3) Kapak #6 (Page 1)

Transkript

3) Kapak #6 (Page 1)
P
STÊRKA CIWAN
K o v a r a
C i w a n a n
a
Tebax 2010
Hejmar: 87
M e h a n e
15 Ağustos Diriliş Ruhuyla
Apocu Gençlik EYLEME!!!
İçindekiler
Editörden
Merhaba gençler ve genç kalanlar!
Demokratik özerkliği örgütleyerek özgürlüğümüzü
sağlayalım ...................................................................................................................................................... 2
Stêrka CIWAN
15 Ağustos Kürt Halkının Umut çığlığıdır
6
Röportaj
........ ........ ........ ...............
Faşist Türk ordusu insanı onursuzlaştırma
makinesidir ................................................................................................................................................. 11
Rojhat LASER
Cudi’nin efsaneleşen kahramanı heval Erdal ............................. 15
Yıldız CUDİ
Tarihin en büyük ve en iğrenç işgali - I ................................................... 18
Şerda MAZLUM
Aydınlanmış gençlik toplumun aydınlık geleceğidir ........ 22
Umut ÖZGÜR
Buralarda ölmek bile başkadır
Tarihi süreç ve tarihi görevler
26
Kasım ENGİN
............................................................................
30
Sercan AYDIN
...............................................................................
Ekonomizm - I ..................................................................................................................................... 32
Abdullah ÖCALAN
Felsefeya PKK’ê bi a heyî re têr nebun her timî, hîn zêdetir hizirîn û serkeftin e .................................................................................................. 46
Abdullah ÖCALAN
Le retour aux années nonante ................................................................................................... 52
Ali HAYIRLI
Şerê taybet û ciwan ................................................................................................................................ 60
Ciwan AZAD
Botan
...................................................................................................................................................................
61
Mizah ......................................................................................................................................................................64
Yeniden dirilişin ve direnmenin ayı
olan ve mücadelemizde büyük bir anlam
ifade eden Ağustos sayısı ile yine birlikteyiz.
Hem gerilla alanında hem de kitle
alanında direnişin yükseldiği bir dönemi
yaşıyoruz. Önder Apo’nun adlandırdığı
gibi yeni dönemde “Varlığını Koruma,
Özgürlüğünü Sağlama” eylemleri yoğun
olarak devam etmektedir. Bu eylemlerin
karşısında çaresizliğe düşen faşist zihniyet, savaşta her şey mubahtır tezinden
yola çıkarak pervasızca hem halka hem
de gerillaya yönelmektedir. İnsanlık
suçu işlemek için bile gözünü kırpmamaktadır.
Gençliğin eylemleri bir bütün olarak
sahiplenmesi ve sistemi zora sokması
olması gereken bir tarzdır. Geliştirilen
eylem tarzı ile faşist devlet zorda
bırakılmış ve bir bütün çaresizliğe
düşürülmüştür. Bundan sonra da devletin
insanlık dışı yönelimlerine karşı hazırlıklı
olmak gerekmektedir.
Yine Avrupa’da yapılan festivallere
katılımlarda da görüldüğü gibi gençlik
kesimi yapılanlara karşı direneceğini
bir kez daha göstermiştir. Fakat bunlar
yeterli değildir. Temel amacımız olan
Önder Apo’yu özgürleştirmek ve Demokratik Özerkliği ilan etmek için daha
fazla eylem, daha fazla örgütlülük
sağlanmak zorundadır.
Direnen ve örgütleşen gençlik, hem
kitlede hem de gerillada nitelikli bir
yapılanma ve başarıyı kendisiyle getirecektir. Agitlerin, Erdalların yarattığı
ruhla süreç geliştirilmelidir.
“Örgütlenen Gençlik, Ordulaşan Gerilladır” şiarıyla…
Amed’de buluşmak dileğiyle...
Genç kalın...
Mail adresi; [email protected]
STÊRKA CIWAN
P
O
L
İ
T
İ
K
A
Demokratik özerkliği örgütleyerek
özgürlüğümüzü sağlayalım
Stêrka CIWAN
“Bilinmektedir ki,
‘Öcalan düşmanlığı’ AKP
hükümetinin temel
politikası olmuş, yoğun
tecrit, yere yatırma, saç
kesme, zehirleme, ölüm
çukuruna atma, sayısız
hücre cezası verme, görüş
yasağı getirme, okuma ve
yazma haklarını elinden
alma gibi korkunç
uygulamalar AKP iktidarı
boyunca sistematik olarak
yürütülmüştür”
Tebax 2010
Dördüncü stratejik dönem on yedi
yıl boyunca sürdürülen üçüncü dönemin
bitirilmesi temelinde başlatılmıştır. Dönemsel, taktik, geri dönüşü olan, üçüncü
dönemin devamı ya da yoğunlaştırılmış
hali olan bir niteliğe sahip değildir. Her
anlamda stratejik bir süreçtir. Bu anlamda yeni bir süreçtir.
Dördüncü stratejik dönem Önderliğimiz, halkımız ve hareketimize dayatılan soykırım siyasetini boşa çıkarma, otuz yedi yıllık amansız mücadeleyle elde ettiğimiz varlığımızı koruma
ve buna dayanarak özgürlüğümüzü
sağlama dönemidir. Yani kesin çözüm
hamlesidir. Ancak on yedi yıl boyunca
muhatap aramaya dayalı gelişen demokratik diyalog sürecinin tüm ısrarlara
rağmen gelişmemesinin diğer ifadeyle
barışçıl-demokratik yollarla muhatap
bulamamanın sonucuna bağlı olarak
başlatılmış, kendi çözümümüzü kendimizin oluşturması stratejisidir. Bu
stratejik süreci demokratik özerkliğin
ilanı ve demokratik konfederalizm temelinde örgütlendirilmesi olarak tanımladık Önderliğimiz de demokratik
özerkliği, öz savunma, hukuk, ekonomi
ve diplomasi olmak üzere dört alandaki
örgütlenmeye dayalı olarak tanımladı
ve hem dağda hem de toplumsal alanda
ilan edilerek başlatılmasını önerdi. Sürecin bizim için stratejik olmasının
anlamı budur. Yani demokratik özerklikle kendi çözümümüzü koymuş oluyoruz ve bunu örgütleyerek de kendi
özgürlüğümüzü sağlamış olacağız. Elbette bunun için de Önderliğimiz,
2
halkımız ve hareketimize karşı yürütülen imha karşısında meşru savunma
direnişimizi aktif temelde yürütecek,
meşru savunma mücadelemizi
varlığımızı korumanın temel gücü ve
teminatı olarak geliştireceğiz. 1 Haziran’la başlayan süreç özce “varlığımızı
koruma, özgürlüğümüzü sağlama”
dönemidir ve bu, demokratik özerklik
temelinde kendi çözümümüzü geliştirme stratejimizdir.
Tüm barışçıl çabalarının boşa çıkmasının ve ısrarla çözümsüzlüğün dayatılmasının sonucu olarak 31 Mayıs’ta
aradan çekiliyorum diyen Önderliğimizin tavrı sadece karşıtlarımıza yönelik
değil aynı zamanda süreçleri güçlü bir
direniş ve yetkin bir siyasetle yeterince
değerlendiremeyen bizedir de. Nihayetinde Önder Apo bu konudaki görüşünü “devlet Kürt sorununu çözmekten korkuyor, PKK ise devrim
yapmaktan korkuyor” diyerek ortaya
koymuştur. Dördüncü stratejik dönemle
devrim yapma iddiamızı ve cesaretimizi
ortaya koymuş ve devrimsel sürece
girmiş oluyoruz. Önderliğimizin özgürlüğü temelinde Kürt sorununu çözmek bu dönemin tek hedefi ve programıdır. Bunun için Kürt sorununu zamana yayan, egemen çıkarlar temelinde
revize eden, oyalayan bütün politikaların iflas ettiğini ve kendi çözümümüzü
büyük direniş temelinde kendimizin
yaratacağını dünyaya ilan etmiş olduk.
Bu sürecin bütün sorumluluğunu da
hareket olarak üstlendik. Sorumluluğun
Önderliğimize değil bize ait olduğunu
STÊRKA CIWAN
miş, güçlendiği oranda da özgürlük
hareketinin tasfiyesini hızlandırmış,
özgür-iradeli Kürt’e düşmanlığını
azdırmış, çok yönlü soykırım siyasetine ağırlık vermiştir. Önderliğimizin yol haritasını boşa çıkarma
amacıyla karşı hamle olarak geliştirdiği ‘Kürt açılımı projesiyle’
de oyalama siyasetinin son hamlesini
gerçekleştirmiş, seçime kadarki zamanı kurtarmayı böylece yeniden
iktidar olarak kendi çıkarları temelinde Kürtleri hizaya getirmeyi planlamıştır. Bu plan tarihin en kirli, en
kapsamlı komplolarından biridir.
AKP’nin ve hamisi ABD’nin bu
komplosunu ilk andan itibaren fark
eden Önder Apo, ısrarla bizleri
uyarmış, tehlikelere dikkat çekmiş,
gerilla güçlerimiz başta olmak üzere
tüm örgütlerimizi ve halkımızı kendi
çözümlerine hazırlamaya çalışmıştır.
Devlet ‘dağa çıkacaklarına
fuhuş yapsınlar’ demektedir
da deklare ettik. Dolayısıyla bu sorumluluğun gerektirdiği ciddiyet,
bilinç ve kararlılıkla hareket etmek
durumundayız. Bundan da anlaşılmaktadır ki bu dönem diğer dönemlerin biraz yoğunlaşmış hali, devamı,
benzeri değil, yepyeni bir dönemdir.
“Dönemin sorumluluğu hareket yönetimine ya da bir kesim arkadaşa
aittir, ben de eskisi gibi katılırım
dolayısıyla benim için değişen bir
şey yoktur, mücadelenin olağan gidişatıdır” demek, hiçbir biçimde
sürece girmemek, süreci anlamamak
dolayısıyla gerçekte süreç dışı kalmaktır ki, bu asla kabul edilmemesi
gereken bir durumdur.
Gösterdiğimiz irade ve kararlılıkla
artık hiçbir biçimde Önderliğimizin
ve halkımızın özgürlüğü adına oyalama ve zamana yaymayı kabul etmediğimizi ortaya koymuş ve çözümü kendimizin yaratacağını, bu-
nun için ne bedel gerekiyorsa ödeyeceğimizi belirtmiş oluyoruz. Zaten
1993 yılından beri demokratik çözüm
iradesi ortaya konmuş, birlikte çözme
temelinde gerekli bütün fedakârlıklar
fazlasıyla yapılmıştır. Özellikle de
AKP’ye 8 yıl boyunca fırsat tanınmıştır. Bilindiği gibi Önderliğimiz
“ben üçüncü dönemi aslında
2002’de bitirecektim ancak AKP
yeni iktidar olmuştu ve şans tanımak
istedim” demektedir. Ancak AKP’nin
kendisine tanınan bu şansı, Kürtleri
ve özgürlük hareketini imha ederek
devleti ele geçirme biçiminde değerlendirdiği ortadadır. Bizi oyalayarak
kendisini kurumsallaştırmayı, eylemsizlik ve tek taraflı ateşkes yani
çatışmasızlık ortamıyla kendi çıkarlarını örgütlemeyi esas almıştır. Bunun için de ucuz demokratlık ve
sahte söylemlerle oyalamayı ve zamana yaymayı temel politika belle3
Düşmanlarımızın işlerini bozan,
çıkarlarını boşa çıkaran, hesaplarını
deşifre ederek etkisizleştiren pozisyonu, Önderliğimizin hedef olması
pahasına devam etmiş, sağlığı ve
can güvenliğini tehdit eden baskılara
yol açmıştır. Bilinmektedir ki, “Öcalan düşmanlığı” AKP hükümetinin
temel politikası olmuş, yoğun tecrit,
yere yatırma, saç kesme, zehirleme,
ölüm çukuruna atma, sayısız hücre
cezası verme, görüş yasağı getirme,
okuma ve yazma haklarını elinden
alma gibi korkunç uygulamalar AKP
iktidarı boyunca sistematik olarak
yürütülmüştür. Önderliğimiz, 2002
ile birlikte AKP iktidarınca kendisi
ve hareketimiz üzerinde başlatılan
imha konseptini 4. komplo dönemi
olarak değerlendirdi. Çok açıktır ki
4. komplo dönemi Önderliğimize
ve hareketimize düşmanlık temelinde
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
geliştirilmiş, çok yönlü imha ve
özel savaş uygulamalarıyla derinleştirilmiştir. Öte yandan 29 Mart
seçimlerinin ardından daha da resmileşmiş olarak yeni Kürt politikası
devreye sokulmuştur. Bunun sonucu
olarak, ‘KCK operasyonu’, DTP’nin
kapatılması, belediye başkanlarının
tutuklanması, milletvekillerinin vekilliğine son verilmesi, halkımızın
demokratik kurumları ve çalışanlar
üzerinde terör estirilmesi, binlerce
çocuğun işkencelerden geçirilerek
zindanlara atılması temelindeki
soykırım siyasetine başlanmıştır.
Bununla birlikte Siirt’te AKP’li valinin itiraf etmekte sakınca görmediği
“dağa çıkacaklarına fuhuş yapsınlar” politikalarının gereği olarak,
Kürdistan geneleve dönüştürülmeye
çalışılmış, korucu, asker, polis,
AKP’li vekillerin bizzat organize
ettiği sistematik özel savaş örgütlenmesi toplumumuza dayatılarak
mücadeleyle yarattığımız değerler,
oluşturduğumuz ahlak ve kültür bitirilmeye, dejenere edilmeye böylece
çıkarlarını yürütmeye yatkın bir toplumsal gerçeklik yaratılmaya
çalışılmıştır. Bunun sonucu olarak
yatılı okullar fuhuş bataklıklarına
dönüştürülmüş, çocuk kaçırmalar,
tacizler, tecavüzler bir devlet politikası olarak sistematik tarzda yürütülmüştür.
AKP imha siyasetini yoğun bir
biçimde dayatmıştır
En son Rize belediye başkanının
kamuoyuna deklere ettiği, Kürt
kızlarının ikinci eşler olarak Türk
erkeklerince alınma projesi ise
AKP’nin gerçek Kürt politikasını,
bundaki ahlaksızlığını, Kürt toplumunun AKP’ce nasıl ele alındığını
ortaya koymuştur. Zaten Önder Apo
da bu gerçeğe dikkat çekmiş ve
Tebax 2010
“AKP Kürtleri karısı gibi görüyor,
karı yapmak istiyor” demiştir.
AKP’nin iktidarda olduğu süreçte
tecavüz yoluyla düşürüp ajanlaştırmanın resmi bir devlet politikası olarak yürütüldüğüne dair yüzlerce olay,
örnek vardır. Zehir Oyunu programlarıyla kamuoyuna da gösterilen olayların ve bu olaylardaki onlarca Kürt
kızının düştüğü tuzağın AKP’nin iktidarda olduğu dönemde gelişmesi
tesadüf değildir. Bütün çıplaklığıyla
kesinleşmiştir ki AKP, hareketimize
ve halkımıza dayatılmış bir özel
savaş iktidarıdır, soykırım iktidarıdır.
Onlarca barajla Kürdistan’ın insansızlaştırılması, tarihi değerlerin yok
edilmesi, coğrafyanın gerillaya elverişsiz hale getirilmesi AKP
iktidarının icatlarıdır. Aynı şekilde
hiç bitmeyen askeri operasyonlar,
hava saldırıları, kimyasal silahların
kullanılması AKP iktidarının imha
siyasetindeki kararlılığının göstergesi
4
olarak en yoğun biçimde sürdürülmüştür. ABD, AKP, Irak arasındaki
üçlü mekanizma ve hareketimizi
ortak düşman ilan ederek yürütülen
siyaset, uluslararası güçler ve statükocular tarafından 2002’de AKP’nin
iktidar yapılmasının ve bunca destekle
ayakta tutulmasının tek amacının hareketimizi tasfiye etmek olduğunu
netleştirmiştir. Özgürlük Hareketini
tasfiye edip, Kürtleri yedeklemek ve
radikal İslam’ı revize etmek
amaçlarıyla iktidara getirilen AKP,
iktidarda kaldığı sekiz yıl boyunca
bu görevlerini en iyi şekilde yerine
getirmeye çalışmıştır.
Ancak Önder Apo öncülüğündeki
Özgürlük Hareketimiz yürüttüğü mücadeleyle, AKP’ye yüklenen rollerin
başarısızlıkla sonuçlanmasını sağlamıştır. Özgürlük Hareketini tasfiye
etmek ve halkımızı teslim almakla
görevlendirilen tüm iktidarların
akıbeti AKP içinde kaçınılmaz olmuş,
STÊRKA CIWAN
Önder Apo’nun büyük çabaları ve
halkımızın fedakârlıkları, hareketimizin açığa çıkardığı irade sonucu
AKP’de bitirilme noktasını getirilmiş,
AKP şahsında Türk devletinin inkarcı
ve imhacı zihniyeti iflas ettirilmiştir.
CHP’deki ani lider değişikliği, yeni
model arayışı, Türk siyasetinde
AKP’nin bitmesi sonucu gelişen tedbirdir. CHP’deki restorasyonla Kürt
sorununa dayatılan çözümsüzlüğün
ve hareketimizi, halkımızı oyalama
politikalarının devam ettirileceği, bunun devlet yaklaşımı olduğu
anlaşılmaktadır. Yani devlet artık
inkâr edememektedir ancak zamana
yayarak tasfiye ve imhayı gerçekleştirebileceğini düşünmektedir. Zaten
kendileri de “terör bitirilemez ancak
kontrol altına alınabilir” demekte,
böylece zamana yayarak tasfiye etmeyi devlet politikası olarak yürüttüklerini itiraf etmektedirler.
Önder Apo bu politikanın tehlikesini görmüş ve bunu ortadan
kaldırmak için aradan çekiliyorum
demiştir. Başlattığımız süreç çözüm
sürecidir. Dördüncü stratejik dönemde
muhataplarımız tarafından çözümün
pratik adımları somut olarak ortaya
konulmadığı müddetçe serhıldan ve
meşru savunma direnişimiz aktif
tarzda sürecektir. Meşru savunma
direnişi ve serhıldanla halkımızın ve
hareketimizin kazanımları korunacak,
özgürlüğün somutlaşması için mücadele en üst düzeyde yükseltilecektir.
Çözüm için demokratik özerkliğin
ilanına karar verilmiştir. Bu bizim
halk ve hareket olarak kendi çözümümüzdür. Demokratik özerklik sistemi temelinde Türk devleti de çözüm
yaklaşımına gelirse devlet+demokrasi
formülü ile çözüme ulaşmak tercihimiz olmaktadır. Ancak sömürgeci
egemen sistem güçleri kendilerini
her türlü çözüm biçimine kapatırsa
daha önce Kongra Gel Genel Kuru-
‘Bilinçlendirme, örgütleme, eyleme geçirme’ denklemi içinde
toplumsal alan mücadelesinin ele alınması ve konfederal sistemin
örgütlendirilmesi gerekmektedir
lu’nda halk iradesiadına krarlaştırdığımız gibi kendi öz gücümüzle demokratik özgürlükçü sistemimizi kurarak çözümümüzü geliştireceğiz.
Yani isterse devletle demokratik temelde ya da istenmezse devlete
rağmen ama mutlak bir biçimde çözümü önümüze koyduğumuz bir final
dönemi başlatmış bulunmaktayız.
Dördüncü dönemin stratejik olarak
belirlenmesi, ideolojik, teorik ve programsal değişikliğe gittiğimiz anlamına
gelmemektedir. Demokratik, ekolojik,
cinsiyet özgürlükçü paradigmamıza
bağlı demokratik konfederal sistem
toplumsal çözümümüzü oluşturmaktadır. Aktif olarak yürütmeyi
kararlaştırdığımız gerilla mücadelesi
paradigmamızın öngördüğü meşru savunma çizgisi temelindedir. Ancak
başlattığımız dönemin karakterine uygun olarak stratejimiz ve temel taktiklerimizde şekil alacaktır. Meşru savunmanın aktif düzeyde pratikleştirilmesi elbette üçüncü dönem boyunca
esas aldığımız düşük yoğunluklu savunmayı çok aşan bir mücadele esprisine dayanmaktadır. Açıktır ki,
ancak aktif düzeydeki bir mücadeleyle
imha karşısındaki varlığımızı koruyabilir, özgürlüğümüzü sağlayabiliriz.
Yeni dönem üçüncü dönemin devamı niteliğinde bir dönem değildir.
Yani geçmişte yapılmayan görevlerin
daha iyi yapılmasıyla sınırlı bir süreci
ifade etmemektedir. Elbette geçmişte
yeterince yapılamayan görevler bu
dönemde yerine getirilecektir. Ancak
yeni dönem bunu çok aşan, bundan
çok farklı bir mücadele karakterine
sahiptir. Dolayısıyla yeni döneme
karakterini verecek ve damgasını vuracak görevlerin iyi anlaşılması ve
5
pratikleştirilmesi büyük önem
taşımaktadır. Yani demokratik özerkliğin alt yapısını oluşturacak öz savunma, bunun içinde serhıldan ve
meşru savunmanın en örgütlü ve
etkili tarzda yürütülmesi gerekmektedir. Diğer yandan Konfederal sistemin oturtulması, bunun için komün,
meclis, kooperatif örgütlenmelerine
seferberlik düzeyinde yaklaşılması
gerekmektedir. Örgütsüz tek bir Kürdistan ilinin, köyünün kalmaması
önemli olmaktadır. ‘Bilinçlendirme,
örgütleme, eyleme geçirme’ denklemi
içinde toplumsal alan mücadelesinin
ele alınması ve konfederal sistemin
örgütlendirilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte toplumsal yaşama dayatılan özel savaş politikaları
karşısında en örgütlü ve radikal tarzda
eylemsel mücadeleyi geliştirmek
daha büyük önem kazanmaktadır.
Öte yandan demokratik özerklik temelinde kendi dilimizi, kültürümüzü,
kimliğimizi esas alarak yaşamımızı
ve mücadelemizi geliştirmemiz gerekmektedir. Sadece gündelik yaşamda değil kamusal alanlarda, devletlerle
ilişkilerde, resmiyetlerde dilimizde
ısrar etmek, kesinlikle yabancı diller
kullanmamak, yine kültürümüzü
yaşamımızın her alanında temsil etmeyi politik bir tutum olarak geliştirmek gerekmektedir. İdeolojikpolitik bir tutum olarak dilimizde,
kültürümüzde, kimliğimizde ısrar etmek, sömürgeci devletlerin ve kapitalist modernitenin dil, kültür etkilerinden kurtulmak demokratik özerklik yaklaşımımızın somutlaşmasında
stratejik öneme sahiptir.
***
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
R
Ö
P
O
R
T
A
J
15 Ağustos
KÜRT HALKININ
UMUT ÇIĞLIĞIDIR
KCK Yürütme konseyi Duran KALKAN ile yapılan röportaj
“15 Ağustos, halk için
yeni bir umut oldu.
Halkı düşünmeye sevk etti.
Halka dönük geliştirilen
propagandalar, yapılan
örgütlenmeler ve verilen
vaatler büyük bir
inancı doğurdu.
Yine bu atılımla birlikte
verilen bazı bedeller halk
tarafından sahiplenildi.
Bu sahip çıkma olayı,
eskiden sahip çıkmanın
yöntemlerini, tarzını,
yaklaşımını aşbilecek ve
boyutlandırabilecek
bir tarzdaydı”
Tebax 2010
15 Ağustos Atılımı’nın nedenleri
nelerdir? Böylesi bir Atılım hangi ihtiyaçtan kaynaklandı? Atılım öncesi
eylemin ön hazırlıklarını anlatabilir
misiniz?
- 15 Ağustos Kürt halkının içinde
bulunduğu durumla bağlantılıdır. Kürt
halkına sömürgecilik dayatılıyordu. Diğer
yandan da dünyanın birçok ülkesinde
gelişen ulusal kurtuluş hareketlerinin
yarattığı etki ile Türkiye’deki devrimci
gençliğin de demokratik bir mücadele
içerisine girme durumu söz konusuydu.
Fakat o hareketlilik içerisinde Kürt sorununa doğru bir yaklaşım gösterilmedi.
Türkiye halkı adına hareket edenler de
ise Kürt’ü kendi potasında eritme, kendi
mücadelesinin yedek bir gücü olarak
değerlendirme yaklaşımı vardı.
Genelde durum böyle iken, ulusal
kurtuluş mücadelesi “Her ulusun kendi
kaderini tayin etme hakkı vardır!” belirlemesiyle ortaya çıkıyordu. Ancak
bizde bunun biraz dogmatik yorumu
oldu. Aslında başlangıçta bu tür bir
anlayışa ihtiyaç vardı. Çünkü tüm hareketler biraz da ret temelinde ortaya
çıkmıştır. Bu yaklaşım olmazsa hiçbir
hareket ideolojik gelişme imkânını
bulamazdı. Dünyada bunun birçok
örneği vardır. Örneğin feodal dönemde
birçok değişik felsefi, ideolojik ve siyasal hareketler tarikatlar biçiminde
ortaya çıkmışlardır. Ancak ret temelinde ortaya çıkmadıkları için fazla
gelişme imkânını da bulamamışlardır.
Tarihte Kürtleri bu konuda ele alırsak;
6
konfederasyonla birlikte belli bir siyasi
oluşuma gittiler, fakat geliştiremediler.
Bunu geliştirme imkânını ve şansını yakalayamadılar. Bunun temel nedeni dayandığı ideolojik yaklaşımdır. Yani başka
halkların varlığını, kültürünü ve kimliğini
inkârı gerekçesine dayalı bir gelişmesi
yoktur. Kendi içerisinde mevcut durumu
kabul etme söz konusuydu. Tarz olarak
belki o tür ideolojik yaklaşımlarla yaklaşmak biraz ağır olabilir, fakat gelişme
sürecini bu şekilde erkenden bulamamıştır. Çok uzun bir sürece yayılarak
gelişmesi gerekiyordu.
İnsanlığın esas aldığı birçok değer
günümüzde değişik biçimlerde formüle
edilip, bir bakış açısı olarak toplumlara,
dünyaya belli bir bilimselliğe kavuşturularak bir felsefe, bir ideoloji durumuna
getiriliyordu. Tabi Kürt halkının da,
dünyadaki mevcut ulusal kurtuluş hareketlerinden bir etkilenmesi vardı.
Şüphesiz bu gelişme Türkiye’deki halkın
da içinde bulunduğu bir durumdu.
Ancak Kürtlere başka bir gelişme şansı
tanınmıyordu. Yani Kürt kabul edilmiyordu. Kürtlük adına her oluşum ve
örgütlenme yasaklanıyordu.
12 Eylül’deki uygulamalar çok
ağırdı. Düşünmek ya da kendini ifade
etmek bir suçtu. Yoğun bir baskı ve
işkence vardı. Yüz binlerce insan ve
öncü kadrolar cezaevlerine konuldu.
Zindanlardaki vahşet en üst düzeye
çıkarıldı. İnkâr ve imhayı geliştirme
yaklaşımı egemenler ve sömürgeci
güçler tarafından esas alındı. Buna bir
anlam verilebilinir, çünkü karakterle-
STÊRKA CIWAN
rinden kaynaklanan bir durumdur.
Ancak burada karakteri tanımlanırken,
Türk sömürgeciliğine benzemediğini
de vurgulamak gerekir. Çünkü Türk
sömürgeciliği ne İngilizlere, ne
Fransızlara, ne de farklı bir sömürgecilik uygulamalarına benzemektedir.
Aslında İsrailliler de bir dönem öyleydi, ama İsraillilerde bile günümüzde
belli bir gelişme var. Fakat Türk devletinde bu konuda bir değişiklik yok.
Hala inkâr ve imhaya dayalı bir siyasete devam ediliyor.
Öte yandan dışarıda Kürtlük adına
hareket eden değişik ideolojik gruplar
vardı. Bunların çoğu farklı güçlerin
arkasına takılmışlardı. Kimisi Çin,
kimisi Rus, kimisi Arnavut gibi reel
sosyalist ülkelerde geliştirilen devrimleri ve ulusal kurtuluş mücadelelerini kendilerine esas alıyorlardı.
Şüphesiz bizim hareketimiz de onların
tecrübesinden yararlanmıştır. Ancak
onu ülke somutuna uyarlamada biraz
daha gerçekçi yaklaşmıştır. Diğer kesimlerin yaklaşımları daha çok dogmatik olmuştur. Olduğu gibi alıp uygulamaya çalıştılar. Bundan dolayı
fazla başarılı olamadılar.
Bir taraftan cezaevindeki durum,
diğer taraftan halkın büyük beklentileri
ve örgütün içerisinde bulunduğu durum
bir çıkış yapma gereğini doğuruyordu.
O koşullarda, Ortadoğu’da, Kürt sorununu şiddet dışında başka bir yolu
tercih ederek ona göre bir çıkış bulabilme imkânı yoktu. Ki zaten dünya
o dönem iki kutupluydu. Bir tarafta
emperyalizm, diğer tarafta reel sosyalizm. Halklar mevzilenmesini ve
mücadelelerini bu gerçeğe göre ayarladılar. Dolayısıyla bu noktada; ulusal
toplumsal gerçekliğe denk bir pratiği
sergileme, değerlerine sahip çıkabilme,
geliştirilecek her türlü katliamları,
baskıları, işkenceleri ve vahşet durumunun önünü alabilme açısından bir
savunma refleksinin geliştirilmesi ge-
rekiyordu. Bu da ancak askeri bir etkinlikle olabilirdi. Çünkü neticede
Ortadoğu’da başka şekilde güç olunamıyordu. Ona yaşam imkânı
tanınmıyordu. Yani var olan sistemlerin
uygulayanı veya onun yedeği, işbirlikçisi olmanın ötesinde bir şans
tanınmıyordu. Bu durumda ya reel
sosyalizmin kuyruğuna takılacaktır ki bunu yapanlar o dönemde TKP ve
sosyal şoven kesimleri olmuştur- ya
da mevcut gerçekliğin dayattığı mücadele şekli geliştirilecektir. Diğer
kesimlerin zaten belli bir statükosu
vardı. Kendi halkını, dilini, geçmişini
ve geleceğini inkâr etme temelinde
bir yaşam imkânını bulmuşlardı. Zaten
böyle bir örgütlemenin halkçı bir
tarafı asla kabul edilemez. Hem dünya,
hem bölge, hem de Türkiye’deki durumlar farklı bir örgütlenmeyi esas
almamız ve dayatılan her türlü baskıcı
yaklaşımlara karşı değerlerimizi korumamız için bize kendini savunmaktan başka bir imkân tanımıyordu.
15 Ağustos Atılımı gerçekleştikten
sonra Kürdistan’da ne tür değişiklikler oldu? Atılım özellikle halk
üzerinde nasıl bir etki yaratmıştı?
Türk devletine karşı nasıl bir mücadele yürütüldü?
- Kürt halkı son derece sindirilmişti.
Umutsuzluk, inançsızlık ve güvensizlik
hâkimdi. Hatta Kürtler adına böyle
bir çıkışın artık egemenler tarafından
kesin bastırılacağı şeklinde bir kanaat
da vardı. Fakat 15 Ağustos, halk için
yeni bir umut oldu. Halkı düşünmeye
sevk etti. Halka dönük geliştirilen propagandalar, yapılan örgütlenmeler ve
verilen vaatler büyük bir inancı
doğurdu. Yine bu atılımla birlikte verilen bazı bedeller halk tarafından sahiplenildi. Bu sahip çıkma olayı, eskiden sahip çıkmanın yöntemlerini,
tarzını, yaklaşımını aşabilecek ve bo7
yutlandırabilecek bir tarzdaydı. Daha
örgütlü, disiplinli, ciddi ve organizeli
bir yaklaşımla sahip çıkma durumu
yaşandı. Bu yaklaşım halk içerisinde
büyük bir umut, güven, coşku, destek
ve katılım düzeyini doğurdu. Bunun
sonuçları tam olarak toplanamadı,
çünkü kitle içerisinde sonuçlarını toplayacak bir halk örgütlülüğümüz yeterince yoktu. Hazırlıklar bu konuda
yeterince yapılmamıştı. Bu konuda
dar kalındı. Sonraki yıllarda, biraz da
saldırılara karşı açık duruma gelindi.
Devletin başlangıçta bu gelişmeyi
“birkaç tane eşkiyadır” gibi, kendince,
değişik sıfatlarla adlandırma ve küçümseme durumu vardı. Hatta Özal;
“kısa sürede hallederiz” diyordu. Sonradan durumun kapsamı, ciddiyeti ve
örgütlülüğü anlaşılınca, devlet ona
göre bir yüklenim sürecini başlattı.
Her harekette olduğu gibi bizim harekette de kaba askeri yaklaşımlar -ki
bu noktada Kürdistan tarihi de epey
çok acı, öğretici deneyimlerle doludur- ve içerden geliştirilen ihanetler
daha güçlü kazanımların alınmasını
engelledi. Yine sağ ele geçenler, teslim
olanlar oldu. Onlardan alınan bilgiler
doğrultusunda çok daha kapsamlı,
köklü, uzun vadeli ve ‘80 öncesini
aşan yönelimler gerçekleşti.
Birincisi; Kürdistan’da özellikle belirli alanları esas aldılar. Bu alanlara
yönelik yoğun bir askeri yığınağa giriştiler. Ağırlıklı olarak eylemlerin
yoğunlaştığı alanlar; Eruh ve Şemdinli’ydi. Botan alanı başta olmak üzere,
kendileri açısından tampon ve sıçrama
tahtası olarak saydıkları alanlara ağırlık
verdiler. Yine askeri hâkimiyetini nasıl
sağlayabileceğine ilişkin, bazı yerleri
tespit edip o alana yerleşmeye çalıştılar.
Gerillanın o sürece kadar ciddi bir dağ
pratiği, deneyi ve tecrübesi yoktu. Tek
tecrübesi, Hilvan-Siverek direnişine
dayanıyordu. Asker gerilladan çok
daha acemi bir konumdaydı. Türk orTebax 2010
STÊRKA CIWAN
dusu o dönemde gerçekten de acemiydi.
Yani istediği kapsam, biçim ve şekilde
bir askeri değerlendirebilme, ona göre
sonuç alabilme yaklaşımından çok
uzaktı. Sadece örgüt içerisinden kaçanlar, teslim olanlar veya yakalananlardan alınan bilgiler ışığında bir değerlendirme yapıp üzerine gitme durumları
vardı. Gerilla savaş taktiğiyle, Türk
ordusu -ki NATO’nun ikinci büyük
ordusu- ve birkaç komşu devletle rahatlıkla cephe düzeyinde çatışmaya
ve savaşmaya hazırdı. Buna rağmen
Türk ordusu sınırlı sayıdaki gerillalara
güç getirmeye zorlanıyordu. Bundan
dolayı Kürt’ün hiçbir zaman peşini
bırakmayan ihanet gerçekliğinden yararlandılar ve kitle içerisinde ajanlaştırma ve koruculaştırmaya ağırlık
verildi. Onlardan yararlanarak adım
adım alanlar üzerinde hâkimiyetlerini
kurmaya çalıştılar.
Öte yandan gerilla güçleri, 15
Ağustos Atılımı’nın sonuçlarına göre
kendilerini örgütlemediği ve çalışma
tarzını yeni döneme göre uyarlamadığı için, bazı gerilla grupları,
gelen saldırılar karşısında hazırlıksız
yakalandılar. Agit arkadaş ise
başından beri kendi alanında bulunan
gücüne gelişecek olası saldırılar
karşısında yenilenmeyi, ona göre
bir savaş taktiğini üretmeyi esas
alıyordu. Bazı birimler Agit arkadaşı
esas alıyordu, ancak ağırlıklı bir kesim kendisini ona göre uyarlamadı.
Diğer taraftan devletin ajanlaştırma
ve koruculaştırmaya dönük çalışmaları
da hızla devam ediyordu. Yine içeriden gelişen ihanetlerle ellerine çok
somut bilgiler geçmişti. Gerillanın
savunma pozisyonunu sağlam koruyabilmesi için nicel durumunu ayarlaması gerekiyordu. Fakat bazı birimler bunu hayata geçirmediği gibi
karşı tarafa zemin de sundular.
Düşman bunlardan dolayı bazı alanlarda kısmi olarak sonuç aldı. Ki bu
Tebax 2010
gelişme gerilla gücünü de etkiledi.
Mesela bir Garzan’ın durumu öyleydi.
Garzan’ın 15 Ağustos’tan sonra Ali
Ozansoy (Nebi) adındaki genel yönetimi ihanetçi çıktı. Şimdi de JİTEM
elemanıdır. Yine ‘85 kışında Şıkefta
Gara’da bir teslimiyet olayı yaşandı.
O olayda toplam yedi kişinin çözülme
durumu vardı. Bunlar o dönemin
kendi koşulları içerisinde epey ağırdı.
Sadece Agit arkadaşın komutası
altında bulunan gerilla güçleri, bir
sürece kadar meşru savunma çizgisini
koruyabildi ve geliştirebildi.
rakteri vardı. Birincisi; halkı ulusal
yönüyle bilinçlendirme, ulusal mücadele etrafında örgütleme ve bir güç
durumuna getirmeydi. İkincisi; halka
demokratik bilinci kazandırabilmeydi.
Onun yaşam tarzını, ilişki tarzını ve
yaklaşımını halka yansıtmaktı. Bu
aslında sadece gerilla döneminde
değil, silahlı propagandanın da temel
göreviydi. Çünkü koşullarımız diğer
ülkelere benzemiyordu. Bazı ülkelerde
küçük-burjuva sınıfına dayansa da
bir aydınlanma vardı. Özellikle bilinç
konusunda bir gelişme sağlanmıştı.
Fakat Kürtlerde birçok gerilikler
yaşanıyordu. SPB halkı örgütlemenin
yanı sıra bilinçlendirmeyi, ona yeni
bir kültür, yeni bir yaşam tarzı ve
ilişki kazandırmayı da esas alıyordu.
Aslında bu yönlü çalışmalar başından
beri halkla ilişkilenirken yürütülmeye
başlanmıştı. Tabi bu sadece sözle
değil, davranış, ilişki, ahlak, üslup
ve yaşamın birçok boyutuyla ilişkilendirilerek yapılmaya çalışıldı.
15 Ağustos ‘84 süreci ile 1 Haziran 2004 süreci arasındaki farkı
biraz açabilir misiniz? HPG’nin savaş stratejisinde ne gibi değişiklikler
yaşandı? Kürdistan’da verilen uzun
vadeli bir gerilla savaşıyla nasıl bir
güç ortaya çıktı?
15 Ağustos Atılımı sürecinde Kürdistan halkının örgütlenme düzeyi
nasıldı?
- Gerilla güçleri öncesi Silahlı Propaganda Birlikleri(SPB) olarak hareket
ediliyordu. O dönemde SPB’nin
amacı; halkın toplumsal gerçekliğini
göz önünde bulundurarak, silahlı propaganda birliğini geliştirmek ve büyütmekti. Şüphesiz SPB sadece silahlı
etkinlik gösteren bir güç değildi. Çünkü o dönemde devrimimizin iki ka8
- 15 Ağustos sürecine giderken
ciddi bir gücümüz yoktu. Halk yeterince örgütlü ve bilinçli değildi. Bir
kesim sindirilmiş, diğer bir kesim ise
teslim alınmıştı. Devlet tarafından
halka karşı faşizan uygulamalar vardı.
