3) Kapak #6 (Page 1)
Transkript
3) Kapak #6 (Page 1)
P STÊRKA CIWAN K o v a r a C i w a n a n a Tebax 2010 Hejmar: 87 M e h a n e 15 Ağustos Diriliş Ruhuyla Apocu Gençlik EYLEME!!! İçindekiler Editörden Merhaba gençler ve genç kalanlar! Demokratik özerkliği örgütleyerek özgürlüğümüzü sağlayalım ...................................................................................................................................................... 2 Stêrka CIWAN 15 Ağustos Kürt Halkının Umut çığlığıdır 6 Röportaj ........ ........ ........ ............... Faşist Türk ordusu insanı onursuzlaştırma makinesidir ................................................................................................................................................. 11 Rojhat LASER Cudi’nin efsaneleşen kahramanı heval Erdal ............................. 15 Yıldız CUDİ Tarihin en büyük ve en iğrenç işgali - I ................................................... 18 Şerda MAZLUM Aydınlanmış gençlik toplumun aydınlık geleceğidir ........ 22 Umut ÖZGÜR Buralarda ölmek bile başkadır Tarihi süreç ve tarihi görevler 26 Kasım ENGİN ............................................................................ 30 Sercan AYDIN ............................................................................... Ekonomizm - I ..................................................................................................................................... 32 Abdullah ÖCALAN Felsefeya PKK’ê bi a heyî re têr nebun her timî, hîn zêdetir hizirîn û serkeftin e .................................................................................................. 46 Abdullah ÖCALAN Le retour aux années nonante ................................................................................................... 52 Ali HAYIRLI Şerê taybet û ciwan ................................................................................................................................ 60 Ciwan AZAD Botan ................................................................................................................................................................... 61 Mizah ......................................................................................................................................................................64 Yeniden dirilişin ve direnmenin ayı olan ve mücadelemizde büyük bir anlam ifade eden Ağustos sayısı ile yine birlikteyiz. Hem gerilla alanında hem de kitle alanında direnişin yükseldiği bir dönemi yaşıyoruz. Önder Apo’nun adlandırdığı gibi yeni dönemde “Varlığını Koruma, Özgürlüğünü Sağlama” eylemleri yoğun olarak devam etmektedir. Bu eylemlerin karşısında çaresizliğe düşen faşist zihniyet, savaşta her şey mubahtır tezinden yola çıkarak pervasızca hem halka hem de gerillaya yönelmektedir. İnsanlık suçu işlemek için bile gözünü kırpmamaktadır. Gençliğin eylemleri bir bütün olarak sahiplenmesi ve sistemi zora sokması olması gereken bir tarzdır. Geliştirilen eylem tarzı ile faşist devlet zorda bırakılmış ve bir bütün çaresizliğe düşürülmüştür. Bundan sonra da devletin insanlık dışı yönelimlerine karşı hazırlıklı olmak gerekmektedir. Yine Avrupa’da yapılan festivallere katılımlarda da görüldüğü gibi gençlik kesimi yapılanlara karşı direneceğini bir kez daha göstermiştir. Fakat bunlar yeterli değildir. Temel amacımız olan Önder Apo’yu özgürleştirmek ve Demokratik Özerkliği ilan etmek için daha fazla eylem, daha fazla örgütlülük sağlanmak zorundadır. Direnen ve örgütleşen gençlik, hem kitlede hem de gerillada nitelikli bir yapılanma ve başarıyı kendisiyle getirecektir. Agitlerin, Erdalların yarattığı ruhla süreç geliştirilmelidir. “Örgütlenen Gençlik, Ordulaşan Gerilladır” şiarıyla… Amed’de buluşmak dileğiyle... Genç kalın... Mail adresi; [email protected] STÊRKA CIWAN P O L İ T İ K A Demokratik özerkliği örgütleyerek özgürlüğümüzü sağlayalım Stêrka CIWAN “Bilinmektedir ki, ‘Öcalan düşmanlığı’ AKP hükümetinin temel politikası olmuş, yoğun tecrit, yere yatırma, saç kesme, zehirleme, ölüm çukuruna atma, sayısız hücre cezası verme, görüş yasağı getirme, okuma ve yazma haklarını elinden alma gibi korkunç uygulamalar AKP iktidarı boyunca sistematik olarak yürütülmüştür” Tebax 2010 Dördüncü stratejik dönem on yedi yıl boyunca sürdürülen üçüncü dönemin bitirilmesi temelinde başlatılmıştır. Dönemsel, taktik, geri dönüşü olan, üçüncü dönemin devamı ya da yoğunlaştırılmış hali olan bir niteliğe sahip değildir. Her anlamda stratejik bir süreçtir. Bu anlamda yeni bir süreçtir. Dördüncü stratejik dönem Önderliğimiz, halkımız ve hareketimize dayatılan soykırım siyasetini boşa çıkarma, otuz yedi yıllık amansız mücadeleyle elde ettiğimiz varlığımızı koruma ve buna dayanarak özgürlüğümüzü sağlama dönemidir. Yani kesin çözüm hamlesidir. Ancak on yedi yıl boyunca muhatap aramaya dayalı gelişen demokratik diyalog sürecinin tüm ısrarlara rağmen gelişmemesinin diğer ifadeyle barışçıl-demokratik yollarla muhatap bulamamanın sonucuna bağlı olarak başlatılmış, kendi çözümümüzü kendimizin oluşturması stratejisidir. Bu stratejik süreci demokratik özerkliğin ilanı ve demokratik konfederalizm temelinde örgütlendirilmesi olarak tanımladık Önderliğimiz de demokratik özerkliği, öz savunma, hukuk, ekonomi ve diplomasi olmak üzere dört alandaki örgütlenmeye dayalı olarak tanımladı ve hem dağda hem de toplumsal alanda ilan edilerek başlatılmasını önerdi. Sürecin bizim için stratejik olmasının anlamı budur. Yani demokratik özerklikle kendi çözümümüzü koymuş oluyoruz ve bunu örgütleyerek de kendi özgürlüğümüzü sağlamış olacağız. Elbette bunun için de Önderliğimiz, 2 halkımız ve hareketimize karşı yürütülen imha karşısında meşru savunma direnişimizi aktif temelde yürütecek, meşru savunma mücadelemizi varlığımızı korumanın temel gücü ve teminatı olarak geliştireceğiz. 1 Haziran’la başlayan süreç özce “varlığımızı koruma, özgürlüğümüzü sağlama” dönemidir ve bu, demokratik özerklik temelinde kendi çözümümüzü geliştirme stratejimizdir. Tüm barışçıl çabalarının boşa çıkmasının ve ısrarla çözümsüzlüğün dayatılmasının sonucu olarak 31 Mayıs’ta aradan çekiliyorum diyen Önderliğimizin tavrı sadece karşıtlarımıza yönelik değil aynı zamanda süreçleri güçlü bir direniş ve yetkin bir siyasetle yeterince değerlendiremeyen bizedir de. Nihayetinde Önder Apo bu konudaki görüşünü “devlet Kürt sorununu çözmekten korkuyor, PKK ise devrim yapmaktan korkuyor” diyerek ortaya koymuştur. Dördüncü stratejik dönemle devrim yapma iddiamızı ve cesaretimizi ortaya koymuş ve devrimsel sürece girmiş oluyoruz. Önderliğimizin özgürlüğü temelinde Kürt sorununu çözmek bu dönemin tek hedefi ve programıdır. Bunun için Kürt sorununu zamana yayan, egemen çıkarlar temelinde revize eden, oyalayan bütün politikaların iflas ettiğini ve kendi çözümümüzü büyük direniş temelinde kendimizin yaratacağını dünyaya ilan etmiş olduk. Bu sürecin bütün sorumluluğunu da hareket olarak üstlendik. Sorumluluğun Önderliğimize değil bize ait olduğunu STÊRKA CIWAN miş, güçlendiği oranda da özgürlük hareketinin tasfiyesini hızlandırmış, özgür-iradeli Kürt’e düşmanlığını azdırmış, çok yönlü soykırım siyasetine ağırlık vermiştir. Önderliğimizin yol haritasını boşa çıkarma amacıyla karşı hamle olarak geliştirdiği ‘Kürt açılımı projesiyle’ de oyalama siyasetinin son hamlesini gerçekleştirmiş, seçime kadarki zamanı kurtarmayı böylece yeniden iktidar olarak kendi çıkarları temelinde Kürtleri hizaya getirmeyi planlamıştır. Bu plan tarihin en kirli, en kapsamlı komplolarından biridir. AKP’nin ve hamisi ABD’nin bu komplosunu ilk andan itibaren fark eden Önder Apo, ısrarla bizleri uyarmış, tehlikelere dikkat çekmiş, gerilla güçlerimiz başta olmak üzere tüm örgütlerimizi ve halkımızı kendi çözümlerine hazırlamaya çalışmıştır. Devlet ‘dağa çıkacaklarına fuhuş yapsınlar’ demektedir da deklare ettik. Dolayısıyla bu sorumluluğun gerektirdiği ciddiyet, bilinç ve kararlılıkla hareket etmek durumundayız. Bundan da anlaşılmaktadır ki bu dönem diğer dönemlerin biraz yoğunlaşmış hali, devamı, benzeri değil, yepyeni bir dönemdir. “Dönemin sorumluluğu hareket yönetimine ya da bir kesim arkadaşa aittir, ben de eskisi gibi katılırım dolayısıyla benim için değişen bir şey yoktur, mücadelenin olağan gidişatıdır” demek, hiçbir biçimde sürece girmemek, süreci anlamamak dolayısıyla gerçekte süreç dışı kalmaktır ki, bu asla kabul edilmemesi gereken bir durumdur. Gösterdiğimiz irade ve kararlılıkla artık hiçbir biçimde Önderliğimizin ve halkımızın özgürlüğü adına oyalama ve zamana yaymayı kabul etmediğimizi ortaya koymuş ve çözümü kendimizin yaratacağını, bu- nun için ne bedel gerekiyorsa ödeyeceğimizi belirtmiş oluyoruz. Zaten 1993 yılından beri demokratik çözüm iradesi ortaya konmuş, birlikte çözme temelinde gerekli bütün fedakârlıklar fazlasıyla yapılmıştır. Özellikle de AKP’ye 8 yıl boyunca fırsat tanınmıştır. Bilindiği gibi Önderliğimiz “ben üçüncü dönemi aslında 2002’de bitirecektim ancak AKP yeni iktidar olmuştu ve şans tanımak istedim” demektedir. Ancak AKP’nin kendisine tanınan bu şansı, Kürtleri ve özgürlük hareketini imha ederek devleti ele geçirme biçiminde değerlendirdiği ortadadır. Bizi oyalayarak kendisini kurumsallaştırmayı, eylemsizlik ve tek taraflı ateşkes yani çatışmasızlık ortamıyla kendi çıkarlarını örgütlemeyi esas almıştır. Bunun için de ucuz demokratlık ve sahte söylemlerle oyalamayı ve zamana yaymayı temel politika belle3 Düşmanlarımızın işlerini bozan, çıkarlarını boşa çıkaran, hesaplarını deşifre ederek etkisizleştiren pozisyonu, Önderliğimizin hedef olması pahasına devam etmiş, sağlığı ve can güvenliğini tehdit eden baskılara yol açmıştır. Bilinmektedir ki, “Öcalan düşmanlığı” AKP hükümetinin temel politikası olmuş, yoğun tecrit, yere yatırma, saç kesme, zehirleme, ölüm çukuruna atma, sayısız hücre cezası verme, görüş yasağı getirme, okuma ve yazma haklarını elinden alma gibi korkunç uygulamalar AKP iktidarı boyunca sistematik olarak yürütülmüştür. Önderliğimiz, 2002 ile birlikte AKP iktidarınca kendisi ve hareketimiz üzerinde başlatılan imha konseptini 4. komplo dönemi olarak değerlendirdi. Çok açıktır ki 4. komplo dönemi Önderliğimize ve hareketimize düşmanlık temelinde Tebax 2010 STÊRKA CIWAN geliştirilmiş, çok yönlü imha ve özel savaş uygulamalarıyla derinleştirilmiştir. Öte yandan 29 Mart seçimlerinin ardından daha da resmileşmiş olarak yeni Kürt politikası devreye sokulmuştur. Bunun sonucu olarak, ‘KCK operasyonu’, DTP’nin kapatılması, belediye başkanlarının tutuklanması, milletvekillerinin vekilliğine son verilmesi, halkımızın demokratik kurumları ve çalışanlar üzerinde terör estirilmesi, binlerce çocuğun işkencelerden geçirilerek zindanlara atılması temelindeki soykırım siyasetine başlanmıştır. Bununla birlikte Siirt’te AKP’li valinin itiraf etmekte sakınca görmediği “dağa çıkacaklarına fuhuş yapsınlar” politikalarının gereği olarak, Kürdistan geneleve dönüştürülmeye çalışılmış, korucu, asker, polis, AKP’li vekillerin bizzat organize ettiği sistematik özel savaş örgütlenmesi toplumumuza dayatılarak mücadeleyle yarattığımız değerler, oluşturduğumuz ahlak ve kültür bitirilmeye, dejenere edilmeye böylece çıkarlarını yürütmeye yatkın bir toplumsal gerçeklik yaratılmaya çalışılmıştır. Bunun sonucu olarak yatılı okullar fuhuş bataklıklarına dönüştürülmüş, çocuk kaçırmalar, tacizler, tecavüzler bir devlet politikası olarak sistematik tarzda yürütülmüştür. AKP imha siyasetini yoğun bir biçimde dayatmıştır En son Rize belediye başkanının kamuoyuna deklere ettiği, Kürt kızlarının ikinci eşler olarak Türk erkeklerince alınma projesi ise AKP’nin gerçek Kürt politikasını, bundaki ahlaksızlığını, Kürt toplumunun AKP’ce nasıl ele alındığını ortaya koymuştur. Zaten Önder Apo da bu gerçeğe dikkat çekmiş ve Tebax 2010 “AKP Kürtleri karısı gibi görüyor, karı yapmak istiyor” demiştir. AKP’nin iktidarda olduğu süreçte tecavüz yoluyla düşürüp ajanlaştırmanın resmi bir devlet politikası olarak yürütüldüğüne dair yüzlerce olay, örnek vardır. Zehir Oyunu programlarıyla kamuoyuna da gösterilen olayların ve bu olaylardaki onlarca Kürt kızının düştüğü tuzağın AKP’nin iktidarda olduğu dönemde gelişmesi tesadüf değildir. Bütün çıplaklığıyla kesinleşmiştir ki AKP, hareketimize ve halkımıza dayatılmış bir özel savaş iktidarıdır, soykırım iktidarıdır. Onlarca barajla Kürdistan’ın insansızlaştırılması, tarihi değerlerin yok edilmesi, coğrafyanın gerillaya elverişsiz hale getirilmesi AKP iktidarının icatlarıdır. Aynı şekilde hiç bitmeyen askeri operasyonlar, hava saldırıları, kimyasal silahların kullanılması AKP iktidarının imha siyasetindeki kararlılığının göstergesi 4 olarak en yoğun biçimde sürdürülmüştür. ABD, AKP, Irak arasındaki üçlü mekanizma ve hareketimizi ortak düşman ilan ederek yürütülen siyaset, uluslararası güçler ve statükocular tarafından 2002’de AKP’nin iktidar yapılmasının ve bunca destekle ayakta tutulmasının tek amacının hareketimizi tasfiye etmek olduğunu netleştirmiştir. Özgürlük Hareketini tasfiye edip, Kürtleri yedeklemek ve radikal İslam’ı revize etmek amaçlarıyla iktidara getirilen AKP, iktidarda kaldığı sekiz yıl boyunca bu görevlerini en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmıştır. Ancak Önder Apo öncülüğündeki Özgürlük Hareketimiz yürüttüğü mücadeleyle, AKP’ye yüklenen rollerin başarısızlıkla sonuçlanmasını sağlamıştır. Özgürlük Hareketini tasfiye etmek ve halkımızı teslim almakla görevlendirilen tüm iktidarların akıbeti AKP içinde kaçınılmaz olmuş, STÊRKA CIWAN Önder Apo’nun büyük çabaları ve halkımızın fedakârlıkları, hareketimizin açığa çıkardığı irade sonucu AKP’de bitirilme noktasını getirilmiş, AKP şahsında Türk devletinin inkarcı ve imhacı zihniyeti iflas ettirilmiştir. CHP’deki ani lider değişikliği, yeni model arayışı, Türk siyasetinde AKP’nin bitmesi sonucu gelişen tedbirdir. CHP’deki restorasyonla Kürt sorununa dayatılan çözümsüzlüğün ve hareketimizi, halkımızı oyalama politikalarının devam ettirileceği, bunun devlet yaklaşımı olduğu anlaşılmaktadır. Yani devlet artık inkâr edememektedir ancak zamana yayarak tasfiye ve imhayı gerçekleştirebileceğini düşünmektedir. Zaten kendileri de “terör bitirilemez ancak kontrol altına alınabilir” demekte, böylece zamana yayarak tasfiye etmeyi devlet politikası olarak yürüttüklerini itiraf etmektedirler. Önder Apo bu politikanın tehlikesini görmüş ve bunu ortadan kaldırmak için aradan çekiliyorum demiştir. Başlattığımız süreç çözüm sürecidir. Dördüncü stratejik dönemde muhataplarımız tarafından çözümün pratik adımları somut olarak ortaya konulmadığı müddetçe serhıldan ve meşru savunma direnişimiz aktif tarzda sürecektir. Meşru savunma direnişi ve serhıldanla halkımızın ve hareketimizin kazanımları korunacak, özgürlüğün somutlaşması için mücadele en üst düzeyde yükseltilecektir. Çözüm için demokratik özerkliğin ilanına karar verilmiştir. Bu bizim halk ve hareket olarak kendi çözümümüzdür. Demokratik özerklik sistemi temelinde Türk devleti de çözüm yaklaşımına gelirse devlet+demokrasi formülü ile çözüme ulaşmak tercihimiz olmaktadır. Ancak sömürgeci egemen sistem güçleri kendilerini her türlü çözüm biçimine kapatırsa daha önce Kongra Gel Genel Kuru- ‘Bilinçlendirme, örgütleme, eyleme geçirme’ denklemi içinde toplumsal alan mücadelesinin ele alınması ve konfederal sistemin örgütlendirilmesi gerekmektedir lu’nda halk iradesiadına krarlaştırdığımız gibi kendi öz gücümüzle demokratik özgürlükçü sistemimizi kurarak çözümümüzü geliştireceğiz. Yani isterse devletle demokratik temelde ya da istenmezse devlete rağmen ama mutlak bir biçimde çözümü önümüze koyduğumuz bir final dönemi başlatmış bulunmaktayız. Dördüncü dönemin stratejik olarak belirlenmesi, ideolojik, teorik ve programsal değişikliğe gittiğimiz anlamına gelmemektedir. Demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü paradigmamıza bağlı demokratik konfederal sistem toplumsal çözümümüzü oluşturmaktadır. Aktif olarak yürütmeyi kararlaştırdığımız gerilla mücadelesi paradigmamızın öngördüğü meşru savunma çizgisi temelindedir. Ancak başlattığımız dönemin karakterine uygun olarak stratejimiz ve temel taktiklerimizde şekil alacaktır. Meşru savunmanın aktif düzeyde pratikleştirilmesi elbette üçüncü dönem boyunca esas aldığımız düşük yoğunluklu savunmayı çok aşan bir mücadele esprisine dayanmaktadır. Açıktır ki, ancak aktif düzeydeki bir mücadeleyle imha karşısındaki varlığımızı koruyabilir, özgürlüğümüzü sağlayabiliriz. Yeni dönem üçüncü dönemin devamı niteliğinde bir dönem değildir. Yani geçmişte yapılmayan görevlerin daha iyi yapılmasıyla sınırlı bir süreci ifade etmemektedir. Elbette geçmişte yeterince yapılamayan görevler bu dönemde yerine getirilecektir. Ancak yeni dönem bunu çok aşan, bundan çok farklı bir mücadele karakterine sahiptir. Dolayısıyla yeni döneme karakterini verecek ve damgasını vuracak görevlerin iyi anlaşılması ve 5 pratikleştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Yani demokratik özerkliğin alt yapısını oluşturacak öz savunma, bunun içinde serhıldan ve meşru savunmanın en örgütlü ve etkili tarzda yürütülmesi gerekmektedir. Diğer yandan Konfederal sistemin oturtulması, bunun için komün, meclis, kooperatif örgütlenmelerine seferberlik düzeyinde yaklaşılması gerekmektedir. Örgütsüz tek bir Kürdistan ilinin, köyünün kalmaması önemli olmaktadır. ‘Bilinçlendirme, örgütleme, eyleme geçirme’ denklemi içinde toplumsal alan mücadelesinin ele alınması ve konfederal sistemin örgütlendirilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte toplumsal yaşama dayatılan özel savaş politikaları karşısında en örgütlü ve radikal tarzda eylemsel mücadeleyi geliştirmek daha büyük önem kazanmaktadır. Öte yandan demokratik özerklik temelinde kendi dilimizi, kültürümüzü, kimliğimizi esas alarak yaşamımızı ve mücadelemizi geliştirmemiz gerekmektedir. Sadece gündelik yaşamda değil kamusal alanlarda, devletlerle ilişkilerde, resmiyetlerde dilimizde ısrar etmek, kesinlikle yabancı diller kullanmamak, yine kültürümüzü yaşamımızın her alanında temsil etmeyi politik bir tutum olarak geliştirmek gerekmektedir. İdeolojikpolitik bir tutum olarak dilimizde, kültürümüzde, kimliğimizde ısrar etmek, sömürgeci devletlerin ve kapitalist modernitenin dil, kültür etkilerinden kurtulmak demokratik özerklik yaklaşımımızın somutlaşmasında stratejik öneme sahiptir. *** Tebax 2010 STÊRKA CIWAN R Ö P O R T A J 15 Ağustos KÜRT HALKININ UMUT ÇIĞLIĞIDIR KCK Yürütme konseyi Duran KALKAN ile yapılan röportaj “15 Ağustos, halk için yeni bir umut oldu. Halkı düşünmeye sevk etti. Halka dönük geliştirilen propagandalar, yapılan örgütlenmeler ve verilen vaatler büyük bir inancı doğurdu. Yine bu atılımla birlikte verilen bazı bedeller halk tarafından sahiplenildi. Bu sahip çıkma olayı, eskiden sahip çıkmanın yöntemlerini, tarzını, yaklaşımını aşbilecek ve boyutlandırabilecek bir tarzdaydı” Tebax 2010 15 Ağustos Atılımı’nın nedenleri nelerdir? Böylesi bir Atılım hangi ihtiyaçtan kaynaklandı? Atılım öncesi eylemin ön hazırlıklarını anlatabilir misiniz? - 15 Ağustos Kürt halkının içinde bulunduğu durumla bağlantılıdır. Kürt halkına sömürgecilik dayatılıyordu. Diğer yandan da dünyanın birçok ülkesinde gelişen ulusal kurtuluş hareketlerinin yarattığı etki ile Türkiye’deki devrimci gençliğin de demokratik bir mücadele içerisine girme durumu söz konusuydu. Fakat o hareketlilik içerisinde Kürt sorununa doğru bir yaklaşım gösterilmedi. Türkiye halkı adına hareket edenler de ise Kürt’ü kendi potasında eritme, kendi mücadelesinin yedek bir gücü olarak değerlendirme yaklaşımı vardı. Genelde durum böyle iken, ulusal kurtuluş mücadelesi “Her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı vardır!” belirlemesiyle ortaya çıkıyordu. Ancak bizde bunun biraz dogmatik yorumu oldu. Aslında başlangıçta bu tür bir anlayışa ihtiyaç vardı. Çünkü tüm hareketler biraz da ret temelinde ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım olmazsa hiçbir hareket ideolojik gelişme imkânını bulamazdı. Dünyada bunun birçok örneği vardır. Örneğin feodal dönemde birçok değişik felsefi, ideolojik ve siyasal hareketler tarikatlar biçiminde ortaya çıkmışlardır. Ancak ret temelinde ortaya çıkmadıkları için fazla gelişme imkânını da bulamamışlardır. Tarihte Kürtleri bu konuda ele alırsak; 6 konfederasyonla birlikte belli bir siyasi oluşuma gittiler, fakat geliştiremediler. Bunu geliştirme imkânını ve şansını yakalayamadılar. Bunun temel nedeni dayandığı ideolojik yaklaşımdır. Yani başka halkların varlığını, kültürünü ve kimliğini inkârı gerekçesine dayalı bir gelişmesi yoktur. Kendi içerisinde mevcut durumu kabul etme söz konusuydu. Tarz olarak belki o tür ideolojik yaklaşımlarla yaklaşmak biraz ağır olabilir, fakat gelişme sürecini bu şekilde erkenden bulamamıştır. Çok uzun bir sürece yayılarak gelişmesi gerekiyordu. İnsanlığın esas aldığı birçok değer günümüzde değişik biçimlerde formüle edilip, bir bakış açısı olarak toplumlara, dünyaya belli bir bilimselliğe kavuşturularak bir felsefe, bir ideoloji durumuna getiriliyordu. Tabi Kürt halkının da, dünyadaki mevcut ulusal kurtuluş hareketlerinden bir etkilenmesi vardı. Şüphesiz bu gelişme Türkiye’deki halkın da içinde bulunduğu bir durumdu. Ancak Kürtlere başka bir gelişme şansı tanınmıyordu. Yani Kürt kabul edilmiyordu. Kürtlük adına her oluşum ve örgütlenme yasaklanıyordu. 12 Eylül’deki uygulamalar çok ağırdı. Düşünmek ya da kendini ifade etmek bir suçtu. Yoğun bir baskı ve işkence vardı. Yüz binlerce insan ve öncü kadrolar cezaevlerine konuldu. Zindanlardaki vahşet en üst düzeye çıkarıldı. İnkâr ve imhayı geliştirme yaklaşımı egemenler ve sömürgeci güçler tarafından esas alındı. Buna bir anlam verilebilinir, çünkü karakterle- STÊRKA CIWAN rinden kaynaklanan bir durumdur. Ancak burada karakteri tanımlanırken, Türk sömürgeciliğine benzemediğini de vurgulamak gerekir. Çünkü Türk sömürgeciliği ne İngilizlere, ne Fransızlara, ne de farklı bir sömürgecilik uygulamalarına benzemektedir. Aslında İsrailliler de bir dönem öyleydi, ama İsraillilerde bile günümüzde belli bir gelişme var. Fakat Türk devletinde bu konuda bir değişiklik yok. Hala inkâr ve imhaya dayalı bir siyasete devam ediliyor. Öte yandan dışarıda Kürtlük adına hareket eden değişik ideolojik gruplar vardı. Bunların çoğu farklı güçlerin arkasına takılmışlardı. Kimisi Çin, kimisi Rus, kimisi Arnavut gibi reel sosyalist ülkelerde geliştirilen devrimleri ve ulusal kurtuluş mücadelelerini kendilerine esas alıyorlardı. Şüphesiz bizim hareketimiz de onların tecrübesinden yararlanmıştır. Ancak onu ülke somutuna uyarlamada biraz daha gerçekçi yaklaşmıştır. Diğer kesimlerin yaklaşımları daha çok dogmatik olmuştur. Olduğu gibi alıp uygulamaya çalıştılar. Bundan dolayı fazla başarılı olamadılar. Bir taraftan cezaevindeki durum, diğer taraftan halkın büyük beklentileri ve örgütün içerisinde bulunduğu durum bir çıkış yapma gereğini doğuruyordu. O koşullarda, Ortadoğu’da, Kürt sorununu şiddet dışında başka bir yolu tercih ederek ona göre bir çıkış bulabilme imkânı yoktu. Ki zaten dünya o dönem iki kutupluydu. Bir tarafta emperyalizm, diğer tarafta reel sosyalizm. Halklar mevzilenmesini ve mücadelelerini bu gerçeğe göre ayarladılar. Dolayısıyla bu noktada; ulusal toplumsal gerçekliğe denk bir pratiği sergileme, değerlerine sahip çıkabilme, geliştirilecek her türlü katliamları, baskıları, işkenceleri ve vahşet durumunun önünü alabilme açısından bir savunma refleksinin geliştirilmesi ge- rekiyordu. Bu da ancak askeri bir etkinlikle olabilirdi. Çünkü neticede Ortadoğu’da başka şekilde güç olunamıyordu. Ona yaşam imkânı tanınmıyordu. Yani var olan sistemlerin uygulayanı veya onun yedeği, işbirlikçisi olmanın ötesinde bir şans tanınmıyordu. Bu durumda ya reel sosyalizmin kuyruğuna takılacaktır ki bunu yapanlar o dönemde TKP ve sosyal şoven kesimleri olmuştur- ya da mevcut gerçekliğin dayattığı mücadele şekli geliştirilecektir. Diğer kesimlerin zaten belli bir statükosu vardı. Kendi halkını, dilini, geçmişini ve geleceğini inkâr etme temelinde bir yaşam imkânını bulmuşlardı. Zaten böyle bir örgütlemenin halkçı bir tarafı asla kabul edilemez. Hem dünya, hem bölge, hem de Türkiye’deki durumlar farklı bir örgütlenmeyi esas almamız ve dayatılan her türlü baskıcı yaklaşımlara karşı değerlerimizi korumamız için bize kendini savunmaktan başka bir imkân tanımıyordu. 15 Ağustos Atılımı gerçekleştikten sonra Kürdistan’da ne tür değişiklikler oldu? Atılım özellikle halk üzerinde nasıl bir etki yaratmıştı? Türk devletine karşı nasıl bir mücadele yürütüldü? - Kürt halkı son derece sindirilmişti. Umutsuzluk, inançsızlık ve güvensizlik hâkimdi. Hatta Kürtler adına böyle bir çıkışın artık egemenler tarafından kesin bastırılacağı şeklinde bir kanaat da vardı. Fakat 15 Ağustos, halk için yeni bir umut oldu. Halkı düşünmeye sevk etti. Halka dönük geliştirilen propagandalar, yapılan örgütlenmeler ve verilen vaatler büyük bir inancı doğurdu. Yine bu atılımla birlikte verilen bazı bedeller halk tarafından sahiplenildi. Bu sahip çıkma olayı, eskiden sahip çıkmanın yöntemlerini, tarzını, yaklaşımını aşabilecek ve bo7 yutlandırabilecek bir tarzdaydı. Daha örgütlü, disiplinli, ciddi ve organizeli bir yaklaşımla sahip çıkma durumu yaşandı. Bu yaklaşım halk içerisinde büyük bir umut, güven, coşku, destek ve katılım düzeyini doğurdu. Bunun sonuçları tam olarak toplanamadı, çünkü kitle içerisinde sonuçlarını toplayacak bir halk örgütlülüğümüz yeterince yoktu. Hazırlıklar bu konuda yeterince yapılmamıştı. Bu konuda dar kalındı. Sonraki yıllarda, biraz da saldırılara karşı açık duruma gelindi. Devletin başlangıçta bu gelişmeyi “birkaç tane eşkiyadır” gibi, kendince, değişik sıfatlarla adlandırma ve küçümseme durumu vardı. Hatta Özal; “kısa sürede hallederiz” diyordu. Sonradan durumun kapsamı, ciddiyeti ve örgütlülüğü anlaşılınca, devlet ona göre bir yüklenim sürecini başlattı. Her harekette olduğu gibi bizim harekette de kaba askeri yaklaşımlar -ki bu noktada Kürdistan tarihi de epey çok acı, öğretici deneyimlerle doludur- ve içerden geliştirilen ihanetler daha güçlü kazanımların alınmasını engelledi. Yine sağ ele geçenler, teslim olanlar oldu. Onlardan alınan bilgiler doğrultusunda çok daha kapsamlı, köklü, uzun vadeli ve ‘80 öncesini aşan yönelimler gerçekleşti. Birincisi; Kürdistan’da özellikle belirli alanları esas aldılar. Bu alanlara yönelik yoğun bir askeri yığınağa giriştiler. Ağırlıklı olarak eylemlerin yoğunlaştığı alanlar; Eruh ve Şemdinli’ydi. Botan alanı başta olmak üzere, kendileri açısından tampon ve sıçrama tahtası olarak saydıkları alanlara ağırlık verdiler. Yine askeri hâkimiyetini nasıl sağlayabileceğine ilişkin, bazı yerleri tespit edip o alana yerleşmeye çalıştılar. Gerillanın o sürece kadar ciddi bir dağ pratiği, deneyi ve tecrübesi yoktu. Tek tecrübesi, Hilvan-Siverek direnişine dayanıyordu. Asker gerilladan çok daha acemi bir konumdaydı. Türk orTebax 2010 STÊRKA CIWAN dusu o dönemde gerçekten de acemiydi. Yani istediği kapsam, biçim ve şekilde bir askeri değerlendirebilme, ona göre sonuç alabilme yaklaşımından çok uzaktı. Sadece örgüt içerisinden kaçanlar, teslim olanlar veya yakalananlardan alınan bilgiler ışığında bir değerlendirme yapıp üzerine gitme durumları vardı. Gerilla savaş taktiğiyle, Türk ordusu -ki NATO’nun ikinci büyük ordusu- ve birkaç komşu devletle rahatlıkla cephe düzeyinde çatışmaya ve savaşmaya hazırdı. Buna rağmen Türk ordusu sınırlı sayıdaki gerillalara güç getirmeye zorlanıyordu. Bundan dolayı Kürt’ün hiçbir zaman peşini bırakmayan ihanet gerçekliğinden yararlandılar ve kitle içerisinde ajanlaştırma ve koruculaştırmaya ağırlık verildi. Onlardan yararlanarak adım adım alanlar üzerinde hâkimiyetlerini kurmaya çalıştılar. Öte yandan gerilla güçleri, 15 Ağustos Atılımı’nın sonuçlarına göre kendilerini örgütlemediği ve çalışma tarzını yeni döneme göre uyarlamadığı için, bazı gerilla grupları, gelen saldırılar karşısında hazırlıksız yakalandılar. Agit arkadaş ise başından beri kendi alanında bulunan gücüne gelişecek olası saldırılar karşısında yenilenmeyi, ona göre bir savaş taktiğini üretmeyi esas alıyordu. Bazı birimler Agit arkadaşı esas alıyordu, ancak ağırlıklı bir kesim kendisini ona göre uyarlamadı. Diğer taraftan devletin ajanlaştırma ve koruculaştırmaya dönük çalışmaları da hızla devam ediyordu. Yine içeriden gelişen ihanetlerle ellerine çok somut bilgiler geçmişti. Gerillanın savunma pozisyonunu sağlam koruyabilmesi için nicel durumunu ayarlaması gerekiyordu. Fakat bazı birimler bunu hayata geçirmediği gibi karşı tarafa zemin de sundular. Düşman bunlardan dolayı bazı alanlarda kısmi olarak sonuç aldı. Ki bu Tebax 2010 gelişme gerilla gücünü de etkiledi. Mesela bir Garzan’ın durumu öyleydi. Garzan’ın 15 Ağustos’tan sonra Ali Ozansoy (Nebi) adındaki genel yönetimi ihanetçi çıktı. Şimdi de JİTEM elemanıdır. Yine ‘85 kışında Şıkefta Gara’da bir teslimiyet olayı yaşandı. O olayda toplam yedi kişinin çözülme durumu vardı. Bunlar o dönemin kendi koşulları içerisinde epey ağırdı. Sadece Agit arkadaşın komutası altında bulunan gerilla güçleri, bir sürece kadar meşru savunma çizgisini koruyabildi ve geliştirebildi. rakteri vardı. Birincisi; halkı ulusal yönüyle bilinçlendirme, ulusal mücadele etrafında örgütleme ve bir güç durumuna getirmeydi. İkincisi; halka demokratik bilinci kazandırabilmeydi. Onun yaşam tarzını, ilişki tarzını ve yaklaşımını halka yansıtmaktı. Bu aslında sadece gerilla döneminde değil, silahlı propagandanın da temel göreviydi. Çünkü koşullarımız diğer ülkelere benzemiyordu. Bazı ülkelerde küçük-burjuva sınıfına dayansa da bir aydınlanma vardı. Özellikle bilinç konusunda bir gelişme sağlanmıştı. Fakat Kürtlerde birçok gerilikler yaşanıyordu. SPB halkı örgütlemenin yanı sıra bilinçlendirmeyi, ona yeni bir kültür, yeni bir yaşam tarzı ve ilişki kazandırmayı da esas alıyordu. Aslında bu yönlü çalışmalar başından beri halkla ilişkilenirken yürütülmeye başlanmıştı. Tabi bu sadece sözle değil, davranış, ilişki, ahlak, üslup ve yaşamın birçok boyutuyla ilişkilendirilerek yapılmaya çalışıldı. 15 Ağustos ‘84 süreci ile 1 Haziran 2004 süreci arasındaki farkı biraz açabilir misiniz? HPG’nin savaş stratejisinde ne gibi değişiklikler yaşandı? Kürdistan’da verilen uzun vadeli bir gerilla savaşıyla nasıl bir güç ortaya çıktı? 