımız din ve
48
Kadınlar Akademisi
gelenekler buna engel oldu dediler. Yani aslında yaşadıklarına yeni çare bulmaya
çalıştılar. Ve yanlış yaşanan din olabilir diye bu yorum bugün de devam ediyor.
Ama ben bu yorumun da aslında savunmacı bir şey olduğunu düşünüyorum. Yani,
reaksiyonel bir şey aslına bakarsanız. Biraz önce dediğim gibi, “Aslında İslam'da
böyle değildir, Asr-ı Saadet’te kadınlar ezilmiyordu, sonradan biz bozulduk”
şeklindeki cevaplar da aslında reaksiyonel cevaplar yani. Birinin soru sorduğu için,
birisi bizim kafamıza vurduğu için cevap yetiştirmek zorunda kalıyoruz. Dikkat
edin, sorguya çekilen insan normal cevaplar vermez aslında. Ya savunmacı olur,
ya da itirafçı olur. Belki o yüzden bugün İslam dünyasında iki uçla yaklaşıyorlar
bu meseleye. Yani bir kısmı diyor ki; “Evet haklısınız, İslam kadınları ezer.” Bu
itirafçı grup, kabul ediyor doğrudan doğruya, ya da, tam tersi bunu savunmaya
kalkar, “Hayır, İslam’da öyle değil.” Aslında ikisi de doğru değil. Çünkü burada
esasında yapılması gereken; “Sen bu soruyu nereden temellendirip soruyorsun?”
olmalı. Yani hiyerarşik bir şey var çünkü. Soran aslında hesap soruyor. Yani bir
şekilde bir üst noktadan İslam dünyasını hesaba çekmeye çalışıyor. Böyle bir şey
tabii ki arka planda sömürgecilik ve oryantalist söylemin böyle bir meydan okuması
var. Bu meydan okumaya karşı da hep biz cevap vermeye çalışıyoruz. Ve bu cevap
esnasında sosyal hayattaki reel değişiklikleriyle alakalı konuşmuyoruz. Biz hep
afakî şeylerle alakalı konuşuyoruz. O biraz önce bahsettiğim şeydeki gibi, hani bu
evler nohut oda balkon sofa evlerde harem nasıl olabilir? Diye bir şeye giremiyoruz
yani. Bunu cevaplamak, ya da buradan yola çıkmıyoruz.
O dönemde işte pek çok savaşlar oluyor, işte fabrikalar kuruluyor,
kadınlar gerçekten sosyal hayatta değişiklikler yaşıyorlar. Özellikle 1870’lerden
itibaren İslam dünyasında çok canlı bir tartışma ortamı var. Kadınların, özellikle
Osmanlı’daki kadınların çıkarttığı dergiler, kurdukları cemiyetler var. Mesela;
Dönemin tanınmış isimlerinden biri Fatma Aliye Hanım, ilk roman yazan kadın.
Mesela, Fatma Aliye Hanım evinde eğitim görmüş, çünkü babası Ahmet Cevdet
Paşa. Fransızcayı biliyor, Arapçayı çok iyi biliyor ve Fransızca eser yazabilecek
kadar çok iyi biliyor. Felsefeyi çok iyi biliyor ve ilk roman yazan kadınımız.
Onun çıkardığı bir gazete var. Hanımlara mahsus gazete diye işte logosunda
“İyi Eş, İyi Anne, İyi Müslüman” yazıyor. Yani asıl hedefin o olduğu yazıyor. O
dergi de, Kadınlar Dünyası gibi dergiler, özellikle 1900’lerden sonra Meşrutiyet
döneminde çıkan dergiler var. Bütün bu dergiler, o dönem boyu, ben sadece birkaç
örnek veriyorum. Kadınların durumu, ne yapması gerektiği, modern hayata nasıl
dâhil olacaklarıyla ilgili çok ilginç tartışmalar var. Çünkü; Sosyal hayat sahiden
öyle, daha önceden hiçbir kadın çıkıp kürsüye konuşamazken o dönemde çıkıp
kürsüden muhataplarına karşı konuşmaya başlıyor kadınlar. Yazmaya başlıyor,
eğitim kurumlarında eğitim görmeye başlıyor. Şimdi böyle bir değişim var ve bu
49
Kadınlar Akademisi
değişimin içinden tabii ki, tartışmaların da olması çok normal. Yani ne yapacaklar
sonunda. Diyorlar ki, daha fazla dışarıya çıkmaya başlıyor kadınlar, o zaman
tesettürün niteliğini tartışıyorlar. Şu feracelerin kolları çok şey, tramvay var,
tramvaya binemiyoruz. Binerken açılıyor kolumuz. Adımımızı atamıyoruz. O halde
hem tesettüre uyan ama aynı zamanda da hareketimizi kolaylaştıran, işte devlet
memuru olmaya başlıyorlar, fabrikada çalışıyor, postanede çalışmaya başlıyor, bu
çalışmamaya uyan tarzda nasıl giyinebiliriz? Gibi bir takım tartışmalar var. Bunlar
çok normal, yani benim mevsim normalleri dâhilinde dediğim tartışmalar.
Ama bizim ana akımı hiçbir zaman bu mevsim normalleri belirlemiyor. Yani
en temel tartışma çok eşlilik oluyor o dönemde. Nitekim Fatma Aliye Hanım’a yurt
dışından gelen bir takım temsilciler o Sultan II. Abdülhamid zamanında öyle her
istediğinde doğrudan konuşamıyor, dışarıdan bir takım yabancı kadınlar geliyorlar,
tabii Müslümanlar ne yerler ne içerler? Nasıl varlıklarını bunlar devam ettirir?
Hani şimdi de devam eden o özel araştırmacılar var ya, merakla incelemek üzere
gelen kadınlara öyle her sokakta bir kapıyı çalıp da içeri girme izni verilmiyor
tabii ki. Sultan II. Abdülhamid bu konularda onu birikimli gördüğü için Fatma
Aliye Hanım’ı görevlendiriyor. Fatma Aliye Hanım evine misafir ediyor kadınları,
hatta Nisvan-ı İslam diye bir kitapta, biri İngiliz, biri Fransız, diğerinin milliyetini
hatırlayamıyorum o, 3 kadınla muhaveresini anlatır. Onlarla neler konuştuklarını
filan anlatır. Bu misafirliklerden birinde gelen yabancı konuk, işte Fatma Aliye
Hanım misafirlerini, arkadaşlarını davet ediyor, diyor ki; “Bunlardan hangisi
hangisinin kuması?” diyor. İşte Avrupa’da onların en fazla duydukları İslam
dünyasında erkekler çok eşli, bir adamın dört eşi var bir de sayısız cariyesi var.
Yani hayatı böyle tahayyül ettikleri için, bir evin içini de görme imkânları olmadığı
için hep yazılan o hayali seyahatname kitaplarından, o Binbir Gece Masallarını
okuyorlar. Binbir gece masallarındaki o hayatın sanki masal değil de Müslümanlar
öyle yaşıyorlarmış gibi bir kanaat oluşuyor. Onun niçin soruyor; Bunlardan hangisi
hangisinin kuması. Fatma Hanım diyor ki; “Hiç birisi değil. Her biri bir kişinin
eşi.” “Nasıl olur, ama bize öyle dediler” diyorlar. Çünkü böyle bir algı var. Ve
tartışma bunun üzerinden gidiyor. Şu anda yapılan araştırmalar gösteriyor ki, % 2.5
gibi bir düzeyi geçmiyor çok eşlilik. Hatta bunun esasında nadir rastlanan bir şey
olduğunu gösteren heyet sicillerindeki bir takım lakaplardan da anlaşılıyor. Soyadı
olmadığı için o dönemde şöyle geçiyor adamın adı; filanca mahalleden filanca,
mesela: İki karılı Mehmet Efendi kızı diyor lakabı. Şimdi herkesin iki karısı olsa
bu adama iki karılı demek tanımlayıcı bir ifade olmaz, değil mi? Demek ki nadir
olan bir şey ki adama lakap olarak koyuyorlar. Bu da gösteriyor ki aslında o kadar
bariz değil. Buna rağmen tartışma hep bunun üzerinden yürütülüyor. Çerçeveyi reel
hayattaki değişiklikler oluşturmuyor. Reel hayatta neler oluyor bunun üzerinden
50
Kadınlar Akademisi
gelişmiyor tartışma, daha ziyade Batılıların kafasında var olan bir takım imajlar
var. Bugün de devam eden bir takım imajlar. O imajların işte en üst seviyesi de
işte İslam Dünyasında kadınlar evleniyor, çok eşlilik var, boşanmaya hakları yok
falan, filan gibi bir sürü, bir sürü kalıp yargılar var. Onlar üzerinden devam ediyor
tartışmalar. Çok eşlilik en fazla % 2.5 gibi olmasına rağmen en temel konulardan
biri haline geliyor. Bu özellikle önemli, yani bizim şu anda devam eden reel
hayattaki, Müslüman kadınların reel hayatta karşılaştıkları zorluklardan ziyade,
hep böyle birileri bir şey soruyor, ona cevap vermek zorunda kalıyoruz. İslam’da
şöyle midir? diyor. Mesela İslam’da miras var mıdır? diyor. Hâlbuki biz şu an
Medeni Kanun’un uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz. Medeni kanunda kadınlara
ve erkeklere eşit paylaşım var. Normalde bu uygulanıyor. Bu uygulandığı halde
sanki çok güncel bir soruymuş gibi kadınların mirasla alakalı mevzusu çok daha ön
plana çıkartılıyor. Hâlbuki yaşanan çok daha önemli problemler var, yaşanmakta
olan çok daha acı tecrübeler var. Asıl sorunlar üzerinden yürümüyor da tartışma,
hani son zamana kadar başörtüsüyle okula gidemiyor, eğitim alamıyor, meslek
sahibi olamıyor, o yüzden hem psikolojik olarak, hem ekonomik olarak mağdur
durumda kalıyor bir kadın. Bu reel bir problem. Bunu tartışmıyoruz ama İslam’da
Miras hakkı, şahitlik, iki kadının şahitliği falan gibi, aslına bakarsanız çok da
gündemde olmayan, uygulamada hiç bir karşılığı olmayan meseleleri tartışıyoruz.
Bu tartışmaların temel çerçevesini belirleyen birinci husus bu. Bir diğeri de, bir
başka önemli husus da yenilgi durumu.
O dönemden itibaren, toprak kaybı, siyasi olarak yenilmişlik, yaşanan bütün
bu acılar. Ben bir sergiye gittiğimde şu manzara karşısında çok üzülmüştüm. Bu
kadar tarih okumama rağmen bir harita üzerinde bunu görünce çok şaşırmıştım. 17.
yüzyıl, bir dünya haritası gördüm. Müslümanların yönettiği bölgeleri gösteriyor
ve dünyanın dörtte üçü yeşil. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun coğrafi olarak
baktığımızda en genişlediği dönemi belirtiyor. Hindistan’da Türk Sultanlığı var. Biz
mesela Hindistan’ı hiç Müslüman olarak düşünmüyoruz. Hindistan’a gittiğimizde
o büyük minareyi, 12. - 14. yüzyılda yapılmış olan 14 metre çapında bir minare
var. Çok büyük bir minareyi görüyoruz orada. Hâlâ yüz milyonlarca Müslüman'ın
yaşamakta olduğunu hâlâ, bu aslında bilgi olarak biliyordum ama bizzat gidip
orada teneffüs edince Hindistan’ın aslında Müslüman bir ülke olduğunu görmüş
oldum. Dünya tarihindeki o döneme baktığımızda, o bölgeyi Bir Türk Sultanlığı
yönetiyor, idare ediyor. İran’da da Safeviler var, Safeviler de Türk. Aslında diğer
taraftan baktığınızda 3 Türk hanedanı neredeyse tüm dünyaya hükmediyor. Böyle
bir dönemden sonra yavaş yavaş toprak kaybedildiği ve Anadolu’ya doğru küçüle
küçüle, sürekli geri çekilen büyük bir yenilgi haliyle bakıldığında o dönemin
aydınlarının bu kadar şey hissetmelerini belki anlamak mümkün. Hani “Nerede
51
Kadınlar Akademisi
hata yaptık” sorusunu bu kadar çok sormalarını ve sürekli kendi kendilerini hesaba
çekmelerini anlamak mümkün. Bu hesaba çekme esnasında aslında Müslüman
idareciler, işte yazan çizen, o alanda fikir geliştirenler hep kendilerini bir yenilgi
hissine mağluben burada. İşte biz geri kaldık, Avrupa bir şeyleri becerdi. Yargı ve
önce askeri alanda bir şeyler becerdi, bizi yenmeye başladı. Ardından ekonomik
olarak ilerledi. Ve ondan sonra da aslında biz kültürel olarak da yenildik şeklinde
bir geri kalmışlık hissiydi.
Kadınla alakalı tüm tartışmalara baktığımızda bu yenilik fikrinin yine çok
bariz olduğunu ve savunma psikolojisinin gündeme geldiğini görüyoruz. Kadınla
alakalı mevzular Osmanlı’nın son döneminde, işte modernleşme dediğimiz 19.
yüzyılda, özellikle 2. yarısında, Tanzimat’tan sonraki dönemde baktığımızda,
1850’lerden sonraki dönemde bütün tartışmaların kadınlar üzerinden yapıldığını
görüyoruz. Öne çıkmış bütün aydınları düşünün, siyasi olarak Devlet-i Aliye nasıl
kurtulur sorusuna cevap vermek üzere bir şeyler kaleme alan, yöneticilik yapan,
mutasarrıf olan, valilik yapan, sarayda görevli olan, sadrazam olan, kim olursa
olsun hepsine bakın hepsi mutlaka kadınla alakalı birkaç makale, ya da çoğu birer
kitap yazmışlar. Bu çok önemli bir şey aslında. Hepsi mutlaka kadınla alakalı şey
yapmışlar. Çünkü; şimdi bu şeyde bütün toplumsal sorunların çözümünün devleti
kurtarmak, devleti kurtarmak için toplumu kurtarmak, toplumu kurtarmak için
aileyi, aileyi kurtarmak için de kadını kurtarmak gerekir gibi böyle zincirleme
devam ediyor. Kadını kurtarmak nasıl olacak? Oryantalistlerin verdiği cevap hazır.
Özellikle II. Meşrutiyet döneminde, Abdullah Cevdet bunu aktarır. “Kur’an’ı kapa,
kadınları aç.” Böyle bir şey vardır. Abdullah Cevdet bunu aktararak diyor ki; “Hem
Kur’an’ı, hem kadınları açalım.” Hani o Kur’an’dan, dinden vazgeçmiyor ama
kadının toplumsal hayattaki yerinin daha fazla genişletilmesi ve Batı’daki kadının
aynısı olması gerektiğini söylüyor ve buna benzer pek çok öneri gösterenler oluyor.
Bu öneriler aslında tabii birbirinden ayrı.
Osmanlı’daki bu siyasi krizlere cevap olarak 3 ana akım gözüküyor o
dönemde. İslamcılar var, Türkçüler var, bir de Batıcılar var. Bunlardan bir kısmı diyor
ki mesela: Batıcılar, her şeyiyle Batı gibi olmalıyız. Buna kadın ve kültür meselesi
de dâhil. Kadınlar her şeyiyle Batı’daki gibi olmalı, onlar gibi özgür olmalı, eğitim
görmeli vs. Türkçüler diyorlar ki; “yani aslında bu kadınların örtünmesi, sosyal
hayata girme meselelerinin filan İslam’la alakası yok, bize Bizans’tan, İran’dan
gelen geleneklerdir. Türk geleneğinde de yok bu zaten” deyip, Batı karşısındaki
o eksiklikleri idare etme arayışında oluyorlar. İslamcılarsa diyorlar ki; Aslında
İslam’da kadınlar ezilmiyor. O yüzden biz Gerçek İslam’ı devreye sokarsak, o
aradaki bozulma durumunu ortadan kaldırırsak meseleyi çözmüş oluruz diyorlar.
Tabii bunları ayrıntılı olarak incelemenin yeri burası değil ama sadece dönemin
52
Kadınlar Akademisi
içinden toplumu kurtarmak, devleti kurtarmak adına çözüm önerenlerin hepsinin
kadınlarla ilgili bir fikri, bir projesi var. Hepsi farklı yaklaşımlar sergiliyorlar
ama hepsine de baktığımızda, en Batıcısından en İslamcısına kadar hepsine
de baktığınızda hepsi aslında yine de İslam’ın hâkim olduğu ortak bir atmosfer
içinden konuşuyorlar. Nitekim en Batıcı diyebildiğimiz Abdullah Cevdet’le İslamcı
diyebildiğimiz Mehmet Akif’in çözüm önerilerine bakarsak, aslında ortak bir çözüm
önerisi sunuyorlar. Diyorlar ki; toplumda bir takım şeyler değişiyor, kadınların
konumunun da değişmesi lazım ama bu İslam’a aykırı değil diyorlar. İslam'ın
içinden bu değişimi, bu dönüşümü yapabiliriz diyorlar.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde bu söylemde çok köklü bir değişiklik
oluyor. Yani bu farklı şeyleri savunan kadın olsun, erkek olsun farklı görüşleri
savunanlar arasında bir tercih yapılıyor ve diyorlar ki; İşte biz Batı usullerine göre
bir kamusal alan, bir hayat örgütlemek zorundayız. O yüzden de kadınların hayatı
aynen Batı’daki gibi olursa eğer ki, -burada daha ziyade kıyafet üzerinden bir
sembolik şey kazanıyor-, böyle olursa ancak biz medeniyet seviyesine ulaşabiliriz
diyorlar ve cumhuriyet dönemi, daha ileri, daha çağdaş olmak için daha Batılı
olmak gerekir gibi bir söylemi benimsiyor. Aslında benim anlatmaya çalıştığım
çok uzun bir mevzu.
Aslına bakarsanız, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte kadın
meselesi yine çok sembolik anlamını devam ettiriyor. Cumhuriyet bütün modernlik
imgesini kadınlar üzerinden kuruyor. Hatta dönemi tanımlaması için şöyle bir
ifadeye rastlamam benim için çok çarpıcı olmuştu. “Açık bir kadın yüzü, bir traktör
kadar, bir fabrika kadar önemliydi, ya da bir tren yolu kadar önemliydi.” Aslında
hani medeniyet dediğimiz “Batı’nın teknolojisini alalım, kendi kültürümüzü
muhafaza edelim” diyen İslamcılara karşı Batıcı yaklaşım, Cumhuriyet ideolojisi
istiyor ki, yani kadın yüzü çok önemli, kadının modern görünümü yüzle sınırlı
kalmıyor tabii. Böyle devlet eliyle kadınların modernleştirilmesi şeklinde bir
söylem benimseniyor ama aslında hep bizim bildiğimiz bir gecede sanki kadınlar
daha önceden çok kötü durumdaydı, kafes arkasına kapatılmıştı. Hiç özgür
değillerdi, ama birden bire bir gecede Cumhuriyetin getirdiği yeni düzenlemelerle
birlikte birdenbire modernleştiler kadınlar. Toplumsal hayat için böyle bir şey
söylemek zaten mümkün değil. Bu da zaten tarihsel verilere de aykırı. Çünkü biz
daha 1850’lerden itibaren kadınların modern eğitim kurumlarına girdiğini, sosyal
hayatın yavaş yavaş değiştiğini görüyoruz. Zaten şunu anlamakta ben öğrenciyken
zorlanmıştım. Sonradan ek okumalar yaparak ancak çözümleyebildim denklemi.
Mesela; şunu hiç düşündünüz mü? Düşünün, çarşaflı, peçeli, asla bir erkeğe sesini
bile duyurmamış, yüzünü hiç göstermemiş kadınlardan müteşekkil bir Osmanlı
toplumu düşünün. Böyle bir şey var mıydı? Bu tartışılır zaten. Ama tahayyül olarak
53
Kadınlar Akademisi
böyle çiziliyor. Diğer taraftan bir gecede devrim oluyor kıyafet devrimi ve ertesi
gün baloda sırt ve göğüs dekolteli kadınların yabancı erkeklerin kollarında dans
ettiği bir ortam. Şimdi toplumsal değişme dediğimiz şey bu kadar radikal olamaz.
Yani, o kadın bu kadın olamaz. Evet böyle bir şey mümkün değil. Ne psikoloji
açısından baktığımızda, ne sosyoloji açısından baktığımızda böyle bir şey mümkün
değil. Nitekim böyle olmadığını biz biliyoruz.1880’lerdeki İstanbul’daki bir takım
paşaların konaklarında kadınların, kadın erkek karışık ortamlarda sosyalleştiğini,
çay partileri düzenlediğini, yine yurt dışına giden kadınların, belki bugünkü İranlı
kadınlara benzer şekilde yurt dışında yüzü açık gezdiğini ve benzer tecrübelerinin
olduğunu, yani üst sınıfın kadınlarında bir modernleşme serüveninin yaşandığını
biliyoruz. Alt sınıf belki taşrada, ya da büyük şehirlerin taşrasında da böyle bir
şey yok ama elit dediğimiz, daha seçkin dediğimiz üst kesimde böyle bir Batılı
modern hayat tarzı zaten var. İşte öyle olduğu için de zaten bir kılık kıyafet devrimi
olduğu andan itibaren zaten belli bir şeyi, belli bir gelişmeyi tamamlamış kadınlar
bunu uygulamaya sokabiliyorlardı. Diğer taraftan böyle bir şeye hazır olmayanlar
zaten yıllarca evlerinden çıkmıyorlar. Ama sadece kıyafet üzerinden bakmayalım
meseleye, eğitim açısından baktığımızda da bir gecede okuryazar olmadı kadınlar.
1850’lerden itibaren kadınlar ilk olarak ebelik okullarına gitmeye başlıyorlar.
1869’da ilk defa kadınların ilköğretim kurumlarına gitmesi mecburi hale geliyor.
1870’te Darul Muallimat denilen kız öğretmen okulları kuruluyor. Üniversite
düzeyinde, daha sonra İnas Darulfünunu denilen kadınlar üniversitesi 1913’de
kuruluyor. Aslında kadınların değiştiği, dönüştüğü, sosyal hayata dâhil olduğu bir
süreç var. Bu sosyal hayata dâhil oluş esnasında sadece kendinden vazgeçme de
söz konusu değil. Şükûftegar diye bir dergi var, bunu ilk defa Darül Muallimat
dediğimiz kız öğretmen okullarının ilk mezunları çıkartıyorlar. Yani eğitimli
kadınlar olarak çıkarttıkları bir dergi. O dergide şeyi tartışıyorlar yani, tesettür
nasıl olmalı? Siz bize “saçı uzun aklı kısa” diyorsunuz ama bunu kabul etmiyoruz.
Bir feminist tepki var aslında, öyle değerlendirilebilecek bir tepki var ama biz
diyorlar sizinle birlikte ülkenin gidişatına, topluma katkıda bulunmak istiyoruz.
Savaşlar var, fakirlere yardımcı olmak istiyoruz, sosyal hayattaki sorunları
çözmek istiyoruz, eğitim görmek istiyoruz iyi anne, iyi eş olmak istiyoruz ama
aynı zamanda sosyal hayatta da yer almak istiyoruz ve meslek sahibi olmak, kadın
olarak da ayaklarımızın üzerinde durmak istiyoruz diyorlar. Ama bu şey demek
değil tamamen dinlerinden vazgeçmiyorlar, hatta şeyi tartışıyorlar, o açıdan çok
ilginç. Tabii o zaman tesettür açısından peçe ve eldiven de var. Eldivenin üzerine
yüzük takılır mı? takılmaz mı tartışıyorlar. Yani tesettürden vazgeçmiş, bir tarafta
aşırı Batılılaşmış, bir tarafta tamamen çok gelenekleri koruyan bir şey yok. Aynen
bugünkü gibi. Değişen, dönüşen çeşitli, yani bir yelpazenin iki ucunda da yer alan
54
Kadınlar Akademisi
kadınlar var. Ve bunu tartışıyorlar neyi yapacaklarına dair bir tartışmanın içindeler.
Mesela 1912’de Fatma Aliye Hanım evinde topluyor kadınları özellikle Balkan
savaşları, 1912 biliyorsunuz Balkan göçmenlerinin çok yoğun olarak geldiği
bir dönem. Onlar için bir hayır oturumu düzenliyorlar. Dönemin eli kalem tutan
kadınları ardı ardına konuşuyor, İşte kadınlar bileziklerini, küpelerini, yüzüklerini
çıkartıp atıyorlar, orada mülteciler için bir yardım toplanıyor. Buna benzer
faaliyetleri var veya daha entelektüel şeyler kuranlar var. Mesela Halide Edip
kendi kurduğu derneğe üye olmak için İngilizce bilme şartı koyuyor. Böyle bir
tartışma süreci var ama o tartışma süreci Cumhuriyetle birlikte kapanıyor, sadece
şöyle bir imaj oluşuyor; Bu imajı 1970’lerden sonraki feminist kuşaklar tartışır ve
bugün artık kabul görmüyor. Yani, “Kadınlar çok perişan durumdaydılar, Mustafa
Kemal geldi bir gecede onları kurtardı”. Böyle bir şey yok. Süregelen bir toplumsal
değişme var. Dönemin kadınları çok ciddi katkıda bulunuyorlar. Yani, hem milli
mücadele esnasında, hem sosyal hayattaki o katılım noktasında çok ciddi katkıları
var. Farklı görüşlerden olanlar var. Çok feminist tepkiler gösterenler var ama bir
taraftan da işte Fatma Aliye örneği üzerinde gördüğümüz, daha mutedil, yani hem
dini hassasiyetlerini muhafaza eden, aynı zamanda da Udî diye bir kitap yazan, yani
kadınlar meslek sahibi olmalı, ayakları üzerinde durabilmeli ki, çok süfli işler yapan
kocalarına boyun eğmek zorunda kalmasınlar. Ya da sokağa atıldıklarında kötü yola
düşmesinler. Refet diye bir romanı var mesela. Refet’te de okuyan ve meslek sahibi
olan bir kadını çizer. O döneme baktığımızda böyle bir ayırımı var Fatma Aliye
Hanım’ın. Meslek sahibi olmayı çok önemsiyor, ama bu kadınlar illa erkeklere
bayrak açsın, isyan etsin manasına gelmiyor. Kendi hayatında da böyle olmadığını
görüyoruz. Babası evlendirdiği için, asla itiraz etmeyip, bu babamın hakkıdır
deyip 17 yaşında evleniyor ve eşi buna rıza göstermediği için yıllarca kalemi eline
almıyor. Böyle bir şeyin de anlaşılabileceğini biliyorum, belki tartışılabilecek bir
şey. Çok uzun bir süre sonra eşini ikna ediyor, yani roman okuyan, roman yazan,
yoldan çıkmayacağına, kocasına isyankâr olmayacağına dair öyle bir şey aralarında
geliştikten sonra o teşriki mesai sonrasında, evet, bu kadın herhalde bana meydan
okumaz, saygıda kusur etmez noktasına geldikten sonra roman yazmaya başlıyor.
Şimdi böyle bir süreç var, yaşanan bir süreç var ama biz bu süreci sanki
yokmuş gibi, bir gecede kadınlar özgürlüğüne kavuşmuş gibi bir imaj var. Bu
70’lerden, özellikle 80’lerden sonraki ikinci dalga feministlerin Türkiye’deki
yansıması olarak gördüğünüz yayınlarda da bunu bariz olarak görüyoruz artık.
Yani Cumhuriyetin kadın özgürlüğünü çok da şey yapmadığını, hatta tam tersine
daha radikal olarak gelişebilecek olan bir takım gelişmelerin önünü kapattığına
dair ki buna da Nezihe Muhiddin örneğini verirler. Cumhuriyet Halk Fırkası
da kurulmadan önce, Kadınlar Halk Fırkası’nı kuruyor Nezihe Muhiddin, eli
55
Kadınlar Akademisi
kalem tutan kadınlardan birisi. O dönemin Cumhurbaşkanlığını yapan Mustafa
Kemal’e de bunu takdim ediyor. Fakat kabul görmüyor. Türk Kadınlar Birliği’ne
dönüştürülüyor kurduğu fırka. Çünkü onu bir rakip olarak görüyor. Çok güçlü
göründüğü için siyasi rakip olarak ciddi bir kargaşaya sebep olabileceği için o
fırka veya bugünkü adıyla parti kapatılıyor ki, seçme-seçilme hakkı henüz yok.
Seçme seçilme hakkı verilmeden yıllar öncesinde Nezihe Muhiddin böyle bir parti
programıyla devreye giriyor ama parti kapatılıp dernek haline dönüştürülüyor ve
daha uysal, söz dinleyecek birisi getiriliyor başa. Bu Türk Kadınlar Birliği uzun bir
süre devam ediyor. 1980’lerde kapatılmıştı, Tekrar, güya Cumhuriyetin koruyucusu
rolünü üstlenen kadınların sesi olarak devam ediyor ama figüran. Aslında kendinden
menkul, kendi geliştirdiği bir takım söylemleri dile getiren bir hareket değil.
O açıdan İslam Dünyasındaki modernleşme ve kadın diye, dediğim gibi
o büyük başlığa baktığınızda, benim bu noktada vermek istediğim temel mesaj
şu: Sosyal hayat değişir ve evet değişti. Bugün baktığımızda bu değişimi nasıl
değerlendirmeliyiz? Benim şu an şurada bulunuyor olmam bu değişimin bir
göstergesi. Yani “biz modern değiliz.” Diye bir cümle kurmak yanlış. Hepimiz
moderniz. Şuradan ben mikrofonla konuşuyorum, hepimiz buraya arabayla geldik.
Elektrik kullanıyoruz. Bunlar tamam teknolojik şeyler ne alakası var diyebilirsiniz
ama bu teknolojik şeyler bizim gündelik hayat görüntülerimizi de değiştirdi.
Çocuklarımızı okula gönderiyoruz.
Küçükleri yuvaya gönderiyoruz.
Yani eski annelerimiz gibi değiliz. Hiç birimiz annelerimiz gibi değiliz, hiç
birimiz ninelerimiz gibi değiliz. Ama bu değişimi çok mu kutsamamız gerekiyor?
Ya da eyvah, bozulduk, mahvolduk, bak hiç birimiz ninelerimiz gibi değiliz mi
dememiz gerekiyor? Aslında ikisi de yanlış. Yani, çok kötü oldu demek de yanlış.
Çok iyi oldu demek de yanlış. Çünkü; evet, bu değişim. Bu değişimi iyiye doğru da
yönlendirebiliriz, kötüye doğru da yönlendirebiliriz. Değişim tabiatın kaçınılmaz
tabii bir sonucu. Bu fıtri bir şey. Kadim zamanlardan beri değişim söz konusu.
Ama biz son yüzyıllarda çok hızlı ve mevsim normallerinin üstünde bir değişim
yaşadığımız için aslında kadın meselesiyle alakalı hep kafamız karışık. Çünkü
kadınların hayatı zaten tüm dünyada da değişti. Bir de İslam dünyasında bu
değişimin üzerine hep Batılıların, Avrupalıların hizaya çekmesi eklendi. Yani, “ha
bak, sizin kadınlarınız, siz onları geri bıraktınız, kafes arkasına hapsettiniz gibi,
bugün de çeşitli şekillerde devam etmekte olan yine bir şeye maruz kaldığımız için
biz bu meseleyi mevsim normalleri içinde tartışamıyoruz. Yani, bu değişimi doğal
bir şey olarak göremiyoruz. Ya kötülüyoruz, ya da kutsuyoruz bu sefer. Yani 16.
yüzyılda yaşasaydık, eyvah ne olacaktı kafes arkasına kapatılmış olacaktık, bak
56
Kadınlar Akademisi
ne güzel çok özgürüz deyip bunu şey görebiliyoruz. Hâlbuki aynen öyle bakılmaz.
O dönemin özgürlük anlayışıyla bugünün özgürlük anlayışı birbirinden çok farklı.
Ama bugünü anlamak için mutlaka tarihsel süreci de bilmemiz lazım. Bugün niye
bu kadar yakıcı bir konuyu anlayabilmek için isabetli bir analiz yapıp isabetli bir
cevap üretebilmek için de tarihsel arka planını da bilmemiz gerekiyor. O yüzden
ben sıkıcı da olsa bu arka planı hep aktarmak gerektiğini düşünmüyorum.
Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Şimdi soruları alabiliriz.
Saniye Öztürk
Moderatör
Sosyolog-Yazar Nazife Şişman Hanımefendiye istifadeli sunumu için
teşekkür ediyorum. Evet, yorucu mu? Yorucu. Nazife Hanım sağolsun her zaman
beyin konforumuzu bozuyor. Böyle bozan insanlar olmalı. Farklı bakış açıları
getiriyor. Gerçekten çok kıymetli. Biliyorum, öyle her yerde de konuşmuyor. İşte
5 kere davet ettiysem programa, bir defasında ancak kabul eder. Bunu da buradan
paylaşmış olayım. Ben teşrif ettiği ve bu bilgileri de bizlerle paylaştığı için teşekkür
ediyorum.
Sizlerden gelen soruları yöneltebiliriz. Arkadaşlarımız mikrofon verecekler.
Soru:
Ben sizi dinlerken aklımdan pek çok şey geçti Nazife Hanım. Gerçi sona
doğru altını çizdiniz ama modernleşmeden biz ne anlıyoruz? Şimdi bize ilkokul
kitaplarında, o yıllardan beri öğretilen modern kadın imajı deyince şu an eminim
hepimizin aklından geçen bir kadın formülü var. Hep kıyafetler üzerinden bir
modernleşme, ya da işte bir resim vardı işte onu da yine benimle aynı yaşta olanlar,
gerçi ben çok gencim ama hatırlayacaklardır. İşte bir anne modeli vardır, bir
baba modeli vardır, çocuklar falan, bir de bilinçaltı oluşturularak, biz bu algıların
değiştirilmesinin ne kadar zor olduğunu düşündüm. Ama işte siz de bugün evet
moderniz diyorsunuz, bir başkası da diyor. Şimdi iki moderni yan yan getiremiyoruz.
Şimdi ne anlamalıyız biz modern kadından?
Cevap:
Modernin de tabii çok çok farklı tanımları var ama ben sadece reel bir
duruma işaret etmesi açısından modern dedim ama insanın kendisini tanımlarken
kullanacağı kavramlar açısından, ben modernim diye altını çizerek bir şey
yapıyorsak orada başka bir problem var demektir. Ben kendimi “Ben modernim”
diye tanımlamıyorum. Şimdi böyle bir tanımlamaya tevessül edersem eğer aslında
modernist olurum. Yani modern olmayı kutsamış olurum. Zaten modernitenin
temelinde bu var. Yani, bugün temel olarak şu var; bir zaman ilerleme süreci
57
Kadınlar Akademisi
içerisindedir. Tarihi geriden ileriye doğru gelişmeye doğru, iyiye doğru bir süreçtir.
O yüzden bugün geçmişten daha iyidir diye ilerlemeci bir mantık var tarihsel seyre
baktığımızda. modernizmde bizatihi bu var. Modern olan yenidir. Yeni olan eskiden
her zaman iyidir gibi. Bizim Müslüman olarak tarihe ve zamana baktığımızda böyle
bir şeyi kullanamayız. Böyle bir tanımlamayı kullanamayız. O yüzden, geçmişler
daha iyi anlar tabii. O yüzden vaka olan bu. O yüzden farklı tanımladım. Çağdaşız,
çünkü hepimiz bu çağda yaşıyoruz, hepimiz çağın nimetlerinden istifade ediyoruz,
külfetlerine katlanıyoruz. Çünkü çağdaş olan her zaman daha iyi olan anlamına
gelmiyor. Bugün yaşadığımız kent ortamında nelere maruz kalıyoruz? Şu an
buradaki cep telefonu sinyalleri yüzünden bizim binaların yapısı da çelikten olduğu
için bir kafes içinde yaşıyoruz ve üzerimizde yoğun bir manyetik alan var, bu bizi
ilerleyen dönemlerde kanser hastası yapabilir. Şimdi bu evet nimettir. Telefon alo
dediğimizde karşımızdaki, onun bir külfeti var. O yüzden hani yeni olan iyi olandır,
modern olan iyi olandır anlamında değil. Sadece bunu inkâr etmenin, yani, “Ben
modern değilim” diyerek bunun üzerinden bir tez kurmanın çok anlamlı olmadığını
düşünüyorum. Ama modernist değilim diyorum ben. Yani moderne olumlu bir
anlam yüklemiyorum.
Saniye Öztürk
Moderatör
Evet, teşekkür ederim. Sorusu olan varsa alayım, yoksa ben sorularıma
devam edeceğim.
Soru:
Çok teşekkür ediyoruz. Nazife Hanımı dinlerken tespit çok enteresandı. O
asra baktığımızda bazı uydurma Hadislerin özellikle kadınlar açısından o döneme
damgasını vurduğunu tespit etmiştim ben. Çünkü insanımızın dini bilgisi çok
az. Yani hakiki kaynaklara inme, dini hakiki kaynaklardan öğrenme imkânı çok
fazla yok. İşte o dönemdeki şeyhülislamdan duydukları, aldıkları bilgiden hareket
ediyorlar. Şu uydurma hadis hakikaten ciddi anlamda kadınların eğitim hayatında
etkili olmuştur. “Kızlarınıza sadece Mülk Suresini öğretin, onlara okuma yazma
öğretmeyin.” Uydurma Hadisi damgasını vurmuştu. Bunun açıklamasında da,
yani o dönemin kitaplarında hep vardır. Yani bunu öğretirseniz kızlar erkeklere
mektup yazarlar. Bu kadar yüzeysel, basit bir gerekçeyle gerçekten kız çocukları
sadece sıbyan mektepleri eğitimi hariç uzun süre Kur’an eğitimi hariç sıbyan
mektepleriyle sınırlı kaldı. Daha sonra okullaşma başladı. Bu anlamda sosyoloji
ne diyor? Yani o dönemin bu algısının neticesi miydi acaba? Yani biz hiç ortada
olamadık. Geçmişi suçlamıyoruz ama o kritiği ben yapmıştım çalışırken. Biz
58
Kadınlar Akademisi
kadınlara, kadınlarımıza İslam’ı anlatmadık. Uygulamalarını istedik. Yani, kurallar
konuldu bu yüzden. Fatma Aliye bunu çok güzel yapar. Kitaplarında yazar, Hatta
şöyle diyordu; o dönemlerde kadınlar eşleriyle seyahat edemezler, sıcak günlerde
kapalı faytonlara kadınlar biner, eşleri onlardan ayrı açık faytonlarla giderler.”
Diyor ki, “İslam’ın ortaya koyduğu kadını korumacılıkta biz sebil bardakları gibi
yol kenarına dizilir, arz-ı endam ederdik ki yarım saatte bir ancak fayton geçiyor, bu
İslam’a aykırı kabul edilmez, ama eşimizle beraber bindiğimiz zaman aykırı kabul
edilirdi.” Şimdi bu anlamda o dönemin İslam öğretisinin öğretilmemesi, sadece
kural olarak uygulanmasının etkisi nedir? Yani okullaşmalarda ya da İslam’ın doğru
anlaşılmasında, mesela bir çarşafın efendim işte hangi kumaş, işte çuha kumaş,
kahverengi olacak Nezihe Muhiddin bunların karşısında. Yani, asla kabul etmiyor
ve karşı çıkıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Yani bunun neticesi midir? O
zaman bu uçtaydık, sonra bu uca geçtik, ortada olamadık hep sıkıntı yaşadık. Hala
yaşıyoruz yani. Bitmiş de değil.
Cevap:
Sondan başlayayım isterseniz. Kahverengi olacak, renk belirlemesi bunların
aslında tabii doğrudan dinle alakası yok bu belirlemelerin. O hadisin devreye
sokulmasının da dinle alakası yok. Hızlı bir toplumsal değişme var. Bir yerlere fren
koymak istiyor insanlar. Okulların nitelikleri de önemli oluyor o noktada. Darul
Muallimat - Kız Öğretmen Okulu’nun kuruluşunun arka planında bu var. Çünkü
kızlarını erkeklerin öğretmenlik yaptığı kurumlara göndermek istemiyor aileler
doğal olarak. Şuradan bakarsak eğer, ben biraz daha yargılayıp bir takım şeyleri
hapsetmekten ziyade anlamaya çalışıyorum. Hızlı bir toplumsal değişme var.
Nitekim bunu biz 80’lerde de filan da yaşadık. Bir takım cemaatler işte okullara
göndermek istemediler, bazıları gönderdi, bazıları göndermedi. Aslında hepsinin
anlaşılabilir gerekçeleri var. Çünkü çok hızlı değişen bir şey, bozulma dediğimiz,
toplumsal bozulma dediğimiz şey daha ziyade kadınlar üzerinden gerçekleştiği
düşünüldüğü için kadınları eve hapsederek demeyelim de şu anda yapılmaya çalışılan
bir şey var. Biz kadınlarımızı ideal noktada tutarsak ki o ideal dediğimiz nokta
hep değişiyor. Orada tutarsak aileyi muhafaza edebiliriz. Toplumu da muhafaza
edebiliriz. O muhafaza gayesiyle aslında kız çocuklarımızı okutmayalım. Ya da
kıyafet konusunda bu kadar bariz şeyler var. Kıyafet konusundaki düzenlemenin
arka planında aslında iktisadi sebepler de var. Özellikle mütareke dönemlerinde
işte sırmalarına kadar şey yapıyorlar. İşte bunu İslami tesettür açısından eleştiriyor
insanlar. Bu dini bir şey olamaz. Bir kadının koluna kaç santim sırma dikeceğine nasıl
karışırsınız? Bunun sebebi, gerekçesi arka planda dini değil, tamamen ekonomik.
Bir gelir düzeyinde çok ciddi şey var, sokaklarda gelmiş mülteciler camilerin
59
Kadınlar Akademisi
bahçelerinde aç açık gezerlerken, bir takım kadınların çok gösterişli kıyafetlerle
dolaşması sosyal açıdan bakıldığında bir patlamaya sebep olabilir. O yüzden bu
durumun düzenlenmesi gerek. Yani devlet özel hayat ne kadar müdahale eder, ne
kadar müdahale edemez, bu tartışılabilecek bir şey ama ben sosyal adaleti sağlamak
açısından böyle kısıtlamalar getirilebileceğini düşünüyorum ki, getiriliyor yani.
Sonuçta kamusal düzenleme, beraber yaşamak, böyle bir şey getiriyor. O yüzden
sadece dinin bilinmesi veya bilinmemesi değil de orada, o hızlı değişim, dönüşüm
dönemine muhalefet etmekle alakalı. Yani, bazı şeylerin altı fazladan, gereksiz
yere çiziliyor. Mesela: Fatma Aliye Nine yaşadığı dönemde Şeyhülislam Mustafa
Sabri Efendi ile karşılıklı yazıştıkları çok eşlilik tartışması var. Çok eşlilikle alakalı
bu kadar altını çizmesi Mustafa Sabri Efendi’nin aslında Batı’dan bize her geleni
kabul edersek, illa bütün erkekler çok eşli olsun diye bayraktarlığını yapmak
istemiyor. Öyle bir niyeti yok. Ama diyor ki yani, Batı’dan bu kadar taarruz var.
Sizin dininizde şu olmamalı, bu olmamalı deyip, her olmamalı dediklerine bakıp,
yarın öbür gün, “Niye secdeye kapanıyorsunuz, yatıp kalkıyorsunuz? Mikrop
kapabilirsiniz derlerse, namazdan mı vazgeçeceğiz?” Böyle bir müdahaleye izin
vermemek anlamında da bir takım savunmaları var. O bakımdan dönemin içinden
belki değerlendirmek gerekiyor.
Soru:
Ben de bir konuyu merak ediyorum. Bizim üzerimizden bu kadar çok
tartışmalar yaşandı. Kimimiz mutlu oldu, kimimiz mutsuz oldu. Kimimiz sosyalleşti,
kimimiz sosyalleşemedik. İslam toplumunu 17. yüzyıldan itibaren karşılaştırmak
istediğimizde, Avrupa’daki, ya da İslam dışı toplumlarla karşılaştırdığımızda bizim
kadınımız mı daha mutlu, onlarınki mi daha mutlu?
İkinci bir sorum; Bilimsel açıdan bizler pek fazla ilerleyemedik, bu bir gerçek.
Yani okullarda yer almadık. Oysa eşimin bir çalışması var; Sultan II. Abdülhamid
dönemindeki salnamelerle ilgili ben o dönemde 10 bine yakın bir salname
okumuştum. O salnamelerde II. Abdülhamid’in açmış olduğu kız mektepleriyle
alakalı ciddi çalışmalar vardı. Ben onu okuduğumda çok şaşırmıştım. Yani bunlar
nasıl olabilir de o zaman bu okumuş kadınlar nerede? Sonra ben kendi kendime
şunu düşündüm. Dedim ki, o zamanın düşünen beyinleri o annelerin çocuklarıydı.
Türkiye’nin gerçekten bugünkü modernleşmesine dair katkı sağlayan, sunan o
insanların çocuklarıydı. Fakat biz bu tartışmayı yapmakla birlikte, ülkemiz ve
bu topraklar çok ciddi savaşlar geçirdi. Kırılan, sahiplenemediğimiz bilim insanı
çok oldu. Kadınlar olarak biz bu bayrağı taşıyamadık. Yani sonunda biz yokuz o
şeyde. Bunun karşısında Avrupa’daki kadınlara baktığımda evet, ilmi çalışmalarda
görüyoruz onları. Ama o toplumun hakikaten ne kadar mutlu bir bireyi olmuşlar, ne
60
Kadınlar Akademisi
kadar aile ile birlikte bir mutlu bireyi olmuşlar? Ben bunu merak ediyorum. Sizler
dışarıda pek çok ülkeyi görmüş bir insan olarak, sosyolog gözüyle de mukayese
eden bir insan olarak bunu nasıl görüyorsunuz?
Cevap:
Şimdi yükselen bir trend yapılıyor. İstatistik olarak ölçülebilecek bir şeydir
bu. Ama Batı’daki kadın mı daha mutlu, yoksa Müslüman kadın mı mutlu böyle
bir değerlendirmeyi bizim yapamayacağımızı düşünüyorum ben. Yalnız şunu
söyleyebiliriz; Batıdaki bir takım kriterlerle bakıldığında İslam Dünyasındaki
kadınlar işte daha çok itaat eden, ezilen diye tanımlanabilir belki ama bu ne kadar
doğru? Bunu sorabiliriz. Ama diğer taraftan biz de onların bize yaptığı oryantalist
düşünceyle, işte onlar çok eziliyorlar, işte kapatılmışlar, hiçbir özgürlükleri
yok şeklindeki o kalıp yargıların bir benzerini kendilerine yöneltip de aslında
Batıdaki kadınlar da çok mutsuz gibi bir kalıp yargıya girersek bu da bize pek
bir şey kazandırmaz gibi geliyor bana. Ama öncelikler düzeyinden baktığımızda,
Batıdaki kadınların intihar düzeyine, boşanma düzeyine, çocuklarıyla ilişkileri, aile
istatistiklerine falan baktığımızda evet, İslam Dünyası şu an için daha avantajlı
durumda. Yani aileler dağılmamış, dayanışma ruhu devam ediyor. Ama bu ne
kadar devam edecek bu konuda endişelerim var. Çünkü; ciddi manada benzer
bireyselleşme çabaları ve teknik gelişmeler ve iktisadi çalkalanmalar, küresel
iktisadi yapının izleri ve etkileriyle birlikte aslında İslam Dünyası’nda da çok
ciddi şeyler bekliyor önümüzdeki dönemlerde bizi. Çok ciddi problemler bekliyor.
Problemlerin başında da ailenin çözülmesi var. Biz şu an için hala iyi noktadayız
belki ama buna sevinerek avunamayız. Bunun önlemini almamız gerekiyor. O
yüzden ben artık İslam’da kadını tartışmayı bırakıp, İslam’da erkeği tartışalım. Ya
da İslam’da erkek değil de, şu an çağdaş dönemde ailelerin yapısı değişiyor, artık
kadınlar daha etkin ailede. Her açıdan daha etkin. Biraz önce Ayşe Hanım dedi
ya, Ayşe hanımla konuşurken onun tespitlerinden de istifade ettim. Yani gerçekten
yapılan araştırmalar, sadece Türkiye’de yapılan araştırmalar da bunu gösteriyor.
Aileler artık ataerkil değil, erkekler ailede etkin değil. İlişki alanını kadınlar
koruyor. Kadınların ekonomik hayat katkısıyla birlikte ailedeki söz hakkı daha ileri
noktalarda. Yani aileyi aslında kadın yönetiyor. Şimdi böyle bir ortamda erkeğe
düşen görevler azaldığı için, işsizlik oranları arttığında bir toplumda, onu anlayın ki
orada aslında erkek işsizliğinin oranı çok artıyor. Erkeklerin işsiz olduğu, kadınların
çalışıp aileyi geçindirdiği bir yapıdan bahsettiğimizde, yine kadına, çocuğunu
eğittiği, evini yürüttüğü, sosyal ilişkileri, yani her şeyiyle kadının dominant olduğu
bir aile yapısında erkeğin bir iktidar sorunu yaşaması çok normal. Yükselen erkek
şiddetinde aslında bunun da çok etkisi var. İşsiz ve ailede konumunu belirleyemeyen
61
Kadınlar Akademisi
bir erkek modeli var karşımızda. İstatistik olarak belki ne kadar olduğunu tespit
edemiyor olabiliriz ama ciddi manada bir şey var. Yani biz kadınların özgürlüğü,
hakları, kadınların sürekli son iki yüzyıldır aslında sürekli alan aça aça geliyorlar
kendilerine. Her alanda, bakıyoruz işte eğitim görüyor, çalışma hayatına atılıyor,
sürekli kendisini geliştiriyor, çocuğun nasıl iyi yetiştirilebileceğine dair kurslar
alıyor, çocuklarını böyle kanatlarının altında onları korumaya çalışıyor. Hem iş,
hem ev, hem aile ilişkileri. Bu esnada bir süre sonra, özellikle belli bir yaştan sonra
ailenin dışında bir şeydir. Kadınlarla çocuklar bir grup olur, o evde baba yalnız
kalır aslına bakarsanız. Böyle de parçalı, atagücü ilişkiler açısından baktığınızda da
belli bir yaşından sonra da çok zavallı bir noktaya düşer erkek. İşte orta yaşlarda bu
şiddete dönüşebiliyor. Kendini ifade edebileceği, anlamlandırabileceği, aile içinde
konumunu pekiştiremediği için şiddetin temel gerekçelerinden birisi de bu aslında.
Diğer taraftan da işte “Erkekler kadınlar üzerinde kavvamdırlar.” diye bir Ayet
var. Kavvamlık yeni toplumsal yapıda nasıl olacak? Bu kavvamlığı biz nerede
göreceğiz? Eve ekmek getirmeyecekse, çocuklarla ilgilenmeyecekse, savaşa gidip
bizi korumayacaksa bu erkek nasıl erkek olacak. Bu çok ciddi bir mesele. Yani, ben
de bir erkek evlat annesi olarak önümüzdeki dönemde ne olacağını, mesela şaka
yapıyor benim oğlum; “Ben ev erkeği olmak istiyorum” diyor. “Yahu bu kadınların
hayatı çok rahat, ne güzel…” O şimdi öğrenci olduğu için “Çok rahat, ben ev erkeği
olmak istiyorum” diyor. Şakasını yapıyor ama bunun şakasının yapılması bile şu
anda aslında, gelecekte nasıl bir kuşak olduğuna dair bir işaret veriyor.
