Kümbet 34-Renkli.cdr
Transkript
Kümbet 34-Renkli.cdr
TOŞAYAD TokatŞairlerveYazarlarDerneği Eğitim, Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi Ekim - Kasım - Aralık 2014, Yıl:9, Sayı:34 ISSN:1307-3966 T.C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI DERGİMİZİN ABONESİDİR. Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Adına Sahibi: Muhsin DEMİRCİ Genel Yayın Yönetmeni : Hasan AKAR Yazı İşleri Müdürü : Mahmut HASGÜL YAYIN KURULU Mahir ADIBEŞ Leyla ARSAL Nihat AYMAK Ali BAL Ahmet DİVRİKLİOĞLU A. Turan ERDOĞAN Metin FALAY YAYIN DANIŞMANLARI M.Necati GÜNEŞ Semra MERAL Müjdat ÖZBAY Ebubekir TAHİROĞLU Mehmet Nuri YARDIM Remzi ZENGİN TEMSİLCİLİKLER Almanya : Hasan AKARSLAN Azerbaycan : Prof. Dr. Elçin İSKENDERZADE Bulgaristan : Naim BAKOĞLU Gagavuzya : Todur ZANET İran : Ali Rıza HİYABANİ Kazakistan : Prof. Dr. Şakir İBRAYEV Kerkük : Cevdet KADIOĞLU Kırgızistan : Prof. Dr.Abdıldacan AKMATALİYEV Kırım : Dr. İsmet AZATOV K.K.T.C. : Harid FEDAİ Makedonya : Fahri ALİ Nahçıvan : Prof. Dr. Ebulfez AMANOĞLU Romanya : Prof. Mustafa Ali MEHMET Türkmenistan : Prof. Dr. Gurbandurdu GELDİYEV Sanat Danışmanları Mimar Rıza TUNAY Sevan ÇAMLICA Tasarım Abdullah YILMAZ Baskı Tarihi: 2014 Baskı EsForm Ofset / 0346 226 42 92 Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU Prof. Dr. Mehdi ERGÜZEL Prof. Dr. Hüseyin KOÇ Prof. Dr. Kazım YETİŞ Prof. Dr. Ali AKAR Prof. Dr. Tamilla ABBASHANLI Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN Yahya AKENGİN Yavuz Bülent BAKİLER Ayhan NASUHBEYOĞLU HAKEM HEYETİ Prof. Dr. Nurullah ÇETİN / Ankara Ünv. Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN / Yıldırım Beyazıt Ünv. Prof. Dr. Ali AKAR / Muğla Sıtkı Koçman Ünv. Doç. Dr. Alpaslan DEMİR / Gaziosmanpaşa Ünv. Doç. Dr. İsrafil BABACAN / Yıldırım Beyazıt Ünv. YÖNETİM YERİ Ali Paşa Mh. GOP Bulvarı Bulvar İşhanı No.198 Kat: 2 TOKAT Yazışma Adresi: PK:6 TOKAT web : www.tosayad.org www.facebook.com/Tosayad.kumbetdergisi tosayad.wordpress.com e-posta: [email protected] Remzi ZENGİN: 0505 253 93 93 Hasan AKAR: 0533 557 16 54 Mahmut HASGÜL: 0530 425 33 29 POSTA ÇEKİ NO:113 174 29 İÇİNDEKİLER EDİTÖRDEN BEKİR SITKI ERDOĞAN TOKAT İLİ YERLEŞİM ADLARI ÜZERİNE “MÜSTEZAT MANİ” TERİMİ DOĞRU MUDUR? ENDÜLÜS’ÜN SOLMAYAN GÜLLERİ ŞEHRİYARIN ESERLERİNDE TÜRKÇÜLÜK TOKATLILIK RUHU KANATLANIRKEN MEZAR TAŞLARINA NEDEN ANNE ADI YAZILMAZ? DEDEMİN KÖRÜKLÜ ARMONİKASI DOĞMAMIŞIN SÖZÜ MAKEDONYA’DA TÜRK ŞİİRİ VE YAHYA AKENGİN HEY ONBEŞLİ TÜRKÜSÜ VE FERYADİ HAFIZ HAKKI AZERBAYCAN GEZİMİZDEN İZLENİMLER-II TOKATLI SANATÇI-MÜZİSYEN NECATİ BAŞARA BAŞÇİFTLİĞİN SON KORE GAZİSİ BALKANLARDA BİRKAÇGÜN, BİRKAÇ ŞEHİR ANADOLU KADIN BAŞLIKLARI-KİTAP İNCELEME İHRAMCIZADE İSMAİL HAKKI TOPRAK EFENDİ NİKSARDA FOLKLOR ŞEREF TAŞLIOVA’DA GİTTİ ÂŞIK ŞEREF TAŞLIOVA İLE RÖPORTAJ AŞIK VEYSEL’İN SAZI NOVU PAZAR’DA ÇALDI AHLAKIN DİN İLE İLİŞKİSİ TEBDİL-İ MEKÂN TOKADA DOĞRU-CAHİT KÜLEBİ İRAN KÜTÜPHANELERİNDEKİ EL YAZMALARI 63 DAMLA MÜREKKEBİN AŞKI ORTAÇAĞDA AVRUPA’DA FEODALİTE DOKTORLARIN GÜZEL HUYLU OLMASINI İSTEYEN İREVAN EDEBÎ ÇEVRESİ SİMURG ATEŞİ NİKSAR’DA YANDI ŞU MEKTEPLER OLMASAYDI BİZE GELEN KİTAPLAR ETKİNLİKLER : Remzi ZENGİN : Abdullah SATOĞLU : Ayşegül KUŞDEMİR : Dr. Doğan KAYA : M. Nihat MALKOÇ : Halide HALİD : Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN : Ergün VEREN : Sevan ÇAMLICA : Ülkü TAŞLIOVA : Yavuz GÜRLER : Mahmut HASGÜL : Dç. Dr. Süleyman COŞKUNER : Hasan AKAR : Mustafa Ümit DEMİRCİ : Yasemin DUTOĞLU : Remzi ZENGİN : Nail BAŞESKİ : Merdin Yılmaz MELİKOĞLU : İlhan YARDIMCI : Harika UFUK : A. Yaşar SERİN : Mustafa UÇAROĞLU : Burhan KURDDAN : Semra MERAL : Nizam YÜCE : Sündüs ARSLAN AKÇA : Dr. Mustafa ŞAHİN : İlginç VAKIFLAR : Doç. Dr. Ziyaeddin MEHEMMEDOV : Ali ÖZKANLI : Nihat AYMAK :3 :4 :8 : 15 : 18 : 22 : 26 : 27 : 28 : 29 : 32 : 34 : 39 : 42 : 45 : 50 : 54 : 58 : 61 : 65 : 68 : 72 : 73 : 77 : 78 : 81 : 86 : 88 :100 :101 :108 :112 :122 :124 : Araz AHMEDOĞLU : Ahmet DİVRİKLİOĞLU : Halil GÜRKAN : Ebubekir TAHİROĞLU : Yıldırım Niyazi GENÇOSMANOĞLU : Hızır İrfan ÖNDER : Mehmet ÇAKIRTAŞ : Saffet ÇAKAR : Bedrettin KELEŞTİMUR : Metin FALAY : Yıldız TOKSÖZ : Sündüs ARSLAN AKÇA : Şeref TAŞLIOVA : Necati BAŞARA : Celalettin ÇINAR . Ayşe Nur POLAT : Kazım BAŞEKMEKÇİ : Hasan Fahri TAN : Recep Hakan AÇIKEL : İlahe BAYANDUR : İlhan KURT : Şerare KIVRAK YAĞCIOĞLU : Ersin ASARKAYA : İlhan YARDIMCI (KEMALÎ) : Muhammed AVŞAR . Mehmet YARDIMCI : Nezihe GÜLER : Fidan ABBASOVA : İlhami BULUT :7 : 14 : 25 : 25 : 31 : 38 : 38 : 41 : 49 : 57 : 63 : 64 : 67 : 87 : 107 : 115 : 115 : 116 : 116 : 116 : 116 : 117 : 118 : 119 : 120 : 120 : 120 : 121 : 121 ŞİİRLER AĞRI BU DİYAR MEMLEKET SEVDASI DUA IRAK DERLER YİĞİT BETER OL İNSAN AŞK NEDİR KEŞKE İSYAN VAKİT VAR DEME ALLAHIM GEÇER ANNEM GEL YA DA “GEL” DE AZ İSTİYORUM BU GECE SEN İNSAFA GEL VATAN YEŞİLIRMAK KIYILARI DESTANI TOKAT’IM SEHERLERİ BEKLERİM HER ŞEY VATAN İÇİN SAZ MEMLEKET TÜRKÜSÜ MEN NE SÖYLEYİM Kİ YARAŞSIN SANA EYLÜL HALLERİ EDİTÖRDEN Remzi Zengin Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı Ülkemizde, özellikle taşrada zor şartlarda çıkan dergilerin bir bir kapandığı ya da hayatta kalma mücadelesi verdiği bir dönemde KÜMBET Dergisi çıktığı yolda sizlerin destek ve gayretiyle yayın hayatına devam ediyor. Türk kültür ve sanat alanında geldiği konumuyla yurt içinde ve dışında saygın dergiler arasında olabilmenin de haklı gururunu yaşıyor. KÜMBET Derginizin yine beğeni ile okunan ve takip edilen 33. sayısından sonra çok değerli yazar araştırmacı, akademisyenlerin makaleleri ve şairlerin gönül dağarcıklarından derledikleri kır çiçekleri, Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği'nin gerçekleştirmiş olduğu birbirinden değerli etkinliklerle karşınızdayız. TOŞAYAD ve Niksar Belediyesi işbirliği ile düzenlenen “5.Cahit KÜLEBİ ve Memleketime Bakış Şiir Yarışması” başarı ile sonuçlandırılarak dereceye giren Halil Gürkan (Eskişehir), İsmihan Karaca (Amasya) ve Ali Cem Akbulut'un (Amasya-Merzifon) ödülleri 10-12 Ekim 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilen “Niksar'ın Fidanları Kültür - Sanat ve Ceviz Festivali” kapsamındaki Erzurumlu Emrah'tan Cahit KÜLEBİ'ye Şiir Şöleni'nde verildi. Festival kapsamında 10 Ekim 2014 akşamı Türk Şiirinin duayeni Cemal SAFİ onuruna derneğimizin başarılı yöneticilerinden Mahmut Hasgül'ün sunumu ve Grup Seyyah'ın müzik desteğiyle “Cemal SAFİ'ye Vefa Gecesi” tertip edildi. Aynı gecede Edebiyat Öğretmeni Gökhan GÜNEŞ ve Üniversite Öğrencisi Merve Nur Maden'in başarılı sunumlarıyla Simurg Ateşi şairlerinden Ali Özkanlı (Kayseri), Süleyman Altunbaş (Samsun), Mehmet Metin Baş (Manisa-Soma), Şafak Nur Yalçın (Antalya), Hasan Akar (Tokat) sahne alarak Simurg Ateşinin felsefesini anlatıp şiirlerini yorumladılar. Aynı festivalde yer alan “Ahi Pehlivan ve Niksar'da Vakıflar” konulu panelde dergimiz ailesinden GOP Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Alpaslan Demir, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Uzmanlarından Bekir Yeğnidemir ve Tokat Vakıflar Bölge Müdürümüz İsmail Aktaş, 19 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Türkmen ve Giresun Özel İdaresi Kültür Müdürü Mehmet Fatsa hazırladıkları bildirileri katılımcılarla paylaştılar. Elazığ Valiliği, Belediyesi ve Fırat Üniversitesi'nce 25-28 Eylül 2014 tarihleri arasında bu yıl 22. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları Etkinliklerine TOŞAYAD adına davet edilen dernek başkanı Remzi Zengin “Edebiyatımız ve Edebiyat Dergileri Paneli”ne katılarak KÜMBET Dergisinin yayın hayatındaki yeri konulu konuşmasını sundu. Tokat Valiliği, Belediyesi ve GOP Üniversitesi'nce 25-26 Eylül 2014 tarihleri arasında düzenlenen “Tokat Tarih ve Kültür Sempozyumu”na derneğimiz üyelerinden, Araştırmacı-Yazar Hasan Akar “Tokatlı Müzisyen Sanatçı Necati BAŞARA”, Eğitimci-Yazar Mahmut Hasgül “Hey Onbeşli Türküsü ve Onu İlk Kez Plağa Alan Hafız Hakkı Feryadi” konulu bildirilerini sundular. Şairlerimizden Hasan Akar, Mersin Büyükşehir Belediyesi'nce 22-25 Eylül 2014 tarihleri arasında tertip edilen 13. Uluslararası Karacaoğlan Şiir Akşamları'na davet edilerek ilimizi temsil etti. Derneğimiz üyesi Şaire Sündüs Arslan AKÇA, Eylül ayında İstanbul’da 63 Mürekkebin Aşkı “Siz Yazın Yetimler Gülsün Projesi” kapsamında düzenlenen programa katıldı. Derneğimiz yönetim kurulu üyesi Mahmut Hasgül'ün büyük bir özveriyle hazırladığı, otuza yakın şairin katıldığı, antoloji hüviyetindeki “Tokat'tan Mısralar III” kitabı TOŞAYAD yayını olarak Türk Edebiyatının seçkin eserleri arasında yerini aldı. TOŞAYAD kahvaltılarının sonuncusu geniş bir katılımla 11 Ekim 2014 Cumartesi Günü Tokat Grand Ballıca Otel'de Cemal SAFİ onuruna verildi. Cemal SAFİ'nin bir saate yakın özel program yaptığı kahvaltıda şairlerimizden Ahmet Divriklioğlu, Şerare Kıvrak ve Sündüs Akça da kendi şiirlerini yorumladılar. Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği'nce hazırlanıp Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca kabul edilen “1.Uluslararası Tokat Köroğlu Halk Âşıkları Şöleni” Tokat Valiliği ve Tokat Belediyesi'nin katkılarıyla 14 Kasım 2014 Cuma Akşamı, Tokat 26 Haziran Atatürk Kültür Merkezi'nde icra edilecek. Şölene Türk Dünyasının ve ülkemizin tanınmış âşıklarından Dr. Âşık Şergiyye Zengilanlı (Azerbaycan), Peri Hasanova (Azerbaycan), Âşık Nuri Çırağı (İstanbul), Âşık Cemal Divani (Bursa), Âşık Kaptani (Sivas), Âşık Eseri (Sivas) ve Cumhuriyet Üniversitesi Öğretim Ütesi Yard. Doç. Dr. Doğan KAYA katılacaktır. Bu şölene davetimizi vefatından önce kabul eden Âşık Şeref TAŞLIOVA'ya rahmetler diliyor, onu bir kez daha saygıyla anıyoruz. 3 EDEBİYAT DÜNYAMIZDAN KAYAN YILDIZ Abdullah SATOĞLU BEKİR SITKI ERDOĞAN mevsiminiz nicedir? Her zaman hatırlarım, aralarında ciddî konuları bile, lâtifeye çeviren, maarifçi bir Bekir Sıtkı Bey vardı. Bu sualimden, doğup büyüdüğü şehrin havasına dair bir şikâyet sezmiş olacak ki, pek sudan bir cevap vermek istemedi. -Yaz gelinceye kadar, arada koca bir bahar var. Hele bir ibibik kuşları ötsün, hele bir bellimbebeler açsın, ondan sonra… Ondan sonrasını dinleyemedim. Her halde, klâsik bir bahar manzarası çiziyordu… Fakat benim aklım ibibik kuşu ile bellimbebeye takılmıştı.. İkisinin ismine birden yabancı olmak ağrıma gittiği için, ibibiği biliyormuş gibi, yalnız bellimbebeyi sormakla yetindim. Tarif etti, anladım; papatya demekmiş. Doğrusu, bellimbebe, mâsum kır çiçeğine, papatya kadar uyar bir isim. Ancak ibibik kuşunu, Zümrüdüanka gibi, lûgatlarda, tabiat bilgisi kitaplarında bile arayıp bulmak kabil olmadı. Ne gariptir ki, kırk yıl önce ismini Türk Edebiyatının son 70 yıllık döneminde yetişen şairlerimiz arasında, gerek terennüm ettiği “Hancı” ve “Kışlada Bahar” gibi nefis şiirleri, gerekse son derece asil ve beyefendi tavrıyla temayüz eden müstesna şahsiyetlerin, önde gelenlerinden Bekir Sıtkı Erdoğan, 24 Ağustos 2014 günü, aramızdan ayrıldı. Üstat şair Faruk Nafiz Çamlıbel, 1922 yılında, gurbeti gönlünde duya duya, meşhur “Han Duvarları” şiirini yazdığı Anadolu'ya gelerek, Kayseri Lisesi'nde ilk edebiyat öğretmenliği yaptığı sıradaki bir anısını, vaktiyle tarafımızdan çıkarılan “FİLİZ” dergisinde anlatırken şöyle diyordu:(1) “Yıllarca evvel, Kayseri'yi bir karakış gününde tanımıştım. Günler geçiyor fakat karakış bir türlü bitmek bilmiyordu. O karlı, rüzgârlı günlerin soğukluğunu, gece sohbetlerinin sıcaklığı ile ılımlı bir hâle getirmeye çalışıyordum. Yine, böyle bir günün gecesinde, yerli dostlara sordum; -Kışınızı gördük, acaba yaz (1): Filiz Dergisi, Haziran 1970 4 Şarkının faydası da öyle… En faydalı şarkı, en büyük nasihatleri söyleyen şarkı değil, ruhumuzu işleyen en güzel nağmelere sahip olan şarkıdır. Şiir de, tıpkı bir çiçek gibi, karnımızı değil, ruhumuzu doyurur.(2) Yüz yılardan beri sürüp gelen, divan ve halk şiiri geleneğimizi, bir çırpıda silip atmak isteyen zihniyete, en iyi teşhis ve tespiti, Bekir Sıtkı Erdoğan koymuştur. Bu konuda görüşlerindeki derinlik ve isabete bakınız; “1940'tan beri âdetâ bir karikatür havası estirilen şiirimiz, yeni akımlar, belirli mihrakların mesaj vasıtası haline geldi. Yaptıkları tek şey, eskiyi yıkmak, güzeli yok etmekti. Bunlar yok olunca, kendileri de yok oldular. Etraftaki payandalar yıkılınca, bina çöker. Şiirimiz, bu kadar taarruza rağmen, yine de iyi dayandı. Bunda, halk şiirimizin desteğini de unutmamak lâzımdır.” (3) Bekir Sıtkı, dantel dantel işlediği şiirlerini ortaya koyarken gösterdiği özeni, çektiği çile ve harcadığı emeği, şöyle dile getirmiştir; Kayseri'de bir Bekir Sıtkı'dan duyduğum meçhul kuşun şiirini, kırk yıl sonra, İstanbul'da bir yeni Bekir Sıtkı'dan tatmak nasip oldu: “Kara gözlüm efkârlanma gül gayrı İbibikler öter ötmez ordayım!...” Bu vesile ile vefatı dolayısıyla Bekir Sıtkı Erdoğan'a dair sohbetimize, onun ibibikleri dile getiren ve güftesi ile şiir dünyamıza, bestesi ile de musiki dünyamıza renk katan, “Kışlada Bahar” isimli şiiriyle başlamak istiyoruz: Kara gözlüm efkârlanma gül gayrı İbibikler öter ötmez ordayım. Mektubunda diyorsun ki; “Gel gayrı!” Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Ah çekerim resmine her bakışta Bir mahzunluk var o boyun büküşte. Emin ol ki, her sigara yakışta Sanki duman tüter tütmez ordayım. Mor dağlara karargâhlar kurulur Eteğinde bölük bölük durulur. On dakika istirahat verilir Tüfekleri çatar çatmaz ordayım. Biz türlü savaş, türlü cihattan geçtik Kaç kez yaşadık mevti, hayattan geçtik. Tanrım, bize çektirme yarın başka cezâ Mısra mısra bunca sırattan geçtik! Dağlar taşlar bu hasretlik derdinde Sabır sebat etmez gönül yurdunda, Akşam olur, tepelerin ardında Daha güneş batar batmaz ordayım. Bekir Sıtkı Erdoğan, 1926 yılında Karaman'da doğdu. Kuleli Askerî Lisesi ve Kara Harp Okulu'ndan mezun oldu. Yurdun çeşitli bölgelerinde on yıl piyade subayı olarak çalıştı. Ankara'da bulunduğu 1953 – 1957 yıları arasında, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nin Edebiyat Bölümü'nü bitirdi. 1959'da Deniz Kuvvetleri'ne geçerek, Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu'na, üç yıl sonra da, Deniz Harp Okulu ve Lisesi'ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. 1974 yılına kadar süren bu görevi sırasında, Kıdemli Albay rütbesiyle emekliye ayrıldı. Daha sonra değişik özel liselerde edebiyat öğretmenliği yaptı. Şiir dünyamıza, 1949'da “Bir Yağmur Başladı” ve 1965'te “Dostlar Başına” isimli eserler kazandıran şairimiz, 1965'ten bu yana yazdığı şiirlerini “Gönüller Kavşağı”, rubailerini “Sabır Sarmaşıkları, “Nihaî” mahlâsıyla ve aruzla yazdığı eski tarza yakın şiirlerini de, “Divan” adı altında toplamış, fakat kitap halinde yayınlama imkânını bulamamıştı. İlk şiirlerini yazmağa başladığı gençlik yıllarından beri, hiçbir moda Aramıza dağlar girmiş koskoca Meraklanma gönlüm dağlardan yüce. Bir gün değil, beş gün değil, her gece Yatağıma yatar yatmaz ordayım. Bahar geldi, koyun kuzu koklaştı İki âşık, senelerdir bekleşti. Kara gözlüm, düğün dernek yaklaştı Vatan borcu biter bitmez ordayım! Bu şiirinde de görüleceği gibi ve kendi ifadesiyle, koşmalarında, “ayak”ların güçlü olmasına çok önem ve emek verdiği için, şiirleri çok çabuk sempati kazandı. Demek ki, halkımız, bizim olanı, bizi ifade edip, bize benzeyeni seviyor. Bekir Sıtkı'ya göre; “Şiirin en büyük faydası, şiir olmasıdır. Gülün, karanfilin, menekşenin çiçek olarak değeri, ilâç olarak değerinden, her halde öndedir. (2): Türk Edebiyatı - Ahmet Kabaklı, Cilt: 4 (3):Zaman Gzt. 30 Mart 1989 5 Sen karşıma her özlediğim anda çıkarsın İzmir'de çıkar, Kars'ta çıkar, Van'da çıkarsın. Hiç böyle vefâ görmedi âlemde hakikat Yollar kapanır sen yine fincanda çıkarsın! çarpıklığına kapılmamış, millî ve mukaddes değerlerimizi, geleneklerimize uygun şekilde işleyerek, yeni nesillere ulaştırmak gayreti içinde olmuştur. Âşık Ömer ve Karacaoğlan'ın âhenk ve coşkunluğu ile, aşkî duygularını dile getiren ilk şiirlerinde bile, tertemiz Türkçe ile, son derece nezih ve zarif ifadeler kullandığını görüyoruz. O'nun, İkinci Dünya Savaşı sırasında, insanlığın âdeta kaybettiği barış duygusu ile Nagazaki ve Hiroşima'daki derin acıları dile getiren ve serbest tarzda kaleme aldığı “Marya” şiiri de, o tarzın seçkin örnekleri arasında yer almıştır. Deniz Harp Okulu Marşı ve Cumhuriyetimizin 50 Yılı Marşı gibi güfteleriyle, Türkiye çapındaki birçok yarışmada birincilik kazanan Erdoğan'ın, bu marşlar kadar güzel ve Türk hamaset duygularını dile getiren “Erzurum Tabyaları” isimli bir destanı vardır ki, ilk ve son dörtlükleri şöyle; Kara kızın cilvesine pes dedim İster bana darıl, ister küs dedim. Kumraldan bu hafta resim istedim Çektirip göndermiş boy çifte çifte. Elâ gözlüm, çektin beni süsüne Bülbülün hasreti gülün hasına. Kabarmış fistanı yırtarcasına Nedir göğsündeki şey. çifte çifte? Kendisini, şair Fahri Ersavaş'la birlikte, İstanbul-Erenköy'deki evinde zaman zaman ziyaret eder, şiir ve edebiyat üzerine sohbette bulunurduk. Sohbetlerimizin birinde, aruz veznine olan ilgi ve âşinalığını anlatırken, aruzla yazdığı ilk şiirinin; Seneler saçlarımın üstüne bir toz ekiyor Feri yok gözlerimin, gönlüme bir gam çöküyor… Bir şimşek çakıyor yine bir şimşek Çakıyor Erzurum Tabyaları'ndan. Dizilmiş nağmeler, nineler tek tek Bakıyor Erzurum Tabyaları'ndan. Ahmet Muhtar Paşam, al bizi yürüt Küffarın kökünü yeniden kurut. Dün bugün misali hâlâ kan barut Kokuyor Erzurum Tabyaları'ndan! mısralarıyla başlayan şiir olduğunu ve bunun, o zamanki edebiyat hocası tarafından takdir edilmiş olmasının, kendisini bu yoldaki çabasında cesaretlendirdiğini söylemişti. Sonraları aruzu büyük bir ustalıkla kullanmış ve bilhassa “Fal” isimli rubaisi, yayınlandığından itibaren, bütün şiir sevenlerin hâfızasına nakşedilmiştir; Yurt içindeki ve yurt dışındaki pek çok sanat-edebiyat etkinliklerine birlikte katılma bahtiyarlığına erdiğim Bekir Sıtkı Bey, bu toplantılardaki son derece vakur ve ciddî tavırlarıyla, edebiyata ve özellikle şiire dair, geniş bir kültür ve engin vukufiyetle yaptığı konuşmalarıyla, dinleyenlerin hayranlık ve takdirlerini kazanmıştır. Her yıl Elazığ'da düzenlenen “Hazar 6 Bende bir resmi var, yarısı yırtık On yıldır evimin kapısı örtük. Garip, bir de sarhoş oldu mu artık Bütün sırlarını der yavaş yavaş. Şiir Akşamları”ndan birinde yaptığı konuşmada şöyle demişti; “…Sanat deyip geçmeyelim. Musıkî, şiir… Neden camilerde hep ilâhîler okunur? Boş değil o…Okundukça inceltiyor ruhları. Okudukça gözyaşı döktürüyor… Yüksek duyguları, musıkîyi, şiiri ve edebiyatı bir kenara, koyduğumuzda, akıl sâdece kaba kuvvetle baş başa kalır… Fizik, kimya, matematik gibi dersler çok mühim, vaz geçilmez değerler. Ama hiçbir zaman onlar dostluk, kardeşlik, birlikberaberlik, vatan aşkı, bayrak sevgisi ve şehitlik gibi hususları, gönüllere işleyemez. Bunları, işte şiirden ve edebiyattan öğreneceğiz…” Son şiirlerinde “Nihaî” mahlâsını kullanmayı tercih eden merhum ve mümtaz şairimiz Bekir Sıtkı Erdoğan'ın, son rubaileriyle diğer şiirlerini ihtiva eden eserlerinin, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca yayınlanarak, edebiyatımıza ve dolayısıyla millî kültürümüze kazandırılmasını ümit ve temenni ediyoruz. İşte hancı, ben her zaman böyleyim, Öteyi ne sen sor, ne ben söyleyim. Kaldır artık, boş kadehi neyleyim Şu bizim hesabı gör yavaş yavaş. Bekir Sıtkı Erdoğan'ın, “”Hancı” diye bilinen ve uşşak makamında bestelenen, “Bin birinci Gece” isimli nefis şiirini bir kere daha birlikte okuyarak, aziz ruhunu şâd edelim; Şəkil çəkən: Araz Əhmədoğlu Azərbaycan, Bazərgan, Sürəyya Bulağı, Ağrı dağından bir görüntü. Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş. Aman karanlığı görmesin gözüm Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş. AĞRI Yuxusundan diskinmiş Qızğın əjdaha kimi Püskürdün kirəliyi Ətəyindəkilərə! Sıla burcu burcu, ille ocağım Çoluk çocuk hasretinde kucağım. Sana her şeyimi anlatacağım Otur başucuma sor yavaş yavaş. Güç belâ bir bilet aldım gişeden Yolculuk başladı Haydarpaşa'dan. Hancı, n'olur elindeki şişeden Birkaç yudum daha ver yavaş yavaş. İndi gəl dünya varkən Daşı öz qucağında Ağrı boyda ağrını Bələyindəkilərə! Ben o gece, hem ağladım hem içtim İki gün diyardan diyara uçtum. Kayseri yolundan Niğde'yi geçtim Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş. Qanıq verməsə birdən, Kül ələ, alov püskür, Qoyma heç nəsnə qalsın lələyindəkilərə! Garibim, her taraf bana yabancı Dertliyim, çekinme doldur be hancı! İlk önce kımıldar hafif bir sancı Ayrılık sonradan, kor yavaş yavaş. Araz AHMEDOĞLU/HOY 7 Kelimeler: Kirelik:lav Belek:kundak Lelek:telek TOKAT İLİ YERLEŞİM ADLARI ÜZERİNE Ayşegül KUŞDEMİR* Yer adları, bir milletin yerleşme tarihindeki en önemli canlı belgelerinden biridir. Bir yeri kendisine vatan yapan milletlerin o yere verdiği isim, o milletin izlerini taşır. Kişilerin düşünceleri ve duyguları ile yerleşim yerinin adı arasında sıkı bir bağlantı vardır. Yer adlarını yapı, anlam ve köken bakımından inceleyen bilim koluna “toponimi” denir. Toponimilerde bütün yer adları, köy ve şehir gibi yerleşme yerlerinin adları, tabiî yer adları dikkate alınır. Bu alanda yurt içinde ve yurt dışında birçok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalarda dil bilimi metotlarının kullanılması olumlu sonuçlar vermiştir. Bizdeki yer adı çalışmaları Safvet Bey'in Osmanlı Coğrafya-yı Tarihiyyesi ile başlar. Ancak Fuat Köprülü'nün 1925 yılında yazmış olduğu Oğuz Etnolojisine Dair Târihi Notlar'ını da başlangıç kabul edenler vardır. (Kurgun, 2007: 735) Mehmet Şakir'in 1928'de çıkan yazısı Sinop ve çevresinde Oğuzlarla diğer Türk zümrelerine ait köy adlarına aitti. F. Aksu Isparta ili yer adları ile ilgili, Sırrı Üçer ile Mesut Koman, Konya ili yer adları ile ilgili çalışmalar yapmışlardır. (Eren, 1965a:158) Daha sonra bunları Hasan Eren'in, Özcan Başkan'ın, Doğan Aksan'ın, Tuncer Gülensoy'un, Levent Kurgun'un, Mustafa Şenel'in, İbrahim Şahin'in ve daha başka *Bozok Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Araştırma Görevlisi araştırmacıların yazıları takip etmiştir. Ayrıca 11-13 Eylül 1984 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından düzenlenmiş olan “Türk Yer Adları Sempozyumu” bu alanda yapılmış olan çalışmalardandır. Bu çalışmamızda Tokat iline bağlı yerleşim adları incelenirken, insan-çevre ilişkisine, insanoğlunun yerleşme yerine ad verirken neleri dikkate aldığına değinilecektir. Ayrıca bu ile bağlı yerleşme adları sınıflandırılırken Tuncer Gülensoy'un tasnifi esas alınacaktır. (Gülensoy, 1998: 42) Yerleşme adları tabiri 647 köy ve kasaba adını kapsarken, sınıflandırmalarda belli başlı örnekler verilmiştir. Yerleşme adlarının belirlenmesi için yapılan taramada İç İşleri Bakanlığı'nca hazırlanan “Köylerimiz” adlı kaynak veri tabanı olarak kabul edilmiştir. Çalışmada yerleşim birimlerinin günümüzdeki isimleri esas alınmıştır. Taramada Anadolu Ağızları ve Eski Türkçe göz önünde bulundurulmuştur. A. Çevreyle İlgili Olarak Tabiat ve Fizik Koşullarına Dayanan Adlar: 1. Çevreyle ilgili adlar: a- Doğrultular b- Coğrafya adları Çalışmamız esnasında en çok coğrafya adları ile kurulmuş yerleşim adlarına rastlanıldı. Yayla, yazı, ova, alan gibi adlar ile yol, bel gibi adlar bölgede birçok köyün geniş düzlüklerde veya geçitlerde kurulmuş olduğunu göstermektedir. Dağ, tepe gibi adlarla yol, bel birleştirilince bölgenin engebeli yapısını ortaya çıkarabilir. (Başkan, 1974: 241) Akarçay, Dereköy, Üçgöl, Yaylalı, Yoldere, Gözova, Ulutepe, Dökmetepe, Kozdere, Yalınyazı, Üyük “Büyük yığma toprak, tepe”, Ovacık, Ovayurt, Sekücek, Erikbelen, Yıldıztepe, Tahtuba, Tanoba, Akbelen Ayrıca “Alan” sözcüğü de sıkça karşımıza çıkan yerleşim adlarından biridir. Bilindiği gibi Alan, yalnız yakmak, kesmek veya sökmek suretiyle değil her ne suretle açılmış olursa olsun, orman içindeki ağaçsız yerlere bu ad verilmektedir. Bölgenin coğrafî şartları göz önüne alındığında bu yer adına sıkça karşılaşmamız tabiidir. (Eren, 1965b:153) Alanköy, Ağcaalan, Poyrazalan, Gümüşalan, Yurdalan, Teknealan, Kuzalan, Karagözgöllüalan, Alan, Alanyurt, Şahnaalan, Yağlıalan, Yeşilalan Bunun gibi Tokat ilinde tespit edilen “ütük” kelimesi de “ormandan yakılarak açılan yer, tarla “ anlamına gelir. Bu sözcüğün de “üt-, ateşten geçir-, alazla-, yak-“ kökünden geldiği bellidir. (Eren, 1965b: 151) Ütük e- Mevsimler Dilimizde yayla ve kışla kelimelerini sıkça kullanırız. Bu sözcükler yayla- ve kışla- kökünden çıkmıştır. Kışlasözcüğünün “kış” kökünden geldiği açıktır. Yayla- sözcüğü ise “yaz” anlamına gelen “yay” kökünden türetilmiştir. (Eren, 1965a: 163) Tepekışla, Yaylalı, Yaylacık, Yayladalı, Çökelikkışla, Derekışla, Haramikışla, Sekikışla, Narlıkışla f- Günler g- Sayılar Sayılarla kurulan yerleşim adları, bu yerlerinin benzerliği veya sayısı ile ilgili olabilir. İkizce, Üçköy, Üçkaya h- Renkler Çevreyi anlatan, onun özelliklerini belirten yerleşim adlarında renklerle kurulmuş olanlar bir hayli yer tutar. Bu durum Türklerin yer belirlemede renklerin önemini ortaya çıkarır. Renk adları kullanılırken alıntı olanlar değil Türkçeleri kullanılmıştır. Halk, beyaz yerine “ak”ı, siyah yerine “kara”yı, kırmızı yerine “kızıl”ı, mavi veya yeşil yerine “gök”ü kullanmıştır. Renk adlarıyla oluşan yerleşim adlarında en fazla karşılaştığımız renk “ak”tır. Türklerde ak, beyazlığı göstermekle beraber temizliği, ululuğu ve yaşlılığı da ifade etmektedir. Ayrıca “ak” rengi “batı” yönünü de karşılamaktadır. Yerleşim adlarında geçen renk adları bu açıdan değerlendirilebilir. Akça, Ağcakeçi, Ağcaalan, Akgün, Akgüney, Akyamaç, Akyurt, Akbelen, Ağcaşar, Akçatarla, Akbuğday, Akdoğan, Akgüller, Akkılıç, Ağçakeçili Sıkça geçen diğer bir renk adı da “kara”dır. Kara, renk anlamının yanı sıra büyüklüğe, yoğunluğa, şiddete, uğursuzluğa da işaret etmektedir. Yön olarak da “kuzey”i temsil eder. Karayaka, Karabodur, Karakaş, Karataş, Karaağaç, Karakaya, Karabalçık, Karakuzu, Karaşeyh Kızıl sözcüğüne gelince, bu renk adına Köktürk döneminden beri rastlamaktayız. Al sözcüğü ise ilk olarak 11. yy eserlerinde görülür. Aralarında sadece ton farkı vardır. Yön olarak “güney” i gösterir. Bu rengin hem olumlu hem de olumsuz çağrışımları vardır. “Bayrak” anlamında kullanıldığı gibi al bastı, al karısı gibi olumsuz çağrışımları da vardır. Kızılelma, Kızılçubuk, Kızılköy, b1) Bölge adları Birçoğu aktarma yoluyla kurulmuş olan bu yerleşim adları bölgenin fiziki özelliklerine göre geniş yer tutar. Boyunpınar, Ocakbaşı, Ermeydanı, Kapıağzı, Dereağzı, Bostankolu, Bayırbaşı, Altıparmak, Gülburnu, Kaşpınar, Avşarağzı, Bahçebaşı, Çamağzı, Kabakboğazı c- Madenler c1) Basit taşlar Bölgenin jeopolitik yapısı dikkate alındığında basit taşlarla kurulan yerleşim adlarının oluşu göze çarpar. Demirtaş, Beykaya, Sokutaş, Yeşilkaya, Killik, Çatalkaya, Taşkıran, Ballıkaya, Taşlıca, Karakaya, Sarıkaya, Taşlık, Kumçiftlik, Karataş, Kızılkaya d- Değerli taşlar Altuntaş, Gümüşalan, Gümüşyurt, Gümüştop 9 Kızılöz, Kızılkaya, Kızılcaören “Yeşil” sözcüğünün kullanımı ise Eski Türkçede yaygın değildi. Bu kavram için daha çok “kök” sözcüğü kullanılırdı. Bu sözcüğün kullanımına 11.yy eserlerinde rastlanılır. Ağaç, dağ, ova gibi çeşitli doğa varlıklarıyla kullanılagelmiştir. Yeşilhisar, Yeşilköy, Yeşilyurt, Yeşilkaya, Yeşilce, Yeşilçam Sarı sözcüğü Eski Türkçeden beri kullanılagelmiştir. Olumlu anlamının yanı sıra olumsuz çağrışımları da vardır. Hastalıklardan, verimsizlikten bahsedilirken hep bu renk kullanılmıştır. Sarıyazı, Sarıyayla, Sarıtarla, Sarıkaya, Sarıçiçek, Sarıağıl, Sarıyaprak, Sarıören Birden fazla rengi temsil eden “gök” Eski Türkçeden beri kullanılmaktadır. Türkçenin çeşitli şive ve ağızlarında “mavi, yeşil, boz, gri” anlamlarına gelmektedir. Kutsal sayılan şeyler ve durumlar için kullanılmaktadır. Zira suyun, göğün rengi hep “gök”tür. (Karadoğan, 2004:92) Gökçeoluk, Gökçeli, Gökdere, Gökçe, Gökköy, Gökal, Bozçalı Görüldüğü gibi renklerle kurulan yerleşim adları bir hayli fazladır. Renk, Türkler için çevreyi belirleyici en önemli kavramlardan biri olduğundan ad vermede renklere başvurmak önemli ölçüde ağır basar. (Aksan,1974:189) k- Yıpranmışlık, bakımsızlık, bırakılmışlık adları Sarıören, Kırıkgüney, Arpaören, Örenler, Kızılcaören, Çayören, Ortaören, Kayaören, Emirören, Uğurluören, Karacaören, Üzümören Viran- ören adlarının sıkça geçmesi birçok köyün eski uygarlık kalıntıları üzerinde kurulmuş olabileceği ihtimalini göz önüne getirir. l- Çevreyi ilgilendiren sıfatlar Aşağıgüçlü, Yukarıgüçlü, Aşağıçandır, Yukarıçandır, Büyükkarayün, Küçükkarayün, Büyükaköz, Küçükaköz, Büyükkozluca, Küçükkozluca, Eskiderbent, Eskidağiçi, Yenidağiçi, Küçüközlü, Büyüközlü, Ulutepe, Güzeldere Bu adlar, birçok köy ve kasabanın kopup ayrılarak ortaya çıktıklarını göstermektedir. m- Taşın, toprağın durumuna bağlı adlar Bağtaşı, Sokutaş “soku: dibekte, havanda dövme işini yapan tokmak”, Kumçiftlik, Yarbaşı, Karataş, Taşlık n- Arazinin kullanılış biçimine uygun olarak verilen adlar Çimenözü, Mercimekdüzü, Muhtardüzü, Ormanözü, Söğütözü, Yaylayolu, Dağiçi, Çatak “iki tepe arasındaki geçit” i- Yön adları Çaykıyı, Çayönü, Gümelönü, Ormandibi, Kayaönü, İverönü, Çamdibi, Kırıkgüney, Ortaköy, Gölönü, Akgüney, Dutdibi, Güneygölcük, Karşıkent, Yolüstü, Çayıraltı, Dağüstü jBelirleyici adlar o- Çevredeki yapılarla ilgili adlar Mescitköy, Çilehane, Hanyeri, Değirmenli, Çeşmeli, Camidere, Kümbetli, Gürçeşme, Kervansaray, Kale, Bedirkale, 10 Yayladalı Köyü / TOKAT Foto: Remzi ZENGİN Arpacıkaraçay, Buğdaylı, Akbuğday Kaledere, Yeşilhisar, Balıkhisar Özcan Başkan'ın tespitine göre Anadolu köy adlarında geçen “kale” ve “hisar” adları Türkiye haritasını sağını solunu paylaşmıştır. Ona göre “kale” adlı köyler Türkiye'nin genellikle doğu ve özellikle de kuzeydoğu kesiminde toplanmıştır. Yani Doğu Anadolu'nun dağlık bölgesine uygunluk göstermektedir. “Hisar” adlı köylerin dağılımı ise “kale” köylerinin tersine daha çok Batı Anadolu'da toplanmaktadır. (Başkan,1974: 238) Çalışmamızda “kale” ve “hisar” adının geçtiği beş yerleşim yerine rastlanıldı. Bunlar arasında “kale” adının geçtiği yer sayısı daha fazladır. Tokat'ın coğrafi yapısı dikkate alındığında Başkan'ın bu tespiti haklı çıkmaktadır. 2. e. Çiçekler Gültepe, Gülkonak, Güllüce, Gülpınar, Akgüller, Gülbayır f. Bitki parçaları Kızılçubuk, Budaklı, Dalpınar, Bozçalı, Çubuklu, Günçalı, Yayladalı g. Bitki örtüsü 3. Hayvanlarla ilgili adlar: a- Yabani hayvanlar Kunduz, Kunduzağılı, Geyikgölü b- Alıcı kuşlar Doğancalı, Doğanca, Şahinli Bitkilerle ilgili adlar: a. Ağaçlar Çamlıbel, Çambulak, Çamdalı, Çamköy, Çamdibi, Dokuzçam, Çambalı, Çamlıkaya, Çamaltı, Çamdere, Çamağzı, Çamlık, Çamlıca, Yeşilçam, Gürardıç, Ardıçlı, Pelitli, Yoğunpelit, Çınarcık, Söğütözü, Tozanlıfındıcak, Çerkezfındıcaki Türkfındıcak, Sorhun “çalıya benzer bir çeşit söğüt” Ağaçlarla kurulan yerleşim adlarında “çam” adının çok sık geçtiği görülmektedir. Bu durum bölgenin coğrafi ve jeopolitik yapısıyla ilgili olduğu söylenebilir. Ayrıca yerleşik hayatın ağaçlık bölgelerde kurulduğunu da göstermektedir. Dikkati çeken diğer bir husus da meyvesiz ağaç adlarının meyveli ağaç adlarına göre daha fazla geçmesidir. c- Evcil kuşlar d- Evcil hayvanlar Ağcakeçi, Ağcakeçili, Tosunlar, Devecikargın, Oğlakçı, Koçaş e- Sürüngenler f- Böcekler g- Suda yaşayanlar Balıkhisar h- Zararlı haşereler B. İ n s a n l a r a v e T o p l u m l a r a Dayanan Adlar: 1. Fiziksel yaşayış ile ilgili adlar: a. Yiyecekler Ballıbağ, Ballıca, Ballıdere, Ballıkaya, Çambalı, Büşürüm “pişirmeye yetecek kadar, bir pişirimlik”, Kömeç “mayasız ekmek”, Çöreğibüyük, Çökelikkışla b. Meyveler Kızılelma, Elmacık, Üzümlü, Narlıdere, Zoğallıçukur “zoğal:kızılcık”, Ayvalı, Bozcaarmut, Dutdibi, Dutluca, Eriklitekke, Erikbelen, Kavunluk, Hebüllü “hebül:armut” Çördük: “1. yabanî armut, ahlat 2. muşmula” Alıçözü, Aluç “frenküzümü” Görüldüğü gibi birçok meyve adı yerleşim yerine ad olmuştur. Bu da bölgenin verimli toraklar üzerine kurulduğunu, tarımdaki gelişmişliği göstermektedir. b. İçecekler Arısu, Acısu, Çevresu, Yenisu, Sütlüce, c. Eşya konacak kaplar (Su konacak kaplar, mutfak levazımatı) Tekneli, Teknecik, Güblüce, Tandırlı, Kaşıkçı, Kapaklı, Aşağıfırındere, Güveçli, Küplüce d. Kesici aletler Akkılıç, c. Sebzeler d. Tahıllar ve baklagiller Arpaören, Günebakan, Mercimekdüzü, Darıdere, Çeltek, e. 11 Savaş, devlet, vs. ile ilgili adlar Gazipınarı, Şehitler, Ustahasan, Çavuşbeyli, Emirseyit, Kemalpaşa, Gaziosmanpaşa, Danişment, Ustamehmet, Ormanbeyli, Oğulbey, Pınarbeyli, Güzelbeyli, Beykaya, Beyçayırı, Hasanağa, Turgutalp, Binbaşıoğlu Bu adlar arasında “bey” sözcüğü dikkati çekmektedir. Bu da derebeylik sistemine işaret edebilir. Bayraktepe, Kurtuluş, Şehitler, Gazipınarı f. Koşu takımı g. Kumaş maddeleri Keçeci, Keteniği, Küçükkarayün, Büyükkarayün h. Yapı kısımları c. 2. Duygusal yaşayış ile ilgili adlar: a. Duyular Sağırlar, İnsanı ilgilendiren sıfatlar d. Meslekler Muhtardüzü, Terzioğlu, Kapıcı, Akıncı, Keçeci, Oğlakçı, Demircili, Kadıvakfı, Savcu, Saraç “koşum veya eyer takımları yapan, satan kimse” Yağcımusa Bu adlar arasında Osmanlı adalet sisteminin izi olan “kadı” ile “demirci” dikkat çekmektedir. b. Aile bireyleri Babaköy, Hasanbaba, Ataköy, Görümlü “görümce” Dedeli Aslında bu isimler Anadolu'daki mezhep ayrılıklarına ışık tutmaktadır. e. Kişi adları Anadolu'da kişi adlarının yer adlarına kaynaklık etmesinin pek çok örneği vardır. Tokat'ta da bu adlandırmalar oldukça yaygındır. İdareciler, ordu mensupları, halk tarafından saygı gösterilen kişilerin adları yerleşim adlarına kaynaklık etmiştir. Hasanağa, Ahmetdanişment, Musapınarı, Abdurrahmanlı, Süleymaniye, Selimiye, Haydarbey, Hüseyingazi, Mahmudiye, Ahmetalan, Halilalan, Alibağı, Osmanpınarı c. Din ile ilgili adlar Hacıbükü, Hacıpazar, Hacılar, Daylıhacı, Hacıali, Hacılı, Nebişeyh, Hasanşeyh, İbrahimşeyh, Karaşeyh, Şeyhnusrettin, Şeyhköy, Alihoca, İslamlı, Aydınsofu, Nebi, Hatippınarı, Sofular, Şıhlar Bu yerleşim adlarında dikkati çeken husus “hacı” sözcüğünün sıkça geçmesidir. “Şeyh” sözcüğünün de “hacı” kadar hatırı sayılır bir sayısı vardır. Bilindiği üzere “hacı” hac vazifesini yerine getirmiş olanlar için kullanılır. Türkler arasında hem unvan hem de kişi adı olarak kullanılır. f. Kişilerin fiziksel özellikleri de bulunan yer adları Ağmusa, Kartosman g. Kavim, kabile, boy, soy, oymak, cemaat adları Türkfındıcak, Çerkezfındıcak, Devecikargın, Aşağıçandır, Yukarıçandır, Eymür, Avşarağzı, Karkın, Karkıncık, Dodurga, Kızık, Salur, İğdir, Kınık Kayıtlarda Çavuldur, Çavundur, Çavdur, Çavdır, Çandır şekilleriyle kayıtlı olan bu Oğuz boyu, Üçok'ların Dağ Han koluna bağlıdır. Türkçede sıkça görülen ses olayları sonucunda Çandır'a dönüşen bu boy adına Aşağıçandır, Yukarıçandır yerleşim yerlerinde rastlamaktayız. Oğuzları Üçok koluna bağlı DağHan oğullarından olan Eymir, Anadolu'da en çok yer adı bırakan boylardan biridir. Eymir “son derece iyi ve zengin” demektir. Bu boy adı yuvarlaklaşma sonucu bu bölgede Eymür 3. Kişilerin varlıkları ile ilgili adlar a. Vücut kısımları Kolköy, Bostankolu, Altıparmak, Gözpınar, Gözova, Karagözgöllüalan, Kabakboğazı, Karakaş, Gümüşkaş, Kaşpınar, Gülburnu , Çamlıbel, Belpınar, Belkaya, Çamağzı, Dereağzı, Kapıağzı, Eyneağzı, Avşarağzı Görüldüğü gibi vücudun bölümleri yerleşim adlarında çok sık kullanılmaktadır. Anadolu insanının bu sözcükleri tercih etmesinin sebebini, doğayla yakınlaşma, onunla bir olma, onu kendisinin bir parçası gibi görme isteğiyle açıklanabilir. (KarpuzKurgun, 2000:25) b. Rütbeler (Ünvanlar), mevkiler 12 şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Tokat ilinde görülen başka bir boy adı da Avşar'dır. Kayıtlara göre Avşar, “çevik ve avı seven” demektir. Tarih içinde çok önemli roller oynamış, hükümdarlar çıkarmıştır. “Çok ve doyuran aş” anlamına gelen Karkın boyunun adı üç yerde geçmektedir: Karkın, Karkıncık, Devecikargın. Bu boy da Oğuzların Bozoklar koluna bağlı Yıldız Han oğullarındandır. Oğuzları Bozoklar koluna bağlı Aydın oğullarından olan Todurgaların adına da rastlamaktayız. Dodurğa, Doturğa, Toturğa şeklinde imlaları da vardır. Anlamı “yurt almak ve yönetmektir.” Taramamızda adına rastladığımız Kızık boyu ise Oğuzların Bozok koluna mensuptur. Kelime anlamı “kılıcıyla her yerde iş görebilen “olan Salur boyu Oğuzlar içinde önemli bir yere sahiptir. Hatta Dede Korkut Hikâyeleri'nde en şerefli boyun Salurlar olduğu bilgisi yer almaktadır. (Kurgun, 2006: 39) Oğuzların Üçok koluna bağlı DağHan oğullarından olan İğdir boyunun adı da bu bölgedeki diğer boy adlarından biridir. “İyilik, büyüklük, yiğitlik” anlamlarına gelmektedir. Taramamızda rastlayabildiğimiz son boy adı Kınık'tır. Kelime anlamı “her yerde değerli olan” demektir. Oğuzların Üçok koluna bağlı Deniz-Han oğullarındandır. Görüldüğü gibi Oğuz boylarına ait yer adları bu bölgede sıkça geçmektedir. KAYNAKLAR Aksan, D., 1998, Her Yönüyle Dil (Ana Çizgileriyle Dilbilim)3.Cilt, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları Aksan, D., 2006, Anlambilim, Ankara, Engin Yayın Evi Aksan D., 1974, Anadolu'da Yer Adları Üzerine En Yeni Araştırmalar, TDAYBelleten-1973-1974, Türk Dil Kurumu Yayınları 406, s. 185-193 Başkan, Ö.,1989, Türkiye Köy Adları Üzerine Bir Deneme, TDAY- Belleten-1970, (= Türk Dil Kurumu Yayınları 319), s.237-251) Emiroğlu, M., 1984, Bolu Yöresi Yer Adları, Türk Yer Adları Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Başbakanlık Basımevi, s.181-199 Eren, H., 1989a, Yer Adlarımızın Dili, TDAY-Belleten-1965,Türk Dil Kurumu Yayınları 246, s.155-165 Eren, H., 1989b, Türk Yer Adları Sökü, TDAY- Belleten-1965, Türk Dil Kurumu Yayınları 246, s.149-153 Gülensoy, T., 1984, Elazığ, Bingöl, Tunceli Yer Adlarına Bir Bakış, Türk Yer Adları Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Başbakanlık Basımevi, s.149-156 Gülensoy, T., 1995, Türkçe Yer Adları Kılavuzu, Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları Gülensoy, T., 1998, Anadolu Yer Adlarına Genel Bir Bakış, Prof. Dr. Dursun Yıldırım Armağanı, s. 41-48 Karadoğan, A., 2004, Türk Ad Biliminde Renk Kültü, Millî Folklor 62, s. 89-99 Karpuz Ö., Kurgun L., 2000, Organ Adlarından Oluşan Yer Adları, Ana Dili 19, s. 17-26 Kurgun, L., 2006, Denizli İlinde Boy Adlarından Kaynaklanan Orun Adları, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi 39, s.33-42 Kurgun, L., 2007, Türk Toponimisi Üzerine Bir İnceleme, Türklük Bilgisi Sempozyumu Bildiriler-2 s.735-747 Sakaoğlu, S., 1984, İnsan Adlarından Kaynaklanan Yer Adları, Türk Yer Adları Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Başbakanlık Basımevi, s.259-264 Sümer, F., 1999, Tarihleri-Boy Teşkilatı, Destanları Oğuzlar (Türkmenler),İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Yayını Şen, S., 2008, Türkiye'de Meyvelerden Yararlanılarak Verilmiş Yer Adları, Turkish Studies Volume 3/5 Fall, s. 401-419 Sonuç: Tokat köy ve kasaba adlarının incelenmesi sonucunda, yerleşme yerlerine ad verirken önce çevreden, daha sonra da bireyden yaralanıldığını görmekteyiz. Bunu da Anadolu insanının doğaya sıkı sıkı bağlı olduğunu, kendisini doğayla ve yaşadığı mekânla özdeşleştirdiğini göstermektedir. Tokat yerleşim adlarında birçok özellik bulmak mümkündür. Bunların başında bölgenin coğrafî ve tarihî yapısı gelmektedir. Kapladığı alan itibariyle küçük sayılabilecek olan bu yerleşim yerindeki yer adlarının zenginliği, dil araştırmalarına kaynak oluşturmaktadır. Bu adlarla ilgili tarihî ve kültürel zenginliklerin gün yüzüne çıkarılması, bilim dünyasına tanıtılması her alanda fayda sağlayacaktır. 13 BU DİYAR Ne zaman gelsem ki ben bu diyara Tuğlar kalkar göğe cana kös vurur Mengücekoğlu'ndan emir Timur'a Tarih edep ile divana durur Çifte minareden haz akar ruha Pir Sultan Banaz'dan yol bulur şaha Dualar ederim yüce Allah'a Ruhum bu diyarda bir huzur bulur Burası yiğidin harman diyarı Demir kuşaklıdır pehlivanları Cümle dünya tanır Sivaslıları Yiğitlik, mertlikte hep örnek olur Sazına söz siner, sözlerin özü Dilde dışa vurur yüreğin közü Bir tezene değsin curası, sazı Bülbülce şakıyıp, nağme doğurur Bu diyar atam'ın kabrine mekân Bütün yiğidolar hısım, akrabam Bir de yel eserse yama dağından Keder gider baştan gamım dağılır Ahmet DİVRİKLİOĞLU- TUFAN Az sözlerle çok anlamların ifade edildiği, sevda konusu ağırlıkta olmak üzere hemen her konuda söylenmiş, yedi heceli, müstakil dörtlüklü şiirlere mani denir. Maniler genel olarak yedi hecelidir ve dört dizeden ibarettir. Ancak istisnai de olsa hece ve dize sayıları farklı maniler de vardır. Bu çerçevede manileri yapılarına göre şu şekilde tasnif edebiliriz: A. Hece Sayısına Göre Maniler 1. Dört heceli maniler 2. Beş heceli maniler 3. Altı heceli maniler 4. Yedi heceli maniler 5. Sekiz heceli maniler 6. On bir heceli maniler B. Mısralarına Göre Maniler 1. Düz Maniler 2. Kesik / Cinaslı Maniler 3. Yedekli Mani a. 6 mısralı maniler b. 7 mısralı maniler c. 8 mısralı maniler ç. 9 mısralı maniler d. 10 mısralı maniler e. 11 mısralı maniler f. 12 mısralı maniler g. 14 mısralı maniler h. 16 mısralı maniler ı. 17 mısralı maniler “MÜSTEZAT MANİ” TERİMİ DOĞRU MUDUR? Dr. Doğan KAYA Her ne kadar farklı hece ve farklı ölçüde maniler var olsa da mani denilince akla 7 heceli ve (aaba) kafiye düzenindeki şiir şekli gelir. Yapılarından dolayı bazı manilere düz, kesik / cinaslı, yedekli ve müstezat mani gibi çeşitli adlar verilmiştir. Bizim burada üzerinde duracağımız mani şekli de sonuncusu olacaktır. Bu manilerin kafiye düzeni (abxb) şeklindedir. Dört dizelidir, ancak 1. 3. dize (7), 2 ve 4. dize (4 veya 5) hecelidir. Uzun ve kısa hece yapısından dolayı “müstezat mani” olarak isimlendirilmiştir. Bu terimi tespitlerimize göre ilk kullanan Türk Manileri kitabının yazarı Sami Akalın olmuştur. Akalın konu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Türk mani dünyasında, biçim bakımından en ilgi çekici olanları birinci ve üçüncü satırlarında yedi hece, ikinci ve dördüncü satırlarında da beş hece söz bulunan bu müstezat manilerdir. ... Müstezat adını da teklif olarak ben yakıştırdım.” Akalın, sözü edilen kitapta “Müstezat Gagavuz Manileri” başlığında yayımladığı manileri, Kırım'dan Köstence'ye göçmüş, Köstence'den de İstanbul'a yerleşmiş olan kimselerden derlediğini ve kaynak şahısların bu manilerin Gagavuz manisi olduğunu 15 koydukları divan, semaî, kalenderî gibi nazım biçimlerinin müstezat örneklerini de sergilemişlerdir. Müstezat şiir şekli kısaca ifade edecek olursak, ana metindeki birimin sonuna kısa dizeler eklenmek suretiyle söylenmiş/yazılmış şiirlerdir. Konumuza gelecek olursak, mani, bilindiği gibi en az dört dizedir. Bir maninin müstezat hale getirilebilmesi için ana metne bir dize -ki bu 3 veya 4 heceli bir söz olabilireklenmesi gerekir. Edebiyatımızda bu şekilde ortaya konulmuş tek bir mani örneği yoktur. Bu sözümüz biraz önce adı geçen Nogay manileri için de geçerlidir. Maninin zaten kendisi dört dizedir ve sözü edilen manilere eklenmiş bir dize söz konusu değildir. Söz konusu manilerin sadece dizeleri arasında farklı ölçüler bulunmaktadır. Bu terimi ilk defa kullanan Sami Akalın'ın dikkatinden kaçan husus; kısa dizeleri, ziyade dize olarak algılamış olmasıdır. Akalın'ın bu yaklaşımı sonraki araştırmacılar tarafından da kabul görmüş ve maniler konusunda yapılan çalışmalarda Nogay manileri yanlış olarak hep “müstezat mani” olarak ele alınmıştır. O halde bu manileri hangi terimle adlandırmamız gerekiyor? 1. ve 3. dizeleri (7), 2. ve (4) dizeleri (4 veya 5) hece olan bu manilerin özelliklerini göz önünde aldığımızda onlar için “iki ölçülü maniler” yahut “gedikli maniler” gibi terimlerin uygun olacağını düşünüyorum. İki Ölçülü / Gedikli Mani örnekleri: Ezan taşı üstünde Ezanı okur Akamın kekilleri Lavanta kokur söylediğini ifade etmiştir. Asıl meseleye geçmeden önce bu konu üzerinde durmak istiyorum. Literatürümüze Gagauz manileri olarak geçen bu manilerin kimlere ait olduğunu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Sözünü ettiğimiz maniler, Gagauz Manileri değil Dobruca Nogay Tatarlarının manileridir. Bunu, kendisi de bir Gagauz Türk'ü olan Fedora Arnaut söylemektedir. Arnaut, Gagauz Manilerinin İncelenmesi ve Türkiye ile Azerbaycan Örnekleriyle Karşılaştırılması adlı yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezinde; “Bu maniler, Dobruca'daki Tatarlarının lehçesinde yazılmış olup, okuyuculara maalesef Gagauz Manileri olarak sunulmuştur.” sözleriyle bu manilerin Gagauz manisi olduğu görüşüne karşı çıkmıştır. Benim burada sözünü edeceğim ikinci konu; “müstezat mani” teriminin yanlış olduğu hususuyla ilgilidir. Konuyu daha iyi anlamak için müstezat kelimesi üzerinde durmamız gerekiyor. Müstezat “ziyadeleşmiş, artmış, çoğalmış.” demektir. Genellikle (mef û lü me fâ î lü me fâ î lü fe û lün) veznindeki şiirlerin beyitlerinden sonra (mef û lü fe û lün) kalıbıyla söylenmiş dizeler getirmek suretiyle tesis edilen şiirlere verilen ad olarak kullanılmıştır. Ne var ki aruzun başka kalıpları ile de müstezat şiirler söylenmiştir. Divan edebiyatında sıkça karşımıza çıkan bu şekli, zaman zaman âşıklar da tesis etmişlerdir. Âşıklar, koşmaların ve aruz vezniyle ortaya Ak deryanın üstünde Yeşil kayık yar Sen ay bolsan ben yıldız Kavuşayık yar Çok söyleme başımda El seni dinler Ananı eşek tepsin Babanı filler Yeşil kiymek bek sevap Al pazardan yar Tanrı seni saklasın Köz nazardan yar ………………………. 16 Men bu keşe tiş kördüm Tobem oyıldı Annemden giz yar suydim Âlem tuyuldi Ben bu gece düş gördüm. Tepem oyuldu. Annemden habersiz yar sevdim. Herkes duydu. Alma terek putağı Yaprak açay Babası izin bermese Kızı kaçay Elma ağacı budağı Yaprak açar Babası izin vermezse Kızı kaçar Arabamı yektirdim Teleke takım Bu dünyada kelmesem Akratte akım Arabamı çektirdim Talika takım Bu dünyada gelmezsen Ahrette hakkım Vahıtsız meyva idim Vahıtsız piştim Ayrılmacah dust idim Ayrılığa tüştim Vakitsiz meyve idim Vakitsiz oldum Ayrılmayacak dosttum Ayrılığa düştüm Yarık yansa eki terek Sünse kümür Sensiz cürgen künlerim Saymam ümür Işık yansa iki ağaç Sönse kömür Sensiz geçen günlerim Saymam ömür Mındım torat togalap Kettım Koban cagalap Tamam alt'ay caz cürdüm Bır botadı sagalap Bindim doru ata başlık koyarak Gittim Koban'ı boylayarak Tam altı ay yaz yürüdüm Bir botayı izleyerek Mısır ektım bır sıra Satır tawdıñ boyına Bırkaş mane aytarman Abiyımdıñ toyında Mısır ektim bir sıra Deli ormanın boyuna Birkaç mani söylerim Ağabeyimin düğününe Ay tuwsa ayaz bola eken Kün tuwsa biyaz Süymegenden ayır da Süygende yaz Ay doğarsa ayaz olurmuş Gün doğarsa beyaz Sevmeyenden ayır da Sevdiğine yaz Dalgalı derya üstinde Gezer kayık Sen ay bolsan men yıldız Kawışayık Dalgalı derya üstünde Gezer kayık Sen ay olsan ben yıldız Kavuşalım Kimdir bizi men eyleyecek bağı-ı cinandan Mevrus- u pederdir, gireriz NABİ ENDÜLÜS'ÜN SOLMAYAN GÜLLERİ M. Nihat MALKOÇ sıra dışı kadim medeniyet, çağa altın mührünü vurmuştur. Avrupa, insanî nefesleri buradan soluklanmıştır. Bugün İspanya'da Endülüs mirasının maddi ve manevî yansımalarını bütün çıplaklığıyla görürsünüz. İspanyolcadaki Arapça kelimeler, bu uygarlığın köklü izlerinin sese ve söze ait olanlarıdır. Endülüs, şahsına münhasır coğrafî, siyasî, sosyal ve kültürel hususiyetleriyle İslam tarihi içerisinde bambaşka bir yeri ve önemi olan bir bölgenin adıdır. Endülüs demek, bize bu coğrafyanın kapılarını ardına kadar açan Târık b. Ziyâd dem ek t i r. Bu t opra k l a rda dol a şı rk en Müslüman coğrafyasının doyumsuz havasıyla soluklanırsınız. Kendinizi bir Anadolu şehrindeki gibi huzurlu hissedersiniz. Zira maddi ve manevî yansımalarıyla Batı Avrupa'da bir İslam atmosferi ve huzur adası inşa edilmiştir. Bu topraklar nice şair ve yazarlara ilham kaynağı olmuştur. Ünlü İspanyol yazar Miguel de Cervantes, anıtlaşmış eseri olan Don Kişot(Don Quixote)'u Endülüs'ün mümtaz şehirlerinden sayılan Sevilla(İşbiliye)'da yazılmıştır. Endülüs'te Raks… İspanya deyince bazılarının aklına Real Madrid ve Barcelona gibi dünya futbolunun dev takımları gelse de; benim aklıma Endülüs, Endülüs deyince de Türk şiirinin zirve isimlerinden biri olan Yahya Kemal Beyatlı'nın “Endülüs'te Raks” şiiri gelir. Bu şiir, bizi buram buram maneviyat kokan kadim İslam şehrine götürür. İşte Üstad'ın o tılsımlı beyitleri: “Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı.../Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı...//Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir./İspanya neş'esiyle bu akşam bu zildedir.//Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri,/İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...//Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;/İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.//Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü,/Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü...//Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir/İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir.//Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;/Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...//Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli.../Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kerre öpmeli...//Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle,/Her kalbi dolduran zile, her sineden: Ole!”(1) Kurtuba (Cordoba) Şehri ve Gözü Yaşlı Kurtuba Camii… Günümüzdeki adıyla Cordoba, nam-ı diğer Kurtuba, Madrid'e yaklaşık 400 km mesafede bir İslam şehri… Şehir, dümdüz bir araziye kurulmuş. İhtişamlı zamanlarında sekiz yüz binleri görse de, günümüzde şehrin nüfusu yarıya inmiştir. İbn Hazm, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd gibi edebiyatçı, tarihçi, âlim ve filozoflar bu topraklarda yetişerek isimleri zamanın göbeğine yazılmıştır. Kurtuba, var Endülüs'te İslâm Medeniyetinin İzleri… Endülüs, İslam kültürünün sentezlendiği kadim bir coğrafyadır. Zulme karşı direnişin sembolüdür. O, Avrupa'da kurulmuş en büyük medeniyetlerden biridir. 711'den 1492'ye kadar İber Yarımadası'nda hüküm sürmüştür. Sekiz asır hüküm süren bu 19 Camii ayakta kaldıkça, kimse Müslümanların kültür ve sanat seviyesine ulaşamayacaktır.” (Hicaz'dan Endülüs'e, s. 156)” Doğru söze ne demeli, mükemmel teşhis… Gerçekten de Endülüs bölgesinde İslâm'ın buram buram kokusu içimize dolar. Sevilla (İşbiliye) deyince de ünlü mutasavvıf, İslâm düşünürü ve şâiri Muhyiddin İbn Arabî gelir akıllara. Bu kıymetli ve kudretli İslâm âlimi, ilk eğitimini burada tahsil etmiş, uzun süre bu topraklarda yaşadıktan sonra Şam, Bağdat ve Mekke'ye seyahat etmiştir. İslâm şehirleri, insan merkezli medeniyetin mücessem abideleridir. Mekke, Medine ve Kurtuba bunların en başta gelenidir. Endülüs'ün payitahtı Kurtuba, İslâm medeniyetinin görkemli izlerini üzerinde gururla taşır. Buradaki mimarî, bu medeniyetin asaletini tescil eder. oluşundan beri İslam'ın hüznünü yansıtan ayna olmuştur. Endülüs Emevilerinin başkenti Kurtuba'da vaktiyle altı yüz cami bulunmaktaydı. Bunların en gözdesi ve ihtişamlısı Kurtuba Camii'ydi. Fakat bu cami, 1236'da katedrale çevrilmiştir. Guadalquivir (Vad'il Kebir) ırmağının kenarındaki bu cami, dünyanın en büyük ve kadim camilerinden kabul edilir. Bu mabet, en fazla sütuna sahip olmasıyla da dünyada tektir. Bu görkemli camiin at nalı şeklindeki mihrabı ve minberi görülmeye değerdir. Kurtuba Camii bugün ne kadar görkemliyse, müminlerin secdelerine şahit olamadığı için, bir o kadar da hüzünlüdür. Elli bin cemaatin aynı anda ibadet edebileceği devasa Kurtuba Camii'nde, çan kulesine çevrilmiş minareleri görmek, insanın içini acıtıyor. A. Karakoç'un “Üşüyenler” adlı şiirindeki “Ezanlar buz tutmuş minarelerde” dizesi, tam da bu acıklı durumu anlatıyor. Kurtuba Camii, tevhid nidalarını duyacağı kutlu asırların özlemiyle yanıp tutuşuyor. Gemileri Yaktıran Endülüs Fatihi Târık Bin Ziyâd…. “Gemileri yakmak” deyimini dilimize kazandıran hadisenin kahramanıdır Târık Bin Ziyâd… O, Emevîler zamanında, Afrika'nın fethi için vazifelendirilmiş, Mûsa bin Nusayr'ın azatlı kölesidir. Târık bin Ziyâd, emrindeki dört gemi ve yedi bin asker ile 711 (H. 92) yılında Endülüs'e hareket etti. Askerler, İspanya'nın güneyinde gemilerden inip karaya çıktılar. Târık bin Ziyâd, bir rivayete göre bütün gemileri yaktırdı, sonra da askerlerine şöyle hitap etti: “Ey mücahit kardeşlerim! Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde düşman var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Düşmana saldırıp bu toprakları almadan başka çaremiz yoktur.” Târık Bin Ziyâd, düşmana elçi göndererek onları İslam'a davet etti. Bu teklifi kabul görmeyince, şiddetli bir savaş başladı. Târık Bin Ziyâd zorlu bir savaştan sonra, kral Doderiche'ye ulaşarak, bir kılıç darbesiyle onu yere serdi. Endülüs fatihi Târık Bin Ziyâd, cesur, güçlü ve dirayetli bir komutandı. Aynı Gırnata (Granada), Sevilla (İşbiliye) ve Ötesi… Gırnata(Granada)'da cümle varlıklar size sanki gülümser. Zira bu mütebessim şehir, 1492'ye kadar İslâm uygarlığı dairesinde kalmıştır. Bugün o cadde ve sokaklarda dolaşırken bir İslam şehri havasını doyasıya hissederek huzur bulursunuz. Buradaki İslâmî mimarî, şehrin doğu medeniyetine ait olduğunu adeta haykırmaktadır. Hüzün ve coşkuyu en iyi şekilde yansıtan Flamenko, Granada'yı da içine alan Endülüs'ün dünyaya armağanıdır. Prof. Dr. Nazif Gürdoğan'ın şu tespiti çok doğru ve yerindedir: “İspanya'nın neresine giderseniz gidin, en güzel yapıların Müslümanların egemenliği döneminde yapılmış olduğunu görürsünüz. Bu yüzden İspanya'da Hıristiyanların egemenliği ne kadar sürerse sürsün, Elhamra ve Kurtuba 20 zamanda çok yetenekli bir hatipti. Sebte'den gemilerle İspanya'nın en güneyindeki Calpe bölgesine ulaşan Târık, karargâhını burada kurduğu için, iki kıtanın birbirine yaşlaştığı Cebelitârık, ismini ondan almıştır. Endülüs İslâm medeniyeti, bu gözü pek kahramana çok şey borçludur. İslâm Medeniyetinin Şaheseri: ElHamra Sarayı… İspanya'da Endülüs İslâm Devletini kuran Müslümanlar, bu ülkede pek çok sanat eseri de meydana getirdiler. Bunların başında, 1232'de yapımına başlanan ElHamra Sarayı gelmektedir. El-Hamra, İslam mimarisinin Batı dünyasında en bilinen örneğidir. Burası İslam mimarisinin gurur abidesidir. 'Kızıl' anlamına gelen “el-hamrâ” sıfatı, inşaatta kullanılan kil harcın kızıla çalan rengi sebebiyledir. Bu saray, tarih boyunca birçok tahribata maruz kalsa da, mevcut haliyle dimdik ayaktadır. Avrupa'daki engizisyon zulmüne karşı, İslam'ın gülen yüzünü temsil etmektedir. Ayakta kalan İslâm saraylarının, tartışmasız, en şöhretli olanıdır. El-Hamra Sarayı, Gırnata şehrine ve Darro Nehri'ne bakan, hâkim bir konumdadır. Arap Dünyası Enstitüsü eski Başkanı Edgar Pisani, Elhamra'yı bakın ne de güzel anlatır: “Endülüs İslam sanatını, Müslüman İspanya tarihinden ayrı düşünmek imkânsızdır... Elhamra inşâ edilirken hiçbir şey tesadüfe bırakılmamış, her detay itina ile hesaplanmıştır. Kavislerin bölünüşünde, tek ve çift sütunların hoşa geden bir tarzda yerleştirilmelerinde, kapı ve pencere yerlerinin tespitinde bunu anlamak mümkündür. İşte bu sayede harikulâde perspektifler ortaya çıkmış, avlularla açık salonlar arasında güneş ışığı, suların akışı ve gölgelerin oyunu buluşturularak, dış âlemle inanılmaz bir uyum ve zarafet sağlanmıştır. Bu, sanki el değince kırılıp dökülecek hissi veren yüksek bir zarafettir. Elhamra'yı gerçekten anlamak için, sarayın içindeki pek çok kitabeyi anlayarak okumak gerekir. Kur'an'dan alınan ayetlerin ve İbn-i Zamrak'la diğer Müslüman şairlerin mısralarının kazınmış olduğu bu kitabeler bazı duvarları tamamen kaplamakta, kemerler, kapı çerçeveleri ve sütun tekneleri boyunca uzayıp gitmektedir. Öyle ki, bu yazıları süsleme motiflerinden ayırmak neredeyse imkânsız haldedir. Evet, Elhamra konuşur. Hem de kutsal kitabının sesiyle konuşur.”(2) Dipnotlar: 1. Kendi Gök Kubbemiz, Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 1961 2. tr.wikipedia.org/wiki/El_Hamra_Sarayı Makale ve Yorum: Halide Halid Araştırmacı-yazar, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi, Nizami adına Edebiyyat İnstitüsünde ilmi görevli. (“Haydarbabaya Selam” Manzumesi Temelinden) MUHAMMED HÜSEYİN ŞEHRİYAR'IN ESERLERİNDE TÜRKÇÜLÜK Halide HALİD 22 Manevi zenginliği ile büyük bir hazineyi andıran Muhammed Hüseyin Şehriyar, “Haydarbabaya Selam” manzumesi ile Doğu coğrafyasında büyük bir edebi hareketlenmeye neden olan şairdir. M. H. Şehriyar edebi çalışmalarına yaklaşık 1921-1922 yıllarında başlamıştır. Şairin manevi gıda ve ilham kaynağı, bir taraftan Sadi Şirazi, diğer taraftan ise büyük Türk şairleri M. Fuzuli, M. A. Sabir, M. A. Ersoy ve T. Fikret olmuştur. Şehriyar Türk oğluydu. Türk dili ve Türkçülük Şehriyar için bitmez tükenmez bir sevgi, bir istekti. Şehriyar'ın hayat hikâyesini izledikçe, ata yurdundan, halkından ayrı düşmesine ve eserlerinin ekseriyetini Farsça yazmasına rağmen, ne öz Türkçesine, ne de Türklüğüne ihanet etmediği görülmektedir. Şehriyar son derece zorlu, karmaşık, fakat liyakatli bir yaşam sürdü. Şehriyar milletini seven, Türkçü bir şair idi. Şehriyar araştırmacısı Elman Guliyev, 2001 yılında kaleme aldığı “Haydarbabaya selam, nasıl varsa” kitabının önsözünde Şehriyar'ın eserlerinin öneminden bahsederek şöyle yazmaktadır: “… Şehriyar tüm aydın selefleri gibi her şeyden önce kendi asrının oğludur. Onun eserlerinde İran sosyo-politik ortamının elli yıldan fazla bir aşaması, sosyal ortamın doğurduğu duygular şiirsel ifadesini bulmuştur. Şehriyar'ın eserleri hem biçim, hem de muhteva itibariyle rengârenktir. Bu eserler geniş konu çerçevesine sahiptir. Üstat şairin sanatının temelinde birçok sorunlarla birlikte, aynı zamanda Azerbaycancılık ve Türkçülük düşüncelerinin tebliği dayanmaktadır. Eserlerinin ekseriyetinin Farsça olmasına rağmen, “elimin Farisi'ce de derdini söyler diliyem men” (halkımın derdini Farsça da söyleyen diliyim ben) demekle, idealine olan sadakatini, Türk tefekkürünün mahsulü olan Farsça örneklerinde bile halkına, eline, obasına olan bağlığını bir daha göstermiştir.” olmaktayız. Şehriyar Farsça yazmağa başladı. Fakat daha çocuk iken bedaheten diline getirdiği ilk mısraları ise Türkçe olmuştu: Rugiyye bacı, / Başımın tacı, Eti at ite, / Mene ver kete. Güney Azerbaycan'a gelip, öz soydaşları ile görüşmek arzusunda olan Şehriyar, Türk edebiyatı ve tarihi ile tanıştıktan sonra Türkiye de onun için kutsal ve kudretli bir memleket olmuştur. Yalnız hayallerinde Azerbaycan'ın ve Türkiye'nin misafiri oluyordu şair. İşte bu hayallere dalarak meşhur “Türkiye'ye Hayali Sefer” şiirini kaleme aldı. Arzuladıklarını satırlara aktardı. Gurbet ehsas elemem men burada, Sanki doğma diyarımdı menim Nerede vardı garındaşlarımız, Ana yurdumdu, hasarımdı menim. Halide HALİD Üstat Muhammed Hüseyin Şehriyar, “Haydarbabaya Selam” manzumesiyle Türk dünyasında kuvvetli bir edebi canlanmaya neden olan şairdir. Ömrünün bir kısmını gurbette geçiren Şehriyar, uzun yıllar Meşhed, Nişapur, Kaşan ve Tahran'da yaşamıştır. Gurbette, öz yurdundan, obasında ayrı yaşamak şair için son derece ağırdı. “… O defalarca “buğday yedim, cennetten çıktım” diye pişmanlığını dile getirmiştir.” Sadi Şirazi'nin mezarı üstünde yaşadığı ağır günleri aşağıdaki cümleyle şöyle hatırlamaktaydı: “Kuruyaydı o ayak ki, onunla men İran'a geldim” Şehriyar son nefesine kadar hayatının gurbette geçen yıllarına göre manevi azaptan kurtulamıyor. Şairin eserlerinde sosyal yaşamın farklı alanlarına temas edildiğini dikkatten kaçıramayız. Üstat eserlerinde dünyeviliği, halkçılığı, milliliği, beşeri duyguları, hayata olan bağlılığı tebliğ etmekle sevgiyi, muhabbeti, insan severliği terennüm etmekte ve şahlık rejiminde memleketin dar bir zindana dönüştüğünü açıkça göstermektedir. Şehriyar İran'da Türk halkının katı düşmanı olan Muhammed Rıza şahın, milli kültürümüzün terakkisinin önüne çektiği sağlam seddi, ana dilinde yazdığı şiirleri ile ebedi olarak yıktı. Şehriyar'ın eserlerinin perestişkârı olan Mehdi Rovşenzemir'in, üstadın “Haydarbabaya Selam” manzumesine yazdığı ön söze bir bakalım: “… Şehriyar'a ilham kaynağı olup kanat veren ve oğlunun da başını kendi zirvesi gibi yükselten Haydarbaba, bir gün tabiatın kahru-gazabından boğulup, mahvolabilir. Fakat Şehriyar'ın yarattığı “Haydarbaba” ebediyet abidesidir. Eğer yeryüzünde tek bir Azerbaycanlı kalsa bile, bu sanat örneğine bakıp, gururla söyleyecek: Bu ebediyet abidesidir, yazarı Mir Muhammed Hüseyn'dir” Üstadın eserlerini, özellikle de Azerbaycan Türkçesinde kaleme aldıklarını izledikçe, Türklüğe ve Türkçülüğe bağlı olduğuna şahit Şu mısraları okuyan herkes Şehriyar'ın sanki defalarca Türkiye'de bulunduğunu zanneder. Şehriyar Türkçenin güzelliğine, sanat dili eminliğini bir daha “Türk Dili” şiirinde bildirmektedir: Türkün dili tek sevgili, istekli dil olmaz, Özge dile katsan, bu dil asil olmaz. Öz şeirini farsa, araba katmasa şair, Şeiri eşidenler, okuyanlar kesil olmaz. Üstadın Türkçeye olan sevgisini, görkemli Türkolog Profesör Tofik Hacıyev, “Şehriyar'ın Söz Sanatı” başlıklı makalesinde şöyle tasvir etmektedir: “… Üstat “Türk'ün dili tek sevgili, ehsaslı dil olmaz” diyerek, Türkçemizin yüksek sanat dili olduğunu onaylamaktadır. Aynı zamanda şöyle bir beklenmedik gerçeği dile getirmektedir: Türki bir çeşme ise men onu derya eledim, Bir soyug merekeni mehceri-kübra eledim” Şehriyar, kendisini “el meseli”, “ebediyet gülü” olarak isimlendirerek dâhiyane uzak görenlikle kendi edebi kaderini belirleyebilmiş ve halkının istek ve arzularının “söyler dili”ne dönüşmüştür. Şehriyar milletini seven, Türkçü bir şairdi. “İran poeziya bahadırlarının söz hazinesiyle hayat bulan, Azerbaycan Türk tefekkürü ve şiirinin ruhu ile kemale eren “Fars edebiyat dağlarının son zirvesi ve Türk edebiyatının ulu şairi” Doktor Muhammed 23 ikinci ve azametli Şahriyar patlaması, halkın milli varlığının bin yılların derinliklerindeki manevi desteklerinden güç aldı. İlginçtir ki, Farsça güzel şiirler kaleme alan istidatlı Şehriyar'ın hiçbir eserinde bu muhteşem volkan kendisi için meydan bulamamıştır.” Söz konusu volkanı ortaya çıkaran Azerbaycan Türkçesi Şehriyar ruhunun mayasını da bizzat yoğurmuştu ve bu maya işe karışmadan hiçbir sanat mucizesi yaşanmayacak. Kesin olarak söylemek mümkündür ki, “Haydarbabaya Selam” öz anadilinde yazılmasaydı, bu kadar büyük başarı ve ün kazanamazdı. Bu yüzdendir ki, söz konusu eserde Şehriyar istidadı ile birlikte Azerbaycan Türkçesi de çiçeklenip kendi mücadeleci görevini yürütmektedir: “Haydarbabaya Selam” manzumesi her bir Türkün sevebileceği bir eserdir. Hüseyn Şimşek gibi değerlendirilen Şehriyarımız, bu günün ve geleceğin nesilnesil okurları ve edebiyat çevresi için hiçbir zaman eskimeyecek zengin bir miras bırakıp gitmiştir. “Türk Kültürü” dergisinin Eylül 1969 yılı sayısında Osman F. Sertkaya, ““Haydarbabaya Selam” Şiirinin Türkiye'deki Yankısı” başlıklı makalesinde Şehriyarla ilgili şunları kaydetmektedir: “… Çağdaş Azeri şiirinin en büyük üstadı, aynı zamanda yalnız Azerbaycan'ın değil, yaşayan Türk şairlerinin en büyüklerinden biri olan Şehriyar, “Haydarbabaya Selam” şiiri ile Azerbaycan, Türkistan, Kerkük, Türkiye'de, özetle Türk dünyasının tamamında kendisinden sevgi ve saygıyla bahsedilen bir şahıs olmuştur.” Şehriyar Azerbaycan ve Türkiye'ye hasretti. Bu hasretle de sevdiği milletini gözü yaşlı bırakıp dünyasını değiştirdi. Muhammed Hüseyin Şehriyar'ın Vatan aşkı, Vatan sevgisi, kendisinin milli ve manevi değerlerine dayanarak, şirin Tebriz lehçesinde kaleme aldığı “Haydarbabaya Selam” manzumesinde parlak ifadesini bulmuştur. Heyderbaba, geyret ganın gaynarken, Garanguşlar senden gopub gaklarken O sıldırım daşlar ile oynarken, Govzan, menim himmetimi orda gör, Ordan eyil, gametimi darda gör. Heyderbaba, göyler bütün dumandı, Günlerimiz bir birinden yamandı. Bir birizden ayrılmayın amandı! Yahşılığı elimizden alıblar Yahşı bizi yaman güne salıblar. Bu satırlarda şair ise canı bir, kanı bir olan fakat menfur düşmanların fitne fesadı yüzünden ayrı düşen iki Türk kardeşin ayrılığına işaret etmektedir. Öz vatanının ikiye bölünesi, soydaşlarının yurtlarından uzak düşmesi, dostların ayrılması, mihnet ve hicran bu şiirde şair tarafından lirik bir şekilde takdim edilmiştir. Şehriyar “Haydarbabaya Selam” şiirinde yalnız öz yurdunun tabiatını, insanlarını terennüm etmekle yetinmiyor, aynı zamanda hüzünlü çocukluk hatıralarının geniş tasvirinde, onların romantik hatıralarında bu yurdun, onun insanlarının acılı tatlılı günlerini, adaletsiz sosyal düzenin insanlara bahşettiği sert ve acımasız yaşamın sıkıntılı yönlerini kalp acısı ile kaleme almaktadır. Fakat kutsal ve ulvi düşüncelerin carcısı olan büyük şair, ruhtan düşmemekte, kötümserliğe kapılmamakta, zulmün ve onun ortaya çıkardığı sıkıntıların geçici olduğuna, bunun için sabırlı, dayanıklı ve mücadeleci olmanın zaruri olduğuna önce kendisi inanmakta ve halkını da inandırmaya çalışmaktadır. Profesör M. Gasımlı'nın üstadın “Haydarbabaya Selam” manzumesi ile ilgili yazdıklarından bazı noktaları dikkatinize sunmak istiyoruz: “… Haydarbaba volkanının Azerbaycan tabiatındaki yaşı bilinmeyen birinci patlamasından çok sonralar yaşanan Bir uçaydım bu çırpınan yelinen Bağlasaydım dağdan aşan selinen Ağlaşeydim uzag düşen elinen Bir göreydim ayrılığı kim saldı Ölkemizde kim gırıldı, kim galdı. Şehriyar'ın Haydarbabası Tebrizle Bakü arasında, aynı şekilde tek kelimeyle Türk soylu memleketler arasında “Şiir Sanatı Köprüsü” kurdu. Kuzeyden Güneye, Güneyden Kuzeye üstada mektuplar, ithaflar yazılmaya başlandı. Kardeş çağrısının gücünü ve ana toprağın kudretini hayal eden Şehriyar, “Haydarbaba”sının arkasız olmadığından emin oldu. Şehriyar, çalışma hayatına Farsça yazan şair olarak başlasa da, sevenlerinin ve Şehriyar dehasından ilham alanların kalbinde Azerbaycan Türkçesinde yazıp, milletine hatıra olarak bıraktığı “ 24 MEMLEKET SEVDASI Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ve Niksar Belediyesince düzenlenen “5. Cahit Külebi-Memleketimize Bakış Yarışması”nda birinci olan şiir. Zaman taşır sonsuza çeşmelerden akan su, Ararım memleketi beliren korkularda. Kâbuslara yurt olur düşlerimin uykusu, Sitemler dile gelir tedirgin türkülerde. Hoşnut etmez gurbetin yavan busesi beni, Üşütür zaman zaman gamın gölgesi beni. El eder hayalimde kekik kokulu dağlar, Arzularım boşlukta sessizliğe tutunur. Gecenin karanlığı bazen bozkırda ağlar, Aydınlatmaz gönlümü semadan yansıyan nur. Ürpertir kimi zaman günün nefesi beni, Dem dem mestane eyler hüznün bestesi beni. Akşamın kızılında ufka yazılan satır, Süzer özlemlerimi imbiğinden zamanın. Kirpiklerimden yağan kâinatı ıslatır, Ancak Sıla-ı rahim kaynağıdır dermanın. Üşütür zaman zaman gamın gölgesi beni, Mahkûm eder içine hasret kafesi beni. Cemreler yorgun düşer, göçmen kuşlar gecikir, Sevdam kör kuyulara hapsedilmiş bir tutsak. Nisan yağmuru bekler arınmak üzere kir, Paklığına hasrettir Âdem'in özü toprak. Dem dem mestane eyler hüznün bestesi beni Getirse de kendime esrik su sesi beni, Havasında, suyunda peydahlanır hıçkırık, Zamansız yağmurlarla ıslanır ikindiler. Sürgünüm yâd ellere, bütün hayaller kırık, Umuda umutsuzca seslenir ikindiler. Mahkûm eder içine hasret kafesi beni, Ürpertir kimi zaman günün nefesi beni. Şefkatinin kuytusu sararken benliğimi, Gönlümdeki cennetten parçadır memleketim. Bilinmez diyarlarda ararken benliğimi, Onsuzlukta yükselir dilimden şikâyetim. Getirse de kendime esrik su sesi beni, Hoşnut etmez gurbetin yavan busesi beni, Halil GÜRKAN DUA Rahmetine gark et bizi Pür nur eyle kalbimizi Affet bizi Cenab-ı Hak, Bedenimiz olur toprak. Yaktır ateş-i aşkına Eylesen zatında fena Daim bülbül eyler niyaz, Huzurda olam ehl-i namaz Ferahlat mahzun gönlümü Güldür derdü gam yüzümü Emrinle doğar hem güneş Söner İbrahimine ateş Ayırma Hak, cemalinden Her dem aşkının halinden Ruhuma can veren Sensin Damarıma kan veren Sensin Hakk kuluna yol verir. Ol derse her şey ol verir. Hayreyle ahir akıbetim Nurlandır ruhum siretim, Ram et yolum Rasulune Hatemün Nebi kuluna Tüm ihsan lütuf Sendendir. Tüm isyan günah bendendir. Rüsva eyleme mahşerde Rahmet eyle o zor yerde. Ebubekir TAHİROĞLU “ TOKATLILIK RUHU“ KANATLANIRKEN!.. Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN ([email protected]) Bir şehir var ölçüde uzak, lakin tartıda pek yakın... O şehir ki içimde sessiz yatan bir hasret, içime yağan bir rahmet... Toprağı toprağım, insanı insanım. Havası mutedil, insanı nüktedil. Erdemlisi çok, ihaneti yok! İslam'a şeref katan, şerefli Türk'e Vatan... Özü sağlam, kökü muhkem, sözü senet, yüzü Cennet. Evet, o şehir şirin mi şirin Tokat, diyar-ı Türk-İslam. Ben bu şehre vurgunum, onu özlemekten yorgunum. Gurbette yaşasam da ruhum Tokat'ta, ne yesem de aklım o tatta. Mert insanlar, şanlı simalar, yemyeşil dağlar, gürül gürül akan çaylar, tarihî ve turistik mekânlar, verimli topraklar... Nasıl sevmeyeyim seni Tokat! O topraklarda nice nice insanlar hayat sürmüş: İlhanlılar, Selçuklular, Osmanlılar... Medeniyet üstüne medeniyet... Birbirinden değerli şahsiyetler: Alperenler, pirler, veliler... Bu şehrin altı üstünden değerli: İbni Kemal, Hayreddin Tokadî Haz., Mehmet Emin Tokadî Haz., Emrah, Tokatlı Kâni, Tokatlı Nuri, Gazi Osman Paşa, M. Akif ERSOY, Arif Nihat ASYA, Cahit KÜLEBİ, Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU... Bu şehrin her yanı tarih, her bucağı kültür: Tokat'ın merkezi baştanbaşa bir açık tarih müzesi. Ali Paşa-Behzat-Meydan camileri, yanar gönül kandilleri. Kalesi gizem dolu, Kazova'sı İpek Yolu... Zile'nin tarihi mirası, Turhal'ın kalesi, Pazar'ın kervansarayı, Artova'nın yiğitleri, Sulusaray'ın kalıntıları, Yeşilyurt'un asaleti, Almus'un renk cümbüşü, Reşadiye'nin doğası, Başçiftlik'in havası, Niksar'ın mirası, Erbaa'nın merdanesi... Daha nesini anlatayım, bir destandır Tokat, anlatmakla bitmez fakat. Tarihin dilinde bir destandır şehrim, ben bunu bilir ben bunu derim. Kazova'sı, Artova'sı, Tozanlı'sı Kelkit'i... Köroğlu'nun Çamlıbel'i, Müslüman Türk'ün gamlı teli... Dağı, ovası, beli... Güneşi, havası, yeli... Pek tatlıdır dili... İşte budur benim memleketim... O'nu her daim sevmek niyetim... Siz de fark edin artık hemşehrilerim... Tokat bir derin aşk, Tokat mukaddes bir bucak... O'ndan hain çıkmaz, 26 gönülleri yıkmaz... Havası sert, insanı merttir: Savaşır kahraman olur, barışır derman olur... Gezer seyyah olur, dönmezse eyvah olur... Varlığı yüreklere su serper, yokluğu yürekte titrer... “Hey onbeşli onbeşli, Tokat yolları taşlı...” Gel ey yiğit hemşehrim, vakit birlik vaktidir, sözümüz dirlik aktidir. Birleşsin gönüller, şenlensin diller... Ellikte buluşsun eller, parıldasın gözler... Ruhlar kanatlasın, Tokatlılar toplansın... Toy düğün kurulsun; kösler, davullar vurulsun. Herkes bu sesi duysun, bu çağrıya uysun: Birleşiyor Tokatlılar, kanatlanıyor Tokatlılar... Biz Ankara'da yaşayan 200 binden fazla Tokatlılar, azmettik bir araya gelmeye... Türkiye'de gönüllere girmeye... Niyet hayır, akıbet hayır... Haydi, uğurlar ola, çıkalım bu kutlu yola... dedikten sonra Tokat'a ve Tokatlılara hizmet etmek için geldik bir araya... Ankara'daki Tokatlılar olarak 3 iken beş olduk, 5 iken 25 olduk, gönüllere dolduk... Salonlara sığmaz olduk, kalplere konduk... Dere iken çay olduk, ırmakken deniz olduk... Niyetimiz okyanus olmak, dürr ü cevherle dolmak... Biz bir araya geldik, vakıf olduk, dernek olduk, düğün dernek kurduk, pek de bahtiyar olduk. Günü geldi federasyon olduk, büyüdük platform kurduk… Cümle âleme sesimizi duyurduk, dört bir yana nefesimizi savurduk... Pek yakındır, Kelkit Platformu, Karadenizliler Platformu... Evet, benim bir hayalim var: Tüm Türkiye'de birleşen bir Tokat... İşte biz Ankara'da birleştik... Sıra sizde: Ses verin İstanbul'daki Tokatlılar, İzmir'deki Tokatlılar... Asya'dan Avrupa'ya bilumum gardaşlar... El ele gönül gönüle verelim; huzur, mutluluk derelim... Her günümüz bayram olsun, ruhlarımız sürurla dolsun... Kanat çırpsın birliğimiz, daim olsun dirliğimiz... Yüzler gülsün, gözler görsün... Umutlar büyüsün, ocaklar tütsün... Uzat elini kardeşim, kuşat ilini hemşehrim... “Tokatlılık ruhumuz” kanatlansın, yüreklerimiz Tokat'ta toplansın!.. MEZAR TAŞLARINA NEDEN ANNE ADI YAZILMAZ? Ergün VEREN Ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Ve dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de ölü bedenler adına mezar denilen toprak oyuklara gömülerek başucuna da üzerinde cenazeye ait kimlik bilgilerinin bulunduğu bir taş dikilir. Anadolu'da hangi mezarlığa giderseniz gidin bu mezar taşlarında Arapça ya da Türkçe harflerle “Hüvelbaki” girişinden sonra (Baba adı) oğlu/kızı...., doğum: ...., ölüm: .... yazısı bulunur. Hep “baba” adı vardır. Ben “anne” adı yazan bir mezar taşına rastlamadım. Sürekli neden sorusu aklıma gelirdi. Sorduğum kişiler de adettendir der geçerdi. Hatta “öbür dünyada insanlar baba adıyla çağrılacak” diyenler bile oldu. teslim tarihi geldi. Mezarlığa gittiğimde tabuların yıkılmaması direnişini ile karşılaştım. Mezar taşına önce anne sonra da baba adının yazılmasını istediğim halde önce baba adının sonra da anne adının yazıldığını gördüm. Hiddetle sordum: “Neden, usta!”... Savunma yavan ve kaçamaktı: “Yanlışlık olmuş”. Gün geldi babam vefat etti. Eskişehir'de defnedildi. Bir yıl sonra mezarını mermerden yaptırmak için bu işleri yapan bir işyerine gittim. Bana daha önce yaptıkları işleri gösteren fotoğraf albümünü gösterdiler. Yaptıkları işlerin çeşitlerini anlatan kataloglar incelettiler. Sonunda sade bir mezar yapımına karar verdik. Sıra mezar taşına yazılacak yazıya geldi. Ben mezar taşına büyük puntolarla “İlhan Veren, Gülsüm-Hasan, Eskişehir, D:29.10.1933Ö:10.05.2001” şeklinde bir kâğıda yazarak atölye sahibine uzattım. Aldığım ilk tepkiyi hiç unutmam: “Biz böyle yazmıyoruz!”. Mezar taşının yeniden yazılması ve yerine monte edilmesini bekleyecek zamanım yoktu; yaşadığım şehre dönmek zorundaydım. Kabul etmek zorunda kaldım. O gün bugündür mezarlıklarda “anne” adının da yazılı olduğu mezar taşı arar dururum. Hala bulamadım. Ve hep sorarım; — Nüfus cüzdanlarında yazdığı halde mezar taşlarında “anne” adı neden yazılmaz? — Anne adını mezar taşına yazmamanın İslami, insani, ahlaki, psikolojik, folklorik ya da ticari bir nedeni var mıdır? — Bu yaklaşım gelenek midir? Görenek midir? Mezardakilerin yakınlarının yaklaşımları mıdır? Yoksa mezar ustalarının inisiyatiflerine ya da tercihlerine veya dayatmalarına bırakılmış bir konu mudur? “Neden?” dediğimde tekrar katalogları gösterip yukarıda anlattığım mezar taşı yazılarını örnek gösterdi. Ben sakin olmaya çalışarak “ben böyle istiyorum, bu insan ağaç kovuğundan çıkmadı ya, onu da bir anne doğurdu. Annesinin adını mezar taşında dahi olsa yâd etmenin itiraz edilecek nesi var?” dediğimde usta hayretle yüzüme baktı ve “peki” dedi. Anlaştık. Aradan zaman geçti iş 27 DEDEMİN KÖRÜKLÜ ARMONİKASI Sevan ÇAMLICA kiloluk ev işi şarabı bitirmesinden sonra hatırlıyordu… Tabii ninemin ise onun sesini duyarak gaza gelmesiyle ahşap evin orta katındaki dedemin ofisi bir anda varyete yerine dönüşürdü.Sesleri duyan komşularda bilirdi ki vakit, “dedemin kerahet vakti” dir. “Saki sun elin nur olsun / çilemiz dolmayacak / bari kadehler dolsun” diyerek ince belli çay bardağına kendi elleriyle yaptığı tatlı şarabı ilk koyduğunda ise mutlaka Sadettin Kaynak'ın bu şarkısını mırıldanırdı rahmetli dedem… Dedemin armonikasıyla ayrılma vaktimiz İstanbul'a gelmemizle aynı tarihlere rastlar. Onunla birlikte bir yolculuğu göze alamayan ev halkı onun gibi birçok “sessiz tanığı” birilerine vermeyi tercih etti. Ki neler vardı o sessiz tanıkların içinde. Radyolar, onlarca taş plak, el emeği göz nuru eşyalar. Koca koca bakır kazanlarına kıyamamışlardı ama sadece ona yer bulamamışlardı İstanbul'daki yeni evimizde… O hengâme içinde sadece babamın Ud'unu kurtarabilmiştim… Ancak dedemin armonikasıyla yarım kalmış bir hesabım vardı. Benden sesini esirgemesinin hesabını vermeliydi. O çok övündüğü iki yanlarındaki armaları bir akşamüzeri gizlice söküverdim. Bu haliyle kendini daha da kötü hissettiğinden emindim ancak o armaların daha da önemli bir görevi vardı. Artık Tokat'tan ayrılıyorduk. Oradaki arkadaşlarıma beni hatırlamaları için bir şeyler vermem gerekiyordu –ki-bende öyle yaptım… O armalardan biri aradan yıllar geçtikten sonra kendisini özenle saklayan bir arkadaşıma beni tekrar hatırlattı… Evet, dedemin armonikası sağlığında bana hiç cömert davranmamıştı ama yıllar sonrada olsa hatırlanmamı sağlamıştı. Onunla tanışıklığımız 70'li yılların başına rastlar. Ancak onun bu karşılaşmadan ve fazla samimiyetten pek hoşnut olduğunu söylemem mümkün değildi. Zaten ahı gitmiş vahı kalmıştı yılların armonikasının. Biraz olsun sesini duymak için benim çırpı bacaklarımdan yediği dayakların haddi hesabı yoktu. Buna rağmen arkadaşlığımızın devam ettiği süre içinde şöyle dört dörtlük bir sesini duyamadım. Sadece dedem 'Sert Osman' (ninem ona böyle seslenirdi) onun başına geçtiğinde tüm gücünü toplar ve dedemi mahcup etmemeye çalışırdı. Sizin anlayacağınız beni adam yerine koymazdı. Dedemin anlattığına göre kendileri yüzlerce çiftin düğününde en güzel şarkılara eşlik etmiş. Tabii o zamanlar çok fiyakalıymış. Körüklerine hafif bir dokunuşla hiç nazlanmadan bir şelale gibi akar dururmuş melodiler. 'Comparsita'lar, 'fokstrot'lar onunla hayat bulur, ete kemiğe bürünürmüş ince bedenlerde. Ne var ki benimle karşılaştığı zaman üç katlı ahşap bir evin orta katında neredeyse kaderine terk edilmiş durumdaydı. Ceviz çuvalları, sandıklar, kuluçkaya yatan tavukların arasında son günlerini yaşıyordu… Ancak bu sefil görünüşüne rağmen mağrurluğundan hiçbir şey kaybetmemişti. İki yanında sıra sıra dizilen ve ilk günkü gibi duran nikelajlı armaları, körükleri patlamış bu arkadaşa apayrı bir asalet veriyordu. Varsın körüklerinde bin tane yama, fildişi tuşları yer yer dökülmüş olsun, onun için hiçbir şey fark etmiyordu. Bakışlarında “biz ne günler gördük” dercesine belli etmemeye çalıştığı bir özlem bile olsa… Eski günlerini ise sadece dedemin 28 DOĞMAMIŞIN SÖZÜ Ülkü TAŞLIOVA severim oğlum, hele sen bir çay söyle, ben de sana az önce dediğimin nedenini anlatayım.” “O sene kış kışlığını hakkıyla yapıyordu. Erken yağan kar, çoğu tarlaların biçilmesine fırsat vermemişti. Böylece geçim sıkıntısı da meydana gelmişti. Köylü bir biriyle yardımlaşarak idare ediyordu. Şimdiki gibi telefon, elektrik su nerede… Fazla gaz yağı tüketilmesin diye akşam olunca bir odaya toplanır, kısık ışık altında karnımızı doyurarak erkenden uyurduk. Bazı geceler ay ışığı çok güzel olurdu. Karın beyazlığı ayın ışığıyla birleşince ortalık epeyce aydınlanırdı. Biz de böyle uzun kış gecelerinde gaz lambasını söndürür, ay ışığının içeri süzülen aydınlığında sohbet ederdik. O zamanlar rahmetli babaannen sağdı. Pencere önündeki sedire oturur, elindeki tespihi hem çeker hem de Kafkaslardan göçerek geldiklerinde yaşadıkları olayları anlatırdı. Biz de tezek sobasının ısıttığı odada anlatılanları pür dikkat dinleyerek o anları yaşardık. Her hikâyenin sonunda gözümüzden süzülen yaş odanın loş ışığında kaybolup giderdi. Sabahtan başlayan kar yağışı aralıksız devam etmiş, ikindiye doğruda tipi başlamıştı. Toprak evlerin bacalarından ve duvar diplerine biriken karların savruluşundan göz gözü görmüyordu. Kazanlarda erittiğimiz karlarla hayvanları ahırda sulamıştık. İçmek için köy çeşmesinden kovalarla taşıdığımız suları idareli kullanıyorduk. Beşinci çocuğumuza yani sana hamile olan annenin doğum sancısı Makam odasının kapısında karşıladığı babasının elini, iki eli arasına alarak öpüp başına koydu. Kendisinden kısa olan babasının önünde eğilerek alnından öpmesine fırsat verdi. Sonrada baba oğul sarıldılar. “Aslan oğlum.” dediğinde gözleri mutluluktan ıslanmış, göğsü gururdan kabarmıştı. Baba için hayatının güzel günlerinden biriydi. Oturduğu koltuğa sırtını yaslayarak, oğlunun odasına göz gezdirdi. Ceviz rengi kocaman masası, arkasında siyah deriden yüksek koltuğu, Atatürk portresi ve dosyalarla dolu raflar ve masanın sağ köşesindeki ay yıldızlı al bayrağı görünce iyice gururlandı. “Bize iki Türk kahvesi getirir misin?” sözüne telefonun diğer ucundan “Hemen getiriyorum Savcım.” cevabı geldi. Babanın gözlerindeki nem gönlüne dolan gurur deryasından sızıyordu sanki. Yıllarca verdiği emeğin bedeli Türk bayrağı altında parlıyordu. Baba ve oğulun sohbeti muhabbetli olduğundan mıydı bilinmez, kahvelerin tadı bir başka güzeldi. “Ben senden razı oldum, Allah da senden razı olsun oğul. Bana bu yaşımda bu mutluluğu yaşattın. Senden iki arzum var evladım. Birincisi işini hakkıyla yap, yap ki bunca insanın vebali sırtına yük olup seni altında ezmesin. İkincisi de ilk maaşını Yasin Emmine vermen. Sen doğmadan senden bunu istemişti. Eh o da epey yaşlandı, üstelik hakkı da var sende.” Nedenini sorar gibi babasının yüzüne bakınca “ Kahvenin ardından çayı pek 29 böyle dostluklar kaldı mı acep? Çok da şakacıdır emmin ha… Hele de bana yaptığı şakaları benden başkası kaldıramaz. İyi adamdır Yasin Emmin oğul. Tipinin savurduğu karlardan yer yer açılan, köyün ortasındaki yolu geçerek kahvehanenin önünde durduk. 'Kahvehaneye gidiyorum Ayhan, Boş ver yengeyi gel bir iki oyun oynayıp sonra yola çıkalım.' demez mi? Şaka kaldıracak halde miydim? Arkasından verdim veriştirdim. Ben sövmemi bitirmeden, o içeride ne kadar delikanlı varsa hepsini minibüse doldurdu. Çıldıracak gibi oldum. 'Yolcu taşımanın sırası mı?' diye çıkıştım ama. O da bana 'Sen işime karışma.' deyince susarak annenim yanına oturdum. Tipi dinmişti dinmesine de bir ayaz vardı ki kılıçtan keskin. Yola çıktığımızda karanlık iyice bastırmıştı. Farların ışığıyla yavaş yavaş yol alıyorduk. Minibüsün camları sık sık donuyordu. Önümüzü görebilmek için Yasin cebinden çıkardığı dişi kırık tarağının sırtıyla camı kazıyor sonra yeniden yola koyuluyorduk. Biliyorsun oğlum köyle anayolun arası epeyce var. Köyün yolu ise ara ara tipinin savurduğu karla kapanmıştı. Bırak minibüsü, kızakla ya da atla geçmek bile mümkün değildi. Annen minibüsün içindeki gençlerden utandığından ses çıkarmadan acı çekiyordu. 'Bu kadar yolcu almamın zamanı mıydı?' diye tam Yasin Emmine kızacaktım ki frene basarak durdu. 'Hadi gençler başlayalım. Biriniz üst bagajdaki kürekleri indirsin. Elinizi yüzünüzü iyice sarın.' diyerek minibüstekileri aşağıya indirdi. Ben daha ne başlamıştı. Köy ebesinin tayini çıkmış, yerine yeni ebe de gelmemişti. Üstelik atların çektiği kızağımız kırılmış, iş göremez hale gelmişti. Sancıdan kıvranan annen beni iyice telaşlandırıyordu. Konu komşuya haber etsem de hiç kimse bir şey yapamıyordu. Akşam çökmek üzereydi. Son bir ümitle köyümüzün tek minibüsünün sahibi Yasin'e haber yolladım. Yol kapanmış olsa da belki bir çare bulurdu. Sancıdan kıvranarak inleyen annen, çaresizlikle gözyaşlarına boğulan babaannen, boyunları bükük sekide oturan kardeşlerin iyice belimi büküyordu. Konu komşu toplanmıştı ama elden gelen bir şey yoktu. Naçar kalmıştım. Çaresizlik çok zor oğlum! Annen 'Ayhan ölüyorum yardım et.' dedikçe ben de ölüyordum sanki. Benim de her yerim ağrıyordu. Sevdiğim kadının bu kadar acı çekmesi beni kahrediyordu. 'Allah'ım benim canımı al, ona bir şey olmasın.' diye içimden yalvarıyordum. Şu an kim olduğunu hatırlamıyorum köyün gençlerinden biri avludan içeri dalarak 'Ayhan Emmi, Yasin Emmim haber gönderdi hazırlansınlar geliyorum dedi.'dediğinde çok sevinmiştim. Biz hazırlanırken hayatın girişinde bağlı olan köpeklerin havlama sesleri arasında minibüs kapıya yanaşmıştı. Annen minibüste inlerken yanına oturan akraba ve komşularımız teselli etmeye çalışıyorlardı. Yasin Emmin benim çocukluk arkadaşımdır oğul. Kardeş gibi büyüdük. Gün oldu benim anam onu teknede yıkadı. Gün oldu ben onun anasının ekmeğini yedim. Bizim ayrımız gayrımız olmadı hiç. Şimdi 30 olduğunu anlayamamıştım. Arkalarından dışarı çıktım. Bir de ne göreyim oğlum? O gencecik delikanlılar canla başla çalışıyor, yolu kapatan karları var güçleriyle kürüyorlardı. İçimde biriken endişeden mi, yoksa o çocukların yürekten gelen çabalarını görmemden mi bilmiyorum beni bir ağlama tutmuştu. Gözümden akan yaş yüzümde buz olurken, kalbime dolan mihnet duygusu zemheriyi yaz ediyordu. Yolun kardan kapanan yerlerini küreklerle açarak yola devam ediyorduk. Yarım saatlik mesafeyi dört saatte aşabilmiştik. Çift köprüler dediğimiz ana yola geldiğimizde gece yarısı olmuştu. Annenin acısını tarif etmenin mümkünü yok yavrum. Doğumevinin önüne vardığımızda düğüne gidiyormuşuz gibi sevinçliydik. Anneni içeri aldıklarında yarı baygındı. Acıdan tükenmişti. On yedi kişi gece yarısı koridora dizilerek doğumhaneden gelecek haberi bekliyorduk. Sabah ezanının sedası yayılıyordu şehre. Pencereden dışarıdaki alaca karanlığı seyrederken ikinizin de sağ salim kurtulması için dua ediyordum. İçeriden çıkan ebe 'Gözünüz aydın inatçı bir oğlunuz oldu. Bizi çok yordu. Kordonunu boynuna dolamış. Şimdi her şey yolunda ikisi de gayet iyi. Normal doğum oldu. Az sonra odaya getireceğiz.' dediğinde Yasin Emmin ebeyi kucaklamış, ardından da bir güzel azar işitmişti. Gülme oğlum Yasin bu. Kabına sığmaz ki… Biraz sonra anneni yatağına bitkin bir halde yatırdılar. Konuşacak hali yoktu yüzümüze baktı gülümsedi. Sonra seni getirdiler kırmızı, buruşuk bir şeydin. Kundağı bana uzattılar 'Onu ilk olarak Yasin Emmisine verin, Annesin ve onun hayatı kurtulsun diye canını ve malını esirgemedi.' dediğimde sesim titremiş vefalı dostumun kollarına teslim etmiştim seni. 'Pek çirkin bir şeymişsin yahu. Bari büyüyünce yakışıklı ve başarılı ol da emeklerimize değsin.' diyerek kulağına ismini ve ezanını okudu. Mutluluğu gözlerinden sızıyor sakallarını ıslatıyordu. Seni yerine koymadan önce kolları arasında hafifçe alnından öptü. 'Bana bak balamcan, büyüyüp iş sahibi olunca ilk maaşını isterim ona göre. Benim de evlat kazancı yemek hakkım var sakın ola ki bunu unutasın.' İşte oğlum ilk maaşının hikâyesi böyle yaşandı.” IRAK DERLER Kerkük'e Irak derler.. Gözden yakın görünür, Gönülden Irak derler Bilirsiz irehmetsiz Torpağa çorak derler... Sitem bu, şikayet bu, Bir acı hikayet bu.. Men derim, bir yudum su Onlar, od verek derler. Sözü horyat söylerem. Yani, feryad söylerem.. Dilim Şirin'dir menim Ferhat… Ferhat... söylerem. Bu nice merak? derler. Bu, merak değil derttir, Dert ki, demirden serttir... Öz vatanda gurbettir. Bu derde firak derler! "İnkâr eyle özünü, Bana döndür yüzünü, Şol Türkmen'em sözünü Dilinden bırak" derler! Derim ki, dedem, nenem Eba enced Türkmen’em. Kimime Büğdüz, Bayat.. Kimime Barak derler! Bu sine kanar; dağdır, Od salar yanar dağdır. Her sinede bin yara, Her yara onar dağdır.. Sineme baş koyanlar Tamudan durak derler. Bir bir seçerler meni, Ezer geçerler meni.. Komazlar murat alam Körpe biçerler meni... Şol hanesi haraplar Din kardaşım Araplar Kendini kasap sanıp Türkmen'e "Burak" derler! Serviler yar ağacı, Tuğbalar bar ağacı... Kimime darağacı, Kimime kürek derler! 31 Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU Yavuz GÜRLER MAKEDONYA'DA “TÜRK ŞİİRİ VE YAHYA AKENGİN” GECESİ destek isteyeceklerini söyledi ve “Türkiye şimdiye kadar bize birçok alanda destek verdi. Vermiş oldukları her sözü de yerine getirdi.” ifadelerinde bulundu. Konuşmalar ve şiir okumalarının ardından program için Türkiye'den MANU'nun davetlisi olarak geceye katılan ses sanatçısı Şakir İlyasoğulları, piyanist Kaya Güç'ün eşliğinde Türkçe ve Makedonca eserlerden oluşan bir konser verdi. Ertesi gün ise Akademi Başkanı Prof. Dr. Kambovski, Struga Şiir Akşamları Komitesi yetkilileri, Yahya Akengin ve Şakir İlyasoğulları ile birlikte Kültür Bakanı Elizabeta Kançestki'yi ziyaret ederek iki ülke arasındaki kültür ilişkileri üzerine görüş alış verişinde bulundular. Yahya Akengin'in gecede yapmış olduğu selamlama konuşmasını aşağıda veriyoruz. Makedonya Bilimler ve Sanatlar Akademisi (MANU), 20 Ağustos 2014 tarihinde “Türk Şiiri ve Yahya Akengin” gecesi düzenledi. Akademi Başkanı Prof. Dr. Vlado Kambovski'nin açılış konuşmasıyla başlayan programda Yahya Akengin bir selamlama konuşması yaptı. Şairimizin sanat hayatı ve eserleri üzerine değerlendirmeler yapıldı. Uluslararası Struga Şiir Akşamları Festivali Komitesi Başkanı Slave Georgia yaptığı konuşmada Akengin'in şiirlerinin derin mesajlar içerdiğine işaret etti. Yahya Akengin'in Makedonca yayımlanmış bulunan üç şiir kitabından örnekler sunuldu. Şiirleri Makedoncaya çevirmiş olan Makedonyalı Türk şair ve yazar Esat Bayram da yaptığı konuşmada Akengin'in şiirlerini tercüme ederken zorluk çekmediğini, ancak onun mistik kavramlar içeren şiirlerinin Makedon dilindeki karşılığını vermek için elinden gelen titizliği gösterdiğini belirtti. Gecede Yahya Akengin de Makedoncaya çevrilmiş olan şiirlerinden bazılarının Türkçelerini okudu. Program sırasında Makedonya Bilimler ve Sanatlar Akademisi Başkanı Vlado Kambovski sürpriz bir teklif öne sürdü. Makedonya'nın Struga kentinde “Dünya Şairler Müzesi” kurulmasını, bunun için de Türkiye'den YAHYA AKENGİN'İN SELAMLAMA KONUŞMASI Yarım asırdan fazla bir zamandır Struga Şiir Akşamları Festivali ile dünya şiirinin merkezi haline gelen Makedonya'da, uluslararası prestijli bir kurum olan MANU tarafından Türk şiirine ve şahsıma gösterilen bu yakınlıktan duyduğum mutluluğu öncelikle ifade etmek isterim. 32 gelmedim kavga için / Benim işim sevgi için…” diyebiliyor, ümitsizliğe kapılan insanlara ümit aşılama misyonunu üstleniyor ve başarılı oluyor. Dostlar, Dünya aydınlarına, özellikle de şairlerine günümüz dünyasında büyük sorumluluklar düştüğünü sanırım hepiniz takdir edersiniz. Baş gösteren çatışma kültürlerini, empati duygu ve düşüncelerini yaygınlaştırarak bu negatif kültürü pozitif noktaya taşımak mümkündür. Buna inanmalıyız ve herkesin değerlerine saygılı olmak kültürünü beslemeliyiz. Türkiye ile Makedonya arasında böyle bir iklimin var olduğundan kimsenin şüphe etme hakkı olmamalıdır. Bilir misiniz ki günümüz Türkiye'sinde halk arasında Makedonya'nın, Kazakistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan gibi kardeş cumhuriyetlerle aynı olarak algılanmaktadır ve öyle bilinmektedir. Bunun böyle olmasında Makedonya'daki Türk şair ve yazarların iki ülke edebiyatlarını biribirlerine tanıtma ve yansıtmalarının önemli bir payı vardır. Necati Zekeriya, Esat Bayram, Fahri Kaya, İlhami Emin, Suat Engüllü ve daha başka Makedonyalı Türk şair ve yazarları böyle bir misyonu üstlenmişler, başarmışlardır. Mateja Matevski'nin, “Trajedilerin Doğuşu” adlı şiirinde haykırdığı gibi, “Dünyadan kötülüğü kovabilmek için el elle, söz sözle biçimlenmelidir.” Hepimizin buna ihtiyacı vardır. El birliğine, söz birliğine… Sözlerimi bitirirken değerli dostumuz Prof. Dr. Vlado Kambovski'ye, bizleri buluşturduğu için huzurlarınızda teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Bu tür irtibatlarda esirgemediği gayretlerinden dolayı genç akademisyen Prof. Dr. Numan Aruç'a da teşekkür ediyorum. Özellikle diyorum ki dostlar, bu tür buluşmaların içten içe etkileri vardır. Her fırsatta buluşmalıyız, estetik değerleri paylaşmalıyız. Şu anda karşılıklı saygıları paylaştığımız gibi hepinizi dostluk duyguları ile selamlıyorum. Türkçede şöyle bir özdeyiş söylenir: “Nefes aldıkça ümit vardır…” Ben de diyorum ki yeryüzünde şiirler yazılmaya devam ettikçe ümitsiz olamayız. Şiirin yüreklerden yüreklere kurduğu köprülerden geçerek dostluğu, kardeşliği ve barışı yaşama şansımız vardır. Günümüz Makedonya'sının büyük şairi Mateja Matevski İstanbul doğumludur. Çağımız Türk şiirinin öncüsü Yahya Kemal de Üsküp doğumludur. Matevski'nin şiirlerindeki İstanbul özlemiyle Yahya Kemal'deki Üsküp özlemi iki ülke arasında birer gönül köprüsüdür. Bu köprüler üzerinden yürüyerek kucaklaştığımızda özlemler sevinçlere dönüşebiliyor. Yahya Kemal, şair olduğu kadar aynı zamanda bir fikir adamıdır. Onun şöyle bir ifadesi vardır: “Bir millet dilini koruyabilirse başka kayıplarını o dil yoluyla yeniden kazanabilir…” Makedonya'nın yüzyıllar süren bağımsızlık özlemi, dilini koruyabilmesinden dolayı gerçekleşebilmiştir. Geçen otuz yıl içerisinde defalarca katılma şansını yakaladığım Struga Şiir Akşamlarından öğrendiğim bir gerçek vardır ki bana çok etkileyici gelmiştir: Struga Şiir Akşamları dolayısıyla Makedonca Sözlüğü'ne binlerce yeni kelime kazandırılmış. Bu da şiirin gücünü ortaya koyan çarpıcı bir gerçektir. Dil, kültürün taşıyıcısıdır. Taşıyıcısı güçlendikçe kültür de elbette zenginleşecektir. Kültür zenginleştikçe de insanlığın ufukları genişleyecektir. Ne var ki kültürlerin de negatif olanı vardır, pozitif olanı vardır. Günümüz dünyasında üzülerek görüyoruz ki çatışmacı kültürler yer yer su yüzüne çıkabilmektedir. On üçüncü yüzyılda Anadolu topraklarında da böyle bir manzara yaşanırken, Yunus Emre diye bir şair ortaya çıkıyor, “Ben 33 HEY ONBEŞLİ ONBEŞLİ TÜRKÜSÜ VE BU TÜRKÜYÜ İLK KEZ PLAĞA ALAN FERYADİ HAFIZ HAKKI Mahmut HASGÜL* Feryadi Hafız Hakkı Kimdir: Feryadi Hafız (İsmail) Hakkı Bey 1889 Karabağ doğumludur. 93 Harbinde (1977-1878 Osmanlı - Rus Harbi) sonra imzalanan Ayestafanos ve Berlin anlaşmaları neticesinde Osmanlı toprağı olmaktan çıkan Karabağ Rusların ve Ermenilerin yoğun baskılarında dayanamayarak sürekli göçlerle nüfusunu kaybetmeye devam etmektedir. Bu göçlerden biriyle de Hakkı Bey'in ailesi Anadolu'ya gelmiş, Sivas'a yerleşmiştir. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerimi hıfz ederek "Hafız" unvanı almış, Sivas'ta Hafız Hakkı olarak tanınmıştır.(1) Çocukluk yıllarında Osmanlı Devleti'nin çöküş dönemlerine şahit olan Hakkı Bey o günlerin yokluğunu, sefaletini, acılarını her Müslüman Türk gibi yaşamıştır. Bu duygularla yetişen genç Hakkı Bey'in milli ve manevi duyguları son derece kuvvetli olmuştur. Milli Mücadele döneminde kendisini Kuvva-i Milliye saflarında bulmuştur.(2) Türkçülük ve Turan idealizmini benimseyen fikir adamlarından Ziya Gökalp ve Rıza Tevfik ile dostluk kurmuş, ömrü boyunca bu fikirleri savunmuştur. 1922 yılında yayımladığı CÖNK'ünde(3) "Feryad-ı Vatan Marşı", "Büyük Millet Marşı", "İzmir Marşı", "Turan Marşı", "Kuvay-ı Milliye Marşı" gibi marşlarda hep milli duyguları işlemiştir. İyi derecede müzisyen olan Hafız Hakkı, “Feryat” adını verdiği bağlama ve tambur karışımı yaylı bir saz yapmıştır. “...Bir kasnağa işkembeyi gerip kurutmuş, arkasını ince bir tahtayla kapatmış, tambur kolu gibi bir sap takmıştı. Perdeler uydurmuştu. Feryat adını verdiği bu sazı yaylı tambur gibi çalardı..."(4) Bu müzik aletinden dolayıdır ki kendisine Tamburî gibi Feryadî (Feryat çalan) unvanı eklenmiş oldu. Sesi, müziği ve besteleriyle son derece kaliteli bir sanatçı olan Feryadi Hafız Hakkı Bey ilk taş plağını Fransa'da 1922 * Eğitimci- Yazar, Tokat GOP Lisesi Edebiyat Öğretmeni, Kümbet Dergisi Yazı İşleri Müdürü. (1) Sivas eşrafından Bekir Orcan röportajı, Rıfat Kaya, Sivas, 1998. (2)Rıfat Kaya, “Feryadi Hafız Hakkı'nın Hayatı ve Musiki Serüveni”, Hayat Ağacı Dergisi, S. 13, 2009, s. 22. (3)Rıfat Kaya, a.g.m., s. 23 (4)Cahit Külebi, İçi Sevda Dolu Yolculuk, Bilgi Yayınları, Ankara 2007, s. 26. yılında çıkartmıştır. Ardından Fransa, Almanya ve İngiltere'de birçok taş plak çıkarmıştır. 1918 Çanakkale harbi öncesinde Tokat'tan asker toplamaya giden heyette bulunan Feryadi Hafız Hakkı Bey Rumi 1315 doğumlu 15-16 yaşlarındaki gençlerin silahaltına alınışlarına şahit olmuş, genç nişanlılarını askere uğurlayan kızların gözyaşlarını ve sözlerini beste ve güfteye dökmüştür. Daha sonra, 1927-28 yılında, İngiliz His Master's Voice şirketinden çıkardığı taş plağa "Hey Onbeşli Onbeşli" türküsünü okumuştur. Feryadi Hafız İsmail Hakkı Bey Türkçülük Turancılık fikirlerinden dolayı 1944 yıllarında çeşitli baskılara ve engellemelere maruz kalmış, yaşam mücadelesi verebilmek için çeşitli arayışlara girmiştir. 1944 sonrasında Tokat'a özellikle de Niksar'a gelir, Feryat çalarak eğlence meclislerine eşlik eder. “...Boyu, posu, babacan görünümüyle Mesut Cemil Tel'e benzerdi. Doğu Anadolulu olduğumuzdan, belki de bu nedenle babamla arkadaştı. Yaz sonlarında hemen her yıl Niksar'a gelir, kışın ayrılırdı... Kimi gelişinde yağ, bal toplar kimi yıllar deri alırdı.... Sırtında hep aynı kahverengi elbise bulunduğuna göre fazla bir kazanç da sağlamıyordu. Adalet'in(5) geldiği yıl akıllının biriyle anlaşmışlar, sermaye Niksarlı'dan, çalışma üstattan, ortaklık kurmuşlar. Çok güzel yemekler yapıyordu. Hepsinde tereyağı kullanıyor, etin en iyisini alıyordu. Tiyatroya o yıl çoğu akşamlar yemek yemeden gider, daha önce de belirttiğim gibi İsmail Hakkı Bey Amca'nın seçtiği yemeklerden üç kap yerdim. Gerçekten çok iyi bir aşçıydı. Bu yemeklerin mal oluşu, satış ederi ona vız gelirdi. Bir ay içinde dükkân iflas etti, kapandı."