gölge yolcu - Photoshop Magazin

Transkript

gölge yolcu - Photoshop Magazin
ÖYKÜ ÖZEL SAYISI
eylül 2008
GÖLGE | ÖYKÜ
KAPAK İÇİ YAZISI
İddialı bir söz vardır “Biz daha iyisini yapana kadar en iyisi bu!” diye. Öykü özel sayısını böyle bir kaygı ile ortaya koyduk.15 yazar ve 17 çizerin ortak emeği.
Bize destek verip öykü yollayan tüm yazarlarımıza, kapak, öykü illüstrasyonları ve test
vinyetlerini çizen tüm çizerlerimize, genç yazarları teşvik eden JBC yayınevine ve okuyucularımıza teşekkür ediyoruz.
A. Hamdi YÜKSEL
Editör
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir.
İzinsiz alıntı yapılamaz,yayınlanamaz.
Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur
Editör: A. Hamdi Yüksel
Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Emre Özgen
http://golgedergi.blogspot.com
Öykü Özel Sayısı Eylül 2008
Gölge e-Dergi Özel Sayı 2
Biz yapmazsak kim yapacak?
2
İÇİNDEKİLER
KAPAK Ozan KÜÇÜKUSTA
ÇANTA Nuray TEKİN
Sayfa 4
BASACAK YER YOK Aşkın GÜNGÖR
Sayfa 8
TABULA RASA
Utku TÖNEL
Sayfa 11
AMATÖR
Serdar KÖKÇEOĞLU
Sayfa 14
ZORBA Murat BAŞEKİM
Sayfa 20
GİTARİST
Masis ÜŞENMEZ
Sayfa 24
TAŞ
A. Hamdi YÜKSEL
Sayfa 29
HIRSIZ Oğuz ÖZTEKER
Sayfa 34
OPERET Aylin AYVAZOĞLU
Sayfa 41
GÖLGE YOLCU Ozancan DEMİRIŞIK
Sayfa 45
LEJYON İDAMLARI
Hikmet Temel AKARSU
Sayfa 52
ÖLÜM KISA BİR AYRILIKTIR
Erol ÇELİK
Sayfa 58
KARA KAPLI KİTABIN LANETİ Gökcan ŞAHİN
Sayfa 65
YENİ BİR OYUN Göktuğ CANBABA
Sayfa 72
SOKAKLAR BENİM YENİDEN
Sadık YEMNİ
Sayfa 78
Oğuz ÖZTEKER
Test: YAZAR ADAYI MISIN?
Sayfa 85
GÖLGE | ÖYKÜ
ÇANTA
Nuray TEKİN
Kapı çalındığında saat gecenin on biriydi. Gözdeliğinden baktı. Apartmanda ışık yanmıyordu. “Kim o?” diye seslendi. “Polis,” diye yanıt verdi dışarıdan gelen ses. Kapıyı açtı.
Aynı anda binanın ışığı da yandı. Üç kişiydiler. “Buyurun,” dedi kısık bir sesle. Diğerlerinden
daha kısa boylu olanı “Kimlik kontrolü yapıyoruz, kimliğinizi görebilir miyiz?” diye sordu nazikçe. İçeri girdi, kimliğini getirdi. Diğerlerinden bir adım önde duran kimliği alıp incelemeye
başladığında, adamın elindeki küçük kâğıt parçasını fark etti. Üzerinde elyazısıyla adı yazılıydı.
Adam kimliği inceledikten sonra, “Evi aramamız gerekiyor,” dedi. Sonra da bir şey söylemesine fırsat vermeden üçü birden içeri girdi.
“Arama emriniz var mı?” diye sordu. Adamlar birbirlerine bakıp güldüler ve odalara
dağılıp, evi aramaya başladılar. Yatakların altına, kütüphaneye, tek tek tüm kitaplara, fotoğraflara ve mektuplara baktılar. Sonra biri masaya oturup zabıt tutmaya başladı.
Zabıt tutulduktan sonra kısa boylu olanı ona dönerek “Haydi, siz de hazırlanın, gidiyoruz,” dedi.
“Nereye?” diye sordu.
“İfadenizi almamız gerekiyor. Hemen salıvereceğiz,” diye yanıt verdi ekibin şefi olduğunu tahmin ettiği kişi. Sonra yine ona dönerek, neredeyse babacan bir tavırla “Üstünüze
kalın bir kazak giyin, paltonuzu da alın, orası soğuk,” diye ekledi.
Odasına gidip, giyindi. Daha çok bir duygusuzluk içindeydi. Bu yüzden de çok sakin
görünüyordu. Sessizce kendisine söylenenleri yaptı.
Hep birlikte evden çıktılar. Yan yana yürürlerken kısa boylu olanın elinde bir telsiz olduğunu fark etti. Adam, sokağın köşesini dönünce telsizi açtı ve dudaklarını iyice yaklaştırarak, “Hedef olumlu,” dedi.
Sokağın sonuna park etmiş bir otomobile bindiler. Direksiyonda biri vardı. Arka kapıya yöneldiğinde adamlardan biri onu durdurdu, kapıyı açarak kendisi bindi, sonra da ona
binmesini işaret etti. Arka koltuğa o da oturduktan sonra diğeri bindi. Kısa boylusu ise ön
koltuğa oturdu.
Otomobil caddeye çıktığında “Başını eğ bakalım,” dedi otomobili kullanan. Yanında
oturanlardan biri “İyice eğ,” dedi. Sonra ardı ardına sorular sormaya başladılar. Biri bitirmeden, öbürü soruyordu. Cevap vermesine fırsat tanımıyorlardı.
“Dört yıldır neredeydin?” diye sordu ön koltukta oturan.
“Adresim belli...” dedi.
“Okula yanlış adres vermişsin,” diye azarlardı yanındakilerden biri.
“Hayır,” demeye çalıştı ama sesi çıkmadı. Zaten sordukları soruların yanıtlarını dinlemiyorlardı ki...
Gittikleri yönü bir türlü kestiremiyordu. Ön koltukta oturan, birtakım adları arka arkaya
sıralayıp, bu kişileri tanıyıp tanımadığını sordu. O susunca yanında oturanlardan biri üniversiteyi bitirdikten sonra ne yaptığını, gittiği kentte hangi semtlerde yaşadığını, ne işlerle uğraştığını ve çalıştığı yerleri sordu. Sonra diğer yanındaki, üniversiteden tanıdığı birkaç kişinin
adını sıraladı.
“Tanıyorum,” dedi umursamaz bir tavırla.
Bu sorgu, kırk beş dakikaya yakın sürdüğünü tahmin ettiği yol boyunca devam etti.
Otomobil durduğunda, sağ yanında oturan, otomobilin kapısını açarak aşağıya indi. Öndeki
“Başını kaldırma,” diye bağırdı. Aşağıya inen, elinden tutarak otomobilden çıkmasına yardım
etti, başına örttüğü paltoyu iyice düzelttikten sonra da kolundan çekiştirerek yürümesini sağladı. Bir süre sonra yanındaki onu durdurdu ve başındaki paltoyu aldı. Onu bir odada duvara
doğru çevirmişlerdi.
“Arkana dönme,” dedi birisi. Sonra bir kumaş parçasıyla gözünü bağladılar. Biri yine
elinden tuttu ve yürümesini emretti. “Eğil”, “Sağa dön”, “Sola dön”, “Üç basamak çık” vb komutlarla ilerlemesini sağladılar. Sonunda biri durmasını söyledi. Durdu. Tok sesli başka biri,
4
illüstrasyon : Yasemin BARAN
GÖLGE | ÖYKÜ
bir tarih söyleyerek o gün nerede olduğunu sordu.
“Anımsamıyorum,” dedi.
“Ama biz biliyoruz.”
“Biz her şeyi biliyoruz ama sen yine de baştan başlayarak anlat.”
“Ne anlatmamı istiyorsunuz?”
“En ince ayrıntısına kadar her şeyi. Bizim zamanımız bol.”
“Her şey” demekle neyi kastediyorlardı, onları asıl ilgilendiren neydi, yaşamının hangi
dönemi ya da olayıydı anlayamıyordu. Yaşamının her dönemine, hatta gençlik yıllarına ilişkin
sorular soruyorlardı. Tam, neyi öğrenmek istediklerini anlamadığı halde bir şeyler söylemeye
başlıyordu ki sözünü kesip yaşamının başka bir dönemine ilişkin sorular soruyorlardı.
Bu tuhaf sorgu saatlerce sürdü. Sorgu ilerledikçe, kendisine sorulan soruları sınıflandırabilmeyi başarmış ve hangi sorulara verdiği yanıtların üzerinde durulduğunu ayırt edebilmişti. Sorulardan bazıları, yalnızca onu şaşırtmak amacıyla soruluyordu ve sorgunun asıl
amacı için hiçbir önem taşımıyordu. Sonunda, soruların dönüp dolaşıp, on yıl önce yazın,
ülkenin batısında bir kıyı kentinde geçirdiği iki haftalık bir dönemde yoğunlaştığını fark etti.
O günlere ilişkin soruları birbirini izlemiyordu, arada ilgisiz sorular da soruyorlardı. Bunları
fark edebilmişti ama ne öğrenmek istediklerini bir türlü çözemiyordu. Ne olmuş olabilirdi o iki
haftalık süre içinde? Aklına, önemi olabilecek hiçbir şey gelmiyordu. Sorguyu geçici bir süre
için kesip onu bir odaya kapattıklarında o günleri hiçbir ayrıntıyı atlamamaya dikkat ederek
anımsamaya çalıştı.
Acaba, sorgunun asıl amacının o iki haftalık süre içinde geçen bir olayla ilgili olduğunu
düşünerek yanlış bir sonuca mı varmıştı? Peki ne istiyorlardı ondan? Ne tür bir sorguydu
bu? Sorgu, adı üstünde, belli bir şeyi araştırırdı ve bir sonuç elde edebilmek için sorguya çekilen de ne için sorguya çekildiğini bilirdi ya da bilmeliydi. Başı sonu belirsiz bu sorgu, daha
ne kadar sürecekti? Neredeyse tüm yaşamını sorgulamışlardı, istediklerini çoktan öğrenmiş
olmalıydılar.
Sonunda o iki haftalık süre içinde geçen bir olay geldi aklına. Aslında o olaya ilişkin de
birtakım sorular sormuşlardı ama o, bunun yine kendisinden başka kimsenin bilemeyeceğini
düşündüğü ayrıntıları anımsatarak, üzerinde her şeyden haberdar olduklarına ilişkin bir baskı kurup gücünü kırmaya yönelik bir taktik olduğunu düşünmüştü. Bu tür soruların aslında
yalnızca bu amaca yönelik olduğunu, asıl öğrenmek istediklerinin ise başka bir şey olduğunu
anlamakta gecikmemişti. Örneğin, bir soruya “O gün kahverengi bir ceket giymiştin,” diye
başlıyorlardı ya da sorgunun arasında “Biraz zayıflamışsın,” gibi bir şey söylüyordu biri. Ancak şimdi anlıyordu ki ayrıntı gibi görünen bu tür sorulardan bir kısmı belli bir amaca hizmet
ediyordu.
Anımsadığı olay, uzun sayılabilecek bir süre önce yaz tatilinde kaldığı otelde işlenen
bir cinayetle ilgiliydi. Aradan o kadar uzun bir süre geçmişti ki, ilgisinin yalnızca öldürülen
kişinin çantasını bulmaktan ibaret olduğu bu olayı anımsamakta oldukça zorlandı. O soru
bombardımanının arasında, farklı bir olaydan ve farklı bir zamandan söz edilirken birden
çantayla ilgili bir soru yöneltilmişti. O zaman, olayı anımsayamamıştı, soruyu da anlamamış,
hatta onu şaşırtmak amacıyla sorulduğunu düşünmüştü. Şimdi verdiği yanıtı da anımsamıyordu. Kuşkusuz bir şeyler söylemişti.
Adam, onun çantayı bulduğu gece öldürülmüştü; Ortadoğulu bir işadamıydı. Çantayı,
o gece sabaha karşı odasına dönerken koridorda bulmuştu. Küçük bir erkek çantasıydı. Açıp
içine bakmıştı; biraz yabancı para, fotoğraflar, kimlik vb vardı. Ertesi sabah, bir otel görevlisiyle birlikte iki polis gelmiş, birkaç soru sorup gitmişlerdi. Anladığına göre, adam o odasına
gelmeden önce öldürülmüştü. Bu nedenle de polislerin o gece birini ya da birilerini görüp
görmediğine, olağandışı sesler duyup duymadığına ilişkin sorularına da doyurucu bir yanıt
verememişti. Polisler, daha sonra yine gelebileceklerini söyleyerek gittikten sonra, o da uyumaya devam etmişti.
Ertesi gün öğlene doğru kalkmıştı. Çantayı da ancak, televizyonda cinayetle ilgili haberleri izlerken anımsamıştı. Ekrana adamın fotoğrafı geldiğinde önce onu nereden tanıdığını
düşünmüş, sonra birdenbire çantayı ve sabah olanları anımsamıştı. Çanta, öldürülen adama
aitti. Gece fark etmediği bir şeyler olabileceğini düşünerek çantanın içine tekrar bakmıştı:
6
Paralar, fotoğraflar ve adamın kimliği dışında hiçbir şey yoktu. Çantayı polislere ya da otel
görevlilerine vermek üzere yanına alıp odasından çıkmıştı ama yarı yolda düşüncesini değiştirmişti. Ortada bir cinayet vardı ve polisleri çantayı koridorda bulduğuna inandıramayabilirdi. En iyisi, çantayı bulduğu koridora ya da başka bir yere bırakmaktı. Koridora bırakma düşüncesinden de hemen vazgeçmişti. Biri görebilirdi. Bu yüzden, başka bir yere atmanın daha
iyi olacağını düşünmüş ve öyle yapmıştı. Onu, otomobiliyle girdiği ıssız bir yolda, üzerindeki
parmak izlerini sildikten sonra fırlatıp atmıştı.
Cinayetle ilgisi yalnızca bu kadardı ve kendisine bu olayla ilgili sorular sorulmuştu.
Gerçekten hiçbir şey anlamıyordu.
Kapının önünden gelen ayak sesleriyle uyandı. Demek biraz olsun uyuyabilmişti. Kapı
aralandı, biri içeriye doğru seslenerek yüzünü duvara doğru dönmesini emretti, sonra yanına
gelip gözlerini bağladı ve kolundan tutarak ilerlemesini sağladı. Onu başka bir odaya götürdüler.
Seslerinden anladığı kadarıyla sorguyu aynı kişiler yürütüyordu. Biri, geri planda kalıyor ve çok az soru soruyordu. Diğer ikisi soruları sırayla, çoğu zaman da diğerinin sorduğu
sorunun yanıtını beklemeden soruyordu. Sorgu, bir yarım saat bu biçimde sürdürülüyor, sonra hızlı ve şaşırtmalı birinci bölümden, sorguya çekilenin çoğu zaman farkına bile varmadan
verdiği bilgileri derinleştirmeye çalıştıkları ve daha ağır bir tempoda yürütülen ikinci bölüm
başlıyordu.
Bu kez de sorgunun ilk gününde uyguladıkları bu taktiği kullandılar ama giderek sertleştiklerini fark edebiliyordu. Hatta, yavaş yavaş fiziksel müdahalelerde de bulunmaya başlamışlardı. Bir on dakika hiçbir şey sormadan bekliyorlar ve biri birdenbire karnına bir yumruk
atıveriyordu. Ardından da soru bombardımanı yeniden başlıyordu.
Bu birkaç kez tekrarlandı. Artık gücünün sonuna geldiğini hissediyordu ve bu kaba
fiziksel baskıların yerini daha incelmiş tekniklerin alacağından korkuyordu.
Yine susmuşlardı. Soruların kesildiği ve yoğun bir sessizliğin yaşandığı anlarda zihnini toparlamaya çalışıyor ama beceremiyordu. Hâlâ anlayamıyordu; kendisinden öğrenmek
isteyebilecekleri her şeyi söylediğini düşünüyordu ve ondan başka ne istediklerini kestiremiyordu. Öldürülen adamla hiçbir ilgisi olmadığını ama çantayı bulduğunu, onu attığı yeri;
hepsini söylemişti onlara.
Düşüncelerinden sıyrıldığında odada yoğun bir sessizlik yaşandığını fark etti. Zaman
zaman böyle yapıyorlardı, yani uzun bir süre hiçbir şey sormuyorlardı. Yine öyle olduğunu
düşündü ama sesler birden bir mağaradan yükseliyormuşçasına geri geldi, sonra yine kesildi.
Birden, kafasına bir silah dayandı. “Tamam,” dedi içinden, “işte her şey bitiyor.”
Uyandı. Yatağındaydı ve kafasına bir silah dayanmıştı. Bunu saniyelerle ölçülebilecek
bir zaman içinde algıladı ve silah patladı.
Ertesi gün gazeteler, kentin en lüks otellerinden birinde, komşu ülkelerden birinin tabiyetindeki bir kişinin öldürüldüğünü yazdı. Adam rejim muhalifiydi ve ülkesindeki gizli polis
örgütü tarafından öldürülmüştü.
Cinayetle ilgili haberler daha sonraki günlerde de -önce manşetten, sonra ikinci ya da
üçüncü haber olarak- yayımlanmaya devam etti. Bir taraftan da söz konusu ülkenin gizli polis örgütünün nasıl olup da rahatlıkla cinayetler işleyebildiğine ilişkin politik bir tartışma da
başlamıştı. Gazetelerden biri, bir süre, cinayetle ilgili gelişmeleri -en küçük ayrıntısına kadarısrarla yayımlamaya ve başlatılan politik tartışmada açıkça taraf olmaya devam etti.
Olaydan bir hafta sonra, söz konusu gazetedeki bir haberde kayıp bir çantadan söz
ediliyordu. Nuray TEKİN: İlk kitabı Tek Kişilik Ölüm, 1991 yılında İletişim Yayınları’ndan çıktı. 1996 yılında
Ankara’ya yerleşti. 2000 yılına kadar yayınevi editörlüğü, reklam yazarlığı gibi işlerde çalıştı.
2000 yılından beri ODTÜ’de okutman olarak çalışmaktadır. Ayrıntı Yayınları, Arkadaş Yayınevi
ve Pusula Yayıncılık’tan yayımlanmış birçok kitapta editörlük ve redaksiyon çalışmasında
bulunmuştur.
GÖLGE | ÖYKÜ
BASACAK YER YOK
Aşkın GÜNGÖR
Kocaman bir çınar ağacının gölgesiyim ben. Griye yakın renkte olduğumu söylüyor
kuşlar. Ne kadar doğru ne kadar değil, bilmiyorum, ama annem Güneş, kuşların asla yalan
söylemediğini iddia ediyor.
Canım kadar çok seviyorum babam Çınar’ı. Kimi vakitler –annem gelirken ve giderken– çok uzaklaşıyorum babamdan. Gövdesini bırakmadığım halde içim daralıyor. Sert bir
rüzgârla uzaklara savrulabilirmişim gibi korkuyorum. Oysa ne rüzgârlara boyun eğdirdiğimizi, ne görkemli fırtınalarla bile ayrılmadığımızı da çok iyi hatırlıyorum.
Bir sürü dosta kucak açtığımız bir yaşam sürüyoruz dâhil olduğumuz ormanda. Sincapların, kuşların ve şimdi sayamayacağım kadar çok türdeki diğer varlıkların güvenle barındığı güçlü kollarına daha bir sıkı yapışıyorum babamın. Sallanıyorum. Çok geçmeden fark
ediyorum diğer gölgelerin de ağaç gövdeli babasına sarılarak beni taklit ettiğini.
Güçlü kanatlarıyla boşluğu renklendiren kuşlar fır dönüyor üstümüzde. Sadece ağaçların, bitkilerin, diğer kuşların ve tabii ki gölgelerin anladığı kadim lisanlarıyla bir şarkı şakımaya koyuluyorlar. “Ormanın yaramaz gölgeleri dans ettiğinde kuşlar eşlik etmelidir,” diyorlar şarkının bir yerinde. Bu sözler çok hoşuma gitse de şarkıyı sevemiyorum. Çünkü “Şarkılar
da gidecek kuşlar da, bir gölgeler kalacak insanların uslanmaz karanlığı geri gelince,” diye
bitiyor.
Sallanmaya ara verip babama sığınıyorum. Titriyorum da biraz. Çünkü karanlığa bürünen bir dünyada yalnız kalmak fikrinden ölesiye korkuyorum. Böylesine korkmama neden
oldukları için de kuşlara kızıyorum içten içe.
Aslında seviyorum kuşları. Gerçekten seviyorum. Sadece hayatımızı şenlendirmekle
kalmıyor, insanların dünyasından haber de getiriyorlar bize. Kimi zaman üzerinde barındığımız toprağın titreşimlerinden anlamlar çıkardığımız da oluyor gerçi, ama bu çok eski zamanlara ait bir lisan olduğundan titreşimlerin ne anlama geldiğini sadece en yaşlı ağaçlar
biliyor.
Toprak bizi taşımaktan keyif aldığını anlatıyor sık sık. Genellikle babamla ve diğer ağaçlarla fısıldayarak konuşuyor. Ama geçen gün, kederle, “Ah, evet, yine onlar ve yine durmuyorlar!” dediğini duydum. Ne demek istediğini anladığımı söyleyemem. Yine de o yarım cümleye sızan kederi, hayal kırıklığını, dehşeti hissetmek bile korkmama yetti. Ne var ki benim var
olmayan yüreğim bembeyaz bir güvercinin sevimli gagasından dökülen acı dolu cümlelerle
sarsılana dek gerçek korkunun ne demek olduğunu öğrenemeyecekti.
*
*
*
Birkaç saat önceydi. Kanatlarını olabilecek son hızla çırparak geldi güvercin. Annemin
sevimli ışıklarıyla yıkanarak güçlü kollarından birine kondu babamın. Küçücük bir gölgesi
vardı; küçücük ama dünyalara denk sevgileri yapısına kabul edecek kadar genleşebilecek
bir gölge. Ve minik yüreği çok uzaklardan bile duyulacak kadar şiddetle gümbürdüyordu.
“İnsanlar!” dedi içini çekerek.
“Hayır!” dedi babam. Sesinde büyük bir endişe vardı. “Sakın bana yine başladıklarını
söyleme!”
“Çok isterdim,” dedi güvercin. “Ama onların hatalarından ders almamakta direnen
varlıklar olduğunu biliyoruz. Yıktıklarını tekrar yapmaya çalışmakla geçiyor ömürleri. Birinin
ürettiğini diğeri yok ediyor. Üstelik garip bir hırsla, ruhlarına hiç de yakışmayan bir kibirle, neredeyse keyif alarak yapıyorlar bunu. Öyle garipler ki, yazan, çizen, üreten de onların arasından çıkıyor; yıkan, bölen, öldüren de. Her şey bir yana, can vermeyi başaramasalar da, almak
konusunda çok becerikliler. Hangisinin sevgiyi savunmak adına gerekli olduğunu bilmiyor
gibi davranıyorlar.”
Kollarını usulca salladı babam. “Sevgi,” dedi, “yüreğin, ya da ruhun merkezindeki
yemyeşil vaha, en kutsal ütopya, özgürlüğün mutlulukla uyumlu karışımı... Anlamıyorum, bir
8
illüstrasyon : Yunus KOCATEPE
GÖLGE | ÖYKÜ
varlık nasıl bu denli özenle yok etmeye çalışır ruhunu dengede tutan omurgayı?”
Neler olup bittiğini anlamaya başlıyordum. Uzun zamandır toprağın endişeli titreşimlerinden, gizlice fısıldaşan ağaçlardan, her zamankinden daha kederli esen rüzgârdan ve zamanın suskun ağzından duyduklarımdan esinlenerek kötü ihtimallere hazırlıyordum kendimi,
ama güvercinin anlattıkları sandığımdan da kötü bir şeylerin gerçekleşmekte olduğunu ortaya koyuyordu. Korkunun ne demek olduğunu tam o konuşmalar sırasında anladım işte.
Bir süre sonra konuşulanlara dikkatimi veremez oldum. Sevginin, ruhun ve bir çınar
ağacının gölgesi olarak doğulsa da yaşamanın ne güzel bir şey olduğunu düşünüyordum.
Ve evet, çınar babam gibi ben de anlamıyordum: Nasıl varlığını oluşturan sevgi öznesini bu
kadar şiddetle inkâr edebilirdi kişi? Ben bile, yüreği olmayan şu gölge bedenimle, dünyada
ve evrende salınan, yaşamın kutsallığına ait her oluşumda katkısı olan, tüm varlıkları ilahi bir
bütüne dâhil kılan sevgiyi hissediyordum. Göğün maviliğinde, dört yana koşturan bulutların
beyazlığında, görüntüye ve algıya dönüşen tüm renklerin ışığında görüyordum onun şekillendirilemeyecek kadar özgür olan bedenini. Oysa onlar, evrendeki en yüce armağanla, yani
akılla onurlandırılmış olanlar, özenle görmüyordu gölgelerin gördüğünü.
Babamın endişeli sesi, içinde bulunduğumuz ana döndürdü beni. “Gümbürtüler başladı,” dedi yutkunarak.
Güvercin, “Haklısın,” dedi üzüntüyle. Kanatlarını açarak yükseldi. “Gitmeliyim,” dedi
fısıltıyla. Küçük yüreğinin gümbürtüsünü duyuyordum.
“Nereye gidebilirsin ki?” dedi babam. “Her şey bitecek biraz sonra!”
“Biliyorum,” dedi güvercin, “ama korkmuyorum çınar dostum. Çünkü ben ölsem de,
sen ölsen de, dostumuz diğer varlıklar ölse de… rüzgârı öldüremezler, güneşle yıldızlar ulaşamayacakları kadar yüksek yerde. Üstelik, sevgi evren yaratıldığından beri topraktan beslendi. Küçük bir çiçeğin damarlarındaki özsu olarak yine hayata selam durur bir gün sevgi.
Ve o zaman ben, başka kanatlarla yine uçarım mavi gökte, sen tazelenmiş köklerinle yine
başlarsın macerana.”
“Başka bir savaşa kadar mı?”
“Kim bilir.”
Kederli kanat vuruşlarla uzaklaştı güvercin, küçücük bir nokta oldu bulutların arasında.
Çok geçmeden dehşet verici bir gümbürtü yankılandı gökte. Ormanın bir ucunu devasa alevlerin kuşattığını gördüm. Acı dolu çığlıklar geliyor ve varlığımızın acımaya en müsait
yerine değiyordu.
Sonra başka bir vızıltı başladı, gittikçe artarak.
“Kaç!” diye bağırdı babam.
“Nereye?” diye inledim. “Ah benim güzel babam, nereye kaçayım? Bombalardan önce
nefretlerini yollamışlar! Basacak yer yok! Sevgiye atılacak bir adım kalmamış ki!”
“Git bir bombanın gölgesi ol!” dedi babam. “Her parçanın bir gölgeye ihtiyacı olacak!”
Sımsıkı sarıldım babamın güçlü gövdesine. “Ölürüm daha iyi!” diye bağırdım. “Ölürüm
daha iyi baba!”
“Güvercin öldü,” dedi fısıltıyla.
“Nasıl anladın?”
“Varlığımın ona ait olan yanı acı acı sızladı.”
“Baba, seni seviyorum.”
“Ben de seni, oğlum.”
Bomba tam dibimizde patladı.
Aşkın GÜNGÖR : Yayıncılık yaşamı 1990 yılında Alfa Yayınları’nda başladı. 1994 yılında Necattin Sinanç tarafından kurulan Galaksi Yayınları’nda devam etti. Bu kurumlarda editörlük,
redaktörlük, kaligraflık, karikatüristlik, çizgi roman ressamlığı, metin ve öykü yazarlığı yaptı.
Türkiye Bilişim Derneği, Bilişim Dergisi’nin 2004 Yılı Bilimkurgu Öykü Yarışması’nda Sevgilim Dans Edelim Mi? Adlı öyküsüyle 1.’lik ödülüne deger bulundu. Yazarın internet sitesi
http://www.askingungor.net
10
TABULA RASA
Utku TÖNEL
Yaşamın size yüklediklerinden mi şikayetçisiniz? Size acı veren bir anınız mı var? Eski
sevgilinizi aklınızdan çıkarmak mı istiyorsunuz? Tabula Rasa Zihinsel İlk Yardım Çantası tam
ihtiyacınız olan şey!
Tamamıyla organik malzemeden üretilen girişi bedeninize bütünüyle uyar, sonik vericileri sayesinde sizi yeni bir başlangıca hazırlar ve Somnus 5000 süper-işlemcisi sayesinde
tüm anılarınızı milisaniyeler içinde siler. Dilerseniz; depolama özelliği sayesinde sizin için
önemi olan anıları çelik kasasının içinde sonsuza dek saklar. Tam bir evlâdiyelik!
Bunu çok önceden yapmalıydım. Aylar önce kapıma gelen bir pazarlamacıdan aldığım
bu küçük kutuyu tozların arasından kurtardığımda aklıma gelen ilk şey bu oldu. Beni terk ettiği gün bu aletin fişini takmalı ve üzerindeki kocaman, kırmızı SİL tuşuna basmalıydım. Geride
bıraktığı tüm bu anıların acısını yüklenmemeliydim.
Tüm yaşadıklarımızdan sonra, bunu nasıl yapabilmişti? Ağ’daki bir iş toplantısı sırasında tanışmış ve toplantıdan sonra; sanki ikimiz de ömrümüzce bu anı bekliyormuşçasına,
çılgınlar gibi sevişmiştik. Dokunuşları o kadar gerçekti ki! Oysa aramızda binlerce kilometre
vardı. O Nevada’da yaşayan bir Ağ Pazarlaması ve Çevrimiçi Şirket Yönetimi Danışmanı, ben
ise İstanbul’un bir köşesindeki genç bir dahi; bir İkincil Gerçeklik Tasarımcısıydım.
O zamanlar bir işim vardı. Gezegenler arası bir şirketin Dünya pazarı için hazırladığı
yeni “sanal emeklilik” projesinin tasarım grubunun başına geçirilmiştim. Zihnim, en az parmaklarım kadar kuvvetliydi. Kafamdaki sayıları, çizgileri ve fikirleri Munch ya da Stallman
kadar ustalıkla resmedebiliyordum. Düşünceler aklımdan parmaklarıma, oradan da önümdeki ekrana akıyor ve sonunda dev bir manzara; yeni bir dünya oluşturuyordu. Bana “Tolkien”
diyorlardı ve sonuna kadar haklıydılar. Kendi dünyamı yaratıyordum.
Kuyruk sokumumdaki veri yolunu da sırf bu işi alabilmek için açtırmıştım. Bana pahalıya mal olmuştu ama buna değdi. Şirket simülatörleri sayesinde Ağ’a bedensel erişimim vardı
ve işten arta kalan zamanımda Ağ’da amaçsızca dolaşıyordum. Onunla tanıştıktan sonraysa
Ağ’daki en büyük zevkim birlikte zaman geçirmek olmuştu. Birbirimize kitaplar okur, saatlerce film izler ve bol bol sevişirdik. Dokunuşları bir tilki kadar vahşi ve gözleri bir çocuk kadar
masumdu. Ne kadındı!
Bir gün, hiçbir haber vermeden Ağ’a girmeyi bıraktı, geride en ufak bir not bile bırakmadan. Suratıma balyoz yemiş gibiydim. Sevdiğim ve istediğim kadını bulduğumu sandığım
anda yitirmiştim ve elimde kalan birkaç kilobitlik anıydı. Gitmişti ve asla geri gelmeyecekti.
Kimileri bunun şirketler arası anlaşmalarda sıklıkla kullanılan bir pazarlama taktiği olduğunu
söyledi. Bunun Ağ’da bile işe yarayabileceği gerçeğini ise çok sonra fark ettim.
Terk edilmenin ve kandırılmanın öfkesiyle işimden istifa ettim. Şirketin benden aldığı ve
çaldığı her şeyi onlara bırakarak ayrıldım. İş dünyası benim gibi biri için fazla acımasızdı. Bundan böyle sadece kendi istediklerimi yapacak, serbestçe çalışacaktım. Artık Beethoven’dim.
Kafamdakileri “hayata” geçirmek için, kendim için ve kendime göre tasarlayacaktım. Ama
çoktan sağır olmuştum. Sonucunda, kıçımda metalik bir priz ile yapayalnız ve parasız kaldım.
illüstrasyon : Övünç Güven ERSOY
Dediğim gibi, bunu çok daha önceden yapmalıydım; zararın neresinden dönülse kârdır. Aleti kutusundan usulca çıkarıp masanın üzerine koydum. Kullanma kılavuzuna göz gezdirirken talimatlarda belirtilen şekilde kanepeye uzandım. Derin bir nefes alıp bugüne kadar
yaşadıklarımı şöyle bir gözden geçirmek istedim. Ne yazık ki ortada ne film şeridi, ne bir fotoğraf ne de bir kaynak kodu vardı. Yerine; beni yutmaya hevesli gözlerle bakan bir kara delik
belirmişti. İkinci adım olarak paketle birlikte gelen tableti ağzıma attım. Ekşi tadı damağıma
yayılırken yapay dokulardan oluşturulmuş fişini veri yolumdan içeri soktum. Garip bir gıdıklanma sırtımdan yukarı doğru tırmandı ve küçük bir acı duydum. Ardından sonik vericileri
etkinleştiren düğmeye dokundum ve üzerine SİL yazan büyük kırmızı düğmenin ışığı yandı.