Soru:
Gerçekten altı çizilmesi gereken bir husus. Bir taraftan biz kadınların hoşuna
gidiyor bu gelişmeler. Kendi ayaklarımızın üzerinde duruyoruz falan, medeni
cesaretimiz yerinde. Bir de bakıyoruz hayatın her alanında artık varız. Okuyoruz,
meslek sahibi oluyoruz. Ama bir taraftan da tehlike sinyalleri böyle bizi sarsıyor,
değil mi? Dikkatimizi çekiyor. Bu arada bir taraftan da kadın ve aileye dair
uzmanların yaptığı çalışmalar var. Kadınların hayatını kolaylaştırmak için yaptığı
düzenlemeler var. Ben şimdi seviniyordum, korkmaya başladım. Yani bu kadar çok
çalışma hayatının içine çekilen bir kadın evinde artık yok ve ifade ettiğiniz gibi
erkeğin rolü değişmeye başladı. Ne yapmak lazım? Çözüm ne? Ben de düşündüm
sizi dinlerken. Bu konuda da ilaveleriniz olur mu?
Cevap:
Tabii şimdi Bütün problemin Kadının çalışma hayatına girmesi olarak
tanımlarsak da ben çok doğru bir yere varmayacağını düşünüyorum. Çünkü:
Bugünkü ekonomik sistem gerçekten baktığınızda, pek çok aile için tek maaşın
62
Kadınlar Akademisi
yetmediği ikinci bir gelirin gerektiği, yani kadının çalışmasını gerektiren ortamlar
olarak, yani ekonomik açıdan bu böyle. Sosyal hayat açısından bakıldığında
kadınların da üretmek ve sosyal hayat katılması gerekiyor. Artık sadece evde
durarak üretken olmayı başaramıyoruz. Başarabileceğimiz atmosfer yok. Çünkü
evin içinde televizyonun olduğu, asla üretimin olmadığı ve sadece tüketimin
yapıldığı, gelen paranın lüks bir şekilde tüketildiği bir mekân haline geldiği için
ev. Biz 60’lı yıllarda kadınları evde tutarak o ideal yapıyı koruyabileceğimizi
düşünüyordu İslamcı aydınlar. Ama artık sadece evde tutarak bunu başarmamız
mümkün değil. Sadece çocuklarımıza iyi anne olabilmek için sokakta da ne oluyor
görmemiz gerekiyor. O açıdan kadınların çalışmaması şeklindeki bir çözüm şeklini
ben kabul etmiyorum. Gerçekçi de bulmuyorum. Bugün bu mümkün değil artık.
Ama bu çalışmanın niteliği, işte çocukların küçük olduğu dönemde ne kadar
zaman ayıracağı, bunlar ayrıntıda halledilebilecek meseleler. Bu arada erkeklerin
rol tanımlarıyla alakalı da yine annelere ve çevreye büyük bir görev düşüyor. Bu
konuda anne çocuğa ne yapmak gerek? Bu da bir şekilde zihninizde kalmalı. Ben
bazen çocukların önünde örnekler verdiğim zaman sonra kötü oluyor. Evet, bunu
duyduklarında ben biraz abartarak da veriyorum. Hani özellikle kendimden örnek
veriyorum ki daha şey olsun diye. Aynı oğlumdan sekiz yaşındaydı sanıyorum, 3
tane kız kardeşi var. O zaman ona erkek rolünü vurgulamak adına sen erkeksin,
okuman lazım, başarılı olman lazım, ekmeği eve sen getireceksin, evlenebilirler
belki eşleri olacak ama belki evlenmeyecekler senin onlara bakman gerekecek,
ben yaşlanacağım, baban yaşlanacak, bize bakman gerekecek, Babaanne sağ,
anneanne sağ elhamdülillah, işte hayatta olurlarsa, onlar düşkün olduklarında
onlara kol kanat gereceksin. Tek erkek evladısın ailenin, filan diye işte o yüzden
şöyle yapman lazım vs. Durdu durdu, “Ufff...” dedi. O zaman fark ettim ki, tabii
ben aşırı bir yüklendim. O kadar yüklenmiştim ki, karşılığı böyle oldu. O yüzden
erkeklere bu şeyin mutlaka verilmesi gerekiyor. Kadınların çalışmasıyla birlikte
erkeklerin bu konuda biraz kendilerini rahat hissetmek istediği bir şey var. Evet,
kadınlar çalışabilir ama yine de Kavvam olan, ailenin reisi olanın erkek olduğunu
mutlaka vurgulamamız gerekiyor. Reis deyince şey anlamına gelmesin, yani lider,
otoriter bir şekilde evde terör estiren, bu bir iktidar alanı değil, bu bir sorumluluk.
Yani Allah sana bu vazifeyi vermiş. Yapmazsan Allah katında sorumlusun öbür
dünyada. Kavvamlık böyle bir şey yani, yoksa bir hak değil, bir görev. Bir emanet,
rab olarak gördüğü zaman onun üzerinden bir üstünlük gibi bir şey ortaya çıkıyor
ki geleneksel yapıda bunun izlerini görüyoruz. Hâlbuki bu bir yük. Ben açıkçası
o yük için erkeklere acıyorum. O yükü gerçekten hakkıyla alıyorsa, hakkıyla bir
ailenin yükünü taşıyan bir erkek olağanüstü bir şey yapıyor ailesine. Onu takdir
etmemiz gerekiyor. O açıdan da hani eğitimde başarı için takdir edildiği gibi
63
Kadınlar Akademisi
erkeklerin başarabilmesi için de kadınların takdir etmesi gerekiyor. Eve ekmek
getiren, akşama kadar dışarıda posası çıkan adama biraz kıymet vermek gerekiyor.
O kıymeti de verecek olan kadın. Oradaki şeyi de yine bir şekilde telafi edecek olan
ona rol verecek olan, erkek evladı da yetiştirecek olan kadınlar. Ama tek başına
kadınlar değil yine de. Tek başına kadınlara bu yüklendi mi o da ayrı bir gerilim,
ayrı bir olumsuz şeye dönüşebiliyor.
Soru:
Öncelikle güzel bilgilerinizle bizi bilgilendirdiğiniz için teşekkür ediyoruz.
Ben şeyi merak ediyorum. Yurt dışına gitmiş biri olarak tabii sosyolog olaraktan
konferanslardan, kadın politikaları adlı bir eseriniz var. Oralara baktığınız zaman
Türkiye’deki kadın politikalarına dair neyi eksik gördünüz? Ah keşke Türkiye’de
de kadın politikalarına dair bu olsaydı dediğiniz ne eksiklik vardı? Ben onu merak
ediyorum. Teşekkür ediyorum.
Cevap:
Türkiye’deki kadın politikaları son 10 yıldır iyi bir yolda, yani kadınların
sosyal hayata, ekonomik hayata dâhil olması için Avrupa Birliği’ne uyum yasaları
çerçevesinde çok ciddi bir gayret var. Hani paralel bir gidiş var. İskandinav ülkeleri
kadar değil, ama sonuçta kadınların çalışma hayatına katılmaları hususunda
çok ciddi teşvikler var. O yüzden Avrupa ile karşılaştırıldığında hukuki olarak
herhangi bir eksiklik görmüyorum. Ama bu ne kadar iyi sorusunu da sormadan da
geçmememiz gerekiyor. Çünkü; özellikle İskandinav ülkelerine baktığımızda, evet
kadınlar her alanda eşit hareket ediyorlar, iş hayatında işte çocuk izninden tutun da
sosyal güvenceye kadar, pek çok alanda % 50 temsil ediliyorlar, iş hayatında vs.
Ama bu gösterge bir sağlık, iyilik ve mutluluk göstergesi midir? Ben meselelere
biraz daha şey açısından bakıyorum. Kadınlar bu kadar sosyal hayatın içinde ve iş
hayatında olması bir hükümet politikası olmalı mı? Bu Aile ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı’nın hoşuna gitmeyebilir belki ama bu teşvikleri, çalışmakta olan gerçekten
çalışacak olan kadına o imkânlar sunulmalı, çocukları daha iyi yetiştirmesi için,
çocukların bakımı için, sosyal güvence açısından, yani “eşit işe eşit ücret” dediğimiz
şey pek çok Avrupa ülkesinde olmadığı halde Türkiye’de uzun süredir var. Yani
bir işte kadın ve erkek çalışıyorsa, ikisi de eşit ücret alıyor. Hâlbuki bazı Avrupa
ülkelerinde böyle değil. İnanamayacaksınız ama bazı Avrupa ülkelerinde gerçekten
eşit işe eşit ücreti alınmıyor. Kadınsa daha düşük ücret alıyor. O yüzden pek çok
noktada hukuki düzenleme açısından bakıldığında kadınların lehine uygulamaların
olduğu, lehine derken eşitlik anlamında lehine ama bu büyük resme baktığınızda
gerçekten bu bütün toplumsal şey dikkate alındığında, çocukların, ailenin toplumun
64
Kadınlar Akademisi
geleceğini dikkate aldığımızda bu tek başına bir gösterge midir? Avantaj mıdır? İşte
kadınların % 30 bilmem nerede çalışıyor olması, Meclis’te % 50 kadının olması
mesela. Siyaset açısından bir kazanç mıdır? Bilmiyorum yani ben böyle olduğunu
düşünmüyorum. Bir yerde illa kadınların olması bizatihi kadının olması illa ki
iyilik anlamına gelmiyor. O işin daha iyi yürütüleceği anlamına gelmiyor. Ben
kadınlar daha iyi siyasetçi olur, kadınlar kadınları temsil eder ve eğer mecliste daha
fazla kadın olsa daha iyi, hani çay bahçelerinde falan olur ya, aile olan yerlerde
küfür olmaz, kavga olmaz filan, pek mecliste bile böyle bir şey olabileceğini
düşünmüyorum. Çünkü o konuma gelen kadınların neye dönüşebildiklerini
biliyoruz(!). O açıdan hani kadınlar şu kadar istatistik olarak şurada olsun, burada
olsun. Buna tabii devlet politikası olarak baktığınızda bunu bir hükümet yapmak
zorunda. Özellikle Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde evet bunu yapmak
zorundalar. Başka çıkar yolları yok çünkü. Ama biz bunu teorik olarak tartışmaya
devam etmeliyiz diye düşünmüyorum ben. Yani, Avrupa’da böyle, biz de böyle
olmalıyız diye bu kadar kolaycı çözümleri şey yapmamalıyız. Çünkü bazı şeyler
var ki, Avrupa’nın belki yüz yıldır yaşadığı, ama bugün geri döndüğü şeyler var.
Mesela: çok üst düzey yönetici olup, çocuk dünyaya getirdikten sonra tamamen
kariyerini, çalışmasını bırakan kadınlar var. Ama tabii ki şöyle bir açıklaması var
bunun da; O kadar üst düzey çalışıyor ki zaten ekonomik güvencesini de garanti
altına almış, o saatten sonra ömür boyu çalışmasa da zaten geçimini sağlayabiliyor.
Ama kariyerden, iktidardan ve bir takım nimetlerden vazgeçiyor. Kadınların
çalışmasıyla alakalı böyle bir son noktaya gelip geri dönüşler var Avrupa’da.
Onlardan en azından, o uyaranlardan da şey yaparak, onları da bir uyarı olarak
alıp istifade etmek zorundayız. Zaten Türkiye’deki politikayla ilgili benim çok
hani tek tek somut şu maddeler, şu madde böyle olsun, bu madde şöyle olsun diye
değil de, genel teorik çerçeve olarak hani kadınların sosyal hayatla ilgili iktisadi
hayattaki, siyasi hayattaki konumuyla alakalı genel bir politikasızlık fark ediyorum
ki bu sadece iktidarla alakalı değil, Türkiye’de bu konuyla alakalı çok az fikir
geliştirildiği için, hani evet, feminist diye tanımlayabileceğimiz kadınların “Her
alanda en fazla kadın” diye işte KADER’in savunduğu, siyasette savunduğunu bütün
diğer alanlarda savunan bir takım kadınlar var. Ama biz, öncelikler sıralaması farklı
olan kadınlar olarak, yani biz baktığımızda aileyi daha öncelikli olarak görüyoruz,
çocuğu daha öncelikli görüyoruz. Ama bu sosyal hayattan, iş hayatından taviz ve
illa ki hiç oralarda olmayalım anlamına gelmiyor. Bunlardan birini tercih etmek
zorunda kaldığınızda hangisini tercih edersiniz sorusu sorulduğunda, biz eğer
aileyi ve çocuğu tercih ediyorsak, burada o zaman başka bir düzenlemenin gelmesi
gerek. Ne olabilir. Bu da çok hemen soruya somut cevaplar verebileceğimiz bir şey
değil. Öncelikle bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Yani, bir kere klişelerin
65
Kadınlar Akademisi
dışında düşünmeye çalışmamız gerekiyor. Yani kadınlar bir yerde olursa her şey
güllük gülistanlık olur, kadınlar bir yere gelirse orada barış olur falan gibi böyle çok
sloganik cümleler bizim için aldatıcı olmamalı. Yine somut bir cevap olmadı. Biraz
daha kafanızı karıştırdım galiba.
Soru:
Ben bir seminerde bu konuyu konuşurken, iş kadınların çalışmasına gelince,
bir tanesi “Hocam çalışmamıza siz engel oluyorsunuz” dedi. Neden? dedim.
“Ben devlet memuruyum ama hanımların çoğu ev geçindirmek için merdiven
siliyor? dedi. Tabii talip misiniz? Dedim. Buna bir cevap alamadım. Yani, böyle
bir savunma var. Hanımlar çalışıyor, her yeri onlar doldurdu, bize de iş kalmadı
gibi bir savunmaları var. Bu hakikaten bir problemdir gerçekten. Eğitimci olarak
katılır mısınız? Çünkü; erkeklerde bireyselleşme, evliliğe farklı bakış açısı, aile
sorumluluğundan kaçma, evlendiği eşini o anlamda muhafaza etmeme, edememe
değil, etmeme, yani böyle bir süreç gelişiyor, bu bizi korkutuyor.
Cevap:
Bu tabii ki, kadın kadına konuşulacak bir konu değil, o yüzden yavaş yavaş
bu konuda ben birkaç yazı hatırlıyorum. Bizim düzenlediğimiz bir sempozyumda,
bir günlük bir sempozyumdu. Erkek konuşmacılar da katıldılar ve ciddiyetle
yaklaşanlar var ama tabii geniş anlamda baktığımızda çok da fazla hassasiyet
ve henüz itiraz düzeyine gelemediler. Buna bir kadın erkek meselesi diyebiliriz.
Belki sonuçla alakalı, kadın erkek meselesi diye sunduğumuzda zaten problemler
çatışmacı bir dile hapsolur ki, buradan kurtarmamız gerekiyor. Yani, bu meseleler
bizim toplumsal meselelerimiz ve bir kadın meselesi değil, bir erkek meselesi değil,
bizim meselemiz. Oradan bakarsak eğer daha üst bir şeye, karşılıklı cebelleşme
durumundan çıkarır, daha üst bir seviyeden bakarsak çok daha iyi bir şekilde
tartışabiliriz diye düşünüyorum.
Soru:
Ben içimi dökmek istiyorum. Erkekler mesela bir baba diyor ki; Sen kızıma
serbestlik verirsen ben onunla başa çıkamam. Bir koca da öyle diyor. Bunun nasıl
bir sınırı var ki, bir sınırsızlık mı var? Neden bu kadar korkuyorlar yani. Başa
çıkamam diyorlar ama neden? Bir kadın çalışsa da, çalışmasa da zaten kocasını,
çocuğunu mutlu etmek için yaşıyor. Aynı şeyi düşünüyor yani. Bir kadın çalıştığı
zaman eviyle ilgili bir sorun olduğu zaman, çalışmasından daha önce onu düşünür,
o sorunu daha önce düşünür. Bir erkek için öyle bir şey yok ama neden korkuyorlar
onu anlayamıyorum.
66
Kadınlar Akademisi
Cevap:
İşte biraz toplumsal bozulma denilen şeyin daha ziyade kadınlar üzerinden
gelişeceğini zannediyorlar. Topluluk içine çıkan kadının yoldan çıkacağı gibi bir
şey, ya da bir iktidar problemi. Erkek kendisini daha güçsüz gördüğü için kadının
oradan geliştirdiği güçle onun sözünü dinlemeyeceği gibi bir evhama kapılıyor.
Hâlbuki bir kadın akıllıysa, bir şey üretiyorsa ondan bir zarar gelmez. Ama boş
bırakırsanız bir kadını, boşlukla şey yaparsa oradan yoldan çıkar aslına bakarsanız.
O yüzden meşgul olması, bir şey üretmesi gerekir. Kadın güçlendikçe, bir şey
ürettiği sürece iletişiminde de problem olmaz zaten. Daha normal bir duruma girer.
Bu tabii, toplumsal değişme hızlı olduğu için babalardaki o kız çocuklarını koruma
hassasiyeti, dışarıdaki hayatı çok kirli ve bozuk görüyor. Nasıl koruyabileceğine
dair bir yöntemi de olmadığı için yahut kötü şekilde değerlendirmemek gerekiyor
belki. Dışarıyı tanımadığı için çok kötü gördüğü için oradan korumaya çalışıyor
belki. Ama bunun yolu kapatmaktan geçmiyor. Güçlendirmekten geçiyor.
Soru:
Diyarbakırlıyım ve 20 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Benim buraya gelip
gitmemden eşim çok korkuyor.
Cevap:
20 yıl olmuş, hala korkuyor. Şöyle bir durum da var; Buranın ismi
işte Kadın, Kadınlar Meclisi, burada işte birdenbire kadınların beyni yıkanıp,
erkeklere isyan edip öyle bayrakları ellerine alıp erkeklere meydan okuyup devrim
yapacak olan bir yer gibi görebiliyorlar. Onun için aslına bakarsanız, sizin burada
ne yaptığınızla alakalı daha olumlu şeyler alırlarsa, bilirlerse ben korkacaklarını
sanmıyorum. Bilmedikleri için korkuyorlar. Yani ne oluyor bir muamma. Orada bir
şeyler oluyor, ne olduğunu bilmedikleri için erkekler korkuyorlar. Öğrenmekten
zarar gelir mi? İnsan öğrenebildiği şeyleri hayatına aktarabiliyorsa çok daha olumlu
olur iletişimi.
Soru:
Ben bir şey söyleyebilir miyim? Bizim gençlik yıllarımızda, ben ilk
defa karşılaşıyorum Nazife Hanımla, gençlik yıllarımızda Nazife Hanım gibi
birini gördüğümüzde son derece gurur duyardık. O kadar erkeklerin içerisinde
onun isminin duyulması gerçekten gurur vericiydi. Biz o yıllarda hep erkekleri
görebiliyorduk. Böyle kaliteli yazılar yazacak pek nadir kadın vardı. O zamanki
gurur bile bazı kardeşlerimizi öne taşımaya, götürmeye yetiyordu. Şimdi o büyük
projeler gibi projeleriniz var mı? Onu merak ettim.
Cevap:
67
Kadınlar Akademisi
Orada bir kurulun içerisindeydim ben. Elimde bir tercüme var ama çok fazla
zaman ayıramıyorum. Daha fazla telif çalışmalarım var. Birkaç kitap projem var
Allah nasip ederse. İşte karınca kararınca yavaş yavaş ilerliyor. Bu şekilde devam
ediyor.
Soru:
Ben de bir şey söylemek istiyorum. Medeniyeti İslamiyet'in içinde yoğurup
hayatı paylaşmalıyız. Kadınıyla, erkeğiyle. Mesela ben hasta olduğumda eşim bana
nane limon kaynatmalı, oğlum kaynatmalı. Yani farklı anlam yüklememeliyiz. Ben
işten eve geç geldiğimde o bir kaşık çorbayı bulabilmeliyim. Her şeyi öğrenmeli.
Çamaşır yıkamayı, bulaşık yıkamayı, yemek yapmayı ama gerektiğinde yapmalı.
Yani her gün onun üstüne yüklemek lazım değil. Bence paylaşmaktan geçiyor hayat.
Mecbursun, sen erkeksin, sen özelsin dememeli işte. Aynı işi oğlun da yapabilmeli,
kızın da yapabilmeli. Ben bundan yanayım. Ana rolleri karıştırmayalım, fıtrata
müdahale etmeyelim. Erkek olmalı, yeri geldiğinde kadın olmalı. Kaynaşmalı.
Benim önerim bu.
Saniye Öztürk
Moderatör
Çok haklısınız çok teşekkür ediyorum. Evet, hatırlatmalarımız var. Sizi
dinlerken benim de aklıma radyo programcılığına ilk başladığım zamanlar geldi.
93-94’lü yıllar, hiç unutmuyorum. Akra FM’de başlamıştım. O zamanlar kadınlar
için yine çok tartışmalı zamanlardı. Tartışmalar vardı. Dinleyicilerimize bu konuda
sizler ne düşünüyorsunuz diye mikrofonu açtığımızda, bize ulaşan kadın sayısı o
kadar az o kadar azdı ki, mektup dahi gönderemezlerdi, “kocam ne der, kayın babam
ne der” Böyle çekincelere şahit olduğumda çok şaşırmıştım. Benim âcizane radyo
programcılığı yaptığım sürece, mesela tek bir tercihim vardı, programa bir konuda
uzman çağıracaksam, bir doktor davet edeceksem o konuda erkek de vardır, kadın
da, ben kadın olanı tercih ederdim. Aynı bilgileri verir ama kadın olarak temsili
çok çok önemliydi. İfade ettiğiniz gibi Nazife Şişman Hanımefendi Allaha şükür
çok kıymetli değerlerimiz, elhamdülillah artık var. Çizgisini bozmadan devam eden
hanımefendileri ben de çok takdir ediyorum ve teşekkür ediyorum. İşte sizler de
bunun farkında olduğunuz için, yarınlara dair derdiniz olduğu için buradasınız.
Gerçekten teşekkürü hak ediyorsunuz. Türkiye çok çabuk değişiyor. Değişirken
asıldan, özden uzaklaşmamak çok önemli. Nazife Hanımın da ifade ettiği gibi
kadın ya da erkek meselesi olarak bakmayalım, bu meseleye insan meselesi,
sosyolojik, toplumsal bir mesele olarak bakalım. Bir takım haklar elde edildiğinde
yine hatırlayalım o yıllarda, İslam’da Kadın Haklarını konuşuyorduk ilahiyatçı
68
Kadınlar Akademisi
bir konuğumla ve radyo yönetiminden “Bu kadar çok konuşulmasın kadınlar
huzursuzluk çıkartıyor evinde” diye uyarı almıştık. Demek ki haklarını öğrendikçe,
“Aaa! Bak, Kur’an’da böyleymiş, Hadis’te böyleymiş deyip meydan okuyorlar.
Meydan okumayalım arkadaşlar. Hepimiz insanız. Kadın veya erkek olmak bizim
elimizde değil bu tercihler. Böyle bakmak gerekiyor. Yani burada öğrendiklerimizle
gidip bayrak açmayalım ki, o donanımı güzel şekilde aktarırsak, her şey daha güzel
olacak diye düşünüyorum.
Yine çok kıymetli bir hanımefendi gelecekmiş ayın 24’ünde. GazeteciYazar- Avukat Sibel Erarslan Hanımefendi konuşmacı olacak. Kadın Aile dediğimiz
yer burası, bu salon. Ama Saat:14:00’te. Gerçi bugün 13:30’da başlayacağız dedik,
14:00’ü de geçtik ama bu programlar Kadın Akademisi’nin yaptığı programlar
13:30’da başlayacak efendim. Sibel Erarslan Hanımefendi’nin konuşması için
14:00 dedim.
Bir kez daha teşekkür ediyorum, emeği geçen herkese. Başta Belediye
Başkanı Sayın Lokman Çağırıcı’ya, böyle bir fırsatı verdiği için. Bu çalışmanın
içinde olan tüm arkadaşlara ve bugünkü konuşmacımız, misafirimiz SosyologYazar Nazife Şişman Hanımefendi’ye de çok faydalandığımız bu konuşmaları için
bir kez daha teşekkür ediyoruz. Hoşça kalın.
İsmim Gülseren Malkoç, ben 1962 yılından beri Bağcılar’da ikamet
etmekteyim. Çocuklarımın okul çağlarında okul aile birliği başkanı olarak sosyal
çalışmalarım oldu. Çocuklarım okulu bitirdikten sonra üyeliğim sona erince siyasi
çalışmalar arzusuyla kadın kollarında görev aldım. Fakat kadın kollarında görev
aldığım zaman çok aşırı şiddetlere maruz kaldık. Bize “neden bu kadar Recep Tayyip
Erdoğan’ın arkasındasınız” dediler. Bir hayli sorunlar yaşadık. Gece 11:00’lerde
12:00’lerde eve geldiğimizde olmadık şiddetlerle karşılaştık. Arazide gezerken
yine aynı şekilde, “Neden Recep Tayyip Erdoğan?” dediklerinde dünya lideri
olarak gördüğümüz için kendisinin sürekli arkasında olduğumuzu ifade ederek,
kadın kolları, elimizden geldiği kadar geceyi gündüzü birbirine katarak, evimizi
terk ederek Saygıdeğer Recep Tayyip Erdoğan Başbakan bu günlere gelmesinde
vesile olduysak, bir nebze de hakkımız geçtiyse, Allah, kurban olduğum Rabbim
onun ömrüne ömür katsın, biz Kadın Kolları olarak arkasındayız ve fedakârca
çalışıyoruz. Her birey, her bir arkadaşım, ömrünü, kanını, canını akıtmak üzere,
hele hele ben 68 yaşındayım, ömrümü saygıdeğer Başbakanım Recep Tayyip
Erdoğan’ın arkasında geçirdim, yaşadım, inşallah saygıdeğer Başbakanımı Reis-i
Cumhur olarak görürüm. Ondan sonra Rabbim benden emanetini alır. Ölünceye
kadar minnet borçludur Türk halkı ona. Hakikaten bulunmaz bir liderdir. Kıymetini
69
Kadınlar Akademisi
bilelim. Saygıdeğer Başbakanımızın sağlığı için başarılarının devamı için dua
edelim. Hepinize sonsuz teşekkür ediyorum. Allah’a emanet olun.
İsmim Hatice Başalan, ben 80’den beri Bağcılar’da ikamet etmekteyim.
Başbakanımız ne zaman ki siyasete atıldı, kadınların önünü açtı, siyasette kadının
yerini belirledi, biz de kadın olarak kadın kollarında siyaset yapmaya başladık.
Bağcılar’a geldiğimiz günden beri hep Başbakanımızı destekledik zaten. Ta o gün
ben kararımı vermiştim. Evet, Başbakanımız o zamanlar Belediye Başkanı adayıydı
ama biz bugünkü ışığı o günden görmüştük. Bu kişi bir gün Başbakan olacak ve
Türkiye için büyük hizmetler yapacak, biz onun yanında olmalıyız diye karar
verdik. Siyaset bir okul gibidir, insanı geliştirir, olgunlaştırır, insana çok şeyler
katar, farklı çevreler, farklı kültürlerdeki insanlarla tanışıyoruz. Siyasette benim
olduğum konum çok güzel bir konum. Sosyal işler olarak devam ediyorum. Kadın
Meclisinde de çalıştım ama şu an Sosyal İşler olarak görev yapıyorum. Bu görevin
çok güzel yanları var. Mesela bir hastaya gidiyoruz, bir yaşlıya gidiyoruz, oradaki
o tebessümü, o yaşlının yüzündeki huzuru görünce, o duayı görünce çok mutlu
oluyoruz. Tabii siyasetin cefalı yönleri de var. Mesela neler? İşte üye ziyaretlerinde,
üye yaparken, sokaklarda broşür dağıtırken bize çok farklı yaklaşan insanlar oluyor.
Tepkiler, üzerimize bıçakla yürüyenler mi dersin, yumurta atanlar mı dersin, böyle
durumlarda biz tepkiye yol açmadan, onlara anlatarak, dün bunlar vardı, bugün
bunlar var haberiniz var mı gibisinden onlara bütün çalışmalardan bahsedince o
insanlar da anlıyorlar ve öğreniyorlar, empati yaparak bizi de anlıyorlar. Bu şekilde
siyasete devam ediyoruz. Geleceğimiz için, çocuklarımız için, siyasette olmalıyız.
Elimizi taşın altına koymalıyız. Biz sadece elimizi değil, ruhumuzu tüm bedenimizi
taşın altına koyarak siyasette bulunuyoruz. Çünkü; bugüne kadar Türkiye’de böyle
bir Başbakan gelmedi. Evet, geçmişte iki tane Başbakanımız oldu fakat ışığı,
kabiliyeti ve liderliği en güçlü olan kişi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı gördüğümüz
için ömrümüz vefa ettiğince, gücümüz yettiğince her zaman onun yanında olacağız.
Kadınlar olarak Başbakanımızı seviyoruz ve destekliyoruz.
70
Kadınlar Akademisi
Ocak 2014
Sivil Toplum Diyaloğunun Geliştirilmesi
Dr. Gülsen Ataseven
Saniye Öztürk
Moderatör
Gülsen Ataseven, TBMM tarafından 2009 üstün hizmet ödülü ile
ödüllendirildi.
Bütün kadınların ve bütün tıbbiyelilerin Doktor Ablası. Onun hayat hikâyesi,
Türkiye'nin hikâyesi ile her kavşakta kesişiyor. Onun hayat izinden, Türkiye'nin
en berrak ve şaşırtıcı imajlarını toplamak mümkün. Gülsen, İstanbullu bir ailenin
ikinci çocuğu olarak 1940 yılında Antep'te dünyaya gelir. Özellikle memur aileler
arasında yaygın olan, doğan çocuğa dinî muhtevalı bir isim koymama modası
sebebiyle adı Gülsen konulur. Babası, Ecz. Yüzbaşı Niyazi Bey'dir. Babasının
mesleği dolayısıyla ilkokulun her bir sınıfını başka bir vilayette okur küçük Gülsen.
Çocukluğunun şehirlerinden özellikle üçü hafızasında kayıtlı.
Annesiyle babasının balo yüzünden tartışmalarına şahit olduğu Malatya,
bu şehirlerin ilki. 1944 yılında Malatya'da bir balo düzenlenir. İstanbul'dan uzakta
subay aileleriyle kuşatılmış bir adacıkta yaşayan anne Nurhayat Hanım, baloya
gitmeyi çok istemektedir. Kırmızı şifondan bir elbise diker. Yüzbaşı Niyazi
Bey, baloya gitmek taraftarı değildir. Baloya gitmeyenlerin terfi ettirilmediğini
söyleyerek, eşini ikna etmeye çalışır Nurhayat Hanım. Tartışmayla gidilen balodan
öfke ile dönülür. Herkes hanımıyla dans ederken bu ne anonsu? “Change de la
dam.” Bu anonsla birlikte herkes yanındaki başka bir hanıma meyleder. Bilirsiniz
değil mi efendim bunlar, zaten baloya gelmek istemeyen Yüzbaşı Niyazi Bey, bu
durum karşısında “İstedikleri cezayı versinler, doğru eve gidiyoruz” der ve eşinin
kolundan tutarak eve döner.
Baloyu bu şekilde terk ediş karşısında her hangi bir ceza almaz Niyazi Bey.
Ancak, yüzbaşılıktan da asla terfi edemez. Terfi ettirilmeyen Niyazi Bey iki kızının
eğitim masrafları artıp, yüzbaşı maaşıyla geçinemeyecek bir duruma gelince
istifasını vererek bir eczane açma kararı alır. Eczanesi olmayan bir şehir araştırılır
ve Artvin’e eczane açmak üzere yola çıkılır.
Yıl 1952 efendim. Artvin küçücük bir şehirdir. Küçük Gülsen, ilkokulu
burada bitirir. Artvin’in atmosferinden hatırladığı toplumsal bir bölünmedir. Memur
71
Kadınlar Akademisi
sınıfıyla halk arasında muazzam bir uçurum vardır. Halk memur sınıfını kendileri
dışında, sanki tiyatro sahnesindeki oyuncular gibi seyreder. Eve İslam’ın Nuru adlı
çok kaliteli bir dergi gelmektedir. Bu dergi henüz ilkokul öğrencisi olan küçük
Gülsen için ağır bir dergidir ama çerçeve içine alınmış ayet ve Hadisleri okuyup
ezberlemek onun en büyük zevki olur. Toprağa ve hayvanlara düşkün olan Niyazi
Bey sık sık eczanesini kalfaya bırakır. Bu ayrılışlar kalfanın ihaneti sonucu iflasla
nihayetlenir. Yeni bir hayat yeni bir beldede başlamak için eczanesiz bir yer olarak
Ardahan seçilir. Belediyeden alınan krediyle Ardahan’da yeni bir eczane açılır.
Küçük Gülsen Ardahan’da orta 1. sınıfı okur. Abrası Gülseren ise orta 3. sınıftadır.
Ardahan’a gelişin 8. ayında Niyazi bey kalp yetmezliğinden vefat eder.
Babası ölmeden önce Çamlıca Kız Lisesi’nin yatılı kısmı için büyük kızı
Gülseren’in bir yıllık ödemesini yapmıştır. Belediyeden alınan krediyle açılan
eczanenin içindeki ilaçlar ancak kredi borcunun kapanmasını sağlayabilir. Genç ve
güzel Nurhayat Hanım küçücük bir muhitte dul olarak kalınca, etraftan gelebilecek
dedikodu ve iftiralara karşı durabilmek için başını kapatır ve makyaj yapmaktan
vazgeçer.
Babasının ölümüyle birlikte küçük Gülsen’in manevi hayatında bir arayış
başlar. Ölmeden önce babasından nerede olursa olsun asla namazını terk etmemesi
konusunda bir nasihat dinlemiştir; “Allah’la senin aranda, namaz bir otokontrol
mekanizması olacaktır. Namaz seni, hem senden gelebilecek kötülüklere karşı,
hem de başkalarından gelebilecek kötülüklere karşı korur. Ben öleceğim, annen de
başında olmayabilir ama senin 5 vakit kılacağın namaz seni her türlü kötülükten
koruyacaktır. Günde 5 defa Allah’ın huzuruna çıkan bir insan ne kötü olur, ne de
kötüye bulaşır.” der babası. Bu nasihat asla unutulmayacak, bir tek vakit kazaya
bırakılmaksızın namaza sıkı sıkı tutunulacaktır.
Babasının vefatından sonra ablası ve annesiyle birlikte İstanbul
Süleymaniye’ye anneannenin yanına gelinir. Böylece İstanbul Kız Lisesi’nde
72
Kadınlar Akademisi
okumaya başlar Gülsen. Baba nasihati İstanbul Kız Lisesi’nde de yerine getirilmeye
devam edilir. Ders aralarında hademenin odasına giderek namaz borcunu eda
etmektedir. Faal bir genç kız olan Gülsen lise yıllarında aynı zamanda Yeşilay
Derneği’nin Gençler Kolu’nda çalışmaktadır. 1956 yılında Iraklı bir profesör olan
Hayriye Hanım orada bulunan gençlere içkiden uzak durmayı bize dinimiz emreder
şeklinde bir konuşma yapar. Bu konuşma liseli dinleyiciler arasında kahkahalarla
ve alayla karşılanır. Gülsen ise burada benim dinime hakaret ediyorlar diyerek bir
daha Yeşilay Derneği’ne gitmez.
Okul hayatı başarılarla dolu olan Gülsen Ataseven yaz aylarında çalışarak,
hem kendi masraflarını çıkarmak, hem de annesine destek olmak için çaba gösterir.
Santral memureliğinden muhasebeciliğe ve Kilyos’ta çocuk bakıcılığına kadar pek
çok işte çalışır. Babasını bir kalp rahatsızlığı neticesi kaybetmiş olan Gülsen’in
annesi de yıllardır kalp hastalığından muzdariptir. Nurhayat Hanım yürüyemeyecek
kadar güç durumdadır. Askeriye babasının çalıştığı yıllar için bir maaş bağlamıştır.
Fakat bu maaş çok cüzidir. Bir tarafta geçim sıkıntısı, diğer tarafta annenin hastalığı
had safhaya ulaşır. Bu yıllar israf etmeden yaşamanın, yaşayabilmenin öğrenildiği
yıllardır. Yokluklarını kimseye belli etmeden yaşadıkları için hallerinin ne kadar
zor olduğunu bilmeyen bazı insanlar annesinden borç bile istemektedirler. Küçük
yaştan itibaren babasının eczanesinde ilaç yapımını gören ve eczacı olmak isteyen
Gülsen Ataseven’in kararını bir gazete haberi değiştirir. Yıl 1955'tir. Askeri
tıbbiyeye kız öğrenci alınacağı ilan edilmiştir.
Gerçekten çok enteresan bir hayat hikâyesi. 1957 yılında İstanbul Kız
Lisesi’ni birincilikle bitirir ve okulu temsilen Karaca Tiyatrosu’nda bir konuşma
yapar. İstikamet bellidir. 1957 yılında İstanbul Kız Lisesi’ni birincilikle bitiren
Gülsen Ataseven Askeri Tıbbiye’ye kayıt yaptıracak ve aileye yük olmadan doktor
olma imkânı yakalayacaktır. İlk yıl askeriyenin Kara kısmına kayıt yaptırır. 1958
yılında Deniz Bölümü için 4 kişilik kontenjan açılınca Bahriyeli olarak öğrencilik
devam eder. Deniz Bölümüne geçme sebebi vazifenin İstanbul, İzmir gibi denize
kıyısı olan bir şehirde görev yapılacak olmasıdır.
Anne Nurhayat Hanım 1957’de kalp ameliyatı olur. Bu Türkiye’de
muvaffakiyetle sonuçlanan ilk kalp ameliyatıdır. Hayat Mecmuası’nda ameliyatın
bütün safhaları resimlenir. Hayat Mecmuası bu haberi Askeri Tıbbiye öğrencisinin
annesi şeklinde vermiştir. Askeri Tıbbiye’de öğrencilik yatılıdır. Kızlarla erkekler
aynı binada kalmaktadır. En altta erkeklerin, en üstte kızların yatakhanesi
bulunmaktadır. 200 erkeğin içinde 30 genç kızdan biri olmak Gülsen Ataseven’in
namazlarına daha sıkı sarılmasını sağlar. İki şey vardır düşündüğü. Askerlik şerefine
ve Müslüman bir genç kızın şerefine asla halel gelmemesini sağlamak. Bu düşünceyle
kız arkadaşlarını koruyucu, kollayıcı bir davranış geliştirir ve karşılaştığı her rahat
73
Kadınlar Akademisi
davranış karşısında “Ne yapıyorsunuz, askerlik şerefimiz var.” demeyi ihmal
etmez. Davranış bozuklukları gösteren öğrenciler anonslarla idareye çağrılarak
ikazlar yapılır. Bir gün yurdun koridorlarında kendi isminin anons edildiğini
duyar teğmen adayı Gülsen. “Buyurun Komutanım” diyerek, yurt komutanı
Orhan Yiğit’in karşısına çıkar. Orhan Bey; “Evladım, şu an üniversiteden bütün
notlarınızın “pekiyi” olduğuna dair bir takdir aldık. Sizinle iftihar ettik. Biz de size
bir teşekkür belgesi vermek istiyoruz. Siz Askeri Tıbbiye’nin de yüz akı oldunuz.”
diyerek, kendisine yazılı ve sözlü takdirde bulunur. Bu takdir Gülsen’de bir cesaret
uyandırır ve namaz kılmak için bir yer aradığını, kendisine bu konuda yardımcı
olup olamayacaklarını sorar. Bu isteği olumlu karşılanır ve yurdun kütüphanesinin
bir köşesi paravanla çevrilerek minyatür bir mescit haline getirilir. Askeri Tıbbiye
öğrencilerinin maaşı 7.5 liradır. Minyatür mescidin duvarına sahaflardan bir levha
tedarik edilir. Arapça yazılı levhanın altında aynı zamanda Türkçe anlamı da
yazılıdır. O levhada şu yazmaktadır; “Hikmetin başı Allah korkusudur” Başlangıçta
bir iki kişi namaz kılarken, iki yıl sonra namaz kılan öğrencilerin sayısı 15’i bulur.
Namaza başlayanların davranışlarında da değişiklikler başlar ve serbest flört etme
yerine nişanlanmayla noktalanan ilişkiler de yaygınlaşmaya başlar.
Askeri üniformalı Tıbbiye öğrencisi 30 genç kız hem yerli basının, hem
de yurt dışı basınının ilgi odağı olur. İstanbul sokaklarında tramvaylar askeri kız
öğrencileri görünce durur, köprünün üstünden geçerken daha 100 metre ilerden
subaylar hazırola geçip selam verirler. Askeri Tıbbiye’nin başarılı öğrencileri
Savorana gemisinde ağırlanır. Orada bir subay konuşma yapar. Subayın konuşması
Gülsen Ataseven’de dindar insan intibaı uyandırır. Zaten biraz dindar bulduğu
herkese kafasındaki bütün soruları sorarak cevaplar aramaktadır o. Örtünme (tesettür)
ile ilgili içinde bir arayış vardır. Neden namaz kılarken örtünüyoruz da, namaz
kılmazken örtünmüyoruz? Namaz kılan bir genç kız mayoyla denize girebilir mi?
Baloda dans edebilir mi? Sorularının muhatabı hayretini gizleyemeyerek bağırır;
“Aman siz ne yapıyorsunuz” der. Bu devirde namaz kılmak zaten evliya olmak
demek. Siz bir evliyasınız. Dans eden bir evliya, denize mayoyla giren bir evliya,
Gülsen’in kafasında birleşmeden kalır. Konuşmacı, “Sizi tebrik ediyorum” der.
“Hayatınıza aynen böyle devam edin, namazlarınıza da devam edin, günahlarınız
benim olsun.” der.
Kafasındaki sorulardan kurtulmak isterken bir soru daha takılır. Bir insan
bir başka insanın günahını yüklenebilir mi acaba? Meşhur isimlere kafasındaki
soruları sormaya devam eder. Arayış devam eder. Peki, kimlere gider? Mesela,
Anadolu Evliyaları’nın yazarı Nezihe Araz’a gider. Askeri Tıbbiye öğrencisi
olduğunu söyler söylemez randevu veren Nezihe Araz, tıbbiyeli Gülsen’in örtünme
ile ilgili sorularını duyunca otoriter bir eda ile “Siz kabukta kalmışsınız” der.
74
Kadınlar Akademisi
Hâlbuki Gülsen’in öz ile bir problemi yoktur. Mesele bu özü koruyacak kabuğu
bulmaktır. Daima okul birincisi olmuş bir öğrenci olarak öğretmenlerinin kendisine
sorduğu bütün soruların cevabını vermiş, onların bütün taleplerini yerine getirmiş
bir öğrenci olarak, Yaratıcısı’nın kendisinden istediği davranışları öğrenmenin,
bunları uygulamanın derdiyle yanmaktadır. Allah’ın benden istediği sadece namaz
mı? Bu sorunun cevabını aramaktadır. Milliyet Gazetesi’ndeki yazıların manevi
bir tarafı olduğunu düşünerek Refi Cevat Ulunay’a gider. İslami bir hava hissettiği
herkese sorularını sorar ama her defasında cevap verenlerin yanlışları doğrularını
götürmektedir. Bütün bu arayışlar içinde namazını hiç bırakmaz. Çantasında bir
başörtüsü ve ince bir hırka daima bulunur hayatı boyunca. Tiyatroya gittiğinde
kulise giderek namaz için kendilerine yer göstermelerini ister. Artistler takdirle “ne
mutlu sana, ne mutlu” diyerek namaz kılacak yer gösterirler..
1960’ta bir kanunla askeriye’de kız öğrencilerin varlığına son verilir.
Öğrenci olduğu süre içinde askeriye tarafından her türlü ihtiyacı karşılanmış olan
Gülsen Hanım, bu borcu hizmet vererek ödeyemeyeceğine göre nasıl ödemesi
gerektiği konusunda her yere fikir danışır. Kendisine devletin hakkının geçtiğini
düşünmektedir. Danıştığı kişiler bilakis devletin kendilerine tazminat ödemesi
gerektiğini, çünkü bir anlaşma yapıldığını ve devletin bu anlaşmaya uymaktan
vazgeçmesi yüzünden askeriyeye alınıp, sonra da okullarını bitirmeden bırakılan kız
öğrencilerin mağdur edilmiş olduğunu söyler. Hakikaten askeri yurttan ayrıldıktan
sonra ekonomik olarak çok zor bir durumda kalır. Hem çalışıp hem de okuyarak
son iki yılı güçlükle tamamlar.
Bütün bu meşakkatler Gülsen’in Tıbbiye birincisi olmasını engellemez.
Ne birinciliğini terk eder, ne de namazlarını. Akşam saat 8.00'lere kadar süren
laboratuvar çalışmalarının olduğu yoğun günlerde bir vakit namazını dahi kazaya
bırakmaz. Tıbbiyede okuduğu yıllarda okuduğu bir Hadis-i Şerif hayatının temel
eksenini oluşturur. Evet, “İlmini muhtaç olandan esirgeyene gökteki kuşlar
ve denizdeki balıklar lanet eder.” Yaratılışından gelen paylaşıma eğilimini bu
Hadis-i Şerif iyice kamçılar. Tuttuğu notları derse gelemeyenlerin arkasından
koşarak ulaştıracak kadar sorumluluk duyar. “Siz geçen derste yoktunuz, doktor
olduğunuzda bu bilgilere çok ihtiyacınız olacak, ihtiyaç duyacaksınız” diye ders
notlarını gelemeyenlerin peşinden giderek verdiği de olmuştur.
Efendim, “İlmini muhtaç olandan esirgeyene gökteki kuşlar ve denizdeki
balıklar lanet eder” Hadis-i Şerifi hayatının temel ekseni olmuş. Ben de zaten
böylece tanışmıştım. Çünkü; Gülsen Abla hakikaten her tanıştığını, hemen böyle
kolundan tutar, bir başkasıyla tanıştırır. Muhabbet olsun, bereket olsun, dirlik olsun
anlayışından hareket eder. Pek çok sivil toplum kuruluşunda, vakıflarda, derneklerde
öncülük etmiştir, emeği vardır. Biraz önce de ifade ettiğim gibi hani tıp doktoru
75
Kadınlar Akademisi
olması hasebiyle belki tıbbiyelilerin
ablasıdır, idolüdür o. Ama öyle değil,
tüm kadınların ablasıdır, büyüğüdür
ve ondan öğreneceğimiz çok şey
var. Medyada göremezsiniz Gülsen
Ablayı. Ama zannediyorum, en çok
benim radyo programıma misafir
olmuştur. Bu anlamda bir kez daha
teşekkür ediyorum. Uzun zamandan
beri konuk olarak alamadım ama
ilk radyo programı yaptığım Akra
FM’de merhum Cennetmekân, mekânı cennet olsun Asaf Amca eşleriyle beraber
de misafirim olmuşlardı. Daha sonra Radyo-7’de misafirim olmuşlardı. Ben çok
şey öğrendim, çok istifade ettim. Gerçekten burada bulunanlarında çok istifade
edeceğini düşünüyorum. Teşrif etmesinden dolayı ben, hem organizasyonu yapan
arkadaşlar, hem kendi adıma bir kez daha teşekkür ediyorum.
Evet, bugün kendisini sivil toplumla ilgili olarak dinleyeceğiz. “Sivil
Toplum Diyaloğunun Geliştirilmesi” başlığını arkadaşlar uygun görmüşler. Neler
anlatacağını ben de merakla dinleyeceğim. Evet, Hocam sizi mikrofona davet
edelim artık, buyurun.
Dr. Gülsen Ataseven
Bismillahirrahmanirrahim. Allah’ın selamı, bereketi, rahmeti hepinizin
üzerine olsun. Peygamberimizin (sav) o güzel ruhaniyeti her zaman, her güzel çalışmada sizlerle beraber olsun, bizlerle beraber olsun. İlk önce böyle bir toplantı
için davet ettiğinizde nereye gideceğimi bilmiyordum ama birden bire bir saray
gelince, daha önceden beni uyarmadılar dedim. Sen bir saraya gidiyorsun, kılığımı
kıyafetimi ona göre ayarlayayım. Sarayda nasıl giyinilir, ne yapılır? Bir de baktım
ki, sarayın sultanları da sizlersiniz. Ne mutlu size, ne mutlu. Hayatımızda biz bir
tek kelimeyi öğrenebilmek için çok çırpındık. Şu anda bütün imkânlar saray dekoru
içinde size sunuluyor. Ama hiç unutmamak lazım; Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de
“Andolsun, sorulacaksınız nimetlerden” buyuruyor. Nimet arttıkça sorumluluk da
artacak. Bütün bu güzel yerlerden, bu güzel yerleri yapanlardan, bu imkânı hazırlayanlardan Allah razı olsun diyorum ve elimizden almaması için hepinizi duaya
davet ediyorum. Türkiye’nin şu anda gerçekten duaya çok ihtiyacı var. Rabbim
birliğimizi, beraberliğimizi, kardeşliğimizi bozma, bozanlara fırsat verme Ya Rabbi. Hidayette değillerse hidayette bulundur, eğer gafletse, gafletlerimizi terk ettir
ama tek terk ettirmeyeceğin şey kardeşliğimiz olsun Rabbim. Çünkü; Allah için
76
Kadınlar Akademisi
kardeşlik her türlü aidiyetin çok üstünde. “Siz birbirinizi sevmedikçe” ne olamazsınız? Hadi siz söyleyin. “iman etmiş olamazsınız” İman etmediğiniz zaman ne olur?
“Cennete de giremezsiniz” Bu Hadis-i Şerif’i hepimiz biliriz. Böyle dalgalanmış
olan günler, Türkiye’nin, Osmanlı’nın hayatında çok çok geldi geçti ama sizin gibi
samimi “Allah” diyenler, Allah yolunda bu ülkeye hizmet vermek, ailelerinizle, çocuklarınızla hep hayırların peşinde koşmanız edilecek duaların makbuliyeti için de
bir işaret diye düşünüyorum. Birbirimizi dua ile analım. Unutmayın, kızgınlıklarımız, nefretlerimiz, dualarımızda erimeli, demeliyiz ki; Allahım, hatalarımızı affet.
İlk önce de kendi şahsımdan söylüyorum, İlk önce beni affet. Çünkü birey olarak
başlıyoruz. Bir toplum bireylerden oluşuyor. Acaba diyorum, inanın samimiyetle
söylüyorum, burnumun direği sızlayarak söylüyorum, acaba benim hatalarım yüzünden mi Türkiye bugün bu hale geldi? Her birimiz bu muhasebeyi çok iyi yapmalıyız. Kardeşliği bozacak ben bir şey mi yaptım? Kayınvalidemle mi takıştım?
Kocama mı bir şey söyledim? Kötü mü örnek oldum da Ya Rabbi benim yüzümden
bütün bunlar oldu? Bu bir sorumluluk duygusu. Birey olarak her birimiz kendi muhasebemizden başlarsak topluma Allah rahmetini indirecektir. Kalplerimize sevgi,
birlik ihsan edecektir.
Sivil toplum deyince, sevgili Saniye Hanım beni o kadar uzun uzun anlattı
ki, Rabbim beni mahcup etme diye ben onu dinlerken hep dua ettim. Çünkü
Şeytan her an, son nefesimize kadar fırsat kolluyor. Her an, her saniye. Ben Ayet-i
Kerimeleri manasıyla öğrenmeye çalıştığım o günlerde Şeytanla ilgili olan Ayet-i
Kerimeler çok dikkatimi çekmişti. Şöyle söylüyor Şeytan; “Ben, senin kullarının
doğru yolu üzerine oturacağım.” Bu bir kere beni çok ürküttü. Yani günahkârlarla
beraber olacağım, onları şöyle yapacağım falan demiyor. “Ben senin kullarının
doğru yolu üzerine oturacağım.” Yani, hepimiz böyle bir tehlikenin içindeyiz.
