16.02.2015

Transkript

16.02.2015
1
SÖYLEŞİ
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Tarık Aslan:
Def anne
karnında
duyulan sestir
Sayı:41
16 - 22 Şubat 2015
S16
basnews.com
İbrahim Kaboğlu
Gündem rejim
tartışması S08 - 09
Diyarbakır
etkinliğimiz
Kürd diplomasisi
dünya gündeminde
Gazetemizin
21-22
Şubat’ta
Diyarbakır’da düzenleyeceği
“Sykes – Picot Anlaşması’nın 100.
Yılında Ortadoğu ve Kürdistan’da
Gelecek Perspektifleri” konulu
panelde Kürdistan’nın dört bir
yanından katılımcılar bir araya gelecek.
Kürdçe panele; Prof. Abbas Vali,
Bextiyar Alî, Faysal Dağlı, Prof.
Kadri Yıldırım ve Dr. Kamal Sîdo
katılacak. Türkçe panele ise; Prof.
Bilal Sambur, Prof. Ferhat Kentel,
Prof. Mesut Yeğen, Prof. Mithat
Sancar katılıyor. Panellerin moderasyonunu ise Rawîn Sterk ve
Hamiyet Çelebi yapacak.
Liluz Otel’deki resepsiyonda Ali
Qazî, Amîna Zikrî, Mûayed Teyîp,
Azad Cundiyanî, M. Emîn Pêncwînî,
Zîrek Kemal, Milletvelleri Altan Tan,
Faysal Sarıyıldız, Halil Aksoy, Galip
Ensarioğlu, Sırrı Sakık, politikacı
Sertaç Bucak ve Dr. Ferhad Pirbal
kısa birer konuşma yapacak.
IŞİD’e karşı cephelerde olağanüstü bir başarı
elde ederek üstünlük kazanan tek güç olan
Kürdler, dünya diplomasinin ilgi noktası
oldu. Devlet başkanları, dışişleri bakanları ve
çok sayıda diplomatik heyetin ziyaret ettiği
Erbil’deki diplomasi trafiği bu kez Batı ülkelerinin başkentlerinde devam ediyor.
Bask ülkesi
MESUT YEĞEN
Barzani’nin Avrupa gezisinde görüştüğü çok
sayıda dünya lideri Kürdistan’a her türlü
yardımı sunmaya hazır olduklarını belirtirken,
diplomatik görüşmelerde Peşmerge’ye övgüler
de gelmeye devam ediyor. Hollande ile görüşen
PYD ve YPJ heyetinin diplomasi trafiği de devam ediyor. S02 - 03
Seçimler ve Kürd dinamiği
s13
HAKAN TAHMAZ
s09
Rojava’da yeni ittifaklar dönemi
Suriye’de gelişen iç savaşla birlikte Kürdlerin kendi topraklarında kanton ilan
etmesinin ardından Rojava, radikal grupların hedefi haline gelmişti. Önce El Nusra,
sonra ise IŞİD’in aylarca saldırdığı bölgede
kurulan kanton sisteminin varlığını sürdürebilmesi ve kazanımların kalıcılaşması
için Kürdlerin birçok koldan ittifak arayışları devam ediyor. Hasekê’de rejim güçleri
ile çıkan çatışmalar ve Afrin’in kuşatılma
tehlikesi, PYD’nin rejim ile giderek açılan
makası, muhalefet güçleri ile doldurma
arayışına girmesine neden oluyor.
S04 - 05
Yeni efsane
BİLAL SAMBUR
s11
02
BasHaber SÖYLEŞİ
16 - 22 Şubat 22015
MANŞET
Dr. Musa Kaval:
Bağımsızlık diplomasisi
Barzani’nin diplomasi cephesinde yürüttüğü çalışmaları gazetemize değerlendiren Dr. Musa Kaval,
Kürdlerin artık dünyanın Ortadoğu’daki muhatabı
olduğunu ve dolayısıyla bağımsızlık taraftarlarının giderek daha da güçleneceğini söyledi. Kaval, diplomatik
faaliyetlerin de bağımsızlığa önemli bir destek olduğuna dikkat çekerek sözlerine şöyle devam etti: “Kürdler,
özellikle de Güney Kürdistan siyaseti artık dünyada
önemli bir aktör olarak varlık gösteriyor. Ortadoğu’da
artık Güney Kürdistan gibi bir aktör var ve herkes bu
aktörü her alanda dikkate almak zorunda. Bu aktör 3
alanda öne çıkıyor. Diplomatik
alanda yürütülen faaliyetler
üç ayrı koldan oluşmaktadır.
Kürdler dünyada ekonomik,
siyasi ve askeri alanda giderek
güçleniyor ve bu diplomatik
arayışlar bu üç temel üzerinden yükseliyor. Ekonomik anlamda, petrol ve gaz rezervlerinin Kürdistan’daki kapasitesi
Kürdleri dünyanın muhatabı haline getiriyor. Bu güç
doğrudan siyaseti ilgilendirdiği için siyaseten Kürdler
tanınmış anlamına geliyor. Bir diğer önemli konu ise
Peşmerge’nin IŞİD’e karşı verdiği savaştır. Şu an diplomasi atağının en büyük gücü buradan geliyor. Gelecek
açısından Ortadoğu ve Batılı devletler arasında kurulacak olan köprü bu gün KBY üzerinden kuruluyor.
Avrupa standartlarında bir demokrasiyi Ortadoğu gibi
bir yerde inşa etmek çok kolay bir durum değil. Zira
bu demokrasi askeri başarılar sayesinde ordulaşmaya
çalışılıyor. Avrupalılar artık bunu görmeye mecburdur. Bu diplomasi atağı Kürdleri dünyada tanıtıp her
alanda meşrulaştırdığı gibi, bağımsızlığı da kendisiyle
birlikte gündeme taşıyor. Kürdlerin dünyada gündem
yaratmaya devam ettiği her an bağımsızlığın biraz
daha kabul görür hale gelmesi anlamına gelir. Bu
günden atılan adımlar, yarın Ortadoğu sakinleştiğinde
masada önemli bir koz olarak yerini alacaktır elbette.
Bütün bu gelişmelerin doğrudan etki ettiği bir şey
varsa o da bağımsızlıktır. Kürdler kendi güvenliklerini
sağlamayı başarmıştır. Oturtmaya çalıştıkları demokrasiyi de askeri olarak koruyacak noktaya gelmişlerdir.
Dolayısıyla da bağımsızlığın önünde çok fazla engel
kalmamıştır ve dünya bugün Kürdistan’da yaşanan
gelişmelerle birlikte buna aşina olmaya ve bir anlamda
hazırlık yapmaya başlamıştır.”
YPJ Elysee sarayında
Güney Kürdistan siyasetinin diplomasi alanındaki
atağı sürerken, Rojava’dan da PYD ve YPJ yöneticilerinden oluşan bir heyet, Fransa Cumhurbaşkanı
Hollande tarafından Elysee Sarayı’ndan ağırlandı.
Elysee Sarayı’ndaki görüşmeye YPJ Komutanı Nesrin Abdullah kamuflajlı kıyafetle katılırken, PYD
Eşbaşkanı Asya Abdullah da hazır bulundu. Fransa
Cumhurbaşkanlığı’nın özel daveti ve organizasyonu ile
gerçekleşen ziyarete PYD Fransa Temsilcisi Xalid İsa
da katılırken, görüşmenin oldukça samimi bir havada
geçmesi dikkat çekti. Hollande’e Kobanê ve IŞİD’e
karşı verilen savaş konusunda heyete bilgilendirmede
MANŞET
BasHaber
16 - 22 Şubat 2015
3
SÖYLEŞİ
03
Dünya diplomasisine Kürd damgası
I
ŞİD saldırılarından önce
Kürdistan’ın en önemli gündemi
iken dünyanın henüz tartışmaya başlamadığı bağımsızlık konusu,
Peşmerge ve diğer Kürd güçlerinin
zaferleri ile birlikte uluslararası siyaset
merkezlerinin gündemine oturmaya başladı. Musul’u ele geçirdikten
sonra Kürdistan’a yönelen IŞİD’e karşı
kimsenin beklemediği bir başarı elde
ederek tüm cephelerde üstünlük kazanan ve IŞİD’i cephede gerileten tek güç
olan Kürdler, dünya diplomasinin ilgi
noktası oldu. Devlet başkanları, dışişleri bakanları ve çok sayıda diplomatik
heyetin ziyaret ettiği Erbil’deki diplomasi trafiği bu kez Batı ülkelerinin başkentlerinde devam ediyor. Münih’teki
Güvenlik Zirvesi’ne davet edilen Mesud
Barzani ve beraberindeki heyete Zirve
boyunca büyük ilgi gösterilirken, IŞİD
ve bölgedeki gelişmeler konusunda da
dünya liderleri Barzani’den brifingler
aldı. Yüz yüze yapılan çok sayıda görüşmede dünya devletleri Kürdistan’a her
türlü yardımı sunmaya hazır olduklarını belirtirken, Barzani’nin devam
eden görüşmelerinde Peşmerge’ye
övgüler ve yardım sözleri de gelmeye
devam ediyor. Öte yandan PYD ve YPJ
heyetinin Avrupa’daki görüşme trafiği
de devam ediyor.
Geçtiğimiz yılın ortalarında ABD
Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Erbil
ziyareti ile başlayan diplomatik ziyaretler halen devam ederken, Erbil dünya
diplomasisinin merkezlerinden biri
haline geldi.
Barzani’nin Avrupa turu
6 Şubat tarihinde Münih Güvenlik Konferansı’na katılmak üzere
Almanya’ya giden Kürdistan Bölge
Başkanı Mesud Barzani, üç gün süren
konferans boyunca aralarından Almanya Başbakanı Angela Merkel, Irak
Kürdistan’a gönderilmesi kararlaştırılan Alman askerlerinin durumu, IŞİD’e
karşı verilen savaşta Almanya’nın daha
fazla nasıl etkili olacağı konularını
etraflıca konuştu.
Başbakanı Haydar Abadi ve ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden başta olmak
üzere çok sayıda devletin yöneticileriyle bir dizi temasta bulundu. Avrupa
Birliği Dış Siyaset Sorumlusu Federica
Mogherini, Norveç Dışişleri Bakanı
Burg Brend, Almanya Savunma Bakanı
Ursula Von Der Leyen, Ermenistan
Dışişleri Bakanı Edward Nalbandian ve
Lübnan Başbakanı Temmam Selam da
Barzani’nin görüştüğü isimler arasında
yer aldı.
Zirvede hem IŞİD’in saldırılarına
karşı Kürdlerin verdiği savaş konusunda bilgilendirmede bulunan, hem de
Batılı güçlerin daha aktif bir mücadele
yürütmelerini isteyen Başkan Barzani, Güvenlik Zirvesi’nin ardından
Fransa’ya geçti. 10 Şubat’a Paris’e
geçen Barzani, başta Cumhurbaşkanı
François Hollande olmak üzere, çok
sayıda bakanla görüşmelerde bulundu.
Fransa’nın ardından Avusturya’nın
başkenti Viyana’ya geçen Barzani, burada da Cuhmurbaşkanı Heinz Fischer
ve devlet yetkilileri ile bir araya geldi.
“Kürdlere desteğe devam”
Güvenlik zirvesinin ardından
Almanya Başbakanı Angela Merkel ve
Mesud Barzani arasında bir görüşme
gerçekleşti. Peşmerge’ye doğrudan
geniş kapsamlı silah yardımı yapan en
önemli müttefik ülke olan Almanya’nın
Peşmerge’ye destek yollamaya devam
edeceğini ifade eden Merkel, IŞİD’in
bütün dünyanın düşmanı olduğunu ve
dünya için Peşmerge’yi desteklemeyi
sürdüreceklerini söyledi. Kürdistan’daki savaş ve gelişmelere dair Merkel’i
bilgilendiren Barzani ise görüşmenin
son derece olumlu bir havada geçtiğini söyledi. Barzani,“Davamızı kutsal
kılan verdiğimiz şehitlerdir.Bütün
dünya Kürdistan milletine ve Peşmergenin sergilediği kahramanlığa hayran
bulunurken, Fransız Cumhurbaşkanı’nın PYD
ve YPJ heyetini tebrik ettiği ve bundan sonrası
için kendilerine hangi konularda yardımcı
olunabileceği üzerinde durduğu öğrenildi.
Ziyarete ilişkin daha sonra açıklama yapılacağı
öğrenildi.
Charlie Hebdo’ya ziyaret
Hollande ile görüşen heyet ardından ElKaide saldırısı sonucu 12 kişinin yaşamını
yitirdiği Charlie Hebdo dergi binasını ziyaret
etti. Rojava heyeti dergi ziyaretinde Kürd halkı
ve Demokratik Özerklik Yönetim bölgeleri
adına Fransız halkına ve çalışma arkadaşlarına
başsağlığı dileklerinde bulundu. PYD Eş Baş-
“Peşmerge’ye desteğimiz sürecek”
Fransa Cumhurbaşkanı François
Hollande, Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani ile Paris’te gerçekleştirdiği
görüşmede, “Peşmerge Güçleri ile Kürd
gruplarına hava operasyonları ve askeri
yardımlarla destek olmaya devam edeceğiz” dedi.
Peşmerge ve diğer Kürd gruplarının Kürdistan’ın birçok bölgesi ile
Kobanê’de elde ettiği başarılardan
dolayı memnuniyet duyduklarını dile
getiren Hollande, “Kürdistan Bölgesi’ne
daha fazla yardımcı olmak için de AB
ülkeleri ile uyum içinde çalışacağız.
Peşmerge Güçleri’nin askeri ve silah
ihtiyacını karşılamak için AB devletleriyle elimizden gelen her türlü çabayı
ortaya koyacağız” dedi. Ayrıca Musul’un
IŞİD’den alınmasının da büyük önem
taşıdığını sözlerine ekleyen Hollande,
“Teröristlerin hiçbir yerde barınmaması
gerekir” dedi.
bakıyor. Bu bizim için elbette önemlidir. Benim gözümde Peşmergenin bir
damla kanı bütün dünya servetinden
daha değerlidir. Ancak dökülen her
kan Kürdistan milletinin şerefi uğruna
döküldü. Davamızı kutsal kılan verilen
kanı Abdullah dergi binasının önüne
yaşamlarını yitirenler anısına çiçek bırakarak, insanlık değerlerini savunmak
için teröre karşı ortak hareket edilmesi
gerektiği çağrısında bulundu. YPJ
Komutanı Nesrin Abdullah da yaptığı
konuşmada, Charlie Hebdo saldırısında
hayatını kaybedenlerin intikamının
Kobanê’de alındığını belirtti.
Dergi çalışanları ise Kürd halkının ve
YPG’nin IŞİD’e karşı direnişini selamlayarak desteklediklerini ifade ederek
heyetin göstermiş olduğu bu anlamlı ve
insani tutuma karşı teşekkürlerini iletti.
bu şehitlerdir. Tüm şehit annelerinin
önünde saygı ve hürmetle eğiliyorum.”
diye konuştu. Merkel’in ardından Savunma Bakanı Von Der Leyen de Barzani ile bir görüşme gerçekleştirdi. Leyen
ile Barzani, Peşmerge’nin eğitimi için
“Fransa gerçek dostumuz”
Barzani de “Fransa, Peşmerge
Güçleri’ne yaptığı yardımlarla IŞİD’e
karşı savaşta önemli bir rol oynadı ve
Kürdistan Bölgesi’nin girdiği darboğazdan kurtulması için yardım elini uzattı.
Kürdistan halkını, gerçek bir dostları
olduğuna inandırdı” diye konuştu.
Peşmerge Güçlerinin Kobanê’ye gidişi
ve Kürd gruplar arasındaki uyumlu mücadelenin de ele alındığı toplantıda Barzani, bu süreçteki katkılarından dolayı
Hollande’a teşekkür etti. Barzani ayrıca
Peşmerge Güçleri ile Irak ordusunun
Musul’u IŞİD’den kurtarmak için yaptıkları hazırlıkları ve ülkede devam eden
savaşın son durumuyla ilgili Hollande’ı
bilgilendirdi.
Hollande’ın ardından Fransa Savunma Bakanı Jean Yves Le Drian ile de bir
araya gelen Kürdistan Bölge Başkanı
Barzani, Kürdistan’daki savaş ve IŞİD’e
karşı verilen mücadele konusunda geniş
bilgi verdi. Le Drian da IŞİD karışışındaki savaşından dolayı Peşmerge’yi
kutlarken, ülkesinin bölgeye ilişkin raporlarında Kürdistan Bölgesi’nin nasıl
bir savaş verdiklerini ve nasıl başarılar
elde ettiklerinden haberleri olduğunu
söyledi. Le Drian, Peşmerge’ye daha
fazla yardımda bulunmak için çalışmalarının sürdüğünü aktardı.
Barzani Viyana’da
Paris’teki temaslarını tamamlayan Barzani, ardından Avusturya’nın
Başkenti Viyana’ya geçti. Cumhurbaşkanı Heinz Fischer ile bir araya
gelen Barzani burada yaptığı açıklama,
“Bugün Kürd milletinin daha çok dostu
var. Görüştüğüm bütün dost ülkelerin
devlet başkanları, Peşmerge’ye destek
verdiklerini ve kaydedilen kahramanlığı takdirle karşıladıklarını ifade etti”
dedi. Fischer de Kürdistan Bölgesi’nin
IŞİD’e karşı verdiği mücadeleyi takdir
ettiklerini ve ülke olarak yardımlarını
artıracaklarını söyledi.
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü
Jen Psaki de, ABD’nin şimdiye dek
Peşmerge Güçleri’ne: 100 tank, zırhlı
araç ve anti mayın malzemeleri, 1 500
ton askeri malzeme, 18 bin silah, 45 bin
havan topu yardımında bulunduklarını
söyledi. Bu arada Peşmerge Güçleri’ne
silah yardımıyla ilgili Obama yönetimini yetersiz bulanlardan Senator
Ted Cruz ise, “Hükümetimiz, ihtiyaç
duyulan ölçüde Kürdlere silah vermiyor. Peşmerge’yi kendi güçlerimiz gibi
görmeliyiz çünkü etkili ve hazırlar.
Ayrıca bizim yakın müttefikimizdirler”
şeklinde açıklamada bulundu.
Bağımsızlığı tartışmanın zamanı
Kürdistan’ın bağımsızlığı konusunda
ise İsveç Parlamantosu’ndan dikkat
çekici bir ses yükseldi. Hükümetin dış
siyasetinin tartışıldığı Parlamento’daki
oturumda söz alan Dışişleri Bakanı
Margot Wallström, Peşmerge Güçleri
ve Kürdistan’a ilişkin önemli açıklamalarda bulundu. Ülkesi ve partisinin
Ortadoğu’ya ilişkin yeni siyaseti hakkında konuşan Wallström, “30 milyondan
fazla Kürd devletsizdir. Kürdler, İslam
Devleti diye anılan IŞİD terörizmine
karşı en büyük savaşı veriyor. Batılı
ülkeler destek veriyor ancak Kürdistan’ı
Peşmerge korudu ve yalnızca Peşmerge
sivil halkı koruyor” diye konuştu.
İsveç’in Ortadoğu sorununa yönelik
siyasetinin değişim vakti olduğunu söyleyen Wallström, “Sosyal demokratlar
olarak bizim geçmişten beri Filistin’e
desteği var. Şimdi de özgür Kürdistan’ın
tartışılması için uygun bir zamandır.
Eğer Irak Kürdistanı’nın devletleşme
şansı varsa bu uzun bir süre gerektirir
ve Ortadoğu haritasını değiştirir. Bölgedeki diğer halka da saygı duymak lazım.
İsveç, Kürdlerin kendi kaderini tayin
hakkı ve kendini yönetmesi taraftarıdır.” dedi.
Falah Mustafa:
‘KBY dikkat çekiyor’
Kürdistan Bölgesi Hükümeti Dış İlişkiler Sözcüsü Falah Mustafa da, KBY’nin hem siyaset hem de
uluslararası ilişkilerde kendisini her seviyede dayatmayı başardığını söyledi. Mustafa dünyadaki birçok
ülkenin artık Kürdistan’ı
muhatap aldığını ve yaşanan diplomasi trafiğinin
Kürdistan’ın bağımsızlığı
için önemli bir hendeği geride bırakmaya vesile olduğunu söyledi.
Mustafa, “Petrol ve doğal
gaz dünya siyasetinde yer
almamıza ve bizimle ilişkide
bulunulmasına imkan veriyor. Kürdistan’daki insan
hak ve özgürlükleri, kadın hakları dünya güçlerinin bizimle ilişki kurmasına neden oluyor. Tüm
süreçlerimizi tamamlamış olduğumuzu söyleyemeyiz ama var olan durumla ve karşılaşılan engeller
ile karşılaştırıldığı zaman çok ileri bir düzeyde
olduğumuzu söyleyebiliriz. Hem demokraside, hem
yönetimde, hem sosyal gelişim ve ekonomik gelişimde KBY önemli bir konumdadır. Bu şekilde hem
bölge siyasetine hem de uluslararası siyasete var
olabilmiştir. KBY açık şeffaf bir siyaset ve yaklaşımdan oluşmaktadır. Kendi yaklaşımımız var. Dünya
siyasetini anlıyoruz kendi siyasetimizi biliyoruz. Biz
barış ve temiz bir ortamda yaşamak istiyoruz. Bütün
taraflar ile ilişkilerimizi bu esas üzerinde kuruyoruz.
Biz karşılıklı saygı ve ortak çıkar üzerinden ilişkiler
kurmak istiyoruz. Bölge devletlerinin içişlerine karışmak istemiyoruz. Türkiye ve İran Cumhuriyetleri
diğer bölge ülkeleri ve tüm dünya ülkeleri ile ilişkide
olmak istiyoruz. Dünyanın terör gibi sorunları var.
Terör ile savaş tüm dünyanın görevidir ve biz de
teröre karşı savaşıp kurban veriyoruz. Bu konuda
dünya ile buluştuğumuz bir nokta var. Demokrasi
ve azınlık haklarını savunuyoruz. Bunların hepsi
önemli şeylerdir. Uluslararası güçler KBY ile ilişkiler
kurduğunda bunu göz önünde bulunduruyorlar. Bugüne kadar KBY olarak Irak ile birlikte barış içinde
yaşama siyasetimiz vardı. Sonra federal bir yapıya
dönüştük. Irak’ta bazı geçişler oldu. Otonomi antlaşması vardı. Bağdat yönetimi bizi desteklemedi. Son
11 yıl içerisinde federal bir yapı olarak çok ilerledik
ve Irak bizi hiç desteklemedi. Bunun için başka bir
geçiş süreci var şu anda. Ve biz bundan vazgeçmeyeceğiz, barış içerisinde haklarımızı alacağız. Bugün
bizim sorumuz ‘Irak’taki federasyonun bir faydası
var mı yok mu’ olacak. Bağımsızlık Kürdlerin doğal
hakkıdır. Şüphesiz bağımsızlık her Kürd’ün umudu
ve hayalidir. Bu umut kolay gerçekleşmiyor. Bunun
için hem bölge de hem de dünyada kendimizi kabul
ettirdik. Diplomatik ilişkiler kurduk. Dünyanın