Başlangıca bu kadar yakın olmak parmaklarımda titreme olarak belirmişti. Korkuyordum ama
istekliydim. Düğmeye bastım ve zihnimin hafifleyerek boş bir kutuya dönmesini suratıma yayılan geniş bir gülümsemeyle karşıladım.
Utku TÖNEL : 1985 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz
Dili ve Edebiyatı bölümünden 2008 yılında mezun oldu. 2007 yılında Xasiork Ölümsüz Öykü
Kulübü’nün düzenlediği kısa öykü yarışmasında “ANABEL, Aşkım” adlı bilim kurgu öyküsüyle mansiyona layık görüldü. Ayrıca Karakış Diyarı adı altında iki fantastik kurgu romanı
internet üzerinden yayınladı.
Yazarın blogu http://kendime.blogspot.com
GÖLGE | ÖYKÜ
AMATÖR
Serdar KÖKÇEOĞLU
Eğer eğitimci olmasaydım herhalde fahişe olurdum. Haftanın altı günü rahat rahat
kültürfizik işleriyle uğraşabileceksem, haftanın yedinci günü biraz terleyebilirim. Geçen gün
keyifli bir anımda aklıma geldi, biraz fahişe ruhluyum galiba. Hoppalığı seviyorum. Yanlış anlamayın, fahişelere gıptayla bakan aseksüelleşmiş öğretim görevlilerinden değilim. Tamam,
kabul ediyorum onlardan bir düzine tanıyorum ama sokak kadınlarıyla da aram iyidir. Her
gruptan bildiğim tanıdığım insanlar vardır. Herhalde tanımadığım bir katili, bir de polis vardı;
şimdi onlar da oldu. Odamda bir kitaba dalmıştım, bir yandan da gözüm saatte geç çıkmak istemiyorum. Kapının önündeki öğrenci gürültüsü azalmaya başlamıştı. Tam saati geldi dedim,
kitabı masaya koydum, bilgisayarımı kapatmak için eğildim; kapı çaldı. Önde şık bir genç,
hemen arkasından orta yaşlı bir polis. Polis, genç adama kapıyı açtı, ast üst ilişkisi üçüncü
adam gibi. Meraklı gözlerime yanıt hemen genç adamdan geldi, bir komiser. Alışık değilim
akşamüstü ziyaretlerine, öğrencileri tarafından sık ziyaret edilen, gençlik ve dedikodu budalası hocalardan değilim. Sessizliği severim. Çalışmıyor olsam, odamda işim ne! Genç adam
bir yandan gözleriyle odayı teftiş ediyor, bir yandan da söze girmeye çalışıyor. Önemli bir
şey yokmuş; okulu aramış önce, sonra benim adımı almış. Film işlerine bakan bir eğitimci
arıyormuş. Benim daha önce dava konusu olan bazı görüntüleri kontrol etmek için polisle
işbirliği yaptığımı öğrenmiş. Belli ki ufak bir araştırma da yapmışlar. Komiser şimdi gözleriyle
araştırmayı tamamlıyor. Polis ayakta, oturma teklifimi kabul etmedi. Komiser sadede geldi:
“Elimizde bazı görüntüler var, bir uzmanla beraber izleyelim ve fikrini alalım dedik.” Sözünü
kesmiş bulunarak, daha önce de ele geçirilen bazı filmlerin pornografik olup olmadığını anlamak için polise yardımcı olduğumu ama daha önceki iki işbirliğinde de polisi ikna etmekte
zorlandığımı ve fikrim ne olursa olsun polisin beni dinlemediğini ve bu nedenle yardımcı
olamayacağımı söyledim. Komiser, sözümü bitirmemi bekledi ve ucuz jöle kokuları eşliğinde
masama doğru eğilerek; “Hocam, bu öyle bir iş değil. Eğer bizimle beraber merkeze gelirseniz ve bazı konularda fikrinizi almamıza izin verirseniz, inanın en az buradaki kadar kutsal
bir iş yapacaksınız.” Kutsal işleri sevmem. Ama yine de gittim. Neden bilmiyorum. Belki işim
yoktu, belki okuduğum kitap sıkıcıydı. Belki de komiserin dengeli arka mahalle kokularına
hayran oldum. Düzenli bir hayat kurmak için kırk küsur yıllık hayatımın üçte ikisinde mücadele verdim. Arada bir rutin düzenini bozmaktan ne kadar çok keyif aldığımı anlatamam.
Bela sevmem. Beladan uzak dururum. Belalı erkeklerden ise kaçarım. Yıllar önce bir
kez Cannes Film Festivali’ne gitmiştim, şimdilerde iyice gözden düşmüş bir aktör uluslararası sinema dünyasının orta yerinde bana asılmıştı. Tam kendimi yatağa atmaya hazırlanırken,
bütün sinema dergilerini okuyan bir arkadaşımdan ünlü aktörün cinsel hayatının biraz controversial olduğunu öğrenmiştim. Kirlenmeden geri döndüm... Komiser Enver ve polis bana
görüntüleri izletirken gözlerimi kaçıramadığımdan olsa gerek, kısa süreliğine aklımı kaçırdım.
Yoksa böyle şeyleri filmlerde severim ben. İstiklâl caddesinde yapılmış amatör bir çekimle
başlıyor görüntüler. Kamera bir kızı takip ediyor. Arada caddede yürüyenler de giriyor görüntüye. Sonra bir kesme. Bu defa evdeyiz. Aynı kız bir sandalyede ve bağlanmış. Kameraman
kadına tokat atmaya başlıyor. Sonrası çok feci, canlı canlı bıçaklama. Yırtılan etin sesi ve
çığlıklar. Ölüp ölmediğini soruyorum hemen. Görüntülerin gerçek olduğunu düşünüyorlar.
Kızın kesin durumu ise belli değil. Tek bildikleri kameraman sadistçe cinayetini kameraya
almakla kalmamış, polise yollamış. Yüzüme eski rengini getirmek için koridorun sonundaki
bir tuvalete gidiyorum. Dönüşte, komiser benden yardım istiyor. Görüntülerdeki cinayetin
gerçek olduğuna eminler ve bunu yapanı bulmak istiyorlar. Katil görüntülerin yer aldığı CD’yi
14
illüstrasyon : Gökhan ÇELİKOK
GÖLGE | ÖYKÜ
bir polis arabasının arka koltuğuna bırakmış. Sarı bir paket içinde, üzerinde SEVGİLERLE
yazıyor... Bu özel gösterim sonraki günlerde hayatımı etkisi altına almaya başladı. Görüntüler
bir an bile gözümün önünden gitmezken, komiserden bir telefon geldi. Filmdeki kızın cesedi
bulunmuş. Tünel’de bir sokakta. Görüntüler üzerine bir rapor hazırlamamı istediler. Nasıl
bir kamerayla çekilmiş, çekenin kamerayla ilişkisi ne olabilir? Gözle görülmeyen detaylar
var mı? Görüntüleri tekrar izlemek isteyip istemediğimi sordular. Kesinlikle hayır. Kendimi
en fazla bir kez izlenecek sevimsiz bir filmin içinde hissediyorum. Ama yarım bırakmaya da
gönlüm razı olmuyor. Sadece bir rapor. Onu da birkaç dakika içinde şekillendirdim, biraz S.
yardımcı oldu bana. Genç, meraklı ve iyi bir arkadaştır. Üstelik korku filmlerine ve polisiye
edebiyatına çok düşkündür ve olayı anlatmamla birlikte gözlerinin nasıl parladığını eklemem
lazım.
“15 Mayıs 2008 tarihinde Komiser Enver ve yardımcısı Mehmet tarafından izlediğim
amatör film genç bir kızın takip edilmesinden ve ardından bıçaklanmasından oluşmaktadır.
Görüntülerde net olmasa da bu bıçaklanma sonucu kadının öldüğü anlaşılmıştır. Öncelikle
filmin hemen başındaki İstiklal Caddesi görüntüleri amatör bir kamerayla çekilmiştir. (MINI
DV/3CCD değil) Bu görüntüler kesinlikle bir turist çekiminden çok daha profesyonelcedir. En
azından çeken kişinin kamerayı çok fazla titretmediği, öznesini kolaylıkla takip ettiği ve ona
odaklandığı anlaşılmıştır. Öte yandan bu çekim bir film çekimi gibi de değildir. Katil, genç
kızla arasındaki mesafeyi korumakta ve dikkat çekmemeye çalışmaktadır. Kalabalık caddede
kendisi de dikkat çekmemektedir, bu da kameranın küçük olduğunun göstergesidir. Fakat
kameranın yanından geçen erkeklerin ilgili bakışı, çekimi yapan kişinin kadın olabileceğinin
bir ipucudur. Evdeki tek görüntü, sandalyeye bağlı kız ve arkadaki perdelerden oluşmaktadır.
Evin zevksiz, sıkıcı sarı ışığı dikkat çekicidir. Öte yandan duvarların boşluğu da yine dikkat
çeken bir başka noktadır. Evdeki kamera aynı gibidir. Bu defa sabit durmaktadır büyük bir
ihtimalle bir masa üzerinde duruyor olabilir. Katil dayak ve bıçaklama esnasında kamerayı
tamamen kapatmaktadır. Bıçaklama sonrası hızla kamerayı eline aldığında tavan belirmekte
ve görüntü sona ermektedir.”
“Raporun işe yaramayacak...” S. birasından bir yudum almadan hemen önce söyledi
bunu. Aklında ne varsa eksiltmeden, sansürlemeden söyler. Bu nedenle onu sevmeyen insanlar bizden çok daha kalabalıktır. Hayatın kazalarla veya ihtiyarlık sonrasında noktalanan
bir oyun olduğu, bu oyun esnasında hayatı paylaşan insanların birbirini yalanlarla mutlu etmekle görevli oldukları gerçeğini unutur. Bir insana, bir aileye, bir arkadaş grubuna, partiye,
düşünceye ait olma hissini sevmez. İki ayaklı yabancılaştırma ve dürtme efekti gibi gezinmeyi sürdürür. Sanıldığı gibi aileden zengin de değil. Freelance yazarlık yapıyor ve İstanbul’un
çeşitli köşelerinden topladığı çer çöpü internet üzerinde satıyor. Az içer, bir iki biradan fazlasını içtiğini görmedim. Şimdi mesela sadece benimle laflamak için Tünel’de bir barda oturuyor. Geceyi uzatmak istiyorum, özlemişim deliyi. “Akşam bizim okuldan Halil Buğday’ın
partisi var, gidelim mi?” Yüzünü buruşturup o an aklına gelen ilk bahaneleri sıralamaya başlıyor. “Sıradan bir parti değil. Perdede film gösterimi oluyor...” Gösteri ilgisini çekti, kafasıyla
soruyor.”Halil, biraz oldskool deneysel filmlere meraklıdır. Bu akşam Decasia diye bir film
gösterecek. Yönetmen toplama filmlerle kolaj yapmış...” Kabul etti. Galatasaray Lisesi’nin
önünden bir taksiye atlayıp Nişantaşı’na doğru yola çıkıyoruz. S. belki de yeryüzünde en iyi
tanıdığım insandır. Onu bir şeye ya da bir yere gitmeye ikna etmenin yolunu biliyorum. Öte
yandan içtiği iki biradan sonra erkenden gözlerinin kapanıyor olması da düşündürücü. Şoför
çaktırmadan elbisemi inceliyor. Siyah eteğim ve kolları açık mor gömleğimi çok sevmiş olsa
gerek. Onu delirtmek için gözlerini kapatıp başını arkaya yaslayan S.’nin koluna giriyorum.
Şoför şimdi de, ne yapacaksın uykucu adamı hayat bende annem, der gibi bakıyor. Elimin
parmaklarını S.’nin pantolonunda sürtmeye başlıyorum. İnatla, sonuna kadar S. mesajı veri-
16
yorum şoföre. Dikkatini yeniden yola verdi... Halil’in Nişantaşı’ndaki evi, kofti antika düşkünü
bir babadan oğula geçen bir eve ait tüm özelliklere sahip. Sıkıcı bir dekorasyon, duvarlarda
sıkıcı resimler. Halil’in eve kattığı tek şey, büyük salona büyük bir sinema perdesi yerleştirmekle sınırlı kalmış. Decasia davetlilerin hareketsiz gölgeleri andıran baş ve omuzları arasında fabrika görüntüleriyle başlıyor. Buluntu görüntülerin ve hipnotize edici müziklerin S.’nin
ilgisini çekeceğini düşünüyorum, çekmesini de istiyorum çünkü yalnız kalmak istemiyorum
sergi salonuna dönüşen ortamda. Aklıma Komiser Enver’in izlettiği görüntüler geliyor. Sonra
gecede gösterilen filmi daha önce festivalde izlediğimi hatırlıyorum. Sağ ve sol köşelerdeki
içki ve meze masaları daha çok ilgimi çekiyor. S. öpmek isteyen tıfıl bir sarhoş gibi kulağıma
doğru eğiliyor: “Festival ruhu burada yaşıyor ama ben gitmek istiyorum...” diyor. Gözlerimi
gülümseyerek kırpıyorum, kayan gözlerle yanıt veriyor ve ortadan kayboluyor. Masanın yanında elimde vişne votkayla, doğulu bir hoca ve öğrencilerinin yavaşlatılmış bir ritimle okula
girmelerini kıyamet müziği eşliğinde izlerken, yanımda birinin tıpkı benim gibi duvara yaslandığını fark ediyorum. Uzun saçları nedeniyle bir kadın olduğunu düşünürken sesiyle fikrimi
geri alıyorum.
“Halil Bey film festivalinin gerisinde bu gece. Eskiden daha obscure şeyler tercih ederdi...”
“Öyle mi? Sıkı takipçisi değilim gecelerinin. Beni ilk defa davet etti...”
“Geçen ay sağır dilsiz dilinde bir Drakula filmi göstermişti. Bak o gerçek bir keşifti.”
“İlginçmiş gerçekten...”
Adı, Han. Halil’le internette tanışmışlar. Sanatsal gece hayatına düşkün genç bir küratör. Daha önce Bienal için minör bir sergi hazırlamış. Genellikle film ve video çalışmalarını
görmek için sergi mekânlarını gezdiğimi fakat onun sergisini hatırlamadığımı söylüyorum.
Çağdaş sanat konusunda uzman olmadığımı hatta kafamın oldukça karışık olduğunu eklemeyi de unutmuyorum. Zaten sergisinde video yokmuş. Türkiye’de üretilen video işlerinin
video olarak bile kabul edilemeyeceğini söylüyor. Biraz fazla asabi. İçki bardağıyla perdeyi
gösterip Decasia’nın bile uzun süresine ve film malzemesini kullanmasına rağmen video olduğunu, ama... Doğrusu bir virgülden sonra dinlemeyi bırakıyorum. Konuşurken vücudunu
vücuduma dokundurması beni içkiden daha fazla sarhoş etmeye başlıyor. İçinde ateş gizleyen siyah pantolonu ve nefis bir ter kokusu yayan koyu renk gömleğinden başka bir şey
düşünemiyorum. O gece aylar sonra ilk defa genç, iddialı, sanatsal sınır karakolu olmayı
kafasına koymuş küratörün motoruyla, akşam havasının hız yapanlara sunduğu güzelliğin
yeniden farkına varıyorum. Biraz ayılır gibi olsam da, Halil beni düzeltmeyi başarıyor. Genç
bir kadın olmadığımın farkındayım, üstelik artık orta yaşlı bile değilim. Kırkını aşmış bir kadın
eğer genç bir erkek tarafından yatağa atıldıysa, problem çıkaran taraf olmak istemez. Gece
her şeyin sorunsuz bir şekilde ilerlediğini, sabah bana gözlük arkasından gülümseyen bir çift
gözden anlıyorum. Şimdi o gözlerdeki çocuksu mutluluk ve pantolon gömleğin olgunluğundan kurtulan beden bana düşündüğümden daha küçük biriyle beraber olduğum gerçeğini
hatırlatıyor. Kahvaltı hazırlamak istediğini söylüyor. Hazırla, diyorum. Elbiselerimle birlikte
oradan ışınlanıp, elbiselerimi giymiş bir şekilde S’nin odasında belirmek ve uzun bir kahkahanın ardından sade bir kahve içmek istiyorum, oysaki tek gecelik aşkın soğuk ve yapmacık
sabah ritüeli beni bekliyor.
S. küçük kaçamağımı dinledikten sonra gülmeye başlıyor. Gecenin öyle noktalanacağı
belliydi, diyor. Şaka yollu sinirleniyorum, bana yüklemeye çalıştığı çapkın kadın imajından
hoşlanmıyorum. Çünkü çapkın filan değilim. Erkeklerle ilişkim çok düzensiz. Doğrusu gözümün önünde olmadığı zaman çok fazla aramıyorum onları. Araştırma için okulun kütüphanesine veya eve kapandığımda, aylarca çıplak bir erkek görmediğim bile oluyor. Fakat
bazı zamanlar kendimi evden, sıkıcı hayatımdan hatta kendimden dışarı atmak istiyorum. Bu
illüstrasyon : Gökhan ÇELİKOK
aralar çok farklı değilim. Üstelik polisin izlettiği videolar bir süredir aklımdan çıkmıyor. Yalnızlıktan korkan biri değilim, fakat insanın arada bir evinde kalabileceği yakın arkadaşlarının
olması güzel. S.’ye bu gece onda kalacağımı söylüyorum. Biraz çalışmam gerek, diyor. Olsun film izlerim, kediyle oynarım, yemek yaparım, diyorum. Yemek sözünü duyduktan sonra
ikna olmuş vaziyette çalışma odasına gidiyor, ben de akşam yemeği için küçük bir alışveriş
yapmaya karar veriyorum... Beşiktaş’ı her zaman diğer semtlerden daha fazla sevmişimdir.
Benzer bir sevgiyi Kadıköy’e de duyuyor olmamın sebebi vapurlar olabilir mi acaba? Keyifli
bir şekilde meyvenin sebzenin önünde gezinirken telefonum çalıyor, S.’nin sesini duymayı
beklerken Komiser Enver çıkıyor karşıma. Yeni bir videodan söz ediyor. Sesi bozuk, filmi
göstermek için bir saatliğine getirebileceğini söylüyor. S.’nin adresini veriyorum. Hatta doğrudan S.’den izlemesini rica ediyorum. Bembeyaz bir yüzle, onu beklediğim odaya geliyor.
“Bu defa çok berbat, kan gövdeyi götürüyor. Resmen korku filmi çekmiş manyak!” diyor.
Benim de izlemem gerektiğini söylüyor, başını izleyip bırakıyorum. Snuff meraklısı katil bu
defa filme doğrudan kafa kesme ile başlıyor. Komiser videoyu almaya geldiğinde, ikinci bir
rapor yazacağımı söylüyorum. Sessizce gidiyor. S. ile birbirimize bakıyoruz. Beni bu işe dâhil
etmemelerini isteyeceğim, hatta rapor da yok, diyorum. S. susuyor. Gün erken kararıyor.
Pazartesi sabahı hasta gibi giriyorum amfiye. Tansiyonum azmış, görünmeyen bir yük
var üstümde, fakat sınav günü ve evde oturmam mümkün değil. Suyumdan bir yudum alarak tahtaya “Sinemasal Zaman Nedir?” yazıyorum. Öğrenciler kendi aralarında konuşmuyor.
Bu defa sorumun pek şaşırtmadığı sonucunu çıkarıyorum. “Süreniz, bir saat...” Her zaman
olduğu gibi birkaç dakika öğrencileri süzüyorum. Birinci sınıflar kurallara uymak için yoğun
bir çaba gösteriyor. Sınıf gözüme her zamankinden kalabalık gözüküyor fakat çoğu dersini
çalışıp gelmiş gibi, sorunun cevabını birbirlerinin kâğıtlarında aramıyorlar. Bilgisayarı açıp
e-book okumakla, gazete okumak arasında kararsız kalıyorum. Gazetenin köşesindeki “... üç
kişiyi öldürdü” yazısı hemen aklıma cinayet görüntülerini getiriyor. Bir saatlik süre, cinayet
görüntülerini, genç küratörü, uzun süredir uğramadığım Beyoğlu’nda yabancı kitaplar satan
dükkânı, yine aramadığım annemi ve görüntüleri izleme sorumluluğunu yüklediğim S.’yi düşünerek geçiyor. S.’nin bembeyaz yüzü aklıma geliyor, ona bir hediye almaya karar veriyorum.
Kürsüye gelen öğrencilerin verdiği sınav kâğıtlarını masaya koyarken, hediye düşünüyorum.
En son ona çok sevdiği ressam Bayram Gümüş’ün sergi kitabını hediye etmiştim. Resim sanatına çok düşkün olmamasına rağmen, çizgi roman tadı bulduğu Gümüş’ün resimlerini bir
arada bulduğu için çok sevinmişti. Elimde kâğıtlarla odama yürürken sergi kitabını aldığım
alışveriş sitesine göz atmaya karar veriyorum. Gözüm sınav kâğıtlarından birine takılıyor
aniden. Yazıyla dolu kâğıtların arasında bir resim. Kâğıdı çekiyorum ve storyboard olduğunu
görüyorum. Hâlbuki sorduğum sorunun yanıtı storyboard olmamalıydı! Az sonra son günlerin kâbus görüntüleri yeniden canlanıyor zihnimde. Komiser Enver’in bana izlettiği ilk video
ile sadece başını izlediğim ikinci videonun storyboard şeklinde karalamaları duruyor önümde. Sayfanın en altı ise kıpkırmızı. Henüz kuramamış kan olduğunu fark ediyorum ve bu kötü
hikâyenin devam edeceğini anlıyorum.
Serdar KÖKÇEOĞLU : 1975 yılında soğuk bir eylül sabahı Malatya’da bir askeri hastanede
doğdu. Almanya’nın çeşitli şehirlerinde anlamadığı bir dildeki filmleri hayal gücüyle anlamlandırmaya çalışarak büyüdü. Yıllar sonra çocukluğunu hatırladığı bir akşam ekonomi eğitimini bırakıp sinema eğitimi almaya karar verdi. O günden beri aralıksız olarak okuyor ve
izliyor. Ara verdiği zamanlarda ise yazmayı ve kafasına göre kısa filmler yapmayı seviyor.
GÖLGE | ÖYKÜ
ZORBA
Murat BAŞEKİM
Kimin aklına gelirdi ki? Hangimiz bilebilirdik ki?
Daha bir yaşındayken kentteki en iri köpek idi. Zift rengi yağlı parlak sırtının altında
yay gibi gerilmiş patlamaya hazır bir gövde. Kapkara bir haber. Daha bir yaşındayken bebek
arabalarının içinden bebekleri kapıp yemeye başladı. Kanlı gözlerinin, ıslak burnunun altında
hiç durmadan çiğneyip öğüten sarı dişler. İki yaşına geldiğinde Zorba artık apartmanların
ötesinden görülebiliyordu. Mağrur kara kafası çatıların üstünde yükselir, kentin bir ucundan
diğer ucuna bakardı. Et istiyordu Zorba. Körpe, pembe, kanlı et. Ve etin içinde de keyifle kıtırdatabileceği narin kemikler. Zorba’dan kurtulamazdık. Küçük bir sahil kasabasıydık. O ise
büyüktü. Göklerin kömür rengi bulutlarla dolup aşağıdaki denizi köpürttüğü günlerde Zorba
apartmanların arasında belirir, adet kanaması olan genç kızları evlerin balkonundan kapardı.
Ne yapabilirdik ki? Küçük bir sahil kasabasıydık. Hepimiz ağlıyorduk. Zorba’nın havlamaları koyun karşı kıyısındaki tepelerde patlayıp geri yankılanıyordu. Onun her gelişinde
olduğu gibi deniz kabarmış, girdaplar fokurduyor; bulutlar kasabanın üzerinde toplaşıyordu
cenaze alayı gibi. Karımla birlikte kızıma baktık. Pencereden lacivert denizi izliyordu. Ev karanlıktı. Elektrik yoktu. Tepelerin ötesinden elektrik getiren teller, ısırılmış, direkler çiğnenmişti belli ki. Salon halısının üzerinde yatan oyuncaklara ilişti gözüm. Sarı ördekler, bembeyaz köpekler, altın saçlı plastik kızlar ve minyatür çantaları.
Zorba, karşı kıyıdaki tepelerin ardında belirdi. Daha da iriydi artık. Kan kokulu sıcak
bir bora esti ağzından. Ağaçlar iki büklüm eğilip ona tapınmaya başladı. Deniz çalkalandı. Tepeler çöktü. Zorba, boynunu uzatıp Dolunay’ın yarısını kopardı. Sarı dişleri daha da sarardı.
Evlerin bahçelerine ay taşları döküldü; sarı gaz lambaları gibi yağdı teker teker.
Karanlık salonun ortasında hareketsiz yatan altın saçlı oyuncağı alıp kızımın yanına
gittim. Bahçede tüten ay taşının son ışıkları yüzüne aksetmişti. Saçları kısa bir süreliğine
ateş sarısına bürünmüştü. Saçlarını okşadım.
Zorba koşmaya başladı. Eski bir peygamber gibi denizi ikiye yararak geliyordu. Siluetinden yıldızlar söndü. Kasabanın etrafındaki tüm kıyıyı, koruları, zeytinlikleri dışkısıyla
kapladı. İşediği deniz sapsarı kesildi. Tüm kasabayı ekşi bir ozon kokusu kapladı. Kurban
seçilmeyeceklerine emin olan yaşlı kadınlar, tedirgin bir rahatlık içinde Huzurevinin penceresinden Zorba’nın dağlar kadar büyük sırt kaslarını, oluk oluk sidik fışkırtan erkeklik organını
izliyorlardı.
Kusmamaya çalışarak kızımın elini tuttum. Hala vanilya kokuyordu. Sadece çocuklar
için olan şekerli, rengarenk bir parfüm. Başka bir şey değil. Sadece çocuklar için.
Zorba kasabaya girdi. Anayolu kaplamış dışkısının balçıkları arasında topuklu pembe
ayakkabılar, incili çantalar, lime lime sutyenler seçilebiliyordu.
Kaygıyla kızımı inceledim. İncecik vücudu, her tür kadınsı hatlardan uzak, hafif kambur
sandalyeye ilişivermişti. Küçük bir çocuk vücudu. Sadece çocuk.
Zorba kasabanın tam ortasında kulaklarını dikip kalın boynunu gererek havayı koklamaya başladı.
20
“Sakın korkma,” dedim kızımın elini sıkarak. “Zorba’nın beslenme alışkanlıkları birkaç
illüstrasyon : Burak KARA
illüstrasyon : Burak KARA
yıl önce değişti. Artık bebekleri, çocukları yemiyor.”
Kızım yavaşça dönüp gözlerime baktı. Gözleri hem bir şey için yalvarıyor hem de bir
şeyi anlıyordu.
“Sakın korkma tatlım,” dedim tekrar. “Zorba senin tadını sevmez. O kanlı et istiyor.
Genç kızları parçalıyor. Anlıyor musun? Genç kızları. . .”
Kızım hiçbir şey söylemeden tekrar dışarı baktı. Ay taşları son bir kez gözyaşlarında
pırıldadı.
“Sen ise küçük bir çocuksun. Oyuncakların var! Oyuncakların! Bak!”
Altın saçlı minik çantalı plastik genç kızı, kızımın çocuk avuçlarına sıkıştırmaya çalışırken, Zorba’nın gırtlağından gökleri gürüldeten bir hırlama yükseldi. Salyaları evlerin camlarına yağdı. Toprak, binalar, insanlar titredi.
“Duydun mu? Zorba, aradığı eti buldu işte. Şimdi kanlı et kokusu aldığı yöne doğru koşacak; bu gece adet kanaması geçiren hangi talihsiz genç kız ise onu balkonundan kapacak
ve sonra da uzun süre geri gelmeyecek. Sen ise emniyettesin. Çocuksun çünkü. Zorba sana
dokunmaz. Çocuksun. Hadi al şu oyuncağını. Al!”
Kızım oyuncağı almak üzere elini uzattı. Vanilya kokulu beyaz parmaklarının arasında
beyaz küçük bir iç çamaşırı vardı. . .
Küçük beyaz iç çamaşırının üzerinde ise küçük kırmızı bir leke.
Murat BAŞEKİM : 1975 Ankara doğumlu. Tam Macera dergisi için Özgür Kurtuluş’un yarattığı ve Mahmud Asrar’ın çizdiği “Cinhan”ın senaryolarını yazdı. “Esin Sanat” Edebiyat
Dergisi’nde yayımlanmış dört öyküsü var. Çevirileri arasında: Kara Kule-Eluria’lı Küçük Rahibeler (Stephen King), Kış Kralı: Bir Arthur Romanı (Bernard Cornwell) ve Anime (Susan
Napier) bulunmaktadır.
GÖLGE | ÖYKÜ
GİTARİST
Masis ÜŞENMEZ
Gitarından çıkan tınılar kendisini tatmin etmiyordu. Uzun yıllardır insanlar, sanatın birçok dalında olduğu gibi müzikte de söz sahibi olmaktan çıkmışlardı. Sadece gitar çalmaya
programlanmış bir android ile nasıl baş edebilirdi ki? Keşke onlar gibi çalabilseydi, ün ya da
para için değil, sadece kendini tatmin etmek için Rebels adlı televizyondaki şu andoridlerden
daha iyi çalabilmeyi isterdi. Kendisi gibi saf insan yapımı müziği de dinleyenler az da olsa
vardı tabii ki, ama artık bu sadece bir hobi idi. Gençlere göre eski kafalıların, dinozorların
müziği...
Rebels gerçek müzik aletlerini kullanarak tasarlanmış bir android grubuydu. Diğerleri
gibi sadece bilgisayar tınılarını kullanmıyorlardı, ancak uzuvları enstrümanlarına bağlıydı ve
istedikleri anda istedikleri sesi verebiliyorlardı.
Oluşumlarında birçok müzik virtüözünün beyin fonksiyonları yardımcı olmuştu. Üç
boyutlu ortamlarda Jimi Hendrix, Satriani gibi birçok deha tekrar tasarlanarak el hareketleri çözümlenmeye çalışılmıştı. Rebels’ın işlemcileri sadece müzik yapmak için değil, beste
yapmak için de son derece başarılı şekilde çalışıyordu. En çok kullanılan sekiz farklı dilden
milyonlarca kelime hazinesine sahip diskleri sürekli yeni rock hitleri tasarlıyorlardı.
Milyonlarca minik transistörle savaşabilir miydi? Ancak birinin müziğin özgürlük olduğunu ve insan eliyle yapılması gerektiğini göstermesi gerekiyordu. Bu düşüncelerle barmene
“Hesabımdan düş,” dedi, viskisinden son bir damla alarak barın izbe sahnesine çıktı. Müziğini yapmaya başlamıştı, ancak kimse sahnedeki gitaristle ilgilenmiyor gibiydi. İzbe barın
sigara dumanı altında birkaç bankacı kılıklı az önce tuvaletten makyajını düzeltip çıkmış yüz
YTL’ye her haltı yemeye hazır ufak fahişelerle iş pişirmeye çalışıyor, yaşlı birkaç tip de kendi
aralarında dün oynanan Fenerbahçe-Galatasaray Şampiyonlar Ligi final maçının sonucu hakkında birbirleri ile şakalaşarak yorum yapıyorlardı.
Kendisi bilmese de yalnız bir kişi dikkatini sahnedeki gitariste vermişti. Gitarist Fade
to Black’in coverını yapıyordu sahnede, son solosunu atarken göz göze geldiler. Gitaristin
bir anda dikkati dağıldı ve son notayı yanlış bastığını fark etti. Birbirlerine odaklanmış şekilde
gülümsediler. Barda onlar dışında bu yanlışlığı fark eden kimse yoktu. Kız sanki gitaristi büyülemiş gibiydi. Kırmızı kıyafeti çok şıktı, tarzını yansıttığı belliydi. Uzun kumral saçları beline
kadar geliyordu. Gitaristin tınıları ile kendinden geçmiş gibiydi. İkisi de bir süre bu anın tadını
çıkardılar. Ancak gitaristin sahnesi bitmiş ve toparlanma zamanı gelmişti. Kızın yanından geçerken birden kolunda sıcak bir temas hissetti.
“Oturmaz mısınız?” Sesi bir hanımefendi gibi çıkıyordu. “Sizin gibi gitar çalabilen bir
insan görmeyeli uzun yıllar oldu,” diye tamamladı sözlerini. “Patron müşterilere görünmeme
pek sıcak bakmıyor aslında...” dedi gitarist, ancak bu güzel kıza karşı da koyamadı. “Hem bu
siktiğimin barından atılsam ne olur,” diye düşünerek gülümsedi, sanki kız da onun düşüncelerini anlamış gibi baktı. “Sanatımı takdir eden birini görmek ne hoş,” dedi çocuk.
“Takdir etmeyi bilmek gerek. Sizi fazla yormadan direkt konuya girmek istiyorum.
Ben kanallara program satan bir firmada çalışıyorum. Şu anda üzerinde durduğumuz proje Rebels’a karşı koyabilecek insanlar bulup birbirleri ile yarışmalarını sağlamak. Finalde
Rebels’ın gitaristi ile çalacaksınız ve tabii ki büyük bir ödül sizi bekleyecek.”