Doğru yolumuzun üstünde bir şeytan ve nefis var. “Sağlarından geleceğim,
sollarından geleceğim, önlerinden geleceğim, arkalarından geleceğim.” Diye çok
da büyük bir ihtar var. O sadece ilk yaratılıştaki hikâye değil, Rabbimizin bize
anlattığı. Her saniye muhatapsınız ona. Ona göre ayağınızı denk alın diyor. İnşallah
ne sağımızdan, ne solumuzdan, ne önümüzden, ne arkamızdan gelenlere fırsat
vermeyecek bir kardeşliği tesis etmek için, o babacığımın benim “bırakma” dediği,
sizin de tahmin ediyorum bırakmadığınız, bırakanlar olursa tekrar dört elle, bütün
gönlüyle sarılmasını, bütün yüreğimle, dua ile sena ile arzu ettiğim o namazınız
sizi kendinizle yüzleştirecek, Rabbinizin sözleşmesini de orada hatırlayacaksınız.
Kulluk sözleşmesi o. Allah’ın bizim kulluğumuza ihtiyacı yok. Bizim ona kul
olmamıza ihtiyaç var. Çünkü her an bir sorumluluk duygusu içindesiniz.
Benim hikâyemi anlatırken sevgili Saniye Hanım, dinlerken ben de onu anlatayım
dedim. Sivil toplumun hikâyesinde siz Saniye Hanım’ın nerede olduğunu bilir
77
Kadınlar Akademisi
misiniz? Burç FM’in 20 yıllık başarılı sunucusu olarak biliyorsunuz ama benim
peşinde koştuğum, aman Saniye Hanım medyacılardan inanan, bu ülkeye hizmet
etmek isteyen, elindeki imkânı şerde değil de hayırda kullanmak isteyen artık
birçok medyacı hanım devreye girebildi. Bu hanımları bir toplamaz mısın, senin
bir toplayıcı özelliğin var. Sevgili Saniye Hanım kaç yıl oldu? Herhalde bir 10-15
yılı vardır. 15 yıl öncesinden bu çağrının onun yüreğinde çok güzel bir yansımasını
gördüm. Bütün medyacı hanımları toparladı. Böyle bir gelişim grubu kurdu. Bir
kardeşlik havası içerisinde ama dünya kadar güçlüğü de göğüsleye göğüsleye.
Böyle hizmetler içinde olanları hiç unutmayın. Siz artık hayır işinde çalışıyorsunuz,
şimdi artık her şey önünüzde, dere tepe düz gidecek, hiçbir müşkülünüz olmayacak,
diye bir kaide yok. Tam tersi, ehliyet imtihanına gireceksiniz. Zorlanacaksınız,
zorlandığınız zaman hala devam ediyor muyum, pes mi ettim? noktasında imtihan
olacaksınız, değil mi? Mülk Suresi’nde Rabbimiz; “Hanginiz daha güzel işler
yapacaksınız diye Allah hayatı ve ölümü yarattı.” diyor. İmtihandayız, her an. Şu
anda bir hayır yapıyorsunuz, bir yoksula yardım ediyorsunuz, dernek veya vakıf
olarak, o andaki imtihanınız çok güzel ama 2 dakika sonra imtihanda olduğunuzu
unutursanız Şeytan önünüzden veya sağınızdan, solunuzdan veya arkanızdan veya
nefis geliyor, “Yahu şu insanlar ne kadar hayırsız, şöyle birkaç arkadaş biz olmasak
kim bunları gözetecek ki? Derken farkında değilsiniz kibir geldi, yapıştı. Farkında
değilsiniz. Her an imtihan şuurunu hiç unutmamamız lazım. Hatta ben şunu
söylerdim; Bu imtihan şuurundan uzak kalmamak için ölümü çok sık hatırlamamız
lazım. Hâlbuki benim çocukluğumda gördüğüm, o arayış dönemlerinin içinde
olduğum yılları hatırlıyorum, ölümden birisi bahsettiği zaman, “sus sus, sırası mı
Allah’ı seviyorsan, ölümden bahsedilir mi?” Şimdi, ölüm; öldük, ölüyoruz değil,
ölüm bize bir şuur veriyor. Bir hesap günü var. Bir ahiret var. Nerede çalışıyorsun?
Belediyede mi? Sivil toplumda mı? Akademisyen misin? Esnaf mısın? Unutma,
ölüm var. Yani arkasında ne var? Hesap var. Üniversitelerde, birçok üniversitede
duymuşsunuzdur, çok medya organında da aynı kavramı duyarsınız, “Sosyal
Sorumluluk Projesi” Yaşlılar, yoksullar, çevre, değil mi? Bütün bunlar için
sosyal sorumluluk projesi. Ben, İslam’ı aradığım o dönemde, sosyal sorumluluk
projesi değil, ilahi sorumluluk projesi olarak devreye girdim. Aklımda ne dernek
kurmak vardı, ne vakıf kurmak vardı, ne de onları bir araya getirip platformlar
kurmak vardı. Şu anda sadece Türkiye’de aile ve aile değerleriyle aynı frekansta
yüreğimizin hizmette ve sorumlulukta çarptığı Türkiye çapındaki bütün dernek ve
vakıflar, Türkiye sivil toplum kuruluşları aile platformuyla birbiriyle her an iletişim
halindeler. Birbirimizle iletişim halinde olmak, yani selamı yaymak, değil mi?
Modern kavramda ne diyoruz? İletişim, diyalog. Ben diyorum ki; Bunun İslami
literatürde ismi “Selamı yayınız.” “Selamünaleyküm, Allah’ın selamı, rahmeti,
78
Kadınlar Akademisi
bereketi senin üzerine olsun” dediğiniz zaman ne diyorsunuz? “Benim elimden
dilimden sana hiçbir kötülük gelmez. Ben senin için Rabbim’den hayırlar diliyorum,
rahmet diliyorum.” diyorsunuz. Daha ilk başta bir dostluk başlıyor. Selam; Sevgimiz
belki selamı unuttuğumuzla çok yakından ilgilidir diye düşünüyorum. Acaba bir
günde 10 kişiye selam veremedim de benim yüzümden mi bu hadiseler oluyor diye
de düşünmüyor değilim. En azından 10 veya 20 kişiye, tanıyın tanımayın, lütfen
bugünden sonra selam verin. Kardeşliğe çok ihtiyacımız var. Selamdan sonra arkası
kelam geliyor, değil mi? Nerede oturuyorsunuz? Ne yapıyorsunuz? Camilerimiz
nasıldı? Bizim toplandığımız, sadece ibadet yerlerimiz değil, aynı zamanda bütün
sorunlarımızı da konuştuğumuz yerlerdi. Şimdi ne yapıyoruz? Namaz biter bitmez
hepimiz fırlayıp çıkıyoruz. Birbirimize selam bile vermeden. “Nerede oturuyorsun?”
demeden. Cemaatte bugün şu kişi yok, acaba hasta mı? Acaba bir problemi mi var?
diye arama duygusundan uzaklaştığımız için mi Allah acaba bizi bugün terbiye
ediyor? Türkiye’de mi? Hayır. Bütün dünyada, Suriye, Irak, Filistin, hepimiz
imtihandayız. Onlar imtihanda, biz de imtihandayız. Onlara ne derece kardeşliği
götürebiliyoruz? Ne derece onlarla yüreğimiz sızlıyor? Görebildiğimiz kadarıyla
bunu derneklerle, vakıflarla, belediyelerle, hükümetle yapabiliyor muyuz?. Diyanet
İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in Cumartesi günü STK’ları toplayarak yaptığı bir
programında idim. Hizmet eden dernekleri ve vakıfları toplamıştı. Bu hizmetlerin
yıllar öncesini anlattığı zaman hayretler içinde dinledik. Bundan 20-25 belki 30 sene
önce, bir Diyanet İşleri Başkanı için Yurt dışına çıkma yasağı varmış. Bir Diyanet
İşleri Başkanı’na bir gün çok büyük bir teklif gelmiş, Fas’taki dini büyüklerden,
“bizim ülkemizi de bir ziyaret eder misiniz?” diye. Oraya gitmiş, Onun yanındaki
bir diğer İslam ülkesi de “Buraya gelmişken bir de bize uğramaz mısınız?” demiş.
Apar topar geri çağrılmış ve görevine son verilmiş.
Şimdi, Sayın Mehmet Görmez diyordu ki; “Şu anda ben bütün dünyada
binlerce, on binlerce yabancı ülkedeki Müslümanlara hitap ediyorum. Hangi
79
Kadınlar Akademisi
günlere geldik? Nerelere geldik? Afrika’da bir dağ köyünde, küçük bir mescidin
açılması gibi bir noktada da beni çağırmışlardı.”. Afrika, oraya gittiğinde, bu gezi
olaylarının dönemiymiş o zaman. Cemaatten biri sormuş, “Gezi olayları ne oldu
acaba Sayın Başkanım?” demiş. “Sen Afrika’nın bir dağ köyünde gezi olaylarını
nereden bilirsin?” Adamın cevabı şu olmuş; “Türkiye’nin huzur ve sükûn içinde
olması için biz sabaha kadar bu camide dua ettik.” Nerelerden bizi izliyorlar?
Nerelerden bize dua ediyorlar? Biz birbirimizi inşallah o kardeşlik sevgisiyle, bu
dünya üzerindeki ümitleri hiçbir zaman boşa çıkartmayacağız. Neredeysek, sivil
toplumsa sivil toplum, belediye ise belediye, ev hanımıysanız ev hanımı, birileri
bir şeyler konuşuluyorsa, kardeşim, “Hayır konuş veya sus” diyor Rabbim. Şu
anda hayır mı konuşacaksın? “ Bir düşüneyim falan” diyordur. Bir düşün bakayım,
hayır konuşmuyorsan başka bir şey konuşalım. “Hayır” konuşmamız lazım.
Zanlarımızın çoğunu atmamız lazım. Kusurları görmek ve onun üstünü örtmek
değil, kusurları görüp, onu nasıl kardeşle toparlarız? Nasıl kardeşçe telafi ederiz?
Nasıl bir Muhammed (sav) ümmeti, tertemiz bir toplum halinde bu güzel duygular
içerisinde dünyaya örnek olunur? İlk defa bu örnekleri inşallah biz göstereceğiz.
İçinizde ev hanımı olanlar el kaldırabilir mi? Kaç tane ev hanımı var? Ben
de kaldırayım. Hepimiz ev hanımıyız. Peki, öğrenci var mı içimizde? Ne öğrencileri
bunlar? Öğrencilerimiz de var. Beşikten mezara kadar ilim. Ben ön sırada bir hanım
görüyorum, Fatma mı ismi? Yanlış hatırlamıyorum değil mi? Fatmacığımla biz, kaç
seneleriydi Fatma? 78’ler. 78’lerde bir sivil toplum kuruluşu çalışmasında yazacak,
çizecek, dokümanter çalışacak kimse arıyorum, yok çevremde, kadın kadroyla
çalışmanın bir takım özellikleri vardır. Sivil toplum kuruluşunda hanımlar daima
3-5 yedekli çalışmalı. Eğer böyle bir çalışmanız varsa bu tecrübemi hiç unutmayın.
Genç kız ise evlenecektir, evlenirse bebeği olacaktır, bebeği eğer düşerse onun bir
dönemi vardır, sizinle uzak kalacaktır. Bir ara dedim ki; Allahım biraz daha böyle
orta yaşın üzerinde bir hanım olursa hani hayatı daha böyle oturmuş, evlendi, doğum
yaptı filan demeden onu alalım dedim. Aşağı yukarı o da vakıfta 3 sene filan harika
bir çalışma yaptı. Bir an yok oldu. Yedekli çalışmıyoruz. Onun bulunduğu yer boş.
Boş olan yeri dolduracağız. Hiç unutmayın; ben başkanım, ben orayım, ben
burayım değil, yeri süpürecek kimse, tuvaleti temizleyecek kimse yoksa ben
varım diyebilecek bir ruhun içinde olmalıyız. Eğer bu ruhun içinde değilsek,
sivil toplum dediğimiz hadise sadece bir gösterişten ibaret. Kanaryalılar derneği
olur, bilmem ne derneği olur, vakıfları olur ama ruhu kaybolmuş bir ceset
gibidir. Ben kelimesinin uzaklaştığı yerde rahmet iner. Çünkü Rabbimiz,
“Rahmet topluluk üzerine” buyuruyor. Böyle bir sıkıntılı dönemde Fatmacığımı
tanıdım. Fatmacığım bana sekreterlik yaptı. Ama baktım aman yarabbi, raporları
nasıl tutuyor biliyor musunuz? Harika. Hiç hanımlar arasında rapor tutan
80
Kadınlar Akademisi
görmemişim. Yıllar öncesinden bahsediyorum, hanımlara söylerdim, sonra da nasıl
sivil topluma başladığımızı, hani hikâyelerde bazen filmler heyecanlı olsun diye
ne yaparlar? Sondan alırlar, yavaş yavaş başa getirirler, ortadan bir sahne, yandan
bir sahne, hani pazıl gibi tabloyu tamamlayın diye. Canınız sıkılmasın, uykunuz
gelmesin diye böyle yapıyorum, yoksa işte tarih bin dokuz yüz bilmem kaç, ondan
sonra şu filan diyebilirim. (Bir katılımcı: Biz sizi dinlemeye geldik ama...) Allah
razı olsun. Sıkıldığınız zaman çok rahat elinizi kaldırabilirsiniz. (Bir katılımcı:
Sizin konuşmanızdan hiç sıkılacağımızı sanmıyorum.) Allah razı olsun. Rabbim
birbirimizi hep en güzel duygular içerisinde dinlemeyi, onu dinlerken, “Rabbim
bizim birliğimizi bozma” diye dua etmeyi unutmayalım, olur mu?
Evet, şimdi hanımlarla çalışıyoruz, diyorum ki; arkadaşlar, yaptıklarımızı
yazmamız lazım. Yazmak zor geliyor hanımlara. Şu kadar şunu veriyoruz, bu kadar
bunu veriyoruz. Arkadaşlar, Rabbimiz buyuruyor ki; “Hesaba çekilmeden önce
kendini bir hesaba çek” Bir hesabımızı görelim, nereye ne vermişiz? Ne etmişiz,
ne tutmuşuz? Peki, ikna oluyorlar, biraz yazıyorlar çiziyorlar ama hiç biri Fatma
gibi yazamıyor. Meğer Fatma Allah’ın bir lütfuymuş. Kaç sene bize bu konuda
yardımcı oldu. Fatmacığımın raporlarını hala saklarım. Nereye gitti o Fatma? Ben
kendisinden bahsediyorum diye mi gitti? Telefon mu geldi?
Şunu söylüyorlardı bana; “Doktor Hanım, Allah bilmiyor mu bizim
yaptığımızı? Yani, niye yazalım çizelim ki? Biz Allah için yapıyoruz. Allah’ın rızası
için yapıyoruz. Bunu yazmanın çizmenin ne anlamı var?” Şimdi, bu bilgi doğru
bir bilgi. Hani Allah yazdığımızı çizdiğimizi değil, yaptığımız, hatta kalbimizden,
kalbimizin 80’inci odasından hangi duygumuzun geçtiğini biliyor. Biliyorsunuz
Hadis-i Şerif; “Ahirette ne kadar hayırsever, ne kadar yardım yaptı diyerek birisini
getirecekler, “götür” diyecek meleklere Rabbim. Aman yarabbi, neden? Şöhret
olsun diye yaptı. “Ne hayırsever bu insan” desinler diye yaptı. Televizyonlarda,
radyolarda benden bahsetsinler diye yaptı. Neonlarla benim ismim yazılsın diye
yaptı. Gazeteler benden bahsetsinler diye yaptı.” Bitti, yaptığımız her şey bir anda
sıfırlanıyor.
Şimdi, evet ama bireysel olarak yaptıklarımızı gizleyelim, hani işte Ayşe
Hanım bunu yapmış, Fatma Hanım bunu vermiş. Bunu yapmış falan derken aklıma
neleri getiriyorsunuz bakın? Veyahut ta ben kendi kendime getiriyorum aklıma
siz getirmiyorsunuz da. Düğünlerimizde ne yapıyoruz? Takılar için, görümce…,
Kayınvalide..., bu da bunu taktı., şöyle gelin şurada dursun…. İnanın, ıstırapla
ağlayan bir elti biliyorum, şu anda herkes bir şey takacak ve ilan edilecek. Ama
biz şu anda öyle bir borçluyuz ki, hiçbir şey takabilecek halim yok, bir kere daha
borçlandık ve bir altın aldım takıyorum. Acaba gösterişe böyle çok düştük diye
mi Allah bizi imtihan ediyor dersiniz? Ne dersiniz? Kendimizi tekrar bir daha
81
Kadınlar Akademisi
yoklamamızın zamanı gelmedi mi? Biz daima birilerini söylüyoruz. O ondan oldu,
bu bundan oldu diye, bizde ne olduyu baştan almazsak gerçekten köklü bir şey
yapmaya muvaffak olacağımızı sanmıyorum. Çünkü” olmazsınız, olamazsınız”
diyor Allah (cc). Savaştan dönen İslam ordusuna, İslam ordusu da nasıl? Üst baş
perişan, ayaklarında ayakkabı bile yok. Giyecekleri nalınlar bile parçalanmış, “Şimdi büyük cihada gideceksiniz” buyuruyor Peygamberimiz (sav) “ Ama Ya
Resulallah, hepimiz perişanız, hangi savaşa, daha büyüğüne nasıl gidelim?” “O
savaş nefislerinizle olan savaş” buyuruyor.
“Büyük cihat.” Biz bunu ihmal ettik. Kendimizle uğraşmayı ihmal ettik.
Kaynanamızla, gelinimizle, arkadaşımızla, onunla, bununla, hep birilerini
düzeltmeye çalıştık. Ama Şeytan neremizden geldi diye hiç düşünmedik. Hani,
ben neresindeyim bu işin? Ben 24 saat kendimle beraberim. Kendimi adam
edememişim, ben başkasını nasıl adam ederim diye düşünmek bizim için belki
bir antrenman olacaktır. Ben biraz böyle düşüne düşüne İslam'ı ilk aradığım
dönemlerde annem, “kızım çok fazla düşünüyorsun, öyle pek fazla derin düşünürsen
aklını oynatırsın” diyordu. Var mı öyle söyleyenler hâlâ? Ellili, altmışlı yıllarda o
arayış içerisinde koştuğum dönemlerde. Çok derine dalma, derine dalarsan aklını
oynatırsın. Var mı hâlâ böyle bir söyleyiş? Hâlâ var mı? O zaman anneme diyordum
ki, anneciğim, Tıbbiyenin birincisi olmuşum, dünyanın kitabını okumuşum aklımı
oynatmamışım da, dinimi aradığım zaman mı? Âlimlerin hepsi o zaman aklını
oynatırdı. Gece gündüz oturuyorlar bir araştırma yapıyorlar, niçin aklını oynatsın?
İşte tesettür ayeti de namazdan sonra bir meal ve tefsir okuyordum Hasan Basri
Beyin, size de lütfen Kur’an’la bağlantınızı kopartmayın derim. Kur’an sizin
başucu kitabınız olsun. Resulullah’ın (sav) hayatı ve ahlakı, Hadis-i Şerifler
başucu kitabınız olsun. Her gün oradan bir bölüm mutlaka okuyun. Geçen gün
bir hanıma diyorum ki; “manasıyla beraber okumadan kendimizi düzeltemeyeceğiz,
hadis-i şerifleri hayatımıza uygulamadan kendimizi düzeltemeyeceğiz.” “Ama
o zaman çok uzuyor doktor hanım, ben bir an evvel cüzü bitirmek istiyorum,
bir cüz okumak istiyorum” diyor. Ramazanlarda bilirsiniz, değil mi? Hepimiz,
bütün evlerde hatim indiririz. Nasıl giriyorsak, öyle de çıkarız. Orada, “İki kişi
konuşurken üçüncüsü Allah’tır” diyor Rabbimiz. 3 kişi ise dördüncüsü Allah’tır, 4
iseniz, beşincisi Allah’tır. O zaman siz birisiyle konuşurken ne hissedeceksiniz? Şu
anda Rabbim beni görüyor. İlahi kamera beni çekiyor. O zaman ilahi kamera sizi
yalnız olduğunuz zaman da çekiyor. Sivil toplumda da çekiyor, yazarken çizerken
de çekiyor.
Hanımlara diyordum ki; yazalım çizelim, günün birinde Dernekler Masası’ndan
gelecekler ama daha sonra İlahi kameralar konuşacak ve biz yüz akı ile diyeceğiz
ki; Rabbim, bunu buraya verdik, hesabımızı yaptık, elimizdeki miktarla da bunu
82
Kadınlar Akademisi
buraya verdik diyebilmek için kendimizi bir hesaba çekelim. Yine Fatmacığımla
yazıyorduk çiziyorduk ama bir ara demin söylediğim ağır bastı. “Doktor hanım”
dediler “böyle yazmak çizmek bizi ağırlaştırıyor, yani hareket etmek istiyoruz,
oraya gidelim yardım edelim, buraya gidelim şunu yapalım.” Dedim ki; Allahım
bana yardımcı ol, ben nasıl anlatayım? Nasıl anlatayım çok çok önemli diye? Bir
gün aklıma geldi, dedim ki; bizim omuzlarımızda iki tane melek var. Ne meleği
var omuzlarımızda? Kiramen Kâtibin. Ne demek? İki tane yazıcı melek var. İyilik
yaptığımız zaman da kaydediyor, kötülük yaptığımız zaman da kaydediyor. Peki,
Allah (cc) bilmiyor mu bizim ne yaptığımızı, ne ettiğimizi? Kalbimizin en derin
noktasını da? Bize neyi gösteriyor Rabbim? “Yazıyla tespit edin” diyor. Şu anda
sivil toplum kuruluşu olarak Allah sizi inandırsın nerede muvaffak olduysam
bir ayet veya bir hadisin hayata geçirilmiş şeklidir. Gönül Kâbedir, kırılmaz,
siz sivil toplum kuruluşu derneksiniz, vakıfsınız, çalışıyorsunuz, birisi diyor ki;
“Ha ha! kardeşim biz burada 3 senedir çalışıyoruz. Sen öyle yeni gelmişsin bir
anda kolay değil.” Filan. Aman kardeşim ne yapıyorsun? diyorum. Ben olsam bir
daha bu derneğe vakfa gelmem. Yani sevgiyle birbirimizi karşılama yerine, omuz
konuşturmaya kalkıyoruz. “Hani ben burada kıdemliyim, tecrübe sahibiyim, işte
öyle neler yaptık biz, nerelere gittik, ne ettik…” Yahu biz daha bir sevgiyle yaklaşsak.
Gönül kırma. Gönül kırıldığı zaman, ismi zaten ne? Ne kuruluş? Ne kuruluş bizim
sivil toplum kuruluşlarının ismi? Gönüllü kuruluş. Siz gönül kırarsanız devam
eder mi bu hadise? Etmez, biter. Çok örneklerini yaşadık. Gönül kırıldığı zaman
her şey biter. O zaman siz bir ayet ve hadisi yaşamınızın içine soktuğunuz zaman,
ailenizle bir kere iletişiminiz düzeliyor. Bakın, İslam’ın mucizevi şeyleri bunlar.
İlk önce eşinizle gönül kırmıyorsunuz. Ailenizle, akrabalarınızla, komşunuzla,
toplumda, sivil toplum mu? Belediye’de mi çalışıyorsunuz? Nerede çalışıyorsanız.
“Eğer sen katı ve kaba sözlü olsaydın..” buyuruyor Rabbim Kur’an-ı Kerim’de
“Etrafında kimse kalmazdı.” O zaman bu ayetler bize nazil oluyor aynı zamanda.
Ne zaman ki hayatımıza geçiriyoruz, bize nazil oluyor. Sivil toplum kuruluşlarında
bunlara dikkat etmeye başladım. Aman arkadaşlar birbirimize katiyen kaba ve
kötü söz söylemeyelim. Belki bunu iletişim uzmanları derslerde de anlatıyorlar.
Ama bir farkı var; birinde diyorsunuz ki; ebedi hayatıma intikal edecek bir ibadet
yapıyorum ben. Ahirette “Ikra’ Kitabek.” Oku kitabını dediği zaman, Ya Rabbi
kimseye kötü bir söz söylemedim, Mü’minin tarifi var; “Elinden ve dilinden
kimsenin kötülük görmediği insandır.” O zaman siz bir sivil toplumda çalışırken
birinin ayağını kaydırmak, öbürü işte birazcık daha fazla sevilen birisi olmuş, onu
biraz kötülemek. Böyle bir şeyin içine girebilir misiniz? Mümkün değil. Allah’la
irtibatınız namazı eğer huşu ile, Allah’ın huzurunda hesap duygusuyla kılarsanız
birisinin gönlünü kırdığınız zaman hemen gelirsiniz dersiniz ki, “Kardeşim beni
83
Kadınlar Akademisi
affet, hakkını helal et, ben seni kırdım.” Olmadı mı bizim hayatımızda? Çok oldu.
Birbirimize kırıldığımız çok çok dönemler oldu. Hele Saniye Hanım o ilk derneği,
vakfı kurduğumuz zamanlar Meliha Yalçıntaş, duydunuz mu Meliha Yalçıntaş’ın
ismini? Yıllar önce beraberce sivil toplum kuruluşlarında çalıştığımız arkadaşlar
bunlar. Hangi sivil toplum kuruluşu? Rahmet topluluk üzeredir, toplanalım. Dernek
kuralım aklımızda yok. Bir araya gelelim. Sonra ne yapalım? 40 komşuyu arayalım,
kırk komşuyu aramaya başladık. Yakınınız apartman, hiç kimsenin ihtiyacı yok.
40 komşu deyince daha açılmanız lazım. 40 önden, kırk sağdan, kırk soldan, kırk
arkadan filan, hani çevreyi bir de böyle, artık iletişim çağındayız, uçaklar da çok
çabuk gidiyor, 40 komşu ne oldu? Artık dünya komşu haline geldi. Bütün onların
her birinde bir tane açlıktan ölen varsa Rabbim bizi sorumlu tutuyor. Suriye’de
açlıktan ölenler var diye duyuyorum. Ya Rabbi, işte tekrar düşünüyorum. Acaba
bizim yüzümüzden mi Allahım bu belalar bütün İslam ülkelerinin üzerine geliyor?
Bir tarafta petrol nasıl çıkıyor, değil mi? Arabasıyla kıyafetini birbiriyle uydurup o
arabaya binen şeyhler var Arap ülkelerinde, onları duyuyoruz. Yani açlıktan ölmemesi
lazım, bütün doğal servetler İslam toprakları üzerinde. O zaman bizde bir şey var.
Bizde bir şey var arkadaşlar. Başkaları da o bizdeki bir şeyi tabii kullanacak. Şeytan
kullanır da Şeytan gibi olanlar kullanmaz mı? O, onların misyonu. Biz neyiz? Asıl
oradan başlamak lazım. Biz neredeyiz? Nerede duruyoruz? Evet, Kiramen Kâtibin
ikna etti arkadaşları yazmaya çizmeye başladılar. Bizim sivil toplum hayatımız
da demin size söylediğim Hadis-i Şeriflerle başladı. Aklımızda ne dernek var, ne
girişim grubu var, böyle bir kavramla yakından uzaktan alakamız yok. Sadece şunu
düşünüyoruz, bir kelime daha öğreniyoruz, “Semiğnâ ve atağnâ - İşittim ve itaat
ettim.” Çünkü; kurak bir topluluğun içinden geliyorsunuz. Din, hayatınızdan
itilmiş, sadece Batı sizin için kurtarıcı olarak gösteriliyor. Onlar gibi olursanız
ancak bir şeyler yaparsınız deniyor. Adam olursunuz, insan olursunuz ama
yaşarken bakıyorsunuz ki, şu anda gördüğümüz manzara bizlere çok ihtiyacı var
dünyanın. Paylaşmaya ihtiyacı var. Karşısındakini anlamaya, düşünmeye ihtiyacı
var. Gönül birliğine ihtiyacı var. Acaba bu güzelliği gösteremedik diye mi bugün
Allah başımıza bu belaları veriyor? Tekrar düşünelim, bir daha düşünelim.
Kırk komşuyu arayıp, bir taraftan da, hepinizin mahallenizde yapabileceğiniz
ilk başlangıcını anlatıyorum. Kadınların sivil toplumda nasıl hareket edebileceği
konusundaki yaşanmış bir hikâye bu. Apartmanımızda başladık. Nurettin Topçu
rahmetlinin teyzesi de bizim apartmanımızda. Dr. Hümeyra Hanım da üst katımda.
Dedik ki; her birimiz ilk önce bir kilo bir şey vaat edelim. Kâğıda da yazalım. 1
kilo zeytin, vaat edenler: 1 kilo şeker, vaat edenler:., 1 kilo peynir, vaat edenler,
Aaa, ne demek, pazara giderken, 1 kilo da Allah için alırım filan… Şimdi bunları
koliler yaptık, kolilerin üstüne de yazdık, “Zeytin kolisi” “Peynir kolisi” “ pirinç
84
Kadınlar Akademisi
kolisi” “yağ kolisi” Bu birer kilolar, birer kilolar... Bizim apartmandaki bu hava
diğer apartmanlara da sirayet etti. “Aaaa! Bu hayır işidir, bir kilo da biz veririz
yani, hiç dokunmaz ki pazara gittiğimiz zaman, bir kilo da fazla zeytin alayım…”
dediler. Alınanlar kabarmaya başladı, kocaman kocaman bir koli zeytin oldu,
kocaman bir koli peynir oldu, Allah!... seviniyoruz, Allah rahmet eylesin anacığım,
kalp hastalığından ameliyat olup da muvaffak olan, “Allah bana ömür verdi, ben
de onun yolunda koşmalıyım diyen anam”, eline koliyi alır, “gideyim ben vereyim,
ben de sevabını kazanayım”, bir gün geldi bana dedi ki; “Yahu Gülsen böyle de
insanlar var mıymış bu dünyada? Bize bildirmişlerdi, şu iki üç apartmanın biraz
daha ötesinde gecekondu gibi bir yer var, bir işçi ailesi var Erzurum’dan gelmiş,
hiçbir şeyleri yok. Tahtanın üzerinde minicik bebeklerine bir iple salıncak yapmışlar,
bebeği uyutuyorlar, kocası da inşaatlarda işçi olarak çalışıyor, ona yardım edelim
artık elimizde var ya. Peynirler, zeytinler, hiç olmazsa gıda ihtiyacını karşılayalım.
Adam ona para vermesin, bebeğine süt alsın, mama alsın… Dedi ki annem; “Yahu
Gülsen gittik, bak kardeşim size şunları getirdik, kabul ettiremedik” dedi.” Kabul
edemem demiş, “benim kocam var o bana az da olsa bir şey getiriyor. Ama siz
3 ev ötede bodrum katında kanserli bir yaşlı var. Aç bir ilaç, ben ona yardım
edemiyorum, oraya koşun.” Annem, “Ben bu asaletin karşısında dondum kaldım,
hemen gittik o kanserli kadına baktık. Perişan bir halde, kimsenin haberi yok.” dedi.
Yanında yüksek yüksek apartmanlar, kimsenin ne var bir ötemizde diye bakmadığı
bir toplum haline döndük de acaba onun için mi başımıza tüm İslam Ülkelerinde bu
belalar geliyor diye düşünüyorum.
Evet, İslam’ın o “müstağni” dediğimiz, istemeyen, “siz onları yüzlerinden
tanırsınız, arayın” dediği, ha bir şey daha öğrendik ondan. Demek ki dedik, bize
gelip de benim de ihtiyacım var demesini beklememeliyiz. Biz aramalıyız. Haydi,
Ayet-i Kerime karşımıza çıktı veya Hadis-i Şeriflerde aynı tema işleniyor; “Arayın,
gözetin, düşmanlarınızdan onların sayesinde kurtulacaksınız.” Aramaya başladık.
Sadece bize gelmeleri değil, Fakat aradıkça bir baktık ki, o bizim koliler moliler solda
sıfır kaldı. O kadar büyük bir ihtiyaç var ki. O apartmanların gittikçe rezidanslarla
gecekonduların daha, çok birbirinden ayrılmadığı dönemdi. Biraz daha, apartman
da vardı, gecekondunun da olduğu bir dönemdi o 60’lı yıllar. Şimdi bütünüyle halter
gibi ayrıldı. O açıdan Halter gibi ayrılan bu toplulukta, bu hayır işlerini sadece
Allah bin kere razı olsun belediyelerimize bırakmamamız lazım hanımlar. Bizim
her birimizin bu aradaki köprüyü mutlaka bağlamamız lazım. Bağlamadığımız
takdirde, “Allah onların sayesinde sizi düşmanlarınızdan koruyacaktır.” Noktasında
biz birbirimize düşman olacağız. Biz birbirimizi yiyeceğiz. Onların duası, bir
taraftan da zengin olanların Allah (cc) tarafından zenginliklerinin devamının
sigortasıdır. “Allah yardım edene daha çok versin” diyorlar. “Bizi aradınız, bizi
85
Kadınlar Akademisi
sordunuz, Rabbim sizden razı olsun, ayağınız taşa değmesin.”
Şimdi bu “Ayağınız taşa değmesin” deyince, yıllar önceki bir hatıra geldi
aklıma yine. Dernek, vakıf çalışıyoruz. Biraz daha büyüdük, koliler falan, ha
kolilerde nasıl dernekleştik? Bir gerçeği hiçbir zaman göz ardı etmememiz lazım.
Toplumda çok sık söylenir, “Para isteme benden” devam edin, “buz gibi soğurum
senden” Para verir misin, bak bitti koliler, bir ihtiyaç var dediği zaman iki riski
var; biri parayı çok seviyoruz. Parayı vermekten çekiniyoruz. Buz gibi soğuyoruz.
İkincisi, istismar edenler çok olmuş. Paralar toplanmış, kanaryacılar derneği de o
bilmem ne olmuş, bilmem nerelere seyahatler edilmiş, faturalar dernek paralarından.
Yani saygınlığını kaybetmiş. Veren, acaba bu yerine gidecek mi diye güvenini
kaybetmiş. Peki, bizim Peygamberimizin (sav) sıfatı nedir? “Muhammedü’l Emin”
Acaba “Emin” sıfatımızı kaybettiğimiz için mi Allah bütün İslam ülkelerinde
bu perişanlığı yaşatıyor bize? Suriye’sinden, Irak’ından, hepimizden. Hangimiz
hangimize güvenir olduk? Pazara, çarşıya çıktığımız zaman boynumuzu uzatıyoruz,
eğer meyveler öndeyse, arkadan çürük koymasın diye. Ne zaman sözümüzde durur
bir toplum olduk? Söz Allah indinde ne kadar önemli? Müslüman'ın en büyük
vasıflarından bir tanesi. “Yapacağım” dediği zaman bir ay geçiyor, iki ay geçiyor,
güvenimiz birbirimize sarsıldı. Böyle bir topluluk olabilir mi? Olduğu zaman
da Allah, Ahiret’e bırakmadan bizi dünyada tokatlıyor. “Kendinize gelin” diyor.
“Şefkat ve merhametle sizin üzerinize titreyen o Peygamber’i üzüyorsunuz” diyor.
“Resulümün üzülmesine dayanamam, siz üzülürsünüz” diyor ve üzülüyoruz. Bütün
dünyada üzülüyoruz. Her yerde üzülüyoruz. Myanmar’da üzülüyoruz, Somali’de
üzülüyoruz, Filistin’de üzülüyoruz, Suriye’de üzülüyoruz, şimdi Türkiye’de
üzülmeye başladık. O zaman başlangıç noktamız inşallah kendimiz. Bizden
başlayacağız. Acaba benim yüzümden mi? Acaba bizim yüzümüzden mi? Onun
için mi oldu Ya Rabbi bunlar?”
Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin” “Zalimlerden biz olduk
Ya Rabbi...” Başkasına bir şey söylemek çok kolay. Ama kendimizi düzeltmek, işin
sır noktası, kendimizi düzeltmek. Bu verişler, alışlar, devam ederken dediğim gibi,
koliler bitti, ihtiyaçlar fazlalaştı. Artık kapıya gelenler öyle bir noktada oldular ki,
hiçbir şey kalmadı elimizde. Hiçbir şey kalmadı. Cebimizden vereceğimiz, şahsi
olarak vereceğimiz şeyler o kitleler, ihtiyaçlar karşısında hiç geldi. O ara şöyle
düşündüm; Ya Rabbi, Mehmet Akif’in, rahmetlinin söylediği gibi; “Ya param
olaydı, ya hamiyetim olmasaydı.” En azından gücümün yettiği bu kadardı. Bakın bu
kelimenin üzerinde biraz tefekkür etmenizi isteyeceğim. Gücümün yettiği bu kadar
ve Allah gücünün yetmediğinden de sorumlu tutmuyor. Bakın Ayet-i Kerimeyi
bu şekilde yorumladığım zaman bu işi bitirmeye karar verdim. Dedim ki; Gücüm
yetmiyor artık. Birisi bana dedi ki; “Acaba dernek kursak gücümüz yetmez mi?”
86
Kadınlar Akademisi
Ha, öyle gücüm yetmiyor diye bırakmak demek ki yok. O, işin kaçamak tarafı. Bir
dernek kursak, makbuzlarımız olsa, Kim ne verdiğini, ne aldığını makbuzla alsak,
belgelerle ispat etsek, faturalarla alsak, belgelerle çıkışını yapsak, şu kaybolan
güveni tekrar tesis etsek. Allah ve resulüne bağlı olanlar bir sivil toplum kuruluşu
içinde çalıştığı zaman nasıl bir doğruluk husule gelir. Nasıl bir manzara husule
gelir? Onu ispat etsek, ha! Dernek de bir hanımın gözyaşıyla. Dedim ki, Artık
elimizde hiçbir şey yok. Dedi ki; Allah rızası için bu kapıyı kapatmayın. Bir ümit
kapısı burası. Bir gün tekrar buraya gelebiliriz diye, bu nasıl bir iş, bu nasıl bir iş?
Arkadaşlarla dernek kurma hikâyesinin başlangıcı böyle.
Aradan yıllar geçip de uluslararası kongrelerde şu veya bu şekilde orada
bir tebliğde bulunduğum veya konuşma yaptığımın akabinde şunu soruyorlar; sivil
toplum kuruluşlarının bu kadar yükselen değer olacağını nereden biliyordunuz?
Çünkü; sivil toplum olmadan şu anda hiç kimse, hiçbir iktidar, dünyanın her
noktasında sivil toplum olmadan bir karar veremiyor. Ne demek sivil toplum?
Sessiz yığınların sesi demek. Yani halk şunu düşünüyor; Bu böyle oluyor, bu
ıstırap var, şurada şu oluyor diyen bir kadro devletten para istemiyor. Cebinden
para veriyor. Sadece mesai saati; 9:00 - 17:00 demiyor, gece uykularını bile feda
edip çalışıyor. Eğer bu çalışma Allah rızası ile bağlantısını kurmuşsa, gece gündüz
ibadet ediyorum diye çalışıyor. O ibadet duygusu nasıl bir duygu biliyor musunuz?
İnsanı nasıl ayakta tutuyor biliyor musunuz? Hayatın tüm imtihanlarında Rabbim
dosdoğru olmayı, ayağımı düzgün basmayı bana nasip et, bundan sonra biliyorum
ki, sen benimle berabersin ve imtihan oluyorum. Yüz akıyla çıkacağım Allahım
dediğinizde bir kere arkanızdaki çuvala delik çuvala derdinizi attınız o aradan gitti.
“Hak şerleri hayreyler, arif anı seyreyler, görelim Mevlam neyler, neylerse güzel
eyler.” Şimdi bugünkü manzaradan da şu sonucu bağlarken aynı şeyi düşünüyorum.
Tokatları devamlı yiyoruz, kanayan bir coğrafya, sadece Suriye’de 16.000 kadına
tecavüz edildiği söyleniyor şu anda. Korkunç bir şeyimiz var. Avrupa’ya Amerika’ya
gidildiği zaman bizim güzelliklerimizin hiç biri gündemde yok. Terörist, terörist,
erkeğin oyuncağı. Otur dediğin zaman oturan, kalk dediğin zaman kalkan. Hayır,
İslam’da kadın öyle bir noktada ki; Anadolu’da şunu söylerlerdi, çocukluğumu
Saniye Hanım anlattı. “Kadınla konuşsan bile onun söylediğinin tersini yap.”
Hani onunla istişare et ama tersini yap. Bunlar benim kafamda hiçbir zaman yere
oturmamış sorulardı. Hep aramaya çalışırdım. Eşitlik, erkeklerle eşitiz. Yahu eşitiz
ama ne biçim eşitiz ki, bize diyorlar ki sen bak o erkektir, elinin kiri o. Yani sen
bunları yapma ama o erkek. Yahu bu nasıl bir şey? Niye onun elinin kiri oluyor?
Aynı şeyi o da yapıyor, aynı pisliğin içine giriyor. İşte anacığımın beni izlediği, her
namazdan sonra okuyorum ya, tefsir ve beraber Ayet-i Kerime, gele gele nereye
gelmişim biliyor musunuz? Nur Suresi 30. Ayeti Kerime’ye. “Mü’min erkeklere
87
Kadınlar Akademisi
söyle gözlerini sakınsınlar haramdan, ırzlarını muhafaza etsinler” Aman Ya Rabbi,
erkeklere ihtar.” Elinin kiri” değilmiş. “Güzele bakmak sevap” da değilmiş. Öyle
demezler mi? Hep öyle diyorlardı bize; “Güzele bakmak sevaptır, o da erkeğin elinin
kiri” Arkasından 31. Ayet-i Kerime; “Mü’mine kadınlara söyle, gözlerini haramdan
sakınsınlar, ırzlarını muhafaza etsinler” Ben, buldum diye bağırmışım namazdan
sonra. Annem, “Ne buldun evladım?” Zaten bu derine ine ine bir yerde sapıtacak
diyordu. Anne hiç merak etme, hiç merak etme eşitliği buldum. Gerçek eşitliği
buldum. Allah (cc) bizi fazilette eşitliyor. Seküler ahlak, modernite bizi çukurda
eşitliyor. “Sen de zina yaparsın, sen de zina yap. Sen de uyuşturucu kullanırsın,
sen de kullan. Sen de onu yaparsın, sen de yap.” Bizi nerelerde eşitliyorlar ki?
Yaratıcımız bizi fazilette eşitliyor. Bu her okuduğum Ayet-i Kerime’de biraz daha
sivil toplum kuruluşları çalışmasının Rabbimin dilediği istikamette bir çalışma
olduğu duygusu bende gittikçe yerleşmeye başladı.
Kim hayırlı diye arıyordum. O sorular işte, oraya gidiyorum, buraya
gidiyorum, soruyorum. Yani Allah’ın en sevdiği kulu kim? İşte şu kadar tesbih
çekersen diyorlar, ya o kadar tesbih çekip de dünya kadar kötülük yapanlar var.
Onlar nasıl Cennet’e girecek? O da oturmuyor kafamda. Sevgili Saniye dedi
ya, bir doğru bir yanlışı götürüyor. Ne kadar şanslısınız siz. Kitaplar, vaazlar,
televizyonlar, Saniye Hanım gibi bir radyocu sizi her an irşad edecek bir kardeşiniz
gibi. Hangi dönemlerdesiniz? Ama hiç unutmayın başta söylediğimi; “Andolsun,
sorulacaksınız nimetlerden” buyuruluyor. O zaman her nimetin karşılığını nasıl
veririz? Cep telefonları, internet, nerede kullanıyoruz? Yavrularımız nerede
kullanıyor? Gözünü haramdan sakınsın denilen erkekler, delikanlılarımız, sokaktan
mı haramdan sakınsınlar? Pornoya girmesinler, değil mi? Onu düşündürmüyor mu
size. Girme o sitelere evladım. Mü’min erkeksin sen. Gözünü haramdan sakın.
Bunların her biri bir fotoğraf olup ne yapıyor? Beynin altında arşivleniyor. En ufak
bir ses, görüntü veya bir renk, arşivden şık fotoğrafı çıkarıyor mu? Çıkarıyor. O
zaman bizim gözümüzle, kulağımızla algıladıklarımız arşivlendiği zaman, “Ikra’
Kitabek” denildiği zaman bunlar çıkarsa biz ne yaparız Ahirette? Ahireti biz 21.
Yüzyılda daha iyi kavrar olduk. Bakın, Obama başkan olduğu zaman gençler
etrafında toplanmışlar, demişler ki; Başarılı oldunuz, bize, gençlere neyi tavsiye
edersiniz? Söylediği şu olmuş; Geçlerinize söyleyin lütfen, “İnternette nereye
girdiğinize dikkat edin.” demiş. Teknoloji o kadar ilerliyor ki, bundan sonra iş almak
için bir yere gittiğiniz zaman CV diye hangi internet sitelerine girdiniz, kiminle
çetleşiyorsunuz? Kiminle halleşiyorsunuz? Size, önünüze çıkarılacak. Şimdiden
dikkatli olun. “Ikra’ Kitabek”in küçük bir örneği gibi, değil mi? Öne çıkacak kitabın,
nereyi izledin? Hangi kanallardasın? Nereye giriyorsun? Günün nerede geçiyor,
kaç saatin neyle uğraşıyorsun? Böyle bir dernek kuruluşu, arkasından Hadis-i
88
Kadınlar Akademisi
Şerifler itiyor. “İki günü eşit olan…” nedir? “ziyandadır.” Dernek kurmuşsunuz
olur mu? Bir yıl geçmiş, hâlâ dernek daha devam ediyor. Bir şey daha yapmak
lazım. Daha büyütmek lazım. Hayırda yarışmak lazım. Öğrendiklerimden bir tanesi
de o. Seküler ahlakla farkını gördüğüm şeylerden bir tanesi o. İnanın her Hadis, her
Ayeti hayatıma geçirdiğim zaman, secdede şunu söylemişimdir; Ya Rabbi, dinine
âşık oldum. Aşk bu muymuş? Ben senin dinine âşık oldum. Neyi hayat geçirirseniz
güller, gülistanlar açılıyor orada. Fakirin yüzü gülüyor, Rabbim sizin, bakın demin
söylediğimde bir hatırayı canlandırmıştım, tekrar o geldi. Ayağınız taşa değmesin,
böyle bir yoksul, kanserli hastadan bahsettiler, dediler ki; “Kimsesi yok, arada
sırada üvey bir kızı var, zaman zaman gelip gidiyor. Ona gider misiniz?” Bizzat
gidin görün, para veriyorum, sen bak demeyin. Arayın hükmü var. Arayın, görüp
gözetin hükmü var. Birine bilgi olarak geliyorsunuz, öbürü aynelyakin. Bizzat
gördüğünüz zaman iş değişiyor. Birisinden size bahsetseler, benden bahsetseler
size ama karşılıklı geldiğimiz zaman Aaa!.. diyorsunuz ben gördüm, ben tanıştım.
Siz de bu ziyaretlerde onların dertleriyle, onların yüreklerindeki bütün duygularla
tanışıyorsunuz. Onun için bütün sivil toplum hayatımda çok özenle o ziyaretlere
gitmeye çalıştım. Böyle bir ziyarette kanserli bir hasta, sırtı, olduğu gibi mesestaz
dolayısıyla ayağa kalkamıyor. Hiç unutmuyorum o manzarayı. Oturduğu yerde,
yattığı yerde Allahım beni kimseye muhtaç etme diye iki eliyle çorap örüyor.
Bu bir Müslüman şuurudur. En son halimizde bile bir şey istememek. Sivil
toplum hayatımda bu hüküm bana şöyle geçti. Peygamberimiz (sav) buyuruyor
ki; “Devenin üstünde olsan, kamçını düşürsen birisine “ver” deme, in al.” Aynı
zamanda bir hüküm var; Kardeşine yardımcı ol. Şimdi düşünün, bir taraftan siz
inip almayı düşüneceksiniz, öbürü de çırpınacak, kardeşim inme aşağı, çünkü
deve çok yüksek, ona “Kıh” diyecek, çökecek, aşağıya ineceksiniz, tekrar “Kıh”
diyecek bineceksin uzun iş. Öbürü de diyecek ki, kardeşim aman inme aşağıya ben
hemen veririm sana. Nasıl bir toplum bu? “Sevgi Toplumu” Bu bir sevgi toplumu.
Biz bunu hayatımızda, sivil toplum kuruluşu çalışmalarındaki dernek, vakıflarda
gördük. Sevgi toplumu, Hadisler, Ayetler hayata geçirilirse sonuçta ne oluyor?
Yanıma bir hemşire bu aralarda ararken, bir tanesi kocası ölmüş, 3 çocuğu var, iş
yok, perişan olmuş, ay sen bana yardımcı olur musun gel? “Doktor Hanım benim
okumam yazmam da yok.” . Hemşire buluncaya kadar ben seni idare ederim. Benim
hemşirem de o arada ayrıldı. Böyle bir hanım aldım yanıma. 4 tane de çocuğu var.
Bir ara dedi ki; “Doktor hanım hayran oluyorum, vakıflarda, derneklerde maddi
durumu iyi olanlar fakir fukaraya yardım ediyorlar ama bizim elimizde avucumuzda
yok, ben kazandığımı ancak çocuklarımla paylaşıyorum.” Ki ona bursları filan da
bağladık. “Bizim yapacak hiçbir şeyimiz yok mu?” dedi. Aaa!.. olmaz olur mu
dedim. Bakın size ışıklı bir levha olarak ne geliyor? Bir Hadis geliyor gözünüzün
89
Kadınlar Akademisi
önüne. Hayata geçirmek lazım. Kur’an; okunan, cüzleri arka arkaya indirilen bir
kitap değil. Kur’an üzerinde okuduğumuz, düşündüğümüz, derinine düşündüğümüz
ama hayat geçirdiğimiz, hayat yolu, Peygamberimizin hayatı onun ilk müfessiri,
yaşayan Kur’an. O zaman “Peygamber nasıl davranmış?” dediğiniz andan itibaren
gözünüze bir Hadis-i Şerif, bir Peygamber davranışı geliyorsa, bir Ayet-i Kerime
geliyorsa, siz işte o zaman yaşayan Kur’an olarak, inşallah Peygamberimin benimle
iftihar edeceği bir ümmet olurum diye ümit edebiliriz. Dedim ki; Peygamberimiz
buyuruyor ki; İşte o zamanın değerlerini bilemiyorum, mesela: Hayır için 20.000
Dinar veren, öbürü de 2 Dinar veren iki kişi var, “İki Dinar veren 20.000 Dinar vereni
geçti.” Aman Ya Resulallah bu 2 Dinar verdi, öbürü 20.000 Dinar verdi, nasıl olur?
Diye soruyorlar. Sahabi soruyor. Peygamberimiz buyuruyor ki; “Onun 100-200300 bin Dinarı vardı, ondan 20 çıkardı. Öbürünün 4 dinarı vardı, yarısını çıkarttı.”