15 Ağustos Atılımı sürecinde Kürdistan halkının örgütlenme düzeyi nasıldı? - Gerilla güçleri öncesi Silahlı Propaganda Birlikleri(SPB) olarak hareket ediliyordu. O dönemde SPB’nin amacı; halkın toplumsal gerçekliğini göz önünde bulundurarak, silahlı propaganda birliğini geliştirmek ve büyütmekti. Şüphesiz SPB sadece silahlı etkinlik gösteren bir güç değildi. Çünkü o dönemde devrimimizin iki ka8 - 15 Ağustos sürecine giderken ciddi bir gücümüz yoktu. Halk yeterince örgütlü ve bilinçli değildi. Bir kesim sindirilmiş, diğer bir kesim ise teslim alınmıştı. Devlet tarafından halka karşı faşizan uygulamalar vardı. Güç boyutuyla birçok farklılıklar vardır. Henüz Kürt sorunu kabul ettirilememişti. Kaldı ki bölgedeki sınırlar çizilirken, böyle bir sorun hiçbir zaman dikkate alınmadı. Çizilen sınırlar zaten belliydi. Ki bu karar alınırken, Kürt halkının içinde bulunduğu durum zaten göz önündeydi. Dünyada daha STÊRKA CIWAN çok ideolojik ve sınıfsal mücadeleler ön plandaydı. Ondan etkilenme durumu vardı. Ulusal yön biraz öndeydi. Çünkü inkâr edilen bir halk vardı. Bu sadece egemenler tarafından değil, ulusun fertleri tarafından bile kanıksanmış, kabul edilmişti. Hatta Türk egemen güçleri Ağrı dağına; “Hayali Kürdistan burada medfundur!” biçimindeki değerlendirmeleri pratikte kendilerince anlamını buluyordu. Yani bir sorunun varlığı kabul edilmiyordu. Oysa sorunun baştan beri açığa çıkarılması gerekiyordu. Çünkü sorunun üzeri küllendirilmişti ve bunun açığa çıkarılabilmesi için her ulusun ortak bir yaklaşımı gerekliydi. Bu konuda başta da belirttiğim gibi; “Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı” yaklaşımı esas alınarak ülke somutuna uyarlanmaya çalışıldı. Bundan dolayı silahlı mücadele esas alındı. Zaten onun dışında da sorunu ortaya çıkarmanın başka bir yolu yoktu. Uzun vadeli bir halk savaşı verilecekti. Çünkü güçsüz, örgütsüz, dağınık ve inkâr edilen bir halk kendisini sömürgeciliğe karşı ancak bir halk savaşıyla koruyabilirdi. Şüphesiz Türk sömürgeciliğinin en önemli gücü askeri gücüydü. O gücü darbeleyen, geriletebilen tek yol halk savaşıydı. Bu konuda kendi gücüne güvenmek son derece önemliydi. Ancak güvenle birlikte bir örgütlülüğe ulaşmak, bir güç durumuna dönüşmek ve onun askeri ve siyasi ordulaşmasını sağlamak mümkündü. Esas amaç buydu. Gerilla ilk çıkışında sosyal şovenizme ve ilkel-milliyetçi kesimlere karşı mücadele verdi. 1 Haziran kararı mücadele tarihimizde yeni bir süreci temsil ediyor. Bu süreçte Kürt sorunu artık uluslararası alanda bir sorun olarak kabul edilir hale gelmiştir. Yine ‘84’e nazaran örgütlü bir halk gücü yaratılmıştır. Kürt halkı güçlü bir Önderliğe sahip olmuştur. Ayrıca siyasi, askeri, kültürel ve birçok alanda kendini kanıtlayan örgütlü bir halk gerçekliğini ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla güç boyutuyla 15 Ağustos’la mukayese edilmeyecek derecede büyük farklılıklar vardır. Savaşımız şimdiye kadar ulusal kurtuluş mücadelesi çizgisine göre şekillenmişti. 1 Haziran’da ise temel siyasetimiz demokratik mücadele çizgisine dönüştü. Bunun yanı sıra tarih, toplum ve devlet kavramlarına dönük yaklaşımlarda büyük farklılıklar ortaya çıkmıştır. Yine 1 Haziran kararı bir anlamda meşru savunma çizgisini temsil etme kararıydı. Çünkü tek taraflı bir ateşkes ve geri çekilme durumu vardı. Bu konuda birçok bedel de ödendi. Hareketimiz, devletin tüm saldırılarına rağmen barış, uzlaşı ve diyalog çağrılarından vazgeçmedi. Ki örgüt özellikle halk gücüyle en güçlü dönemini yaşıyordu. Yine ideolojik, politik ve düşünce olarak çağa uygun bir hareket olmayı esas alıyordu. Hatta çağın bilimsel anlamda sorunun çözümünü birçok yönüyle içerebiliyor, ona göre adımlar atabiliyordu. Ancak bu sürecin dezavantajları da oldu. Örneğin ihanete en çok bu süreçte zemin sunuldu. Çünkü örgüt içerisinde ihanet uç vermişti. Değişik güçleri de arkalarına alarak, hareketi içerden çökertme veya meseleyi zamana yayarak kendi içerisinde çürütmeyi esas aldılar. Devlet bu gelişmelerden sonra diyalog ve barış çağrılarına gelmedi. Yani bu süreç iyi değerlendirilemedi. Oysa 1 Haziran öncesi, altı yıllık süreç içerisinde Türkiye önemli bir gelişme ve düzey kaydetmişti. Her ne kadar pratik uygulamaya gidilmemişse de, bazı yasal değişiklikler konusunda kısmi bir adım atılmıştı. Yine kurumlar nezdinde, değişik genelgelerle ve farklı yönetmeliklerle olumlu sayılabilecek bazı adımlar atılmıştı. Ancak süreç açı9 sından bunlar çok yetersiz kaldı. Devlet geçmişten beri bu yöntemi kullanıyor. Özellikle karşı cepheyi yanıltma politikasını Cumhuriyet tarihinden günümüze bir devlet politikası ve karakter edinmiştir. Ancak bu bir yanılgıdır. Ne Hareketimiz diğer muhalif hareketlere benziyor, ne de içinde bulunduğumuz çağ gerçekliği buna izin veriyor. Dolayısıyla Türkiye bu süreçten epey zararlı çıktı. 1 Haziran süreci devletin Kürt sorunu karşısında ciddi bir zafiyet ve güçsüzlüğü yaşadığını açık ve net bir şekilde ortaya koydu. TC’nin son süreçteki durumuna baktığımızda tarihinin en büyük tıkanmasını yaşadığını görüyoruz. Bu temelde, bundan sonra savaşın seyri nasıl olacaktır? - Sorunlar sadece güncel değil, tarihi olarak da Önderliğimiz tarafından ortaya konulmuş ve çözümlenmiştir. Bu konuda tek taraflı olarak her türlü fedakârlık da yapılmıştır. Fakat sorun biraz karşı taraftan kaynaklanıyor. Türk devleti bu konuda kendine, tarihine, kültürüne ve halkına güvenmiyor. Halkına güvenmediği gibi, halkların gücüne de güvenmiyor. Neticede Türk halkının çıkarı mevcut iktidarla korunamıyor. Kürdistan’da yıllardır devam eden, savaşta rantçı bir kesim ortaya çıkmıştır. Bunlar önemli bir güçtür. Sorunun çözümünde bu gücün bir çıkarı yoktur. Savaş ve şiddet onların varlık gerekçeleridir ve bunsuz güç olamaz, çıkarlarını koruyamazlar. Hem Türkiye içerisinde, hem de uluslararası bağlantıları var. Yine dışardan da istikrarlı ve güçlü bir Türkiye’yi istemeyen kesimler var. Bu kesimler sorunu daha fazla körüklemek istiyorlar. Ayrıca halkların çatıştırılmalarını istiyorlar ki, bu komplo sürecinde de açıkça ortaya çıktı. Aslında birçok güTebax 2010 STÊRKA CIWAN cün Önderliğin fiziki tasfiyesine yönelik planları vardı. Fakat Önderlik, yaklaşımlarıyla bu komployu boşa çıkardı. Şiddetin ileri ki süreçte boyutlanması, gerilla mücadelesinin geliştirilmesi karşı tarafın pozisyonuna bağlıdır. Eğer değerlerin üzerine saldırı gelişirse, inkâr ve imha politikasında ısrar edilirse, Önderliksiz bir yaşam halkımıza ve gerilla güçlerimize dayatılırsa, kuşkusuz şiddet çok daha fazla gelişecektir. Yani bu halk Önderliksiz yaşamı asla kabul etmez. Gerilla açısından da öyledir. Çünkü Önderliğin pozisyonu, durumu ve Önderliğe yaklaşım Kürt halkına olan yaklaşımdır ve sorunun çözümündeki samimiyet ölçüsünü gösterir. Çünkü neticede bu halkı, bu örgütü yaratan Önderliğin kendisidir. Geçmişte de “Aposuz PKK”, “PKK’siz Kürt halkı” biçiminde yaklaşımlar gösterildi. Ancak fazla başarılı olamadılar. Mevcut durumda Türkiye’de ciddi bir tıkanıklık yaşanıyor. Devlet siyaset üretemiyor. Hükümetin başındaki yöneticiler büyük bir gaflet ve ihanet içindedir. Türkiye aslında pazarlanıyor, satılıyor, peşkeş çekiliyor. Türkiye’nin kendisini çağa, döneme göre uyarlaması gerekirken, halen klasik politikalarında diretiyor. Mevcut hükümet, devletin bir kesimi tarafından, tehlikeli ve aşılması gereken bir iktidar olarak görülüyor. Çünkü bu iktidar içteki sorunların çözümüne cevap veremedi. Türkiye siyaset üretmediği gibi, tıkanıklığı içe taşırıyor. Yani halkın uyuşturulması için bazı sunî gündemler yaratıyor. Örneğin halkın en zayıf, en hassas noktası olan milli duygularını kullanarak şovenizmi geliştiriyor. Bu politika geliştirememenin, üretememenin, çağa kendini uyarlamamanın bir neticesidir. Bunu da, en büyük tehlike olarak gördüğü Kürt halkına karşı kullanmaya çalıştı. Tebax 2010 Yani iktidar, halkları birbirine karşı kışkırtarak bir süreci daha atlatma çabası içerisindeydi. Bu tehlikelidir. Bölgede kendine müttefik olarak gördüğü güçlerin siyaseti ile de uyuşamıyor. Aslında gerçekleri göz önünde bulundurarak, Türkiye’nin çıkarı nedir? sorusuna uygun bir siyaset üretmesi gerekirken, geçmişe dayalı gerici yaklaşımlarından vazgeçmiyor. Eskiden çelişki içinde olduğu, düşman olduğu güçlerle ittifak içerisine giriyor. Adeta akıntıya kürek çekme biçiminde bir resim ortaya çıkıyor. Örneğin İran kendi iç derdine düşmüş, Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesinde nasıl ayakta kalacağının arayışı içerisindedir. Suriye zaten zayıf bir yönetim, zor bela ayakta duruyor. Suriye’yle bir ittifakları vardır. Bu ittifak aslında Kürtlere karşıdır. Kürtlere karşı geliştirilen bu ittifak neticede AB’nin ve ABD’nin politikaları ile çelişiyor. Bu durum kendine en dost, yakın gördüğü güçler nezdinde büyük rahatsızlıklar yaratıyor. Ve gereğinden fazlasını aslında dayatıyor. Onlarla birlikte hareket etmekten çok onlarla karşıtlık temelinde bir adım atıyor. Onları kendisiyle birlikte hareket etmeye zorluyor. Ancak Türkiye’nin bu duruma ne gücü, ne de pozisyonu müsaittir. Zaten konumu itibariyle güçler tarafından da kabul edilmez. Bu anlamda Türkiye ne o güçlerle hareket edebiliyor, ne de sorunlara doğru yaklaşım gösterebiliyor. Oysa iç sorunlarını çözen bir Türkiye Ortadoğu’dan Kafkaslar’a kadar önemli bir rol oynayabilir. Türkiye kendisini bu konuda mahrum bırakıyor. Mevcut yaklaşımıyla Türkiye’nin gittikçe daha fazla yalnız kalacağı görünüyor. Yine diğer taraftan yaşanan gelişmeler ‘90’lı süreciyle benzeştiriliyor. Yani devletin baskıyı, imhayı, inkârı, şiddeti daha fazla tırmandırma eğilimi 10 ve yaklaşımı çok terstir. ‘90’lar ‘90’larda kaldı. Yani durumlar, dengeler, güçler değişti. Eski dostlar şimdi düşman oldu, düşmanlar da yakınlaşıyor. Günümüzde sorunların çözümü biraz da Türkiye’nin pozisyonuna, yaklaşımına bağlıdır. Türkiye’de şiddeti boyutlandırmak asla tercih ettiğimiz bir şey değil. Bu konuda tek bir insanın parmağının kanamasını istemiyoruz. Felsefik olarak yaklaşımımız böyledir. Fakat başka bir yol bırakılmamıştır. Onursuzca bir teslimiyet dayatılıyor. Ki bu kendi tarihine, gerçeğine, halkına ve Önderliğine ters düşmedir. Bu durumda yaşamdan bahsedilmesi mümkün değil. Onun dışında çıkış yolu bırakılmıyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin bu yaklaşımıyla şiddetin daha fazla yaygınlaşacağını gösteriyor. Buna mevcut gerilla pozisyonu da müsaittir. Yani biraz Türkiye’de bu hareketi yakından tanıyan, biraz meseleye bilimsel, akılcı yaklaşan her birey, çevre veya kurum çok rahatlıkla bu sonuca ulaşabilir. Çünkü kendileri de yer yer bunları açıklayabiliyor. Sorunun şiddetle, bastırmayla ve çözümsüzlükle ortadan kaldırılamayacağına hepsi kanaat getirmiştir. Fakat nasıl bir yaklaşım gösterilecek, çözüme yönelik nasıl bir adım atılacak? O noktada ellerinde bir alternatif projeleri yok. Özellikle hareketin, Önderliğin geçen yıllarda barış ve kardeşlik gibi insani talepleri dile getirmesi, çağdaş insanların soruna biraz daha duyarlı yaklaşmasına vesile olmuştur. Ancak anlaşılan o ki, işin içinde çok farklı oyunlar da var. Yani Türkiye’ye karşı büyük bir ihanet var. Bu gerçeklikler görülerek bir politika belirlemelidirler. Bu savaşta ne Türk halkı, ne de Kürt halkı karlı çıkabilecektir. *** STÊRKA CIWAN P O L İ T İ K A Faşist Türk ordusu insanı onursuzlaştırma makinesidir Rojhat LASER “Askerlik çağına gelmiş her bireyin ‘örgütlü bir güç halinde’ doğal insani bir hak olan, ‘vicdani ret’ hakkını kullanmak kadar, gidenleri bundan vazgeçirmek, askerde bulunanların ise firarını sağlayarak Türk ordu sistemini boşa çıkarmak, dönemin en temel görevlerinden olmaktadır” Egemen sistemler toplumsal mücadeleler karşısında, iktidarlarını kaybedeceklerini anladıkları an, geçmişte toplum üzerinde en ince tarzda yürüttükleri köleleştirme politikalarını bu kez bireyin yaşam hakkına kast etme dâhil en vahşi yöntemlerle uygulamaya başlayarak toplumu denetimleri altına almaya çalışırlar. Toplum üzerinde baskı, işkence, şiddet, katliam, sindirme ve onur kırıcı uygulamalarla her türden yöntem uygulanır, ta ki hâkimiyetini kurana veya kaybedene kadar. Bu krizli süreç sosyal, siyasal, kültürel, askeri ve ekonomik gibi toplumsal yaşamın her alanında kendini iyiden iyiye hissettirir. Yaşamı adeta çekilmez kılar. Temel amaç toplumsal alanda talepleri denetime almak, halkın mücadele azmini ve umutlarını kırmaktır. Yapılan her şey mubah olarak görülür. Bunun siyaseten uygulayanı yargı, yasama gibi kurumları olurken, pratikte uygulayan ise zor aygıtı olan ordu olmaktadır. Yıllardır Kürdistan’da yaşanan durum da budur. Sömürgeci sistem, Kürt Özgürlük Hareketinin 30 yıla varan mücadelesi karşısında büyük bir bunalımı yaşıyor. Ancak bu bunalımdan kurtulabilmenin yolunu demokratikleşmede değil de, Kürt halkının inkarına ve imhasına dayandırmaktadır. 20. yüzyılın başlarında nasıl ki Ermeni, Yunan, Pontus, Süryani halkları fiziksel katliama tabi tutuldu ise, bu gün onun ötesinde en büyük düşman olarak ilan edilen Kürt halkı üzerinde bir soykırım politikası uygulanmaktadır. Toplumsal yaşamın her alanında zaptu rapt altına alınmaya çalışılan, ulusal demokratik hak11 ları inkar edilen, yaşama hakkı dahi tanınmayan halkımızın hala önemli bir kesimi, sistemin reva gördüğü uygulamaları içten içe kabul etmese de, ne yazık ki kendisini çaresiz bırakarak veya çeşitli gerekçelerle bir teslimiyet konumunu yaşadığı açıktır. Koşullar karşısında kendini çaresiz bırakmak, teslimiyettir. Teslimiyet ise onursuz bir yaşamı kabul etmektir. O zaman doğru olmadığına inanılan veya içten içe kabul görülmeyen, onursuzlaştıran yaşama karşı neden sessiz kalınarak tabi olunmaktadır? Bu durum yalnızca Kürt halkı açısından değil, tüm toplumsal kesimler açısından geçerli bir husus olmaktadır. Beş bin yıllık sistemin tüm haşmetiyle üzerine geldiği Kürt Özgürlük Hareketi ve onun öncü güçlerinin gösterdikleri irade, bilinç, kararlılık tarihte eşine benzerine rastlanmamış örnek bir mücadele sergilemiş ve sergilemektedir. Kürt Özgürlük Hareketinin duyguda, düşüncede, yaşam tarzında açığa çıkardığı kazanımlarla, ahlaki-politik değer yargılarıyla yeni bir yaşamın ve ona denk bir sistemin öncülüğünü yaptığı bilinmektedir. Bu mücadele sürecinde, gerek bölgesel, gerekse uluslararası güçler alanında etkilenmeyen hiçbir güç ve toplumsal kesim kalmamıştır. Bugüne kadar verilen mücadelede, ister fiili olarak yer alınmış olsun, isterse alınmadığı düşünülsün, herkes bu savaşın bir parçası konumuna gelmiştir. Bu savaş egemen güçlerle, inkar ve imha edilmeye çalışılan özgür Kürtler arasında yaşanan kıyasıya bir mücadele olmaktadır. Bu anlamda üçüncü bir kesim ve yol kalmamıştır, yani saflar netleşmiştir. Tebax 2010 STÊRKA CIWAN Tüm toplumsal kesimler saflarını netleştirmelidir Türk devleti şahsında Genelkurmay “biz bir tarafız” sözleriyle toplumsal alanda yaşanan ayrışmayı açıkça dile getirmektedir. O zaman her Kürt bireyinin ve toplumsal kesimlerin kendi safını netleştirmesi gereği vardır. Sistem yasalarıyla, pratik uygulamalarıyla Kürt bireyini ve toplumunu potansiyel olarak düşman görmektedir. Kendisini düşman olarak gören bir halkın ve onun evlatlarının bu faşist zihniyetin saflarında yer alması düşünülebilir mi? Ancak ortaya çıkan objektif gerçekliğe baktığımızda azımsanmayacak bir kesimin böylesi bir konumda olduğu görülmektedir. Bu orta yolcu, sağ liberal anlayışın demokratlıkla, yurtseverlikle, ahlaki tutumla hiçbir alakası yoktur. Bir anlamda buna benzer anlayış ve gerekçelere dayanan zihniyetle; savaşın uzamasına, toplumsal tahribatların artmasına yol açarak tarih karşısında suçlu bir konumda oldukları açıktır. Esasta devlete cesaret veren ve savaşın giderek uzamasına yol açan bu işbirlikçi tutum veya tutarsız yaklaşımlar olduğu açıktır. Yine bir takım kesimler, subjektif anlamda düşmanla aynı zihniyeti paylaşmadıklarını iddia etseler de, şu veya bu gerekçeden dolayı kendilerini zorla sisteme yamamaya ve yaranmaya çalışarak kendini sistemin bir parçası haline getirenler objektif olarak ihanet ve dehşet verici bir konumda olduklarını görebilmelidir. Kendini cellâdına sevdalı bir tutum ve konumda tutan birey veya çevreler, düşman açısından da kullanım değerinden öteye bir anlam taşımamaktadırlar. Kendi toplumsal gerçekliğinden kaçan, bireysel yaşam arayışları temelinde basit hesaplar içinde olan birey veya çevreler en başta kendilerine karşı Tebax 2010 bir ihanet konumundadırlar. Bu gün varlık-yokluk mücadelesi veren bir halkın kendi eliyle inkârını pekiştirmek ve imhasını gerçekleştirmek amacıyla düşman saflarında yer alan ve Hamidiye Alayları’nı geride bırakan koruculuk sistemi 80 bin dolaylarında seyretmektedir. Öte yandan resmi rakamlara göre 700– 800 bin civarında olduğu belirtilen Türk ordusu içerisinde ise hala yaklaşık dörtte bir oranında Kürt gencinin bulunması, ahlaki ve vicdani olarak da kabul edilebilir bir durum değildir. Bu azımsanmayacak rakamla birlikte en olmadık uygulamalara maruz bırakılan Kürt gençlerinin birçoğu gönüllü temelde olmasa da zorunlu bir tercihte bulunabilmektedir. Bu korkunç durum dünyanın başka bir yerinde ölüm kalım mücadelesi veren-vermiş hiçbir halk gerçekliğinde görülmemektedir. Vicdani ret hakkkını kullanmak Birçok Kürt veya Türk gencinin askere gitmemek veya bu süreci uzatmak amacıyla çeşitli yol yöntemlere başvurdukları bilinmektedir. Türkiye Savunma Bakanlığı ‘94 yılında yaptığı açıklamada 250 bin asker kaçağı olduğunu belirtmekteydi. Ancak iki binli yıllarda yaşanan ara süreçten kaynaklı bir normalleşmenin yaşandığı görülmektedir. Elbette ki bunun aşılması gereği vardır. Yöntem olarak da eskiden izlenen bu gizli protesto bir noktaya kadar kabul edilebilirdi. Ancak gelinen aşamada özelde Kürt gençlerinin genelde Türkiyeli gençlerin daha açık net bir tavır sahibi olmaları gerekmektedir. Açıktan bir tavır geliştirilmediği takdirde sistem, farklı yol ve yöntemlerle kendini işlevsel kılacaktır. Önemli olan sisteme karşı açıktan tavır alarak onu işlevsiz kılmaktır. Yapılması gereken, Kürt ve Türkiyeli gençlerin yoğun olarak her 12 alanda guruplar halinde vicdani ret haklarını kullanarak bunun örgütlülüğünü geliştirerek sistemi işlemez kılmalarıdır. Bunun örgütlülüğü geliştirildikçe sistemin çaresizliği artacak ve sonuç alıcı bir durumu ortaya çıkaracaktır. Türk ordusunun yıllardır Kürt halkının imhasını gerçekleştirmek amacıyla işlemediği suç, denemediği yöntem, kullanmadığı silah kalmadığı halde, bireysel yaşam tutkuları veya arayışları için halen Kürt gençlerinin askere gitmesi bir suçtan öte ihanet konumunu ifade etmektedir. Bundan böyle askere giden bu gibi birey veya çevreler ayıplanmalı, hatta kendi toplumsallığından dışlanmalıdırlar. Gelinen aşamada artık hiçbir Kürt ailesi ve genci bu durumu kabul etmemelidir. Giderek şiddetlenen ve daha da şiddetleneceğe benzeyen savaş toplumda duyguda, düşüncede ve yaşamda doğal olarak bir ayrışmayı getirmiştir. Yaşanan bu psikolojik ayrışmadan kaynaklı olarak birçok Kürt genci başta olmak üzere, azımsanmayacak oranda Türkiyeli devrimci, demokrat veya insani duyguları ağır basan asker, subay ve astsubay bu haksız savaşa karşı çıktığından, sisteme suç ortaklığı yapmak istemediğinden tasfiye edilmektedirler. İşkence sonucu katledilen birçok Kürt ve Türk gencinin yaşadıkları sınırlı da olsa kamuoyuna yansımakta intihar veya eğitim zayiatı gibi çeşitli gerekçelerle de olsa resmiyette dile getirilmektedir. Özelde askere giden Kürt gençleri ne kadar kendilerini saklamaya, sisteme yaranmaya çalışırsa çalışsın ya savaş bölgesinde en ön saflarda kendi halkına karşı savaştırılacak ya da imhanın sınırında detektör görevi görerek sürekli ölüm kaygısını yaşayacaktır. Tam olarak gerçekliği yansıtmasa da resmi rakamlara göre son yirmi yılda iki bin civarında askerin ya STÊRKA CIWAN intihar ettiği ya da katledildiği belirtilmektedir. Yaşanan bu sendrom Vietnam savaşından öte bir gerçekliği ifade etmektedir. Ordu içindeki Kürdistan savaşı sendromu! 2002 yılında TBMM’de verilen bir soru önergesi üzerine dönemin Milli Savunma Bakanı 1991 ve 2001 yılları arasında TSK içinde 1248 intihar olayının meydana geldiğini, bunlardan 815’nin ölümle sonuçlandığını belirtmekteydi. Son dönemde artan ve yoğun olarak gündeme gelen kuşkulu asker intiharları ve bunların çoğunun Kürt olması dolayısıyla BDP tarafından Şubat 2010 tarihinde meclise verilen soru önergesine cevap veren içişleri bakanı; subay ve astsubay ölümleri hariç “son 10 yılda 410 jandarma erinin intihar ettiği” veya intihar süsü verildiğini ortaya koymaktadır. Ne hikmetse, intihar ettiği belirtilen askerlerin birçoğunun Kürt olduğu ve vücutlarında işkence izleri görüldüğü belirtilmektedir. İntihar ettiği belirtilen askerlerin birçoğunun cenazeleri ailelerine teslim edilmemekte ve gösterilmeden gömülmektedir. Yine Kürdistan’daki savaş sendromundan etkilenen askerlerin birçoğu başta Ankara olmak üzere kurulan rehabilitasyon merkezlerinde tedavi altına alınmaktadırlar. Ordu içinde yaşanan bu travmalar kamuoyundan gizlenmekte ve konuya ilişkin hiçbir açıklama yapılmamaktadır. Bunun nedeni, yaşananların toplumdan gizlenmesi ve askere gidecek gençlerin olumsuz etkilenmemesidir. Bir kaynağa göre “Türkiye Kürdistan’ında görev yapmış olan bir askeri psikolog bölgedeki her on askerden yedisinin travma yaşadığını, 1990-2000 yılları arasında 35 bin askerin bunalıma girdiği için çeşitli hastanelere veya rehabilitasyon merkezlerine başvurduğu, başvuru yapmayanların ise bu sayının beş katı olduğu” şeklinde tahminlerini dile getirmesi Kürdistan’daki savaşın vahametini açıkça ortaya koymaktadır. Amaçsız, gönülsüz ve zorunlu olarak askere gönderilen birçok genç bir an önce bu süreci tamamlayıp ailelerinin yanına dönme hayali içindeyken, bir sonraki günün veya anında dahi ölüm korkusunu hep ensesinde yaşamaktadır. Her an ölüm korkusunu yaşayan askerin, terhisine iki veya üç gün kaldığı halde alınıp operasyonlara götürülmesi ve bunun sonucunda kör bir kurşuna hedef olması ihtimali yüzde ellinin üzerinde olmaktadır. Kürdistan’da yaşanan insanlık dışı uygulamalardan dolayı psikolojik travmalar geçiren Kürt olmayan bireyler üzerinde yarattığı etkiler sınırlı olabilir. Ancak bir Kürt genci açısından hiç de istemediği bir savaşta yer aldığı için gerilla saflarında bulunan belki kardeşinin, bir yakınının, arkadaşının genel olarak kendi halkının özgürlüğü için mücadele ve13 ren gerillanın mermisine hedef olma ihtimali büyüktür, ya da kendini koruma refleksiyle hayatının en büyük ihanetini yaşayabilmektedir. Askerliğin başladığı yerde mantık biter! Bu gün dünyanın en disiplinli ordusu olduğu söylenen faşist Türk ordusunun bilinen tarihsel katliamcı geleneği yanında, özellikle 12 Eylül faşist darbesinin sessizliğine gömülen toplumsal sindirilmişlik onun faşist karakterini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Türk ordu sistemi, bu baskıcı gücünü ve onursuzlaştırıcı karakterini bireye hissettirmek amacıyla yaşamının en verimli çağında askere giden gençliğin doğal özgürlükçü yanını öldürerek teslim almaktadır. Yalnızlaştırarak, tek tipleştirilen birey, toplumsal bir vaka haline getirilmektedir. Çok iyi bilinmektedir ki, hangi yaşa gelinirse gelinsin askerlik yapan bireyler ya başından geçenlerden veya şahit oldukları olaylardan askerlik anıları zihninde hep canlı kalmaktadır. Askerlikte çokça kullanılan, “askerliğin başladığı yerde mantık biter” sözü, Türk ordu gerçekliğini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. Yine “burası ana kucağı değil, asker ocağıdır” sözü, bireyi doğuştan sahip olduğu doğal insani değerlerinden koparan, insan ve doğa sevgisini öldüren bir gerçekliği ifade etmektedir. Ailelerin bir fiske atmaya kıyamadığı çocuklarının vatan görevi adı altında gönderdiği Türk ordusunda onuru beş para edilerek; özgürlükçü, asi, kabına sığmaz dirençleri kırılarak teslim alınmaktadır. Bu teslimiyet durumuyla yalnızTebax 2010 STÊRKA CIWAN laştırılan birey gerek askerlik sürecinde, gerekse daha sonraki süreçlerde sistemin her türlü uygulamasına karşı söylenen her söze riayet etmekte, ölümü pahasına da olsa verilen emri yerine getirmek zorunda bırakılmaktadır. Askerlikte çok basit gibi görülebilecek bir durumdan veya hatadan dolayı ibret olsun diye bir genç, yüzlerce askerin karşısında hatta sivillerin görebileceği şekilde anadan doğma çırılçıplak soyularak, ortalıkta koşturularak kaba dayağa maruz kalabilmektedir. İnanılması zor ama gerçek olan bu gibi olaylar ne yazık ki, çok fazla kamuoyuna yansımamaktadır. Askerlikte yaşananlardan anlatılanların çoğunun bireyin kendisini değil de, hep başkasını anlatması en vahim olanıdır. Bu uygulamanın yalnızca bir bireye karşı yapılmış bir davranış olmadığı, bu onursuzlaştırma makinesinden geçen tüm topluma karşı reva görülen bir uygulama olduğu açıktır. Elbette ki bunun iktidar olgusuyla yakından bağlantısı vardır, o da sisteme “riayet etmek” tir. Elazığ’da yaşanan olayda bir askerin eline pimi çekilmiş bomba verilerek dört askerin öldürülmesi, Hakkari’de askerler tarafından döşenen ve bilinçli olarak mayının üzerine sürülen 7 askerin ölümü, birçoğunun yaralanması yakın dönemde yaşanan örnekler olmaktadır. Ancak kamuoyuna yansıyan onlarca olay yanında, yansımayan binlerce olay söz konusudur. Tüm bu yaşanılanlar kendi sessizliğine gömülerek unutulup gitmektedir. Toplumda adeta meşrulaştırılarak hâkim kılınan anlayış, “askere gitmeyen adamdan sayılmaz” sözü aslında, sistem tarafından tam olarak denetime alınmamış, insani özünden boşaltılamamış, duygusu, düşüncesi, toplumsal sevgisi fazla köreltilmemiş saf, doğal özgürlük değerleri hakim olan bireyin Tebax 2010 köleleştirilemediğine atıfta bulunulmaktadır. Toplum içinde bilinçli ve sistemli olarak yaygınlaştırılan bu gibi söylemler meşrulaştırılarak yasal uygulamalarla pekiştirilir. “Vicdani Ret” hakkını kullanarak Türk ordu sistemini boşa çıkar Toplumsal yaşamı dört bir yandan ahtapot gibi sararak denetim altına alan ve yaşamın dizginlerini elinde tutan sistem, geleceğin en dinamik, yaratıcı, enerjik, öncülük gücü olan gençliği zorunlu veya gönüllü olarak teslim almaya çalışmaktadır. Bu gibi uygulamalarla askerlikte iğdiş edilen erkek, askerlikten hemen sonra sistemin hizmetine sunulmak üzere kendisini dört duvar arasında bekleyen kadınla tamamen denetime alınır. Askerlikten hemen sonra bireyin depreşebilecek özgürlük duygularını bastırmak amacıyla bir an önce başı bağlanmaya çalışılır. Birbirini tamamlayan zihinsel ve fiziksel bağlamalar zorunlu ve gönüllü olarak arzulanan köleliğe doğru yol alırken, 14 aş ve iş kaygıları, arayış ve çabaları bireyi içinden çıkılamaz girdaba sokar. Böylece doğal özgürlükçü yönü öldürülen, ahlaki değer yargıları dejenere edilen birey, bir yandan kendi toplumsallığından koparılarak dar bireyci yaşam arayışlarına yönlendirilmekte, diğer yandan sistemin her türlü uygulamalarına karşı yalnızlaştırılarak sisteme karşı dirençsiz ve çaresiz bir konuma getirilmektedir. Bu anlamda sistem orduları veya askerlik olgusu, toplumsal geleceğin umudu olan gençliğin özgürlükçü yönünü törpüleyerek aşındıran, uysallaştırarak teslim alan, insani duygularıyla, toplumsal değer yargılarıyla oynayarak onursuzlaştıran, toplumu tek tipleştiren bir imha makinesi görevini görmektedir. Bu amaçla; Gelinen aşamada, özelde Kürdistanlı genelde Türkiyeli emekten, özgürlükten ve demokrasiden yana tüm gençlerin, faşist Türk ordusu içinde yer alarak halklarımızın kıyıcılığına alet olmak yerine, bu gün varlık ve yokluk mücadelesi veren Kürt halkının yanında ve onun öncü gücü olan özgürlük hareketi içinde yer almaları en onurlu davranış olacaktır. Özgürlük hareketi içinde aktif yer alma imkanı olmayanların ise, iktidara dayalı ulus-devletçi sistemin köleleştiren ve onursuzlaştıran ordu sistemi yerine; halkın komünal örgütlülüğüne dayalı olan “Demokratik özerklik” sistemi içinde bulundukları her alanda kendi öz savunma birliklerini oluşturarak güvenlik kurumlarını oluşturabilirler. Bu amaçla askerlik çağına gelmiş her bireyin “örgütlü bir güç halinde” doğal insani bir hak olan, “vicdani ret” hakkını kullanmak kadar, gidenleri bundan vazgeçirmek, askerde bulunanların ise firarını sağlayarak Türk ordu sistemini boşa çıkarmak, dönemin en temel görevlerinden olmaktadır. *** STÊRKA CIWAN Ş E H İ T Cudi’nin Efsaneleşen Kahramanı Heval Erdal Yıldız CUDİ “Heval Erdal bugün hala Botan’dadır. Cudi Dağı’nın zirvesinde efsaneleşmiştir. O’nun sayısız yoldaşı da Cudi’de onunla buluşmak için yollardadır. Binlerce Erdal Kürdistan dağlarında O’nun hayallerini gerçekleştirmek için savaşıyor” 30 yılı aşan bir pratiğe sahip olan Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin yarattığı gelişmeler, yürüttüğü büyük direniş örnekleri ilerici insanlığa yepyeni ufuklar açmıştır. Reber APO önderliğinde başlatılan bu mücadele, ilk adımdan bugüne kadar ilk günün heyecanını bugün dahi yaşamaya devam etmektedir. İlk adımın heyecanını yitiren hareketlerin nasıl sömürgeci sistemler karşısında geriye doğru gittiğini iyi öğrenmek gerekmektedir. Temsil ettikleri halkları, devrimin her zorlu aşamasında ilk günün heyecanı ve özgürlük aşkıyla devrime yöneltemeyen bir hareket, sistemin saldırılarından dolayı değil, kendi yetersizliklerinden dolayı yenilir. Kürdistan Özgürlük mücadelemizin başladığı ilk günün heyecanı Reber APO’da her gün daha da büyümektedir. Bu tarz Reber APO’da bir yaşam felsefesidir. Özgür yaşama duyulan özlem, istek, onu yaratma heyecanı, bunun için kendini adamak, bu dava uğruna büyük bir sevdayla emek vermek, yaşamı yemek-içmek olarak anlamamak, sömürgeci sistemin tüm göz boyayan cilalı imkânlarının birer düşürücü tuzak olduğunu bilerek halk ve ülke sevdasıyla donanmak, bireyciliği-bencilliği kişiliğine yaklaştırmamak ve aşmak bu felsefenin özellikleri arasındadır. Reber APO’nun kendinde esas aldığı ‘kendini bil’ ve ‘nasıl yaşamalı’ sorusuna doğru yanıt aramak bu Harekete damgasını vurmuştur. Reber APO’nun yoldaşları da bu felsefeyle yoğrulup, yaşamda bunun temsilcileri oldukça büyümüşler, Kürt halkı 15 ve ezilen halklarca sevilmiş ve öncü kadrolar olarak benimsenmişlerdir. Kemal PİR yoldaş bu felsefenin militanı, ve Ortadoğu’nun Che Guevera’sı olmuştur. Mahsum Korkmaz (Agit) yoldaş bu felsefenin uygulayıcısı olarak gerilla gerçekliğinde yeni insanı temsil etmiştir. Beritan yoldaş bu felsefeyle gericiliği ve teslimiyeti paramparça etmiştir. Zilan yoldaş bu felsefe temelinde anlamlı ve onurlu bir yaşamın yaratıcı komutanı olmuştur. Ve isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok kahraman Kürt, Türk, Arap, Fars, Laz, Çerkes, Alman erkek ve kadın kahramanlar bu felsefe temelinde Ortadoğu’da halklarımızın özgürlük ağacını canlarıyla diriltmişler ve büyütmüşlerdir. Heval Erdal (Engin SİNCER) bu öncülerden, tarihi yazan kahramanlarımızdan biri olarak mücadele tarihimize geçmiştir. Yüreğini milyonlaştırabilen, düşüncelerini Reber APO’nun sevgili bir yoldaşı olma yolunda hep büyüten, kişiliğini APOCULUĞUN denizinde engin kılan bir yoldaş olmuştur. Kendini bilme, tanıma mücadelesini çevresine yaydığı inançla yürüten bir kimliğe sahip olmuştur. Kürdistan’da düşmanın dayattığı kimliksizleştirme, topraklarından göç ettirerek savurma politikalarına karşı onurlu duruşun sembolü olmuştur. Düşünsel, iradesel, kültürel ve fiziki katliamın en çok dayatıldığı bir yöre olan Pazarcık’ta, Battal Evsanların, Şıxo Dirliklerin, Mustafa Yöndemlerin takipçisi olmayı, sözde değil yaşamda ve pratikleşmede kanıtlayan bir öncü olmuştur. Tebax 2010 STÊRKA CIWAN Hazır olana değil, emek verilerek ciddiyetle yaklaşır. Çünkü kendi kişiliğine bu temelde yaklaşmaktadır. kazanılana değer verirdi Kapitalist sistemin bir özelliği de inHeval Erdal’ın yaşam yolculuğu sanda kendine saygı duyulacak bir 1969’da Pazarcık’a bağlı Seyrantepe yan bırakmamasıdır. Çünkü sistem köyünde başlar. Emekçi bir ailenin ancak bu temelde bireyleri kendisi çocuğudur. 