(6) Ahmet Feryadi ile ilgili olarak birçok hatıraya(7) ve dilden dile anlatılan efsanevi hadiseye röportajlarda(8) da yer verilmiştir. Hey Onbeşli Onbeşli Üzerinde en çok tartışma yaşanan türkülerden biri de Hey Onbeşli Onbeşlidir. Tokat türküsü olan ve zaman zaman başka şehirler tarafından benimsenen bu türkünün sözleri ve melodisi de uzun tartışmalara sebep olmuştur. Öncelikle araştırmacıların ortak görüşü olarak türkünün nasıl ve hangi koşullarda doğduğuna bakmak gerekmektedir. Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletlerinin Nisan 1915'ten itibaren kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte, cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç doğmuş, Sultan V. Mehmet Reşat 14 Mayıs 1331'de (27 Mayıs 1915) bir emir yayınlayarak “Askeri Mükellefiyet” yasasında değişiklik yapmak ve lise öğrencilerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştır. Bu durumda o günkü lise seviyesinde eğitim gören çocukların da belli bir kısmı cepheye gitmiştir. Akabinde yayınlanan yeni bir tamimle de, o dönemde kullanılan hicri takvime göre 1314 (Miladi 1896) doğumlu olan ve henüz askere alınmayan 19 yaşındaki gençlerin yanı sıra Hicri 1315 (Miladi 1897) doğumlu olup da bedenen gelişmiş olanların da kıtalara teslim olması emredilmiştir. Tüm bu gelişmeler sonunda Anadolu'nun çeşitli illerinde oluşturulan toplanma bölgelerinde toplanan 1314 ve 1315 doğumlular, kıtalara ve cepheye sevk edilmek üzere silâh altına alınmışlardır. (5) Adalet, 1935'li yıllarda Niksar'a konser vermek için gelen bir sanatçıdır. (6) Cahit Külebi, a.g.e., s. 27. (7) Rıfat Kaya Röportajı, Hasan Akar - Mahmut Hasgül, Tokat 2014. (8) 1914 doğumlu Osman Asarkaya Röportajı, Hasan Akar - Mahmut Hasgül, Tokat 2014. (9) Necdet Kurt, “Hey Onbeşli Onbeşli”, http://www.zilesitesi.com/yazar-543-arsiv.html, 2009 O dönemdeki Anadoluda evlenme yaşının oldukça küçük olması nedeniyle bu çocukların çoğu aileleri tarafından nişanlandırmış veya evlendirilmiştir. Bu durumda da cepheye gidenlerin bir kısmı eşini, çocuğunu veya yavuklusunu memlekette bırakmış ve büyük bir çoğunluğu da geriye dönememiştir. İşte böyle bir duyguyla da arkalarından gözyaşları dökülmüş ve onlarca ağıt yakılmıştır. “Hey onbeşli” türküsü de bu dönemde cepheye giden 1314 ve 1315 doğumlu kahraman vatan evlatlarının arkasından yakılmış bir ağıttır. Elimizdeki verilere göre türküyü ilk defa kayda alan Feryadi Hafız İsmail Hakkı Bey'dir ve tarih 1927'dir. Ardından Muzaffer Sarısözen 28.06.1943 yılında Niksar ilçesinden Mustafa Yolcu'dan "Onbeşli" adıyla derlemiştir ve TRT repertuarına almıştır. Ancak bu derleme maalesef TRT kayıtlarında bulunmamaktadır. Bu derlemenin Niksarlı birinden yapılmış olmasının Feryadi Hakkı Beyin Niksar'la içli dışlı olmasıyla bir ilgisi vardır. Daha sonra merhum Üstat Nida Tüfekçi tarafından 70'li yıllarda babası merhum Hamdi Tüfekçi'den derlenmiş ve TRT Müzik dairesi tarafından 1616 sıra no ile 24.05.1977 tarihinde incelenerek repertuara alınmıştır. Bu türkü Nida Tüfekçi tarafından Akdağmadeni türküsü olarak okunmuş, ardından büyük tepkilerle ve bilimsel reddiyelerle geri adım atmak zorunda kalmıştır.(10) Kaldı ki Nida Tüfekçi'nin babası Hamdi Tüfekçi askerlik görevini Tokat'ta yapmış, bu türküyü Tokat'tan öğrenmiştir. Ayrıca Nida Tüfekçi verdiği konserlerde o ile göre sözleri değiştirmiş "..Afyon yolları taşlı..." gibi ifadelerle çeşitli karışıklıklara sebebiyet vermiştir. Başka bir rivayete göre ise Adanalı İboş Ali Ağa 1315'lilerdendir ve askerliğini Tokat'ta yapmıştır. İboş Ali Ağa ile Adana'da yaşayan Arabacı Selahattin'in kızı Hediye arasındaki aşk hikâyesi neticesinde İboş Ali Ağa tarafından bestelenmiş, bu türküyü daha sonra çırağı Adanalı Ali Limoncu seslendirmiştir. Bu teori müzikal yapı, sözler ve yayılım alanları dikkate alındığında tutarlılığını kaybetmektedir.(11) Ayrıca türkünün Zile'ye ait olduğu tezi de ortaya atılmıştır.(12) Ağıt Mı Oyun Havası Mı? Hey Onbeşli Onbeşli türküsünün ağıt olduğu ama ritmi hızlandırılarak oyun havası formuna sokulduğu tezi çok kuvvetli ve yaygın bir tezdir. Teorideki bu tür ikazlar ve bilgilendirmelere rağmen hala oyun havası formunda söylenegelmesi ve halkın böyle benimsemiş olması da başka bir gerçekliktir. Feryadi Hafız Hakkı'nın taş plak kaydına göre ki en eski ve en orijinal hali şüphesiz bu kayıttır, ağıt olduğuna dair herhangi bir ipucu yoktur. Ancak tam olarak oyun havasına da benzememektedir. Sözler ise bugünkü varyantlarının aksine çok daha aşk temalıdır. Savaş ve ayrılık temaları sadece bir iki kelimeyle sınırlıdır. Türkünün yakıldığı devirlerde Tokat ve havalisinde birçok kız ve erkek çocuk yetimdir. Yetim olan kız çocuklarına Hediye; erkek çocuklarına Yadigâr adı verilirdi. Dolayısıyla türküde bahsedilen sevdiği tarafından mecburen tek başına bırakılan Hediye zaten babasız büyümüştür. Bugünkü varyantları arasında en çok kabul gören sözler şunlardır: Hey onbeşli onbeşli Tokat yolları taşlı Onbeşliler gidiyor Kızların gözü yaşlı Aslan yârim kız senin adın Hediye Ben dolandım sen de dolan gel gediğe (beriye) Fistan aldım endazesi on yediye Gidiyom gidemiyom Az doldur içemiyom (Sevdim terk edemiyom) Sevdiğim pek gönüllü Koyup da gidemiyom (10)Hayrettin Koyuncu, Öyküleriyle Türkülerimiz Tokat Yöresi, Tokat 2010, s. 113. (11)Hayrettin Koyuncu, a.g.e, s. 114. (12)Necdet Kurt, a.g.m., http://www.zilesitesi.com/yazar-543-arsiv.html Aslan yârim kız senin adın Hediye Ben dolandım sen de dolan gel gediğe (beriye) Fistan aldım endazesi on yediye Aslan da güzelim gız senin adın Hediye Manto da aldım güzel sana gey diye Fındık, fıstık aldım gülüm yemiye Giderim ilinizden (elinizden) Kurtulam dilinizden Yeşil baş ördek olsam Su içmem gölünüzden Sonuç Müzik dünyamızın dev eserlerinden olan Hey Onbeşli Onbeşli türküsü elimizdeki verilerin ışığında bir Tokat türküsüdür. Bu türkü ağıt olarak da oyun havası olarak da söylenebilmiştir. Halkın çoğunluğu bu türküyü oyun havası olarak dinlemiş ve sevmiştir. Feryadi Hafız Hakkı Bey varyantı ile günümüzde TRT repertuvarında söylenen varyant arasında söz olarak da müzik olarak da büyük değişiklikler görülmüştür. Demek ki anonim bir görünüme ulaşan türkünün son hali halkımız tarafında en az 100 yıllık bir sürecin ardından şekil bulmuş, müşterek kültür halini almıştır. Anonim eserler halkın ortak emeğinin bir ürünü oldukları için daha çok kabul gören eserlerdir. Dolaysıyla bu türkü de oyun havası olarak halkımız tarafından benimsenmiş ve yayılmıştır. Aslan yârim kız senin adın Hediye Ben dolandım sen de dolan gel gediğe (beriye) Fistan aldım endazesi on yediye Tokat yolu kaldırım Düştüm beni kaldırın Hediye'min uğruna Vurun beni öldürün Aslan yârim kız senin adın Hediye Ben dolandım sen de dolan gel gediğe (beriye) Fistan aldım endazesi on yediye(13) Feryadi Hafız İsmail Hakkı Bey'in 1927 kayıtlarında ise bu türkü şöyledir: Damdan attım kendimi Bulamadım rengimi Hovardalık pek kolay Öğrenmeli fendini Aslan da güzelim gız senin ismin Hediye Fındık, fıstık aldım güzel, yemiye Manto aldım güzel sana gey diye Hey onbeşli onbeşli Bağdat yolları taşlı Onbeşliler giderse Kızların gözü yaşlı Aslan da güzelim gız senin adın Hediye Ah efendim, saat geldi yediye Fındık, fıstık aldım gülüm ye diye Irmağı geçti gelin Gediği aştı gelin Eğil bir yol öpeyim Yüreğim geçti gelin Kaynakça: AKAR, Hasan – HASGÜL, Mahmut: 1914 Doğumlu Osman Asarkaya Röportajı, Tokat 2014. AKAR, Hasan – HASGÜL, Mahmut: Rıfat Kaya Röportajı Sivas, 2014. GÜNESEN, Burhan, Bir Asırda Anılarıyla Tokat Simalar, Tokat 2014. KAYA, Rıfat, “Feryadi Hafız Hakkı'nın Hayatı ve Musiki Serüveni”, Hayat Ağacı Dergisi, S. 13, Sivas 2009. KAYA, Rıfat, “Sivas'ta Türkü Kültürü ve Sivas Türküleri”, Sivas Kültür Envanteri, Sivas Valiliği Yay., 2012. KOYUNCU, Hayrettin, Öyküleriyle Türkülerimiz Tokat Yöresi, Tokat 2010. KURT, Necdet, “Hey Onbeşli”, http://www.zilesitesi.com/yazar-543arsiv.html KÜLEBİ, Cahit, İçi Sevda Dolu Yolculuk, Ankara 2007. TURHAN, Salih- ADIGÜZEL, Selahattin, Tokat Türküleri ve Oyun Havaları, Ankara 2008. Aslan da güzelim gız senin adın Hediye Manto da aldım güzel güzel gey diye Fındık, fıstık aldım gülüm yemiye(14) Penceresi beş camdan Konyak içtim fincandan Al martini, vur beni Ben de bıktım (geçtim) bu candan (13)Salih Turhan - Selahattin Adıgüzel, Tokat Türküleri ve Oyun Havaları, Ankara 2008. (14) Rıfat Kaya taş plak arşivinden, Sivas 2014. BETER OL Bana gam kasavet veren sevdiğim Yaprağını döken gülden beter ol Derdi bana reva gören sevdiğim Sazlarda inleyen telden beter ol Senin de olmasın halini soran Beni insafsızca derdiyle yoran Kış günü başını taşlara vuran Boz bulanık akan selden beter ol Bu gönül bağını perişan eden Ele uydun kıymetimi bilmeden Her saat hüsnüyle ateşi giden Zamanla eriyen külden beter ol Boyun büktüm vardım senin destine Merak etme göz koymazlar postuna Şehit düşen bu gönlümün üstüne Aşkınla titreyen tülden beter ol YİĞİT Benden kaçıp ara sıra görünen Yüzüme bakmağa her an erinen Çile çekip diyar diyar sürünen Bulanık çaydaki milden beter ol Milletinden ayrı kalan bir yiğit Sığamaz dünyaya, dar gelir ona… Vatan için bin kez, olmazsa şehit Nefes almak bile, ar gelir ona… Yüzün hiç gülmesin eller içinde Bülbülsüz kalasın güller içinde Baharın çiçekli dallar içinde Kuruyup incelen daldan beter ol Öz yurdunda parya gibi yaşarken, Yedi düvel, tutup bizi asarken, Hanümanda yaban, esip coşarken, Haysiyetsiz hayat, zor gelir ona… Bilemedim Nemrut mu var soyunda Vefakârsın sebat ettin huyunda Bir orman içinde dere boyunda Kovanı yarılan baldan beter ol Kalbi vatan için atıp duruyor, Sağlam inancını daim koruyor, Kurtuluşu elbet hakta arıyor, Dâvâ için ölmek, yâr gelir ona!.. Gurbet elde sevdasıyla yatıran Dert gölüne beni atıp batıran Çok günahkâr cenazeler götüren Yerinden kalkmayan saldan beter ol Yiğit, bir an bile boşa konuşmaz, Saf altından kalbi, değeri düşmez, Cesareti tamdır, haddi hiç aşmaz, Harlandıkça gönlü, nûr gelir ona!.. Bu engin aşkımın bulunmaz dibi Kış geçip gitmedi dinmedi tipi Sahibi çıkmayan bir mektup gibi Üstündeki kara puldan beter ol Hakkı üstün tutar, halkı gözetir, Adaleti sağlar, doğru işletir, Talebini yalnız Hakk'a iletir, Allah'ın rızası, kâr gelir ona… Kanlı gözlerimi kapladı buğu Ateşim sönmedi bulamadım su Tanrıdan dileğim kara gözlüm bu Aşkınla tutuşan kuldan beter ol İdrak eder feleklerin seyrini Bilir adaletin büyük ecrini Sükûtî de çeker çağın cevrini Vatansız yaşamak hâr gelir ona!.. Mehmet ÇAKIRTAŞ Hızır İrfan ÖNDER 38 AZERBAYCAN GEZİMİZDEN İZLENİMLER -2 Yrd. Doç. Dr. Süleyman COŞKUNER yemeğe geçtik. Yemek oturuşumuz için özel bir gayret sarf etmememize rağmen, hasret ve özlemin verdiği duyarlılık nedeniyle olsa gerek, her iki ekip birbiriyle iç içe oturmuştu. Çok kısa sürede birbirimize kaynaşarak, çok anlamlı ve yüksek kaliteli zamanlar geçirdik. Küçük bir şehir turundan sonra, muhteşem bir şekilde inşa edilmiş olan, Gence programımızı gerçekleştireceğimiz kültür sarayına ulaştık. Salon kardeşlerimiz tarafınan tıklım tıklım doldurulmuştu. Ganire hanım gelirken bize şöyle demişti: “Bu bölgedeki sunumlarımız, şiirlerimiz ve hitabetlerimiz, milli ve manevi ağırlıklı, moral ve motivasyon yükseltici olsun, sevda ve doğa şiirlerinden ziyade, Vatan-Millet, kahramanlık ve milli mücadele ağırlıklı olsun. Zira bu bölgemiz hem cepheye çok yakın, hem de Karabağ'ın ve KELBECER'in acısıyla hala kavruluyor…” Olağanüstü güzellikler ve anlamlı duygusallıklarla dolu bir şekilde programımızı gerçekleştirmeye başladık. Sunuculuğu yine bizim heyet başkanımız Sn. Ayşe Paslanmaz ve Gence'li bir kardeşimiz yaptılar. Azerbaycanlı şair, yazar, sanatçı ve yöneticilerle dönüşümlü olarak, şiir, müzik, edebiyat, hitabet vb. konularındaki sunumlarımızı coşku ve başarı ile gerçekleştirdik. Vatan-Millet sevdası, milli mücadele, düşman duyarlılığı, dostluk ve kardeşlik konularındaki manevi atmosferi herkesin görmesini çok isterdim. Zira klavyemin tuşlarının bu coşkuyu anlatmakta yetersiz kaldığını çok iyi biliyorum… Hitabımı paylaştıktan sonra salunun fuayesine çıktım. Etrafımı saran kardeşlerimizle koyu bir sohbete tutuştuk. Milliyetçi Hareket Partisi Milletvekili olmam sebebiyle olsa gerek, beni geriye salona göndermediler. Benimle sohbet etmek ihtiyacında olduklarını hissettim. Çok üzgün ve donuk bir görünümleri vardı. O ana kadar Gence'de çok sıklıkla duyduğum, ne olduğunu bilmediğim ve sorma cesaretini de gösteremediğim “KELBECER”in ne KELBECER NERESİ BİLİYOR MUSUNUZ? 15-18 HAZİRAN 2014 tarihleri arasındaki Azerbaycan –Bakü – Gence ve Tovuz ziyaretlerimizi anlattığım yazı serimizin ikincisi ile, siz değerli okuyucularımla tekrar birlikteyim. 17 Haziran sabahı otelimizdeki sohbet ve muhabbetli kahvaltımızdan sonra, gazi şehir Gence'ye hareket etmek üzere toplandık. Milletvekilimiz Sn. Ganire Paşayeva ve Cemal Safi abimiz özel bir araçla, ekibimiz de bir minibüs ile yola koyulduk. Yolculuğumuz süresince değerli kardeşimiz ses sanatçısı İlham Askeroğlu, sazı ve müziği ile birlikte, ekibimize unutulmaz güzellikte anlar yaşattı. Ayrıca Azerbaycan büyükelçiliğimiz, kültür müşavirliğinden bir ekip, seyahatimiz boyunca bizlerin güzel anlar yaşaması için çaba gösterdiler. Kendilerine özellikle teşekkürlerimizi sunuyoruz. Yol boyunca sık sık molalar vererek, çevredeki vatandaşlarımızla tanışıp hasbıhal ederken, aynı zamanda da, Azerbaycan'ın coğrafi, ekonomik, kültürel, doğal ve stratejik yapısını anlama gayreti içerisindeydik. Çevrenin ağaçsız ve çorak oluşu, yeterli sulama suyunun olmadığına işaret ediyordu. Hoşumuza giden her yerde mola vererek, resimler çektirip, seyahatimizi ölümsüzleştirmeye çalıştık. Gence'ye yaklaşınca şehrin güzelliğini ve tarihi duruşunu fark etmek hiç de zor değildi. Şehrin girişinde bizi güzel bir sürpriz bekliyordu. Zira Milletvekilimiz Ganire Paşayeva, şehrin Valisi, Belediye Başkanı, Aşık Şemşir Medeniyet Ocağı başkanı (Azerbaycan'da bakan seviyesinde çok büyük önem taşıyor) ve ilgili heyet ekibimizi yolda bekliyorlardı. Şehrin yöneticileri arabamıza kadar gelip, bizlere hoşgeldiniz merasimi yaptılar. Ekibimizin hiç de beklemediği bu jest karşısında mutlu olmaması ve duygulanmaması gerçekten imkânsızdı. İki kardeş heyet birleşerek, sohbet ve muhabbet içerisinde lüks bir otelin nezih bir salonuna 39 ama “kendin niçin vermiyorsun” dedim. Aklıma burada da vekillere ulaşmak zor mu acaba diye geldi… aldığım cevap beni rahatlatmıştı. “Şu anda çok yoğun, vaktini almak istemiyorum” dedi. Söz verdiğim gibi vatandaşımızın mektubunu mevkidaşıma verdim. Hemen açtı okudu ve tebessüm etti. Beden dilinden yardımcı olacağına dair işareti almanın mutluluğunu yaşadım. Mektubu okumadığım için, talebin ne olduğunu bilmiyorum. Proğram çıkışı, o kalabalığa rağmen, ciğeri yanık mektup sahibi vatandaşımız beni yine buldu. Mektubu verip veremediğimi sordu. Eğer, unutsaydım veya veremeseydim çok mahçup olacakmışım. Arabalarımıza binerek küçük bir şehir turu eşliğinde akşam yemeğine geçtik. Duygulu, heyecanlı, coşkulu, sohbetli ve samimiyetlerin ilerlediği uzunca süren akşam yemeğinin ardıdan 70 km. mesafedeki TO V U Z ' a h a r e k e t e t t i k . C e p h e y e d a h a d a yaklaşıyorduk… olduğunu masamdaki üzgün insanlara sordum. Üzüntülerini daha da katlamıştım. Onlar, düşmanlar tarafından yakılıp yıkılan, sayısız şehit ve gazinin verildiği, şu anda tamamıyla düşman işgali ve zulmü altında olan KELBECER'in bahtsız, üzgün ama gururlu, şanlı ve şerefli gazileriydiler. Karabağ'ı, Nahçevan'ı duymuştuk ama, KELBECER'i ilk defa duyuyordum. Kültür sarayını daha derinine incelediğimde, KELBECER'in resimlerinin bulunduğu bir köşeyi buldum. İşgalden önce, işgal esnası ve işgalden sonra çekilmiş resimler. İşgal öncesi sanki bir cennet köşesi, işgal esnası ve sonrası ise adeta bir Cehennem. O güzelim belde yakılmış, yıkılmış, ateşe verilmiş, şehitlerimizin kanları sel olup akmış. Son bir gayretle kurtulabilenler, canını dişine takarak kendilerini Gence gibi daha güvenli yerleşim yerlerine atmışlar. Vatanından zorla sürülüp çıkarılan, en yakınları şehit edilen, aşından ekmeğinden olan, yurdundan zorla sürülen insanların olumsuz psikolojilerini, yanımda oturan ve benimle dertlerini paylaşan soydaşlarımızın üzerinde en iyi görebilen bendim. Yiğit insanlar KELBECER ile yatıp KELBECER ile kalkıyorlardı. Günün birinde KELBECER'e geri döneceklerine inançları sonsuzdu. Ancak bunun nasıl gerçekleşeceğine dair tedirginlikleri de yüzlerinden okunmuyor değildi. Onlarla birlikte üzüldüm, ağladım, çaresizliğime kahrettim. Dertlerine ortak olma konusunda; herkese yardımcı olmaya çalışan bir “kaliteli yaşam uzmanı” olarak, ilk defa sorun çözme konusunda yetersiz kaldığımı hissettim. Genel anlamda vereceğim tavsiye ve yol göstermelerimin onlara yavan geleceğini çok iyi biliyordum. Susarak ve yutkunarak beden dilimle onlara çare olmaya çaliştım ama başarılı olabildiğimi zannetmiyorum. Zira, sorun uluslararası boyutta ve çok hassastı. Proğramda söylenen türküler, okunan şiirler, sunulan hitaplar ve işlenen konuların tamamı duygu yüklü, vatan özlemi dolu, coşku ve heyecan yüklü, milli mücadele ruhunu okşayan özellikler taşıyordu. Bir vatandaşımız yanıma yanaşarak bir ricasının olduğunu söyledi. Memnuniyetle diyerek daha özel ve duyarlı olarak kardeşimizi dinledim. 55 yaşlarında bir erkekti. “Sayın milletvekilimiz Ganire Hanım'a bir mektubunun olduğunu, benim mektubu ona verip veremeyeceğimi sordu.” Elbette veririm, GENCE'DEN TOVUZ'A DOĞRU Gence'de gerçekleştirdiğimiz muhteşem proğram sonrası yediğimiz gece yemeğinden sonra, geç vakitlerde Milletvekilimiz Ganire Paşayeva'nın da m e m l e k e t i o l a n To v u z ' a h a r e k e t e t t i k . Yorgunluğumuza rağmen 70 km.lik yoluluğumuz oldukça hareketli ve neşeli geçti. Zira sanatçımız İlham Askeroğlu her zamanki gibi bizi coşturuyordu. Gecenin 02.30'u gibi Tovuz'a vasıl olduk. İzel otelde önceden ayarlanan odalarımıza yerleştik. O yorgunluğa ve çok geç vakit olmasına rağmen, Aşık Şemşir Medeniyet Ocağı Başkanı tarafından ünlü şairimiz sayın Cemal Safi abimize hediye edilen Azerbaycan sazını bir müddet tecrübe etmeden duramadık. Cemal abim sazı Soma'lı sevimli şair kardeşimiz Mehmet Metin Baş'a emanet etmişti. Düzce'li şair arkadaşım Yunus Kara ile aynı odada istirahate çekilmiştik. Mehmet Metin ile de Karaman'dan ödüle doymayan şair kardeşimiz İbrahim Şaşma, bitişik odaya yerleşmişlerdi. Yatmama rağmen, komşu odadan değişik bir saz sesinin geldiğini duyunca tekrar kalkıp Metin'in saz çaldığı yan odaya, geçtim. Bir müddet daha saz çalıp söyleyerek, yeniden istirahate çekildik. Akşamdan yarın için askerlerimizle buluşacağımız söylenmişti. Gece çok az uyumamıza 40 yıllar yılı dostmuşuz gibi oluşan kardeşliğimizin verdiği gurur ve kazanımla kucaklaşıp vedalaşarak uçağımıza geçtik. Giderken yaşayacaklarımızın neler olacağını gerçekten hakkıyla tahmin edememiştim. Yaşadığımız güzellikleri, duyguları, coşkuyu, heyecanı ve etkinlikleri hakkıyla anlatmakta klavyemin tuşları kafi gelmemektedir. Bize bu güzellikleri yaşatan başta heyet başkanımız Sn. Ayşe Paslanmaz'a “9. Kapadokya şiir ve sanat şöleni”ni kardeş ülke Azerbaycan'a taşıyarak bizleri de heyete dahil ettiği için teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunuyorum. Proğramın Azerbaycan ayağını büyük bir başarı ile yürüten Milletvekilimiz Sn. Ganire Paşayeve'ya göstermiş olduğu üstün konukseverliğinden ve yakın ilgisinden dolayı şükranlarımı sunuyorum. Ayrıca, gezimizin her anında bizleri mutlu etmek için çaba sarfeden Azerbaycanlı kardeşlerimize, büyükelçiliğimiz çalışanlarına, kültür müşavirimize, tugay komutanı Albayımız Berhuder beye ve şöföründen danışmanına kadar ismini sayamadığım tüm kardeşlerime şükranlarımı arz ediyorum. Sağolunvarolun-yahşi kalın. Başta büyüğümüz ve abimiz Cemal Safi olmak üzere, güzellikleri birlikte enerji ve sinerji üreterek yaşadığımız ekip arkadaşlarım – can yoldaşlarıma teşekkürlerimi sunuyorum. Sağolun – varolun… Selam, sevgi ve dualarımla… Allah'a (cc) emanet olunuz… rağmen heyecanla erkenden kalkarak kahvaltı salonuna geçtik. Bize kahvaltı sunan kardeşlerimizle şakalaşarak ve hoş sohbetler ederek, kahvaltımızı yaptıktan sonra, valizlerimizle birlikte otelin ön caddesine çıktık. Tovuz'u gündüz gözüyle görmek daha bir başkaydı. Resimler çektirerek çevreyi anlamaya ve tanımaya çalıştık. Tovuz küçük bir ilçe olmasına rağmen, cepheye yakın olması, askeri kışlalara ev sahipliği yapması ve Ganire hanımın memleketi olması bakımından, stratejik bir önem ve değer taşıyordu. Aracımız gelince doğruca askeri birliklerimizin bulunduğu karargaha geçtik. Kahraman askerlerimiz ve onların şanlı Tugay komutanı Albay Berhudar bey heyetimizi askeri törenle karşıladı. Bizlerdeki heyecan, askerlerimizdeki merak ve coşku ile ortamdaki milli ve manevi atmosferi, bütün insanlarımızın görmesini gerçekten çok isterdim. Heyetimizden her arkadaşımız askerlerimize hitap ettik. Coşkulu, milli ve manevi dinamiklerimize yönelik konuşmalar yaptık. Kahramanlık şiirlerimizi coşkuyla paylaştık. Askerlerimiz bizlere çeşitli ikramlarda bulundular. Yemekler ikram ettiler. Bir ara resmi düzene ara vererek, kahramanlık türküleri eşliğinde askerlerimizle oynadık, eğlendik ve onları kucakladık. Oyunlarımız esnasında her iki devletimizin bayraklarını ve sancaklarını göklerde dalgalandırarak, elden ele dolaştırılarak gerçekleştirdiğimiz şölen etkinliği görülmeğe değerdi. Final bölümünde milletvekilimiz Ganire hanım tüm ekibimize şanlı Türk Ordumuzun şerefli üniformalarını kendi elleriyle giydirdi. Her birimiz asker üniformalarımız ile, yeniden kahraman askerlerimize hitap ederek onları selamladık. Bayan arkadaşlarımızın askerlik yapmamalarına rağmen, askeri eylem ve sunumlarını biz erkeklerden daha coşkulu ve başarılı yaptıklarını söylemeden geçemeyeceğim. Albayımız Berhuder bey ve milletvekilimiz bizlere hediyeler ve “fahri ferman” belgeleri takdim ettiler. Karargahta geçirdiğimiz 4-5 saatlik bu süre, toplam gezimizin en güzel, anlamlı ve stratejik bölümü idi. Hüzünlü ve bir o kadar da gururlu bir şekilde askerlerimizle vedalaştık. En zor kısmı burasıydı gerçekten… Zamanımız daralmıştı. Akşam saat 21.00 de Bakü'den İstanbul uçağımız kalkacaktı. Tovuz-Bakü arası yaklaşık 500 km. Gence'ye hareket ettik. Biz karayolu ile hızlı bir yolculuğu beklerken, her zaman en ince ayrıntılı planlar yapıp başarı ile ugulayan Ganire hanım bize bir sürpriz daha yapmıştı. Gence hava alanına gelince sürprizin sırrı da çözüldü. Azebaycan havayolları ile Gence'den Bakü'ye güzel bir yolculuk yaptık. Bakü havaalanının vip salonunda ayrılmanın verdiği hüzün ve heyecanın eşlik ettiği, duygulu, sevinçli, gururlu ve de karmakarışık hislerin hüküm sürdüğü çok özel ve anlamlı saatler geçirdik. Zira, Ganire hanım başta olmak üzere, Azerbaycanlı kardeşlerimiz bizleri asla yalnız bırakmıyorlardı. Ganira hanımın halasının yapmış olduğu lezzetli kek ve börekleri iştahla yedik. Son ayrılma esnasında dahi, hediyelere boğulduk. Güzel, anlamlı ve yüksek kaliteli sohbet ve istişarelerde bulunduk. Nihayet veda vakti geldi. Çok kısa bir süre içerisinde, sanki İNSAN -Kendini BilmekMilyarlarca zerreden cem etmiş seni Mevlâ, Varlığında toprak var, su var; ateş ve hava… Yoğrulmuş zıtlar; derlenip öteden beriden, Zulmet-nur, aşk-kin, küfür- iman, isyanla vefâ… Gözlerindeki ışık kaç milyarlık güneşten? Hangi burçlardan şu kalbine akseden ziya? Sonsuzluk diyarından bir soluktur ki ruhun, Onda gizli yıldızlarıyla yedi kat semâ… Beynindeki zerreler binlerce inkılaptan, Ya dimağındaki renk, nur, bilgi, tat, rayihâ? Varlık harmanı, zaman değirmeninden ekmek, Suyunu veren hangi dağ, bulut; hangi deryâ? Elest bezmindeki hitap ile akıp taştın, O hasrettendir gönlündeki aşk, yüce dava. Bir kozmik bilgisayar mı yoksa şu kâinat? Ya rüyadır her şey ya da rüyada bir rüya… 41 Saffet ÇAKAR Türk halk müziği, kültür ve sanatımızın en zengin dallarından biridir. Daha çok bu müzik alanında değerlendirilen ve bugün neredeyse unutulmaya yüz tutmuş geleneksel müziğimizin nefesli çalgıları arasında bulunan kaval önemli bir yer tutar. Orta Asya'dan Anadolu'ya taşıdığımız musiki aletlerinden biri olan kaval, müzik otoriteleri ve halk arasında çoban çalgısı olarak da bilinir. Şimşir, erik ve incir ağacından yapılan ve dilli dilsiz kaval olarak sınıflandırılan bu toprakların yanık ezgiler çıkaran nefesli çalgısının ülkemizin en değerli icracılarından, halk müziği derleyicisi, bestekâr, şair, program yapımcısı ve TRT sanatçısıdır Tokatlı Necati BAŞARA. Ülkemizde bu çalgının en büyük üstatları arasında bulunan, Tokat ve çevresinde İstanbul'da öğrenci iken parasız kalması neticesi cebinde kalan dört kelimelik bir telgrafa yetecek bütçesiyle Tokat'tan para istemeyi başaracak kadar pratik zekâya sahip” Tokat- Hayati, ParaNecati” sözleriyle de bilinir Necati Başara. Necati Başara ve Sanat Hayatı (1)Necati Başara, Al Beni, İstanbul Ders Bilgisi Matbaası, 1974, s. 47. (2)İstanbul Ansiklopedisi, C. IV, İstanbul Neşriyat Kolektif Şirketi, 1960, s. 2171. Tokatlı Sanatçı müzisyen Necati Başara ı Necati Başara,1909 yılının Ocak ayında Tokat-Soğukpınar Mahallesi Bey Hamam Sokağı'nda doğmuştur. Babası, şair, Mütevellizade Ömer İhya Efendi, Sivas'ta İstinaf Mahkemesi Üyeliğinde ve Sivas Askeri Rüştiyesi Kavaidi Lisaniye Öğretmenliğinde bulunmuş, 1908 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Annesi Tokat eşrafından Arslanzade Cilban Hacı İbrahim'in kızı Şerife Hanımdır. Necati Başara babasının vefatından yedi ay sonra dünyaya gelmiştir. İlk ve ortaokulu Tokat'ta tamamlamış, liseye Sivas Lisesi'nde devam etmiştir. Ancak lise 2. sınıfta iken ayrılarak İstanbul Bahçeköy Orman Mektebi'ne geçmiştir. Mezuniyetinden sonra Tokat, Sivas ve Trabzon'da orman mühendisi olarak çalışmış 1944 yılında İstanbul'a tayin olmuştur.1960 yılında İstanbul Unkapanı Bölgesi Orman Kontrol Mühendisliğine atanmıştır.(1) Necati Başara'nın musiki ile ilgisi çocuk yaşlarında iken başlamıştır. Tokat'ta dedesinin himayesinde yedi yaşlarında iken çiftlikte geçirdiği günlerden birinde dedesinin çobanı ondan şehre giderken bir kaval getirmesini istemiş. Bu siparişi Necati Başara yerine getirmiş ama çoban getirilen bu kavalı beğenmeyince üfleme işi ona kalmış. Tokat'taki evlerinin bahçesinde havuz başında bu sanatı kendi kendine ilerletmiştir. İlk çalıştığı Karacaoğlan'ın: “Tokat'tan aldım bakır Yosmam gözlerin çakır O çakır gözlerine Kurban olsun bu fakir.” türküsüdür.(2) Hasan AKAR Araştırmacı Yazar ilk hiciv ve latifelerini resminden tanıdığı babası Ömer İhya Efendi'nin kazıtmış olduğu mühründe yazılı olan: Musiki ile ilgisi komşuları Binbaşızade Celal Erman Bey'in ilgisini çekmiş ortaokulu bitirinceye kadar ondan ve Tokat Musiki Yurdu'na devam ederek iyi bir nota ve saz, ud, ney eğitimi almıştır. İstanbul'da öğrenci iken Neyzen İhsan Bey'den Darüttalim'de ney, Fahri Kopuz'dan fasıl dersleri alarak hemen her sazı çalma başarısı göstermiştir. Orman Mektebi'ni bitirdikten sonra Niksar, Erbaa ve Reşadiye kazaları Orman Bölge Şefliklerinde bulunurken halk şairleri ve saz çalanlarla tanıştı. Nota bilgisine güvenerek onlardan derlediği türküleri notaya aldı. Böylelikle folklor ve musiki açısından zengin bir yöre olan Tokat türkülerine ait geniş bir repertuar sahibi oldu. Onun çok tanınmış bir türküsü olan: “Sahibi marifete dildâde Ömer İhya Mütevellizade” sözlerine karşılık: “Necati Başara Tokad Her zaman yüreği rahat” sözlerini ihtiva eden bir mühür yazdı. Bundan sonra da şiir ve bestelerinde “Âşık Tokadlı” mahlasını kullandı. Divan sazı ile Kolombiya Plak'a okuduğu Fıtnat eserindeki mısralarda da bunu işlemiştir. “Evlerinin kapusu çifte kanatlı Önünden geçiyor bir yağız atlı Bak neler söylüyor Âşık Tokadlı Fıtnat Fıtnat ölüyorum aman nerede kaldın O baygın bakışınla kalbimi çaldın” “Koyuna bak koyuna Bak yosmanın boyuna Zekiye'nin saçları Dolanıyor koynuna” Erbaa'da memuriyeti nedeniyle yaptığı bir orman gezisi sırasında yaşadığı ilginç hikâyenin ürünüdür. Bu türkü Ankara Radyosu'nda Mesud Cemil Bey tarafından sunulmuş filmlere konu olmuş, taş plağa okunmuştur. Onun ikinci derlediği “Fadime” adlı türkünün konusu ise Niksar Çamiçi Nahiyesi Gülebi Köyündeki güzel bir kızı çeşmeye davetidir: Çok beğenilen şiirlerinden “ Allah'ım “Şiiri 1954 yılında “La Turqie Modern” dergisinde yayınlanmıştır. “Ey Allah'm ben seni ne surette tanıyım, Muhayyel Cennetine hangi hile kanıyım. Aklımın zirvesine, ezvakı zerketmek; O âlemi yegâne saadetin sanıyım.” Yine Necati Başara'nın: “Bu dünya boş, her gelen insan geçer, Mey tükenir, ney susar, yaram geçer, Bu âlemde sade o ferman geçer, Saray göçer, yer göçer, hakan geçer.”(3) mısraları da döneme damgasını vuran şiirler arasında yer aldı. Necati Başara'nın radyo ile tanışması 1941 yılında Denizli'de İhtiyat Tümenine çağrıldığı 2. Dünya Savaşı yıllarıdır. İzinli geldiği İstanbul'da Ankara Radyosu'na imtihanla saz sanatkârları alınacağını öğrendi. İmtihan öncesi Hafız Sadettin Kaynak'la tanışarak ondan usûl dersleri aldı. İstanbul Bakırköy Hastanesinde yatmakta olan Neyzen Tevfik'ten bir yolunu bularak ney üflemenin sırlarını öğrenmeye çalıştı. Girdiği imtihanı birincilikle kazanarak Radyo sanatçısı oldu. İhtiyatlık terhisi sonrası Trabzon'a tayin edildi. Ancak Orman Genel Müdürlüğü Necati Başara'nın sanatçılığı ve başarılarını dikkate alarak 1944 yılında İstanbul'a tayinini çıkarttı. Burada Hafız Sadettin vasıtasıyla büyük musiki adamlarından Hasan Tahsin Parsadan'la tanıştı. O da Eminönü Halkevi'nde Nedim Akçer'e yönlendirdi. Necati Başara burada Folklor Kolu Başkanı oldu ve kısa sürede büyük beğeni kazanan ve yedi yıl kavalıyla yönettiği Halk Türküleri Korosu'nu kurdu. Bu başarı onu “Kız Fadime Fadime Sana diyeceğim var Ama kimseye dime İderim Vallahi ar” Bunları “Sarı Buğday Başıyım, Nadide, Fıtnat, Halime, Kara Kız, Yumuk Yumuk Pamuğum, Niksar'dan Çıktım Yayan, Şinanaydı, Kırdım Sana Değen Eli, Değme Güzel Değme” derlemeleri devam etti. İstanbul'a geldikten sonra bestelerine devam etti. Bunlar arasında: Köy Valsi (Söz Vecdi Barman), Hasretinle Dolu Gönlüm (Söz Salim Sarıgöllü), Ey Gözlerinin Sihrine Mest Olduğum Dilber, Yine Düştüm Yad Ellere Ayrıldım Elifimden bulunmaktadır. Necati Başara'nın diğer bir yönü de korosuyla birlikte bazı filmlerde yer almasıdır. Gösterime girdiği dönemde büyük ilgi çeken 1960 yapımı Yeşil Kurbağalar filminin müzik direktörlüğünü de kendisi üstlenmiştir. Cilalı İbo Yıldızlar Arasında (1958-1963), Son Beste (1955) başarılı filmlerden bazılarıdır. Onun bir şair babanın evladı olarak şairliği ise Tokat Orta Mektep öğrencisi iken başlamıştır. Yaşından umulmayan bir şekilde (3)Necati Başara, a.g.e., s. 3. 43 İstanbul Radyosu'nda söz sahibi Cemal Reşid Bey'e götürdü. Artık İstanbul Radyosunun kapıları Necati Başara'ya sonuna kadar açılmış oldu. Başara da Eminönü Halkevinde kurmuş olduğu korosunu “Şen Türküler Gümesi ” adıyla buraya taşıdı. Sanatçıların maddi manevi haklarının korunması amacıyla İstanbul'da arkadaşlarıyla birlikte İstanbul Müzikseverler Derneği'ni kurdu. İstanbul Radyosu'nda Eflatun Cem Güney'in hazırlayıp sunduğu “Bir Varmış Bir Yokmuş” programlarına kavalıyla eşlik etti.(4) 1955 yılına kadar devam eden bu çalışmalara “Orman Saati” adındaki programa hazırladığı skeçleri, sazı, sözü ve neyi ile ayrı bir zenginlik kazandırdı. Ancak Radyo Müdürlüğüne getirilen Mesut Cemil Bey'le bu programlardaki dil konusunda anlaşmazlık çıkınca aynı yıl İstanbul Radyosu'ndan ayrılmak zorunda kaldı. 80'ne yakın türkü, şarkı ve ilahi formunda eseri bulunan Necati Başara'nın bazı eserleri maalesef kayda geçmemiştir. Bazı eserlerin derleyicisi, kaynak kişisi olmasına rağmen adı bile geçmemektedir. Cem Plak tarafından çıkarılan, A yüzünde “Yanıyorum öldürüyor beni”, B yüzünde “Böylede Arsız Olur mu?” parçaları bulunan plak haricinde arşivimizde plağı bulunmamaktadır. Bu ayrılıştan sonra İstanbul Çarşıkapı'da “Sivil Mehter ve Milli Oyunlar Şirketi'”nde bir dershane açarak 1959 yılına kadar müzik ve müzik kültür dersleri vererek radyolara alınacak gençlere hazırlamaya çalıştı. Ayrıca konserler verdi. On iki filmde müziği ve ekibi ile görev aldı. Darülaceze Müessesesinde bir müddet Müzik Öğretmenliğinde bulundu. TRT Arşivinde kayıtlı olan eserleri: “Harman Yeri Düz Olsa” Kayıt No:2386 Derleyen: Hamit Çine Kaynak: Necati başara Nota: Hamit Çine Yöre: İzmir Kiraz/Karabağ “Koyuna Bak Koyuna” Kayıt No:692 Derleyen: Muzaffer Sarısözen Kaynak: Necati Başara Nota: Muzaffer Sarısözen Yöre: Tokat “Sarı Buğday Başıyım” Kayıt No:830 Derleyen: Muzaffer Sarısözen Kaynak: Necati Başara Nota: Muzaffer Sarısözen Yöre: Tokat(5) 1960 yılında Silifke Boylarından Mirza Bey'in torunu Ümmühanı Münevver Hanım'la (1925-2005) evlendi. Bu mutlu yuvadan Çiğdem Özlen (1961), Şerife Özden (1965)ve Mirza Özen (1966) doğdu. Mirza Başara hâlen TRT İstanbul Radyosu'nda Tar Sanatçısı olarak görev yapmaktadır. Yetiştirdiği sanatçılar arasında; Şükran Ay, Necla Akben, Ali Ekber Çiçek, Şahin Gültekin, Nurten İnnap, Coşkun Özer, Şemsi Yastıman, Ruhi Su, Yılmaz Şen, Sabri Yaman gibi değerler bulunmaktadır. İçinde 36 şiirin bulunduğu ve on kadarını bestelediği “Al Beni” adlı şiir Kitabını 1972 yılında yayınlamıştır. Bu denli yoğun bir musiki hayatına sahip olan Necati Başara, 20 Temmuz 1991'de İstanbul'da vefat etmiş ve Eski Topkapı Mezarlığı'na defnedilmiştir. SONUÇ Türk Halk Müziğine büyük katkısı olan TRT Sanatçısı Necati Başara'nın yapmış olduğu çalışmalar ve eserleri yeniden araştırılarak ortaya konulmalıdır. 23 Mayıs 2014'de Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ve Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi Müdürlüğü bu değerli sanatçıya TRT İstanbul Radyosu'nun da katkılarıyla sahip çıkarak ilk defa ailesinin de katılımıyla “Necati BAŞARA'ya Vefa Gecesi” düzenlemiştir. Kültür ve sanat ve onların icracıları sahip çıkıldıkça yaşar Bu nedenle ömrünü Türk Musikisine adamış ender isimlerden biri olan Tokatlı Sanatçı Necati BAŞARA'nın bugüne ışık tutan hayat felsefesi ve çalışmaları iyice tetkik edilmeli buna bağlı olarak hayatını ve eserlerini ihtiva eden bir belgesel hazırlanmalıdır. Kaynaklar: AKAR, Hasan, Mirza Başara İle Yapılan Röportaj, Tokat, 23 Mayıs 2014. AKAR, Hasan, Özlem Başara İle Yapılan Röportaj, Tokat, 25 Mayıs 2014. BAŞARA, Necati, Al Beni, İstanbul Ders Bilgisi Matbaası, 1974. İstanbul Ansiklopedisi, C. IV, İstanbul Neşriyat Kolektif Şirketi, 1960. Radyo Haftası Dergisi, S. 63, İstanbul. TAŞDELEN, Dursun, “Sanatçı-Müzisyen Necati Başara”, Kümbet Dergisi, S. 27-28, 2013. Tüccar Galeri Müzik Arşivi, 1970 yılında Fevzi Tüccar tarafından Necati Başara ile İstanbul'da yapılan Röportaj ve Ses Kaydı. (4)Radyo Postası, İstanbul. (5)Dursun Taşdelen, “Sanatçı Müzisyen Necati Başara”, Kümbet Dergisi, S. 27-28, 2013, s. 41. BAŞÇiFTLiK'iN SON KORE GAZiSi Bu vatan toprağın kara bağrında Sıra dağlar gibi duranlarındır Bir tarih boyunca onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir Röportaj: Mustafa Ümit Demirci GOP Üniversitesi Öğretim Görevlisi 28.07.2014 Başçiftlik savunarak, dünyaya bir şehamet destanını yazdırdı. Okullarımızda birer “Kore Köşesi” ihdas edilerek, güncel yazılar ve fotoğraflarla, kahraman Mehmetçiğin savaş günlüğü duyuruldu. Bizce bilinmeyen Uzakdoğu ülkesi Kore, bizim günlük konuğumuz oldu. 1951'de iki taraf siperlerine çekilerek sıcak savaşı bıraktılar. Hür dünya özellikle ABD “Su uyur, düşman uyumaz.” felsefesi ile Güney Kore'nin savunmasını üstlendi. Türkiye Cumhuriyeti verdiği söze uyarak her yıl çekilen birlik yerine, takviye birlik gönderdi. Türkiye'den Kore'ye asker naklini ABD üstlendi. Ayrıca askerlerimize dolar bazında maaş verdi. Türk askerinin Kunuri'de kazandığı zafer, Hür Dünya'da çok büyük ilgi ve iltifat topladı. Adeta Demirperde ülkelerinin suyunu çıkardı dendi. Kunuri zaferi bizim içinde büyük bir iltifat ve propaganda vesilesi oldu. Avrupa ve ABD, Türkleri ve Mehmetçiği çok iyi tanıdı. Savaş enkazından sonra, Kore Tugayının Sancağı yere inmedi. Yeni birliklerle cephe takviye edilerek, Demirperde askerlerinin Seul'a girmesi önlendi. Başçiftlik ilçesinden, Kore takviye birliğine ( 4. dönem ) katılanlar; Recep Bozkurt Murat Şen Zehni İzan Zehni Kayhan “ Türk asker doğar, asker yaşar, asker olarak ölür.” (Başçiftlik'te yaşamış Mustafa Bozkurt ile oğlu Recep Bozkurt'un asker anıları.) Bir zamanlar bilinmeyen Kore, Türk kamuoyunu işgal etti. O günlerin tek iletişim aracı radyoyu, haber bültenlerinde sırf Kore'den haberleri almak üzere sabırla Türk halkı beklerdi. Bir gün , “Kunuri Destanı” diye bahseden radyo, Türk Tugayının cephede çok şehit verdiğini ama düşman kuvvetlerini püskürttüğü haberini yayınlamıştı. Bütün Türkiye ayakta idi. Kunuri'de bir destan yazılmış; Türk Tugayı Kuzey Kore askerlerine büyük zayiat verdirerek, Güney Kore'yi savunmuş ama çok sayıda askerimiz, burada şehit düşmüştü hür dünya adına. Bu gün ise; O şehitlerimiz, ”Türk Şehitliği” adı altında ebedi uykularına dalmış durumdadırlar. 1950'nin o günlerini gözler önüne sermek gerekirse: Kore yarımadası ikiye bölünmüş, Kuzey Kore ve Güney Kore. Kuzey Kore Güney Kore'ye saldırmış, egemenliğini almak istemekte. Dünya iki kutuplu, Kuzey Kore'yi Çin ve Rusya destekliyor, o günkü adı ile Demirperde. Güney Kore'yi ABD ve müttefikleri destekliyor. O günkü adı Hür Dünya Devletleri. Zayıf olan Güney Kore'yi savunmak için Hür Dünya Ülkelerinden cepheye asker sevk edilmesi gerekli. Kuzey Kore saldırılarını dünya orduları içinde en iyi kim savunur. Bu sorunu cevabı elbette Türk Ordusudur, Mehmetçiktir. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, Milli Savunma Bakanı Seyfi Kurtbek, toplanarak ABD'nin Kore'ye asker gönderilmesi teklifine evet diyerek, Türkiye hür dünya adına, General Tahsin Yazıcı, yardımcısı Albay Celal Dora komutasında Türk Tugayı Kore'ye vasıl olarak, savaşa girdi. Güney Kore topraklarını hür dünya adına Daha sonraki dönemde de Nuri Gürel, Talip Çağlar katıldılar. Sadece şu an hayatta Recep Bozkurt kaldı. Diğer gazilerimiz hakkın rahmetine kavuştu. Ben Mustafa Ümit Demirci, babam Muhsin Demirci'yi de alarak 2014 Ramazan Bayramının ikinci günü olan Salı günü Recep Bozkurt'la buluştuk. Son Kore Gazisi ile röportaj yaptık. Tarihten bir yaprak olan, altmış yıl öncesine, bilinmeyen bir ülkeyi, hürriyetin bekçiliği için Kore'ye giderek, savaşın kalıntılarında gece gündüz nöbet tutan bu kahramanı 46 esirlik hayatı sürüyor. Esaretten kurtulup, tekrar memlekete geliyor ve İstiklal savaşı için Mustafa Kemal asker topluyor. Alaşalvar dede, Mustafa Kemalin hizmetinde. Gerisini babam anlatıyor; - Mustafa Dede, Başçiftlik ilkokulunun hademesi idi. Biz 5. sınıftayken hocamız Salih Uzel ve Hamit Yavuz, tarih derslerinde zaman zaman sınıfa çağırarak İstiklal Savaşı anılarını bize anlattırırlardı. Hafızamda kalan şu anısını sana anlatayım. 26 Ağustos'ta sabah vakti M. Kemal Başkomutan “-Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, İleri!” emrini verince, baktım ki Türk askeri atlar üzerinde bir çığ gibi Yunanlıların Milen hattını yardılar. Ben Atatürk'e “-Paşam, paşam izin verin bende düşmanı kovalayım. Atatürk dayanamadı , “-Sende git, sende git” dedi. 9 Eylül'de İzmir'de tekrar Mustafa Kemal'in hizmetine girdim. Demek ki şair boşuna dememiş; - “Bu vatan cepheden cepheye koşanlarındır.” Recep Çavuşu sütunlarımıza taşıyarak, okuyucularımıza o günün nostaljisini yaşatmak istedik. İşte kahraman Türkler bunlar. Babam Muhsin Demirci, Recep Çavuşun babasını tanıdığı için öncelikle Mustafa Bozkurt'un İstiklal Savaşı ile ilgili anılarını sordu. Recep çavuşla birlikte babam bildiği kadarıyla Mustafa Bozkurt'un ağzından dinlediklerini anlattı. (Hatıratlar) Recep Çavuş babasını şöyle anlattı; Babam (Mustafa Bozkurt) 6 sene yemen'de esir kalmış, altıncı sene sonunda Yemen'den yürüyerek 3 günde Mekke'ye ulaşmışlar. Hani biz türkülerde söylüyoruz ya; “Burası yemendir, gülü çemendir, giden gelmiyor, acep nedendir” İşte bu türküyü yazdıranlardan biri de Mustafa Bozkurt… Mekke'den sonra anavatana kavuşma. Başçiftlik'e geliyor, ama akabinde Osmanlı-Rus savaşı çıkınca, bizim Alaşalvar dede Kafkas Cephesinde, aynı akıbet esir düşüyor. Burada da 6 sene 47 şöyle cevaplandırdı. -Tabi ki, Türkiye'de biz iyi bir eğitim aldık. Örneğin ben Tugayın (4. Değiştirme Tugayının ) künyesini 3 nüsha olarak hazırladım. Nöbet tuttum. Ama Kore'de askerlik çok daha önemli, her an düşman baskına gelebilir, onun için eller tetikte olmalı, orası bir ölüm kalım mücadelesinin olduğu bir yerdi. Onun için Kore askerliği gerçek askerliktir. Ben Recep Çavuş'a o günkü komutanlarının adlarını unutup unutmadığını sordum. Verdiği cevaplarda o günü yaşar gibi komutanlarının adlarını şöyle sıraladı; -1. Tabur komutanı Mete Yıldırım, yine 1. Taburun diğer komutanları Şefik Ülgen, Bölük komutanı Ramazan Avcı olarak söyledi. Ben şunu anladım ki, Recep çavuşun şahsında, Türk askeri (Mehmetçik) okul olarak gördüğü asker ocağını hayatını sonuna kadar unutmuyor. Onun için derdi ki; ”Askere gitmeden erlik olmuyor”. Ne kadar doğruymuş bu söz. Recep çavuş anlatmaya devam ediyor; Ben – dönüş yolculuğunu sordum, o günü yaşıyormuşçasına 59 yıl öncesini ayna gibi yansıttı. -29. Arz dairesinde cereyan eden savaşın izlerini görebilmek için “Çorman” cephesine götürdüler. Burası geniş bir alandı. Erzurum tabyasından daha genişti. Manzara korkunçtu. Mermi kovanları çekirge sürülerini andırıyordu. Sayısız tank parçaları bir enkaz yığını halinde, sanki hurda tepeciğini andırıyordu. O korkunç savaşın gölgesini yaşadık. Savaş alanında iyi bir tatbikat yaptık. -Dönüşünüz nasıl oldu? Masraflarınızı kim karşıladı? Bu soruma da ayrıntılı cevap verdi. Tatbikatı müteakip yurda dönüş başladı. Bizi Türkiye'den Kore'ye götüren gemi limana yanaştı. Törenle gemiye b i n d i k . Yi n e 2 6 g e c e , 2 7 g ü n d ü z yolculuktan sonra İzmir limanından karaya ayak bastık. Bizi törenle karşıladılar. 5 gün İzmir de kaldık. Masraflarımızı ABD Bu an belki “Çılgın Türkler” kitabında yoktur ama ben vatan sevgisini topun namlusunda gören Alaşalvar dedenin anısını toprak altından su yüzüne çıkardım. Bizde bir söz vardır ; “Türk asker doğar, asker yaşar, asker ölür”. İşte Recep Çavuşa askerlik aşkı babasından geçmiş, ruhu şad olsun. Rahmetli dedem Bekir Demirci'nin Soğanlı Dağında nasıl şehit olduğunun da canlı tanığıydı. Recep Çavuş'a sordum ; - Kore' ye gidişini şöyle bir anlat. Sözü Recep Çavuş aldı. 1932 Başçiftlik doğumluyum. (2014 itibariyle 82 yaşında) Çanakkale Ezine'de askerdim. Önce onbaşı oldum. Daha sonra çavuşluk sınavını kazanarak çavuş oldum. 1954 Haziranında dokuz çavuş arasından Kore değiştirme birliğine gidenler arasında kur'a çekildi. Şans bana güldü, 2. Tabura beni verdiler, o arada Kore'ye gidecek erat da seçilmişti. Hemşerim Murat Şen'le akşam karşılaştık. (Namı Garamurat) Tugay da 2. Bölüğe çavuş olarak verdiler. Diğer bölüklerden gelen çavuşlarla bir toplantı yapıldı. Beni bunların başkanı seçtiler. Bölük yazıcılığı da yaptığım için kadro tahsis dosyalarını doldurma görevi ile görevlendirildim. Üç defteri (Aynı defterler) kısa sürede tamamlayıp, birini tugaya, birini bölüğe, birini de levazıma verdim. Komutanım beni takip ediyormuş, Recep; görevini ne çabuk yaptın, deyip beni tebrik etti. Bu dosyada ismi olanlar Kore 4. Değiştirme Tugayı listesiydi. Sabah tatbikata gittik. Seferihisar'da 20 gün kaldık. 20. gün sonunda “General Lore Altige adlı ABD gemisine İznik limanından bindik. 26 gece 27 gündüz deniz yolculuğundan sonra Kore'nin “İLÇON” limanına gemi demir attı. Bizi karaya çıkardılar. Gemiden inince hemşerim Murat Şen'le buluştuk. Hasret giderdik. 