HF135 - Hayatım Futbol

Transkript

HF135 - Hayatım Futbol
Yayın Koordinatörü
Arena’da ikinci italyan
İlker Yılmaz
Her şey Fatih Terim’in gönderilişiyle başladı. “Kurumsallaşan” bir
Galatasaray vardı karşımızda. Teknik direktörlük koltuğuna Roberto
Mancini oturmuştu… İtalyan hoca yaklaşık 7 ay kaldığı İstanbul da pek
de başarısız sayılmazdı ama hedefler uyuşmayınca o da Galatasaray’dan
koptu, hem de bunu yaparken dillere pelesenk olan “9 milyon euroluk”
tazminatından da vazgeçti. Gözler Ünal Aysal’daydı. Belçikalı gibi düşünüp
konuşan ama genelde manevraları bu coğrafyaya özgü olan Aysal, eski
dost Lucescu’dan olumlu yanıt alamayınca,”Önce Alman ve Hollanda
ekolü” dedi Löw’le, Klinsman’la görüştü, “Olmaz” yanıtı aldı. Hitzfeld
emekli oldu, Tuchel de son zamanların modası “Tükenmişlik sendromu”
bahanesi/gerekçesi ile Aysal’ı üzüyordu. İş iyice içinden çıkılamayan bir
hal almaya başlamıştı. David Moyes İstanbul’a geldi, Hikmet Karaman’ın
adı çıktı, zor zamanların kurtarıcısı Mustafa Denizli yine akıllara geldi ama
Galatasaray’ın teknik direktör koltuğu hala boştu. Sonra beklenmedik
bir anda KAP’a açıklama düştü. Galatasaray, İtalya Milli Takımı’ndan
geçtiğimiz günlerde istifa eden Cesare Prandelli ile görüşmelere başlamıştı.
Alman ekolü denirken bu hamle herkesi şaşırtmıştı. Sonra Aysal
Prandelli’nin kısa süre içerisinde takımın başında olacağını açıkladı ve
“Mutlu son”
Editör
Cantürk Temelli
Yazarlar
Güner Çalış
Fırat Selçuk
Fırat Topal
Fırat Yalgın
Sercan Ergün
Serkan Akkoyun
Uğur Karakullukçu
Varol Döken
Yukarıda kısa sürede Galatasaray’da yaşanan hoca krizinin bir özetini
okudunuz, biz de bu sayıda Hayatım Futbol ekibi olarak, Galatasaray’ın
müstakbel teknik direktörü Prandelli’yi her yönüyle inceledik. Bununla
birlikte, yaşanan bu krizin bir eleştirisini yapmaktan da geri kalmadık.
Keyifli okumalar,
Cantürk Temelli
[email protected]
[email protected]
#135 BU SAYIDA
GALATASARAY Özel
Prandelli, Hücumcu İtalyan
5 Yaşındaki Galatasaraylı ve Ünay Aysal
Hangi Ekol?
Maç Bahane #3
Varol Döken, Dünya Kupası’nı bahane edip sizlere
yeni mekanlar tanıtıyor
Maç Bahane Gibi Değil Gibi
Fırat Topal Amerikan Rüyası için yollara düştü ama
Queens sokaklarında “Soccer” maçı kovaladı
Filistin Artık Özgür!
İsrail terörüyle yaşamaya çalışan Filistin, hayal bile edilmesi
güç bir şeyi başararak 2015 Asya Şampiyonası’na katılma hakkı
kazandı
Şu Bizim Sportif Direktör Meselesi
Aykut Kocaman, Tomas Ujfalusi şimdi de Önder Özen… Alışık
olmadığımız ve tartışılan Sportif Direktörlük
Günü Kurtarmaya Çalışmanın Bedeli
Rusya Dünya Kupası’nda dibe vurdu hayal kırıklığı yarattı.
Peki, 2018 öncesi Rusya’nın böylesine kötü olmasının nedeni neydi
Varol Döken
Maç Bahane HF135
DÜNYA KUPASI
BAHANE #3
Hayat kısa, Dünya Kupası geçiyor
Grup maçları derken ikinci tur maçları da bitti.
Şu iki günlük (Çarşamba-Perşembe) ara bile zor
gelirken 14 Temmuz sabahına nasıl uyanacağız
bilemiyorum. Siz ne yapıyorsunuz bilmem ama
ben bu gerçeği hatırlamamak için içiyorum. Bu
hafta da Arjantin-İsviçre maçını bahane edip içtim.
Yoksa içkiyi bahane edip maçı mı izledim???
Anlayacağınız bu Dünya Kupası benim kafam
biraz karışık. Sizinkini de fazla karıştırmadan maçı
nerede izledim anlatayım; belki siz de unutmak
için değil de hatırlamamak için içenlerdensinizdir…
Zeplin
Kadıköy’e taşınalı 1,5 sene kadar oluyor. Zeplin de
benden birkaç ay kadar önce açmıştır herhalde
mekânını. O gün bugün Kadıköy’de bar/pub
eksikliğini en iyi dolduran yerlerden biri oldu.
Gerek iç ve dış tasarımı, gerek kitlesi gerekse
de menüsüyle gerçekten Kadıköy’ün en güzel
alternatif mekânlarından biri.
Nasıl gidilir?
Bu seride iki seferdir yazıyorum, bir daha Kadıköy’e
nasıl geleceğinizi anlatmama gerek yok herhalde.
Rıhtımdan yukarı Moda Caddesi’ne çıkarsanız
Migros’a gelmeden sağda Zeplin’i görürsünüz.
Bahariye/Altıyol tarafından geliyorsanız yine
Rıhtım’a gider gibi inip Migros’un tam karşısında
bulabilirsiniz. Önü her daim kalabalık olan mekânı
bulmakta zorluk çekeceğinizi sanmıyorum.
Nasıl bir mekan?
Zeplin, yukarıda da yazdığım gibi bir bar/
pub. Bardan daha çok pub diye nitelendirmek
doğru olur, zira en az 5-6 fıçı bira bulunabiliyor.
Kitlesi sebebiyle de yabancıların dediği gibi
neighbourhood pub da diyebiliriz. İsimlerinde bir
de Delicatessen var ki, bana Jean-Pierre Jeunet’nin
filmini hatırlatıyor, sanırım özel şarküteri ürünleri
bulundurdukları içindir.
Zeplin, çok büyük bir mekân değil, girişte 6-7
masası, içeride 10-12 masası, bar ve köşelerde
ayakta takılabileceğiniz yerleriyle 100-150 kişi alır
Ortalama bir fiyatlandırması bulunan Zeplin’in
içki menüsü Varol Döken’i memnun edecek
kadar geniş.
diye tahmin ediyorum. Ama hınca hınç dolduğu
günler ki bunlar haftada 3 günden fazla, sayı çok
daha fazla oluyor.
Kapı önü hariç hiçbir yerde sigara içilmiyor.
O yüzden önü her daim kalabalık. Caddenin
trafiği çok fazla olmadığı için bu kalabalık sorun
yaratmıyor. Aynı sırada Belfast ve Ayı ile birlikte bu
mekân önü kalabalıkları Kadıköy’ün ne kadar cıvıl
cıvıl olduğunu hissettiriyor size.
Fiyatları için ortalama diyebilirim. Fıçı biralar 10
TL, yabancı şişe biralar 15-20, viski votka, kokteyl
gibi yabancı içkiler de 25-30 lira aralığında. İçki
menüsü gayet başarılı. Yemek menüsü de hiç fena
değil. Küçük hamburgerleri ve frankfurten sosisini
tavsiye ederim. Yemek fiyatları için de ortalama
20-25 TL diyebiliriz.
Zeplin açıldığından beri kendi kitlesini yarattı.
Çoğunlukla 25-40 yaş aralığında çalışan, iş çıkışı
kendine bir ‘‘drink’’ alan insanlar. Genelleme
yapmayayım ama güzel insanlar. Güzelden
kastım şu, rahatsız olmadan rahatsız etmeden
gelir içkinizi içer, sohbetinizi eder dönersiniz.
Neighbourhood bar derken en çok anlatmaya
çalıştığım da bu. Müzikleri de atlamayalım bu
arada, DJ set falan da oluyor çoğunlukla, seçimleri
gayet iyi, ses yüksekliği de…
Nasıl izlenir?
Zeplin bir spor barı değil. Aslına bakarsanız Dünya
Kupası olmasa hiçbir şekilde maç izlenecek bir
mekân da değil. Ama burada bar önünde bir maç
izlemeden Dünya Kupası’nı bitirmeyin bence.
Her ne kadar mekânda tek bir TV olsa da, maç
Spor bir bar olmasa da içerisi ferah ve barda oturup
biranızı yudumlerken Dünya Kupası heyecanını
burada yaşamak keyif verici.
sırasında sesi açılmasa bile, barda peşpeşe biraları
yuvarlarken karşınızdaki tek ekrandan maçı takip
etmek insana kendisini küçük bir Avrupa ülkesinde
gibi hissettirebilir. Ya arkadaş belki ben kendimi
küçük bir Asya ülkesinde gibi hissetmek istiyorum
diyenler Tayland yazısı falan okuyun kardeşim, ben
ayran budalası gibi Avrupa hayranıyım!
Ne yenir ne içilir?
serinin ilk sayısında. Zeplin her geçen gün artan
bir viski koleksiyonuna sahip. Barmenler gayet
başarılı, bunu da kokteyllerden anlıyoruz en çok.
Eh fıçıda 5-6 çeşit, şişede de en az 20 çeşit bira
sunuyorlarsa bize de helal olsun demek düşer.
Özetle, Zeplin alkol bakımından da yemek
bakımından da kalitesine yakışır bir yer. Ha hiçbir
şey eksik değil mi burada derseniz, söyleyelim. İlk
açıldıkları zamanlardaki gibi her bir müşteriyle tek
tek eskisi gibi ilgilenemiyorlar. Suç da bulamam
Yukarıda biraz ipucu verdim, buradan devam
edeyim. Küçük hamburgerleri, frankfurten
sosislerinin yanına siz füme tabağını da ekleyin,
özellikle somon füme şahane. Toshka diye tortilla
ekmeği arasında sundukları bir tür sandviçleri var,
ben denemedim, siz deneyin. Bonfile falan da
kötü çıkmaz buradan. Tatlıları için bir fikrim var
dersem okuyucuyu aldatmış olurum. Mutfak iyi
genel olarak, atıştırmalık, karın doyurmalık, göz
doyurmalık ne varsa çekinmeden yiyebilirsiniz.
İçki menüsü başarılı demiştik zaten. Ben bir
barı en çok viski çeşitlerinden tanırım demiştim
Zeplin’in hamburgerini denemeden olmaz!
çünkü müşterileri sürekli arttı, durmadan arttı,
daha artmaz dedik ama yine arttı. Çok hınca hınç
olmadığı zamanlarda o ilk açılan aylardaki şahane
havayı bulabiliyorsunuz, Özellikle Cuma-Cumartesi
akşamları barın içinde dolaşmak samba yapmaya
benziyor. Buradan da Dünya Kupası’na bağladım,
ben bu köşeyi yazmak için yaratılmışım (kimse
okumadı).
Please cry Argentina
86’yı hayal meyal, 90 Dünya Kupası’nı ayna
gibi hatırlıyorum. Maradona’yı canlı izlemiş
kuşaktanım yani. Caniggia, Batistuta ve Aimar
dışında çok sevdiğim bir Arjantinli futbolcu olmadı.
Milli takımlarını da sevmem pek. Özel bir sebebi
yok, kanım ısınmıyor. Messi de aynı şekilde,
beni ekrana bağlamıyor. Aaaa uuu etmeyin işte
zorla mı, özel bir ilgim yok futbol tarzına. Ama
Arjantin’e bu turnuvada özel bir uyuzluğum
oldu. Seri başı takımlar arasında en kötü futbol
oynayanı. İsviçre maçında da bu geleneği
bozmadılar. Olan can sıkıntısından içtiğim içkiler
yüzünden benim hesaba oldu.
Kısacası, mutfakları da
en az içki menüleri kadar
tatmin edici uğrarsanız
tadını bakmadan çıkmayın.
Arjantin işi uzatmada bitirdi. İsviçre’ye yazık oldu
edebiyatına da girmeyeceğim ama… Arjantin ne
kadar kötü de olsa, denk değiller. Onların dengi
şimdi geliyor. Bence Belçika başta Yiğit Yılmaz ve
Onur Erdem olmak üzere birçok tangocuyu üzecek.
Üzmezse de ortamlarda ben zaten biliyordum da
ters atıyordum derim, nolcak…
Son sayı finale
Dünya Kupası Bahane serisinin son sayısını artık
finale yazarım. Kadıköy dışına çıkamadım belki
ama elimden geldiğince güzel mekânlar tanıtmaya
çalışıyorum. Bir elimizden tutan sponsor olsa sizi
Dünya Kupası’na bile götürürüm ya neyse, biz bize
yeteriz.
Finalde görüşmek üzere…
Zeplin: Caferağa Mah. Moda Cad. Ses Apt.
No:70 Kadıköy, 0216 700 20 02,
www.zeplinpub.com
Fırat Topal
Maç Bahane
HF135
MAÇ BAHANE GiBi DEĞiL GiBi:
NEW YORK CHRONICLES
Amerikan rüyası demek, Manhattan demek, Broadway demek, Times Square demek.
Biz ise Queens sokaklarında “Soccer” maçı kovalıyoruz. Hayatım Futbol’un rüyası da
bu kadar olur
New York Modern Sanatlar Müzesi’nde (MOMA),
Van Gogh’un Starry Night isimli şaheserini
izlerken, “Ulen Arda bugün çakar mı acep?”
diye düşünen ilk insan evladı ben olabilirim. Van
Gogh’un burada suçu yok, Hollandalı usta, maç
yerine önünüze koysalar 90 dakika izleyeceğiniz
başyapıta imza atmış, bununla birlikte benim
derdim New York’a ayak bastığımızın ertesi günü
oynanacak olan Şampiyonlar Ligi finali. Ama bu
futbol yolculuğundan önce, tek amacı 50 Cent
şarkısına meze yapacak genç kadın bulmak
olmasına rağmen önce gittiği ülkeyi tanıtan Acun
Ilıcalı samimiyetsizliğiyle biraz New York’tan
bahsedelim.
