Herkes hak ettiği sanatı bulur

Transkript

Herkes hak ettiği sanatı bulur
ARK
VICTOR BURGIN – XURBAN_COLLECTIVE
çalışmalarına katılmayı ya da özel bir yönetim danışmanlığı şirketinin akademik kadro için
“Herkes hak ettiği sanatı bulur”
düzenlediği ‘zorunlu’ eğitim gününe katılmayı reddettiğim zaman (bu, İngiltere’de üniversiteleri
‘iş dünyasının’ pazar ihtiyaçlarına indirgemek için sürdürdüğü çalışmaların bir parçası) tavrımı
bir üniversite hocası olarak sergiledim, bir sanatçı olarak değil. ‘Siyasi sanatçı’ların işlerinin
çoğunlukla kimseye zararı dokunmaz ve bu sanatçıların bu işleri yapma haklarını savunurum;
savunamayacağım şey ise, bencil ve kayıtsızca, bunların gerçek dünyada siyasi bir etkilerinin
olduğunu varsaymaları. Bir üniversitenin sanat bölümünde meslektaş olarak suluboya günbatımı
tablolar yapan ama tutucu yönetime karşı tavır alan birini, galeride radikal siyaset gürültüsü
çıkarırken bölüme eğitim açısından feci sonuçlar doğuracak, anlamsız devlet politikaları
dayatılmasına çanak tutan birine yeğlerim. Günlük hayatta sanatçıların siyasi temayülleri göz
önünde değildir – bu seviyede ya vatandaş ve/veya, benim yaptığım gibi, hoca olmakla yetinmek
Xurban_collective
Son zamanlarda, çağdaş sanatçıların, bugünün pop kültürü olarak ‘siyasetten’ esinlenen işler
ortaya koyduğunu ve 1960’larda Pop-Art’ın ürettiğine benzer mekanizmalar üstünden popüler
hale geldiklerini gözlemliyoruz. Aradaki fark, bugün yararlanılan figürlerin ya da ikonların
siyasi figürler ya da gündemdeki olaylar olmaya yatkın olması.
Sanat ve siyaset, ya da başka bir deyişle siyasi bağlamda sanat, üstüne düşülmesi gereken
alanlardan biri ve sanatın politize edilmesi ile sanat pratiğini birbiriyle ilişkilendirecek bir teori
arayışındayız. Belki böylece siyasetin popülerliği konusunda bir fikrimiz olabilir. Öyleyse,
sizce, bu yeni olguyu açıklamak için Debord’un kullandığı anlamıyla ‘gösteri’yi anahtar kelime
olarak mı kabul etmeliyiz? Ya da, buna paralel olarak, www’nin gerçek zamanlı haber kaynağı
olduğu bu çağda, ‘siyaset’ de diğer her şey kadar fani mi? Bu sanat yapıtlarını gelecekte nasıl bir
bağlamda ele alacağız?
zorundalar (ben her zaman hocalığı en önemli siyasi aktivitem olarak gördüm) –, sanatçıların
faaliyeti semboller katmanındadır. Burada, sanatın siyasi gündemi içerikten ziyade biçim
katmanına konumlandırılmıştır.
İşlerimin siyasi ya da eleştirel boyutlarını her zaman anaakım kitle iletişim araçlarına olan
ilişkileri ile ölçtüm – çünkü kitle iletişim araçları, siyasete malzeme olacak bir konunun
üretilmesinde, siyasetçilere oy sağlamasında en büyük sorumluluğa sahip. Popüler bir gündemi
olan sanat kendini ‘halk’a sunmaya çabalarken ister istemez, biçimini ve içeriğini medyadan
almak zorundadır. ‘Halk’ ampirik olarak algılanamaz; onlar (insanlar) – ya da o (çünkü ‘halk’
aynı zamanda kolektif anlam taşıyan bir isim) – tutarsız bir yapı.
Siyasi anlamda ‘halk’ veri yorumlamalarının üzerine kuruludur (örneğin, ‘vatansever olmak’
ya da ‘işsiz olmak’); kültürel anlamda – görsel sanat, roman, film vs. biçiminde – ‘halk’ kitle
iletişim araçlarının çok-satan sektörlerine referansla oluşturulan hayali bir yapıdır: ‘Halk’
Victor Burgin
Doxa 10, Haziran 2011
Araştırmacı gazetecilik ya da ‘agit-prop’ değil de, sanata özgü olan siyasetin formuna dair bir
anlayış geliştirmek en önemlisi. Bariz biçimde siyasi bir içeriği olan sanatın illa ki siyasi bir
yaptırımı olmayabilir. Türkiye’deki durumla ilgili fikir yürütemem elbette, ama benim daha
yakından tanıdığım Batılı liberal demokrasilerde, sanatın direkt bir siyasi gücü yok. Londra’da
Körfez Savaşı’na karşı düzenlenen protesto yürüyüşlerine ya da Paris’te Milliyetçi Cephe’ye
karşı gösterilere katıldığım zaman, orada bir vatandaş olarak bulundum, bir sanatçı olarak
değil. Devletin zorunlu tuttuğu ancak entelektüel açıdan gülünç olan üniversite değerlendirme
22
‘popüler gazeteleri’ ve ‘popüler kurgu romanları’ okuyan çoğunluktur ve ‘popüler’ televizyon
programlarını ve filmleri seyreder – tüm bu örneklerde, ‘popülerlik’ pazar payına göre hesaplanır.