1979’da Türk devletinin karşısında güçsüzleştirmekte, istediği politikaları sonucu yaşanan Maraş katliamı sonrası babası Almanya’ya işçi olarak çıkmış, aile üyeleri de sonraki süreçte bu ülkeye gitmiştir. Küçük yaşta Almanya’ya giden Heval Erdal, kapitalist sistemin merkezinde çocukluğunu ve gençliğini geçirirken, özünü ve köklerini asla unutmaz. Kim olduğunu, nereden geldiğini bilir. Heyecanı, canlılığı, enerjisi, cana yakınlığı ile sevilir. Kişiliğindeki insan sevgisini annesine olan derin bağlılığı temelinde şekillendirir. Onun bu sevgisinde yalan, sahtelik yoktur. Büyüdüğü ortamda her türlü maddi imkanı olmasına rağmen tüm duygu ve düşünceleriyle ahlaklı olma temelinde doyurur kendisini. Öğrenmek en büyük zevkidir. Hazır olana değil, emek verilerek kazanılana değer verir. Heval Erdal bu özelliğini hep korur. Emeğiyle büyüyen insanlara hep değer verir. Girdiği ortamda etki bırakan bir karaktere sahiptir. Kürt, Türk, Alman biçimde kullanmaktadır. Heval Erdal demeden Onu tanıyan her insan onunla sistemin bu oyunlarına düşmez. Kürttekrar bir şeyleri paylaşmak ister. lük bilinci, ülke sevgisi Onda hep Çünkü yaşama karşı hoyrat değildir. diri kalmıştır. Köklerinden kopmadan Dolayısıyla çevresindeki insanlara da kendini yetiştirmiş, gittiği okullarda saygı ve sevgide tüketici değil, üret- bunu esas almıştır. Büyük insan olkendir. Erken olgunlaşır Heval Erdal. manın çok para kazanmaktan geçKendi kişiliğini büyük bir sorumlulukla mediğini bilir. Çünkü sistemin yürüomuzlamak, kapitalist ortamın sun- tücüsü olan güçlerin maddi güce sahip duğu şatafata kanmadan, kendini temiz olduklarını ama halklar karşısında ne tutmak O’nun belirgin kişilik özelliği kadar kirli ve suçlu olduklarının farolur. Yaşamı anlamak, yeni şeyler kındadır. En başta kendi halkının öğrenmek, bireyciliğe düşmeden ken- yaşadığı acıları unutmaz. Ezilen bir dini yetiştirmektir amacı. Ailesiyle halka mensup olmasından dolayı hak de ilişkileri içten, sıcak ve bir o kadar ve adalet kavramları Onun için belirsorumluluk temelindedir. Yaşamda leyicidir. Hakkın ve adaletin yanında aldığı tüm sorumluluklara büyük bir olmak Onun temel felsefesidir. Tebax 2010 16 Heval Erdal’ın arayışları O’nu tekrar köklerine götürür Bu temelde şekillenen Heval Erdal genç yaşında Avrupa’da gençlik çalışmaları içinde yer alır. Yakın arkadaşları ve kardeşleriyle kurdukları halk oyunları grubuyla Kürt kültürünü temsil ederler. Kimse onlara bu çalışmayı yapın dememiştir. Ama Heval Erdal bu çalışmanın kurucusu olarak öncülük karakterini ortaya koymuştur. Okulunda başarılı olmayı esas alır, nerede olursa olsun başarmak Onun esas aldığı bir özelliktir. Olgun düşünce yapısıyla da karşısına çıkan her soruna mutlaka bir çözüm bulur. Avrupa gerçekliğinde büyüyen bir Kürt genci olarak iradesini asla bu sisteme teslim etmez. Ruhunu, düşüncelerini temiz tutmayı bilir. Yaşamda başarılı olmanın sistemin içinde kalarak sağlanamayacağını görür. Bu sistemde kalmak, o sistemin kültürünü yaşamakla, uygulamakla mümkündür. Ama O, özgür bir kişiliğe sahiptir. Sistemin ikiyüzlü, çıkarcı ilişkilerini benimsemez, reddeder. Arayışları O’nu tekrar köklerine götürür. PKK Merkez Komite üyesi olan Mustafa Yöndem (Erdal) yoldaş yakın akrabasıdır. O’nun kişiliği Heval Erdal’ı etkiler. Yine kendi yöresindeki devrimci öncü kişilikler O’nun şekillenmesinde etkileyici olur. PKK hareketine katılmasında bu etkiler önemlidir. Almanya’dan mücadeleye katılır. Ailesine kararını açıklar, onları duruşuyla, düşünceleriyle, kararlılığıyla ikna eder. Ailesi O’nun vereceği her kararda ne kadar ciddi, ne kadar net olduğunu bilir. Çünkü Heval Erdal hep bu şekilde yaşamış ve davranmıştır. Bir işe başlamadan önce çok yönlü düşünen, düşünmeden karar vermeyen, karar verdikten sonra da işini asla yarım bırakmayan bir karakteri vardır. Bu karakteriyle STÊRKA CIWAN çevresinde bir yer edinmiş, bir güven yaratmıştır. Bu kişilik gerçeği O’nu Reber Apo ve PKK gerçekliğiyle buluşturur. İlk katıldığında Hayri adını alır. Avrupa’da dış ilişkiler çalışmalarında yer alır. Ardından Reber Apo’yla buluşma temelinde Ortadoğu eğitim sahasına gider. Çabuk kavrayan, akıl gücünü olumlu değerlendiren, vicdan temelinde manevi gücünü daha da büyüten bir süreç yaşar. Kısa kalır bu sahada. Bu kısa süreye rağmen çok şeyler öğrenir Reber Apo’dan. Reber Apo, Mustafa Yöndem arkadaşa olan benzerliğinden dolayı O’na ERDAL ismini verir. Eğitim sonrası ülke topraklarına geçer. 1992 yılı Güney Savaşı’yla gerilla mücadelesine dahil olur. Kürdistan dağlarındaki yolculuğu Botan, Mardin sahalarında başarılı pratikler temelinde devam eder. Botan’a gittiğinde O’nu Avrupa’da büyümüş biri olarak tanımazlar. Kürdistan’dan hiç ayrılmamış biri gibi yaşama, savaşa katılmıştır. Mütevazi duruşuyla, emekçi kişiliğiyle yoldaşları arasında hemen sevilir, benimsenir. Söyledikleriyle değil, yaşamıyla vardır. Düşündüğü gibi yaşar, yaşadığı gibi düşünür. Bu özelliği ile şekillenir ve komutanlaşır. Komutanlığı bir yetki olarak anlamaz. Daha çok emek vermenin, yoldaşını kendinden daha çok düşünmenin, sevmenin ve korumanın gerekçesi yapar. Her işte vardır. Saygınlığını ve ciddiyetini de yaşamda ve savaşta gösterir. Kürdistan dağlarında Pazarcık’ta doğmuş, Almanya’da büyümüştür ama, ruhunda ve kişiliğinde Botan yiğitliğini kökleştirmiştir. Her yaştan yoldaşıyla sıcak ve içten arkadaşlıklar kurmuştur. Yaşam ve savaş tecrübesi olan yoldaşlarını öncüsü bilir. Komutanlarını büyük bir ciddiyetle dinler, izler. Heval Erdal Reber Apo’nun yoldaşı olmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken de Reber Apo’nun yaşamda ve mücadelede büyük düşünen ve savaşan, ahlaki temelde yaşayan, ideolojiden taviz vermeyen, tüm bunlarla birlikte bulunduğu ortamda heyecanın, coşkunun ve başarmanın kaynağı olan yoldaşları sevdiğini bilir. Bu özellikleri kendinde büyütmeyi esas alır. Yaşamda hep moralli ve atiktir. Binlerce Erdal bugün Botan’da, Cudi’de hâlâ direniyor Heval Erdal genç yaşta PKK Merkez Komitesine seçilir. Bu sorumluluğun ağırlığını yaşasa da doğallığından bir şey yitirmez. Daha çok çalışması gerektiğini bilir. Devrimin hiçbir görevinden kendini geri tutmaz. Reber APO’nun 15 Şubat 1999’da esaretinden sonra görevlerine daha çok sarılır. Tekrar Avrupa alanına gönderilir. Halk çalışmaları ve dış ilişkiler başta olmak üzere verilen her görevi mücadeleye katıldığı ilk günün heyecanıyla yerine getirir. Çocukla çocuk, yaşlıyla yaşlı olmasını bilir. PKK’nin gençlik ruhuyla hareket eder. Bu ruhu her yoldaşına vermeyi esas alır. Reber APO’ya ve sevdiği yoldaşlarına verdiği söz temelinde 17 yaşar, çalışır. İyi düşünür, güzel söyler ve doğru yapar. O’nu tanıyan veya tanımayan her insanın yüreğinde yer edinir. PKK’nin ‘kendini milyonlaştırmak’ ilkesini temsil eder. Hiçbir sorundan kaçmaz, yoldaşları O’nun eleştirilerini esas alırlar. Çünkü O eleştirilerini adalet ilkesi temelinde yapar. Kim olursa olsun, yanlış yapana karşı sessiz kalmaz. Tüm yoldaşlarıyla bu ilkeler temelinde ilişkiler kurar. 2003 yılında ülkesine geri döner. Gitmeden en büyük hayalinin tekrar Botan’a, özellikle Cudi dağına dönmek olduğunu söyler. Yarım kalan sevdasını yaşamaya devam edecektir. PKK militan duruşunu katıldığı her ortamda, toplantıda korur, savunur. Teslimiyet çizgisine düşen, Reber APO’nun yoldaşlığına ve çizgisine saldıranlar karşısında durur. Çünkü Heval Erdal bu temelde büyümüş, yetişmiştir. Şahadeti büyük bir yıkımdır. Hem mücadele için, hem de yoldaşları için. Heval Erdal’ın acısı hala dinmemiştir, dinmeyecektir. O’na yoldaş olmasını bilenler, O’na layık olmaya söz verenler mücadelenin tüm alanlarında O’nunla yaşamaya devam ettiler. Sözün onur olduğunu, onurun da çiğnetilmemesi gerektiğini bildiler. Şehit Nuda, Şehit Adil yoldaşlar Botan’da Heval Erdal’a yoldaş olmayı kanıtladılar. Son söz onurluca söylenerek, şehitlere bağlı kalınabileceğini hepimize gösterdiler. Heval Erdal bugün hala Botan’dadır Cudi dağının zirvesinde efsaneleşmiştir. O’nun sayısız yoldaşı da Cudi’de onunla buluşmak için yollardadır. Binlerce Erdal Kürdistan dağlarında O’nun hayallerini gerçekleştirmek için savaşıyorlar. Bir PKK’li için de gerçek, onurlu ve sonsuz yaşam budur. *** Tebax 2010 STÊRKA CIWAN K A D I N TARİHİN EN BÜYÜK VE EN İĞRENÇ İŞGALİ - I Şerda MAZLUM “Kadın ve tecavüz olgusu yine bunun etrafında gelişen yaşamsal, ilişkisel, politik, ideolojik olgular oldukça karmaşık bir iç içelik taşımaktadır. Kadının sömürü nesnesi durumuna getirilmesi üzerinden başlayarak geliştirilen bu olgunun büyük zulümleri ve soykırımları içinde taşımasına rağmen binlerce yıl kendisini yaşatabilmesi de bu karmaşık iç içeliğinden ileri gelmektedir” Tebax 2010 Tecavüz denilince ilk akla gelen kadın ve kadın cinselliği olmaktadır. Genelde kadınlar özelde de genç kadınlar başlarına gelebilecek en kötü durumun tecavüz olduğunu düşünmekte ve devlet, polis, erkek tarafından tecavüze uğrama korkusu yaşamaktadırlar. Erkeklerin korkuları içerisinde tecavüz edilme korkusuna rastlamak hemen hemen mümkün değildir. Çünkü yaşanan birçok tecavüz olayı göstermiştir ki tecavüzün mağduru kadın olurken tecavüzcü ise sürekli olarak erkektir. Tecavüz kavramı egemenlikçi kültürlere has bir kavram olduğu ve yine egemenlikçi kültür de erkek cinsinin hâkimiyeti ile birlikte ortaya çıktığı için tecavüz ve tecavüzcülük erkek egemen bir öze sahiptir. Bu anlamıyla tecavüz olgusu konjonktürel bir durum değil sistemsel yapılanma gerçekliğiyle ilgili bir durumdur. Merkezi uygarlık sistemine geçiş tecavüz kültürünün kendini yapılandırmasıdır. Kendini yapılandırma ise kadın bedeni, ruhu, duygusu ve düşüncesi üzerinden gerçekleştirilmiştir. Kadın ve tecavüz olgusu yine bunun etrafında gelişen yaşamsal, ilişkisel, politik, ideolojik olgular oldukça karmaşık bir iç içelik taşımaktadır. Kadının sömürü nesnesi durumuna getirilmesi üzerinden başlayarak geliştirilen bu olgunun büyük zulümleri ve soykırımları içinde taşımasına rağmen binlerce yıl kendisini yaşatabilmesi de bu karmaşık iç içeliğinden ileri gelmektedir. Erkek egemenliği ilk olarak kadın 18 üzerinde ilkel iktidarını kurarken çeşitli yöntemler uygulamış ana kültürünün maddi ve manevi anlamda henüz güçlü olduğu geçiş dönemlerinde, kurnazca yaklaşarak erkeği daha fazla ön plana çıkartan, kadını iten ve dışlayan bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Aslında kadının fiziksel olarak soyu devam ettirme ve erkeğin cinsel ihtiyaçlarını giderme gibi bir işlevi olmasaydı, belki de kadın cinsini toptan katliama da tabi kılabilirlerdi. Ancak kadın insan türünün devamı açısından stratejik bir rol oynadığından sadece soyu sürdürmenin ve erkeğin cinsel ihtiyaçlarını karşılamanın bir nesnesi olmaya mahkûm edilmiştir. Tecavüz ilk defa kadın bedeni ve emeği üzerinde uygulanmış ve korkunç bir zihniyet ve kültür olarak tecavüz kültürü tarihe mal edilmiştir. Kadın üzerinde mülkiyet sağlama ve özelleştirme yine fahişeleştirme erkek iktidarının genlerini oluşturmakta erkek iktidar olan özne salt cinsel kimliğe bürünerek nesneleşmiş kadın köleliğine dayanmak zorunda kalmaktadır. Kadın binlerce yıl bu zihniyetin sonucu olarak, cinsel kimliği başta olmak üzere kimlik adına onda ne varsa sömürü alanı haline getirilmiştir. Tarihin en büyük ve en iğrenç işgali kadın bedeni, düşüncesi ve yüreği üzerinde gerçekleştirilmiştir. Her çağda isimlerini bile bilmediğimiz sayısız kadın çok çeşitli ve trajik biçimlerde kurban edilmiştir ve kurban edilmeye de devam etmektedir. Elbette kadın üzerinde inşa edilen bu kültür salt kadınla sınırlı kalma- STÊRKA CIWAN makta giderek toplumsal doğaya aykırı bir biçimde sınıfları oluşturarak sınıflar üzerinde, etnik kimlikler, uluslar üzerinde, toplumsal kategoriler hatta ırklar üzerinde geliştirilen iktidara dönüşmektedir. Bin yılları alan bu gerçeklik başlangıçtaki iğrençliğinden hiçbir şey kaybetmezken, bilim ve tekniğin gelişimi ile birlikte günümüzde daha da inceltilmiş, mikrolaştırılarak ancak daha makro düzeylerde tahakküm biçimi haline dönüştürülmüştür. En gelişkin görünen erkekte veya kadında bu geriliğin izlerini görebilmek mümkündür. Çünkü erkek iktidarı mevcut geriliği büyük oranda ikili veya çoklu ilişkilerde özel kılarak gözlerden ırak kılmakta, artık saklayamadığını ise muğlâklaştırmaktadır. Kadın, terbiye sistemi ile edilgen bir nesne konumuna getirilir Aynı yaklaşımı devletlerin, egemen olan çeşitli güçlerin, tahakkümü altında tuttukları insanlara, halklara yaklaşımında da görebilmek mümkündür. Kadın karşısında uygulanan politika ne ise halklar karşısında uygulanan politika da odur. Bir devletin içerisinde yaşanabilecek, ortaya çıkabilecek tüm uygulama ve politikaları, bir aile gerçekliği içerisinde de rahatlıkla görebiliriz. Aile, kadınerkek ilişkisine bu gözle baktığımızda gerçekten aynılıklar insanın gözüne çok çarpıcı biçimlerde görünecektir. Aile gerçekliğinde bunu görmek ya da kabullenmek daha zordur, çünkü aile direkt içinde yaşanılan ve direkt etkileşim içerisinde olunan bir gerçekliktir. Bir de kadın-erkek arasında, yine anne-baba çocuklar arasında sevgi ilişkisi de sözkonusu olduğunda, tüm bu öznelerin arasında var olan tahakküm olgusu, çelişkisi ve çatışması yokmuş gibi görünür ya da yok sayılır. Çünkü devlet gibi aile de kutsaldır, dokunulamaz, tartışılamaz. Oysa bu tecavüzcü sisteminin kendini her an üretmesinde, çoğaltmasında mevcut aile gerçekliği çok stratejik bir role sahiptir. Dokunulmaz kılınması da bundandır. Düşünelim ki yeni nesilleri, toplumsal cinsiyet rollerine göre, yine devlet karşısında kulluk kültürüne göre ilk eğiten bu kurum değil midir? Beyinlerimizdeki ve yüreklerimizdeki ilk ‘terbiye’yi buradan almıyor muyuz? Her birimiz kadın veya erkek olmamıza göre, iktidarın ihtiyaçları doğrultusunda sıkıştırılmış kalıplarla büyütülmüyor muyuz? Kadın olanın büyük dezavantajlarla, erkek olanın ise sözde avantajlarla büyütüldüğü bir sistemdir bu. Ailede tohumu atılır, okulda, işyerinde, sokakta, tatilde, herhangi bir ilişkide, politikada, yaşamın sayabileceğimiz her alanında giderek yeşermeye, dallanarak büyümeye başlar. Bu kısır döngü aşılamadığı müddetçe, bireyle birlikte büyüyen erkek egemenlikli sistemdir, tecavüzcü kültürdür aslında. Kadına önce bedeninden utanması, erkeğe ise bedeniyle gurur duyması gerektiği çok ilginç yöntemlerle öğretilir. Kadını kölece terbiye etmek, öncelikle bedeninden başlar. Yaşamı en zengin ve çoğul biçimlerde içinde barındıran kadın bedeni, lanetli, gizli, kışkırtıcı kılınır. Kadının fiziksel doğallığı, onun başının en büyük belasıdır artık. Erkek ve toplum karşısında sürekli kendini sıkıştırılmış kalıplara sokmak zorundadır. Aksi takdirde başına gelebileceklerden kadın sorumludur çünkü. Bedeninde ve cinselliğinde hem mahkûm ve hem de gardiyandır artık kadın. Elbette ki bu sadece cinsellikle-bedenle sınırlı kalmaz, bu sınırlanma hangi ölçekte ise aynı ölçekte beyin de, duygu da sınırlanır. Yok etmek mümkün değildir hiçbir zaman, ancak beyinde ve duy19 guda bastırılmışlık, sınırlandırılmışlık köleliği besler, davranış bozukluğuna, gizliden çeşitli öç alma biçimlerine dönüşür. Kapalılığın, bastırılmışlığın olduğu yerde, bu durumlar boy vermeye başlar. Özcesi, kadın bu terbiye sistemi ile edilgen bir nesne konumuna getirilir. Öte yandan ekonomik olarak muhtaç hale getirilme, düşünsel gelişimin önünün kapatılması, sosyal sınırlandırılmışlık, politikadan ve stratejik tüm örgütlerden uzaklaştırılmışlık ya da yer verilmişse de yedeklendirilmişlik, yoksul ve erkeğe muhtaç bir kadın soyunu ortaya çıkarır. Dünyada en çok çalışan kadınlar olmasına rağmen, istatistiklere göre en fakir olanlar kadınlardır. Kendini var edebilmek ve yaşamını sürdürebilmek için erkeğe muhtaçtır, bu nedenle geleneksel kadın kimliği kendini erkeğe sığınarak ifade eder. Erkeksiz bir yaşam kurmak, çok ama çok zordur. Kurma şansını bulan kadınlar ise, öyle çok ve gurur kıran engellerle karşı karşıya gelir ki, bağımsız kalma arzusu sistem tarafından adeta burnundan getirilir. Toplumda sayısız erkek kendi cinsel gücünün kölesi olmuştur Erkek ise mevcut standartlara göre avantajlı denilse de özünde hiçbir avantajı olmayan ve abartılmışlıkla köleleştirilen bir eğitim sistemine tabi tutulur. Doğallığın gizlenmesi ve edilgenleştirilmesi –kadında olduğu gibi- ne kadar köleleştirici ise, doğallığın abartılması ve her şeyin merkezine konması da –erkekte olduğu gibi- o denli köleleştiricidir. Toplumda sayısız erkek, kendi cinsel gücünün kölesi olmuştur. Bir erkeğin güçlü (daha doğrusu iktidar) olabilmesi cinsel gücüne bağlıdır. Hatta toplumda bir erkeğin cinsel gücünden bahsedilirken, ‘iktidar’ tanımı kulTebax 2010 STÊRKA CIWAN lanılır. Cinsel ilişkide sorun yaşayan erkeklere ‘iktidarsız’ denilir. Gerçekten de çok çarpıcıdır. Sistemin erkek karakterini tanımlamak ve kanıtlamak için, bu tabirden daha iyisini bulmak mümkün değildir. Bugün bile bu tanımlamanın kullanılması, bize iktidarın tarihsel gelişim hattını da çok iyi anlatır. Demek ki gerçekten iktidar önce erkekliğin kadınlık üzerinde cinsel, düşünsel ve duygusal hâkimiyeti ile oluşmuştur ki hala erkeğin cinsel gücü ifade edilirken bu tanım kullanılmaktadır. Özünde ise bu, erkeğin kişiliğini korkunç fakirleştirmekte, fakirleştirdikçe saldırgan kılmaktadır. Bu yetiştirme tarzı, kadına yöneltme, çoğunlukla da saldırtma tarzıdır. Kadın katliamları karşısında neden devletler uyduruk hafifletme gerekçeleri bulurlar? Toplum neden kadınıyla erkeğiyle bu katliamlara çoğu kez sessiz kalır? Çünkü erkeğin kadın üzerinde her türlü hâkimiyet hakkı vardır, ne yapsa mubahtır! Çünkü erkekler buna göre yetiştirilmiştir, yapmaması anormaldir! Bu da bir köleleşmedir. Erkek, toplum ve egemen sistem tarafından kendisine biçilmiş bu Tebax 2010 abartılı, doğallığından çıkmış kimliğe, statüye uygun davranmak zorundadır. Oysa bu erkeğe ait değildir. Kimileri hemen doğadan, hayvanlardan örnekler vererek, benzetmeye çalışırlar. Şüphesiz bu, kabul edilemez bir yaklaşımdır. Çünkü birincisi her varlık aynılaştırılamaz, ikincisi de insan doğanın bir varlığı olarak çok önemli düşünsel ve duygusal bir evrim süreci yaşamıştır. Dolayısıyla mevcut erkek tiplemesinin toplumsal statüde iktidar olması, onun özgür olduğu anlamına gelmez. Tersine, erkek, iktidarın hem kendi içinden ve hem de kendi dışından kölesidir. Bu durumun da erkekte yol açtığı kişilik bozulmaları söz konusudur, çünkü kendine yabancılaşmıştır. Kimliklerini kaybetmiş kişilerin aşkı mümkün değildir Tabii her iki cinsi bu yönleriyle değerlendirir iken, cinsler arası gelişen aşk ilişkisine de değinmek gerekir. Şüphesiz aşkı, aşkın gücünü inkâr etmemek gerekir, ancak mevcut gelişen ilişkilere aşk deyip aşkı muğlaklaştırmamak da gerekir. Biraz önce belirttiğimiz tarzda bir terbiyeden geçen 20 kadınların ve erkeklerin, ne denli sağlıklı, üretken, birbiri ile güçlendirici etkileşimleri yaratacak tarzda ilişki geliştirecekleri tartışmalık bir konudur. Aşk ve cinsellik, tecavüzcü kültürün en gizlenmiş, örtük ve kandırıcı yüzüdür. Toplumsal geleneklere göre ayıplanması, onu zaten baştan gizli kılmıştır. Kandırıcıdır çünkü içerisinde sevgi diye tabir edilen hoş, sarhoş edici duygular vardır. Yine böyle bir ilişkinin teması sonucu, yeni bir yaşamı var etme, çoğalma boyutu vardır. Dolayısıyla bir ilişkide öne çıkan bu iki yön, bireyleri başlangıçta yanıltır iken, sonraları da katlanması gereken bir durumu ortaya çıkarır. Romantizm bu nedenle iktidar sahipleri tarafından büyütülür, kutsanır, öne çıkarılır. Duygular aşırı abartılır. Örneğin cinsler içerisinde erkek olanın aşk ifadeleri hep abartılıdır, doğal değildir. Bir kadını elde etmenin süslü tuzağıdır. Elde etme, yani kendinin yapma, kadının sahibi olma, iktidarını yaratma. Romantizm, bu süslü tuzaktan başka bir şey değildir. Bu romantizmin arkası, kadın açısından genelde ya ömür boyu susarak kaderine boyun eğmedir ya da biraz buna direnmeye kalkışsa katline ferman yazdırmaktır. Dikkat edelim gazete sayfaları aşkından(!) sevgisinden(!) kadın katletme haberleriyle doludur. Bazen de kadınlar bunu yapar. Aşkın yaşamı, üretkenliği, sevgiyi ve güzelliği getirmesi gerekir iken, habire acıyı, ölümü ve katletmeyi getirmesi nedendir? Neden Ortadoğu toplumları özellikle de arabesk kültürde bol acılı aşk şarkılarına bu kadar rağbet gösterir? Tüm şarkılar “senin için ölürüm” ya da “öldürürüm, ya benim olursun ya da toprağın” sözleriyle doludur. Tüm bunlar içine tecavüz kültürü girmiş kadın-erkek ilişkilerinin ölümcül gerçekliğini kanıtlar bize. Mülkiyet, sahiplik, olmazsa da ölüm! STÊRKA CIWAN Doğal kimlikleri bozulmuş, karakterlerinin genleri ile oynanmış kadın veya erkeklerin özgür ilişkilenmesi, özgür bir aşk yaşabilmesi mümkün değildir. Dikkat edilirse “aşk mümkün değildir” demiyoruz, öz kimliklerini kaybetmiş kişilerin aşkı mümkün değildir diyoruz. Bu, tamamen bir özgürleşme mücadelesidir, bireysel de değil, toplumsal bir mücadeledir. Toplumsal dönüşümü sağladıkça, geleneksel ve geri değer yargılarını aştıkça, bireyin de dönüşümü ve kendini aşma eylemi gerçekleşecektir. Kısacası aşk, iktidar döngüsü içinde boğulmuş kadın ve erkeklerin yaşayabilecekleri bir eylem, duygu paylaşımı olamaz. İktidarın bireylerde ve toplumsal, kurumsal yansımalarında aşılması ile, özgür bir toplumun ve eşitlikçi bir yaşamın kurulması ile aşkın kutsallığına ve güzelliğine denk ilişkiler yaşanabilecektir. Bu nedenle özgürlük mücadelesi bir aşk mücadelesidir de aynı zamanda. Karşılaştırmalı biçimde mikrodan makroya, yani bireylerden devlete doğru giderek düşündüğümüzde de benzer olguları görürüz. Devletler de –özellikle Ortadoğu’da- vatandaşlarına tam sahiplik ederler. Her türlü uygulama için kendilerinde hak görürler. “Devlet babadır, döver de, sever de, öldürür de”. Her iki cins de, çeşitli etnik kimlikler veya toplumsal çeşitli kategoriler de, devlet karşısında geleneksel kadın statüsündedir. Devletin birey ve toplum haklarına tecavüz etmesinin, iradesini tanımamasının, bir kadına karşı gerçekleştirilen tecavüzden farkı var mıdır? Vatandaşlarının emeğini çalarak hep yoksulluğa ve işsizliğe mahkûm ederek kendine muhtaç kılması, bir kadının bir erkeğe muhtaç kılınmasından farklı mıdır? Ta binlerce kilometre uzaklardan gelip de başka bir ülkeye zorla dışarıdan “demokrasi, barış getireceğim” de- Erkek iktidarı bu doğrultuda mimiklerden duruşa kadar tüm ayrıntılarda karakteristik farklılıkları geliştirmiştir menin, başka bir halka tecavüz etmekten başka bir anlamı var mıdır? Yine fahişeleştirme de hem özel kadına yönelik ve hem de genel topluma yönelik bir politikadır. Fahişeleşme ve fahişeleştirme oldukça siyasal bir gerçekliktir. Sadece cinsel bir içerik taşımaz. Ve devletler tarafından özellikle geliştirilmektedir. Kadınların para için kendi bedenlerini satışa sunmaları, sadece o kadınların bir ayıbı olarak ele alınamaz, insanlığın ve o toplumun bir ayıbıdır. Sonuçta bu da karşılıklı yaşanan bir ilişkidir ve öznesi de nesnesi de fahişeleşir, kirlenir, bedenine ve kendi kimliğine yabancılaşır. Cinsellik üzerinden erkeği kendine bağlama ve kadını küçültme, bir iktidar politikasıdır. Erkeğe ucuz zevkler sunarak kendi sistemine bağlama yöntemidir. Ve yine erkeğe kadın üzerinden küçük iktidar alanları yaratarak makro iktidarla objektif uzlaşma alanları açılır. Benzer biçimde kadın katliamlarını da değerlendirebiliriz. Basın-yayın organları bu işi gayet ciddi biçimde organize eder, neredeyse cazip kılar. Pornografiden tutalım da normal bir haber veriş biçimine, dizilerden sinemalara kadar birçok alanda rolünü oynamaya çalışır. Roller sadist erkek, mazoşist kadın tiplemelerine göre belirlenmiştir, olaylar ve olgular hep bunun etrafında kurgulanır ve topluma sunulur. Feodalizmin kapalı gelenekleriyle kapitalizmin açık saçık kültürü, birey ve toplum için korkunç bir mücadeleye dönüşür. İki kültür çarpıştıkça, kadın kurban edilir. Ya fuhuşa sürüklenir, ya bir yakını tarafından öldürülür, ya tecavüze uğrar, ya da günlük olarak çeşitli şiddet biçimlerine maruz kalır. Her ölen, tecavüz edilen, bastırılan kadınla, toplumun da yavaş yavaş öldüğü, bir yığına dönüştüğü 21 görülmeden birçok katliam gerçekleşir. İşte bu da genel bir politikadır. “Bölparçala-yönet” ilkesinin muazzam bir örneğidir. Toplum, mikro iktidar batağına saplanmış kadınların ve erkeklerin çatışmaları ile büyük bir bölünmüşlüğü yaşar, sorunun kaynağı olan esas makro iktidarı görmekten, analiz etmekten uzaklaşır. İlişkilerde birbirine girmiş, yaşamı kararmış, her anı acıyla dolu olan insan-toplum gerçekliği, çözümü daha fazla iktidara bağlanmakta görür ve sistem çarklarını döndürmeye devam eder. Bu nedenle devletler, iktidar odakları hiçbir zaman tecavüz kültürünün aşılmasını istemez, kadın katliamlarına son verilmesini istemez. Yine görüntüyü kurtarmak için bazı girişimlerde bulunurlar, ancak sorunun kaynağına asla ve asla yönelmezler. Kürdistan’da ve Türkiye’de son yıllarda açığa çıktığı gibi birçok kadın korunabilecekken, katlolmaktan kurtarılabilecekken, devlet tarafından korunmamıştır. Erkek eksenli gelenek hep bir şekilde korunmuş, göz yumulmuştur. Erkek iktidarlaşmasına ilişkin daha detayda birçok örnek verilebilir. Duruş biçimleri bile buna örnektir. Bir erkeğin duruş biçimi ile bir kadının duruş biçimi, bir erkeğin konuşma biçimi ile bir kadının konuşma biçimi, duygularını ortaya koyuş biçimi arasındaki farklar çok belirgindir. Tabii erkek ve kadın doğalarının farklılık arz ettiği yanlar vardır, ancak bizim belirttiğimiz farklılıklar egemen kültürün ortaya çıkardığı farklılıklar üzerinedir. Erkek iktidarı bu doğrultuda mimiklerden duruşa kadar tüm ayrıntılarda karakteristik farklılıkları geliştirmiştir. Devam edecek.. *** Tebax 2010 STÊRKA CIWAN G Ü N C E L Aydınlanmış Gençlik Toplumun Aydınlık Geleceğidir Umut ÖZGÜR “Kürdistan’nın tüm parçalarında ve Avrupa’da bulunan her genç dönem görevleri karşısında kendini sorumlu görmeli, başta ideolojik donanım olmak üzere her yönlü donanımını sağlayarak sürece aktif bir katılım sağlamalıdır. Unutmayalım ki ancak bilinçli ve aydınlanmış gençlik toplumun aydınlık geleceği olabilir” Tebax 2010 Özgürlük mücadelesinin yükselmesiyle birlikte son dönemde artan saldırılardan en çok nasibini alan kendi öz değerlerinin bilincine ulaşmış, aydınlanmış Kürt gençliği ve gençliğin gençliği olarak nitelendirilen Kürt çocukları olmaktadır. Çocuklar sokaklarda, oyun alanlarında vurulmakta, işkencelere maruz kalmakta, hukuksuz ve gayrı insani bir şekilde onlarca yıl cezalarla hüküm giydirilerek zindanlara atılmaktadır. Gençlik de sokaklarda, okullarda üniversitelerde, demokratik haklarına sahip çıktığı için aynı uygulamalara maruz kalmaktadır. Bu sadırıların toplumun aydınlık geleceği olan bu kesimlerine yönelmesini doğru okumak ve yorumlamak bu saldırılar karşısındaki doğru duruşu sergilemek açısından önemlidir. Sistemin bu kesimlere yönelmesi tesadüf değildir. Bu kesimler şahsında toplumun taze beyinleri, umutları, dinamizmi, öncülüğü, yok edilerek ve iradesi kırılarak yarınları karartılmak istenmektedir. Egemen sömürgeci sistemlerin bir marifeti olan bu insanlık dışı politikalar on yıllardır olduğu gibi, bugün AKP şahsında Türk devleti tarafından eşine az rastlanır bir şekilde Kürtler üzerinde uygulamaktadır. Aydınlanan Kürt toplumunun geleceği olan kuşaklar daha küçükken, gençken iradesi kırılarak teslim alınmak istenmektedir. Bu uygulamalar yeni değildir. Bir halka dayatılan köleliğe karşı bir öğrenci-aydın gençlik çıkış olan PKK bu politikaları 35 yıl önce deşifre etmiş, 22 bunlara karşı direniş başlatmıştır. Sömürgeciliğin Kürdistan’ın her tarafına hakim kılınmaya çalışıldığı ve bu politikaların zafere ulaştığının düşünüldüğü bir dönemde bir grup genç tarafından bir aydınlanma meşalesi yakılarak bu politikalara dur denmiştir. Öncü bir grup gencin şahsında toplumsal bir uyanış gerçekleştirilmiştir. PKK’nin çıkış koşullarına baktığımızda, bu gerçeği daha iyi kavrayabiliriz. Belirttiğimiz gibi PKK üniversiteli gençlik içinde ortaya çıkan bir harekettir. Kürdistan’da 1950’li yıllardan sonra okullar yaygınlşatırılarak asimilayon politikalarına hız verilmiştir. Açılan bu okullarda okuyan çocukların çok az bir kısmı ünerversiye kadar devam edebilmektedir. 