Biraz yağlayalım Co
Önce bir tarih ve dil dersi verelim. 80 kuşağının
ağzına takılmış olan “Biraz biberleyelim” lafı, TRT’de
yayınlanan Abner the Baseball isimli, bir beyzbol
topunun hayatını anlatan çizgi filmden gelmektedir,
ama aslında beyzbolcuların topu birbirine atarken
kullandıkları ifade “Let’s pep it up” idir ve “Pep up”
hızlandırmak, gaza getirmek anlamına gelir. Yani
bu laf yanlış bir çeviriden ötürü ağzımıza pelesenk
olmuştur.
New York için “Kozmopolitliğin dibi” desek herhalde
doğru tanımı yapmış oluruz. Bu özellik daha
havalimanına ayak bastığınız anda sizi karşılıyor
ve bir süre sonra gözle görülür ölçüde bazı tespitler
yapmanıza yardımcı oluyor. Pasaport kontrolü,
güvenlik, otobüs şöförü, metroda biletçi, garson,
kasiyer, temizlikçi, kapıcı, müze görevlisi gibi çok
üst düzey olmayan işlerin tümünde ülkedeki
azınlıklar çalışıyor. Azınlık dediysem sadece
Afro-Amerikalılar değil. Hispanic kökenliler, Hint
kökenliler, doğrudan Afrika’dan göç etmiş olanlar,
Güneydoğu Avrupa’nın görece daha az gelişmiş
ülkelerinden gelenler. Tabii bu anlattığım coğrafya
nereden baksanız 100’ün üzerinde ülkeyi kapsıyor.
O yüzden de “New York’un yerlisi” gibi bir kavram
artık kaybolmuş durumda. New York’un 5 bölgesi
var. Manhattan, Bronx, Queens, Brooklyn ve Staten
Island. Manhattan’ın müzeler bolgesi, Broadway,
Times Square ve Central Park’ı da içine alan
Midtown ile Wall Street’in yer aldığı Downtown,
New York’un iyi kazanan, pahalı dairelerde yaşayan
ve (söylemek zorundayım) ekseriyetle beyaz Birleşik
Amerikalıların yaşadığı muhitleri. Diğer yanda
Harlem’i de içine alan Uptown ve Manhattan’a
köprülerle bağlanan Queens, Bronx, Brooklyn gibi
bölgelerde ise yoğun bir orta ve alt sınıf toplanması
var.
Amerikan halkının popüler kültürle, sağlıksız
beslenme alışkanlıklarıyla, sabun köpüğü gündem
maddeleriyle ve beyin uyuşturan göstermelik
Van Gogh’un Zeytin Ağaçları isimli tablosu
televizyon programlarıyla bağı çok sıkı. Tüm sistem
bir zincirle birbirine bağlı sanki. Düşük gelirli işlerde
çalışan bir nüfus, bu nüfusun satın alabileceği
yiyeceklerin büyük oranda sağlıksız, yüksek oranda
yağ içeren ve şişmanlatan maddelerden oluşması,
sağlıksız beslenmeyi kabullenmiş ve ucuz giyim
mağazalarından alışveriş yapan (Old Navy ve Target
Store gibi) bir nesil ve hafta sonları Central Park’a
koşu yapmak için çıkabilen, yüksek gelire sahip elit
beyaz halk. Her iki topluluk arasında istisnai geçişler
olabiliyor ama bu yapı çoktan çok derinlere kök
salmış durumda.
Başlarım Vamosuna
Şampiyonlar Ligi finalini izlediğimiz yer MOMA’nın
hemen arkasında, 1967’de açılmış olan Connoly’s
Irish Pub. Futbola “Soccer” diyen bir ülkede İrlandalı
imdadımıza yetişecek tabii. Gaelic Burger’in yanına
Brookly Lager’ı patlatıp maçı bekliyoruz ama bizim
Koca Kafa’yı takım elbiseyle tribünde görünce
hafiften üzülüyoruz. Maç başlar başlamaz bara
İspanyol görünümlü bir şahıs oturuyor ki bu şahsın
günün ilerleyen saatlerinde bizden torba dolusu
küfür yiyeceğinden habersiziz. Derken Diego Costa
“Bir arkadaşa bakıp çıkacağım” felsefesiyle sadece
9 dakika oynayıp çıkıyor ama altın kafa Godin, Los
Colchoneros’u 1-0 öne geçiriyor. Manhattan’da
kahvaltı, üzerine Pollock, Van Gogh, Monnet,
Cezanne, Boccioni ile dolu bir günü Atletico zaferi ile
devam ettireceğiz ki, o sırada saatler henüz öğlen 4
civarı, o sevinçle bir de üstüne New York Red Bulls
maçı çakacağım, ondan sonra ver elini Manhattan
geceleri...
Derken, Sergio Ramos denen El Clasico zararlısı
90+3’te kafayı çakıyor, o kafayı çakınca bara
konuşlandıktan sonra geçen 92 dakikada hırsından
6 pint götüren cengaver “Vamooooooos” diye
ekrana bağırıyor. Biz zaten hayal kırıklığı içindeyken
bu boru sesli arkadaşa daha bir gıcık oluyoruz. Maç
uzuyor, bizim de Red Bulls maçını yakalamamız
tehlikeye giriyor. “Bari penaltılara kalsın da şuradan
mutlu ayrılalım” diye düşünürken 100 milyonluk
Galli, yediğimiz burgeri boğazımıza diziyor. Bizim
borazandan bir “Vamoooos” çığlığı daha geliyor...
derken Marcelo isimli koca kaseli de bir tane atınca
artık Frodo’yu arayan Nazgûl çığlığı duyuyoruz.
Hatta bizimki iyice çirkinleşip maç bitmeden
“Koyduk artık” edasıyla parayı bara koyup üstünü
almadan çıkıp gidiyor. Arkasından bakıp “başlarım
empresyonizme de, perspektife de, Renoir’a da,
şeytan diyor düş peşine, suratını Picasso tablolarına
benzet” ama ya sabır çekiyoruz. Maç, kaslı jölelinin
penaltısıyla 4-1’lik Real Madrid üstünlüğü ile bitiyor
ve biz de mekandan çıkıyoruz. “Best Irish pub in
New York” felsefesiyle yola çıkmış Connolly’s’in
yemekleri ve garnitürleri gayet hoş, bira konusuna
girmiyorum, Irish Pub standartı… Fiyatlar da
Manhattan’ın göbeğinde olduğu düşünüldüğünde
ortalama, yolunuz düşerse uğrayın derim…
Bu kentin hepsi Cahill
Maç sonrası New York Red Bulls maçını yakalamak
için koşturuyoruz. Red Bulls Dünya Kupası kampları
öncesi Thierry Henry ve Tim Cahill’in yer aldığı son
MLS maçında Portland Timbers’ı konuk edecek.
Penn İstasyonu’na vardığımda trene 4 dakika var.
Hazır tren demişken olaydaki mantıksızlığı da
anlatayım. New York yolculuğu sırasında, kaldığımız
yer Hudson Nehri’nin hemen karşı tarafındaki, New
Jersey eyaletine bağlı Jersey City idi. New York halkı,
Ekibimizin Şampiyonlar Ligi finalini izlediği
Connoly’s Irish Pub
New Jersey halkını sevmez, onlarla hep dalga geçer
ve kendisini üstün görür. Peki o New York’un takımı
New York Red Bulls maçlarını nerede oynuyor?
Harrison, New Jersey’deki Red Bull Arena’da...Birisi
gelip bunu bana anlatsın (tabii takımın Red Bull
sponsorluğundan önceki ilk adının New York/New
Jersey MetroStars olduğunu da not düşelim).
Ne diyorduk tren… Biz, “Bu tren Henry’den geçer
mi kardaş?” diye öğrenmeye çalışırken tren geçip
gidiyor. “Neyse bir sonrakini alırız” diye tabloya
baktığımızda görüyoruz. Sonraki tren? 50 dakika
sonra, maça 10 dakika kala. Sebep? Hafta sonu
tarifesi. Bu mu Big Apple? Bu. Bu mu Empire City?
Bu… Maç kaçtı geçmiş olsun… Hepsi senin suçun
Sergio Ramos, hocaefendi evine ateşler salsın
(evine ateşler salmadı ama 20 gün sonra İspanya
defansına Robben’i saldı)…
Red Bull yoksa ayran var
Süklüm püklüm eve döndüğümde
yakalayabileceğim başka maç var mı diye
düşünüyorum. Maalesef yok, elim boş döneceğim.
Derken aklımdan “Yahu Amerika diye, soccer diye
yerin dibine batırma, bunların ligi varsa kupası da
vardır, o kadar yıl FM oynadın hatırlamıyo musun
Open Cup’ı” diye bir düşünce geçiyor. Hemen
dalıyoruz Wikipedia’ya ve 2014 Lamar Hunt Open
Cup’ı buluyoruz. Sadece 3 gün sonra kupanın
3. turunda New York Cosmos-Brooklyn Italians
ile karşı karşıya gelecek. Tamam diyoruz bunu
kaçırmayalım. Red Bull yoksa, Ertegün kardeşlerli,
Peleli, Beckenbauerli, Yasin Özdenaklı Cosmos var.
Sonuçta nereden baksan New York derbisi.
28 Mayıs günü Queens yollarına düşüyoruz.
New York City’nin en doğuda kalan bölgesinde,
şehrin kalabalığından kaçan, yüksek gelirli
insanları oturduğu bir banliyöden geçip St. John’s
Üniversitesi’ne ulaşıyoruz. Aslında Cosmos
maçlarını Manhattan’a 50 km uzaklıktaki James M.
Shuart Stadyumu’nda oynuyor ancak, şansımıza bu
kupa maçı için St. John’s Üniversitesi kampüsündeki
SJU Belson Stadyumu seçilmiş.
New York Cosmos, 1970 yılında, Amerikan müzik
tarihinde büyük rolü olan Türk yapımcılar Ahmet ve
Nesuhi Ertegün tarafından kuruldu. Pele, Giorgio
Chinaglia, Carlos Alberto, Franz Beckenbauer gibi
isimler 70’ler boyunca takımdan geçtiler. Birleşik
Amerika’nın o yıllarda en üst düzey futbol turnuvası
olan Kuzey Amerika Futbol Ligi’nde 5 şampiyonluk
kazandılar ki bugün hala en çok 1.Lig şampiyonluğu
olan takım durumundalar. Ancak her profesyonel
proje takımının tepesinde dolaşan, misyonunu
yerine getirince işlevini kaybetme hastalığı onlara
da bulaştı ve takım 1985’te kapandı. 2010’da tekrar
kurulduğunda hedef en üst kademeye dönmekti.
Bugün artık ikinci kademe ligi olarak oynanan
Kuzey Amerika Futbol Ligi’nde mücadele ediyorlar.
Hedefleri önümüzdeki birkaç yıl içinde MLS’e dahil
olmak. Brooklyn Italians ise 1949’da kurulmuş 65
yıllık bir takım ve Premier Futbol Ligi’nde mücadele
ediyor, yani ülkenin 4. Ligi’nde.
Kupa maçının oynandığı SJU Belson Stadyumu, St
John’s Üniversitesi kampüsünün içinde yer alıyor.
Borough Boys Supporters Club. Yalnız bu
arkadaşlar Pele üzerinden fena halde ekmek
yiyorlar, zira bulundukları tribünde Pele pankartları
ve posterlerini sıkça görmek mümkün. Dikkat
ederseniz kaç satırdır, Cosmos’un tarihini,
Brooklyn’deki İtalyan nüfusunu ve elin Brezilyalısını
anlatıyorum ve maça hiç girmedim. Girecek de
bir şey yok aslında. Cosmos, Brooklynli rakibinin
neredeyse hiç varlık gösteremediği ve 53’te 10,
82’de 9 kişi kaldığı maçta, Jimmy Ockford ve
Ermeni asıllı oyuncusu Hagop (bildiğin Agop yani)
Chirishian’ın golleriyle maçı 2-0 kazandı. Hatta
maçın kendisinden çok devre arasındaki hotdog
sırası, sizi stadyumun girişinde karşılayan kızlar
ve seyircilerin hemen arkasında maçı izleyen,
Tribünlerdeki yerimizi aldığımızda gözümüze ilk
çarpan Brooklyn Italians’ın adının laf olsun diye
konulmadığı. Takımın kurucusu John DeVivo, New
York’a gelen İtalyan bir göçmen. Teknik adamları
Lucio Russo bir İtalyan ve evet, taraftarlarının
arasında da birçok İtalyan göçmen var ve aralarında
İtalyanca konuşuyorlar.
New York Cosmos taraftarları arasındaki en
eski tribün grubu, kale arkalarında konuşlanan
Cosmos, rakibinin etki gösteremediği
maçı 2-0 kazanmayı bildi.
Cosmos’un Avrupa şampiyonu futbolcusu Marcos
Senna daha fazla ilgi çekti diyebilirim.
Maç bittiğinde 169. Cadde metro durağına gidip
tekrar Manhattan’a doğru yol alıyoruz. Futbol
ergenlik çağındaki Amerikalı çocuklar arasında
yapılan bir araştırmaya göre beyzbol kadar popüler
bir spor olmaya başladı. Ayrıca 2015 yılından
itibaren, David Villa’yı kadrosunda bulunduracak
olan New York City FC de MLS bünyesine katılacak
ve maçlarını Bronx’taki New York Yankees’in
stadyumunda oynayacak. Böylece ilk kez New
Cosmos taraftarları bir zamanlar takımlarının formasını
giyen Pele’nin pankartlarını her maç tribünde açıyor.
