84. sayıya ulaşmak için tıklayın

Transkript

84. sayıya ulaşmak için tıklayın
Tepe Home İşçileri Direniyor!
N
Kurtuluş Yolu/İstanbul
akliyat-İş Sendikası’nda örgütlenen ve en az 20
yıllık çalışma süresi olan 60 işçi, 31.12.2014
tarihinde işten atılmıştı. Bunun üzerine Tepe
Home İşçileri 20 Ocak’tan beri Tepe Home’nin İstanbul’daki büyük mağazalarını direniş alanına çevirerek,
kasalarını kilitleyerek mücadeleye kararlı bir şekilde devam ediyorlar.
Direniş, Tepe Home’un Beylikdüzü’nde bulunan
deposu önünde başlamıştı. Ardından Tepe Home’un bulunduğu her yeri eylem alanına çevirmeye başladı. İşçiler
23 Ocak Cuma günü Tepe Home Mobilyanın Cevahir
Alışveriş Merkezi içerisinde bulunan mağazasını, 25
Ocak Pazar günü Kadıköy Tepe Nautilus’taki mağazasına girerek mağazayı ve kasayı kilitledi.
Yıl: 9 Sayı: 84 3 Şubat 2015
Eylem öncesi bir konuşma yapan DİSK Nakliyat-İş
Genel Başkanı Ali Rıza Küçükoslanoğlu, Tepe Home
işvereninin Anayasal haklarını kullanarak sendikaya
üye olan işçilerin bir oldu bittiye getirilerek taşeron cehennemine peşkeş çekildiğini belirtti. İşverenin oldukça
keyfi davrandığını ve her türlü kanunsuzluğu yaparak
daha fazla kar etme uğruna işçileri işsizlik ve açlık
cehennemine atığını ifade eden Küçükosmanoğlu konuşmasına şöyle devam etti.
“Taşeron cehennemine mahkum edilmek istenen,
işinden ekmeğinden edilen işçi arkadaşlarımızın bu
haklı ekmek mücadelelerine, sınıf kavgasına sahip
çıkacağız. Bu haksızlıkları yapanlar bilsinler ki artık
15’te
Siyasi Gazete
www.kurtulusyolu.org
1 TL
AKP’nin Güvenlik Paketi halk düşmanıdır
Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar
GÜVENLİK PAKETİ:
Tayyipgillerin “Paralel” Yargısından
Sonra “Paralel” Soruşturma Rejimi
ve Faşist Polis Devletine Son
Dönemeç
aşlangıç olarak, “Paralel” kavramını düzelterek, gerçek anlamlandırmasını yapmak gerekir. Kavramı
ortaya atan Tayyip Erdoğan, bunu yalnızca
devlet içerisinde bir gücü (Cemaati) ifade
etmek için kullanmıştı. Elbette, idareyi,
yargıyı ve devlet aygıtının diğer uzamlarını
bir başka derin örgütlenmenin yönetmesi “hukuk devleti” varsayımı içinde kabul
edilemez. Ancak mevcut egemen devlet
yapılanmalarının tümünün, zaten bir sınıf
ya da zümrenin “paralel”i olduğu gerçeğini yok sayamayız. Sınıflardan bağımsız
ne bir devlet, ne bir hukuk, ne de devlet
örgütlenmesi mevcut değildir.
Bu bilimsel gerçekliği tespit ettikten
sonra, bizzat burjuva sınıfının devrimleri sürecinde, tüm kuvvetlerin tek bir hegemonyaya (Feodal sınıflara -kilise ya da
derebeyi-) bağlanmasına karşıt bir ılımlandırıcı olarak “kuvvetler ayrılığı” prensibinin tasavvur edildiği, bu tasavvurun günümüzün tüm burjuva devletlerince kâğıt üzerinde kabul edildiğini ifade etmek gerekir.
Böylece, gerçekte aynı sınıfa bağlı iktidar
paradigmalarının (yasama-yürütme-yargı),
görünürde bir illüzyon yaratılarak”ayrıldığını”, devletin kuvvetler ayrılığına uyma
taahhüdü altına girdiğini görmekteyiz. Reel
durum değilse de, ideal durum budur.
Türkiye’nin siyasal/hukuksal düzeni
ise, (Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân ittifakı ve onların sermaye hukuku diyebiliriz)
AKP iktidarıyla birlikte tümüyle bu “taahhüdün” inkârı üzerine kurulmakta. Siyasi
iktidarın “yürütme” kanadı, Fetullah cemaati orijinli “paralel” yargıya karşı olma
iddiasıyla, AKP orijinli bir “paralel” yargı
yaratmış durumda. Bir paralele karşı, daha
tehlikeli bir başka paralel… “Kuvvetler ayrılığı” tasavvuruyla adlandırırsak: “Yürütmeye Paralel Yargı” inşa edilmekte ve bu
inşa AKP’nin polis devleti restorasyonuyla
tamamlanmakta.
Konu özeline gelince; yargının sacayağını oluşturan Savcılık kurumunun ve bu
kurumun tekel yetkisi olan “Soruşturma”
hukukunun da, bağımsız bir hukuksal reji-
me tabi olması gereklidir. Öyle ki, “Cumhuriyet” Savcıları yürütmeden tümüyle
“bağımsız” olmalı, kendi emirlerinde bağımsız bir soruşturmacı “adli kolluk” kurumu olmalı; soruşturma rejimi, hukuk gerektirdiğinde yürütme organına da karşı harekete geçebilsin diye, yürütmenin rejimi
Elektrikte Vurgun (3)
Çağdaş Galileo;
Rennan Pekünlü
Hoca
Emperyalizm var
olduğu sürece savaşlar
kaçınılmazdır
Tayyipgiller hangi
Osmanlı’yı düşlüyor?
Şu Gökçek çok komik
bir adem yahu...
B
3’te
4’te
5’te
6’da
12’de
10’da
Başyazı
Onbeşler
mücadelemizde yaşıyor
40 yılın Amerikan ajanı, vatan, millet ve halk
düşmanı Nazlı Ilıcak’tan bile daha onursuz çıkan
Sorosçu-TESEV’ci Kemal’den ve Avanesinden
hesap soracak bir tek yürekli, namuslu
CHP’li de kalmadı mı gayrı?
Syriza’nın seçim zaferi
Yunan Halkının
kurtuluşu mu?
Mustafa Suphi ve Yoldaşları, Marks’ın
Paris komünarları için dediği gibi “göklere
sıçrayan kahramanlık” timsalidirler.
Yunanistan’da sosyal devrim olmuş gibi
yaygara koparmanın alemi yoktur.
Fakat halkın eşitlik, adalet, iş ve ekmek
isteği önünde durulamaz bir taleptir. Yunan
Halkı bu taleplerini dile getirmiş ve hem
yerli, hem yabancı Finans-Kapitalistlerden
ödünler koparmıştır. Bunlar halkın kazanımlarıdır. Bir dizi reform getirmesi kaçınılmazdır.
Onbeşler, bir dalga, bir hücum kıtası, akıncı
bir deli seldiler.
9’da
Öyleyse yazık.
Adam gericileşmekte, Amerikancılaşmakta, laiklik, bağımsızlık ve Mustafa
Kemal düşmanlığı yapmakta ve de utanıp
arlanmamakta sınır mınır
bırakmadı
artık. İlkin,
TR-705, Muhammet Çakmak, Mahmut
Tanal, Engin
Altay, Faruk
Loğoğlu, Murat Özçelik, Mehmet Bekaroğlu, Şafak Pavey, Erdoğan Toprak ve
benzerleri gibi Amerikancı, Fethullahçı kişileri parti yönetimine getirmekle
yetinmiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde o güne dek CHP’ye tek oy vermemiş, Mutafa Kemal ve laiklik karşıtı
Ortaçağcı Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday
gösteriyor, Kontrgerilla’nın özel partisi
MHP’nin lideri Devlet Bahçeli’yle birlikte. Çünkü kendisi de aynı yolun yolcusu.
Yok onlardan bir farkı. Bakın namuslu
araştırmacı-yazar Yılmaz Dikbaş nasıl
anlatıyor bunları:
“YENİ CHP’NİN YÖNETİCİLERİ
“CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,
Kurultay’da
aldığı yetkiyle, partinin 80
kişilik
Parti
Meclisini (PM)
ve 20 üyeli
Merkez Yürütme Kurulunu
(MYK) kendi isteği ve kendi tercihleri
doğrultusunda oluşturdu. Günümüz
CHP’sinin PM, MYK ve milletvekillerine baktığımızda karşılaştığımız manzara şudur: CHP’de çok farklı odakların ve kesimlerin temsilcileri bulunmaktadır. Sıralayalım.
“Fethullah Gülen Yanlıları-Laiklik
Karşıtları
“PM üyesi Dr. Muhammet Çakmak
konuşuyor: ‘Fethullah Gülen bilgedir,
8’de
2
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
HKP, hırsızların ve
ortaklarının peşini bırakmıyor
Halkın Kurtuluş Partisi, TBMM Yolsuzlukları Soruşturma Komisyonu’nun AKP’li
üyeleri hakkında “görevi kötüye kullanma, suçluyu kayırma, suç delillerini yok
etme” gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu.
Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığına
Suç Duyurusunda Bulunan: Halkın
Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı
Karanfil Sokak No:24/15 Kızılay/
ANKARA
Vekilleri: Av. Orhan ÖZER, Av. Metin
BAYYAR, Av. Ayhan ERKAN,
Av. Ali Serdar ÇINGI, Av. Tacettin
ÇOLAK, Av. Sait KIRAN, Av. Ayça
ALPEL, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Pınar
AKBİNA, Av. Doğan ERKAN
Ortak adres: Sezenler cad. 4/15
Sıhhiye/ANKARA
Şüpheliler: TBMM Yolsuzlukları
Soruşturma Komisyonu’nun AKP’li üyeleri:
1- Hakkı Köylü
2- Mustafa Akış
3- Yusuf Başer
4- Mustafa Kemal Şerbetçioğlu
5- Bilal Uçar
6- İlknur İnceöz
7- Ayşe Türkmenoğlu
8- İsmet Su
9- Yılmaz Tunç
Suç:
1- Görevi Kötüye Kullanma (TCK
257/1)
2- Suçluyu Kayırma (TCK 283)
3- Suç Delillerini Yok Etme (TCK 281)
Beyanlarımız:
1- TBMM’de, AKP’li eski bakanlar Zafer Çağlayan, Muammer
Güler, Egemen Bağış ve Erdoğan
Bayraktar hakkındaki 17-25 Aralık operasyonlarını soruşturmak amacıyla bir komisyon kuruldu bilindiği gibi.
Yolsuzluk suçlarının şüphelilerinden
biri olan Tayyip Erdoğan’a ulaşamadan
baskı-tehdit-sürgünle hasıraltı edilen ve
hukuka aykırı biçimde “kovuşturmaya yer
olmadığı” kararlarıyla sonuçlanan Savcılık
soruşturmalarında, anılan takipsizlik kararlarına müvekkil Halkın Kurtuluş Partisi
adına itiraz edimiş ve reddedilen itirazlarımız sebebiyle konu tarafımızdan Anayasa
Mahkemesi’ne taşınmıştı.
2- Bu kere, TBMM komisyonunda
çoğunluk olan AKP’lilerin oybirliğiyle (9
oyla), DOSYAYI ÇALIŞMADAN DAHİ
karar vermeleriyle, suçlular kayrılmıştır.
“Eski bakanlarla ilgili yolsuzluk
ve rüşvet iddialarını inceleyen TBMM
Soruşturma Komisyonu’ndaki AKP’li
üyelerin, dosyaları incelemediği ortaya
çıktı. AKP’li üyeler bu gerçeği bizzat itiraf etti. Gerekçeleri ise parti kongreleri
olması ve Genel Merkez’in verdiği başka görevlerinin bulunması.
“Muhalefet partili üyelerin, “AKP’li
bazı üyeler soruşturma komisyonuna
gelen dosyaların kapağını bile açmadı.” iddiası son toplantıda teyit edildi.
Komisyonun AK Partili üyelerinden
‘Kongreler nedeniyle dosyaları inceleyemedik.’ itirafı geldi.
“Soruşturma Komisyonu, geçen hafta yaptığı toplantıda eski bakanların
MASAK Bilirkişi Raporu’na yaptıkları son dakika itirazları nedeniyle Yüce
Divan oylaması yapamamıştı. Alınan
bilgilere göre, toplantıda Komisyon
Başkanı Köylü’den önemli bir itiraf
geldi. CHP’li üye Erdal Aksünger’in
son dakikada yapılan itirazlara ve komisyonun yeterli oranda çalışmamasına
tepki gösterip, “Çok detaylı bir araştırma yapamadığımızı siz de biliyorsunuz,
herkes biliyor yani. Ben, bunun çok ahlaki olmadığını düşünüyorum.” sözlerine Komisyon Başkanı Köylü, “İşte, iki
sebebimiz var; birisi o, birisi de arkadaşlarımız ‘hafta sonları kongreye gidiyoruz’ diye bu dosyaları inceleyemedik’
diyorlar. Yani bütün sıkıntımızın önemli
bir kısmı da bu.” şeklinde karşılık verdi.