O zaman sen de bir şey yapabilirsin dedim. Çünkü; Ayet-i Kerime şöyle: “Onlar, o
takva sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da infak ederler. İnsanların kusurlarını af ile
geçerler, öfkelerini yutarlar.” Bu mealde bir Ayet-i Kerime. Dedim ki; “Varlıkta da,
yoklukta da infak ederler.” dediklerine göre, küçücük bir şey olsa da sen yap. Şimdi
o kanserli hasta ile bağlayacağım. Bir gün geldi, “Doktor hanım, bugün ben çok
sevap kazandım…” uçuyor böyle. Hayrola, ne oldu? Dedim. “Hani o kanserli hasta
vardı ya, hiç kimse gelmeyen, sürekli arka üstü yatıp çorap ören kadın, ona 250 gram
kıyma aldım, biraz ıspanak aldım, biraz da pirinç pilavı yaptım, birer tasın içine
koydum, götürdüm. Kapıdan içeri girdim, Bek dedim, sana pirinç pilavı, ıspanak
getirdim deyince, kadın birden haykırdı. “Allah senin iki Cihanını aziz etsin” dedi.
Allah Allah! ıspanakla, pirinçle bu kadar dua mı alınırmış? Meğer neymiş? Yoksul
diye herkes bulgur pilavı getirirmiş, içi özlermiş ki, biri bir pirinç pilavı da getirse
diye. Bakın o ihlasla götürdüğü bir avuç pirinç pilavı belki onun Cennetiydi. Çünkü
bu hadiseden bir iki ay sonra araba çarptı ve vefat etti. Allah gani gani rahmet
eylesin. Bütün bu hayır işlerinde, derneklerde, vakıflarda çalışanların, Ahirete
intikal etmiş olan tüm hayırsever Mü’min kardeşlerimizin de mekânı Cennet olsun.
Ben sizi çok sıktım, yoruldunuz, burada bırakalım. Saat: 3:00 oldu. Allah’a
emanet olun. Soracaklarınız var mı?
Saniye Öztürk
Moderatör
Şimdi onu söyleyecektim. Çünkü; soru-cevap bölümü de yapıyoruz. Çok
teşekkür ediyoruz. Biz sizi yorduk ama gerçekten çok istifade ettik. Biraz önce
de ifade ettiğim gibi, sizin tecrübelerinizin paylaşımı aslında yakın tarihi de şöyle
bir hatırlamamıza vesile oluyor. Nereden nereye geldiğimiz, yani layık olmak,
Allah’ın lütfettiklerine layık olmak anlamında gerçekten önem arz ediyor. Sık sık
hatırlamamız lazım. Allah razı olsun.
90
Kadınlar Akademisi
Sorular mutlaka olacaktır. Ben de notlar aldım kendimce. Nereden
başlayalım diye şöyle bir bakıyorum. Sorularınız yoksa ben soracağım. Buyurun.
Dr. Gülsen Ataseven
Yavrum bir kendinizi tanıtınız. Kardeşlerimiz yolda gördüğü zaman desin
ki; Ben bir kardeş tanıdım. “Kardeşinizin adedini artırın” buyuruluyor bakın.
Şefaat hakkı var. O zaman her gördüğümüzün şefaat hakkı var, ben günahkârım. O
günahkâr değil. “Ben günahkârım, onun şefaat hakkı var” diye düşünürseniz, nasıl
bir topluluk olur burada? Buyur güzel çocuk.
Soru:
Kezban Kartal
Ben açık lise okuyorum. Öncelikle içtenliğinizden dolayı size çok teşekkür
ediyorum. (Dr. Gülsen Ataseven: Allah razı olsun) Buraya geldiğiniz için, yani bize
önem verdiğiniz için (Ataseven: Siz bana önem verip de çağırmışınız yavrum) çok
teşekkür ediyorum. Sizden çok feyz aldım. Onu söylemek istedim. Sizin buraya
gelmenize aracılık yapan insanlara da çok teşekkür ediyorum. Lütfen bunların
devamı olsun inşallah.
Cevap:
Dr. Gülsen Ataseven
Sizin şu ifadenize bir şey ilave etmek isterim. Biraz önce Saniye Hanım beni
anlatırken “1940 doğumlu” dedi. Kaç yaşındayım ben? Yetmiş dört yaşındayım.
Dar vakit. Gittikçe zaman daralıyor. Mutlaka ölümün ne zaman olacağı belli değil
ama bir de bunun doğal süreci var. Bu doğal süreçte ben 30 sene yaşamam ama
siz 30-40-50 sene yaşarsınız. O açıdan benim son yaptığım çalışmalardan, son 3-4
senedir yaptığım çalışmalardan biri “Gelecek Neslin Genç Koalisyonu Projesi”
Bunun iki ayağı var; Bunun birinci ayağı şu anda Allah’ın izniyle çok güzel işliyor.
“Türkiye Gençler Arası İletişim Platformu” Kısa ismi “TÜGAP” Türkiye
Gençler Arası İletişim Platformu. “TÜGAP” diye web sitesine girin. Lütfen orada
üye formunu doldurun. Bir süre sonra yapmak istediğimiz şu; Biz bu sahneden
Rabbimize döndüğümüz zaman, siz birbirinizi sıfırdan başlamadan tanıyın. Şu
fakültede bunlar var, burada bunlar var, şu evlendi, bu doktorasını yapmaya şuraya
gitti, şunun düğünü var, şunun hobi grubu. Tezhibden hoşlanıyor, Aa!.. ben de
tezhib Aa! Beraber olalım. Şurada çok güvenli bir spor yeri var. Spor yeri arıyorduk
Aa!.. bu... Topluluk içerisinde kaynaklar tespit edilmiş güvenli spor yeri olarak,
oraya gidelim. Programlar oluyor, A derneği, B derneği, C derneği, Gençler için
ne yapıyorsa, Belediyeler ne yapıyorsa şu sitelerden öğrenelim. Hangimiz nereye
yakınsa oraya gidelim ama birbirimizi de tanıyalım. Ara ara bir araya gelelim, hiç
91
Kadınlar Akademisi
olmazsa telefonla “Selamünaleyküm kardeşim” diyelim. Gençler Arası İletişim
Platformu, benim şu anda sivil toplum olarak üzerinde yıllarca durduğum ve
Allah’ın lütfuyla getirdiğim noktada, iletişim-istişare-iş birliği. Bakın 3 ana hat var.
Demin bahsettiğim “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları Aile Platformu” Bütün
Türkiye’deki Aile ve aile bireyleriyle uğraşan dernekler ve vakıflar, yüreğinde bu
duyguları taşıyanlar arasında iletişim, istişare, iş birliği. Biri burada bir proje yapıyor,
öbürünün haberi yok. O da oradan aynısını yapıyor. Enerji kaybı. Biri burada bir
şeye başlamış, Öbürü orada doktorasını yapmış, bilgi arıyor nereden toplayayım
diye. Bu bilgilerin toplanması lazım. Havuzlarda toplanması lazım. Araştırmak
istediğimiz zaman enerji kaybetmeden, sevgi bağı içerisinde hobi gruplarının
oluşması lazım. Sanatçılar grubu. Dünya küçüldü. Boyuna yabancı ülkelerden
sivil toplum kuruluşları geliyor. “Uluslararası Genç Grup” kuruldu. Sabancı’dan
mezun olan, Boğaziçi’nden mezun olan, lisan bilenler bir araya geldiler genç grup
oluşturdular. İslam Ülkelerinden, yabancı ülkelerden geliyor, Arap ülkelerinden,
derneğin 40. yılını kutladık. Bir sürü yurt dışından sivil toplum kuruluşundan
hanımlar geldi. Ama hepsi İngilizce biliyor. İnşallah daha sonra Arapçayı da
öğreneceğiz de, kendi aramızda Türkçeyi, Arapçayı öğrenerek birbirimize daha
direkt konuşacağız. Bu çocuklar hemen arada tercüme ediyorlar, bağlantı kuruyorlar.
Böyle bir yapılanma içerisinde Rabbim bunu göstersin. Diyelim ki; önümüzdeki
dönemde Türkiye’de 10.000 genç birbirini tanıyor. Kahramanmaraş’ta bilmem
ne üniversitesinde okuyan, falan yerde bilmem hangi üniversitede okuyan, hepsi
birbirini tanıyor, birbiriyle iletişim kursunlar. Allah nasip ederse inşallah TÜGAP
unutmayın, web sitesi olarak oraya girin. Bir de web sitesi olarak, “ailemizprojesi.
org”a girin, iyiliğin emri ve kötülüğün kaldırılması konusundaki en son hayata
geçen projemizdir. Bakanla protokolünü imzaladık. Fon aldı. Türkiye’de yapılan
bütün çalışmalarda, televizyondan rahatsızlık %80. Dizilerden ve programlardan.
Fakat rahatsızız diye tepki verenlerin oranı kaç? % 2.5. Bu 2.5’la 80 arasındaki
o bölüm televizyon yapımcılarının, “Bizden memnun oluyor, kimse bize sesini
çıkartmıyor, siz nereden çıkıyorsunuz” dediği ve gerçeği bilmediği bu noktada
o % 2.5 la 80 arasında tepkinin nasıl verileceği, dilekçelerin nasıl yazılacağı, ne
yapılacağı konusunda bir proje, ben birkaç, yanımda zannediyorum vardır, broşür
de bırakacağım. Oraya da girdiğiniz zaman, üye olduğunuz zaman, “iyiliği emir ve
kötülüğü nehiyde benim de ismim var.” Diyerek oraya da girin inşallah.
Proje şöyle devam ediyor; Uzmanların ve seyredenlerin söylediği, en çok
konuşulan ve en çok izlenen diye ilan edilen, en çok zararlı olanlar var. Ailede
kimisi bacanağıyla, kimisi komşusuyla, aile münasebetlerini allak bullak eden
diziler. Ahlaken bizi çökerten bir takım dizilerden bahsediliyor. Bu diziler için
okuyucu diyor ki; İzleyici diyor ki; diye bir sütun var. İzleyen mail atıyor. Şurada
92
Kadınlar Akademisi
şu var diyor. Şimdi siz atmışsınız, birisi daha atıyor, birisi daha atıyor. 10-15
kişi diyor ki; Yahu burada bir tecavüz sahnesi var ve bu devam ediyor. Burada
şu eşcinsellik devamlı empoze ediliyor. Burada uyuşturucu reklamı yapılıyor
neredeyse, burada alkol, içiyorlar, oturuyorlar, devamlı bir alkol reklamı var filan
dediğiniz zaman, buradan bakıyorsunuz bir kere, “Uzman diyor ki;” var. Bir de
uzmanların, psikologların, sonra da çok konuşulan ve reyting aldığı ilan edilen
dizilerin isimleri var. O isimlerin altında şıklar var. Çok zararlı, zararlı, faydalı, çok
faydalı. Siz o diziyi nasıl değerlendiriyorsanız gerekçesiyle birlikte yazıyorsunuz.
Sitenin bir tarafında da Radyo-Televizyon Üst Kurulu’nun, bütün televizyoncuların
imzaladığı ahlaki kurallar var. “Müstehcenlik olamaz, argo olamaz, şiddet olamaz,
şu olamaz, bu olamaz…” Bir taraftan da onlar var. Siz diyorsunuz ki; Bu buna aykırı.
Şu dizide aile değerlerimize vurgu, buna da çok faydalı. Çok faydalı-çok zararlı vs.
Bu anketler bir ay sonra ilan ediliyor. Bu ayın iki dizisi biri faydalı, biri de zararlı
olarak ilan edildi. Bu dizilerin, televizyon yapımcısı, program yapımcısı, sponsoru,
sponsor çok önemli, para bakımından desteklemeseler iki gün de yapamıyorlar o
dizileri. Boyuna sponsor desteği alıyor. Sponsor’a diyorsunuz ki; Sen çok güzel
dizi yapıyorsun, Allah senden razı olsun, reklamını yapacağım senin ürününü
kullansınlar diye. Öbürüne de diyorsun ki; Çok zararlı şeyler yapıyorsun, çoluğum
çocuğum mahvoldu. Gençler perişan oluyor. Senin ürününü kullanmam. Hiçbir
yere de tavsiye etmem. Bunlar hep demokratik haklarımız bizim ve gerçeğin ortaya
çıkarılması için çok önemli. İnşallah Ailemiz Projesi, ona da girerseniz, Ailemiz
Projesi’ne, “ailemizprojesi.org” twitter’ı var, face’si var, işte orada söylüyorlar
şunda şöyle şöyle zararlı bir şey vardır.
Soru:
Öncelikle Kadın Meclisi üyelerimiz adına ve de Kadınlar Akademisi
adına ayağınıza sağlık, Allah razı olsun diyorum. Gerçekten fazlasıyla ufkumuzu
genişlettiniz. Sadece kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum. Şimdi Akademi
üyelerimiz, gönlümüz arzu ediyor ki, baştan beri düşündüğümüz bir konu vardı.
Bir dernekleşelim Bağcılar’da Kadın Meclisi, Kadınlar Akademisi sonuçta buraya
gelen arkadaşlarımızın hepsi bir duyarlılık sahibi ve maddi manevi her türlü soruna
el atabileceğimiz bir derneğimiz olsun, üyelerimiz kendileri oluştursun diye bir
hedefimiz var inşallah da, Akademinin sonunda da zaten Gelişim vs. eğitim dersleri
alacaklar ücretsiz olarak. Biri bu, ikincisi olarak sosyal medyayı kullanıyoruz.
(Ataseven: Pekala derneğinizin ismi “Kadın Meclisi Derneği” olabilir tabii. Hatta
“Bağcılar Kadın Meclisi Derneği”, “Bağcılar Kadınlar derneği.”) Üyelerimiz
sizin söylediğiniz internet adreslerini olsun, kadınlarla ilgili tüm adresleri ve de
bilgileri Facebook/kadınlar meclisi adresimizi takip ederek her zaman alabilirler.
93
Kadınlar Akademisi
(Ataseven: Meryem Hanım’dan rica etmiştim. Benim mailime hala gelmedi. Şu
Kadınlar Meclisi ve Kadınlar Akademisi hakkında bilgi istemiştim. Belki mail
adresinde bir hata olduğu için gelmiyor. O zaman ben Fidevs’ten bir bakayım.
Bana gelmedi.)
Saniye Öztürk
Moderatör
Soruların arkası da var. Hocam sorularla devam edebilir miyim ben
müsaadenizle?
Soru:
Aysun Kabaklı
Hocam ben de iki çocuk annesiyim. Ev hanımıyım. Hocam dediğiniz gibi,
yetiştiriliş tarzınızdan mı ben toplumumuza baktığımız zaman gerçekten çok etki
altında kalıyoruz. Gerçekten bir kültürümüzü unuttuk. Yaşadığım birkaç olaydan
sonra ben de bu şekilde düşünüyordum. Yaşadığım birkaç olaydan sonra, sonradan
döndüm geriye. Yunus Emre’nin bir şiirini okumuştum orada söylüyor. Birine
soruyorlar 80 yaşında ne yaptın? Bir rüzgâr gibi geçti, gözümü açtım, kapattım
geçti. 120 yaşında babaları ölüyor, ailedekiler ağlıyor, Bir gün göremeden gitti.
Dedikleri olmadı. Yaklaşık birkaç senedir de ben böyle düşünüyorum. Belki kendi
cahilliğimden, okumadığım için, araştırmadığım için, İslamiyet'in beni buyuruyor
olduğu halde ben kendimi geri gördüm. Kendimi yetiştirmedim ama zararın
neresinden dönerseniz kardır diye düşünüyorum. O yüzden bizim de örnek olmamız
gerekiyor. Mesela: Çocuklarımıza örnek olmamız gerekiyor, toplumumuza örnek
olmamız gerekiyor. Kim ne der ki, desinler, ne derlerse desinler. Yaşadığımız
sürece biz kendimiz de mutlu olmuyoruz. Hem geleceğimizi karartıyoruz, hem de
geçmişte dediğiniz gibi o ortam sağlandığı zaman çoook keşke’lerin geçtiği bir
zaman arkamızda yığılı kalıyor. O şeye çok katılıyorum. Boş kalsın, hayırlılar,
güzeller bizimle gelsin, boş olanlar geri gitsin. Mesela birine bir yardımcı olduğun
zaman yahut ta gidip bir sivil tolum örgütünde çalışma gönüllüsü olduğun zaman
şöyle bir şey var. Tenzih ediyorum buradakileri, “bunun bir menfaati var yani,
bu boşuna burada bir şey yapmaz” bu şekil düşünülüyor ama kim ne derse desin.
Bir de şöyle bir şey var. Ben bir şey yapamıyorum demeyelim yani. Ben bir kişi
olarak bir şey yapıyorsam, belki toplumum için hayırlı bir taş koymuş oluyorum,
yani yapıya bir taş koymuş oluyorum. En azından çocuklarıma örnek olabilirim.
Lütfen büyüklerimizi unutmayalım. Büyüklerimizin hepsi bir değer. Hepsi bir
kültür, dinleyelim, yapalım. Güzellikler paylaştıkça güzeldir. Siz de böyle değerli
94
Kadınlar Akademisi
güzellikleri bizimle paylaştığınız için hakkınızı helal edin. Çok teşekkür ederim.
Bu ortamı sağlayan herkese teşekkür ederim.
Cevap:
Dr. Gülsen Ataseven
Çok önemli noktalara değindiniz. Ailenin şu anda karşısında olan bir bakış
açısıyla dünya dönüyor. Onun için aileye bir alternatif olarak eşcinsellik empoze
ediliyor. Üniversitelerde şu anda eşcinsel dernekler konferans vermeye başladı. Bir
arkadaşım diyor ki; "Özyeğin Üniversitesi'nde konferans vermişler, oğlum geldi
akşam, kafası bulanmış oğlanın” diyor. Yani boşluk bıraktığımız zaman, ailenin
önemini anlatamadığımız, ailenin içerisinde, Müslüman ailenin içerisinde şiddet
olabilir mi? Ama maalesef, maalesef dünya üzerinde en geniş şiddete uğrayan, İslam
ülkelerinin haritasını gösterdikleri zaman dedim ki, Ya Rabbi Kıyamet gününde biz
Resulullah’ın yüzüne nasıl bakarız? Nasıl bir din ki, kadın erkek ayırmadan bıçağı
bile karşınızdakine uzatırken sivri kısmını uzatamıyorsunuz. Sivri kısmını, keskin
kısmını avucunuzun içine alın da korkmasın kardeşiniz. Siz nasıl başka birisinin size
hakkı ahirette soracak, hem de en büyük hak olarak soracak eşinizi dövebilirsiniz?
Öldürebilirsiniz? Biz bu ruhtan koptukça işte o zaman tekrar düşünüyorum bu belalar
onun için mi başımıza geliyor. Tekrar yaşadığımız zaman Rabbim rahmetini tekrar
üzerimize yağdıracaktır. Allah’ın izniyle ilk önce çocuklarımız, ailemiz, burada ev
hanımlarının hepsi ben “insan fabrikatörü” diyorum. Yıllar önce Amerika’dan bir
sivil toplum kuruluşu, feminist kadın grupları gelmişti. Bizlerle teması şöyle oluyor;
Bir derneği bir ülkeye gittiğiniz zaman bulmak zordur. Ama siz platform kurarsanız,
yine bir Hadis-i Şerif, yine bir Ayet-i Kerime’nin güzelliğini görüyorsunuz; Rahmet
topluluk üzerine. “Allah’ın ipine topyekûn sımsıkı sarılın dediğiniz zaman, siz şu
anda 50 kuruluştur her ay istişare eden “Gökkuşağı İstanbul Kadın Kuruluşları
Platformu” İnşallah bir toplantısını Allah’ın izniyle burada yapacağız, platform
toplantısı. Buradaki yetkililerle inşallah “Kadın konusunu nerede ele alalım?
Kendi değerlerimizle kadının problemini nasıl çözelim? Biz kendi çocuklarımızı
şiddet uygulamadan nasıl büyütelim? Birbirimize saygıyı, güveni tekrar nasıl tesis
edelim?” inşallah projelerimizle göreceğiz.
Saniye Öztürk
Moderatör
Hocam benim elimde iki soru var. Müsaadenizle yönelteyim.
Bir kardeşimiz, bir arkadaşımız der ki; “Hocam ben 42 yaşındayım. Açık
Öğretim Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nü kazandım. Fakat okuyup okumamakta
tereddüdüm var. Acaba kalan ömrümü okumak yerine dini çalışmalara mı
95
Kadınlar Akademisi
ayırmalıyım?” Diye sorarlar.
Cevap:
Gülsen Ataseven
Şimdi o güzel yavruma şunu söyleyelim; İslam ülkelerinin en büyük felaketi
bu ayırımla başladı. Bu, dünya ilmi, bu da Ahiret ilmi. Bütün ilimler Allah’ın ilmi,
hiç unutmayın. Bütün ilimler Allah’ın ilmi. Sosyoloji şu anda en ihtiyacımız olan
ilimlerden bir tanesi. Toplumun mühendisliğini yapıyorlar. Eğer biz kendimizi
tanımlamazsak, bizi tanımlayanlar nesne halinde kullanır. Geçirdiğimiz dönemler
hep bu noktada oldu. Biz uzun yıllar çocuklarımızı, tıp fakültesi, mühendis, diş
hekimi, buralara sevk ettik. Hâlbuki sosyal açıdan konular; Sosyoloji, Psikoloji,
Hukuk, Edebiyat, bütün Sanat, bütün bu konularla beraber bir toplumu aldılar,
empoze ettiler, bu kültür bastırıldı, kocaman yüzyılları alan bir kültür yok sayıldı
ki, ben burada o kültürün bütün izlerini gördüm. Daha sarayınızın tavanlarında
o kültürünüz var. Daha bakarken insan, “Nasıl bir kültürün insanlarıyız biz Ya
Rabbi, şu zarafete bak” diyor. Hani o modernitenin, demirlerden böyle bir şeyler
yapıyorlar, oradan borular çıkarıyorlar, bir onun estetiğine bakın, bir şu sizin
Bağcılar Kadın Merkezi’nin estetiğine bakın. Bizim kültürümüz, bizim sanatımız,
ikisini din açısından düşünürseniz bağlantı kurabilirim, yani Kur’an okuyayım,
tefsir okuyayım, fıkhi şeyler bileyim, ilmihal bileyim derseniz, bunun ikisini beraber
yürütün. Bir kolunuz, uçağın bir kanadı ilim, bir kanadı iman. Birini kırdığınız
zaman tek kanatla uçamazsınız. Her dönemin bir özelliği var. Mesela Hz. Musa (as)
döneminde sihir çok önemliydi. Hani saraylarda en büyük mevkiler sihirbazlarındı,
Hz. Musa sihirle onların karşısına çıktı. Onların sihirlerinin hepsini yutan bir
yılan oldu asası. Bizim yaşadığımız dönem ilim çağı. Biz ilmi gücümüz ve o ilmi
Allah’ın rızası istikametinde kullanarak dünyaya güzellikleri anlatacağız. Sakın ola
okulunuzu terk etmeyin. Hele şu anda bir tesettür problemi de yok. Allah bütün bu
imkânları hazırlayanları iki cihanda aziz etsin. Yani nasıl bir günlerden nerelere geldik
arkadaşlar? Rabbimize hamd-ü senalar olsun, okulunuza da devam edin, vaktimiz
o kadar çok ki, o vakti değerlendirmek için “mutlaka 4 şeyden sorulacaksınız”ı,
“beş şeyden sorulacaksınız”ı unutmayın. Biri zamandan, televizyonun karşısında
geçirdiğimiz zamanları kaldırın bakalım ne kadar zamanımız geliyor? Ne kadar
kalıyor? Ben şu anda hiç televizyon seyretmiyorum, hep radyoyla, bir iş yaparken
hep radyoyla, şu anda her kanalın bir de FM radyo kanalı var. Oradan izliyorum.
İkisini beraber yürütmek iş değil, hiç iş değil. Mutlaka okuyun. Herhangi bir şekilde
Allah ve Resulü adına konuştuğunuz bir güzelliği, evrensel ahlak eşittir insani
değerler. Bunu hiç unutmayın. Onun için yüzümüz ak, alnımız daima diktir bizim.
“İnsani değer, insani değer” dedikleri bizim aynı zamanda imani değerlerimizdir. O
96
Kadınlar Akademisi
sadece insan olarak bu dünyada kalmaz. Yaptığınız her insani değer imanla Ahirete
de intikal eder. İki tarafı da beraber yürütün. Tamam mı?
Soru:
Meral Çelik
Sorum yok ama Hocamızın sözüne haddime düşmeyerekten bir şey eklemek
istedim. (Dr. Ataseven: Estağfurullah yavrum, eklenecek birbirimize o kadar çok
şeyimiz var ki; Eklenelim diye zaten bir raya geliyor, platformlar kuruyoruz. Evet,
buyurun sizi dinliyorum.) Kardeşlerimle paylaşmak istedim bu bilgimi. Eski sinema
sanatçılarımızdan biri sizin gibi dinini araştırırken Müslüman oluyor, ismini şu anda
hatırlayamayacağım, erkek sanatçılarımızdan biri. Evindeki bütün eşyaları çöpe
yığıyor, bütün sanatçı kıyafetlerini de çöpe yığıyor. Daha sonra da eskiden oynadığı
kötü içerikli filmlerini de satın alıyor, televizyonda izlenmesine izin vermiyor. Ben
artık sinemayı bıraktım diye söyleniliyor, ben artık o camiadan çıkacağım, kendimi
dine adayacağım. Sizin gibi muhterem kişilerden tepki geliyor, “Hayır, siz de sinema
camiasındaki insanları Müslümanlığa teşvik ederek orada, o kademede İslam’a
hizmet edeceksiniz, çevrenizdeki insanları bu yola çağıracaksınız” diyorlar. Her
yerde Müslümanlara ihtiyaç var. Yani o okuyanların arasında Müslümanlara ihtiyaç
yok diye bir şey yok. O kardeşimizin de o alandaki kardeşlerimize Müslümanlığı
bildiği kadarıyla anlatması gerekir.
Cevap:
Dr. Gülsen Ataseven
Hatta o alanda hiç kimse olmasa da Farz-ı Kifaye olarak hepimizin boynuna
borç. Her alanda gerçekten çok doğru söylüyorsunuz. Boşluğun olduğu yer boş
olarak kalmaz. Birileri orayı doldurur. Biz inşallah ilmimizi, Allah’ın bize verdiği
yetenekleri, Allah’ın bize verdiği her türlü imkânı insanlığın hayrına kullanmak için
programlanmışız. O ilk sorularımdan bir tanesiydi “En hayırlı kim?” diye, Hadis-i
Şerif’i gördüğüm zaman o da sivil toplum çalışmalarımdaki ışıklı levhalardan
biriydi benim yolum üzerinde. “İçinizde en hayırlınız, başkasına en fazla hayrı
dokunandır.” Gözünüzü açtığınız zaman “Ya Rabbi, benim bugün akşam oldu,
bütün günüm geçti, kime hayrım dokundu ki?” Diye soru sormamız lazım. Kime
hayrım dokundu benim? Bir tebessümle bile olsa, bir selamla bile olsa, bu gününüzü
eşit etmeyin öbür güne. Allah hepinizden razı olsun.
Sizi tanımış olmak, böyle bir mekânda size hitap etme şerefini verdiği için
Rabbime hamdediyorum. Bu imkânı tanıyan kardeşlerimize de teşekkür ediyorum.
Saniye Öztürk
97
Kadınlar Akademisi
Moderatör
Hocam Allah razı olsun. Hocam “74 yaşındayım” dediniz. Ki zaten orada
da biz ilan ettik sizin yaşınızı. Allah hayırlı, bereketli, uzun, sağlıklı ömürler versin.
Hakikaten sizinle her bir araya geldiğimizde ya da, dinlediğimizde kendi adıma
utanıyorum, utananlardan birisiyim. Kendinizi nasıl bu kadar motive ediyorsunuz?
Bu fıtri bir şey midir? Bu kadar genç kalabilmenin bir sırrı var mıdır? En son bunu
bizimle paylaşırsanız eğer, sizi çok yorduk, farkındayız ama hocam kısaca böyle.
Cevap:
Dr. Gülsen Ataseven
Estağfurullah. Şimdi, ilk önce şunu söyleyeyim; Bize şöyle bir ayırım
koymuşlardı. Sizler, dindarlar Ahiret için çalışıyorsunuz, dünyacılar da dünyanın
zevkini alıyor. Gene o gençliğimizdeki, “Güzele bakmak sevaptır” lafı gibi bu
da böyle oturmamış iddialardan bir tanesiydi bende. Bu sivil toplum kuruluşu
hayatımızda yardımcı olduğumuz, sadece yardım değil, kültürüne, etraftaki
iletişimdeki düzeltmesine, hangi konusu olursa olsun, çocuğunun bir okula
yönlendirilmesinde rehberlikte, hangi sahada olursa olsun, yüzü gülen ve dua
edenlerin sizin ruhunuzda çok farklı bir yansıması oluyor. Ve bu kadar çalışmadan
sonra ben hep şunu düşündüm; biz ilk önce kendimize yardım etmişiz. Biz ilk önce
Peygamberimizin (sav) İslam’ı ilk ilan ettiği zaman biliyorsunuz, “Size iki cihanınızı
da aziz edecek bir dinin tebliğini getiriyorum” dedi. Hani bizimki Ahiretteydi
ya, Hayır, bizimki ilk önce dünyada. İlk önce dünyanız mamur oluyor, burası
imtihan dünyasıysa, siz imtihanı 2.5 şiddetindeki bir deprem gibi hissediyorsunuz,
aynı imtihanı başkası 8 şiddetinde hissediyor. Hadise birdenbire değişiyor. Siz
diyorsunuz ki; Şu anda Rabbim gelen bir hatamdan dolayı mı oldu? Düzeltiyorsunuz
kendinizi. Otokontrol, Hıristiyanların papaza gittiği gibi gitmiyorsunuz İmama.
Kendi kendinizi düzeltiyorsunuz. İki; Rabbim beni şu anda olgunlaştırıyor.
Hamdım, bir süre sonra bana yaşamın gerçeklerini, öyle havalarda dolaşıyordum,
“Ha yaşam bu değil” Onu öğretiyor, pişiriyor. Hamdık, pişiyoruz. Ben bu arada
sabrediyorum, “Sabredenleri müjdele” diyor Rabbim. Ayet-i Kerime var, namazda
okuyorum. Bir güçlüğe bir kolaylık, bir güçlüğe bir kolaylık, yani bir güçlükten
sonra üç kolaylık gelecek. Daha darbe geldiği zaman arkasından diyorsunuz ki,
İnşallah şimdi iki kolaylık gelecek. Bunlar ne yapıyor sizi? Psikolojide bir şey
vardır sevgili hanımefendiler, genç kızlar; Bir çizgi, düz bir çizgi ruhun orta hattaki
dengesidir o. Onun üstündekiler sevinçler, parabol çizer, şöyle bir hat, sevindiğiniz
zaman o düz çizginin üstüne çıkar, üzüldüğünüz zaman çizginin altına. Dengeli
ruh; üstteki ve alttaki o dalgalanmaların çok ufak olmasıdır. Yani denge hali. Şunu
hiç unutmayın; “İslam = Denge” dir. (İslam eşittir dengedir.) Mesela; “Müslüman
98
Kadınlar Akademisi
oldum, her şeyimi çöpe attım, bundan sonra bir lokma bir hırka.” dengede değil.
Dengeyi bulacak. Hani ilk heyecanla bunu yapar, sonra dengeyi bulacak. Denge
İslam’ın her noktasında var. Ruhunuzdaki bu denge başarılı olduğunuz zaman
“Heyt!... ya ben neymişim be? Hey nelere muvaffak oldum?” demiyorsunuz.
Dengedesiniz. Üzüldüğünüz zaman “İmtihan oluyorum” diyorsunuz, “Bunda da
hayır var” diyorsunuz, dengedesiniz. Bir kere ruhunuz dengede olduğu zaman
sağlığınız, psikomatik hastalık diye bir şey bilirsiniz, benim şu anda dizsem,
dünya kadar hastalığım var. Oldukça ileri bir kalp hastasıyım şu anda. Triodum hiç
çalışmıyor. Bilmem şuramda şu. Hiç aklıma bile gelmiyor. Hiç aklıma gelmiyor.
Vücudunuzdaki, ruhunuzdaki o denge sizi bir kere sağlıklı tutuyor. Yani, dünyanız
mamur. Yani, Şeytanın o şeyini söyledim de size tam cümlesini nasıl bitirdiğini
söylemedim. Sağdan soldan, önden, arkadan geleceğini söyledikten sonra, “…
Sen onları şükreder bulmayacaksın” diyor. Şükür ne? Her halimizle mutluluğun
ifadesi. Benden daha iyisine bakacağım yerine benden daha beteri var Allah’ım,
çalışacağım, çünkü; “Ancak çalıştığınızın karşılığını bulacaksınız..” diyor, tek bir
ayeti cımbızla alıp da, bir lokma bir hırka değil, onu bir taraftan alıyorsunuz, onu
bir taraftan alıyorsunuz, bir taraftan çalışıyorsunuz ama her an şükür halindesiniz.
Ben gözümü açtığım zaman sabahleyin ne diyorum biliyor musunuz? “Ya Rabbi
74 yaşındayım. Şu anda felç olup yatakta yatanlar var, gözleri görmeyenler var,
kulakları işitmeyenler var, hatta ayakta yürürken, Parkinson diye bir hastalık
var biliyorsunuz, dengesini bulamaz insan. Ben hâlâ ayağımın üstünde dengede
gidiyorum. Üstüne üstelik Rabbim, sizin karşınıza gelip de iki laf edip, sizin gibi
mübareklerle tanışmayı nasip ediyor. Nasıl şükredeyim ben sana? Dediğim zaman
Rahman suresi; “Şimdi Rabbinin hangi nimetini inkâr edersin?” Şükür hali iki,
yardım konusu başlı başına, ilk önce İmam-ı Gazali’de okumuştum, “Yardım
ettiğiniz zaman siz fakire, yoksula, borçlusunuz” diyordu. Hani o bize borçlu gibi
görünüyor ya, ben yardım ettim ona. “Siz ona borçlusunuz, niye? Çünkü; o sizin
vücudunuzun zehrini alıyor.” diyor İmam-ı Gazali Hazretleri. Aradan yıllar geçti,
30-40 yıl sonra bir gazetede bir ilmi araştırmadan bahsediliyordu. Orada, “Hayır
işleriyle uğraşanlar, insanların iyilikleri için koşuşturanların vücudunda bağışıklık
sistemi maksimumda işliyor.” Sırlı noktalar bunlar. Yani, bizim vücudumuzun
zehrini alıyor her yaptığımız hayır, her güldürdüğümüz yüz, her memnun olan.
Ne zamanki biz bir yerdeyiz, birileri diyorsa aman o oradaysa ben gelmeyeyim,
tekrar kendimizi bir kontrol etmemiz lazım. Bizimle beraber olmak, dilimizden
ve elimizden kötülük gelmemesi birinci safhası. Biz devamlı kötülüklere anahtar,
iyiliklere de fetih kapısı açanlar olacağız. Allah’ın izniyle birbirimize duamızın
bereketiyle.
99
Kadınlar Akademisi
Saniye Öztürk
Moderatör
Çok teşekkür ediyoruz. Hocam çok teşekkürler. Evet dengeli bir ömür
sürmeyi daima şükür halinde olmayı Rabbim hepimize nasip etsin. Dr. Gülsen
Ataseven Hocamıza bir kez daha teşekkür ediyoruz. Hocam bırakmıyoruz,
çiçeğimiz geliyor. Gerçekten organizasyonu yapan arkadaşlara çok çok teşekkür
etmek lazım. Bağcılar Belediye Başkanına teşekkür etmek lazım. Teşrifinizden
dolayı hocam tekrar tekrar teşekkürler. Allah razı olsun. Hakkınızı helal edin.
100
Kadınlar Akademisi
İnsan ve Anne Olarak Kadın
Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş
(Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğrt. Üyesi)
Saniye Öztürk
Kadınlar Akademisi'nin bir programına daha hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
Tabii benden sık sık duyduğunuz gibi günün bu saatinde diğer meşgaleleri bir
tarafa bırakıp bu program için buraya teşrif ettiğinizden dolayı benimle beraber
kendinizi alkışlar mısınız lütfen? Malumunuz, her ay Kadınlar Akademisi olarak
çok kıymetli isimler buraya davet edilmekte, onların uzmanlık alanlarıyla ilgili
birikimleri, tecrübeleri, hayat hikâyeleri, mesleki tecrübeleri hakkında paylaşımda
bulunmaktalar. Gerçekten çok istifadeli bir program. Ben bir kez daha emeği
geçenlere, başta Belediye Başkanı Sayın Lokman Çağırıcı olmak üzere çok çok
teşekkür ediyorum. Pek çok fayda mülahaza edilen programlar bunlar. Her şey bir
tarafa insanlarla iletişimde olmak, burada bir araya gelmek bu sinerjiyi yakalamak
bile oldukça önemli bir fayda sağlıyor.
Yine salon dopdolu. Bu, tabii ki motive edici bir şey. Düzenleyen arkadaşları
motive eden bir durum. Daha da seviniyoruz, daha da mutlu oluyoruz. Başkan Beyin
eşi hanımefendi buradalar, Bağcılar Belediye Başkan Yardımcısı, Kültür Müdürü
buradalar. Onlara da teşrif ettikleri için çok teşekkür ediyoruz. Bugün yine çok
kıymetli bir ismi dinleyeceğiz. Eminim her biriniz yakından tanıyorsunuz. Buraya
da yansıtılmış durum da ama ben de seslendirmek istiyorum. Sevgi Kurtulmuş
Hanımefendi. Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş 1959 yılında Burdur'un Gölhisar
İlçesi'nde doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde Doç. Dr. unvanıyla öğretim üyesiyken
1998 yılında, dönemin rektörü Kemal Alemdaroğlu (?) tarafından öğretim hayatını
başörtülü sürdüremeyeceği gerekçesiyle Prof. unvanını almasına çok kısa bir süre
kala öğretim üyeliği görevinden atıldı. Böylece başörtüsü tartışması kapsamında
İstanbul Üniversitesi'nde görevinden uzaklaştırılan ilk kişi Sayın Kurtulmuş
oldu. Ayırımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği’nin (AKDER) Kurucu Başkanı
Kurtulmuş, 2013 yılında Prof. unvanını aldı. Şu an Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
İşletme Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak görevine devam etmekte.
Tabii çok kısacık anlattım ama inanın bu isimlerin hayatı, yaşadıkları
aslında Türkiye'nin yakın tarihine ışık tutmakta. Mutlaka kayıt altına alınmalı diye
düşünüyorum. Zira, onların hayat hikayesi içinde o kadar çok şey barındırıyor ki;
101
Kadınlar Akademisi
yani başörtüsü meselesi diyebilirim. Bu anlamda, özgürlükler, haklar, demokrasi
anlamında nereden nereye geldik? Bir de Türkiye'de malumunuz her şeyi çok
çabuk, hızlı yaşıyoruz. Yani son 10 yılda yaşadığımızı herhalde normal bir ülke,
bir devlet 100 yılda ancak yaşardı. Gündem çok hızlı, gelişmeler, değişimleri çok
hızlı yaşıyoruz. Bazen sindirmekte, hazmetmekte sıkıntılar yaşanılıyor. Ama bir
takım şeylerde o kadar gecikildi ki, o kadar çok rüyalar görüldü, o kadar çok dualar
edildi ki, aslında bir an önce onların da gerçekleşmesini isteyenler var. Hamd
ediyoruz, şükrediyoruz. Her şey mutlaka daha iyi daha güzel olacak. Hani Merhum
Akif'in bir şiiri vardır ya; söyler ya; “Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete ram ol.”
der. İşte buna inananlar, çizgisini bozmadan, yoluna devam eden isimlerden birisini
dinleyeceğiz. Zaten biraz gecikmeli başladık. O yüzden ben sözü uzatmayacağım.
Asıl konuşmacımızı dinlemek istiyorum. Neler anlatacağını gerçekten çok da merak
ediyorum. Konuşma Başlığı: “İnsan ve Anne Olarak Kadın” olarak belirlenmiş.
Evet, sevgiyle, muhabbetle yoğrulmuş, sevgiyle kurtulmuş, Prof. Dr. Sevgi
Kurtulmuş hanımefendiyi buraya davet ediyoruz efendim.
Konuşmacımızın konuşma süresi 1 saat. Son yarım saatte sorularınızı
yazılı ya da sözlü olarak iletebileceksiniz. Ben bu hatırlatmayı da yapmış olayım.
Buyurunuz.
Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş
Y.B.Ü. İşletme Fakültesi Öğretim Üyesi
Selamünaleyküm. Çok teşekkür ederim, günün bu saatinde her şeyi bir tara-
102
Kadınlar Akademisi
fa bırakıp buraya koştuğunuz için. Ayrıca saniye hanıma da çok teşekkür etmek istiyorum. Beni layık olmadığım şekilde çok övücü cümlelerle tanıttı. İnşallah Allah
mahcup etmez. Tabii bu CV'yi görünce insan, benim İstanbul Üniversitesi'ndeyken
asıl konum “Sosyal Siyaset” idi. Asıl ilgi alanım sosyal siyaset. Fakat 15 yıllık bir
üniversiteden uzaklık, bir mağduriyet var. Üniversiteden ayrıldıktan sonra bu süre
içinde düşünmeye çok vaktim oldu. Onun için bugün kendi konumdan çok, farklı
bir konuda konuşmak istiyorum. Yani, bugün sizinle sosyal siyaset, işletme konuşmayacağım. İnsan olmak ve anne olmak konusunda konuşmak istiyorum. Ağırlıklı
olarak insan olmak konusunda konuşmak istiyorum. Çünkü; bu çok kolay bir şey
değil. İnsan olmak hakikaten kolay bir şey değil ve hepimizin başarabildiği bir şey
de değil. Onun için insan olmak konusunda çok düşünmek, çok kafa yormak çok
konuşmak gerektiğine inanıyorum. Şimdi, küçücük bir kitap var. Belki çoğunuz
görmüşsünüzdür, okumuşsunuzdur. “Hayat Nedir?” diye minicik bir kitap. Ben konuşmama oradan başlamak istiyorum. Kitap şöyle küçücük bir şey. “Hayat Nedir?”
Hoca Yusuf Hemedani Hazretleri'nin yazdığı bir kitap. Rütbet ül Hayat. Hoca Yusuf Hemedani Hazretleri Ahmet Yesevi Hazretlerinin hocası. Belki Ahmet Yesevi
dersek daha çok tanırsınız. Bu kitap, hemen bir kaç saatte okuyabileceğiniz kadar
önemli bir kitap. Çok şey öğreneceğinizi düşünüyorum. Hayatı çok güzel cümlelerle tahlil eden bir kitap. Diyor ki: “Hayat, canlılar için avunmak ve teselli olmaktır.”
Bütün canlılar için bu böyle. Yani, insan için de, hayvan için de, vahşi hayvanlar
için de, böcekler için de böyle. “Avunmak ve teselli olmak.” Avunmak ve teselli
olmak için ne yapıyoruz? Yeme, içme, barınma, eş bulma gibi ihtiyaçlarımızı tatmin ediyoruz. Fakat bunlar en basit şekliyle bütün canlıların yaptığı şeyler. Hâlbuki
Rabbim bizleri “Eşref-i Mahlûkat” olarak yaratmış ve bunun dışında başka bir şeyler daha yapmamız lazım. Çünkü akıl ve iradeyle donatılmışız. Onun için sadece
bütün canlıların yaptığı gibi hatta biraz daha ileri giderek söylemek istiyorum, bugün modern insanın yaptığı gibi sadece yiyip içip, barınma ihtiyacımızı karşılayıp,
eşler bulup, giyinme ihtiyacımızı tatmin ederek hayatımızı sürdürebiliriz. Fakat bu
mahlûkatın en aşağı derecesi. Bunu bütün mahlûkat yapıyor. Bizim bunun dışında
bir şeyler yapmamız lazım.
Gene aynı kitap der ki: “İnsanın hayattaki bütün ilişkilerini belirleyen Allah
ile arasındaki ilişkidir.” Allah ile arasındaki ilişkiyi doğru kurabilen insan farklı
oluyor. Fakat kendi sınırı ne? Allah'a bakış açısı ne? Kendi sınırlarını ne kadar
biliyor? Allah'a bakış açısını doğru kurabilen insan bu dünyada da, öbür tarafta da
mutlu olabilen insandır. Çünkü biz Müslüman insanlar dünyanın sadece burayla
sınırlı olmadığını biliyoruz. Sadece burayla sınırlı değil. Bize verilmiş bir ömür
var ve bu ömür sınırsız bir vakit değil. Sınırlı, limitli bir hayatımız var. Geldik,
gidiyoruz ve gittiğimiz yerde de çok ciddi bir şekilde bir hesaba çekileceğiz. Bu
103
Kadınlar Akademisi
hesap sadece yaptıklarımızdan değil,
yapabilecek
olduğumuz
halde
yapmadıklarımızdan,
yapamadıklarımızdan da olacak.
Onun için bir kere dünyayı çok doğru
algılamamız lazım. Modern insan ne
yapıyor? İşte, son bu gelişim dersleri,
burada da o dersler verildi mi diye
baktım, Çok şükür yok. Diyorlar ki
işte; “İçinizdeki devi uyandırın. Siz
dünyaya hükmedebilirsiniz.” Öyle
bir şey yok. Bizim şu 5 duyumuzla görebileceklerimiz, yapabileceklerimiz belirli.
Şu duvarın ötesini göremeyiz. Sadece buradakileri görebiliyoruz. Geleceğimizi
kendimiz kurgulayamayız. Kader diye bir şey var. Onun için modern insanın
hayata bakışı bugün biraz şaşı. Modern insanın hayat bakışı şaşı. Bunu nasıl
anlıyoruz? Batılılarla kendimizi mukayese ettiğimiz zaman biz bir zamanlar daha
kolay anlıyorduk, şimdi neredeyse iç içe geçti. Batılı insan kendisini veya modern
insan kendisini her şeyin sahibi olarak görüyor. Allah'ın konumunu bir şekilde
unutuyor ve her şeyi kendisinin belirleyebileceğini, kendisinin değiştirebileceğini
zannediyor. Hâlbuki bir Müslüman insan kabiliyetlerini, sınırlarını çok iyi bilir ve
hayatta her şeyin kendisine bir emanet olduğunun farkındadır. Yani hayatta bize
her şey emanet. Ne emanet? Başta bedenimiz emanet, malımız emanet, eşlerimiz
emanet, çocuklarımız emanet. Mülk duygusuyla hayata bakmakla, emanet
duygusuyla hayata bakmak birbirinden çok farklı. Modern insan şaşı bakıyor
derken, bugün bizim de değişik vesilelerle, işte, basın yoluyla, televizyonlar
yoluyla o eski Müslüman bakış açısını kaybettiğimizi vurgulamak için bunu
söylüyorum. Yani, o yaşlı ninelerimizden gördüğümüz tevekkülü, o bakış açısını
kaybettiğimiz için bugün modern insan mutsuz. Bunu neye bakarak söylüyorum?
Modern dünyada aile yapısı çökmüş vaziyette. Nasıl fark ediyoruz? Mesela, Kuzey
Avrupa ülkelerinde, Avrupa'da, Amerika'da, ben uzun yıllar Amerika'da yaşadım.
Avrupa'nın birçok ülkesini gördüm. Bakıyorsunuz, aile yapısı çökmüş. Bunu neye
dayanarak söylüyoruz? Boşanma oranları çok artmış, evlilik dışı ilişkiler yükselmiş,
çocuk sayısı azalmış. Modern dünyada gelişmiş ülkeler nüfus olarak kendilerini
yenileyemiyor. Nüfus artış hızı çok düşmüş, çünkü; çocuk sahibi olmak için uzun
vadeli ilişkiye ihtiyaç var. Çocuk sahibi olmak çok kolay bir şey değil. Onun için
çocuk sahibi olmak yerine kedi köpek sahibi olmayı tercih eder hale gelmişler.
Şimdi, Batı için bunu çok rahat söyleyebiliyoruz. Benim doktora tezimdir
bu aynı zamanda; “Aile politikaları.” Doktora tezimi bitirirken şu cümleyle bitir-
104
Kadınlar Akademisi
miştim; tabii çok uzun yıllar oldu. Dedim ki; bugün Batı'da aile yapısı çökmüştür.
Eğer tedbir alınmazsa Türkiye'de de trend aynıdır. Bugün aile çökmese bile, gün
gelecek o şekilde olacağının sinyallerini bugünden görmemiz mümkündür. Hakikaten bakıyoruz, bizde de çocuk sayısında giderek azalan bir oran var. Evlilik yaşı
giderek yükseliyor. Evlilik dışı ilişkiler giderek yaygınlaşıyor. Son yıllarda alınan
bütün tedbirlere rağmen. Bu tabii bizim gibi ülkeler için kötü bir şey. Batılılar böyle
görmüşler, böyle öğrenmişler. Fakat bizim geleneğimiz farklı. Ailelerimizden, büyüklerimizden gördüğümüz şeyler farklı. Eğer onları muhafaza edebilseydik bugün
şu içinde bulunduğumuz durumda olmayacaktık. Nedir bunlar? Deminki söylediğim şeyi çok önemsediğim için tekrarlamak istiyorum. Her şeye emanet gözüyle
bakıldığı için, onun için ayrıca ihtimam gösterir insan kendi bedenine, kendi yavrularına, kendi ailesine özel bir ihtimam gösterir. Çünkü; kendisi düzgün davranmazsa, kendisi iyi örneklikler gösteremezse, evlatlarının da düzgün olmayacağını
bilir, iyi bir şekilde yetişmeyeceğini bilir. Fakat eğer meseleye mülk duygusuyla
bakarsanız, her şey benim, ben istediğim gibi, istediğimi yaparım diye düşünürseniz, hayatınız sınırlı ve bu dünyada işte maksimum haz alma meselesi gündeme
girer. Bugün batılı toplumları tanımlayacak olursak, mesela: Amerika'da ben uzun
yıllar yaşadığım için çok rahat söyleyebilirim, iki şey onlar için önemlidir; para
kazanmak ve hoşça vakit geçirmek. Onun dışındaki her şey önemsiz. Çünkü; “Bu
dünyada geçici bir süre buradayız, buradan maksimum faydayı, maksimum hazzı
almak zorundayız” diye düşünülür. Fakat bugün Batı dünyası da bu bakış açısının
kendisini doğru bir yere götürmediğini fark etmiş. Ama maalesef bizim gibi insanlar, Müslüman toplumlar da iyi örneklikler sergileyemediği için insanlık bugün
tıkanma noktasına gelmiştir. Bugün eğer biz ayaklarımız üzerine sabit kalıp da Allah'ın bizden istediği gibi yaşayıp örneklikler sergileyebilseydik Batı dünyasının
bizden öğreneceği çok şey vardı.
Şimdi basit bir şey düşünelim. Dünyaya geldik, yeryüzündeyiz. Her
şeyin, en basit aletin bile bir kullanma talimatı var. Mesela şu mikrofon. Bunu
açıp monte ederken, içinde değişik şeyler, uyarılar vardır, işte bu şu kadar voltla
kullanılacak, şu olacak, bu olacak, aman bunlara dikkat etmezseniz bundan
çıkacak arızalardan firmamız sorumlu değildir diye. Biz yeryüzüne gönderilirken
bir kullanma talimatıyla gelmiyoruz. Fakat biz Müslüman insanlarız. İki tane
ölçümüz var; Kur'an ve Sünnet. Bunlar bizim kullanma talimatımızdır, eğer biz bizi
Allah'ın yarattığına inanıyorsak, onun bizi hangi şekilde kullanacağını, ne yaparsak
sonucunun ne olacağını çok iyi bilmemiz lazım. Onun için bu kullanma talimatının
çok iyi bilinmesi lazım. Biz işte adımız Ayşe, Fatma, Ali, Veli öyle doğduğumuz
için Müslüman olduğumuzu zannediyoruz. Öyle bir şey yok. Bir kere Allah bizden
ne istiyor? Neden buradayız? Onun çok iyi bilinmesi lazım. Bu da ancak Kur'an-ı
105
Kadınlar Akademisi
Kerim'i çok iyi bilmekle olur, çok iyi okumakla olur.