Uzun bir zamandır sanat dünyasının, süpermarketlerin ‘fırına girmeye hazır’ tavukları temin
etmesi gibi, ‘medyada yer almaya hazır’ sanat temin ettiğini görebiliyoruz.
Bir zamanlar alışılmışın dışında kalan ‘siyasi sanat’ın şu sıralarda yeni düzenin ta kendisi
olduğuna katılıyorum, ancak bu sanat yalnızca medyanın anladığı anlamıyla ‘siyasi’. Örneğin,
son 25 yıldır, sanat dünyasında ‘belgesel’e duyulan heyecan, galeri-konumlu anlatılar külliyatına
23
sebebiyet verdi – samimi anekdotlarla bezeli ‘insan manzarası’ hikâyelerinden, insanın ve
doğanın aç gözlü küresel kapitalizm tarafından perişan edilmesinin ifşasına kadar. Ancak bu
hikâyelerin içeriğinde ya da analizinde, hali hazırda kitle iletişim araçlarından alışık olmadığımız
hiçbir şey yok ve basmakalıp medya biçimlerinden uzaklaşan örneklerde de katedilen mesafe
kaydadeğer değil. Bu gibi ‘sanat eserleri’ medyanın izleyicisiyle özdeşleştirdiği ilgi aralığına ve
okuma becerisine hitap ediyorlar. Sanat dünyasında ‘belgesel’i, gösteri, dekorasyon ve skandal
özellikleri taşıyan türden işler tamamlar. Burada yine medyanın söylemsel alanından çıkamayız,
yalnızca başka bir sayfaya ya da kanala geçeriz. Brecht’in ‘eleştiri’ tanımı, toplumda hassas olanı
dert etmeye dayanır. Benim yaşadığım ve çalıştığım Batı toplumlarında önemli olarak gördüğüm
şey; dil, inanç ve değerlerin, anaakım medya içerikleri ve biçimleriyle giderek artan bir şekilde
sömürgeleştirilmesi – hayal edilebilecek ya da söylenebilecek olana endüstriyel homojenlik
empoze edilmesi ve oy vermenin hiçbir şeyi değiştirmediği ‘demokratik’ bir siyasi sürecin itaatkâr
öznelerinin yaratılması. Sanat dünyası da bu süreçten bağımsız değil. ‘Belgesel’ yapan sanatçılar
işlerinin konularıyla ilk elden değil medya üzerinden karşılaşır. Ortaya çıkan sanat eserlerindeki
mevzuyu izleyici anında hatırlar ve hali hazırda medya tarafından yansıtıldığı terimlerle algılar.
Bu gibi eserlerde ‘belgelenen’ görünür içerikleri değil, medyanın dünya görüşünün değişime
uğramış biçimidir ve önceki kaynaklardan bilinen bulguları, biçimleri ve görüşleri geri
dönüşümden geçirip durmaktan öteye gidemedikleri sürece sanat olarak konu dışı kalacaklar.
Sanat dünyasındaki belgeselden bahsettiğimi vurgulamak isterim. Ben bu satırları yazarken İranlı
sinemacı Cafer Panahi hapiste – anlaşıldığı kadarıyla, bunun başlıca sebebi geçen yılki şüpheli
seçimlerden sonra düzenlenen toplu protesto gösterileri hakkında bir belgesel yapmış olması.
Belgeselin politik değeri konjonktüreldir, bağlam içerik kadar önemlidir. Sanatın politik değeri
ne içerikle ne de bağlamla ilgilidir, onun ilişkisi dil iledir. Gazetede okurken akla gelen genel
bilgi ve yapılan genel çıkarımları tekrarlayan ‘sanat’a hiçbir anlam veremiyorum.