“AKP’Lİ
ÜYELER:
BAŞKA
İŞLERİMİZ VARDI
“Toplantıda söz alan AK Partili üyeler, Komisyon Başkanı Köylü’nün iktidar partisi mensubu üyelerin dosyaları
yeterince incelemediğine yönelik sözlerini teyit etti. AK Partili Mustafa Akış,
“Ben 10 gündür İçişleri Komisyonu’nda
iç güvenlik paketi gibi kritik bir yasanın
çalışması üzerine sabahtan akşama kadar orada görev yapıyorum. Onun dışında hiçbir şeye bakma imkanım olmadı.”
derken, İlknur Önceöz, “Soruşturma
Komisyonu çalışmalarımızı çok yoğun
çalışmalar içerisinde, partimizin kongre
süreci başladı. Hem illerimizin kongreleri hem de bizim Genel Merkez tarafından verilen görevlerimiz nedeniyle ciddi
anlamda aslında çok da fazlasıyla mesai
veremedik işin doğrusu.” ifadelerini
kullandı.” (Basından)
İşte böylesine görevi savsaklama hali
içinde verilen bu karar, çok açık maddi kanıtları, banka hesapları, telefon görüşmeleri, aile üyelerinin ekonomik durumlarındaki “hayatın olağan akışına aykırı” limitsiz
artış araştırılmadan, suçu örtme, TCK 283
bağlamında “suçluyu kayırma” niteliğinde
bir görevi kötüye kullanma eylemidir.
3- Meclis soruşturma komisyonu, yine
şüphelilerin görevi kötüye kullanmalarıyla, bir de suç delillerini imha etmeye karar
vermiştir. Üstelik Türk Ceza Kanunu’ndaki
“Tanıklara” ilişkin düzenlemeyi kullanarak.
Oysa;
Dört bakan da isnat edilen suçun şüphelisidirler. Tanıklığa ve tanık konuşmalarına
ilişkin hüküm kendilerine uygulanıyorsa,
açıkça görevi kötüye kullanma, suçluyu
kayırma, delil yok
etme eylemleri var
demektir.
Şüpheli
bakanların Yüce Divan’a
sevk edilip edilmeyeceklerine genel kurul karar verecektir.
Şüphelilerin eylemi
bu nedenle, genel
kurul iradesini de sakatlamaya dönük bir
yetki gaspı ve anılan
suçların sübutu anlamındadır.
Şüphelilerin Yüce
Divanda yargılanmaları sonucunda, ve burada beraat etmeleri
durumunda, ANCAK
YA R G I L A M A
MAKAMI
olan
Anayasa mahkemesi
delilleri imha kararı
verebilecektir. Dolayısıyla bu suçun şüphelileri, kendilerini yargılama makamı yerine
koyarak, FONKSİYON GASPI yaparak,
görevi kötüye kullanmışlar ve diğer suçları
işlemişlerdir.
Bu andan sonra, haklarında soruşturma komisyonu kurulan bakanlar hakkında
Genel Kurul, Yüce Divan’a sevk kararı
vermese ya da Yüce Divan’da yapılacak
yargılama sonucu beraat etseler bile bu
imha işlemine karar verenler için TCK
281.madde deki ‘Suç delillerini yok etme,
gizleme veya değiştirme’ suçu varlığını koruyacaktır.
Hatta, bu aşamanın akabinde bir kısım
delillerin sahteliği iddia edildiğinden, bu
sahtelik incelemesi yapılana kadar anılan
deliller yine imha edilemez. Böyle bir araş-
Halk Kurtuluşçu Liseliler’in
Herkes İçin Eşit Parasız
Eğitim Mücadelesi Sürüyor
Ö
ğrenci Seçme ve Yerleştirme
Merkezi’nin, 2015 yılının başında
Yükseköğretime Geçiş Sınavı
(YGS) ve Lisans Yerleştirme Sınavı
(LYS) başvuruları için ödenecek paralara
zam yapıldığını açıklamasının ardından
İzmir’de Halk Kurtuluşçu Liseliler “Sınav
Bahanesiyle Toplanan Paralara Hayır!
Herkese Eşit-Parasız Eğitim!” sloganıyla
bir eylem gerçekleştirdi.
17 Ocak Cumartesi günü saat 14.00’da
Karşıyaka İzban önünde toplanarak Çarşı
boyunca “Herkese Eşit Parasız Eğitim”,
“Emek Hırsızı ÖSYM”, “Demokratik, Laik, Parasız Eğitim” sloganlarıyla
yürüyüş yapan Halk Kurtuluşçu Liseliler
Çarşı girişinde bir basın açıklaması
gerçekleştirdi.
Açıklamada, asgari ücretin “açlık sınırının altında” olduğu, yani asgari ücretle
çalışan bir vatandaşın devlet eliyle aç bırakıldığı ülkemizde yıllardır ÖSYM, YÖK,
MEB gibi eğitimden sorumlu kurumların el
birliğiyle parası olmayan okumasın mantığıyla hareket ettiğine dikkat çekilerek herkesin yeteneklerine göre değerlendirileceği, eşit-parasız-demokratik-laik bir eğitim
sistemi için mücadele edileceği vurgulandı. İzmir Halkı tarafından olumlu tepkilerle
karşılanan eylem “Eşit, Parasız, Bilimsel
Eğitim”, “Yaşasın Gençliğin Devrimci
Mücadelesi” sloganlarıyla sonlandırıldı.
Halk Kurtuluşçu Liseliler parasız eğitim mücadelesini daha da yükseltti, Ocak
ayının son haftasında İzmir Karşıyaka’da
stant açıldı. Herkes için eşit-parasız eğitim sloganıyla, sınav başvuru ücretlerinin
kaldırılması için imza toplamaya başlandı.
Stant başta öğrenciler, veliler ve öğretmenler olmak üzere halktan olumlu tepkiler
aldı. Standa gelen, imza veren vatandaşlar geçim sıkıntılarından yakınarak eğitimin gibi temel bir hakkın para karşılığı
satılmasına tepkilerini dile getirdiler. Toplanan imzaların sayısı da eğitimin paralı
olması sorununun halkımız için nasıl ya-
zam yapıldığını açıkladı.
2014 yılında 40 TL olan YGS Yükseköğretime Geçiş Sınavı ücreti 2015 yılında
50 TL oldu.
Her oturum için ayrı ayrı alınan, 2014
yılında 25 TL olan LYS Lisans Yerleştirme
Sınavı ücreti 2015 yılında 30 TL oldu.
2014 yılında 10 TL olan Sınavsız Geçiş
Başvuru Ücreti 2015 yılında 15 TL olarak
%50 zamlanmış oldu.
Bunlar da yetmiyormuş gibi ÖSYM,
adaylar başvuru merkezi veya sınav koordinatörlükleri aracılığıyla başvuru yapacak
olursa 3 TL ve şifre almak için 5 TL ödeyecek. Geçmiş yıllarda üniversite sınavlarına
giren ve sistemde kaydı bulunan üniversite
adaylarının da fotoğraf güncellemek için
10 TL ödemesi gerekiyor.
Yani, YGS ve LYS’nin tüm
oturumlarına katılacak olan bir öğrenci
200 TL ödemek zorunda. Bunun haricinde
şifre almak, başvuru yapmak, fotoğraf güncellemek için de 18 TL ödemek zorunda
bırakılıyor. Sınava girmeyecek olanlar bile
para ödemek zorunda.
Asgari ücretin “açlık sınırının altında”
olduğu, yani asgari ücretle çalışan bir vatandaşın devlet eliyle aç bırakıldığı ülkemizde yıllardır gerek ÖSYM, gerek YÖK
gerek de MEB “parası olmayanın okuyamayacağı” bir eğitim sistemi için el ele
vermiş çalışıyorlar.
12 yıllık eğitim hayatını birkaç saatlik
sınavlarla ölçmek zorunda bırakılan, sınava
hazırlanmak için birer yarış atına çevrilerek
hayattan soyutlanmaya zorlanan, dershaneler aracılığıyla soyulup soğana çevrilen
öğrenciler 2015 yılı itibariyle yine “parası
kadar okumaya” teşvik ediliyor. Ortaçağcı
düşüncelerle kafası bulandırılmış müritler
yetiştirmek için günden güne gericileştirilen, laik bilimsel olmaktan uzaklaştırılan
eğitim sistemi böylelikle Tayyipgillerin ve
yandaşlarının küplerini dolduracakları bir
fırsat oluyor aynı zamanda.
ÖSYM’nin bu piyasacı, soyguncu tavrına
kıcı bir boyutta olduğunu gösteriyor. İmza
kampanyası için stant çalışmaları önümüzdeki günlerde devam edecek.
Açıklamanın tam metni aşağıdadır:
karşı bizler; temel insan haklarından biri
olan eğitimin herkes için eşit ve parasız
olması gerektiğini savunuyoruz.
Sınav başvuruları için yapılan zamların
geri alınmasını istiyoruz!
Parası olsun olmasın herkesin yeteneklerine göre değerlendirilip yönlendirildiği
bir sınav ve eğitim sistemi istiyoruz!
tırma yaptırmış mıdır şüpheli komisyon
üyeleri? Elbette Hayır!
4- CMK Madde 160/1 uyarınca
“Cumhuriyet savcısı, kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere
hemen İŞİN GERÇEĞİNİ araştırmaya
başlar.”
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 161/1
fıkrası uyarınca “Cumhuriyet Savcısı her
türlü araştırmayı yapabilir; yukarıdaki
maddede yazılı sonuçlara varmak için bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiyi
isteyebilir.”
Yine aynı kanunu 161/4 emredici hükmü çerçevesinde “Diğer kamu görevlileri
de, yürütülmekte olan soruşturma kapsamında ihtiyaç duyulan bilgi ve belgeleri,
talep eden Cumhuriyet savcısına vakit geçirmeksizin temin etmekle yükümlüdür.”
Bu nedenlerle, CMK’nın emredici hükümleri karşısında Cumhuriyet
Savcılığının olayı soruşturma yükümlülüğü
bulunmaktadır. Cumhuriyet Savcılığınız,
dokunulmazlık hükümleri gerekçesiyle soruşturma yürütmekten imtina etmek yerine, meclise fezleke olsun gönderilmelidir.
Sınav Bahanesiyle
Toplanan Paralara Hayır!
Herkes İçin Eşit,
Parasız Eğitim!
Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi,
2015 yılının başında Yükseköğretime Geçiş
Sınavı (YGS) ve Lisans Yerleştirme Sınavı
(LYS) başvuruları için ödenecek paralara
Yaşasın Eşit-Parasız-Bilimsel-Laik
Eğitim Mücadelemiz!
Halk Kurtuluşçu Liseliler
Selam olsun bizden önce geçene!..
Selam olsun savaşırken düşene!..
Sonuç ve İstem: Şüpheliler hakkında
atılı suçlardan soruşturma yürütülerek ve
gerekli usul işlemleri yapılarak cezalandırılmalarının sağlanmasını bilvekale arz ve
talep ederiz. Saygılarımızla.
SUÇ DUYURUSUNDA BULUNAN
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
VEKİLLERİ
Av. Metin BAYYAR Av. Sait KIRAN
Av. Doğan ERKAN
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Değer Yıldız
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
43/514 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
Orhan Alpay
(1963-27.02.1980)
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu
twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz
3
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Elektrikte vurgun… (III)
Önce üretimin özelleştirmesiyle başladı. Dağıtım aşamasının tamamı özelleştirildi. Ve
ardından perakende satış denerek, satışın da tamamının özelleştirilmesi süreci devam
ediyor. Planlandığı gibi giderse önümüzdeki yıl bu alan da tamamen serbest olacak.
Limitler sıfırlanacak ve herkes serbest tüketici konumuna, statüsüne geçecek. Yani böylece elektrik enerjisi sektörü atomlarına kadar parçalanmış olacak.
G
eçen iki sayımızda “elektrik üretim
ve dağıtımının özelleştirilmesinin ve yerli Parababalarına peşkeş
çekilmesinin üzüntü verici hikâyesini anlatacağız” demiş ve bu konuyu işlemiştik.
Ayrıca da EPDK eski başkanı Yusuf Günay’ın halk düşmanı yüzünü göstermiştik.
Bu sayımızda da geçen yılki haberlerde, “Elektrik Enerjisi Piyasası ve Arz
Güvenliği Strateji Belgesi”ne göre bütün
elektrik kullanıcıları için önce 2013’te
sonra 2015’te başlayacağı söylenen perakende satış konusunu inceleyeceğiz. Daha
doğrusu özelleştirmenin ardından gelen
perakende satışla nasıl yeni vurgun alanları
yaratılacağını, yerli-yabancı Parababalarına nasıl yeni kârlar aktarılacağını göreceğiz.
Elektrikte Perakende Satış
dönemi ve yeni vurgun
alanı…
4628 sayılı Elektrik Piyasası kanununda yapılan bir değişiklikle, 1 Ocak 2013 itibariyle elektrik dağıtım şirketlerine dağıtım
ve perakende satış faaliyetlerini ayrıştırma
zorunluluğu getirildi. Bu da kısa süre içinde yalnızca elektrik perakende satışı yapan
170’e yakın şirketin kurulmasına yol açtı.
Aydınlanmak, ısınmak, yemek pişirmek, üretimde bulunmak vb. için enerji
kullanıyoruz. Kullanılan enerji; elektrik,
doğalgaz, petrol ya da LPG olabiliyor.
Konumuz elektrik enerjisi. Evlerde, işyerlerinde, fabrikalarda, tarlalarda kısacası
gerekli olduğu her yerde elektrik enerjisini
kullananlar yani tüketiciler değişik kategorilerde olabiliyorlar.
Şimdi kısaca bu kategorilere bir göz
atalım:
Tanımlar
Tüketici: Elektriği kendi ihtiyacı için
alan, serbest ve serbest olmayan tüketicileri ifade eder.
Serbest olan ya da olmayan tüketici
kimdir?
1- Serbest olmayan tüketici: Elektrik
enerjisi ve/veya kapasite alımlarını sadece,
bölgesinde bulunduğu görevli perakende
satış şirketinden yapabilen gerçek veya tüzel kişi,
2- Serbest tüketici: Kurul tarafından
belirlenen elektrik enerjisi miktarından
daha fazla tüketimde bulunması veya iletim sistemine doğrudan bağlı olması nedeniyle tedarikçisini seçme serbestisine sahip gerçek veya tüzel kişidir.