York City’nin bir takımı MLS’te mücadele etmiş
olacak. 1994’te Dünya Kupası düzenledikten
sonra geçen 20 yılda, Amerikalılar futbolda büyük
aşama kaydettiler ve bu süreceğe benziyor.
New York Cosmos, 4. turda, MLS takımı New
York Red Bulls’u 3-0 gibi net bir skorla mağlup
edip 5. Tura çıktı ama Philadelphia Union’a
2-1 mağlup olarak kupaya veda etti. Ancak
Cosmos’un 70’lerde mahallenin yakışıklı çocuğu
olduğu zamanlara geri dönmesi çok zun süre
almayacak.
Fırat Selçuk
Galatasaray Özel
HF135
CESARE CLAUDIO
PRANDELLI
HÜCUMCU iTALYAN
Almanya-Hollanda ekolü tartışmaları
eşliğinde teknik adamını bir türlü bulamayan Galatasaray’ın yolu yine İtalya’ya
düştü; klasik İtalyan futbolundan uzak,
savunmacı lige hücumu öğreten adam
Prandelli artık Türkiye’de
Mancini sonrası Alman ekolü, Hollanda ekolü
derken, Galatasaray yolunu değiştirmeyip
İtalyandan devam etme kararı aldı. Ancak
köken aynı olsa da, felsefeler çok farklı; Mancini
sabit bir sistemde birbirinden farklı oyuncu
denemesi yapan bir teknik adamken Prandelli
tam tersini uygulamaktan çekinmeyen bir isim,
yani aynı kadroyu birden fazla dizilişte başarıyla
kullanabiliyor. Sahaya 4-3-1-2 veya 4-1-3-2 ile
çıkmayı çok sever ancak aklında ilk iki sırada
her zaman 4-4-2 ve 3-5-2 vardır. Fiorentina
döneminde klasik 4-4-2’yi Prandelli kadar
güzel kullanan ve uygulayan başka bir teknik
adam yoktu ligde. 3-5-2’yi Fiorentina’da pek
zorlamadı ama İtalya’nın 2012 ve 2013’teki harika
performanslarına bu diziliş damgasını vurdu. Söz
konusu Prandelli olunca haftadan haftaya değil
maç içerisinde kökten değişen taktiklere alışsanız
iyi olur. Farklı taktikleri deneyebilmek ve cezalı/
sakat oyuncuların yerine kimi nasıl kullanacağını
görmek için hafta arası sürpriz hazırlık maçları
planlayan bir adamla karşı karşıyayız.
Prandelli’nin kariyerindeki en büyük sorun
başarıyı istikrarlı şekilde sürdürememesi
ve çok başarılı olmaya doğru giderken farklı
şeyler deneyip elde ettiği başarıyı gölgelemesi.
Fiorentina’ya muhteşem dört sezon yaşatıp
beşinci sezonda Avrupa uğruna ligi feda etti
ve hesapta olmayan hakem hataları yüzünden
Avrupa defteri planlamasından erken kapanınca
ligi önemsememesi başına dert açtı. Ancak
kariyerinde yönettiği takımlarda hep iz bıraktı
olumlu anlamda. İlk deneyimi olan Lecce’yi
saymazsak tabii... Lecce’de kısa sürede görevine
son verildikten sonra Verona’yı Serie A’ya yükseltip
oradaki ilk sezonunda dokuzuncu yaptı. Yeni
başlayan bir hoca için fazlasıyla dikkat çekici oldu
bu. Sonrasında Venedik’teki bir sezonluk başarılı
deneyimin ardından ülkede kendisini tanımayanın
kalmayacağı Parma macerası başladı. Burada
Gilardino’yu ligin elit golcüleri arasına soktu
uyguladığı sistemle.
Eşine aşık bir adam olan Prandelli, 2001’de iyileşti
denilen karısının 2004’te tekrar rahatsızlanması
üzerine Roma ile 1 gün önce imzaladığı kontratı
feshetti ve karısı Manuela’nın yanında kaldı.
2004’te Roma’nın başına geçti ama önceki
yıllarda göğüs kanserine yakalanan eşinin durumu
ağırlaşınca bıraktı görevini. Roma’yı bırakmak
zorunda kalması Roma için şanssızlık, Fiorentina
için de büyük bir şans oldu ilerleyen dönemde.
Kanser sadece Prandelli ailesinin değil Roma ve
Fiorentina’nın kaderleriyle de oynadı. Fiorentina’da
ilk sezonunda Şampiyonlar Ligi bileti aldı ancak
meşhur Calciopoli skandalı rüyayı sonlandırdı.
Sonraki sezona -15 puanla başladı lige ve daha da
kötüsü herhangi bir Avrupa kupası macerasında
yer bulamadı. Herkesten geride olan takım ligi
15 puanlık cezaya rağmen altıncı sırada bitirdi
ki silinmeyen puanları eklediğimizde 75 puanlı
Roma’nın ardında 73 puanla üçüncü sırayı
alabiliyordu Fiorentina. Bu muhteşem performans
sonraki sezon(2007/2008) UEFA Kupası yarı finali
ile taçlandı. Ligden de Şampiyonlar Ligi vizesi
alındı.
Burada çok büyük bir parantez açmamız lazım
Prandelli ve kariyerinden bahsetmeye devam
edeceksek. Fiorentina 2007/08 sezonunda 2000’li
yılların açık ara en iyi performansını sergiliyordu
ancak 26 Kasım 2007 günü Prandelli hayatının en
büyük darbesini yedi, göğüs kanserine yakalanan
eşi hayata veda etti. Roma’da 2004’te görevi
bırakmıştı, bu kez tersini yapıp Fiorentina’da
fazlasıyla iyi giden işine tutundu ve zaten
yetenekleriyle kazandığı saygıyı daha da yükseğe
taşıdı. Takımın o sezon UEFA yarı finali yapıp
ligde son haftaya kadar kafa tuttuğu Milan’ı geçip
Şampiyonlar Ligi biletini almasında Prandelli’nin
acısını hafifletme isteği ilk sıradaydı. Her fırsatta
Prandelli’ye olan desteklerini dile getirdi oyuncular.
Futbolcularıyla arasında hep iyi bir bağ olan
Prandelli bunun meyvelerini 2007/08 sezonunda
bol bol topladı, kendisine destek çıkan onlarca
oyuncusu vardı o zor dönemde.
Prandelli Parma’nın başındayken Ersun Yanal’ın
Gençlerbirliği’ne karşı UEFA Kupası’nda, İtalya’da
1-0 Ankara’da 3-0 kaybederek elenmişti.
Yetiştirici hoca
2008/09’da gündemde yine Gilardino vardı
zira Prandelli bir adamda bir ışık görüp onu
başarılı yaptıysa bu inadını sürdürüyor. 2005/06
sezonunda Luca Toni ligde rekor kırıp 31 gol
atarken Prandelli, Gilardino’ya Parma’da yaptığının
aynısını yaptı. Luca Toni’nin rakip ceza sahasını
domine edebileceğini biliyordu ve tek yapması
gereken Toni’yi de buna inandırmaktı. Toni
Almanya’daki Dünya Kupası’na en etkileyici golcü
olarak giderken Prandelli eserini gururla izliyordu.
2008/09’da da Parma’da parlattığı Gilardino’yu,
kariyeri Milano’da dibe doğru ilerlerken aldı
ve yeniden milli takım seviyesine yükseltti.
Kafaya koyduğu adamda birazcık yetenek varsa
istediklerini çok kolay gerçekleştiriyor Prandelli.
Neden geldi denen Gilardino bir anda Toni’yi
unutturan bir yıldıza dönüştü. 2008/09’da
Şampiyonlar Ligi gruplarında Lyon ve Bayern’in
ardında kalıp UEFA’da Ajax’a hemen elenmesi
2009/10 için hırslandırdı, tüm odağını Avrupa’ya
verip ligi bir şekilde idare edeceğini düşündü hep.
Her sezon dördüncü giden takımın 11. sırayı alması
huzuru kaçırdı. Herkes o eşleşme sonrası arkasında
olsa da Fiorentina’da ligi 11. sırada bitirmeyi kabul
ettiremeyecek kadar başarılı bir kariyere sahip
olunca oradaki macerası bitmek zorunda kaldı.
Mart ayında Juventus’a gideceği söylentileri
çıktığında ise Fiorentina’ya olan sadakatini dile
getirdi. Ne var ki iki ay sonra günümüzün taze
istifa edeni, İtalya Futbol Federasyonu başkanı
Abete’nin görüşme talebini kabul etti Fiorentina;
Prandelli için 2010 Dünya Kupası sonrası görevi
bırakacak olan Lippi’nin koltuğuna oturma şansı
doğdu ve bu fırsatı kaçırmadı. İtalyan hocalarda
bizdekinden çok daha yoğun bir milli takımı
yönetme tutkusu var, buna karşı koyamadı o da.
Kariyer zirvesi: Euro 2012
Milli takım serüveninde rahat olmak için haklı
sebebi vardı, Lippi dünya şampiyonu takımı
sonraki kupada gruptan çıkamayacak halde
teslim etmişti Prandelli’ye. Prandelli’nin 2012’ye
kolayca vize alıp elemelerde bol bol deneme yapıp
yeni isimler kazandırması yetecekti, öyle de oldu
ve Euro 2012’ye beklentileri karşılayarak gitti.
Kariyerinin zirve anı da bu turnuva oldu. Almanya
gibi makine düzenini geçti, grupta yenilmez
olan İspanya’ya en azından kendisi de yenilmedi
ancak finalde direnemedi. O dönem İspanya bir
kupayı istiyorsa çaresizdiniz ve fark yemeseniz
yeterliydi taraftarlarınız için ancak Prandelli farkı
da yedi o finalde kendi hatalarıyla. Grupta 3-5-2
ile İspanya’yı elinden kaçıran, Almanya’yı 3-5-2’yi
kusursuz uygulamasıyla eleyen Prandelli finalde
aniden dörtlü savunmaya dönüp harika işleyen
takımın çehresini değiştirince kaçınılmaz bir son
yaşandı turnuvada.
2013’te Konfederasyonlar Kupası’nda bu hataya
düşmeyip iyi giden taktiğinde ısrar edip yarı
finalde yine İspanya’yı karşısında buldu Prandelli.
2012’deki grup maçında uyguladığı doğrulardan
vazgeçmeyip İspanya’ya 120 dakika boyunca karşı
koydu, penaltılarda ise hoca olarak elinden gelen
bir şey olmayınca üçüncülük maçıyla yetindi.
2014’te elenmesinin temel sebebi ise eleme
gruplarındaki doğrularından ve en önemlisi de
kendisini milli takım sürecinde sırtlayan Rossi’den
vazgeçmesi oldu. Rossi sakatlığı sonrası fiziki
açıdan kendini toparladı ve döndü takıma ancak o
Insigne-Immobile-Cerci üçlüsünü kadroda tutmayı
seçti. Bedelini ağır ödedi. Tek sorumlu Rossi
değil elbet ama Balotelli’nin tıkandığı noktalarda
imdada koşan bir numaralı adamını bu kadar kolay
harcaması çok sorgulandı.
Kısacası doğru uyguladığı felsefeden bir anda tersi
bir yapıya geçebilen ve bu yanlışta boşu boşuna
inat edebilen biri Prandelli. Yazıda bol bol bahsi
geçtiği gibi bir futbolcunun bir işi yapabileceğini
kıyısından köşesinden gördüğü an o adamı
parlatıp ön plana çıkarıyor. 3-5-2 ile geleni geçeni
yenerken aniden 4-4-2’ye geçip zorla maç alır,
kimseye de hesabını vermez. Böyle bir adamla
karşı karşıyasınız. Eşini kaybettiği dönem şunu
gösterdi ki, özel hayatı dibe vursa da takıma
odaklanıp başarıyı sürdürebiliyor. O dönem takımın
başarısında en ufak sapma yaşamadan kariyerine
devam eden adam için medyada çıkacak olası özel
yaşam haberlerine itibar edilmemeli.
Dahası, oyuncularla iletişimde de son derece
başarılı bir teknik adam. Galatasaraylı oyuncular
Mancini sonrası kendisi hakkında nasıl olumlu
konuştuysa Prandelli de aynılarını yaşayacaktır
. Bugüne dek Balotelli gibi sıra dışı bir psikoloji
dışında ciddi sorun yaşadığı biri yok, Balotelli’nin
kendi gölgesiyle bile sorun yaşadığını düşününce
bunu görmezden gelebiliriz rahatlıkla. Oyuncu
ve teknik ekip yönetimi konusunda kendisine
sonuna dek güvenilmesi gereken bir isim, Mancini
ile karakterleri ve oyun felsefeleri tutmasa da
insanlarla ilişkileri çok benzer seviyede. Sert
ve ciddi gözüken bu adamlar yeri geldiğinde
arkadaştan öte oluyorlar futbolcularıyla.
Mancini’deki güven ve sevgi-saygı ortamının
bozulmayacağına emin olabiliriz.
Jovetic Fiorentina’da yıldızını parlatmaktayken o
dönem Inter’de oynayan Dejan Stankovic, Jovetic’i
Inter’e isterken şöyle diyordu: “Bu sezonun yeni
yıldızı Jovetic. Kaliteli bir oyuncu, muazzam bir
yeteneğe sahip ve Prandelli tarafından eğitilmek
gibi bir şansı var. Fiorentina’dan sonra zirvedeki bir
kulübe gidecektir buna eminim. Kendisine Inter’e
gelmesini tavsiye ediyorum.”
Prandelli’nin inandığı oyuncuyu nasıl geliştirdiği
konusunda rakip takım oyuncusundan gelen bu
ufak yorum fazlasıyla yeterli.
Serie A’da bir hücumcu
İtalyan futbolunun son yıllarda savunmacı
kabuğunu kırıp hücumu öne çıkarmaya
başlamasının temellerinde yatan adamlardan
biri Prandelli. 2000’li yıllarda Parma ve Fiorentina
ile izlettiği o güzel oyun sayesinde gömülüp de
savunma yapmaya çabalayan takımlar yerine
hücumu gittikçe ön plana alan takımlar izliyoruz
İtalya’da. Son zamanlarda Milan-Inter-Juve üçlüsü
zirveyi domine edip diğerlerini alta alamıyorlarsa
bunda Prandelli ile başlayan akımın rolü çok büyük.
