15 - Dergi Bursa

Transkript

15 - Dergi Bursa
www.dergibursa.com.tr
Yıl:3 - Sayı:15 - Haziran / Temmuz 2013 - Fiyat›: ¨ 7
G E Z İ
-
F O T O Ğ R A F
-
K Ü L T Ü R
-
S A N A T
BURSA’DAN TARİHİ AYDINLATAN İZLER
SÖĞÜT - ULUDAĞ YÜRÜYÜŞ YOLU
NAZIM’IN BURSA’DAKİ İZLERİ
EVLİYA ÇELEBİ YOLU
İZ BIRAKAN KARELER
SHERLOCK HOLMES
TÜRK KAHVESİ
PINK FLOYD
ALAÇATI
MADRİD
PELE
İZ
1
arka plan
Yıl: 3 Sayı: 15 / Haziran - Temmuz 2013
ISSN: 2146 - 1457
Yerel Süreli Yayın (2 Aylık)
İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni
Engin Çakır (Sorumlu)
[email protected]
Koordinatör
Emine Korku
[email protected]
Fotoğraf
Demet Argun Güngör, Engin Çakır,
Özgür Çakır, Sezai Evans
Grafik Tasarım
Photo Graphica Creative
[email protected]
Yayıncı / Yapımcı / Yönetim
Yazı İşleri
Ferhan Petek
[email protected]
Reklam İletişim
Asya Sılacı
[email protected]
T. (0224) 233 87 11
Çorbada Tuzu Olanlar
Ahmet Yılmaz,
Celil Sezer,
Dilek Kopuz,
Emine Civanoğlu,
Gökay Mutlu,
Güney Özkılınç,
Özgür Çakır,
Özlem Şenkoyuncu,
Salih Mutlu,
Serkan Duru,
Psk. Ayşegül Alkış,
Doç. Dr. Necmi Karul,
Uz. Dr. Murat Küçüktaş,
Uz. Dr. Mustafa Ercan,
Uz. Dr. Ferda Firdin
2
Çekirge Mah. Selvili Cad.
No:12 Çelebi 2 Apt.
D.1 Osmangazi / BURSA
T. (0224) 233 87 11
www.photographica.com.tr
Baskı
Dağıtım
Dijital Yayıncılık
www.dergibursa.com.tr
www.furkanofset.com.tr
www.seckurye.com.tr
Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır.
Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve
konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir.
Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir.
3
plan
plan
tek karede bursa Bursa’nın ufak tefek izleri
8
bursa dokusu
İz peşinde doğa yürüyüşü
18
foto öykü
Söğüt’ten Bursa’ya Osmanlı’nın izinden – Gökay Mutlu
20
bursa dokusu
Tarihi aydınlatan izler
28
detaylı bakış
Tarihi izlerden Bursa panoraması
38
sağlık
Uzman yazıları ile sağlık konuları
40
eğitimin psikolojisi
Travma izlerine yaklaşımlar - Ayşegül Alkış
48
d. armağansın Dünyaya “iz” bırakın - Serkan Duru
50
serbest yazı
Mavi okyanus ile iz bırakmak - Özlem Şenkoyuncu
52
detay
40 yıl izi kalır - Türk Kahvesi
54
kitabi
Kokudan daha kalıcı bir iz var mı? - Emine Civanoğlu
60
detaylı bakış Evliya Çelebi’nin izinde
62
bursa dokusu
Nazım’ın Bursa’daki izleri – Güney Özkılınç
64
armoni
Müzikte felsefenin iz düşümü – Pink Floyd
72
film şeridi
Hayali efsanenin gerçek izleri – Sherlock Holmes
78
evrensel sanat
Çağdaş sanatın ilk izleri - Goya
82
fotoğrafa yazı
Sana – Celil Sezer
86
odak noktası
İz bırakan 16 kare
92
yakın plan
Gölün üzerinde iz bırakan her şeye
104
mekân kâşifi
Serinliği rüzgardan, sıcaklığı Alaçatı’dan – Kapari Otel
106
gezi-yorum
Rüzgârın izinde, etekleri taş dolu bir Egeli - Alaçatı
108
uzaktaki yakın
“Madrid entrar y salir” - Özgür Çakır
122
teknoloji
İzle, bul ve tıkla
138
bilgi hapı Zaman kazandıran izler - QR Code / Parmak izsizler
g.zaman kipinde
Dizi gider izi kalır
144
hayat hikayesi
Futbolun ayak izi - Pele
150
www.dergibursa.com.tr
4
140
5
editör notu
“İz” yazının ta kendisi
“Söz uçar, yazı kalır” diyen eskiler haklıydı. Evrene iz bırakmak isteyen insanoğlu bunu “yazarak”
başardı. İzi silinenlerin izini sürenler neyin peşinden gitti? İzinden yürünen insanlar neyi keşfetmişti?
Üzerime düşmez ama “izin” verin açıklayayım çünkü diyeceklerim(iz) var.
Anlaşılacağı üzere elinizdeki bu
derginin teması “iz” kavramı üzerine.
Dolayısıyla izine düştüğümüz birçok
konu da oldu. İzi belirsiz olanlarla
ilgilenmek yerine şehrin izlerinin peşine
düştük. Ele aldığımız tüm konuların
ortak noktasında geçmişten geleceğe
bazı ayak izleri bulduk. Neredeyse
bir kriminolog gibi iz sürdük. Parmak
izinden, kahve telvesine kadar bize elle
tutulur ya da gözle görülür sonuçlar
“bırakan” bazı iz düşümleri aradık.
İzine uyduğumuz ve değer verdiğimiz
konuları sizinle paylaştık. Tespitim ise
bu yazının başlığı oldu. Okuduğunuz
bu satırlar dahi, bizden bir iz kalacak
şu andan itibaren. Bu yüzden yazıyoruz
zaten. Evrene iz bırakıyoruz.
Doğada hayatta kalabilmenin yolu
diğer canlıların izine düşmekten geçer.
İzini kaybedip ortadan kaybolan hiçbir
canlı doğada var sayılmaz. Bir şeyin
geçtiği veya daha önce bulunduğu yere
hiçbir iz bırakmaması ne teknik olarak
6
ne de felsefi olarak mümkün değil.
Mutlaka bir belirti ya da nişan, diğer bir
ifade ile alamet kalır geriye. Emareleri
takip ederek bir şeyler öğrenebiliriz.
Yaptığımız her şey ile başka bir şeye
dokunup geriye mutlaka bir eser
bırakırız. Bunun en güzel kanıtı, işte
dedim ya bu yazının ta kendisi. Hatta
daha ufku açık bir bakış açısıyla yazının
kendisi insanlık tarihinin en önemli
dönemeci ve ilk bilgi devrimi sayılabilir.
Bu işin devrimcisi, çivi yazısıyla
toprakdaşımız Sümerlerdi. Eski Mısır
hakkındaki bilgilerinizi hatırlayın, –
mutlaka bir yerlerde ‘yazıyordu’ ve siz
okumuştunuz- Papirüs diye bir şey
vardı. Bitki yapraklarına yazılan yazılar,
taşlara ve sıkıştırılmış topraklara yani
tabletlere –tabi bugünkü anlamıyla
değil- kazılarak günümüze dek kaldı.
Yazı, kulaktan kulağa yöntemine göre
daha güvenilir ve uzun ömürlüydü.
Yine birilerinin yazdığı ve bir yerlerden
okuduğumuz yazıları hatırlayın
şimdi de. Mısırlılardan bayrağı
devralan Çinliler mürekkebi ve kağıdı
bulduğunda, olup bitenler iyiden iyiye
kalıcı hale geldi. Tabi matbaanın icadını
anmadan geçmek de olmaz. Neler
okudunuz, neler yazılmadı ki bugüne
kadar? Dil kavramı bile farklı boyutlar
kazandı yazıyla birlikte. Kullanım
talimatlarından tutun da destanlara
kadar her şey yazıldı, çizildi...
(Sanıyorum bu tabir çivi yazısını
literatürümüze sokan Sümerlerden beri
kullanılıyor.)
Sonuç olarak size bir dergi dolusu
“iz” bulduk. Adım adım takip eder
okursunuz artık. İz sürmede çok
iyi olduğunuzu yakinen biliyorum.
Diyeceğim o ki, “iz” yazının da yazanın
da, okuyup anlayanın da ta kendisi.
Keyifli okumalar.
Twitter@editornotu
akır
Ç
n
i
g
n
E
7
tek karede bursa
Barışın
Bursa’daki
-iziMudanya Mütareke Evi
Müzesi’nin önündeki
barışın simgesi güvercin
heykelinden yakın
plan bir fotoğraf... Bu
heykel Türk Kurtuluş
Savaşı’nı sonlandıran
Mudanya Mütarekesi’nin
imzalandığı tarihi evde
barışın hala nefes aldığını
kanıtlar gibi her gün
konuklarını selamlıyor...
Mudanya, Bursa - 18.04.2010
8
9
tek karede bursa
Yapay
gölün
doğal
izleri
Bursalıların su
ihtiyacını karşılamak
amacıyla Nilüfer
Çayı üzerine kurulan
Doğancı Barajı,
çevresindeki piknik
alanları ve kır
lokantaları ile sosyal
ihtiyaca da hitap
ediyor. Yapay gölün
oluşturduğu doğal
izler, bölgeyi ziyarete
gelenlere seyre değer
bir görsellik sunuyor.
Doğancı Barajı, Bursa – 22.10.2012
10
11
tek karede bursa
Bana bir şimşek çak, izi kalsın
…bana bir şimşek çak
içim içime sığmıyor artık
vahim bir çağrışımdan
daha vahimine atlamaktayım
bana bir şimşek çak
belki fena halde
yanılmaktayım…
Atilla İlhan
12
Mudanya açıkları, Bursa - 18.08.2006
13
tek karede bursa
Rüzgârın
-izi-
Rüzgârın izinde gitsek
biz de, suya dokunsak
önce, salkım söğüt
gölgesinde dinlensek.
Sonra essek, geçsek.
Kavuşur muyuz o hep
peşinde koştuğumuz
özgürlüğümüze?
Gölyazı, Bursa - 09.08.2009
14
15
tek karede bursa
Günün
ilk izleri
Hasret
Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların
Boy verip görünmek
istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara
gemiler gider.
Gergin beyaz yelkenleri
doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir
gün olsun nöbete yeter.
Ve mademki bir gün ölüm
mukadder
Ben sularda batan bir ışık gibi
Sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Nazım Hikmet
Mudanya Yıldız Tepe’de Gündoğumu,
Bursa - 01.06.2010
16
17
bursa dokusu
İz peşinde doğa yürüyüşü
Fotoğraflar: Demet Argun Güngör
Yazla birlikte hepimize göz kırpan doğa etkinlikleri, şehrin stresli yaşamından bunalanlara ilaç olurken;
çevresi ve özellikle de Uludağ’ın varlığı ile Bursa, özgürlük ve macera tutkunu Bursalıları doğaya
çağırıyor. Özel bir yeteneğe bağlı olmadan, her yaştan sağlıklı insanın yapabileceği doğa yürüyüşleri;
iz peşinde bir serüvene adım atacakları bekliyor.
Bir kelebeğin peşine takılıp saatlerce
yürümek ya da yerde gördüğünüz
ayak izlerinden, o yoldan sizden önce
hangi canlının geçmiş olduğunu tahmin
etmek... Hiçbir araç kullanmadan,
sadece yürüyerek uzun yollar aşmanın
zorluğu, şehir hayatının yarattığı
hantallığı üzerinizden atana kadar
tahammül sınırlarınızı zorlayabilir.
Ama önceden belirlenen bir rota ile
18
doğadaki izleri takip ederek geçtiğiniz
yollarda gördükleriniz ve yürüyüşün
sonunda yaşayacağınız, bir hedefe
ulaşmanın verdiği zafer duygusu ile tüm
yorgunluğunuzu unutabilirsiniz. İnsanın
gizeme olan ilgisi, doğaya duyduğu
özlem ve daha sportif bir yaşam ihtiyacı
zamanla daha fazla bastırılamaz hale
gelince, zaten bir bütün olan doğa ve
insanın bir araya gelmesi için farklı
seçeneklerin üretilmesine sebep oluyor.
Tabi ki belli kuralları ve uzmanlık
gerektiren durumları var ama bu
bilgileri uzmanından alacağınız eğitimle
edinebiliyor, olmazsa olmaz bazı
eksikleri tamamladıktan sonra kendi
oluşturduğunuz bir grup ile de yola
çıkabiliyorsunuz.
Doğada yapılan bu iz sürme etkinliği,
konforlu olmadığı gibi aksine ciddi
zorluklar içeriyor olması nedeniyle bir
eğlence turu olarak kabul edilmiyor.
İnsanın doğa ile uyum içinde yürüyüş
yapması amacını da taşıyan doğa
yürüyüşleri, sadece hedefe varmak
için yapılan bir yarış gibi görüldüğünde
taşıdığı ruhu kaybediyor ve sadece
yorucu bir etkinliğe dönüşüyor. Yalnız
ruhun değil bedenin de yararlandığı
bu spor, doğa sevgisini arttıran
tempolu yürüyüşler içeren özelliği ile
uzun yıllar yapılabiliyor. 1 saatlik bir
doğa yürüyüşü ile ortalama 500 kalori
yakacağını öğrenen çoğunluğun da
tercih ettiği doğa yürüyüşleri, turizm
acentelerinin sunduğu tur paketleri
ya da bu amaçla kurulan kulüplerle
bağlantıya geçilerek yapılabiliyor.
Kampçılık deneyimi olan, rotayı bilen
uzman kişilerin rehberliğindeki bu
yürüyüş; kasları güçlendiriyor ve
endorfin salgılanmasını sağlayarak
stresi azaltıyor. Unutulmaması gereken
detaylar arasında, bazı malzemeler ve
bilinmesi gereken bazı püf noktaları
bulunuyor.
Yürüyüşünüzü daha kolay hale getirip,
her adımın tadını çıkarabilmenizi
kolaylaştıracak bazı eşyalara
ihtiyacınız oluyor. Bunlar arasında en
önemli iki tanesi diğer malzemeleri
koyabileceğiniz dayanıklı bir sırt
çantası ve bileğinizi saran, tabanı
toprak zeminde kaymayan yürüyüş
ayakkabıları. Sırt çantanızın içinde
asgari ihtiyaçlarınızın olması gerekiyor.
Doğada her şey ihtiyaç duyulabileceği
muhakkak ancak en önemlilerinin
hemen ulaşabileceğiniz yerde olması
doğadaki keyfinizin sürekliliğini
sağlıyor. Yağmurluk, el feneri, sağlam
bir matara, pusula, şapka gibi eşyalar,
günübirlik bir doğa yürüyüşünde ihtiyaç
duyacağınız malzemeler. Malzemelerin
gerekliliği çıkacağınız doğa
yürüyüşünün mevsimine ve türüne göre
de değişkenlik gösteriyor.
Yapacağınız doğa yürüyüşünde,
önceden belirlediğiniz rotaya göre
hareket edebilir ya da bir izi takip
ederek yeni yerler keşfedebilirsiniz.
Doğanın sınırsızlığında yaşayabildiğiniz
özgürlüğün tadını çıkarmakla birlikte
rehberiniz ve yürüyüş ekibinizden
çok da uzaklaşmamanız gerekiyor ki
doğa maceranız kabusa dönüşmesin.
Gideceğiniz yer ile ilgili önceden
araştırma yaparak o yer hakkında
bilgi edinebilirsiniz. En sık kullanılan
rotalardan birini seçebilir ya da kendi
tercihinize göre oluşturacağınız
rotaların izinden gidebilirsiniz. İşte
Bursalı doğaseverler tarafından en
çok tercih edilen doğa yürüyüşü
rotalarından bazıları;
1 - Oteller Bölgesi - Cennetkaya
2 - Oteller Bölgesi - Sarıalan - Çobankaya
3 - Oteller Bölgesi - Softaboğan Şelalesi
4 - Oteller Bölgesi - Hanlar Bölgesi Bağlı Köyü
5 - Volfram - Madenler Bölgesi - Göller
Yöresi
6 - Cumalıkızık - Kanlı Gölet Şelalesi
7 - Madenler Bölgesi - Göller Yöresi
8 - Soğukpınar Köyü - Ketenlik Yaylası Aras Şelalesi
9 - Bakacak Mevkii - Cumalıkızık
10 - Keles - Kocayayla - Kendir Yayla Alaçam Yaylası
11 - Keles - Gölet - Kocayayla
12 - Teferrüç - Beşevler Mahallesi –
Erikliyayla - Abıhayat - Kadıyayla
13 - Maksem - Süleymaniye Köyü
14 - Teferrüç - Beşevler Mahallesi Gölgeli Kaynak
15 - Maksem - Kadıyayla
16 - Kadıyayla – Tonozyayla - Sarıalan
19
foto öykü
Kilimligöl ve Uludağ Tepe
20
Yazı ve fotoğraflar: Gökay Mutlu
Söğüt’ten Bursa’ya: Osmanlı’nın izinden
Söğüt’ten Bursa’ya gelirken geçen yedi günün notlarından oluşan bu öykü, macera dolu bir doğa
rotasından izlenimleri anlatıyor. Gökay Mutlu’nun aldığı bu notlar hem doğadan, hem Osmanlı’nın
geçmişinden hem de Bursa’nın kırsalından detaylar saklıyor.
Osmanlı Beyliği’nin izini sürmek ve
Kayı Boyu’nun göç yolunu takip etmek
için, sabah ekibimizle birlikte Söğüt’e
ulaşıyoruz. Selçuklu Sultanı Alaattin
Keykubat Ertuğrul Gazi’ye Söğüt’ü
kışlak, Domaniç’i yaylak olarak vermiş.
Ertuğrul Gazi (1281 - 1282) yaşamını
yitirince yerine oğlu Osman Bey aşiretin
başına geçmiş ve yeğeninin Ermeni
Beli’ndeki savaşta ölümü üzerine,
İnegöl’e yakın Kolaca Kalesi’ni ele
geçirmiş. Osman Gazi Bizans kuvvetleri
ile çarpışarak batıda topraklarını
Bursa’ya kadar genişletmiş ve ölmeden
önce yerine Orhan Gazi geçmiş...
Söğüt’te Ertuğrul Gazi ve alplerin
mezarlarını ziyaret ettikten sonra,
Kayı Aşireti’nin göç yolu olan
yürüyüşümüzün başlangıcı; Bozüyük,
Dodurga üzerinden Camiliyayla
21
foto öykü
Söğüt’teki Ertuğrul Gazi Türbesi
Köyü’ne ulaşıyoruz. İlk yazılı kaynaklar
Kayı Aşireti’nin göç yolarını Bilecik,
Yarhisar ve İnegöl gösterir. Kayı
Aşireti’nin en güçlü kolu olan Karakeçili
Aşireti ise yayla güzergâhlarının da
ilk konaklama yeri olarak Söğüt ile
Bozüyük arasındaki düzlük, sonra
İnönü (İnönü Şehitliği’nin bulunduğu
yer) ardından Kocakonak, daha
sonra Devlez, Harami Dere ve en
sonunda Mızık Çamı. Yedi yurtta
konaklanan yerlere Yörükler “yurt”
der, Domaniç’e ulaşırlarmış. Yaz
boyunca da Domaniç’in yaylaları
Kazmut, Eğridere, Bileylik, Karagöl,
Karabatak, Kızılsaray, Kocayayla,
Üçtepeler yaylakları olurmuş.
Camiliyayla Köyü 93 Harbi sırasında
topraklarını terk eden Bulgaristan
göçmenleri tarafından kurulmuş ve
bugünlerde köy terk edilmiş durumda.
22
Camiliyayla Köyü
Köyün güneyindeki toprak yollar çam
ağaçları arasından Kütahya Domaniç’e
bağlı köylere gidiyor. Köye 500 metre
kala yürüyüş için son hazırlıklarımızı
yapıyoruz. Bugünkü kamp yerimiz 3
saat uzaklıktaki Kömürsu Yaylası. Bu yıl
yağmurlar uzun bir süre yağdığından
çayırlar hala yeşilliğini koruyor.
Buradaki tepeler Uludağ sıralarının
bozkırla buluştuğu son tepeler..
Sarıçam ve köknar ağaçlarıyla kaplı.
Ertuğrul Gazi’ye yaylak olarak verilen
bu bölge Kayı Aşireti’nin uçlarıydı ve
muhtemelen Bizans ile ilk karşılaşmaları
da buradaki vadi ve tepelerde oldu.
Camiliyayla’nın doğusundaki Kale
Tepe, önümüzdeki Kızılsaray, kamp
yapacağımız Kömürsu Yaylası; Ertuğrul
Gazi’nin ve Osman Gazi’nin efsane ve
gerçekler arasında dolanan hikâyeler
ile dolu. Buralara yolu düşenlere
anlatılıp durulur. Yarım saat sonra
Sofular Yaylası’na ulaşıyoruz. GPS
kayıtlarından sonra orman yolundan
batımızda kalan Kömürsu Yaylası’na
doğru yükseliyoruz. Sırtın sağından
ayrılıp yükselen yol terk edilmiş yangın
kulesine gidiyor. Kuleden Camiliyayla
Köyü, güneydoğudaki Türkmen
Dağları, Mezitler’in çıkışındaki İnegölBozüyük yolu ve doğuda bozkırın uçsuz
bucaksız toprakları gözünüzün önüne
seriliyor. Sırtı aştıktan sonra güneyden
kuzeye doğru uzanan Kömürsu
Yaylası’na ulaşıyoruz. Kamp yerimiz
yaylanın ortasında, batıya doğru
sokulan vadinin içinde.
İkinci Gün: Güneşin ısıttığı yaylada
gece düşen çiğ sabah sis olarak
yükselirken bizlerde yavaş yavaş
çadırlarımızdan çıkmaya başladık
Kömürsu Yaylası
ve kahvaltımızı yaptık. Herkes hazır
olunca kamp yerinin kuzeyindeki orman
yolundan yürüyüşümüz başladı. Bir
saat sonra Yirce Dağı’nın en yüksek
yeri önümüzdeydi ve çeşmeyi geçtikten
sonra yükselmeye başladık. Doruk
noktası ilk çıktığımız yerin kuzeyindeydi
ve beş dakika sonra Üç Tepeler’in
en yüksek noktasına ulaştık. Dağın
zirvesi çevresine göre bir ada gibi
yükseliyordu ve her yön farklı bir orman
kuşağını barındırıyordu. Geldiğimiz
yön ve doğusu köknar ağaçları
arasındaki ardıçlıklarıyla Uludağ’a
benzerken, güneybatısı sararmaya yüz
tutmuş çayırı ve çam ağaçlarıyla Ege
Bölgesi’nin karakterini sergiliyordu.
Gideceğimiz kuzeybatı ve kuzey yönü
ise kayın ormanlarının egemenliği
altındaydı. Ertuğrul Gazi’nin, aşiretiyle
yaylalara göç ederken “Bu yayla duman
Domaniç Dağları
içinde, Duman İçi Yaylaları bizim
yurdumuzdur’’ dediği Duman İçi adının
zamanla Domaniç halini aldığı söylenir.
Zirveden sonra, önce Domuzkertiği
Yaylası, oradan Karabatak Yaylası’na
ve akşamüzeri 2. gün kamp yerimiz
olan Domaniç Safa Köyü’nün yaylasına
ulaşıyoruz. Osman Bey Karacahisar
Tekfuru ile işbirliği yapan İnegöl
Tekfuru ile ikinci kez tekrar savaşır ve
savaşın yapıldığı Domaniç Beli’nde
kardeşi Saru Yatu yaşamını yitirir.
Üçüncü Gün: Kamp yerimizden
Safa Köyü’nün taş döşeli yoluna
çıkıyoruz. Köy buraya 2 km uzaklıkta,
Domaniç Dağı’nın güneye bakan
yüzünde. Yüzümüzü batıya dönerek 10
dakika sonra Domaniç Kocayayla’ya
ulaşıyoruz. Domaniç Orman
İşletmesi’ne bağlı odun depoları ve
karayollarının bakım binaları var.
Kütahya’nın Domaniç ilçesi buraya 10
km uzaklıkta ve Kuzey Ege’ye bağlantı
yolu buradan geçiyor. Kocayayla eski
zamanlardan bugüne dek tek geçiş
yolu olarak önemini korumuştur.
Domaniç Beli de denilen bu geçidin bir
başı Domaniç’in doğusundaki Çukurca
Köyü, diğer başı ise İnegöl’ bağlı Mizal
(Gündüzlü köy) Köyü’dür. Orman
depolarının içindeki yoldan batıya
doğru ilerleyişimizi sürdürüyoruz. Kayın
ağaçları, bir asrı geçen ömürleriyle
güneşin yakıcı ısısından korumak
için üzerimize kol kanat oluyorlar.
Bir süre sonra buz gibi çeşmenin
başında duruyoruz. Aslında buralarda
çeşme olabilecek bir kaynak yok ama
bir süre sonra gerçeği öğreniyoruz.
Çeşmenin biraz ilerisinden gelen
orta yaşın üzerinde bir bey çeşmenin
23
foto öykü
suyunu buraya 1 km uzaklıktaki
kaynaktan getirdiği ve çocukluğunun
buralarda geçtiğini belirtti. İsminin
Kerim olduğunu öğreniyoruz. Eskiden
buraların Yörüklerin yaylak olarak
kullandıkları, her ağacın altından
kuzuların meleşmeleri, köpeklerin
havlamaları duyulduğunu, dağ taş
insan dolu olduğunu, hayvanların otları
bitince başka yaylalara geçildiğini
özlemle anlattı: “Kışlamız Balıkesir’di.
Ama şimdi buralar ölü. Kazmut
Yayla’da da artık Yörükler çıkmıyor.
Ben de orada bir hafta kalıp çadırımı
kuruyordum, şimdi sadece pikniğe
geliyoruz.” Yolumuz uzun olduğundan
vedalaşarak ayrıldık. Yol boyu ilerlerken
15 dakika sonra bir çeşme başında
Allıkaya Tepesi
24
tekrar mola veriyoruz. Moladan sonra
toprak yol yavaş yavaş yükselmeye
başladı ve 30 dakika sonra Kazmut
Yayla’ya ulaştık. Önceki gelişimizde
her zaman burada sürüleriyle Yörükler
bulunurdu ama bu defa yaylaya
sessizlik çökmüştü. Kayı Aşireti’nin son
Yörükleri de burayı terk etmişti. Kazmut
Yayla’dan 2 saat sonra Domaniç
Dağları’nın en yüksek noktası Darı
Tepe’ye ve oradan Bileylik Yayla’ya
geçiyoruz. Yörüklerin söylenceleri
Osman Gazi’nin çocukluğunun
buralarda geçtiği ve Osman Gazi’nin
ninesi Hayme Ana vefat edince buraya
yedi saat uzaklıktaki Çarşamba
Köyü’ne defnedilmiş. Yaylanın
kuzeyindeki vadi Oylat Deresi ve
Aynalıgöl, Uludağ
buraya beş saat uzaklıkta. Güneşin
batmasına yarım saat kala Eğridere
Yaylası’na ulaşıyoruz. Yaylaya girerken
solda Yörüklerin kilim desenleriyle
süslü çeşmeden su kaplarımızı
dolduruyoruz. Yayla, kayın ormanlarının
ortasında irili küçüklü derelerin birleşip,
yeşil çimenlerle çiçeklerle bezeli,
çan seslerinin kuş seslerine karıştığı,
köpeklerin usul usul sizi seyreylediği,
sürüleriyle dost olan, sırdaş olan
Yörüklerin, yaylalar arasında
gezintilerine tanıklık ettik. Çarşamba’nın
yaylası Kıransorkun kamp yerimize
yarım saat uzaklıkta. Yayla günümüzde
Ortaca Köyü’nün yaylası. Burası
muhtemelen kışın Söğüt’te kışladıkları,
baharla birlikte Domaniç’in yaylaklarına
yayılan Osmanlı Beyliği’ni kuran Kayı
Boyu’nun en uçtaki yaylaklarıydı.
Yaylanın batısındaki vadide Hayme
Ana’nın ebedi istirahatgâhının
bulunduğu köy ile aynı isimi taşıyan
“Dere Çarşamba” olarak anılıyor.
Dördüncü Gün: Sabah kalktığımızda
kayın ormanlarının nemi çadırlarımızı
üzerine düşmüştü. Eğridere
Yaylası’ndaki köprüsünün üzerinden
kuzeye ilerlediğimizde sol tarafta
derenin güçlü kolunu boyunca giden
yoldan ilerliyoruz. Hafifçe yükselen
yolumuz bir süre sonra düzleşti.
Çimenlerin arasından akan dere sesiz
bir şekilde akıyor. Kuzeye giden yolu
soldan gelen dere yatağında terk
ediyoruz. Amacımız ormanı keserek
Aynalıgöl, Uludağ
Alp Kıran yoluna çıkmak. Yarım saat
sonra yola çıktık ve oradan Bozkulak
Yaylası’na ulaştık. Batıya doğru
yükselen Allıkaya yoluna giriyoruz. Yol
sırtın üstünde ve sağımız ve solumuz
kayın ormanları. Ormandan sonra
alpin çayırlar başladı, ilk mola yerimiz
Sarıçayır. Burası Kütahya ve Bursa’nın
sınırı. 2052 metrelik Allıkaya’nın
zirvesine Sarıçayır’dan 40 dakikada
çıkmıştık. Zirveden Büyükoluk’a ve
orman sınırının kenarından kamp
yerimiz Akçat Yaylası’na ulaşıyoruz.
Beşinci Gün: Kamp yerimizden
Sorgun Köyü’nün yaylası Kaynarca’ya
geçiyoruz. Yarım saat sonra Keles’e
bağlı Karabel Odun Deposu’na
ulaşıyoruz Burası Domaniç
Kocayayla’dan sonra batıya doğru
dağları aşan önemli bir geçit yeri ve yol
asfaltlandığında Keles-İnegöl arasında
ulaşımın daha da artacağı kesin. Uzun
bir moladan sonra bir süre Keles’e
giden yolda ilerleyip, sağımızdaki
orman yoluna giriyoruz ve yükselmeye
başlıyoruz. Hafif tempoda iki saat
içinde Tepel Tepe’ye ulaşıyoruz. Burası
Uludağ’ın en doğudaki uzantısı. Grup
fotoğrafı aldıktan sonra sırt hatlarından
ilerleyişimizi sürdürüyoruz. Sağımızdaki
yayla Paşaçayırı, kadife gibi çimenler
orman sınırına kadar uzanıyor. Kırkpınar
Yaylası Paşaçayırı’nın doğusunda
ve orman içinde fakat buradan
görülmüyor. Bugün iki yayla da hemen
hemen terk edilmiş durumda. Her iki
yayla da İnegöl’ün kuzeyindeki köyler
Kilimligöl, Uludağ
25
foto öykü
Buzlugöl, Uludağ
tarafından yaylak olarak kullanılmış
ve Osman Gazi’nin alplerinden Turgut
Alp bölgeyi fethettikten sonra Kayı
Boyu’nun ilk yerleştiği yerler. Kamp
yerimiz iri granit taş bloklarının önünde
ve Tepel’den 50 dakika sonra kamp
yerimize ulaşıyoruz.
Altıncı Gün: Artık yola çıkma zamanı,
iri granit kayalar ve ardıç ağaçlarının
arasından sırt hattını takip ediyoruz. İrili
ufaklı granit kayaların arasında bir saat
ilerledikten sonra Avtaşı’na ulaşıyoruz.
Uludağ artık önümüzde. Avtaşı’ndan
10 dakikada Koca Boğazova’daki
çeşmenin başına iniyoruz. Çeşmenin
başından Çavuşdüzü, Küçükdüz,
Eğrikar sırtlarından Uludağ’ın ana
kütlesi üzerindeki Karagöl Yayla’ya
26
Kilimligöl, Uludağ
ulaşıyoruz. Kamp yerimiz 1 saat
uzaklıktaki Aynalı Göl. Erikli düz
geçitinden dağın kuzeyindeki moren
setleri üzerinden son kamp yerimiz
Aynalı Göl’e ulaşıyoruz.
Yedinci Gün: İbrahim ağabey, 40 yıldır
yaylaklar ve kışlası arasında sürüleriyle
yolculuk ediyor. Kayı Aşireti koca bir
imparatorluk olurken yaylaları emanet
ettiği İbrahim ağabey artık yaylasında
sürüleriyle tek başına. Hikâyesi,
geniş ve uçsuz bucaksız otlaklarda
başlamıştı. Yaylak ve kışlaklar arasında
yıldızlar kadar çok boylar uzun
yolculuklarına çıkmışlardı. Her yeni
gün güneş batana kadar ilerlediler
ve gökyüzünün altı evleriydi. Rüzgar
gibi atlarıyla ilerlerlerken Pers, Urartu,
Sümer, Hitit, Frigya, Bitinya, Roma,
zamanın önünde diz çökmüştü. Osman
(Otman, Atman) uçlarda rüzgar gibi
eserken bozkırın önünde yükselen
dağlar boyların yaktığı ateşlerle
şenlendi. Kayı Boyu’nun dağları
emanet ettiği İbrahim ağabeyi Aynalı
Göl’de bırakıyoruz, bugün dağlarla
biz de vedalaşıyoruz. Dağlar 700 yıl
boyunca yürük boylarına sunduğu
cömertliği, bizlerden de esirgemedi.