11 ay Kore'de kaldım. Limandan bizi nöbet tutacağımız bölgeye taşıdılar. Ben hemen sordum; “ – Burada bir sıkıntınız oldu mu? Türkiye'deki askerlikle oranın farkı ne? Recep çavuş bu soruyu 48 Ardına bakmadan yollara düşen Şimşek olup çakan, sel gibi coşan Huduttan hududa yol bulup koşan Cepheden cepheye soranlarındır karşıladı. Günde 60 dolar harçlık veriyorlardı. Ben iki bin dolar artırarak, askerliğin sonunda Başçiftliğe döndüm. Şunu da söyleyeyim dedi; -Ben Kore kafilesine kur'a ile seçildim. Erattan gönüllü katılmak isteyenlerde oldu. Komutanımız Edip Başar 9 çavuşun adını bir torbaya koydu, bir çavuş 4.Değiştirme Birliğine birden katılacaktı. Torbadan Recep Bozkurt çıktı. Sayın Mustafa Ümit Demirci ve babası olan Muhsin Demirci bizim Kore maceramız böyle oldu. Kentimizden Kore Değiştirme Birliğine katılanlardan Murat Şen, Zehni İzan, Zehni Kayhan ve Nuri Güler vefat ettiler. Sağ olarak bir tek ben kaldım, şu anda 82 yaşımdayım. Babam Mustafa Bozkurt'un askerlik maceralarını yıllar sonra ben sürdürdüm. Bu söyleşiden sonra, Kore Madalyasını göğsüne taktık, Başçiftlik ilçesinin hayatta kalan son Kore Gazisi ile fotoğraf çektirerek “Kümbet Dergisi”nin sayfalarına, mezara gitmeden Kore anılarını yansıttık. Tarih için bir sayfa düşmüş olduk. Merhum gazilere dua okuduk. Recep Çavuşa da uzun ömürler diledik. Söyleşiyi yaptıktan sonra babam dedi ki; - Oğlum, bu vatan kolay kazanılmadı. Şair Orhan Şaik Gökyay'ın “Bu vatan kimin” şiirini okurlarımıza hatırlat. Söyleşinin sonuna ekle dedi. Babamı kırmadım. Orhan Şaik Gökyay ile bir dostluğu vardı. Şiiri aynen Kümbet okuyucularımıza aktarıyorum. BU VATAN KİMİN İleri atılıp sellercesine Alnından vurulup tam ercesine Bir gül bahçesine girercesine Şu kara toprağa girenlerindir Tarihin dilinden düşmez bu destan Nehirler gazidir dağlar kahraman Her taşı yakut olan bu vatan Can verme sırrına erenlerindir Gökyay'ım ne desem ziyade değil Bu sevgi bir kuru ifada değil Sencileyin hasmı rüyada değil Topun namlusundan görenlerindir. Aşk nedir Aşk nedir, bilir misin? Cefaya sefer yolu Sır nedir, bilir misin? Vefaya döner yolu Hicran, sevdanın adı Gurbet, hasretin tadı İçirir dem dem yadı Sefaya döner yolu Vahayı, çöl et de gel Ezayı, gül et de gel Cezayı, çul et de gel Hevaya döner yolu Bu vatan toprağın kara bağrında Sıra dağlar gibi duranlarındır Bir tarih boyunca onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir Tarifi, arif yapsın Şakirdi, maruf yapsın Hâsılı, zarif yapsın Nevaya konar yolu Köpürüp kan akan ırmaklarından Tutuşup kül olan ocaklarından Hudutlarda gaza bayraklarından Alnına ışıklar vuranlarındır Bedrettin KELEŞTİMUR 49 Blagay Tekkesi ve Buna Nehrinin kaynağı Yasemin DUTOĞLU BALKANLARDA BİRKAÇ GÜN BİRKAÇ ŞEHİR Geçen ilkbahar H yayınları ile Bosna Sebil Tur'un ortak organizasyonu olan bir Balkanlar gezisine katılmak nasip oldu. Evlad-ı fatihan diyarı Balkanlar, muhteşem doğası, tarihi ve kültürel birikimi, güzel insanlarıyla görülmesi gereken bir diyar. Prizren, Üsküp, Ohri, Filibe, Saraybosna başta olmak üzere birçok şehir öylesine bizim mimarimizle şekillenmiş, öylesine bize dair ki….Yer yer kendinizi Anadolu'nun herhangi bir şehrinde sanabilirsiniz. Sınırlar haritaları belirler belki, ancak gönüller arasına sınır konulmaz. İşte bu yüzden en çokta kopmaz kardeşlik bağlarıyla bağlandığımız insanlarıyla bizim Balkanlar. FİLİBE Meriç'in suladığı ova üzerinde kurulmuş bir şehir. Beş küçük tepeden oluşan tarihi kent çekirdeği etrafından başlayıp giderek ovaya doğru yayılmış. İstanbul'u andırır şekilde beş tepeli şehir deniyormuş buraya. Yeni yerleşimlerden oluşan Meriç'in öte yakasına Karşıyaka deniyor. Önce, Meriç'in 50 geçiyoruz. Filibe'de olduğu gibi buranın da tenhalığı dikkat çekiyor. Genç nüfusun genellikle AB ülkelerine çalışmak üzere gittiğini öğreniyoruz. Parlamento meydanı, Alexander Nevski kilisesi, ulusal tiyatro binası gibi yapılar dikkat çekiyor. şişirilmesiyle elde edilmiş su sporları merkezine gidiyoruz. Burası kafe ve lokantaları, seyir tribünleri ve geniş yeşil alanlarıyla Filibelilerin nefes aldığı bir yer olarak görünüyor. Daha sonra Türk işletmecilere ait, Brezil isimli lokantada öğle yemeği için mola veriyoruz. Adı biraz şaşırtıcı geliyor, sebebini soruyoruz işletmeciye; İlk olarak kafe olarak açılmış burası bu yüzden kahvenin ana vatanına atfen Brezilya adı verilmiş. Sonra lokantaya dönüşünce de eski isme sadık kalmışlar. Daha sonra otobüsle şehri turluyoruz. Komünizm dönemine ait oldukça geniş caddeler, tek tip sevimsiz apartman blokları ilk anda bir hayal kırıklığı oluşturuyor kent hakkında. Ama tarihi merkezde eski kale kapısından geçip yayalaştırılmış Osmanlı mahallesine girince; Filibe sürprizlerle dolu güzel yüzünü göstermeye başlıyor. Sivil mimarimize ait bir birinden güzel ahşap konaklarla dolu her yer. Gayet iyi korunmuş durumdalar. Türk baroğu etkisinde dairesel hatlar ve yer yer dış cepheye de taşmış süslemeler dikkati çekiyor. Taş yapılar, kemerler ve kiliselerde göze çarpıyor burada. Keyifli bir yürüyüşün ardından Murat Hüdavendigar (Cuma) caminin bulunduğu meydana ulaşıyoruz. Burada aynı zamanda roma döneminden kalma bir anfitiyatro kalıntısı da yer alıyor. Hatta tiyatronun ortaya çıkarılması adına Caminin yıktırılma tehlikesi geçirdiğini öğreniyoruz rehberimizden. Camide soluklanıyoruz bir müddet. Erken dönem Osmanlı yapısı olan cami, üç kubbe ve kenarlarda tonozlarla örtülmüş. Ahşap son cemaat yeri sonradan ilave edilmiş izlenimi uyandırıyor. Baklava örgülü güzel bir minaresi var. Sonra bu meydana açılan, batı mimarisine ait yapıların yer aldığı lüks mağazalarla dolu caddeyi boydan boya kat ediyoruz. Belediye binası ve önünde fıskiyeli havuzun bulunduğu meydanda biraz soluklandıktan sonra caddenin sonunda otobüsümüze binerek Sofya'ya doğru hareket ediyoruz. BELGRAD Belgrad, Sava ve Tuna nehirlerinin birleştiği stratejik bir yerde kurulmuş, görmüş geçirmiş bir şehir. Kendi dillerinde Beograd beyaz şehir anlamına geliyormuş. Sava'nın sağ yakasında Starigrad denen eski şehir, sol yakasında ise Novi Belgrad denen modern mimari yapılarla dolu yeni şehir yer alıyor. Haliç'e yapılan son metro köprüsünün boynuzu gibi ama daha devasa boyutta bir boynuzlu köprü dikkat çekiyor. İki nehrin birleştiği yerde, bizim Sarayburnu'nu andıran bir burun üzerinde halen Kalemegdan olarak anılan alanda Belgrad kalesi yer alıyor. Otobüsle şehir turu yapıyoruz Aziz Sava Katedrali, Otel Moskova, Cumhuriyet meydanı, Milli müze, parlamento ve tiyatro binaları ilk anda dikkat çeken yapılar. Daha sonra Starigrad'da üniversitelerin yoğunlaştığı Studentski parkı yanında otobüsten inerek yürüyerek gezimize başlıyoruz. Akıllı adam heykeli bu parkta yer alıyor. Kent sakinliği ile dikkatimizi çekiyor. Mustafa Paşa türbesi Osmanlıdan kalan ilk eser olarak karşımıza çıkıyor. Yanında bir de medresesi varmış ancak Avusturya-Macaristan saldırılarında yıkılmış. Daha sonra hala Dörtyol adıyla bilinen tarihi çarşıdan geçerek Bayraklı Camiye ulaşıyoruz. Kanuni tarafından fetih gerçekleştikten sonra burada bir çadır kurup bayrak dikilerek Cuma namazı kılınmış. Kesme taştan tek kubbeli mütevazı bir camii. Minare kaidesinde sökülmüş mezar taşları istiflenmiş. Bu manzara kalbimizi burkuyor ama Cami'nin ibadete açık olması da sevindirici bir olay. Cuma günleri ezan okunuyor ve cemaatle namaz kılınıyormuş. Yüksek yapılar arasına sıkışmış. Arkada çok katlı yeni yapı bir medrese var. Buradan yürüyerek kale meydan'a çıkıyoruz. Büyük ve sağlam bir kale, biri İstanbul Kapı adında olmak üzere birkaç kapısı var. Ali Paşa Türbesi kale içinde bizden bir eser olarak karşılıyor. Kale içinin sahile yakın noktalarında muhteşem bir manzara var. İki nehir birleşiyor. Uzaktan yemyeşil bir ada ve Novi Belgrad'ın yüksek modern yapıları göze çarpıyor. Kale içinde bir saat kulesi ve SOFYA Otobüsümüzün yolda arızalanması nedeniyle maalesef Sofya'ya ayıracağımız zaman kalmıyor. Gece Belgrat'ta olmak zorundayız. Ama Sofya'yı transit geçmeye de içimiz elvermiyor. Şöyle bir otobüsle turluyoruz. Vitoşa dağının eteklerinde 2000 metrelik bir platoda kurulmuş serin bir şehir Sofya. Erzurum'un balkanlardaki kız kardeşi sanki. Merkezinden Mostar Köprüsü 3 Aliya İzzet Begoviç’in Türbesi oluşturduğu bir yeryüzü cenneti adeta. Ardından iç savaş sırasında şehre lojistik destek sağlamak açısından açılan Fato Ana (Sider Kalor) evindeki tünele gittik. İki evladını şehit veren Fato ana bize Nene Hatunu hatırlattı. Ev savaşa ait hatıraların sergilendiği bir müzeye dönüştürülmüş. Duvarlardaki kurşun izleri savaşın hatırasını canlı tutuyor. Bu yönüyle Saraybosna hüzünlü bir gazi gibi. Otobüsümüze binerek şehir merkezine geldik. Kısa bir yürüyüşle Aliya İzzetbegoviç''in anıt mezarının yer aldığı şehitliği ziyaret ettik. Savaş sırasında o kadar çok cenazeye yer bulmak zorluğu karşısında Bosna'da şehir içindeki parklar şehitliğe dönüştürülmüş. Bembeyaz taşlardan oluşmuş dingin bir orman gibiydi burası. Bilge krallarının etrafında her biri 20 -25 yaşlarında yüzlerce şehit beklemekteler. Sonra kale içinin sokaklarında kaybolduk. Sarı Tabya'ya kadar çıktık, bina harap durumda ama bu yükseklikten şehri kuşbakışı izlemek çok güzeldi. Küçük ahşap camileri, tekkeleri, birbirine yaslanmış ahşap evleriyle tipik Türk mahalleleri dolduruyor kale içini. İstanbul'dan buradaki yakınlarını ziyarete gelmiş bir beyle ayaküstü sohbet ettik. Sonra Başçarşı'ya indik. İrili ufaklı camileri, medrese, bedesten gibi yapılarıyla, sembol olmuş sebiliyle çok canlı ve sempatik bir çarşı burası. Boşnak böreklerinin tadına baktık, hediyelik eşya dükkânlarını dolaştık. Gazi Hüsrev Paşa (Begova) camiinde soluklandık. Ahşap şadırvan çok güzel ve savaş sırasında zarar görmemesi için sökülmüş. Çarşıda Boşnak usulü kahvenin tadına baktık. Cezveyle birlikte zarflı kulpsuz fincanlarda sunuluyor. Yanı sıra getirilen sert bir şeker ile kıtlama olarak içiliyor. Daha sonra grubumuzla buluşarak Cevabcici denilen yöresel köfteden oluşan akşam yemeğimizi yedik. Bir müddet daha imparatorluk dönemine ait caddelerde dolaştık, bizim sirkeciyi andıran, yer yer sinagog ve kiliselerin karşınıza çıktığı sokaklardı bunlar. Konya Belediyesi tarafından yaptırılan mesnevihaneyi ziyaret ettik. 1. Dünya Savaşı'nı başlatan suikastın yaşandığı köprüden askeri müze de var. Yürüyerek Sava kıyısına ulaşıyor, sahilde iki kilometre kadar yürüyoruz. Bir gün önceki sel nedeniyle şansızlık, Sava çamur akıyor, Tuna ise harika bir renkte. Nehir kenarında yüzen kafeler var. Tekne turları ise tehlike nedeniyle o gün yapılamıyor. Göz alabildiğine nehir ve yeşillik. Harika bir doğa manzarası. Türkiye'de olsa böylesi bir yerin çoktan yapılarla dolmuş olacağını düşünüp iç geçiriyorum. Otobüsümüze binerek yeniden şehir merkezine geliyoruz. Mihalova caddesini takip ederek cumhuriyet meydanına çıkıyoruz. Lokantalarla dolu, zemini taş döşeli sevimli bir sokağa giriyoruz. Her yer çiçeklerle dolu. Masalarda kırmızı pötikare örtüler, duvarlarında eski fotoğraflar olan güzel bir lokantada yemeğimizi yiyoruz. Aynı güzergâhtan dönerek otobüsümüze binip Belgrad'a veda ediyoruz. SARAYBOSNA Belgrad'dan Saraybosna'ya yolculuğumuz 8 saat sürdü, Sel nedeniyle ana yoldan tali bir yola sapmak zorunda kaldık ve bu nedenle yol çok uzadı. Vişegrad'da durarak ünlü yazar İvo Andriç'in ünlü romanına ismini veren Drina köprüsünü gördük. Saray Bosna'ya Fatih'in fetih sırasında girdiği yönden girdik. Zümrüt gibi dağların çevirdiği bir ovaya doğru uzanıyor Saraybosna. Çok dinli çok dilli, çok katmanlı bir şehir. Kale çevresindeki mahalleler tipik Türk şehri özellikleri taşıyor, Dağlardan gelen dere şehri ikiye ayırarak ovaya doğru uzanıyor. Baş Çarşı bu tarihi merkezde değerli taş yapılarla bezenmiş bir merkez. Özellikle Gazi Hüsrev Paşa Külliyesi buraya bizim mührümüzü vurmuş adeta. Şehrin ikinci katmanı, Avusturya Macaristan imparatorluğu döneminin cüsseli taş yapılarından oluşuyor. Hıristiyanlığın Katolik ve Ortodoks mezheplerine ait görkemli kiliseler de mevcut. Daha dış halkada komünist dönemin çok katlı, tek tip sevimsiz blokları yer alıyor. Otelimize yerleştik ve ertesi sabah Virelo Bosna adlı mesire yerine gittik. Burası yemyeşil cennet gibi, ondan fazla su kaynağının çağlayıp dereler 52 geçtik. Şehri boydan boya kateden dere boyunca yürüyerek otelimize döndük. MOSTAR Ertesi gün Mostar'a doğru yola çıktık, Bosna'nın ovalık kısmını ardımızda bırakarak, yemyeşil dağlar ve vadiler arasından Hersek bölgesine doğru yol almaya başladık. İnanılmaz güzellikte bir coğrafya idi, yer yer zirveleri karla kaplı dağlar, coşkun nehirler yemyeşil yamaçlar… Etrafı izlemeye doyamadığımız bu yolculuk sonunda Mostar'a vardık. Nevatra nehrinin ikiye böldüğü, ünlü Mostar köprüsünün etrafında tarihi dokuyu olduğu gibi korumuş harikulade bir Ortaçağ kenti burası. Bir taraf Hırvatların, bir taraf Türklerin mahallelerinden oluşuyor. Köprünün savaş sırasında yıkılması ve sonra tekrar inşası ile ilgili bir belgesel izledik. Sonra köprü etrafında gezindik, turistik çarşıdan alışveriş yaptık. Çarşı içinde yer alan Koski Mehmet Paşa Camii, şadırvanı, özellikle geleneksel taş döşeli çatısı ile kentin dokusuna çok iyi uymuş bir Osmanlı yapısı. Caminin arka bahçesi köprüyü en iyi gören şahane bir manzaraya sahipti. Karşı yakaya geçtik burada da biraz dolaştık, aşağıya dere kenarına indik. Köprünün aşağıdan görüntüsü de ayrı bir güzellikte idi. Verilen sürenin sona ermesi ile otobüsümüze vardık ve Blagay'a doğru yola koyulduk. BLAGAY ALPERENLER TEKKESİ Günümüzde küçük bir köy olan Blagay'ı geçtikten biraz sonra Alperenler tekkesine ulaştık. Ulu dağların eteğinde devasa yükseklikteki bir kaya bloğunun altındaki oyuktan bir yeraltı nehri (Buna) gün yüzüne çıkıyor. Yeryüzü mü burası, yoksa cennette miyim diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Hâzâ “Altlarında ırmaklar akan cennetler” ifadesinin tecellisi gibi. Tam bu noktada tarihi tekke binası yer alıyor. Balkanlarda derin izler bırakmış Sarı Saltuk'un makamlarından birisi burası. Fetihten daha önce gönül fethi için bu topraklara gelmiş Alperenler, bu gözlerden uzak mekânı yurt edinmişler. Manevi sultanlarda sıklıkla karşılaşılan hal Sarı Saltuk Sultan içinde geçerli olmalı ki, balkanlarda 10 dan fazla yerde makamı bulunuyormuş. Doğanın koynunda gözlerden ırak, inziva için çok uygun bu yerde şu anda güzel bir ahşap yapı bulunuyor. Gayet insani ölçekte, sade, ağırbaşlı, o tanıdık-bildik mimari yaklaşımla Sarı Saltuk Sultanın türbesine bitişmiş. Hem dışardan, hem de binanın merdivenlerinden üst kata çıkarken konmuş niyaz pencerelerinden türbenin içini görmek, gönülden bir Fatiha göndermek mümkün. İnsanı sarıp sarmalayan manevi ruhu hemen hissediyorsunuz burada. Kim bilir kimler geldi, kimler geçti bu kutlu mekândan, kaç derviş gönül zikrullah meclislerinde nurdan damlalar içti. Bizlere de namazın ardından bir zikir halkasında kalplerimizin pasını silmek nasip oldu. Şu an turistik bir mekâna dönüşmüş bu aşkhane, kısa süreliğine de olsa aslına döndü. Farklı dünya görüşlerine, farklı meslek ve meşreplere sahip olan yol arkadaşlarımızla aynı ortak paydada buluşup, tevhidin güzelliğini idrak etmek harikulade anlamlı bir tecrübeydi. Yılın belli zamanlarında derviş topluluklarının burayı şenlendirdiğini öğrendim ve memnun oldum. Ayrılmak o kadar zor geldi ki bu fakire, mümkün olsa idi günler hatta aylarla orada kalmayı arzu ederdim. O yemyeşil vadiler ve ovalar, karlı zirveler, berrak göller “velhasıl Balkanlar sudan ibarettir” denecek ölçüde coşkun su kaynakları ve zümrüt nehirler diyarı Balkanlardan geçtik. Atalarımızın mührünü vurduğu bizden diyarlar gördük. Görmüş geçirmiş şehirlerde, farklı inanç dünyalarına ait anıtsal yapılar gölgesinde dinlendik. İnce belli köprülerden geçtik, asırlık çınarlar altında sel sebil akan çeşmelerden su içtik. Oralardan insanlar tanıdık, o güzel insanların yüreğinden damlayan bala kandık. Ancak benim gönlüm en çok; muhabbet peygamberi (s.a.v)'nin bayraktarı gibi Balkanları bekleyen Blagay'da kaldı. Buna'nın zümrüt kaynağında tekrar ve tekrar buluşmak dileğiyle… Filibe’de tarihi bir konak Kİtap İnceleme: Remzi ZENGİN Türkler Anadolu'ya yerleştikten sonra, dilleri ve kabul ettikleri İslam diniyle Anadolu toplumuna Türk damgasını vurmuşlardır. Türkiye'de toplumun sosyal yapısının temelini, etnik bakımdan bütünüyle T ü r k o l a n O ğ u z l a r o l u ş t u r m a k t a d ı r. H a z a r coğrafyasından Moğol saldırıları nedeniyle Irak, Suriye ve Anadolu topraklarına göç eden Oğuz Boyları, Anadolu'nun sosyal, siyasi ve etnik yapısını değiştirmişlerdir. Selçuk İmparatorluğu XI. yy.dan XIV. yy.a kadar sürmüş, Selçuklular ile Anadolu tamamıyla Türkleşmiştir. Selçuklu idaresi altında bulunan topluluk, esas nüfusu meydana getiren Müslüman Türklerle, Rum ve Ermeniler ile çok az sayıda da Süryanilerden meydana gelen Hristiyanlardı. Bu imparatorluk dağıldıktan sonra, Türkiye tarihinde “Beylikler devri” adıyla anılan devir başlamıştır. Beylikler dönemi XIV. yy.ın başından XVI. yy.ın başlarına kadar olan dönemi içine alır. Bu dönemde Anadolu'da hüküm süren beyliklerin adedi 10'dan fazla idi. Bu beyliklerden Bursa bölgesine yerleşmiş bulunan Osmanoğulları sonradan büyüyüp kuvvetlenmişler, büyük bir devlet kurarak, tarihin en büyük imparatorluklarından birini meydana getirmişler ve tam 600 yıl saltanat sürmüşlerdir. Osmanlı İmparatorluğun yıkılıp yerine 29 Ekim 1923'te kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal ve etnik yapısı büyük oranda Türklerden meydana geliyordu. Cumhuriyet döneminde ülkedeki yabancı azınlıklar Osmanlı dönemindeki kadar çok değildi. Anadolu topraklarını yurt edinen Türkler yüzyıllar boyunca dil, gelenek, görenek, giyim kuşam kültürlerini ve yaşam biçimlerini Orta Asya'dan getirdikleri biçimiyle korumaya özen göstermişlerdir. Avrupa ülkeleriyle ve komşu ülkelerle ilişkilerin artması kültür, yaşam biçimi ve giyim kuşamda değişimlere yol açmış, özellikle Tanzimat'la başlayan bu etki Cumhuriyetle kendini daha fazla göstermeye başlamıştır. Günümüzde ise geleneksel giyim biçimleri yalnız kırsal kesimde ve köylerde varlığını sürdürmektedir. Milletlerin hayatında geçerli olan ve gelenek hâlinde devam eden her türlü duygu, düşünce, inanç, sanat ve hayat tarzının tamamına “kültür”, bunun tarihi seyri içinde ele alınıp incelenmesine de “kültür tarihi” adı verilir. Bu tanımdan hareketle Türk kültür tarihinin Türk boy ve budunlarının tarih sahnesine çıkışlarından günümüze kadar devam eden geniş bir zaman ve mekândaki faaliyetlerini kapsadığını söyleyebiliriz. Türk milletini bir arada tutan millî kültürü yani Türk kültürü, Türklerin göçüp yerleştikleri, devlet kurup egemen oldukları tüm coğrafyalarda varlık göstermiştir. Türkler, kendi ihtiyaçlarını karşılayan bir kültür yaratmışlar ve bu kültürü, dünya coğrafyasına ve dağıldıkları her yere taşımışlardır. Coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca Asya, Avrupa, Afrika, Mısır ve Mezopotamya kültür yollarının kesiştiği bir merkez konumundaki Anadolu'nun kültür yapısının oluşmasında Türkler büyük rol oynamıştır. Orta Asya'dan Anadolu'ya 9. yy.dan başlayarak küçük gruplar, 11. yy.dan itibaren de büyük kitleler hâlinde gelmeye başlayan Oğuz ve Türkmen boyları, Anadolu'nun bugünkü kültürel yapısını oluşturmaya başlamıştır. Anadolu, pek çok küçüklü büyüklü medeniyetleri ve onların kültürel yapılarını içinde barındırmıştır. Sümer, Hitit, Asur, Frig, Ligya, Roma, Bizans kültürünü de barındıran Anadolu'nun, bu kültür zenginliğini kesin çizgilerle birbirinden ayırmak olanaklı değildir. Anadolu coğrafyasında iç içe yaşayan kültürel zenginliğe sahip olan ulus sayısı çok azdır. Orta Asya'dan göç eden Türk kavimleri hariç diğer Türk topluluklarında kültür ve medeniyet gelişerek, fakat bir bütünlük içinde İslamî döneme kadar birbirinin devamı niteliğinde gelmiştir. Nitekim Doğu'ya Mançurya ve Kore'ye giden Türk kavimleri kültür ve sanat tarihine yenilikler getirdiler. Burada maden işleri ve duvar resimleri ile kendini gösteren bir sanat ortaya çıkardılar. Avrupa'ya giden Türk kavimleri ise gerek diğer Türk kavimleriyle birleşmeleri ve gerekse gittikleri yerlerde başka boylarla karışmaları ve Bizans'ın etkisiyle farklı bir sanat anlayışına imza attılar. Türkler farklı dinlere mensup milletlerin etkisiyle, Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi farklı dinleri kabul ettiler. Bu suretle de faklı kültür yapıları olarak tapınaklar, mezarlar, balballar ve abideler ortaya koydular. İşte Türk medeniyetinin dini yapılanma ile ortaya çıkan sanatı; biri Müslüman olmayan Türklerin sanatı, diğeri de Müslüman Türklerin sanatı olarak iki ayrı sanat anlayışını ortaya çıkarmıştır. Nitekim X. ile XI-XII. yüzyılların ilk devre Müslüman Türk sanatı, aynı devirdeki Türk Budist sanatı ile büyük yakınlık gösterir. Eski Türk şehirlerindeki “Buyan”lar, tekke, medrese, mescit ve külliyeye, “Stûpa”lar türbeye çevrilmişti. Müslüman olmayan Türk hakanlarının ongunlarındaki “kartal ve arslan” motifleri Karahanlı devrinde İslamî sanata girmişti. Bu motifler Arapça ibareler ile birlikte karıştırılarak İslam sanatı içinde yer aldı. Hayvan şekilleri, zamanla geometrik veya bitki türü motiflere benzetildi. Karahanlı devletinin sanatı, geçmiş Türk medeniyetinin temellerine dayanarak, kendine has bir İslamî üslûpla birlikte daha sonraki devirlerdeki Müslüman Türk devletlerinin sanat anlayışına zemin hazırladı. Gerçekten de geçmiş Türk medeniyeti üzerinde yükselen ve son derece gelişmiş bir medeniyet kuran Selçuklu ve Harezmşahlar gibi Müslüman Türk devletlerine bakıldığında, bu devir sanatlarına kadar uzanan kökleri olduğu görülmektedir. İslamî Türk sanatının en gelişmiş olduğu dönem ise İslam ve Türk dünyasını birleştiren Osmanlı Devleti zamanında olmuştur. Özellikle medrese, külliye, cami, türbe ve bu yapılar üzerindeki hat sanatı, Türk İslam sanatının şaheserleri olarak görülmektedir. İslamiyetle birlikte gerek devlet hayatında gerekse siyasi ve sosyal hayatta, tıpkı İslam öncesi dönemdeki gibi dini etkiler ön plana çıkmış ve her dönemde olduğu gibi sanata da yansımıştır. Çini, hat sanatı, müzehhiblik gibi geleneksel sanat dallarında paha biçilmez eserler ortaya konulmuştur. Bu gelişmiş sanat anlayışı, İslamiyet öncesinde -bazı diplomatik kayıtlar, Orhun Yazıtları, Köl Tigin ve Bilge Kağan Bengü taşları ile halk destanları haricinde- daha çok sözlü kültüre sahip 55 Anadolu kültüründe egemen kültür Türk kültürüdür. Toplumların giyim kuşam kültürleri, bu kültürün taşıdığı toplumların değer yargıları, inançları, töreleri, gelenek ve görenekleri, ekonomik yapıları, estetik ve sanatsal özellikleri vs. hakkında bilgi verir. Giyim kuşam kültürü obje, renk ve biçimin oluşturduğu karmaşık bir yapıya sahiptir Giyim kuşamlar bütün özellikleriyle bir kültür ve sanat olayıdır. Anadolu insanının, manevi dünyasını yansıtan biçim ve motiflerle bezeli giyimler, aynı zamanda onların törelerine bağlı kalmalarına da yardım etmiştir. Orta Asya'dan gelip Anadolu'yu yurt tutan Türklerin giyim kuşam geleneği Anadolu yerli giyim kuşam geleneğiyle yoğrularak şekillenmiştir. Anadolu Türk giyim kuşam geleneği, malzemesi, biçimi ve bezemesiyle Türk halk kültürünün zengin kaynaklarından biridir. Türklerin giyim kültürü de tarih boyunca değişmeler kaydetmiştir. Orta Asya göçebe Türk toplumunda kadın ve erkek benzer giysileri giyerdi. Türkler Anadolu'ya ayak bastıktan sonra da geleneksel giyim biçimlerini devam ettirmişler; ancak karşılıklı kültür alış verişiyle yeni coğrafyada hem etkilenmişler hem de etkilemişlerdir. Orta Asya Türk giyim geleneğini tüm özellikleriyle sürdürüp gelecek kuşaklara aktaranlar ise Anadolu Selçuklularıdır. Türklerin Orta Asya'da kullanmakta oldukları ve Anadolu'ya göç ettikten sonra da kullandıkları deri ve astragan başlıklar Haçlı Seferleri ile Avrupa'ya taşınarak yayılmıştır. Öte yandan Orta Asya step toplumunun geliştirdiği pantolon da Türklerin Avrupa'ya taşıdığı bir giysi olarak bilinir. Atlı göçebe giyimi olan Türkmen giyimi; pantolon nedeniyle ata rahat binmeyi, bir yerden başka bir yere uzun yürüyüşlerle göçleri kolaylaştıran bir giyim tarzıdır. Evde, tarlada, dağda, ovada rahat çalışmayı, doğa koşullarına karşı korunma olanağını sağlayan bu Türk giyim biçimini her kuşak kendinden önceki kuşağı izleyerek günümüze taşır. Türk giyim kuşam kültürü kalitesi, motif zenginliği, canlılık ve zarafeti ile Anadolu insanının yaşam biçimini ve dünya görüşünü büyük ölçüde yansıtır. Giyim-kuşam anlayışında zamana göre değişim olabilir. Bu değişim, malzemede, işçilikte ve yaşanan günün modalarından etkilenmede gözlemlenmektedir. İnsanın giyinme isteği ve arzusu tarih süresi içinde çeşitli değişiklikler göstermiştir ve her devirde değişime uğramıştır. Bu değişiklik daima sosyal hayatın değişmesiyle paralel olarak gelişmiş ve değişmiştir. Düğüne, bayram yerine, devlet dairesine giden bir insanın giyimiyle günlük ve iş giyimi arasında farklılıklar vardır. Türk insanı özel günlerde giydiği giysinin adına “ellik”; çalışırken, günlük giydikleri giyimlere de “günlük” demiştir. Türk düşünce ve hayat tarzına bağlı olarak şekillenen Türk giyimi, kadın başlık ve başörtüleri zamanla yüksek ve sanatsal bir düzeye ulaşmış, gündelik kullanıma göre zenginlik kazanıp, estetik ve kalıcı bir değer oluşturmuştur. Türk el sanatlarında en güzel eserlerin verildiği yer hâlâ günümüze ulaşan olan Türklerin yazılı kültürde de önemli bir mesafe kaydetmelerini sağlamıştır. Günümüzde Türk Dünyası olarak tanımlanan, Türk Cumhuriyet ve Topluluklarını içine alan Türk milleti, diğer milletlerden farklı biçimde tarih, dil, din, coğrafya ve siyasi birliğin etrafındaki büyük bir ailedir. Anayurt Orta Asya'dan itibaren dünya coğrafyası üzerinde geniş bir alana yayılmış olarak yaşayan Türklerin, kültürü de tarih ve coğrafyanın koşullarına göre çeşitlilik kazanarak günümüze kadar ulaşabilmiştir. İşte millî varlığımızın temellerini meydana getiren medeniyetimiz, yurt tutulan Anadolu coğrafyasındaki kültürlerle bir arada bulunmasından dolayı bu kültürlerle karşılıklı etkileşim içindeydi. Bu yüzden bir kültür mozayiğini değil, bir kültür alaşımını temsil ediyordu. Türk kültürünün zenginliği, kuşkusuz yaşanılan coğrafyalardan ve yaşanılan büyük tarihsel olaylardan kaynaklanmaktadır. Doğup büyüdüğümüz coğrafyada, bize değerlerimizin çoğunu öğreten, yaşatan kültürümüz, aynı zamanda kişisel kimliğimizin bir parçasıdır. İşte kültürel kimliğimizi yansıtan giyim-kuşam alışkanlıklarımız, tarih boyunca durağan olmayan ve zamana uyum sağlayan gelişim göstermiştir. Yüzyıllar boyunca aynı geleneksel çizgiyi koruyan Türk giyimi, Türk yaşam şeklinin, kültür ve felsefesinin bir yansımasıdır. Türk toplumunun giyim kültürü, Türk düşünce ve yaşam tarzına bağlı bir gelişme seyri gösterir. Atlı göçebe yaşamı sürdüren atalarımızın zorlu doğa koşullarına uyum sağlamak için yarattığı giysi ve başlıklar zamanla tüm dünya uluslarına örnek olmuş, birçok ülkede benimsenmiştir. Ata binen göçebe Türkler, hareket serbestliği sağlayan pantolonu tasarlayarak tarihin en gelişmiş aşamasını kaydederler. Bozkırın tipik elbisesi olan ceket-pantolon biçimindeki bu dikişli giysi, ata binen tüm Orta Asya milletlerince benimsenmiştir. Çin toplumu, pantolonu ilk kez Orta Asya Türklerinde görüp kullanmaya başlar. Türk süvari giysisi olan ceket, pantolon, Hun başlığı ve çizme, atlı birlikler aracılığıyla Çin'e girer. Montandon, kalpağın İranlılara Türklerden geçtiğini, çizmenin de Çin'e ve Avrupa uygarlığına Orta Asya Türklerinden geçtiğini kaydetmektedir. Bugünkü modern giyimin ilk tipi olan Türk bozkır giyim tarzı, Çin'de M.Ö. 4. yy.dan, Avrupa'da M.S. 5. yy.dan, Bizans'ta 6. yy.dan itibaren Türklerden dünyaya yayılmıştır. Tarih içinde giyim kültürü incelendiğinde her toplumun yaşadığı coğrafya, yaşam biçimi, günlük uğraşları, değerleri, giyilen giysilerin biçim ve çeşidini bunlara ek olarak takı-aksesuar ve makyaj biçimlerini etkilediği görülmüştür. Anadolu'da kadınların başlığa sargı sarıp bağlaması evlilik işareti idi. “Başını bağlama” anlamının buradan geldiği kabul edilmektedir. Coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca Asya, Avrupa, Afrika, Mısır ve Mezopotamya kültür yollarının kesiştiği bir merkez olan Anadolu, Orta Asya'dan 9. yüzyıldan itibaren gelmeye başlayan Oğuz, Türkmen boylarının yurt tuttuğu topraklardır. Oğuzların bugünkü kültürel temellerini 9. yy.da attığı 56 örnekleriyle Anadolu coğrafyasıdır. Türk el sanatlarından olan yazmacılık sanatının bugün elimizde kalan örnekleri, Osmanlı İmparatorluğu döneminin XVI., XVII., XVIII. ve XIX. yüzyıllarına ait örnekleridir. Anadolu'da hâlen devam eden yazmacılık sanatında açık ve hareketli hayvan figürlerine, özellikle geyik figürleri ile meydana gelmiş kompozisyonlara çoğunlukla rastlanmaktadır. Orta Asya'dan Anadolu'ya, günümüze kadar devam edegelen bu hayvan üslûbunun halk sanatının bir kolu olan yazmacılıkta görüldüğü gibi, ayrıca halk edebiyatına da konu olduğu bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde kadın ve erkekler, toplumsal statülerine ve dinlerine göre g i y i n m e k t e y d i l e r. Ü ç k ı t a y a y a y ı l m ı ş o l a n imparatorluk sınırları içindeki halklar kendi yaşam biçimlerini ve giyim tarzlarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Yüzyıllardır Türk kadınının evli, bekâr ya da dul oluşunu belirleyen ve bir anlamda çevreyle iletişimi sağlayan başörtü ve başlıklar, evde, tarlada çalışma sırasında, çarşı pazarda, düğün, gezme ve günlük yaşamda kullanma şekilleriyle olağanüstü zenginlik oluşturur. Diyebiliriz ki kadınların örtünme biçimlerinin ve süslerinin renk, model ve kumaş zenginliğinin oluşmasında yaşamlarındaki zaman ve mekânlar belirleyici ögedir. Göçebe Türklerin tarlada doğa şartları içinde çalışan kadınlarının soğuk, sıcak, yağış gibi koşullara uyum sağlamak amacıyla ihtiyaç duyduğu başörtüsü, zamanla dinî, sosyal, siyasi içeriklere bürünerek günümüzdeki çeşitliliği ve zenginliği meydana getirir. Düğünde geleneksel baş bağlama biçimi ile süslenen gelinle, sokakta geleneksel başörtüsüyle gezen genç kız, evli ya da dul kadın, örtünme biçimini açısından kuşkusuz birbirinden farklıdır. Evli kadın, dul kadın, genç kız ve nişanlı kızın başörtüleri ve baş süslemeleri, onların sosyal konumları ve ekonomik düzeylerini yansıtır. Sadece geleneksel yaşam biçimlerinde görülen bu farklar günümüzde ortadan kalmış olmakla birlikte yerini, fakir, orta halli ve zengin kadın başörtü ve eşarplarına bırakmıştır. Nevin Balta'nın Alter Yayıncılık tarafından basılan Anadolu Kadın Başlıkları adlı eseri, yüzyıllardır devam edegelen giyim kuşam kültürümüzün toplumun siyasi ve sosyal yaşamını yansıttığı gibi kadının da sosyal statüsü ve ekonomik gücü hakkında çevresine bilgi verdiğini gözler önüne sermektedir. Giyim-kuşam kültürünün hangi koşullar altında meydana geldiği ve günümüze kadar ne tür değişimler geçirdiği hakkında ayrıntılı bilgiyi bu eserde bulabilirsiniz. Kitabın beşinci bölümünde ise kadın başlık ve başörtülerine ilişkin tüm terimlerin açıklandığı bir “Sözlük” bölümü yer almaktadır. Eser, bu yönüyle yüzyıllardır âdeta canlı gibi yaşayan ve günümüze kadar gelen giyim-kuşam kültürümüze ait tüm adlandırmalar ve kavramlar hakkında bilgi vermektedir. KEŞKE Bir gülüm vardı...... Harput’un öte yüzünden. Onbeş yıl önce, onbeş yaşında. Dokunmaya kıyamazken solar diye, Kıştan önce donar diye. Zaman çaldı, rüzgâr uçurdu, Bilemedim nerelere kondurdu.... Yolun yarısıydı çıkıverdi, Dolunay gibi uzaklardaydı. Gördüm ki dört goncası olmuş, Saçına ak, yüreğine gam dolmuş. İlk duygularıymışım, unutmamış. Vefa neymiş yazdı alnıma, Şimdi isyanım suskun pişmanlıklarıma.... Sonra göklerden san mı vurdu, Yerlerden nazar mı değdi. Anlamadan bir fırtına koptu, Dinmeden daha ciğerden vurdu.... Lisani hal ile silindi hayal, Yoksa rüya mı bu hayal meyal..... Medcezirler girdabındayım, Dilim lal ı ahuzar yasaklar limanındayım... Dolunay kaybolurken ufukta, El sallamak varmış rıhtımda... KEŞKE bulanmadan kalsaydı hatıralarıyla, Bir solgun resim yığınla acılarıyla.... Ya da yarıyol vuslatıyla. KEŞKE incitmeden kalsaydı, On beş yaşındaki berraklığıyla.... Hayat ömür boyu dersmiş, Dünyalıklar METİN’e tersmiş. Yönel gönül yönel, TEK BİLEN’e Gözyaşı dök kapan seccadene... Vefa yok ne Harput’un öte yüzünden, Ne de dünyalıkların renkli gözünden... Şifa beklenmez bir aciz faniden Derde devalar kudreti sonsuz BAKİ’den Metin FALAY 57 Allahu Teâlâ'nın öyle güzel kulları vardır ki vefat etseler de halkın gönlünde yaşamaya, hatta onları irşad etmeye devam ederler. Örnek hayatları, sohbetleri, kerametleri unutulmaz. Dilden dile gönülden gönüle ve nesilden nesile aktarılır. Hayatlarında olduğu gibi vefatlarında da yol göstermeye devam ederler. Sivas'lı İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi de işte bu vasıfları üzerinde fazlasıyla taşıyan kâmil Allah dostlarından biridir. (1880-1969) yılları arasında yaşamış, din düşmanlığının yoğun yaşandığı zorlu yıllarda, Sivas ve çevresinde manevi bir atmosfer oluşturarak halkın dinî duygularını koruması hususunda önemli hizmetler yapmıştır. Türbesi, manevi havasını her giden kişinin açıkça hissedebildiği, Sivas'ın en feyizli ve cemaati en kalabalık camilerinden birisi olan Ulu Camii haziresindedir. Ziyaretçisi çok fazladır. O'nun vefatında ben 12 yaşındaydım. Annemden ve Rahmetli Hulusi (Argut) dayımdan İsmail Efendi hakkında çok özel ve güzel şeyler dinlemişimdir. Tekke önü sahra sohbetlerini de hatırlarım. Bizler de o mesire yerine giderdik. Annemler, Tekke önündeki mesire yerinde hem piknik yaparlar hem de orada akan çayda, halı, kilim, yatak, yorgan gibi ev eşyalarını yıkarlardı. Biz de suların serinliğinden ve ortamın yeşilliğinden alabildiğine faydalanır, çocukluk enerjimizi boşaltırdık. Güzeldi o günler, çocukların doğayla baş başa olma imkânı bulduğu, bilgisayarlardaki sanal güzelliklerin henüz esiri olmadığı zamanlardı. İsmail Efendi de doğayla baş başa olmayı, bu ortamlarda sohbet ve zikir halkaları kurmayı severdi. Hazreti Peygamber'in sancaktarı Abdulvahhabi Gazi Hazretleri'nin türbesinin ayakları altında uzanan ve güzel bir mesire yeri olan Sivas Tekke önündeki yeşilliklerde ihvanlarını toplar, çaylı yemekli sohbet halkası kurar, zikir yaparlardı. Hizmet için katlandığı sıkıntılar: İsmail Efendi'nin, sahralarda sohbet ve zikir halkası oluşturmasının bir nedeni de tekke ve zaviyeleri yasaklayan kanunla beraber, kapalı yerlerde yapılan toplantılara sıkı bir takip ve cezaların getirilmesiydi. Bu sıkıntılı dönemlerde ihvanlar İsmail Efendi'ye; “Efendi, tekke ve zaviyeler kapatılıyor. Siz irşat faaliyetlerinize devam edecek misiniz?” diye sorduklarında o da şöyle anlamlı, güzel bir cevap vermiştir: “Evet, devam edeceğiz. Gök kubbenin altı bizim tekkemiz. Ay, güneş ve yıldızlar da tekkemizin kandilleridir.” Allah için hizmet edenlerin başına gelen sıkıntılar fazlasıyla İsmail Efendi'nin de başına gelmişti. Polis ve jandarma tarafından yapılan takipler, kovuşturmalar, karakola çağırmalar hiç bitmedi. Hatta bir müddet de hapiste yattı. “Gardaşlarım, 38'de 38 kişi ile 38 gün hapis yattık.” diye bu günleri anlatırdı. (1938 yılı kastediliyor) İsmail Efendi başta olmak üzere Hacca gitmek üzere to p lan an 3 8 k iş i b ir ş ik ây et ü zer in e b as ılmış v e hapsedilmişlerdi. Hatta idamla yargılanmışlardı. Sonuçta beraat çıktı. Ama 38 gün içerde kaldılar. Kendilerini jandarmaya “Bunlar düzeni değiştirmek istiyorlar.” diye şikâyet eden kişiye İsmail Efendi hapisten çıktıktan sonra bir gömlek yaptırıp hediye etmiştir. Eşi bu olayı garip karşılamıştır. “Efendi, o adam sebebiyle içerde yattınız, bir de ne hediyesi?” Mübareğin olaya bakışı ve cevabı ise büyüklere yakışır şekilde manidardır: “İçerde irşad olması gerekenler varmış hanım.” 58 İHRAMCIZADE İSMAİL HAKKI TOPRAK EFENDİ (k.s.) Nail BAŞESKİ Seyyid Osman Hulusi Efendi, mürşidinin sırlandığı kabir ve hazirenin sonradan yapılan giriş kapısına da bir kitabe yazmıştır. Kabrinin baş taşında; Tarîki Nakşibend-i Pîri Ebcel Mürşid-i Kâmil Garibu'llah-i Hakkî Gavsü'l Âzam Şeyh İsmail Hakkı İhrâmi Engin gönlünde yüce murad-ı hâsıl oldu TOPRAK, toprağa verildi Hakka vasıl oldu. 02.08.1969 Bir gün Efendi Hazretleri'nin huzurlarında sohbet esnasında, orada hazır bulunanlardan birkaçı: “Efendim, size gelen herkese, tefrik etmeden ders veriyorsunuz. Bunun hikmeti nedir?” diye sorar. Efendi der ki: “Gardaşlarım! Eskiden medrese, tekke gibi ilim irfan yerleri vardı. Camiler aslî mekânlardır, tali mekânlar kalmadı. Tarikata girme hevesiyle gelenleri biz boş çeviremeyiz, fakat bizim bir gönül dairemiz vardır ki, bizce malumdur.” “Bir kimse bostanına karpuz eker. Karpuzları büyüdükten sonra, en iyilerini satıp para kazanır. Ondan ehvenini eşine dostuna ve aile efradına yedirir. Geriye kalanını da hayvanlarına yedirir. O bostan ekenin bunda bir zararı var mı? Gardaşlarım! O ders verdiğimiz kimse hiçbir şey yapmayıp da kötü ahlaklarından vazgeçse, bu da bir kâr değil midir? Gardaşım en azından beş vakit namazını bırakmaz.” İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi'nin üzerinde devletin baskıları artınca Ramazan ayının başlarında Şam'a gitmeye karar verir. Eşi Zeynep Hanım'a, “Fazla eşyalarınızı satın, dağıtın. Biz İstanbul'a nakil edip oradan dede vatanımıza gideceğiz.” diyerek yol hazırlığı yapılır. İstanbul'a giderek Eczacı Bekir Efendi'de misafir kalınır. Misafir kalınan evde gece mâna âleminde kundak içinde bir çocuk verilir. “Bu çocuk kimdir?” diye sorar; “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemdir. Rum'da O'nu büyüteceksin.” denilir. Bunun üzerine hicretten vazgeçer. 15 gün sonra İstanbul'dan Sivas'a geri dönerler. (Rüyada Resûlullah'tan mâna, Muhammed Ümmeti'dir. Rum da Anadolu'yu ifade etmektedir.) İrşad faaliyetleri yanında köprü, çeşme, cami yapımı veya onarımı gibi hayır işlerini de hayatı boyunca hiç bırakmaz. Bu nedenle Çaykurt'ta köprü yapılırken iflas bile eder. Bütün mallarına haciz gelir. Alacaklıların taarruzuna maruz kalır. Bir gün yine evine alacaklılar gelir. Alacaklıların anlayışsızlığı yüzünden evin üst katına saklanmak zorunda kalır. Bu darlık, sabrın mükâfatının verildiği, Rabbin yardımının yetişip sabrın zafere dönüştüğü bir an olur. Zira üst kata saklanınca annesinden kalmış bir sandığı görür ve birden Annesi Hacı Aişe Hanım'ın: “Oğlum daraldığın zaman bu sandıkta Allahu Teâlâ'nın izniyle para olur. Paraya daraldığında oradan al.” sözünü hatırlar. “Hele bir bakayım” deyip sandığı açınca sandığın ağzına kadar para ile dolu olduğunu görür. Evet, sabrın zafere döndüğü an gelmiş, kudret hazinesi açılmıştır. Bütün borçları böylece Allahu Teâlâ'dan gelen yardım ile ödenmiştir. Bu olaydan sonra Şeyhinin “Arif-i billâhlar, dünyada hiç gam çekmezler.” sözünü hatırlar ve çok şükreder. İsmail Efendi'nin manevi büyüklüğünü işaret eden sözleri: İhramcızâde Hacı İsmail Hakkı Efendi'nin yaşı yetmiş beş olunca der ki: “Gardaşlarım! 1955 senesinde Seyyid Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu'l-azîz Hazretleri vazifesini bi-zâtihî temessül ederek beşeri âlemde bize teslim etti.” Oğlu Kâzım Bey'e, Ulu Camii'den çıkınca geriye bakarak der ki: “Kâzım, Ulu Camii de Gavsu'l Âzam mescidi oldu.” “Gardaşlarım! Gavslık Kadirî'lerden Nakşî'lere verildi.” diyerek Gavslık makamının ikram edildiğini edeben ima ederler. “Zaten ezelde tanışmamış olsa idik burada buluşmamız mümkün olmazdı. Şeyhimin hakka yürümesinden sonra bu mukaddes vazife bize verildi. 12 tarikatı bize teslim ettiler, biz bakıyoruz.” İsmail Efendi'nin hizmet anlayışı: İsmail Efendi'nin hizmet anlayışı, günahkâr kullara yaklaşım şekli bugün de örnek alınması gerekecek güzelliktedir. İnsanlara karşı duyduğu sevgi, şefkat ve merhamet hislerini hizmet anlayışında da görmek mümkündür. İcazet aldığında, başına sarık sarmaya başlayan İsmail Hakkı Toprak'a bir gün babası, “Oğlum İsmail, sen sarık ol!” diye telkinde bulununca işin özünü kavrar ve bir daha sarık sarmaz. Şapka devrimi olur. İsmail Efendi fitne çıkmasın diye şapka takar ama hata mı yapıyorum diye bir gün bu işe canı çok sıkılır. Bu konuda eleştirilere de maruz kalmaktadır. Bu şapka için adam asıyorlar, biz bu kasketi takmayalım ve dışarıya da çıkmayalım diye niyet eder. Fakat o gün mâna âleminde Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) görünür ve der ki: “İsmail Efendi oğlum, Ümmet-i Muhammed'i irşada çık vazifeni yap.” Bu durum karşısında rahatlar ve yaptığı işin doğruluğunu, insanlara hizmetin asıl gaye olduğunu anlar. Kasketi takınır dışarı hizmete çıkar. Soranlara; “Oğul, eğri ayağa eğri ayakkabı yaparlar. Biz de öyle yapıyoruz.” der. İsmail Efendi üzerinde görülen olağan üstü haller: İsmail Efendi'nin sohbetine katılmış her Sivaslı'dan ayrı bir kerametini dinleyebilirsiniz. Annemin babası olan dedem, Erzincanlı Bıçakçı Hafız lakabı ile bilinirdi, İsmail Efendi'nin talebelerindendi. Annem, hem dedemi hem de İsmail Efendi'yi hâlâ çok anlatır. İsmail Efendi her ne kadar Sivas'ta ikamet etse de yaşadığı dönemde ünü vilayet sınırlarını aşmış bir Allah dostudur. Ben rahmetli dayımdan çok kereler bizzat dinlediğim iki olayını anlatmak istiyorum. Hulusi dayımın her defasında ağlayarak anlattığı, İsmail Efendi'ye ait bizzat başından geçmiş büyük kerametler vardır. Ben bu vesileyle, rahmetli dayım adına sadakayı cariye olması için bu iki olayı neşretmek istiyorum. Hulusi dayım şöyle anlatırdı: Babam çok genç yaşlarda, 45 yaşında vefat etti. Ben o zaman 16 yaşındaydım. Vefattan önceki yıllarda İsmail Efendi'yi babam evinde çok misafir etmişti. Evin büyüğü vefat edince, evde en büyük erkek ben kalmıştım. Yaşım küçüktü ve artık İsmail Efendi'nin bizim eve gelme nedeni kalmamış, bizim ev sohbetleri noktalanmıştı. Bu yıllarda ben menenjit 59 denilen o zamanın en tehlikeli hastalıklarından birine yakalandım. Evde yatalak vaziyette yatıyordum... İşte bu günlerde bir gece rüyamda ihtilam oldum. Gusül abdesti almam gerekti. Ama derdimi evden bir kimseye anlatmaya utanıyordum. Zira hep kadındılar. Öyle bunaldım ki bu halden Allah'a yalvarıyor bir çıkış yolu arıyordum. Aklıma birden İsmail Efendi geldi. Dedim ki içimden: “Allahım, İsmail Efendi Allah dostudur. Ne olur, şu halim ona malum olsa da gelip beni hamama götürüp bir yıkasa.” Ben bu duyguların, düşüncelerin henüz içindeydim ki İsmail Efendi'nin bizim bahçeden sesi geldi. Önce yan komşuya selam verdi. Konuştular, sonra bizim evin kapısı çalındı. Annem açtı. İsmail Efendi anneme diyordu ki: “Hacı anne Hulusi oğlumu versen de hamama götürüp yıkasak olmaz mı? Bize müsaade eder misin?” (Dayım bu sahneyi anlatırken her defasında son derece duygulanır, nefesi tıkanır, gözleri yaşarır, olayın devamını anlatmakta zorlanırdı.) Neyse, annem İsmail Efendi'yi görünce şaşırdı, buyurun efendim dedi. İsmail Efendi yanında beyaz yüzlü, pehlivan görünüşlü iki kişiyle içeri girdi. Bana baktılar ve annemden bir sofra bezi gibi bir şey istediler. Beni bohçaladılar... İçlerinden biri beni bohça içinde sırtına attı, doğru hamama... Bir güzel yıkadılar. İsmail Efendi bir sepete de çeşitli meyvelerden doldurttu. Sepetle beraber 'Hadi Hulusi oğlumu annesine teslim edin.' dedi. Beni eve getirdiler. Ben ileriki yıllarda İsmail Efendi'nin yanında gelen o iki kişiyi de Sivas'ta çok aradım ama bulamadım. Onlar kimlerdi hâlâ çok merak ediyorum. Bir defasında babam sağken şöyle bir olay oldu. Bizim evde sohbet var ama İsmail Efendi sohbette yok. Gecenin ilerleyen saatlerinde ihvanların kalbine mürşitlerine olan muhabbetin tesiriyle bir iştiyak düştü. Dediler ki: “İsmail Efendi'yi kalben dilesek gelir, gecemizi şenlendirirler mi acaba?” Böylece gönülden onu istemeye ve çağırmaya başladılar. Ben küçüğüm, olayı izliyorum. Biraz sonra kapı çalındı. Heyecanla kapıya koştular. Gelen gerçekten İsmail Efendi'ydi. Selam verdi. Başka bir şey söylemedi. İçeri girdi “Bir seccade serin.” dedi. Ses çıkarmadan iki rekât namaz kıldı. Sonra “Ben gidiyorum, bir daha böyle varlı-vakitsiz rahatsız etmeyin.” dedi. Biraz kızmış bir hali vardı. Çıktı gitti... Abdest vesvesesi olan Sivaslı bir arkadaşın başından geçen olay: Zekeriya Ulusoy isimli yurt müdürü anlattı: Ben Said Nursi Hz.'nin risalelerinin okunduğu toplantılara katılan ve tarikatlara ilgisi olmayan, inanmayan birisiydim. İsmail Efendi'yi bilirdim ama sohbetlerine çağırırlar gitmezdim. Dolayısıyla İsmail Efendi beni ne tanır ne bilir. Ben abdest konusunda çok vesveseliydim. Aldığım abdest olmadı diye bir daha, bir daha alır çok eziyet çekerdim. Buna engel olamıyordum. Bu sıkıntım devam ederken bir gün yolda İsmail Efendi ile karşılaştım. Bana yönelip buyurdular: “Oğlum aldığın abdest oluyor, bir daha bir daha abdest alma. Onunla namazını kıl.” Beni tanımaz, halimi bilmez, gerçekten şok oldum, çok şaşırdım. Bu olaydan sonra sohbetlerine devam etmeye başladım. İsmail Efendi'nin yolumuzda ışık olacak sözleri: “Amelleriniz tartılmadan önce, kendinizi hesaba çekiniz. Hakikat ve hidayet yolundan ayrılmayınız. Cenâb-ı Hakk'a ihlâs ile ibadet etmenizi tavsiye ederim. Allahu Teâlâ, dünyada hayrı da şerri de insanların tercihine bırakmıştır. Sakın ha kendinizi gafletten koruyunuz. Size hoş görünse de fenalıktan, günahlardan sakınınız. Allahu Teâlâ'nın emirlerini yerine getiriniz, çünkü emirlerin yapılmaması bir felâkettir. Ölüm yolunu kolaylaştıracak yegâne şey, sizin amellerinizdir. Her türlü musibet ve belâlar, kişinin tekâmül sebeplerindendir. İnsanın kendi hatasını görmesi kadar güzel irfan olmaz. Bunların hepsini unutup kulluk vazifesinde bulunmak, yani cismindeki canı gibi, dostu canında bulmak en güzeldir. Gardaşlarım! Ananız, babanız mı üstün yoksa biz mi? Elbette biz üstünüz. Onlar sizi ulvi âlemden süfli âleme getirdiler. Biz ise, o ulvi âleme götürmeye memuruz. Gardaşlarım! Kim bizi severse, bizle yaşarsa, bizim sevgimizle ölürse, mahşerde beraber oluruz. Her canlı ölür. Allahu Teâlâ ve muhabbet bâkî kalır. Gardaşlarım! Vefat eden gardaşımız için Kelime-i Tevhid Hatmi okuyalım. Cehennemde olanı dahi çıkarır, inşallah...” Selam ve dua ile Evler yıkılır, köyler olur hak ile yeksan, Viran yeri, birkaç yıla varmaz, onarırlar. Yalnız şu gönül mülkü harap olmaya görsün; Tamire yetişmez onu dünyada asırlar.. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL 60 NiKSAR'DA FOLKLOR Merdin Yılmaz MELİKOĞLU Kavaklı, Oluklu, Tepeyatak, Eryaba'nın bir mahallesi, Sorhun, Ustahasan, Köklüce, Muhtardüzü, Osmaniye, Gidiver ve Mecimekdüzü köyleri Artvin ve Batum çevrelerinden gelen AĞAÇERİ Türk'leridir. Ayrıca Ardıçlı, Eryaba, Bayraktepe, Leğen, Tahtalı, Aydoğmuş ve Hanyeri köyleriyle şehir merkezinde önemli sayılacak miktarda Selanik ve çevresinden gelen mübadele Türk'leri vardır. Kapıağzı Köylüleri Kosova'dan, Camidere, Huruçayırı köyleriyle Hacılı köyünün bir kısmı Kafkasya'dan, Kıllıgeriş köylüleri Kürtün'den gelip Niksar'ın bağrında yurt yaşayan Türk Folklorunun katıksız ocakları olan Alevi beldeleridir... Yapraklı, Gökçeli, Serenli Kasabaları ile Şahinli, Buzköyü, Alçakbel, Bilgili, Ayva, Ağdırkolu, Sarmuhat, Direkli... köylerimiz de yüzlerce yıldır mesken ve yurt edinilen can beldelerdir... Bu arada, Mahmudiye, Yolkonak, Hasanköy gibi Kürt vatandaşlarımızın barış ve mutluluk içinde yaşadığı köylerimiz de mevcuttur. 1077 yılında Melik Danişment Gazi tarafından fethedilen Niksar 40 yıla yakın 107 yıl hüküm süren Danişmentlilere başkent olmuştur. 1397 de Yıldırım BAYEZIT tarafından Osmanlı idaresine katılan NİKSAR o günden bu yana önemli bir TÜRK KÜLTÜR merkezi hüviyetini korumuştur. Tokat İlimize bağlı olan NİKSAR, Orta Karadeniz Bölgesinin kavşak şehri olup; Anadolu ve Karadeniz kültürlerinin harmanlandığı bir taht, tarih ve kültür şehridir. 107 köyü 6 kasabası bulunan Niksar'ın folklorunu incelemek için şüphesiz önce tarihi gelişimi içinde şehir-köy ve kasaba halkının menşeini iyi bilmek gerekir. Bu sebeple NİKSAR merkez nüfusunu oluşturan halkın bir kısmının yerli, diğerlerinin ise gerek 93 harbinde gerekse zaman zaman cereyan eden savaşlar sırasında Artvin, Kars, Batum, Erzurum ve çeşitli Kafkas beldelerinden geldiği anlaşılmaktadır. Tespitlerimize göre; Akıncı, Asar, 61 Çıkamadım yokuşu Tut elimden sevdiğim Olursun cennet kuşu...'’ İşte bu özellikleri itibarıyla incelediğimiz her köy halkı; geldikleri iklimlerin, bölgelerin gelenekleri içinde kültür ve FOLKLORUNU beraber getirmişlerdir... Özellikle ulaşım ve iletişim araçlarının gelişmesiyle son yarım asırdır daha da kaynaşan, bilgi-kültür, ekonomik alışverişle, düğün ve bayram gibi törenlerle bütünleşen yöre insanı ortak bir FOLKLOR KÜLTÜRÜ oluşturmuştur... Gerçi Niksar'da şimdiye kadar detaylı bir folklor araştırması yapılmamıştır. Hâlbuki , ''Folklor, yazılı belgeleri değil, ata mirası an'anelerin tesiri altındaki halkın inandığı ve yaptığı konuları inceler.'' Bizde hala bu konu önemine kavuşturulamamıştır... Bilindiği üzere bazı meraklı araştırmacılar veya üniversitelerde verilen bir tez ödevi mecburiyetiyle asistan ve öğrenciler sathi hazır materyalle yetinmektedirler... Bazı istisnalar hariç... İşte bu araştırmalardan detaylı, objektif ve sağlıklı sonuç çıkarılamadığından güvenilir araştırmalar elde edilememektedir... Aslında bizzat yerinde ve yaşadığımız çevre itibarıyla yaptığımız incelemeye göre NİKSAR folklor bakımından gayet zengindir. HALK ÜRÜNLERİNİ DERLEYİP DEĞERLENDİRMEK ZARURETİ ARTIK ANLAŞILMALIDIR. Çünkü ''Gerçek Kültürler temellerine folkloru almak mecburiyetindedir...' Yukarıda geldikleri coğrafi bölgeleri verdiğimiz köylerden Eryaba'da Ayşe TUNCEL nineden dinlediğimiz: '' ...Kayalar kırtılmasın Yemenim yırtılmasın Beni yardan ayıran Ölsün de kurtulmasın...'' '' Eryaba'nın düzleri Makinamın izleri Oluk olmuş akıyor Babaannemin gözleri Yukarıdaki mısralardan anlaşılacağı üzere Artvin yöresinden gelen söyleyicinin, geldiği ve yaşadığı coğrafyanın dereli tepeli, yokuşlu olduğu; “...Derede vurdum kuşu Çıkamadım yokuşu...'' dizelerinden anlıyoruz. İşte MANİLERİN DİLİ incelendiğinde, nakledenin coğrafyası, kültürü ve inancı hakkında birçok bilgiler edinebiliriz. Birkaç sondajlama örnek daha: a) Asar ve Osmaniye köylerinden: Tarlalar düz olsa Koyunlar yüz olsa Ben koyunu güderim Arkadaşım kız olsa.... b) c) Ardıçlı köyünden: Ay doğar aşmak ister Bal dudak yaşmak ister Benim bu cahil gönlüm Yâre kavuşmak ister... Mani demeye geldim Kaymak yemeye geldim Madam kaymak değil de Yâri görmeye geldim. Yukarıda bir kısım örneklerini verdiğimiz maniler artık ilgisizlikten, değişen sosyal ve ekonomik hayatın da tesiriyle yavaş yavaş öz ürün olmaktan çıkmaktadır. Yeni kuşak hazırcılık içinde talih şekerlerinin manilerine rağbet eder hale getirilmektedir. Bu suretle yozlaşma kendiliğinden gelmektedir. Her kademedeki eğitim ve kültür kurumlarında öğrencilere ve araştırmacılara tez görevi veren ve onu kontrol edenlere ciddi sorumluluklar düşmektedir. Verilen ve hazırlanan tezler-ödevler teslim alındığında SORUMLU ve KARŞILAŞTIRMALI bir incelemeye tabi tutulmazsa, sonuçtan öğrenci veya araştırmacı haberdar edilip doğrular ve yanlışlar gösterilmezse HAZIRCILIK devam edecektir... Niksar ve çevresi TÜRK FOLKLORU açısından özel bir yeri olan şirin ve tarihi beldelerdendir. Düğünlerde, nişanlarda, bayramlarda, yayla sohbetlerinde, süt sağılan obalarda, ekin tarlasında, mısır çapasında, harmanda uzun kış gecelerinde Hıdırellez'de söylenen maniler, türküler, atasözleri, Hıçkırık aldım buradan Bizi utandırmasın yaradan Sevdiğim bizi burada sezdiler Kalk gidelim Eryaba'dan'' Dizelerinin diğer köylerde de söylendiğine, böylece anonimleştiğine şahit olduk. Ancak, her köy halkı 'ERYABA' isminin yerine kendi köyünü zikrediyor... Niksar Akıncı Köyünden Rahmi TAŞKIN'ın naklettiği bir örnek: “Derede vurdum kuşu 62 Kanaatimiz odur ki, Tokat ve ilçelerinin, köylerinin KÜLTÜR HAZİNELERİNİ gün ışığına çıkarmak, yok olmalarını önlemek, emsalsiz FOLKLOR ÜRÜNLERİNİ yeni kuşaklara benimsetmek için önce çok ciddi ve kararlı bir sondaj çalışması lazım... TRT ile Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığının, Kültür Araştırmasını gaye edinmiş Vakıf ve Derneklerin ciddi ve dahi sonuç alıcı çalışmalar yapması ASRIMIZIN EN KAÇINILMAZ KÜLTÜR HAMLESİNİ hedefine ulaştıracaktır... taşlamalar, oyunlar, horonlar artık insanımızın bütün zamanına hükmeden TELEVİZYON ve İNTERNET sebebiyle unutulmaya yüz tutmaktadır. Yukarıdan beri izaha çalıştığımız ecdat yadigârı KÜLTÜREL ÜRÜNLER bundan böyle ancak, CİDDİ ARAŞTIRMACILAR, VAKIFLAR ve ÜNİVERSİTELER eliyle kitaba, sesli ve görüntülü kasetlere alınmak suretiyle yaşatılabilecektir. Mesela, Niksar'ın Asar, Akıncı ve Osmaniye Köylerinde oynanan AĞAÇERİ HORONU veya Selanik Yöresinden gelen halkımızca düğünlerde ve şenliklerde oynanan oyunlar, söylenen türküler ritmiyle notasıyla, detayıyla ve de kaynak kişileriyle arşive alınamamıştır. İncelememize ''Ş. Yıldız'' imzasıyla bizzat tespit ettiğimiz Niksar'ın Direkli Köyüne ait olduğu söylenen, ancak Yıldızeli'nin Direkli köyüne ait olabileceği de tahmin edilen bir anlamlı taşlamayla son verelim: Bu taşlama bazı köylerimizde muhtar ve ihtiyar heyetinin para ve menfaat karşılığı iş yapmalarını HİCVEDEN, asli görenlerini yapmayanları teşhir eden, kimi köylerimizdeki çarpıklıkları yeren mısralar şöyle: İSYAN Sevdaya değil ama bitmeyen sitemine, Sessizce boyun eğen dilimedir isyanım. Ayağımın altından kayıp giden zemine, Yalan aşkla serilen kilimedir isyanım. Kaybolan güvenimi koyamazken yerine, Masum küçük yalanlar eklendi birbirine. Acımı saklayarak yüreğimde derine, Ele belli etmeyen halimedir isyanım. MUHTARIN ODASI “Alıcı kuş gibi bakıyor camdan Heç eylik olur mu şöyle adamdan? İki buçuk lirayı alınca benden, Heç mi utanmadın muhtar efendi? Sana göre kaygılar gönlümün hurafesi, Çektirdiğin çileler sevdamın tarifesi. Tüm çağları bitirdik uzayın arifesi, Aşka ilaç bulmayan bilimedir isyanım. Muhtarın odası altın direkli Sofrası geliyor ballı börekli Bu yılki azalar sıpa kulaklı Kader böyleymiş kime ne deyim? Dansöz dünya içinde seven gönül maskara, Âşıklara mutluluk yaklaşmıyor kazara. Alnımdaki yazıda doğumumdan mezara, Gülmesin yüzü yazan bölümedir isyanım. Ben rey için sandıklara varmadım Üçü topal, ikisini sormadım Ben ömrümde böyle Fiat görmedim Kader böyleymiş kime ne deyim? Yıldız TOKSÖZ Aziz böğrüne tabancayla mermiyi takın Azadan muhtardan kendini sakın Çebiş Ali anasını kovmuş, çıkında bakın Kader böyleymiş kime ne deyim? Çok yedirdim kıyma ile yağları Ne olmuş şu Direkli köyünün ağaları? Çolak Mıstılı mı koruyacak dağları? Kader böyleymiş kime ne deyim? '' 63 . VAKIT VAR DEME Zaman pusu kuruyor gönlümün mihrabına Vakit var deme bana, gözlerine geleyim Kirpiğinden süzülüp aktığımı bileyim Gitme vakti gelince kapıyı göster bana Bu tılsım bozulmasın göz değmesin bu an'a Zaman pusu kuruyor gönlümün mihrabına Bir öykünün içinden kapıldık serabına Gökyüzünde süzülen turnalardan medet yâr! Kimsesiz gecelere dönüp çaput bağladım Gökte yıldızlar kaydı, ben mehtapla ağladım Bir gidişin ardından uzaklara takıldım Bazen İbrahim gibi ateşlerde yakıldım Gökyüzünde süzülen turnalardan medet yâr Talan olan yüreğin, ne dost bana, ne ağyar... Hüzün yastık altında her gece beni bekler Yorganımda ayaz var, gözlerimde yaş ile Üzerime gelirler susarım telaş ile Kimse görmesin beni, almışım ben payemi Bir duanın içine gömdüm tüm sermayemi Hüzün yastık altında her gece beni bekler Gözümdeki muştuyu bekleyecek bebekler Sol yanımdaki saat tık tık sesiyle her an Ne tarafa dönersem sanki kalbimi arar Yüreğimi bir korku, içimi hüzün sarar “Seni” anarken her an gözlerime nem düşer Bütün gelinciklerin üstüne şebnem düşer Sol yanımdaki saat tık tık sesiyle her an İçimdedir vaveyla! Dayan yüreğim dayan!.. Sündüs Arslan AKÇA 64 Reyhani’yi anma gecesinde “GİDEN GİDER YURDUNA”: ŞEREF TAŞLIOVA'DA GİTTİ İlhan YARDIMCI GÜL DİKENİ GÜZEL GÖRÜNÜR Arzu iplik, sevgi nakış, Ördükçe güzel görünür. Gönül gözü ile bakış, Gördükçe güzel görünür. Zaman ince esen yeldir, Ömür ağaç, günler daldır, Mutluluk uzunca yoldur, Vardıkça güzel görünür. ŞEREF TAŞLIOVA Şeref Taşlıova'da hakka yürüdü. UNESCO tarafından âşıklık geleneği temsilcisi olarak seçilen Taşlıova; 10 Nisan 1938'de Kars'a bağlı Çıldır ilçesinin Gülyüzü Köyünde dünyaya geldi. Hacı Bey ve Nergis Hanım'ın üçüncü çocuğudur. 