Fiorentina ve Parma yedi büyük ekipten ikisi olarak
anıldığı için zaten yukarıda olması beklenenlerde
ancak Prandelli’nin bu iki ekipte açtığı yol Napoli,
Udinese, Sampdoria gibilerine cesaret verdi ki
Napoli’nin yaşadığı dönüşüm ortada. Prandelli bir
ülkenin futbol yapısına olumlu anlamda kabuk
değiştirten bir adam.
Kariyerine ve kişiliğine göz gezdirdikten sonra sıra
geliyor Galatasaray’a. Türkiye’de yapacağı işlerde
ilk sıraya şunu koymak gerekir: Beklenmedik bir
ismi takıma oturtup yıldız haline getirir. Bu İsmail
Berk gibi henüz kendini gösteremeyen bir genç
de olabilir, kariyerinin son demlerini yaşayan
Gökhan Zan da olabilir. Eldeklierin dışında kendi
referansıyla gelecek toy bir İtalyan gence de
hazırlıklı olmalıyız.
Melo’yu parlatan adam
Ancak bir isim var ki, kariyerinin en özel sezonunu
Cesare Prandelli ile yaşadı ve o dönem yarım
bıraktığı işi şimdi çok daha güçlü olduğu bir
ortamda tamamlama şansı var: Felipe Melo.
Almeria’da yaptığı çıkışla İspanya’da adını
duyurduğunda devlerin yeteri kadar güvenini
kazanamamış bir isimdi Felipe Melo. Daha zengin
talipler çıkmayınca Fiorentina’nın 13 milyon Euro
tutarındaki teklifi Almeria için tarihi bir fırsattı
ve öyle de oldu. 2008 yazında Prandelli’nin orta
saha düzeninde tıpkı Selçuk İnan gibi kullandığı
Montolivo’nun yanına yapbozun eksik parçası
olarak geldiğini kimse bilmiyordu sahaya çıkana
dek. Almeria’dakinin üzerine her maç fazlasını
koyarak ilerleyen ve daha iki-üç ay geçmeden
tribünlerle arasında beklenmedik bir bağ oluşan,
tribünle barışık diğer yıldızların pabucunu dama
attıran biri oldu Melo. Şüphesiz ki sahadaki
bitmeyen enerjisi ve Prandelli’nin kusursuz
kullanımının katkısı büyüktü bunda. Sadece bir
sezonda Fiorentina orta sahasına sınıf atlattı,
Montolivo’yu iyiyken daha iyi hale getirdi, takım
düştü denirken Prandelli’nin dediklerine harfiyen
uyarak takımı ayaklandırdı. Bu satırlar Melo’nun
Galatasaray günlerinden fazlasıyla tanıdık
gelecektir. İşte o tanıdığınız bildiğiniz Melo’yu
kariyerinin en kritik döneminde ince ince işleyip bu
hale getiren adam Prandelli’nin ta kendisi.
Galatasaray’da Melo ve Selçuk’un uyumu
Prandelli’nin dikkatini çekecek ilk şey olacaktır.
Prandelli Muslera’dan bile önce kadroya önce bu
isimleri yazar. Montolivo’nun Prandelli döneminde
oynadığı oyundan daha iyisini oynayan bir Selçuk
İnan’a sahip Galatasaray. Tüm bunların yanında
gerçekleşmek üzere olan bir Olcan Adın transferi
var ki Prandelli’nin Jovetic gibi kullanacağı isim
olarak ön plana çıkacak Olcan. Mancini, Olcan için
normal bir fırsattı ama Olcan’ın bir basamak daha
atlaması lazımsa bunu Prandelli sağlayacaktır.
Stankovic’in sözü burada devreye giriyor tekrar,
gelişime açık bir oyuncu için Prandelli ile çalışmak
muhteşem bir fırsat.
Telles ve Burak kulübeye girebilir!
Prandelli’nin Galatasaray tecrübesinde
önüne çıkacak birkaç sorun da var şimdiden.
Beklemediğimiz oyuncuları yedeğe alabilir ki göze
çarpan ilk adaylar Telles ve Burak. Burak gibi biraz
kendini düşünen oyuncuları pek sevmez İtalyan.
Telles ise beş yıllık Fiorentina tecrübesinde açıkça
ortaya çıkan güçlü bek oyuncusu isteği. Pasqual
harika bir sol bekti ancak Prandelli her zaman
Vargas’ı tercih etti çünkü bek oyuncusunda güç
arıyor. De Sciglio tamamen iyileşmeden Brezilya’da
şans vermeme sebebi de bu, De Sciglio istediği
güçte bir adam değil ve öyle düşündüğü bir
oyuncuyu %100’e ulaşmadan oynatmak istemedi.
Sırf Fiorentina döneminden kalan inadı yüzünden
elemelerde yararlandığı Pasqual’e sırt çevirdi
Brezilya’da. Aynı durumdan Telles’in de canının
yanmaması için Brezilyalının beklediğinden fazla
çalışması gerekecek bu yaz. Bu tezi güçlendirecek
örneklerden biri de Fiorentina döneminde Vargas
sola hakim olmuşken sağda sürekli değişim
yaşaması, De Silvestri, Comotto, Zauri gibi isimleri
zorladı ama tutmadı. Sağda doğru düzgün verim
alabildiği tek isim, o bölgede kullanmayı denediği
zamanlarda Ujfalusi oldu.
Peki Burak’ı tercih etmeme ihtimali olan
Prandelli nasıl bir golcü ister ve bu taktiğe ve
dizilişe nasıl yansır? Burak gibisini çok istemez
ama eli mecbur şu an. O yüzden yanına birini
koyabilmek için öncelikli tercihi 4-4-2 veya 3-5-2
olacak. 4-4-2’de Sneijder’e yer sıkıntısı doğacak
tıpkı Terim ve Mancini’nin bazen yaşadığı gibi.
Mancini döneminde taraftarın önemli bir kısmının
oynanması için istekte bulunduğu 4-3-1-2 dizilişi
de 3-5-2 ve 4-4-2 arası geçiş için sık kullandığı
bir diziliş. Burak kendisini buna itecek Sneijder
ile birlikte. Bu yüzden de Burak’ın yanına kendi
kafasındaki golcü profilini yerleştirecektir.
Sneijder için mecburen kendi şablonunun biraz
dışına çıkacak ki böyle zorunluluğa can feda diye
düşünüyor olsa gerek Prandelli.
Gilardino ve Toni’den aldığı verimi benzer tipte
birine uygulaması lazım. Yönetimin Almeida
düşüncesi söylediklerine göre Prandelli’den önce
oluşmuş ancak bilen biri Prandelli planlanırken
Almeida ismini ortaya atmış olmalı. Güçlü ve
herhangi bir pozisyonda ve vücut şeklinde gol
vuruşu çıkarabilen bir adam Almeida. İsabet
yüzdesi diğerleri gibi olmasa da tam Prandelli’nin
geçmişteki Toni ve Gilardino stratejilerine uyan
bir oyuncu. Prandelli bir şeyleri uygun görmemiş
olacak ki bonservissiz olmasına rağmen vazgeçti
bu isimden. Eskiden bir ara hedeflediği ve resmen
Toni’nin izinden giden Caracciolo’nun kariyeri
son üç sezonda dibe vurmasa ilk hedefi belliydi.
Şimdilik kendi tarzına tam olarak uyan bir forvet
adayı yok, ilk etapta hazırlık maçlarında ToniGilardino ikilisine benzer şekilde eğitebilmek için
İsmail Berk’i dener. Yine de bir forvet gelecektir,
Drogba’nın yerine yenisinin geleceğini o da biliyor,
iyi veya kötü dolacak o boşluk. Gelen oyuncuya
göre hücum planını şekillendirecektir.
Semih’e dikkat
Savunma yapısını göz önüne getirince, Mancini’nin
oturttuğu kurgu çok değişmeyecektir, sadece
bunun üçlü mü dörtlü mü olacağı ileri uçtakilerin
performansıyla değişecek. Şanslı ki iki sisteme
de uygun kadro yapısı var elinde, Galatasaray
henüz transferde sessiz olsa da. Semih kendisinin
sevdiği tipte oyuncu, Gamberini’yi nasıl hayran
hayran oynattıysa Semih’i de evladı gibi sevip
sayıp değişmez isim olarak kullanmaya devam
edeceği çok açık. Yanına ise, takımdan ayrılmış
olsa da tarz olarak daha bilindik bir örnek olarak
Burdisso’yu ilk tercih yapabilirdi. Fiorentina’da
başarılı olduğu dönemde Gamberini-Dainelli
ikilisinde Dainelli’nin neredeyse bir kopyası gibi
Burdisso’nun özellikleri. Yani o tip bir adam
isteyecektir tekrar. Keza Gökhan Zan da Dainelli
profiline uyabilecek bir oyuncu. Bu bölgede bir
sürpriz yaşatması olası İtalyan teknik adamın.
Örneğin Chedjou fazla enerjik ve teknik kalıyor
Prandelli’nin standart şablonunda. Prandelli’nin
milli takımda stoperde kullandığı en teknik adam
Chiellini’ydi. Fiorentina’da Gamberini-Dainelli
ikilisini yedeklemek için Sivas’ta oynayan Da
Costa’yı gözüne kestirdi geçmiş yıllarda ancak
birkaç ay tahammül edebildi. Dainelli’yi daha
sonra gönderdi, kendi Fiorentina kariyerinin
son dört ayında vazgeçebildi ki o son dönem
savunmanın da çöktüğü döneme tekabül ediyor.
Kaptan Dainelli’yi gönderip prensi olarak gördüğü
Per Kroldrup’a kendini teslim etmenin bedelini
beklediğinden çok daha ağır ödedi. Alternatif
yaratamamıştı o ikiliye bir türlü. Udineseli Felipe’yi
denemeye çalıştı ancak hem fazla topla oynayan
bir isimdi hem de formsuz dönemde Floransa’ya
getirmişti, ondan da hemen vazgeçti.
Ayağında top tutan stoperlere ciddi bir takıntısı
var, işi öndeki adamın çözmesini istiyor. Bu
yüzden Montolivo-Melo ikilisiyle oynadığı tek
sezon Fiorentina’nın kendi döneminde en iyi orta
saha performansını verdiği sezon. Şimdi elinde
Montolivo’nun bir basamak üstü olan Selçuk,
eskisinden daha da tehlikeli bir silah haline gelen
Melo ve dünyada örneği artık zor bulunacak
olan Sneijder var. Bu şartlarda oluşturulan
takımın teknik stoper ihtiyacı zaten minimum
seviyedeyken Prandelli’nin işi kolaylaşacak bir
nebze. Eboue’nın gidişiyle sağa geçecek meçhul
oyuncu ve soldaki Telles avunmanın teknik
kapasitesini oluşturacak bir bakıma. Savunmanın
önünde ise kanatlarda Bruma ve Olcan’ın
performansları kendi standartlarını tutsa Prandelli
memnun kalıp o ikilye fazla dokunmayacaktır.
Zamanında Santana’dan aldığı katkıyı Olcan’dan
alacaktır rahatlıkla. Melo ile buluştuğu için zaten
yeteri kadar şanslı. Melo’dan yola çıkarak şuna da
ulaşmak mümkün: O uyumu ve ilişkiyi gören diğer
oyuncular da Prandelli’ye daha kolay ısınacaklardır.
Özellikle gençlerin hemen arayı iyi tutup
kendisinden forma kapmaları lazım, kesin
konuşmaktan çekinilmeyecek bir durum varsa
Prandelli’nin gençlere mutlaka yol göstereceği
ve bol bol şans vereceği. Jovetic, Melo, Montolivo
gibi farklı altyapıya ve oyun görüşüne sahip
toprakların adamlarında başarıya ulaşan adam
Türk gencinde de ulaşacaktır. Prandelli döneminde
Prandelli’nin oyuncularıyla arası hep iyi olmuştur.
Balotelli de milli takımdaki üst düzey performansını
Prandelli’ye borçlu olanlardan.
sportif direktör Pantaleo Corvino sık sık Balkanlar
ve orta Avrupa kökenli gençler aldı Fiorentina’ya,
Prandelli onlarca farklı kültürden gelen genç
oyuncuyla çalışma fırsatı buldu ligdeki diğer
teknik adamlardan farklı olarak. Teknik ekibi
de gayet iyi bir ekip güç toplama konusunda.
Fiorentina, Parma ve İtalya’da fiziksel açıdan
sorun yaşatmadı, ya sakatlık belasıyla uğraştı ya
da mental eksiklikler takımın formunu bozdu,
ayakta duramayan, her darbede yıkılan veya
rakibe direnemeyen oyuncusu olmaz Prandelli’nin.
Bunu başarabilmek için de fırsatı var. Üst seviye
bir İtalyan teknik adamın sezon öncesi kampta
takımına ciddi oranda güç depolayamadığı bir
dönem yok. Rakiplerinden bir adım avantajlı bu
konuda Prandelli ki kanıt isteyenler için Euro
2012’deki takım harika bir örnektir. Kulüpteki
sezonlarının temposundan çıkıp hemen milli
takıma geçen oyuncuları o kadar iyi çalıştırdı
ki şampiyona sanki sezon sonu değil de yeni
sezonun başında oynanmış gibiydi.
Favorisi 3-5-2 ve 4-4-2
Oluşan tabloya toplu halde bakmak gerekirse:
Taktik açıdan iki ana şablonu harika kullanıyor,
3-5-2’den 4-4-2’ye maç içerisinde geçebiliyor ve
elindeki takımı bu değişime her an hazır halde
tutabiliyor verim kaybı yaşamadan. Zaten bunu
yapabilen bir adamın oyuncu ilişkileri yerinde
olmalı, o konuda da örnekler mevcut, hiç örneğe
sahip olmasak bile elimizde Felipe Melo gerçeği
var. Ailevi etkenleri işine yansıtacak bir konumda
değil, yaşayabileceği en kötü deneyimi yaşayıp
eşini kaybetti, saha dışı etkenlerle mücadeleyi
en zor şekilde öğrendi ve bundan sonra başına
gelebilecek her şey artık çocuk oyuncağı.