“Ben de sizi bu gece eve atabileceğimi düşünmüştüm. Ne yazık, yine de sağ olun, Rebels ile kapışmak için geri zekâlı olmak gerek, iyi akşamlar.”
“Hemen karar vermeyin. İşte kartım, ilgilenirseniz arayın beni.” Kız çıplak bacakların
örten ufak siyah çantasından bir kart çıkardı ve gitariste uzattı.
“Ancak sizi ayartmak için arayabilirim,” dedi gitarist ve gitarını sırtına alarak bardan
çıktı. Çocuğun bu vurdumduymaz ve haşarı tavrı kızın hoşuna gitmişti; yarışma için ne doğru
bir seçim olurdu, diye düşündü.
Kızı gördüğünün üstünden birkaç hafta geçmişti. Gitarist evde bir bira açtı. Televizyonunda Rebels çalıyordu yine, yeni albümleri yine milyonlar satmış, taklit Rebels androidleri
kendi evinde parti veren gençler için kiralanır olmuştu.
24
illüstrasyon : Melih YILMAZ
GÖLGE | ÖYKÜ
Onları kıskanıyordu. Ne kadar parmak egzersizi yaparsa yapsın, onlar kadar başarılı
olamayacağını düşündü. Yine de baş eğmediğini göstermeli miydi? İnsanlık android savaşında böyle bir şova gerek var mıydı? Ancak ne olursa olsun bu yarışmanın kendisi gibi insanlar
için bir cesaret gösterisi olduğunu da biliyordu. Bütün bunları bir kenara bırakıp kızı en azından bir kez daha görmek için telefonu eline aldı...
Yarışma tam bir başarıydı. Bu kadar müzik yapan insanı bulmak bile izleyicilerin dikkatini çekmişti. Kız bar bar dolaşmış ve yarışmanın tutması için çok kafa yormuştu. Finale
gelinen bu günde Gitarist Rebels’ın elektrogitarcısı ile bir dizi yarışmaya çıkacaktı. Sonuçta
kim daha çok puan alırsa, o kazanacak ve insanın mı yoksa gelişmiş bir androidin mi daha iyi
müzik yapabildiği konusunda bir karara varılabilecekti.
Gitarist, yarışmaya profesyonelce hazırlanmıştı. Yeni kız arkadaşı ona gerekli kaynakları bulmuş ve her gün uzun çalışmalar sonucu bir ay önce olduğundan çok daha iyi bir gitarist olmuştu. Artık parmakları nasır tutmuş ve tellerden kesikler oluşmuştu. Parmaklarına
bakınca kızın dün akşam onları öpmesini hatırladı. Dudakları ne kadar sıcaktı. Onunla birlikte
olduğundan beri hayatının ne kadar olumlu etkilendiğini düşündü. O bardan kurtulmak bile
bir başarıdır, dedi içinden. Geldiği bu noktada artık karşısında sadece birkaç saatlik bir gösteri vardı ve ondan sonra hayatı boyunca çalışmasa da olurdu. Özgürce müziğini yapabilirdi.
Yarışmanın finali başlamak üzereydi. Eski bir Rock yıldızı olan spiker, geçen haftalarda
birbirleri ile kıyasıya rekabet eden müzisyenleri tekrar büyük ekrandan gösterdi, elenenler
ayrıca seyirci sıralarının en önünde oturmuş biraz imrenerek, biraz da heyecanla gitariste bakıyorlardı. Spiker gülerek bu günkü yarışmacıyı seyircilere tanıttı. Bu sırada da finale çıkmak
için ezdiği rakipleriyle olan rekabetinden parçalar ekranda görünüp kayboluyordu.
Yirmi sekiz yaşındaki yarışmacımız babasından kalmış bir akustik gitarla ufak yaşta
gitar çalmaya başlamış, daha sonra da Fender Stratocaster bulmak için bütün ikinci el pazarlarını dolaşmış ve büyük bir şans eseri amacına ulaşmıştı. Spiker bunları anlatırken, Gitaristin Fender’i ile barda yaptığı programdan ve kişisel hayatından bazı görüntüler arkadaki
büyük ekranda görüldü. Seyirciler ıslık sesleri ile salonu doldurdu, bu delikanlının Rebels’a
kafa tutmaya çalışması grubun fanlarını sinirlendiriyordu. Yine de seyirciler arasında küçük
bir grup gitariste gereken desteği vermek için uğraşıyordu. Ve şov başladı. İlk başta Rebels sahne aldı ve kısa bir giriş yaptılar. Seyirciler coşkuyla bu androidleri alkışlıyordu. Androidler bu sevgi gösterilerini alıcılarına gelen alkış sesleri
ve gürültülerle algılıyor ve karşılık olarak programcılarının yazdığı komutlara göre hareket
ediyorlardı. Kısa şovları bittiğinde sahnenin sağ tarafından gitarist girdi, ışık yüzüne çevrildiğinde yuhalamalar da artmıştı. Spiker gitaristin ismini seyircilere haykırırken kısa bir solo
girmesi için ona zaman tanıdı. Gitarist kendini fazla yormadan kolay bir solo girdi. Seyirciler
sadece ona gülüyorlar bu arada yorumcular şansının ne kadar az olduğundan bahsediyorlardı.
Yarışmanın ilk turunda Rebels’ın sadece gitaristi sahnede kaldı, artık iki müzisyen ellerindeki tek silah olan gitarları ile karşı karşıyaydılar. Ad-3 tipi bir Android kırması olan Rebel1
kendisine verilen komutlar uyarınca son albümlerinin çıkış parçasının solosunu çalmaya başladı ve durdu; bundan sonrasını gitaristimizin çalmasını bekledi. Gitarist hemen çok bilinen
bu parçanın devamını getirdi. Rebe1 ikinci hamlesini Guns n Roses’ın November Rain’indeki
Slash’ın solosu ile yaptı. Gitarist bir anlık duraksama ile devam ettirmeyi başardı parçayı.
Şimdi sıra gitaristte idi, hemen Steve Vai’den For The Love of God solosu attı. Rebel1
hafızasındaki sololar ile çalan notaları birleştirip şarkıya eşlik etmeye başlamıştı bile. Seyircilerden büyük bir alkış koptu, az önce gitaristin başarısından haz etmemiş oldukları belli
idi. Gitarist ikinci saldırısını Eddie Van Halen’ın Eruption’ıyla yaptı. Eddie bu soloyu yanlış
çaldığından dem vurmuştu bir röportajında, gitarist o noktaya geldiğinde doğrusu nasıl olabilir diye düşündü ve spontane bir değişim yaptı şarkıda ve robottan gelecek tepkiyi bekledi.
Rebel1 buradaki değişimi fark etmişti, şarkıya başladığı sırada bir yandan çalarken işlemcisi bir yandan da değişiklikteki notaları çıkarmaya çalışıyordu. O noktaya geldiğinde bir an
duraksadı ancak kısa süre sonra işlemci farkı çözmüş ve androide doğru vuruşları vermişti. Seyirciler bu duraksamayı fark edemedilerse de gitaristin yüzündeki gülümseme dikkatli
gözlerden kaçmamıştı.
26
illüstrasyon : Melih YILMAZ
GÖLGE | ÖYKÜ
Rebel1 bu sefer Jimmy Page’in Heartbreaker’da attığı soloya başladı. Kendisi de babası gibi Led Zeppelin hayranı olan gitarist ilk çaldığı şarkılardan biri olduğu için hiç zorlanmadan Rebel1’e eşlik etmeye başladı. Rebel1 hemen şarkıyı değiştirerek David Gilmour’un
Comfortably Numb solosunu atmaya başladı. Gitarist daha ilk saniyede şarkıya giriş yaptı ve
soloyu atmaya başladı, Rebel1 bir an için toparlanmaya çalışsa da başaramadı ve seyircilerin
şaşkın gözleri gitariste döndü.
Gitarist soloyu bitirirken son noktayı artık koyabileceğini düşündü. Tamamen kişisel
bir şey, bir doğaçlama. Böylece daha önce Eruption’da şaşkına dönen androidi alt edebileceğini düşünüyordu. Mark Knopfler’ın Sultans of Swing’iyle başladı Rebel1 parçayı veri
tabanından bularak eşlik etmekte gecikmedi, ancak gitarist şarkıyı bir anda değiştirerek kendince bir yorum kattı parmakları o kadar hızlanıyordu ki perdeler arasındaki geçişleri artık
görünemiyordu. Rebel1 neye uğradığını şaşırmış işlemcisinin aşırı ısınmasına neden olan
bu soloyu çıkarmaya çalışıyordu, Birkaç saniye doğru girer gibi oldu ancak işlemci notaları
çözemeyince tekrar Sultans of Swing’in kaldığı yerine döndü. Sahnenin ortasında bulunan
dev kırmızı ışık büyük bir gürültü ile yanıp sönmeye ve ambulanstan çıkan seslere benzer bir
sesle etrafı inletmeye başladı. Jüri kararını vermişti. Android kaybetmiş ve gitarist bir zaferle
ayrılmıştı yarışmadan. Sonuç açıklanırken gitaristin destekçisi küçük kalabalıktan alkış ve
destek çığlıkları yükseldi. Diğer taraf şaşkın yenilmiş endüstri harikası makineye bakıyorlardı. Rebel1 işlemcilerinin soğumasını beklerken neler olduğunu anlamak için tüm verileri
analiz ediyordu. Her şey birkaç saniyede gelişmişti. Çok bildik bir solo bir anda apayrı bir şey
olmuş ve işlemcisi bu yükü kaldıramamıştı.
Gitarist seyircinin coşkusuna kulak verip bir daha sesleri arasında bir şarkı daha çalmak için gitarını tekrar eline aldı. Rebels grubunun elemanları yenilmiş arkadaşlarına bakıyorlardı. O sırada gitarist beklenmedik bir şey yaptı ve Rebels’ın ilk albümlerinden bir parçaya girdi. Seyirci şaşkınlık içindeyken grup da parçaya eşlik etmeye başladı hemen. Rebel1
arkadaşlarının girişi ile birlikte standbyda kalan işlemcisini tekrar çalıştırdı ve gitariste eşlik
etmeye başladı. Gece muhteşem bir sonla biterken herkes sahnede görülmeye pek alışık
olunmayan bu birleşmeyi ayakta alkışlıyordu.
Gitarist şarkıyı bitirirken sahne arkasında hayranlıkla kendisine bakan sevgilisinin yanına gitti ve dudaklarına bir öpücük kondurmadan önce kulağına doğru şöyle fısıldadı, “Doğaçlama hâlâ bize ait.”
Masis ÜŞENMEZ : 1979 İstanbul doğumlu yazar, sanal ortamdaki sinema yazılarına kayipdunya sitesinde başlamış, sitenin kapanmasından sonra ise kendine öteki sinema blogunda
ve Gölge e-Dergi’de yer bulmuştur. Sinema eleştirileri ile bilinse de bilim kurgu ve fantezi
tarzında kısa hikayeler de yazar. Hikayelerinde özellikle sevdiği filmlere göndermelerde bulunur. Ayrıca romana dönüştürmek istediği projeleri ise ilerleyen dönemlerde sevenleri ile
buluşacaktır (yine de üşengeçliğinden dolayı kesin konuşmayalım).
28
TAŞ
A. Hamdi YÜKSEL
“Yetmiş bin Dünya yılı önceydi,” dedi “Sadece elleri ile birbirlerine vurmayı ve üremeyi
biliyorlardı,” biçimsiz, karanlık bir suratın sahibi önündeki ekrana göz gezdirirken.
“Oysa atamız Xantus’da şu üç öncü gibi yola çıkmıştı. Ve belki de en büyük hatası bu
insanlara taşı kullanmayı göstermek oldu,” diye şikayet etti diğeri.
“Evet, bir köpeği korkutmak için taş atmasa belki de insanlar hiçbir zaman taş atmayı
öğrenemeyecek, bu gün yaşadıkları gezegeni yok edemeyeceklerdi.”
“Yanlış bir şey değildi Xantus’un yaptığı. Ama keşke sadece taş atmayı göstermekle
kalsaydı. Onlara taşı taşa sürterek şekil vermeyi, kesici parçalayıcı, öldürücü aletler yapmayı
da gösterdi.”
“Xantus şanslıydı, onun yanına yok edici silahlar vermemişlerdi. Belki de sırf bu yüzden bu üç insan aynı başarıyı gösteremeyecek.”
“Bizim gezegenimiz de ölüyordu o zaman, biliyorsun değil mi, Mercurius’dan giden
varlıklar Dünya’da Atlantida’yı kurmuş ve keyifli bir hayat sürüyorlardı.”
“Keşke biz de Marte’de benzer bir hayat kursaydık.”
“Ne değişecekti ki? Xantus’un taş atmayı öğrettiği Dünyalılar Galaxias’ın en ileri topluluğunu yok ettiler. Biz daha şanslıyız, en azından evrimimizi tamamlayıp doğa koşullarına
uymayı becerdik.”
“İki ucube olarak değil mi?” Bundan yetmiş bin yıl önce atamız Xantus’un yok edildiği
Dünya’nın insanları, şimdi kendilerine yeni yerleşim merkezi arıyorlar.”
“Demek ki asıl evrim bizim yaşadığımız değil, bu! Zamanı gelince bir başka yerdeki
hayata teslim ediyorsun evreni. Oysaki yakın zamanda bir çöle yolladığımız üç robotu kullanılmaz duruma getirmeselerdi ne yapmaları gerektiğini öğretecektik.”
“Mercurius’da, burada ya da Marte’de ne yaparsak yapalım Kaderi değiştiremeyeceğiz,” diye kestirip attı ve bakışlarını tekrar ekrana çevirdi.
*
*
*
Yaklaşık üç aydır başlarına gelebilecek en kötü durum için hazırlanıyorlardı. Bir gemi
dolusu ateşli silahla, karşılaşabilecekleri olağan tehlikelere karşı kendilerini koruyabilmelerini öğrenmeleriydi tek amaç. Lav makineleri, bomba atarlar, uzun menzilli füze bataryaları denenmiş, hızla uzaklaşılan bir bölgede ağır tahribat yaratmak için de atom bombasının hangi
mesafeden hangi düğmeye basılarak mekikten atılacağı iyice öğrenilmişti.
“Mark,” dedi Just “Karşılaşacağımız canlılar ya bizi silahla öldürmek yerine zihinleri ile
hipnotize ederlerse, o zaman ne yapacağız?”
Kalkış için geri sayım başlamıştı. Mark kızın korku dolu yüzüne baktı; “Bunu daha önceden soracaktın. Şu andan sonra dönüşümüz yok.”
Petra’nın da yüzü bir anda sapsarı oldu. “Gerçekten karşımıza bizi zihin gücü ile etkileyecek kadar akıllı bir yaratık çıkar mı?”
Just bir kere daha “Ya görünmez varlıklarsa,” diye başladı söze korkarak “o zaman ne
yapacağız Mark?”
“Bu saatten sonra hiç bir şey yapamayız. Dua edelim de karşımıza o kadar akıllı bir
yaratık çıkmasın.”
“Roosvelt’e düşen cismin içinde sadece robotlar vardı. Ya bunların daha gelişmişini
görürsek ne olacak? Aradan yaklaşık altmış sene geçti. Biz altmış senede ancak ileri uzay
seyahatlerine başlayabiliyoruz. Biz ilerlerken onlar da ilerliyordu elbette. Kim bilir şimdi teknolojileri ne durumdadır?”
“Elbette bizden daha da ileridirler. Ama yine de bu savaş teçhizatının bize faydası olacaktır. Bakın yanımızda atom bombası bile var.”
Bu küçük sohbet sırasında üçlünün içinde olduğu uzay mekiği çoktan atmosferin dışına çıkmış, büyük yakıt tankı da gemiden gürültü ile ayrılmıştı. Mekiğin kontrol panelinde
GÖLGE | ÖYKÜ
binlerce düğme vardı, ama şanslı olduklarından manüel olarak kontrol etmeleri gerekmiyordu. Geminin tüm kontrolü Houston, Cenevre ve Hong Kong’daki merkezlerde altı saat ara ile
vardiya değiştiren yüz yirmi kişilik ekipteydi. Çok çok özel durumlar dışında kesinlikle panele
dokunmamaları özellikle söylenmişti.
Yaklaşık iki ay sürecek yolculuk başlamıştı. Fazlasıyla bulunan boş zamanı öldürmek
üzere Mark, yerçekimsiz odada yuvarlanırken etrafında süzülen bir mangayı kaptı.
“İlk defa kendimi deney faresi olarak görmüyorum. Bu gerçek hayat.”
Just ve Petra gözlerini ön panelin küçük camına dayadılar. “Petra,” dedi Just “farkında
mısın, bizim için de bir ilk başladı. Mark belki de bir daha hiç görmeyeceği dünyaya bakmak
yerine kitabını okumayı tercih ediyor.”
“Erkekler,” dedi Petra “kadınların anlaşılmaz ve karmaşık yaratıklar olduğunu söylerler ama şöyle bir güzelliği de kaçırmaktan geri kalmazlar.”
Mekiğin kalın bir cam tabakasıyla örtülü küçük, korunaklı penceresinin ardında yavaş
yavaş küçülen dünya görünüyordu. Kontrol panelin gelen mekanik ses “Ayın çekim merkezinden uzaklaşıldı.” dedi. Just, Petra’ya şaşkın bir gülümsemeyle baktı. Daha birkaç dakika
bile olmamıştı yerküreden ayrılalı.
Mark çizgi romanından kafasını sonunda kaldırdı.
“Bizim yerimize maymun da yollayabilirlerdi. Neden savaşa gidiyormuş gibi silahlandık ki.”
“Bizden üstün, saldırgan bir ırkla karşılaşma ihtimaline karşı,” diye akıl yürüttü öteki.
“Aşağıdayken çok akıllıca geliyordu. Şimdi düşünüyorum da bizden üstün ırk ya ‘bu
adamlar savaşa gelmiş, onlara günlerini gösterelim’ derse? Sadece bu silahlar yüzünden başımız oldukça büyük bir belaya girebilir.”
“Bence bu sadece dolaşıp geleceğimiz küçük bir gezi olacak.”
“Hiç sanmıyorum. O yaşlı profesörler rasathaneden bir hareketlilik gözlemlememiş
olsalar, omzu kalabalıklar bize savaşmak için bu kadar teçhizat vermezdi. Bir şeyler olmuş
olmalı.”
“Atom bombası beni düşündürüyor zaten. Neden üç kişiyiz, ben biyologum, Just jeofizikçi, sen de dil bilimcisin Mark. Bizim yerimize bir manga askeri, ya da işin kolayına kaçıp
doğrudan nükleer bir roketi yollayabilirlerdi.”
“Peki dünyadaki sivil halka ne diyeceklerdi? ‘Biz uzaya keşif için bir manga asker yolluyoruz. Acil bir durumda olursa savaşacaklar’ mı? Buna cesaret edebileceklerini sanmıyorum.”
“Belki de Mars yerine bizi Venüs’e yollamalıydılar.”
“Ama orada yanardık. O kadar sıcak ki!”
“Zannetmem yanacağımızı. Şimdi de Mars’ta donma ihtimalimiz var.”
“Venüs’ün yüzey ısısı 480oC, Mars’ın yüzey ısısı -56 oC. -56 derecede, Mars’ta üşümeyi
kavrularak erimeye tercih ederim.”
“Acaba orada da küresel ısınma ya da küresel soğuma gibi şeyler var mı?”
“Zannetmiyorum. Şu an için Mars’a gidecek ilk insanlar olmamız bir yana en hızlı giden
insanlar da biziz. Yeni yakıt sistemi altı ay süren yolculuğu nerede ise bir aya indirdi.”
Mark, Just ve Petra emin olmadıkları şeyleri sesli düşünüyorlardı sadece. Aslında kimin ne
söylediğinin bir önemi yoktu. Hiç biri ne olacağını bilemediği için tahmin etmeye çalışıyorlardı.
Mark elinde tuttuğu mangayı okumayı sürdürdü. Just ve Petra gözlerini yanlarından
akıp giden göktaşlarına diktiler. Bu şekilde günlerce sürdü yolculuk. Geride bıraktıkları Dünya ufalırken yaklaştıkları Mars büyüyordu. Otuz iki gün sonra Mars atmosferine girdiler.
“Şurada bir deniz var!”dedi Just, “su olduğuna göre hayat da olmalı.”
Petra “Birkaç çalılık dışında, doğru dürüst bir bitki örtüsü yok,” dedi. “Belki de yeni
yeni oluşmaya başlamıştır.”
Mark geminin kontrol panelinin başında inebilecekleri bir yer tespit etmeye çalışıyordu. “En emniyetlisi kumullara inmek,” dedi. “Çevremizde olup biteni daha kolay görürüz.”
Mark’ın kumul dediği yer aslında kalıp halinde donmuş buz tabakasından başka bir
30
şey değildi. Buzlar çözüldüğünde kumul sıkışarak bir kaya gibi sert hal almıştı.Uzay mekiği
yavaşça gövdesi üzerine indi. Üç astronot dış etkenlere karşı yalıtım sağlayan elbiselerini
giydi, teçhizatlarını kuşanıp gemiden dışarı çıktı.
Just elinde tuttuğu gravimetreye bakıp “Yer çekimi nerede ise dünyadaki gibi,” dedi.
Petra “Havada oksijen oranı düşük,” diye karşılık verdi. “Sülfür ve karbon gazları yoğun. Kurşun oranı da nerede ise yaşanabilir değerlerin on misli yüksek.”
“Yakın zamanda bir volkanik hareket olmuş burada.”
“Bakın, şurada bir kıpırtı var!”
“Bak” dedi Just, “kıpırdayan şey ne kadar da insana benziyor?”
“Sanki karanlık çağdan kalan bir insan!”dedi Petra. “Burada da bir hayat varmış.”
“Ama bizden ileri bir hayat değil. Korkulacak bir şey yok. Hadi yanlarına gidelim.”
Mark kayanın arkasına saklanan çıplak ve kıllı yaratığa baktı.
“Selam” dedi, sağ elini havaya kaldırarak.
Yeni doğmuş bir hayvan yavrusu kadar ürkek bir yaratık vardı karşısında.
“Korkutmayalım,” dedi Petra. “Neredeyse bir tavşan ürkekliğinde.”
“Bu bilgiyi bir an önce haber vermeliyiz. Ben mekiğe dönüp merkezi bilgilendireceğim,” diyerek geri döndü Just.
Mark, “Ben iletişim kurmayı deneyeceğim” dedi. Yere diz çöktü ve etrafında, gölgelerin
ardına saklanan yaratıkların yanına gelmesini bekledi. Petra da Mark kadar sessiz yere eğildi,
eline aldığı taşlarla oynamaya başladı. İnsan görünüşlü ilkel yaratıklar saklandıkları yerlerden teker teker çıkıp yaklaştılar.
“Yaklaşık yüz kişilik bir koloni,” dedi Mark. “Çıplak ve silahsızlar. Sakın korkma Petra.”
Yavaş yavaş çevrelerini saran yaratıklara tebessüm etti Mark.
“Bir hayvanla aynı tepkiyi veriyorlar. Sakın korktuğunu belli etme, ya da ayağa kalkma.”
Tam o sırada uzaktan bir uluma duyuldu. Sonra bir uluma sesi daha, ardı ardına uluyan
bir kurt sürüsü olmalıydı bu. Petra bir çığlık attı, kendilerine yaklaşmakta olan yaratıklar aniden kayaların ardına sığındılar.
“Korkuttun onları!” diye bağırdı Mark. Ayağa kalktı, elindeki bomba-atarı üzerlerine
doğru koşarak gelen kurt sürüsüne çevirdi. Art arda üç el patlama duyuldu. Hayvanların bir
kısmı kendilerini havada buldu. Bir kısmı ise geldikleri yöne dönüp kaçmaya başladılar.
“Bu kadar basit, uzatmamak lazım.”
*
*
*
“Taş atması gerekiyordu, evrim süreci bu gezegende farklı işleyecek,” dedi ekranda
gördükleri karşısında hayal kırıklığı yaşayan bir yüz. Bakışlarının yönünü değiştirmeye tenezzül etmeden yanındakine konuşmuştu.
“Demek ki Dünyalılarda Xantos’un sağ duyusu yok. Şimdi bu yeni neslin hayatını seyretmeye başlamanın sırası geldi,” diye yanıtladı öbürü.
A Hamdi YÜKSEL : Bu yayınlanan ilk öyküsü. Umarız son olmaz. Kendisi şu aralar Gölge eDergi’de editörlük yapıyor. Bir süre daha yapacak gibi. illüstrasyon : Remzi SAN
GÖLGE | ÖYKÜ
HIRSIZ
Oğuz ÖZTEKER
Edward Jones, kendini çok profesyonel sanan Chicago’lu bir hırsızdı. Son üç buçuk
yıldır, ufak tefek hırsızlıklar yaparak geçimini sağlıyordu. Bugüne dek tüm icraatlarını yaşadığı şehrin dışında, bir başka kentte gerçekleştirmişti. Hep aynı şeyi yapmış, yaklaşık iki ay
geçimini sağlayacak kadar bir şeyler çaldıktan sonra çabucak bunları elden çıkarmış ve iki
odalı dairesinde, kimsenin dikkatini çekmeden yaşamayı başarmıştı.
Oysa profesyonellik, hayatın acı tatlı tüm şakaları karşısında soğukkanlı davranabilmek ve sadece gülümseyip, hedefe giden yolda daima alternatifler bulundurmak demekti…
Ancak Edward çok zeki ve sandığı kadar profesyonel olmadığından, ikinci bir seçeneği kesinlikle düşünmezdi. Doğrusu, şimdiye dek böyle bir şeye ihtiyaç da duymamıştı. Dolayısıyla
hayatın, hep böyle, alıştığı gibi gideceğini sanıyordu. Hâlbuki boş vakitlerinde birkaç otobiyografi kitabı okusaydı, yaşamın sürprizlerle dolu olduğunu kolayca görebilirdi. Hayatta
‘mutlak’ diye bir şey bulunmadığını henüz öğrenememişti.
Parası bitene kadar, asla yeniden harekete geçmezdi. Harcamaya başlamadan önce,
her seferinde eline geçen tutarın yüzde yirmisini bir başka isimle açtığı banka hesabına yatırdığından, birikimi de vardı. Böylesi, çok daha güvenliydi. Şayet açgözlü davranırsa, polisle
başının derde gireceğini ve süratle arananlar listesinde ilk sıralara yükseleceğini biliyordu.
Şartlar elverdiği ölçüde, zenginlerin evlerinden çalıyordu. Ziynet eşyalarını, açıkta duran nakitleri, gümüş şamdanları, çok da kıymetli olmayan basit tabloları yürütüyor, birkaç
bin dolar karşılığında da satıyordu. Geriye kalan günlerde yeni işi için planlama ve gözlemler
yapıyor, poliste kaydının bulunmasını istemediğinden her türlü kurala uyuyor, komşularına
mesafeli davranıyor, sıradan ve basit bir hayat sürüyordu.
Ancak o sabah yataktan kalkarken kırk sekiz saat içinde neler yaşayacağını bilseydi,
herhalde bu icraatlarından vazgeçer, kendine yasal bir iş arardı. Tabii ki başına geleceklerin
farkında değildi. Bu nedenle, böyle bir arayışa da girmedi.
*
*
*
Edward Jones, her yıl martın ikinci yarısında Austin’de, South by Southwest adıyla
düzenlenen müzik ve film festivalini izlemek için diğer kentlerden gelen gençlerden biriymiş gibi, başında Yankees kepi, üzerinde Hard Rock kafeden aldığı siyah tişörtü, boynunda
fotoğraf makinesi ve blucin pantolonuyla, meşe ağaçlarının gölgesindeki sokaklarda dolaşıyordu.
Texas eyaletinin başkenti olan bu şehre ikinci gelişiydi. İlk tespitleri yapabilmek için
beş gün önce yine uğramış ve yirmi dört saat dolmadan, Chicago’ya geri dönmüştü.
Şu anda asıl amacı, küçük Tex-Mex restoranının otuz metre ötesindeki müstakil ve çift
katlı evi güneş gözlüğünün ardından incelemek, gerektiği takdirde birkaç fotoğraf çekmekti.
Yetmiş sekiz yaşındaki Stefano Bruno’nun tek başına yaşadığı bu evde, insan uykusunun en ağırlaştığı dönemde yani sabaha karşı saat dörtte, basit bir operasyon gerçekleştirmeyi planlıyordu.
Stefano Bruno fakir biri sayılmazdı. Evde, bir sürü değerli eşyanın bulunduğunu tahmin ediyordu. Ancak Edward’ı yalnızca, salondaki şöminenin üzerinde asılı duran ve 1938
yılında imal edilmiş olan antika gemici saati ilgilendiriyordu. Bu parçayı New York karaborsasında beş bin dolara kolayca satabileceğini biliyordu. Olaydan hemen sonra Chicago’ya
dönecekti. Bir hafta kadar sessizliğini koruyup, akabinde New York’a geçecek ve orada saati
34
elden çıkaracaktı.
En fazla yirmi dakika içinde işini halledecek ve aradan iki yıl geçmeden bir daha bu
şehre uğramayacaktı. Austin’de, dört gün boyunca gerçekleştirilen festivalin yaratacağı kargaşa nedeniyle kimsenin dikkatini çekmeyeceğini umuyordu. En azından planı buydu.
Tek sorun, Chicago’ya giden uçağın 14:30’da şehrin 8 kilometre güneydoğusundaki Bergstrom Uluslararası Havaalanı’ndan kalkacak olmasıydı. Sabah 11:30’a dek sahte bir
isimle ikamet ettiği otelde kalacak, daha sonra havaalanına gidip, arta kalan süreyi orada
geçirecekti.
Öylesine basit bir plan yapmıştı ki, her şey çok kolay olacaktı. Zaten izlemekten hoşlandığı filmlerde de hep böyle söylenmez miydi?
*
*
*
Edward Jones, tam planladığı saatte evin dış kapısını açıp, içeri girerken onu rahatsız eden tek şey havanın serinliğiydi. Usulca içeri süzülüp, holde birkaç adım ilerledikten
sonra durdu. Etrafı dinledi. Sessizlik huzur vericiydi. Sanki bu evde yaşıyormuş gibi hızla
şöminenin bulunduğu odaya geçti. Gemici saatini duvardan sökmek, iki milim kalınlığındaki
polietilen levhalarla sarmalamak ve yanında getirdiği spor çantasına yerleştirmek fazla vaktini almadı. Geldiği gibi gitmek üzere salonun kapısına yöneldiğinde, üst kattan aşağıya inen
merdivenlerde ayak sesleri duydu. Anlaşılan ev sahibi bu kata geliyordu.
Nereden çıktı şimdi bu, diye düşündü. Ancak yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bir süre
kapının eşiğinde hareket etmeden bekledi. Nefes alışını bile yavaşlattı. Heykel gibi kıpırdamadan durdu. Fakat aşağıya inen adımlar durmadı; üç basamak daha indi.
Aptal ihtiyar! N’olurdu sanki on dakika daha yatağında kalsaydın?
İki seçeneği bulunuyordu; ya Stefano Bruno ile karşılaşma riskini göze alıp, olduğu
yerde dikilecek veya birkaç adım atıp, hızla evden dışarı çıkacak ve koşarak uzaklaşacaktı.
İkinci alternatif çok daha akıllıca gibiydi.
Büyük ihtimalle moruğun gözleri de doğru düzgün görmüyordur. Herhalde sabahın kör
karanlığında, üzerinde pijamayla arkamdan koşacak kadar çılgının teki değildir, diye düşünerek savını güçlendirmeye, makul ve mantıklı mazeretler bulmaya çalıştı.
Oysa karısının ölümünden sonra hayatının son yedi yılını tek başına geçiren ihtiyar
Stefano, Edward’ın tahmin ettiğinden çok daha çılgın biriydi. Şu anda, zemin kata inen merdivenlerin yukarıdan altıncı, aşağıdan onuncu basamağında dikilirken, elinde çifteli tüfek,
üzerinde kadife ropdöşambr vardı.
Edward süratle holde koşup, kapıyı açarken, Stefano elindeki tüfeği ateşledi. İri saçmalar dış kapıyı delik deşik etti ama hırsız yara almadan kaçmayı başardı. Ancak ihtiyar, o
kadar şanslı değildi. Geri tepen tüfeğin etkisiyle arkası üstü düşüp, parke kaplı zemine dek
yuvarlandı. Ters bir açıyla tırabzanın ahşap dikmelerine çarpan boynu kırıldığı için çoktan
ölmüştü.
*
*
*
Edward Jones, otelin küçük odasındaki yatağında siren sesleriyle uyandı. Aniden gözlerini açıp, tavana bakarken ilk aklına gelen şey, bir soruydu: Yoksa yakalandım mı?
Pikeyi hızla üzerinden atıp, çabucak ayağa kalktı. Camın perdesini biraz araladı ve dışarı baktı. Caddede polis otosu filan göremedi ama bir gariplik olduğu kesindi. Kendi adına
başarıyla gerçekleştirdiği operasyondan sonra sadece birkaç saat uyuyabildiği için hâlâ sersem gibiydi.