Güç boyutuyla birçok farklılıklar
vardır. Henüz Kürt sorunu kabul ettirilememişti. Kaldı ki bölgedeki sınırlar
çizilirken, böyle bir sorun hiçbir zaman
dikkate alınmadı. Çizilen sınırlar zaten
belliydi. Ki bu karar alınırken, Kürt
halkının içinde bulunduğu durum
zaten göz önündeydi. Dünyada daha
STÊRKA CIWAN
çok ideolojik ve sınıfsal mücadeleler
ön plandaydı. Ondan etkilenme durumu vardı. Ulusal yön biraz öndeydi.
Çünkü inkâr edilen bir halk vardı.
Bu sadece egemenler tarafından değil,
ulusun fertleri tarafından bile kanıksanmış, kabul edilmişti. Hatta Türk
egemen güçleri Ağrı dağına; “Hayali
Kürdistan burada medfundur!” biçimindeki değerlendirmeleri pratikte
kendilerince anlamını buluyordu. Yani
bir sorunun varlığı kabul edilmiyordu.
Oysa sorunun baştan beri açığa
çıkarılması gerekiyordu. Çünkü sorunun üzeri küllendirilmişti ve bunun
açığa çıkarılabilmesi için her ulusun
ortak bir yaklaşımı gerekliydi. Bu
konuda başta da belirttiğim gibi;
“Ulusların kendi kaderlerini tayin
etme hakkı” yaklaşımı esas alınarak
ülke somutuna uyarlanmaya çalışıldı.
Bundan dolayı silahlı mücadele esas
alındı. Zaten onun dışında da sorunu
ortaya çıkarmanın başka bir yolu yoktu. Uzun vadeli bir halk savaşı verilecekti. Çünkü güçsüz, örgütsüz,
dağınık ve inkâr edilen bir halk kendisini sömürgeciliğe karşı ancak bir
halk savaşıyla koruyabilirdi.
Şüphesiz Türk sömürgeciliğinin en
önemli gücü askeri gücüydü. O gücü
darbeleyen, geriletebilen tek yol halk
savaşıydı. Bu konuda kendi gücüne
güvenmek son derece önemliydi. Ancak güvenle birlikte bir örgütlülüğe
ulaşmak, bir güç durumuna dönüşmek
ve onun askeri ve siyasi ordulaşmasını
sağlamak mümkündü. Esas amaç buydu. Gerilla ilk çıkışında sosyal şovenizme ve ilkel-milliyetçi kesimlere
karşı mücadele verdi.
1 Haziran kararı mücadele tarihimizde yeni bir süreci temsil ediyor.
Bu süreçte Kürt sorunu artık uluslararası alanda bir sorun olarak kabul
edilir hale gelmiştir. Yine ‘84’e nazaran
örgütlü bir halk gücü yaratılmıştır.
Kürt halkı güçlü bir Önderliğe sahip
olmuştur. Ayrıca siyasi, askeri, kültürel
ve birçok alanda kendini kanıtlayan
örgütlü bir halk gerçekliğini ortaya
çıkarmıştır. Dolayısıyla güç boyutuyla
15 Ağustos’la mukayese edilmeyecek
derecede büyük farklılıklar vardır.
Savaşımız şimdiye kadar ulusal kurtuluş mücadelesi çizgisine göre şekillenmişti. 1 Haziran’da ise temel siyasetimiz demokratik mücadele çizgisine dönüştü. Bunun yanı sıra tarih,
toplum ve devlet kavramlarına dönük
yaklaşımlarda büyük farklılıklar ortaya
çıkmıştır. Yine 1 Haziran kararı bir
anlamda meşru savunma çizgisini
temsil etme kararıydı. Çünkü tek
taraflı bir ateşkes ve geri çekilme durumu vardı. Bu konuda birçok bedel
de ödendi. Hareketimiz, devletin tüm
saldırılarına rağmen barış, uzlaşı ve
diyalog çağrılarından vazgeçmedi. Ki
örgüt özellikle halk gücüyle en güçlü
dönemini yaşıyordu. Yine ideolojik,
politik ve düşünce olarak çağa uygun
bir hareket olmayı esas alıyordu. Hatta
çağın bilimsel anlamda sorunun çözümünü birçok yönüyle içerebiliyor,
ona göre adımlar atabiliyordu.
Ancak bu sürecin dezavantajları
da oldu. Örneğin ihanete en çok bu
süreçte zemin sunuldu. Çünkü örgüt
içerisinde ihanet uç vermişti. Değişik
güçleri de arkalarına alarak, hareketi
içerden çökertme veya meseleyi zamana yayarak kendi içerisinde çürütmeyi esas aldılar. Devlet bu gelişmelerden sonra diyalog ve barış çağrılarına gelmedi. Yani bu süreç iyi değerlendirilemedi. Oysa 1 Haziran öncesi,
altı yıllık süreç içerisinde Türkiye
önemli bir gelişme ve düzey kaydetmişti. Her ne kadar pratik uygulamaya
gidilmemişse de, bazı yasal değişiklikler konusunda kısmi bir adım
atılmıştı. Yine kurumlar nezdinde,
değişik genelgelerle ve farklı yönetmeliklerle olumlu sayılabilecek bazı
adımlar atılmıştı. Ancak süreç açı9
sından bunlar çok yetersiz kaldı.
Devlet geçmişten beri bu yöntemi
kullanıyor. Özellikle karşı cepheyi
yanıltma politikasını Cumhuriyet tarihinden günümüze bir devlet politikası
ve karakter edinmiştir. Ancak bu bir
yanılgıdır. Ne Hareketimiz diğer muhalif hareketlere benziyor, ne de içinde
bulunduğumuz çağ gerçekliği buna
izin veriyor. Dolayısıyla Türkiye bu
süreçten epey zararlı çıktı. 1 Haziran
süreci devletin Kürt sorunu karşısında
ciddi bir zafiyet ve güçsüzlüğü
yaşadığını açık ve net bir şekilde
ortaya koydu.
TC’nin son süreçteki durumuna
baktığımızda tarihinin en büyük
tıkanmasını yaşadığını görüyoruz.
Bu temelde, bundan sonra savaşın
seyri nasıl olacaktır?
- Sorunlar sadece güncel değil, tarihi
olarak da Önderliğimiz tarafından ortaya konulmuş ve çözümlenmiştir. Bu
konuda tek taraflı olarak her türlü fedakârlık da yapılmıştır. Fakat sorun
biraz karşı taraftan kaynaklanıyor.
Türk devleti bu konuda kendine, tarihine, kültürüne ve halkına güvenmiyor.
Halkına güvenmediği gibi, halkların
gücüne de güvenmiyor. Neticede Türk
halkının çıkarı mevcut iktidarla korunamıyor. Kürdistan’da yıllardır devam
eden, savaşta rantçı bir kesim ortaya
çıkmıştır. Bunlar önemli bir güçtür.
Sorunun çözümünde bu gücün bir
çıkarı yoktur. Savaş ve şiddet onların
varlık gerekçeleridir ve bunsuz güç
olamaz, çıkarlarını koruyamazlar. Hem
Türkiye içerisinde, hem de uluslararası
bağlantıları var. Yine dışardan da istikrarlı ve güçlü bir Türkiye’yi istemeyen kesimler var. Bu kesimler sorunu daha fazla körüklemek istiyorlar.
Ayrıca halkların çatıştırılmalarını istiyorlar ki, bu komplo sürecinde de
açıkça ortaya çıktı. Aslında birçok güTebax 2010
STÊRKA CIWAN
cün Önderliğin fiziki tasfiyesine yönelik
planları vardı. Fakat Önderlik, yaklaşımlarıyla bu komployu boşa çıkardı.
Şiddetin ileri ki süreçte boyutlanması, gerilla mücadelesinin geliştirilmesi karşı tarafın pozisyonuna
bağlıdır. Eğer değerlerin üzerine
saldırı gelişirse, inkâr ve imha politikasında ısrar edilirse, Önderliksiz
bir yaşam halkımıza ve gerilla güçlerimize dayatılırsa, kuşkusuz şiddet
çok daha fazla gelişecektir. Yani bu
halk Önderliksiz yaşamı asla kabul
etmez. Gerilla açısından da öyledir.
Çünkü Önderliğin pozisyonu, durumu ve Önderliğe yaklaşım Kürt
halkına olan yaklaşımdır ve sorunun
çözümündeki samimiyet ölçüsünü
gösterir. Çünkü neticede bu halkı,
bu örgütü yaratan Önderliğin kendisidir. Geçmişte de “Aposuz PKK”,
“PKK’siz Kürt halkı” biçiminde yaklaşımlar gösterildi. Ancak fazla
başarılı olamadılar.
Mevcut durumda Türkiye’de ciddi
bir tıkanıklık yaşanıyor. Devlet siyaset
üretemiyor. Hükümetin başındaki yöneticiler büyük bir gaflet ve ihanet
içindedir. Türkiye aslında pazarlanıyor,
satılıyor, peşkeş çekiliyor. Türkiye’nin
kendisini çağa, döneme göre uyarlaması gerekirken, halen klasik politikalarında diretiyor. Mevcut hükümet,
devletin bir kesimi tarafından, tehlikeli
ve aşılması gereken bir iktidar olarak
görülüyor. Çünkü bu iktidar içteki sorunların çözümüne cevap veremedi.
Türkiye siyaset üretmediği gibi,
tıkanıklığı içe taşırıyor. Yani halkın
uyuşturulması için bazı sunî gündemler yaratıyor. Örneğin halkın en
zayıf, en hassas noktası olan milli
duygularını kullanarak şovenizmi
geliştiriyor. Bu politika geliştirememenin, üretememenin, çağa kendini
uyarlamamanın bir neticesidir. Bunu
da, en büyük tehlike olarak gördüğü
Kürt halkına karşı kullanmaya çalıştı.
Tebax 2010
Yani iktidar, halkları birbirine karşı
kışkırtarak bir süreci daha atlatma
çabası içerisindeydi. Bu tehlikelidir.
Bölgede kendine müttefik olarak gördüğü güçlerin siyaseti ile de
uyuşamıyor. Aslında gerçekleri göz
önünde bulundurarak, Türkiye’nin
çıkarı nedir? sorusuna uygun bir siyaset üretmesi gerekirken, geçmişe
dayalı gerici yaklaşımlarından vazgeçmiyor. Eskiden çelişki içinde
olduğu, düşman olduğu güçlerle ittifak içerisine giriyor. Adeta akıntıya
kürek çekme biçiminde bir resim ortaya çıkıyor. Örneğin İran kendi iç
derdine düşmüş, Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesinde nasıl ayakta
kalacağının arayışı içerisindedir. Suriye zaten zayıf bir yönetim, zor bela
ayakta duruyor. Suriye’yle bir ittifakları vardır. Bu ittifak aslında Kürtlere karşıdır. Kürtlere karşı geliştirilen
bu ittifak neticede AB’nin ve
ABD’nin politikaları ile çelişiyor.
Bu durum kendine en dost, yakın
gördüğü güçler nezdinde büyük rahatsızlıklar yaratıyor. Ve gereğinden
fazlasını aslında dayatıyor. Onlarla
birlikte hareket etmekten çok onlarla
karşıtlık temelinde bir adım atıyor.
Onları kendisiyle birlikte hareket etmeye zorluyor. Ancak Türkiye’nin
bu duruma ne gücü, ne de pozisyonu
müsaittir. Zaten konumu itibariyle
güçler tarafından da kabul edilmez.
Bu anlamda Türkiye ne o güçlerle
hareket edebiliyor, ne de sorunlara
doğru yaklaşım gösterebiliyor. Oysa
iç sorunlarını çözen bir Türkiye Ortadoğu’dan Kafkaslar’a kadar önemli
bir rol oynayabilir. Türkiye kendisini
bu konuda mahrum bırakıyor. Mevcut
yaklaşımıyla Türkiye’nin gittikçe
daha fazla yalnız kalacağı görünüyor.
Yine diğer taraftan yaşanan gelişmeler ‘90’lı süreciyle benzeştiriliyor.
Yani devletin baskıyı, imhayı, inkârı,
şiddeti daha fazla tırmandırma eğilimi
10
ve yaklaşımı çok terstir. ‘90’lar ‘90’larda kaldı. Yani durumlar, dengeler,
güçler değişti. Eski dostlar şimdi
düşman oldu, düşmanlar da yakınlaşıyor. Günümüzde sorunların çözümü
biraz da Türkiye’nin pozisyonuna,
yaklaşımına bağlıdır.
Türkiye’de şiddeti boyutlandırmak
asla tercih ettiğimiz bir şey değil. Bu
konuda tek bir insanın parmağının
kanamasını istemiyoruz. Felsefik olarak yaklaşımımız böyledir. Fakat başka
bir yol bırakılmamıştır. Onursuzca
bir teslimiyet dayatılıyor. Ki bu kendi
tarihine, gerçeğine, halkına ve Önderliğine ters düşmedir. Bu durumda
yaşamdan bahsedilmesi mümkün
değil. Onun dışında çıkış yolu
bırakılmıyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin
bu yaklaşımıyla şiddetin daha fazla
yaygınlaşacağını gösteriyor. Buna
mevcut gerilla pozisyonu da müsaittir.
Yani biraz Türkiye’de bu hareketi
yakından tanıyan, biraz meseleye bilimsel, akılcı yaklaşan her birey, çevre
veya kurum çok rahatlıkla bu sonuca
ulaşabilir. Çünkü kendileri de yer yer
bunları açıklayabiliyor.
Sorunun şiddetle, bastırmayla ve
çözümsüzlükle ortadan kaldırılamayacağına hepsi kanaat getirmiştir. Fakat nasıl bir yaklaşım gösterilecek,
çözüme yönelik nasıl bir adım atılacak? O noktada ellerinde bir alternatif
projeleri yok. Özellikle hareketin,
Önderliğin geçen yıllarda barış ve
kardeşlik gibi insani talepleri dile
getirmesi, çağdaş insanların soruna
biraz daha duyarlı yaklaşmasına vesile
olmuştur. Ancak anlaşılan o ki, işin
içinde çok farklı oyunlar da var. Yani
Türkiye’ye karşı büyük bir ihanet
var. Bu gerçeklikler görülerek bir
politika belirlemelidirler. Bu savaşta
ne Türk halkı, ne de Kürt halkı karlı
çıkabilecektir.
***
STÊRKA CIWAN
P
O
L
İ
T
İ
K
A
Faşist Türk ordusu
insanı onursuzlaştırma makinesidir
Rojhat LASER
“Askerlik çağına
gelmiş her bireyin
‘örgütlü bir güç halinde’
doğal insani bir hak olan,
‘vicdani ret’ hakkını
kullanmak kadar,
gidenleri bundan
vazgeçirmek, askerde
bulunanların ise
firarını sağlayarak
Türk ordu
sistemini boşa çıkarmak,
dönemin en temel
görevlerinden
olmaktadır”
Egemen sistemler toplumsal mücadeleler
karşısında, iktidarlarını kaybedeceklerini
anladıkları an, geçmişte toplum üzerinde
en ince tarzda yürüttükleri köleleştirme
politikalarını bu kez bireyin yaşam hakkına
kast etme dâhil en vahşi yöntemlerle uygulamaya başlayarak toplumu denetimleri
altına almaya çalışırlar. Toplum üzerinde
baskı, işkence, şiddet, katliam, sindirme
ve onur kırıcı uygulamalarla her türden
yöntem uygulanır, ta ki hâkimiyetini kurana
veya kaybedene kadar. Bu krizli süreç
sosyal, siyasal, kültürel, askeri ve ekonomik
gibi toplumsal yaşamın her alanında
kendini iyiden iyiye hissettirir. Yaşamı
adeta çekilmez kılar. Temel amaç toplumsal
alanda talepleri denetime almak, halkın
mücadele azmini ve umutlarını kırmaktır.
Yapılan her şey mubah olarak görülür.
Bunun siyaseten uygulayanı yargı, yasama
gibi kurumları olurken, pratikte uygulayan
ise zor aygıtı olan ordu olmaktadır. Yıllardır
Kürdistan’da yaşanan durum da budur.
Sömürgeci sistem, Kürt Özgürlük
Hareketinin 30 yıla varan mücadelesi
karşısında büyük bir bunalımı yaşıyor.
Ancak bu bunalımdan kurtulabilmenin
yolunu demokratikleşmede değil de,
Kürt halkının inkarına ve imhasına dayandırmaktadır.
20. yüzyılın başlarında nasıl ki Ermeni,
Yunan, Pontus, Süryani halkları fiziksel
katliama tabi tutuldu ise, bu gün onun
ötesinde en büyük düşman olarak ilan
edilen Kürt halkı üzerinde bir soykırım
politikası uygulanmaktadır. Toplumsal
yaşamın her alanında zaptu rapt altına
alınmaya çalışılan, ulusal demokratik hak11
ları inkar edilen, yaşama hakkı dahi
tanınmayan halkımızın hala önemli bir
kesimi, sistemin reva gördüğü uygulamaları
içten içe kabul etmese de, ne yazık ki
kendisini çaresiz bırakarak veya çeşitli
gerekçelerle bir teslimiyet konumunu
yaşadığı açıktır. Koşullar karşısında kendini
çaresiz bırakmak, teslimiyettir. Teslimiyet
ise onursuz bir yaşamı kabul etmektir. O
zaman doğru olmadığına inanılan veya
içten içe kabul görülmeyen, onursuzlaştıran
yaşama karşı neden sessiz kalınarak tabi
olunmaktadır? Bu durum yalnızca Kürt
halkı açısından değil, tüm toplumsal kesimler açısından geçerli bir husus olmaktadır. Beş bin yıllık sistemin tüm haşmetiyle
üzerine geldiği Kürt Özgürlük Hareketi
ve onun öncü güçlerinin gösterdikleri
irade, bilinç, kararlılık tarihte eşine benzerine rastlanmamış örnek bir mücadele
sergilemiş ve sergilemektedir. Kürt Özgürlük Hareketinin duyguda, düşüncede,
yaşam tarzında açığa çıkardığı kazanımlarla, ahlaki-politik değer yargılarıyla yeni
bir yaşamın ve ona denk bir sistemin öncülüğünü yaptığı bilinmektedir.
Bu mücadele sürecinde, gerek bölgesel,
gerekse uluslararası güçler alanında etkilenmeyen hiçbir güç ve toplumsal kesim
kalmamıştır. Bugüne kadar verilen mücadelede, ister fiili olarak yer alınmış
olsun, isterse alınmadığı düşünülsün,
herkes bu savaşın bir parçası konumuna
gelmiştir. Bu savaş egemen güçlerle, inkar
ve imha edilmeye çalışılan özgür Kürtler
arasında yaşanan kıyasıya bir mücadele
olmaktadır. Bu anlamda üçüncü bir kesim
ve yol kalmamıştır, yani saflar netleşmiştir.
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
Tüm toplumsal kesimler
saflarını netleştirmelidir
Türk devleti şahsında Genelkurmay
“biz bir tarafız” sözleriyle toplumsal
alanda yaşanan ayrışmayı açıkça dile
getirmektedir. O zaman her Kürt bireyinin ve toplumsal kesimlerin kendi
safını netleştirmesi gereği vardır. Sistem yasalarıyla, pratik uygulamalarıyla
Kürt bireyini ve toplumunu potansiyel
olarak düşman görmektedir. Kendisini
düşman olarak gören bir halkın ve
onun evlatlarının bu faşist zihniyetin
saflarında yer alması düşünülebilir
mi? Ancak ortaya çıkan objektif gerçekliğe baktığımızda azımsanmayacak
bir kesimin böylesi bir konumda
olduğu görülmektedir.
Bu orta yolcu, sağ liberal anlayışın
demokratlıkla, yurtseverlikle, ahlaki
tutumla hiçbir alakası yoktur. Bir anlamda buna benzer anlayış ve gerekçelere dayanan zihniyetle; savaşın uzamasına, toplumsal tahribatların
artmasına yol açarak tarih karşısında
suçlu bir konumda oldukları açıktır.
Esasta devlete cesaret veren ve savaşın
giderek uzamasına yol açan bu işbirlikçi tutum veya tutarsız yaklaşımlar
olduğu açıktır. Yine bir takım kesimler,
subjektif anlamda düşmanla aynı zihniyeti paylaşmadıklarını iddia etseler
de, şu veya bu gerekçeden dolayı kendilerini zorla sisteme yamamaya ve
yaranmaya çalışarak kendini sistemin
bir parçası haline getirenler objektif
olarak ihanet ve dehşet verici bir konumda olduklarını görebilmelidir.
Kendini cellâdına sevdalı bir tutum ve
konumda tutan birey veya çevreler,
düşman açısından da kullanım değerinden öteye bir anlam taşımamaktadırlar. Kendi toplumsal gerçekliğinden
kaçan, bireysel yaşam arayışları temelinde basit hesaplar içinde olan birey
veya çevreler en başta kendilerine karşı
Tebax 2010
bir ihanet konumundadırlar.
Bu gün varlık-yokluk mücadelesi
veren bir halkın kendi eliyle inkârını
pekiştirmek ve imhasını gerçekleştirmek amacıyla düşman saflarında yer
alan ve Hamidiye Alayları’nı geride
bırakan koruculuk sistemi 80 bin
dolaylarında seyretmektedir. Öte
yandan resmi rakamlara göre 700–
800 bin civarında olduğu belirtilen
Türk ordusu içerisinde ise hala yaklaşık dörtte bir oranında Kürt gencinin bulunması, ahlaki ve vicdani
olarak da kabul edilebilir bir durum
değildir. Bu azımsanmayacak rakamla birlikte en olmadık uygulamalara maruz bırakılan Kürt gençlerinin birçoğu gönüllü temelde olmasa da zorunlu bir tercihte bulunabilmektedir. Bu korkunç durum
dünyanın başka bir yerinde ölüm
kalım mücadelesi veren-vermiş hiçbir
halk gerçekliğinde görülmemektedir.
Vicdani ret hakkkını kullanmak
Birçok Kürt veya Türk gencinin askere gitmemek veya bu süreci uzatmak
amacıyla çeşitli yol yöntemlere başvurdukları bilinmektedir. Türkiye Savunma
Bakanlığı ‘94 yılında yaptığı açıklamada 250 bin asker kaçağı olduğunu
belirtmekteydi. Ancak iki binli yıllarda
yaşanan ara süreçten kaynaklı bir normalleşmenin yaşandığı görülmektedir.
Elbette ki bunun aşılması gereği vardır.
Yöntem olarak da eskiden izlenen bu
gizli protesto bir noktaya kadar kabul
edilebilirdi. Ancak gelinen aşamada
özelde Kürt gençlerinin genelde Türkiyeli gençlerin daha açık net bir tavır
sahibi olmaları gerekmektedir. Açıktan
bir tavır geliştirilmediği takdirde sistem,
farklı yol ve yöntemlerle kendini işlevsel
kılacaktır. Önemli olan sisteme karşı
açıktan tavır alarak onu işlevsiz
kılmaktır. Yapılması gereken, Kürt ve
Türkiyeli gençlerin yoğun olarak her
12
alanda guruplar halinde vicdani ret
haklarını
kullanarak
bunun
örgütlülüğünü geliştirerek sistemi işlemez kılmalarıdır. Bunun örgütlülüğü
geliştirildikçe sistemin çaresizliği artacak ve sonuç alıcı bir durumu ortaya
çıkaracaktır.
Türk ordusunun yıllardır Kürt
halkının imhasını gerçekleştirmek
amacıyla işlemediği suç, denemediği
yöntem, kullanmadığı silah kalmadığı
halde, bireysel yaşam tutkuları veya
arayışları için halen Kürt gençlerinin
askere gitmesi bir suçtan öte ihanet
konumunu ifade etmektedir. Bundan
böyle askere giden bu gibi birey veya
çevreler ayıplanmalı, hatta kendi toplumsallığından dışlanmalıdırlar. Gelinen aşamada artık hiçbir Kürt ailesi
ve genci bu durumu kabul etmemelidir.
Giderek şiddetlenen ve daha da şiddetleneceğe benzeyen savaş toplumda
duyguda, düşüncede ve yaşamda doğal
olarak bir ayrışmayı getirmiştir.
Yaşanan bu psikolojik ayrışmadan
kaynaklı olarak birçok Kürt genci
başta olmak üzere, azımsanmayacak
oranda Türkiyeli devrimci, demokrat
veya insani duyguları ağır basan
asker, subay ve astsubay bu haksız
savaşa karşı çıktığından, sisteme suç
ortaklığı yapmak istemediğinden tasfiye edilmektedirler. İşkence sonucu
katledilen birçok Kürt ve Türk gencinin yaşadıkları sınırlı da olsa kamuoyuna yansımakta intihar veya
eğitim zayiatı gibi çeşitli gerekçelerle
de olsa resmiyette dile getirilmektedir.
Özelde askere giden Kürt gençleri
ne kadar kendilerini saklamaya, sisteme yaranmaya çalışırsa çalışsın ya
savaş bölgesinde en ön saflarda kendi
halkına karşı savaştırılacak ya da imhanın sınırında detektör görevi görerek
sürekli ölüm kaygısını yaşayacaktır.
Tam olarak gerçekliği yansıtmasa
da resmi rakamlara göre son yirmi
yılda iki bin civarında askerin ya
STÊRKA CIWAN
intihar ettiği ya da katledildiği belirtilmektedir. Yaşanan bu sendrom
Vietnam savaşından öte bir gerçekliği
ifade etmektedir.
Ordu içindeki
Kürdistan savaşı sendromu!
2002 yılında TBMM’de verilen bir
soru önergesi üzerine dönemin Milli
Savunma Bakanı 1991 ve 2001 yılları
arasında TSK içinde 1248 intihar
olayının meydana geldiğini, bunlardan
815’nin ölümle sonuçlandığını belirtmekteydi. Son dönemde artan ve
yoğun olarak gündeme gelen kuşkulu
asker intiharları ve bunların çoğunun
Kürt olması dolayısıyla BDP tarafından
Şubat 2010 tarihinde meclise verilen soru önergesine cevap veren
içişleri bakanı; subay ve astsubay
ölümleri hariç “son 10 yılda 410
jandarma erinin intihar ettiği”
veya intihar süsü verildiğini ortaya
koymaktadır. Ne hikmetse, intihar
ettiği belirtilen askerlerin
birçoğunun Kürt olduğu ve vücutlarında işkence izleri görüldüğü
belirtilmektedir. İntihar ettiği belirtilen askerlerin birçoğunun cenazeleri ailelerine teslim edilmemekte ve gösterilmeden gömülmektedir.
Yine Kürdistan’daki savaş sendromundan etkilenen askerlerin
birçoğu başta Ankara olmak üzere
kurulan rehabilitasyon merkezlerinde
tedavi altına alınmaktadırlar. Ordu
içinde yaşanan bu travmalar kamuoyundan gizlenmekte ve konuya ilişkin
hiçbir açıklama yapılmamaktadır. Bunun nedeni, yaşananların toplumdan
gizlenmesi ve askere gidecek gençlerin
olumsuz etkilenmemesidir.
Bir kaynağa göre “Türkiye Kürdistan’ında görev yapmış olan bir
askeri psikolog bölgedeki her on askerden yedisinin travma yaşadığını,
1990-2000 yılları arasında 35 bin askerin bunalıma girdiği için çeşitli
hastanelere veya rehabilitasyon merkezlerine başvurduğu, başvuru yapmayanların ise bu sayının beş katı
olduğu” şeklinde tahminlerini dile
getirmesi Kürdistan’daki savaşın vahametini açıkça ortaya koymaktadır.
Amaçsız, gönülsüz ve zorunlu olarak askere gönderilen birçok genç
bir an önce bu süreci tamamlayıp ailelerinin yanına dönme hayali içindeyken, bir sonraki günün veya anında
dahi ölüm korkusunu hep ensesinde
yaşamaktadır.
Her an ölüm korkusunu yaşayan
askerin, terhisine iki veya üç gün
kaldığı halde alınıp operasyonlara
götürülmesi ve bunun sonucunda kör
bir kurşuna hedef olması ihtimali
yüzde ellinin üzerinde olmaktadır.
Kürdistan’da yaşanan insanlık dışı
uygulamalardan dolayı psikolojik
travmalar geçiren Kürt olmayan bireyler üzerinde yarattığı etkiler sınırlı
olabilir. Ancak bir Kürt genci
açısından hiç de istemediği bir savaşta
yer aldığı için gerilla saflarında bulunan belki kardeşinin, bir yakınının,
arkadaşının genel olarak kendi
halkının özgürlüğü için mücadele ve13
ren gerillanın mermisine hedef olma
ihtimali büyüktür, ya da kendini koruma refleksiyle hayatının en büyük
ihanetini yaşayabilmektedir.
Askerliğin başladığı yerde
mantık biter!
Bu gün dünyanın en disiplinli ordusu olduğu söylenen faşist Türk
ordusunun bilinen tarihsel katliamcı
geleneği yanında, özellikle 12 Eylül
faşist darbesinin sessizliğine gömülen toplumsal sindirilmişlik onun
faşist karakterini çok açık bir şekilde
ortaya koymaktadır. Türk ordu sistemi, bu baskıcı gücünü ve onursuzlaştırıcı karakterini bireye hissettirmek amacıyla yaşamının
en verimli çağında askere giden
gençliğin doğal özgürlükçü
yanını öldürerek teslim almaktadır. Yalnızlaştırarak, tek tipleştirilen birey, toplumsal bir
vaka haline getirilmektedir. Çok
iyi bilinmektedir ki, hangi yaşa
gelinirse gelinsin askerlik yapan
bireyler ya başından geçenlerden veya şahit oldukları olaylardan askerlik anıları zihninde
hep canlı kalmaktadır. Askerlikte çokça kullanılan,
“askerliğin başladığı yerde
mantık biter” sözü, Türk ordu
gerçekliğini tüm çıplaklığıyla
gözler önüne sermektedir. Yine “burası ana kucağı değil, asker ocağıdır”
sözü, bireyi doğuştan sahip olduğu
doğal insani değerlerinden koparan,
insan ve doğa sevgisini öldüren bir
gerçekliği ifade etmektedir. Ailelerin
bir fiske atmaya kıyamadığı çocuklarının vatan görevi adı altında gönderdiği Türk ordusunda onuru beş
para edilerek; özgürlükçü, asi, kabına
sığmaz dirençleri kırılarak teslim
alınmaktadır.
Bu teslimiyet durumuyla yalnızTebax 2010
STÊRKA CIWAN
laştırılan birey gerek askerlik sürecinde, gerekse daha sonraki süreçlerde sistemin her türlü uygulamasına
karşı söylenen her söze riayet etmekte, ölümü pahasına da olsa verilen emri yerine getirmek zorunda
bırakılmaktadır. Askerlikte çok basit
gibi görülebilecek bir durumdan
veya hatadan dolayı ibret olsun diye
bir genç, yüzlerce askerin karşısında
hatta sivillerin görebileceği şekilde
anadan doğma çırılçıplak soyularak,
ortalıkta koşturularak kaba dayağa
maruz kalabilmektedir. İnanılması
zor ama gerçek olan bu gibi olaylar
ne yazık ki, çok fazla kamuoyuna
yansımamaktadır. Askerlikte yaşananlardan anlatılanların çoğunun
bireyin kendisini değil de, hep
başkasını anlatması en vahim
olanıdır. Bu uygulamanın yalnızca
bir bireye karşı yapılmış bir davranış
olmadığı, bu onursuzlaştırma makinesinden geçen tüm topluma karşı
reva görülen bir uygulama olduğu
açıktır. Elbette ki bunun iktidar olgusuyla yakından bağlantısı vardır,
o da sisteme “riayet etmek” tir.
Elazığ’da yaşanan olayda bir askerin
eline pimi çekilmiş bomba verilerek
dört askerin öldürülmesi, Hakkari’de
askerler tarafından döşenen ve bilinçli
olarak mayının üzerine sürülen 7 askerin ölümü, birçoğunun yaralanması
yakın dönemde yaşanan örnekler olmaktadır. Ancak kamuoyuna yansıyan
onlarca olay yanında, yansımayan binlerce olay söz konusudur. Tüm bu
yaşanılanlar kendi sessizliğine gömülerek unutulup gitmektedir.
Toplumda adeta meşrulaştırılarak
hâkim kılınan anlayış, “askere gitmeyen
adamdan sayılmaz” sözü aslında, sistem tarafından tam olarak denetime
alınmamış, insani özünden boşaltılamamış, duygusu, düşüncesi, toplumsal
sevgisi fazla köreltilmemiş saf, doğal
özgürlük değerleri hakim olan bireyin
Tebax 2010
köleleştirilemediğine atıfta bulunulmaktadır. Toplum içinde bilinçli ve
sistemli olarak yaygınlaştırılan bu gibi
söylemler meşrulaştırılarak yasal uygulamalarla pekiştirilir.
“Vicdani Ret” hakkını kullanarak
Türk ordu sistemini boşa çıkar
Toplumsal yaşamı dört bir yandan
ahtapot gibi sararak denetim altına
alan ve yaşamın dizginlerini elinde
tutan sistem, geleceğin en dinamik,
yaratıcı, enerjik, öncülük gücü olan
gençliği zorunlu veya gönüllü olarak
teslim almaya çalışmaktadır. Bu gibi
uygulamalarla askerlikte iğdiş edilen
erkek, askerlikten hemen sonra sistemin hizmetine sunulmak üzere kendisini dört duvar arasında bekleyen
kadınla tamamen denetime alınır. Askerlikten hemen sonra bireyin depreşebilecek özgürlük duygularını
bastırmak amacıyla bir an önce başı
bağlanmaya çalışılır. Birbirini tamamlayan zihinsel ve fiziksel bağlamalar zorunlu ve gönüllü olarak arzulanan köleliğe doğru yol alırken,
14
aş ve iş kaygıları, arayış ve çabaları
bireyi içinden çıkılamaz girdaba sokar.
Böylece doğal özgürlükçü yönü öldürülen, ahlaki değer yargıları dejenere
edilen birey, bir yandan kendi toplumsallığından koparılarak dar bireyci
yaşam arayışlarına yönlendirilmekte,
diğer yandan sistemin her türlü uygulamalarına karşı yalnızlaştırılarak sisteme karşı dirençsiz ve çaresiz bir
konuma getirilmektedir.
Bu anlamda sistem orduları veya
askerlik olgusu, toplumsal geleceğin
umudu olan gençliğin özgürlükçü
yönünü törpüleyerek aşındıran, uysallaştırarak teslim alan, insani duygularıyla, toplumsal değer yargılarıyla
oynayarak onursuzlaştıran, toplumu
tek tipleştiren bir imha makinesi görevini görmektedir. Bu amaçla; Gelinen aşamada, özelde Kürdistanlı genelde Türkiyeli emekten, özgürlükten
ve demokrasiden yana tüm gençlerin,
faşist Türk ordusu içinde yer alarak
halklarımızın kıyıcılığına alet olmak
yerine, bu gün varlık ve yokluk mücadelesi veren Kürt halkının yanında
ve onun öncü gücü olan özgürlük
hareketi içinde yer almaları en onurlu
davranış olacaktır.
Özgürlük hareketi içinde aktif yer
alma imkanı olmayanların ise, iktidara
dayalı ulus-devletçi sistemin köleleştiren
ve onursuzlaştıran ordu sistemi yerine;
halkın komünal örgütlülüğüne dayalı
olan “Demokratik özerklik” sistemi
içinde bulundukları her alanda kendi
öz savunma birliklerini oluşturarak
güvenlik kurumlarını oluşturabilirler.
Bu amaçla askerlik çağına gelmiş
her bireyin “örgütlü bir güç halinde”
doğal insani bir hak olan, “vicdani
ret” hakkını kullanmak kadar, gidenleri
bundan vazgeçirmek, askerde bulunanların ise firarını sağlayarak Türk
ordu sistemini boşa çıkarmak, dönemin
en temel görevlerinden olmaktadır.
***
STÊRKA CIWAN
Ş
E
H
İ
T
Cudi’nin Efsaneleşen Kahramanı
Heval Erdal
Yıldız CUDİ
“Heval Erdal bugün
hala Botan’dadır.
Cudi Dağı’nın zirvesinde
efsaneleşmiştir. O’nun
sayısız yoldaşı da
Cudi’de onunla
buluşmak için
yollardadır. Binlerce
Erdal Kürdistan
dağlarında O’nun
hayallerini
gerçekleştirmek
için savaşıyor”
30 yılı aşan bir pratiğe sahip olan
Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin yarattığı
gelişmeler, yürüttüğü büyük direniş örnekleri ilerici insanlığa yepyeni ufuklar
açmıştır. Reber APO önderliğinde
başlatılan bu mücadele, ilk adımdan bugüne kadar ilk günün heyecanını bugün
dahi yaşamaya devam etmektedir. İlk
adımın heyecanını yitiren hareketlerin
nasıl sömürgeci sistemler karşısında geriye doğru gittiğini iyi öğrenmek gerekmektedir. Temsil ettikleri halkları, devrimin her zorlu aşamasında ilk günün
heyecanı ve özgürlük aşkıyla devrime
yöneltemeyen bir hareket, sistemin
saldırılarından dolayı değil, kendi yetersizliklerinden dolayı yenilir.
Kürdistan Özgürlük mücadelemizin
başladığı ilk günün heyecanı Reber
APO’da her gün daha da büyümektedir.
Bu tarz Reber APO’da bir yaşam felsefesidir. Özgür yaşama duyulan özlem,
istek, onu yaratma heyecanı, bunun için
kendini adamak, bu dava uğruna büyük
bir sevdayla emek vermek, yaşamı yemek-içmek olarak anlamamak, sömürgeci
sistemin tüm göz boyayan cilalı imkânlarının birer düşürücü tuzak olduğunu
bilerek halk ve ülke sevdasıyla donanmak,
bireyciliği-bencilliği kişiliğine yaklaştırmamak ve aşmak bu felsefenin özellikleri arasındadır. Reber APO’nun kendinde esas aldığı ‘kendini bil’ ve ‘nasıl
yaşamalı’ sorusuna doğru yanıt aramak
bu Harekete damgasını vurmuştur.
Reber APO’nun yoldaşları da bu felsefeyle yoğrulup, yaşamda bunun temsilcileri oldukça büyümüşler, Kürt halkı
15
ve ezilen halklarca sevilmiş ve öncü
kadrolar olarak benimsenmişlerdir. Kemal
PİR yoldaş bu felsefenin militanı, ve
Ortadoğu’nun Che Guevera’sı olmuştur.
Mahsum Korkmaz (Agit) yoldaş bu felsefenin uygulayıcısı olarak gerilla gerçekliğinde yeni insanı temsil etmiştir.
Beritan yoldaş bu felsefeyle gericiliği
ve teslimiyeti paramparça etmiştir. Zilan
yoldaş bu felsefe temelinde anlamlı ve
onurlu bir yaşamın yaratıcı komutanı
olmuştur. Ve isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok kahraman Kürt,
Türk, Arap, Fars, Laz, Çerkes, Alman
erkek ve kadın kahramanlar bu felsefe
temelinde Ortadoğu’da halklarımızın özgürlük ağacını canlarıyla diriltmişler ve
büyütmüşlerdir.