Artık zirvedeyiz. Nazif ağabey, Korkut
ağabey, Mithat, Bekir, İlhan, Taner
ve ben. Son bir görevimiz kalmıştı.
Söğüt’te babası Ertuğrul Bey ve annesi
Halime Hanım’dan emanet aldığımız
sevgilerini Osman Bey’e iletmek….
Censiyan Çiçeği (Gentiana lutea L.)
Gelincik Çiçeği ( Papaver pilosum)
Ayı Mantarı (Boletus edulis)
Obrizya Çiçeği (Aubrietea olympica)
Keten Çiçeği (Linum olympicum Boiss)
Şakayık, Ayı Gülü ( Paeonia officinalis)
27
bursa dokusu
Tarihi aydınlatan izler
Bursa’daki ilk uygarlıklardan izler barındıran Akçalar Beldesi, bölgede kurulan Arkeopark ile
ziyaretçilerini 8500 yıllık bir zaman yolculuğuna çıkarmaya hazırlanıyor. Beldede yapılan kazılar sonucu
keşfedilen Aktopraklık Höyüğü’ndeki buluntular, geçirdiği restorasyondan sonra kapılarını yeniden
açan Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Bursa Kalesi içindeki kazı çalışmaları da Hisar Arkeoparkı
olarak son bulacak.
Bursa’da yaşamın ilk izleri - Arkeopark
Bursa’daki tarihi ve kültürel miraslara
sahip çıkarak gelecek nesillere
aktarma konusundaki çalışmalar
aralıksız sürüyor. Yaklaşık 10
yıldır belirli aralıklarla devam eden
arkeolojik araştırmalar ile 8500 yıl
öncesinde Bursa’da kurulan ilk
yerleşim yerlerinden kalıntılara ulaşıldı.
Uluabat Gölü’nün yakınlarında yer alan
Arkeopark projesinin, tarihin gizemli
kapısını aralarken, bölgenin turizminin
gelişmesi açısından da etkili olması
bekleniyor. Aslına uygun olmasına özen
28
gösterilerek yapılan canlandırmalar ile
yaşam formları oluşturulan bölgede,
sosyal alanlar, organik pazar ve
Roma Dönemi zeytinyağı atölyesinin
yapılması da planlanıyor. Arkeopark ile
8500 yıl öncesine ait ilk medeniyetlere
ev sahipliği yapan Bursa’nın, tüm
insanlığın geçmişini aydınlatacak
tarihi mirası ortaya çıkarılıyor. Bursa
Büyükşehir Belediyesi ve İstanbul
Üniversitesi desteği ile çalışmalara
devam edilen bölge halka açılıyor.
Park alanı içinde Taş Devri ve Bakır
Devri’ne ait yerleşim alanları ve Eski
Kızılelma Köyü’nden getirilen ahşap
evler bulunuyor. Alanda Tunç Çağı’na
da ait bazı buluntuların varlığından
bahsediliyor ama bölgede çalışma
yapan uzmanlar, bir sonraki yerleşim
döneminin Geç Roma-Erken Bizans
döneminde olduğunu belirtiyor.
Bölgedeki bulguları değerlendiren
İstanbul Üniversitesi Öğretim üyesi
Doç. Dr. Necmi Karul, kazılarda elde
edilen en önemli bulgulardan birinin,
yerleşim merkezinin ortasında, kurban
edilmiş olduğu tahmin edilen, elleri
arkadan bağlanmış 2 yetişkin ve 3
çocuk iskeleti olduğunu söylüyor.
Bu bulguların hiyerarşik bir yapıyı
çağrıştıran yerleşme düzeninin
merkezinde olmaları açısından da
dikkat çekici olduğunu vurgulayan
Karul, merkezde buldukları yapıların
da, aynı alanı paylaşan ancak farklı
statülere sahip bireylerin varlığının
ispatı olduğunu açıklıyor. Kazı ekibi
içinde yer alan Viyana Arkeolojik
Enstitüsü’nden uzmanların, bu yerleşim
alanı içinde bir çiftlik yapısı tespit
ettiğini belirten Karul, bölgede yer alan
Roma çiftliğinde zeytinyağı üretildiğine
dair bulgular elde ettiklerinin de
bilgisini veriyor. Karul’a göre, burada
bulunan yerleşim bölgesinin hendek
ile çevrelenmiş oluşu organize bir iş
gücünün olduğu kadar nüfus artışının
hesaplandığını ya da sınırlandırıldığını
29
bursa dokusu
düşündürüyor. Ancak her koşulda
hendeğin, toplumun ortak kabulünün
bir ürünü olduğunu ya da bir otoriteyi
yansıttığı sonucuna ulaşılıyor. Kimi
uzmanlar hendeklerin düşman ya
da vahşi hayvanlardan korunmak
için yapıldığını söylüyor. Ancak
bugüne kadar Aktopraklık’ta bu tarz
bir çatışmayı ispat edecek verilere
30
rastlanmamış olması ve hendek
içinde bulunan gömüler, yerleşmenin
farklı amaçlar ile çevrelendiğini
düşündürüyor. Öte yandan, eş
zamanlı kullanılmış olduğu tahmin
edilen farklı hendekler bulunmuş
olması bu dönemde bir anlamda
mahalleler şeklinde örgütlenmiş bir
yerleşim düzeninin olduğunu da akla
getiriyor. Merkezdeki ortak kullanım
alanında bulunan büyük fırınların ise,
ortaklık içeren ekonomik faaliyetlerde
bulunulduğuna işaret ettiği söyleniyor.
Arkeopark bölgesinin Anadolu’dan
Batı’ya göç eden çiftçi topluluklarının
son yerleşim yeri olduğunu da belirten
Karul ayrıca projenin bu haliyle;
üniversite, belediye, devlet kurumları
ve yerel halkın işbirliği içerisinde
ürettiği arkeoloji merkezli bir proje
olarak da örnek oluşturduğunun altını
çiziyor. Japonya’dan Amerika’ya
kadar 12 üniversiteyle işbirliği
yapılarak yürütüleceğini söylediği
kazıların ortalama 10-15 yıl daha
sürebileceğinin haberini veriyor.
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı
Recep Altepe ise, Arkeopark’ın, Yeşil
Bursa’ya yakışır, Leed sertifikalı,
çevreci bir yapı olacağını belirtiyor.
Altepe, “Kültür Bakanlığı, Büyükşehir
Belediyesi ve İstanbul Üniversitesi
işbirliği ile Türkiye’nin ilk Arkeopark’ı
oluşacak. Buranın çevresi çok
önemli yerleşimlerle örülü. Ayvaini
Mağarası’ndan Gölyazı’ya kadar pek
çok değerli nokta var. İleride bunlar
arasında bir bağ da kuracağız.” diyerek
Bursa’nın keşfedilmemiş değerlerinin
izinin sürüldüğüne dikkat çekiyor.
31
bursa dokusu
32
33
bursa dokusu
34
Arkeoloji Müzesi
Bursa’daki arkeolojik zenginliğin bir
diğer hazinesi olan Bursa Arkeoloji
Müzesi de, bu yıl Müzeler Haftası’nın
ilk gününde yeniden ziyarete açıldı.
Aktopraklık Höyüğü’nden çıkarılan
bulguların da sergilendiği müze,
yaklaşık 4 yıldır restorasyon sebebi
ile kapalıydı. 1904 yılında Bursa Erkek
Lisesi (o zamanki adıyla Bursa İdadi-i
Mülkisi) binasında açılan ve daha
sonra Yeşil Medrese’ye taşınan müze
1972 yılında Kültürpark’ta hizmete
açıldığından bugüne, ilk kez kapsamlı
bir onarımdan geçtiğini belirten Bursa
Arkeoloji Müzesi Müdürü Enver Sağır,
günümüzün yeni müzecilik anlayışına
göre büyük bir ihtiyaç duyulduğu
anlaşılarak, restorasyondan sonra
teşhir-tanzim yenilemesinin de
yapıldığını ve müzedeki eserlerin, bu
yeni anlayışa göre eğitim ve bilgi esası
üzerine düzenlendiğinin altını çiziyor.
Müzede sergilenen önemli eserler
arasında, Yortan kültürüne ait pişmiş
toprak mezar buluntuları, Antandros
Nekropolü’nden kap ve süs eşyaları,
Karacabey’in Şükraniye köyünde
bulunan ve dünyadaki üç örnekten biri
35
bursa dokusu
olan Greko-Pers mezar steli, Roma
dönemine ait taş eserler, Zeus ve
Herakles tasvirleri, Kybele heykelleri,
Athena ve Apollon’un bronz büstleri
yer alıyor. 17 bine yakın sikkenin de
sergilendiği müze ayrıca Bithynia
ve Mysia’da bulunmuş olan eserleri
barındırıyor. Bursa’nın medeniyetler
tarihinden izler barındıran müzenin açık
ve kapalı alanlarında, bünyesindeki
25 binden fazla eserin yaklaşık 2
bin tanesi sergileniyor. Müzede,
restorasyon öncesi 3000 yıllık tarihin
kanıtları sergilenirken, Arkeopark
projesi dahilinde yapılan kazılar sonucu
ulaşılan eserlerin de eklenmesi ile 8500
yıl öncesine de ışık tutuyor. Türkiye’nin
ilk arkeolojik müzelerinden biri
olması özelliğini de taşıyan müzenin,
36
yenilenmiş haliyle eskisinden daha
fazla ilgi görmesi bekleniyor.
Bursa’nın derinlerine doğru Hisar Arkeoparkı
Hisar bölgesi de arkeolojik bir
çalışmaya sahne oluyor. Kurulacak
Arkeopark ile kentin binlerce yıllık
tarihi, hem gün yüzüne çıkacak hem
de turizmin hizmetine sunulacak.
Mollagürani Mahallesi Dolaplı Sokak’ta
kurulacak olan Hisar Arkeoparkı,
Tarihi Hisar Bölgesi gibi medeniyetlere
beşiklik etmiş bir bölgenin geçmişini
aydınlatacak. Bursa’nın en eski
yerleşim alanı olan bölge hakkında
konuşan Osmangazi Belediye
Başkanı Mustafa Dündar, “Büyükşehir
Belediyesi surları yeniliyor. Biz de bu
bölgede özel projelerle tarihi mirasa
sahip çıkıyoruz. Dolaplı Sokak’ta
ortaya çıkan Roma dönemine ait
çeşitli kalıntılar, mozaik, su kanalı ve
kanalizasyon izlerine rastlanmasının
ardından burası 1. Bölge sit alanı
olarak belirlendi. Hisar Arkeopark’ı
için kamulaştırma çalışmalarını
sürdürüyoruz. Tarihi mirasa sahip
çıkma çalışmalarımız kapsamında Hisar
Bölgesi’ne özel bir önem gösteriyoruz.
Eski Bursa olarak bilinen ve ilk
yerleşimin olduğu Hisar Bölgesi’ndeki
tarihi eserleri ayağa kaldırmak için
çalışıyoruz” diyor. Kamulaştırma
çalışmalarının tamamlanmasının
ardından Hisar Arkeopark’ı için
hazırlanan proje doğrultusunda
bölgede çalışmalar hızla bitirilecek.
37
detaylı bakış
Tarihi izlerden
Bursa panoraması
“Panorama Bursa 1326” adlı tam
panoramik müze ile beylikten
imparatorluğa geçiş süreci, üç boyutlu
olarak resmedilecek. Dünyanın ikinci
tam panoramik müzesi özelliğine
de sahip olan projenin ana teması
Bursa’nın fetih günü olarak belirlendi.
360 derece dönüş açısı bulunan
ve referans noktası Saltanat Kapı
olan müzede, Bursa’nın fethinin
gerçekleştiği gün tasvir edilecek. Müze
anlayışına farklı bir boyut getireceği
söylenen Panorama Bursa 1326
projesi, dönemin ünlü isimlerine ait
sözler ve bal mumu heykellerle de
renklendirilecek. Canlandırmalarda
38
Osmanlı’nın beylikten imparatorluğa uzanan tarihinde
önemli rol oynayan, imparatorluğun ilk başkenti
Bursa’da, tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkmak ve
bu değerleri gelecek nesillere taşımak için yapılan
çalışmalara bir yenisi daha ekleniyor.
16 adet tablonun kullanılacağı müze
Eski Bursa olarak da bilinen Hisar
bölgesine yakın mevkide olacak.
İstanbul’daki Fetih 1453 Panoramik
Müze’den sonra dünyada ikinci tam
panoramik müzenin Panorama Bursa
1326 olacağını ifade eden Osmangazi
Belediye Başkanı Mustafa Dündar,
klasik panoramalarda kullanılan doğal
ya da suni olarak üstten verilen ışığın
aksine, tam panoramik müzelerde
ışığın aşağıdan verildiğini belirtiyor.
Bu şekilde, kubbesel yapıda olan tam
panorama müzelerinde, panoramik
resmin hiçbir yönden sınırlanmadan,
bir bütün olarak ziyaretçiye, uçsuz
bucaksız bir gök kubbe altında olduğu
duygusunu verdiğini söylüyor. Müzenin
eğitime sağlayacağı katkının yanında
şehrin turizmini de olumlu yönde
etkilemesi bekleniyor. Şehre gelen
turistlerin ilgi odağı olacağı düşünülen
müze, Bursalıların da yaşadıkları şehri
ve tarihini daha yakından tanımalarını
sağlayacak. 6 Nisan 1326 tarihinin
canlandırılacağı panoramik müzede
kullanılacak figürler ile, o dönem
insanlarının ekonomik ve sosyal
hayatının yansıtılması sağlanacak.
Müzede resmedilecek yerler arasında
Cilimboz Deresi, Pınarbaşı suyu,
Gökdere de bulunuyor.
39
genel sağlık
Uz.Dr. Murat Küçüktaş
Doruk Sağlık Grubu
İz (skar) tedavisi
Günlük hayatımızda yaşadığımız olaylar,
etkileşimler ve ruhsal gelgitler psikolojimizi
nasıl olumsuz etkilerse ve istenmeyen ön
yargılara yol açarsa, deride oluşan çeşitli
travmalar ve yaralanmalarda derimizde
“iz” olarak adlandırdığımız bozukluğa yol
açar. Tıbbi açıdan kelime anlamı olarak
bakıldığında derinin bütünlüğünü bozan şekil
bozukluğuna iz (skar) denir.
Derimizde herhangi bir yaralanma
olduğunda yara iyileşmesi olarak
adlandırdığımız süreç işlemeye
başlar. Yara iyileşmesinde ilk olarak
bölgeye kan hücreleri toplanır. Kan
hücreleri yarayı geçici olarak bir kan
pıhtısı şeklinde sararak kapatırlar.
İkinci aşamada enflamatuar (yangısal)
hücreler bölgeye gelir ve çeşitli
büyüme faktörleri salgılanır. Son
aşamada ise kollajen dediğimiz deriye
elastikiyetini ve sertliğini veren maddeyi
salgılayan hücreler yara yerinde
toplanır. Bu aşama ortalama 6 ay ile
2 yıl arasında sürer. İz gelişiminde bu
son basamak son derece önemlidir.
Bu basamakta aşırı kollajen üretimi
olursa deriden kabarık (hipertrofik)
40
skar dokusu gelişmesine sebep olur.
Bazı yaralanmalarda ise deri kaybı
olur ve deriden çökük (atrofik) skar
dokusu gelişir. Bizim rutinde en sık
karşılaştığımız iz sebepleri; akne
(sivilce), suçiçeği, yanık, bıçaklanma
veya künt travma, kimyasal yanık ve
cerrahi operasyonlardır.
İnsan ruhunda oluşan izlerin tedavisi
son derece zor iken, deride oluşan
izlerin tedavisi görece daha kolaydır.
Günümüzde modern ve estetik tıbbın
ilerlemesiyle oluşan bu izleri yok
etmek için çok çeşitli tedavi yöntemleri
kullanılmaktadır. Bunlar arasında en
yaygın ve etkili olanları dermabrazyon,
ablatif lazerler, kimyasal peeling ve
dermaroller tedavileridir. Ayrıca son
günlerde adından sıkça söz ettiren
total yüz nakli de kullanılan bir diğer
tedavi seçeneğidir. Hastalar açısından
tedavi yöntemlerinin çokluğu bazen
kafa karıştırıcı olabilmektedir. Burada
önemli olan hangi ize hangi tedavinin
kullanılacağına doğru karar vermektir.
Tedavinin etkinliği kullanılan yönteme
ve uygulayan hekimin tecrübesine bağlı
olarak değişir.
İz tedavisi zaman ve sabır isteyen
bir tedavi şeklidir. İyi bir sonucu elde
etmek için ortalama 2 ile 6 ay arasında
bir zaman gerekir.
Hepinize “iz”siz bir hayat ve sağlıklı
günler dilerim.
41
genel sağlık
11 soruda endoskopi
Endoskopi nedir?
Genel olarak içi boş organların
incelenmesidir.
Endoskopinin çeşitleri nelerdir?
Mide endoskopisine gastroskopi, kalın
barsak endoskopisine ise kolonoskopi
denir.
Mide endoskopisi hangi durumlarda
yapılmalıdır ?
Kolonoskopi hangi durumlarda
yapılmalıdır ?
Yutma güçlüğünde, reflü hastalığı
şüphesinde, yemek borusu ve mide
kanseri şüphesinde, sık veya şiddetli
kusma ya da karın ağrılarında,
hazımsızlık sorunlarında ve mide
kanaması mevcudiyetinde endoskopi
yapılmalıdır.
Makattan kanama olduğunda,
Büyük abdest alışkanlığında değişiklik
olduğunda ,
3 haftadan uzun süren ishallerde,
Kansızlığın sebebini açıklamak için ,
Hastalar işlem için nasıl uyutulur ?
Anne-Baba gibi birinci derece
akrabalarda kalın barsak kanseri
mevcut ise ,
Hastanın damar yolu açılır ve buradan
uyutucu bir ilaç damar içine verilir.
Karın ağrısı ile beraber kilo kaybı
varsa...
Endoskopi işlemi nasıl yapılır ?
Kolonoskopi işlemi nasıl yapılır ?
Mide hastalıkları için yapılan
endoskopide işlemden 12 saat
öncesinden itibaren hastanın hiçbir şey
yiyip içmemesi gerekir. Kolonoskopide
ise hastanın müshil denilen şuruplarla
hazırlanması gerekir.
Aç olarak gelen hasta, sol tarafına
yatırılır. Hastanın dişleri arasına ağızlık
yerleştirilir. Açılan damar yolundan
uyutucu bir ilaç verilir. Daha sonra
gastroskop ile yemek borusu, mide
ve on iki parmak barsağı ekranda
izlenir. Çok özel durumlarda gerekirse
mideden biyopsi alınabilir. İki gün önceden sıvı gıdalarla beslenen
hasta, işlemden bir gün önce musil
şuruplarını içerek barsak temizliğini
sağlar. Aç olarak gelen hasta sol
tarafına yatırılarak damar yolu açılır
ve buradan uyutucu ilaç yapılır.
Kolonoskop ile makattan girilerek kalın
barsak kamera ile gözlenir. Gerekirse
barsaklardan biyopsi alınır.
Endoskopik işlemler hasta için zor
mudur ?
Endoskopi’de boğaz bölgesinde
herhangi bir tahriş olur mu?
İşlemler hastalar uyutularak yapıldığı
için endoskopi veya kolonoskopide
hastalar hiçbir şey hissetmezler.
Uyutularak yapılan işlemlerde böyle bir
şey kesinlikle mümkün değildir.
Endoskopik incelemeler ne kadar
sürer?
Endoskopi 4 –5 dk., kolonoskopi ise
10-15 dk sürer.
Endoskopiye hastalar nasıl hazırlanır ?
42
Uz.Dr. Mustafa Ercan
Anadolu Hastanesi
Sağlıklı bir yaşam dilerim...
43
genel sağlık
Uz.Dr. Ferda Firdin
Biyofiz Tıp Merkezi
Ağrılara hilterapi çözümü
Özellikle kas iskelet sistemine ait eklem zorlanmaları ve travmalarına bağlı ağrıların ve semptomların
tedavisinde etkili bir lazer cihazı olan Hilterapi; diğer klasik lazerlerden farklı olarak, daha derin
dokulara inerken ve daha derin alanda güvenli ve hastaya zarar vermeden başta ağrı olmak üzere,
şişlik, hareket zorluğu gibi semptomları hızlı bir şekilde ortadan kaldırabiliyor.
Kısa sürede, uzun vadeli biyo uyarıcı,
ağrı kesici ve iltihap sökücü bu
teknoloji; özellikle fibromiyalji kaynaklı
ağrılarda yüksek başarı grafiğine sahip.
Uzun süreli hasar görmüş eklem, kas
ve kıkırdak patolojilerinde, kireçlenme
vakalarında çok etkili olduğu yine
bilimsel yayınlarla gösteriliyor. Karpal
tunel sendromu (bilekte sinir sıkışması
) gibi sinir hasarlarında ameliyata
eşdeğer sonuçlar verebiliyor.
Tedavi literatürüne 2002’de giren ve
kısa sürede FDA onayı alan Hilterapi,
özellikle derin doku patolojilerinde etkili
olması nedeniyle spor yaralanmaları
için ideal bir tedavi yöntemi... Hilterapi
ile tedavi; bursitis, synovitis, kapsulitis,
epikondilit, tendinit ve tenosynovit
rahatsızlıklarında bilimsel yayınlara
göre %93 başarı oranına sahip.
• Dokular yeniden canlanır.
• Anti-ödem ve anti-inflamatuar
etkisiyle ödem ve kronikleşmiş iltihabı
giderir.
• Vazodilatasyon etkisiyle dokuyu
44
derinlemesine ısıtarak dokuda ağrı
oluşturan toksinlerin ( damarların
genişlemesiyle ) hızlı bir şekilde
temizlenmesine olanak sağlar.
• Bel-boyun ağrıları (fıtık,kireçlenme),
sırt ağrıları, diz ağrıları (menisküs
yırtığı, kireçlenme), cerrahi sonrası
geçmeyen her türlü kas-iskelet
sistemi ağrıları, epikondilit (tenisçi
dirseği), topuk dikeni, fibromiyajlı (kas
romatizması) , lokalize kas ağrıları,
eklem zorlanmaları- burkulmalar,
omuzun kas sıkışması ve kas yırtıkları
ve daha pek çok kas-iskelet sistemine
bağlı olduğu kanıtlanmış ağrılarda
etkindir.
• Hiçbir yan etkisinin olmaması, ağrısız
olması avantajlarından sadece biridir.
• Etkisi uzun sürelidir.
Hilterapi ile özellikle romatizmal
ağrılar, kas iskelet sisteminin en çok
görülen kas yaralanmaları, kireçlenme
ve semptomlarda hemen iyileşmeyi
sağlayan bu cihaz, İtalya başta olmak
üzere dünyanın birçok ülkesinde en
çok tercih edilen yöntem... Başta
diz kireçlenmesi olmak üzere pek
çok romatizmal ağrıda güvenle
kullanılabiliyor.
Bel ve boyun fıtıkları, iş ve güç kaybına
neden olan, çok ağrılı rahatsızlıklardır.
Hilterapi, ödem çözücü, enflamasyon
giderici ve doku onarımı sağlayan
etkileri ile bel ve boyun fıtıklarını
temelden tedavi özelliğine sahip
olduğu, bilimsel çevrelerce ifade
ediliyor. Benzersiz özelliği ile diğer
tedavi yöntemlerinden çok daha fazla
avantaj sunan Hilterapi ile;
• Derin kaynaklı ağrılar tedavi edilebilir.
(6 cm derinliğe kadar etki eder)
• Diğer tedavi yöntemlerine
cevap vermeyen dokuları yeniden
canlandırmak ve tedavi etmek
mümkündür.
• İlk uygulandığı andan itibaren ağrının
hafifletilmesi ve çok daha kısa sürede
fonksiyonların eski haline dönmesi
mümkündür.
45
ayak sağlığı
Dilek Kopuz
Tırnak mantarı tedavisi
Yaz aylarının gelmesiyle birlikte ayak sağlığımız daha fazla tehdit altında. Özellikle ortak kullanım
alanlarında tehlike oluşturan ve ayağımızın başına gelebilecek en kötü şeylerden bir tanesi olan tırnak
mantarları için biraz dikkat kurtarıcı olabilir.
46
Ayak bakımlarında en fazla karşılaşılan
sorunlardan biri de tırnak mantarı... Bir
tırnakta kalınlaşma, renginde sararma,
yeşil ya da kahverengi görüntü var ise
veya tırnak plağında pul pul dökülmeler
oluyorsa, mantar olma olasılığı fazladır.
Bu tür görüntüler oluştuğunda, zaman
kaybetmeden mantar kültür analizi
yaptırmanızda yarar vardır.
Ayağımızı sert bir cisme çarptığımızda
oluşan travma sonucu tırnak kenarının
kırılıp biraz da olsa tırnak yatağından
kalkmasıyla mantarın usulca
tırnağa geçerek orada yuvalanması
kolaylaşmış olur. Bir mantarın tırnak
yüzüne geçip kendini göstermesi
zaman aldığı gibi tırnağı terk etmesi de
zaman alır.
Mantarlar oldukça bulaşıcı, mikroskobik
ve çok küçük mikroorganizmalar...
Sıcak, nemli ve havasız alanlar
mantarların üremesi için ideal ortam
oluşturuyor. Bulundukları alanlar
genelde; banyolar, havuzlar, saunalar,
plajlardaki kumlar, otel odaları, ortak
kullanılan eşyalar...(terlik, ayakkabı,
ayak havlusu vb.)
Tırnağınızda mantar var ise ve mantar
tedavisi oluyorsanız, gün içerisinde
giymiş olduğunuz ayakkabınızı
çıkardıktan sonra içerisine bir
antifungal içerikli mantar spreyi
sıkıp ertesi gün bir başka ayakkabı
ve temiz çorap giymeyi tercih edin.
Banyodan sonra ayaklarınızı ve parmak
aralarınızın iyice kurulanması, gerekirse
fön makinesi tutulması tavsiye edilir.
Bazı mantarlar tırnaklarda kalınlaşma
oluşturduğundan iç tırnak yatağına
doğru yönelmesiyle yumuşak dokuya
baskı yaparak tırnak batması olayına
sebebiyet verir. Böyle bir durumda
şeker hastaları diğer kişilere nazaran
daha fazla risk taşırlar.
Yaz aylarının gelmesiyle açık
ayakkabılar ve terlikler giyileceğinden
mantarlı tırnakların görüntüsü sorun
teşkil edecektir. Artık ayak bakım
merkezlerinde sizi rahatsız eden
görüntüye sahip tırnaklarınızı estetik bir
görünüm kazandırmak da mümkün...
Sağlıklı günler dilerim.
47
eğitimin psikolojisi
48
Travma izlerine yaklaşımlar
Hayatımızda iz bırakan olayların başında travmalar gelir. Travmanın
anlamı, bireyin beklemediği bir anda, baş etmekte zorlanacağı ya
da baş edemeyeceği bir durumla karşı karşıya kalmasıdır. Doğal
afetlerden, cinsel tacize, trafik kazasından kanlı bir kavgaya şahit
olmaya, eve hırsız girmesinden fiziksel şiddete maruz kalmaya
kadar birçok olay bu durum içinde anılabilir. Yetişkinler kadar, hatta
onlardan daha fazla bu durumdan etkilenen tabi ki çocuklardır.
Erken yaşta bir travmaya maruz kalmak
çocuğun psikolojik, sosyal, fiziksel
ve akademik gelişimini etkileyebilir.
Bu aşamada çocuğun varolan
sosyal desteği, kendi ruhsal yapısı
ve alabileceği profesyonel destek
önemlidir. Çocukların travmada ilk
destekleri çevrelerindeki ebeveynleridir.
Burada anne-babanın tepkisi, olaya
yaklaşımları, çözüm arayışı, bu arayış
içinde çocuğa verilen yere dikkat
edilmelidir. Tabi ki bir yetişkin için de
baş etmesi zor olan travma, yanında
bir çocuk varken daha zorlaşmaktadır.
Aslında anne-babadan ilk beklenen şey
dürüst olmalarıdır. Eve geldiklerinde
kapıyı açık, evin içini dağınık gören bir
ailede annenin, babanın birden çığlık
atması, bayılması ya da aşırı sakin bir
şekilde bir şey yokmuş gibi davranması
iki uçta görebileceğimiz tepkilerdir.
En uygunu “sanırım biri eve girmiş,
hemen polise haber verelim, sen de
bizi anneannende, babaannende
bekleyebilirsin” gibi bir cümledir. O
an bunu yapmak zor olsa da, çocuğu
sonrasında aydınlatmak gerekebilir.
“Evet ben biraz fazla korktum, ama
şimdi her şey yolunda” gibi bir cümle
de o anki uç tepkiyi çocuğun zihninde
düzenlemesine yardımcı olur.
“Çocuktur, geçer, alışır” cümlesi
çocuk için baş etmekte en zorlanacağı
cümledir. Her ne kadar olayları tam
anlayamasa da çocuk neler hissettiğini
fark edebilir. Depremin neden
olduğunu bilemeyebilir, anne-babası
kadar iyi açıklayamayabilir ama en az
onlar kadar korkabilir. Burada üzerinde
ilk çalışılması gereken duygulardır.
Anne-baba olarak “evet ben de çok
korktum ama şimdi daha iyiyim,
üzülmekte haklısın, hepimiz üzüldük”
gibi cümleler çocuğa anlaşıldığını
hissettirir. Bir diğer alanda travmadan
sonra çocuğun kendisine ve çevreye
dönük oluşturduğu düşüncelerdir.
Örneğin bir taciz durumunda “ben
suçluyum o yüzden böyle oldu”,
deprem durumunda “ben yaramazlık
yaptım, benim yüzümden oldu”, annebaba kavgasında “ödevimi yapmadım,
benim yüzümden” gibi cümleleri
sık sık duymaktayız. Bu nedenle bu
düşüncelere ulaşmak bizim için çok
önemli.
Duygu ve düşüncelerin ardından tabi ki
çocuğun davranışsal tepkileri gözlenir,
yalnız kalma isteği ya da hiç yalnız
kalamama, yoğun ağlama, iştah kaybı,
aşırı uyuma-uyumama, öfkeli hareketler,
dikkatinin bozulması, anne-babaya
aşırı bağlanma vb. Hemen her çocuğun
tepkisi farklıdır ve iyi gözlenmelidir.
Travma öncesinde çocuğun baş etme
becerileri bu dönemde önem kazanır.
Travmadan önce kendini iyi ifade
edebilen, sorunlarına çözüm arayan,
Psk. Ayşegül Alkış
çevresinden yardım talep edebilen
bir çocuk travmada bu becerilerini
kullanabilir. Ya da bu taleplerini
kullanmadığında travmadan yoğun
etkilendiği anlaşılabilir. Becerileri daha
yoksun, içe kapanık çocuklar ise daha
fazla zorlanabilir, çevreye duygu ve
düşüncelerini anlatamayabilirler. Bu
nedenle her bir davranışsal tepkide
travma durumu taranmalıdır.
Travma ile çocuk açısından baş
etmede ilk yapılması gerekenler,
ebeveyn desteği, okul ve rehber
öğretmenin bilgilendirilmesi,
destekleyici bir akran grubu ve alınacak
profesyonel psikolojik-psikiyatrik
destektir. Psikiyatrik tarama ile
yapılacak psikolojik tarama sonrasında
uygun medikal ve terapötik destek
başlanabilir. Psikolojik destekte öne
çıkan çalışmalar arasında oyun terapisi
ve sanat terapisi gelmektedir. Bu
çalışmalar sayesinde çocuk travmayı
anlayabilir, o anı çözümleyebilir ve
ruhsal yapısını düzenleyebilir. Sanat ya
da oyun terapisi sayesinde çocuklar
duygularını fark edebilir, uygun yolla
ifade edebilir ve baş etme becerilerini
semboller kullanarak arttırabilirler.
Oyun ve sanatla yaralar sarılmış,
ruhumuz dinlenmiş olur.
Travmasız bir hayat dileğiyle…
49
dünyaya armağansın
Yazı: Serkan Duru
Kendi kapısının önünü
süpüren adam
Dünyaya “iz” bırakın
Çetin Altan, iki çeşit insan vardır diyor bir sözünde.
“Ansiklopedilere giren insan ve toprağa giren insan.”