Alarm zili çalmaya devam ederken odasının kapısı vuruldu. “Bay Bates” – otele kayıt
olurken kullandığı takma isimdi bu; Steve Bates – “acilen odayı boşaltmanız gerekiyor. Beni
duyuyorsanız, hemen kapıyı açın çünkü koridorun ucundaki odada yangın çıktı!”
illüstrasyon : Emre ÇILDIR
Tabii ya polis sireni değil, yangın alarmıydı çalan…
*
*
*
Edward Jones, panik halinde ne yapması gerektiğini düşünürken, şehrin diğer ucundaki Adli Tıp Morgu’nda da küçük çaplı bir hareketlilik yaşanıyordu.
Omuzlarının ardına dökülen uzun siyah saçlarını briyantinle arkaya doğru yatırmış olan
bir doksan altı boyundaki Kızılderili, son derece üzgündü.
Beyaz gömleğinin üzerine açık kahverengi ceket giymişti. Pantolonu da aynı renkteydi.
Sağ elinde tuttuğu Havana purosundan derin bir nefes çekip, sedyenin üzerindeki cesede
baktı. Elli iki yaşındaki yerliyi herkesin tanıdığı şehrin bu bölgesinde, herhangi bir şeyin ona
yasaklanması söz konusu bile değildi.
Austin’in hem en köklü ailesinden geliyordu, hem de şehrin en zenginlerinden biriydi.
Üstelik sahip olduğu bir düzineden fazla restoran, kumarhane, masaj salonu ve striptiz kulübü sayesinde, şehirde yaşayanlara istihdam sağlıyordu.
Koyu bir Katolik olduğundan, Noel’de ve dini bayramlarda ihtiyacı olanlara ve kiliseye
önemli miktarda bağışta bulunuyor, pazar günü ayinlerine eşi ve çocuklarıyla birlikte katılmaya özen gösteriyordu.
Her fırsatta, şehrin refah seviyesini yükseltmek gibi bir misyonu bulunduğundan söz
ederdi. Tabii ki bu arada kendi nüfusunu da genişletiyor, servetini de büyütüyordu.
Ayrıca sadece yakın çevresindeki adamlarının – çoğu Meksikalıydı – haberdar olduğu
karanlık ve sadist bir kişiliği vardı. Şehirde yaşayanların büyük bölümü bunu bilmezdi. Bilenlerse, kendi menfaatleri icabı, bilmiyormuş gibi davranırdı.
Yanında dikilen esmer ve ince bıyıklı adama dönüp, “Bunu yapan orospu çocuğunu
bana bulun… Yirmi dört saat müddetiniz var…” derken zehirli bir engerek gibi tısladı. “Yoksa
hepinizin kıçına tekmeyi basacağım! Kıç demişken, Birdy hangi cehennemde?” diye sordu.
Yüzü iyice sarktı. Böylece, dudağının sağ tarafından çenesine doğru uzayan beş dikişlik yara
izi daha da belirginleşti. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
“Birazdan burada olur patron. Telefon ettiğimde yola çıkmıştı…”
“Bu söylediklerimi ona da iletmeyi unutma sakın,” dedi sert bir ses tonuyla.
Boynu imkânsız gibi görünen bir açıyla sol omzuna doğru kıvrılmış olan ve daha şimdiden cildi grileşen cesede son kez bakarken, siyah gözleri kömür alevi gibi parladı.
“Milattan Sonra 2003 yılında bile böyle bir salağın yaşadığına inanmak gerçekten çok
zor… Ama bu yaptığının cezasını çekecek!” dedi.
Sivri burunlu, yılan derisi çizmelerinin topukları üzerinde dönüp, dışarı çıktı.
*
*
*
Edward Jones, oteldeki yirmi üç müşteriyle birlikte, yangının neden kaynaklandığının
araştırılması maksadıyla, ifadesi alınmak üzere karakola götürüldü. Tüm işlemler öylesine
uzun sürdü ki Edward sadece uçak biletini açığa aldırmak zorunda kalmadı, altı saatini de
burada geçirdi.
Polis merkezinin önündeki basamaklardan aşağıya indiğinde aklında tek bir şey vardı;
bir an önce bu lanet olasıca şehirden uzaklaşmak. Gerçi otele dönüp daha bu sabahın erken
saatlerinde çaldığı ürünü odadan alması, eğer orada yoksa araması gerekiyordu ancak olaylar öylesine hızlı gelişmişti ki, operasyonun üzerinden henüz on iki saat bile geçmediğini fark
edince, ürktü. Her şey ters gidiyordu. Şansını daha fazla zorlamak istemedi. Üstelik bitkin
denecek kadar yorgundu.
Ertesi gün aynı saatte kalkacak uçağı beklemeyip, bir an önce Chicago’ya dönmek, bu
illüstrasyon : Emre ÇILDIR
deneyimi başarısızlıklar hanesi yazıp, olanları unutmak en iyisiydi. Emniyette, kimliğinin sahte olduğu tespit edilemediği için şanslı sayılırdı. Havaalanına gidecek ve kuzey eyaletlerine
doğru yol alan ilk uçağa atlayacaktı. Gideceği eyaletten de bir şekilde yaşadığı şehre geçecekti.
Üzerindeki yorgunluğun ağırlığını daha şimdiden hissediyordu. Neyse ki caddenin köşesinde bekleyen bir taksi vardı. Yavaşça otomobile doğru yürüdü. Arka koltuğa oturup, havaalanına gitmek istediğini söyledi. Esmer ve bıyıklı şoför, yola çıkmadan önce telsizi eline
aldı ve İspanyolca bir anons yaptı. Edward, tam yedi dakika sonra oturduğu yerde uyuklamaya başladı. Vişneçürüğü rengindeki Chevrolet, hareket ettiği andan itibaren taksiyi takibe
aldı.
*
*
*
Edward Jones, taksi durduğu anda kendine geldi. Daha doğrusu o böyle sanıyordu
çünkü son beş dakikadır aracın hareket ettiği yoktu. Çevresine bakınca şoförün onu bir deponun önüne getirdiğini anladı. İyi ama şu geri zekâlı şoför de neredeydi? Kapıyı açıp aşağıya inince, bir sürü esmer ve pembe tenli sevimsiz herifin etrafını sardığını fark etti. Bindiği aracı kullanan adam da bunlardan biriydi! Ağzını açıp tek kelime bile söylemesine fırsat
vermediler. Hırsız, ensesine vurulan beysbol sopasının etkisiyle bayıldı ve bulunduğu yere
yıkılıp kaldı.
*
*
*
Edward Jones, hayal âleminin dipsiz kuyularından yüzeye çıkıp, yaşayanlar dünyasına
döndüğünde, soğuğun etkisiyle ürperdi. Koskocaman bir deponun köşesindeki ahşap sandalyeye oturtulmuş, elleri arkadan kelepçelenmiş, ayak bilekleri ise sıkıcı iskemlenin bacaklarına bağlanmıştı. Çırılçıplak olduğu için üşümüştü.
“Buenos dias senyor!”(1)
Edward başını sesin geldiği tarafa çevirip bağırdı, “Kimsin sen? Benden ne istiyorsun?”
Dev yapılı Kızılderili, birkaç adım atıp, gölgelerin içinden çıktı. Bir elinde, içinde Courvoisier marka brendi bulunan kadeh, diğerindeyse grimsi mavi dumanı tavan yükselen kalın
bir puro vardı.
“Ne kadar da kabayım… Haklısın, önce kendimi tanıtmam gerekirdi. Benim adım Jack
Paw ama Austin’de yaşayanlar beni Bloody Paw(2) olarak bilirler.” Her iki elini de havaya kaldırıp devam etti “Çünkü dağlarda yaşayan bir Grizzly’nin pençeleri gibi ölümcüldür bu eller…
Üstelik bugüne dek öyle çok şey yaptım ki ellerimle, tahmin edemeyeceğin kadar kanlıdırlar.”
Sandalyedeki adama iyice yaklaştı ve purosunu, tam göğsünün üzerine bastırdı. Yanmış etin
kokusu etrafa yayılırken, Edward insanın kanını donduran bir çığlık attı.
“Senden ne istediğime gelince… Sadece Stefano Bruno’yu – Tanrı günahlarını affetsin
– niçin öldürdüğünü merak ediyorum. Austin’in bu bölümünde yaşayan herkes onun vaftiz
babam olduğunu ve kendisi öz babam kadar sevdiğimi çok iyi bilir. Ama öyle anlaşılıyor ki
senin gibi salaklar da varmış…” Elindeki içkiyi bitirip, kadehi yanındaki adamına uzattı.
“Ben kimseyi öldürmedim… Lütfen beni bırakın… Büyük bir hata yapıyorsunuz…”
Bloody Paw, balyoz gibi iri eliyle hırsızın suratına öyle bir yumruk çaktı ki, önce pis bir
çatırtı duyuldu. Adamın başı geriye doğru savrulurken, kırılan burnundan oluk gibi kan fışkırdı.
“Çocuk gibi zırlayanlardan nefret ederim. Tabii eğer çocuk değillerse… Ayrıca vaftiz
GÖLGE | ÖYKÜ
babamın evine girdiğini sakın inkâr etmeye kalkma! Hemen yakınında bulunan ve sahibi olduğumu Tex-Mex restoranının çatısına yerleştirilmiş olan üç kamera yirmi dört saat boyunca
o evi gözleyip, giren, çıkanı, etrafında dolananları kaydeder. Üstelik enfraruj özellikleri de
vardır.”
“İnanın bilmiyordum Bay Paw… Ama tekrar ediyorum ben kimseyi öldürmedim.”
“Birdy! Bu sersemi yere sabitle de kaçmaya filan kalkmasın. Daha birkaç saat boyunca
burada olacağız,” dedi Bloody Paw. Sesinde ve gözlerinde garip bir gülümseme vardı.
“Peki, patron,” diyen kısa boylu bir Meksikalı elinde on santim uzunluğunda beton çivileri ve çekiçle sandalyeye yanaştı. Kuzgunu andıran siyah gözleri, gagaya benzeyen kavisli
bir burnu vardı. Birdy, çivilerden birinin ucunu Edward’ın sol ayağı üzerine bastırdı. Sonra
çekici havaya kaldırıp, adamın kanlı suratına baktı. “Sakın oynatma, yoksa daha çok canın
yanar,” dedi.
Aniden birisi bağırarak depoya girdi.
“KİMSE KIPIRDAMASIN, FBI!”
Neler oluyor? Yoksa kurtuldum mu, diye düşündü hırsız. Bloody Paw da gördü gözlerindeki umut ışığını ve bas bariton sesiyle korkunç bir kahkaha attı.
“Sakın umutlanma aptal herif! Tony Petrucci gerçekten FBI ajanıdır. Ve böyle Yankee
Süvarileri gibi giriş yapmaya bayılır. Ama aynı zamanda Vietnam’dan silah arkadaşımdır. Çenemdeki şu yarayı görüyor musun? Vietkong’lu piçin teki süngüyle yaptı bunu… Neyse ki
Tony’le aynı çukurda siper almıştık. Elindeki M16 ile herifin kafasını uçurması iki saniye sürdü.”
Lacivert takım elbiseli Tony yanlarına gelip, Kızılderili’nin sırtını sıvazlarken gülümsedi. Edward Jones’un gözleri dehşetle büyüdü. Hayatın sürprizlerle dolu olduğunu o anda
öğrendi ama artık çok geç kalmıştı. “Oh… Fuck!” (3) dedi.
(1) İyi günler bayım!
(2) Kanlı Pençe
(3) Kahretsin!
Oğuz ÖZTEKER : 1968 Yılında doğdu. Lisedeyken kitap koleksiyonu yapmaya, üniversitedeyken yazmaya başladı. 1993’de İ.T.Ü. İnşaat Fakültesini bitirdi. Fakat yazmaya da, kitap
almaya da devam etti. Şimdi artık yüzlerce kitaptan oluşan bir kütüphanesi ve “Hollywood
Stili Yeşilçam Öyküleri” adında, basılmış bir öykü kitabı var. Evli ve bir kız çocuk babasıdır.
Çoğunlukla kitap okur, boş zamanlarında da hayal kurar. Zaten yazdıklarının hepsi de onun
hayallerinin bir ürünüdür.
40
OPERET
Aylin AYVAZOĞLU
“Piyano notalarındaki lanet,
Huzursuz operetin inleyişi.
Sadece ölüm bilir gidenin neden geri geldiğini,
Ölü bir şarkıcının şarkısına neden devam ettiğini de.
Hepsini sadece ölüm bilir.”
Kasabanın ufak kilisesinin çanları seslerini dalga dalga yayarak çalmaya başladı. Yazın kavurucu sıcaklığından korunmak için evlerinin gölgesine sığınmış kasaba sakinleri birer
ikişer kiliseye yürümeye koyuldu. Terleri yanık yüzlerinden aşağı akıyor, sıcaklığın getirdiği
uyuşukluk yüzünden yavaş hareket ediyorlardı. Çocuklar bile oyun oynamayı bırakmış, ağaç
gölgelerinde uzanmayı yeğlemişlerdi.
Kilisenin papazı cüppesinin içinde bunalmış halde cemaatini karşıladı. Vücudundan
akan terleri hissettikçe yüzü buruşuyordu; hep nefret etmişti yaz mevsiminden. Özellikle bu
sene çok kötüydü. Ayçiçekleri hasat edilemeden kuruyup kalmıştı. Sıralara çuval gibi çöken
kasabalılara baktı. En iyisi ibadeti kısa kesmek gibi görünüyordu.
Sinek vızıltıları arasında tam konuşmaya başlayacakken kapıda Bayan Mere’i gördü.
Kadın tepeden tırnağa siyahlar içindeydi, solgun yüzü karanlık içinde beliren mum ışığı gibi
duruyordu. Kederli ifadesini görenler saygıyla başını eğip sessizleşti. Bayan Mere yerine
geçip oturduğunda da kimse kafasını yerden kaldırmadı; kadının tuttuğu yası her biri içinde
hissediyordu.
Mere’in güzeller güzeli opera sanatçısı kızının ölüm haberi daha dün ulaşmıştı. Oprah
operadaki yeteneğini altı yaşındayken belli etmişti. On altı yaşına gelinceye kadar kasabaya
gelen öğretmenlerden ders aldı, kendsini geliştirdi ama sonra bu eğitim yeterli gelmemeye
başladı. Annesinin gözyaşlarına karşı şehirde okumak için ısrar etti. Tanınmış bir opera sanatçısı olmak istiyordu, hırsı en sakin zamanlarında bile gözlerinden okunurdu ama istediği
eğitime kavuşunca kasabasını unutmadı. Sık sık yolladığı mektuplarında gerçekleştiremediği
tek hayalinin kaldığı yazıyordu: kasaba kilisesinde bir tanecik de olsa şarkı söylemek. Son
mektubunda bunu yapmak için kasabaya geleceği yazıyordu. Hemen yola çıkacaktı ve çıktı
da. Ama köyüne adım bile atamadan öldü, cesedi şehir mezarlığına defnedilmişti. Kasabaya
gelen haberci dehşet içindeki Bayan Mere’e kızının boğazı kesilerek öldürüldüğünü söyleyip
Oprah’ın kanlı ipek mendilini verdi.
Duru sesiyle şarkı söyleyerek kasabasına huzur ve neşe getiren Oprah’ın ölümü herkesi sarstı. Kilise papazı haberi öğrenmeden önce ellerinde büyüyen küçük kızın gelip şarkı
söylemesi için piyanoyu açtırtıp, kiliseyi temizletiyordu. Sevinci kursağında kaldı.
Papaz çıkarmayı zor başardığı sesiyle konuşmaya başladı. Bayan Mere suratı kaskatı
oturuyordu, mimik ve jestten yoksundu. İbadet bitince Oprah için dua etmeye başladılar, tüm
seslerdeki içtenlik çok belirgindi. Kadınlar ağlıyor, erkekler yaşaran gözlerini saklamak amacıyla kucaklarında kavuşturdukları ellerine bakıyordu. Çocukların bile yüzü asıktı. Oprah’ın
neden gelemediğini anlamıyordu çok küçük olanlar. Neden şarkı söylemesindi ki? Şarkıcıydı
sonuçta. Kiliseye de gelecekti. Dört sene için gitmişti ama şimdi dönmesi gerekiyordu.
Dua sona erer ermez Bayan Mere’den bir inilti yükseldi. Oprah’ın mendilini yüzüne
bastırmış, hıçkırıyordu. Kadınlar hemen fırlayıp Bayan Mere’i kollarından tutarak kaldırdılar.
Yatıştırıcı bir şeyler söylüyorlardı ama kadının anlamadığı aşikardı. Ölene kadar ağlamak
istiyordu o, ciğerlerini parçalayana kadar.
Bayan Mere yarı sürüklenerek evine götürülünce çocuklar nehirde yüzmeye gitti. Sudan çıkıp biraz dinleniyor, kıyıda fazla kalmadan tekrar nehire giriyorlardı. Yakıcı güneş altında kısa sürede kuruyorlardı nasılsa. Kimileri Oprah’ın da yüzüp onlara göz kulak olduğu zamanları hatırlıyordu. Genç kız şarkı söylemeye başlayınca çocuklar gözlerini kapatıp suyun
serinliğine kaptırırlardı kendilerini. Oprah onları başka evrenlere taşırdı, cenneti hissettirirdi.
GÖLGE | ÖYKÜ
Hiçbiri bu hissi tekrar yaşamanın artık mümkün olmadığına inanmak istemiyordu.
Aralarında Oprah’ı en çok hatırlayan on altı yaşındaki Olitant’tı. Simsiyah saçlarına
hayrandı Oprah’ın. Kömür karası gözleriyle muhteşem duran beyaz tenine de. Onun ölümüyle Olitant sadece manevi bir ablayı değil, gizli gizli sevdiği çocukluk aşkını da kaybetmişti.
Akşam olunca çocuklar suda kalmaktan buruş buruş olmuş derileriyle evlerine döndü.
Eni konu rüzgar esmeye başlamıştı. Yaprakların hışırtısıyla ürpererek koşuşturdular.
Olitant evine gitmedi. Yavaş adımlarla kiliseye yöneldi, canı eve gitmek istemiyordu.
Bahçe kapısını açık bulunca şaşırdı. Papaz, Oprah için dua ediyordur, diye düşündü. Bahçede ilerlerken gözleriyle etrafı taradı. Amaçsızca dolaşıyordu, Oprah’ın yüzü hatırlayabildiği
kadarıyla hep gözünün önündeydi.
“Olitant!”
Panikle arkasına döndü. Annesi çatık kaşlarıyla onu çağırıyordu. İçini çekti. Dönüp
kiliseye baktı arkasını dönmeden. Bahçenin ağaçlık kenarı ay ışığıyla parlıyordu…Annesinin
peşinden yürümeye başladı ama durdu aniden. Ay yoktu o gece. Tekrar kiliseye baktı, az
daha küçük dilini yutacaktı.
Uzun bir çam ağacının kenarında Oprah duruyordu! Kara saçları bembeyaz elbisesinin
omuzlarına yayılmıştı ve vücudu gümüşi bir ışıkla parlıyordu. Gülümseyerek Olitant’ı çağırdı
eliyle. Çok güzeldi.
“Olitant! Gel artık!”
Gene annesi sesleniyordu. Olitant ne yapacağını şaşırdı, Oprah’ın yanına gitmek istiyordu. Çekingen birkaç adım attı da ama sonra kafasını sallayıp evine yürüdü. Hayal görüyordu mutlaka. Kapıyı kapatırken kilise tarafından bir çığlık duyar gibi oldu ama üstünde durmadı. Ölü Oprah ya da ruh. Her neyse sadece bir hayaldi. Kendini kandırmak bir işe yaramazdı.
Sabah huzursuz uyandı. Rüyasında Oprah çağırıyordu onu, bir istediği vardı. Olitant
gitmeyi reddedince tırnaklarıyla kendi vücudunu parçalayıp ağladı. Izdırap içindeydi.
Kahvaltı yapmadan kiliseye gitti Olitant. Midesi bulanıyordu, garip hissediyordu kendisini biraz. Kiliseye gelince bahçede bir sürü insanın toplandığını fark etti.
Yerde boylu boyunca yatan papazı görünce nefesi kesildi. Adamın suratı boğulmuş
gibi bembeyazdı, çenesi göğsüne kadar uzanıyordu. Ama belki de en korkuncu papazın etrafında dağınık halde duran on, on beş kadar ölü kuştu. Hayvanların kanatları garip bir açıyla
bükülü duruyordu, tam uçmaya hazırlanırken ölüvermişler gibi.
Papazın cesedine bakan kasabalıların dikkatini pes perdeden bir çığlık dağıttı. Kulak
tırmalayan bir çığlık değildi bu, aksine insanların içine işleyen kendince bir hoşluğu, melodisi
vardı: Oprah’ın sesi.
Olitant elinde olmadan geriledi. Korkunun benliğina yayılmasını engelleyemiyordu,
koşmaya başladı. Nereye yöneldiğini bilmiyordu, umursamadı. İpini koparmış tutsak bir hayvan gibi koşuyordu. Aldığı soluk ciğerlerini yakmaya başlayana kadar da durmadı. Aniden
nehire geldiğini fark etti. Kendini kıyıdaki ağaçlardan birinin önüne atıp sırtını ağacın gövdesine yasladı. Korkuyordu, ağlamak istiyordu ama ses çıkarmaya cesaret edemedi.
“Oprah ne istiyorsun? Derdin ne senin…”
Sesindeki gazap kendisini ürküttü. Kızın kederli görünüşü içine dokundu, suçlulukla
kıvrandı. Nasıl yardım edeceğini bilseydi ona yardım ederdi. Ama bilmiyordu ve korkuyordu.
Çok korkuyordu.
Akşama kadar ağaca dayanarak durdu. Onu aramaya kimse gelmedi oraya. Geri dönünce ne göreceğini bilmiyordu. Papazın ölümüne duyduğu üzüntü korkusuna eklendi. Kiliseye tekrar gideceğini hiç sanmıyordu. Kendini ödleklikle eleştirdi ama kilise gözüne en az
mezarlık kadar korkunç görünüyordu şimdi. Evine gitmek için ayağa kalktı, annesi merak
etmiş olmalıydı. Yatağına kıvrılıp uyumak istiyordu bir an önce.
Yapamadı. Kilisenin yanından hızlı adımlarla geçip gitmeye karar vermişti niyetlenmişti. Sabahki kalabalık dağılmıştı, bahçe kapısı aralıktı gene. İkircikli kalıp bahçeyi süzdü,
kapının önüne kadar geldi.
“Olitant?”
Bu sefer annesi değildi seslenen. O melodik sesti. Gümüşi bir ışık parlıyordu ağaç-
42
illüstrasyon: Aycan CANERİ
GÖLGE | ÖYKÜ
ların arasından. Oprah’ın silületi göründü, gülümsüyordu. Yine çağırdı onu eliyle, gözleriyle
yalvarıyordu sanki.
“Hayır!!!”
Bayan Mere arkasında tüm kasabayla koşuyordu. Suratında çıldırmış bir ifade vardı,
elindeki kanlı mendil bayrak gibi dalgalanıyordu.
“Dur!” Olitant kendine kendisi de şaşırarak durdurdu onları. Oprah’a döndü ve başını
sallayıp kıza yürümeye başladı. Işığın yoğunluğu arttıkça gözlerini kısıyordu. Yeterince yaklaştığında Oprah’ın boğazında kurumuş kanla kaplı kesiği gördü.
Oprah, Olitant’ a gülümseyip arkasını döndü. Kiliseye doğru süzülüyordu. Neden yaptığını bilmeden Olitant kasabalılara takip etmelerini işaret etti. Herkes itiraz etmeden, hipnotize olmuş gibi onları izledi. Oprah’ın peşinden kiliseye girdiler. Kürsünün önünde papazın cenazesi duruyordu.
Oprah kürsünün arkasına geçip etrafı inceledi. Kasabalılar ses çıkarmadan, sanki birileri onlara ne yapmaları gerektiğini anlatmışçasına sıralara yerleşti. Olitant, Bayan Mere’e baktı.
Kadının yüzü şaşkınlıktan çarpık duruyordu.
Olitant, Oprah’a göz attıktan sonra piyanonun başına geçti. Çalmayı bilmiyordu ama
bunun sorun olmayacağını hissetti. Yavaş yavaş notalara basmaya başladı. Elleri alışkın hareketlerle tuşlar üstünde kayıyordu. Yüzündeki gülümsemeyi bozmadan Oprah şarkısıyla ona
eşlik etmeye başladı.
Harika bir ses binayı ve rüzgarın yardımıyla kasabayı doldurdu. Oprah şarkıdan şarkıya geçiyordu; sesi çatlamadan, detone olmadan. Billur sesiyle kasabalılar kendinden geçti, yüzlerinden huzur okunuyordu. Papazın cansız simasına bile renk gelmişti sanki. Bayan
Mere bir yandan sessizce ağlıyor, bir yandan da gururla kızını dinliyordu.
Oprah konserini sabahın ilk ışıklarına kadar sürdürdü. Güneş ışınları pencerelerden
sızmaya başlayınca susup, Olitant’a döndü. Gülümsemesi genişlemişti. Zarifçe Olitant’ın yanına süzüldü. Elini çocuğun omzuna koyup saçlarını öptü.
“Kızım!”
Bayan Mere acıyla haykırdı ama Oprah sadece daha fazla gülümsedi. Gittikçe belirginsizleşiyordu. Kilisenin kapısına yöneldi; çıkmadan dönüp kasabalılara son bir bakış attı.
Kapının dışına adım atıp yok oldu. Sessizce, hatta belki istemeden ama huzura kavuşarak
Oprah’ın gidişiyle hüzün çöktü tekrar insanların üstüne. Bayan Mere’in ayakta duracak
gücü kalmamıştı.
“Olitant?!”
Annesi oğlunun yanına koştu; Olitant’ın başı piyanonun üstüne düşmüştü.
“Hayır!!!” Kadın bir çığlık koparıp ağlamaya başladı. Sesi boğazında düğümleniyordu.
Ölmüştü Olitant. Yüzünde Oprah’ınki gibi bir gülümsemeyle ölmüştü. Teni bembeyazdı, soğumaya başlamıştı bile.
Yeni gün iki cenaze töreni getirdi kasabaya. Saygılı bir suskunlukla gerekeni yaptılar.
Olitant da, papaz da kilisenin bahçesine gömüldü. Oprah için de sembolik bir mezar yapıldı.
Dinginliğe kavuşmuş ruhları için dua ettiler.
Kasaba sakinleri daha sonra, olanları kimseye bahsetmeden kabuğuna çekildi. Oprah tekrar gelmedi şarkı söylemek için. Bazen rüzgar yaprakları hışırdatırken Oprah’ın alçak
sesle bir şarkı mırıldandığını duyar gibi olurlardı ama kimse konuşmazdı bundan. O son konserini istediği gibi kendi kasabasının kilisesinde verip gitmişti. Son hayali gerçek olmuştu
operetin.
Aylin AYVAZOĞLU : 1991 İzmir doğumlu. Annesi, babası ve ablasıyla İzmir’de yaşıyor. Lise
son sınıf öğrencisi ve yabancı dil bölümünde. Üniversiteyi kazanırsa İngiliz Dili ve Edebiyatı
bölümünde okumak istiyor. Yan meslek tercihi ise fantastik kitap çevirmenliği. Çeşitli türde
kitaplar okumayı, öykü yazmayı ve müzik dinlemeyi çok seviyor. Extreme sporlarla ilgileniyor. Profesyonel bir dağcı olmak istiyor. İyi bir fantastik edebiyat yazarı olmak da istekleri
arasında.
44
GÖLGE YOLCU
Ozancan DEMİRIŞIK
Saat gecenin üçünde bile taksi durağında iğne atılsa yere düşmeyecek bir kalabalık
vardı ve sigara dumanından geçilmiyordu. Metin bu dumanların ve kalabalığın arasında yolunu zorlukla bularak durak başkanının yanına vardı. Adam başını önündeki gazeteye eğmiş,
bulmaca çözüyordu.
Hafifçe gülümseyip, “Keyfin nasıl başkan?” diye sordu Metin. Başkanın cevabı kuru
bir baş işareti oldu. “Beni sıraya eklesene bir zahmet.”
Suratsız durak başkanı Samet çözdüğü bulmacadan başını kaldırmaya bile yeltenmeyerek Metin’in dediğini yaptı. “Yedincisin Metin.”
Dudak büken Metin boş koltuklardan birine çöktü. Başkanın suratsızlıklarına alışıktı ve
bunu dert etmeyi epeydir bırakmıştı. Dert edeceği başka şeyler vardı: Saatlerdir yollarda fink
atmış ama sadece birkaç müşteri bulabilmişti. Henüz yevmiyeyi ve gaz parasını bile çıkaramamıştı. Böyle giderse cebinden verip tamamlamak zorunda kalacaktı.
Çaycı Hüsnü’ye baktı. Durağın kıdemlilerinden Mithat ile hararetli bir futbol muhabbetinin ortasındaydılar. “Şişşt, Hüsnü,” diye seslendi. “Çayın taze mi?”
Hüsnü başını çevirip ona baktı. “Taze abi. Vereyim mi?”
“Ver bakalım bir tane. Yakışıklısından olsun.”
Hüsnü’nün çayı getirmesini beklerken, yanında duran yeni taksi şoförlerinden Ahmet,
“Nasılsın Metin Abi?” diye sordu.
Metin gülümsedi. Bu çocuğa epey kanı ısınmıştı geldiğinden beri. Kendi halinde, akıllı
uslu bir çocuktu. “Nasıl olayım Ahmet. Yine aynı tas aynı hamam. Bırakacağım bu işleri, yürümüyor böyle… Bıktım cepten vermekten.”
Her taksicinin klasik yakınmalarından biriydi bu da. Sürekli bırakacaklarını söyler ama
bir türlü bırakmazlardı: Bu taksiciliğin doğasında vardı. Çoğu kişi istemeden yapmış gibi görünürdü ama uzun süre çalışanlar ister istemez bu işe bağlanırlardı.
Hüsnü çayını getirdiği sırada Ahmet başka biriyle sohbete dalmıştı. Sıcak olmasına
aldırmadan çayından ilk yudumlarını aldı ve gözlerini yumdu. On sekiz saattir işteydi ve uykusuzluktan bitkin düşmüştü. Gerçi bu duruma alışıktı ama uykusuzluk uykusuzluktu işte…
Gözünü bir saat sonra açtı. Hüsnü onu dürtüyordu. “Kalk abi sıran geldi.”
Metin gözlerini araladı ve mahmur mahmur etrafına bakındı. İlk gözüne çarpan, önündeki sehpada duran çay oldu. İlk yudumu alıp bırakmış, gerisini içemeden uyuyakalmıştı.
Hemen toparlandı. “Neresiymiş?”
Az sonra adresi almış, kendine gelebilmek için bir de sigara yakmıştı. Birkaç fırt çektikten sonra çabucak dışarı çıktı ve arabasına geçti. Adresi bilmiyordu; daha önce hiç gitmemişti, ama bulabileceğinden emindi. Bu meslekteyseniz her adresi rahatça bulabilmeniz
gerekirdi.
Ara ve ana sokaklarda dakikalar boyunca dolaştı. Birbirine yapışık olarak ardı ardına
sıralanmış evler her zamanki gibi çarpık kent yerleşiminin belirgin örneklerini sunuyordu.
Metin birbirine bıçak çekip saldıran iki genci izledi. Ayırıp ayırmamayı düşündü ama müşteri
bekliyordu, bunun sırası değildi.
Sonunda tarif edilen yeri buldu. Karanlık bir ara sokaktı. Metin böylelerini çok görmüştü, o yüzden en ufak bir korku hissetmeden sokağın sonuna dek aracı sürdü ve gecenin
karanlığında açıkça görülen beyaz giysili adamı fark etti. Gelmesini işaret ediyordu.
Adamın giyim tarzına bıyık altından gülerek ilerledi ve durdu. Beyazlı adam ön kapıyı
açtı ve ön koltuğa geçip dik bir şekilde oturdu. Başta kapıyı kapatmadı. Metin şaşkınca ona
baktı. “Kapatsana abi kapıyı.”
Adam gülümsedi ve kapıyı sertçe çekip kapattı. Metin, böyleleri de hep beni bulur, diye
öfkeyle iç geçirdi; ama bu öfkesi uzun sürmedi. Her gün türlü türlü insanla karşılaşıyordu ve
böylelerini de daha önce çok görmüştü.
“Ne tarafa gidiyoruz abi?” diye sordu Metin.
illüstrasyon: Emrah ÇILDIR
“Sokağın sonuna var hele. Nereye gideceğimizi o zaman söylerim.”
Metin adamın dediğini yaptı ve karanlık sokağın sonuna dek arabayı süratle sürdü.
Yol ayrımına geldiklerinde, etraf biraz aydınlandı. Metin kendini daha iyi hissetti; korkmuyor
olabilirdi ama her halükarda karanlıktan nefret ediyordu.
O sırada orta yaşlı bir kadın gördü. Sokağın karşısından taksiye doğru yavaş adımlarla
geliyordu ve işin tuhafı binecekmiş gibi davranıyordu. Metin yanındaki beyazlı adama baktı;
adam hiç istifini bozmadan önüne doğru bakıyordu.
Kadın arka kapıyı açıp kendini içeri çekti. “Geç kaldınız,” diye sitem etti. “On dakikadır
bekliyorum burada.”