60’lı ve 70’li yıllar Kürdistan gençliğinden ilk kuşakların Türkiye üniversitelerine gitmeye başladığı bir dönemdir. Sömürgeci sistemin ilk okuldan başlayarak üniversitelere kadar geliştirdiği eğitim kurumlarına Kürdistan için biçtiği rol asimilasyonu tamamlama rolüdür. Kürt toplumundaki sessizlik karşısında sistem bu asimilasyon politikalarında neredeyse tam başarı sağladığını hesaplamaktadır. Fakat eğitim sistemi her ne kadar sömürgeci bir temelde planlanmış olsa da, özellikle üniversiteler insanların bilgiye ulaşmasını, kolaylaştırma ve binlerce gencin bir araya gelmesiyle sosyal bir ortam yaratma gibi bir gerçekliği de vardır. Diğer yandan şehirler ve üniversiteler, dünyada olup bitenler hakkında bilgi STÊRKA CIWAN edinme için en uygun ortamlardır. Üniversitelere, dolayısıyla büyük şehirlere gelen gençlik kitleleri dünyada olup bitenlerden de haberdar olmaktadır. Özellikle 60’lı yılların sonlarına doğru genel dünya gençliğinde ciddi bir hareketlenme vardır. ‘68 Gençlik Hareketi olarak tarihe geçen bu toplumsal uyanış ve dalgalanma Türkiye’ye de yansımıştır. Bundan etkilenen Türkiyeli ve Kürtdistanlı öğrenci gençlik ülke-toplum meselelerini yoğun tartışmaya başlamış ve bu meseleler karşısında ki duyarlılıkları gelişmiştir. Gençlik toplumsal öncülük misyonunun bilincine varmış ve harekete geçmiştir. Bu sürecin yaratığı aydınlanmayla Devrimci gençlik hareketi ciddi bir gelişim sağlamıştır. Bu ortamlarda yoğun okuma ve tartışama imkanları mevcuttur. Yine bu yıllar Marksist ve dünya klasiklerinden bir çok kitabın Türkçe’ye çevirilip basıldığı yıllardır. Kısaca aydınlanma bilinçlenme imkanlarının arttığı bir dönemdir. İşte Tükiye şehirlerinde ve üniversitelerinde bu gelişmelerin yaşandığı dönemler Kürdistan gençliğinin üniver- PKK’nin ideolojik temelleri, birçok konuda çok ciddi teorik çalışma, araştırma ve tartışmalar yapılarak oluşturulmuştur sitelere gelişlerinin niceliksel olarak aratmaya başladığı bir dönemdir aynı zamanda. Daha sonra Apocular olarak ortaya çıkacak grup böylesi aydınlanma imkanlarını en iyi bir şekilde değerlendirmiş ve kendi halk gerçekliklerinin farkına vararak kendi ülkelerindeki sömürgeci sistemi tahlil etmeye başlamıştır. Bu aydın öğrenci grup tarafından Sömürgeci sistemin asimilasyonunu tamamlamak için oluşturulduğu bu eğitim sistemi, sistemin kendisine karşı bir silaha dönüştürülmüştür. Asimilasyonu tamamlanmak ve sisteme tam olarak bağlanmak için üniversitelere çekilen gençler bu tuzağa düşmemiş, kendi öz değerlerine daha fazla sarılarak bu oyunu boşa çıkarmışlardır. Tabi bunu yapma iradesi gösteren aydınlanmış ve bilinçlenmiş devrimci gençliktir. Önder Apo öncülüğünde bu süreçte çok ciddi aydınlanma ve bilinçlenme faaliyetleri geliştirilmiştir. Oluşturulan 23 grup içerisinde okuma tartışma, araştırma çalışmaları bir kaç yıl temel çalışma olarak ele alınmış ve çok yoğun bir tempoyla devam ettirilmiştir. Toplumlar tarihinden, Kürdistan tarihine, emek-semaye çelişkisinden sömürgecilik tahlillerine, uluslar kurtuluş mücadeleleri ve sosyalist devrimler tarihlerine kadar bir çok konuda ciddi bir ideolojik teorik çalışma ve tartışmalar yapılarak PKK’nin ideolojik temelleri oluşturulmuştur. Bu süreci Kürdistan tarihinde ön önemli aydınlama dönemi olarak değerlendirmek doğru bir tespit olacaktır. Tabii ki bu aydınlanmayı sırf teorik boyutuyla sınırlı değil yarattığı pratik sonuçlarıyla birlikte ele alıyoruz. Yok edilmekle yüzyüze kalmış, inkar ve imha edilmeye çalışılan bir halkı ayağa kaldırıp özgürlük yürüyüşüne sevketme bu süreçteki bir grup Kürt gencinin ortaya çıkardığı aydınlanmayla mümkün olmuştur. Gençliğin öncülük ettiği bu aydınlanma adım adım tüm topluma yayılmış ve bir halk aydınlaması haline gelmiştir. Bugün Kürdistan toplumunun çocuğundan yaşlısına kadar önemli bir kesimi ciddi bir tarih bilinci yanında ulusal, siyasal bir bilince kavuşmuştur. Bu aydınlanmayla adım adım bilinçli ve domokratik bir toplum inşa edilmektedir. Bugün demokratik konfederalizmin inşası yaratılan bu aydınlanmış yurtsever halk gerçeği üzerinden gerçekleşmektedir. Bu gün Kürdistan’da egemen sistemin inkar ve imha politikalarının son hamlelerini yaptığı ve savaşın şiddetlendiği bir süreçte Kürt gençliği ve gençliğin gençliği olarak tanımlanan çocuklara yönelimi ve saldırıları bu perspektifle ele alırsak daha iyi değerlendirebiliriz. Tebax 2010 STÊRKA CIWAN Sistem hiç bir dönemde olmadığı kadar bugün Kürt çocukları ve gençliğine şiddetli saldırmaktadır. Adeta inkar-imha ve asimilasyon politikalarının iflas etmesinin intikamını alırcasına bir yönelim içerisindedir. Çocuk ve gençler şahsında Kürt toplumunu kendi sistemi içine çekememenin öfkesini açığa vurmaktadır. Bu aslında bir boyutuyla en çok bel bağladığı sömürgeci eğitim sisteminin iflasını göstermektedir. Bugün hedef tahtası olan kesimlerin hepsi ilköğretim, lise ve üniversite öğrencileri olmaktadır. Sistem, kendi hesabına göre kendisinin ‘eğittiği’ bu kesimler kendisine en çok itaat etmesi gereken kesimler olmalıdır. Fakat gelişen toplumsal irade toplumun yedisinden yetmişine kadar hakim olmuş ve toplum nezdinde sömürgeci sistemin, tüm politikaları, kurumları ve araçları etkinliğini ve meşruluğunu yitirmiştir. Okullarındaki eğitimle bu kesimleri dize getirememektedir. Şimdi sömürgeci sistem sadece kaba zor ve şiddete dayalı olarak ayakta kalmaya çalışmaktadır. Çocuklara ve gençlere bu kadar yönelmesinin altında bu gerçeklik yatmaktadır. Eğer toplumun geleceği olan gençliğin ve çocukların iradesini kırabilirse, oluşan özgürlük iradesini uzun vadede kırabilmeyi ve sömürgeci sistemini tekrardan inşa etmeği hesap etmektedir. Bu temelde zamana yayılmış bir tasfiye konseptini geliştirmek istemektedir. Böylece Kürt halkı üzerindeki asimilasyon politikalarını sonuca götürebilmeyi amaçlamaktadır. Bu anlamda bilinçlenmiş Kürt çocukları ve gençliği şahsında hedeflenen toplumun aydınlık geleceği, umutları ve özgürlüğüdür. Son süreçle birlikte açığa çıkan AKP’nin gerçek yüzü sistemin bu gerçeğini daha çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir. Hala çocuklar sokak ortalarında vurulmakta, işkencelere maruz kalmakta, binlercesi cezaevlerine tıkılarak, Tebax 2010 yaşlarının kat kat fazlası cezalar verilerek aileleri ve topluma karşı bir rehine olarak kullanılmaktadır. Onların şahsında toplumun iradesi kırılmak istenmektedir. Tabii burada hedeflenenler sıradan Kürt çocuk ve gençleri de değildir. Bunlar yurtseverleşmiş, kendi öz değerlerine sahip çıkan bilinçlenmiş ve aydınlanmış olan kesim ve kişilerdir. Aydın Erdem ve Şerzan Kurt örneğinde gördüğümüz gibi Özgürlük hareketinin yarattığı iradeyi kendisinde içselleştirmiş Kürt gençliği katliamlarla korkutularak sindirilmek ve iradesi kırılmak istemektedir. Önderlik savunmaları temelinde bilinçlenmek ve aydınlanmak Fakat Sömürgeci sistemin kendi model insanını yetiştirmek, gençliği pasifleştirip apolitize etmek ve sisteme göbekten bağlamak için ele aldığı üniversiteler bugün özgürlük hareketi için bir örgütlenme alanı haline getirilmiş, bu politikaların Kürt gençliği şahsında boşa çıkması sağlanmıştır. Bir çok Kürt genci özgürlük mücadelesini bu mekanlarda tanımış, kendi öz benliğinin bilincine buralarda vararak gerçek aydınlanmayı yaşamıştır. Kürt Özgürlük Hareketinin binlerce kadrosu üniversitelerde örgütlenmiş, buralardan saflara katılan binlercesi şehit düşmüştür. PKK’nin kuruluşuyla başlayan bu gelenek kesintisiz bugüne kadar süregelmiştir. Bu aydınlanma bugün her zamankinden daha köklü daha yaygın ve daha ileri düzeydedir. Kürt öğrencileri şahsında gerçekleştirilen saldırılar bu gerçeklik karşısında sistemin çaresizliğini, tahammül-süzlüğünü ve öfkesini gözler önüne sermektedir. Fakat artık toplumdaki ve Kürt gençliğindeki bu köklü aydınlanmanın değil ortadan kaldırılması durdurulması bile müm24 kün değildir. Çünkü bu ideolojiyi geliştiren Önderlik çağın en ileri ‘bilme’ düzeyine ulaşmış, özgürlük sosyolojisini geliştirerek çağımızdaki toplumsal sorunlara evrensel düzeyde özgürlükçü, demokratik çözüm perspektifleri geliştirmiştir. Kürt gençliği de bu gün bu bilimsel ideolojiyle kendilerini donatarak bölgenin en bilinçli, örgütlü, politik ve demokratik gençliği haline gelmiştir. Bu gerçeklik karşısında sistemin saldırılarına devam etmesi kaçınılmazdır. Özgür halk iradesi gelişim sağladıkça sömürgeci zihniyetin korkusu, öfkesi ve saldırganlığı artacaktır. Bu saldırılar kaşısında takınılacak tek tavır direniştir. Bu direnişin bir boyutu öz savunma ve bu saldırıları boşa çıkarmak iken esas boyutu Önderlik savunmaları temelinde bilinçlenme ve aydınlanmayı çok daha güçlü bir şekilde geliştirmek, ulaşılmayan kesimlere ulaşıp örgütlülüğü yaygınlaştırma ve derinleştirmektir. En önemlisi de Özgürlük mücadelesinin Dördüncü Döneminin ruhuna denk, varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama perspektifiyle toplumsal kurumlaşmada gençlik olarak öncülük misyonunu layıkıyla yerine getirmektir. Demokratik özerkliğin öz savunmasında, ilanında ve demokratik inşasının tüm aşamalarında sadece pratik değil ideolojik, örgütsel, siyasal ve eylemsel öncülük gençliğin görevidir. Kürdistan’nın tüm parçalarında ve Avrupa’da bulunan her genç bu görevler karşısında kendini sorumlu görmeli, başta ideolojik donanım olmak üzere her yönlü donanımını sağlayarak sürece aktif bir katılım sağlamalıdır. Unutmayalım ki ancak bilinçli ve aydınlanmış gençlik toplumun aydınlık geleceği olabilir. *** STÊRKA CIWAN G E R İ L L A D A N 4. STRATEJİK HAMLEDE EMEKÇİLERİN ROLÜ Deniz KARER Kürt halkı ve emekçileri içinden geçtiğimiz bugünlerde yakıcı ve kritik bir süreçten geçmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi ve emek cephesi içinden geçtiğimiz bugünlerde 15 Şubat uluslararası komplosunu çağrıştıran perde arkası kirli bölgesel ve uluslararası ittifaklarla tasfiyenin gündemde olduğu ciddi bir saldırı hamlesiyle karşı karşıyadır. Her fırsatta “Kürt sorunu benim sorunumdur” diyen, fakat Kürt cephesinden gelen samimi barış çağrılarını görmezden gelen kurnaz, ucuz demokrat ve ikiyüzlü bir AKP hükümetiyle karşı karşıyayız. Tek hedefi, demokratik modernite paradigmasıyla, Kürt demokratik ve emek hareketinin tarihi doğal topluma yürüyüş akışını durdurmak, destansı mücadelenin eseri olan muazzam değerleri tasfiye ederek tarihe gömmektir. Kürt demokratik ve emek hareketini içte ve dışta askeri, siyasi, ahlaki, kültürel ve diplomatik kısacası dört bir koldan taarruz ve soykırım hareketiyle boğmayı hedeflemektedir. Bu anlamda saldırı furyası başta Kürt ve emek hareketi olmak üzere toplumun tüm direnen muhalif seslerini kapsamına alarak her alandaki birikimi yozlaştırarak bitirmek istiyor. Bu noktada bir özel savaş hükümeti olan AKP’nin ulusal ve toplumsal bazda başlatıp yürüttüğü imha konseptine Kürt ve Türkiye demokratik emek cephesi, öyle anlaşılıyor ki geçit vermeyecektir. İçinden geçtiğimiz tarihi dönemeçte saldırılar ağırlıkta demokrasinin bu iki stratejik motor gücüne dönük olacaksa, kuşkusuz en anlamlı duruş ve yanıt da bu politik cephelerden gelişecektir, verilecektir. Öyle ki, Türkiye ve Kürdistan; yani stratejik iki ana merkezin demokratik unsurlarının bir çatı altında buluşması, Ankara’yı ve kemikleşmiş 90 yıllık siyasetini değiştirip Türkiye’yi gerçek anlamda demokratikleştirerek her çiçeğin özgürce açılıp serpildiği, her kültür ve dilin kendini bahar tadında özgürce ifade ettiği tarihi bir sürecin kapısını aralayacaktır. AKP hükümetinin bugün Kürt Özgürlük Hareketi şahsında Türkiye’nin demokratik, sosyalist, emek ve öz- gürlükten yana tüm güçlerine dayattığı sinsi planına Kürt cephesi 4. stratejik hamleyle yanıt verdi. Tıkanan sürecin düğümünü çözmek ve bunu halkların ortak özlemi olan bir sürece dönüştürmek amacıyla yeni bir atılım sürecini başlatmıştır. Yeni süreçte AKP hükümetinin parçalayarak yedeğine almak istediği güçlerden biri de hiç kuşkusuz demokratik emek hareketidir. Bu anlamda 4. stratejik hamlede emek cephesini tarihi bir görev ve sorumluluk beklemektedir. Türkiye’yi demokratikleştirecek ana güç Kürt demokratik hareketinin yanı sıra Türkiye sol ve emek bloğudur. Kürt cephesi yeni süreçte tavrını örgütlü bir biçimde en üst noktada ortaya koyarken, emek cephesi ise; kendi içindeki parçalı duruş, yine sistemden köklü kopuşu sağlayıp kendi öz örgütlülüğünü yeterince geliştirip Kürt özgürlük dinamiğiyle birleştiremediğinden sistemin milliyetçiliği hortlatarak halkları birbirine kırdırtma, halklar arası tarihi kardeşlik köprüsünü zedelenme politikalarının önü alınamamıştır. Bu ciddi bir tehlikedir. Böyle kritik bir süreçte halklar ve emekçiler adına yola çıktığını iddia edenler şayet dayatılan tarihi riski görüp buna karşı irade gösterip elini taşın altına koyma yerine seyirci kalmayı yeğlerse olacaklardan en az sistem kadar bunlar da sorumlu olacak ve tarih karşısında hesap vermekten kurtulamayacaktır. Bu anlamda dayatılan özel savaş konseptine karşı Türkiye emek cephesinin Kürt dinamiğiyle birleşmesi hayati bir önem taşımanın yanında stratejik bir önemde arz eder. Bu tarihin, biz emekçilere kesin ve tartışmasız emridir. Sonuç olarak, miadını dolduran ve uzatmalara oynayan AKP sisteminin tüm vahşetiyle halklar ve emekçilere dayattığı imha planına en anlamlı yanıt, emek bilinciyle yaratılan değerleri sahiplenme, gittikçe bunu kurumlaştırarak Kürt özgürlük dinamiğiyle ittifaklar çerçevesinde birleştirerek harekete geçirmektir. *** 25 Tebax 2010 STÊRKA CIWAN G Ü N C E L BURALARDA ÖLMEK BİLE BAŞKADIR Kasım ENGİN “Hani bizim Arap enternasyonalist yoldaş şehit Kadir Usta’mızın dediği gibi; ‘Buralarda ölmek bile başkadır.’ Boşuna dememiş Kızılderililer ‘hiçbir şey uzun yaşamaz toprak ve dağlardan başka, atalarımız gibi bizlerde topraklarımızda özgür yaşamak istiyoruz.’ Onlar topraklarında özgür yaşamak için yüzyıllar boyu savaştılar” Tebax 2010 İnsanlık tarihi her zaman kendi topraklarından koparılmaya tanık olmuştur. Kimileri zoraki göçertilmişlerdir, kimileri iklimsel şartlardan dolayı topraklarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Kimileri de yaşam fırsatı bulamadıkları için ayrılmışlardır, kimileri çeşitli işgal, istilalar ardından topraklarından uzaklaşmak zorunda bırakılabilmişlerdir. Özcesi kendi topraklarını terk etmek zorunda kalmak ya da gönüllü ayrılmak arasında farklar olsa da kendi öz topraklarından koparılmak, her zaman toplum ve bireyler üzerinde ciddi etkilerde bırakmış, kırılmalar yaratmıştır. Kürtler tarihlerinde çokça sürülmelerle yüz yüze kalmışlardır. Tarihte ilk göçertmeleri biz, tarihin en eski belgelerinden biri olan Gılgameş destanında görüyoruz. Daha sonra Asurların kellelerden kale yaptıklarını hem öğreniyoruz hem de nasıl kocaman coğrafyaları insansızlaştırdıklarını da görüyoruz. Başka bir deyimle tehcir edilmişliği Kürtler çok ciddi bir şekilde yaşamışlardır. Tabi daha sonraları İslamiyet sürecinde İslamiyet’i kabul etmeyen Kürtlerin sürülmelerinden ya da dağların doruklarıana saklanmalarında göreceğiz. Daha vahimini biz Moğolların yaptıklarında görüyoruz. Cezayir’de bile Kürt şehirlerine rastlamak mümkündür. Bunlar Moğolların katliamlarından kaçan Kürtlerdir. Yine tarihi akışı takip edecek olursak çeşitli direnişlerin bastırılışını, ardından sürgün edilenleri hep görüyoruz. Bir Be26 dirxan ailesi, Babanlar, Übeydullah çevresi derken, ta Dersim isyanına kadar bu sürgünleri, insansızlaştırmaları görebiliriz. Yani Kürtler adeta tarihlerinde her zaman bu sürülmeleri ya da kendi öz topraklarında uzaklaştırılmaları yaşamışlardır. Sürülmüş bir halk desek herhalde yanlış olmaz diye düşünmek gerekir. Şimdi yüz binlerce Kürt Avrupa’da yaşamaktadır. Bunların hepsi sürülmüşler midir? Cevap hayır olabilir. Ancak biz biliyoruz ki Kürtler kendi topraklarına düşkünlükleriyle bilinirler. Peki, nasıl oldu da bu kadar rahat ve ucuz bir şekilde ülke terk edilmiştir? Bu soruya çok yalın verilecek cevaplar arasında ince bir “sürgün etme politikası ile” diye yanıt verilebilir. Kimisi gerçekten katliamdan kaçmıştır. Kimisi bio-iktidar diye bilinen açlık siyaseti ile terbiye etmeler sonucu ülkeyi terk etmiştir. Kimisi siyasal görüşlerinden dolayı ülkesinden çıkmıştır. Kimisi Avrupa’nın havasına çeşitli özentilerle çıkmıştır. Kimisi bolca para kazanıp ülkeye geri dönüş için memleketini terk etmiştir. Kimisi kimyasal silahlardan, kimisi işsizlikten, kimisi özel savaş politikalardan dolayı derken bugün Avrupa’da yaşayan her bir Kürdün öyküsü biraz ayrıdır. Ve tabii ki bugün ikinci hatta üçüncü kuşak Kürtler Avrupa’da yaşamaktadır. STÊRKA CIWAN Ve bunların çoğu gençtir. Kürt gençlerinin; kimisi okumuş, kimisi meslek edinmiş, kimisi avare, kimisi hasta, kimisi ruh bozukluğuna sahip, kimisi isyancı, kimisi ise ahlaki olarak sözde Avrupalaşmış. Tabi ki biz ahlaki olarak başka dalgalardan yaşayanlardan söz bile etmiyoruz. Ülke özlemi ve bağlılığı Dedik ki, yüz binlerce Kürt ya da Kürt genci bugün Avrupa’da yaşamaktadır. Bu gençler ne yapacaklardır, ülkede yürütülen sert bir mücadele var, bu mücadeleye katkıları nasıl olacaktır? Bu soruya sağlıklı bir cevap vermeden önce başka halkların da bu durumda yaşadıklarına ilişkin bir iki örneği vermek iyi olur. Siz her Filistinlinin nerede bulunursa bulunsun, ülkesi için belli bir süreliğine hizmet etmesi gerektiğini biliyor muydunuz? Yani ülkede süren çok sert mücadeleye, tüm tehlikelerine rağmen mutlaka ama mutlaka fiilen katılması gerekiyor. Bu bir kural hem de bir devrim kuralı. Yine her Yahudi’nin nerede olursa olsun İsrail için çalışması gerektiğini, yine nerede yaşarsa yaşasın MOSSAD’ın bir doğal üyesi olduğunu kendisinin doğal sorumluluğu ve görevi bilir. Ermeni halkının yurtdışında sayısal olarak çok az olmasına rağmen bu kadar etkili olması, yurtdışında yaşayan Diaspora Ermeniler’in bulunduğu durumdur. Yani sürülen ve yurtdışına kaçmak zorunda kalan Ermenilerdir. Etkili olmalarının nedeni ülkeye olan özlemleridir. Ülkeye mutlaka bir gün dönme istemleridir. Siz buna Hıristiyan olduklarını, Avupalıların ya da Batılıların onları kullandıklarını da söyleyebilirsiniz, ancak bir gerçek vardır ki oda kendi ülkelerine ölümüne bağlılardır. Bu ise inkâra gelmez. Ve bu örnekleri sıralamaya devam edebiliriz. Bunlara ABD’de etkili olan Çinlileri, İtalyanları, İrlandaları da ekleyebiliriz. Özcesi yurtdışına çıkmak zorunda kalan birçok halka mensup insanlar, kendilerini çok güçlü örgütleyerek etkili kılmasını bilmişlerdir. Bugün Kürtler kadar dünyanın her tarafına bu denli zoraki dağılmış bir halka rastlamak çok güçtür. Dünyanın her yerinde Kürtler yaşamaktadır. Bu ülkeden koparılmayı, biz Kürdistan gençleri olarak avantaja çevirme imkânımız var mı? Elbette vardır. Hem de hiç kimseye nasip olmayacak bir şekilde bu imkân vardır. Bunun bazı nedenleri vardır. Bunlar: 1-Kürtler her yerde vardır. 2-Kürtler politikleşmiş bir halk olarak kendi dirilişini görkemli olarak yaşamaktadır. Bu, her Kürdistanlıyı duyarlı kılmaya doğallığında yeter. 3-Kürtler çok kapalı yaşayan bir toplum değildirler. Bunun için bulundukları alanlarda, herkesle çok rahat ilişki kurabilen bir yapıları söz konusudur. 4-Kürtlerin –özelde Avrupa’da yaşayanları- on yıllardır oralarda yaşadıkları için ciddi bir entegrasyonu yaşadıkları gerçeği, o toplumlarla daha rahat ilişki kurmayı beraberinde getirmektedir. 5-Yurtdışında büyüyen binlerce hatta on binlerce Kürt genci okullarda, spor takımlarında, kültürel çalışmalarda yer almaktadır. Tabi, bu listeye daha fazla veriyi eklemek mümkündür. Avrupa’da ne kadar etkili bir çalışma yürüteceğimizi göstermek açısından bile yeterlidir. Özgürlük mücadelesi olarak Avrupa’da çok erkenden örgütlendiğimizi söylemek herhalde yanlış olmaz. Bu27 gün Avrupa’dan ülkenin en sıcak sahası olan gerilla alanına gelen yüzlerce hatta binlerce genç vardır. Avrupa’dan katılan yüzlerce şehit vardır. Hatta onlarca enternasyonalist devrimci de ülkeye gelmiştir. Şehit düşenleri bile olmuştur. Bir Ronahi arkadaş yani Andrea Wolf Kızıl Ordu(RAF) Fraksiyonda yer alıyordu. Yine bir Uta yoldaşımız feminist çevrelerden gelmişti. Bu uğurda can verenlerin emekleri boşa gitmemiştir. Bu emeklerin sonucu olarak bugün Kürdistan halkı dimdik ayakta ve canlıdır. Bunlar hep o verilen emeklerin sonucudur. Bunlar hiç şüphe yok ki yapılanlarla ortaya çıkan sonuçlardır. Birde yapılmayan o kadar çok şey var ki! Kendi gerçekliğinden koparak ülkesine bir katkısı olmayanları bir düşünün… Sözde ilericilik adına kendi gerçekliğini beğenmeyerek kendisine yabancılaşanları bir düşünün… Ve tabii ki ekonomik kimi çıkarlar için insanlık değerlerden uzaklaşanları düşünün… Kendi kültürüyle buluşmayan hiçbir kültürle ilişki kuramaz Hâlbuki herkes bilir ki, kendi kültürüyle buluşmayan bir birey, hiçbir kültürle sağlıklı ilişki kuramaz. Bu bir gerçektir. Ne kadar kendini tanırsan, ne kadar kendinle barışıksan, ne kadar kendi doğanla buluşmuşsan o kadar çok başka halklarla buluşabilir, yaşayabilir ve kültür alışverişinde bulunabilirsin. Eskiden, kimileri bizim ülkeye dönük olan yönümüzü yamuk ağızla ulusalcılıkla ya da milliyetçilikle eleştirirdi. Bugün Türk devleti “etnik milliyetçilik” diyor. Bunlar tamamen yalandır. Özgürlük hareketi olarak hiçbir zaman biz milliyetçiliğe, dar ulusalcılığa ve tabii ki etnik milliTebax 2010 STÊRKA CIWAN yetçiliğe tenezzül etmedik, etmeyiz de. Ancak kendi kimliğimizle buluşmanın, insanlıkla buluşmak için bir ön koşul olduğunu iddia ediyoruz. Kendi doğasıyla uyumlu yaşamayan, ya da yaşayamayan bireyler ya da toplumlar, birey ve toplum olmaktan çıkarlar. Eriyip giderler. Bir bireyin ya da bir toplumun bu yeryüzünde eriyip yitimi esasta biraz da insanlığın yitimi ve kaybıdır. Bu bilinçle biz ülkemizi sevdik, insanımızı sevdik, toprağımızı sevdik, ama asla ve asla hiçbir zaman başka halkların ya da başka ülkelerin güzel olmadığını söylemedik. Yine ancak “oraların güzellikleri orada yaşayanlar için güzeldir” dedik. Horlamadık. “Bir Kürt dünyaya bedeldir” demedik. Bizler, Kürtlerin de bu dünya da bir renk olduğunu ve bu rengiyle yaşamaya hakları olduğunu söyledik. Kürdistan’ın başka ülkelere göre kuru da olsa, geride bırakılmış da olsa buralarında gelişmesi, güzelleştirilmesi ve tabii ki buraların ilk cennet diye tabir edilen topraklar olmasından dolayı da sevilmesi gerektiğini söyledik. İnsan, anasını sevmez mi? İnsan, anasından utanır mı? İnsan, anasına sırtını döner mi? İnsan, anasına ters düşer mi? Bu sorulara “evet” diyecek Tebax 2010 olanlar, olursa bir şey demeyeceğiz. Onlar demek ki kendi yollarını ve eğitimlerini almışlardır. Yok, bu sorulara “hayır” denilecekse bizim söyleyecek birkaç şeyimiz daha olacaktır. Öncelikle bu topraklar neolitiğin beşiğidir. Yani “Altın Hilal” diyorlar. İnsanlık burada yeşermiş, burada yeryüzüne dağılmış. Bu medeniyeti yaratanların hepsi Kürt olmayabilir, ancak bu topraklar tüm insanlık için kutsanmış topraklardır. Bu toprakları kabul etmemek, esasta anasını kabul etmemek gibi bir şeydir. Buralardan insan utanır mı, tabii ki hayır! Buraları seveceğiz, hem de uğruna ölecek kadar seveceğiz. Tüm insanlık adına seveceğiz. Analarımıza ters düşmemek için seveceğiz. Buralarda ölmek bile başkadır Ayrıca buralar ilk tahakkümcü ve hiyerarşik yapılardan uzak yaşayan insanların da yurdudur. Bir nevi kendi kendilerine yetenlerin yurdudur. Kimseye ihtiyaç duymadan yaratanların yurdudur. Ezenin ve ezilenin olmadığı, devletin, ordunun, zoraki otoritelerin bulunmadığı, güçlü analar etrafında gönüllüce örgütlenmiş topraklardır. Yani otonom yaşayanların yerleridir. 28 Hani bizim Arap enternasyonalist yoldaş şehit Kadir Usta’mızın dediği gibi; “Buralarda ölmek bile başkadır.” Boşuna dememiş kızılderililer “hiçbir şey uzun yaşamaz toprak ve dağlardan başka, atalarımız gibi bizler de topraklarımızda özgür yaşamak istiyoruz” Onlar topraklarında özgür yaşamak için yüzyıllar boyu savaştılar. Şimdi Kürt gençleri elbette ülkeleri için mücadele edeceklerdir. Ancak bu mücadeleye katkı sunacak çok sayıda Avrupalı gençler de olacaktır. Avrupa’nın yakın tarihi aslında ulus-devletçi bir tarih değildir. Ulus-devletçi tarih 200 yılı ya alır ya da almaz. Avrupa’nın uzun bir tarihi halkların komünal ve otonom yaşam biçimidir. Şimdilerde otonom yaşamı anarşizm diye yargıladıklarına bakmayalım. Eğer anarşizm, zor’suz bir yaşam ise neden anarşist olmayalım ki? Ve tabii eğer anarşizm devlet karşıtlığı ise, sivil toplumculuğu yaygınca yaymak ise neden anarşist olmayalım ki? Ve yine eğer anarşizm eskilerde Avrupalarda gördüğümüz gibi ortakçı yaşam ise neden anarşist olmayalım ki? Ve tabii eğer anarşizm haksızlıklara, zorbalıklara, ezenlere, kişilik sindirmelerine karşı başkaldırıysa neden anarşist olmayalım ki? Ve neden anarşist olmayalım? argümanlarını çoğaltabiliriz, ancak sanırız anlaşılıyordur. Biz demokratik ve komünal bir yaşam taraftarıyız. Ve Avrupa’nın bugün bilinen o bireyci, kendine sevdalı, sadece kendini düşünen, tüketici kültürü çok uzun yıllardır yaşayan bir kültür değildir. Avrupa’nın feodal çağlarında bile otarşi diye bilinen kendi kendine yeten ekonomik sistemi, bugün kapitalizm kültüründen bin kat daha komünal ve insancıldı. Avrupa esasta bu kültürdür. Eğer Avrupa Rönesans, Reform ve Aydınlanma gibi STÊRKA CIWAN dev bir devrimi yapabilmiş ise arkasında yatan bu komünal, ortakçı, otonom kültür vardır. Sol kesimlerle ilişkilenmek Evet, bugün Avrupa’da cılızda olsa bu kültürü yaşayanlar var mıdır, vardır. Geçmişte Hamburg kentinde Hafenstrasse’de vardı. Devletin giremediği ancak ortakçı komünalcilerin yaşadığı bir yerdi. Buna benzer onlarca yeri kendimiz biliyoruz ve kendimiz gidip görmüşüzdür. O zaman biz Kürt gençleri bu kesimlere de giderek kendimizi anlatabilmeliyiz. Kendimize bu çevreleri yakın kılabilmeliyiz. O çevrelerin ortakçı komünal değerleriyle bizim ortaklaştıran, paylaşımcı devrimci ana yanlı kültürümüzü neden onlarla paylaşmayalım ki? Keşke Kürdistan gerillalarının dev gibi kocaman bir sahada boydan boya komünal yaşadığı, paranın bulunmadığı, yatay ilişkilerin esas olduğu, kadın renginin tüm tonlarda görkemli yaşandığı, bu ortakçı yaşayanlara anlatılabilse! Ve tabii keşke gerillanın -onların birkaç kişiyle yaptıklarını- binlerce insanla hem de dağların en yüksek zirvelerinde kapitalizmin kirinden, pasından uzak hür ve özgürce uyguladıklarını da anlatabilsek! Devam edelim. Geçmişte yaşadığımız bir yetersizliğimizi gençlerle paylaşalım. Sadece Kürtlerle ya da Kürt gençleriyle sınırlı kalmak hiçbir zaman özgürlük hareketinin kültürü olmadı, ancak biz de biliyoruz ki, birçok yoldaşımız adeta Avrupalı gençlerden ve sol, demokratik, çevreci, feminist çevrelerden kaçmıştır. Sonraları Önderlik bu duruma müdahale etmiş, yerellerden tüm demokrat ve sol çevrelere kadar ilişkilenmemizi istemiştir. Aynen bugün gibi hatırlıyorum 1988 ve 1989 yıllarında o da kısmi olarak çevre gençlerine, örgütlere açılımımız dev gibi adımlara yol açmıştı. Yani bulunduğumuz yerlerde eğer burası Almanya ise Alman örgütleriyle eğer Fransa ise Fransız örgütleriyle ilişki içerisinde olmamız gerekir. Gerekirse içlerine girmeliyiz, ama bu sadece pragmatik bir temelde olmamalıdır. Yani sadece Kürdistan sorunlarını onlara aktararak onlardan duyarlık yaratmak için yapılmamalıdır. Aynı zamanda onların sorunlarına karşı da duyarlı olarak onların yaşadıkları bir sürü sorunlara çözüm üretmek de devrimci bir görevimiz olmalıdır. Biz diyoruz ki, kapitalist kültür sadece ve sadece hasta insan yaratır. Peki, kapitalist emperyalist kültüre karşı direniş nasıl gelişecektir? İşte ortaklaşarak, cepheler oluşturarak, birlikler kurarak, enternasyonalist dayanışma platformları kurarak bunlar geliştirilebilir. Bir meşhur “Dünya Sosyal Forum”u vardır. Neden “Dünya Sosyal Forum”unun Avrupa’daki ayağına aktif katılmayalım ki? Neden enternasyonalist görev olarak halkların ortaklaşması gereken direnişlerine katkı sunmayalım ki? Evet, geçmişte bu konularda yeterince bizim duyarlı olmadığımızın özeleştirisini verebiliriz. Önderlik ısrarla bizim demokrat, liberal, solcu, sosyalist, feminist, çevreci, hümanist 29 çevrelerle ilişkilenmemizi dayatmış, ancak biz kendi dar kapasitemizle biraz da günü birlik dar pragmatik çıkarlar için bu hayati önemde olan çalışmayı zayıf bıraktık. Evet, tekrarlayayım; biz bugün Avrupa’da ne kadar ortaklaşmayı esas alan, komünallaşmaya yakın duran çevreler varsa, hepsiyle yakın ilişki içerisinde olmayı bilmeliyiz. Bunların başında da hiç şüphe yok ki otonom, komünal, ortak yaşayan çevreler gelmektedir. Yine sol, sosyalist köktenci çevreler vardır. Tabiat ana için mücadele eden yüzlerce çevreci örgüt vardır. Ana yanlı kültürü savunan feminist çevreler vardır. Demokratlar, demokratik sosyalistler derken çok büyük bir yelpazede ilişkileneceğimiz kesimler her zamankinden daha fazla vardır. Bu çevrelerle ortak olan bir insanlık sorunumuz vardır. Emperyalizme ve kapitalist kültüre karşı vereceğimiz bir mücadele sorunumuz vardır. Ve tabii diğer taraftan bizim kendimizin dev gibi bir sorunumuz vardır. Dostluk kuracağımız çevreleri Kürdistan’da verilen anti-emperyalist, anti-kapitalist tahakkümcü ve hiyerarşik zihniyete karşı mücadelemize çekmeyi bir görev olarak önümüze koyarken, diğer yandan ise inşa etmek istediğimiz ortakçı, komünal, demokratik kültüre dayalı özgürlükçü, asla boyun eğmeyecek olan yaşam özlemimize onları katacak bir çalışma içerisinde olmamız, vazgeçilmez bir devrimci, yurtsever, demokrat, sol ya da sosyalist gençlik görevidir. Ve yeniden Kadir Usta’mızın sözüyle bitirelim; “İlerlerken geride bir şey bırakmıyoruz aslında, yüreğimizde yer edinen tüm güzellikleri bir zirveden bir zirveye ağırlığını iliklerimize kadar hissederek, istenen ve gereksinen hayatın boy verip yeşereceği kente beraberimizde taşıyoruz aslında” diyoruz. *** Tebax 2010 STÊRKA CIWAN G Ü N C E L TARİHİ SÜREÇ VE TARİHİ GÖREVLER Sercan AYDIN “Bu süreçte yoğunlaşılması gereken en önemli konu, direnişi geliştirmek ve süreklileştirmektir. Şüphesiz burada en önemli görev gençlere düşmektedir. Mücadele alanlarını beslemek, toplumu ayağa kaldırıp sürece dahil etmek, olası saldırılara anında yanıt vermek, halkı saldırılardan korumak ilk akla gelen görevlerdir” Tebax 2010 “Günleri ve mevsimleri düşlerimize göre yeniden yaratacağız” Paul Eluard Özgürlük Mücadelesi yeni bir döneme girdi. Dördüncü dönem olarak ilan edilen yeni süreç, her bakımdan iyi incelenmeli, tahlil edilmeli. Zira özgürlük mücadelesinin son dönemi. Bundan sonra başka dönemler olacaksa da, silahlı-siyasi-halk direnişinin ötesinde özelliklerle kimlik bulacak. Mesela bir demokratikleşme süreci de yaşamamız gerektiğine inanıyorum. Ve silahlı mücadele sürdüğü müddetçe demokratikleşme mücadelesinin adil ve özgürlükçü gelişemeyeceğini, geliştirilemeyeceğini tahmin ediyorum. Halk olarak özgürleşmek başka birşey, demokratikleşmek başka birşey. Özgürlük mücadelesi, çok yönlü karakteri nedeniyle örgütlenmeyi, özgürleşmeyi, ulusallaşmayı, demokratikleşmeyi birlikte yürütüyor. Tüm bu alanlarda hiç kuşku yok ki, doyurucu, tatmin edici bir düzey yakalanamadı. Bin yılların uykusundan uyanmak hiç de kolay birşey olmasa gerek. Örgütlenme, özgürleşme, demokratikleşme, hatta kimliğini sahiplenmeyi, toplum olarak kolay kolay içselleşteremedik, içselleştiremiyoruz. Sömürgeci politikalar, bölge gericiliği ve uluslararası konjonktür tüm bu durumların sorumlusu. Sömürgeci güçlere karşı tam 35 yıldır büyük bedellerle süren bir özgürlük mücadelesi var. Dördüncü dönemin ilanıyla birlikte sonuca doğru 30 gidiyor bir anlamıyla da çözüm süreci. Çözümden ne anlaşılması gerektiği de yüzeysel ele alınmamalı. Ne bir zafer ne de mağlubiyet olarak anlaşılmamalı. Ancak hem özgürlüğü, hem de tasfiyeyi bünyesinde barındırdığı da gözden kaçırılmamalı. Dördüncü dönemi Kürt Halk Önderi ‘varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama dönemi’ olarak tanımladı. Şüphesiz bu tanım, 35 yıllık mücadelenin ardından Kürt halkının sömürgecilerin boyunduruğundan kurtulacağı iddiasını barındırıyor. Ve elbette ki böyle olmalıdır. Halk olarak özgürlüğümüzü sağlama, özgücümüzle kendi demokrasimizi, kendi çözümümüzü inşa etmeliyiz. Zira başka yol kalmamıştır. ‘Birlikte çözümün’ muhatabı, sürekli yeni tasfiye konseptleri devreye koymuş, imha planlarından vazgeçmemiştir. Son hükümet de, en sinsi ve en alçakça uygulamalar içine girmek suretiyle geleneği bozmamıştır. 