Serbest Tüketici limitini (elektrik enerjisi miktarını) kim belirliyor?
Enerji Piyasasını Düzenleme Kurulu
(EPDK).
EPDK, her yılın 31 Ocak tarihine kadar
belirliyor ve yayımlıyor limiti.
Tüketicilere elektriği kimler satıyor?
Tedarikçi diye adlandırılan elektrik enerjisi ve/veya kapasite sağlayan üretim şirketleri, otoprodüktörler, otoprodüktör grupları, toptan satış şirketleri ve perakende
satış lisansına sahip şirketler.
Bizim özel konumuz: Perakende Satış
Şirketleri ve onlara yaptırılacak vurgunlar.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, her yılın tüketici limitini belirleyen EPDK bunu
yayımlıyor ve tedarikçiler ona göre işlem
yapıyorlar.
EPDK tarafından 15 Ocak tarihinde duyurulan kararla, 2015 yılı için Serbest Tüketici limiti 4.000 kWh olarak belirlenmiş.
Yani, bir yıl içinde (örneğin 2015) toplam
4.000 kWh (aylık 333.333 kWh)’nin üzerinde elektrik kullananlar, kullanacağını
beyan edenler Serbest Tüketici oluyor.
Bunun altında olanlar ise Serbest Olmayan Tüketici oluyor.
Yukarıdaki tanımlarda yazdığımız
gibi, Serbest Olmayan Tüketiciler elektrik
enerjilerini, sadece bölgesinde bulunan
perakende satış şirketlerinden alabilirler.
Başka bir şirketten alamazlar. Bu rakamları aşanlar ya da aşacağını taahhüt edenler
ise elektrik enerjilerini kendi istedikleri
perakende satış şirketinden alabilirler. Yani
bir bakıma “özgür”dürler. İstedikleri perakende satış şirketini seçebilirler. Zaten EPDK’ye özelleştirmeyle verilen görevlerden
birisi de bu; tüketici limitini sıfırlayarak
her kişi ya da kurumun Serbest Tüketici ha-
Ve bu durum yerli-yabancı bütün şirketlerin iştahını kabartıyor. Perakende Satış işlemi yapmak üzere her gün neredeyse
yeni bir şirket kuruluyor. Parababaları pastadan en büyük payı kapmak için ellerini
ovuşturuyorlar, ona uygun düzenlemeler,
örgütlenmeler yapıyorlar. Kısacası Allah
Allah çekiyorlar...
Ülkemizde şu anda Serbest Tüketici
olarak 2,5 milyon dolayında kişi ya da tüzel kişi var. Ve 2014 yılı Ağustos ayı itibariyle bu pazarda oyuncu olarak 170 perakende satış yapmaya yetkili tedarikçi şirket
var. Bu 2,5 milyonluk rakam yaklaşık 5
milyar TL’lik bir pazara tekabül ediyor.
Ortak Sayaç kullanan kimi meskenler,
Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler
(KOBİ’ler) ve tabiî büyük sanayi kuruluşları bu kapsama giriyor. Bu toplam içinde
de sayıca en büyük yüzdeyi KOBİ’ler alıyor. Ve perakende satış şirketleri başta KOBİ’ler olmak üzere bu müşterileri kendilerine bağlamak için yoğun çaba harcıyorlar.
Ağustos 2014 itibariyle de 2,5 milyon
abonenin yine yaklaşık 1 milyona yakını
elektriğini perakende satış şirketlerinden
alıyor. Yani şu anda bile pazarda, elde edilmesi, kafeslenmesi gereken 1,5 milyonluk
bir serbest tüketici var. Dolayısıyla bu 170
şirket arasında pazardan pay kapma yarışı
var.
Peki tüm Türkiye’de tüketici limiti sıfırlandığındaki pazar ne olacak?
Yaklaşık 35 milyon abone ve yaklaşık
60 milyar liralık bir rakam!
Hangi Parababası Allah Allah çekmez
bu rakamlar için...
Hepsi çeker ve çekiyorlar da:
“BİNLERCE ACENTE ARANIYOR
“İşte bu nedenle şirketler ülke genelinde abone sayılarını arttırmak için
acente ve bayilik ağını arttırma yoluna
gidiyor. Bu firmalardan biri de Bisen
Elektrik. Son iki yılda 41 şehirde 274
acente kuran şirket, 2015’e kadar bu
na elektrik tedariki sağladıklarını belirterek, “Şu an yaklaşık 1,5 milyon kişiye
elektrik hizmeti veriyoruz. Önümüzdeki
yıl 30 bin yeni abone kazanmayı hedefliyoruz” diye konuşuyor. Merkezleri olan
Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli’de 26
hizmet noktaları bulunduğunu anlatan
Sezer, “şirketimiz Mayıs ayı itibariyle
acente yapısını hayata geçirdi. İki aylık
süreçte yedi adet acenteyi bünyemize
kattık. Kısa vadede başta tüm büyük
şehirler olmak üzere hedefimiz 25 adet
acenteye ulaşmak” diyor.
“KOBİ’lere ulaşmak için piyasadaki her şirket acente ve bayi ağı kurmayı
tercih etmiyor. Bazıları direkt iletişimi
tercih ediyor. Bunlardan biri de Akenerji. Bugün itibariyle perakende elektrik
satışı yaptıkları yaklaşık 400 müşterileri bulunduğunu ifade eden Akenerji
Genel Müdürü Ahmet Ümit Danışman,
“Perakende elektrik satışı yaptığımız
müşterilerimiz yanı sıra toptan elektrik
ticareti gerçekleştirdiğimiz yaklaşık 50
müşterimiz de var. Bu müşterilerin bazıları merkez ofis üzerinden yönetilmekle
birlikte, büyük bir kısmı bölge müdürlüklerimiz tarafından idare ediliyor. Sıfır hata paylı operasyon hedefimizin bir
parçası olarak oluşan bu sistem, müşteri
memnuniyetini en üst düzeye çekmeyi
hedefliyor” diyor.
“Hedef kitleleri olan büyük ve orta
ölçekli firmalara acente ve bayiler
aracılığı ile değil kendi bünyelerindeki uzman kadrolarla ulaşmayı tercih
ettiklerini belirten Danışman, “kendileri ile direkt iletişime geçerek işlerini,
çalıştıkları sektörler ve önceliklerini yakından takip etmeye çalışıyoruz.
Onların elektrik ihtiyacına göre, talep edilen süre ve kapasite temeline
dayanarak, sayaç ve müşteri bazında
analizler yapıyoruz” diye konuşuyor. Danışman, KOBİ’ler için de tüketim miktarlarını ve profillerini dikkate
alarak müşteri bazlı “özel optimum fiyat” sunduklarının altını çiziyor.
“Zorlu Enerji Genel Müdürü
“Çözüm ortaklarımızın sayısı arta-
sayıyı bine çıkarmayı hedefliyor. Bisen
Elektrik CEO’su Mesut Alparslan, 33
milyon sayacın 60 milyar TL’lik bir pazarı olduğunu ifade ederek, “çok hızlı
bir gelişim var. Son 15 yılda 1,2 milyon
abone ihtiyacını özel sektörden karşılamaya başlarken, bunun 500 bini son altı
ayda abone oldu. Bu sayıyı hızla artırmak için müşterinin ayağına gidiyoruz”
diyor. Alparslan, yalnızca acente kanalı
ile yetinmediklerini de belirterek, “Metro marketleri ile yaptığımız anlaşmayla,
ülke genelindeki mağazalarda KOBİ’lerimiz raftan elektrik alabilecek. Kurduğumuz stantlarda onlara avantajlarımızı anlatacağız” diye konuşuyor.
“(...)
“Sektörün önemli oyuncularından
Cerean Genel Müdürü Onur Yazgan da
şu anda 10 bin olan abone sayılarını gelecek yıl 100 bine çıkarmayı hedeflediklerini belirterek, “50’ye yakın bayimiz
var. Gün geçtikçe bu sayı artıyor. Bayilik için çok başvuru alıyoruz.
“IC Enerji Grubu bünyesinde faaliyet gösteren Trakya Elektrik Dağıtım
AŞ (TREDAŞ) Genel Müdürü Hikmet
Sezer de ülke genelinde 33 kentte büyük
sanayi, ticarethane ve kamu kuruluşları-
cak
“Portföyümüzde yer alan büyük kurumsal müşteriler ve sanayi müşterilerine ek olarak, serbest tüketici limitleri
düştükçe KOBİ ve mesken tarafında
daha fazla kişiye ulaşmayı hedefliyoruz. Hedeflerimizi serbest tüketici limitlerinde yapılan yasal düzenlemelere
göre sürekli güncelliyoruz. Müşterilerinin isteklerine doğru yanıt verebilen ve
uygun fiyat avantajları sunan kurumlar
kazançlı çıkacak. (…) Müşteri odaklı bir
satış stratejisi izliyoruz. Şu an farklı bölgelerde faaliyet gösteren 11 çözüm ortağımız var. Çözüm ortaklarımız bizim
satış ekibimizin doğrudan ulaşamadığı
noktalara ulaşarak bizim için elektrik
satışı gerçekleştiriyor. İlerleyen dönemlerde çözüm ortağı sayısını artırmak
istiyoruz.” (Ekonomist, 3-9 Ağustos 2014
Sayı: 2014/31)
Gördüğümüz gibi özelleştirmelerden de
en büyük payı alan Finans-Kapital şirketleri olan Akenerji, Zorlu, IC Enerji vb.leri bu
pazara da el atmış durumdalar. Bir yandan
üretim ve dağıtım yapıyorlar diğer yandan
da yasa gereği ayrıştırılan dağıtım işinin
perakende bölümü için de yavru şirketler
kurarak pazarın her alanını, tamamını ele
line getirilmesi. Yani en küçük tüketicinin
(konutun) da serbest tüketici haline getirilmesi amaçlanıyor.
Bu Pazar büyük pazar
geçirmek için piyasaya giriyorlar. Şu anda
bir rekabet var gibi görünüyor. Ama bu sadece işin görünüşü. Özelleştirmelerden en
büyük payı kapan 5-6 şirket, perakende
satış işinde de en büyük payı kapacaktır.
Çünkü en örgütlü olanlar onlar. Teknolojiye, elemana, bilgiye sahip olanlar onlar.
Ve şimdi düşünün ki, hangi Finans-Kapital şirketi kaçAk Saray’a kaçak elektrik
satmak için neler yapmaz, hangi komisyonları veremez...
Perakende satış rekabet mi
getirir tekelcilik mi?
Bu ne anlama geliyor?
Herhangi bir limit ya da rakam belirlenmeden herkesin istediği
perakende satış
şirketini seçebilmesini ifade
ediyor.
İyi
denecek, ne güzel,
böylece perakende satış şirketleri arasında
rekabet olur,
fiyatlar iner ve
biz de elektrik
giderlerimizi
azaltırız.
Ah, keşke
böyle olsa...
Ama asla olmaz! Fiyatlar asla düşmez!
Niye mi?
Çünkü kapitalizmin doğasına, işleyişine aykırıdır da ondan. Bildiğimiz gibi
ekonomi bilimine göre bir üretim dalında,
biriminde 20 ya da daha az şirket varsa o
üretim dalında Tekel var demektir. Tekel
ise bildiğimiz gibi, rekabetin tam tersidir.
Yani orada rekabet ortadan kalkar, fiyatları
var olan tekeller belirler. Bu evrensel bir
kuraldır.
Bunu Türkiye örneğinde de görüyoruz.
Somut bir örnek olarak iletişim alanını
gösterebiliriz. Bildiğimiz gibi iletişimde
devlet tekeli vardı. Sonrasında devlet tekeli ortadan kalktı. Ve özel sektör şirketleri
devreye girdi. Şu anda iletişim sektöründe
kaç şirket var?
Toplam dört şirket: Türk Telekom, Vodafone, Turkcell ve Avea.
Yani sadece dört şirket bütün iletişimi
kontrol ediyor. Neresinde var bunun rekabet?
Hiçbir yerinde. Nihayetinde de biz
bunu faturalarımıza yansıyan rakamlardan
somutça biliyoruz.
Ki bu şirketlerin de (tamamıyla ele
geçirilemeyen Turkcell’i bir kenara bırakırsak) hiçbirisi “Türk” değil yani yerli
şirket değil. Tamamı yabancı Parababası
şirketleri.
Bu somut gerçeklik elektrik özelleştirmelerinde de kendini göstermiştir bildiğimiz gibi. Geçen sayılarımızda da yazdığımız gibi, elektrik dağıtımının özelleştirilmesi sonucu rekabet doğmadı aksine
tekelcilik doğdu elektrik dağıtım alanında.
Toplamda 6 şirket Türkiye pazarının çok
büyük bir bölümünü ele geçirdi.
Perakende satış alanında da ele geçirecektir kaçınılmazca. İşte somut bir örnek:
“Zorlu Enerji, Osmangazi Elektrik
Dağıtım A. Ş. ve Osmangazi Elektrik Perakende Satış A. Ş. şirketlerinin yüzde
100’üne sahip olmak için teklifte bulundu.