Metin afallamış halde kadına baktı. “Hanımefendi araç dolu, görmüyor musunuz?”
Kadın sinirlenmişti. “Dalga mı geçiyorsun kardeşim sen benimle? Hem geç kal hem
göz göre göre yalan uydur. Ne biçim iş bu?”
Metin diyecek bir şey bulamadı. Yanındaki beyazlı adama baktı. Bu kez başını Metin’e
çevirmiş şeytani bir şekilde gülümsüyordu. Metin donakalmış bir şekilde bakakaldı. Başını
çevirmek istedi ama olmadı. İnanılmaz bir korku göğsünden başına doğru durdurulamaz bir
hızla ilerliyordu. Yüzünü ateş basmıştı.
Beyazlıya bakmayı sürdürürken, “Öndeki adamı görmüyor musunuz?” dedi ve cevabı
beklemeden başka bir soru sordu. “Taksiyi siz mi çağırdınız?”
Kadın iyice sinirlenmişti. “Ben çağırmıştım ama bir daha çağıracağımı zannetmiyorum,” deyip kapıyı çarparken, “Ne insanlar var ya,” diye kendi kendine homurdanıyordu.
Metin’in yüzündeki ateş gitmiş, yerini bütün vücudunu kaplayan titretici bir buz kesme
hissi almıştı. Tüm bunların bir rüya olmasını umuyordu ama aslında olmadığını da biliyordu.
Bu kadar gerçekçi bir rüya olamazdı. Bir rüya böyle kesintisiz olarak saatlerce süremezdi…
“Kimsin sen?” diye sorarken adamın yüzünü dikkatle inceledi. Pek az tüy olan bir
suratı vardı; beyaz saçları, kaşları ve sakalları da epey seyrekti. Üzerindeki beyaz giysi tamamen desensizdi ve vücudunu baştan ayağa kaplıyordu.
Adam ağzını ardına kadar açıp tüyler ürpertici bir kahkaha attı. Bembeyaz dişleri vardı.
“Kim olduğumu asla öğrenemeyeceksin… Kötü olan da bu.”
Metin gözlerini yumdu. “Bu gerçek değil,” dedi kendi kendine. “Uykusuzluğun belirtileri. Gözümü açtığımda gitmiş olacak.”
İçinden ona kadar saydı ve gözlerini açıp sağındaki koltuğa tekrar baktı. Neredeyse
coşkulu bir kahkaha atacaktı: Adam gerçekten gitmişti.
“Buradayım,” diyen bir ses duyduğunda kalbinin sıkıştığını hissetti. O ani korkuyla
başını çevireyim derken, ön cama çarptı. Başını keskin bir acı sararken arkasına döndü ve
beyazlı adamın arka koltukta aynı diklikle oturduğunu gördü. “Siktir git!” diye haykırdı. “Arabamdan git.”
O sırada araçtaki telsiz cızırdamaya başladı. Duraktan arıyorlardı. Belki de biraz önceki
kadın soluğu evinde almış ve şikâyet etmek amacıyla telefona sarılmıştı. Metin’in eli bir an
telsize doğru gitti ama başkana açıklama yapacak gücü kendinde bulamayacak kadar sarsılmıştı. Başını çevirip tekrar beyazlı adamı görmekten korkuyordu.
Direksiyona asıldı ve pedalı kökledi. Arabayı evine doğru sürüyordu. Evine gidecek,
adam onu takip edip içeri girmeyi başarsa bile başını vurup uyuyacaktı. Çocukluğundan beri
yatağın, yorganın altında kendini güvende hissederdi. Zaten uykusuzluktan ölüyordu; en az
on beş saat uyurdu.
Yolda birkaç kişi daha taksiye el edince adamın başkaları tarafından görülmediğine bir
kez daha emin oldu. Her şey o kadar gerçek dışıydı ki… Tüm bu olanları tanımlamakta güçlük
çekiyordu.
On dakikalık bir sükûnetin ardından, “Neden bu kadar korkuyorsun?” diye sordu beyazlı adam. “Korkmana neden olacak bir şey mi yaptım?”
Metin bir şey söylemeden direksiyonu kırdı ve evinin bulunduğu sokağa vardı. İki tarafı
da sıkışık alçak apartmanlarla çevrili, basık, dar bir sokaktı. Onların apartmanı en baştaydı.
Taksiyi boş olan tek yere park ettiğinde dönüp beyazlı adama cesurca olduğunu düşündüğü
bir şekilde baktı. “Benimle gelmiyorsun.”
Beyazlı adam sırıttı. “Hay hay. Zaten istesem de gelemem.”
Metin kendini dışarı zor attı. Kapıları üzerine kilitlediğinde beyazlı adamın yine önüne
GÖLGE | ÖYKÜ
doğru baktığını gördü.
Evinin kapısını anahtarla açtı. Yatak odasına girdiğinde karısının uyumakta olduğunu
gördü. Şebnem geceleri onun yolunu gözlemeyi yıllar önce bırakmıştı. Kocasının kırk yılda
bir eve geldiği ve o zaman da zamanının çoğunu uyuyarak geçirdiği gerçeğini artık kabullenmişti.
Yatağa geçip yorganı üzerine çekti ve huzursuz bir şekilde gözlerini yumdu.
*
*
*
Düşündüğünün aksine, gece boyunca yatakta döndü durdu. Başını yastığa yerleştirdiği anda tüm uykusu kaçmıştı sanki. Yatakta saatlerce öyle bekledi durdu. Bu süre içinde tüm
gördüklerinin ve beyazlı adamın bir halüsinasyon olduğunda, biraz uyuyup kendine geldiğinde bir daha böyle şeyleri hiç görmeyeceğine inandırmıştı. “Biraz izin yapmam lazım,” dedi
kendi kendine.
Sonunda uyku tekrar üzerine çöreklendiğinde kendini daha iyi hissediyordu.
Dört saat kadar uyudu. Kalktığında aklında beyazlı adamdan başka her şey vardı: Durağa gitmesi, yevmiye ve gaz parasını cebinden vermesi ve başkana dünkü olayla ilgili bin bir
kez özür dilemesi gerekiyordu. Samet Sırrı kolay affeden bir patron değildi.
Neyse ki taksi bir akrabasınındı ve ondan başka kimseye emanet etmezdi; en azından
bu konuyu dert etmesi gerekmiyordu.
Arabaya binene kadar, korktuğunun başına gelmemesi için arabanın içine bakmamaya
çalıştı. Başardı da. Fakat koltuğa kurulup anahtarı yerleştirdiğinde, beyazlı adamın, “Görmeyeli nasılsın?” diyen sesini duydu. “Tabii ya, uyumuş olmalısın. Bense sabaha kadar sıkıldım
durdum. Saatlerdir seni bekliyorum.”
Metin gözlerini yumdu. Bebek gibi hüngür hüngür ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Tüyleri diken diken olmuştu. Dünya gözünün önünde bir o yana bir bu yana salınıyormuşçasına başı dönüyordu.
Kendini onun gittiğine o kadar inandırmıştı ki… Sanki dün gece hiç yaşanmamıştı.
Şimdiyse her şey başa dönmüştü; kâbus tekrar başlıyordu.
“Gitmeyecek misin?” diye hırladı Metin.
“Gidemem.”
“Öyle olsun,” dedi Metin. Aklında bir şeyler belirginleşiyordu. Arabayı tenha bir sokağa sürerken derin derin nefes alarak kendini yapacağı şeye hazırladı. Gözü koltuğun kenarındaki levyeye kaydı ve beyazlı adam da tam bu sırada konuştu: “Ne yapacağını biliyorum.
Durma, yap.”
Metin bu sözleri duyduğu anda harekete geçti. Artık tenha sokağa varmışlardı. Daha
önce burada bazı taksiciler gasp edilmişti; hırsızlar, gaspçılar ve hatta katiller arasında kullanılan bir suç mekânıydı. Metin de oradan biliyordu.
Levyeyi kaptığı gibi beyazlı adamı arabadan aşağı sürükledi. Yere yapışan adam hâlâ
gülümsüyordu. Metin’in korku ve öfkesi ayyuka çıkmıştı; levyeyi ardı ardına adamın göğsüne
geçirdi. Nihayet tatmin olduğunda nabzını kontrol etti. Ölmüştü.
Kendini taksiye attı. Kâbustan kurtulduğunu umuyordu.
*
*
*
O gün durağa gitti, tüm sorunları halletti ve içi rahat bir şekilde bütün gün direksiyon
salladı. Bir cinayet işlemiş olduğu için suçluluk duyuyordu fakat bu his pek yoğun değildi;
beyazlı adamın insan olmadığına neredeyse emindi.
O gece yaşananların ve sonraki sabah yaptıklarının tüm izlerini aklından silmek için
bütün gün çaba gösterdi. Beyazlı adam da ortaya çıkmadı.
Bugün gündüzcüydü; yevmiyeyi ve gazı çıkarmış, arabayı teslim etmiş hatta yancılık
yaparak bir miktar daha para kazanmıştı. Gece yatağa girdiğinde kendini çok iyi hissediyordu. Deliksiz bir uyku çekti.
48
illüstrasyon: Emrah ÇILDIR
GÖLGE | ÖYKÜ
*
*
*
Sonraki sabah apartmandan çıkıp da taksiye bindiğinde beyazlı adam yine yoktu. Dün
sabah olduğu gibi bugün de onun ortaya çıkacağını düşünüp korkmuştu. Sinirleri boşaldı ve
uzun bir kahkaha attı. Kalbi bu kez korkuyla değil mutlulukla atıyordu.
Yüzündeki saf gülümsemeyle durağa giderken yoldaki insanları gözledi. Ona gelmesini işaret eden yolcuları kabul edemedi, çünkü durağa gidip işleri halletmesi gerekiyordu;
ancak o zaman işe çıkabilir veya durakta sırasını bekleyebilirdi.
Aynayı düzeltmek için başını sağa çevirmişti ki koluna bir şey değdi. Bunun beyazlı
adamın giysisi olduğunu neden sonra fark edebildi. Kendini geri çektiğinde beyazlı adamın
geri geldiğini, yine ön koltukta oturduğunu gördü.
“Geri döndüm,” diyordu. “Ve bir daha gidemeyeceğim. Maalesef teklifimi kabul etmediler.”
Metin kendini beyazlı adamın ortadan kaybolduğuna o denli inandırmıştı ki, bir süre
dediklerini kavrayamadı. Dünyası başına yıkılmıştı sanki; bir kazan kaynar suyu başından
aşağı boşaltmışlar gibi hissediyordu. Bu ruh halindeyken bir kaza yapmamak için arabayı
yol kenarına çekti. “Kim neyi kabul etmedi?” diye sordu.
Korkarak bir şey elde edemediyse onun dilinde konuşmalıydı.
Beyazlı adam içini çekti. “Cezamın değiştirilmesini istedim. Boşu boşuna bir insanoğlunun hayatını zehir etmeyelim dedim. Ama teklifim sertçe reddedildi. Öyle olacağını tahmin
ediyordum gerçi, yine de şansımı denemek istedim. Olmadı.”
Metin gözlerini kısıp beyazlı adamı süzdü. “Nesin sen?”
“Ateş âleminden geliyorum. Sizin tabirinizle üç harflilerdenim. Yüz kızartıcı suçlardan
birini işledim. Cezam bir gölge yolcu olmak. Sen ölene dek, bindiğin her araçta ben de olacağım. İstesem de istemesem de…”
Metin boğazına bir yumrunun yerleştiğini hissetti. Beyazlı adam ona zarar vermeyecek
olabilirdi ama hayatını böyle sürdüremezdi. Yaşamı boyunca deli olup olmadığından şüphelenerek yolculuk edemezdi. Taksisi on senedir onun hayatıydı. Bundan vazgeçse bile, beyazlı
adam bindiği her araçta olacağını söylemişti. Otobüste bile onu takip etmek zorundaydı.
Böyle giderse çok geçmeden akıl sağlığını yitirirdi. Her şeyi gözünden çıkarmıştı artık:
Sadece beyazlı adamdan kurtulmak vardı aklında. Kararını vermesi pek uzun sürmedi.
“Buna bir son vermemi ister misin?” diye sordu.
Beyazlı adamın tavrı son derece açıktı. “Her şeyden çok… Sen yıllar boyu bir arabada
hapsolmak ister miydin?”
Metin içini çekti. “Ben ölürsem cezan sona erecek, değil mi?”
Beyazlı adam başını salladı. “Azat edileceğim. Sonsuza dek.”
Mithat arabayı çalıştırdı ve bir ara sokağa sapıp hızla ilerlemeye başladı. İlerledikçe,
buranın bir çıkmaz sokak olduğu belli oldu. Uzun asfalt yolun sonunda büyük beton bir duvar
vardı.
Araba giderek hızlanıyordu ve çıkmaz sokakta olmalarına rağmen Metin hızını kesmek
için en ufak bir çaba göstermiyordu. “Bu işi ikimiz için de bitireceğim,” diye mırıldandı. Ve
taksiyi duvara yani ölümün kucağına doğru sürdü. Özgürlük özlemiyle yanıp tutuşuyordu…
Ozancan DEMİRIŞIK : 12 Mart 1993 tarihinde doğdu ve kendini bildi bileli yazıyor. 2005’ten
beri Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü üyesi. İnternet üzerinde üç ayda bir yayınlanan Xasiork
Dergi’nin editörlüğünü üstleniyor. Önceleri “Genç Haberler” adlı internet sitesi ile “Beyaz
Kapı” adlı e-derginin de editörüydü. “Karalama” adlı öykü dergisinde “Seyirci” isimli öyküsü,
Yüxexes Karakalem dergisinin ikinci sayısında “Kuşatma” adlı öyküsü yayınlandı. Ejderhayurdu.com 1. Fantastik Hikâye Yarışması’nda birincilik ödülü aldı ve Xasiork 2006 Roman
Yarışması’nda jüri özel teşvik ödülüne layık görüldü. Geleceğe dair planlarının vazgeçilmez
adımı “yazmak, yazmak ve yazmak”tır.
50
GÖLGE | ÖYKÜ
LEJYON İDAMLARI
Hikmet Temel AKARSU
Lejyon askerlerinden oluşmuş müfreze, üzeri sarı samanla örtülmüş kerpiç evleri ateşe
vermiş, bütün köylüleri meydanda toplamıştı. Romalı komutan, yerinde duramayan doru atıyla dört dönüyordu. Komutanın atın terkisine doğru sarkan kırmızı pelerini bir oraya bir buraya
savruluyordu. Başındaki demirden miğferin püskülleri sallanıyor, göğüs kafesini sarmış zırh
sanki kasların gücüyle patlayacakmış gibi bir inip bir kalkıyordu. Manda gibi böğürüyordu
kumandan. Onun sesinden ürperen lejyonerler oradan oraya koşuşturuyor, alev alev yanan
meşaleleri fırlatıp evleri bir bir ateşe veriyorlardı. Köy meydanında toplanmış erkeklerden,
yaşı on altıyı geçenler oracıkta soyuluyor, ibreti âlem olsun diye tumanları indirilip oracıkta
taşakları kökünden kesiliyordu. Can havliyle çırpınan hadım erkeklerin bağırtıları arş-ı alayı
tutacak gibi olduğunda kısa Roma kılıçları ile oracıkta koyun gibi boğazlanıp susturuluyorlardı. Üstü üste yığılmış genç erkek bedenleri kan kızıla boyanmış, bir kırmızı gölet oluşturmuştu adeta.
Vahşet giderek çapını büyüttü. Katliama dönüşen köy baskınında seçicilik bir kenara
bırakıldı. Kısa zaman içinde, yanan evlerin boğucu dumanları ortasında toplanan halkın içinden yaşı on beşi geçen bütün erkekler yaşlı genç demeden boğazlandı. Orada da durulmadı
ve işe yaramayacakları için, yaşı otuzu geçen bütün kadınlar da koyun gibi boğazlandı oracıkta. Bunlara çirkinler, sakatlar, çıbanı, yarası olanlar, dişsizler, hamileler ve korkudan sara
tutmuş gibi titreyenler de eklendi. Çok zaman geçmeden, koca köyden geriye sadece 50-60
kadar genç kadın ila, 100-120 kadar kız ve oğlan çocuğu kaldı.
Oğlanlardan en güzel, en açık tenli, en sarı saçlı 10-12 tanesi seçilip bir kenara ayrıldı.
Lejyon hekiminin peşi sıra gelen üç-beş yaşlı asker onları aldı ve biraz ilerideki ağaçların
altına götürdü. Birazdan ciyak ciyak sesleri gelmeye başladı oğlanların. Çırpınmalarına aldırmaksızın birer birer hadım edildiler. İdrar yollarının açık kalması için kanallarına süpürge otu
sokulup yaralarına tütün basıldı. Üzerlerine birer beyaz entari giydirildi ve elbiselerinin önleri kan kırmızısına boyanmış olarak oracığa serildiler. Aralarından kaçının hayatta kalacağı
meçhuldü. Zaten bunu umursayan da yoktu. Hayatta kalanları saray hizmeti bekliyordu. Kan
kaybını durdurmaya çalışan doktor ve yardımcıları da, bir noktadan sonra kim ölecek kim kalacak diye bakmamaya başladı. Başlarına nöbetçi dikmediler. Halsizlikten oracığa yığılmıştı
bile oğlancıklar.
Şiddet, kalabalıktan seçilip ayıklanmış, okuması olan üç beş kişi ile, sırtımda taşıdığım
heybedeki parşömenlerden dolayı bana dönmüştü. Bizler bilgi sahibi olma ihtimali olan şüpheliler olarak ayrılmıştık. Sorgulanacaktık.
Lejyonerler köy meydanına doğru uzanan ağacın en kalın dalına bir ip attılar ve sırayla
sormaya başladılar:
“Söyleyin! İsyancılar ne yöne gitti?”
“Başlarında kim vardı?”
“Kaç kişiydiler?”
Tuhaf bir sorgulamaydı bu. Bugüne kadar gördüklerimin en tuhafı. Köyün ileri gelenlerinden olup, Pax Romana sınırları dâhilindeki köle isyanlarına destek olmakla suçlanan bütün köylüler sırayla kendilerine sorulan bütün soruları yanıtladılar. Hiçbiri en ufak bir direnme
göstermedi. İnanılır gibi değildi ama en ufak bir yalana bile sapmadılar. Öylesine bir korkuya
kapılmışlardı ki, tir tir titreyerek isyancılar hakkında kendilerine sorulmayanları bile anlattılar.
Hangisinin hangi köyden olduğuna, liderlerinin boyuna posuna, silah, ekipman ve koşumlarına kadar her şeyi anlattılar. İşin daha da garibi, anlatısını bitirip de nefes nefese kalmış her
52
illüstrasyon: Egek
GÖLGE | ÖYKÜ
köylü bir an susacak gibi olduğu anda hemen askerler tarafında ipe çekiliyor; oracıkta asılıyordu. Bir süre daha konuşacak olursa; “anlatabilecekleri önemli olabilir miydi?” filan diye
aldıran yoktu.
Bundan ders almış olarak değişik bir şeyler yapması gereken bir sonraki zanlı da bildiği her şeyi sayıp döküyor ve akabinde ipe çekiliyordu. Bu garip olay serisi süratle akıp
gidiyor ve önümde ipe çekilenlerin sayısı gitgide artıyor, sıra giderek bana geliyordu.
Önümdeki idamlıkların tükenmesi fazla uzun sürmedi. Arkamdan dürtülen bir mızrak
hamlesi ile darağacının bulunduğu yere itildim.
“Anlat bakalım Ferisi! İsyancılar nerede?” diye sordu Romalı komutan küstahça.
Benden önce idam edilenlerin gözümün önünde vuku bulan akıbetlerinden ilham alarak aynı yoldan gitmemeye karar verdim. Ayrıca bu şekilde karar vermesem ne olacaktı ki?
Ben bu sefil köylüler gibi isyancı köleler hakkında bilgi sahibi filan da değildim ki? Ben “Reddedilenlerin Vahiyleri”ni tebliğ etmek için diyar diyar gezerken tesadüfen yakalanmıştım bu
köyde. İsyancılar hakkında bir şey bilmiyordum ki! Ne anlatabilirdim ki Romalılara?
“Ben Ferisi değilim!” dedim Romalı komutana dönerek.
“Yaaa?” dedi Romalı subay: “Peki ya nesin sen? Okumuş yazmış birine benziyorsun;
ne arıyorsun bu ücra eyalette, bu ücra köyde? Söyle bakalım süfli keşiş! Casus musun yoksa
sen?”
“Ben casus değilim. Ben Mesih’im!” dedim kendimden emin bir şekilde.
Aniden kahkahayı patlattı subay. Ardından bütün müfreze askerleri kahkaha attı. İki
lahza önce kocaları, anaları, ataları katledilen yarı çıplak, kir pas içindeki halayık kadınlar bile
güler gibi oldu.
“Gülün, gülün,” dedim Romalı lejyonerlere bakarak; “Rabbin huzurunda da umarım
böyle gülebilirsiniz!”
“Vayyy be; Yahudiye’den sonra şimdi de burada; Avrupa’nın ortasında yeni bir Mesih
ha! Köle takımı sevdi bu mesihlik zırvasını!”
“Zırva demeniz büyük günah! Çarpılırsınız!” dedim soğukkanlı bir şekilde.
Bu kez hepsi koro halinde güldüler.
“Bu imparatorluk kaim olmaz! Yıkılır! Sizin gibi subaylar da forsa olarak satılır!” dedim
ansızın tüm cesaretimi toplayarak.
Bir lejyoner kılıcını çekip atıldı; tek vuruşluk bir darbe ile kellemi indirecekti ki komutan
haykırdı:
“Dur!”
Lejyonerin kılıcı havada asılı kaldı.
“Sen bir Roma subayı ile böyle konuşma cesaretini nereden bulabiliyorsun?” diye sordu komutan burnumun dibine kadar gelerek.
“Rabbin melekleri ile konuşuyorum da senle mi konuşamayacağım?!” dedim cesaretle.
“Kimmiş bu senin Rabbin? Yahudiye’nin Rab Yehova’sı gibi biri mi yoksa?”
“Saygılı konuşmuyorsun! Cezan büyük olacak!” dedim.
“Sefil keşiş ben bir Roma lejyon subayıyım! Ben ceza almam, ceza dağıtırım! Hükmüm
kudretli imparator Caesar (Sezar)’ınki kadar geçer bu yerlerde! Hele bu ücra eyalette; Tanrı
benim! Anlıyor musun süfli keşiş! Tanrı benim!”
“Tanrı olsaydın el kadar çocukları iğdiş etmezdin! Merhametli olurdun!”
“Onların hayatları kurtuldu! Ölmekten kurtuldular ve saray hizmetine alınacaklar! Hayat boyu yokluk yoksulluk görmeyecekler!”
“Senin gibi mi?”
“Ne demek istiyorsun sen küstah keşiş!”
54
illüstrasyon: Egek
GÖLGE | ÖYKÜ
“Sorum açık değil mi?”
“Değil!”
“Daha açık söyleyeyim! Sen de saray hizmetindesin ve yokluk yoksulluk görmedin.
Yoksa sen de mi hadımsın?”
“İşte bunu söylemeyecektin rezil keşiş! Ölüm fermanını kendin yazdın! Son duanı et!”
dedi ve kılıcını çekti Romalı subay!
Tam kılıcını kelleme indirecekti var gücümle haykırdım:
“Öyle değilsen göster! Gösteremezsen bil ki; ben burada ölüp gideceğim ve bir daha
asla gösteremeyeceksin! Bütün Roma ordusu seni hadım bilecek!”
“Suusss rezil!”
“Belki de bu hoşuna gitmiştir. Belki de geceleri cins-i latiflerle değil lejyonerlerle halvet
oluyorsundur? Belki sen o yüzden bu kadar vahşisin! Sen erkek değilsin! Olsaydın şimdiye
çoktan gösterirdin!”
“...!”
Sinir oldu subay. Kılıç elde; dondu kaldı. Yaydığım kuşkunun uzun vadede başına neler
açacağını bilebilecek bir zekâsı vardı. Bana pis pis bakıp kılıcını yana attı. Pelerinini boynundan çıkardı. Manda gönü kayışlarını ve zırhlarını söktü. Herkes donmuş ona bakıyordu. Erkek
olduğunu kanıtlamak için bu zırvaya boyun eğmesini anlayamıyorlardı. Ama ben anlıyordum.
Bu noktadan sonra onu göstermeden beni öldürecek olursa yaşadığı sürece alnına sürdüğüm leke orada kalacaktı. Asla bir erkek olarak görülmeyecek hep kuşkuyla karşılanacaktı.
Bir Romalı bunu anlayabilirdi. Bunun getirebileceği maliyetleri de kuşkusuz. O yüzden yol
yakınken bu kuşkuyu ortadan silmek gerekiyordu. Göstermekle ne kaybederdi ki?
Kayışlarını söktü Romalı lejyon subayı. Manda gönü parçalı eteğini sıyırdı yere bıraktı.
Sandallı ayağını yukarı çekip tek hamlede tumanını sıyırdı. Hacetleri tüm görkemiyle görüntüye girdi.
“Oldu mu? Şimdi gördünüz mü? Beğendiniz mi?” diye haykırdı Romalı subay hacetlerini tutup göstererek.
Başında püsküllü subay miğferi varken, çırılçıplak turalamaya, kadınlara göstermeye
başladı hacetlerini. Bu konuda kimsede kuşku kalmasın istiyordu.
Tam o sırada tepelerde beliren isyancı köle orduları binlerce kişilik bir çapulcu gücü ile
“Hurraaaahhhh, Hurraaahhhh!” diye haykırarak hücuma kalktı. Çırılçıplak yakalanan Romalı
subay ne yapacağını şaşırdı. Panik içinde giyinmeye davrandı. Saldıran gücün büyüklüğünü gören müfreze lejyonerleri atlarına atladıkları gibi topukladılar. Dörtnala kaçtılar. Kocaları, anaları, babaları katledilmiş köylü kadınlar ve çocuklar ve dahi ben atılıp Romalı subayı
kıskıvrak yakaladık. Barbar orduları katliama uğramış köye vardığında her şeyi hazır buldu.
Seçilmiş yarı çıplak 50-60 güzel kadın, hadım edilmiş 10-12 oğlan, 100-120 kadar köle olarak
yetiştirilecek sağlıklı çocuk ve çırılçıplak ortalarda koştururken enterne edilmiş bir Romalı
subay.
Onun bu hali barbar isyancıların çok hoşuna gitti. Bunca kadın, kız, kızan, hadım dururken hepsini bir kenara bırakıp zevk için köy meydanında sırayla Romalı subaya livada ettiler. Boyunduruğa vurup ellerini, ayaklarını zincirlediler ve bunca güzel kadına bakmaksızın
sırayla hepsi Romalı’yı düzdüler.
Bu durum karşısında ben paçayı sıyırmış mıydım? Ne gezer? Yeni gelenlerin ilk işleri
beni sorguya almak olmuştu. Sayemde, tek bir zayiat vermeden bir Roma müfrezesini püskürtmüşlerdi. Buna rağmen kemiksiz et olarak önlerine sunulmuş bunca kadının, ganimetin tadını çıkaracaklarına benle uğraşmayı seçmişlerdi. Bunu onlara sağlayan şu fakir benle
uğraşıyorlardı. Aynı Romalılar gibi davranıyorlardı. Casus olduğumu iddia ediyor, öğretimle
alay ediyor, Rabbime hakaret ediyor ve idamla tehdit ediyorlardı. Yeni bir muktedirler gücüne
56
hesap veriyordum şimdi; yeni bir darağacının önünde...
Emindim ki bundan da sıyıracaktım. Rabbin inayetiyle.
Rab kötüleri takip eder. En kötü oldukları anda helak eder. O güne kadar bekler öyle
helak eder.
Rab reddedilenleri korur ve mamur eder. Rab ezilenlerin, zayıfların, mağdurların, mağlupların yanındadır. O yüzden isyancı köleler, sureti haktan gözüküp, köle isyanlarını başlatmaktan dolayı erdemli bilinmiş olsalar da “Reddedilenlerin Mesihi”ni bir darağacının önünde
sorgulamanın cezasından kaçamayacakları kesindi artık. Onlara mağfiret yoktu artık küre-i
arz üzerinde.
Spartaküs’ün de sonu böyle olmamış mıydı?
Mesel şudur ki aziz karilerim; muktedirliğe erişen aslını unutmamalıdır o yüzden. Bunu
unuttuğu lahza Rabbin melekleri gökten yere iner ve gerekenleri eder eyler.
Tıpkı Spartaküs’e de edip eylediği gibi.
Tıpkı beni bu azmış barbarların elinden biraz sonra çekip alacağı gibi.
Hikmet Temel AKARSU : Romancı, öykücü,hiciv ve oyun yazarı Hikmet Temel Akarsu 1960 Yılında Gümüşhane’de doğdu. İTÜ Mimarlık Fakültesini bitirdi. Mimarlık yapmayıp, yaşam düşü
olan yazarlığa kendini adadı. Deneme, makale, eleştiri, oyun ve senaryo yazarlığı da dahil olmak üzere edebiyatın hemen tüm alanlarında ürün verdi. Sadece seri romanları değil, hiciv ve
eleştiri yazıları da toplumda yankı buldu. Ülkemizin zor yıllarını anlattığı romanları belleklerde
hüzünlü tatlar bıraktı. Kayıp Kuşak, İstanbul Dörtlüsü ve Ölümsüz Antikite gibi roman serileri
saygın yayınevlerince kitaplaştırıldı. Yazıları Varlık, Gösteri, Radikal Kitap, Cumhuriyet Kitap, Yasak Meyve,Yüxexes gibi saygın dergilerce yayınlandı. Bir dönem köşe yazarlığı yaptı.
“Çalınan Tez” adlı radyo oyunuyla TRT’den ödül kazandı. Öyküleri “Babalar ve Kızları” adıyla
2005 yılında İnkılap Yayınları ve Dekadans Geceleri adlıyla Varlık Yayınları tarafından 2008
Yılında yayınlandı. İlk gençlik kitabı Can Yayınları’nca 2006 yılında “Güzelçamlı’nın Kayıp
Panteri” adıyla yayınlandı. “Taşhan” adlı radyo oyunu 2006 temmuz ayında, Yurtdışı Sevdası
adlı radyo oyunu ise 2008 Mart ayında sekizer bölüm halinde TRT Radyo 1’de tefrika edildi.
Özgürlerin Kaderi adlı tarihi romanı 2008’de Nefti Yayıncılık’tan çıktı.
GÖLGE | ÖYKÜ
ÖLÜM KISA BİR AYRILIKTIR
Erol ÇELİK
17 NİSAN 2008
CANIM
Her şeyden önce, seni ilk gördüğüm günden beri çok seviyorum ve Allah izin verirse
ölümden sonra da seveceğim. Sen benim canımsın. Bunu tam olarak bilmelisin ve kesinlikle
şüphe etmemelisin. Belki biraz aptalca olacak ama eğer benim sevgime en ufak bir şüphe
duyuyorsan, mektubun geri kalan kısmını okuma.
Seni ne kadar çok sevdiğimle ilgili hiçbir olumsuz düşüncen olmadığına çok sevindim.
Bu benim için çok önemliydi.
Bu mektup bir af dileme mektubu değil, aksine ne kadar aptal olduğumu ve bunu ne
kadar geç fark ettiğimi açıklayan bir mektuptur. Sonuna kadar okuduğunda bunu daha iyi
anlayacaksın.
Yaşadığım veya yaşadığımız onca şeyi şöyle bir gözden geçirdiğimde, her şeyi anladım. Ne kadar aptalmışım. Sadece aptal denemez bana, daha doğrusu benim yerimde olan
birine ne ad verilir onu bile bilmiyorum. En basiti, senden asla şüphelenmemeliydim. Nasıl böyle bir ahmaklık içine düştüğüme inanamıyorum. Evet, sevgilim senden şüphelendim.
Bunu itiraf etmek bana inanılmaz bir acı veriyor, ama her şeyi açıklamalıyım ki, sende her şeyi
anlayabilmelisin.
Kendimi asla affetmeyeceğim. Şunu da biliyorum ki, sende bu mektubu okuduğunda
beni affetmeyeceksin. Bunu hak ediyorum. Yemin ederim hak ediyorum. Her şeyi burada
yazacağım ve nasıl böylesine bir hataya düştüğüme bir kez daha kahrolacağım. Kendimi
cezalandırdığımda, sende beni anlayacaksın. Eğer anlamazsan bile, bunun bir önemi kalmayacak.
Sen değildin tatlım lanetli olan, bendim. Allah kahretsin ki bunu ancak, sen bu duruma
düştüğün an anlayabildim. Ah canım, beni asla affetmeyeceksin biliyorum. Bende kendimi
affetmeyeceğim.
Biz birbirimiz için yaratılmıştık. Yanlış olan bir birimizi sevmemiz olamazdı. Bu dünyada hiçbir şey yolunda gitmez, hiçbir şey mükemmel olamazdı. Dünyanın tekrar adaletsiz
düzeninin geri gelmesi için, bizim aşkımızın bozulması gerekiyordu ve olanlar oldu. Sonuna
kadar direndik, her koşulda bir birimizi çok sevdik. Yaşam bizim hayatımızı mahvederken, biz
inatla aşkımızı koruduk. Yenildik mi? Bilmiyorum ama bizim sonumuz bu olmamalıydı. Buna
daha fazla dayanamayacağım. Sana daha fazla acı çektirmeyeceğim. Söz veriyorum.