Kürdlerin kendi kaderlerini tayin haklarına saygı
duymaları için kurumsallaşmayı gerçekleştirdik. Bugünkü diplomatik ilişkiler de bütün bunların sonucudur ve elbette bağımsızlığa büyük etkisi olacaktır.”
04
BasHaber SÖYLEŞİ
16 - 22 Şubat 42015
ROJAVA
ROJAVA
BasHaber
16 - 22 Şubat 2015
5
SÖYLEŞİ
05
Rojava Kürdleri rejimden uzaklaşıyor
S
Çimen Gümüş
uriye’de gelişen iç savaşla birlikte Kürdlerin kendi topraklarında
kanton ilan etmesinin ardından
Rojava, radikal grupların hedefi haline
gelmişti. Önce El Nusra, sonra ise IŞİD’in
aylarca saldırdığı bölgede kurulan kanton
sisteminin varlığını sürdürebilmesi ve
kazanımların kalıcılaşması için Kürdlerin
birçok koldan ittifak arayışları devam
ediyor. Hasekê’de rejim güçleri ile çıkan
çatışmalar ve Afrin’in kuşatılma tehlikesi,
PYD’nin rejim ile giderek açılan makası,
muhalefet güçleri ile doldurma arayışına
girmesine neden oluyor. Hasekê de rejim
güçleri ile çıkan çatışmalar ve Afrin’de
kuşatılma tehlikesi, PYD’nin rejim ile giderek açılan makası, muhalefet güçleri ile
doldurma arayışına neden oluyor.
Kürd örgütler arasında Duhok
Anlaşması’nda alınan kararların yerine
getirilmesi için Rojava’daki uzlaşı arayışları ve kanton yönetimlerinde ortaklaşma çalışmaları sürerken, diğer yandan
Rojavalı yetkililer Suriye muhalefetiyle de
ortak hareket etmek için çeşitli girişimlerde bulunuyor.
Özellikle Kobanê’de 5 ay boyunca
IŞİD’in yoğun saldırıları ile hem Rojava’da
verilen savaşı hem de Kürdlerin kendi
kaderlerinin tayini konusunu dünya gündemine taşımayı başaran Kürdler, IŞİD’i
büyük oranda bertaraf ederek bir anlamda dünya kamuoyunu yanına çekmeyi
başardı. Ancak en başından beri rejim ve
diğer muhalif güçlerle ilişkileri noktasında eleştirilen Rojava siyaseti bir yandan
diğer Kürd partileriyle, öbür taraftan da
dünyanın kabul ettiği Suriye muhalefetiyle
ilişkilerini yeni bir boyuta taşıdı. Kanton
yönetimlerinde diğer Kürd partilerine de
yetki ve söz hakkı vermek üzere TEV-DEM
ile ENKS arasında süren görüşmeler, çeşitli alanlarda çalışma yapmak üzere komitelerin oluşturulması ile devam ediyor. Bu
kapsamda kanton sisteminden ‘Demokratik Özerklik’ modeline geçişin de tartışıldığı biliniyor. Öbür taraftan rejimle arasına
net bir mesafe koymamakla suçlanan Rojava yönetimi, rejim güçlerinin Hasekê’ye
saldırmasının ardından muhalif güçlerle
yeni bir arayışa girdi. Olası tehlikelere karşı elde edilen kazanımların korunması hasebiyle, özellikle Arapların yoğun yaşadığı
ve Suriye muhalefetinin de güçlü olduğu
Halep ve Afrin’de Kürdler ile muhalifler
arasında bir anlaşma imzalandı. Medyada
‘şeriat anlaşması’ olarak gösterilse de,
anlaşmanın kapsamının kantonu güvenceye almak, gelecekte oluşabilecek saldırıları
önlemek, ‘Demokratik Özerkliğin’ kabul
edilip kalıcılaşması ile YPG/YPJ’nin resmi
askeri güç olarak meşrulaşmasını içeriyor.
Rejim güçlerinin yanı sıra, Lübnan, İran
ve değişik Arap ülkelerine bağlı grupların
cirit attığı Suriye’de, Kürdlerin kazanımlarını koruyabilmesi ve güvence altına
alabilmesi için çeşitli ittifaklar yapmasının bir tür zorunluluk olduğunu belirten
stratejler, bölgede bir kurumsallaşmanın
yakalanabilmesi için Suriye muhalefetiyle
birlikte hareket etmenin bir mecburiyet
olduğunu belirtiyor. Afrin’de PYD ile Şam
Cephesi arasında yapılan anlaşma gereği
Adalet Konseyi oluşturulurken, Cuma günleri camilerde hutbe okutulması ve dini
çalışmaların yürütülebilmesine olanak
verilmesi gündemde. Afrin Kantonu İnanç
Konseyi tarafından yürütülen bu çalışma
ise bazı çevrelerde, gelecekte şeri kuralların zorlayıcı olabileceği endişesi yaratıyor.
Anlaşmanın ikinci ayağı Rojava’nın
tanınması
Bilindiği gibi daha önce de Suriye’de
muhalifler ve YPG arasında bazı anlaşmalar imzalanmıştı. Bunlar arasında en
dikkat çekeni ise YPG ve ÖSO’nun kimi
gruplarını kapsayan Burkan El Fırat
Anlaşması idi. Bu anlaşma kapsamında
muhalif gruplar da Kobanê’de Kürdler ile
ortak hareket ederek IŞİD’in geriletilmesinde katkı sunmuştu. Afrin’de yapılan
yeni anlaşmanın bu güne kadar yapılanlardan farkı ise hem Rojava’nın Suriye
muhalefeti tarafından resmen tanınmasını
hem de her iki tarafın elinde bulunan esirlerin takasını ön görmesi olarak beliriyor.
Bu anlaşmanın yanı sıra halen imzalanma-
tik özerklik şartlarına göre. Sistemimizin
tanınması için herkesle tartışmaya hazırız.
Muhalefet ile ilişkilerimizi geliştirip hem
kendi sistemimizin ve güçlerimizin tanınması hem de Suriye’nin geleceği için adım
atmak çözüm yaratmak için çalışıyoruz.
Suriye muhalefeti ile ilişkilerimiz bazı
teknik konular dışına çıkmıyor. Ama biz
siyasi konularda da ilişkilerimizi geliştirmek istiyoruz. Çağrımızı sürekli yapıyor ve
hazır olduğumuzu söylüyoruz.”
mış ikinci bir anlaşma ise Rojava’daki üç
kanton olan Afrin, Kobanê ve Cizire’nin ve
YPG güçlerinin tanınması. Kürd tarafının
ısrarcı olduğu Kanton modelinin tanınması meselesi konusunda ise görüşmelerin
devam ettiği bildiriliyor. Ayrıca YPG’nin
Suriye devriminin meşru gücü olarak
kabul görmesi de Kürd tarafının en önemli
taleplerinden biri.
‘Karşılıklı takas için bu anlaşmayı
yaptık’
Yapılan anlaşma ile ilgili özellikle her
iki tarafın elinde bulunan esirlerin takas
edilmesi gibi önemli bir tartışmanın
sürdürüldüğünü belirten Afrin Kantonu
Savunma Konseyi Başkanı Ebdo İbrahim,
“Bizim kanunlarımızı tanımak, anlamak
için ve yine bizim de onları görmemiz tanımamız ve çözüm için bu gerekli idi. Yine
bizim içimizde suç işleyenler var. Afrin’de
halkımıza kötülük yapanlar onların yanına
gidip saklanıyorlardı. Onların aracılığıyla
bu insanları mahkemelerimizde yargılayabileceğiz. İnsanlarımızı dolandıran,
hırsızlık yapan, yolları kesen kimileri de
bizim yanımızda gizlenmişler. Bunları
yakalayıp onlara teslim ediyoruz” diye
konuştu. Anlaşmanın ikinci maddesinin
Cuma hutbelerinin okunması ve bazı dini
çalışmaların yapılması olduğunu belirten
İbrahim, bu maddeyi kabul etmediklerini
ve bunu inanç komisyonuna aktardıklarını
söyledi.
‘İnsanlarımızın güvenliği için gerekeni yapacağız’
Tartışılan ancak henüz imzalanmadığını
belirttiği ikinci bir anlaşma daha olduğunun altını çizen İbrahim, “Bu anlaşmadaki
maddeler ise öncelikle üç kantonumuzdaki
demokratik özerkliğimizin tanınmasıdır.
YPG güçlerinin Suriye devriminde resmi
bir askeri güç olarak tanınması ve kabul
edilmesidir. Bu esaslar üzerine bir araya
geldik ve iki anlaşmayı birden duyurmak
istedik ancak onlar acele ettiler. Buradaki
yapılar ve kuruluşların tanınması ve kantonumuzun geleceği için yaptık. Buradaki
Araplar, Kürdler, Süryaniler, Ezdilerin
haklarının da güvence altına alınması için
bu anlaşmayı yaptık. Burada üzerimize
düşen ne ise YPG’den ne isteniyorsa yapacağız. Bu insanların güvenliğini sağlamak
için ne gerekiyorsa yapacağız” şeklinde
konuştu.
Anlaşma sonrası Halep’te Kürdlere
rejim saldırısı
Anlaşmanın haberlerinin yayılması
ardından rejim tarafından Halep’te Kürd
mahallelerine yönelik toplarla saldırılar
yapıldığını kaydeden İbrahim, “Rejim
kendisine tehdit olarak gördüğü herkese
saldırıyor. Yine kantonların dışındaki
Kürdleri korumak için YPG’nin meşru güç
olarak görülmemesi nizamı sağlamamızı
zorlaştırıyor. Bu anlaşmalar yapıldıktan
sonra -ki bunlar sadece mahkemelerle ilgili idi- devlet tahammülsüzlüğünü gösterdi.
Eğer bizi kabul etmez ve tanımaz iseler biz
de bu anlaşmayı bir kez daha düşüneceğiz”
dedi.
YPG seküler gruplarla anlaştı
‘YPG’nin Cihadçılarla anlaşma yaptığına’
dönük çıkan haberlerin gerçeği yansıtmadığına vurgu yapan bölgede çalışan gazetecilerden Seyit Evran ise anlaşmaya varılan
grupların Cihadçı değil seküler gruplar
olduğunu belirtti. Anlaşmanın maddelerinden birinin her türlü yolsuzluğa karşı
olduğunu kaydeden Evran, anlaşmanın
esasının suçluların cezalandırılması olduğunu kaydetti. Kantonlarda halk mahkemelerinin geçerli olduğuna dikkat çeken
Evran, “Anlaşmanın göründüğü gibi olmadığını uzlaştırma mahkemelerinin sadece
iki grup arasında geçerli olduğunu söyledi.
Anlaşma yapılan grupların daha önce
Nusra ve IŞİD tarafından Kürdlere karşı
kullanıldığını aktaran Evran, “Bu gruplar
da IŞİD ve Nusra’nın gerçeğini anlamış ve
ondan uzaklaşmak istiyor. Bu gruplar Selefilere göre daha seküler, bunlara ilmani
diyorlar. Bunlar ılımlı gruplar” dedi.
Halep’te Kürdlere yönelik gerçekleştirilen saldırılara rağmen kendi bölgelerini
koruduklarını dile getiren Evran, rejimin
burada zaman zaman Kürd bölgelerine
yönelik de saldırılar geliştirdiğini söyledi.
Halep’te Kürd mahalleleri dışında yaşanabilecek hiçbir yer kalmadığını aktaran
Evran, bölgedeki Arapların da büyük
çoğunluğunun en sakin yer olan Kürd ma-
hallelerine göç ettiğini belirterek, “Suriye
rejimi her fırsatta Kürdlere saldırıyor.
Çünkü meşruluğunu en fazla tartışmaya
sokan Kürdlerdir, fırsat kolluyor” dedi.
Evran, Kürdlerin kendilerine karşı gelişecek saldırılara yönelik ciddi bir hazırlığı
olduğunu kaydetti.
‘Hedefimiz Kürdlerin tüm Suriye’de
temsiliyeti’
Kürdlerin kendilerini daha güçlü temsil
etmeleri için
bu anlaşmayı yaptıklarını
belirten Afrin
Kantonu Başbakanı Hevi Mistefa
da, “Muhalefet
ile ilişkilerimizi
geliştirebilirsek
Suriye’nin genelinin de sorunu
çözülecektir. Ve
Rojava tanınacaktır” dedi. Tüm
Rojava bölgesine yönelik tehlike olduğuna
dikkat çeken Mistefa, “Biliyoruz ki fırsatını
buldukları gibi saldıracaklar. Biz kendimizi savunmaya hazırız. Kendimizi saldırılara karşı hazırlıyoruz” diye konuştu.
Anlaşma ile Kürdlerin her yerde temsilinin sağlanmasını hedeflediklerini dile
getiren Mistefa, şunları söyledi: “Oturup
tartışmalarımızı geliştirelim. Suriye’ye ve
Rojava’ya çözüm bulalım. Fakat demokra-
TEVDEM ve ENKS komiteleri çalışmaya başladı
Geçtiğimiz günlerde Qamişlo’da
TEVDEM ve ENKS arasında gerçekleşen
toplantıda komiteler oluşturulduğunu ve
bu komiteleri her siyasi gruptan temsilcilerin görevlendirildiğini dile getiren Cizire
Kantonu Hükümet Başkanı Ekrem Huso,
oluşturulan ekonomik ve askeri komitelerin ‘Demokratik Özerklik’ sisteminin
daha da güçlenmesi için çalışmalarına
başladığını kaydetti. Hasekê’de Kürd
bölgelerinde bir sükunet olduğuna işaret
eden Huso, kentte gelişecek olası saldırılara ilişkin ise, “Hasekê’de YPG güçleri
ve halkımız Rojava’daki tüm oluşumları
korumak için hazırdır. İnsanlarımızın yaşamlarını sükunet içinde geçirmeleri için
ellerinden ne geliyor ise yapacaklar” dedi.
Afrin Kantonu’nun Suriye muhalefeti ile
imzaladığı anlaşmayı da desteklediklerini
aktaran Huso, “Bu anlaşmanın gerekleri
yerine gelirse üç kantonumuz da kabul
edilecektir” dedi.
Kobanê’de 20 bin sivil var
Kobanê’den IŞİD’in
temizlenmesinden
sonra köylerin kurtarılmasına devam
edilirken, köylerde
yürütülen savaşın
batı, güney ve doğuda
sürdüğü bildiriliyor.
Savaş ve cephelere
ilişkin gazetemize
bilgi veren Kobanê
Kantonu Başbakanı Enver Müslüm,
“IŞİD, Kobanê çevresine bazı köyleri işgal etmek istiyor ancak
bu çabaları boşa çıkıyor. Yakın zamanda
Kobanê’nin tüm köylerinin kurtarılacağını
söyleyebiliriz. IŞİD’in yerleştiği her yerden
Kürd güçleri olarak hep birlikte mücadele
ederek onları oralardan çıkaracağız” dedi.
Şehrin alt yapısının tamamen çöktüğünü
dile getiren Müslüm, acil olarak temiz su
ve hastanelere ihtiyaç olduğunu söyledi.
Sivillerin kentin kurtarılmasından sonra
yoğun bir şekilde dönmeye başladığını
dile getiren Müslüm şu anda Kobanê’de
yaşayan 20 bin civarında sivil olduğunu
söyledi.
‘Kobanêlilere dönme çağrısında
bulunacağız’
Kente döşenmiş mayınlardan kaynaklı
sivillerin yaşam alanlarının çok kısıtlı
olduğunu aktaran Müslüm, Kobanê için
tehlikenin hala devam ettiğini söyledi.
Kentin sivillerin yerleşmesine müsait
olmadığının altını çizen Müslüm, “Uluslararası mayın temizleme örgütleri ve YPG,
mayın temizleme işlerini bitirirse biz de
Kobanê halkına dönmeleri çağrısında
bulunacağız. Köylerin özgürleştirilmesi sürüyor. Köy sayımız çok fazla ve bazı köyler
IŞİD’in lojistik ve askeri üs olarak kullandığı köyler. Bu köyleri kurtarabilirsek çok
az işimiz kalmış olacak. Günde onlarca köy
özgürleştiriliyor. Yakın zamanda IŞİD’in
köylerimizden tamamen çıkardığımızı
duyuracağız.” ifadelerini kullandı.
Tehlike oldukça Peşmerge
Kobanê’de kalacak
Kobanê’de bulunan Peşmerge güçlerinin Miştenur Tepesine karargah
kurduğuna dair çıkan haberler ve
Peşmerge’nin Rojava’daki görev süresine
dair konuştuğumuz Kürdistan Bölgesi
Peşmerge Bakanlığı Sözcüsü Cabar Yawer ise, bu konuyu gündeme almadıklarını ve bunun resmi bir söylem olmadığını söyledi. Yakın zamanda dördüncü
Peşmerge grubunun Kobanê’ye gideceğini dile getiren Yawer, Peşmergelerin
durumunu iyi olduğunu ve Rojava’daki
Kürd kardeşlerine destek sunmaktan
gurur duyduklarını söyledi. Kobanê’de
tehlike devam ettiği ve askeri ihtiyaç
olduğu sürece Peşmergenin orayı terk etmeyeceğini kaydeden Yawer, Kobanê’de,
Kürdistan’daki gibi bir oluşum yapmayı düşünüyor musunuz sorusuna ise,
“Zaten Kobanê onların vatanı. Halkımızı
korumak için oradalar” yanıtını verdi.
Köylerde operasyon sürüyor
Bu arada Kobanê’de yenilgiye uğratılan IŞİD’in bölgeden tamamen temizlenmesi için köylerdeki operasyonlar devam
ediyor. Kürd güçlerinin an an ilerlediği
bölgede şu ana kadar 200’e yakın köy
kurtarılırken, kalan köylerin temizlenmesi için çalışmalar sürüyor. Çok sayıda
IŞİD’linin ölü ele geçirildiği köylerde
yer yer bomba yüklü araçlar ve intihar
bombacıları operasyonu etkilese de,
Kürd güçlerinin kısa sürede tüm köyleri
alması bekleniyor.
06
DOSYA
BasHaber
16 - 22 Şubat 2015
BasHaber
DOSYA
16 - 22 Şubat 2015
Kürdçe’ye hapis cezası!
20 Kürdçe öğretmeninin açlık grevi eylemi 18. gününde sona
ererken öğretmenlere
yaptıkları gösterimlerde ‘örgüt propagandası yapmaktan’
dava açıldı. 6 Şubat’ta
Mardin 2. Ağır Ceza
Mahkemesi’nde görülen davada 3 öğretmene 10’ar ay hapis
cezası verildi.
55 bin öğretmen
atamasından
Kürdçe’ye 27
kadro
Öte yandan okullarda verilen
Kürdçe seçmeli ders için bin’in
üzerinde öğrenci mezun olurken
2014 yılının Eylül ayında yapılan
40 bin kişilik öğretmen atamasında 18 Kürdçe öğretmeni atandı.
Bu yıl Şubat ayında yapılan 15 bin
öğretmen atamasında da Kurmanci
lehçesinde 7 Zazaki lehçesinde 2
kişi olmak üzere 9 kişi atandı.
“Kürdçe kabul
gören 200 dil
arasında değil!”
Okullarda Kürdçe seçmeli derse
yönelik tutum, Kürdçe öğretmenlerinin atanmamasının yanı
sıra Kürdçe’ye yönelik yasak ve
tahammülsüzlük her yerde varlığını sürdürdüyor. 2014 yılının son
ayında HDP Şırnak Milletvekili
Faysal Sarıyıldız, basılan yeni yıl
kartlarının Kürdçe de basılması
Meclis Basımevine başvuruda bulunmuş ancak bu talep “Kürtçe’nin
dünyada kabul gören 200 ulusal dil
arasında bulunmadığı” gerekçesiyle
reddedilmişti.
K
Berfin Mijdar
ürd sorunu, Demokratik Açılım
gibi kavramların kamuoyu gündemine girmeye başladığı 2010
yılında Mardin Artuklu Üniversitesi’nde
Prof. Kadri Yıldırım Başkanlığı’nda
açılan Yaşayan Diller Enstitüsü (Kürdoloji) Bölümü’ne 2012 yılından itibaren
öğrenci alımı yapıldı. O günden itibaren
sık sık gündeme gelen Kürdçe ve Kürdçe
öğretmenlere dair tartışma ise yeni bir
aşamaya geldi. Atamaları yapılmayan
binden fazla Kürdçe öğretmeni değişik mesleklere yönelmek durumunda
kalırken, atamaları yapılmadığı için açlık
grevi yapanlardan 3’üne ise 10’ar ay
hapis cezası verildi.
TRT 6 gibi, devlet üniversitesinde
Kürdçe bölümünün açılması dönemin
Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından, “Devrim” olarak nitelendirilmişti. Çözüm Süreci’nin ilk adımı sayılan ve
Kürdlerin yıllardır istediği ve özellikle
her yıl eğitim-öğretim yılının başladığı
dönemlerde tekrar tekrar gündeme gelen
“Anadilde Eğitim Hakkı” için Kürdoloji
Bölümü’ne öğrenci alımları yapılmıştı.
Ancak bölümü bitiren öğretmenlerin,
2013 yılının Ekim ayında Demokratikleşme Paketi’nde Anadilde Eğitim Hakkı
için özel okullarda ve seçmeli ders olarak
verilen Kürdçe için bir türlü istenilen
atamaları yapılmadı. Kürdoloji’den
mezun olan binin üzerinde öğretmenden
bazıları hükümetin kendilerine verdiği
atama sözü yerine gelmeyince önce basın
açıklamalarıyla seslerini duyurmaya
çalıştı. Ardından geçtiğimiz yıl Eylül
ayında Mardin’de Karayolları Parkında
dönüşümlü olarak açlık grevine girdi-
ler. Yaklaşık 20 öğretmen açlık grevleri
sırasında çeşitli film, video ve klip gösterimi yapmıştı. 20 Öğretmenin eylemi
18. gününde sona ererken öğretmenlere
yaptıkları gösterimlerde örgüt propagandası yapmaktan dava açıldı. 6 Şubat’ta
Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada 3 öğretmene 10’ar ay hapis
cezası verildi.
Hükümetin Kürt açılımında somut
adım olarak gördüğü Kürdoloji Bölümü
Kürd Siyasi kanadında da Kürdleri anadilde oyalama taktiği olarak görülmüştü.
Ancak Kürdoloji Bölümü Mezunları açlık
grevine başladıklarında hiçbir siyasi
görüşün ve partinin arkasına sığınmadan
Anadilde Eğitim hakkının verilmesi ve
verilen atama sözünün yerine getirilmesi
için hiçbir radikal eyleme başvurmadan
sivil itiatsizliğe gittiler. Mezunlar açlık
grevi süresince çeşitli kısa film, video ve
klip gösteriminde bulundu. Açlık grevinin 14. Gününde “Hakkınızda şikayet
var aranızdan 3 kişi emniyete gelip ifade
versin” diyerek 3 kişi emniyete giderek
ifade verdi. Yapılan film gösterimleri
sırasında Güney Kürdistan’dan sanatçı