Heval Erdal (Engin SİNCER) bu öncülerden, tarihi yazan kahramanlarımızdan biri olarak mücadele tarihimize geçmiştir. Yüreğini milyonlaştırabilen, düşüncelerini Reber APO’nun sevgili bir yoldaşı
olma yolunda hep büyüten, kişiliğini
APOCULUĞUN denizinde engin kılan
bir yoldaş olmuştur. Kendini bilme,
tanıma mücadelesini çevresine yaydığı
inançla yürüten bir kimliğe sahip olmuştur. Kürdistan’da düşmanın dayattığı
kimliksizleştirme, topraklarından göç ettirerek savurma politikalarına karşı onurlu
duruşun sembolü olmuştur. Düşünsel,
iradesel, kültürel ve fiziki katliamın en
çok dayatıldığı bir yöre olan Pazarcık’ta,
Battal Evsanların, Şıxo Dirliklerin, Mustafa Yöndemlerin takipçisi olmayı, sözde
değil yaşamda ve pratikleşmede kanıtlayan bir öncü olmuştur.
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
Hazır olana değil, emek verilerek ciddiyetle yaklaşır. Çünkü kendi
kişiliğine bu temelde yaklaşmaktadır.
kazanılana değer verirdi
Kapitalist sistemin bir özelliği de inHeval Erdal’ın yaşam yolculuğu sanda kendine saygı duyulacak bir
1969’da Pazarcık’a bağlı Seyrantepe yan bırakmamasıdır. Çünkü sistem
köyünde başlar. Emekçi bir ailenin ancak bu temelde bireyleri kendisi
çocuğudur. 1979’da Türk devletinin karşısında güçsüzleştirmekte, istediği
politikaları sonucu yaşanan Maraş
katliamı sonrası babası Almanya’ya
işçi olarak çıkmış, aile üyeleri de
sonraki süreçte bu ülkeye gitmiştir.
Küçük yaşta Almanya’ya giden Heval
Erdal, kapitalist sistemin merkezinde
çocukluğunu ve gençliğini geçirirken,
özünü ve köklerini asla unutmaz.
Kim olduğunu, nereden geldiğini
bilir. Heyecanı, canlılığı, enerjisi,
cana yakınlığı ile sevilir. Kişiliğindeki
insan sevgisini annesine olan derin
bağlılığı temelinde şekillendirir. Onun
bu sevgisinde yalan, sahtelik yoktur.
Büyüdüğü ortamda her türlü maddi
imkanı olmasına rağmen tüm duygu
ve düşünceleriyle ahlaklı olma temelinde doyurur kendisini. Öğrenmek
en büyük zevkidir. Hazır olana değil,
emek verilerek kazanılana değer
verir. Heval Erdal bu özelliğini hep
korur. Emeğiyle büyüyen insanlara
hep değer verir.
Girdiği ortamda etki bırakan bir
karaktere sahiptir. Kürt, Türk, Alman biçimde kullanmaktadır. Heval Erdal
demeden Onu tanıyan her insan onunla sistemin bu oyunlarına düşmez. Kürttekrar bir şeyleri paylaşmak ister. lük bilinci, ülke sevgisi Onda hep
Çünkü yaşama karşı hoyrat değildir. diri kalmıştır. Köklerinden kopmadan
Dolayısıyla çevresindeki insanlara da kendini yetiştirmiş, gittiği okullarda
saygı ve sevgide tüketici değil, üret- bunu esas almıştır. Büyük insan olkendir. Erken olgunlaşır Heval Erdal. manın çok para kazanmaktan geçKendi kişiliğini büyük bir sorumlulukla mediğini bilir. Çünkü sistemin yürüomuzlamak, kapitalist ortamın sun- tücüsü olan güçlerin maddi güce sahip
duğu şatafata kanmadan, kendini temiz olduklarını ama halklar karşısında ne
tutmak O’nun belirgin kişilik özelliği kadar kirli ve suçlu olduklarının farolur. Yaşamı anlamak, yeni şeyler kındadır. En başta kendi halkının
öğrenmek, bireyciliğe düşmeden ken- yaşadığı acıları unutmaz. Ezilen bir
dini yetiştirmektir amacı. Ailesiyle halka mensup olmasından dolayı hak
de ilişkileri içten, sıcak ve bir o kadar ve adalet kavramları Onun için belirsorumluluk temelindedir. Yaşamda leyicidir. Hakkın ve adaletin yanında
aldığı tüm sorumluluklara büyük bir olmak Onun temel felsefesidir.
Tebax 2010
16
Heval Erdal’ın arayışları O’nu
tekrar köklerine götürür
Bu temelde şekillenen Heval Erdal
genç yaşında Avrupa’da gençlik
çalışmaları içinde yer alır. Yakın arkadaşları ve kardeşleriyle kurdukları
halk oyunları grubuyla Kürt kültürünü
temsil ederler. Kimse onlara bu
çalışmayı yapın dememiştir. Ama Heval Erdal bu çalışmanın kurucusu olarak öncülük karakterini ortaya koymuştur. Okulunda başarılı olmayı esas
alır, nerede olursa olsun başarmak
Onun esas aldığı bir özelliktir. Olgun
düşünce yapısıyla da karşısına çıkan
her soruna mutlaka bir çözüm bulur.
Avrupa gerçekliğinde büyüyen bir
Kürt genci olarak iradesini asla bu
sisteme teslim etmez. Ruhunu, düşüncelerini temiz tutmayı bilir. Yaşamda
başarılı olmanın sistemin içinde kalarak
sağlanamayacağını görür. Bu sistemde
kalmak, o sistemin kültürünü yaşamakla, uygulamakla mümkündür. Ama
O, özgür bir kişiliğe sahiptir. Sistemin
ikiyüzlü, çıkarcı ilişkilerini benimsemez, reddeder. Arayışları O’nu tekrar
köklerine götürür. PKK Merkez Komite üyesi olan Mustafa Yöndem (Erdal) yoldaş yakın akrabasıdır. O’nun
kişiliği Heval Erdal’ı etkiler. Yine
kendi yöresindeki devrimci öncü
kişilikler O’nun şekillenmesinde etkileyici olur. PKK hareketine katılmasında bu etkiler önemlidir.
Almanya’dan mücadeleye katılır.
Ailesine kararını açıklar, onları duruşuyla, düşünceleriyle, kararlılığıyla
ikna eder. Ailesi O’nun vereceği
her kararda ne kadar ciddi, ne kadar
net olduğunu bilir. Çünkü Heval
Erdal hep bu şekilde yaşamış ve
davranmıştır. Bir işe başlamadan
önce çok yönlü düşünen, düşünmeden karar vermeyen, karar verdikten
sonra da işini asla yarım bırakmayan
bir karakteri vardır. Bu karakteriyle
STÊRKA CIWAN
çevresinde bir yer edinmiş, bir güven
yaratmıştır. Bu kişilik gerçeği O’nu
Reber Apo ve PKK gerçekliğiyle
buluşturur.
İlk katıldığında Hayri adını alır.
Avrupa’da dış ilişkiler çalışmalarında
yer alır. Ardından Reber Apo’yla buluşma temelinde Ortadoğu eğitim sahasına gider. Çabuk kavrayan, akıl
gücünü olumlu değerlendiren, vicdan
temelinde manevi gücünü daha da
büyüten bir süreç yaşar. Kısa kalır bu
sahada. Bu kısa süreye rağmen çok
şeyler öğrenir Reber Apo’dan. Reber
Apo, Mustafa Yöndem arkadaşa olan
benzerliğinden dolayı O’na ERDAL
ismini verir. Eğitim sonrası ülke topraklarına geçer. 1992 yılı Güney Savaşı’yla gerilla mücadelesine dahil
olur. Kürdistan dağlarındaki yolculuğu
Botan, Mardin sahalarında başarılı
pratikler temelinde devam eder. Botan’a gittiğinde O’nu Avrupa’da büyümüş biri olarak tanımazlar. Kürdistan’dan hiç ayrılmamış biri gibi
yaşama, savaşa katılmıştır. Mütevazi
duruşuyla, emekçi kişiliğiyle yoldaşları
arasında hemen sevilir, benimsenir.
Söyledikleriyle değil, yaşamıyla vardır.
Düşündüğü gibi yaşar, yaşadığı gibi
düşünür. Bu özelliği ile şekillenir ve
komutanlaşır. Komutanlığı bir yetki
olarak anlamaz. Daha çok emek vermenin, yoldaşını kendinden daha çok
düşünmenin, sevmenin ve korumanın
gerekçesi yapar. Her işte vardır.
Saygınlığını ve ciddiyetini de yaşamda
ve savaşta gösterir. Kürdistan
dağlarında Pazarcık’ta doğmuş, Almanya’da büyümüştür ama, ruhunda
ve kişiliğinde Botan yiğitliğini kökleştirmiştir. Her yaştan yoldaşıyla
sıcak ve içten arkadaşlıklar kurmuştur.
Yaşam ve savaş tecrübesi olan yoldaşlarını öncüsü bilir. Komutanlarını
büyük bir ciddiyetle dinler, izler.
Heval Erdal Reber Apo’nun yoldaşı
olmayı amaçlamaktadır. Bunu yaparken de Reber Apo’nun yaşamda ve
mücadelede büyük düşünen ve savaşan, ahlaki temelde yaşayan, ideolojiden taviz vermeyen, tüm bunlarla
birlikte bulunduğu ortamda heyecanın,
coşkunun ve başarmanın kaynağı olan
yoldaşları sevdiğini bilir. Bu özellikleri
kendinde büyütmeyi esas alır. Yaşamda
hep moralli ve atiktir.
Binlerce Erdal bugün Botan’da,
Cudi’de hâlâ direniyor
Heval Erdal genç yaşta PKK Merkez Komitesine seçilir. Bu sorumluluğun ağırlığını yaşasa da doğallığından bir şey yitirmez. Daha çok
çalışması gerektiğini bilir. Devrimin
hiçbir görevinden kendini geri tutmaz.
Reber APO’nun 15 Şubat 1999’da
esaretinden sonra görevlerine daha
çok sarılır. Tekrar Avrupa alanına
gönderilir. Halk çalışmaları ve dış
ilişkiler başta olmak üzere verilen
her görevi mücadeleye katıldığı ilk
günün heyecanıyla yerine getirir. Çocukla çocuk, yaşlıyla yaşlı olmasını
bilir. PKK’nin gençlik ruhuyla hareket
eder. Bu ruhu her yoldaşına vermeyi
esas alır. Reber APO’ya ve sevdiği
yoldaşlarına verdiği söz temelinde
17
yaşar, çalışır. İyi düşünür, güzel söyler
ve doğru yapar. O’nu tanıyan veya
tanımayan her insanın yüreğinde yer
edinir. PKK’nin ‘kendini milyonlaştırmak’ ilkesini temsil eder. Hiçbir
sorundan kaçmaz, yoldaşları O’nun
eleştirilerini esas alırlar. Çünkü O
eleştirilerini adalet ilkesi temelinde
yapar. Kim olursa olsun, yanlış yapana
karşı sessiz kalmaz. Tüm yoldaşlarıyla
bu ilkeler temelinde ilişkiler kurar.
2003 yılında ülkesine geri döner.
Gitmeden en büyük hayalinin tekrar
Botan’a, özellikle Cudi dağına dönmek olduğunu söyler. Yarım kalan
sevdasını yaşamaya devam edecektir.
PKK militan duruşunu katıldığı her
ortamda, toplantıda korur, savunur.
Teslimiyet çizgisine düşen, Reber
APO’nun yoldaşlığına ve çizgisine
saldıranlar karşısında durur. Çünkü
Heval Erdal bu temelde büyümüş,
yetişmiştir.
Şahadeti büyük bir yıkımdır. Hem
mücadele için, hem de yoldaşları
için. Heval Erdal’ın acısı hala dinmemiştir, dinmeyecektir. O’na yoldaş
olmasını bilenler, O’na layık olmaya
söz verenler mücadelenin tüm alanlarında O’nunla yaşamaya devam ettiler. Sözün onur olduğunu, onurun
da çiğnetilmemesi gerektiğini bildiler.
Şehit Nuda, Şehit Adil yoldaşlar Botan’da Heval Erdal’a yoldaş olmayı
kanıtladılar. Son söz onurluca söylenerek, şehitlere bağlı kalınabileceğini
hepimize gösterdiler.
Heval Erdal bugün hala Botan’dadır Cudi dağının zirvesinde efsaneleşmiştir. O’nun sayısız yoldaşı da
Cudi’de onunla buluşmak için yollardadır. Binlerce Erdal Kürdistan
dağlarında O’nun hayallerini gerçekleştirmek için savaşıyorlar. Bir
PKK’li için de gerçek, onurlu ve
sonsuz yaşam budur.
***
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
K
A
D
I
N
TARİHİN EN BÜYÜK VE EN
İĞRENÇ İŞGALİ - I
Şerda MAZLUM
“Kadın ve tecavüz olgusu
yine bunun etrafında
gelişen yaşamsal, ilişkisel,
politik, ideolojik olgular
oldukça karmaşık bir iç
içelik taşımaktadır.
Kadının sömürü nesnesi
durumuna getirilmesi
üzerinden başlayarak
geliştirilen bu olgunun
büyük zulümleri ve
soykırımları içinde
taşımasına rağmen
binlerce yıl kendisini
yaşatabilmesi de bu
karmaşık iç içeliğinden
ileri gelmektedir”
Tebax 2010
Tecavüz denilince ilk akla gelen
kadın ve kadın cinselliği olmaktadır.
Genelde kadınlar özelde de genç
kadınlar başlarına gelebilecek en kötü
durumun tecavüz olduğunu düşünmekte
ve devlet, polis, erkek tarafından tecavüze uğrama korkusu yaşamaktadırlar.
Erkeklerin korkuları içerisinde tecavüz
edilme korkusuna rastlamak hemen
hemen mümkün değildir. Çünkü
yaşanan birçok tecavüz olayı göstermiştir ki tecavüzün mağduru kadın
olurken tecavüzcü ise sürekli olarak
erkektir. Tecavüz kavramı egemenlikçi
kültürlere has bir kavram olduğu ve
yine egemenlikçi kültür de erkek cinsinin hâkimiyeti ile birlikte ortaya
çıktığı için tecavüz ve tecavüzcülük
erkek egemen bir öze sahiptir. Bu anlamıyla tecavüz olgusu konjonktürel
bir durum değil sistemsel yapılanma
gerçekliğiyle ilgili bir durumdur. Merkezi uygarlık sistemine geçiş tecavüz
kültürünün kendini yapılandırmasıdır.
Kendini yapılandırma ise kadın bedeni,
ruhu, duygusu ve düşüncesi üzerinden
gerçekleştirilmiştir.
Kadın ve tecavüz olgusu yine bunun
etrafında gelişen yaşamsal, ilişkisel,
politik, ideolojik olgular oldukça karmaşık bir iç içelik taşımaktadır. Kadının
sömürü nesnesi durumuna getirilmesi
üzerinden başlayarak geliştirilen bu
olgunun büyük zulümleri ve soykırımları içinde taşımasına rağmen binlerce yıl kendisini yaşatabilmesi de bu
karmaşık iç içeliğinden ileri gelmektedir. Erkek egemenliği ilk olarak kadın
18
üzerinde ilkel iktidarını kurarken çeşitli
yöntemler uygulamış ana kültürünün
maddi ve manevi anlamda henüz güçlü
olduğu geçiş dönemlerinde, kurnazca
yaklaşarak erkeği daha fazla ön plana
çıkartan, kadını iten ve dışlayan bir
yaklaşım içerisinde olmuştur. Aslında
kadının fiziksel olarak soyu devam ettirme ve erkeğin cinsel ihtiyaçlarını
giderme gibi bir işlevi olmasaydı, belki
de kadın cinsini toptan katliama da
tabi kılabilirlerdi. Ancak kadın insan
türünün devamı açısından stratejik bir
rol oynadığından sadece soyu sürdürmenin ve erkeğin cinsel ihtiyaçlarını
karşılamanın bir nesnesi olmaya mahkûm edilmiştir. Tecavüz ilk defa kadın
bedeni ve emeği üzerinde uygulanmış
ve korkunç bir zihniyet ve kültür olarak
tecavüz kültürü tarihe mal edilmiştir.
Kadın üzerinde mülkiyet sağlama ve
özelleştirme yine fahişeleştirme erkek
iktidarının genlerini oluşturmakta erkek
iktidar olan özne salt cinsel kimliğe
bürünerek nesneleşmiş kadın köleliğine
dayanmak zorunda kalmaktadır. Kadın
binlerce yıl bu zihniyetin sonucu olarak,
cinsel kimliği başta olmak üzere kimlik
adına onda ne varsa sömürü alanı haline
getirilmiştir. Tarihin en büyük ve en
iğrenç işgali kadın bedeni, düşüncesi
ve yüreği üzerinde gerçekleştirilmiştir.
Her çağda isimlerini bile bilmediğimiz
sayısız kadın çok çeşitli ve trajik biçimlerde kurban edilmiştir ve kurban
edilmeye de devam etmektedir.
Elbette kadın üzerinde inşa edilen
bu kültür salt kadınla sınırlı kalma-
STÊRKA CIWAN
makta giderek toplumsal doğaya
aykırı bir biçimde sınıfları oluşturarak
sınıflar üzerinde, etnik kimlikler,
uluslar üzerinde, toplumsal kategoriler hatta ırklar üzerinde geliştirilen
iktidara dönüşmektedir. Bin yılları
alan bu gerçeklik başlangıçtaki iğrençliğinden hiçbir şey kaybetmezken,
bilim ve tekniğin gelişimi ile birlikte
günümüzde daha da inceltilmiş, mikrolaştırılarak ancak daha makro düzeylerde tahakküm biçimi haline dönüştürülmüştür. En gelişkin görünen
erkekte veya kadında bu geriliğin
izlerini görebilmek mümkündür.
Çünkü erkek iktidarı mevcut geriliği
büyük oranda ikili veya çoklu ilişkilerde özel kılarak gözlerden ırak
kılmakta, artık saklayamadığını ise
muğlâklaştırmaktadır.
Kadın, terbiye sistemi ile edilgen
bir nesne konumuna getirilir
Aynı yaklaşımı devletlerin, egemen
olan çeşitli güçlerin, tahakkümü altında
tuttukları insanlara, halklara
yaklaşımında da görebilmek mümkündür. Kadın karşısında uygulanan
politika ne ise halklar karşısında uygulanan politika da odur. Bir devletin
içerisinde yaşanabilecek, ortaya çıkabilecek tüm uygulama ve politikaları,
bir aile gerçekliği içerisinde de
rahatlıkla görebiliriz. Aile, kadınerkek ilişkisine bu gözle baktığımızda
gerçekten aynılıklar insanın gözüne
çok çarpıcı biçimlerde görünecektir.
Aile gerçekliğinde bunu görmek ya
da kabullenmek daha zordur, çünkü
aile direkt içinde yaşanılan ve direkt
etkileşim içerisinde olunan bir gerçekliktir. Bir de kadın-erkek arasında,
yine anne-baba çocuklar arasında
sevgi ilişkisi de sözkonusu olduğunda,
tüm bu öznelerin arasında var olan
tahakküm olgusu, çelişkisi ve çatışması
yokmuş gibi görünür ya da yok sayılır.
Çünkü devlet gibi aile de kutsaldır,
dokunulamaz, tartışılamaz. Oysa bu
tecavüzcü sisteminin kendini her an
üretmesinde, çoğaltmasında mevcut
aile gerçekliği çok stratejik bir role
sahiptir. Dokunulmaz kılınması da
bundandır. Düşünelim ki yeni nesilleri,
toplumsal cinsiyet rollerine göre, yine
devlet karşısında kulluk kültürüne
göre ilk eğiten bu kurum değil midir?
Beyinlerimizdeki ve yüreklerimizdeki
ilk ‘terbiye’yi buradan almıyor muyuz?
Her birimiz kadın veya erkek
olmamıza göre, iktidarın ihtiyaçları
doğrultusunda sıkıştırılmış kalıplarla
büyütülmüyor muyuz?
Kadın olanın büyük dezavantajlarla,
erkek olanın ise sözde avantajlarla
büyütüldüğü bir sistemdir bu. Ailede
tohumu atılır, okulda, işyerinde, sokakta, tatilde, herhangi bir ilişkide,
politikada, yaşamın sayabileceğimiz
her alanında giderek yeşermeye, dallanarak büyümeye başlar. Bu kısır
döngü aşılamadığı müddetçe, bireyle
birlikte büyüyen erkek egemenlikli
sistemdir, tecavüzcü kültürdür aslında.
Kadına önce bedeninden utanması,
erkeğe ise bedeniyle gurur duyması
gerektiği çok ilginç yöntemlerle öğretilir. Kadını kölece terbiye etmek,
öncelikle bedeninden başlar. Yaşamı
en zengin ve çoğul biçimlerde içinde
barındıran kadın bedeni, lanetli, gizli,
kışkırtıcı kılınır. Kadının fiziksel
doğallığı, onun başının en büyük belasıdır artık. Erkek ve toplum karşısında sürekli kendini sıkıştırılmış
kalıplara sokmak zorundadır. Aksi
takdirde başına gelebileceklerden
kadın sorumludur çünkü. Bedeninde
ve cinselliğinde hem mahkûm ve
hem de gardiyandır artık kadın. Elbette
ki bu sadece cinsellikle-bedenle sınırlı
kalmaz, bu sınırlanma hangi ölçekte
ise aynı ölçekte beyin de, duygu da
sınırlanır. Yok etmek mümkün değildir
hiçbir zaman, ancak beyinde ve duy19
guda bastırılmışlık, sınırlandırılmışlık
köleliği besler, davranış bozukluğuna,
gizliden çeşitli öç alma biçimlerine
dönüşür. Kapalılığın, bastırılmışlığın
olduğu yerde, bu durumlar boy vermeye başlar. Özcesi, kadın bu terbiye
sistemi ile edilgen bir nesne konumuna
getirilir. Öte yandan ekonomik olarak
muhtaç hale getirilme, düşünsel gelişimin önünün kapatılması, sosyal
sınırlandırılmışlık, politikadan ve stratejik tüm örgütlerden uzaklaştırılmışlık
ya da yer verilmişse de yedeklendirilmişlik, yoksul ve erkeğe muhtaç
bir kadın soyunu ortaya çıkarır. Dünyada en çok çalışan kadınlar olmasına
rağmen, istatistiklere göre en fakir
olanlar kadınlardır. Kendini var edebilmek ve yaşamını sürdürebilmek
için erkeğe muhtaçtır, bu nedenle geleneksel kadın kimliği kendini erkeğe
sığınarak ifade eder. Erkeksiz bir
yaşam kurmak, çok ama çok zordur.
Kurma şansını bulan kadınlar ise,
öyle çok ve gurur kıran engellerle
karşı karşıya gelir ki, bağımsız kalma
arzusu sistem tarafından adeta burnundan getirilir.
Toplumda sayısız erkek kendi
cinsel gücünün kölesi olmuştur
Erkek ise mevcut standartlara göre
avantajlı denilse de özünde hiçbir
avantajı olmayan ve abartılmışlıkla
köleleştirilen bir eğitim sistemine
tabi tutulur. Doğallığın gizlenmesi
ve edilgenleştirilmesi –kadında
olduğu gibi- ne kadar köleleştirici
ise, doğallığın abartılması ve her
şeyin merkezine konması da –erkekte
olduğu gibi- o denli köleleştiricidir.
Toplumda sayısız erkek, kendi cinsel
gücünün kölesi olmuştur. Bir erkeğin
güçlü (daha doğrusu iktidar) olabilmesi cinsel gücüne bağlıdır. Hatta
toplumda bir erkeğin cinsel gücünden
bahsedilirken, ‘iktidar’ tanımı kulTebax 2010
STÊRKA CIWAN
lanılır. Cinsel ilişkide sorun yaşayan
erkeklere ‘iktidarsız’ denilir. Gerçekten de çok çarpıcıdır. Sistemin
erkek karakterini tanımlamak ve
kanıtlamak için, bu tabirden daha
iyisini bulmak mümkün değildir.
Bugün bile bu tanımlamanın
kullanılması, bize iktidarın tarihsel
gelişim hattını da çok iyi anlatır.
Demek ki gerçekten iktidar önce erkekliğin kadınlık üzerinde cinsel,
düşünsel ve duygusal hâkimiyeti ile
oluşmuştur ki hala erkeğin cinsel
gücü ifade edilirken bu tanım
kullanılmaktadır. Özünde ise bu,
erkeğin kişiliğini korkunç fakirleştirmekte, fakirleştirdikçe saldırgan
kılmaktadır. Bu yetiştirme tarzı,
kadına yöneltme, çoğunlukla da
saldırtma tarzıdır. Kadın katliamları
karşısında neden devletler uyduruk
hafifletme gerekçeleri bulurlar? Toplum neden kadınıyla erkeğiyle bu
katliamlara çoğu kez sessiz kalır?
Çünkü erkeğin kadın üzerinde her
türlü hâkimiyet hakkı vardır, ne
yapsa mubahtır! Çünkü erkekler
buna göre yetiştirilmiştir, yapmaması
anormaldir! Bu da bir köleleşmedir.
Erkek, toplum ve egemen sistem tarafından kendisine biçilmiş bu
Tebax 2010
abartılı, doğallığından çıkmış kimliğe,
statüye uygun davranmak zorundadır.
Oysa bu erkeğe ait değildir. Kimileri
hemen doğadan, hayvanlardan örnekler vererek, benzetmeye çalışırlar.
Şüphesiz bu, kabul edilemez bir yaklaşımdır. Çünkü birincisi her varlık
aynılaştırılamaz, ikincisi de insan
doğanın bir varlığı olarak çok önemli
düşünsel ve duygusal bir evrim süreci
yaşamıştır. Dolayısıyla mevcut erkek
tiplemesinin toplumsal statüde iktidar
olması, onun özgür olduğu anlamına
gelmez. Tersine, erkek, iktidarın hem
kendi içinden ve hem de kendi
dışından kölesidir. Bu durumun da
erkekte yol açtığı kişilik bozulmaları
söz konusudur, çünkü kendine yabancılaşmıştır.
Kimliklerini kaybetmiş kişilerin
aşkı mümkün değildir
Tabii her iki cinsi bu yönleriyle
değerlendirir iken, cinsler arası gelişen
aşk ilişkisine de değinmek gerekir.
Şüphesiz aşkı, aşkın gücünü inkâr etmemek gerekir, ancak mevcut gelişen
ilişkilere aşk deyip aşkı muğlaklaştırmamak da gerekir. Biraz önce belirttiğimiz tarzda bir terbiyeden geçen
20
kadınların ve erkeklerin, ne denli
sağlıklı, üretken, birbiri ile güçlendirici
etkileşimleri yaratacak tarzda ilişki
geliştirecekleri tartışmalık bir konudur.
Aşk ve cinsellik, tecavüzcü kültürün
en gizlenmiş, örtük ve kandırıcı yüzüdür. Toplumsal geleneklere göre
ayıplanması, onu zaten baştan gizli
kılmıştır. Kandırıcıdır çünkü içerisinde
sevgi diye tabir edilen hoş, sarhoş
edici duygular vardır. Yine böyle bir
ilişkinin teması sonucu, yeni bir yaşamı
var etme, çoğalma boyutu vardır. Dolayısıyla bir ilişkide öne çıkan bu iki
yön, bireyleri başlangıçta yanıltır iken,
sonraları da katlanması gereken bir
durumu ortaya çıkarır. Romantizm
bu nedenle iktidar sahipleri tarafından
büyütülür, kutsanır, öne çıkarılır. Duygular aşırı abartılır. Örneğin cinsler
içerisinde erkek olanın aşk ifadeleri
hep abartılıdır, doğal değildir. Bir
kadını elde etmenin süslü tuzağıdır.
Elde etme, yani kendinin yapma,
kadının sahibi olma, iktidarını yaratma.
Romantizm, bu süslü tuzaktan başka
bir şey değildir. Bu romantizmin
arkası, kadın açısından genelde ya
ömür boyu susarak kaderine boyun
eğmedir ya da biraz buna direnmeye
kalkışsa katline ferman yazdırmaktır.
Dikkat edelim gazete sayfaları
aşkından(!) sevgisinden(!) kadın katletme haberleriyle doludur. Bazen de
kadınlar bunu yapar. Aşkın yaşamı,
üretkenliği, sevgiyi ve güzelliği getirmesi gerekir iken, habire acıyı, ölümü ve katletmeyi getirmesi nedendir?
Neden Ortadoğu toplumları özellikle
de arabesk kültürde bol acılı aşk
şarkılarına bu kadar rağbet gösterir?
Tüm şarkılar “senin için ölürüm” ya
da “öldürürüm, ya benim olursun ya
da toprağın” sözleriyle doludur. Tüm
bunlar içine tecavüz kültürü girmiş
kadın-erkek ilişkilerinin ölümcül gerçekliğini kanıtlar bize. Mülkiyet, sahiplik, olmazsa da ölüm!
STÊRKA CIWAN
Doğal kimlikleri bozulmuş, karakterlerinin genleri ile oynanmış kadın
veya erkeklerin özgür ilişkilenmesi,
özgür bir aşk yaşabilmesi mümkün
değildir. Dikkat edilirse “aşk mümkün
değildir” demiyoruz, öz kimliklerini
kaybetmiş kişilerin aşkı mümkün
değildir diyoruz. Bu, tamamen bir
özgürleşme mücadelesidir, bireysel
de değil, toplumsal bir mücadeledir.
Toplumsal dönüşümü sağladıkça, geleneksel ve geri değer yargılarını
aştıkça, bireyin de dönüşümü ve kendini aşma eylemi gerçekleşecektir.
Kısacası aşk, iktidar döngüsü içinde
boğulmuş kadın ve erkeklerin yaşayabilecekleri bir eylem, duygu paylaşımı
olamaz. İktidarın bireylerde ve toplumsal, kurumsal yansımalarında
aşılması ile, özgür bir toplumun ve
eşitlikçi bir yaşamın kurulması ile
aşkın kutsallığına ve güzelliğine denk
ilişkiler yaşanabilecektir. Bu nedenle
özgürlük mücadelesi bir aşk mücadelesidir de aynı zamanda.
Karşılaştırmalı biçimde mikrodan
makroya, yani bireylerden devlete
doğru giderek düşündüğümüzde de
benzer olguları görürüz. Devletler de
–özellikle Ortadoğu’da- vatandaşlarına
tam sahiplik ederler. Her türlü uygulama için kendilerinde hak görürler.
“Devlet babadır, döver de, sever de,
öldürür de”. Her iki cins de, çeşitli
etnik kimlikler veya toplumsal çeşitli
kategoriler de, devlet karşısında geleneksel kadın statüsündedir. Devletin
birey ve toplum haklarına tecavüz etmesinin, iradesini tanımamasının, bir
kadına karşı gerçekleştirilen tecavüzden farkı var mıdır? Vatandaşlarının
emeğini çalarak hep yoksulluğa ve
işsizliğe mahkûm ederek kendine
muhtaç kılması, bir kadının bir erkeğe
muhtaç kılınmasından farklı mıdır?
Ta binlerce kilometre uzaklardan gelip
de başka bir ülkeye zorla dışarıdan
“demokrasi, barış getireceğim” de-
Erkek iktidarı bu doğrultuda mimiklerden duruşa kadar tüm
ayrıntılarda karakteristik farklılıkları geliştirmiştir
menin, başka bir halka tecavüz etmekten başka bir anlamı var mıdır?
Yine fahişeleştirme de hem özel
kadına yönelik ve hem de genel topluma
yönelik bir politikadır. Fahişeleşme ve
fahişeleştirme oldukça siyasal bir gerçekliktir. Sadece cinsel bir içerik
taşımaz. Ve devletler tarafından özellikle
geliştirilmektedir. Kadınların para için
kendi bedenlerini satışa sunmaları, sadece o kadınların bir ayıbı olarak ele
alınamaz, insanlığın ve o toplumun
bir ayıbıdır. Sonuçta bu da karşılıklı
yaşanan bir ilişkidir ve öznesi de
nesnesi de fahişeleşir, kirlenir, bedenine
ve kendi kimliğine yabancılaşır. Cinsellik üzerinden erkeği kendine bağlama
ve kadını küçültme, bir iktidar politikasıdır. Erkeğe ucuz zevkler sunarak
kendi sistemine bağlama yöntemidir.
Ve yine erkeğe kadın üzerinden küçük
iktidar alanları yaratarak makro iktidarla
objektif uzlaşma alanları açılır.
Benzer biçimde kadın katliamlarını
da değerlendirebiliriz. Basın-yayın
organları bu işi gayet ciddi biçimde
organize eder, neredeyse cazip kılar.
Pornografiden tutalım da normal bir
haber veriş biçimine, dizilerden sinemalara kadar birçok alanda rolünü
oynamaya çalışır. Roller sadist erkek,
mazoşist kadın tiplemelerine göre belirlenmiştir, olaylar ve olgular hep
bunun etrafında kurgulanır ve topluma
sunulur. Feodalizmin kapalı gelenekleriyle kapitalizmin açık saçık kültürü,
birey ve toplum için korkunç bir mücadeleye dönüşür. İki kültür çarpıştıkça, kadın kurban edilir. Ya fuhuşa
sürüklenir, ya bir yakını tarafından
öldürülür, ya tecavüze uğrar, ya da
günlük olarak çeşitli şiddet biçimlerine
maruz kalır. Her ölen, tecavüz edilen,
bastırılan kadınla, toplumun da yavaş
yavaş öldüğü, bir yığına dönüştüğü
21
görülmeden birçok katliam gerçekleşir.
İşte bu da genel bir politikadır. “Bölparçala-yönet” ilkesinin muazzam bir
örneğidir. Toplum, mikro iktidar
batağına saplanmış kadınların ve erkeklerin çatışmaları ile büyük bir bölünmüşlüğü yaşar, sorunun kaynağı
olan esas makro iktidarı görmekten,
analiz etmekten uzaklaşır. İlişkilerde
birbirine girmiş, yaşamı kararmış, her
anı acıyla dolu olan insan-toplum
gerçekliği, çözümü daha fazla iktidara
bağlanmakta görür ve sistem çarklarını
döndürmeye devam eder. Bu nedenle
devletler, iktidar odakları hiçbir zaman
tecavüz kültürünün aşılmasını istemez,
kadın katliamlarına son verilmesini
istemez. Yine görüntüyü kurtarmak
için bazı girişimlerde bulunurlar, ancak
sorunun kaynağına asla ve asla yönelmezler. Kürdistan’da ve Türkiye’de
son yıllarda açığa çıktığı gibi birçok
kadın korunabilecekken, katlolmaktan
kurtarılabilecekken, devlet tarafından
korunmamıştır. Erkek eksenli gelenek
hep bir şekilde korunmuş, göz yumulmuştur. Erkek iktidarlaşmasına
ilişkin daha detayda birçok örnek verilebilir. Duruş biçimleri bile buna
örnektir. Bir erkeğin duruş biçimi ile
bir kadının duruş biçimi, bir erkeğin
konuşma biçimi ile bir kadının konuşma biçimi, duygularını ortaya koyuş biçimi arasındaki farklar çok belirgindir. Tabii erkek ve kadın
doğalarının farklılık arz ettiği yanlar
vardır, ancak bizim belirttiğimiz
farklılıklar egemen kültürün ortaya
çıkardığı farklılıklar üzerinedir. Erkek
iktidarı bu doğrultuda mimiklerden
duruşa kadar tüm ayrıntılarda karakteristik farklılıkları geliştirmiştir.
Devam edecek..
***
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
G
Ü
N
C
E
L
Aydınlanmış Gençlik
Toplumun Aydınlık Geleceğidir
Umut ÖZGÜR
“Kürdistan’nın tüm
parçalarında ve
Avrupa’da bulunan
her genç dönem görevleri
karşısında kendini
sorumlu görmeli, başta
ideolojik donanım olmak
üzere her yönlü
donanımını sağlayarak
sürece aktif bir katılım
sağlamalıdır.
Unutmayalım ki ancak
bilinçli ve aydınlanmış
gençlik toplumun aydınlık
geleceği olabilir”
Tebax 2010
Özgürlük mücadelesinin yükselmesiyle birlikte son dönemde artan
saldırılardan en çok nasibini alan kendi
öz değerlerinin bilincine ulaşmış,
aydınlanmış Kürt gençliği ve gençliğin
gençliği olarak nitelendirilen Kürt çocukları olmaktadır. Çocuklar sokaklarda, oyun alanlarında vurulmakta,
işkencelere maruz kalmakta, hukuksuz
ve gayrı insani bir şekilde onlarca yıl
cezalarla hüküm giydirilerek zindanlara
atılmaktadır. Gençlik de sokaklarda,
okullarda üniversitelerde, demokratik
haklarına sahip çıktığı için aynı uygulamalara maruz kalmaktadır. Bu
sadırıların toplumun aydınlık geleceği
olan bu kesimlerine yönelmesini doğru
okumak ve yorumlamak bu saldırılar
karşısındaki doğru duruşu sergilemek
açısından önemlidir. Sistemin bu kesimlere yönelmesi tesadüf değildir.
Bu kesimler şahsında toplumun taze
beyinleri, umutları, dinamizmi, öncülüğü, yok edilerek ve iradesi kırılarak
yarınları karartılmak istenmektedir.
Egemen sömürgeci sistemlerin bir marifeti olan bu insanlık dışı politikalar
on yıllardır olduğu gibi, bugün AKP
şahsında Türk devleti tarafından eşine
az rastlanır bir şekilde Kürtler üzerinde
uygulamaktadır. Aydınlanan Kürt toplumunun geleceği olan kuşaklar daha
küçükken, gençken iradesi kırılarak
teslim alınmak istenmektedir.
Bu uygulamalar yeni değildir. Bir
halka dayatılan köleliğe karşı bir öğrenci-aydın gençlik çıkış olan PKK bu
politikaları 35 yıl önce deşifre etmiş,
22
bunlara karşı direniş başlatmıştır. Sömürgeciliğin Kürdistan’ın her tarafına
hakim kılınmaya çalışıldığı ve bu politikaların zafere ulaştığının düşünüldüğü
bir dönemde bir grup genç tarafından
bir aydınlanma meşalesi yakılarak bu
politikalara dur denmiştir. Öncü bir
grup gencin şahsında toplumsal bir
uyanış gerçekleştirilmiştir.
PKK’nin çıkış koşullarına baktığımızda, bu gerçeği daha iyi kavrayabiliriz. Belirttiğimiz gibi PKK üniversiteli
gençlik içinde ortaya çıkan bir harekettir.
Kürdistan’da 1950’li yıllardan sonra
okullar yaygınlşatırılarak asimilayon
politikalarına hız verilmiştir. Açılan
bu okullarda okuyan çocukların çok
az bir kısmı ünerversiye kadar devam
edebilmektedir. 60’lı ve 70’li yıllar
Kürdistan gençliğinden ilk kuşakların
Türkiye üniversitelerine gitmeye
başladığı bir dönemdir.
Sömürgeci sistemin ilk okuldan başlayarak üniversitelere kadar geliştirdiği
eğitim kurumlarına Kürdistan için biçtiği
rol asimilasyonu tamamlama rolüdür.
Kürt toplumundaki sessizlik karşısında
sistem bu asimilasyon politikalarında
neredeyse tam başarı sağladığını hesaplamaktadır. Fakat eğitim sistemi her
ne kadar sömürgeci bir temelde planlanmış olsa da, özellikle üniversiteler
insanların bilgiye ulaşmasını,
kolaylaştırma ve binlerce gencin bir
araya gelmesiyle sosyal bir ortam yaratma gibi bir gerçekliği de vardır.