Allah bizden ne istiyor? Kur'an-ı Kerim'de sık sık geçer biliyorsunuz,
“...Akıl etmez misiniz?” En çok vurgulanan şeydir akıl etmek (Düşünmek, ibret
almak, kafayı çalıştırmak) Bu (akıl etmek) çok kolay bir şey değil. Çünkü; dünya
hayatı çok süslü. Aklımızı kiraya vermek mümkün. Aklımızı boş şeylerle işgal
etmek mümkün. Onun için sürekli istim üstünde bir hayatımız gerekiyor. Sürekli
biz neyiz? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Bunun çok iyi düşünülmesi lazım.
Bunun birinci şartı da bilmek. Bilmezsek akıl edemeyiz. Bilmezsek ne yapacağımızı
bilemeyiz. Onun için birincisi öğrenmek.
Buralarda böyle Kadınlar Akademisi'ni falan görünce insan tabii diyor ki,
asıl buralarda yapmamız gereken, ben onu çok önemsediğim için söylüyorum,
Bir kere tefsir okuma olmalı. Kolay bir şey değil. Yani, hepimiz dini bildiğimizi
zannediyoruz, fakat kulaktan dolma, çoğu zaman yalan yanlış bilgilerle, yanlış bir
kadercilik anlayışıyla farklı şeyler yapıyoruz. Hâlbuki Allah'ın bizden istediği daha
farklı şeyler olabilir. Onun için yıllar önce ben üniversiteden ayrıldığım zaman
İstanbul'daki değişik Sivil toplum kuruluşlarını bir araya getirerek Filistin için bir
kampanya düzenlemiştik. Çok değişik sivil toplum kuruluşlarından arkadaşlarımız
vardı. Çok da verimli bir şey oldu. O zaman hedeflediğimizin 5-6 katı bir şeyler alıp
gönderebilmiştik Filistin'e. Arkasından o devam etti. Pakistan için, Açe-Sumatra
için o felaket anlarında. O zaman şunu düşünmüştüm. O zaman tanıdığımız birçok
meşhur yazar arkadaşlarımız da bize destek vermişlerdi. Biz bir araya gelip de
güçlerimizi birleştirebilirsek yapamayacağımız şey emin olun yok. Ama bir araya
gelmemizi en çok engelleyen şeylerden birisi dinimizi çok iyi bilmemek. Ondan
sonra o meşhur yazar arkadaşlarımız bugün hala devam ediyorlar. Tefsir derslerine
başladılar. O yıllardan beri hala devam eden bir şey. Onun için ben naçizane buralarda
da onu tavsiye ederim. Çünkü; Bilmek çok önemli. Bilmezsek her an yanılabiliriz.
Bilmezsek doğru yaptığımız şeyler bizi yanlışa sürükleyebilir. Gene aynı kitaptan
devam edecek olursak, aynı kitapta der ki; “İnsanın bütün ilişkilerini belirleyen
Allah'la arasındaki ilişkidir.” Allah'la arasındaki ilişki düzgün olmayan insanın hiç
kimseyle hiç bir şeyle arasındaki ilişki düzgün olmaz. Ne evlatlarıyla, ne eşiyle, ne
çoluğuyla çocuğuyla, hatta tabiatla, çevreyle bile. Onun için bizim konumumuz ne?
Allah'ın konumu ne? Onları çok iyi bilip, ona göre davranmamız lazım. Dünyanın
gerçeğini ne kadar iyi bilirsek dünya ile baş edebilmeyi, başa çıkabilmeyi o kadar
iyi başarırız. Çoğumuzun bu dünya algısı yanlış. Zannediyoruz ki, burası böyle
yenilip, içilip, gezilip, hoşça vakit geçirilecek bir yer. Öyle değil. Bir kere biz
kul isek bir sürü sorumluluklarımız var. Bir sürü sorumluluklarımız var, bir sürü
tercihlerimiz var ve bu sorumlulukların gerektirdiği şeyleri yapma vazifelerimiz
var. Bu dünya algısının doğru oturması, dünyayı bir ormana benzetirsek, o
106
Kadınlar Akademisi
ormanın elimizdeki haritasına benzer.
Yani, karmaşık bir yer. Dünya kolay
bir yer değil. Elimizde doğru dürüst
bir harita olursa, gideceğimiz yeri
bilirsek, o zaman doğru yere varabilme
şansımız var. Fakat bu haritayı
düzgün edinememişsek, bu çok küçük
yaşlardan itibaren edinilen bir şey, o
zaman doğru yere gitme şansımız yok.
Bu haritanın da bir kere edinildikten
sonra bize her zaman öyle çok faydası
olmaz. Çünkü; çok değişken bir dünyada yaşıyoruz. Bu haritayı bir kere edindikten
sonra değişikliklere göre sık sık gözden geçirmemiz lazım. Onun için deminki
söylediğimi özellikle vurgulamak itiyorum. Sürekli istim üstünde olmamız, bu gün
ne yapmam gerekir? Onu düşünmemiz lazım.
Bir şey daha onu önemli gördüğüm için söylemek istiyorum. Bu haritayı
kendimiz oluşturmamız lazım. Yani, başkalarından kulaktan dolma şeylerle olacak
bir şey değil. Bu haritayı oluştururken de en önemli bizim yapacağımız şey, deminki
sözüme dönecek olursam o kullanma talimatımızdır. Burada Niçin var olduğumuz
ve nereye gittiğimiz sorusuna doğru cevap vermek. Dünyayı doğru algılamak önemli
demiştim. Doğru algılamak iki şeyi de beraberinde getiriyor; 1- Mücadele etmek 2Rahatımızı bir yana bırakmayı beraberinde getiriyor. Mücadele etmeyi beraberinde
getiriyor, çünkü; hayat zor bir yer, kolay bir yer değil. Ben sık sık öğrencilerime
şunu söylerim; Allah bu yaşayacaklarımızı bize gösterseydi, o zaman öyle bir seçme
hakkımız olsaydı kaç tanemiz gönüllü olarak gelirdik buraya? Kolay bir yer değil
çünkü. Sürekli imtihanlar, sürekli değişik şekillerde bir yoklanma sınavlarından
geçiyoruz. Onun için bir kere etrafımıza bakarsanız ne demek istediğimi daha kolay
anlarsınız. Çoğu insan sanki bu dünya böyle yenilip içilip, gezilip tozulacak öyle
bir yer gibi. Sürekli başlarına bir şey geldiği zaman mızmızlanıp şikâyet ederler.
Hâlbuki hayatı doğru algılarsak acı çekmenin, imtihanların hayatın bir gerçeği
olduğunu doğru algılarsak o zaman mızmızlanma ortadan kalkar. O zaman şikâyet
etme hakkını kendimizde bulamayız. Çünkü buraya hiç sorgusuz sualsiz öyle
lüks içinde yaşamak, gezip tozmak için gönderilmedik. Burada vazifelerimiz var.
Birincisi kendimize karşı vazifelerimiz, İkincisi ailelerimize karşı vazifelerimiz,
Üçüncüsü ise içinde yaşadığımız topluma karşı vazifelerimiz.
Kendimize karşı vazifelerimiz ne?
Birincisi; mademki bu can bize emanet, o bedeni sağlıklı tutmak. Bu da
çok kolay bir şey değil. Açıyorsunuz televizyonlarınızı binlerce ürün, onları evinize
107
Kadınlar Akademisi
alıp, kendiniz televizyonunuzun karşısında çarçur ederek, çocuklarınızı da onların
terbiyesine emanet ederek bu bedeni de sağlıklı tutamazsınız, çoluk çocuğunuzu
da sağlıklı tutamazsınız, topluma karşı vazifelerinizi de yerine getiremezsiniz.
Onun için birinci vazifemiz; hem kendi bedenimizi, hem çocukların bedenini
sağlıklı tutmak. Bu da nedir? İşte artık alternatif şeyleri görüyorsunuz, paketli hiç
bir ürünü, şüpheli hiçbir ürünü evinize almamak. Annelerin bana göre en büyük
vazifelerinden birisi bu. Çocuklarımızı ve kendimizi sağlıklı tutabilmek. Bunun
yolu da katkı maddesi içermeyen bir şekilde çocuklarımızı evde bir şey yaparak,
taze taze pişirerek beslemek. En önemlilerinden birisi bu. Çünkü aldığınız her
paket ürün, her hazır yiyecek çocuklarınızın uzun vadede bir şekilde hasta olmasına
sebep olacak. Birincisi bu.
İkincisi; Çocuklarımızın ruh sağlığını önemsemek. Bu nasıl olacak?
Kendi ruh sağlığımız ve çocuklarımızın ruh sağlığı. Kendi ruh sağlığımızı nasıl
koruyacağız? Bir kere kendimizde olağanüstü güçlere vehmederek kendi ruh
sağlığımızı korumamız mümkün değil. Ben şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki;
Türkiye'de halkın sağlığının bozulduğunun bana göre, ben doktor değilim, üç tane
göstergesi var. Bunu nereden biliyorum? Muhtemelen bunu söylediğimde siz de
katılacaksınız. Bunu nereden bilerek söylüyorum? Birincisi bakıyorum, neredeyse
her mahallede bir diyaliz merkezi açılmış. Demek ki bu milletin böbrekleri bozuldu
bir şekilde. İkincisi tüp bebek merkezleri çok yaygın bir şekilde açıldı. Demek ki
bu insanlarda bir problem var üreyemiyorlar. Üçüncüsü ise; Neredeyse toplumun
önemli bir kısmı depresyon hapları kullanıyor. Geçen gün tesadüfen, televizyonda
bir program vardı. Bir profesör, çok Müslüman birisine de benzemiyor. Diyor ki
depresyon ilacı kullanımı kaç milyon kutuya yükselmiş, 50 milyon küsur kutuya
yükselmiş, diyor ki; “İnsanlar acı çekmek istemiyor. Problemleriyle baş edemiyor,
hemen de depresyon ilaçlarına sarılıyorlar. Hâlbuki acı çekmek insanları olgunlaştırır,
ruhen tekâmülüne sebep olur.” diyor. Biz acı çekmeyi baştan reddediyoruz, en ufak
bir problemde hemen depresyon ilaçları kullanıyoruz. Tamam, ihtiyaç halinde bu
kullanılsın ama ayrıca şunun da sorgulanması lazım; Neden biz böyle çok depresif
hale geldik? Eğer doğru bir şekilde bir tevekkül anlayışımız olsa, kader inancımız
düzgün olsaydı o zaman bu kadar depresif bir millet olmazdık. Çünkü; Her şeyi
kendimiz belirlemek istiyoruz, bize yanlış yapıldığı, edildiği şekilde, her şeyi
kendimiz belirlemek istiyoruz ve belirleyemediğimiz zaman da kafayı yiyoruz.
Öyle değil mi? Yani o yanlış kişisel gelişim kitapları yoluyla herkes kaderini en
iyi şekilde belirlemek istiyor. Hâlbuki demin de söylediğim gibi hayat dikensiz
bir gül bahçesi değil. Burada birçok imtihanlardan geçeceğiz. Yani bir heykeltıraş
nasıl heykele yontarak şekil veriyorsa, biz de yontularak adam olacağız. Onun için
çileler Allah'ın bize verdiği bir ceza değil, bizi farklı bir şekilde, olduğumuzdan
108
Kadınlar Akademisi
farklı bir şekilde görmek istiyor ki, başımıza değişik çileler geliyor. Değişik
imtihanlardan geçiyoruz. Onun için bakış açımızın doğru olması ruh sağlığımız
açısından da çok önemli. Ruh sağlığımızın yerinde olması açısından da önemli. Ruh
sağlığı düzgün anneler olursak, ruh sağlığı düzgün bireyler yetiştirme imkânımız
da var. O da ancak ruh sağlığı düzgün anne babaların yetiştirdiği çocuklarla
mümkün. Psikiyatrisler bugün, ruh sağlığı düzgün anne babaların ruh sağlığı
düzgün çocuklar yetiştirebildiğini ortaya koymuş. O, başta bahsettiğim şaşılıkla
bu mümkün olmuyor. Hayata bakış açımızın bir kere düzgün olması lazım. İkincisi
neyi nasıl yapacağımızı bilmemiz lazım, üçüncüsü doğru örneklikler sergilememiz
lazım. Bugün toplumda doğru örneklikler sergileyemiyoruz. Neden? Bugün sadece
çocukları anne baba yetiştirmiyor. Eskiden kapalı toplumlarda çocukları yetiştiren
anne babaydı. Mesela: Büyüklerimizden, muhtemelen benimle akran olanınız var
aranızda, Büyüklerimizden şunu duyardık: İşte bilmem kimle konuşma evladım
sana kötü örnek olur. Fakat şimdi bu örneklikler evimizin başköşesine kadar girdi.
Şimdi dışarıda birileriyle muhatap olmaya çok fazla ihtiyaç yok.
Cezayir Büyükelçisiyle, Fransız Büyükelçisinin bir konuşması var Birleşmiş
Milletlerde; Cezayir Büyükelçisine Fransız Büyükelçisi diyor ki; “Biz sizin
ülkenizi işgal ettiğimiz zaman siz kapınızı kapatıyordunuz, biz size hiçbir şekilde
ulaşamıyorduk. Fakat bugün biz televizyonlar yoluyla evinizin başköşesindeyiz.
Bize yapacak hiç bir şeyiniz yok. Onun için çocuklarımızı artık modern dünyada
sadece işte kim, nasıl öğrenmiştik biz vakti zamanında? Çocuk okuldan ve aileden bir
şeyler öğrenir, öyle değil mi? Ama bugün, aile ve okulun dışında çocuğu etkileyen,
çocuğun bakış açısını etkileyen, çocuğun terbiyesini etkileyen bir sürü faktörler var
ve evimizin başköşesindeler. Bizim tabii televizyonu yeni tanıyan topluluklar olarak
109
Kadınlar Akademisi
bu kolayımıza gitti. Ne yaptık? Kendimiz arkadaşımızla konuşurken, iş yaparken
çocuğumuzu televizyonun karşısına oturduk ve unuttuk orada. Ses çıkarmadı,
ayağımıza dolanmadı, bu bizim çok işimize geldi. Fakat sonuçta bize benzemeyen
çocuklarımız oldu. Yollarda görüyorum. Hiç annesine, anneannesine benzemeyen
çocuklar var sokaklarda, öyle değil mi? Kızlarla anneler yan yana yürürken bir
bakın lütfen. Hiç benzemeyen, sadece şekil olarak söylemiyorum, hayata bakış
açısı olarak benzemeyen, hatta şekil olarak benzemeyen çocuklarımız var. Bizim
artık bu durumda, düne göre, dünkü toplumlara göre örnekliğimizin çok daha
önemli olması lazım. Çünkü; bizim dışımızda çocuklarımızı cezbeden çok şaşalı
bir dünya var. Eğer çocuklarımızı onların eline terk edersek bize benzemeyen, bize
yabancılaşmış, kendi toplumuna yabancılaşmış bir nesil ortaya çıkacaktır.
Onun için çok düşünüp, çok zaman ayırmamız lazım. Bu zaman ayırma
meselesi çok önemli. Şunun için önemli; zaman kullanımı bizim inisiyatifimizde.
Biz istersek buraya gelmeyiz. Komşu gezmesine gideriz, alışverişe çıkarız, öyle
değil mi? Şu anda yapabileceğimiz onlarca, hatta yüzlerce şey sayabiliriz. Bir dizi
seyredersiniz, bir program seyredersiniz, yapacağınız bir sürü şey var. Ama buraya
kadar geldiyseniz bir derdiniz vardır sizin. Onun çok iyi tahlil edilip, ona göre
tavır alınması lazım. Zaman ayırmak çok önemli. Çünkü: Çocuklarımızın bizden
öğreneceği şeyler konusunda süre giderek kısalıyor. Giderek kısalıyor, eskisi gibi
değil. Eskiden derlerdi ki işte çocuklar yolda yürürken elinizi tuttuğu zamana kadar
sizin çocuğunuzdur. Hâlbuki şimdi öyle değil. Çocuğunuzu çizgi filmlere emanet
ediyorsunuz ve giderek yabancılaşıyor. Onun için zaman ayırmak çok gerekli ve bu
zaman ayırmak da çok kolay bir şey değil. Çünkü; yapacağınız binlerce şey var ve
bu şeylerin içinden birisini seçiyorsunuz. Bu yapabileceğiniz onlarca şey içinden
birisini seçiyorsunuz. Zaman ayırmak herkesin kendi sorumluluğunda ve küçücük
tercihler gibi görünüyor fakat sonuçta sizi siz yapan o küçücük tercihleriniz.
Yani hayatınızı belirlerken veya evlatlarınızla olan muamelelerinizde o küçücük
tercihleriniz sizin ne olacağınızı veya çocuklarınızın ne olacağını belirliyor. Çok
önemli şeyler. Fakat modern dünya o kadar şaşalı ve ağdalı bir şekilde devam
ediyor ki, zannediyorsunuz ki bir gün vaktiniz olacak ve zaman ayıracaksınız. Öyle
bir şey yok. Yıllar önce Tayland'a gitmiştim ben. Orada Floating Market diye bir
yer var. Böyle bir Irmak kenarı, sandallarla dolaşıp alışveriş ediyorsunuz. Kenarda
da, ırmağın iki tarafında satıcılar var. O ırmakta dolaşırken beni hayatta en çok
etkileyen yerlerden birisi olduğu için söylüyorum. Zannediyorsunuz ki biraz sonra,
ne olacağını karşınıza ne çıkacağını bilmiyorsunuz, biraz sonra daha güzel, daha
beğeneceğiniz, hatta fiyatı daha uygun bir şey bulabilirim diye erteliyorsunuz. Bir
müddet sonra bakıyorsunuz ki sonuna gelmişsiniz. Öyle bir şey yok yani, bu süre
içinde bir sürü şeyi kaçırdığınızı fark ediyorsunuz. Hayatta bizim durumumuz
110
Kadınlar Akademisi
da böyle. Erteliyoruz, bugün işte vakit ayırmıyoruz, yarın yaparız diyoruz, işte
ibadetlerimizi erteliyoruz, çocuklarımızla olan ilişkilerimizde de emek vermeyi
erteliyoruz ve bir gün yapmayı umuyoruz. Hâlbuki o “bir gün” belki hiç gelmeyecek.
Kaybolan hem kendi hayatımız olacak, hem de çocuklarımızın hayatı. Çok güzel
bir hikâye vardır, muhtemelen hepiniz bilirsiniz, Sıcak bir ülkede, bir çölde buz
satıcısı sırtına bir çuval buz almış ve şöyle bağırarak buzunu satmaya çalışıyor,
diyor ki; “Sermayesi erimekte olan birine yardım etmek istemez misiniz?”
Yeryüzündeki bizim tavrımız aynen böyle. Tek sermayemiz ömrümüz ve onu çok
bilinçsiz bir şekilde çarçur ediyoruz. Hâlbuki sermayemiz her gün eriyor. Onun
için zaman hayatımızdaki en kıymetli şey. Biliyorsunuz Mevlana Hazretleri'nin
çok hoş bir ifadesi vardır; dün geçti, yarının gelip gelmeyeceği şüpheli, bugün.
Belirleyebildiğimiz tek şey bugün. Evlatlarımız için de öyle. Sadece bugün
onlarla ilişkilerimizi iyi tutabiliriz, onlara örnek olabiliriz, Ama yarın onlar bizim
yanımızda olacak mı veya ne tarafa savrulmuş olacak, onu bilmiyoruz. Onun için
zamanımızı düzgün kullanmak, zamanımızı doğru yerlerde harcamak çok önemli.
Şimdi, zaman ayırmak önemli, fakat bu zaman ayırmak kadar problem çözme
yeteneğini kazanmak da önemli. Nedir bu? Sürekli hayat güllük gülistanlık bir yer
değil dedik. Çözülmesi gereken bir sürü problemle karşılaşıyoruz. Çoğumuz çoğu
zaman bunları ya mızmızlanıyoruz, ya erteliyoruz, ya savsaklıyoruz ve çözmüyoruz.
Çözmediğimiz her problem dağ gibi birikiyor. Bize sonra problem olarak dönüyor.
Hem de çözülmesi zor problemler olarak dönüyor. Problem çözme yeteneği
kazandırmak ve kazanmak, önce kazanmak, sonra çocuklarımıza kazandırmak çok
önemli. O da çok kolay bir şey değil. Çünkü: Çözmeyi öğrenmek için bir kere
sorumluluklarımızı yüklenmeyi öğrenmek lazım. Sorumluluklarımız neler? Bir
kere sorumluluklarımız neler? Onları bileceğiz ve bu sorumluluklarımızı bildikten
sonra problemlerle baş etmeyi öğreneceğiz ve bu bizi sonuçta olgunlaştıracak.
Fakat bu problem çözmenin de belirli şartları var. Birincisi çelik gibi bir iradeniz
olacak. Kolay bir şey değil. Bilginiz olacak, çelik gibi bir iradeniz olacak. Yani,
savsaklamayacaksınız, ertelemeyeceksiniz, ne istediğinizi bileceksiniz. Hedefiniz
ne? Onu çok iyi bileceksiniz, sürekli kendinizi yenileyeceksiniz. Mesela, çok
kullandığım bir şey vardır, 10 sene sonra kendinizi nerede görmek istiyorsunuz?
Eşinizi nerede görmek istiyorsunuz? Çocuklarınızı nerede görmek istiyorsunuz?
Bir kere buna karar vereceksiniz. 20 sene sonra nerede görmek istiyorsunuz? Hani
hükümetlerin öyle politikaları, planları vardır. Kısa vadeli, orta vadeli, uzun vadeli.
Sizin de öyle kendi hedefleriniz olması lazım. Kısa vadeli, orta vadeli ve uzun
vadeli.
Mesela ben geçenlerde çocuklarımla konuşuyorum, 3 çocuk annesiyim
bu arada. Çocuklarımla konuşuyorum, konuşurken dedim ki; siz ne yapsanız
111
Kadınlar Akademisi
beni mutlu edersiniz? 1- İstikamet sahibi düzgün insan olsanız, öyle değil mi? O
çok önemli. 2- İnsanlara faydalı olacağınız bir mesleğiniz olsa, bakın çok para
kazanacağınız bir meslek demiyorum. İnsanlara faydalı olacağınız bir mesleğiniz
olsa. 3.'sü; sizi taşıyabilecek düzgün evlilikler yapsanız. Onun dışında ben sizden
ne isteyebilirim? Öyle değil mi? Hepimiz için bu böyle aşağı yukarı. Ne isteriz
bir anne olarak? Düzgün, istikamet sahibi insanlar olsunlar, çünkü bizde Ahiret
duygusu var. Biliyoruz ki, çocuklarımız vakitlerini çarçur ederse öbür tarafta ciddi
bir hesaba çekilecek. Bundan da önemlisi eğer biz onlara doğru dürüst rehberlik
edemezsek biz de kendimize emanet edilen çocuklarımızı iyi yetiştiremediğimiz
için biz de ciddi bir hesaba çekileceğiz. Bu öyle bir şey ki, Hayat bir zincirler, halka
şeklinde devam ediyor ve o halkanın biz bir yerindeyiz. Bizden öncekiler başka
bir yerinde, bizden sonrakiler başka bir yerinde. Eğer, biz çocuklarımıza düzgün
örneklikler sergileyememişsek, düzgün bir terbiye verememişsek bizden sonraki
nesil Allah korusun kaybolup gidecek. Bize benzeyip gidecekler. Onun için onlara
düzgün örnek olabilmek, iyi terbiye edebilmek çok önemli. Şimdi, biliyorsunuz
çoğu anne babanın, çoğumuzun en kolay yaptığı şey sen iyi ol, dediğimi yap ama
benim yaptığımı yapma. Öyle bir şey yok. Biz çocuklarımızın yalan söylemesini
istemeyiz. Hiç birimiz, hangimiz ister? Öyle değil mi? Rüşvetçi, dolandırıcı olmasını
istemeyiz. Çok küçük yaşlardan itibaren çocuklarımıza bu yalan konusunda da iyi
örnek olamamışsak onlardan, nasıl başkalarından başka türlü davranış bekleyebiliriz
ki? Çocuğumuz eve misafir geldiği zaman, hoşlanmadığımız birisiyse kapıyı çaldığı
zaman “yok de” dersek, öyle değil mi? Ona nasıl yalan söylememesi gerektiğini
öğreteceğiz? Veya kendimiz televizyon seyredersek ona nasıl ders çalışması
gerektiğini doğru bir şekilde söyleyebileceğiz? Onun için o örnekliği döne döne
vurguluyorum ama çok önemli.
112
Kadınlar Akademisi
Yani bir kere biz adam gibi adam olacağız. Onun için o insan olmayı çok
vurgulamak istiyorum. Başlığı da öyle seçtim zaten. İnsan olmak çok önemli.
Sürekli bir disiplini gerektiriyor. Bu disiplin de kolay bir şey değil. Disiplinli olmak,
disiplin derken, aman çocuklarınıza nefes aldırmayın, kendinize nefes aldırmayın
demek istemiyorum. Bir denge insanı olmak, hani Müslümanlıkta çok güzel bir şey
vardır, ben çok beğenirim. “Yarın ölecekmiş gibi Ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi
bu dünya için çalışmak.” Yani denge insanı olmak. İkisi arasında bir denge kurmak.
Biz çocuklarımızla bu ilişkiyi maalesef çoğu zaman kuramıyoruz. Çocuklarımızın
sadece ne yediği ve ne giydiğiyle ilgileniyoruz çoğu zaman. Hâlbuki insanın iki
yönü var. Biri madde, biri mana. Öldüğü zaman o mana tarafı dediğimiz ruh kısmı
gidiyor. Öyle değil mi sadece madde tarafı kalıyor, Ondan sonra da sadece geçici
olana yatırım yapmış oluyoruz. Çocuklarımız, işte sürekli ne giydiği, ne yediğiyle
ilgilenerek büyüttüysek, mana tarafını beslemediysek, ondan sonra işte genç kız
olduğu zaman veya genç erkek olduğu zaman diyoruz ki; işte bu aynanın karşısından
hiç çekilmiyor, öyle değil mi? O mana tarafını beslemeyi önemsemediysek bunun
çok ciddi bir faturası var. Onun için hem madde, hem mana arasında bir denge
olabilmek, denge insanı olmak çok önemli. Sadece bir tarafı beslemek, diğer tarafı
ihmal etmek yanlış.
Disiplin emek isteyen bir şey. Birinci şartı da bilmek demiştik. İkincisi
sevgi. Çocuklarımızı sevmek. O da emek isteyen bir şey, o da zaman isteyen bir
şey. Maslov'un İhtiyaçlar Teorisi var. İnsanın temel ihtiyaçlarını dünyada farklı
olarak yorumlamışlar. İşte, yeme, içme, barınma bunlardan sonra sevgi ihtiyacı
geliyor. Eğer sevgi ihtiyacı tatmin edilmediyse o insan adam olmuyor. Kaç yaşına
gelirse gelsin, eğer annesi babası tarafından sevilmediyse, yeterli ilgiyi görmediyse
ne iyi eş olabiliyor, ne iyi anne baba olabiliyor, ne iyi insan olabiliyor, hiç bir şey
olamıyor. Onun için o sevgi ihtiyacının çok iyi tatmin edilmesi lazım. Çocuklar
için anne, baba neredeyse böyle yarı tanrı gibi. Anneler hata yapmaz, babalar hata
yapmaz. Belirli bir dönemi kastederek söylüyorum. Eğer o dönemde eğer çocuk
anne babasından yeterli sevgiyi ve ilgiyi görmüyorsa anneyi babayı suçlayamıyor.
Diyor ki; Ben demek ki sevilmeye layık biri değilim ki, annem babam beni sevmiyor,
bana gerekli ilgiliyi göstermiyor diyor. Onun için kendine güvensizlik duygusu,
kendini değersiz hissetme duygusu çok belirgin bir şekilde hayatında rol oynuyor.
Bunun silinebilmesi için de çok uzun seanslar gerektiren psikiyatrik tedaviye
ihtiyaç var. Çoğu zaman silmek mümkün olmuyor. Onun için bizim çocuklarımıza
yapabileceğimiz en önemli şeylerden birisi sevgi vermek, onları sevmek. Onu da
işte büyüdükleri zaman kucağınıza alıp oturtamıyorsunuz, öyle değil mi? Belirli
bir yaşa kadar onların sevildiğini hissetmesi. Bu aynı zamanda güven duygusu da
veriyor ve bu güven duygusu çocukların ileride özbenlikler geliştirerek başarılı
113
Kadınlar Akademisi
olmalarını, iyi bir evlilik sürdürebilmelerini, iyi anne baba olmalarına da yol açıyor.
Hatırlarsanız, ilk başta ikincisi ise örneklik demiştim. Örneklik çok önemli.
Dediğimi yap, yaptığımı yapma türünden bir anne baba olmak yerine, nasıl iyi
insan olunur? Nasıl iyi Müslüman olunur? Komşularla ilişkiler nasıl olur? Aileyle
ilişkiler nasıl olur? Onların çok iyi gösterilmesi lazım. Bakın mesela kendinize
gelin seçerken veya damat seçerken neye dikkat etmeniz lazım? İyi ailelerde
yetişen çocuklar olmalarına. Öyle değil mi? Çünkü biz, sadece anne ve babamızı
tekrar ediyoruz. Onlar nasıl yaptıysa biz öyle davranıyoruz. Onun dışında çok
fazla yapabileceğimiz bir şey yok. Belki kendimizi disipline ederek, eğiterek
biraz değiştiriyoruz ama eğitimle falan çok fazla değiştirmemiz mümkün değil.
Ailemiz neyse biz o oluyoruz. Onun için de tutarlı ve ölçülü ebeveynler olmak,
denge insanı olmak eğitim açısından çok önemli. Tutarlı ve ölçülü. Maalesef bugün
bunu çoğumuz yapamıyoruz. Dün ak dediğimize bugün kara diyoruz, öyle değil
mi? Maalesef ölçülerimizi, o mizan dediğimiz şeyi çoğumuz kaybettik. Bir şeye
vuramıyoruz ve onurlu olmayı beceremiyoruz. Eğer biz çocuklarımıza sağlam bir
irade verebilsek, yeterli sevgiyi gösterebilsek, tutarlı ve ölçülü olabilsek, onurlu
yaşamayı onlara öğretebilsek, çocuklarımıza verebileceğimiz en önemli şey bu.
Onun dışında ne servet bırakmaya ihtiyacımız var, ne de iyi bir kariyer. Çünkü:
Bunlara sahip olan zaten kendi servetini de edinir, kendi kariyerini de kendi
planlayabilir. Fakat biz maalesef büyük bir yanlış algı içerisinde, zannediyoruz
ki çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakmak için onlara işte ev bırakmalıyız, servet
bırakmalıyız, yanlış şeylerin peşindeyiz. Onun için bir kere vazifemizin ne olduğunu
çok iyi bilmemiz lazım ve o vazifemiz doğrultusunda neler yapmamız gerektiğini
çok iyi düşünmemiz, planlamamız lazım. Bu da akıllı olmayı çok gerektiren bir şey
ve iradeli olmayı gerektiren bir şey.
Şimdi anne olduğum için, çok genç anne yok aramızda bakıyorum
topluluklarda ama yine de ben kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Şimdi
çocuklarımıza verebileceğimiz şeyler; Bir, İrade dedik, İkincisi; sevgi, hele sevgi
zaman ayırmakla oluyor. Üçüncüsü ise duyarlı olmak. Yani, eşimize, çocuklarımıza,
çevremize ve topluma karşı duyarlı olmak. Öyle bir toplulukta yaşıyoruz ki,
biliyorsunuz Suriye kan gölü, Irak, her an her şey olabilir. Hatta Türkiye'de her an
her şey olabilir, karmakarışık. Onun için artık kendimizi israf edecek hiç vaktimiz
olmaması lazım. Ne yapıyoruz çoğumuz? Ben de bunları yaptığım için çok rahat
söylüyorum. Saatlerce yemek pişiriyoruz, öyle değil mi? Saatlerce televizyonun
karşısında oturuyoruz. Bunları rastgele de söylemiyorum. Elimdeki rakamlara
dayanarak söylüyorum. En çok televizyon seyreden ikinci ülkeyiz. Bir vatandaşın
günde ortalama 5 saatten fazla zamanı televizyon karşısında geçiyor. Hâlbuki
deminki o buz satıcısı örneğini düşünecek olursak, tek sermayemiz ömrümüz ve
114
Kadınlar Akademisi
onu düşüncesizce erteleyerek çarçur ediyoruz. Öyle bir hakkımız yok. Artık, hani
kendimizi israf edecek ne vaktimiz var, ne hakkımız var. Biliyorsunuz israf kötü
bir şey. İşte parayı israf etmek, malı israf etmek, fakat en kötüsü kendimizi israf
etmek, zamanımızı israf etmek. Bizim ise çok rahat yaptığımız bir şey zaman israfı,
öyle değil mi? En gencimizden en yaşlımıza kadar, ben bakıyorum yaşlılarımıza
evlilik programları seyrediyorlar. Çok da yaygın. Bu Esra Erol'un programını
seyretmeyi ne kadar çok seviyor yaşlılar. Çok yaygın. Hâlbuki gelmişiz gidiyoruz.
Benim çok muhterem bir anneannem vardı çocukluğumda, derdi ki; “Evladım
aman dilinizi boşa alıştırmayın.” Bunu kaç tanemizin büyüğü söyledi. Muhtemelen
benimle aynı yaşta olanlar veya yaşı benden büyük olanlar var aranızda, onlar belki
anneannelerinden, ninelerinden duymuşlardır dilin boşa alıştırılmaması gerektiğini.
Fakat biz çocuklarımıza bu konuda örnek olabiliyor muyuz? Zikrin önemini kaçımız
söylüyoruz çocuklarımıza? Kaç tanemizin çocuğu dudaklarımızın kıpırdadığına
şahit oluyor? Onun için örneklik çok önemli ve çocuklarımıza, çevremize, tabiata,
topluma karşı duyarlı olmak çok önemli.
Yıllar önce bir yetimle karşılaştığımız zaman, söylediği bir şey beni çok
etkilemişti. “Beklenmedik bir yağmur yağdığı zaman, arkadaşlarımın annelerinin,
okul kapısında ellerinde hırka ile onları beklediklerini gördüğüm zaman içim
titriyor” demişti. Yani bu duyarlı olmayı gerektiren bir şey. Yani kaç tanemiz sevdiği
şeye karşı hassasiyet gösteririz, ona karşı duyarlılık gösteririz, öyle değil mi? Fakat
o duyarlılıklarımızı bugün giderek yitirdik. Sadece, çocuklarımızın maddi tarafıyla
ilgiliyiz, sadece çocuklarımızın maddi tarafının iyi olmasıyla, ne yedikleriyle, ne
giydikleriyle çok ilgiliyiz. Allah'la aralarındaki ilişkiyi düzgün kurabildiler mi?
Burada nerede hata var? Onunla çok ilgili değiliz. Hâlbuki bugün düne göre buna
115
Kadınlar Akademisi
daha çok vakit ayırmamız lazım. Çünkü; bu ilişkiyi belirleyen artık sadece biz ve
okul değil. Bizim dışımızda bu ilişkiyi belirleyen birçok faktör var. Bu faktörler o
dünyayı algılama meselesinde çocuklarımızı çok yanlış taraflara yönlendiriyorlar.
Onun için, dün bir vakit ayırmamız gerekiyorsa çoluğumuza, çocuğumuza veya
işte büyüklerimizin bir vakit ayırması gerekiyorsa çoluğumuza çocuğumuza bizim
10 hatta 100 kere daha fazla vakit ayırmamız lazım. Çünkü; bizim dışımızdaki
dünya çok zengin, çok şaşalı, çok dağdağalı, çocuklarımızın her an oraya kayması
mümkün. Onun için, vakit ayırmak, onların ihtiyaçlarına duyarlı olmak, nerede
tökezlemişler, onu çok iyi gözlemlemek, mesela: Çocuklarımızın küçük yalanlarını
gördüğümüz zaman oturup kendimizi bir hesaba çekmemiz lazım. Ben nerede
hata yaptım da bu çocuk yalan söyleme alışkanlığı edinmeye başladı? Onun
için onların çok ciddi olarak üzerinde düşünülmesi lazım. Örnekliklerin çok iyi
sergilenmesi lazım. Eğer kendimiz düzgün değilsek örnekliğimiz de düzgün olmaz.
Bu da vakit ayırmakla oluyor, sorumluluklarımızı üstlenmemiz lazım, topluma
karşı sorumluluklarımızı, kendi ailelerimize karşı sorumluluklarımızı, bunlarında
ötesinde Allah'a karşı sorumluluklarımızı düzgün olarak üstlenmemiz lazım.
Müslüman ne demek? Müslüman'ın tanımı çok ilginç. Vaktin sahibi demek
aynı zamanda. Biz 5 vakit ezan duyan insanlarız. Yurt dışında yaşadığım zaman
ben Türkiye'nin en çok ezanını özlerdim. Çünkü; sürekli bir yoklama bu. Allah ile
aramızdaki o ilişki düzgünse, ben buradayım Rabbim deyip namaza duruyorsunuz.
Bunun için de o ilişkinin düzgün olabilmesi için vaktin sahibi olmak lazım. O,
5 vakitte Allah'ım sen beni çağırdın, ben de huzurundayım. Bu aynı zamanda bu
dünyanın yoğunluğunu da bir taraf bırakıp, biraz arınmayı da sağlayan bir gerçek.
O arınmayı sağlamak için, o koşturma arasında işte 2 dakika bir yere çekilip sadece
namaz kılmak değil Allah'ın istediği. Ona verdiğimiz sözde durmak ve Allah'ın
konumunu kendi konumumuzu iyi belirlemek.
Herhalde sürem bitti. Onun için ben hemen bir iki sözle özetlemek
istiyorum. Tembellik etmeyeceğiz, akıllı olacağız. Bunlar hem bizim için önemli,
hem örneklik açısından önemli, çoluğumuz çocuğumuz için önemli. Etrafımızdaki
komşularımıza, topluma karşı örneklik için önemli. Onun için sürekli istim üstünde
olacak, tembellik etmeyeceğiz, çalışkan olacağız, disiplinli olacağız ve bu dünyada
neden var olduğumuzu hiç unutmayacağız.
Çok teşekkür ederim beni dinlediğiniz için. Sorularınızı bekliyoruz.
Saniye Öztürk
Moderatör
Efendim Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Hanımefendi'ye bu konuşmalarından
dolayı biz de teşekkür ediyoruz. Gerçekten vaktimizi istifadeli bir şekilde paylaşmış
116
Kadınlar Akademisi
olduk. Asılları bize hatırlattı. Tecrübe başka bir şey tabii. Gerçekten 3 çocuk annesi
ve akademisyen. Hem eş, hem gelin, hem kız, yani tüm bunları birlikte götürebilmek
kolay değil. Çizgisini bozmadan hayata devam etmek ve gerçekten benim şahsen
örnek olarak gösterdiğim isimlerden birisi. Rabbim yollarını açık etsin.
Biraz önce, sorularınızı yöneltebilirsiniz demiştik. Sözlü olarak soru sormak
isteyenlere mikrofon uzatacak arkadaşlarımız, yazılı olarak sorularınız hazırlandıysa
buraya alabiliriz. Hemen orada bir arkadaşımız var, onu alalım. Mikrofonu hemen
verelim ve sesini daha iyi duyalım. Bu arada size mikrofon gelene kadar Sevgi Hanım
ilk soruyu ben sormak istiyorum. Çok merak ediyorum; siz üniversitedeyken çok
başarılı bir akademisyendiniz ve profesörlüğünüze çok az bir süre kala maalesef,
başörtünüzden dolayı önünüz kesildi. Görevinize son verildi. Bu gerçekten üzüntü
verici bir şeydi. Ciddi bir imtihandı, büyük bir imtihandı. Farklı hedefler, farklı
beklentiler varken böyle bir durumla karşılaştınız. “Gün ola harman ola” derler
ya, gün oldu, Türkiye'de bir takım şeyler değişti. Bildiğim kadarıyla geçtiğimiz yıl
profesörlüğünüzü aldınız. Şu anda da Yıldırım Beyazıt Üniversitesi'nde da öğretim
üyesi olarak öğrencilerinizle beraber devam ediyorsunuz. Size bu yaşadığınız
olay neler hissettirdi? Çok merak ediyorum, paylaşabilirseniz, uygun görürseniz
memnun olurum efendim.
Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş
Şimdi,tabii15 sene kolay bir şey değil. Akademisyenlik de öyle normal
memuriyetten farklıdır. Akademisyen olmak için işte üniversiteyi bitirirsiniz,
mastır yaparsınız, doktora yaparsınız, bu arada bir sürü imtihanlardan geçersiniz.
Doçentlik çok kolay bir şey değil. Yabancı dil sınavınız olur, doçentlik teziniz
olur, profesörlük imtihanınız olur falan. O zor kısımları ben 3 çocuk annesi olarak
atlattım. 3 tane çocuğum var. 3. çocuğuma hamileyken bölüm başkanımız çağırdı
dedi ki; “Evladım, akademisyen dediğin bir tane, hadi bilemedin iki tane çocuk
olur, sen köylüler gibi durmadan çocuk doğuruyorsun” dedi. Şimdi, işte 3 çocukla
akademisyen olmuşsunuz, hayatınızı rayına oturtmaya çalışmışsınız. Doçentliğe
kadar kısmı ise akademisyenliğin en zor kısmıdır. Ondan sonra da işte 5 sene geçer,
profesör olursunuz. Tam hayatınızı rayına oturttuğunuzu düşündüğünüz zaman da
başörtülüsünüz diye sizi atıyorlar. Bu tabii insanda ne düşündürüyor? Çok kolay
bir şey değil. Yani, tırnaklarınızla kazıyarak geldiğiniz bir kariyeriniz ve Müslüman
olduğunuz için kapının önüne konuyorsunuz. Geçen girişte de saniye Hanım'a
anlattım, bunu sırf Müslüman olduğunu ve başörtüsü taktığınız için yaşamak
zorunda kalıyorsunuz. Bu, çok ciddi bir mağduriyet. Kolay bir şey değil. Hâlbuki
ben son yıllarda kendi talebelerime bakarak şunu söyleyebilirim, asıl sebebinin de
bu olduğunu düşünürüm. Başörtülü talebelerimizde çok ciddi olarak bir artış var
117
Kadınlar Akademisi
son yıllarda. Benim ilk asistanlık yıllarıma göre, işte son doçentlik yıllarımda artık
her sınıfta neredeyse kız talebelerin yarısı başörtülü. Biz Amerika'dan döndüğümüz
zaman ki ben Amerika'da başımı örttüm. “Neden çocuk doğuruyorsun?” diyen
aynı bölüm başkanımız beni çağırdı ve dedi ki; “Evladım burada başörtülü hocalık
yapamazsın.” Dedim ki; hocam ben Amerika'nın en iyi üniversitelerinden birisinde
başörtümleydim. Bundan dolayı hiç bir problem çıkmadı. Burası benim kendi
ülkem, buranın büyük çoğunluğu da Müslüman. Neden burada insanlara rahatsızlık
veririm?” O vefat etti, toprağı bol olsun. Onun söylediği bu söz 28 Şubat'ın da bam
telidir. Bunu özellikle vurgulamak isterim. Dedi ki; “evladım bak, biz çocukları,
talebeleri gözlemliyoruz. Kızlar sana benzemek istiyor, erkekler de senin gibi
birisiyle evlenmeye çalışıyor. Bu bizi çok rahatsız etti.” ki o zaman ben mastır
ve doktora derslerine giriyorum. Yani, hani örneklik meselesi. “Başörtülü olarak
kötü örnek oluyorsunuz, çocukların hayatlarını tekrar gözden geçirmeleri ve size
benzemeye çalışmalarını sağlayarak kötü örnek oluyorsunuz.” (!) Fakat o atılma
sürecinden sonra şunu düşündüm, yani benim bütün imtihanlardan sonra genel
düşüncem odur; Allah zalim değil, bir şey yaşıyorsak, bundan öğreneceğimiz bir
şey vardır ki bunu yaşıyoruz. Ben o, 28 Şubat sürecinin özellikle Müslümanlar
için çok öğretici olduğunu düşünüyorum. Bundan öğreneceğimiz bir şey vardır ki
yaşamışızdır. Bundan neler öğrendiğimizi şimdi görebiliyoruz. Çok şey öğrendik.
Yani, bir kere en azından, sadece şekil Müslüman'ı değil, bayağı Rabbimin bizden
istediği gibi Müslüman olmayı öğreniyoruz, öyle değil mi? O zamana kadar içi boş
bir Müslümandık belki. Fakat şimdi içini doldurmayı önemsiyorsunuz. Çünkü; bu
yaşadıklarınızın sadece “Müslümanca” yaşamaya çalıştığınızdan dolayı başınıza
geldiğini biliyorsunuz, o zaman da kendinize tekrar dönüyorsunuz ve inançlarınızı
tekrar öğrenmeye çalışıyorsunuz. Kolay bir şey değil fakat ben çok öğretici olduğunu
düşünüyorum. Neler öğrendiğimizi de zaman içinde göreceğimizi umuyorum.
Saniye Öztürk
Moderatör
Peki, hocam, daha sonra üniversiteye tekrar döndünüz, profesörlük unvanını
aldınız. Bu konuda ilave edecekleriniz olur mu?
Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş
Çok kolay değil, döndüğüm zaman şunu fark ettim; Yani 15 sene boyunca,
mesela o sürede, bir yere, mesela bir toplantıya gidip de işte ben doçentim falan
dediğin zaman şüpheyle bakıyorlar, bu kadın kafayı mı yedi falan gibisinden.
Başörtülü ve doçent. Çünkü; başörtülü birisine bankalarda bile “imza atmayı
biliyor musun teyze?” diye sorulan bir dönem yaşadık biz bu ülkede, öyle değil
mi? Onun için çok inandırıcı gelmedi çoğu insana o süreç. Fakat tekrar üniversiteye
118
Kadınlar Akademisi
döndüğüm zaman şunu fark ettim; 15 sene çok ciddi bir süre. Biz 28 Şubat’ı
yaşarken, bir gün bir şeylerin normalleşeceğini tahmin ediyorduk ama bu kadar
uzun süreceğini ben tahmin etmemiştim. Sizler tahmin ettiniz mi bilmiyorum. Bir
müddet sonra işler düzelir falan diye düşünüyordum ama 15 sene hakikaten ciddi
bir süreç. Şunu fark ettim ben üniversiteye döndüğüm zaman; Benin lisansta bile
mezun ettiğim çocuklar şu anda profesör, dekan, rektör. Hayatıma 15 sene aradan
sonra tekrar kaldığım yerden devam etmek çok kolay bir şey değil benim için. Bunu
kendim için söylüyorum ama öğretmen arkadaşlarımız var bu süre içinde, mağdur
olan doktor arkadaşlarımız var. Onlar için de kolay değil. Yani, kariyerinizi bir
şekilde bırakmışsınız. Şunu fark ettim; Profesörlük için dosyamı hazırlarken ben bu
meselenin benim psikolojimi çok bozmadığını zannediyordum. Bu 15 sene içinde
bana sorulsa yani üzüldüm ama o kadar da hayatımı etkilemedi derdim. Fakat şunu
fark ettim o dosyamı toparlarken işte benim normal arkadaşlarıma göre yayınlarım
çok fazlaydı, iki tane kitabım vardı, birisi Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu
tarafından basılmış, Sağlık Ekonomisi diye bir kitabım vardır. O Türkiye'de bu
konuda ilk basılan kitaptır. Türkiye'de bu konuda yazılan hiç bir kitap yokken. Şunu
fark ettim ben; sanki o kitapları ben yazmamışım gibi tamamen silmişim ne kadar
acı çektiğimden. Ve tekrar onları geri kazanmak vakit alıcı bir şey, kolay bir şey
değil. Herkesin kariyerini inşa ettiği zamanda siz dışarıdasınız ve tekrar kaldığınız
yerden devam etmeye çalışıyorsunuz. Bu çok kolay bir şey değil. Ama Rabbimin
bundan da bir muradı olduğunu düşünüyorum. Çünkü; O, zalim değil.
Saniye Öztürk
Moderatör
Efendim, ifade ettiğiniz gibi, Allah'ın yarattığı her şey güzel. Ya bizzat veya
netice itibariyle. Tabii olayları yaşarken çoğunun idrakine varamıyoruz belki ama
işte geriye doğru okumalar yaptığımızda farkına varıyoruz. Rabbim böyle şeyleri
yine de yaşatmasın, zor. Ve biz çok aciziz, sizin de inşallah yolunuz açık olsun.
Güzel öğrenciler yetişmesine vesile olunuz.
Efendim, unutmadım, söz sizde.
…........................
Sevgi hanım bu insanların doyumsuzluğunu, onu dile getirmediniz. Yani
azla yetinsinler, daha fazlasını milletin malından, hani gözleri olmasın. Ona
değinseniz.
Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş
Teşekkür ederim, anlaşıldı. Notlarım arasında o vardı, demek ki onu es
119
Kadınlar Akademisi
geçtim kusura bakmayın. Şimdi, benim bir sosyolog arkadaşımın söylediği bir şey
var, diyor ki; “12 yaşında bisikleti olmayanın 50 yaşında ferrarisi olsa da doymuyor”
diyor. Ben de ona katılıyorum. Hakikaten bizim ailelerimizden alacağımız en önemli
şeylerden birisi göz tokluğu. O da ancak hayata verdiğiniz önemle, değerle alakalı.
Eğer siz hayatı maddi olarak çok önemsiyorsanız, yiyemiyorsanız, işte çocuğunuza
sürekli paradan bahsediyorsanız, belirli doygunluk seviyesine eriştiremediyseniz,
o hani “Aileden görme” meselesi, o kaç yaşına gelirse gelsin bir türlü doymuyor.
Ben üniversiteden atıldığım zaman şunu fark etmiştim; Gelirle bereket farklı bir
şey. Aldığım bir kilo şeyin bitmediğini fark ettim o zaman. Aldığım şey bitmiyor.
Şimdi biz Müslüman olarak şunu biliyoruz ki; eğer bu benim kısmetim değilse,
ben bunu eve getirsem de bu çürür atılır. Benim kısmetim değilse, öyle değil mi?
Onun için, kimin için mal biriktiriyoruz? Bunu en iyi Müslümanların bilmesi
lazım. Abdulkadir Al Suyuti grubu var İngiltere'de biliyorsunuz. Onun müritlerinin,
İngiliz Müslümanlar bunlar. Müslüman oldukları zaman ilk yaptıkları şey evden
buzdolabını atmak olmuş. Çok ilginç bir şey. Yani Allah bize kâfi değil mi de yarın
için bir şey biriktiriyoruz? Buzdolabında ne kadar süreyle bir şey saklayabilirsiniz?