“Zorlu Enerji, EPDK’nın Ağustos ayı
içerisinde TETAŞ’a toplam 145 milyon
liralık borcu ve yasal yükümlülüklerini
yerine getirmemesi nedeniyle, yönetim
kurulu başkan ve üyelerine görevden
el çektirerek ve yerlerine yeni atamalar yaptığı Osmangazi Elektrik Dağıtım
A.Ş. ve Osmangazi Elektrik Perakende
Satış A.Ş. şirketlerinin yüzde 100’üne sahip olmak için teklifte bulundu.” (http://
www.enerjimagazin.com/haber-989-Zorlu-Enerji-OEDASa-Talip-Oldu.html)
EPDK, tüketici limitini sıfırlamak istiyor demiştik. 2015 yılında bu uygulamanın
başlaması hedefleniyordu. Ancak bu yıl da
başlatamadılar. Ama yıllardır, biz serbest
olmayan tüketiciler ya da elektriği sadece
meskenlerde kullananlar olarak bu uygulamayı bilmiyorduk. Ama zorunlu olarak,
iletişim örneğinde olduğu gibi, öğreneceğiz ve o şirket senin, bu şirket benim diye
“en ucuz”(!) elektriği almak için şirket
peşinde, şirketlerin kampanyaları peşinde
koşup duracağız.
Perakende satış ve
İngiltere’de örneği
Geçen sayımızda söz ettiğimiz ve TMMOB’nin düzenlediği panelde konuşan İngiliz Prof. Steve Thomas’ın verdiği bilgilere göre, İngiltere’de de süreç aynen bizim
ülkemizde olduğu gibi işliyor. Amaçlar,
hedefler ve sonuçlar aynen, neredeyse birebir tekrarlanıyor. Bu durumu, bu gerçekliği
panele katılan Prof. Steve Thomas şöyle
özetliyor:
“Perakende piyasaları pahalıdır ve
küçük tüketiciler için avantajlı değildir.
“İngiltere’de sistemini değiştiren tüketicilerin % 50’si daha kötü bir anlaşmayla karşı karşıya kalmıştır.
“İngiltere’de elektrik fiyatları son 8
yıl içinde iki kattan fazla artmıştır.
“İngiltere’de hanelerin yaklaşık %
25’i yakıt yoksulluğu çekmektedir, gelirin % 10’dan fazlası elektrik ve yakıta
harcanıyor.” (Küresel Enerji Politikaları
ve Türkiye, [Global Energy Policies and
Turkey] 8. TMMOB Enerji Sempozyumu,
İstanbul, Kültür Üniversitesi, 17-19 Kasım
2011)
İşte bir biliminsanının yaşadıkları süre-
cin sonuçlarını böyle aktarıyor. Yani bizim
için de Perşembenin gelişi Çarşambadan
belli. Farklı bir tabloyla karşılaşmamız
mümkün değil. Çünkü aksi yani fiyatların
ucuzlaması, kalitenin yükselmesi, işçilerin insanca yaşama şartlarına uygun ücret
ve iş koşullarına kavuşması, aracılık yapacak şirketlerin, bayilerin, acentelerin ve
oralarda çalışacak insanların hep bir arada
kâr etmeleri mümkün değildir. Burada da
vurgunu büyük Finans-Kapital Şirketleri
ve onlara bağlı olanlar vuracaktır.
Burada verilen rakamlar bizde çok
daha korkunç olacaktır. Örneğin İngiltere
ile Türkiye arasında gelir dağılımı açısından büyük farklar var. Oradaki Asgari ücretle bizim ülkemizdeki asgari ücret aynı
değil. Orada daha fazla. Dolayısıyla bizim
ülkemizde elektrik ve yakıta gelirin yüzde
30-40’ından, kış aylarında yüzde 50’sinden
aşağısı gitmiyor. Asgari ücret bildiğimiz
gibi son zamla 949 TL’ye çıktı. Oysa aylık
elektrik faturamız en az 80-90 TL geliyor.
Yakıt olarak kullandığımız doğalgaz faturası ise kış aylarında 250-300, hatta 350400 TL’yi buluyor. O durumda Asgari ücretin yarısı elektrik ve yakıt için harcanmış
oluyor. Daha fazla karşılaştırma yapmayalım. Çünkü gereksiz...
Yerli-yabancı Parababaları ve
Tayyipgiller ortaklığı
Süreç, önce üretimin özelleştirmesiyle başladı. (Ancak henüz tamamlanmadı.
Üretimin tamamı henüz özelleşmedi ama
hızla tamamlanmaya doğru gidiliyor.) Dağıtım aşamasının tamamı özelleştirildi. Ve
ardından perakende satış denerek, satışın
da tamamının özelleştirilmesi süreci devam
ediyor. Planlandığı gibi giderse önümüzdeki yıl bu alan da tamamen serbest olacak.
Limitler sıfırlanacak ve herkes serbest tüketici konumuna, statüsüne geçecek. Yani
böylece elektrik enerjisi sektörü atomlarına
kadar parçalanmış olacak. (Mahalle aralarına kadar girecek bayiler, acenteler vb.leri.)
Tayyipgiller bu alanda da gözü kapalı olarak ve Finans-Kapital şirketleri gibi
Allah Alah çekerek gidiyorlar. Bunun iki
nedeni var:
1- Emir büyük yerden, Uluslararası Parababaları örgütlerinden (IMF’den, Dünya
Bankası’ndan) geliyor. Dolayısıyla deliğe
süpürülmemek için yerine getirilmek zorunda,
2- Vurgundan biz de pay alacağız. Bir
de oradan vuracağız diyerek bu işi gönüllüce yapıyorlar.
Ama ne yaparlarsa yapsınlar boş. Özelleştirilen bütün Kamu Mallarını er geç
kuracağımız Demokratik Halk İktidarında
yeniden Kamulaştıracağız. Ve onların o
güne kadar vurdukları vurgunların hesabını
kuruşuna kadar soracağız ve tahsil edeceğiz onlardan. Yaptıkları yanlarına kâr kalmayacak.
Toplum nezdinde düştükleri onursuzluk
da bizim için yetip artacak. İnsanlar, onlara
gördükleri yerde “Hırsız var”, “Vurguncu
var” diye bağıracaklar. Ve tabiî onları koruyacak binlerce koruma ordusu olmayacak
peşlerinde o zaman. Ve ayaklarını sürüyerek yürüyüp gidecekler başları önlerinde.
Ne onursuz bir durum olacak onlar için ya
da insan olan için...
Bu, mutlaka olacak. Bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün. Ama mutlaka
olacak.
Unutmasınlar bunu, yazsınlar bir köşeye...
Tabiî bileklerine geçecek çelik bileziği
de unutmasınlar...❑
4
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Çağdaş Galileo; Rennan Pekünlü Hoca
Rennan Hoca da astronomi bilimi profesörü. Ege Üniversitesinde, siyasal İslam’ın simgesi Türbana karşı çıktığı için
günümüz Ortaçağcılarınca hapse atılarak susturulmaya çalışılıyor. Ancak ziyaretine gittiğimiz Foça Cezaevi’ndeki
duruşu ile Rennan Hoca’nın susturulamadığını gördük.
G
alileo Galilei 17’nci Yüzyılda
teleskopik astronominin kurucularındandı. “Dünya güneşin etrafında dönüyor” dedi, Ortaçağ Kilisesinin
tepkisini çekti. Engizisyon yargılamaları
sonunda idama mahkûm edilerek susturuldu.
Rennan Hoca da astronomi bilimi
profesörü. Ege Üniversitesinde, siyasal
İslam’ın simgesi Türbana karşı çıktığı için
günümüz Ortaçağcılarınca hapse atılarak
susturulmaya çalışılıyor. Ancak ziyaretine
gittiğimiz Foça Cezaevi’ndeki duruşu ile
Rennan Hoca’nın susturulamadığını gördük.
Neymiş Rennan Hoca’nın suçu?
Sözde türbanlı öğrencileri derse almamış ve “eğitim-öğretim hakkı”nı engelle-
miş.
Oysa Hoca’nın yaptığı; derslere türbanla giren öğrenciler hakkında Anayasa’da
yazılı Laiklik ilkesi, Anayasa Mahkemesi,
Danıştay ve AİHM kararları uyarınca tutanak tutup dekanlığa bildirmekti.
Öyle ki; “Eğitim hakkı engellendi” denilen ve Ortaçağcılar tarafından yönlendirildikleri çok açık olan bu zavallı kızların
hiçbirisinin devamsızlığı olmadığı gibi,
derslerinde herhangi bir başarısızlıkları da
bulunmamaktadır. Fakat Mazlum-Der ve
Zaman Gazetesi’nce yönlendirilen organize bir hareketle; “kendilerinin derse alınmadıklarını” iddia ederek Hoca’yı şikâyet
etmeleri sağlandı. Aynı organizasyonun bir
ayağı olan mahkeme tarafından da kasıtlı
bir şekilde yasal alt sınır aşılarak verilen
cezayla Hoca’nın hapse atılması sağlanmış
oldu.
Oysa bunların inandıklarını söyledikleri İslam dini, yalan söylemeyi günah saymaktadır. Bunlar gerçek İslam’a değil de
CIA, Pentagon İslamı’na inandıklarından
hasmını bertaraf etmek için her yolu mubah saymaktalar. Ergenekon sürecinde de
aynı yalanlar, sahtecilikler ve düzenbazlıklarla yüzlerce insanı zindana tıkan-tıktıran
da bunlar değil miydi?
Suriye’de, Irak’ta şeriat devleti kuracağını söyleyen IŞİD’ci ruh hastası yaratıklar
da tekbir sesleriyle insan kafası kesmiyorlar mı?
Bu canilerin, “Allah’ın verdiği canı
Allah’tan başka kimse alamaz” diyen
gerçek İslam’la ne ilgisi olabilir?
Ortaçağcı güçler; başta üniversiteler
olmak üzere tüm okullara türbanın girmesini sağladılar. Artık İlk ve Ortaöğretimde de türban serbesttir. Oysa yürürlükteki
Anayasal-Yasal düzenlemelere ve Anayasa
Mahkemesi (AYM), Danıştay ve AİHM
kararlarına göre okullarda türbanın hâlâ
yasak olması gerekir.
Zira Anayasa’nın Laiklik İlkesi ile
ilgili düzenlemeler içeren; “Başlangıç”
Bölümü, “Cumhuriyetin Nitelikleri”ni
düzenleyen 2. maddesi, “Eğitim ve Öğretim Hakkı ve Ödevi”ni düzenleyen 42.
Maddesi ve “Devrim Kanunlarının Korunması”nı düzenleyen 174. maddesi halen yürürlüktedir.
Evet, bu Anayasa 12 Eylül Faşizmi tarafından hazırlanmıştır. İçeriğinde birçok
gerici, antidemokratik hüküm bulunmaktadır. Ancak kırıntı babından da olsa Laiklikle ilgili bu düzenlemelere sahip çıkmak
bile bizlere kalmaktadır ne yazık ki...
Esasen 12 Eylülcüler de Laiklikle ilgili bu düzenlemelerde samimi değillerdi.
Bilindiği gibi, 82 Anayasası ile Üniversite öğrencilerini cendere altına almak için
YÖK’ü getirdiler. İşte bu YÖK tarafından
80’li yılların ilk yarısında “türbanı” yükseköğretim kurumlarında serbest bırakmak
için bir yönetmelik değişikliği yaptılar.
Ancak Danıştay, 1984 yılında verdiği bir
kararla, yapılan değişikliği “Anayasa’nın
laiklik ve eşitlik ilkeleri ile Devrim Yasaları’nın korunması amacına aykırı olduğu” gerekçesiyle iptal etti.
Ardından Özal iktidarı döneminde
YÖK yasasına eklenen yeni bir madde ile;
“Dini inanç nedeniyle boyun ve saçların başörtüsü ya da türbanla örtülmesi
serbesttir.” düzenlemesi getirdiler. Bu da
“Anayasa’nın laiklik, hukuk devleti ve
eşitlik ilkelerine” aykırı bulunarak 1989
yılında Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.
Yine pes etmediler, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’na ek 17. madde ekleyerek; “Yasalara aykırı olmamak kaydıyla
yükseköğretimde kılık kıyafet serbesttir” şeklinde bir düzenleme daha yaptılar.
Buna karşı 1991 yılında açılan davada,
Anayasa Mahkemesince verilen kararla;
“Kanunlara aykırı olmama koşulundaki ‘kanunlar’ sözcüğünün Anayasayı
da kapsadığı, Anayasa Mahkemesi’nin
1989 yılında verdiği kararında, yükseköğretimde türbanın Anayasaya aykırı
olduğunun kabul edildiği, dolayısıyla
yükseköğretimde türban yasağını sürdürdüğü” gerekçesiyle bu düzenleme de
iptal edildi.
Bu karar aynı zamanda, “yükseköğretim kurumlarında türbanı yasaklayan
bir yasa kuralı yok” iddiasında bulunan
Ortaçağ özlemcisi gericilere ve bazı akılsız
liberallere de çarpıcı bir yanıt oldu. Çünkü Anayasa Mahkemesine göre, türbanı
Anayasa yasaklamaktadır.
Daha sonra, (1996 yılında) Danıştay
İdari Dava Daireleri Kurulu; önüne gelen
bir dava nedeniyle “türban” konusundaki
hukuksal durumu yorumlamış; Anayasa’nın başlangıcı, 2, 42, 174. maddeleri ve
Anayasa Mahkemesinin yukarıdaki kararlarına dayanarak, “Anayasa’ya aykırılığı
saptanmış olan, boyun ve saçların başörtüsü ve türbanla kapatılmasının, kılık kıyafet serbestisi dışında olduğuna”
karar vermiştir.
Konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önüne taşınmış ve bu mahkeme de
farklı tarihlerde verdiği birden fazla kararında, “laik üniversitede okumayı seçen
öğrencinin konulan kılık kıyafet kurallarına da uymak zorunda olduğu”, “öğrencilerin dinsel inançlarını açığa vurma
özgürlükleri ile dinsel simgelerin ve törelerin sergilenmesinin sınırlandırılabileceği” gerekçeleriyle; türban yasağının,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din
ve inanç özgürlüğü ile eğitim alma hakkına
ilişkin düzenlemelerine aykırı olmadığına
karar vermiştir.