Aras Koyi’nin “Kurdistana Min (Benim
Kürdistanım)” kısa filminin de olması
‘Terör örgütü propagandası’ sayıldı.
Örgüt Propagandası yaptıkları iddia
edilen 3 kişi serbest bırakıldı. Ancak
dosya burada kapanmadı ve öğretmenler
hakkında örgüt propagandası yapmaktan
dava açıldı.
500 öğrenciden 480’i sakıncalı
Öğretmenlerin açlık grevi ve davaları
öncesinde; 2012 yılında öğrenci alımı
yapıldığı sırada bölüme başvuran 500
Balık hafızamız
SENNUR BAYBUĞA
öğrenciden 480’i sakıncalı bulunmuş
ardından 250 öğrencinin kayıtları “uygun
görülmediği” gerekçesiyle silinmişti.
Formasyon hakkı kazanan 234 kişinin
formasyon hakkı iptal edildi. Enstitü
Başkanı Prof. Kadri Yıldırım da BasHaber
Gazetesine daha önce verdiği röportajında öğrenci alımı sırasında alacağı öğrenciler için listeler gönderildiğini ancak bu
listeleri kabul etmeyip adil öğrenci alımı
yaptığını söylemişti. Ancak Yıldırım’ın
bu tavrı bazı çevrelerce kabul etmeyip
“BDP’lileri üniversitede kadrolaştırıyor,
Alevileri alıp Artuklu’yu Tuncelileştiriyor” suçlamlarında bulundular. Kürdoloji
Bölümü’ne baskılar sürekli artarken 2014
yılının son aylarında Prof. Kadri Yıldırım
yolsuzluk yaptığı iddiasıyla gözaltına
alındı. Ancak Yıldırım serbest bırakıldıktan sonra yaptığı
açıklamada gözaltına alınma sebebine dair hiçbir soru
yöneltilmediğini söyleyerek “bu baskı bana değil Kürd
halkına ve Kürd kültürüne yöneliktir” demişti.
Yıldırım’ın ardından bu kez öğrenciler
Yıldırım’a açılan davanın ardından bu kez de açlık
grevi yapanlar hedef gösterildi. 9 Aralık’ta haklarında
dava açıldığını öğrenen 18 kişiden Ömer Öncel, Yunus
Aslan ve Celil Deniz 6 Şubat’a hakim karşısına çıktı.
Davada örgüt progpagandası yapmaktan Ömer Öncel,
Yunus Aslan ve Celil Deniz’e 10 ay hapis cezası verildi.
Verilen ceza 5 yıl süreyle herhangi bir suça karışmamak,
eyleme katılmamak şartıyla ertelendi. Davaya ilişkin
açıklamada bulunan Avukat Sezgin Dinç, “Ceza uygulanmayacak olsa bile biz bu karara itiraz edeceğiz. Çünkü örgüt propagandası sayılan filmde ne bir bayrak, ne
bir örgütü övecek söz ne de bir slogan bulunmuyor. Yani
hiçbir yasadışı durum söz konusu değil” diye konuştu.
Öğrencilerin ifadeye ilk çağrıldıklarında da grev alanında bulunduğunu söyleyen Dinç, “Hakkınızda şikayet
var. Aranızdan 3 kişi gelsin dediler. İnisiyatif kullanan
3 öğrenci de ifade vermeye gitti. Yani oradaki herkes
aslında hedef gösterilmişti. İsim önemli değildi” dedi.
“Kürdçe’nin statü sahibi olmasını hazmedemediler”
Daha önce Kadri Yıldırıma yapılan gözaltı ve suçlamayı da hatırlatan Dinç, davanın aslında eylem yapan
öğretmenlere değil Kürdçe’ye yönelik olduğunu ileri
sürdü. Polisin 18 gün boyunca süren eylemde öğretmenlerden radikal bir hamle beklediğini ancak öğrencilerin
demokratik çerçevede seslerini duyurmaya çalıştığını
vurgulayan Dinç, “Öğretmenler siyasi bir argümanın arkasına saklanmadılar. Onların tahamülsüzlüğü de buna
ve Kürdçenin statü sahibi olmasınadır. Bu tür cezalandırmalarla susturma yoluna başvuruyorlar” dedi.
“Öğrenciler daha önce fişlenmişti”
“Atama yapacağız diye oyaladılar”
Artuklu Üniversitesi Kürdoloji Bölümünden mezun olan yazar İbrahim
Genç de davanın 3-4 yıllık bir sürece dayatıldığını söyledi. Kürdoloji’nin öğrenci
alımına başladığı dönemde bazılarının
istediği gibi öğrenci alımı yapılmadığı
için bölümün hedef haline getirildiğini
belirten Genç, “2012’den sonra hem bölüm hem de öğrenciler hedef haline getirildi. Öğrenciler terör örgütü yandaşı
olarak gösterilerek terörize edilmeye çalışıldı. Ve Öğrencilerin enstüti içerisinde fişlendi. Kürdoloji Bölümü, Kürdçe
öğretmenleri her ne kadar övülse de ‘Bu
öğretmenlerin önünü nasıl keseriz, doçenliğe geçişini nasıl engelleriz’ gibi bir
tutum her zaman vardı. Öğretmenler ve
öğrenciler açlık grevlerine gittiklerinde
bir çok kesimden destek almışlardı.Bu
Uşak Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü
bitirdikten sonra Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürdoloji Bölümünde yüksek lisans yapan Ömer Öncel atama sözü verilen Kürdoloji mezunlarından biri. Ancak
verilen söz yerine getirilmeyince arkadaşlarıyla birlikte
açlık grevine girdi. Hükümetten 2 yıl boyunca atama
yapmasını beklediklerini ifade eden Öncel, “Hükümet
Kürdoloji için ilk ve önemli ayağı demişti. Ve bize
atama sözü verilmişti. Kürdoloji Bölümü açıldığından
bu yana Bin’in üzerinde mezun verdi. Ancak istenilen
atamalar bir türlü yapılmadı. Biz de bu oyalamalara
tepki göstermek, anadilde eğitim hakkının verilmesi ve
atamaların yapılması için açlık grevine girmeye karar
verdik. Ama bazıları bu durumdan da rahatsız olarak
hakkımızda dava açtılar” dedi.
da öğretmenlerin atamasının yapılması
için de doğal bir baskıyı oluşturmuştu.
bir baskı oluşmuştu. Ancak mezunlara
yönelik tutum anadilde eğitim hakkını
engellemek için seçmeli de olsa Kürdçe Dersini fiili olarak uygulatmamaya
çalıştılar” diye konuştu.
“Kürdçe değersizleştirilmeye çalışılıyor”
“Kürdçe öğretmenleri sadece atanmak
için greve gitmedi” diyen İbrahim Genç,
daha sonra sözlerini şöyle tamamladı:
“Anadilde eğitim hakkı için kürdçenin
yasal statüye kavusturulmasını ve bölgede resmi dil ilan edilmesini istedikleri
için de greve gittiler. Öğretmenler, devletin üstünü örtmeye çalıştığı anadilde
eğitim hakkını yeniden gün yüzüne
07
çıkarttıkları için böyle bir davayla cezalandırıldılar. Oysa Davutoğlu geçtiğimiz
günlerde Kürdçe öğrenmek istediğini
söylemişti. Ancak Osmanlıca için bir
gecede yapıla değişilik Kürdçe için
yıllardır bir türlü yapılamıyor. İnkar ve
imha politikaları geriledi çağdaş yöntemlerle kapitalist moderneti içerisinde
tüketim konuma getirilerek Kürdçe
değersizleştirilmeye çalışılıyor. Okullardan uzaklaştırılarak doğal asimilasyon oluşturulmaya çalışılıyor. Bırakın
okullarda düzenlemeleri halk eğitim
merkezlerine bile düzenleme getirilmedi. Halk eğitim merkezlerinde Japonca,
İtalyanca, Almanca, Fransızca, Arapça,
Osmanlıca var ama Kürdçe yok. Bu da
Kürdçe’ye her yerde bir tahammülsüzlüğün olduğunu gösteriyor.”
“Bu dava Kürdçe’ye tahammülsüzlüktür”
18 Gün süre açlık grevi boyunca herhangi bir suç
işlemediklerini, taşkınlık yapmadıklarını kamu kurum-
larına zarar vermediklerini vurgulayan Öncel, dava
sürecini şu sözlerle aktardı: “18 günün sonunda dönemin Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı 18 kişiyi atayarak
atamaların önünü açacaklarını söyledi. Biz de grevimizi
sonlandırdık. Ancak grev süresince de bazı gösterimler
yapmıştık. Bizim herhangi bir suç işlemediğimizi görenler bizi susturmak için yaptığımız gösterimleri suç
sayarak önce bizi gözaltına aldılar. Ardından da örgüt
progpagandası yapmaktan hakkımızda dava açtılar.
Ve davada biz 3 arkadaşa 10’ar ay hapis cezası verildi. Oysa videoyu izleyen herkes videoda herhangi bir
örgütün propagandasının olmadığını görecektir. Bizim
amacımız siyasi bir argümanın ya da partinin arkasına
sığınmak değil anadilde eğitim hakkı ve atamalardı.
Ancak bu davayla anlaşılıyorki Kürdçe’ye sürece rağmen bir tahammülsüzlük halen devam ediyor. Kürdçe
de eğitim hakkı istediğimiz için kulağımızı çekmeye ve
bizi susturmaya çalıştılar. Ancak verilen cezalara rağmen susmayacağız ve bu davaya itiraz edeceğiz.
Tüm hayatını batıda geçirmiş birisi için Kürdistan’ın bir şehrine gitmek
nasıl bir şeydi. Bugünlerde okuduğum
ve bana yıllardır ülke olarak yaptığımız
yolculuğu da hatırlatan bir iki kitap nedeni ile yine içimde taşıtsız bir yolculuğa çıktım gündüz gündüz. Haftaya
yine gideceğim ve tedirginim sanırım.
1989 yılında henüz üniversitede
öğrenci iken, Kürd devrimcileri üniversitemizden gruplar halinde dağlara
giderken ve dağ benim için kitaplardan okuduğum yüksekçe
tepeler ve en fazla Latin Amerika’nın gerilla coğrafyası iken,
Dersim’e gitmiştim. Dersim’e gitmiştim ve allak bullak olmuştum, akıllı bir gençtim, dağlara giden arkadaşların neden gittiklerini de elbette biliyordum. Ama akşamın bir yarısından sonra
bahçenin önüne gelen, ışıkları kapatın diye bağıran askerleri, faşist Almanya’nın işgalci güçlerine benzetip, orada sanki direnişçi partizanları anlatan filmlerin içinde yaşıyor gibi hissetmiştim.
O şehirden derhal kaçmak istemiştim, batının otogarlarından
halaylarla oralara yolladığımız askerlerin orada tanınmayacak
bir canavara dönüştüğünü ilk kez görmüştüm Elazığ otogarında adres sormak için yaklaştığım asker bana silahını doğrulttuğunda, ben o filmin içinde bir zavallı çocuk olmuştum.
Bir sürü siyasi davaya girdim, bir sürü dosya gördüm, işkence raporları fezlekeler gördüm. Ama beni benden utandıran ve
bir daha geri dönmemek üzere gözlerimdeki ışıltının yarısını
alan dosyaları ben asıl Diyarbakır’da gördüm. 2006 yılında, yani
Dersim gezimden 17 yıl sonra, henüz 17 yaşında iken dokuz ay
önce çıktığı dağdan güvenlik güçlerine sığınan ve yine de ağır
işkencelerden geçen ve ömür boyu hapse mahkum edilen bir
Kürd gencinin dosyasını baştan incelemek üzere bir haftalığına
gittiğim o şehirde.
Giderken çok endişeliydim, Dersim’de yaşayıp unutamadığım olayların etkisinde ve batılı önyargısı ile oldukça ‘elitist’ bir
kadın olarak bir otele gittim. Beş gün kaldığım bu otelde, bir
kere bile rahatsız edilmedim, yabancılanmadım ve en ufak bir
taciz hissi yaşamadım. Evimiz gibi, gece sokaklarında aynı güvenle dolaştık iki kadın. Ama ve yine de sokaklarında buradan
halaylarla gönderdiğimiz yabancı suratlı askerler dolaşıyordu.
Sonra Diyarbakır 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin
arşivlerinde yaptığım beş günlük çalışma. 1988 yılından itibaren o bölgede görülmüş ne kadar dosya varsa klasörler
klasörlerce dosya, tozlu dosyalar, öksürmekten ciğerlerimin
söküldüğü ve her günün akşamı sinirden terleyen ellerimin
çamur içinde kaldığı dosyalar. O dosyalardaki insan hikayeleri,
hayatlar. Gencecik çocukların hayatları, anne-baba, kardeşleri
dağa çıkış öyküleri, dağ hayatları, yakalanmaları, öldürülmeleri,
gözaltı süreleri... Ve satır aralarında açıkça görülen insanı canlı
olarak dünyaya geldiği için utandıran işkenceler. Günde iki kez,
bir sabah, bir öğleden sonra kendimi biteviye duşa atmalarım,
kusmalarım... İçtiğim sigaralar...
Helikopterden atılıp infaz edilen ve ortadan kaybedilen bir
gencin, kod adı aynı olduğu için 17 yaşındaki bu genç yapılarak
dağda dokuz ay kalmış ve mutfak işlerinde tutulmuş bir gence
yamanan sözüm ona suçları, eylemleri. Sadece pişmanlık yasasından yararlanmayı reddettiği için diğer itirafçıları bırakıp
müebbete mahkum ettikleri şimdi otuzlu yaşlarının ortalarında
cezaevinde büyümüş bir orta yaşlı adamın kahramanım olduğu o dosyalar. İşledikleri suçlar, yargılayanlardan çok daha hafif
olan insanlar, asıl katilin katipler olduğu sayfalar.
Kızım o zamanlar iki yaşındaydı, beş gün boyunca aklıma
bile gelmedi, o dosyalardaki tüm gençlerin insanların annesi
olmuştum. Biz, benim mensubu olduğum bu halk vergilerimi
alan bu devlet, bu insanlara neler yapmıştı, biz nasıl bir lanetin
suç ortağı idik. Oturduğumuz evlerde gezdiğimiz barlarda en
solcumuzun bile, en görenimizin bile nasıl da lanetli perdelerle kapatılmış gözleri vardı. Oranın sokaklarında insanlar ölümü
kahvaltı masasında yerken biz ah biz buralarda nasıl da yıllarca
izlemiş ve görmemiştik, bizim dosyalarımızda ‘terör’ suçundan
yargılanan on kişi vardı oysa oralarda terör suçlusu tüm sokaklar, insanlar, kediler, köpekler ve utanmazca söylüyorum kuşlardı.
Çok günahlar işledik biz ve cehennemimiz bu ülkedir.
08
BasHaber SÖYLEŞİ
16 - 22 Şubat 82015
SÖYLEŞİ
Prof. İbrahim Kaboğlu:
Türkiye’nin gündemi rejim değişikliği
Türkiye, Başkanlık sistemi tartışması ile, parlamenter sistemin sorgulanmasına ve ülkenin mevcut sorunlarına çözüm olup
olamayacağına, yeni sorunlar yaratma olasılığına kilitenmiş
durumda. Tartışmanın fitilini ateşleyen olay ise, 19 Ocak’ta
yapılan Bakanlar Kurulu toplantısına Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın başkanlık etmesi oldu. Başkanlık sistemini
savunanlar Türkiye’nin koalisyon hükümetleri nedeniyle sıkıntılı dönemler yaşadığını ve güçlü bir Başkanlık ile bu sıkıntının
aşılacağını iddia ediyor.
Türkiye siyasi yaşamının neredeyse en önemli tartışmasına dönüşen rejim değişikliğine dair açıklama yapan anayasa
profesörleri, örnek gösterilen ABD ve Fransa rejimlerinin,
Yeter Polat
Başkanlık sistemini nasıl konuşmak
lazım?
Öncelikle başkanlık sistemini konuşmak
gerekir mi? ‘Niçin konuşuyoruz’ sorusuna yanıt vermek gerekir. Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e, tek partiden çok partiye,
gerek demokrasinin kesintiye uğradığı
dönemlerde gerekse demokrasinin işletildiği dönemlerde, Türkiye’nin aşağı yukarı
benimsediği siyasal bir rejimi var. Benimsediği bu siyasal rejimin iki önemli özelliğini
belirterek konuya girmek gerekir.
Birinci özelliği Türkiye’nin siyasal rejimi,
kıta Avrupa’sının genel siyasal rejiminin
ortak paydasında yer alıyor. Britanya
parlamenterizminin Avrupaya yayılması
ve devletlerin farklı biçimlerde bu rejimi
kendi ulusal koşullarına uyarlamaları genel
çizgidir. İkinci özellik ise, Türkiye’ye özgü
yönüdür. Evet, Türkiye büyük ölçüde kıta
Avrupası’nda geçerli olan bir siyasal rejim
yönünde tercihini yapmıştır. Fakat bunu
oralardan alıp kopya etmek, kendi sistemine
monte etmek şeklinde değil, kendi tarihsel
koşulları çerçevesinde kendi özelliklerini
ve arayışını da eklemek suretiyle yapmış
buluyor.
Cumhurbaşkanı’nın dillendirdiği sistemle hiçbir ilgisinin bulunmadığına dikkat çekerek, Başkanlık sistemi, hükümet başkanının aynı zamanda devlet başkanı olduğu ve yürütme erkinin
yasama organından bağımsız bir şekilde yönetimde bulunduğu,
cumhuriyete dayalı bir hükümet sistemi iken, kamuoyunun
tartıştığı modelin bir adının dahi olmadığını ileri sürdüler.
Başkanlık sistemi tartışması beraberinde, Türkiye’nin Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı’na koyduğu çekinceleri kaldırıp kaldırmayacağı, seçim barajının istenildiği takdirde ek maddelerle
seçimlerden önce düşürülebilme ihtimalini, HDP’siz parlamentonun seçim sonrasında Türkiye sisyasal yaşamına ve çözüm
sürecine etkileri üzerine kafalarda soru işaretlerine yol açıyor.
Bu haliyle monte bir anayasa değil
midir zaten?
Mevcut Anayasa’ya monte anayasadır
diyemeyiz. Çünkü belirttiğim gibi 1876,
1909, 1921, 1924, 1961, 1982 bunlara baktığımız zaman o ikinci özelliği görürürüz.
Evet 1909’da tecessüm etmiş, somutlaşmış
biçimiyle parlamenterdir bizim tarihimiz.
1961’de ise klasik erkler ayrılığı çerçevesinde Anayasa Mahkemesi’nin denetiminde
kuruldu. 1982 Anayasası yaklaşık olarak
100 yıl boyunca bocalamalar, arayışlar, bir
devletten ötekine geçiş, yeni bir devletin
kurulması üzerine şekillenmiştir. 1921 Anayasası; meclis, hükümet tamamen ulusal
koşullar, Kurtuluş Savaşı’nın getirdiği özellikler, sonra 1924 Anayasası, 1961 2. Dünya
savaşı sonrası anayasacılık akımının da
etkisi, Türkiye’nin deneyimleri bunlar göz
önüne alındığı zaman, Türkiye’de 100 yıllık
bir arayış var. Acaba hangi siyasal rejim bize
uygun gelir, iktidar hangi siyasal rejim ile
daha denetlenebilir sorusu var. Bu en yoğun
biçimde 1946-1961 dönemlerinde yaşanmış
bulunuyor. 1982 Anayasası ise 1962’e bir
reaksiyondur. Şöyle ki; 1961 Anayasası’nda
Yargı çok güçlü, üniversiteler ve yargıçlar
güçlü kurulmuş görünüyor. Yürütme ise çok
ikincil. 1982’nin tepkisi şu; ‘çok güçlü bir
Yürütme olacak.’ Yürütme bu nedenle öncelikli, 1982’de Yasama daha sonra Yargı geliyor. Yürütme en önde olacak. Yürütme içerisinde de Cumhurbaşkanı ve Başbakan’da
çok güçlü olsun. Bu önemli1961’de ve
1970’lerde yaşanan sorunlara bir
bakıma tepki. Zannedildi ki,
biz Yürütme’yi güçlü inşa
edersek o zaman rejim
daha bir kamu düzeni
sağlayacak, özgürlükler sınırlanırsa diye.
Burada ilginç olan bir husus var. 1979
yılında Aydınlar Ocağı’nın İstanbul’da
düzenlediği bir toplantı ile başladı başkanlık rejimi konusundaki arayışlar. Ve siviller
bunu ortaya attı. Türkiye’de başkanlık rejimi kurulmalıdır diye. Siviller askerleri ikna
edemedi. Yani 1982 Anayasası ile aslında
başkanlık rejimine geçilebilirdi ama bırakın
başkanlık rejimine geçmeyi yarı başkanlığa
bile geçilemedi.
Başkanlık sistemi tartışması bugünün
talebi değil yani?
1979’dan beri devam eden bir tartışmadır.
Özellikle sivillerin yaptığı bir tartışmadır.
Mevcut anayasayı yeterli buluyor
musunuz?
Kesinlikle yeterli bulmuyorum. Yeterli
olmadığı için 20 yıldır sürekli anayasa
projeleri yazdık.
2011 seçimlerinden sonra Meclis
Başkanı Cemil Çiçek’in düzenlediği
toplantıya davet edilen 24 anayasa
profesöründen birisiniz, o seçimler
sonrasında da yeni anayasa yapma
tartışması vardı. O günkü haliyle ‘bu
meclis yeni anayasa yapabilir mi’
sorusu ne anlama geliyordu?
Herşeye rağmen anayasa değişiklikleri
içerisinde, hak ve özgürlüklere ilişkin olumlu değişiklikler uygulamaya geçirilemedi. 13.
Madde’de olduğu gibi. İç Güvenlik Paketi,
Anayasa’nın 13. Maddesine açıkca aykırıdır. 2011 toplantısına gelince, doğru Cemil
Çiçek’in yaptığı toplantıda ben de vardım
ve bu meclis anayasa yapmamalıdır dedim.
Yeni anayasa bu meclisin açacağı, hukuki
“Bir anayasa hukukçusu olarak başkanlık rejimi mi, değil mi biçimindeki bir
tartışmaya başlamam diyorum. Ön tartışmayı yapmadan böyle bir tartışma yapılamaz. Böyle bir tartışma yaptığınız zaman