Medyanın saha dışı tacizlerde bulunması bile
terbiyesizlik olur böyle acı bir tecrübesi olan
hocaya karşı. Yöneticilerle her zaman ilişkileri
iyiydi, takıma gelirken de ayrılırken de saygı-sevgi
ortamını bozmaz. Kavgalı gittiği kulüp yoktur.
Fiorentina’dan formsuz ayrılırken stat ayakta
alkışladı, İtalya’dan istifa ederken de sadece
kupada neden kötü oynattığı sorgulandı, Brezilya
dönüşü istifa eden federasyon başkanı Abete “Ben
gidiyorum ama yeni federasyon yönetimi öncelikle
onu takımda tutmalı” diyerek bıraktı işini.
Böyle adamlara oluşan sevgi ufak detaylarda gizli
her zaman. İtalya Milli Takımı’nın başına geçtikten
sonra İtalya’da oynadığı ilk milli maç için tereddüt
etmeden Artemio Franchi’yi istedi, Floransa
halkına 5-0’lık Faroe Adaları galibiyetiyle selam
verdi. Parma deplasmanlarında Floransa’daymış
gibi alkışlandı, oyuncuları ardından hep olumlu
konuştu.
Tablo kısmen Mancini’ye benziyor değil mi?
Karakter ve oyun tarzı olarak benzeşmeyen bu
adamlar kalite ve konumları sebebiyle örtüşüyorlar
fazlasıyla. İtalya’da da tıpkı bizdeki gibi gömlek
değiştirir gibi takım değiştiren teknik adamlar
da var, bu isimler gibi saygınlığını yitirmeyen ve
yitirmeyecek olanlar da.
Galatasaray taraftarı bu açıdan fazlasıyla
şanslı, sonuç ne olursa olsun içinde kötü niyet
barındırmayan bir adama emanet ediyorlar
takımı. Ciddiyetini dozunda kullanıp ekibine
ve oyuncularına karşı güler yüzünü asla
esirgemeyecektir. Paramı alırım işime bakarım
diye yatan kötü örnek yabancılardan da değil, kötü
olduğunda kabul eder, suçlu neyse onu söyler,
oyuncuysa oyuncu, kendisiyse kendisi, rakipse
rakip, lafı dolandırıp türlü hikayelerle konuyu pas
geçmez. Ülkeye gelen her yabancıya yaptığımız
sindirme politikalarını uygulayıp da bu adamı
da erkenden kaçırırsak yıllar sonra üzülerek akla
getirdiğimiz bir anıya sahip oluruz.
Güner Çalış
Galatasaray Özel
HF135
HANGi EKOL?
Galatasaray, Alman ekolü hülyasıyla açtığı, başka bir belirsizliklerle dolu sezona
merhaba diyor. Belirsizliklerin esas nedeniyse elbette ki Cesare Prandelli değil
1 Temmuz 2014 tarihi itibariyle 2014/15 sezonu
resmi olarak başlamışken, Galatasaray futbol
takımının ne idari yapılanması, ne yeni forma
sponsoru, ne yeni hocası, ne de gidecek ve gelecek
oyuncuları belirlenmiş durumdaydı. Cesare
Prandelli ismi yüreklere biraz olsun su serpmiş olsa
da, getiriliş süreci neticesinde, tüm bu meselelerin
üzerindeki sis perdesini ortadan kaldırmıyor.
Açıklamalarına bakacak olursak, Financial Fair
Play nedeniyle eli kolu bağlı olan Ünal Aysal,
elindeki imkanlardan fazlasını talep etmeden
şampiyonluğa ulaşabilecek yeni bir marka
teknik adamla anlaştığını düşünüyor, ve belki
gerçekten de öyle. Taraftarın ağzına bir parmak
bal çalmak ve bundan önemlisi, olmazsa olmaz
Şampiyonlar Ligi geliri ve reklamından mahrum
kalmamak açısından dördüncü yıldız mottosuyla
servis edilen şampiyonluk hedefi, Galatasaray’ın
kısa ve uzun vadedeki tek hedefi hâline
gelmiş durumda. Peki Galatasaray’ın planı
nedir? Ne zaman bir futbol aklı oluşturmaktan
bahsedebileceğiz?
Galatasaray’ın tüm sorunlarının temelinde,
uzun vadeli plânların yaratılamaması, ve bunun,
yani büyük resmin bir türlü görülememesi
neticesinde, kısa vadede ortaya çıkan ve ancak
işleri daha da içinden çıkılmaz hâle getiren
tutarsız kararlar yatıyor, ve gittikçe sona
yaklaşıyoruz. Galatasaray saha dışında yakaladığı
başarıları; sponsorluk anlaşmalarını, reklam ve
marka transferleri, bunların belki de tamamını
saha içinde başardıklarına borçluydu, ve saha
içindeki tutarsızlık sürdüğü takdirde, bunlardan
da mahrum kalmayla karşı karşıya kalacak.
Prandelli’yi getirmek, tek başına düşünüldüğünde
harikulade bir iş olarak yorumlanabilir; fakat
öncesinde yaşananlarla değerlendirildiğinde,
Fatih Terim’in gönderilmesinin ardından, boştaki
yüksek profilli hocalara Şampiyonlar Ligi kozunu
kullanan Galatasaray’ın birbirine uymayan
hamlelerinden bir başkasıyla karşılaşıyoruz. Ünal
Aysal’ın ortaya attığı hedeflere uygun düşebilecek
yegâne yerli hoca takımdan uzaklaştırıldı; belli ki
Roberto Mancini’yle yola devam etmeme kararı
da öncelikle etrafı kolaçan ederek alınmamıştı ve
Lucescu ile Tuchel’den red yanıtı alan Galatasaray,
yine ne yaptığını tam olarak bilmez bir şekilde,
başka bir yüksek profilli hocanın peşinden
gidiyordu. Aşık olduğu ülkede büyük çaplı bir
projenin tam ortasında yer alan Klinsmann’ın
veya Dünya Kupası’ndan sonra emekli olacağını
sayısız kez açıklayan Hitzfeld’in adaylar arasında
olduğu haberleriyse ancak bu hedefsizliği daha
net gösteren örnekler olabilirdi, ama Alman ekolü
hedefinin değil.
Geçtiğimiz günlerde çıkan bir habere göre, yeni
sezon kamp programını belirlemek zorunda
olan Galatasaray, kampa götürülecek oyuncuları
Mancini’nin verdiği direktiflere göre belirleyecekti.
Galatasaray’ın şu çok konuşulan kadro
çıkmazlarını bir de Roberto Mancini’nin kalması
ihtimaline göre ve Roberto Mancini’nin ayrılma
sebepleri üzerinden konuşmamız gerek.
La Gazzetta’dan okuyun
Ülkenin futbol ortamının yabancı düşmanlığı
ve düşük entelektüel düzeyi hemen her
fırsatta kendini belli ediyor. Geldiği günden bu
Mancini’nin Galatasaray’dan tek gerçek beklentisinin
tutarlı bir çalışma ortamı olduğu da reddettiği
tazminatıyla hemen hemen belli olmuştu aslında.
yana yorumcularımıza bir türlü kendini kabul
ettiremeyen Sneijder’in, Meksika maçında
“Koşmuyor!” eleştirisine tanık olduğunu
duyuyoruz; Roberto Mancini’nin dolaştırdığı
kağıt, sonraki yıllarda da hatırlanacak eğlenceli
bir ritüele dönüşebilecekken, bazı taraftarlar için
bir utanç kaynağı hâline gelebiliyor. Şu hâlde,
Türkiye’de 6 ay geçiren Mancini’nin bir, iki, belki
de üç farklı profiliyle karşılaşıyoruz. Bir grup için,
belki futboldan anladığı dahi şüpheli olan işe
yaramazın teki veya daha aklıselim yargılama
yapabilen ama yine Mancini’nin gönderilmesi
tarafında olanlar için, Galatasaray’a artı değer
katması imkansız biriydi. Roberto Mancini’yle
röportaj gerçekleştirmiş gazeteciler ise ağız birliği
etmişçesine, mütevaziliğinden, sıcaklığından
ve göründüğü gibi biri olmadığından dem
vuruyorlardı. Bir de bunların dışında, İtalya’da
verdiği röportajlarla ülkemize konu olan Mancini
vardı. Roberto Mancini’nin gelecek sezonda
Galatasaray’ı çalıştırmayacağını da ilk kez
İtalya’dan, La Gazetta dello Sport’tan öğrenmiştik.
Türk muhabirlerden, Galatasaray kulübünün
kendisinden, KAP’tan önce...
Mancini’nin aklından geçen somut birtakım
fikirlere La Gazetta aracılığıyla ulaşmamız
mümkündü; keza Türkiye’de çıkanlar hiçbir
zaman böyle şeylerle ilgilenmez, genelde ülkeyi
nasıl bulduğuyla başlayan, kemikleşmiş ve
futbol dışı ağırlığı fazla olan bir tür soru dizisini
izlerdi. Ayrılmasından henüz birkaç gün önce, ilk
geldiği günkü enerjiyi başkandan alamadığını
ima eden açıklamalar yaparken, gelecek sezon
takımda kalmak istediğini ve transferleri de
buna uygun olarak gerçekleştirmek istediğini
söylüyordu. Levent Tüzemen’in (Prandelli ismi
resmiyet kazandıktan sonra bir yayındaki telefon
bağlantısında Prandelli’nin kariyerinin sonuna
gelmiş biri olduğunu iddia eden Tüzemen’in)
ısrarla önümüze koyduğu meşhur 40-50 milyon
euroluk bütçe isteği, hocanın o röportajda
bahsettiği Fabio Quaglierella, Seydou Keita
gibi isimlerden mi oluşuyordu o hâlde? İşin
aslı, takımın eksiklerini en sonunda tartmış ve
bütçenin farkında olan Mancini’nin, buna uygun
ve fakat belli kalitedeki oyuncuların alınması
yönündeki isteğiydi. Galatasaray’ın orta sahada
yaşadığı sıkıntı ve alternatifsizlik ortadayken,
bugün Roma’yla kontrat yapabilecek kadar hâlâ
futbolcu olan ve Drogba’nın aksine kenarda
oturduğu vakit ülke çapında krizlere gebe
olmayacak Keita, orta saha alternatifi için sahiden
kötü bir transfer hedefi miydi örneğin? Her geçen
gün bir sonra gelecek hoca için içinden çıkılmaz
bir hâl alan Galatasaray kadrosunun, bir transfer
dönemliğine, gerçekten takımın başındaki hocanın
istekleri doğrultusunda şekillenmesi herkesin
yararına olacaktı. Mancini, Manchester City’nin
geçen sezonki şampiyon kadrosunun mimarı
bendim derken aslında haksız değildi; doğru
oyuncuyu getirme hususundaki yargılamalarına
güvenilebileceğini biliyorduk. Hocanın ne tip
transfer hedeflerinin peşinden koşacağını, ve
bunların, bu sezon görülen defoları yüksek
ihtimalle örteceğini tahmin edebiliyorduk. Lakin
belli kesimler tarafından pohpohlanan ‘kötü’ algısı
ve Galatasaray’ın yeni ekonomik realitesinde
Mancini’nin doğru adam olarak görülmemesiyle,
Mancini’nin de bahsettiği üzere, Aysal’ın ilk
vakitlerde koyduğu hedefler değişmeye başladı
ve fakat sorunun, Türk medyasının aktarmaya
çalıştığı şekliyle maddi yönü, en azından Mancini
açısından, muhtemelen çok daha düşüktü.
Sneijder’in takımda kalması halinde onu merkeze
koyacak yeni bir takım düzenine geçmek,
transferleri buna göre yapmak lazım geliyor.
Mancini’nin tek gerçek beklentisinin tutarlı bir
çalışma ortamı olduğu da reddettiği tazminatıyla
hemen hemen belli olmuştu aslında.
Ünal Aysal, Cesare Prandelli’nin çok fazla yeni
transfer istemediğinden, ya da daha doğru bir
ifadeyle, şartları bu şekilde konuştuklarından
bahsediyor. Galatasaray’ın son birkaç transfer
döneminde düzenli olarak erozyona uğrayan
kadrosu, Prandelli’nin küçük dokunuşlarıyla
tekrardan bir kazanana dönüşebilir mi?
Bazı benzer alışkanlıklar
Financial Fair Play ve Türkiye Ligi’nin yabancı
sınırlamasından henüz haberi olmuşçasına acil
önlem planlarına geçen Galatasaray’da, Sneijder’in
transfer olması düşüncesi dahi eskisi kadar uçuk
gelmiyor. Lakin eğer kalacaksa, Galatasaray’ın
derin kadro mühendisliği sorunlarının miladı kabul
edilebilecek Sneijder transferinin, artık radikal
bir şekilde kesin olarak çözüme kavuşturulması
gerekiyor. Bir önceki sezonun aksine, takım için
önemini ve takıma bağlılığını su götürmez bir
şekilde kanıtlamış Sneijder’i merkeze koyan yeni
bir takım düzenine geçmek, transferleri buna
göre yapmak lazım geliyor. Olcan Adın, tüm
bunların dışında sadece yerli oluşu ve kalitesiyle,
şablonlar ve teknik adamlar üzeri bir transfer;
fakat Prandelli’nin de bu meselenin ehemmiyetini
ilk fırsatta kavraması fazlasıyla değerli olacak.
Tekrardan bir beyin jimnastiği yapacak olursak,
Prandelli yönetimindeki Galatasaray’ın ilk yapacağı
işlerden birinin bu olacağını büyük bir güvenle
söyleyebiliriz.