Sadece sen bu mektubu sonuna kadar oku.
Ama unutma bu aşk asla bitmeyecek. Her kim engel olursa olsun. Tanrı bile.
Neler söylediğimi anlaman için her şeye baştan başlıyorum. Bana hak verip vermemekte özgürsün. Sadece şunu anlamanı istiyorum, yaptıklarım seni üzmek için değil, haklı
olduğumu anlaman içindir. Asla üzülme. Bu istediğim en son şey olur.
Ve şunu da asla unutma aşkım, bu aşk asla bitmeyecek. Sadece kısa bir ara vereceğiz.
Şimdi hayatımızı şöyle bir gözden geçirelim, böylelikle çektiğimiz acıların suçlusu kim
58
anlayalım. Tabi ki suçlu aramıyorum ama yinede yaptığım hatayı, çektiğimiz çileleri, daha
doğrusu neler olduğunu daha iyi anlamamız için bu şart. Her şeyi tekrar hatırlamak sana bir
kez daha acı verecek ama sevgilim sana söz veriyorum, bu seferki son. Son kez.
Seni çok seviyorum. Ve biliyorum ki benimkisi kesinlikle karşılıklı bir sevgi. Bunun için ve her
şey için sana teşekkür ediyorum.
Kim bilir yaptığım bu şeyle bütün bu lanetten kurtulur ve kısa bir süre sonra her şeyin
daha güzel olmasını sağlarım. Kim bilir?
AŞKIM
17 NİSAN 1978 sabahı tanıştığımız dakikada dünyanın huzuru kaçmaya başlamıştı bile.
Hatırlıyorsun değil mi canım, o güzel sabahı. Ben çok iyi hatırlıyorum. O sabah sürdüğün
hafif koku hala burnumda. O güzel gözlerin hala gözlerimde. O güzel gülüşün ise hala dudaklarımda. Sen kanımı ateşleyen bir mutluluk olarak girdin hayatıma. Her şeyi çok iyi hatırlıyor
ve özlemle o taptaze günleri özlüyorum.
İşte on yedi nisan sabahında başlayan büyük aşkımızın inanılmaz öyküsü bu anlatacaklarım.
Seni ilk gördüğüm saniyeden beri çok sevdim. Sen benim için hava kadar vazgeçilmez
oldun. Yemin ederim bu böyle ve soluk aldığım son saniyeye kadarda öyle olacak. Allah izin
verirse ölümden sonrada seni sevmeye devam edeceğim. Gerçi izin vermese de değişen
hiçbir şey olamayacak. Belki diyorum ölümden sonra her şey normale döner ve huzurlu bir
şekilde aşkımıza devam ederiz.
Unutma bizim aşkımız asla bitmeyecek bu her neye mal olursa olsun.
En iyi dostumu seninle tanıştığım günün akşamı kaybettim. Senin hayatıma girmenle
sevinirken, onu kaybetmenin acısı beni aptala çevirmişti. Sen onu hiç tanıyamadın ama tanımanı çok istediğimi her seferinde sana söylemişimdir. Kesinlikle onu çok seveceğine emindim. Ama şimdi daha iyi anlıyorum, ölüm bir kayıp değildir, sadece kısa bir ayrılıktır. Bunu
çok iyi anlamanı istiyorum. İnan bana ölüm sadece kısa bir ayrılıktır.
Tanışmamızdan kısa bir süre sonra birlikte olmaya başladık. Sevgili değil de daha çok
bir birini tamamlayan iki arkadaş gibiydik. Beraber sinemaya gidiyor, en güzel dakikaları beraberken yaşıyorduk. Hatırlarsın elbette asla ayrı ayrı yemek yiyemiyorduk. Boğazımıza düğümlendiğini bir birimize fısıldıyorduk.
Gariplikler ilk günden başlamıştı. O zamanki arabamı hatırlarsın. Sende çok seviyordun onu. Dört yaşında kırmızı bir Tempra’m vardı. Biz ne zaman onunla bir yere gitsek, her
seferin bizi yarı yolda bırakıyor, huysuz bir çocuk gibi yapmadığını bırakmıyordu. Oysa sensizken asla sorun çıkarmadığı için çok utanıyordum. Kıskanıyor seni derdim. Sende o güzel
gülüşünle kahkahalar atardın.
O yıl amma da çok ölüm haberi almıştım. Hatırladığım kadarıyla, iki arkadaşımı, büyük
babamı ve bir iki tane akrabamı kaybetmiştim. Acısıyla tatlısıyla hep yanımda oldun. Tabi senin başına da birçok kötü olay gelmişti. Ölüm var mıydı hatırlayamıyorum ama durduk yere
bacağını kırman beni o kadar üzmüş ki hala çok iyi hatırlıyorum.
Daha birçok kötü şey oldu ama sanki herkesin başına gelen doğal şeyler gibiydi. Sadece kötü
bir yıldı. Senin dışında.
Aradan tam bir yıl geçti ve yine on yedi nisanda sana evlenme teklifi ettim. Sanki dünyaları sana vermişler kadar çok sevindiğini bu gün gibi hatırlıyorum. Ne kadar şanlı olduğu-
illüstrasyon: Volkan KURUT
mu düşündükçe asıl dünyaların benim olduğunu düşünüyordum.
Tam gece yarısında güzel bir yüzükle sana yaptığım teklifi, hiç tereddütsüz gözyaşlarına boğularak kabul etmiştin. Hayat sanki bir rüya gibiydi bizim için. Yaşanıyordu ama inanılması güç bir masal gibi pusluydu. Sabaha kadar oturup gelecekle ilgili planlar kurduk ve ne
kadar mutlu olacağımızla ilgili bir medyum gibi sohbet ettik.
On yedi nisan bin dokuz yüz doksan dokuz sabahı saat altı otuzda cep telefonum çalmıştı ve korkunç haber evlenme teklifimin üzerinden altı buçuk saat sonra sinsice gelmişti.
Dayımı bir otobüs kazasında kaybetmiştim. Çok severdim dayımı. İş sebebiyle devamlı şehir
dışında olduğu için onu çok fazla göremezdim ama her gördüğümde çocuk gibi sevinirdim.
O benim en değerli varlıklarımdan biriydi ve onu tanışmamızın birinci yıl dönümünde kaybetmiştim.
Ama ölüm bir kayıp değildir sevgilim sadece kısa bir ayrılıktır.
İkinci yılımızda da kötülük peşimizi bırakmadı. Tabi her zaman kötü şeylerde olmuyordu. Aşkımız gün geçtikçe güçleniyor, sevgimiz bütün kötülükleri görmememiz için gözümüze
perde çekiyordu. Babamın şirketini kaybettiği yılda o yıldı. Maddi sıkıntılarda yaşamaya başlamıştık. Ağabeyim karısından boşanmıştı. Hani kötü bir şeyler olmaya başladığında diğer
bütün kötülüklerde sıraya geçerdi ya, aynı öyle oluyordu. Şimdi hatırlayamadığım bir sürü
kâbus dolu günler. Ama bizim aşkımız hepsinin acısını dindirecek kadar kuvvetliydi. Sana
olan sevgim o kadar kuvvetliydi ki hiçbir kötülüğü düşünmüyordum. Ne sebebini nede acısını. Tek düşündüğüm sendin. Kader diyip geçmekten başka hiçbir şey yapmıyordum. Sen
vardın ya yanımda, ardımda dünya yansa umurumda değildi.
Ailelerimiz asla anlaşamıyorlardı. Hiç sevmediler birbirlerini. Ama aşkın tek kuralı oluyordu. Kalbimizin tek bir şey için attığını anlayamıyorlardı. Hatta o zamanlar, bizi kıskandıklarını bile düşünürdüm. Yoksa neden bizi anlamakta zorlansınlar ki. Kendi ailemin yaşadığım
aşkı kıskandığını düşünecek kadar seviyordum seni.
Ne zaman seninle mutlu bir gün geçirip akşam eve gelsem mutlaka kötü bir şeyler oluyordu. Sende yanımda olmayınca inanılmaz keyfim kaçıyor kendimi savunmasız hissediyordum. Çünkü yanımda olsan hiçbir şeyi umursamayacağımı biliyordum. İşte öyle bir gecede
bundan sonra hep senin yanında olmaya karar verdim ve evliliğimizi hızlandırdık.
On yedi nisan iki bin. Düğünümüzün olduğu gün. İşte o günün akşamı, Allah kahretsin
ki senden şüphelenmeye başladım. Binlerce özür dilerim ama senden şüphelenmeye o akşamdan sonra devam ettim.
Ta ki üç ay öncesine kadar.
Senden şüphelendim ama asla sevgimde en ufak bir azalma olmadı. Aksine bu kötülüğü sevgimizle, aşkımızla, sıcaklığımızla yok edebileceğimize inandırdım kendimi. Ama asla
hiçbir şey yolunda gitmedi.
Düğün günümüzü sende çok iyi hatırlayacaksın. Bütün akrabalarımız gelmişti. Muazzam bir kalabalıktı ve sen onca insanın arasındaki prensestin. Benim meleğim. Hiç gözümün
önünden gitmiyor. Salınışın, insanlarla konuşman ve hatta göz kamaştıran gülüşün. İnan
bana şu an kalbim öylesine sızlıyor ki... Bir an acaba mektubu yazmaktan vaz mı geçsem diye
düşünüyorum.
Hatırlıyor musun? Nikâh memuru bana, söylemek istediğim bir şey olup olmadığını
sormuştu. Bende, ‘Allah izin verirse ölümden sonra bile seveceğim.’ Demiştim. Salondaki
herkes bir anda susmuş ve benim ağzımdan çıkan kelimeye kilitlenmişlerdi. Bu kadar mutlu
bir günde ölümden bahsetmek olmazdı ama ben bir an nikâh memurunun elindeki mikrofonu
GÖLGE | ÖYKÜ
kapıp, seni benden ölümün bile ayıramayacağını haykırmak istemiştim. Çılgınlık ancak bu
kadar ince bir çizginin ardındaydı.
Nikâh memuruna ikimizde evet dediğimizde, salondaki kalabalığın arasından bir çığlık yükselmişti. Önce neler olduğunu anlayamamıştım ama çığlıklar bir birini izleyince korkmuştum. Neler olduğunu anlamak için çığlıkların ortasına daldığımda, bütün dünya başıma
yıkılmıştı. Babam yerde yatıyordu. Elleri kalbinin üzerinde kilitlenmiş, yarı mutlu yarı hüzün
dolu bir gülümsemeyle öylece yerde duruyordu. Ölmemişti. Sadece bana öyle bir bakıyordu
ki içim parçalanmıştı. Eğildim. Çünkü bana bir şeyler söylemeden ölmek istemiyordu bunu
anlayabiliyordum. Ona iyice sokulduğumda, babamın son sıcak nefesiyle sesini duydum.
‘Oğlumun en mutlu anını gördüğüm için çok mutluyum.’ Bunu mutlu olan tarafıyla söylemişti
ama son sözleri bu olmamıştı. ‘İnsanların sırtı dönükken ölmek çok kötü oğlum ben bunun
için yaşamadım.’ Ve sustu. Sonsuza kadar.
Ölüm kısa bir ayrılıktır.
Onu çok özledim.
Babamın ölümünün ardından bu hastalıklı düşünce beynime bulaşmıştı. Senin lanetli
olduğunu düşünüyordum. Birlikte olmaya başladığımızdan beri her şeyimi kaybediyordum.
Ama sana olan aşkım gün geçtikçe çığ gibi büyüyor, beni inanılmaz mutlu ediyordu.
Evliliğimizin ikinci yılında annemi kaybettim. Bir sene sonra sen babanı kaybettin. Ne kadar
garip değil mi? Bizim ardımızdan iki yıl sonra kız kardeşimde evlenmiş ama ilk çocuğunu
düşük yapmıştı. En az babam kadar çok üzüldüğümü hatırlıyorum.
Evimizin dışında hayat sanki kötü bir kansere yakalanmış gibiydi ve soluğu kokuyordu. Ama seninle baş başayken, evimizin içinde her şey o kadar mükemmeldi ki.
Üçüncü yılımızda çocuğumuzun olamayacağını öğrendik. Sen yıkılmıştın bense bitmiştim. Bir çocuğu o kadar istiyordun ki bu arzunu anlatmaya sayfalar yetmez. Ve bu senin
hakkındı. Seni bir çocuk sahi yapmak için neler yapmazdım ama sebebini kendimce çözmüştüm o zamanlar. Senin lanetli olduğuna inanıyordum. Şimdi bu düşüncemi cezalandırmak
için ne yapacağımı bilmiyorum. Umarım beni affedersin en azından biraz anlamanda yeter.
Ama bunu da yapmaya bilirsin.
Onuncu yıldönümümüzde yani on yedi nisan iki bin on da benim ailemden sadece kız
kardeşim kalmıştı. Oda pek mutlu bir yaşam sürmüyordu. Annem, babam, ağabeyim ve birçok akrabam kısa bir ayrılık için bu dünyayı terk etmişti.
Hayatımız boyunca pek refah içinde yaşayamamıştık. Hangi işe elimi atsam kurumuş,
hangi yöne dönsem solmuştu. Aç kalmamıştık elbette. Zaten evimize girdiğimizde, kendi
dünyamızda olduğumuzda o kadar mutluyduk ki, bir birimize o kadar özen gösteriyorduk ki
bütün kötülükleri kapının dışında bırakmayı başarıyorduk.
Senin lanetli olduğunu düşünüyordum ama asla seni sevmemek gibi bir şeyi aklıma
bile getirmiyordum.
Fazla uzatmayacağım. Ne seni üzmek için nede suçumu paylaşmak için yazıyorum
bunları. Sadece bana biraz hak vermeni istiyorum.
Seninle tanıştığımdan bu yana tam otuz sene geçti. Ben sana hala ilk günkü gibi aşığım. Ama yüreğimde öylesine büyük bir acı var ki buna artık dayanamayacağım. Çünkü ben
çok büyük bir hata yaptım. Yirmi sekiz yıldır evliyiz ve ben bu yıllar boyunca hep senin lanetli
olduğuna inandım. Sevgimizle bu laneti kıracağımızı zannettim. Ama yanıldım. Bunu üç ay
önce anladım. Ben ne kadar aptal bir adammışım. Ben ne kadar hain bir insanmışım. Hayatında sevdiğini mutlu etmekten başka bir şey düşünmeyen bir kadın hakkında bu kadar korkunç
62
illüstrasyon: Volkan KURUT
GÖLGE | ÖYKÜ
bir şey düşündüm.
Asla kendimi affetmeyeceğim.
Çok üzüleceksin biliyorum ama söylemek istiyorum. Keşke her şeyi daha önce fark
etseydim. Belki seni biraz daha fazla sevebilirdim ve acı çekmeni engelleyebilirdim.
Annemi, babamı ve ağabeyimi çok özledim.
CANIM
Ne olur beni affet. Hem düşündüklerim için hem de yapacağım şey için. İnan bana çok
düşündüm. Seni biraz daha fazla nasıl mutlu edebilirim diye ve sonunda geçte olsa buldum.
Sen lanetli değildin aşkım, lanetli olan bendim.
Eğer lanetli olan sen olsaydın o Allah’ın belası kansere yakalanan ben olurdum ve ben
ölümü beklerdim. Bendeki ne büyük bir lanetmiş ki bütün sevdiklerimi elimden teker teker
aldı. Ta ki en sevdiğim varlığa sıra geldi. Buna izi vermeyeceğim sevgilim.
Bu aşk asla bitmeyecek.
Senden önce öleceğim ve Allah’a yalvaracağım, ondan izin isteyeceğim, üzerimdeki laneti alması için her şeyi yapacağım. Eğer kabul ederse, sana öbür tarafta çok güzel bir dünya
hazırlayacağım. Her şeyin mükemmel olmasını sağlayacağım.
Ölüm kısa bir ayrılıktır bir tanem. Sakın korkma ve her şeyi halletmem için bana biraz
zaman tanı. Unutma asla ayrılmıyoruz.
Hem böylelikle bütün sevdiklerimiz yanımızda olacak. Lanetsiz bir yaşam süreceğiz.
Hep mutlu edeceğim seni. Sana söz veriyorum.
Özür dilerim aşkım...
Ölüm kısa bir ayrılıktır...
Seni orada mutlu bir hayatta bekliyorum...
Şimdilik hoşça kal...
Aşkım...
Bir tanem... Erol ÇELİK : 1973 Artvin doğumlu. Düzce M.Y.O Elektronik mezunu. 1995 - 1999 yılları arasında, Star TV radyolatrından Joy Fm, Süper Fm ve Lokum Fm de program sunuculuğu ve
yapımcılığı yaptı. NTV’de ses operatörü olarak 6 yıldır çalışıyor.
HEYULA isminde 9 adet öyküden oluşan bir kitabı yayınlandı. İkinci kitabının hazırlıkları bitti
ve şu an basım aşamasında. Ayrıca yazmış olduğu öykülere kısa filmler çekiyor. İlk filmi Vasiyet, ikincisi Sandıklı Gelin Efsanesi’dir.
64
KARA KAPLI KİTABIN LANETİ
Gökcan ŞAHİN
Giriş
Kara Kaplı Kitap uzun bir dinlenme döneminden sonra ilk kez 2008 yılında Kuzey Taşkara isimli bir gencin eline geçti. Bir kitapevinde bu lanete sahip olan Kuzey, evinde kendi
hayatını anlattığını gördüğü kitabın son satırlarını okurken vahim bir kaza sonucu hayatını
kaybetti.
Kara Kaplı Kitap, Kuzey’in diğer bütün eşyalarıyla birlikte memleketine, ailesine yollandı. Babası onu İstanbul’dan gelen diğer tüm kitaplarla birlikte oğlunun eski kitaplığına
yerleştirdi. Üç yıl boyunca kitabın yüzüne bakan olmadı. Ölümünden sonraki üçüncü yaz
Kuzey’in ufak kuzenlerinden Sinan, Kuzey’in odasını gezerken kitabı gördü, ödünç aldı ve
ertesi gün okurken boğazına kaçan bir kayısı çekirdeği sebebiyle boğularak öldü. O sırada
yaptığı şey kayısı yerken bu inanılmaz kitabın sonunu okumaktı.
Sinan’ın ailesi kitabın Kuzey’e ait olduğunu bilmiyorlardı, bu nedenle tüm kitaplarıyla birlikte onu da sahaflara sattılar. Kitapları alan sahaf iki gün sonra kalp krizinden öldü.
Doğrusu neden öldüğü tam olarak anlaşılamadı; ama en büyük ihtimal kalp kriziydi. Nitekim
adam yetmiş üç yaşındaydı. Sonuçta sahafın tüm kitapları oğluna kaldı. Oğul da sahaflıktan
anlamadığı ve kitapların paralarıyla yeni bir iş kurabileceği umuduyla tüm kitapları elden
çıkardı. Kara Kaplı Kitap’ı satın alan, bu kez öyküleri pek çok dergide yayınlanmış genç bir
yazardı. Onun, bir trafik kazasında hayatını kaybetmesi, hayranlarını çok üzdü. Aslında tek
istediği uzun bir kırmızı ışıkta yeni aldığı ikinci el kitaba göz gezdirmekti.
Kitabın sonraki sahibi, genç yazarın üç aylık nişanlısıydı. Müstakbel kocasından on gün
sonra onun da hayatını kaybetmesi, nişanlısını çok sevmesine bağlandı. Öldüğünde elinde
olan kitap kimsenin umurunda değildi. Kitap genç kızın annesi tarafından kaldırılıp bir sandığa kilitlendi ve eski bir malikânenin çatı katına konuldu. Orada yirmi üç sene kaldı. Dünya
çapındaki bir nükleer savaşta malikânenin çatısı uçunca kitap da parçalanan sandıktan uçtu.
O sırada yüzlercesi atılan atom bombalarından birinin yarattığı nükleer rüzgârla kilometrelerce taşındı.
İki yüz elli yıl sonra her şeye yeniden başlamış, kıtaları bile değişmiş bir dünyadaki,
ateşi yeni yeni öğrenen mağara adamlarının eline geçti. Onlar okuma bilmiyorlardı; ama kitaptaki şekillerin kendi hayatlarını anlattıklarını öğrendiler ve bu çok hoşlarına gitti. Ta ki
kitabın sonuna bakmaya karar vermelerine kadar.
-1
Mağara adamlarının kitabı bulmalarından yedi bin yıl sonra; bazen ortaya çıkan, bazen
kaybolan Kara Kaplı Kitap tekrar yeryüzüne çıkmaya karar verdi.
Yeni Dünya’nın en güçlü devleti Ro İmparatorluğu’nda iki hazine avcısı tarafından birkaç küp altınla birlikte bulundu. Genç defineci Soday onlarca kitap okuyarak beynini geliştirmiş birisiydi, bu kitabı da hemen o almak istedi. Belki de yüzlerce yıl öncesinden ilginç bilgiler bulacaktı. Diğer define avcısı Poraar altınları görmenin sevinciyle bırakın itiraz etmeyi,
kitabın yüzüne bile bakmadı.
“Al senin olsun,” dedi sadece. Soday kendine düşen altınları belindeki beze dolayarak
kitaba göz gezdirmeye karar verdi. Poraar ise çimlerin üzerine uzanıp kucağındaki altınlarla
yorgunluğunu atıyordu.
Kitabın simsiyah kapağı göz alıcıydı. Önce kapağın sadece bu kara kartondan oluştuğunu, hiçbir yazı içermediğini sandı Soday. Ama öyle değildi. Kitabın ön kapağını güneşe
illüstrasyon: Ayla AY
yöneltince parıldayan yazının farkına vardı. Ro dilinde “Kara Kaplı Kitap” yazıyordu. Ama
üzerinde yazar adı falan yoktu. Zaten o devirde yazarlar kendilerini pek açığa çıkarmak istemezlerdi. Kendi isimlerini kitapların içinde bir yerlerde şifreli bir şekilde yazarlardı. Bu nedenle Soday kapaktaki tek yazının kitabın ismi olmasına şaşırmadı. Arka kapağın tamamen
yazısız olduğundan da emin olunca içine göz gezdirmeye karar verdi. Ama Poraar’ın sesi onu
engelledi.
“Ro askerleri değil mi şunlar? Bizi burada görmesinler, çabuk tüyelim,” dedi. Etrafta
devriye gezen güvenlik askerleriydi Poraar’ın gördüğü. Altın bulduklarını fark ederlerse onları sağ koymazlardı. Para için her şeyi yapacaklarını biliyorlardı. Poraar kucağındaki altınları
çabucak toparladı, kazma küreği orada bırakarak, ağaçların arasına doğru koştu. Soday zaten altınları önceden toparlamış olduğundan Poraar’dan önce bir ağacın tepesine çıkmıştı.
Poraar iki dakika sonra yanına geldiğinde istemsizce kahkaha attılar. Bu hem altınları bulmalarının sevinciydi, hem de askerlere görünmeden kurtulmalarının.
Poraar babacan bir şekilde Soday’ın sırtına vururken az kalsın onu aşağı düşürüyordu.
Son anda giysisinden yakalayıp dengesini kaybetmesini engelledi. Bunun üstüne tekrar gülmeye başladılar.
Bir süre sonra kahkahalar yerini hüzünlü düşüncelere bıraktı. Poraar altınları tamamen
unutmuş gibi görünüyordu. Ağacın dalında sessiz sessiz otururken Soday onun ne düşündüğünü biliyordu.
Beş sene kadar önce Poraar’ın köyü vergileri zamanında ödemedikleri için Ro askerleri tarafından baskına uğramıştı. Köyün erkekleri baskına karşı direnişle cevap verince Ro
askerleri acımasızca tüm kadın ve çocukları kılıçtan geçirmiş, erkekleri ise ağır işlerde çalıştırmak için krala esir olarak götürmüşlerdi. Kılıçtan geçirilenler arasında Poraar’ın karısı ve
üç çocuğu da vardı. Poraar esir alınmıştı; ama krala götürülemeden askerlerin elinden kaçmayı başarmıştı. Fakat kaçması kurtuluşu olmamıştı, çünkü hiç tanımadığı bir yerde aç susuz
kalmış ve yorgunluktan adım atamaz hale gelmişti. Soday onu bu halde bir nehir kenarında
baygın olarak bulmuştu. Soday oralardaki bir köyün çobanıydı ve Poraar’ı da alarak evine
götürmüştü. O sırada çok gençti Soday. On beş yaşında ya vardı, ya yoktu. Ama büyük bir cesaretle hiç tanımadığı bu adamı evine götürmüş, hasta annesiyle aynı odada ona da bakmıştı.
Gel zaman, git zaman Poraar iyileşti ve Soday’a yardımcı olmaya başladı. Beraberce geçinip
gittiler. Ama bu çok uzun sürmedi. Yüzyılın yağmuru olarak görülen uzun süreli yağmurlar
köyün ortasından geçen nehrin taşmasına sebep olmuş, tüm köy sel suları altında harap
olmuştu. Gece aniden sele yakalanan birçok köylü ölüp gitmişti. Onların arasında Soday’ın
annesi de vardı. Sel sularını son anda fark eden Soday annesini kurtarmayı başaramamıştı.
Evleri yıkılmış, her şeyleri yok olmuştu. Poraar’la beraber beş parasız kalmışlardı. Çaresiz
birer gezgin olup çıktılar. Oradan buradan para kazanıp ancak karınlarını doyurabiliyorlardı.
Poraar’ın karısına olan özlemi ve Ro kralına duyduğu öfke her şeyi daha da kötüleştiriyordu.
Poraar bir gün her tarafını silahlarla kuşatıp kendi elleriyle o kralı öldüreceğine dair yeminler
ediyor; ama bir kılıç almaya dahi para bulamıyordu.
Bir gün ilk defa gittikleri bir köyde define haritası satmaya çalışan bir adamla karşılaştılar. Adamın, dediğine göre acil paraya ihtiyacı vardı; ama dedesinden kalan bu haritayı
da bir türlü çözemiyordu. Dediğine göre biraz akılsızdı ve azıcık zeki biri haritayı kesinlikle
çözer, kim bilir kaç küp altına sahip olabilirdi.
Poraar adamın söylediklerinden oldukça etkilenmiş, elindeki parayı haritaya sahip olmak için harcamıştı. Soday bu işe pek razı değildi; ama Poraar’ın yüzündeki umut ışığı onu
da yumuşatmıştı. Günlerce, haftalarca haritayı çözmeye çalıştılar ve sonunda bir şekilde çözdüler. Soday haritanın doğruluğundan hiç emin değildi; ama nasıl olduysa harita doğru çıkmıştı. Birkaç küp altın ve kara kaplı bir kitaba sahip olmuşlardı.
GÖLGE | ÖYKÜ
-2
“Zamanı geldi evlat,” dedi Poraar ansızın. “Ne yapıp edip kralın kellesini kopartacağım.
Çünkü o baş, ayaklarımın altında olmadıkça bana huzur yok.” Soday’ın cevabını beklemeden
ağaçtan aşağı indi. Soday da çevik hareketlerle onu takip etti. Poraar’ın ne kadar silah kuşanırsa kuşansın kralı öldüremeyeceğini biliyordu.
“Bana sorarsan… Ben yapma derim. Başaramazsın çünkü… Boş yere kellen gider.
Hazır elimiz para görmüşken mutlu mesut yaşayıp gidelim. Zaten öbür tarafta Tanrı onun da,
katil askerlerinin de hesabını soracaktır.”
“Bak evlat,” dedi Poraar batmakta olan güneşe şöyle bir bakış atarak. “Bunca zaman
can yoldaşı olduk birbirimize. Ben sana ağabeylik yaptım, sen bana kardeşlik yaptın. Ama
burada yollarımız ayrılıyor. Ok, yay, hançer, kılıç, mızrak… Alabildiğim tüm silahları kuşanıp
krala meydan okumaya gideceğim. Hayatımı vereceksem bu yolda vereyim. Sen de artık para
sahibisin. Artık benim yolumdan gelmen gerekmez. Hemen şimdi ayrılalım arzu edersen. Bu
işi daha da uzatmayalım.
“Hayır,” dedi Soday kesin bir sesle. Madem kararını verdin, her zaman senin yanındayım. Zaten hiçbir yaşam amacım kalmadı. Bari bir amaca hizmet edeyim.”
Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler. Hiç dinlenmeden bir kasabanın konakhanesine vardılar ve üç günlük parasını peşin ödeyip odalarına çekildiler.
“Bu kasabadan tüm silahları temin eder, üç gün sonra yola çıkarız. Tahminen yolculuğumuz bir hafta sürecek ve kralın o dillere destan sarayına varacağız. Sonra ne olacağını
Tanrı bilir; ama içimden bir ses bu işi başaracağımızı söylüyor,” dedi Poraar. Soday başını
salladı ve kitabını çıkarttı. Yol boyunca aklı kitaptaydı zaten. Acaba ne vardı bu kara kitabın
içinde?
Soday kitabı çıkarmış, kapağını çevirirken Poraar aşağı inip yıkanacağını, altınların
ona emanet olduğunu söyledi. Soday odada kitabı ve altınlarıyla baş başa kaldı.
“882 yılının ilk dolunayında bir hayat başladı. Lorea isimli kadın kocası askeri bir seferdeyken bir erkek çocuk doğurdu. Daha önce iki çocuğunu düşürdüğü için oğlunun adını
mucize anlamında Soday koydu. Çünkü bu çocuk onun mucizesiydi.”
Kitabın ilk paragrafı buydu. Soday bu kadarını okuduktan sonra gözlerini zar zor kitaptan kopardı ve derin bir nefes aldı. Kitap onun doğumunu anlatıyordu. Soday bu durumdan
kitabın büyülü olduğu sonucunu çıkardı. Peki, bu iyi bir büyü müydü, kötü bir büyü müydü?
Okumaya devam etmeli miydi, etmemeli miydi? Son soruya cevap veren gözleri oldu, kitaba
doğru istemsizce kaydı. Satırları hızla beynine aktardı. İlk sayfa bitti, ikinci sayfaya geçti,
ikinci bitti üçüncüye geçti.
Kitabın sonunu merak etmeye başlayana kadar elliden fazla sayfa okumuştu. Kitap,
onun bildiği veya bilmediği her şeyi anlatıyordu. Onuncu sayfada emeklemeye, yirminci sayfada yürümeye başlamıştı. Ellinci sayfaya geldiğinde yedi yaşında bir çocuktu. Soday bundan
sonra yazılanları gayet net hatırlıyordu. Bu nedenle devam etmektense sonunda ne olduğunu
öğrenmek istedi. Son sayfayı açmak üzereyken odaya Poraar’ın girmesiyle irkildi. Temizlendiği için mutlu olan adam odaya girince Soday’ın yüzünün bembeyaz olduğunu fark edince
yüzünü buruşturdu.
“Neyin var Soday?” dedi. Elindeki kitabı da o sırada fark etti.
“Şey… Kitap… Biraz garip de.”
“Nasıl yani?”
“Benim hayatımı anlatıyor. Doğumumdan itibaren… Benim bile bilmediğim şeyler yazıyor burada,” dedi genç adam. Kitabı Poraar’a da göstermek isterdi ama adamın okuma-yazması yoktu.
68
illüstrasyon: Ayla AY
GÖLGE | ÖYKÜ
“Büyülü bir şey olmasın?”
“Ben de öyle düşündüm ama… Bilmiyorum. Şimdi sonunu okuyacağım. Nasıl bitiyormuş bakalım.”
Poraar söyleyecek bir şey bulamadı. Biraz bira getirmeyi teklif etti. Soday pek de farkında olmadan kafasını sallayınca odadan çıktı. Soday, o gelene kadar kitabın sonunu okuyup kurtulmak istiyordu. Hemen son sayfayı açtı. Sayfada sadece bir paragraf vardı. Onun
altında da “BİTTİ” yazıyordu. Çoğu kitabın sonunda olduğu gibi…
“Hem arkadaşı, hem ağabeyi olarak gördüğü adam han sahibinden bira almaya gitti.
Genç adam hem büyülü olmasından korktuğu, hem kendine ait olduğu için sevdiği kitabın
sonunu okumak istedi. Son sayfayı açtı. Bu sırada, bir şekilde odaya girmeyi başarmış çok
zehirli bir yılan onu gözüne kestirmişti. Genç, kitabın son paragrafını okurken bacağından
başlayan ani bir sızı ve sıcaklık vücuduna yayıldı. O sıcaklık tüm bedenini kaplayıp beynine
ulaştığında gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu, kulakları sağırlaştı, damağı kurudu, nefes alamadı ve sonunda kalbi durdu.
BİTTİ”
Poraar tahta maşrapalarda iki birayı getirip gülümseyerek odaya girdi. Ama gördüğü
manzarayla gülümsemesi dondu. Biraları bir kenara bırakıp arkadaşının (veya kardeşinin)
yanına koştu. Soday’ın tüm vücudunun kızardığını ve açık kalmış gözlerinin kan çanağı gibi
olduğunu gördü. Ölmesinin sebebini anlayamadı; ama aklına ilk gelen kara kitap oldu. Genç,
kitabı yere düşürmüştü. Poraar kitabı aldı ve bütün gücüyle odanın köşesine fırlattı. Can yoldaşının yanında saatlerce ağladı.