1949 yılında, ilkokul öğrencisi iken 23 Nisan Çocuk Bayramında, Çıldır'da türkü söylemeğe başladı. 1954 yılında, Çıldırlı Âşık Şenlik'in oğlu Âşık Kasım'dan âşıklık geleneği üzerinde ilk bilgileri aldı. 1958–1960 yılları arasında İstanbul'da askerliğini yaptı. 1964 yılında Kars Radyosu'na girerek “Âşıklarla” isimli programlar yapmaya başladı ve bu tür radyo programı çalışmaları aralıksız on yıl devam etti. 1967 yılından itibaren, Konya'da Âşıklar silsilesinden, Bayburt'un Halk Şairlerinden HİCRÂNİ, bir şiirinde şöyle der: Aşkın tellalıydım, geçti pazarım, Gönül bahçesinde soldu gülzârım, Güler gelir ki kara yerde mezarım, Aşılacak, aşan gider Yurduna. O Yurt hakiki yurt, her nefsin gideceği Mîzân'dan önceki son duraktır. Ölüm her nefsin tadacağı; yok oluş değil, yeniden doğuş ve visâl kapısıdır. Gerçek sevgiliye kavuşmak için can atan âşıkların Âhiret sarayı, amel sağlam ise daracık kabirdir. Cennet köşelerinden bir köşe, Cehennem köşelerinden bir mekândır kabirler. Memleketi olan Kars'ta tedavi gördüğü hastanede, 76 yaşında vefât eden 65 dışı gezileri; Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Fransa, İsviçre, İsveç, Avusturya, Danimarka, Almanya, İngiltere, Singapur, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırgızistan, İran ve Türkmenistan gibi ülkelere toplam olarak yirmi beş defa gerçekleşti. Şiirleri ve çeşitli konularda kaleme aldığı yazıları, Kars Eli, Türk Edebiyatı, Çağrı, Millî Kültür, Pınar, Kemalist Atılım, Türk Dili, İnanç, Güneysu, Maya, Tarla, Gülpınar, Çoruh, Türk Folklor Araştırmaları, Halk Evleri, Meşale, Erciyes, Yeni Çizgi, Köz, Türk Folkloru, Kök, Ana gibi edebiyat tarihimizde önemli yere sahip dergilerle, çeşitli ansiklopedi ve antolojilerde neşredildi. Yurt içinde olduğu gibi, yurt dışında yayımlanan gazetelerde de hakkında yazılar yazıldı. Türkiye ve Avrupa'da toplam olarak kırka yakın plak ve ses kaseti yapılmıştır. 1987'de faaliyete başlayan Türkiye Musiki Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin kurucu üyesidir. Bu kuruluşun 1999-2001 yılları arasında Teknik Bilim Kurulu Başkanlığı görevini yapmıştır. Kurulduğu günden bu yana, her iki yılda bir yapılan seçimlerle yenilenen yönetim kademelerinde görev alan Şeref Taşlıova, 2003 yılı genel kurulunda da Teknik Bilim Kurulu üyeliğine ve sonrasında da başkanlığına seçilmiştir. Hâlen Teknik Bilim Kurulu Başkanlığı görevini yürütmektedir. 2003 yılında, Türk Dil Kurumu, Karaman Valiliği ve RTÜK işbirliği ile organize edilen “Türk Diline Hizmet Ödülü'ne layık görülmüştür. 01-05 Mayıs 2006 tarihleri arasında, Türkmenistan'da “Karacaoğlan 400. Anma Yılı” programına katılmıştır. 24-27 Eylül 2008 tarihleri arasında, Kazakistan'ın eski başkenti Almatı'da düzenlenen “Kazakistan Konservatuarının Kuruluşunun 20. Yılı Kutlama Törenleri”nde, davetli olarak icrada bulundu. 17 Ocak 2009 tarihinde, Türk Kültür ve Sanatları Ortak Yönetimi-TÜRKSOY Genel Müdürlüğü tarafından, Ankara'da düzenlenen “15. Yıl Kutlamaları”nda, “Türk Dünyasından Türkiye'yi Temsil Eden Sanatçı” sıfatıyla program yapmıştır. Yine Türkmenistan'da, 01-04 Nisan 2009 tarihleri arasında Aşkabat'ta düzenlenen “II. Uluslararası Türkmen Yayla Festivali” etkinliklerine katıldı. Kültür Bakanlığı Sivas Devlet Türk Halk Müziği Korosu Sanatçısı olarak 1990 yılında başladığı görevinden, 2003 yılında emekli olmuştur. Dolu dolu bir hayatı, yakalarında madalyaları, şiirleri, kitapları bulunan düzenlenen Türkiye Âşıklar Bayramı (39 yıl) ve Uluslararası İstanbul Festivali (21 yıl) gibi ülke çapında sürekli olarak organize edilen programlara aralıksız katıldı. Yurtiçinde ve yurtdışında düzenlenen birçok festival, program ve organizasyonlara katıldı: 1987 yılında, Marl Belediyesi'nin resmi davetlisi olarak Almanya'ya gitti. UNESCO'nun 1988'de hazırladığı Dünya Sanat Dizisi'nde, Türkiye'deki âşıklık geleneğini temsil etme görevi Şeref Taşlıova'ya verildi. Birincisi 15-21 Kasım 1989'da, ikincisi 4-7 Temmuz 1996'da, üçüncüsü de 1-13 Temmuz 2005 tarihleri arasında İngiltere'de düzenlenen “Uluslararası Hikâye Anlatma Festivali”ne (International Story Telling Festival) katıldı. 21-23 Haziran 1996 tarihinde Danimarka'da yapılan ve 24 ülkenin iştirak ettiği Vikinglerin Doğuş Günü ve Gün Dönümü Geleneği Festivali'ne Türkiye'yi temsil etti. Singapur'da, 1996 yılında düzenlenen festival bu alanda katıldığı diğer bir uluslararası organizasyondur. Bugüne kadar altın ve gümüş olarak 145 madalya, 120 plaket ve şilt, 180 takdir-teşekkür belgesi kazandı. Yurtiçindeki üniversitelerde hakkında hazırlanan mezuniyet ve yüksek lisans tezlerinin yanı sıra; Amerika Indiana Üniversitesi tarafından 1983'te, Almanya Berlin Üniversitesi tarafından 1987'de, Anadolu âşıklık geleneğinin temsilcisi olarak şiirleri derlendi. Ulusal ve uluslararası nitelikte düzenlenen folklor ve halk edebiyatı sempozyum ve kongrelerinde tebliğler sundu. İlk olarak 1971 yılında “sanat elçisi” olarak resmi görevlendirmeyle başlayan yurt dışı gezileri; Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Fransa, İsviçre, İsveç, Avusturya, Danimarka, Almanya, İngiltere, Singapur, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kırgızistan, İran ve Türkmenistan gibi ülkelere toplam olarak yirmi beş defa gerçekleşti. Şiirleri ve çeşitli konularda kaleme aldığı yazıları, Kars Eli, Türk Edebiyatı, Çağrı, Millî Kültür, Pınar, Kemalist Atılım, Türk Dili, İnanç, Güneysu, Maya, Tarla, Gülpınar, Çoruh, Türk Folklor Araştırmaları, Halk Evleri, Meşale, Erciyes, Yeni Çizgi, Köz, Türk Folkloru, Kök, Ana gibi edebiyat tarihimizde önemli yere sahip dergilerle, çeşitli ansiklopedi ve antolojilerde neşredildi. Yurt içinde olduğu gibi, yurt dışında yayımlanan gazetelerde de hakkında yazılar yazıldı. İlk olarak 1971 yılında “sanat elçisi” olarak resmi görevlendirmeyle başlayan yurt 66 İstersen uçta kon, görenler ne der, Âlim olan kimse, bırakır eser, ARDINA BAKMADAN KAÇIP GİDİYOR. Taşlıova, 21 Eylül 2014/Pazar günü Hakkın rahmetine kavuştu. 2007 Haziran ayında basılan YAŞAYAN ÂŞIKLARIMIZ (GÜLDESTE) isimli 504 sayfalık eserimde kendisine yer verdiğim, Bursa'da yapılan ÂŞIK REYHÂNİ'yi anma panelinde, Âşıklar ve Şairler şöleninde bir araya geldiğimiz Şeref Taşlıova, âşıkların gözünde yaşın kurumadığını ve han köşelerinde kaldıklarını söylerdi. Gök Kubbe altında, gidenler gelmez, Kâmiller bahtında, cahiller bilmez, Saltanat tahtında, âlimler ölmez, Bu âlem sathında, çilekeş gülmez, ASIL VATANINA UÇUP GİDİYOR. Bâki kalan boş kubbede sedâsı, Sırr-ı Hikmetlerin vardır edâsı, Olurlar her daim hakkın gedâsı, Kâinat Saraydan, Ahret vedâsı, KEVSER ŞARABINI İÇİP GİDİYOR. Kurumaz âşığın gözünde yaşı, Gurbet ellerinde, han köşesinde. İçinden tükenmez âhı, ateşi, Gurbet ellerinde, han köşesinde. Derdini anlatır, sözünü satar, Erkenden yol alır, menzile çatar, Ya hastalar, ya yorulur, ya yatar, Gurbet ellerinde, han köşesinde. KEMÂLİ yolcudur, bu dünya handan, Tabutu başında, canânla, candan, Dost, yâren, akraba, sevdiği hândan, Ebede göçerken, kalkan kervândan, BU DÜNYA HANINDAN GEÇİP GİDİYOR. Âşıklar gurbette ağlamaz neyler, Üç beş ahbap bulur derdini söyler, Türküler çağırır, muhabbet eyler, Gurbet ellerinde, han köşesinde. ALLAH'IM Bu günlerde bir bulut var üstümde, Bunu dağıtacak yel ver Allah'ım. Kötülükler bütün benim kastımda, Üstümden atmağa el ver Allah'ım. Gelin dostlar, benim derdim var diyer, Geniş dünya tek başıma dar diyer, Gündüz hayal eyler, gece yar diyer, Gurbet ellerinde, han köşesinde. Oğluma terbiye kızıma iffet, Milletime refah yurduma kısmet, Gençliğime saygı hocama şefkat, İhtiyacımız çok, bol ver Allah'ım. Bu aşk ile ah çekerim inlerim, Bir söylerim, iki durup dinlerim, ŞEREF der ki böyle geçti günlerim, Gurbet ellerinde, han köşesinde. Ağaç gibi meyve versin bağımız. İyiliğe doğru gitsin çağımız. Erimesin yürekteki yağımız. Huzur çanağında bal ver Allah'ım. Şeref Taşlıova han köşelerinde değil, hakiki mekân kabirde ve Arasat'ta, Mizân'da diğer arkadaşlarıyla buluşacak. Amel-i Sâlih, İman-ı Kâmil buluşma ve hesap verme ile Ebedi hayat başlayacak. Allah o günlerde yardımcımız olsun. Şeref Ağabeye Allah'tan rahmet diler, geride kalanlara ve âşıklar âlemine başsağlığı dilerim. Taşlıova sadece bir Fatiha bekler, EL FATİHA!... Yazımı bir şiirimle bitirmek istiyorum: GİDİYOR İlim Ordusunun, Yüce Erleri, Aramızdan çıkıp, kayıp gidiyor. Eserler, acılar, dolmaz yerleri, Gönüllerde iz bırakıp gidiyor, DERİN YARALARI AÇIP GİDİYOR. Dünyada kalacak dünyanın malı. Ancak terbiyedir nakışlı halı. Yeni dizi tutan çocuk misali, Öz Türkçe konuşan dil ver Allah'ım. Kendi varlığındır cihan aşkına, Yarattığın bunca insan aşkına, Zebur Tevrat İncil Kur'an aşkına, İslam'a gerçekçi yol ver Allah'ım. Ağladı bacılar dertli analar. Çok geline siyah oldu kınalar. Her şeyi götürsün geçmiş seneler. Hayırlı uğurlu yıl ver Allah'ım. Dünya bir istasyon, yolcular gider, Netice de bir son, bu ömür biter, 67 Şeref der ki gönül eylemek için, Millete muhabbet paylamak için, Dilimde türkümüz söylemek için, Sazıma da üç beş tel ver Allah'ım. Şeref TAŞLIOVA Sayın Taşlıova, bizim kuşağımız sizi tanıyor ancak genç kuşaklara sizi tanıtmak amacıyla soruyorum. Şeref Taşlıova kimdir? Ben Şeref Taşlıova; 10 Nisan 1938 tarihinde Kars'ın Çıldır ilçesine bağlı Gülyüzü köyünde doğmuşum. Babamın adı Hacı, anamın adı Nergiz'dir. Babam 1945 yılında öldüğünde 8 yaşındaydım. İki kız, üç erkek olmak üzere benle beraber beş kardeş yetim kaldık. Bizleri annem büyüttü. Eğitiminiz nedir? Kars'ta Cilavuz Köy Enstitüsü'nde okudum ancak bitiremedim. O zamanlar geçim sıkıntımız vardı. Okulu istemeyerek bırakmak zorunda kaldım. Köy enstitüleri çok önemli eğitimciler yetiştirmiştir. Yazar Mahmut Makal, Yazar Ümit Kaftancıoğlu, Yazar Dursun Akçam, Türkiye'nin en zengin iş adamlarından Ali Rıza Çarmıklı ve daha niceleri oradan yetişmiş değerli kişilerdendir. Sayın Taşlıova, âşık olmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz? Âşık olmaya ilkokul 2. sınıf öğrencisiyken karar verdim. Bazı meslekler usta-çırak ilişkisiyle öğrenilir. Mesela kuyumcu, derici, semerci olmak gibi… Bu âşıklık mesleği de usta-çırak ilişkisiyle olan bir sanat dalıdır. Köyümüzdeki Gülyüzü İlkokulu 2. sınıf öğrencisiyken öğretmenim 23 Nisan programında türkü söylememi istemişti. O yıllarda Malatyalı Fahri Kayahan'ın taş plağından dinleyerek öğrendiğim “Sarı Gelin” türküsünü söyledim. O yılki 23 Nisan törenimize tesadüfen köyümüze gelen Âşık Şenlik'in oğlu Kasım da katılmıştı. İlk söylediğim türkü “ Erzurum Çarşı Pazar” olmuştu. İlk kez 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda Çıldır ilçesinde sahneye çıktım. O zamanlar 10-11 yaşlarındaydım. ÂŞIK ŞEREF TAŞLIOVA İLE RÖPORTAJ Ustalarınız kimlerdir? İlk defa Malatyalı Fahri Kayahan'ın taş plağındaki “Sarı Gelin” i dinleyerek başladım. Daha sonra Âşık Şenlik'in oğlu Kasım ustam olmuştur. 1952 yılında âşıklığa başladım. Türkiye'de özellikle Kars'ta, Erzurum'da yaşayan birçok usta âşıktan faydalandım. Onlardan bilgiler alarak ve çok çalışarak kendimi yetiştirdim. Ailenizin bu konuda tutumu ne idi? Babamı 8 yaşımda iken kaybetmiştim. Annem her zaman bana destek olmuştur. Harika UFUK Türk Dünyası Nevruz Şenliği 30 MART 2013/ADANA 68 Âşıklık Geleneği hakkında bizleri bilgilendirir misiniz? Âşıklık Geleneği; Dede Korkut'tan günümüze kadar uzanan uzun bir tarih yoludur. Halkın dilini, geleneğini yaşatan, geleceğe aktaran Türk milli kültürünün en önemli dallarındandır. Türk dilini eskiden kopuzla şimdi ise sazla nakleden işleyen bir sanattır. Halktan aldığını içindeki gönül süzgecinden geçirdikten sonra arının bal yaptığı gibi tatlandırıp halka vermektir. Şiir, bir nevi bal kovanıdır. İçinde her türlü lezzet vardır. olan yarışmalarda zorlanma olabilir ama usta bir âşık bunu çözer. Divan, tecnis, lebdeğmez, muamma, halk hikâyeleri, hakkında neler söylersiniz? Bunlar şiirin sanat türleridir. Çok eskiden beri süregelmiştir. Burada “Divan” dediğimiz Divan Edebiyatı'ndaki “Divan” değildir. Divan, âşıklık geleneğinde on beş heceli şiir türüdür. Divan, Âşık meclislerinin ilk açılışında, Halk Hikâyelerinin ilk başlangıcında söylenir. 15 hece ölçülü, ağırlıklı bir şiir yapısıdır. Tecnis; 11 hecelik şiirin altına 7 heceli dört dizeden oluşan cinaslı şiir eklenmiş ve kendine has müziği olan bir türdür. Eski usta âşıklar çok kullanmışlardır. Anadolu'da çok kullanılmaz. Özellikle Doğu'da Kars yöresinde görülür. Çok ince bir sanattır. Lebdeğmezde ise bazı harfleri kullanmamak gerekir. Bunlar “b,m,p” gibi dudak ünsüzleridir. İki dudağın arasına iğne konularak söylenir. Diş- dudak ünsüzleri ve ünlüleri “f, u, ü, v” kullanılabilir. Şiir içerisinde bilinmeyeni gizleyen, sorduğu kişinin bilgi derinliğini ölçmek ve ona karşı üstünlüğünü ispatlamak amacıyla söylenen şiirli bilmecelere muamma denir. Usta âşıklar tarafından tasnif edilen; içinde tarihi olaylar geçen; şiirlerle renklendirilmiş; uzun kış gecelerinde, köy düğünlerinde, şehirlerdeki halk kıraathanelerinde anlatılan uzun öykülere halk hikâyesi denir. Türkiye'de geçmişte ve günümüzde âşıklık geleneğinin en iyi temsilcileri kimlerdir? Türkiye'de âşıklık geleneğinin geçmişten günümüze kadar çok önemli temsilcileri olmuştur. Bunlardan bazıları: Karacaoğlan, Yunus Emre, Dadaloğlu, Köroğlu, Pir Sultan Abdal, Seyrani, Gevheri, Âşık Ömer, Âşık Şenlik, Âşık Sümmani, Erzurumlu Emrah, Âşık Veysel ile sayısı yüzleri aşan ustalardır. Bildiğim kadarıyla âşıklık geleneği usta- çırak ilişkisi olarak sürdürülmektedir. Sizin bugüne kadar tahminen kaç öğrenciniz olmuştur? Yetiştirdiğiniz öğrencilerinizden en çok takdir ettiğiniz kimdir? Âşıklık geleneği Dede Korkut'tan günümüze kadar usta-çırak silsilesi ile gelmiştir. Büyük ustaların yetiştirdiği çıraklar sanatlarının zirvesine çıkarak çok önemli yerlere kadar yükselmişlerdir. Ne yazık ki bugün âşıklık geleneğinde ustaçırak geleneği yok olmaya doğru gitmektedir. Bunun nedeni de Anadolu'daki Doğu'dan Batı'ya doğru göçlerdir. Bu göçler esnasında birçok değer kaybolmak üzere yerinden oynamıştır. Kars'taki âşıkların çoğu bizlerden etkilenmişlerdir. Şu an Almanya'da olan Sadrettin Ulu, Manisa'dan Bekir Sami Özsoy (mahlası Nuri Şahinoğlu), Hikmet Arifi Ataman, Korkmaz İkan, Faruk Erdoğan, Şah İsmailçıraklarımdan bazılarıdır. Hepsini aynı değerde severim. Ayrıca Kars'ta Âşıklar Kahvesinde geleneği bizlerden öğrenen pek çok âşık da olmuştur. “Doğaçlama” nedir? Doğaçlama âşıklık geleneğinin olmazsa olmazı mıdır? Bu konuda neler söylersiniz? Doğaçlama yaparken zorlandığınız oldu mu? Doğaçlama; âşıkların gönlüne ilham geldiği zaman o anda duyduklarını gönülden dile aktararak şiir söyleme sanatıdır. Yarışmalarda iki âşığın şiir ölçüleri de dikkate alınarak anında söyledikleri geleneksel türdür. Doğaçlama yapılırken kafiyesi dar Bu geleneğin daha geniş tabanlara yayılması nasıl mümkün olabilir? Bu geleneğin daha geniş tabanlara 69 yayılması şöyle mümkündür: Devlet desteği görmek, aslını bozmadan geleneği yaşatmak, Türkiye'de önemli bölgelerde Âşık Kahvelerini çoğaltmak ve buralarda usta-çırak beraberliğini sağlamak, sanatı sanat gibi yaparak topluma kabul ettirmek, medya ve basınla sıcak ilişkide bulunmak, Uluslararası festivaller yaparak ve uluslararası festivallere katılarak dünyaya açılmak gerekir. Siz yaşarken heykeli dikilen ender sanatçılardansınız. Bu heykel ne zaman, kim tarafından diktirildi? Bu konudaki görüşlerinizi ve duygularınızı öğrenmek isterim. Kars'tan başlayarak Türkiye'nin birçok ilinde elde ettiğim başarılar; yurt içinde ve yurt dışında yaptığım gösteriler; âşıklık geleneğini tanıtma, yaşatma, devam ettirme süreci içinde yaşarken heykeli dikilen bir sanatçı olmamı sağlamıştır. Ulusal ve uluslararası basında başarılarıma yer verilmesi, edebiyat dergilerinde ve Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı Ders Kitaplarında yer almam; bu kitaplarınokullarda öğrencilere okutulması da benim için çok önem taşımaktadır. Kars'ta âşıklık geleneğinin yaşaması ve gelecek nesillere örnek olması amacıyla o dönemdeki Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu'nun önermesi ve Belediye Encümen kararıyla heykelim diktirildi. 6 Ekim 2009 tarihinde dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay tarafından açılışı yapıldı. Kars Valisi Mehmet Ufuk Erden, Kars Milletvekili Zeki Karabayır, Kars Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu, çeşitli illerin valileri ve kalabalık halkın iştirakiyle güzel bir açılış oldu. Bu olay medyada ve basında çok yer aldı. Üzerine düşen görevi başarılı bir şekilde yapmak, yaşarken bunun takdir Dünya'da ve Türkiye'de Âşıklık Geleneği ne durumdadır? Hangi ülkede veya ülkelerde bu gelenek en üst düzeyde seyretmektedir? Şiir, hikâye, masal, efsane her toplumda döneme ve devre göre az veya çok vardır. Türk Dünyası Âşıklık Geleneğinin temeli Dede Korkut'tan başlar. Bu bizim geleneksel biçimde yaşayarak günümüze gelen milli kültürümüzdür. Asya'dan dünyaya yayılması âşıklığı iyi bilen ve uygulayan isimler sayesinde olmuştur. Biliyoruz ki dilin en önemli taşıyıcıları âşıklardır. Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim: Bu geleneği dünyanın birçok yerinde yaşatmaya ve yürütmeye gayret gösterdim. Çeşitli ülkelerde düzenlenen festivallere katıldım. Âşıklık sanatımızı icra ederek tanıttım. 70 edilmesini görmek çok az insana kısmet olur. Yaşayan insan olarak heykeli dikilen tek âşığım. Bu güzel günü görmek kendime olan güvenimi, âşıklık geleneğine içten bağlılığımı daha da güçlendirdi. Başarı heyecanı duydum, çok sevindim. Bu şahsım için gurur vericidir. UNESCO'nun koruma altına aldığı birkaç isimden birisiniz. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu UNESCO'ya somut olmayan kültürel miras kapsamında yaşayan insan hazinesi olarak şahsım önerildi. UNESCO'nun listesinde yer aldım. Cenevre- İstanbul- Safranbolu toplantılarında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın onayları ile 2010 yılında UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Yaşayan İnsan Hazinesi olarak İstanbul'da güzel bir törenle ödülümü verdiler. UNESCO'nun Kültür Mirası listesinde âşıklık geleneğinden ismi olan ilk tek kişiyim. Bu, çok önemli bir dünya ödülüdür. Edebiyat Fakültesi mezunudur. Ayrıca İşletme Fakültesini de bitirmiştir. Türk Dili ve Edebiyatı üzerinde akademik çalışma yaparak Doçent Doktor unvanını almıştır. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesinde öğretim görevlisidir. Büyük kızımın kızı olan torunum Elif de edebiyat öğretmenidir. Almanya'daki kızımın kızı torunum Selda da güzel şiirler yazar. Ailece sanata yakınlık, sevgi ve saygı duyarlar. Gelecek kuşaklara mesajınız nedir? Gelecek kuşakların dillerini, geleneklerini yaşatmalarını; âşıkların söyledikleri şiirlere, müziklere, anlattıkları hikâyelere kulak vermelerini; iyi dinlemelerini ve doğru anlamalarını öneririm. Bir millet önce kendi kültürünü tanır, yaşar ve o kültürle büyür. Başka kültürler; onun yücelmesinin, yükselmesinin önünü kesebilir. Yozlaşmış, aslı bilinmeyen kültürlere kapılanlar yok olurlar. Sayısız ödül kazandığınızı biliyorum ama ilki eminim sizin için çok anlamlıdır. İlk ödülünüz ve bugüne kadar aldığınız ödüller içinde sizin için özel olanlar hakkında bilgi verebilir misiniz? Katıldığım yarışma, bayram, festival, milli törenlerde yurt içinde ve yurt dışında aldığım altın, gümüş, bronz madalya sayısı iki yüzün üzerindedir. Plaket ve onur belgesi sayısı 220 adettir. Evimde kendime ait eşyaların müzesi vardır. Fahri doktora cübbem ile uluslararası festivallerde giydirdikleri cüppeleri muhafaza ederek saklamaktayım. Hepsi birbirinden değerlidir. İlki 1964 yılında Kars'ta Selçuklu Sultanı Alpaslan adına yapılan madalyadır. Konya Âşıklar Bayramında kazandığım altın madalyalar, Kırgızistanlı Cengiz Aytmatov'un verdiği madalya ile UNESCO'nun Dünya Kültür Kupası ve çok defa İngiltere'de yapılan (Hikâye anlatma) Story Telling Festivalinin bayrağı benim aldığım ödüller içinde çok özel bir yere sahiptir. Çocuklarınızın sanatınıza bakışı ve ilgileri hangi boyuttadır? Altısı kız biri erkek olmak üzere yedi çocuğum var. Çocuklarım lise veya üniversite mezunudur; hepsi sanata ve şiire sevgi duyarlar. Oğlum Muammer Mete Taşlıova, Size sormamı istediğiniz bir soru var mı? Çok önemli ve güzel sorularınız için teşekkür ederim. Benimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz ve sorularımı sabırla cevapladığınız için çok teşekkür ediyorum. Başarılarınızın devamını diliyorum. Ben de size çok teşekkür ederim. Bana bu güzel soruları sorarak edebiyatımıza katkıda bulundunuz. Sizin gibi değerli şair ve bilge edebiyat araştırmacısı bir hanımefendiyle bu röportajı yapmak bana ayrıca sevinç ve haz verdi. Sizin de önemli bir şair ve yazar olduğunuzu biliyorum. Bu çalışmanızın geleceğe ışık tutacağına veileride sizi hak ettiğiniz çok daha iyi yerlerde göreceğime inanıyorum. Hoşça kalın. 71 ÜNLÜ HALK OZANI ÂŞIK VEYSEL'İN SAZI SIRBİSTAN'IN NOVU PAZARU KENTİNDE ÇALDI A. Yaşar SERİN konferans verdi. Fotoğrafçılığın en ince konularını örnekler vererek sunan Selahaddin Yasak konferansı da oldukça ilgi çekti. 16.05.2014 günü saat 12.00 de ise S I R B İ S TA N D A K İ I N T E R N AT İ O N A L UNIVERSITY /OF NOVI PAZAR Üniversitesi sergi salonunda Sivaslı ozan ve şair Âşık Veysel'in kendi sesi ve sazından okuduğu müzik eşliğinde Doçent A. Yaşar Serin 30 adetten oluşan “EBRULARDA ÂŞIK VEYSEL” konulu ebru üzerine Âşık Veysel posteri ve Âşık Veysel'in sözlerinden dörtlükler olan tablolarından resim sergisi açtı. Aynı gün ve saatte Öğretim görevlisi Selahaddin Yasak ise 13 adet Sivas ile ilgili fotoğraflardan oluşan “SULTAN ŞEHİR” konulu fotoğraf sergisini açtı. Sergide INTERNATİONAL UNIVERSITY /OF NOVI PAZAR Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Suad Becirovic ve Güzel Sanatlar Bölümü Dekanı Prof. Dr. Fehim Huskoviç, Tetova Devlet Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümünde Doçent Nihat Beqiri sergi açılışını yaptılar. Çok sayıda sanatsever ve öğrencilerin yer aldığı resim ve fotoğraf sergisi üniversite öğrencileri ve Novi Pazar sanatseverleri tarafından oldukça ilgi gördü. Sergi sonunda Rektör Prof. Dr. Suad Becirovic tarafından Doçent A.Yaşar Serin'e ve Öğretim Görevlisi Selahaddin Yasak'a çok görkemli TEŞEKKÜR BELGESİ verildi. Sivas ellerinden özveri ile gelerek Makedonya- Tetova Üniversitesinde 3 ay boyunca sanatını, bilgilerini paylaşmaya devam eden ve Sırbistan'da Of Novi Pazar'da sanatları ile Sivas rüzgârları estiren Sivaslı sanatçılarımızı kutluyor, başarılarının devamını diliyoruz. Sivaslı Doç. A. Yaşar Serin ve Öğretim Görevlisi Selahaddin Yasak Sırbistan Of Novi Pazar'da sergi açtılar. Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından Mevlana programı kapsamında M a k e d o n y a ' n ı n Te t o v a D e v l e t Ü n i v e r s i t e s i öğrencilerine 01.04.2014 ve 30.06.2014 tarihleri arasında ders vermek üzere görevlendirilen Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü öğretim üyesi Doçent A.Yaşar Serin ve Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü öğretim görevlisi Selahaddin Yasak Sırbistan'da Sivas ve Âşık Veysel'i tanıttılar. Doçent A.Yaşar Serin ve Öğretim Görevlisi Selahaddin Yasak S I R B İ S TA N D A K İ I N T E R N AT İ O N A L UNIVERSITY /OF NOVI PAZAR Üniversitesinden gelen teklif üzerine sanat alanları ile ilgili konferans verip, sergi açtılar. Doçent A. Yaşar Serin 15.05.2014 tarihinde saat 16.00 da SIRBİSTANDAKİ INTERNATİONAL UNIVERSITY /OF NOVI PAZAR Üniversitesi konferans salonunda “Geleneksel Türk Süsleme Sanatı Ebru ve Türk Sanat Tarihinin geçmişten bugüne kadar olan süreç” hakkında konferans verdi. Bilhassa Ebru sanatını bugüne kadar hiç duymayan ve bilmeyen üniversite öğrencilerinin Ebru sanat dalı çok ilgilerini çekti. Görsel olarak uygulaması için Doç. A. Yaşar Serin'den Ebru sanatını uygulamalı başka bir zaman öğrenmek istediklerini belirttiler. 16.05.2014 günü saat.10.30 da ise Öğretim görevlisi Selahaddin Yasak aynı salonda slayt gösterileri ile fotoğrafçılık konusunda öğrencilere 72 Mustafa UÇAROĞLU AHLAK’IN DİN İLE İLİŞKİSİ kuralların iyi veya kötü olarak nitelendirmesi sonucu dinlerin ortaya koyduğu ahlakî ilkeler, mesleklerin ortaya koyduğu ahlakî ilkeler ve ahlak felsefesinin ortaya koyduğu ahlakî ilkeler olmak üzere üç ana başlıkta sınıflandırılabilir. Ahlak hadisesi üzerinde felsefi olarak düşünmeye ahlak felsefesi denir. Ahlakla sadece felsefe değil ilim ve din de ilgilenir.” (Kılıç,2012:2) Ahlak eğitimle de yakinen ilgilidir, ortak noktaları insan duygu ve davranışlarıdır. Hangi davranışın iyi, hangi davranışın kötü olduğunu eğitimle öğreniriz. Eğer eğitim vasıtası ile iyinin doğrultusunda hareket ediyorsak ahlaklı, kötünün doğrultusunda hareket ediyorsak ahlaksız sayılırız. Ahlak ilmi neyin iyi neyin kötü olduğunu ortaya koyar. İyi bize göre mi yoksa bizim dışımızdaki varlığa göre mi tespit edilir? Evrensel ve mutlak bir iyi var mıdır? 1.1.Ahlak'ın Tanımı “Ahlak kelimesi Arapça “hulk-huluk” kelimesinin çoğulu olup Türkçede tekil olarak kullanılır. “Hulk: din, tabiat, huy ve karakter anlamlarına gelir. İngilizcede ahlak karşılığında kullanılan “moral” kelimesi de, Latince “moralist” kelimesinden türetilmiştir. Moralist; adet, karakter, hal ve hareket tarzı demektir.”( Kılıç,2012:1) Huy, hal ve hareket tarzı anlamlarına gelen ahlak, insanda yerleşmiş bulunan bir karakter yapısına işaret etmektedir. Zamana, toplum ve kültürlere göre değişiklik gösterse de ahlak, zorunlu ve değişmeyen davranış kurallarına işaret etmiştir. (Z.Aydın,2012:141) “Ahlak, çok yönlü bir anlam içermekle beraber, özelde insan davranışlarının ve insanlar arası ilişkilerin, genelde ise toplumun oluşturduğu 73 düşünce tarihinde dinden ahlaka ya da ahlaktan dine doğru ahlakî erdemliliktir. Ahlak eğitimi ile din eğitimi de birbirinden ayrılmaz iki unsurdur. (Uysal, 2005: 4149) Hareketleri yöneten nedir? İnsanoğlu varoluşundan beri bu sorulara cevap aramıştır. Ahlak üzerindeki farklı görüşler, eğitime de sıçramış, eğitim alanında farklı uygulamalara sebep olmuştur. Ahlakın ilahi kaynağa dayandığını ileri sürenler olduğu gibi evrensel a h l a k p r e n s i p l e r i d e a r a y a n l a r o l m u ş t u r. (Bayraklı,1983:39) Sosyal dokunun ahlakî değerler çerçevesinde örülmesi, kenetlenmesi ve gücü beraberinde getirmektedir. Toplum bireylerinin her birinin bu değerlere bağlılık oranı, toplumun da gücünü ve sağlamlığını ortaya koymaktadır. Toplumun her ferdinin ahlakî değerlere bağlılık oranı, toplumun gücünü ve sağlamlığını ortaya koymaktadır. Ahlakî değerlerin bulunmadığı toplumlarda, yozlaşma, çürüme ve bozulma alametleri görülmektedir. Ahlakî değerler sevgi, saygı, anlayış ve hoşgörüyü beraberinde getirmiştir. (Akdoğan, 2004:179-194) 1.2. Ahlakın Konusu, Amacı ve Özellikleri İnsanın iradeli, bilinçli, iyi veya kötü olarak nitelendirilebilecek toplum içinde uyması gereken kurallara uygun davranışlarıdır. Ahlak bir inanç ve düşünce sistemidir. İnsanları bir arada tutan manevi bir bağdır. Kaynağı ister dine, ister başka bir otoriteye dayansın, insanlar arası davranışların bir kısmı, her zaman “iyi” ve “kötü” gibi değer yargıları ile değerlendirilir. İnsanlara düşen, ahlakı en iyi şekle sokmaktır. Böylece hepimizin davranışlarına sevgi, saygı, hoşgörü, iyi niyet ve sorumluluk duygusu hâkim olur. İyi ve kötü üzerinde ortak bir anlayışa varılmamış olsaydı, insanlar arsında kargaşa meydana gelirdi. İnsan öldürmek, hırsızlık, yalan gibi değerler tüm ahlakî değerlerde ortak kötü örnekler içerisinde sayıldığı gibi, insanlara karşı saygı, sevgi hoşgörü gibi davranışlar da iyi ahlak örnekleri arasında sayılabilir. (Z.Aydın,2012:140-144 – Güngör,1995:18-20) Birey ve toplumlar açısından ahlakî değerler, olmazsa olmaz özellikler olarak belirmektedir. İnsanlık tarihine bakıldığında, ilk dönemlerden günümüze hemen her birey ve toplumun kendine özgü ahlakî bir yapısı bulunduğu görülmektedir. Bu yapı ya da ahlakî değerler, insan ve toplumların düşünce ve davranışlarını yakından etkilemektedir. Bu etkinin oranı, ahlakî değerlerin ve toplumların yapılarıyla doğru orantılı olarak gelişmektedir. (Akdoğan, 2009:12-44) 1.3. Ahlakî Davranışların Kazanılmasında Eğilimler İnsandaki çeşitli ahlakî eğilimler, küçük yaşlarda başlayarak kişisel ve sosyal eğilimler olarak gelişir. a. Kişisel Eğilimler: Herkesin korku, neşe, üzüntü gibi duyguları ve belirli şeylere karşı da ilgi ve eğilimleri vardır, b. Sosyal Eğilimler: Aile, çevre, arkadaş gibi toplumsal olgulara karşı eğilimlerdir. (Bilgin - Selçuk, 1991:95-96) Din- ahlak ilişkisinde, dinin ahlak üzerindeki etkisi ya da ahlakın dinî kaynağı, nispeten kolay anlaşılır bir problemdir. Din ile ahlak arasındaki ilişki, “Sen yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değişmez.” ( Rum,30/30) “Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl,16/90) Güzel ahlak, ilim ve edep öğrenmekle, iyi insanlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Kötü ahlak da bunun tersidir. Yani cahil kalmak, edepsiz olmak, kötü insanlarla arkadaşlık etmekten hâsıl olur. Cenab-ı Hak, Peygamber efendimizi överken “Gerçekte sen büyük bir ahlak üzeresin” buyuruyor. (Kalem,68/4) “Sizden hiç kimse, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz,” ( Buharî, İman 7 ) “Müslüman; elinden ve dilinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir”(Müslim, İman, 14) “Allah'a inandım de, sonra da doğru ol,” (Müslim, İman, 62) “Komşusu aç iken tok duran bizden değildir,”35 (Buharî,1974, Ts., c.I,s.125.) “Küçüklerimize şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir,”( Tirmizî, Birr 15) Yukarıdaki ayet ve hadisler ahlakın kaynağına ve temel ilkelerine ışık tutmaktadır. - 2. Dindışı Temellere Dayanan Ahlak Teorileri 2.1. Akıl İle Temellendirilen Ahlak Felsefesi Ahlakı akıl ile temellendirenlerin başında Aristo ve Kant gelir. “Aristo'nun ahlak felsefesi g a y e c i d i r. İ n s a n ı n i y i l i ğ i n i v e y a g a y e s i n i gerçekleştiren her fiil, ahlakın gayesidir. Gayeye “mutluluk” adını vererek insanlar arasında ittifak olduğunu kabul eder. Mutluluğun ne olduğunu araştırırken onun bir “hayat tarzı” gibi göründüğünü söyler ” Aristo: “Bizdeki en iyi değer akıldır, demek ki mutluluk, aklın faziletine uygun bir faaliyettir. Ahlakî faaliyet, sadece ruh ve bedenden mürekkep insana en iyi hayatı tesis eder.” ( Kılıç,2012:17-50) 2.2. Sezgi İle Temellendirilen Ahlak Felsefesi “Sezgi, bir şeyin doğrudan doğruya ve vasıtasız olarak kavranışı veya bilinmesidir. Ahlakî sezgiciliğe göre, ahlakî değerleri sezgi yolu ile kavrarız. Sezgi yolu ile kavranan bu değerler, bütün insanlar için objektif olarak doğru, evrensel olarak zorunludur.” George Edward Moore bu ekolün öncülerindendir. Moore, ahlakı “sezgi' üzerine temellendirmiştir. “Kişi sezgi vasıtasıyla, yeni ahlak değerleri koymamakta fakat kendi dışında varolan bu değerleri 74 “İmam Eş'arî ve Gazzalî de dâhil Eş'arî ekolüne mensup kelamcılara göre, adalet, iyilik, kötülük gibi ahlakî değerlerin Allah'ın murad ettiği şeyden başka, herhangi bir manaları yoktur. Buna göre Allah tarafından emredilen, buyurulan davranışlar ahlaken iyi, yasaklananlar ise ahlaken kötüdür. Eş'arî'ye göre iyi, kötü adalet gibi Allah'ın iradesinden bağımsız, objektif değerler yoktur. Bu değerlere muhteva kazandıran Allah'ın emir ve yasaklarıdır. Bu konuda Eş'arî şöyle der. “ Yalan sadece Allah kötü kıldığı için kötüdür. Allah yalanı iyi kılsaydı, şüphesiz iyi olurdu; eğer yalan konuşmayı emretseydi, O'na itiraz olmazdı.” 3.2. Mu'tezile'nin Ahlak Teorisi Mutezile ekolü de “adalet” prensibini inan esasları içine almışlardır. “Bilgiyi 'zorunlu' ve 'kazanılmış' olmak üzere iki kısma ayırırlar. Zorunlu bilginin de 'algı' ve 'akıl' ile elde edildiğini kabul ederler. “Mutezile, davranışların ahlakî değerlerinin vahiyle belirlendiği fikrini kabul etmemekte, iyilik, kötülük ve adalet gibi değerlerin vahiyden önce fiillerde ontolojik manada bulunduğunu savunmaktadır.” 3.3. Mâturîdî'nin Ahlak Teorisi Allah'ın varlığına inanmanın vahyin bilgi kaynağı olduğunu kabul ederler. İmam Mâturîdî 'Kitabu'-Tevhid' isimli eserinde bilginin tarifini ve bilgi edinme yollarını izah ile başlar. “ Bilgi, önce 'ezeli', ve 'hadis' olmak üzere ikiye ayırır. Allah'ın bilgisi olan ezeli bilgi, “ O'nun zatı ile beraber bulunur. Hâdis bilgi ise, yaratıkların bilgisi olup, 'zorunlu' ve 'mükteseb' olmak üzere ikiye ayırır.” Mâturîdî'ye göre, insan fiillerini yaratan Allah'tır. “Kul kesbeder, Allah yaratır.” Kesb noktasıyla da insana fiillerinin tercih ve sorumluluğunun verildiğini savunur. “Allah'ın peygamberler gönderip, vahiyle emir ve yasaklarını bildirmesi akıl için bir kolaylaştırma ve hafifletme kabilinden yardım ve irşad olmaktadır.” keşfetmektedir.”( Kılıç,2012:51-58) 2.3. Duygu İle Temellendirilen Ahlak Felsefesi Bu ekolün öncüsü de Epikür'dür. Ona göre felsefe, “mutlu bir hayat sağlayan faaliyetten ibarettir. Epikür insanı, Tanrı ve ahiret korkusundan kurtarıp ruhunu sükûnete kavuşturmak istemektedir. Tanrıların varlığını inkâr etmez, ancak; onların mükemmel içinde olduklarını, bu sebepten dünya ve insan işleriyle ilgilenmediklerini söyler. Bu nedenle insanın Tanrı'ya iman ve ibadet gibi inanç ve davranışlarda bulunmasının anlamsız olacağını vurgular. Ayrıca ruhun ölümsüzlüğünü inkâr eder, insanı ölüm korkusundan kurtaracağını ümit eder.” (Kılıç, 2012:59-84) 3.Dinle İlgili Temellere Dayanan Ahlak Teorileri Din ile temellenen ahlak teorilerinin ayırt edici özellikleri, Tanrı'nın varlığı ve vahiy gerçeğinden hareket etmiş olmalarıdır. (Kılıç, Dini Araştırmalar,1317) “Hristiyan dünyası iyi ve kötü hakkındaki bilginin, ancak vahiyle bilinebileceğini; davranışları ahlaken iyi ve kötü kılanın, sadece Tanrı buyrukları olduklarını ileri sürüp, bu temel teze uygun bir ahlak teorisi geliştirmişlerdir.” Benzer görüşler Yahudi düşünürlerce de kabul edilmiş, adalet, iyilik, kötülük, gibi ahlakî değerlerin ancak Tanrı'nın iradesi ile belirlenebileceğini kabul etmişlerdir. Çocuklar ve yetişkinler neyin ahlaklı olup olmadığını, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tek başına belli bir kriter olmadan karar veremezler. (İmamoğlu-Aksöz,2008,s:17-24) İslam dünyasında da ahlak felsefesi ile olan “iyi, kötü, adalet gibi değerlerin bilgisinin kaynağı nedir ?” sorusunu İslam Felsefeciler ve Kelamcılar tartışmışlardır. 3.1. Eş'arî'nin Ahlak Teorisi 75 Adalet, doğruluk, zulüm ve yalanın ahlakî iyilik veya kötülükleri, insan akılla belirleyip kavrayabilmektedir. Allah'ın iyi ve kötüye karşılık, sevap ve ceza bildirmesi de bu ilkelerin eyleme geçirilmesini kolaylaştırmaktadır. ( Kılıç,2012:90126) Kaynakça Aydın, Mehmet Zeki (2012) , Ailede Din Eğitimi, Din Eğitimi El kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara. Bayraklı, Bayraktar (1983) , İslam'da Eğitim, Şafak 4. Dindışı Temellere Dayanan Ahlak Teorileri ile Dinî Temele Dayanan Ahlak Teorilerinin Mukayesesi Yayınları, İstanbul. Buharî, (1974) Ahlâk Hadisleri (el- Edebu'l-Müfred), Çev. A. Fikri Yavuz, İstanbul. Değer felsefesine en fazla önem veren ilk filozof Eflatun'dan itibaren filozoflar değer problemini 'iyi', 'kötü', 'gaye', 'doğru', 'fazilet', 'hakikat' ve 'geçerlilik' gibi değerler üzerinde tartışmışlardır. Soyut bir kavram olarak 'değer'; sadece 'iyi', 'arzu edilen' şey manasında, dar anlamlı, her türlü 'doğruluk', 'yükümlülük', 'fazilet', 'hakikat' gibi anlamlarında da geniş anlamlı olarak kullanılmıştır. Tespit edilen bu değerler olumlu ve olumsuz formlarda da kullanılarak, 'haklı – haksız', 'güzel – çirkin', 'iyi – kötü' gibi terimler de ortaya çıkmıştır. Din dişi temeller arasında ahlakı 'akıl' ile temellendiren Aristo'nun ahlak teorisinde değerler, “şeylerin tabiatına aittir.” Değerler insan zihninin ürünleri değil, “ferdi cevherlerdir” der. Kant'a göre ahlakî değerlerin kaynağı pratik akıldır. İnsan tabi olacağı ahlak prensiplerini bizzat kendisi koyar. Din ile temellendirenlerin başında gelen Mu'tezile ve Maturidi ahlak teorileri arasında pek fazla bir fark yoktur. Değerlerin kavranması için vahiy her zaman zorunlu değildir. Adalet, iyilik ve doğruluk gibi hiçbir zaman değişmeyen mutlak ahlakî değerleri akıl yoluyla bulabiliriz, vahye ihtiyaç duymayız. Şart ve duruma göre değişen göreli ahlakî değerler ise ancak ilahi buyruklar vasıtası ile kavranabilmektedir. İster akıl ile isterse de vahiy ile belirlenen değerlerin kaynağı mutlak varlık olan Allah olduğu için, ortaya çıkan ahlak prensipleri, her türlü görelilikten uzak mutlak bir değer kazanmaktadır. “Din ile temellenen ahlak teorilerinin hepsinde, ahlakî değerlerin kaynağı mutlak varlık olan Allah'tır. Mutlak Varlığın her şeyi mutlak olduğundan, koyduğu değerler de mutlak olmakta; böyle değişmez ve sabit değerlere bağlı olarak ortaya çıkan ahlak ilkeleri de evrensel olmaktadır. Ahlak ilkelerinin belirlenmesinde vahyin merkezi bir önemi vardır. Vahiy, her halükarda, ahlak ilkelerini belirlemektedir.” Doğru davranışın ne olduğunu bildiği halde, ahlakî yanlışı seçen insanların varlığı da gösterir ki, doğru olan şeyin bilgisi, onun yerine getirmek için gerekli olsa da yeter-sebep değildir. İşte ahlakın dinî temelinin önemi, kendini apaçık olarak burada gösterir. Ahlakı da din- dışı hiçbir temelin sağlayamayacağı bir boyut getirmektedir. Bu da aşkın bir zat olan Allah'a inanç boyutunu ortaya koymaktadır. ( Kılıç,2012: 127145) Çağrıcı, Mustafa, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1989. Güngör, Erol (1995) ,Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul. Kılıç, Recep (2012), Ahlakın Dini Temelleri, TDV Yayınları, Ankara. Dini çoğulculuk mu, Dinde Çoğulculuk mu? Dini Araştırmalar, cilt.7,sayı.19, sh.13-17 Müslim, Sahîh, İstanbul 1981. Tirmizî, Sünen, İstanbul 1982. Rager Straughan, Çev: Abdulhamit İmamoğlu, Tuncay Aksöz, Ahlakî Gelişim, Dini Düşünce ve Davranışlar, Sakarya Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi 17/2008,s:17-24 Akdoğan, Ali (2004) Bireysel ve Toplumsal Hayatta Ahlaka Olan İhtiyaç ve İslam, EKEV Akademi Dergisi, Sayı,18 Akdoğan Ali, (2009) Sosyal Gelişimin iki Dinamiği: Bilim ve Ahlak Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, IX,sayı: 3 Uysal, Enver (2005) Dindarlığın Ahlakî Temeli Üzerine Bazı Düşünceler, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi, c.4,say.1,s;41-59 76 TEBDiL-i MEKÂN Burhan KURDDAN acaba neden esirger? Tıpkı aile dışı ilişkilerimizde başkalarına dağıtılan gülücükler, onlara verilen toleranslı davranışların ailemizden esirgendiği gibi. İnsanlar genelde tatile dinlenmek için giderler. Pekâlâ, tatile giderken sorunlarımızı da beraberimizde götürürsek bu tatilin ne anlamı var? Diyelim ki kişi tabir caizse aklı omuzlayıp tebdili mekân yapıp başka yerde hayatını devam ettirmeye karar verip gitti. Onu orada karşılayacak sıkıntılar mutlaka olacaktır. Yeni bir çevre, yeni simalar, adetler, yemekler, iş çevreleri, boş zamanını geçirebileceği yerler, şive değişikliği, iklim ve sosyal hayatın daha sayılamayacak kadar çok olan yönleri. Bunlara alışmak kolay mı olacak? Doğabilecek olumsuzları göğüslemek kolay şey midir? İnsanlar hayata olumlu bakarlarsa orası cennet olur, kimse de oradan başka yere gitmek istemez. İnsanlar her zaman kendilerini üstün görme özelliği taşırlar. Bunun doğru olmadığını anlatmak için atalarımız “El elden üstündür” sözünü söyleyerek kişilerin farklı yapılarda, karakterlerde olduklarını anlatmak için uyarıda bulunmuşlardır. Elbette her kişinin, her ailenin, her aşiretin hatta milletlerin kendilerine has özellikleri vardır. Ancak bu farklılıklar üzüntüye, sıkıntıya depresyona sebep olamaz. Kişinin kendisiyle, ailesiyle, aşiretiyle ve ulusuyla kavgalı olmasına sebep olamaz. Farlılıklarımız, zenginliklerimiz olmalı, bakış açımızı geliştirmek için mükemmel kaynaklar ve fırsatlar olmalıdır. Bunun farkında olanlar her zaman olumlu düşünürler ve bardağın dolu tarafını görürler. Etrafındaki değerleri zenginlikleri fark edenler için tebdili mekâna gerek kalmaz. Yani hayata olumlu bakmak işin temelini oluşturur. Keşke insanlık bunu başarabilse de mutluluk bayrak açsa. Her insanın doğarken getirdiği psikolojik yapı zaman içinde kısmen değişikliğe uğrasa da ana hatları itibariyle sabit kalmaktadır. İnsan ruhunun gelişmesi, dünya görüşünün gelişmesi, hayatta mutluluğu yakalama, aldığı eğitimle ve edindiği uygun çevre ile de doğru orantılıdır. Büyürken çekilen sıkıntılar genelde insanı ya çok hırslı yapar, kamçılar, hayatı tırnaklarıyla kazıyarak yaşayanlar fazla dost edinmeye zamanları olmaz, çevreleri olmaz, hayatta yalnız ve zengin kalmaya mahkûmdurlar. Bunların öncelikli hedefi bol para kazanıp zengin olmak ve kişiliklerini ispat etmektir. Onlara göre para olunca da mutluluk kendiliğinden gelecektir. Onlar ceplerindeki paradan başkasına güvenemezler. Fakat bu güven de onları kesinlikle mutlu etmez. Zengin olduklarında da yanlarında dost olarak kimseyi bulamazlar. Kurulan dostluklar hep sanaldır, geçicidir. Bazen öyle zamanlar olur ki ekonomik, kültürel ve sosyal farklılıklar sebebi ile bu dostlukların devamını zorlaşır veya bitmesine sebep olur. İşte o zaman insan hayatta ne yapacağını bilemez. Şaşırır, korkar ve bulunduğu ortamdan uzaklaşmak, kaçmak ve başka yerlere gitmek ister. Yaş eğer kırk ve üzerindeyse insanı zorlar. Fakat görülen en kolay çare yeni bir çevredir. Pekâlâ, bu gerçekten iyi bir seçim midir? Hayatta yalnız kalmanın sebeplerinden sadece birisi olan selamsızlık, yani zenginlikten dolayı kimseye selam vermemek, kimseye bir çay ısmarlamamak, yemek yedirmemek olabilir mi dersiniz? Zengin olunca kendisinden alt tabakalara maddi ve manevi yardım etmemek, kendisini onlardan uzak tutmak, param varsa ben zaten akıllıyım, kimseye ihtiyacım yok düşüncesi olamaz mı? Gittiği yerde çevre edinmek için hiç tanımadığı insanlara vereceği selamlar ve dağıtacağı gülücükleri kendi memleketindeki insanlardan insan 77 “Yurdum” derdi hep O,'Yurdum'; Yurdum'du da Hep Derdi “TOKAT'A DOĞRU” Gelirken O ”HİKÂYE” Bizimdi… Semra MERAL “İşte doğrusu, söz gelimi/ dokuyup yol üstüne attıklarım/Birer küçük köylü kilimi” söylemi de alçak gönüllüğünü ne güzel teyit etmekte değil mi? Külebimiz'e, Merhum İnan'ın: -Efendim, siz hiç aktif bir politika düşünmediniz (siyasete meyletmediniz) değil mi?' sorusunun cevabı aslında içindeydi ve aslında Akif İnan; 'sanatı'nı siyasetten uzak tutmasını başardığı için sanatçımızı kutluyor ve özellikle bu hususun altını çiziyordu. Velhasıl, iki fazilet timsali insanımızın kelâmında tevazu 'o gün' sanki zirve yapıyordu… Edebiyatımızın en seçkin ve en saygın şairleri arasına girmiş olmasıyla gurur duyduğumuz Üstadımız Cahit Külebi'yi “Her Yönüyle Zile” isimli kitabımızda 'Zile'nin Yetiştirdiği Meşhurlar' bölümünde haklı bir sahiplenişle yâd etmenin bahtiyarlığını 30 yıl önce -bir nebze de olsa-biz de yaşamıştık… Külebimizi; şahısları kadar bir beyefendi, şahısları gibi bir eğitimci Mehmet Akif İnan ile bir röportajlarında daha yakından tanıma şansına sahip olduğumuz gün, “…Bir serçe kadar hür” hisseder de olduk, evimizdeyken kendimizi biz de… Ama gel gör, öyle bir hüzün sağanağı da esti ki içimizde, bir burukluk bırakmadı o gün boyunca bizi… Zira belki ayrı kulvarlarda yol almış, ama aynı asalet mektebinden mezun olmuş, o 'iki güzel insan' da sonsuzluk âlemine göçmüş, Hakk'ın rahmetine kavuşmuştu… {Sohbetlerinde Baki'yi de sık sık yâd eden her iki değerimizin de 'hoş bir seda' bırakarak şu fâni âlemden ayrıldıklarına olan inancımızla “nurlar içinde yatsınlar; ruhları şâd, mekânları Cennet olsun İnşallah! 'diye can u gönülden niyaz eyliyoruz…} Bahsimize konu olan o sohbette; “…Efendim ben basit bir şairim, ben köylü bir şairim” diyen Külebimiz -söz oraya kendiliğinden gittiği haldeyabancı şiir otoritelerince kendisine 'anadan doğma şair' dendiğini büyük bir mahcubiyet içinde telâffuz ettiği gözlerden kaçmazken; “bunları söylemek de ayıp oluyor” diye çekincesini açıkça da beyan ederek erdemini perçinliyorlardı… Bir başka yerde, bir başka ifadesindeki; Hep 'YURDUM' Derdi; Hep 'Yurdum'du da Derdi… Şiire bakışını; daha doğrusu kendi şiirini, kendince “En çok yurdumdan söz ettim Doğayla insanla içli dışlı Sevinçler, acılar, özlemler Hepsi de çatal dişli” şeklinde ifade eden Külebimiz, işte bakınız efendim haksızlar mı? YURDUM 1917 senesinde // Topraklarında doğmuşum. Anamdan emdiğim süt //Çeşmenden tarlandan gelmiş. Emmilerim hudutlarında //Senin için dövüşürken ölmüşler. 