Diğer yandan şehirler ve üniversiteler,
dünyada olup bitenler hakkında bilgi
STÊRKA CIWAN
edinme için en uygun ortamlardır.
Üniversitelere, dolayısıyla büyük şehirlere gelen gençlik kitleleri dünyada
olup bitenlerden de haberdar olmaktadır. Özellikle 60’lı yılların sonlarına
doğru genel dünya gençliğinde ciddi
bir hareketlenme vardır. ‘68 Gençlik
Hareketi olarak tarihe geçen bu toplumsal uyanış ve dalgalanma Türkiye’ye de yansımıştır. Bundan etkilenen
Türkiyeli ve Kürtdistanlı öğrenci gençlik ülke-toplum meselelerini yoğun
tartışmaya başlamış ve bu meseleler
karşısında ki duyarlılıkları gelişmiştir.
Gençlik toplumsal öncülük misyonunun bilincine varmış ve harekete geçmiştir. Bu sürecin yaratığı aydınlanmayla Devrimci gençlik hareketi ciddi
bir gelişim sağlamıştır. Bu ortamlarda
yoğun okuma ve tartışama imkanları
mevcuttur. Yine bu yıllar Marksist
ve dünya klasiklerinden bir çok kitabın
Türkçe’ye çevirilip basıldığı yıllardır.
Kısaca aydınlanma bilinçlenme imkanlarının arttığı bir dönemdir. İşte
Tükiye şehirlerinde ve üniversitelerinde bu gelişmelerin yaşandığı dönemler Kürdistan gençliğinin üniver-
PKK’nin ideolojik temelleri, birçok konuda çok ciddi teorik
çalışma, araştırma ve tartışmalar yapılarak oluşturulmuştur
sitelere gelişlerinin niceliksel olarak
aratmaya başladığı bir dönemdir aynı
zamanda. Daha sonra Apocular olarak
ortaya çıkacak grup böylesi aydınlanma imkanlarını en iyi bir şekilde
değerlendirmiş ve kendi halk gerçekliklerinin farkına vararak kendi ülkelerindeki sömürgeci sistemi tahlil etmeye başlamıştır.
Bu aydın öğrenci grup tarafından
Sömürgeci sistemin asimilasyonunu
tamamlamak için oluşturulduğu bu
eğitim sistemi, sistemin kendisine
karşı bir silaha dönüştürülmüştür.
Asimilasyonu tamamlanmak ve sisteme tam olarak bağlanmak için üniversitelere çekilen gençler bu tuzağa
düşmemiş, kendi öz değerlerine daha
fazla sarılarak bu oyunu boşa
çıkarmışlardır. Tabi bunu yapma iradesi gösteren aydınlanmış ve bilinçlenmiş devrimci gençliktir. Önder
Apo öncülüğünde bu süreçte çok
ciddi aydınlanma ve bilinçlenme faaliyetleri geliştirilmiştir. Oluşturulan
23
grup içerisinde okuma tartışma,
araştırma çalışmaları bir kaç yıl temel
çalışma olarak ele alınmış ve çok
yoğun bir tempoyla devam ettirilmiştir.
Toplumlar tarihinden, Kürdistan tarihine, emek-semaye çelişkisinden
sömürgecilik tahlillerine, uluslar kurtuluş mücadeleleri ve sosyalist devrimler tarihlerine kadar bir çok konuda
ciddi bir ideolojik teorik çalışma ve
tartışmalar yapılarak PKK’nin ideolojik temelleri oluşturulmuştur. Bu
süreci Kürdistan tarihinde ön önemli
aydınlama dönemi olarak değerlendirmek doğru bir tespit olacaktır.
Tabii ki bu aydınlanmayı sırf teorik
boyutuyla sınırlı değil yarattığı pratik
sonuçlarıyla birlikte ele alıyoruz. Yok
edilmekle yüzyüze kalmış, inkar ve
imha edilmeye çalışılan bir halkı
ayağa kaldırıp özgürlük yürüyüşüne
sevketme bu süreçteki bir grup Kürt
gencinin ortaya çıkardığı aydınlanmayla mümkün olmuştur.
Gençliğin öncülük ettiği bu
aydınlanma adım adım tüm topluma
yayılmış ve bir halk aydınlaması haline gelmiştir. Bugün Kürdistan toplumunun çocuğundan yaşlısına kadar
önemli bir kesimi ciddi bir tarih
bilinci yanında ulusal, siyasal bir bilince kavuşmuştur. Bu aydınlanmayla
adım adım bilinçli ve domokratik
bir toplum inşa edilmektedir. Bugün
demokratik konfederalizmin inşası
yaratılan bu aydınlanmış yurtsever
halk gerçeği üzerinden gerçekleşmektedir. Bu gün Kürdistan’da egemen
sistemin inkar ve imha politikalarının
son hamlelerini yaptığı ve savaşın
şiddetlendiği bir süreçte Kürt gençliği
ve gençliğin gençliği olarak tanımlanan çocuklara yönelimi ve saldırıları
bu perspektifle ele alırsak daha iyi
değerlendirebiliriz.
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
Sistem hiç bir dönemde olmadığı
kadar bugün Kürt çocukları ve gençliğine şiddetli saldırmaktadır. Adeta
inkar-imha ve asimilasyon politikalarının iflas etmesinin intikamını
alırcasına bir yönelim içerisindedir.
Çocuk ve gençler şahsında Kürt
toplumunu kendi sistemi içine çekememenin öfkesini açığa vurmaktadır.
Bu aslında bir boyutuyla en çok bel
bağladığı sömürgeci eğitim sisteminin
iflasını göstermektedir. Bugün hedef
tahtası olan kesimlerin hepsi ilköğretim,
lise ve üniversite öğrencileri olmaktadır.
Sistem, kendi hesabına göre kendisinin
‘eğittiği’ bu kesimler kendisine en çok
itaat etmesi gereken kesimler olmalıdır.
Fakat gelişen toplumsal irade toplumun
yedisinden yetmişine kadar hakim olmuş ve toplum nezdinde sömürgeci
sistemin, tüm politikaları, kurumları
ve araçları etkinliğini ve meşruluğunu
yitirmiştir. Okullarındaki eğitimle bu
kesimleri dize getirememektedir. Şimdi
sömürgeci sistem sadece kaba zor ve
şiddete dayalı olarak ayakta kalmaya
çalışmaktadır. Çocuklara ve gençlere
bu kadar yönelmesinin altında bu gerçeklik yatmaktadır. Eğer toplumun geleceği olan gençliğin ve çocukların
iradesini kırabilirse, oluşan özgürlük
iradesini uzun vadede kırabilmeyi ve
sömürgeci sistemini tekrardan inşa
etmeği hesap etmektedir. Bu temelde
zamana yayılmış bir tasfiye konseptini
geliştirmek istemektedir. Böylece Kürt
halkı üzerindeki asimilasyon politikalarını sonuca götürebilmeyi amaçlamaktadır. Bu anlamda bilinçlenmiş
Kürt çocukları ve gençliği şahsında
hedeflenen toplumun aydınlık geleceği,
umutları ve özgürlüğüdür. Son süreçle
birlikte açığa çıkan AKP’nin gerçek
yüzü sistemin bu gerçeğini daha çarpıcı
bir biçimde gözler önüne sermektedir.
Hala çocuklar sokak ortalarında vurulmakta, işkencelere maruz kalmakta,
binlercesi cezaevlerine tıkılarak,
Tebax 2010
yaşlarının kat kat fazlası cezalar verilerek aileleri ve topluma karşı bir
rehine olarak kullanılmaktadır. Onların
şahsında toplumun iradesi kırılmak
istenmektedir. Tabii burada hedeflenenler sıradan Kürt çocuk ve gençleri
de değildir. Bunlar yurtseverleşmiş,
kendi öz değerlerine sahip çıkan bilinçlenmiş ve aydınlanmış olan kesim
ve kişilerdir.
Aydın Erdem ve Şerzan Kurt
örneğinde gördüğümüz gibi Özgürlük
hareketinin yarattığı iradeyi kendisinde
içselleştirmiş Kürt gençliği katliamlarla korkutularak sindirilmek ve iradesi kırılmak istemektedir.
Önderlik savunmaları temelinde
bilinçlenmek ve aydınlanmak
Fakat Sömürgeci sistemin kendi
model insanını yetiştirmek, gençliği
pasifleştirip apolitize etmek ve sisteme
göbekten bağlamak için ele aldığı
üniversiteler bugün özgürlük hareketi
için bir örgütlenme alanı haline getirilmiş, bu politikaların Kürt gençliği
şahsında boşa çıkması sağlanmıştır.
Bir çok Kürt genci özgürlük mücadelesini bu mekanlarda tanımış, kendi
öz benliğinin bilincine buralarda vararak gerçek aydınlanmayı yaşamıştır.
Kürt Özgürlük Hareketinin binlerce
kadrosu üniversitelerde örgütlenmiş,
buralardan saflara katılan binlercesi
şehit düşmüştür. PKK’nin kuruluşuyla
başlayan bu gelenek kesintisiz bugüne
kadar süregelmiştir. Bu aydınlanma
bugün her zamankinden daha köklü
daha yaygın ve daha ileri düzeydedir.
Kürt öğrencileri şahsında gerçekleştirilen saldırılar bu gerçeklik
karşısında sistemin çaresizliğini, tahammül-süzlüğünü ve öfkesini gözler
önüne sermektedir. Fakat artık toplumdaki ve Kürt gençliğindeki bu
köklü aydınlanmanın değil ortadan
kaldırılması durdurulması bile müm24
kün değildir. Çünkü bu ideolojiyi
geliştiren Önderlik çağın en ileri ‘bilme’ düzeyine ulaşmış, özgürlük sosyolojisini geliştirerek çağımızdaki
toplumsal sorunlara evrensel düzeyde
özgürlükçü, demokratik çözüm perspektifleri geliştirmiştir. Kürt gençliği
de bu gün bu bilimsel ideolojiyle
kendilerini donatarak bölgenin en bilinçli, örgütlü, politik ve demokratik
gençliği haline gelmiştir.
Bu gerçeklik karşısında sistemin
saldırılarına devam etmesi kaçınılmazdır. Özgür halk iradesi gelişim
sağladıkça sömürgeci zihniyetin korkusu, öfkesi ve saldırganlığı artacaktır. Bu saldırılar kaşısında takınılacak tek tavır direniştir. Bu direnişin
bir boyutu öz savunma ve bu
saldırıları boşa çıkarmak iken esas
boyutu Önderlik savunmaları temelinde bilinçlenme ve aydınlanmayı
çok daha güçlü bir şekilde geliştirmek, ulaşılmayan kesimlere ulaşıp
örgütlülüğü yaygınlaştırma ve derinleştirmektir. En önemlisi de Özgürlük mücadelesinin Dördüncü Döneminin ruhuna denk, varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama perspektifiyle toplumsal kurumlaşmada
gençlik olarak öncülük misyonunu
layıkıyla yerine getirmektir. Demokratik özerkliğin öz savunmasında,
ilanında ve demokratik inşasının
tüm aşamalarında sadece pratik değil
ideolojik, örgütsel, siyasal ve eylemsel öncülük gençliğin görevidir.
Kürdistan’nın tüm parçalarında ve
Avrupa’da bulunan her genç bu görevler karşısında kendini sorumlu
görmeli, başta ideolojik donanım olmak üzere her yönlü donanımını
sağlayarak sürece aktif bir katılım
sağlamalıdır. Unutmayalım ki ancak
bilinçli ve aydınlanmış gençlik toplumun aydınlık geleceği olabilir.
***
STÊRKA CIWAN
G
E
R
İ
L
L
A
D
A
N
4. STRATEJİK HAMLEDE
EMEKÇİLERİN ROLÜ
Deniz KARER
Kürt halkı ve emekçileri içinden geçtiğimiz bugünlerde yakıcı ve kritik bir süreçten geçmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi ve emek cephesi içinden geçtiğimiz
bugünlerde 15 Şubat uluslararası komplosunu çağrıştıran
perde arkası kirli bölgesel ve uluslararası ittifaklarla tasfiyenin gündemde olduğu ciddi bir saldırı hamlesiyle
karşı karşıyadır.
Her fırsatta “Kürt sorunu benim sorunumdur” diyen,
fakat Kürt cephesinden gelen samimi barış çağrılarını görmezden gelen kurnaz, ucuz demokrat ve ikiyüzlü bir AKP
hükümetiyle karşı karşıyayız. Tek hedefi, demokratik modernite paradigmasıyla, Kürt demokratik ve emek hareketinin tarihi doğal topluma yürüyüş akışını durdurmak,
destansı mücadelenin eseri olan muazzam değerleri tasfiye
ederek tarihe gömmektir. Kürt demokratik ve emek hareketini içte ve dışta askeri, siyasi, ahlaki, kültürel ve diplomatik kısacası dört bir koldan taarruz ve soykırım
hareketiyle boğmayı hedeflemektedir. Bu anlamda saldırı
furyası başta Kürt ve emek hareketi olmak üzere toplumun
tüm direnen muhalif seslerini kapsamına alarak her alandaki birikimi yozlaştırarak bitirmek istiyor.
Bu noktada bir özel savaş hükümeti olan AKP’nin ulusal ve toplumsal bazda başlatıp yürüttüğü imha konseptine Kürt ve Türkiye demokratik emek cephesi, öyle
anlaşılıyor ki geçit vermeyecektir. İçinden geçtiğimiz tarihi dönemeçte saldırılar ağırlıkta demokrasinin bu iki
stratejik motor gücüne dönük olacaksa, kuşkusuz en anlamlı duruş ve yanıt da bu politik cephelerden gelişecektir, verilecektir. Öyle ki, Türkiye ve Kürdistan; yani
stratejik iki ana merkezin demokratik unsurlarının bir çatı
altında buluşması, Ankara’yı ve kemikleşmiş 90 yıllık siyasetini değiştirip Türkiye’yi gerçek anlamda demokratikleştirerek her çiçeğin özgürce açılıp serpildiği, her
kültür ve dilin kendini bahar tadında özgürce ifade ettiği
tarihi bir sürecin kapısını aralayacaktır.
AKP hükümetinin bugün Kürt Özgürlük Hareketi
şahsında Türkiye’nin demokratik, sosyalist, emek ve öz-
gürlükten yana tüm güçlerine dayattığı sinsi planına Kürt
cephesi 4. stratejik hamleyle yanıt verdi. Tıkanan sürecin
düğümünü çözmek ve bunu halkların ortak özlemi olan
bir sürece dönüştürmek amacıyla yeni bir atılım sürecini
başlatmıştır. Yeni süreçte AKP hükümetinin parçalayarak
yedeğine almak istediği güçlerden biri de hiç kuşkusuz
demokratik emek hareketidir. Bu anlamda 4. stratejik
hamlede emek cephesini tarihi bir görev ve sorumluluk
beklemektedir.
Türkiye’yi demokratikleştirecek ana güç Kürt demokratik hareketinin yanı sıra Türkiye sol ve emek bloğudur.
Kürt cephesi yeni süreçte tavrını örgütlü bir biçimde en
üst noktada ortaya koyarken, emek cephesi ise; kendi
içindeki parçalı duruş, yine sistemden köklü kopuşu
sağlayıp kendi öz örgütlülüğünü yeterince geliştirip Kürt
özgürlük dinamiğiyle birleştiremediğinden sistemin milliyetçiliği hortlatarak halkları birbirine kırdırtma, halklar
arası tarihi kardeşlik köprüsünü zedelenme politikalarının
önü alınamamıştır. Bu ciddi bir tehlikedir. Böyle kritik
bir süreçte halklar ve emekçiler adına yola çıktığını iddia
edenler şayet dayatılan tarihi riski görüp buna karşı irade
gösterip elini taşın altına koyma yerine seyirci kalmayı
yeğlerse olacaklardan en az sistem kadar bunlar da sorumlu olacak ve tarih karşısında hesap vermekten kurtulamayacaktır. Bu anlamda dayatılan özel savaş
konseptine karşı Türkiye emek cephesinin Kürt dinamiğiyle birleşmesi hayati bir önem taşımanın yanında stratejik bir önemde arz eder. Bu tarihin, biz emekçilere kesin
ve tartışmasız emridir.
Sonuç olarak, miadını dolduran ve uzatmalara oynayan AKP sisteminin tüm vahşetiyle halklar ve emekçilere
dayattığı imha planına en anlamlı yanıt, emek bilinciyle
yaratılan değerleri sahiplenme, gittikçe bunu kurumlaştırarak Kürt özgürlük dinamiğiyle ittifaklar çerçevesinde
birleştirerek harekete geçirmektir.
***
25
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
G
Ü
N
C
E
L
BURALARDA ÖLMEK BİLE
BAŞKADIR
Kasım ENGİN
“Hani bizim Arap
enternasyonalist yoldaş
şehit Kadir Usta’mızın
dediği gibi; ‘Buralarda
ölmek bile başkadır.’
Boşuna dememiş
Kızılderililer
‘hiçbir şey uzun yaşamaz
toprak ve dağlardan başka,
atalarımız gibi
bizlerde topraklarımızda
özgür yaşamak istiyoruz.’
Onlar topraklarında
özgür yaşamak için
yüzyıllar boyu savaştılar”
Tebax 2010
İnsanlık tarihi her zaman kendi topraklarından koparılmaya tanık olmuştur. Kimileri zoraki göçertilmişlerdir, kimileri iklimsel şartlardan dolayı
topraklarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Kimileri de yaşam fırsatı
bulamadıkları için ayrılmışlardır, kimileri çeşitli işgal, istilalar ardından
topraklarından uzaklaşmak zorunda
bırakılabilmişlerdir.
Özcesi kendi topraklarını terk etmek
zorunda kalmak ya da gönüllü ayrılmak
arasında farklar olsa da kendi öz topraklarından koparılmak, her zaman
toplum ve bireyler üzerinde ciddi etkilerde bırakmış, kırılmalar yaratmıştır.
Kürtler tarihlerinde çokça sürülmelerle yüz yüze kalmışlardır. Tarihte
ilk göçertmeleri biz, tarihin en eski
belgelerinden biri olan Gılgameş destanında görüyoruz. Daha sonra Asurların kellelerden kale yaptıklarını hem
öğreniyoruz hem de nasıl kocaman
coğrafyaları insansızlaştırdıklarını da
görüyoruz. Başka bir deyimle tehcir
edilmişliği Kürtler çok ciddi bir şekilde
yaşamışlardır. Tabi daha sonraları İslamiyet sürecinde İslamiyet’i kabul etmeyen Kürtlerin sürülmelerinden ya
da dağların doruklarıana saklanmalarında göreceğiz. Daha vahimini biz
Moğolların yaptıklarında görüyoruz.
Cezayir’de bile Kürt şehirlerine rastlamak mümkündür. Bunlar Moğolların
katliamlarından kaçan Kürtlerdir. Yine
tarihi akışı takip edecek olursak çeşitli
direnişlerin bastırılışını, ardından sürgün edilenleri hep görüyoruz. Bir Be26
dirxan ailesi, Babanlar, Übeydullah
çevresi derken, ta Dersim isyanına kadar bu sürgünleri, insansızlaştırmaları
görebiliriz. Yani Kürtler adeta tarihlerinde her zaman bu sürülmeleri ya
da kendi öz topraklarında uzaklaştırılmaları yaşamışlardır. Sürülmüş bir
halk desek herhalde yanlış olmaz diye
düşünmek gerekir.
Şimdi yüz binlerce Kürt Avrupa’da
yaşamaktadır. Bunların hepsi sürülmüşler midir? Cevap hayır olabilir.
Ancak biz biliyoruz ki Kürtler kendi
topraklarına düşkünlükleriyle bilinirler.
Peki, nasıl oldu da bu kadar rahat ve
ucuz bir şekilde ülke terk edilmiştir?
Bu soruya çok yalın verilecek cevaplar
arasında ince bir “sürgün etme politikası
ile” diye yanıt verilebilir.
Kimisi gerçekten katliamdan
kaçmıştır.
Kimisi bio-iktidar diye bilinen açlık
siyaseti ile terbiye etmeler sonucu
ülkeyi terk etmiştir.
Kimisi siyasal görüşlerinden dolayı
ülkesinden çıkmıştır.
Kimisi Avrupa’nın havasına çeşitli
özentilerle çıkmıştır.
Kimisi bolca para kazanıp ülkeye
geri dönüş için memleketini terk etmiştir.
Kimisi kimyasal silahlardan, kimisi
işsizlikten, kimisi özel savaş politikalardan dolayı derken bugün Avrupa’da
yaşayan her bir Kürdün öyküsü biraz
ayrıdır.
Ve tabii ki bugün ikinci hatta üçüncü
kuşak Kürtler Avrupa’da yaşamaktadır.
STÊRKA CIWAN
Ve bunların çoğu gençtir. Kürt gençlerinin; kimisi okumuş, kimisi meslek
edinmiş, kimisi avare, kimisi hasta,
kimisi ruh bozukluğuna sahip, kimisi
isyancı, kimisi ise ahlaki olarak sözde
Avrupalaşmış. Tabi ki biz ahlaki
olarak başka dalgalardan yaşayanlardan söz bile etmiyoruz.
Ülke özlemi ve bağlılığı
Dedik ki, yüz binlerce Kürt ya
da Kürt genci bugün Avrupa’da
yaşamaktadır. Bu gençler ne yapacaklardır, ülkede yürütülen sert bir
mücadele var, bu mücadeleye
katkıları nasıl olacaktır?
Bu soruya sağlıklı bir cevap vermeden önce başka halkların da bu
durumda yaşadıklarına ilişkin bir iki
örneği vermek iyi olur.
Siz her Filistinlinin nerede bulunursa bulunsun, ülkesi için belli bir
süreliğine hizmet etmesi gerektiğini
biliyor muydunuz? Yani ülkede süren
çok sert mücadeleye, tüm tehlikelerine
rağmen mutlaka ama mutlaka fiilen
katılması gerekiyor. Bu bir kural hem
de bir devrim kuralı.
Yine her Yahudi’nin nerede olursa
olsun İsrail için çalışması gerektiğini,
yine nerede yaşarsa yaşasın MOSSAD’ın bir doğal üyesi olduğunu
kendisinin doğal sorumluluğu ve
görevi bilir.
Ermeni halkının yurtdışında sayısal
olarak çok az olmasına rağmen bu
kadar etkili olması, yurtdışında
yaşayan Diaspora Ermeniler’in bulunduğu durumdur. Yani sürülen ve
yurtdışına kaçmak zorunda kalan Ermenilerdir. Etkili olmalarının nedeni
ülkeye olan özlemleridir. Ülkeye mutlaka bir gün dönme istemleridir. Siz
buna Hıristiyan olduklarını, Avupalıların ya da Batılıların onları
kullandıklarını da söyleyebilirsiniz,
ancak bir gerçek vardır ki oda kendi
ülkelerine ölümüne bağlılardır. Bu
ise inkâra gelmez.
Ve bu örnekleri sıralamaya devam
edebiliriz. Bunlara ABD’de etkili
olan Çinlileri, İtalyanları, İrlandaları
da ekleyebiliriz.
Özcesi yurtdışına çıkmak zorunda
kalan birçok halka mensup insanlar,
kendilerini çok güçlü örgütleyerek
etkili kılmasını bilmişlerdir.
Bugün Kürtler kadar dünyanın her
tarafına bu denli zoraki dağılmış bir
halka rastlamak çok güçtür. Dünyanın
her yerinde Kürtler yaşamaktadır. Bu
ülkeden koparılmayı, biz Kürdistan
gençleri olarak avantaja çevirme imkânımız var mı? Elbette vardır. Hem
de hiç kimseye nasip olmayacak bir
şekilde bu imkân vardır.
Bunun bazı nedenleri vardır.
Bunlar:
1-Kürtler her yerde vardır.
2-Kürtler politikleşmiş bir halk
olarak kendi dirilişini görkemli olarak
yaşamaktadır. Bu, her Kürdistanlıyı
duyarlı kılmaya doğallığında yeter.
3-Kürtler çok kapalı yaşayan bir
toplum değildirler. Bunun için bulundukları alanlarda, herkesle çok rahat ilişki kurabilen bir yapıları söz
konusudur.
4-Kürtlerin –özelde Avrupa’da
yaşayanları- on yıllardır oralarda
yaşadıkları için ciddi bir entegrasyonu
yaşadıkları gerçeği, o toplumlarla
daha rahat ilişki kurmayı beraberinde
getirmektedir.
5-Yurtdışında büyüyen binlerce
hatta on binlerce Kürt genci okullarda,
spor takımlarında, kültürel çalışmalarda yer almaktadır.
Tabi, bu listeye daha fazla veriyi
eklemek mümkündür. Avrupa’da ne
kadar etkili bir çalışma yürüteceğimizi
göstermek açısından bile yeterlidir.
Özgürlük mücadelesi olarak Avrupa’da çok erkenden örgütlendiğimizi
söylemek herhalde yanlış olmaz. Bu27
gün Avrupa’dan ülkenin en sıcak sahası olan gerilla alanına gelen yüzlerce
hatta binlerce genç vardır. Avrupa’dan
katılan yüzlerce şehit vardır. Hatta
onlarca enternasyonalist devrimci de
ülkeye gelmiştir. Şehit düşenleri bile
olmuştur. Bir Ronahi arkadaş yani
Andrea Wolf Kızıl Ordu(RAF) Fraksiyonda yer alıyordu. Yine bir Uta
yoldaşımız feminist çevrelerden gelmişti. Bu uğurda can verenlerin emekleri boşa gitmemiştir. Bu emeklerin
sonucu olarak bugün Kürdistan halkı
dimdik ayakta ve canlıdır. Bunlar
hep o verilen emeklerin sonucudur.
Bunlar hiç şüphe yok ki yapılanlarla
ortaya çıkan sonuçlardır. Birde
yapılmayan o kadar çok şey var ki!
Kendi gerçekliğinden koparak ülkesine bir katkısı olmayanları bir
düşünün…
Sözde ilericilik adına kendi gerçekliğini beğenmeyerek kendisine
yabancılaşanları bir düşünün…
Ve tabii ki ekonomik kimi çıkarlar
için insanlık değerlerden uzaklaşanları
düşünün…
Kendi kültürüyle buluşmayan
hiçbir kültürle ilişki kuramaz
Hâlbuki herkes bilir ki, kendi kültürüyle buluşmayan bir birey, hiçbir
kültürle sağlıklı ilişki kuramaz. Bu
bir gerçektir. Ne kadar kendini
tanırsan, ne kadar kendinle barışıksan,
ne kadar kendi doğanla buluşmuşsan
o kadar çok başka halklarla buluşabilir,
yaşayabilir ve kültür alışverişinde
bulunabilirsin.
Eskiden, kimileri bizim ülkeye
dönük olan yönümüzü yamuk ağızla
ulusalcılıkla ya da milliyetçilikle
eleştirirdi. Bugün Türk devleti “etnik
milliyetçilik” diyor. Bunlar tamamen
yalandır. Özgürlük hareketi olarak
hiçbir zaman biz milliyetçiliğe, dar
ulusalcılığa ve tabii ki etnik milliTebax 2010
STÊRKA CIWAN
yetçiliğe tenezzül etmedik, etmeyiz
de. Ancak kendi kimliğimizle buluşmanın, insanlıkla buluşmak için
bir ön koşul olduğunu iddia ediyoruz.
Kendi doğasıyla uyumlu yaşamayan,
ya da yaşayamayan bireyler ya da
toplumlar, birey ve toplum olmaktan
çıkarlar. Eriyip giderler. Bir bireyin
ya da bir toplumun bu yeryüzünde
eriyip yitimi esasta biraz da insanlığın
yitimi ve kaybıdır. Bu bilinçle biz
ülkemizi sevdik, insanımızı sevdik,
toprağımızı sevdik, ama asla ve asla
hiçbir zaman başka halkların ya da
başka ülkelerin güzel olmadığını söylemedik. Yine ancak “oraların güzellikleri orada yaşayanlar için güzeldir” dedik. Horlamadık. “Bir Kürt
dünyaya bedeldir” demedik. Bizler,
Kürtlerin de bu dünya da bir renk
olduğunu ve bu rengiyle yaşamaya
hakları olduğunu söyledik. Kürdistan’ın başka ülkelere göre kuru da
olsa, geride bırakılmış da olsa buralarında gelişmesi, güzelleştirilmesi
ve tabii ki buraların ilk cennet diye
tabir edilen topraklar olmasından dolayı da sevilmesi gerektiğini söyledik.
İnsan, anasını sevmez mi? İnsan,
anasından utanır mı? İnsan, anasına
sırtını döner mi? İnsan, anasına ters
düşer mi? Bu sorulara “evet” diyecek
Tebax 2010
olanlar, olursa bir şey demeyeceğiz.
Onlar demek ki kendi yollarını ve
eğitimlerini almışlardır. Yok, bu sorulara “hayır” denilecekse bizim söyleyecek birkaç şeyimiz daha olacaktır.
Öncelikle bu topraklar neolitiğin
beşiğidir. Yani “Altın Hilal” diyorlar.
İnsanlık burada yeşermiş, burada
yeryüzüne dağılmış. Bu medeniyeti
yaratanların hepsi Kürt olmayabilir,
ancak bu topraklar tüm insanlık için
kutsanmış topraklardır. Bu toprakları
kabul etmemek, esasta anasını kabul
etmemek gibi bir şeydir. Buralardan
insan utanır mı, tabii ki hayır! Buraları
seveceğiz, hem de uğruna ölecek kadar seveceğiz. Tüm insanlık adına
seveceğiz. Analarımıza ters düşmemek için seveceğiz.
Buralarda ölmek bile başkadır
Ayrıca buralar ilk tahakkümcü ve
hiyerarşik yapılardan uzak yaşayan
insanların da yurdudur. Bir nevi kendi
kendilerine yetenlerin yurdudur. Kimseye ihtiyaç duymadan yaratanların
yurdudur. Ezenin ve ezilenin olmadığı,
devletin, ordunun, zoraki otoritelerin
bulunmadığı, güçlü analar etrafında
gönüllüce örgütlenmiş topraklardır.
Yani otonom yaşayanların yerleridir.
28
Hani bizim Arap enternasyonalist
yoldaş şehit Kadir Usta’mızın dediği
gibi; “Buralarda ölmek bile başkadır.”
Boşuna dememiş kızılderililer “hiçbir
şey uzun yaşamaz toprak ve dağlardan
başka, atalarımız gibi bizler de topraklarımızda özgür yaşamak istiyoruz”
Onlar topraklarında özgür yaşamak
için yüzyıllar boyu savaştılar.
Şimdi Kürt gençleri elbette ülkeleri
için mücadele edeceklerdir. Ancak bu
mücadeleye katkı sunacak çok sayıda
Avrupalı gençler de olacaktır. Avrupa’nın yakın tarihi aslında ulus-devletçi
bir tarih değildir. Ulus-devletçi tarih
200 yılı ya alır ya da almaz. Avrupa’nın
uzun bir tarihi halkların komünal ve
otonom yaşam biçimidir. Şimdilerde
otonom yaşamı anarşizm diye
yargıladıklarına bakmayalım.
Eğer anarşizm, zor’suz bir yaşam
ise neden anarşist olmayalım ki?
Ve tabii eğer anarşizm devlet
karşıtlığı ise, sivil toplumculuğu
yaygınca yaymak ise neden anarşist
olmayalım ki?
Ve yine eğer anarşizm eskilerde
Avrupalarda gördüğümüz gibi ortakçı
yaşam ise neden anarşist olmayalım
ki? Ve tabii eğer anarşizm haksızlıklara, zorbalıklara, ezenlere, kişilik sindirmelerine karşı başkaldırıysa neden
anarşist olmayalım ki?
Ve neden anarşist olmayalım? argümanlarını çoğaltabiliriz, ancak
sanırız anlaşılıyordur.
Biz demokratik ve komünal bir
yaşam taraftarıyız. Ve Avrupa’nın bugün bilinen o bireyci, kendine sevdalı,
sadece kendini düşünen, tüketici kültürü çok uzun yıllardır yaşayan bir
kültür değildir. Avrupa’nın feodal
çağlarında bile otarşi diye bilinen
kendi kendine yeten ekonomik sistemi,
bugün kapitalizm kültüründen bin kat
daha komünal ve insancıldı. Avrupa
esasta bu kültürdür. Eğer Avrupa Rönesans, Reform ve Aydınlanma gibi
STÊRKA CIWAN
dev bir devrimi yapabilmiş ise
arkasında yatan bu komünal, ortakçı,
otonom kültür vardır.
Sol kesimlerle ilişkilenmek
Evet, bugün Avrupa’da cılızda olsa
bu kültürü yaşayanlar var mıdır, vardır.
Geçmişte Hamburg kentinde Hafenstrasse’de vardı. Devletin giremediği
ancak ortakçı komünalcilerin yaşadığı
bir yerdi. Buna benzer onlarca yeri
kendimiz biliyoruz ve kendimiz gidip
görmüşüzdür. O zaman biz Kürt gençleri bu kesimlere de giderek kendimizi
anlatabilmeliyiz. Kendimize bu çevreleri yakın kılabilmeliyiz. O çevrelerin
ortakçı komünal değerleriyle bizim
ortaklaştıran, paylaşımcı devrimci ana
yanlı kültürümüzü neden onlarla paylaşmayalım ki? Keşke Kürdistan gerillalarının dev gibi kocaman bir
sahada boydan boya komünal yaşadığı,
paranın bulunmadığı, yatay ilişkilerin
esas olduğu, kadın renginin tüm tonlarda görkemli yaşandığı, bu ortakçı
yaşayanlara anlatılabilse! Ve tabii
keşke gerillanın -onların birkaç kişiyle
yaptıklarını- binlerce insanla hem de
dağların en yüksek zirvelerinde kapitalizmin kirinden, pasından uzak
hür ve özgürce uyguladıklarını da anlatabilsek!
Devam edelim. Geçmişte yaşadığımız bir yetersizliğimizi gençlerle
paylaşalım. Sadece Kürtlerle ya da
Kürt gençleriyle sınırlı kalmak hiçbir
zaman özgürlük hareketinin kültürü
olmadı, ancak biz de biliyoruz ki, birçok yoldaşımız adeta Avrupalı gençlerden ve sol, demokratik, çevreci, feminist çevrelerden kaçmıştır. Sonraları
Önderlik bu duruma müdahale etmiş,
yerellerden tüm demokrat ve sol çevrelere kadar ilişkilenmemizi istemiştir.
Aynen bugün gibi hatırlıyorum 1988
ve 1989 yıllarında o da kısmi olarak
çevre gençlerine, örgütlere açılımımız
dev gibi adımlara yol açmıştı. Yani
bulunduğumuz yerlerde eğer burası
Almanya ise Alman örgütleriyle eğer
Fransa ise Fransız örgütleriyle ilişki
içerisinde olmamız gerekir. Gerekirse
içlerine girmeliyiz, ama bu sadece
pragmatik bir temelde olmamalıdır.
Yani sadece Kürdistan sorunlarını onlara aktararak onlardan duyarlık yaratmak için yapılmamalıdır. Aynı zamanda onların sorunlarına karşı da
duyarlı olarak onların yaşadıkları bir
sürü sorunlara çözüm üretmek de devrimci bir görevimiz olmalıdır. Biz diyoruz ki, kapitalist kültür sadece ve
sadece hasta insan yaratır. Peki, kapitalist emperyalist kültüre karşı direniş
nasıl gelişecektir? İşte ortaklaşarak,
cepheler oluşturarak, birlikler kurarak,
enternasyonalist dayanışma platformları
kurarak bunlar geliştirilebilir. Bir
meşhur “Dünya Sosyal Forum”u vardır.
Neden “Dünya Sosyal Forum”unun
Avrupa’daki ayağına aktif katılmayalım
ki? Neden enternasyonalist görev olarak halkların ortaklaşması gereken direnişlerine katkı sunmayalım ki?
Evet, geçmişte bu konularda yeterince bizim duyarlı olmadığımızın
özeleştirisini verebiliriz. Önderlik
ısrarla bizim demokrat, liberal, solcu,
sosyalist, feminist, çevreci, hümanist
29
çevrelerle ilişkilenmemizi dayatmış,
ancak biz kendi dar kapasitemizle
biraz da günü birlik dar pragmatik
çıkarlar için bu hayati önemde olan
çalışmayı zayıf bıraktık.
Evet, tekrarlayayım; biz bugün Avrupa’da ne kadar ortaklaşmayı esas
alan, komünallaşmaya yakın duran
çevreler varsa, hepsiyle yakın ilişki
içerisinde olmayı bilmeliyiz. Bunların
başında da hiç şüphe yok ki otonom,
komünal, ortak yaşayan çevreler gelmektedir. Yine sol, sosyalist köktenci
çevreler vardır. Tabiat ana için mücadele
eden yüzlerce çevreci örgüt vardır.
Ana yanlı kültürü savunan feminist
çevreler vardır. Demokratlar, demokratik sosyalistler derken çok büyük
bir yelpazede ilişkileneceğimiz kesimler
her zamankinden daha fazla vardır.
Bu çevrelerle ortak olan bir insanlık
sorunumuz vardır. Emperyalizme ve
kapitalist kültüre karşı vereceğimiz bir
mücadele sorunumuz vardır. Ve tabii
diğer taraftan bizim kendimizin dev
gibi bir sorunumuz vardır. Dostluk kuracağımız çevreleri Kürdistan’da verilen
anti-emperyalist, anti-kapitalist tahakkümcü ve hiyerarşik zihniyete karşı
mücadelemize çekmeyi bir görev olarak
önümüze koyarken, diğer yandan ise
inşa etmek istediğimiz ortakçı, komünal,
demokratik kültüre dayalı özgürlükçü,
asla boyun eğmeyecek olan yaşam özlemimize onları katacak bir çalışma
içerisinde olmamız, vazgeçilmez bir
devrimci, yurtsever, demokrat, sol ya
da sosyalist gençlik görevidir.
Ve yeniden Kadir Usta’mızın sözüyle
bitirelim; “İlerlerken geride bir şey
bırakmıyoruz aslında, yüreğimizde yer
edinen tüm güzellikleri bir zirveden
bir zirveye ağırlığını iliklerimize kadar
hissederek, istenen ve gereksinen hayatın boy verip yeşereceği kente beraberimizde taşıyoruz aslında” diyoruz.
***
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
G
Ü
N
C
E
L
TARİHİ SÜREÇ VE
TARİHİ GÖREVLER
Sercan AYDIN
“Bu süreçte
yoğunlaşılması gereken
en önemli konu, direnişi
geliştirmek ve
süreklileştirmektir.
Şüphesiz burada en
önemli görev gençlere
düşmektedir. Mücadele
alanlarını beslemek,
toplumu ayağa kaldırıp
sürece dahil etmek,
olası saldırılara anında
yanıt vermek, halkı
saldırılardan korumak
ilk akla gelen görevlerdir”
Tebax 2010
“Günleri ve mevsimleri düşlerimize
göre yeniden yaratacağız”
Paul Eluard
Özgürlük Mücadelesi yeni bir döneme girdi. Dördüncü dönem olarak
ilan edilen yeni süreç, her bakımdan
iyi incelenmeli, tahlil edilmeli. Zira
özgürlük mücadelesinin son dönemi.
