Türkiye Büyük Millet Meclisi 95 yaşında...16

Transkript

Türkiye Büyük Millet Meclisi 95 yaşında...16
Parlamento
TPB
Hakimiyet Milletindir
Nisan 2015 Sayı: 24
Ayl ı k sürel i yay ı n
Türkiye Büyük Millet Meclisi 95 yaşında...16
TBMM Başkanı Cemil Çiçek, milletvekilleri ve akademisyenlerin
değerlendirmeleriyle 100. yılında 1915 Olayları...20
Dünya mirası bir doğa harikası Kapadokya...80
ISSN 2147-6616
9 772147 661000
24
Parlamento
TPB
Hakimiyet Milletindir
Nisan 2015 Sayı: 24
Fiyatı: 20 TL/Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL
Yerel süreli yayın
ISSN 2147-6616
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına
TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Eren Safi
Yayın Koordinatörü
Erbay Kücet
Editör
Songül Baş
Yazı İşleri
Çağla Taşkın
Gökçe Doru
İrem Coşkunseven
Nehir Öztürk
Nil Özben
Pınar Ünsal
Zeynep Yiğit
Katkıda Bulunanlar
Dr. Ahmet Tetik
Hakan Arslanbenzer
Tasarım
Evrim Uluçay
Sinan Günçiner
Genel Koordinatör
İsmail Demir
TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ
GENEL BAŞKAN
Nevzat PAKDİL
Kahramanmaraş Milletvekili
YAYIN KURULU
Yahya AKMAN
Şanlıurfa Milletvekili
Cahit BAĞCI
Çorum Milletvekili
Kadir Ramazan COŞKUN
Genel Sekreter
19. Dönem İstanbul Milletvekili
İlknur İNCEÖZ
Aksaray Milletvekili
Alpaslan KAVAKLIOĞLU
Niğde Milletvekili
Nuri USLU
Genel Sekreter Yardımcısı
23. Dönem Uşak Milletvekili
Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz iktibas yapılamaz.
YAPIM
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti.
Uğur Mumcu Cad. 89/8 Çankaya/ANKARA
T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82
www.buyukharf.com.tr
BASKI
Özel Matbaası
Basım Yeri: Matbaacılar Sanayi Sitesi 1514. Sokak No: 6
İvedik/Ostim/ANKARA
Basım Tarihi: 03.04.2015
T: 0312 395 06 08
NISAN 2015
İÇİNDEKİLER
20 1915 OLAYLARI
100. YILINDA TARIHÎ ARKA
PLANI VE BUGÜNÜ ILE
74 Siyaset para kazanma,
Musa Demirci:
şöhret sahibi olma değil,
hizmet etme yeridir
86 Bugün Türk siyasetinden
Hakan Tartan:
beklenen şey yenileşme
ve sevgi dilinin
egemen olmasıdır
22 CEMIL ÇIÇEK:
TBMM BAŞKANI
Birinci Dünya Savaşı’nın
en uzun yılı 1915
94 Bilimsel ve siyasal
Özer Gürbüz:
araştırma, eğitime katkı
ve üyeler arasında
dayanışmaya büyük
önem veriyoruz
16
102
106
TBMM 95 YAŞINDA
SÖZÜNÜ SAZIYLA GÜÇLENDIREN OZAN: ÂŞIK MAHZUNİ ŞERİF
TÜRKIYE-İSPANYA PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK GRUBU BAŞKANI AFIF DEMIRKIRAN ILE SÖYLEŞI
4
BAŞKAN’IN MESAJI
5 BIRLIK’TEN
8 HABERLER
14 DÜNYADAN
78 TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE MART 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR
98
TARIH SAHNESI
110
ERBAY KÜCET: ÇOCUKLUK MANTIĞIN UYKUSUDUR
112 KITAP
114 MÜZIK
115 FILM
116
VEKILLER NE OKUYOR / NE IZLIYOR
118
SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERI
119 MHP ADANA MILLETVEKILI SEYFETTIN YILMAZ ILE SOSYAL MEDYA SÖYLEŞISI
120 UNUTMAYACAĞIZ
68
BÜYÜK OKYANUS’TA
SIYASETIN KALBI
YENI ZELANDA
PARLAMENTOSU
80
DÜNYA MIRASI
BIR DOĞA HARIKASI
KAPADOKYA
90 MEMDUH ŞEVKET
IKI DEĞIL, IKI BIN HÜVIYETLI
ESENDAL
BAŞKAN’IN MESAJI
MECLISIMIZ 95 YAŞINDA
T
ürkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 95. yılındayız. Meclisimizin 95 yılı, dünyanın bu
coğrafyasında yaşanmış bir başarı öyküsüdür ve bazı sayfalarında dünya tarihinin benzersiz
olaylarına tanık olunur. Birinci Meclis, dünya tarihinde millî mücadelesini demokratik ilkeler çerçevesinde yönetmeyi başarabilen ilk ve tek örnektir. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışının
ardından Anadolu’da gerçekleştirilen kongrelerle demokrasi kültürü yeşermiş, pek çok farklı görüşün temsil edildiği Meclisimizde savaşlar dahi demokratik ilkelerle yönetilmiştir. Vatanımızın işgal
altında olduğu bir dönemde saatler boyu süren müzakerelerle sevk ve idare edilen devletimizin
kurucu iradesini temsil eden bu Meclis, hiç şüphesiz demokrasi tarihimizin parlak bir sayfasını
oluşturmuştur.
Küreselleşen bir dünyanın içinde yaşıyoruz. Şunu ifade etmek gerekir ki yaşanılan dünyanın dışına çıkmak elimizde değildir. Kendi içimize kapanarak yaşamamız da mümkün olmadığına göre bize
düşen, küreselleşen bu dünyada kadim ve büyük bir medeniyetin çocukları olarak diğer milletlere
söyleyecek söze sahip olmaktır. Geçmiş medeniyetimizde de olduğu gibi insanlık alemine söyleyeceğimiz sözler, katkıda bulunacağımız konular bugün gelişen ortam içinde de bizde mevcuttur.
Bilim ve düşünce adamlarımızın, akademisyen ve yazarlarımızın bu hususta dünya medeniyetine
katkılarda bulunacağına canı gönülden inanıyorum. Türkiyemizin eski Türkiye olmadığını, dışarıdan
referans alan bir ülke değil; siyaset, bilim, sanat, spor, eğitim, düşünce, kültür ve yayın alanlarında
kendisinden referans alınan ülke konumunda olduğunu da belirtmek isterim.
Yeni bir medeniyeti beraber inşa etme gayretimizin oluşması için demokrasimizin taçlanması,
Cumhuriyetimizin daha da demokratikleşmesi hepimizin arzu ettiği bir konudur. 21. yüzyıl dünya
milletleri içerisinde siyaseten, ilmen, fikren, teknik olarak söyleyeceklerimiz bulunmaktadır. Bu
hususta kendimize güvenmeliyiz. Millî Mücadele’nin Gazi Meclisi 1920’de Mustafa Kemal Paşa
önderliğinde kurulduğunda, hiçbir şeyden korkmadan bu başarıyı gerçekleştirmiştir. Şimdi Cumhuriyetimizi daha da yüceltmek, taçlandırmak hepimizin görevidir.
24. Dönem’de TBMM çatısı altında görev ifa eden milletvekillerimizin ülkemiz ve milletimizin
ihtiyaç duyduğu önemli tasarı ve teklifleri yasalaştırarak vedaya hazırlandıkları bu günlerde
milletimizin kararına saygılı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şekilleneceği günlere de uzak
sayılmayız. Bu amacı gerçekleştirecek yegâne vasıta sandıktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne
istikamet çizmek, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerini tayin etmek için sandık dışındaki her yol, her
yöntem gayrimeşrudur. Türkiye’de sandığın yolu, seçmek ve seçilmek isteyen herkes için açıktır.
Demokrasinin insanların ortak eseri olan normlara ve kurumlara dayandığı bilinciyle, başta
toplumun kültürü olmak üzere siyasal hak ve özgürlüklerin devamı, kamu yönetiminin saydamlığı, laiklik ilkesinin gerçek anlamda hayata geçirilmesi, barış, hoşgörü, diyalog ve uzlaşma içeren
demokrasi kültürünün toplumda yerleşmiş olması temennilerimle, 95. yılımızın hayırlı olması
dileklerimle saygılar sunuyorum.
4
Nevzat Pakdil
Türk Parlamenterler Birliği
Genel Başkanı,
Kahramanmaraş Milletvekili
GAZI MECLIS,
HIÇBIR ŞEYDEN
KORKMADAN
BAŞARILARA IMZA
ATMIŞTIR. ŞIMDI
CUMHURIYETIMIZI
DAHA DA
YÜCELTMEK,
TAÇLANDIRMAK
HEPIMIZIN
GÖREVIDIR.
BİRLİK’TEN
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI
ŞUBELERINDE YENI YÖNETIMLER BELIRLENDI
TÜRK Parlamenterler Birliği’nin (TPB) İstanbul, İzmir ve Bursa şubelerinde olağan genel kurul toplantıları yapıldı. Geçtiğimiz ay gerçekleştirilen toplantılarda
yeni şube yönetimleri belirlendi.
Türk Parlamenterler Birliği İstanbul Şubesi’nin Olağan Genel Kurulu 28 Mart
2015 tarihinde Filizi Köşk’te yapıldı. Huzurlu bir ortam içinde geçen toplantıda
genel olarak parlamenterlerin sorunları dile getirildi ve bu sorunların çözümü
için neler yapılması gerektiği ifade edildi. TPB Genel Sekreteri Kadir Ramazan
Coşkun, genel kurulda gündeme gelen konular ve Türk Parlamenterler Birliği’nin
çalışmaları hakkında bilgi verdi.
Tek listenin olduğu seçim sonucunda TPB İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu şu
şekilde oluşturuldu: Orhan Demirtaş (Başkan), B. Yaşar Öztürk (2. Başkan), Dr.
Azmi Ateş (Şube Sekreter Üyesi), Muammer Alıcı (Şube Saymanı), Hayrettin
Elmas (Üye), A. Doğan Öztunç (Üye), Resul Tosun (Üye), Prof. Dr. İ. Mete Doğruer
(Üye), Yusuf Pamuk (Üye).
Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi’nin Olağan Genel Kurulu 27 Mart 2015 tarihinde yapıldı.
Birlik binasında gerçekleşen genel kurul toplantısındaki seçim sonucunda TPB İzmir Şubesi Yönetim
Kurulu şu şekilde oluşturuldu: Metin Öney (Başkan),
Erdal Karademir (Başkan Yardımcısı), Türkan Miçooğulları (Sekreter Üye), Rahmi Sezgin (Sayman Üye),
Suat Çağlayan (Üye), Göksel Kalaycıoğlu (Üye), Erol
Yeşilpınar (Üye), Ali Aşkın Toktaş (Üye), Muharrem
Toprak (Üye).
Türk Parlamenterler Birliği Bursa Şubesi’nin Olağan Genel Kurulu 13 Mart 2015 tarihinde yapıldı.
Seçim sonucunda Yönetim Kurulu şu şekilde oluşturuldu: Niyazi Pakyürek (Başkan), Hayati Korkmaz
(2. Başkan), Ali Osman Sali (Sekreter), Faruk Ambarcıoğlu (Sayman), Yahya Şimşek (Üye), Mustafa
Dündar (Üye), Kemal Demirel (Üye), Şevket Orhan
(Üye), Zafer Hıdıroğlu (Üye).
5
TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI’NDEN
NEZAKET ZIYARETLERI
TÜRK Parlamenterler Birliği (TPB), yeni yönetimin göreve başladığı Eğitimciler Birliği Sendikası’na (Eğitim-Bir-Sen) nezaket ziyaretinde bulundu. TPB
Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, Genel Başkan
Yardımcısı ve Kayseri Milletvekili Yaşar Karayel, Yönetim Kurulu Üyesi ve Niğde Milletvekili Alpaslan Kavaklıoğlu ile TPB Parlamento dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet’in yer aldığı Türk Parlamenterler Birliği heyeti, Eğitim-BirSen Genel Başkanı Ali Yalçın ve yönetim kurulu üyelerine yeni görevlerinde
başarı diledi. Ziyaret sırasında Nevzat Pakdil güncel siyasi gelişmelerle ilgili
düşüncelerini aktarırken, sendikal faaliyetler de konuşuldu.
Türk Parlamenterler Birliği, bir başka nezaket ziyaretini Türkiye Maden İşçileri Sendikası’na gerçekleştirdi. Genel Başkan Nevzat Pakdil ve TPB Parlamento dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet, Türkiye Maden İşçileri Sendikası
Genel Başkanı Nurettin Akçul’u ziyaret etti. Görüşmede başta Soma olmak
üzere maden işçilerinin sorunları ve güncel ekonomik konular ele alındı.
SIYASETÇILER HAT SERGISINDE BULUŞTU
HAT sanatçısı Sadi Demirci, ikinci kişisel sergisiyle Ankaralı sanatseverlerin karşısına çıktı. Serginin açılışını
Tarım ve Köyişleri eski Bakanı Musa Demirci, 21. Dönem
Kocaeli Milletvekili Mehmet Batuk, 20. Dönem Kırşehir
Milletvekili Cafer Güneş ve TPB Parlamento dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet yaptı. Beğeniyle izlenen
sergideki hatların zemin ebrularında Haluk Şeker’in
imzası yer aldı.
6
BIRLIK’TEN
7
HABERLER
TÜRKIYE’YI “ENERJI DAĞITIM
MERKEZI”NE DÖNÜŞTÜRECEK
TANAP’IN TEMELI ATILDI
“TANAP’ın alternatifi yok”
Temel atma töreninde bir konuşma yapan
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
Türkiye’nin bir enerji dağıtım merkezine
dönüştürülmesinin planlandığını dile getirerek, “Bu proje başka hiçbir projenin alternatifi olmadığı gibi bu projeye alternatif
başka bir proje de yoktur. Bu bakımdan
gerçekten özgün bir proje olan Güney Gaz
Koridoru’nu bütün etaplarıyla tamamen
hayata geçirdiğimizde Avrupa ile Hazar
Bölgesi arasında güçlü bir bağ oluşturmuş
olacağız” dedi. Erdoğan, projenin doğal
TRANS Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi’nin (TANAP) temel atma töreni gerçekleştirildi. Azerbaycan’ın Hazar Denizi’ndeki Şah Deniz 2 Gaz Sahası ve Hazar Denizi’nin
güneyindeki diğer sahalarda üretilen doğalgazın Türkiye’ye, ardından Avrupa’ya taşınmasını öngören ve 20 ili kapsayan TANAP için 13 Mart’ta Ortaklar Anlaşması imza töreni
düzenlenmişti. Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ), Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) ve BP arasındaki imza törenine katılan Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız projenin önemine dikkat çekerek, “Projeyi göstermelik
değil fonksiyonel olarak da çevreye, faunaya zarar vermeden gerçekleştireceğiz. Batı
standartlarının hemen hemen hepsi uygulanacak” diye konuşmuştu.
17 Mart’ta Kars’ın Selim ilçesindeki temel atma törenine ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Gürcistan Cumhurbaşkanı Giorgi
Margvelaşvili, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız ve Enerji Birliğinden Sorumlu
AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Maros Sefcovic katıldı. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile
Azerbaycan ve Gürcistan millî marşlarının çalınmasıyla başlayan törende daha sonra üç
ülke cumhurbaşkanları bir butona basarak hatta ilk boruyu indirdi.
8
kaynakların alternatif kullanımı konusunda da örnek teşkil edeceğine inancının tam
olduğunu belirtti.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner
Yıldız ise törende yaptığı konuşmada
TANAP’ın mevcut siyasi irade sayesinde
geliştirilebildiğini kaydetti ve projenin önemini “Türkiye, Hazar bölgesindeki petrolün
Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattıyla, yine aynı
bölgedeki doğalgazın Bakü-Tiflis-Erzurum
hattıyla beraber Türkiye’ye gelmesine ve
yurt dışı piyasalarına açılmasına vesile
oldu. Güney Gaz Koridoru’nun da en önemli
parçalarından bir tanesi TANAP’tır” sözleriyle ifade etti.
İÇ GÜVENLIK PAKETI YASALAŞTI
Yasada, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde
“havai fişek, molotof ve benzeri el yapımı
patlayıcılar, demir bilye ve sapan” bulundurulması yasak maddeler kapsamına dahil
edildi. Yasa dışı örgüt ve topluluklara ait
amblem veya işaret taşınması, bu amblem
veya işaretlerin olduğu giysilerin giyilmesi ile
kimlik gizleme amacıyla yüzün kapatılması
da suç sayılacak.
“İç Güvenlik Paketi” gözaltına alınan kişilerin en geç 48 saat, toplu halde işlenen
suçlarda ise 4 gün içerisinde hakim karşısına çıkarılmasını öngörüyor. Ayrıca, gerekli
durumlarda vali, faillerin bulunabilmesi için
kolluk amir ve memurlarına emir verebilecek.
TBMM Başkanvekili Sadık Yakut başkanlığında toplanan TBMM Genel Kurulu, kamuoyunda “İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nı görüşerek yasalaştırdı.
İlk metinden 63 maddenin çıkarılmasından sonra 69 madde halinde 199 kabul ve 32 ret
oyuyla yasalaşan tasarıya göre, elle dıştan kontrol hariç kişinin üstü ve eşyası ile aracının
dışarıdan bakıldığında içerisi görünmeyen bölümlerinin aranması, İçişleri Bakanlığı’nca
belirlenecek esaslar dahilinde mülki amirin görevlendireceği kolluk amirinin yazılı, acele
hallerde sonradan yazıyla teyit edilmek üzere sözlü emriyle yapılabilecek. Kolluk amirinin
kararı 24 saat içinde görevli hakimin onayına sunulacak. Bu kapsamda yapılacak aramalarda kişiye arama gerekçesini de içeren belge verilecek.
Polis, başkalarının can güvenliğini tehlikeye düşürenleri, fiilleri ayrı bir suç oluşturmadığı
takdirde, kişinin can güvenliğinin sağlanması bakımından koruma altına alabilecek veya
olay yerinden uzaklaştırabilecek. Polis sadece “müşteki, mağdur ve tanıkların istemesi
halinde” evde veya işyerinde ifadelerini alabilecek. Ayrıca polis, kendisine veya başkalarına, işyerlerine, konutlara, kamu binalarına, okullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara,
kişilerin tek tek veya toplu halde bulunduğu açık veya kapalı alanlara molotof, patlayıcı,
yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs
edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde silah kullanabilecek. Yasalaşan tasarı, polisin yasa dışı toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin dağıtılmasında
gerekli hallerde boyalı su kullanmasını da öngörüyor.
Hakim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Emniyet Genel Müdürü veya
İstihbarat Dairesi Başkanı’nın yazılı emriyle, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin
tespit edilip, dinlenip, sinyal bilgileri değerlendirilirken; gecikmesinde sakınca bulunan
hallerde verilen yazılı emir, artık 24 saat yerine 48 saat içinde yetkili ve görevli hakimin
onayına sunulacak.
Faaliyetler yılda en az bir kez denetlenecek
Yasa, kanuna aykırı ve keyfi uygulamalara
yol açılmaması için denetim de getiriyor.
Faaliyetlerin denetimi; sıralı kurum amirleri, mülki idare amirleri, Jandarma Genel
Komutanlığı ve ilgili bakanlığın teftiş elemanlarınca yılda en az bir defa yapılacak.
Bu faaliyetler Başbakanlık Teftiş Kurulu’nca
da denetlenebilecek. Denetimlerin sonuçları
rapor halinde TBMM Güvenlik ve İstihbarat
Komisyonu’na sunulacak.
Yasanın dikkat çeken düzenlemelerinden
biri de “bonzai” olarak bilinen sentetik kannabinoidler ve benzer uyuşturucu maddelerle ilgili. Yasaya göre, bu maddelerin imal
edilmesi ve satılması, eskiye oranla daha
ağır yaptırıma tabi olacak. Bu maddelerin
okul, yurt, hastane, kışla, ibadethane gibi
binaların 200 metre yakınında ele geçirilmesi durumunda ise verilecek ceza yarı oranda
artacak.
Yasada aynı zamanda polis memurlarının
rütbe ve terfileri, jandarma yetki alan ve
görevleri, Türk Silahlı Kuvvetleri ile Sahil
Güvenlik Komutanlığı personeliyle de ilgili
maddeler yer alıyor.
9
“KADINA YÖNELIK ŞIDDETE DUR DIYELIM” KAMPANYASI
AILE ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, “Kadına Yönelik Şiddete Dur
Diyelim” kampanyası başlattı. Proje için “Dur Diyelim” başlıklı
bir internet sitesi hazırlandı. Sitede birçok ismin kadına yönelik
şiddetle ilgili mesajlarını içeren kısa videolara yer verildi. Aile ve
Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, Kalkınma Bakanı Cevdet
Yılmaz, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve
Kırıkkale Milletvekili Beşir Atalay, AK Parti Genel Başkan Yardım-
cıları Yasin Aktay ve Süleyman Soylu, AK Parti Şanlıurfa Milletvekilleri Zeynep Karahan Uslu ve Mehmet Kasım Gülpınar, AK Parti
Adana Milletvekili Fatoş Gürkan, AK Parti Diyarbakır Milletvekilleri
Mehmet Galip Ensarioğlu ve Cuma İçten, AK Parti Gaziantep Milletvekilleri Halil Mazıcıoğlu, Mehmet Sarı, Mehmet Erdoğan ve
Abdullah Nejat Koçer, AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk,
AK Parti Erzurum Milletvekili Cengiz Yavilioğlu, AK Parti Bursa
Milletvekili Tülin Erkal Kara, AK Parti Ankara Milletvekili Emrullah
İşler, AK Parti Malatya Milletvekili Öznur Çalık, AK Parti Kocaeli
Milletvekili Azize Sibel Gönül, CHP İzmir Milletvekili Hülya Güven,
CHP Konya Milletvekili Atilla Kart, MHP Ankara Milletvekili Özcan
Yeniçeri, MHP Kahramanmaraş Milletvekili Mesut Dedeoğlu ve
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Dr. Sare Davutoğlu’nun mesajı da sitede yer alıyor.
“Kadına yönelik şiddete ortak olmayacağız, seyirci kalmayacağız, üzerimize düşen görevi yapmak üzere kararlıyız, biz de varız”
sloganıyla yola çıkan “Kadına Yönelik Şiddete Dur Diyelim” kampanyasına Türkan Şoray, Hale Soygazi, Halil Ergün, Işın Karaca,
Burcu Kara, Suzan Kardeş, Deniz Türkali ve Coşkun Sabah gibi
sanatçılar da destek verdi.
MECLIS’TE IŞARET DILI EĞITIMI VERILDI
TBMM Başkanlığı İdari Teşkilatı, 2015 faaliyetleri kapsamında
iki haftalık işaret dili eğitimi düzenledi. Basın, Yayın ve Halkla
İlişkiler Başkanlığı’nda görevli Dilek Öztürk ve Strateji Geliştirme
Başkanlığı’nda görevli Pelin Kobal, Meclis’in işitme engelli ziyaret-
10
HABERLER
çileriyle daha sağlıklı iletişim kurulabilmesi amacıyla Koruma Dairesi Başkanlığı, Milletvekili Hizmetleri Başkanlığı ile Basın, Yayın
ve Halkla İlişkiler Başkanlığı personeline eğitim verdi.
TBMM İdare Amiri ve Çorum Milletvekili Salim Uslu, AK Parti
Ankara Milletvekili Tülay Selamoğlu ve MHP Ankara Milletvekili
Özcan Yeniçeri’nin de katıldığı eğitimde engelli vatandaşlara
yönelik faaliyetlerin önemine dikkat çekildi. Salim Uslu işaret dilinin kolay öğrenilebildiğini ifade ederek, “Önümüzdeki dönemde
milletvekillerimizin de işaret dilini öğrenmesi için kursların devam
etmesi gerekir” dedi.
TBMM, uzun süredir “Engelsiz Meclis” projesi kapsamında
önemli faaliyetlere imza atıyor. İlk olma özelliği taşıyan birçok
uygulamanın hayata geçirildiği proje kapsamında TBMM’nin internet sitesinde görme engelli vatandaşlar için özel bir bölüm açılması, bazı Meclis yayınlarının sesli kitap olarak internet üzerinden
erişime sunulması, TBMM yerleşkesi ve binalarının engelli erişimi
için yeniden düzenlenmesi, engelli ziyaretçilere personel ve araç
desteği sağlanması gibi pek çok önemli adım atıldı.
76. TÜRKIYE-AB KARMA PARLAMENTO
KOMISYONU TOPLANTISI
TBMM Tören Salonu, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu 76. Toplantısı’na evsahipliği yaptı. 19-20 Mart günlerinde gerçekleşen
toplantıda TBMM Başkanı Cemil Çiçek , Avrupa
Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır ile
Komisyon Eş Başkanı ve AK Parti Siirt Milletvekili
Afif Demirkıran konuşma yaptı. Toplantının ana
başlıkları arasında Türkiye ile AB’nin dış politika
ve ticaret konularındaki işbirliğinin güçlendirilmesi, Türkiye-AB müzakerelerindeki güncel durum,
yabancı düşmanlığı ve İslamofobi ile mücadele
yer aldı.
Cemil Çiçek konuşmasında Türkiye’nin AB üyeliği hedefinin geçici bir heves olmadığını, üyelik
yolunda ilerlenebilmesi için iki tarafın da atması
gereken adımlar olduğunu belirterek, “Biz kendi üzerimize düşen eksiklikleri giderelim, ama
AB’nin de kendi eksikliklerini gözden geçirmesine
ihtiyaç var” dedi. Benzer şekilde, Volkan Bozkır
da Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki kararlılığının altını çizerek Türkiye-AB ilişkilerinde dönüm
noktası olan 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nın
üzerinden geçen 52 yılda önemli gelişmeler yaşandığını ifade etti. Bu gelişmelerin
Türkiye’nin karar ve sabrının göstergesi olduğunu kaydeden Bozkır, ikili ilişkiler
konusunda da “Bu ilişkiyi sürdürmek Türkiye’yi insan hakları, demokrasi, temel
hak ve özgürlüklerde, çevre, gıda güvenliği, sosyal haklar gibi başlıkları içeren
tüm konularda AB seviyesine getirmek arzusudur” dedi. Afif Demirkıran ise AB
üyeliğinin sadece bir dış politika hedefi olmadığına değindiği konuşmasında halkın
huzur ve refahının artırılmasının, ekonomik ve sosyal durumunun iyileştirilmesinin, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları konularında daha üst seviyede bir ülke
olmasının amaçlandığının altını çizdi. Demirkıran konuşmasında ayrıca “Fasıllar
açılsın ya da açılmasın, biz kararlı bir şekilde AB hedefindeki çalışmalarımızı yapmaktayız ve yapmaya devam edeceğiz” ifadelerine yer verdi. Müzakere sürecinin
olması gerekenden yavaş ilerlediğine de dikkat çeken Demirkıran, özellikle enerji
konularındaki aksaklıklara gönderme yaparak “AB’nin bir irade göstermesi ve
Türkiye’nin önündeki engelleri kaldırması gerekiyor” dedi. Komisyonun bir diğer Eş
Başkanı Manolis Kefalogiannis de toplantıda gündeme gelen konuların Türkiye’nin
ilerlemesi için olumlu anlam taşıdığını belirtti.
AP’nin çağrısına da değinildi
Toplantının bir diğer önemli konu başlığı da Avrupa Parlamentosu’nda (AP) 1915
Olayları’yla ilgili yaşanan gelişmelerdi. AP’nin yaptığı “soykırımı tanıma” çağrısını
hatırlatan TBMM Başkanı Cemil Çiçek, bu girişimin tek taraflılığına dikkat çekerek, “Bu tür tarafgir adımlar Türk-Ermeni dostluğuna hizmet etmemekte, aksine
Türkler ile Ermenilerin ortak geleceklerini birlikte inşa edebilmelerini sekteye uğratmaktadır” dedi.
11
PARLAMENTOLARARASI BIRLIK 132. GENEL KURULU
PARLAMENTOLARARASI Birlik (PAB) 132. Genel Kurulu, 28 Mart1 Nisan günleri arasında Vietnam’ın başkenti Hanoi’de gerçekleştirildi. Ana gündemini sürdürülebilir kalkınma konusunun oluşturduğu
Genel Kurul’da katılımcı ülkelere yoksullukla mücadele ve sürdürülebilir kalkınma hedefleri için yol haritaları sunuldu.
PAB Genel Kurulu’na AK Parti Çorum Milletvekili Murat Yıldırım,
AK Parti Kahramanmaraş Milletvekilleri Sevde Beyazıt Kaçar ve
Mehmet Sağlam, AK Parti Niğde Milletvekili Alpaslan Kavaklıoğlu,
CHP İstanbul Milletvekili Nur Serter, CHP Kocaeli Milletvekili Hurşit
Güneş, MHP Isparta Milletvekili Süleyman Nevzat Korkmaz, TBMM
Genel Sekreteri İrfan Neziroğlu, Dış İlişkiler Protokol Başkanlığı
Yasama Uzman Yardımcısı İsa Yusuf Karaağaç ile Basın, Yayın ve
Halkla İlişkiler Başkanlığı’nda görevli Elif Esra Önal katıldı. Heyete
Türkiye’nin Vietnam Büyükelçisi Ahmet Arif Oktay eşlik etti.
PAB Genel Kurulu’nda Türkiye adına bir konuşma yapan Murat
Yıldırım, sürdürülebilir kalkınmanın zaman ve sabır gerektirdiğini ve bunun için mevcut düzenin güçlendirilmesinin son derece
önemli olduğunu vurgulayarak, “Türkiye, eşitliğin ve sürdürülebilir
kalkınmanın insan merkezli bir yaklaşımla olacağına inanmaktadır.
Yoksullukla savaşmak ve herkes için onurlu bir yaşam kalitesi temin
etmek bizim öncelikli görevimiz olmalıdır” dedi. 2015 senesinde
farklı kalkınma modelleri üzerinde çalışılacağını da belirten Yıldırım,
bölgesel ve küresel barış ortamının da kalkınma hedeflerinin yerine
getirilmesi için son derece önemli olduğunun altını çizdi.
MILLETVEKILI SEÇILME YAŞINI 18’E INDIREN
KANUN TEKLIFI KOMISYON’DAN GEÇTI
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, AK Parti Grup Başkanvekilleri ve
210 milletvekilinin imzasını taşıyan ve milletvekili seçilme yaşında
değişiklik yapılmasını öngören Anayasa maddesi değişikliğine ilişkin kanun teklifi TBMM Anayasa Komisyonu’nda görüşülüp kabul
edildi.
Milletvekili seçilme yaşının 25’ten 18’e indirilmesinin yanı sıra
milletvekilliği seçilme prosedürünü düzenleyen Anayasa maddesindeki askerlikle ilgili ibare de değiştirildi. Bu değişikliklere göre, 18
yaşını dolduran her genç, erkekler için askerlik hizmetini tamamlamış olma şartı gözetilmeden milletvekili adayı olabilecek.
Konuyla ilgili değerlendirmede bulunan Gençlik ve Spor Bakanı
Akif Çağatay Kılıç, Türkiye’de yüzdesi oldukça yüksek olan genç
nüfusun bu haktan faydalanabilmesinin önemli olduğunu ifade
ederken, AK Parti Grup Başkanvekili Ahmet Aydın, teklifin kabul
edilmesinin gençler adına önemli bir yasal düzenleme ve demokratik adım olduğunu belirtti.
12
HABERLER
TBMM ILE BEZMIÂLEM VAKIF ÜNIVERSITESI
ARASINDA SAĞLIK PROTOKOLÜ
TÜRKIYE Büyük Millet Meclisi ile Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi
arasında Sağlık Hizmeti Alım Protokolü imzalandı. Protokol, milletvekilleri ve bakmakla yükümlü oldukları kişilere Bezmiâlem Vakıf
Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi tarafından kaliteli, erişilebilir ve
tıp biliminin genel kabul gören kurallarına uygun ayakta ve yatarak
tedavi hizmetinin sunulmasını, muayene ve diğer tedavilerin öğretim
üyeleri gözetiminde sağlanmasını, ileri tetkik ve tahlillerin en kısa
sürede yapılmasını, yatarak tedavilerde gerekli nekahat ortamının
sağlanmasına yönelik otelcilik hizmetlerinin sunulmasını ve bu hizmetlere ödenecek bedellere ilişkin usullerin düzenlenmesini içeriyor.
Sağlık Hizmeti Alım Protokolü, TBMM Genel Sekreter Yardımcısı
Dr. Yasin Yıldız ile Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.
Saffet Tüzgen tarafından imzalandı.
“SGK GÖNÜLLÜLERI” TOPLUM YARARINA
FAALIYETLER GERÇEKLEŞTIRIYOR
SOSYAL Güvenlik Kurumu (SGK) çalışanı bir grup memur, toplumun acılarını paylaşarak azaltmak, sevinçlerini paylaşarak çoğaltmak, hayatın gerçekleri ile yüzleşebilen sorumlu bireyler olarak
toplumsal duyarlılığı artırmak amacıyla önemli bir projeyi hayata
geçirdi. “SGK Gönüllüleri” adını verdikleri ve gönüllülük esasına dayalı olarak oluşturdukları sivil toplum girişimiyle toplum yararına
faaliyetler gerçekleştiren grup, devlet koruması altındaki kimsesiz
çocuklardan gazilere, şehit ailelerinden huzurevindeki yaşlılara, lösemili çocuklardan köy okullarındaki öğrencilere kadar her kesime
ve her konuya duyarlılık göstererek çeşitli etkinlikler düzenliyor.
SGK yöneticileri ve çalışma arkadaşlarından büyük destek gördüklerini belirten SGK Gönüllüleri, amaçlarını “toplumsal barış ve
kaynaşmaya katkıda bulunmak, kamu kurumlarının halkla yakınlaşmasını sağlamak, yöneticisinden çalışanına herkesi ortak bir
paylaşım zemininde buluşturmak, kurum çalışanlarının kaynaşmasını sağlamak, toplumsal yardımlaşma duygularını pekiştirmek, ortak hassasiyetleri vurgulayarak mutlulukları ve hüzünleri
paylaşmak” olarak özetliyor ve ekliyor:
“Acılara ve sevinçlere ortak olabilmek, dertlere çare, sorunlara
çözüm bulabilmek amacıyla etkinliklerimizi sürdüreceğiz.”
13
DÜNYADAN
AP SÖZDE SOYKIRIMIN
TANINMASINI ISTEDI
AVRUPA Parlamentosu (AP), Avrupa Birliği (AB) üyesi devletlere
“Ermeni soykırımı”nı tanımaları
için çağrı yaptı. 12 Mart günü AP’de
görüşülen ve oy çokluğuyla kabul
edilen “Dünyada İnsan Haklarının
Durumu ve AB’nin Bu Konudaki
Politikası” başlıklı raporun karar
metninde sözde Ermeni soykırımının hukuki olarak tanınması çağrısı
yapıldı. Ayrıca AB ülkeleri ve kurumlarından “soykırım”ın tanınması için
katkıda bulunmaları da talep edildi.
4 Mart günü AP’nin en büyük
parti gruplarından Avrupa Halk Partisi (EPP) de “Ermeni Soykırımı,
Türkiye’nin Sorumluluğu ve Avrupa
Değerleri” başlıklı bir karar almış,
metinde “Ermeni soykırımı, Osmanlı
Devleti’nin son yıllarında Jön Türk
hükümeti tarafından yapılmıştır”
ifadesine yer verilmiş ve Türkiye’ye
“tarihle yüzleşip Ermeni soykırımını
tanıma” çağrısı yapılmıştı.
Dışişleri’nden açıklama
AP’nin sözde soykırımı tanıma çağrısının ardından bir açıklama yapan
Dışişleri Bakanlığı, AP’nin tek yanlı
tutumunu eleştirerek raporda yer
14
alan ifadeleri kınadı. Bakanlık Sözcüsü Tanju Bilgiç, rapordaki ifadelerin tarihî ve hukuki temeli
olmadığını söyleyerek “Rapor, Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm imparatorluk halkı için trajik olan
bir dönemini, seçici bir adalet duygusu ve tek taraflı bir yaklaşımla yorumlamaktadır” dedi.
AP’nin yaptığı çağrının Türkiye’nin attığı olumlu adımları da görmezden geldiğini belirten Tanju
Bilgiç, yayımlanan rapor hakkında “Türkiye-AB ilişkilerine zarar verdiği gibi, Türkler ile Ermenilerin
geleceklerini birlikte inşa edebilmelerini de zorlaştırmaktadır” yorumunda bulundu. Bilgiç, buna
rağmen Türkiye’nin her zaman olduğu gibi üzerine düşeni yapmaya kararlılıkla devam edeceğini
vurgulayarak, “Türkiye, önyargılı ve tarafgir müdahalelere rağmen, Türkler ve Ermenilerin ortak
tarihlerini birbirleriyle adil ve açık görüşlülükle diyalog halinde ele almaları için üzerine düşeni
yapmaya ve tarihe tek taraflı bakışın, evrensel değerler ve uluslararası hukuk hilafına tescil ettirilmesine yönelik girişimlerin karşısında durmaya devam edecektir” dedi.
“SOYKIRIM” TASARISI AMERIKAN KONGRESI’NE SUNULDU
ABD Temsilciler Meclisi Ermeni Dostluk Grubu Eşbaşkanları Cumhuriyetçi Parti üyesi Robert Dold ve Demokrat Parti üyesi Frank
Pallone öncülüğündeki grup, Amerikan Kongresi’ne “Ermeni
soykırımı”nın tanınması için bir yasa tasarısı sundu. Bu girişimden
önce birçok vekile mektup gönderilerek tasarıya destek vermeleri
istendi.
Yasa tasarısında ABD Başkanı Barack Obama’nın 24 Nisan 2013
tarihinde yaptığı bir konuşmadaki “Uluslar geçmişin acı verici unsurlarını kabullenip dikkate alarak güçlenir” sözlerine atıfta bulunularak kendisinden “Ermeni soykırımı”nı tanıması istendi. Metinde
ayrıca Türkiye’nin “Ermeni soykırımının inkarına yönelik kampanyalarını artırdığı” ve “Türkiye’deki soykırımı tanıyan bir grup insan
üzerinde baskı kurduğu” iddiaları da yer aldı.
İSRAIL’DE SEÇIMLER YAPILDI
İSRAIL’DE 17 Mart günü yapılan genel seçimlerden mevcut Başbakan Binyamin Netanyahu’nun Likud Partisi galip çıktı. Katılım
oranının %70 civarında olduğu seçimlerde Likud %23,40’lık oy
oranıyla 30, Isaac Herzog ve Tzipi Livni önderliğindeki Siyonist
Birlik %18,67’lik oy oranıyla 24 ve Ayman Odeh’in başında olduğu
Birleşik Arap Listesi %10,54’lük oy oranıyla 13 sandalyeye sahip
oldu. İsrail Parlamentosu’nda toplam 120 sandalye bulunuyor.
Binyamin Netanyahu seçim sonrası yaptığı açıklamada “Likud
için büyük bir zafer” yorumunda bulunarak bir koalisyon hükümetinin kurulması için çalışmalara başladı.
SINGAPUR’UN KURUCU BAŞBAKANI VEFAT ETTI
SINGAPUR’UN kurucu başbakanı Lee Kuan Yew, 23 Mart günü
hayatını kaybetti. 91 yaşında hayata gözlerini yuman Lee Kuan
Yew, 31 sene boyunca başbakanlık görevini yürütmüş ve 1990 senesinde yeni bir lider seçilmesi için gönüllü olarak görevini bırakmıştı.
Singapur’u Malezya Federasyonu’ndan çıkararak bağımsızlığına
kavuşturan Lee Kuan Yew’in cenaze töreninde birçok dünya lideri
bir araya geldi. Törene aralarında Japonya Başbakanı Şinzo Abe,
Avustralya Başbakanı Tony Abbott, Kamboçya Başbakanı Hun Sen,
Güney Kore Devlet Başkanı Park Geun Hye, Hindistan Başbakanı
Narendra Modi ve Çin Cumhurbaşkanı Yardımcısı Li Yuanchao’nun
da bulunduğu isimlerin yanı sıra 170 yabancı temsilci katıldı.
Lee Kuan Yew, bir süredir zatürree tedavisi görüyordu.
15
TBMM
95 YAŞINDA
MILLÎ DIRENIŞ VE IRADENIN EN ÖNEMLI TEMSILCISI MECLIS,
BAĞIMSIZLIK GAYESIYLE YOLA ÇIKANLARIN, HÜRRIYETI HER
ŞEYIN ÜSTÜNDE TUTANLARIN ESERI... BU ESER TAM
95 SENEDIR DIMDIK AYAKTA DURUYOR.
ÇAĞLA TAŞKIN
16
T
arihçiler boşuna “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” demiyor
20. yüzyıla… Giderek çökmekte olan mali, siyasi, idari, askerî
sisteme bir çözüm bulunamaması, bu çözümsüzlüğün sebep
olduğu buhranlar… Avrupalı güçlerin ortaya attığı ve esasen sömürgeciliğe bir vasıta olması amaçlanan “Şark Meselesi”nin uluslararası bir konu haline dönüşmesi veya dönüştürülmesi… Bitmek
bilmeyen savaşlar ve toprak kayıpları, bu kayıpların sebep olduğu
göçler, göçlerle birlikte gelen toplumsal çatışma ve huzursuzluk,
halihazırda son derece yoğun olan bağımsızlık hareketlerinin imparatorluğun hem topraklarını hem de bekasını tehdit etmesi…
Bu en uzun yüzyıldan biraz öncesi de hayli karanlık Osmanlı için.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, veya 93 Harbi var bir kere. Cihan
imparatorluğunda yalnızca toprak ve can kaybına neden olmamış
93 Harbi, aynı zamanda Osmanlı’nın içinde bulunduğu çıkmazı
iyice aşikar kılmış, yabancı güçlerin suistimaline daha da açık hale
getirmiş Avrupa’nın “hasta adam”ını. 20. yüzyılın hemen başında
ise Osmanlı’nın Balkanlar’daki varlığını yerlebir eden, elinde neredeyse hiç toprak bırakmayan Balkan Savaşları vermiş o en uzun
yüzyılın sinyallerini.
Fakat ne 93 Harbi ne Balkan Savaşları ne de onlardan önceki
sayısız muharebe... Hiçbiri hazırlayamamış Osmanlı’yı Cihan
Harbi’ne. Dünya tarihini değiştiren, küresel dengeleri altüst
eden, askerî teknolojinin de, bununla orantılı olarak can kaybının da daha önce görülmemiş boyutlara ulaştığı Birinci Dünya
Savaşı, Osmanlı’ya en uzun yüzyılı yaşatan esas unsur olmuş.
Üstelik savaşın Osmanlı’nın yenilgisiyle sonlanması da kaosun
hızını kesmemiş. Zira savaşın bitişini ağır “barış” antlaşmaları,
işgaller izlemiş. Bu umutsuz durumda tek bir şey Türk milletini
içinde bulunduğu buhrandan çıkarmaya kabil olabilmiş; inanç.
Bağımsızlığın kazanılacağına, yurdun işgalcilerden temizleneceğine, tek çıkış yolunun hürriyet olduğuna duyulan inanç… Misak-ı
Millî’de ifade edildiği gibi, “Bütünüyle bağımsızlığa ve özgürlüğe
kavuşmamız ana ilkesi, varlık ve geleceğimizin temelidir” deyip
sabretmiş, direnmiş Türk halkı. Bu temelin sağlamlığı yolunda
gösterilen iradenin en önemli nişanesi ise Meclis olmuş elbette…
23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tarihimizin ilk parlamento denemesi olmadığı görülür. Türk siyasi
tarihinde bir de Meclis-i Mebusan vardır bahsedilmesi gereken.
1876 tarihli Kanun-i Esasi’den sonra kurulan Meclis-i Mebusan’ın
Mart 1877’den Nisan 1920’ye uzanan inişli çıkışlı yolculuğu, imparatorluğun yaşamakta olduğu zorluklardan nasibini alır. Reform
yapma, halkın sesine kulak verme niyetiyle gösterilen çaba kimi
zaman savaş koşullarının olumsuz yansıması nedeniyle, kimi zaman iktidar değişimlerinden dolayı sık sık sekteye uğrar. Bir açılıp
bir feshedilen parlamento, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra iyiden
iyiye tehlikede bulur kendini. İşgal kuvvetlerinin Osmanlı’nın
yenilgisinden sonra ülkeye adeta yerleşmesi, bu yetmezmiş gibi
mahkemeler kurup burada bir nevi kendi çalıp kendi oynaması,
Osmanlı’yı tuhaf bir gösteriyle yargılayıp cezalandırması, hatta aralarında devlet adamlarının da olduğu yüzden fazla kişiyi
Malta’ya sürgün etmesi ve Meclis-i Mebusan’ın basılması parlamentoyu işlev göremez hale getirir. Tüm bu gelişmeler neticesinde Meclis-i Mebusan 11 Nisan 1920 günü kapanmak zorunda kalır.
Fakat Meclis-i Mebusan’ın kapatılması, Türk milleti için istiklal
ve istikbal yolunda aşılması gereken engellerden biridir sadece.
Zira Millî Mücadele çoktan başlamış, direniş ruhu toplumun
hemen bütün kesimlerine sirayet etmiştir. Türk milletinin bu
zorlu mücadelede bir de büyük şansı vardır: Mustafa Kemal.
Ulusal bağımsızlık yoluna baş koymuş, bu mücadelenin içinde
hep parlamış ve ileride daha da parlayacak olan Mustafa Kemal,
Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasıyla birlikte İstanbul’da yeniden
bir parlamento kurulması fikrine yanaşmaz, zaten uzun süredir
meclisi işgalin odak noktası İstanbul’dan kısmen daha güvenli
olan Anadolu’ya taşıma fikri vardır zihninde. Kısa zaman önce de
17
YAKLAŞIK 400 MEBUS, YALNIZCA TÜRK SIYASI TARIHI IÇIN DÖNÜM
NOKTASI OLACAK BIR OLAYA IŞTIRAK ETMEK ÜZERE DEĞIL,
VATANIN KADERINI YENIDEN YAZMAK IÇIN ANKARA’DA TOPLANIR.
bir beyanname yayımlayarak İstanbul dışında olağanüstü yetkilere sahip bir meclis kurulması tasarısını ortaya koymuştur. Bu
beyanname her ilde seçimler yapılmasını öngörür ve şu cümleyle
sonlanır: “Seçilen mebuslar acilen Ankara’ya hareket edeceklerdir.” Yeni meclisin mevkii de böylece ilk defa resmî olarak kağıda
dökülmüş olur.
Mustafa Kemal’in beyannamesiyle seçilen vekillerin yanı sıra
kapatılan Meclis-i Mebusan vekillerinin de Ankara’da açılacak
meclise gitmeleri kararlaştırılır. Son Meclis-i Mebusan Başkanı
Celalettin Arif Bey, eski vekillere telgraf göndererek Ankara’ya
gelmelerini salık verir. Böylece yaklaşık 400 mebus, yalnızca Türk
siyasi tarihi için dönüm noktası olacak bir olaya iştirak etmek üzere değil, vatanın kaderini yeniden yazmak için Ankara’da toplanır.
Millî Mücadele’nin siyasi otoritesini sembolize edecek parlamento
için, inşasına 1915 senesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin isteğiyle başlanan bina seçilir. Bu binanın Ankara taşı olarak da bilinen
18
andezit dış duvarları, “Bu yurdun ufkuna çökmüş siyah bulut
yığını uzunca bir geceden sonra hep tebah oldu. Uyan uyan, ebedi
günlerin var ey millet! Ağaran yere bak, müjdeler sabah oldu”
hat yazılı toplantı salonu, Ankaralı bir marangozun hediyesi olan
başkanlık kürsüsü, sedef kakmalı rahlelerin bulunduğu mescidi
4 sene boyunca bir milletin varoluş mücadelesinin en meşakkatli
aşamalarına da, bu mücadeleyle elde edilen büyük zaferin resmî
ilanına da tanıklık edecektir.