Bir süre sonra meraklandı, kitabın sonunda ne yazdığını öğrenmek istedi. Kitabı kaptığı gibi han sahibinin yanına koştu.
“Çabuk bana bunun sonunu oku,” dedi adama. Adam ne olduğunu anlamamıştı; ama
gözleri kızarmış, çok sinirli görünen bu adamın dediğini yapmaması için bir sebep yoktu. Kitabı aldı. Şöyle bir kapağına göz gezdirdi.
“Hey, sana kapağına bak diye vermedim onu. Oku şunun sonunu.” Adam homurdandı
ve ağır hareketlerle son sayfayı açtı.
“Öfkeden mi, ağlamaktan mı bilmediği kızarmış gözleriyle hışımla gelen bir adam, hancıya bir kitap gösterdi. Hancı okuma-yazma biliyordu ve adamın isteğini kabul ederek kitabın
son sayfasını ağır ağır açtı. Doğrusu kalın parmakları nedeniyle son sayfayı açmakta zorlanmıştı. İçinden karşısındaki adama…”
“Niye durakladın Hancı? Devam et.” Hancı bir homurdanmayla o cümlenin sonunu
getirmeden devam etti:
“Hancı kalbinde ani bir sızı hissetti. Bir şey kalbini sıkıyormuş…”
Adam durup dururken elini kalbine koydu. Yüzünü garip bir ifade kapladı. Hıçkırdı, kitabı yere düşürdü. Bağırmaya çalıştı, beceremeden bir daha kalkmamak üzere yere yığıldı.
Poraar o sırada şaşkınlıkla “Vay anasını…” diyordu. “Bu bir ölüm kitabı.”
-3
“Kralım, bir adam sizi görmek için çok ısrar ediyor,” dedi sarayın güvenliğinden sorumlu komutan.
Siyah-beyaz sakalları göğsünde biten ama saçtan eser kalmamış yuvarlak kafalı yaşlı
kral yerinde şöyle bir kıpırdandı: “Neymiş derdi? Sen hemen kovmadan bana ilettiğine göre
önemli bir şey olmalı.”
“Kararı siz verirsiniz efendim,” dedi komutan. “Adam, imparatorluktaki en iyi yazar
olduğunu söylüyor. Yıllar boyu uğraşmış ve sizin o muhteşem hayatınızı yazmış.”
Konu kralın ilgisini çekti. Duraksayan komutana devam etmesini işaret etti.
70
“Ama kendisi aynı zamanda iyi bir büyücüymüş. Kitap onun için o kadar değerliymiş
ki, ona bağlılık büyüsü yapmış. Yani kitap ondan on adım öteye giderse kitabı okuyan kişi
lanetleniyormuş. İsteği de şu ki, kitabıyla birlikte dünyadan göçmeden önce kral için yazdığı
kitabı kralın okuduğunu görmek. Hiç olmazsa şöyle sonlarına bir göz atarsanız mutlu öleceğini söylüyor. Ve zaten sizin de bu kitabı merak edeceğinizden emin.”
Doğruydu, kral gerçekten de meraklı bir insandı ve kendi için yazılmış o kitabı da çok
merak ediyordu.
“Derhal getirin yazarı,” dedi.
İki askerin kolunda gayet dinç görünen bir adam geldi. Elinde bez bir çanta tutuyordu.
“Sen misin benim kitabımı yazan?” dedi Kral.
“Evet Kral’ım. Kitabımı ben buradayken okursanız çok memnun olacağım. Zaten siz de
o muhteşem hayatınızı bir kulunuzun gözünden okumak istersiniz eminim.”
“Ver bakalım şu kitabı,” dedi kral ve adamın uzattığı Kara Kaplı Kitap’ı aldı. “Eğer içinde benim aleyhimde bir kelime varsa kellen gider, haberin ola.”
Yazar rolündeki Poraar memnundu, “Tabii ki kralım,” dedi.
Kral, Poraar’ın ve diğer saray hizmetkârlarının yanında kitabı okumaya başladı. Bir
saat geçti, iki saat geçti. Bazen gülümsüyor, bazen öfkeleniyordu; ama gözünü kitaptan ayırmadan okuyordu. Bir süre sonra bazı sayfaları atlamaya başladı. Bir an önce sona gelmek
istediği belliydi. Üçüncü saatin sonunda son sayfaya ulaşmıştı.
Son sayfayı okurken yüzü dehşetle kızardı. Kitabı bırakıp ayağa kalktı ve panik içinde
yazarı göstererek “Vurun ke…” diyebildi. O anda, Poraar ayakkabısının içine gizlediği bıçağı
tüm gücüyle Kral’a fırlattı. Bıçak Kral’ın tam kalbinin üzerine isabet etti. Kral önce sustu, sonra sonuna kadar açılmış gözleriyle kalbine saplanan bıçağa baktı, ardından tahtın basamaklarından aşağı yuvarlandı.
Olayın şaşkınlığını yaşayan muhafız askerler önce sadece seyrettiler. Ardından, kahkahalarla gülmekte olan Poraar’ın kellesini uçurdular.
Olaydan sonra nereye kaybolduğu anlaşılamayan Kara Kaplı Kitap bir süre gizlenmeye
karar vermişti.
Gökcan ŞAHİN : 3 Eylül 1988’de Sivas’ta doğdu. İlköğrenimimi İstanbul’da Oruçgazi İlköğretim ve Avcılar Denizköşkler İlköğretim Okulları’nda yaptı. Sekizinci sınıftayken (2002 yılında),
Özel Gökkuşağı kolejinin İstanbul’da düzenlediği matematik olimpiyatında gümüş madalya
kazandı. İstanbul Cağaloğlu Anadolu Lisesi’ne gitti ve bir yılı Almanca hazırlık olmak üzere
dört yıl okudu. 2006 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği
bölümünü kazandı. Halen o okula devam etmekte.
GÖLGE | ÖYKÜ
YENİ BİR OYUN
Göktuğ CANBABA
“Beyinlerini okuyabiliyorum,” dedi Palyaço lakaplı adam. “Kuala’dan şüphelenmemişler. Sadece akıllarında öğle yemekleri var. Pilav ve tavuk. Umarım bu onların son yemekleri
olmaz.” Palyaço maskesinin altından konuşurken, derinlerden gelen sesi onu daha da korkutucu kılıyordu. Üzerine giydiği rengârenk elbisenin tüm parçaları özenle dikilmişti. Büyük
ve renkli düğmeleri, kıvırcık pembe saçları, bol bir pantolonu ve koyu mor askıları vardı.
Sadece palyaçolara özgü büyük ayakkabıları yoktu üzerinde. Koşmasını yavaşlatacağından
almamıştı o büyük ayakkabıları büyük kırmızı burunlu palyaço. Ama soranlara büyük ayakkabılardan hoşlanmadığını söylüyordu sadece.
“Hey dostum, onları çirkin sesimle bayıltabilirim bunu biliyorsun değil mi?” diye sordu
Karga lakaplı adam. Simsiyah ve üzerine yapışan kıyafetleri içinde.
“Evet, bunu biliyorum. Sonra ne olacak biliyor musun peki? Polis hemen olanları fark
edecek ve bizi yakalayacaklar. Bazen gerçekten bir karganın beynine sahip olduğunu düşünüyorum,” dedi Palyaço dostunu küçümseyerek. Karga çok sinirlenmişti. Ona çocukluğunda
bilmediği kişiler tarafından armağan edilen özelliğini kullanmak istiyordu. Öldürücü sesini
kırmızı burnunun üzerine boşaltmak niyetindeydi. Eğer Palyaço onu görebilseydi kırmızı suratı mutlaka dikkatini çekerdi, fakat adamın kafasındaki büyük maske her şeyi saklıyordu.
Sadece büyük gagasının yukarısındaki göz boşluklarından kızıla kaymış gözleri görülüyordu
Karga’nın.
“Vakit ne zaman gelecek?” diye sordu Kaplumbağa. Ona böyle hitap etmelerinin sebebi; kişileri bakışlarıyla yavaşlatabilmesiydi.
“Bunu bize Kuala söyleyecek. Sakin olun! Ankara’nın göbeğinde olsak ve buralarda
gezinen çok fazla polis ekibi olsa bile, yine de bu banka bize dayanamayacak.” Palyaço kiraladıkları odanın içinde sinirli bir şekilde dolanmaya başladı. Odanın tek açık camı karşıdaki
bankaya bakıyordu. Hava sıcak ve ortam kalabalıktı. Dört arkadaş orayı üç ay öncesinden
kiralamaya başlamıştı. Kendilerini öğrenci gibi tanıtmış ve tüm evrakları yanlış doldurmuşlardı. Aslında bu genelde sorun yaratabilirdi, fakat evin sahibi hacı, parayı diğer insanlardan
biraz daha çok seviyordu. Bu sayede iki katı fiyatına ev onların oldu. Sadece bankayı soyana
kadar… Sonrasını onlar da bilmiyordu.
“Tüm bunları yapacağımıza inanamıyorum. Yani biz bugüne kadar hep insanlardan
uzak durmaya çalıştık. Üniversitede hep arkadaş çevrelerinden ayrıydık.”
“Ta ki birbirimizi bulana kadar,” diye araya girdi Karga. Kaplumbağa da onu onayladı.
“Şimdi ise bize verilen güçleri kullanarak bir şeyler yapma cesaretini göstereceğiz. Bu
inanılmaz bir şey! Bu bizim gerçekten yaşadığımız ilk gün olacak.”
“Eğer içimizden birisi yakalanırsa, ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz. Önünde sonunda mahkûm olan kardeşimizi kurtarırız. Yeter ki o konuşmasın,” dedi Palyaço ve aniden
eliyle dışarıyı gösterdi.
“İşaret geldi dostlarım. Çabuk olun.” İşaret Kuala’nın tiz sesiydi. Bunu duyabilen sadece Palyaço’ydu. Bu onların gizli haberleşme yöntemiydi.
Grup dışarıya çıkar çıkmaz evin önünde duran arabaya atlayıp, bankaya doğru gitmeye
başladılar. Araba ani bir frenle bankanın önünde durduğunda, Kaplumbağa dışarıda nöbet tutan iki güvenlik memurunu yavaşlatmaya başladı. Gözlerini adamlara dikmişti ve beyinlerinin
içinde dolanıyordu. Adamların zihnini boşaltmaya başlamıştı. Onların, o zavallı adamların beyinlerinin kapıları Kaplumbağa’ya çok fazla direnememişti. Aynı zamanda ise bankanın içinden çığlıklar gelmeye başlamıştı. Belli ki Kuala içerde çok meşguldü. Yavaşlayan iki memur
72
illüstrasyon: Sarp SÖZDİNLER
GÖLGE | ÖYKÜ
korku dolu gözlerle arabanın içine bakarken, Palyaço ve diğerleri de dışarı çıktılar. Palyaço
memurların zihinlerinde dolaşan korku bulutlarını görebiliyordu. Bu durum kırmızı burnu oldukça neşelendirmişti. Biliyordu ki bu memurlar artık onlara bir daha zorluk çıkarmayacaktı.
Üç genç adam bankaya daldıklarında, Kuala duvarda bir örümcek gibi asılı duruyor ve elindeki büyük silahla içerdeki insanlara gözdağı veriyordu. Herkes yere yatmıştı, tüm çalışanlar
ve diğer görevliler. Palyaço ve arkadaşları görevlilerin ellerindeki silahları teker teker topladı.
Bankanın içindeki paraları ve diğer değerli eşyaları çalmaları çok vakitlerini almamıştı. Her
şey plana uygun işliyordu.
“Sizi görmek güzel,” dedi Kuala dostlarına.
“Seni de,” diye karşılık verdi diğerleri.
Karga tüm paraları ve değerli eşyaları kapının önüne yığıyordu. Bu işleri bitirdiğinde,
dostlarına baktı. Ama bu bakış farklı bir bakıştı. Dostları bunun ne demek olduğunu gayet
iyi biliyordu. Özel tıkaçlarla kulaklarını kapattılar. Artık Karga’nın öldüren çığlığı onlara çok
uzaktı. Dışarı çıktıklarında araba onları bekliyordu. Ortam kalabalıktı fakat kimse ne olduğunu
anlamamıştı. Kalabalığın ve trafiğin gürültüsü Karga’nın sesini emmiş, içeride olan kargaşa
dışarı taşmamıştı. Bankada dışarıdan fark edilen tek şey, camlarındaki çatlaklardı. Böylece
içeriden çıkan garip kıyafetli adamlar arabalarına binip oradan uzaklaştılar. Olayın anlaşılması çok da uzun sürmedi. Bankadan çıkan garip kıyafetli adamlar dikkat çekmişti. Halk kısa
sürede bankaya girdi ve yaralıları dışarıya çıkardı. Ama soygunculardan geriye pek de bir şey
kalmamıştı. Ne onların yüzleri kameralara yansımış, ne de arkalarında bir ipucu bırakmışlardı. Her şey plana uygun işlemişti.
Arabalarından kurtulmaları ve kıyafetlerini de o eski arabanın içinde çıkmaz bir sokağa terk etmeleri çok fazla vakitlerini almadı. Artık yeni bir arabayla uzun yoldaydılar. Yeni
kiraladıkları araba, onlara elinden geldiği kadar hız sunuyordu. Fakat Palyaço daha fazlasını
istermiş gibi ayağını her an gaza daha fazla basıyordu. O sırada Kuala’nın zafer dolu çığlığı
arabanın içinden taştı ve o an bulundukları bozkırlara doğru yol aldı.
“Sonunda başardık!” diye bağırdı adam. “Sonunda içimizdeki gücü kullanabildik ve
onları, o köpekleri hakladık.” Yaşça diğerlerinden daha küçüktü Kulala; ama zekâsı hep ondan daha önde ilerlemişti. İşleri her ne kadar Palyaço organize etse de, bu aslında Kuala’nın
planıydı. Kuala’nın yanında oturan Kaplumbağa, adamın omzuna sertçe vurdu ve suratındaki
aptal gülümsemeyle onun sevincine ortak oldu.
“Sonunda yollar bize açıldı dostlarım,” diye ön koltuktan arkaya doğru dönerek dostlarına gülümsedi Karga. “Artık kutlamalar başlamalı ve zaferimiz için içkiler içilmeli. Öyle değil
mi kardeşlerim?”
“Henüz kazanmadık. Önümüzde aşılacak yollar var ve hiçbirinizin içimizden birini görünmez yapabildiğini sanmıyorum.” Palyaço her zamanki sinir bozucu tavrını sergilemekten
yine çekinmemişti. O an arabanın içindeki zafer çığlıkları bir anda yerini paranoyak bir bekleyişe bıraktı.
“Ne olabilir ki dostum? İşte buradayız. Arkamızda ne iz, ne de başka bir ipucu bıraktık.
Biraz keyiflen artık. Uzun zamandır istediğimiz şeyi gerçekleştirecek kadar paramız var. O
uzun ve bilinmez yola çıkabiliriz. Ne olduğu meçhul yolda, hep beraber yürüyecek kadar paramız olacak. Hadi gül artık.” Kuala, Palyaço’yu rahatlatmak istiyordu. Ama asıl rahatlamak
istediği kendisiydi. Palyaço’nun rahatlaması ve ona hiçbir şeyin olmayacağını söylemesi,
Kuala için çok önemliydi. Adamın gözlerinin içine bakıyor ve ondan gelecek herhangi bir yanıtı bekliyordu. Fakat ondan gelen yanıt Kuala’yı pek de sevindirmeyecekti.
“Akşam çöktüğünde eğer bir yere ulaşabilirsek ve eğer haberlerde yaptığımız soygunla ilgili bir şey bulamadıklarını söylerlerse, işte o zaman kutlamalara hazırlanırım dostum.
Ama o zamana kadar bence sevinmeseniz daha iyi olur.”
74
Yol daha önce hayal ettikleri gibi olmamıştı. Ne patlayan şampanyalar vardı ne de neşeyle söylenen şarkılar. Her bir kilometre onlara olduğundan çok daha uzun gibi geliyordu.
Hepsi büyük arabalarının içinde adeta büzüşmüştü. Birbirlerine tek bir kelime etmiyorlardı
fakat göz göze geldiklerinde aslında bakışları çok şey söylüyordu. Bir işe kalkışmışlar ve hayatlarını bu uğurda tehlikeye atmışlardı. Giriştikleri savaşı kazanmaktan başka çareleri yoktu.
Karga devamlı arkaya bakıyor ve gelen tüm arabaları muhtemel bir tehlikeymiş gibi süzüyordu. Onlara yakınlaşan her araba Karga’nın kalbinin daha hızlı çarpmasına sebep oluyor,
geçtiğinde ise biraz olsun rahatlıyordu. Kuala başını dizlerinin arasına almış, Tanrı’ya dua
ediyordu. Ne söylediği pek duyulmuyordu. Sadece mırıltıları vardı. Kaplumbağa ise terleyen
ellerini sıkıca ovuşturuyor ve onu her zaman rahatlatan şarkıyı söylüyordu içinden.
Uzun yol böylece sona erdi. Dört arkadaş ellerindeki büyük valizlerle köhne bir otelin
yolunu tuttu. Eskişehir denilen şehrin arka sokaklarında kalan bu otel, onların geleceğini
gösterecekti. Hepsinin üzerinde sinirli bir hava ve meraklı bir bekleyiş vardı. Palyaço otel
görevlisine yaklaştı.
“İyi akşamlar. Biz oda istiyoruz. İki tane yeterli.”
Görevli, daha doğrusu bu iğrenç otelin her şeyi olan adam, -çünkü tuvaletleri temizleyen ve
otelin iğrenç yemekleri yapan da aynı kişiydi- konuşmaya başladı.
“Merhaba genç adamlar. Tabii ki size uygun odamız var. Bir bakalım. Evet, on sekiz ve
on dokuz numaralı odalar sizin için uygun. Ne dersiniz?”
“Bizim için uygun,” diye kestirip attı Palyaço.
“Duydunuz mu gençler, Ankara’da büyük bir soygun olmuş. Görgü tanıkları kafayı yemiş gibi. Doğaüstü olaylardan bahsediyorlar. Bu arada, siz nerden geliyorsunuz?” Adamın
arka arkaya gelen ve beklenmedik soruları yolcuları epey şaşırtmıştı. Bir an ne diyeceklerini
bilemediler. Sonra Palyaço konuştu.
“Duymadık efendim. Biz uzun zamandır yoldayız ve biraz yorgunuz.” Palyaço’nun bu
aceleci tavrı adamı işkillendirmiş olabilirdi; fakat Kuala keskin zekâsını ve öngörü yeteneğini
bir kez daha yerinde kullanmayı bildi.
“Soygun mu olmuş. Gerçekten mi?” diye sordu oldukça şaşırarak. “Anlatın efendim.
Biz soygun filmleriyle büyüdük. Ne ilginç. Nasıl olmuş, nerede, kim yapmış?” Kuala adamın
ağzının içine girecekmiş gibi ona doğru yaklaştı. Böylece adamın saniyelik şüpheci tavrı bir
anda yok oldu. Daha sonra ise hevesli bir biçimde hikâyeyi anlatmayı başladı. Hikâye oldukça ilginçti ve adam da bu şaşırtıcı olayı el kol hareketleriyle canlandırmaya çalışarak daha
da ilginç bir hale getiriyordu. Soygun gerçekleşmiş, epey bir para ve değerli eşya çalınmıştı
adamın dediğine göre. Soyguncular arkalarında iz bırakmamışlardı. Haberlerde garip kıyafetlerinden ve bazı ilginç olaylardan bahsediyordu. Adam görgü tanıklarının anlattığı olayları
ağzı açık bir biçimde soygunculara anlattı. Hikâye bittiğinde yolcular derin bir nefes almıştı.
Gerçek soyguncular hakkında hiçbir bilgi yoktu ellerinde. Artık rahat bir uyku çekebilirlerdi.
Yolcular odalarına girdiklerinde, hepsinin suratlarında derin ve içten bir gülümseme vardı.
Palyaço büyük valizinin içinden çıkardığı şampanya şişesini çalkalamaya başladığında, zafer
işte o zaman diğer yolculara da gerçek anlamda göz kırpmaya başlamıştı.
“Bugün dostlarım, amacımızın gerçekleşmesi için ilk ve en önemli adımı atmış bulunuyoruz. Şerefinize kardeşlerim. Yolumuza, amacımıza ve sizlere,” dedikten sonra şampanyayı
patlattı. Şişeden fışkıran köpüklü şarap odanın pis zeminine akarken, soyguncular da memnuniyetle bu görüntüyü izlemeye başlamışlardı. “Sonunda başardık,” dedi Kuala. “Sonunda başardık,” dedi diğerleri.
Kadehler doldu taştı. Şampanya soyguncuların midesine hızlıca aktı. Yapılan bu kısmen sessiz kutlama yaklaşık üç gün sonra Paris’te yapılacak olan gerçek kutlamanın yanına
illüstrasyon: Sarp SÖZDİNLER
bile yaklaşamazdı...
*
*
*
“Biraz ara vermemiz gerekecek,” dedi genç tepegöz Laar. “Elimde daha fazlası yok.
Oyuna devam etmemiz için yaşlı Hankarg’ın yazdığı diğer ülkelere ait bölümlere de bakmam
lazım. Dediğine göre Paris denilen şehir oldukça karışıkmış Yanlış bir oyun oynatmak istemem.”
“Oooof!” diye inledi içlerinde en iri olan. “Hep böyle yapıyorsun. Hep oyunun en heyecanlı yerinde bırakıyorsun. Ne var ki, Dünya diye oynadığımız yerin bölümleri hep aynı zaten.
Bence senin koca kafan pek buna basmıyor. Daha iyi bir diyar oynatıcısı bulmamız lazım kardeşlerim. Benim bir arkadaşım var. Onda bütün kitapları var dünya denilen yerin.”
Bunu duyan Laar, ayağa hışımla kalkıp elinde tuttuğu taşı büyük bir hızla iri olanın kafasına yapıştırıverdi.
“Sen de iyi oynatamıyorsun ona bakarsan!” diye kükredi. Kafasının önünde duran tek
ve iri gözü sanki alevler saçıyordu. “Palyaço aslında o kadar da somurtkan değildi diğer
oyunlarda. Bence senin somurtkan suratın ona geçmiş! Kitapları iyice okusaydın, insan denilen hayali yaratıkların nasıl davrandıklarını kavrayabilirdin!”
Diğer tepegözler yüksek sesle kahkaha atarlarken iri olan yeniden ayağa kalkıp Laar’la
kapışmaya başladı. Genç olmalarına rağmen, oldukça güçlü ve iri olan tepegözler oyun alanını darmadağın ettiler. Çılgınlar gibi yerlerde yuvarlanıyorlar ve etrafta ne varsa birbirlerine
fırlatıyorlardı. Uçuç Ülkesi’nde sıkıntıdan oynadıkları oyun yerini kavgaya terk etmişti. Zihinlerinde yarattıkları soyguncu karakterler ve ismini Dünya koydukları hayal ülkesi artık çok
uzaklarındaydı.
Rüzgâr şiddetle esmeye başlayıp, akşam kızıllığı üzerlerine çöktüğünde tepegözlerin
kavgası da son buldu. Oyunları yine bir kavgayla sonuçlanmıştı. Yine zarlardan birkaçı kaybolmuş ve tepegözlerin dişlerinin bir kısmı kırılmıştı. Bu uzun günün sabahına doğru her
oyun sonrasında olduğu gibi tepegözler zarları ve kayıp sayfaları aramaya koyuldular. Zarlar
bulunduğunda ve sinirler biraz yatıştığında ise, Dünya adı verilen hayali gezegende yeni bir
oyun daha başlayacaktı...
Göktuğ CANBABA : Göktuğ Canbaba 1981 yılında Ankara’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini
yine Ankara’da tamamladı. 2006 yılında Anadolu Üniversitesi Basın-Yayın bölümünden mezun oldu. Bitirme tezini “Şarap ve İnsan” adlı fotoğraf projesiyle yaptı. İstanbul Fotoğrafevi
ve Eskişehir’de fotoğraf sergilerine katıldı. İki senedir Patika dergisi için fotoğraf çekiyor.
2006 yılında Frpworld ve Okuyanus yayınevinin ortalaşa düzenlediği fantastik kısa öykü yarışmasında üçüncü oldu. Ankira Yayınları’ndan ‘Kuzey Kıtalar Efsaneleri-Ozanın Şarkısı’ adlı
bir fantastik kurgu romanı yayınlandı.
GÖLGE | ÖYKÜ
SOKAKLAR BENİM YENİDEN
Sadık YEMNİ
İnsanlar çevrimiçi ve çevrimdışı olarak iki gruba ayrılırlar. Çevrimdışı olmak, devrimdışı olmak, yani devredışı kalmaktır.
Coølover Metin
Ergin buzdolabından şeftali suyu şişesini alırken kabın yüzeyine dokunan parmakları
dakikalardır beyninde sarkaçlanan sorunun cevabını fısıldayıverdi. Elektrik kesintisi en az
üç saattir sürüyordu. Kap ılınmıştı. Şişeyi mutfak masasının üzerindeki notun üstüne bıraktı.
Annesi öğlen yemeği için etli pırasa ısıtmasını öğütlemekteydi. Öğlene dolaptaki pırasayı ısıt
istersen yazmıştı. İç geçirmeli bir nottu bu. Pizza yiyeceğine adı gibi emindi çünkü.
Dışarıda uzaklardan bir yerden klakson sesleri gelmekteydi. Bağdat Caddesi tarafından. Sayısı bayağı fazlaydı. Yüzlerce araba sanki. Maç çıkışı için çok erkendi, ama klakson
çalmak için bir neden bulmak o kadar zor bir şey değildi haliyle.
Geri geliyor.
Holden hızlı adımlarla odasına döndü. Eve teyel ipliğiyle bağlı bir mekândı burası. Bir
imparatorluktaki en uzak ve özerk bir eyalet gibiydi. Oda bir mabet, şu L şeklinde konmuş
masalarda duran iki bilgisayar, iki basıcı, tarayıcı ve diğer bilumum aksesuarlar en yeni inanca açılan pencereydi. Pencereyi aralayan güç susmuştu. Elektrik kesintisi inancı reddeden
bir insanı arızaydı. Tiksinti duyuyordu tellerdeki akımı sürekli kılamayan beceriksizlikten. Hiç
elektrik kesintisi yaşanmayan ülkelerde yaşamayı özlüyordu böyle anlarda.
Sabaha kadar film, müzik indirme, üyesi olduğu grupla çet, acemi çaylakların şifrelerini kırmak ve en yeni internet dedikodularının dolup taştığı siteleri taramakla geçirmişti
zamanını. Bilgisayarını her yıl yenilediği için hızı müthişti. Bir yıl önceki bilgisayar yedek olarak tutuluyor, eskiyen yedek satılıyordu. Yılda iki bin dolarcık yiyen bir hobiydi. Hızlı ve etkin
iletişim piramidinin üstünde durmak için yapılacak asgari harcama buydu.
Bir ara hacker olmaya özenmişti. Power Haydar, Cult İhami, Coølover Metin, Bitbiter
Fehmi gibi tanınmış bir isim olmak için çabaladığı anlar daha çok geride kalmamıştı. Acemilik
yıllarında sayısız kereler virüsler tarafından hücuma uğramıştı. Anakart-cpu’lar elden giderek fazladan masraf kapıları açılmıştı. Bilgisayar başında yemek yemeyi ve tek başına seks
yapmayı alışkanlık haline getirmişti. Saatlerce aç susuz durmayı ve çişini tutmayı öğrenmişti.
Şifre kırmada bir yetenek olduğunu hemencecik kanıtlamıştı. Yaptığı sitelerin çoğu ilgi çekmekteydi, ama bir yanı elverişsizdi bu işlev için. Açıkça izahı güç bir şeydi. Sezgisel diyeceği
geliyordu. Boşa kürek çekme diyen bir yayın vardı doğal hard diskinin içinde. Akılla mantıkla
açıklanamayacak bir sinyal kaynağıydı. Nafilelik ışıyordu. Tıpkı annesinin notundaki istersen
kelimesi gibi. İstersen hacker olma evladım.
Ergin insanların çevrimiçi ve çevrimdışı olarak iki temel gruba ayrıldığına kalbiyle böbreğiyle inanan biriydi. İnternet yeni ve acımasız devrimin adıydı. Devrimdışı eşittir devredışıydı. Çevrimdışılık devredışılıktır diye değiştirmişti sonradan bu sözün mucidi olduğunu iddia
eden Coølover Metin. Harika bir hackerdi, ama yirmi altı yaşında hâlâ üniversiteyi bitirememişti. Yıllardır bir kız arkadaşı da yoktu. Vamp harikası olan sanal sevgilisiyle ikinci hayatta
mutlu bir birliktelik sürdürmekte olduğunu gururla anlamıştı ilk karşılaşmalarında. Günde on
altı saat devrimiçi olmak çok şeyden feragattı. Elektronik çileydi. Odalar da hücre.
Gözü masanın üstündeki boş yere takıldı. Dizüstü bilgisayarı uydu bağlantısına sahipti, ama şu anda tamirdeydi. Bu öğleden sonra gidip alacaktı.
Sabahın 6.11’nde yatağa gitmişti. Tellerde elektron kaynıyordu o sırada.
Sabah kalkar kalkmaz bilgisayarı açan biri olarak off çekmekteydi. Odanın ortasında
durarak ne yapacağını düşündü. Elektrikli saatler zaman maratonundan sıyrılmışlardı. Küçük
pilli saatine göre öğlen olmasına birkaç dakika vardı. Normalde ikiden önce uyanmazdı. Ken-
78
dini yorgun hissetmiyordu. Sekiz saat uyumuş gibi dinçti. Bir şey daha var tatlım diyen yanı
nedeniyle ağır aksak bir huzursuzluk hali içindeydi.
Dolabın sol kanadına iliştirilmiş olan boy aynasında kendini süzdü. Lacivert bir don,
beyaz bir atletle duran, atletiklikten hiç nasibini almamış soluk tenli bir beden. Her gün tıraş
olmasına rağmen yüzündeki sakalların on bir on bir maç yaparak imajını biraz sübyana boyadığı Ergin Demircioğlu. On yedi yaşında. Üniversite sınavı denen büyük savaşa hazırlanan
lise bilgisi komandosu. Neyse ki, akşamki kursa daha önünde upuzun bir yedi saat vardı.
Geri geliyor.
Bir düş gördüğünü hatırlatan bu sözcükler beyninde çınladığında cep telefonunun ekranında ‘Şebeke aranıyor’ kelimeleri belirmişti. Telefonun ekranına bakarken beyninde dakikalardır var olan, uyanmadan önce harekete geçmiş hissi veren bir sinyal parladı.
Hızla üzerine kot pantolonunu geçirdi. Beyaz tişörtünü çıkartıp sol koltukaltını kokladı.
Biraz deodorantla halledilebilecek bir ten tütsüsü vardı. Loş banyoda deodorantı bulup koltukaltlarına sürdü. Sonra odaya gidip dağınık duran yatağın üstüne oturarak siyah çoraplarını
giydi. Ayağa kalkıp etrafına bakındı. Yolunda gitmeyen şeyi arıyor gibi bir hali vardı. Masanın
üzerinde duran cep telefonu şebekeyi aramaktan vazgeçmişti. Şebeke bulunamıyor. Telefonu
kapatıp pantolonunun sağ cebine yerleştirdi. Karnı açtı. Su ısıtıcı ve tost makinesinin elektrikle çalıştığını hatırlayınca kahvaltıdan
vazgeçti. Annesi sıhhatli yaşam gurusuydu. Küçük çelik tencerelerde doğal olarak yetiştirilmiş sebze yemekleri hazırlardı. Bir kişilik. Babası günde üç kez tost ya da spagetti yiyerek
yaşayabilecek birisiydi. Sabah tost yer çıkar, akşam yemek yemiş olarak dönerdi. Ergin de
pizzakeş olma yolundaydı. Sabaha karşı üç sıralarında karnı çok acıkınca buzdolabında hazır
bekleyen pizzalardan birini mikro dalga fırınında ısıtıverirdi. Ailece en son ne zaman birlikte
akşam yemeği yediklerini düşündü. Hatırlı bir misafir falan gelirse annesi şov için sofraya
birlikte oturmalarını isterdi. Bunlar çok nadiren olduğu için kadını kırmazlardı.
Adaşı olan dedesi sağken haftada bir kez onun evinde yemek yerlerdi. Bunu yapmak
için asansörle dört kat aşağı inerlerdi. Annesinin babasıydı. Ergin adamı çok severdi. Bütün
ömrü boyunca neredeyse yetmiş yaşına kadar gece gündüz çalışıp çabalayarak bu on dört
daireli Fetret apartmanının yarısını miras bırakmıştı. Şu anda oturdukları hariç dört daire
onlarındı. Babası annesinin tanımıyla her on yılda iki yüz yirmi metrekarelik bir daire batıran
bir mesleğe sahipti. Emekli makine mühendisiydi ve su tesisatı malzemesi satan bir mağazası vardı. Annesi emekli mühendisler kulübü diyordu. Babası arkadaşlarıyla buluşma yeri
kurmuştu. Kahve, çay içerek sohbet ederlerdi. Akşam dükkân kapanınca rakı servisi başlardı. Arada satış ta yapılıyordu. Babası ödemeyi zamanında yapsalar dükkân kendini kurtarır
diyordu. Annesi mağazada çalışan iki personeli işten çıkarsa ve ucuz bir yer kiralayıp kulüp
açsa çok daha az masraf olacak diye yakınırdı. Babası rantiye görünmek istemiyordu. Kadın
bunu bildiği için bu sözleri çok nadiren sarf ederdi. Babası yarın sabah yine yoga moga yonga monga var mı diye sorduğunda daha çok.