Gerçekten milyonlarca, milyarlarca
insan gelip geçmiştir günümüze
kadar. Çok azı ansiklopedilere
girmeyi başarmıştır. Ansiklopediye
girenler, işlerinde ısrar edenler ve
vazgeçmeyenler... Ve biz onları birebir
tanımasak bile yaşam hikâyelerini
biliyoruz ve anıyoruz. Zamanı
geldiğinde hepimiz bu dünyadaki
görevimizi tamamlayıp göç edeceğiz.
Fakat “iz bırakmak” gerekiyor...
"Küçük bir çivi değil miydi ki koca bir
ulusun kaderini değiştiren?
Çivi düştüğünden nal düştü.
Nal düştüğünden at gidemedi.
At gidemediğinden mesajcı haberi
ulaştıramadı ve savaş kaybedildi."
Küçük bir kız çocuğu tebessüm etti
yoldan geçen hüzünlü yabancıya. Bu
küçük tebessüm yabancının kendini
50
daha iyi hissetmesini sağladı. Bu iyi his
sayesinde, yakın geçmişte kendisine
yardım eden yakın bir dostuna teşekkür
etmediğini hatırladı ve hemen bir
teşekkür notu yazıp gönderdi. Arkadaşı
bu teşekkür notundan o kadar etkilendi
ve keyiflendi ki her öğlen yemek yediği
restorandaki garson kıza yüklüce
bahşiş bıraktı.
İlk kez bu kadar bol bahşiş alan
garson kız işten çıkarken, bahşişin bir
kısmıyla köşedeki yaşlı dilenci adamın
şapkasına para bıraktı. Adam öyle ama
öyle minnettar olmuştu ki... İki gündür
boğazından lokma geçmemişti ve
karnını ilk kez bu kadar iyi doyuruyordu.
Karnını bu kadar çok doyurduktan
sonra ıslık çalarak, bir apartmanın
bodrumundaki tek göz odasının yolunu
tuttu. Öyle sevinçliydi ki, bir saçak
altında titreyen küçük köpek yavrusunu
görünce kucağına alıverdi. Küçük
köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu
için mutluydu. Sıcak odada sabaha
kadar mutluluktan koşturdu. Sabah
karşı apartmanı dumanlar sarmıştı ve
bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan
köpek öyle bir havlamaya başladı ki,
önce fakir dilenen adam uyandı. Sonra
da tüm apartman halkı uyanıverdi.
Anneler, babalar dumandan boğulmak
üzere olan yavrularını kucaklayıp dışarı
çıkardılar. Dumandan boğulmayan
yavrular zamanla büyüyüp yazar,
doktor, mühendis, öğretmen, bakan
vb. görevler alarak diğer insanların
kaderleri üzerinde de etkide bulundular.
Bütün bunları küçük bir tebessümün
yaratmıştı.
"İnsan gittiği yolda izler bulmalı, kendisi
de geçerken izler bırakmalı..."
51
serbest yazı
Mavi Okyanus ile iz bırakmak
Özlem Şenkoyuncu
İş hayatı artık birbirinden farklı rekabet stratejileriyle, yeni yönetim modelleriyle, esnek organizasyon
şemaları ile Y Kuşağı hatta Z kuşağı ile çok daha karmaşık. Farklı olmak, ön plana çıkmak, liderlik
yapmak için artık iş hayatındaki geleneksel kurallar geçerli değil. Bu kuralları ise çoğu zaman patron
belirlemiyor. Çünkü kuralları artık müşteriler ve toplum belirliyor. Oyunu kurallarına göre oynarsanız
kazanıyor, oyuna yeni kurallar koyabiliyorsanız da liderliğe oynayabiliyorsunuz.
İş hayatında son dönemlerde sıkça
konuşulan ve üzerine çeşitli eğitimler
düzenlenen konulardan biri de
farklılaşmak, sektörde farklılaşarak
iz birakmak üzerine... En çok
konuşulan stratejilerden biri de “Mavi
Okyanus Stratejisi...” W. Chan Kim ve
Renee Mauborgne’un “Blue Ocean
Strategy” adlı kitabı ile iş dünyasında
dillendirilmeye başlayan bu Mavi
Okyanus stratejisi girişimcilerin yeni
gözdesi. Peki nedir bu mavi okyanus,
okyanus dediğin zaten mavi değil
midir? Başka renkte okyanus da mı
var?
Pazarda birçok oyuncunun olduğu, bu
sebeple pastanın gittikçe daralarak
kıyasıya rekabetin yaşandığı, karların
gittikçe düştüğü pazar “kırmızı
okyanus” olarak adlandırılıyor.
Herhalde buradaki köpek balığı gibi
“dişe diş, kana kan, intikam” edalarıyla
yanıp tutuşan rakiplerin birbirini
parçalaması sebebiyle kanlarıyla
52
kirlenmiş okyanus olduğu için kırmızı
okyanus olarak adlandırılmış.
Mavi okyanus ise sizin yeni keşfettiğiniz
henüz kimsenin bu suları bilmediği ve
yüzmediği bir okyanus. Burada pazarı
siz kendiniz oluşturuyorsunuz, rakip
yok, rekabet yok masmavi sularda ilk
zamanlarda siz tek başına yüzerken
pazarın kurallarını ve fiyat politikasını
da tek başına oluşturuyorsunuz. Tabi
zamanla sizin de okyanusunuz başka
oyuncular tarafından keşfediliyor,
rakipler artmaya piyasanın kuralları
değişmeye başlıyor, rekabet arttıkça
da okyanus kızarmaya başlıyor. Kırmızı
okyanustan çıkmak isteyenler ise kendi
mavi okyanusunu yeniden yaratmak
zorunda. Mavi okyanusa en çok verilen
örnek firmalar arasında Amazon,
Starbucks, T-Box, Ipad, Ipod shuffle
gibi kendi alanında yeni uygulamalar
yapan benzerlerinden farklılaşan
firmalar gösterilebilir.
Firmalar için kırmızı okyanusa girmek
kolay, ayakta kalmak zor. Mavi
okyanus için ise para kazanacak
yeni bir fikir bulmak bunu hayata
geçirmek zorken, bu okyanusta
rakip olmadığı için kalmak çok daha
kolay. Kırmızı okyanusta birbirinin
benzeri aynı işi yapan birçok firma
arasında farklılaşmak öne çıkmak bir
o kadar zorken, mavi okyanusta kendi
farklılığınızla yarattığınız pazarda lider
olmak ise bir o kadar kolay.
Eğer iş hayatında ister kurum
olarak, ister kişi olarak “iz bırakmak”
istiyorsak; çevremizi iyi analiz edip
nasıl farklılaşabileceğimiz üzerine kafa
yormalı... Farklılaşmak için zaman,
gerekiyorsa da para harcayarak
kendi mavi okyanusumuzu yaratmayı
başarmalıyız. Aksi taktirde sürüdeki
binlerce koyundan biri olmaya devam
ederiz.
53
detay
Türk Kahvesi
40 yıl izi kalır
Fincanına kırk yıl hatır sığdıran,
telvesinde umut taşıyan,
sohbetin en lezzetli bahanesi
Türk kahvesi... Yüzyıllardır
keyfi sürülen Türk kahvesi,
yalnızca bize özgü pişirme
ve servis yöntemi ile adını
topraklarımızdan alan, UNESCO
Dünya Kültür Varlıkları adayı bir
Türk geleneği…
Hazırlayan: Ferhan Petek
Reşat Oyal Kültürparkı - 15.05.2012
Yoğun bir günün sonunda, iş çıkışı
soluğu Koza Han’da alıp, orada
bulunan asırlık fincan koleksiyonu
eşliğinde bol köpüklü bir Türk kahvesi
ile yorgunluk atmanın ya da güneşli
bir hafta sonu Yeşil’e doğru yapılan
yürüyüşün sonunda, Türk kahvesini
yudumlayarak, şehrin kuşbakışı
manzarasını izlemenin keyfini en iyi
Bursalılar bilir. Bir fincanın sakladığı 40
yıl hatırı ikiye katlar Bursa. Şehrin tarihi,
kahvenin tarihi ile buluşur, ilk yudumda
keyif başlar, ruh dinlenir, zihin tazelenir.
54
Akşamüstü, 600 yıllık İnkaya Çınarı’nın
gölgesinde veya Tophane’de saat
kulesinin altında yaparsınız keyfinizi.
Belki deniz manzarasını tercih
edersiniz. Mudanya niyetiyle yola çıkar,
Tirilye Çamlı Kahve’de bulursunuz
kendinizi. Sadece düşünür, dinlenir, ya
da dost sohbetlerine bahane edersiniz
Türk kahvesini. “Netten check-in yapıp
sanal ehl-i keyiflerin arasına girmek
bana yetmez” diyenlerdenseniz, hızla
akıp giden hayatın günlük telaşları
arasında, bir fincan Türk kahvesi için,
her zaman ayıracak vaktiniz vardır.
Bir fincan kahve olsam…
Eskiler “En iyi kahve bakır cezvede
sabırla, ağır ağır pişirilen kahvedir.”
derler. Kahve yapılırken kullanılan
su ne kadar soğuksa, tiryakilerince
makbul kabul edilen köpüğü o kadar
bol olur. Köpüğün kalınlığı kahvenin
sıcaklığını da korur. Türk kahvesinin
yanında ikram edilen suyu, kahveden
sonra değil önce içmeli ki su,
ağızdaki diğer tüm tatları temizleyip
Türk kahvesinin damakta bırakacağı
ize zemin hazırlayabilsin. İsteyen
orta şekerli isteyen az şekerli içer
ama tiryakilerinin iyi bildiği gibi Türk
kahvesinin asıl tadına varabilmek
için “acı kahve” tanımına uyması
gerek. Damak tadına göre sütlü
bile içilebilecek kadar keyfinize
kalmış Türk kahvesini tatlandırmak
için ne ekleyecekseniz, cezvesinde
pişerken ekleyeceksiniz. Tabi kahve
“yandan çarklı” olmayacaksa.
Fincanın kenarında yandan çarklı
olarak ikram edilen kesme şekerin
zamanla lokum, çikolata gibi tatlı
ikramlara dönüşmesiyle tek başına
bir gelenek olan Türk kahvesinin, bize
özgü diğer geleneklerde de başrol
oynamaya başladığı söylenir. Bayram
ziyaretlerinde ikram edilen geleneksel
Türk tatlılarının ve Türk lokumunun
yanında ya da kız isteme törenlerinin
başköşesinde Türk kahvesi. Bugün bile
gelin adayının görücülere pişireceği
kahvenin lezzetini, köpüğünü, kıvamını,
onun ne kadar maharetli olduğunun
ifadesi olarak kabul ederiz. Damat
adayının ise ona ve ailesine eşi için
nelere katlanabileceğini, gelinin ikram
ettiği tuzlu kahveyi içerek ispatlamasını
bekleriz.
Türk kahvemizin bir özelliği de
dünyadaki tek “telvesi ile ikram edilen”
kahve oluşu. Kahveyi içtikten sonra
telvesini dibinde bırakırız ki, fincanda
kalan izler bize gelecekten haberler
verebilsin. Türklere özgü bir kehanet
yöntemi olan kahve falı, dibe çöken
telvenin oluşturduğu şekillerin doğru
yorumlanmasıdır. Tabağına kapatılıp,
bazen üzerine yüzük konarak bazen
de sohbete dalındığı için bir köşede
unutulan fincanlar soğuduğunda,
ortamda kim fal bakıyorsa onun önüne
dizilir. İşin ehli kişi, kahveyi içenin hali
neyse falını fincanından okur, gördüğü
şekilleri yorumlayarak ona gelecekten
haberler verir. Zaten kahveyi içen kişi,
daha ilk yudumunu almadan kafasına
koymuştur fal baktırmayı. İçerken hep
fincanın aynı yerinden içmiştir. Dileğini
tutmuş, tutarken de çoktan kapatmış
olduğu fincanını başı üzerinde 3 kez
çevirmiştir. At şeklinde muratlar, kuş
kılığında haberler, balık gibi görünen
kısmetler çıkan fincan, hayırlar getirsin
diye fal bitince tabağa açık olarak
konur ve hemen yıkanır. Geleceğe olan
merakımız fala inanmasak da falsız
kalmayışımızın nedeni olsa gerek.
Günümüzde ticarete dönüştürülmüş
olan fal da aslında umudun
bahanesidir. Fal bakanın söylediği
umut dolu sözler, geleceğe dair olumlu
temenniler telve bahane edilerek dile
getirilir.
“Gönül ne kahve ister ne kahvehane,
gönül muhabbet ister kahve bahane...”
Ticari anlamda kahve çekirdeği
üretemeyen bir ülke olabiliriz. Ama
dünyanın en ince öğütülen ve
kaynatılarak pişirilen tek kahvesi,
dünyada bizim adımızla tanınıyor.
Kendinden önce gelen kokusu,
köpüğü, kıvamı, Osmanlı saraylarından
evlerimize uzanan yolculuğu ile
keyfin simgesi olarak da anılan Türk
55
detay
kahvesi, Arabica adı verilen kahve
çekirdeklerinin kömür ateşinde yavaş
yavaş pişirilmesiyle hazırlanıyor. Ağır
yemeklerin yorduğu mideler, zorlu
yaşam şartlarının yüklendiği bünyeler
Türk kahvesi ile dinleniyor. Hem
tadına hem adına yaraşacak şekilde
pişirildiği gibi ağır ağır içilebilsin,
daha geç soğuyup keyfi katlansın
diye, kendine has ince fincanlarda
servis ediliyor. Ehl-i keyiflere göre,
kahvenin ilk yudumunu höpürdeterek
içmek ve ardından bir “oh” çekmek
ise usulden. Osmanlı kahvehane
kültüründen gelen bu sohbet daveti,
günümüzde şekil değiştirse de, iki çift
laf etmenin, koyu sohbetlere dalmanın
akla ilk gelen bahanesi; Türk kahvesi.
Türk kahvesinin bahanesi olarak da
kahvaltı yani eski adıyla “kahve-altı”
kabul ediliyor. “Aç karnına kahve
içilmez” inancını destekleyen atasözü
ise durumu özetliyor: “Kahve içmeden
önce atıştıracak bir şeyin yoksa
kaftanından bir düğme kopar da onu
ye.”
Esat Uluumay Koleksiyonu
56
Binlerce öpücükten daha tatlı, üzüm
şarabından daha yumuşak…
Yüz yıllardır keçilerin keşfi olarak
kabul edilmişliği var kahvenin.
Zamanı, mekânı, isimleri değişse de
genel olarak anlatılan hikâyesinin
özü şöyle: “Genç bir çoban, sıcak
havada uyuşukluk içinde otlayan
keçilerinin, bir ağacın meyvelerinden
yedikten sonra hareketlenmeye
başladıklarını hatta neredeyse dans
ettiklerini fark etmiş. Bu mucizeye
inanamamış ve meyvelerden kendi
de denemiş. Bir süre sonra enerjisi
artmış, kalp atışları hızlanmış.”
Hakkında anlatılan efsanelere göre;
önceleri çiğnenerek, kırılarak, daha
sonra yağ ile karıştırılarak denenen
kahvenin suyla tanışması tamamen
tesadüf. Günümüze kadar şekilden
şekle girerek kullanılan “kahve” adı,
dervişlerin sabah namazına kalktıkları
zaman uykularını açmak için içtikleri bu
sıvıya kullanım amacına uygun olarak
“uyandıran, dinçleştiren” anlamında
“kahveh” demelerinden gelir. 16.
yüzyıla kadar şarap yapımında bile
kullanılan kahvenin Habeşistan’dan
Yemen’e gelişi de bu yüzyılda oldu.
Kanuni Sultan Süleyman döneminin
Yemen Valisi Özdemir Paşa
Yemen’de içtiği bu tada hayran
olup onu İstanbul’a gönderince
Osmanlı macerası başladı
kahvenin. Önceleri sadece
üst düzey yöneticiler
ile saray mensupları arasında tüketilen
bu gizemli içecek kısa süre içinde
halk tarafından da sevildi. “Kara altın”
ya da “Müslüman şarabı” ismiyle
tanınan kahve özel bir yöntem ile
pişirilerek “Türk kahvesi” adını aldı.
Osmanlı saraylarına “kahveci başı”
rütbesinin eklenmesine neden olan
kahve, bir dönem “cezve kahvesi”
olarak da bilinirdi. Satın alınan çiğ
kahve çekirdekleri tavalarda kavrulur,
el değirmenlerinde çekilip dibeklerde
dövülür, kömür ateşi üzerine konan
cezvelerde pişirilirdi. Komşulara,
misafirlere kulpsuz özel fincanlarda
ikram edilirdi ve insanların sosyal
yaşamının merkezindeydi. Şu anda
kullanıldığı amacından çok daha farklı
olarak gerçek adı ile “kıraathane”
gerçek anlamı ile okuma evlerinin
ilki İstanbul Tahtakale’de açıldı. Şiir
ve edebiyat sohbetlerinin yapıldığı,
kitapların okunduğu, “memleket”
meselelerinin konuşulduğu, oyunların
oynandığı kahvehaneler Türk
kahvesinin sosyal yaşama etkisinin
kanıtıydı.
Kahvenin birçok derde deva, hastalara
şifa olduğu söylentileri yayıldıkça
kahveye olan ilgi daha da arttı.
Dönemin şeyhülislamı bağımlılık
yarattığını düşündüğü bu içeceğin
kavrulup tüketilmesi nedeniyle haram
olduğunu öne sürerek yasaklanmasına
sebep oldu. O güne kadar açılan tüm
kahvehaneler kapatıldıysa da 3. Murat
döneminde, halkın yasak nedeniyle gizli
gizli de olsa tüketmekten vazgeçmediği
kahve yayınlanan bir fetva ile
yeniden serbestçe içilir hale geldi.
Kahvehaneler arttıkça kahvenin adı
ülke dışına taşmaya başladı. İstanbul’a
gelen Avrupalı gezgin yazar ve şairler
bu kahveden bahseder, Venedikli
tüccarlar Anadolu’dan Avrupa’ya kahve
götürürdü. Viyana kuşatmasından
sonra (1683) Osmanlı ordularının şehri
terk ederken geride bıraktığı çuvallar
dolusu kahve çekirdeğinin bu tadın
tüm dünyaya yayılmasında başlangıç
kabul edildiği söylenir. Osmanlıları ve
kültürlerini iyi tanıyan bir ajan savaşta
geçen emeklerinin karşılığı olarak bu
çuvalları istedi. Çünkü çuvalların içinde
sanılanın aksine deve yemi değil kahve
olduğunu biliyordu. Yine 17. yüzyılda,
4. Mehmet’in Fransa Kralı 14. Louis’e
gönderdiği elçi hediye olarak kahve
getirmişti. Bu içeceği Fransızlara “sihirli
içecek” adıyla tanıtan Osmanlı sefirinin,
Hoşsohbet Nüktedan Süleyman Ağa
olduğu söylenir.19. yüzyıl sonlarına
kadar Türk kahvesi çiğ çekirdek olarak
satıldı, evlerde hazırlandı. Bu durum
Mehmet Efendi’nin, çiğ kahveyi kavurup
öğüterek müşterilerine hazır halde
satmaya başlamasına kadar sürdü.
Ehl-i keyfin keyfini ne tazeler? Taze
elden taze pişmiş taze kahve tazeler
Türk kahvesinin keyfi kadar yararları da
saymakla bitmiyor. Sağlık uzmanlarının
önerilerine göre günde iki fincan Türk
kahvesi faydalı. Ancak her şey gibi Türk
kahvesi de önerilenden fazla miktarda
tüketildiğinde soruna dönüşüyor;
kalp, tansiyon ve mide hastalıklarına
yol açabiliyor. Diğer yandan baş
ağrılarına, karaciğer rahatsızlıklarına ve
kolesterole iyi geliyor. Konsantrasyonu
arttırıyor. Yüksek tansiyonu önlüyor.
Kahveyi içtikten sonra telvesini yüzüne
maske olarak uygulayanlar, cildi
temizlediğini, tazelediğini de söylüyor.
Nefesi açıyor, kemikleri güçlendiriyor.
Yemek üzerine içildiğinde sindirimi
kolaylaştırıyor. Düşünme potansiyelini
arttırıyor ve bedene zindelik veriyor.
Hafızaya güç veriyor ve rehaveti alıyor.
Şimdiki zamandaysa amaç bu
geleneğimize sahip çıkmak, Türk
kahvemizin adını korumak ve tadını
dünyaya kendi adıyla yaymak. Türk
kahvesi kültürünün, Türk olmanın
sosyal gereği olduğunu savunan
TKKAD’nin (Türk Kahvesi Kültürü ve
Araştırmaları Derneği) projeleri ve
güncel faaliyetleri sitesinden takip
edilebiliyor. Ayrıca yapılan çalışmalar
arasında ünlü isimlerin de içinde
olduğu, “Türk kahvesi içiyorum,
kahveme sahip çıkıyorum” kampanyası
var. Gizem Şalcıgil White ve ekibi
“gezici kahve evi projesi” kapsamında
Amerikalılara Türk kahvesini tattırmakla
kalmıyor, kahvenin kültürünü ve tarihini
de anlatıyor. UNESCO Dünya Kültür
Varlıkları envanterine aday gösterilen
Türk kahvesinin aynı zamanda Türk
Patent Enstitüsü aracılığı ile 2012 yılının
Mart ayında “Coğrafi İşaret” başvurusu
da yapıldı. Resmi gazetede yayınlanan
bu tarihten itibaren 6 ay içinde bir
itiraz almazsa, Türk kahvemizin coğrafi
işareti korunmuş olacak. Yani belirli bir
coğrafyadan kaynaklanarak belirgin
nitelikleriyle ün kazanmış “gerçek
üreticileri” adına kayıt altına alınacak.
Kahveden bu kadar bahsettikten sonra,
kendinize reddedemeyeceğiniz bir
teklif yapıp kahve içmek isteyebilirsiniz.
Bunun için ya usulüne göre bir kahve
yapıp keyfiyle içer ya da Bursalı
olmanın avantajını kullanarak,
Tarihi Koza Han’da bol köpüklü bir
fincan Türk kahvesi ile günün tadını
çıkarabilirsiniz.
Esat Uluumay
Koleksiyonu
57
kitap önerileri
58
Agatha Christie
Gece Gelen Ölüm
Anne-Laure Bondoux
Katilin gözyaşları
Dan Brown
Kayıp Sembol
Direnç Köse
Yüzünün yarısında
gün izleri
Turgenyev
Babalar ve oğullar
Frank M. Ahearn
İz Bırakmadan
Atilla Dorsay
Sinema ve
unutulmayanlar
Sir Arthur Conan Doyle
Sherlock Holmes
Seçme Hikayeler
Steig Larsson
Ejderha Dövmeli Kız
Stella M. Trevez
Ben 50 Yaşındayım
Oglum 59
Bursa Kitaplığı
Evliya Çelebi Yolu
59
kitabi
Parfümün dansı / Tom Robins
Emine Civanoğlu
Kokudan daha kalıcı bir iz var mı
“Aşkın en yüce işlevi, sevilen insanı
özgün ve yeri doldurulamaz biri
yapmasıdır. Aşkla mantığın farkı da
şudur: Aşkın gözünde bir kurbağa
pekala prens olabilir. Oysa mantıkçının
analizinde, aşığın, önce o kurbağanın
prens olduğunu kanıtlaması gerekir
ki bu girişim nice tutkunun parıltısını
körletmeye yeter. Mantık, aşkı sınırlar.
Descartes’in hiç evlenmemesinin
nedeni buydu belki de. Descartes
mantık çağının mimarıdır. 1628 yılında
Paris’ten, aşıklar kentinden, sırf orada
kafası dağılıyor diye kaçmıştır. Gidip
Hollanda’ya yerleşmiştir. 1649’un
sonlarında Stockholm’e davet edilmiş,
Kraliçe Christina’ya felsefe dersleri
vermesi istenmiş, Decartes bunu
hemen kabul etmiştir. Belki ücret
dolgundu. Bir nedeni vardı mutlaka.
Kraliçe Christina bu dersleri yatağına
uzanmış olarak dinlerdi. Çoğu zaman
çıplak olurdu.”
Geçmişten bazı anların hafızamızda
kokuları ile işaretlenmiş olmaları
şaşkınlık yaratıcıdır. O anı tamamen
unuttuğumuzu sandığımız halde bir
gün bir sokaktan geçerken ya da sıcak
bir rüzgarı demli bir çay gibi içerken
o anın kokusu bizi yeniden ele geçirir
ve ‘hatırlarız’. Kokunun hatırlatmadaki
kabiliyeti, sıradan bir günü hayatımızın
60
en önemli gününe çevirecek türdendir.
Kokunun bir insana ya da bir hayvana
yapabilecekleri kadar yaptırabilecekleri
de bir insanın ya da bir hayvanın daha
önce asla tecrübe etmediği kadar
inanılmaz şeyler olabilir. Sadece bir
kokunun peşinden giderek çözülmüş
kim bilir ne faili meçhul cinayetler,
ortaya çıkarılmış ne gerçekler, tarihin
sayfalarına kazınmış ne acayip
olaylar vardır. Kokunun bıraktığı izin
nelere neden olabileceğine dair kafa
yormalar sonucu yaratılmış hikayelerin
filmleri festivallerde dünyanın ödülünü
kazanmış, basit gibi görünen bir
koku izi yüzünden kuvvetle muhtemel
yeryüzü akla durgunluk verecek pek
çok olaya sahne olmuştur. Bir erkek
ceketinin üzerinde bir kaçamaktan
kalma görünmez bir koku izi yüzünden
tanrı bilir ki kaç aşk can çekişerek
ölüp gitmiştir. Tom Robbins, akıl
oyunları oynatmaya, bu oyunların
içinde okuruna bazen dehşet verici,
bazen de tadına doyulmaz cennet
bahçelerindeymiş gibi lezzet verici
maceralar yaşatmaya bayılan bir
yazar. Kendisi, insanın yani senin,
benim, evdekilerin, sokakta az önce
yanından geçerken halini düşündüğün
delikanlının geçmekte olduğu hayati bir
sınavın orta yerinde, hepimize birden
hayatın kendisini düşündürtüyor. Neyin
içinde olduğumuzu, neyin peşinde
olduğumuzu… Parfümün Dansı, bizi
mantıkla ve mantıksızlıkla, içgüdülerle,
akıl ve akılsızlıkla, zelve ve zevksizlikle,
şehvetle ve kokuşmuş bir ruhsuzlukla
aynı anda tanıştırıyor.
Tavşan devam ediyordu: “Koku,
ölmekte olan bir insanı en son terk
eden duyudur. Görme, duyma ve hatta
dokunma gittikten sonra, ölmek üzere
olanlar koku duyularına tutunurlar.
Böyle olması, biz parfümcülerin çalışma
alanının ne kadar önemli olduğunu
anlatmıyor mu? Koku, en eski anılarımız
için bir kanaldır. Beri yandan gelecek
yaşamımıza da bizimle birlikte girebilir.
Bu arada da insanı keyiflendirir,
hayal gücünü körükler, düşünceleri
biçimlendirir, davranışı değiştirir.
Geçmişle en güçlü bağımız, geleceğe
olan yolculuğumuzda en sadık yol
arkadaşımızdır. Tarihöncesi, tarih,
sonraki yaşam, hep onun alanıdır. Koku
pekala ebediyetin simgesi olabilir.
Bildiğiniz tarihin aslında başka türlü
yazılmasına ramak kalmış ama tam
o sırada bir şeyler olmuş da tencere
devrilmekten kurtulmuş gibi bir yeri
de var ve yazar da öyle tahmin ediyor
ki biz o yeri ne duyduk, ne gördük.
Parfümün Dansı’nda çıkacağımız
yolculuk bizi işte tam da o yere
götürüyor. Eminim o yere vardığında
ne yapacağını bilen birisi henüz
çıkmamıştır. Bu kitapta yeni arkadaşlar
edineceksiniz. Arkadaş dediğiniz
her zaman iyi olmaz, kötü ve buna
rağmen bizim asla vazgeçemediğimiz
arkadaşlarımız da vardır. Bay Mantıksız,
Bay İçgüdü, Bay Hayvani Sır, Bay
Çingece, Bay Koku, Bay Aydedeye
Havlayan, Bay Şaşırtıp Kaçan, Bay
Mastürbasyon, Bay İnatçı Güç, Bay
Küstahlık…
Ortaçağ, tarihin beline, biradan şişmiş
bir göbek gibi asılmış duruyordu. Onu
yok etmek için aerobik danslarına, sıkı
perhizlere başvurmanın da zamanı
geçmişti. Tarih bundan böyle sonuna
kadar 48 numara don giymek zorunda
kalacaktı. O koca midenin ta dibinde,
koyu renk, sirkemsi sıvılar arasında, bin
yıllık bir yürek yangınının alevlerinden
önemli simalar çıkıyor ama sonunda
onlar da sindiriliyor, göbeğin içindeki
bulamaca karışıyorlardı. Clovis,
Charlemagne, 1. Otto, Fatih William,
Viking Kralı Rurik, Papa Leo, Gutenberg
ve tabaklar dolusu ünlü generaller,
krallar, düşünürler, papalar fermante
oluyor, eriyordu. Bizim minik çiftimiz
Alobar’la Kurda, sindirilmez olduklarını
kanıtlıyordu. Balinaların midesini
bulandıran sert ahtapot gagalarının
esmeramber kusturması gibi. Evet,
ahtapot gagaları gibiydi bizim çift. Ya
da maraskin kirazları gibi.
Pan, gerçek dünyada pek de arkadaşlık
edeceğimiz türden birisi değil ama
kitaptaki yenidünyada onunla bir
mağaradaki büyülü havuzda yüzmek,
kitabı okuduğunuz süre boyunca size
o kadar da garip gelmeyecek. İşin zor
kısmı kitap bitince. Kitap bittiği andan
itibaren bu dünya size yetmeyecek.
İnsan New Orleans’a adımını attığı
dakikada ıslak, koyu renk bir şey
hemen üzerine atlar, azma zamanı
gelmiş bataklık köpeği gibi bela olur
başına. New Orleans’ın bu etkisinden
kurtulmanın tek yolu, onu yemektir.
Bu kitaptaki yolculuğun en ilginç kişisi
olan keçi ayaklı, zevk ve bereket tanrısı
61
detaylı bakış
Evliya Çelebi’nin izinde
2009 yılı sonbaharında 6 arkadaş düştüler yola. Evliya Çelebi’nin
silinmeyen izlerini takip ederek, onun rotasına sadık kalarak ilerlediler.
Seyahatname’sindeki Hac yolunu adım adım izlediler. Evliya Çelebi
rehberliğindeki seyahatlerini kitaplaştırıp Bursa’nın soyut mirasında yer alan
Evliya Çelebi güzergâhına kılavuz yaptılar. Evliya Çelebi’nin geçtiği yollar
bıraktığı izler artık pusulalarla değil tabelalarla takip edilebilir hale geldi.
62
Evliya Çelebi, geleceği parlak bir
genç, iyi eğitimli bir beyefendiydi
ama yapmak istedikleri ona layık
görülenlerden farklıydı. Küçük
yaşlarda başlayan, yeni insanlar
tanıyıp yeni yerler görme arzusunu
hayata geçireceği bir fırsat kolluyordu.
“Şefaat” yerine yanlışlıkla “seyahat”
dediği rüyasının ertesi günü yollara
düştü. İlk yolculuğunu 1640 yılında
“sudan ibaret” diye tanımladığı
Bursa’ya yaptı. Dönemin şair ve
yazarlarının alışılmış edebi ifadeleri ve
ağdalı cümlelerine karşılık, yazdığı 10
ciltlik Seyahatname’sinde gittiği yerleri,
tanıdığı insanları, yaşadığı olayları
kendi üslubunda, halk dilinde deyimler
kullanarak anlattı.
Evliya Çelebi’nin yolu, 1671 yılında
çıktığı Hac yolculuğunda da Bursa’dan
geçti. Osmanlı tarihçileri onun Hac
yolunda bıraktığı bu izleri takip ederek,
ilk turu at üzerinde tamamladılar.
Evliya Çelebi’nin 400 yaşına girdiği
ve UNESCO tarafından Evliya Çelebi
Yılı olarak kabul edilen 2011’de ise
“Evliya Çelebi Yolu” adlı kitap yayın
haline getirildi. Yolu yürüyerek, at ya
da bisikletle geçmek isteyenlere rehber
olan kitap, UNESCO Türkiye Milli
Komitesi'nce “The Evliya Celebi Way”
adıyla İngilizce olarak da yayınlandı.
Araştırmanın öncüsü olan Dr. Caroline
Finkel ve ekibi, tüm Osmanlıların
en büyüğü olarak bahsettiği Evliya
Çelebi’nin geçtiği yolları canlandırarak
geçmişin daha iyi anlaşılabileceğine
inanıyorlar. Onun izini takip ederek
seyahat etmenin, bir süreliğine de olsa
bambaşka ve daha sakin bir dünyayı
ziyaret edebilme fırsatı vereceğini
söylüyorlar.
taşıyor. Yalova'nın Hersek Köyü’nden
başlayan yolculuk 40 gün at sırtında
7 gün de yaya olarak devam etti.