Mebuslar ve bina hazır olunca geriye nihai bir tarih belirlemek
kalır. Meclisin 23 Nisan günü açılmasına karar verilir. Buna göre,
bir Cuma gününe denk gelen bu tarihte önce sabah Hacı Bayram
Camii önünde toplanılacak, Cuma namazının ardından camiden
yeni meclis binasına yapılacak yürüyüşe dualar ve Kur’an tilaveti
eşlik edecektir. Tam da planlandığı şekilde açılan mecliste kürsüye ilk çıkan, yaşça en büyük vekil olan Sinop Mebusu Şerif Bey
olur. Şerif Bey, milletin tam bağımsızlık konusundaki kararlılığını
MECLIS IÇIN SEÇILEN BINA BIR MILLETIN VAROLUŞ MÜCADELESININ
EN MEŞAKKATLI AŞAMALARINA DA, BU MÜCADELEYLE ELDE
EDILEN BÜYÜK ZAFERIN RESMÎ ILANINA DA TANIKLIK EDECEKTIR.
vurgular, konuşmasını “Bu yüce Meclis’in reisi sıfatıyla ve Allah’ın
yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlığı dahilinde, geleceğini bizzat düzenleyerek ve bütün dünyaya ilan ederek Millet
Meclisi’ni açıyorum” sözleriyle bitirir. Ardından söz alan Mustafa
Kemal ise Meclis’in olağanüstü koşullarda açıldığının, bu yüzden
de olağanüstü yetkilere sahip olmasının kaçınılmaz olduğunun
altını çizer, “Yüce Meclisimiz bildiğiniz gibi olağanüstü yetkilere
sahip olarak yeniden seçilmiş saygıdeğer milletvekilleriyle, taarruz ve işgale uğramış saltanat merkezinden canlarını kurtararak
buraya gelen saygıdeğer milletvekillerinden oluşmuştur” der.
Bir gün sonrasının Meclis Başkanı, 23 Nisan gününün Ankara
Mebusu Mustafa Kemal’in sözünü ettiği vekiller arasında Adana
Mebusu Doktor Eşref Bey de vardır, Ankara Mebusu Müftü Hacı
Atıf Efendi de, Burdur Mebusu ve geleceğin İstiklâl Marşı yazarı
Mehmet Âkif Bey de, Dersim Mebusu aşiret reisi Mustafa Ağa da.
Erzincan’dan Şeyh Hacı Fevzi Efendi de gelmiştir milletin mebusu
olmaya, iradesini hem temsil edip hem göstermeye, Isparta’dan
Balkan Savaşı’nı da, Büyük Harbi de görmüş Tahir Efendi de. 23
Nisan’ın dev bir buhranın içinden yükselen coşkusunu paylaşanlar
arasında Mardinli banka müdürü Necip Bey de bulunur, Mersinli
Korgeneral Fahrettin Paşa da, İngilizlerin Malta’ya sürgüne gönderdiği isimlerden Sivas Mebusu Vasıf Bey de. Hepsinin ortak
gayesi kendi vatanlarında bağımsız yaşamak, milletin bir dış
gücün “himaye”sini kabul etmek zorunda kalmadan, sürekli işgal
tehlikesiyle karşı karşıya olmayan topraklarda, kendi topraklarında yaşamasını sağlamaktır. Mustafa Kemal’in Meclis’in ikinci
oturumunun ikinci celsesinde ifade ettiği gibi Millet istiklalinden
vazgeçmiyor ve geçmeyecek esası benimsenmiştir.
Birinci Meclis, Kurucu Meclis, Kuva-yi Milliye Meclisi, Meclis-i
Âli, Gazi Meclis gibi isimlerle anılan meclis, resmî olarak Büyük
Millet Meclisi adını alır. Bu isim belki de ona en yakışanıdır, çünkü
öncelikli amaç millet için canla başla çalışmak, millete yeniden
bağımsızlığını kazandırmak, bir ulusu yeniden ayağa kaldırmaktır. Meclis bu yüzden olağanüstü yetkilerle donatılır. Yasama,
yürütme ve kısa bir süre sonra yargı yetkileri tek elde toplanır;
Meclis’in üzerinde bir irade tanınmaması elzemdir, zira Meclis, adı
üstünde, vatanın istikbalini çizecek olan milletindir ve “Hakimiyet
kayıtsız şartsız milletindir.”
Millî Mücadele’nin en somut adımlarından olan Türkiye Büyük
Millet Meclisi, kuruluşunun hemen ardından hızla icraata başlar.
Hükümet kurulur, Bakanlar Kurulu belirlenir, anayasanın kabulü,
saltanatın kaldırılması, Ankara’nın başkent oluşu, gibi birçok
önemli karar Birinci Meclis çatısı altında alınır. Artık Türk halkının millî mücadelesine bir cephe daha eklenmiştir. Bu cephede
çarpışmalar sözle olur, dökülen kan değil de terdir belki, ama
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gayretleri halkın çabalarıyla
birleşince istiklal de yakındır. Zira mabedinin göğsüne namahrem
elinin değmesine razı olmayan Türk insanı, muhtaç olduğu kudreti
damarlarındaki asil kanda bulmuştur. Meclis, Türk halkının bağımsızlık ülküsüne yönelen kudretinin en sağlam ifadesi olmuş,
hem Millî Mücadele’nin hem de Türk siyasi hayatının çehresini
değiştirmiştir.
19
100. YILINDA TARIHÎ ARKA PLANI VE BUGÜNÜ ILE
1915 OLAYLARI
20
1915 OLAYLARI’NIN 100’ÜNCÜ YILINDA TÜRK-ERMENI ILIŞKILERININ
TARIHÎ ARKA PLANINI VE BUGÜNÜNÜ ÇEŞITLI VECHELERIYLE TBMM
BAŞKANI CEMIL ÇIÇEK, MILLETVEKILLERI VE AKADEMISYENLER
TPB PARLAMENTO’YA DEĞERLENDIRDI.
21
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN
EN UZUN YILI 1915
CEMIL ÇIÇEK
TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI BAŞKANI
2
ERMENILERIN 2005
YILINDA ÖNERDIĞIMIZ
ORTAK TARIH
KOMISYONU KURULMASI
TEKLIFIMIZE OLUMLU
YAKLAŞMALARINI,
TARIHE YÖNELIK BU
IHTILAFIN IKI HALK
ARASINDA DIYALOG VE
UZLAŞIYLA ÇÖZÜME
KAVUŞTURULMASINI
TEMENNI EDIYORUM.
22
015 yılı, ülkemiz açısından Birinci Dünya Savaşı’nın en uzun yılı
olarak nitelendirebileceğimiz 1915 yılında yaşanan birçok gelişmenin yüzüncü yılına tekabül etmektedir. Nitekim 18 Mart 2015
tarihinde, İtilaf Devletleri deniz unsurlarının Çanakkale Boğazı’nı
geçmek üzere topyekün saldırısına sahne olan ve milletimiz bakımından yakın dönem tarihimizin en şanlı muharebelerinden biri
konumunda bulunan Çanakkale Deniz Muharebesi’nin 100’üncü
yıldönümünü idrak ettik. Vatan için bir an dahi tereddüt etmeden
canlarını feda eden şehitlerimize ithaf ettiğimiz bu anlamlı günde,
o dönemde sergilenen fedakarlıkları bir kez daha yad etme imkanı
bulduk. Yine 1915 yılı, 24 Nisan tarihinde başlayan ve on binlerce
şehit verdiğimiz Çanakkale Kara Muharebeleri’nin yüzüncü yılına
da tekabül etmektedir. Bu anlamlı tarih vesilesiyle ülkemiz, yurt dışından çok sayıda devlet adamının katılımıyla uluslararası bir anma
töreni düzenleyerek, tüm katılımcılarla birlikte dünya kamuoyuna,
tarihten düşmanlık değil, dostluk devşirdiğimiz mesajını verecektir.
Keza bu yıl, Sarıkamış Harekatı’nın yüzüncü yılının da anıldığı
bir yıldır. Bu kapsamda, 5 Ocak 2015 tarihinde, zorlu kış şartlarında elim bir şekilde kaybettiğimiz şehitlerimizi rahmet, minnet ve
hüzünle andık. Kısacası 1915 yılı, tüm cephelerde Devlet-i Aliye’nin
en fazla kayıp verdiği yıl olması itibarıyla, ülkemiz açısından özel
bir önem taşımaktadır.
2015 yılı aynı zamanda, Ermenilerin tüm dünyada ülkemize
yönelik haksız kampanyalarına alet ettikleri, 1915 tehcirinin veya
diğer bir ifadeyle 1915 Olayları’nın da 100’üncü yıldönümüne denk
gelmektedir. Oysa, Ermenilerin iddia ettiklerinin aksine 1915 yılı,
sadece Ermenilerin değil, toprakları geniş bir coğrafyaya uzanmış
bir imparatorluğun tarih sahnesinden çekilişinin neden olduğu
ve başta Müslümanlar ve Türkler olmak üzere, hangi din, dil ve
etnik kökenden olursa olsun tüm insanların büyük acılar çektikleri
hadiselerle doludur.
Yarım yüzyıldır yaşanan acıların zirveye ulaştığı yıl
Kısacası 1915 yılı, Osmanlı’nın elli yıllık çöküş döneminin zirveye
ulaştığı bir yıldır. Bu öyle zor ve elim bir süreçtir ki, İmparatorluğun
iki can damarından biri konumunda olan Balkanlar’daki topraklar
kaybedilmiş, burada yaşayan Türk ve Müslüman ahali, yurt dışında
yürütülen tarih çalışmalarına maalesef çok da fazla konu olmayan büyük kıyım ve sürgünlere maruz bırakılmıştır. Bu süreçte
milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, canını kurtarabilenler tüm
mal ve mülklerini bırakarak yurtlarını terk etmiş ve Anadolu’ya
sığınmışlardır. Tüm bu acı ve ıstırap, milletimizin muhayyilesinde
93 Savaşı olarak yer edinmiş olan ve hemen hemen her vilayet ve
şehre muhacirler olarak bilinen toplulukların yerleşmesine neden
olan 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın devamında yaşanmıştır.
Bilahare, bu süreç 1912-13 yıllarında yaşanan Balkan Savaşları’yla
devam etmiştir. Osmanlı Devleti’nin iyiden iyiye çöküş noktasına
geldiği bu savaşlar neticesinde Balkanlar’daki son topraklar da
elden çıkmış, Türk ve Müslüman ahaliye bir kez daha sürgün yolu
görünmüştür. İşte acının hayatın bir parçası haline geldiği böyle
bir dönemde 1915 yılı, Balkanlar’daki tüm unsurların, ancak en çok
da Müslüman ve Türk ahalinin yarım yüzyıldır çektiği sıkıntıların
benzerinin Anadolu’da da yaşandığı yıl olmuştur.
1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun karşı karşıya olduğu
tablo oldukça vahimdir. Düşman, içinde bulunduğu zor şartların
bilinciyle, İmparatorluğun kalbi olan İstanbul’u doğrudan gözüne
kestirmiş, Rus Ordusu Sarıkamış’taki üstünlüğünün verdiği güvenle Doğu vilayetlerine saldırmış, bu durumu fırsat bilen bazı unsurlar
isyan ederek Van şehrimizde büyük bir Müslüman katliamına
girişmiş, diğer bölgelerde yaşanan küçük çaplı isyanlar ise büyük
hareketlenmeler yaşanacağı endişesini doruk noktaya taşımıştır.
Tehcir: Ağır şartlarda alınan zor bir karar
Türk milletinin anavatan olarak kabul ettiği Balkanlar ve
Kafkasya’nın kaybedildiği, Anadolu’nun da elden gitmekte olduğu, kısacası nefsi müdafaa ruhuyla hareket edilen bir ortamda,
Üçüncü ve Dördüncü Orduların arkasında, cephe gerisinde bulunan
bazı vatandaşlarımızın, askerî gerekçelerle cepheden uzak yerlere
intikal ettirilmesi kararı alınmıştır.
Tehcirin savaşın zorlu şartları nedeniyle, insan hak ve hürriyetlerine yakışır bir şekilde ve olması gereken koşullarda gerçekleşmediği, ayrıca maddi imkansızlıklar ve bazı başıbozukların
saldırıları nedeniyle çok sayıda masum insanın hayatını kaybettiği
bir vakadır. Bu hususun en başından itibaren koşulsuz ve şartsız
ortaya konması gerekir. Bazı yöneticilerin öngörüsüzlüğü, bazılarının ise ihmali nedeniyle çok sayıda masum insanın öldüğü veya
öldürüldüğü yadsınamaz bir gerçekliktir. Yaşanan acıları inkar
etmek mümkün değildir. Ancak, meydana gelen ölümlerde hatası
ve ihmali bulunan insanlar, o günün koşulları altında yargılanmış
ve idam dahil çeşitli cezalara da çarptırılmışlardır.
Günümüze yansıyan yönü itibarıyla da biz, o dönemde herkesin
büyük acılar yaşadığını yadsımıyoruz. Ancak, madalyonun diğer
yüzünün de bilinmesi ve hatırlanması gerektiğini düşünüyoruz.
Bugün hemen her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ailesinin
bir tarafı Kırım’dan, Balkanlar’dan, Girit’ten, Revan’dan, kısacası
ülkemize mücavir olan tüm bölgelerden göç edenlerden oluşmaktadır. İmparatorluğun dağılma sürecinde yaşanan sürgün ve acılar
nesilden nesile aktarılmış, türkülere ve ağıtlara konu olmuştur.
O dönemde yaşananlara ilişkin olarak tekil değil, çoğul bir hafıza
mevcuttur.
Bu yönüyle, o dönemde Türklerin yaşadıkları acıyı en iyi Ermeniler, Ermenilerin yaşadıkları acıyı da en iyi Türkler bilecek durumdadır demek mümkündür. O dönemde yaşanan acı hepimizin, tüm
unsurlarıyla bu milletin ortak acısıdır. O dönemde, Anadolu’yu
kasıp kavuran ve tüm ocaklara düşen ateş aynı ateştir.
Tehcir kararını “soykırım” olarak
nitelendirmek tarihimize haksızlıktır
Hal böyleyken, bu yaşanan acıları, haksız bir şekilde “soykırım”
olarak nitelendirmek, maksatlı bir yaklaşım değilse en hafif deyimiyle bir haksızlıktır.
Yaklaşık bin yıldır, barış ve hoşgörü içinde bir arada yaşamış bu
iki halk, karşılaştıkları ilk zamanlardan bu yana kader birliği etmişlerdir. Anadolu’nun hamurunda farklı olanı tüm farklılıklarıyla
kabul etme ve bunları zenginlik bilme, toplumun her unsurunda da
var olan güzel bir haslettir. Bu yönüyle bizim topraklarımızda, tek
tipleştirmeye yönelik düşünceler hiçbir zaman kabul görmemiş, bu
işlere yeltenenler de girişimlerinde başarılı olamamışlardır.
23
Hukuki bir kavram olan “soykırım” kavramında “yok etme kastı”
özel unsuru teşkil etmektedir. Türk milleti, “millet-i sadıka” olarak
adlandırdığı ve tarihî süreç içerisinde yol ve kader arkadaşı bildiği
Ermeni halkının bir kısmının Birinci Dünya Savaşı’nın zor koşulları
altında, üstelik tüm unsurların bekasını da tehlikeye düşüren
bazı maceralara yeltenmesine gönül koymuş, bunu önlemek için
bazı tedbirler almıştır. Ancak, bunu “bir milleti topyekün ortadan kaldırma” olarak takdim etmek insafsızlıktır. Tarihin hangi
devrinde olursa olsun, Türkler güçlü oldukları zaman dilimlerinde
dahi, Ermenilere karşı böyle bir his içinde olmamışlardır. Bugün
de, yaşanan tüm acılara rağmen Ermenilere karşı bir nefret hissi
mevcut değildir.
Yurt dışı ziyaretlerimde konuyu
muhataplarıma anlatmaktayım
Ancak beni derinden üzen husus, böylesi hassas bir mevzuda
herkesin gelişigüzel bir şekilde konuşmasıdır. Elbette, gelişen
teknolojik imkanlar nedeniyle bilginin tedavül hızı aklın sınırlarını
zorlar halde artmıştır. Ancak, bu konuda bilgi sahibi olmadan fikir
sahibi olanların sayısı ezici çoğunluktadır.
TBMM Başkanı olarak, yurt dışına yaptığım ziyaretlerde, yabancı
muhataplarımızın bu konuda çok fazla bilgi sahibi olmadıklarını
ilk elden müşahede ediyorum. Bugüne kadar gerçekleştirdiğim
ziyaretlerde, hassas olan bu mevzuda, çok azının bilgi sahibi olduğunu gördüm.
Yakın dönemde, çok sayıda ülkeyi ziyaret ettim. Ziyaretlerimi
planlarken, 1915 Olayları konusunu muhataplarımıza nasıl daha iyi
24
anlatabileceğimizi de göz önünde bulundurdum. 2015 sürecinde
Gürcistan, Avustralya, Fransa, Kanada, Rusya, Çek Cumhuriyeti,
ABD gibi ülkelere gerçekleştirdiğim ziyaretlerde muhataplarıma
bu konuyu detaylı şekilde izah ettim.
Muhataplarımla görüşmelerimde, konunun parlamentolara taşınarak siyasallaştırılmasının kimseye faydasının olmadığına vurgu
yaptım. Çözüm yolunun Türkler ve Ermenilerin bir araya gelerek bu
meseleyi önyargılardan uzak, yapıcı bir biçimde ele almalarından
geçtiğini anlattım, anlatmaya da devam edeceğim.
Keza ülkemize gelen muhataplarımızı da bu konuda bilgilendirmekte, onlardan tarafsız bir tutum içerisinde olmalarını beklediğimizi vurgulamaktayım.
Bu konuda, son dönemde tarafımızdan atılan adımların, meseleye yönelik insani duruşumuzun daha iyi anlaşılması bakımından
önemli olduğunu düşünüyorum. Bu kapsamda, Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakan olduğu dönemde 23 Nisan 2014 tarihinde
yayımladığı ve o dönemde Ermeniler dahil hayatını kaybeden
herkesin hayatta olan yakınlarına taziye dileklerini ilettiği mesaj
önemli bir mihenk taşıdır. Bu mesajla, bizim bu konuya yaklaşımımız açıkça ortaya konmuştur. Bu meselenin insani bir mesele olduğu, siyasi hesaplara malzeme edilmemesi gerektiği vurgulanmıştır.
Ermenilerin, tarafımızdan uzatılan bu ele karşılık vermesini,
2005 yılında önerdiğimiz ortak tarih komisyonu kurulması teklifimize olumlu yaklaşmalarını, tarihe yönelik bu ihtilafın iki halk
arasında diyalog ve uzlaşıyla çözüme kavuşturulmasını temenni
ediyorum.
SEVK VE İSKÂNIN 100. YILINDA
TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİ
“SOYKIRIMA UĞRAYAN MILLET” DÜŞÜNCESI ÖZELLIKLE DIASPORA
ERMENILERI IÇIN BIR VAROLUŞ SEBEBI HALINE GELMIŞTIR.
OYSA YAŞANAN OLAYLAR TARIH BILIMI IŞIĞINDA
INCELENDIĞINDE SOYKIRIM IDDIALARININ BILIMSELLIK VE
TARAFSIZLIKLA HIÇBIR ILGISI BULUNMAMAKTADIR.
PROF. DR. HALUK SELVI
25
B
irinci Dünya Savaşı gelişmelerinin 100. yılını yaşadığımız şu
günlerde Ermenistan ve Ermeni diasporası, dünya kamuoyunun desteğini alarak yüz yıl önce ulaşamadığı hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadır. Ermenilerin geçen birkaç yıl içinde yaptıkları
çalışmalarını hatırlamak bile amaçlarının boyutunu göstermeye
yeter. Bu çalışmalarla Ermeniler hem devlet olarak hem de uluslararası örgütleri ile 1915’te yaşananların soykırım olduğunu
Türkiye’ye tanıtmaya çalışıyorlar, taleplerini her geçen gün artırıyorlar. 5 Temmuz 2013’te Erivan’da Ermenistan, Karabağ ve
Diaspora hukukçularının katıldığı “İkinci Tüm Ermeni Hukukçular
Forumu” düzenlenmiş, “Ermeni soykırımı” ile ilgili yasal sorunlar
ele alınmıştır. Forumun açılış konuşmasını yapan Ermenistan
Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, hukukçuların “soykırımın” uluslararasında tanınmasına teorik ve pratik katkıda bulunmalarının
önemine değinerek, “Ermeni soykırımının uluslararasında tanınması, kınanması ve sonuçlarının ortadan kaldırılması her zaman
için gerekli olacaktır. Ermeni Devleti var oldukça bu tarihî gerçeği
reddetmek ve unutturmak için tüm çabalar başarısız olmaya
mahkumdur. Bu insanlığa karşı en büyük suçtur, her şeyden önce
ve ilk olarak bizzat Türkiye tarafından tanınmalı ve kınanmalıdır”
demiştir.
2010 yılında Türkiye ile Ermenistan arasında imzalanan protokollerin başarısızlığa uğramasından beri Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Türkiye’ye yönelttiği eleştirilerin dozunu artırmış ve yaklaşık
dört yıl önce Ermeni soykırım iddialarının 100. yılına hazırlanmak
için bir Devlet Koordinasyon Komitesi kurdurmuştur. Türkiye’nin
soykırım iddialarını tanımasını ve kınamasını isteyen Sarkisyan,
tanıma ve kınamanın da ötesine geçilerek “soykırımın sonuçlarının ortadan kaldırılması” üzerinde ısrarla durmuştur. “Soykırımın
sonuçlarının ortadan kaldırılması” ifadesiyle kastedilen şey,
tehcire uğramış Ermenilerin torunlarına tazminat ödenmesi, kiliselerinki de dahil, güya el konan Ermeni mallarının iade edilmesi
ve Türkiye’den Ermenistan’a toprak verilmesidir. Bu sebeplerle
geçtiğimiz günlerde Sarkisyan tarafından 2010 protokollerinin
rafa kaldırıldığı dünya kamuoyuna açıklanmıştır. Ayrıca Amerika
Birleşik Devletleri senatosuna getirilen bir soykırım yasa tasarısı
için uygun ortam beklenmekte olup muhtemelen 24 Nisan 2015
tarihinde sahneye konulacaktır. Avrupa Parlamentosu 14 Mart
2015 tarihinde üyelerine çağrıda bulunarak 1915 Olayları’nın soykırım olarak tanınmasını istemiştir. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri
Bakanlığı tarafından kınanan bu karar, AB yolunda Türkiye’nin
aşması gereken daha çok netameli konu olduğunu da göstermektedir.
26
Osmanlı Devleti Ermenilere herhangi
bir kısıtlamada bulunmamıştı
Ermenistan gibi, belki de ondan daha fazla diasporada yaşayan
Ermeniler için de soykırım kavramı ve ondan doğan iddialar her
geçen gün üzerinde daha sık durulacak bir konu olmaktadır. Ekonomik bunalım içinde yaşayan Ermenistan Ermenileri açısından
1915 Olayları gündelik hayata çok hakim değil, fakat dünyanın
dört bir tarafına dağılmış, ekonomik durumu iyi olan, en azından
herhangi bir sıkıntı içinde bulunmayan Ermeniler için soykırım bir
varoluş sebebi. Bunun inkarı ve belleklerden silinmesi Ermenilerin
yaşadıkları toplum içinde erimelerine ve zamanla yok olmalarına
sebep olacak bir olgu. Fransa’daki Diaspora Ermeni hareketlerinin
liderlerinden, milletvekili Patrick Deveciyan, atalarının öldürülmelerine inanmanın kendileri için ne kadar hayati bir önem taşıdığını
şu şekilde ifade etmektedir: “Ben ne zaman torunuma baksam
onun yaşındaki çocukların bir zamanlar sadece Ermeni olduğu
için öldüğünü düşünüyorum. Bu her gün yaşanması imkansız bir
acıdır. Bu Yahudilerin yaşadığı travma gibi, çok büyük bir travmadır. Ben bir yüz yıl daha halımın altında kadavralarla yaşamak
istemiyorum.”
Diaspora Ermenileri için bir varoluş sebebi haline gelen “soykırıma uğrayan millet” düşüncesi vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturmaktadır. Oysa yaşanan olaylar tarih bilimi ışığında
incelendiğinde hiç de öyle gözükmemektedir. Osmanlı Devleti
idaresinde refah içinde yaşayan Ermenilerin durumlarında XVII.
TANZIMAT VE ISLAHAT FERMANLARIYLA ERMENILER OSMANLI
IDARESI IÇERISINDEKI BAZI IDARI DÜZENLEMELERE TABI
TUTULDULAR. 1863 YILINDA ERMENI MILLET MECLISI KURULDU.
yüzyıldan XIX. yüzyılın ortalarına kadar süren iki yüz yıl içinde
önemli değişiklikler meydana geldi; kiliseler inşa edildi, mevcut
kiliseler yenilendi, Ermeni Kilisesi, Hıristiyanlığı Ermeni milliyetçiliğinin oluşması yönünde kullandı. XVII. yüzyıl seyahatnamelerinde
de kaydedildiği gibi Ermeniler savaşçı bir toplum değildiler. Doğu
Anadolu’da ve Kafkasya’da ticaretle meşgul olan bir topluluktular
ve Osmanlı Devleti bunlara herhangi bir kısıtlamada bulunmamıştı. Dinî durumları çok zayıftı, bu sebeple Katolik seyyahlar seyahatnamelerinde, “Ermeniler din değiştirmeye zorlandıklarında
sorunsuz bir şekilde Katolik olurlar” diye yazmışlardı.1 Ermenilerin
bu dinî durumu hem Katolikler ve Ortodokslar hem de Protestanlar tarafından iyi bir şekilde kullanıldı. Katolikliğin hamisi Fransa,
Ortodoksluğun hamisi Rusya, Protestanlığın hamisi de İngiltere
ve Amerika Birleşik Devletleri’ydi. XIX. yüzyıla gelindiğinde Ermeniler Osmanlı Devleti’nin birçok bölgesine dağılmış durumda refah
içinde yaşamaktaydılar ve misyonerlerle Avrupalı siyasetçilerin
kıskacı altındaydılar.2
Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla Ermeniler Osmanlı idaresi
içerisindeki bazı idari düzenlemelere tabi tutuldular. 1863 yılında
Ermeni Millet Meclisi kuruldu. Meclisin fermanda belirtilen görevi
“Ermenilerin idare-i emval ve umur-ı diniyyeleri” ile ilgilenmekti.
Fakat meclis zamanla Ermeni Millî Meclisi mahiyetini almış ve
bu mecliste politika görüşülmeye başlamıştı. İngiltere bu meclisi
Ermenistan’ın muhtariyeti için bir vasıta saymıştı. Patrik Nerses
Efendi de Padişah’a müracaat ederek Ermenistan hakkında ıslahat yapılmasını istiyordu.3
İstanbul Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan, Mıgırdıç Kırımyan
ve Horen Narbey 1878 Berlin Konferansı’nda Ermeni milletinin
isteklerini dile getirdiler, böylece siyasi bir otoritenin boşluğu
kilise tarafından dolduruldu.4 Berlin Anlaşması’ndan sonra, iste-
1
Jack Lewis Vartoogian, The Image of Armenia in Europen Travel Account of the Seventeenth Century, Colombia University Ph-D.,1974, s. 216-217 ve 245.
Vartan Artinian, The Armenian Constitutional System in the Ottoman Empire (1839-1863), İstanbul, 1971, s. 3-4.
3 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, (BOA.), Yıldız Esas Evrakı (YEE), 91/42.
4 Hagop A. Çakmakçiyan, Armenian Cristhology and Evangelization of Islam, Leiden, 1965, s. 97-98 ve102-103
2
27
diklerini elde edememenin verdiği acı ile bir yazısında Kırımyan,
Van Ermenilerine şöyle hitap ediyordu: “… Bu doğanın kanunu,
eğer koyun gibi olursanız, savaşmak için bir boğanın boynuzlarına
sahip değilseniz, silahlanmamışsanız sürekli boğazlanırsınız. Arzu
ettiğiniz, hayalini kurduğunuz özgürlüğü kan akıtmadan kazanacağınızı mı düşünüyorsunuz?”5 Bu tahriklerden sonra Van’da
halk arasında bir kaynaşma başlamıştı. İstanbul’da yayımlanan
Ermeni gazeteleri bile Kırımyan’ın bu ihtilalci fikirlerinden rahatsızlık duyuyorlardı.
Ermeni tarihyazımı içerisinde, Ermeni liderlerinin ve komitecilerin yaptığı mücadeleler hep kahramanlık olarak, buna karşı
gelen siyasi birlik içerisindeki devlet sahibi Türk yönetimi ise hep
gaddar ve acımasız gösterilmiştir. Bu dönemdeki çalışmalarda
propaganda önemli bir yer tutmaktadır. Yapılan propagandanın
amacı, hitap ettiği çevrede Ermeni meselesi hakkında umumi bir
kanaat meydana getirmek ve insanları bu kanaate göre hareket
edebilecek bir hale sokmaktır. Ermenilerin Avrupa ve Amerika’da
bu ortamı hazır bulduklarını söylemek mümkündür. Çünkü Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri kamuoyu, XIX. yüzyılın başından
itibaren Osmanlı Devleti’nde meydana gelen olayları, Rumların,
Sırp ve Bulgarların mücadelelerini zaten Hıristiyanlık ruhu
ile ele almışlardı. Doğuda bir anavatandan yoksun olan
Ermeniler nüfusun ancak yüzde on beşini teşkil ettikleri
bölgelerde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı ve
tezlerinin en zayıf noktası bir vatan kavramından
yoksun olmalarıydı. Ancak XIX. yüzyılın sert rüzgarları onları bağımsız anavatan girdabı içine
çekecekti.
Anadolu şehirlerini kana
bulayan eylemler
1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sonunda
imzalanan Berlin Anlaşması’nda, Ermeniler hakkında Osmanlı Devleti’nin reform
yapmayı kabul ettiği belirtiliyordu. Sul-
tan II. Abdülhamid, büyük devletlerin tıpkı Balkanlar’da olduğu
gibi Doğu Anadolu’da bağımsız bir devlet (Ermenistan) kurmak
suretiyle Anadolu’yu parçalamak için hazırladıkları oyunların
farkındaydı. Sultan devletlere herhangi bir müdahale fırsatı vermemek için Doğu Anadolu’da fevkalade tedbirler aldı. Erzurum’da
örfi idare ilan edilerek Ermenilerin güvenliğini sağlamak üzere
buraya iki tabur gönderildi, reform uygulaması ise geçici olarak
askıya alındı, devlet ihalelerine Ermenilerin girmesini önleyecek
tedbirler aldırdı.6 Ermeniler bu durum karşısında faaliyetlerini
artırmaya ve Avrupalı devletlerin dikkatlerini çekmeye çalıştılar,
bunu Anadolu’da çıkaracakları karışıklıklarla sağlayabileceklerini
düşündüler. Bu faaliyetleri kurdukları Hınçak (1887) ve Taşnak
(1890) ihtilal örgütleri vasıtasıyla gerçekleştirdiler. Sosyalizmi
kendilerine hareket noktası olarak alan bu silahlı terör örgütleri
1890-1897 yılları arasında bütün Anadolu şehirlerini kana bulayan
eylemler gerçekleştirdiler.7
Bu faaliyetlerde İngiliz, Rus ajan ve konsoloslarının çalışmaları
da etkili oluyordu. İngiliz Başbakanı Gladstone, Amerika’da James
Bryce ve Yunanistan idarecileri Hınçakları kışkırtarak, “Ermeniler
imtiyazlar istiyorlarsa böyle olamaz, onlar bir büyük olay
çıkarmalılar, bazıları asılmalı, bazıları kesilmeli, İslamlarla
tutuşmalı ki biz de o vakit işin içine girip bunların muratlarını yerine getirmeye çalışalım” 8 diyorlardı.
“Bir düzine silah sevk edecek çete, bir düzine
programdan daha etkilidir” şeklinde düşünen
Taşnak Komitesi, Sultan II. Abdülhamid’in
muhalifleri Jön Türklerle birleşerek onun
tahttan indirilmesinde etkin bir rol üstlendi. Ancak meşruti bir idareden ve
anayasalı bir düzenden Ermenilerin
beklentileri farklı farklıydı. Silahı
bırakmayan Ermeniler, anayasal düzene geçen Ermeni
Akdamar Kilisesi
5
Rubai Peroomian, “The Heritage of Van Provincial Literarture”, Armenian Van/Vaspuragan, Edited By Richard Hovannisian, California, 2000, s. 149
Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları, İstanbul, 1999, s. 395.
7 Nalbandian, The Armenian Revolutionary Movement, s. 108-109.
8 Ankara Valisi Abidin Paşa’dan Mabeyne 30 Ocak 1893 tarihli yazı, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, c. 11, Belge No: 118.
6
28
“BÜYÜK GÜÇLER”IN OSMANLI DEVLETI’NE MÜDAHALESI
ERMENILERLE TÜRKLERI BIR KEZ DAHA KARŞI KARŞIYA
GETIRMIŞTI. ANCAK YAŞANAN BU GELIŞMELERIN HIÇBIRI
CIHAN HARBI’NDEKI KADAR KÖTÜ DEĞILDI.
parlamenterleri “davayı satan insanlar” olarak nitelendirmişler,
eylemlerine devam etmişlerdi. İstedikleri şey, Türklerle bir arada
yaşamak değil bağımsız bir Ermenistan kurabilmekti. Komiteciler
ve Avrupa’da Ermeni katliamı söyleminden geçinen Ermeni komiteleri ve liderleri anayasal dönüşüm sürecine katkı sağlamadıkları
gibi ellerinden geldiği kadar bu süreci baltaladılar, Avrupa basınında meşrutiyeti ve Jön Türkleri karalayan yazılar yayımladılar. Türk
düşmanı komiteler ve onların destekçileri amaçlarına ulaşmak için
farklı yollar izlemeye başlayacaklardı. Balkan Savaşları’nda bu
Ermeni komiteleri çete reisleri Antranik idaresinde Bulgar ordusu
içinde Osmanlı ordusuna karşı savaştılar. Bulgar çarı Ferdinand
kendi ülkesinde Filibe’de askerî okullarda eğittiği Ermenileri bu
savaşta kullanmış ve komutanları Antranik’e üstün başarı madalyası vermişti. Antranik Malkara, Edirne ve Tekirdağ’da yüzlerce
Türk köyünü yakarak binlerce insanı katletti. Balkan Savaşları
ile bu coğrafyadaki hedeflerine ulaşmış olan Rusya ve İngiltere Doğu Anadolu politikalarını hemen Balkan Savaşları’ndan
sonra uygulamaya koydular. Osmanlı Devleti’ne Doğu Anadolu
reformunu kabul ettirerek 1914 Ocak ayında iki valiyi Erzurum ve
Diyarbakır’a gönderdiler. Westenek ve Hoffman doğuda bütün
Osmanlı valilerine ve komutanlarına emirler vererek Ermenilerin
sosyal ve siyasal durumlarını geliştireceklerdi. Bu çalışmalar ba-
29
ABD BÜYÜKELÇISI MORGENTHAU’NUN ANILARI, İNGILTERE
TARAFINDAN INŞA EDILEN MAVI KITAP, BU KAYNAKLARA
DAYANILARAK YAZILAN KITAPLAR BÜYÜK AVRUPA DEVLETLERININ
DOĞU POLITIKALARININ BIR PARÇASIYDI.
ğımsız Ermenistan’ın kurulması anlamına geliyordu. Meşrutiyet
yoluna beraber çıkan İttihat ve Terakki Fırkası ile Taşnaksütyun
Cemiyeti’nin yolları bu siyasi gelişme ile tamamen ayrıldı. “Büyük
Güçler”in Osmanlı Devleti’ne müdahalesi Ermenilerle Türkleri bir
kez daha karşı karşıya getirmişti.
Ancak yaşanan bu gelişmelerin hiçbirisi Cihan Harbi’ndeki kadar
kötü değildi. Savaş başlayınca seferberlikle yükümlü olan Ermenilerin bir kısmı Rusya’ya kaçarak Rus ordusu içinde görev almaya
başladı. Rusya, İngiltere, Fransa ve hatta savaşta tarafsız olduğu
zamanlarda bile ABD, Osmanlı Devleti içinde yaşayan Hıristiyan
unsuru kendi emperyalist politikaları için bir kalkan yapıp Hıristiyanlık için, ezilen dindaşları için savaştıklarını açıkladılar. 1915
Mayıs’ında Van’ın işgali ve Rus ordusuna ortak Ermenilerin bu
bölgede yaptıkları katliamlar, Çanakkale Muharebeleri sırasında
cephe gerisinde yaşanan olaylar Ermenilerin sevk ve iskânı sonucunu doğurmuş, o günün şartlarında Ermenilerin sevki başarıyla
uygulanmıştır.
Bilimsellik ve tarafsızlıkla hiçbir ilgisi olmayan iddialar
Anadolu’nun hemen hemen bütün şehirlerinde meydana gelen olaylar ABD de dahil olmak üzere Batı kamuoyu tarafından
Ermenilerin Müslüman Türkler tarafından katli şeklinde duyurulmuş, böylece yüz yıl önce Türklere ve İslam’a karşı Avrupa’da
başlatılmış olan karalama kampanyası daha da şiddetlendirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’da ABD Büyükelçisi Morgenthau’nun anıları, yine bu savaş sırasında İngiltere
tarafından inşa edilen Mavi Kitap, bu kaynaklara dayanılarak
yazılan kitaplar büyük Avrupa devletlerinin Doğu politikalarının
bir parçasıydı ve gerçeklerin saptırılarak Hıristiyan dünyaya anlatılmasından ibaretti. Böylece kendi kamuoylarını savaşa Türk
düşmanlığı ile teşvik eden devletler soykırım anlayışını da inşa
etmiş oluyorlardı. Bugün açıkça görüyoruz ki bu çalışmalar ve
propagandalar başarıyla uygulanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin
karşısına çıkarılmaktadır.
Lozan görüşmelerini başarıyla yürüten Türk heyeti anlaşma
maddelerine “Ermenilere ana yurt kavramının” konulmasının
önüne geçerek Doğu Anadolu’nun Türkiye Cumhuriyeti sınırları
30
içinde kalmasını sağlamış, azınlık statüsünde Ermenilerin devletleri içinde bütün vatandaşlarla aynı hukuki haklara sahip olarak
yaşayabileceğini kaydettirmiştir.
Bütün bunlara rağmen haksız ve taraflı propagandalar sonunda
Türklerden istenen şey, yapılan ve kesin delillerle ispatlanan (!)
soykırımın bir an önce kabul edilmesidir. Tarihi inşa için kullanılan
malzemelerin çok sağlam olmamasına rağmen insanları aldatmaya yönelik bu yaklaşımların bilimsellik ve tarafsızlıkla hiçbir ilgisi
olmadığı görülmektedir. Dolayısıyla Türkler hiç yapmadıkları bir
şeyle suçlanmakta ve bunu kabule zorlanmaktadırlar. Türkler, tarafsız ve özgür kamuoyu ve bilimsel anlayışa sahip olduklarını her
defasında ifade eden Avrupa ve ABD kamuoyundan, bahsedilen
vasıfların gerçekleştirilmesini ve tarihin bir bilim olarak yeniden
ele alınmasını istemektedirler.
Bugünkü tehditlerin ve çalışmaların, 1890 yılında Avrupa’yı Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtan Ermeni komitecilerinkinden hiçbir
farkı olmadığı gibi o günün Avrupa politikacılarının da bugünkülerden hiçbir farkı olmadığı görülmektedir. Siyasallaşmış olan bir
iddia karşısında tek çıkar yol, insanlara doğruları korkmadan ve
çekinmeden anlatmaktan geçmektedir. Ancak gerçek çözüm yolu
“güçlü ve vazgeçilmez” bir Türkiye Cumhuriyeti’nden geçmektedir. Türkiye siyasi, iktisadi ve askerî yönden güçlü olduğu oranda
bu propagandalar etkisiz hale gelecektir. Ancak hiçbir zaman
tamamen ortadan kalkmayacaktır.
PROF. DR. SADI ÇAYCI:
1915 OLAYLARI’NIN TEK TARAFLI IDDIALARLA VE
SOYKIRIM OLARAK NITELENDIRILMESI YANLIŞTIR
SÖYLEŞI: PINAR ÜNSAL
1915 OLAYLARI VE SÖZDE SOYKIRIM IDDIALARININ HUKUKI
BOYUTUNU KONUŞTUĞUMUZ PROF. DR. SADI ÇAYCI, “1915
OLAYLARI TARIHÎ AÇIDAN ELBETTE ÖNEMLI BIR KONUDUR, FAKAT
BUGÜN YÜRÜRLÜKTE OLAN HUKUK KAPSAMINDA INCELENEBILIR
BIR KONU DEĞILDIR. ÇÜNKÜ INSANI VEYA BILIMSEL OLMAKTAN
ÇOK, SIYASI VE TICARI BIR FAALIYET HALINE DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞ
DURUMDADIR” DIYOR.
31
“Soykırım”, 1915 Olayları söz konusu olduğunda çokça kullanılan
bir kavram. Bu kavramın, hukuki boyutta ne anlama geldiğini
açıklayarak söyleşimize başlayalım…
Soykırım kavramını değerlendirebilmek için, silahlı bir çatışma, katliam, insanlığa karşı suçlar ve soykırım kavramlarını, bu kavramlar
arasındaki farkları bilmek gerekir. Tarihin bütün dönemlerinde katliamlar var olmuştur ve bu katliamların insanlığa verdiği dersler vardır.
Bunların hepsi de toplum vicdanını derinden etkileyen, vahim, trajik
olaylardır. Bu eylemleri işleyenlere karşı ne yapılabilir, ne yapılmalıdır
diye düşünüldüğünde, akla önce hukuki yaptırımlar gelir. Ancak bir
bireyi, işlediği bir eylem nedeniyle cezalandırabilmek için, suçun
işlendiği tarihte yürürlükte olan bir ceza kanunu hükmü bulunmalıdır. Şu halde ilk tespit şöyle yapılabilir: Eğer hukuk bağlamında
tartışıyorsak, ilk bilmemiz gereken, 1915’lerde “soykırım suçu” diye
bir kavramın henüz hukuk alanına girmemiş olduğudur. II. Dünya
Savaşı döneminde dahi, Yahudilere yönelik eylemler bağlamında,
hukuk açısından henüz soykırım değil, insanlığa karşı işlenmiş suçlar
kovuşturma konusu olmuştur.
Soykırım kavramını literatüre ilk defa teklif eden kişi Raphael
Lemkin’dir. Onun bu konuda yazdığı eser uluslararası düzeyde, Birleşmiş Milletler (BM) içinde uzun uzun tartışılmış, görüşülmüştür.
Soykırım kavramını uluslararası hukuk çerçevesinde düzenleyen
metin ise, BM Genel Kurulu’nda 1948’de kabul edilen, 1951’de yürürlüğe giren, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması
Sözleşmesi’dir.
Bu Sözleşmenin 2. Maddesi’nde, soykırım suçunun temel tanımı
var: “Irkçı kin ve nefretin en üst derecesi olmak üzere, ulusal, ırksal
veya dinsel bir grubun üyelerini, sadece o grubun üyesi oldukları
için yok etmek.” 1998’de de, uluslararası ceza hukuku çalışmaları
çerçevesinde, Milletlerarası Ceza Divanı (MCD) kuruldu, 2002’de
faaliyete geçti. Şu anda soykırım, MCD’yi kuran Roma Statüsünde
de tanımlanmış, bu ceza mahkemesinin yargı yetkisi kapsamında
olan bir suçtur.
Hukuken 1948’de kullanılmaya başlamış bir ifadenin 1915
Olayları’yla ilişkilendirilmesinin nedeni ne olabilir?
Böyle bir konuyu tartışmaya başladığınız zaman ortaya çıkan ilk
sorun, zaman bakımından uygulanacak hukuk sorunudur. 1948 ve
sonrası yürürlüğe giren bir hukuk kavramını, bir ceza kuralını onun
öncesine uzatmanız, etkili kılmanız mümkün değil. Dolayısıyla bugün 1915 Olayları’yla ilgili yapılan tartışmaların tümü, hukukla ilgisi
olmayan, tümüyle siyasi ve hukuk dışı başka neden ve gerekçelere
dayalı, benim zaman zaman “siyasi futbol” olarak adlandırdığım
bir olguyu ifade eder. Ermenistan’ın bu konudaki stratejisi şudur:
Madem ki hukuk alanında yapılabilecek bir şey yok, o halde siyasi bir
32
uyuşmazlık çıkarılmalıdır. Tarihte çoğu örnekte görüldüğü gibi, yine
Batılı güçlerin desteğiyle, Türkiye üzerine baskı kurulmalıdır. Böylece
bir noktada Türkiye pes edecek, masaya oturacak ve sorumluluğunu
kabul edecektir. Bu mümkün olmazsa bile, bu süreçte Türkiye’den
başka pek çok konuda tavizler elde edilebilir. Böyle düşünüyorlar.
Başka ülkelerde de Türkiye ile ilgili buna benzer düşünceler var o
halde…
Ben yabancı parlamentolarda, üniversite veya siyasi forumlarda
yapılan değerlendirmeleri öncelikle ifade özgürlüğü çerçevesinde ele
alırım. İsteyen istediğini düşünebilir, söyleyebilir. Ha, örneğin Fransa,
bir adım ileri gitti, bir kanun çıkararak 1915 Olayları’nı soykırım olarak
tanıdı. Bu kanun, Fransa ülkesinde geçerli. Bir hukukçu olarak şunu
söyleyebilirim: Böyle kanun olmaz. Kanun, içeriğine katılmasak bile
bir suç tanımlayabilir ve müeyyidesini belirtebilirdi. Burada ise bir
kural yok, bir tespit var. Tarih ve tarihî bir olayın nitelendirilmesi,
yargı kararı ile değil, bir kanunla yapılıyor. Buna elbette Fransa’daki
tarihçi ve akademisyenler de dahil, pek çok kişi karşı çıkmıştır. Çünkü
tarih, mahkemeler veya parlamentolar eliyle yazılan bir şey değildir.
Parlamento tarih hakkında hüküm veremez. Yargısal faaliyette de
bulunamaz.
İsviçre’de de soykırımın inkarıyla ilgili mevzuat var. Ancak bu
kurallar, Doğu Perinçek–İsviçre davasında olduğu gibi, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nde yer alan, ifade özgürlüğünün kısıtlanamayacağı ilkesine ters düşüyor. Dolayısıyla bundan yaklaşık bir yıl önce
Perinçek’le ilgili verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı,
Ermenistan ve onu destekleyen çevreler için büyük bir yenilgi olmuştur. Hukukun üstünlüğü ilkesi önemlidir. Çok önemli bir karardır
ve olması gereken budur.
1915 Olayları’yla ilgili olarak Türkiye aleyhine açılan davalar konusunda ne düşünüyorsunuz?
Günümüzde insan hakları hukukunun ulaştığı boyut dikkate alınırsa,
herhangi bir kişinin, herhangi bir konuda, meşru hukuk organları
önünde iddia ve taleplerde bulunma, davacı olma hakkı vardır. Bu
önlenemez.