1 Haziran’la başlayan yeni dönem, şiddetli çatışmalarla sürerken KCK, soruna siyasi diyalog yöntemiyle çözüm bulma arayışını hala sürdürdüklerini de vurguluyorlar. Yeni dönemin bir strateji değişikliği anlamına geldiğine dair bir veri henüz ortada yok. Kürt sorunu hala, Türkiye içinde, Türkiye halkı ve yöneticileriyle, diyalog yoluyla tartışarak çözüm aranacak bir sorun pozisyonunda. Yeni dönem, ulaşılacak hedef doğrultusunda mücadele çizgisini değiştiriyor. Gerillanın savaşı ‘meşru savunmadan’ orta yoğunluğa evirmesi, STÊRKA CIWAN demokratik özerkliğin gündemleştirilmesi, bugün itibariyle yaşanan değişimlerin göstergeleri. Yeni dönem ne getirir ne götürür? Hedef ve söylemler açısından değerlendirildiğinde dördüncü dönemin bir ‘Kürt çözümüne’ doğru yol aldığını tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Kürt çözümü tabiriyle kastettiğimiz tek yanlı olmasıdır. Yani karşı tarafın rızası, onayı olmaksızın gündemleştirilen bir çözümdür. Demokratik Özerklik denilen bu çözüm formülü, Kürt tarafının, kimliğinin tanınması temelinde devletle yeni bir hukuk oluşturması girişimidir. Bölünme, parçalanma, ayrı bir oluşum yaratma değildir. Şüphesiz bunu kendi dinamiklerine dayanarak yapacak ve devlete kabul ettirmeyi esas alacaktır. Bugünkü konjonktürde -Kürt tarafının bunu gerçekleştirmesi ya da gerçekleştirememesi bir tarafa- devletin bu çözüme yanaşması olası görünmemektedir. Öyleyse ne olur? KCK yetkilileri, devletin demokratik özerk yapılanmayı hedeflemesi halinde topyekün direnişe geçeceklerini ifade etmektedir. Zira başka yol kalmamıştır. Akla gelen tüm yollar denenmiştir. Devletin özerk yapılanmayı hedeflemesi ve bunun karşısında Kürt halkının topyekün direnişe geçmesi ne anlama gelmektedir? Çok açık ki, bugüne kadar yaşanan savaşların en şiddetlisi gündeme gelecektir. Yediden yetmişe, ilgili-ilgisiz herkesin bu çatışmalı sürece dahil olacağını tahmin etmek güç değil. Arzu edilen bir durum olmamakla birlikte, mevcut konjonktürdeki siyasal aktörlerin demokratik özerkliği hazmedemeyecekleri, haliyle saldıracakları kesin gibidir. Direnişin Parametreleri Topyekün direnişin başarıya ulaşması, silahlı mücadelenin serhildanlarla birleşmesiyle mümkün olabilecektir. Savaşın Kürt kentleriyle de sınırla kalmayacağı anlaşılıyor. Öyleyse, savaşın içeriği ve kapsamının da farklılaşacağını tahmin etmek ve saldırılara karşı tedbirlerini düşünmek gerekecektir. Zira devletin ırkçı söylemleri bir iç savaşın iklimini çoktan oluşturmuş durumda. Öyleyse halk olarak direnişi çok örgütlü geliştirmek hayati önemde. Bu noktada toplumun tüm kesimlerine önemli görevler düşmektedir. Dördüncü dönem, yaklaşık bir aydır yaşanan olayların da gösterdiği gibi yoğun çatışmalı geçecektir. Dolayısıyla bu süreçte yoğunlaşılması gereken en önemli konu, direnişi geliştirmek ve süreklileştirmektir. Şüphesiz burada en önemli görev gençlere düşmektedir. Mücadele alanlarını beslemek, toplumu ayağa kaldırıp sürece dahil etmek, olası saldırılara anında yanıt vermek, halkı saldırılardan korumak ilk akla gelen görevlerdir. 31 Diğer tüm aktiviteler bu temel görevlerin etrafında ve hizmetindedir. Kürdistan gençliği Gever, Hakkari, Amed ve Mersin başta olmak üzere birçok kentte örgütlü gücün neler yapabileceğini gösterdi, gösteriyor. Avrupa’daki Kürt gençlerinin de yapabilecekleri var. Örgütlü ya da örgütsüz binlerce gencin, sürecin sürükleneni olma pozisyonunu hazmetmeleri düşünülemez. Avrupa’daki Kürt gençleri -örgütlü ya da örgütlenmemiş- sürecin kıyısında gezinmeyi artık terk etmeli. Kimi sportif etkinliklerle gençliği birarada tutmanın yetmediğini, binlerce genci festivallerde toplamanın büyük bir başarı olmadığını görmek gerekir. Başarı, festivallerde biraraya gelen binlerce genci örgütlemek, ülke de dahil mücadele alanlarında konumlandırmaktır. Mücadele alanı olarak Avrupa, oldukça geniş olanaklar sunmaktadır. Kültürel, sportif, entelektüel, eylemsel alanda öncülük ve sürükleyicilik görevleri bulunmaktadır. Gençliğin sahip olduğu enerjinin, dinamizmin barkahvehanelerde, sokaklarda harcanmasına seyirci kalınamaz. Zorlukları bahane edilip, uzak durulamaz. Madem ki, içine girdiğimiz süreç şiddetli bir çatışmayı başlattı ve başarının yanısıra tasfiye riskini de barındırıyor, öyleyse Kürt gençleri de kendini bu temelde hazırlamalı. Özgür yaşamı inşa etme süreci artık başlamıştır. Geriye dönüş yoktur. Bu tarihi sürecin öncülüğünü üstlenmek ve gereklerini yerine getirme görevi günümüz gençliğine düşmüştür. Bu gerçekliği bir onur olarak kabul etmek ve özgür geleceği yaratma çabasına girişmek yegane seçenektir. Kürt gençliği, bu görevi yerine getirecek kararlılığa, birikim ve tecrübeye, inanç ve iradeye sahiptir. *** Tebax 2010 STÊRKA CIWAN S A V U N M A L A R Ekonomizm - I Abdullah ÖCALAN “Kapitalist Uygarlık kitabından alınmıştır” “Bir anlamda evrenin, zamanın akışında yetkinlik, mükemmellik arayışı gözetilir, arzu edilir gibidir. Aksi halde insana kadar evrimi, ayrıca insanın dar toplum halindeki gelişmesini nasıl izah edebiliriz?” Tebax 2010 Kapitalizmin doğuşunu ekonomik gelişmenin doğal bir sonucu sayan görüşler bu gruba girer. Özellikle Marksizm bu açıdan bir nevi ekonomizme indirgenmiştir. Öyle ki, kapitalizm hep sanki bir ekonomik modelmiş gibi algılanmaya çalışılmıştır. Ekonomipolitika adeta sosyal bilimlerin baş köşesine oturtulmuştur. Adı üstünde, modern devletin oluşumunda ekonomik yaşama ilişkin alınan bazı kararlar bilim olarak disipline edilmiştir. Kapitalin, yani kâr getiren sermayenin pazarda oluşan fiyat istismarına dayalı olarak gerçekleştirilmesi, bu görüşün gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Sanki tarih, toplum, iktidar ve bir bütün olarak uygarlıksal gelişmeden ayrı bir kapitalist gelişme mümkünmüş gibi bir eğilim belirmiştir. Paradoksal olarak en çok anti-kapitalist geçinenler kapitalizmi hak etmediği bir konuma oturtarak, sözde kapitalizme karşı savaşmış oluyorlar. İngiltere kökenli ekonomik-politikacıları anlamak mümkündür. Kapitalizmin zafere ulaştığı ülke olarak yeni ekonomiyi modelleştirmeleri beklenebilir. K. Marks’ın bu model üzerinde yoğunlaşması, İngiliz ekonomi-politikacılarının eleştirisi açısından önemli ve oldukça açıklayıcı olmuştur. Talihsiz olan, Marks’ın eserinin yarım kalması ve ardılı olan Marksistlerin de onu tam karikatürize etmeleridir. İktidar ve devletle kapitalizmin ilişkisini sistemlice çözümlememesi en temel eksiklik olarak belirtilebilir. İdeolojinin 32 rolünü belirlemeye çalışmıştır. Kapitalizmin zihniyetine ilişkin yaklaşımları yer yer güçlüdür. Fakat esas yanılgısı, çoktan entelektüel ortama damgasını vurmuş Aydınlanma’nın gözde ideolojisi olarak pozitivizmin bakış açısını esas almasıdır. Fiziksel bilim gibi toplumsal bilimin de yapılabileceğine dair görüşe kanidir. İnanmıştır. Kuşkusu yoktur. Bu yaklaşım çok değerli olan Kapital çalışmasını kısır kılmış, bir araştırmadan çok din kitabı gibi yorumlanmasına yol açmıştır. Müritlerin de yapacağı işler bellidir. Lenin’in emperyalizm, tekelci kapitalizm ve devlet-devrim yorumları Aydınlanma felsefesini aşamamış çabalardır. Yine birçok katkı sunan görüşe rağmen, kapitalist moderniteyi aşacak kapasiteyi ortaya koyamaması, Sovyet deneyiminin başarısız kılınmasında baş etkendir. Anarşistlerin kapitalizm yorumları da ekonomik ağırlıklıdır. Ekonomik olarak mahkûm edilirse, sanki yıkılacakmış gibi bir eğilim içinde kalmışlardır. Pozitivizmle sakatlanmış anlayışlar: “İşte bilimin kanunları vardır. Ekonomi de bir bilimdir. Dolayısıyla onun da kanunları vardır. Bu kanunlara göre, kapitalizm, bunalım üretmesi nedeniyle yaşayamayacak bir sistemdir. Yapılması gereken, bu kanunların işleyişini hızlandırmaktır. Sonuç kapitalizm yıkılacak, komünizm kurulacaktır.” Bu görüşlerin temelinde toplumsal gerçekliğin doğru tanımlanmaması yatar. Toplum genelde Aydınlanma ideolojilerinin çok STÊRKA CIWAN Bana göre kapitalizm başından beri askeri-siyasi-kültürel olarak örgütlenmiş, başta maddi birikimler olmak üzere toplumsal değerleri gasp etme kurnazlığını örgütleyen eski bir geleneğin Batı Avrupa’da 16. yüzyıldan itibaren giderek hakîm bir toplum biçimlenmesi haline gelmesidir. dışında işleyen bir sistematiğe, hatta kaosa sahiptir. Ekonomi de dahil, tüm zihniyet ve kurumsal yapılarıyla pozitif tabir edilen bilimlerden nitelikçe farklı olması kadar, eylemli halinin çoğunlukla kaos niteliğinde olması, çok farklı yaklaşımlarla çözüm ve eylemleri gerekli kılar. Bu eleştirilerin ışığında ekonomiyle kapital, yani sermaye düzeni arasındaki bağlantıları daha anlaşılır kılabiliriz. İlk yapılması gereken tespit, paradoksal gözükse de, kapitalizmi ekonomi saymamaktır. Bir siyasi rejim olarak çözümlemek, bizi muhtevasındaki kârı kavramaya daha çok yakınlaştıracaktır. Burada iktidar, devlet indirgemeciliğine düşmemek önemlidir. Yani ekonomizmden iktidarizme savrulmayacağız. Sosyolog Max Weber eğer Protestan Ahlakı ve Kapitalizm adlı değerlendirme yerine, kapitalizmi bizzat bir tarikat gibi yorumlasaydı, izah şansı daha artardı. Fernand Braudel kapitalizmi pazarda oluşan fiyatlar üzerinde tekel kurmakla doğuşunu izah etmek ister. Marks’ınki de dahil hepsi de önemli çözümlemeler olmakla birlikte, hep ekonomik bir izah zorunluymuş gibi yaklaşmaları temel eksiklikleridir. Bana göre kapitalizm başından beri askeri-siyasi-kültürel olarak örgütlenmiş, başta maddi birikimler olmak üzere toplumsal değerleri gasp etme kurnazlığını örgütleyen eski bir geleneğin Batı Avrupa’da 16. yüzyıldan itibaren giderek hakîm bir toplum biçimlenmesi haline gelmesidir. İlk güçlü adamın etrafındaki çapulcu grupla anakadın etrafında oluşan toplumsal değerleri gasp etmesi geleneğinin modern halkası olarak da tanımlayabiliriz bu doğuşu. İngiltere ve Hollanda’da, daha önceki İtalyan şehir devletlerinin başını çeken Cenova, Floransa ve Venedik kentlerinde, ilk kapitalist gruplar devletle iç içe bir tarikat gibi özel yaşam biçimleri olan, sağladıkları yeniliklerle para üzerinden vurgun yapma ustalığını gösteren, dünyanın her tarafına yayılmış pazarlarda oluşan fiyatlarla oynayarak muazzam değer gasp eden, gerektiğinde ve sıkça zor uygulamadan geri kalmayan, kurgusal zekâsı gelişmiş grupların bir eylemidir. Bunlara kimi yerde hanedan, aristokrat ve burjuva da denilebilir. İlk ve Ortaçağ haramilerinden yegâne ve önemli farkları ağırlıklı olarak kentlerde üslenmiş olmaları, devlet otoritesiyle iç içe geçmeleri, zoru gerektiğinde daha örtülü ve ikinci planda kullanmalarıdır. Görünüşte ekonominin kuralları vardır. Onlar da bu kurallara göre zekâları ve eldeki ilk paralarıyla kâr yapıyorlar. Kapitalin tarihi doğru incelendiğinde, bu yaklaşımın tam bir masal değerinde olduğu görülecektir. İlk birikimlerin gerçekleştirildiği sömürge savaşlarında hiçbir ekonomik 33 kural yoktur. Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa, daha önceleri Venedik, Cenova gibi kentlerin kolonileri düpedüz tamamen zora dayalı ilk kapital birikimlerini sağlamışlardır. Hem yakın ülke pazarlarında, hem sömürge alanlarında bu gerçekleri tespit etmek zor değildir. Kırk haramilerden de sonradan efendilikler türemiştir. Beyler oluşmuştur. Modern kırk haramilere de burjuva efendiler demek modadan öteye bir ağırlık teşkil etmez. Ekonomi bilimi denilen disiplinler işin özünü örtülü kılmayı temel işlevleri olarak sürdürürler. Hangi teori bu konularda başarılı sunum yaparsa, başyapıt olarak o etüt edilecektir. Ödüllendirilecektir. Hiçbir bilim ekonomik olgu bilimi kadar gerçeklerle oynamamış, tersyüz etmemiştir. Kurgusal aklın en büyük saptırmasına kapitalist ekonomi-politika alanında rastlamaktayız. Kapitalist modernite tümüyle böylesi bir kalpazan bilimi üzerinde yükselme lüksüne sahip tek sistemdir. Ekonomi veya maddi hayat nesnelerinin elde edilmesi canlılığın en temel sorunudur. Evrimin gerçekleşme malzemesidir. Canlı sistemi metabolizma ile dış ortamdan edindiği ve onun sindirim sistemine uygun ihtiyaç nesneleriyle devamlılığını sağlar. Evrensel bir kuraldır. Farklılaşmayla evrim yaşam sürekliliğini sağlar. Bir türün aşırı çoğalmasını önlemek ve diğer türler üzerindeki istilayı, dolayısıyla yok edilmelerini engellemek için belli bir dengeyi hep gözetmiş veya mümkün kılmıştır. Farelerin aşırı üreyip tüm bitkileri yok etmesini yılan engeliyle, koyun, keçi ve tüm benzer sığır sürülerinin aynı eylemini et yiyen yırtıcılarla dengeleyip olanak hazırlamış, onların Tebax 2010 STÊRKA CIWAN türsel gelişmesine geçit vermiştir. Doğal evrim niye böyle yapıyor sorusuna ancak sonuçlarına bakılarak cevap verilebilir. Bana göre bunun en temel nedeni, canlılar sisteminin gelişerek sürekliliğini sağlamaktır. Buna doğanın vahşeti mi, yoksa adaleti mi denilebilir? Bu ayrı bir tartışma konusudur. Yine derin bir zekânın ürünü müdür, yoksa ilkel olmayla mı bağlantılıdır? Metafizik kapsama dahil edilsin, edilmesin hususu bana göre anlamlı ve üzerinde analitik zekâyla düşünülecek evrenselliğe ilişkin sorunlardır. Varoluşçulukla da bağlantılandırılabilir. Verilebilecek en önemli yanıt, evrimin yetkinleşmeyi hep gözettiğidir. Bir anlamda evrenin, zamanın akışında yetkinlik, mükemmellik arayışı gözetilir, arzu edilir gibidir. Aksi halde insana kadar evrimi, ayrıca insanın dar toplum halindeki gelişmesini nasıl izah edebiliriz? Eğer hep aslanlar veya sığırlar olsaydı, ortalığı istila etseydi, yaşamın sürmesi ilkel yosunlar düzeyinden öteye gidemezdi. Muhteşem evrim insana kadar evrimle vicdan, ahlak diye bir oluşuma da geçit vermiştir. Nedir anlamı? Merhamet ve adalet! Bu ilkenin özü de şöyle ifade edilmiştir: “Fikir bir olsaydı, kuzu ile kurt bir arada yaşardı.” Burada da bir evrensellik gizlidir. Kuzu ile kurdun kardeş olması mümkün müdür? İnsan eylemi mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Yani insanın, insanın kurdu olamayacağını (kapitalizmin vahşet ilkesi) düşünmek ve eylemek bizzat insan olmanın vazgeçilmez hedefidir. Kaldı ki, bir dönem kuzuyla kurdun atası aynıydı. Ayrılık sonra gelişti. Neden tekrar en azından kardeşçe birliğe yol almasınlar? En azından teorik olarak mümkün ve örneklerine de bolca rastlamaktayız. Bu hususları şunun için söylüyorum: Kapitalizmin doğuşunun evrimde gözlediğimiz sayısı çok sınırlı vahşi diyeTebax 2010 bileceğimiz örnekleri kendisine vesile yapmasının bir anlamı olamayacağı açık. Daha da çarpıcı cevap, ilk yosunlardan kara yosunlarına, onlardan görkemli ağaçlara, bu arada otla beslenen milyonlarca hayvanlar sistemine (birbirlerini yemeyen hayvanlar) yol açmasını örnek almayıp, birer evrim kanseri olarak da yorumlanabilecek örnekleri mi insan yaşamı için örnek göstereceğiz? Doğal evrimle kapitalizmin doğuş teorilerine yer olmadığını belirlemek açısından bu hususları ön açıklama olarak belirlemek durumundayım. Buna sürekli işsizler ordusunu büyütüp ücret düşüklüğünü canlı tutmak gibi tersi ilke de dahildir. Neden ‘aşırı aslanlaşma’ veya tersi ‘aşırı sığırlaşma’? İnsan türü toplumsallık temelinde varoluşunu sürdürürken, tüm evrimsel süreçleri bünyesinde tutarak eylemselleştiği biyolojik bir tespittir. Eğer bilimi pozitivizm dinine bulaşmadan yorumlayacaksak, muhteşem bir saptamanın da bu olduğunu iyice bellemeliyiz. İnsan türünün gerek bu özelliği, gerek ahlaki seçim, yargı özelliğini (özgür tercih imkanı) özgürlük sosyolojisinde tartışacağımı belirterek, toplumsal gelişmenin doğal evrime de ters olmayan RİTMİK GELİŞİMİNİ özetlerken aşırı kentleşmeye, onunla birlikte hiyerarşi ve sınıfsallıkla ur gibi büyüyen devlet ve iktidar odaklarına dayalı uygarlıksal yaşamı neden ‘aşırı aslanlaşma’ veya tersi ‘aşırı sığırlaşma’ kategorisine dahil etmemiz gerektiğini kanıtlamaya çalışacağım. Her şeyden önce, bu tip gelişmelerin evrimde köklerinin sınırlı da olsa bulunabileceğini, insanın tür olarak evriminde bir nevi hastalık, sapma, kalıntı olarak da yorumlayabileceğimizi (yamyamlık) yine belirtmek durumundayım. Ayrıca evrimin doğal rit34 minin bu tarz olmadığını olanca açıklığıyla kavramalıyız. Genelde uygarlıkta, özelde kapitalizm aşamasında bir kalıntı özelliğinden yararlanarak toplumsal sistemin, ikinci doğanın oluşturulamayacağını da bağlantılı olarak çok açıkça ve sadece belirlemek değil (bu, akademisyenlerin önüne konulan görevdir), temelli bir yaşam ilkesi olarak yorumlamak esastır. Aksi halde toplumsal yorumlarımızı baştan sakatlamış oluruz. Fernand Braudel kapitalizmin doğuşunu yorumlarken, bunu çok geniş bir gözlem gücüne ve mukayese imkânına sahip olmaya dayandırır. Ayrıca tarih, toplum, iktidar, uygarlık-kültür, mekânsal gelişme bütünlüğü içinde yorumlamasını oturturken, yöntem sorununa da açıklık getirir. Pozitivistik yaklaşımlara karşı ihtiyatlıdır. K. Marks Aydınlanma’nın derin etkisi altında pozitivistik bilimi esas almakla ekonomiyi bilim haline getirmede hayli iddialıdır. Bunda sosyolojinin henüz emekleme döneminde olmasının payını da dikkate almak gerekir. Bilimsel kesinlik ve çizgisel ilerlemecilik ‘amentü’ düzeyinde çoktandır zihinlere çakılmıştır. Romantizm bu çizgiyi yıkmaya çalışırken, tersi iradecilik sapmasına düşerken zihinsel problemleri daha da ağırlaştırır. Nietzsche’nin göreci, döngüsel ve duygu zekâ ağırlıklı yaklaşımı fazla geliştirilmez. Bu zihinsel hengame içinde liberalizm adeta cirit atar. Kapitalizm fiziksel bilimi (kimya, matematik, biyoloji dahil) pozitivizmle felsefeleştirirken, daha doğrusu dinleştirirken, sosyal gerçekliği liberalizmle aynı doğrultuda felsefeleştirir veya dinleştirir. İdeolojik savaşımı da bu temelde kazanarak, 19. yüzyılla birlikte sistemin küreselliği netleşir gibidir. Ekonomik savaş ise daha önce kazanılmıştır. *** STÊRKA CIWAN G Ü N C E L DEVLET GÜDÜMÜNDE OLMAYAN GÜÇ ANTİ-FAŞİST GÜÇTÜR Serhad DENİZ “Ultra militarist TC devleti, zorunlu askerlik kurallarını en katı biçimde uygulayan devletlerin başında geliyor. Böylesi bir uygulamanın da en değme antidemokratik bir ülkede olacağını tüm dünya biliyor. ‘Her Türk asker doğar’ narasıyla neredeyse toplumda ki gençlerin tümüne ölüm zorla dayatılmaktadır” Özellikle TC devletinin kullandığı, kaba saba ve bir o kadar da klasik ve insanlık dışı bir politika vardı; ‘iti ite kırdırma!’ Yıllarca Kürdistan topraklarında bu insan dışılığı uyguladılar. Temel politika en asgari düzeyde her türlü asimilasyon olarak zaten reva görülmüş. Geriye kalan iş, devletin uzandığı her alanda bunu devreye sokacak yöntemler geliştirmektir. Bahsettiğimiz politika da bunlardan sadece bir tanesidir. Bu çerçevede başta kültürel soykırım olmak üzere, siyasal, ekonomik ve fiziki soykırımların tümü uygulanmaya çalışıldı/çalışılıyor. Elbette bu zulüm oldukça acı verici bir durum. Ancak TC devletinin ne menem bir acziyet içinde olduğunu hemen belirtmek iyi olacak kanımızca. TC öyle bir acziyet içerisindedir ki, yıllar önce uygulayageldiği tüm soykırım politikalarında tam bir iflası yaşamakta ve sadece geçmiş yılların tekrarını yaşatmaya çalışmaktadır. Esasen devlet geleneğinin en eski geçmişini taklit etmeye çalışıyor. Bu nedenle TC derken bir nevi devlet rejimini kastediyoruz. Bunu ta Sümer rahiplerinin toplumdaki gençleri cevheri açıdan sömürüp, güdümlemesine kadar götürebiliriz. Yada pers kralı Dara’nın Med halkını politikaları paralelinde güdümleyip sürüklemeye çalışmasına, Yavuz Selim’in tüm Kürt beyliklerini bir karşı güç olmaktan çıkarıp, yedekleme isteğiyle kendine bağlamasına, Suriye devletinin binlerce-yüzbinlerce Kürt’ü kendine mahkum kılmak amacıyla ‘vatandaşlık’ statüsü vermeyişine ve daha birçok örneğe kadar götürüp dayandıra35 biliriz. Benzeri olaylar tarihin çöp tenekesinde çok yoğunca bulunmaktadır. Bu yöntemlerden biri de –ki üzerinde durmak istediğimiz konu da budur- en başta bahsettiğimiz o kaba saba politikayla bağlantılı olarak Türk ordusu başta olmak üzere Suriye ve İran ordularında ki Kürt gençlerinin Kürdistan özgürlük gerillalarına karşı savaşa sürüklenmesi ve bu da yetmezmiş gibi ‘intihar’ adı altında öldürülmesidir. Ultra militarist TC devleti, zorunlu askerlik kurallarını en katı biçimde uygulayan devletlerin başında geliyor. Böylesi bir uygulamanın da en değme antidemokratik bir ülkede olacağını tüm dünya biliyor. ‘Her Türk asker doğar’ narasıyla neredeyse toplumda ki gençlerin tümüne ölüm zorla dayatılmaktadır. Bu sloganın aksine Türkiye’de askerliğe götürülen gençlerin hepsi ‘Türk’ değil. Özellikle bu beladan kurtulan Kürt genci sayısı azdır, Onlar da askerlik yaşı olarak belirlenen 20’den önce gerilla saflarına katılanlardan oluşmaktadır. Yoksa mümkün değil kurtuluş. Sorunun temel kaynağı belki zorla askerlik yaptırmadır ama Kürt gençlerinin başına gelecekler esas askere alındıktan sonra başlar. Özel savaş konseptinin maksimum düzeyde uygulandığı yıllarda askere alınan Kürt gençlerinin üzerinde çok kirli politikalar dönüyordu. Koşulların en ağır olduğu alanlara gönderilme, askerlik süresince en aşağılayıcı işte görevlendirilme, dayak, hakaret ve gerillalara karşı savaştırılma bunlardan sadece bir kaçıydı. Bu yöntemlerle başarı elde edemediği takdirde ise karanlık bir Tebax 2010 STÊRKA CIWAN senaryo ile öldürme. Bu apaçık bir biçimde ölümle terbiye etme politikasıdır. Peki, bir insan askerlik gibi hayati riskleri olan bir işe girişmişken neden öldürülür. Bunun mantıkla izahı güçtür. Yani bu olaylar yaşandığında sebebini gerekçesini ararken, mantık bir arama yöntemi olmaktan çıkar. İş tamamen ideolojik bir yönelim sonucunda gerçekleşmiştir çünkü. İdeolojik bir yönelim olduğunu nereden biliyoruz diye sorulabilir. Son zamanlarda bu eskinin kirli savaş politikasıyla öldürülen ya da namı diğer ‘intihar’ eden onlarca askerden Kürt olmayan var mıydı. Yoktu tabiî ki. Hepsi Kürdistanlı pırıl pırıl gençlerdi. Kiminin ailesinde yurtseverlik ve partililik vardır, kimisinin kendi kimliği yurtseverdir. Ama bunlar tek başına bu ölümlerin sebebi olamaz. Kürt halkına karşı fiziki bir soykırımdan bahsederken bir toplu katliam politikasından bahsederken, tutup ta bu ölümleri bu dar çerçevede ele alamayız. Hiç kuşku yok ki bu gençlerin tek ölüm sebebi Kürt olmalarıdır. Son dönemlerde dikkat edilirse bu karanlık ölümlerde ciddi bir artış var. Rêber APO da bu süreci değerlendirirken, halka karşı fiziki bir soykırımın olası durumlarından bahsetmişti. Bu ölümler de değindiğimiz gibi Kürt halkına reva görülen fiziki soykırımın bir parçasıdır. Ulaştığımız sonuç Kürt halkının artık ciddi bir biçimde saldırıya uğruyor olmasıdır. Yani Rêber APO’nun değindiği fiziki soykırım şu haliyle son hızla uygulanmaktadır. Anaların gözyaşlarından nemalanan askeri faşist diktatörya, savaş halinde başaramadığını kendi içine alarak, boğarak ve son derece reva bir biçimde yapmaya/başarmaya çalışmaktadır. Kendi içinde yapmaya çalıştığını aynı paramiliter güçlerle Kürdistan’ın her yerine de yaymaya çalışmaktadır. İşte sınır yerleşkelerinde vurmalardan tutalım da okullarda tecavüz-taciz olayTebax 2010 larına, özgürlük gerillalarının kılığına girerek kirlilik yaratmadan tutalım da en demokratik bir eylemde herkesin gözü önünde infazlara kadar bu politikayı yaymaya çalışarak başarı elde etme gayreti içerisindedirler. Zulme karşı ne yapmalı ve bu zulüm nasıl durdurulmalı Yıllarca hatta yüzyıllarca uygulana gelmiş bu zulme karşı ne yapılmalı ve bu zulüm nasıl durdurulmalı. Hiç kuşku yok ki toplumsal duyarlılığın geliştiği oranda bu gidişata dur denilebilir. Bunun da çeşitli yol ve yöntemleri vardır. Genel anlamda örgütlü halkın karşısında hiçbir gücün duramayacağını biliyoruz. Demek ki her şeyden önce örgütlü olmak şart. Şu süreçte çok ağır geçebilecek bir savaşın eşiğinde bulunuyor olabiliriz. Bu nedenle örgütlü olmakla birlikte, köylerden şehirlere tüm yerleşim alanları kendi güvenliğini sağlama gibi bir sorumlulukla karşı karşıyadır ve bu durum son derece hayatidir. Okullarda gelişen saldırı dalgasına karşı öz savunma bilinciyle sıkı sıkıya örgütlenilmeli ve bu konsept boşa çıkarılmalıdır. Bununla birlikte, zorla askere alınmalara karşı çok ciddi toplu refleksler göstererek, gerekirse total red hakkını kullanarak vatandaşlıktan dahi çıkılabilir. En başta da belirttiğimiz gibi devletlerin temel özelliği toplumdaki en aktif güç odaklarını güdümüne alarak kendi içinde eritmeye çalışmaktır. Tersi bir durum geliştiğinde ise aynı odağın üzerine en değme barbarca yöntemlerle saldırmakta ve bertaraf etmektir. Yani askerlikteki öldürülmeler de, sokak ortasında açık infazlar da bu politikaların sonucudur. Devletin acziyetinin ne düzeyde olduğunu böylece daha net görmüş oluyoruz. Çünkü bir yerde infaz edilme varsa orada çok ciddi bir direniş, bir 36 karşı koyuş vardır. Esasen bu asker ölümlerine, bir karşı koyuş tanımı yapılabilir ancak çok geç kalınmış bir karşı koyuştur. Oligarşik, diktatöryal, faşist bir askeri rejimin bir gün bile mensubu olmak, insanlık değerlerinden birçok şey kaybetmek demektir. Üstüne üstlük insan kanına girmenin büyük bir maharet olarak öğretildiği bir ideoloji! Nerden tutsan elinde kalır cinsten olan bu durumun giderilmesi bugün itibariyle başta devrimci demokratik gençlik öncülüklerinin ve tüm toplumun bir görevi haline gelmiştir. Burada özellikle Kürdistanlı anaların üzerine büyük bir yük düşmektedir. Yurt sevgisi ile büyütülecek her çocuk, bahsettiğimiz bu kapana sıkışmaktan kurtulmuş olacaktır, zorla askere götürülmeye karşı koyacaktır. Götürülse dahi teslim olmayıp, direnecektir. Yurt sevgisiyle büyütülmeyen bir gencin ise askerlik zamanı gelip çattığında ve bu illete bulaştığında ölmemek için kraldan daha kralcı kesilecek ve kardeş kanı dökecektir. Bunun onursuzluğun ta kendisi olduğu da ap açıkgözler önündedir. Kürdistan’ın yiğit evlatlarının boş yere faşist Türk, gerici Suriye ve İran ordularında ölümlerine artık dur demenin zamanı gelmiş de geçiyor bile. Tarih artık zulmün hesap verdiği tarihtir. Zalimler ordusuna hesap sormanın tek yolu ise her koşul altında direnmektir. En kötü koşulda zorunlu askerliği ret edip onurluca yaşamanın ve bu hesap sormanın adı bugün Kürdistan Özgürlük Gerillasıdır. Kürdistan özgürlük gerillasının saflarında yer almak bu ölüme ve faşizme karşı koyuşun en realist tanımıdır. Ötesinin çok da çözüm getirmediğini onca deney ve tecrübeden biliyoruz. Kürdistan özgürlük Hareketinin ideolojik darbelerinden dolayı ölümle pençeleşen devlet ideolojisine atılacak her tokat, halklar adına alınacak intikamın ta kendisidir. STÊRKA CIWAN G E R R İ L L A KARDELEN YÜREKLİLERE Gulan BOTAN “İşte ilkbahar karanlığın ortasında 4 Nisan’da açılmış çiçekler. Mevsim tanımıyor. Yaralı bir kuş değil özgürlüğün melodisi. Oysa nice yıllar geçti her anı başka bir deprem. Öldü denildiği yerde gittikçe savaş olan türkülerle düştük düşlerin peşine. Korkusuz aç-susuz olsak da dikenli yollarda yalınayak cesaretlice. Artık bir kurşun yağmuruyuz gecelere karşı. Ne açlık – ne zulüm – ne de kan susturamaz bu yürekleri” Eğer bir insan yaşamın yüzünde aşkı bulamıyor ve duvarlara çarparcasına kendine dönüp duruyorsa ardından da lallaşıyorsa, bu insanla yaşam arasında yüz değil binlerce uçurum yelken açmıştır. Hele de inancı bir gemide yanarken o izliyorsa yaşamın güzelliğine yabancıdır gözleri. Oysa baharların kavgası sözleriyle buluştu, nasıl da bağımsız rüzgârlar gibi esip duruyor tüm düşlerde. İnancın ikiz kardeşiydi tutku ve güzellikti umutların güzel yüzü. Baharın yüzünü süsler kardelenler kavgayla, düşler için. İklimin sınırını tanımayan bir badem çiçeği takılır çağlayanların saçına, saçlarında ilkbaharla gülen toprağın gözleri sevince çalar. İnancın sıcak akışında bulur tutkuyu, korkuyla boğsalar da zamanı. Kaç kez amansız bir şekilde bastırıldı isyanlarımız bilinmez ya da verili sistemin tutanakları bile bunu hesaplamaya yetmez. Kendi inancı ve tutkusu en önemlisi de umutlarıyla buluşmaya giden her insanı binlerce kez bir cüzzamlı gibi ölüm damgalarıyla attılar düşsüz karanlık gecelerin koynuna. Oysa biz kulaklarımızda fısıltısı kalan o güzel masallar için büyümek ve büyütmek istedik. Yine eğer bedenimiz depremlerde uykularımız bölünüyorsa bitmedi o güzel öykülerin kavgası ve sürecek de. Güneşli ve nehirlerin yeşil çimlere karıştığı sözcüklerle başlardı o güzel düşlerin yürüyüşü işte o ilk sözcüklerde baharda yaşama durmalıydı yüzümüzdeki sevincin dalgaları. Gözlerimizi yaşama açan o ilk nehirlerden beri uzak da olsa suyun yatağı olmuştu düşlerimiz. 