Atlarla İznik, Yenişehir ve Kütahya’nın
içinden Bursa, İnegöl, Afyonkarahisar
ve Uşak’ın yakınlarından geçtiler.
Osmanlı hamamları ve kaplıcalarına
gittiler. Zamanında Evliya Çelebi’nin
de katıldığını bildikleri Rahvan at
yarışlarını ve Seyahatname’sinde,
oynarken birkaç dişini kırdığını anlattığı
cirit oyunlarını izlediler. Köylere yakın
yerlerde kamplar kurarak, köy yaşamını
daha iyi anlatan kimsenin olmayacağını
düşündükleri köylülerle sohbet ettiler.
Yolculuk boyunca karşılarına çıkan
insanların ikramlarından ve ilgilerinden
son derece memnun olan ekip, bu
projenin rota üzerindeki köylere,
kasabalara maddi getiri de sağlamasını
umuyor.
Bursa Araştırma Merkezi, Büyükşehir
Belediyesi ve Trafik Şube Müdürlüğü
katkılarıyla, güzergâha üzerine turistlere
kolaylık sağlayan yönlendirme tabelaları
koyuldu. Tarihe ışık tutan, kültürel
bağları güçlendiren ve turizme katkı
sağlayan proje ve ardından gelen kitap,
ekibin yolculuk boyunca yaşadıklarını
da içeriyor. Bu çalışma sayesinde artık
Evliya Çelebi’nin yolculuğundan kalan
tek iz Seyahatname’sinde anlattığı
kadarıyla kalmıyor.
Daha önce 1995 yılında düşünülen
ama uygulamaya geçemeyen projedeki
atların temini ve rehberlik görevini
Ercihan Dilari üstlendi. Ekibin başka
bir üyesi olan Kate Clow ise Türkiye’nin
ünlü yürüyüş parkurlarından Likya
Yolu’nun kâşifi olarak tanınıyor.
Aslına sadık kalınarak takip edilen
rotanın, Evliya Çelebinin ilk Hac
yolculuğuna ait olması ayrıca önem
63
bursa dokusu
Nazım’ın
Bursa’daki
izleri
1933’te üçüncü kez
kovuşturmaya uğrayan Nâzım
Hikmet, 18 Mart 1933 sabahı
bazı kişilerle birlikte gözaltına
alınır. Gözaltı önlemi, 7. Sorgu
Yargıçlığı’nda ifadesi alındıktan
sonra aynı gün tutuklamaya
çevrilir ve Sultanahmet
Cezaevi’ne konur… Sorgu
yargıçlığının yetkisizlik bildirmesi
üzerine, 31 Mayıs 1933’te Bursa
Cezaevi’ne nakledilir.
Hazırlayan: Güney Özkılınç
O, Bursa’da iz bırakacağı yılların
başlangıcı olan 1933 yazının ilk
gününde, eğitim yıllarının bir bölümü
Bursa Amerikan Kız Koleji’nde geçen
Piraye’ye mektup yazar. Hapishane
penceresinden görünen Bursa’yı,
Piraye’nin çocukluk yıllarına gönderme
yaparak satırlarına taşır:
Hatçem,
Sağ salim Bursa’ya ulaştık. Rahatımız
iyicedir. Mahkemenin ne zaman
başlayacağı daha belli değil. Bu da
tabii… Çünkü buraya geleli daha 24
saat bile olmadı. Aramıza dağlar,
64
denizler girdikten sonra hasret ve
göreceklik bir kat değil kat kat arttı.
Tez kavuşsak derim. Sen de öyle
dersin, bilirim. Ama bakalım hadisat ne
der? Hapishane penceresinden, yığın
yığın yeşillikler arkasında Bursa’nın
beyazlıkları ve keşişin dumanlara
karışan etekleri görünüyor. Ben seni
düşünüyorum. Senin çocukluğun bu
yeşillikler arasında, bu kocaman, karlı
dağın yamacında geçmiş. Ne tuhaf şey
değil mi? Senin bu en güzel günlerinin
geçtiği bu gök altında benim şimdi,
bir türlü bitmek, tükenmek bilmeyen
saatlarım uzayıp gidiyor…
Haziran 1, 1933
(Nâzım Hikmet, Piraye’ye Mektuplar-1,
s. 12)
Nâzım’da iz bırakan Bursa; “kaplıcalar,
türbeler, ipek fabrikaları ve kocaman bir
çınar”dan ibarettir…
…
Demirlerden seyrettiğim bu şehir
kaplıcalar
türbeler
ipek fabrikaları ve kocaman bir çınardır.
Ve sahici insanları
benim insanlarım
nasıl da perişan
… (Nâzım Hikmet, Yatar Bursa
Kalesinde, s. 175)
Kelepçelerle Ağır Ceza’da
Usta şairimiz, Bursa’ya getirilişinden
yaklaşık üç ay sonra 1933
Ağustosu’nun yirmi yedisinde
mahkemeye çıkarılır. Heykel’deki Bursa
Ağır Ceza Mahkemesi’nin önü (şu anki
Bursa Kent Müzesi) ana baba günüdür.
Toplam yirmi beş mahkûm, jandarma
gözetiminde ve ikişerli kelepçeli
olarak Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’ne
girerler. Nâzım, bir başka şairle N.
Vahdeti Çakırhan’la aynı kelepçeyi
paylaşacaktır... (…)
pazar günü, bu kez Akşam Gazetesi’nin
muhabiri olarak Bursa’ya gelen Nâzım
Hikmet, sergiyi izlemeyi, haberini
yapmayı, arkadaşlık ve gazetecilik
görevi olarak görür. Vapurla Yalova’ya;
oradan da otobüsle Bursa’ya gelir.
Bugünün Bursa’sında hâlâ işlevsel olan
Tayyare Kültür Merkezi’nin sergi salonu,
hıncahınç doludur. Nâzım Hikmet,
arkadaşını öper, kutlar. Karikatürleri tek
tek inceler, sergiye gelenlerle sohbet
eder, yapılan konuşmaları dinler, notlar
alır ve aynı gün İstanbul’a döner… Bu
yolculuk; Nâzım Hikmet’in Bursa’ya
kelepçesiz gelip kelepçesiz gittiği son
yolculuktur…
Bir kış günü başlayan ikinci hapislik
Beş aralık bin dokuz yüz kırk. O yıllarda
nüfusu yüz bin olan şehrin uzağındaki
Bursa
Cezaevi, koğuşlarını bir okula
dönüştürecek mahpusunu, demir
parmaklıkları ardına almak üzeredir…
Nâzım, Bursa Cezaevi’ne getirildiği
yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın tüm
şiddetiyle sürdüğü, ülkemizde tek parti
yönetiminin sürüp gittiği yıllardır.
…
Bursa’da kaldığı süre içerisinde,
cezaevindeki mahkûmlarla
öğrencileriymiş gibi ilgilenen Nâzım
Hikmet, o yıllardaki yirmi dört saatini
Nâzım Hikmet’in bir yılı geçen ilk
Bursa hapisliği, 1934 yılı Ağustos
ayında çıkarılan afla son bulur. Ancak
o, sonraki hapisliğinden çok çok
kısa sayılabilecek bu ilk hapisliğinde
bile Bursa’da, tarihe geçecek bir iz
bırakan Nâzım Hikmet, Türkiye’nin ilk
köy filmi olarak sinema tarihimizde
yerini alan “Bataklı Damın Kızı Aysel”
filminin senaryosunu, Bursa hapisliği
döneminde yazacaktır. Günümüzde
Nilüfer ilçesine bağlı bir mahalle olan
Çalı’nın çekimlere ev sahipliği yaptığı
bu film, dönemin ünlü birçok isminin
anılarında da yerini alır. İlk opera
sanatçımız Semiha Berksoy, Çalı’daki
film setine uğramış; ardından Bursa
Cezaevi’nde Nâzım’ı ziyarete gitmiştir.
… O sıralarda Nâzım hapse girmişti.
Bursa Hapishanesinde yatıyordu.
Cahide Sonku, Bursa yakınlarında
Bataklı Damın Kızı Aysel filmi için
gidecekti. Filmi Muhsin Ertuğrul
yönetiyordu. Ben de rica ettim. ‘Sizin
filmin setinde bulunmak istiyorum.’
dedim. Filmi Bursa yakınlarında
çekiyorlardı…
(Sana Tütün ve Tespih Yolluyorum,
Füsun Özbilgen, s. 53, 1985.)
Kelepçesiz yolculuk
1936 yılının Mayıs ayında Cemal Nadir,
memleketi Bursa’da karikatür sergisi
açmaya karar verir. Mayıs ayının bir
65
bursa dokusu
şöyle anlatır: “… Belki sizi ilgilendirir
diye, normal yirmi dört saatimi
yazıyorum: Sabah yedi yataktan
kalkmak, yedi kırk beş radyoyu
dinlemek, sekiz buçuktan on ikiye
kadar Tolstoy’un Harp ve Sulh romanını
tercüme. İkiden dörde kadar dokuma
atölyesinde çalışmak. Dörtten yediye
kadar, adını henüz koyamadığım ve
bir türlü bitmeyen kitabıma çalışmak.
Yedide radyoyu dinlemek… Sekizden
on bire kadar, küçüklü büyüklü şiir
yazmak. On birden on ikiye kadar
kitap okumak. Yemekleri ne zaman
yediğim malûm. Bu şartlar içinde
bazen günlerin yirmi dört saatten
ibaret olduğuna içerliyorum.” (Nâzım
Hikmet, Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’lara
Mektuplar, s. 26) 66
Yüzümde Nâzım izi
Nâzım’ın cezaevindeki yaşamı bunlarla
sınırlı değildir. O, günümüzün ünlü
Bursalı ressamı İbrahim Balaban ve
roman yazarı Orhan Kemal başta olmak
üzere birçok mahkûmun belleğinde
silinmez izler bırakmıştır.
Fidyekızık’tan Eyüp Gültekin; Hacıali
(Mustafakemalpaşa)’dan Yakup
Yıldırım; Müşküleli Başaran ve Fevzi
Kavuk; Karasıl (Yenişehir)’dan Yusuf
İzzet Demirboğa (Yenişehir)’dan Celil
Kumarslan, Güneykestane (İnegöl)
Sarı Çerkez Seyfettin (Durmaz),
Güneybudaklar’dan Mehmet Öydeş,
Gürle’den Mehmet Gülmez, Yenikeöy
(Orhangazi)’den Ramis Salman, Hasan
Süsay; Kıranışıklar (Keles)’dan Ahmet
Atak; Çepni (Mudanya)’dan Halil
Cengiz…
O yılların Bursa’daki önemli doktoru
Neşati Üster, gazeteci İsmet Bozdağ,
Bursa Kız Lisesi öğretmenleri Fakihe
Odman ve Nebahat Sütunç, Bursa’nın
Hâkim Annesi Mürüvvet Yener,
Başgardiyan Hasan Basri Acar, kâtip
Mehmet Ali Bey, Savci Şinası Beken,
Cezaevi Müdürü Hasan Tahsin Akıncı…
Bursa’nın misafir odasındaki şair
Kaplıcalarıyla ünlü Çekirge için
Bursa’nın misafir odası denmiştir.
Göğe uzanan ve gölgesinde rüzgârların
dinlendiği çınarlar… Bahçelerinde
şirin mi şirin havuzlarla kaplıcalı,
adları birbirinden anlamlı birbirinden
güzel oteller; Hüsnügüzel, Huyugüzel,
Boyugüzel, Gönlüferah, Ferahfeza,
Büyük Yıldız, Hayat, Ada Palas,
Servinaz…
67
bursa dokusu
Bursa’da bir otel var
İçinde bir güzel var
Gözlerimin önünde
Uzun beyaz bir el var
(Nâzım Hikmet, Yatar Bursa Kalesinde,
s. 80)
Nâzım ile Piraye’nin tanığı, Çekirge’nin
nazlı güzeli Servinaz... Hüsnügüzel
Çay Bahçesi’nin bitişiğinde,
günümüzde hizmet vermeyi sürdüren
bu otelin 1940’lı yıllardaki muhasebe
işlerini, yirmi yaşlarında tıp hayalleri
kuran ”Kâtip” lakaplı Galip Uzunca
yürütmektedir. Misafirlerine eşsiz Bursa
seyri sunan, kimi zaman dile gelip
bizlerle sırlarını paylaşan Servinaz’da
Nâzım, Piraye ve Mehmet Fuat’ın
çektirdiği fotoğrafları incelediğimizde,
otelin havuzu, bahçesi ve odalarının
pek değişmediğini görürüz.
Vedat konuşuyor:
‘-Hiçbir yere benzemez Bursa
hamamları.
68
Hele ‘Ferahfeza’.
Bahçe içinde bir otel.
Müşteriler temiz.
Vizite üç papel.
...
(Nâzım Hikmet, Memleketimden İnsan
Manzaraları, s. 21)
(…)
Nâzım Hikmet Bursa’dan 1950 yılında,
8 Nisan’ı 9’una bağlayan gece yarısı
saat: 3.30 sularında ayrılır. Yanında
iki sivil polisle önce kara yoluyla
Yalova’ya, oradan saat: 6.30 vapuruyla
Kartal’a… 1950 yılının yaz aylarında
serbest bırakılan ve o ana kadar on üç
yılını hapislerde geçiren “Şair Baba”
dışarıda da on üç yıl yaşayacaktır…
Bursalıların armağanı
Bu yıl 111. doğum yılını kutladığımız ve
ölümünün 50. yılında sevgiyle andığımız
usta ozanımıza, ülkemizin dört bir
yanında ve Bursa’da yer açılıyor. Nilüfer
Belediyesi, Türkiye’nin ilk ve tek şiir
kütüphanesinin bulunduğu kültür evine
onun adını verdi. Nâzım adına diktiği
Beşevler Mahallesi’ndeki çınarlığı, bir
büstle taçlandırdı. Önümüzdeki aylarda
Misiköy’de açılacak Nâzım Hikmet
Anı Evi’yle bir belgelik oluşturulması
amaçlanıyor.
(…)
Nâzım’la ilgili çalan her telefon, tarifi
güç duygular uyandırır bende... Hangi
anı? Hangi öykü? Hangi paragrafı İnsan
Manzaraları’nın? Bizi Nâzım’ın izlerine
daha bir yaklaştıran…
Kaynaklar:
Hikmet, Nâzım “Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’lara Mektuplar”
Cem Yayınevi, 2. Basım, Aralık, 1993.
Hikmet, Nâzım “Memleketimden İnsan Manzaraları” Yapı
Kredi Yayınları, 12. Basım, Aralık, 2006.
Hikmet, Nâzım “Piraye’ye Mektuplar -1” Adam Yayınları, 2.
Basım, Ocak, 2002.
Hikmet, Nâzım “Yatar Bursa Kalesinde” Adam Yayınları, 16.
Basım, Ekim, 1998.
Özbilgen, Füsun, “Sana Tütün ve Tespih Yolluyorum” Broy
Yayınları, İkinci Basım, 1985.
69
albüm önerileri
70
Aydilge
Yalnızlıkla Yaptım
Özlem Tekin
Kargalar
Şebnem Ferah
Od
Sertab Erener
Sade
Zımba
Karamsar Olmamak Lazım
Pinhani
Canlı Yayın
Can Gox
Yalnızım Ben
Celia Cruz
Regalo Del Alma
Zaz
On Ira
Israel Kamakawiwoole(IZ)
Wonderfull World
Pink Floyd
The Wall
71
armoni
Müzikte felsefenin
iz düşümü
Birçok kişi onları “tüm zamanların en iyi grubu” diye
niteledi. Konserleri dünyanın iki ucundaki insanları
bir araya getirdi. 70'lerde yaşanılan Rock müzik
patlamasının en büyük halkalarından birisiydiler. Pink
Floyd, müziğe iz bırakmış felsefi bir dinamo gibiydi…
72
Pink Floyd
Hazırlayan: Sezai Evans
Her albümünde ayrı bir tat alırsınız
Pink Floyd’u dinlerken. Çoğu kişi
gibi gözlerinizi kapatarak dinlersiniz.
Sadece müzik altyapılarına saygı
duymaz, şarkı sözlerine eğildiğinizde
hayran olmadan duramazsınız. 18
albümünün neden dünya çapında
yaklaşık 150 milyon sattığını kolayca
anlayabilirsiniz. Pink Floyd sadece
şarkı sözleri ve müzikalitesi ile değil
klipleri, sahne performansları ve fan
kulüpleri ile birçok kişinin hayatında
izler bırakmış felsefik bakış açılarıyla
müzik dünyasının bambaşka bir yerine
konumlanmıştır. Belgeseli çekilmiş
tabir yerindeyse (ki yerinde) müzik
dünyasına damgasını vurmuş bir
müzik ekolüdür. Konserini izledikten
sonra müzikle uğraşan diğer tüm
insanların başka bir klasmanda
olduğunu düşündürten kısaca farklı bir
kulvarda müzik yapan bir gruptur. Hatta
sevenleri arasında Pink Floyd edebiyatı
dahi oluşmuştur.
Progressive Rock’ın öncüsü olarak
bilinen Pink Floyd, 1964 yılında Syd
Barrett (gitar), Roger Waters (bas
gitar), Nick Mason (Davul) ve Rick
Wright (Keyboard) tarafından kuruldu.
1965’lerde ise ismini o dönemin iki
Blues ustası olan Pink Anderson ve
Floyd Council’den alarak vücuda geldi.
Kısa sürede müzisyenlerinin çalgılarla
olan diyaloğu ve özel becerileri ile
müzikte, şarkı sözleri ile felsefede öne
çıkan grup giderek popülerleşti. Bu
ilginin nedeni ise Pink Floyd üyelerinin
hiçbiri diğerlerinin gerisinde kalmaması
ya da onları gerisinde bırakmamış
olmasıydı. İlk dönemlerinde daha küçük
bir kitleye seslenen grup kullandıkları
görsel efektler ve sahne performansları
ile kısa denilebilecek bir sürede ulusal
kitleye sahip oldu. Psychedelic Rock ve
Caz müziğin altyapısını değerlendiren
Pink Floyd, belli bir süre sonra kendi
tarzını iyice oturtmayı başardı. Ekol
denmesinin sebebi de bu sebepten
ötürü oldu Pink Floyd’a… Pink Floyd
kendi müzik tarzını efsaneleşerek
yaşıyordu zaten…
73
armoni
1966'da ilk kez bir müzik şirketiyle
anlaşan Pink Floyd, 1967'de Arnold
Layne single'ı ile albüm dünyasına ilk
adımı attı. İlk albümleri The Piper at
the Gates of Dawn, İngiltere’de büyük
bir başarı sağladı fakat aynı başarı
Amerika’da gelmedi. Fakat o dönemde
Jimi Hendrix ile turne yapıp kendisini
tanıttı. Değişime ulaşmak için müziği
kullanan Pink Floyd, durağanlığı
ortadan kaldırmak için müzik
yapıyordu. İlk bakışta anlamsız, garip
gelen, dinledikçe haz veren besteleriyle
müziğin bugünlere gelmesinde
tam bir öncülük yaptı. Kısaca Rock
müziğe cesaret ve hız kazandırdı.
Müzikteki en son devrimlerden birini
yaşatmakla kalmadı, bilinen değerleri
farklı bakışıyla bütünleştirerek sanatta
erişilemez yerlerden birine kendi ismini
koydu.
Syd Barrett gruptan ayrıldıktan sonra
birçok uzun deneysel şarkı, film müziği
ve stüdyo çalışmaları yaptılar. Vokallık
ise grup üyeleri arasında değişiyordu.
74
Waters, Gilmour ve Wright üçlüsü
bu görevi üstlenenlerdi. 69’da çıkan
Ummagummay hem dinleyiciler
hem de eleştirmenler tarafından çok
beğenilmişti. 70'de o dönemin en çok
satan albümü Atom Heart Mother
yayınlandı. Grup albümün ilk şarkısını
23 dakikalık bir beste olan "Atom
Heart Mother"ı orkestra ile birlikte
kaydetmişti. Albümü beğenmemiş
olsalar bile deneyselliği ve farklı ses
efektleriyle Pink Floyd ile bütünleşecek
elementlerin bulunduğu ilk albüm
olmuştu. Floyd albümün başarısıyla
ilk Amerika turnelerine çıkmıştı. 71'de
Relics ve içinde "Echoes" parçasıyla
dikkat çeken Meddle yayınlandı.
72'de Obscured By Clouds ile "La
Vallee" adlı filmin müziği çıktı ortaya…
Free Four şarkısı Amerika'da hit
oldu. Meddle'a göre daha sadeydi.
73’te hem albüm kapağıyla hem de
yarattığı etkiyle efsaneleşen Dark
Side Of The Moon adlı albüm çıktı.
40 milyondan fazla satan albüm,
dünyanın en çok satan Rock albümü
oldu... Aynı yıl Money şarkısına
yapılan single bir numaraya yerleşti.
İlk albümlerden toplama olan A Nice
Pair, Pompeii Konseri gibi materyallerin
yayınlanmasına neden oldu. Bu
toplamalar Pink Floyd'un ilk dönemlerini
yeni dinleyicilere aktardı. 75'te Wish
You Were Here piyasaya sürüldü.
Albümde yer alan Shine On You Crazy
Diamond ve Wish You Were Here
Barrett'ın anısına yapılıyordu. Kalan
şarkılar ise müzik endüstrisine karşı bir
tutum içeriyordu.
77’de yine bir Harvest yapımı olan
Animals piyasadaydı. Çeşitli kişilik
yapılarının birer hayvan olarak
sembolize edildiği albüm büyük ilgi
gördü. Albüm turnesinde albüm
kapağında da kullandıkları domuz
da konserlere çıkıyordu. 79 yılında
piyasaya çıkan The Wall Pink Floyd'un
bir diğer önemli albümü oldu. "Pink"
adındaki karakterin doğumundan
itibaren olan süreç, savaş, babaya
duyulan hasret, eğitim sistemi, aldatma
gibi konular işlenen albümün aynı
ismi taşıyan filmi de yapıldı. 83'te, The
Wall'dan artan parçalar ile yapılan
The Final Cut, aynı zamanda grubun
içerisinde olduğu krizi de gözler önüne
serdi. Grup içerisinde bazı tartışmalar
kendisini göstermişti. Bir süre sonra
Roger Waters ile David Gilmour
arasındaki anlaşmazlık sonucu Roger
Waters grubu dağıttığını açıkladı.
Fakat David Gilmour Pink Floyd
ismiyle devam etmek istedi ve davayı
kazandı. 83'ten sonra 94'e kadar grup
elemanlarının solo albümleri yayınlandı.
87 yılında Roger Waters olmadan
yapılan A Momentary Lapse of Reason
piyasaya çıktı. Pink Floyd adı altında
sadece David Gilmour ve Nick Mason
çalmış, Rick Wright ise albümde çalan
diğer sanatçılar arasında gösterilmişti.
Grup 92'deki La Carrera Panamericana
filmi için Dark Side of the Moon’dan bu
yana ilk kez beraber beste yaptı. 94'te
David Gilmour, Wright ve Mason The
Division Bell albümünü yayınladı. Aynı
yıl içinde Pulse adlı konser albümü
çıktı. 95'te ise "Marooned" ile tek
Grammy ödüllerini kazandılar. 2000'de
“Is There Anybody Out There? The
Wall Live 1980-81” konser albümü ve
2001'de Best of Echoes yayınlandı.
2003'te Dark Side of the Moon yeniden
piyasadaydı. 2004'te ise Nick Mason
"Inside Out" isimli Pink Floyd kitabını
kaleme aldı. 2005'te “İngiltere Hall
of Fame”e girmeye hak kazanan
Pink Floyd, tekrar tekrar dinlenebilen
yapısıyla, anlatım zenginliği ve derin
anlamları ile aşılamayacak birçok
başarının altına imza attı.
Pink Floyd Roger Waters ile “The Wall”
turnesi kapsamında 7 yıl aradan sonra
3 Ağustos 2013’te İstanbul Teknik
Üniversitesi Ayazağa Kampüsü’ndeki
stadyumda konser veriyor olacak.
Sosyal, politik ve bireysel anlamda
kitleleri etki altında bırakan ve aylarca
liste başı olan The Wall albümünün
müzik tarihinin en önemli albümlerinden
biri olarak kabul edilmesinin sebebini
dileyen herkes canlı izleyebilir. Avrupalı
organizatörler tarafından uluslararası
müzik konferansınca 2012 yılının
en iyi turu seçilen The Wall bugüne
kadar Güney Amerika'da 15 açık stat
konseri ile Şili, Brezilya ve Arjantin'de
750 bin kişiye ulaştı. Roger Waters’ın
Buenos Aires River Plate Stadı’ndaki
9 konserinin biletleri de günler
öncesinden tükendi. Amerika, Kanada
ve Meksika'da gerçekleşen 42 konseri
ile turnenin ikinci ayağında da başarı
devam etti. Waters, ''The Wall'' turnesi
kapsamında şimdiye kadar 192 konser
verdi, bilet satışından 380 milyon dolar
elde etti ve 28 ülkede 3,3 milyon kişiye
ulaştı. Turnenin Avrupa konserleri
temmuz ayında Belçika'da başlayacak.
''The Wall'' turnesi, gelecek yıl eylül
ayında Fransa'da sona erecek. Pink
Floyd ismi tıpkı geçmişteki gibi tüm
dünyayı peşinden sürüklüyor. Anlaşılan
o ki Pink Floyd, tanıştığı daha birçok
kişinin müzik dünyasını “derinden”
değiştirecek…
75
film önerileri
76
Koku- Bir Katilin Hikâyesi
Tom Tykwer - 2007
Fransa, İspanya
Gerilim
Vampir Avcisi
Abraham Lincoln
Timur Bekmambetov
2012 - ABD
Fantastik, Gerilim, Korku
Vidocq
Pitof
2001 - Fransa
Fantastik, Gerilim, Polisiye
Alice in Wonderland
Tim Burton
2010 - ABD
3D, Aile, Fantastik,
Macera
Pembe Panter
Shawn Levy
2006 - ABD
Macera, Komedi, Suç
Gizli Pencere
David Koepp
2004 - ABD
Gerilim
Aşkın İzleri
Terrence Malick
2012 - ABD
Dram, Romantik
Hitchcock
Sacha Gervasi
2012 - ABD
Biyografi, Dram
Müfettis Gadget
David Kellogg
1999 - ABD
Bilim Kurgu,Komedi,
Macera
Sherlock Holmes
Guy Ritchie
2009 - ABD, Avustralya,
İngiltere
Macera, Suç
Sherlock Holmes 2
(Gölge Oyunları)
Guy Ritchie
2011 - ABD, İngiltere
Macera, Suç
77
film şeridi
Sherlock
Holmes
Hayali efsanenin gerçek izleri
Ömrü iz peşinde geçen Sherlock Holmes kendini
“danışman dedektif” olarak tanımlamıştı ve ele aldığı tüm
davaları çözmesiyle ün kazanmıştı. Hayat hikâyesi, ev
adresi, kişisel özellikleri vardı ama gerçek biri değil sadece
“hayali” bir karakterdi.
Hazırlayan: Ferhan Petek
Piposu, iki yandan gölgelikli şapkası ile
bir örnek kumaştan pelerinli pardösüsü
ve büyüteci ona has eşyalar olmaktan
çıkıp dedektifliğin simgesi haline
geldi. Şimdiki teknolojinin hayal bile
edilemediği yıllarda, bir ayak izinden
katili tarif eder, bulduğu mürekkep
izinin hangi model daktilodan
çıktığını söylerdi. İşinin başkalarının
bilmediğini bilmek olduğunu savunur,
ilgilenebileceği bir dava olmadığı
zaman bunalıma girerdi.
Bugüne kadar Watson’a ait
tanımlamalar ve yaratıcısı Arthur Conan
Doyle tarafından kaleme alınan 4
kitabı, 56 kısa öyküsü ile onu o kadar
iyi tanıyoruz ki çoğu zaman aslında
var olmayan bir hayal ürünü olduğunu
unutuyoruz. Ya da unutmak istiyoruz.
Çünkü “böyle bir zekâ yazılabiliyorsa
birileri bu zekâya sahip demektir” diye
düşünmeden duramıyoruz. Bu yüzden
onu kanlı canlı bir insan olarak kabul
ettik ve yazarının 20.yüzyılın başlarında
onu emekliye ayırmasını, 1.Dünya
Savaşı döneminde de eceliyle ölmesini
hazmettik. Ama bu asla bir son olmadı.
Olamazdı çünkü Doyle istemeden
de olsa bir dedektif tiplemesi değil
ölümsüz bir kahraman yaratmıştı.
78
"Renksiz hayat çilesinin içinden kızıl
bir cinayet ipliği geçer..."
Holmes ve Watson’un hikâyesi
Türkçeye “Kızıl Soruşturma” olarak
çevrilen orijinal adı “A study in scarlet”
olan öyküde başladı. Aslında bir doktor
olan Arthur Conan Doyle o yıllarda
mesleğine yeni başlamıştı ve çok
başarılı olduğu söylenemezdi. Hasta
beklerken kaleme aldığı bu hikâye
1887 yılında “Beeton's Christmas
Annual" dergisinde yayınlandı. Doyle’un
Holmes’u yazarken üniversitedeki
profesörlerinden Joseph Bell’in
gözlem yeteneği ve Amerikan gotik
edebiyat öncülerinden olan Edgar
Allan Poe’nun polisiye öykülerindeki
ana karakteri C.Auguste Dupin
karakterinden etkilendiği söylenir.
Doyle, sadece beyinden oluştuğunu
düşündürecek bir karakteri yaratırken
yanına onun hikâyelerini okuyacak
insanları temsil edecek “normal” bir
insan da düşünmüş ve Watson’u
aynı zamanda anlatıcı yapmıştı.
Böylece yazar tamamen aradan
çekildi, okurları her hikâyede farklı bir
olayın içinde kendilerini Watson ve
Holmes’un yanında buldu. Okurlarının
içinde yaşamak istedikleri, gerçek
kabul etmeyi tercih ettikleri hayal
dünyasının kapılarını açan bu ilk
hikâyede Holmes’un kendi hakkında
yaptığı gözlem sonucu korku ve
hayranlığı bir arada yaşayan Watson,
dostundan öğrendiklerini uygulayarak
ya da yanlışlıkla da olsa olayların
çözülmesinde rol oynadı.
“Kanunun diğer tarafında yer alsaydım,
en başarılı suçlu ben olurdum”
Holmes kendine yapılan kahraman
yakıştırmasını asla kabul etmez sadece
dünyada tek olduğuna inanırdı. Aslında
bohem bir züppe, bağımlı bir egoist
olduğunu söyleyenler de vardı ama
o delilik sınırında bile olsa, dehası
kabul edilmiş bir efsaneydi. Teklif
edilen davaları, getireceği şöhrete ya
da paraya göre değil kendi zevkine
göre seçerdi. Scotland Yard Müfettişi
Lestrade’in Holmes’un çözdüğü
davalardaki başarıları kendine aitmiş
gibi göstermesine de bu sebeple
aldırmazdı. Ondan yardım isteyen
müşterilerine evet demeden önce
gözlem yapar, yöntemlerini müşteri
adaylarının üzerinde uygulayarak
vardığı sonuçlardan memnun ve tatmin
olmazsa davayı çözmeyi kabul etmezdi.
Bazı davaları ona getiren, kendinden
daha zeki olduğunu düşündüğü
ağabeyi Mycroft’a akıl danıştığı
zamanlar olurdu. Mesafeli ilişkilerine
rağmen onu severdi. Kendine has,
alışılmışın dışında yöntemleri ile
suçluyu yakalamayı ya da suçun nasıl
işlendiğini çözmeyi şahsi bir zevk
haline getirmişti. Ona göre mesele
ipucu toplamak değil, eldeki ipuçlarını
doğru şekilde bir araya getirmekti.
Holmes insan beynini tavan arasına
benzetir, içine koyulanların özenle
seçilmesi gerektiğine inanırdı. Ona
göre, bilinçli olarak kontrol edilmeyen
bir zihin gereksizliklerle dolu bir
yığından ibaretti.
Her şeyin bir nedene bağlı olduğuna
inanan Holmes elindeki dava ne
kadar doğaüstü gibi görünse ve
çevresindekilerin de buna inanmasına
neden olsa da bilimsel gerçeğin
peşinden ayrılmaz doğruya ulaşırdı.
Neredeyse her kadın için sadece
zekâsıyla bile olsa ideal erkek profiline
uyan dedektif, hayatına duyguları
ve kadınları almamaya kararlıydı. Bu
yüzden “A scandal in Bohemia” adlı
hikâyede tanıştığı Irene Adler’e olan
zaafı hiç itiraf edilmeyen bir aşk olarak
kullanmayı tercih etmediği kalbinde
saklı kaldı. Belki de Holmes’un
hikâyelerini ölümsüz kılan bir sebep
de her ana karakterin yanında olması
gerektiğine inanılan kadın karakterin
Holmes’un hayatında süreklilik
göstermemesiydi. Belki de, Doyle
Holmes’ten kurtulmak istediği zaman
onu Reichenbach Şelalesi’nden ezeli
düşmanı Moriarty ile birlikte düşürerek
öldürmek yerine Adler ile evlendirseydi
ondan tamamen kurtulabilirdi.