78 Hani bir tevazu ile 'anlat biraz. anlat biraz' desede aslında çok şey anlatan 'Hikâye'ye. Kalelerin burcunda //Uçurtma uçurmuşum, Çimmişim derelerinde. Bir andız fidanı gibi büyümüşüm.//Topraklarının üstünde. KÜMBET Dergimizin 31. sayısında: “Sepetçioğlu Sokağında Büyüdü, Dede Korkut Olup Da Hakk'a Yürüdü.” başlıklı yazımızda, Sepetçioğlumuz için: [“O bedenen İstanbul'daydı, ruhen Zile'deydi… O'nun kalemi, o ışıltılı İstanbul'u yazmadı; Zile'yi yazdı. Kelâmı; geçmişi araladı, tarihi yazdı, tarih yazdı.”] şeklinde özetleyebileceğimiz notlar düşmüştük… İşte bir Üstad daha ki, kendisi Antalya'da (Antalya Lisesi edebiyat öğretmeni) bulunduğu yıllarda (1942-1945) yazmıştır o hârika 'Hikâye'sini… Hani çoğumuzun tatil yapmak için, güzelliklerinden istifade etmek için koştuğu o Antalya'da iken yazmıştır o şahika şiiri. “Hikâye ve Sivas Yollarında' şiirlerimi Antalya'da iken kaleme aldım” diyen şairimiz aslında: [“İlham kaynağım 'deniz' değil; 'ceviz' oldu; 'palmiye' demedim; 'Türkiye' dedim!” demek istemektedirler bir bakıma değil mi? ] Haksızlar mı efendim? Bünyeye deniz havasından ziyade, şimal rüzgârlarının getirdiği memleket havası daha iyi gelmiş; “Bir başkadır benim memleketim.” şarkısı ile 'Tokat'a Doğru dalıp dalıp gitmiş ve kim bilir; 'Hey On beşli, On beşli' türküsünü, iç çeke çeke, ağıt biçiminde söylemiştir belki de… Bu çok güzel ve özel şiirini: “Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!//Benim doğduğum köyler de güzeldi, Sen de anlat doğduğun yerleri,//Anlat biraz!” şeklinde bitirerek; ülkesini, milletini seven her şair gibi özelden, genele gitmiş; kollarını açmış ve bütün yurdunu, ülkesini kucaklamak istemiştir. Böylece birlik ve beraberlik ruhunun altını çizmeye gayret etmişler, her sanatçının aradığı güzel'i; kendisinin güzeli ile barıştırmayı vazife bilmişler ve bizlere de tutam tutam umut yeşertmeyi de başarmışlardır. Aynı röportajda, “ 'tepki şiiri' de denebilir şiirlerime” diyen büyük usta hakikaten Hikâye'de:'Benim doğduğum köylerde buğday tarlaları yoktu derken de, “Benim doğduğum köylerde ceviz ağaçları yoktu” derken de zıtlıklardan yararlanarak amaca ulaşmak istemiş ve büyük bir başarı ile ulaşmıştır da. Kendilerinin de ifade ettiği gibi Zile, Niksar, Tokat demek bir bakıma buğday tarlası, bir bakıma ceviz ağacı demektir… Tam tersini söyleyerek, o an kendisinin bu nimetlerden, bu güzelliklerden ayrı olmanın ıstırabının altını çizmiş; bu değerlerin kendisinde bıraktığı çağrışımları bir büyük özlem, bir büyük bir hasret ile dillendirerek; duygularımıza tercüman olmuşlar; özlemin sıcaklığı ile bize huzur verip dinlendirmişlerdir. Peki ya “TOKAT'A DOĞRU…” Hani “Çamlıbel'den Tokat'a doğru /Tozlu yolların aktığı ırmak! Ben seni çoktan unuttum; /Sen de unuttun mu, dön geri bak.” diye arı-duru bir Türkçe ile başlayıp; samimi-içli bir üslûpla devam eden bu güzel dizeler için sanki şairimiz İşte, edebiyatımızın en güzel şiirleri arasında yer alan 'Yurdum' ilk yudumunda size hoş bir 'otobiyografi' tadı vermekte değil mi? Sizi, usta bir şairi tanımanın keyfi sarmışken; birkaç yudum daha almak istersiniz -pek haklıca- ki, çok geçmeden yudumladığınızın; yıllardır sizin sokak çeşmenizden akıp giden o hayat kaynağınız sudan farklı bir tat olmadığını fark edersiniz…Ve birden, anacığınızın o şefkatli kolları sizi bağrına basarken yaşadığınız hazzı anlatabilecek kelimeleri seçmede güçlük çekersiniz…Ve başlangıçtaki o sade, bir yudumluk tat, yerini; “çiğ ama 'helal süt' emmiş olma”ya bırakırken susuzluğunuz çoktan geçip gitmiş ve 'içinizdeki çocuk' ile birlikte dalıp gitmişsinizdir uzaklara… Arkanıza şöyle daha bir rahatça yaslanarak; anneniz, çocukluğunuz, uçurtmanız, kaleniz, dereniz, taşınız, toprağınızla ilgili hayallere dalmaya, o günleri anmaya elbette devam etmek istersiniz değil mi; siz ey Çeltekliler, Zileliler; siz ey Artovalılar, Niksarlılar vee siz ey Tokatlılar? Çünkü Türk edebiyatının o koca çınarı; gözlerini, dünyaya sizin doğduğunuz yerde (Zile'de) açmış; uçurtma uçurduğunuz 'sizin kaleniz'de, uçurtmalarını uçurmuştur. Sizin Niksar'ınızdaki evinde; kendini bir serçe kadar hür hissetmiş; sizin şehrinizin adı (Tokat'a Doğru); O'nun şiirinin başköşesini taçlandırmıştır. Siz, şairiniz gibi gurbette de olsanız; sanki bir Amet ustanız, bir Fadik emeniz, bir Yusuf emminiz, bir Nefse abanız, bir İbram çavuşunuz karşınızdaymış gibi, onlarla sohbet ediyormuş gibi hissedersiniz artık kendinizi.Yani o kadar tabii, o kadar samimi; O kadar biz, o kadar 'siz' olmuştur 'sizinle' şairiniz. Artık ayaklarınız yerden iyice kesilmiş, uçurtmanız ile kalenin etrafını kaç kez fır dönüp: “Benim Zile'm, benim kale'm; benim şehrim, benim şiirim, benim şairim” dersiniz böbürlene böbürlene... Hele de, hemşerinizin; “Zile'de bir akşam babam bana üç kitap getirdi. İhtimal o yaşımdan hatırladığım tek gün olan o aydınlık gecede edebiyatı sevmişimdir. Sokaklarında yaz boyunca yük yük üzüm, alaca mısırlar, tenteneli arabalarında uzun kavunlar taşınan, sabahlara kadar büyük leğenlerde pekmez kaynatılan, bu yüzden kışa kadar sokakları sıcak üzüm kokan ve geceleri uzaktan 'Şu Zile'den gece de geçtim görmedim aman' diye türküler duyulan Zile bana sanatı sevdirdi.” dediğini öğrendiğinizde tavan yapar sevinciniz…Haklısınız… Gelelim 'Hikâye'ye. Başlığımızda: “TOKAT'A DOĞRU” gelirken O “HİKÂYE” bizimdi… dediğimiz 'Hikâye'ye. Yani: Barış Manço'muz gibi milletimizin çok sevdiği ve 'Allah Yâr… Allah Yâr' diye diye Allah'a yürüdüğüne inandığı Cem Karaca'mızın seslendirdiği o çok ünlü 'Hikâye'ye. 79 “İlk ustam oldu benim halk/ Belleğimde akıp giden ırmak/”diyor ve “Orda, derenin içinde/ İki üç çırılçıplak Alçacık damı düşündükçe/ Gözlerim yaşarıyor, dön geri bak.” diye devam ederken “Köylü diliyle türkü çağırdım/ Onlarla gülüp ağlayarak // diye de pek açık ve seçikçe kendini tanımlıyor değil mi efendim? Seçtiği kelimelerle 'köyü' daha doğrusu bütün Anadolu köyleri, bir fotoğraf gibi öyle başarı ile resmedilmiş ki; o çok tanıdık çizgilerle burkulur, hüzünlenir, dalar gidersiniz yine çok uzaklara… Ama bu sefer geride bıraktıklarınızın yalınlığı, yalnızlığı, yoksulluğu, kimsesizliği sizi rahat bırakmaz; hüzünlendikçe ağlar, ağladıkça hüzünlenirsiniz… “Ben seni çoktan unuttum” derken asla unutmadığını itiraf ederken şairiniz 'gözyaşları' ile unutmamak gerektiğini haykırırsınız siz de “dön geri bak!.dön geri bak!” larla… Ozanımız; “Tokat'a Doğru”da hassas, vefalı, duyarlı Anadolu insanı portresine;“Sivas Yolarında” tepki veren Anadolu insanını da katarak bir başka realitede de çok başarılı olmuştur. Yine ayrıca Tokat'a Doğru'daki at arabasının yerini kamyon almış, hatta daha da eskiye gidip 'kağnı'ya da yer vererek bir Kurtuluş Savaşı çocuğu olduğunun unutulmaması gerektiğini vurgulamak istemiştir sanki. Evet, hakikaten de; “Irmaklar gibi uzaklaşır/Bir türkü kadar uzak Tekerler iki çizgi bırakır,/Hamutlar şak şak eder, dön geri bak.” dizelerinde, lodos gibi yumuşacık esip; 'mâzi ve hâl' ikilemindeki yol ayrımında 'bir yolcu' gibi bocalarken araba ilerlemek zorunda kalıp, tekerler geride iki çizgi bıraktıkça; elinden oyuncağı alınmış 'bir çocuk gibi'dir, melül ve mahzun!.. Kurtuluş Savaşımızın bir panoraması ve Gazi Mustafa Kemal Paşa'mıza duyulan hayranlığın şiirsel bir söylemi olan Atatürk Kurtuluş Savaşı'nda isimli o destan gibi şiirinde ise: “Biz biliriz bizim işlerimizi/İşimiz kimseden sorulmamıştır Kılıçla, mızrakla, topla, tüfekle/Başımız bir kerre eğilmemiştir.” derken poyraz gibi sert ve net, keskin esip; aslanlar gibi kükreyen bıçkın bir delikanlıdır 'kolu asla bükülemeyecek olan!' Velhasıl O, net ve mert katıksız bir Anadolu insanı; tabi, saf, katkısız bir Anadolu toprağı… Ve bu toprağın şehre gitmiş ama şehirde 'ne oldum delisi' olmamış bir okumuşu; özüne sırtını dönmemiş bir aydınlık yüzüdür bizim Cahit Külebi… öğretmenler değil, o görevin mesuliyetini bilen, o idrake sahip bütün öğretmenler bu şiiri tevazuyu aştıklarını akıllarına bile getirmeden üstlerine alınır ve ağız birliği etmiş gibi: “Siz kara göklerin yıldızları, Işıtın yurdumuzu sabaha kadar! Ama düşe kalka, ama yiğit, ama umutlu. Alın benim gönlümden de o kadar.” dizelerini bazen kürsüde kendilerinden geçerek okur; bazen 'muallim' yanları ağır basarak öyle yorumlarlar ki başaracaklarına olan inançları ile yemin edip, ant içerler defalarca… O SOHBET'ten SON İZLENİMLER… Bir kaza geçirmiş olduğu için, Mehmet Akif İnan'ın evinde ziyaret ettiği Üstadımızın 'emekli olmuş her memur, yaşı ilerlemiş her beşer, eşini kaybetmiş her şair' gibi 'ayrılık-yaşlılık- yalnızlık' hassasiyetleri ile hemhâl oluşu, bir de kaza ile katmerlenince; solgunluğu ve yorgunluğu ayan beyandır… Buna bir de sohbetin sona erdiğinin farkındalığı eklenince; Fuzuli'nin, “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge Ne açar kimse kapım bâd-ı sabadan gayrı” beytini öyle hisli ifade etmişlerdir ki, röportajın başından beri sizi saran hüzün; yerini acı bir yürek yangısına bırakmış ve gözyaşlarınızı engelleyememişsinizdir. Ey Bizim Erencanımız Ey Bizim Külebimiz, Sizin çok sevdiğiniz, O; öpüp başına koyduğunuz ekmek gibi aziz kutsal, ekmek gibi aziz yurdunuz, sizin o acıları ile yoğrulduğunuz, çare bulunsun istediğiniz yurdunuz, memleketiniz sizi çok sever merak buyurmayınız… Hele Zileliler, hele Niksarlılar, hele hele Tokatlılar (TOŞAYAD-Kümbet) sizin için birbirleriyle sevgi yarışına girmekte, adınıza yarışmalar düzenlenmektedir. (Ve kazanan da elbet, daha çok gayret eden olmakta.) Şimdi sen (Zile-1917-Ankara-1997) vefatının 13. yılından itibaren o çok sevdiğin Erzurumlu Emrah'ın Niksar'daki türbesi yanına nakledilmiş bulunan anıt mezarında bir serçe gibi hür ve huzurlu yat! Ve inşallah muhterem babanızın, siz doğar doğmaz Kur'an'ı Kerîm'in son sayfasına not düştükleri şu pek manidar "Cenab-ı Allah hayırlı halef eyleyerek Ehali-i İslam'a nusretler ihsan buyursun. Âmin"duaları kabul olduğu veçhile; bu duayı hafızasına kaydettiğiniz için güzide bir vatan evlâdı, gözde bir memleket şairi oldunuz… Ey ozanımız, sizi sadece; Zile'nin ceviz ağaçlarındaki kuşlar değil, Niksar kalesindeki serçeler değil ki seven: Edirne'den Ardahan'a, Ardahan'dan Edirne'ye kadar uzanan bu güzel topraklardaki hem boz üveyikler, hem beyaz güvercinler; hem kırlangıçlar hem kartallar çokk seviyor, selâmlar gönderiyor ve kanat çırpa çırpa hep bir ağızdan: - Huzur içinde yat, ey Erencan! -Nur içinde yat, ey Külebican! diyorlar… EĞİTİMCİ KÜLEBİMİZ Müfettişlik, ataşelik, Türk Dil Kurumu Sekreterliği görevlerinde bulunmuşlarsa da şairimiz bir edebiyat öğretmeni, bir 'eğitimci' kökenlidir. Bu bakımdan 'Köy Öğretmenleri' şiiri öyle güzel, öyle buram buram şefkat kokmakta; öyle ilmik ilmik saffet dokumaktadır ki. Sadece köyde görev yapan 80 İRAN KÜTÜPHANELERİNDE BULUNAN EL YAZMALARI ve SAFEVİ DÖNEMİ FARS KRONİKLERİNDEN ÖRNEKLER ( 16 ve 17. YÜZYILLAR ) Nizam YÜCE Bu çalışma İran kütüphanelerinde bulunan el yazmaları ve Safevi dönemi kroniklerini incelemeyi amaçlamıştır. İran'ın gerek Anadolu ile komşu olması gerekse Osmanlı Devleti ile geniş ilişkilerinden dolayı yapılacak Osmanlı tarih araştırmalarında başvurulması gereken en önemli kaynakların başında gelmektedir. İran coğrafyasında geçmişten günümüze büyük kütüphaneler kurulmuştur. İran'da ki kütüphanelerde kayda değer Türkçe el yazmaları mevcuttur. Türk Tarihi açısından büyük öneme sahip olan bu el yazmaları üzerine bilgi verilecektir. Türkçe El Yazmaları İran'da bulunan Türkçe el yazmalarının tespiti için Şadi Aydın tarafından bir çalışma yapılmıştır ( Aydın, Şadi, a.g.e). TİKA (Türkiye İşbirliği ve kalkınma İdaresi Başkanlığı) destekli bu çalışma yazmaların tespiti için son derece ehemmiyet arz etmektedir. Aydın bu kütüphanelerde bulunan katalogları taramış ve kataloga Türkçe el yazması diye kaydedilen eserlerin künyelerini almıştır. Fakat yazmaların herhangi bir tasnife tutulmadan bu eserin ortaya konması beraberinde eksiklikler ve yanlış bilgilerin verilmesine zemin hazırlamıştır. Kütüphanelerde bulunan el yazmaları çoğunluğu Farsça olmak üzere Arapça ve Türkçe de yazılmıştır. Bazı eserler ise bu dillerin ikisi ya da üçü kullanılarak oluşturulmuştur. Şadi Aydın'ın yaptığı katalog çalışmasının eksik yönlerinden biri, bunu ihmal etmiş olmasıdır. Türkçe el yazmaları da dil bakımından ikiye ayrılmaktadır; Anadolu'da Osmanlı Türkçesi ile yazılan eserler ve İran'da Azeri Türkçesi ile yazılan eserlerdir. Aydın eserinde bu ayrımı da gözden kaçırmıştır. Kataloglarda Türkçe el yazması olarak geçen bazı eserleri incelediğimizde eser içeriğinin Türkçe, Farsça ve Arapça ile ortak oluşturulduğu görebiliriz. Bu bakımdan hem konu itibari ile hem de eserin dilini incelediğimizde bu esere Türkçe el yazması demek pek doğru olmayacaktır. Nitekim bu eksikliğe bir örnek verecek olursak Aydın'ın oluşturduğu eserde Türkçe el yazması diye verilen “Karabadiyan” (Aydın, Şadi, a.g.e, s.62.) adlı eseri incelediğimizde Farsça, Türkçe ve Arapçadan oluştuğunu görmekteyiz. Bu yüzden el yazmanın okunması ve tercüme edilmesi daha da zorlaşmıştır. Ş a d i Ay d ı n , Te b r i z M i l l i Kütüphanesindeki Katalogdan da yararlanmıştır (Aydın, Şadi, a.g.e, s. 39-44). Ancak bu çalışma çeşitli yönleriyle incelendiğinde bazı eksikliklerin olduğu görülür. Aydın, yazmalarla ilgili bilgileri kütüphanenin hazırlamış olduğu GİRİŞ İran Kütüphaneleri ve El Yazmaları İran sahası el yazmaları beş farklı kütüphanede toplanmıştır; vakıf kütüphaneleri, medrese kütüphaneleri, devlet kütüphaneleri, üniversite kütüphaneleri, şahsi koleksiyonlar. İran'da el yazma eser bulunduran kütüphane sayısı yaklaşık üç yüzdür. İran kütüphanelerinde şimdiye kadar tespit edilen toplam elyazma eser sayısı 225.000 üzerinde olduğu belirtilmektedir ( Tahran Üniversitesi, Kütüphane Katalogu, Tahran 139.). Bunlar dışında elbette ulaşılmayı bekleyen ya da şahsi kütüphanelerde bulunan şahsi eserlerde mevcuttur. Kütüphanelerde bulunan bu eserlerin büyük çoğunluğu kataloglanmıştır. Katalogu oluşturulmaya çalışılan, bitirilmemiş büyük kütüphanelerde mevcuttur. İran'ın el yazma eserler bakımından en büyük kütüphaneleri; Tahran Milli Kütüphane, Meşhed Asitane-i Kuds-i Rezevi Kütüphanesi, Tahran Meclis-i Şurayı İslami Kütüphanesi, Kum Maraşi Necefi K ü t ü p h a n e s i ' d i r ( Ay d ı n , Ş a d i , İ r a n Kütüphaneleri Türkçe El Yazmalar Katalogu, Timaş Yayınları, s. 7, İstanbul 2008). İran'ın değişik kütüphanelerinde Türkçe el y a z m a l a r ı m e v c u t t u r. O l u ş t u r u l a n kütüphane kataloglarında bunlara da yer verilmiştir. 82 yer vermemiştir ( Çınarcı, a.g.m., s. 63). katalogdan birebir derlediği için bazı yazmaların isimleri ile içerikleri birbiriyle uyuşmamaktadır. Örneğin “Dîvân-ı Sâdıkî” adlı yazmanın içeriği incelendiğinde eserin divan değil, Sâdıkî'ye ait birbirinden farklı 20 bölümden oluşan külliyatı olduğu görülmektedir. Yine aynı çalışmada çoğu yazma ile ilgili genel bir bilgi verilmediği hatta bazı yazmaların ise sadece müellif isimleri ile katalog numaralarıyla sınırlandırıldığı tespit edilmiştir. Yine aynı çalışmada “Külliyat-ı Nevâyi” şeklinde adlandırılan yazmanın sadece katalog numarası verilmiştir. Oysa aynı yazmada Nevâyi'ye ait 1 mukaddime ve 19 adet yazma eser mevcuttur. Fakat bu yazmalarla ilgili herhangi bir bilgi verilmemiştir ( Çınarcı, Mehmet Nuri, 16 ve 17. Yüzyıllarda Safevi Dönemi Kroniklerinden Örnekler: Tarih-i Şah İsmail ve Şah Tahmasb Safevi, (Emir Mahmud Handemir, Tarih-i Şah İsmail ve Şah Tahmasb Safevi, C. I-IV, Tahran, 1362) Emir Mahmud Handemir tarafından yazılmıştır. Eser Şah İsmail ve Şah Tahmasb devri olaylarını daha detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Eser 1550/51 yılı olayları ile sona erer ( Gündüz, Tufan, Safevi Dönemi Kaynaklarına Dair Kısa Bir Değerlendirme, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. 29, s. 503, Ankara 2009). Lübbu't Tevarih, ( Yahya b. Abdullatif-i Kazvini, Lübbu't Tevarih, (neşr. Muhammed Bakır), Tahran 1363) Yahya b. Abdullatif-i Kazvini'nin kaleme aldığı eserdir. Bu eserin dördüncü bölümü Safevilere ayrılmış, Şah İsmail dönemine ait son derece kısa ancak fevkalade değerli bilgiler vermektedir (Gündüz, Tufan, a.g.m., s503). Târih-i Âlem-Ara-yı Abbasi, ( İskender Addition To Turkısh Manuscrıpts In Tabrız National Lıbrary, International Journal of SocialScience, Volume 2 Issue 2, p. 61-72, Winter 2009). Ay n ı ş e k i l d e Ş a d i Ay d ı n , çalışmasında Tebriz Milli Kütüphanesi'nde bulunduğu halde ya tamamen ya da bir kısmı Türkçe yazılmış, Acayibü'l-Ekâlim, Kavâ'idü'l-siyâkiyye, Kavâ'id-i Zebân-ı Türkî, Leylâ vü Mecnûn-ı Fuzûlî, Dîvân-ı Kuddusî, Yahyâ-nâme, Mu'ammiyât-ı Mu'ammâ'i ve Mecelle-i Mu'âhadât-ı Cedîde” gibi yazma eserlerin künyelerine Bey Münşî, Tarih-i Âlem Ara-i Abbasi, C.2, Çev: Ali Genceli, TTK, İstanbul) İskender Bey Münşi tarafından yazılmıştır. Şah Abbas döneminin ana kaynağıdır. İskender Bey, İran'daki tarih yazıcılığının en büyük simalarından biridir ve yazdığı eser, Safevi tarihinde meydana getirilmiş en kıymetli 83 Milli Kütüphane Tahran dönem kaynağıdır. Şeref Han eserini iki cilt halinde yazmıştır. İkinci cilt bir Osmanlıİran tarihi olarak yazılmıştır. Burada, Osmanlıların Anadolu'ya gelmelerinden başlayarak 1597 yılına kadar geçen süre içinde gerek Osmanlı İmparatorluğu'nda ve gerekse İran'da cereyan eden önemli olaylar yer almaktadır. Ayrıca Turan Sultanları diye Özbek hükümdarlarından d a b a h s e t m e k t e d i r. Y ı l y ı l o l a r a k hadiselerin anlatıldığı bu eserde önce Osmanlı İmparatorluğu'nda cereyan eden olaylar sonra da İran'da vuku bulan hadiseler anlatılmıştır. Özellikle Şah Abbas'ın tahta geçtiği yıllardaki iç ve dış mücadeleleri (saltanat kavgaları, Kızılbaş emirler arasındaki mücadeleler, Horasan'a Özbek ve Azerbaycan ile Batı İran'a Osmanlı saldırıları) yansıtması bakımından eser önem arz etmektedir. Hasan Bey-zâde Târîhi, ( Hasanbeyzâde eserdir. Bu önemli kaynak, Şah Abbas'ın 1629 yılındaki ölümünden kısa bir süre önce tamamlanmıştır. Şah'ın saltanatının en önemli ayrıntıları bu eserde mevcuttur. Safevi tarihinin en büyük tarih yazıcısı olan İskender Bey'in eseri, 16. yüzyılın son çeyreği ile 17. yüzyılın ilk 30 yılını kapsayan İran ve onun komşularının tarihi için en önemli temel kaynaktır. Eserde, önce Şah Abbas'a kadar olan Safevi tarihi özet olarak anlatılmakta sonra Şah Abbas'ın saltanatının ayrıntılarına geçilmektedir. Yazar, 1592 yılından sonra yazdığı pek çok olayın birebir tanığıdır. Bu yüzden verdiği bilgiler son derece sağlam ve tarih bakımından kesindir. Tarih-i Abbasî veya Rûznâme-i Molla Celâl, (Molla Celal, Ruznâme-i Molla Celal, Yay. Haz. Seyfullah Vahidniya, İntişârât-ı Vahid, Tahran, 1366) Celaleddin Muhammed Yezdî tarafından kaleme alınmış mühim bir Safevi kroniğidir. Celaleddin Muhammed Yezdî veya Molla Celal, Şah Abbas'ın müneccimi idi. Yıl yıl Şah Abbas dönemi olaylarının anlatıldığı eser, Haydar Mirza'nın katlinden başlayıp H.1020[M.1611-1612] tarihinde son b u l m a k t a d ı r. Ş a h ' ı n y a k ı n ı o l a r a k meclislerinde bulanan ve pek çok olaya tanıklık eden Molla Celal, devrine ait çok kıymetli gözlemlerde(bazı iç hadiseler, elçi kabulleri ile nevruz ve âşura törenleri v.s.) bulunmuştur. İskender Bey Türkmen'in eserinden sonra Şah Abbas dönemi için ikinci önemli kaynak olarak gösteriliyor. Ravzatü's-Safeviyye, ( Mirza Bek, A.Paşa, Hasan Bey-Zâde Târîhi, C. 3, Haz. Ş. Nezihi Aykut, T.T.K., Ankara, 2004) Hasan Bey-zâde Ahmed Paşa'nın yazdığı ve kendinden sonraki pek çok kroniğe temel teşkil eden önemli bir Osmanlı kroniğidir. Eser, 1520-1635 yılları arasındaki olayları anlatmaktadır. III. Mehmet'in Eğri, Uyvar ve Kanije Seferlerine katılan Ahmet Paşa, 17. yüzyılın başında Anadolu Defterdarlığı yapmıştır. 1635 yılında IV. Murat'ın Revan seferine katılan Ahmet Paşa, Tuna, Karaman, Halep ve Kefe Defterdarlıkları da yapmıştır. Eserin tezimiz açısından ö n e m i ö z e l l i k l e 1 6 0 3 ' d e Te b r i z ' i n alınmasıyla başlayan ve Şah Abbas'ın ölümüne kadar olan süreci ayrıntılı olarak tasvir etmesinden kaynaklanmaktadır. Ahsenü't Tevarih, ( Hasan, Rumlu, Ravzatü's-Safeviyye, Yay. Haz. Gulam Mirza Tabatabai, İntişârât ve Çâp-ı Danişgâh-ı Ta h r a n , 1 3 7 8 ) , Ş a h A b b a s d ö n e m i müverrihlerinden Mirza Bey tarafından kaleme alınmış önemli bir Safevi kroniğidir. Eser, H.907(M.1501/1502)'de Şah İsmail'in Tebriz'de cülusundan H.1036(M.1626/1627) yılına kadarki olayları ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Şerefname, ( Şeref Han, Şerefname, Çev: Ahsenü't Tevarih, (neşr. Abdulhuseyin Nevai), Tahran 1357) Hasan Rumlu'nun kaleme M. Emin Bozarslan, Ant Yayınları, İstanbul, 1971) 16. yüzyılda Bitlis'te hüküm sürmüş aldığı eserdir. Eserde olaylar İran merkezli anlatıldıktan sonra o yıllarda İran'a gelmiş olan Özbeklerde ve Osmanlılarda meydana gelen olaylara da yer verilir. Eser Safevi araştırmaları için son derece kıymetli olup dili sadedir ( Gündüz, Tufan, a.g.m. s. 504). Tarih-i Elçi-yi Nizamşah, (Hurşah b. olan Şeref Han tarafından yazılmış bir Kubad el Huseyni, Tarih-i Elçi-yi Nizamşah, 84 (neşr. Muhammed Reza Nasıri, Tahran 1379) G ü n d ü z , Tu f a n , S a f e v i D ö n e m i Kaynaklarına Dair Kısa Bir Değerlendirme, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. 29, Ankara 2009. Yahya b. Abdullatif-i Kazvini, Lübbu't Tevarih, (neşr. Muhammed Bakır), Tahran 1363. İskender Bey Münşî, Tarih-i Âlem Arai Abbasi, C.2, Çev: Ali Genceli, TTK, İstanbul 1945. Molla Celal, Ruznâme-i Molla Celal, Yay. Haz. Seyfullah Vahidniya, İntişârât-ı Vahid, Tahran, 1366. Mirza Bek, Ravzatü's-Safeviyye, Yay. Haz. Gulam Mirza Tabatabai, İntişârât ve Çâp-ı Danişgâh-ı Tahran, 1378. Şeref Han, Şerefname, Çev: M. Emin Bozarslan, Ant Yayınları, İstanbul, 1971. Hasanbeyzâde A.Paşa, Hasan Bey-Zâde Târîhi, C. 3, Haz. Ş. Nezihi Aykut, T.T.K. Ankara, 2004. Hasan, Rumlu, Ahsenü't Tevarih, (neşr. Abdulhuseyin Nevai), Tahran 1357. Hurşah b. Kubad el Huseyni, Tarih-i Elçiyi Nizamşah, (neşr. Muhammed Reza Nasıri, Tahran 1379. Muhammed b. Hidayetullah, Afuşte-i Natanzi, ( neşr. İhsan İşrak), Tahran 1373. Anonim, Âlem Ara-ye Şah Tahmasb, (neşr. Irec Afşar), Tahran 1370. Anonim, Cihangüşa-yı Hakan-i (Tarihi Şah İsmail), İslamabad 1984. Cihanbahş Sevakıb, Tarih Nigari Asr-ı Safevi, Tahran 1380. Hurşah b. Kubad el Huseyni'nin eseridir. Eserin son bölümü Safevi tarihine ayrılmıştır. Osmanlılara ait kısımlar Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar tutulmuştur ( Gündüz, Tufan, a.g.m. s. 505). Nekavetü'l Asar, ( Muhammed b. Hidayetullah Afuşte-i Natanzi, (neşr. İhsan İşrak), Tahran 1373) Natanzi'nin kaleme aldığı bu eser, Şah Tahmasb ve Şah İsmail dönemlerini ele almıştır bu açıdan eser ehemmiyet arz etmektedir ( Gündüz, Tufan, a.g.m, s.507). Âlem Ara-ye Şah Tahmasb, eser anonimdir yazarı belli değildir. Şah Tahmasb dönemini ele almıştır (Anonim, Âlem Ara-ye Şah Tahmasb, (neşr. Irec Afşar), Tahran 1370). Cihangüşa-yı Hakan-i, Tarihi Şah İ s m a i l o l a r a k b i l i n m e k t e d i r. E s e r Anonimdir (Anonim, Cihangüşa-yı Hakan-i (Tarihi Şah İsmail), İslamabad 1984). Tarih Nigari Asr-ı Safevi, Cihanbahş Sevakıb'a ait bu eser Safevi döneminin önemli kaynaklarındandır ( Cihanbahş Sevakıb, Tarih Nigari Asr-ı Safevi, Tahran 1380). Safevi tarihini Doğu'da Özbek ve Türkmen hanlıklarının, Batı'da ise Osmanlı Tarihinden ayırmak mümkün değildir. Bu yönü ile Safevi dönemi kaynaklarının Türk Tarihi açısından birinci derecede öneme haiz olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. KAYNAKÇA Tahran Üniversitesi, Kütüphane Katalogu, Tahran 1391. Aydın, Şadi, İran Kütüphaneleri Türkçe El Yazmalar Katalogu, Timaş Yayınları, İstanbul 2008. Ta h r a n Ü n i v e r s i t e s i K ü t ü p h a n e s i , Karabadiyan, nr. 9901. Çınarcı, Mehmet Nuri, Addition To Turkısh Manuscrıpts In Tabrız National L ı b r a r y, I n t e r n a t i o n a l J o u r n a l o f SocialScience, Volume 2 Issue 2, p. 61-72, Winter 2009. Edep Yahu! Ehl-i irfân arasında aradım kıldım talep Emir Mahmud Handemir, Tarih-i Şah İsmail ve Şah Tahmasb Safevi, C. I-IV, Tahran, 1362. Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep Laedrî 85 SİZ YAZIN YETİMLER GÜLSÜN {63 DAMLA MÜREKKEBİN AŞKI} Sündüs ARSLAN AKÇA Bir yetimin yüzünü de biz güldürelim dedik ve halis bir niyete sığınarak çıktık yola. 63 mürekkepten damlalarla süslemeye çalıştık yetim çocuklarımızın yüreklerini. Bir tebessümleriyle yüreklerimiz, huzur şerbetinden nasiplenecekti. Bir tebessümleriyle virane gönül bahçemiz çiçeklenecekti. Hiçbir zaman anne ve babalarının yokluğunu dolduramayacaktık. Bir nebze olsun gülüşlerinde yerimiz olacaktı. Sıkıntılarını hafifletebilecektik. Çocuklar küçük şeylerden mutlu olmasını bilirler ve bunun keyfine varırlar. Çocukluk; insanın en saf ve en duru zamanıdır, Acıları ve korkularını da olduğu gibi gösterirler. Bir annenin tahammül edemeyeceği hüzünlü ve acı dolu çocuk gözleridir. Yüreğiniz parçalanır, siz de karışırsınız bir çocuğun gözyaşlarına. Ve yetim dizelerinize yetim belersiniz şafakta… Şefkat Peygamberi, içinde yetim barındıran ve yetime iyi davranılan, onların her türlü ihtiyacının karşılandığı eve/kişilere büyük önem vermiş ve şeref atfetmiş; bu konuda şunları söylemiştir: “Müslümanlar içinde en hayırlı ev, kendisine iyi davranılan yetimin bulunduğu evdir. En kötü ev de kendisine kötülük yapılan yetimin bulunduğu evdir.” (İbni Mâce, Edeb, 6) Yine bir hadiste: “Ben ve yetime iyi davranan kimse (şehadet ve orta parmağını birleştirerek) Cennet'te şöyle yan yanayız.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 24; Talâk,14, 25; Müslim, Zühd, 42.) Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), yetimle ilgilenmenin dinî, sosyal ve ahlakî bir görev olduğunu, onları korumasına alıp iyi davranan, bakımı ve eğitimiyle yakından ilgilenen, ihtiyaçlarını gideren kimselerin ahirette büyük mükâfata erişeceğini bildirmiştir. Nitekim konuyla ilgili hadislerde de şöyle buyrulmaktadır: “Kim Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç sayısınca iyilik yazılır. Kim, yanında bulunan yetim erkek veya kız çocuğuna iyi davranırsa, Ben ve o kimse (şehadet ve orta parmağını birleştirerek) Cennet'te şu ikisi gibi kardeşiz.” (Ahmet b. Hanbel, 5: 250) 63 Damla mürekkep yetim çocuklarımızın acıyan yanlarını bir zerre de olsa maddi anlamda tedavi etmeye geldi. Düşüncemiz halisti, yürekler iyiliğe niyetliydi. 63 kalem tek yürek olmaya kararlıydı. Şükür tek yürek olabildi ve böyle bir eser vücuda getirebildi. Editörlüğünü çok değerli ve yüreği güzel hanımefendi Nurhayat ŞUARA'nın yaptığı, 63 şair ve yazarın katılımıyla ortak bir çalışmaya imza atıldı. Bu çalışma zorlu bir süreçten geçti. Fakat sabırla, azimle ve yılmadan günlerce üzerinde çalışılarak başarı sağlandı. Nihayetinde her şey hazırdı. Siz yazın yetimler gülsün parolası ile kitabın basımını yazarlar üstlendiler. Toplanan para ile baskı alan kitabın tanıtım açılışı İstanbul'da yapılıp, ilerleyen aylarda ülkemizin diğer şehirlerinde ki kültür etkinliklerinde devam edecektir. Kitap satışından elde edilen gelirin bir kısmı İHH'ya yetimler yararına teslim edilecektir. Kitabın ilk imza tanıtımı İstanbul Cennet Kültür ve Sanat Merkezinde 7 Eylül 2014 tarihinde onur konukları ve yazarlarının katılımı ile gerçekleşti 86 Kitabımızın onur konukları; Ömer Döngeloğlu, Senai Demirci, Emine Şenlikoğlu, Bestami Yazgan, Yavuz Bülent Bakiler, Cengiz Numanoğlu, İlahi Ezgi Sanatçısı Hadi Kara, İlahi Ezgi Sanatçısı Fethullah Badem Antoloji yazarları; Abdurrahman Tumer, Abdullah Kartal, Abdullah Ramazan, Abdulkerim Tiryaki, Ahmet Çıtak, Ahmet Karakaya, Ali Özkanlı, Berrin Gök, Cengiz Numanoğlu, Ebru Elmaskeser, Emine Şenlikoğlu, Esengül Soysal, Ercan Gümüs, Fatih Çakmak, Fatih Bilal Can, Fatoş Aslan, Faris Özer, Feraye Demir, Fikri Muştu, Funda Filiz Kotan, Gülce Gül, Hatice Toprak Çevik, Hatice Seven Küre, Hayrani Can, Kenan Çölbay, Mefkûre Malhun Keskin, Mehmet Cemal Pekacar, Muhammet Uluçay, M'usab, Nur Hayat Şuara Yasin Alma, Mustafa Barutçu, Münevver Bayraktar Özgür, Mürvet Sarıyıldız, Negaple Ayşe Akpınar, Nevin Şahan Küp, Nun İlhan Erol, Züleyha Özbay Bilgiç, Nurcan Tandır, Osman Karahasanoğlu, Ömer Aslan, Ömer Doğanlı, Ömür Gözaydın, Saadet Kılıçaslan, Salih Bencik, Sema Ömer Birleşik, Semra Meral, Selma Türkyılmaz, Serpil Karagöz Erdem, Sevim Geçkin Sancar, Seyfettin Nazlım, Sultan Özateş, Suzan Tunçkıran, Süleyman Yasin Akdeniz, Sündüs Arslan Akça, Şahin Yıldırım, Şerife Köksal Badısaba, Şevki Çiftçi, Yasemin Meydan, Yasemin Sultan Habib, Yasemin Ünlü, Yavuz Bülent Bakiler, Yavuz Altınok, Zeynep Demir'in katkıları ile 63 DAMLA MÜREKKEBİN AŞKI ANTOLOJİSİ oluştu. Açılış konuşmasını Proje editörü Nur Hayat Şuara, Program sunumunu Ankara Sanat Platformu Başkanı Sultan Özateş gerçekleştirdi. Onur konuklarından, Ömer Döngeloğlu, Yavuz Bülent Bakiler ve Bestami Yazgan Programda konuşmalar yaptı. İmza etkinliği gerçekleştirildiği program 13:00'de başlayıp 18:30'da tüm yazarların şiir okuması ile tamamlandı. İlahi Sanatçısı Hadi Kara eserlerini seslendirdi. Yazarlara ödüller takdim edildi. Ankara Kültür Sanat ve Eğitim Platformu Genel Başkanı Sultan Özateş'in hazırladığı ödülü onur konukları ile takdim etti. Takdim sırasında Birleşen Yürekler Derneği Gn. Bşk. Yasemin Meydan, Ankara Kültür Sanat Plt. Yönetim Kurulu üyesi Şerife Köksal Badısaba, Platformun Basın Medya Temsilcileri Akses Gazetesi İmtiyaz Sahibi Ebru Elmaskeser ve Hitit TV' de yapımcı ve Elvan Şimşek katılım sağladılar. Proje sahibi Nur Hayat Şuara'ya gerçekleştirdiği antoloji ve projesi nedeni ile 2014 KÜLTÜR SANAT HİZMET ONUR ÖDÜLÜ takdim edildi. Proje editörü Nur Hayat Şuara kitaptan elde edilecek gelirin İHH'ya bağışlanacağını açıklayıp, basım sırasında artan 4 bin TL'yi faturası ile sahnede İHH yetkililerine teslim etti. Kitap satışlarından sonra da teslim edilen miktarın tüm yazarlara makbuzları ile açıklanacağını belirtti. Böyle bir proje içinde olmayı Rabbim nasip ettiği için şükrediyorum. Her şey nasipten ibarettir. Bir bakarsınız nasip edilene doğru yol almışsınız. Ve bir yetimin yüzüne gülücükler serpiştirmişsiniz. İnanıyorum ki kitap emeğin ve azmin karşılığını alacaktır. İnanıyorum ki okurlarımız da bir yetimin yüzünü güldürmek için bu hayır işinde bizleri destekleyeceklerdir. Bizler kültür elçileri adayıyız. Kalemimizle yüreklere uğrarız ve yüreklerden bir parça hoşluk, dua alır çıkarız. İnşallah kalemimiz her daim doğrudan ve güzelden yana olur. İnşallah kalemimiz yüreklere kurşun olarak uğramaz. İnşallah kalemimiz güzeli yazar, iyiliği yazar her daim… Selam ile… Hayrın şefkatli ellerinden dokundur sineme Mürekkepten damlayan merhametten haneme Aşka bula bu canı bin çocuk yüreğinden Gözlerinden gözlerime geçsin hüzünlü bakışları Gülmek ne çok yakışıyor küçük bedenlere Her düşen bombanın ardından gidenlere Kalmasın kanları yetim çocukların toprakta Yetim dizelerime yetim beledim şafakta Sündüs ARSLAN AKÇA GEÇER Bu dünya boş, her gelen insan geçer, Mey tükenir, neysusar, yaram geçer, Bu âlemde sade o ferman geçer, Saray göçer, yerçöker, hakan geçer. Neş'e geçer,hicran,gam geçer, Geçmez olmaz, durumdan her an geçer, Elde kalmaz, her çeşit in'am geçer, Meltem eserken bakarsın sam geçer. Hiç güvenme gençliğine parana O isterse merhem olur yarana, İstemezse nerde olsa kafana Uçar gelir koskoca bir dam geçer. …… Hiç kimseden korkma Allah'a güven, Boş bıraksan bile kaybolmaz deven, Düşkün olsan bulunur birçok seven, Tatlı bir rüya gibi eyyam geçer. Son deminde eyvah diyenlere bak, Gelse akıllarına bir nebze Hak, Baş tabutun damına vurunca taak, Ömür biter kafesinden can geçer. (Aşık Tokatlı) Necati BAŞARA ORTA ÇAĞ'DA AVRUPA'DA FEODALİTE II (Feudalism in the Middle Ages) Dr. Mustafa ŞAHİN nedenle kralların monarşik otoritesi zayıftı. Böylece merkezi otorite güçsüz olmuştur. Senyörlerin en büyüğü kraldı. Hançerlioğlu bu serfleri “toprak kölesi” olarak tanımlamıştır (Hançerlioğlu, 1986: 58). Geniş arazilere sahip olmuşlardır. Devlet ve askerlik işlerini egemenliklerine almışlardır. Asiller içindeki en büyük senyör o ülkenin kralı (Latincesi rex) idi. Bu krallar kavimlerinin savaş şefliği ödevini ve derebeylik rejimine tâbî ülkelerde de en büyük şef vasfını ellerinde tutmaktaydılar (Seignobos, 1960: 113). Krallardan sonra eski bir hizmet unvanına sahip büyük şahsiyetler Senyörlerin en büyüğü kral, ondan sonra dük ve sırasıyla da kont, baron, marki, vikont ve şövalye gelirdi. Dükler, Kontlar, Markiler yahut Latince Princeps denilen (premier yani birinci anlamındaki-Almanca Fürst-) yani prensler gelmekteydi. Prenslerden bir derece aşağıda da resmî unvanları olmayan çok büyük arazi sahipleri vardı. Bunlar yine de birçok uyrukları olan birer derebeyi idiler. Batıda adlarına Baron yahut Sir (Almanca'da Herr, İspanyolca Ricos Hombreszengin adamlar) denmekteydi. Kralın hiçbir bağımsız prensliğin kurulmasına izin vermediği İngiltere'de, İspanyanın çok küçük krallıklarında, hatta dük ve kont unvanına haiz aynı şahsiyetleri bu rütbenin içinde görmek mümkündür (Seignobos, 1960: 139). İngiltere'de her lordun ayrıcalığı birbirinden farklıydı (Cin, 1995: 108). XII. yüzyılın sonlarına kadar asiller zümresi bir derebeyinin uyrukları olan, silah ve teçhizata sahip ve silahtarlar tarafından hizmet edilen şövalyeler tarafından meydana gelmekteydi. Bunlar Latince Miles unvanını taşıyorlardı. Zamanla zenginlikleri artınca köylere sahip mahalli şefler haline geldiler. Surlarla çevrili tahkimli şatoları vardı bu şato köylüler için sığınak vazifesi de görmekteydi. Hizmetkârları ve kiracıları bunlara senyör diye hitap ediyorlardı. Asillerin son sınıfında çeşitli sebeplerden aşağı rütbede olan savaş adamları vardı. Şövalyeler XII. Yüzyıldan itibaren bir sınıf teşkil ettikleri duygusunu edinmişlerdi ki bunun adına şövalyelik deniliyordu. XII. Yüzyıl boyunca asiller sınıfı epey genişledi. Ecuyer diye sınıflandırılan gentihommelar daha aşağı rütbedeydiler ama öteki asillere göre çok daha sayıda olduklarından, asil sınıfın büyük çoğunluğunu teşkil ettiler. Hemen hemen bütün yüksek ailelerin soyları tükenmiş olduğundan, Avrupa'da eski asaletin kalıntıları ecuyerlerin torunları sayesinde muhafaza olunabilmiştir (Seignobos, 1960: 140). VII. Feodal Düzende Siyâsal Yapı ve Sınıflar Feodalite sisteminde ahali birbirinden farklı sınıflara ayrılmış olup, her sınıfın hukukî statüsü birbirinden farklıydı (Akgündüz, 1995: 87). Feodal düzenin siyasî yapısı bir piramit gibiydi. En üstte kral veya imparator, altında ise kendisine bağlı soylular bulunurdu. Bu soyluların altında daha başka soylular olurdu. Bu hiyerarşik düzenin en alt ve en geniş tabakasını serfler oluştururdu (Medieval Period I). Piramidin en tepesinde otursa da kralın mutlak egemenliği yoktu. Feodal düzende kralın yetkisi çok sınırlıydı. Bu sınırlamanın başlıca nedeni, idarenin tek merkezden (kralın sarayından) yapılmamasından kaynaklanıyordu. Temel üretim aracı olan toprak, birçok feodal bey arasında paylaştırılmıştı. Ekonomik gücü ellerinde bulunduran ve kralın rakiplerine karşı tek dayanağı olan feodal beyler, kendi iradelerini krala, gerekirse zor kullanarak kabul ettirecek güce sahiptiler. Bunun en tipik örneği, 1215'te İngiliz feodalitesinin Kral Yurtsuz John'a kabul ettirdiği Magna Carta'dır. Feodal toplumda karakteristik insan ilişkisi, her astın en yakınındaki şefe bağlanması olmuştu. Böylece oluşan bağlar, belirlenmesi mümkün olmayan bir şekilde dallanıp budaklanıp, basamak basamak en küçükleri en büyüklere bağlamaktaydılar. Toprağın değerli bir zenginlik sayılmasının nedeni bile, sahiplerinin onu ücret olarak dağıtıp kendilerine adam edinme imkânı bulmalarındandı. Düklerin kendilerine armağan ettiği mücevherleri, silahları ve atları reddeden Norman senyörleri “biz geçimlik toprak istiyoruz” diyorlar ve kendi aralarında konuşurlarken de şunu ekliyorlardı. “Toprak alınca onun sayesinde birçok şövalye beslememiz mümkün olur ve böylece dük bu toprakları bizden alamaz” (Bloch, 1995: 366). Özet olarak, feodalizmin siyâsal yapısının en temel özellikleri bölünmüşlük ve yerellikti. Genel olarak da Avrupa'nın batısında daha yoğun olarak yaşanmıştır (http://encylclopedia.jrank.org/FAT_FLA). Dük ve kontlar en alt tabakadaki köylülerin canlarından bir parça olan çocuklarının dâhi yetiştirilmelerinde söz sahibiydiler ki bu çocuğun küçük yaşlardan itibaren vassallığı kabullenmesine yardımcı olacak şekilde yetiştirilmesini sağlıyordu. Toplumsal tabakalaşma esasına dayalı olarak varlığını sürdüren feodalitede bir öncekine sonrakine göre üstünlük sağlayan halk çeşitli sınıflara ayrılmıştı. A. Asiller Sınıfların en üst tabakasını oluşturmaktaydılar. Senyörler, kendi koruyuculuğuna bırakılmış toprağın, kralın ya da daha büyük bir senyörün vassalıydılar. Serfler üstünde geniş bir hak sahibiydiler. Ancak her asilzade kendi bulunduğu topraklarda kendi idarelerini kurmuşlardı. Bu B. Rahipler Roma siyâsal ve askerî düzeni yıkılınca, ayakta kalabilen tek düzenli ve sistemli kurum olarak kilise kaldı. Ayakta kalan bu kurum Roma'nın eski bir takım görevlerini üstlenerek toplum üzerinde birleştirici bir rol oynamaya çalıştı. Bu üstlenme 89 vererek onların himayesinde yaşarlardı. Ticaret gibi şehir hayatı da Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılışını takip eden yüzyıllarda küçüldü, fakat küçük oranda da olsa varlığını devam ettirdi. Katedraller bir Pazar yeri yakınında kuruluyor ve Pazar yerleri için bir güvenlik ve barış garantisi sağlayarak şehirlerde tüccarı koruyorlardı (Gürkan, 2004: 45). Brujuva sınıfından olanlar Orta Çağ'ın sonuna doğru zenginleşmişler ve böylece asillere karşı daha güçlü hale gelmişlerdir. Zenginleşen burjuvalar, senyörlerden para ile bağımsızlıklarını satın alarak tam serbestlik gibi imtiyazlar elde etmişlerdir. Şehirliler arasında hür insanlar ya da azat edilmiş serfler vardı. Bu sayının artmasında şehre yerleşen her insan bir yıl şehirde yaşadıktan sonra hür olmasının da rolü büyüktü. Müşteri tabakası zenginleştikçe bu gelenlerin sayısı da arttı. Çünkü müşteriler bilhassa lüks eşya, çuhalar, kumaşlar, kürkler ve mücevherler alıyorlardı.. Başlangıçtaki zengin burjuvalar, şehirlerin başka yerlerden mal taşıyıcılarıydılar. Değişik menşe ve durumları olan şehir halkı birkaç kuşak boyunca tek ve aynı surla çevrili şehir içinde toplanarak sonunda bir topluluk haline geldiler. Savunması kolay olsun diye dar olan surlar şehir halkını sıkışık bir halde yaşamaya mecbur etmişti. Çoğu tavan aralarında, örtme altlarında, merdiven altlarında yatıp kalkıyorlardı. Evlerinin içleri her çeşit pislikle doluydu. Çünkü o zamanlar helâ, lağım, sokak süpürmek tertibatı yoktu. Herkes meşalelerle sokağa çıkıyordu(Seignobos, 1960: 150). Avrupa'da zaman zaman köleler ve serflerden şehirlere yerleştirilen ve adım adım özgürlükleri verilerek şehirli sınıfına dolayısı ile de burjuvazi sınıfına geçenler oluyordu. Tarımla uğraşan serflerin çocuklarının işsiz kısımları nasıl bir süre sonra bataklık arazileri kurutarak kendine üreten daha bağımsız köylüler durumuna gelmişlerse, işçilerden de buna benzer bir durumda şehirli olanlar mevcuttu. Örneğin Almanya'da madencilerin başlangıçta birçok vergiden, geçiş ücretinden ve angaryadan muaf tutuldukları bilinmekle birlikte bunlar tam anlamıyla şehirli özgürler durumuna gelmemişlerdi. Zamanla madenci sınıfının saygınlığını daha da artırmak için yeni imkânlar sağlandı. Eğer bir madenci grubu başarılı bulunursa bunlar için madenciler kenti kuruluyordu. Madencileri feodal yasalar karşısında bağımsız hale getirme sürecinin son aşaması da yaşadıkları kentlere “özgür yurttaşlar kenti” statüsünü vermek oluyordu. Bu kentlerde oturanlar maden işletme imkânlarının yanı sıra fırıncılık, şarapçılık yapabilme, serbest mal dolaşımı, madencilere işlerinde ayak bağı olan lonca yasalarından arınma, son olarak da askerlikten muafiyet gibi belediye meclisince sağlanan tüm imkânlardan faydalanıyorlardı (Gimpel, 2005: 92-93). Orta Çağın hemen hemen her döneminde burjuvazinin Roma zamanında zaten dinî konularda vardı. Asıl değişiklik din-dünya işleri konusunda söz sahibi olmaya başlamasıdır. Adeta Roma imparatorlarının yerini papa, eyâlet vâlilerinin yerlerini ve piskoposlar almıştı (Şenel, 2005: 219). Rahipler, asillerden sonra en imtiyazlı sınıftı. Bunlar Katolik kilisesine bağlı din adamlarıydı. Dinsel uygulamalara dayanarak toplumda üstünlüklerini kurmuşlardı. Papa'ya bağlı olarak çalışırlardı. Kilise topraklarında senyörler gibi yaşarlardı. Senyörlere feodal sistemin işlemesinde çok büyük destek olmuşlardır. Böylece sömürüye ortak olmuşlardır. Orta Çağ'da önemli miktarda toprak elde ederek zenginleşmişlerdi. Vergi ve askerlikten muaf tutulmuşlardı. Hem devlet hem de din işleriyle uğramışlardır. Orta Çağ feodal düzeni içinde refah seviyeleri çok fazla artan ve asillerle birlikte hayat standartları en iyi olan gruplardı. Ruhban sınıfının zenginliği çeşitli şekillerde artıyordu. Hıristiyan müminler kiliselere ve manastırlara bağışlar, hibelerde bulunuyorlardı. Kilise bunu resmî bir ödev gibi zorlamıyordu ama ruhun selameti için mülklerin bir kısmını vasiyet yoluyla dinî bir kuruma bırakması bir mülk sahibi için uyulması hemen hemen mecburi bir âdet hükmündeydi (Şenel, 2005: 161). C. Burjuvalar Şehir ve kasabalarda ticaret ve zanaatla geçinmişlerdir. Bulundukları bölgedeki senyörlere vergiler vermişlerdir. Senyörlere belli miktarda para 90 toprak sahibi ile köylü arasındaki ilişkiden farklı bir nitelik taşıyordu. Çünkü lord onların aynı zamanda bir siyasî yöneticisi ve dış tehlikelerden koruyucusuydu. Lord malikânedeki anlaşmazlıkları görerek karara bağlardı ve cezaları tespit eden bir mahkeme toplardı. Para ya da ürün şeklinde verilen cezalar da lorda ödenirdi. Lordun ya da kâhyasının başkanlık ettiği malikâne mahkemesinin verdiği karara karşı itiraz edilmezdi. Bu kararlar yazısız birer yasa niteliğindeydi ve malikâne geleneklerine göre alınırdı (Gürkan, 2004: 43). Mülk sahibi vasfından gelme en eski kuvvetli otorite arazi üzerinde yerleşmiş hür veya serf, bütün köylüler üzerinde icra olunuyordu. Sahip veya efendi köylülerden, fiiliyatta sınırlı olmayan bir itaat isteyebilirdi. Çoğu zaman bu iktidarı kralın bir dokunulmazlık fermanı ile de tasdik ettiren ve mülk sahibine, toprağında oturmakta olanların borçlu bulundukları vergiyi kral hesabına tahsil yetkisi de vermiştir. Fakat dokunulmazlık herhangi bir kamu memuruna, herhangi bir otorite fiilini icra için araziye girmeyi yasak etmiş bulunduğundan, böylece fiilen bağımsızlaşmış olan mülk sahibi toprağın sakinleri üzerinde kamu otoritesi memurlarının tüm yetkilerini icra edebiliyordu. Böylece mülk sahibinin zabıta tedbirleri almak, nizamlar kurmak, tevkif ettirmek, mevkuf tutmak, yargılamak, mahkûm etmek, idam etmek, vergi tahsil ve tekâlif etmek ve hatta bir şatoda gözcülük etmek ve bunu savunmak gibi bir köylünün yapabileceği cinsten bir savaş hizmeti talebinde bulunmak nevinden hakları vardı (Seignobos, 1960: 112-113). Her serf, doğrudan doğruya feodal beye ait olan demesne8 topraklarında çalışmak zorundaydı. Bu süre ülkeden ülkeye değişmekle birlikte genellikle haftada iki ile dört gün arasında değişiyordu (Cin, 1995: 53). Evi veya kulübesi karşılığı lorda kira ödemek zorundaydı. Ödeme para olarak yapılabildiği gibi aynî olarak da yapılabilirdi. Aynî ödeme olarak çoğu zaman birkaç hindi veya domuzla da olabiliyordu (Cin, 1995: 31). Ancak serfin ve ailesinin hayatını devam ettirebilmesi için gerekli olan ürün garanti altına alınmıştır (Cin, 1995: 55). Orta Çağ Avrupasında bu mülk anlayışı öylesine derin izler bırakmıştır ki; bu izler XIX. yüzyılın birinci yarısına kadar devam etmiştir (Pirene, 1983: 53). sayısal olarak az olmasına rağmen etkisi çok fazla olmuştur. XV. yüzyıl öncesine kadar sayısal bir tahmin yapılamamakla birlikte XII. ve XV. yüzyıllar arasında Avrupa'da kentsel nüfus toplam nüfusun onda birini geçmiyordu. Flemenk, Lombardiya ve Toskana gibi bir kısım yerlerde bu oran önemli ölçüde aşılmakla birlikte genel olarak Orta Çağ Avrupa toplumunun genel demografik yapısında tarımsal bir toplumun yoğun olduğu açıkça görülmektedir (Pirene, 1993: 52-53). XI. yüzyılın sonundan itibaren, zanaatkâr sınıfı ve tüccar sınıfı, hem sayıca büyüklüklerinden hem de herkesin yaşamı için vazgeçilmez hale geldiklerinden kentsel kadro içinde gittikçe daha güçlü bir konum kazanıyorlardı. Çünkü Orta Çağ ekonomisi üretici tarafından değil, tüccar tarafından yönlendirilmeye başlamıştır. Bu insanlar için küçük bir yer işgal ettikleri eski ekonomik sistemin üzerinde oluşmuş bulunan eski hukuk sistemi artık dar gelmekteydi. Uygulamaya dönük zihniyetleri ve istekleri onları hukuk sistemi içinde yeni bir oluşturucu unsur olarak katılmaya zorluyordu. Ticaretin çok önemsiz ve paranın çok kıt olduğu gevşek dokulu bir toplumda doğan Avrupa feodalitesi, insanları birbirine bağlayan ağın delikleri daralmaya ve mal ile para akımları daha yoğun bir nitelik kazanmaya başlar başlamaz, derinlemesine bir değişim sürecine girdi (Bloch, 1995: 76). XIII. yüzyıldan itibaren şehir nüfuslarının artmasıyla tüccarlar daha zengin hale geldiler. Tuhaftır ki o zamanlar dahi üretenden ziyade pazarlayanlar daha fazla zengin olmuşlardır. Bir süre sonra da idareleri ele almaya başlayacaklardır (Seignobos, 1960: 150). Görüldüğü gibi feodaliteyi nasıl barbar akınları gerçekleştirmişse, kapitalizmin ilk tohumlarını atan burjuvaziyi de Norman, Macar ve Arap akınları gerçekleştirmiştir. Bu akınlardan korunmak için, dağınık yaşayan köle köylüler toplanıp şehirleşmeye başlamışlar ve zamanla senyörlerden birçok haklar kopararak burjuvalaşmışlar, şehirleşmişlerdir. Şehirlerin doğuşu, feodaliteyi yıkarken ticaret ve para ekonomisiyle birlikte kapitalizmi getirmiştir. D. Köylüler Orta Çağ Avrupa'sında en kötü şartlar altında bulunan sınıftı. Özgür köylüler ve köle köylüler (serfler) olarak ikiye ayrılmışlardır (Pirene, 1983: 53). Lordun dışında bir monarın arazisi içinde yaşayan herkes serfti. Sığırtmaçlar, çobanlar, akla kimler geliyorsa hepsi serfti. Demirciler, dokumacılar atölyede çalışanlarda yarı serfler arasından seçiliyordu. Orta Çağ Avrupa'sında köleliğin yalnızca adı ve şekli değişmişti. Lordun malikânedeki köylülerle ilişkisi, bir 1. Özgür Köylüler Monar örgütlenmenin tüm kırsal nüfusa kabul ettirememiş olduğunu da bilmek gerekir. Bu monar örgütlenme belli sayıda küçük, özgür mülk sahibine de şans tanımıştır ve ıssız yörelerde onun denetiminden az ya da çok kaçabilmiş köylere rastlanılmıştır. Ancak bu oran çok az ve istisna olup Avrupa'nın batı yakasının gelişiminde çok fazla hesaba katılmaz (Pirene, 1983: 55). Topraklarda 91 dayanarak topraklarına sahip hale geldiler. Fransa'da efendinin iktidarı, şehirlerde esasen kullanılmakta olan bir usulle sınırlandırıldı. Aynı köyün kiracıları aralarında anlaşıp efendiye büyük paralar ödediler, o da yazılı bir belge ile her türlü keyfi harekette bulunmaktan vazgeçti ve kiraları, haraç ve cizyeleri, angaryaları, para cezalarını sabit bir miktarla sınırladı (Seignobos, 1960: 134). Doğu Avrupa'da ise ters yönde olarak, hür çiftçiler büyük arazi sahiplerinin hizmetinde hemen hemen serf durumunda kiracılar haline geliyorlardı. Almanlar'ın hükmü altındaki köylüler haftanın yarısında angaryaya tâbîydiler. Polonya ve Rusya'da da durum hemen hemen aynıydı. Avrupa'nın batısında IX. Yüzyıldaki aşağılaşmış durum Avrupa'nın doğusunda üç asır sonra uygulamaya geçmişti (Seignobos, 1960: 134-135). Geç Orta Çağlardaki Avrupalı bir köylü ile ona en yakın coğrafyadaki Osmanlı devletindeki köylü karşılaştırıldığında birbirlerinden farklılıkları görülmektedir. Batıda köylünün başındaki insan akîd (kontrat) sistemi ile emperyal sistem içinde yer alan küçük bir hükümdardır. Osmanlı'da ise böyle değildir. Doğrudan devletin memuru olup, yapılan tetkiklerden görülüyor ki, bu insanların bazıları ellerinde beratla tasarrufa hak kazandıkları tımarlarını da ellerine alamamakta, bulamamakta ve kaybetmektedirler. Batı feodali bir küçük hükümdar bizdeki tımarlı ise küçük bir memurdur (Ortaylı, 2007: 84). Görüldüğü gibi ayrıcalıklı kentlerin ve köylerin oluşumuna karşı her yerde farklı tepkiler oluşmuştur. Bazı yerlerde feodal beyler toprakta eski sistemde çalışan köylülerin durumu devamı ve ellerlindeki işgücünü yitirmemek için ödünler verirken, bazı yerlerde arazi vermişler, bazı yerlerde satmışlar veya kiralamışlardır (Özyüksel, 2007: 134). Batının tam göbeğinde, saban tarafından sürekli zorlanan ormanlar ve tarıma açılmamış topraklar, ormandan veya fundalıklardan açılmış alanlara kurulmuş, toprağa kök salan yepyeni köyler; yüzyıllık yerleşim alanlarının etrafında tarla açıcıların dayanılmaz basıncıyla genişleyen tarım arazisi ortaya çıkan yeni manzaradır (Bloch, 1995: 74). özgürce üretim yaparlardı. Ancak bağlı oldukları senyöre vergi verirlerdi. Ayrıca senyörlerin angaryalarını yapmak zorunda kalmışlardır. İstedikleri zaman başka bir yere gidebilirlerdi. Malları da çocuklarına kalırdı (Aston, 2006). 