Derken 2002 yılında Ortaçağcı Tayyipgiller Hükümeti kuruldu ve iktidarlarının
ilk gününden başlayarak Yükseköğretimde türbanı serbest bırakmak hiç akıllarından çıkmadı. Ellerindeki iktidar gücüyle
ve MHP’nin de desteğiyle 2008 yılında
Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerini değiştirdiler. Özellikle 42. maddeye “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir
sebeple kimse yükseköğretim hakkını
kullanmaktan mahrum edilemez” kuralını getirdiler. Ancak bu kural da, aynı yıl
içinde, Anayasa’nın değiştirilemez laiklik ilkesini zedeleyici bulunarak Anayasa
Mahkemesince iptal edildi.
Bunları niçin yazıyoruz?
Görüldüğü gibi, 2010 yılına gelene ka-
dar yargı daha AKP’nin hukuk bürosuna
dönüşmemişti. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi de Danıştay da yürürlükteki Anayasal kurallara uygun kararlar verebilmekteydi. Ortaçağcı güçlerin Laiklik ilkesinin
etrafından dolanılması için gündeme getirdiği binbir türlü oyunu boşa çıkartıyordu.
Böylece Ortaçağcı irticacıların türban malzemesini kullanmaları biraz zayıflamıştı.
Fakat Sorosçu Kılıçdaroğlu, gerici
seçmenin oyunu alma hevesiyle, 12 Eylül
2010 Anayasa Referandumu konuşmalarında hiç gündemde yokken; “türbanı biz
çözeriz” diye bir çıkış yapınca, Ortaçağcı
güçler ayaklarına gelen bu nefis pası kaçırmadılar. Böylece türban bir anda gündemin
en önemli maddesi haline geldi. Ortaçağcı-
lara gün doğdu. Başta Tayyip olmak üzere
tüm Ortaçağcılar sabah akşam türbanı serbest bırakmayı konuşmaya başladı. YÖK
başkanı üniversitelere yazdığı yazı ile
“Türban yasağının uygulanmamasını”
istedi.
YÖK Başkanı Ortaçağcının bu kanunsuz emrini üniversitelerde kayıtsız şartsız
uygulayan, “bana dokunmayan yılan bin
yaşasın” diyen “kürsü ötülgenleri” kadar,
ülkemizin Yeni Sevr’e götürülmesine karşı
çıkan, Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından olan Laikliğe sahip çıkan dürüst,
namuslu, cesur Biliminsanları da vardı. İşte
Rennan Pekünlü bu nitelikle bir Hoca’dır.
Hakkını yemeyelim, o zamanlar Amasya Üniversitesi Rektörü Zafer Eren de
“Ben 2547 sayılı yasaya göre görev yapan özerk bir kurumun başındayım.
Bana hiçbir kanun üniversitede türbanı
serbest bırakmam konusunda bir yetki
vermemiştir. YÖK Başkanı’na da vermemiştir.” diyerek tepkisini göstermişti.
O da Rektörlük seçimlerinden çekilmeye
zorlanarak tasfiye edildi.
Bu arada yapılan 12 Eylül 2010 Referandumu ile AYM ve Yüksek Yargı’nın
yapısı tamamen değiştirildi. Artık yargı
AKP’nin hukuk bürosu haline gelmişti.
Rennan Hoca da Mazlum-Der, Zaman
Gazetesi gibi Ortaçağcıların örgütleyip
uygulamaya koydukları haksız suç isnatlarıyla bu “hukuk büroları” önüne çıkartıldı.
Ceza Usul Kanununda öngörülen; Ertele-
Çukurova 8. Tüyap Kitap Fuarı’nda halkımıza ulaştık
Baştarafı sayfa 16’da
Panelimizi Ayşe Küçükosmanoğlu
yönetti. Panelimizin yöneticisi Ayşe Küçükosmanoğlu, “AB-D Emperyalistleri
ve Ortadoğu’da Kadın Olmak” başlığı
altında, Ortadoğulu bir kadının nasıl yaşamaya çalıştığını anlattı. Panelimizin diğer
konuşmacısı Mersin Üniversitesi öğretim
görevlisi Doç. Dr. Özler Çakır ise “Eğitimde Ortaçağcı Savruluş” başlığı altında
eğitim sistemini değerlendirdi.
Özler Çakır, eğitim sistemin gün geçtikçe daha da gerici bir hal aldığını söyledi.
Tayyipgiller’in eğitim sistemini bilimsellikten uzak bir hale getirdiğini ve laik eğitimi yok etmeye çalıştıklarını dile getirdi.
Yeni getirdikleri 4+4+4 sistemiyle Tayyipgiller’in çocuk gelinler yetiştirmek istediklerini söyledi. En son Osmanlıca derslerini
zorunlu hale getirmeye çalışmalarıyla eskiden beri içlerinde sakladıkları düşmanlığı
ortaya çıkardıklarını ve Cumhuriyeti yıkmak için uğraştıklarını söyledi.
Özler Çakır, Tayyipgiller’in ne yaparlarsa yapsınlar laik eğitimi yok edemeyeceklerini söyledi. “Gerçek devrimciler ol-
duğu sürece, bu ülkede şeriatçı anlayış asla
hâkim olamayacaktır. Nasıl Tayyipgiller’in
dedeleri Cumhuriyet karşısında yok olduysa, bunlarda yok olmaya mahkûmdurlar”
dedi.
Çakır, bu ülkenin gençliğinin vatanı
için canlarını verdiğinin altını çizdi. Bu
mücadelenin yüz yıllardır sürdüğüne vurgu
yapan Özler Çakır, “Gezi’de gençlerimiz
bu gerici, asalak sınıfın politikalarına karşı çıkmıştır. Gericiliğe karşı durmuşlardır”
diye konuştu.
Konuşmasının sonunda mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğimizi bir kez daha
dile getirdi.
Daha sonra “Ortadoğu’da Kadın Olmak” başlığı altında
konuşma yapan Ayşe
Küçükosmanoğlu,
kadın olmanın dünyanın her yerinde
zor olduğunu söyledi. Bunun nedenini
ise kadının ikinci
sınıf konumuna getirilmesinden kaynaklandığı anlattı.
Konuşmasının
devamında kadının
hep bu durumda
olmadığı söyleyen
Küçükosmanoğlu,
Kadın İlkel Komünal Toplumda ikinci
sınıf durumunda değildi. O dönemde kadın
ile erkeğin arasında her hangi bir ayrım
yoktu. Ne zaman sınıflı topluma geçildi işte
o zaman kadın ezilmeye, eve hapsedilmeye başlandı ve ikinci sınıf insan durumuna
düştü, düşürüldü. Bütün hakları yok edildi.
me ve Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması sınırının üstünde, 2 yıl 1 ay ceza
verilerek, Hoca’nın hapis yatması amaçlandı. Öyle ki, İzmir 4. Asliye Ceza Mahkemesinin kararını temyiz merci olarak
inceleyen Yargıtay 4. Ceza Dairesi hızını
alamamış, “bir kat daha ağır ceza verilmeliydi” diyerek bir de yerel mahkemeyi
fırçalamıştı.
Kararı inceleyen AYM ise bizzat kendisine ait yukarıda belirttiğimiz kararlarına
ve bu kararların verildiği Anayasal düzenlemelerin aynen yürürlükte bulunmasına
karşın, Hoca’nın davasında “hak ihlali yapılmadığı”na karar verebilmiştir.
Bu durumda AYM kararlarının hangisi
doğrudur?
Eğer son kararı doğruysa, önceki kararların ortadan kaldırılması ya da bu dosyaların imha edilmesi gerekir.
“At binicisine göre kişner” diye bir
halk sözümüz vardır. AB-D Emperyalizminin Yeni Sevr planı doğrultusunda ülkemizi hızla Ortaçağın karanlığına götürmek
isteyen siyasal iktidar, artık kendine direnç
noktası olacak kesimleri, kurumları tasfiye
etmiştir. Dolayısıyla referandum sonrasında doldurdukları şeriatçılarla yapısı değiş-
tirilen AYM’nden; önceki gibi özgürlükçü,
laik, hukukun üstünlüğünü savunan kararlar beklemek saflık olur. Artık bunların görevi geçmişin intikamını almaktır.
İşte bu nedenle Rennan Hoca’yı cezaevine gönderdiler. Bununla diğer öğretim
üyelerine de gözdağı vermekteler.
Bizzat bu yargılamayı takip eden Mazlum Der’li avukatlardan biri; “Bu demokratik ortamda hakimler daha cesur davrandılar ve bu kararı verdiler. Karar, 28 Şubat
darbesine karşı verilmiş bir zaferdir” diye
basına açıklama yaparak bu amaçlarını
açık etmiştir.
Artık bunlar için “demokratik ortam”;
kadınlarımızın bırakalım türbanı, kara
çarşaf ve peçeye büründürüldüğü ve bir
erkeğin 4 eşinden biri, hatta sayısız cariyelerinden biri olduğu, yanlarında bir erkek
olmadan sokağa çıkmalarının yasaklandığı
bir düzendir.
Bizzat Tayyip’in kendisi; “kadın erkek eşitliği yaradılışa ters” diye bu Şeriat
özlemini dile getirmekten çekinmemektedir, bildiğimiz gibi.
Sonuç olarak; Ortaçağcı İrticacıların
gemi iyice azıya aldıkları, yasa, mahkeme kararı gibi hiçbir kural dinlemedikleri
bu zor günlerde, Cumhuriyet’in en önemli
kazanımlarından olan ve kadınımızın toplumsal yaşama katılmasını sağlamada en
önemli unsuru oluşturan Laikliğe sahip
çıkan Rennan Pekünlü Hoca’ya sahip çıkmak bir yurtseverlik görevidir.❑
Günümüzde kadının durumu daha da kötüye gidiyor. Kadın her geçen gün şiddete,
baskıya, sömürüye maruz kalıyor. Şu anki
hükümet kadını sadece çocuk doğuran bir
varlık olarak görüyor. Kadının yapacağı
her şeye karışıyor. Hamile kadın dışarı çıkmasın diyecek kadar ileri gidiyorlar, diye
konuştu. Küçükosmanoğlu, bu insanlık
dışı yaratıklar insanları köle olarak görüyorlar. Özellikle kadınları bir meta olarak
görüyorlar. Biz bunların bu insanlık dışı
düşüncelerine karşı hep mücadele ettik ve
etmeye devam edeceğiz, diyerek konuşmasını sonlandırdı.
***
Çukurova 8. Tüyap Kitap Fuarı her
sene olduğu gibi bu sene de bizim için
olumlu ve güzel geçti. Halkımızın bizi
aradığını ve bunun için bizlerin daha fazla
uğraşması gerektiğini anladık. Halkımızın
bizlere daha kolay ulaşmasını sağlamak ve
bu namussuz düzenin daha erken yıkılması
için mücadelemizi devam ettireceğimizi bir
kez daha söylüyoruz.
Çukurova’dan
Kurtuluş Partililer
5
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
N
Emperyalizm var olduğu sürece
savaşlar kaçınılmazdır
iye kaçınılmazdır?
Çünkü insanlık henüz insanın
insanı ezdiği, soyduğu, zulmettiği,
işgücünü alıp sattığı, artıdeğer elde ettiği,
üretim araçlarının özel mülkiyetinin hâkim
olduğu Sınıflı Toplum konağında bulunuyor da ondan.
Peki ne zamana kadar?
Üretim araçlarının özel mülkiyetinin
kamu mülkiyetine geçtiği, insanın insanı
ezmediği, sömürmediği, soymadığı, zulmetmediği, insanlar arasında maddi ve
toplumsal eşitsizliklerin olmadığı düzen
olan Sosyalizme, Komünizme yani Sınıfsız
Topluma ulaşıncaya kadar.
Kapitalist ekonomi bildiğimiz gibi başlangıçta rekabete dayanıyordu. Pazara en
ucuz, en kaliteli malı en kısa sürede ulaştıran pazardan aslan payını alıyordu. Ve
bu, diğer şirketlerin de pazardan silinmesi
anlamına geliyordu. Pazarda en güçlünün
borusu ötüyordu. Ancak rekabet, gelişen
şartlar içerisinde yerini tekelciliğe bıraktı.
Bir üretim dalında pazarın büyük çoğunluğuna hakim 20 şirket kalmışsa o üretim
dalında tekelcilik başlıyordu ve rekabet de
bitmiş oluyordu. 20 şirket kolayca aralarında anlaşarak fiyatı belirliyorlar, tüketiciler
de bu şartlara uymak zorunda kalıyorlardı.
Ancak rekabet tümden bitmiş olmuyordu bu halde de. Eskiden çok sayıda şirket
arasında geçen savaş, şimdi büyük tekelci
şirketler arasında oluyordu. Ve yıkıcılığı da
aynı oranda artıyordu.
Yine bir ülkenin pazarını ele geçiren
tekelci şirketler artık gözlerini başka ülkelerin pazarlarına dikiyorlar ve oralara mal
satmak için harekete geçiyorlardı. Dolayısıyla bir ülke içinde başlayan rekabet artık
ülkeler, kıtalar arasında olmaya başlıyor
yani evrenselleşiyordu. Artık tüm ülkeler
rekabet alanı haline gelmiş oluyordu. Dünya tek bir ülke haline geliyordu bir anlamda.
vb.ni kullanır. Bu üretim dallarıyla işbirliği
içinde çalışır ve onlara iş verir. Silah teknolojisi bütün sanayi alanlarıyla bağlantılı,
onlarla iç içe bir yapı arz etmektedir. Silah
sanayine silah üreten şirketler aynı zamanda sivil amaçlar için de üretim yaparlar. Bayer gibi ilaç şirketleri bazen dolaylı bazen
dolaysızca kimyasal-bakteriyolojik silahlar
üretirler. Lockheed Martin, Boeing vb. gibi
silah şirketler yolcu uçakları, helikopterler
de üretirler. Yine uzay araç gereçleri üreten
şirketler aynı zamanda uzayın askerileştirilmesi projelerinde yer alırlar. Dinleme
uyduları, gözleme uyduları, lazer teknolojisi vb. gibi.