Ergin dedesine müteşekkirdi. Onun sayesinde bu odaya son nefesine kadar sahip kalabilirdi. Babası altmış yaşındaydı ve iki kez kalp krizi geçirmişti. Allah uzun ömür versin, ama
taş çatlasa daha bir daire batırabilirdi. Annesi İngilizce öğretmenliğinden emekliydi. Aldığı
kiraların tamamını harcamazdı.
Ergin E-rantiye olacaktı. Dıştan bir müdahale olmazsa bu otuz altı metre karelik odada
son nefesini verebilir ve on beş yılda bir daire yiyerek ruhunun en sonuncu bilgisayarının ekranından, kim bilir kaç terra bitlik bir hard diski olacaktı, sanal âleme karıştığı ana varabilirdi.
Bunun için şimdiden bir planı bile vardı. Üniversitenin her hangi bir bölümüne girip atılana
kadar kayıtlı kalmak. Sonra İsviçre’deki teyzesinin yanında bir yıl kalıp bedelli askerlik yapmak ve geri kalan yaşamını geçirmek için bu odaya dönüş. Bu en garantili yoldu. Gelişmelere
göre kendini uyarlayacaktı.
Alışkanlıkla eli pantolonun üzerinden telefonunun yoklarken elbise dolabının aynasız
olan kanadındaki fotoğraflardan birine ilişti gözü. Sol alt tarafı yapıştığı yüzeyden kurtulmuştu. Coølover Metin’le ilk tanıştıkları gün. Sarı tişört giymiş, bir altmış boyunca, sivilceli
yüzlü, dalgın bakışlı tipi gördüğünde hayal kırıklığına uğramıştı. Dört delikanlı Kozyatağı’nda
illüstrasyon: Şükrü BAĞCI
bir yerde durmaktaydılar. Diğer ikisi lise arkadaşıydı. Hepsinin ortak yönü sokakta, dışarıda
eğreti durmalarıydı. Sokaklar tehlikeliydi, dışarısı batıcıydı. Sokaklar diğer türündü artık. Dördü de okul, alışveriş, iş gibi angarya nedenler olmasa gündüzün nadiren dışarıya çıkarlardı.
Üzerlerinde saklamaya özen gösterdikleri bir ürkeklik sinmişti. Kısa mesafelere bile taksiyle
giden delikanlılar şürekâsındandılar. Dışarıdan hızla kopmaktaydılar. İstanbul denen şehir
sanki yavaşça ehlilikten sıyrılmakta olan bir köpeğe dönüşmekteydi. Her köşeden tehdit edici hırıltılar gelmeye başlamıştı. Bu konuya neredeyse asla değinmemeleri bir çeşit kabul tavrıydı. O takım sonradan bir kafede oturmuş ve sohbet etmişlerdi. Yanlarında kızlar da vardı.
Bilgisayar kullanımından başka tek bir söz etmedikleri için kızlar sıkılıp bir diğer masaya
taşınmışlardı.
Parmağıyla resmin kalkmış yerini bastırıp kartonun arkasındaki yapışkan yüzeyin eski
yerine tutunup tutunmayacağına baktı. Birkaç saniye olacak gibiydi. Sonra yine yerinden
sıyrılmıştı sol alt köşe.
Normal yatak odan yok mu senin? Bu kadar alet edevat, ekran ve kablo…
Cebinden telefonun çıkartıp ekranına baktı. Şebeke henüz bulunamamıştı. Tuşlara basarak son mesaja bir göz attı. Yarın iş var. Gelemicem. Akşam nete gel. Sevil. İçini çekerek
telefonu aldığı yere yerleştirdi. Sevil’in güzel yüzünü, çekik ela gözlerini düşündü. Bu odada
bir kez sevişmeye başlamış, ama sonuç alamamışlardı. Kablo ve ekranların rahatsızlık vermesi bahaneydi. Yirmi dört saat online olması huzursuz etmişti kızı.
Kadınlar farklıydı hâlâ. Gemilere binip ıssız ufuklara açılan ruh yoktu onlarda. Sanal
uzayın gemicilerinin ne denli cool ve öncü bir ruha sahip olduklarını anlayamıyorlardı. Dedesi haleti ruhiye derdi. Bu yan sakattı işte karılarda. Ekranın dipsiz bucaksız bir rahim olduğunu göremiyorlardı. Çocuk yapınca hele iyice kopup gidiyorlardı çevrimiçi süreçten.
Ergin on iki yaşından kapılmıştı sanal uzay adamı olma serüvenine. Dedesi ilk yıllarını
görmüştü yani. Üç yıl önce ölür ölmez satılmış olan yazlığında son kez beraber olduklarında
adamın bugünleri gören yanı onu ağaçların, çiçeklerin ve kedilerin âlemine raptetmeye çabalamıştı. Sokaklar da senin. Bunu unutma demişti kim bilir kaç kere.
Hole çıkıp oturma odasına gitti. Annesinin iki ay önce dünyanın parasını döküp aldığı Orgona Astra salon takımı dört daire arkalıklı koltuk ve iki divandaki iki daire şeklindeki
yastık gözüne acayip göründü yine. Siyah, gri ve beyaz şeritler bar kodunu andırmaktaydı.
Babası koltuklar için çanak anten benzetmesini yapmıştı. Fena bir yaklaşım değildi. Astral
bir yan vardı gerçekten takımda. Annesi evrenle sıcak temas mobilyaları demişti telefonda
konuştuğu bir arkadaşına. Kültürlü kadındı. Çok okurdu. Moderato makamında mutsuzdu
kendi kelimeleriyle. 3M. Dört yıldır babasıyla ayrı odalarda yatıyorlardı. Bir sürü yere gidip
gelmesine rağmen emekli olduktan sonra o da kopmuştu sokaklardan yavaşça. Şehrin belirli
semtlerinden başka yerlerde bulunmaktan nefret ederdi. Bütün randevular hâlâ eskisi gibi
neyse ki şekerim denilen yerlere verilirdi.
Babası sekizde evden çıkar ve dört kilometre ötedeki işyerine yürüyerek giderdi. Sabah
sporu diyordu. Bu yürüme bütün gün yenen yüksek kalorili gıdalara meşrutiyet, yok neydi?
Meşruiyet kazandırırdı. Dedesinin kelimeleri yavaşça çekilen bir deniz gibi uzaklaşmaktaydı
üst kattaki hard diskinden. Babası bir keresinde eğer evden onda çıkarsam akşam iki duble
rakı fazla içiyorum demişti annesine. Kadın hak verircesine başını sallamıştı.
Bugün çarşambaydı. Yoga kulübünde yedide başlayacak sabah meditasyonu için annesinin en geç altıyı çeyrek geçe evden çıkması gerekmekteydi. Birbirlerini çok iyi anlıyorlardı. Geceleri sanal hayata girmesi ve gündüz uyuması bu nedenden sorun olmuyordu. Arada
sırada etli pırasayı yiyor ve beğendiğini söyleyerek kadının içinin rahatlamasını sağlıyordu.
Babası onun işyerinde arkadaşlarıyla yaptığı şeyin yeni zamanlardaki steril karşılığını yaşadığını biliyor ve anlayış gösteriyordu. Pi zamanı Ergin. Pardon, pil yani.
Oturma odasındaki plazma televizyona bakarken birden ayakları onu odasına geri sürükledi. L masanın kısa yanındaki komodinin çekmecelerinde bir sürü pil vardı. Uzun zamandır kullanmadığı küçük transistörlü radyonun haznesi boştu. Hızla pilleri radyonun haznesine
yerleştirdi ve ON düğmesine bastı. Cihazdan yükselen on puan değerindeki hışırtı midesine
illüstrasyon: Şükrü BAĞCI
buzdan parmakların masaj yapmasına neden olmuştu. Ergin büyük ölçekli felaket senaryolu
filmleri en iyi içselleştirmiş olan kuşaktandı. Parmağı osilatör düğmesini boşuna sağa sola
oynattı. Hışırtı standarttı.
Hışırtıyı ardında bırakarak oturma odasına gitti ve sürgüsünü açarak balkona çıktı. Mayıs başı ılıklığı tarafından yumuşakça sarmalandı. Deprem olmamıştı. Bütün binalar sağlamdı. Yangın falan da yoktu. Bulundukları sokakta birkaç kişi aşağıya, Bağdat caddesine doğru
yürümekteydi. Köpekli bir kadın cep telefonuyla konuşmaya çabalıyordu. Onun şebekesi de
nanaydı anlaşılan. Hatlarını net göremediği yüzü şaşkınlık ışıyordu. Şavaş. Üçüncü dünya
savaşı çıkmıştı belki de. Amerika İran’a saldırdıysa… Uçaklar neredeydi o zaman. Aşağılardaki çam ağaçları yüzünden ana caddeyi göremiyordu. Savaş değildi. Başka bir şey. Ancak
gidip bakmakla anlaşılabilecek ve asla sıradan olması mümkün olmayan yeni bir durum söz
konusuydu.
Tekrar hole döndüğünde balkon kapısını kilitleyip sürgüsünü sürmediğini hatırladı.
Annesi bu konuda çok titizdi. Şu anda ne yapıyordu acaba. Meditasyon ve konuşmalar bitmiş
olmalıydı. Oralar nasıldı. Aynadaki aksi bir çeşit sezgi yükseltgeci gibiydi. Balkonun kapısını
sürmelemeyecek, zulaya attığı birikmiş parasını yanına almayacak ve hemen şimdi evden
çıkıp gidecekti.
Kapıyı örttü ve karanlık basamaklara yöneldi. Sağ eliyle tırabzanı yoklayarak beşinci
kattan aşağı inerken sadece üçüncü kattaki bir daireden gelen sesleri duydu. Bunun dışında
apartmanda derin bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Annesi Tutkulu Karınca apartmanı sakinleri derdi. Hemen herkesin sabah olunca okula ya da işe gittiği, arkada çok az kimsenin
kaldığı genç nüfuslu bir apartmandı Fetret.
Dış kapı aralıktı. Küçük ve bakımlı bahçeyi geçip sokağa çıkınca aşağılarda, ana caddeye yakın yerde birikmiş insanları gördü. O tarafa doğru yürürken durakladı ve başını kaldırıp oturdukları daireye baktı. Buraları son kez görüyorum duygusu hafif bir esinti şeklinde
zihnini yelpazelemekteydi.
Yürürken karnı guruldayınca hayretle gülümsedi. Sigara içmediği halde sabahları aç
uyanmazdı. Kahve altlığı olarak incecik bir tostla akşama kadar idare edebilirdi. Bu sabah
farklıydı her yönden.
Çok az su içiyorsun. Hiç meyve yemiyorsun Ergin.
Dün iki kivi yedim. İki tane birden. Meyvelerin yüzde yetmişi sudur.
Taksi durağında hiç taksi yoktu. Pidecide de müşteri görememişti. Telefon satan dükkân açıktı. Ekmek fırınının vitrininde nefis ekmekler sıralanmıştı. Ama normallik bunla sınırlıydı. Ana caddeye yaklaştığında insanların orada yığıldığını fark etti. Bir şey daha ilginçti. İki
yüz metrelik güzergâhında yukarı doğru gelen hiç kimseyi görmemişti.
Arabalar durmuştu. Yüzlerce, belki binlerce araba durmuştu. İnsanlar arabalarının yanında öbekler oluşturmuş konuşmaktaydılar. Bazıları hâlâ telefonla bir yerlere ulaşmaya çabalamaktaydılar. Konuşmalarda sıkça tekrarlanan kelimeler pek hayra alamet değildi.
Bütün hatlar kesik.
“Hey Ergin. Napıyon lan burda?”
Kızıl saçlı, çilli yüzlü kıza bakakaldı Ergin. Omzuna çapraz astığı bez çanta tıka basa yiyecek
içecek doluydu. Bir elli beş boyunda narin yapılı bir kızdı Nalan. Üzerinde bordo renkli bir
tişört ve siyah kot pantolon vardı. Yüzünde hiç telaş okunmuyordu. Olağanüstü bir durumun
verdiği heyecanla kıpır kıpırdı sadece. Sevil’i yerine ikame etmeden önce Nalan’la sevgililerdi. Kız iki sokak ötede oturmaktaydı. Deli dolu, fıttırık bir tipti. Bilgisayardan çok iyi anlardı.
Dört ay önce ansızın hiç haber vermeden Bogota’daki abisinin yanına gidince ilişkileri kopuvermişti.
Ergin göğsüne yaslı duran kabarık çanta yüzünden kıza sadece yanaklarını değdirebildi.
“Ne zaman döndün sen?”
“İnanmıcaksın, ama dün. Abimin kontratı bitince beraber döndük.” “Ne olmuş burda ya?”
Kız bir eliyle arabaları işaret etti. “Her şey durdu. Durmuş. Her şey. İnternet, telefon,
GÖLGE | ÖYKÜ
televizyon, uydu bağlantıları, aklına gelen her şey durmuş. Elektrik de kesik. Sabah uyku
tutmamıştı. Jetlag yüzünden herhalde. Televizyonda eski bir filmi izliyordum. 9.27’de ekran
kararıverdi. Sadece burada değil. Bütün dünyada. Küresel bir tıkanma diyorlar.”
Ergin kendinin de kısmen düşündüğü şeyleri başkasından duymanın teyit edici şaşkınlığını yaşamaktaydı. Aklından Marduk kelimesi geçti. Daha Marduk’a üç yıl vardı. Başka
yerlerin de böyle olduğunu hangi kanalla haber almışlar sorusunu dillendirmedi. Öyle olduğuna kalıbını basardı. Bu gördükleri yerel bir sakatlığa benzemiyordu. Her şey birden ancak
her yerin katkısıyla kesilebilirdi.
“Yağma başlamış. Her tarafta. Ben de süpermarketin birine girip bunları aldım. Manyakça bir şey. Milleti görmeliydin. Tuvalet kâğıdı için kavga edenler. Birbirlerinin elinden bir
şey kapıp kaçan koca götlü karılar, yaşlı moruklar. Seyir valla. Bu daha ilk üç saat. Arkası
bakalım… Kahvaltı ettin mi?”
Ergin başıyla olumsuzlayınca kız torbadan hazır bir sandviç çıkardı. Sıhhatli denilen
türdendi. İçinde peynir, kesilmiş yumurta dilimleri, domates, salatalık dilimleri görünmekteydi.
“Al bunu ye.”
Ergin hipnozda gibi sandviçi alıp bir ısırık attı. Elli metre kadar ilerideki iki küçük grup
arasında kavga çıkmıştı. Millet o tarafa bakmaktaydı. Sandviçin lezzeti bayağı iyiydi.
Ağzı yarı dolu konuştu. “Şimdi ne olacak?”
Kız omuzlarını silkti. “Bilmiyorum. Bakıcaz. Geliyor musun?”
“Nereye?”
Kız sevgiyle gülümsedi. “Bakarız.”
Ergin kızın uzattığı elini tutunca odasında birlikte geçirdikleri zamanları hatırladı. Nalan kablolara falan aldırmazdı. Kadıköy tarafına yürümeye başlarlarken Ergin bir düşünceyle
sarsıldı. Artık hiç kimse klakson çalmıyordu. Kolektif kabul sessizliği hüküm sürmekteydi
yani. Annesi, babası ve Sevil on kilometre çapındaki bir dairenin içinde, ama aşılamaz bir
uzaklıktaydılar. Bu sessizlik buna da delaletti bir şekilde. Biraz yürüdüler. Hareketsiz kalmış arabaların ve insan öbeklerinin sonu yok gibiydi.
Binaların hep kapalı duran pencereleri şaşkın suratlı insanlarla yüklüydü. Durum üste katlanarak kötüleşecekti. Üzerlerine şiddet, belirsizlik ve kargaşa geliyordu. Bu çok açıktı, ama
elektrikle, uydularla çalışan aparatlar susunca sokakların ürkütücü yanının dişleri sökülmüş
gibiydi diğer yandan.
Ergin hayatının çevrimdışı ve yepyeni bir mecraya döküldüğünü hissetmenin coşkusuyla “Sokaklar benim yeniden.” diye düşündü. Rahmetli dedesi sağ olmalıydı da şu anları
görmeliydi.
Sadık YEMNİ : 1951 İstanbul doğumlu yazar, çevirmen ve köşe yazarı. Üç yaşında İzmir’e
taşınan Sadık Yemni 1976 yılında Ege Üniversitesi Kimya Bölümündeki eğitimini yarıda bırakıp Hollanda’ya gider. Bir çok işte çalışan Yemni Hollanda Demiryolları’nda yedi yıl köprü
bekçiliği yaptığı yıllarda yazarlığa adım attı. 1987’de basılan ilk kitabı olan Demirden Gaga
(De ijzeren snavel) izledi. Çoğu demiryolu işçilerinin hayatlarını anlatan sekiz öyküyle edebiyat arenasına çıktı. 1986 – 1987 yıllarında İlke dergisinde muhabir olarak çalıştı. Demiryollarında bedava seyahat ettiği için Hollanda’nın en ücra köşelerine yollandı durdu. Bunu
1991’de Köprünün Ruhu(De geest van de brug) adlı ikinci kitabı takip etti. 1993’de Amsterdam Gülü(De Roos van Amsterdam) adlı kitabıyla Eurotürkün göçmenlik tarihindeki ilk dedektifi, Orhan Demir’i (yeni Hercule Poirot) yarattı. 1994’de aynı kahramanın ikinci romanı
çıktı. Amsterdam’ın Şövalyeleri(de Ridders van Amsterdam). 1995 yılında AKO uzun listesine
giren Muska (De Amulet) bu tür romanların ilkiydi. 1996’da Yemni’nin Türkiye’de basılan ilk
kitabı oldu. 1996-97 yıllarında Türkiye’nin X files’ı denebilecek olan bir dizi için Sır Dosyası
senaryoları yazdı. Yemni, yakın gelecekte yazın işliği alanında daha da yoğunlaşmanın planlarını yapıyor.
84
YAZAR ADAYI MISIN?
-Öykü Yazarlığına Var mısın, Yok musun?
Tahmin edilebileceği gibi, her iki sorunun cevabı da,
“Evet” veya “Hayır” şeklinde özetlenebilir.
Ancak teste katılan adaylardan bazıları, aşağıdaki sorularımızı basitçe cevaplamak yerine,
niçin bu yanıtı verdiklerine dair bazı açıklamalar da yaptılar.
(Biz de bu durumda sessiz kalmayıp,
zaman zaman kendi fikirlerimizi beyan etmek zorunda kaldık.)
1.)
İlle de yazmak mı istiyorsun?
a.)
Evet, yazarken – tıpkı okurken olduğu gibi – çok mutlu oluyor, kendimi iyi hissediyorum. Üstelik başka hiçbir şey bana bu keyfi vermiyor, veremiyor.
b.)
Hayır, sadece çenemle kız tavladığım da olmuştur. (Ne yani kız tavlamak için mi yazmak istiyorsun; başka işin mi yok?)
2.)
Sinema, tiyatro, müzik, resim vb. diğer sanat dalarıyla ilgileniyor musun?
a.)
Evet, bu saydıkların da edebiyatla iç içedir zaten…
b.)
Hayır abicim, dalıyla değil, mekânıyla ilgileniyorum. Yanımda bir hatun varsa iki yere
giderim; ya sinemaya, ya da diskoya! Nasıl ki o anda salonda hangi filmin oynadığı beni
ilgilendirmiyorsa, diskoda çalan müzik de beni bağlamaz. Maksat… (Anladık, anladık; uzatma…)
3.)
Yazar olabilecek yaşta mısın?
a.)
Evet, bildiğim kadarıyla yazmanın yaşı yoktur. Tek şart, okuma yazma bilmektir.
b.)
Hayır, daha kırk yaşıma çok var. (İyi de o yaşa kadar yaşacağının garantisi var mı? Bu
garantiyi sana kim verdiyse söyle, bana da versin!)
4.)
Yazabilmek için dikkatli bir gözlemci olunması gerektiğini düşünüyor musun?
a.)
Evet, ama sadece izlerken değil, yazarken de dikkatli olmak lazım.
b.)
Hayır, ben sadece güzel kızları gözlerim. Hatta yerim onları gözlerimle! (Hay gözün
çıksın, e mi?)
5.)
Okurken, profesyonel yazarların neyi, nasıl yazdıklarına dikkat ediyor musun?
a.)
Evet, bilmediklerimi öğrenmem için bu da güzel bir yöntem.
b.)
Hayır, neyine dikkat edeceğim; adam yazmış bitirmiş zaten…(O zaman sana bir tüyo
vereyim, bayan yazarlar da vardır!)
6.)
Yazmanın hangi aşamalardan oluştuğunu biliyor musun?
a.)
Evet, şuna inanıyorum; yazabilmek için önce başkalarının yazdıklarını okumak, sonra
dikkatlice hayatı izlemek, ardından düşünmek, kafada tasarlamak, nihayetinde yazmak, yazdıklarını okumak ve düzeltmek ve/veya kısaltmak gerekir.
b.)
Bunu bilmeyecek ne var? Yazarsın ve kıymetini bilen bir yayınevi çıksın da bunu bassın, diye beklersin. (Diiiiittt! Yanlış cevap! Ne kadar üzülsek de, sana bu sorudan da puan
veremiyoruz.)
7.)
Yazar olabilecek kadar disiplinli biri misin?
a.)
Evet, konsantre olup, bir süre ara vermeden yazabilecek kadar disiplinli, yazdıklarımı
düzene sokabilecek, aradıklarımı bulabilecek kadar tertipli biriyimdir.
b.)
Hayır, disiplinli olmayı sevmem ben… Hem yazarlıkla disiplinin ne alakası var ya? Benim bildiğim, iki yerde disiplin olur; okulda ve asker ocağında… Neyse ki ikisinin de son
kullanma tarihi vardır. Diplomayı alınca okul, teskereyi alınca askerlik biter! Böylece disiplin
olayından kurtulmuş olurum. (Peki ya iş disiplini, evlilik disiplini, bir toplumda yaşamanın
gerektirdiği disiplinler, bunlara ne diyeceksin? Yoksa okuldan veya askerlikten sonra yalnız
başına, dağın tepesinde mi yaşayacaksın?)
8.)
Hayal gücün geniş midir?
a.)
Evet, beni tanıyanlar böyle biri olduğumu söylerler. Yazarı sınırlayabilen tek şey, kendi
hayal gücü değil midir?
b.)
Üfff hem de ne biçim… Sen şimdi İlknur’u şu şekilde hayal edebilir misim? Düşün bak,
üzerinde vücut hatlarını ortaya çıkaran ince bir entari, içinde kenarı dantelli, kırmızı bir____
(Sus lan sus, edepsiz herif! Senin beynin kokuşmuş… Kafayı kadınlarla bozmuşsun!)
9.)
Kafandan dolanan tilkiler artık seni rahatsız ediyor ve bunları başkalarıyla paylaşmak
mı istiyorsun?
a.)
Evet, hem de çok…
b.)
Hayır, etrafta bu kadar güzel kız varken, tilkilerin kafamda işi ne… (Bu test sende ne
geziyor; sen git kızlarla gez!)
10.) Kendi ait bir odan, odanda masa, masanın üzerinde kâğıt, kalem, kalemtıraş, silgi ve
sözlük var mı?
a.)
Evet, var.
b.)
Oda var ama odada tek başıma ne yapacağım? (Odaya önce iki kişilik bir kanepe yerleştir, sonra da bir hatuna odana gelip gelmeyeceğini sor! Dikkat; kanepe üç kişilik olursa
işin zorlaşır.)
11.) Odada televizyon veya müzik seti var mı?
a.)
Evet, (Neden her ikisi de açık? Müzik mi dinliyorsun, televizyon mu izliyorsun? Bir karar ver artık! Babanın her ay kaç paralık elektrik faturası ödendiğinden haberin var mı?)
b.)
Hayır, (Kodes de misin? Hiç fark etmez, bir yazar adayı olarak doğru yoldasın.)
12.) Yazmaya başlamak için İlham Perisi mi bekliyorsun?
a.)
Evet, kanepe al dedin, aldık, İlknur’u da kafaladık… Şimdi onun gelmesini beliyorum.
Ama harbiden peri kızı gibi güzel yaaaa…
b.)
Hayır, (13. soruyu geçip, yazmaya başlasana o zaman…)
13.) İlham Perisi geldi mi?
a.)
Evet, (Yalancı na’ böyle olsun mu?)
b.)
Hayır, yaktın lan beni… Ben İlknur’u beklerken, abisi İlhami geldi!
14.) Kaptırdın, habire yazıyorsun ama arada bir yazdıklarını okuyor musun?
a.)
Evet, (İmla hatalarını düzeltmeyi unutma, noktalama işaretlerini doğru kullandığına
emin ol. Gerekiyorsa, imla kılavuzundan ve sözlükten yararlan.)
b.)
Hayır, pardon ama sen yanlış anladın galiba; ben yazacağım, başkaları okuyacak! Kendi yazdıklarımı neden okuyayım ya, manyak mıyım ben?
15.) Yazdıklarını okurken, okuru etkileyen, merakını uyandıran, onu öykünün içine çeken
bir başlangıç yapıp, yapmadığına dikkat ettin mi?
a.)
Evet, (Bu kadarı yeterli değil. Eğer öykünün giriş bölümü bahsettiğim özelliklere sahipse 17. soruya geç, değilse 16. soruya…)
b.)
Hayır, etmedim ama bence güzel bir başlangıç oldu. ‘Adamın biri, bir gün…’ (Fıkra
mı yazıyorsun, öykü mü; bir karar ver ve türün özelliklerine, olmazsa olmazlarına sadık kal.
Öyküler, ‘Adamın biri bir gün’ diye başlamaz; bir kelime aynı cümle içinde mümkün mertebe
– özel bir sebebi yoksa – tekrarlanmaz!)
16.) Madem ki öyküye ilgi çekici bir giriş yapamadın, öyleyse bunu değiştirmeyi düşünüyor
musun?
a.)
Evet, gelişme bölümüne ait birkaç paragrafı giriş bölümü olarak kullanmaya karar verdim. (Gene de, bu konuda güzel bir örnek okumak istersen, Gabriel Garcia Marquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ adlı kitabını tavsiye ederim.)
b.)
Hayır, yazdım bir kere… Yeniden yazmakla kim uğraşacak şimdi? (Kendini yazar olarak
görmek istiyorsan, yazmaya ve yazdıklarını değiştirerek yeniden yazmaya üşenmemelisin.)
17.) Doğru bir başlangıçla öyküye giriş yaptın ama gelişme ve sonuç bölümlerini de aklında bitirdin mi?
a.)
Evet, ne gibi gelişmeler olacağını kabaca biliyor, öykümü buna göre yazıyorum. (Aferin
sana.)
b.)
Hayır, henüz aklıma sadece giriş bölümü geldi ben de bunu yazdım. (İyi güzel de, arkasını getirebilecek misin? Öykü, üç bölümden oluşur; giriş, gelişme, sonuç. Doğrudan doğruya başlangıçtan sonuca geçemeyeceğin gibi, sonucu olmayan öykü de yavan olur; üzerinde
yoğurt, nane, kekik ve tereyağında eritilmiş salçası bulunmayan mantıya benzer...)
18.) Yazdığın konu hakkında yeterince bilgili misin?
a.)
Evet, yazmaya başlamadan önce bulabildiğim kadar bilgi edindim. Bildiklerimi de başka kaynaklardan – bunlardan biri de babamın doktor arkadaşı Fehmi amcadır – teyit ettim ki,
okura yanlış bir şey aksettirmeyeyim. Okurlarımın arasında doktor varsa, benim yazdıklarıma
gülüp, amma da desteksiz atmış ha, resmen kafasına göre uydurmuş, demesin sonra. (Unutma, kitaplar, dergiler hatta internet bile bilmediklerini öğrenebilmen için birer kaynaktır.)
b.)
Hayır, bunca şeyi bilseydim profesör olurdum, oysa ben yazar olmak istiyorum. (Tırışkadan bilgiyle, bırak tereciyi, bana bile tere satamazsın! Sen şimdi tırışkanın ve terenin ne
olduğun da bilmiyorsundur…)
19.) Yazdıklarını, hiç kısaltıyor musun?
a.)
Evet, yazdıklarımı ikinci kez okurken yapıyorum bunu. Şayet bilgi, cümle ve kelime tekrarları varsa, bunları siliyor veya değiştiriyorum. Boş yere okurun vaktini çalmaya ve canını
sıkmaya hakkım yok, diye düşünüyorum. (Haklısın.)
b.)
Hayır tabii ki! Sabahtan beri ancak iki sayfa yazabildim, bunu da kısaltıp tek sayfaya mı
indireyim yani? (Gerekiyorsa, bu iki sayfayı üç paragrafa da indirebilirsin. Yeter ki yazdıklarına kıyabilmeyi öğren!)
20.) Yazdıklarını, yakın çevrende bulunan birine okutup, görüşünü alıyor musun?
a.)
Evet, bu konuda yeterince bilgisi ve deneyimi bulunduğuna inandığım edebiyat öğretmenime gösteriyorum.
b.)
Hayır abi, niye göstereyim ki? Ya benim o ilginç fikirlerimi ve muhteşem cümlelerimi
çalıp da bunları kendisi yazmış gibi etrafa caka satarsa? (Tabii ya, nasıl da düşünemedim?
En ilginç fikri sen buldun, en güzel cümleyi sen kurdun, en etkileyici öyküyü sen yazdın! Sen
neymişsin be dostum?)
21.) Yazdıklarını, okurlara ulaştırabilmek için neler yapman gerektiğini biliyor musun?
a.)
Evet, önce satır aralarında ve kenarlarında geniş boşluklar bıraktığım öykülerimi A4
kâğıdına çıktı alırım. Biliyorum ki yollayacağım kişi buralara çeşitli notlar alacak, bazı düzeltmeler yapacaktır. Daha sonra, temiz bir fotokopi çektirir ve spiral cilt yaptırırım. Kapak sayfasına kitabımın adını, kendi ismimi ve soyadımı, yazışma adresimi yazarım. Telefon numaramı
ve e-posta adresimi de eklemeyi ihmal etmem… Böylece bana kolayca ulaşabileceklerdir. Hazırlayacağım dosyada, kapak sayfasının hemen ardında kısa bir özgeçmişim bulunacaktır.
Yazdığım tarzda kitaplar basan yayınevlerini araştırırım. Dosyamı, eğer bulabilirsem, editörün adına, iadeli taahhütlü olarak yollarım. Onlardan, yazıyla (veya telefonla) bana olumlu
veya olumsuz yanıt vermelerini beklerim. Tabii ki tek bir yayıneviyle kendimi sınırlamam,
dosyamı başkalarına da yollarım. (Vay, bilgisayarda mı yazdın kitabını? İyi etmişsin… Şayet,
yayımlanmasına karar verilirse, dizgisi de kolay olur.)
b.)
Hayır, ama şu kitabı bi’ bitireyim, onu da hallederiz evvel Allah…
22.) Sanal âlemde, yazdıklarını paylaşabileceğin birçok site bulunduğunun farkında mısın?
a.)
Evet, farkındayım. Mesela her aybaşında yayımlanan Gölge e-Dergi bunlardan sadece
biri… (Yaklaş arkadaş, seni alnından öpmek istiyorum!)
b.)
Hayır, sanal âlemde sadece çet yapıyorum, alışveriş sitelerine bakıyorum, bi’ de arkadaş sitelerine takılıyorum. (Ne mutlu sana, internet bağlantın olmasa sıkıntıdan ölecekmişsin…)
23.) Test tamamlanmıştır. Cevaplardan hangisi çoğunlukta?
a.)
Evet’ler… (Bol şans dilerim. Umarım bir gün senin kitabını da raflarda görebiliriz.)
b.)
Hayır’lar… (Listenin başına dönebilir, nerede hata yaptığını düşünebilirsin. Hatta daha
da güzeli, sen bu sevdadan vazgeç…)
Oğuz ÖZTEKER
Vinyetler
Feridun DEMİR

Benzer belgeler

A`mak-ı Hayal

A`mak-ı Hayal daha kısa boylu olanı “Kimlik kontrolü yapıyoruz, kimliğinizi görebilir miyiz?” diye sordu nazikçe. İçeri girdi, kimliğini getirdi. Diğerlerinden bir adım önde duran kimliği alıp incelemeye başladı...

Detaylı

Lev Nikolayeviç Tolstoy _ İnsan Ne İle Yaşar Kitaplar, uygarlığa yol

Lev Nikolayeviç Tolstoy _ İnsan Ne İle Yaşar Kitaplar, uygarlığa yol Bu tuhaf sorgu saatlerce sürdü. Sorgu ilerledikçe, kendisine sorulan soruları sınıflandırabilmeyi başarmış ve hangi sorulara verdiği yanıtların üzerinde durulduğunu ayırt edebilmişti. Sorulardan ba...

Detaylı