37 Kulaklarımıza sinmişti o türkülerin tutkuları, aynı sesten aynı yürekten çıkan bir umudun notaları gibi yakınımızda çok yakınımızda yeniden yükseldi o nağmeler. Gençliğimiz dört yandan yağmalanıp inkar edilirken bir 4 Nisan gününde yeniden anlam deryasına açıldı kapılar. Tüm çağların karlarına inat yüzünü güneşe çevirirdi kardelenler. Bedenimiz ve düşlerimiz yağmura hasret çorak çöller gibiydi ve yangınları çağırıyordu tüm bulutları. Sonra anladık ki genç kadın bedenimizle o yaşama sancılı doğumlarımızla baharın özgürlük rüzgarı çağıyor bizi. Biz mevsimlere aldandıysak da susmadı kulaklarımızda zamanı delen özgürlüğün sözleri. Sonra anladık ki 4 Nisan’da can bulan özgür zamanın tüm aldatan korkulu aynalarını parçalıyor. Tüm bunlara rağmen sistemin sınır tanımayan düş talanlarının yanı sıra genç kadınların hepsi coğrafya sınırı tanımadan saldırılarla karşı karşıya kalıyorlar. Sistemin hiçbir şiiri onları anlatmıyor, türküleri yaşama çağıran bir melodiye dönüşmüyordu. Ölümün ve intiharın bin bir versiyonunu bir yaşam alanı gibi her gün yeniden sundular genç kadınlara. Ama sistemler şunu unuttu, 4 Nisan’da yeniden can bulan düşler henüz bu bedenlere genç düşlere elveda demediler. Tarihten günümüze akan o kavganın güzelliği bitmedi ve bitmeyecek. Her gün teslim bayraklarını yükseltmemiz ve kendi halkımıza karşı ajan olmamız için irademiz dışında teslim bayrakları kaldırılmaya çalışılırken yeniden ayaklandı özgürlüğün düşleri. Tebax 2010 STÊRKA CIWAN Önce tohumdu çiçekler sonra Ölüm dediğiniz ne ki, gözümüzde hainler kadar küçük, zafer inancımız açılmak için birer tomurcuğa dönüşür ise ölümsüzleşen ölümler kadar büyük cemrenin açtığı yollarla. Bütün tomurBu karanlık savaşların içinde kavgaya Artık genç kadınların hepsi biliyor cuklar açılmak için biraz rüzgar, yağmur durur bir avuç yiğit, bir buket kır cehennemi cennete, baharın coşkun ve güneş beklerler. Erken yağan çiçeği. Karanlık sokakları yaran sularında akış bulan özgürlüğün tür- yağmurlar amansız bir şekilde tomurçığlıkları özgürlüğün nehirlerine yol küsüyle bağlayacaklar. Yine tüm cuğun açılmadan ölümüne neden olaalırken sistemin yüzüne “ölüm de- sistemlerin inkar ve imha siyasetle- bildiği gibi zamanında güneşle bütündiğiniz ne ki, gözümüzde hainler rine karşı tüm zihinsel tecavüzlere leşemeyen tomurcuk daha sonra çükadar küçük, zafer inancımız ise karşı çorak çöller gibi çağırıyoruz rüyerek ağır bir ölümün koynuna düşer ölümsüzleşen ölümler kadar büyük” yağmuru, yanan ellerimizle. Bili- dipsiz bir kuyuya düşercesine. Geçmişi olmayan hiçbir insanın yine sesleri titremeden “soğuğun yoruz artık her genç kadının işlemez yapraklarımıza biz ki karları yüreğinde geceyi delip düşlerin son- yaşamı ve geleceği sağlıklı değildir. O insan nerden geldiğini bilmediği deleniz” sistemlerin kucaklayamadığı suzluğuna yol alan bir umut var. gibi nereye gideceğini de bilmez. O genç kadınlar binlerce ihanet çirkişi sadece geçmişten aldığı ağır yükleri kinliğinde bir avuç direnişçi güzeligeleceğe karanlık bir yük olarak dirler. Hiçbir şey daha bitmedi zabıraktığı yetmiyormuş gibi bir de manın karanlık korkulu yüzüne güağırlaştırır yükleri. Sağırlığı, körlüğü lerek yürüyorlar. Yüreklerinin onun ne yaşadığını söyletmez ona ne karartılıp her gün yeniden pazarlarda de geleceğe devrettiği yükleri. Ama aşklarının satıldığı sistemleri parçakorkular terk etmişse benlikleri bahara layarak akıyorlar baharlara. gebedir suskun bütün diller. Zaman Zamanın karanlıklara boğduğu kapıdaysa güneşe dönmeli yüzünü büyaşamlarının en olmaz yerinden günleri tün tomurcuklar ve eğer zamanıysa şiirlerle ufuklara yükselttiler. Zamanını yüzünü özgürlüğe dönmeli tüm genç bekleyen tomurcuklar gibi rüzgârlarını kadınlar. 4 Nisan’da yükselen özgürbeklerken inançla yoğurdular düşlerini. lüğün melodisi gözkapaklarınızın İşte tarihin tekerrür eden şiddet kokan ardında hemen yanı başınızda. Eğer iğrenç yüzüne karşı 4 Nisa’nın özgürlük siz de soğuğa karşı kardelen iseniz rüzgârıyla buluşmaya kapı açmış genç tüm meydanlar ve dağlar kucaklamak kadınlar. İşte bu umut yüzünden vu- İşte ilkbahar karanlığın ortasında için sizi bekliyor. Çünkü 4 Nisan’da rulmuşuz dünyanın her yerinde ve an- 4 Nisanda açılmış çiçekler sadece bir insan doğmadı yıllardır ladık ki biz tomurcuk isek yağmurlar Mevsim tanımıyor hatta çağlardır uyuyan düşlerimiz bizi güneşle buluşturmak için kapımıza Yaralı bir kuş değil uyandı. Kangren olmuş bedenimiz yedayanmış. Özgürlüğün melodisi niden can buldu. Sistemin tüm Genç kadın yüreği ölümlere karşı Oysa nice yıllar geçti saldırılarına karşı bize düşlerimiz veren sokaklarda, duvarların arasında, ölüm Her anı başka bir deprem insana çevirelim yüzümüzü. O özgürmeydanlarında, idam sehpalarında öz- Öldü denildiği yerde leşirken özgürleştirdi biz de özgürgürlüğün türküleriyle direnirler. O Gittikçe savaş olan türkülerle leşmek için özgürleştirme savaşlarına türküler ki sistemleri sağır ederken Düştük düşlerin peşine korkusuz korkusuzca soyunalım. Özellikle o sistemler sormadan edemedi bu “hangi sistemlerin çok korktuğu genç kadın inancın sesidir” “beynimi parçalarken Aç-susuz olsak da yüreğimizle baharın yatağına sığmayan ordularımı korkutan fısıltılar” Doğan Dikenli yollarda yalınayak suları olalım. güneşi kardeş bildik, akan suyu yoldaş, cesaretlice Artık bir kurşun yağmuruyuz Türküler bekler seslerinizi ve mutluluğa sürdük atlarımızı sınırsız Özgürlük rüzgârı yelkenlerinizi. özlemlerle. 4 Nisan’la bize yüzünü gecelere karşı gösteren inancın ve umudun her anı Ne açlık – ne zulüm – ne de kan susturamaz bu yürekleri *** bizim için yüz yıl gibidir. Tebax 2010 38 STÊRKA CIWAN G E R İ L L A D A N İNTİKAM Pale MARDİN “Düşman: ‘Teröristlerin dün gece saat 21 dolaylarında Mardin özel Harekât komutanlığına ait iki aracı pusuya koyup, 15 özel tim elemanının şehit, 14’nün ise yaralı olduğu’ şeklinde basına yansıtmıştı. Bu sonuç halkı coşturmuştu. ‘Gerilla halkın intikamını aldı,’ deniliyordu” Bir cellât topluluğu tartışılıyordu. Kan kusuyordu. Halk anlata anlata bitiremiyordu. Başı yarılmış gençler, sırtı zarar gürmüş yaşlılar, tacize uğramış genç kızlar hep birlikte aynı şeyi anlatıyordu. Oraya girdi mi artık normalliği bozulmuş, yaşamın gerisinde aksak aksak yürüyen bir insan haline geliyorlardı. Etrafı bol ışık ile aydınlatılmış binalar içinde yaşayan bu cellâtlar, Mardin’in kadim tasnifi içinde yabancı konuklar gibi duruyordu. Panzerleri vardı. Ara sıra bir buçuk denilen dizel dolmuşlar içinde köylere iniyor, kafalarına aldıklarını alıp Mardin’e götürüyorlardı. ‘92 yılının Temmuz ayıydı. Ara sıra Nusaybin ve Kızıltepe şehir merkezinde insanlar vuruluyor, bir korku dalgası yaydırılmak isteniliyordu. Kızıltepe’nin Zergan suyu dolaylarında Serhildan isminde bir gerilla tartışılıyordu. Cesaretliydi. Kimine göre ikinci Sabri-Mehmet Emin Aslan- idi. O gerilla birliğini alıp bu cellâtların kaldığı yeri basmıştı. Kadim Mardin, BKC mermilerinin altında duruyor, akşam ışıkları izli mermilerinin altında özgürlüğe tezat bir şekilde sabitliğe mahkûmdu. Mermiler yıldız kayar gibi Mardin ovasının üstüne doğru kayıyor, semada kayboluyordu. Bin yılların sabitliğine sıkılmış gibi bir hava veren bu görüntüler içindeki mermiler, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının dolaylı habercileriydi. Ne oldu? Kaç kişi öldü? Öğrenemedik, ama bu olay bir şeyleri canlandırmıştı. Yaşlılar bunu anlatıyordu. Onlara göre ağır makineli 39 bir tüfek çalışmıştı. Onların İngilizi ya da Kemal’i dedikleri silahlarına benzemiyordu. O topraklar ok ve yayın unutulduğu yıllardan bu yana ilk defa böyle bir silaha tanık oluyordu. Uzun zamanların geçtiği o eski dağlar gittikçe gevrekleşip, arkozlaşan bir kayaç gibi durup dizlerinde oturmuşçasına sere serpe duran ova bir yerde bu mavzerlerin de tarihi oluyordu. Aşinalık o kadardı. Okların dökümünü yapan potalar unutulmuş, yerlerine Kırıkkale denilen şehir ile sınır altındaki Arap ellerinden getirilen tüfekler almıştı. O zamanlara kadar ovada onlar çalışmıştı. Dağın kalbinden gelip ovaya inen derecikler içinde ilerleyen kaçakçı ya da eşkiyalar ara sıra pusuya girmiş, bu silahları çalıştırmıştı. Her dere adeta bir eşkıya kokardı. Bazen yağmura doymayan bir bahar gününde, kırmızı toprağın bir yapıştırıcı haline geldiği bir gecede ova geçiliyor, sabaha doğru eski dost denilen bir kişinin kıraç yerde duran evinde sabahlanılıyordu. İşte, o bildik Xurs tütünü sarılarak ciğere çekilen anlar ardından ya Bitlis ya Van ya da Silvan ellerine ilerlenecek, bu öyküleri çok sonraları Serhatlı Şakiro anlatacaktı. O zamanlar yavaş yavaş aşılıyordu. Sarı bir bakır koninin başına yerleştirilen beyaz kurşunlar toplamından oluşan çapraz mermi yuvalıkları içine, tane tane mermiler yerleştiriliyordu. Her biri onların bir çocuğu gibiydi, ama bu anlatılan silah bu nostaljiyi aşmış geride bırakmıştı. Anlatılan silahın şeridi vardı. Askeri branda rengine Tebax 2010 STÊRKA CIWAN benzeyen renkleri ile yüz iki yüz mermiden oluşan zincirleri bele sarılıyor ya da çantaya konuluyordu. Bunun ismi BKC idi. Bizde çok fazla bir serzenişe neden olmayan bu değişim, bu yaşlıların bütün dünyasını adeta yerle bir etmişti. Bir silahın ayrıntısı niye bu insanlar için bu kadar önemliydi? Ya anlattıkları şeyler… Bizim için bir muamma olmayan bu şey, onlarda bir şeyler değiştirmişti. Baktıkları yön değişmiş, yabancı gelen bir şey ile karşı karşıya kalmışlardı. Onlara göre bunlar devletlerin silahıydı. Yani, artık o eski eşkiyalık çağı kapanmıştı. Batı icadı dedikleri bu metal silahların yerini Rusya’da yapılan bir silah almıştı. Baktıkları yön değişmişti. Ural Altay denilen yerlerde yapılan bu silah her şeye meydan okuyordu. Gevrek bir demir, cam boya olmayan bir biçim ile kartal görünüşü veren bu demir, hacminden on kat bir etkiye sahipti. El sanatı demir işini andıran beşli tüfeklerden çok daha karmaşık olan bu silah, aslında yaşlıları bir yerlerinden yenmişti. İşte, Mardin semalarında uçuşan o mermiler bu kadar ilginç bir hava yaratmıştı. Tebax 2010 Bagok arkadaşın yaşlılarla silah üzerine tartışması ve inadı Cellâtlar, bu eylemden sonra daha fazla azmıştı. Yaptıkları işkencelerin sayısı artmış, insanları daha fazla incitiyorlardı. Bu hava sürüp giderken Botan diyarlarından bir arkadaş eyalete gelmişti. İsmi Bagok’tu. Gürine köyündendi. Üç dört yıl Botan’da kalmıştı. Boyu kısa, kemikleri kalın, esmer tenli bir yapısı vardı. Latin Amerikalılara benziyordu. Kolunda Rus markalı bir keleş ile kırklık denilen şarjör silahına takılıydı. Şarjör kırmızıydı. Üstünde bir yıldız vardı. Anlatıldığı kadarıyla bu şarjörler Rusya’nın kızıl ordusun kullandığı şarjörlermiş. O ünlü kızıl ordu ile Fildişinden şarjör yapıldığını da o zaman öğrenmiştim. Silahlar mantık olarak aynı motif taşıyordu. Ceviz ağacı verniklenerek verilmiş bir biçim ile silah demirine monte edilmişti. Ya dipçik ya da kabzalar bu ağaçlardan yapılmaydı. Renk kahve, sarı bir karışımdan oluşup, siyah demire uyuyordu. Mermilerde öyleydi. Artık yavaş yavaş Saddam, Alman Rus ve Macar mermilerini de ayırt edebiliyor, 40 hangisi daha iyidir? Rahat karar verebiliyorduk. Rusların muhteşemdi. Hiçbir denemede çürük çıkmıyor, sesleri onları ayırt edebiliyordu. Rusların bu silahları birbirini tamamlıyordu. El yerleri her nedense aynı rengi çağrıştırıyordu. Kızıl denilen bir renk her silahlarında göze çarpıyordu. Kasatura kabzası bile aynı rengi taşıyan bir plastikten yapılmıştı. Sol dediğimiz insanların yaptıkları silahlar kızıl bir motif almış, bu insanlar bu kızıl rengini sevmişlerdi. Bagok arkadaş, bir Rus koleksiyonu gibi roket dışında birçok silah taşıyordu. Silahlar üzerine yaşlılarla tartışıyor, bütün gündemi bu silahlar alıyordu. “Sizin bu BKC dışında hiçbir silah bu beşlilerimizin yerini tutamaz” diyen yaşlılar yılların getirdiği alışkanlıklarından vazgeçmek istemiyor, kendilerini bu tarzda savunuyorlardı. Keleş ile beşli tüfeğini karşılaştıran yaşlılar birçok silahı daha görmemişlerdi. Onların Karnas diye bir silahtan haberleri yoktu. Beşlinin ne kadar fazla gittiğini, tankı bile delebileceğini anlatıyor, abartarak üstte çıkmak istiyorlardı. Tam o anda, Bagok arkadaş Karnas silahından bahsediyordu. Beşli tüfeğinin dürbünlü hali, beşli tüfeğinin yarı otomatik hali deyip, bin metrede insanın alnından vurabilir deyince anlatılanlar karşısında yaşlılar işin gerisinde kaldığını bilseler de geri adım atmak istemiyorlardı. Nihayetinde bu yaşlılar en son “biz gözümüzle görmesek inanmayız” demiş, işi pratiğe dökmüşlerdi. Bu yaşlıları inandırmak için bir eylem gerekli diyecek kadar işi ileri götürmüş olan Bagok arkadaş, aklına bunu yapmak girmişti. Hazırlıklara başlamıştık. Dara köyü denilen yer ile Aydere (Kürdise) köyünün ortasına düşen bir yerdeydik. Güzel bir yerdi. Dara anlatılmak ile bitmez. Bahçeleri için ise bir ressam STÊRKA CIWAN gözü gerekli denilecek kadar gözleri tahrik eden bir güzelliğe sahipti. Nusaybin’e yakınlardı ancak Mardin merkeze bağlı köyler idi. Kocaman iki dağ arasında bulunan bir vadide akan suyun iki kenarı tarla ve bahçe ekilerek yapılan o yerler, gerçekten de görmeye değerdi. Bir iğne ucu kadar zor gözüken güneş ışınları ağaç dallarından geçemiyor, mazot mavisi sular basamak basamak aşağıya doğru akıyordu. Görüntüye eklenen Ceviz, incir, nar ve en son kayısı ağaçları kuşak kuşak dizilmiş, güzelliğe ayrıca bir güzellik katıyordu. Derenin iki kenarında da yapılmış kanallar coşarak akıyordu. Ağaçların seyrekleştiği yerlerde gürbüz gürbüz fasulye asmalıkları yükselmiş, kare şeklinde ekilen domates vb. sebzeler içinde enfes bir koku yayılıyordu. Sabahın ilk saatlerinde ateş yakmadan durulmuyor, insanın içini sızlatan nemli bir soğukluk ile kalkıyorduk. Kayısı zamanıydı. Bal bal sarılaşan kayısılar yeşil yapraklar içinde yenmeye hazır duruyordu. Hormon diye bir şeyin duyulmadığı o zamanlarda organik sebzelerin ilk kuşağı olgunlaşmış, kırmızı, yeşil renkler ile domates ve biberler göze çarpıyordu. Salatalık ve kabaktan ise geçilmiyordu. Araba yolu yakınımız-dan geçiyordu. Ara sıra horoz ve ineklerin sesine dolmuş sesleri karışıyor, halk sebzelerini toplayıp Nusaybin ilçesine götürmek için dolmuşlara yüklüyordu. Kulaktan duysak da bunu yaptıkları belli olduğu bir aşinalık içinde duruyor, onların günlük yaşam biçimlerini tahmin ediyorduk. Kürdise köyü yurtsever bir köydü. Birkaç ay önce serhildan olmuş, birkaç köylü şehit düşmüştü. Mardin’in o bilinen büyük köylerinden bir tanesi olup Savur’daki Dengıza köyüne benziyordu. Çok insanı saflara katılmış, gerilla olmuştu. Burası da bu timlerden nasibini almış, onlarcası işkence görmüştü. Bir aile vardı ki erkekleri toptan dağa çıkmış, birisi şehit diğeri ise üzerinde durduğumuz derenin kaç dakika aşağısında bulunan bir şelaleden atılmış, arkasından birkaç el bombası ile orada bulunan askerlerin hepsi ateş etmişti. Öldüğü sanılırken yara almadan bize katılmıştı. Başka bir kardeşleri de Bagok ile Omerya arasında kuryelik yapıyordu. Bu da en küçük kardeşi ile bir sene sonra Sere Kaniye denilen yerde şehit olacaktı. Baba Mardin özel harekâttan işkence görmüş, bazen o da o timleri anlatıyordu. Sözün kısası o timlerden işkence görmemiş bir Mardinli kalmamış gibiydi. Bu süreçte bütün eyalet güçleri bunların peşine takılmış, alınan her türlü istihbarat anında değerlendiriliyordu. Şehirde bunları vurmak, sonuç almak zordu. Serhildan arkadaşın eyleminden sonra bu taktik bırakılmıştı. Yeni 4 BKC 2 RPG-7 ile 1 tane ARP 2 silahlarla eylem hazırlığı Bagok arkadaş hazırlıklı olmalıydı. Bizimle yaptığı tartışma şöyle idi: Nusaybin-Mardin arasında bulunan Tilkitepe yakınlarında ipek yolunu keseceğimizi, üç noktada arkadaşların bizi beklediğini, ağırlıkta milislerin olduğunu söyledi. Yol kesilecek iki yerde de çapraz pusu atılacaktı. Biz buna yengeç ısırması diyorduk. Yani hedefi iki pençe arasına koyma, iki ters yerden vurma, şoke etme anlamına geliyordu. Bu tür pusularda düşmanın kurtulması mümkün değildi. Aynı günün akşama doğru evirilen saatlerinde bir grup arkadaş daha geldi. Yükleri sadece cephaneydi. Dört BKC, iki RPG 7 ile bir tane ARP 2 silahını getirmişlerdi. Ay biçiminin arşe gibi gözüken görüntüsü mavi sema içinde apak apak olmuş, 41 yeryüzüne sanki gülüyordu. Yönetim düzenleme ile uğraşırken biz silahlara bakıyor, bizi uzun yıllar içine çekecek savaşta bu silahlarla alın yazgımızı düşünüyorduk. Yepyeniydiler. Fabrikadan yeni çıkmış gibi parlayan demirleri bizimle yol arkadaşlığı yapacaklardı. Simsiyahtılar. Karayılan denilen BKC’ye bir ressam güzüyle bakılmasa da ölüm için hazırlanan bu metal parçası, amacı dışında güzel bir görüntü veriyordu. Savunma içinde kullanılan bu silah zaten bir savunma silahı idi. Düğünlerde aşina olduğmuz silah sesi, zılgıt, davul ve zurna kenarında patladığı zaman kafamızın bir yerinde ölüm dışında bir yaşam sunan bir yerde bırakmıştı. Bizim halkın böylesi bir kültürü vardı. En güzel kadınların, en güzel sesleri ile çıkarttığı zılgıtlara eşlik eden silah sesleri damağımızın bir yerlerinde kalmıştı. Eylemler de zaten onun gibi oluyor, öyle algılıyorduk. Tarihi eski olmalıydı. Ama kadın, silah ve yaşamın iç içe geçip, harmanlaşmış bir kültürden geliyorduk. İşte, bu BKC bütün silahlar arasında gerillanın âşık olduğu bir silahtı. Patladı mı kalbiniz çarpıyor, kendinizi bir halayın içinde hissediyordunuz. Bazen baka baka doyamıyor, ne güzel yapılmış diye düşünüyorduk. Kulaklarımıza aşina olan bir söze göre Rusya’da birçok silahın mimarı kadınların olmasıydı. Rusya’yı, sosyalizmi, ezilenleri savunacağına; özgürleştirebileceğine inandıkları için yapmışlardı. Velhasıl bütün bu külliyat sahibi şey, önümüzde duruyordu. Kısa bir zaman sonra harekete geçtik. Bahçelerin kenarından sessizce ilerledik. Gün bir sarmal gibi geceye eviriliyor, güne serpişen canlılar gecenin kanunu olan atalete geri dönüyordu. İnsanlar köylerine, diğer hayvanlar ise her nerede kalıyorlarsa oraya doğru ilerliyor, havayı yararak Tebax 2010 STÊRKA CIWAN çıkarttıkları seslerle güne veda ediyordu. Cırcır böcekleri daha yeni yeni ses çıkartmaya başlamış, kekik otu ile kirecimsi kayaların olduğu yerlerde adeta coşuyordu. Dara köyüne yavaş yavaş yakınlaşmıştık. Çevresi harman dolmuş köyün kenarında gecenin karanlığından faydalanan eşekler karınlarını doyurup, bunu zırlama ile kutluyordu. Dara gerçekten de çok canlı bir köydü. Bu köy için çok şey anlatılır. Dara Fıla ve Dara Mıslımana olarak iki semtten oluşan köyün ortasından su geçiyordu. Eski Dara, tarihi bir belge gibi eserleri ile geceye meydan okuyordu. Orta çağ şatoları gibi duran evleri hala dimdik ayakta duruyor, yeni yetme evlere taş çıkartıyordu. Köyü sessizce geçip ovaya girdik. Saman ve mercimek artıklarının kokusunu alıyor, dağ ve ova arasındaki farkı hissediyorduk. Boz bir görüntü veren ova, insanın kendini çıplakmış gibi hissetmesine neden oluyor, insanı adeta silahsız bırakıyordu. Nırç, nırç, nırç! Seslerine aynı cevap veren bir karşılık ardından topraktan çıkar gibi karanlık suretler kalkıyor, bize eşlik ediyordu. Üç grup aynı biçimde bize katılmış, sayımız kırkı bulmuştu. As- Tebax 2010 falta yakınlaşmıştık. Araları yüz metreyi zor bulan bir aralıkta araçlar geçiyor, Irak’a mazot için gidip mazot taşıyan kamyonların sesleri her şeyi bastırıyordu. Asfalt Suriye sınırına çok yakındı. Sınırın karşı tarafında duran Amudi şehrini ilk kez bu yakınlıkta görüyordum. Bir kamyonun durdurulması ile başlamıştı eylem Bagok arkadaş yerinde durmuyor, kâh birliğin başına kâh gerisine koşuyor; bir şeylerle uğraştığı belli oluyordu. Bize yakınlaştığı anda bazı arkadaşların tim şeklinde ayrıldığını gördük. Demek oluyordu ki eylem yerindeydik. Sekiz gerilla dışında geriye kalanların hepsi milisti. Menal arkadaş, daha bir yılı tam dolmamışken birim komutanı olmuştu. Menal arkadaş, üç milis ve Çektar arkadaş ile birlikte yol başına giderken; Kawa arkadaş asfaltın diğer tarafına geçip, çapraz pusunun diğer karşı ucuna; Hogır arkadaş, Nusaybin tarafına geçip, normal pusunun başına; Bagok arkadaş ise hem koordine hem de Kawa arkadaşın pusu attığı yerin bizim tarafına düşen yerinde 42 kaldı. Yani çapraz pusunun karşı ucunda yer aldı. Diğerleri de geriye kalan arkadaşlar ve milislerden oluşuyordu. Bir kamyonun durdurulması ile eylem başlamıştı. İpek yolu, herhalde Kürdistan’daki en işlek karayoluydu. Bu yoldan bütün dünya geçiyordu, denilse abartma olmayacaktı. Arabalar katlana katlana çoğalıyordu. Bu tarzda devam eden eylem sürdü. Halk coşmuştu. Zaten kamyonların büyük bir bölümü Mardin ovası, Kızıltepe ovası ile Amed ovasındaki insanlarımızın kamyonlarıydı. Onları şaşırtan şey, böylesi bir ovada yolun kesilmesiydi. Sınıra sıfır nokta gibi bir yerden geçen asfalt karakolların ortasında kesilmişti. Tilkitepe, Kemalye ve Kesrıke karakolları çok yakındı. Kamyon ve diğer arabaların oluşturduğu konvoyun arkası Nusaybin şehir merkezine yanaşmış hata geçmişti. Nusaybin sakinleri ne oluyor dediğinde gerilla yol kesmiş, deniliyormuş. Eylem sonrası öğrendiğimiz şey, Çektar arkadaş kamyonun şoför mahallesinin kapısını açarken diğer kapıyı da asker açmaya çalışıyormuş. Dilden dile dolaşan şey şoförün tavrıymış, demiş ki “şimdiye kadar bu kapıyı asker açtı ama bu sefer ben kapıyı askere değil, gerillaya açtım.” İşte eylem sonrası duyacağımız şey bu olacaktı. O an bir gerginlik başlamıştı. Biz kamyon ve Çektar arkadaşlara bakarken, Mardin tarafından iki tane beyaz renkli dolmuş Çektar arkadaşa yakınlaşıyordu. Çektar arkadaşın elinin kalkması ile silah sesi bir anda geldi. Keskin bir sesti. M-16 sesine benziyordu. Dolmuş hareket halindeyken ateş açılmış, silah arabanın penceresinden çıkartılmıştı. Düşman sivil dolmuşa binmiş, bizi yanıltmak istemişti. Bagok arkadaş BKC üzerindeydi. Karşı taraf, yani Kawa arkadaşların olduğu yer bizim olduğumuz yerden daha hızlı davrandı. Silah se- STÊRKA CIWAN sinden sonra Çektar arkadaş gözükmüyordu. Telsizlerin olmadığı o zamanlar böylesi bir anda yol kesen tim olay yerinden uzaklaşacak, iki ateş altından çıkacaktı. Bunlar eylem öncesi tartışılan şeylerdi. O an ateş etmek gerekiyordu. Ve o oldu. Yaşlılar neredeydi. Gerçi yanımızda da vardılar. Ağır aksak beşliler çalıştı ama bir yaşlı adamın genç curcunası içinde kaybolan sesine benziyordu olgun ve ağır… var mıydı? Tanık sorusuna herhalde kimse bunu sanmıyordu. Kalplerimiz metaldendir diyen onlardı yani araba içinde olan kişilerdi. Metale metal gibi bir yazgıyı yazan yüce şeyler, bu kaç dakikalık zamana belki de o an sırt çevirmişlerdi. Kim bilir… Zaman ve yazgı, kadim Amudi şehrini çevreleyen Şengal ovasında çalışan bu Ural Altay demir toprağı ve kurşunundan yapılan bu metal araçları tanımadığımız eller tarafından bir yere gelmiş, oradan kaçakçılar ve Çekdar arkadaş eylemde hemen en son elimize geçmişlerdi. Ya da hedef olmuş ve şehit düşmüştü halkın eline geçmiş, intikam için bize verilmişti. Tarih belki de intikam Kızıl kordan oluşup, domino alıyordu. Sarsıcıydı, şiddetliydi, taşlarına benzeyip namludan çıkan acımasızdı; kinliydi ve bir o kadar BKC mermileri peynire değen çatal da öfkeliydi bu gece… uçları gibi dolmuşu buluyor, içinde Eylem duyulur duyulmaz karakoladeta dans ediyordu. Uzun bir zaman lardan silah sesleri gelmeye başlamıştı. aç kalmış bir canlının yemek yiyişine Nusaybin tarafını kamyonlar kapatmış, benzeyen BKC yağlanmış mermilere yolu işlevsiz etmişlerdi. Eylem gerdoyamıyor, aldıkça alıyor adeta mi- çekten de çok şiddetli olmuş, BKC desine indiriyordu. Şeritler yetmiyordu. silahlarının üzerinde mermi Dolmuşların tekerlekleri dahi yanıyor- bırakılmamıştı. Bagok arkadaşın tadu. Pencereden sarkan cesetler kapı limatı ile geri çekilme başlamıştı. metaline yapışırken, onlara değen Asfaltın diğer tarafında bulunan Kawa mermiler kalın olan bir öküz derisini arkadaşlar bizim gruba yetişene kadar perçinlemesine benziyordu. kimse yerini bırakmamış, onların yeYengeç iyi ısırıyordu. Kirpinin tişmesini beklemişti. Ardından olası ayaklarını yakalamış, deyim yerinde panzer saldırısını engellemek için ise on köyün katırı zırlamayana kadar Kawa arkadaşla birlikte İsa, Şoreş bu yengeç ısırdığı şeyi bırakmayacaktı. ve iki milis arkadaş bırakılarak, yavaş Yengeçler için yörede öyle deniliyordu. yavaş geri çekilme başlamıştı. BelirIsırdı mı on köyün katırları zırlamak lenmiş olan randevu yerine ulaştığızorundaydı. Katırlar da nadir zırlardı… mızda timden bir arkadaşın eksik Katırlar inat etmişti. Hani derler olduğunu gördük. Anlatıldığına göre ya katır inadı işte bu inat bu akşam ilk atışta Çektar arkadaş vurulmuş, bize denk gelmişti. Mermiler en az şehit düşmüştü. Sivil arabaların içinde bin metre Suriye sınırını geçiyor, askerlerin olduğunu tahmin etmemiş, Amudi şehri üzerinde karanlığa ona göre davranmamıştı. İlk ateş ona karışıyordu. Dolmuşlar siyah beyaz olmuş, şehit düşmüştü. Pusu gruplaolmuş, gerideki ikinci dolmuş alev rının ani atışı ile düşmanın Çektar almıştı. Yengeç hala bırakmıyordu. arkadaşa yakın olmasından kaynaklı Uzayda kesişen ışınlar gibi mermiler cenazesi alınamamış, olay yerinde birbirini kesişiyor, bu iki metal araç bırakılmıştı. O andan itibaren yapılaiçinde kayboluyordu. İçinde canlı cak bir şey yoktu. 43 Gerilla, bu eylemle halkın intikamını aldı Gruplar ayrılıp, Omerya panavına doğru ilerliyor, karanlığa karışıyordu. Bizim grup Kurka Çeto denilen köye doğru ilerdi. Geri çekilmeyi sorumlu arkadaşlar ayarlamıştı. Saat sabahın üçüne doğru noktamıza ulaşmıştık. Bir üzüm bağı içinde gizli bir yerdi. Ulaşır ulaşmaz yatmıştık. Diğer günün geç saatlerine kadar zor uyanmıştık. Uyandığımızda çevreden seslerin gelmemesi tuhaftı. Normalde seslerden geçilmiyor, etraf insanlarla doluyordu. Ama o gün kimse etrafta gözükmüyor, hiçbir yerden ses gelmiyordu. Olağanüstü bir şeyler vardı. Duruma uymaktan başka bir çare yoktu. Bir iki saate kadar ses gelmemişti. Birden barajın suyu bırakılır gibi sesler gelmiş, yavaş yavaş bize yakınlaşıyordu ve geldiler. Bizi görür görmez bize sarılmaya başlamışlardı. “Heval we çıkıriye, hinji cesedi wan lı ser réye” demiş, eylem sonucunu böyle vermişlerdi. Gün başlar başlamaz düşman köylerine gelmişti. İçlerinde bazı askerler çok kötü vurmuşlar demiş, çok ölünün olduğunu erkenden itiraf etmişti. Düşmanın köyü bırakması ile televizyonların başına koşan halk eylemi televizyondan da izlemiş, ölü sayısını öğrenmişlerdi. Düşman: “Teröristlerin dün gece saat 21 dolaylarında Mardin özel Harekât komutanlığına ait iki aracı pusuya koyup, 15 özel tim elemanının şehit, 14’nün ise yaralı olduğu” şeklinde basına yansıtmıştı. Bu sonuç halkı coşturmuştu. “Gerilla halkın intikamını aldı” deniliyordu. O an kalplerimizin en güzel yerinde duran şey, elini masaya vurarak “işte gerilla eylemi” demiş, eylemi kutlamıştı. *** Tebax 2010 STÊRKA CIWAN T A R İ H & T O P L U M Mevlana Muhammed Celaleddin-i Rumi (1207 - 1273) Araştırma & İnceleme “Ben hacetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben. Ben Cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben. Bir canım ama yüz bin bedenim var. Canım, canına karışmıştır, birleşmiştir. Seni inciten her şey beni de incitir” Tebax 2010 Mevlana’nın asıl adı Muhammed Celaleddin’dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasına gelen Mevlana ismi, ona genç yaşlarda Konya’da ders okutmaya başladığı tarihlerde verilir. Mevlana ismi sevenlerince kullanılmış; adeta adı yerine sembol olmuştur. Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna’nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında “Bilginlerin Sultanı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled’dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur. Hakikat ve aşk arayışının Orta- 44 doğu’da en fazla yoğunlaştığı 13. yy da yaşamış olan Mevlana da diğer önemli tasavvufçular gibi hakikatin sezgilerle kavranacağına inanır. Mevlana’nın “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel, Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...” dörtlüğü onun büyük hoşgörü anlayışıyla 800 yıl sonra bile hala insanlara hitap edebilmesinin sırrıdır. Kürt halk önderi Abdullah Öcalan Bir Halkı Savunmak isimli savunmasında Mevlana’ya ilişkin şunları ifade etmektedir; “Aslında etnisitenin alt tabanıyla İslam ve Hıristiyanlığın kurtuluş arayan yoksul manastır, tarikat kesimleri farklı bir dünya ve yaşam peşindeydiler. Devlet ve hiyerarşinin baskı ve istismarından nefret ediyorlardı. Bu yüzden büyük hareketliliğe katılmışlardı. Beklentileri için en doğru yorum; tarikat, manastır ve eski doğal komünal yaşamın bir sentezi olarak hümanist evrensel demokrasiydi. Dönemin evrensel zihni ve yüreği diyebileceğimiz Hz. Mevlana vb. her iki dinde çoktur. “Yetmiş iki milletten olsan da gel. Geçmişten ne günahın varsa yine de gel” diye özetleyebileceğimiz yaklaşımı son derece evrensel bir demokratizmi içermektedir. Ortaçağın demokrasi ve evrensellik akımını seslendirmektedir.” STÊRKA CIWAN Mevlana’nın aşk anlayışı konusunda ise Abdullah Öcalan “Mevlana’nın “Âlemde ne varsa aşk imiş, gerisi kıyl u kal imiş” sözü hakiki bir aşk yorumu olabilir. Aşk cinsel hazzın aşılmasına, daha doğrusu insan ahlakındaki karşılıklı özgürlük düzeyinin gelişimine bağlıdır. Cinsel şehvet özgürlük yitimiyle, maddi hareketsizlikle de bağlantılıdır. Sadece kadın-erkek arasında değil, tüm evren unsurları arasındaki aşkı oluşum ahengine bağlamak en doğrusudur.” demektedir. Mevlana’nın felsefesinin merkezine insanı yerleştirdiği şu dizelerinde derinlikli ortaya konulmaktadır. “Ben hacetler kıblesiyim Gönlün kıblesiyim ben Ben Cuma mescidi değilim İnsanlık mescidiyim ben.” “Bir canım ama yüz bin bedenim var Canım, canına karışmıştır. Birleşmiştir Seni inciten her şey beni de incitir” demektedir. Mevlana, felsefesinin merkezine koyduğu insana nasıl ulaşılacağını Mesnevi adlı eserinin II. Cildinde şu dizelerle anlatıyor: “Cahil, yolda daima eğri gider, daima yampiri yürür. Sevgi bilginin sonucudur, noksan bilgide fark ve temyiz yoktur. Şimşeği, güneş sanır. Taklitten doğan bilgi, canımıza vebaldir, eğretidir. Can, tecrübe ile sabittir ki, bilgi sahibi olmaktan ibarettir.” Her konuya insan boyutundan bakan Mevlana, hürriyetin hayattaki önemini de ‘‘hürriyeti, kulluğa taş çatlasa satmam” dizesiyle anlatıyor. Bütün öğretisini insana hitap ederek gerçekleştiren Mevlana için asıl olan insandır. İnsanın cinsiyeti, milliyeti yahut diniyle ilgilenmez. Çünkü bütün insanlar aynı Tanrının kullarıdır. Bu nedenle Mevlana için kadın öncelikle insandır. O, insanlığın ancak kadınla bir bütün olabileceğini hissetmiştir. Hz. Mevlana’nın perspektiflerinden yararlanmak isteyen devrin kültürlü kadınları, zaman zaman toplanıp kendisini davet ederek sohbetinden faydalanmışlardır. Kadının toplum yaşamına karışmasından yana olan Mevlana hayatında iki kere evlenmiş ama hep tek eşli yaşamıştır. Köle ve cariye kullanmamıştır. İlk eşinin ölümünden sonra ikinci kez evlenmiş ve bu eşi ile evliyken vefat etmiştir. Kuruculuğunu Mevlana Celaleddin Rumi’nin yaptığı Mevleviye tarikatı 13. yüzyılda Anadolu’da doğan ilk tarikatlardan birisidir. Konya merkezlidir. Çelebi adı verilen ve Mevlana soyundan gelen şeyhlerce yönetilir. Mevlevilik, ta- 45 savvuf tarikatlarının ortak felsefesi olan “varlık birliği” (Vahdeti Vücud) inancına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu inanca göre tanrı yaratan değil beliren, yani tezahür edendir. Mevleviliğin başlıca ilkesi, insanı sevmenin Tanrıyı sevmek demek olduğunu savunmasıdır. Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü vefat etmiştir. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ‘ağlamayın diyerek’ vasiyet ediyordu. ESERLERİ: Mesnevi (6 cilt), Divan-ı Mektubat (Büyük Defter), (147 mektup), Fi hi maFih (İçindeki içindedir), Mecâlis-i Seba (yedi Meclis). *** Tebax 2010 STÊRKA CIWAN S E R O K A T Î FELSEFEYA PKK’Ê BI A HEYÎ RE TÊR NEBÛN HER TIMÎ, HÎN ZÊDETIR HIZIRÎN Û SERKEFTIN E! Abdullah ÖCALAN “Di raye ya PKK’ê de, rastiya PKK’ê de bingehekî felsefîk heye. Çi qasî were înkar kirin û hun negihijin pêwîstiyên wî jî, bi hewldanekî pir mezin ew nêrîna felsefîk a em dixwazin desthilatdar bikin û teşe dayînekî li gorî wê heye” Tebax 2010 Helbet mezin axaftin, peywendiya xwe bi mezin guhdarvanî û şagirtîbûnê ve heye. Heya hêza gundarkirina şagirtan û têgihiştina xwe lewaz be, axaftina me yan pir zêde wateyek venabêje, yan jî ji qîmeta xwe pir tişt wenda dike. Dinavbera mede yek jî pirsgirêk heye. Çalekiya partî birê ve dibe gelek mezin e, lê yên viya têdigihijin pir biûk in yan jî yên di rewşa têgihiştin û şer kirinê de jî wekî cûcene. Helbet di vir de guneh neyê kesayetê ye. Ev, jêdera xwe di rastiya neteweyî û civakî de dibîne. Ev we ew qas bê angaşt û wate kiriye ku rexneyên me tev encam nadin. Pirsgirêk ne inyeta başbûn yan jî nebûn nîne, pirsgirêk ne cesaret kirina şer e yan jî her tiştê xwe dayîne jî. Pirsgirêk mezin afirandin, mezin têgihiştin û ê heyî ticarî ne ecibandin hîn zêdetir hizirîn, xwestin û pêkanîn e. Li gel me ger şoreş mîsoger wisa be dê bie serkeftinê. Yan jî feraseta we ya bi heyî ve bes mayîn, li roxmî hemû dildarî û canfedayî ya we, bi binkeftinekî nebaş re encam girtin jênerevîn e. Nebûna we a mirovê çalekiyê a mezin diafrîne bê şansî û belengaziya we ya mezin e. Mirov her li we dinêre diêşe. Ew lewazbûn û neçariya we a di warê îdabûnê de qîr qîr di qîre; dibêje “ ez ev qas im, pir hêvîdar nebin ji min”. Di vana tev de inyeta we ya pir baş, kar hîn zêdetir trajîk dike, tîne rewşekî dilê mirov pê biêşe. Mînak hun dikarin bi min re heyecan bigrin, di ramanên we de, hêviyên we de û rihê we de 46 divê derfeta jiyanê were dîtin. Lê bi roxmî bi hezaran ji we li hember min in lê heyecanek mezin min nagre. Ji ber ku angaştekî, hêrsek û çalekiyekî we rê li ber vê veke, nîne. Helbet ev jî trajediya min e. Tengaviya min pir mezin e, em bêjin jiyana biêşe, ez neçarim ku bixwe bixwere bes bibim. Ez neçarim xwe bikim xwediyê çareseriyê û xwe birêve bibim. Tenê şer bidijmin re na, neçarim ku bi serkeftî li hember xwe jî şer bikim. Hun şer çi dihesibînin? Birastî jî hun nikarin di kêlaka şer re jî derbas bibin û ev jî jêdera xemgîniyekî hîn mezintir e. Rewşa we ez bi deh saliya xwe re dipîvim; ez we hîn bê tevgertir, bêheyecan, bêxwastek dibînim. Divê em vê sirê vekin. Ev ne çarenûseke. Pêwîste her tiştê ku we aniye rewşekî wiha em jê hesab bixwazin. Dibînim ku hun pir di tirsin li rastiya xwe binerin. Hun di rewşekî hew qas bênaverok, heşifî, bêhal û bêberhemdene ku hun nikarin hêza li xwe nêrandinê bidin nîşandan. Li ser vê ra jî bi derewan hatiye pêçandin. Bala xwe bidinê felsefeya we a civakî-hêvîdarim ku hun dê dersa felsefê bi rastbînî bi şixulînin, ev e; xwe ji rastiya xwe ya heyî cûda dayîna nîşandan, heta bi rastiyê re dinava peyveke pir berovajî de jiyîn! Belê, ev di we de herî taybetmendiyekî felsefîk ya bingehîn e. Di me de felsefe wekheve-bi xwe karîna cûda dayîna nîşandan ve. Ev felsefeyek bêşans û pir talûkeye. Di rastiyê de mirov dikare ji vê re bêje bêfelse- STÊRKA CIWAN bûn jî. Ji yê nêzîkatiyekî xwe yê pir bihêz ji jiyanê re nîne, mirov dikare bêje ku ji nêrîna cîhanê jî xizaniye. Gava ez dixwazim we bandor bikim xwe hertimî di lêpirsînê re derbas dikim. Ez divê dunyayê de çima heme? Divê ez bispêrim çi hebim? Sedemên min ên heyînê çiye? Heya ku ez vana nehizirim negengaze ku ez bijîm. Lê xwe bihizirin, hun pir zûde ketine nava înkara jêderên xwe yên heyînê. Ji ber hun ji lêpirsîn kirinê direvin, bi derewan, xapandinan, xefletan ser girtin ango pêçan jî hun weke felsefeyekî jiyanê destdigrin. Hun di bingeh de dibe ku ji ber ji feraseta felsefeyek sexlem dûr in wenda dikin. Ew feraseta felsefeya ji were tê ferz kirin ji ber gişt bavikseleriye ku ev jî di me de bi temamî jêdera ketina civakî ye. Dîsa dibin hemû cûre bandorên kolekirinê a serdestiyên biyanî de kesayetek stuyê xwe tewankere. Ev jî heşifîn û ji afirandinêye bi temamî bingehî qûtbûna ferasetekî ye. We nêrîna xwe ya bingehîn ji bo Ji bîr nekin ku bi were her kêlî bandorkerên me ên pêşdeçûnê wisa sivik, ji devre de dehfandin û bi teşwîqan dibe. azadiyê di bingeh de wenda kiriye. Wekî hun bê felsefe hatine xwedî kirin û felsefeya we ya dijmin e. Divê ez eşkere bêjim ku çalekiya min a herî mezin, hîn min xwe naskir nasnekir, nêzîkatiya bi talûke a li hember cewherê mirov min nerazîbûna xwe da nîşandayîne. Û dibîra min deye. Di têkiliyê min yê bi zarokan re de, bi malbatê û her çû bi civaka gund re min hema nakokî jiya. Min got divê ez weke van nebim û bi xwe cûda dayîna nîşandan re min destpê kir. Gava hemû kes hewla bi yê din re baş jiyîn, texlîtê bavikselerî û duzenwariyê dibûn, ez ketim nava lêpirsînekî pir mezin. Gava em dixwazin li ser vê bingehê avabikin, lê hun li berovajiyê vê, pergal çi dixwaze, pergala bavikseleriyê çi ferz dike we xwe di wê de razand. Encam, ha îro bi we re ew kesayeta ku em pêre şer dikin, a nayê partîbûnê, artêşbûn, serkeftinê, nayê 47 jiyanê û kesayetek nayê xweşîkbûnê dibe; ev hatina rewşeke pir bipevçûn, nakokî û girêka kor dibe. Ger qelsiyên we ên pir mezin neba, ji xwe di rastiya we ya şer û civakî de ev qas lewazî nedihat jiyîn. Ger kesayetên we yên sexlem heba, hun dê ketiba rewşekî ev qas dilşewat? Dê karên partî û têkoşînê hew qas bi xeletiyan derbas biriba? Lê a herî nebaş jî xwe wisa pejirandine. Wekî ku ez li roxmî ev şerê mezin jî hîna xwe naecibînim, ji bo ezê xwe çawa biserkeftî bikim jî dinava lêkolînekî kûr deme. Lê hun ji difna xwe mûyek jî nakşînin. Dê çi bibe? Bivê pîvana ecibandinê re bibe bibe, berê li hemberê Îslamiyetê, li hember herî şoreşa mezin ji perestina pût an, ji birina pût perestên baş ên biçûk wirdetir hun nikarin biçin. Li gorî we hun ketine meydana şer, lê bidîtina min hîn cesareta ketina meydana mêraniyê jî, heta baweriya wî, peyvên wê ên destpêkê jî hîna hun nikarin bixin devê xwe ango bînin ziman. Her dihizirim dibêjim riyekî çawa ji van re xîz bikim û divê bimeşînim, ji ber vê jî ez xemgînim. Ji ber hûn jiyanê li ser lingan wenda dikin. Di vê mijarê de bi hinek kirêtiya xwe, rebeniya xwe û bi binkeftinên xwe wenda dikin. Bi ji derve de zextandinê re, zorandinê re û bi teşwîq kirinê re kesayetek bihêz dernaxîne holê. Yê di ramanê xwe de mijulbûnên pir mezin nîne, di rihê xwe de tengavî û hêrsên mezin nîne, ên çavê xwe nadin hedefên mezin, bi ji derve de ti dehfandin û berjewendiyan re nakeve riyekî pêşketinê. Ji bîr nekin ku bi were her kêlî bandorkerên me ên pêşdeçûnê wisa sivik, ji devre de dehfandin û bi teşwîqan dibe. MîsoTebax 2010 STÊRKA CIWAN gere ku li ser vê bingehê ji mişekarekî klasîk wêdetir hun bibin kedkarek jî, bibin kardêr jî, kesayeta we jî ji wêna wirdetir pêşnakeve. PKK’ê de felsefeyeke bingehîn a ferasetê heye. Gava hun felsefê mûneqeşe dikin, dibêjim xweziya we bizanîba nîqaş bikin. We xwe di feraset de zincîr kiriye. Emrekî tev jî, sedsal jî bidome, em di qatê wê ser zêde bikin, bivê felsefeya girêkor re, bivê feraseta xwe ya jiyanê re mîsogere ez bihêvî nabim. Ez çiqas hewl didim we bandor bikim. Encam, ji ber vê sedema girêkor a felsefê re herî xebatên binirx jî ji bêwate kirinê wêdetir naçe. Helbet taybetmendiyekî vê ya girîng jî pir xweperestbûn e. Ev kêfiyetî, ezezetî, dîsa dibin bûyera evîndariya xwe de felsefeya diraze ya herî kêm xwestin, a herî bêhêz xwestin, a herî ji hêz ketî, helbet di encam de a herî binkeftî pejirandine. Herî kesayetekî we yê bijare, mînak rayeyekî partî gava girt, ji ber sedema nêrîna we a min di vir de gotibû di demeke kin de ji xistinê wêdetir naçe. Di raye ya PKK’ê de, rastiya PKK’ê de bingehekî felsefî heye. Çi qasî were înkar kirin û hun negihijin pêwîstiyên wî jî, bi hewldanekî pir mezin ew nêrîna felsefîk a em dixwazin desthilatdar bikin û teşe dayînekî li gorî wê heye. Lê yên xwe xistine nava viya, ketine nava raye ya vê û yên xwe xistine bin berpirsyariya vê de, dibingeh de ji ber lihevbûna wan ê felsefîk nîne, di wateya ku min aniye zimande-hîn rasttir jî em dikarin bêjin ezezitî-bi ezezitiyekî bênaverok re ji ber xwe ferz dikin, di demeke kin de maşîna (aşınma) partî derdikeve holê. Tunebûna pêşengtiya partî tê jiyîn. Halbûkî di PKK’ê de felsefeyeke Tebax 2010 bingehîn a ferasetê heye. Ger tu xwe biwî re ev qas biezezî ferz bikî, hîn piçek pêşketinên dijmin çênebiribe jî tu dê wenda bikî. Bi vê felsefeyê re ancax di hindir de binavê dijmin hun qelê fetih bikin. Hun dê dawiya vî bikûrahî fambikin. Êdî bi vê felsefeya kesayetê re a li ser civaka me desthilatdar dibe, dikare sîxuriyekî herî baş a objektîf bike. Bal bidinê, civaka me dibin dorpêçkirina rojane a dijmin de wenda nake. Di rihê wî de, mejiyê wî de qaşo feraseta jiyanê a têde hatiye çandin sedema herî bingehîn a binkeftin û wendakirina wî ye. Civaka me ne tenê hatiye fetihkirin, piç piç bûye, pir xalên kêm ên sparek maye. Gelo birastî jî hêzekî we ya felsefeya partî fam bikin heye? Ev pir girîng e û pirsgirêke kî pir mezine. Nebêjin felsefeye û derbasbibin, divê hun şer li vir bidin. Hîn tê bîramin, perwerdeyekî min yê cidî yê felsefê nînbû. Biagahiyên felsefê a parçe parçe re mijûl dibûm, dîsa ew qas zêde agahiyên min ên olî nînbû. Lê min hindek bandoriyan dijî. Demek wisa bû ku êdî min xwe pir zehmet li ser piyan digirt. Bêbaweriyekî pir mezin, dudilî ew qas hindirê min qewirand ku, hêza ti kesî a bikare min li ser piyan bigre nînbû. Ez bawerî bidim kî? Bispêrim çi û bijîm gotinê re xilasbûm, hema hema ez çûm Salên lêgerîna min a felsefî heta pileya dawî biêşbû. Wekî min gotî hem hêza min a têgihiştinê lewazbû, hem jî min çi qas hewla hûrkolînê dabe jî asta min a çandî dest nedida. Wê demê dema min eleqeyek bisînor ji sosyalîzmê re dida nîşan, helbet ev lêgerîn bes nedikir. Ji bo felsefe were têgihiştin xwedan tenê jî bes nake. Peywendiya viya bijiyanekî pratîk a pir alî ve heye. Ji xwe jiyana pratîk bixwe dê te bibe felsefê. Dê te bibe feslefeya yan erênî yan neyînî, yan azadî yan jî koletiyê. Wisa texmîn dikim ku şereke 48 we a felsefî çênebûye. Hîn rastirîn, bêyku têkevin ferqa pergala desthilatdar wekî çi daye we, we jî wî ya pejirandiye, bel ku jî dibin zihniyeteke ji dema koletiya kevin hîn zêdetir talûkede we teşegirtiye. Ji lewma jî hun pêdivî bi felsefeya azadiyê nabînin. Ev ferasetekî temamî ji serî de biwe dide wendakirine. Niha çima nîqaşên mezin ên raman ango hizir nayêkirin? Ji ber hîn di we de bingehekî ne siyasî, neleşkerî, ne jî felsefî nîne, di nêrîna wê ya bingehîn ji cîhanê re ji ber nêrîna xwe têrkirinê hîn nehatiye rûnişkandin, hun qet nikaribin ji zanistiya polîtîk û askerî fambikin, famkirina we jî ger bibe heya pileya dawî ji agahiyên ziwa wêdetir naçe. Rêbertîkirina min ji pêşketinên siyasî û askerî ya heyî re jî ji nêz de peywendiya xwe bi nêzîkatiya min a felsefî re heye. Ger ferasetekî bingehîn a min ya felsefîk nebe, nikarim çareseriya ev qas pirgirêkên giran ên siyasî û askerî bigrim serxwe, nikarim vî şerî jî bidim meşandin. Lê di we de tam berovajiyê vî, binavê raman û felsefê nabêjim maşîn jî , felsefe ne rewşeke heyîna xwe ye. Heta partî hinek fikrên partî ferzbike, ji wî ya jî rev û bi vî awayî qaşo hun bûyîna mirovê çalekiyê dihilbijêrin. Kes, çi qasî ji raman qût be, hun dinava nêzîkatiyekî ev, dê pratîkbe dene û dinava pir nêzîkatiyên bitalûkede xwe pejirandina we mijara gotinêye. Bala xwe bidinê, di her şoreşeke mezind e pevçûnên pir mezin ên fikrî hene, pevçûnên olî hene, pevçûnên mezhep hene. Ev pevçûnên ferasetane. Yên li ser bingeha feraseta xwe şerekî bihêz nade, di pêvajoya pişt re de jî bihêz nabe û serkeftî jî nabe. Ji nirxandinên Rêber Apo de hatiye wergerandin *** STÊRKA CIWAN K U L T U R 13. Mazlum DOĞAN Jugend & Sportfestival Eylül BATMAN “Das Mazlum Doğan Jugend- und Sportfestival ist der Ort, an dem die kurdische Jugend ihren Respekt vor den Gefallenen des Befreiungskampfes, ihre Verbundenheit zum Vorsitzenden Abdullah Öcalan, ihre Begeisterung für die Guerilla und ihre Liebe zur Heimat teilen können. Am 10.07.2010 zauberte die kurdische Jugend ein großes Stück Heimat, ein großes Stück Kurdistan mitten in Köln” Mit der Parole „Freiheit für Öcalan, Frieden in Kurdistan“ trafffen sich dieses Jahr in Köln zehntausende kurdische Jugendliche aus ganz Europa zum 13. Mazlum Dogan Sport- und Jugendfestival. Diesjährige Festival wurde den vier PJAK Guerilla, die im Iran erhängt wurden und dem Studenten Aydin Erdem, der in Amed (Diyarbakir) von türkischen Sicherheitskräften ermordet wurde gewidmet. In traditionellen Kleidern eröffneten die Jugendlichen das Festival mit der kurdischen Nationalhymne und erinnerten an die Gefallenen des kurdischen Befreiungskampfes in dem sie die Jugendlichen zu einer Gedenkminute einluden. Die Jugendlichen, die sich auch an den sportlichen Aktivitäten beteiligten, zogen eine Demonstrationsrunde um den Sportplatz. Dabei trugen sie Fahnen und Banner der Gefallenen der letzten Tage. Anhand der Biografie von Mazlum Dogan wurde den Jugendlichen erklärt, aus welchem Grund das Festival nach ihm benannt wurde. Außerdem wurde von der aktuellen politischen Lage in Kurdistan berichtet. Nach der Eröffnungsrede haben die Jugendlichen rote, grüne und gelbe Luftballons als Gruß an den kurdischen Vorsitzenden Abdullah Öcalan und an die kurdische Befreiungsbewegung in Kurdistan steigen lassen. Mit Parolen wie „Bijî serok APO“, „Sehît Namirin“ und „Freiheit für Öcalan, Frieden in Kurdistan“ erwiesen die Teilnehmer/Innen des Festivals ihren Respekt, ihre Sympathie und ihre Verbundenheit zum kurdischen Befreiungskampf. Nach der Bekanntgabe des reichen Musik- und Kulturprogramms mit Musikgruppen wie Koma Sîpan Xelat, Agirê Jîyan und Serhado begannen das Musikprogramm und die sportlichen Aktivitäten wie Fussball, Volleyball und Kickboxen. Trotz der extremen Hitze, leisteten die Sportler/Innen sensationelle Ergebnisse und die Musikgruppen brachten die Stimmung auf den Siedepunkt. Doch die besten Ergebnisse erzielten die Organisatoren und Ordner des Festivals mit ihrer Geduld und ihrer Mühe den kurdischen Jugendlichen einen unvergesslichen Tag zu bescheren. Selbstverständlich fehlte es auch nicht an Redebeiträgen. Der Vater von Şerzan Kurt, einem kurdischen Studenten der in Mugla (türkei) von einer faschistischen Gruppe ermordet wurde, hielt eine Rede, in der er sagte: „Die Kugel die Şerzan traff, traff auch das kurdische Volk und die Herzen aller Mütter.“ Viele Jugendliche waren gerührt und erwiesen Şerzans Vater ihren Respekt in dem sie laut applaudierten und Parolen wie „Intikam“ (Rache) riefen. Aber auch erfreuliche Redebeiträge wurden gehalten. Solidarische Grüße der Fraktion der Partei DIE LINKE im Deutschen Bundestag wurden persönlich von einer Bundestagsabgeordneten überbracht. Auch die solidarischen Grüße der deutschen Freunde begeisterten die Jugendlichen sehr. Man hätte glauben können, dass es die 35 Grad waren, 49 Tebax 2010 STÊRKA CIWAN Mitten in Köln – ein Stück Kurdistan die das Festival zum kochen brachte. Die Hitze war nicht wichtig. Es war wie jedes Jahr der Zusammenhalt, die Identität, die Freude, die Liebe zu Kurdistan und zur Befreiungsbewegung, die wärmer und überwältigender waren als die 35 Grad. Das Festival war ein großes Stück Kurdistan. Es war der Ort an dem Şehid Çektar, Şehid Özgür, Şehid Nurhak geehrt wurden. Der Ort, an dem der Vorsitzende Abdullah Öcalan, der die kurdische Jugend zum blühen brachte gegrüsst wurde. Der Ort, an dem die kurdischen Jugendlichen ihre Liebe, ihre Sehnsucht und ihren Widerstand teilen konnten. Ganz egal welchen Kleidungsstil, welchen Musikgeschmack, welche Vergangenheit oder Zukunftsträume die Teilnehmer/Innen hatten. So verschieden die Persönlichkeiten auch waren. Auf dem Festival konnte nicht übersehen werden, wie sehr der Befreiungskampf die zehntausend Jugendlichen miteinander verband. Seit Jahrzehnten versucht der türkische Staat das kurdische Volk zu vernichten, in dem sie die kurdische Jugend mit abscheulichen Methoden versuchen auf die schiefe Bahn zu bringen. Sie kennen die Stärke, den Widerstand und den Mut der kurdischen Jugend. Genau das macht ihnen Angst. Jedes Jahr auf dem Mazlum Dogan Jugend- und Sportfestival beweisen die Jugendlichen auf das neueste, wie stark der Zusammenhalt und die Beharrlichkeit sind. Das Festival ist ein Schlag ins Gesicht für alle Kapitalisten, Imperialisten und Faschisten. Auch nächstes Jahr wird die kurdische Jugend sich in Köln treffen um der ganzen Welt zu zeigen, dass weder Deutschlands Waffenexport in die Türkei, noch Amerikas Heuchelpolitik und schon gar nicht Ahmadinejads und Erdoğans Gewaltpolitik die kurdische Jugend vernichten können. *** Tebax 2010 RÖPORTAGE Aus der M.DOĞAN FESTİVAL Veysel Depe: Ich besuche das erste Mal das Mazlum Doğan Sport – und Jugendfestival. Die Warmherzigkeit und die Kontaktfreudigkeit der Jugendlichen hat bei mir einen positiven Eindruck hinterlassen. Ich kannte niemanden hier, doch trotzdem werde ich behandelt wie ein langjähriger Freund und das gibt mir ein starkes Gefühl von Gemeinschaft. Isa Batman: Ich bin heute hier, weil ich Mazlum Doğan als Vorbild der kurdischen Jugend sehe, die Gefallenen des kurdischen Befreiungskampfes ehren und gleichzeitig meine Kultur näher kennen lernen möchte. Hier auf dem Mazlum Doğan Sport und – Jugendfestival bin ich mit tausenden kurdischen Jugendlichen zusammen und fühle, wie stark uns der Befreiungskampf verbindet. 50 STÊRKA CIWAN Ceylan Kanîreş: Als Kurdin, fühle ich mich dazu verpflichtet am Mazlum Doğan Sport – und Jugendfestival teilzunehmen. Auch dieses Jahr ist die Begeisterung für den Freiheitskampf und für den Widerstand sehr groß. Wir sind alle ein Teil des Befreiungskampfes, vor allem aber hoffe ich, dass die jungen kurdischen Frauen im nächsten Jahr auf dem Festival die Mehrheit bilden werden. Nûrşîn Batman: Unsere Kultur und Identität wird seit Jahrzehnten geleugnet. Der türkische Staat hat seine Vernichtungspolitik wieder verstärkt. Zwischen den tausenden kurdischen Jugendlichen fühle ich eine starke Vertrautheit und Verbundenheit zu meinem Volk. Hier auf dem Festival zeigen wir dem türkischen Staat, dass ihre Vernichtungspolitik erfolglos war und weiterhin bleiben wird, weil wir als kurdische Jugend zu unserer Kultur und Identität stehen. Zehra Kanîreş: Der Zusammenhalt zwischen den kurdischen Jugendlichen ist unbeschreiblich. In der jetzigen politischen Situation in Kurdistan müssen wir, die kurdische Jugend und vor allem die jungen kurdischen Frauen für den Freiheitskampf zusammen kommen und unsere Gedanken zu Wort bringen. Auch dieses Jahr sind tausende Jugendliche wieder mit dabei. Nächstes Jahr hoffe ich auf die doppelte Teilnehmerzahl. Rojda Guyî: Es ist mittlerweile Tradition als kurdische junge Frau, das Mazlum Doğan Sportund Jugendfestival zu besuchen. Die politische Lage in Kurdistan verschlimmert sich von Tag zu Tag, doch die kurdische Jugend hält zusammen und wird die Kriegsmethoden des türkischen Staats zunichtemachen. Die hohe Teilnehmerzahl der Jugendlichen an diesem Festival erfüllt mich mit Freude und Stolz. 51 Tebax 2010 STÊRKA CIWAN P O L İ T İ Q U E Le retour aux années nonante Ali HAYIRLI Le président kurde se retire “L’autonomie démocratique est la volonté du peuple kurde à s’autogérer sur les différents plans en s’appuyant sur ses propres forces et ses propres moyens. L’objectif de l’autonomie démocratique est de permettre aux différentes cultures de coexister et de se développer sur un même pied d’égalité au sein de l’état sans remettre en cause les frontières du pays” Tebax 2010 Depuis 1993, les efforts du président kurde pour trouver une solution politique à la question kurde se sont heurtés aux politiques d’extermination et de négation de l’état turc. Malgré des conditions de détention difficiles, le leader kurde a fait tout ce qui était humainement possible pour trouver une solution pacifique à ce conflit. Il a décrété plusieurs cessez le feu unilatéraux, retiré une grande partie de ses forces du Kurdistan du nord, fait venir des groupes de paix composés de membres du PKK, soumis une feuille de route pour la paix… Depuis le 1 juin, les affrontements meurtriers entre les forces d’occupation turques et les membres du mouvement de libération nationale kurde se sont intensifiés après l’annonce du président kurde de laisser l’initiative au PKK, faute d’avoir pu trouver un interlocuteur. Les différents efforts et tentatives du président kurde pour résoudre pacifiquement la question kurde n’ont pas trouvé d’écho au sein du gouvernement turc. Les attaques répétées de l’état turc ont mis fin au cessez-le-feu unilatéral décrété par le PKK en 2009. L’ouverture démocratique du gouvernement turc s’est résumée à la fermeture du DTP, à une campagne d’arrestation des représentants politiques kurdes (KCK), à l’emprisonnement de milliers d’enfants kurdes, à des opérations mili52 taires, à l’emprisonnement des ambassadeurs de la paix, à des pressions contre le président kurde, à des opérations contre les institutions kurdes et leurs représentants à l’étranger. Toutes ces actions démontrent que l’état turc refuse catégoriquement de trouver une solution politique à la question kurde et pousse les kurdes à la résistance armée. L’objectif de l’ouverture démocratique était la liquidation du mouvement de libération nationale kurde et la négation des kurdes. Le gouvernement turc n’a entrepris aucune action concrète pour la résolution de ce conflit qui dure depuis plus de vingt-cinq ans. Le gouvernement de l’AKP qui dispose de la majorité au parlement a refusé la création d’une constitution démocratique de peur de perdre le pouvoir. La résolution de la question kurde passe par la reconnaissance du PKK et de son leader comme des interlocuteurs. Il est vrai que certains responsables de l’état turc se sont entretenus secrètement avec le leader kurde et les dirigeants de la guérilla pour trouver une solution pacifique à ce conflit. Les pourparlers secrets menés entre les deux partis ont échoué car les politiques d’extermination de l’état turc ont poussé le leader kurde à abandonner ses efforts pour trouver un interlocuteur. Il est important de souligner que des pourparlers ne sont plus envisageables tant qu’un cessez le feu engageant les STÊRKA CIWAN deux partis n’est pas trouvé. L’instauration d’un climat de dialogue passe par l’arrêt des affrontements entre les deux partis. La baisse du seuil de 10% des élections, l’abolissement des lois anti-terrorisme, la libération des enfants et des politiciens kurdes détenus dans les prisons turques, et la création d’une constitution démocratique sont les conditions soumises par le président kurde pour la résolution pacifique de la question kurde. En laissant la porte entrouverte, le président kurde montre qu’il est prêt à négocier avec le gouvernement si ce dernier est décidé à trouver une solution pacifique à la question kurde. La ligne politique choisie par la république kémaliste est l’extermination pure et simple des kurdes. Le gouvernement turc pensait résoudre la question kurde avec « les bons kurdes », les forces impérialistes et les opérations militaires. Il est important de souligner que les appels des associations civiles et des hommes d’affaires turcs pour l’arrêt des combats sont importants mais insuffisants. Ces différents groupes ne doivent pas se limiter à des discours mais entreprendre des actions concrètes pour l’arrêt des opérations militaires et la résolution de la question kurde. L’autonomie démocratique Les hauts responsables du mouvement de libération ont prévenu que la proclamation de l’autonomie démocratique est une question de mois. La concrétisation de l’autonomie démocratique est considérée par les kurdes comme la solution à la résolution de la question kurde. Les kurdes espèrent que l’état turc accueillera favorablement ce projet politique et participera à sa réalisation. Il est important que le projet d’autonomie démocratique soit expliqué clairement à la population turque afin de faciliter sa mise en place. Il est évident que l’état turc refusera de participer à la réalisation de l’autonomie démocratique, les kurdes seront obligés de proclamer unilatéralement l’autonomie démocratique dans les régions kurdes. Les politiques d’extermination de l’état turc sont destinées à empêcher la proclamation de l’autonomie démo- 53 cratique et la résolution pacifique de la question kurde. L’autonomie démocratique est la volonté du peuple kurde à s’autogérer sur les différents plans en s’appuyant sur ses propres forces et ses propres moyens. L’objectif de l’autonomie démocratique est de permettre aux différentes cultures de coexister et de se développer sur un même pied d’égalité au sein de l’état sans remettre en cause les frontières du pays. Ce système est une réponse aux différentes politiques d’extermination, d’assimilation, de négation et de nationalisme développées par l’état turc. L’autonomie démocratique vise la démocratisation de la Turquie et la coexistence entre les kurdes et les turcs. Le gouvernement du parti de la justice et du développement ( AKP) qui a perdu pied au Kurdistan s’acharne à vouloir écraser la rébellion kurde par des moyens militaires. Le référendum sur la révision de la constitution qui se déroulera au mois de septembre sera boycotté par les kurdes car les changements constitutionnels prévus par le gouvernement sont superficiels et ne répondent pas aux attentes du peuple kurde. Les kurdes réclament une nouvelle constitution répondant aux attentes des différents groupes ethniques et confessionnels. La constitution héritée de la junte militaire doit être remplacée par une constitution civile et démocratique. Il est évident que le parti de la justice et du développement perdra une grande partie de son électorat kurde lors des élections de 2011. Les enquêtes réalisées indiquent une baisse générale des voix du parti de la justice et du développement dans l’ensemble du pays. Le voile qui dissimulait la face hideuse des islaTebax 2010 STÊRKA CIWAN mistes modérés et leurs véritables desseins est tombé. Des relations complexes basées sur l’intérêt Il est évident que l’état turc n’est pas disposé à entamer un dialogue avec les représentants du peuple kurde. Le gouvernement du parti de la justice et du développement (AKP) est un gouvernement de guerre qui mène une politique d’extermination globale des kurdes avec l’appui des forces étrangères. Le gouvernement turc cherche l’appui des pays de la région ( Iran, Irak, Syrie…), de l’Europe, de l’Amérique et de l’OTAN pour éliminer le mouvement national kurde. Le gouvernement turc qui est incapable d’écraser militairement la guérilla kurde tente d’impliquer directement les grandes puissances dans ce conflit afin de rassurer sa population. Certains pays frontaliers ( Iran, Syrie…) de la Turquie participent directement à ses côtés à la lutte armée contre le peuple kurde. Les Tebax 2010 autres pays ( USA, Israël, Europe… ) fournissent des armes et des renseignements à l’état turc depuis des dizaines d’années. Les pressions de l’état turc se sont accentuées sur le Kurdistan du sud ( irakien) car l’armée turque envisage une nouvelle invasion du nord de l’Irak. Le premier ministre turc veut être le nouveau leader du monde arabomusulman. Il semblerait que le premier ministre turc oublie certaines difficultés géopolitiques concernant la région. Les relations entre les états sont basées sur l’intérêt et ne sont pas immuables. Les relations de la Turquie avec ses voisins et les grandes puissances sont directement liées avec la question kurde. L’état turc qui accuse le PKK d’être à la solde des forces étrangères n’hésite pas coopérer avec ces dernières pour éliminer l’organisation du peuple kurde. La coopération militaire turco-israélienne se poursuit malgré la crise de « one minute » à Davos, des incidents diplomatiques et l’assaut israélien contre les navires transportant de 54 l’aide humanitaire pour les territoires palestiniens. Malgré la détérioration générale des relations entre les deux états, la coopération militaire est maintenue. La coopération turco-iranienne et les discours des dirigeants turcs en faveur du Hamas ne sont pas du goût d’Israël. L’état turc tente d’augmenter la pression sur l’état hébreu pour le pousser à prendre part dans sa politique d’extermination des kurdes. L’état turc tente de créer une alliance Turquie-Israël-Amérique pour détruire le mouvement nationale kurde car l’alliance Turquie-IranSyrie n’est pas suffisante pour venir à bout de la guérilla kurde. L’état turc trouve insuffisante l’aide apportée par les américains et les israéliens dans sa guerre contre le PKK. L’alliance Turquie-Iran-Syrie est un moyen de pression utilisé par l’état turc pour pousser les américains et les israéliens à prendre directement part à la liquidation des kurdes. L’état turc investit lourdement dans la technologie militaire pour pouvoir écraser la guérilla kurde. Le Kurdistan est un laboratoire où l’armée turque expérimente les nouvelles technologies militaires de ses fournisseurs européens, américains et israéliens. Certains hauts responsables militaires à la retraite et des journalistes turcs qui perçoivent le danger de guerre civile ont affirmé que l’état devait négocier