En fazla bir kaç ay, öyle değil mi? Benim çok sevdiğim bir Hadis-i Kudsi var, diyor
ki; “Eğer teslimiyetiniz tam olsaydı, kuşlar gibi ağızdan beslenirdiniz.” Onlar aç bir
mideyle çıkarlar ve tok olarak geri dönerler. Kuşların özelliği biliyorsunuz ertesi
gün için yuvalarına yem götürmezler. Varsa çıkar alırlar, ertesi güne biriktirme yok.
Yani bu biriktirme, tamahkârlık insanlara has bir şey. Bir yanlış kodlanmaktan dolayı
olduğuna ben inanıyorum. Onun için belki çocuklarımıza en önemli verebileceğimiz
şey, o hani maddeye verecekleri önem, hayata verecekleri önem onları doğru bir
şekilde zihinlerine kazımak ve göz tokluğunu, o tok gözlülüğü aşılamak. Yoksa
hiç harcayamayacakları servetler edinirler, onlar için vakit harcarlar ve hep şunu
da örnek veririm; biliyorsunuz bizim dönemimizde, benimle eşit yaşta olanlar
bilirler, Şah Rıza Pehlevi'nin tuvaletleri bile altındandı ve ölecek ülke bulamadı.
Biliyorsunuz hiçbir ülke kabul etmedi. Uçağa koyuyorlardı, hasta hasta oraya
gidiyordu, oradan başka bir ülkeye gidiyordu. Feci bir son oldu biliyorsunuz, öyle
değil mi? Onun için bizim bir kere bize ait olmayan şeylerin peşinde koşmamamız
lazım.
….......................
Hocam ilk başta size hoş geldiniz diyorum. Başörtüsünden laf açıldığı için
onu sormak istiyorum. Normalde başörtüsü yerine çarşaf gerekiyor. Güzel bir
şekilde giyiniyoruz. Günah diyorlar.
120
Kadınlar Akademisi
Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş
Onu bilmiyorum. Onu ehline sorun. İlahiyatçılara sorun. Ben sadece yapmaya
çalışıyorum. Ben de böyle giyiniyorum.
.....................
Hocam hoş geldiniz. 2000 yılında gazi ablası oldum. Stresim var kusura
bakmayın. Ankara'da pazar günü bizi misafirhaneye almadılar. Kız kardeşim
gurbetten geldi. Kardeşim gazi idi. Hastanede yatıyordu. Başörtümüz yüzünden bizi
Ankara'da GATA'ya almadılar. Biz komutanlarla çok mücadele ettik, sabaha kadar
uyumadık. Ya Rabbim dedim, o kadar değerli hanımlar olsun ki, bize baksınlar,
şaşsınlar dedim. O tarihten beri sizler gibi hanımları gördüğüm, seyrettiğim zaman
ağlıyorum. Belki dikkatinizi çekmiştir. Rahatsız ettim, özür dilerim. O günkü
komutanlardan çektiğimizi anlatmak mümkün değil. “Toplu iğnenizi çıkarın
düğüm atın” dediler. Dedim ki; Top mu, tüfek mi bu toplu iğne? Ne olursunuz?
Paramız var otele de gidebiliriz ama bizim namusumuzdan siz sorumlu değil
misiniz? Dedik. “Başörtünüz var, sizi içeri alamayız dediler. Gittik kız kardeşimle
beraber, mücadele, mücadele girdik, annem de bilmiyor bu anlattıklarımı, burada
duyuyor ilk defa. Yaralarım tazelendi kusura bakmayın. Şimdi gazinin 4 tane oğlan
evladı var. Gelinimden Allah razı olsun, o da benim yolumun yolcusu. Çok değerli
gelinimiz Allah ondan da razı olsun. Sizin gibi hanımlardan da razı olsun. Ben de
yetiştiremem korkusuyla iki evlada sahip oldum, daha da isterdim evladımın çok
olmasını. 27 yaşında ekonomi okudu Fatih Üniversitesi'nde. 18 yaşında kızım var,
gelemedi. Onun için sizi kameraya çektim, evde doya doya tekrar dinleyeceğim
hocam. Ayağınıza sağlık hocam.
Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş
Çok teşekkür ediyorum. Sağ olun. Başka sorusu olan? Geride bir hanımefendi
var. Peki, son soru olsun o zaman. Son soruyu alalım, toparlayalım efendim.
…...........................
Hocam, şimdi benim bir tanıdığım var. Kendisi evli, çocukları da var. Sizin
anlattığınız konuya vakıf ve fazlasıyla da uyguluyor. Ama karşı taraf eksik, yani eşi
tarafından bir eksiklik var. Bunu karşı tarafa nasıl aktarabilir? Sizin söylediğiniz
şeyleri zaten kendisi fazlasıyla uyguluyor. Ama bunu eşi tarafına, nasıl aktarabilir
ki, o bilgiyi nasıl verebilir? Çünkü biliyorsunuz, çocuk yetiştirmek tek taraflı
olmuyor. Burada tamamen bayanlar var, bayan ağırlıklı ve buna eşinin nasıl destek
vermesi gerekiyor. Ya da kendisinin anlaması için. Hani siz bu bilgileri siz bize
veriyorsunuz ama kadın bunu nasıl eşiyle paylaşabilir? Eşi bu konuda eksikse
121
Kadınlar Akademisi
bunu eşine en doğru şekilde nasıl aktarabilir? Şu anda biz burada 2 saatse iki saat
duruyoruz. Buna en azından biz bir vakit ayırıyoruz. Ama bunu karşı taraf, eş,
mesela işten geliyor, bunun için bir ömür paylaşıyor. Çocuk yetiştirmek de tek
taraflı olmuyor. Doğal olarak bu kadını yorar. Nasıl paylaşmak lazım?
Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş
Güzel bir soru, teşekkürler, sağ olun. Buyurunuz efendim. (Hayat zaten en
fazla kadınları ve anneleri yoruyor.) Öyle çok kolay bir şey değil. Ancak sabırla
burada öğrendiklerini anlatarak, öyle değil mi? Başka yolu yok. Bir de zannediyorum
belediyeler de çok açıyor. Şimdi “Ana-baba Okulları” var. “Evlilik Okulları” var.
Ben bunun çok elzem olduğuna inanıyorum. Fakat siz ne kadar ana-baba okuluna
giderseniz gidin, ana-baba düzgün bir ailede yetişmediyseniz yapabileceğiniz çok
fazla bir şey yok. Bu tabii ki hiç bir şey yapmayalım anlamına da gelmiyor. O
okullara gideceğiz. Kolay değil, sorumluluklarını üslenmek, eş sorumluluğunu
üslenmek, ana-baba sorumluluğunu üslenmek. Bunları ancak belki öğrenerek,
eğer aileden görmediyse, bir şekilde telafi edebileceğini düşünüyorum. Tamamdır
zannediyorum, değil mi?
Saniye Öztürk
Moderatör
Efendim çok teşekkür ediyoruz. Hocam sizi bırakmıyoruz. Gerçekten
belediyelerin bu anlamda çok çok güzel hizmetleri var. Duyurularımız var çok
önemli. Hemen onu söyleyeyim. Sonra çiçek takdimi ve kitap takdimi olacak.
Ve şimdi efendim. Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş Hanımefendi'ye gerçekten
kendi adıma çok çok teşekkür ediyorum. Çünkü bazen mesleğimiz gereği, işte
akademi adına, farklı şekilde çalışmalar adına asıl olanları, anneliği, babalığı ihmal
edebiliyoruz. Onu ihmal etmeden, aslında hiç unutmadan üretmek çok mutluluk
verici, memnuniyet verici. Çünkü, Sevgi Hanım'ın da konuşmasının arasında
ifade ettiğinde, “emanet” emanet de öyle şunun bunun emaneti değil, Allah'ın bir
emaneti nazarıyla baktığımız zaman zaten farklılaşıyor bakış açılarımız o zaman
farklılaşıyor. Bunların hatırlatılmasına ihtiyacımız var. Çünkü; günümüz insanının
zaten çok şeyi var, öyle değil mi efendim? Hatırlamamıza vesile oldukları için
sağolsunlar varolsunlar. Çiçek takdimimiz olacak. Lokman Başkanımızın eşi
hanımefendi, Emine Çağırıcı Hanımefendi'yi buraya almak istiyoruz. Yine Dürdane
Öztürk Hanımefendi'yi de buraya davet edeceğiz Efendim. Hemen akabinde de
Yavuz Subaşı Başkan Yardımcımız kitap takdimlerini yapacaklar. Buyurunuz
efendim.
122
Kadınlar Akademisi
123
Kadınlar Akademisi
Mart 2014
Bilişim Teknolojilerinin Etkin Kullanımı ve
Hayatımıza Etkileri
Prof. Dr. Yıldırım Üçtuğ
Kemerburgaz Üniversitesi Rektörü
124
Kadınlar Akademisi
125
Kadınlar Akademisi
Nisan 2014
Kent ve Kentlilik Bilinci
İhsan Aktaş
Saat: 15:00, ucunu sizin tercihiniz doğrultusunda açık da tutabiliriz. Ben 17:00
gibi bitirmek istiyorum doğrusu, yani, beraber istişare ederek. Sunum biraz interaktif
olsun istiyorum. Yani sorularla zenginleştirelim istiyorum. Sunumu mümkün
olduğu kadar kısa tutmaya gayret edeceğim. Not alabilirsiniz, Benim vereceğim
rakamların sizin için faydalı olabileceğini düşünüyorum açıkçası. Bir konferans
havasından daha ziyade seminer tarzında düşünüyorum. Çünkü; buradaki aslolan
işte karşılıklı bilgilenmek amaçlı olduğu için burada daha ziyade not alıp karşılıklı
soruyla ben sizden istifade edeceğim, siz benden istifade edeceksiniz inşallah.
İnteraktif olsun diye. Özellikle sohbetimizin konusunda, 1. bölümde ekonomik
verilerle ilgili, bu verdiğim rakamlar, tamamen küsuratlarından da anlaşılacağı
üzere resmi rakamlardır. Bunu ayrıca ifade etmekte fayda görüyorum. İstediğiniz
yerde gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz. Faraziyeler üzerinde konuşmayacağım.
Yani, yuvarlamayacağım da, olduğu gibi rakamları size vermeye çalışacağım.
Öncelikle tabii, ülkemizin yönetimiyle ilgili, ekonomi boyutuyla ilgili
sizlerle bazı verileri paylaşmak istiyorum. Burada işte 2002 yılında ne idi, 2013
yılına geldiğimiz zaman, daha doğrusu 2014 yılının bu günlerinde neredeyiz?
Bununla ilgili çeşitli kıyaslamalar vereceğim. Sık sık Bağcılar'daki hanım
kardeşlerim biliyorlar, Ziraat Bankasından, Halk Bankası'ndan ekonomik verilerden
zaman zaman büro açılışlarında veyahut ta diğer sohbetlerde söylüyorum. Mesela;
Özellikle kamu bankalarıyla ilgili, bugünün gündemi olduğu için söylüyorum,
kamu bankaları Ak Parti İktidara gelmeden önce Ziraat Bankası'nın batık kredi
oranı, 2002 yılından bahsediyorum,% 11.7 Ziraat Bankası'nın batık kredi oranı.
Halk Bankası'nın % 48.8, temettü faizleriyle beraber % 95. Bunları niye ifade
ettiğimi söyleyeceğim. Vakıf Bank'ın da batık kredi oranı; % 24.2. Şu anda gelinen
nokta itibariyle söylüyorum; Halk Bankası ve Ziraat Bankası'nın ki % 3 batık kredi
oranı. Vakıf Bank'ın ki de % 3.7. Özellikle buradan niye ifade ediyorum? Çünkü;
daha önce ahbap çavuş ilişkisiyle verilen krediler, yani işte milletvekillerinin, siyasi
iradenin vesaire işte birbirlerini tanıdık insanların krediler verildikten sonra geriye
dönüşü olmuyordu kredilerin ve kamu bankaları da her sene zarar ilan ediyordu.
Bu dediğimiz zararlar da çok ciddi rakamlar. Mesela: Kamu bankalarının o günün
şartlarında, yani 2002 şartlarında görev zararı; 117.2 milyar. Yani 117.2 katrilyon.
Bu görev zararını ödemek de 2002'den sonra iktidara geldiğimiz için bize nasip
oldu. 117.2 milyar ne demek? Türkiye'nin 2014 bütçesindeki yatırıma ayrılan
126
Kadınlar Akademisi
para öz kaynağımızdan 40 milyar
lira olduğunu düşünürseniz, 40
katrilyon olduğunu düşünürseniz,
yani bizden önce 2014 bütçesine
ayrılan paranın neredeyse üç misli
sadece kamu bankalarının zararına
para ödüyordu bu millet. Daha
sonra tabii bu 117.2 milyar ödeyen
hükümet, kamu bankalarından
bırakın zarar etmeyi, bu 10 yıllık
süreçte kamu bankalarına, hazineye
aktarılan para 31.530 milyar. Yani
31.5 katrilyon. Bir tarafta görev zararından dolayı 17.2 milyar ödüyorsunuz. Diğer
tarafta bu paraları ödedikten sonra 31.5 milyar da kar ettiriyorsunuz bankalara.
Şimdi Başbakanımızın, dün de ifade ettiği, bizim de sık sık dile getirdiğimiz,
yuvarlayarak konuşuyorum; Halk Bankası'nın o günkü değeri; 1 milyar lira ama
bugünkü değeri 25 milyar lira 17 Aralık'a kadar. 17 Aralık'tan bugüne kadar da
9 milyar Halk Bankası'nın değerinde düşüş olmuş. Şu anda 16 milyar. Ama tabii
bunlar geçici şeyler. Allah'ın izniyle bunlar da düzelecek.
Onun dışında, bankacılık krizi nedeniyle bankalardan alınan para, bu verdiğim rakamlar çok çok önemli, yani o gün için vatandaşların alacağı olan para, bankacılık krizinden önce 111.1 milyar lira. Eski parayla 111 katrilyon. Gene çok ciddi
bir rakamdan bahsediyorum. Bu güne güncellediğiniz zaman yıllık olarak, yani
yaklaşık olarak 10-11 yılı güncellediğiniz zaman 247 milyar. Bunu da biz ödedik.
Vatandaşların parasını da, bunu da biz ödedik. 247 milyar, bu güne güncellediğiniz
zaman. Bunları hızlı hızlı geçeceğim.
Şimdi, özelleştirmeyle ilgili, mesela en çok size gelebilecek sorulardan
özelleştirmeyle ilgili olan kısmı, hani işte memleketi sattılar, batırdılar, yediler,
içtiler. Bu tür şeyler geliyor. Bu rakamları bir tarafa yazın. 111 milyar lira Bankacılık
krizinden dolayı ödenen para. 117 milyar lira görev zararından dolayı ödenen para.
Bunları bir kenara yazın. Yani sadece güncellemeden olan rakam 250 milyar.
Yuvarlayarak konuşuyorum. Yani, Türkiye Cumhuriyeti'nin 2014 bütçesine ayrılan
paranın 6 mislinden daha fazla. 1986-2002 yılları arasında 16 senede 190 tane KİT
satılmış. Kamu İktisadi Teşekkülleri. Kaç liraya satılmış? 8 milyar dolar. 190 tane
kit 8 milyar dolar. Bizim dönemimizde, yani 10 yılda, 11 yılda satılan kit sayısı 120
adet. 120 adet kit bizim dönemimizde kaç liraya satılmış? 44 milyar dolar. Aradaki
farka bakın; 190 tanesi 8 milyar dolar, 120 tanesi 44 milyar dolar. Bunu da bir
tarafa yazın. Şimdi faizlerle ilgili boyutunu da, hızlı geçeceğim, sıkıldığınız zaman,
127
Kadınlar Akademisi
bakın ben çok samimi olarak söyleyeyim, hani rakamlar insanları sıkar bazen, işte
“sıkıldık” deyin hemen konuyu döndürürüm yani.
Faiz ödemeleriyle ilgili. Şimdi son, 1979'dan 2013 yılına kadar olan faiz
rakamları var önümde. Türkiye Cumhuriyeti'nin faizleriyle ilgili. 1979'da, ihtilal
öncesinde %3 faiz. İhtilalden sonra 81'de % 5. Bundan sonra çıkmaya başlıyor.
84'te % 11.6, 87'de % 17.8, 90'da % 30, siz başını ve sonunu alın, hepsini yazmanıza
gerek yok. Sadece bilgi olarak veriyorum bunu. 93'te % 34, 96'da % 43.8, Allah
rahmet eylesin o dönemdeki Erbakan hocamızın yani bir yıllık iktidarı döneminde
sadece bir düşüş o dönemde vardır. % 32.7'ye düşüyor % 43.8'den, daha sonra
98'de % 43, 2002'de % 43 faiz. Ve 2013'te % 13. Yani son bu yıl. Bu ne demek?
Bütçeden faize ödenen para. Yani faiz gideri olarak ödenen paradan bahsediyorum.
Yani biz en son, Ak Parti iktidarı olarak aldığımız zaman bu ülkenin gelirinin, yani
bütün insanların çalıştığı gelirin % 43'ü faize ödeniyordu. 2002-2003 yılından
bahsediyorum. % 43'ü de diğer bir anlamda ifade etmeye çalışayım size; 70
milyon insan çalışıyordu, 43 lirasını 100 bin kişiye veriyordu. Yani bu hep faizciler
faizciler diye söylediğimiz, 43 lirasını 100.000 kişiye veriyordu, geriye kalan 57
lira da 70 milyon insana veriliyordu. 70 milyon insanın nesi görülüyordu? Sağlığı
bununla görülüyordu, Milli Eğitimi bununla görülüyordu, işte memur maaşları
bununla görülüyordu, hatta görülmüyordu, 500 milyon, 1 milyar dolar İMF' den
kredi almak için tabir caizse takla atıyorduk. Ki, o günden bugüne aynı şartlarda
gelmiş olsaydık, bırakın 10 yılda memur alımını, işçi alımını veyahut ta herhangi
bir yatırımı bugün memurumuzun, işçimizin parasını ödeyemez hale gelirdik.
Faizler de sadece bunlarda hafızanızda bir rakam olarak kalsın, % 43 bütçeden
ödenen faiz şayet 2014 bütçesinde aynı kalıyor olsaydı, 400 milyar bizim bütçemiz,
400 katrilyon bütçenin 175 katrilyonunu faize ödemek zorunda kalırdık. Sadece
ve sadece 2014 bütçesinden bizim faizden yaptığımız tasarruf 120 katrilyon. Bunu
da lütfen bir tarafa yazın. Toplam 11 senede bizim faizlerden dolayı tasarrufumuz,
güncellemeden söylüyorum 642 milyar. Sadece faizlerden bizim hükümetimizin,
devletimizin cebinde kalan para.
Peki, faizlerden dolayı bütçemizin % 43'ü faize gitmedi. % 30'u cebimizde
kaldı şu anda. Daha da devam ediyor. İnşallah sıfırlamak için gayret ediyoruz. Yani,
Mayıs ayında Gezi Parkı'ndan önceki oranlara baktığımız zaman, yani resmi faiz
oranlarına baktığımız zaman % 4.5'lara falan düşmüştü. % 4.5'lara ki bu Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde faizlerle ilgili ciddi bir rekordur. Eğer bugüne aynı hızla geliyor olsaydık, bugüne aynı hızla geliyor olsaydık, yani, Mayıs ayında Gezi Parkı
olayları olmasaydı, 17 Aralık depresyonumuz olmasaydı, yani bu tür sıkıntılarımız
olmasaydı bugün Allahualem, tabii geçmiş geçmişte kalmış ama % 3, % 3.5 gibi rakamlardan bahsediyor olacaktık. Tabii, inşallah önümüzdeki süreçte bunların hep-
128
Kadınlar Akademisi
si yine düzelecek. Sadece bakın orada,
önümde bir tane daha rakam var. 2002
yılı bütçe harcamasıyla ilgili. 2002 yılı
bütçesi bu geçmişte olduğu için sadece
bilgi olarak veriyorum. Yuvarlayarak
konuşuyorum, 120 milyar lira, 2002 yılı
bütçesi 120 milyar lira, bugünkü bütçemiz 400 milyar lira. Yani bir taraftan da
bakın bütçeyi bugün 400 katrilyon diyoruz ya, bütçeyi nereden nereye, hani
Başbakanımız diyor ya gayr-i safi milli
hâsıla işte 230. Şimdi böyle baktığınız
zaman 2202 yılı bütçesindeki normal
faize ödediğimiz para 52 milyar lira. 52
katrilyon. Bu 100 bin kişiye gidiyordu.
67.9 yani 68 miyarı da 70 milyonun işini görebilmek için yatırımdır, hastanedir,
eğitimdir, vs. İşte tanktır, uçaktır, bilmem şudur budur, bunlara. Şimdi faizlerden
yapılan tasarruflar nereye gitti? Burada çok basit olsun diye söylüyorum; Oransal veriyorum rakamlar yanıltmasın diye; daha önce mesela engellilerle ilgili, sosyal yardımlarla ilgili herhangi bir fonumuz yoktu doğru dürüst. Bizim engellilerle
ilgili, Aile Sosyal Yardım Bakanlığı'nın bütçesi o zaman % 1 küsurdu. Bütçeye
ayrılan para yüzde bir nokta küsurdu. O da orada çalışan personelin maaşını karşılamıyordu. Onun için millete bir şey verilmiyordu. Bizim dönemimizde bu rakam
% 6.6'ya çıktı. Yani 6.5 misli oransal olarak söylüyorum. Parasal olarak 27 misli.
Oransal olarak 6.5 misli, parasal olarak aşağı yukarı 27 misli oradaki bütçe arttı.
Onun için şimdi işte engellimize evinde baktırabiliyoruz, engellimize bakana maaş
verebiliyoruz vs. Eğitimle ilgili gene aynı şekilde, mesela o gün 2002'de Eğitime
ayırılan % 9.41, faize vermediğiniz zaman bütçeyi şimdi ayrılan bütçe % 16.6 eğitime ayrılan bütçe. Yani, % 8 civarında eğitimin bütçesi daha da fazla olmuş. Hani
biz diyoruz ya, işte Osmanlı'dan beri 370.000 Osmanlı'daki derslikler dâhil, 90 yılda Türkiye'de yapılan dersliklerin toplamı Ak Parti öncesine kadar 370.000. Ama
bizim dönemimizde 11 yılda yapılan derslik toplamı 205.000 derslik. Öğretmen
sayısına vurduğunuz zaman bu rakamı, öğretmenle ilgili, bizim o zamanki öğretmen sayımız işte yuvarlayarak konuşayım, 500.000. Beş yüz küsur bin, bugünkü
geldiğimiz öğretmen sayısı 810.000 civarında. Yani eğitimin bütçesini de ancak
bu şekilde artırıyorsunuz. Bir taraftan derslik yapıyorsunuz, bir taraftan öğretmen
sayısını artırıyorsunuz.
Gene aynı şekilde Sağlık; % 11'den, parasal şeyleri vermeyeceğim, Sağlıktaki
129
Kadınlar Akademisi
rakam % 17'ye çıkmışız. Sağlıkla ilgili ben mesela bir rakam söyleyeyim; sağlık
harcamalarına, toplam sağlık harcaması, hatta daha çarpıcı bir rakam vereyim size,
Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan 76 milyonun harcadığı ilaç parası 2.5 milyar
küsur, 2.5 katrilyon civarında. Dershanelere verdiğimiz para toplum olarak bu ilaç
parasından daha fazla. Yani dershanelere milletin ödediği para 76 milyon insanın
ilaç parasına verdiği paradan daha fazla. Bu da bir tarafta hafızanızda dursun. Zaten
zamanımız yeterse dershaneler konusuna gireceğiz.
Gene aynı şekilde yatırımlarla ilgili % 6.6'dan % 10'a çıkartmışız yatırımları.
Yani o, % 30 faize verilen parayı nereye harcıyoruz? Yatırıma, Milli Eğitim'e,
sağlığa, Aile ve Sosyal Yardım Bakanlığı'na vs. böyle devam ediyor.
Peki, yolsuzlukla ilgili, hatta bu rakamları da vereyim size, sanıyorum yine
lazım olur. Bizim dönemimizde, yani Ak Parti iktidarı döneminde 260 milyarlık
yatırım yapmışız. Öz kaynaktan yaptığımız yatırım. Yani bu 11 yıllık süreç
içerisinde. 80 milyar lira Tarım teşviki vermişiz, direkt tarım teşvikine vermişiz. 445
milyar lira ki, battı gözüyle görülen SSK'ya ayırmışız. En büyük parayı ayırmışız
bakın. Orada çünkü Kemal Kılıçdaroğlu'nun mirası var bize. Kötü bir mirası
var. 445 milyar lira ayırmışız. SSK'yı düzeltmek için verdiğimiz para. Emekliler
vs. oradaki sıkıntı. Daha sonra sağlık harcamalarına 425 milyar lira, 400 milyar
lira da eğitim harcamalarına. 125 milyar lira da işte bizim sosyal projelerimize,
yani engellilerimiz, işte diğer yardımlarımız şeklinde 671 milyar lira da Türkiye
Cumhuriyeti'nde çalışan işçi ve personele ödediğimiz para.
Buradan geçiyorum en çok konuşulan yolsuzluklarla ilgili mevzu. Bunu
lütfen not alın. Bu size sahada en çok lazım olacak şeylerden bir tanesi; 2002
yılında, bu Uluslararası Şeffaflık Örgütü var. Yani, Uluslararası Şeffaflık Örgütü
tüm ülkelerdeki yolsuzlukları ölçen bir örgüt. 2002 yılında bu örgüt Uluslararası
Şeffaflık Örgütü, Türkiye'yle ilgili ölçümlerini yapmış, Türkiye'yle ilgili diyor ki;
o zaman 102 ülke Uluslararası Şeffaflık Örgütü'ne üye. 102 ülke arasında Türkiye
65. sırada. Yani sıralama olarak şöyle söylersek, 3 dilime bölerseniz en kötü 3.
dilimde Türkiye. 2013 yılında aynı şekilde bu ülke aradakileri söylemeyeceğim,
2013 yılında yine aynı şekilde Uluslararası Şeffaflık Örgütü yolsuzlukla ilgili
ülkelerdeki araştırmasında 175 ülke arasında Türkiye 53. sırada. Yani, üçe bölerseniz
en iyi birinci dilimde. “Altımızda kimler var?” Diye sorarsanız, Japonya'dan,
Honkong'dan bilmem kime, Bunların hepsi bizim altımızda seyrediyor. Hatta
diğer bir araştırmaya göre; İsveç, ABD, Fransa, İspanya ve İngiltere'den daha iyi
durumdayız. Yani, dünyanın beşiği olarak görülen, bu yolsuzlukla ilgili. Başka bir
araştırma var; Benim İngilizcem çok iyi değil ama İngilizcesi çok iyi olanlar için
tam telaffuz edeyim; “PwC (Pricewaterhouse Coopers International Limited)” diye
Uluslararası bir denetim şirketi var. Bu da en son 2011’de en son 3.877 kurum ve
130
Kadınlar Akademisi
4.000 kişiyle, 4 bin ayrı kişiyle yolsuzluklarla ilgili bir araştırma yapıyor. Burada
da Türkiye % 20 diliminde, yolsuzluğun en düşük olduğu ülkeler diliminde. En
yüksekten, en düşük dilim arasındayız. Bunların hepsi Uluslararası şirketler.
Operasyonlarla ilgili boyutuna daha sonra geleceğim.
Şimdi hep şu söyleniyor; özellikle muhalefetin gerek mecliste, gerekse
dışarıda, tamam işte hep Türkiye'den örnek veriyorsunuz, yani sadece 2002 yılında
Türkiye'nin hali tamam perişandı, burada verdiğiniz örnekler işte bizimle yarışan
Avrupa'yla veyahut ta işte diğer ülkelerle örnekleriniz yok mu? Tabii ki var. Yani
en önemlisi şu bakın Ak Parti iktidarının getirdiği; Türk insanının kendisine olan
öz güvenini getirdi, en önemli boyut. Şimdi ben konuşmalarımda zaman zaman
bunu ifade etmeye çalıştım. Biz İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde 94-99 arasında
görevde iken bilindiği için söylüyorum, Başakşehir'e 500 konut yapacak müteahhit
veya işte tünel kalıp bilen müteahhit diye 500 konutu herhangi bir müteahhide
verdiğimiz zaman al şuna 500 konut yap diye söylediğimiz zaman müteahhitlerin
ayakları titriyordu. Bunu çok samimi olarak söylüyorum. Niye? 500 konut yapmış
müteahhit yoktu Türkiye'de. Bir de diyorsunuz ki 1.5 -2 senede teslim edeceksin evi
diyorsunuz. 1.5-2 senede, bir de şöyle düşünün; 94 yılında, o dönemde kooperatifler
milletin paralarını yemiş, insanların özellikle bu tür toplu sitelere veya toplu
yapılara karşı güveni yok. Acaba benim param da batar mı diye endişesi var. Ama
o günden bugüne bakın çok fazla uzun bir tarihten bahsetmiyorum, 20 seneden
bahsediyorum. 20 senede geldiğimiz nokta müteahhitlik sektöründe yapılanları
artık herkes gördüğü için Türkiye'den örnek falan verecek değilim, şu anda özel
sektör, müteahhitler işte 1.000 konut, 2.000 konut, 5.000 konutluk siteler yapıp
satıyorlar. Bunları bir tarafa koyuyorum. Geldiğimiz nokta olarak söylüyorum,
dünyanın şu anda 2. büyük müteahhitlik şirketine sahibiz. Yani şirketlerine sahibiz
ülke olarak. Çin'den sonra bizim ülkemizin müteahhitleri dünyada ikinci. Ve gene
bunu bir tarafa koyuyorum, gene hafızalarda kalsın diye söylüyorum; bizim 1
metre metromuz yoktu. Bırakın metroyu, metrodaki kazıyı yapacak, Sevgi hanım
mühendis olduğu için söylüyorum, burada belki mühendis diğer arkadaşlar da
vardır, bilmediğim için, şimdi, o zaman Levent-Taksim Metrosu yapılıyor, Yüksel
Proje müşavir firma, Büyükşehir'in müşavir firması, biz genç mühendis arkadaşları,
bizimle de sözleşmesi olduğu için, genç mühendis arkadaşları tünellerle ilgili
kısmında tecrübe kazansınlar diye o firmaya sözleşmeli olarak göndermiştik.
Arkadaşlara da ben özellikle tembih etmiştim o tarihte, Türkiye'nin 50 yıllık
metro işi var. Bu işi öğrenin, Türkiye'nin geleceği buna bağlı. Şimdi, o günden
bu güne 20 seneden bahsediyoruz, şimdi “7 tepe - 7 tünel”den bahsediyoruz. 153
km.'lik tramvayla beraber metromuz oldu. Hızlı trenlerimiz oldu. Yani rüya gibi bir
şeyden bahsediyoruz. Bunu samimiyetle söylüyorum. Hani 20 sene önce biz hızlı
131
Kadınlar Akademisi
tren denilen bir şeyi, ben ilk defa hızlı trene Avusturya’da Viyana-Linz arasında
binmiştim. Bindiğim zaman da dedim ki, ya bu keşke bizim ülkemizde de olsa
falan demiştim. Allah yapmayı bize nasip etti.
Peki, buradan geçiyorum. Şimdi, asıl kıyaslamalarla ilgili olan kısmında,
Avrupa, bakın, ülke ülke hepsinin verileri var da onları tek tek saymayacağım. Avrupa
2008 krizinden sonra neler yapmış? Sosyal harcamalarda bir puan azaltmışlar sosyal
harcamalarını. KDV, Akaryakıt, sigara vs. alınan vergileri artırmışlar. Avrupa'nın
tümünden bahsediyorum. Kamu çalışanlarının maaşları ya dondurulmuş, ya da
düşürülmüş. Kamu yatırımlarını azaltmışlar, bazı yatırım projelerini iptal etmişler.
Merak eden olursa listeyi verebilirim. Yani Almanya'sından, Fransa'sından,
Portekiz'inden, İtalya'sından, İspanya'sından hangileri ne kadar ne azaltmış, neleri
iptal etmiş, bunların hepsi de burada var. Ama sizi sıkmamak için vermeyeceğim.
Eğer ki biz Türkiye olarak şu yapılanlardan bir tanesini yapsaydık Türkiye'de halk
ayağa kalkardı. Diyelim Almanya 40 bin tane profesörün, askerin işine son verdi.
İngiltere, kademeli olarak 2015'e kadar bilmem kaç bin tane insanın işine son
verecek.
Şimdi, Türkiye ne yapmış? Yine bunları da yuvarlayarak gidiyorum;
sosyal güvenlik ve sosyal harcamalar artmaya devam ediyor, emekli maaşları
enflasyon üzerinde artmaya devam ediyor. Avrupa'da binlerce memur-işçi işinden
çıkartılırken, 2013 yılında 40.000'i öğretmen olmak kaydıyla sadece 2013 yılında
100.000'e yakın memur alımı yapıp, 2014'te de 74.000 memur alacağız. Avrupa
yatırımlarını azaltırken, iptal ederken biz hızlı tren, Otoyol, Marmaray, Şehir
Hastaneleri gibi büyük projelere hız kesmeden devam ediyoruz. Onlar sağlık
harcamalarını azaltırken biz reform yapmaya devam ediyoruz. Avrupa eğitim
harcamalarını azaltırken, öğretmenlerin işine son verirken biz eğitim harcamalarına
yatırım yapıyoruz ve hızla öğretmen alımına devam ediyoruz. Fatih Projesi de başlı
başına büyük bir proje zaten. Avrupa'da bankalar batarken, yüz milyarlarca Euro
bankaları kurtarmak için para harcanırken bakın bizim bankacılık sektörümüz
dimdik ayakta. 2008 krizinde onlar ne yaptı? Yani 5 senenin sonunda geldiği nokta,
neredeyse hemen hemen Avrupa'da yatırım yok denecek kadar az ama bizde her gün
yatırım artarak devam ediyor. Ve öz kaynakla devam ediyoruz bir de en önemlisi
o. Sadece bir örnek vereyim gene hafızanızda kalsın diye. Özellikle bu, burada
tek tek ülkeler yazılı da burayı geçeceğim. Sadece bizim şu meşhur 3. havaalanı
var ya, bu havaalanı Türkiye'nin siyasi istikrarı açısından, ekonomik açıdan çok
önemli bir veridir. Havaalanının ihalesi Mayıs ayında yapıldı. Mayısta yapıldığı
zaman yaklaşık olarak söyleyeyim, 70-75 katrilyondu, yani havaalanının TL
cinsinden, Euro ile yapıldı da, TL cinsinden karşılığı 70-75 katrilyondu, bugünkü
rakamla güncellersek, 100 katrilyonun üstünde şu anda. Allah yardımcıları olsun.
132
Kadınlar Akademisi
Buradan gerçekten samimiyetle dua ediyorum. O işin altına elini koyan müteahhit
arkadaşlara dua ediyoruz. Benim tabii mevzuum o değil. Şimdi yerli firmalar,
siz bir ihaleye çıkıyorsunuz, ihalenin şartlarında diyorsunuz ki, ben burada 100
milyonun üstünde yolcu taşıyacağım. Bu havaalanı şu kadar para kazanacak. Ve bu
ihaleye girenler var mı diye biz teklif ediyoruz devlet olarak. Yani bizim Anadolu
tabiriyle “aslı olmayan yaylasında 40 bin koyunum var benim” Ama size hükümet
olarak itibar ediyorlar ve bu itibarınıza karşılık geliyor müteahhit firmalar bu işe
giriyorlar, işte 75 katrilyon o günün parasıyla parayı veriyorlar, bunlar diyelim
hadi hesabı kitabı yapmayı iyi bilmiyorlar, yabancı bankalar bunlara kredi vermek
için kuyruğa giriyorlar. Peki, Türkiye'nin öz kaynakla yapabileceği yatırım ne? 40
milyar lira. Sadece havaalanının yatırımı ne? 75 katrilyon lira. Bakın çok önemli bir
şeyden bahsediyorum. Yani sizin öz kaynağınızdan fazla insanlar size kredi veriyor.
Şehir hastaneleri aynı şekilde. Yani 20 milyardan falan bahsediyoruz işte bu son
temelleri atılan şehir hastaneleri. 20 milyar, 20 katrilyondan bahsediyorum. Şimdi,
şehir hastanelerini koyun, havaalanını koyun, oto yolları koyun, Marmaray'ı koyun,
nükleer Enerjiyi koyun, 22 milyar Euro. Nükleer enerji dediğiniz 22 milyar Euro'dan
bahsediyoruz. Bu insanların hepsi Türkiye'deki istikrarı ve ekonomik güvenliğini
görmese bunlar, hiç kimse kimseye bir kuruş borç para vermez. Borçlanma ile ilgili
boyutuna sonradan değineceğim.
İMF, şimdi, İMF'yi tabii çok basit olarak algılıyoruz. İMF'yle ilgili işte
23.5 milyar dolar borcu ödedik, bitti. Hep böyle algılanıyor. Çünkü, kelime olarak
telaffuzu da çok kolay. Ama İMF'ye olan borç bir bağımsızlığın sembolü. Bunu
unutmamak lazım. Ve 47 sene sürmüş. İlk Stand-by Anlaşması’nı yaptığımızdan
2008'in sonuna kadar 47 sene sürmüş İMF anlaşmaları. Ve her defasında işte ülkenin
ekonomisi düzelecek, stand-by anlaşmalarının alt tarafında, onları zamanınızı
almamak için okumuyorum, her defasında da ülkenin ekonomisi düzelecek, İMF
ile anlaşmalarımız devam edecek, şöyle olmuş, böyle olmuş. Ama 47 sene 19 defa
stand-by yapılmış, 19. sunu biz yapmışız. Ve arkasında 47 senesinin İMF ile ilgili,
İMF'nin kredi verip de (İMF'den kredi alıp da) bugüne kadar düzlüğe çıkan hiç bir
ülke yok, dünyada hiç bir ülke yok. Affedersiniz tasmayı taktıktan sonra sürekli
arkasından sürüklemişler. Bakın, 2008 yılının gazete manşetlerine falan bakın,
İMF ile 20. stand-by anlaşması yapmadığımız zaman, bütün gazeteler koro halinde
şunu yazıyordu; İşte her birisinin kendisine göre başlığı vardı; eğer 2 milyar dolar
İMF'den parayı almazsak Türkiye ekonomisi mahvolacak, öleceğiz, biteceğiz.
Niye? Mutlaka bu parayı almamız lazım. Kampanya buydu. Ve ekonomik krizin
en yoğun olduğu dönemde bir İMF'yi gönderdik. (Başımızdan attık ve ülkemizi
boynuna takılan tasmadan kurtardık.) Türkiye'den ekonomik krizin en yoğun
olduğu dönemde gönderdik. Ve hamdolsun işte ekonomik bağımsızlığımızı o gün
133
Kadınlar Akademisi
ilan ettik. 2013'ün Mayısında da, semboliktir bu, 500 milyon dolar da ödedik, İMF
ile ilişkilerimizi bitirdik. İMF'ye de lütfen böyle bakın.
Daha sonra, hani hep üretimden bahsedilir. Çıkarlar edebiyat yaparlar.
Hâlbuki benim bu bahsettiğim şeylerin hepsi üretimle eş değerdir. Mesela üretimle
ilgili, Milli Savunma bizim can damarlarımızdan bir tanesi. 2002 yılında, milli
savunmanın % 75'i ithal ediliyordu, % 75, bunu bir tarafa yazın. 2013 yılına
geldiğimiz zaman Milli Savunmamızın, yani bizim kendi yerli tankımızdan,
topumuzdan, tüfeğimizden işte yer altından, vs. ayrı ayrı saymayacağım, bugün 2013
yılı bittikten sonra, 2013 yılı itibariyle söylüyorum; bizim “Milli Savunma”daki
yerli imalatımız % 55. Yani, eskiden bir Kıbrıs Savaşı'na gittiğimiz zaman 1974'te
hatırlarsınız, daha doğrusu hatırlayan arkadaşlar vardır, Libya eğer o zaman bize
destek olmasaydı, Kıbrıs Savaşına gidemiyorduk. Basit olsun diye söylüyorum.
Ama bugün hamdolsun şuna inanın, önümüzdeki 2023'lü yıllarda biz Allah'ın
izniyle % 100 demeyeyim ama Milli Savunmada % 100'e çok yakın bir rakama
geliriz. Kendi uçağımızı yapar mıyız? Yaparız.
Şimdi son bir iki rakam daha verip bu bölümü kapatacağım. En çok size
gelebilecek sahalardaki sorulardan bir tanesi; ya işte şunları yaptınız, işte diyelim,
hazineyle ilgili borçları ödediniz, bankacılık krizinden dolayı olan borçları ödediniz,
işte ne bileyim aklınıza gelebilecek işte 17 bin km. duble yol yaptınız, hastaneleri
yaptınız, şunu yaptınız, bunu yaptınız ama Türkiye'yi de borç batağının içine
sürüklediniz. En çok konuşacakları şeylerden bir tanesi de bu değil mi? Borçların
artırıldığı ile ilgili. Doğru tahmin ediyorum değil mi? Burada net rakam vereceğim,
yani net rakam. Siz de bunu kullanabilirsiniz. Önce şeyleri söyleyeyim, en azından
siz de kötü senaryoyu bilmiş olun da, yani, karşınıza çıkabilecek olan soruları.
Yoksa bende kısa şeyleri var. Avrupa Birliği tanımlı, Genel Yönetim borç stoku,
Gayri safi milli hâsılaya oranı, bunu ister yazın, ister yazmayın, 2002'de % 74,
Gayri safi milli hâsılaya oranı, 2012'de, şu an en son rakam; % 36. Yani bir defa %
50'nin altında daha düşürmüşüz. Genel borç tanımını, gayri safi milli hasılaya göre.
Şimdi size gelen soru şu; 2002 yılında 129.5 milyar dolar kamu ve özel sektörün
borcu var, toplamda 129.5 milyar dolar. Ben kötü senaryoyu size söyleyeyim de,
hani böyle zorlanmayasınız diye, 2013 yılında kamu ve özel sektörün borç toplamı
367 milyar dolar. Bunun içinde özel sektörün 2002 yılında 42.9 milyar doları,
2013'te de özel sektörün 252.3 milyar dolar borcu var. Şimdi, özel sektör ile olan
kısmında, yani “borç yiğidin kamçısıdır” derler. Bizim Anadolu'da bir tabir vardır.
Özel sektör şayet, yani özel sektörün borcunu ödeyemeyeceğine dair herhangi bir
şey varsa, hiç bir Avrupa veya Amerika veyahut da körfez sermayesi size kredi
vermez. Özel sektörün kendi parası var, yani dışarıda kendi mevduatı var, kendi
hesapları var, bunun devletle zaten bir ilişkisi yok. Yani, siz tabir caizse siz bana
134
Kadınlar Akademisi
Avrupa'da yaşayan birisi olarak kredi vermişsiniz, ben size ödersem öderim,
ödemezsem benim devletle ilgili olan bir kısmında herhangi bir al-verim yok. Özel
sektörü böyle görün. Yani özel sektörün ayrıca kredibilitesinin olması da üzülecek
bir şey değil, demek ki Türkiye Cumhuriyeti'ndeki özel sektörün artık Avrupa'dan
çok fazla miktarda borç alabilecek kredibilitesi var. Yoksa ben şimdi gitsem bir
bankaya ne yapıyor? Nüfus kâğıdını getir, gayrimenkulünü getir, bilmem neni getir,
yani bir kredi vermek için canınızı çıkartırlar.
Şimdi geliyorum kamuyla ilgili olan kısmına. 2002'de kamunun yuvarlayarak
söyleyeyim, 260 milyar borcu var. Kamunun 2013'ün ikinci çeyreği, rakamları net
olarak veriyorum; 2013'ün ikinci çeyreğinde kamunun 532 milyar borcu var. Borç
artmış, doğru mu? Şimdi geliyorum kamunun net borç stokuna. 2002'de bunları da
vereceğim altına. Kafanız karışmasın diye bunları tek tek veriyorum. 215 milyar
kamunun net borç stoku var, 2013'te kamunun 217 milyar net borç stoku var. Niye?
Net borç stokundan bahsediyoruz? Hemen söyleyeyim; kamunun varlıkları 2002
yılında kamu mevduatı, yani kamunun parası 11.2 milyar kamunun parası varken,
2013'ün ikinci çeyreğinde 85.6 milyar mevduatımız var bizim. Yani, borcumuz
var, karşılığında paramız var. Bunu bir tarafa koyuyoruz. 85.6 milyar. Artı, gene
Başbakanımızın sık sık ifade ettiği Merkez Bankası döviz rezervlerimiz. Bizim
2002'de TL'ye çevrilmiş şekliyle söylüyorum; 25.4 milyar lira Merkez Bankası'nda
döviz rezervimiz vardı. 2013'ün ikinci çeyreğinde 215 milyar lira bizim Merkez
Bankası'nda bizim döviz rezervimiz var, paramız var yani. Kamu net borç stokunun
artmamasındaki sebep cebimizde paramız var. Borcumuz var, ama cebimizde de
paramız var. İstediğimiz zaman ödeyebiliriz. Ama ödemekle ilgili herhangi bir
sıkıntımız olmadığı için ödemiyoruz açıkçası. Var mı borçla ilgili bir sorusu olan?
En çok sorulacak soru bu olduğu için. Buyurun.
..............................
Yani biz şimdi nasıl açtık derken, tabii 19. stand-by'ı biz yaparken, o
anlaşma zaten oraya konmadı. Yani yeniden yapılacak diye bir şartı yok. 19.'yu biz
yaptık çünkü. Ak Parti yaptı. Ondan öncesiyle ilgili olan stand-by anlaşmalarının
arkadaşlar sıkılmasın diye çok detayına girmiyorum doğrusu da, şimdi bakın
mesela; 11 nolu stand-by diyor ki; 1978'de Ecevit Hükümeti imzalamış. İhracatı
artırmak, büyümeyi hızlandırmak, sonuç; sorunlar ağırlaştı, durgunluk krize
dönüştü, Ecevit ücret ve maaş artışlarını enflasyonun altında yapacağım, Tarıma
destek azaltılacak diye taahhütlerde bulunuyor. Zaten o stand-by anlaşmalarındaki
o taahhütlerin hemen hemen hiç birisi yerine gelmiyor. Yani, 12.'si var, 13.'sü var...
16.'sı var, 17.'si var, 18.'si var. Önümdeki olanları söylüyorum. Biz stand-by ile
135
Kadınlar Akademisi
ilgili olan kısmını, defteri kapattık. 19.'yu biz yaptığımız için kendimize uygun
şekilde yaptık açıkçası. Zaten o da çok uzun süreli bir şey olmuştu. Eğer 2005
yılındaki gazetelerden bir tarama yaparsanız, bayağı zor bir anlaşma olmuştu yani
karşılıklı olarak.
Bunun dışında bir şey daha söyleyeceğim size; “Kamu Net Dış Borç Stoku”
bizim geldiğimiz günde, yani rakamsal olarak gene söylüyorum, Gayri safi milli
hasılaya oranı 2002'de % 25.2, kamu net dış borç stoku. Bugünü de merak eden var
mı? Yani 2013'ün ikinci çeyreğinde; -3.1. Yani azalmış. Borcu da ekonomik şeyleri de
böylece kapattım. Buradan soru sormak isteyen arkadaşlar olursa, bunları hızlı hızlı
geçiyorum. Çok daha fazla zaman almayacağım. Sadece şunu söylemek istiyorum;
dış politikayla ilgili özellikle gene bizim en çok dünyadaki dış politikada söz sahibi
olmaya başladığımız zaman, daha doğrusu bölgesel güç olma noktasında çeşitli
adımlar attığımız zaman Afrika'da var olmaya, Latin Amerika'da var olmaya, Orta
Doğu'da var olmaya başladığımız zaman çeşitli sıkıntılar da beraberinde gelecektir,
bunu unutmayın. En önemlisi şu; bakın, hani Ahmet Davutoğlu'nun bazı ifadeleri
olmuştu; “Değerli yalnızlık” falan ki, Uluslar arası arenada. Bu “Değerli yalnızlık”
sadece mecaz olarak söylenmiş bir sözdür. Hatırlarsanız, Filistin'le ilgili bir oylama
oldu. Amerika ve Amerika'yı destekleyenler bir tarafta kaldı, Türkiye ve Türkiye'yi
destekleyenler bir tarafta kaldı. Tam ülkelerinin sayısını hatırlamamakla beraber
söyleyeyim size, bizi destekleyen ülkeler; 120 küsur ülke bizi destekledi Filistin'in
geçici olarak tanınmasında, Yani yalnızlıkla ilgili olan dış politikayla ilgili bir soru
gelirse ben size bunun cevaplarını veriyorum. Başka ülkelerden de vereceğim.
Aynı şekilde Amerika'nın başını çektiği gruba destek veren ülke sayısı 19 falandı.
Ama onların tabii, (Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi) bu 5 tane ülkenin, hani zaman
zaman Başbakanımız ifade ediyor; İşte, Dünya 5'ten büyüktür diye, mecaz olarak
söylüyor. Dünya gerçekten 5'ten büyük ama şu anda Birleşmiş Milletlerdeki
çöreklenmiş olan insanlar, yani o 5 ülke ne yazık ki şu anda, o 5 ülke aşılamıyor
dünya tarafından. Ayrıca Suriye'yle ilgili bugüne kadar 3 tane oylama oldu. Suriye'de
bizim başını çektiğimiz grup her seferinde yine yuvarlak konuşuyorum. 120 oy
aldı. Onların başını çektiği, yani, Rusya'nın, Amerika'nın içinde bulunup da başını
çektiği grup 20 tane oy alamadı. Biz dünya çapında yalnız değiliz, bunu bilmenizi
istiyorum sadece. Yani, asıl problem de buradan kaynaklanıyor. Sadece bir kaç tane
hafızanızda kalsın diye kısa örnekler vereceğim. Burada mesela Rusya'yla ikili
ticaret anlaşmalarımızda gelişmeyi şuradan bakarsanız 2009'dan sonrasına sadece,
hani Rusya'yla kavgalıyız falan, grafiğe bakarsanız 2012 de neredeyse zirve
yapmışız. Rakamlar 34 milyar küsur dolarları bulmuş, 2012'den bahsediyorum.
Bunlarla başınızı ağrıtmayacağım, rakamları da söylemeyeceğim.
Afrika'da mesela, 2002'de, daha önce 12 tane büyükelçiliğimiz var Afrika'da.
136
Kadınlar Akademisi
Şimdi 35 tane büyükelçiliğe çıkmışız Afrika'da, bunların ne anlama geldiğini
söyleyeceğim. Tabii Afrika'da bu aşıldıktan sonra, ticaretimizi de 5.5 kat artırmışız.
Afrika'yla ilgili olan kısmında söylüyorum. Madem öyle sırayla söyleyeyim; Sahra
Altı Afrika'yla ticaretimizi 9 katına çıkartmışız gene aynı şekilde. Latin Amerika'da
11 büyükelçilik açmışız, hiç yokken. Açılmış da ne olmuş? Onları söyleyeceğim. Yine
şöyle çok fazla kafanızı karıştırmadan. Dünyanın en çok temsilciliği olan 8. ülkesi
olmuşuz. Kimden sonra? Fransa, ABD, Çin, Rusya, İngiltere, İtalya, İspanya'dan
sonra 219 tane elçilikle 8. ülkeyiz şu anda dünyada. Hani sık sık konuşuyoruz
işte 35 milyar dolardan 153 milyar dolara çıkarttık ihracatı. İhracat kendiliğinden
çıkmıyor yani. İşte münasebet kuruyorsunuz, büyükelçilik açıyorsunuz, ticaret
müşavirlikleri açıyorsunuz vs. Bu da hafızanızın bir kenarında kalsın diye gene
yabancı elçilik sayımızı bu arada, yani totalde % 48 artırmışız dünya genelinde, dış
politikada. Bunu da bir tarafa koyduk.