2. Serfler Köle durumunda olan köylülerdir. Topraklarla alınıp satılmışlardır. Hiçbir hakları yoktu. Efendileri için tarlalarda çalışırlar ve kazançlarını onlara verirlerdi. Toprakla beraber alınıp satılırlardı. Araziden ayrılma imkânları kesinlikle yoktu. Çoğu kez özgürlükleri, işledikleri arazinin payına düşen ağır çalışma yükümlülüğü ve resimleri yerine getirme ya da ödeme koşuluyla büyük ölçüde kısıtlanmış olan eski özgür köylüleri bile bulmak mümkündü (Aston, 2006). Kendisini bir manastır himayesine terk eden, gelirlerine sahip olmak ve her yıl yapılan büyük kilise festivallerinde balmumu temin etmek koşuluyla arazilerinin mülkiyetini manastıra devreden çoğunlukla özgür kökenli dul kadınların neslinden olan bu kişilere cerocensuales deniyordu. Feodalitenin dayandığı en sağlam temel; kent ile senyör, manastır başrahibi ile keşiş, lonca ile zanaatkâr, yani akla gelebilecek bütün ilişkiler taraflar arası bir sözleşme bağlamında içselleştirilmiştir. Bu sözleşme zihniyet, her şeyin önceden belirli olduğu tanrısal bir konumlanıştan, her şeyin insan tarafından belirlendiği özel bir konumlanışa geçiş anlamına gelmektedir (Kılıçbay, 2005: 79). Adı açıkça kast sistemi olmasa da insanların soydan getirdikleri üstünlüğün Hindistan'dan başka yerlerde de özellikle de Orta Çağ Avrupa'sında da devam ettiği görülmektedir. Orta Çağ Avrupa'sında yukardan aşağıya şu şekilde bir tabakalaşma mevcuttu: En üstte Kral veya İmparator sonra sırasıyla Dük-Kont-Baron ( Ş ö v a l y e l e r ) - A l t Ta b a k a d a k i K ö y l ü l e r bulunmaktaydı. VIII. Köylülerin Durumundaki Değişiklik XII. ve XIII. yüzyıllarda Avrupa'nın batı yakası ile doğu yakası arasında köylülerin durumu birbirlerine zıt olarak değişti. Batı memleketlerinde düzeldi. Almanya ve Fransa'da Efendi, yedekte tuttuğu toprakları doğrudan doğruya işletmeye son vererek bunları kira karşılığı kiracılarına dağıttı. Kiracılar da toprağa ırs yoluyla sahip olmaya başladılar. Böylece efendinin kendi toprağı için angarya ihtiyacı kalmamış olduğundan angaryaların yerine kirayı idame ettiler. Parayla ödenen sabit haldeki meblağlar da para değerinin düşmesi ile hafifledi. Efendinin keyfine arzusuna tabi kiralar da törelerle tespit edilir hale geldi. Toprak üzerindeki hakları tanınmamış köylüleri topraktan çıkarmak daha güç bir hale geldi. İngiltere'de Vilain'ler kanunen arazi (monar) sahibinin keyfine tâbi olmakla beraber copy-holder, yani monar'un defteri üzerinde yazılı töreye IX. Kölelik İle Serfliğin Farkları Eski köleci devlet düzeninin yerini alan feodal düzen, barbar kralların savaş arkadaşlarına toprak armağan etmesiyle başlamıştır. Köleci devlet düzenini temelden yıkan bu barbar krallar, ekonomik bir zorunluluğun sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Köleci düzende üretim güçleri geliştikçe üretim ilişkileriyle çatışmaya düşmüş ve yeni bir uyumun ortaya çıkması zorunlu olmuştur. Feodal ekonomi düzeninin üretim ilişkilerinde, köleci düzenden farklı olarak, toprak kölesine de kendi emeğinden bir pay ayrılmaktadır. Serf, yani toprak kölesi, ilkel köleden farklı olarak ya toprağın ya da iş süresinin küçük bir parçasında kendisi için 92 çalışır. Böylelikle toprak kölesinin ödenmiş emeğiyle ödenmemiş emeği, ya zaman (iş süresi parçası) ya da mekân (toprak parçası) bakımlarından b i r b i r l e r i n d e n a y r ı l m ı ş t ı r. K ö l e c i d e v l e t düzenindeyse bu iki emek birleşmiş bir görünüş içindedir; kölenin yaşamına ve bakımına harcanmak yoluyla ödenmiş olan emeği bile ödenmemiş olarak görünmektedir ve iki köle tipi arasındaki bu fark, diyalektik ekonomi açısından çok önemlidir. Şurası da unutulmamalıdır ki; adı ve uygulamasında farklılıklar ve bir kısım yaşama şartlarındaki değişiklikler olmasına rağmen serfler de köleler de birilerinin buyruğu ve inisiyatifi ile karınlarını doyurmaktaydılar. Her ikisinin de her türlü seçeneklerine karar verme yetkisi bir efendilerindeydi. Bunun adı ister ilkel kölelikte efendi olsun, ister Orta Çağ feodalizminde derebey, lord, kont veya başka bir şey olsun. X. Feodalite Sisteminde Ekonomik Yapı ve Vergi Sistemi Feodal ekonomik yapı basittir. Kapalı bir ekonomik sistem uygulanmıştır. Kendi kendine yeterlik üzerine kuruludur. Soylunun toprağında üretim yapıp, gereken çok az miktarı kendine ayırdıktan sonra geriye kalanı soyluya veren köylüler, ana üretici güçtür. Ticaret gelişmediği için uzmanlaşmış bir ekonomi ve gelişmiş iş bölümü yoktur. Üretim toprakta yapıldığından zenginliğin ölçüsü topraktır, taşınabilir servet olgusu gelişmemiştir. Feodal ekonomi düzeninin temel yasası bir artıkürün elde edilmesidir. Bu artık-ürün, senyörün ve adamlarının ihtiyaçlarına harcanır. Feodal bey'in malikânesi de kapalı bir ekonomik birimdir. Bu birim içinde kumaş dokunur, şarap yapılır, aletler ve silahlar imal edilir. Ticaret komşu malikânelerle yapılan değiştirme işlemleriyle sınırlıdır. Bu değiştirme işlemlerinin dışında ziynet eşyaları gereksinimi de duyan senyörler, bunun karşılığını savaşlarda ele geçirdikleri altınlarla ödemektedirler. Yani bu ekonomi bir para ekonomisi değildir. Artık ürün, ya ihtiyaçlara harcanmakta ya da şarap, silah vb ile değiştirilmektedir. Bu yüzden senyörler köle emeğiyle zenginleşseler bile asla bir anamalcı, kapitalist durumuna gelmezler. Çünkü bu üretim sürecinde bir para dolaşımı ve onun doğurduğu artık değer, yoktur. Ama para ekonomisi ve kapitalizm de feodal üretim düzeninin bağrında doğmuştur (Gül, 2009: 79). Roma düzeninin sağladığı ortamda gelişen ticaret, Cermen istilaları ile durma noktasına geldikten sonra her feodal beylik kendine yeter bir ekonomi kurmuştur. Böylece, feodal beylikler dışa kapalı topluluklar haline gelmiş, etkileşim en aza inerek gelişmenin önü kesilmiştir. Artı ürünün ticaretle satışı olmadığından, pazar ekonomisi ve dolayısıyla rekabet ortamı oluşamamıştır. Feodalitede tarımsal üretim ve zanaatla ilgili üretim daha çok ilgili bölgelerin ihtiyacını karşılayabilecek ölçüde olmuştur. Kentler arasında ticaret çok zayıftı. Bu nedenle feodalitede kapalı bir ekonomik hayat vardı. Ancak çok lüks ve az bulunan ürünlerin dolaşımı yapılmaktaydı (Gürkan, 2004: 46). Frank döneminin kendini teslim edenlerinin çoğu yeni efendilerinden sadece koruma beklemiyorlardı. Aynı zamanda zengin olan bu efendiden, kendilerinin yaşamaları için yardım da bekliyorlardı. Senyörler de kendi açılarından, sadece insanlara egemen olma ihtirasının peşinde değillerdi. Bu insanlar aracılığıyla, aslında çoğunlukla ulaşmak istediği daha çok maldı. Başlangıçtan itibaren bağımlılık ilişkileri, tek kelimeyle ekonomik bir görüntüye sahip oldular. Vassallar grubunun şefi olan kimsenin önünde, tüm işverenlerde olduğu gibi, ekonominin genel koşulları, ancak iki ödeme yöntemi arasında tercih imkânı bırakmaktaydı. Adamı evinde barındırıp, masrafları kendine ait olmak üzere, besleyip giyindirip silahlandırabilirdi. Veyahut ona bir toprak vererek veya en azından bir kısım toprağın belirlenmiş gelirlerini ona bırakarak geçim imkânlarını adamın kendisinin elde etmesini sağlayabilirdi (Bloch, 1995: 147). Sadece işletme sahiplerinin değil bu lordlara hizmet edenlerinde verdikleri vergiden sonra kalanında ne kadar kar ettiklerini açıklamakta yersizdir, çünkü böyle bir kâr da söz konusu değildir. Ancak çalışan bu halk durumundan memnun olup ihtiyaçlarını karşılamak dışında daha fazla kâr peşinde de değillerdir. Toprağı da kendisine miras olarak kaldığı için atılma korkusu da yoktur. Zaten bu tarımsal sistem ona sömürü mantığı da vermiyordu. Çünkü bu tarımsal sistemi birlikte işbirliği içinde yapmaktan başka bireysel veya grup halinde yapmak mümkün değildi 93 temsil etmektedir (Ortaylı, 2007: 107.) Toprağın ürünlerin hareketi ve dolaşımı paranın da dolaşımını daha önemli hale getirmiştir. Daha önce de Avrupa'da para kullanılıyordu ancak gerçek ticari faaliyetle bağdaşmayan dönemin ekonomik yapısı bunu en aza indirgemiştir. Aslında feodal Batı'da para köylü sınıflar arasında bile alışverişte, tamamen olmak üzere hiçbir zaman kaybolmamıştır. Özellikle alışverişlerde başvurulan değer ölçüm aracı olma niteliğini hiçbir zaman yitirmemiştir. Borçlu borcunu çoğunlukla mal cinsinden ödemektedir, fakat teker teker değerleri saptanmış mal cinsinden ödenmektedir (Bloch, 1995: 72). Ancak feodal çağın sonlarında dirilmeye başlayan ticaret ile birlikte feodal ekonomi değişmeye başlayacaktır. Feodalizmin temeli olan kapalı ve yerel ekonomik düzenin değişmesi bütün feodal yapıyı sarsacak ve bu yapı yavaş yavaş yok olacaktır. (Pirene, 1983: 57). Esasen bir kişinin faaliyetinin diğerlerine bağlı olduğu bu sistemde köylü-çiftçi arasında genel kabul gören kural da eşitlik olmalıdır. Hastalık ya da malullük durumunda diğer komşular yardıma geliyorlardı. Eğer bir aile kalabalıksa, küçük erkek çocuklar fakir köylüler durumuna katılıyor ya da kırsal alanda yığılan serseri kalabalıklarını arttırmaya gidiyorlardı. Lord'un ihtiyaç halinde, adamlarından normal zamanlar dışında aldıkları vergiler9 serflerin karşılaştıkları en ağır vergilerdi ve en nefret uyandırıcı angarya idi. Bu onları ücretsiz ve keyfi bir yükümlülükle karşı karşıya bırakıyordu. Bu ağır bir suiistimale de yol açıyordu. Tahıllarını lordun değirmeninde öğütme, birasını onun birahanesinde yapma ya da üzümünü cenderesinde sıkma zorunda bırakan örfî vergiler (banalites) söz konusu olduğunda durum farklıydı. Çünkü bütün bunlar hiç değilse lordun cebinden bir harcama yaparak kurduğu tesisin işletme masrafıydı (Pirene, 1983: 57). Toprağın vergisi monarlar tarafından lordlara ayni olarak çoğu zaman ödeniyordu (Pirene, 1983: 68). Çünkü bu tür vergilerin asıl amacı sermaye birikimi sağlamak değil, lordun geçimini sağlamak içindi. Sonuç olarak; lord'un monar'dan toplanan her türlü vergiden bir kazanç sağlamadığı dikkate alınmalıdır. Lordun toprakları çoğu kez mülkiyetten değil, egemenlikten doğan haklarla, yani “adlî ve idarî” haklarla ipotek edilmiş oluyordu. Dayanılması çok zor olan ondalık toprak vergisi dayanılması çok daha zor ve her şeyden önce çok daha genel bir yükümlülüktü. Kurumsal olarak kilise tarafından toplanması gerekiyordu; gerçekte ise pek çok lord bu hakkı ele geçirmişti. Herhalde bu vergilerin kökeni köylüler için pek fazla önem taşımıyordu. Çünkü nitelikleri ne olursa olsun hepsi onun sırtına yükleniyordu. Pazarların mevcut olmadığı bir çağda toprak ürünlerinin yerinde tüketilmesini zorunlu kılan eski monar örgütü, sürekli pazarların düzenli satış imkânı sunmasıyla değişiklik gösterdi. Eskiden lordu için üreten köylüler artık şehirli brujuvazi, sanatkâr ve tüccarlar için üretmeye çalışıyordu. Bu da lonca ekonomisini ortaya çıkarmıştır. Lonca sistemi demek; üretim ve tüketimin sınırlandırılmasına yönelik bir ekonomik düzen, yani feodal bir düzen demektir. Gerek tüketim ve gerekse üretimin sınırlandırılması ise fiyatta serbesti olması, kalitenin sabit bir ölçüye göre tespiti, işgücü ve işçi sayısının sınırlandırılması ve dolayısıyla mamul madde arzının sınırlandırılması demektir (Ortaylı, 2007: 111). Lonca ekonomisi Orta Çağ Avrupa'sında ekonomik yönden belli bir gelişme aşamasını gösterir. Her evin kapalı bir ekonomik birim olduğu otarşik ekonomiden (ev ekonomisinden) sonra lonca sistemi hammaddeyi etraftan toplayan, bunları işleyecek araç ve personeli barındıran ve ürettiğini satan bir sistemi XI. Toprak Sistemi ve Mülkler Latincede adına dominus (sahip) denen mülk sahibi, bu otoriteyi bilhassa arazisinin gelirini artırmak için kullanıyordu. Toprağın kirası olarak kiracıların borçlu bulundukları kira bedeli ile angaryaların hâsılasına o, tekâlif, vergi, geçit ve iskân hakkı ile -ki bunlar Roma rejiminden kalma şeylerdi- para cezalarını ve mahkûmların müsadere edilen mallarını da ilave ediyordu. Bu nedenle XI. Yüzyılın evrak ve belgelerinde adalet, arazinin gelir kayıtlarında sayılıp yazılmaktaydı (Seignobos, 1960: 113). Orta Çağda Avrupa'da köy nüfusunun ve tarımla uğraşanların şehirden mukayese edemeyecek kadar fazla olduğunu ve yine monar örgütlenmede köylü nüfusun belli bir yönetim ve denetim altında çalıştırıldığını, ancak bunun dışında fazla bir yekûn teşkil etmese de bu monar örgütlenme dışında kalmış az sayıda da olsa köylü nüfusun varlığından b a h s e t m i ş t i r. Ş i m d i b u t a r ı m s a l n ü f u s a hükmedenlerin güçlerine sebep olan topraktan ve sisteminden bahsetmek gerekmektedir (Pirene, 1983: 53). Orta Çağda derebeyleri bu kadar güçlü kılan elbette onların büyük mülklere sahip olmalarıydı. Bu mülkler her zaman bir bütün olmayabiliyor dağınık yerlerde de bulunabiliyordu. Bu karışık arazi çoğu zaman bir lordun arazisi ile diğer birkaçının birbiri ile iç içe olmalarına sebep oluyordu. Bu ise bir köyde birkaç kolluk kuvvetinin bazen de birkaç dilin konuşulduğu bir yer halini alıyordu. Bu durum arazi kümelerini kilisenin durumunda olduğu gibi çok sayıda hayır sahibinin birbirini izleyen bağışlar halinde ya da soyluların durumunda olduğu gibi miras ya da evliliklerin rastlantısı sonucu bir araya getirmekten kaynaklanıyordu. Büyük mülkün oluşmasını sağlayan belli bir plan yoktu. Her türlü ekonomik endişeden bağımsız olarak tarih onu nasıl yapıyorsa öyleydi. Mülkler her ne kadar dağınık da olsalar da 94 derece aciz olan çok sayıda soylu önce borca, daha sonra da iflasa sürüklendi (Pirene, 1983: 68). XII. yüzyılda değişen ekonomik şartların da etkisiyle ekonomik faaliyetler dönüşüme uğradı. Şehir nüfuslarının artmaya başlaması ve bazı yerlerde yeni şehirler kurulmaya başlaması kerestenin iyi bir gelir kapısı olmasına yol açtı. Bunun bilincinde olan senyörler de geniş ormanlık alanları çevreleyerek kalabalık gruplar halinde köylüyü çalıştırmaya başladılar. Ekmeğin en fazlasını domuz etinin en azını tüketen köylüler de kendilerine bu ormanlık alanda tarla açılması olarak gördükleri için kalabalık gruplar halinde senyörlere bağlı olarak orman işine başladılar. Yani köylü buğday üretimine yönelirken senyörler orman kesimi ve kereste işine başlamışlardı ve bu iki iş birbirleri ile örtüşmekteydi. Bu durum hem senyörleri güçlendirdi hem de ormancı-hayvancı tipi geri bir ekonomiden koruların ve ekilen alanların daha akılcı işletilmesine dayalı bir sisteme geçiş iskân haritasının tamamen elden geçirilmesine yol açtı (Duby, 1990: 168). Değişen ekonomik koşullar, pazar için üretim yapan hotesler ve şehirdeki sanayi merkezlerinin üretimi monarların birçok kuruluşunun ve üretim mekanizmasının gereksiz hale gelmesine sebep oldu. Örneğin yan komşuda veya şehirde daha ucuza veya daha kaliteli dokuma üretilebiliyorsa, şarap satın alınabiliyorsa, burada üretmenin mantıklı olmadığı düşüncesi haklı olarak yaygınlaştı. Bu da yukarıda da değindiğimiz gibi monar örgütlenmesinin bazı kurumlarının sonunu getirmiştir. Yukarda değindiğimiz ekonomik değişikliklerin aleyhlerine olduğunu kavrayan mülk sahipleri nakit gelirlerini artırma yoluna gittiler. Bir yandan da ellerindeki serflerin serfliklerini para karşılığı kaldırdılar. Şüphesiz bu serflerin işine geliyordu ancak toprak sahibi soylularda serfliği para karşılığı kaldırmakla para kazanıyorlardı. Üstelik serfler açısından daha iyi şartlarda da olsa soyluların arazilerinde ücret karşılığı çalışmalarını engellemiyordu ki, bu da soyluların işine geliyordu. Eğer özgürlüğünü para ile satın alan serf eski efendisinin yanında çalışmak istemezse bunun yerine dışarıdan işçi bulmak da zaten zor değildi. XII. yüzyıldan itibaren serfler birçok konuda rahatladılar. Dışarıdan evlenme geç de olsa sağlandı. Vergilerini ayni veya bedenle ödeme yerine para ile ödeme kolaylığına kavuşmuş olsalar da bütün bunlar köleliğin ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. Bunun zamanı henüz gelmemişti. İngiltere'de özellikle kırsal alanda feodal lord ile villeienler (Vilain'ler) arasındaki ilişki biçiminin değişmesi birçok villeinin özgürlüğünü satın almasına yol açmıştır. Hürriyetini kazanan bu villeienlerlerın bir kısmı daha rahat ve özgürlük kokan şehirlere göç etmişlerdir (Cin, 1995: 152). Ticaretin canlanması senyörlüğü ortadan kaldırmış olup, bu yoğunlukla XIII. yüzyıldan aslî unsurları olan örgütlenmelerden hiçbir şey kaybetmiyorlardı. Katedral, kilise, manastır veya müstahkem bir şato biçiminde toprak sahibinin genel bir ikametgâhı bulunuyordu. Bu ikametgâhta yönetim işlerinin görüldüğü yerden başka lordun ailesinin kaldığı yer, ambarlar, sığır barınakları, ahırlar vs. bulunurdu. Lordun mahreminden sorumlu olarak Major (villicius) lar bulunurdu. Bunlar başlangıçta azledilebilirken sonraları kalıtımsal haklara sahip oldular. Bir cour'un ya da lord'un yargı alanına giren topraklar üç kısma ayrılıyordu. A. Demesne Doğrudan senyörün adına işlene ona ait arazi olup uçsuz bucaksız genişlikteydi. B. Köylü işletmeleri (Serf Tarlaları-Terra Mansinoria) Her yerde değişik büyüklükte olmakla birlikte her biri bir aileye yetecek kadar büyüklükte idi (Pirene, 1983: 53-54). C. Ortak Kullanım Alanları (CommunaMarca Comminis) Buralar çayır, mera, bataklık fundalık ve ormanlık arazilerdi. Bu ortak arazide sözde kolektif mülkiyetin izlerini bulmak pek mümkün olmayıp aslında buraların mülkiyeti lordun elindeydi Kılıçbay, 2005: 3; Pirene, 1983: 55). Malikâne içindeki üretim tamamen malikâne içindekilerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti (Cin, 1995: 66). Üretilen şeyi yalnızca kendisi tüketmek durumunda olduğundan hem üretimde yerellik ortaya çıkıyor hem de daha fazlasını üretmeye ihtiyaç duymuyordu. Yani Pazar talebine bağlı bir üretim şekline gerek duyulmuyordu (Gürkan, 2005: 46). Var oluşunun temelleri, geliştirmeye çalışamadığı bir örgütün geleneksel işleyişi tarafından garanti edilmişti. XII. yüzyılın ortalarından önce, kendisine ait olan arazisinin büyük bir kısmı fundalık, bataklık ve ormanlıklara dönüşmüştü. Hiçbir yerde, ekilen ürünü, toprağın özelliklerine uydurmak için o köhneleşmiş rotasyon sisteminden ayrılmak ya da tarımsal araçlar geliştirmek konusunda en küçük bir çaba görülmemektedir. Kilisenin ve soyluların elinde bulunan toprak biçimindeki muazzam sermaye, potansiyel kapasitesi hesaba katılırsa, çoğu zaman önemsenmeyecek bir hâsılattan başka bir şey üretememişti (Pirene, 1983: 57). XII. yüzyıldan itibaren toprak sahibi soyluların gelirleri azalmıştı. Onlar giderlerinin artışı ile aynı oranda artmayan gelirleri olan bir sistemin kurbanı olmaya başlamışlardı. Soylular hala lüks içinde yaşıyorlardı ancak XI. yüzyıl ile mukayese edilemeyecek derecede azalmıştı bu lüks yaşam. Yeni ihtiyaçlara mukavemet etmekte ve bunları tatmin edecek parasal kaynakları bulmakta aynı 95 kendilerinin atadığı bir şapel ya da kilise inşa ettiriyorlardı. Pek çok sayıdaki kırsal kilise bölgesinin kökeni de buradan gelmekteydi. O dinsel örgütlenme ki piskoposluk bölgesi olarak uzun süre Roma kentlerinin sınırlarını korumuştu. itibaren görülür; ancak ticaretin yoğun ve nüfusun daha kalabalık olduğu Flander, Ren kıyılarında daha XII. yüzyılın ortalarından itibaren işaretler vermiştir (Pirene, 1983: 71). Artık üretimde uzmanlaşma ve köylü açısından kâr etme ve tasarrufun tadına varılmıştır. Bu değişiklikler Avrupa'nın büyük ticaret yollarıyla açılmamış kesimlerinde çok yavaştı. Serflik ne kadar değişime uğramış olursa olsun, köylü yine de senyörün yargı hakkı, ondalık vergiler, örfî rüsumlar ve yönetimlerin onu korumadığı veya yetersiz derecede koruduğu her türlü güç suiistimalleriyle karşı karşıya bulunuyordu (Pirene, 1983: 73). XIV. Evlilik İnsanın bizzat kendine ait çok az özeli ve hakkı olduğu bir toplumda çok sayıda çıkarın bağlantılarını sağlayan evlilik, kişisel bir seçim olmanın çok uzağındaydı. Bu konudaki karar babaya ait olup, oğlunun mutluluğunun sağlığında görmek ister ve bir soylunun kızını satın alırdı. Bazen akrabaların, çocuğun babası yoksa akraba, senyör çocuğuysa vassalın, vassal ise sönyörün de söz hakkı vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse senyör çocuğu ise vassalların söz hakkı nezaket ölçülerini aşmamaktaydı (Bloch, 1983: 195). V. yüzyıldaki bir Vizigot yasasına göre bir baba bir kız çocuğu bırakıp ölmüşse bu kız çocuğunu senyör büyütüp uygun bir koca bulurdu. Ancak kız kendisi bir koca bulursa, senyör kızın babasına vassal olarak verdiği arazi ve hakları kızının elinden alırdı. Yani vassalın itaati senyörün verdiği sözleri tutmasına bağlıydı (Bloch, 1983: 196). XII. Yargı Lordların serfleri yargılama yetkileri vardı. İstisnasız bütün serfler bu yargılamaya tabii olup; lordların bazı yerlerde az, bazı yerlerde fazla genişlikte yargılama yetkisi vardı. Bu yetki Fransa'da en çok, İngiltere'de en azdı. Ancak bu yetki her yerde en azından toprağın işlenmesi, resimler, çalışma yükümlülüğü, köylü işletmeleri konusundaki tüm sorunlar için geçerliydi. Her manor'un Kâhya ya da villicus'un başkanlığında köylülerden oluşan ve manor'un âdetine göre yani halkın uzunca aralıklarla lorda da danışarak costumal ya da weistümer denilen yazılı belgelerde açıklanan teamüle göre hüküm veren mahkemeler vardı (Cin, 1995: 56). Mülk sahibinin zabıta tedbirleri almak, nizamlar kurmak, tevkif ettirmek, mevkûf tutmak, yargılamak, mahkûm etmek, idam etmek, vergi tahsil ve tekâlif etmek, ve hatta bir şatoda gözcülük etmek ve bunu savunmak gibi bir köylünün yapabileceği cinsten bir savaş hizmeti talebinde bulunmak nevinden hakları vardı (Seignobos, 1960: 112-113). Senyör; vassallarının yardımını sadece savaş zamanında istemiyor, barış zamanlarında da bütün vassallarını bir araya getirerek bir kurul oluşturuyordu. Bu kurullar genelde dinî bayramlarda yapılıyor, bazen mahkeme görevi görüyor, bazen dönemin siyâsal ahlakı olarak danışma görevini yapıyordu (Bloch, 1983: 191). Senyör, vassalının kendi sorumluluğu altında mahkeme önüne çıkmasını veya orduya katılmasını sağlamakla resmen yükümlüydü (Bloch, 1983: 142). XV. Monarların Sosyal Rolleri Böylece monar yalnızca ekonomik değil toplumsal bir kurum halini almıştı. Orta Çağ feodal düzeninde sakinlerinin tüm hayatları üzerinde baskısını iyice hissettirmişti. Bu sakinler lordların yalnızca kiracıları değildiler. Kelimenin tam anlamıyla lordların adamıydılar (Pirene, 1983: 56). Savaş sırasında onları koruyan, şatosu içinde barındıran senyör bunu o insanlar için değil aslında kendisi için yapıyordu. Çünkü bu halk lord için üretiyordu ve köleliğin yüzyıllar içindeki şekil değiştirmesi açıkça görülmekteydi. Tek başına bu gerçek, ekonomik egemenliğin yalnızca kâr sebebi ile şiddeti önlemeye yol açtığı belirgindir (Pirene, 1983: 57). Lordun yerel gücü onun ayrıcalıklarından biri olmuştu (Ülgen, 2011: 63). Lordun hakları kişiye göre değişen ölçülerde bireysel faaliyetleri engelliyordu. Haklı olarak böyle adandırılan serfler; ne vergi ödemeden evlenebilir, ne de izin almaksızın monar dışında bir kadın alabilirdi. Ölmeleri halinde, lord miraslarının bir kısmı ya da tümüne sahip olurdu. Çalışma yükümlülüğü ve aynî resimler kiracılar, daha doğrusu bütün kiralanmış mülkler üzerinde ağır bir yük oluyordu. Çünkü bunlar zamanla kişisel olmaktan çıkıp, gayrimenkule ilişkin yükümlülükler haline dönüşüyordu (Ülgen, 2011: 58). X. yüzyıldan itibaren artan Avrupa nüfusu ve özellikle geçimini topraktan sağlayanların büyük bir kısmına bu arazilerin yetmemesi sonucu şehirlere göç eden işsiz güçsüz gurupların doğmasına yol açmıştır. Özellikle I. Haçlı Seferi'ne katılanların çoğunluğu bu şekildeki guruplardır (Ülgen, 2011: XIII. Dinî Durum Orta Çağ Avrupa şehirlerinde kilise şehrin kendi etrafında kurulmasını veya kurumsallaşmasını sağlamıştır. Özellikle barbar istilaları sonrasında kilise şehirler için bir korunma sığınma yeri olmuştur. Birçok üretim merkezi olsun, tüccarların yaşadığı yerler olsun kiliseler etrafında toplanmıştır (Gürkan, 2004: 45). Kırsal da ise her manor yargısal bir bütünlük ortaya koyduğu gibi, dinsel yönden de bir bütünlük ortaya koyuyorlardı. Asıl oturdukları yerlerde toprak vakfettikleri ve görevlileri de 96 amaçlı üretim ve satım iştahını artırırken, kendi kendine yeten yerel anlamlı üretim anlamlı feodaliteyi de artık tarihe karıştırıyordu. Yukarıda belirtilen bu ılıman kuru iklim yalnızca buğday üretim artışına değil nüfus artışına da yol açmıştır. Burada doğum oranının artmasına ve ölüm oranının azalmasına yol açan başka etmenler de vardır. Halkın bilinçlenmeye başlaması, son kalan kölelerin serf konumuna yükselerek aileler kurabilmeleri de VIII-XI. yüzyıllar arasında nüfus artışına sebep olmuştur (Gimpel, 2005: 54). Toprakların daha geniş ve daha fazla emek gücüne ihtiyaç duydukları bu dönemde eğer nüfus eskisinden daha kalabalık olmasaydı ve tarlalar fazla nüfus sayesinde hasat edilmeseydi, kentlerde bu kadar dokumacı, boyacı, kumaş imalatçısını toplamak ve duyurmak mümkün olmazdı (Bloch, 1995: 75). Avrupa feodalitesinin temel çizgileri şu şekilde özetlenebilir. Köylü bağımlılığı: Genel nakdi ücret ödenmesi imkânsız görüldüğünden ötürü fief biçimindeki toprak ücretinin hizmet karşılığı olarak temliki. Uzmanlaşmış bir savaşçı sınıfının egemenliği: İnsanı insana bağlayan itaat ve koruma ilişkileri ki, bu ilişkilerin savaşçılar sınıfında saf vassalite biçiminde ortaya çıkması Düzensizliğin kaynağı olarak iktidarların parçalanması: Ancak bütün bunların ortasında diğer akrabalık tarzları ve devletin yaşamaya devam etmesi (Bloch, 1995: 367). 61). XII. yüzyıldan itibaren bozulan bu toprak sisteminin sebebi lordlar değil monarlardı. Eski tip toprak yapısı ve sosyal sistemin10 aksine yeni tip cistercian manastırları etrafında şekillenmeye başlayan bir sistem doğuyordu. Bu sistemde keşişler daha önce ekilebilir arazilerin çoğu sahipli olduğundan, henüz üretime açılmamış fundalık veya bataklık arazilere yerleşip yeni ahırlar, çiftlikler ve çiftlik evleri kurmaya başladılar. Buralar bir keşiş ya da dışarıdan istihdam edilen adamların yönetiminde büyük alanları kapsıyordu. O zamana kadar köylülerin sosyal statüsü olan serflik yeni sistemde yoktu. Buralarda ne angarya ne de kâhyaların ezici ve ehliyetsiz yönetimi vardır. Böylece manastırların tarıma açtıkları yeni topraklar kendileri ile birlikte yeni bir ekonomik örgüt türü ortaya çıkarmıştır. Bu sistem; nüfus artışından nasıl sonuna kadar kazanç sağlanacağını keşfeden akıllı bir sistemdi. Bu sistem eski toprak düzeninde istihdam edilemeyen o işgücü fazlasına başvurdu. Bu din dışı biraderlerin sayısı 1150 yılında 36 iken, yüzyıl sonunda bu sayının 1248 olması bize bu konuda önemli fikirler verir. Artık Avrupa'da özgür işgücü hızla artıyordu. Bu ıssız yerlere yerleşen işsiz güçsüz gruplara konuk anlamına gelen hotes deniliyordu. Bunların çoğu özgür olmayan ana babadan doğdukları kesindir ama şu anda hepsi özgürdüler ve kolonizatörler olarak eski lordların güdümü ve angaryasından kurtulmuş özgür toprak sahipleri durumuna gelmişlerdi (Ülgen, 2011: 61). Toprakların daha geniş ve daha fazla emek gücüne ihtiyaç duydukları bu dönemde eğer nüfus eskisinden daha kalabalık olmasaydı ve tarlalar fazla nüfus sayesinde hasat edilmeseydi, kentlerde bu kadar dokumacı, boyacı, kumaş imalatçısını toplamak ve duyurmak mümkün olmazdı (Bloch, 1990: 75). XII. ve XIII. yüzyılda kırsal sınıfların büyük dönüşümü yalnızca artan nüfus yoğunluğunun bir sonucu değildi. Bu aynı zamanda büyük ölçüde kentlerin gelişmesine ve ticaretin canlanmasına bağlıydı (Pirene, 1983: 61). Bir yandan artmakta olan nüfus, bir yandan da ticaret amacıyla artık değer üretebilmek için topraklar yoğun bir biçimde işleniyordu. Bu arada köylüler hem kendi toprak parçalarını hem de feodal beyliklere ait arazileri işleye geldikleri eski beylik sisteminde bir çöküş gözleniyordu. Bu değişikliğin ortaya çıkma nedenlerinden birisi de iklimin değişmesiydi. Şöyle ki; yapılan araştırmalar 1000 yılı dolaylarında XX. yüzyıldakine göre daha ılımlı, daha kuru olduğunu göstermiştir. Sıcaklık farkı bir iki dereceyi aşmamasına karşılık oldukça değişik bir iklim türü meydana gelmişti. Bu da Orta Çağ Avrupa'sında tahıl üretimini artırdı (Gimpel, 2005: 30). Atın da tarımda yeni sürüm ve koşum yöntemleri ile kullanılması toprağın işlenmesini kolaylaştırdı. Bu da tarım devrimini olumlu etkiledi (Gimpel, 2005: 31-32). İşte bütün bunlar Orta Çağ Avrupa'sında kâr Sonuç ve Değerlendirme Feodal toplum hiyerarşik olmadan çok eşitsiz bir toplum olarak ortaya çıkmaktadır. Soylulardan çok şef vardır. Kölelik yok ama doğrudan üreticileri çoğu serftir. Eğer bu toplumda köleliğin yeri bu kadar az olmasaydı, gerçekten feodal olan bağlılık ilişkilerinin toplumun alt kesimlerinde ortaya çıkması mümkün olmazdı (Bloch, 1995: 360). Feodalite devam ettiği süre içerisinde Avrupa'da sosyal adalet kurulmamış, bu nedenle halk, çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Batı uygarlığı coğrafyasında, feodalite haritasında bazı geniş boşluklar vardı. İskandinav yarımadası, Frizya, İrlanda gibi. Belki de bundan önemlisi, feodal Avrupa'nın ne aynı derecede, ne aynı ritme göre ve özellikle de hiçbir yerde tamamen feodalleşmediğini fark etmektir. Hiçbir Avrupa ülkesinde kırsal nüfusun tamamı kişisel ve ırsî bağımlılık ilişkisinin içine girmemiştir. Hemen her yerde-bölgelere göre çok değişken sayılarda olmak üzere- küçük veya büyük alleu'ler11 yaşama imkânı bulmuşlardır. Yani Avrupa'nın hiçbir yerinde feodalite tam anlamıyla mükemmel bir şekilde yaşama imkânı bulamamıştır (Bloch, 1995: 366). Orta Çağ'daki Avrupa'da bu siyâsal ve sosyal bölünmüşlük; bölgesel ekonomik faaliyetler, insanlar arasında dil, davranış ve dünya görüşü bakımından farklılıklar doğmasına neden olmuştur. 97 Feodalite, bütün Orta Çağ boyunca devam etmiştir. Yeniçağdan itibaren Batı Avrupa'da merkezi monarşilerin kurulmasıyla feodal-parçalı yapı- çözülmeye başlamış ve bu süreç ulus devletlere giden yolu açmıştır (Eğribel-Özcan, 2006: 337). XV. yüzyılda barutun ateşli silahlarda kullanılmasıyla sona ermiştir. Feodalitenin yıkılması, mutlak krallıkların güçlenmesini sağladı. Yeni Çağ başında Almanya dışında feodalite yıkıldı. Almanya'da ise Yakın Çağ'da ortadan kalkmıştır. Orta Çağ feodalitesini incelediğimizde genel olarak şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır. a. Erken Orta Çağların başında ortaya çıkan f e o d a l i t e r e j i m i h e r b a k ı m d a n Av r u p a ' y ı şekillendirmiş ve etkisi Geç Orta Çağ'ın da ötesinde Yakın Çağ'a kadar devam etmiştir. b. Avrupa feodalitesinin Kavimler Göçü ile ortaya çıktığı kanısının aksine feodalite Avrupa'da İlk Çağ'ın sonlarına doğru Büyük Roma'da etkisini göstermeye başlamıştır. c. Feodalite, Kavimler göçü öncesinde Avrupa'daki ticarî durgunlukla başlamış ve barbar kavimlerinin Avrupa'yı istilaları ile Avrupa'yı şekillendirmeye başlamıştır. d. Feodalitenin oluşmasına Müslümanların İspanya'yı ele geçirmelerinin etkilemesi şöyle dursun, Müslüman ilerleyişi Avrupa'nın zaman zaman birlik olmalarına bile sebep olmuştur. e. Orta Çağ feodalite rejimi Haçlı seferleri ve akabinde Ortadoğu'da kurulan Kudüs, Antakya gibi Haçlı Kontlukları ile Ortadoğu'ya sıçramıştır. f. Feodalite, Avrupa'da yerelliği ön plana çıkarmış, ticaretin zayıflaması ile ortaya çıkan feodalitenin yüzünden yine ticaret geri kalmıştır. Böylece Avrupa'daki bu kısır döngü uzun süre üretimin yerelliğine sebep olmuştur. g. Feodalitede her ne kadar bir anlaşma var gibi görünüyorsa da esasen anlaşmanın eşit ya da eşite yakın taraflar arasında olabileceği göz önüne alınırsa aslında derebeyi ile serf arasında böyle bir anlaşmadan söz etmek mümkün değildir. h. İslâm dünyasındaki toprak anlayışı ile Avrupa feodalitesi arasında hem yaşam tarzı, hem uygulama biçimi ve hem de insanî açıdan büyük farklılıklar vardır. İslâm dünyasında toprağı ile birlikte satın alınan bir serf sistemi yoktur. ı. Avrupa feodalitesinde her ne kadar kölelik sistemi yok gibi görünüyorsa da aslında kölelik şekil değiştirmiş ve toprağa dayalı bir kölelik sistemi getirilmiştir. Sadece kısmî haklar verilmekle köleliğin biraz daha serbestiyet kazandırılmış biçimi denilebilir. i. Orta Çağ Avrupa'sını derinden etkileyen ve şekillendiren feodalite rejimi tüm Avrupa'da ve her yerinde aynı şekilde uygulanmamış olup; ülkeden ülkeye ve kültürden kültüre farklılık göstermiştir. j. Feodalite; toprak sistemi içinde herkes vassalına bağlı serf durumunda olmayıp kendi toprağı olan bir kısım özgür köylüler de mevcuttur ki, bunların sayıları zamanla daha da artmıştır. Ancak bu özgür denilen köylüler dahi birçok alanda derebeyin emri ve hatta yargı kararı dışına çıkamıyordu. Daha da şaşılacak tarafı bu özgür denilen toprak sahipleri dahi belli zamanlarda vassala hizmet etmekle yükümlüydü k. Kilise Avrupa'daki derebeylik rejiminin adeta pekiştiricisi olmuş ve bu parçalanmışlık ve serf (yani toprak kölesi) durumunda olan köylünün bu şekilde devamında mahsur görmemiştir. Üstelik birçok derebeyin merkezinde ya da yakınında şapel denilen küçük kiliselerin bulunması bunun açık göstergesidir. l. Avrupa feodalitesinin ana unsurunu toprak sistemi oluştursa da sınıf farkı şehirler için de aynıydı. Orta Çağ'ın ortalarına (XI-XII. yüzyıllar) kadar şehirlerde sınıf farkı devam etmiş, kilise ve Devrimi, Çev. Nazım Özüaydın, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 8. Baskı, Ankara. Gül, Muammer (2009), Orta Çağ Avrupa Tarihi, İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayınları. Gürkan, Tevfik (2004), İktisat Tarihi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları. Hançerlioğlı, Orhan (1986), Ekonomi Sözlüğü, C.15, İstanbul: Büyük Fikir Kitapları Dizisi, Remzi Yayınevi. Hudûdü'l-Âlem Mine'l-Meşrik İle'l-Magrib (2008), İng. Çev. V. Minorsky, Türkçeye Çevirenler, Abdullah Duman-Murat Ağarı, İstanbul: Kitabeyi Yayınları. Kılıçbay, Mehmet Ali (2005), “Orta Çağ'ın Ortalık Malı Olmadığına Dair”, Doğu-Batı Dergisi, Ankara. Le Goff, Jacques (2005), Orta Çağ'da Batı Avrupa, Çev. Nilüfer Uluç, Doğu-Batı Dergisi, Ankara. Nicholson, Hellen, J. (2004), Medieval Warfare: Theory and Practice of War in Europa, London, Ortaylı, İlber (2007), Osmanlı Barışı, 4. Baskı, İstanbul: Timaş Yayınları. Özyüksel, Murat (2007), Feodalite ve Osmanlı Toplumu, C.103, İstanbul: Derin Yayınları. Perroy, Edouard, Mousnier Roland, Ernest Labrousse, Marc, Boluloiseau, Server Tanilli (1984), Yüzyılların Gerçeği ve Mirası: İnsanlık Tarihine Giriş, C. 2, İstanbul: Say Yayınları. Pirene, Henri (1983), Orta Çağ Avrupasının E k o n o m i k v e S o s y a l Ta r i h i , Ç e v. U y g u r Kocabaşoğlu, İstanbul: Alan Yayıncılık. Seignobos, Charles (1960), Avrupa Milletlerinin Mukayeseli Tarihi, Çev. Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık Yayınları. Şenel, Alâeddin (2005), Siyâsal Düşünceler Tarihi, Tarih Öncesinde İlkçağda, Orta Çağ'da ve Yeniçağda Toplum ve Siyâsal Düşünüş, 6. Baskı, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Ülgen, Pınar (2011), Doğu-Batı Arasında Teknoloji Transferi (Geç Orta Çağlar), İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Viladimirtsov, B. Y. (1987), Moğolların İçtimaî Teşkilatı, Moğol Göçebe Feodalizmi, Çev. Abdülkadir İnan, Ankara: TTK. Yaşar, Bedirhan (2004), Orta Çağ Tarihi, Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları. C a m b r i d g e M e d i e v a l H i s t o r y, h t t p : / / www.fargottenbooks.org Medieval Period I-Phyc1A 2nd reporters-1 Medieval Period I:After the Downfall of Roma in 467 AD, http://en. wikipedia.org/wiki/Middle Ages htp://www.dictionary30.com/meaning/feodum http://encylclopedia.jrank.org/FAT_FLA asiller şehir halkını sömürme konusunda adeta işbirliği yapmışlardır. m. Nasıl ki ticarî durgunluk ve yerel üretimtüketim tarzı Avrupa'yı yüzyıllarca bölünmüşlük içinde bırakmışsa, aynı ticaretin canlanması da aynı Avrupa'yı durgunluktan kurtarmış, burjuvazi gelişmiş ve zenginleşip ilme merak salan insanların çoğalması sonraki sanayi çağına, laik yüzyıllara taşımıştır. n. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük elbette her toplum için başat değerlerdir ancak bu gün Avrupa'da bu değerler daha fazla uygulama alanı bulabiliyorsa bunda temel bilin Avrupalının geçmişindeki demokrasi kültüründen daha ziyade ezilmişlik, horlanışlık, toprak köleliği kimi aşamalarla yıllarca mücadele etmeleri dolayısıyla bu insani değerlerin kıymetini daha iyi bilmeleridir. Dipnotlar 8.Orta Çağ Avrupa'sında lordun, senyörün, derebeyin veya kralın toprağında çalışan serf. 9.Avarız vergileri. 10. Bennedik'in aksine. 11.Orta Çağ Avrupa'sında tımar benzeri toprak. Serflerin dışında, kendi özel mülkiyeti toprağı olanların dahil olduğu sistemin adı. Kaynakça Akgündüz, Ahmet (1995) İslâm Hukukunda Kölelik-Cariyelik Müessesesi ve Osmanlı'da H a re m , 6 . B a s k ı . İ s t a n b u l : O s m a n l ı Araştırmaları Vakfı Yayınları. Aston, T., H. Landlords (2006), Peasants and Politices in Medieval England, UK: Cambridge University Press, Dicitaly Printed First Paperback Version. Bloch, Marc (1995), Feodal Toplum, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ankara. Cahen, Claude (1990), İslamiyet, (Doğuşundan Osmanlı Devletinin Kuruluşuna Kadar), Çev. Esat Mermi Erendor, Ankara: Bilgi Yayınevi. Christensen, Peter (1993), The Decline Of İranshar, Danimarka: Universty of Copenhagen. Cin, Halil (1995), Tarihte Toplum ve Yönetim Tarzı Olarak Feodalite ve Osmanlı Düzeni, Sayı 13, Konya: Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları. Devrines, Kell (1956), Medieval Military Technology, USA. Duby, Georges (1990), Orta Çağ İnsanları ve Kültürü, Çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara: İmge Yayınları. Ebû Dülef Mis'ar b. Mühellil el-Benâzicî'nin Türk, Hind, Çin Ülkelerinde Gördüklerini Anlattığı Birinci Risale (2010), İbn Fadlan Seyahatnamesi ve Ekleri, s.62-66, Çev. Ramazan Şeşen, İstanbul: Yeditepe Yayınları. Eğribel-Ertan-Ufuk Özcan (2006), Sosyoloji ve Coğrafya, Sosyoloji Yıllığı, Cilt 15, 17, 38, İstanbul: Kızılelma Yayınevi. Gimpel, Jean (2005), Orta Çağda Endüstri 99 Doç. Dr. Ziyeddin Hemil oğlu MEHERREMOV* İREVAN EDEBİ ÇEVRESİNİN XIX. YÜZYIL VE XX. YÜZYILIN 20`Lİ YILLARINI KAPSAYAN DÖNEMİNİN TARİHSEL KENDİNEÖZGÜLÜĞÜ ÖZET Makalede İrevan edebi çevresinde Kürekçay ve Gülüstan anlaşmalarından sonra Azerbaycan halkına, onun kültürüne, edebiyatına, güzel sanatlarına yapılan “kötülük”ler, Ermenistan olarak adlandırılan Batı Azerbaycan arazisinden, yani Azerbaycan Türklerinin kendi yurtlarından zorla çıkarılması, şu bölgede Ermenileştirme siyasetinin uygulanma yolları açıklanmaktadır. Anahtar kelimeler: Azerbaycan, Kürekçay, Gülistan, İrevan, Ermenistan. İrevan edebi çevresi, genel Azerbaycan kültürünün önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Ermeniler hiç bir temele dayanmadan eski Oğuz yurdunun, Türklerin ezeli ve ebedi ata topraklarının, İrevan Hanlığının tarihsel arazilerindeki yaşayış bölgelerinin isimlerini Ermenileştirmiş, güya bu toprakların “gerçek” sahibi oldukları üzerine dünya kamuoyunda akıl almaz düzmecelerle yanlış düşüncelere neden olmuşlar. Böyle bir ortamda İrevan edebi çevresinin araştırmaya tabi tutulması son derece önem arz eden konulardandır. Halkımızın dünya kültürü hazinesinde isimleri gururla duyurulan birçok yazar, şair, gazeteci, bilim adamı ve saz söz sanatçıları İrevan edebi çevresinde ortaya çıkmış ve yaşamları, faaliyetleri, sosyal siyasal mücadeleleri burada oluşmuştur. XIX. yüzyılın ilk çeyreğinin karışık olayları Azerbaycan halkının tarihine ağır zulümler, katliamlar, yağmalar, işgaller ve göçürmelerle geçmiş, Kafkasya'nın, aynı zamanda ikiye bölünen Azerbaycan'ın Rus Çar hükumeti tarafından işgali ve İran`dan, Türkiye'nin değişik bölgelerinden göçürülen Ermeniler (A.C.Гpибoeдов, 1989: 387) Araz Nehri kıyılarında iskân edilmiştir. Bu dönemde (H. H. Шавров, 1911:63, 64) Çarizmin böyle politikasının nelerle sonuçlanacağını önceden değerlendiren aydınların öncül grubunun temsilcileri yetişmekteydi. *Azerbaycan Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı Yanında Devlet Yönetim Akademisi, Doç. Dr. AZERBAYCAN edebi çevresine ışık tutan bilgilerle zengindir” (Abbas Hacıyev, 1980:6) Genel Azerbaycan edebi çevresinin önemli dallarından biri olan İrevan edebi çevresi hakkında ve değişik edebi kişilerin yaratıcılığına dayanılarak doktora tezleri savunulmuştur. Bu çalışmalar şimdi de sürdürülmektedir. Bu tezlerde bahis konusu dönemin sosyal-siyasi olayları, Ermenilerin halkımıza karşı yaptıkları amansız vahşilikler, gaddarlıklar, katliamlar, işgaller üzerine tarihsel olgulara dayanan gerçekler yansımaktadır. İrevan edebi çevresinin kastedilen döneminde İrevan Hanlığının tarihsel kendine özgülüğünün ünlü sanat adamlarının yaşam ve yaratıcılığı örneğinde araştırılması temel amaç olarak ele alınmış, okul, kitap basını, aydınlanma, ressamlık, neccarlık, tiyatroların kurulması, basının geliştirilmesi alanlarında bir zamanlar uygulanan, geçen yüzyılların Kafkasya`ya bağlı basın organlarına yansıyan, fakat dönemin sosyal siyasal durumunun neden olduğu yasaklar sebebiyle araştırılmayan, yalnız ve yalnız arşiv belgelerinde mevcut olan ilginç bilgilerin ortaya çıkarılması genellikle sağlanmıştır. Çevrenin sosyal siyasal ve edebi tarihi gözden geçirilmesi, hem yazılı, hem de sözlü edebiyatın temsilcilerinin İrevan Hanlığına dâhil olan arazilerde yaratıcılıklarının bu veya diğer özelliklerinin edebi örneklere dayanılarak incelenmesi, sanat meselelerinin tefsiri araştırma konumuzu oluşturmaktadır. İrevan edebi çevresinin bu veya diğer meselelerinin, araştırılması gereken bütün hususların genellikle bilimsel araştırmaya tabi tutulması, edebi sürecin tarihsel bağlantıda genel manzarası üzerine bazı meselelerin şerhi ilgi doğurur. Burada Azerbaycan`ın çeşitli bölgelerini kapsayan edebi çevrelerinin genel prensipleri hem kuramsal, hem de pratik sorunlarından hareketle, edebi tarihsel, tarihsel kıyaslamalı, kıyaslamalı-tipoloji metotlara başvurulmuştur. Azerbaycan`ın edebi çevrelerinin araştırılması açısından yazılmış monografi ve tezlerin bilimsel yöntem ve prensipleri de ele alınmıştır. İrevan edebi çevresi genel Azerbaycan edebi çevreleri içerisinde kendine özgülüğüyle seçilen çevrelerdendir. Araştırmada İrevan edebi çevresinin XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın 20`li yıllarındaki döneminin amansızlıklarına ve meşakkatlerine maruz kalan, bunların sonucunda deportasyonlara, göçürmelere, Rusya`nın Kafkasya'da uyguladığı siyaset, Azerbaycan halkının manevi sarsıntılarıyla birlikte, onun kültürel yaşamında bazı dikkat çekici yeniliklere neden olmuştu. Azerbaycan`da realist edebiyatın gelişmesi, yeni tipli okulların, gimnaziyum, seminer ve tiyatroların kurulması kültürel yeniliklerdendi. XIX. yüzyılda Güney Kafkasya'daki halkların Rus ihtilalci demokratlarıyla ilişkisi bulunan yeni düşünceli aydınlar, zamanın sosyal siyasi çelişkilerini anlayacak bir grup ortaya çıkmıştı. Genel milli edebi sosyal düşünce, ünlü yazar Mirze Feteli Ahundzade`nin gerçekçi edebi geleneklerinin sürdürülmesi ve “Molla Nasreddin” edebi okuluyla nitelikseldir. Söz konusu dönemin başlıca özelliği olarak, “edebiyatımızda yeni düşünce tarzı, milli realist maarifçilik (aydınlanma) (Nazim Ahundov 1959:8) harekâtı, aynı zamanda gazetecilik, basın, milli kaderin, realizmin gerçekleri gibi yansımıştır. ”(Şureddin Memmedli 2003:143) XX. yüzyılın başlarında bağımsız ideoloji ve estetik kavram oluşturmayı başaran “Molla Nasreddin” ve “Füyuzat” dergilerinin adlarıyla bağlı satirik ve romantik edebi okullar milli kültür tarihimize belirgin örnekler vermek yolunda eşsiz rol oynamıştır. (Şamil Veliyev 1999: 3, 5) “Tiflis edebi çevresi kendi önemi ve zenginliğiyle Azerbaycan edebiyat bilimcilerinin dikkatini her zaman çekmiştir. Onlar Tiflis`teki Azerbaycan edebi çevresiyle bağlı sanatçıların yaşam ve yaratıcılığı üzerine birçok araştırma eserleri yazmışlar. Bu çevre hakkında geniş betimleme yapan bilim adamı Eziz Şerif`in, halk yazarı Mirze İbrahimov`un Celil Memmedguluzade`yle ilgili “Büyük Demokrat”, Şıheli Gurbanov`un “Puşkin ve Azerbaycan Şiiri”, “XIX. yüzyılda Azerbaycan-Rus Edebi İlişkilerinin Gelişim Aşamaları”. Şamil Gurbanov`un “XIX. Yüzyılın Sonu, XX. Yüzyılın Başlarında Azerbaycan-Rus Edebi İlişkileri”, “Açılmamış Sayfalar”, Almemmed Almemmedov`un “XX. Yüzyılın Başlarında Azerbaycan-Rus Edebi İlişkileri”, Dilare Aliyeva`nın “AzerbaycanGürcü Edebi İlişkileri Tarihinden" adlı bilimsel çalışmalarında Tiflis edebi çevresinin ışıklandırılması, onun Azerbaycan edebiyatının gelişmesindeki rolü, karşılıklı edebi ilişkiler tarihi üzerine geniş düşünce ve zengin malzeme bulunmaktadır. Değerli gazeteci Gulam Memmedli`nin ”Molla Nasreddin” adlı salnamesi ve “Azerbaycan Tiyatrosunun Salnamesi” kitapları da Tiflis 102 olmuşlardır. Bu olgu İrevan Hanlığının arazisinin gerçek sahiplerinin Azerbaycan Türkleri olduğunu gösterir. Söz konusu dönemlerde İrevan Hanlığında bir sultanlık ve on beş mahal olmuştur. Bu mahallarda irili ufaklı 2300 yaşayış mıntıkasının 1500`den çoğunda tamamen Azeri Türkleri yaşıyordu. 