Bu hak 1915 Olayları temelinde ele alındığında; bir kişi, bir şekilde
mağdur olduğunu düşünüyorsa, benim şurada malım-mülküm
vardı, hukuka aykırı el konuldu; dedem hukukla bağdaşmayan bir
şekilde vatandaşlıktan çıkarıldı; parama el konuldu gibi şikayetleri
varsa, elbette yargı yolu açıktır. Hukuktan, adaletten korkmamak
lazım. Hukuk kavramları, hukukun genel ilkeleri, genel yöntemleri,
adalet duygusu, insanlığın ortak değerleridir. Bunları reddetmek
demek, gün gelip de o kurallara ihtiyaç olduğunda yararlanılamayacağı anlamına gelir.
“BIR DEVLETIN HUKUKI SORUMLULUĞU BOYUTU DA DAHIL
OLMAK ÜZERE, SOYKIRIM IDDIALARI KONUSUNDA ASIL YETKILI
MAHKEME, MILLETLERARASI ADALET DIVANI’DIR.”
Ancak, 1915 Olayları’yla bir şekilde ilgili konularda açılan davalar
stratejiktir. Bu davalar Türkiye’ye karşı açılan davalar değildir. Hukukta obiter dictum diye bir kavram var. Dava konusu edilemeyen
bir olayla ilgili başka yan konuları mahkeme önüne götürürsünüz;
esasla ilgisi olmasa bile, bir şekilde mahkeme önünde o gönlünüzdeki olayları da tartışmak istersiniz. Bu bir taktiktir, stratejidir.
Kişisel tatmin sağlar. Karşı tarafın bilgisiz olduğu ölçüde, onlar
üzerinde, başka alanlarda olumsuz etkileri bile olabilir.
Asıl konuya dönersek, bir devletin hukuki sorumluluğu boyutu
da dahil olmak üzere, soykırım iddiaları konusunda asıl yetkili mahkeme, Milletlerarası Adalet Divanı’dır. Hukuki anlamda soykırım
ve buna dayalı talebi olan bir devlet varsa bu Divan’a, hem de tek
yanlı olarak başvuruda bulunabilir. Oysa böyle bir şey söz konusu
değildir, zira söz konusu olan hukuki bir uyuşmazlık değildir.
1915 Olayları’yla ilgili açılan söz konusu davalarda, Türkiye’nin
adil bir yargılanmaya tabi tutulacağına inanıyor musunuz?
Milletlerarası hukuka göre, bir devletin egemen sıfatıyla yaptığı
eylemler ve işlemler, bir başka devletin mahkemesinin yargı yetkisine konu olamaz. Bu, “egemen bağışıklığı” kavramı olarak bilinir.
Bu husus saklı kalmak kaydıyla, şu söylenebilir: Batı kültüründe,
Batı eğitim sistemiyle yetişen bütün nesiller, kendi millî eğitim
sistemlerinin içeriği dolayısıyla, 1915’te Ermenilere karşı Osmanlı
Devleti tarafından bir soykırım yapıldığı kabulüyle eğitilmiş insanlardan oluşuyor. Yargıçları dahil. Diyelim ki hukuk alanında gidilecek
bir yol var ve Türkiye bir mahkeme önüne götürüldü. Türkiye’nin
tarafsız, dürüst ve adil bir yargılamaya muhatap olabileceğini
söylemek mümkün değil. Şahsen ben bir hukukçu olarak bunu
söyleyemiyorum.
1915 Olayları’yla ilgili geniş araştırmalara dayanan konular,
iddiaları gündeme getirenler tarafından tartışılmaktan neden
kaçınılıyor?
Genellikle bu konular tartışılırken, en iyi niyetlerle bile tartışılsa,
bir fikir birliği olmadığı için konuşmalar sağır diyaloğuna dönüşüyor, bir sonuç alınamıyor. 1915 Olayları’nı konuşurken öncelikle
hangi bağlamda tartışılacağı belirlenmelidir; hukuk mu, siyaset
mi, tarih mi?
Örneğin ben bu konunun tarih araştırmalarıyla desteklenmesi
taraftarıyım. Konu, tarihî açıdan bütün boyutlarıyla incelensin,
bulgulara saygı duyulsun. Ancak mağdur olduğunu iddia eden
taraf bunu onaylamıyor. Bulguların hukuksal yöntemlere saygı
gösterilerek tartışılmasını da onaylamıyor. Çünkü, kurgusal bir
duruşma ortamında bile, örneğin davacı taraftan bir iddia ve talep geldiği zaman, davalı taraftan da karşı iddia ve talep gelmesi
mümkün. Tüm iddiaların araştırılması ve gerçeklerin kanıtlarla
saptanabilmesi ön koşul. Bu gerçek, soykırım iddiacılarını memnun
etmiyor. Bu engel aşılamadıkça, sağırlar diyaloğu sürüp gidecektir.
Türkiye, 1915 Olaylarıyla ilgili olarak aleyhine açılan davalarda
nasıl bir tablonun içinde yer alacak sizce?
Türkiye’nin hukuk açısından korkulacak bir durumu yoktur. Tekrar
belirteyim: 1915 Olayları’nın tek taraflı iddialarla ve soykırım olarak
nitelendirilmesi yanlıştır. 1915 Olayları, tarihî bağlamda elbette
önem taşıyan bir konudur. Fakat bugün yürürlükte olan hukuk kapsamında incelenebilir bir konu değildir. Tümüyle, insani veya hukuki
bir konu olmaktan çok, siyasi ve hatta ticari bir faaliyet haline
dönüştürülmüş durumdadır. Pek çok kişinin geçim kaynağının 1915
Olayları’yla ilgili iddia ve tartışmalar olduğu unutulmamalıdır.
33
ERMENİ SEVKİYATI SIRASINDA YAŞANAN SUİSTİMALLER VE
1915-16 YARGILAMALARI
ERMENILERIN SEVK VE ISKÂNI SIRASINDA ALINAN TEDBIRLERE
VE YARGILAMALARA BAKTIĞIMIZDA OSMANLI MERKEZÎ
YÖNETIMININ ERMENILERIN CAN VE MAL GÜVENLIKLERININ
SAĞLANMASI KONUSUNDA GEREKLI BÜTÜN TEDBIRLERI ALDIĞINI,
TAŞRADA KANUN DIŞI DAVRANAN VE SUISTIMALI GÖRÜLEN
DEVLET GÖREVLILERI ILE ÇETECILIK YAPAN VATANDAŞLARI
CEZALANDIRDIĞINI GÖRMEKTEYIZ.
PROF. DR. YUSUF SARINAY
34
O
smanlı hükümeti savaşın olumsuz şartları içinde Ermeni
sevkiyatını yürütürken kafilelerin güvenliklerinin sağlanması
konusunda büyük gayret sarf etmiştir. Başta Meclis-i Vükela’da
alınan sevk ve iskân kararı olmak üzere, Dâhiliye Nezareti tarafından taşra yöneticilerine gönderilen talimatlarda Ermenilerin
can ve mal güvenliği üzerinde önemle durulmuş, gerekli tedbirlerin alınması ve Ermenilere kötü muamelede bulunan jandarma ve
memurların derhal azledilerek Divan-ı Harplere teslim edilmesi
vurgulanmıştır.1
Ermeni sevkiyatı sırasında Erzurum-Erzincan arasında 500
kişilik bir kafilenin Kürtlerin saldırısına uğrayarak katledilmesinin
haber alınması üzerine Dâhiliye
Nezareti’nden Erzurum, Elazığ ve
Bitlis vilayetlerine 14 Haziran 1915
tarihinde gönderilen bir talimatta
Ermenilerin sevkleri esnasında
yollarda muhafaza edilmeleri,
hiçbir zaman ahalinin işe karıştırılmaması ve mukateleye (karşılıklı
çatışma) meydan verilmemesi,
bu amaçla sevk güzergâhlarında
tedbir alınması ve Ermenilere karşı
katl ve gaspa cüret edeceklerin
şiddetle cezalandırılması emredilmiştir.2 26 Haziran 1915 tarihinde
Elazığ vilayetine gönderilen talimatta Ermeni kafilelerine Dersim
eşkıyası tarafından saldırıldığı
belirtilmiş, bu saldırıların önlenmesi ve kafilelerin emniyet içinde
sevklerinin sağlanması hususunda
derhal tedbir alınması emredilmiştir.3 28 Ağustos 1915 tarihinde Trabzon vilayetine gönderilen talimatta Ermenilere karşı gasp ve yağmada bulunanların şiddetle
cezalandırılması 4, 29 Ağustos 1915 tarihinde Ankara vilayetine
gönderilen talimatta ise sevk olunsun olunmasın Ermenilerin her
türlü tecavüzden korunmaları ve güvenliğin sağlanamadığı mahallerde sevkiyatın ertelenmesi, Ermenilere herhangi bir saldırı
olursa ilgili memurların Divan-ı Harplere verilmesi emredilmiştir.5
Bazı bölgelerde Ermeni kafilelerinin mallarının gasp edildiği,
saldırılara maruz kaldığı ve mahalli yöneticilerin görevlerini
suistimal ettiğinin haber alınması üzerine6 hükümet, olayları
önlemek amacıyla daha radikal tedbirler almaya başlamıştır.
Bu konuda hükümet Ermeni sevkiyatının yapıldığı vilayetlere
gönderdiği talimatta muhafızsız hiçbir kafilenin yola çıkarılmamasını, muhafız sayılarının
artırılmasını ve Ermeni kafilelerine
saldırıda bulunanların yakalanarak
cezalandırılmasını emretmiştir.
Bu çerçevede Tokat Jandarma
Komutanı’na soruşturma açılmış,
Aziziye Kaymakamı Hamid Bey’in
Ermeni sevki sırasında usulsüz
hareketlerinden dolayı görevden
alınarak Divan-ı Harbe verilmesine
karar verilmiş, Tenos Kaymakamı
azledilmiştir. 7 Urfa bölgesinde
kafilelere refakat eden jandarmalar ihmalleri sebebiyle Divan-ı
Harbe sevk edilmişlerdir.8 Urfa’dan
Resulayn ve Nusaybin yoluyla
sevke tabi tutulan Ermenilere
tecavüzlerin önlenmesi amacıyla
yol güzergâhı değiştirilmiştir.9 18
Eylül 1915 tarihinde Konya vilayetine gönderilen şifrede, Karaman
istasyonunda bir jandarmanın
Ermeni göçmenleri kırbaçladığının
haber alındığı belirtilmiş, böyle davranan jandarma ile bu duruma
müsamaha gösterenler hakkında tahkikat yapılması ve şiddetle
cezalandırılması emredilmiştir.10
1 BOA. Meclis-i Vükela Mazbatası, Nr. 198/24; BOA, DH, ŞFR. Nr. 54/9; 54/156, 54/162; 55/292
2 BOA. DH. ŞFR. Nr. 54/9, 54/10
3 BOA. DH. ŞFR. Nr. 54/162
4 BOA. DH. ŞFR. Nr. 55/266
5 BOA. DH. ŞFR. Nr. 55/290
6 Halep-Meskene’de gasp için yapılan saldırılarda 2000 Ermeni’nin öldürüldüğü, Diyarbakır’dan Zor’a, Suruç’tan Halep’e sevk edilenlerden de 2000 kişinin soyuldukları konusunda bkz. Halaçoğlu, a.g.e., s. 59–60
7 BOA. DH. ŞFR. Nr. 57/105; 57/116
8 BOA. DH. ŞFR. Nr. 57/309
9 BOA. DH. ŞFR. Nr. 57/277
10 BOA. DH. ŞFR. Nr. 56/64
35
ERMENILERIN SEVK VE ISKÂNI SIRASINDA ISTENMEYEN BAZI
OLAYLARIN CEREYAN ETMESI VE BIR KISIM GÖREVLILERIN
HÜKÜMETIN KARARLARINA AYKIRI DAVRANIŞLARDA
BULUNMALARI ÜZERINE HÜKÜMET ÜLKE ÇAPINDA DURUMU
INCELEMEK VE SORUMLULARI CEZALANDIRMAK
ÜZERE HAREKETE GEÇMIŞTIR.
Yukarıda belirtildiği gibi, Ermenilerin sevk ve iskânı sırasında
istenmeyen bazı olayların cereyan etmesi ve bir kısım görevlilerin
hükümetin kararlarına aykırı davranışlarda bulunmaları üzerine,
hükümet ülke çapında durumu incelemek ve sorumluları cezalandırmak üzere harekete geçmiştir. Bu amaçla Talât Paşa’nın 28
Eylül 1915 tarihli tezkiresi üzerine, Meclis-i Vükela 30 Eylül 1915
tarihinde soruşturma komisyonları kurulması kararı almıştır. Bu
kararda Ermenilerin sevk ve iskânı sırasında ahaliden bazıları ile
bir kısım memurların suistimalleri ve kanuna aykırı hareketlerinin
olduğunun anlaşıldığı, bu sebeple bunları yerinde incelemek ve
suçlu görünenleri Divan-ı Harplere sevk etmek amacıyla Hüdavendigar, Ankara vilayetleri ile İzmit, Karesi, Eskişehir, Karahisar-ı
Sahib, Kayseri, Niğde livalarına Temyiz Mahkemesi Reisi Hulusi
Bey’in başkanlığında Şuray-ı Devlet azasından Seyyid Haşim ve
Jandarma binbaşılarından Galip Beyefendilerden; Adana, Halep
ve Suriye vilayetleri ile Maraş, Urfa ve Zor livalarına İstinaf Mahkemesi Reisi Asım Bey’in başkanlığında İzmir Jandarma Mıntıka
Müfettişi Kaymakam Hüseyin Muhyiddin ve Ankara Vilayeti
Mülkiye Müfettişi Muhtar Beylerden; Erzurum, Trabzon, Sivas,
Mamuretü’l aziz, Diyarbakır ve Bitlis vilayeti ile Canik livasına
Bitlis eski Valisi Mahzar Bey’in başkanlığında İstanbul Bidayet
Müdde-i Umumisi Nihad ile Jandarma binbaşılarından Ali Naki
Beylerden üç heyet oluşturulduğu belirtilmektedir.11 Olayları
önleme konusunda çok hassas davranan hükümet henüz Meclis-i
Adliye Nezareti
11 BOA Meclis-i Vükela Mazbatası Nr. 199/35; Seyyid Haşim Bey’in hastalığı sebebiyle daha sonra yerine Şuray-ı Devlet azası İsmail Hakkı Bey tayin edilmiştir. BOA. DH. ŞHR.
Nr. 58/38; Talat Paşa’nın Anıları, Yay. Haz. Alpay Kabacalı, İstanbul, 1994, s. 83’te dört heyet oluşturulduğu belirtilmektedir.
36
SORUŞTURMA KOMISYONLARININ VERDIKLERI RAPORLARA
DAYANARAK GÖREVINI KÖTÜYE KULLANAN BIRÇOK GÖREVLI
AZLEDILMIŞ, YARGILANMAK ÜZERE DIVAN-I HARPLERE SEVK
EDILMIŞTIR. BU MAHKEMELER, KOMISYONLARIN RAPORLARINA
DAYANARAK YARGILAMADA BULUNMUŞLARDIR.
Vükela kararı çıkmadan muhtemel heyet üyelerine hazırlıklı olmaları konusunda önceden bilgi de vermiştir.12
Bu soruşturma heyetlerine verilen talimatta jandarma, polis,
amirler ve memurlar hakkında soruşturma yapılması ve yapılacak
soruşturma sonucuna göre suçlu bulunan ve görevlerini suistimal
edenlerin Divan-ı Harplere sevk edilmeleri emredilmiştir.13
Osmanlı Devleti’nde “Divan-ı Harbi Örfi Mahkemeleri” olarak bilinen bu mahkemeler, sıkıyönetim ilan edilen bölgelerde
devletin iç ve dış güvenliğini ihlal edecek bütün suçlar ile isyan,
ihtilal, çetecilik faaliyetleri, savaş sırasında hükümetin yayımla-
mış olduğu her türlü kanun, emir ve talimat hükümlerine aykırı
davrananları yargılamıştır.14
Ermenilerin sevk ve iskâna tabi tutulduğu bütün bölgelerde
incelemeler yapan bu soruşturma komisyonlarının verdikleri
raporlara dayanarak görevini kötüye kullanan birçok görevli azledilmiş; yargılanmak üzere Divan-ı Harplere sevk edilmiştir. Bu
mahkemeler, Mütareke döneminde İtilaf Devletleri’nin baskısı
sonucu kurulan mahkemelerden farklı olarak yukarıda belirtilen
komisyonların raporlarına dayanarak yargılamada bulunmuşlardır.
Dâhiliye Nezareti’nden Hariciye Nezareti’ne gönderilen 19 Şubat
12 Bu konuda Ankara Vilayeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Bey ile Bitlis eski Valisi Mahzar Bey’e önceden yazı yazılmıştır. Bkz. BOA. DH. ŞFR. Nr. 56/179; 56/186
13 BOA. DH. ŞFR. Nr. 56/267
14 Geniş bilgi için bkz. Osman Köksal, Tarihsel Süreci İçinde Bir Özel Yargı Organı Olarak Divan-ı Harb-i Örfiler (1877–1922), Ankara Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış
Doktora Tezi) Ankara, 1996.
37
DIVAN-I HARPLERDE YARGILANMAK ÜZERE TUTUKLANAN 1673
KIŞININ IÇINDE ASKER, POLIS VE TEŞKILAT-I MAHSUSA ELEMANI
SAYISI 528 KIŞIDIR. BUNLARIN ARASINDA BINBAŞI, YÜZBAŞI,
ÜSTEĞMEN, TEĞMEN, JANDARMA BÖLÜK KOMUTANI, POLIS
KOMISERI VE POLIS GIBI RÜTBELI KIŞILER BULUNMAKTADIR.
1916, 12 Mart 1916 ve 22 Mayıs 1916 tarihli
gizli yazıların ekinde yer alan listelere göre
Divan-ı Harplerde yargılananların vilayetlere göre dağılımı şu şekildedir: 15
Amasya: 2, Ankara: 148, Bitlis: 29, Canik:
89, Diyarbakır: 70, Eskişehir: 29, Halep: 56,
Hüdavendigar: 21, İzmit: 28, Kayseri: 146,
Konya: 16, Mamuretülaziz: 249, Niğde:
8, Sivas: 579, Suriye: 27, Urfa: 170, Genel
Toplam: 1673.
Divan-ı Harplerde yargılanmak üzere
tutuklanan 1673 kişinin içinde asker, polis
ve Teşkilat-ı Mahsusa elemanı sayısı 528
kişidir. Bunların arasında binbaşı, yüzbaşı,
üsteğmen, teğmen, jandarma bölük komutanı, polis komiseri ve polis gibi rütbeli kişiler bulunmaktadır. Ayrıca sıhhiye müdürü,
tahsildar, kaymakam, belediye reisi, nahiye
müdürü, kâtip, sevk memuru, mal müdürü,
tapu memuru, muhtar, telgraf müdürü, nüfus memuru, başkâtip ve Emval-i Metruke
Komisyonu reisi gibi 170 kamu görevlisi
de yargılanmıştır. Diğer taraftan Ermeni
sevkiyatı sırasında gasp ve saldırı olaylarına
kalkışan çete mensubu ve halktan da 975
kişi yargılanmak üzere Divan-ı Harplere
sevk edilmiştir.
Divan-ı Harplere sevk edilen bu kişiler
adam öldürme, yargılama, Ermenilerin
mallarına zarar verme, çalma, zorla para ve
eşya alma, rüşvet, yağma ve yankesicilik,
Ermeni kızlarıyla izinsiz evlilik ve vazifeyi
suistimal suçlarından yargılanmışlardır.
1916 yılı ortalarına kadar Divan-ı Harpler15 BOA. (Harici Siyasi) HR. SYS. Nr. 2882/29. Gürün bu sayıyı 1397 olarak vermektedir. Gürün, a.g.e., s. 221–222
38
ADAM ÖLDÜRME, YARGILAMA, ERMENILERIN MALLARINA ZARAR
VERME, ÇALMA, ZORLA PARA VE EŞYA ALMA, RÜŞVET, YAĞMA
VE YANKESICILIK, ERMENI KIZLARIYLA IZINSIZ EVLILIK VE VAZIFEYI
SUISTIMAL SUÇLARINDAN YARGILANAN KIŞILERDEN 67’SI IDAM
CEZASINA ÇARPTIRILMIŞTIR.
de yapılan yargılamaların sonucu verilen cezalar ve mahkemelerin
safahatı şöyledir:
67 kişi: İdam cezası, 524 kişi: Hapis cezası, 68 kişi: Kürek, para,
kalebent, pranga ve sürgün cezası, 227 kişi: Berat ve yargılama
reddi, 109 kişi: Mahkeme devam etmekte ve inceleme aşamasında, 4 kişi: Velisine teslim, 674 kişi: Hakkında henüz bir işlem
yapılmayanlar.
Yukarıdaki rakamları değerlendirdiğimizde yargılaması devam
eden veya henüz hakkında bir işlem tesis edilmeyenler arasında
da çeşitli cezalara çarptırılanların sayısının daha da artması
muhtemeldir.
Dâhiliye Nezareti’nden Konya vilayetine gönderilen talimatta, idam cezasına çarptırılanlardan Sirozlu Ahmed ve arkadaşı
Halil’in Ermenileri katl ve eşyalarını gasp suçlarından 4. Ordu
Divan-ı Harbinde yargılanmak üzere Konya’ya sevk edildiği
belirtilmiş, firara meydan verilmemesi ve Cemal Paşa’dan talep
olana kadar Konya’da hapsedilmeleri emredilmiş,16 daha sonra
Suriye Divan-ı Harbinde idama mahkum edilen bu kişiler17 Şam’da
asılmışlardır.18
Ermenilerin sevk ve iskânı sırasında alınan tedbirlere ve yargılamalara baktığımızda Osmanlı merkezî yönetiminin Ermenilerin
can ve mal güvenliklerinin sağlanması konusunda gerekli bütün
tedbirleri aldığını, taşrada kanun dışı davranan ve suistimali
görülen devlet görevlileri ile çetecilik yapan vatandaşları cezalandırdığını görmekteyiz. Yok etme veya katliam yapma amacında
olan bir yönetimin can güvenliği, suç işleyen veya ihmali görülen
kamu görevlilerinin görevlerinden alınmaları ve cezalandırılmaları
konularında bu kadar hassas davranması mümkün müdür?
16 BOA. DH. ŞFR. Nr. 55 A/177
17 BOA. HR. SYS. Nr. 2882/29-25
18 Ali Fuad Erden, Suriye Hatıraları, Yayına Haz: Alpay Kabacalı, İstanbul, 2003, s. 269
39
PROF. DR. SEYIT SERTÇELIK:
ERMENILERIN “MILLET-I SADIKA” VASFI 1828-1829
OSMANLI-RUSYA SAVAŞI’NDA SONA ERMIŞTIR
SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ
AK PARTI ANKARA MILLETVEKILI PROF. DR. SEYIT SERTÇELIK,
1828-29 OSMANLI-RUS SAVAŞI SIRASINDA DOĞUBAYAZIT
IŞGAL EDILDIĞINDE BÖLGEDE YAŞAYAN ERMENILERIN BININ
ÜZERINDE SIVIL MÜSLÜMANI KATLETTIĞINI BELIRTEREK,
“BU TARIH ITIBARIYLA ERMENILERI ‘MILLET-I SADIKA’ OLARAK
ADLANDIRMAK DOĞRU DEĞILDIR” DIYOR.
40
1915 Olayları’nı konuşurken elbette 24 Nisan 1915 tarihine değinmek gerekiyor, ama
meseleyi kavrayabilmek için çok daha gerilere gitmekte fayda var. Sekiz yıl Rus arşivlerinde yaptığınız araştırmalara da dayanarak konunun tarihî arka planına ilişkin
bilgi verebilir misiniz?
Ermeni sorununun ortaya çıkış süreci 1678 yılına kadar uzanıyor. Bu tarihte İran’da
yaşayan Ermeniler, Vatikan’a bir elçilik heyeti gönderiyorlar; İran’da İslam boyunduruğu
altında bulunduklarını belirterek burada bir Hıristiyan Ermeni devleti kurmak istediklerini ve bu konuda yardım talep ettiklerini bildiriyorlar. Ancak o dönemde Batılılar Ermenilerin bu isteğine sıcak bakmıyor. Bunun üzerine heyet bu kez Rusya’ya giderek Rus
Çarı I. Petro’ya cazip tekliflerde bulunuyor. Şayet Rusya, İran üzerine bir sefer yaparsa
Ermenilerin bütün imkanlarıyla Rus ordusuna destek vereceğini söylüyorlar. 1722 yılına
gelindiğinde I. Petro, Kafkasya üzerine bir sefere çıkıyor. Hazar kıyılarını ele geçiren
Rus Çarı, ordusunun karşı karşıya kaldığı gıda yetersizliğinden dolayı ani bir kararla
ülkesine geri dönüyor. Bu gelişme, Rus ordusuyla birlikte İran’a karşı savaşmak üzere
ellerinde silahlarla bekleyen on binlerce Ermeni’ye hayal kırıklığı yaşatıyor. 1826-1828
İran-Rusya Savaşı, Ermeniler için yeni bir fırsat oluyor ve Rus ordusunun kazanması
için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Neticede savaşın galibi Rusya olurken, 40 bin
Ermeni de ilk kez güney İran’dan günümüzdeki Dağlık Karabağ’a göç ediyor. Burada
bir parantez açmak istiyorum; Ermenice kaynaklara baktığımız zaman 1800’lü yıllarda
bugünkü Ermenistan topraklarında yüzde 85-90 oranında Müslüman Türk nüfus yaşadığını görüyoruz. Daha sonraki dönemlerde bu bölgeye, Çarlık Rusyası’nın Hıristiyan bir
tampon bölge yaratma çabalarının sonucu olarak, İran’dan ve Osmanlı topraklarından
Ermeniler göç ettiriliyor. Böylece bölgede bir Ermenistan devleti kurulmasının altyapısı hazırlanırken, Osmanlı Devleti ile Orta Asya’daki Türkler arasındaki doğal iletişim
yollarının kesilmesi amaçlanıyor.
İran’la yaptığı savaşta Ermenilerden büyük destek gören Çarlık Rusyası, benzer
bir yardımı Osmanlı Devleti’ne karşı da alabileceğini düşünüyor ve 1828-29 OsmanlıRus Savaşı patlak veriyor. Bu savaş sırasında Doğubayazıt işgal edildiğinde, bölgede
yaşayan Ermeniler, binin üzerinde sivil Müslümanı katletmişlerdir. Bir başka ifadeyle,
Osmanlı Devleti’nde Ermeniler tarafından “ilk kitlesel Müslüman kanı” akıtılmıştır.
Böylece, bu tarihe kadar “millet-i sadıka” olarak tanınan Ermenilerin bu vasıfları sona
ermiştir. Osmanlı Devleti bu olayı savaş esnasında ortaya çıkan bir yol kazası olarak
değerlendirmiş, Ermeni vatandaşlarını affetme yoluna gitmiştir. Ancak kendilerinden
öç alınacağını düşünen 90 bin Ermeni, yaşamış oldukları Doğu Anadolu ve Güneydoğu
Anadolu’dan günümüzdeki Ermenistan merkezli topraklara göç etmişlerdir. Osmanlı
Devleti onları vazgeçirmeye çalışsa da bu konuda başarılı olunamamıştır. Ermeniler
tarafından ilk kitlesel kanın dökülmesi, Müslümanlar ve bölgede yaşayan Ermeniler
arasında hem şüphe hem de güvensizliği ortaya çıkarmasından dolayı son derece
önemlidir. Az önce ifade ettiğim gibi, bu tarih itibarıyla Ermenileri “millet-i sadıka”
olarak adlandırmak doğru değildir.
Ermenilerin Rusya’ya desteği 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda da görülüyor…
Evet. “93 Harbi” olarak adlandırdığımız 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda da Ermenilerin
Rus ordusunun kazanması için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını görüyoruz. Bu tarihlerde yine Anadolu’dan çok sayıda Ermeni Rusya’nın elinde bulunan topraklara göç
etmiştir. Savaşın akabinde imzalanan Berlin
Antlaşması ise Ermeni meselesinin 1878
yılında uluslararası bir sorun olarak ortaya
çıkması bakımından önem taşımaktadır.
Bu tarihten sonraki süreçte Ermenilerin
Doğu Anadolu’da önce özerk, daha sonra
bağımsız bir Ermenistan kurma amacıyla
harekete geçtiklerini görüyoruz. İsyanlar,
suikastlar, katliamlar derken Birinci Dünya
Savaşı’na geliniyor…
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, Ermeni
ileri gelenlerince kaçırılmaması gereken
tarihî bir fırsat olarak görülmüştür. Bilindiği
gibi o tarihte Osmanlı Devleti birçok cephede
savaşmaktadır. Ermeniler ise bir taraftan
Kafkasya cephesinde Osmanlı ordusuna
karşı savaşmış, diğer taraftan ülkede çıkardıkları isyanlarla cephe gerisini tehlikeye düşürmüşlerdir. Kafkasya cephesinde Rusların
silahlandırdığı çoğu Osmanlı uyruklu yaklaşık
10 bin Ermeni, gönüllü birlikler bünyesinde
Osmanlı ordusuna karşı mücadele etmiştir.
Prof. Dr. Seyit Sertçelik’in Rus ve Ermeni Kaynakları Işığında
Ermeni Sorunu Ortaya Çıkış Süreci 1678-1914 isimli yeni kitabı
Srt Yayınları’ndan çıktı. Kitap, gün yüzüne çıkmamış Rus
arşiv belgeleri ve Ermeni kaynaklarıyla konunun bilinmeyen
yönlerini ortaya koyuyor. Sertçelik’in 1915-1923 dönemine
ışık tutacak 500 sayfalık konuyla ilgili ikinci kitabı ise basım
aşamasında bulunuyor.
41
“ERMENI KAYIPLARININ TAMAMI YAKLAŞIK 150 BINDIR, ANCAK
RUS ISTIHBARATÇILARININ IFADE ETTIĞI GIBI, BU SAYIYA
BIR SIFIR ILAVE EDILMEK SURETIYLE 1,5 MILYON ERMENI’NIN
ÖLDÜRÜLDÜĞÜ ILERI SÜRÜLMEKTEDIR.”
Bu birliklerin dışında Rus ordusunda savaşan Ermenilerin sayısı
bazı yabancı kaynaklarca 150 bin, bazılarınca 300 bin olarak
verilmektedir. Çarlık orduları ile işbirliği yapan Ermeniler, Van’ın
Rus ordusunun eline geçmesini sağlamakla kalmamış, on binlerce Müslümanı da katletmişlerdir. Osmanlı Hükümeti, Ermeni
patriğini, mebuslarını ve ileri gelenlerini uyarmış, ancak herhangi
bir sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine 24 Nisan 1915 tarihinde
Ermeni komitaları kapatılmış, 235 kişi Osmanlı Devleti aleyhine
yıkıcı faaliyette bulunmak suçundan tutuklanarak Çankırı ve
Ayaş cezaevlerine gönderilmiştir. Ermenilerin “soykırım günü”
diye adlandırdıkları 24 Nisan 1915 tarihi, komitaların kapatıldığı
ve tutuklamaların yapıldığı tarihtir.
Sevk ve İskân Kanunu 27 Mayıs 1915’te çıkarılıyor. Kanunun uygulandığı dönemdeki Ermeni nüfusla ve hayatını kaybedenlerle
ilgili farklı rakamlar öne sürülüyor. Arşivlerde yer alan rakamlarla ilgili bilgi verebilir misiniz?
42
O dönemde Anadolu’da yaşayan Hıristiyan nüfusla ilgili en sağlıklı bilgi Rus kaynaklarında mevcuttur. Çünkü 1850’li yıllardan
itibaren İstanbul ve Anadolu’yu ele geçirme planları yapan Rusya,
Anadolu’da görevli istihbaratçıları ve bürokratları sayesinde son
derece sağlıklı rakamlara ulaşmaktaydı. Rus ordusu Anadolu’ya
geldiğinde bir sürprizle karşılaşmak istemediğinden rakamların
abartılmaması gerekiyordu. Rus belgelerine göre 1914 yılında
Anadolu’da yaşayan Ermenilerin sayısı 1 milyon 300 bindir. Bu
gerçeğe rağmen 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü ileri sürülmektedir.
Savaştan önce Anadolu’da yaşayan 1 milyon 300 bin Ermeni’ye
ne olduğu sorusunun yanıtını yine belgelere dayanarak vermek
mümkündür. Rusya Kafkas Cephesi Mültecileri Yerleştirme Komisyonu verilerine göre Türkiye’den Rus topraklarına geçen Ermenilerin sayısı 337 bindir. Rusya’da yayımlanan Ermeni Belleteni
dergisinin 26 Şubat 1917 tarihli sayısında Rus topraklarına geçen
Ermenilerin sayısının 360 bin olduğu belirtilmektedir. Rusya’ya
savaştan önce gidenler ile İran’a geçenler de dikkate alındığında
bu sayı 500 bin kişiye ulaşmaktadır. Tehcire uğratılanların sayısı
ise 450 bin ile 500 bin arasında değişmektedir. Sonraki yıllarda
bu Ermenilerin büyük çoğunluğu yabancı ülkelere göç etmişlerdir.
Savaş döneminde Anadolu’da 300 bin Ermeni yaşamaya devam etmiştir. Ermeni kayıplarının büyük bir bölümünü cephede
Osmanlı ordusuna karşı kurşun atarken kurşun yiyen Ermeni
askerleri oluşturmuştur. Bu durumda bir soykırımdan söz etmek
mümkün müdür? Açlık, bulaşıcı hastalıklar ve soğuk iklim şartları
nedeniyle ölenlerin sayısı da on binlercedir. Sadece Kafkasya’daki
Rus topraklarında olumsuz koşullardan dolayı 40 bin Ermeni
hayatını kaybetmiştir. Bazı aşiretlerin saldırıları sonucunda öldürülenlerin sayısı ise 10 binler ile ifade edilebilir.
Ermeni kayıplarının tamamı yaklaşık 150 bindir, ancak Rus istihbaratçılarının ifade ettiği gibi, bu sayıya bir sıfır ilave edilmek
suretiyle 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü ileri sürülmektedir.
Asılsız Ermeni iddialarını sürekli gündemde tutanlar, Türkiye ve
Ermenistan ilişkilerinin gelişmesine engel olmak suretiyle aslında
Ermeni halkına zarar vermektedirler. Tarihî sorunları kaşımakla
ülkeler arasında dostluk ve barış inşa edilemez.
FARUK LOĞOĞLU:
2015 YILININ IKI ÜLKE ARASINDA DIYALOG VE
UZLAŞI SAĞLANMASI YOLUNDA BIR FIRSAT
PENCERESI AÇABILECEĞINI DÜŞÜNÜYORUZ
SÖYLEŞI: ZEYNEP YIĞIT
CHP ADANA MILLETVEKILI FARUK LOĞOĞLU, “AMERIKAN
KONGRESI’NDEN SOYKIRIM IDDIALARINI KABUL EDEN BIR KARAR
ÇIKARSA VEYA ABD BAŞKANI BARACK OBAMA 24 NISAN’DA
‘BÜYÜK FELAKET’ YERINE SOYKIRIM IFADESINI KULLANIRSA
ERMENI DIASPORASININ BUGÜNE KADAR SIYASI PLANDA KALAN
MÜCADELESI HUKUKI BOYUTA DA TAŞINIR” DIYOR.
43
“TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI ÖNCÜ BIR ROL OYNAYARAK
2005’TEKINE BENZER BIR DEKLARASYON YAYIMLAYABILIR.
AYRICA TÜRK VE ERMENI PARLAMENTERLERIN BIR ARAYA
GELECEĞI BIR TOPLANTI GERÇEKLEŞTIRILEBILIR.”
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 1915 Olayları’nı nasıl değerlendiriyor?
2015 yılının iki ülke ilişkileri açısından bir fırsat yaratabilmesi
için neler yapılabilir?
Öncelikle şu gerçeğe vurgu yapmak lazım; Türkler ve Ermeniler
arasındaki ilişkiler sadece 1915 Olayları ile değerlendirilemez. İki
ulus arasındaki ilişkiler çok daha gerilere gidiyor; dayanışmalarla,
ortaklıklarla, hatta evliliklerle dolu güzel bir birliktelik söz konusu. 1915 Olayları, Türkler ve Ermenilerin uzun, ortak ve genellikle
olumlu tarihlerinin sadece bir bölümü. Bu gerçeği göz ardı etmemek gerekiyor.
1915 Olayları ile ilgili olarak tarafların söylemleri de, öyküleri
de birbirine tamamen ters bir değerlendirme ortaya koyuyor.
Ermeniler “Soykırım oldu” derken biz “Hayır, olmadı” diyoruz.
İki taraf da kendi görüşünü güçlendirmek amacıyla belgelere,
araştırmacılara, tarihçilere atıf yapıyor. Dolayısıyla 1915 Olayları
konusundaki önemli bir nokta, ortak belgelere ve araştırmalara
dayalı bir söylemin bulunmaması. Bir başka önemli gerçek ise bu
iddialar konusunda hukuki boyutta alınmış kararların hepsinin
Türklerin lehine olması, yani böyle bir suçu işlemedikleri yönünde
sonuçlar ortaya çıkması; bunu İngilizlerin yürüttüğü soruşturmalarda da görüyoruz. Bundan daha da önemlisi bu konuda yetkili bir
uluslararası mahkeme tarafından alınmış bir karar olmamasıdır.
Dolayısıyla bilimsel seviyede ortak bir görüş bulunmadığı gibi
hukuki planda alınmış bir karar da yoktur.
Cumhuriyet Halk Partisi olarak konunun Türk ve Ermeni uluslarını ortak bir öyküye götürebilecek bir yaklaşımla ele alınmasını
istiyoruz. Tabii bugüne kadar bunun değişik ifade biçimleri oldu;
konuyu tarihçilere bırakalım gibi. İster tarihçi, ister diplomat,
asker veya siyasetçi olsun, esas itibarıyla yapılması gereken,
taraflar arasında bir diyalog sürecinin olmasıdır. Bu defalarca
denendi aslında; 2009’da Türkiye ve Ermenistan arasında imzalanan protokollerde olduğu gibi. Bugüne kadarki girişimleri çöpe
atmamak lazım, bunların hepsi ortak bir noktada buluşabilmek
için önemli birer basamaktır. Cumhuriyet Halk Partisi olarak 2015
yılının taraflar arasında bir diyaloğa, uzlaşıya giden yolda bir fırsat
penceresi açabileceğini düşünüyoruz. Tabii bunun gerçekleşmesi
için iki tarafın da iradesi lazım.
Hatırlanacağı gibi 13 Nisan 2005 tarihinde Türkiye Büyük Millet
Meclisi bir deklarasyon yayımlamış ve “Türkiye ile Ermenistan’ın
kendi tarihçilerinden oluşacak ortak bir komisyon kurmalarını, ulusal arşivlerini kısıtlamaya tabi tutmadan araştırmaya açmalarını,
ilgili diğer ülkelerdeki arşivlerde de sürdürülecek bu araştırmaların
sonuçlarının dünya kamuoyuna açıklanmasını” önermişti. Türkiye
Büyük Millet Meclisi bugün de öncü bir rol oynayarak 2005’tekine benzer bir deklarasyon yayımlayabilir. Ayrıca Türk ve Ermeni
parlamenterlerin bir araya geleceği bir toplantı gerçekleştirilebilir.
Hatta bu toplantıya Amerika Birleşik Devletleri, Fransa gibi ülkelerdeki Ermeni kökenli parlamenterler de davet edilebilir. Ermeni
iddialarını savunan görüşleri duymaktan gocunmamak lazım;
duymak, kabullenmek değil. Nasıl ki Doğu Perinçek davasında
ifade özgürlüğüne vurgu yapıyoruz, bu konuda da açık olmamız
lazım. Çünkü Türkiye olarak soykırım iddiaları karşısında güçlüyüz, kendimize güveniyoruz, tarihî gerçekler ve belgeler de bizim
görüşümüzü destekliyor.
44
Hal böyle olmakla birlikte özellikle Ermeni diasporası soykırım
iddialarını sürekli gündemde tutuyor. 1915 Olayları’nın 100. yılı
olması dolayısıyla 2015’e de ayrı bir önem atfedilmeye çalışılıyor. Bu noktada ülkemizin 2015 yılına yönelik hazırlıklarını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Doğrusu, Türkiye’nin 2015 yılı için hazırlıklarının yetersiz olduğunu düşünüyorum, hatta bunların ne olduğu dahi bilinmiyor. Öte
yandan, soykırım iddialarıyla ilgili olarak Türkiye bugüne kadar
hep bir savunma refleksi göstermiştir; soykırım olmamıştır, bu
iddiaları kabul etmiyoruz gibi. Tamam, kabul etmeyelim, ama
karşı tarafa veya üçüncü çevrelere bir şey anlatmak da bu yöntemle mümkün değil. Biz savunmada kalırken Ermeni diasporası
özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Fransa gibi ülkelerde var
gücüyle ve değişik yöntemlerle bu konuyu gündemde tutuyor.
Yayınlar, filmler hazırlıyorlar, çeşitli ülke parlamentolarından
soykırım iddialarını destekleyecek kararlar çıkarmak için yoğun
bir faaliyet yürütüyorlar. 2015 yılında taşlar Ermeniler lehine
“ERMENI DIASPORASI ÇEŞITLI FAALIYETLER YÜRÜTEREK ÜLKE
PARLAMENTOLARINI, DÜŞÜNCE KURULUŞLARINI, MEDYAYI
ETKILEMEYE UĞRAŞIYOR VE SOYKIRIM IDDIASINI KABUL EDEN BIR
HAVUZ OLUŞTURMAYA ÇALIŞIYOR.”
dizilmiş görünüyor. Bu gelişmenin önemli bir nedeni de Türkiye’nin demokrasi, insan
hakları, hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü, kadın-erkek eşitliği gibi konularda
ciddi sıkıntıların yaşandığı bir ülke olmasıdır. Bu durum, Ermeni iddiaları gibi konuların
piyasaya daha kolay sürülmesini sağlıyor.
Bilindiği gibi 20-25 ülkenin parlamentosundan ve pek çok yerel yönetimden Ermeni
iddialarını destekleyen kararlar çıktı. Tabii alınan bu kararlar ve dikilen soykırım anıtları
haklı olarak tepkimizi çekiyor, ama buna rağmen Ermeni diasporası siyasi mücadelesini
giderek yaygınlaştırıyor. Bu noktada şuna dikkat çekmek gerekiyor; Ermeni diasporasının
siyasi mücadelesinde esas kilit unsur eksik, çünkü Amerikan Kongresi’nden soykırım
iddialarını destekleyen bir karar çıkmadı, ABD Başkanı da bu yönde bir açıklamada
bulunmadı. 2015 yılı Ermenilerin bu konuya var güçleriyle eğilecekleri bir yıl olacak.
Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukuk gibi alanlarda yaşadığı sorunlar; TürkAmerikan ilişkilerindeki sıkıntılar; Ermeni, Kıbrıs Rum ve Yunan lobilerinin Türkiye’ye
karşı mücadeleleri, Yahudi lobisinin de artık yanımızda olmaması gibi konuları alt alta
dizdiğimizde bu yıl Amerikan Kongresi’nden bir karar çıkma ihtimali güçlü görünüyor.
Kesin olarak çıkar demiyorum, ama böyle bir olasılığı da göz ardı etmemek gerekiyor.
Bugüne kadar Kongre’den bir soykırım kararı çıkmaması ise ulusal çıkarlara ters düşeceği
endişesinden kaynaklanıyor.
ABD Kongresi’nden bir soykırım kararı çıkması ne anlama geliyor?
Ermeni diasporası çeşitli faaliyetler yürüterek ülke parlamentolarını, düşünce kuruluşlarını, medyayı etkilemeye uğraşıyor ve soykırım iddiasını kabul eden bir havuz oluş-
turmaya çalışıyor. Bir başka ifadeyle mücadelesini siyasi planda sürdürüyor. Amerikan
Kongresi’nden soykırım iddialarını kabul
eden bir karar çıkarsa veya ABD Başkanı
Barack Obama 24 Nisan’da “Büyük Felaket”
yerine soykırım ifadesini kullanırsa Ermeni
diasporasının bugüne kadar siyasi planda
kalan mücadelesi hukuki boyuta da taşınmış olacak. Şöyle ki, Ermeniler Amerikan
mahkemelerinde Türkiye aleyhine davalar
açıyorlar ve tazminat gibi çeşitli taleplerde
bulunuyorlar. Amerikan yargıçları konunun
siyasi boyutunu dikkate alıyor ve ülke çıkarlarını gözeterek Amerikan Kongresi’nin
veya ABD Başkanı’nın Ermeni iddialarıyla
ilgili kararlarına, açıklamalarına bakıyor.
Şimdiye kadar Kongre veya Başkanlık’tan
soykırım iddiaları ile ilgili siyasi bir yönlendirme olmadığı için mahkemeler genellikle
bu davaları reddetti. Eğer Kongre’den soykırım iddialarını kabul eden bir karar çıkarsa
veya ABD Başkanı Barack Obama ilk seçim
kampanyası döneminde açık bir şekilde kullandığı soykırım ifadesini 24 Nisan’da tekrar
ederse Ermenilerin Türkiye aleyhine açtığı
davalar kabul edilmeye başlayacak. Davaların sonucu Ermeniler lehine mi olur, bu
tabii belli değil, ama eğer öyle olursa Türkiye
tazminat kararlarıyla ve bunların getireceği
sorunlarla karşı karşıya kalacaktır. Bu konuda Türkiye’de maalesef yeterince duyarlılık
olduğunu sanmıyorum. Daha önce ifade
ettiğim gibi 2015 yılı için yapılan hazırlıkları
da yeterli bulmuyorum. Muhtemelen birkaç
kitap basımı, belgesel çalışması, konferans
gibi faaliyetler gerçekleştirilecektir, ama bu
arada Ermeniler, özellikle de Ermeni diasporası epey mesafe katetmiş olacaktır.
45
ERMENİ TEHCİRİ SOYKIRIM MI?
PROF. DR. YUSUF HALAÇOĞLU
KAYSERI MILLETVEKILI
MHP GRUP BAŞKANVEKILI
S
SOYKIRIM SUÇLAMASI
YAPILIRKEN, TARIHE MÂL
OLMUŞ OLAYLAR, TARIH
METODOLOJISININ
OLAĞAN KURALLARI
GÖZ ARDI EDILMEDEN
ARAŞTIRILMALI VE
BU ARAŞTIRMALAR
IŞIĞINDA BIR SONUÇ
ORTAYA KONULMALIDIR.
oykırım, 9 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nde aşağıdaki
şekilde tanımlanmıştır:
1- Ulusal, ırksal ya da dinsel bir grubun, toptan veya bir bölümünü yok
etme niyetiyle, bir grubun üyelerini öldürmek,
2- Bir grubun üyelerine bedensel-ruhsal ağır zarar vermek,
3- Bir grubun hayatının fiziki çöküşünü sağlayacak ortamı hazırlamak,
4- Bir grubun çocuk sahibi olmasını engellemek,
5- Bir grubun çocuklarının zorla bir başka gruba verilmesini sağlamak.