Doyle’un asıl mesleği olan doktorluk,
yarattığı karakterin gördüğü ilgi sonucu
yeni hikâyeler için taleplerin artmasıyla
tamamen gölgede kalmıştı. Bundan
rahatsızlık duyan yazarın yayınevlerini
vazgeçirmek için çok yüksek
fiyatlar istediği buna rağmen onları
vazgeçiremediği de söylenir. Sadece
Holmes’un yaratıcısı olarak kalmak
istemediğine karar veren Doyle, 1893
yılında yayınlanan “the final problem”
adlı hikâyede Holmes’u öldürüp ondan
kurtulduğunu düşündü. Yanıldığını
hiç yaşamamış bir adamın ölümüne
yas tutan hayranları, evinin önünde
Holmes’u onlara geri vermesi için
eylem yapan okurları görünce anladı.
Ve istemeden de olsa “The return of
Sherlock Holmes” kitabında yer alan
“The empty house” hikâyesiyle başına
dert olan kahramanını yeniden hayata
döndürdü. Hiç yaşamayan bir adamın
ölümsüzlüğüne sebep oldu.
Holmes’un şu anda müze olarak
ziyaretçi kabul eden evine mektup
gönderen hayranlar vardı. Londra’nın
simgesi haline gelen Holmes’un heykeli
bile dikildi. Maceralarının geçtiği yerlere
tabelalar, plaketler konuldu. Holmes,
cesaretin, zekânın, yeteneğin sembolü
olarak kabul edildi. Etkisi bugün bile
süren bir fenomen oldu ama hakkındaki
şüpheler her zaman geçerliliğini
korudu. Holmes gerçek hayatta yaşıyor
olabilir miydi? Dr. Watson belki de bir
deliydi ve olmayan bir adamı, kendi
uydurduğu hikâyelerle anlatıyordu.
Yazarı olan Doyle aslında Holmes’un
ta kendi miydi? Bu dahi kendiydi
de deli olduğunu düşünmelerinden
korktuğu için hayali bir karakterin
arkasına mı gizlendi? Bugüne kadar
yaratılmış ve gerçekte yaşamış en ünlü
suçlularla karşı karşıya gelip onları
alt eden Holmes aslında bir suçlu
muydu? Döneminin polis teşkilatına
örnek olan dedektifin izinden gidildiği,
yöntemleri uygulandığı halde aynı
dönemde yaşayan ve günümüzde
bile izi sürülen ünlü seri katil Karın
deşen Jack’in yakalanmamış olması
Holmes’un gerçek olmadığının bir kanıtı
mıydı? Yoksa Holmes’un aslında Jack
olduğunun ispatı mı?
Holmes diye biri olmadığına, onu Doyle
yazdığına göre, Jack aslında Doyle
muydu? Doyle’un hayali karakteri
yıllarca zannedilenin aksine polis
teşkilatına yol göstermiyor aksine
onlarla alay mı ediyordu?
“Boyu bir sekseni geçiyordu,
öyle ki, eğildiğinde bile uzun
boylu görünüyordu. Zekâ
pırıltıları okunan gözleri,
etkileyiciydi. Şahin gagasına
benzeyen ince burnu, tüm
yüz görünüşüne atiklik ve
karalılık ifadesi veriyor, çıkık
ve sivri çenesi de bir adamın
kararlılığına işaret ediyordu."
Yol ve ev arkadaşı, yardımcısı,
hayattaki tek ve en iyi dostu
Dr.Watson böyle tanımlıyordu
ünlü dedektifi Sherlock
Holmes’u.
Bugüne kadar bunlar ve benzeri
şüpheler ya yaratılan karakterin ve
79
film şeridi
6 Ocak 1854 yılında Londra’da
doğdu. Baker Sokağı 221B
şimdi müze olan evinin
adresiydi. Keman çalar, eskrim
yapardı. Boks ve Uzak Doğu
dövüşlerinde de uzmandı
ama çok gerekmedikçe tercih
etmezdi. Bohem yaşardı,
bipolar (iki uçlu duygudurum
bozukluğu) özellikleri taşırdı.
80
maceralarının gerçekten insanları
düşünmeye, zihni doğru kontrol etmeye
yaradığına ya da sadece insanoğlunun
şüpheciliğine işaretti. Öyle ya da
böyle Holmes sevildi. İnsanlar onun
gibi düşünmek ya da onun yanında
olmak istedi. Yoksa hiç yaşamamış bir
adam yüz küsur yıl boyunca nasıl bu
kadar güncel kalabilir, tarihte beyaz
perdeye en çok uyarlanmış karakter
olarak Guinness rekorlar kitabına nasıl
girebilirdi ki? Watson’la tanışmalarını
çocukluk yıllarına dayandıran Genç
Sherlock Holmes dâhil 200 civarı filmi
çekilen Holmes dizi sektörüne de
girdi. Guy Ritchie’nin farklı yorumuyla,
aslına sadık kalan yapımda Sherlock
Holmes bu kez Robert Downey Jr.
oldu. Tanıdığımız, bedeninden çok
beynini çalştıran Sherlock halinden
farklı olarak bol aksiyonla bize sunuldu.
Karakterin son uyarlamalarından biri
olan Sherlock isimli dizide, Doyle’un
fiziksel Holmes tanımına birebir uyan
Benedict Cumberbatch’in canlandırdığı
karakter günümüz Londra’sına
uyarlandı. İnsanlar dizide Holmes’un
hikâyelerini Watson’un blogundan takip
etmeye başladı. Geliştirdiği iz sürme
yöntemlerini web sitesi üzerinden
insanlarla paylaşan bu teknolojik
Holmes ilk bakışta tuhaf görünse de
kısa zamanda çok sevildi. Sadece
uyarlamaları ya da zaman yolculukları
dışında karakterden esinlenen işler de
var. Dr. House, yapımcılarının da itiraz
etmediği gibi Holmes’ten yola çıkılarak
yaratılan bir karakter. Elemantary adlı
dizi ise tanıtımıyla kendini gayet net
olarak ifade ediyor: New Sherlock, New
Watson, New York. Watson bu kez bir
kadın ve olaylar Londra’da değil New
York’ta geçiyor.
Yaratılışından 100 yıl sonra bile
nimetlerinden faydalanan kaç hayali
kahraman vardır? Kendinden sonraki
karakterlere ilham olmuş, hatta
birçoğunun var olmasının nedeni
Sherlock. Maceralarından bazıları
Pc, PS, XBox oyunlarıyla karşımıza
çıktı. Doyle’dan sonra onu yazanlar,
hikâyelerini devam ettirerek okuruyla
buluşturanlar oldu. Polisiye romanlara
ilgi duyan 2. Abdülhamit’in Sherlock
Holmes’u sevgisi nedeniyle yayınları
Osmanlıca olarak da basıldı. Hatta
1907 yılında Sir Arthur Conan Doyle
ve eşini sarayında misafir ettiği, ona
Mecidiye Nişanı verdiği de söyleniyor.
Onun adına kurulmuş en köklü hayran
birliği olduğu bilinen Baker Street
Irregulars üyelerinin de söylediği gibi,
belki de Doyle ünlü ve hastalarından
başını kaldıramayan bir doktor olsaydı
Holmes’u hiç tanımayacaktık. Tek
tük gelen hastalarını beklerken can
sıkıntısını gidermek için hikâyeler
yazmaya başlayan Doyle, yarattığı
karakter ile tüm dünyayı doğru
düşünmeye, aklın gücünü kullanmaya
teşvik etmiş oldu. Ve muhtemelen
dünya dönmeye devam ettikçe
hatırlanacak bir efsanenin hala merak
edilen gizemini sadece o biliyordu.
Sherlock’tan...
* Apaçık bir gerçek kadar yakalaması
zor bir şey yoktur.
* Yalnızca bir aptal önüne gelen
bilgiyi kapar, böylece ona faydası
dokunabilecek bilgiler kalabalıklaşır
ya da birçok bilgi birbirine girer ve o
bilgiye ihtiyacı oldu mu güçlükler yaşar.
Ama becerikli usta bir kimse, zihnine
ya da çatısına bir şeyler alırken son
derece dikkatlidir.
* Benim adım Sherlock Holmes,
benim işim başkalarının bilmediklerini
bilmektir.
* İyi bir gözlemci tek bir ipucuna
ulaştığında sadece olanları değil,
ileride olabilecekleri de görmelidir.
* Bir şeyi saklamanın en iyi yolu,
onu herkesin görebileceği bir yere
koymaktır.
* Dünyanın güneş etrafında döndüğünü
bilmek işime yaramıyorsa, neden bu
bilgiyi kafamda tutayım ki?
* Eğitim hiçbir zaman sona ermez,
Watson. Eğitim, en esaslı derslerin
sonda yer aldığı bir süreçtir.
* Çözülmesi en zor suçlar, nedensiz
işlenenlerdir.
* İmkânsız olanı elediğinde, her ne
kadar olasılık dışı gibi görünse de,
elinde kalan gerçektir.
* Hayat, insan aklının
düşünebileceğinden çok daha gariptir.
İnsan, gerçekte sıradan denen şeyleri
çoğu zaman hayal bile edemez.
Eğer şu pencereden el ele uçup,
bu büyük şehrin üzerinde dolaşarak
çatıları hafifçe kaldırıp aşağıda olan
garipliklere, sıra dışı tesadüflere,
planlara, niyetlere ve nesilden nesle
süren olaylar zincirine bakabilseydik,
aslında doğası gereği sıradan ve
önceden tahmin edilebilir olan insan
ürünü eserlerinin hepsi, yararsız ve
donuk bir hal alırdı.
81
evrensel sanat
Goya
Çağdaş sanatın ilk izleri
Bir matbaacı olan Goya, özellikle portre çalışmalarda yakaladığı başarıyla herkesi büyüledi. İspanyol
ressam yaptığı tasarımlarla sanat dünyasını arkasından sürükledi. Bunlar birçok kişiye göre çağdaş
sanata ilk adımlardı…
Hazırlayan: Sezai Evans
82
Gerçek ismi Francisco José de
Goya y Lucientes (30 Mart 1746 – 16
Nisan 1828) fakat herkes onu Goya
ismiyle tanıdı. Ondan sonraki birçok
önemli ressam tarzına da etki etti.
Özellikle resim sanatının iki önemli
ismi olan Claude Monet ve Pablo
Picasso, Goya'nın stilini benimsedi.
Bugün Goya'nın eserlerinin büyük bir
bölümü Madrid'de Museo del Prado'da
sergileniyor. Fakat eserlerinin dehası
tüm dünya tarafından konuşuluyor.
Çünkü Goya’nın özellikle konu edindiği
temalar ve uyguladığı teknikler hem
çağının hem de diğer ressamların
üzerinde bir noktadaydı… İspanyol
ressamlar arasında bahsi geçen
Triumvira’lardan bir tanesi Goya.
Triumvira kelimesi “büyük ressamlar”
olarak ifade edilebilir. Diğer iki
büyük ressam da El Greco ve Diego
Velázquez kabul edilir. Birçok kişiye
göre Goya bir dahiydi. Sanatını asrının
çok ötelerine taşımayı başardı.
Aragon bölgesinin küçük bir
kasabasında dünyaya geldi. Babası
83
evrensel sanat
resim ve oymacılıkla hayatını kazanırdı,
annesi ise Aragonlu küçük soylu bir
aileden geliyordu. 14 yaşlarındayken
yerel bir sanatçı olan José Luzan’ın
yanına çırak olarak verildi ve burada
dört sene asistanlık yaptı. 18 yaşına
girmeden Madrid’e gitti ve orada bir
başka Aragon’lu ressam Francisco
Bayeu’nın dikkatini çekmeyi başardı.
Daha sonra kız kardeşini eş olarak
aldığı Bayeu ile aralarındaki etkileşim
Goya’nın erken sanatı üzerinde büyük
tesire yol açtığı gibi, kendisine kimi
sanat toplantılarına katılma ve yeni bir
çevre edinme şansı sağladı. Rococo
ekolünün baskın olduğu bu sanatsal
ortamdan sonra, 1771 senesinde
İtalya’ya gitti ve yaklaşık bir yıl kadar
kaldı. Bu arada Parma Akademisi’nin
84
düzenlediği yarışmayı kazanarak
şöhretini arttırdı. İspanya’ya dönüşünde
artık ünlü ve bilinen bir ressamdı. Bazı
manastırların fresko çalışmalarından
sonra, artık kendisinden bir asır evvel
yaşamış Velazquez’den bu yana en
muhteşem eserleri yaratacak sanatsal
olgunluğuna ulaşmıştı Goya.
1786’da, kırk yaşında iken Kral III.
Charles’ın emrine girdi ve bir süre
sonra imparatorluğun baş ressamı
unvanını taşımaya başladı. Güney
İspanya’ya gezmeye gittiği 1792
senesi Goya’nın hayatında bir dönüm
noktasıydı. Bu yolculuk sırasında ardı
ardına geçirdiği ciddi hastalıklar işitme
duyusunu tümüyle kaybetmesine yol
açtı ve içine düştüğü derin karamsarlık
hissi eserlerinde işlediği konulara
da yansıdı. Yaşadığı bunalımların
şiddetiyle ruhu kavrulurken, güzel bir
dul olan Alba Düşesi ile yaşadığı aşkın
ortaya çıkmasının yarattığı skandal
ve ardından Napoleon komutasındaki
Fransız askerlerinin İspanya’yı işgal
etmesi sonucu yeni ruhsal sarsıntılar
geçirdi. Bir vatansever olarak Fransız
askerlerinin İspanyol vatandaşlarına
yaşattığı zulüm ve acıları bizzat
gözlemleyerek daha da karanlık bir
karaktere büründü ve bunu özellikle
küçük çizim serileriyle kâğıda döktü.
1815 yılında Goya kendisini toplum
hayatından hemen hemen soyutlamış
gibiydi, artık yalnızca arkadaşları ve
kendisi için resim yapıyordu.
Dört sene sonra, takvimler 1819’u
gösterdiğinde 72 yaşındaki Goya tekrar
çok ağır bir hastalığın pençesine düştü.
Çeyrek asırdır kulakları işitmiyordu,
Napoleon savaşlarının zor ve ıstırap
dolu dönemini görmüş, ardından
İspanya’da yaşanan kargaşa ve iç
mücadelelerin tam ortasında yaşamıştı.
Toplumdan ve tüm insanlardan
kaçmak, herkesten ve her şeyden
olabildiğince uzak yaşamak için
yaşamında radikal bir değişikliğe gitti:
Uzun zamandır birlikte olduğu Leocadia
Weiss ile beraber Madrid’in dışındaki
kırsal bir bölgede, sade, dikdörtgen
biçimli iki katlı basit bir eve yerleşti. Ev
başka insanlar tarafından çoktan beridir
"Quinta del sordo", yani “Sağır Adamın
Köy Evi” olarak adlandırılıyordu,
çünkü evin Goya’dan önceki sahibi de
sağırdı. Burada yaşamanı sürdürmeye
başlaması Goya üzerinde asla
iyileştirici bir tesir yapmadı.
Goya "Quinta del sordo"nun alçı
duvarlarını o güne dek yaratılan en
rahatsız edici, en yoğun, en dehşetli
resimlerle süslemeye başladı. “Kara
Tablolar” olarak anılan bu eserler
Goya’nın sanatında eriştiği doruk
noktalarıdır. Siyah, gri ve kahverenginin
ağırlıklı kullanıldığı bu karanlık eserlerin
hiçbirisine isim vermedi, zaten evinin
duvarlarına yaptığı bu resimler
herhangi bir ticari amaç güdemezdi.
Kara Tablolar’ın isimleri, daha sonra
kimi sanat tarihçileri tarafından
belirlendi. Ölümünden çok sonra, 19.
yüzyılın sonlarında “Sağır Adamın Köy
Evi”nin duvarları yetkililerce sökülerek
Madrid’deki del Prado Müzesi’ne
götürüldü ve bu resimler plasterlerle
özel bir teknik uygulanarak tuvallere
geçirildi. 1824 senesinde sağlık
sorunlarını bahane ederek Kral VII.
Charles’dan aldığı izinle Fransa’ya,
Bordeaux’ya yerleşti, iki sene sonra
kısa bir ziyaret için uğradığı Madrid’te
İmparatorun baş ressamı unvanını
bıraktığı bildirdi. 16 Nisan 1828
tarihinde Bordeaux’da hayata veda
eden Francisco de Goya, geride beş
yüze yakın yağlı boya tablo ve fresko,
üç yüz kadar litografi ve yüzlerce çizim
bıraktı. Ürettiği her detay resim sanatı
açısından bir şanstı…
85
fotoğrafa yazı
Sana
Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup yazmaya çalışıyorum şimdi.
Celil Sezer
Doğrusu adın derin bir öfkeyle
birlikte geliyor aklıma. Karar vermen
gerektiğinde, dizlerini karnına çekip,
kanepede saatlerce hareketsiz
kaldığını hatırladıkça duyduğum
anlamsız merhamete, ne demeli,
yine de hayatımızı heba ettiğin için
hissettiğim kızgınlık duygusu karışıyor.
Bana güvendiğin için ne kadar mutlu
hissettiysem kendimi, canımı yaktığını
gördüğüm zamanlarda da o kadar
86
kanadım. Biliyor musun, benim canımı
asıl acıtan, canım yansın diye vurduğun
kılıç darbeleri değil de, kılıcını karşımda
kaldırmış olmandı.
Biz bir trene beraber binmeye karar
verdiğimizde, aslında ikimiz de başka
yolların yolcusuyduk. Herkes kendi
bildiği yolu adımlarken, dudaklarına
hiç de yabancı olmayan yine kendi
şarkısını mırıldanıyordu. Sonra bir
şey oldu, aniden ve bugün dönüp o
günlere baktığımda, nedensiz ve sebep
aramaksızın öylece, kendiliğinden
olduğunu gördüğüm, bir şey oldu.
Durduk birden ikimiz de. Ben sana
geldim, yanına yaklaşıp elimle bir
treni gösterdim, gülümseyerek
"binelim mi" diye sordum, sen de
çok içten ve mutlulukla -ki o anı asla
unutmayacağım "binelim" dedin. Bindik.
Dudaklarımızdaki şarkılara ara verip,
ikimizin de bildiği bir başka şarkıyı
mırıldanmaya başladık.
O şarkıya sarıldık, o, bizi hep bir
arada tutacak sandık önceleri, halbuki
yalnızca beraber olanlar aynı şarkıyı
mırıldanabilirmiş; biz o zamanlar
bilemedik. Önce uzun bir süre aynı
trende seyahat etmenin sarhoşluğu
yetti bize; ne rayı görebildik, ne
vagonu, ne de bizden bilet isteyenleri.
Biletimiz olup olmadığından bile emin
değildik üstelik; yanımızdan geçen
köyler, dalları göğe uzanan ağaçlar,
bir görünüp bir kaybolan küçük göller,
kasabalar, otlayan hayvanlar ve gece
bastırdığında bize göz kırptığına yemin
ettiğimiz yıldızlar yetiyordu gönlümüzün
kamaşmasına, başka bir şey aramadık.
Duyduğumuz seslerin, gördüğümüz
eşyaların ve konuştuğumuz kişilerin,
içimizdeki aynı dünyaya dokunduğunu
fark ettiğimizde, kendiliğinden bir dil
bile yarattık kendimize. Mesela sen
etrafın kalabalık olduğu bir anda,
gözlerimi bir anlığına yakalayıp, "bak,
bir kiraz düştü" diyordun, ben de
anlayışla başımı sallıyor ve "burada
da bir kiraz düştü" diye gülümseyerek
cevaplıyordum seni. Sen bana, beni
sevdiğini söylemenin bir yolunu hep
buluyordun, ben de hep anlıyordum
seni. Kirazlar o günlerde, düştükçe
düşüyordu.
Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup
yazmaya çalışıyorum şimdi.
Doğrusu adın derin bir öfkeyle birlikte
geliyor aklıma. Sen, bana kahvaltı
hazırlamak için mutfak tezgahının
önünde dururken sana baktığımda
gördüğüm o harika manzaraya, ne
zaman ve tam olarak neden başladığını
bilmediğim kararlı bir nefret karışıyor.
Aklımdan geçenin nefret, kalbimden
geçenin aşk olup olmadığından,
nefretin kalbimden, aşkın aklımdan
geçiyor olup olmadığından emin
olamadığım gibi şüpheye düşüyorum.
Ve şimdi adını keskin bir şüpheyle
anıyorum. Hatıralarımda sana dair
bir mehtap gibi parlayan tüm ışıklar,
gönlümün güllerini solduran zalim bir
kasırga gibi patlıyor burada.
Kendi içime doğru karışığım şimdi. Biz
o trende giderken sahi ne oldu orada?
Dört yanımızla içimizin her tarafını
dolduran ışık ne ara sönmeye karar
verdi? Tam olarak ne zaman, biz aynı
şarkıyı eş zamanlı mırıldanırken, ben bir
nota geriye düştüm de; ve sen hangi
sıra iki nota öne savruldun? Ritmimizi
kaybetmemiz bizden mi kaynaklıydı
sence, rayların bozukluğundan savrulan
trenden mi? Her geçtiğimiz kasabanın
bizi kurduğumuz hayaldeki geleceğe
87
fotoğrafa yazı
doğru biraz daha yaklaştırdığını
düşünürken, başladığımız noktanın da
gerisine düştüğümüzü biz tam olarak
ne zaman fark ettik?
Bazen olmuyor, değil mi? Bize göz
kırptığını sandığımız yıldızlar bile el ele
tutuşup gündüze aktı da, biz bir trenin
aynı vagonu içinde tutamadık ellerimizi.
Biz oturduğumuz yerden dünyanın
bütün kirazlarını düşürdüğümüze
inanırken, "bıçkı yemiş dal gibi" ayrı
düştüğümüzü göremedik. Ve tüm
bunlar için oturup anlamaya da
çalışmadık olanları. Ya birbirimize
karşı bizim bile göremediğimiz bir öfke
karışmış zaten yüzüyordu kanımızda,
ya da biz ahmaklığımızdan boğulup
gittik yanımızdan geçen göllerden
birinin kıyısında.
88
Aradan zaman geçti, tren dur durak
bilmeden devam ederken, biz atlayıp
ayrılmanın da, oturup sil baştan
başlamanın da imkansız olduğunu
fark ettiğimizde, çaresizlik içinde
garip bir telaşa düştük. Korku aklın ve
sağduyunun katiliydi, biz aklımızı pek
erken gömdük. Geride bize kalan tüm
endişeler, tedirginlikler ve aldanışlarla,
korkunun bize sunduğu tüm baygın
kokuları içimize çektik; dahası elimize
yüzümüze de bu kokudan sürüp,
birbirimize bonkörce dokunduk. Bizi
gönüllerimizin cennetine götürdüğünü
düşündüğümüz trenin, bir anda
lunaparklardaki korku tünellerine
girdiğini sandık. Kendimizi kızgın
başlı canavarlar, tüyleri ürperten
sesler ve su içinde kalmış keskin
virajlarla dolu o tünelde hissettikçe,
birbirimizi de düşman gibi görmeye
başladık. Işığın ya da işte karanlığın
oyununa geldik. Çok bakarsak biter
sandığımız yüzlerimizi görmemek
için yüzümüzü çevirdik birbirimizden.
Oldu ya, o tünelde bile bir anlığına
neşeyle attığımız kahkahalar, karanlık
duvarlardan iğrenç aksi-sadalar
olarak geri döndü kulaklarımıza. Biz
birbirimizden korkmaya başladık.
Şimdi, o trenden ineli çok zaman
geçtiğinden olsa gerek, böylesine sakin
ve akli-selim yaptığım tüm tahlilleri o
günlerde yapmak, o sıra bana da, sana
göründüğü gibi gece yarısı odamıza
girmiş gulyabanilerle dost olmak kadar
uzak görünüyordu. Ve ama yine de,
tüm bu sükunetime rağmen, aklımı ve
gönlümü iki elimin arasına alıp bir an
seslerini dinlesem, karisi sen olan hınç
dolu bir şiir duyuyorum. O tünele biz
bilmeden girdik derken, sesini daha
az işittiğim bir "ama önce o korkup
yüz çevirdi senden" diyen bir başka
ses duyuyorum. Tren hızlanmıştı,
atlayamazdık, oturup düşünemezdik de
diyen kendime rağmen, bir başka ben,
bu hale gelmemiz şu vakitte yaptığı
şundandı diye fısıldıyor kulağıma. Ve
bunlardan hangisini aklımın, hangisini
kalbimin söylediğinden emin bile
değilim üstelik.
İçinde çırpınıp duruyorum bir şelalenin.
Yüzüm gözüm su içinde kalıyor,
çaresizliğimden nefret ediyorum;
nefessiz kaldığımda gökyüzünden
bir ışık kırılıp geliyor suyun yüzeyine,
ışığı görüyorum, tamam diyorum,
birazdan nefes alıp çıkacağım buradan,
ümide düşerken tam, bir şey beni
aşağıya çekiyor. Ben kendimden
sıyrılamıyorum; tenim bana dar geliyor,
bir fermuarı olmalı bu bedenin diyorum,
bir çıkış yolu bulmalıyım.
Bir vakit sonra, şelalenin kenarında
ıslak bir kahverengi kayanın üstünde,
dizlerimi kendime çekip hızlı hızlı soluk
alırken buluyorum kendimi. Tamam
diyorum, her şey olması gerektiği gibi
oldu, suçlu yoktu, o tren nedensizce
hızlandı, yıldızlar zaten gündüze akar
ve kaybolurdu, kirazlar düşmezdi ki
yere, dallar hep kirazla dolu olurdu.
Kendimi, aklımın aydınlığında yıkıyorum
sonra. Daha iyi bir adam olarak sokağa
çıkıyorum. Bir gece önce böylesine
kıvrandığımı kimse görmüyor. Kimse
bilmiyor duyduğum sesleri, gördüğüm
korkuları bilmiyor; ve tabi ki senden
başka. Uğradığım felakete sen de
uğradığından, benim hangi felakete
uğradığımı tabi ki, bir tek sen biliyorsun
bu dünyada. Biz seninle birbirine çok
uzak iki şehirde, aynı gecelerde aynı
şelalenin suyunda boğulup, kenarındaki
aynı kayada nefeslenip hayata
dönüyoruz.
Şimdi en nihayetinde vardığım yerde,
içimi kaderin ışığıyla yıkarken, kendime
89
fotoğrafa yazı
şöyle fısıldıyorum: Kavganın kazananı
yokmuş, kalp kırmamak gerekmiş.
Ringe çıkan kaybedermiş; velev ki
dövüşmeseymiş, hiç yenmeseymiş de
kaybedermiş.
Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup
yazmaya çalışıyorum şimdi. Bir gün
içinde defalarca aynı suda boğulup
kurtuluşu seni suçlamakta bulsam da,
kendime gelip o kayaya her çıktığımda,
uzağa doğru bakıp anlayışla
gülümseyerek, kendi kendime "burada
da bir kiraz düştü" diye cevaplıyorum
seni. Ve biliyor musun, tüm bunlardan
sonra gülüyorum bu halime. Kirazlar
düşmez, yıldızlar da el ele tutuşmaz
doğrusu ya, trenler o kadar hızlı da
gitmez zaten.
Bakma sen bana, ben içime doğru
çaresizim, içime doğru kızgın. O trene
bindiğim için kızıyorum kendime, ikimiz
90
de farklı şarkılar mırıldanırken, ne diye
sana aynı şarkıyı mırıldanalım dediğim
için ve dahi işte ben bir yolculuğa
seninle çıktığım için.
Her şeyin ve hiçbir şeyin başında
"biz" hiç olamadık. Şimdi ben tüm
bu garip yolculuktan sonra, kendimi
akordeon çalan bir çingenenin elinde
plastik bardak, dinleyenlerden para
toplayan çocuğu kadar her şeyden
habersiz hissettiğimde, ikimiz için de
bir gün kirazların yeniden düşeceğine
inanıyorum. Bu yalnızca bir daha
birbirimiz için olmayacak; bir başka
yüzle, o korku tüneline hiç girmeden
güvenle yolculuk edeceğiz, ve o
gün, bizim bu kısa ve zorlu süren
yolculuğumuzun sonundaki acı
manzaraya inat, kirazların gerçekten de
düşebileceğine tekrar inanacağız.
Karışığım ben. Adın bir kirazla birlikte
geliyor aklıma. Sen bana o mutfak
tezgahının önünde kahvaltı hazırlarken
birden yüzünü dönüyorsun ve ben
elinde bir kase kirazla buluyorum
seni. Bölüşüyoruz onu, iki farklı
kase yapıyoruz; ve yolumuza, taa en
başta bizim olan kendi şarkılarımızla
devam ediyoruz. Elimizde kirazlar,
dudağımızda şarkılarımız, bizi trene
davet edenleri, ama bu sefer daha
dikkatle bakarak, bekliyoruz.
Dilini yalnızca senin bildiğin bir mektup
yazmaya çalışıyorum şimdi.
Ve daha fazla yazamayacağım.
Helaldir benden yana ne varsa.
91
odak noktası
İz bırakan
16 kare
Fotoğraf makinesinin
ruhları çaldığına ve tutsak
ettiğine inanan Kızılderililer
hariç, unutulmaz anların
gelecek yıllara taşınması
her insanı mutlu eder.
Ama bazı anlar bir
kişiye, bir aileye, bir
grup arkadaşa değil; bir
ülkeye hatta dünyaya iz
bırakır. Fotoğraflar işte
bu yüzden geçmişin en
dürüst şahitleri olur. Ne
görürlerse bize de onu
gösterirler. Zaman eskise
de anlar kalır, fotoğrafçılar
bıraktıkları kareleri ile
ölümsüzleşirler. İşte
tarihe geçmiş karelerden
bazıları:
Steve McCurry’in mülteci kampında çektiği bu fotoğrafla, 12 yaşındaki Sharbat Gula,
Afgan Savaşı’nın ve mültecilerin tüm dünyaya yayılan simgesi olmuştu. National Geographic
dergisinin 1985 Haziran sayısında kapak olarak kullanıldı. National Geographic ekibi, yıllar sonra
Gula’nın peşine düşerek ona ulaşmayı başardı ve 2002 Nisan sayısında son halinin fotoğrafı
yayınlandı.
92
1936 yılında Dorothea Lange’nin çektiği ve sosyal belgesel alanında büyük başarı sağlayan ünlü
kare, 32 yaşındaki genç bir annenin, “büyük bunalım” günlerindeki çaresizliğini ve umutsuzluğunu
simgeliyor. Fotoğraf, göçmen annenin kucağındaki bebeği, kendine sığınan iki çocuğu, düşünceli hali
ve genç yaşına rağmen yüzündeki yorgunluğun ifadesi kırışıklıklar ile derin anlamlar taşıyor.
93
odak noktası
1989 yılında Pekin’de yaşanan
Tiananmen Meydanı olayları
sırasında Jeff Widener
tarafından çekilen fotoğraf, dört
tankı tek başına durdurmaya
çalışan bir vatandaşı gösteriyor.
Fotoğraftaki kişi, kimliği
belirlenemediği için, bu kareyle
“meşhul isyancı” ya da “tank
adam” isimleriyle cesaretin
bir simgesi olarak hatırlanıyor.
Fotoğrafçısının hasta olduğu
döneme denk geldiği için
netliğin yakalanamadığı da
söyleniyor.
Pulitzer ödüllü bu karede
Sudan’da açlıktan ölmek
üzereyken sürünerek 1 km
uzaklıktaki gıda kampına
gitmeye çalışan bir çocuk
ve onu yemek için başında
bekleyen bir akbaba var.
Çekildiği dönemde yardım
örgütlerine büyük miktarda
maddi kaynak sağladığı
belirtilen fotoğraf “Afrika’da
açlığın simgesi” olarak kabul
ediliyor. Kevin Carter’ın fotoğrafı
çektikten 3 ay sonra intihar
etmesinin de bu fotoğrafla ilgili
olduğu düşünülüyor.
Pablo Bartholomew tarafından çekilen bu fotoğraf, 1984
yılında gerçekleşen ve Bhopal felaketinin sonuçlarından biridir.
Hindistan'da Union Carbide adlı böcek ilacı üreten bir ABD
fabrikasından sızan zehirli gazlar, çok sayıda kişinin ölmesine ya
da sakat kalmasına neden olmuştu. Felakette ölen bir çocuğun bu
fotoğrafı sanayi facialarının simgesi haline geldi.