neydi mevcut anayasanın günahları, 1982
kapı yoluyla oluşacak yeni bir kurucu meclis
tarafından yapılmalıdır. Onun yolunu Anayasa açmalıdır dedim.
Nedenini iki açıdan belirttim bir, bu
meclis politik bir meclistir. Yasal parti
liderlerinin nefeslerini enselerinde hisseden
üyeler, soğukkanlı bir biçimde yeni anayasa
yazamazlar. İki, bu meclis çok önemlidir, yapacağı çok iş vardır, onlara devam
etmelidir. Bunlar içerisinde mevcut olan
anayasaya aykırı kanunları elden geçirip
aynı zamanda, yeni anayasaya giden yolu
hazırlamasıdır. Benim görüşüm buydu.
Bu görüş kabul görmedi. Şimdi Anayasa
Mahkemesi Başkanı seçilen Zühtü Arslan’ın
da dahil olduğu hükümeti destekleyen geniş
grup, ‘siz bu meclisle yeni anayasa yapabilirsiniz’ dediler. Zaten Cemil Çiçek’de bunu
bekliyordu. Ayrılırken Çiçek’e hayırlı olsun
dedim, bu yöntem bizi yeni bir anayasaya
götürmez, olsa olsa bir anayasa değişikliğine götürür açıklamasında bulundum. Ama
anayasa değişikliği de yapılamadı. Aynı
yıllarda Tunus’a gidip geliyordum, sadece
Anayasacılar değil, kadınlar, gençler, hukukçular, işçiler ve sendikacıların anayasa
için verdikleri mücadeleyi gözlemleyen bir
kişi olarak, ülkemdeki ‘bu meclis yeni bir
anayasa yapar’’ diyen koca anayasa profer-
Anayasası’ndan dolayı Türkiye özgürlükler bakımından neden bu kadar acı çekiyor, 1982’nin bu alandaki, merkeziyetçilik
zaafı ve yurttaşlığı etnisiteye indirgeyen
zaafına daha geniş bir perspektiften bakılması gerekir.”
SÖYLEŞİ
BasHaber
16 - 22 Şubat 2015
9
SÖYLEŞİ
sörlerine bakınca, ülkemizin geleceğine
olan inancım gölgelenmiş oldu.
Anayasa’nın ilk üç maddesine dokunmadan anayasayı değiştirmenin
ne anlamı var?
İlk üç maddeye zaten dokunuldu. Başlangıç kısmı değişti, 1995 ve 2001’de, 14.
Madde değişti. Dolayısıyla ilk üç maddede
yer alan hususlarla ilgili olarak zaten
değişiklik yapıldı. İlk üç madde değişmez
diye bir şey yok. Örneğin Türkiye devleti
bir cumhuriyettir kimse bunu değiştirmek istiyor mu? Pek zannetmiyorum.
Hukuka aykırı olan öğeleri ayıklayabiliriz. 3. Madde’ye baktığımız zaman ‘Türk
devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez
bir bütündür’ deniyor. Aslında Türkiye
devleti ülkesi, milletiyle bölünmez bir
bütündür. Şimdi burada değişim, Türkiye
ülkesi, Türkiye milleti ve Türkiye devleti ile bölünmez bir bütündür şeklinde
olmalı. İlk üç maddede bize önemli bir
zemin sağlayan eleştiriye açık maddeler
de Türk Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti
kavramlarıdır. Anayasa Mahkemesi’nin,
3. Madde’deki millet kavramını Türkiye
milleti, Türkiye ülkesi, Türkiye devleti
olarak değiştirmesini öneriyorum.
Böylelikle diğer milletleri de kapsamış mı olur?
Yeterli olmasa da kapsar. Ama bizim
görevimiz, bir metin yürürlükte olduğu
sürece onu en özgürlükçü biçimde yorumlamaktır. Fakat bunu bu şekilde yorumlamak, yurttaşlık tanımını yapan 66.
Madde’nin, ilk 3 maddeye aykırı olduğu-
nu söylemeye engel değildir. Çünkü
ilk 3 madde Türkiye devleti maddesidir. Ama 66. Madde “Türk devletine
vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes
Türk’tür” diyor. Bu anayasal bir
kavram değil ve değişmez maddelerde bu yok. O zaman derim ki, ilk 3’ü
değiştiremedik madem, samimiysek
bunu değiştirirsiniz. Burada önemli
olan iradedir. Tabi bu anayasanın
tümden yenilenmesine gerek yok
anlamına gelmez. Anayasa içinde de
yapılabilecek çok şey var. Örneğin,
Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ndaki
çekinceleri kaldırdığınızda kimse
neden kaldırdınız diyemez. Çünkü
bu da anayasa için bir efekt olabilir.
Oslo görüşmeleri sırasında Hakan Fidan’ın Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı’na konulan çekincelerin kaldırılacağına dair
Kürd hareketine söz verdiği
kamuoyuna yansıdı. Bu mümkün olabilir mi?
Bence barış sürecinin aksaklığı
oradan kaynaklanıyor olabilir. Ama
o zaman da insanın aklına şöyle bir
soru geliyor; Kılıçdaroğlu Hakkari’ye
gittiğinde ve ‘Avrupa Yerel Yönetim
Şartı’nı tam şekilde uygulayacağız’
dediğinde, neden başbakan karşı
çıktı da bir bürokrat gidip Oslo’da
buna yönelik sözler verdi. İşte bu
sorular devleti yöneten demokratik
bir yapı mı var, yoksa gizli bir yapı
mı var şüphesi uyandırıyor. Çünkü
bu durumda muhalefetin Hakkari’de
yaptığı açıklamaya karşı hükümetin
de ‘evet bizde bunu yapmak istiyoruz.
Madem muhalefet de istiyor, gelin
birlikte yapalım’ demesi lazımdı.
Ama kimse böyle bir şey demedi.
Çünkü bu sandığa indirgenen ve
‘bana ne getirecek’ düşüncesiyle yapılan yaklaşımlardır. Seçim barajıda
tam da bu nedenlerle indirilmiyor.
Gerçek şu ki istenirse muhaefet ile
bunu çok çabuk yapabilirler. İkisi
de bunda hem fikir. Bu demokratik
irade meselesidir. CHP’nin Oslo
görüşmesini sürekli gündeme getirmesi anlamsız. Ama eğer gündeme
getirecekse de bunu Oslo’da değil,
mecliste çözün diye bir alternatif
sunup bu sorun Ankara’da çözülür
diyebilmelidir.
Özerklik Şartı’nın Kürd meselesiyle ilgisi olmadığını mı
savunuyorsunuz?
Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı bir alfabedir. Bunun
Kürdlerle direkt bir ilgisi yok, sonuçta bu Kürdler için hazırlanmadı. Bu
kadar geniş bir nüfusu ve coğrafyayı
Ankara’dan yönetemezsiniz. İstanbullular ‘hayır bu Kürd sorununa
indirgenemez’ diyor, Diyabakır’a
gidiyorum onlar da ‘bunun sadece
Kürd sorunuyla ilgili’ olduğunu zannediyor. Ben de diyorum ki; hayır,
bütün Türkiye için her şeye Ankara’daki bürokrat karar veriyor. Bu
çok kötü bir yönetim biçimidir. Ülke
değerleri, insan ve devlet üçgeninde,
devlet araçtır. İlkesel değerler, insan
haklarını güvence altına alan mekanizmalar inşa edildiği zaman o tepedir. Ama siz bütün dikkatleri devletin
kendisine yönlendirdiğiniz zaman bu
da çözümsüzlük anlamına gelir.
Çekinceler kaldırılırsa ne olur?
CHP bana “Kürd sorunu anayasada
nasıl çözülür” diye bir rapor hazırlattı. Ama kamuoyuyla bile paylaşmaya
cesaret edemedi. Böyle bir ülkede
yaşıyoruz. Kürd sorununun çözülmesi için, yurttaşlık, ademi merkeziyet
ve dil sorununun çözülmesi lazım.
Diğerleri de konuşulabilir ama esas
konular bunlar. Yerel yönetimler
konusunda çekincelerin kaldırılması,
bu sorunların da önünü açıp çözülmesine vesile olabilir.
HDP’nin mecliste olmaması
parlamenter sistem ve çözüm
süreci açısından bir sıkıntı
yaratır mı?
Ben HDP’nin mecliste olmadığını
düşünemiyorum. Mecliste olmalı ve
en güçlü şekilde temsiliyet almalıdır.
Mecliste olmamayı hiç dillendirmemeliler. Olmasak da olur dememeliler. Yüzde 10 barajının düşürülmesi
eğer AKP isterse hemen yapılabilir.
Bunu kaldırmak imkansız değildir
AKP isterse bunu hemen yapabilir.
AKP bunu açık bir şekilde yapabilir mi?
Açık bir şekilde yapabilir mi
bilmiyorum. Ama 32. Madde’yi
kaldırarak, kanunu değiştirip,
barajı düşürerek en sonunda da
Anayasa’nın 66. Maddesi’ndeki 1 yıl
şartını ‘bunun için geçerli değildir’
şeklinde değiştirebilir. Eğer AKP
isterse, ana muhalefet de HDP’de
açık bir şekilde destek veriyorken
hemen yapabilir. HDP iyi bir Türkiye siyaseti geliştirebilirse ve iyi bir
aday belirlerse, güçlü bir kampanya
ile yüzde onu zorlayacağını düşünüyorum.
09
Seçimler ve Kürd
dinamiği
HAKAN TAHMAZ
7 Haziran genel seçim takvimi,
aday adayı olacak kamu görevlilerinin
10 Şubat tarihinde istifa etmeleriyle
işlemeye başladı. Medyada çıkan istifa
haberleri seçimlerin iki koçbaşı olduğunu gösteriyor. AK Parti ve HDP.
AK Parti’nin başkanlık sistemi hedefi ve Çözüm Süreci’ni tek başına belirleme arzusu ekseninde süren tartışmanın ağırlıklı yönünü, HDP’nin seçimlere
parti olarak girme kararı oluşturuyor.
AK Parti’nin beklentisini zora sadece HDP’nin barajı geçmesi sokabilir gibi gözüküyor. Bu gerçeği görmekten aciz
olanlar tartışmayı farklı zeminlere çekme gayreti içindeler.
Bunlardan biri de HDP’nin parti ile seçimlere girme kararının
İmralı ile yapılan kirli pazarlığın sonucunda alındığı saçmalığının ciddiye alınabilir bir yanı yok.
Seçimlerin kaderini belirleyecek olan HDP’nin izleyeceği
seçim stratejisi ve taktiği olacak. Bu noktada en önemli hususlardan birini son yıllarda Kürdlerde yaşanan değişimin
doğru kavranması ve değerlendirilmesi oluşturuyor. Güney
Kürdistan’daki gelişmelerin, Çözüm Süreci’nin, Kobanê’nin
ve IŞİD’e karşı Kürd silahlı güçlerinin büyük ve tarihsel direnişlerinin Kürdlerde yarattığı radikal değişimi dikkate alan bir
seçim stratejisi oluşturulmalı.
HDP’nin ısrarla hayata geçirmeye çalıştığı Türkiyelileşme stratejisiyle dört parçadaki Kürdileşme durumu arasında
sağlam bağlar, köprüler kurulmasına ihtiyaç var. Bu durumu
hafife alan, kavramayan politik yönelim ve açılım ciddi riskler
içeriyor. Daha doğrusu Kürd gerçekliğine teslim olmama tutumu Kürd gerçekliğine sırt dönme tutumuna dönüşmelidir.
Bu sadece ana akım Kürd siyasetinin omuzlayacağı türden bir yük ve sorumluluk değil. Bunu, Ortadoğu Kürdlerinin
değişmeye başlayan kaderlerinin güçlenmesini amaçlayan ve
AK Parti’nin doludizgin gidişini kontrol altına alma hedefine
kitlenmiş tüm Kürd siyasal güçleri ve Türkiye’nin tutarlı demokrasi güçleri başarabilir.
Bu açıdan HDP’nin alacağı seçim sonuçlarını belirleyecek
olan Kürd mahallesine dönük izleyeceği taktik önem arz ediyor.
Çözümün kendi doğal olması gereken rotasında ne ölçüde gelişeceğini de seçimlerde ortaya çıkacak yeni parlamentonun bileşimin aritmetiği belirleyecek.
HDP, Türkiyelileşmenin Kürd mahallesinde yarattığı kafa
karışıklığı önemle dikkate almalı. Özellikle 2014 Mart yerel seçimlerinin sonuçlarını bir de bu zaviyeden değerlendirilmeye
ihtiyaç var. Türkiyelileşme Kürdileşmeyle paralel yürütülmek
zorunda olunduğu görülecektir.
Kürd siyasal hareketi, Kürd siyasetinin çoğulculaşmasıyla
arasına koyduğu mesafeyi kaldırmalıdır. Bunun sürmesi, Kürd
hareketinin inşa etmeye çalıştığı çoğulcu toplum tahayyülü
ile de çatışıyor. Kürd demokratik siyasetinin çoğulculaşması
Kürd değişimine, dönüşümüne ve Kürdileşme durumuna dinamizm getirecek bir gelişme olacaktır.
Amed’de Kürd demokratik siyasal partilerin ve grupların
bir süre önce bu doğrultuda bir araya gelmeleri, arayış başlatmış olmaları umut verici bir gelişmedir. Bu girişimin sonuç
verici bir tarzda geliştirilmesi ve güçlendirilmesi herkesin eski
ezberin terk edilmesiyle, husumetçi ve hegemonyacı yaklaşım yerine siyasal çoğulculukla ve toplumsal zeminleri güçlendirici tavır almasıyla mümkün olabilir.
Son yıllarda bu konuda önemli tecrübeler edinildi. Seçimlerde Kürd siyasal ve toplumsal öznelerle nasıl ilişki geliştirileceğini Şengal ve Kobanê direnişleri açık biçimde ortaya
koydu. Dört parçada tarihsel, toplumsal ve siyasal özneler
arasında demokratik çoğulcu bir yaklaşım ve demokratikulusal birlikteliği geliştirme çabasına yoğunlaşılmalı; sekter,
rekabetçi husumete dayalı tutumlara taviz verilmemelidir. Tarihsel arka plana sahip, yeniden nüksetme sinyali veren düşük
düzeyli KDP, PKK gerilimi düşürülmelidir.
Bunlar başarıldığı ölçüde HDP hedefine yaklaşacak. 7 Haziran sadece bir fırsat değil; aynı zamanda büyük bir sorumluluğu omuzlamak olacak.
10
HABER
BasHaber
16 - 22 Şubat 2015
“Soykırım, Türkiye meselesi”
T
HABER
16 - 22 Şubat 2015
HDP adayı BasHaber yazarı Sancar:
Büyük Tabu’nun 100. yılı
ürkiye’nin geçmişle yüzleşme ve
hesaplaşma bağlamında temel
açmazlarından biri olan ve hala
resmi söylemde inkarı devam eden
1915 soykırımının 100. yıldönümüne
kısa bir süre kaldı. İttihat ve Terakki
Partisi yönetimi döneminde Osmanlı
Devleti’nin gerçekleştirdiği katliamda
öldürülenlerin ve techir edilenlerin sayısı hala net olarak bilinmiyor. Soykırıma
dair çalışmalarıyla tanınan Prof. Taner
Akçam’ın verilerine göre hayatını kaybeden ve techir edilenlerin sayısı 1 milyonun üzerinde. 24 Nisan 1915’te başlayan
soykırımın devamı olarak kabul edilen
inkar politikaları sürerken Ermenilerin
ve Türkiye halklarının en büyük merakı
Türkiye Cumhuriyeti’nin soykırımın
100. yılında bu yarayla yüzleşip yüzleşmeyeceğidir.
Osmanlı Döneminde ‘sadık millet’
olarak adlandırılan Ermenilerin 1.
Dünya Savaşı sırasında Talat Paşa’nın
emriyle techire zorlandılar. O dönemde
yayımlanan bildiri ile önce Ermeni aydın
ve entellektüelleri gözaltına alınırken,
diğerleri başta İstanbul olmak üzere
Edirne, Aydın, İzmir, Mardin, Bolu,
Kastamonu, Çanakkale, Kütahya, Erzurum, Sivas, Adana, Urfa gibi yaşadıkları
kentlerden techire zorlandı. Soykırıma
ilişkin kaynaklarda sayıları 1 milyonun
üzerinde olan Ermenilerin çoğunun
techir sırasında yaşamını yitirdikleri
geriye kalanların da katledildikleri ifade
ediliyor. Techir ve soykırımda yaşananlardan geriye kalanlara “kılıç artığı” denilirken Türkiye’de kalan bir çok Ermeni
kimliğini yıllarca gizleyerek yaşamak
zorunda kaldı.
24 Nisan 2015’te 100.yılını dolduracak
olan katliam için Etyen Mahçupyan,
BasHaber
“100 yıl sonra acele etmemize gerek
yok. Artık yaşananlar daha sağlıklı bir
yolla ilerlemeli” yorumunda bulunurken
Ermeni halkının en büyük sorusu; ‘Türkiye yaşananları soykırım olarak kabul
edip bu soykırım ile yüzleşecek mi?’ Bu
konuda çalışma yapan bir çok tarihçi,
araştırmacı ve ilgili ise Türkiye’nin
tazminat ödememek için soykırımı
kabul etmediğini savunsa da Ermeniler
tazminattan önce özür beklediklerini her
fırsatta dile getiriyor.
Türkiye’de 3 dönem:
Susma-Konuşma-İnkar et!
Taner Akçam, Ermeni Soykırımı’na
ilişkin yaşananları Ermeni meselesinden
ziyade ‘Türkiye meselesi‘ olarak adlandırılırken Türkiye’de Ermeni meselesini 3
dönemde ele almak gerektiğini söylüyor:
“Susmak, konuşmamak ve inkar etmek!
Soykırım’ın ardından Türkiye’nin en
büyük tabusu olan Ermeni meselesine
ilişkin susma uzun bir süre aldı. Ancak
en büyük sorun konuşmak ve inkar
etmek oldu. Türkiye’de Ermeni meselesinin konuşulmaya başlamasıyla birlikte
inkar politikası da beraberinde geldi.
Önceleri “Geçmişte de böyle kötü şeyler
oldu, artık geçmişi kapatalım” düşüncesi
egemenken ardından “böyle bir soykırım
yaşanmadı. Türkler de katledildi” gibi
fikirler yayımlamaya başlandı.”
Prof. Akçam, inkar politikalarının
önceleri Dersim katliamı için de geçerli
olduğunu ancak zamanla Türkiye’nin bu
meselenin çözümü için “gerekirse özür
dileriz” açıklamalarında bulunduğunu ve
aynı özürü Ermeni Soykırımı için de yapabileceğini söyledi. Kürd meselesi, Alevi meselesi gibi Ermeni meselesinin de
çözülebileceğine inandığını belirten Ak-
çam,
“1991 yılında Ermeni soykırımına ilişkin
suskunluk aşılmaya başlandı. Zamanla
yüzleşme de başlayabilir” değerlendirmesinde bulundu.
Dink ve Sevag Balıkçı cinayetlerinin hesabı öncelikli
Akçam, Türkiye’nin Ermenilerle barışması için atılması gereken adımlardan
birinin Türkiye Ermenilerinden, 19 Ocak
2007 yılında öldürülen Agos Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink
ve Batman Kozluk’ta askerlik yaptığı
sırada 24 Nisan 2011 yılında öldürülen
Sevag Balıkçı cinayetlerinin çözülmesi
olduğunu söylüyor. Geçmişte yaşananların devamı olarak nitelendirilen Dink
ve Balıkçı cinayetlerinde henüz net bir
sonuç ortaya çıkarılmazken Balıkçı ailesi
de yüzleşmek için öncelikle cinayetlerin
çözülmesini istiyor.
İlk adım: Erdoğan’ın taziye mesajı
Ermeni Soykırımı her fırsatta inkar
edilirken ‘bunun aşılma ihtimali’ katliamın 99. yılında yani 24 Nisan 2014’te
yayımlanan taziye mesajıyla verildi.
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan katliama yönelik ilk kez taziye
mesajı yayımladı, ancak “katliam” ve
“soykırım” kelimelerini kullanmayan
mesajında; “Tehcir gayri insani sonuçlar doğurdu. Osmanlı İmparatorluğu
vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o
dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını
anmalarını anlamak ve paylaşmak bir
insanlık vazifesidir. Ne var ki, tarihi meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte daha
iyi anlamamız, kırgınlıkları yeniden
dostluklara dönüştürmemiz mümkün
olacaksa, farklı söylemlerin empati ve
hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi
tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti hukukun
evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam
edecektir” İfadelerini kullanmıştı.
Bir çok kesim bu adımı olumlu bulurken Ermenistan, Erdoğan’ın “katliam”
ve “soykırım” kelimelerini kullanmadan
yayımladığı mesajın, inkarın bir devamı
olduğunu savundu. Ancak geçtiğimiz yıl
taziye mesajı yayımlayan Erdoğan’ın bu
yıl ise tam aksi davranarak Ermeni soykırımının yıl dönümü olan 24 Nisan’da
Çanakkale Zaferi etkinlikleri gerçekleştireceklerini açıklaması ve bu etkinliklere
Ermenistan Cumhurbaşkanı’nı davet
etmesi ise Türkiye’de mevcut politikanın devam ettiğinin göstergesi sayıldı.
Akçam, Erdoğan’ın böyle bir etkinlik
gerçekleştirmek yerine o tarihte Erivan’a
gitmesi gerektiğini böylece ‘barışın kapılarının’ açılabileceğini söyledi.
“2015 son değil başlangıç olmalıdır”
Katliamın 99. yılında yayımlanan
mesajda “katliam” ve “soykırım” ifadelerinin kullanılmaması ve katliamın
100. yılında da etkinlik gerçekleştirilecek olması Türkiye’nin soruna nasıl
yaklaşacağı konusunda emin olmadığını
gösterirken Akçam, Türkiye’nin barış
için adım atmayacağını gördüğünü ve
bunun en büyük sebebini içeriden ve
dışarıdan güçlü bir baskı olmadığını
söyledi. Siyasi partilerin ajandalarında
katliama ilişkin yüzleşme çalışmaları
olmadığını vurgulayan Akçam, “2015 bir