Osmanlı Devleti’nin Ermenileri bulundukları yerden ihraç (sevk ve iskân)
kararının ve bu kararın uygulamasının, yukarıda tanımı yapılan “soykırım”a
uyup uymadığını değerlendirmek gerekmektedir. Bunun için her şeyden
önce Osmanlı Devleti tarafından yayımlanan talimatnamelerdeki maddeleri
iyi tahlil etmek birinci derecede önemlidir. Zira o tarihlerde söz konusu bile
olmayan “soykırım” tabirini bilmemelerine ve böyle bir suçlamayla karşılaşmamalarına rağmen, en azından talimatnamelerdeki maddeler, dikkatli
gözlerden kaçmayacak bir biçimde, nakledilenlerin usulü çerçevesinde sevk
ve iskânını sağlayacak nitelikte olduğunu göstermektedir. Nitekim Osmanlı
Devleti, Batılı ülkelerin Ermenilerin topluca katledilecekleri iddialarına karşı
daha o tarihte, yani 27 Mayıs 1915’te yayımladığı bir bildiriyle, Ermenilerin
nakli kararının asayiş sebebiyle alındığını ve Ermenilerin tümünün sevk edilmemesinin devletin imha niyetinde olmadığını gösterdiğini ilân etmiştir.1
1915’teki iskân uygulamaları ve bu uygulamalar sırasında meydana gelen
olaylar, yukarıdaki “Soykırım Sözleşmesi” maddelerine göre bir soykırım
olarak adlandırılabilir mi? Bu sorunun cevabını vermek için İkinci Dünya
Savaşı sonrasında Nazi Almanyası’nın Yahudilere uyguladığı toplu imha
hareketiyle, Osmanlı Devleti’nin Ermenilere uyguladığı “sevk ve iskânı” ve
bu uygulama sırasında meydana gelen ölümleri ve kafilelerin karşı karşıya
kaldığı çeşitli durumları karşılaştırmak ve buna göre bir değerlendirme
yapmak daha isabetli olacaktır. Öte yandan Almanya’nın Yahudileri toplama
kamplarına nakletmedeki hedefi ile Osmanlı Devleti’nin Ermenileri Suriye’ye
sevk ve iskân etmesindeki hedefi bu bakımdan büyük önem taşımaktadır.
Osmanlı Devleti Ermenilere nasıl bir uygulama yapmıştır?:
1- Her şeyden önce Osmanlı Ermenilerinin Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin
göz önünde tutulması gerekmektedir. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan
sonra Ermeniler başta İngiltere, Rusya ve Fransa’nın desteğinde
1 BOA, DH. ŞFR., No. 53/4.
46
teşkilâtlanmışlar ve kurdukları örgütlerle Birinci Dünya Savaşı’na
kadar isyan, bombalama, adam öldürme, suikast girişimlerinde bulunmuşlardır. Savaşın başlamasıyla birlikte ise İtilaf Devletleri’yle
işbirliğine gitmişlerdir. Bunun en somut örneği, Ermeni Millî
Delegasyonu Başkanı Boghos Nubar Paşa’nın Fransa Dışişleri
Bakanı M. Gout’ya gönderdiği 3 Kasım 1918 tarihli mektupta yer
almaktadır. Burada Boghos Nubar, İtilaf Devletleri’nin hedeflerine sarsılmaz bir şekilde inanmış kişiler olarak, Ermenilerin İtilaf
Devletleri’nin tarafında resmen savaştığını bildirdikten başka,
Fransız ordusunun yarısına yakınını Ermenilerin oluşturduğunu,
İngilizlerin ve Rusların da ordularında Ermeni gönüllülerin başarıda
büyük payı olduğunu bildiriyor.
2- Savaşın başlangıcında ve bütün savaş boyunca, Osmanlı
Ermenileri ileri gelenlerinin düşmanla işbirliği yaptıkları, onlara
yardım için içeride isyanlar çıkardıkları, telgraf tellerini kestikleri,
tren yollarına sabotajlar düzenledikleri, o devletlerin arşivlerinde
yer alıyor.
3- Osmanlı Devleti, bütün bu gelişmelere karşılık Nazilerin uygulamalarının aksine, topraklarında yaşayan Ermenilerin tümünü
sürgün etmemiş, savaşın olağanüstü şartlarından ve güvenlik
gerekçesiyle, isyan eden, “düşman ülkelerle” anlaşan ve tehdit
unsuru olan belli bir coğrafyadakileri “geçici” olarak nakletmiştir.
Nakilde, Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı harekette bulunmayan ve
bu tür gruplarla işbirliği yapmayan Katolik ve Protestanlar ile yaşlı,
kadın ve çocuklardan büyük bir grup (300 ila 500 bin arasında)
yerlerinde bırakılmıştır. Özellikle İstanbul, Edirne, Aydın, İzmir,
Antalya ve Kastamonu gibi şehirlerdeki, komite üyesi olanlar hariç
Ermeniler sevk edilmemiştir.2
4- Anadolu’daki tüm Ermeni nüfus Suriye’ye sevk edilmemiş,
daha az zararlı telakki edilenler kendi kasaba ve köylerine yakın
beldelere yerleştirilmiştir.
5- Nakledilenler yine Osmanlı sınırları içinde yer alan bir coğrafyaya göç ettirilmiş, göçe tabi tutulanlara, Nazilerin evlere baskın
yaparak sorgusuz-sualsiz toplama kamplarına sevk etmeleri
yerine, göç hazırlığı yapmaları için bir hafta ila 15 gün arasında
süre verilmiştir.
6- Göçen Ermenilerin tüm ihtiyaçlarının (yiyecek, sağlık, bilet temini, seyahat sırasında duyacakları diğer ihtiyaçları vs.) “Muhacirin
tahsisatı”ndan karşılanması kararlaştırılmış, savaş dolayısıyla yer
yer aksamalar görülmesine rağmen, istekte bulunan vilâyetlere
bütçeden ek ödenek çıkarılmış3, bir şehir ve kasabada yaşayan
Ermenilerin tümü sürgüne gönderilmemiş, hastalar, yetimler,
Katolik ve Protestan mezhebi mensuplarıyla zanaat sahipleri ve
orduda görev yapanlar zorunlu göç kapsamı dışında tutulmuştur.
7- Ermenilerin sevki sırasında (1915), Osmanlı ordusunda silah
altında bulunan çok sayıda Ermeni asker sevk edilmeyerek geri
hizmete alınmış, 24 Temmuz 1917 tarihi itibarıyla bunlardan 522’si,
hâlâ ordu komutanlarının tercümanlığında ve pek çoğu da kritik
addedilecek bölüklerde görevde tutulmuştur.4
8- Göçe tabi tutulanlara, Nazilerin toplama kamplarının aksine,
gittikleri yerlerde devlet tarafından evler yapılması, hayatlarını
devam ettirebilmeleri için ziraate elverişli yerlere yerleştirilmeleri,
sanat erbabına alet-edevat ve sermaye verilmesi gibi ihtiyaçları,
imkânların elverdiği ölçüde karşılanmaya çalışılmış, göçmenlerin
geldikleri vilâyetlerin belirlenerek nüfus kayıtlarının çıkarılması
yönünde çalışmalar yapılmıştır.
9- Nazi kamplarının aksine, hasta göçmenler için yollarda ve
kamplarda hastahaneler kurulmuş, göçmenlerin sağlık sorunları
ile ilgili olarak Osmanlı Devleti’nin yanı sıra çeşitli ülkelerin sağlık ekiplerine de yollarda ve kamplarda görev yapmaları için izin
verilmiştir. Hatta çoğu kamplarda Ermeniler de görev yapmıştır.
10- Kimsesiz çocuklar ve yetimler, yolun meşakkatinden etkilenmemeleri için yetimhanelere ve bazı zengin ailelerin yanına
yerleştirilmişler, bu yetimhanelerin yönetimi 1917’den itibaren
misyonerlere bırakılmış, 1918’de geri dönüş izninin verilmesinden
sonra yine misyonerlerin gözetiminde ailelerine ve yakın akrabalarına teslim edilmişlerdir.5
11- Aşiretlerin ve sivil halkın saldırısına karşı kafilelerin korunması için jandarmalar görevlendirilmiş, suistimalde bulunan
görevlilere işten el çektirilerek divan-ı harbe sevk edilmiş ve cezalandırılmışlardır. Bu şekilde olmak üzere 1915 yılında mahkemeye
sevk edilenlerin sayısı 1673’tür. 1916 yılında mahkeme sonuçlarına
göre, bunlardan 47 kişi idama, 48 kişi kürek ve kalebent, 524 kişi
hapis cezalarına çarptırılmıştır. Yani suçlular devlet tarafından
cezalandırılmıştır.
12- Zorunlu göçten kurtulmak için Müslümanlığı kabul ettiğini
2 Bunlardan Kütahya’dan Ermenilerin nakledilmemesi, devlet emirlerine rağmen valinin kendi iradesiyle tehciri uygulamamasına bağlanmaktadır. Halbuki Osmanlı belgelerinde,
Kütahya’dan Ermenilerin sevk edileceklerine dair merkezden gönderilen bir emre rastlanmamaktadır (Bkz. Osmanlı Belgelerinde Ermeniler 1915-192), Devlet Arşivleri yay.,
Ankara 1995).
3 Bkz. BOA, İrade Meclis-i Mahsus, Sıra no. 2271, Genel no. 184, Hususi 19, 27 N 1333; İrade Meclis-i Mahsus, Sıra no. 2301, Genel no. 215, Hususi 21, 28 L 1333; İrade Meclis-i
Mahsus, Sıra no. 419, Genel no. 2864, Hususi 12, 12 R 1333.
4 Bkz. Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri, 1914-1918, II, s. 65-72, Belge 368-372.
5 Bkz. Bâb-ı Âli, DH, Aşâir ve Muhâcirin Müdiriyesi İskân Şubesi, Husûsi: 35502’den naklen Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, 1915-1920, Devlet Arşivleri yay., Ankara 1995, s.
224-225, Belge 564.
47
söyleyenler de göç ettirilmiş, bu şekilde din değiştirenlere savaş
sonrasında çıkarılan bir yasa ile, istedikleri takdirde eski dinlerine
dönebilecekleri bildirilmiştir.
13- Savaş, kuraklık, çekirge istilâsı, seferberlikten dolayı iş yapabilecek hemen bütün erkeklerin silah altına alınması gibi nedenlerle tarladaki zirai ürünün kaldırılamaması ve neticede meydana
gelen yiyecek sıkıntısı ve bunun sonucu bulaşıcı hastalıkların yayılması pek çok göçmenin ölümüne yol açmış, bunun üzerine başta
Amerika olmak üzere çeşitli devletlere mensup yardım kuruluşları
ve Kızılhaç’ın yardımlarına izin verilmiştir.
14- Savaşın sona ermesiyle birlikte, devlet tarafından çıkarılan
“geri dönüş kanunu” ile göçmenlerin evlerine dönmeleri sağlanmış, Ermeni Patrikhanesi’nin tespitlerine göre Sevr öncesinde,
tehcir kapsamı dışında kalanlarla evlerine geri dönenlerin miktarı
644.900 olarak tespit edilmiştir. Dönüş sırasında göçmenlerin
tüm ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmış, evlerine muhacir
yerleştirilmiş olanların evleri tahliye edilerek kendilerine iade
edilmiş, dönenlerin eşyaları teslim edilmiş, dönüşten sonra yirmi
gün müddetle iâşeleri temin edilerek, vergi borçları ertelenmiş
veya affedilmiştir.6
ABD’nin Halep Konsolosu Jackson’ın, zorunlu göçün henüz sona
erdiği 3 Şubat 1916 tarihinde Büyükelçi Morgenthau’ya gönderdiği
raporunda, Suriye’ye 500 bin Ermeni göçmenin ulaşmış olduğu ve
bunların yerleştirildikleri yerlere dair verilen bilgi, aslında Suriye’ye
ulaştığı belirlenen bu sayı ile Kafkasya’ya kendiliğinden göçtüğü
kaydedilen nüfus göz önüne alındığında, duyumlara dayanarak bir
milyon Ermeni’nin göç sırasında öldüğü veya öldürüldüğü yönündeki bütün iddiaları yalanlamaktadır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin,
muhtaç göçmenlere yardım için oluşturulan yabancı yardım kuruluşlarına Ermenilerin iskân edildikleri kampların kapılarını açması,
dolayısıyla sadece Suriye’de 486 bin kişiye yardım edilmesine izin
vermesi, Ermenileri imha niyetinde olmadığını gösteriyor. Buna
bağlı olarak, göç bölgelerindeki Ermenilerin tümü yerine belli bir
kesiminin zorunlu göç kapsamına alınması, diğerlerinin evlerinde
bırakılması, “etnik temizlik” veya “soykırım” iddialarını tümüyle
ortadan kaldırıyor. Nitekim özellikle ülkenin İstanbul, İzmir, Aydın,
Bursa, Kütahya, Edirne gibi şehirlerinde, terör mensupları dışında
kalanların zorunlu göç kapsamı dışında kalması, sürgünün Ermenilerin Ermeni oldukları için yapıldığı iddiasını da çürütüyor. Ayrıca
göç uygulamalarında, “Soykırım Sözleşmesi”nde ifade edildiği
biçimde, “topluca imha edilmeye yönelik” bir art niyet olup olmadığını, göç edeceklere hazırlanmaları için süre verilmesi gösteriyor.
Hele hele göçe tabi tutulanların, gittikleri yerlerde, geldikleri şehirler de kaydedilmek suretiyle, nüfus defterlerinin düzenlenmesi
talimatının verilmesi, hayatlarını devam ettirebilmeleri için ziraate
uygun bölgelere yerleştirilmeleri ve toprak tahsisi, sanat erbabına
alet-edevat ve sermaye verilmesi sürgünün imha düşüncesiyle
yapılmadığını ortaya koyuyor. Özellikle, talimatnamelere aykırı
davranan, kafilelerin güvenliğine dikkat etmeyen ve suistimalde
bulunan görevlilerin, bizzat Talât Paşa’nın imzasını taşıyan telgraflarla derhal işine son verilmesi ve divan-ı harbe sevk edilmeleri,
münferit hadiselerin de üzerine gidildiğini, suçlu bulunanların cezalandırıldığını gösteriyor. Savaşın sona ermesi ve güvenlik sorunlarının ortadan kalkmasının ardından göçmenlerin geri dönmelerine
izin verilmesi, yetimhanelerde veya zengin aileler yanında bulunan
Ermeni çocukların da misyoner kuruluşlar gözetiminde ailelerine
teslim edilmesi, sevk ve iskânın güvenlik gerekçesiyle yapıldığını
ortaya koyuyor.
Ermeni iddiaları dayanaktan yoksun
Yukarıda işaret edilenler uygulamaların, çeşitli nedenlerle meydana gelen ölümlere rağmen, “Soykırım Sözleşmesi”nde tanımını
bulan şartları taşımadığını, Nazi Almanyası’nın Yahudilere uyguladıklarıyla da hiçbir benzerlik göstermediğini ortaya koyuyor. Bu
durumda, 1915’te cereyan eden olayların neden soykırım olarak
tanımlandığı, üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur. Yine,
1944 tarihinde kullanılmaya başlayan bir kelimenin, neden 1915’e
indirgendiği de cevaplanmalıdır. Kaldı ki, soykırım olduğunu iddia
edenlerin, bugüne kadar “soykırım”ı ispat edecek ciddi bir belge
veya bulgu sunamamalarını da dikkate almamız gerekiyor. Şinasi
Orel ve Süreyya Yüce tarafından sahte oldukları ispat edilmiş olan
Talât Paşa’ya ait olduğu iddia edilen telgrafların hangi nedenle
ortaya atıldığını da sorgulamamız gerekiyor.7 Zira sonradan hazırlandığı tespit edilen bu telgraflar üzerinde yapılan incelemede, bu
türden telgraflarda olması gereken Osmanlı bürokrasisinin mutat
işlem kayıtlarının bulunmadığı, telgrafın gönderildiği iddia edilen
valinin, o tarihte o vilâyette valilik yapmadığı, her Osmanlı belgesinin en üstünde yer alan besmelenin olması gerekenden farklı bir
biçimde yazıldığı ve en önemlisi de Talât Paşa’nın imzasının sahte
olduğu ortaya çıkarılmıştır. Oysa ki Talât Paşa’nın bizzat imzasını
6 Bunlar için bkz. BOA, Şûrâ-yı Devlet, nr. 39380; Bâb-ı Âli, DH., Aşâir ve Muhâcirin Müdiriyesi İskân Şubesi, Umûmi: 36066’dan naklen Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, s.
232-233, Belge 572; Aşâir ve Muhâcirin Müdiriyesi İskân Şubesi, Husûsi: 35552’den naklen Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, s. 225-226, Belge 565.
7 Bkz. Ermenilerce Talât Paşa’ya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, TTK yay., Ankara 1983.
48
taşıyan gerçek şifre telgraflarda, hangi Ermenilerin sevk ve iskâna
tabi tutulacağı, yolculukları esnasında can ve mallarının korunması
ile ilgili tebliğler yer almaktadır. Bu telgraflar, ayrıca Ermenilerin
göç ettirilmesiyle ilgili son derece gizliliği olan ve ilgili resmî makamca belirlenen ve sadece onlarca bilinen harfler ve kelimelere
karşılık olan rakamların yer aldığı orijinal belgeler olup, bu kadar
gizlilik içinde gönderilen belgelerin hiçbirinde imha veya onu ima
eder nitelikte bir ifadenin bulunmadığı, aksine koruma hususunda
talimat ve tedbirlerin yer aldığı dikkati çekiyor.8 Yukarıda tespit
edilen hususlar bir şekilde Ermeni iddialarının dayanaktan yoksun
olduğunu ortaya koyuyor.
Soykırım iddiasında bulunanların en önemli tutarsızlıklarından
biri de, öldürüldüğünü iddia ettikleri Ermenilerin sayısının 1915’ten
itibaren sürekli farklı rakamlarla ifade edilmesi ve yükseltilmesidir. 600 binlerden başlayan rakamlar, günümüzde 1,5 milyona,
hatta bazı kimseler tarafından iki milyona çıkarılmıştır. Halbuki,
o tarihlerde yabancı devletlerce yapılan nüfus araştırmalarında,
Osmanlı Devleti’nde yaşadığı iddia edilen Ermenilerin toplam
nüfusu ortalama 1,5 milyon olarak gösterilmekte, hatta Ermeni
Patrikhanesi bile 1.915.000 rakamını vermektedir.9 Nitekim pek çok
kesim tarafından güvenilir bulunan Patrik Malachia Ormanian’ın
tespitlerinde de Ermeni nüfusu 1.895.400 olarak gösteriliyor.10
Keza katliamı savunan Dr. Johannes Lepsius da Ermeni nüfusunun
1.845.450 olduğunu yazıyor. Bu durumda ancak 300-400 bin Osmanlı Ermenisi’nin hayatta kalması gerekirdi. Oysa ki, 1919 yılı itibarıyla, Osmanlı topraklarından diğer ülkelere gerçekleşen göçlere
rağmen, Amerikan arşiv belgelerinde ve Ermeni Patrikhanesi’nce,
diğer ülkelere göçenler hariç, sadece Anadolu’da yaşayanlar ve
evlerine geri dönenler 644.900 olarak verilmekte, İstanbul İngiliz
Büyükelçiliği ise 1922 yılı itibarıyla bütün dünyadaki Osmanlı Ermenilerinin sayısını 1.200.000 olarak göstermektedir. Bu rapora
göre dünyaya dağılmış Ermenilerden 817.873’ü Türkiye’den göç
edenlerdir. Ayrıca 95 bin Ermeni kadın ve çocuk Müslüman olmuştur ve bu rakamlara dahil değildir. Keza aynı raporda Türkiye’de
de Ermeni kimliği altında 281.000 Ermeni yaşamaktadır. Bu
durumda 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia edenlere şu
soru sorulabilir: Katledildiği iddia edilen Ermeni sayısı 1,5 milyon ise
1.200.000 Osmanlı Ermenisi nasıl olup da hayatta kalmıştır? Keza,
hastalığa bağlı olmaksızın bu denli yüksek sayıda Ermeni öldürül-
müşse, bu Ermenilere ait toplu mezarların olması gerekmez mi?
Bu durumda, en az 3.000 ila 5.000 arasında toplu mezar olurdu ki,
Anadolu’nun her yerinden toplu mezar çıkması kaçınılmazdı. Mesela Nazi Almanyası’nda katledilen Yahudiler gizlenebilmiş midir?
Dolayısıyla varsayalım ki, Anadolu’dakiler gizleniyor. Bu durumda
Türkiye dışında bulunan Suriye’de kamplarda öldürüldüğü iddia
edilen Ermenilerin toplu mezarları neden tespit edilmiyor ve niçin
dünya kamuoyuna sunulmuyor? Aslında bütün bu soruların tek
bir cevabının olduğu ortaya çıkıyor. 1915’te meydana gelen olaylar,
Ermeni diasporası tarafından siyasi nitelik verilerek çarpıtılıyor ve
tamamen abartılı bir propaganda malzemesi şeklinde sunuluyor.
Bu durumda Osmanlı Devleti tarafından organize edilen sistemli
bir katliamın yaşanmadığı, buna karşılık göçün meşakkatinden ve
hastalıklardan birçok Ermeni’nin hayatını kaybettiği sonucu çıkıyor.
Bilim ve gerçekler, siyasi tercihe kurban ediliyor
Bazı kimseler tarafından, ölenlerin miktarından çok asıl olanın,
Ermenilerin hükümet tarafından organize bir biçimde öldürülüp
öldürülmediğinin sorgulanması gerektiğidir. Bu gibi kimselerle
aynı düşünceyi paylaşmakla birlikte, abartılmış rakamlarla ölüler
üzerinden propaganda yapılmasının da ortaya çıkarılması gerektiğine inanıyorum. Bu nedenledir ki, Ermenilere ait verilen ölüm
sayılarının tutarsızlığını ortaya koymamız büyük önem taşıyor.
Zira sayılarla oynayan ve tartışmasız “soykırım” iddiasıyla ölüler
üzerinden siyaset yapan ve rant elde etmeye çalışanların da tesbiti
gerekiyor. Bu nedenledir ki, tarihî belgeler ışığında konunun tartışılması teklifleri sürekli olarak reddediliyor ve bilimsel çalışmalar
yaparak çözüm yolları aranması yerine, aynı fikri savunanların
kendi aralarında yaptıkları toplantılarla konu daha da kemikleşiyor
ve dogma haline getiriliyor. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de,
propaganda çarkı acımasızca dönmeye devam ediyor, bilim ve gerçekler, siyasi tercihe kurban ediliyor. Mesela “soykırım” olduğunu
iddia edenlerin en baş kaynaklarından olan o tarihte Intelligence
Bureau’da görevli Arnold J. Toynbee’nin Blue Book adlı eserinin
660. sahifesinde 1916 itibarıyla hayatta olan Ermeniler 1.150.000
kişi olarak verilirken, kayıpların sayısı ise 450 ila 800 bin arasında
gösterilmekte ve ortalama olarak da 600 bin Ermeni’nin hayatını
kaybettiği yazılmaktadır. Bu durumda günümüzde 1,5 milyona
çıkarılan rakamlara ne demek gerekir?
8 Bkz. 8 Haziran 1915 tarihli Canik Mutasarrıflığına gönderilen telgraf (Bâb-ı Âli, Sıra no. 859).
9 Raymond H. Kévorkian et Paul Paboudjian, Les Arméniens dans L’Empire Ottoman à la veille du génocide, (Paris, 1992), Chapter IV’ten aktaran: Justin McCarthy, Population
History of the Middle East and Balkans, (İstanbul, ISIS Press, 2002), s. 293.
10 Bkz. US ARCHIVES NARA, Inquiry Report No. 90. s. 56.
49
Şayet tarihte meydana gelmiş her toplu ölüm olayı “soykırım”
olarak nitelendirilecek olursa, hiçbir devletin ve toplumun böyle
bir vebalin altından kalkmasının mümkün olmadığı muhakkaktır. Mesela 1914-15’te başta Erivan olmak üzere Kafkaslar’dan
sürgün edilen Türk ve Müslüman muhacirler de aynı tanımın
içinde telakki edilmek durumundadır. Yine 1877-78 Osmanlı-Rus
Savaşı ve 1912’de meydana gelen Balkan Savaşları sonrasında
5,5 milyon insanın Balkanlar’dan Anadolu’ya sürgün edildiği ve
bu sürgün sırasında milyonlarcasının gerek katledilme ve gerekse
hastalıklardan yollarda ölümlerinin de “soykırım” olarak kabul
edilmesi gerekir. Keza pek geriye gitmeden, 1992 yılında Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaş sırasında Hocalı’da meydana gelen olaylar, yani Ermeni güçlerince kadın, yaşlı ve çocuk
ayırt edilmeksizin 613 kişinin katledilmesi ve bu savaş sırasında
bölgede yaşayanların sürgün edilmeleri -ki halen bir milyondan
fazla Karabağlı zor şartlar altında sürgünde yaşamaktadır-, 1948
“Soykırım Sözleşmesi” kapsamına doğrudan giren ve Ermenileri
savaş suçlusu durumuna düşüren bir nitelik taşımaktadır. Buna
benzer olmak üzere 1960-63 ve 1974’te Kıbrıs’ta Kıbrıs Türklerine
karşı Rumların gerçekleştirdikleri katliamları da aynı kategori
içinde değerlendirmek gerekir. Keza Fransa’nın önce Cezayir’de
1,5 milyon Cezayirliyi, 1994 yılında ise 800 bin Ruandalıyı katletmesini; İngiltere’nin 1788-1938 tarihleri arasında Avustralya’daki
yerleşik halk Aborjinleri sistematik biçimde yok edişini; Norveç’in
1920-30 arasında etnik grup Tater kızlarını kısırlaştırmasını;
İsviçre Hükümeti’nin 1926-1973 arasında Çingene çocuklarını ailelerinden zorla alıp asimile etmesini soykırım olarak nitelendirmek
kaçınılmazdır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Dolayısıyla, daha önce de belirttiğimiz gibi, soykırım suçlaması
yapılırken, Bosna’da veya Hocalı’da olduğu gibi, herkesin gözü
önünde meydana gelenler dışında, tarihe mâl olmuş olaylar, tarih
metodolojisinin olağan kuralları göz ardı edilmeden araştırılmalı
ve bu araştırmalar ışığında bir sonuç ortaya konulmalıdır. Böyle
bir araştırma sonucu elde edilecek verilerin, yine de hukuki açıdan
herkesi bağlayıcı bir nitelik taşıması beklenemez. Zira olayların olduğu tarihte yaşanmaması, doğru teşhiste de yanılmalara sebep
olacak ve subjektif bir değerlendirmeyle yetinilecektir.
SONUÇ
Uzun yıllar Ermeni diasporasının yürüttüğü etkili propaganda
nedeniyle bugün dünyada geniş bir kitle Ermeni soykırımı iddialarını benimsemektedir. Türkiye’de yapılan araştırmalar ve
buna bağlı olarak sürdürülen bilgilendirme çalışmaları, gerek
50
aydın kesim, gerekse kamuoyunda olması gereken bir düzeyde
değildir. Özellikle Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye tarih vermesiyle başlayan baskılar, Ermeni soykırım iddialarını Türkiye’nin
gündemine taşımış ve Türk Tarih Kurumu’nun gerçekleştirdiği
yabancı arşivlerdeki araştırmaların sonuçları, belli bir ölçüde,
iddiaların geçersizliği konusunda somut delillerin kamuoyuna
sunulmasını sağlamıştır. Buna karşılık dünya kamuoyunun, yıllardır sürdürülen Ermeni diasporasının propagandası sonucunda,
“soykırım yapıldığını” kabul etmesi ve hatta bazı ülkelerin tarih
ders kitaplarına soykırımın girmiş olması, gelecekte daha geniş
bir kitlenin Türkiye’yi suçlayanların yanında yer almasına yol
açacaktır. Ermenilerle bilimsel alanda kurulmak istenen diyalog
da, özellikle Ermenilerin böyle bir tartışmayı kabul etmemesi
nedeniyle gerçekleşememekte, durum her geçen gün daha da
içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir. Mesela 2004 yılında merkezi
Viyana’da bulunan Viyana Ermeni Türk Platformu’nun her iki ülke
bilim adamlarını bir araya getirme teşebbüsü, Temmuz 2004’te
100’er belge değişimi gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, Ermeni
tarafının, muhtemelen Türk tarafınca verilen dosyanın Ermeni
iddialarını çürütecek nitelikte olması dolayısıyla, toplantıdan son
anda vazgeçmesi üzerine başarısızlıkla neticelenmiştir. Keza aynı
şekilde, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde
her iki ülke tarihçileri tarafından konunun araştırılması teklifi de
Ermenilerce reddedilmiştir. Bu durum göstermektedir ki Ermeniler, bilimsel platformda sorunun tartışılmasını, ellerinde iddialarını
kanıtlayabilecek delilleri olmadığı için kabul etmemektedirler. Bu
durumda yeni yöntemler belirlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
Yaptığımız araştırmalarda, yukarıda da bir kısmı açıklandığı gibi
Osmanlı yönetiminin, günümüzdeki tabiriyle soykırım olarak kabul edilebilecek bir uygulamasının olmadığı görülmektedir. Esasen
tehcirin, hukuken 1948 öncesini kapsamamasının ötesinde, bu
tarihte esas anlamını bulan Yahudi soykırımıyla da hiçbir benzer
yanı bulunmadığı birçok otorite tarafından ifade edilmektedir.
Ayrıca soykırım iddiasını ileri sürenlerin, soykırım ana sözleşmesinde yer alan şartların temel hükümlerinin ihlal edildiğini öne sürebilecekleri bir belgeleri de yoktur. Zaten bugüne kadar böyle bir
belgenin yayımlanmaması ve herhangi bir mahkemece “soykırım”
kararının alınmamış olması bunu göstermektedir. Buna karşılık
Osmanlı Arşivi’nce yayımlanan belgelerde, asıl Türklerin katliama
uğradıkları ortaya çıkmaktadır. Bu durum, yabancı arşivlerdeki
nüfus istatistikleri ile de teyit edilmektedir. Bu istatistiklerdeki
1914 nüfusu ile 1919 sonrası nüfusu karşılaştırıldığında, Türkler
veya Müslümanların dünya savaşı dolayısıyla büyük bir nüfus
azalmasıyla karşılaştığı, buna karşılık, başka ülkelere göç edenler
de dikkate alındığında, aynı derecede Ermeni kaybı olmadığı görülüyor. Bu durumda 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü iddiaları, bu
nüfus istatistikleriyle gülünç hale gelmektedir. Zira hemen bütün
istatistikler Ermenilerin Osmanlı Devleti’ndeki toplam nüfusunu
ortalama 1,5 milyon civarında tespit etmektedir.
Boston’daki Taşnak arşivi başta olmak üzere, Kudüs ve Erivan’daki
Arşivlerin açılması için çağrı yapılmalıdır
karşı yürüttükleri politikalarda Ermenileri kendi çıkarlarına nasıl
Bütün bunlara karşılık şurası muhakkaktır ki, bu türden siyasallaştırılmış konularda bilimsel çalışmalar tek başına konunun
çözümünde yeterli değildir. Siyasi otoritenin, bilimsel çalışmalar
sonucu elde edilen verileri değerlendirmesi ve bunları uluslararası arenada kullanması birinci derece önem taşımaktadır. Zira
Ermeni soykırımı iddiaları yukarıda da ifade edildiği gibi siyasi
bir niteliğe sokularak dogma haline getirilmiş ve propaganda
yöntemiyle çeşitli ülkelerde, doğrudan olmasa bile, dolaylı şekilde
kabul görmüştür. Hatta o denli ileri gidilmiştir ki, Fransa ve İsviçre
başta olmak üzere kimi Avrupa ülkeleri, Avrupa’yı Avrupa yapan
demokrasi ve ifade özgürlüğü gibi değerleri göz ardı ederek, bugün bilim adamlarının “soykırım olmamıştır” ifadelerini suç kabul
etmektedir. Buna rağmen konunun çözümü, bilimsel araştırmalarda yatmaktadır. Bu nedenle bilimsel araştırmalar sonucu elde
edilen veriler ışığında siyasi otoriteler, bu konuda yeni yöntemler
ve siyaset belirleyeceklerdir. Bu açıdan bakılacak olursa, nasıl bir
yöntemle konunun üstüne gitmek yararlı olabilir? Her şeyden önce
soykırım kararı alan ülkelerin parlamentolarına, TBMM tarafından, böyle bir kararı hangi belgeye dayanarak ve hangi mahkeme
kararı sonucu aldıkları sorulmalıdır. Ayrıca, bilhassa, olayların
1915’te, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından önce meydana geldiği ve Lozan’da çözümlendiği, dolayısıyla iddialarla ilgili
isteniyorsa ciddi ve tarafsız bir komisyon oluşturularak ilgili arşivlerde yeniden araştırma yapılabileceği, bu konuda Türkiye’nin
üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getireceği dünya kamuoyuna
duyurulmalıdır. Aksi davranışların ve alınan kararların, haksız
olarak, Türk toplumunu karalamaktan öte bir yere gidemeyeceği
de ifade edilmelidir. Öte yandan Fransa, İngiltere, Rusya, Ermenistan ve ABD gibi konuyla ilgisi bulunan taraf ülke tarihçileri,
Türk tarihçilerle birlikte veya ayrı ayrı araştırmalar yapmaları
konusunda teşvik edilmeli ve hatta bunun için burs verilmelidir.
Şüphesiz bu yolla gerçekleştirilecek araştırmaların yabancı dillerde yayımlanması, dünya kamuoyunun dikkatini çekecektir. Öte
yandan Ermeni komitelerine ait arşivlerin açılması için (mesela
1915 dönemine ait arşivler) özellikle Avrupa ve Amerika Birleşik
Devletleri’ne dünya kamuoyu önünde çağrı yapılmalıdır. Zira
arşivlerin açılması, başta Fransa ve Rusya olmak üzere, pek çok
devletin Ermeni sorunundaki vebalini, onlarla gizli anlaşmalarını,
yönlendirmelerini, silah yardımlarını ve hatta Osmanlı Devleti’ne
alet ettiklerini ortaya çıkaracak; komitelerin isyan ve katliamlarla
ilgili plan ve faaliyetlerine de açıklık kazandıracaktır. Bu arşivlerden muhtemelen, tehcir sırasında kaçırılmış veya öldürülmüş
sanılmasına rağmen rüşvet karşılığı Anadolu’nun çetin coğrafi
alanlarında saklanan veya bir yolunu bularak yurt dışına kaçan
Ermenilerle ilgili bilgiye de ulaşılacaktır.
Yukarıda belirttiğimiz biçimde, “soykırım”ı kabul eden parlamentolara yapılacak teklifler, o ülkelerde yaşayan insanlar
üzerinde şüphesiz olumlu sonuçlar doğuracaktır. Türkiye’nin iyi
niyetle yapacağı bu teklifin reddedilmesi, Batılıların tarihleriyle
yüzleşmek isteyip istemedikleri sorusunu akla getirecektir. Böyle
bir durumda, konunun artık Türkiye’nin gündeminden çıktığını ve
bundan böyle hiçbir şekilde bu tür iddialara muhatap olmayacağını açıklama fırsatı verecektir. Teklifin kabul edilmesi durumunda,
bugüne kadar çeşitli parlamentolarca onaylanmış “soykırım”
suçlamaları, dolaylı olarak reddedilmiş olacaktır. Araştırmalardan
çıkacak sonuç, Birinci Dünya Savaşı sırasında, her iki toplumun,
savaş ortamı içinde birbirlerini katlettikleri, devlet tarafından
planlanmış bir katliamın olmadığı, hukuki anlamda olayların
soykırım olarak tanımlanamayacağı, dünyanın pek çok bölgesinde
olduğu gibi Osmanlı Devleti topraklarında da 1914-18 arasında
bütün toplum katmanlarının trajik olaylar yaşadığı, dolayısıyla
savaş sırasında bütün dünya halklarının başına gelenlerin Ermenilerin, Türk ve Müslümanların da başına geldiği, her iki tarafın
da büyük kayıplar verdiği, bu kayıplardan üzüntü duymamanın
mümkün olmadığıdır.
Türk-Ermeni ihtilâfındaki tarihî gerçek en yalın şekilde Howard
M. Sachar’ın 1969’da yayımladığı The Emergence of the Middle
East: 1914-1924 (Ortadoğu’nun Doğuşu) adlı kitabında yer verdiği
aşağıdaki cümlede anlam bulmaktadır:
“Bütün o savaş yıllarında hiç kimsenin, Ermenilerin bile, Türkler
kadar kanı akmamıştır. Artık savaş yılları sona ermiştir”.11
11 Howard M. Sachar, The Emergence of the Middle East, 1914-1924, Alfred A. Knopf, New York, 1969, s. 453. Ayr.Bkz. Sürgün ve Göç, s. 49.
51
DOÇ. DR. FERUDUN ATA:
TEHCIR YARGILAMALARINDA TARAFSIZ
DAVRANILMAMIŞ, SIYASI DIREKTIFLER
DOĞRULTUSUNDA KARAR VERILMIŞTIR
SÖYLEŞI: İREM COŞKUNSEVEN
BIRINCI DÜNYA SAVAŞI SONRASINDA IŞGAL ALTINDAKI
İSTANBUL’DA YAPILAN TEHCIR YARGILAMALARININ SOYKIRIM
IDDIALARINA DAYANAK GÖSTERILEMEYECEĞINI BELIRTEN
DOÇ. DR. FERUDUN ATA, “SAĞLIKLI VE OBJEKTIF BIR
YARGILAMANIN YAPILMADIĞINI, MAHKEME HEYETININ ALMIŞ
OLDUĞU SIYASI DIREKTIFLER DOĞRULTUSUNDA
ÇALIŞTIĞINI GÖRÜYORUZ” DIYOR.
52
1918 yılında Divân-ı Harb-i Örfî Mahkemesi kurularak İttihat ve
Terakki’nin önde gelen isimleri, siviller ve bazı idareciler yargılanıyor. İdam kararının da çıktığı bu mahkemelerin kuruluş
sürecinde neler yaşanmıştır?
1918 yılı Birinci Dünya Savaşı’nın son yılıdır. Artık her iki blok da
savaşı bitirme arzusundadır ve Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan mütarekeyle savaş dışı kalır. 13 Kasım’da İtilaf
Devletleri İstanbul’a asker çıkarır. İstanbul’a gelir gelmez İtilaf
Devletleri’nin hükümetten istemiş oldukları en önemli hususların
başında İttihat ve Terakki yetkililerinin ve onların iddiasıyla Ermenileri öldürenlerin bir an evvel en ağır bir biçimde cezalandırılması
gelir. Bu kapsamda Kasım ayının sonlarında tehcir dolayısıyla
yapılmış olan bazı eylemlerin aktörlerini soruşturma ve tutuklama
yetkisine sahip araştırma komisyonları kurulur. Bu komisyonların
yetki alanı yalnızca İstanbul’u değil, Ermeni meselesine müdahil
olan herkesi, Anadolu’dakileri de kapsar. Fakat komisyon başkanı
Mazhar Bey bu konunun çok geniş olduğunu, kendilerinin İstanbul
dışındaki yerlere çok fazla gidemeyeceğini düşündüğünden ilave
komisyonlar kurulur. Bu sırada İttihat ve Terakki mensuplarının
hangi mahkemelerde yargılanacağı sorusu gündeme gelir. Normal
mahkemelerde yargılanacak olurlarsa bunun yıllar süreceği şeklinde tartışmalar yaşanır. Bu tartışmalar yaşanadursun İstanbul’da
örfi idarenin ve sıkıyönetimin bir sonucu olarak 16 Aralık 1918
tarihinde Divân-ı Harb-i Örfî Mahkemesi kurulur.
Mahkemeden acil kararlar çıkmayınca İtilaf Devletleri hem Tevfik Paşa Hükümeti hem de Padişah Vahdettin üzerinde baskı
uyguluyor. Tevfik Paşa’nın istifası ve Damat Ferit Paşa’nın sadrazam olmasıyla sonuçlanan bu süreçten bahsedebilir misiniz?
5 Şubat 1919 tarihinde Yozgat Tehciri Davası’yla başlayan ilk yargılamalar, Sadrazam Tevfik Paşa dönemine denk gelir. Bu dönemde
yaklaşık 20 duruşma yapılır. Fakat bu duruşmalardan hemen sonuç
alınamayınca sabırsızlanan İtilaf Devletleri, hükümeti ve Padişah
Vahdettin’i sıkıntıya sokar. Hükümetin ataleti sebebiyle eleştiri
alan baskı altındaki Padişah, kabahati hükümette, Tevfik Paşa’da
bulur. İlk günlerde gözetilmeye çalışılan bazı hukuki haklar, şahitler, mahkemenin bazı teknik prosedürleri gibi hususlar davanın
uzamasına yol açar.
Tabii bir de işin Hürriyet ve İtilaf Partisi yönü var; kamuoyu yönü
var. İttihat ve Terakki savaş öncesindeki ve savaş içerisindeki
uygulamalarıyla birçok yanlışı da beraberinde getirmiş; ülkeyi
savaşa sokmuş; savaştan mağlup çıkılmış; yokluklar, kıtlıklar,
birtakım yanlışlar kamuoyunun bu ekibe karşı ciddi bir kızgınlık
beslemesine sebep olmuştur. O yüzden kamuoyunun neredeyse
bütünü İttihat ve Terakki’nin ceza almasını ister. Ancak basının
büyük bir kısmı İttihat ve Terakki’nin ceza almasını istemekle
birlikte bu mahkemenin sadece Ermeni Tehciri davası çerçevesi
veya bu minval üzerinde yürümesinden rahatsız olur. Çünkü Ermenilerin onca yıllık katliam olayları, savaş içerisindeki işbirlikleri
meydandayken bu sorgulamanın dışında tutulup yalnızca İttihat
ve Terakkicilerin sorgulanıyor olması yavaş yavaş kamuoyunda bir
ayrışmaya yol açar. Hükümet bu işin yanlışlığı ve gelecekte milletin izah edemeyeceği noktalara yöneleceği konusunda uyarılır.
Bu tartışma yaşanırken Hürriyet ve İtilaf mensubu olan kişiler,
geçmişin vermiş olduğu bir duygu ile İttihat ve Terakkicilerin
ceza almasını istemekte, şahit dinlemek ve mahkemede usulle
uğraşmak gibi işleri fuzuli görmektedir.
Tabii aynı günlerde Damat Ferit Paşa iktidara hazırlanır. Sürekli
İngilizlerle görüşmeler yapar ve iktidara getirildiği takdirde İttihat
ve Terakkicilere çok ağır cezalar vereceğini vadeder. Tevfik Paşa
baskılar sonucunda Mart ayında istifa eder; Damat Ferit Paşa
sadrazam olur ve bundan sonra Divân-ı Harb-i Örfî Mahkemesi’nin
de, yargılamaların da şekli ve yönü değişir.
Mahkemede idam kararlarının alınması sürecinde neler yaşanıyor?
Damat Ferit Paşa iş başına gelir gelmez mahkeme heyetini değiştirir. Tevfik Paşa zamanında kurulan mahkemenin bir kısmı
sivil, bir kısmı askerlerden oluşuyorken Damat Ferit Paşa Hükümeti zamanındaki heyet tümüyle askerlerden meydana gelir.
Hiçbir hukuk bilgisine ve nosyonuna sahip olmayan kişiler bu
mahkemede hakim heyeti sıfatıyla görev alır. Ayrıca kararların
temyiz edilmesi gibi hususlar da kaldırılır. Böylece mahkemenin
şekli, tabiri caizse komediye dönüşür. Damat Ferit Paşa göreve
geldiğinde İttihat ve Terakki mensuplarına karşı en ağır cezaların
verileceğinden kimsenin şüphesi olmasın diye Hürriyet ve İtilaf
mensuplarına olduğu gibi İtilaf Devletleri’ne de garanti verir ve
Tevfik Paşa zamanında başlamış olan Yozgat Tehciri Davası kaldığı yerden devam eder. Mart ayında başlayan mahkeme Nisan
ayına doğru tamamlanır. Damat Ferit Paşa’nın vermiş olduğu söz
çerçevesinde ve mahkeme üzerinde kurmuş olduğu baskının da
etkisiyle 10 Nisan 1919 tarihinde Boğazlıyan Kaymakamı Kemal
Bey idam edilir ve böylece ilk siyasi kurban maalesef verilmiş olur.
Mahkemelerin seyrini belirleyen etmenler neler olmuştur?
Mahkemelerin hukuki boyutunu Ermeni soykırımı iddiaları
temelinde değerlendirebilir misiniz?
Mahkemelerin seyrini belirleyen dört etmen soruşturma komisyonları, iddianameler, şahitler ve mahkeme heyetinin yargılamalardaki tutumudur. Şahitlere baktığımız zaman burada büyük bir
53
“BU MAHKEME SONUÇLARININ, ALINAN IDAM KARARLARININ
SÖZDE ERMENI SOYKIRIMI IÇIN KANIT TEŞKIL ETTIĞINI ÖNE
SÜRENLER YA BELGELERI TAHRIF ETTIKLERI IÇIN YA DA
BELGELERIN BIR KISMINI ALIP BIR KISMINI KULLANDIKLARI IÇIN
BÖYLE BIR KANAATE VARMAYA ÇALIŞMAKTADIRLAR.”
kısmı Ermeni olan 25’e yakın şahit dinlendiğini görüyoruz. İfade veren şahitlerin hiçbirisi
Yozgat’ta ne olduğunu görmemiştir. Bunlar İstanbul’daki İngiliz Konsolosluğu’nda mahkemede şahitlik edeceklerin bilgilendirilmesi amacıyla Rum ve Ermenilerden oluşturulan
komisyonların aktarmış olduğu bilgiler çerçevesinde ifade vermiştir. Öyle ki şahitler 4
yıl önceki olayları her ayrıntısıyla anlatır. Mahkeme heyeti şahitlere ifadelerin ezberletildiğine ve hatta parayla yalancı şahitlik yapıldığına kanaat getirir. Ancak kendilerine
verilen emir bu yönde olduğundan, hükümet ve İtilaf Devletleri’nin baskısıyla idam kararı
verirken bile tereddüt etmemişlerdir.
Aynı uygulama Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey için de geçerli olmuştur. Onun yargılanması
Nemrut Mustafa’nın başkan olduğu Damat Ferit Paşa’nın ikinci dönemine kalır. Nemrut
Mustafa ve mahkeme heyeti, Nusret Bey’i idam edebilmek için basın aracılığıyla şahit
toplar. Hatta Nusret Bey aleyhinde ifadesi olan varsa, mahkemeye başvursun diye ilanla
şahit aramak zorunda kalır. Ve sonuçta Nusret Bey maalesef idam edilir.
Bu dönemde toplam seksen iki kişi yargılanmış, bunlardan sadece üçü vicahen yapılan
yargılama sonucu idam edilmiştir. Yaklaşık 12 kişi gıyaben idam edilir; yargılananların geri
kalanı ise hapis cezası almış veya beraat etmiştir.
54
Şimdi Divân-ı Harb-i Örfî’lerin bütününe baktığımız zaman şahitlerin ifadeleri bakımından sağlıklı ve objektif bir
yargılamanın yapılmadığını; mahkeme
heyetinin almış olduğu siyasi direktifler
doğrultusunda çalıştığını; İttihat ve Terakki karşıtlarının, düşmanlarının siyasi
kin ve intikam duygusuyla hareket etmiş
olduğunu görüyoruz.
O dönemde Refi Cevat, Refik Halit, Sait
Molla gibi kişiler intikam duygusuyla yazılar yazmışlar, tabiri caizse hükümete yol
göstermişlerdir. Soruşturma komisyonları
yalancı şahitler veya belgelerle iddianamenin temelini oluşturmuşlar. Böylece bu
mahkeme adaletin değil, hukuksuzluğun,
cinayetin sembolü haline gelmiş ve kesinlikle bağımsız ve tarafsız bir yargılama
yapmamıştır. Ve yakın tarihimizde bir kara
leke olarak kalmıştır. Bu mahkeme sonuçlarının, alınan idam kararlarının sözde
Ermeni soykırımı için kanıt teşkil ettiğini
öne sürenler ya belgeleri tahrif ettikleri
için ya da belgelerin bir kısmını alıp bir
kısmını kullandıkları için böyle bir kanaate
varmaya çalışmaktadırlar; gerek idam gerekse hapis cezalarını bu sözde soykırımın
hukuki bir sonucuymuş gibi göstermeye
uğraşmaktadırlar. Oysa bu mahkeme
tarafsız çalışmamıştır. Bu yargılamaları
tamamen ülkenin bağımsızlığının kaybedilmemesi için dönemin hükümetleri,
padişah ve İtilaf Devletleri’nin baskıları
sonucunda verilen tavizler olarak görmek
gerekir.