Bundan sonra başka dönemler olacaksa
da, silahlı-siyasi-halk direnişinin ötesinde
özelliklerle kimlik bulacak. Mesela bir
demokratikleşme süreci de yaşamamız
gerektiğine inanıyorum. Ve silahlı mücadele sürdüğü müddetçe demokratikleşme mücadelesinin adil ve özgürlükçü
gelişemeyeceğini, geliştirilemeyeceğini
tahmin ediyorum. Halk olarak özgürleşmek başka birşey, demokratikleşmek
başka birşey.
Özgürlük mücadelesi, çok yönlü karakteri nedeniyle örgütlenmeyi, özgürleşmeyi, ulusallaşmayı, demokratikleşmeyi birlikte yürütüyor. Tüm bu
alanlarda hiç kuşku yok ki, doyurucu,
tatmin edici bir düzey yakalanamadı.
Bin yılların uykusundan uyanmak hiç
de kolay birşey olmasa gerek. Örgütlenme, özgürleşme, demokratikleşme,
hatta kimliğini sahiplenmeyi, toplum
olarak kolay kolay içselleşteremedik,
içselleştiremiyoruz. Sömürgeci politikalar, bölge gericiliği ve uluslararası
konjonktür tüm bu durumların sorumlusu. Sömürgeci güçlere karşı tam 35
yıldır büyük bedellerle süren bir özgürlük mücadelesi var. Dördüncü dönemin ilanıyla birlikte sonuca doğru
30
gidiyor bir anlamıyla da çözüm süreci.
Çözümden ne anlaşılması gerektiği de
yüzeysel ele alınmamalı. Ne bir zafer
ne de mağlubiyet olarak anlaşılmamalı.
Ancak hem özgürlüğü, hem de tasfiyeyi
bünyesinde barındırdığı da gözden
kaçırılmamalı.
Dördüncü dönemi Kürt Halk Önderi
‘varlığını koruma ve özgürlüğünü
sağlama dönemi’ olarak tanımladı.
Şüphesiz bu tanım, 35 yıllık mücadelenin ardından Kürt halkının sömürgecilerin boyunduruğundan kurtulacağı
iddiasını barındırıyor. Ve elbette ki
böyle olmalıdır. Halk olarak özgürlüğümüzü sağlama, özgücümüzle kendi
demokrasimizi, kendi çözümümüzü
inşa etmeliyiz. Zira başka yol kalmamıştır. ‘Birlikte çözümün’ muhatabı,
sürekli yeni tasfiye konseptleri devreye
koymuş, imha planlarından vazgeçmemiştir. Son hükümet de, en sinsi ve en
alçakça uygulamalar içine girmek suretiyle geleneği bozmamıştır.
1 Haziran’la başlayan yeni dönem,
şiddetli çatışmalarla sürerken KCK,
soruna siyasi diyalog yöntemiyle çözüm
bulma arayışını hala sürdürdüklerini
de vurguluyorlar. Yeni dönemin bir
strateji değişikliği anlamına geldiğine
dair bir veri henüz ortada yok. Kürt
sorunu hala, Türkiye içinde, Türkiye
halkı ve yöneticileriyle, diyalog yoluyla
tartışarak çözüm aranacak bir sorun
pozisyonunda. Yeni dönem, ulaşılacak
hedef doğrultusunda mücadele çizgisini
değiştiriyor. Gerillanın savaşı ‘meşru
savunmadan’ orta yoğunluğa evirmesi,
STÊRKA CIWAN
demokratik özerkliğin gündemleştirilmesi, bugün itibariyle yaşanan
değişimlerin göstergeleri.
Yeni dönem ne getirir ne
götürür?
Hedef ve söylemler açısından değerlendirildiğinde dördüncü dönemin bir
‘Kürt çözümüne’ doğru yol aldığını
tahmin etmek yanlış olmayacaktır.
Kürt çözümü tabiriyle kastettiğimiz
tek yanlı olmasıdır. Yani karşı tarafın
rızası, onayı olmaksızın gündemleştirilen bir çözümdür. Demokratik Özerklik denilen bu çözüm formülü, Kürt
tarafının, kimliğinin tanınması temelinde devletle yeni bir hukuk oluşturması girişimidir. Bölünme, parçalanma,
ayrı bir oluşum yaratma değildir. Şüphesiz bunu kendi dinamiklerine dayanarak yapacak ve devlete kabul ettirmeyi esas alacaktır. Bugünkü konjonktürde -Kürt tarafının bunu gerçekleştirmesi ya da gerçekleştirememesi bir tarafa- devletin bu çözüme
yanaşması olası görünmemektedir.
Öyleyse ne olur?
KCK yetkilileri, devletin demokratik
özerk yapılanmayı hedeflemesi halinde
topyekün direnişe geçeceklerini ifade
etmektedir. Zira başka yol kalmamıştır.
Akla gelen tüm yollar denenmiştir.
Devletin özerk yapılanmayı hedeflemesi ve bunun karşısında Kürt halkının
topyekün direnişe geçmesi ne anlama
gelmektedir? Çok açık ki, bugüne kadar yaşanan savaşların en şiddetlisi
gündeme gelecektir. Yediden yetmişe,
ilgili-ilgisiz herkesin bu çatışmalı sürece dahil olacağını tahmin etmek
güç değil. Arzu edilen bir durum olmamakla birlikte, mevcut konjonktürdeki siyasal aktörlerin demokratik
özerkliği hazmedemeyecekleri, haliyle
saldıracakları kesin gibidir.
Direnişin Parametreleri
Topyekün direnişin başarıya
ulaşması, silahlı mücadelenin serhildanlarla birleşmesiyle mümkün olabilecektir. Savaşın Kürt kentleriyle
de sınırla kalmayacağı anlaşılıyor.
Öyleyse, savaşın içeriği ve kapsamının
da farklılaşacağını tahmin etmek ve
saldırılara karşı tedbirlerini düşünmek
gerekecektir. Zira devletin ırkçı söylemleri bir iç savaşın iklimini çoktan
oluşturmuş durumda. Öyleyse halk
olarak direnişi çok örgütlü geliştirmek
hayati önemde. Bu noktada toplumun
tüm kesimlerine önemli görevler
düşmektedir.
Dördüncü dönem, yaklaşık bir
aydır yaşanan olayların da gösterdiği
gibi yoğun çatışmalı geçecektir. Dolayısıyla bu süreçte yoğunlaşılması
gereken en önemli konu, direnişi geliştirmek ve süreklileştirmektir. Şüphesiz burada en önemli görev gençlere
düşmektedir. Mücadele alanlarını beslemek, toplumu ayağa kaldırıp sürece
dahil etmek, olası saldırılara anında
yanıt vermek, halkı saldırılardan korumak ilk akla gelen görevlerdir.
31
Diğer tüm aktiviteler bu temel görevlerin etrafında ve hizmetindedir.
Kürdistan gençliği Gever, Hakkari,
Amed ve Mersin başta olmak üzere
birçok kentte örgütlü gücün neler yapabileceğini gösterdi, gösteriyor.
Avrupa’daki Kürt gençlerinin de
yapabilecekleri var. Örgütlü ya da örgütsüz binlerce gencin, sürecin sürükleneni olma pozisyonunu hazmetmeleri düşünülemez. Avrupa’daki
Kürt gençleri -örgütlü ya da örgütlenmemiş- sürecin kıyısında gezinmeyi
artık terk etmeli. Kimi sportif etkinliklerle gençliği birarada tutmanın
yetmediğini, binlerce genci festivallerde toplamanın büyük bir başarı olmadığını görmek gerekir. Başarı, festivallerde biraraya gelen binlerce genci
örgütlemek, ülke de dahil mücadele
alanlarında konumlandırmaktır.
Mücadele alanı olarak Avrupa, oldukça geniş olanaklar sunmaktadır.
Kültürel, sportif, entelektüel, eylemsel
alanda öncülük ve sürükleyicilik görevleri bulunmaktadır. Gençliğin sahip
olduğu enerjinin, dinamizmin barkahvehanelerde, sokaklarda harcanmasına seyirci kalınamaz. Zorlukları
bahane edilip, uzak durulamaz. Madem
ki, içine girdiğimiz süreç şiddetli bir
çatışmayı başlattı ve başarının yanısıra
tasfiye riskini de barındırıyor, öyleyse
Kürt gençleri de kendini bu temelde
hazırlamalı.
Özgür yaşamı inşa etme süreci artık
başlamıştır. Geriye dönüş yoktur. Bu
tarihi sürecin öncülüğünü üstlenmek
ve gereklerini yerine getirme görevi
günümüz gençliğine düşmüştür. Bu
gerçekliği bir onur olarak kabul etmek
ve özgür geleceği yaratma çabasına
girişmek yegane seçenektir. Kürt gençliği, bu görevi yerine getirecek
kararlılığa, birikim ve tecrübeye, inanç
ve iradeye sahiptir.
***
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
S
A
V
U
N
M
A
L
A
R
Ekonomizm - I
Abdullah ÖCALAN
“Kapitalist Uygarlık
kitabından alınmıştır”
“Bir anlamda evrenin,
zamanın akışında yetkinlik,
mükemmellik arayışı
gözetilir, arzu edilir gibidir.
Aksi halde insana kadar
evrimi, ayrıca insanın dar
toplum halindeki
gelişmesini nasıl izah
edebiliriz?”
Tebax 2010
Kapitalizmin doğuşunu ekonomik
gelişmenin doğal bir sonucu sayan görüşler bu gruba girer. Özellikle Marksizm bu açıdan bir nevi ekonomizme
indirgenmiştir. Öyle ki, kapitalizm hep
sanki bir ekonomik modelmiş gibi
algılanmaya çalışılmıştır. Ekonomipolitika adeta sosyal bilimlerin baş
köşesine oturtulmuştur. Adı üstünde,
modern devletin oluşumunda ekonomik
yaşama ilişkin alınan bazı kararlar
bilim olarak disipline edilmiştir.
Kapitalin, yani kâr getiren sermayenin pazarda oluşan fiyat istismarına
dayalı olarak gerçekleştirilmesi, bu görüşün gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Sanki tarih, toplum, iktidar
ve bir bütün olarak uygarlıksal gelişmeden ayrı bir kapitalist gelişme
mümkünmüş gibi bir eğilim belirmiştir.
Paradoksal olarak en çok anti-kapitalist
geçinenler kapitalizmi hak etmediği
bir konuma oturtarak, sözde kapitalizme
karşı savaşmış oluyorlar.
İngiltere kökenli ekonomik-politikacıları anlamak mümkündür. Kapitalizmin zafere ulaştığı ülke olarak yeni
ekonomiyi modelleştirmeleri beklenebilir. K. Marks’ın bu model üzerinde
yoğunlaşması, İngiliz ekonomi-politikacılarının eleştirisi açısından önemli
ve oldukça açıklayıcı olmuştur. Talihsiz
olan, Marks’ın eserinin yarım kalması
ve ardılı olan Marksistlerin de onu
tam karikatürize etmeleridir. İktidar
ve devletle kapitalizmin ilişkisini sistemlice çözümlememesi en temel eksiklik olarak belirtilebilir. İdeolojinin
32
rolünü belirlemeye çalışmıştır. Kapitalizmin zihniyetine ilişkin yaklaşımları
yer yer güçlüdür.
Fakat esas yanılgısı, çoktan entelektüel ortama damgasını vurmuş
Aydınlanma’nın gözde ideolojisi olarak
pozitivizmin bakış açısını esas almasıdır.
Fiziksel bilim gibi toplumsal bilimin
de yapılabileceğine dair görüşe kanidir.
İnanmıştır. Kuşkusu yoktur. Bu yaklaşım çok değerli olan Kapital
çalışmasını kısır kılmış, bir araştırmadan
çok din kitabı gibi yorumlanmasına
yol açmıştır. Müritlerin de yapacağı
işler bellidir. Lenin’in emperyalizm,
tekelci kapitalizm ve devlet-devrim
yorumları Aydınlanma felsefesini
aşamamış çabalardır. Yine birçok katkı
sunan görüşe rağmen, kapitalist moderniteyi aşacak kapasiteyi ortaya koyamaması, Sovyet deneyiminin
başarısız kılınmasında baş etkendir.
Anarşistlerin kapitalizm yorumları
da ekonomik ağırlıklıdır. Ekonomik olarak mahkûm edilirse, sanki yıkılacakmış
gibi bir eğilim içinde kalmışlardır. Pozitivizmle sakatlanmış anlayışlar: “İşte
bilimin kanunları vardır. Ekonomi de
bir bilimdir. Dolayısıyla onun da kanunları vardır. Bu kanunlara göre, kapitalizm, bunalım üretmesi nedeniyle
yaşayamayacak bir sistemdir. Yapılması
gereken, bu kanunların işleyişini
hızlandırmaktır. Sonuç kapitalizm yıkılacak, komünizm kurulacaktır.” Bu görüşlerin temelinde toplumsal gerçekliğin
doğru tanımlanmaması yatar. Toplum
genelde Aydınlanma ideolojilerinin çok
STÊRKA CIWAN
Bana göre kapitalizm başından beri askeri-siyasi-kültürel olarak örgütlenmiş, başta maddi birikimler
olmak üzere toplumsal değerleri gasp etme kurnazlığını örgütleyen eski bir geleneğin Batı Avrupa’da
16. yüzyıldan itibaren giderek hakîm bir toplum biçimlenmesi haline gelmesidir.
dışında işleyen bir sistematiğe, hatta
kaosa sahiptir. Ekonomi de dahil, tüm
zihniyet ve kurumsal yapılarıyla pozitif
tabir edilen bilimlerden nitelikçe farklı
olması kadar, eylemli halinin çoğunlukla kaos niteliğinde olması, çok
farklı yaklaşımlarla çözüm ve eylemleri
gerekli kılar.
Bu eleştirilerin ışığında ekonomiyle
kapital, yani sermaye düzeni arasındaki bağlantıları daha anlaşılır kılabiliriz.
İlk yapılması gereken tespit, paradoksal gözükse de, kapitalizmi ekonomi saymamaktır. Bir siyasi rejim
olarak çözümlemek, bizi muhtevasındaki kârı kavramaya daha çok
yakınlaştıracaktır. Burada iktidar, devlet indirgemeciliğine düşmemek
önemlidir. Yani ekonomizmden iktidarizme savrulmayacağız. Sosyolog
Max Weber eğer Protestan Ahlakı ve
Kapitalizm adlı değerlendirme yerine,
kapitalizmi bizzat bir tarikat gibi yorumlasaydı, izah şansı daha artardı.
Fernand Braudel kapitalizmi pazarda
oluşan fiyatlar üzerinde tekel kurmakla
doğuşunu izah etmek ister. Marks’ınki
de dahil hepsi de önemli çözümlemeler olmakla birlikte, hep ekonomik
bir izah zorunluymuş gibi yaklaşmaları
temel eksiklikleridir.
Bana göre kapitalizm başından beri
askeri-siyasi-kültürel olarak örgütlenmiş, başta maddi birikimler olmak
üzere toplumsal değerleri gasp etme
kurnazlığını örgütleyen eski bir
geleneğin Batı Avrupa’da 16. yüzyıldan
itibaren giderek hakîm bir toplum biçimlenmesi haline gelmesidir. İlk güçlü
adamın etrafındaki çapulcu grupla anakadın etrafında oluşan toplumsal değerleri gasp etmesi geleneğinin modern
halkası olarak da tanımlayabiliriz bu
doğuşu. İngiltere ve Hollanda’da, daha
önceki İtalyan şehir devletlerinin başını
çeken Cenova, Floransa ve Venedik
kentlerinde, ilk kapitalist gruplar devletle iç içe bir tarikat gibi özel yaşam
biçimleri olan, sağladıkları yeniliklerle
para üzerinden vurgun yapma ustalığını
gösteren, dünyanın her tarafına yayılmış
pazarlarda oluşan fiyatlarla oynayarak
muazzam değer gasp eden, gerektiğinde
ve sıkça zor uygulamadan geri kalmayan, kurgusal zekâsı gelişmiş grupların bir eylemidir. Bunlara kimi yerde
hanedan, aristokrat ve burjuva da denilebilir. İlk ve Ortaçağ haramilerinden
yegâne ve önemli farkları ağırlıklı
olarak kentlerde üslenmiş olmaları,
devlet otoritesiyle iç içe geçmeleri,
zoru gerektiğinde daha örtülü ve ikinci
planda kullanmalarıdır. Görünüşte ekonominin kuralları vardır. Onlar da bu
kurallara göre zekâları ve eldeki ilk
paralarıyla kâr yapıyorlar. Kapitalin
tarihi doğru incelendiğinde, bu
yaklaşımın tam bir masal değerinde
olduğu görülecektir.
İlk birikimlerin gerçekleştirildiği
sömürge savaşlarında hiçbir ekonomik
33
kural yoktur. Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa, daha önceleri
Venedik, Cenova gibi kentlerin kolonileri düpedüz tamamen zora dayalı
ilk kapital birikimlerini sağlamışlardır.
Hem yakın ülke pazarlarında, hem
sömürge alanlarında bu gerçekleri
tespit etmek zor değildir. Kırk haramilerden de sonradan efendilikler türemiştir. Beyler oluşmuştur. Modern
kırk haramilere de burjuva efendiler
demek modadan öteye bir ağırlık
teşkil etmez. Ekonomi bilimi denilen
disiplinler işin özünü örtülü kılmayı
temel işlevleri olarak sürdürürler.
Hangi teori bu konularda başarılı sunum yaparsa, başyapıt olarak o etüt
edilecektir. Ödüllendirilecektir. Hiçbir
bilim ekonomik olgu bilimi kadar
gerçeklerle oynamamış, tersyüz etmemiştir. Kurgusal aklın en büyük
saptırmasına kapitalist ekonomi-politika alanında rastlamaktayız. Kapitalist modernite tümüyle böylesi bir
kalpazan bilimi üzerinde yükselme
lüksüne sahip tek sistemdir.
Ekonomi veya maddi hayat nesnelerinin elde edilmesi canlılığın en temel
sorunudur. Evrimin gerçekleşme malzemesidir. Canlı sistemi metabolizma
ile dış ortamdan edindiği ve onun sindirim sistemine uygun ihtiyaç nesneleriyle devamlılığını sağlar. Evrensel
bir kuraldır. Farklılaşmayla evrim
yaşam sürekliliğini sağlar. Bir türün
aşırı çoğalmasını önlemek ve diğer
türler üzerindeki istilayı, dolayısıyla
yok edilmelerini engellemek için belli
bir dengeyi hep gözetmiş veya mümkün
kılmıştır. Farelerin aşırı üreyip tüm
bitkileri yok etmesini yılan engeliyle,
koyun, keçi ve tüm benzer sığır sürülerinin aynı eylemini et yiyen yırtıcılarla
dengeleyip olanak hazırlamış, onların
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
türsel gelişmesine geçit vermiştir. Doğal
evrim niye böyle yapıyor sorusuna
ancak sonuçlarına bakılarak cevap verilebilir. Bana göre bunun en temel
nedeni, canlılar sisteminin gelişerek
sürekliliğini sağlamaktır. Buna doğanın
vahşeti mi, yoksa adaleti mi denilebilir?
Bu ayrı bir tartışma konusudur. Yine
derin bir zekânın ürünü müdür, yoksa
ilkel olmayla mı bağlantılıdır? Metafizik
kapsama dahil edilsin, edilmesin hususu
bana göre anlamlı ve üzerinde analitik
zekâyla düşünülecek evrenselliğe ilişkin
sorunlardır. Varoluşçulukla da
bağlantılandırılabilir.
Verilebilecek en önemli yanıt, evrimin yetkinleşmeyi hep gözettiğidir.
Bir anlamda evrenin, zamanın akışında
yetkinlik, mükemmellik arayışı gözetilir, arzu edilir gibidir. Aksi halde
insana kadar evrimi, ayrıca insanın
dar toplum halindeki gelişmesini nasıl
izah edebiliriz? Eğer hep aslanlar
veya sığırlar olsaydı, ortalığı istila
etseydi, yaşamın sürmesi ilkel yosunlar
düzeyinden öteye gidemezdi. Muhteşem evrim insana kadar evrimle
vicdan, ahlak diye bir oluşuma da
geçit vermiştir. Nedir anlamı? Merhamet ve adalet! Bu ilkenin özü de
şöyle ifade edilmiştir: “Fikir bir olsaydı, kuzu ile kurt bir arada yaşardı.”
Burada da bir evrensellik gizlidir.
Kuzu ile kurdun kardeş olması mümkün müdür? İnsan eylemi mümkün
olduğunu kanıtlamıştır. Yani insanın,
insanın kurdu olamayacağını (kapitalizmin vahşet ilkesi) düşünmek ve
eylemek bizzat insan olmanın vazgeçilmez hedefidir. Kaldı ki, bir dönem
kuzuyla kurdun atası aynıydı. Ayrılık
sonra gelişti. Neden tekrar en azından
kardeşçe birliğe yol almasınlar? En
azından teorik olarak mümkün ve örneklerine de bolca rastlamaktayız.
Bu hususları şunun için söylüyorum:
Kapitalizmin doğuşunun evrimde gözlediğimiz sayısı çok sınırlı vahşi diyeTebax 2010
bileceğimiz örnekleri kendisine vesile
yapmasının bir anlamı olamayacağı
açık. Daha da çarpıcı cevap, ilk yosunlardan kara yosunlarına, onlardan
görkemli ağaçlara, bu arada otla beslenen milyonlarca hayvanlar sistemine
(birbirlerini yemeyen hayvanlar) yol
açmasını örnek almayıp, birer evrim
kanseri olarak da yorumlanabilecek
örnekleri mi insan yaşamı için örnek
göstereceğiz? Doğal evrimle kapitalizmin doğuş teorilerine yer olmadığını
belirlemek açısından bu hususları ön
açıklama olarak belirlemek durumundayım. Buna sürekli işsizler ordusunu
büyütüp ücret düşüklüğünü canlı tutmak
gibi tersi ilke de dahildir.
Neden ‘aşırı aslanlaşma’ veya
tersi ‘aşırı sığırlaşma’?
İnsan türü toplumsallık temelinde
varoluşunu sürdürürken, tüm evrimsel
süreçleri bünyesinde tutarak eylemselleştiği biyolojik bir tespittir. Eğer
bilimi pozitivizm dinine bulaşmadan
yorumlayacaksak, muhteşem bir saptamanın da bu olduğunu iyice bellemeliyiz. İnsan türünün gerek bu özelliği,
gerek ahlaki seçim, yargı özelliğini
(özgür tercih imkanı) özgürlük sosyolojisinde tartışacağımı belirterek, toplumsal gelişmenin doğal evrime de
ters olmayan RİTMİK GELİŞİMİNİ
özetlerken aşırı kentleşmeye, onunla
birlikte hiyerarşi ve sınıfsallıkla ur gibi
büyüyen devlet ve iktidar odaklarına
dayalı uygarlıksal yaşamı neden ‘aşırı
aslanlaşma’ veya tersi ‘aşırı sığırlaşma’
kategorisine dahil etmemiz gerektiğini
kanıtlamaya çalışacağım.
Her şeyden önce, bu tip gelişmelerin
evrimde köklerinin sınırlı da olsa bulunabileceğini, insanın tür olarak evriminde bir nevi hastalık, sapma,
kalıntı olarak da yorumlayabileceğimizi (yamyamlık) yine belirtmek durumundayım. Ayrıca evrimin doğal rit34
minin bu tarz olmadığını olanca
açıklığıyla kavramalıyız. Genelde uygarlıkta, özelde kapitalizm aşamasında
bir kalıntı özelliğinden yararlanarak
toplumsal sistemin, ikinci doğanın
oluşturulamayacağını da bağlantılı
olarak çok açıkça ve sadece belirlemek
değil (bu, akademisyenlerin önüne
konulan görevdir), temelli bir yaşam
ilkesi olarak yorumlamak esastır. Aksi
halde toplumsal yorumlarımızı baştan
sakatlamış oluruz.
Fernand Braudel kapitalizmin
doğuşunu yorumlarken, bunu çok geniş
bir gözlem gücüne ve mukayese imkânına sahip olmaya dayandırır. Ayrıca
tarih, toplum, iktidar, uygarlık-kültür,
mekânsal gelişme bütünlüğü içinde
yorumlamasını oturturken, yöntem sorununa da açıklık getirir. Pozitivistik
yaklaşımlara karşı ihtiyatlıdır. K. Marks
Aydınlanma’nın derin etkisi altında
pozitivistik bilimi esas almakla ekonomiyi bilim haline getirmede hayli
iddialıdır. Bunda sosyolojinin henüz
emekleme döneminde olmasının payını
da dikkate almak gerekir. Bilimsel kesinlik ve çizgisel ilerlemecilik ‘amentü’
düzeyinde çoktandır zihinlere
çakılmıştır. Romantizm bu çizgiyi
yıkmaya çalışırken, tersi iradecilik sapmasına düşerken zihinsel problemleri
daha da ağırlaştırır. Nietzsche’nin göreci, döngüsel ve duygu zekâ ağırlıklı
yaklaşımı fazla geliştirilmez. Bu zihinsel
hengame içinde liberalizm adeta cirit
atar. Kapitalizm fiziksel bilimi (kimya,
matematik, biyoloji dahil) pozitivizmle
felsefeleştirirken, daha doğrusu dinleştirirken, sosyal gerçekliği liberalizmle
aynı doğrultuda felsefeleştirir veya
dinleştirir. İdeolojik savaşımı da bu
temelde kazanarak, 19. yüzyılla birlikte
sistemin küreselliği netleşir gibidir.
Ekonomik savaş ise daha önce
kazanılmıştır.
***
STÊRKA CIWAN
G
Ü
N
C
E
L
DEVLET GÜDÜMÜNDE OLMAYAN GÜÇ
ANTİ-FAŞİST GÜÇTÜR
Serhad DENİZ
“Ultra militarist TC
devleti, zorunlu askerlik
kurallarını en katı biçimde
uygulayan devletlerin
başında geliyor. Böylesi bir
uygulamanın da en değme
antidemokratik bir ülkede
olacağını tüm dünya
biliyor. ‘Her Türk asker
doğar’ narasıyla neredeyse
toplumda ki gençlerin
tümüne ölüm zorla
dayatılmaktadır”
Özellikle TC devletinin kullandığı,
kaba saba ve bir o kadar da klasik ve insanlık dışı bir politika vardı; ‘iti ite
kırdırma!’ Yıllarca Kürdistan topraklarında bu insan dışılığı uyguladılar.
Temel politika en asgari düzeyde her
türlü asimilasyon olarak zaten reva görülmüş. Geriye kalan iş, devletin uzandığı
her alanda bunu devreye sokacak yöntemler geliştirmektir. Bahsettiğimiz politika da bunlardan sadece bir tanesidir.
Bu çerçevede başta kültürel soykırım
olmak üzere, siyasal, ekonomik ve fiziki
soykırımların tümü uygulanmaya
çalışıldı/çalışılıyor. Elbette bu zulüm oldukça acı verici bir durum. Ancak TC
devletinin ne menem bir acziyet içinde
olduğunu hemen belirtmek iyi olacak
kanımızca. TC öyle bir acziyet içerisindedir ki, yıllar önce uygulayageldiği tüm
soykırım politikalarında tam bir iflası
yaşamakta ve sadece geçmiş yılların tekrarını yaşatmaya çalışmaktadır. Esasen
devlet geleneğinin en eski geçmişini
taklit etmeye çalışıyor. Bu nedenle TC
derken bir nevi devlet rejimini kastediyoruz. Bunu ta Sümer rahiplerinin toplumdaki gençleri cevheri açıdan sömürüp,
güdümlemesine kadar götürebiliriz. Yada
pers kralı Dara’nın Med halkını politikaları
paralelinde güdümleyip sürüklemeye
çalışmasına, Yavuz Selim’in tüm Kürt
beyliklerini bir karşı güç olmaktan çıkarıp,
yedekleme isteğiyle kendine bağlamasına,
Suriye devletinin binlerce-yüzbinlerce
Kürt’ü kendine mahkum kılmak amacıyla
‘vatandaşlık’ statüsü vermeyişine ve daha
birçok örneğe kadar götürüp dayandıra35
biliriz. Benzeri olaylar tarihin çöp tenekesinde çok yoğunca bulunmaktadır. Bu
yöntemlerden biri de –ki üzerinde durmak
istediğimiz konu da budur- en başta bahsettiğimiz o kaba saba politikayla
bağlantılı olarak Türk ordusu başta olmak
üzere Suriye ve İran ordularında ki Kürt
gençlerinin Kürdistan özgürlük gerillalarına karşı savaşa sürüklenmesi ve bu
da yetmezmiş gibi ‘intihar’ adı altında
öldürülmesidir.
Ultra militarist TC devleti, zorunlu askerlik kurallarını en katı biçimde uygulayan devletlerin başında geliyor. Böylesi
bir uygulamanın da en değme antidemokratik bir ülkede olacağını tüm dünya
biliyor. ‘Her Türk asker doğar’ narasıyla
neredeyse toplumda ki gençlerin tümüne
ölüm zorla dayatılmaktadır. Bu sloganın
aksine Türkiye’de askerliğe götürülen
gençlerin hepsi ‘Türk’ değil. Özellikle
bu beladan kurtulan Kürt genci sayısı
azdır, Onlar da askerlik yaşı olarak belirlenen 20’den önce gerilla saflarına katılanlardan oluşmaktadır. Yoksa mümkün değil
kurtuluş. Sorunun temel kaynağı belki
zorla askerlik yaptırmadır ama Kürt gençlerinin başına gelecekler esas askere
alındıktan sonra başlar. Özel savaş konseptinin maksimum düzeyde uygulandığı
yıllarda askere alınan Kürt gençlerinin
üzerinde çok kirli politikalar dönüyordu.
Koşulların en ağır olduğu alanlara gönderilme, askerlik süresince en aşağılayıcı
işte görevlendirilme, dayak, hakaret ve
gerillalara karşı savaştırılma bunlardan
sadece bir kaçıydı. Bu yöntemlerle başarı
elde edemediği takdirde ise karanlık bir
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
senaryo ile öldürme. Bu apaçık bir biçimde ölümle terbiye etme politikasıdır.
Peki, bir insan askerlik gibi hayati
riskleri olan bir işe girişmişken neden
öldürülür. Bunun mantıkla izahı güçtür.
Yani bu olaylar yaşandığında sebebini
gerekçesini ararken, mantık bir arama
yöntemi olmaktan çıkar. İş tamamen
ideolojik bir yönelim sonucunda gerçekleşmiştir çünkü. İdeolojik bir yönelim olduğunu nereden biliyoruz diye
sorulabilir. Son zamanlarda bu eskinin
kirli savaş politikasıyla öldürülen ya
da namı diğer ‘intihar’ eden onlarca
askerden Kürt olmayan var mıydı.
Yoktu tabiî ki. Hepsi Kürdistanlı pırıl
pırıl gençlerdi. Kiminin ailesinde yurtseverlik ve partililik vardır, kimisinin
kendi kimliği yurtseverdir. Ama bunlar
tek başına bu ölümlerin sebebi olamaz.
Kürt halkına karşı fiziki bir soykırımdan
bahsederken bir toplu katliam politikasından bahsederken, tutup ta bu
ölümleri bu dar çerçevede ele alamayız.
Hiç kuşku yok ki bu gençlerin tek
ölüm sebebi Kürt olmalarıdır.
Son dönemlerde dikkat edilirse bu
karanlık ölümlerde ciddi bir artış var.
Rêber APO da bu süreci değerlendirirken, halka karşı fiziki bir soykırımın
olası durumlarından bahsetmişti. Bu
ölümler de değindiğimiz gibi Kürt
halkına reva görülen fiziki soykırımın
bir parçasıdır. Ulaştığımız sonuç Kürt
halkının artık ciddi bir biçimde saldırıya
uğruyor olmasıdır. Yani Rêber
APO’nun değindiği fiziki soykırım
şu haliyle son hızla uygulanmaktadır.
Anaların gözyaşlarından nemalanan
askeri faşist diktatörya, savaş halinde
başaramadığını kendi içine alarak,
boğarak ve son derece reva bir biçimde
yapmaya/başarmaya çalışmaktadır.
Kendi içinde yapmaya çalıştığını aynı
paramiliter güçlerle Kürdistan’ın her
yerine de yaymaya çalışmaktadır. İşte
sınır yerleşkelerinde vurmalardan tutalım da okullarda tecavüz-taciz olayTebax 2010
larına, özgürlük gerillalarının kılığına
girerek kirlilik yaratmadan tutalım da
en demokratik bir eylemde herkesin
gözü önünde infazlara kadar bu politikayı yaymaya çalışarak başarı elde
etme gayreti içerisindedirler.
Zulme karşı ne yapmalı ve bu
zulüm nasıl durdurulmalı
Yıllarca hatta yüzyıllarca uygulana
gelmiş bu zulme karşı ne yapılmalı ve
bu zulüm nasıl durdurulmalı. Hiç kuşku
yok ki toplumsal duyarlılığın geliştiği
oranda bu gidişata dur denilebilir. Bunun da çeşitli yol ve yöntemleri vardır.
Genel anlamda örgütlü halkın karşısında
hiçbir gücün duramayacağını biliyoruz.
Demek ki her şeyden önce örgütlü olmak şart. Şu süreçte çok ağır geçebilecek bir savaşın eşiğinde bulunuyor
olabiliriz. Bu nedenle örgütlü olmakla
birlikte, köylerden şehirlere tüm yerleşim alanları kendi güvenliğini sağlama
gibi bir sorumlulukla karşı karşıyadır
ve bu durum son derece hayatidir.
Okullarda gelişen saldırı dalgasına
karşı öz savunma bilinciyle sıkı sıkıya
örgütlenilmeli ve bu konsept boşa
çıkarılmalıdır.
Bununla birlikte, zorla askere
alınmalara karşı çok ciddi toplu refleksler göstererek, gerekirse total red
hakkını kullanarak vatandaşlıktan dahi
çıkılabilir. En başta da belirttiğimiz
gibi devletlerin temel özelliği toplumdaki en aktif güç odaklarını güdümüne
alarak kendi içinde eritmeye
çalışmaktır. Tersi bir durum geliştiğinde
ise aynı odağın üzerine en değme barbarca yöntemlerle saldırmakta ve bertaraf etmektir. Yani askerlikteki öldürülmeler de, sokak ortasında açık infazlar da bu politikaların sonucudur.
Devletin acziyetinin ne düzeyde
olduğunu böylece daha net görmüş
oluyoruz. Çünkü bir yerde infaz edilme
varsa orada çok ciddi bir direniş, bir
36
karşı koyuş vardır. Esasen bu asker
ölümlerine, bir karşı koyuş tanımı
yapılabilir ancak çok geç kalınmış bir
karşı koyuştur. Oligarşik, diktatöryal,
faşist bir askeri rejimin bir gün bile
mensubu olmak, insanlık değerlerinden
birçok şey kaybetmek demektir. Üstüne
üstlük insan kanına girmenin büyük
bir maharet olarak öğretildiği bir ideoloji! Nerden tutsan elinde kalır cinsten
olan bu durumun giderilmesi bugün
itibariyle başta devrimci demokratik
gençlik öncülüklerinin ve tüm toplumun bir görevi haline gelmiştir.
Burada özellikle Kürdistanlı anaların
üzerine büyük bir yük düşmektedir.
Yurt sevgisi ile büyütülecek her çocuk,
bahsettiğimiz bu kapana sıkışmaktan
kurtulmuş olacaktır, zorla askere götürülmeye karşı koyacaktır. Götürülse
dahi teslim olmayıp, direnecektir. Yurt
sevgisiyle büyütülmeyen bir gencin
ise askerlik zamanı gelip çattığında
ve bu illete bulaştığında ölmemek için
kraldan daha kralcı kesilecek ve kardeş
kanı dökecektir. Bunun onursuzluğun
ta kendisi olduğu da ap açıkgözler
önündedir.
Kürdistan’ın yiğit evlatlarının boş
yere faşist Türk, gerici Suriye ve İran
ordularında ölümlerine artık dur demenin zamanı gelmiş de geçiyor bile.
Tarih artık zulmün hesap verdiği tarihtir.
Zalimler ordusuna hesap sormanın tek
yolu ise her koşul altında direnmektir.
En kötü koşulda zorunlu askerliği ret
edip onurluca yaşamanın ve bu hesap
sormanın adı bugün Kürdistan Özgürlük
Gerillasıdır. Kürdistan özgürlük gerillasının saflarında yer almak bu ölüme
ve faşizme karşı koyuşun en realist
tanımıdır. Ötesinin çok da çözüm getirmediğini onca deney ve tecrübeden
biliyoruz. Kürdistan özgürlük Hareketinin ideolojik darbelerinden dolayı
ölümle pençeleşen devlet ideolojisine
atılacak her tokat, halklar adına alınacak
intikamın ta kendisidir.
STÊRKA CIWAN
G
E
R
R
İ
L
L
A
KARDELEN
YÜREKLİLERE
Gulan BOTAN
“İşte ilkbahar karanlığın
ortasında 4 Nisan’da
açılmış çiçekler.
Mevsim tanımıyor.
Yaralı bir kuş değil
özgürlüğün melodisi.
Oysa nice yıllar geçti her
anı başka bir deprem.
Öldü denildiği yerde
gittikçe savaş olan
türkülerle düştük
düşlerin peşine.
Korkusuz aç-susuz
olsak da dikenli
yollarda yalınayak
cesaretlice. Artık
bir kurşun yağmuruyuz
gecelere karşı.
Ne açlık – ne zulüm –
ne de kan susturamaz
bu yürekleri”
Eğer bir insan yaşamın yüzünde aşkı
bulamıyor ve duvarlara çarparcasına kendine dönüp duruyorsa ardından da
lallaşıyorsa, bu insanla yaşam arasında
yüz değil binlerce uçurum yelken açmıştır.
Hele de inancı bir gemide yanarken o izliyorsa yaşamın güzelliğine yabancıdır
gözleri. Oysa baharların kavgası sözleriyle
buluştu, nasıl da bağımsız rüzgârlar gibi
esip duruyor tüm düşlerde. İnancın ikiz
kardeşiydi tutku ve güzellikti umutların
güzel yüzü. Baharın yüzünü süsler kardelenler kavgayla, düşler için. İklimin
sınırını tanımayan bir badem çiçeği takılır
çağlayanların saçına, saçlarında ilkbaharla
gülen toprağın gözleri sevince çalar.
İnancın sıcak akışında bulur tutkuyu,
korkuyla boğsalar da zamanı.
Kaç kez amansız bir şekilde bastırıldı
isyanlarımız bilinmez ya da verili sistemin tutanakları bile bunu hesaplamaya
yetmez. Kendi inancı ve tutkusu en
önemlisi de umutlarıyla buluşmaya
giden her insanı binlerce kez bir cüzzamlı
gibi ölüm damgalarıyla attılar düşsüz
karanlık gecelerin koynuna. Oysa biz
kulaklarımızda fısıltısı kalan o güzel
masallar için büyümek ve büyütmek
istedik. Yine eğer bedenimiz depremlerde
uykularımız bölünüyorsa bitmedi o güzel
öykülerin kavgası ve sürecek de. Güneşli
ve nehirlerin yeşil çimlere karıştığı sözcüklerle başlardı o güzel düşlerin yürüyüşü işte o ilk sözcüklerde baharda
yaşama durmalıydı yüzümüzdeki sevincin dalgaları. Gözlerimizi yaşama
açan o ilk nehirlerden beri uzak da olsa
suyun yatağı olmuştu düşlerimiz.