1828 yılında Hanlıkta 310 Ermeni yaşayış bölgesi vardı ki, bu da Hanlıkta yaşayan Azerbaycan Türklerinin toplam %25`ini oluşturmaktaydı ve etnik durum böyleydi. ...Rusların işgal ettiği arazilerden, özellikle de İrevan ve Nahçıvan Hanlıklarından 240 bin nüfus, hem de Rus istibdadına boyun eğmeyen ve Rus tebaalığını kendilerine hakaret bilen zengin sınıf İran`a ve Türkiye`ye göçtü. İrevan`ın boşalmış arazilerine ise hemen İran`dan ve Türkiye`den kaçan Kürtler ve Ermeniler yerleştiler. “Türkmençay Anlaşması”na yansıyan birkaç şartla birlikte her iki devlet -İran ve Rusya devletleri, İran`dan ve Türkiye`den Rusya`ya, Azerbaycan`dan ise İran ve Türkiye`ye göçen Müslümanların yerleştirilmesini kendi üzerine aldı. Ve böylece, bu anlaşmaya genellikle, çok kısa bir sürede İrevan`dan 40 bin, Türkiye`den ise 80 binden çok Ermeni İrevan Guberniyasına ve Gence Guberniyasının dağlık arazilerine göçürüldü. Bu yetmezmiş gibi 1828 yılında Çarın 21 Mart tarihli fermanıyla İrevan Guberniyası arazisinde Ermeni mahalı oluşturuldu. Bu olaylardan, göçlerden, Vedibasar mahalı belli miktarda da olsa, etkilenmedi. Bunun da gerçek nedeni o zaman burada büyük saygı sahibi olan Mahmud Ağa ve onun oğlu Şeref Bey olmuştur. Mahmud Ağa başka beylere, beyzadelere ve hanzadelere katılarak İran`a göç etmemiş, aksine Gökçeli Veli Ağa`dan örnek alarak oğlu Şeref Beyi armağanlarla İrevan`a - Eski Azerbaycan şehrini kendisine karargâh yapan ve adını tarih sayfasına “Paskeviç-İrevanski” olarak düşüren Rus generalinin huzuruna göndermiştir. Şeref Bey generale layık hediyeler verdikten sonra, Rus tebaalığını kabul ederek, beylik hanedanını, malını mülkünü korumakla birlikte, Azerbaycanlılar yaşayan köylerin de İran`a göçünün karşısını aldı. Mahmud Ağa ve Şeref Beyin neslinden ünlü “Hacılar nesli” töremiş ve bunlardan birisi de ömrü mücadelelerde ve halkına sadakatle hizmette geçen Eyyub Ağa ve onun oğlu Magsud Hacıyev olmuştur” (Memmed katliamlara maruz kalan soydaşlarımızın vatan, toprak, yurt aşkı üzerine hafızalardan, edebi örneklerden sunulan bilgiler, söylemeler, olaylar, aynı zamanda bu çevreyle bağlı araştırmalar gözden geçirilmiştir. Edebi mücadelede ellerinden geleni esirgemeyen düşünürlerin, Tiflis`te ve İrevan`da faaliyet gösteren “Molla Nasreddincilerin”, aynı zamanda ilk yazılı basın örneği gibi dikkat çeken ve İrevan`da yayınlanan “Lek-lek”, “Bürhan-i Hakikat” dergileri yazarlarının eserleri, özgeçmişleri, Batı Azerbaycan edebi çevresinin söz konusu döneminin sanat yaşamı, gerek yazılı, gerekse de sözlü edebiyatın gelenekçi ve yenilikçi görüşlerinin karşılıklı ilişkisi, edebiyatın, güzel sanatın, kültürün gelişmesi alanında araştırmaların sonuçları üzerine bilimsel kanı ve tezler ileri sürülmüştür. Bütün bunlar araştırmanın bilimsel yeniliği sayılabilir. İrevan Hanlığı kurulan zamandan, yani 1410 yılında Pir Hüseyin Emir Sedi Handan başlamış, ta 1828 yılına Hüseyingulu Hana ve kardeşi Hasan Hana kadar Hanlık tahtında oturan 49 kişinin hepsi Azerbaycan Türkleri 103 verdikleri destek sonucunda ise onlar Rusya`nın ekonomik, kültürel, siyasi, askeri alanlarında yer alarak nüfuz kazandılar. Fakat bütün bu desteklere ve cemiyetin Ermenilerin çıkarına değiştirilmesine rağmen, ta 1918 yılına kadar Ermeniler sadece Kafkasya'nın hiç bir bölgesinde nüfusun çoğunluğunu oluşturmuyorlardı, tam tersi Ermeni yazarı Anahid Ter Minasyan`ın söylediği gibi, bu böyle değildi. Adı geçen yazar şöyle ekler: "Tiflis kongresinin önemli rahatsızlıklarından biri Kafkasya`da kesin olarak Ermeni milli nüfusunun yeteri sayıda olmamasıydı. Yerli yönetim özerkliği kazanmak için ricada bulunmakla birlikte, “zemstvo”lar oluşturmak için perakende Ermeni toplumunu kapsayan çok az ölçekte eyalet birimlerinin planı da sunulmuştu". (2. Anahid Ter Minasyan. "Müasir tarihde Kafkasya. say. 63) "İrevan vilayetindeki 211 Azeri köyü harabalığa dönüştürüldü ve 100 binlerle insan katliam olundu. Böylece, yaklaşık 300 bin İrevan Azerisi mahvedildi..." (3 - Menije Turabzade ve... "Merkezi Asiyada ve Kafkasya'daki Deyişiklerin Mahiyyeti" say. 71). Müslümanların soykırım ve temizlenmesi sonralar da amansızlıkla sürdürüldü. General Paskeviç`in kumandanlık ettiği Çar ordusu birliklerinin 1827 yılı Martın 13`de Eçmiedzin`e girdi. Aynı yılın Temmuzun 7`de Nahçıvan`ı tuttu. Temmuzun 7`de Abbasabad kalesi düştü. İrevan serdarı Hüseyingulu Hanın karşı gelmesine rağmen, 1827 yılı Eylülün 20`de Serdarabad kalesi, Ekimin 1`de ise İrevan kalesi (Qlinka S. N. 1995) Haç yürüyüşünün sonuncu kurbanı oldu. Belirtmeliyiz ki, İrevan etnik bölgesi üzerine konuştuğumuzda bu etnik alanın onun coğrafyasından daha geniş olduğunu söylemek gerekir. Son göçe kadar Ermenistan adlanan Batı Azerbaycan arazisinin birçok bölgelerinde tarihen her zaman yaşayan Azerbaycanlılardan başka, İrevan Hanlığının değişik yaşayış bölgelerinde doğan, büyüyenlerin çoğu Azerbaycan`ın değişik illerinde, aynı zamanda Sovyetler Birliğinin bazı şehirlerinde zaruret için meskûnlaşmışlar. İrevan Hanlığı sadece coğrafi mekân değil, hem de güçlü edebi-estetik bilgi mekânıdır. Bu Hanlığın adı çekildiğinde, ilkönce, Gernibasar, Gökçe, Dereçiçek, Dereleyez, Ağbaba mahalları – saz (bağlama) ve söz akıla gelmektedir. Bu mahallar Türk ahlakı ve Efşan 2008: 18,-17). “Şehir kalkındı, nüfus onarılmış evlerine dönmeye başladı" (Esger Zeynalov 1999: 6, 7)(Ermenistan Azerbaycanlılarının Coğrafyası 1995: 5). XYIII. yüzyılın ortalarında İrevan Hanlığının kurulduğu, Hanlığın temelinin Mir Mehdi Han tarafından koyulduğu, arazisinin Ağrı vadisi, Dereleyez ve Gökçe Gölü arasındaki topraklarda bulunduğu ve naibler tarafından yönetilen on beş mahalı kapsadığı, İrevan şehrinin bu Hanlığın merkezi olduğu, buranın nüfusunun genellikle Türklerden oluştuğu inkâr edilmez tarihsel olgudur. Kendisini İmparatorluk ilan etmiş Rusya`da bu devletin siyasi stratejisini yansıtan I. Pyotr`un “Vesiyetname”si dikkat çekmektedir. Beyinleri Şiilik mezhebiyle zehirlenmiş Fars feodalleri ise Azerbaycan`ın varlığıyla bir türlü hesaplaşmak istemiyorlardı. Sonuçta savaştan sonra XIX. yüzyılın başlarında Azerbaycan ikiye bölündü, hem coğrafi, hem de devlet bağımsızlığını kaybetti. 1918 yılının 28 Mayıs tarihinde Kuzey Azerbaycan`da milli devlet kurulana kadar bağımsızlığımız, milli varlığımız ninnilerin, manilerin umuduna kaldı, muğamın yürek parçalayan hücrelerinde saklandı, hasretle, saklı saklı Araza gözyaşı akıtıldı (Nizameddin Şemsizade 2008:100-101). Henüz 1896 yılında Derbend`i ele geçiren Rus orduları birkaç istikamette Güney Kafkasya`da harekâta başlayarak, ilkönce Gürcistan`ı Rusya`ya kattı. Teessüf ki, Guba Hanı Feteli Hanın Hanlıkların tek devlet olarak birleştirmek niyeti yarım kaldı. Onun inatlı mücadelesi o dönemde yeteri kadar gücü olan Azerbaycan hanlıklarının bencillikleri sebebiyle yurdun düşmana kurban edilmesine neden oldu. Bencillik duygularına kapılan hanlardan yalnız ikisi - Gence Hanı Cavad Han ve İrevan Hanı Hüseyinigulu Han sona kadar Ruslara karşı savaştılar... Gürcü asıllı Rus Generali Sisianovla (Azerbaycan tarihi 1994:571, 572) Cavad Hanın mektuplaşması bu bağlantıda dikkat çekiyor. 1805 yılında Gence yakınında Kürekçay Anlaşmasının imzalanması, 1813 yılının 12 Ekim tarihinde Karabağ`ın Gülistan köyünde Rusya ve İran arasında tarihe Gülüstan Anlaşması olarak geçen ikinci barış anlaşmasının yapılması Azerbaycan`ın iki imparatorluk arasında bölüştürülmesinin temelini koydu. Ruslar Arazın o tayındaki vilayetleri ele geçirdikten sonra hiç zaman bu bölgenin insanlarına itimad göstermediler. Ermenilere 104 telaş içinde diyorlardı ki, Ermeniler bu toprakları ebedi olarak ele geçirecekler. (A. C. Qriboyedov, 1989: 387) Rus ordularının 1827 yılının 1 Ekim tarihinde İrevan`ı zorla işgal ettikten sonra Türkmençay Anlaşmasına (1828) kadar genellikle İrevan Hanlığı Rusya`ya birleştirildiğinde azınlık olan Ermeniler de Azerbaycanlılarla rahat bir ortamda yaşamışlar. Göçürülme ve dikkate alınmayan harçlar için onlara 14. 000 çerivon altın ve 400 ruble gümüş verilmiştir. Lazarev (milliyetçe Ermenidır-Z. M) Rusya`ya 40. 000 kişi yeni tabaa göçürmüştür (C. Qlinka,1831: 92). Paskeviç`in zamanında Ermenileri davet etmek için albay, Ermenilerin Azerbaycan topraklarına, Azerbaycanlıların daha sıkı yaşadıkları arazilere kitlesel şekilde göçürülmesini Rus araştırıcıları ve bilim adamları henüz XIX. yüzyılın başlarında geniş yansıtmışlar. 1826-1828`li yıllarda (savaştan döneminde) İran ve Türkiye Ermenileri Yelizavetpol (Gence) ve İrevan`ın en iyi topraklarına, Gökçe Gölünün kıyılarına, Vedibasar mahalına ve diğer yerlere sistemli şekilde göçürülerek iskânları uygulanmıştır. (H. H. Şavrov, 1911:63, 64) Rusya toprakları adlandırılan Azerbaycan`a Ermenilerin göçürülmesine değinen yazar; üç buçuk ayda 8. 000`den çok ailenin Araz Nehrini geçtiğini belirtmiştir. Lazarev İran`a gönderilmiştir. Karapet adlı Erzurum`dan olan bir papaz kendisiyle 70. 000 Ermeni getirmiştir... Müslüman devletlerinden Rusya`ya Ermenilerin göçürülmesi aralıksız olarak devam ettirilmiştir. (V. L. 1904: 87). İrevan Hanlığının çökmesinden sonra yerli kübar Azerbaycanlı ailelerinin bir kısmı ata yurtlarını terk etmiş, söz konusu dönemde İrevan`da dede yurtlarını terk eden aileleri dikkate almasak, Azerbaycanlılar 1807 aile ve Ermeniler ise 567 aile olmuştur. Burada 4 han, 41 bey ve sultan – Azeri ailesi, 8 melik ve ağa Ermeni ailesi, 50 ahund ve molla, 13 papaz yaşamıştır. İrevan Hanlığını yalnız Azerbaycanlı hanların yönettiğini tarihsel olgu olarak Ermeni bilim adamları da itiraf etmeli olmuşlar. Tarihi kendi çıkarlarına sahteleştirmekte becerikli olan Ermenleri onların Yerevan adlandırdıkları başkent şehri İrevan`ı 1504 yılında Şah İsmail`in emriyle veziri Revan Han inşa ettirmiştir. Şah İsmail vezirin yaptığı işi çok beğenerek şehre onun adını vermiştir. İrevan Hanlığı Azerbaycan`ın on sekiz hanlığından biri gibi 438 yıl mevcut kültürünün temel ocakları, “ana sazımızın beşiği, edebi sözümüzün çağlayan çeşmesidir”. Şimdi erişilmez olan şu araziler baştanbaşa Ermenileştirilmiştir. Bu, yaşayış bölgeleri, yer, çay, dağ adları, cami, mahalle ve bağ adları coğrafyacıların, siyasetçilerin hafızalarında Karabağ sorununun çözümüne yöneltilen güncel konuşmalarında ve bu adların, yerlerin hasretini çeken ihtiyar adamların hafızalarında yaşamaktadır. Fakat Batı Azerbaycan ve İrevan konusu aydınların eserlerinde, bilim adamlarının, araştırmacıların çalışmalarında da gündemdedir. Merhum bilim adamı, coğrafyacı, Prof. Dr. E. G. Mehreliyev`in “İrevaniler” (Çaşıoğlu neşriyatı, Bakı, 2000) kitabının girişinde Gürcü halkının düşünürlerinden İlya Çavçavadze`den getirdiği alıntıda gösterir ki, “Millet kendi tarihini unuttuğunda onun çöküşü başlar... Tarih milletin bütün varlığını yüreğinin derinliğinde gezdirir ve bununla da her bir milletin metaneti, kudreti, geleceği için topladığı kuvvet ve ihtiyatı ayna gibi kendisinde yansıtmaktadır” (Şureddin Memmedli 2003: 22 ), İlya Grigoryeviç Çavçavadze 1902: 2 3), Amralı İsmailov-2006: 12) Ünlü kişilerin eserleri hem onların kendileri hakkında bilgi veriyor, hem de milletin neye kadir olduğunu gösterir. Odur ki, “İrevaniler” kitabçası Azerbaycan tarihinde, edebiyatında ve kültüründe rolü olan kişilerin mekânsal mahlaslarıyla dikkat çekmektedir. Ermeni tarih bilimci M. Vartanyan, 1914 yılında Cenevre`de yayınlanan “Ermeni Harekâtının Tarihi” monografisinde kaydetmektedir ki, 'Türkiye Ermenileri Rus Ermenilerine göre Ermeni kültürü, dili, tarihi ve edebiyatı açısından çok güçlü ve serbestti. XIX. yüzyılın başlarında Ermenilik bir millet olarak, henüz Avrupa`da bilinmiyordu... milliyetsiz, serseri gibi tanınıyorlardı”. 1813 yılından sonra Rus sergerdeleri, İran`da Rusya`nın büyükelçisi görevinde çalışan A. S. Griboyedov`un de özel yardımıyla İran`daki Ermenilere merhamet göstererek, onları İran`ın Loristan vilayetinden Azerbaycan`ın geniş arazisine – Zengezur`a, Karabağ`a, Vedibasar`a, Dereleyez`e, Zengibasar`a, Gökçe mahalına göçürdüler ve bunun sonucunda de milli terkip değişildi. (Emralı İsmailov, Bakı, 2006.12) Biz Müslümanları çok etkilemeye çalışıyorduk ki şimdiki durumla barışsınlar. Hatta biz onlara bildiriyorduk ki, Ermeniler bu arazide çok kalmayacaklar. Fakat onlar 105 karaktere sahip milletse Ermenilerdi. 1812 yılında Rusya Türkiye savaşı zamanı Ermeniler Türkiye`nin mağlub olması, Kırım`ın ele geçirilmesi işinde Rusya`ya ve onun ordu birliklerine her açıdan cani gönülden yardımda bulunmuşlardı. Ermenilerin sadakatle hizmet edecek millet olduğuna emin olan Rusya, Türkiye ve İran`la yaptığı savaşlarda(1813, 1826-1827`li yıllar) zafer kazandı ve Kafkasya`da büyük topraklar ele geçirdi. Fırsatı değerlendiren Rusya devleti, İrevan ve Nahçıvan Hanlıklarının topraklarından kovulmuş Azerbaycanlıların yerinde İran`dan (40 bin) ve Türkiye`den (90 bin) getirdiği Ermenileri yerleştirmiştir. Söz konusu dönemde Rus Çarı I Nikolay emir vererek İrevan ve Nahçıvan Hanlıklarını Ermeni vilayeti ilan etmişti. Uzun yıllar Ermenistan`ın değişik bölgelerinde üst düzey görevlerde çalışmış, Ermeni psikolojisine, Ermeni mekrine ve Ermeni şerrine yakından vakıf olan ünlü siyasetçi Talib Musayev “Nurlar” olmuştur. Ermenistan Cumhuriyetinin ansiklopedisinde verilen bilgide gösterilir ki, İrevan`ı 438 yıl Azerbaycanlı hanlar yönetmişler. Ermeni tarihçisi Havanes Şahhatunyan net bir kronoloji oluşturmuş ve orada göstermiştir ki, Azerbaycanlı hanlar 1390 yılından başlayarak 1828 yılına kadar İrevan bölgesinde hâkim (Ermenistan Ensiklopediyası III cild, 571) olmuşlar. Havanes Şahhatunyan tarihsel araştırmalarında bu hanların isimlerini ve hâkimiyette oldukları yılları kronolojik olarak yansıtmıştır. Bu listede 49 hanın adını kaydetmiştir. İlk han Emir Sedd (1390-1410), sonuncular ise (l806-1827) Hüseyin Han ve Hasan Han kardeşleri olmuşlar. Rus orduları Ermenilerin tahriki ve faal katılımıyla İrevan üzerine yapılan saldırılarda mağlup edilmiş, birkaç yıllık savaşlarda Hanlığı teslim olmaya zorlayamamıştı. İrevan Hanlığının sonuncu hâkimleri olan Hüseyin Han ve Hasan Han kardeşleri şehri alınmaz kaleye çevirerek birleşmiş Ermeni Rus ordularını yenilgiye uğratmışlar. Nihayet, 1827 yılında tecrübeli Rus generallerinin yönettiği bileşik ordular sonuncu savaşta zafer kazanmış ve Çar hükümeti İrevan Hanlığını ortadan kaldırmıştı. Bundan sonra yurtdışında yaşayan Ermenilerin İrevan Hanlığı arazisine göçürülmelerine başlanıldı. Aşama aşama uygulanan şu menfur siyasetin devamı olarak 1918 yılının Mart soykırımı Ermenilerin Azerbaycan topraklarını işgal etmek planına dâhildi. Soykırım sonucunda onlar Batı Azerbaycan topraklarında katliamlar yaparak, ahaliyi göçe zorladılar, Gökçe`yi, Zengezur`u işgal ettiler. Kana ve başkalarının topraklarına susamış vandal Ermeniler Azerbaycan`a karşı menfur siyasetlerini yirminci yüzillik boyu (İbad İbrahimov 2009, 115) ve şimdi de sürdürmekteler. (“Respublika” gazetesi, 2 aprel 2008) Şimdiki Ermenistan arazisi Azerbaycan torpağı olmuş, burada yaşayanlar ise Azerbaycanlılar olmuşlar. Tarihten bellidir ki, Türkiye ve İran`ın Rusya ile savaşları zamanı Rusya bu iki Müslüman ülkelerin sınırında bulunan arazilerini ele geçirib kendisi için savunma hattı kurmak istiyordu. Bu meselede ona sadakatla hizmet edebilecek, ihbarcılık, casusluk, ikiyüzlülük yapacak adamlar gerekiyordu. Onlar bu Müslüman devletlerine karşı düşman olup, Rusya`nın menfaatini savunmalıydı. Bu 106 Yayınevinde çıkan “Ermeniler ve Facialarımız” kitabında ilgi doğuran olguları ayrıntılarıyla kaleme almıştır. (Talib Musayev. 2008, 18, 21) KAYNAKÇA “Respublika” Gazetesi, 2 Nisan 2008, sayfa 4. “Vedibasar” Gazetesi, N 07(122), 01-15 Nisan 2008. Ahundov N. ”Molla Nasreddin” Dergisinin Neşri Tarihi”. Bakü. 1959, say. 8. Azerbaycan Tarihi (Z. Bünyadov`un ve Y. V. Yusufov`un Edit., I. c, Bakı, 1994, say. 571- 572. Azerbaycaniyeti Cumhur DA. Fond28. lis. 1, iş 116. Aмpaли Иcмaилов, Taйны и явъ Apмянствa, Бaкy, «Myaллиü» нешрий, 2006. Cтp., 12, Beличко B.Jl. Kaфкac. Pyccкoe дeлo и междуплеменные вonpocы. C.Пeтepбypr, 1904,ст., 87. Чавчавадзе Иля Григоревич. «Aрмянские yченые и вопиющие камни ». Tифлиc, 1902, cтp., 2, 3. Ermenistan Ansiklopedisi, III. cilt, sayfa 571. E r m e n i s t a n A z e r b a y c a n l ı l a r ı n ı n Ta r i h s e l Coğrafyası, Bakü, 1995, 5. Hacıyev Abbas. “Tiflis Edebi Çevresi”. B., Yazar, 1980, say., 6. İbrahimov İbad. Alınmaz Kale. Gence “Gence Poligrafi” ASC, 2009, say. 115. Mahmudov Malik. VII-XII. Yüzyıl Arap Dilli Azerbaycan Bilim Adamları. Bakü. AMEA`nın Neşri. 1983, say. 188-191 Memmed Efşan. "Azaplı ve Başarılı Yollar Yolcusu Maksud Müallim (belgesel roman) Bakü, Seda, 2008, say. 16-17. Memmedli Şureddin. Azerbaycan Edebiyatının Borçalı Kolu. Tiflis, 2003, say., 143, 22 Musayev Talib. Ermeniler ve Facialarımız. Bakü. 2008, say., 18, 21. Nizameddin Şemsizade. Seçilmiş Eserleri. I. cilt, Bakü, “İlim”, 2008, say., 100,101. Pacnpoдaжa Myraни инородöам. C. Петербypr, 1911. Cтp. 63, 64 Qlinka S. N. Ermenilerin Azerbaycan`a göçürülmesi. Bakü, 1995. Qurbanov Nergiz. Edebi İrsimize Sahip Çıkalım. “Respublika” Gazetesi, N 123 (2551) 9 Haziran 2009. Veliyev Şamil. Füyuzat Edebi Okulu, Bakü-İlim1999, 3-5. Zeynalov Asker, İrevan Aydınları, Bakü, 1999, s. 67. Гpибoeдова А. C. Гope oт yмa. Пиcмa и записки. Баку, «Maapиф», 1989. CT.. 387. Гл и н к a C . H . П e p e c e п е н и я a p м я н ъ аçepбaйджских переделы POCCИИ. M., 1831, CT.,92. Шавров H. H. Hoвaя yrpoзa pyccкому вeлy в Кафкасъе: npeдсдоящая 107 ANNEM Dertlenirdin hep bu çilem ne diye Kardelen toprakta açmazmış annem Yüce yatandan kışa hediye Kardelen toprakta açmazmış annem Geçse de günleri biraz kederli Bütün çiçeklerden daha değerli Kış boyunca hava olsa güneşli Kardelen toprakta açmazmış annem Umut olur her yıl bekleyenlere Bağrında baharı saklayanlara Sordum ki toprağı yoklayanlara Kardelen toprakta açmazmış annem Soğukta ayazda çile çekse de Rüzgâr topraklara o nu ekse de Başında günlerce bülbül ötse de Kardelen toprakta açmazmış annem Tertemiz günleri özlediğinden Süt gibi beyazı istediğinden Hasretle yolları gözlediğinden Kardelen toprakta açmazmış annem Fedakâr cefakâr bir kır çiçeği Gönüllerde kurulur o'nun otağı Soğukta sımsıcak olur kucağı Kardelen toprakta açmazmış annem Celaleddin ÇINAR Ali Özkanlı SİMURG ATEŞİ TARİHİ BAŞKENT NİKSAR'DA YANDI… Raci GÜLEÇ'in cümbüşü eşliğinde çaylarımızı, saleplerimizi Türk Sanat Müziğiyle yudumladık. Hem bedenimiz hem de ruhumuzu doyurduk. Heyetimizde Tokatlı, Niksarlı değerli dostlarımızın yanında üstat Cemal SAFİ, Van 100. Yıl Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr. Seyit Mehmet ŞEN, Gazi Osman Paşa Üniversitesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Yaşar AKÇA da vardı. Bizlere çok yakın ilgi gösteren Niksarlı Tüccarlar “Cevizsan Gıda Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti” sahipleri Nail, Halis ve Muhlis YILMAZ kardeşlere çok teşekkür ediyoruz. Cuma sabahı otelimizde kahvaltımızı dostlarla beraber neşe içinde yaptık. Ceviz Paneli için Niksar'a gelen Kuruyemişçilerden oluşan bir gurup tüccar da otelde kalıyorlardı. Onlarla da çok güzel sohbetlerimiz oldu. Kayserili hemşerimiz “Özdanacı Kuruyemiş” sahibi İsmail DANACI ile de görüşüp sohbet imkânı oldu. Ayrıca Ankara da bu sektörde görev yapan “Hacıbaba” firmasından Hüsamettin KARAMAN kardeşimizle de program vesilesiyle tanışma imkânımız oldu. Haziran ayında Bafra'da yaktığımız Simurg Ateşinin bu ay ki adresi Tokat ilimizin nadide ilçesi Niksar'dı. Gül yürekli gönül dostlarımızla yeniden bir araya gelmek için 10–11 Ekim 2014 Cuma ve Cumartesi günleri yapacağımız program için 9 Ekim Perşembe günü Kayseri otogarından saat 12.00 “Bismillah” diyerek yola çıktım. Tokat otogarında Hasan AKAR kardeşimin bacanağı Eğitimci Gazeteci Yazar Sayın Yusuf UÇAR kardeşimiz bizi karşıladı. Kısa bir sohbetten sonra Niksar'a giden minibüse binmeme yardımcı oldu. Allah kendisinden razı olsun. Niksar otogarına indiğimde Eğitimci Şair Yazar Hasan AKAR, Eğitimci Şair Yazar Mahmut HASGÜL ve İbrahim ZENGİN kardeşlerim karşıladılar. Dört gün boyunca misafir olacağım Ayvaz Park Otele birlikte geldik. Bir süre dinlendikten sonra akşam yemeğinden sonra oteldeki şair, yazar, gazeteci ve akademisyen dostlarımızla sonra saz ve sözün güzellik kattığı Adalı'nın yeri denilen, Erzurumlu Emrah'ın uğrak yeri, Âşık Veysel'in saz çalıp söylediği mekânda Sanatçı 108 akşamı Vakıf İş Merkezi Konferans Salonunda yapılan “Şiir Gecesi” katılımcılara unutulmaz bir keyif yaşattı. Erzurumlu Emrah'tan Cahit KÜLEBİ'ye Şiir Şöleni'nde ilk program Simurg Grubunundu. Tokat'tan Eğitimci Şair Yazar Hasan AKAR, Antalya'dan Eğitimci Şair Yazar Şafak Nur YALÇIN, Kayseri'den Eğitimci Şair Yazar Ali ÖZKANLI, Manisa/Soma'dan Şair Yazar Mehmet Metin BAŞ, Samsun/Bafra'dan Eğitimci Şair Yazar Süleyman ALTUNBAŞ yaptıkları konuşmaları ve şiirleriyle geceye renk kattılar. Programa Simurg felsefesini anlatan Şafak Nur YALÇIN'ın yazdığı Süleyman ALTUNBAŞ'ın yorumladığı video ile başlandı. Şair Şafak Nur YALÇIN, ''Simurg Ateşi Şiir Grubu''nun kurulmasında “Edebiyat dünyasında ben değil BİZ olmak anlayışında olduklarını özellikle belirtti. Bendeniz de naçizane sahneye çıkarak çok kısaca Simurg Ateşi grubun ne yapmak istediğini, şimdiye kadar neler yaptığını ve neler yapmak istediğini özetledikten sonra Hasan AKAR kardeşim ile ilgili görüşlerimi belirttim. Ona ait “Gömme Hazanın Maziye” şiirini yorumlamaya çalıştım. Daha sonra da kendime ait “Sen Yoksun Artık” şiirimi okuyarak sahneyi Metin Baş kardeşime bıraktım. Manisalı Şair Yazar Mehmet Metin BAŞ Soma felaketi ile yaşananları anlattığı konuşmasında sosyal sorumluluk projelerinde bunu unutturmamak için çalıştıklarını anlattı. Soma'ya yazılan tüm şiirleri bir antolojide topladıklarını ayrıca K/ ÖMÜR BİTTİ'' adlı kitapta yaşanan acıları bu eserde topladığını, Soma Antoloji kitabının tüm gelirinin felakette en çok şehit veren okul olan Mehmet Akif ERSOY Okulu'na bağışladıklarının altını çizdi. Son olarak Eğitimci Şair Yazar Süleyman ALTUNBAŞ okullarda spor kulüplerinin, edebiyat kulüplerinin varlığına karşın hiç şiir kulübü olmadığına dikkat çektiği konuşmasında, tüm öğretmenlere şiiri desteklemeleri konusunda çağrıda bulundu. Hasan AKAR ile ilgili düşüncelerini söyledikten sonra ona ait bir şiiri okudu. Prof. Dr. Seyit Mehmet ŞEN de “Gül” konulu şiiriyle programda yer aldı. Türk Şiirinin Yaşayan Efsanesi “Cemal SAFİ” Özel Vefa Gecesiyle programın ikinci bölümüne geçildi. Eğitimci-Şair Mahmut HASGÜL'ün nefis sunumuyla Cemal SAFİ, bestelenen şiirlerini okuduktan sonra, Samsun'dan şiir programına katılıp Emrah tan bir eser okuyan Ozan Mustafa BİLİR ile de sohbetimiz oldu. Ayrıca bu ticaret sahiplerinin içinde uzun süredir sanaldan görüştüğümüz Osmaniye eski milletvekili Şair Şükrü ÜNAL ile karşılaşmamız çok ayrı güzellikti. Fırsat buldukça sohbet ettik. Erciyes İlahiyat mezunu Niksar müftüsü Ali CANPOLAT Bey ile görüşme imkânımız oldu. Bu arada Ayvaz Park Otel işletmecisine ve personeline teşekkür ediyorum. Çok güzel hizmet sundular. Gül Yürekli, Çalışkan, Başarılı Bir Başkan… Özdilek ÖZCAN Cuma sabahı saat 10.00 da Erzurumlu Emrah Türbesi yanında Ahi Pehlivan anıt mezarının temel atma törenine katıldık. Tören sonrasında parkta belediye başkanımızla tarihi bir başkent olan Niksar'daki tarihi yerler ve kişilikler, şehirlerde yapılaması gereken çalışmalar, kültür sanat ve edebiyat alanında yaptıkları hizmetler ve gelecekte yapacakları ile ilgili bilgiler verdiler. Özdilek ÖZCAN başkanımız genç, dinamik, çalışkan, güler yüzlü, sevecen bir insan. Bilgi ve birikimi hemen fark ediliyor, Tatlı dilli mükemmel bir yönetici. “Edebiyatla çok fazla ilgim yok ama“Şiiri seveni seven biriyim” dediler. Eşinin edebiyata ve şiire ilgisi olduğunu belirttiler”. Rabbim bu güzel insanlardan razı olsun. Programımızın ilk gününden son güze kadar kendilerinden çok yakın ilgi ve destek gördük. Rabbim hizmetlerini daim ve başarılı etsin. Niksar Belediye Başkanı Sayın Özdilek ÖZCAN'ın da katıldığı öğle yemeğinden sonra dostlarımızla beraber Cuma namazını kılmak için Kanuni'nin Bayram namazı kıldığı, F a t i h ' i n T r a b z o n seferi sırasında bir ay kaldığı Ulu Camiye gittik. Öğleden sonraki bölümde Saat 14.00 da Halk Eğitim Merkezi Salonunda “Niksar'da Ahilik ve Vakıflar Paneli” ne katıldık. Gazi Osman Paşa Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Alpaslan DEMİR, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Uzmanı Bekir YEĞNİDEMİR', Tokat Vakıflar Bölge Müdürü İsmail AKTAŞ,19 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet TÜRKMEN', Giresun Özel İdaresi Kültür Müdürü Mehmet FATSA panelist olarak katılarak konularıyla ilgili görüşlerini açıkladılar. Niksar'da Simurg Ateşi ve Cemal Safi Rüzgârı Esti… Niksar'ın Fidanları Kültür-Sanat Festivali kapsamında 10 Ekim 2014 Cuma 109 emeği geçen kurum, kuruluş ve şahsiyetlere çok teşekkür ediyor, şükranlarımızı sunuyoruz. GRUP SEYYAH (Hatice ÇEKİÇ-Ozan Ünsal ÇEKİÇ-Özkan DAĞAŞAN-Murat KADAKOĞLU ve Tuncay ÇİÇEK) okunan eserleri icra ettiler. Programın son bölümünde şiir yarışmasında ilk üç dereceye girenlere ödül ve plaketleri verildi. Yarışmaya Eskişehir'den katılan Eğitimci Şair Halil GÜRKAN “Memleket Sevdası” isimli şiiriyle birinciliği elde etti. İkinci “Ey Güzel Memleketim” şiiriyle İsmihan KARACA, üçüncü “Memleket” şiiriyle Ali Cem AKBULUT oldu. Niksar Belediye Başkanı Sayın Özdilek ÖZCAN hayranlıkla ve büyük bir zevkle dinlenen Usta'ya plaketini, saygısını elini öperek gösterdi. Başkan ÖZCAN konuşmasında, edebiyat, sanat ve kültüre verecekleri destekten bahsetti. Tüm katılımcılara tek tek teşekkür etti tüm katılımcılara plaketleri takdim edildi. Program kitapların imzalanması ve çekilen fotolarla son buldu. Simurg Ateşi Grubu olarak; “Niksar'ın Fidanları Kültür-Sanat ve Ceviz Festivali” kapsamında üzerine düşeni layıkıyla yerine getiren Niksar Belediye Başkanı Sayın Özdilek ÖZCAN'a, Niksar Belediyesi Kültür Müdürü Yüksel ELDİVENCİ'ye, belediye personelinden Kemal ÖZBAY'a, Araştırmacı Yazar M. Necati GÜNEŞ'e, program için günlerce koşturan Simurg üyemiz çok değerli Kardeşim Hasan AKAR kardeşime ve eşine, TOŞAYAD Başkanı Remzi ZENGİN'e, Eğitimci Şair Yazar Mahmut HASGÜL kardeşime, Edebiyat Öğretmeni Gökhan GÜNEŞ'e ve üniversite öğrencisi Merve Nur MADEN'e, fotolarımızı çekmek için büyük gayret gösteren emeğini esirgemeyen İbrahim ZENGİN kardeşimize, yönetim kurulunun değerli üyelerine, programa emek veren tüm kardeşlerime, özellikle pervane gibi etrafımızda dolaşan Merve, Serap, Arzu, İpek'e ve isimlerini hatırlayamadığım değerli gençlere, Tokat'tan gelerek şiir programına teşrif eden sanatseverlere, Niksar halkına, 110 Niksar'da Ceviz Fidanlığı Gezisi Cumartesi sabahı Niksar'ın Fidanları Kültür-Sanat ve Ceviz Festivali kapsamında, Niksarlıların katılımıyla ve GOP Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaşar AKÇA'nın anlatımıyla ceviz fidanlıkları gezisi yapıldı. Prof. Dr. Akça fidanlık gezisinde ceviz yetiştiricileri için çok önemli bilgiler verdi. Türkiye şartlarına uygun makineler yaptıklarını ve patentlerini aldıklarını söyledi. “NİKSAR 1” adlı cevizi geliştirdiklerini, bu fidanın Tarım Bakanlığınca tescillendiğini ve patent hakkının da GOP Üniversitesi tarafından alındığını belirtti. Moleküler biyolojiyi ve genetiği de çalışmalarında kullandıklarını anlatan AKÇA, damızlık, numaralandırılmış fidanlar yetiştirdiklerini bu fidanları da tarımı geliştirmek için ücretsiz dağıttıklarından bahsetti. Niksar'daki fidancılık modelinin, Fransa fidancılık modeliyle aynı olduğunu dile getiren AKÇA, seneye Özel İdarenin katkılarıyla yeni bir fidanlık kuracaklarından bahsetti. 2014 yılında yaşanan don yüzünden cevizlerin meyve veremediğini söyledi. Niksar ceviz ağaçlarında yaptıkları çalışmada virüs tespit etmediklerini söyleyen Prof. Dr. AKÇA bu durumun bir kazanç olduğunu belirtti. Niksar cevizinin coğrafik işaretinin alınmasının ilk adım olduğunu belirten AKÇA, bundan sonraki asıl önemli işin Avrupa Birliğinden coğrafik işaret alıp, cevizimize uluslararası statü kazandırmak olduğunu söyledi. Niksarlı iş adamlarından Nail YILMAZ'ın yeni oluşturduğu ceviz bahçesini de gezen ceviz panelistleri buraya dikilecek 9500 fidanın gelecekte Niksar'ın ekonomisine büyük katkı sağlayacağına duydukları güvenden bahsettiler. Niksar Kaymakamı, Belediye Başkanı ve ilçedeki daire müdürleriyle ceviz bahçesine fidanlar dikildi. Bizim de böylece dikili bir ağacımız oldu! Ceviz Paneli Cumartesi öğleden sonra oturum başkanlığını GOP Ün. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali KASAP'ın yaptığı ceviz paneli yapıldı. Tokat'ta bir ilk olarak “Tarım Protokolü”nü Tokat Valiliği, Gazi Osman Paşa Üniversitesi ve Orta Karadeniz Geçit Kuşağı Araştırma İstasyonuyla imzaladıklarını söyleyen KASAP, böylece cevizi daha kolay geliştirebileceklerinin altını diyebiliriz. Niksar'ın dünyaca ünlü bir cevizi var. Niksar Kalesi Türkiye'nin ikinci büyük kalesine ev sahipliği yapıyor. Danişmentliler Devletinin Başkenti olmuş. Bu yüzden her taraf tarih kokuyor adeta. Danişment Gazi türbesini ve şehitliği de görme imkânı bulduk. Yağıbasan Medresesi Anadolu'da tıp eğitimi verilen ilk medrese olduğunu, Türkiye'de ilk idareci okulunun 1210 yılında Niksar'da açıldığını öğreniyoruz. Ayrıca Çamiçi Yaylası, Efkerit Vadisi, Luvi Mağarası, Kırkızlar Kümbeti, Leylekli Köprü, Ulu Camii, Niksar suyu, Niksar Kilimli Sandıkları, Niksar Cevizi, Kuşburnu Reçeli, Asma Yaprağı ilçenin tarihi ve tabiat güzellikleri olarak sayılabilir. Ayvaz Park Otelde Gönül Sohbetleri… Cuma ve Cumartesi akşamları Van 100. Yıl Ün. Eski Rektörü Prof. Dr. Seyit Mehmet ŞEN, GOP Ün. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaşar AKÇA, Süleyman ALTUNBAŞ ve değerli dostların da zaman zaman iştirak ettiği çok güzel sohbetlerimiz oldu. Değerli Seyit Mehmet ŞEN Hocamız ruh dünyamızı aydınlatan, hayatın önemini, kulluğun şifrelerini kavramlarla anlattığı doyumsuz sohbeti bu program içinde en önemli kazancım olmuştur. Pazar sabahı değerli gençler bizi yolcu etmeye gelmişler. Sağ olsun var olsunlar. Niksar'dan çok güzel duygu ve düşünceler içinde gençlerle vedalaşarak ayrıldık. Süleyman Kardeşim ve eşi, Şafak Nur kardeşimle beraber 50 dakikalık bir yolculuktan sonra Tokat terminalinde vardık. Hasan AKAR Hocam ve eşi bizleri karşıladılar. Saat 12.30 otobüsüne binerek bu güzel anılara noktayı koymuş olduk. Rabbim nasip ederse önümüzdeki Ay Nevşehir'de Ayşe PASLANMAZ kardeşimizin misafiri olacağız. Kültür sanat ve edebiyat dolu günlerde buluşma dualarımla… çizdi. Cevizin insan sağlığı üzerindeki olumlu etkilerinden bahseden KASAP, “Niksar 1” adını verdikleri cevizin patentini almanın da mutluluğunu yaşadıklarını söyledi. Kastamonu Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seyit Mehmet ŞEN, “Cevizin Besin Değeri” konulu konuşmasında, cevizin pek çok yiyecekten farklı olarak, yağ, protein ve lif bakımından çok zengin olduğunu, günde en az 30 gr yemenin bizi çok ciddi hastalıklardan koruyacağını anlattı. GOP Ün. Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaşar AKÇA, “Niksar Ekonomisine Ceviz Yetiştiriciliğinin Ekonomik ve Sosyal Katkıları” konulu konuşmasında cevizin coğrafik işaretinin alınmasıyla, diğer cevizlerin ''Niksar cevizi'' adıyla satılamayacağını ve bunun ekonomik açıdan çok önemli olduğunu belirtirken, Niksar'da bir ceviz müzesi yapılması arzusunu. TÜKSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Muammer ÇAPUTÇU, amaçlarının tarımsanayi ilişkisini, argeyi geliştirmek, çiftçiye yön göstermek olduğunu söylerken, yüksek gümrük vergisinin kayıt dışı ceviz girişine neden olduğu ve bu kayıt dışı cevizlerin gerekli kontrolden geçmediği için halk sağlığını da tehlikeye attığından yakındı. İşadamı Nail YILMAZ, yurtdışında cevize fazlasıyla önem ve özen gösterilirken bizim ülkemizde adeta bir ceviz katliamı yapıldığından bahsetti. Niksar'ı ceviz cenneti yapmak için elimden geleni yapacağını söyledi. Son olarak söz alan Belediye Başkanımız ÖZDİLEK ÖZCAN, tüm katılımcılara teşekkür ederek başladığı konuşmasında, belediyecilik hizmetinin sadece yol, su olmadığını, asıl önemli işin şehrin önünü açmak olduğunu söyledi. Program katılımcılara verilen plaket töreniyle son buldu. Tarihin Başkenti Niksar… Görmeyen Kalmasın… Bu güzel ilçeye gelmişken bölge ile ilgili düşünce ve izlenimlerimi kısaca ifade etmek istiyorum. Niksar son yıllarda gördüğüm en güzel yerlerden biri. Cennet yurdumuzun nadide köşelerinden biri. Mutlaka görülmesi gereken bir yer dersem abartmış olmam. Tarihi eserlerinin çokluğu dikkatimi çekti. Aynı zamanda dünyanın ilk endüstri başkenti olma özelliğine sahip bir ilçemiz. Her yer yemyeşil. Tabiat güzelliği yanında cevizin anayurdu 111 ŞU MEKTEPLER OLMASAYDI Nihat AYMAK 112 113 114 GEL, YA DA "GEL!" DE Yıllar önce ağlamıştım bu şarkıya, Yıllar önce yanmıştım bu aşka, Yine dinledim o şarkıyı, Yine yandı canım, Kavruldum yine, İbrahim'in yandığı ateşte, Zannetme ki bu ateş, Nemrut'un ateşi, İnan bu ateş gönüldeki Aşk ateşi. Yine isyandayım bugün kendime, Aşkına layık olamadığım için, Ağlıyorum, gözyaşlarım senin için. Gel de al beni vuslata, Ya da "Gel!" de çağır vuslata, Dünya'yı yakıp kavurabilecek bu aşkın için. Belki "Bekle kulum, çağıracağım." diyorsun. Belki "Daha çok yanman lazım." diyorsun. Belki de “Sabır ey kulum, sabır!" diyorsun. Peki, sabır nedir benim için, biliyor musun? Sabır, öfkelendiğinde, "Dur!" diyebilmektir kendine Aşk için. Sabır, zamanın çabucak değil de, Hayırla geçmesini dilemektir Yaradan'dan. Sabır, aşk için gıybete dilini lâl, Gözünü harama âmâ yapmaktır. Sabır, Aşk'ın emrettiğini yapmaktır, gönülden, "Öl!" derse ölmektir uğrunda. Ve Aşk, karanlık bir gecede parlak bir ay gibi, Susuz bir çölde vaha gibi, Görebilmektir Muhammed'i, Ve onu getirdiği dinin sahibini. Acizim biliyorum, Sabır nedir biliyorum ama, Nakşedemiyorum aşka, İşte bu yüzdendir yakarışım Yaradan'a, Yalvarıyorum Rahman ve Rahim Allah'ıma! Rumi'ye aşk verdiğin gibi, Gel, bana da aşk ver! Eyüp'e sabır verdiğin gibi, Gel, bana da sabır ver! Ahmet'e aşk sabır nakşetmeyi öğrettiğin gibi, Gel de öğret sabır nakşını, Ayşenur POLAT 115 AZ İSTİYORUM... Her şeyi az istiyorum. Mutluluk seni bile az. Düşmesin kimsenin gözü, Darda kalanlara verin çoğunu. Mavi gözlü çocuk da; Unutsun yoksulluğunu… Her şeyi az istiyorum. Düşlerim seni bile az. Kalmasın pembenin hatırı, Karaya, siyaha verin çoğunu. Karamsar günlerimiz; Unutsun yoksulluğunu… Her şeyi az istiyorum. Güzellik seni bile az. Kırılmasın aynaların yüzü, Çirkinliğe verin çoğunu. Boş kalan kaldırımlar; Unutsun mahzunluğunu… Her şeyi az istiyorum. Uzaklık, seni bile az. Olmasın sen-ben farkı İnsanlığa verin çoğunu. Uygur, Türkmen, Suriyeli Bombalarla oynayan çocuklar, Yaşasın çocukluğunu… Kazım BAŞEKMEKÇİ SEN BU GECE Ah sen, bir çağı kapatacak kadar çok güzeldin oysa; Beni bırakmasaydın sensizliğin dikenli telleri ardında. . Gönül hokkasından mürekkep çektim Hüznü bir hoşluğa yazdım bu gece Hayal toprağına bin muhal ektim Bir taşlı tarlayı kazdım bu gece Yüzündeki gamze edasıyla sarıldım hayata. . Şehrin kuytularında arardım kendimi, Kaybettiğim benliğimi ararken gölgeler, Hep ardıma saklandılar yobazca. . Kanayan düşüncelerime manalar ararken, Susmuş gözlerin gözlerime değer, Senli diyarlara açılan kapıların ardında, Bütün berraklığıyla sen kokuyor, Mısralar seni fısıldıyor kulağıma. . Çöllerde susuzdum, dağlarda açtım Dürdüğüm sofrayı yeniden açtım Yakamozda yandım, seraptan içtim Geçtiğin yollarda tozdum bu gece Bu gece subh'a dek dinmedi ahlar Her cânânda yiten böyle mi ahlar Bilmedim ki gönül ney/le ferahlar Tepeden tırnağa közdüm bu gece Aşk, labirentinde kaybolduğum bir sır, Çözemediğim ise tükenmişlik duygum. . Sabırsız yanımdan telkin başım, Bir bayrak gibi sallanır feryadım. Dilime yapışmış beddualardan beter, En mahrem tarafıysa bu sızlanış. . Pervasızca çarpan bu kalbimin kuytularında saklı. . Gecenin bu vakti ne idi derdim Sükûtundan nice mısralar derdim Gurbetten sılaya gerdim de gerdim Aklımı seninle bozdum bu gece Belki bir hayaldi belki bir düştü Gökkubbe bu gece üstüme düştü Başıma binlerce yıldız üşüştü Bir damla içmeden sızdım bu gece Ah sen Bilmiyorlar seni Bilselerdi benim gibi Saklanmazlardı önyargıların Ardına. . . Hasan Fahri TAN Recep Hakan Açıkel ____HKN(ı)M____ VATAN İNSAFA GEL Ey derdi men, bu zülüm ne, ne istersen, söyle menden, Bu intiqam ne intiqam, zövkmü aldın böyle menden? Qara-qara gecelerde qoşunla geldin üstüme, Mərd olan namerdlik etməz, qefil vurmaz ele genden. O qədər sirrə vaqifəm, qüsurunu bilirəm ki... Mən sən kimi deyiləm ki, qisas çıxım elə səndən. Vatan sana varmayan yollar dar olsun, Seni sevmeyen yürek tarumar olsun. Sana “topraksın” diyen diller lâl olsun Kesilsin nesli itin, aşı yal olsun Seni namus bilmeyen, payimal olsun Şerefi beş paralık, sözü kal olsun Sana yuvam demeyen evsiz kuş olsun Eşten evla görmeyen eşler boş olsun Senden öte muhabbet, aşk haram olsun Yansın yürekler sende, aşka ram olsun Min-bir türlü oyununa baxıb güllem acı-acı, Kor olmuş gözlərin sənin, ayırmırsan qılı tirdən. Bu dünyanın yollarında naçar qoydun İlahəni, İnsafa gəl, mehman olsun sevinc adlı həmdəm hərdən. İlaheBAYANDUR Akına eş olmayan al, kara olsun Bayrağını tutmayan, el yara olsun Uğrunda dökülmeyen kan heba olsun Yolunda tükenmeyen ten veba olsun İlhan KURT 116 YEŞİLIRMAK KIYILARI DESTANI Ben! YEŞİLIRMAK! Dağ yamaçlarından doğarım Akarım Anadolu'ya çağlayarak... Sevdalarım coşku olur zaman zaman taşarken Nice ovaları, düzleri, vadileri aşarım. Benim kıyılarım bağdır, bahçedir. Emektir, yemektir, alın teridir Sessizce akarım geceler boyu Şarkı söylerken sabaha dek kurbağalar kıyılarımda Zevk-ü safa içinde akarım yatağımda... Baharla tazelenir soğuk sularım Kollarım yelpaze misali açılırken Menzilime koşarım... Akarım yatağımda nazlıca akarım da Gökyüzünde yüce mabedi selamlarım Ben..! YEŞİLIRMAK! Çağlarım ara ara dertlerim debreşir de Yıldızlara inat yükselir sesim. Gönül koymam hiç sevdiklerime Bilirim ki onlara şifadır nefesim. Sevdalanırım da zaman zaman. Okşarım dallarını o salkım söğütlerin Sabahı kucaklarken ıslak kıyılarım Duyulur ahenkli ötüşleri bülbüllerin..! Ben! YEŞİLIRMAK! Benim kıyılarım deniz kıyılarına benzemez Aç martılar uçuşmaz ciyak ciyak!.. Gemiler geçmez açıklarından Sallanmaz ne mendil, ne de eller Dökülmez ayrılık gözyaşları Vurmaz kıyılarıma dalgalar delicesine Koylarım, körfezlerim Aşk satan limanlarım Sıcaktan kavrulmuş kumlarım, kumsallarım yok!.. Ben! YEŞİLIRMAK! Benim kıyılarımda, yanık tenli Köy çocukları hayvan otlatır yalınayak. Denizanaları ısırmaz ayaklarını Yosun kokusu yoktur benim kıyılarımda Nane, iğde kokuları sarar her yanı Midye tava değil, Soğan ekmek yenir, yenir de Hep şükredilir benim kıyılarımda!.. Ben! YEŞİLIRMAK! Irmakların en yeşiliyim. Geçtiğim toprakların allı pullu geliniyim. Kıyılarımda tahıl yıkayan, Esvap yıkayan nice kınalı ellerin, Gurbet türküleri söyleyen dillerin delisiyim..! Gelincikler, papatyalar kıyılarımda başka açarlar. Bir hoş kokar kıyılarımda çamlar, ağaçlar. Ben bozkırların özlem dolu sesiyim, Yaylaların, ovaların tezenesiyim... Benim kıyılarımda dört mevsim günlük yaşanır. Kışı, yaza.. güzü bahara bağlarken. Çoban kavalından nağmeler dökülür derinden. Koyunlar suya inerler de Şenlenir kıyılarım kuzu seslerinden..! Ben! YEŞİLIRMAK! Yeşilin en güzeli, en hasıyım. Bazen ova, bazen yayla, bazen dağlıyım. Tozanlı'da türkü, Kelkit'te saz, Kazova'da halayım. Ben köylere, köy türkülerine sevdalıyım Rüzgâr sevgiyle eser ılgıt ılgıt, İner akşamlar tül tül perde perde Ödül misali Okşar etrafımdaki ilahi yeşilliği..! Ben! YEŞİLIRMAK! Irmakların hasıyım, Kazova, Tozanlı, Kelkit, Çarşamba ovasıyım. Benim kıyılarım deniz kıyılarına benzemez. Yeşilliklerle doğan, onları doyuran Susamışlara can sunan ab-u hayatım Akarım vatan toprağında, vadilerde, düzlerde Taşırım tarihimi geçmişten geleceğe... Ben! YEŞİLIRMAK! Milletimin yüreğinden kaynayan Kardeşliği, dostluğu asırlara taşıyan Sevgi dolu, bereket dolu, su yoluyum Ben.! Bitmez tükenmez güzellikleriyle ANADOLUYUM..! Sazanlar, yayınlar, alabalıklar benim onurum Kazlara, ördeklere hayat verirken Tertemiz sularımla akar akar da Şaduman olurum..! 117 Şerare Yağcıoğlu KIVRAK TOKAT'IM Bu kez başka bir histeyim Tokat denen açık hava müzesindeyim Her an ya tarihi bir eser Ya da geçmişimden bir kayıp yolumu keser Zaman ırmağında aynı anda Bir daha yıkanamayacağım bilinciyle Coşkun hislerin itmesiyle Geçiyorum her sahneden Bir daha oynamayacak bir oyunun her karesinden İleride bu ana duyacağım özlemi ben önceden yaşayarak Sarılırken kâh kaçan bu an'a Kâh rastladığım bir dosta ağlayarak Boğuluyor dudaklarımın arasında yarım bir hıçkırık Duygularımla zaman ters yönde koşuyor Bu arada yüreğimde kırıklar oluşuyor. Her gözüm sanki bir kum saati Birinden akıyor zaman Diğerinden duygular. Kim yazdı bu oyunu Kim verdi bu ters akan rolleri bana Bu senin bana bir oyunun mu zaman? Geçmiş, şu an resmigeçitte karman çorman Durduramıyorum bu çarkı, bu dolabı Birer birer arzı endam ediyor hayatın esrarı Oyuncu şaşkın, yürüyor, oynuyor rolünü perde perde Ne de olsa Cinlioğlu'luk var serde Artık bu seferin son perdelerindeyim Zaman ve duygular akıyorken tersine Hangi akıma bırakayım kendimi ben Bir nostalji, bir heyecan Nasıl dayanır buna atmış sekizlik bir can Fon müziği yaptım, Ali Paşa Şadırvanının şırıltısını Duymaya çalışıyorum içimdeki hislerin mırıltısını Tokat çaydanlık, Ben de demlik Bu tarihî mekânda arıyorum nostaljinin lezzetini Şadırvanda düşen her damla Yayılıyor havuza halka halka İçimde de akıyor bir duygu şadırvanı Deftere dökülüyor bu kelimeler kervanı. 27.08.2014/Tokat/Ersin ASARKAYA 118 SEHERLERİ BEKLERİM! “BENDEYÂR” yara aldı, bülbül ahûzâr ile Gönlü dertlere saldı, aşk, figan düştü dile, Kervan yollarda kaldı, yaban yapıyor hile, Çıta daha alçaldı, erzak tutmuyor file. DİKENLE DOLU YOLLAR, GİDERKEN İZLE ARA, RÂBBE UZANAN KOLLAR, YÜZÜN GÖRMESİN KARA. Bak zamane fendine, ahlâk çukura düştü, Hesâbı sor kendine, kurtarmaz ata büstü, Ağla, yakın derdine, yılan, çıyan üşüştü, Hürmet et Efendine, Müslim Müslime küstü. AĞLA GÖZLERİM AĞLA, YAŞ AKSIN KURTULASIN, DAĞLA SÎNEMİ DAĞLA, KABAYSAN YONTULASIN. Mirâc, Beraat derken, ulvî ramazan geldi, Sabır, sağlık isterken, merhamet sağnak yeldi, Hakka niyaz dilerken, coşan, taşan bir seldi, Şükür lokmayı yerken, niyaz Arşa yükseldi. CAMİLERDE MAHYALAR, AY YILDIZLA YARIŞIR, İHSAN İLE İHYALAR, KÜSKÜN OLAN BARIŞIR. “BENDEGÂN”ın olayım, müsaade eyle bana, Boş kaplara dolayım,merhamet gelsin cana, Aradığım bulayım, haber vereyim sana, Çorak toprak sulayım, su içsin kana kana. KAPISINDA KUL OLDUM, SEHERLERİ BEKLERİM, ARADIĞIMI BULDUM, İZİNDE EMEKLERİM. Aşk şerbetini içtim, dilim ezber ediyor, Kendime kefen biçtim, ceset kabre gidiyor, Sırat Köprüden geçtim, bilmeyenler ne diyor? Çileli yolu seçtim, Hicrân-ı Gam istiyor. KEMÂLİ HAKKI SÖYLER, ŞİİRLER OLSUN ŞAHİT, İŞİTSİN ŞEHİR, KÖYLER, ONU BEKLİYOR LÂHİT. KEMÂLİ 15 HAZİRAN 2014-PAZAR-BABALAR GÜNÜ SAZ HER ŞEY VATAN İÇİN Ben sazım Sesimden aldım adımı Telimdeki titrememden Sızlamamdan Saz dediler adıma Biz Türkler her daim, kelle koltukta, Taşırız bu başı bu vatan için, Mukaddes bayrağın kızıl ufukta, Kan sızar kumaşı bu vatan için, Kopuzdum kucağında şamanın Tel takılınca bağrıma Perdelendim Iklığ, çöğür, bağlama dediler Her âşıktan bir ses alıp Tel inlettim Yaşattım geleneği Belagat öğrendim ustamdan El verdim çırağıma Binlerce yılın çilesiyle yoruldum Sır küpü oldum ustamın Gizemli maceramla Merhamet duygusu aranmaz elin, Hesabı ortada bundan evvelin, Gizliden gizliye yedi düvelin, Şeytanca savaşı bu vatan için, Akşamın sabahı, günün gecesi, Zamanın türküsü, tarihin sesi, Lalenin gülüşü, gülün cilvesi, Bülbülün gözyaşı bu vatan için, Sevdanın ilmini yaydık her ile, Altmış milyon kor yürekli Türk ile, Atın bile sırtındaki yük ile, Olanca uğraşı bu vatan için, Âşığa sırdaş Halka ses oldum meydanlarda Saldırdılar Şeytan işi dediler Kırdılar kolumu kanadımı Oysa tellerde ahenktim Dillerde sevda Her dokunuşta yüzüme Coştukça coştum Yürekten söyledim türkülerimi Bütün yurtta Şehitler yatağı bu kutsal yerin, Manası topraktan çok daha derin, Yar sevme yaşında koç yiğitlerin, Dikilen son taşı bu vatan için... Muhammed AVŞAR Her tınımda azdı yürek yarası İçin için kanar gibi inceden Dolandım gezgin âşığın elinde Gittiğim yerlerden haberler saldım Hikâyeler anlattım halka Türküler yaktım Kuşlar uçtu katar katar Tezenemin altında öttü hep turna Her sözümde arandı bir kıssa MEMLEKET TÜRKÜSÜ Bir ananın ninnisiyle söylediği sözdesin Hepimizin yüreğinde her nefeste özdesin Seni yabancı bilmez, kalbimizde gözdesin Damarımda akan kan, canımsın memleketim. Toprağına karışmış, binlerce şehit kanı Düşünmeden vermişler, cümle şehitler canı Osmanlıdan, Fatih'ten, almışım armağanı Gönlümde tek sevgili, baş tacım memleketim. Bir bilen seslendi âşığa Ana düzenle çal dedi bağlamayı Üst tel akordunu bozma Bağrından yetişmişler Külebiler, Ersoylar Uğrunda can vermişler, Ahmet, Mehmet, Aliler Dünya dönüp durdukça, unutulmaz veliler, Yazdırmışlar adını, tarihe memleketim. Kardeşçe yaşamışlar, yıllar yılı bağrında Çiçekler açtırmışlar tarlasında, bağında Bayrağı dalgalanır, göklerinde, dağında O bayrak hiç inmesin bağrından memleketim. Yönelme kara düzene Ne karanfil düzeni Ne misket Kıvrak havalara uyup Cura akorduna kayma Türkmen düzeninden geç Vur tezeneyi Köroğlu'na İster saz deyin ister bağlama Hangi düzende çalınırsam çalınayım Yıllarca demiştim sözümü her koşulda Yine diyeceğim Ben sazım Her sözüm halktan Doğrudan yana Bilmemki senin için daha neler yazayım Sevgini özlemin mısra mısra dizeyim Tükenmezsin bitmezsin köşe bucak gezeyim Sana yurdum demişim Türkiyem memleketim Nezihe GÜLER 120 Mehmet YARDIMCI MƏN NƏ SÖYLƏYIM KI YARAŞSIN SƏNƏ EYLÜL HALLERİ yüreğin susturulmuş yanıyla gel/gel eylülce açıl biraz bu eylüller hicran için var sanki çok farklı dokunur insana nice ayrılıklar var ki yeşertmiştir hiç olmayacak duaları hasretim nehirden daha uzun dur birazcık aksın sana Fidan ABBASOVA Nifrətə çevirdin baxışlarımı Mən belə deyildim nə olub mənə Öldürdün qəlbimdə arzularımı Mən nə söyləyim ki, yaraşsın sənə. hiç okumadan yak bu şiiri/şiirde kalsın bu cevapsız sorular biz ömrün yollarında çileyi derledik bile bile mavi buz kırığı olmuş ikimizi göstermez bu aynalar elbet baharın bir şavkı takılıp kalmıştır zülfün ince teline Nə bir söz tapıram nə də bir kəlmə Söyləyim ürəyim bir az boşalsın Qəlbsizi gətirmə imana dinə Qoy elə əbədi qəlbsiz də qalsın. dağ suyu ol dökül biraz irkilsin ruhumdaki çiçek kökleri günahlarım cam kırıklarında akşam güneşinde yanarken bu mevsimde çok görürsün özellikle vuslat hayali rüzgâr uğultusu çocuk gibi yamaçlarda kayarken Hər səni görəndə sorub qəlbimə Mən harda səf etdim harda yanıldım? İndi hər baxdıqca sənin əlinə Mənmi tutdum onu məhəttəl qaldım. kanatlarındaki ölümsüz efsane karanlığı söndürür izdivaç renkli kelebek şem-i rûşende aşk içinde yanarken her eylül dirilir bende ve beni her gün öldürür efsunlu perilerin inat mizaçları hepsi sende yaşarken Bu muydu verdiyin qərarın sözün Oynadın sən mənim o hisslərimlə Bir zaman sən belə saxta deyildin Görünür bir yalan dolub qəlbinə. bu akşamda kıyısız derya kenarında yine beklerken seni kurşuni renge boyadım denizi güneş batacak yer arıyor bulandırdı beni şu kuytuda ters takla atan densiz kuğular sudaki izlerin öptüm diye seni bana yar sanıyor Düz deyib atalar bunu əzəldən İnsana güvənmə sevgiyə güvən Vaxt olar tapılar itmiş həqiqət Artıq olmayacaq sevirəm deyən. bu mevsimde dudağıma ilişir bütün sarı türküler bu mevsimde öfkeli dalışa geçer balık ve martı sürüsü bu mevsimde yanmıştır mektup-şiir ve bütün şarkılar bu mevsimde bulunur göçmen kuşların ölüsü Mən hələ sabaha inanacamda Həyat tək səninlə bitmir anladım Bəlkə başqasına alışacamda Səndən uzaq olan boş dünyamdaydın. hüzün saltanat kurdu ve reva gördü eylüle içim dışarıdan görünüyor çok eskidi pembe şafak tülleri bir ara teşrif eyle yüreğimdeki sana mahsus yerine şu sonbaharı sil mevsimlerden bitsin bu eylül halleri Vəfası olmayır ilk məhəbbətin Sonradan gələndə vəfasız olur Gözündə ucalan tək həqiqətin Bu gün var olmayır bir gün yox olur gelirken çiğ düşer /üşürse ellerin kalbine geri dönersin zemheri yaftasını artık hamaylı gibi asmışım boynuma yüklerim eylül yapraklarına zümrüdüanka efsanesini bir kucak yıldız koparıp galaksiden alıp yatarım koynuma. Sevgi nifrətə də çevrilir bir gün Bunu mən etmədim bunu sən etdin Ötüb bir anlığa mənim yanımdan Necə gəlmişdinsə elə də getdin. İlhami BULUT Fidan ötür günlər zamana bağlı Sən daha inanma o xoş gözlərə Kim sevib ayrılıb ürəyi dağlı Rast gələ bilərik həmin izlərə. 121 Bize gelen kitaplar etkinlikler Türk şiirinin duayeni Cemal Safi onuruna Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği tarafından 11 Ekim 2014 tarihinde Tokat Grand Ballıca Otelinde verilen kahvaltı ve Cemal Safi Özel Programı 124 Cemal Safi’ye Vefa Gecesinde Niksar Belediye Başkanı Özdilek Özcan’ın plaket takdimi. Erzurumlu Emrah’tan Cahit Külebi’ye Şiir Gecesi - Cemal Safi’ye Vefa Gecesi ve Cahit Külebi 5. Memleketime Bakış Şiir Yarışmasında dereceye giren katılımcıların ödül töreni. Simurg Ateşi Şairleri; Üstat Cemal Safi ve Niksar Belediye Başkanı Özdilek Özcan ile birlikte... 125 Şair Hasan Akar’ın Mersin Büyükşehir Belediyesi 13. Uluslararası Karacaoğlan Şiir Akşamları’na Tokat adına katılımı... Tokat Valiliği, Tokat Belediyesi ve GOP Üniversitesi tarafından düzenlenen Tokat Tarihi ve Kültürü Sempozyumunda Araştırmacı - Yazar Hasan Akar, “Tokatlı Müzisyen Sanatçı Necati Başara” konulu bildirisini sunarken. Tokat Valiliği, Tokat Belediyesi ve GOP Üniversitesi tarafından düzenlenen Tokat Tarihi ve Kültürü Sempozyumunda Derneğimiz üyelerinden Mahmut Hasgül, “Hey Onbeşli Türküsü ve Onu İlk Kez Plağa Alan Hafız Hakkı Feryadi” konulu bildirisini sunarken. 126 25-28 Eylül 2014 tarihleri arasında Elazığ’da düzenlenen 22. Hazar Şiir Akşamlarına Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı Remzi Zengin’in, ‘Bizim Külliye Dergisi’ni ziyareti, Türk Edebiyatı ve Edebiyat Dergileri Paneline katılımı ve plaket töreni... 63 Mürekkebin Aşkı “Siz Yazın Yetimler Gülsün Projesi” kapsamında Sündüs Arslan AKÇA’nın İstanbul’da ki programa katılımı... Tokat Sanayisinin sayılı sanatkar ve esnaflarından Hami İKİZ’in “Tütmeyen Baca” isimli hatıra kitabı yayınlandı. Kümbet Dergisi yayın ekibi iş başında...