EMEKLI BÜYÜKELÇI DR. BILÂL N. ŞIMŞIR:
MALTA’DA NE BIR MAHKEME VEYA SORGU
BULUNUYOR, NE DE ORAYA SAVCI UĞRUYOR.
SÜRGÜNDEKILER ISE SUÇLARINI BILMEK ISTIYOR
SÖYLEŞI: GÖKÇE DORU
MALTA SÜRGÜNLERI ILE ILGILI GÖRÜŞLERINI ALDIĞIMIZ EMEKLI
BÜYÜKELÇI DR. BILÂL N. ŞIMŞIR, SÜRGÜNE GÖNDERILENLERE ÜÇ
TÜR SUÇ IZAFE EDILDIĞINI BELIRTEREK, “BUNLARDAN BIR TANESI
SIYASI SUÇLAR, SAVAŞ SUÇLULARI KASTEDILIYOR BURADA; DIĞERI
SÜRGÜN, YAĞMA VE KIRIM SUÇLARI, BURADA ERMENILER SÖZ
KONUSU EDILIYOR; SONUNCUSU ISE İNGILIZ SAVAŞ ESIRLERINE
KÖTÜ DAVRANMA SUÇU” DIYOR.
55
Malta Sürgünleri’nin nasıl başladığı konusunda bilgi verir misiniz?
Sürgün edilenlere bir açıklama yapılmıyor mu?
Mondros Mütarekesi’nin ardından bir donanma, koca bir düşman donanması, Çanakkale Boğazı’ndan girip İstanbul’a geliyor. 16 Mart 1920’de İstanbul resmen ve
bütünüyle işgal ediliyor. Bu arada Türkiye’nin kalburüstü kişilerini, yani askerlerini,
yazarlarını, gazetecilerini toplayıp Malta Adası’na sürüyorlar. Hepsini birden değil,
peyderpey sürüyorlar iki yıl boyunca. Ve suçlarının ne olduğunu da söylemiyorlar.
Sürgün edilenler Malta valisine mektuplar yazıyor, bizim suçumuz nedir diye.
Yüz kırk kişi falan, ki bunların içinde Hüseyin Rauf Bey, Şükrü Kaya, Ziya Gökalp,
Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler de var, çoğu Cumhuriyet dönemine büyük katkısı
olmuş kişiler.
Osmanlı Devleti Dünya Savaşı’nı kaybediyor, ancak ülkede bir uyanış başlıyor.
İngilizler Anadolu’daki kıpırdanmaya destek verecek kişileri ezme niyetinde. İstanbul’daki Meclis’e bir baskın düzenlemeyi düşünüyorlar. Atatürk bunu hissediyor
ve İstanbul’a gizli bir telgraf çekiyor. Fakat İstanbul’da İngiltere’nin demokrasinin
beşiği olduğu ve İngilizlerin parlamentoya saygı gösterecekleri yönünde bir düşünce var. Bir de Rauf Bey Ankara’ya kaçmaya razı değil. Aslında meydan okuyor
İngilizlere; gelsinler bakalım, buradayız diyor. İngilizler tutuklayıp götürüyor bunları
Malta’ya, Meclis kapanıyor. Son Osmanlı Meclisi de böylece bitiyor.
Tutuklananların çoğu İstanbul’dan; ama Kars
tarafında, Gürcistan sınırı tarafında tutuklananlar da var. Malta’da ne bir mahkeme veya
sorgu bulunuyor, ne de oraya savcı uğruyor.
Sürgündekiler ise suçlarını bilmek istiyor. İngiliz
Başsavcılığı sürgün suçlularını üç sınıfa ayırıyor,
fakat İngiliz savaş tutsaklarına kötü davranmaktan sanık olanlar Başsavcılığın yetkisine
giriyor. Bu konuyla ilgili bir iddianame hazırlıyor.
Diğer suçlular hakkında delil toplama ve iddianame hazırlama görevi onları tutuklayan Yüksek
Komiserlik’e bırakılıyor. Ancak Yüksek Komiserlik aradan uzun bir süre geçmesine rağmen
bir ilerleme kaydetmiyor. Sürgün edilenlere de
suçlarıyla ilgili bir bilgi verilmediği için hızlıca bir
iddianame hazırlanıyor. Bu iddianameyle insan
suçlanamayacağını görmek için hukukçu olmaya
gerek yok.
İngilizler sürgünlerle ilgili hangi bahaneleri öne sürüyor?
Sürgüne gönderilenlere üç türlü suç izafe ediliyor. Bir tanesi siyasi suçlar, savaş
suçluları kastediliyor burada; diğeri sürgün, yağma ve kırım suçları, burada Ermeniler söz konusu ediliyor; sonuncusu ise İngiliz savaş esirlerine kötü davranma suçu.
Savaş sırasında İngilizler esir alınmış, Anadolu’ya yürütülmüş, niye araçla gönderilmemiş, niye altlarına otomobil verilmemiş? Kötü davranma dedikleri şey bu.
İngilizler Dünya Savaşı’nı iki yıl tahmin etmişler. O iki yılda da daha çok sömürge
askerlerini kullanacaklarını düşünmüşler. Fakat Türklerin savaşa girmesi onların
süre hesabını bozmuş. Savaşın uzama nedeni ve doğurduğu sonuçlarıyla ilgili
olarak Türkleri sorumlu tutuyorlar. Diyorlar ki savaşa girmeyi niye kabul ettiniz?
Bizim yüzümüzden hem ekonomileri bozulmuş, hem ilk iki yılda sömürge askerini tükettikleri için sonraki iki yılda safkan İngilizler ölmüş. Bu konular Malta
Sürgünleri’nin siyasi suçlar diye tabir ettiğim kısmına giriyor.
Tüm bu olaylardan Türkleri sorumlu tutmalarının pek çok alanda da etkisi görülüyor...
İngilizler Türklere çok kızgın. Punch adındaki mizah dergilerinde yer alan bir karikatürü incelemiştim. Derginin kapak karikatürü, bir nevi baş makale oluyor ve
kolektif bir düşünceyle oluşturuluyor. Her hafta dergiyi hazırlayanlar toplanıyor ve
kapağa hangi karikatürün çizileceğini konuşuyorlar. Dergide Osmanlı Devleti’nin
savaşa girişiyle ilgili şöyle bir karikatür yer alıyordu: Koca bir Alman topu var, bunun
mermisi de büyük ve bu mermi Türkiye’yi ifade ediyor. Alman Kaiser (imparator)
mermiyi topa sürerken ona “Senin vazifen patlamaktır” diyor. Mermi soruyor “Her
şey olup bittikten sonra ben ne olacağım?” diye. “Sen tuzla buz olacaksın.” Bu
var İngilizlerin kafasında. Türkiye’nin yok olacağı, biteceği. Hınçlarını önce Malta
Sürgünleri’yle alıyorlar.
56
İddianamelerde ne tür suçlamalar yer alıyor?
Sürgüne gönderilenlerden Şükrü Kaya için olanı
söyleyeyim. Şükrü Kaya 1913-1914 yıllarında
Mülkiye Müfettişi’ydi; yani sivildi. 1914-1915 yıl-
“İNGILIZLER DÜNYA SAVAŞI’NI IKI YIL TAHMIN ETMIŞLER.
O IKI YILDA DA DAHA ÇOK SÖMÜRGE ASKERLERINI
KULLANACAKLARINI DÜŞÜNMÜŞLER. FAKAT TÜRKLERIN
SAVAŞA GIRMESI ONLARIN SÜRE HESABINI BOZMUŞ. SAVAŞIN
UZAMA NEDENI VE DOĞURDUĞU SONUÇLARIYLA ILGILI
OLARAK TÜRKLERI SORUMLU TUTUYORLAR.”
liği kalmıyor bu topraklarda. Ama Amerika
öyle değil, 1917 yılının belli bir dönemine
kadar Amerika’nın elçiliği ve konsoloslukları
açık. Bu da şu anlama geliyor; Amerikan
misyoner teşkilatı iş başında. Sadece
Anadolu’da değil Osmanlı toprağı olan her
yerde faaliyet yürütüyorlar. Mesela o yıllarda Lübnan da Osmanlı İmparatorluğu’nun
bir parçası ve orada Amerikan okulu var.
Malta Sürgünleri’nin veya Ermeni Olayları
adı altında anılan diğer konuların aydınlatılmasında bu arşivlerden yararlanılabildi
mi?
larında Halep ve Adana vilayetlerinde göçmen işleriyle görevlendirildi. Tehcir sırasında da
Ermenilerin yerleştirilmesi vazifesindeydi. Sürgün planlarını Adana ve Halep’te kendisi
yaptı. Halep Valisi Bekir Sami Bey’i görevinden attırdı, çünkü vali sürgün konusunda
isteksizdi. Şükrü Kaya’nın tek suçu budur. Bir Ermeni öldürdü, kestirdi, Ermenilere
katliam yaptırdı gibi bir şey yok ortada.
Sait Halim Paşa başka bir örnek. Eski Sadrazam Halim Paşa 11 Nisan 1911 günü
kendisini ziyarete gelen Ermeni patriğine şöyle demiş: “Siz Ermeniler Osmanlı
İmparatorluğu’ndan sizi ayırmaları için İtilaf Devletleri’ne yanaştınız. Tüm bu olayların
nedeni budur.” Bu cümle bir adamı itham etmeye değecek bir cümle midir? Sürgüne
gönderilenlere yapılan suçlamaların hepsi bu tarz eften püften şeyler.
Peki, bu suçlamaları haklı ya da haksız kılacak deliller bulunmuyor mu?
Amerikalıların arşivlerinde kim bilir ne deliller var. Çünkü onlar I. Dünya Savaşı’na geç
giriyor. Biz Kasım 1914’te giriyoruz. Dolayısıyla İngilizlerle ilişkilerimiz kesiliyor, İngiliz
Konsolosluğu kapanıyor, büyükelçi de ülkesine dönüyor. İngiltere’nin resmî bir temsilci-
Özel izin alıyorlar Washington’dan. Malta
Sürgünleri, Ermeni tehciri, sözde Ermeni
katliamıyla ilgili araştırmalar yapmak
istediklerini söylüyorlar. Osmanlıları, Türkleri yargılamak için belge aramak amaçları.
Amerikalılar, arşivi incelemek isteyen bu
ülkeleri nereden aldıklarını söylememeleri
konusunda uyarıyor. Yani kendini bu durumu savunamayacak bir duruma düşürmek
istemiyor. Neticede Türkleri suçlayacak bir
delil bulunamıyor.
Olaylar yatıştıktan sonra Malta Sürgünleri muzdaripleri ne oldu?
Türkler, Ermeni soykırımı iddialarından 1921
yılında aklanmıştır. Malta’ya sürgün edilenler serbest bırakılıp ülkeye geri getirilmiştir.
Yalnız Sait Halim Paşa Roma’da kaldı, onu
da Ermeniler vurdu. Talat Paşa Berlin’de,
Cemal Paşa ve iki yaveri Tiflis’te Ermeniler
tarafından vuruldu.
57
ermenisorunu.gen.tr
EREN SAFI
e
rmenisorunu.gen.tr’yi yeniden organize ederek yayına hazırlarken birkaç şeye özellikle dikkat ettik. Öncelikle tarafların görüşlerini olabildiğince berrak ve doğrudan ortaya koymaya çalıştık. İnternette bu ve benzeri konularda
yayın yapan sitelerden ayrılmak amacıyla içeriği oluştururken son derece titiz ve çeşitliliğe alabildiğine geniş bir yer
ayıracak biçimde hazırlık yaptık. Seçtiğimiz kısa videolarda bu çabanın seçik bir şekilde izlenebileceğini sanıyorum.
Bir ideolojik sınıflandırmaya tabi tutmakta zorlandığımız görüşleri de yine ana fikri öne çıkarabilecek kesitlerini
sunarak yayımlamaya başladık. Yani özellikle varmayı amaçladığımız ilk nokta şu ki bu site, ziyaret eden izleyiciler
için sahada hangi görüşler temsil ediliyor ve bu görüşlerin savunduğu temel argümanlar neler, görebilecekleri bir
‘medium’ olsun.
Ermeni meselesinin serüvenini Türklerle Ermenilerin ilk karşılaşmalarından günümüze kadar olan geniş safahati
içinde bu sitede bulabileceksiniz. Her bölümün girişinde ana hatları ortaya koyan bir kısa not eşliğinde alanlarında
uzman akademisyenlerin görüşlerini doğrudan kendilerinden dinleyebilirsiniz.
Siteyi yayına açmak için içeriğin tamamını oluşturmayı ve videoların tümünü yüklemeyi beklemedik. Bir fikir verebilecek kadar içeriğin hazır olduğunu düşündüğümüz bu aşamada ermenisorunu.gen.tr’yi güncellenmiş versiyonu
ile yayına açıyoruz. Her gün gerek yeni videoların yüklenmesi gerekse arşivlerden enstitü ve vakıflara, belgelerden
güncel gelişmelere kadar sayısız verinin istifadenize sunulması hızla devam edecek. Bu yüzden bir süre, sitemizi
ziyaret ettiğinizde ana sayfanın solunda yer alan konu başlıklarına tıklayarak içeriklerine göz atmanızı tavsiye ederiz.
Bu adımda gördüğünüz hataları, içerik ile ilgili, tasarım veya yazılım ile ilgili problemleri bizimle paylaşırsanız çok
memnun olacağımızı belirtelim. Tashih bitmez biliyoruz.
Tashih bitmez! Cağaloğlu yayıncılarının meşhur sözüdür. Sahih, musahhih, tashih kelimeleri yaşıyorken bu lafı
duyardık. O gözlüklerinin üzerinden bakan, huysuz, titiz ve kollarında eski filmlerde rastlamaya alışık olduğumuz
katip kolluğu görsek yadırgamayacağımız son musahhihlere biz de ucundan yetiştik. Onlardan hâlâ hayatta olanlar ya içi acıyarak bugünün yayın dünyasını hayretle seyrediyor ya da başka işlerle ilgileniyorlardır ki bu adına hâlâ
yayıncılık denen son sürat hengamenin içinde dibe vurmuş kaliteye şahit olmasınlar.
Tashih bitmez. Eskiden bitsin ya da en az hasarla atlatılsın diye bir çaba vardı. Şimdi onun yerine hemen bir sonraki aşamanın telaşı var. Hele de söz konusu internet yayıncılığı ise. Ayrı yazılan “de”ler gibi twitter şakalarını bir
kenara koyacak olursak internette içerik çerçevesi, metin kalitesi, dil, anlam veya bütünlük gibi meseleler tali konu
başlıkları arasında bile kendine yer bulamıyor.
Bunu değiştirmeye belki gücümüz yetmez ama azaltmayı deneyebiliriz. Bu konuyu her açıdan daha temiz bir
dille tartışmayı, yayın yapmayı başarabilirsek bakarsınız yeni ve daha ferah bir zemine taşınmanın da adımını atmış
oluruz. Kavga ettiğimiz değil konuştuğumuz, slogan attığımız değil fikirlerimizi söylediğimiz, birbirimizi öldürmeyi
değil yaşatmayı düşündüğümüz bir zemine.
İyi okumalar…
58
TARIHÎ VESIKALAR
ERMENILERIN ASKERÎ GEREKLILIKTEN DOLAYI SEVK EDILMELERI SIRASINDA DEVLET
MEMURLARI VE HALKTAN BIR KISMININ KANUN DIŞI UYGULAMALARININ VE SUISTIMALLERININ
GÖRÜLMESI ÜZERINE YERINDE SORUŞTURMA GERÇEKLEŞTIRMEK VE SORUMLULARI DIVAN-I
HARPLERE GÖNDERMEK IÇIN ÜÇ AYRI HEYET OLUŞTURULMASIYLA ILGILI VESIKALAR.
Bâb-ı Âlî
Dâhiliye Nezâreti
Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti
Umûmî: 14177
Husûsî: 27
Mahremâne
Huzur-ı Âlî-i Cenâb-ı Sadâret-penâhî'ye
Ma‘rûz-ı çâker-i kemîneleridir
Görülen lüzûm-ı askerî ve inzibâtî üzerine mahâll-i malumeye
sevkleri takarrür etmiş olan Ermenilerin esnâ-yı sevklerinde
bazı memûrîn ile ahali tarafından suistimâl ve hilâf-ı kanun
muamelât vuku‘a geldiği anlaşılarak mahallerinde tahkîkât
icrasıyla mütecâsirlerini Divan-ı Harblere tevdî‘ eylemek üzere
Hüdâvendigâr, Ankara Vilâyetleriyle İzmit, Karesi, Eskişehir,
Karahisar-ı Sahib, Kayseri, Niğde Livâlarına Mahkeme-i Temyiz Reisi Hulusi Bey’in riyâsetinde olarak Şûrâ-yı Devlet azâsından Seyyid
Haşim ve Jandarma binbaşılarından Galib Beylerden ve Adana,
Haleb, Suriye Vilâyetleriyle Maraş, Urfa, Zor Livâlarına Mahkeme-i
İstînâf Reis-i Evveli Asım Bey riyâsetinde olmak üzere İzmit
Jandarma Mıntıka Müfettişi Kaymakam Hüseyin Muhyiddin ve
Ankara Vilâyeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Beylerden ve Erzurum,
Trabzon, Sivas, Mamuretülaziz, Diyarbakır, Bitlis vilâyâtıyla, Canik
Livâsı'na Bitlis Vali-i Sâbıkı Mazhar Bey’in riyâsetinde İstanbul
Bidâyet Müdde-i Umumîsi Nihat Bey ile Jandarma binbaşılarından
Ali Naki Bey’den mürekkeb olmak üzere üç heyetin izâmı şifâhen
arz olunduğu vechile münasib görülmüş ve mûmâileyhimin bir an
evvel hareketleri mukarrer bulunmuş olduğundan masârıf-ı yevmiyeleri için muktezî mebâliğin emsâli gibi masârıf-ı gayr-ı melhûze
tertîbinden tesviyesi menût-ı müsaade-i sâmiye-i fehîmâneleridir.
Ol bâbda emr u fermân hazret-i veliyyü’l emrindir.
Fî 19 Zilkade sene 333 ve fî 15 Eylül sene331 / 28 Eylül 1915
Dahiliye Nâzırı
Talât
Kaynak: Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA); Bab-ı Ali Evrak Odası (BEO), 328229/1
59
Dâire-i Sadâret Umûr-ı Mühimme Kalemi
Evrak Numrosu: 318
Tarih: 21 Zilkade sene 333/17 Eylül sene 331/30 Eylül 1915
Mahremâne
Dâhiliye, Harbiye, Adliye Nezâreti ve Mâliye Nezâreti ve Şûrâ-yı
Devlet Riyâseti Vekâlet-i Celîlelerine
15 Eylül 331 tarihli ve 27 hususî numaralı tezkire-i aliyyelerine
cevabdır.
Görülen lüzûm-ı askerî ve inzibâtî üzerine mahâll-i malumeye
sevkleri takarrür etmiş olan Ermenilerin esnâ-yı sevklerinde mahallerince hilâf-ı kanun muamelât ve suistimâlât vuku‘a geldiği
anlaşıldığından tahkîkât-ı lâzıme icrâsı ile mütecâsirlerini Divan-ı
Harblere tevdî‘ eylemek üzere Hüdâvendigâr, Ankara Vilâyetleri
İzmit, Karesi, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib, Kayseri, Niğde Livâlarına
Mahkeme-i Temyiz Reisi Hulusi Bey'in riyâsetinde Şûrâ-yı Devlet azâsından Seyyid Haşim ve Jandarma binbaşılarından Galib
Beylerden 1 ve Adana ve Haleb ve Suriye Vilâyetleriyle Maraş,
Urfa, Zor Livâlarına Mahkeme-i İstînâf Reis-i Evveli Asım Bey'in
riyâsetinde İzmit Jandarma Mıntıka Müfettişi Kaymakam Hüseyin
Muhyiddin ve Ankara Vilâyeti Mülkiye Müfettişi Muhtar Beylerden
ve Erzurum ve Trabzon ve Sivas ve Mamuretülaziz, Diyarbakır ve
Bitlis Vilâyâtı ile Canik Livâsı’na Bitlis Vali-i Sâbıkı Mazhar Bey’in
riyâsetinde İstanbul Bidâyet Müdde-i Umumisi Nihat Bey ile Jandarma binbaşılarından Ali Naki Bey'den mürekkeb üç heyetin izâmı
ve mûmâileyhime mukaddema Rum mesâilini tahkîke giden heyet
azâsına verilen yevmiyeler nisbetinde yevmiye i‘tâsı ve mezkûr
tahkîk heyetlerine birer kâtib terfîkı ile bunlara harcırah ve kırkar
kuruş yevmiye verilmesi ve yevmiyeler için muktezî mebâliğin
ale’l-emsal masârıf-ı gayr-i melhûze tertîbinden tesviyesi2 Meclisi Vükelâca münasib görülmüş ve devâir-i müte‘allikaya teblîgât
icra kılınmış olmakla nezâret-i celîlelerince de ifa-yı muktezâsı
siyâkında.
1 Şûrâya: mürekkeben bir hey’etin i‘zâmı Dahiliye Nezâret-i
Celîlesi'nden vuku bulan iş‘âr üzerine
2 Dahiliye ve Şûrâdan mâadâsına: Dahiliye Nezâret-i
Celîlesi'nden vuku bulan iş‘âr üzerine
Kaynak: BOA; BEO, 328229/2
60
Bâb-ı Âlî
Dâhiliye Nezâreti
Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti
Şifre
Mahrem
Konya Vilâyeti'ne
Ermenileri katl ve eşyalarını gasb etmiş olan Sirozlu Ahmed
ve refîki Halil bugün berây-ı muhakeme Dördüncü Ordu Divân-ı
Harbi'ne sevk olunmak üzere Konya'ya sevk edilmişdir. Firarlarına
katiyyen meydan verilmemesi ve Cemal Paşa’dan taleb ü iş‘âr
vuku‘una değin Konya’da mahbûs bulundurulmaları.
Fî 27 Ağustos sene 1331 / 9 Eylül 1915
Nâzır
Kaynak: BOA; Dahiliye Nezareti, Şifre Kalemi, 55 A/177
61
YRD. DOÇ. DR. FIKRETTIN YAVUZ:
OSMANLI BANKASI BASKININDA AMAÇ,
BÜYÜK BIR OLAY YARATARAK BATILI DEVLETLERIN
MÜDAHALE ETMESINI SAĞLAMAKTI
RÖPORTAJ: ÇAĞLA TAŞKIN
TARIHÇILERIN TÜRK-ERMENI ILIŞKILERIYLE ILGILI ÖNEMLE ÜZERINDE
DURDUĞU KONULAR ARASINDA OSMANLI BANKASI BASKINI VE
SONUÇLARI DA YER ALIYOR. YRD. DOÇ. DR. FIKRETTIN YAVUZ,
BASKININ TEK BAŞINA BIR OLAY OLARAK DEĞIL, SIYASI VE SOSYAL
KOŞULLARIN HAZIRLADIĞI BÜTÜNÜN BIR PARÇASI ŞEKLINDE
DEĞERLENDIRILMESI GEREKTIĞINI SÖYLÜYOR. YAVUZ, BATILI
DEVLETLERIN SÜRECE ETKISINE DE AYRICA DIKKAT ÇEKIYOR.
62
O
smanlı Bankası’nın İstanbul’daki merkez şubesi 26 Ağustos
1896 günü Ermeni Devrimci Federasyonu (Daşnaksütyun)
üyesi 26 kişi tarafından basıldı. El bombaları, dinamitler ve silahlar
eşliğinde, çalışanların çoğunluğunu İngiliz ve Fransız vatandaşlarının oluşturduğu bankaya giren kişiler, düzenlenen baskından önce
Batılı devletlere taleplerine ilişkin bir mesaj yolladı. Bu mesajda
sıralanan talepler arasında Ermeni halkı için reformlar yapılması,
hapishanedeki Ermenilerin serbest bırakılması gibi başlıklar vardı. Baskın esnasında işgalcilerden dokuzu hayatını kaybederken
geriye kalan Karekin Pastırmacıyan önderliğindeki grup, Batılı
devletlerin İstanbul’daki elçiliklerinin müdahalesi sonucu serbest
kalıp yurt dışına gönderildi. İşgalciler hiçbir hukuki yaptırıma tabi
tutulmadı.
Yrd. Doç. Dr. Fikrettin Yavuz, baskın olayını anlayabilmek için
dönemin siyasi ve ideolojik bağlamının bütün unsurlarıyla analiz
edilmesi gerektiğini ifade ediyor. Yavuz’a göre Osmanlı Bankası
baskınını zamanın diğer gelişmelerinden bağımsız değerlendirmek veya tek bir olay olarak ele almak doğru değil. Fikrettin
Yavuz, baskına giden yolda Ermeni cemaatinin yıllar içerisindeki
dönüşümünün bilinmesi gerektiğine dikkat çekerek sevk ve iskân
kararının anlaşılabilmesi için de konuya bu şekilde yaklaşılmasının
önemini şu sözlerle ifade ediyor: “Olayların tarihî arka planını da
bilmek gerekiyor ki tehciri anlayalım. Türkiye’de tehcir denilince
sanki 1915’te tek bir olay gerçekleşmiş gibi algılanıyor. Aslında
meselenin yaklaşık yüz yıllık geçmişi var. Tehcir olayına gelene
kadar Ermeni cemaati içerisinde nasıl bir dönüşüm yaşandı, bunu
bilmek gerekiyor. Burada birkaç aşamadan söz edebiliriz. Birincisi,
özellikle Tanzimat Fermanı sonrası süreçte ortaya çıkan Ermeni
milliyetçi kimliğinin oluşumu. Bu süreçte bilhassa Fransız İhtilali
sonrasında ortaya çıkan fikirlerden etkilenerek bağımsız olmak
isteyen bir cemaat gelişti ve bir süre sonra bunun için tek yolun
Batılı devletlerin yardımı ve müdahalesi olduğunu fark etti.
Ermeni milliyetçi kimliğinin oluşumundan sonra bir diplomatik
teşebbüsler döneminden bahsedebiliriz. Ayrıca, Ermeni Kilisesi’nin
de bu süreçte çok önemli bir rolü olduğunu biliyoruz.”
Fikrettin Yavuz, Ermeni milliyetçi kimliğinin nasıl bir ideoloji
çerçevesinde şekillendiğini ise “Doğu Anadolu bölgesinde tarihî
olarak kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri bir bölgeyi önce
özerk, sonra bağımsız hale getirmek istiyorlardı” sözleriyle ifade
ediyor. Yavuz’a göre bu dönemin önemli aktörlerinden biri de
İstanbul Ermeni patrikliği de yapmış olan Mıgırdıç Kırımyan.
Kırımyan’ın rolünü şu sözlerle aktarıyor Yavuz: “Mıgırdıç Kırımyan, Berlin Antlaşması’na katıldıktan sonra İstanbul’a döndü ve
bir konuşma yaptı. Konuşmasında tıpkı Bulgar ve Yunanlar gibi
Ermenilerin de isyan etmesi gerektiğini, kan dökmesi gerektiğini
aktardı. ‘Eğer bağımsız olmak istiyorsanız siz de silahlanın’, söylediği şey buydu.”
Bu noktadan sonra çeşitli Ermeni komitelerinin kuruluşu ile imparatorluk çapında isyan hareketlerinin hız kazandığını söyleyen
Fikrettin Yavuz, 26 Ağustos 1896 tarihli Osmanlı Bankası baskınının da bu silsile içerisinde değerlendirilmesinin doğru olacağını
belirtiyor. Konuyla ilgili geniş kapsamlı bir çalışma yürütmüş olan
akademisyen, “dışa bağımlı” olarak tanımladığı Ermeni Taşnak
Komitesi’nce gerçekleştirilen baskının İsviçre’nin Cenevre kentinde planlandığına dair belgeler olduğuna işaret ediyor ve planın
etrafında şekillendiği ana hedefi şu sözlerle anlatıyor: “Zeytun
Olayları’nın intikamını almak amacıyla çizilen hedefler arasında
İstanbul’la ilgili olarak şu vardı: Burada gerçekleştirilecek ve Batılı
devletlerin Ermeni sorununa müdahalesini sağlayacak büyük bir
olay yaratmak. “
“17 komitacıdan hiçbiri ceza almadan yurt dışına gidiyor”
Baskının önemli aktörlerinden Karekin Pastırmacıyan ve Haik
Tiryakiyan’ın İstanbul’a bu amaçla geldiklerini ve baskınla birlikte
İstanbul’un çeşitli yerlerinde bir dizi olay gerçekleştiğini belirten
Yavuz, Batılı devletlerin müdahalesinin “sağlama alınmak” istenmesini ise “Olay yapılmadan bir gün önce büyük devletlerin
İstanbul’daki elçiliklerine beyannameler göndererek büyük bir olay
gerçekleştirecekleri izlenimi veriyorlar” sözleriyle ifade ediyor.
Yavuz, bu beyannamede Ermenilerin bekledikleri reformların gerçekleşmediğinden, hapisteki siyaseten suçlu Ermenilerin serbest
bırakılma taleplerinden bahsettiklerini de sözlerine ekliyor.
Fikrettin Yavuz, 26 Ermeni komitacının gerçekleştirdiği Osmanlı Bankası baskınını ve sonrasını şöyle aktarıyor: “26 Ağustos
1896’da Osmanlı Bankası, Taşnak Komitesi’ne mensup kişiler
tarafından basılıyor. Sırtlarında para çuvalları taşıyor görünümündeki 26 kişilik grup saat 13:00 civarında içeri giriyor ve bankadaki
yaklaşık 150 kişiyi rehin alıyor; bu insanların çoğu yabancı. Çünkü
Osmanlı Bankası aslında İngiliz ve Fransızların elinde olan bir banka. Seçilme nedeni de bu. Banka binası muhkem bir yapı, askerin
ve polisin yaklaşması mümkün olmuyor, çünkü komitacılar pencerelerden her tarafa tabanca ile ateş edip bomba atıyor. Nihayet
içeride müzakereci bir heyet hazırlanıyor. Müzakereler sonucunda
sağ kalan 17 komitacıdan hiçbiri ceza almadan yurt dışına gidiyor.”
Yavuz, komitacıların ceza almamasını ise “Özellikle 1890 ile
1896 yılları arasındaki hemen her olayda, organize edenlerin
63
“BASKININ LIDERLERINDEN KAREKIN PASTIRMACIYAN, YURT
DIŞINDAN GETIRILEN BOMBALARIN BIR HAFTA IÇERISINDE
NASIL DAĞITILDIĞINI, NASIL TAŞINDIĞINI HATIRALARINDA
DETAYLI BIR ŞEKILDE ANLATIR.”
tamamı yabancı devlet temsilci ve elçilerinin müdahalesi sonucunda yargılanmadan yurt
dışına gitmişlerdir. Olaylara bakarsanız İngilizlerin, Rusların, Fransızların elçilik mensuplarının
konuya dahil olduğunu görürsünüz. Burada da durum aynıdır” sözleriyle değerlendiriyor.
“Banka baskını, yalnızca Galata’daki Osmanlı Bankası’nın basılması gibi algılanmamalı.
Plan gereği eşzamanlı olarak İstanbul’un çok farklı bölgelerinde olaylar başlatılması hedefleniyordu” diyen Fikrettin Yavuz, öncelikli amacı Batılı devletlerin müdahalesini sağlamak olan bu planın hazırlık aşamasına dair bilgileri de baskının öne çıkan isimlerinden
Karekin Pastırmacıyan’ın yazdıklarından hareketle aktarıyor: “Baskın liderlerinden Karekin
Pastırmacıyan’ın hatıralarında olayın nasıl gerçekleştiği detaylı bir şekilde var. Yurt dışından
getirilen bombaların bir hafta içerisinde nasıl dağıtıldığını, nasıl taşındığını Pastırmacıyan’ın
kendisi anlatır. Organize bir şekilde bir hafta boyunca yirmili yaşlarda gençlerle birlikte bütün
bombaları dağıtıyorlar; İngiliz Postanesi’ni kullanıyorlar, Galata’daki İngiliz okulunda saklanıyorlar. Bunu nasıl gerçekleştiriyorlar? Genelde yabancı devletlerin kuruluşlarında çalışan
Ermeni hademeler vasıtasıyla.”
sayısı önyargılı bir yaklaşımın sonucu.
“Organize ve geniş kapsamlı bir plan olarak değerlendirilmeli”
emirler verildiğini görüyoruz.”
Osmanlı Bankası baskınının da dahil olduğu olayların son derece organize ve geniş kapsamlı
bir plan olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Yavuz, İstanbul’un farklı yerlerindeki
bombalamalarla ilgili olarak, “Komitacılar İstanbul’un özellikle Avrupa yakasındaki hemen
her yerde olay çıkarıyorlar. Özellikle işyerlerine, büyük hanlara gizlenen Ermeniler, askerlerin
üzerine bomba atıyor, biraz da halkı kışkırtmak adına bunu yapıyor. Çünkü bu komitacıların
bir taktiği, halkı kışkırtarak bir refleks verilmesini de istiyorlar” diyor. Yavuz’a göre olayların
bilançosu ise Batılı literatürdeki abartılı rakamlardan çok uzak ve telaffuz edilen 20-30 bin
“Osmanlı arşiv belgelerindeki resmî
sayı bin üç yüz küsur” diyen Yavuz,
Batılı kaynaklardaki bir başka hatalı
yaklaşımı da şöyle açıklıyor: “Banka
baskını bahane edilerek İstanbul’da
adeta bir ‘Ermeni avı’na çıkıldığına,
özellikle hiçbir tedbir alınmadığına
dair iddialar var. Halbuki olayın hemen
ertesinde Seraskerlik makamına, Zaptiye Nezareti’ne, karakollara telgraflar
çekildiği arşiv belgeleriyle sabittir.
Olayların hemen araştırılması, askerî
kollukların oluşturulması yönünde
Osmanlı Bankası baskını faillerinin
Batılı literatürde “masum gençler”
olarak gösterildiğinden ve Ermeni cemaati için de birer “kahraman” olduklarından bahseden Fikrettin Yavuz, bu
komitacıların herhangi bir ceza almadan yurt dışına gittiklerini ve hayatlarını idame ettirdiklerini vurgulayarak,
“1908’de Karekin Pastırmacıyan’ın
milletvekili olduğunu görüyoruz. 1914
sonrasında da Rus ordusundaki gönüllü birliklerin başına geçiyor. Hatta
Pastırmacıyan’ın Talat Paşa’yı, Cemal
Paşa’yı, Sait Halim Paşa’yı katleden
Nemesis Örgütü’nün de kurucusu
olduğu özellikle Ermeni kaynaklarında
belirtilir. Pastırmacıyan’ın hayat hikayesine baktığınızda Ermeni meselesinin de çizgisini görebilirsiniz. Meseleyi
algılayabilmek için biraz da komitacıların hayatına bakmak lazım” diyor.
64
YRD. DOÇ. DR. ZEYNEP İSKEFIYELI:
MERZIFON OLAYLARI’NDA ERMENI
MESELESININ ORTAYA ÇIKIŞ NEDENLERININ
TAMAMI GÖRÜLEBILIR
RÖPORTAJ: PINAR ÜNSAL
1915 OLAYLARI’NA GIDEN SÜREÇTE MERZIFON OLAYLARI’NI
VE SONRASINDA TOPLANAN ANKARA MAHKEMESI’NI
DEĞERLENDIREN YRD. DOÇ. DR. ZEYNEP İSKEFIYELI, “OSMANLI
KENDI TOPRAKLARINDA MEYDANA GELEN BIR ISYANDA KENDI
HÜR MAHKEMELERINDE ALDIĞI KARARI BILE UYGULAYAMAYACAK
BIR POZISYONA ILK DEFA DÜŞTÜ” DIYOR.
65
E
rmeni milleti, Osmanlı Devleti tarafından “tebaa-i sadıka” olarak adlandırılıyordu; öyle ki devletin önemli kademelerinde dahi Ermeniler görevler
alabiliyorlardı. Gün geldi ülkede çıkan çeşitli isyanların kışkırtıcısı, birtakım huzursuzlukların baş aktörü olmaya başladılar. Ermeniler, tebaa-i sadıka değil, bir
“mesele”ydi artık. Hatta 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra uluslararası
alanda bir “Ermeni meselesi” söz konusu olacak, en az yüz yıl boyunca çözüme
kavuşturulamayacaktı.
Ermeni meselesini tehcirin yaşandığı yılla sınırlandırmamak, 1800’lerin sonunu
da işin içine katmak gerekiyor, zira 1915’ten önce büyüklü-küçüklü onlarca Ermeni olayı meydana geldi. Bunlardan biri de 1893 yılında Merzifon’da yaşananlar.
Merzifon Olayları’nı sorduğumuz Yrd. Doç. Dr. Zeynep İskefiyeli, bir iç sorun olan
bu olayla ilgili sorumluların yargılanma sürecinde İngiliz Hükümeti’nin müdahalesiyle karşılaşıldığını söyleyerek “Merzifon Olayları sonucunda toplanan Ankara
Mahkemesi bir anda Avrupalı devletlerin, özellikle İngiltere’nin ilgi odağı olarak
bir bildiri asma davasının önüne geçti ve bu olayın baş sorumlularından Karabet
Tomayan’ın davası haline geldi” diyor.
Davayla ilgili sorular yönelttiğimiz Zeynep İskefiyeli, evvela Ermeni meselesinin
ortaya çıkış nedenleri üzerinde duruyor. Bunların arasında “fikrî hazırlık safhası”
diye nitelendirdiği misyonerlik faaliyetleri, “diplomatik teşebbüsler çağı” dediği
kilise ve din adamlarının ön plana çıktığı süreç, tehcire kadar olan ve sonrasında
da devam eden, komitelerin ve komitecilik faaliyetlerinin ön planda yer aldığı
“Ermeni isyanları”nı sıralıyor. Merzifon Olayları’nda hem misyonerlik faaliyetlerinin, hem kilisenin etkilerinin, hem de isyanın aynı anda görülebileceğini söyleyen
İskefiyeli, neden Merzifon’un seçildiğine dair şunları söylüyor: “Karadeniz sahiline
ve Orta Anadolu’ya giden yolların kesişme noktasında yer alan Merzifon, bugün
Amasya’ya bağlı küçük bir ilçe konumunda olmasına rağmen, aslında tarihî süreç
içinde önemli uygarlık merkezlerinden biriydi. Bölge, kıyıdan iç kesimlere geçişin
elverişli olduğu ve denizle ulaşım imkanlarının kolayca sağlanabildiği bir yer olarak
Anadolu’nun içlerine yayılmak isteyen misyonerler tarafından da bir merkez olarak
özellikle seçildi. Burası misyonerler için adeta Anadolu’nun kapısı konumundaydı.
İstanbul’da kurulan ve daha sonra Merzifon’a taşınan ruhban okulunun doğal
bir sonucu olan Anadolu Koleji’ni de burada kurdular. Anadolu Koleji Ermenilerin
okuduğu, misyonerlerin onları kendi faaliyetlerine yönelik eğitebilecekleri bir yer
haline geldi.”
Bu okulda eğitmenlik yapan Karabet Tomayan adlı kişi üzerinde özellikle
durmak gerekiyor. Zira bu kişi Merzifon Olayları’nın da baş aktörü. Amerikalı
misyonerlerin Merzifon’a gelerek burada bir istasyon kurdukları yıllarda doğan
Tomayan, zeki ve istikbal vadeden bir kişi olduğu için dinî eğitim almak üzere
rahipler tarafından Lübnan’a götürülüyor. Geri döndüğünde tüm ailesinin Protestan olduğunu görüyor ve kendisi de bu mezhebi benimsiyor. Bir süre sonra
Lozan’a giderek Protestan bir üniversitede din eğitimi alan, burada profesörlüğe
kadar yükselen Tomayan, Merzifon’a dönerek Anadolu Koleji’nde eğitmen olarak
işe başlıyor.
Anadolu Koleji ve Karabet Tomayan’ın Merzifon Olayları’yla ilişkisini sorduğumuz İskefiyeli, “5-6 Ocak 1893 tarihinde Merzifon Anadolu Koleji ve Karabet
66
Tomayan’ın ismi daha çok gündeme geliyor. Bu
dönemde Ankara ve Sivas vilayetlerine bağlı olan
Yozgat, Tokat, Çorum, Merzifon, Amasya çevresinde
büyük bir olay meydana geliyor. İnsanlar uyandıklarında camilerin, kiliselerin kapılarına, evlerin, hükümet
binalarının duvarlarına yapıştırılmış bildiriler buluyorlar. Sanki bir Müslüman’ın ağzından yazılmış gibi olan
bu bildiriler Osmanlı yönetimini eleştirerek insanları
isyana teşvik edecek ifadeler içeriyordu. Ermenilerin,
Müslümanlar tarafından yazılmış izlenimi vererek,
Osmanlı yönetimini kötüleyen bu bildirileri dağıtmalarındaki amaç, Müslüman halkı tahrik ederek devlete
karşı ayaklandırmaktı. Ancak hiçbir Müslüman isyan
etmedi.
Bildiri asma olayı üzerine başlatılan tahkikatların
sonucunda bütün gözler Merzifon Anadolu Koleji’ne
çevrildi. Çünkü bildiriler bir taş matbaada basılmıştı.
O dönemde Merzifon Anadolu Koleji’nde bulunan,
skolastil denen bir matbaa usulü vardı ve tutuklanan
Tomayan’ın evrakları arasından çıkan Osmanlıca
programın yazısı ile baskısının da bununla tamamen
örtüştüğü tespit edildi. Böylece bildirilerin Tomayan
ve Kayayan tarafından okulun matbaasında basıldığı
ispatlanıyordu” diyor ve şunları ekliyor: “Bu ilanların
Merzifon, Yozgat, Sivas, Kayseri ve diğer köy ve
kasabalarda oldukça geniş bir bölgede aynı günde dağıtılması, hareketin çok daha önceden planlandığını,
hazırlıkların yapıldığını ortaya çıkarıyordu. Bildirilerin
asılması için seçilen gün de son derece manidardı.
6 Ocak, Ermeni Kilisesi tarafından Hz. İsa’nın kutlu
doğum günü olarak kabul edilen bir gündü. Bildirilere Müslümanlar
tarafından asılmış izlenimi veren Ermeniler bu suretle Müslümanların da ayaklanmasını temin etmek istiyorlardı. Çıkacak olan karışıklıklardan istifade edecek olan Ermeniler de bunun üzerine her
yerde harekete geçerek isyan edecekler ve Müslümanlar da buna
karşılık verdiklerinde, olaylar ‘Kutsal Noel gününde Müslümanlar
Ermenileri katlediyor’ şeklinde propaganda malzemesi edilecekti.”
“Osmanlı Hükümeti’nin elinde sorumluları
cezalandırmak için yeterince neden ve kanıt vardı”
Bu olayın ardından pek çok tutuklama meydana geliyor, Tomayan
ve Kayayan da tutuklananlar arasında yer alıyor. Bölge mahkemesi
olması nedeniyle tutukluların Ankara’ya sevk edildiğini, ancak
konunun Ermenilerin bildiri asma olayından çıkıp bir Karabet Tomayan davası haline geldiğini söyleyen İskefiyeli, bunun Karabet
Tomayan’ın eşi Lucy Tomayan’ın İngiliz kamuoyunu Ermeniler
lehine etkilemesiyle yakından ilgili olduğunu belirtiyor.
Çıkan olaylarla ilgili sorumluları cezalandırmak için elinde yeterince neden ve kanıt olan Osmanlı Hükümeti, kararını tartıştıracak
herhangi bir olumsuz düşünceye fırsat vermemek için yabancı
devletlerin de ilgi odağı olan bu mahkemeyi fazlasıyla önemsiyor.
Mahkeme öncesiyle ilgili olarak “Osmanlı Devleti mahkemenin büyük bir titizlik içerisinde gerçekleştirilmesini, herhangi bir eleştiriye
mahal vermemek adına hassasiyetle yürütülmesini istiyor. Bunun
için mahkeme heyeti içerisinde Rum ve Ermenilerden de vekillerin
bulunmasını sağlıyor. Sanıkların avukatları yine bu suretle temin
ediliyor. Üstelik hükümet, sadece olaylara karıştığı tespit edilenler
ile komiteye mensup oldukları belirlenen elebaşların Ankara’ya
nakledilmelerini ve yargılanmalarını sağlamak amacıyla Nisan
1893 başında bir genel af ilan etti. Böylece olayların elebaşısı olarak
mahkeme edilmek üzere 59 Ermeni tutuklu olarak kaldı” diyen
Zeynep İskefiyeli mahkeme sırasında yaşananları ise şu cümlelerle
özetliyor: “Ankara Mahkemesi olmadan önce mevcut bütün deliller
Osmanlı Hükümeti’nin elini kuvvetlendirecek cinsten. Çünkü yapılan aramalarda Ermenilerin evlerinde Hınçakyan Cemiyeti’ne ait
nizamnameler, bu cemiyetin belgeleri, kasa defterleri, isim listeleri, Hınçak gazetelerine ait kupürler, basılan bildiriler gibi yaklaşık
bine yakın evrak tespit ediliyor. Olaylara karışan kişilerin verdiği ilk
ifadelerde de bunları hep kabul ettiklerini görüyoruz. Ama Ankara’daki mahkeme sırasında bu ifadelerini değiştiriyorlar. Yabancı
devletlerin bu olayı önemsemesi ve konuya el atmasıyla beraber
tutuklular da yapılan bütün suçlamaları reddediyorlar.”
Avrupalı devletlerin yakından izlediği, konsoloslukları vasıtasıyla
gün gün rapor ettiği mahkemede Tomayan ve Kayayan da masum
olduklarını, olaylara hiç karışmadıklarını, bildirilerden haberdar
olmadıklarını söylüyorlar. İskefiyeli bu konuyla ilgili şunları dile
getiriyor: “Osmanlı Devleti’nin elinde bu öğretmenlerin Merzifon
Olayları’na karıştığıyla ilgili önemli belgeler var. Tahkikatlar ve
aramalar sonucunda elde edilmiş bu belgeler şüpheye asla mahal vermeyecek cinsten. Deliller, Osmanlı Devleti ve Hükümeti
aleyhine kurulmuş olan bir cemiyetin varlığını, teşkilat yapısını ve
faaliyetlerini gözler önüne sermesi bakımından önemliydi. Buna
rağmen Osmanlı Hükümeti delillerin yetersiz olduğu iddialarına
maruz kalmaktan kurtulamayacaktı.”
20 Mayıs 1893 tarihinde başlayan ve yaklaşık bir ay süren
Ankara İstinaf Mahkemesi’nde 59 sanığın davası görülmüştü.
Buna göre 17 kişi idam cezasına, 6 kişi 15’er yıl, 8 kişi 10’ar yıl,
10 kişi 7’şer yıl kalebentliğe mahkum edilmişti. Para cezasına
çarptırılanlar ile beraat edenler de mevcuttu. Merzifon Anadolu
Koleji’nin iki öğretmeni de idama mahkum edilenler arasındaydı.