Sınıflı Toplumlarda savaşların kaçınılmaz olduğunu ve savaşların silah üreticisi
şirketlere devasa kârlar getirdiğini, silah
şirketlerinin savaşları bu yüzden sevdiğini,
kışkırttığını güncel bir örnekle somutlayalım:
“IŞİD, silah şirketlerini uçurdu
“Her askeri müdahalede tavan yapan
silah şirketlerinin hisseleri IŞİD kriziyle
yine sıçrama yaşadı. Şirketlerin piyasa
değeri son bir ayda 420 milyon-2.61 milyar dolar arttı.
“IŞİD’e karşı Ortadoğu’da başlatılan askeri harekât dünyanın önde gelen
silah ve savunma sanayi şirketlerinin
hisselerine ralli yaptırdı. Bu hisselerin
kazançları genel piyasa performansını
aşarken, geçen cuma tarihi rekor seviyelere çıktı. Uzmanlar savunma bütçelerinin artacağı beklentisiyle kazançların
devam edeceğini öngörüyor. Savunma
hisseleri en son geçen yıl Mısır’da yaşanan siyasi gerilim sırasında sıçrama
yaşamıştı. Dünyanın en büyük savunma
şirketi ABD’li Lockheed Martin geçen
cuma yüzde 2.33 yükselirken, son bir
aylık kazancı yüzde 2.87’ye ulaştı. Şirke-
tin piyasa değeri son bir ayda 2.4 milyar
dolar artışla 57.6 milyar dolara çıktı.
Cuma günü hisseleri en çok yükselen
şirket, yine ABD’li L-3 Communications
oldu. Şirketin hisseleri yüzde 4.57 ralli yaptı. Piyasa değeri son bir ayda 420
milyon dolar arttı.
“Piyasa değerini son bir ayda en
fazla artıran şirket 2.61 milyar dolarla
ABD’li Raytheon oldu. Cuma günü hisseleri yüzde 1.33 yükselen şirketin piyasa değeri 31.5 milyar dolara çıktı. ABD’li
United Technologies’in hisseleri ise son bir ayda yüzde
3.53, cuma günü yüzde 0.72
arttı. Şirketin piyasa değeri bir ayda 2.5 milyar dolar
yükseldi. General Dynamics’in hisseleri cuma yüzde
2.15, son bir ayda yüzde 2.99
arttı. Şirketin piyasa değeri
bir ayda 1.49 milyar dolar
artışla 42.7 milyar dolara
çıktı. Northrop Grumman
hisse değerini cuma yüzde
2.35 yükseltirken; piyasa
değerini bir ayda 979 milyon dolar artışla 27.4 milyar
dolara ulaştırdı. ABD’li Boeing de ağustostan bu yana
1.362 milyar dolar artışla
92.7 milyar dolarlık piyasa
değerine ulaştı. İngiliz BAE
Systems PLC’nin hisseleri
cuma günü yüzde 1.40 yükselirken, Hollanda merkezli
EADS yüzde 2.12, İtalyan
Finmeccanica’nın hisse senetleri yüzde
1.7 yükseliş yaşadı.” (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/124635/
ISiD__silah_sirketlerini_ucurdu.html)
Böylesine büyük ve sürekli kârların
olduğu bir üretim dalı, savaşsız bir dünya
ister mi?
Elbette istemez. O yüzden de savaşların çıkması-çıkartılması için her türlü girişimin, provokasyonun içinde olur. Ki bu
yan, gıda şirketi olan Ülker “sıcak çatışma
ortamı” yani savaş bölgelerinde kârlarında
bir eksilme olmadığını açıklıkla söylüyor.
Ve bu ortamlarda, “para peşin kırmızı meşin” çalışıyoruz diyor M. Ülker. Yani hiçbir risk yok savaştan ötürü, risk almıyorlar
şirketler. Peşin parayla satış yapıyorlar. Ve
tabiî ki istedikleri fiyattan veriyorlar mallarını.
Emperyalistler silah satamadıkları zamanlarda, uçaklar, gemiler, otobüsler, otomobiller, iş makineleri, tarım makineleri,
ilaçlarlar satarlar. Yiyecek, giyecek satarlar. Satarlar oğlu satarlar. Hep satacak ve
alacak birilerini bulurlar. Kimi zaman silah
kimi zaman başka şeyler.
Haa bu arada tabiî satılık insanlar da
bulurlar bu aşağılık emperyalistler. O ülkelerin işbirlikçilerini bulurlar kendi ülkelerine ihanet eden, vatanlarını satan insanları...
Emperyalist düzende savaşlar
kaçınılmazdır, çünkü her
savaş silah şirketleri için
bir laboratuvardır
IŞİD ve silah şirketleri
Büyük ve sürekli kârların olduğu bir üretim dalı,
savaşsız bir dünya ister mi?
Elbette istemez. O yüzden de savaşların çıkmasıçıkartılması için her türlü girişimin, provokasyonun
içinde olur. Ki bu olağanüstü kârları elde eden şirketler
de başta ABD olmak üzere AB üyesi ülkelerin ve diğer
birkaç ülkenin şirketlerinden oluşmaktadır.
Başka ülke pazarlarını ele geçirmek ise
öyle kolay olmuyordu. Çünkü hiçbir ülke
kendi pazarını bir başka ülkenin kapitalist
tekelinin egemenliğine bırakmak istemiyordu. Ve savaşlar başlıyordu kaçınılmaz
olarak. Yerel savaşları bir yana bırakırsak,
dünyamız pazar savaşları için yapılan iki
büyük, evren çapında savaş gördü bildiğimiz gibi: I. ve II. Emperyalist Evren Savaşları. Ve bu savaşlarda hangi emperyalist
ülkelerin ekonomisi daha güçlü, silah gücü
daha fazla, teknolojik olarak hangi ülkeler
daha gelişkinse o ülkeler savaşı kazandı. İkinci Emperyalist Evren Savaşı’ndan
sonra en büyük kazancı da bu yönlerden
en güçlü olan ABD, Emperyalist dünyanın
jandarması unvanını alarak elde etti.
Bu paylaşım savaşlarının sonuçlarına
baktığımız zaman şu gerçek karşımıza çıkıyor; bir avuç büyük Batılı devlet (ABD, AB
ülkeleri, Japonya, Kanada), dünyanın yaklaşık yüzde 85’ini sömürü ve zulmü altında
inletiyor. Bu büyük emperyalist devletler,
bir yandan kendi aralarında pazar savaşları
sürdürürken (şimdilik, eskiden yaptıkları
gibi, kendi aralarında açıktan savaşlara girmiyorlar), diğer yandan sömürge ve yarısömürge ülkelerde egemenliklerini devam ettirmek için ya o ülkeleri işgal, ilhak ediyor
ya da yarısömürge ülkeleri kendi çıkarları
için birbirleriyle savaştırıyorlar. Bunun sonucu olarak dünyanın neredeyse üçte ikisinde savaşlar yaşanıyor. Kimi iç savaşlar
biçiminde, kimisi ülkeler arası savaş biçiminde, kimi ülkelerde de işgalci kuvvetler
var. Milliyetçilik ve etnik farklılıklar, dinsel-mezhepsel farklılaşmalar da savaşların
nedenleri arasında tabiî ki. Ancak bunları
kışkırtan, azıtan ve savaşlara dönüştüren de
emperyalist büyük devletler oluyor.
Dolayısıyla Kapitalist ekonominin motor gücü bir anlamda savaş sanayidir. Konvansiyonel, kimyasal-bakteriyolojik ya
da nükleer silahları üreten çokuluslu büyük şirketler, bu silahları üretmek için kullandıkları makine, yedek parça, teknoloji,
program-yazılım üreten bilgi teknolojileri
olağanüstü kârları elde eden şirketler de
başta ABD olmak üzere AB üyesi ülkelerin
ve diğer birkaç ülkenin şirketlerinden oluşmaktadır.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü’nün (SIPRI) araştırmasına
göre dünyadaki 200’e yakın ülkeden en
çok silah satan ilk üçü, dünya pazar payı
satış oranlarına göre ABD, Rusya ve Almanya’dır. Sonra İngiltere, Fransa vb. Batılı ülkelerle Çin ve Hindistan gibi ülkeler
gelmektedir.
galler, içsavaşlar sonucu 60 milyondan
fazla insan öldü. Milyonlarcası yaralandı,
sakat kaldı. Çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere yüz milyonlarca masum insan
savaştan etkilendi. Ana-babalar çocuksuz,
çocuklar yetim-öksüz, eşler dul kaldı.
Şu anda tüm dünyada 51 milyondan
fazla mülteci var. BM Mülteciler Yüksek
Komiserliği (UNHCR) verilerine göre,
toplam sayının 16.7 milyonunu mülteciler,
33.3 milyonunu kendi ülkelerinden göçe
zorlananlar ve 1.2 milyonunu ise henüz iltica talebi karara bağlanmamış sığınmacılar
oluşturuyor. Sadece Suriyeli 2,5 milyondan
fazla mülteci var.
Peki mülteci sorunu neden ortaya çıkıyor?
Savaşlardan, işgallerden...
Bunlar (mülteciler) var ama bu savaşların silah şirketlerine ve o silah şirketlerinin
Sadece bu üç ülke, dünyadaki tüm askeri silahların neredeyse üçte ikisini üretiyor. SIPRI’nin raporuna göre dünyanın
2012 yılında en fazla silah üreten ve askeri
hizmet sunan 100 şirketi 2012’de 395 milyar dolar tutarında silah sattı. Listeye göre,
satışların dörtte üçünü Kuzey Amerika ve
Avrupa oluşturuyor.
Çokuluslu silah şirketleri
çok uyanıktır
Silah üreten şirketler öylesine uyanıktırlar ki, olmayan gemilerin torpidolarını
satarlar adama. Örnek mi?
O kadar çok ki... Sadece bizim ülkemizden bir örnekle yetinelim:
Güngör Uras’ın, 29 Mayıs tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdığına
göre, ABD’den 179 milyon dolara yeni nesil denizaltılarda kullanılmak üzere 48 adet
MK48 tipi torpido satın alıyoruz. Bu torpidolar Cerbe sınıfı 214 TN denizaltılarında
kullanılmak üzere üretiliyor.
Torpidolar alındığına göre bunları kullanacak denizaltılar da var demektir doğal
olarak değil mi?
Yok! Denizaltılar yok!
Nasıl yok?
Basbayağı yok. 2011 yılında Alman
Thyssen Krupp Technologies’in alt firması
olan Howaldtswerke-Deutsche Werft Ltd.
(HDW) Kiel ile 6 adet Tip 214 sınıfı denizaltının ülkemizde 2013 yılı içinde üretim
sürecinin başlaması için anlaşma imzalıyoruz ancak şirket gerekli malzemeleri göndermediği için üretime başlayamıyoruz.
Projede sarkmaya neden olan gecikme sonucu denizaltıların teslim tarihi 2019-2024
olarak yeniden belirleniyor.
Yani şimdi torpidolar var, bunları kullanacak denizaltılar yok!
İşte böyle... Gördünüz mü kara mizah
bulunduğu ülkelere, devletlere getirdiği
tatlı kârlar da var. Savaş demek (eskisiyle-yenisiyle) silah demek. Silah demek,
üretim demek. O silahları üreten ülkelerin
ekonomilerinin büyümesi, güçlenmesi demek. O ülkelerde belli oranda da olsa işsizliğin azalması demek. O ülkelere beyin
göçünün artması demek.
Savaştan, çatışmadan sonra da o ülkelerin mahvolmuş şehirlerinin, köylerinin,
ekonomilerinin, sanayisinin, tarımının
yeniden işler hale getirilmesi için gerekli
kaynakların (para, emek, teknoloji) harcanması demektir.
Bu para, teknoloji kimde var?
Yine AB-D Emperyalistlerinde.
Onlar bu kez de yardım adı altında o ülkelere bir kez daha girerler ve hem gerekli yatırımları yaparak yine ve yeniden kâr
elde ederler hem de o ülkelerin ekonomisine ve politikasına hâkim olurlar. O ülkelerin gerçek sahipleri haline gelirler. Yani bir
taşla çok kuş vurur bu aşağılık emperyalist
silah şirketleri, o şirketlerin bağlı oldukları
emperyalist devletler.
Geçtiğimiz günlerde Yıldız Holding’e
bağlı Ülker bisküvilerinin patronu Murat
Ülker bir röportajında şöyle diyordu:
“(...) Irak ve Suriye ticaretinde geçen yılın ilk yarısı ile 2014’ün ilk yarısına ait satış ve ihracat rakamlarında
Ülker açısından büyük fark olmadığını
belirten Ülker; “Irak ve Suriye’deki karışıklıklar sebebiyle bölgeyle olan ticaret
aksadı. Hatta Irak’ta işler bir süre durdu. Ama şimdilerde yeniden açılmaya
başladı.” dedi. Ülker, bölgedeki sıcak
çatışma ortamı ve tehditler sebebiyle
yaşadıkları yerlerden kaçan insanların
sattıkları ürünleri daha fazla tükettiğine dikkat çekerek, “İnsanlar ne yazık
ki böyle seyyal hale gelince bizim mal-
Ve o laboratuvarda insan, hayvan, doğa
üzerinde yani canlı ve cansız her alanda,
denekler üzerinde (sanki laboratuvarda
yapılıyormuşçasına) deneyler yapmak demektir savaş. Ürettikleri silahların öldürme
derecelerinin, kapasitelerinin, çaplarının,
etkilerinin denenmesi, sınanması demektir.