avec le PKK et son leader. Les opérations militaires menées depuis plus d’un quart de siècle n’ont pas permis de résoudre la question kurde. L’armée d’occupation turque continue de commettre des crimes contre l’humanité au Kurdistan avec les armes fournies par « les grandes démocraties » de ce monde. La population turque doit avoir le courage STÊRKA CIWAN et l’honnêteté de se confronter à son passé et à ses réalités. L’état turc et son armée sont responsables de la déportation et du massacre de centaines de milliers d’individus. Les atrocités de l’état turc Chaque jour qui passe les affrontements entre les guérilleros kurdes et l’armée turque s’intensifient dans les différentes régions. Les corps de guérilleros kurdes morts au combat sont atrocement décapités et mutilés par les militaires de l’armée turque. Les institutions internationales et européennes des droits de l’homme sont complices de ces crimes par leur silence. La sauvagerie des soldats turcs qui ne semble connaitre aucune limite est destinée à effrayer le peuple kurde et tout particulièrement les jeunes kurdes qui voudraient rejoindre les rangs de la guérilla. L’armée turque qui n’a aucun respect pour la vie a encore moins de respect pour les morts. Les brigades de la mort qui avaient commis des crimes contre l’humanité sont de retour au Kurdistan pour poursuivre leur sale travail. Les soldats turcs pratiquent la politique de la terre brûlée afin de détruire toute forme de vie au Kurdistan. La politique des années nonante est de nouveau d’application dans les régions kurdes. Les cérémonies d’enterrement des guérilleros morts au combat sont de véritables soulèvements populaires qui démontrent l’attachement des kurdes à leurs martyrs. La colère des kurdes face à la barbarie de l’état turc doit se répandre à toutes les parties du Kurdistan et de la Turquie. La liste des crimes commis par la république kémaliste contre les différents groupes ethniques et confessionnels est longue. Les autorités militaires turques dissimulent les corps de ses soldats morts au combat afin de ne pas démoraliser son opinion public. Les médias turcs respectent parfaitement la censure et la propagande officielle ordonnées par le gouvernement. Les médias qui ont une grande influence sur la population participent activement à la guerre psychologique menée par l’état. Un scénario de guerre civile Les Kurdes de la diaspora ne peuvent rester spectateurs face aux attaques menées par l’état fasciste turc contre le peuple kurde et ses combattants. Les kurdes vivant en Europe et dans le reste du monde doivent mener des actions démocratiques afin d’attirer l’attention de la communauté internationale sur les atro55 cités commises par l’armée turque au Kurdistan du nord. Le leader kurde qui est toujours partisan d’une résolution non violente de la question kurde craint une guerre civile entre les kurdes et les turcs. Les efforts du président kurde sont destinés à éviter ce scénario catastrophe de guerre civile. Ce conflit élargit chaque jour le fossé entre les kurdes et la population turque qui refuse de voir la réalité. La non résolution de ce conflit fait planer le spectre d’une guerre civile entre les kurdes et les turcs. Les populations kurdes et turques seront les grandes perdantes de la politique d’extermination menée par le gouvernement turc. Les kurdes sont présentés par l’état turc comme les responsables de tous les maux de la population turque. Les attaques contre la population kurde ont augmenté dans les grandes villes turques. Les kurdes sont déterminés à trouver une solution pacifique à ce conflit malgré toutes les souffrances infligées par la république kémaliste. Le peuple kurde qui est la victime tend la main de la paix à son bourreau turc mais ce dernier refuse de la serrer. Les kurdes doivent développer une résistance totale face à la guerre totale engagée par l’état fasciste turc. La paix n’est pas envisageable tant que l’état turc persistera dans sa politique de négation et d’extermination. Les efforts des kurdes pour la paix n’ont plus de sens face aux politiques d’extermination de l’état turc. Le peuple kurde doit se préparer à une terrible guerre car le gouvernement turc est déterminé à liquider le peuple kurde et sa guérilla par tous les moyens. *** Tebax 2010 STÊRKA CIWAN B i l i m & T e k n i k Karıncalarda ‘intihar eylemi’ yapıyormuş “Çay, kalp krizi riskini azaltıyor” “Adventures Among Ants” adlı kitabında bir işçi karıncanın “istilacı” bir karıncayı durdurmak için nasıl kendini öldürdüğünü anlatan etolog Mark Moffett, bu şaşırtıcı olaya Borneo’da şahitlik etti. Silindir karıncaların yuva yaptığı bir ağacın altına bir parça bal koyan Moffett, hazırladığı tuzağın etkisi altında kalan değişik türde karıncaların yuvaya gelişini gözlemledi. Moffet, bu sırada, silindir karıncalardan birinin yabancı bir karıncayı durdurmak için yaptığı eyleme de şahit oldu. Kitaba göre, yabancı karıncanın tam onu geçmeye çalıştığı sırada kendini parçalayan silindir karınca, bu şekilde sarımsı bir toksik madde salarak düşmanını anında öldürmeyi başardı. Görünüşe bakılırsa, küçük cüsselerine karşın büyük işler yapan karıncalar insanları şaşırtmaya devam edecek. “Kuzey Amerika Çay Ticareti Sağlık Araştırmaları Birliği” ile Hollandalı araştırmacıların, Hollanda’da yaklaşık 40 bin kişi üzerinde 13 yıldır devam eden çalışmaları sonucunda, günde altı bardaktan fazla içilen çayın, kalp krizi riskini yüzde 20’ye kadar düşürdüğü belirtildi. İngiliz yayın kuruluşu BBC’nin bu konudaki haberinde, günde altı bardaktan fazla çay içen kişilerde kalp krizi riskinin aza indiğine dikkat çekti. Haberde, ayrıca, çayın kalp krizini önleyici etkilerine dikkat çekilirken, hızlı kilo vermede de işe yaradığına da vurgu yapıldı. DÜNYA DIŞI ZEKÂ 1960 yılında, 29 yaşında genç bir gökbilimci olan Frank Drake 26 metre genişliğinde bir radyo teleskobunu yakındaki iki yıldıza yönelterek oradaki olası uygarlıklardan gelebilecek yayınların izini sürmeye çalıştı. Bu çabası boşa gitmekle birlikte, Drake’in Ozma Projesi dünya dışı zekâ arayışı (SETI) girişimini başlatmış oldu. Mayıs ayında 80 yaşına merdiven dayayan Drake halen Carl Sagan Evrende Yaşam Araştırma Merkezi’ni yönetiyor. Bir zamanlar gökbilimsel aygıtlarla sürdürülen çalışmalar artık bu amaçla geliştirilmiş Allen Teleskop Dizgesi (ATA) gibi araçlarla yürütülüyor. Bugüne dek gerçekleştirilen en kapsamlı kampanTebax 2010 yalardan biri olan ve dünyanın en büyük teleskoplarıyla yakın yıldızları araştıran Phoenix Projesi kapsamında 9 yılda yaklaşık 800 yıldız incelendi. Samanyolu’nun yüzde birinin milyonda birinden azına eşit sayıdaki bu yıldızlardan bile sinir bozucu sayıda olası sinyal parametreleri elde edildi. Bu parametreler, dünya üzerindeki radyo gibi frekans, zaman, modülasyon türü vb. bilgileri içeriyorlar. Ne var ki, Yeryüzü-benzeri dünyalarda bile teknolojik, radyo yayını yapan yaşam pek yaygın olmayabilir. Araştırmacılar mikrop ya da küf gibi daha basit yaşam biçimlerinin bulunması konusunda çok daha umutlular. 56 STÊRKA CIWAN Tükürükle kanser teşhisi Orangutanın ‘işaret dili’ çözüldü Japonya’nın Keio ve ABD’nin California üniversitelerinden bilim adamları geliştirdikleri teknoloji sayesinde basit bir tükürük testiyle başlangıç evresinde pankreas, meme ve ağız kanserinin teşhis edilebileceğini belirtti. Japon ve Amerikalı bilim adamları, bazıları kanser hastası 215 kişinin tükürük örneğini inceledi. Örneklerde hastalığın teşhisine olanak veren 54 madde belirlendi. Bu maddeleri inceleyen bilim adamları, tükürük testinin pankreas kanserinin yüzde 99’unun, meme kanserinin yüzde 95’inin ve ağız kanserinin yüzde 80’inin teşhis edilmesini sağladığını belirtti. Bu yeni teknolojinin bir defada 500’e kadar farklı maddenin belirlenmesini sağladığını vurgulayan bilim adamları, test sonuçlarının en fazla yarım gün içinde alındığına dikkat çekti. Başlangıç evresinde belirtilerin belirgin olmaması nedeniyle pankreas ve ağız kanserinde hayatta kalma şansının düşük olduğunu ifade eden bilim adamları tükürük örneğinin kan ya da dışkı örneğinden daha kolay alındığını ve incelendiğini vurguladı.Teknolojinin ne zaman hayata geçeceği bilinmese de bilim adamları bu teknolojiyi kanserin yanı sıra başka hastalıkların teşhisinde de kullanabilmeyi ümit ediyor. Orangutanlarda dilsiz iletişim söz konusu olduğu için St.Andrews Üniversitesi’nden Erica Cartmill ve Richard Byrne, işaretleri sistematik olarak kavramaya çalışmış. İlk önce bir maymunun hemcinsine işaretlerle neler anlatmaya çalıştığı öğrenilmiş. Bilim insanları işaretleri yanlış anlamamak için Avrupa’daki hayvanat bahçelerinde yaşayan 28 orangutanı dokuz ay boyu incelemiş. Bu çalışmalar sırasında 64 farklı işaret saptanmış. Orangutanlar bunlardan 40 tanesini kendilerini kararlı bir şekilde ifade etmek için sıkça kullanıyorlar. Maymunlar, hayat arkadaşlarının tepkisini çekmek için bazen kollarını ve bacaklarını enerjik bir şekilde hareket ettiriyorlar. Mesela bir nesne istediklerinde, beden temizliğini veya oyunu için teşvik etmek istediklerinde veya birlikte hareket etmek istediklerinde belli başlı hareketler yapıyorlar. İşaretlerle istediği tepkiyi göremeyen orangutan biraz daha sert oynuyor. Mesela oynamak istediğinde vurmak en etkili hareket. Hemcinslerin oyunbazlık durumuna göre takla veya perende hareketleri de işe yaramakta. Ancak kaş göz oynatmak hemen hemen hiç etkili olmuyor diyor bilim insanları. Orangutan işaretlerini belli başlı isteklere göre bilinçli olarak yapıyor deniyor “Animal Cognition” dergisindeki araştırma yazısında. Taş Devrinde Sinema İNSANSI ROBOTLAR UZAYDA İngiliz ve Avusturyalı arkeologlar, Kuzey İtalya’daki Valcamonica bölgesindeki üç ila altı bin yıllık mağara resimlerinin bir tür ilkel sinema filmini andırdığını söylüyorlar. Kaya resimleri animasyon gibi birbirini takip etmekte. Bilim insanları modern bilgisayar teknolojisiyle bu prehistorik sahneleri hareketlendirecekler. Kaya resimleri durağan “çekimler” değil, tıpkı sinemada olduğu gibi izleyicinin kafasında görüntüler oluşturuyor diye açıklıyor Cambridgde Üniversitesi antropologu Frederick Baker. Bilim insanları ayrıca prehistorik sanatçıların, resimleri için çevredeki manzarayı çok iyi gören ve çok iyi yankı yapan yerleri seçtiklerini fark etmişler. NASA ilk insansı (humanoid) robotunu uzaya göndermeye hazırlanıyor. “Robonot” adı verilen bu robot on yıl süren deneme sürecinden sonra ilk kez Eylül 1999 yılında dünya kamuoyuna tanıtıldı. 140 gr ağırlığında R2 model robot, önümüzdeki eylül ayında Discovery aracılığı ile Uluslararası Uzay İstasyonu’na (ISS) gönderilecek. Robot, ISS’te aralıksız devam eden bakım çalışmalarında istasyondaki mürettebata yardımcı olacak. Yorulmak nedir bilmeyen robot, istasyonun önce içinde, daha sonra dışındaki onarımları yapacak. İnsandan esinlenerek geliştirilen R2, kafa ve torsonun yanı sıra son derece becerikli kol ve ellere sahip. General Motors ve NASA’daki robot bilimciler tarafından ortaklaşa geliştirilen R2, astronotlar gibi tornavida ve İngiliz anahtarı gibi aletleri kullanabiliyor. NASA, R2’nin uzaydaki performansına bakarak, robotların kozmik radyasyondan ve istasyonun içindeki elektromanyetik müdahaleden nasıl etkilendiğini tespit edecek. 57 Tebax 2010 STÊRKA CIWAN Şiir ve Öykü Köşesi SIR Analarımıza, sır senin ağzındaydı Babil’in asma bahçelerinde tutulan dilin, kerbela’da hüseyine ağlamaktaydı sır dudağında kaldı ışık sustu karanlık uzadı kurudu pınarı hayatın zahire ambarlarında biriken buğday mıydı çığlığın mı anlaşılmadı gecenin kuşları dağın rüzgarları yasına durdu heyhat saymanlar seni ganimet saydı sır senin gülüşündeydi utangaç saklı saflığını çocuk tadını su rengini ışık senden alırdı büyürdük gözlerinin bebeğinde saflığımız sana kalırdı ondandı belki ağladığında ağıtlar gelirdi gecenin soluğunda sır senin ninnilerindeydi yıldızlar seni dinler ay sana doğardı geceleri sabah cıvıltısı çalı bülbüllerinin seherin güzelliği senden gelirdi sır senin gözlerindeydi acı ışıldardı yanan bebeklerinde zamana hükmederdi de ışık zamanı yenerdi de fakat gözlerin yerde Tebax 2010 ağlıyordun oysa ki hepimizin yerine bundandı hüznünün güzelliği belki de sır senin saçlarındaydı iki nehir gibi uzayan örüklerin açıldığında bahardı düşerdim içine oymalı tarağın ayda bulut gibi oynardı doyamazdım akışına gözlerim dolardı buğusundan ya biri gelecek olur ya bir uğursuzluk bulunurdu ay kaçar bulut kururdu bir yemeniye sarılır günah gibi korunurdu sır senin sabrındadır şimdi baharda patlayan tomurcuk avuçlarında seni soluyor evren sabahımız ışıyor bakışlarında ruhumuz sesine çağlıyor akıyor içimizden bir ırmak sinene bağlanıyor orda sana düşüyor karanlığın gölgesi burada gözlerimiz kanıyor sır senin ağzında biliyorum babil in asma bahçelerinde tutulan dilin Yeni bir şarkıya başlıyor dinliyorum E.ERGİN 58 STÊRKA CIWAN KENDİNİ ARAYANLARIN DESTANI Töreleri yarına taşımak adına ak puşilerine, kara basma eteklerine, utanç biriktirdiler ilkin. Asmayı, buğdayı, açlığı yok etmek adına topladılar, yıllar geçti, asırlar geçti yol uzak: ilk çağ yol yakın: bir ADA kadar bir içimlik su Acı ilikten haykırdı geçmiş sürgünlerin izi çoktu süngü en büyük utanmazlık neden yazmadı tarih? Kadınlar Asuri, Alevi, Ermeni, Suni, Süryani kadınlar nice katliam çağı oturdu yüzlerinin güleç çizgilerine göz pırıltıları ateşe eş Anneler inadına doğurdu Ferman neredendi? nedendi? kimdendi? Katliam birinci, ikinci, üçüncü (Ninem anlatırdı kara şöminede biriken kül masallarını. Dışarıda, kavak yaprakları gizliden bizden eserdi. Külü karıştırırken gözleri kendi zamanına göçer, hüzünlü parmaklarla sarardı cigarasını. Ermeni çağıydı, eski zaman ocaklar kutsaldı, su dökülmezdi asla, dua ve kıble sadece güneş, erkekler,Yemen ve Çanakkale seferinde -bir yanı katliam zorakiKadınlar, din adına ard arda dizdirilmiş, bedenleri çırılçıplak, -geceden bile çıplaktanrı hiç utanmadı, bileklerinde zincir sesleri. Sebep? Bedenleri dişil ve bir kez olsun dönüp bakmadılar ardına, Medet uman gözleri yoktu, -onlar güneşe hep inanmıştıalev gökte, çığlıklar dişte hapis, yer-gök kül, yanık kokusu, insan kokusu, kadın kokusu külde bir dizi boncuk) Nice katliamlar geçti kapıdan tarih dilsiz, tanıklar suskun ....Ve devran dönende dilin ilk büyülü sözcüğü inşa etti cümleyi “Onlar Yalnızca Ana Tanrıçaya İnandılar” Fırat’ı aldılar, Dicle’yi aldılar Avaşin’i, Peri ’yi aldılar dağ, analarının doğurgan göğsüydü heybetli, bereketli, sıcak Geceler çağrıydı güzellikleri sabah için saklardı esmer tenli ninelerinin kokusu iç ceplerinde Masallar toplandı umudun çıkınına Kirlenmiş dudaklarını, başkalarının diliyle kirlenmiş dudaklarını, uzun gecelerde dalgalara bıraktılar -her deniz önlerinden akıyorduSır dolu tasları, kırmızı şarapla renklendi, bakışları kurşuni gök, Dağlara ulaştılar her akşam üstü puşileri, esmer tenli puşileri yoktu 59 Gizem: ilk isyan saçları özgürleşen rüzgarda sarhoş İlk aşklar, kanlı gerdek geceleri, tabular deri değiştirdi Töreler, gün ışıyınca kırıldı silahların gölgesinde artık yasalar da onlardı, kalem de onlar Tarihin sandığından en asırlık yüzle uyandılar anaların elindeki aynalı yaradan yaşam uyandı, bellerindeki yakıda antik keseler, mermi izleri Öldü nine, beşikte deniz kabuklarıyla oynayan bir kız çocuğu yaşında Annelerinin yaşında doğdular ve kendi yaşlarında savaştılar mezar haklı ebedi uyku Tarih çocukların emekleme vakti Bir yaraya dokunur gibi dokundular kitaplara Yara sarıcı geldi yitiklerin ülkesinden insan alnından topladı tuzu tuz yarayı dağlardı, dağladı, onur kattı amansız fırtınalar doğdu aldırmadı Esaret duvarlarının kendi dili yoktur içindeki konuşturuyor bedenler kanıyor dışarıda yaralar tuz tadında umut tadında. Türkan BAL Tebax 2010 STÊRKA CIWAN C Î W A Şerê Taybet û Ciwan N Cîwan AZAD Rêbaza şerê taybet tu exlaq, maf, bîr û bawerî û nirxan nasnake… herî jor. Neyarên kurd bi vê rêbaza şer dixwazin rêxistinbûyina kurd belav bikin, bê exlaqiyê bixin nav gelê kurd, wan ji hêz bixin, birizînin û qirkirina çandî pêk binin. Ji bo serdestan tişta herî xeter rêxistinbûyîna gelan e. Ji bo vê rêxistinbûyînê belav bikin di vir de şerê taybet dikeve dewrê. Dema em îro li rewşa Kurd û Kurdistanê dinêrin ev yek baş tê fêmkirin. Îro Kurdistan ji her çar aliyan ve hatiye dorpêçkirin. Her roj çiyayên me tên bombe kirin. Bi hezaran siyasetmedar û zarokên kurd di zindanan de ne. Zarok, keç û jinên kurd rastî bûyerên tacîz, tecawîzan tên. Bêguman di vir de weke hemû caran barê berxwedanê yê herî giran dikeve ser milê jin û ciwanên kurd. Şerê taybet rêbazek ji rêbazên şerê pergalên serdest û mêtîngerên ku li hember gelên bindest herî zêde serî lê didin e. Heta mirov dikare bêje pergalên serdest, an jî dewlet, ji hemû rê û rêbazên şer vî rêbazî girîngtir dibîne û giraniya xwe dide ser. Bi vê rêbaza şer armanca serdestan ew e ku; Hem ji derve, hem jî di hundir de gelên bindest birizîne û nava wî vala bike, ji hêz bixe, ji rastiya wî dûr bixe, ehlaqê wan belav bike, çanda wan bihelîne û nirxên wan yên pîroz qirêj bike. Armanca rêbazên şerê teybet bi kurtasî ji bo serdestan ev e. Wek tê zanîn bi sedan salane ku gelê kurd û dewletên dagirker di nava şerekî de ne. Li her çar aliyê Kurdistan ev şer hê jî didome. Heta niha ti rê û rebaz neman ku neyarên gelê kurd bikar bînin. Serî li hemû riyan dane û hîna jî lê didin. Komkujî, dardekirin, koçberkirin, pişaftin, wendakirin, di zindanan de girtin û hwd. Hemû rê û rêbazên zext û zorê ji kurdan re rewa dîtine. Helbet gelê kurd li hemberî van dagirkeran ti caran serê xwe netewandiye û bi dehan caran serî hildaye. Heta niha neyarên kurd ti rê u rêbaz nehîştin ku serî lê nexistine. Ji komkujiya fizîkî bigirin heta qirkirina çandî, hunerî, ji tecawîzê bigirin qetilkirina zarokan û hwd. Bê guman neyarên kurd jî wek hemû serdestan herî zêde serî li şerê taybet dide. Di roja me ya îro de ev gihîştiye asta Tebax 2010 Pêşengên berxwedanê jin û ciwan in. Wekî tê zanîn pergalên serdestan herî zêde li ser ciwanan dilîze. Dema kû em li îro dinêrin ev bi awayekî vekirî li ber çavan e. Bi sedan ciwan di zindanan de ne, bi cezayên giran tên ceza kirin. Di dibistanên heremê de tên pişaftin, bi riya tiryak her roj tên jahr kirin. Tiryakî û fihûş ketiye nava taxan. Ji bo gelê kurd tiştê herî xetere ev yek e. Ji ber vê yekê divê di serî de li dijî şerê taybet û pergala serdest têkoşînek xurt bê rêxistinkirin. Rol û mîsyona vê yekê jî di serî de dikeve ser ciwanên kurd. Divê her ciwan di vê mijarê de xwedî helwest be û peywîra xwe bîne cih. Xwedî li rûmet, nirx, çand û zimanê xwe derkeve. 60 STÊRKA CIWAN L Ê K O L Î N BOTAN Bajarê WELATÊMIN “Lê wekî her tim Botan, bi hişmendî û çanda xwe, dîroka Kurdistanê xemilandiye. Ew taybetiya Botiyan ji doza azadî re jî buye pişt û pal. Vê piştê barê azadiyê bi şerefeke mezin hilgirtiye û derxistiye asoyên mirovahiyê” Botan, xwedî dîrok û şaristaniyeke bi qasî hezar sal kevn e. Di dîroka nivîskî de rêçên şaristaniya Gutiyan ji sê hezar sal berê mayî hatine tespît kirin. Ji xwe, paytexta împaratoriya Gutî ku bi navê ‘Bajar’ kar aniye di nav sînorê Silopî de ye. Piştî Gutî`yan 2000 sal şûnde Babilî, paşê jî Asurî li Botanê hikûm kirine. Beriya zayînê 612an de herêm, dikeve destê Med`an. Piştî wan bi dorê Axamen (pers)î, Makedonî, Keldî, Sasanî û Bîzansî li herêmê dibin serdest. Di salên 600î piştî zayînê de artêşên misilmanan dikevin Botanê û bi dorê Emewî, Ebasî, Selçoqî, Artûkî li herêmê hikmê xwe diajon. Di dema Selefkosiyan de li Botan û herêmên cîran ola îsewi jî belav bibû. Heta wê demê Botan mala Keldaniyan jî be ekserî Zerdeştî bûn. Her wiha heta salên dawî, li botan gelek malbatên Ermenî, Cihû jî hebûn. Îro, gelek ji wan koç kirin ên mayî asîmîle bûne .. Ji ber ku bi dehan şaristanî û împaratorî li Botanê desthilatdariya xwe meşandine, ev herem di aliyê çandî û Olî de bûye navendeke pir reng. Botan bi çîroka keştiya Nûh jî navendeke pîrozê. Li gorî mîtolojî, bajarê Şirnexê, Cizîr û gundê Heştanê piştî tofanê ji aliyê Hz. Nuh û Zarokên wî ve hatine avakirin. Cizîr, di dîrokê de ji mîrên Kurdistanê re bi piranî paytext e. Ango na61 vendeke binav û deng e. Di sala 1260an de paytexta hikumdariya Mîrêkiya Ezîzan e. Mîrên Kurd, çi di dema Selçokî, û çi jî di dema Osmaniyan de jî otonomiya xwe parastin e. Di sala 1840î de Mîrê Botan Bedirxan Beg, Şirnex, Cizîr û derdorên wê herêmê tevahî li dijî Osmaniyan rakir ser pêyan. Sînorên dewleta xwe ji Urmiyê heta Amedê fireh dike. Li ser navê xwe xûtbê dide xwendin û pere derdixe. Di sala 1846an de Osmanî artêşeke mezin dişîne ser Dewleta Mîrê Botan. Di encamêde nakokiya navbera Ap û brazî serhildan li Kela Dihê tê fetisandin. Mîr Bedirxan, sirgûnê girava Girîdê tê kirin û endamên din yên malbatêjî dîşînin Fîzan ê. Mîr Bedirxan ji ber xizmetên xwe li Girîdê, dibe xwedî destura çûyîna Şamê û bi malbata xwe ya Girîdê koçî Şamê dike û di sala 1870an de li vir dimir e . Navça Şirnexê, ELKê, di salên damezirandina Komara Tirk de jî dibe qada Serhildanê. Di sala 1924an de îhsan Nurî Paşa, endamên Komîteya Azadiyê û di artêşa tirk de zabit e. Di heman salan de Nasturî jî li vê herêmê li dijî rejîma kemalîst serî hildidin. Lê ew jî bê encam dimînin. Piştî ku hêzên Kemalîst serhildanên kurd li herêmê difetsînin, Botan dikeve nava bêdengiyê. Dibin pêşengiya PKK de, tevgera gerîla, di sala 1984an de baregehên pêşî li herêma botan, di bin pozê bajarê Tebax 2010 STÊRKA CIWAN şirnexê de danîbûn. Gabar, Cudî û Herekol, çirav û çiyayê Botan êdî mazulvaniya şervanên kurd dikin. Di serhildana netewî de li Şirnex, Cizîr, Silopi, Qilaban, Hezex û derdorê ji sivîl û gerîlayan bi hezaran kesan jiyana xwe ji dest dan ango hatin wendakirin. Botan, bi taybetî bajarê Şirnex, Hezex û Cizîr piştî geşbûna şerê gerîla bibûn sembolê serhildana neteweyî. Piştî derba Îlonê yek ji Serhildana pêşin ya sala 1989an li Silopî bi navê din `Girkê Emo` ye. Kuştina 6 gundiyan ji aliyê artêşa tirk ve gel rakir serpêyan û êrîşê avahiyên dewletê kirin. Heman salê de li Gundikê Melê ya Şirnexê gundiyan li dijî zextên dewletê riya hevreşîmê ji çuyîn û hatinê re girtin. Di dîroka şirnexê,cizîr û girkê emo de 21ê Adarê û 15ê tebaxê sala 1992an cihekî bi êş e. Di van her du rojan de şirnex û navçeyên wê ji aliyê eskerên tirk ve hate şewitandin. Bi dehan sivîl hatin kuştin, bi hezaran xanî û dikan hatin wêran kirin. Kesên ku bêhna welatparêzî jê dihat, an dihat kuştin an jî dihate girtin. Lê wekî her tim Botan, bi hişmendî û çanda xwe, dîroka Kurdistanê xemilandiye. Ew taybetiya Botiyan ji doza azadî re jî buye pişt û pal. Vê piştê barê azadiyê bi şerefeke mezin hilgirtiye û derxistiye asoyên mirovahiyê. GIRKÊ ÊMO – SILOPî Bajarê Girkê Emo an jî bi navê din Silopiya, di sala 1960an de weke navçe bi mêrdinê ve, û di sala 1990î de jî bi şirnex ve hate girêdan. Bajêr, li quntara Çiyayê Cudî hatiye avakirin û çend kîlometre dûrî sînorên Başûrê Kurdistanê ye. Riya Tebax 2010 Hevreşîmê, di nav sînorê Girkê Emo re derbas dibe. Hejmara Şêniya Silopiya li derdora 50 hezarî ye. Deriyê Xabur, derî û çavkaniya aboriya herêmê ye jî. Girkê Emo û Cizîr, bi taybetî bi riya xaburê ve girêdayî ne. Her roj bi hezaran wesayît ji deriyê xabur re derbas dibin. Barê wesayîtan jî mazot e. Bi dehan dikan, pêdiviyên kamyon û şoforan tedarîk dikin û aboriya bajêr dimeşînin. ŞIRNEX – ERDNîGARî Di sala 1991ê de başûrê Kurdistanê serî hilda. Piştî ku kurdistan kete bin destê hêzên kurd, dewleta tirk ji bo aboriya kurdan bifetisîne car caran deriyê xaburê ji bazirganiyê re digire. Şirnex, sînorê başur, bakur û rojavayê kurdistanê digihîne hev. Her 62 wiha ev bajar, di nav eyaletên Botan, Behdînan û Mêrdînê de jî weke pirek e. Rêya Hevreşîmê ku ji vê herêmê derbas dibe jî, Kurdistan û tirkiyê bi rojhilata navîn ve girê dide. Her wiha xeta petrola Kerkukê jî di ser vî ve digêje bajarê Îskenderûnê dibe. Bi van taybetiyên xwe Şirnex, xwedî cihekî stratejîk e. Ji bakur ve cîranê Sêrt û Wanê; ji rojava ve jî cîranê Mêrdîn û Batmanê ye. Di nava merîdyenên Rojhilat yên 37 û 38an di nav paralelên bakur yên 42 û 40î de cih digire. Navenda bajêr, di sê goşeya quntarên Cûdî, Gabar û Herekolê de hatiye damezirandin. Firehiya axa Şirnexê jî 7172 kîlometre kare ye û ji bilî deşta nava Cizîr û Girkê Emo tev çiya ye. Helbet di erdnîgara Şirnexê de çiyayê herî bi nav û deng çiyayê Cudî ye. STÊRKA CIWAN Ev çiya destpêkek ji sîlsîleya bilindahiyên Kurdistanêye. Cudî, çiyayekî volkanikê sarbuyi ye. Lutkeya herî bilind ku digêje 2114 metroyan girê Çeko ye. Cudî, ji ber ku di efsaneyên kevin de wek mekana keştiya Nuh derbas dibe, di nav gel de çiyayeke pîroz e. Deverên ku di rîvayetên pîroz de derbas dibin li bakurê Kurdistanê gundê binavê Girê Çolyaye. Tê bawer kirin ku bermayiyên keştiya nûh li vê derê ne. Ev der meydaneke ku bi qasî 500 metre kare fireh e. Ev meydan bi navê sefîne tê naskirin. Sefîne, di zimanê erebî de tê wateya keştî yê. ÇAND û HUNER Çiya û deştên şirnexê, ji aliyê çem, av û rubaran ve jî dewlemend e. Çemê navdar yên şirnexê ava botan, rusor, avka masiyan, ava besta, hincê, ava besta meryemê, çemê hêzil, ava Xêbûr û Dîcle ne. Her wiha di nava gelî, çiyayên asê yên şirnexê de gelek avên piçûk jî diherikin. Erdnîgariya Şirnexê, ji aliyê madenên ve jî dewlemend e. Li quntarên cudî, bi milyon ton rezerveyên komirê heye. Şirnex, li bakurê kurdistanê yek ji wan bajarane ku jiyana şunewarî hê jî lê didome. Taybetiyeke şirnexiyan an botiyan, girêdana cil û bergê wan e. Helbet gava qala girêdana şirnexiyan tê kirin şal û şapik tê bîra mirov. Van kincana ne tenê li Botan, her wiha li herêmên Behdînan û Zagrosan jî tên li xwe kirin. Taybetiya şal û şapik, ji qumaşê wî tê. Ev qumaş li herêmê ji sedan sal vir ve bi tevnan tê risandin. Benikê vî qumaşî hiriya saf e. Şirnexî, xuyaye ku tim li ser kevneşopiyên xwe dimeşin, xortên nû ku radibin tiştên kevin nakin. Helbet dema ku navê Şirnex tê gotin, kilîmên jîrkî tên bîra mirov. Kilîmên jîrkî navê vî bajarî bi cîhanê dane naskirin. Li navçeyên Bêşebab, Qilaban û li navenda Şirnex tên rîsandin. Ev motîfên ku her yek çîrokek tînin ziman, bi sedan salin di tiliyê keç û jinên jîrkiyan de dijîn. Bajarê şirnex, li gorî sîstema rêveberiya rejîma tirk vîlayete. Bi navê Bêşebab, Qilaban, Girkê Emo, Cizîrê,Hezex û Findiqê 6 navçe hene. Bi van navçan re 234 gund jî li ser ve hatin berdan. Runiştvanên bajêr kurd in. Gelê Şirnexê bi zaravayê Kurmancî diaxive û misilman e. Heta salên 1990, li navçeya Elkê û Hezex çend gundên Keldanî û Asûrî hebûn jî, ji ber zextên rejîmê koçî Ewrûpa û metrepolan kirin. Hejmara şirnexê, tevî navçeyan nêzî 300 hezarî ye. Helbet piştî destpêka şerê çekdarî, bi deh hezaran şirnexî koçî metrepolan an jî ewrûpayê kirin. DîROKA ŞIRNEX Li gor rîvayetên pîroz, navê bajarê şirnexê ji peyva şarê nuh tê. Katîp çelebî, ku di salên 1070an de li herêmê digere û çavderiyên xwe bi navê seyahatname pirtûkek dinivîsîne. Dibêje ku çavkaniya vê îddayê tofana Hz. Nuh e. Heman rîvayet di pirtûkên şaristaniyên cudî, babîl û asuriyan de jî derbas dibe. Li gor efsaneya keştiya nuh, piştî ku tofan derdikeve, li ser çiyayê cudî disekine. Şêniyên keştiyê, yekem car li bakurê çiyayê cudî, li bajarê şirnexê bi cih dibin û vê derê weke bajarê Nuh bi nav dikin. Di demên dawî de ev peyv di nava gel de weke şirnex hatiye binavkirin. 63 Şirnex, di demên kevin de weke xopanekê bi cizîrê ve girêdayî bûye. Piştî damezirandina komara kemalîst, weke navçe bi Sêrtê ve tê girêdan. Di sala 1990î de jî weke vilayet bi serê xwe hatiye birêxistin. Xaka vilayeta şirnex, di dîroka xwe de ji gelek şaristaniyan re paytextî kiriye. Paytexta dewleta babîl a yekem ku ew jî weke babîl tê zanîn û di nav sînorên navçeya cizîrê, di nav erdê gundê kebelî de cih digire. Dîsa paytexta împaratoriya Gutî ku bi navê bajar kar aniye di nav sînorê bajarê silopî de ye. Li gorî mîtolojiya pîroz, bajarê şirnex, cizîr û gundê heştan piştî tofana mezin ji aliyê Hz. Nuh û Zarokên wî ve hatine avakirin. Di rîvayetan de tofan wisa derbas dibe. Dema ku mirovahî sera pêketiye nav gunehan dinya bizin bû, xerabûye û lewitî bûye. Nuh, kesekî oldar e. Di xewna xwe de yezdan dibîne. Yezdan fermana çêkirina keştiyekê dide. Divê Nuh ji her cisim kî ji jîndaran mê û nêr bigire keştiya xwe û tevî mirovên bawirmend têkeve keştiyê, derî û paceyan bigire. Ew ê tofanek mezin rabe û wê rûyê erdê paqij bike. Nûh, piştî vê xewnê keştiyeke mezin çêdike û tiştê jê hatiye xwestin dike. Paşê tofan radibe û bi rojan dewam dike. Erd hemû di bin avê de dimînin. Li rûyê cîhanê tenê rêwiyên keştiya nûh zindî dimînin. Keştî bi rojan li ser avê disekine, tofan radiweste. Piştî demekê keştî li cihekî asê disekine û her diçe av jî vedikeşe. Zindiyên ku ji keştiyê tên valakirin li der û dora çiyayê cudî belav dibin. Li gorî efsaneyê, di keştiya Nuh de 80 kes heye. Piştî ku ji keştiyê peya bûne, gundê heştan avakirine. Gund, îro ji aliyê eskerên rejîmê ve hatiye şewitandin. *** Tebax 2010 STÊRKA CIWAN :) :) Mizah Dağcılar Biri normal konuşan, diğeri kekeme olan iki arkadaş, bir dağa tırmanıyorlarmış. Tırmanış sırasında kekeme olan sürekli bir şeyler söylemeye çalışmış ama diğeri hep “yukarıda söylersin” diye geçiştirmiş. Yukarıya çıktıklarında kekeme güç bela konuşmuş: “Mmmm... mallll... malllzzemeee... mallzzemeeleerri... aşş... aşşaaddaa... unutt... unutttukk...” Başlamışlar aşağı inmeye. Kekeme yine bir şeyler söylemeye çalışıyormuş ama diğeri bu sefer de: -“Aşağıda söylersin” diyormuş. Aşağı inmişler, kekeme yine konuşmuş: -“Aaa... abbbbii... Şşşaaa... şşşaakaa... yaappp... tımmmm...” Feminist Kongresi Feminist kongresinde Amerikalı kadın söz alır: “Ben çok iyi bir şirketin genel müdürüyüm, bir gün alışveriş yapmaktan bıktım ve kocama dedim ki; ‘Bundan sonra alışverişi sen yapmalısın.’ Birinci gün yapmadı, ikinci gün yapmadı, üçüncü gün yaptı...” İngiliz kadın kürsüye gelir: “Ben uluslararası bir şirkette üst düzey yöneticiyim. Bir gün kocama dedim ki; ‘Bulaşık işlerine artık sen bakmalısın.’ Birinci gün yapmadı, ikinci gün yapmadı, üçüncü gün baktım yaptı...” Fadime çıkar kürsüye: “Ben de bir gün kocama dedim ki, ‘Ben bu çamaşır işinden bıktım. Bundan sonra çamaşırları sen yıka.’ Birinci gün görmedim, ikinci gün görmedim, üçüncü gün şişlik inmeye, gözüm yavaş yavaş görmeye başladı.” Tebax 2010 64