Bu sonuçları yabancı devletlerin nasıl karşıladığını sorduğumuz
Zeynep İskefiyeli, Avrupalı devletlerin ilgisinin orada bir kamuoyu
oluşturması nedeniyle Karabet Tomayan üzerinde yoğunlaştığını
ve onunla ilgili verilecek kararın merakla beklendiğini, özellikle
İngiltere’nin sonuçlar karşısında hiç memnun olmadığını, bu karardan sonra müdahalesinin başladığını ifade ediyor. İskefiyeli,
Osmanlı’yı neredeyse savaşın eşiğine getiren mahkeme kararıyla
ilgili son olarak şunları söylüyor: “İngiltere karara karşı koymakta
gecikmedi. İki öğretmene karşılık iki gemi, anında Osmanlı sularına
doğru hareket etmeye başladı ve İngiltere Osmanlı Devleti’nin geri
adım atmaması durumunda çeşitli tehditlerde bulundu. İngiltere
Hükümeti’nin bu istek ve teklifleri, devletler hukukuna tamamen
aykırı idi. Ancak bu dönemde yabancı devletlerin taleplerinin yerine
getirilmesini diplomatik yollarla temin edemediklerinde Osmanlı
sularına savaş gemisi göndermeleri uygulamaktan çekinmedikleri
bir metottu. Osmanlı Hükümeti ise bu baskılara dayanamayarak
bir açıklama yaptı. Açıklamada İngiltere Hükümeti’ni ve İngiliz
kamuoyunu kırmamak için, ancak diğerlerine örnek olmaması, bir
istisna sayılması, hür ve bağımsız Osmanlı Devleti’nin hukukuna
sonradan müdahale edilmemesi şartıyla Tomayan ve Kayayan
isimli iki suçlunun bir daha geri dönmemek üzere Osmanlı ülkesi dışına sürülmelerine Padişah tarafından izin verildiği duyuruluyordu.
Osmanlı Devleti, kendi topraklarında meydana gelen bir isyanda
kendi hür mahkemelerinde aldığı bir kararı bile uygulayamayacak
bir pozisyona düşmüştü. Bu olaylardan cesaret alan Ermeniler,
bağımsız Ermenistan hayallerini gerçekleştirebilmek ümidiyle
daha büyük isyan ve eylemleri planlamakta, üstelik bunları Osmanlı başkentinde ve Anadolu’nun diğer şehirlerinde uygulamaya
koymakta gecikmeyeceklerdi.”
67
BÜYÜK OKYANUS’TA
SIYASETIN KALBI
YENİ ZELANDA
PARLAMENTOSU
68
DÜNYA PARLAMENTOLARI
BIR ADA ÜLKESI OLAN YENI ZELANDA, 13. YÜZYILDA
POLINEZYA’DAN GELEREK BURADA YERLEŞIM KURAN
MAORILER TARAFINDAN AOTEAROA (UZUN BEYAZ BULUT
ÜLKESI) OLARAK ADLANDIRILIYOR. BU ÜLKENIN TAM
ORTASINDA YÜKSELEN VE ÇOK FARKLI ÜSLUPLARI BIR ARADA
BULUNDURAN PARLAMENTO KOMPLEKSI, YENI ZELANDA’NIN
KÜLTÜREL MIRASLARINDAN BIRI KABUL EDILIYOR.
İREM COŞKUNSEVEN
69
K
uzey Yarım Küre’de mart ayında ağaçlar tomurcuklanıp doğa
uzun süren kış uykusundan uyanırken Yeni Zelanda, kehribardan sarıya, kahverengiden kızıla sonbaharın her tonuna bürünmüş
yapraklarla kaplanıyor. Kuzey ve Güney Adaları olmak üzere iki
büyük ada ve irili ufaklı adacıklardan meydana gelen ülke, haziran
ve temmuz aylarında dorukları bembeyaz bir pelerin giyen Güney
Alpleri’ne, hâlâ aktif olan yanardağlara, fiyortların arasında kalmış
göllere ve bu doğa harikasından faydalanacak kadar şanslı 4,5
milyon kişiye yuva oluyor.
Dünyanın bir ucu denilebilecek kadar uzakta, etrafı balina ve
yunusların dans ettiği denizlerle çevrili bu diyar, insanoğlunun
dikkatini kısmen daha geç çektiği için flora ve fauna bakımından
gözlerden uzakta büyüyor, gelişiyor. Daha sonra gök ve yeryüzünün çocukları olduklarına inanan Polinezyalılar, 1200-1300’lü
yıllarda Büyük Okyanus’taki bu adaya göç etmeye başlıyor yavaş
yavaş. Geleneklerini ve mitlerini beraberinde getiren, zengin bir
sözlü kültüre sahip bu göçmenler, Maori olarak adlandırılıyor ve
adanın nimetlerinden faydalanan, toprağını eken, hayvanlarını
ehlileştiren, hatta efsanelere göre balinaları bile süren ilk insanlar,
adanın yerlileri oluyor.
70
DÜNYA PARLAMENTOLARI
Lakin yeni yerler keşfetme arzusuyla dolup taşan Avrupalılar,
bu saklı hazineyi bulmakta gecikmiyor. Hollandalı bir kaşif olan
Abel Tasman 1642 yılında adaya adım atan ilk Avrupalı oluyor.
Kendilerine adaya özgü kanatsız bir kuş olan ve daha sonra
ülkenin millî sembolü haline gelen kiwi adını veren Maoriler topraklarına Aotearoa, yani Uzun Beyaz Bulut Ülkesi adını verirken
Hollandalı kartograflar buraya Hollanda’da adalardan oluşan bir
il olan Zeeland’a ithafen Nova Zeeland diyor. Ve böylece Yeni
Zelanda doğuyor.
İngiliz kaşif James Cook, Yeni Zelanda’nın haritadaki konumunu
tespit edene kadar bu ülke Avrupalılar için gizemini korumaya
devam ediyor. Kaşifin peşinden birçok İngiliz, balinaları ve fokları
avlamak, ticaret yapmak için adaya akın ediyor. Hal böyleyken
adaya adımını atan ilk Avrupalı millet Hollandalılar olsa da Yeni
Zelanda 1840 yılında İngilizler ve Maori şefleri arasında imzalanan
bir antlaşmayla İngiliz kolonisi haline geliyor.
Auckland’den Wellington’a parlamento binasının yolculuğu
Yeni Zelanda’nın siyasi tarihi işte bu dönemlerde başlıyor. Sömürge hükümeti dönemi olarak adlandırılan 1840-1854 yılları
ÜLKENIN ESKI BAŞBAKANLARI JOHN BALLANCE VE RICHARD JOHN
SEDDON’IN HEYKELLERI PARLAMENTO KOMPLEKSININ DIŞINDA YER
ALIR. BU IKI HEYKEL TURISTLERIN BÜYÜK ILGISINI ÇEKMEKTEDIR.
arasında ülke, Kraliçe Victoria’yı temsil eden valiler tarafından
yönetiliyor. Fakat kendi yönetimlerinde söz sahibi olmak isteyen
ada sakinlerinin talepleri doğrultusunda 1852 yılında çıkarılan
Yeni Zelanda Anayasa Kanunu, ülkede ilk seçimlerin yapılmasının
önünü açıyor.
1854 yılında, ateşlenen silahlarla yapılan kutlamaların ardından
ilk parlamenterler yemin ediyor ve Yeni Zelanda’nın ilk parlamentosu Auckland’de çok geniş olmayan bir binada hizmet vermeye
başlıyor. En temel özelliklerden bile yoksun olan bu bina, halk
tarafından bina-baraka arası bir yapı anlamına gelen “shedifice”
olarak adlandırılıyor.
1853 yılında gerçekleştirilen ilk seçimlerde toprak sahibi Avrupalılar oy kullanırken çok az sayıda Maori’ye bu hak tanınıyor.
Britanya tarafından atanan vali de yetkilerinden feragat etmek
istemediğinden parlamento içinde problemler baş göstermeye
başlıyor. 1856 yılında parlamentodaki çoğunluk ile ilk hükümet
kurulduğunda bu sorun çözüme ulaştırılıyor.
Parlamentonun kendi içindeki problemler çözüme kavuşturulurken Yeni Zelanda’nın güneyinde yaşayan parlamenterlerin
Auckland’e gelmesi neredeyse iki ayı bulduğundan ve binanın
fiziki şartlarının yetersizliğinden parlamento binası 1865 yılında
merkezî bir şehir olan günümüz başkenti Wellington’a taşınıyor.
Binada meydana gelen değişiklikler beraberinde yasal düzenlemeleri de getiriyor ve birçok Maori’ye oy kullanma hakkı tanınıyor.
Mimari düzenlemeleri 1890’larda yapılan bina halk kutlamaları ve törenleri için kullanılan bir yer haline geliyor. Ancak 1907
yılında sabaha karşı meydana gelen Büyük Yangın, kütüphane
hariç parlamento binasının tamamını küle çeviriyor. 1911 yılında
dönemin Başbakanı Joseph Ward, yüzü binadan yana bir türlü
gülmeyen parlamento için bir tasarım yarışması başlatıyor. Yarışmaya katılan 33 projeden mimar John Campbell’in tasarımı birinci
seçiliyor. Aynı mimarın bir diğer tasarımı ise yarışmada dördüncü
oluyor ve sonuçta iki tasarımın birleşiminden meydana gelen bir
bina inşa edilmesine karar veriliyor. 1914’te yapılmaya başlanan
bina, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, işgücü ve materyal
bakımından yaşanan sıkıntılar gibi nedenlerden ötürü bir türlü tamamlanamıyor. Geçici olarak Vali Konağı’nda görevlerini icra eden
parlamenterler 1918 yılında Parliament House (Ana Parlamento
Binası) olarak adlandırılan yeni binaya geçiyor ve Neo-klasik tarz-
71
YENI ZELANDA’NIN GÜNEYINDE YAŞAYAN PARLAMENTERLERIN
AUCKLAND’E GELMESI NEREDEYSE IKI AYI BULDUĞUNDAN
PARLAMENTO BINASI 1865 YILINDA WELLINGTON’A TAŞINIYOR.
BINADAKI DEĞIŞIKLIKLER BERABERINDE YASAL DÜZENLEMELERI DE
GETIRIYOR VE BIRÇOK MAORI’YE OY KULLANMA HAKKI TANINIYOR.
daki birinci kısım 1922 yılında tamamlanırken ikinci kısmın inşası
tamamen iptal ediliyor.
Parlamento binasının yeni yüzü
İnşasına bir türlü başlanmadığı için sonunda iptal edilen ikinci
kısma tahsis edilen alan, 1969 yılında yeniden değerlendiriliyor.
Esasen İskoç mimar Basil Spence’in dizaynından yola çıkarak
geliştirilen ve şeklinden ötürü halk arasında “Beehive” yani Arı
Kovanı olarak anılan bina, 1969 ile 1979 arasında tamamlanıyor
72
DÜNYA PARLAMENTOLARI
ve yürütme işlevi gören Executive Wing olarak hizmet vermeye
başlıyor. Resmî açılışı bizzat Kraliçe II. Elizabeth tarafından yapılan bina, yükseldikçe çevresi daralan çember şeklindeki katlardan
meydana geliyor. Giriş salonu mermer yer döşemelerinden ve
duvarları paslanmaz çelik tellerden meydana gelen binanın yemek
salonunu John Drawbridge’in ülkenin gökyüzünü betimleyen resimleri süslüyor. Binanın altına inşa edilen bir tünel, Arı Kovanı’nı
parlamento kompleksinin diğer yapıları ile bağlıyor.
PARLAMENTO KOMPLEKSI PARLIAMENT HOUSE VE EXECUTIVE
WING DIŞINDA IKI YAPIYA DAHA EVSAHIPLIĞI YAPIYOR.
BUNLARDAN BIRI KÜTÜPHANE BINASI, DIĞERI ISE
PARLAMENTO ÜYELERI VE PERSONELININ OFISLERININ
YER ALDIĞI BOWEN HOUSE.
meyvesini alan Kate Sheppard’ın büstü
bulunuyor. Üyelerin tartışma oturumlarını
gerçekleştirdiği salonun üst balkonları
basın mensupları ve halk için tasarlanmış. Genellikle ahşap süslemelerin ağır
bastığı bu balkonda yer alan bronzdan
yeşil çelenkler, 1993 yılında kadınlara
seçme ve seçilme hakkının tanınmasının
yüzüncü yılı anısına yapılmış. Binanın orta
kısmında yer alan ve camlarla kaplı tavanı
sayesinde ülkenin parlak mavi gökyüzünü
içeri taşıyan Galleria, Malcolm Harrison
tarafından ülkenin farklı gruplarını, karayı,
denizi ve gökyüzünü betimleyen ögeler
ile dekore edilmiş. Maori Komitesi’ne ayrılan odaların duvarları ise yerlilerin köklü
kültürüne ayna tutan ahşap oymalar ve
betimlemeler ile süslenmiş.
Parlamento kompleksinin dışında yer
alan iki heykel, turistlerin en çok dikkatini
çeken ögelerdir ve bol bol fotoğraflanır.
1990’lı yıllarda restore edilen ve Neogotik bir üsluba sahip olan kütüphane
binasının önünde 1891 ile 1893 yılları
arasında başbakanlık yapmış olan John
Bugünkü parlamento kompleksi Parliament House ve Executive Wing dışında iki yapıya daha evsahipliği yapıyor. Kompleksin en eski yapısı olma özelliği taşıyan kütüphane
binası, parlamentonun talihsiz geçmişinden ötürü yangına karşı dayanıklı olacak şekilde
inşa edilmiş. Duvar işçiliğinden örnekler taşıyan bu Neo-gotik bina, Yeni Zelanda’nın kültürel miraslarından biri olarak kabul ediliyor. Bowen House adı verilen kompleksin son ve
dördüncü yapısında ise parlamento üyeleri ve personelinin ofisleri yer alıyor.
Parliament House’un girişi parlamento üyeleri ve ziyaretçilerin ayak sesleriyle çınlayan mermer karolar ve sütunlardan meydana geliyor. Girişte kadınların seçme-seçilme
hakkına sahip olması için uğraş veren ve 1893 yılında öncülüğünü yaptığı mücadelenin
Ballance’ın mermer heykeli yer alırken ana
parlamento binasının önünde Ballance’ın
halefi olarak 1906 yılına kadar görevini
icra eden Richard John Seddon’ın bronz
heykeli bulunur.
Yeni Zelanda’nın parlamento binası,
başından geçen talihsizliklere rağmen
ülkenin sembol komplekslerinden biri
olmayı başarıyor.
73
MUSA DEMIRCI:
SIYASET PARA KAZANMA, ŞÖHRET SAHIBI
OLMA DEĞIL, HIZMET ETME YERIDIR
RÖPORTAJ VE FOTOĞRAFLAR: SONGÜL BAŞ
TARIM VE KÖYIŞLERI ESKI BAKANI MUSA DEMIRCI, REFAHYOL
HÜKÜMETI DÖNEMINDE ÜLKEDE OLUŞAN HUZUR ORTAMININ
IÇTE VE DIŞTA BAZI GRUPLARI RAHATSIZ ETTIĞINI SAVUNARAK,
“HÜKÜMETI YIPRATMAK AMACIYLA FEVKALADE YANLIŞ IŞLER
YAPILDI. İDDIA EDIYORUM, 28 ŞUBAT SÜRECINDE KOPARILAN
ONCA KIYAMETE RAĞMEN, REFAHYOL HÜKÜMETI DÖNEMINDE
ÜLKENIN GELDIĞI NOKTAYA HENÜZ ULAŞILABILMIŞ DEĞIL” DIYOR.
74
RÖPORTAJ
Ç
ağlar boyu onlarca uygarlığa evsahipliği yapmış Anadolu, bire bin veren
bereketli topraklar bahşetmiş insanoğluna. “Güneşin Bahçesi”nde filizlenmiş
çiçeklerin en güzeli, sebze-meyvenin
en lezzetlisi... Anadolu insanı tarladaki
buğdayına da, ağıldaki kınalı kuzusuna
da gözü gibi bakmış. Onun emeği, alınteri, hünerli eli ve bilgisi sayesinde tarım
ve hayvancılık ülke ekonomisinin lokomotif sektörlerinden biri haline gelmiş.
Günümüzde Ege’den Doğu Anadolu’ya,
Karadeniz’den Marmara’ya yedi bölge,
dört mevsimde tarım ve hayvancılık
ülkemiz için büyük değer taşımaya
devam ediyor. Bu alanların yıllar içinde
gelişip çeşitlenmesinde sektöre yönelik
politikalar üreten siyasetçilerin de önemli
payı bulunuyor. Bu siyasetçiler arasında
Tarım ve Köyişleri eski Bakanı Musa Demirci de yer alıyor. REFAHYOL Hükümeti
döneminde bakanlık yapan Demirci ile
siyaset yaşamını ve ülke gündemindeki
konuları konuştuk.
Musa Demirci’nin hayat yolculuğu
1942 yılında Sivas’ın Hafik ilçesinin
Hanzar (Çukurbelen) köyünde başlıyor.
İlkokul, ortaokul ve liseyi memleketinde okuduktan sonra Erzurum Atatürk
Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde eğitim
görüyor. Doğduğu toprakların geçim
kaynağı olması dolayısıyla tarım ve hayvancılığı çocukluk yıllarında öğrenmeye
başlayan Demirci, ziraat yüksek mühendisi olduktan sonra bilgi ve birikimini
sadece Sivas’ta değil, Türkiye’nin çeşitli
illerinde üstlendiği görevlerde ortaya
koyuyor. Sivas’ın Yıldızeli ilçesinde başlayan meslek yaşamında Kahramanmaraş
Teknik Ziraat Müdürü, Erzurum Ziraat
Başmüdürü, Gıda Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı Ziraat İşleri Genel Müdür Muavini, Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı
Aydın İli Tarım İl Müdürü gibi görevler
üstlenen Musa Demirci’nin hayatında
1991 yılının önemli bir yeri bulunuyor. “1991 seçimleri öncesinde Refah Partisi’nden milletvekili adaylığı teklifi aldım. Ailemde siyasetle yakından ilgilenenler vardı, mesela ağabeyim Demokrat Parti’nin gençlik kollarında görev yapmıştı, bilahare Anavatan Partisi’nde
siyasete devam etmişti. Yine dayılarım siyasete uzak değillerdi. Ben gençlik yıllarımda
öğrenci derneklerinde çalışmıştım, Sivas derneklerinde yer almıştım, ama bir siyasi parti
çatısı altında görev yapmamıştım. 1991 yılında Refah Partisi’nden milletvekili adaylığı
teklifi gelince bir süre düşünmek istedim, çünkü mesleğimi çok severek yapıyordum.
İşimi bırakıp siyasete girmeye karar vermem kolay olmadı, hatta milletvekili adaylığı
için başvurunun sona ermesine çok kısa bir zaman kala istifa ettim ve böylece siyasete
girdim” diyen Musa Demirci, 1991-2002 yılları arasında üç dönem milletvekilliği yapıyor.
Tecrübeli siyasetçi Meclis’e geldiğinde tarım ve hayvancılık konularından uzak kalmamak amacıyla Tarım, Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda yer alıyor. Musa Demirci’nin
Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak görev yaptığı 54. Hükümet ise 28 Haziran 1996 tarihinde
kuruluyor. Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin koalisyon ortağı olduğu REFAHYOL Hükümeti döneminde tarım ve hayvancılık alanındaki çalışmaları konuştuğumuz Demirci,
“Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak yaklaşık bir yıl görev yaptım. Bakanlık dönemimdeki
çalışmalarım sırasında en büyük avantajım, o güne kadar mesleğimin hemen her kademesinde çalışma fırsatı bulmam ve ülkemizin farklı bölgelerinde görev yapmam dolayısıyla tarım ve hayvancılığımız konusunda bilgi ve tecrübe sahibi olmamdı. Bu bakımdan
bakanlık görevimi yürütürken zorluk çekmedim. O dönemde ülkemiz için önemli birtakım
işler yaptığımı tahmin ediyorum” diyor. Tarım ve hayvancılık sektörünün ülke kalkınması,
gıda arz ve güvenliği, istihdam gibi konulardaki önemine işaret eden tecrübeli siyasetçi,
“ya kuraklık yaşanırsa” endişesiyle uykularının kaçtığı günler olduğunu, ama sorunsuz bir
şekilde bakanlık dönemini tamamlamaktan dolayı memnuniyet duyduğunu ifade ediyor.
“Bakanlıktaki ilk işim canlı hayvan ve et ithalatını durdurmak oldu”
Musa Demirci bakanlıktaki ilk icraatını ise şöyle anlatıyor: “O dönemde canlı hayvan
ve et ithalatı vardı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında başlamış bu ithalatın daha ne zamana
kadar devam edeceğini kendi kendime çok sormuştum. Bakanlık görevini üstlenmenin
ikinci veya üçüncü gününde canlı hayvan ve et ithalatını durdurdum. Çünkü dışarıdan et
ithal etmekle ülke nüfusunun gıda ihtiyacını karşılayamazsınız; kendiniz üretime önem
75
“BIR ATASÖZÜ VAR, TAŞIMA SUYLA DEĞIRMEN DÖNMEZ DIYE.
DEVAMLI BORÇ ALARAK ÜLKEYI BIR YERE GÖTÜRMENIZ MÜMKÜN
DEĞIL. HÜKÜMETIMIZ DÖNEMINDE ILK OLARAK DENK BÜTÇE YAPILDI,
10’AR MILYAR DOLARLIK ÜÇ AYRI YERLI KAYNAK PAKETI HAZIRLANDI.”
tiğinin iyi düşünülmesi lazım. ‘Devlet tekeli olmamalı, müteşebbis
vatandaşlar devletin yerini almalı’ dendiğinde kulağa hoş geliyor,
ama neticede bir bakıyorsunuz fabrikalar, depolar, tuzlalar gitmiş,
200 bin ton civarındaki tütün üretiminiz 30 bin tonlara düşmüş,
önemli bir tarım kültürünüz yok olmaya yüz tutmuş, devlet yerine
ülkenizde uluslararası bir şirket tekel olmuş. IMF’nin dayattığı
bu yasaların çıkarıldığı dönemde mücadelemizi verdik, gerekli
uyarıları yaptık, ama maalesef netice değişmedi. Bu noktada
şunu da ifade etmek istiyorum, bugün ülkemizde devlet bünyesindeki şeker fabrikalarının iyileştirilerek üretime devam etmeleri
önem taşıyor. İstihdam bakımından da milyonlarca insanımızı
ilgilendiren bu konuyla ilgili gerekli hassasiyetin gösterileceğini
düşünüyorum.”
“REFAHYOL Hükümeti döneminde ülkedeki
huzur ortamından rahatsızlık duyanlar oldu”
vermeli, üretimi geliştirmelisiniz. Biz bu yönde çalışmalar yaptık.
Canlı hayvan ve et ithalatını durdurup gerekli tedbirleri aldığımızda üretim artmaya, çiftçilerimizin yüzü gülmeye başladı. Bu
durumun hakikaten Türkiye’nin ekonomisine ve hayvancılığına
çok büyük katkıları oldu. Şimdi çeşitli illerimize gittiğimde çiftçilerimiz REFAHYOL Hükümeti döneminde alınan kararları, yapılan
işleri methederek anlatıyorlar. Bu da bana memnuniyet veriyor.
Bugünkü iktidar döneminde bitkisel üretimin bazı kesimlerinde
önemli artışlar görülüyor, bundan memnuniyet duyuyorum, ama
maalesef aynı atağın hayvancılıkta yapılamamış olmasından
dolayı üzüldüğümü ifade etmek istiyorum.”
Musa Demirci, tarım ve hayvancılık politikalarından söz açılınca 2001 yılında 57. Hükümet döneminde çıkarılan yasalarla ilgili
değerlendirmelerde bulunarak şu görüşleri ifade ediyor: “Hatırlanacağı gibi o dönemde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı olan
Kemal Derviş, ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ adı verilen bir
program açıkladı. 15 günde 15 yasa çıkarılması gerektiğini ifade
eden Kemal Derviş’in ele aldığı ilk konular Tütün Yasası ve Şeker
Yasası oldu. Bu yasalarla Türkiye’nin ne kazandığının, ne kaybet-
76
RÖPORTAJ
REFAHYOL Hükümeti dönemi 28 Şubat süreciyle birlikte anılıyor.
Musa Demirci, Tarım ve Köyişleri Bakanı olarak geçirdiği o günleri
sorduğumuzda şu değerlendirmeleri yapıyor: “REFAHYOL Hükümeti güvenoyu aldıktan sonra hızla çalışmalara başladık. Bir
hükümetin evvela yapması lazım gelen şey, insanların huzurunu
artırmak, onlara rahat bir nefes aldırmaktır. Bunu yapabilmeniz
için de ekonomik yönden kuvvetli olmanız lazımdır. Bir atasözü
var, taşıma suyla değirmen dönmez diye. Devamlı borç alarak
ülkeyi bir yere götürmeniz mümkün değil. Hükümetimiz döneminde ilk olarak denk bütçe yapıldı. 10’ar milyar dolarlık üç ayrı yerli
kaynak paketi hazırlandı. Havuz sisteminde fevkalade para birikti,
memur, emekli, işçi, dul ve yetim gibi toplumun çeşitli kesimlerinin maaşına yüzde 100’lerden yüzde 300’lere ulaşan oranlarda
zam yapıldı. İnsanlar rahat etti ve ülkede bir huzur ortamı oluştu.
Sonra bir baktık ki içte ve dışta bu durumdan rahatsızlık duyanlar
oldu, Türkiye’nin iyiye gitmesini istemeyen gruplar harekete geçti. Mesela Amerika’da ‘Türkiye, Başbakan Erbakan hükümetine
teslim edilmemeli’ diye toplantılar yapıldı. Uyguladığımız millî
politikalar başarılı oldukça hükümeti yıpratmaya dönük gayretler
içine girildi. Sermayenin sadece rantiyeci dediğimiz bir grubun
elinde olmaması gerektiğini, Anadolu’ya yayılması lazım geldiğini
“EMEKLILIK PSIKOLOJISI IÇINE HIÇ GIRMEDIM. MILLETVEKILLIĞI
DÖNEMIMDE OLDUĞU GIBI, TELEFONLA ARAYANLARLA
VEYA OFISIMDE ZIYARET EDENLERLE ILGILENIR, ELIMDEN
GELDIĞINCE DERTLERINE DERMAN OLMAYA ÇALIŞIRIM.”
yeridir” diye yanıtlıyor. Tecrübeli siyasetçi,
son dönemde Meclis’te yaşanan kavgalara
da değinerek bu tür görüntülere sebebiyet
verilmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Demirci, “Meclis’te fikir tartışması yaşanması
doğaldır, ama bunun kavgaya dönüşmesine
fırsat verilmemelidir” diyor.
“Çözüm sürecini birlik ve
beraberliğimiz için önemli bir
fırsat olarak görüyorum”
söylediğimizde bir baktık ‘yeşil sermaye’ lafını türettiler. Anadolu’nun insanı kabiliyetsiz mi ki sermaye sadece İstanbul’da olsun? Tabii ki hayır. Biz bu konuya büyük önem
verdik. Bugün görüyorsunuz, Ankara’dan Konya’ya, Gaziantep’ten Kahramanmaraş’a,
Diyarbakır’dan Kayseri’ye Anadolu’nun dört bir yanındaki sanayi kuruluşları üretiyor,
ihracat yapıyor. İddia ediyorum, 28 Şubat sürecinde koparılan onca kıyamete rağmen,
REFAHYOL Hükümeti’nin on bir aylık döneminde ülkenin geldiği noktaya henüz ulaşılabilmiş değil. Fevkalade yanlış işlerin yapıldığı 28 Şubat sürecinde REFAHYOL Hükümeti
gitti de ne oldu? 20’ye yakın banka battı, insanlar maddi sıkıntı içine düştü, başörtülü
kızlarımız üniversiteden atıldı…”
Musa Demirci, siyaset hayatıyla ilgili unutamadığı anılarını sorduğumuzda merhum
Necmettin Erbakan’ı rahmetle anarak, “Her millî görüşçünün unutamadığı bir lideri
vardır; Necmettin Erbakan. Kendisi gerek yetişmemizde gerekse çalışma hayatımızda
bize çok iyi bir örnek olmuştur; çalışkanlığı, titizliği, hoşgörüsü ve hiçbir şeyi ihmal etmemesiyle. Bir gün bile sesini yükselterek konuştuğunu duymadım. En kızdığı zamanlarda
bile nezaketini korurdu. Onunla yaşadığımız hatıralar her şeyin üzerindedir” diyor.
1991-2002 yılları arasında TBMM çatısı altında yer alan Musa Demirci, “Sizce siyaset
yaparken en çok nelere dikkat edilmeli?” sorusunu, “Siyasete girmek isteyen gençlere
şunu tavsiye ediyorum: Aklınızda sadece ve sadece ülkeye, millete hizmet etmek olmalı.
Siyasete girdiğinde para kazanacağını, şöhret sahibi olacağını düşünenler varsa bu işten
vazgeçmelidirler. Çünkü siyaset para kazanma, şöhret sahibi olma değil, hizmet etme
Röportaj sırasında Musa Demirci’ye ülke
gündemindeki konulara ilişkin değerlendirmelerini de soruyoruz. Tecrübeli siyasetçi
çözüm sürecinde atılan adımları olumlu
bulduğunu belirterek şunları söylüyor: “İnsanlar mutlu olduklarında kendi dillerinde
sevinemezler mi, üzüldüklerinde kendi dillerinde ağlayamazlar mı? Bunun ne sakıncası
var? Yasaklar, baskılarla bir yere varılabilir
mi? Bugüne kadar kırk bin insanımız öldü.
Şimdi birlik ve beraberliğimiz için önemli
bir fırsat var önümüzde. Elbette yaraların
sarılması kolay değil, ama biz zamanla bu
yaraları tedavi edeceğiz. Yaralar kabuklanıp
atılacak ve inşallah her şey çok daha güzel
olacak.”
Musa Demirci 13 yıldır TBMM çatısı altında yer almıyor. Zamanını nasıl geçirdiğini
sorduğumuzda “Emeklilik psikolojisi içine
hiç girmedim. Hafta sonları dışında her
gün takım elbisemi giyer, kravatımı takar,
ofisime gelirim. Hiç boş durmam. Milletvekilliği dönemimde olduğu gibi, telefonla
arayanlarla veya ofisimde ziyaret edenlerle
ilgilenir, elimden geldiğince dertlerine derman olmaya çalışırım” diye konuşuyor.
77
TÜRKIYE BÜYÜK MILLET MECLISI’NDE
MART 2015’TE KABUL EDILEN YASALAR
Kanun
Numarası
Kabul
Tarihi
6633
19/03/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Katar Devleti Hükümeti Arasında Askeri Eğitim, Savunma Sanayii ile Katar Topraklarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Konuşlandırılması Konusunda
İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
6634
20/03/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı Hükümeti Arasında Gümrük Konularında İşbirliği ve Karşılıklı Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna
Dair Kanun
6635
20/03/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı Hükümeti Arasında Bilim ve Eğitim
Alanlarında İşbirliğine Yönelik Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna
Dair Kanun
6636
20/03/2015
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi Sekretaryası
Arasında Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi Sekretaryasına Dair Evsahibi Ülke Anlaşmasına Ek Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
78
Başlığı
Türk Parlamenterler
Birliği’nden
Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul kararıyla 2015 yılında yıllık 120 TL’dir.
Bankalar tarafından müşterilerine Uluslararası Banka Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir.
Üyelerimizin aidatlarını yatırırken problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir.
Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları 2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir.
Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması, 5253 sayılı
Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir.
Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur.
TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr
Fax Hattı: 0312 420 66 24
Sayın Üyelerimiz her konuda bize ulaşabilirsiniz.
Türk Parlamenterler Birliği Ankara Konukevi: Ankara Hotel Pino Bayraktar Mahallesi Vedat Dalokay Caddesi
Bayraklı Sokak No: 35 GOP/ANKARA Tel: 0312 446 36 86
Türk Parlamenterler
Birliği
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin
Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA
Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği
Ziraat Bankası TBMM Şubesi
IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
DÜNYA MIRASI BIR DOĞA HARIKASI
KAPADOKYA
GÖKÇE DORU
80
KÜLTÜR VARLIKLARI
DOĞAL FELAKETLER DÜNYADA PEK AZ BENZERI OLAN,
GÖRENLERI KENDINE HAYRAN BIRAKAN BIR GÖRÜNÜM
KAZANDIRMIŞ KAPADOKYA’YA. PERSLERIN DEYIMIYLE
“GÜZEL ATLAR ÜLKESI”, PERIBACALARINDAN VADILERINE,
YER ALTI ŞEHIRLERINDEN HER DUVARI ADETA BIR SANAT
ESERI OLAN KILISELERINE KADAR DÜNYANIN EN ETKILEYICI
COĞRAFYALARINDAN BIRI OLMA ÖZELLIĞI TAŞIYOR.
M
agma, dünyanın çekirdeğinden yeryüzüne ulaşmak istediğinde bir felaketler dizisi getiriyor beraberinde. O akışkan
ateş, ne bir canlı bırakıyor çıktığı yerde ne de griden başka bir renk.
Yer şekilleriyle dünyayı kendine hayran bırakan Kapadokya’da 60
milyon yıl önce patladığı tahmin edilen dağlar ise belki o dönemde
bir felakete sebep oluyor, ancak bölgeye dünyanın çok az yerinde
görülen yer şekillerini bahşediyor sonrasında.
Erciyes, Hasan, Melendiz, Göllüdağ adlı yanardağların patlamasıyla bölgeye yayılan lavlar, tüf tabakasından oluşan yüksek bir
plato oluşturuyor. Rüzgar, yağmur gibi doğa koşullarının etkisiyle
peribacası adı verilen coğrafi oluşumlar zaman içinde ev, kilise,
sığınak gibi işlevleri yerine getiriyor.
Kapadokya’yı özel kılan peribacaları, bölgede Paleolitik
Çağ’dan itibaren yerleşim görülmesini de sağlıyor. Neolitik, Kalkolitik, Bakır Çağı
gibi çok eski dönemlerden
Roma, Bizans, Selçuklu ve
Osmanlı’ya uzanan, binlerce
yılı kapsayan süreçte Kapadokya her zaman insanların
mekanı oluyor.
Milattan önceki yüzyıllarda Hititler, Frigler, Lidyalılar, Karyalılar Kapadokya
bölgesine hakim olmuş,
Persler ise burada Kapadokya Krallığı’nı kurmuş.
Milattan sonra bölge Roma
İmparatorluğu hakimiyetine girmiş ve Hıristiyan
tebaa burada yüzyıllarca
yaşamış. Bölgenin Hıris-
tiyanlığın adeta merkezi haline gelmesinde insanlardan uzak
yaşamayı, yalnızca ibadet etmeyi mümkün kılan yer şekillerinin
de etkisi bulunuyor. Hıristiyanların mübadeleye kadar yaşadığı
Kapadokya’nın dünyaca meşhur olmasında Hıristiyanlık’ta
önemli addedilen bazı azizlerin burada doğup büyümesinin de
büyük etkisi görülüyor.
Şaşırtıcı, gizemli yer altı şehirleri
Kapadokya’nın eşsiz güzelliklerinin oluşmasına çağlar boyu orada yaşayan insanların da yardımı olmuş. Kayaları oluşturan tüf
malzemenin kolay oyulabilmesi, yaşayanların bu kayaları kendi
ihtiyaçları gereğince şekillendirmesi çok sayıda kaya ev ve yer
altı şehrinin oluşmasını sağlamış. Bu nedenle, Kayseri-NevşehirNiğde üçgeninde yer alan bölge yalnızca doğal güzelliğiyle kendine
hayran bırakan bir yer değil,
çağlar boyunca yerleşim
alanı olarak kullanılması nedeniyle arkeolojik önemi de
bulunan bir merkez haline
gelmiş.
Sayıları iki yüzü geçen
yer altı şehirleri, bölgede
arkeolojik değere haiz en
önemli yapılardan olma
özelliği taşıyor. Yumuşak
tüfün oyulmasıyla oluşturulmuş şehirlerin çoğu
zaman girişi dışarıdan fark
edilmiyor, turistik olanlar
rehberler tarafından yönlendirilerek gezilebiliyor.
Bazıları çok katlı olabilen,
81
ortalama beş bin civarında kişinin yaşadığı tahmin edilen şehirlerin, yumuşak taşlar oyularak oluşturulmasına rağmen binlerce
yıldır ayakta durabilmesi taşın jeolojik özelliğine bağlanıyor.
Kolayca yontulan kaya, havayla temas ettikten bir süre sonra
okside oluyor, sert bir forma dönüşüyor.
Yer altı şehirlerinde odaları birbirine bağlayan kanalların dar ve
alçak inşa edilme nedeninin, dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı
önlem almak olduğu tahmin ediliyor. Şehir sakinlerinin alıştığı bu
formla düşmanın hareketleri kısıtlanabiliyor. Ayrıca kanallarda
2-3 metre derinliğinde tuzaklar da bulunuyor.
82
KÜLTÜR VARLIKLARI
Ahır, mutfak ve şırahanelerin daha üst katlarda inşa edildiği
yer altı şehirlerinin yaşamayı mümkün kılan havalandırma sistemleri, tehlike anında koridoru tıkamaya yarayan mekanizmaları, yalnızca şehir sakinlerinin yararlandığı kestirme yolları nedeniyle büyük oranda sığınak olarak kullanıldığı tahmin ediliyor.
Kapadokya’da bulunan en önemli yer altı şehirlerinden biri
Derinkuyu. 1960’lı yıllarda turizme kazandırılan şehrin yaklaşık
20 katlı olduğu düşünülmekteyse de ancak 8 katı temizlenerek ziyaretçilere açılmış. 100 bin kişilik bir insan topluluğunu
barındırabileceği tahmin edilen Derinkuyu Yer Altı Şehri, üstün
PAŞABAĞ’DA OLUŞUMUNUN BÜTÜN EVRELERINDE PERIBACALARI
GÖRÜLEBILIYOR. BÖLGEDE OLUŞUMUN BAŞLANGICINDA,
OLUŞUM HALINDE, OLUŞUMUNU TAMAMLAMIŞ VE OLGUNLAŞIP
BOZULMUŞ, YANI TEPELERI DÜŞMÜŞ PERIBACALARI YER ALIYOR.
teknolojik havalandırma sistemleri, yapılması o dönemin koşullarında mümkün görünmeyen mimari unsurları gibi nedenlerle bölgede şehrin insan yapımı olmadığına dair
çeşitli efsanelere konu oluyor.
Kapadokya denince akla gelen, bölgenin imajının oluşmasında en büyük paya sahip
olan yapılar ise peribacaları. Ürgüp-Avanos-Uçhisar üçgenindeki vadilerde fazla sayıda
bulunan peribacalarının, Hitit ve Frig mitolojilerinde dahi adı geçiyor. Onlara göre peribacalarını volkan tanrıları oluşturmuş, yağmur ve rüzgar tanrıları yumuşak ve sihirli
elleriyle biçimlendirmiş.
17. yüzyılın Fransız gezgini Paul Lucas’ın “Kızılırmak yakınlarında, piramit biçiminde
binlerce garip ev” diye nitelendirdiği peribacaları, Zelve Vadisi’nde en ihtişamlı halleriyle
yer alıyor. Vadiye gelmeden hemen önce
Paşabağ’da oluşumunun bütün evrelerinde peribacaları görülebiliyor. Bölgede
oluşumun başlangıcında, oluşum halinde,
oluşumunu tamamlamış ve olgunlaşıp
bozulmuş, yani tepeleri düşmüş peribacaları yer alıyor.
Bölgede dikkat çekici diğer unsurlardan biri de badlans veya kırgıbayır olarak
adlandırılan yer şekilleri. Kurak bölgelere
83
PERIBACALARINA YAKLAŞIK BIR SAAT UZAKLIKTA BULUNAN IHLARA
VADISI, KAPADOKYA’NIN EN ÇOK ZIYARET EDILEN YERLERINDEN BIRI
OLMA ÖZELLIĞI TAŞIYOR. HASANDAĞI’NIN SOĞUYAN LAVLARINI
MELENDIZ ÇAYININ AŞINDIRMASI SONUCU MEYDANA GELMIŞ BU
VADININ YÜKSEKLIĞI ZAMAN ZAMAN YÜZ METREYI GEÇIYOR.
özgü bir topografik unsur olan badlans, “az eğimli
yamaçlarda bulunan tüfler üzerindeki aşınmalar”
şeklinde tanımlanıyor.
MÖ 1. yüzyıla tarihlenen Çeç tümülüsü, bütün Göreme Vadisi’nin görülebildiği Uçhisar Kalesi, ormanlık
arazi olmadığı halde millî park ilan edilmiş Göreme
Millî Parkı, Kızlar ve Erkekler Manastırı, Tokalı Kilise
ve Karanlık Kilise bölgenin diğer turistik yapıları olarak
sıralanıyor.
Çağların tanığı Ihlara
Peribacalarına yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunan
Ihlara Vadisi, Kapadokya’nın en çok ziyaret edilen yerlerinden biri olma özelliği taşıyor. Hasandağı’nın soğuyan
lavlarını Melendiz çayının aşındırması sonucu meydana
gelmiş bu derin vadinin yüksekliği zaman zaman yüz
metreyi geçiyor.
Bölgenin uzun yüzyıllar Hıristiyanlığın merkezi olması nedeniyle Ihlara Vadisi’nde de kayalara oyulmuş
pek çok kilise yer alıyor. Bunlardan biri Bizans dönemine tarihlenmiş Ağaçaltı Kilisesi’dir. Kilise, İkonoklazm
akımından öncesine tarihlendiği için duvarlarında
çok sayıda resim bulunuyor. “Ziyaret”, “Doğum”, “Üç
Müneccimin Tapınması”, “Meryem’in Ölümü” adındaki
duvar resimlerinden en çok beğenilen ve turistler
tarafından en çok ilgi göreni ise kilisenin kubbesinde
yer alan “İsa’nın Göğe Yükselişi”dir.
Ihlara Vadisi’nin kuzey duvarında yer alan Yılanlı
Kilise 9. yüzyılın sonlarına tarihleniyor. Bir duvarında
yılanların saldırısına uğramış dört günahkar kadının
resmedilmesi nedeniyle kiliseye bu ismin verildiği
tahmin ediliyor. Keşiş mezarlarını da içeren Yılanlı
Kilise’nin tavanı ve duvarları tamamen freskolarla
bezeli. Mikail ve Cebrail tasvirlerinin yer aldığı kilise
Ihlara Vadisi’nin turistler tarafından en çok ziyaret
edilen yapısı olma özelliği taşıyor.
84
KÜLTÜR VARLIKLARI
VADIDE YER ALAN EVLER DE, YÜZYILLAR ÖNCESINE
TARIHLENMESELER BILE, BÖLGENIN EN KIYMETLI
YAPILARINDANDIR. EĞIMLI YAMAÇLAR ÜZERINE KURULMUŞ
YERLEŞIM YERLERINDE BULUNAN BU EVLER BÖLGENIN
JEOLOJIK YAPISI ILE UYUMLU ÖZGÜN MIMARI UNSURLAR IÇERIR.
Vadide yer alan ve bölgenin önemli yapılarından biri olan Kırkdamaltı
Kilisesi 13. yüzyıl sonlarına tarihleniyor. Kilisede yer alan bir kitabede Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud ve Bizans İmparatoru II. Andronikos
Paleologos’un adları geçiyor. Kilisedeki tasvirlerden biri Hz. Meryem ve
Vaftizci Yahya’nın mahşer gününde, günahkar insanlar adına Hz. İsa’dan
af dileme sahnesi, yani Deesis’tir. Diğer sahneler “İsa Çarmıhta”, “İsa’nın
Göğe Yükselişi”, “Meryem’in Ölümü”, “St. George’a Adak” adlı tasvirleri ve
aziz betimlemelerini içeriyor.
Ihlara Vadisi’nin en çok ziyaret edilen yapıları şüphesiz ki her biri bir sanat eseri niteliğindeki freskoları içeren kiliselerdir. Ancak vadi duvarlarına
oyulmuş ve Hıristiyanlığın doğuşundan çok daha
önceki yüzyıllara tarihlenen mağaralar da oldukça
ilgi çekicidir. Kaya düşmeleri nedeniyle ağız kısımları
kapanan bazı mağaralar bölgeyi daha gizemli kılar.
Vadide yer alan evler de, yüzyıllar öncesine tarihlenmeseler bile, bölgenin en kıymetli yapılarındandır.
Eğimli yamaçlar üzerine kurulmuş yerleşim yerlerinde
bulunan bu evler bölgenin jeolojik yapısı ile uyumlu
özgün mimari unsurlar içerir. 1800’lerin sonu, 1900’lerin başına tarihlenen evler, daha önce de mesken
olarak kullanılan mağaraların üzerine kesme taşlar
döşenerek oluşturulmuştur. Çoğu koruma altına
alınan evlerde kireçtaşı ve ahşap da kullanılmıştır.
İnsanların Ihlara Vadisi’nde bulunan kayaların kolay
oyulabilme özelliğini kullanarak yaptıkları barınaklar,
bölgenin en gizemli şekilleri olan yer altı mağaralarını
oluşturur. Yerin altında, birbiriyle bağlantısı olan yüzlerce kanal içeren mağaralar, bölgenin keşfedilmeyi ve
turizme açılmayı bekleyen onlarca unsurundan biridir.
Kayaya oyulmuş iki adet bezirhane ve içinde bezir
yağı elde etmek için kullanılan ilkel mekanizma; kaba
yontulmuş taşlardan inşa edilmiş yunak; Osmanlı
dönemine ait bir köprü; Selçuklu dönemi yapılarından olan, sekizgen inşa edilmiş Yavuz Sultan Türbesi ile dört taş kemerli Baydı Hatun Türbesi, Ihlara
Vadisi’nde yer alan nispeten daha yakın yüzyıllara
tarihlenen yapılardır.
Bir doğa harikasına insan elinin değmesi, onun yaratıcılığı, zevki ve sabrıyla şekillenmesi Kapadokya’yı
dünyanın en değerli destinasyonlarından yapıyor.
2005 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne dahil
edilen bölgenin bir diğer özelliği, şaşırtıcı yer şekilleri,
doğal güzellikleri ve turizme hizmet eden, semayı
rengarenk boyayan balonlarıyla dünyada en çok fotoğraflanan yerlerden biri olması.
85
HAKAN TARTAN:
BUGÜN TÜRK SIYASETINDEN BEKLENEN ŞEY
YENILEŞME VE SEVGI DILININ
EGEMEN OLMASIDIR
SÖYLEŞI: SONGÜL BAŞ
GENÇ YAŞTA ATILDIĞI SIYASET HAYATINDA MILLETVEKILI, BAKAN
VE BELEDIYE BAŞKANI OLARAK ÖNEMLI ÇALIŞMALARDA
BULUNAN HAKAN TARTAN, “HIZMETI ÇALIŞMA FELSEFENIZIN ANA
UNSURU YAPARSANIZ BAŞARILI OLURSUNUZ” DIYOR. SIYASETTE
UZLAŞMA KÜLTÜRÜNÜN ÖNEMINE IŞARET EDEN TARTAN, “HALK
GERGINLIĞI SEVMIYOR” YORUMUNU YAPIYOR.
86
SÖYLEŞI
H
akan Tartan, bir koltuğa birçok karpuz
sığdırabilmiş kişilerden biri. Gazeteci,
şair, yazar, siyaset bilimci, akademisyen, 56.
Cumhuriyet Hükümeti’nin Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı, 2009-2014 yılları arasında
İzmir Konak Belediye Başkanı… Siyasetin
genç ve renkli yüzleri arasındaki Hakan
Tartan, bu ayki söyleşi sayfalarımıza konuk
oluyor. 1995 ve 1999 seçimlerinin ardından
iki dönem TBMM çatısı altında yer alan deneyimli siyasetçi, “Bugün Türk siyasetinden
beklenen şey yenileşme ve bununla birlikte
sevgi dilinin egemen olması” diyor.