son değil başlangıç olmalı. Türkiye’de
siyasi partiler olmak üzere tüm dinamikler bu meselenin çözümü için ciddi bir
baskı oluşturmalıdır. Partiler cesaretle
çıkıp ‘Almanların yaptığını yapacağız ve
özür dileyeceğiz’ demeliler. Kürd meselesinde, Alevi meselesinde çözüm ve
barış için nasıl ciddi bir baskı oluştuysa
Ermeni Soykırımı için de öyle bir baskı
olmalıdır” diye konuştu.
“Yara, parayla kapatılamaz”
Türkiye’nin meselenin çözümü için
Ermeni Diasporası ile pazarlık yapmak
zorunda olduğunu belirten Prof. Akçam, “İnkar politikalarını değiştirip yeni
yüzyılın inkar politikalarını hazırlamaktansa oturup Diaspora ile görüşmeler
yapılmalıdır. Sadece Türkiye Hükümeti
değil değil Türkiye halkları da yüzleşmek için bu pazarlığı yapmak zorundadır. Hükümet de Diasporayla görüşerek,
tazminat dahil elinden geleni yapması
gerekiyor. Çünkü tazminat ödeyerek
bu sorun çözülemez, yaraların parayla
kapatılamayacağı unutulmamalıdır.
yüzleşmek için tazminatın yanı sıra,
Gayrimüslümlerin el konulan mülkleri
iade edilebilir, eğitimlerinde, günlük
hayatlarında düzenlemeler yapılabilir”
dedi.
Kendimi sorumlu hissettim
G
Özcan Şahin
azetemiz Yazarlarından Prof. Dr.
Mithat Sancar HDP’den aday
olacağını açıkladı. “Başından
beri Kürdistani siyasetin diyalog içinde
olması ve asgari müştereklerde bir
arada durulması gerektiğini düşünüyorum. Kürd Ulusal Kongresi’nin
toplanması için de adımlar atmaya
ve katkı sunmaya çalışacağım” diyen
Sancar, kendisinin adaylığı, HDP’nin
seçim barajı karşısındaki durumu,
barajı geçememesi halinde ne gibi bir
tutum sergilenebileceği hakkındaki
sorularımızı yanıtladı.
Siyasete girmenizde ve HDP adayı
olmanızda hangi faktörler etkili
oldu?
Bu kararı vermemde HDP Eşbaşkanı
Salahattin Demirtaş’ın beni davet edip
böyle bir isteği iletmesi etkin oldu.
Selahattin Bey geçtiğimiz Cumartesi
görüşmek istedi ve aday olmam yönündeki talebini iletti. Ben de düşünmek
istedim. Çünkü yıllardır akademide
olmanın verdiği bir tereddüdüm vardı.
Siyasetle de çok yakından ilgilendim ve
elimden geldiğince inandığım ilkelere
katkı sunmaya çalıştım. Bundan sonra
da ‘bu şekilde devam etme yönünde
bir tercihimin olduğunu’ kendisine
söyledim. Demirtaş da ‘bunu anlayışla karşılayabileceğini ama sadece bu
açıdan bakmanın doğru olamadığını
ve ısrar edeceğini’ söyledi. Ben de bir
süre değerlendirdikten sonra bu günkü
şartlarda böyle bir talebe ‘hayır’ dememin doğru olmayacağına karar verdim.
Birincisi çok özel şartlarda bir seçim
yaşanacak ve HDP bu seçime parti
olarak girecek. Eğer barajı geçerse bu
Ortadoğu’ya yeni bir vizyon ve perspektif sunacaktır. Türkiye demokrasisi
açısından da çok önemli bir dönüşümün motoru olacaktır. Ben de böyle bir
ortamda, bana düşen bir sorumluluk
olduğunu düşünerek aday olmaya karar
verdim.
Anketlerin barajı aşma konusunda belirsizliği devam ederken,
sizin beklentiniz nedir?
Anketler biraz değişik sonuçlar
veriyor. Yüzde 9 gibi bir bantta gidiyor
ama ben görünmeyen pek çok faktörün seçmen tercihinde rol oynayacağı
kanısındayım. HDP’ye daha önce oy
vermemiş insanların da oy vereceğini
düşünüyorum. Bunun gerçekleşmesi
için de HDP’nin aday profili ve seçim
kampanyasının çok dikkatli işlenmesi
gerekiyor. HDP’nin barajı yüzde 10 sınırında değil daha üstünde oy alacağını
düşünüyorum. Bu bir temenni veya
aday olmamın getirdiği bir propaganda
hissi değil gayet gerçekçi bir düşünce.
HDP’nin barajı aşamaması durumunda “ne olacak?” tartışmaları
var. Sizce ne olur?
Baraj aşılırsa Türkiye’de hiçbir şey
eskisi gibi olmayacaktır. Ama barajın
aşılmaması durumunda da Türkiye’de
her şey çok kötü gider veya tek adam
yönetimi olur gibi değerlendirmeleri
abartılı buluyorum. Bir defa önümüzde
dört ay var son iki ay çok önemlidir.
Bu dönemde HDP Türkiye demokrasisi, Ortadoğu’da halkların kardeşliği,
Kürdistan ve Kürdler için statü taleplerini birleştiren bir mücadele programı
yürütürse, seçim barajını aşmazsa
bile, bunun gelecek dönemde güçlü
bir sosyal ve toplumsal muhalefetin
zeminini oluşturacağını düşünüyorum.
Böyle bir ihtimalle birlikte AKP’nin
anayasayı değiştirebilecek çoğunluğu
elde edecek olması, bunu yapabileceği
anlamına gelmiyor. Çünkü karşısında
güçlü bir toplumsal muhalefet olduğu
zaman AKP’nin bunu yok sayma veya
ekarte etme gücü olacağını da düşünmüyorum. Dolayısı ile barajı aşamamak
Türkiye’de siyasi dengeleri yeniden
düşünmeyi gerekli kılacak ve kısa
sürede barajın düşürüldüğü yeni bir
seçim tartışması başlayacaktır. Şimdiye
kadarki konumların artık etkisizleştiğinin görüldüğü yeni bir siyasi tablo
ortaya çıkacaktır. Muhalefet adına
yürütülen tartışmaların Türkiye’ye bir
şey kazandırmadığını göreceğiz ve yeni
bir çoğulcu demokratik, özgürlükçü
toplumsal muhalefet arayışı güçlenecektir. Seçim barajının adaletsizliği yeni
parlamentonun sosyolojik meşrutiyetini sorgulatacaktır.
Geçen hafta Ahmet Türk HDP’nin
baraj altında kalması durumda
yerel bir parlamento oluşturabileceklerin işaret etti. Bu konudaki
yaklaşımınız nedir?
Tabi ki HDP barajı aşamazsa kendi
talepleri ve hedeflerini gerçekleştirmek
için başka demokratik yollar arayacaktır ve bu meşrudur. Bu Kürdistan’a
çekilmek ve HDP projesinden vazgeçmek anlamına gelmeyecektir ama yeni
bir siyaset yolu geliştirme hakkı da
doğacaktır.
Kürd siyaseti yıllardır bu barajın düşürülmesini talep ediyor. Buna rağmen
parlamentoya girdi ve çok zor şartlarda
çalışarak başarılı oldu. 2011’de eşine
az rastlanır bir şekilde her ilde tek tek
seçmen hesaplayarak çıkabilecek en
yüksek bağımsız milletvekili sayısını
çıkardılar. Şimdi bütün bunları denedi
ve parlamentoyu denedi bunun için
adımlar attı. Buna rağmen baraj bu
güne kadar baraj düşürülmediyse artık
yeni bir hamle yapma hakkı vardır. Bunun sorumluları da artık bu güne kadar
barajı düşürmeyenlerdir. Kürd siyasi
hareketini bu barajlı seçim oyununa
devam etmesini telkin edenler haksızlar
ve bir kez daha düşünmeliler.
HDP barajın altında kalırsa ve bundan sonra yeni adımlar atarsa bunun
sorumluları bu barajı düşürmeyenlerdir. Böyle bir durum ortaya çıktığında
ben demokratik bütün zeminlerde
katkımı ve üzerime düşen görevi yerine
getiririm. HDP demokratik bütün
yolları ve imkanları kullanma hakkına
sahiptir bu yolda ben de elimden gelen
katkıyı sunmaya çalışırım.
Eğer seçilirseniz, HDP içerisinde
öncelikleriniz ne olur, nasıl bir
misyon üstlenirsiniz?
Benim şahsi önceliklerim HDP’nin
hedefleri ile örtüşüyor. Ben Türkiye’de
demokrasinin yerleşmesi, Türkiye’de
özerklik temelinde bir idari yapılanma
olması, bütün ezilen ve mağdurların
hakları için elimden geleni yapacağım.
Bunun yanı sıra Çözüm Süreci’ne katkı
sunmak için elimden gelen çalışmayı
yürüteceğim ve Kürdistan’ın bütününde
bir diyalog zeminin yerleşmesi için de
çalışacağım. Ben başından beri Kürdistani siyasetin diyalog içinde olması
ve asgari müştereklerde bir arada durması gerektiğini düşünüyorum. Kürd
Ulusal Kongresin’in toplanması için
de adımlar atmaya ve katkı sunmaya
çalışacağım.
Siyasi bir partinin çatısı altında
olmak ‘tarafsız’ tavrınızı zorlar
mı?
HDP içinde farklı görüşler savunanlar oldu ve hep vardı. Bazı konularda
alınan kararların gereklerine riayet
etmek ile farklı görüşleri savunmak
farklıdır. Bazı politikalarını eleştirenler
ve tavır sergileyenler de oldu ama HDP
zaten böyle bir yapıya sahipti. Elbette
parti üyesi olmanın gerektirdiği bazı
ahlaki yükümlülükler vardır. Ben objektiflik adına görüşlerimi kamuoyuyla
paylaşmaya devam edeceğim. Sonuç itibarı ile seçilirsem sadece bir akademisyen olamayacağım, ama akademisyen
kimliğim de devam edecektir.
11
Çözüm Süreci’nin
yeni efsanesi
BİLAL SAMBUR
Hükümet sözcüleri, İmralı’dan
Çözüm Süreci’ne dair daha ileri
bir adım beklediklerini önceden
ifade etmişlerdi. Beklenen adım,
PKK’nin komple silah bırakmasından başka bir şey değildir. Ak
Parti, PKK’ye silah bıraktıran parti
olarak seçime girmek istemekte
ve bunun üzerinden ciddi bir sonuç almayı ummaktadır. Ak Parti, seçimde 400 milletvekili elde
etme hedefini önüne koymuş bulunmaktadır.
Hükümetin ileri adım söylemi, Öcalan’ın önümüzdeki Newroz’da muhtemelen yeni bir silah bırakma çağrısı
yapacağına dair bir beklentinin oluşmasına neden oldu.
HDP Heyeti’nin İmralı’ya ziyareti heyecanla beklendi.
İmralı’ya gidip döndükten sonra heyetin yaptığı açıklamada, süreçte yeni bir şey olmadığı, her şeyin rutin gittiği ve önümüzdeki günlerde dönüm noktası niteliğinde
yeni bir gelişmenin beklenmemesi gerektiği ifade edildi.
Çözüm Süreci’nde rutinin dışında hiçbir şey olmadığı ve İmralı’ya sadece gidip gelindiği söylenmesine
rağmen, tahkim edilmiş antlaşma şeklinde yeni bir mutabakata varıldığı bazı medya organlarında özellikle yer
almaya başladı. Tahkim edilmiş antlaşma söylemleri,
detaylı bir şekilde Kürd hareketinin kalıcı bir şekilde silah bırakmasını anlatmaktadır. Bu durum, yeni bir şey
değildir. Çözüm Süreci’nin başlamasından itibaren, değişik yazarlar tarafından gün gün örgütün ve hükümetin atacağı adımlara dair yol haritalarının yayınlandığını
hatırlayalım. Ancak o yol haritalarının belirlediği takvimler çoktan aşılmış olmasına rağmen, o haritalarda denilenlerin neredeyse hiçbiri gerçekleşmemiştir. Başka bir
ifade ile yol haritaları adı altında, kurgular gerçek olarak
kamuoyuna empoze edilmiştir. Daha önceki tecrübeler
çerçevesinde, daha önce yayınlanan yol haritalarının
kamuoyundaki çözüm sürecini algısını değiştirmeye
yönelik bir PR çalışmasından öte şeyler olmadıklarını
söyleyebiliriz.
Tahkim edilmiş antlaşma söylemlerinin, daha önceki
yol haritalarıyla benzer nitelikte olup olmadığı ve aynı
kaderi paylaşıp paylaşmayacağı sorusu önümüzde durmaktadır. Kürd siyasi hareketi, rutinin dışında hiçbir gelişme olmadığını söylemesine rağmen, tahkim edilmiş
anlaşma şeklindeki iddianın, önümüzdeki günlerin yeni
gelişmelere gebe olduğu beklentisini yaratmaya yönelik bir algı operasyonu olup olmadığı sorusunu akıllara
gelmektedir.
Çözüm Süreci’nin önündeki en büyük tehlike, bu
sürece duyulan güvenin psikolojik alt yapısının giderek
zayıflamaya başlama ihtimalidir. Çözümün hep seçimlere endekslenmesi, çözüm sürecinin seçimleri kazanmaya yönelik bir taktik olduğuna dair kanaatin toplumda
oluşmasına neden olmaktadır. 7 Haziran milletvekili seçimleri öncesinde demokratikleşme konusunda hiçbir
gelişmenin olmaması ve seçim barajının düşürülmesi
gibi minimum demokratik standartların sağlanamaması, seçimlerde sonuç olmak için çözüm sürecinin araçsallaştırıldığı düşüncesinin kemikleşmesine yol açmaktadır.
Tahkim edilmiş anlaşma gibi psikolojik nitelikli
operasyonel söylemlerle, çözüm sürecinin oyalama ve
vakit kazanma hamleleri olarak algılanması, toplumun
demokrasi, barış, hukuk ve adalet konularındaki beklentilerinin hayal kırıklığıyla sonuçlanmasına neden
olmaktadır. Psikolojik algılarla demokrasi, barış, hukuk
ve adalet gerçekleşmemektedir. Aleviler ve Kürdler
gibi ciddi demokratik talepleri olan kesimler, seslerini
yükseltmeye başlamakta ve önemli bir sosyal hareketliliğin içine girmiş bulunmaktadırlar. Alevi kesimlerinin
yapmış olduğu miting ve ders boykotları, önümüzdeki
günlerde bu sosyal hareketliliğin yoğunlaşacağını göstermektedir. Barış, algı operasyonlarının yarattığı hayal
kırıklıklarıyla tüketilmemeli, içi dolu demokratikleşme
politikalarıyla beslenilmelidir.
12
BasHaber SÖYLEŞİ
16 - 22 Şubat12
2015
DOSYA
‘Eylemler iktidarı
kaygılandırdı’
İstanbul Barosu’ndan Av. Şule Recepoğlu da paketin anti demokratik bir uygulama olduğunu vurgulayarak, 2007 yılında aynı şekilde polise geniş yetki
verildiğini ve bu yolla 80 kişinin hayatını kaybettiğini hatırlattı. Bu yasal değişiklikle birlikte iktidarın
topluma sessizliği ve sindirmeyi dayattığını söyleyen
Recepoğlu şöyle konuştu: “Bu yasal değişiklikle elde
edilmek istenen sonuç, devletin baskısı ve otoritesine karşı sessizlik, sindirme ve gözdağı vermektir.
Halkın demokratik hakkı olan eylemler için kaygı
ve korku yaratmaya çalışıyorlar. Paketi toplumun
güvenliği için hazırladıklarını ifade ediyorlar. Ancak
hukukta toplumun güvenliği diye bir ibare yok.
Aksine bireyin hak ve özgürlüklerinin gözetilmesi
ve korunması var. Kamu görevlileri bireyin hak ve
özgürlüklerini kısamayacağı unutulmamalıdır. Buna
rağmen paket tüm bunları ön görerek bireyi yok
sayıp polise sınırsız yetki ve cezasızlık getiriyor bu
da faili belli cinayetleri arttıracaktır.”
‘Bu diktatörlüğü getirir’
Türkiye’de antidemokratik uygulamaların her
zaman var olduğunu ifade eden Urfa Barosu eski
başkanı Ali Fuat Bucak da, paketin Türkiye’yi hukuk
devleti olamadan polis devleti haline getireceğini
söyledi. İç Güvenlik paketinin demokrasiyi ortadan
kaldıracağını savunan Bucak, “Eylem, gösteri ve
yürüyüşler imkansız hale getiriliyor. Demokratik
haklar ortadan kaldırılıyor. Seçim bile olsa bu yasayla birlikte ülkede bir diktatörlük olacaktır” dedi.
13 Şubat Okul boykotu eylemleri öncesinde pakette
yer alan “uzaklaştırma ve koruma altında tutma”
maddesince eyleme katılacak bazı isimlerin gözaltına alındığına dikkat çeken Bucak, “Eylem öncesinde ve eylem sırasında yaşananlar ileride paketin
yasallaşmasıyla birlikte yaşanacakların küçük bir
örneği. Eğer paket meclisten geçerse bu tür baskı ve
gözaltılar sık sık yaşanacaktır” diye konuştu.
DOSYA
BasHaber
16 - 22 Şubat 2015
13
SÖYLEŞİ
Türkiye polis devleti mi oluyor?
K
Rabia Çetin
obanê’nin işgaline sessiz kalınmasını protesto
amaçlı 6-7 Ekim 2014’te
birçok kentte çıkan eylemler
sonrasında gündeme gelen İç
Güvenlik Paketi’ne yönelik tartışmalar devam ediyor. Meclise
sunulması beklenen Paket için
geçtiğimiz hafta İstanbul başta olmak üzere bir çok kentte özellikle
baro başkanlarının öncülüğünde
protesto eylemleri düzenlenirken,
yasaya yönelik duyulan endişelerde Türkiye’nin polis devletine
dönüşeceğine dair endişeler dile
getiriliyor.
Ekim ayında yaşanan eylemlerde 42 kişi hayatını kaybetmiş,
çok sayıda insan yaralanmış, 2
bin 495 kişi gözaltına alınmış 700
kişi de tutuklanmıştı. Bu eylemlerin hemen ardından Hükümet
İç Güvenlik Paketi adı altında 43
maddelik “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve
Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik İçin Yasa Tasarısı”
hazırladı. Ocak ayında Başbakan
Ahmet Davutoğlu’nun imzasına
sunulan paket, sokak eylemlerine
verilecek cezaların arttırılmasını, gözaltı ve tutuklamalar için
“makul şüphe”nin yeterli sayılmasını öngören, arama, dinleme,
el koyma ve savunma hakları gibi
konularda özgürlükleri kısıtlıyor.
Bu hafta meclise gelmesi beklenen
pakete ilişkin tartışmalar sürerken toplumun bir çok kesimi ve
hukukçular yasanın Türkiye’yi faili
meçhul cinayetlerin yaşandığı,
kolluk kuvvetlerinin şiddetinin hat
safhada olduğu 90’lı yılların da
gerisine götüreceğinde hem fikir.
Polise sınırsız yetki
Kolluk kuvvetlerinin yetkilerini
genişleten pakette , bilye ve sapan
ateşli silahlar kapsamına alınırken molotof kullananlara uyarıda
bulunmadan ateş etme hakkı
getiriliyor. Paketin en çok tarrtışılan maddelerinden biri kolluk
kuvvetlerinin “makul şüpheli”
adı altında savcının izni olmadan
keyfi bir şekilde arama ve sorgulama yapabilmesini sağlıyor. Ayrıca
polis, evde ifade alabilecek, toplumun can güvenliğini tehdit ettiğini
düşündüğü kişileri, “uzaklaştırma
ve koruma altına alma” adı altında
gözaltına alabilecek. Kolluk kuvvetlerinin, savcının izni olmadan
gözaltına alma süresini 48 saate
çıkaran pakette, toplumsal gösteri
ve yürüyüşlerde, slogan atma ve
yüzü kapatmak suç sayılayacak.
Paket slogana 6 aydan 3 yıla
kadar, yüz kapatmaya ise 3 yıldan
5 yıla kadar hapis cezası getiriyor.
Vali ve kaymakamlara da emir
verme yetkisi getiren ve yargıyı
devre dışı bırakarak sorumluluğu kentlerin idaresine bırakan İç
Güvenlik Paketi’nde vali, gerektiğinde kolluk amir ve memurlarına,
suçun aydınlatılması, faillerinin
bulunması için gereken acele
önlemlerin alınması için doğrudan
emir verebilecek.
Paketle birlikte 5 bin polisin daha
sahada görev yapacağı söyleyen
Ala şöyle dedi: “Aslında milletimizin can ve mal güvenliğini emniyet
altına alırken, aynı zamanda hak
ve özgürlüklerini her türlü şiddete karşı da garanti altına alan,
onları rahatlıkla kullanılmasını
sağlayacak olan kapsamlı bir iç
güvenlik reform paketidir bu.”
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da
benzer açıklamalarda bulunarak
İç Güvenlik Paketi’nin vatandaşın
huzuru, güvenliği ve barış içerisinde yaşaması için hazırlandığını ve
meclisin kapanmadan yasalaşacağını söyledi.
Hükümet memnun, siyasi
partiler tepkili
İnsan hak ve özgürlüklerine
kısıtlama getiren pakete yönelik toplumun bir çok kesimi gibi
muhalefet partileri de tepki gösterirken, Hükümet yeni yasadan
memnun olduğunu her fırsatta
dile getiriyor. Bir çok parti yasada
değişilik yapılması gerektiğini
belirtirken pakete yönelik en sert
açıklama HDP Genel Başkanı
Selahattin Demirtaş’tan gelmişti. Demirtaş, yasanın gündeme
geldiği ilk günlerde birbiri ardında sert açıklamalarda bulunarak
“Türkiye halkları için büyük bir tehlike”
İç Güvenlik Paketi’nin
meclisten geçmemesi için
21 kentin baro başkanıyla
birlikte Diyarbakır’da ortak
açıklama yaptıklarını ve bu
konudaki mücadelelerinin
devam edeceğini söyleyen
Diyarbakır Baro Başkanı