Prandelli ve Mancini’nin iyi giyinmeleri ve İtalyan
olmaları haricinde ortak bir noktaları olmadığını
söyleyenlerin çıkacağına eminiz. Büyük oranda
haklılar da. Fakat yerli medyada yazılacakları
şimdiden tahmin etmek o kadar da zor değil.
Dünya Kupası öncesi basın toplantılarının birinde,
“7 maçın 7’sinde farklı dizilimler kullanarak
şampiyon olduğumuzu hayal ediyorum.” şeklinde
bir beyanat veren, teknik açıdan ilk akla gelen
özgünlüğü ‘esnek’liği olan bir hoca Prandelli. Bu
bir yana, elindeki bütün iyi orta saha oyuncularını
aynı anda sahada görmekten hoşlanıyor; patlayıcı
‘İtalyan!’, ‘Üçlü savunma!’, ‘Takımın
ayarlarıyla oynuyor!’ homurdanmalarını
şimdiden duyuyor gibiyiz.
kanat oyuncularından ziyade, parlak, yaratıcı oyun
kurucuları tercih ediyor. Fiorentina’da Montolivo’yu
hatırlayın. Uzunca bir süre hangi pozisyonda
en verimli olabileceği tartılmış ve belki bu uzun
denemeler tatmin edici bir sonla noktalanmamıştı
bile! Ama Montolivo harika bir sanatçıydı ve
takımdaki yeri tartışılamazdı. ‘İtalyan!’, ‘Üçlü
savunma!’, ‘Takımın ayarlarıyla oynuyor!’
homurdanmalarını şimdiden duyuyor gibiyim.
İki hocanın karakter ve futbola bakış açılarının
benzerlik gösterdiğini söylemek fazla iyi niyetli bir
çıkarım olacak, diğer yandan şaşırtmayacaktır.
Ali Ece’nin “Prandelli, Selçuk İnan’dan Pirlo
yaratır!” çıkışı bu bağlamda yerini buluyor olsa
gerek. Pirlo değil, ama belki Montolivo. Onun da
eleştireni çok.
Uğur Karakullukçu
Galatasaray Özel
HF135
5 YAŞINDAKi
GALATASARAYLI
VE ÜNAL AYSAL
Galatasaray’ı çıkmazdan kurtarıp iki sezon üst üste şampiyon yapan ama
sonrasındaki gerek yönetimsel gerek de teknik kadrodaki icraatlarıyla tartışma
yaratan Ünal Aysal’ı masaya yatırıyoruz
Yıllardan 2005’ti. Bir televizyon kanalı
Galatasaraylılarla sokak röportajları yapıyor,
taraftarın transfer beklentilerini ve nabzını
ölçüyordu. Mikrofon 5 yaşındaki bir çocuğa
uzatıldı. “Ayağımızı yorganımıza göre uzatmalıyız”
diyordu çocuk hayret verici bir olgunlukla,
“Harcayacak çok paramız yok” diye de ekliyordu.
UEFA şampiyonluğu görmüş bir takımın bu kadar
kısa süre içinde bu düzeyde bir maddi buhrana
düşmesi ayrıca irdelenecek bir konu… Fakat 5
yaşındaki bir çocuğun dahi zihnine kalın harflerle
işlenecek, ona bir yıldız oyuncu hayali dahi
kurdurtmayacak düzeyde bir gerçekçilik hediye
eden Galatasaray’ın maddi durumu bugünün, yani
Aysal’ın Galatasaray’ının da temellerini attı.
Galatasaraylılar şu anda güçlü bir ekonomik yapı,
iyi bir stadyum, rüştünü Avrupa’da ispat etmiş üst
düzey oyuncularla aslında gayet mutlu... “16+kalp
> 16+para” pankartına duyulan inanmışlık
yerini transferde istediği her oyuncuyu telaffuz
edebilecek bir özgüvene bıraktı. İnsanlar rahat
olmayı sever. Eğer bu dönüşümün başlangıcı
olarak bir yöneticinin gelişini görürlerse o
yöneticiye de büyük bir kredi açarlar. Ta ki işler
bozulana kadar…
Başarı, başarı, başarı…
2011’de Galatasaray Başkanı olmak için adaylığını
açıklayan Ünal Aysal, tüm stratejisini üç kelime
üzerine kuracağını belirtmişti: “Başarı, başarı,
başarı!” Başarmak üzerine kurulu bu yolda para
harcamak, karşılığını elde edip bir daha harcamak
ve bu yolla büyüyüp sponsorluk ve reklam gelirleri
elde etmek vardı. Hakkını verelim, Ünal Aysal
bu işi bugüne kadar kendi vurgusuyla söylersek
‘başarıyla’ yerine getirdi. Sponsor gelirleri katlandı,
Şampiyonlar Ligi gelir kalemine üçüncü kez üst
üste yazılıyor. Ortada iki şampiyonluk, görece de
olsa Kupa 1 katılımıyla birlikte şampiyonluk kadar
değerli bir ikincilik, Şampiyonlar Ligi’nde biri çeyrek
final olmak üzere iki grup terfisi ve Fenerbahçe’ye
karşı kazanılmış çokça maç var… Galatasaraylıların
kulağına gayet hoş geliyor fakat bunu mevcut
yönetim mantalitesiyle devam ettirmek
mümkün mü, Aysal aynı çizgisini koruyabilir ve iş
adamlığından gelen bu sert kapitalist mantıkla
başarıyı sürekli kılıp Galatasaray’ı istediği seviyede
tutabilir mi? İşte soru işaretleri burada başlıyor…
Galatasaray’ın hegemonya kurarak büyüme planı
çerçevesinde Aysal’ın önce başarıyı getirecek
teknik adamı bulması gerekiyordu. Ligi son
birkaç haftadaki başarılı sonuçlarıyla (!) sekizinci
tamamlamış bir Galatasaray takım kadrosunu
devralıp onu rehabilite ederek tekrar şampiyonluğa
oynatacak belki de tek adam Fatih Terim’dir.
Başkanın öngörüsü de tuttu, adeta bir Galatasaray
politikacısı olarak ‘taşeron başkan’ rolündeki Terim
ilk senesi boyunca Aysal’ın ilk ‘koalisyon hükümeti’
ile mücadele ederken bir yandan da takımı zirveye
taşıdı. Şike sürecinde zaten kan kaybetmiş,
kadrosundan giden değerli oyuncuları ikame
edememiş Fenerbahçe karşısında el üstünlüğünü
Aysal’ın hamlesi almıştı fakat bir Galatasaray
geleneği olarak sorun başarının paylaşımında çıktı.
Tek adam olarak Aysal
İş adamlığının da getirisiyle sponsorluklar, gelir
kaynağı yaratma gibi daha somut konularda
tecrübesinden faydalanan Ünal Aysal’ın belki
de en büyük artısı kendini futbol dehası sanıp
herkesin işine karışan, teknik adamlığa soyunup
11 yapan ekolden uzak oluşuydu. Fakat bu artısı
zamanla törpülendi ve saha içinde olan her şeyin
gerçekten kendi eseri olduğuna inandı. Öncelikle
kendi inisiyatifiyle hareket edebilen Ali Dürüst,
Adnan Öztürk gibi iş yürütücülerin olduğu, çok
başlı yönetimi yapılan erken seçimle değiştirip tüm
yetkileri elinde topladı. Başarının getirdiği güçle
“Tek adam” ekolüne adım atan Aysal, elbette
bu kadronun kurgulanmasını sağlayacak maddi
yapılanmada bir numaralı pay sahibiydi ama saha
içi başarında Terim’in önemini ıskalayıp onsuz da
gayet iyi bu işi götürebileceği sanrısına kapılarak
ikinci büyük adımını attı. Zaten standart bir
teknik adamdan çok daha büyük bir egoya sahip
olan Fatih Terim’le doğrudan ego çatışmasına
girerek onu sezon başlangıcından bir ay sonra
gönderme kararı aldı. Mesele iki tarafı günah,
sevap tartısına koymaktan ziyade doğru tespiti
yapabilmek… Elbette çift taraflı sorumlulukları,
hataları, yanlışları bulunan bu ilişkinin kopuşun en
temel sebebi başkan Aysal’ın Fatih Terim’siz de bu
işin aynı çizgide yürüyeceğine inanmasıdır. Doğru,
yanlış terazisinden ayırdığımızda Galatasaray için
bir teknik adamdan fazlası olan Terim’i göndermek
altının doldurulması gereken büyüklükte bir
hamledir. Terim sonrası verilen sınav da bu
sorumluluğun kaldırılamadığını da net şekilde
ortaya koyuyor.
Florya gerçeği
Florya’da bir güç odağı olan Fatih Terim’in ayrılığı
sonrası göreve gelen Roberto Mancini, çok da
normal bir şekilde Terim’vari bir rolden ziyade
saha içine odaklı, kısa vadede takımı tanımaya
yönelik bir çalışma metodu benimsedi. Ünal
Aysal da ilk kez gerçekten yönetilmesi gereken
bir kulüp yapısını karşısında buldu. Daha önce
Terim’in yönettiği ayrı bir dünya olan Florya, tüm
gerçekliğiyle karşısına dikildi.
Bir Türk futbolu geleneği olarak birisi tarafından
yönetilmediğinde kafaları farklı şekilde çalışmaya
başlayan yerli oyuncuların durumu, Didier
Drogba’nın saha dışındaki ağırlığına karşın saha
içinde düşen verimi, Türkiye’yi tanıma sürecindeki
Mancini’ye verilen uçuk sözlerden kaynaklanan
savurgan transfer politikası Aysal’ın bu konudaki
deneyimsizliğini açıkça ortaya koydu. Üstelik
kendi tercihiyle bu eksikliği giderebilecek tipte
yöneticiler de yanında yok. Mancini’nin bir anda
gönderilmesiyle başlayan ve uzun süre boşluğa
savrulan teknik adam krizi ve belki de ondan bile
önemli bir konu olan Hajrovic vakası, kendini adeta
takımın sahibi olarak konumlamış Aysal’ın girdiği
yolun vehametini gösteriyor.
Roberto Mancini’nin getiriliş sebebinin geniş
kadronun nimetlerinden faydalanmak isteyen,
başta savunmaya önem verip dengeli bir takım
oluşturmaya çalışan bir hoca olması olmadığı,
onun sadece Fatih Terim’in gidişi sonrası
“Eleştirileri kısa sürede kesebilecek, kariyerli
ve karizmatik bir kalkan” olarak getirildiği artık
açık. Eylül 2013’te Terim’in gidişi sonrası belki
de tek gerçek teknik direktör adayı olan Mircea
Lucescu’nun Mancini’nin gidişi sonrasında
da Shakhtar’da kalma kararı almasının
ardından düşülen boşluk da bunu gösteriyor.
Advocaat’lardan başlayıp Labbadia’ya kadar
uzanan ve hiçbir ortak noktası bulunmayan
hocalarından ardından Cesare Prandelli’ye
ulaşılması yine arananın bir hoca tiplemesi değil de
kariyer ve yönetime sağlayacağı koruma olduğunu
ortaya koyuyor. Prandelli’nin hücuma daha yatkın,
kadroya göre kurgusunu esnetebilecek, taktiksel
açıdan kuvvetli bir teknik adam olması itibariyle
fikrimce Galatasaray’a uygun bir teknik adam
olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ortada hala
çözülmesi gereken bir yönetilememe krizi, kendini
takımın sahibi sanan ancak buna uygun şekilde
para akıtmadan, sadece Galatasaray’ın kendi
kaynaklarıyla bu defacto sahipliği yürüten Ünal
Aysal ve artık kendini saha içinde toparlamış bir
rakip olarak Fenerbahçe var.
Gidişat kötü olmakla birlikte saha içi başarıyla
yine bunlar tolere edilebilir, süre olarak kazanım
sağlanabilir ancak Ünal Aysal’a bugüne kadar en
büyük kredi sağlayan konu, 5 yaşındaki çocuklara
ayağını yorganına göre uzatmayı öğreten para
krizlerinden, Franck Ribery gibi bir oyuncu
elden bedavaya kaçırtan basiretsizliklerden
tam anlamıyla çıkarıp çok uzun süredir ilk defa
Fenerbahçe’ye karşı sağlanan saha içi ve dışı
üstünlük olmuştu. Arada gelen şampiyonluklar bir
başarı hikayesiydi, 2006’da Denizli ve Sami Yen’de
yaşananları eşsiz kılan aslında Fenerbahçe’nin
ekonomik ve kadro kalitesi gücüydü. 2011,
Galatasaray’ın ilk defa gerçek anlamda inisiyatifi
ele aldığı tarih olmuştur. Aysal’ı Aysal yapan da
buydu.
Hajrovic, Ribery olursa…
Eğer son bir senede arka arkaya gelen adımlar,
futbol yönetimi konusunda ortaya çıkan
tecrübesizlik ve başarısızlık sürerse Aysal,
elde ettiği bu eşsiz krediyi bir anda kaybetme
tehlikesiyle de karşı karşıya. Galatasaray’ın seneye
tolere edebileceği bir ikincilik yok. Başarı üzerine
kurguladığı bu oyunda kaybedeceği ilk el hem ona
hem Galatasaray’a telafisi zor yaralar verebilir.
Şampiyonlar Ligi kozu masadan kalktığında ortaya
çıkan mali tablo Galatasaray’ı istemediği yerlere
götürebileceği gibi bu meseleye tuz biber eken
Hajrovic krizi açık seçik bir başarısızlık beyanıdır.
3.5 milyon Euro bonservis bedeli ödediğiniz bir
oyuncu sizi 5 ay içinde FIFA’ya şikayet ediyor ve
sizden 4.6 milyon Euro tazminat istiyorsa bunun
sözlükteki karşılığı iflastır, yönetememektir.