Siyasete girmeye nasıl karar verdiniz?
Gazetecilik aslında siyasetle iç içe bir
meslek. Siyasetin özü halka hizmetse,
gazeteciliğin de öyle. O nedenle ben zaten
siyasetin hep içindeydim. Bir dönemler Türk
siyasetine yön veren çok değerli isimlerle
birlikte çalışma, siyaset yapma, dostluk
yaşama şansı buldum. Sayın Bülent Ecevit,
Süleyman Demirel, Erdal İnönü, İsmail Cem,
Aydın Güven Gürkan, Deniz Baykal, Fehmi
Işıklar, Güneş Gürseler, Alparslan Türkeş,
Necmettin Erbakan, Recai Kutan, Bülent
Arınç, Mehmet Ağar, Hüsamettin Özkan
bu isimlerden bazıları. Bu kadar değerli
insanlarla dost olunca onlardan çok şey
öğreniyorsunuz. Büyük devlet adamı Sayın
Bülent Ecevit siyasete girme önerisi yapınca bu benim için bir onur oldu.
gelişmeleri de zaman zaman Sayın Ecevit’e aktarma şansı buluyordum. Bu süreç,
siyaset yolculuğum adına önemli bir adımdı. Nitekim 1995 seçimlerinde İzmir milletvekili oldum. Ancak ilk siyasete girişim 1992’de Sayın Deniz Baykal önderliğinde yeni
CHP’nin kuruluşu ile gerçekleşti. O zamanki hedef, CHP ile tüm sosyal demokratları
birleştirmekti. Bugün hâlâ en büyük özlem bu.
Türk siyasetinde hemen her alanda hizmet verdiniz. Sizce en önemli görev hangisiydi?
Bütün görevler çok önemli ve onurlu. Çünkü hepsinin temelinde halka hizmet olgusu
var. Hizmeti çalışma felsefenizin ana unsuru yaparsanız başarılı olursunuz. Ben hep
öyle yaptım. Halkla iç içe oldum, sorunlarını belirledim, beklentilerini öğrendim ve o
yolda adımlar attım. Bize verilen görevler, halka ve Hakk’a hizmet yolunda en önemli
şans. Bunu ne kadar iyi değerlendirirsek o kadar mutlu oluyoruz elbette. Ve görevdeki
başarı, mutlu ve huzurlu kıldığınız insanların sayısı ile doğru orantılı. Bütün görevlerim
keyifliydi, onurluydu. Hepsinde iz bırakan çalışmalar yaptığıma inanıyorum.
Belediye başkanlığı mı, milletvekilliği mi, bakanlık mı daha zor?
Hepsinin kendine özgü zorlukları var elbette. Ancak doğru hedefler belirler, doğru
insanlarla çalışıp doğru kararlar alırsanız başarı gelir. Ben böyle çalıştım. Milletvekili
olarak milleti temsil etmek, kent adına alınan kararlarda öncü olmak, insanlara yeni
hizmetler götürmek elbette çok önemli. İdare Amiri olarak TBMM’nin yenilenmesi ve
değişimi anlamında önemli kararlara imza attık. Bakan olarak ise daha uygulayıcı bir
rolünüz oluyor. Birçok hizmeti toplumsal katkı anlamında direkt olarak halka yansıtıyorsunuz. Örneğin o dönemde emekli maaşları sorundu. Maaş çekiminde sıralar oluyordu.
Ben emekli maaşı ödeme günlerini çoğaltarak bir ölçüde rahatlama yaratmıştım. Yine
Bulgaristan’dan gelen kardeşlerimizin hem sosyal güvenlik hem de emeklilik işlemleri
sorundu. Onu karşılıklı anlaşma ile çözdük. Allah nasip etti, Bulgaristan göçmeni kar-
Ailenizde siyasetle ilgilenenler var mıydı?
Sanatçı bir ailenin çocuğuyum. Daha çok
devlet hizmeti yapan bir kuşağın devamıyım. Ailede ilk siyasetçi benim.
Siyaset yolculuğunuzun kilometre taşı
olarak gördüğünüz olaylar neler?
Ankara’da gazetecilik yaptığım günlerde
Sayın Bülent Ecevit’le yakın bir dostluk
kurduk. Hemen her gün telefonlaşıyor, sık
sık buluşuyor ve Türkiye üzerine değerlendirmeler yapıyorduk. Toplumsal bazı
87
“MILYONLARA IMZA ATAN, 24 SAAT ÇALIŞAN BAŞKANLAR
GÖREVDEN AYRILDIKTAN SONRA HIÇBIR HAKKA SAHIP
DEĞIL. TBMM’DEKI ARKADAŞLARIMDAN ISTEĞIM, BELEDIYE
BAŞKANLARININ ÖZLÜK HAKLARININ IYILEŞTIRILMESI, SOSYAL VE
HUKUKI GÜVENCELERININ SAĞLANMASI.”
deşlerimize ilk maaşlarını ödeme onurunu yaşadım. Oradaki çalışmaları emeklilikte
geçerli oldu. Bu çok önemli bir beklentiydi. İşçilerimiz için ilk defa check-up uygulaması
yaptık. Çocuk işçiliğin önlenmesi çalışmaları, yeni hastaneler, sosyal güvenlik reformunun hazırlıkları hep onur duyduğum çalışmalar. Belediye başkanlığı ise gerçekten hem
çok onurlu hem de çok zor. Çünkü zaman ve mekan yok. Her an, her yerde görevdesiniz.
Ancak halkın birçok isteğini de anında karşılayabiliyorsunuz. TBMM’deki arkadaşlarımdan isteğim, her iki görevde de bulunmuş bir insan olarak belediye başkanlarının özlük
haklarının iyileştirilmesi, sosyal ve hukuki güvencelerinin sağlanması. Milyonlara imza
atan, 24 saat çalışan başkanlar görevden ayrıldıktan sonra hiçbir hakka sahip değil. Bu
konuda ciddi atılımlar gerekir.
Size göre siyasetin olmazsa olmazları neler?
Elbette doğrudan, haktan ve halktan yana olmak. Siyaseti halkla arasında uçurum
bulunan bir kurum olmaktan çıkarıp gerçek anlamda halka hizmetin merkezi haline
getirmek. Bunun için de sık sık halkla birlikte olmak, onların sorunlarıyla ilgilenmek,
çözüm yollarını araştırmak.
Milletvekilliği veya bakanlık döneminizden
bir anıyı paylaşabilir misiniz?
Yeni bakan olmuştum. Daha ikinci haftasıydı
galiba. İzmir’e geldim, yoğun bir programdan
sonra eve geçtim. Arkadaşlar telefon etti,
“Hakan Kordon’dayız, seni de bekliyoruz”
diye. Onları kıramadım. Ben mütevazı yaşayan bir insanım. Spor bir kıyafet giydim,
eve bir taksi çağırdım ve Kordon’un yolunu
tuttum. Tabii taksici beni tanıdı. Sohbet
ederek Kordon’a geldik. Şoförün beni indireceği yerde buzlu badem satan bir esnaf
vardı. Taksici park yeri için esnafa seslendi;
“Biraz çekil kenara, Sayın Bakan’ı getirdim”
dedi. Taksi parasını ödedim, araçtan indim.
O arada buzlu bademci de ışıklı arabasını
biraz kenara çekti. Taksi şoförüne “Hani
bakan?” diye sordu. Beni spor kıyafetle görünce, hele bir de çok genç olunca herhalde
yakıştıramamıştı. Taksi şoförü “İşte indi
ya” diye cevap verdi. Buzlu bademci ne dese
beğenirsiniz: “Bırak ya, böyle bakan mı olur!”
Bu benim için hoş bir anıdır. Çok şatafatlı,
her saatte makam arabası ve korumalarla
dolaşan bir bakan furyası içinde ben farklı
bir çizgi oluşturmaya çalışmıştım. Başardım
mı, başaramadım mı, elbette bilemem. Ama
toplumun bakış açısı anlamında bu yaşadığım hoş bir anıdır.
Bugün siyasete dışarıdan nasıl bakıyorsunuz?
Benim görev yaptığım parlamentolarda
daha çok koalisyonlar vardı. Siyaset ve hizmet zordu. Türkiye her geçen gün daha iyiye
88
SÖYLEŞI
“PARLAMENTODA YER ALSAM ILK EL ATACAĞIM KONU
TOPLUMDAKI ŞIDDETIN AZALTILMASI OLURDU. ÖZELLIKLE
KADINA ŞIDDET KONUSUNDAKI HABERLER HEPIMIZI ÜZÜYOR,
HATTA ÜRKÜTÜYOR. ASLINDA KÜÇÜK BAZI YASAL ÖNLEM VE
DÜZENLEMELERLE BU IŞ BIR ÖLÇÜDE DIZGINLENIR.”
gidiyor. Sorunlar yine var ve hep olacak. Geçmişin belirgin sıkıntı
ve sorunları yine geçerli. Eksikler yok mu? Var. Ama iyi işler de
yapılıyor. Her zamankinden çok birlik ve beraberliğe ihtiyaç var.
Siyasette de maalesef biraz fazla tartışma ve gerginlik egemen.
Bir saptama yapayım; halk bunu sevmiyor. Sadece gerginlik
üzerinden siyaset yapanlar, her aka kara diyenler hiçbir zaman
başarılı olamıyor. Önemli olan uzlaşma kültürü içinde siyasetin
iniş ve çıkışlarını yaşamak, Türkiye için projeler üretmek. Lafla
ne hükümet ne partiler değişiyor. Değiştirecek tek güç halk. Ona
inanmak ve onun istekleri doğrultusunda siyaset yapmak gerekir.
Galiba siyasetin şimdilerde biraz daha fazla sevgi diline ihtiyacı
var. Göreceksiniz bu dili kullananlar kazanacak.
Parlamentoda yer alsanız ilk el atacağınız konu ne olurdu?
Toplumdaki şiddetin azaltılması. Bu konuda gerekli hazırlıkların
yapılması. Parlamentonun yasal altyapıyı hazırlaması. Özellikle
kadına şiddet konusundaki haberler hepimizi üzüyor, hatta ürkütüyor. Bu konuda etkin olurdum. Aslında küçük bazı yasal önlem
ve düzenlemelerle bu iş bir ölçüde dizginlenir. Ortadan kalkması
için de eğitim altyapısının buna göre hazırlanması şart. Biraz
zaman alır, ama her şey bir ilk adımla başlar.
Şimdi neler yapıyorsunuz? O kadar aktif bir süreçten sonra…
Türkiye’yi dolaşıyorum, birçok yerde seminer ve konferanslarım
var. Akademisyen kimliğimle gençlere yine deneyim ve bilgilerimi
aktarmaya çalışıyorum. Bu toplumun bize kattıklarını ben de
gençlerimize aktarma uğraşındayım. Elbette yazar ve şair olarak
elim boş durmuyor. Yeni kitaplar, yeni şiirler, yeni derlemeler…
Hepsinde tek bir hedefim var: Toplumun geleceğinin daha aydınlık, Türkiye’nin daha güçlü olması için geçmişin değerlerine
doğru uzanabilmek. Ben Türkiye’nin geleceğinin daha iyi olacağını
düşünüyorum. Ekonomik altyapımız geliştikçe, sorunlar ortadan
kalktıkça dünya ülkeleri arasındaki önemimiz de artıyor. Bu anlamda Avrupa Birliği’nin dünyada da ciddi bir sorun haline gelen
İslamofobi konusunda Türkiye’yi neden önemli bir şans ve fırsat
olarak görmediğini de anlamakta zorluk çekiyorum. Demokratik
ve laik yapısı, gelişen ekonomisi, genç nüfusu ile Türkiye aslında
AB’nin en iyi işbirliği yapacağı, bazı sorunları en kolay aşabileceği
bir ülke. Ancak maalesef dinsel takıntı ve ayrımları bir türlü bir
kenara bırakamıyorlar. Bu çok yanlış.
Bundan sonra Dr. Hakan Tartan’ı neler bekliyor?
Her şeyin hayırlısı. Benim bir tek sevdam var; o da Türkiye. Ülkem,
insanlarım iyi olsun, huzur ve güvenlik içinde olsun, bana yeter.
Ben her zaman olduğu gibi yüreğimin götürdüğü yere gitmeye
devam edeceğim.
4’ü şiir alanında olmak üzere 10 kitabınız bulunuyor. Söyleşimizin sonunda yeni bir şiirinizi paylaşır mısınız?
Tabii. Geçen yıl babamı kaybettim. Benim için yeri doldurulamaz
bir insan. Ona yazdığım bir şiir var. “Artık Babam Yok” isimli bu
şiiri sizinle paylaşayım:
Artık babam yok / Kolum yok, kanadım yok / Yaşamın sihirli
değneği / Gözlerimin feri / Karanlığı aydınlatan Diojen fenerim
yok / Yağmurun arsızlığı / Baş ağrımın densizliği / Çiçeklerin kuruluğu / Suların susuzluğu bu yüzden / Artık babam yok / Rakının
tadı / Kadının adı yok / Yüreklerde direniş ruhu / Masalarda Shakespeare, lonescu / Tartışmalarda başkaldırı, özgürlük, sevgi yok /
Yapay gülüşmeler / Kaçak buluşmalar / İnsanı alçaltan sözcükler
/ Yalanları halka halka dizmeler bu yüzden / Artık babam yok /
Meydan Larousse / 10 bin roman, hikaye, şiir / Ayaklı kütüphanem
/ Her telefonda, her buluşmada / 40 yıllık kahve hatırşinaslığı yok
/ Limanların yalnızlığı / Sohbetlerin tatsızlığı / Umudun kırılganlığı
/ Benim darmadağınıklığım bu yüzden / Artık babam yok / Ses
yok / Renk yok / Koku yok / El ele tutuşan sevgilerin gökkuşağı yok
/ Ağrı’nın, Toros’un kırılganlığı / Çipuranın, levreğin, barbunun solgunluğu / Sevginin, hoşgörünün dalgınlığı / Annemin ağlayan kalbi
/ Benim kötüye isyanım bu yüzden / Artık babam yok / Tat yok /
Tuz yok / Ben / Ben yokum demesem de / Artık yarım yok / Kalbim,
böbreklerim yerinde olsa da / Ruhum / Canım / Sevgim ve sevincim
yok / Artık babam yok / Hiçbir şeyin / Hiçbir şeyin eski tadı yok.
89
İKI DEĞIL, IKI BIN HÜVIYETLI
MEMDUH ŞEVKET
ESENDAL
90
“HAYAT NE TATLI ŞEY” DIYE DÜŞÜNDÜ. İNSANIN ÖMRÜ OLMALI
DA YAŞAMALI... KALEMINDEN DÖKÜLEN BU SATIRLARLA
ESENDAL, YAŞAMAYA NE KADAR TUTKUN OLDUĞUNU
ÖZETLIYORDU ASLINDA. BIR ANDA KENDINI IÇINDE BULDUĞU
SIYASETTEN GÖNÜLDEN BAĞLI OLDUĞU EDEBIYATA KADAR
UĞRAŞTIĞI HER ALANDA KIMLIĞININ FARKLI BIR YÜZÜNÜ
ORTAYA ÇIKARARAK ILKLERE IMZA ATIYORDU.
İREM COŞKUNSEVEN
V
arlıklı bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak 1883’te Çorlu’da doğduğu anlatılır Memduh Şevket Esendal’ın. Eğitimine dair kesin
bir bilgiye rastlanmaz. Kimi kaynaklar İstanbul’da, kimileri Çorlu’da
okuduğunu, kimileri de başladığı hiçbir okulu bitiremediğini anlatır.
Esendal konuya ilişkin Sunullah Arısoy’a verdiği bir röportajda
şöyle der: “Efendim, bizim Kadri Efendi adında bir hocamız vardı.
Ayağı topal bir adam... Hani siz duymuşsunuzdur ya, eti senin
kemiği benim diye, hakikattir o... Çocuklar öyle teslim edilirdi
mektebe. Bu Kadri Efendi de, çocukların etini alıp kemiğini bırakan
cinsinden bir adamdı. Bir gün, sebebini bilmiyorum, bir çocuğu
dövdü. Çok fena dövdü ama... Bizim evde dayak yoktu. Dayağı ilk
defa görüyordum. Bıraktım mektebi...” Sadece bu kısacık anekdot
bile onun yanlışa nasıl katlanamadığını, ne kadar hisli ve insancıl
bir kişiliği olduğunu anlatmaya yetiyor aslında.
Memduh Şevket Esendal’ın siyasi kimliği İttihat ve Terakki
ile 1906 yılında başlar. Bu öyle bilinçli, önceden planlanmış bir
atılım değildir esasen. Parti içinde Küçük Efendi olarak anılan
Kara Kemal’in teşvikiyle kendini bir anda siyasetin içinde bulur. O
aslında “büyük adam” olmanın, şöhret ve gücün peşinde değildir.
Her zaman mütevazı, hiçbir zaman kendini yüceltmeyen Esendal, siyasete girişini şöyle anlatır: “Bir gün beni aldılar, İttihat ve
Terakki’nin Karaköy’deki merkezine götürdüler ve yemin ettirdiler.
Kendimi partinin, politikanın içinde buldum. Benim hiçbir niyetim,
hazırlığım yoktu. Oradan çıktım, korkudan dizlerim titriyor; herkes
beni biliyor tanıyor, şimdi yakalayacaklar diye. Eve gelinceye kadar
ne çektiğimi ben bilirim.”
Kısa sürede parti içinde kabul gören Esendal, Cemiyet’in İstanbul Merkez Heyeti üyeliği ve esnaf odaları mümessilliği gibi çeşitli
görevler icra eder. Ancak I. Dünya Savaşı’nın ardından partinin
dağıtılmasıyla birlikte İtalya’ya kaçmak zorunda kalır. Memuriyet
hayatı ise Atatürk’ün çağrısı üzerine Millî Mücadele’ye katılmak
amacıyla Ankara’ya gelmesiyle başlayacaktır.
Memduh Şevket Esendal Ankara’ya geldiğinde civar köylerden
birinde Mustafa Kemal’den emir bekler. Bir gün, kendi deyişiyle kareli bakkal kağıdına kurşun kalemle yazılmış bir mektup alır. Mektupta Mustafa Kemal, “Bakü için benden avamdan yetişmiş bir
temsilci istediler. Aklıma sen geldin. Görüşmek üzere. Ankara’ya
bekliyorum” der. Böylece meclis açıldıktan sonra kurulan hükümetin ilk resmî memuru olarak Azerbaycan’a gönderilen Esendal,
Bakü yolculuğuna başlamış olur. Buradaki memuriyeti süresince
bir yandan Türk savaş esirlerinin yurdumuza dönmesi konusunda
çalışmalar yürütürken diğer yandan Azerbaycan’ın Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş denemelerini yakından gözlemleyerek
ileride Türkiye’de yapılacak olan harf devrimine katkı sağlar.
Bakü’den döndükten sonra İstanbul’daki Kabataş ve Galatasaray liselerinde tarih öğretmenliği yapar bir dönem. 1925 yılına
gelindiğinde ise bu kez İran’ın başkenti Tahran’a orta elçi olarak
gönderilir. İran macerası Esendal’ın kişisel gelişimine, gözlem yeteneklerine ve yaşanmışlıklarına katkı sağlasa da dönemin koşulları
nedeniyle talihsizlikler peşini bırakmaz. Türkiye ile İran arasındaki
sorunları gerekçe göstererek Tahran Büyükelçiliği’ndeki görevinden
1930 yılında istifa eder.
91
MEMDUH ŞEVKET ESENDAL’IN SIYASI VE EDEBI KIMLIĞININ
DIŞINDA DIPLOMAT, RESSAM, HÜMANIST GIBI HER BIRI
BIRBIRINDEN DEĞERLI BIRÇOK YÜZÜ VARDI.
Memduh Şevket Esendal, 1931 yılında Elazığ mebusu olarak
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girer. 1933 yılında Kabil’deki Afganistan Büyükelçiliği’ne atanır. 8 yıl boyunca görevini ifa ettikten
sonra 1941 yılında kendi isteğiyle memuriyetten ayrılır. 1941-1950
yılları arasında Bilecik milletvekili seçilen Esendal, 1942-1945 yılları
arasında CHP Genel Sekreteri olarak görev yapar. 1952 yılında vefat
etmesinden yalnızca 2 yıl öncesine kadar siyasi hayatını sürdürür.
Yerli Çehov
Kendisi de Türk Edebiyatı’nın en büyük öykücülerinden biri olan
Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal için, “İki hüviyeti mi
vardı? Belki de. Her sanatkâr gibi onun da iki değil, iki bin hüviyeti
vardı belki” demiştir. Esendal’ın siyasi ve edebi kimliğinin dışında
diplomat, ressam, hümanist gibi her biri birbirinden değerli birçok
yüzü vardı. Edebi yüzü bile kendi içinde birçok katmandan mey-
92
dana geliyordu. İnsanlara yaşama sevinci aşılayan öyküleriyle ön
plana çıkan edip Esendal’ın öykücülük serüveni de kendi içinde iki
bölüme ayrılıyordu.
Kendini hiçbir zaman bir edebiyatçı olarak görmeyen tevazu
sahibi Memduh Şevket Esendal aslında öykücülüğe çok erken
başlamıştır. Nitekim ilk öyküsü “Veysel Çavuş” 1908 yılında Tanin
gazetesinde yayımlanır. Öykücülüğü iki ana bölümde incelenebilecek olan yazar, ilk dönemde Türk hikaye geleneğini yansıtan,
betimlemelere yer veren, eleştirel bir anlatıcının ağzından mesaj
ileten eserler kaleme alır. Belirli bir akıma bağlı kalmayan çeşitli
konuları işleyen bu eserlerde sıradan insanların hayatları irdelenir.
Sonraki dönemde benimseyeceği optimistik bir bakış açısı yerine
hikayelerinde belirgin bir şekilde karamsarlık hakimdir.
Her ne kadar düzenli bir öğretim hayatı olmasa da Esendal,
sefaret göreviyle gittiği yerlerde kendini geliştirir. Bakü’ye yolu
EDEBIYATTAN, ÖZELLIKLE DE ÖYKÜ OKUMAKTAN SON DERECE
ZEVK ALDIĞINI IFADE EDEN MEMDUH ŞEVKET ESENDAL,
ÇOCUKLARINA MIRAS KALMASI AMACIYLA ÖYKÜLER YAZAR.
düştüğünde burada Rusça öğrenmeye başlar ve ileride etkisinde
kalacağı dünyaca ünlü öykücü Çehov ile tanışması bu döneme
rastlar. Tahran’da bulunduğu süre boyunca da Farsça bildiğinden
ötürü yeni ve farklı bir edebiyatı tanıma fırsatı bulur. Böylece göreve gittiği her ülkede birikiminin üstüne yeni katlar inşa ederek
zenginleşir, olgunlaşır.
Öykücülüğünün ikinci döneminde karamsar bakış açısından
vazgeçerek insanlara neşe, coşku, yaşama sevinci katmayı hedefleyen eserler üretir. Öykülerinde Çehov’un etkisi o kadar barizdir ki
“Yerli Çehov” olarak bile anılır. Kendisi Arap alfabesinin yürürlükte
olduğu bir dönemde doğsa da Latin alfabesine geçildikten sonra
asla eski alfabeyi kullanmaz. Dilde sadeleşmeye önem verir. Öykülerini diyaloglar üzerinden sade, akıcı bir dille yazar. Hayattan belirli
kesitler sunan durum hikayeciliğine kucak açar. Neden bu kadar
sade bir üslup benimsediği sorusuna edebiyattan anlamadığı, bu
alanda marifetli olmadığı için böyle yazdığı yanıtını verecek kadar
alçakgönüllüdür.
Yazılarında kendi adı yerine İstemenoğlu, M.Oğulcuk, Mustafa
Yalınkat, M.Ş.E gibi farklı müstearlar kullanır. Adının baş harflerinden midir, geniş omuzlu olmasından mıdır ya da öyküleriyle tıpkı bir
meşe ağacı gibi kök salmasından mıdır bilinmez, edebi çevrelerde
“Meşe” olarak anılır. Eserlerinde kendi adını kullanmaması eleştirilere yol açar. Orhan Veli onun için, “Sanatı küçümsüyor, bu yüzden
gerçek adını kullanmak istemiyor” der. Esendal ise kendisine yapılan
eleştirilere oldukça samimi bir yanıt verir: “Aslında ben, politikada
eskittiğim adımı çok sevdiğim sanatta kullanmak istemiyorum.”
Hayatı boyunca Ülkü, Meslek, Halk, Türk Dili, Ulus gibi gazete ve
dergilerde yazıları yayımlanan Esendal’ın en bilinen öyküleri “Otlakçı”, “Hava Parası”, “Kelepir”, “Mutlu Bir Son”, “Bir Kucak Çiçek” olsa
da hayatı boyunca iki yüzden fazla öykü yazmıştır. Anı, mektup
ve roman türünde de eserler veren Esendal’ın Türk Edebiyatı’na
yaptığı en önemli katkılardan biri Ayaşlı ile Kiracıları’dır. Padişahlıktan cumhuriyete henüz geçen bir ülkede yaşanan toplumsal
değişiklikleri kendi süzgecinden geçirerek yansıttığı bu roman,
1942 yılında düzenlenen CHP Roman Yarışması’nda ödül almıştır.
Edebiyattan, özellikle de öykü okumaktan son derece zevk
aldığını ifade eden Memduh Şevket Esendal, çocuklarına miras kalması amacıyla öyküler yazar. Yazılarını ilk okuyanlar da, eleştirenler
de çocuklarıdır. İlk öykülerinde gözlemlenen karamsarlığı bırakıp
umut yüklü temalar işlemesine ilişkin, “Ben, insanlara yaşamak
için kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanırım. İnsanları yuğunmuş mutfak paçavrasına çeviren ve yeise düşüren yazılardan
hoşlanmam. Zaten tam bir refah içinde, huzur içinde yaşamıyoruz.
Bir de karanlık, kötü şeylerden bahsederlerse bize, onları okursak…
Bu insanları bir havana koyup ezmeye benzer. Halbuki insanların
içlerinde bir umut olmalı. Yaşama umudu, neşe vermeli insanlara
okudukları...” der.
Hem siyasi, hem edebi, hem de sanatsal kimlikleri olan Esendal,
Türk öykücülüğüne yeni bir boyut kazandırırken siyasi hayatını
yurt içi ve yurt dışı başarılarıyla taçlandırmıştır.
93
ÖZER GÜRBÜZ:
BILIMSEL VE SIYASAL ARAŞTIRMA, EĞITIME KATKI
VE ÜYELER ARASINDA DAYANIŞMAYA BÜYÜK
ÖNEM VERIYORUZ
SÖYLEŞI VE FOTOĞRAFLAR: NEHIR ÖZTÜRK
17. VE 18. DÖNEM SINOP MILLETVEKILI ÖZER GÜRBÜZ’ÜN
BAŞKANLIĞINI ÜSTLENDIĞI TÜRK PARLAMENTERLERI DAYANIŞMA
BILIMSEL VE SIYASAL ARAŞTIRMALAR VAKFI (TÜPAV) ÖNEMLI
FAALIYETLERE IMZA ATIYOR. GÜRBÜZ, “DEĞERLI ÜYELERIMIZIN BILGI
VE BIRIKIMLERI SAYESINDE SIVIL TOPLUM ÖRGÜTLERI ILE MECLISIMIZ
ARASINDA KÖPRÜ GÖREVI GÖRMEYI PLANLIYORUZ. ŞU ANDA BU
ÇALIŞMANIN ALTYAPI HAZIRLIKLARINI YAPIYORUZ” DIYOR.
94
SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA
Söyleşimizin başında Türk Parlamenterleri
Dayanışma Bilimsel ve Siyasal Araştırmalar Vakfı’nın (TÜPAV) kuruluşuna ilişkin
bilgi verebilir misiniz?
TÜPAV 1996 Aralık ayında kurucu başkanı
Zeki Çeliker başkanlığında 26 Mütevelli
Heyet üyesi ile kurulmuş, gördüğü ilgi neticesinde 1998 yılı içinde Kurucular Kurulu
üyelerinin sayısı 212’ye ulaşmıştır. 30 Mart
2013 tarihinde yapılan Mütevelli Heyet toplantısında 35 yeni üye Vakfa katılmıştır. Haziran 2003’te Nevzat Tandoğan Caddesi’nde
satın aldığı adrese taşınan TÜPAV, halen
faaliyetlerini Vakıf merkezi olarak burada
sürdürmektedir.
TÜPAV hangi amaçlar doğrultusunda ne tür
faaliyetler yürütüyor?
Vakfımız kuruluş amaçları arasında belirtildiği üzere çok partili, laik ve demokratik
parlamenter sistem, yasama organının görev
ve yetkileri, ekonomi, dış politika, çevre gibi
konularda bilimsel araştırmalar yapmayı
görev olarak üstlenmiştir. Bu amaca uygun
olarak Şubat 2012 tarihinden itibaren bir
seri konferans ve sunum düzenlenmiştir.
Bu çerçevede Sayın Erol Tuncer “Başkanlık
Sistemi Tartışmaları”, “Seçim Sistemleri” ve
“2014 Yerel Seçimlerinin Değerlendirilmesi”,
Sayın Ali Naili Erdem “Balkan Bozgunu”
ve “Şiir Üstüne”, Sayın Prof. Dr. Ali Bozer
“Müzakerelerin Başlamasından Sonra AB ile
İlişkilerimizin Seyri”, Sayın Ertuğrul Mat “Çok
Kutuplu Dünya ve Türkiye”, Sayın Dr. Kemal
Aydın “21. Yüzyılda Aktif ve Sağlıklı Yaşlanma” başlıklı konferans ve sunumlar gerçekleştirmiştir. 10 Nisan 2015 tarihinde ise Sayın
Uluç Gürkan “Malta Yargılaması” ile ilgili bir
sunum yapacaktır. Konferans ve sunumlara
ait dokümanlar çoğaltılarak üyelerimize ulaştırılmaktadır. Ayrıca toplantı ve sunumların
kalıcılığını sağlamak, bunları yarınlara ulaştırmak için raporlar TÜPAV Yayınları olarak
kitaplaştırılmıştır. Üyelerimizin adreslerine
ve ilgili kütüphanelere gönderilecektir.
Vakfımızın önemli amaçlarından biri de eğitime katkıdır. Geçen yıl bir değerli üyemizin
desteğiyle üç öğrencinin eğitimine katkıda bulunmuştuk. Bu yıl yedi öğrenciye eğitim
bursu vermekteyiz. Bir başka değerli üyemizin isteği üzerine Türkiye Harp Malulü Gaziler
Şehit Dul ve Yetimleri Derneği’nden isimlerini aldığımız beş şehit ve gazi çocuğunun
eğitimlerine katkıda bulunmaktayız.
Kaybettiğimiz yakınlarımız için yapabileceğimiz en büyük hayrın, onlar adına öğrencilerimize eğitim yardımında bulunmak olduğunu düşünüyoruz. Bu konuda katkı
sağlamak isteyen üyelerimizin yapacakları yardımlar, doğrudan öğrencilere intikal
ettirilmektedir. Eğer üyelerimiz yardımları için öğrenci ismi verirlerse bu çocuklarımıza
ulaşılmaktadır. İsim belirtilmediği takdirde eğitim yardımları yönetimimizce belirlenmekte, ihtiyaç sahibi başarılı öğrencilere intikal ettirilerek hayır sahibi üyelerimize bilgi
verilmektedir.
Eğitim alanındaki bir diğer faaliyetimiz ise “Kitap Toplama ve Dağıtım Kampanyası”dır.
Evlerimizdeki kitaplarımızı öğrencilerimizle buluşturmak ve çocuklarımızın her gün biraz
daha azalmakta olan okuma alışkanlıklarını artırabilmek için başlattığımız kampanya
çerçevesinde 2013 yılında Şırnak’ın Cizre ilçesindeki Beşiktaş İlköğretim Okulu kütüphanesine yaklaşık 300 kitap, 2014 yılında ise Adana’nın Kozan ilçesine bağlı Akdam,
Bağtepe, Akçalıuşağı, Kızıllar, Tepecikören köylerinin okullarına yaklaşık 800 kitap
gönderilmiştir.
Vakıf merkezimizde, siyasilerimizin çeşitli tarihlerde yazdıkları anı ve düşüncelerini
yansıtan kitaplardan oluşan “Siyasi Hatırat Kütüphanesi” kurulmuştur. Kitaplarımızın
listeleri, öğrencilerin yararlanabilmeleri için ilgili fakülte birimlerine gönderilecektir.
Seyahat ve geziler renkli faaliyetleriniz arasında yer alıyor…
Evet. Üyelerimizin istekleri doğrultusunda seyahat ve geziler düzenliyoruz. Kasım 2012
tarihinde yapılan Sinop gezisinin ardından Yavru Vatan Kıbrıs, Balkan ülkeleri, Mardin
ve Çanakkale’ye gidildi. Gezilerimize katılan üye ve dostlarımızın memnuniyetleri bizler
için ayrı bir güç kaynağı olmaktadır.
Vakfımız adına Ocak 2012 tarihinde faaliyete geçirdiğimiz SMS Servis Hizmeti (cep
telefonu kısa mesaj) üyelerimizle haberleşmeyi sağlamaktadır. Buna ilaveten 2014 Mart
ayından itibaren oluşturulan Türk Parlamenterleri Vakfı Facebook sayfamız hizmetini
95
“SOSYAL TESIS VE YAŞLILIKTA BAKIM ÜNITESI ÇALIŞMALARI BU
KONULARDA SON DERECE DUYARLI OLAN TBMM BAŞKANIMIZ
SAYIN CEMIL ÇIÇEK VE TÜRK PARLAMENTERLER BIRLIĞI ILE
BIRLIKTE SÜRDÜRÜLMEKTEDIR.”
sürdürmektedir. Vakfımız tarafından gerçekleştirilmiş konferans, panel, toplantı ve sunumlara ait dokümanlar,
gezilerimiz, etkinliklerimiz, vefat duyurularımız,
ziyaretlerimiz, vakıfla ilgili diğer haberler ve
üyelerimizin paylaşımları Facebook sayfamızda
yayımlanmaktadır.
Sosyal Tesis ve Yaşlılıkta Bakım Ünitesi
çalışmaları ise bu konularda son derece duyarlı
olan TBMM Başkanımız Sayın Cemil Çiçek ve
Türk Parlamenterler Birliği ile birlikte sürdürülmektedir.
Vakfımızın kuruluş amacına uygun olarak üyeler
arasındaki dayanışmaya son derece önem verilmekte, özellikle
sağlık durumları takip edilmektedir. Vefat halinde SMS ile duyuru
yapılmakta, ailelerin acıları paylaşılmaktadır. Vefat eden üyelerimiz için 13 Ocak 2013 tarihinde ailelerinin de katılımıyla Vakıf
merkezimizde bir anma toplantısı yapılmıştır.
TÜPAV’ın önümüzdeki dönemde hayata geçirmeyi planladığı
yeni projeler var mı?
Evet. Üyelerimizin sahip olduğu bilgi ve birikim
sayesinde çeşitli alanlardaki sivil toplum örgütleri
ile Meclisimiz arasında bir köprü görevi görmeyi
planlıyoruz. TBMM İçtüzüğü’nün 30. Maddesi’nde
komisyonların fikir almak üzere uzmanları çağırabileceği belirtiliyor. Şoförlerle ilgili bir yasal
düzenlemenin Meclis’e geldiğini düşünelim. Şoförlerin sivil toplum örgütleriyle kuracağımız temas
neticesinde onlara yasal düzenleme çalışmasıyla ilgili
görüş ve önerilerini komisyonlarda ve diğer aşamalarda nasıl
ifade edebilecekleri konusunda yol göstermeyi, yardımcı olmayı
istiyoruz. Bu çalışmanın çeşitli toplum kesimlerinin kendilerini
ilgilendiren yasal düzenlemelere yönelik düşüncelerini en doğru yol
ve yöntemle milletvekillerine aktarmalarını sağlayacağını düşünüyoruz. Şu anda bu önemli hizmetin altyapı hazırlıklarını yapıyoruz.
Vakfımızda çeşitli komisyonlar kurarak sivil toplum örgütleriyle
temasa geçecek ve çalışmamızdan kendilerini haberdar edeceğiz.
Bu çalışma siyaset kurumu ile sivil toplum örgütleri arasındaki
iletişime de katkı sağlayacak gibi görünüyor…
Elbette. Şu anda siyaset kurumu ile sivil toplum örgütleri arasındaki temaslar, fikir alışverişleri istenen düzeyde değil. Yapmayı
planladığımız çalışmanın bu konuya da katkısı olacağını düşünüyoruz.
Bildiğiniz gibi içinde bulunduğumuz çağda her gün yeni gelişmeler meydana geliyor. Bu hızlı gelişim ve değişimler neticesinde
toplumların da yeni ihtiyaçları ortaya çıkıyor. Çağın gerektirdiği
ihtiyaçlara uygun çalışmalar ve hazırlıklar yapılması gerekiyor.
Bunun için de günlük politikalar dışında, daha soğukkanlı, ortak
aklı yakalayabilen, birikimli, deneyimli, önyargısız, tarafsızlığı tartışılmaz toplumsal ve bilimsel kurumların görüş ve düşüncelerine
ihtiyaç duyuluyor. Bu noktada sivil toplum örgütleri büyük önem
taşıyor. Türk Parlamenterler Birliği ve TÜPAV gibi çok önemli
işlevler üstlenmiş kuruluşların deneyim, görüş ve düşüncelerinin
günlük politik çalışmalarla birlikte değerlendirilmesi gerekiyor.
96
SIYASETTEN SIVIL TOPLUMA
Türk Parlamenterler
Birliği’nden
Sağlık protokolü imzalanan hastanelerdeki TBMM Hattı
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Medipol Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi:
Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi:
Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi :
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi: İstanbul Bezmialem Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi:
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi (Pendik Devlet Hastanesi):
0312 202 44 91
0312 305 32 62-63
0312 508 30 03
0232 390 41 06
0242 249 65 91
0342 360 95 05
0212 534 86 86, 0212 631 20 50/4029, 0212 440 10 00/1212
0212 414 22 27
0212 414 34 54
0332 224 49 70
0462 377 54 22
0332 223 79 79
0312 291 27 01
0272 246 33 36
0212 453 18 58
0216 625 47 16
Sağlık Hattı: Sağlık uygulamaları, hastaneler ve anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü bilgi için
0312 420 0 112 ve 0312 420 72 24 numaralı telefonu arayabilirsiniz.
Türk Parlamenterler
Birliği
TBMM Yeni Halkla İlişkiler Binası Zemin
Kat No: 50-51 Bakanlıklar/ANKARA
Tel: 0312 420 66 21 Fax: 0312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği
Ziraat Bankası TBMM Şubesi
IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
97
6 Nisan 1920 - Anadolu Ajansı
(AA) kuruldu. Ajans, TBMM’nin çıkardığı
ilk yasaları duyurdu, Millî Mücadele’nin
her aşaması ile Cumhuriyet devrimlerine
tanıklık etti.
4 Nisan 1953 - Dumlupınar
denizaltısı Çanakkale Boğazı’nda
İsveç gemisi ile çarpıştı ve 81 Türk
denizci hayatını kaybetti. Şehitlerin
anısına 4 Nisan, Deniz Şehitlerini
Anma Günü ilan edildi.
1 Nisan 1926 - TBMM’de
NISAN
Zafer Bayramı’nın ilanına
dair dört maddelik kanunun ilk maddesinde “İstiklâl
Muharebatı’nda zaferi katiyi
temin eden 30 Ağustos Başkumandan Muharebesi günü,
Cumhuriyet ordu ve donanmasının zafer bayramıdır”
ifadesi yer aldı.
1
4
4 Nisan 1949 - Herhangi bir
dış güçten gelebilecek saldırılara karşı
ortak savunma yapmak amacıyla Kuzey
Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO)
kuruldu. Türkiye bu askerî ittifaka 1952
yılında katıldı.
6
8
6 Nisan 1896 - İlk
modern olimpiyat oyunları
Atina’da başladı.
8 Nisan 1923 - Mustafa Kemal Atatürk, egemenliğin
millete ait olduğunu temel ilke
kabul eden bir bildiri yayımladı.
Dokuz Umde adı verilen ve bir
seçim bildirgesi niteliğindeki metin dokuz adet ilke içeriyordu.
98
23 Nisan 1929 - Türk milletinin egemenliğinin timsali TBMM’nin
açıldığı gün olan 23 Nisan, Çocuk
Bayramı olarak da ilk kez kutlanmaya başladı.
25 Nisan 1953 - İnsanın kalıtsal
özelliklerini ebeveynden çocuğa taşıyan
DNA molekülünün yapısı açıklandı. Bu keşfin 50. yılı olan 2003’ten itibaren 25 Nisan,
DNA Günü olarak kutlanmaya başladı.
23 Nisan 1920 - Ulusal
egemenliğin ve bağımsızlığın
temsilcisi Türkiye Büyük Millet
Meclisi açıldı.
17
23
25
26
17 Nisan 1954 - Çanakkale
30
30 Nisan 1916 - I. Dünya
Savaşları’nda hayatını kaybeden yüz
binlerce Mehmetçik anısına Çanakkale Şehitleri Anıtı’nın temeli atıldı. Anıt,
21 Ağustos 1960 tarihinde açıldı.
Savaşı sırasında enerji kullanımından tasarruf etmek isteyen
Almanya, yaz saati uygulamasına geçen ilk devlet oldu.
26 Nisan 1986 - Ukrayna’nın
Çernobil kentinde meydana gelen
nükleer kaza sonucu atmosfere
büyük miktarda radyoaktif madde
salındı. Milyonlarca insana tesir eden
kazadan Türkiye de etkilendi.
99
30 NISAN 1916
BIR SAATE KARŞILIK
DAHA ÇOK GÜNEŞ
YAZ SAATI
UYGULAMASI
PINAR ÜNSAL
Y
eni Zelanda’daki Te Papa Tongarewa adlı müzede büyük bir
böcek koleksiyonu bulunuyor. Güveler, kelebekler, ağustos
böcekleri, wetalar, çekirgeler, eşek arıları, sinekler… Hayvanlar
aleminin en kalabalık sınıfına dair pek çok yayına kaynak olmuş,
birçok entomoloğu yeni türler keşfetmek üzere heveslendirmiş
bu koleksiyon 19. yüzyılda George Vernon Hudson tarafından
hazırlanmış.
Görüldüğü an kısa süreli bir korku yaratan; üzerine basmak,
tepesine bir cisimle vurmak veya bir kimyasalla zehirlemek suretiyle öldürülmek istenen bu canlılar, bugün dünyanın milyonlarca
kilowatt saat enerji tasarrufu sağlamasındaki en büyük etkenlerden biri aslında. Zira gün ışığından daha çok yararlanılmasını
sağlamak üzere yaz saati uygulamasını öneren kişi
George Vernon Hudson. Araştırıcı, bu fikri
böcek toplamak için yeterli zaman bulamaması ve gün batımından önceki
son saatlerin böcek araştırmaları
için çok önemli olması nedeniyle
sunuyor.
Hudson’dan yüzyıllar önce, adı
yaz saati uygulaması olmasa da,
antik uygarlıklar gün ışığından daha
çok faydalanabilmek için çeşitli
yöntemler geliştirmiş. Hava kararınca bir aydınlanma sisteminin
olmaması, tüm işlerin gündüz
yapılması zorunluluğu bu uygu-
100
lamaların kısa zamanda yayılmasına fırsat vermiş. Ancak gelişen
teknolojiyle birlikte güneşin değeri çok çabuk unutulmuş.
Gün ışığının aslında ne kadar önemli olduğunu fark eden meşhur isimlerden biri de Benjamin Franklin. Bir mum imalatçısının
oğlu da olsa, Amerika Birleşik Devletleri Fransa Bakanlığı yaptığı
yıllarda mum israfının önlenmesi için çalışmalar gerçekleştiriyor.
Mumun karneye bağlanması, insanların erken kalkarak gün
ışığından daha çok faydalanmasını sağlamak için top ateşiyle
beraber şehrin uyandırılması, panjurlu evlerden vergi alınması
gibi fikirler öne sürüyor. Franklin, zaman konusunda kesin sınırların olmaması gerektiğini, ışıktan faydalanmaya göre zamanla
oynanabileceğini söylüyor.
1895 yılında George Vernon Hudson, Christchurch şehrini bir hayli heyecanlandıran, beklenenden fazla
ilgi uyandıran bir öneri sunuyor; “Yalnızca iki
saatlik bir değişimle güneşten daha çok
faydalanılabilir.” Önerinin fazla ilgi görmesi hemen uygulamaya konulacağı
anlamı taşımıyor. Hatta Hudson’ın
yaz saati uygulamasının mucidi olarak
anılması bile on yıllar sonra oluyor.
Gerçekten yararlı mı?
İlkbahar başlangıcında saatlerin bir
saat ileri, sonbaharda ise bir saat
geri alınmasının dünyada büyük bir
enerji tasarrufu sağladığı söyleniyor.
YAZ SAATI UYGULAMASININ GERÇEKTEN YARARLI OLUP
OLMADIĞI 1900’LERIN SONUNDAN BERI TARTIŞMA KONUSU.
ENERJIDEN ANLAMLI BIR TASARRUF EDILIP EDILMEDIĞI BIR
YANA, BU UYGULAMANIN ASLINDA KÖTÜ NIYETLI KIMSELERCE
YAYGINLAŞTIRILMAYA ÇALIŞILDIĞINI DÜŞÜNENLER DE ÇOK.
Aslında istatistikler de bunu gösteriyor. Ancak uygulamanın mucizevi bir etki yarattığı yıllar oldukça geride kalmış. Zira 20. yüzyılın başlarında elektrik daha çok aydınlanma için kullanılıyorken
günümüzde harcanan elektriğin az bir kısmı aydınlanmaya gidiyor.
İş makinelerinin çoğalması, ısınmanın da elektrikle sağlanması gibi
durumlar uygulamanın önemini yitirmesine sebep olmuş. Şu da var
ki yaz saati uygulaması trafik kazalarını önemli ölçüde azaltmış,
suç oranlarının düşmesini sağlamış, güneşin UV ışığından daha çok
faydalanılması nedeniyle vücutta D vitamini sentezini artırmış,
günün uzun olması insanları spor yapmaya teşvik ettiği için sağlığa
önemli katkılar sunmuş ve Avrupa ülkelerinde gece eğlencelerinden
elde edilen geliri yükseltmiş.
Yaz saati uygulamasının en büyük etkileri ise I. Dünya Savaşı
sırasında görülmüş. Ülkelerin savaş ve savaşın getirdiği hastalıklarla mücadele sırasında bozulan ekonomilerine can veren uygulamayı hayata geçiren ilk ülke 30 Nisan 1916’da Almanya olmuş.
21 Mayıs 1916’da ise İngiltere onu takip etmiş.
Türkiye, 1 Temmuz 1940 tarihinde yürürlüğe giren Bakanlar
Kurulu kararıyla yaz saati uygulamasını resmen başlatmış. 1947
yılında hayata geçirilen, 1952-1963 ile 1965-1972 yılları arasında
uygulanmayan yaz saati, 1972’den beri kesintisiz devam ediyor.