Tahir Elçi, paketin Türkiye halkları için büyük bir
tehlike arz ettiğini söyledi.
Paketin, Türkiye’nin hukuk
devleti olma hayalini ortadan
kaldırdığını vurgulayan Elçi,
“Paket, Türkiye’nin demokratikleşmesini, hukukun
üstünlüğünü ortadan kaldırıyor. Yargıyı etkisiz hale
getirip tüm yetkiyi kolluk
kuvvetlerine veren bu paket
sadece Kürdler için değil
Türkiye’de yaşayan tüm halklar için büyük bir tehlikedir.
Bir an önce bu paketten
vazgeçilmelidir” dedi. Tüm
tepkilere rağmen paketin
meclisten geçmesi halinde
siyasi partilerin anayasa
mahkemesine başvurarak
yasanın iptalini isteyebileceklerini belirten Elçi, bireylerinde bu yasayla yaşanan
hak ihlallerinde bireylerin de
hem anayasa mahkemesine
hem de AİHM’ne başvurbileceklerini ifade etti.
yasaya karşı gerekirse halkı sokağa
çağıracaklarını söylemişti. Demirtaş daha sonra; “Dertleri Saray’ı
korumak. O yüzden polise ‘çekip
silahını istediğini alnından vurabilirsin’ hakkı veriyor. Bir mitingde
kaşkol taktı diye polis öldürebilecek çocuklarınızı . Bu yasayı
çıkarıyorlar çünkü isyan büyümüştür” açıklamalarıyla tüm vekilleri
pakete karşı birleşmeye çağırmıştı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da İç Güvenlik yasasısının 12
Eylül Darbe yasasıyla aynı olduğunu belirterek, “İç güvenlik diye bir
kavram mı kaldı, yasasını getiriyorsunuz 12 Eylül darbe yasalarını
tahkim etmek istiyorlar” açıklamasında bulunmuştu.
Hükümet kanadı ise paketi her
fırsatta överek toplumun yararına
olduğu mesajını veriyor. Pakete
yönelik ilk açıklama Başbakan
Ahmet Davutoğlu’ndan gelmişti.
Davutoğlu, Aralık ayında Cizre’de
yaşanan şiddet olaylarını ve
ölümleri örnek göstererek, “Cizre,
bize paketin gerekliliğini gösterdi” açıklamasında bulunmuştu.
İçişleri Bakanı Efkan Ala da, İç
Güvenlik paketini toplumun can ve
mal güvenliğini sağlamak adına reform paketi olarak yorumlamıştı.
Yayın Yönetmeni: Faysal Dağlı
Editörler: İsmail Yıldız, Yeter Polat
Paket yasalaşmadan polis
şiddeti arttı
Hükümet paketi överken paket
daha yasalaşmadan toplumsal
gösteri ve yürüyüşlerde var olan
polis şiddetinin biraz daha arttığı
gözlemlendi. Geçtiğimiz günlerde
Antep’te esnafın yaptığı eylemde
herhangi bir olay çıkmadan polisin
kitleye biber gazı sıkmasını isteyen
Çevik Kuvvet Amiri C.G.G, polisi
halkın üzerine iterek, “Sık lan sık”
diye bağırması tartışmalara sebep
oldu. Amir hakkında soruşturma
başlatıldığı ve görevden uzaklaştırıldığı duyurulsa da bir çok kesim
bu tür uygulamaların paketin yasalaşmasıyla birlikte artacağını ileri
sürdü. Ayrıca Alevi Derneklerinin
öncülüğünde zorunlu din dersine
karşı 13 Şubat’ta gerçekleşen okul
boykutunda İzmir ve İstanbul
başta olmak üzere birçok kentte
eylem yapanlara sert müdahalelerde bulunulurken bir çok kişi de
gözaltına alındı.
Hukukçular: Yanlıştan dönün
Geçtiğimiz hafta meclise sunulması beklenen ancak son anda
ertelenen pakete yönelik en sert
tepki de hukukçulardan geldi. Diyarbakır, İzmir, İstanbul, Ankara
başta olmaz üzere bir çok kentte
barolar, hukukçular pakete karşı
eylem gerçekleştirdi. Bir çok kentte paketin insan haklarını ihlal
edeceği gerekçesiyle basın açıklaması düzenlenirken İstanbul’da
Haber Merkezi: Özcan Şahin, Çimen Gümüş,
Berfîn Mijdar / Dimilkî: Roşan Lezgîn /
Diyarbakır: Mustafa Turan /Ankara: Salih
Batırhan
İmtiyaz Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi
İdare Müdürü: Esin Alp
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
da avukatlar adliyede oturma
eylemi gerçekleştirdi. Adliyelerdeki eylemleri başlatan Özgürlükçü
Hukuçular Derneği 5 Şubat’ta
İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde
oturma eylemi gerçekleştirdi. İç
Güvenlik Paketi’ne ilişkin “Faşist
yasa” tanımlamasında bulunan
avukatlar, yasanın hukuk devletini ortadan kaldırdığını savundu. Daha önce de 21 kentin baro
başkanı Diyarbakır’da bir araya
gelerek İç Güvenlik Paketi’ne
karşı yürüdü. Yürüyüşün ardından
basın açıklaması yapan Baro başkanları ve avukatlar, İç Güvenlik
Paketi’nin yanlış olduğunu ifade
ederek hükümete, “bu yanlıştan
bir an önce dönün” çağrısında
bulundu. Yine İstanbul’da Özgürlükçü Hukukçular Derneği (ÖHD)
ve Çağdaş Hukukçular Derneği
(ÇHD), Adalet için Hukukçular
Grubu, Kartal Hukukçular Derneği, Çağdaş Avukatlar Grubu Çağlayan Adliyesi’nde 2 günlük oturma
eylemi gerçekleştirdi. Bu oturma
eyleminde de avukatlar yasanın
rejim değişikliğini amaçladığını
ileri sürdü. Avukatlar iktidarı
uyararak, paketin geri çekilmesini
istedi.
İç Güvenlik Paketi’ne karşı
eylemler devam ederken paketin meclisten geçip geçmeyeceği,
değişiklik yapılıp yapılmayacağı
önümüzdeki günlerde belli olacak.
Paket hakkında gazetemize değerlendirmede bulunan avukatlar,
paketin ülkeyi karanlığa sürükleyeceği yorumunda bulundu.
Diyarbakır Baro Başkanı Tahir
Elçi, Türkiye’nin polis devletine
dönüştürüleceğini ve 90’lı yıllarda
yaşanan gözaltında kayıpların,
işkencelerin bu paket ile yeniden
yaşanacağını söyledi. İstanbul
Barosu’ndan Avukat Şule Recepoğlu paket ile birlikte devlet baskısı ve otoritesine karşı topluma
sessizlik ve sindirme politikalarının dayatıldığını ifade ederken,
Urfa Barosu eski Başkanı Ali Fuat
Bucak da yeni paketten ile birlikte
Gezi olaylarında yaşanan ölümlerin zanlıları olan polislerin de
faydalanacağına dikkat çekti.
Tel: +90 212 243 27 60
Fax: +90 212 243 27 79
E-mail: [email protected]
www.basnews.com
Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Baskı:
İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
13
Bask ülkesi
MESUT YEĞEN
ETA’dan dolayı az biraz yine
bilirdik ama Bask Ülkesi’ni ya da
İspanya’nın ‘çoğullaşma’ deneyimini
zamanın başbakanı Tansu Çiller’in
‘Bask modelini tartışmalıyız’ sözlerinin ardından tanır olduk. Tansu Çiller
ettiği laftan bin pişman olup, sefil bir
kirli savaşın başbakanı olmayı tercih
ettiyse de Bask Ülkesi, Bask deneyimi, Türkiye’de Kürd meselesiyle uğraşan ve çoğul bir Türkiye’nin peşinde olan siyaset ve yazı erbabı için önemli bir ilham kaynağı
olmaya devam etti. Bask Ülkesi gibi Kürdistan’ın da kolonyalizm felaketinden önce ‘bugünkü egemene’ tabi olmuş olması ve Basklılar gibi Kürdistanlıların da dil ve toprak birliğine
sahip bir topluluk, bir millet oluşu bu ilhamı bugüne dek hep
canlı tuttu.
Euskal Herriko Unibertsitatea (Bask Ülkesi Üniversitesi)
ve TESEV’in geçen hafta Bilbao, Vittoria ve San Sebastian’da
gerçekleştirdiği “Demokratikleşme ve Barış İnşası” başlıklı
panel ve toplantılar vesilesiyle Bask Ülkesi deneyimini kanlı
canlı haliyle, biraz daha yakından tanıyabildim. Bask’lı siyasetçi, akademisyen ve yerel yöneticilerle yaptığımız toplantı
ve sohbetlerden Bask deneyiminin bugünkü durumuna dair
çok şey öğrendim. Öğrendiklerimden anladığım şu: Bask
deneyimi yirmi sene önce olduğu gibi bugün de Kürd meselesiyle ilgilenenlere kıymetli şeyler anlatıyor. Bu kıymetli
şeylerden bir ikisi şunlar...
Bask meselesinin en önemli uzuvlarından biri olarak
ETA malum silah bırakmıştı ama bugün silahlı faaliyetin tüm
sonuçları ortadan kaldırılabilmiş değil. ETA silah bırakmış olmasına rağmen 500 kadar militanı cezaevinde ve Bask ülkesindeki cezaevlerine nakledilmek ve en fazla otuz yıl cezaya
çarptırılmak gibi talepleri kabul edilmiş değil. ETA destekçilerinin şikayet ettiği, İspanyol hükümetlerininse pek kulak asmadığı bu durum aynı anda en az iki şey gösteriyor. İlkin, belli ki barış görüşmelerinde muhatap değişikliği önemli sorun
yaratabiliyor. ETA’nın tek taraflı silahsızlanma kararı aldığında
iktidarda olan Sosyalist Parti’nin yerine iktidara gelen Partido
Popular anlaşılan ETA taleplerini karşılamaya hiç hevesli olmamış. İkinci olarak, belli ki silahsızlanma işinde zamanlama,
momentum çok önemli. ETA galiba silahlı faaliyete verilen
popüler desteğin hızla azalmakta oluşunun önemini zamanında tespit edememiş. ETA’nın silahlı faaliyetine Basklıların
verdiği popüler destek istikrarlı bir biçimde azalırken hükümetlerin ETA taleplerini karşılamak için hevesli olmaması
anlaşılmaz değil. Bugün görünen şu: ETA’nın silahlı faaliyete
dönmesine onay veren yok ve bu durum ETA taleplerinin
karşılanmasını zorlaştırıyor.
Bask deneyiminin bugünkü hali eğitim ve dil meselelerinde de şaşırtıcı sonuçlara işaret ediyor. Bask ülkesinde
hem eğitim hem de ikinci resmi dil olmasına rağmen Bask
dili günlük hayatın, sokağın dili olamamış. Baskça bilmek
yerel hükümette memur olmak için şart kılınmış, eğitim ve
yayın uzun zamandır Bask dilinde yapılıyor olmakla beraber
hayatın dili İspanyolca olmaya devam etmiş. Bu hal, ‘büyük
ve kudretli’ kültürlerin yanı başındaki az nüfuslu ulusal toplulukların dilinin geleceğe aktarılması işinin zorluklarını gösterdiği için önemli. Kürdçenin çok büyük bir nüfus tarafından
konuşuluyor oluşu Bask ve Kürdistan deneyimlerini farklı kılmakla beraber dili hayatın, sokağın dili kılmak meselesi Kürdistan için de önemli olacak, bu açık.
Bask deneyiminin bir de çok iyi işlemiş bir tarafı olmuş belli ki. Katalanlar gibi Basklıların da bir kısmı selfdeterminasyon hakkının tanınmasını talep ediyor; ancak
Katalanların merkezi hükümetle yaşadıkları büyük mesele
mali ilişkilerle ilgili ve bu türden büyük meseleler Bask Hükümetiyle merkezi hükümet arasında yaşanmıyor. Özerklik
anlaşmasına göre Bask ülkesinde vergileri Bask hükümeti
topluyor ve münhasıran merkezi hükümetin ifa ettiği faaliyetlerin maliyetinin yüzde altı kadarını karşılıyor. Böylece,
vergi toplama hakkına sahip olmayan Katalonya hükümetiyle merkezi hükümet mali meselelerde didişmeye devam
ederken Bask ülkesinde bu önemli bir mevzu gibi görünmüyor. Bu da özerklik anlaşmalarının baştan iyi tasarlanmasının
kıymetine işaret ediyor.
14
BasHaber SÖYLEŞİ
16 - 22 Şubat14
2015
DÜNYA
Diyarbakır’da Kuzey-Güney buluşması
Kerkük’te gizlenen ne?
Berhem Alî
Bir süredir YNK’ye yakın medya organlarında ilginç bir
habere yer veriliyor. Ismarlama olduğu anlaşılan bu
yazıların bazı siyasi çevreler tarafından teşvik edildiği oldukça açık. Durduk yerde söz konusu medya organlarında
yayımlanan yazılarda hep bir ağızdan ‘’Türkiye IŞİD
aracılığıyla Kerkük’ü işgal etmek istiyor’’ şeklinde haberlerin yayılması normal olabilir mi? Elbette burda mesele
Türkiye’nin tavrını sorgulamak değil, Tahran’dan estiği
belli olan bu haberlerin nerden çıktığına dikkat çekmek.
Kerkük’ün bugünkü durumuna ve YNK’ye bağlı medya
organlarının ‘’Türkiye IŞİD aracılığıyla Kerkük’ü işgal
etmek istiyor’’ iddialarına gelecek olursak; Bu iddiaların
tozu dumanı aralanınca aslında; Kerkük’e yerleştirilmeye
çalışılan İranlı askeri yetkililerin ve Şii Bedir Tugayları
Komutanı Hadi Amiri’nin öncülüğünü yaptığı Haşdi Şabi
adlı silahlı grupların varlığının gizlemek için servis edildiği
anlaşılıyor. Şii Milis Komutanı Hadi Amiri, YNK’nin üst
düzey yetkililerinden biri olan Kerkük Valisi Necmeddin Kerim tarafından çok samimi bir şekilde karşılandı.
Maalesef, YNK’li bazı yetkililer, PDK, Goran, PSDK ve
diğer Kürdistanlı partilerin Kerkük’te Şii silahlı grupların
varlığından duyduğu endişeyi taşımıyor. Ancak gönül
rahatlığıyla söylenebilir ki; Kerkük’te IŞİD’e karşı kahramanca savaşan ve canını hiç çekinmeden feda eden YNK’li
Peşmerge ve komutanlar da, Şii milislerin varlığından aynı
endişeyi duyuyor.
IŞİD bir kaç gün önce Kerkük’e kapsamlı bir saldırı
başlattı ve aynı şekilde Peşmerge Güçleri’nin sert müdahalesiyle karşılaştı. Örgüt yaşadığı bu büyük yenilgiden
sonra Kerkük ile işgal ettiği alanları bir birine bağlayan
köprülerin birçoğunu havaya uçurdu. Askeri uzmanlar
bu durumu, ‘’IŞİD’in en azından bundan sonra Kerkük’ü
işgal etme amacıyla saldırma niyeti yok. Aksine işgal
ettiği toprakları olası bir Peşmerge operasyonuna karşı
korumayı hedefliyor’’ şeklinde yorumluyor.
Uzmanların bu öngörüsü doğruysa eğer, IŞİD’in Kerkük’e
saldırma arzusu daha önceki dönemlere nazaran azalmış
demektir. Kerküklülerin deyişiyle, mevcut durumda
Kerküklü Kürdler ve Kürdistan açısından asıl tehdit
edici tehlikeli unsur, Haşdi Şabi adlı Şii silahlı grupların
Kerkük’teki varlığıdır. Şu anda en az 50 ülkenin IŞİD
yapılanmasını bitirmek için ittifak kurduğu ve bugün
ya da yarın, IŞİD’in Kerkük ve çevresinde temizleneceği
biliniyor. IŞİD’e yardım eden herkes de, Kerkük’ten el
ayak çekip ait oldukları yerlere gitmek zorunda kalacaktır.
Ne var ki, bu karışık durum içersinde, Kürd silahlı grupları
dışında, Irak merkezi yönetimi tarafından desteklenen
silahlı grupların Kerkük’teki varlığı, bu kentin demografik
yapısını bozmaya yönelik bir senaryodur ve son bir kaç
yıldır Irak eski Başbakanı Nuri el-Maliki bu senaryoyu
uygulamada bir türlü başarılı olamamıştır. Şimdi bu senaryo kolayca başarı şansı elde etmiş bulunuyor ve kanımca
bu güçlerin Kerkük, Duz, Celewla ve Sadiye’den çekilmesi
kolay ve barışçıl yöntemlerle olmayacak.
‘Türkiye’nin Kerkük’te gözü yok’ denemez. Hepimiz
hatırlıyoruz; Kürdistan’ın yaşadığı bu tecrübe öncesindeki
bir kaç yıl boyunca Türkiye, Kerkük’teki Türkmenlerin
konumu için KBY’ye ne tür müeyyideler, baskılar uyguluyordu. Ancak Kerkük konusunda Türkiye artık eskisi gibi
değil. Şimdi Kerkük üzerinde uygulanmaya çalışılan planlar ne Ankara’nın, ne IŞİD’in, ne Kürdlerin, ne de Irak’ın
işine yarıyor. Bu da Kerküklülerin, Kerküklü Kürdlerin
ve Kürd güçlerinin büyük bir bölümünün ortak kaygısı ve
büyük sorunu oluyor.
HABER
BasHaber
16 - 22 Şubat 2015
15
SÖYLEŞİ
T
Berlin-Erbil ilişkilerinde yeni dönem
B
David Leopold
erlin’in meşhur Warschauer Caddesi’nin metro
istasyonunu duvarında renga renk grafitilerle
süslendiği ve adeta bir sanat eseri gibi olan
Eastside galerisinden yola çıkarak bir zaman şehri
Batı ve Doğu diye ayıran Oberbaum Köprüsü’nden
geçiyorum. Çok geçmeden bir kumpirciye rastlıyorum.
Kumpir Almanya’ya ve özellikle Berlin’e bir türlü ayak
uyduramamış. Kumpir dükkanını yeni açmış Alman
genç ile sohbete başlıyoruz. Bu fikri nereden aldığını
sorunca adamın yüzüne geniş bir gülümseme yayılıyor:
“Kürdistan’daki her yeri gezdim Amed’den Kerkük’e
kadar.” Aslına bakılırsa böyle bir tepki şaşırtmamalı.
Almanya’nın Kürd imajında geçen yıllardan beri ciddi
ve olumlu bir değişim sözkonusu. Tarihsel olarak
Almanya’nın Kürdistan Bölgesi ile ilişkileri Hristiyanmuhafazakâr partilerin bloğu olan CDU/CSU’nun eski
lideri merhum Franz-Josef Strauß’nin 80’li yıllarda
Mesud Barzani ile kurduğu dostane ilişkilere dayanır.
Petrol teminatı hususunda Suudi Arabistan seçeneği
dışında farklı arayışlar içinde olan Strauß’un daha o
zamanlarda Barzani ile petrol konusunda bir anlaşmaya varmak niyetinde olduğu iddia edilir.
Akabinde gündemden düşen işbirliği ihtimali
2000’lerin ortasında yeniden canlandırıldı. Kasım
2005 yılında Angela Merkel, federal seçimleri kazanmadan evvel Barzani ile biraraya gelip ilişkilerin
geliştirilmesine ön ayak oldu. O dönemde Barzani ile
kurulan ilişkiler bugün de devam eder ve KDP temsilcilerinin 2012 yılında Hannover’de düzenlenen CDU
Kongresi’ne katılması ve uzun süre partinin savunma
ve dış politika sözcülüğü yapan Friedrich Pflüger’ın
kurduğu ‘Pflüger Uluslararası Danışma Şirketi’nin
Kürdistan Bölgesi’ndeki faaliyetleri bunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. 2008’dan itibaren
Alman Hükümeti, Bölgesel Kürdistan Yönetimi’ne geziler düzenler. 2009 yılında Erbil’de Almanya Dışişleri
Bakanlığı’nın bir elit akademisi olarak nitelendirdiği
“Avrupa Teknoloji ve Eğitim Merkezi” (European
Technology and Training Center) ve 2010 yılında
(Bağdat’da ekonomi bürosunu açtıktan bir sene sonra)
bir Alman Ekonomi Bürosunu (Deutsches Wirtschaftsbüro) kurar. İkincisi “Alman piyasasına Irak piyasasını bağlayan köprü işlevi” üstlenmektir. Aynı senede,
Nabucco Projesi’ni daha cazip hale getirme amacıyla
Hazar Denizi’ndeki ham petrol kaynaklarına ilave
olarak Irak’ta bulunan kaynakların Türkiye üzerinden hatta bağlamayı öneren enerji şirketi RWE, 2010
yılında Erbil’de Bölgesel Kürdistan Yönetimi ile 20
milyon kubiklitre petrol antlaşmasına vardı. RWE’nin
bu anlaşmayı Bağdat ile değil de Erbil ile imzalaması
bölgede faaliyet gösteren Alman şirketlerin KBY’yi fiilen bağımsız bir ekonomik ünite olarak tanıdıklarının
bir göstergesi olarak nitelendirilebilir. Nitekim, 2014
yılı için öngörülen referandumda Kürdistan Bölgesel
Yönetimi bağımsızlığı kazanıp statükoyu resmi bir
seviyeye taşıyacaktı.
Fakat İŞİD’e karşı savaş halindeyken adeta etnik
ve mezhepsel hatlarında parçalanan Irak’ta bu karar oy kutusunda değil savaş alanında verilecekmiş
gibi görünüyor. Bu bağlamda savaşın öncesinde Irak
Yönetimi ile Bölgesel Kürdistan Yönetimi arasında
dava konusu olan ‘Ninowa ve Kerkük ilçelerin savaş
sonrasında kimde kalacağı’ sorusu özel bir öneme
sahip. Erbil ile Kerkük arasında kalan, tahminen 16
milyon varil petrol ile ülkenin en büyük ham petrol
havuzunu teşkil eden Kerkük sahası Bölgesel Kürdistan Yönetimi’nin içinde yer alırken, Kerkük-Ceylan
petrol hatı ve onun muhitinde bulunan petrol pompaları ve rafinerileri onun dışında yer alıyor. Dolayısıyla bağımsız bir ‘Güney Kurdistan’ın’ kendi petrol
kaynaklarından faydalanıp yurtdışına ihraç edebilmesi
mezkur bölgenin arz ettiği alt yapısına sahip olmalı. Bu
konuda özellikle petrolun Kuzey’e doğru ihraç edilme
imkanını sağlayan Kerkük-Ceylan hattının tamamen