94
95
odak noktası
La Coubre patlamasında
ölenler için düzenlenen
cenaze töreninde çekilen
bu fotoğraf çekildikten 7 yıl
sonra yayınlandı ve 20.yüzyılın
sembolü haline geldi. Korda,
2000 yılında Che’nin, ticari
nesnelerin reklâm aracı
olarak kullanmasına izin
vermeyeceğini belirterek,
fotoğrafı kullanan bir içki
firmasına dava açtı. Davadan
kazandığı 50.000 doları Küba
sağlık sistemine bağışladı.
Salvador Dali’nin o dönemde “asılı kalma” üzerine yaptığı çalışmalarla uygun olarak Halsman
tarafından çekilen fotoğrafın en büyük özelliği, “canlı çekim” yoluyla üretilmiş olması. Asistanların
fırlattığı eşyalar, Dali’nin Halsman tarafından zıplarken havada yakalanması ile çekilen fotoğrafta
yapılan en önemli değişiklik çekim sırasında boş olan şövaleye Dali’nin ikinci bir tablosunu eklemek
olmuş.
96
96
97
odak noktası
Fotoğrafçısına Pulitzer ödülü kazandıran
bu kare Vietnam savaşında yanlışlıkla
bombalanan bir köyde çekildi. Ut, fotoğrafı
çektikten sonra kendinden yardım isteyen
küçük kızı hastaneye götürdü ve kurtarılmasını
sağladı. Adı Kim olan küçük kızın bulunduğu
fotoğraf Vietnam savaşının simgesi oldu.
Kendi ise 1994 yılından beri UNESCO iyi
niyet elçisi göreviyle savaş kurbanı çocuklara
hizmet veriyor.
Fotoğrafta Budist rahip Thich Quang Duc’un
Vietnam Hükümeti’nin din adamlarına eziyet
etmesini kendini yakarak protesto ederken
görülüyor. Browne’a ödül getiren bu kare, tarihte
yapılmış en büyük ve en sessiz eylemlerden biri
olarak da biliniyor. Olaya şahit olanların anlattıklarına
göre, Budist rahip sessizce yere oturmuş, iki
öğrencisinin yardımı ile kendini yakmış. Yanerken de
hiç ses çıkarmamış ve kıpırdamamış. Etrafındaki hiç
kimse ona yardım etmemiş.
Bir infaza şahit olan fotoğrafçı
Eddie Adams 1968 yılında çektiği
bu fotoğrafı ile Pulitzer ödülü
kazandı. Fotoğrafta, yakalanan
bir Viet-Cong (Vietnam Halk
Ordusu) gerillasının, Albay
Loan tarafından öldürülme anı
görülüyor. Vietnam dendiğinde
akla ilk gelen kare olarak anılan
fotoğraf hızla dünyaya yayıldı
ve savaş karşıtı gösterilerin
artmasına sebep oldu.
98
99
odak noktası
Bu dünyanın en ünlü öpücüğü ve aynı
zamanda 2. Dünya savaşının bittiğinin
ifadesi. Savaş sonrası ülkesine
dönen bir denizci aniden gördüğü bir
hemşireyi, ulusal bir sevincin biraz da
alkolün etkisi ile kucaklayıp öpünce
yıllarca konuşulacak bu an yaşanmış
oluyor. Geçtiğimiz yıllarda çiftin
öpüştüğü Times Square Meydanı’na,
bu öpüşmenin 8 metrelik heykeli de
dikildi.
20'nci yüzyılın en unutulmaz karelerinden biri olarak
kabul edilen bu fotoğraf 20 Eylül 1932'de New York'taki
Rockefeller Merkezi gökdeleninin inşasında çekildi.
İşçilerin öğlen yemeği yediği anı gösteren fotoğraf,
geçtiğimiz yıllarda kurgu olduğu iddiası ortaya atılsa
da ilgisini koruyor. 69.katta çelik kiriş üzerinde yemek
yerken fotoğraflanan işçilerin, tüm araştırmalara rağmen
kimlikleri bulunamadı.
Neredeyse Einstein ile bütünleşen bu kare, aslında
görüldüğü kadar değildi. Einstein 72 yaşındayken
çekilen fotoğraf, bir parti dönüşünde peşini bırakmayan
fotoğrafçılara poz vermekten yorulup isyan ettiği
andı. Einstein, eşi ve Dr. Frank Aydelotte ile birlikte
bir arabanın arka koltuğunda otururken çekilen bu
fotoğrafının, yıllar sonra açık arttırmada 74.324 dolara
satılarak en pahalı anı olacağını tahmin bile edemezdi.
100
101
odak noktası
Gandhi’nin çıkrık başında kitap
okurken çekilen bu fotoğrafı ünlü
fotoğrafçı Margaret Bourke White’a
ait. 1948 yılında Ganhdi’nin suikaste
uğramasından birkaç saat önce onunla
röportaj da yapan White, bu fotoğrafıyla
uzun yıllar “Gandhi’yi fotoğraflayan
kadın” olarak bilindi. Hindistan’ın
özgürlük mücadelesini yakından takip
eden fotoğrafçının bu karesi daha
sonra Gandhi için yapılan bir filmde de
kullanıldı.
1950 yılında Kuzey Carolina’da çekilen bu fotoğraf
bölgedeki ırkçılığı net olarak ifade ediyor. Genelde
siyah-beyaz fotoğrafları ve ironik kareleri ile tanınan
fotoğrafçı Elliott Erwitt bu kare ile dönemin renk ayrımına
dikkat çekiyor. İki çeşme arasındaki farka dikkat çekerek
ırkçılığın kültleşmiş simgesi haline gelen fotoğraf bir
insanlık ayıbının altını çizmiş oluyor.
2.Dünya Savaşı’nın son günlerinde Amerika’nın Japonya’ya
attığı atom bombasının atıldıktan birkaç dakika içinde
oluşturduğu mantar şeklindeki bulut. 6 Ağustos 1945 yılında
ilk olarak Hiroşima’ya atılan bombadan 3 gün sonra Nagasaki
de bombalandı. Tek seferde 70 bin kişiyi öldüren bomba yıllar
sonra da etkilerini göstermeye devam ederek yaklaşık 140
bin kişinin ölümüne neden oldu.
102
103
yakın plan
O Yolda
Geliyor sandığım gidiyor çıktı.
Başlıyor umduğum bitiyor çıktı,
Üstüne üstüne gittim, ne gidiş
Altına altına iniyor çıktı.
Gözümde bir ışık, çağırıyordu,
Beşikte bir çocuk, bağırıyordu,
Öyle bir düğündü, çan çalıyordu,
Gel çanı sandım git çalıyor çıktı.
Uyu büyü dendi, düşüme gittim,
Haydi işe dendi, işime gittim,
Yaşa dendi, yaşıma gittim,
Yendiğim sandığım, yeniyor çıktı.
Kimler yoktu bizim kervanda,
Birer indi hepsi bir handa,
Savurduk sap saman biz bu harmanda,
Bir gidiş yoluydu, dönüyor çıktı.
Bozguna benziyor, saklasam olmaz,
Eskiye yeniden başlasam olmaz,
Yakıştırsam olmaz, yazmasam olmaz,
Maviye boyadım, baktım mor çıktı.
Sapsarı saclarım vardı, aklaştı,
Anılar üst üste bindi yükleşti,
Bir büyük oyunun sonu yaklaştı,
Tüm yanan ışıklar sönüyor çıktı.
Özdemir Asaf
Fotoğraf: Celil Sezer
Çıldır Gölü, Ardahan
104
104
Gölün üzerinde
iz bırakan
her şeye
105
105
mekan kaşifi
Serinliği rüzgardan, sıcaklığı Alaçatı’dan...
Rüzgarıyla tüm dünyaya nam salmış olan Alaçatı’daki Kapari Otel, özellikle evlenecek çiftlere sunduğu
imkanlar ve butik organizasyonlar için oluşturduğu seçeneklerle dikkat çekiyor. Denize nazır, serin,
içten ve “lezzetli” bir tatil arayanlar için Kapari, adının anlamı kadar özel bir mekan...
Adını doğa dostu ve mucizesi
kapariden alan otel; estetik
dekorasyonu, özenli hizmet anlayışı
ve lokasyonu ile Alaçatı’daki oteller
arasında öne çıkıyor. Geniş bahçesi ve
huzurlu ortamıyla da şehir yaşamının
stresinden uzaklaşmayı vaat ediyor.
Diğer bir deyişle gerçek anlamda
dinlenme imkânı sunuyor. Hem meşhur
Alaçatı plajına yakın olması hem de
bahçesindeki havuz keyfiyle tatilinize
ayrı bir keyif katacak bir mekan profili
sergiliyor. İsterseniz elinizde kitabınız
106
havuz kenarında dinlenebilir, isterseniz
saunanın zevkine varabilir ya da insanı
kendine tutsak eden Alaçatı Plajı’na
kendinizi bırakabilirsiniz. Eğer siz de
sörf tutkunu iseniz ya da sörfe yeni
başlamayı düşünüyorsanız doğru
yerdesiniz. Çünkü Alaçatı Kapari
Otel sörf okullarına çok yakın ve
misafirlerine özel ücretli eğitim imkânı
sunuyor.
Kendine özgü dekorasyonu, hepsi
birbirinden farklı 3 standart, 6 bahçe
Deluxe, 3 Teras Deluxe, 4 Junior Suite,
4 Family Suite ve 2 adet Dublex Suite
odası bulunan otelde mobilyalar da
doğal materyallerden imal edilmiş.
İster düz verandalı giriş katı odalarında
ister üst katta teraslı odalarında kalın,
unutulmaz bir tatil fırsatı sunuyor.
Kapari Otel’de, dünyaca ünlü benzersiz
mutfaklardan seçilmiş çok özel lezzetler
ve her türlü damak zevkine uygun
menüler ile konuklara unutulmaz lezzet
şölenleri sunuluyor. Yapmanız gereken
* Bu bir reklam - haberdir.
tek şey karar verip, diğer detayları otele
bırakmak…
Alaçatı Kapari Otel; şehrin stresinden
uzak ama tüm profesyonel olanakları
sunan tam donanımlı iki toplantı
salonuyla butik toplantılar için de
uygun bir mekan. Barkovizyon
cihazı, projeksiyon perde, flipchart
ve headtable gibi ihtiyaçlar için tüm
ekipmanlar ücretsiz olarak sunuluyor.
Alaçatı manzarasına kendinizi
kaptırabileceğiniz romantik bir davet
düşleyenler için ise; 80 kişi kapasiteli
Yelken Restoran’da ya da muhteşem
günbatımına tanıklık edilebilecek
250 kişi kapasiteli havuzlu bahçede
hafızalara iz bırakmak da mümkün.
Düğün organizasyonu ya da balayı
gecesi Kapari Otel evlenecek çiftlere
unutulmaz anlar yaşatmak için
deneyimli personeli ve özel menü
seçenekleri ile masal gibi bir düğün
gecesi sunuyor. Her davetin ayrı bir
mutfak hüneri, servis ustalığı ve üstün
hizmet anlayışı gerektirdiğine inanan
ve misafir memnuniyetini ön planda
tutan Kapari Otel; sıra dışı menülerden
müzik organizasyonuna, çevre
düzenlemesinden masa süslemesine
kadar tüm ihtiyaçları geniş bir
yelpazede cevaplıyor. 50 kişiden 250
kişiye kadar davetlilerin ağırlanabildiği
otelde, her bütçeye hitap eden kokteyl
ve ziyafet menüleri de bulunuyor.
Düğün organizasyonları ya da balayı
çiftleri için dikkat çeken bazı detaylar:
* Düğün gecesine özel gelin ve damat
için özel dekorasyonu ile ücretsiz
Balayı Süiti ve geç çıkış imkânı
* Balayı gecesi süitinize şarap servisi,
pasta, meyve sepeti, çiçek aranjman
* Konaklama süresince Wellness
Center’dan ücretsiz faydalanma olanağı
* Ertesi sabah odaya zengin kahvaltı
servisi
* Düğün pastası ve gösteriş pasta
* Düğünlerde masa dekorasyonu,
müzik ve fotoğrafçılık hizmeti
* Otelin eşsiz manzaralı bahçesinde
özel fotoğraf çekimi
* Konuklara özel fiyatlarla düğün günü
konaklama imkânı
8024 Sokak No. 4 Alaçatı Marina Mevkii
Alaçatı-Çeşme-İZMİR
Tel:232-7160674 / 0-232-7160624
www.kapariotel.com
[email protected]
107
gezi-yorum
Alaçatı
Tarihi, kültürü, mimarisi,
denizi, rüzgar sörfü, yöresel
lezzetleri, zeytin ağaçları,
lavanta tarlaları, koruma altına
alınmış sakız ağaçları, yel
değirmenleri ve birbirinden
“Egeli” insanları ile bir bütünü
oluşturan Alaçatı; “Kırsal
Rönesans”, “bisiklet dostu
Alaçatı”, “lezzetin son durağı”
gibi sloganlar eşliğinde
artık Türkiye’nin turizm
abidelerinden bir tanesi...
Alaçatı’nın yolu, bunun
ötesinde bir “Provance” ve ya
“Tosakana” olmaya gidiyor.
108
Rüzgarın izinde, etekleri taş dolu bir Egeli
Alaçatı insanının yegane kaygısı;
şehrin karmaşasından, gürültüsünden,
endişeli ortamlarından sıyrılmak
ve dostlarına, anneannelerinin
evinin huzurunu, tadını, kokusunu
hissettirebilmek... Hikayesi olan
insanların yaşadığı bu beldeden kendi
hikayeleriyle ayrılmalarını sağlamak...
Biraz da tadı damaklarında kalacak Ege
Mutfağı’nın eşliğinde “eğlenmelerini”
sağlamak.
İzmir’i tüm yurt seviyor desek çok da
haksızlık etmeyiz herhalde. Çünkü
Yazı: Engin Çakır
Fotoğraflar: Engin Çakır, Salih Mutlu
etrafı cennet bahçeleriyle dolu bir
şehirdir İzmir. Son dönemin en popüler
tatil noktalarından biri olan Alaçatı’yı
sevmemek ise elde değil denebilir
kolayca. En az komşusu Urla kadar
doğanın içerisinde, bağlı olduğu
Çeşme kadar hareketli, İzmir’in insanı
109
gezi-yorum
tebessüm ettiren içtenliği kadar
sıcak bir yer Alaçatı. İzmir – Çeşme
arasında, Çeşme Yarımadası’nın en
dar noktasında, 6 kilometrelik Ilıca ve
Alaçatı Limanı arasında, doğusunda
Kocadağ ve Batı’ya uzantısı olan bir
sırt üzerine kurulu, bol taşlı Alaçatı.
Batıda Ege Denizi ve Çeşme, doğuda
Uzunkuyu Ormanları ile Urla’ya sırtını
dayamış Alaçatı. Deniz seviyesinden
16 metre yukarıda olsa da bitmek
bilmeyen rüzgarı sayesinde her daim
deniz kıyısında hissettiren sokakların
110
sahibi. Yaz ortasında bile nemi düşük,
serin.
Alaçatı güneyindeki Yumru Koyu’nun
batısında, genişlikleri 150 metreyi
geçmeyen koylar ve deniz yönündeki
çıkıntılar oluşturarak koylara ayıran
burunlardan oluşuyor. Alaçatı’nın
kuzeyinde yer alan ve dünyanın en
güzel plajlarından birine sahip Ilıca,
adını termal kaynaklardan alıyor.
Denizin ortasında bile 50 santigrat
derecelik sıcaklıkta kaynaklar
bulunuyor. Alaçatı’nın korunaklı koyları
ile meşhur limanı arasında oldukça
farklı sıcaklıklara rastlayabiliyorsunuz.
Yazın poyrazın, kışın lodosun
hakimiyetinde yılda ortalama 330
gün rüzgarlı bir yerden bahsediyoruz.
Elbette ki bu özelliği dünya
sörfçülerinin dikkatinden kaçmamış
olacak ki şu an dünyanın en önemli
rüzgar sörfü ve kite sörf merkezlerinden
birisi Alaçatı. Genel olarak Akdeniz
ikliminde sıcak bir yerleşim noktası
olması ve kuzeyden esen rüzgarlara
111
gezi-yorum
112
113
gezi-yorum
açık olması bu özelliği perçinlemiş
durumda. Her yıl Ağustos ayında
Dünya Rüzgar Sörfü Şampiyonası ile
zirveye ulaşan sörf heyecanı Alaçatı’nın
ruhunun en önemli parçası.
Alaçatı’da yaşananları iki
grupta toplamak mümkün.
Burada bulabilecekleriniz ve
bulamayacaklarınız... Mesela kentsel
SİT alanı olması sebebiyle geleneksel
mimariye uygun olmayan, taş harici çok
katlı yeni binalar bulamazsınız. Çünkü
kent merkezi içerisinde yeni yapılaşma
tamamen yasak. Yaşları 120 ile 150
114
yılı bulan taş evler diğer bölgelere
nazaran iyi korunmuş. Aslında bu
koruma bilinçli yapılmamış. 1920’lerde
Yunanistan ile yapılan mübadele
sonrası çoğunlukla Balkanlar’dan
gelen Türk nüfusu kendine kazanç
getirecek ürün yetiştirmekte zorlanmış.
Bunun neticesinde ortaya çıkan
fakirlik yüzünden de eski evleri yıkıp
yenilerini yapamamışlar. Son 15 yılda
da dışarıdan gelen “yeni Alaçatılılar”
korumacı turizm anlayışıyla Alaçatı’nın
sadece binalarına değil, kültürüne,
sosyal dokusuna ve huzuruna da
sahip çıkmışlar. Alaçatı diğer turizm
merkezlerindeki şehirleşme ve
dolayısıyla oluşan kimlik kaybının
sonuçlarını gören ve bundan ders alan,
aynı yanlışları yapmayan bir belde...
Yeni açılan mimari bölgeler de Alaçatı
mimari kimliğine uygun bir şekilde
yapılaşıyor. Döner-ekmek, kokoreç,
sucuk gibi yiyecekler seviyorsanız,
bu yemekleri bulamayabilirsiniz ama
üzülmeyin Alaçatı çok daha fazlasına
sahip. Ortalığı yoğun koku ve görüntü
kirliliğine bürüyen yiyeceklerin
birçoğu yasaklanmış. Alaçatı’da
bulamayacaklarınız listesinde plastik
115
gezi-yorum
sandalyeler, masalar, renk cümbüşü
çirkin şemsiyeler de var. Üstelik
tatillerin huzurunu “rahatsız” eden
yüksek sesli müzik yayınları yapan bar
ve diskolar da yok. Endişe etmeyin,
Alaçatı gerçekten de daha fazlasına
sahip. Alaçatı’nın ana aksı üzerinde
kurulu olan kafe-barlar zaten geç
saatlere kadar oturabileceğiniz, gelip
geçeni izlerken sohbet edip, güzel
116
müzikler dinleyebileceğiniz ve size
“evimdeyim” hissiyatını yaşatacak bir
nitelikte.
Alaçatı’da bulabilecekleriniz klasik
bir tatil beldesinden daha farklı bir
görüntü çiziyor. Bir asrı devirmiş taş
evlerde konaklamak bu lüksün ilk ve en
belirgin özelliği. Hiç tereddüt etmeden
söylenebilecek cümle ise Türkiye’nin en
nitelikli butik otelleri ve restoranlarına
sahip olduğu gerçeği... Konaklama
ücretleri ve restoran faturaları Türkiye
standartlarının üzerinde seyretse de
buna değer olduğunu söylememek
haksızlık olmayacaktır.
Alaçatı’yı farklı kılan bir diğer özelliği
de klasik müziğin notalarından geçiyor.
Arnavut kaldırımlı sokak aralarında,
kulağınıza rüzgarla taşınan keman ya
da arp sesleri, Alaçatı’nın kimliğini farklı
bir ruha taşıyor. Sadece klasik müzik
değil sanatın her dalından incelikler
taşıyan belde büyük bir sanat galerisi
hüviyeti de taşıyor. Tabelalar bile birer
sanat eseri. Belediye ve Alaçatı Koruma
Derneği tüm tabelaları güzel sanatlar
öğrencilerine yaptırmış.
Su sporları merkezleri, turkuvaz mavisi
denizi, altın sarısı kumlardan plajları ve
içten insanları ile konuklarına tevazu
gösteren Alaçatı’nın ekonomisini de
elbette ki turizm sırtlıyor. Özellikle yat
limanı ve çevresi hızla gelişen beldede;
astronomik fiyatlarla alıcı bulan evler,
oteller ve tesisler her geçen gün artıyor.
Port Alaçatı Türkiye’nin en seçkin
bölgelerinden birisi oldu bile. Kuzeyi
yazlık, güneyi turizm, batısı ise tarım
bölgesi olan Alaçatı, 100’e yakın rüzgar
gülü sayesinde Türkiye’de rüzgar
gücüyle enerji üretimi yapan ilk yer.
Türkiye’nin ilk rüzgar enerjisi santrali
de burada bulunuyor. Zaten rüzgar
türbinleri ve değirmenleri beldenin
simgeleri arasında. Kim bilir hayat dolu
enerjisini buradan alıyor, doğadan
aldığı ilhamı insanlarına yansıyordur.
117
gezi-yorum
Taş değirmenler yörenin en eski
yapılarından. Merkezin tepe noktalarına
konumlandırılmış, yan yana duran dört
taş değirmen var. Özgün ve şirin duran
bu değirmenler Alaçatı ile ilgili tüm
ürünlerin üzerinde motif oluyor.
Alaçatı’daki tüm evler değirmenleri
gibi ağırlıkla taştan yapılmış. 150 yılı
bulan geçmişleriyle bu evler kısaca
“Egeli” diye tarif edilebilir. Mavi ağırlıklı
dekorasyonları, cumbaları, kapıları,
pencereleri, merdivenleri ve mimari
yapıları kendine özgü bir görüntü
veriyor. 19.yy ortalarında Hacı Memiş’in
çalışmaları ile civardaki bataklık bölge
kurtarılarak yerleşime açılmış. Buraya
yerleşen Rumlar yörenin imarında
önemli rol oynamışlar. Rum mimarisinin
etkisindeki evler yöreye özgü kimlikler
ve ince bir taş işçiliği zevkini de taşıyor.
118
Daha çok cumbalı ve iki katlı evler.
Alt kat duvarları daha kalın yapılmış.
Evlerde çimento yerine kullanılan harç,
evlerin yazın serin, kışın sıcak olmasını
sağlıyor. Evlerdeki bu iklimlendirmeyi
Alaçatı taşı sağlıyor. Hafir ve gevşek
yapısı izolasyon kabiliyeti yaratıyor.
Elbette 40-50 santimetrelik duvar
kalınlıkları da bu konuda etki sahibi.
Eskiden tütün deposu ve ahır olarak
kullanılan alt katlar şimdi çeşit çeşit
dükkan, kafe ve restoran barındırıyor.
Daha önce yaşam alanı olarak
kullanılan üst katlar ise otel odalarına
dönüşmüş durumda.
Bu Ege beldesini mimarisi ve turizm
ögeleri kadar özel kılan bir başka
yanı da farklı mutfakları ve lezzetleri
bir arada barındırıyor olması. Alaçatı
gurmeler ve farklı tatlar arayışındakiler
için bir lezzet cenneti. Yöre otları ve
“Ege Denizi” ile renk kazanmış yöresel
yemekleri ile dikkat çeken Alaçatı
tabir yerindeyse tadı damağınızda
kalacak lezzetin ta kendisi. Alaçatı
restoranlarında adını belki de sadece
Alaçatı’da duyabileceğiniz yerel
lezzetler ile dünya mutfağının pek çok
örneğini bir arada bulabiliyorsunuz.
Menülerine bakınca; Paçanga
böreğinden, pesto soslu levreğe,
enfes zeytinyağlı ev yemeklerinden,
et soslarıyla sunulan dana pirzola
ve bonfilelere, Ege mezeleri, ot
salataları, ev makarnaları, kekre
(gelincik şerbeti), buğday salatası,
Mereng tatlısı, mantolu tavuk, çiğ
sardalya, Lonk, ahtapot, midye
ızgara, kiremitte köfte, kuru fasulyeye
ve fırında beyaz peynir vs. derken
çok özel bir harman görüyorsunuz...
Özellikle köy kahvaltıları ve kaliteli
restoranlarındaki Ege mutfağı örnekleri
tadı damağınızdan bir daha hiç
gitmeyecek nitelikte... Dünyada sadece
bu bölgede yetişen hurma zeytini
aklınızda yer etmeye değecek kadar
lezzetli. Balkan ve Girit mutfakları,
kabak çiçeği dolması, şırası, reçelleri,
sakızlı muhallebisi ve kurabiyesi,
gözlemesi, ev yapımı limonataları,
lorlu kurabiyeler, adaçayı, İzmir
kumrusu ve damla sakızlı dondurması
size eşlik eden lezzetlerden sadece
birkaçı... Gitmeden damlasakızı
kokan bu beldede bir de damla sakızlı
Türk kahvesi içmeyi de unutmamak
gerekiyor. Tabi taze süt ve meyvelerden
yapılmış karadutlu ve limonlu
dondurmayı da aklınızın bir kenarına
not edin. Alaçatı’yı tam anlamıyla
yaşamak istiyorum diyorsanız, yazlık
kıyafetleriyle turistlerin uğrak mekanı
olmuş, rengarenk Cumartesi Pazarı’nı,
Antika Pazarı’nı ve el işi ürünlerin
satıldığı tezgahları da mutlaka ziyaret
edin. Dostlarınızı mutlu edebilecek
küçük hediyeler ve çok özel tatlar
bulmanız olası...
Alaçatı’nın tarihi ise Arkarik döneme
dek uzanıyor. Antik Çağ’da Agrilia
ismiyle anılan belde, Batı Anadolu
tarihindeki İonya’nın tam merkezinde
yer alıyor. Heredot İonia hakkında
şöyle yazar: “İonlar kentlerini bizim
yeryüzünde bildiğimiz en güzel
gökyüzü altında ve en güzel iklimde
kurmuşlardır. Ne daha kuzeydeki
bölgeler, ne de daha güneyde kalanlar
İonia ile bir tutulabilir, hatta ne doğusu,
ne batısı; kimisi soğuk ve ıslak, kimisi
sıcak ve kurak olur” Osmanlı tarihinde
ise yaya (piyade) ve müsellem (süvari)
köyü olarak biliniyor. Adını Alacaat
Aşireti’nden almış. 1830’larda bölgede
ayanlık yapan ve bugün bir mahalleye
ismini vermiş olan Hacı Memiş Ağa’nın
çağrısıyla bölgeye gelen Rumlar
bağlarda, zeytinliklerde görev almaya
başlamışlar. O dönemki ismiyle “Alaca
At” Köyü’nde sıtma yaygınlaşınca,
bataklığı kurutmak üzere Alaçatı
Limanı’na bir kanal(Azmak Deresi)
açılmış. İstanbul’a mektup yazılarak,
Girit ve Sakız gibi yakın adalardan
Rumların getirilmesi sağlanmış.
Sonrasında Rumlardan bazıları
Alaçatı’ya yerleşmeye karar vermiş ve
“icar” yoluyla veya kimsenin işlemeye
uğraşmadığı arazilerde çalışmaya
başlamışlar ve önemli miktarda ticari
canlılık sağlamışlar. Kanal inşasına
gelen Rum işçilere imar edip işlemeleri
119
gezi-yorum
koşuluyla toprak verilmiş. Böylece
denizden birkaç kilometre içerideki
köy daha da gelişmiş. Balanbaka’daki
taş ocağından çıkan beyaz ve kolay
işlenebilen taşlar kullanılarak bugünkü
Alaçatı’yı oluşturan taş evlerin büyük
kısmı vücuda getirilmiş. Alaca At
demeye dilleri dönmeyen Rumlar
köye “Alatzata” demişler. Zaman
içinde devşirilen bu kelime “Alaçatı”
oluvermiş... 1812 Balkan Savaşı’nda
Balkanlardan kaçan göçmenlerin
Alaçatı’ya gelmesiyle Rumlar beldeden
ayrılmaya başlamış. 30 Ocak 1923’te
Türkiye ile Yunanistan arasında
imzalanan mübadele anlaşması ile
Türkiye’de yerleşik Ortodoks Rumlar
Yunanistan’a gönderilmiş. Nüfus
değişimi ile birlikte tütün dikimi, kavun
yetiştiriciliği ve hayvancılık yapılır
olmuş. Rumlar gitmeden önce; şarap
için üzüm bağları, incir, zeytin, badem
vs yetiştirmişler ve Alaçatı’yı İtalya
ve Fransa’ya kadar ihracat yapan
bir beldeye dönüştürmüşler. Gelen
mübadiller ise Müslüman ve farklı bir
iklimden gelmiş. Tarımla hayvancılıkla
uğraşsalar da ancak geçinebilmişler.
Ta ki 90’lı yıllar ile birlikte dünya
sörfçüleri Alaçatı’yı keşfedene kadar.
Şu anda en önemli geçim kaynağı
turizm.
120
Alaçatı’da korumacı turizm hareketinin
öncüsü ve yörenin ilk oteli Taş Otel’in
sahibesi Zeynep Öziş, “Alaçatı’nın
huzuru ve kendi kimliğiyle yaşamasını
sağlamak için tanıtım ve gelişimi için
sağladığımızdan çok daha fazla enerji
harcıyoruz” diyor. Alaçatı’daki ev ve
otel sayıları yılda ortalama % 13 artıyor.
2001’de 1 otel varken, 2012’de 200
otel, bu yıl ise ortalama 40 otel daha
açılıyor... Alaçatı’nın gelişimini varın siz
hesap edin!
Plajı, beachclub’ları ile ünlü Ayayorgi
Koyu, Çiftlikköy’de bulunan kumları ile
meşhur Pırlanta Plajı ve Altınkum Plajı,
Sakızlıkoy, W Koyu olarak da bilinen
Tekke Koyu Plajı, Çeşme’nin Boğazı
olarak anılan ve Kocakarı Plajı’nın
sahibi Dalyanköy ile turkuvaz mavisi
denizi ile Piyade Koyu. Kesin olan şu
ki Yarımada boyunca herkes kendi
zevkine uygun bir plaj bulabilir. Bu
kadar geniş bir yelpazeyi başka bir
yerde bulmak hayli zor.
Yaz aylarında trafiğe kapanan
Alaçatı’nın en eski eserleri; 1952
yılında cami olan Pazaryeri Cami
(Ayios Konstantinos Kilisesi – 1874),
Hacı Memiş Cami (ibadete açılış
tarihi tam olarak belli değil) ve dört
taş değirmen... Buğday öğütülen bu
değirmenler 60’lı yıllarda inşaa edilmiş
ve çoğu yıkılmış... Alaçatılıların ve
misafirlerinin denizle buluştuğu başlıca
bölgeler ise şöyle; sörf merkezi olan
liman mevki, denizin içinde kaynayan
sıcak termal suları ile Ilıca, dünyanın
en güzel plajlarından biri olan ve
Alaçatı’ya 3 kilometre mesafedeki
Ilıca Plajı, Boyalık Koyu, Paşa Limanı
Plajı, 38 derece sıcaklığında 50’den
fazla mineral içeren termal şifne,
mavi bayrak ödüllü tertemiz Çark
Etrafını zeytinliklerin, bağların,
sakız ağaçlarının, dutlukların ve
badem ağaçlarının süslediği Alaçatı;
Begonvillerle sarılı dar sokakların,
Arnavut kaldırımı taşların, kalın taş
duvarların, zarafet kokan süslerin,
cumbaların, kırmızı alaturka kiremitlerin,
kırma çatıların, küçük avluların,
tenekelere gömülü fesleğenlerin,
sardunyaların, karanfillerin, kayısı
çiçeklerinin, bahçelerdeki limon
ağaçlarının, Ege’nin, iğde ağaçlarının
ve lavanta kokularının arasında renkli
bir davetiye gibi. Davete icap etmek ise
size kalmış...
121
uzaktaki yakın
“Madrid entrar y salir”
Özgür Çakır
“Herkes Madrid’e gelir ve gider” diyor bu deyim İspanyol dilinde. Herkes bir gün mutlaka Madrid’i
tadacağına göre yola koyulmanın zamanıdır diyerek Dergi Bursa’nın bu sayısında rotamızı İspanya’nın
ve aynı isimle anılan Madrid Özerk Bölgesi’nin başkentine çeviriyoruz. İspanyolca ile giriş biraz da sizi
motive etmek için. Madrid’de ülkenin diğer kentlerinde de olduğu gibi İngilizce ile iletişim kurmakta
zorlanabilirsiniz. Bu yüzden yola çıkmadan dil kartları ya da küçük bir sözlük edinip temel cümlelere
çalışmak ve bu güzel dile biraz aşina olmakta fayda var. Por favor!