Yaz saati uygulamasının gerçekten yararlı olup olmadığı
1900’lerin sonundan beri tartışma konusu. Enerjiden anlamlı bir
tasarruf edilip edilmediği bir yana, bu uygulamanın aslında kötü
niyetli kimseler tarafından dünyada yaygınlaştırılmaya çalışıldığını düşünenler de çok. Bazı Avrupalı devletler bunun spor ve
turizm gibi gün uzunluğuna bağlı iş sahiplerini zengin edecek bir
oyun olduğunu öne sürerken, birtakım Müslüman ülkeler şeytan
işi olduğunu söylüyormuş. “Püritanizm’in kemikli ve mavi parmaklı eli, insanları erken yatırıp erken kaldırarak onları kendilerine
rağmen sağlıklı, zengin ve akıllı yapmaya çalışıyor” gibi süslü
cümlelerle uygulamayı kötüleyenler de var, “milyonlarca insanın
sağlık ve mutluluk alanlarında sahip olduğu fırsatları artırdığı”nı
düşünenler de.
Yaz saati uygulamasını zamanın akışına müdahale etmek olarak algılamamalı. Çünkü zamanı eşit aralıklara bölmek de aslında
yapay bir eylem. Ülkeler kendileri için yararsız buldukları takdirde
uygulamayı kaldırabilir. Ne de olsa bir günü 23 saat yaşamak
uğruna zamanı bir saat ileri almak, yazın gelişini müjdeleyen tek
emare değil.
101
SÖZÜNÜ SAZIYLA
GÜÇLENDIREN OZAN
ÂŞIK MAHZUNİ ŞERİF
102
DÜŞÜN FELSEFESINI PIR SULTAN’DAN, MÜLAYIMLIĞINI ÂŞIK
VEYSEL’DEN ALDIĞINI SÖYLEYEN MAHZUNI, YALNIZCA MÜZIK
YAPMAZ, SÖZÜNÜ SAZIYLA GÜÇLENDIRIP YANLIŞ OLDUĞUNU
DÜŞÜNDÜĞÜ HER ŞEYE KARŞI DURUR. BAŞI MAHKEMELERDEN
KURTULMAYAN ÂŞIK MAHZUNI, BUNA RAĞMEN YÜZLERCE
UNUTULMAZ HALK TÜRKÜSÜNE IMZA ATAR.
GÖKÇE DORU
“Â
şık” olmak kolay değil. “Âşık olmak” gibi bu da bir gönül
meselesi zira; hem edebiyata hem de sanata âşık olacaksın.
Bir de toplum seni örnek gösterecek, herkesin yüreğine muhatap eserler üreteceksin, kalp kırmayacaksın, halkı ezen, gücüne
giden neyse ona karşı duracaksın… Kökü ta 13. yüzyıla uzanan
şair-çalgıcılar gibi. Dünyanın en büyük kıtasından Anadolu’ya,
oradan da Balkanlar ve Avrupa’ya yayılan âşıklar, bu halk sanatını
da yanlarında taşıyorlar. Ne büyük şanstır ki Erzurumlu Emrahlar,
Âşık Veyseller, Mahzuni Şerifler Anadolu coğrafyasında filizlenip
devleşiyor.
Yoksulluğu, acıyı, gelenekleri, gençliği, işçi sorunlarını, yöneticileri, töreleri, yani çağın meseleleri neyse o konuları eserlerinde
cesurca işleyen ozanların bir ortak noktaları halkın sesi olmaksa,
diğeri korkusuzluk. Zulüm ve adaletsizliğe boyun eğmediği, boyun
eğmeyenlerin sesi olduğu için arkasına on binleri, belki de yüz binleri almış bir ozan; Mahzuni gibi hayat kavgasının dostlukla, barışla,
kardeşlikle, insanlıkla güzel olduğunu düşünen biri, elbette hakkında en acımasız kararları vermiş mahkemelerden bile daha güçlü.
Sade ve anlaşılır bir dilde eserler üreten, şiirlerinde deyim ve
atasözü gibi halk söylemlerine yer veren, sazı muhalif, sözü keskin
âşıklar içinde Mahzuni Şerif’i ayrı bir yere koymalı. Dokuz köyden
kovulmuş Mahzuni’nin, belki birilerinin tavuğuna kışt demesi,
belki de şiirlerinde kullandığı “zevzek” ve “yuh” gibi sözcükleri
bazı kişilerin üzerine alınması nedeniyle başı davalardan, demir
parmaklıklardan, mahkemelerden kurtulmuyor.
103
ASKERÎ OKULDAN ATILMASININ ARDINDAN KÖYÜNE DÖNEN
MAHZUNI, ORADA UĞURLANDIĞI GIBI KARŞILANMAZ. BU TUTUM
KARŞISINDA ŞEHRE GITME KARARI ALAN OZAN, BIR AYRILIŞIN
ESERI OLARAK NITELENDIRDIĞI “IŞTE GIDIYORUM ÇEŞM-I
SIYAHIM” ADLI TÜRKÜSÜNÜ BIR DAHA DÖNMEMEK ÜZERE
AYRILDIĞI KÖYÜNE YAZAR.
Önünde dağlar sıralansa da...
Yanık sesli halk ozanları Âşık Meftuni ve Âşık Mahrumi gibi Âşık Mahzuni de Kahramanmaraşlıdır. Doğup büyüdüğü Berçenek Köyü’nde okul olmadığı için komşu köye
gönderilir. Aslında o köyde de okul yoktur, ancak Hacı Lütfü Efendi’nin Kuran kursu vardır
en azından. Mahzuni eski yazı da olsa, yazı yazmayı öğrenmek ister.
Berçenek’e ilkokul açılınca eğitimine ailesinin yanında başlar. Sazla tanışıktır, ancak
eline hiç almamıştır. Köyde sakinliği ile bilinen, az ve öz konuşan, köylünün çok sevdiği
cura ve saz ustası Âşık Fezâlî, namı diğer Pehlül Baba, Mahzuni’nin amcası ve saz ustasıdır. Fezâlî’nin eğittiği Mahzuni, sazı eline alınca ömür boyu yanından ayırmayacağı
104
bir aşkla ona bağlanır. Düşün felsefesini Pir
Sultan’dan, mülayimliğini Âşık Veysel’den
aldığını söyleyen Mahzuni’nin amacı yalnızca müzik yapmak değil, sözünü sazıyla
güçlendirip yanlış olduğunu düşündüğü
her şeye karşı durmaktır. Bunu “Geçmişteki ozanları bir bir inceledim. Kendime yol
gösterici, eylem kılavuzu olarak seçtiğim
ozan Pir Sultan Abdal oldu. Ses olarak da
etkilendiğim Davut Sularî’dir. Toprak çocuğuyuz, toprağa karşı büyük özlemimiz vardır. Bunu da en iyi dile getiren Veysel Baba
idi. Belirli bir derecede onun da etkisinde
kaldım. Davut Sularî’den esinlendiğim sese,
Âşık Veysel mülayimliğini kattım. Düşün
felsefemi de yukarıda belirttiğim gibi Pir
Sultan Abdal’dan aldım. Ve şunu anladım;
o güne kadar halk ozanlığı sürekli olarak
istismar edilmişti. Halk şiir geleneği, gül,
bülbül, çiçek edebiyatı ile uyutma perhizi
olarak kullanılmıştı. İlk amacım bugüne kadar süregelen bu kalıpları kırıp, yıkmak oldu”
diyerek ifade eder.
Âşık Mahzuni’nin hayatı boyunca yollarını
ezberlediği mahkeme salonlarına ilk çıkışı
henüz 11 yaşındayken olur. Nedeni kazara
bir traktörün devrilmesine sebebiyet vermesidir. Bu olay yüzünden jandarma başçavuşundan tokat yemiş ve o gün mesleğini
seçmiştir. Kendi deyimiyle başçavuşun yıldızlı mıldızlı kıyafeti o kadar hoşuna gider
ki, Mahzuni Şerif bir anda asker olmaya
karar verir. Önce Mersin, ardından Ankara’da
bir askerî okula devam eden Mahzuni,
okul muaşeretine aykırı hareketlerinden dolayı atılır. Bu aykırı hareketler muhtemelen
Mahzuni’nin okuduğu kitaplardır ya da yazıp kitaplarının arasına sakladığı şiirler düzene
karşı bulunmuştur.
Mahzuni’nin köyüne dönmekten başka çaresi yoktur. Belki de “Toprağa karışmış
fakirin teri / Ağlamak bilir mi beylerin dili” diye eleştirdiği düzenin bir parçası olacaktır.
Yine de okuldan atıldığı için içinde bir huzur vardır. O günleri anlatırken “Bir gönül adamı, bir tarikat gönüllüsü, bir felsefe dervişi asker olamazdı zaten” der ve ekler: “Oradan
ayrılırken başka bir onurla asker olacağımı biliyordum. Silah yerine saz, disiplin yerine
çiçek kucaklayacağımı biliyordum.”
Berçenek, Mahzuni’yi uğurladığı gibi karşılamaz. Askerî okuldan atılmak köylüye göre
olağanüstü ayıp bir durumdur. Köylünün davranışı Mahzuni’nin oradan ayrılmaya karar
vermesiyle sonuçlanır. Bir ayrılışın eseri olarak nitelendirdiği “İşte Gidiyorum Çeşm-i
Siyahım” adlı şarkısını bir daha dönmemek üzere ayrıldığı köyüne yazar.
Ah şu memleket meseleleri
Dadaloğlu, Pir Sultan, Hacı Bektaş gibi halk için mücadele vermiş kişileri kendine pir
belleyen Mahzuni Şerif için müzik artık daha önemlidir, zira ekmek kapısı olmuştur. Zamanla “halkçılık” duygusu da ağır basan Mahzuni, düzene karşı şiirler yazar ve birtakım
siyasi faaliyetlere girişir. Sürekli gözlenmesi, kendi deyimiyle “mahalle bekçisinin bile
kulağından tutup karakola götürmesi”, her konser çıkışı gözaltına alınması ve hapishane
günleri de bundan sonra başlar. Nemli,
karanlık, soğuk, bazen işkence dolu hapishane odaları Mahzuni’nin hayatına acı
yerine kardeşlikler katacak, Yılmaz Güney
gibi, onu susturmak yerine dilini daha da
sivri kılacaktır.
Çoğunlukla şarkı sözleri nedeniyle yargılanan Âşık, “Köşkün sarayın yıkılsın /
Erim erim eriyesin / Umudun suya dökülsün / Erim erim eriyesin” sözlerine sahip
şarkı yüzünden de zorlu bir yargılama
dönemi geçirir. Şarkıyı dönemin başbakanı Nihat Erim’e yazdığı düşünüldüğü
için yargılanan Mahzuni, Erim’in “Bir halk
ozanı Başbakan’ı sevmek mecburiyetinde
değildir” sözlerine ve şikayetçi olmamasına rağmen yaklaşık 11 ay hapis yatar.
Âşık Mahzuni Şerif, muhalif bunca eylemine rağmen 1980 döneminde gözaltına
alınmayan, soruşturma geçirmeyen, hapse atılmayan halkın sesi birkaç sanatçıdan
biridir. Dönemi “Boşa döğüşmeyin bizim
yiğitler / Sizi vurduranlar vurulmuyor ki”
diyerek eleştirdiği halde tutuklanmama
nedeni sonraları, askerî okulda okumasından ötürü Evren Paşa’yla tanışıklığına
bağlanacaktır.
Mozart’ın bestelerini halk müziğine
uymayan yapısı nedeniyle eleştiren, “Yedi
kültürümüzü Michael Jackson” sözüne
sahip eseriyle Türkiye’de yabancı müziğin
yükselişini tehlikeli bulan, özellikle ülkeyi
yönetenleri şiirlerinde yeren Mahzuni
şüphesiz ki dizelerinde Hz. Ali’ye ve Hz.
Muhammed’e aşkını, Köroğlu’na hayranlığını, Nazım Hikmet’e özlemini, Âşık
Veysel’e minnettarlığını, Fatih Sultan
Mehmed’e övgülerini de dile getiriyordu.
Onun gönlünde yeri başka olan ise her
zaman hasret olduğu, “Çağın beklediği
mavi müjde” olarak nitelendirdiği, izini
Dolmabahçe’de aradığı, “bir daha dönmez
mi bu yola giden” diyerek ölümünü sorguladığı biriydi; sarı saçlı, mavi gözlü…
105
TÜRKIYE-İSPANYA PARLAMENTOLARARASI DOSTLUK GRUBU BAŞKANI
AFIF DEMIRKIRAN:
TÜRKIYE ILE İSPANYA ARASINDAKI ÜST
DÜZEY ILIŞKILERIN EN GÜZEL ÖRNEĞI
MEDENIYETLER İTTIFAKI PROJESI’DIR
SÖYLEŞI: NEHIR ÖZTÜRK
DOSTLUK GRUPLARININ ÜLKELER ARASINDAKI DIYALOG, ANLAYIŞ
VE DAYANIŞMANIN GELIŞMESINE ÖNEMLI KATKILAR SAĞLADIĞINI
IFADE EDEN AFIF DEMIRKIRAN, “DOSTLUK GRUBU BAŞKANLIĞIM
DÖNEMINDE, ÖZELLIKLE IKILI TICARETIMIZIN VE KARŞILIKLI
YATIRIMLARIMIZIN DAHA DA ARTIRILMASI YÖNÜNDE ORTAK
GAYRETLERIN YOĞUNLAŞTIRILMASI ÜZERINDE DURDUM” DIYOR.
106
DOSTLUK GRUPLARI
Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun başkanlığını ne zamandır yürütüyorsunuz?
TBMM çatısı altında kurulan Türkiye-İspanya Parlamentolararası
Dostluk Grubu’nun başkanlığına ilk olarak 2008 yılında TBMM’nin
23. Dönemi için seçildim ve bu görevi Haziran 2011’de gerçekleşen
genel seçimlere kadar sürdürdüm. Genel seçimler sonrasında
oluşan yeni parlamentoda, 24. Dönem için parlamentolararası
dostluk grupları yeniden oluştu. 20 Aralık 2011 tarihinde Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanlığı’na
tekrar seçildim ve yaklaşık iki dönemdir bu grubun faaliyetlerini
yürütmekteyim.
Dostluk Grubu’nun faaliyetleri iki ülke arasındaki ilişkilere ne
gibi katkılar sağlıyor?
Yürütülen faaliyetler iki ülke parlamentoları arasındaki karşılıklı
diyaloğun yanı sıra parlamenter diplomasisi ile ülkeler arasındaki
karşılıklı anlayış ve dayanışmanın gelişmesine ve önyargıların
giderilmesine önemli katkılar sağlamaktadır.
İspanya Parlamentosu’nda da Türkiye Dostluk Grubu bulunuyor mu?
İspanya Parlamentosu’nda daha önce İspanya-Türkiye Parlamentolararası Dostluk Grubu bulunmaktaydı. Ancak bugün faaliyet
gösteren bir Türkiye Dostluk Grubu yok maalesef. Doğrusu İspanya Parlamentosu’nda böyle bir Dostluk Grubu’nun yeniden tesis
edilmesini çok arzu ederdim. Ancak ekonomik krize bağlı olarak
alınan tasarruf önlemleri nedeniyle İspanya Parlamentosu’nda
dostluk grupları oluşturulmamıştır.
Dostluk Grubu veya iki ülke heyetleri olarak karşılıklı ziyaretler
söz konusu mu?
İspanya ile çeşitli düzeylerde karşılıklı ziyaretlerimiz gerçekleşmektedir. En son 15-19 Mart 2015 tarihleri arasında İspanya
Senato Başkanı Pio Garcia Escudero ülkemize resmî bir ziyarette
bulundu. Yine başkanlığım döneminde 2009 yılında İspanya
Parlamentosu Başkan Yardımcısı ve İspanya-Türkiye Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanı Bayan Ana Maria Pastor ve
beraberindeki heyet ülkemize ziyaret gerçekleştirdi. 10-14 Mart
2010 tarihleri arasında da Türkiye-İspanya Parlamentolararası
Dostluk Grubu Başkanı olarak beraberimdeki parlamento heyeti
ile İspanya’ya bir ziyaret gerçekleştirdik. Komisyon düzeyinde
karşılıklı ziyaretler çerçevesinde ise TBMM Meclis Araştırma Komisyonu Başkanvekili başkanlığındaki bir heyet, 2011 yılında spor
kulüplerinin sorunları ile sporda şiddet sorununun araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla İspanya’ya
inceleme ziyaretinde bulundu. TBMM Çevre Komisyonu Başkanı
ve beraberindeki heyet, 2010 yılında İspanya’ya resmî bir ziyaret
gerçekleştirdi. Avrupa Birliği’nin İspanya Dönem Başkanlığında
İspanya-Türkiye başlıklı seminer, 13-15 Nisan 2010 tarihleri arasında Madrid’de düzenlendi ve AB Uyum Komisyonu Başkanı Yaşar
Yakış anılan seminere katıldı. İspanya AB İşlerinden Sorumlu
Genel Sekreteri Miguel Angel Navarro ve İngiltere AB İşlerinden
Sorumlu Genel Sekreteri Shan Morgan, 14 Şubat 2008 tarihinde
AB Uyum Komisyonu Başkanı Yaşar Yakış ve Dışişleri Komisyonu
Başkanı Murat Mercan’a bir ziyaret gerçekleştirdi.
Türkiye ile İspanya arasındaki ilişkiler hangi düzeyde ve daha
çok hangi alanlarda yürütülüyor? Bu ilişkilerin geliştirilmesi ve
sürdürülmesi bölge siyaseti bakımından nasıl bir önem taşıyor?
Türkiye ile İspanya arasındaki ilişkiler en üst düzeyde gerçekleşmektedir. Buna en güzel örnek olarak 2004 yılında, o dönemde
Başbakanlık görevini yürüten Cumhurbaşkanımız Sayın Recep
Tayyip Erdoğan ve İspanya Başbakanı Sayın Luis Rodriguez
Zapatero’nun başlattığı Medeniyetler İttifakı Projesi verilebilir.
İspanya ile ortak girişimlerimizle oluşturulan Medeniyetler
İttifakı’nın temeli hoşgörü, çoğulculuk, diyalog ve farklılıklara
saygıdır. Medeniyetler İttifakı içindeki lider rolüyle önemli bir
konum ve sorumluluğa sahip bulunan Türkiye ve İspanya, barış
kültürünü güçlendirme ve karşılıklı saygı atmosferini oluşturma
amacına yönelik çalışmalarını kararlı bir şekilde sürdürmeye devam etmektedir.
Son dönemlerde Avrupa’da artan yabancı karşıtlığı, İslamofobi
ve hoşgörüsüzlük ile din ve mezhep temeline dayandırılmaya
çalışılan terörizm ve bazı ülkelerdeki ihtilaf ve çatışmalar, Medeniyetler İttifakı’nın mesajlarının yaygınlaştırılması için daha fazla
çaba gösterilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle
107
“2016 YILINDA AZERBAYCAN’DA DÜZENLENECEK OLAN YEDINCI
KÜRESEL FORUM, GIRIŞIMIN ULUSLARARASI GÖRÜNÜRLÜĞÜNÜN
ARTIRILMASINA IMKAN SAĞLAYACAKTIR. BAKÜ FORUMU,
MEDENIYETLER İTTIFAKI’NA BÖLGEDE YENI BIR IVME
KAZANDIRMA YÖNÜNDE ÖNEMLI KATKIDA BULUNACAKTIR.”
İttifak’a içinde bulunduğumuz dönemde daha çok sahip çıkmak
gerekmektedir.
Medeniyetler İttifakı’nın hedeflerine ulaşabilmesi için, İspanya
ile birlikte hazırlıklarını sürdürdüğümüz ikinci BM karar tasarısının
neticelendirilmesi konusunda yoğun çaba sarf etmemiz gerektiğine inanıyorum.
2016 yılında Azerbaycan’da düzenlenecek olan Yedinci Küresel
Forum, girişimin uluslararası görünürlüğünün artırılmasına imkan
sağlayacaktır. Bakü Forumu, Medeniyetler İttifakı’na bölgede
yeni bir ivme kazandırma yönünde önemli katkıda bulunacaktır.
Dostluk Grubu Başkanlığınız döneminde gerçekleştirilen çalışmalar, özellikle üzerinde durduğunuz konular neler oldu?
Dostluk Grubu Başkanlığım döneminde, parlamentolar arası ikili
ilişkilerin önemli ölçüde geliştirilmesi ve özellikle ikili ticaretimizin
ve karşılıklı yatırımlarımızın daha da artırılması yönünde ortak
gayretlerin yoğunlaştırılması üzerinde durdum.
TBMM çatısı altında aynı zamanda Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanlığı görevini yürütmem vesilesi ile
108
DOSTLUK GRUPLARI
İspanya’nın AB üyeliğimize desteğinin sürmesinin büyük önem
taşıdığına vurgu yaptım. Buna ek olarak, AB ve ABD arasında
görüşmeleri devam eden Transatlantik Yatırım Ortaklığı (TTIP)
müzakerelerine Türkiye’nin de uygun şekilde dahil edilmesinin
Türkiye açısından önemli olduğunu vurgulayarak, bu konuda
AB’nin ve üye ülkelerin desteğini beklediğimizi ifade ettim.
Türkiye-AB müzakere süreci kapsamında Vize Serbestisi Diyaloğu sürecinden bahsederek, AB’nin Vize Serbestisi Diyaloğu
sürecini adil, dengeli ve sonuç odaklı bir yaklaşımla ele almasını
beklediğimizi, bu süreçte İspanya’nın desteğini almanın ülkemiz
için önem taşıdığını vurguladım.
Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun yakın
zamanda gerçekleştirmeyi planladığı faaliyetlere ilişkin bilgi
verebilir misiniz?
Bildiğiniz üzere, Türkiye’de Haziran ayında genel seçimler gerçekleşecektir. Genel seçimlerin ardından oluşacak yeni TBMM’de
Türkiye-İspanya Parlamentolararası Dostluk Grubu’nun faaliyetlerine devam edilmesi planlanmaktadır.
ÇOCUKLUK
MANTIĞIN UYKUSUDUR
GÜLMEK, ALLAH’IN SADECE INSANLARA BAHŞETTIĞI BIR
KABILIYETTIR. ÜNLÜ ALMAN DÜŞÜNÜR GOETHE DE “KENDI KENDISI
ILE EĞLENMESINI BILMEYEN INSAN, OLGUN INSAN DEĞILDIR”
DIYEREK GÜLME VE EĞLENMENIN ÖNEMINI VURGULAMAKTADIR.
ERBAY KÜCET
B
iz millet olarak öyle her şeye gülen insanlar değiliz. Gülerken bile düşünmesini severiz; başkalarının bize gülmesinden, başkalarının yanında gülünç duruma düşmekten nefret
ederiz. Oysa kendiyle dalga geçmeye cesareti olmayanların
başkalarının tuhaflıklarıyla dalga geçmeye de hakları yoktur.
Çocukluk insanın doğumundan 15-16 yaşına kadar süren
oldukça uzun bir zaman dilimini kapsar. Çocuk bu döneminde
sorumsuzluğun vermiş olduğu rahatlıktan ötürü güler ve
oynar. O dönemde hayatı toz pembe görür. Sıkıntıları önemsemez, hayat neşelidir. Çocuk, yetişkinin küçük bir örneği
değil, kendine özgü sıfatları olan bir varlıktır. Onun hayalgücü
çok fazladır. Bu dönemde edebiyattan da bir oyun tadı almak
ister. Onun içindir ki çocuklar için yazılan kitaplarda eğlendirmek ve eğitmek, faydalı ve zevkli olmak daima birliktedir.
Ancak çocuk edebiyatımızda ne yazık ki nükteyi, ince alayı bir
üslup ve anlatım içerisinde veren örnekler sınırlıdır.
Çocuklar Nasrettin Hoca’yı çok severler. Hiç görmedikleri
halde hayal dünyalarında beyaz sakalı ve tonton tipi ile
Nasrettin Hoca yaşar. Çünkü hemen her çocuk hocamızın
fıkralarından birkaçını bilir. Nasrettin Hoca’yı çok seven
çocuklar anne ve babalarından, yakınlarından bu fıkraları
dinleye dinleye büyürler. Kimi zaman güler, kimi zaman da
ders alırlar. Çocukların küçük dünyalarına yeni kapılar açan
Nasrettin Hoca fıkralarının öğüt verici olduğunun da altını
çizmek gerekir.
110
Çocuk eğitiminde mizahın yararının tartışılamayacağı gerçektir.
Bir konuyu çocuğa anlatırken onun adapte olmasının sağlanması
ve konunun hafızasında yer etmesi için mizahın etkisi fazladır.
Fakat bu mizah ölçülü olmalıdır. Mizahta ölçüyü kaçırırsak fayda
yerine zararını da görebiliriz. Bu konuda eğitimcilerin bir başka
belirlemesi ise seviyesi ve miktarı tam ayarlanamayan mizahın
öğretici olmadığı, hatta çocuğu tembelleştirdiği yönündedir.
Çağımızda görselliğin cazibesine kapılmış olan çocuklarımızın
gelenekten kaynaklanan eserlerle kuşatılarak, çağımızın çocuklarımızca yakalanmasına yardımcı olabilecek tarzın geliştirilmesi
gerekmektedir. İşte burada karşımıza mizah kavramı çıkmaktadır
ki mizahı iyi kullanarak çocuklarımıza iyiyi, güzeli, doğruyu ve
inanç değerlerimizi eğlendirerek aktarma imkanımız olabilir.
Kitaplara yönelen çocuklar, başkalarının gözlemlerinden, deneyimlerinden, düşüncelerinden yararlanırlar. Bu nedenle çocukların
sağlıklı zihinsel ve ruhsal bir gelişme içerisinde okuyabilecekleri
kitaplarda da birtakım niteliklerin aranması zorunludur. Bu açıdan
önce çocukların hangi çeşit ve hangi kalitedeki eserlere karşı ilgi
duyduklarına dikkat etmek gerekir.
Şayet bana bir çocuk kitaplığı kur deselerdi işe masal kitapları
ile başlardım. Çünkü masallarda çelişki vardır. Çelişkinin olduğu
yerde de mizah vardır. Çocuklar her dönemde gülmek, neşelenmek ister. Çocukların bu ihtiyaçlarını da fıkralar karşılayabilir.
Çocuklar için eser veren sanatçıların hem yazar, hem ruhbilimci,
hem beğenisi olan bir çizer, hem de basımcı gibi düşünmek zorunda olmaları ve çalışmalarını ona göre düzenlemeleri gerekmektedir. Çocuklar için hazırlanan eserlerde sanat değerinin bulunması
kadar, çocuk psikolojisinin ilkelerine de ihtiyaç vardır. Atalay Yörükoğlu bu konuda “Çocuklar için yazmak yüreklilik işidir. Yetişkinleri
söz boğuntusuna getirebilirsiniz, ama çocukları getiremezsiniz,
okumaz atarlar öyle yapıtı. Açık olacaksınız, düşünceleriniz duru
olacak, kavramlarınız seçik olacak, diliniz anlaşılır olacak çocuklar
için yazarken” diyor.
Gerçekten de çocuklar için yazan ve çizenlerin işi zordur. Çünkü
İngiliz şairi Wordsworth “Çocuk insanın babasıdır” derken, Rousseau da “Çocukluk mantığın uykusudur” sözüyle bir gerçeğin
altını çizmektedir.
Çocuk, kendisine sunulan eserdeki kişilerin, kahramanların çocuk veya büyük olmasına önem vermeden onların davranışlarını
inceler veya örnek alır. Onun içindir ki çocuklar için yazılan eserlerde mizahın dozunun iyi ayarlanması mecburidir. Ufak bir yanlışlık
çocuğun hayal dünyasında büyüyeceği gibi ileriki hayatında da
derin yaralara yol açabilir. Yani salt güldürebilmek amacıyla yanlış
bilgileri çocuklara vermek doğru değildir.
Çocuk kitabında eğlendirmek ön planda olmalıdır. Yazar eğlendirirken çocuklara bilgi yığını vermekten de kaçınmalıdır. Ziya Gökalp bu konuda “Bir çocuk hangi kitapları anlar ve zevk alırsa onu
okuyabilir. Anlamadığı, hoşlanmadığı kitapları zorla okutursanız
kitaptan nefret eder” diyerek çocuklar için yazılanların okutulması
için gerekli ilkelerden bahsetmektedir.
Cumhuriyet döneminde birçok gazete çocuklar için özel ilaveler
yayımlamış, bu ilavelerde daha çok eğlendirici yazılara ve karikatürlere ağırlık verilmiştir. Çünkü çocuklar bu türlerden hoşlanmaktadır. Çocuk dergilerinde de fıkraların, gülmece yazılarının,
karikatürlü bulmacaların ve çizgi romanların bulunduğu sayfalar
daha fazladır ve daha çok okunmaktadır. Bu gerçek ortadayken,
çocukların mizaha olan tutkusu aşikarken, çocukları mizahtan
uzak düşünmemiz mümkün değildir.
Çocuklara bilgi aktarımının mizahi türle daha kolay olduğuna
inanarak, çocuk edebiyatı ile uğraş verenlerin eserlerinde gülmeceyi ön plana çıkarmalarının yararlı olacağını yineleyerek yazımı
noktalıyorum.
111
GÖRÜŞLERIMIZ
ALI COŞKUN
İŞ DÜNYASI VAKFI YAYINLARI
ANKARA, 2015
203 S.
Siyaset ve iş dünyasının duayen isimlerinden Ali Coşkun’un özellikle ekonomik konularda kaleme aldığı
yazılar Görüşlerimiz’de bir araya geliyor. Kitapta tarihî gerçekler ışığında değerlendirmeler yapılırken bugünün sorunlarına da deva olacak fikirler beyan ediliyor. Çok yönlü kişiliğiyle edebiyat alanında da eserler
veren Ali Coşkun’un Gönül Dilinden Yalın Ayak Şiirler isimli kitabı ise ikinci baskısıyla okurla buluşuyor.
İSMIGÜL
NECATI KANTER
MESERRET YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
186 S.
Yazar Necati Kanter, Bizim Şehrin Divaneleri’nin ardından İsmiGül’le ikinci kez kitapseverlerin karşısında.
Yarım Kalan Tebessüm, Sessiz Hayal İklimi, Hüzün Yağdı Dağlara, Gülüşün Yüreğime Damladı, Yoluna
Düştü Yolum, Ölüm Kanatlarımın Altında gibi şiirsel başlıklara sahip yirmi hikayenin yer aldığı İsmiGül,
Elazığlı yazarın düşler dünyasında yolculuğa çıkarıyor okurları.
ATEŞ ISLAĞI
NAZIM PAYAM
TÜRK EDEBIYATI VAKFI YAYINLARI
İSTANBUL, 2014
96 S.
İşleyen neydi içimde, dışımda ne / Sabırsız, kirli eskiler toplayan / Bu sonrası, bir de öncesi vardı / Kaç kez
sınadı bahçemi zaman… Şeyh Galib’e ithaf edilmiş dizelerin de yer aldığı Ateş Islağı, Nazım Payam’ın imzasını taşıyor. Geçtiğimiz yıl Türkiye Yazarlar Birliği Deneme Ödülü’nü Ses ve Yaz isimli eseriyle alan Payam’ın
Sonrası Güldür Açar ve Ben Kendimi Dağ Bilirim isimli şiir kitapları da bulunuyor.
112
DÜNDE KALAN SÖZLER
SABAHATTIN ÇAKMAKOĞLU
KÜLTÜR AJANS YAYINLARI
ANKARA, 2014
506 S.
İçişleri ve Millî Savunma eski Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu’nun önemli görevler üstlendiği dönemlerde
yaptığı konuşmaları, muhtelif yayın organlarında yayımlanmış yazıları ve anılarının yer aldığı Dünde Kalan
Sözler, bugünün olaylarına da ışık tutacak nitelikte görüş ve değerlendirmeler içeriyor. Kitap, Türkiye’nin
siyaset tarihine tecrübeli isimlerin anı ve değerlendirmeleri çerçevesinde ışık tutan siyasi hatırat türüne
de örnek teşkil ediyor.
YENI TÜRKIYE YOLUNDA DÜZCE
PROF. DR. CELAL ERBAY
PASIFIK YAYINLARI
İSTANBUL, 2014
299 S.
TBMM 23. Dönem Düzce Milletvekili Prof. Dr. Celal Erbay, Yeni Türkiye Yolunda Düzce’yi Tanıma, Düzceliyi
Anlama ve Onlara Hizmet Aşkımız... ile okurların karşısında. Erbay, gazetede yayımlanmış köşe yazılarını
derlediği kitapta tarihinden kültürüne, ekonomisinden coğrafyasına çeşitli yönleriyle Düzce’yi konu ediniyor.
Yazar, kaleme aldığı satırlarda şehre duyduğu sevgiyi ve hizmet aşkını da ortaya koyuyor.
TARIHI BAŞKA OKUMAK
TURHAN UTKU
ATAÇ YAYINLARI
İSTANBUL, 2015
492 S.
TBMM 15. Dönem’de milletvekilliği yapmış inşaat mühendisi Turhan Utku, Tarihi Başka Okumak adlı inceleme-araştırma kitabında okurları Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren tarihsel bir yolculuğa çıkarıyor. Tarihî bilgilere yeni belgeler ışığında farklı yorumlar getiren yazar, okurlarına yararlandığı kaynakları
sunmayı da ihmal etmiyor. Bir sohbet havası içinde kaleme alınmış kitap, Tarihi Başka Okumak isteyenleri
bekliyor.
113
THE FOURTH LIGHT
NIYAZ
DOKUZ SEKIZ MÜZIK
İranlı Azam Ali, Loga Ramin Torkian ile Habib Meftah Boushehri’den oluşan ve 2005 senesinde
dünya müzik piyasasına iddialı bir giriş yapan Niyaz’ın yeni albümü “The Fourth Light”, gruba
yine büyük başarı getireceğe benziyor. Yerel ezgilerle elektronik müziği harmanlayarak ilginç
bir tarz ortaya koyan grubun beşinci albümünde toplam dokuz parça yer alıyor. Türkiye’de ciddi
bir hayran kitlesi olan Niyaz, önceki albümlerinde Türkçe şarkılar seslendirmiş ve ülkemizde de
sahne almıştı.
MIHRÎNAĞMELER
GÜZIN DEĞIŞMEZ, AHMET HAKKI TURABI
ORIGAMI YAPIM
“Mihrînağmeler” albümü, 15. yüzyılda yaşamış şair Mihrî Hatun’un eserlerinin bestelenmesiyle
hazırlandı. Sanat yönetmenliğini Dr. Ayşe Başak Harmancı’nın üstlendiği on bir parçalık albümde eserleri İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’ndan Güzin Değişmez ile Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Hakkı Turabi seslendirdi. Albümün
hazırlık sürecine Mihrî Hatun’un Amasyalı olmasından ötürü Amasya Belediyesi de destek
verdi.
LIVE IN DUBLIN
LEONARD COHEN
SONY MÜZIK
Müzik hayatına neredeyse altmış senedir aktif olarak devam eden ve birçok unutulmaz bestenin altında imzası bulunan Kanadalı sanatçı Leonard Cohen’in 2013 senesinde İrlanda’da verdiği konserin kayıtları albüm haline getirildi. 3 CD ile yüksek çözünürlüklü bir DVD’den oluşan
“Live in Dublin”de, sanatçının “Dance Me to the End of Love”, “Hallelujah” ve “Suzanne” gibi
klasiklerinin yanı sıra daha yeni parçaları yer alıyor.
114
BIZIM HIKAYE
YÖNETMEN: YASIN USLU
SENARYO: YASIN USLU, SEDA ALTAYLI TURGUTLU
OYUNCULAR: CANSEL ELÇIN, SERA TOKDEMIR, HALUK PIYES, NAZ ELMAS, İBRAHIM KENDIRCI, ÇIĞDEM BATUR, ŞEBNEM DILLIGIL, AHMET MEKIN
YAPIM: 2015, TÜRKIYE
TÜR: DRAM
“Bizim Hikaye”, 12 Eylül 1980 darbesi döneminde düşünce ve inançları nedeniyle hapis yatan babasının iade-i itibarının peşine düşen bir adamın mücadelesini anlatıyor. Çekimleri
İstanbul’un yanı sıra Sinop, Trabzon ve Rize’de gerçekleştirilen film için üç senelik bir ön
hazırlık yapıldı.
İsmail Bey (Cansel Elçin) ailesiyle mutlu ve huzurlu bir hayat sürdürürken 12 Eylül darbesinin patlak vermesiyle kendisini aniden bir hükümlü olarak bulur. Gönül verdiği değerler
nedeniyle yalnızca suçlu duruma düşmeyen, onuru da kırılan İsmail Bey’in yıllar sürecek
iade-i itibar mücadelesini ise oğlu Ahmet (Haluk Piyes) üstlenecektir. Müziklerinde ünlü
sanatçı Mustafa Ceceli’nin imzasının olduğu “Bizim Hikaye”, 12 Eylül döneminin acılarını
birçok farklı açıdan ele alarak izleyiciye duygusal anlar yaşatıyor.
THE GUNMAN
YÖNETMEN: PIERRE MOREL
SENARYO: PETE TRAVIS
OYUNCULAR: SEAN PENN, JAVIER BARDEM, IDRIS ELBA, RAY WINSTONE,
JASMINE TRINCA
YAPIM: 2015, FRANSA-İSPANYA-İNGILTERE
TÜR: AKSIYON, DRAM, GERILIM
Jean-Patrick Manchette’in The Prone Gunman isimli romanından uyarlanan ve yönetmeni Fransız Pierre Morel’in dördüncü uzun metrajlı filmi olan “The Gunman” eski ajan Jim
Terrier’ın (Sean Penn) geçmişinden kurtulup yeni bir yola girme çabasını anlatıyor. Geçmişte Kongo Maden Bakanı’na düzenlenen suikasta karıştığı iddiasından bir türlü kurtulamayan Terrier, yeni girdiği işinde de yaşadıklarının gölgesinden ve peşindekilerden kurtulamaz
ve çareyi Barcelona’ya, sevgilisinin yanına gitmekte bulur. Fakat bu da Terrier için çözüm
olmayacak, işler hiç beklemediği şekilde karışacaktır.
115
NE OKUYOR NE IZLIYOR
ABDULLAH ÇALIŞKAN - AK PARTI KIRŞEHIR MILLETVEKILI
Daha çok yakın siyasi tarihle ilgili kitaplar okuyorum. Ülkemizde ve dünyada
yaşanmış önemli siyasi olayları konu alan hatırat kitapları da ilgimi çekiyor.
En son Sabri Uzun’un İn isimli kitabını okudum. Sinemada gerçek hayat
hikayelerini konu edinen filmleri izlemeyi tercih ediyorum. Tarihî filmler de
hoşuma gidiyor. En son “Bizim Hikaye” isimli filmi izledim. Türk Halk Müziği
ve Tasavvuf Müziği dinliyorum. Büyük sanatçı Neşet Ertaş’ın benim için ayrı
bir yeri bulunuyor.
NURETTIN DEMIR - CHP MUĞLA MILLETVEKILI
Genellikle siyaset, ekonomi ve sağlıkla ilgili kitapları tercih ediyorum. Şu sıralar
ön seçim yoğunluğu dolayısıyla yarım bırakmak zorunda kaldığım birkaç kitabı
okuyorum. Klasik müzik ve Türk Halk Müziği dinliyorum. Zülfü Livaneli, Ahmet
Günday ve Makbule Kaya beğenerek dinlediğim sanatçılar arasında yer alıyor.
Bu arada geleneksel Teke Yöresi Altın Sipsi Yarışması’nı düzenleyen ekibin
öncülüğünü yapmanın mutluluğunu yaşadığımı da ifade etmek istiyorum.
NURSEL AYDOĞAN - HDP DIYARBAKIR MILLETVEKILI
En son Müslüm Yücel’in Abdullah Öcalan-Amara’dan İmralı’ya isimli kitabını okudum. Yakın zamanda sinemaya gitme fırsatı bulamadım. Türk
Sanat Müziği, Türk Hafif Müziği ve her dilden etnik müzik dinlemeyi tercih
ediyorum.
116
ÖMER SELVI - AK PARTI NIĞDE MILLETVEKILI
Genellikle tarih, siyaset ve sağlık kitaplarını tercih ediyorum. Şu sıralar Prof.
Dr. İlber Ortaylı’nın Türklerin Tarihi-Orta Asya’nın Bozkırlarından Avrupa’nın
Kapılarına isimli kitabını okuyorum. Sinemada en son “Bizim Hikaye”yi
seyrettim. Yakın zamanda izlemeyi planladığım filmlerin ilk sırasında ise
“Son Mektup” yer alıyor. Türk Sanat Müziği, pop müzik ve yabancı müzik
başta olmak üzere çeşitli müzik türlerini beğeniyle dinliyorum.
HASAN ÖREN - CHP MANISA MILLETVEKILI
Başta roman olmak üzere edebiyat eserlerini okumayı tercih ediyorum.
Sinemaya pek sık gidemiyorum. Film izlemek için fırsat bulduğumda daha
çok aksiyon ve drama türündeki yapımlara öncelik veriyorum. Müzikteki
tercihimin ilk sırasında ise Türk Sanat Müziği yer alıyor.
AHMET ERDAL FERALAN - AK PARTI NEVŞEHIR MILLETVEKILI
Son dönemde Taha Akyol’un Ama Hangi Atatürk, İskender Pala’nın Şah ve Sultan, Nihat Ergün’ün Adım Adım Siyaset isimli kitaplarını okudum. Meclis’teki
ve seçim bölgemizdeki yoğun çalışmalarımız dolayısıyla sinemaya gitmeye
pek fırsat bulamıyorum. Müzik konusundaki tercihimin ilk sırasında ise Türk
Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği yer alıyor.
117
SOSYAL MEDYA
GÜNLÜKLERİ
@ibrayhan
Issız ve yorucu dorukları sevenlerin kanatları olmalıdır. Özgürlük doruklardadır.
@ilknur_denizli
Zor diyorsun. Zor olacak ki imtihan olsun...
118
@halideincekara
Bürokrasi, üniversite, basın ve sivil toplumun başarılı, şahsiyetli, yetenekli ve
zeki kişilere ihtiyacı olduğunu göz ardı
etmeyelim.
@sabahatakkiraz
100. yılında Çanakkale Meydan Muharebesi şehitleri, Mustafa Kemal ve arkada
kalan şehit ailelerinin önünde eğiliyorum.
@LutfuTurkkan
Allah kimseye taşıyamayacağı kadar büyük yük vermesin…
@oktayvural
@mustafabalbay
@omerrcelik
Bugün Ankara’da Rize Günleri’ndeydik.
Tulumuyla, atmacasıyla Rize’yi yaşadık…
Karşıyaka İlçe Başkanımız Mustafa Özuslu ile partimizi iktidara taşıma maratonunun yeni bir evresindeyiz.
“100. Yılında Dünya Savaşının Belgeleri”
konulu Dünya Arşiv Yöneticileri Kongre ve
Sergisi’ne katıldık.
Seyfettin YILMAZ
@seyfettinyilmaz
TBMM MHP Adana Milletvekili
Sosyal medyayı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında yer alıyorsunuz. Sosyal paylaşım sitelerini ne zamandır ve
gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz?
Yaklaşık 5 yıldır kullanıyorum. Kitlelerle sağlıklı iletişim adına
hesaplarımı bizzat yönetmeye özen gösteriyorum.
Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru bir
şekilde kullanması ne bakımdan önemli?
Günümüzde sosyal medya hayatın etkin bir parçası haline geldi.
Sosyal medyayı hem halkın taleplerini ve beklentilerini görmek
hem de etkili iletişim için mühim bir yöntem olarak görüyorum.
Meclis çalışmalarımızı, Meclis’te görüşülen konuları bizzat sosyal
medyadan paylaşıyorum. Muhalefet partisi milletvekili olduğum
için malumunuz havuz medyası dediğimiz medya bizlerin çalışmalarını basına çıkarmıyor. Bu yüzden etkin çalışmadığımız yönünde
bir algı oluşuyor, toplumu bilgilendirecek eleştirilerim görmezden
geliniyor. Bu çıkmazla mücadele edebilmek için sosyal medyayı
daha sık kullanıyoruz, etkisini de görüyoruz seçim bölgemizde.
gündemi takip ediyorum. Hemen olumlu ya da olumsuz bir habere
yorum yapmıyorum. Birçok siyasi bazen doğru olmayan bir konuda
yorumda bulunabiliyor, hatta konuyu ciddiye alarak basın açıklaması yapabiliyor. Bu yüzden biz de dikkatli davranmaya çalışıyoruz.
Sosyal paylaşım ortamında ilginç anılarınız oldu mu?
Sosyal paylaşım siteleri üzerinden, belki de öylesine gönderilmiş
düğün davetlerine fırsat buldukça katılırım. Bu, düğün sahiplerini
oldukça şaşırtıyor. Hem şaşkınlık yaşıyorlar hem de çok mutlu
oluyorlar. Bazen de seçim bölgem olan Adana’nın merkezinde ya
da ilçelerinde gezerken sosyal medyada paylaşımlarım oluyor. Takipçilerim de bu paylaşımın altına önemsemeyeceğimi düşünerek
“Vekilim bizim köye ya da mahallemize uğra, şu kahvedeyiz” gibi
şeyler yazıyorlar. Çıkıp gidiyoruz yanlarına, şaşkınlık içinde kalıyorlar. Sonrasında hoş bir sohbet başlıyor, dertlerini dinliyoruz.
Sosyal medyanın gündemi doğru takip etme açısından yararlı
olduğunu düşünüyor musunuz?
Tabii bilgileri süzerek dikkate almak gerekiyor. Sosyal medyanın
kirli bilgiyi süratle yayması gibi bir yönü de var. Hakkınızdaki
en ufak olumsuz bir laf bir anda Edirne’den Kars’a, Rize’den
Antalya’ya kitlelere yayılıyor. Benim başıma gelmedi, ama bazı
arkadaşlarımız bunu yaşadı. Bazen de adınıza sahte hesaplar açılıyor ve oradan paylaşımlarda bulunuluyor. Mahkemeye müracaat
etmeye vaktiniz yoksa ileti hızlıca kullanıcılara ulaşıyor. Zamanında müracaat etseniz, bu hesap benim değil deseniz, hem işleyişin
yavaş olması hem de karşınızda sizin görüşünüzde olmayan bir
yetkilinin bulunabilmesi gibi sebeplerle sahte hesabı kapatmak
haftalar sürebiliyor. Dediğim gibi, bilgileri süzerek sosyal medyada
119
UNUTMAYACAĞIZ
Firuz Çilingiroğlu
Adalet eski Bakanı Firuz Çilingiroğlu, 1924 Erçiş doğumludur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eğitiminin ardından
askerliğini Ankara ve Erzurum’da askerî hakim olarak yapan Çilingiroğlu, Ardahan Hakimliği, Ardahan Cumhuriyet Savcılığı,
Tekman Sulh Hakimliği, Çivril Cumhuriyet Savcılığı, Ankara Cumhuriyet Savcı Yardımcılığı, Adalet Müfettişliği, Zeytinburnu
Cumhuriyet Savcılığı, Ankara Cumhuriyet Savcılığı, Ankara Hakimliği, Yargıtay Birinci Başkanvekilliği, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığı görevlerinde bulundu.
Firuz Çilingiroğlu’nun cenazesi 18 Mart 2015 tarihinde Ankara Kocatepe Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze
namazının ardından Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Lütfi Evliyaoğlu
13. Dönem Malatya Milletvekili Lütfi Evliyaoğlu, 1925 Malatya doğumludur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenim gören Evliyaoğlu, serbest avukat olarak çalıştı.
Lütfü Evliyaoğlu’nun cenazesi 21 Mart 2015 tarihinde Malatya Şehir Mezarlığı Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan
cenaze namazının ardından toprağa veridli.
MART AYINDA ARAMIZDAN AYRILAN ARKADAŞLARIMIZ IÇIN CENAB-I ALLAH’TAN
RAHMET DILIYOR, KEDERLI AILELERI IÇIN KALPTEN DUYGULARLA SABR-I CEMÎL NIYAZ EDIYORUZ.
120

Benzer belgeler