Galatasaray’ı kendisi için bir sosyal sorumluluk
projesi olarak gördüğünü beyan eden Ünal Aysal’ı
oraya getiren sürecin en önemli parçalarından birisi
Franck Ribery’nin kaçışıydı. Galatasaray tarihinin
dip noktalarından biriydi. Eğer işler bu şekilde
devam ederse Hajrovic de Aysal’ın Ribery’si olur.
Zeki bir adam olduğundan şüphe duyulmayacak
birçok icraata imza atmış bir kişi olarak Aysal artık
kendini sorguya çekmeli, geldiği günden bu yana
yaptıklarını gerçekçi bir teraziye koymalı ve yeni
hamleleri için kendini yeniden konumlamalıdır,
konumlamak zorundadır. Aksi halde 5 yaşındaki
çocukların transfer analizi olarak yeniden
“Ayağımızı yorganımıza göre uzatmalıyız” dediği
günler geri döner.
Serkan Akkoyun
Dünya Futbolu HF135
SON DÜDÜK ÇALDI!
FiLiSTiN ARTIK ÖZGÜR...
AFC Challenge Kupası finalinde Filipinleri 1-0 yenerek 2015 Asya Şampiyonası’na
katılma hakkı kazanan Filistin’de büyük sevinç var. Ancak bu sevinç o kadar da kolay
gelmedi
“Ne ablukanın ne de gözaltların galip gelemediği
Filistin, imkansızı başardı. Milli takım, zafer
dışında bütün seçenekleri reddederek savaştı.”
Filistinli spor yorumcusu Muhammed Avvad’ın bu
sözleri söylemesini sağlayan olay, 23 kişilik futbol
ordusunun Filistin adına Maldivlerde düzenlenen
AFC Challenge Kupası’nda şampiyon olmasıydı.
Asya Futbol Federasyonu tarafından 2006 yılından
bu yana iki yılda bir defa olmak üzere düzenlenen
ve şampiyon olan takıma Asya Şampiyonası’na
katılma hakkı tanıyan organizasyonun 2014
ayağında zafer Filistin’in oldu. Bunun için ülke
futbolunun geldiği en yüksek nokta diyebiliriz.
Tabii ki arkasında birçok hüzün, mücadele ve ölüm
bırakarak...
Bayrak gibi yükselen futbol
Dört tarafı hüzünlerle çevrili Filistin’in futbolu
son yıllarda dikkate değer bir gelişme içerisinde.
İsrail ablukası nedeniyle 2007 Asya Şampiyonası
Eleme Grubu son maçına çıkamadılar. Yine aynı
sebepten dolayı 2010 Dünya Kupası Elemeleri
ilk turunda Singapur’la oynamaları gereken
maça gidemediler ve hükmen elendiler. 2014’te
şampiyon oldukları AFC Challenge Kupası’na
2008’de tahmin etmesi güç olmayan bir nedenden
dolayı katılamadılar: İsrail izin vermedi. Ancak
tutsaklığın fıtratına uymadığı Filistin halkı
mücadelesinden vazgeçmedi. Hem toprak ve
vatan savunmasında hem de futbolda zincirlerini
kırdı. 1999 Nisan ayında FIFA sıralamasının 191.
basamağından dünyaya bakan Filistin, 2014
Haziran’ında 94. sıraya yükseldi. Maldivler’deki
turnuvanın final maçında Filipinlere karşı maçın
59. dakikasında Eşref Numan’ın serbest vuruştan
attığı golle birlikte Gazze’de bu sefer halkın
kalbine sevinç bombaları düştü. Filistinli çocukların
gözyaşları ile kardeş olan yanakları, sonuna kadar
açılmaya çalışan ağızlarındaki gülümsemelere ev
sahipliği yaptı. Hakemin bitiş düdüğü ile de herkes
sokaklarda ve sağa sola koşturur haldeydi. İsrail’in
insanlık onuruna sığmayan saldırıları nedeniyle
değil, Filistin’in durmak üzere olan insanlığın
kalbine yaptığı elektro şok ile hayata tutunması
sayesinde.
Yasak, hapis, ölüm
Ülkedeki savaş şartları futbolcular aracılığı ile
futbolu da etkiliyor. Birçok futbolcu özellikle
Batı Şeria bölgesinde kalanlar, İsrail’in ablukası
nedeniyle maçlara gidemiyor. Bunun yanında
futbolculara ait evler İsrail saldırısı sırasında
yerle bir oluyor, futbolcular öldürülüyor, yasadışı
örgüt üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklanıyor.
2014 Challenge Kupası’nda zafere ulaşan Filistin hem
tarih yazıyordu hem de gelecek sene düzenlenecek
Asya Şampiyonası’na katılmaya hak kazanıyordu.
Örneğin 2014 Dünya Kupası elemelerinde Tayland
ile maça çıkacak olan Filistin’de iki önemli
oyuncu; Muhammed Samara ve Majed Abusidu,
Batı Şeria’da oynanacak olan maça İsrail’in izin
vermemesi nedeniyle dahil olamadı. Bunun yanı
sıra başta Filistin’in Suudi Arabistan’da futbol
oynayan ilk futbolcusu olan Ziyad El-Kord olmak
üzere birçok ismin evi bombalarla yok edildi. Ne
var ki kendisi ve yakınları o sırada evde değildi.
İşin boyutu bunlarla kalmadı. Filistinli futbolcular
İsrail devleti tarafından öldürüldü. Tarek el-Quto,
ülkenin en yetenekli orta sahalarından birisiydi
ancak İsrail askerleri tarafından şehit edildi.
2008’de Gazze’de yaşanan büyük çatışmalar
sırasında Ayman Alkurd, Shadi ve Woshtahe
isimli milli takım kadrosuna davet edilen
üç futbolcu Allah tarafından cennete davet
aldılar. Bazı Filistinli futbolcular ise ölümden
kurtulmalarına karşın hapis cezaları ile karşı
karşıya kaldılar. Bunların arasında tüm dünya
gündemini meşgul eden isimlerden birisi Mahmud
Sarsak oldu. İsrail’in radikal bir örgüt mensubu
olduğu suçlaması ile tutukladığı futbolcu 3 aydan
fazla açlık grevi yaptı ve ardından aralarında
Eric Cantona, Fredric Kanoute ve FIFA’nın
da bulunduğu kişi ve kurumların girişimleri
neticesinde serbest kaldı. Futbol topunu 3 kale
direği arasından geçirmek için sahadaki 90 dakika
aslında onların en az mücadele verdiği alandı.
Kitap yerine taş
Filistin Milli Takımı dikkatleri aslında ilk defa 2006
Dünya Kupası Elemeleri sırasında çekti. Esmer
tenli, çoğu kötü tıraşlı, zayıflığa yakın fitlikteki
Filistinli bu ‘güya’ futbolcu topluluğu Tayvan’ı
8-0 yendi. Ardından Irak ile berabere kaldı ve
Özbekistan’a 3-0 yenildi. O dönemi anlatan
kaleci Ramzi Saleh, “İlk maçımda Filistin milli
marşını duyduğumda tüm bedenimi bir ürpertinin
kapladığını hissettim. Kafamı kaldırıp Filistin
bayrağını gördüğümde ise titriyordum. Ve o gün
ülkem için harika şeyler yapmam gerektiğine ikna
oldum” sözlerini kullanıyor.
Zor kelimesinin Filistin sözlüğünde normal
kelimesi ile eş anlamlı olduğunu söylemek
abartı kaçmaz. Ancak önüne ‘bize göre’yi
koyarak kuracağımız cümlelerle anlatabiliriz
durumlarını. Çünkü 2000’lerin başından bu
yana futbol oynamaya çalışan gençler, abluka
ve intifada yetiştiler. Bu isimlerden birisi olan
eski kaptanlardan Saeb Jendeya’nın kısa anlatısı
durumu netleştiriyor:
İlk intifada 1987’de başladı ve hayat durdu.
12 yaşındaydım. Bir futbol kulübüne katılma
şansım kalmamıştı. Çünkü İsrail’in işgali her şeyi
engelliyordu. İntifadanın ardından eğitimimi
tamamlayamadım. Kitaplarımı bırakıp, sokağa
çıkıp taş atmak istiyordum. Çünkü insanlarımız
ölürken öylece durup izleyemezdik
Evinin bombalanmasını izlemek
Ülkelerini Asya Şampiyonası’nda temsil edecek
olan Filistinli futbolcular, geçmişte yaşanan
Aslında tüm takım için Filistin formasının önemini
ilk maçında bedenini bir ürperti kapladığını söyleyen
kaleci Ramzi Saleh çok iyi anlatıyordu.
iki arada bir derede kalmalı sorunları bir nebze
de olsun aşan ekipten. Bundan önceki yıllarda,
futbolcular ülkelerinin dışında bir yerde kamp
yaparken yaşanan saldırıları izliyor ve kimi zaman
filmlere konu olacak olaylar yaşanıyordu. Örneğin
Cemal, evinin bombalanmasını televizyonda
haberlerde gördü. O dönemde milli takımda
bulunan ancak futbol hayatını Şili’nin Palestino
takımında sürdüren Ricardo Abdullah, “Ne kadar
zor bir hayat sürdürdüklerine tanık oldum. Benden
çok daha güçlülerdi. Çünkü problemleri ile sürekli
yüzleşiyorlardı.” diyordu. Ricardo Abdullah da
dönem dönem Filistin adına forma giyen Şilili,
tek kelime Arapça bilmeyen ancak yıllar önce
Filistin’den Şili’ye göç etmiş atalarının mirasını
taşımaktan onur duyan futbolculardan birisi...
İntifada yıllarında okulu bırakıp İsrail askerlerine
taş atmayı seçen Saeb Jendeya da hayatının
en kötü günlerinden birisi olarak, Mısır’da
kamp yaptıkları dönemde İsrail’in Jenin mülteci
kampına yaptığı saldırıyı televizyondan izledikleri
anı örnek veriyor. Jendeya kamp sırasında
futbolcuların hemen hemen hepsinin Filistin’e
dönmek istediklerini, ülke böyle durumdayken
futbol düşünmelerinin ne kadar doğru olacağının
tartışmaya açıldığını anlatıyor. Ancak daha sonra
şunun farkına varıyorlar: Bizim burada bütün
dünyaya bir mesaj verme şansımız var. Burada
kalacağız, ayaklarımızın üzerinde duracağımız ve
futbolla barış mesajı göndereceğiz
Bu sefer...
Filistin’de babadan oğula ölüm miras kalıyor. Bir de
düşmana atılacak taşlar. Ama görünen o ki futbol
topu Filistin’in biraz geç de olsa keşfettiği en güçlü
silah olacak. 2015 Asya Kupası’na katılmaları onlar için
aslında çok büyük başarı ancak kalbin insan bedeninde
durmaya en yakın olduğu toprakların çocukları için
sınır yok. Bundan sonra Filistinli çocukların dişlerinin,
toprak altından çıkarılan cesetlerinin karalığında değil,
Eşref Numan’ınki gibi finalde atılan gollerin sevincinde
görülmesi umuduyla...
Savaşın ve ölümün eksik olmadığı Filistin
topraklarında, futbol halkın yüzünü
güldürebilen ender şeylerden.
Sercan Ergün
Futbol Yönetimi
HF135
ŞU BiZiM SPORTiF DiREKTÖR MESELESi
Türkiye’nin futbol gündemini birkaç yıldır meşgul eden bir konu var, sportif
direktörlük. Hakkında yapılan yorumlardan tutun da görev tanımlamasına kadar
oldukça tartışılan bu kavram, bu topraklara da biraz yabancı. Avrupa’da uzun yıllardır
büyük kulüplerin başarıyla uyguladığı sistemin, Türkiye’de neden istenilen sonuçları
doğurmadığına bir göz attık
Klasik anlamda sportif direktörlük, teknik kadro
ve yönetim arasında bir köprü görevi gören
pozisyondur. Teknik direktör o hafta sahaya
çıkacak kadro, oyuncularının form durumlarından,
maç öncesi ve maç sırasındaki taktiksel
hamleler ve oyuncuların gelişimi gibi konulardan
sorumluyken; yapılacak transferler, sezon öncesi
ve devre arası kampları, scouting ve altyapı
gibi konular da sportif direktörün sorumluluk
alanına giren konulardır. Özellikle Önder Özen’in
Beşiktaş’ın sportif direktörü (ismi futbol genel
direktörü olsa da işlev aynı) olduğu andan itibaren
Türk spor kamuoyunda yaşanan tartışmaları da bu
verilerin ışığında yapmak gerekiyor. İkili arasında
yaşanan anlaşmazlık ve yetki karmaşasının
temelinde, sportif direktörün tam olarak ne işe
yaradığı tartışması yatıyor.
Günümüz futbolunun olmazsa olmazlarından
olan bu iki görevden birinin doğuşu, diğerine göre
oldukça geç tarihlere rastlıyor. Kimi kaynaklara
göre 1969 yılında ‘’Genel Menajer’’ sıfatıyla
yola devam kararı olan İngiliz devi Manchester
United’da Matt Busby, teknik direktörlük görevine
Wilf McGuinness’i getirmiş ancak daha sonra onun
görevine son vererek tekrar takımın başına kendisi
geçmişti. Leicester City’nin eski sportif direktörü
Dave Basset’a göre, sportif direktör kavramının
tanımı oldukça açık. “Sportif direktör bir
tampondur. Futbol takımıyla ilgili yönetime hesabı
veren kişidir. Öte yandan da teknik direktörü asiste
etmekle yükümlüdür. Futbolla ilgili deneyimlerini
hem teknik direktörle hem de yönetimle paylaşır.
Ancak özellikle yönetimle paylaşır çünkü kulüp
yöneticilerinin bu tür deneyimleri yoktur.” Son
cümle, sportif direktör pozisyonunun, Türkiye’de
neden gerekli olduğunun bir kanıtı adeta. Her
sezon sil baştan kadro kuran, teknik direktöre
sabır göstermeyen ve Sakaryaspor, Kocaelispor
ve İstanbulspor gibi asırlık çınarların yok olmasına
sebep olan yöneticilerin, sportif direktörlerden
öğreneceği çok şey var.