122
İber Yarımadası’nın ve dolayısıyla
İspanya’nın kabaca tam ortasında yer
alan Madrid 4 milyonu aşan nüfusuyla
İstanbul, Londra, Berlin ve Paris'ten
sonra Avrupa'nın en en kalabalık
beşinci şehri. Dillere pelesenk olmuş
anlatımla “Barcelona İstanbul ise
Madrid Ankara’dır” diyenlere kulak
asmayın çünkü cıvıl cıvıl, hareketli,
24 saat canlılığını yitirmeyen ve
ziyaretçisine beklentilerinden fazlasını
veren bu şehir yeşilliği, inanılmaz
zenginlikteki müzeleri, parkları,
çok iyi organize olmuş şehir planı,
tarihi, kozmopolit yapısı ve gece
hayatıyla başkent olması dışında
kardeş şehri Ankara ile aynı paydaya
konulamayacak kadar cazibeli bir
dünya şehri.
Tıpkı İstanbul gibi Avrupa’nın önemli
aktarma noktalarından biri olan
Madrid’e -doğal olarak THY de dahil
olmak üzere- birçok havayolunun
haftanın her günü karşılıklı seferleri
mevcut. Yine de bilet fiyatları
seyahatinizi önceden planlamazsanız
oldukça yüksek. Bu yüzden uzun
vadeli bir plan yapmanızı öneririm.
İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan
123
uzaktaki yakın
yaklaşık 4 saat süren uçuşun ardından
yüzölçümü bakımından Avrupa’nın
önde gelen havaalanlarından biri
olan Aeropuerto de Barajas’a
ulaşacaksınız. Havaalanından şehir
merkezine ulaşım metro yoluyla
sağlanabiliyor. Rahatına düşkün
olanlar ve şehre adaptasyonunu
erkenden sağlamak isteyenler yer
üstünü tercih edip üzerinde “Libre”
yazan beyaz taksilerden birini çevirerek
konaklayacakları mekana doğru
yola koyulabilirler. Madrid günlerini
kolaylaştırmak isteyenlere önerim
kalacak yer planlaması yaparken
yıldızına değil şehrin kalbinin attığı
124
mihenk noktası Puerta del Sol ve Plaza
Mayor civarında bir yere yakın tercih
yapmaları olacak.
Bavulları atıp fotoğraf makinelerini
boynunuza geçirdiğinize göre, en rahat
pabuçlarınızı da ayağınıza geçirip yola
koyulmanın vaktidir. Madrid çok büyük
bir şehir olsa da hem oldukça düz arazi
yapısı hem de gezilip görülecek yerlerin
birbirine olan yakınlığıyla rahatlıkla
tabanvay marifetiyle gezilebilecek bir
şehir. Dileyenler diğer büyük Avrupa
metropollerinde olduğu gibi gelişmiş
olan ve şehri bir güzel saran metro
ağının konforunu da tercih edebilirler
pek tabi. Yine de her zamanki gibi
bir şehri tanımanın yolu “yollarını
arşınlamaktan geçer” diyerek tabanlara
kuvvet diyor ve Madrid’i yürüyerek
keşfe davet ediyorum.
Başlangıç noktamız elbetteki şehrin
ve İspanya’nın “sıfır noktası” Puerta
del Sol yani Güneş Kapısı. Bugün
bir meydan olan, 15. yy’ dan kalma
Puerta del Sol, Madrid'i saran eski
surların kapılarından biriymiş aslında.
Doğuda bulunması nedeniyle, güneşin
doğuşundan esinlenerek "Güneş
Kapısı" ismini almış. Madrid'in simgesi
olan ve belediye arması ile Atlethico
Madrid amblemine yerleşiveren “El
Oso y Madroño” yani ayı ve çilek ağacı
heykeli de bu meydanda. Bodur bir
yemiş ağacını silkeleyen bu ayı ne
anlatır ve şehir için neden böyle bir
sembol seçilmiş bilemem ama bildiğim
bu heykele dokunan birinin Madrid’e
tekrar geleceğine inanılıyor olması.
Dokunun ki aklınız kalmasın... Heykelde
değil, şehirde geçireceğiniz birkaç
güne sığdıramayacaklarınızda...
Meydanda Fransızlar tarafından yapılan
tarihi bir postane var. Önündeki zemine
monte edilen “sıfır noktası” levhası ve
binanın üstüne sonradan eklenen saat
kulesi de oldukça itibarlı Madrileño’ların
gözünde. 1962 yılından itibaren her
yılbaşı gecesinde bu kulede çalınan 12
tane çan sesi ile yeni yıla giriliyormuş.
Yılbaşında bu meydanın nasıl kalabalık
ve canlı olabileceğini hayal etmek hiç
de zor değil. Bu arada bir İspanyol
inanışına göre bu çan çaldığı süre
boyunca 12 adet üzüm tanesini yemeyi
başarırsanız, o yılın güzel geçeceğini
ve dileklerinizin gerçekleşeceğini
garantilemiş oluyorsunuz. Yılbaşı
planlarını yapmaya şimdiden
başlayacaklara duyurulur.
Puerta del Sol'de sonlanan ve İstiklal’i
andıran kalabalık caddelere doğru
meyletmeye başlayabiliriz. Mayor
meydanına giden Calle Mayor; alışveriş
yapabileceğiniz işlek bir cadde olan
Calle del Arenal; Desigual, H&M, Zara,
Mango, Bershka gibi ünlü mağazaların
olduğu Calle de Preciados; binaların
üzerine atlıların tünediği ve Teatro
Alcazar'a ulaşan Calle de Alcala sizi
çağıracak. Telaşa gerek yok çünkü
bu caddelerin hepsini ister istemez
birkaç defa turlayacak, her ara sokakta
yeni birşey keşfedecek, cadde ve
sokak tabelalarında resmedilen tarihi
hikayelerinin peşine düşecek ve dönüp
dolaşıp merkezdeki Puerta del Sol’e
yolunuzu mutlaka düşüreceksiniz.
Calle Arenal’de atlamamanız gereken,
enerji depolayacağınız bir duraktan
bahsetmeliyim. San Gines Kilisesi’nin
hemen arkasında, çok eskiden beri bu
işi yapan ve aynı adı taşıyan, başka
da şubesi olmayan bir Churros tatlıcısı
var (Tıpkı İstiklal’deki İnci Pastanesi
gibi diyeceğim bahtı benzemesin.)
Az şerbetli ve uzun bir tulumba
tatlısı olarak tarif edebileceğim bir
İspanyol klasiği olan Churros'un
tadı “Chocolateria San Gines”te
öyle kıvamında ve çıtır çıtır ki, sıcak
çikolata ile birleştiğinde enfes oluyor.
Duvarları eski fotoğraflarla süslü
açık mutfaklı tarihi mekanda mutlaka
karşılaşacağınız kalabalık gözünüzü
korkutmasın ve Churros’u tatmadan
kersinlikle dönmeyin. Batı yönündeki
Calle Mayor sizi Plaza Mayor’a
yani Büyük Meydan’a götürecek.
17.yy’da krallığa prestij sağlayacak
bir pazar yeri, hadi biraz daha havalı
olsun, alışveriş merkezi olarak inşa
edilmiş. Nitekim meydanın ortasında
3.Felipe'nin at üzerinde bir heykeli
de mevcut. Plaza Mayor kare bir avlu
etrafında düzenlenmiş 136 binadan
oluşuyor. Meydanın en önemli
binaları, üzeri resimlerle süslenmiş
olan "La Casa de la Panaderia"
(fırın evi) ve meydanın diğer binaları
gibi kızıl renkli olan "La Casa de la
Carniceria" (kasap evi.) Biri kuzeyde
biri güneyde olmak üzere karşı
karşıya bu iki ev. Zamanında La Casa
de la Panaderia’nın giriş katında
bulunan fırını halktan ticaret erbabları
işletebiliyormuş. Birinci katı da kralların
özel kullanımı için ayrılmış. Krallar
diledikleri zaman buraya gelirler,
dinlenir hatta misafir ağırlarlarmış unlu
mamüller eşliğinde. La Casa de la
Carniceria ise adından da anlaşılacağı
gibi vakt-i zamanında mezbaha
olarak kullanılıyormuş. Şimdilerde ise
Belediye Meclis Binası. Plaza Mayor
yıllar içerisinde çeşitli amaçlar için
kullanılmış ve değişik isimler almış.
Dört köşesi binalarla çevrili, 9 kapılı,
129 metre uzunluğunda ve 94 metre
genişliğinde bu devasa meydana son
olarak isabetli bir seçimle Plaza Mayor
adı verilmiş. İlk zamanlar pazar yeri
olan bu bu açık avluda çevresinde yer
alan 437 balkondan da seyredilen boğa
güreşi gibi geleneksel oyunların yanı
sıra kraliyet ailesinin ait düğün törenleri
yapılmaktaymış. Daha sonraları
Engizisyon Mahkemeleri’nin din karşıtı
olduğu için ölüme mahkum ettiği
125
uzaktaki yakın
126
kişilerin halka açık infazları bu meydana
yapılmaya başlanmış. Sonrasında
futbol maçları... Günümüzde ise
meydan tiyatro gösterileri, konserler,
oyunlar ve bilumum kutlamalara ev
sahipliği yapıyor. Birbirinden ilginç
eski dükkanlar, şık restoranlar, kafeler,
Tapas barları ve sanat galerileri ile
Madrid'in ruhunu yansıtıyor. Günün her
saati hareketli olan meydanda özellikle
akşam oturup birşeyler içmek ve
Madrid’e karışmak lazım.
Plaza Mayor yakınlarında uğramadan
geçmenin sonrasında büyük
hayıflanmaya sebep olacağı bir
yer var: Mercado de San Miguel.
Barselona'daki La Boqueria'nın ufak
çaplı kopyası olan dört bir yanı camla
kaplı bir pazar. İçerisinde irili ufaklı bir
dolu kafe-restoran, manav ve şarküteri
var. Farklı dükkanlardan bir şeyler
alıp,ortadaki masalardan birine geçerek
karma bir ziyafet çekebilirsiniz. Hatta
kaldığınız mekan için başta Tapas’lar
ve Sangria alışverişi yapıp İspanyolların
bünyeyi zorlayan yemek saatlerine
uymak zorunda kalmadan bütçenizi de
gözetebilirsiniz. Tercih sizin.
Puerto del Sol ve Plaza Mayor’u
merkeze koyduğunuzda kuzey yönünde
Palacio Real yani Kraliyet Sarayı,
güneyde ise Madrid’i çok özel kılan
müzeler ve meşhur şehir parkı Paque
Del Buen Retiro yani Güzel Emeklilik
Parkı yer alıyor. Eğer tavsiyeme uyarak
ünlü İspanyol mezeleri olan Tapas’lar
eşliğinde güzel bir akşam geçirdiyseniz
ve henüz Madrid gecelerine
akmadıysanız ertesi sabah için Parque
Del Retiro iyi bir başlangıç noktası
olabilir.
Retiro Parkı, Puerta de la Alcala’yı
yani Alcala Kapısı’nı geçtikten sonra
sağ kolda yer alıyor. 12 hektarlık
büyük bir alan üzerine kurulu park
17.yüzyılda Retiro Sarayı'nın bir bölümü
olarak düzenlenmiş. İspanya iç savaşı
sırasında tarihi yapıları oldukça hasar
görmüş olsa da parkın düzenlemesi,
çeşmeler, havuzlar, anıt ve heykeller
görülmeye ve havası içinize çekmeye
değer. Parkın içerisinde pedallı
kayıklarla gezebileceğiniz göletler,
müzeye dönüştürülen Crystal Palace
ve bol oksijen var. Sabah saatlerinde
yoğunlaşan koşuya ve yürüyüşe çıkmış
olan Madrileño sayısı sizi şaşırtmasın.
Onların da Real Madrid’i ve Club
Atletico Madrid’i filan var ama spor
kültürleri televizyon karşısı ya da
stadlarla sınırlı değil. Darısı başımıza.
Şehrin en önemli değeri sayılan ve
barındırdıklarıyla dünyanın en önde
gelen müzelerinden olan üç müzesi
Museo Thyssen, Museo del Prado ve
127
uzaktaki yakın
Museo Reina Sofia aynı bölgede ve
Retiro Parkı’nın komşuluğunda yer
alıyor. Parkın Alfonso XII Caddesi’ne
bakan kapısından çıkarsanız yürüyerek
en ünlüleri olan Museo del Prado'ya
ulaşacaksınız. 18. yüzyılda neo-klasik
uslupta inşa edilen binada VII.Ferdinant
ve karısının girişimleriyle oluşan
kolleksiyona ait yaklaşık 300 adet
parça ile kurulan müze bugün 7000
civarında eserle dünyanın en önemli
Avrupa sanatı koleksiyonlarından
birine sahip. Bu koleksiyonların en
önde gelenleri Goya ve Velázquez’in
çalışmalarının büyük kısmı ile Tiziano,
Tintoretto, Rubens, Durero, Rafael,
Rembrant, Caravaggio, El Greco ve
El Bosco’nun önemli işleri. Hakkını
vererek gezmek isteyen sanatseverleri
128
geçiyorum, “hiç işim olmaz” diyen
birinin bile sıkılmadan saatlerce vakit
geçirebileceği zenginlikte bir sanat
mabedi Prado Müzesi.
Sanatın altın üçgeni olarak adlandırılan
bu üçlünün ikinci ayağı ise Museo
Thyssen-Bornemisza. Prado Müzesi’nin
köşesindeki Fuente de Neptuno
yani Neptün Çeşmesi’nin diğer
çaprazında yer alan, Thyssen Ailesi’nin
mülkiyetindeki bu müze dışarıdan
görece mütevazı bir görünümü olsa
da İngiltere Kraliyet Koleksiyonu’ndan
sonra dünyadaki ikinci büyük özel
koleksiyona ev sahipliği yapıyor. 14. ve
15.yy İtalyan ve Alman ressamlara ait
eserlerin yanı sıra en ünlü Rönesans
ressamlarının işleri, empresyonistler,
postempresyonistler ve Kübizm
akımının temsilcileri arz-ı endam ediyor.
Van Gogh, Renoir, Monet, Rembrant,
Caravaggio ve Picasso’nun belki de
farkında olmadan hafızalarınızda yer
eden önemli eserlerini dünya gözüyle
görmek için ziyaret etmekte fayda var.
Üçgenin son ayağı ise Prado’nun diğer
çaprazında Atocha Tren İstasyonu
komşuluğunda, Paseo del Prado’nun
sonunda yer alan Museo Nacional
Centro de Arte Reina Sofia, kısaca
Kraliçe Sofya Müzesi. 18.yy’a ait
eski bir hastane binası olan müze
dikkat çekici bir mimari güzelliği olan
rekonstruksiyon çalışması ile cam
ve çeliklerle desteklenmiş bir şekilde
dışardan da son derece çekici bir
129
uzaktaki yakın
mekan. Koleksiyon büyük ölçüde
20.yy İspanyol eserlerinden oluşuyor.
En ünlüsü de şüphesiz Picasso'nun
Guernica'sı olmak üzere. Kimilerine
göre modern sanatın en iyisi sayılan
ve İspanyol Hükümeti’nin siparişi ile
Pablo Picasso tarafından 1937'de
yapılan, İspanya İç Savaşı sırasında
Nazi Almanyası'na ait 28 bombardıman
uçağının İspanya'daki Guernica şehrini
bombalamasını anlatan, 7,76 m eninde
ve 3,49 m yüksekliğindeki anıtsal tablo
zamanla ününe ün kattıkça savaşın
yarattığı trajedilerin anımsatıcısı, savaş
karşıtı ve barış yanlısı düşüncelerin
sembolü haline gelmiş. Kurşun
geçirmez bir cam içinde sergilenen bu
resime verilen önem ve duyulan saygı
İspanyolların tarihleriyle hesaplaşması
ve aynı zamanda da sanata bakışlarını
130
da yansıtıyor. “Madrid dönüşü
Guernica’yı gördün mü?” sorularına
cevabınız “evet” olsun ve hiç olmazsa
Guernica’yı görmek için altın üçgenin
son ayağını da mutlaka ziyaret edin.
Müze çıkışından geldiğiniz yöne doğru
devam edince Plaza de Cibeles'e
varacaksınız. Meydanın ortasında
Tanrılar Kralı Jüpiter'in annesi Tanrıça
Cibeles'in heykeli var. Heykelin baktığı
yöne doğru devam ederseniz şehrin
ana caddesi Gran Via'ya çıkarsınız.
Gran Via'ya akşam saatlerinde gitmekte
yarar var. Çeşitli markaların mağazaları,
sıra sıra tiyatrolar ve sinemalar
caddeyi ışıl ışıl yapıyor. Hemen
her tiyatronun önünde bir kalabalık
göreceksiniz, bu da Madrileño’ların
kültüre ve sanata verdiği önemin bir
diğer belgesi niteliğinde. Her ne kadar
geceleri cadde kalabalık olsa da
bizim İstiklal Caddesi’nin kalabalığıyla
kıyaslanmayacağını söylemeliyim.
Restoran önerisi vermek gerekirse
Vips’i tercih edebilirsiniz. Merkezi
konumdaki üç şubesinden biri Gran
Via üzerinde. Daha hareketli bir ortam
ve Tapas bar arayanlar için doğru
adres ise yine Gran Via üzerindeki
Quilombo. Madrid 23:00'den sonra
yaşamaya başlayan bir kent; dolayısıyla
gece boyunca yenilen Tapas’lar ister
istemez sabah kahvaltısına pek gerek
bırakmıyor. Yani gece geç saatte bol
yiyeceksiniz ve sabah hiç iştahınız
olmayacak. Zaten acıkmasanız iyi olur
çünkü sabah kahvaltısı burada bir öğün
olarak telakki edilmiyor; dolayısıyla
sabahları yiyecek sunan pek fazla yer
de bulamıyorsunuz. Belki, kahve ve tost
dışında sadece omlet...
Madrid, Avrupa'nın en hareketli gece
hayatına sahip şehirlerden biri demek
yanlış olmaz. Bir haftasonu klasiği
olarak eğlence cuma akşamı başlar
ve pazartesi sabaha kadar farklı
mekanları dolaşarak devam eder. Bar
ve diskolarda saat 02:00 gibi eğlence
doruğa ulaşır ve genellikle sabah
06:00'ya kadar sürer. Gece kulüplerinin
bazılarında blue jean ve benzeri spor
kıyafetlerle giriş yasak. Pop, rock ve
caz türü müzik yapan mekanlar oldukça
fazla. Gelen turist yoğunluğuna göre
popüler bilindik şarkılar çalınsa da
ağırlık İspanyol müziğinde...
Alternatif arayışında olanlar bir akşamı
flamenkoya ayırabilirler. Öne çıkanları
Café de Chinitas, Las Carboneras,
Casa Patas ve Corral de la Morreria
olmak üzere bazı restoran, müzikevleri,
gece kulüpleri ve barlar belli gün
ve saatlerde flamenko gösterileri
düzenleniyor. Flamenkonun anavatanı
Endülüs’ten biraz uzağa düştüğünden
orjinal flamenko kültürü yerine turistik
atraksiyonlarla yetinmeniz gerekse
de doğru bir tercihle tatmin edici bir
flamenko gösterisi izleme şansınız
olabilir.
Gezmelere ve eğlenceye doyamayanlar
klasik müzik, tiyatro ve sinema
gösterilerinin yanı sıra Atletico Madrid
veya Real Madrid’in mabedlerinde La
Liga heyecanı yaşayabilirler. “Yok o da
kesmez” diyenler bir İspanyol klasiğine
şahit olmak üzere arenanın bulunduğu
Las Ventas’a kırabilirler dümeni.
Barcelona gibi bazı İspanyol kentlerinin
aksine boğa güreşlerinin serbest
olduğu yerlerden biri de Madrid. Sonu
hüzünlü, kanlı ve kaybedeni belli olsa
da İspanyol kültürünün geleneksel
bir unsuru olan boğa güreşlerini
izleme şansı yakalayabilirler. Kansız
bir seyahat isteyenler arenanın
hemen yanındaki ücretsiz olarak
gezebileceğiniz Boğa Güreşi Müzesi
Museo Taurino'ya uğrayarak da
mevzuyu kapatabilirler pek tabi.
Ertesi sabah kahvaltıda ise adresimiz
Madrid’in tarihi kafesi Gijon.
Madrid’deki El Café Gijón tarihe
ya da tarihi yazanlara tanıklık eden
kafelerin son örneklerinden. Dünyaca
ünlü aydınların buluşma noktasının
müdavimleri arasında kimler yokmuş
ki: Ünlü Amerikalı yazarlar Ernest
Hemingway ve Truman Capote,
Hollywood’un ilk süperstarlarından Ava
Gardner, sürrealist ressam Salvador
Dalí, İspanyol şair ve edebiyatçı
Federico Garcia Lorca... Pek iştah açıcı
olmasa da Dali’nin burada resmettiği
sinekleri yakalayıp elinde öldürdüğü
de anlatılan hikâyeler arasında.
İstanbul için Markiz Pastanesi, Paris
131
uzaktaki yakın
için Café de Flore, Viyana için Café
Central ya da Roma için Café Greco
ne ise, Café Gijon da Madrid için o.
İspanyolca ile imtihanınız burda da
devam edecek ama birkaç günün
sonunda “Una Portilla Española, Café
con Leche ya da Agua sin Gas” demeyi
kaptığınızı umuyor ve cümlenin sonunu
“Por favor”la bitirmeniz gerektiğini
hatırlatıyorum.
Kahvaltıdan sonra Kristof Kolomb’a
adanmış olan Plaza Colon’a
doğru yürüyünüz. Bu meydandan
sola dönünce Madrid‘in en renkli
bölgelerinden birine ulaşacaksınız:
Chueca. Burası Madrid’in Cihangir’i.
Oyuncular ve sanatçıların yoğunlukla
yaşadığı bohem bir bölge.
Güzel butikler, renkli evler, sanat
galerileri, kafeler ve barlar ile aynı
zamanda hareketli ve hayat dolu bir
bölge ve seveceğinizin garantisini
verebilirim. Akşam eğlencesi için ideal
132
semtlerden biri de Cheuca. Cheuca’dan
çıkıp şehri kuzey güney aksında
kat eden büyük cadde Gran Via’yı
takip ederseniz başlıcaları Edificio
Metrópolis, Edificio Telefónica, Edificio
Carrion ve Edificio España olmak üzere
şehrin önemli sembolleri haline gelmiş
olan tarihi binaları sırayla görebilir ve
yolun sonundaki Plaza de España
Meydanı’nda Plaza de España'da
Cervantes ile yel değirmenlerine
savaş açan ünlü karakterleri Don
Kişot ve Sanço’ya selam verebilirsiniz.
Aşağıya doğru devam ettiğinizde
Palacio Real'i (Kraliyet Sarayı’nı)
göreceksiniz. Boylu boyunca uzanan
yapının 130 metrelik cephesi ve
sayısız balkon ve penceresiyle
şaşalı bir havası var. Günümüzde
Kraliyet Ailesi’nin kullanmadığı saray
müzeye dönüştürülmüş. Dileyenler
sarayı gezebilirler ama benim önerim
La Latina Bölgesi olacak. Latina
Bölgesi ve Puerta de Toledo yani
Toledo Kapısı yönünde ilerlerken
üzerinden geçeceğiniz viyadük ise
ilginç bir üne sahip. Depresyona giren
Madridleño’ların soluğu aldığı ve
intihar girişimlerinin sıklığı ile bilinen
köprünün iki kenarı da intihar etmeye
engel olacak şekilde şeffaf bir plastik
ile kapatılmış durumda. Bir klasiğe
imza atmayarak sağ salim köprüyü
geçeceğinizi umuyor ve sizi viyadüğün
hemen ilerisindeki hayat dolu La Latina
Bölgesi’ne davet ediyorum. La latina
Bölgesi’nde bulunan Calle de Cava
Baja Sokağı’nı bulup, birbirinden güzel
Tapas barlarından birine dalınız. Bu
bölgedeki Tapas barlar daha az turistik
ve yerel halkın tercihi olan mekanlar.
Madrid seyahatinizin son gününde
rotamızı şehir dışına çeviriyoruz.
Assoslistler en son sahneye çıkar,
“tatlı da yemeğin üstüne yenir” diyerek
sizi Toledo’ya davet ediyorum. Ne
yapın edin seyahatinizin en az bir
gününü bu masal şehrine ayırın.
Unesco tarafından bir başka örneği
olmayacak şekilde tamamı açık
hava müzesi olarak ilan edilerek
Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren
bu şehire gitmemek Madrid’i eksik
görmek anlamına gelir çünkü. İçinde
bir botanik bahçesi barındırmasıyla
benzerlerinden ayrılan Atocha Tren
İstasyonu’ndan hızlı tren ile Toledo’ya
varmanız sadece 35 dakika sürecek.
Toledo’da trenden indiğiniz andan
itibaren tarihin kokusunu alacaksınız.
1920 yılında yapılan tren istasyonu
dış görünüşü ve içerisindeki çini
döşemeleri ile Endülüs mimarisi izlerini
taşıyor. “Doğu kültürünü Avrupa’ya
tanıtmış şehir” sözleriyle nitelenen
Toledo, Ortaçağ’dan kalma mimarisini
günümüzde halen koruyabilmiş, üç
büyük dinin izlerini taşıyan yüksek
bir tepeye kurulu harika bir şehir.
Kastilya Krallığı’nın başkenti olarak
12. ve 16.yy arasında da görkemli
bir dönem geçirmiş olan şehrin
tarihi binaları içinde en dikkat çekeni
Toledo Katedrali. İspanya’nın en
büyük 3.katedrali olan bu yapıda çok
sayıda şapel var. Ayrıca Velasquez,
Rubens, Goya ve El Greco gibi ünlü
ressamların tabloları da bu katedralin
duvarlarını süslüyor. İspanya’nın
en ünlü ressamlarından biri olan El
Greco uzun yıllar Toledo’da yaşamış.
Girit’te doğan, bir süre İtalya’da
yaşayan ve Yunan köklerinden dolayı
“El Greco” yani “Yunan” adını alan
ressamın eserleri “El Greco’nun Evi’”
isimli müzede sergileniyor. Toledo;
Don Kişot ve kılıçlarıyla da ünlü aynı
zamanda. Şehri “İspanya’nın Şanı”
olarak tanımlayan Don Kişot’un
maceraları bu çevrede geçiyor hep,
sevgilisi Dulcinea’nın kasabası olan
El Toboso da Toledo’da bulunuyor.
Gelelim kılıç mevzusuna, bu güzel şehir
çelik işçiliği ile de meşhur. Ortaçağ
kılıçları, zırhları, hançerleri ve Toledo
bıçakları satın alabileceğiniz bir dolu
hediyelik eşya dükkanı bulacaksınız.
Uçakta sorun yaşamamak için o kılıcı
bırakın ve güzel bir Don Kişot magneti
alın hediye olarak. Fazla oyalanmadan
meydandaki meşhur pastaneyi bulun
ve Marzipanlar’ın tadına bakın.
Sonra da ilk bulduğunuz aralıktan
sokaklara dalın ve kaybolun. Turist
olmanın tadını çıkarın. Üç kişinin yan
yana yürümekte zorlanacağı daracık
sokaklarda arnavut kaldırımlı yokuşlar,
tarihi binalar, balkonlardan taşan
çiçekler ve şehrin “meşhuru” kapıların
peşine takılın. Dönüş saati geldiğinde
tadı damağınızda kalacak belki ve
hayıflanacaksınız Toledo’ya ayırdığınız
zamanın kısalığına. Neyse ki Puerta del
Sol’de El Oso’ya dokunmuştunuz değil
mi?
133
uzaktaki yakın
Madrid’den instagram kareleri
134
135
web önerileri
www.cinairoman.com
www.22dakika.org
www.cokokuyancokgezen.com
www.seyahatperest.com
136
www.yuruyoruz.com
www.ruzgarinizinde.com
www.yesilpedal.org
137
teknoloji
Ahmet Yılmaz
Bilgisayar Programcısı
İzle, bul ve tıkla
Sevenleri bilir; Agatha Christie, polisiye roman denildiği zaman ilk akla gelen İngiliz yazardır.
Romanlarında işlediği gizem ve yine yazar tarafından yaratılan bu gizemi çözen karakterler,
okuyucuların uykularını sabahın ilk ışıklarına dek erteleyebilecek çekiciliktedir. Edebiyatta “macera
ve gizem” kitap severlere kitabı okutma açısında önemli bir olgu iken aynı durum oyun sektöründe
de geçerlidir. Hele ki içine gizemin, iz sürmenin bulaştığı bir macera oyunu, tadından yenmeyip
yarına bırakılan güzel bir yemek kıvamına dönüşebilir.
Doksanların sonuna doğru,
şimdilerde “Point'n Click Adventure”
diye adlandırdığımız, tam olarak
yarına bırakılan güzel bir yemek
diyebileceğim, arkası yarın tarzında ve
zamanla kullanıcıları tarafından ufak
birer efsaneye dönüşecek oyunlar giriş
yaptı. Durum karışıktı lakin sonuca
giden yol basitti; bul ve tıkla. O yıllarda
henüz bilgisayar oyunlarının büyülü
havasını yeni yeni solumaya başlayan
oyun severlerin bazıları, bu oyunlar
sayesinde yavaş yavaş geliştirdikleri
kırık İngilizceleri ile oynamaya
çalıştıkları bu türü çok sevdiler. Zaten
eğer tutkulu bir oyun severseniz bu
oyun türünü sevmemeniz imkânsızdı.
Bu oyunlar, oynayana büyülü bir dünya
sunuyordu.
Oynayanlar bazen büyük bir hazine
adasında altın dolu sandığı arayan
138
bir gezgin, bazen evlerin çatılarında
dolaşan akrobat bir hırsız, bazen seri
cinayetleri birer birer çözerek katili
yakalayan orta yaşlı bir dedektif,
bazen ise ufacık bir odaya kilitlenmiş
ve o odadan çıkmak için doğru
objeleri bulması gereken yakışıklı bir
maceraperest oluyordu. “İz sürme” bu
oyunların olmazsa olmazıydı. Mouse
yardımıyla tıklanan bir objenin vereceği
yeni bir ipucu, kullanıcısına heyecan
vermenin yanı sıra, oynayanı bir sonraki
bölüme götürüyordu. Yeni bölüme
geçmenin verdiği hazzın yanında,
diğer oyun türlerindekinin aksine
oyunun sonuna doğru yaklaşmanın
verdiği mutluluk yerine mutsuzluk da
beraberinde geliyordu.
Bu oyunlarda görsellik aranan bir
özellikti ama asıl önemli olan, oyun
severin iz sürme becerisini ortaya
çıkaracak olan kurgu, bölümlerin
zorluğu, içerisinde barındıran
bilmecelerin oyun sever tarafından ne
kadar zamanda çözülebileceği gibi
etkenlerdi. Bu türün yegâne temsilcileri
olan; Grim Fandango, The Longest
Journey, Gabriel Knight, Broken Sword,
Riven gibi oyunlar hala sevenlerinin
gönlünde taht kuran oyunlar listesinin
başında gelir. Eğer siz de bir oyunda
sizi bir sonraki bölümlere sürükleyecek
bir gizem arıyorsanız, sevgili
Google’nin arama kısmına “Point'n
Click Adventure” yazıp oyun alemin
tozlanmış top listelerinin tepesinde yer
alanlardan bazıları ile başlayabilirsiniz.
Keyifli oyunlar...
139
?
bilgi hapı
QR
Şifrelenmiş bir görsel olan QR kod,
sosyalliğin internet üzerinden yaşandığı
bu dönemde, tam bir sosyal medya
pazarlama aracı olarak kullanılabiliyor.
Daha fazla vakit kaybetmeden, mobil
teknolojinin getirdiği yeniliklerden
faydalanıp kendini bu uygulamaya
adapte eden firmalar kazançlı çıkacak
gibi görünüyor. Özellikle son 2 yıldır,
okuduğumuz dergilerde, gazetelerde
hatta sokaklardaki ilanlarda, kitaplarda
gördüğümüz küçücük bir kare içine
sıkıştırılmış birkaç şekilsiz iz etrafımızı
sardı. “Quick Response Kod” ya da
Türkçesi ile “hızlı yanıt kodu” olan QR
Kod, karekod olarak da biliniyor. 1994
yılında, Japonya’da, Toyota'nın bir yan
kuruluşu olan Denso Wave tarafından
geliştirilen yeni nesil iki boyutlu bu
barkod cinsi, ülkemizde yeni yeni
kullanılıyor olsa da, kısa süre içinde
yaygınlaşacağı kesin gibi görünüyor.
Tüm mobil cihazlarda kullanıcıya birçok
avantajı var. İçeriğinde bir internet
sitesi, metin, fotoğraf barındırabilmesi
ile hayatımıza ilk girdiğinde SMS ne
ise QR kod da aynı ilgiye sahip olmak
üzere. Japonya’da fazlasıyla yaygın
olarak kullanılan QR kod, basit ve az
maliyetli kullanımı sayesinde, barkod
kullanımını bireysel hale getiriyor. Onu
klasik barkodlama sisteminden ayıran
140
Zaman kazandıran izler
Zamanın değeri fark edilip, daha çok zamana ihtiyaç duyuldukça
üretim arttı. Teknoloji küçücük ve incecik kutuların içine sıkıştırılıp
cebimize kadar girdi. Her gün bir yeni icat duyar hale geldik.