37
Kulaklarımıza sinmişti o türkülerin
tutkuları, aynı sesten aynı yürekten çıkan
bir umudun notaları gibi yakınımızda
çok yakınımızda yeniden yükseldi o
nağmeler. Gençliğimiz dört yandan
yağmalanıp inkar edilirken bir 4 Nisan
gününde yeniden anlam deryasına açıldı
kapılar. Tüm çağların karlarına inat yüzünü
güneşe çevirirdi kardelenler. Bedenimiz
ve düşlerimiz yağmura hasret çorak çöller
gibiydi ve yangınları çağırıyordu tüm
bulutları. Sonra anladık ki genç kadın
bedenimizle o yaşama sancılı doğumlarımızla baharın özgürlük rüzgarı çağıyor
bizi. Biz mevsimlere aldandıysak da susmadı kulaklarımızda zamanı delen özgürlüğün sözleri. Sonra anladık ki 4 Nisan’da can bulan özgür zamanın tüm aldatan korkulu aynalarını parçalıyor.
Tüm bunlara rağmen sistemin sınır
tanımayan düş talanlarının yanı sıra genç
kadınların hepsi coğrafya sınırı tanımadan
saldırılarla karşı karşıya kalıyorlar. Sistemin hiçbir şiiri onları anlatmıyor, türküleri yaşama çağıran bir melodiye dönüşmüyordu. Ölümün ve intiharın bin
bir versiyonunu bir yaşam alanı gibi
her gün yeniden sundular genç kadınlara.
Ama sistemler şunu unuttu, 4 Nisan’da
yeniden can bulan düşler henüz bu bedenlere genç düşlere elveda demediler.
Tarihten günümüze akan o kavganın
güzelliği bitmedi ve bitmeyecek.
Her gün teslim bayraklarını yükseltmemiz ve kendi halkımıza karşı ajan
olmamız için irademiz dışında teslim
bayrakları kaldırılmaya çalışılırken yeniden ayaklandı özgürlüğün düşleri.
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
Önce tohumdu çiçekler sonra
Ölüm dediğiniz ne ki, gözümüzde hainler kadar küçük, zafer inancımız
açılmak için birer tomurcuğa dönüşür
ise ölümsüzleşen ölümler kadar büyük
cemrenin açtığı yollarla. Bütün tomurBu karanlık savaşların içinde kavgaya
Artık genç kadınların hepsi biliyor cuklar açılmak için biraz rüzgar, yağmur
durur bir avuç yiğit, bir buket kır cehennemi cennete, baharın coşkun ve güneş beklerler. Erken yağan
çiçeği. Karanlık sokakları yaran sularında akış bulan özgürlüğün tür- yağmurlar amansız bir şekilde tomurçığlıkları özgürlüğün nehirlerine yol küsüyle bağlayacaklar. Yine tüm cuğun açılmadan ölümüne neden olaalırken sistemin yüzüne “ölüm de- sistemlerin inkar ve imha siyasetle- bildiği gibi zamanında güneşle bütündiğiniz ne ki, gözümüzde hainler rine karşı tüm zihinsel tecavüzlere leşemeyen tomurcuk daha sonra çükadar küçük, zafer inancımız ise karşı çorak çöller gibi çağırıyoruz rüyerek ağır bir ölümün koynuna düşer
ölümsüzleşen ölümler kadar büyük” yağmuru, yanan ellerimizle. Bili- dipsiz bir kuyuya düşercesine.
Geçmişi olmayan hiçbir insanın
yine sesleri titremeden “soğuğun yoruz artık her genç kadının
işlemez yapraklarımıza biz ki karları yüreğinde geceyi delip düşlerin son- yaşamı ve geleceği sağlıklı değildir.
O insan nerden geldiğini bilmediği
deleniz” sistemlerin kucaklayamadığı suzluğuna yol alan bir umut var.
gibi nereye gideceğini de bilmez. O
genç kadınlar binlerce ihanet çirkişi sadece geçmişten aldığı ağır yükleri
kinliğinde bir avuç direnişçi güzeligeleceğe karanlık bir yük olarak
dirler. Hiçbir şey daha bitmedi zabıraktığı yetmiyormuş gibi bir de
manın karanlık korkulu yüzüne güağırlaştırır yükleri. Sağırlığı, körlüğü
lerek yürüyorlar. Yüreklerinin
onun ne yaşadığını söyletmez ona ne
karartılıp her gün yeniden pazarlarda
de geleceğe devrettiği yükleri. Ama
aşklarının satıldığı sistemleri parçakorkular terk etmişse benlikleri bahara
layarak akıyorlar baharlara.
gebedir suskun bütün diller. Zaman
Zamanın karanlıklara boğduğu
kapıdaysa güneşe dönmeli yüzünü büyaşamlarının en olmaz yerinden günleri
tün tomurcuklar ve eğer zamanıysa
şiirlerle ufuklara yükselttiler. Zamanını
yüzünü özgürlüğe dönmeli tüm genç
bekleyen tomurcuklar gibi rüzgârlarını
kadınlar. 4 Nisan’da yükselen özgürbeklerken inançla yoğurdular düşlerini.
lüğün melodisi gözkapaklarınızın
İşte tarihin tekerrür eden şiddet kokan
ardında hemen yanı başınızda. Eğer
iğrenç yüzüne karşı 4 Nisa’nın özgürlük
siz de soğuğa karşı kardelen iseniz
rüzgârıyla buluşmaya kapı açmış genç
tüm meydanlar ve dağlar kucaklamak
kadınlar. İşte bu umut yüzünden vu- İşte ilkbahar karanlığın ortasında
için sizi bekliyor. Çünkü 4 Nisan’da
rulmuşuz dünyanın her yerinde ve an- 4 Nisanda açılmış çiçekler
sadece bir insan doğmadı yıllardır
ladık ki biz tomurcuk isek yağmurlar Mevsim tanımıyor
hatta çağlardır uyuyan düşlerimiz
bizi güneşle buluşturmak için kapımıza Yaralı bir kuş değil
uyandı. Kangren olmuş bedenimiz yedayanmış.
Özgürlüğün melodisi
niden can buldu. Sistemin tüm
Genç kadın yüreği ölümlere karşı Oysa nice yıllar geçti
saldırılarına karşı bize düşlerimiz veren
sokaklarda, duvarların arasında, ölüm Her anı başka bir deprem
insana çevirelim yüzümüzü. O özgürmeydanlarında, idam sehpalarında öz- Öldü denildiği yerde
leşirken özgürleştirdi biz de özgürgürlüğün türküleriyle direnirler. O
Gittikçe savaş olan türkülerle
leşmek için özgürleştirme savaşlarına
türküler ki sistemleri sağır ederken
Düştük
düşlerin
peşine
korkusuz
korkusuzca soyunalım. Özellikle o
sistemler sormadan edemedi bu “hangi
sistemlerin çok korktuğu genç kadın
inancın sesidir” “beynimi parçalarken Aç-susuz olsak da
yüreğimizle baharın yatağına sığmayan
ordularımı korkutan fısıltılar” Doğan Dikenli yollarda yalınayak
suları olalım.
güneşi kardeş bildik, akan suyu yoldaş, cesaretlice
Artık
bir
kurşun
yağmuruyuz
Türküler bekler seslerinizi
ve mutluluğa sürdük atlarımızı sınırsız
Özgürlük rüzgârı yelkenlerinizi.
özlemlerle. 4 Nisan’la bize yüzünü gecelere karşı
gösteren inancın ve umudun her anı Ne açlık – ne zulüm – ne de kan
susturamaz bu yürekleri
***
bizim için yüz yıl gibidir.
Tebax 2010
38
STÊRKA CIWAN
G
E
R
İ
L
L
A
D
A
N
İNTİKAM
Pale MARDİN
“Düşman: ‘Teröristlerin
dün gece saat 21
dolaylarında Mardin özel
Harekât komutanlığına
ait iki aracı pusuya
koyup, 15 özel tim
elemanının şehit, 14’nün
ise yaralı olduğu’ şeklinde
basına yansıtmıştı. Bu
sonuç halkı coşturmuştu.
‘Gerilla halkın intikamını
aldı,’ deniliyordu”
Bir cellât topluluğu tartışılıyordu.
Kan kusuyordu. Halk anlata anlata bitiremiyordu. Başı yarılmış gençler, sırtı
zarar gürmüş yaşlılar, tacize uğramış
genç kızlar hep birlikte aynı şeyi
anlatıyordu. Oraya girdi mi artık normalliği bozulmuş, yaşamın gerisinde
aksak aksak yürüyen bir insan haline
geliyorlardı. Etrafı bol ışık ile
aydınlatılmış binalar içinde yaşayan bu
cellâtlar, Mardin’in kadim tasnifi içinde
yabancı konuklar gibi duruyordu. Panzerleri vardı. Ara sıra bir buçuk denilen
dizel dolmuşlar içinde köylere iniyor,
kafalarına aldıklarını alıp Mardin’e götürüyorlardı. ‘92 yılının Temmuz ayıydı.
Ara sıra Nusaybin ve Kızıltepe şehir
merkezinde insanlar vuruluyor, bir korku
dalgası yaydırılmak isteniliyordu.
Kızıltepe’nin Zergan suyu dolaylarında Serhildan isminde bir gerilla
tartışılıyordu. Cesaretliydi. Kimine göre
ikinci Sabri-Mehmet Emin Aslan- idi.
O gerilla birliğini alıp bu cellâtların
kaldığı yeri basmıştı. Kadim Mardin,
BKC mermilerinin altında duruyor,
akşam ışıkları izli mermilerinin altında
özgürlüğe tezat bir şekilde sabitliğe
mahkûmdu. Mermiler yıldız kayar gibi
Mardin ovasının üstüne doğru kayıyor,
semada kayboluyordu. Bin yılların sabitliğine sıkılmış gibi bir hava veren
bu görüntüler içindeki mermiler, artık
hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının
dolaylı habercileriydi. Ne oldu? Kaç
kişi öldü? Öğrenemedik, ama bu olay
bir şeyleri canlandırmıştı. Yaşlılar bunu
anlatıyordu. Onlara göre ağır makineli
39
bir tüfek çalışmıştı. Onların İngilizi ya
da Kemal’i dedikleri silahlarına benzemiyordu. O topraklar ok ve yayın
unutulduğu yıllardan bu yana ilk defa
böyle bir silaha tanık oluyordu. Uzun
zamanların geçtiği o eski dağlar gittikçe
gevrekleşip, arkozlaşan bir kayaç gibi
durup dizlerinde oturmuşçasına sere
serpe duran ova bir yerde bu mavzerlerin
de tarihi oluyordu. Aşinalık o kadardı.
Okların dökümünü yapan potalar unutulmuş, yerlerine Kırıkkale denilen şehir
ile sınır altındaki Arap ellerinden getirilen tüfekler almıştı. O zamanlara kadar
ovada onlar çalışmıştı. Dağın kalbinden
gelip ovaya inen derecikler içinde ilerleyen kaçakçı ya da eşkiyalar ara sıra
pusuya girmiş, bu silahları çalıştırmıştı.
Her dere adeta bir eşkıya kokardı.
Bazen yağmura doymayan bir bahar
gününde, kırmızı toprağın bir yapıştırıcı
haline geldiği bir gecede ova geçiliyor,
sabaha doğru eski dost denilen bir
kişinin kıraç yerde duran evinde sabahlanılıyordu. İşte, o bildik Xurs tütünü
sarılarak ciğere çekilen anlar ardından
ya Bitlis ya Van ya da Silvan ellerine
ilerlenecek, bu öyküleri çok sonraları
Serhatlı Şakiro anlatacaktı.
O zamanlar yavaş yavaş aşılıyordu.
Sarı bir bakır koninin başına yerleştirilen
beyaz kurşunlar toplamından oluşan
çapraz mermi yuvalıkları içine, tane
tane mermiler yerleştiriliyordu. Her
biri onların bir çocuğu gibiydi, ama
bu anlatılan silah bu nostaljiyi aşmış
geride bırakmıştı. Anlatılan silahın
şeridi vardı. Askeri branda rengine
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
benzeyen renkleri ile yüz iki yüz
mermiden oluşan zincirleri bele
sarılıyor ya da çantaya konuluyordu.
Bunun ismi BKC idi. Bizde çok fazla
bir serzenişe neden olmayan bu
değişim, bu yaşlıların bütün dünyasını
adeta yerle bir etmişti. Bir silahın
ayrıntısı niye bu insanlar için bu
kadar önemliydi? Ya anlattıkları şeyler… Bizim için bir muamma olmayan
bu şey, onlarda bir şeyler değiştirmişti.
Baktıkları yön değişmiş, yabancı
gelen bir şey ile karşı karşıya
kalmışlardı. Onlara göre bunlar devletlerin silahıydı. Yani, artık o eski
eşkiyalık çağı kapanmıştı. Batı icadı
dedikleri bu metal silahların yerini
Rusya’da yapılan bir silah almıştı.
Baktıkları yön değişmişti. Ural Altay
denilen yerlerde yapılan bu silah her
şeye meydan okuyordu. Gevrek bir
demir, cam boya olmayan bir biçim
ile kartal görünüşü veren bu demir,
hacminden on kat bir etkiye sahipti.
El sanatı demir işini andıran beşli
tüfeklerden çok daha karmaşık olan
bu silah, aslında yaşlıları bir yerlerinden yenmişti. İşte, Mardin semalarında uçuşan o mermiler bu kadar
ilginç bir hava yaratmıştı.
Tebax 2010
Bagok arkadaşın yaşlılarla silah
üzerine tartışması ve inadı
Cellâtlar, bu eylemden sonra daha
fazla azmıştı. Yaptıkları işkencelerin
sayısı artmış, insanları daha fazla incitiyorlardı. Bu hava sürüp giderken
Botan diyarlarından bir arkadaş eyalete gelmişti. İsmi Bagok’tu. Gürine
köyündendi. Üç dört yıl Botan’da
kalmıştı. Boyu kısa, kemikleri kalın,
esmer tenli bir yapısı vardı. Latin
Amerikalılara benziyordu. Kolunda
Rus markalı bir keleş ile kırklık denilen şarjör silahına takılıydı. Şarjör
kırmızıydı. Üstünde bir yıldız vardı.
Anlatıldığı kadarıyla bu şarjörler Rusya’nın kızıl ordusun kullandığı şarjörlermiş. O ünlü kızıl ordu ile Fildişinden şarjör yapıldığını da o zaman
öğrenmiştim. Silahlar mantık olarak
aynı motif taşıyordu. Ceviz ağacı
verniklenerek verilmiş bir biçim ile
silah demirine monte edilmişti. Ya
dipçik ya da kabzalar bu ağaçlardan
yapılmaydı. Renk kahve, sarı bir
karışımdan oluşup, siyah demire uyuyordu. Mermilerde öyleydi. Artık yavaş yavaş Saddam, Alman Rus ve
Macar mermilerini de ayırt edebiliyor,
40
hangisi daha iyidir? Rahat karar verebiliyorduk. Rusların muhteşemdi.
Hiçbir denemede çürük çıkmıyor,
sesleri onları ayırt edebiliyordu. Rusların bu silahları birbirini tamamlıyordu. El yerleri her nedense aynı rengi
çağrıştırıyordu. Kızıl denilen bir renk
her silahlarında göze çarpıyordu. Kasatura kabzası bile aynı rengi taşıyan
bir plastikten yapılmıştı. Sol dediğimiz
insanların yaptıkları silahlar kızıl bir
motif almış, bu insanlar bu kızıl rengini sevmişlerdi.
Bagok arkadaş, bir Rus koleksiyonu
gibi roket dışında birçok silah taşıyordu. Silahlar üzerine yaşlılarla tartışıyor,
bütün gündemi bu silahlar alıyordu.
“Sizin bu BKC dışında hiçbir silah
bu beşlilerimizin yerini tutamaz” diyen yaşlılar yılların getirdiği
alışkanlıklarından vazgeçmek istemiyor, kendilerini bu tarzda savunuyorlardı. Keleş ile beşli tüfeğini
karşılaştıran yaşlılar birçok silahı
daha görmemişlerdi. Onların Karnas
diye bir silahtan haberleri yoktu.
Beşlinin ne kadar fazla gittiğini, tankı
bile delebileceğini anlatıyor, abartarak
üstte çıkmak istiyorlardı. Tam o anda,
Bagok arkadaş Karnas silahından
bahsediyordu. Beşli tüfeğinin dürbünlü hali, beşli tüfeğinin yarı otomatik hali deyip, bin metrede insanın
alnından vurabilir deyince anlatılanlar
karşısında yaşlılar işin gerisinde
kaldığını bilseler de geri adım atmak
istemiyorlardı. Nihayetinde bu yaşlılar
en son “biz gözümüzle görmesek
inanmayız” demiş, işi pratiğe dökmüşlerdi. Bu yaşlıları inandırmak
için bir eylem gerekli diyecek kadar
işi ileri götürmüş olan Bagok arkadaş,
aklına bunu yapmak girmişti.
Hazırlıklara başlamıştık. Dara köyü
denilen yer ile Aydere (Kürdise) köyünün ortasına düşen bir yerdeydik.
Güzel bir yerdi. Dara anlatılmak ile
bitmez. Bahçeleri için ise bir ressam
STÊRKA CIWAN
gözü gerekli denilecek kadar gözleri
tahrik eden bir güzelliğe sahipti. Nusaybin’e yakınlardı ancak Mardin
merkeze bağlı köyler idi. Kocaman
iki dağ arasında bulunan bir vadide
akan suyun iki kenarı tarla ve bahçe
ekilerek yapılan o yerler, gerçekten
de görmeye değerdi. Bir iğne ucu
kadar zor gözüken güneş ışınları
ağaç dallarından geçemiyor, mazot
mavisi sular basamak basamak
aşağıya doğru akıyordu. Görüntüye
eklenen Ceviz, incir, nar ve en son
kayısı ağaçları kuşak kuşak dizilmiş,
güzelliğe ayrıca bir güzellik katıyordu.
Derenin iki kenarında da yapılmış
kanallar coşarak akıyordu. Ağaçların
seyrekleştiği yerlerde gürbüz gürbüz
fasulye asmalıkları yükselmiş, kare
şeklinde ekilen domates vb. sebzeler
içinde enfes bir koku yayılıyordu.
Sabahın ilk saatlerinde ateş yakmadan
durulmuyor, insanın içini sızlatan
nemli bir soğukluk ile kalkıyorduk.
Kayısı zamanıydı. Bal bal sarılaşan
kayısılar yeşil yapraklar içinde yenmeye hazır duruyordu. Hormon diye
bir şeyin duyulmadığı o zamanlarda
organik sebzelerin ilk kuşağı olgunlaşmış, kırmızı, yeşil renkler ile domates ve biberler göze çarpıyordu.
Salatalık ve kabaktan ise geçilmiyordu. Araba yolu yakınımız-dan geçiyordu. Ara sıra horoz ve ineklerin
sesine dolmuş sesleri karışıyor, halk
sebzelerini toplayıp Nusaybin ilçesine
götürmek için dolmuşlara yüklüyordu.
Kulaktan duysak da bunu yaptıkları
belli olduğu bir aşinalık içinde duruyor, onların günlük yaşam biçimlerini tahmin ediyorduk.
Kürdise köyü yurtsever bir köydü.
Birkaç ay önce serhildan olmuş, birkaç köylü şehit düşmüştü. Mardin’in
o bilinen büyük köylerinden bir
tanesi olup Savur’daki Dengıza köyüne benziyordu. Çok insanı saflara
katılmış, gerilla olmuştu. Burası da
bu timlerden nasibini almış, onlarcası
işkence görmüştü. Bir aile vardı ki
erkekleri toptan dağa çıkmış, birisi
şehit diğeri ise üzerinde durduğumuz
derenin kaç dakika aşağısında bulunan bir şelaleden atılmış, arkasından
birkaç el bombası ile orada bulunan
askerlerin hepsi ateş etmişti. Öldüğü
sanılırken yara almadan bize
katılmıştı. Başka bir kardeşleri de
Bagok ile Omerya arasında kuryelik
yapıyordu. Bu da en küçük kardeşi
ile bir sene sonra Sere Kaniye denilen
yerde şehit olacaktı. Baba Mardin
özel harekâttan işkence görmüş, bazen o da o timleri anlatıyordu. Sözün
kısası o timlerden işkence görmemiş
bir Mardinli kalmamış gibiydi. Bu
süreçte bütün eyalet güçleri bunların
peşine takılmış, alınan her türlü istihbarat anında değerlendiriliyordu.
Şehirde bunları vurmak, sonuç almak
zordu. Serhildan arkadaşın eyleminden sonra bu taktik bırakılmıştı.
Yeni 4 BKC 2 RPG-7 ile 1 tane
ARP 2 silahlarla eylem hazırlığı
Bagok arkadaş hazırlıklı olmalıydı.
Bizimle yaptığı tartışma şöyle idi:
Nusaybin-Mardin arasında bulunan
Tilkitepe yakınlarında ipek yolunu
keseceğimizi, üç noktada arkadaşların
bizi beklediğini, ağırlıkta milislerin
olduğunu söyledi. Yol kesilecek iki
yerde de çapraz pusu atılacaktı. Biz
buna yengeç ısırması diyorduk. Yani
hedefi iki pençe arasına koyma, iki
ters yerden vurma, şoke etme
anlamına geliyordu. Bu tür pusularda
düşmanın kurtulması mümkün değildi.
Aynı günün akşama doğru evirilen
saatlerinde bir grup arkadaş daha
geldi. Yükleri sadece cephaneydi.
Dört BKC, iki RPG 7 ile bir tane
ARP 2 silahını getirmişlerdi. Ay biçiminin arşe gibi gözüken görüntüsü
mavi sema içinde apak apak olmuş,
41
yeryüzüne sanki gülüyordu. Yönetim
düzenleme ile uğraşırken biz silahlara
bakıyor, bizi uzun yıllar içine çekecek
savaşta bu silahlarla alın yazgımızı
düşünüyorduk. Yepyeniydiler. Fabrikadan yeni çıkmış gibi parlayan
demirleri bizimle yol arkadaşlığı yapacaklardı. Simsiyahtılar. Karayılan
denilen BKC’ye bir ressam güzüyle
bakılmasa da ölüm için hazırlanan
bu metal parçası, amacı dışında güzel
bir görüntü veriyordu. Savunma içinde
kullanılan bu silah zaten bir savunma
silahı idi. Düğünlerde aşina olduğmuz
silah sesi, zılgıt, davul ve zurna kenarında patladığı zaman kafamızın
bir yerinde ölüm dışında bir yaşam
sunan bir yerde bırakmıştı. Bizim
halkın böylesi bir kültürü vardı. En
güzel kadınların, en güzel sesleri ile
çıkarttığı zılgıtlara eşlik eden silah
sesleri damağımızın bir yerlerinde
kalmıştı. Eylemler de zaten onun gibi
oluyor, öyle algılıyorduk. Tarihi eski
olmalıydı. Ama kadın, silah ve
yaşamın iç içe geçip, harmanlaşmış
bir kültürden geliyorduk. İşte, bu
BKC bütün silahlar arasında gerillanın
âşık olduğu bir silahtı. Patladı mı
kalbiniz çarpıyor, kendinizi bir halayın
içinde hissediyordunuz. Bazen baka
baka doyamıyor, ne güzel yapılmış
diye düşünüyorduk. Kulaklarımıza
aşina olan bir söze göre Rusya’da
birçok silahın mimarı kadınların olmasıydı. Rusya’yı, sosyalizmi, ezilenleri savunacağına; özgürleştirebileceğine inandıkları için yapmışlardı.
Velhasıl bütün bu külliyat sahibi şey,
önümüzde duruyordu.
Kısa bir zaman sonra harekete
geçtik. Bahçelerin kenarından sessizce
ilerledik. Gün bir sarmal gibi geceye
eviriliyor, güne serpişen canlılar gecenin kanunu olan atalete geri dönüyordu. İnsanlar köylerine, diğer
hayvanlar ise her nerede kalıyorlarsa
oraya doğru ilerliyor, havayı yararak
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
çıkarttıkları seslerle güne veda ediyordu. Cırcır böcekleri daha yeni
yeni ses çıkartmaya başlamış, kekik
otu ile kirecimsi kayaların olduğu
yerlerde adeta coşuyordu. Dara köyüne yavaş yavaş yakınlaşmıştık.
Çevresi harman dolmuş köyün kenarında gecenin karanlığından faydalanan eşekler karınlarını doyurup,
bunu zırlama ile kutluyordu. Dara
gerçekten de çok canlı bir köydü.
Bu köy için çok şey anlatılır. Dara
Fıla ve Dara Mıslımana olarak iki
semtten oluşan köyün ortasından su
geçiyordu. Eski Dara, tarihi bir belge
gibi eserleri ile geceye meydan okuyordu. Orta çağ şatoları gibi duran
evleri hala dimdik ayakta duruyor,
yeni yetme evlere taş çıkartıyordu.
Köyü sessizce geçip ovaya girdik.
Saman ve mercimek artıklarının kokusunu alıyor, dağ ve ova arasındaki
farkı hissediyorduk. Boz bir görüntü
veren ova, insanın kendini çıplakmış
gibi hissetmesine neden oluyor, insanı
adeta silahsız bırakıyordu. Nırç, nırç,
nırç! Seslerine aynı cevap veren bir
karşılık ardından topraktan çıkar gibi
karanlık suretler kalkıyor, bize eşlik
ediyordu. Üç grup aynı biçimde bize
katılmış, sayımız kırkı bulmuştu. As-
Tebax 2010
falta yakınlaşmıştık. Araları yüz metreyi zor bulan bir aralıkta araçlar
geçiyor, Irak’a mazot için gidip mazot
taşıyan kamyonların sesleri her şeyi
bastırıyordu. Asfalt Suriye sınırına
çok yakındı. Sınırın karşı tarafında
duran Amudi şehrini ilk kez bu
yakınlıkta görüyordum.
Bir kamyonun durdurulması
ile başlamıştı eylem
Bagok arkadaş yerinde durmuyor,
kâh birliğin başına kâh gerisine
koşuyor; bir şeylerle uğraştığı belli
oluyordu. Bize yakınlaştığı anda bazı
arkadaşların tim şeklinde ayrıldığını
gördük. Demek oluyordu ki eylem
yerindeydik. Sekiz gerilla dışında
geriye kalanların hepsi milisti. Menal
arkadaş, daha bir yılı tam dolmamışken birim komutanı olmuştu. Menal arkadaş, üç milis ve Çektar arkadaş ile birlikte yol başına giderken;
Kawa arkadaş asfaltın diğer tarafına
geçip, çapraz pusunun diğer karşı
ucuna; Hogır arkadaş, Nusaybin tarafına geçip, normal pusunun başına;
Bagok arkadaş ise hem koordine
hem de Kawa arkadaşın pusu attığı
yerin bizim tarafına düşen yerinde
42
kaldı. Yani çapraz pusunun karşı
ucunda yer aldı. Diğerleri de geriye
kalan arkadaşlar ve milislerden
oluşuyordu. Bir kamyonun durdurulması ile eylem başlamıştı. İpek
yolu, herhalde Kürdistan’daki en
işlek karayoluydu. Bu yoldan bütün
dünya geçiyordu, denilse abartma
olmayacaktı. Arabalar katlana katlana
çoğalıyordu. Bu tarzda devam eden
eylem sürdü. Halk coşmuştu. Zaten
kamyonların büyük bir bölümü Mardin ovası, Kızıltepe ovası ile Amed
ovasındaki insanlarımızın kamyonlarıydı. Onları şaşırtan şey, böylesi
bir ovada yolun kesilmesiydi. Sınıra
sıfır nokta gibi bir yerden geçen
asfalt karakolların ortasında kesilmişti.
Tilkitepe, Kemalye ve Kesrıke karakolları çok yakındı.
Kamyon ve diğer arabaların oluşturduğu konvoyun arkası Nusaybin şehir
merkezine yanaşmış hata geçmişti.
Nusaybin sakinleri ne oluyor dediğinde
gerilla yol kesmiş, deniliyormuş. Eylem
sonrası öğrendiğimiz şey, Çektar arkadaş kamyonun şoför mahallesinin
kapısını açarken diğer kapıyı da asker
açmaya çalışıyormuş. Dilden dile dolaşan şey şoförün tavrıymış, demiş ki
“şimdiye kadar bu kapıyı asker açtı
ama bu sefer ben kapıyı askere değil,
gerillaya açtım.” İşte eylem sonrası
duyacağımız şey bu olacaktı. O an
bir gerginlik başlamıştı. Biz kamyon
ve Çektar arkadaşlara bakarken, Mardin
tarafından iki tane beyaz renkli dolmuş
Çektar arkadaşa yakınlaşıyordu. Çektar
arkadaşın elinin kalkması ile silah sesi
bir anda geldi. Keskin bir sesti. M-16
sesine benziyordu. Dolmuş hareket
halindeyken ateş açılmış, silah arabanın
penceresinden çıkartılmıştı. Düşman
sivil dolmuşa binmiş, bizi yanıltmak
istemişti. Bagok arkadaş BKC üzerindeydi. Karşı taraf, yani Kawa arkadaşların olduğu yer bizim olduğumuz
yerden daha hızlı davrandı. Silah se-
STÊRKA CIWAN
sinden sonra Çektar arkadaş gözükmüyordu. Telsizlerin olmadığı o zamanlar böylesi bir anda yol kesen tim
olay yerinden uzaklaşacak, iki ateş
altından çıkacaktı. Bunlar eylem öncesi
tartışılan şeylerdi.
O an ateş etmek gerekiyordu. Ve
o oldu. Yaşlılar neredeydi. Gerçi
yanımızda da vardılar. Ağır aksak
beşliler çalıştı ama bir yaşlı adamın
genç curcunası içinde kaybolan sesine
benziyordu olgun ve ağır…
var mıydı? Tanık sorusuna herhalde
kimse bunu sanmıyordu. Kalplerimiz
metaldendir diyen onlardı yani araba
içinde olan kişilerdi. Metale metal
gibi bir yazgıyı yazan yüce şeyler,
bu kaç dakikalık zamana belki de o
an sırt çevirmişlerdi. Kim bilir…
Zaman ve yazgı, kadim Amudi şehrini
çevreleyen Şengal ovasında çalışan
bu Ural Altay demir toprağı ve
kurşunundan yapılan bu metal araçları
tanımadığımız eller tarafından bir
yere gelmiş, oradan kaçakçılar ve
Çekdar arkadaş eylemde hemen en son elimize geçmişlerdi. Ya da
hedef olmuş ve şehit düşmüştü halkın eline geçmiş, intikam için
bize verilmişti. Tarih belki de intikam
Kızıl kordan oluşup, domino alıyordu. Sarsıcıydı, şiddetliydi,
taşlarına benzeyip namludan çıkan acımasızdı; kinliydi ve bir o kadar
BKC mermileri peynire değen çatal da öfkeliydi bu gece…
uçları gibi dolmuşu buluyor, içinde
Eylem duyulur duyulmaz karakoladeta dans ediyordu. Uzun bir zaman lardan silah sesleri gelmeye başlamıştı.
aç kalmış bir canlının yemek yiyişine Nusaybin tarafını kamyonlar kapatmış,
benzeyen BKC yağlanmış mermilere yolu işlevsiz etmişlerdi. Eylem gerdoyamıyor, aldıkça alıyor adeta mi- çekten de çok şiddetli olmuş, BKC
desine indiriyordu. Şeritler yetmiyordu. silahlarının üzerinde mermi
Dolmuşların tekerlekleri dahi yanıyor- bırakılmamıştı. Bagok arkadaşın tadu. Pencereden sarkan cesetler kapı limatı ile geri çekilme başlamıştı.
metaline yapışırken, onlara değen Asfaltın diğer tarafında bulunan Kawa
mermiler kalın olan bir öküz derisini arkadaşlar bizim gruba yetişene kadar
perçinlemesine benziyordu.
kimse yerini bırakmamış, onların yeYengeç iyi ısırıyordu. Kirpinin tişmesini beklemişti. Ardından olası
ayaklarını yakalamış, deyim yerinde panzer saldırısını engellemek için
ise on köyün katırı zırlamayana kadar Kawa arkadaşla birlikte İsa, Şoreş
bu yengeç ısırdığı şeyi bırakmayacaktı. ve iki milis arkadaş bırakılarak, yavaş
Yengeçler için yörede öyle deniliyordu. yavaş geri çekilme başlamıştı. BelirIsırdı mı on köyün katırları zırlamak lenmiş olan randevu yerine ulaştığızorundaydı. Katırlar da nadir zırlardı… mızda timden bir arkadaşın eksik
Katırlar inat etmişti. Hani derler olduğunu gördük. Anlatıldığına göre
ya katır inadı işte bu inat bu akşam ilk atışta Çektar arkadaş vurulmuş,
bize denk gelmişti. Mermiler en az şehit düşmüştü. Sivil arabaların içinde
bin metre Suriye sınırını geçiyor, askerlerin olduğunu tahmin etmemiş,
Amudi şehri üzerinde karanlığa ona göre davranmamıştı. İlk ateş ona
karışıyordu. Dolmuşlar siyah beyaz olmuş, şehit düşmüştü. Pusu gruplaolmuş, gerideki ikinci dolmuş alev rının ani atışı ile düşmanın Çektar
almıştı. Yengeç hala bırakmıyordu. arkadaşa yakın olmasından kaynaklı
Uzayda kesişen ışınlar gibi mermiler cenazesi alınamamış, olay yerinde
birbirini kesişiyor, bu iki metal araç bırakılmıştı. O andan itibaren yapılaiçinde kayboluyordu. İçinde canlı cak bir şey yoktu.
43
Gerilla, bu eylemle halkın
intikamını aldı
Gruplar ayrılıp, Omerya panavına
doğru ilerliyor, karanlığa karışıyordu.
Bizim grup Kurka Çeto denilen köye
doğru ilerdi. Geri çekilmeyi sorumlu
arkadaşlar ayarlamıştı. Saat sabahın
üçüne doğru noktamıza ulaşmıştık.
Bir üzüm bağı içinde gizli bir yerdi.
Ulaşır ulaşmaz yatmıştık. Diğer günün
geç saatlerine kadar zor uyanmıştık.
Uyandığımızda çevreden seslerin gelmemesi tuhaftı. Normalde seslerden
geçilmiyor, etraf insanlarla doluyordu.
Ama o gün kimse etrafta gözükmüyor,
hiçbir yerden ses gelmiyordu. Olağanüstü bir şeyler vardı. Duruma uymaktan başka bir çare yoktu. Bir iki
saate kadar ses gelmemişti.
Birden barajın suyu bırakılır gibi
sesler gelmiş, yavaş yavaş bize
yakınlaşıyordu ve geldiler. Bizi görür
görmez bize sarılmaya başlamışlardı.
“Heval we çıkıriye, hinji cesedi wan
lı ser réye” demiş, eylem sonucunu
böyle vermişlerdi. Gün başlar başlamaz düşman köylerine gelmişti. İçlerinde bazı askerler çok kötü vurmuşlar
demiş, çok ölünün olduğunu erkenden
itiraf etmişti. Düşmanın köyü bırakması ile televizyonların başına koşan
halk eylemi televizyondan da izlemiş,
ölü sayısını öğrenmişlerdi. Düşman:
“Teröristlerin dün gece saat 21 dolaylarında Mardin özel Harekât komutanlığına ait iki aracı pusuya koyup, 15 özel tim elemanının şehit,
14’nün ise yaralı olduğu” şeklinde
basına yansıtmıştı. Bu sonuç halkı
coşturmuştu. “Gerilla halkın
intikamını aldı” deniliyordu. O an
kalplerimizin en güzel yerinde duran
şey, elini masaya vurarak “işte gerilla
eylemi” demiş, eylemi kutlamıştı.
***
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
T
A
R
İ
H
&
T
O
P
L
U
M
Mevlana Muhammed Celaleddin-i Rumi
(1207 - 1273)
Araştırma & İnceleme
“Ben hacetler kıblesiyim.
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim,
insanlık mescidiyim ben.
Bir canım ama yüz bin
bedenim var.
Canım,
canına karışmıştır,
birleşmiştir.
Seni inciten her şey
beni de incitir”
Tebax 2010
Mevlana’nın asıl adı Muhammed
Celaleddin’dir. Mevlana ve Rumi de,
kendisine sonradan verilen isimlerdendir. Efendimiz manasına gelen
Mevlana ismi, ona genç yaşlarda
Konya’da ders okutmaya başladığı
tarihlerde verilir. Mevlana ismi sevenlerince kullanılmış; adeta adı yerine sembol olmuştur. Mevlâna 30
Eylül 1207 yılında bugün Afganistan
sınırları içerisinde yer alan Horasan
yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.
Mevlâna’nın babası Belh şehrinin
ileri gelenlerinden olup sağlığında
“Bilginlerin Sultanı” ünvanını almış
olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin
Veled’dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.
Hakikat ve aşk arayışının Orta-
44
doğu’da en fazla yoğunlaştığı 13.
yy da yaşamış olan Mevlana da
diğer önemli tasavvufçular gibi hakikatin sezgilerle kavranacağına
inanır. Mevlana’nın “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,
Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı
değildir, Yüz kere tövbeni bozmuş
olsan da yine gel...” dörtlüğü onun
büyük hoşgörü anlayışıyla 800 yıl
sonra bile hala insanlara hitap edebilmesinin sırrıdır.
Kürt halk önderi Abdullah Öcalan
Bir Halkı Savunmak isimli savunmasında Mevlana’ya ilişkin şunları
ifade etmektedir; “Aslında etnisitenin
alt tabanıyla İslam ve Hıristiyanlığın
kurtuluş arayan yoksul manastır, tarikat kesimleri farklı bir dünya ve
yaşam peşindeydiler. Devlet ve hiyerarşinin baskı ve istismarından
nefret ediyorlardı. Bu yüzden büyük
hareketliliğe katılmışlardı. Beklentileri
için en doğru yorum; tarikat, manastır
ve eski doğal komünal yaşamın bir
sentezi olarak hümanist evrensel
demokrasiydi. Dönemin evrensel
zihni ve yüreği diyebileceğimiz Hz.
Mevlana vb. her iki dinde çoktur.
“Yetmiş iki milletten olsan da gel.
Geçmişten ne günahın varsa yine
de gel” diye özetleyebileceğimiz yaklaşımı son derece evrensel bir demokratizmi içermektedir. Ortaçağın
demokrasi ve evrensellik akımını
seslendirmektedir.”
STÊRKA CIWAN
Mevlana’nın aşk anlayışı konusunda ise Abdullah Öcalan “Mevlana’nın “Âlemde ne varsa aşk
imiş, gerisi kıyl u kal imiş” sözü
hakiki bir aşk yorumu olabilir. Aşk
cinsel hazzın aşılmasına, daha
doğrusu insan ahlakındaki karşılıklı
özgürlük düzeyinin gelişimine
bağlıdır. Cinsel şehvet özgürlük
yitimiyle, maddi hareketsizlikle de
bağlantılıdır. Sadece kadın-erkek
arasında değil, tüm evren unsurları
arasındaki aşkı oluşum ahengine
bağlamak en doğrusudur.” demektedir.