Kısaca yine şu operasyonlarla ilgili olan, oradan başlayacağım, ondan sonra
zamanımız kalırsa bir kaç konuya daha değinmeye gayret edeceğim. 45 dakika
olmuş.
Şimdi, önce, arkadaşlar, operasyonlarla ilgili olan kısmında tecrübeli
bir arkadaşınızım. Başkasının yaşadığı değil, kendi yaşadığım olayları burada
paylaşacağım. Siz algıyla olan kısmında, yani benim anlatacaklarımdan siz
kendinize ve bugünümüze uyarlayabilirsiniz. Yani, inşallah faydalı olurum diye
düşünüyorum. Şimdi, yıl: 1999. Şu elimdeki yazı resmi ve gizli bir yazı. Bu size
nereden geldi? diye merak eden arkadaşlar olabilir. Bu gizli yazının sizde ne işi var?
Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na, tabii bu sene TBMM'de bu Darbe
ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na 28 Şubat'la ilgili olan kısmında çekilen
sıkıntılardan dolayı o dönemin valisi, emniyet müdürü vs. o dönemin bakanlarının
falan bilgi verirken yanlarında getirip de komisyona bıraktıkları yazılardan bir tanesi.
Ben de basında uzun bir süre yer aldı, işte işkenceciyle karşı karşıya geldi falan diye,
belki arkadaşlardan bir kısmı okumuştur. Şimdi bu yazı; “Acele, çok gizli tarihi de;
9 Nisan 1999” Kim yazıyor? İstanbul Valisi Başbakan'a yazıyor bu yazıyı. Konu:
İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ndeki o dönemdeki yolsuzluklar. Muhatabı kim? O
dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, hapisteki Recep Tayyip Erdoğan,
bugünkü Başbakanımız. Yazının hepsini okuyacak değilim size. Bugünle ilgili olan
kısmını, algıyla ilgili olan kısmını sadece size ifade etmek için söylüyorum. İlk
paragrafı okuyacağım. Diyor ki; “Böylece her ay yaklaşık 3-4 trilyona yakın paranın
Fazilet Partisi'ne yakın firmalar tarafından havuz hesaplarına aktarıldığını, bu
hesaplardan da adı geçen partinin kuryeleri vasıtasıyla paranın partiye ve Recep
Tayyip Erdoğan'a gittiğini içeren dosyanın araştırılması istenmiştir. 16 Şubat
99 tarihinden itibaren, yukarıda özetlenen konu ile ilgili emniyet müdürlüğünce
137
Kadınlar Akademisi
yapılan çalışmalarda belirtilen konuların büyük ölçüde doğru olabileceği hükmünü
veriyor. Devlete ödenmesi gereken vergilerin ödenmediği, ayrıca organize olarak
Belbim, İgdaş, Ulaşım AŞ., İstaç, Halk Ekmek, İston ve İsfalt adlı Belediye İktisadi
Teşekküllerinin tüm gelirlerinin Vakıflar Bankası'nda açılan bir hesapta toplandığı,
buradan da denetimi imkansız kılmak için bir çok hesapta paranın dolaştırıldıktan
sonra Fazilet Partisine yakınlığı ile bilinen Firma ve şahıslara aktarıldığı...” Yazı
uzun. Sanıyorum meram anlaşılmıştır. Yani, o zamanki bizim Başbakanımız Refah
Partisi'nden Belediye Başkanı oldu, daha sonra, refah partisi 28 Şubat sürecinde
kapatıldığı için Fazilet Partisi'ne geçildi. Fazilet Partisi'ne geçildiği anla beraber, şiir
okuduğundan dolayı Belediye Başkanlığı sona erdi. Bu operasyon başladığı zaman
Başbakanımız Pınarhisar'da hapishanede. Biz dışarıdayız. Söylenen rakam, hani
bunu devletin aklı başında insanları yazıyor, her ay 3-4 trilyon dedikleri rakam, şimdi
ben size bir şey söyleyeyim, yılda 48 trilyon yapar, aşağı yukarı 5 yılda 250 trilyon
yapar. Yani hafızam beni yanıltmıyorsa, tam rakam aklımda yok ama hafızam beni
yanıltmıyorsa, abartı yapmış olabilirim belki, hani bunu kayıt dışı olarak, sadece
bilgi olarak söylüyorum. Bu rakam İETT Genel Müdürlüğü'nün bütçesinden daha
fazla bir para. Ve bununla ilgili o zaman da yaklaşık olarak söyleyeyim, 300'e yakın
arkadaşımız böyle deli saçması bir şeyden dolayı, yolsuzluk iddiasından dolayı
ifade verdik. Yani, daha aşamaları var da oraya sonra döneceğim.
Şimdi, o zamanki şartlarda gazete manşetlerini, bugüne çok benziyor da
onun için onları size getirdim. “3 Kilit Adam Aranıyor” Bir tanesi benim. Bu çok
namusluları, yani burada alt başlıklarında şöyle yazıyor; “Harun Karaca Sahte
Pasaportla yurt dışına çıktı” Hâlbuki hiç bir yere gitmedi, hep Türkiye'deydi.
“İş Tepeye Çıkıyor” Bunlar sürmanşet gazete başlıkları. “Tayyip'in Çiftliği”
“Akbil'de 200 Milyon Dolarlık Pasta” Şimdi bir çete kurulması gerekiyor, çeteyi
de kurmuşlar; “Akbil İçin Büyük Operasyon” demişler, çeteyi de kurmuşlar, çeteyi
koymuşlar buraya. “İSKİ’den de Beter” Türkiye Cumhuriyetinde yolsuzluktan
dolayı iktidar değiştiren tek şey vardır, o da CHP'dir. O zamanki SHP. Yolsuzluktan
dolayı iktidar değiştiren tek örnektir. 1989'da bütün demeyeyim de belediyelerin
çok büyük bir bölümünü almıştır, 1994'e geldiği zaman İSKİ başta olmak kaydıyla,
İSKİ'den mahkûm olmuşlardır, onun dışındaki tüm belediyelerde 94 yılında büyük
bölümünü kaybetmişlerdir. Bunu bir parantez olarak veriyorum. “Bizans Entrikası”
Bu da sürmanşetlerden, gazetelerin iç sayfalarına girmiyorum. “Ak Bilgilere çete
Sorgusu” Bugüne çok benziyor. Bakın burada, belki oradan görünmüyor da dosyalar
falan taşınırken resimler, bugüne çok benziyor. Kutulara falan çok benziyor. Bu da
herkesin bildiği, “Vay Tayyip Vay!” Yani, bu manşetlerin hepsi o zaman çıkmıştı.
Bu “Çorap Söküğü Gibi” Bir tanesi vardı; o zamanki tabii zihniyet olarak, burada
yanımda getirmedim, onu ayıkladım. Star Gazetesi, o zamanki Star Gazetesi, bakın
138
Kadınlar Akademisi
hiç mübalağa etmiyorum, yazı puntosunun büyüklüğü böyle. Tam şu büyüklükte
yazı puntosu. Attığı başlık Tam sayfanın boyunda “Hırsızlar!..” Algıyla ilgili olan
kısmını söylüyorum, bunu anlatmak için bunları ifade ettim. Tabii televizyonlardaki
o şak şak şeyler hariç, burada onları gösterebilme şansım yok.
Şimdi, bunu bir tarafa koyuyorum. Bu sizin hafızanızın bir kenarında kalsın.
Bu da metot fazla değişmiyor, 1960 yılı, İhtilalden 6 gün sonra, Hürriyet Gazetesi
yine sürmanşetten vermiş. “Polatkan'ın zimmetinde 4 milyon lira çıktı” Hasan
Polatkan'ın. Hasan Polatkan, Allah rahmet eylesin, çok ilginç bir figürdür. Yani
bunu zaman zaman konuşmalarımda söylüyorum. Alt başlıkta da, şurada; “Ziraat
Bankası Kredi Yolsuzluğunda 75 milyon liranın üstünde.” Niye? İhtilal olmuş,
mutlaka suçlu bulunmak zorunda. Suçlunun bulunması için de en hassas nokta
ne? En hassas noktası milletin, para. Şimdi o günün şartlarında şöyle düşünün;
hâlbuki Ziraat Bankası veya başka bir banka, zaten Türkiye'de 1960 yılında 2-3
tane bankadan başka banka yok. Bir de şubeleri de öyle zengin şubeler, bin tane 2
bin tane şubesi de yok. Yani şimdi Ziraat Bankası'nın sayılı şubesi var, işte varsa o
zaman Halk Bankası var, buna benzer bir iki banka var. Onun dışında zaten banka
yok. Yani herkesin bankada olan parasının miktarı falan da belli. Böyle olmasına
rağmen, mesela; Celal Bayar'ın yargılanma şeyi, hesabında 103 milyon lira para
bulunduğundan dolayı yargılanıyor. İdam cezası verildi biliyorsunuz, daha sonra
hesabında sadece 7 kuruş çıktı. Hasan Polatkan, yani biraz önce söyledim. Bu
davalardaki mağdurlardan çok ilginç bir isimdir. İdam cezasının verildiği güne
kadar savunma yapamıyor. İdam cezasının verildiği gün diyor ki; “İdam cezası
veriyorsunuz, hiç olmazsa savunma yapayım.” diyor. Yani bunlar böyle zalimler.
Bilesiniz diye söylüyorum, karşınızdaki durumu. Tabii herkesin bir hesabı var,
Cenab-ı Hakk'ın da bir hesabı var. Eğer şayet şu atılan manşetlerle biz azmimizi
yitirseydik, gayretimizi yitirseydik burada şahsıma ve diğer arkadaşlarıma yapılan
işkencelerden falan bahsedecek değilim. Ama bu azmimizde bu gayretimizde,
Başbakanımızın da büyük bir fedakârlığıyla, Rabbim onların hesabını bir tarafa
koydu, bizim hesaplarımızı bir tarafa koydu ve bizim hesabımız tuttu. Fazla uzun
değil. Yaklaşık olarak 3 sene sonra Allah'a hamdolsun, İşte Başbakanımızı hapse
atanlar 3 sene sonra Başbakan olarak iktidarda gördüler. Fazla uzun sürmedi yani;
1999-2002. Ama bunlardan dolayı herhangi birimiz ceza alsaydık, çeteyle ilgili
olan kısmından konuşuyorum. Çete, emniyeti suiistimal, kalpazanlık. Bak şimdi
suçlandığım şeyler de aklımdan çıktı. Rüşvet vs. ne bileyim 5-6 tane yazmışlardı. O
maddelerden herhangi birisinden dolayı ceza almış olsaydık bugün siyaset sahnesinde
olmayacaktık. Onların hesabı buydu. Şimdi o ceza dosyası, mahkeme safahatıyla
ilgili olan kısmı burada. Bunu niye özellikle söylüyorum? 99'da bu başladı. Bu
furya 2001 yılına kadar devam etti, gazeteler, yani sürekli sürmanşetlerden değil
139
Kadınlar Akademisi
ama 2001 yılına kadar devam etti. Yani, zaman zaman hatırlatmak yönünden şundan
bundan. 2001 yılında bizi içeri aldılar, nezarete aldılar 14 arkadaşla beraber, daha
sonra, işkence falan safahatından sonra dava açıldı. Dava açıldıktan sonra bakın,
2002 yılında seçim oldu. 2003 yılının Ocak ayında buradaki dosyada, çünkü orada
ifade verenlerin hepsi sanık olarak girmedi bu dosyalara. Onun için diyorum. 300
civarında dedim ama burada 300 kişi yok, o kadar sanık yok. Birinci dosyada 72
kişi var. 2. dosyada da zannediyorum 47 civarında, bir de 3. bir dosya var, ben oraya
zorla sanık olmuştum da daha sonra savcılık bana direkt berat verdi, takipsizlik
demişti. Çünkü aranıyordum. Aranmanın durdurulması için bir dosyadan sanık
olmam gerekiyordu. İfade vermem gerekiyordu. Bütün savcıları dolaştım, hiç
bir yerde aranmam yok dediler. Dedim ki; o zaman polis beni niye arıyor? Yani
bu manşetlerin çıktığı zamandan bahsediyorum. Çünkü o zaman ele geçirseler o
zaman da işkence yapacaklardı. Ondan sonra zorla Eyüp Savcılığına gittim ifade
everdim. O dosyadan da savcı beni otomatik olarak çıkarttı takipsizlik vererek. Bu
72 kişi ve 2. dosyadaki 47 kişi 2003'ün Ocak ayında, yani dava açıldıktan yaklaşık
olarak iki sene sonra, davanın başladığından 4 sene sonra hiç kimse bu dosyalardan
dolayı ceza almadı, hiç kimse. Ama 4 sene sonra. Şimdi, kendimizi aklayana kadar
4 sene geçti. Ama siyaset sahnesi durmuyor. Şimdi, bu insanlara ne lazım? 3 ay
lazım. Niye? Seçim dönemi şu anda. Seçim dönemi olduğu için, seçim döneminde
şimdi sizin yazdığınız her şey bir geçer akçe ifade ediyor. Ak Parti'nin oyunun
düşürülmesine sebep olacak. Ama bu millet buna Müsaade etmedi. Yani, bu millete
ne kadar şükranlarımızı sunsak, ne kadar teşekkür etsek, yani ne yapsak azdır. Bunu
açık yüreklilikle söylüyorum. Yani bizim göğüslediğimiz gibi millet de göğüsledi.
Şimdi, 3 aylık seçim süreci var, manşetler devam edecek, bunlar da devam edecek.
Ben başka bir cepheden bakayım. Biz o zaman 4. senenin sonunda hiç
kimse kalmadı. Bizden peki dönüp, gazetelerin köşe yazarları dâhil, ya arkadaş
kusura bakmayın, biz böyle bir hata yaptık diyen olmadı. Bu gazete manşetlerini
atanlar da özür dilemedi. Veya bize bu yazıyı yazan vali veya bakan veya başbakan
veya işte aklınıza ne gelirse, emniyet müdürü şu bu, hiç birisi de bizden özür
dilemedi. Ama o 300 kişi, ailesi, çoluğu çocuğu, yani aklınıza gelebilecek böyle
zenginleştirirseniz, ondan sonra etrafı, akrabası, eşi dostu, aklanana kadar hep
boynu eğik gezdi. Yazık, günah değil mi? Ve siz bir oyun yapıyorsunuz, bu oyunun
karşılığında ne yapıyorsunuz? Karşınızdaki insanların, mağduriyetlerini falan
düşünmeden başlıklar atıyorsunuz. Şimdi hesap bu hesap. Polatkan'ı da astılar aynı
zihniyetle, o da farklı bir şey değildi. Bizim ülkede dürüst çalışanları ya asıyorlar,
ya da hapse atıyorlar. Bunu da bir tarafa koyuyorum.
Şimdi, özellikle geliyorum güncel konu; şimdi güncel konularla ilgili,
hukuki olan kısmı da belki avukatlar falan vardır içinizde, ben avukat olmadığım
140
Kadınlar Akademisi
için o bölümüne fazla girmeyeceğim. Ama kendi tecrübelerimle ilgili olan kısmı
sizinle paylaşacağım. Yani savcının yapmış olduğu takibatla ilgili olan kısmı, işte
ne bileyim, bizim torba yasa çıkarttığımız gibi, torba operasyon yapması, bunların
birçoğunun hukuka aykırı olduğu konuşuluyor. Ama onun ötesinde, operasyonla
ilgili olan kısmında ben sadece karşılıklı olarak ilk gün duyduğum zaman da aynı
şeyi savundum. Biz, şunu da çok açık yüreklilikle söyleyeyim; eğer ki, herhangi bir
arkadaşımız, herhangi bir arkadaşımızın çocuğu veya kim olursa olsun, gözümüzün
nuru olsa değişmez, böyle bir yani yolsuzlukla ilgili olan kısmında bir şey yapmışsa
tabii bunun cezasını çekmesi en doğal olarak hakkımız. Bunu arzu eder ve isteriz.
Ama bu manşetlerle olmaz. Zaten şöyle söyleyeyim size; bu operasyonların
başladığı gün HSYK' nın yayınladığı bir bildiri var 13 kişinin imzaladığı. HSYK'
nın bu bildirisi, 27 Nisan e-muhtırasından daha farklı bir şey değildir. O da devlete
karşı yapılmış olan bir şeydi, e-muhtıra, bu da aynı şekilde devlete karşı yapılmış bir
muhtıraydı. Ama biz bunun altında 27 Nisan'da da kalmadık, bugün de kalmadık.
Bunun altını çizerek söylüyorum. Ayrıca, operasyonlar, yolsuzluk operasyonları
ülkelerin huzuru için, ülkelerin emniyeti için, ülkelerin, insanların mutluluğu için
yapılır. Niye? Onların herhangi bir hak kaybı olmasın diye. Ülkelerin ekonomisi
tarumar edilmek için yapılmaz. Bunun altını çizerek söylüyorum. Ülkenin
ekonomisi tarumar edilmek için yapılmaz. Bir örnek vereyim size; Diyelim bu
operasyon doğru. Misal söylüyorum, böyle gerçekten Halk Bankası'nın Genel
Müdürü 4.5 milyon dolar rüşvet almış, başka bir cepheden bakıyorum, lütfen ona
göre anlayın. Artı iddia edildiği gibi Muammer Güler'in oğlu, Zafer Çağlayan'ın
oğlu, abartarak söylüyorum, 5 milyon dolar para almış. Doğru mu? Doğru varsayın.
10 milyon dolar yapar. Allah aşkına ülkenin şu anda bu yapılan kampanyalardan
dolayı ettiği zarar 120 milyarın üstünde bir paradan bahsediyoruz. Yani, şimdi
yanlış hatırlamıyorsam, hafızam beni yanıltmıyorsa, 17 Aralık Operasyonundan
önceki gün borsa 75.000'in üzerindeydi. Bugün biraz önce gelirken şöyle bir baktım
63.500, 63.800'lerde falan. Dövizi falan koymuyorum onları artık takip edemez
oldum. Şimdi, bir ülkedeki operasyon şayet, yolsuzluk operasyonu olsa ülkenin
genel ekonomisi bu kadar tarumar olur mu? Veya TIR'la ilgili olan kısmında, bakın
yaklaşık olarak 2011 yılından itibaren bizim Suriye'ye tırlarımız gidiyor. 2011'den
beri gidiyor. Yani bugün yarın gitmiyor. 2011'den beri TIR'larımız gidiyor. Çünkü,
yani normal şartlarda bizim 900 km.'lik sınırımız olan bir bölgede, yani işte zaman
zaman televizyondan siz de şahit oluyorsunuz, oradan havan topu atıldığı zaman
bu tarafa düşüyor, buradan bir taş attığınız zaman o tarafa düşüyor. Bizim 900
km. Böyle sınırımız var. Ve orada kardeşlerimiz yaşıyor, akrabalarımız yaşıyor,
bizim onlara yardımcı olmamızdan daha doğal bir şey de kimse beklemesin bizden.
Kaldı ki, biz bugüne kadar Bosna'dan gelen Müslümanlara yapmışız bunu, Irak'tan
141
Kadınlar Akademisi
gelenlere yapmışız, Afganistan'dan gelenlere yapmışız, Yunanistan'dan gelenlere
yapmışız, Bulgaristan'dan gelenlere yapmışız. Yani elimizden ne geliyorsa,
gücümüz neye yetiyorsa yapmışız. Şimdi, Suriye'den gelenlere elimizden geldiği
kadar burada yardım yapmaya çalışıyoruz, artı oradaki kalanlar, yani buraya
gelmeden orada yardım yapmamız bizim için çok daha doğal. Yani, orada yaşama
şansları varsa. Çok daha doğru. Çünkü; buraya geldiği zaman çok daha büyük bir
sıkıntıyla karşı karşıya kalırsınız. Çünkü; onların çocuklarını okutmanız lazım,
her şeyini yapmanız lazım. Şimdi burada görüyorsunuz, özellikle Bağcılar'da ve
Başakşehir'de de bayağı yoğun şekilde Suriyeli kardeşimiz var. Ha, bir kısmı ev
bulmuş, bir kısmı bulamamış, bir kısmı sokakta kalmış, bir kısmı ben affedersiniz
geçenlerde bir arkadaşım mesela bir şey yaptı, çok özür dileyerek söylüyorum;
Hanımıyla beraber gidiyorlar, hanımıyla beraber arabada giderken Başakşehir'de
oluyor Sevgi Hanım, Suriyeli bir kadın çeviriyor, o da camı açıyor işte, tabii bir
şey de anlaşamıyorlar Arapça konuştuğu için, cebinden bir yazı çıkartıyor, bizim
arkadaşın eşi yanında, “ikinci bir eş olabilirim” diyor. Evet, yani “sizin ikinci bir
hanımınız olabilirim” diyor. Yani bakın, karşımızdaki insana Allah yardım etsin,
biz şimdi bazı şeyleri hissetmekte zorlandığımız şeyleri bu insanlar yaşıyor. Ve
düşünün ki, çoluğu çocuğu, işte gözünüzün önünde sınırdan geçerken, sınırda
görün şimdi. Yani bir taraftan kaçıyorlar, öbür taraftan bomba geliyor, bombaya
yakalanan ölüyor, bu tarafa kaçabilen kurtuluyor. Yani, manzara bu. Onun için
biz burada oturduğumuz yerden çok kolay konuşuyoruz. TIR niye gidiyor, niye
gelmiyor, ya vicdansızlar şimdi oradaki 11.000 kişinin gördüğü işkenceyi ki bu
sadece basına yansıyan kısmı. Yani şöyle bir düşünün; Yani, o resimdeki bir insan
kaç günde, kaç ayda o hale gelir, kemikleri sızlar? Yani kemikleri o vaziyete nasıl
gelir ya? Yani, şimdi siz bunu seyredeceksiniz, dünya seyredecek ve biz hiç bir şey
yapmayacağız. Yanımızdaki insanlara. Kusura bakmasınlar, o TIR'da her şey de
olur. Neyse bu bölümünü geçiyorum.
Şimdi operasyonlarla ilgili, bir tarafta para kutuları var, bir tarafta para
kasaları var, bir tarafta yatağın üstünde serilmiş paralar var. Şimdi, ben en çok şuna
üzülürüm, bir şey vardır, sakın yanlış anlamayın da, Çerkezlerde at çok makbuldür.
Onlardaki bir adet de söylenene göre, belki yanlış bilgi sahibi olabilirim, asıl
söyleyeceğim tabii o konu değil, eğer bir Çerkez diğer bir Çerkez'den atı çalarsa,
at onun oluyor sahibi olarak. Bir gün işte, bir tanesi birinin atına göz koyuyor, atı
da bir türlü alamıyor. O atı da almak istiyor. İşte adan köyden çıkmış, pazara gitmiş
veya başka bir yere gitmiş her neyse, pazardan dönüşte, bakıyor ki, yolun üstünde
birisi yatıyor, tabii doğal olarak, duygularımız körelmeden önce hepimiz böyleydik,
yolda kalmışa, düşküne, herkese yardım ederdik. Ama duygularımız körelince artık
görmezden geliyoruz. Adam görünce atından iniyor, onun yanına doğru yanaşıyor,
142
Kadınlar Akademisi
yanaşır yanaşmaz işte adam o vatandaşla oyalanırken birisi atı arkadan alıyor, atı
çalıyor. Adam bağırıyor, diyor ki; tamam at senin, ama Allah aşkına diyor, kimseye
söyleme ki, ben hasta numarası yaptım, bu atı çaldım, olur ki bundan sonra yolda
gerçekten hasta olan birisine kimse bakmaz. Yani aslolan da şimdi bu. Yani, olur
ki, bunu böyle yol haline getirirseniz, kimse kimseye yardımcı olmaz. Bunu
söylememdeki sebep şu; şimdi ben açık konuşuyorum, gerek hizmetin, gerekse
diğer kursların, gerekse diğer Uluslararası yardım örgütlerinin, yani birçoğunun
biliyoruz ki, Çeçenistan'a yardım hangi yolla gidiyorsa, Bosna'ya yardım hangi
yolla gidiyorsa, Makedonya'ya yardım hangi yolla gidiyorsa, ondan sonra aklınıza
gelebilecek birçok yere, Somali'sinden bilmem nesine kadar, yani bugün belki ismini
sayamayacağım kadar ülkelere giden yardım hangi yolla gidiyorsa, bu paralar da
aynı şekilde aynı yardımlarla gidiyor. Şimdi benim en çok üzüldüğüm nokta şu;
Halk Bankası Genel Müdürünün evindeki bulunan para kesinlikle yardım parası. Ve
bu parayı bulanlar da, onu takip edenler de onun yardım parası olduğunu biliyorlar.
Bakın, çok net olarak söylüyorum; bunu bilmelerine rağmen böyle bir hainlik
yapıyorlar. Biraz önce söylediğim konu oydu. Yani böyle bir yol olur, bir daha kimse
böyle bir şey yapmaz (Mazlumlara yardım kanalları kesilir) Çünkü biz biliyoruz
ki; Filistin'e kanuni yollardan hiç bir şekilde para gönderemezsiniz. Gönderirseniz
İsrail el koyar. Biz biliyoruz ki; Myanmar'a, diğerine, ötekine, berikine işte aklınıza
gelebilecek birçok yere, yani hukuki yollardan yardım ulaştıramazsınız. İHH, o
zaman şöyle yapacak; Götürüp yardımı Esed'e verecek, paraysa para, yiyecekse
yiyecek, “Bunları lütfen dağıtın” diyecek. Ve o da dağıtacak, öyle mi? Veya
Bosna'da Allah Rahmet eylesin, geçmişte, o zaman Özal iktidardaydı, İşte Aliya
İzzet Begoviç'in askerleri veyahut ta işte komutanları Aliye İzzet Begoviç'e değil
de Sırplara yardımları göndereceksiniz, aynı mantıkla baktığınız zaman, Sırplar
o paraları veya gönderdiğiniz yardım malzemelerini size (Bosnalı Müslümanlara)
verecekler. Bu kadar saf olmamak lazım, kimse kusura bakmasın.
Şimdi oraya geleceğim zaten. Ben biraz galiba zamanı da aştım. Şimdi,
benim param olsa arkadaşlar, yani eğer evde kasam yoksa o kadar parayı da
saklamak istiyorsam, rüşvet de almışsam, bakın çok net konuşuyorum, rüşvet
de almışsam, bu para da benimse ben buna gözümün nuru gibi bakarım. Yani ne
ayakkabılığa para kutusuyla koyarım, ne de böyle basit bir yere koyarım. Yani
evde saklanması gereken en gizli yere saklarım açıkçası. Yani evimde saklamak
zorundaysam en gizli yere saklarım. En azından ayakkabı kutusuna veya basit bir
yere koymam yani en azından mantık olarak. Ama altını çizerek söylüyorum, bu
paranın ne parası olduğunu, onu takip edenler ve bu operasyonu yapanlar biliyorlar.
Çünkü; operasyonun içinden size söylüyorum, para kutularını çekin, 4.5 milyon
dolar parayı çekin, operasyondan geriye ne kaldı aklınızda? Çekin kutuları, ne
143
Kadınlar Akademisi
kaldı aklınızda? Operasyondan hiç bir şey yok. Şimdi burada da bu gazetelerin alt
başlıklarını okursanız buralarda bir çok şeyler yazıyor. Mesela diyor ki; adam şimdi
ona süs veriyor, bu bizim kendi davamızdan bahsediyorum, diyor ki, bu adamlar
o kadar kötü ki, çünkü arkasına önüne bakmıyor kimse, ya, “İETT'nin şoförlerinin
maaşları bile ödenmedi” diyor. Gazetelerde yazıyor. Biz o zaman yani bizimle ilgili
operasyondu. Hâlbuki namussuz herif, ne ödenmemiş bir şoför maaşı var ne de
bilmem ne var. Ama nasıl İETT'de çalışan şoför sayısı, bu işte çalışan 5-10 bin
kişi. Ama 70 milyon insana gidip de bu 5-10 bin kişinin duyurma şansı yok ki. Bir
de şartlandırma çok önemli. Burada o kadar ilginç şeyler var ki, ben size okusam
şimdi, yani zamanımız yok. Kamuoyunu işte bu şekilde kandırıyorlar. Operasyonlar,
ayakkabı kutularını çektiğiniz zaman operasyonun hiç bir tarafı yok. Onun dışında,
yani, ben ona, Başbakanımızdan çok dinlediğiniz için girmeyeceğim. İşte bu
Havaalanı müteahhitleriyle ilgili olan kısmı, işte ne bileyim, 3. boğaz köprüsü
müteahhitleriyle ilgili olan kısmı, bunları çok dinlediniz. Onu geçiyorum. Onun
için bu operasyonun mihenk taşı para kutuları. Para kutuları da çok bilinçli olarak
yapılmış bir şeydir. Onun için bir şey daha söyleyeyim size; benim bu operasyonun
altının boş çıkacağına inancım tamdır. Onu ayrıca söyleyeyim. Yani, Allah'ın
izniyle kusuru olan varsa, bilmem neyse o cezayı çeksin. Onu hiç savunacak bir
halim yok zaten. Ama mesela; Rıza Sarraf'la ilgili mevzuda, kaçırdığım bir şey var
mı bilmiyorum, insanlar çünkü şey yapabilir. Rıza Sarraf'ın ailesinin vatandaşlıkla
ilgili olan kısmında suçlamaların bir tanesi, parasal suçlamalardan bahsediyorum,
işte Çağlayanın oğlu ve Muammer Güler'in oğlu, ikisi de aynı suçlama herhalde,
işte onlara vatandaşlık yapmak, vatandaşlık karşısında rüşvet almak, suçlamalardan
bir tanesi. Rüşvet olarak 1.200.000 dolardan falan bahsediyorlar yanılmıyorsam.
Yani hafızam yanıltabilir ama suçlamanın mahiyeti bu. Şimdi cebinizde 500.000
dolar bir milyon dolar paranız varsa, Amerika'ya gidip vatandaş olabilirsiniz.
Rüşvet falan vermenize gerek yok. Türkiye'de de var aynı şey. Şirketi kurarsınız,
biz şimdi Türkiye'de özellikle, yani burada ticaret yapmak isteyen, yatırım yapmak
isteyen yabancı yatırımcıları teşvik ediyoruz. Kaldı ki gerçekten burada bir ticaret
yapmak isteyen bir insan varsa ki bunun birçok örnekleri var, mesela ben sporla çok
uğraştığım için söylüyorum, başarılı bir sporcuyu biz hemen vatandaş yapıyoruz,
olimpiyatlarda kazandırmak için. Yani olimpiyatlarda ülkemizi temsil etmesi
için. Bunu da ben bir kaç tane sporcu yaptım. Başarılı iş adamlarını da ülkemize
çekmek için aynı şeyleri yapıyoruz. Yani bunun için de rüşvet vermesine gerek yok.
Başka bir şey daha söyleyeyim size. Burada altını çizerek özellikle ifade etmek
istiyorum, Rıza Sarraf Türkiye'ye herhangi bir mal satıyor mu? Yok. Türkiye'den
herhangi bir mal alıyor mu? Yok. Para transferi yapıyor. Para transferinde peki,
Halk Bankası Genel Müdürünü konuşuyoruz şimdi. Çünkü para onun evinde
144
Kadınlar Akademisi
çıktı. Halk Bankası Genel Müdürü Rıza Sarraf'ın parasının transferinde diyelim,
misal olarak söylüyorum, % 2.5 komisyon almışsa, başka bir Ahmed'in veya
Mehmed'in para transferinde % 1.5’mu komisyon almış veya % 5 mi komisyon
almış? Böyle bir emsal var mı? Rüşvetin karşılığı nedir sizce? Rüşvetin karşılığı bir
menfaat sağlamış olması gerekir. Menfaati de neyle sağlayabilir? Menfaati neyle
sağlayabilir Genel Müdür? Şimdi başka bir emsal vardır, bu emsalde para transferi
özetle Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin politikası bu da. Para transferi Türkiye
Cumhuriyeti Devleti'nin bir politikası. Pazarlığı yapanlar Halk Bankası'nın Genel
Müdürünün dışındaki, diyelim bundan sorumlu kimdir? Ali Babacandır, vesairedir,
vesairedir, her neyse. Buraya girmiyorum, Türkiye Cumhuriyeti'nin politikasında
para transferinden dolayı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kasasına giren paradan dolayı ne
rüşveti verebilir? Niye versin? Zaten bu insanlar bugüne kadar bir şekilde mallarını
satıyorlardı. Doğalgazını satıyordu, karşılığında biz bu işten Türkiye Cumhuriyeti
olarak para kazanmak için biz bu işi yapalım dedik. Ve ülkemiz bir enerji koridoru
olsun dedik. Tamam mı? Yani biz Rıza Sarraf'a ekonomik olarak sağladığımız bir
menfaat varsa bize rüşvet verir. Veyahut ta onun verdiği para o zaman rüşvet olur.
Ekonomik olarak benim ona sağladığım bir şey yoksa kendi ülkem adına bir şey
sağlıyorsam bunun için zaten Rıza Sarraf'ın benim ülkemde harcadığı para nurun
ala nur dur. Bunu nereye verirse versin. Bunu da bir tarafa koyuyorum, hafızanızın
bir köşesine yazın diye.
Şimdi, Fransızlar, Fransız firmasıydı zannediyorum, 1996 veya 97'de, bu
metronun elektrifikasyon ihalesini yapıyoruz. Yaptık. Bu gazetelerde manşetlere
de çıktı. Şimdi ihale bitti, ihalenin sözleşmesi imzalanacak, o da usulen sözleşme
Başkanın makamında imzalanacak, çünkü; İstanbul'un en büyük ihalelerinden biri.
O zamanki parayla 300 milyon dolar falan bir şeydi. Şimdi bu rakamlar tabii çok
küçük geliyor da, o zaman çok önemli bir şeydi. Çünkü unutmuyorum İstanbul
Büyükşehir Belediyesi'nin yatırım bütçesi devletin yatırım bütçesinden daha
fazlaydı o zaman. O Fransız'a Başbakanımız dedi ki; “Benim hissem ne olacak?”
dedi. Pazarlık yapılıyor, sonra imzalar atılacak. Adam işte böyle şey yaptı, geçmiş
gün tam hatırlamıyorum, 15 milyon dolar mı, 12 milyon dolar mı öyle bir şey söyledi.
Başbakan da dedi ki; İhalenin fiyatından indirin. O zannediyordu ki, Başbakanımız
kendi şahsına istiyor parayı. Yoksa yabancı yatırımcıların böyle resmi fonları da
var onu da söyleyeyim size. Ondan sonra ihalenin bedelinden düşürmüştük. Bunu
da bir anekdot olarak söylüyorum.
Şimdi, neticede, yani bu operasyonun komplesiyle olan kısmı, altı boş
çıkacağına inancım tamdır. Ben şahsi olarak söylüyorum bunu. Ama bu operasyon
iki ay lazım. Başladığı günden bu tarafa bakarsanız, 3-3.5 ay lazım. Ondan sonra
operasyonun ne olacağının sürecini zaten kimse bilmiyor. Bir de tabii en önemlisi
145
Kadınlar Akademisi
şu; bunu terörle mücadele kanunu üzerinden yapıyorlar ki dallanıp budaklanması
gerekiyor. Terörle mücadele kanununda çünkü çete kurmuş olmanız lazım, bu
çeteyle beraber bir şeyle yapmış olmanız lazım vs. Terörle mücadele olmasa zaten
bu şartlarda içeriye de alamazlar. Terörle mücadeleden dolayı içeriye alıyorlar şu
anda.
Ben tekrar beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Bir şey daha
söyleyeyim size; Sadece bilginiz olsun diye söylüyorum, şu önümdeki gazete
Şubat-1961 tarihli, Cumhuriyet Gazetesi. İhtilalden sonra, burada da o zaman Sular
İdaresi, İSKİ'ye bir genel müdür atanmış, 1961 yılından bahsediyorum. Diyor ki;
3 yıldan önce su sıkıntısından kurtulamayız. Yıl;1961. İstanbul'un nüfusu 1.5- 2
milyon. Ve bakın 1994 yılına kadar bu başlıklar atıldı. Allah’a (CC) hamdolsun bu
başlıkları da başlıklardan indiren yine biziz.
Ben sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
146
Kadınlar Akademisi
Mayıs 2014
MEZUNİYET TÖRENİ
-Kadınlar Akademisi Mezuniyet törenine katılan mezunlarından bazılarının
duygu ve düşünceleri:
-Şimdi, öncelikli olarak İstanbul Üniversitesi'nde olmaktan çok mutluyum. Bağcılar
Belediyesi'nin ve Kadın Meclisi'nin çok uzun bir emek sonucunda inşallah Kadınlar
Akademisi'nden mezun olacağız. Şöyle söyleyeyim; dün akşam iki serum yedim,
bir de iğneyle ama buraya gelmek istedim. Çok mutluyum. Emeği geçen herkese
çok teşekkür ederiz. Belediye Başkanımıza, Kadın Meclisi Başkanımız Sümeyra
Hanıma. Emeklerinden dolayı ellerine sağlık. -Yani, Akademi çok güzeldi. Bir
buçuk yıla yakın gidiyoruz. Gerçekten çok faydalı şeyler yaptık. Hocalarımızı
dinledik, onlardan faydalandık. Her ay kendimize bire vakit ayırdık, gittik oraya.
Çok güzeldi. Özellikle Kadın Kültür’deki bir programda çok etkilendiğim konu
vardı. “Önce İnsan Olmak, Sonra Anne Olmak” konusu vardı. O çok hoşuma gitti.
Onu özellikle uyguladım. Yani, çocuklarıma da, zaten büyük kızım da vardı, o da çok
faydalandı. Annelik ve insan olmak, yani o konu, beş çocuk annesiyim. O konudan
faydalandım. Çok faydalandım. Şule Yüksel Şenler'le tanıştım. Gençliğimden
beri onun kitaplarını okuyordum ve tanışmak hayaldi yani, hani bazen bir hayal
oluyor ya, orada gerçekleşti. Ve bugün burada İstanbul Üniversitesi'ndeyiz. Cübbe
giydim. Kep atılacakmış, fırlatılacakmış, çok mutluyum yani. Dedim ki; kapıda
dedim; Türkiye'deki bütün öğrencilerin hayali İstanbul Üniversitesi'ne girmek.
Ve biz okumadığımız için gerçekten çok üzülüyorduk. Bugün yani bayağı mutlu
oldum. Sanki o üzgünlük gitti, ben de mezun oldum. Özellikle fotoğraf çekmeye
çalışıyorum, çocuklarıma falan göstermek için. Çok mutluluk verici, çok teşekkür
ederiz bizim Belediye Başkanımıza.
-43 yaşında bir ev hanımıyım. 2 yıldır Bağcılar Belediyesi'nin hazırlamış
olduğu Akademiye devam ediyorum. Şu anda mezuniyetimin mutluluğunu
yaşıyorum. Arkadaşlarımla birlikte iki yıldır her ay akademik olarak dalında
ünlü insanlardan akademik bilgiler aldık. Bununla birlikte ben ev hanımı olarak
kendimi çok yetiştirdim, çok geliştirdim. Çok çevre edindim. Yani okumanın
yaşı olmadığını, hangi yaşta olursak olalım kendimizi geliştirmemiz gerektiğini
herkesle paylaşmak istiyorum. Güzel olan şeyleri paylaşmak sevaptır çünkü. Aynı
147
Kadınlar Akademisi
zamanda bununla birlikte Milli Kadın Platformu’na başladım. Onunla birlikte
hiç okumazken, yaklaşık iki yıldır ben yeni doğmuş gibi hissediyorum kendimi.
Sürekli kitap okuyorum. Okuduğum zaman kendimi geliştiriyorum. Kendimi ve
çocuklarıma örnek olduğum için ve bir de kültürüme ve gelecekte çocuklarıma,
nesillerime güzel şeyler bırakarak örnek olduğum için çok mutlu hissediyorum
kendimi.
-Ne diyeyim? Çok güzel bir şey. Yani biz ev hanımlarına sağlanan, yani
çok güzel bir şey. Ben çok memnunum. İnşallah herkes katılır. Herkes alır. Yani
mezuniyeti bir de tadıyoruz ya çok güzel bir şey. Çok memnunuz yani. Ben her
şeyinden çok memnunum. Yani, faaliyetleri olsun, gezileri olsun, iş imkânları
olsun, biz ev hanımlarını çok düşünüyorlar. Evet, yani çok memnunuz.
-Kendim emekli ebe hemşireyim. Bu akademiye katıldıktan sonra yarım
kalan üniversite şeyimi de bunun bahanesiyle yazıldım. İnşallah başaracağım. Yani
ikinci bir kep giyeceğim, burada tabii ilk olacak. Ben okumayı falan bırakmıştım
ki, onlarla beraber okumayı öğrendim. Tabii okuma yazma hepimiz biliyoruz,
bütün herkes ama bu şekilde de bir şeyler öğrenmek, hani ufkumuzu daha büyük
bir pencereden bakmak. Onun için ben devam ettirdim. Hatta benim küçük oğlum
asker şu anda Edirne'de, Ben üniversiteye kaydımı yaptırayım falan diyordum,
“Anne ne yapacaksın sen zaten emekli oldun, ne gereği var, başkalarının yerine...”
ama herkes kendi yerine giriyor ve benim eşim 8 sene önce öldüğü için şu anda
boş kaldım, boş kaldığım için arkadaşlarla tanıştım. Ve işte buralara kadar geldik.
Ama üniversiteye inşallah bu sene başlayacağım yani. Bütün arkadaşları, hatta hiç
okuma yazma bilmeyenler bile okuma yazmayı öğrensinler. İlkokul, ortaokul, lise,
Üniversiteye kadar, hele gençlerimiz okumayı bırakmasınlar. Çünkü; pasif oluyor
148
Kadınlar Akademisi
insan. (.....;Tabii örnek oluyorsunuz) İnşallah. Teşekkür ederim. Sağolun. Size de
hayırlı işler. -Biz Akademiye devam edenlerdeniz. Ben çok zevk aldım. Kendi
alanında mütehassıs insanların geldiği ve bize farklı bakış açısı kazandırdıkları
program oldu bu program. Bağcılar'daki kadınlara böyle hizmet edilmesi çok güzel
bir şey. Bir açılım sağladılar. Bakış açısı kazandık. Farklı insanları tanıdık. Belki
hanımların göremeyeceği bizzat ulaşıp insanları sağolsun akademiyle beraber bize
ulaştılar, bize geldiler, biz onları dinledik, onlarla tanıştık, kaynaştık ve birliktelik
sağladık. Bir de aynı zamanda kendi alanlarıyla ilgili bizi bilgilendirdiler. Ben
zevk alarak devam ettim. Güzel bir programdı hakikaten. Bilgimizi belki hatırlattı,
zamanla unuttuklarımızı, zamanla yeni bilgiler kattı bize. Zengin, içerikli, donanımlı
bir program oldu. Devamı güzeldi. Yerimiz güzeldi. Her şeyiyle mükemmeldi
diyebilirim. Teşekkür ediyorum.
-Biz de Akademiye devam edenlerdeniz. Oraya devam etmek gerçekten
güzeldi. İnşallah temenni ediyorum ki, insanlar ömür boyu ilim irfanla uğraşır.
Bunun değerini bilerek yaşar. Elbette ki işi erbabından uzmanından dinlemek
çok önemli. Bu da güzel bir şey. İnsanlara, kadınlara dönüşümü çok güzel. Geri
bildirimi çok güzel. Biz fayda sağladığımıza inanıyoruz. İnşallah herkes, faydalı
işler yapmak isteyenlerin bu işlerden geri kalmaması gerekiyor diye düşünüyoruz.
Biz teşekkür ederiz.
-Öncelikle böyle bir programı hazırlayan ve sunan Kadınlar Akademisi
adına tüm ekip arkadaşlarınıza, İlçe Başkanımıza, Kadınlar Kolu Başkanlarımıza,
özellikle Başkanıma, Saygıdeğer eşine çok çok teşekkürlerimi bildiriyorum. Çok
güzel bir çalışmaydı. Bütün çalışmalara katıldık hepsine. İlçemiz için gelecekte
böyle programların hazırlanmasını talep ediyorum. Çok güzeldi çünkü. Eğitici
programlar aldık. Şu an ne söyleyeceğimi bilemiyorum ama çok güzeldi. Ve
aldığım eğitimleri kendi ekip arkadaşlarım, aile dostlarım, yakın arkadaşlarımın
hepsiyle paylaştım. Özellikle bir kaç program beni çok etkiledi. Gülsen Ataseven
Hanımefendi'nin söylediği bir cümle benim için çok önemliydi; “Bu tür şeylerden
biz mi sorumluyuz?” cümlesi benim için çok hassas ve çok ince bir düşünceydi.
Ve ben ona saygılarımı bildiriyorum. Özellikle değerli ellerinden öpüyorum.
Şule Yüksel Şenler Hanımefendiye saygılarımı bildiriyorum. Figen Es Prof.
Doktorumuz devamlı takip ettiğim, izlediğim bir program. Çok güzeldi benim için.
Ve bu konuların ileriki dönemde, hatta şöyle söyleyeceğim; biraz ileri gidilecek
ama Üniversite aşamasında olursa çok mutlu olacağım. Teşekkür ediyorum.
Sunucu - Abdullah Arıdoru
Bu güzel günde bizlerle birlikte olmayı tercih eden İlçemizin büyükleri;
149
Kadınlar Akademisi
Değerli Kaymakamımız Erdal Çakır beyefendi bizlerle birlikte, Sayın Kaymakamım
hoş geldiniz. İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Mustafa Yılmaz Hocamız
bizlerle birlikte, Sevgili İlçe Müftümüz Sayın Hasan Hüsnü Sula Hocamız da şu an
bizlerle birlikte. Sözü hiç şüphesiz bu kürsülerin en usta isimlerinden olan bir isme
bırakacağız ama öncesinde Şehitlerimize, Gazilerimize, M. Kemal Atatürk başta
olmak üzere, tüm değerlerimiz için saygı duruşuyla programımızı başlatacağız.
İstiklal Marşı okuyarak başlatacağız programı. Bunun için de bütün misafirlerimizi,
tüm hanımefendileri, beyefendileri saygı duruşu ve İstiklal Marşımız için buyurun
lütfen.
........................................................................................
SAYGI DURUŞU - İSTİKLAL MARŞI
..........................................................................................
Bugün mutlu günümüz, sevinç günümüz ama öncesinde ilk yardım
konusunu dinleyeceğiz. Bunun için de sözü daha fazla uzatmadan Ben İstanbul
Üniversitemizin Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Sayın Recep Güloğlu hocamızı
alkışlarınızla kürsüye davet ediyorum. Hocam Lütfeder misiniz?
Prof. Dr. Recep Güloğlu
İstanbul Üniversitesi Rektör Yrd.
Değerli hocalarım, kıymetli misafirler, kıymetli hanımefendiler, kıymetli
çocuklar, hepiniz üniversitemize hoş geldiniz, şeref verdiniz. Bu kadar öğretim
üyesinin karşısında konuşmak benim için zor. Konuşmaya çalışacağım merak
etmeyin. Sizleri de sıkmayacağım, yine merak etmeyin. Bizler için kutsalların
en kutsalı olan ilk emir; “OKU”. Dolayısıyla okuma yoluna çıkmış olan her
insan o yolda bizim için, biz hocalar için kutsaldır, mübarektir, öğrenciler bizim
150
Kadınlar Akademisi
vazgeçilmez en önemli değerlerimizdir.
Kendi konumla ilgili sizlere çok kısa hayat boyu unutmayacağınız ama
mutlaka ihtiyaç duyacağınız bir kaç öneride bulunup sonra izin isteyeceğim. Kaza
nedir?
Kaza; ben geliyorum demeyen, telefon açmayan, haber vermeyen, kapınızı
çalmayan, aniden, birden bire karşınıza çıkan, ama başınıza bela olan bir olaydır. Her
yerde, her an, her şekilde olabilir. Olmaması en büyük dileğimizdir. Hepimiz ama
en fazla çocuklar, en fazla yaşlılar, en fazla kadınlar daha çok kazaya uğrayabilirler.
Çünkü çocuklar, şöyle bir soru sorsam size; Biz doktorlar insan hayatını, bebeklik,
çocukluk, orta yaş, yaşlılık diye ayırırız. Bunun hangisi idealdir? Eğer bizim devam
eden bu yolculuğumuz devam etmeseydi, bir yerde durabilseydi Arapça “faraza”
diyorlar, olması mümkün değil ama olabilseydi, hangisinde durmak isterdiniz?
Hangisi mutludur, tatlıdır? Bebeklik mi, çocukluk mu? Gençlik mi? Yaşlılık mı
diye bir düşündüğünüz zaman, her biriniz farklı dönemler sunabilirsiniz bana ama
uygulama yapıldığı zaman çocukluğun daha tatlı mutlu olduğunu söyleriz. Ben
buna da katılmıyorum. En mutlu hayat anne karnıdır. Dedikodu yok, fitne yok,
kaza yok, mikrop yok, Ama orası çok tatlı ben kalacağım diyemezsiniz. Oradan
devam etmek, doğmak, dünyaya gelmek, dünyaya geldikten sonra ta ahirete doğru
devam etmek zorundayız. Çocuklar bu dünyaya geldikten sonra o dünyayı tanımak
isterler. Tanımak için de her yere müdahale ederler ve tehlikeye uğrayacaklarını
bilemezler ve başlarına bir takım olaylar gelebilir.
Bizim için, biz doktorlar için önemli olan kazaya uğrasın ondan sonra
biz tedavi edelim. Bu marifet değil. Bizim hedefimiz ve idealimiz; herhangi bir
kaza başımıza gelmeden onu önlemek, bizim için ve sizin için daha akıllıcadır,
151
Kadınlar Akademisi
daha kolaydır, daha doğrudur. Bir iş yaparken başınıza olumsuz bir şey geleceğini
düşünmeli ve gerekli tedbirleri almalıyız.
Nasıl alırız?
Örneğin bir yerde bıçak, makas gibi bir şeyler varsa, biz onları kapalı bir
yerde tutarsak, eğer bir tuvaletin, klozetin kapağına, bebek olan bir yerde gidip
kafasını suyun içerisine sokabileceği yaralanabileceği bir yerden kapatırsak anne
resimde gördüğünüz gibi, orta resimdeki gibi uyumaya başlayabilir ama uyuduktan
sonra alt resimdeki gibi kendisinin tahmin etmediği tehlikeli bir duruma gelebilir.
Dolayısıyla bizim mutlaka ve mutlaka bir takım önlemler almamız lazım. Biz, evde
herhangi bir ilaç varsa, kullanmadığımız miadı geçmiş, onu kaldırırsak, temizlik
malzemelerini saklarsak, bir hatıramı anlatayım; küçücük bir bebek olan bir evde
temizlikçi hanım kezzabı bir bardağa koyuyor, masanın üzerine koymuş, biraz
sonra gelip temizlik yapacak. Küçük çocuk, kapı çalındığında kapıyı açmaya giden
temizlikçi hanımdan sonra çocuk gelip o bardaktaki kezzabı çok az içiyor. Tabii
çocuğun ağzı yanınca koşarak gidip annesini öbür odadan çağırıyor, ağzını ve
bardağı gösteriyor. Benim ağzımı bu yaktı diye. Annesi de o bardağın içindekini
merak edip tekrar anne de içiyor. Dolayısıyla evinize lütfen temizlik malzemelerini
sokarken son derece tedbirli, akıllı, mantıklı, kilitli, yüksekte, rastgele insanların
ulaşamayacağı bir yerde tutmanız gerekir. Resimde bir çiçek görüyorsunuz. Bu
çiçek, Türkiye'de de dünyada da en güzel ama en ucuz süs bitkisidir. Çok ucuzdur,
gerçekten de güzeldir. Şimdi baksak sizin evinizde de vardır. Ama yendiği zaman
o insana çok şiddetli bir şekilde toksitle etki yapar ve hayati tehlike oluşturabilir.