Narodnichestvo’yu, köylü komünü modeline dayalı, sosyalist bir toplum hayal eden devrimci
Sorguladığınız konuyu konuşurken terimlerimizi gerçekten doğru tanımlamalıyız. Her ne kadar
bu iki anlam bazen üst üste çakışsa da ‘Popülizm’ terimini hem siyasi hem kültürel anlamıyla
düşünüyorum. Kelime İngilizcede ilk defa 1890’larda ABD’de demiryolları, bankalar ve arsa
spekülatörlerinin elinde çok fazla siyasi ve ekonomik güç bulunmasına karşı çıkan çiftçi
organizasyonu People’s Party taraftarlarınca kullanılmış.
sosyal güvencesi’ ilan etti.
entelektüeller ortaya çıkarmıştı. Amerikalı popülistler de, Narodnik’ler de küçük ölçekli zirai
üretim ve sosyal örgütlenmenin geleneksel biçimlerini, modernizasyonun endüstriyel gücünden
korumak istiyordu. Diğer yandan, 1940 ve 50’lerde ‘popülizm’ terimi Latin Amerika’daki en
iyi ifadesini Peronizm’de bulacak bir olguyu isimlendirmede kullanıldı. Bu yıllarda sanayici
burjuva, buğday üreten ve büyükbaş hayvan besleyen toprak sahiplerinin elindeki gücü protesto
ederek, şehirlerde çalışan fakir işçi sınıfını destekliyordu.
1980’lerden beri Avrupa’daki siyasi yelpazenin solundan sağına geniş bir çeşitlilik gösteren
popülist siyasi eğilimler, hareketler ve partiler ortaya çıktı. Tüm bu değişkenlerin ortak noktası
iktidardaki elit tabakaya duyulan güvensizlik ve sade vatandaşlığın, ‘halk’ın bağımsızlığını geri
alma isteğidir.
[İngilizcede ‘halk’ yerine kullanılan] ‘People’ kelimesi Latincedeki populus teriminden gelir. Eski
Roma’da ‘halk’ toplumun iki temel kaidesinden biriydi. Diğeri ise halkı yöneten ‘senato’ydu.
Senato üyeliği her zaman değilse de, çoğunlukla babadan oğula geçerdi. Modern demokratik
toplumlarda iktidardaki insanlar halk tarafından seçiliyor; Abraham Lincoln’un Gettysburg
Mübadelesi’nde söylediği gibi ‘halktan oluşan, halkın seçtiği, halk için çalışan’. Bu anlamıyla
popülizm herhangi bir temsiliyete şüpheyle yaklaşan ve siyasi karar alma sürecinde referandumu
en sağlıklı yöntem olarak gören ‘hard-core’ popülist bir demokratik aşırıcılığa eğilimli olabilir.
Çokkültürlü, yüksek nüfuslu ve modern teknoloji açısından gelişmiş toplumlarda ‘halk’, ortak
özdeşleşme noktaları üstünden kurulabilecek, yalnızca rastlantısal, tutarsız bir yapıdır. Örneğin,
Ségolène Royal 2007 yılında Sosyalist Parti’den cumhurbaşkanlığına aday olduğunu açıklarken,
“yaşlı veya genç, yevmiyeli veya ücretli çalışan, küçük iş sahibi ve diğer çalışanlara” seslendi. Bu
konuşmada kendini onların ‘Le drapeau tricolore et la sécurité sociale’i, yani ‘Fransız bayrağı ve
En yaygın kullanıldığı kültürel bağlamda ‘popülizm’, ‘elitizm’in tersi olarak tanımlanır.
İngilizcede kullanılan ‘elite’ kelimesi Fransızcadaki ‘élire’den – seçmek – gelir ve o da Latincedeki
‘atamak’tan (eligere) gelir. Etimolojisinden bahsetmek gerekirse, ‘elite’, bir çoğunluğu yönetmeye
atanan bir azınlıktır. Bu sözlük anlamıyla, ulusal bir devletin üyeleri bir ‘elite’i oluşturur,
People’s Party yönetimin yeniden küçük üreticilere, ‘sıradan insana’ geçmesi için çağrı yapıyordu.