KBY’nin kontrolünde olması elzemdir. Ancak hem
petrol kaynaklarına hem de Kerkük-Ceyhan hattı başta
olmak üzere petrol endüstrisinin alt yapısına sahip
olabilecek bir Kürdistan bölgenin güç dengesini kendi
lehine çevirbilecektir ve Irak’tan bağımsız ve etkili bir
ekonomik aktör olabilecektir.
Son olarak bu Şubatta Mesud Barzani’nin Güney
Almanya’daki Münih şehrinde düzenlenen Güvenlik
Konferansı’na çağrılması ve bu şekilde Irak’ın hem
El Abadi’den hem Barzani tarafından temsil edilmesi
Almanya Hükümeti’nin bağımsız bir Bölgesel Kürdistan Yönetimi’ni desteklemekte kararlı olduğu şeklinde
yorumlanabilir. Dört sene ara verdikten sonra yine bu
prestijli ve dünyanın her dört köşesinden siyasetçilerin
bıraraya geldiği konferansa katılan Merkel’in Barzani
ile yaptığı görüşmelerin içeriği spekülasyon konusu
olsa da askeri alandaki rakamlar nettir: Güvenlik
Konferansı’nın hemen öncesinde Almanya Savuma
Bakanlığı tarafından yayınlanan bir rapora göre yalnız
son silah ikmalinin tutarı 13 milyon Euro miktarında
ve 30 Milan anti-tank silahı, 500 füzesi, 200 tanksavar
(panzerfaust), 4000 G3 tüfeği ve 10.000 el bombasını
kapsıyor.
Kürdistan Yönetimi bugün Almanya için İŞİD’e karşı
önemli bir askeri müteffiki iken, yarın önemli bir ticari
ortak haline gelebilir. Buna ilaveten, Almanya’nın
AB’de sahip olduğu başat rol sayesinde bu ikili ticari
ilişkiler KBY’nin Avrupa piyasısına açılmasında da
önemli bir rol oynabilir. Bu müstakil ticari ortaklığın ilk adımları İŞİD savaşı gölgesinde atılmaktadır.
Erbil’deki Alman Ekonomik Bürosu’nun 11-13 Mayıs
tarihleri arasında ev sahipliği yapacağı bir uluslararası
ticari fuarı olacaktır. Fuarın ismi ise “Kuzey Irak Fuarı”
değil de, “Kürdistan Fuarı” olacaktır.
Mustafa Turan
emaslarda bulunmak için Diyarbakır’a gelen
Kürdistan Parlamentosu Heyeti, Büyükşehir Belediyesi, DTK, tüm Kürd siyasi parti ve oluşumları, sivil toplum örgütleri ve işadamlarıyla görüşmeler
gerçekleştirdi. Heyet üyeleri arzularının son yıllarda
büyük gelişmeler kateden Kuzeyle Güney arasındaki
siyasi, sosyal, ulusal ve kültürel yakınlaşmanın daha da
arttırılması olduğunu belirtti. Heyet, Diyarbakır temasları ardından Suruç ve ardından da Kobanê’ye geçecek.
Diyarbakır’da çeşitli temaslarda bulunduktan sonra
Suruç’a ardından Kobanê’ye geçecek olan Kürdistan
Parlamentosu Heyeti Diyarbakır temaslarını tamamladı. Büyükşehir Belediyesi ve DTK Eş Başkanlarıyla yaptıkları görüşmelerden sonra PAK, HAK-PAR, KADEP,
PDK Bakur, PDK-T, DDKD, ÖSP ve Azadi Hareketi gibi
siyasi parti ve oluşumların ardından aralarında Baro,
İHD ve iş dünyasının temsilcileriyle görüşmeler gerçekleştirdi.
Heyetin ilk durağı Büyükşehir Belediyesi oldu. Burada Eş Başkanlar Fırat Anlı
ve Gültan Kışanak tarafından çiçeklerle karşılanan
heyet, görüşmede ziyaret
sebeplerinin, son yıllarda
büyük gelişmeler kateden
Kuzey ile Güney Kürdistan arasındaki siyasi,
sosyal, ulusal ve kültürel
yakınlaşmanın daha da
artırılması olduğu belirtildi. Heyet adına konuşan
Kürdistan Parlamentosu
Enerji ve Doğal Kaynaklar Komisyonu Üyesi Ali
Halo, Kürdistan Bölgesel
Yönetimi (KBY) Parlamentosu, KBY Başkanı ve halkının selamlarını iletti. KBY Parlamentosu’nun bölgeyle
ilişkilere önem verdiğini vurgulayan Halo, KBY Parlamentosunun özellikle Kuzey-Güney ilişkilerine büyük
önem verdiğini belirterek Diyarbakır’ın HDP’li belediyeler döneminde gözle görülür bir ilerleme kaydettiğini
ve bunun övgüyü hak ettiğini dile getirdi. Ortadoğu’da
yeni bir sürecin başladığını belirten Halo arzularının bu
süreçte Kürdlerin hep birlikte siyasi ve ulusal kazanımlar elde etmeleri olduğunu söyledi. Bazı güçlerin
dolaylı veya dolaysız IŞİD’i desteklediklerini gördüklerini belirterek şöyle dedi: “Buna karşı demokrasinin
kazanması için bizim Kobanê, Kerkük, Mahmur ve diğer
yerlerde kazanmamız gerekmektedir. Güney Kürdistan
ve Rojava’da Kürdler anti-terör cephesinin mücadele
bayraktarlığını üstlenmiştir.”
Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Fırat Anlı da ‘Kürdlerin bu yüzyılda nasıl özgürlüklerini ellerine almışsa,
bu çetelerin saldırılarını da boşa çıkaracaklarını söyledi.
Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Gültan Kışanak
da heyetin yarısının kadın olmasının Kürdlerin kadın
mücadelesine ne kadar önem verdiğini gösterdiğini dile
getirdi.
Halo, Parlamento İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Salar Mahmûd, PDK Parlamenteri Muhamed Ali
Yasin Taha, Parlamento Kadın Komisyonu Başkanı ve
Sivil Toplum Komisyonu Üyesi Êvar Îbrahîm Huseyîn,
Parlamento Etik Komisyonu ve Sivil Toplum Komisyonu Üyesi Necîba Latîf Ahmed, Parlamento’nun Süryani, Keldani ve Asuri Grubu üyeleri ve Belediyecilik ve
Ulaşım Komisyonu Üyesi Kemal Yelda Marqûz, Kadın
Komisyonu ve İnsan Hakları Komisyonu Üyesi Bahar
Abdulrahman Muhammed ve Goran Hareketi Parlamenteri ve Sivil Toplum, Kültür ve Medya Komisyonu
Üyesi Perwa Ali Hama’dan oluşan heyet, ardından
DTK’ye geçerek burada DTK Eş Başkanları Hatip Dicle
ve Selma Irmak’la görüştü. Kürdistan Parlamentosu
heyetinin gelişinin mutluluk verici olduğunu belirten
DTK Eş Başkanı Selma Iramak, savaş cephelerinde
omuz omuza IŞİD’e karşı savaşan Kürd gençlerinin
ulusal birliği müjdelediğini söyledi. Kürdler arasında
fikir ayrılıklarının ulusal birliğe olumsuz etki etmemesi
gerektiğini söyleyen Irmak, “Bize düşen fikir ayrılıklarının ulusal birliğe zarar vermesinin önüne geçmektir
ve Kürd gençlerinin ortaya çıkardığı ruh, hem gerillanın
Qendil’den Kerkük, Mahmur ve Şengal’e geçişi hem
de Peşmerge’nin Kobanê’ye geçişi sırasında halkın bu
geçişleri görkemli karşılaması, bu ruhun halkın günlüne
nasıl işlendiğinin göstergeleridir” dedi.
Heyet ertesi gün Liluz Hotel’de ilkin Kuzey Kürdistan’daki kürd siyasi parti ve oluşumları temsilcileriyle,
ardından da Sivil Toplum
Örgütleri ve Diyarbakır
işadamları dernekleri
yöneticileriyle bir araya
geldi. Diyarbakır’daki
temaslarını tamamlayan heyet Suruç’a geçti.
Suruç’ta Çadır kentlerde
kalan Kobanêli göçmenlerin durumlarını incelemesi
beklenen heyetin daha
sonra Kobanê’ye geçip
kentin yeniden inşası için
yapılması gerekenler ve bu
konuda KBY’nin yapabileceği katkılarla ilgili bir rapor hazırlayıp bunu Parlamento’ya sunması bekleniyor.
BasHaber’e açıklamalarda bulunan heyet üyelerinden
PDK Milletvekili Muhamed Ali Yasin Taha, Kürdistan
Parlamentosu’ndaki tüm tarafların sivil toplum konularından sorumlu temsilcilerinin bulunduğu bir heyetle
Kuzey Kürdistan’a gelişlerinin amacının buradaki sivil
toplum kuruluşlarının çalışmalarını yakından takip
etmek ve siyasi ilişkilerin birlik temelinde daha da
güçlendirilmesi için görüşmelerde bulunmak olduğunu
bildirdi. Diyarbakır temaslarının ardından Kobanê’ye
geçmeyi planladıklarını belirten Yasin Taha, “Kobanê,
bizim için çok önemlidir. Kobanê’de birinci aşama
yani kurtuluş tamamlanmıştır. Artık ikinci aşama olan
Kobanê’nin yeniden inşası için ne gerekiyorsa biz elimizden geleni yapacağız.
PKK ile PDK arasında herhangi bir sorun olup olmadığı yönündeki sorumuza karşılıkta Yasin Taha, medya
üzerinden bir sorun olduğu algısının yaratıldığını,
birkaç gün önce Kürdistan Parlamentosu Peşmerge Komitesi toplantısında KBY’de mücadele eden tüm güçlere
ihtiyaçlarının giderilmesi amacıyla ziyaretlerde bulunulması kararı alındığını ve Peşmerge ile Gerilla’nın
el ele verip birlikte savaştığını, kanlarının birbirine
karıştığını, dolayısıyla PKK ile PDK arasında bir sorunun olmadığını söyledi. Sorun olması durumunda her
iki tarafın bu sorunları çözme gayreti gösterebilecek
birikime sahip olduğunu dile getiren Taha, Kürdistan
halkını üzebilecek bir sorun olmadığını ve aslında bu
konuda ‘sorun varmış algısını niye yarattığı’ sorusunun
medyaya sorulması gerektiğini söyledi.
15
“Dahili ve harici
bedhahlar”
FERHAT KENTEL
Devlet Bahçeli hazretleri Etyen
Mahçupyan için “işgal artığı” demiş.
Neyi kastettiğini pek anlamadım;
kendisini bu memleketli; Etyen’i
ve ait olduğu kavmi ise işgalci gibi
mi görmeye kalkmış? Ya da “birileri
memleketimizi işgal etmişti; biz onları kovaladık ama topraklarına el
koyduğumuz zaten buralı olan Ermenileri arada tam anlamıyla temizleyemedik” mi demek istedi? Bu vesileyle aslında bir şeyler
mi itiraf etmek istedi? Neyse, derin düşünmeye gerek yok;
Devlet efendinin düşman ihtiyacını Etyen karşılamış ve arada bir de Freudçu anlamda bir lapsus kaçırıvermiş anlaşılan...
Yeryüzü öfke, şiddet ve nefretle donanmış durumda.
İslamofobi başta olmak üzere, diğer dinlere duyulan öfke,
korku, nefret ve giderek dünya çapında büyüyen bir kutuplaşma ve bu kutuplaşmanın ulusal ya da yerel ölçekli küçük
versiyonları kuşatmış durumda her yanımızı.
Açık fiziksel şiddet, medyadan övünülerek gösterilen
şiddet, yakaladığı silahsız insanların kafasını kameraların
önünde kesince bir halt olduğunu zanneden yaratıklar;
başörtülü Müslümanı gördüğü zaman kovboyluk damarı
nüksedip kurşunlayan insan müsveddeleri; yakaladıkları
yaban domuzunu taşlarla linç edip, zavallı hayvanın önünde sırıtarak “beni de çek beni de çek!” diye “ânı ölümsüzleştirmeye çalışan” ve nasıl tanımlanabileceğini bilemediğim
zavallı yaratıklar...
Kutuplaşma, Türkiye siyasal kültürünün üzerinden atamadığı, adeta doğallaşmış bir bileşeni. Türkiye’de siyaset
konuşanlar, siyasallaşanlar hazırdaki kutuplaşma siperlerine ya da herkesin kendi çapına göre ürettiği kutupçuklara
girip kullanıyorlar bu bileşeni. Bu kutuplaşma ve kutuplaşmaya bağlı dil Osmanlı’nın yıkılışının travmalarıyla üretildi
muhtemelen. Jakoben-Kemalist rejim sonuna kadar bu dili
kullandı ve sosyal mühendislik, eğitim gibi mekanizmalarla
toplumun her yeni nesli bu dille sosyalleşti. Tabii ki, içinde
bol bol “hainler”, “kökü dışarıdalar” vb. söylem parçaları
olan bu dil darbelerle her seferinde bir kere daha hayat buldu. Ve Türkiye’de, “siyaset yapacaksan, yumruğunu masaya
vuracaksın!” inanışını üreten “erkekçe” siyaset bu mantıkla
işleyen dili çok güzel besledi. Yani millete “dahili ve harici
hainler, bedhahlar” gösteren, “memleketin tersaneleri işgal
edilmiş” retorikleri sunup, sürekli düşmanlara işaret eden
bu dil bugün de başta iktidar sınıfının olmak üzere, toplumumuzun çeşitli kesimlerine hizmet vermeye devam ediyor.
Aslına bakılırsa, önce “öteki” inşa edip, sonra ötekinden
nefret eden ve nefreti araçsallaştıran bu dilin sahiplenilmesinde bir özgüven eksikliği yatıyor. Zaten sürekli komplolarla, komitacılıkla, yabancı güçlerle, cemaatçi yapılarla, kayırmacılıkla, paralel organizasyonlarla iktidara gelen siyasal
güçler başka siyasal güçlerin de benzer şekilde iktidara
gelebileceğini bildiği için kendi gücüne de güvenemiyor.
Kendi içinden çıkacak olan “potansiyel hainlere” karşı, sürekli “ihanet” diliyle teyakkuz yaratıyor. Yani kendine güvenmeyen bütün gruplar, sağcısı da solcusu da, CHP’lisi de
DP’lisi de, AP’lisi de, Türkiye’nin bütün kanallarını dolaşıp,
izlenme rekorları kıran “Kurtlar Vadisi” dizisinin kahramanları da (yani senaryosunu yazanlar /yazdıranlar da), Samanyolu TV’de “Şefkat Tepe” dizisinin kahramanları da (yani
senaryosunu yazanlar /yazdıranlar da), hepsi “ihanet”, “dış
mihrak” söylemini tepe tepe kullanıyorlar. Tepeden tırnağa
bütün aktörlerin bu dili kullanmasına bakınca komik, biraz
da zavallı bir durum var aslında...
Fakat tabii ki işin daha önemli yanı şu: biz bu tür bir dili
tüketmek konusunda çok hevesliyiz; çünkü hayatın karmaşıklığını anlamaya çalışmak yerine, en kolay yoldan, kodlarımıza nakşolmuş ve kültürel sermayelerimizde mevcut olan
ezberlerle bir kampa bağlanmayı tercih ediyoruz.
Bu kültürden sıyrılmak kolay değil ama imkânsız da değil; ipuçlarını inşallah önümüzdeki hafta tartışmak üzere...
16
MÜZİK
BasHaber SÖYLEŞİ
16 - 22 Şubat16
2015
Tarık Aslan:
Def, anne karnında
duyulan sestir
Laser Mario
Def nerelerde kullanılır. Defi diğer çalgılardan ayıran özellikler
nelerdir?
Def, Zerdüştiler, Ezdiler
ve aynı zamanda İslamda da
kullanılıyor. Ama Defi kullanan en eski kültür Şaman
kültürüdür. Aynı zamanda
Bendir olarak da adlandırılıyor ama o biraz daha
farklıdır. Def Kürdlere has
bir isimdir. Bazı bölgelerde
Daff olarak da geçiyor. Daha
çok dini törenlerde, cenazelerde, bayramlarda çalınıyor.
Tarihsel geçmişine baktığımızda M.Ö 1000’li yıllara
kadar giden bir serüveni var.
İlk yapılış sebebinin Tanrı ile
insanı buluşturmak olduğu
söylenir. Aslen bir tekke çalgısı olmakla birlikte zikir için
de kullanılmış. Birçok tanım
yapılmış Def üzerine, hatta
birçok jinekolog bu sesin,
çocukların anne karnında
duyduğu, annenin kalp atış
sesine çok benzediğini söyler.
Bu yüzden insan kulağının
duyduğu ilk ve en eski seslerdendir. Bu yolla da nağme-
den önce ritmi öğrendiğimizi
söyleyebiliriz.
Defi son yıllarda orkestralarda ve diğer
müzik aletleri ile
birlikte kullanılırken
görüyoruz. Def kullanımının böyle yaygınlaşmasını nasıl okuyabiliriz?
Def hakkında yazılı bir kaynak yok. Bu yüzden tamamen
toplumun içinden çıkan bir
çalgı ve genellikle tekkelerde
ve dini törenlerde kullanılmış. Dini müziklerde en çok
sünnet sayılan çalgı Def ve
neydir. Kemençe, saz, rıbab
gibi çalgılar dini ritüellere
uygun görülmeyen çalgılardır. Bunu bu kalıptan çıkarıp
evrensel kültüre katılımını
sağlamasına vesile olanlar
İran Kürdlerdir. 1990’lara
kadar da bizim oralarda sadece sufiler ilahi ve kasideler
okumakta kullanmıştı. Defin
özellikle batıda yaygınlaşmasında en etkili olan şey
Kamkars isimli İranlı müzik
gurubunun mahkemeye başvurmasıyla oluyor. İran’da
Def kutsal bir çalgıdır. Hepsi
kardeş olan İranlı müzik
grubu Kamkars bu enstrümanı müzikte kullanmak için
mahkemelere kadar giden bir
süreci başlatmış ve bunun
tanınmasında öncü olmuştur.
Ben yaklaşık 20 yaşıma kadar
Kuzeyde bu enstrümanın
herhangi bir yerde kullanıldığını görmedim. Bence bu
da Kürdçe ıslığın bile yasak
olduğu dönemlerin yıkımından kaynaklanıyor.
Birsen Tezer,
Erkan Oğur gibi
isimlerle çalıştım. Bunu devam
ettirmek için aktarmam
gerektiğini düşündüm ve
kurslar vermeye başladım
bildiğini aktarmak insanı
daha çok geliştiriyor bu yüzden ben de yaklaşık 10 yıldır
kurslar ve dersler vererek
bunu devam ettirmeye çalışıyorum.
Sizin Def ile ilişkiniz
nasıl başladı?
Çocukken müzik ve halk
danslarıyla ilgiliydim.
Kendimi daha özgür hissedebileceğim başka bir alan
bulamıyordum. Kiminin
morfini namaz niyazdı benim ise müzikti. Babam tır
şoförüydü ve ara sıra İran’a
giderdi. Bir gün süs olarak
kullanmak amacıyla İran’dan
Def getirmişti. Evin duvarına
asıyorduk. Ben de onu elime
aldım ve bir daha bırakamadım. Yaklaşık beş altı yıl boyunca kendi kendime çalarak
profesyonelliğe doğru gittim.
Gruplarla çalıştım, festivallere gittim. Sezen Aksu,
Def Kürdlerin kültürel
bir argümanı olmasına
rağmen kullanımı çok
yaygın değil. Bu neden
kaynaklanıyor?
Yakın bir sürece kadar hep
başka bir statüde bakıldı
defe. Bizim toplumumuzda
dini argümanlara biraz mesafeli yaklaşımlar var. Bunun
da etkisi olabilir. Bunun
sesinden korkanlarda oluyor.
Örneğin bir söylentiye göre
Viranşehir’de yakın zamanda
Def çalarak gezen bir derviş
uğramış ve Def çalarak geçmiş oradan köyün meydanındakiler zikre durmuş derler.
İstem dışı olduğu söylenir.
Çünkü aslında Defin sesi,
insanın anne karnında duyduğu bir sestir. Anlam verilemiyor ama bilenene göre
kan basıncını ve kalp atışını
hızlandıran bir etkisi var. Bu
da insanın transa geçmesine
neden olabiliyor. Def sesinin
insan üzerinde büyük bir
etkisi oluyor.
Peki, sizce Defin sesi
dişil mi eril mi?
Bence kadın. Çünkü
erkeğin baskıcı ve dikte
edici bir yapısı vardır. Gücü
kontrol edebilmeli ve dengeli
olabilmelisin bu da biraz
daha kadının alanına giriyor.
Zaten dikkat ederseniz defe
talep de kadınlardan geliyor.
Kadınlar defi daha çok sahipleniyor. Ama öte yandan profesyonel anlamda kullananlar
daha çok erkekler.
Doğu toplumlarında en çok göze
çarpan, özellikle de Kürdistan’da
hayatın her alanında sesine sıkça
rastlanan enstrümanların başında
kuşkusuz Def geliyor. Def, Kürdistan’daki hayatın, coğrafyanın, insanın insanla ve insanın doğayla olan
ilişkisinin ritmini en iyi yansıtan
alet olsa gerek. Cenaze törenlerinden bayramlara, düğünlerden dini
törenlere hemen her aktivitede Def
Kürdistan’ın vazgeçilmez sesi. Bu
çalgı, Ezdi, Zerdeşti ve tasavvufi
tarikat ritüellerinde önemli bir yere
sahiptir. Kürdistan’ın her tarafında
büyük bir kıymet gören def, Kuzey
Kürdistan’da ise biraz geriye düşmüş ve daha çok duvarları süslemek
üzere görünür olabilmiştir.
Son zamanların en dikkat çeken
Def çalarlardan biri olan Tarık Aslan da bir duvarı süsleyen defi indirip çalmaya başlayarak bu yolda yürümeye başlar. Babasının İran’dan
getirdiği defi çalmaya başlayan
Aslan, Sezen Aksu’dan Tara Jaf ’a,
Erkan Oğur ve daha birçok sanatçının orkestra kadrosunda yer alan
bir müzisyen. Yaklaşık 10 yıldır
Def dersleri de veren ve birçok ünlü
isimle birlikte çalışmış olan Tarık
Aslan, “Defin sesi, insanın anne
karnında duyduğu bir sestir. Hatta
birçok jinekolog bu sesin, çocukların anne karnında duyduğu annenin kalp atış sesine çok benzediğini
söyler Bu yüzden insan kulağının
duyduğu ilk ve en eski seslerdendir”
diyor. Aslan ile defin bilinen diğer
enstrümanlardan ayrımını ve Kürd
kültürü ile olan bağını konuştuk.