Bunlara dikkat etmemiz gerekiyor. Bu gördüğünüz resimdeki çiçek, son derece
yenilirse çok tehlikeli olabilen bir çiçektir.
Evde hepimiz, her yaş grubu yanabiliriz. Çocuklar, yaşlılar, gençler.
Yanmamak için bizim önlem almamız lazım. Birinci en önemlisi bu. Ama
yanarsak da orayı su ile yıkayarak, hatta bir hekime gitmemiz gerekiyor. Evde
elektrikle çarpılmamak için ampul değiştirirken sigortayı kapatmamız ve elektrikçi
çağırmamız, bu işi kendimizin yapmaması gerekiyor. Silah çok önemli. Türkiye'nin
bazı bölgelerinde bu bir moda. Maalesef ve maalesef silah tutkusu var, seviyorlar
silah kullanmayı. Silah aslında dünyada olmamalı, evde olmamalı, caddede
olmamalı, dükkânda olmamalı, bazı ülkelerin polisleri de silahsız biliyorsunuz.
Ama herhangi bir yerde silah varsa onu mutlaka kapalı, yüksek, kilitli, çocuğun
erişemeyeceği bir yerde tutmanız gerekiyor. Aksi takdirde hastanede biz bir takım
tatsız olaylarla uğraşabiliyoruz.
Resimde gördüğünüz gibi eğer biz otomobilde çocuğumuzu kapalı bir alana
alıyorsak, merdiven olan evde önlem alıyorsak, eğer çocuk yüzme bilmiyorsa,
onun boğulmamasını sağlayacak bir takım tedbirler alıyorsak o zaman dikkatli
152
Kadınlar Akademisi
hareket ediyoruz demektir. Hatta çocuğu beslerken bile özel kendi sandalyesinde
beslememiz, çocuklar resimde gördüğünüz o boncuk bilye şeklindeki oyuncaklara
sizden daha çabuk ulaşır, sizden daha hızlı onları burunlarına kulaklarına, ağızlarına
alırlar ve bir takım sıkıntılı durumlarla karşılaşabilirler. Çocuğunuza oyuncak
alırken küçük parçalı değil, büyük parçalı, yumuşak, ona zarar vermeyecek, keskin
uçlu olmayan oyuncakları almanız gerekiyor. Bir iç mimar gelip evinizi son derece
güzel döşer ve size güzel bir perde, o perdenin etrafına da perdeyi kullanacak
bir ip koydurur. Ama çocuk siz evde olmadığınız zamanda, başınızı öbür tarafa
çevirdiğinizde o ipi boynuna dolar ve saniyeler içerisinde, dakikalar içerisinde
çok ciddi bir şekilde tehlikeye ulaşabilir. Evimizdeki soba gibi, fırın gibi sıcak
cisimlerden, sıcak yiyecek ve içeceklerden çocukları kontrollü tutmanız gerekiyor.
Sobalar üzerine koyacağınız tencereyi, tavayı çocuğun erişemeyeceği şekilde daha
arkadaki ocağa ve sapını çocuğun erişemeyeceği bir yere, eğer imkânınız varsa
evinizi yaptırırken prizi aşağıya değil de daha yukarıya, eğer siz kiracıysanız
yaptırmanız zor, mutlaka priz kapatıcı, çocuğun içerisine tel vs. sokamayacağı bir
şey koymanız gerekiyor. Karanlık bir oda bizi kaydırıp düşürebilir merdivenlerde
dikkat etmemiz gerekiyor. Ben bunu yazarken yanlış yazmışım. Ortadaki yaptıkları
hata, “yatakta sigara içmeyin” bu yanlış, esrar, eroin, kokain bir kişiyi öldürür ama
sigara toplumu öldürür. Sigaranın hiçbir kitapta, hiçbir defterde, hiçbir mantıkta,
hiçbir tıpta, hiçbir ekonomik duruşta, hiçbir durumda cevaz verilebilir bir tarafı
olduğuna inanmayan, her konuda müsamahakar ama sigara konusunda radikal
olan bir kişiyim. Onun için sigara kullanmayın, sigara içmeyin, içenin yanında
durmayın, evinize sokmayın diyorum. Düzeltin onu. Bizim ülkemizde bir kültür
var; Banyo, tuvalet gibi yerlerde kapıyı içeriden kilitliyoruz. Kendi kültürümüz bu.
Bunu şöyle yapalım; içeride bayılırsa bir kişi ona ulaşabilmemiz lazım ilk yardım
için. Onun için de, ya içeriden dışarıdan açılır kapanır sistem, ya da, yarım saat
oradayım, 15 dakika oradayım diye evdekilere haber verip kapıyı kilitlemeden
kullanmayı öneriyorum. Aksi takdirde içeride bir problem olursa biz o kişilere
ulaşmakta zorlanıyoruz.
Hiçbir kazayla karşılaşmamak isteriz ama karşılaşırsak, lütfen panik
yapmadan 112 Ambulansı aramayı çocuklarımıza öğretmemiz lazım. Çocuğumuza
yüz on iki diye öğretirsek yanlış anlar, dolayısıyla bunu öğretirken “(1) Bir, (1) Bir,
(2) İki,” diye, yardım için “Bir, Bir, Sıfır” diye öğretmemiz gerekiyor. Cebimizde
mutlaka bir sağlık dosyamızı taşımamız, kan grubumuzu, şeker hastası, tansiyon
hastası, şu hastası, bu hastası, kalp pilim var vs. diye. Evimizde, iş yerimizde,
odamızda küçük bir ecza dolabı bulunması gerekiyor. Şu anda olduğu gibi ilk
yardım derslerini kurslarda öğrenmemiz gerekiyor. Dünyadaki bazı ülkelerde
herkes bu kursu mecburen alıyor ve ülkede bir alarm verildiği zaman 2 saat
153
Kadınlar Akademisi
içerisinde herkes bu şekilde afete hazır hale gelebiliyor. Biz alışmadığımız bir ses
duyarsak, alışmadığımız bir koku duyarsak, alışmadığımız bir davranış görürsek,
o insanda ciddi bir ilk yardıma ihtiyaç olduğunu hemen anlamamız gerekiyor. Bir
de bir yerimiz yanarsa, orta resimde gördüğümüz gibi hemen akan çeşme suyuyla
yıkamamız yeterlidir. Buz koymayın. Bir de yanıkta çok yapılan hatalar var. Yanığa
zeytinyağı sürüyorlar, zeytinyağını yemekte kullanın, yanığa diş macunu sürüyorlar,
diş macunuyla dişlerinizi fırçalayın ama bu yetmez, diş ipi de kullanın vs. Bu
konuda bu gibi şeylerin yanıkla bir ilgisi yok. Yanık için yapmanız gereken yanık
ilacı sürersiniz, doktora gidersiniz, eczaneye gidersiniz. Elektrikle oynamamanızı
önermiştim. Bunu geçiyorum.
Bu resim güzel bir resim. Bu çocuğa elektrik çarpmış, anne gidip dokunursa
anneyi de çarpar. Dolayısıyla ancak elektrik geçirmeyen bir plastik, bir tahta gibi
bir cisimle çocuğu elektrikten ayırdıktan sonra ilk yardım yapması, eğer nefes
almıyorsa ağızdan ağza suni nefes, kalbi çalışmıyorsa da kalp masajı yapması
bildiğiniz gibi gerekir. Bunun kursunu almanızı hepinize öneriyorum. Bir yere
elinizi, ayağınızı bir yerinizi çarparsanız deri altı kanama olur orası morarır. Bu
10 gün kadar sürer, daha sonra sararır ve geçer. Bu durumlarda lütfen ağrı kesici
alın, buz koyabilirsiniz, bir poşete buz koyup koyabilirsiniz. Eğer parmağınızı
kapılara sıkıştırdıysanız dayanılmaz ağrı olur, çok şiddetli ağrı olur. Güçlü bir
kaç tane ağrı kesici almanız gerekiyor. Bu durumda parmağınızı aşağı koymayın,
yukarı da koymayın, kalp seviyesinde tutarsanız daha doğru bir yaklaşım olur.
Yaralanma durumlarında mikrop öldürücüleri kullanabilirsiniz. Ben size bunları
öneriyorum. Çok kuvvetli bir darbe alırsanız, bu taraftaki omuz çıkmış gördüğünüz
gibi, kaymamanız gerekiyor, düşmemeniz gerekiyor. Eğer temizlik yapıldıysa
merdivende, şurada burada söylemeniz gerekiyor, temizlik yapıldı, ıslaktır,
kaymayın, düşmeyin vs. şeklinde bilgilendirmeniz gerekir insanları. Kafanıza bir
şey düşmüşse veya bir şey çarpmışsa bulantınız, kusmanız, göz kararmanız, baş
dönmeniz varsa mutlaka ve mutlaka acile gitmeniz gerekiyor. Eğer bir tarafınıza
bıçak, çivi, demir parçası gibi sivri bir cisim saplanmışsa siz onu çekmeyin, hastaneye
götürün, onu hastanede bizim çekmemiz gerekir. Baygın bir insan görürsek derhal
112'yi (Bir, Bir, İki) arayarak ilk yardım isteyin, başkalarından destek isteyin, orayı
açarak havalandırın. Eğer şofbenden, ocaktan bir kaçak var mıdır diye kibritinizi,
çakmağınızı çakıp kontrol edecekseniz önce vasiyetnamenizi yazmanız gerekir.
Yoksa orası havaya uçar. Onun için o gibi işleri yapmamanız gerekir. Çocuklar
çok çok küçük bir şeyle boğulabilirler, bu durumda biz şöyle bir resmi görürsek,
boğulan bir insan, resimdeki gibi şöyle bir insan görürsek, Türkiye'de yaklaşım
farklı, yurt dışında farklı. Biz Türkiye'de sırtına vuruyoruz çok şiddetli darbelerle
sırtına vuruyoruz. Doğru bir yaklaşımdır. O tıkacı dışarı atmak içindir. Ama yurt
154
Kadınlar Akademisi
dışındaki yaklaşımda şöyle yapıyorlar. Karnına vuruyorlar, Bebekse karnına hafif
basabilirsiniz ama büyükse daha düşük dozda vurmanız gerekir. Eğer o kişi yerde
yatıyorsa ağzında bir tıkaç varsa onu çıkarmanız lazım. Kusuyorsa da başını yan
çevirmeniz gerekiyor o insanların. Lütfen büyük lokma yutmayın, büyük söz
söylemeyin, diye hatırınızda kalsın. Yemek yerken yavaş yavaş, tadını alarak,
çiğneyerek yememiz gerekir. Hızlı yemememiz gerekir. Burada bir önerim var. Ben
İstanbul Tıp Fakültesi'nde 40 senedir Çapa'da acilde çalışıyorum. Bu işleri çok iyi
bilen bir insanım. Lütfen başınızı şöyle kapatırken toplu iğneyi ağzımıza almayalım.
Çünkü farkında olmadan onu yutabiliriz. Ağzımıza hiçbir zaman hiçbir yabancı
cisim alınmamalı. Bunu özellikle vurguluyorum. Yüzme bilmiyorsanız lütfen
havuza, denize, göle ya girmeyin, ya da kendi önlemlerinizi alarak, cankurtaranla,
yelekle vesaire girmeniz gerekir. Böcekler sokarsa mutlaka hastaneye gitmemiz,
ağrı kesici almamız gerekir. Alttaki resim güzel bir resimdir. Eğer böcek sokarken
böceği öbür elimizle çekersek, öbür elimizi de sokar. Onun için kredi kartı gibi
bizi rahatsız etmeyecek herhangi bir şeyle itebiliriz ve orayı bol suyla yıkamamız
gerekiyor. Eğer bir köpek ısırmışsa mutlaka hastaneye gitmek, kuduz aşısı yapmak
lazım. Evinizde olabilen bütün zararlı maddeleri lütfen ve lütfen yüksekte, kapalı
bir dolapta, çocukların erişemeyeceği bir yerde ve üzerinde neyse o, eğer kimyasal
bir madde ise onu başka şişeye koymayın. Bir meşrubat şişesine onu koymayın.
Buna dikkat etmeniz gerekir. Arabanızın egzozuyla kapalı tünellerde bulunmayın.
Eğer kıra, dağa, bayıra, köye gidecekseniz uzun pantolon giyin ki, bazı bitkiler bizi
çizer ve onların zararlı maddeleri vücudumuza geçebilir.
Bizim için çocuklar çok önemli, geleceğimiz, gençler çok önemli, gençlere
sevgi vermemiz lazım. Eğer bir çocuğu adam yerine koymuyorsak, eğer bir
Japonya'da yaşıyorsanız, Kore'de yaşıyorsanız, gözünün içine bakarsanız ona
hakaret edersiniz. Ama bizim ülkemizde yaşıyorsanız, gözünün içine bakmazsanız,
ona değer vermezseniz, ona sevgi vermezseniz çocuk gider o sevgiyi dışarıda arar.
Ve eline bir enjektör alıp, bir mektup yazıp, ondan sonra bir takım işlemler yapar.
Biz bu tablolarla karşılaşmamak için çocuklarımıza gençlerimize sevgi vermemiz
lazım, ilgi vermemiz lazım, onları adam yerine koyup dinlememiz gerekiyor. Bu
çok önemli. Böyle bir durumla karşılaşmak istemiyoruz ama eğer herhangi bir ilaç
içmiş, bir madde içmiş bir insanla karşılaşırsak, panik yapmadan, 114 (Bir, Bir,
Dört) numaralı telefonu arıyoruz. Şunu içti diye söylersek, o bize ne yapmamız
gerektiğini söyler. Kusturmanız mı gerekiyor, kusturmamanız mı gerekiyor, yoğurt
vermeniz mi gerekiyor, vermemeniz mi gerekiyor, ne yapacağımızı o bize söyler,
sadece bizim 114 nolu telefonu aramamız ve şu maddeyi içti, başında şöyle boş bir
ilaç kutusu bulduk demeniz yeterlidir. Bu telefon 24 saat ücretsiz olarak hizmet
vermektedir. En güzeli, çocukları hiçbir zaman hiçbir yerde yalnız bırakmamanızı
155
Kadınlar Akademisi
öneriyorum.
Ben hepinize sağlık diliyorum, afiyet diliyorum, huzur diliyorum, saadet
diliyorum.
Sunucu
Ortamdaki kimin alkışladığını, kimin alkışlayamadığını göremiyoruz ama o
yüzden ışıkları yakabilir miyiz arkadaşlar? Teşekkür ederim. İstanbul Üniversitemiz
Rektör Yardımcımız Prof. Dr. Sayın Recep Güloğlu hocama kuvvetli alkışlarımızla
teşekkür ediyoruz.
Aile en önemli yapı taşı hiç şüphesiz toplumumuzun ve Bağcılar Belediyesi
olarak da aileye değer vermenin, ailenin bireylerine ilişkin özel projeler uygulamanın
verdiği sorumlulukla zannediyorum az sonra sizlere hitap edecek Belediye
Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı ki, sizlerin ifadesiyle “Bizim Başkanımız”
Sayın Lokman Çağırıcı'ya da bu dakika itibariyle alkışlarımızla teşekkür etmenin
vaktidir. Birkaç dakika içerisinde hocalarımızdan bir kaç isimle sizlerle birlikte
olacağız. Mekanımıza girdikleri bilgisini aldım. Telgraf gönderen misafirlerimiz
var onları paylaşıyorum.
“Kadınlar Akademisi sertifika törenine nazik davetiniz için çok teşekkür
ederim. Programın başarılı geçmesini temenni eder, bütün konuklarınızı sevgi
ve saygıyla selamlarım” Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Sayın Nabi Avcı.
İstanbul Valimiz Sayın Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanımız Dr. Sayın Kadir Topbaş, Ak Parti İstanbul İl Başkanı Sayın Aziz
Babuşçu telgraf mesajlarıyla gönüllerinin burada bulunduklarını ifade ediyorlar.
Biz kendilerine çok teşekkür ediyoruz. An itibariyle biz kendilerini aynı zamanda
Akademinin öğretim üyeleri olarak tanıyoruz. Daha ziyade akademiye devam eden
hanımefendiler biliyorlar ama her iki isim de farklı yönleriyle değişik alanlarda
başarılara imza atmanın ve başarılara nasıl imza atılır örneği üzerinde durmanın
sorumluluğuyla buradalar. Ve kendilerine bu yönleriyle ilgili de teşekkür ederek
takdim edeceğim. Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcımız Doç. Dr. Sayın
Aşkın Asan Hanımefendi, efendim hoş geldiniz. Ak Parti MKYK Üyesi, Prof.
Dr. aynı zamanda Akademimizin öğretim üyelerinden Sayın Edibe Sözen, hocam
hoş geldiniz. Bağcılar Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı, başkanım
hoş geldiniz. Bağcılar Ak Parti İlçe Başkanımız Sayın İsmet Öztürk, efendim hoş
geldiniz.
Değerli misafirlerimiz az önce de ifade etmiştim; Yıllar önce öğrencilerini
buraya gönderen anneler bugün kendileri burada ve farklı bir huzuru, farklı bir
mutluluğu yaşıyorlar. Anneler bilirse herkes bilir. Anneler öğrenirse herkes öğrenir.
Anneler okursa herkes okur, düşüncelerinden de hareketle, annelere, kadınlara
156
Kadınlar Akademisi
pozitif ayrımcılık uygulayan, çocuklara, gençlere, evlenenlere pozitif ayrımcılık
uygulayarak, yıllardır yapılan yanlışlıkları da telafi etmek sorumluluğuyla daha
fazla onların yanında bulunacağız ve daha fazla onlara yardımcı olacağız diyen bir
isim, sizin ifadenizle “Bizim Başkanımız” Sayın Lokman Çağırıcı, alkışlarınızla
efendim. Buyurun Sayın Başkanım.
Lokman Çağırıcı
Bağcılar Belediye Başkanı
Sayın Bakanım, çok kıymetli milletvekilim, Kaymakamım, Milli Eğitim
Müdürümüz, Ak Parti Bağcılar İlçe Başkanımız, Müftümüz, Kadın Kolu, Gençlik
Kolu, velhasıl Hanımefendiler, birazcık da beyefendiler, Öğretim Üyelerimiz,
hocalarımız, rektörlerimiz hepinizi saygı, muhabbet ve hürmetle selamlıyorum.
Hoş geldiniz sefalar getirdiniz.
Önce insan diyerek yola çıktığımız belediyecilik serüveninde insan odaklı
çalışmanın hep heyecanını yaşadık. İstanbul ki, dünyada eşi ve benzeri olmayan,
içerisinden deniz geçen tek şehir olan, evliyalar şehri, üç medeniyete ev sahipliği
yapmış, Peygamber Efendimizin hadisine mazhar olmuş bir şehirde, Bağcılar da
bu şehrin 752.000 nüfusuyla en büyük ilçesi. Rabbim bizlere de böyle bir ilçeye
hizmet etmeyi bahşetmiş. Hamdediyor ve şükrediyoruz. Bağcılar, yöresel anlamda
çok farklı etnik grupların yerleştiği bir yer. 1924'te mübadeleyle Selanik'ten gelen
hemşerilerimizle kurulmaya başlamış, daha sonra Bulgaristan başta olmak üzere
tüm Balkan coğrafyasından göç almış, hatta 14 yıl yolculuktan sonra 18.000
kişiyle yola çıkan Kazakistan'daki kardeşlerimizin 14 yıl yolculuktan sonra
ulaştığı Türkiye'deki bir kısmının da yerleştiği bir ilçe Bağcılar. 81 vilayetin de
tamamından göç almış. Ve Bağcılar yerleşim yeri itibariyle de yoksul ve mağdur
insanların yerleştiği bir yerleşim merkezi olmuş. Bu açıdan, gerek yoksulluktan,
gerekse terörden, gerekse yurt dışındaki zulümlerden kaçarak yerleşen bir topluluk.
Bağcılar'da insan odaklı çalışmayı yaparken de herkesin fikir ve
düşüncelerine de önem vermeye gayret ettik. Sosyal meclisler oluşturduk. Başta
Çocuk Meclisi olmak üzere, Gençlik Meclisi, İzci Meclisi, Çevre Meclisi, Kadın
Meclisi. Belediye Meclis Üyesi sayısı kadar sayıya sahip olan bu meclislerimizin en
aktiflerinden bir tanesi de Bağcılar Belediyesi Kadınlar Meclisimiz. Birçok projede
ülkemizde, belediyeler nezdinde özellikle uygulama çıkış noktası itibariyle ilklerin
yaşandığı bir yer oldu Bağcılar. Kurucu Belediye Başkanımız Feyzullah Kıyıklık
Beyefendiyle ki, bu vesileyle şükranlarımı sunuyorum, 8 yıl Belediye Başkan
Yardımcılığı yaptığımız dönemde hayata geçirdiğimiz meclisler de Türkiye'de bir
öncü olduk. Hatta Kent Konseyi çalışmalarında Bağcılar Belediyemizin 3 ayda bir
kurum ve kuruluş temsilcileriyle yapmış olduğu istişare toplantıları da, daha sonra
157
Kadınlar Akademisi
ülkemizde “Kent Konseyi” adı altında
uygulanmaya başlandı.
Kadınlar
Meclisimiz
birçok
projeye imza atarken, o projelerin en
anlamlılarından bir tanesi de Kadınlar
Akademisi projesiydi. Bildiğiniz gibi
Sayın Bakanım ilk dersi de Zat-ı Âliniz
vermişti. Ve bu programa Kadın ve Aile
Bakanımız da beraber katılacaktı Aşkın
Hanım, bakanımız inşallah bir sonraki
programımızda gelmek üzere vaadiyle, başka bir programından dolayı katılamadı.
Bunu da buradan aynı zamanda duyurmuş olayım. İnşallah Engelliler Sarayımızda
17 Mayıs'ta Dünya Uluslararası Yemek Yarışması, engelliler arasında, 6 ülkeden
engellilerin katılacağı bir yemek yarışmasını da inşallah 17 Mayıs'ta hep birlikte
başarılı bir şekilde gerçekleştirmeyi Rabbim bizlere nasip eder.
Bir yıl önce başladı Kadınlar Akademisi ve bu süreç içerisinde her ay, farklı, dalında uzman akademisyenlerimiz, rektörlerimiz, siyasetçilerimiz, bakanlarımız katıldılar. Bu bizim için çok anlamlıydı. Bağcılar'da “Mutlu Yuva - Huzurlu
Toplum” diye başlatmış olduğumuz projenin, aslında aynı zamanda bir neticesini
ifade ediyordu. Projemiz, Kadın-Aile Kültür ve Sanat Merkezi ile kurumsallaşmıştı
Bağcılar Meydan'da. Bu projemiz de çok güzel bir şekilde, burada yaş sınırı olmayan, üniversite çağında, 7'den 70'e değil belki ama Üniversite eğitimine başlama
çağından yukarı sınırı şu anda ben de bilmiyorum, en kıdemli, tecrübeli akademi
öğrencimiz kaç yaşında. Kaç yaşında en kıdemlisi? Gülseren Abla yine sen misin?
Çünkü Sayın Bakanım, Gülseren Abla bizim tüm projelerimize bizzat katılarak belgesini aldı. Öyle zannediyorum ki, evi bir müze halinde. Ben de ziyarete gittiğimde
gördüm evini. Ve onun şahsında tüm katılımcıları da yaşa bakmaksızın, “yaşlı”
kelimesini hiç kullanmayız, “tecrübeli”. Çünkü onların heyecanı birçok noktada
bizlere örnek oluyor. Katılımcıları tebrik ediyorum. Projemizin uygulanmasında
başta partnerimiz İstanbul Üniversitesi olmak üzere ki, bugün aramızda olacaktı ama yurt dışında olduğu için aramızda olamadı. Rektör Yardımcımız aramızda.
Prof. Dr. Yunus Söylet hocamızın şahsında tüm üniversite camiamızı tebrik ediyorum ve teşekkür ediyorum.
Yine diğer çalışmalarında olduğu gibi ki, Bağcılar'ı bir gemiye benzetirsek,
Bağcılar halkı 250.000 oy vererek son seçimlerde yine bu geminin kaptanlığını
bize tevdi etti. Her zaman olduğu gibi yine şükranlarımı arz ediyorum. Bu geminin
çarkçısı, yamakçısı ve diğer görevlileri de var. Yine tabii ki Bağcılar'ın 1. gemi
kaptanı Sayın Kaymakamımız öncelikle, onu ifade edeyim. Ben belediyenin gemi
158
Kadınlar Akademisi
kaptanıyım. Mesai arkadaşlarımız, Başkan Yardımcılarımız, müdürlerimiz ve Kadın Meclisimiz, Kadınlar Kolumuz olmak üzere Bağcılar'daki projelerdeki emektarlarımız başta Sayın Kaymakamımızın şahsında, Milli Eğitim, Müftülüğümüz,
Emniyet ve tüm kurum ve kuruluşları da tebrik ediyorum, kutluyorum. Kendilerine
teşekkür ediyorum. İnşallah daha güzel projelerde buluşmak ümidiyle, Sayın Bakanımızın şahsında tüm katılımcılara teşekkür ediyor, saygı, hürmet ve muhabbetle
selamlarken bu pazar Anneler Günü olduğunu da arkadaşlar not olarak getirdi. Yani
unuttuğumu zannetmeyin benim. Anneler günü olduğunu biliyordum ama arkadaşlar da hatırlattı. Bu vesileyle de Anneler gününüzü şimdiden tebrik ediyorum. Sayın
Bakanım arkadaşlarım bir not getirdi, tabii bu gibi yerlerde acaba ne not getirildi
diye izleyiciler merak ederler, ben de dedim ki, Anneler Günü notu getirildi. Çünkü
Anneler gününün bu pazar günü olduğunu biliyoruz. Çok güzel bir proje hazırladık
arkadaşlarımızla. Buradan da onu duyurmuş olayım. İnşallah Pazar günü Bağcılar
Meydan'da bir call-center şeklinde bir sistem kuruyoruz. Orada kartpostallarımız
var. İsteyen herkes annesini ücretsiz olarak telefonla dünyanın neresinde olursa
olsun arayabilecek. Ve oradan kartpostalı alacak, annesinin anneler gününü tebrik
etmek için yazacak ve posta adreslerine, posta masrafları da belediyemiz tarafından
karşılanarak gönderilecek. Anneler gününü de inşallah bu şekilde icra etmiş olacağız.
Hepinizi saygı, hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.
Sunucu
Evet, sizlerin ifadesiyle, “Bizim Başkanımız” Sayın Lokman Çağırıcı'ya
çok teşekkür ediyoruz. Başkanımız Akademide öğretim üyesi olarak Akademi
mezunları olacak olan hanımefendilere ders veren öğretim üyelerine teşekkür plaketi
takdim edecek. Ben tabii ki bu teşekkür plaketini Aile ve Sosyal Politikalar Bakan
Yardımcımız Doç. Dr. Sayın Aşkın Asan hanımefendiyle başlatmak istiyorum.
Sayın Bakanım lütfeder misiniz efendim? Buyurun lütfen.
Sayın Bakanım müsaade ederseniz, bir kızımız böyle bir mektup göndermiş.
Kalp resimler de yapmış, ilkokul çağında. “Sevgili Başkanım, ben Hoca Ahmet
Yesevi'de okuyorum. Ben de okulumuza tablet gelmesini istiyorum. Çantalarımız
çok ağır oluyor. Bir de aşağıya imzanızı istiyorum. Ben 4-B'de okuyorum.” Oraya
da ismini yazmış. Lokman Çağırıcı'nın da imzasını ok işaretiyle koymuş.
Lokman Çağırıcı
Belediye Başkanı
Buradan tabii biliyorsunuz Tablet önce Başbakanımızın hediyesiydi
öğrencilerimize. Önce liselerde dağıtılmaya başlandı. Bu kızımız 4-B'ye gittiğine
159
Kadınlar Akademisi
göre en azından bu sene de yetişmese bile seneye orta-1 derken çok kısa zamanda
da tablete kavuşmuş olacak. Bir de biz Belediye Başkanı olduğumuzda 7 yıl önce
Bağcılar'da yapmış olduğumuz ilk proje; 3.500 sınıfa bilgisayar ve projeksiyon
almak idi Bağcılar Belediyesi olarak, 7 yıl önce. Ondan alıştıkları için bizden
şahsımdan değil bu tableti anladığım kadarıyla, Başbakanımızın dağıttığı tableti
soruyordu. Bunu da böylelikle arz etmiş oldum Sayın Bakanım. O zaman ben
buraya imzamı atarken siz de yanına atarsanız imzanızı memnun olurum.
Evet, bu kızımıza başarılar diliyoruz. Rabbim o kızımızın şahsında tüm
kızlarımıza ve tüm çocuklarımıza zihin açıklığı versin ve annelerine babalarına
acısını göstermesin.
Doç. Dr. Aşkın Asan
Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yrd.
Değerli milletvekilim, Sayın Belediye Başkanım, değerli hazirûn, değerli
hocalarım, değerli öğrenciler, Bağcılar Belediyesi Kadın Meclisi tarafından organize
edilen Kadınlar Akademisi mezuniyet töreninde sizlerle birlikte olmaktan dolayı
gerçekten çok büyük heyecan duyuyorum. Biliyorsunuz ilk dersinizi ben vermiştim
ve karşılığında da bir belge aldım. O da ayrıca beni çok çok heyecanlandırdı.
Bakanımın da sizlere selamı var. Bugün burada olmak için gerçekten büyük bir
çaba harcadı ama aniden çıkan farklı bir programı nedeniyle kendisi gelemedi. Size
çok çok selamlarını iletti. Ben belediye başkanına çok teşekkür ediyorum. Çünkü;
sizlerle beni buluşturdu. Minnettarım. Sizdeki bu enerji bizlere daha çok çalışma
azmi veriyor. O nedenden dolayı çok teşekkürler. İlk dersi ben vermiştim. Birlikte
olmuştuk, biliyorsunuz. Ve bugün buradayım. Şimdi başkanım dedi ki; “başka bir
müjdem de var,” aslında ben onu programın sonuna doğru söyleyecektim. Öyle
bir heyecan verdi ki, onun için hemen söylemek istiyorum. Geçenlerde kendisini
de ziyaret ettik. Seçildi. Bir kez daha hayırlı olsun dedik. Bağcılar halkı gerçekten
güzel bir karar verdi. Başkanım büyük projeleri, güzel yaptığı işlerle halkın
gönlüne girmiş gerçekten. Böylece kendisi bir kez daha seçildi, hem tebrik ettik,
hem de dedik ki; sayın başkanım, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak,
“Kadın Konukevi” yapmanızı sizden rica ediyoruz. Biliyorsunuz bir de kanun
var. Kanun şunu diyor, Belediyeler Kanunu'nda; Eğer bir bölgenin, bir yerin
nüfusu 100.000'den fazlaysa, bu yerel yönetimin, belediyenin de Kadın Konukevi
yapma mecburiyetini getirdi Ak Parti Hükümetleri ve başkanım da gönülden razı.
Sağolsun, dedi ki ; “Bana güzel bir proje verin ki, Türkiye'de en iyisini ben yapayım
ve en değerlisini, yani oraya gelen çaresiz kadınlar buradan çıkarken de, kendi
ayakları üzerinde durabilsinler” dedi. Proje üzerinde çalışıyoruz. İnşallah burada,
Bağcılar'da bir kadın Konukevi açılacaktır. Tabii isteriz ki, kadınlarımız evlerinde
160
Kadınlar Akademisi
rahat, evlerinde, ailelerinde huzurlu yaşasınlar ama bazen öyle durumlar ortaya
çıkıyor ki, bu dünyanın her tarafında kaçınılmaz durumlardan bir tanesi, sadece
o aileden değil, farklı nedenlerden dolayı kadının korunması önem arz ediyor.
Bu gibi yerlerde hükümetin her zaman, devletin her zaman, yerel yönetimlerin,
belediyelerin her zaman nüfusun en dezavantajlı olan grubunun yanında durmaları
gerekiyor. O yüzden siz böyle bir belediye başkanına sahip olduğunuz için çok
şanslısınız. Çok teşekkür ediyorum sayın başkanımıza.
Tabii biliyorsunuz birçok çalışmalar yapıldı Ak Parti döneminde. Adeta
kadınlar için ikinci bir devrim yaşanmakta. Bu fazla dile getirilmiyor. Ancak,
biz bunları özellikle yurt dışında anlattığımızda çok büyük takdir alıyoruz. Hem
kanunlarda yapmış olduğumuz değişiklikler, hem uygulamada koymuş olduğumuz
esaslar Türkiye'de kadının önünü açmış, yaşamını daha kolaylaştırmıştır. Hiçbir
şey anlatmasak, hani o yollar, köprüler, ekonomideki gelişmeler, tarım alanında
yapılan yatırımlar. Onları anlatmasak, sadece kadınla ilgili yapmış olduklarımızı
anlatsak onlar bile bizim için gerçekten yeter bir takdir noktası olarak da önümüzde
durmakta.
Şimdi kadınla ilgili değerli kardeşlerim diyorum ya ikinci devrim. Tamam
da ne, hangi alanlarda? Diyeceksiniz. Bakın sağlık alanında çok büyük değişiklikler
yapıldı. Çok büyük çalışmalar yapıldı. Anne ölüm hızları ve çocuk ölüm hızları
düşürüldü. Bu, uluslararası yapılan çalışma ve raporlarda da yer aldı. Türkiye anne
ölüm hızlarını ve çocuk ölüm hızlarını en fazla düşüren ülkelerden biri. Bu nasıl
oldu? Bu, dikkatli, doğru uygulanan sağlık politikaları sebebiyle oldu. Düşünün
bir ücra köy ve orada sağlık hizmetine erişim çok zor. Oralarla ilgili bile birçok
çalışmalar, düzenlemeler, helikopterlerle halkımıza, insanlara, özellikle kadınlara
hızlı ulaşım sağlandı. Şartlı nakit desteği diye bir program var. Mesela, anneye
161
Kadınlar Akademisi
denildi ki; 0-6 yaş çocuğu olan anne eğer fakirse, sen çocuğunu 6 ayda bir getir
hastaneye ben sana para vereceğim, destek vereceğim ve bunu getirip götürmeyle
ilgili finansal bir problem varsa orada ben sana destek olacağım. Şimdi bu
sadece sağlıkta değil, ayrıca eğitimde de hamleler ve birçok gelişmeler yaşandı.
Hatırlarsınız, kadının adı yok, kız çocukları okuyamazdı bir zamanlar, hatırlıyor
musunuz o zamanları? İşte bir sürü kampanyalar yapıldı. “Haydi kızlar okula”
kampanyalarından tut, “Baba beni okula gönder” ve bununla ilgili demin bahsetmiş
olduğum, eğer fakir bir aile ise, çocuğunu okula gönderiyorsa devlet finansal destek
sağlıyor, para veriyor. Kız çocuğu için daha çok destek veriyor. Erkek çocuğu için
destek veriyor okulda kalması şartıyla. Ve biz bu yolla ilköğretimde 6 sene zorunlu
eğitimde %100 okullaşmayı sağladık. Hem kızlarda, hem erkeklerde. Daha önce
kızlar okula bile gönderilmezdi. Şimdi gönderdiği zaman aile ekonomik olarak bir
destek de alabiliyor. Bunların hepsinin çok çok olumlu etkileri oluyor. Bir baktık
ki, ilköğretimde problemi hallettik, peki, orta öğretimde, lisede, hani ilkokul bitti
hadi evinde otur diyor aileler, özellikle kız çocuklarına. Bu sefer dedik ki, ya biz
bu zorunlu eğitimi 12 yıla çıkaralım. Çünkü; Liseyi bitirdikten sonra önü açılıyor,
üniversiteye devam ediyor. Özellikle kız çocukları. Şimdi, bizim yaşadığımız
yerlerde babalarımız bizi çok uzaklara üniversitelere göndermezlerdi. Şimdi her
ilde üniversite var. Bu özellikle kız çocuklarının üniversiteye gitme oranlarını
artırmış oldu. Eğitimde %100 okullaşma ve özellikle yaşam boyu eğitim denilen
bir nokta var ki, bugün burada sizlerle birlikte bunun örneğini de yaşıyoruz, hep
beraber yaşıyoruz. Yaşı ne olursa olsun, 69 olsun, 79 olsun, ne olursa olsun 7'den
70'e kadar, (Beşikten mezara kadar) ilim öğrenmek zaten farz, dinimiz bunu bize
emrediyor. O zaman okulları, oraya erişimi kolaylaştıralım, henüz zamanımız var.
Belediyelerimiz burada programlar açıyorlar. Niçin bunlara halkımız katılmasın,
eğitim almasın? Daha çok öğrenmesin? Çünkü öğrenmek tamamen sizin dünyanızı
değiştirmiştir emin olun. Yani şu üzerinize giydiğiniz cübbeler de onun bir simgesi.
Değişimin simgesi, daha çok şey biliyorsunuz. Buraya geldiğinizden çok çok
daha farklı bir insan olarak karşımızdasınız. Bu cübbeyi de hak ettiniz, biraz sonra
inşallah diplomalarınızı alacaksınız. Bu çok çok önemli bir nokta.
Şimdi bakın kardeşlerim, bir proje daha başlattık. Dedik ki, yahu zamanında
okuyamadı, değil mi? Okul çok uzaktı, ya aile izin vermedi gidemedik, ya fakirdik
eğitim imkânlarına erişemedik, özellikle kadınlar bu alanda çok çok büyük
dezavantajlarla karşı karşıya kaldılar. Dedik ki, madem böyle, gelin kadınlara
ikinci bir şans verelim, yaşı ne olursa olsun, isterse 70, biz bunlara ortaokul
bitirme, lise bitirme imkânını sağlayalım. Şimdi bu projenin himayesini de kim
yapıyor biliyor musunuz? Başbakanımızın değerli eşleri Sayın Emine Erdoğan. Bu
projenin ismine de Gönül Elçileri dedik. Şu anda Türkiye'de 81 ilde, her köyde
162
Kadınlar Akademisi
ve kasabada, Kaymakamlarımızın eşleri vasıtasıyla, kadınlara gidip anlatıyoruz,
diyoruz ki; Yahu sen zamanında okuyamadın ama iş işten geçmedi, mekanizma var,
sistem var, okullar var, öğretmenler var, kitaplar var, eskisi gibi değil ki, internet
var, her şey var, o zaman niçin okumayasın? Niçin o diplomayı almayasın, niçin
ortaokul mezunu olmayasın? Niye liseyi bitirmeyesin? Benim yaşım ilerledi, ben
iyi öğrenemem, kafam almaz. Bu da bize söylenen, ben bunu birinci dersimde de
söylemiştim hatırlarsanız, bizde söylenen en büyük yalanlardan bir tanesi de budur.
Bizim milletimize söylendi bu yalan. Çünkü yaş ne kadar ilerlerse insan o kadar
daha iyi öğrenir. Bunu siz burada yaşadınız. Çocuklar niye hızlı öğreniyor? Çünkü
korkmuyorlar. Korkuyu daha öğretmemişiz onlara. Daha sonra öğrenecekler
zamanla. Korkmadıkları için daha aktifler. Açıyorlar bütün kanalları. Biz yetişkinler,
yaşımız ne olursa olsun, isterse 90, daha kolay öğrenebiliriz ama korkmamak şartıyla.
İşte biz bu projeyle bütün olanakları anlatıyoruz, korkmayın, gelin kaydolun, liseyi
de bitirin, ortaokulu da, nerede yarım kaldıysanız. Ben okuma yazma bilmiyorum,
öğren, devam et. Bütün bu dediklerimiz arkadaşlar 10 senede bitiveriyor. 10 sene
dediğin gözünü kapatıyorsun açıyorsun birden bire geçiveriyor. Zamanında fırsatı
kaçırdık diye her şeyi kaçırmış sayılmıyoruz. Şartlar var, hükümetimiz yanımızda,
özellikle kadınların yanında. Hangi sıkıntıyla karşılaşıyorlarsa derhal yanlarında ve
o problemleri aşmada hemen bütün mekanizmayı devreye sokuyorlar.
Şimdi bir başka sorunumuz daha var; o da kadın istihdamı. O da Türkiye'de
biraz az tabii. Türkiye ortamında çok çok sıkıntı yapan çalışmamıza neden
oluyor. Şimdi biz diyoruz ki, mademki biz Türkiye olarak dünyanın en büyük
16. ekonomilerinden biriyiz şu anda. Ekonomimiz çok büyüyor. Ama 10. olmak
istiyoruz. 2023 hedefimizde en büyük 10. ekonomi olmak, zengin ülke olmak, işte
kadınların da mutlaka istihdama katılması gerekiyor. İsteyenlere, istemeyenlere
bir zorlama yok tabii. Ama isteyen okuyayım da bir de bir iş yapayım bunun
karşılığında diyenler için de bit sürü fırsatları ve imkânları oluşturduk. Hem Aile
ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, hem Çalışma Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Milli
Eğitim Bakanlığı bu işte bir araya geldi ve bütün güçlerini sizler için birleştirdi.
Tabii en büyük gücümüz de biliyorsunuz belediyelerimiz. Belediyelerimiz destek
vermezse biz maalesef çok başarılı olamıyoruz. Bağcılar o yüzden çok şanslı.
Sizleri anlayan, sizin yanınızda bir belediye başkanınız var. Biz Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığı olarak kendisinden çok memnunuz. Engellilerle ilgili açmış
olduğu tesisler mükemmel. Her yerde konuşuyoruz ve gösteriyoruz, herkese
gösteriyoruz ve diğer belediyelere de örnek olarak gösteriyoruz. Gidin bakın nasıl
yapmış, siz de öyle yapın diyoruz. Biz kadınlarla ilgili yapmış olduğu çalışmalar
da gerçekten çok büyük takdire şayan ve biz kendisini takdir ediyoruz. Devam
eder inşallah. Kendisinden de Allah razı olsun. Bu projeye emek veren herkesten,
163
Kadınlar Akademisi
Kaymakamımızdan, İl Milli Eğitim Müdürümüzden, diğer tüm bileşenlerden, bütün
destek olan, projeye destek olan ekip arkadaşlarından, hepinizden Allah razı olsun,
hepsine çok teşekkür ediyoruz sizlerin adına. Çok heyecanlıyım. İnşallah biraz
sonra sertifikalarımızı alacağız. Ama benim dediğim diğer projeyi de unutmayın;
Gönül Elçileri. Halk Eğitimlere gidip başvurduğunuzda sizlerin ortaokul, lise ve
devamını sağlayıcı her türlü mekanizması var. Biz bunu yaptığımızda ne gördük
biliyor musunuz? Mesela bizim Ankara'daki projede 17 tane kadın üniversite
kazandı. Maşallah hiç de bıkmadan devam ediyorlar. Zaten biz millet olarak çok
zeki bir milletiz, çok zekiyiz gerçekten. Kadınlar olarak daha da zekiyiz. Yeter ki
belediye başkanımız gibi değerli kişiler bizlere yol açsınlar, yol göstersinler.
Ben hepinizi saygıyla selamlıyorum ve hepinize teşekkür ediyorum. Hayırlı
uğurlu olsun diyorum.
Sunucu
Aile ve Sosyal Politikalar Bakan Yardımcımız Doç. Dr. Sayın Aşkın Asan
Hanımefendiye çok teşekkür ediyoruz. Akademimizde öğretim üyesi olarak ders
veren isimleri sizlerle paylaşıyorum değerli misafirlerimiz; Başta Aile ve Sosyal
Politikalar Bakan Yardımcımız, Doç. Dr. Sayın Aşkın Asan Hanımefendi, Ak Parti
MKYK Üyesi Doç. Dr. Edibe Sözen, Doç. Dr. Nejla İşmen Gazioğlu, Şule Yüksel
Şenler, Nazım Özdemir, Dr. Zehra Taşkesenlioğlu, Avukat Bergüzar Sönmez, Dr.
Figen Barlas Es, Sayın Nazife Şişman, Dr. Sayın Gülsen Ataseven, Prof. Dr. Sayın
Sevgi Kurtulmuş, Prof. Dr. Sayın Yıldırım Üçkol, Dr. Sayın İhsan Aktaş, Prof. Dr.
Sayın Yunus Söylet, Sayın Demet Tezcan, Sayın Saniye Öztürk ve az önce eğitimine
katıldığımız İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Sayın Recep Güloğlu.
Kendilerine alkışlarınızla teşekkür ediyoruz. Ve isimlerini okuduğum burada
bulunan hocalarımızı sahneye davet ediyorum efendim. Alkışlarınızla lütfen. Plaket
takdimi için Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı'yı davet ediyorum.
Lokman Çağırıcı
Belediye Başkanı
Sayın Bakanım, projeden üniversiteyi kazananlar olduğunu söyledi. Çok
mutlu oldum. Buradan da mutlaka bunlar çıkacak. Ama bir hatırlatmayı müsaade
ederseniz burada tekrar etmek istiyorum. Bağcılar'da geçmişte Sayın Emine
Erdoğan Hanımefendinin ve Başbakanımızın himayeleriyle başlatmış olduğumuz
okuma yazma kursu vardı. 2 yıl içerisinde 20.000 kadın okuma yazma öğrendi.
Sayıyı tam net bilmiyorum ama o okuma yazma öğrenenlerden de üniversiteye
başlayanlar var arz ederim.
164
Kadınlar Akademisi
Sunucu
Mazeret ifade ettikleri için aramıza katılamayan öğretim üyelerimize ve
Akademimize gelerek ders veren tüm misafirlerimize de ayrıca teşekkür ediyorum.
Sayın Kaymakamımızı, Ak Parti İlçe Başkanımız, İlçe Milli Eğitim Müdürümüzü,
Müftümüzü toplu fotoğraf için sahneye davet ediyorum buyurun efendim.
Kaymakamımız Erdal Çakır, İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Mustafa
Yılmaz, İlçe Müftümüz Sayın Hasan Hüsnü Sula, Ak Parti İlçe Başkanımız Sayın
İsmet Öztürk, Kadın Kolları Başkanımız Sayın Fatma Kıratlı, Kadınlar Meclisi
Başkanımız Sayın Sümeyra Doğan, Başkanımızın kıymetli eşi Sayın Emine Çağırıcı
Hanımefendi, kuvvetli alkışlarınızla istirham ediyorum. Teşekkür ediyorum.
Misafirlerimiz sahneden ayrılmadan hani her sınıfın en yaşlısı, en çalışkanı,
özür diliyorum en yaşlısı yoktur, her sınıfın en yaşlısı yoktur ama en tecrübesizi de
yoktur, akademimizdeki en tecrübeli ismi ben sahneye davet ediyorum; Gülseren
Malkoç. Mezuniyet Belgesini Belediye Başkanımız Sayın Lokman Çağırıcı takdim
ediyor. Bütün misafirlerimiz alkışlıyorlar tabii. En genç, Sayın Kader Açıkgöz,
alkışlarınızla, belgelerini Sayın Bakanımız takdim ediyorlar.
Lokman Çağırıcı
Belediye Başkanı
Yaş:17 alkış, 17 yaşta herhalde lise bitiriliyordu, bu kızımız akademiyi
bitirdi Sayın Bakanım. 17-18 yaş lise bitiriliyor, kızımız akademiyi bitirmiş, bir
de alkışlarsanız, ama alkışlamayabilirsiniz, alkışlamazsanız da size kimse kızmaz
alkışlamayabilirsiniz ama kızımız 17 yaşında.
165
Kadınlar Akademisi
Sunucu
En devamlı katılan; Sayın Zahide Erol ve Sayın Emine Doygun alkışlarınızla,
Sayın Edibe Sözen Hanımefendi takdim ederler mi acaba?
En çalışkan, Sayın Halise Kavas ve Ayten Çetinkaya alkışlarınızla, Sayın
Kaymakamımız, lütfederseniz siz takdim buyurun lütfen.
En dikkatli, Sayın Semra Aytaç, Sayın İlknur Eriz ve Sayın Leyla Bilici
alkışlarınızla, İlçe Başkanımız takdim ediyorlar. Ak Parti İlçe Başkanımız Sayın
İsmet Öztürk.
En çok sorgulayan, soru sormaktan vazgeçmeyen, Sayın Nejla Uçak ve
Sayın Aysel Çoğal, İlçe Müftümüz Sayın Hasan Hüsnü Sula Hocamız takdim
edecekler.
En hareketlisi, Akademinin en hareketli isimleri, Sayın Gülsüm Korkmaz,
Sayın Selma Güney, İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Mustafa Yılmaz hocamız
takdim edecekler.
Akademinin en uslu isimleri; Sayın Selma Aksakal, Sayın Çiğdem Özben,
Sayın Aslı Güldamar. Sayın Bakanımız takdim ederler mi acaba?
Hem çalışıp hem derslere devam eden; Sayın Şükran İzmirli, Sayın Pınar
Erdoğdu alkışlarınızla. Sayın Edibe Sözen Hanımefendiye istirham ediyoruz.
Çocukları olduğu halde devam eden isimler; alkışlarımız Sayın Dilek
Altuntaş, ve Sayın Nurten Genç Acar için. Başkanımız takdim ediyorlar. Geleceğin
öğrencilerini de bugünden getirdik buraya.
En sorumluluk sahibi ve akademiye en çok emek veren, Sayın Özlem
Sevinç, Sayın Zülfiye Harmanşa, Sayın Sabiha Şen, Sayın Yasemin Urhan, Sayın
Semra Türkdoğan ve Sayın Makbule Topçu, Sayın Leyla Kılıç alkışlarınızla. Ak
Parti Kadın Kolları Başkanı Sayın Fatma Kıratlı ve Emine Çağırıcı Hanımefendi
lütfen.
Şu an sahnede bulunan isimlerle birlikte bir fotoğraf alalım.
Biz şimdi Akademiye devam eden bütün öğrencilerimizi buraya davet ediyoruz,
yavaş yavaş tabii. Herkes, basın mensubu arkadaşlarımız da hazır, keplerimizi
hazırlıyoruz ve üç deyince keplerimizi fırlatıyoruz. Herkes keplerini hazırlıyor,
Annelerimiz, hanımefendiler, Sayın hanım kardeşlerimiz, İstanbul Üniversitesi
bugün bir başka güzelliğe şahitlik ediyor, Bağcılar Belediyesi Kadınlar Akademisi
ilk mezunlarını veriyor. Kep fırlatma için hazır! bir, iki, üç!
..............................................
Hanımefendiler herkese Akademinin yolu açık, sizlerle iftihar ediyoruz.
Çok çok teşekkür ediyoruz.
166
Kadınlar Akademisi
167

Benzer belgeler

tıklayın. - Doğan Kitap

tıklayın. - Doğan Kitap şimdiyi ve günümüzü yaşıyoruz. Öyleyse, bu belediyeler eliyle olacak, STK'lar eliyle, vakıflar, dernekler eliyle olacak, bizim özel gayretlerimiz eliyle olacak ama mutlaka yapılacak. İşte bu anlamd...

Detaylı