Mevlana’nın felsefesinin merkezine insanı yerleştirdiği şu dizelerinde derinlikli ortaya konulmaktadır.
“Ben hacetler
kıblesiyim
Gönlün kıblesiyim ben
Ben Cuma mescidi değilim
İnsanlık mescidiyim ben.”
“Bir canım ama yüz bin bedenim
var
Canım, canına karışmıştır. Birleşmiştir
Seni inciten her şey beni de incitir” demektedir.
Mevlana, felsefesinin merkezine
koyduğu insana nasıl ulaşılacağını
Mesnevi adlı eserinin II. Cildinde
şu dizelerle anlatıyor:
“Cahil, yolda daima eğri gider,
daima yampiri yürür.
Sevgi bilginin sonucudur, noksan
bilgide fark ve temyiz yoktur.
Şimşeği, güneş sanır.
Taklitten doğan bilgi, canımıza
vebaldir, eğretidir.
Can, tecrübe ile sabittir ki, bilgi
sahibi olmaktan ibarettir.”
Her konuya insan boyutundan
bakan Mevlana, hürriyetin hayattaki
önemini de ‘‘hürriyeti, kulluğa taş
çatlasa satmam” dizesiyle anlatıyor.
Bütün öğretisini insana hitap
ederek gerçekleştiren Mevlana için
asıl olan insandır. İnsanın cinsiyeti,
milliyeti yahut diniyle ilgilenmez.
Çünkü bütün insanlar aynı Tanrının
kullarıdır. Bu nedenle Mevlana için
kadın öncelikle insandır. O, insanlığın ancak kadınla bir bütün
olabileceğini hissetmiştir. Hz. Mevlana’nın perspektiflerinden yararlanmak isteyen devrin kültürlü
kadınları, zaman zaman toplanıp
kendisini davet ederek sohbetinden
faydalanmışlardır. Kadının toplum
yaşamına karışmasından yana
olan Mevlana hayatında iki kere
evlenmiş ama hep tek eşli
yaşamıştır. Köle ve cariye kullanmamıştır. İlk eşinin ölümünden
sonra ikinci kez evlenmiş ve bu
eşi ile evliyken vefat etmiştir.
Kuruculuğunu Mevlana Celaleddin Rumi’nin yaptığı Mevleviye
tarikatı 13. yüzyılda Anadolu’da
doğan ilk tarikatlardan birisidir.
Konya merkezlidir. Çelebi adı verilen ve Mevlana soyundan gelen
şeyhlerce yönetilir. Mevlevilik, ta-
45
savvuf tarikatlarının ortak felsefesi
olan “varlık birliği” (Vahdeti Vücud)
inancına sıkı sıkıya bağlıdır. Bu
inanca göre tanrı yaratan değil
beliren, yani tezahür edendir. Mevleviliğin başlıca ilkesi, insanı sevmenin Tanrıyı sevmek demek
olduğunu savunmasıdır.
Yaşamını “Hamdım, piştim,
yandım” sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü
vefat etmiştir. Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak
kabul ediyordu.
O öldüğü zaman sevdiğine yani
Allah’ına kavuşacaktı. Onun için
Mevlâna ölüm gününe düğün günü
veya gelin gecesi manasına gelen
“Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına
ölümünün ardından ‘ağlamayın diyerek’ vasiyet ediyordu.
ESERLERİ: Mesnevi (6 cilt),
Divan-ı Mektubat (Büyük Defter),
(147 mektup), Fi hi maFih (İçindeki
içindedir), Mecâlis-i Seba (yedi
Meclis).
***
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
S
E
R
O
K
A
T
Î
FELSEFEYA PKK’Ê BI A HEYÎ RE TÊR
NEBÛN HER TIMÎ, HÎN ZÊDETIR
HIZIRÎN Û SERKEFTIN E!
Abdullah ÖCALAN
“Di raye ya PKK’ê de,
rastiya PKK’ê de
bingehekî felsefîk heye.
Çi qasî were înkar kirin û
hun negihijin pêwîstiyên
wî jî, bi hewldanekî pir
mezin ew nêrîna felsefîk a
em dixwazin desthilatdar
bikin û teşe dayînekî li
gorî wê heye”
Tebax 2010
Helbet mezin axaftin, peywendiya
xwe bi mezin guhdarvanî û şagirtîbûnê
ve heye. Heya hêza gundarkirina
şagirtan û têgihiştina xwe lewaz be,
axaftina me yan pir zêde wateyek venabêje, yan jî ji qîmeta xwe pir tişt
wenda dike. Dinavbera mede yek jî
pirsgirêk heye.
Çalekiya partî birê ve dibe gelek
mezin e, lê yên viya têdigihijin pir
biûk in yan jî yên di rewşa têgihiştin û
şer kirinê de jî wekî cûcene. Helbet di
vir de guneh neyê kesayetê ye. Ev, jêdera xwe di rastiya neteweyî û civakî
de dibîne. Ev we ew qas bê angaşt û
wate kiriye ku rexneyên me tev encam
nadin. Pirsgirêk ne inyeta başbûn yan
jî nebûn nîne, pirsgirêk ne cesaret kirina şer e yan jî her tiştê xwe dayîne jî.
Pirsgirêk mezin afirandin, mezin têgihiştin û ê heyî ticarî ne ecibandin hîn
zêdetir hizirîn, xwestin û pêkanîn e.
Li gel me ger şoreş mîsoger wisa be
dê bie serkeftinê. Yan jî feraseta we ya
bi heyî ve bes mayîn, li roxmî hemû
dildarî û canfedayî ya we, bi binkeftinekî nebaş re encam girtin jênerevîn e.
Nebûna we a mirovê çalekiyê a mezin
diafrîne bê şansî û belengaziya we ya
mezin e. Mirov her li we dinêre diêşe.
Ew lewazbûn û neçariya we a di warê
îdabûnê de qîr qîr di qîre; dibêje “ ez
ev qas im, pir hêvîdar nebin ji min”.
Di vana tev de inyeta we ya pir baş,
kar hîn zêdetir trajîk dike, tîne rewşekî
dilê mirov pê biêşe. Mînak hun dikarin
bi min re heyecan bigrin, di ramanên
we de, hêviyên we de û rihê we de
46
divê derfeta jiyanê were dîtin. Lê bi
roxmî bi hezaran ji we li hember min
in lê heyecanek mezin min nagre. Ji
ber ku angaştekî, hêrsek û çalekiyekî
we rê li ber vê veke, nîne. Helbet ev jî
trajediya min e. Tengaviya min pir
mezin e, em bêjin jiyana biêşe, ez neçarim ku bixwe bixwere bes bibim. Ez
neçarim xwe bikim xwediyê çareseriyê û xwe birêve bibim. Tenê şer bidijmin re na, neçarim ku bi serkeftî li
hember xwe jî şer bikim.
Hun şer çi dihesibînin? Birastî jî
hun nikarin di kêlaka şer re jî derbas
bibin û ev jî jêdera xemgîniyekî hîn
mezintir e. Rewşa we ez bi deh saliya
xwe re dipîvim; ez we hîn bê tevgertir,
bêheyecan, bêxwastek dibînim. Divê
em vê sirê vekin. Ev ne çarenûseke.
Pêwîste her tiştê ku we aniye rewşekî
wiha em jê hesab bixwazin. Dibînim
ku hun pir di tirsin li rastiya xwe binerin. Hun di rewşekî hew qas bênaverok, heşifî, bêhal û bêberhemdene ku
hun nikarin hêza li xwe nêrandinê
bidin nîşandan. Li ser vê ra jî bi derewan hatiye pêçandin. Bala xwe bidinê
felsefeya we a civakî-hêvîdarim ku
hun dê dersa felsefê bi rastbînî bi şixulînin, ev e; xwe ji rastiya xwe ya heyî
cûda dayîna nîşandan, heta bi rastiyê
re dinava peyveke pir berovajî de
jiyîn! Belê, ev di we de herî taybetmendiyekî felsefîk ya bingehîn e. Di
me de felsefe wekheve-bi xwe karîna
cûda dayîna nîşandan ve. Ev felsefeyek bêşans û pir talûkeye. Di rastiyê
de mirov dikare ji vê re bêje bêfelse-
STÊRKA CIWAN
bûn jî. Ji yê nêzîkatiyekî xwe yê pir
bihêz ji jiyanê re nîne, mirov dikare
bêje ku ji nêrîna cîhanê jî xizaniye.
Gava ez dixwazim we bandor
bikim xwe hertimî di lêpirsînê re derbas dikim. Ez divê dunyayê de çima
heme? Divê ez bispêrim çi hebim?
Sedemên min ên heyînê çiye? Heya
ku ez vana nehizirim negengaze ku
ez bijîm. Lê xwe bihizirin, hun pir
zûde ketine nava înkara jêderên xwe
yên heyînê. Ji ber hun ji lêpirsîn kirinê direvin, bi derewan, xapandinan,
xefletan ser girtin ango pêçan jî hun
weke felsefeyekî jiyanê destdigrin.
Hun di bingeh de dibe ku ji ber ji feraseta felsefeyek sexlem dûr in
wenda dikin. Ew feraseta felsefeya ji
were tê ferz kirin ji ber gişt bavikseleriye ku ev jî di me de bi temamî jêdera ketina civakî ye. Dîsa dibin
hemû cûre bandorên kolekirinê a serdestiyên biyanî de kesayetek stuyê
xwe tewankere. Ev jî heşifîn û ji afirandinêye bi temamî bingehî qûtbûna
ferasetekî ye.
We nêrîna xwe ya bingehîn ji bo
Ji bîr nekin ku bi were her kêlî bandorkerên me ên pêşdeçûnê wisa
sivik, ji devre de dehfandin û bi teşwîqan dibe.
azadiyê di bingeh de wenda kiriye.
Wekî hun bê felsefe hatine xwedî
kirin û felsefeya we ya dijmin e.
Divê ez eşkere bêjim ku çalekiya
min a herî mezin, hîn min xwe naskir
nasnekir, nêzîkatiya bi talûke a li
hember cewherê mirov min nerazîbûna xwe da nîşandayîne. Û dibîra
min deye. Di têkiliyê min yê bi zarokan re de, bi malbatê û her çû bi civaka gund re min hema nakokî jiya.
Min got divê ez weke van nebim û bi
xwe cûda dayîna nîşandan re min
destpê kir. Gava hemû kes hewla bi
yê din re baş jiyîn, texlîtê bavikselerî
û duzenwariyê dibûn, ez ketim nava
lêpirsînekî pir mezin. Gava em dixwazin li ser vê bingehê avabikin, lê
hun li berovajiyê vê, pergal çi dixwaze, pergala bavikseleriyê çi ferz
dike we xwe di wê de razand.
Encam, ha îro bi we re ew kesayeta ku em pêre şer dikin, a nayê partîbûnê, artêşbûn, serkeftinê, nayê
47
jiyanê û kesayetek nayê xweşîkbûnê
dibe; ev hatina rewşeke pir bipevçûn,
nakokî û girêka kor dibe. Ger qelsiyên we ên pir mezin neba, ji xwe di
rastiya we ya şer û civakî de ev qas
lewazî nedihat jiyîn. Ger kesayetên
we yên sexlem heba, hun dê ketiba
rewşekî ev qas dilşewat? Dê karên
partî û têkoşînê hew qas bi xeletiyan
derbas biriba? Lê a herî nebaş jî xwe
wisa pejirandine. Wekî ku ez li roxmî
ev şerê mezin jî hîna xwe naecibînim, ji bo ezê xwe çawa biserkeftî
bikim jî dinava lêkolînekî kûr deme.
Lê hun ji difna xwe mûyek jî
nakşînin.
Dê çi bibe? Bivê pîvana ecibandinê re bibe bibe, berê li hemberê Îslamiyetê, li hember herî şoreşa mezin
ji perestina pût an, ji birina pût perestên baş ên biçûk wirdetir hun nikarin
biçin. Li gorî we hun ketine meydana
şer, lê bidîtina min hîn cesareta ketina meydana mêraniyê jî, heta baweriya wî, peyvên wê ên destpêkê jî
hîna hun nikarin bixin devê xwe
ango bînin ziman. Her dihizirim dibêjim riyekî çawa ji van re xîz bikim
û divê bimeşînim, ji ber vê jî ez xemgînim. Ji ber hûn jiyanê li ser lingan
wenda dikin. Di vê mijarê de bi
hinek kirêtiya xwe, rebeniya xwe û
bi binkeftinên xwe wenda dikin.
Bi ji derve de zextandinê re, zorandinê re û bi teşwîq kirinê re kesayetek bihêz dernaxîne holê. Yê di
ramanê xwe de mijulbûnên pir
mezin nîne, di rihê xwe de tengavî û
hêrsên mezin nîne, ên çavê xwe
nadin hedefên mezin, bi ji derve de
ti dehfandin û berjewendiyan re nakeve riyekî pêşketinê. Ji bîr nekin ku
bi were her kêlî bandorkerên me ên
pêşdeçûnê wisa sivik, ji devre de
dehfandin û bi teşwîqan dibe. MîsoTebax 2010
STÊRKA CIWAN
gere ku li ser vê bingehê ji mişekarekî klasîk wêdetir hun bibin kedkarek jî, bibin kardêr jî, kesayeta we jî
ji wêna wirdetir pêşnakeve.
PKK’ê de felsefeyeke
bingehîn a ferasetê heye.
Gava hun felsefê mûneqeşe dikin,
dibêjim xweziya we bizanîba nîqaş
bikin. We xwe di feraset de zincîr kiriye. Emrekî tev jî, sedsal jî bidome,
em di qatê wê ser zêde bikin, bivê felsefeya girêkor re, bivê feraseta xwe
ya jiyanê re mîsogere ez bihêvî
nabim. Ez çiqas hewl didim we bandor bikim. Encam, ji ber vê sedema
girêkor a felsefê re herî xebatên binirx jî ji bêwate kirinê wêdetir naçe.
Helbet taybetmendiyekî vê ya girîng
jî pir xweperestbûn e. Ev kêfiyetî,
ezezetî, dîsa dibin bûyera evîndariya
xwe de felsefeya diraze ya herî kêm
xwestin, a herî bêhêz xwestin, a herî
ji hêz ketî, helbet di encam de a herî
binkeftî pejirandine. Herî kesayetekî
we yê bijare, mînak rayeyekî partî
gava girt, ji ber sedema nêrîna we a
min di vir de gotibû di demeke kin de
ji xistinê wêdetir naçe.
Di raye ya PKK’ê de, rastiya
PKK’ê de bingehekî felsefî heye. Çi
qasî were înkar kirin û hun negihijin
pêwîstiyên wî jî, bi hewldanekî pir
mezin ew nêrîna felsefîk a em dixwazin desthilatdar bikin û teşe dayînekî li gorî wê heye. Lê yên xwe
xistine nava viya, ketine nava raye ya
vê û yên xwe xistine bin berpirsyariya vê de, dibingeh de ji ber lihevbûna wan ê felsefîk nîne, di wateya
ku min aniye zimande-hîn rasttir jî
em dikarin bêjin ezezitî-bi ezezitiyekî bênaverok re ji ber xwe ferz
dikin, di demeke kin de maşîna
(aşınma) partî derdikeve holê. Tunebûna pêşengtiya partî tê jiyîn.
Halbûkî di PKK’ê de felsefeyeke
Tebax 2010
bingehîn a ferasetê heye. Ger tu xwe
biwî re ev qas biezezî ferz bikî, hîn
piçek pêşketinên dijmin çênebiribe jî
tu dê wenda bikî. Bi vê felsefeyê re
ancax di hindir de binavê dijmin hun
qelê fetih bikin. Hun dê dawiya vî bikûrahî fambikin. Êdî bi vê felsefeya
kesayetê re a li ser civaka me desthilatdar dibe, dikare sîxuriyekî herî baş
a objektîf bike. Bal bidinê, civaka me
dibin dorpêçkirina rojane a dijmin de
wenda nake. Di rihê wî de, mejiyê wî
de qaşo feraseta jiyanê a têde hatiye
çandin sedema herî bingehîn a binkeftin û wendakirina wî ye. Civaka
me ne tenê hatiye fetihkirin, piç piç
bûye, pir xalên kêm ên sparek maye.
Gelo birastî jî hêzekî we ya felsefeya partî fam bikin heye? Ev pir girîng e û pirsgirêke kî pir mezine.
Nebêjin felsefeye û derbasbibin, divê
hun şer li vir bidin. Hîn tê bîramin,
perwerdeyekî min yê cidî yê felsefê
nînbû. Biagahiyên felsefê a parçe
parçe re mijûl dibûm, dîsa ew qas
zêde agahiyên min ên olî nînbû. Lê
min hindek bandoriyan dijî. Demek
wisa bû ku êdî min xwe pir zehmet li
ser piyan digirt. Bêbaweriyekî pir
mezin, dudilî ew qas hindirê min qewirand ku, hêza ti kesî a bikare min
li ser piyan bigre nînbû. Ez bawerî
bidim kî? Bispêrim çi û bijîm gotinê
re xilasbûm, hema hema ez çûm
Salên lêgerîna min a felsefî heta pileya dawî biêşbû. Wekî min gotî hem
hêza min a têgihiştinê lewazbû, hem jî
min çi qas hewla hûrkolînê dabe jî asta
min a çandî dest nedida. Wê demê
dema min eleqeyek bisînor ji sosyalîzmê re dida nîşan, helbet ev lêgerîn
bes nedikir. Ji bo felsefe were têgihiştin xwedan tenê jî bes nake. Peywendiya viya bijiyanekî pratîk a pir alî
ve heye. Ji xwe jiyana pratîk bixwe dê
te bibe felsefê. Dê te bibe feslefeya
yan erênî yan neyînî, yan azadî yan jî
koletiyê. Wisa texmîn dikim ku şereke
48
we a felsefî çênebûye. Hîn rastirîn,
bêyku têkevin ferqa pergala desthilatdar wekî çi daye we, we jî wî ya pejirandiye, bel ku jî dibin zihniyeteke ji
dema koletiya kevin hîn zêdetir talûkede we teşegirtiye. Ji lewma jî hun
pêdivî bi felsefeya azadiyê nabînin. Ev
ferasetekî temamî ji serî de biwe dide
wendakirine. Niha çima nîqaşên
mezin ên raman ango hizir nayêkirin?
Ji ber hîn di we de bingehekî ne siyasî,
neleşkerî, ne jî felsefî nîne, di nêrîna
wê ya bingehîn ji cîhanê re ji ber nêrîna xwe têrkirinê hîn nehatiye rûnişkandin, hun qet nikaribin ji
zanistiya polîtîk û askerî fambikin,
famkirina we jî ger bibe heya pileya
dawî ji agahiyên ziwa wêdetir naçe.
Rêbertîkirina min ji pêşketinên siyasî û askerî ya heyî re jî ji nêz de
peywendiya xwe bi nêzîkatiya min a
felsefî re heye. Ger ferasetekî bingehîn a min ya felsefîk nebe, nikarim
çareseriya ev qas pirgirêkên giran ên
siyasî û askerî bigrim serxwe, nikarim vî şerî jî bidim meşandin. Lê di
we de tam berovajiyê vî, binavê
raman û felsefê nabêjim maşîn jî ,
felsefe ne rewşeke heyîna xwe ye.
Heta partî hinek fikrên partî ferzbike,
ji wî ya jî rev û bi vî awayî qaşo hun
bûyîna mirovê çalekiyê dihilbijêrin.
Kes, çi qasî ji raman qût be, hun dinava nêzîkatiyekî ev, dê pratîkbe
dene û dinava pir nêzîkatiyên bitalûkede xwe pejirandina we mijara gotinêye. Bala xwe bidinê, di her
şoreşeke mezind e pevçûnên pir
mezin ên fikrî hene, pevçûnên olî
hene, pevçûnên mezhep hene. Ev
pevçûnên ferasetane. Yên li ser bingeha feraseta xwe şerekî bihêz nade,
di pêvajoya pişt re de jî bihêz nabe û
serkeftî jî nabe.
Ji nirxandinên Rêber Apo de hatiye wergerandin
***
STÊRKA CIWAN
K
U
L
T
U
R
13.
Mazlum DOĞAN
Jugend & Sportfestival
Eylül BATMAN
“Das Mazlum Doğan Jugend- und Sportfestival ist der Ort, an dem die kurdische Jugend ihren Respekt vor den
Gefallenen des Befreiungskampfes, ihre Verbundenheit zum Vorsitzenden Abdullah Öcalan, ihre Begeisterung für
die Guerilla und ihre Liebe zur Heimat teilen können. Am 10.07.2010 zauberte die kurdische Jugend ein großes
Stück Heimat, ein großes Stück Kurdistan mitten in Köln”
Mit der Parole „Freiheit für Öcalan, Frieden in Kurdistan“
trafffen sich dieses Jahr in Köln zehntausende kurdische
Jugendliche aus ganz Europa zum 13. Mazlum Dogan
Sport- und Jugendfestival. Diesjährige Festival wurde den
vier PJAK Guerilla, die im Iran
erhängt wurden und dem Studenten Aydin Erdem, der in
Amed (Diyarbakir) von türkischen Sicherheitskräften ermordet
wurde gewidmet. In traditionellen Kleidern eröffneten die Jugendlichen das Festival mit der
kurdischen Nationalhymne und
erinnerten an die Gefallenen des
kurdischen Befreiungskampfes
in dem sie die Jugendlichen zu
einer Gedenkminute einluden.
Die Jugendlichen, die sich auch an den sportlichen Aktivitäten
beteiligten, zogen eine Demonstrationsrunde um den Sportplatz. Dabei trugen sie Fahnen und Banner der Gefallenen
der letzten Tage. Anhand der Biografie von Mazlum Dogan
wurde den Jugendlichen erklärt, aus welchem Grund das
Festival nach ihm benannt wurde. Außerdem wurde von
der aktuellen politischen Lage in Kurdistan berichtet. Nach
der Eröffnungsrede haben die Jugendlichen rote, grüne
und gelbe Luftballons als Gruß an den kurdischen Vorsitzenden Abdullah Öcalan und an die kurdische Befreiungsbewegung in Kurdistan steigen lassen. Mit Parolen wie
„Bijî serok APO“, „Sehît Namirin“ und „Freiheit für
Öcalan, Frieden in Kurdistan“ erwiesen die Teilnehmer/Innen
des Festivals ihren Respekt, ihre Sympathie und ihre Verbundenheit zum kurdischen Befreiungskampf.
Nach der Bekanntgabe des reichen Musik- und Kulturprogramms mit Musikgruppen wie Koma Sîpan Xelat, Agirê
Jîyan und Serhado begannen das Musikprogramm und die
sportlichen Aktivitäten
wie Fussball, Volleyball
und Kickboxen. Trotz der
extremen Hitze, leisteten
die Sportler/Innen sensationelle Ergebnisse und
die Musikgruppen brachten die Stimmung auf den
Siedepunkt. Doch die
besten Ergebnisse erzielten die Organisatoren und
Ordner des Festivals mit
ihrer Geduld und ihrer
Mühe den kurdischen Jugendlichen einen unvergesslichen Tag zu bescheren. Selbstverständlich fehlte es
auch nicht an Redebeiträgen. Der Vater von Şerzan Kurt,
einem kurdischen Studenten der in Mugla (türkei) von einer
faschistischen Gruppe ermordet wurde, hielt eine Rede, in
der er sagte: „Die Kugel die Şerzan traff, traff auch das kurdische Volk und die Herzen aller Mütter.“ Viele Jugendliche
waren gerührt und erwiesen Şerzans Vater ihren Respekt in
dem sie laut applaudierten und Parolen wie „Intikam“
(Rache) riefen. Aber auch erfreuliche Redebeiträge wurden
gehalten. Solidarische Grüße der Fraktion der Partei DIE
LINKE im Deutschen Bundestag wurden persönlich von
einer Bundestagsabgeordneten überbracht. Auch die solidarischen Grüße der deutschen Freunde begeisterten die Jugendlichen sehr.
Man hätte glauben können, dass es die 35 Grad waren,
49
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
Mitten in Köln – ein Stück
Kurdistan
die das Festival zum kochen brachte. Die
Hitze war nicht wichtig. Es war wie jedes
Jahr der Zusammenhalt, die Identität, die
Freude, die Liebe zu Kurdistan und zur
Befreiungsbewegung, die wärmer und
überwältigender waren als die 35 Grad.
Das Festival war ein großes Stück Kurdistan. Es war der Ort an dem Şehid
Çektar, Şehid Özgür, Şehid Nurhak geehrt
wurden. Der Ort, an dem der Vorsitzende
Abdullah Öcalan, der die kurdische Jugend
zum blühen brachte gegrüsst wurde. Der
Ort, an dem die kurdischen Jugendlichen
ihre Liebe, ihre Sehnsucht und ihren Widerstand teilen konnten. Ganz egal welchen
Kleidungsstil, welchen Musikgeschmack,
welche Vergangenheit oder Zukunftsträume
die Teilnehmer/Innen hatten. So verschieden die Persönlichkeiten auch waren.
Auf dem Festival konnte nicht übersehen
werden, wie sehr der Befreiungskampf
die zehntausend Jugendlichen miteinander
verband. Seit Jahrzehnten versucht der
türkische Staat das kurdische Volk zu vernichten, in dem sie die kurdische Jugend
mit abscheulichen Methoden versuchen
auf die schiefe Bahn zu bringen. Sie
kennen die Stärke, den Widerstand und
den Mut der kurdischen Jugend. Genau
das macht ihnen Angst. Jedes Jahr auf
dem Mazlum Dogan Jugend- und Sportfestival beweisen die Jugendlichen auf
das neueste, wie stark der Zusammenhalt
und die Beharrlichkeit sind. Das Festival
ist ein Schlag ins Gesicht für alle Kapitalisten, Imperialisten und Faschisten. Auch
nächstes Jahr wird die kurdische Jugend
sich in Köln treffen um der ganzen Welt
zu zeigen, dass weder Deutschlands Waffenexport in die Türkei, noch Amerikas
Heuchelpolitik und schon gar nicht Ahmadinejads und Erdoğans Gewaltpolitik
die kurdische Jugend vernichten können.
***
Tebax 2010
RÖPORTAGE
Aus der M.DOĞAN FESTİVAL
Veysel Depe: Ich besuche das erste Mal das Mazlum
Doğan Sport – und Jugendfestival. Die Warmherzigkeit und
die Kontaktfreudigkeit der Jugendlichen hat bei mir einen
positiven Eindruck hinterlassen. Ich kannte niemanden hier,
doch trotzdem werde ich behandelt wie ein langjähriger
Freund und das gibt mir ein starkes Gefühl von Gemeinschaft.
Isa Batman: Ich bin heute hier, weil ich Mazlum Doğan als
Vorbild der kurdischen Jugend sehe, die Gefallenen des kurdischen Befreiungskampfes ehren und gleichzeitig meine
Kultur näher kennen lernen möchte. Hier auf dem Mazlum
Doğan Sport und – Jugendfestival bin ich mit tausenden kurdischen Jugendlichen zusammen und fühle, wie stark uns
der Befreiungskampf verbindet.
50
STÊRKA CIWAN
Ceylan Kanîreş: Als Kurdin, fühle ich mich
dazu verpflichtet am Mazlum Doğan Sport –
und Jugendfestival teilzunehmen. Auch dieses
Jahr ist die Begeisterung für den Freiheitskampf
und für den Widerstand sehr groß. Wir sind alle
ein Teil des Befreiungskampfes, vor allem aber
hoffe ich, dass die jungen kurdischen Frauen im
nächsten Jahr auf dem Festival die Mehrheit
bilden werden.
Nûrşîn Batman: Unsere Kultur und Identität
wird seit Jahrzehnten geleugnet. Der türkische
Staat hat seine Vernichtungspolitik wieder verstärkt.
Zwischen den tausenden kurdischen Jugendlichen
fühle ich eine starke Vertrautheit und Verbundenheit
zu meinem Volk. Hier auf dem Festival zeigen wir
dem türkischen Staat, dass ihre Vernichtungspolitik
erfolglos war und weiterhin bleiben wird, weil wir
als kurdische Jugend zu unserer Kultur und
Identität stehen.
Zehra Kanîreş: Der Zusammenhalt zwischen
den kurdischen Jugendlichen ist unbeschreiblich.
In der jetzigen politischen Situation in Kurdistan
müssen wir, die kurdische Jugend und vor allem
die jungen kurdischen Frauen für den Freiheitskampf zusammen kommen und unsere Gedanken
zu Wort bringen. Auch dieses Jahr sind tausende
Jugendliche wieder mit dabei. Nächstes Jahr hoffe
ich auf die doppelte Teilnehmerzahl.
Rojda Guyî: Es ist mittlerweile Tradition als
kurdische junge Frau, das Mazlum Doğan Sportund Jugendfestival zu besuchen. Die politische
Lage in Kurdistan verschlimmert sich von Tag zu
Tag, doch die kurdische Jugend hält zusammen
und wird die Kriegsmethoden des türkischen
Staats zunichtemachen. Die hohe Teilnehmerzahl
der Jugendlichen an diesem Festival erfüllt mich
mit Freude und Stolz.
51
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
P
O
L
İ
T
İ
Q
U
E
Le retour aux années
nonante
Ali HAYIRLI
Le président kurde se retire
“L’autonomie
démocratique est la
volonté du peuple kurde à
s’autogérer sur les différents plans en s’appuyant
sur ses propres forces et
ses propres moyens.
L’objectif de l’autonomie
démocratique est de
permettre aux différentes
cultures de coexister et de
se développer sur un
même pied d’égalité au
sein de l’état sans remettre
en cause les frontières
du pays”
Tebax 2010
Depuis 1993, les efforts du président kurde pour trouver une solution
politique à la question kurde se sont
heurtés aux politiques d’extermination
et de négation de l’état turc. Malgré
des conditions de détention difficiles,
le leader kurde a fait tout ce qui était
humainement possible pour trouver
une solution pacifique à ce conflit. Il a
décrété plusieurs cessez le feu unilatéraux, retiré une grande partie de ses
forces du Kurdistan du nord, fait venir
des groupes de paix composés de
membres du PKK, soumis une feuille
de route pour la paix…
Depuis le 1 juin, les affrontements
meurtriers entre les forces d’occupation turques et les membres du mouvement de libération nationale kurde
se sont intensifiés après l’annonce du
président kurde de laisser l’initiative
au PKK, faute d’avoir pu trouver un
interlocuteur. Les différents efforts et
tentatives du président kurde pour résoudre pacifiquement la question
kurde n’ont pas trouvé d’écho au sein
du gouvernement turc.
Les attaques répétées de l’état turc
ont mis fin au cessez-le-feu unilatéral
décrété par le PKK en 2009. L’ouverture démocratique du gouvernement
turc s’est résumée à la fermeture du
DTP, à une campagne d’arrestation des
représentants politiques kurdes (KCK),
à l’emprisonnement de milliers d’enfants kurdes, à des opérations mili52
taires, à l’emprisonnement des ambassadeurs de la paix, à des pressions
contre le président kurde, à des opérations contre les institutions kurdes et
leurs représentants à l’étranger.
Toutes ces actions démontrent que
l’état turc refuse catégoriquement de
trouver une solution politique à la
question kurde et pousse les kurdes à
la résistance armée. L’objectif de l’ouverture démocratique était la liquidation du mouvement de libération
nationale kurde et la négation des
kurdes. Le gouvernement turc n’a entrepris aucune action concrète pour la
résolution de ce conflit qui dure depuis
plus de vingt-cinq ans. Le gouvernement de l’AKP qui dispose de la majorité au parlement a refusé la création
d’une constitution démocratique de
peur de perdre le pouvoir.
La résolution de la question kurde
passe par la reconnaissance du PKK et
de son leader comme des interlocuteurs. Il est vrai que certains responsables de l’état turc se sont entretenus
secrètement avec le leader kurde et les
dirigeants de la guérilla pour trouver
une solution pacifique à ce conflit. Les
pourparlers secrets menés entre les
deux partis ont échoué car les politiques d’extermination de l’état turc
ont poussé le leader kurde à abandonner ses efforts pour trouver un interlocuteur.
Il est important de souligner que des
pourparlers ne sont plus envisageables
tant qu’un cessez le feu engageant les
STÊRKA CIWAN
deux partis n’est pas trouvé. L’instauration d’un climat de dialogue
passe par l’arrêt des affrontements
entre les deux partis. La baisse du
seuil de 10% des élections, l’abolissement des lois anti-terrorisme, la libération des enfants et des politiciens
kurdes détenus dans les prisons
turques, et la création d’une constitution démocratique sont les conditions soumises par le président kurde
pour la résolution pacifique de la
question kurde.
En laissant la porte entrouverte, le
président kurde montre qu’il est prêt
à négocier avec le gouvernement si
ce dernier est décidé à trouver une
solution pacifique à la question
kurde. La ligne politique choisie par
la république kémaliste est l’extermination pure et simple des kurdes. Le
gouvernement turc pensait résoudre
la question kurde avec « les bons
kurdes », les forces impérialistes et
les opérations militaires.
Il est important de souligner que
les appels des associations civiles et
des hommes d’affaires turcs pour
l’arrêt des combats sont importants
mais insuffisants. Ces différents
groupes ne doivent pas se limiter à
des discours mais entreprendre des
actions concrètes pour l’arrêt des
opérations militaires et la résolution
de la question kurde.
L’autonomie démocratique
Les hauts responsables du mouvement de libération ont prévenu que la
proclamation de l’autonomie démocratique est une question de mois. La
concrétisation de l’autonomie démocratique est considérée par les kurdes
comme la solution à la résolution de
la question kurde. Les kurdes espèrent que l’état turc accueillera favorablement ce projet politique et
participera à sa réalisation. Il est important que le projet d’autonomie démocratique soit expliqué clairement
à la population turque afin de faciliter sa mise en place.
Il est évident que l’état turc refusera de participer à la réalisation de
l’autonomie démocratique, les
kurdes seront obligés de proclamer
unilatéralement l’autonomie démocratique dans les régions kurdes. Les
politiques d’extermination de l’état
turc sont destinées à empêcher la
proclamation de l’autonomie démo-
53
cratique et la résolution pacifique de
la question kurde.
L’autonomie démocratique est la
volonté du peuple kurde à s’autogérer sur les différents plans en s’appuyant sur ses propres forces et ses
propres moyens. L’objectif de l’autonomie démocratique est de permettre aux différentes cultures de
coexister et de se développer sur un
même pied d’égalité au sein de l’état
sans remettre en cause les frontières
du pays. Ce système est une réponse
aux différentes politiques d’extermination, d’assimilation, de négation et
de nationalisme développées par
l’état turc. L’autonomie démocratique vise la démocratisation de la
Turquie et la coexistence entre les
kurdes et les turcs.
Le gouvernement du parti de la
justice et du développement ( AKP)
qui a perdu pied au Kurdistan
s’acharne à vouloir écraser la rébellion kurde par des moyens militaires.
Le référendum sur la révision de la
constitution qui se déroulera au mois
de septembre sera boycotté par les
kurdes car les changements constitutionnels prévus par le gouvernement
sont superficiels et ne répondent pas
aux attentes du peuple kurde. Les
kurdes réclament une nouvelle
constitution répondant aux attentes
des différents groupes ethniques et
confessionnels. La constitution héritée de la junte militaire doit être remplacée par une constitution civile et
démocratique.
Il est évident que le parti de la justice et du développement perdra une
grande partie de son électorat kurde
lors des élections de 2011. Les enquêtes réalisées indiquent une baisse
générale des voix du parti de la justice et du développement dans l’ensemble du pays. Le voile qui
dissimulait la face hideuse des islaTebax 2010
STÊRKA CIWAN
mistes modérés et leurs véritables
desseins est tombé.
Des relations complexes basées
sur l’intérêt
Il est évident que l’état turc n’est
pas disposé à entamer un dialogue
avec les représentants du peuple
kurde. Le gouvernement du parti de
la justice et du développement
(AKP) est un gouvernement de
guerre qui mène une politique d’extermination globale des kurdes avec
l’appui des forces étrangères. Le
gouvernement turc cherche l’appui
des pays de la région ( Iran, Irak,
Syrie…), de l’Europe, de l’Amérique
et de l’OTAN pour éliminer le mouvement national kurde.
Le gouvernement turc qui est incapable d’écraser militairement la
guérilla kurde tente d’impliquer directement les grandes puissances
dans ce conflit afin de rassurer sa population. Certains pays frontaliers (
Iran, Syrie…) de la Turquie participent directement à ses côtés à la lutte
armée contre le peuple kurde. Les
Tebax 2010
autres pays ( USA, Israël, Europe…
) fournissent des armes et des renseignements à l’état turc depuis des dizaines d’années. Les pressions de
l’état turc se sont accentuées sur le
Kurdistan du sud ( irakien) car l’armée turque envisage une nouvelle invasion du nord de l’Irak.
Le premier ministre turc veut être
le nouveau leader du monde arabomusulman. Il semblerait que le premier ministre turc oublie certaines
difficultés géopolitiques concernant
la région. Les relations entre les états
sont basées sur l’intérêt et ne sont pas
immuables. Les relations de la Turquie avec ses voisins et les grandes
puissances sont directement liées
avec la question kurde. L’état turc
qui accuse le PKK d’être à la solde
des forces étrangères n’hésite pas
coopérer avec ces dernières pour éliminer l’organisation du peuple
kurde.
La coopération militaire turco-israélienne se poursuit malgré la crise
de « one minute » à Davos, des incidents diplomatiques et l’assaut israélien contre les navires transportant de
54
l’aide humanitaire pour les territoires
palestiniens. Malgré la détérioration
générale des relations entre les deux
états, la coopération militaire est
maintenue. La coopération turco-iranienne et les discours des dirigeants
turcs en faveur du Hamas ne sont pas
du goût d’Israël. L’état turc tente
d’augmenter la pression sur l’état hébreu pour le pousser à prendre part
dans sa politique d’extermination des
kurdes.
L’état turc tente de créer une alliance Turquie-Israël-Amérique pour
détruire le mouvement nationale
kurde car l’alliance Turquie-IranSyrie n’est pas suffisante pour venir
à bout de la guérilla kurde. L’état
turc trouve insuffisante l’aide apportée par les américains et les israéliens
dans sa guerre contre le PKK. L’alliance Turquie-Iran-Syrie est un
moyen de pression utilisé par l’état
turc pour pousser les américains et
les israéliens à prendre directement
part à la liquidation des kurdes.
L’état turc investit lourdement
dans la technologie militaire pour
pouvoir écraser la guérilla kurde. Le
Kurdistan est un laboratoire où l’armée turque expérimente les nouvelles technologies militaires de ses
fournisseurs européens, américains
et israéliens. Certains hauts responsables militaires à la retraite et des
journalistes turcs qui perçoivent le
danger de guerre civile ont affirmé
que l’état devait négocier avec le
PKK et son leader. Les opérations
militaires menées depuis plus d’un
quart de siècle n’ont pas permis de
résoudre la question kurde.
L’armée d’occupation turque
continue de commettre des crimes
contre l’humanité au Kurdistan avec
les armes fournies par « les grandes
démocraties » de ce monde. La population turque doit avoir le courage
STÊRKA CIWAN
et l’honnêteté de se confronter à son
passé et à ses réalités. L’état turc et
son armée sont responsables de la déportation et du massacre de centaines
de milliers d’individus.