Böyle bir kırsalcı popülizm 1870’lerde Rusya’da farklı bir biçimde karşılandı. Rus popülizmi
ordunun subay kadrosu ya da bir şirketin yönetici kadrosu gibi. Elitizm sözlük anlamıyla,
24
25
küçümseme amacıyla kullanıldığı zaman, mümtaz bir yönetici sınıfın ‘temsil etme’ iddiasında
olduğu çoğunluğun çıkarları pahasına soylu çıkarlarını koruduğu uygulamalara verilen
isimdir. Medya ürünlerinin çoğunluğu, bu nedenle, egemen kurumsal ve siyasi değerleri ve
inançları sürdürdüğü ve yaydığı sürece ‘elitist’ olarak görülmelidir. Bu nedenle ‘elitizm’ yaftası,
kültürel popülistlerin en ‘ulaşılabilir’ bulduğu ‘popüler kültür’ün (daha doğrusu endüstriyel
kitle kütürünün) çoğunluğuna yüklenebilir. Kültürel popülistler ‘elitizm’ kelimesini, ‘açıklık’ın
karşıtı olarak yeniden tanımladığı zaman kelime etimolojik kökeninden uzaklaşıyor ve çeşitli
çıkarcı yakıştırmalara malzeme oluyor. Örneğin tam anlamıyla ‘elitist’ sağcı Fransız gazetesi
Le Figaro şöyle buyuruyor: ‘Eğitimde elitizmden muzdarip ruhu alaşağı etmeliyiz.’ Bu muzdarip
olunan ‘hastalık’ – ki faşist, Stalinist ve Maoist siyasi popülizmler buna karşı çeşitli çareler
önermişlerdir – dilin hem sözlük hem de daha genel semiyotik anlamıyla, baş belasıdır. Aynı
kornea gibi, dil de sağlıklı olduğu zaman doğal biçimde şeffaf kabul edilir; eğer şeffaf değilse,
bu, hastalık belirtisi olarak görülür. Burada, görünürde sağlıklı bir demokratik söylem, popüler
jargon ile konuşmayanları anlaşılabilirlik ve sağduyu adına üstü kapalı biçimde patolojik, lekeli
ve güvenilmez varsayar.
Sanat ve anaakım medya, son 25 yıldır – belki de daha uzun zamandır – giderek daha
popülistleştiler ve ‘anti-elitist’leştiler. Bu süreç, İngiltere’yi örnek vermek gerekirse, sıklıkla
basının ‘kalitesinin’ basitlik seviyesine düşmesi üzerinden tartışıldı – şimdi ise kimsenin
bahsetmediği geçmişte kalmış emrivaki bir durum bu. ThatcherReagan-BushBlair yıllarının
siyasi demogojisinin bu sonucu, sanatta – en görünür biçimiyle İngiltere’de reklamcılık
patronu Charles Saatchi ve hempalarıyla vücut bulan – yeni demogoji ruhunu ve sanat
izleyicisinde de buna karşılık gelen bir mutasyonu beraberinde getirdi. Sanat dünyası şu an
tarihin herhangi bir döneminde olduğundan çok daha fazla izleyicisinin olmasını kutluyor,
ancak bu yalnızca sanatın medyatize edilmesinin bir yan etkisi. Atasözündeki gibi “herkes hak
ettiği sanatı bulur”.
Xurban_collective
sanatın ayağını bu bariz toplumsal hırlaşmanın içine çeken esaslı bir tuzak olarak
görüyoruz. Sanat üretiminin ontolojik zemininin farklı okumalara imkân veren çokkatmanlılığına dayanması gerektiğini düşünüyoruz. Bu herhangi bir eserin, gündemle
ilgili siyasi eleştirilerden farklı olarak, kendini ‘yeniden’ üretebilmesi (retrospektif
olarak ya da zamana uyarlanmış biçimde) ve ileriki bir zaman ile ilişki kurabilmesi
için tek olasılık. Bu da, karmaşıklık ya da anlaşılması güç olmak adına değil ama eserin
kendi ‘sanat’ koşulunun farkında olması içindir. Sanatın ‘iletişim’ ile ilgisi olmadığına
göre, söylenemeyeni açığa çıkarabilmek gibi kendine mahsus bir becerisi vardır diye
varsayıyoruz. İşte sanatsal ifade burada kitle iletişim araçlarından ayrılır ve sanatsal
üretim medyaya-hazır bir iş olmaktan kurtulur. Sonuç olarak biz de sanatçıdan
ziyade akademisyen olduğumuz için sizin söylediğinize geliyoruz. Eğer sanat eğitimi,
öğrencilerle akademik ve hukuki bir ilişki kurarak ve onları devlet ya da pazar
odaklı kanunlara tabi tutarak değil de; onları kapıdan girdikleri anda sanatçı olarak
konumlandırıp her birine özel bir eğitim sistemi geliştirerek yaklaşırsa, en azından
sanat üretimleri açısından bağımsız yeni bir sanatçı jenerasyonundan bahsedebiliriz.
İngilizceden çeviren: Dilay Yalçın
Ortaya koyduğunuz meselelerde size katıldığımızı söylemek isteriz ve biz de Türkiye’de bugün
gözlemlediğimiz sorunlara kısaca değinerek katkıda bulunmaya çalışacağız. Ülke görünürde
etnik ve dini birtakım ucu açık sorunların etkisi altında olduğundan, tüm toplumsal alanın
politize olduğunu görüyoruz. Maalesef bu tür bir kutuplaşma bezdirici olmasının yanı
sıra, etkili olacak bir politika üretmiyor ve kitleleri harekete geçirmekten de aciz; yüksek
ihtimalle ajitasyonda en büyük rolü de kitle iletişim araçları oynuyor. Bu durumda medyayı,
26
27