Bunların içinde günlük hayatımıza en çabuk yerleşenler ise, en
kolay kullanılanlar. Çünkü zaman, zamandan kazanma zamanı.
bir özelliği de, her yönden okunabilir
olması. Tek yapmanız gereken, eğer
telefonunuzda yoksa QR kod okuyucu
uygulamasını ücretsiz servislerden
yararlanarak cihazınıza indirmek.
Bu taramanın size tek maliyeti, kod
okunduktan sonra açılacak olan siteye
ulaşmak için gerekli data aktarım
ücreti. Kullanıldığı firmaya ya da ürüne
göre yaratıcı tasarımlara sahip olan
kod, genel olarak beyaz fon üzerine
siyah şekillerden oluşuyor. Bu küçük
kutuya, mobil cihazınızın kamerasını
yaklaştırıyor ve tarıyorsunuz. Bazı
bankalar tarafından ödeme sistemi
olarak da kullanılan QR kod, kendiniz
için oluşturup kartvizitlerinize bile
ekleyebileceğiniz bir uygulama. Kendi
QR kodunuzu oluşturabilmek için
ücretsiz yararlanabileceğiniz siteleri
internette kolayca bulabilirsiniz. Bu
sitelerde QR kodun içinde olmasını
istediğiniz (web adresi, metin, telefon
numarası vs.) bilgileri sitedeki gerekli
yerlere yazıp “QR kod oluştur”
butonuna tıklıyorsunuz. Ve istediğiniz
bilgileri içeren tamamen size ait bir
QR kod elde etmiş oluyorsunuz. İlk
olarak otomotiv sektöründe kullanılan
QR kod, ünlü markalar tarafından özel
kampanyalar ile tüketiciye sunuluyor.
Karekod ile yapabilecekleriniz sadece
hayal gücünüz ile sınırlı. Ünlü firmaların
türlü şekilde kullandığı QR kod ile siz
de kişisel tanıtımınızı yapabilirsiniz. QR
Kod şeklinde bir dövme yaptırabilir,
davetiyelere koyabilir, kartvizitinize
ekleyeceğiniz QR kodun içeriğine
web siteniz, facebook sayfanızı ya da
twitter hesabınızı şifreleyebilirsiniz.
Sokak tabelalarında kullanılarak,
Google Maps’a ulaşıp bir adrese
bağlanmak için de kullanabilen bu
koddan, eczaneler, kitapevleri, turizm
acenteleri hatta şarap üreticileri bile
yararlanabiliyor.
Kullanırken dikkat etmeniz gereken
birkaç detay var. Örneğin, en iyi sonuca
ulaşabilmek için, kodu olabildiği kadar
iyi aydınlatılmış bir ortamda kullanın.
Taratacağınız cihazı koda tam ortalayın.
Cihazı tarama anında mümkün olduğu
kadar sabit tutun.
Artık bütün kişisel bilgileriniz, firma
geçmişiniz, ürünleriniz, kitaplarınız,
tarifleriniz, kısacası istediğiniz her şey
ve en iyisi de kazanmak istediğiniz tüm
zaman, küçücük bir kutunun içinde
duran birkaç parça izden ibaret.
141
bilgi hapı
Parmak izsizler
Kaşınızı gözünüzü, boyunuzu posunuzu hatta huyunuzu suyunuzu
ailenizden alabilirsiniz. Ama parmak iziniz siz daha dünyaya
gelmeden asla değişmeyecek olan size özel şeklini alır. Parmak
uçlarımızda taşıdığımız bu kişisel mührü, kimlik tespitinden
güvenlik sistemlerine kadar birçok alanda kullanmak mümkün.
Tabi eğer parmak iziniz varsa...
Tek yumurta ikizlerinde bile farklılık
taşıyan ve bu özelliği ile gizemini
koruyan parmak izi parmaklarımızdaki
kabartmalı çizgilerden, papillerden
oluşur. Vücut sıvılarının dışarı
çıkabildiği gözenekler parmakların
sürekli nemli kalmasına neden olur.
Böylece dokunduklarımızdan geriye,
emniyet güçlerinin takip ederek kesin
sonuçlara ulaşmasını sağlayan biyolojik
imzalar kalır. 1800’lü yıllardan itibaren
en güvenilir yöntemlerden biri kabul
edilen parmak izi suçluların tespitinde
önemli rol oynar. Ayrıca imza atamayan
kişilerin kurtarıcısı olan parmak izi
bankaların müşterilerine sunduğu
bir hizmet haline de geldi. Parmak
uçlarınızı bilgisayarınızı açmak ya da
banka hesabınızda işlem yapmak
142
için kullanabilir kendi güvenliğinizi
teknolojinin nimetlerinden yararlanan
parmaklarınızla sağlayabilirsiniz.
2007 yılında yaşanan bir istisna her
insanın parmak izi olduğu konusundaki
genellemeyi çürüttü. İsviçreli bir kadının
hava alanında parmak izi alınması
gerekti. Ancak bu mümkün olmadı
çünkü kadının parmak izi yoktu. Bu
durum ona hava alanında zor anlar
yaşattı ama bilimsel bir araştırmanın
da nedeni oldu. İsrail’deki Tel Aviv
Üniversitesi ve İsviçre’deki Basel
Üniversitesi hastanesinden bilim
adamları konuyu araştırınca aynı
durumda olan 5 aile daha ortaya
çıktı. Ailelerden birinin 3 kuşağını da
inceleyen bilim adamları “SMARCAD1”
isimli gende mutasyon olduğu
gerçeğine ulaştı. “Adermatoglifia”
adı verilen bu durum bir tür genetik
hastalık olarak kabul edildi. İnsandaki
parmak izini oluşturan gen olan
SMARCAD1 genini mutasyona uğratıp
kişinin parmak izsiz doğmasına neden
olduğu anlaşıldı. Yıllar önce başlayan
bir araştırma parmak izi olmayan
insanların varlığını ortaya çıkarırken
yaşanan olay tarihte izini bıraktı. Uzun
yıllardan beri yapılan araştırmalarda
parmak izinin insan vücuduna yararları
henüz netleşmedi ama ortaya çıkan bu
parmak izsizliği araştırmasından sonra
yokluğunun kişiye ölümcül bir zararı
olmadığı sonucuna ulaşıldı.
143
geçmiş zaman kipinde
Dizi gider izi kalır
Geçmiş zamanın bizde bıraktığı izlere ihtiyaç duyarız bazen.
Yaşayıp bitirmiş olduğumuzu, geride bıraktığımızı düşünsek bile...
Geriye dönüp bakmak isteriz. Bir ses, bir koku, bir şarkı, anlık bir
görüntü bizi geçmişin çok özlediğimiz ve dönüp orada kalmak
istediğimiz bir parçasına götürür. Ya da belki iz bırakmış bir dizi…
Hazırlayan: Ferhan Petek
Televizyon izlemenin, dizi takip etmenin
daha keyifli olduğu yıllar… Tek kanal
olmasına rağmen -TRT’nin kendi
içindeki çoksesliliği ile- her yaşa,
her zevke hitap eden, belki şimdiki
teknolojiye kıyasla daha amatör ama
samimi programlar… Oynadığı yıllarda,
o yılları doya doya yaşamış herkeste
yer etmiş diziler… Şimdiki gibi dizi
olsun, süre doldursun diye değil;
özenerek hazırlanan, seyircisine değer
veren ve bunu hissettiren diziler. Hem
kendilerinden sonraki yıllarda yapılan
dizilerin çoğuna ilham kaynağı olan,
hem de izlendiği dönemin çocuklarına
rol modeli seçebileceği karakterleri
barındıran diziler…
144
Önce ithal yapımlar, Brezilya dizileri
vardı. TRT’nin arkası yarın kuşaklarının
başlangıcı sayılan Köle Isaura oldu.
Esas kız ve esas oğlanın bir türlü
kavuşamadığı pembe diziler, o
yılların saf aşklarını, masum ilişkilerini
anlatırlardı. Veronica Castro, Thalia,
Grecia Colmanares, Natalia Oreiro
gibi isimlerin canlandırdığı karakterle
bütünleşen diziler; aşk, entrika, ihanet,
kıskançlık, ihtiras dolu bölümleriyle
kadınların tercihi olurdu. Haftalık olarak
yayınlanan Kökler dizisini bilenler,
onu hala Kunta Kinte deyince hatırlar.
Dallas, Bonanza, Hayat Ağacı, Yalan
Rüzgârı, Cesur ve Güzel, ev kadınları
için vazgeçilmezdi. Henüz okul
çağına gelmemiş çocuklar için ise,
bir an önce bitmesini istediği sıkıcı
amcalar ve teyzelerden ibaret dizilerdi.
Çünkü pembe dizi saatleri bittiğinde,
heyecanla bekledikleri çizgi dizi saati
başlıyor demekti. Dev bir balon içinde
Clementine ile zaman yolculuklarına
çıkmaktan daha iyi ne olabilirdi ki? Ya
da hangi çocuk, hayvanlarla konuşan
Kızılderili Yakari’nin yerinde olmayı
hayal etmezdi? Sevindiğini “Ya ba da
ba du” diye bağırarak belli eden, uzay
çağını Jetgiller’den öğrenen çocuklar,
her şeyden önce hayal edebiliyordu.
Heidi ile dağlarda dolaşır, yeterince
uslu bir çocuk olursa Şirinler’i görmeyi
hak edeceğine inanırdı. Daltonlar ile
eğlenir ama daima Red Kit’in tarafını
tutardı.
Şimdinin büyükleri, bulduğu bir
tahta parçasını kılıç farz ederek
onu “gölgelerin gücü adına” diye
gökyüzüne kaldıran erkek çocukları;
büyüyünce saçlarını aynı “Beverly Hills
çizgi filmindeki kızlar gibi” uzatmayı
hayal eden kız çocuklarıydı. O
yılların genç kızlarının âşık olduğu,
delikanlılarının ise özendiği Michael
Knight ve yapay zekâlı otomobili
Kitt’in bıraktığı izler ise hala sıcak.
Yayınlandıktan yıllar sonra(2008)
filminin çekilmiş olması ve şu anda bile
onunla tanıştığımız kanalda, TRT’de
tekrarlarının ilgiyle izleniyor olması da
kanıtı. Karakterinin adını taşıyan dizide
yükseklik korkusu olan ve şiddete
karşı duran Mc Gyver ile silah değil
akıl ve bilgi kullanarak düşmanların
nasıl etkisiz hale getirildiğine şahit
olurduk. Mc Gyver, tek başına çalışan
bir adamın öyküsüydü ama aynı yıllarda
ekip işleri de ilgi çekiyordu. Suçsuz
yere yargılanan 4 kişinin hapisten
kaçıp paralı asker olarak çalışmaya
başlaması ile oluşan A Takımı’nın asla
bir B Planı yoktu. Dizi, yayınlandığı yıllar
boyunca insanları ekrana bağlamış
ve hafızalarında izler bırakmıştı.
Takım, aklın, yeteneğin, fiziksel gücün
ve görselliğin temsilcisi olan farklı
üyelerin bir araya gelmesi ile bir bütün
oluşturuyordu.
İthal diziler devam ederken, yerli
yapım üretimler de başladı. TRT’nin
ilk olarak 1968 yılında yayınına
145
geçmiş zaman kipinde
başlamasından 7 yıl sonra çekilen
Aşk-ı Memnu, Türkiye’nin ilk yerli
dizisi oldu. Onu “Çalıkuşu” takip etti.
Tekrar bölümlerinin bile ilgi gördüğü
“Kaynanalar” dizisi de, ekranda ve
izleyicilerinin anılarında iz bırakan
yapımlardandı. Gazanfer Özcan ve
Gönül Ülkü’yü dizideki karakterleri
ile özdeşleştirdiğimiz Kuruntu Ailesi
de uzun soluklu TRT dizilerindendi.
Türkiye’deki dizi sektörünün temel
taşlarından sayılan Bizimkiler, dizinin
tüm karakterlerinin evde, okulda,
sokakta karşılaşılabilecek insanlardan
oluşu ile dikkat çekiyordu. Kısa sürede
kabul edildi ve sürdüğü 13 yıl boyunca
takip edildi.
80’li yılları geride bırakırken, tek
kanal kavramı da ortadan kalkıyordu
çünkü Türkiye’de “özel kanal” dönemi
başlamıştı. İthal dizilerin yanında
yerli üretim dizilerin de artma zamanı
gelmişti. Hem konusu hem de dizi
müziği ile hafızalarda iz bırakan Süper
Baba, 3 çocuklu boşanmış bir adamın
hem kendi hem de çocukları için
verdiği hayat mücadelesini anlatırken,
seyirciyi çizdiği samimi tablonun içine
çekiyordu. Diziyle “Süper Baba” olarak
akıllarda kalan Şevket Altuğ’un bir
dönem ayrılmaz ikili olduğu eski rol
arkadaşı Perran Kutman da, Perihan
Abla olarak hatırlanmaya devam ediyor.
90’ların en sevilen dizi yüzlerinden
olan Kutman, Kızlar Yurdu, Şehnaz
Tango, Hayat Bilgisi gibi hem uzun
yıllar devam eden hem de unutulmayan
146
yapımlara bıraktığı izler ile hafızalardaki
yerini koruyor.
Mahallenin Muhtarları, Şaşıfelek
Çıkmazı, Yeditepe İstanbul gibi, aile
komşuluk ve dostluk ilişkilerini anlatan
diziler, daha sonra yerini başka türlere
bıraktı. Hande Ataizi ve Cem Davran’ın
başrollerini paylaştığı “Ruhsar”,
Türkiye’de fantastik türün başlangıcı
oldu. Aynı yıllarda yayınlanan Çılgın
Bediş, Yonca Evcimik ile bütünleşen
bir komedi gençlik türüydü. Daha
sonra müzisyenlerin başrollerde
olduğu dizilerin dönemi başladı.
Emrah’tan İbrahim Erkal’a; Muazzez
Ersoy’dan Ebru Gündeş’e neredeyse
her sanatçının bir dizisi vardı. İlk yerli
entrika dizilerinden olan Kara Melek
ile kötülerin tarafında olma noktasına
gelen seyirci, Zehirli Çiçek, Örümcek
gibi dizilerle “Mankenden oyuncu olur
mu?” tartışmasını başlatan yapımlar ile
tanıştı.
Yabancı dizilerin etkisi devam ederken,
90’lı yılların bize getirdiği Alf, Türkiye’de
yayınlandığı dönem boyunca her yaştan
insanı ekrana bağlayan bir diziydi. Uzay
gemisi Amerika’da bir evin bahçesine
düşen bir uzaylı artık o evin bir bireyi
olarak yaşamaya başlamıştı. Evin
kedisi Şanslı dâhil ailedeki herkesin
yaşamını değiştiren Alf, aslında sadece
çapkın, yaramaz ve yaşlı bir uzaylıydı.
Müşfik Kenter’in sesiyle benimsenen
bu yaratığın maceraları, pazar
sabahlarının vazgeçilmezi olmuştu.
Oynadığı yılların favorisi olan bir dizi
de, Türkiye’de “Mavi Ay” olarak bilinen
Moonlighting oldu. Beklenmedik bir
şekilde Mavi Ay Dedektiflik Bürosu’na
ortak olan Maddie ve Dedektif David’in
kavgasız bir gün geçiremedikleri
ortaklıkları altında, aslında tutkulu bir
aşk besleniyordu. David karakterini
Alev Sezer’in seslendirmesi ile daha da
içimize sindirmiş ve sevmiştik.
Cosby ailesi ve Altın Kızlar yan
komşumuz gibiydi. Üniversiteli Charles
o yıllarda her ev sahibinin hayalini
kurduğu bir kiracıydı. “Muhteşem
ikili” adıyla yayınlanan dizi seyircisi
için “Kuzen Larry” olarak kaldı.
Patron’un kim olduğu, yayınlandığı 8
yıl boyunca belli olmamıştı. Dizinin 11
yıl sonra aynı isimle yapılan Türkiye
uyarlamasında başrolleri Cem Davran
ve Janset üstlenmişti. 90’lı yıllara
izini bırakmış bir dizi de Türkiye’de
“Bizim Ev” adıyla yayınlanan Full
House oldu. Karısı öldükten sonra
çocuklarını erkek kardeşi ve kayın
biraderi ile büyütmek zorunda kalan bir
adamın hikâyesi olarak başlayan dizi,
ailenin önemini en eğlenceli şekilde
anlatıyordu. Olsen ikizlerini bebek
yaşta kamerayla tanıştıran Bizim Ev, o
dönemin genç kızlarını kendine hayran
bırakan Jesse Dayı’nın çocuklarını
okul çağına getirene kadar devam
etti. İdeal aile hayatı kavramını alt üst
eden dizi Evli ve Çocuklu, orijinal adı
ile Married with Children, bu özelliğine
rağmen kısa sürede benimsendi ve
147
geçmiş zaman kipinde
10 yıldan fazla sürdü. İşinden nefret
eden bir aile babasının anneliği pek
benimseyememiş karısı ve sorumsuz
çocuklarından oluşan aile, aile
bağlarına ve komşu ilişkilerine önem
verilen Türkiye gibi bir ülke de bile
kısa sürede izleyici bulmakla kalmadı
Ege Aydan ve Yıldız Kaplan gibi yerli
oyuncular ile uyarlamaları bile yapıldı.
Friends, Türkiye’de Sıkı Dostlar ismi
ile 90’lı yılların sonunda parça parça
yayınlandı ve sadece 10 yıl gibi
uzun bir süre boyunca devam etmiş
olması ile değil, dostluğa ve kan
bağı olmadan da aile olunabileceği
konusunda getirdiği bakış açısıyla
da fark yaratmıştı. Birbirinden farklı
karakterlere sahip 3 erkek ve 3 kadının
20’li yaşlarda başlayan hikâyeleri, çoluk
çocuğa karışmalarına kadar devam
etmişti. 2000’li yılların başlarında
Türkiye’de dizi sektörü kaliteli yapımlar
üretmeye devam ediyordu. Hafızalara
kazınan İkinci Bahar dizisi, Gaziantepli
kebap ustası Ali Haydar ile iki çocuklu
dul bir kadın olan Hanım’ın hayat
mücadelesini anlatıyordu. Dizi iki büyük
sinema ustasını bir araya getirmekle
kalmamış sektöre yeni yetenekler de
148
kazandırmıştı. Aynı dönemin popüler
isimlerinden Kenan İmirzalıoğlu’nu
Politik-Aksiyon türünün ilklerinden olan
Deli Yürek sayesinde tanımıştık. Daha
sonra "Bu bir derin devlet ve mafya
dizisidir" sloganıyla hayatımıza giren
Kurtlar Vadisi, bugün de aynı gününde
ve aynı ilgiyle izleniyor.
Vurdulu kırdılı yapımların ardından
dönem dizisi furyası başlamıştı. Bu
türün başlangıç noktası ve en iyi örneği
olan “Çemberimde Gül Oya” ile 80’li
yıllara döndük. O yılları bilmeyenlerin
bile ilgisini çeken dizi, kendi türünde
birçok benzerine de ilham oldu.
Özcan Deniz’in oyunculuğa adım
atarak, modern ağa profilini başarıyla
çizdiği Asmalı Konak, uzun süre
devam ettikten sonra finalini sinema
filmi ile yaparak bir ilke imza atmıştı.
Asmalı Konak gibi turizme destek
olan bir dizi daha vardı: Kınalı Kar.
Kınalı Kar Bursa’nın 700 yıllık vakıf
köyü Cumalıkızık’ın ta kendisiydi.
Köy ağasının asi kızı Nazar ile köye
öğretmen olarak atanan Ali’nin aşkına
tanık olan mekânlar, bugün bile ziyaret
ediliyor. 90’lı yıllarda 4 arkadaşın
çocukluktan yetişkinliğe paylaştıkları
hayatın hikâyesi Dawson Creek’in
Türkiye uyarlaması Kavak Yelleri,
yayınlandığı 5 yıl boyunca ilgiyle
izlendi. Türünün en güzel örneklerinden
olan Tatlı Hayat dizisi Türkan Şoray’ı ilk
kez bir durum komedisi ile karşımıza
çıkardı. Ona, bu türün ülkemizdeki
ilklerinden kabul edilen Gülşen Abi
dizisinden sonra Haluk Bilginer eşlik
ediyordu. Aşkları ve çocukları dışında
hiçbir ortak noktası bulunmayan Haluk
ile Meltem’in “çocuklar duymadan”
boşanma çabaları ise aralıklı olarak 10
yıl sürdü.
Seyirci anketlerinde, son on yılın
dizileri arasında ilk onda yer alan
Yaprak Dökümü, Bir İstanbul Masalı,
Avrupa Yakası, Ezel gibi henüz çok
eskimemiş diziler de iz bırakanlar
arasında. Teknolojisinin yetmediği ama
samimiyetinin beyaz camdan evlere,
ailelere ulaşabildiği o yapımlar yok
artık. Sadece izleri var. Ne bu diziler
saymakla biter, ne de izleri silmekle
geçer. Her geri dönmek istediğiniz
zaman bunun mümkün olmadığını
bilirsiniz belki. Kalan izleri takip etmek,
en azından anmak iyi gelir.
149
hayat hikayesi
Futbolun ayak izi
Dünya futbolu için “çok derin bir anlam”
içeren “Edson Arantes do Nascimento”,
Pele’nin gerçek ismiydi. Pele, topa vurduğu
ilk şuttan beri futbol denince akla gelen ilk
isim oldu. Çok konuşuldu, gittiği her yerde
ilgi odağı oldu. 6 kez bir maçta 5’er gol
kaydetti. 30 maçta da 4’er gol attı. “Siyah
İnci” tam 92 maçta ise hat-trick yaptı.
Pele
Hazırlayan: Engin Çakır
Futbol yıldızlarına defile yapılsa, ilk
sırada yer alacak isim şüphesiz ki
Pele olurdu. Futbol oynadığı yılların
üzerinden uzun seneler geçse de
dünya futbolunun tartışılmaz en iyisiydi
Pele. Onu izlemek için savaşa ara
verildi, hakem oyundan attığında olay
çıkmaması için maça geri çağrıldı. Göz
kamaştıran futbol becerileriyle tüm
dünyayı fethetti. Bir başka futbol yıldızı
Alman futbol adamı Franz Beckenbauer
bile şöyle tanımlıyordu onu, “O,
futbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyi
oyuncusudur…”
Pele yani nam-ı diğer futbol incisinin
hikâyesi, Brezilya’nın küçük köylerinden
birinde başladı. O zamanki takma ismi
Dico olan Pele, bir gün diğer çocuklar
tarafından “Peli” diye çağrılmaya
başlandı. Kendisi Portekizcede bir
anlamı olmayan yeni takma isminin
150
nereden geldiğini bilmiyordu ve
beğenmedi de... Uzun süre diğer
çocuklarla bu konuda kavga etti ve
bunun kendisine yapılan bir hakaret
olabileceğini düşündü. O yıllarda
belki de bu ismin kendisi ile uzun
yıllar yaşayacağını ve isminin önüne
geçeceğini düşünmemişti. Anlamsız bu
isim tarih içinde kendisine çok derin
bir anlam yarattı ve “Pele” oldu. Futbol
denince akla gelen ilk isim, Brezilyalı
küçük çocukların bulduğu bu anlamsız
kelime oldu.
Sene 1958’di… İnsanlar Dünya
Kupası’nı ilk kez televizyonlardan
izliyordu. Siyah-beyaz netsiz
ekranlarda, net olan tek bir şey vardı.
17 yaşında cılız genç bir “tecrübeli”
ağabeyleri arasında çalımlarla
geziyordu. 58 Dünya Kupası bittiğinde
Pele ismi, sadece mahalle çocuklarının
değil tüm dünyanın dilindeydi.
60’lı ve 70’li yıllar Pele’nin dünyayı
gezdiği yıllar oldu. Kulübü Santos ve
Brezilya Milli Takımı Pele ile birlikte
başarıdan başarıya koşuyordu. Pele 22
yıllık futbolculuk yaşamında 1.281 gol
kaydetti. İsminin namı öylesine geniş
kitlelere yayıldı ki, onu görmeyenler
dahi hakkında çok şey biliyordu.
Büyük bir hayran kitlesi olmuştu.
Nereye gitse peşinde binlerce insanı
da sürüklüyordu. Takımlarının tüm
maçlarında Pele seyircileri tribünlerdeki
yerini alıyordu. 16 yaşında Santos’ta
A takıma alınmış olan Pele, 17’sinde
Dünya Kupası’nı kaldırdıktan sonra ünü
giderek arttı.
Pele 1940’da oldukça fakir bir bölge
olan Tres Coracoes kasabasında
doğdu. Babası yerel ama profesyonel
bir futbolcuydu. Ayrıca bir maçta
kafasıyla 5 gol attığı da kayıtlarda yer
alan bir yetenekti. İlk olarak Bauru
Athletic Club’te oynayan Pele, Dünya
Kupası’nda oynamış, eski bir yıldız
Valdemar de Brito tarafından fark
edildi. Santos’a geçti. Santos, Pele’li
kadrosuyla Brezilya devlerinden biri
oldu. Santos’taki ilk tam sezonunda gol
kralı olurken, 32 gol kaydetti. Kısa süre
sonra 58 Dünya Kupası kadrosundaydı.
İsveç’teki turnuvada çeyrek finalde
1 gol atan, yarı finalde de hat-trick
yapan Pele, finalde iki gol kaydederken
kendisini bir anda takım arkadaşlarının
omuzlarında buldu. Ülkesinin kazandığı
ilk Jules Rimet Kupası’nı havaya
kaldırdı. Brezilyalı yazar Nelson
Rodrigues Pele için “Kral” kelimesini
kullandı. Gazeteci Joao Luiz de
Albuquerque Pele’yi anlatırken, “O
tünelin ucundaki ışıktı. Bütün fakirler,
‘Hey bu adam yaptı, başardı, ben de
başarabilirim’ dedi. O Brezilya’nın
tamamını arkasında sürüklemeyi
başardı” ifadelerini kullandı. Pele’ye
kontrat teklifleri yağıyordu. İtalyan Inter
milyonlarca doları Pele için hazırladığını
açıkladı. Pele gidecek sanılıyordu. Ama
Pele kaldı ve Brezilya Başkanı Janio
Quadros da Pele’yi “Ulusal Hazine”
olarak ilan etti. Yeniden yapılanan
Santos uluslararası arenada “Futbolun
Harlemi” adıyla anılmaya başladı.
Dünyanın en çok kazanan futbolcusu
oldu. Yıllık geliri 150.000 doları
geçiyordu.
1960’larda Santos ile önemli başarılar
kazanan Pele, 1962 ve 1966 Dünya
Kupaları’nda zor anlar yaşadı. 62’de
sakatlıklarla boğuşan Pele Meksika’yı
2-0 yendikleri maçta golünü attı, bir
de asist yaptı ama Çekoslovakya
maçında sakatlandı. Amrildo ve
Garrincha’nın performansları ile
Brezilya ikinci kez Dünya Kupası’nın
kazanmayı başardı. Pele 1966 Dünya
Kupası’nda yeniden sahne aldı ama
Brezilya’nın peş peşe üçüncü Dünya
Kupası’nı kazanma hayali Pele’nin
sakatlığına takıldı. Pele üç Dünya
Kupası’nda da gol kaydeden ilk isim
oldu. Brezilya o sene 3 maçından
2’sini kaybederek halay kırıklığı
yaşadı. Meksika’daki 1970 Dünya
Kupası ise Pele ve Brezilya için farklı
bir hikâye oldu. Pele’nin yetenekleri
zaman zaman sorgulanırken, “Bir
Dünya Kupası’nda da tekme yemeden
devam edebilmek istiyorum. O zaman
beni sorgulayabilirsiniz” açıklamasını
yaptı. Pele o turnuvada da tekmeler
almaya devam etti ama “Futbolun
Kralı” 3 haftalık turnuvada, 4 gol
kaydetti ve 6 asist yaptı. Brezilya
final maçında İtalya’yı 4-1 yenerken
Pele’nin kaydettiği ilk gol ülkesinin
Dünya Kupası’ndaki 100. golü oldu.
Pele üç Dünya Kupası kazanmış ilk
isim olurken, Brezilya da Jules Rimet
Kupası’nın tamamıyla sahibi olmayı
başardı.
1974’te “Siyah İnci” lakaplı futbolcu
Santos ile son maçına çıktı. Futbolu
bırakmayı planlayan Pele yaptığı kötü
bir iş anlaşmasından dolayı 1 milyon
dolarlık bir borca girdi ve bir süre
151
hayat hikayesi
daha sahada kalmaya karar verdi.
Avrupa’nın devleri yine atağa geçtiler
ama o Kuzey Amerika Ligi’ni tercih etti
ve Amerika’ya futbolu sevdirmek için
2.8 milyon dolarlık bir anlaşma ile New
York Cosmos’a transfer oldu. O’nun bu
lige gelmesiyle taraftar sayısında 75 ile
77 yılları arasında yaklaşık %80’lik bir
artış oldu. Pele bu ligdeki son maçını
1977’de Cosmos’u lig şampiyonluğuna
taşıyarak yaptı.
Pele emekli olduktan sonra da futbol
elçisi olarak yaşadı. Yayınlara katıldı,
köşe yazıları yazdı, Coca Cola, Master
Card ve Viagra’nın projelerinde yer
aldı. Hatta 1994’te Brezilya’nın Spor
Bakanı olarak politikaya dahi karıştı.
Futbolu bırakalı 36 yıl olmasına rağmen
attığı her adımda, caddeler tıkanıyor
ve sokaklar “Kral”a yetmiyor, ya da
katıldığı bir yayın istisnasız bir şekilde
reyting rekorlarını kırıyor. Futbolun Kralı
hafızalara da kendi kısa tarihine de
sığmıyor. Sahalar onu özlüyor, gözler
onu arıyor…
152
Kısa Kısa…
Maracana Stadyumu’nun girişine asıldı.
* 1959’da Pele kendi rekorunu kırarak
* Pele, Santos’u iki kez 1962 ve
bir sezonda 129 gol kaydetti.
1963’te FIFA Kıtalararası Kulüpler
Şampiyonası’na taşıdı. 1962’deki
finalde Portekiz ekibi Benfica’yı 5-2
yenerken Pele, hat-trick yaptı.
* Öylesine bir etki bıraktı ki, Nijerya’da
sadece onun futbolunu izleyebilmek
için Biafra ile yapılan savaşa iki günlük
ateşkes ilan edildi.
* 1969’da Kolombiya’da yapılan
konuşabilmek için Pele’yi havaalanında
üç saat bekledi.
maçta Pele hakemle girdiği tartışmanın
ardından oyundan atıldı. Ancak Pele
oyuna hemen geri alındı çünkü polis
olayların çıkmasından korkmuştu.
* 1970’lerde yapılan bir ankette
* 1994-98 yıllarında Brezilya Spor
* İran Şahı sadece 2 dakika
Pele’nin adı Avrupa’nın en çok tanınan
markaları listesinde Coca Cola’nın
ardından ikinci sırada yer aldı.
* 5 Mart 1961’de Pele “Gollerin
Golü’nü” kaydetti, topu kendi ceza
sahasında alan “Siyah İnci” bütün
Fluminense takımını tek tek çalımladı
ve golünü kaydetti. Bu golün anısına
verilen plaket Pele’yi onurlandırmak
amacıyla Rio de Janeiro’daki tarihi
Bakanlığı’nı üstlenen Pele, Pele
Kuralı’nı hayata geçirmeye çalıştı ve
Brezilyalı oyuncuların haklarını koruyan
bu yasa 2001’de yürürlüğe girdi.
* Uluslararası Olimpiyat Komitesi
1999’da, hiçbir Olimpiyat’ta yer
almamış Pele’yi “Yüzyılın Atleti”,
Fransa’nın ünlü spor dergisi L'Equipe
ise Pele’yi “Yüzyılın Spor adamı” seçti.

Benzer belgeler

02 - Dergi Bursa

02 - Dergi Bursa Uz. Dr. Mustafa Ercan, Uz. Dr. Ferda Firdin

Detaylı

09 - Dergi Bursa

09 - Dergi Bursa Uz. Dr. Mustafa Ercan, Uz. Dr. Ferda Firdin

Detaylı

Pera-Blätter Orient-Institut Istanbul

Pera-Blätter Orient-Institut Istanbul Söğüt’ten Bursa’ya gelirken geçen yedi günün notlarından oluşan bu öykü, macera dolu bir doğa rotasından izlenimleri anlatıyor. Gökay Mutlu’nun aldığı bu notlar hem doğadan, hem Osmanlı’nın

Detaylı