Sportif direktör, kulüp başkanı ve yönetim kurulu
üyeleri tarafından futbol takımını yönetmek üzere
atanmış bir profesyoneldir. Teknik direktörün
yetkileri dışında kalan tüm konularda sorumluluğa
sahip olan bu pozisyonun belki de en önemli
görevi, kurumsallaşmayı sağlamaktır. Uzun
vadede başarıyı getirebilecek bir yapıyı, dikkatli bir
şekilde inşa edebilecek tek kişi o kulübün sportif
direktörüdür. Bu konuda başta Bayern Münih
olmak üzere Alman kulüpleri başı çekerken, bu
kavram bazen Kuzey Amerika’ya özgü ‘’Genel
Menajer’’ kavramı ile de karşılaştırılıyor. Spor
organizasyonlarına bakış açısı birbirinden oldukça
farklı olan bu iki ekolün, profesyonellik konusunda
ise oldukça birbirine benzediğini söyleyebiliriz.
Gerektiğinde kriz yönetimi, gerektiğinde futbol
takımının bütçesinin belirlenmesi gibi hayati
konularda sorumluluk almak her zaman sportif
Tarihte bilinen ilk sportif direktör Matt Busby…
direktörün inisiyatifinde. Takıma yeni transfer olan
bir futbolcunun kente/ülkeye uyum sağlamasına
yardımcı olmaktan tutun da, takım içinde
kamplaşmalara neden olan veya huzursuzluk
çıkaran oyuncuların kadro dışı bırakılması gibi
konularda da teknik direktör kadar sportif direktör
de sorumludur.
Takım ağabeyliği mi, profesyonellik
mi?
Türkiye’de futbolu yönetenlerin sportif direktör
kavramını tam olarak anladığını söylemek
ise oldukça güç. Bayern Münih, Barcelona ve
Juventus gibi büyük kulüplerin sportif direktörlük
pozisyonunda oturanlar, genellikle eski efsane
futbolcular. Futbolun içinden gelen Matthias
Avrupa’nın birçok kulübü sportif direktörlük için
efsane isimlerine görev verirken, İtalyan devi
Juventus da bu koltuğu Pavel Nedved’le doldurdu.
Sammer (ki Bayern Münih bu konuda başlı başına
başka bir yazının konusudur) , Andoni Zubizarreta
ve Pavel Nedved gibi emektar yıldızlar bu
kulüplerin bünyesinde başarıyla görev yapıyorlar.
Kaldı ki bu isimler Türkiye’de olduğu gibi ne sürekli
basın toplantılarıyla kamuoyunu meşgul etmekte,
ne de teknik adamların işine karışmaktalar.
Tabii, son dönemde başarısız olan Joe Kinnear ve
Leonardo gibi isimleri de unutmamak gerekiyor.
Bu ülkeye özgü bir diğer kavram da kuşkusuz
takım abiliği. Önder Özen ile Slaven Bilic’in arasının
geçtiğimiz günlerde, Özen’in Beşiktaş’ın eski
futbolcularından İlhan Mansız’ın teknik kadroya
katılması isteğini Hırvat çalıştırıcıya iletmesi
sonrası açıldığı iddia edildi. İddiaye göre, Bilic’in
bu teklifi reddederek, kendi ekibi ile yola devam
edeceğini iletmesi ikili arasında krize neden
olmuştu. İlhan’ın yardımcı antrenör olarak teknik
ekibe katılması, geleneksel anlamda takım abiliği
anlamına gelmese de kafaları karıştırabilecek bir
durum. Futbol hayatını yaşadığı sakatlıklardan
dolayı erken noktalamak zorunda kalan Mansız,
daha sonra medyatik yönüyle ön plana çıkmış
bir isim. Oyuncunun teknik kadroya yapacağı
katkı konusu hali hazırda bir soru işaretiyken, bu
durumun ne kadar profesyonelce olduğu da ayrıca
tartışılan bir nokta olarak göze çarpıyor.
Türkiye’de, bu konuda yaşanan kafa karışıklığı
yalnızca Beşiktaş’a özgü değil. Terim sonrası
dönemde Florya’da düzeni sağlamak için Tomas
Ujfalusi’yi göreve getiren Galatasaray, bu sezon
da sportif direktörlük görevi için Erdal Keser’le
anlaştı. Henüz teknik direktörü bile belli olmayan
Galatasaray’da, yeni teknik direktörü belirleyecek
ismin ise Başkan Ünal Aysal olması oldukça
düşündürücü . Fenerbahçe’de Christoph Daum
sonrası teknik direktörlük görevine getirilen
Aykut Kocaman da, aslında Sarı lacivertli ekipte
sportif direktörlük görevini yürütmekteydi. Bu tarz
Beşiktaş’ta futbol direktörü görevinde olan Önder
Özen’in son zamanlarda Slaven Bilic’le arasının açıldığı
iddia edilmişti ama Özen bu iddiaları yalanladı.
örnekler nedeniyle Türkiye’de kulüplerin, takıma
abilik yapacak isimlerden çok, profesyonellere
yönelmesi gerektiği ise aşikar bir durum.
Nerede yanlış yapıyoruz?
Önder Özen-Slaven Bilic birlikteliğinin hüsrana
uğradığını söylemek için elbette ki henüz erken.
Ancak sportif direktörlük aşısının bu ülkede
tutması için, öncelikle kulüplerin profesyonelce
yönetilmesi gerekiyor. Transferleri kulüp
başkanlarının yaptığı, borç batağı içinde yüzen
ve uluslararası menajerlerin elinde oyuncak
olan kulüplerimiz, kurumsal bir kimlik edinerek
gelecek inşasına başlayacaksa ilk adım bir sportif
direktör atamak olmalıdır. Kim bilir, Önder Özen ve
Beşiktaş’ın açtığı yol ülke futbolunda nihayet bir
şeyleri değiştirebilir.
Fenerbahçe’de bir dönem Daum teknik direktör
koltuğunda otururken, Aykut Kocaman sportif
direktördü.
Fırat Yalgın
Dünya Futbolu
HF135
GÜNÜ KURTARMAYA ÇALIŞMANIN BEDELi
Rusya için Dünya Kupası heyecanı daha gruplar aşamasında sona erdi. Takım
sergilediği performansla hiçbir etki bırakamadan Brezilya’dan ülkesine döndü.
Euro 2008 sonrasında başlayan ve yıllardır süren önlenemeyen düşüş takımı dibe
vurdurdu ve Rusya’nın yetersizliği artık net bir şekilde görülüyor. 2018 yılında
turnuvaya ev sahipliği yapacak olan Rusların acil önlemler alması şart gözüküyor
Ne güzeldi herşey aslında… Çok değil, 2006-2008
yılları arasında Zenit’in ve CSKA Moskova’nın
sahip oldukları maddi güçle yarattığı kadrolarla
yakaladıkları başarıları bütün Avrupa konuşuyordu.
Yuriy Semin’in görevi bırakmasının ardından 2006
yılında Rus Milli Takımı’nın başına geçen Guus
Hiddink, yıllar arasında yaratılan bu jenerasyondan
çok iyi faydalanıyor, Euro 2008’de gösterdiği
performans ile kendinden söz ettiren takımı yarı
finale kadar çıkartıyordu. Bu uluslararası turnuvalarda
Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra
ulaşmış olduğu en yüksek dereceydi.
Ancak Hiddink ve oyuncular bu başarının
ardından kendilerinden beklenen performansı
gösteremedi. Takım 2010 Dünya Kupası’na
katılma şansını Slovakya’ya eleme maçlarında
deplasman golü ile yenilerek kaybetti. Hiddink
yerini ülkeyi çok yakından tanıyan Advocaat’a
bıraksa da, Hollandalı teknik adamın da günü
kurtarma dışında herhangi bir çabası olmadı.
Takım 2012 Avrupa Şampiyonası’nda ilk maçta
aldığı gösterişli galibiyetin ardından gelen
başarısız sonuçlarla turnuvaya grup aşamasında
veda etti.
Advocaat döneminde bir önceki turnuvaya
göre, takımda yaşına bağlı olarak kariyerlerine
nokta koyan isimler dışında yeni bir isim göze
çarpmıyordu. Genç yetenek olarak fark yaratan
ve ilk 11’de kendine yer bulabilen tek yeni isim
Alan Dzagoev oluyor, kadro ilerisi için ciddi tehlike
sinyalleri veriyordu.
Rusya Futbol Federasyonu bu sorunla ilgili olarak,
oyuncuların kendilerini geliştiremediği sisteme
çözüm bulmak yerine eskiden olduğu gibi antrenör
değişikliğine gitmeye karar verdi. Takımın başına
milyonlarca euro ödenerek dünya futbolunun
tartışılmaz isimlerinden biri olan İtalyan teknik
adam Fabio Capello getirildi.
Başarıya doymuş Capello
Capello, göreve geldikten sonra takım inişli çıkışlı
istikrarsız performansına devam etse de, 2014
Dünya Kupası’na sıkıntısız geldi. Turnuva öncesi
takımın belki de en önemli ismi Shirokov’un
sakatlık yaşayarak Brezilya’da olmayacak olması
kupa öncesi takıma ilk şoku yaşattı. Takımın
orta sahasında yaşanan yaratıcı oyuncu eksikliği
bir türlü giderilemedi. İtalyan hocanın takımın
gelecek vadeden sayılı isimlerinden, belki de
kadrodaki en yaratıcı oyuncu olan Dzagoev’i, ön
yargısından dolayı takımdan kesmesi, tecrübesiz,
kulüp performansları dahi soru işareti yaratan
yıldız adayları Kokorin, Shatov ve Kanunnikov’a
şans vermeye çalışması Rusların sonunu hazırladı.
Programsız bir gelişmenin eseri olan bu futbolcular
gerçekten şu anda ülkenin en yeteneklileri olsalar
da, üzerlerine yıkılan baskıyla birlikte beklenenin
altında kalarak takıma kademe atlatamadılar.
Kaleci Akinfeev’in yapmış olduğu büyük hataların
başarısızlıktaki payı, sistemsizliğin getirdiği
sorunlar yanında neredeyse yok sayılabilecek
kadar az. Takım yaşadığı güven eksikliğinden
dolayı asla tempolu ve bitirici bir oyun oynayamadı
ve sonuç olarak gösterdiği performansla hayal
kırıklığı yarattı.
En başından bu yana Capello ile ilgili soru
işaretleri vardı. Kendisinden beklenilen farkı
takıma ve ülkenin futboluna yansıtamadı. Günü
Capello kendisinden beklenenleri veremezken
günü kurtarmaya yönelik uygulamalarıyla da
hayal kırıklığı yaşattı.
kurtarmaya yönelik kadro seçimleriyle, sadece
belirli taktiksel değişikliklerle başarıya ulaşmaya
çalıştı. Ülke futbolunun kötü altyapısında onun
günahı yoktu ancak aldığı yüksek maaş ile yılların
yorgunluğunun ve başarıya doymuşluğunun
getirdiği heyecan eksikliği, devrim yapma ve bazı
ezberleri bozma çabasından onu alıkoymuşa
benziyordu.
Gelişim durdu
Rus futbolu son dönemde girdiği günlük başarı
psikolojisine bağlı olarak kendini bir türlü
yenileyemedi. Ani manevralardan kaçınarak ve
işin kolayını tercih ederek değişiklik yapma yoluna
değil, sorunun parayla çözülebileceği kanısıyla
Rus futbolunun son dönemlerde yetiştirdiği
yetenklerden Aleksandr Kokorin turnuvayı 1
golle kapattı.
hareket edildi ve rakipler hep küçümsendikleri
için ilerleme kaydedilemedi. Aynı bizim ligimizde
olduğu gibi oyuncular ve teknik adamlar belirli
bir başarı ve refah seviyesine ulaştıktan sonra
kendilerini geliştirme ve yenileme gibi bir çaba
içerisinde olmadı.
Yeni gelişmekte olan yetenekler ülkede var olan
yabancı sınırlamasından dolayı bulunmaz hint
kumaşı muamelesi gördüler ve aldıkları inanılmaz
tekliflerle ülkede kalıp, yurt dışında kendilerine
vizyon kazandırma gibi bir gereksinim duymadılar.
Spartak Moskova, Dinamo Moskova ve Zenit gibi
kulüpler genç oyunculara önerdikleri maaşlarla
futbolun gelişmesine ciddi şekilde köstek oldular.
Önümüzde 2018 yılında Rusya’nın ev sahipliği
yapacağı bir turnuva var. Bu kadar ciddi sorunlarla
karşı karşıya olan Rus Milli Takımı’nın acil önlem
alması gerekiyor. Capello’nun 2018’e kadar
buralarda kalma ihtimalinin çok düşük olduğunu
hepimiz öngörebiliyoruz. Eğer bu bataktan
kurtulmak isteniyorsa, parayla başarı fikrinden
vazgeçilmesi ve ülke futbolunun başına lig
tarihinde devrimleri ya da ilkleri gerçekleştirmiş
olan Konstantin Beskov, Oleg Romantsev, Pavel
Sadyrin ya da Valeriy Gazzaev seviyesinde ve hızlı
karar verip bir an önce gerekli tespitleri yapabilecek
bir teknik adamın atanması gerekiyor.
Ev sahibi olunan bir Dünya Kupası’nda
şu anki performansla herhangi bir başarı
yakalanamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Eğer
gerekli kararlar alınmazsa, taraftarlar kendini
bugünkü performansın yarattığı psikolojiyle
turnuvaya hazırlayabilir ve bu da takımı direkt
başarısızlığa götüren diğer bir sebep olarak da
listedeki yerini alacaktır.
Bu açıdan Rusya Futbol Federasyonu’nun yakın
zamanda alacağı devrim niteliğinde bir karar
ülkenin belki de 2018’deki kaderini belirleyebilir.
Kupa öncesi Rusya’nın en önemli kozu olarak
gösterilen Igor Akinfeev, yediği hatalı gollerle
takımının direncinin kırılmasında ön ayak oldu.