Les atrocités de l’état turc
Chaque jour qui passe les affrontements entre les guérilleros kurdes
et l’armée turque s’intensifient dans
les différentes régions. Les corps de
guérilleros kurdes morts au combat
sont atrocement décapités et mutilés
par les militaires de l’armée turque.
Les institutions internationales et
européennes des droits de l’homme
sont complices de ces crimes par
leur silence. La sauvagerie des soldats turcs qui ne semble connaitre
aucune limite est destinée à effrayer
le peuple kurde et tout particulièrement les jeunes kurdes qui voudraient rejoindre les rangs de la
guérilla.
L’armée turque qui n’a aucun
respect pour la vie a encore moins
de respect pour les morts. Les brigades de la mort qui avaient commis des crimes contre l’humanité
sont de retour au Kurdistan pour
poursuivre leur sale travail. Les soldats turcs pratiquent la politique de
la terre brûlée afin de détruire toute
forme de vie au Kurdistan. La politique des années nonante est de nouveau d’application dans les régions
kurdes.
Les cérémonies d’enterrement des
guérilleros morts au combat sont de
véritables soulèvements populaires
qui démontrent l’attachement des
kurdes à leurs martyrs. La colère des
kurdes face à la barbarie de l’état turc
doit se répandre à toutes les parties
du Kurdistan et de la Turquie. La
liste des crimes commis par la république kémaliste contre les différents
groupes ethniques et confessionnels
est longue.
Les autorités militaires turques
dissimulent les corps de ses soldats
morts au combat afin de ne pas démoraliser son opinion public. Les
médias turcs respectent parfaitement
la censure et la propagande officielle
ordonnées par le gouvernement. Les
médias qui ont une grande influence
sur la population participent activement à la guerre psychologique
menée par l’état.
Un scénario de guerre civile
Les Kurdes de la diaspora ne peuvent rester spectateurs face aux attaques menées par l’état fasciste turc
contre le peuple kurde et ses combattants. Les kurdes vivant en Europe et
dans le reste du monde doivent
mener des actions démocratiques
afin d’attirer l’attention de la communauté internationale sur les atro55
cités commises par l’armée turque au
Kurdistan du nord.
Le leader kurde qui est toujours
partisan d’une résolution non violente de la question kurde craint une
guerre civile entre les kurdes et les
turcs. Les efforts du président kurde
sont destinés à éviter ce scénario catastrophe de guerre civile. Ce conflit
élargit chaque jour le fossé entre les
kurdes et la population turque qui
refuse de voir la réalité. La non résolution de ce conflit fait planer le
spectre d’une guerre civile entre les
kurdes et les turcs. Les populations
kurdes et turques seront les grandes
perdantes de la politique d’extermination menée par le gouvernement
turc.
Les kurdes sont présentés par
l’état turc comme les responsables
de tous les maux de la population
turque. Les attaques contre la population kurde ont augmenté dans les
grandes villes turques. Les kurdes
sont déterminés à trouver une solution pacifique à ce conflit malgré
toutes les souffrances infligées par
la république kémaliste. Le peuple
kurde qui est la victime tend la main
de la paix à son bourreau turc mais
ce dernier refuse de la serrer.
Les kurdes doivent développer
une résistance totale face à la guerre
totale engagée par l’état fasciste turc.
La paix n’est pas envisageable tant
que l’état turc persistera dans sa politique de négation et d’extermination. Les efforts des kurdes pour la
paix n’ont plus de sens face aux politiques d’extermination de l’état
turc. Le peuple kurde doit se préparer
à une terrible guerre car le gouvernement turc est déterminé à liquider le
peuple kurde et sa guérilla par tous
les moyens.
***
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
B
i
l
i
m
&
T
e
k
n
i
k
Karıncalarda ‘intihar eylemi’ yapıyormuş
“Çay, kalp krizi riskini azaltıyor”
“Adventures Among Ants” adlı kitabında bir işçi
karıncanın “istilacı” bir karıncayı durdurmak için nasıl
kendini öldürdüğünü anlatan etolog Mark Moffett, bu
şaşırtıcı olaya Borneo’da şahitlik etti.
Silindir karıncaların yuva yaptığı bir ağacın altına bir
parça bal koyan Moffett,
hazırladığı tuzağın etkisi
altında kalan değişik türde
karıncaların yuvaya gelişini
gözlemledi. Moffet, bu sırada,
silindir karıncalardan birinin
yabancı bir karıncayı durdurmak için yaptığı eyleme
de şahit oldu. Kitaba göre,
yabancı karıncanın tam onu geçmeye çalıştığı sırada
kendini parçalayan silindir karınca, bu şekilde sarımsı bir
toksik madde salarak düşmanını anında öldürmeyi başardı.
Görünüşe bakılırsa, küçük cüsselerine karşın büyük işler
yapan karıncalar insanları şaşırtmaya devam edecek.
“Kuzey Amerika Çay Ticareti Sağlık Araştırmaları
Birliği” ile Hollandalı araştırmacıların, Hollanda’da
yaklaşık 40 bin kişi üzerinde 13 yıldır devam eden
çalışmaları sonucunda, günde altı bardaktan fazla içilen
çayın, kalp krizi riskini yüzde 20’ye kadar düşürdüğü
belirtildi.
İngiliz yayın kuruluşu BBC’nin bu konudaki haberinde,
günde altı bardaktan
fazla çay içen kişilerde kalp krizi riskinin
aza indiğine dikkat
çekti.
Haberde, ayrıca,
çayın kalp krizini önleyici etkilerine dikkat
çekilirken, hızlı kilo vermede de işe yaradığına da
vurgu yapıldı.
DÜNYA DIŞI ZEKÂ
1960 yılında, 29 yaşında genç bir gökbilimci olan
Frank Drake 26 metre genişliğinde bir radyo teleskobunu
yakındaki iki yıldıza yönelterek oradaki olası uygarlıklardan gelebilecek yayınların izini sürmeye çalıştı. Bu
çabası boşa gitmekle birlikte, Drake’in Ozma Projesi
dünya dışı zekâ arayışı (SETI) girişimini başlatmış
oldu. Mayıs ayında 80 yaşına merdiven dayayan Drake
halen Carl Sagan Evrende Yaşam Araştırma Merkezi’ni
yönetiyor. Bir zamanlar gökbilimsel aygıtlarla sürdürülen
çalışmalar artık bu amaçla geliştirilmiş Allen Teleskop
Dizgesi (ATA) gibi araçlarla yürütülüyor.
Bugüne dek gerçekleştirilen en kapsamlı kampanTebax 2010
yalardan biri olan ve dünyanın en büyük teleskoplarıyla
yakın yıldızları araştıran Phoenix Projesi kapsamında
9 yılda yaklaşık 800 yıldız incelendi. Samanyolu’nun
yüzde birinin milyonda birinden azına eşit sayıdaki bu
yıldızlardan bile sinir bozucu sayıda olası sinyal parametreleri elde edildi. Bu parametreler, dünya üzerindeki
radyo gibi frekans, zaman, modülasyon türü vb. bilgileri
içeriyorlar. Ne var ki, Yeryüzü-benzeri dünyalarda
bile teknolojik, radyo yayını yapan yaşam pek yaygın
olmayabilir. Araştırmacılar mikrop ya da küf gibi daha
basit yaşam biçimlerinin bulunması konusunda çok
daha umutlular.
56
STÊRKA CIWAN
Tükürükle kanser teşhisi
Orangutanın ‘işaret dili’ çözüldü
Japonya’nın Keio ve ABD’nin California üniversitelerinden bilim adamları geliştirdikleri teknoloji sayesinde basit bir tükürük testiyle başlangıç evresinde
pankreas, meme ve ağız kanserinin teşhis edilebileceğini
belirtti. Japon ve Amerikalı bilim adamları, bazıları
kanser hastası 215 kişinin tükürük örneğini inceledi.
Örneklerde hastalığın teşhisine olanak veren 54 madde
belirlendi.
Bu maddeleri inceleyen bilim adamları, tükürük
testinin pankreas kanserinin yüzde 99’unun, meme kanserinin yüzde 95’inin ve ağız kanserinin yüzde 80’inin
teşhis edilmesini sağladığını belirtti. Bu yeni teknolojinin
bir defada 500’e kadar farklı maddenin belirlenmesini
sağladığını vurgulayan bilim adamları, test sonuçlarının
en fazla yarım gün içinde alındığına dikkat çekti.
Başlangıç evresinde belirtilerin belirgin olmaması
nedeniyle pankreas ve ağız kanserinde hayatta kalma
şansının düşük olduğunu ifade eden bilim adamları tükürük örneğinin kan ya da dışkı örneğinden daha kolay
alındığını ve incelendiğini vurguladı.Teknolojinin ne
zaman hayata geçeceği bilinmese de bilim adamları bu
teknolojiyi kanserin yanı sıra başka hastalıkların teşhisinde de kullanabilmeyi ümit ediyor.
Orangutanlarda dilsiz iletişim söz konusu olduğu için
St.Andrews Üniversitesi’nden Erica Cartmill ve Richard
Byrne, işaretleri sistematik olarak kavramaya çalışmış.
İlk önce bir maymunun hemcinsine işaretlerle neler anlatmaya çalıştığı öğrenilmiş. Bilim insanları işaretleri
yanlış anlamamak için Avrupa’daki hayvanat bahçelerinde
yaşayan 28 orangutanı dokuz ay boyu incelemiş. Bu
çalışmalar sırasında 64 farklı işaret saptanmış. Orangutanlar
bunlardan 40 tanesini kendilerini kararlı bir şekilde ifade
etmek için sıkça kullanıyorlar.
Maymunlar, hayat arkadaşlarının tepkisini çekmek için
bazen kollarını ve bacaklarını enerjik bir şekilde hareket
ettiriyorlar. Mesela bir nesne istediklerinde, beden temizliğini
veya oyunu için teşvik etmek istediklerinde veya birlikte
hareket etmek istediklerinde belli başlı hareketler yapıyorlar.
İşaretlerle istediği tepkiyi göremeyen orangutan biraz
daha sert oynuyor. Mesela oynamak istediğinde vurmak
en etkili hareket. Hemcinslerin oyunbazlık durumuna göre
takla veya perende hareketleri de işe yaramakta. Ancak
kaş göz oynatmak hemen hemen hiç etkili olmuyor diyor
bilim insanları. Orangutan işaretlerini belli başlı isteklere
göre bilinçli olarak yapıyor deniyor “Animal Cognition”
dergisindeki araştırma yazısında.
Taş Devrinde Sinema
İNSANSI ROBOTLAR UZAYDA
İngiliz ve Avusturyalı arkeologlar, Kuzey İtalya’daki
Valcamonica bölgesindeki üç ila altı bin yıllık mağara resimlerinin bir tür ilkel sinema filmini andırdığını söylüyorlar. Kaya resimleri animasyon gibi birbirini takip
etmekte. Bilim insanları modern bilgisayar
teknolojisiyle bu prehistorik sahneleri hareketlendirecekler. Kaya
resimleri durağan “çekimler” değil, tıpkı sinemada olduğu gibi
izleyicinin kafasında
görüntüler oluşturuyor
diye açıklıyor Cambridgde Üniversitesi
antropologu Frederick
Baker. Bilim insanları
ayrıca prehistorik sanatçıların, resimleri için çevredeki
manzarayı çok iyi gören ve çok iyi yankı yapan yerleri
seçtiklerini fark etmişler.
NASA ilk insansı (humanoid) robotunu uzaya göndermeye hazırlanıyor. “Robonot” adı verilen bu robot
on yıl süren deneme sürecinden sonra ilk kez Eylül
1999 yılında dünya kamuoyuna tanıtıldı. 140 gr
ağırlığında R2 model robot, önümüzdeki eylül ayında
Discovery aracılığı ile Uluslararası Uzay İstasyonu’na
(ISS) gönderilecek.
Robot, ISS’te aralıksız devam eden bakım
çalışmalarında istasyondaki mürettebata yardımcı olacak.
Yorulmak nedir bilmeyen robot, istasyonun önce içinde,
daha sonra dışındaki onarımları yapacak.
İnsandan esinlenerek geliştirilen R2, kafa ve torsonun
yanı sıra son derece becerikli kol ve ellere sahip.
General Motors ve NASA’daki robot bilimciler tarafından
ortaklaşa geliştirilen R2, astronotlar gibi tornavida ve
İngiliz anahtarı gibi aletleri kullanabiliyor.
NASA, R2’nin uzaydaki performansına bakarak, robotların kozmik radyasyondan ve istasyonun içindeki
elektromanyetik müdahaleden nasıl etkilendiğini tespit
edecek.
57
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
Şiir ve Öykü Köşesi
SIR
Analarımıza,
sır senin ağzındaydı
Babil’in asma bahçelerinde tutulan dilin,
kerbela’da hüseyine ağlamaktaydı
sır dudağında kaldı
ışık sustu karanlık uzadı
kurudu pınarı hayatın
zahire ambarlarında biriken
buğday mıydı çığlığın mı anlaşılmadı
gecenin kuşları
dağın rüzgarları
yasına durdu
heyhat
saymanlar seni ganimet saydı
sır senin gülüşündeydi
utangaç saklı
saflığını çocuk
tadını su
rengini ışık senden alırdı
büyürdük gözlerinin bebeğinde
saflığımız sana kalırdı
ondandı belki ağladığında
ağıtlar gelirdi gecenin soluğunda
sır senin ninnilerindeydi
yıldızlar seni dinler
ay sana doğardı geceleri
sabah cıvıltısı çalı bülbüllerinin
seherin güzelliği senden gelirdi
sır senin gözlerindeydi
acı ışıldardı yanan bebeklerinde
zamana hükmederdi de ışık
zamanı yenerdi de fakat
gözlerin yerde
Tebax 2010
ağlıyordun oysa ki
hepimizin yerine
bundandı hüznünün güzelliği belki de
sır senin saçlarındaydı
iki nehir gibi uzayan
örüklerin
açıldığında bahardı
düşerdim içine
oymalı tarağın
ayda bulut gibi oynardı
doyamazdım akışına
gözlerim dolardı buğusundan
ya biri gelecek olur
ya bir uğursuzluk bulunurdu
ay kaçar bulut kururdu
bir yemeniye sarılır
günah gibi korunurdu
sır senin sabrındadır şimdi
baharda patlayan tomurcuk avuçlarında
seni soluyor evren
sabahımız ışıyor bakışlarında
ruhumuz sesine çağlıyor
akıyor içimizden bir ırmak
sinene bağlanıyor
orda sana düşüyor karanlığın gölgesi
burada gözlerimiz kanıyor
sır senin ağzında biliyorum
babil in asma bahçelerinde
tutulan dilin
Yeni bir şarkıya başlıyor
dinliyorum
E.ERGİN
58
STÊRKA CIWAN
KENDİNİ ARAYANLARIN DESTANI
Töreleri yarına taşımak adına
ak puşilerine, kara basma eteklerine,
utanç biriktirdiler ilkin.
Asmayı, buğdayı,
açlığı yok etmek adına topladılar,
yıllar geçti, asırlar geçti
yol uzak: ilk çağ
yol yakın: bir ADA kadar
bir içimlik su
Acı ilikten haykırdı
geçmiş sürgünlerin izi çoktu
süngü en büyük utanmazlık
neden yazmadı tarih?
Kadınlar
Asuri, Alevi, Ermeni,
Suni, Süryani kadınlar
nice katliam çağı oturdu
yüzlerinin güleç çizgilerine
göz pırıltıları ateşe eş
Anneler inadına doğurdu
Ferman neredendi?
nedendi?
kimdendi?
Katliam
birinci, ikinci, üçüncü
(Ninem anlatırdı
kara şöminede biriken kül masallarını.
Dışarıda, kavak yaprakları
gizliden bizden eserdi.
Külü karıştırırken
gözleri kendi zamanına göçer,
hüzünlü parmaklarla sarardı cigarasını.
Ermeni çağıydı, eski zaman
ocaklar kutsaldı,
su dökülmezdi asla,
dua ve kıble sadece güneş,
erkekler,Yemen ve Çanakkale seferinde
-bir yanı katliam zorakiKadınlar,
din adına ard arda dizdirilmiş,
bedenleri çırılçıplak,
-geceden bile çıplaktanrı hiç utanmadı,
bileklerinde zincir sesleri.
Sebep?
Bedenleri dişil
ve bir kez olsun
dönüp bakmadılar ardına,
Medet uman gözleri yoktu,
-onlar güneşe hep inanmıştıalev gökte,
çığlıklar dişte hapis,
yer-gök kül,
yanık kokusu,
insan kokusu,
kadın kokusu
külde bir dizi boncuk)
Nice katliamlar geçti kapıdan
tarih dilsiz,
tanıklar suskun
....Ve devran dönende
dilin ilk büyülü sözcüğü
inşa etti cümleyi
“Onlar Yalnızca Ana Tanrıçaya
İnandılar”
Fırat’ı aldılar,
Dicle’yi aldılar
Avaşin’i, Peri ’yi aldılar
dağ, analarının doğurgan göğsüydü
heybetli,
bereketli,
sıcak
Geceler çağrıydı
güzellikleri sabah için saklardı
esmer tenli ninelerinin kokusu
iç ceplerinde
Masallar toplandı umudun çıkınına
Kirlenmiş dudaklarını,
başkalarının diliyle
kirlenmiş dudaklarını,
uzun gecelerde dalgalara bıraktılar
-her deniz önlerinden akıyorduSır dolu tasları,
kırmızı şarapla renklendi,
bakışları kurşuni gök,
Dağlara ulaştılar her akşam üstü
puşileri,
esmer tenli puşileri yoktu
59
Gizem: ilk isyan
saçları özgürleşen rüzgarda sarhoş
İlk aşklar,
kanlı gerdek geceleri,
tabular deri değiştirdi
Töreler,
gün ışıyınca
kırıldı silahların gölgesinde
artık yasalar da onlardı,
kalem de onlar
Tarihin sandığından
en asırlık yüzle uyandılar
anaların elindeki aynalı yaradan
yaşam uyandı,
bellerindeki yakıda
antik keseler,
mermi izleri
Öldü nine,
beşikte
deniz kabuklarıyla oynayan
bir kız çocuğu yaşında
Annelerinin yaşında doğdular
ve kendi yaşlarında savaştılar
mezar haklı
ebedi uyku
Tarih
çocukların emekleme vakti
Bir yaraya dokunur gibi
dokundular kitaplara
Yara sarıcı geldi yitiklerin ülkesinden
insan alnından topladı tuzu
tuz yarayı dağlardı,
dağladı, onur kattı
amansız fırtınalar doğdu
aldırmadı
Esaret duvarlarının kendi dili yoktur
içindeki konuşturuyor
bedenler kanıyor dışarıda
yaralar tuz tadında
umut tadında.
Türkan BAL
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
C
Î
W
A
Şerê Taybet û Ciwan
N
Cîwan AZAD
Rêbaza şerê taybet tu exlaq, maf,
bîr û bawerî û nirxan nasnake…
herî jor. Neyarên kurd bi vê rêbaza şer dixwazin rêxistinbûyina
kurd belav bikin, bê exlaqiyê bixin nav gelê kurd, wan ji
hêz bixin, birizînin û qirkirina çandî pêk binin. Ji bo
serdestan tişta herî xeter rêxistinbûyîna gelan e. Ji bo vê
rêxistinbûyînê belav bikin di vir de şerê taybet dikeve
dewrê.
Dema em îro li rewşa Kurd û Kurdistanê dinêrin ev yek
baş tê fêmkirin. Îro Kurdistan ji her çar aliyan ve hatiye
dorpêçkirin. Her roj çiyayên me tên bombe kirin. Bi
hezaran siyasetmedar û zarokên kurd di zindanan de ne.
Zarok, keç û jinên kurd rastî bûyerên tacîz, tecawîzan tên.
Bêguman di vir de weke hemû caran barê berxwedanê yê
herî giran dikeve ser milê jin û ciwanên kurd.
Şerê taybet rêbazek ji rêbazên şerê pergalên serdest û
mêtîngerên ku li hember gelên bindest herî zêde serî lê
didin e.
Heta mirov dikare bêje pergalên serdest, an jî dewlet, ji
hemû rê û rêbazên şer vî rêbazî girîngtir dibîne û giraniya
xwe dide ser. Bi vê rêbaza şer armanca serdestan ew e ku;
Hem ji derve, hem jî di hundir de gelên bindest birizîne û
nava wî vala bike, ji hêz bixe, ji rastiya wî dûr bixe, ehlaqê
wan belav bike, çanda wan bihelîne û nirxên wan yên
pîroz qirêj bike. Armanca rêbazên şerê teybet bi kurtasî ji
bo serdestan ev e.
Wek tê zanîn bi sedan salane ku gelê kurd û dewletên
dagirker di nava şerekî de ne. Li her çar aliyê Kurdistan ev
şer hê jî didome. Heta niha ti rê û rebaz neman ku neyarên
gelê kurd bikar bînin. Serî li hemû riyan dane û hîna jî lê
didin. Komkujî, dardekirin, koçberkirin, pişaftin, wendakirin,
di zindanan de girtin û hwd. Hemû rê û rêbazên zext û zorê
ji kurdan re rewa dîtine. Helbet gelê kurd li hemberî van
dagirkeran ti caran serê xwe netewandiye û bi dehan caran
serî hildaye.
Heta niha neyarên kurd ti rê u rêbaz nehîştin ku serî lê
nexistine. Ji komkujiya fizîkî bigirin heta qirkirina çandî,
hunerî, ji tecawîzê bigirin qetilkirina zarokan û hwd. Bê
guman neyarên kurd jî wek hemû serdestan herî zêde serî
li şerê taybet dide. Di roja me ya îro de ev gihîştiye asta
Tebax 2010
Pêşengên berxwedanê jin û ciwan in.
Wekî tê zanîn pergalên serdestan herî zêde li ser ciwanan
dilîze. Dema kû em li îro dinêrin ev bi awayekî vekirî li
ber çavan e. Bi sedan ciwan di zindanan de ne, bi cezayên
giran tên ceza kirin. Di dibistanên heremê de tên pişaftin,
bi riya tiryak her roj tên jahr kirin. Tiryakî û fihûş ketiye
nava taxan.
Ji bo gelê kurd tiştê herî xetere ev yek e. Ji ber vê yekê
divê di serî de li dijî şerê taybet û pergala serdest têkoşînek
xurt bê rêxistinkirin. Rol û mîsyona vê yekê jî di serî de
dikeve ser ciwanên kurd. Divê her ciwan di vê mijarê de
xwedî helwest be û peywîra xwe bîne cih. Xwedî li rûmet,
nirx, çand û zimanê xwe derkeve.
60
STÊRKA CIWAN
L
Ê
K
O
L
Î
N
BOTAN
Bajarê WELATÊMIN
“Lê wekî her tim Botan,
bi hişmendî û çanda xwe,
dîroka Kurdistanê
xemilandiye. Ew
taybetiya Botiyan ji
doza azadî re jî buye pişt û
pal. Vê piştê barê azadiyê
bi şerefeke mezin
hilgirtiye û derxistiye
asoyên mirovahiyê”
Botan, xwedî dîrok û şaristaniyeke
bi qasî hezar sal kevn e. Di dîroka nivîskî de rêçên şaristaniya Gutiyan ji sê
hezar sal berê mayî hatine tespît kirin.
Ji xwe, paytexta împaratoriya Gutî ku
bi navê ‘Bajar’ kar aniye di nav sînorê
Silopî de ye.
Piştî Gutî`yan 2000 sal şûnde Babilî, paşê jî Asurî li Botanê hikûm kirine.
Beriya zayînê 612an de herêm, dikeve destê Med`an. Piştî wan bi dorê
Axamen (pers)î, Makedonî, Keldî, Sasanî û Bîzansî li herêmê dibin serdest.
Di salên 600î piştî zayînê de artêşên
misilmanan dikevin Botanê û bi dorê
Emewî, Ebasî, Selçoqî, Artûkî li herêmê hikmê xwe diajon.
Di dema Selefkosiyan de li Botan û
herêmên cîran ola îsewi jî belav bibû.
Heta wê demê Botan mala Keldaniyan
jî be ekserî Zerdeştî bûn.
Her wiha heta salên dawî, li botan
gelek malbatên Ermenî, Cihû jî hebûn.
Îro, gelek ji wan koç kirin ên mayî asîmîle bûne ..
Ji ber ku bi dehan şaristanî û împaratorî li Botanê desthilatdariya xwe
meşandine, ev herem di aliyê çandî û
Olî de bûye navendeke pir reng.
Botan bi çîroka keştiya Nûh jî navendeke pîrozê. Li gorî mîtolojî, bajarê Şirnexê, Cizîr û gundê Heştanê
piştî tofanê ji aliyê Hz. Nuh û Zarokên
wî ve hatine avakirin.
Cizîr, di dîrokê de ji mîrên Kurdistanê re bi piranî paytext e. Ango na61
vendeke binav û deng e. Di sala
1260an de paytexta hikumdariya Mîrêkiya Ezîzan e.
Mîrên Kurd, çi di dema Selçokî, û
çi jî di dema Osmaniyan de jî otonomiya xwe parastin e. Di sala 1840î de
Mîrê Botan Bedirxan Beg, Şirnex,
Cizîr û derdorên wê herêmê tevahî li
dijî Osmaniyan rakir ser pêyan.
Sînorên dewleta xwe ji Urmiyê heta
Amedê fireh dike. Li ser navê xwe
xûtbê dide xwendin û pere derdixe. Di
sala 1846an de Osmanî artêşeke mezin
dişîne ser Dewleta Mîrê Botan. Di encamêde nakokiya navbera Ap û brazî
serhildan li Kela Dihê tê fetisandin.
Mîr Bedirxan, sirgûnê girava Girîdê tê kirin û endamên din yên malbatêjî dîşînin Fîzan ê. Mîr Bedirxan ji
ber xizmetên xwe li Girîdê, dibe xwedî
destura çûyîna Şamê û bi malbata xwe
ya Girîdê koçî Şamê dike û di sala
1870an de li vir dimir e .
Navça Şirnexê, ELKê, di salên damezirandina Komara Tirk de jî dibe
qada Serhildanê. Di sala 1924an de
îhsan Nurî Paşa, endamên Komîteya
Azadiyê û di artêşa tirk de zabit e.
Di heman salan de Nasturî jî li vê
herêmê li dijî rejîma kemalîst serî hildidin. Lê ew jî bê encam dimînin. Piştî
ku hêzên Kemalîst serhildanên kurd li
herêmê difetsînin, Botan dikeve nava
bêdengiyê.
Dibin pêşengiya PKK de, tevgera
gerîla, di sala 1984an de baregehên
pêşî li herêma botan, di bin pozê bajarê
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
şirnexê de danîbûn. Gabar, Cudî û
Herekol, çirav û çiyayê Botan êdî
mazulvaniya şervanên kurd dikin.
Di serhildana netewî de li Şirnex,
Cizîr, Silopi, Qilaban, Hezex û derdorê ji sivîl û gerîlayan bi hezaran
kesan jiyana xwe ji dest dan ango
hatin wendakirin.
Botan, bi taybetî bajarê Şirnex,
Hezex û Cizîr piştî geşbûna şerê gerîla bibûn sembolê serhildana neteweyî.
Piştî derba Îlonê yek ji Serhildana
pêşin ya sala 1989an li Silopî bi
navê din `Girkê Emo` ye. Kuştina 6
gundiyan ji aliyê artêşa tirk ve gel
rakir serpêyan û êrîşê avahiyên dewletê kirin.
Heman salê de li Gundikê Melê ya
Şirnexê gundiyan li dijî zextên dewletê riya hevreşîmê ji çuyîn û hatinê
re girtin.
Di dîroka şirnexê,cizîr û girkê emo
de 21ê Adarê û 15ê tebaxê sala
1992an cihekî bi êş e. Di van her du
rojan de şirnex û navçeyên wê ji
aliyê eskerên tirk ve hate şewitandin.
Bi dehan sivîl hatin kuştin, bi hezaran xanî û dikan hatin wêran kirin.
Kesên ku bêhna welatparêzî jê dihat,
an dihat kuştin an jî dihate girtin.
Lê wekî her tim Botan, bi
hişmendî û çanda xwe, dîroka Kurdistanê xemilandiye. Ew taybetiya
Botiyan ji doza azadî re jî buye pişt
û pal. Vê piştê barê azadiyê bi şerefeke mezin hilgirtiye û derxistiye
asoyên mirovahiyê.
GIRKÊ ÊMO – SILOPî
Bajarê Girkê Emo an jî bi navê din
Silopiya, di sala 1960an de weke
navçe bi mêrdinê ve, û di sala 1990î
de jî bi şirnex ve hate girêdan.
Bajêr, li quntara Çiyayê Cudî hatiye avakirin û çend kîlometre dûrî
sînorên Başûrê Kurdistanê ye. Riya
Tebax 2010
Hevreşîmê, di nav sînorê Girkê Emo
re derbas dibe. Hejmara Şêniya Silopiya li derdora 50 hezarî ye.
Deriyê Xabur, derî û çavkaniya
aboriya herêmê ye jî. Girkê Emo û
Cizîr, bi taybetî bi riya xaburê ve girêdayî ne.
Her roj bi hezaran wesayît ji deriyê xabur re derbas dibin. Barê wesayîtan jî mazot e. Bi dehan dikan,
pêdiviyên kamyon û şoforan tedarîk
dikin û aboriya bajêr dimeşînin.
ŞIRNEX – ERDNîGARî
Di sala 1991ê de başûrê Kurdistanê
serî hilda. Piştî ku kurdistan kete bin
destê hêzên kurd, dewleta tirk ji bo
aboriya kurdan bifetisîne car caran deriyê xaburê ji bazirganiyê re digire.
Şirnex, sînorê başur, bakur û rojavayê kurdistanê digihîne hev. Her
62
wiha ev bajar, di nav eyaletên Botan,
Behdînan û Mêrdînê de jî weke pirek
e.
Rêya Hevreşîmê ku ji vê herêmê
derbas dibe jî, Kurdistan û tirkiyê bi
rojhilata navîn ve girê dide.
Her wiha xeta petrola Kerkukê jî
di ser vî ve digêje bajarê Îskenderûnê
dibe. Bi van taybetiyên xwe Şirnex,
xwedî cihekî stratejîk e. Ji bakur ve
cîranê Sêrt û Wanê; ji rojava ve jî cîranê Mêrdîn û Batmanê ye.
Di nava merîdyenên Rojhilat yên
37 û 38an di nav paralelên bakur yên
42 û 40î de cih digire. Navenda bajêr,
di sê goşeya quntarên Cûdî, Gabar û
Herekolê de hatiye damezirandin.
Firehiya axa Şirnexê jî 7172 kîlometre kare ye û ji bilî deşta nava
Cizîr û Girkê Emo tev çiya ye. Helbet di erdnîgara Şirnexê de çiyayê
herî bi nav û deng çiyayê Cudî ye.
STÊRKA CIWAN
Ev çiya destpêkek ji sîlsîleya bilindahiyên Kurdistanêye.
Cudî, çiyayekî volkanikê sarbuyi
ye. Lutkeya herî bilind ku digêje
2114 metroyan girê Çeko ye.
Cudî, ji ber ku di efsaneyên kevin
de wek mekana keştiya Nuh derbas
dibe, di nav gel de çiyayeke pîroz e.
Deverên ku di rîvayetên pîroz de derbas dibin li bakurê Kurdistanê gundê
binavê Girê Çolyaye.
Tê bawer kirin ku bermayiyên
keştiya nûh li vê derê ne. Ev der
meydaneke ku bi qasî 500 metre kare
fireh e. Ev meydan bi navê sefîne tê
naskirin. Sefîne, di zimanê erebî de
tê wateya keştî yê.
ÇAND û HUNER
Çiya û deştên şirnexê, ji aliyê çem,
av û rubaran ve jî dewlemend e.
Çemê navdar yên şirnexê ava botan,
rusor, avka masiyan, ava besta,
hincê, ava besta meryemê, çemê
hêzil, ava Xêbûr û Dîcle ne. Her
wiha di nava gelî, çiyayên asê yên
şirnexê de gelek avên piçûk jî diherikin.
Erdnîgariya Şirnexê, ji aliyê madenên ve jî dewlemend e. Li quntarên
cudî, bi milyon ton rezerveyên komirê
heye.
Şirnex, li bakurê kurdistanê yek ji
wan bajarane ku jiyana şunewarî hê
jî lê didome. Taybetiyeke şirnexiyan
an botiyan, girêdana cil û bergê wan
e. Helbet gava qala girêdana şirnexiyan tê kirin şal û şapik tê bîra mirov.
Van kincana ne tenê li Botan, her
wiha li herêmên Behdînan û Zagrosan jî tên li xwe kirin.
Taybetiya şal û şapik, ji qumaşê wî
tê. Ev qumaş li herêmê ji sedan sal
vir ve bi tevnan tê risandin. Benikê
vî qumaşî hiriya saf e. Şirnexî, xuyaye ku tim li ser kevneşopiyên xwe
dimeşin, xortên nû ku radibin tiştên
kevin nakin.
Helbet dema ku navê Şirnex tê
gotin, kilîmên jîrkî tên bîra mirov.
Kilîmên jîrkî navê vî bajarî bi cîhanê
dane naskirin. Li navçeyên Bêşebab,
Qilaban û li navenda Şirnex tên rîsandin.
Ev motîfên ku her yek çîrokek
tînin ziman, bi sedan salin di tiliyê
keç û jinên jîrkiyan de dijîn.
Bajarê şirnex, li gorî sîstema rêveberiya rejîma tirk vîlayete. Bi navê
Bêşebab, Qilaban, Girkê Emo, Cizîrê,Hezex û Findiqê 6 navçe hene.
Bi van navçan re 234 gund jî li ser
ve hatin berdan. Runiştvanên bajêr
kurd in. Gelê Şirnexê bi zaravayê
Kurmancî diaxive û misilman e.
Heta salên 1990, li navçeya Elkê û
Hezex çend gundên Keldanî û Asûrî
hebûn jî, ji ber zextên rejîmê koçî
Ewrûpa û metrepolan kirin.
Hejmara şirnexê, tevî navçeyan
nêzî 300 hezarî ye. Helbet piştî destpêka şerê çekdarî, bi deh hezaran şirnexî koçî metrepolan an jî ewrûpayê
kirin.
DîROKA ŞIRNEX
Li gor rîvayetên pîroz, navê bajarê
şirnexê ji peyva şarê nuh tê. Katîp
çelebî, ku di salên 1070an de li herêmê digere û çavderiyên xwe bi
navê seyahatname pirtûkek dinivîsîne. Dibêje ku çavkaniya vê îddayê
tofana Hz. Nuh e.
Heman rîvayet di pirtûkên şaristaniyên cudî, babîl û asuriyan de jî derbas dibe. Li gor efsaneya keştiya
nuh, piştî ku tofan derdikeve, li ser
çiyayê cudî disekine. Şêniyên
keştiyê, yekem car li bakurê çiyayê
cudî, li bajarê şirnexê bi cih dibin û
vê derê weke bajarê Nuh bi nav
dikin.
Di demên dawî de ev peyv di nava
gel de weke şirnex hatiye binavkirin.
63
Şirnex, di demên kevin de weke xopanekê bi cizîrê ve girêdayî bûye.
Piştî damezirandina komara kemalîst, weke navçe bi Sêrtê ve tê girêdan. Di sala 1990î de jî weke vilayet
bi serê xwe hatiye birêxistin.
Xaka vilayeta şirnex, di dîroka
xwe de ji gelek şaristaniyan re paytextî kiriye. Paytexta dewleta babîl a
yekem ku ew jî weke babîl tê zanîn
û di nav sînorên navçeya cizîrê, di
nav erdê gundê kebelî de cih digire.
Dîsa paytexta împaratoriya Gutî ku
bi navê bajar kar aniye di nav sînorê
bajarê silopî de ye. Li gorî mîtolojiya
pîroz, bajarê şirnex, cizîr û gundê
heştan piştî tofana mezin ji aliyê Hz.
Nuh û Zarokên wî ve hatine avakirin.
Di rîvayetan de tofan wisa derbas
dibe. Dema ku mirovahî sera pêketiye nav gunehan dinya bizin bû, xerabûye û lewitî bûye.
Nuh, kesekî oldar e. Di xewna
xwe de yezdan dibîne. Yezdan fermana çêkirina keştiyekê dide. Divê
Nuh ji her cisim kî ji jîndaran mê û
nêr bigire keştiya xwe û tevî mirovên
bawirmend têkeve keştiyê, derî û paceyan bigire. Ew ê tofanek mezin
rabe û wê rûyê erdê paqij bike. Nûh,
piştî vê xewnê keştiyeke mezin çêdike û tiştê jê hatiye xwestin dike.
Paşê tofan radibe û bi rojan dewam
dike. Erd hemû di bin avê de dimînin. Li rûyê cîhanê tenê rêwiyên
keştiya nûh zindî dimînin. Keştî bi
rojan li ser avê disekine, tofan radiweste. Piştî demekê keştî li cihekî
asê disekine û her diçe av jî vedikeşe.
Zindiyên ku ji keştiyê tên valakirin li
der û dora çiyayê cudî belav dibin.
Li gorî efsaneyê, di keştiya Nuh de
80 kes heye. Piştî ku ji keştiyê peya
bûne, gundê heştan avakirine. Gund,
îro ji aliyê eskerên rejîmê ve hatiye
şewitandin.
***
Tebax 2010
STÊRKA CIWAN
:)
:)
Mizah
Dağcılar
Biri normal konuşan, diğeri kekeme olan iki arkadaş,
bir dağa tırmanıyorlarmış. Tırmanış sırasında kekeme olan
sürekli bir şeyler söylemeye çalışmış ama diğeri hep
“yukarıda söylersin” diye geçiştirmiş.
Yukarıya çıktıklarında kekeme güç bela konuşmuş: “Mmmm... mallll... malllzzemeee... mallzzemeeleerri...
aşş... aşşaaddaa... unutt... unutttukk...” Başlamışlar aşağı
inmeye. Kekeme yine bir şeyler söylemeye çalışıyormuş
ama diğeri bu sefer de: -“Aşağıda söylersin” diyormuş.
Aşağı inmişler, kekeme yine konuşmuş: -“Aaa... abbbbii... Şşşaaa... şşşaakaa... yaappp... tımmmm...”
Feminist Kongresi
Feminist kongresinde Amerikalı kadın söz alır: “Ben
çok iyi bir şirketin genel müdürüyüm, bir gün alışveriş
yapmaktan bıktım ve kocama dedim ki; ‘Bundan sonra
alışverişi sen yapmalısın.’ Birinci gün yapmadı, ikinci
gün yapmadı, üçüncü gün yaptı...”
İngiliz kadın kürsüye gelir: “Ben uluslararası bir şirkette üst düzey yöneticiyim. Bir gün kocama dedim ki;
‘Bulaşık işlerine artık sen bakmalısın.’ Birinci gün yapmadı, ikinci gün yapmadı, üçüncü gün baktım yaptı...”
Fadime çıkar kürsüye: “Ben de bir gün kocama dedim
ki, ‘Ben bu çamaşır işinden bıktım. Bundan sonra
çamaşırları sen yıka.’ Birinci gün görmedim, ikinci gün
görmedim, üçüncü gün şişlik inmeye, gözüm yavaş
yavaş görmeye başladı.”
Tebax 2010
64

Benzer belgeler