Ve öldürücülüğünün etkisinin arttığı oranda da satışlarının artması, kârlarının patlaması demektir.
Örneğin İsrail, Filistin Halkı üzerinde
ABD silah şirketlerince üretilen ve deneme
aşamasında olan “DIME (Yoğun Ağırlaştırılmış Metal Patlayıcı)” adlı yeni tip bir
bomba kullanıyor.
“Söz konusu bomba yere 2 metre
yükseklikte patlayınca vücut ikiye ayrılıyor, 8 metrede ise bacaklar kopuyor ve
binlerce iğne deliği açılmış gibi yanıklar
oluşuyor. DIME adlı bomba, 10 metreye
kadar saçılarak muazzam bir patlama
etkisi yapan volfram, kobalt, nikel veya
demir alaşımından oluşan küçük karbon
taneciklerinden meydana geliyor. Yaralıların vücudunda hiçbir şarapnel izine
rastlanmıyor, fakat anlaşılamaz iç kanamalar oluşuyor. Bombanın bir maddesi
damarları yakıyor ve ölüme sebep oluyor.” (www.timeturk.com/tr/2014.07.13)
Örneğin 19 Kasım 2007 tarihli bir habere göre, ABD tarafından 2001 yılında
tasarlanmaya başlanan ve 2010 yılında seri
üretime başlanması planlanan (dolayısıyla
2014 itibariyle silah şirketlerinin ve devletlerin envanterine girmiş olması gereken)
“ADS (Active Denial System)” adlı “Isı
Silahı” bunlardan bir tanesi. Ve ABD, bu
yeni silahını Irak’ta deneyecekmiş aynı gazete haberine göre. Denemiştir de... Bu son
teknoloji harikası(!) silah vücuttaki suyu,
derinlerine işleyerek buharlaştırma gücüne
sahipmiş. (www.gazetevatan.com)
ABD Emperyalistlerinin Vietnam’da,
Kore’de ve diğer ülkelerde, yine Almanya, İngiltere gibi diğer batılı ülkelerin ve
Rusya’nın farklı bölgelerde denedikleri silahları da biliyoruz tabiî... Ustamız Hikmet
Kıvılcımlı bu gerçekleri bundan on yıllarca
önce somut kanıtlarıyla birlikte ortaya koymuştu “Emperyalizmin deney hayvanları”
diyerek.
Daha eskilere, Avrupalıların Amerika
kıtasında denedikleri silahlara (virüs bulaştırılmış battaniyeler vb.), I. ve II. Emperyalist Savaşlarda denedikleri silahlara,
bölgesel savaşlarda denedikleri silahlara
hiç girmeyelim...
Sözün özü
ya da trajediyi?..
Üretilmemiş denizaltıya torpido satmak
işini emperyalistlerden başka kim başarabilir?..
Uzatmayalım...
Son 50 yılda AB-D Emperyalistlerinin
dünyanın dört bir yanında (Afrika’dan Ortadoğu’ya, Asya’dan Avrupa’ya, Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Kuzey Amerika’dan
Latin Amerika’ya) çıkardığı savaşlar, iş-
larımızı kullanmak zorunda kalıyorlar.
Öğün geçiştirmek için buna mecbur
oluyorlar.” ifadelerini kullandı. Ülker,
bölgede ticaretin şeklinin, iş yaptıkları
insanların, tüccarların, aracıların değişmekte olduğunu vurgulayarak, birçok
finansal aracın kullanılamadığını, mal
almak isteyenin parayı getirip malı öyle
alabildiğini belirtti.” (www.zaman.com.
tr, Ali Demirhisar)
Gördüğümüz gibi bir silah şirketi olma-
Silah şirketleri sadece kendileri kâr elde
etmekle kalmazlar, tüm üretim dallarındaki
çokuluslu şirketlerin de kâr elde etmesine
zemin hazırlarlar, neden olurlar. Kâr edecekleri alanları, ortamları yaratırlar.
Eşitsizlikler artar sınıflar arasında. Bu
eşitsizlikler, bu vurgunlar, bu kârlar ilânihaye devam etmez ama. İnsanlar uyanırlar
ve bir kez daha savaşa girişirler. Ama bu
savaş başka savaş olur: Haklı Savaş olur
bu savaşın adı. Halklar, uluslar, insanlar
eşitsizliklere son vermek, vurgunlara, adaletsizliklere son vermek için son bir savaşa
girişirler ve yenerler o zalimleri. Yenerler
o vurguncuları. Ve savaşlar son bulur o zaman bu yaşanası güzel dünyamızda.
Nasıl her gecenin bir sabahı, her karanlığın bir aydınlığı varsa haksız savaşlara
karşılık haklı savaşlar da vardır ve o meşrudur...
Ve o savaşın sonunda insanın insanı
ezmediği, soymadığı, zulmetmediği, insanların eşit kankardeşleri halinde yaşadığı
bir toplum biçimi doğar. Ve orada insanlar
“lüküs hayat” değil, insana yakışan bir hayat sürerler ömürleri boyunca. Ve gelecek
kaygısı yaşamazlar. Savaşlardan, katliamlardan ötürü ana babalar çocuksuz, çocuklar babasız, eşler dul kalmazlar o toplumda.
Yeneceğiz zalim Parababalarını ve onların
zalim devletlerini. Kuracağız o insancıl düzeni. Sözümüzdür!❑
6
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Tayyipgiller hangi Osmanlı’yı düşlüyor?
“Osmanlı” tartışmasının bu süreçte Tayyipgiller tarafından gündeme getirilmesi tesadüfî değildir. Halkın alınterini
gasp ederek yapılan KaçAk Sarayının şatafatına kapılan Tayyip kendisini hükümdar, topyekûn Türkiye Halklarını ise
kulları olarak görüyor. Gittiği yerlerde şakşakçıları tarafından “Hoş geldin Padişahımız” pankartlarıyla karşılanıyor.
Sarayların olmazsa olmazı olan soytarılar, şaklabanlar ise Tayyip’in bu hülyasına gazete köşelerinde, televizyon programlarında alkış tutuyor. Tabiî bunun karşılığını da ziyadesiyle alıyorlar, on binlerce dolarlık maaşlarla, ünle, şöhretle,
koltukla.
G
eçtiğimiz günlerin en yoğun tartışılan konularından biri, Tayyipgiller’in Balıkesir Milletvekili Tülay
Babuşçu’nun sosyal medyada paylaştığı ve
Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun
“reklam arası” olarak nitelendiren mesajıydı. Twitter ve Facebook’ta paylaştığı mesajında aynen şu ifadeleri kullandı Babuşçu:
“Bu resim okunması gereken bir resim. Filistin’i vermediği bahanesiyle yıkılan Osmanlı İmparatorluğu ve Filistin
pankartlarıyla karşılanıyor. Sarayların olmazsa olmazı olan soytarılar, şaklabanlar
ise Tayyip’in bu hülyasına gazete köşelerinde, televizyon programlarında alkış tutuyor. Tabiî bunun karşılığını da ziyadesiyle alıyorlar, on binlerce dolarlık maaşlarla,
ünle, şöhretle, koltukla.
Peki Tayyipgiller’in düşlediği, özlemini duyduğu Osmanlı nasıl bir Osmanlı’dır?
Tayyipgiller’in kastettiği “reklam arası” yani Cumhuriyet “sona er”dikten sonra
Devlet Başkanı’yla Cumhurbaşkanı’mızın arka plan görüntüsü. Muhteşem bir
zekâ. Tabiî ki Sn. Cumhurbaşkanı’mızın
zekâsı. 600 yıllık İmparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi.”
T. Babuşçu’nun bahsettiği o resmi çoğumuz basında görmüşüzdür. Bahsedilen resim, “KaçAk Saray”dan alınmış bir
kare. Resim, KaçAk Saray’ın gayrimeşru
hükümdarı Tayyip’in Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ı kabul ettiği sırada
çekilmiş. Hepimizin malumu olduğu gibi
KaçAk Saray’ın merdivenlerinde de tarihte kurulmuş 16 Türk Devletini temsil eden
askerler var.
T. Babuşçu’nun ifadesiyle “Sn. Cumhurbaşkanımızın muhteşem zekâsı” sayesinde ortaya çıkan bu manzaranın kamuoyunda, iç ve dış basında nasıl yorumlandığıyla ilgili tartışmaları bir kenara bırakıp
bu resmi konu edinen sosyal medya mesajına geri dönelim.
T. Babuşçu resme ilişkin paylaştığı mesajında Tayyipgiller’in ne denli azılı bir
Cumhuriyet düşmanı olduklarını bir kez
daha ortaya koyuyor. “600 yıllık imparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi”
derken kastedilen şey son derece açık:
Tayyipgiller’e göre Mustafa Kemal önderliğinde Batılı Emperyalistlere ve yerli
işbirlikçilere karşı yürütülen kora kor mücadelenin zafere ulaştırılmasıyla kurulan
Cumhuriyet artık “sona erdi”.
Tayyipgiller’in Ortaçağcı ideolojisini
net biçimde yansıtan bu mesajlardan sonra
kamuoyunda çeşitli tepkiler yükseldi, bildiğimiz gibi. Bu tepkiler üzerine Babuşçu
yine sosyal medya kanalıyla bir mesaj daha
yayımladı. İkinci mesajında da aynen şunları söylüyordu:
“Arkadaşlar reklam arası bitti, film
başladı ve isteseniz de istemeseniz de
2023’te vizyona girecek.”
Bildiğimiz gibi son zamanlarda bir
“Osmanlı” tartışmasıdır sürüp gidiyor.
Tayyipgiller bu tartışmayı Osmanlıcanın
çeşitli düzeylerdeki okullarda zorunlu ders
olarak okutulacağını söyleyerek iyice körükledi.
“Osmanlı” tartışmasının bu süreçte
Tayyipgiller tarafından gündeme getirilmesi tesadüfî değildir. Halkın alınterini
gasp ederek yapılan KaçAk Sarayının şatafatına kapılan Tayyip kendisini hükümdar,
topyekûn Türkiye Halklarını ise kulları
olarak görüyor. Gittiği yerlerde şakşakçıları tarafından “Hoş geldin Padişahımız”
Tülay Babuşçu’nun bahsettiği, 2023 yılında vizyona girecek olan film nasıl bir filmdir?
Hep söylediğimiz gibi Tayipgiller, halkımızın temiz duygularla bağlandığı İslamiyet’i hırsızlıklarına, yolsuzluklarına bir
kalkan olarak kullanıyor. 17-25 Aralık geriz patlamalarında “Selamünaleyküm”le
başlayan, “Allah’a emanet ol” ile biten
telefon görüşmelerinde, siyasi parti süsü
verilmiş “çıkar amaçlı suç örgütü”nün nasıl rüşvetçilik yaptığının, kamu mallarına
nasıl el koyduğunun, milletin anasına nasıl
küfredildiğinin ibretlik hikâyesine hepimiz
tanık olduk.
Tayyipgiller’in bundan başka şekilde
davranması beklenemez. Çünkü onlar, sürekli ifade ettiğimiz gibi, Hz. Muhammed
İslamı’nın temsilcisi değillerdir. Hatta onlar “Benim huzuruma ne ile gelirseniz
gelin affederim, ancak kul hakkı ile gelmeyin”, diyen Gerçek İslam’ın en büyük
düşmanlarıdır. Kendi dünyevi çıkarları için
Gerçek İslamiyet’in ilerici bütün yönlerine
savaş açmış olan Muaviye ve Yezid gericiliğinin devamıdır onlar. Bu gerçekliği gün
geçtikçe daha çok insanımız görmekte, din
kisvesine bürünmüş bu suç örgütünün içyüzünü öğrenmektedir.
Tıpkı Gerçek İslamiyet’i istismar etmeleri gibi Osmanlı’yı da istismar etmektedir
Tayyipgiller. Ağızlarından düşürmedikleri
“Osmanlı”dan kastettikleri, derebeylik batağına saplanmış, kokuşmuş, çürümüş çökkün Osmanlı’dır.
Bu Osmanlı’da, tıpkı bugün olduğu
gibi, insanlar arasındaki eşitsizlikler had
safhaya ulaşmıştır. Halkın üzerindeki yük
artık kaldırılmayacak düzeye erişmiştir.
Padişahlar şatafatlı saraylarda gününü gün
edip eğlenceler düzenlerken halk yoksulluk içinde boğulmaktadır.
Her meseleyi olduğu gibi Osmanlı
Tarihini de Gerçek Bilimin ışığında tahlil
eden Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan, bu
çökkün Osmanlı’nın hainleşmiş yöneticilerinin ahlâki bakımdan ne kadar alçaldığını
gösteren çarpıcı bir bölüm aktaralım:
“Osmanlı Ağa-Bey-Paşaları, İslam
dininin haram ettiği faizciliği örtmek
için yaptıkları ‘Hile-i Şer’iyye”ler gibi,
tefecilikten birikmiş akçalarını en kârlı
‘işletme’ yeri olan ‘hamam işletmelerine’ yatırınca, ‘edep’ ve ‘hayâ’ duyguları kabarmış olacak. Halk onlara ‘Tüh!