Benzer belgeler

04.05.2015

04.05.2015 ŞİD saldırılarından önce Kürdistan’ın en önemli gündemi iken dünyanın henüz tartışmaya başlamadığı bağımsızlık konusu, Peşmerge ve diğer Kürd güçlerinin zaferleri ile birlikte uluslararası siyaset ...

Detaylı

26.01.2015

26.01.2015 Barzani ve beraberindeki heyete Zirve boyunca büyük ilgi gösterilirken, IŞİD ve bölgedeki gelişmeler konusunda da dünya liderleri Barzani’den brifingler aldı. Yüz yüze yapılan çok sayıda görüşmede ...

Detaylı

02.11.2015

02.11.2015 Kürdistan Bölgesi’nin girdiği darboğazdan kurtulması için yardım elini uzattı. Kürdistan halkını, gerçek bir dostları olduğuna inandırdı” diye konuştu. Peşmerge Güçlerinin Kobanê’ye gidişi ve Kürd ...

Detaylı

23.02.2015

23.02.2015 ŞİD saldırılarından önce Kürdistan’ın en önemli gündemi iken dünyanın henüz tartışmaya başlamadığı bağımsızlık konusu, Peşmerge ve diğer Kürd güçlerinin zaferleri ile birlikte uluslararası siyaset ...

Detaylı

19.10.2015

19.10.2015 Fransa’ya geçti. 10 Şubat’a Paris’e geçen Barzani, başta Cumhurbaşkanı François Hollande olmak üzere, çok sayıda bakanla görüşmelerde bulundu. Fransa’nın ardından Avusturya’nın başkenti Viyana’ya g...

Detaylı

10.08.2015

10.08.2015 birçok koldan ittifak arayışları devam ediyor. Hasekê’de rejim güçleri ile çıkan çatışmalar ve Afrin’in kuşatılma tehlikesi, PYD’nin rejim ile giderek açılan makası, muhalefet güçleri ile doldurma ...

Detaylı

Barzani dünya zirvesinde

Barzani dünya zirvesinde Fransa’ya geçti. 10 Şubat’a Paris’e geçen Barzani, başta Cumhurbaşkanı François Hollande olmak üzere, çok sayıda bakanla görüşmelerde bulundu. Fransa’nın ardından Avusturya’nın başkenti Viyana’ya g...

Detaylı

23.05.2016

23.05.2016 bu his ve insanların otoriteye, iktidara karşı desteği arttığını düşünüyorum. Bu yapılan araştırmalarda da çıktı. Devlet güçleri ile PKK arasında mücadele yeniden başladıktan sonra ve ülkedeki patl...

Detaylı