Koskoca Beyler, Paşalar, Ağalar, Eşraf,
Ayan, Müteneffizan... şimdi de Hamam-
cılığa mı başladınız!’ tükrüğünü yapıştırmasın diye, yaptırdıkları ve işlettikleri
(hem de hiç ağıza alınamayacak biçimlerde işlettikleri) HAMAM’lara- ‘ÜS değil SÜS, MEVZİ değil TESİS’ gibi - Hamam değil ‘SULU MUKABELEHANE’
adını vermişlerdi.” (Hikmet Kıvılcımlı,
Deccal Kapımızı Nasıl Çalıyor?, Tarihsel
Maddecilik Yayınları, 1975, s. 110-111)
“Sulu Mukabelehaneler” Osmanlı Devleti’nin gericileştiği, çöküşe doğru hızla
yol aldığı, dolayısıyla da halk üzerindeki
baskısını,
sömürüsünü alabildiğine artırdığı bir dönemde
yozlaşmanın boyutlarını gösteren sembollerden sadece biridir.
Dönemin
Osmanlı
egemen sınıfları, İslamiyet’in kati surette yasakladığı bütün
tatlı kâr faaliyetlerini yürütmektedirler.
Bunu da elbette kitabına uydurarak yapmaktadırlar. Bugünkü
Tayyipgiller’in, kara
paralarını
aklamak
için Allah-Peygamber
korkusu duymadan
her türlü vurgunculuğu yapıp bunu da
din kisvesine büründürmeleri gibi, o
zamanın Tefeci-Bezirgânları da gariban
halktan elde ettikleri
faiz gelirlerini “Sulu
Mukabelehaneler”e
yatırmaktadırlar. Usta’mızın “hem de hiç
ağza alınamayacak
biçimlerde işlettikleri” ifadesinden bu “işletme”lerde hangi “faaliyet”lerin yürütüldüğünü tahmin etmek
zor olmasa gerek. Bu da göstermektedir
ki ekonomik planda başlayan yozlaşma ve
çürüme mantıksal sonucuna ulaşarak ahlâki boyuta da sirayet etmiştir.
Şu gerçekliği de vurgulamak gerekir:
Osmanlı’daki bu çürüme devletin en tepesinden başlamaktadır. Bunun en somut
kanıtı “Sulu Mukabelehane Şehidi” Sarı
Selim’in (II. Selim) ibretlik ölüm hikâyesidir. Konumuzun kapsamı dışında olduğu
için bu noktaya girmeyelim.
İşte Tayyipgiller’in özlemini duyduğu
Osmanlı, bu Osmanlı’dır. 2023’te vizyona
sokmaya çalıştıkları film de böyle bir filmdir.
Peki Osmanlı sadece bu mudur?
Tabiî ki değildir. Bu, sadece Tayyipgiller’in kurmaya çalıştıkları ve ne yazık ki
büyük ölçüde de yol aldıkları bir toplum
düzenini barındıran Osmanlı’dır. Oysa Osmanlı, yüzyıllar boyunca adaletsizliğin var
olmadığı bir toplumsal düzeni de yaşatmıştır.
Bunu nasıl başarmıştır?
Bu sorunun cevabını da Türkiye Devrimi’nin ölümsüz Önderinden öğrenelim:
“Çünkü Osmanlı dediğimiz Türkler,
İlkel Komunadan geliyorlar. Yani sınıfsız toplumdan geliyor. 400 aslan dediğimiz... Hani: ‘Dört yüz aslandan bu vatan
kaldı bize yadigâr’ şarkısını söylerdik
biz çocukken. Doğrudur. 400 aslan kurdu. 400 kişilik, 400 ailelik bir oymak, bir
Oğuz Oymağı geldi, Bilecik’te oturdu.
Ondan sonra, koca Osmanlı İmparatorluğu...
“Bunu nasıl kurdu?
“Yani, bugün düşünürsek biz, mutlaka bir Marksist olarak bunun bir dişe
dokunur ekonomik maddecil nedenlerini aramak, bulmak zorundayız. İşte bu
nedenlerin başında: onun kişi mülkiyetini tanımamış, Orta Barbar dediğimiz
bizim, göçebe oluşundan ileri geliyor.
“Göçebe, sınıfsız bir toplumdur. Sınıfsız toplumda, göçebe insan, yalnız otlak arar. Otlak mı?.. Otlak da, hepimizin
sürülerinin yayılacağı yerdir, der.
“İşte bu anlamda bir sosyal yapının
kaçınılmaz sonucu olarak, Osmanlı: girdiği, zapt ettiği toprakların üzerinde,
bildiğimiz şahsi mülkiyet düzeni kurmamış. “Mülk Allah’ındır” demiş bir
kere, felsefe olarak. Ama uygulamada:
“Bütün Müslümanların ortak malıdır”
demiş: “Beytülmal-i Müslüminindir”
demiş.” (Hikmet Kıvılcımlı, Durum Yargılaması, Derleniş Yayınları, Birinci Baskı,
Ocak 1999, s. 31-32)
Osmanlı’nın ilk kurucuları, bir devleti
devlet yapan (tabiî o dönemlerde söz konusu olan feodal devletlerdir) tüm kavramlara
yabancıdır. Dolayısıyla sınıfsız bir toplum
dışında başka bir toplum biçimi bilmemektedirler. Bunun bir kanıtı olarak, “Vergi”
kavramını ilk kez duyan Osmanlı’nın kurucusu Osman Bey’in verdiği tepki görülmeye değerdir.
“(…) Germiyan vilâyetinden bir kişi
Osman Gazi’ye gelip eytti: ‘Bu bazarın
bacını bana satın.’ Osman Gazi eytti: ‘Baç ne olur?’ (öteki) eytti: ‘Bazara
her kim getürse, andan akça alayın.’
Osman Gazi eytti: ‘Bire kişi bu bazara
gelenlerde alımun mu var ki bunlardan
akça alursun?’ O kişi eytdi: ‘Bu âdettür.
Her vilâyette vardur ki, padişah içün
her yükden akça alurlar.’ Osman eytdi:
‘Bu tanrı buyruğu ve peygamber kavli midür, yoksa bunu her ilün padişahı
kendü mi ihdas eder?’ didi. Ol kişi eytdi:
‘Evvelden türei sultanidür.’ Osman Gazi
gazaba gelüb eytdi: ‘Yörü, ayrık bu arada turma ki sana ziyanım tokunur! Bir
kişi ki, malını kendü eliyle kesbitmiş ola,
bana ne borcu var ki râygân akça vire?
Günümüz Türkçesiyle:
“Germiyan vilayetlerinden bir kişi
Osman Gazi’ye gelip dedi ki: Bu pazarın
vergisini bana satın.
“Osman Gazi dedi ki:
“Vergi nedir?
“(Öteki) söyledi:
“Pazara kim mal getirirse ondan
akça alayım.
“Osman Gazi dedik ki:
“Bre kişi bu pazara gelenden alacağın mı var ki bunlardan para alırsın?
“O kişi dedi ki:
“Bu adettir. Her vilayette vardır ki,
padişah için her yükten para alırlar.
“Osman dedi ki:
“Bu Tanrı emri ve Peygamber sözü
müdür, yoksa bunu her ilin padişahı
kendisi mi oluşturur?
“O kişi cevap verdi:
“Eskiden beri sultan hukukudur.
“Osman Gazi öfkelenerek dedi ki:
“Yürü ayrık (çarpık) burada durma
ki sana bir zararım dokunur! Bir kişi ki
malını kendi eliyle çalışıp kazanmışsa
bana ne borcu var ki bana karşılıksız
para versin?” (M. Neşri’den aktaran: Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Devrim Sosyalizm,
Derleniş Yayınları, İkinci Baskı, Ekim
2006, s. 246-247)
İşte Osmanlı’nın gerçek kuruluş kökleri ve felsefesi budur.
Ne var ki Osmanlı Devleti derebeyleşme batağına saplandığı ölçüde gericileş-
miş, kastlaşmış, çürümüş ve yok olup gitmiştir. Özellikle Dirlik Düzeninden Kesim
Düzenine geçiş bu çürümenin başta gelen
nedenidir. Kapitalizmöncesi toplumlarda
belirleyici üretim aracı olan Toprak, kamudan çalınıp Özel Mülkiyete ne oranda
peşkeş çekilmişse, Osmanlı da aynı oranda
çürümüştür. Kıvılcımlı Usta’nın, Orijinal
Tarih Tezi’nin ışığında Osmanlı üzerine
yaptığı çözümlemeleri kapsayan “Osmanlı
Tarihinin Maddesi” eserlerinde bu trajik
çürüyüşün ve yok oluşun dramatik hikâyesi
didaktik bir dille anlatılır.
Tayyipgiller işte yukarıda kısaca değindiğimiz Osmanlı’nın ilerici, adaletli, kamu
malı savunucusu, hakkaniyetli dönemlerini
ağzına bile almazlar, görmek istemezler.
Çünkü bugün Türkiye Halklarını soyan,
alınterimizi gasp ederek milyar dolarları küpleyen Tayyipgiller, Osmanlı’nın ilk
dönemlerinde yaşattığı adil toplum biçiminin tam anlamıyla antitezidir. Osmanlı’nın
gerçek kuruluş felsefesinde Tayyipgiller’in
hakkı kılıçtır. Adaletsizliğin olmadığı bir
düzende bu vurgunculara asla yaşam hakkı tanınmaz. Onların tarihteki muadilleri,
bir taraftan halkı soyup soğana çevirirken
diğer taraftan da Batılı Emperyalistlere
hizmette sınır tanımayan Vahdettin’lerdir,
Damat Ferit’lerdir. Onların, “Beytülmal-i
Müslimin”i namus belleyen İlkel Komünal
gelenekli Osmanlı halk önderleriyle hiçbir
benzerlikleri yoktur.
Sonuç olarak; T. Babuşçu’nun bahsettiği, Tayyipgiller’in de kirli hayal dünyasını süsleyen çökkün Osmanlı filmi, tarihsel
olarak çoktan trajik bir sonla bitmiştir. O
çökkün Osmanlı’nın yerini ise M. Kemal
önderliğinde giriştiğimiz ve zafere ulaştırdığımız Birinci Antiemperyalist Kurtuluş
Savaşı’mızla kurulan Cumhuriyet almıştır.
Tarihin tekerlekleri asla geriye doğru dönmez.
Biz Gerçek Devrimcilerin görevi ise
Tarihin ileriye doğru dönen tekerleklerini daha da ivmelendirmek ve Birinci Kuvayimilliyecilerin kurduğu Cumhuriyeti,
Demokratik Halk İktidarıyla doğal seyrine
oturtmaktır. Ve en sonunda da insanlığın
gözbebeği Sosyalizmi bu ülke topraklarında ve tüm dünyada egemen kılmaktır.
Şunu da netçe vurgulamak gerekir ki
Tayyipgiller’in hayalindeki filmin senaristi, yönetmeni AB-D Emperyalistleridir.
Onlar, o filmin sadece aşağılık figüranlarıdır. Ama bu ihanet senaryosu asla gerçekleşmeyecektir. Eninde sonunda mazlum
dünya halklarının kanları pahasına yazdığı
senaryo hayata geçecek ve insanların eşit,
adil, kardeşçe yaşadığı bir dünya mutlaka
kurulacaktır.
Sözlerimizi, Usta’mızın “Türklerin
Montesquieu’su” olarak nitelediği Koçi
Bey’in IV. Murat’a sunduğu lâyihasındaki
uyarıyla bitirelim. Böylece Türkiye’yi bir
“Hırsızlar İmparatorluğu”na çeviren Tayyipgiller’in kurduğu bu zulüm ve rüşvet
düzenini ve doğal olarak bu düzenin sahiplerini bekleyen sonu, bu kez de o çok
sevdikleri Osmanlıca dilinden hatırlatmış
olalım:
“Zulm ve rüşvet her kangı Devlette
ki peydâ ü âşikar oldu, ol Devlet harab ü
yebab ve bergeşte-i rüzgâr oldu.” (Koçi
Bey Risalesi, s. 73, Aktaran: Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, C. 1,
Derleniş yayınları, 2. Baskı, Nisan 2010, s.
36)❑
Ha Suriyeli ha Türkiyeli fark etmiyor...
1
1 Ocak tarihli Milliyet Gazetesi’nde
bir haber başlığı var: “Okumak için
böbreğini 20 bin TL’ye sattı” diye.
Haber şöyle devam ediyor: “Antal-
ya’da bir organ çetesine düzenlenen
operasyon korkunç bir gerçeği gözler
önüne serdi. Maddi sıkıntı çeken üniversiteli M. D.’nin 20 bin TL karşılığı
böbreğini vermek üzereyken polisin
olaya müdahale ettiği öğrenildi.”
Bu birinci haberimizdi. Şimdi ikinci
haberi okuyalım. O haber Yurt Gazetesi’nden ve o da 11 Ocak tarihli. Haberin
başlığı şu:
“Bir yandan soğuk bir yandan açlık”
“Kara kış Suriyeli sığınmacıları
vurdu. Fatih’te derme çatma bir evde
yaşayan Suriyeli Ayşe Ahmet: “Biz bir
şekilde idare ediyoruz ama bebeğin kaç
gündür sütü kalmadı. Bir yanda açlık
bir yanda soğuk, çok zor durumdayız”
Gazeteler ayrı, bakarsanız haberler
de ayrı ama aynı
olan şu ki, fakirlik çeken insanların Suriyeli ya
da Türkiyeli olması fark etmiyor. Türkiyeli de
aç, yoksul, parasız, Suriyeli de.
Türkiyeli
genç, okumak
için böbreğini
satıyor. Üstelik
kendi ülkesinde.
Niye?
Çünkü ülkesi AB-D Emperyalistlerinin yarısömürgesi durumunda ve Tayyipgiller’in baskı ve zulmü altında.
Suriyeli aile açlıkla boğuşuyor. Yaban
ellerde.
Niye?
Çünkü AB-D Emperyalistlerinin ve
Tayyipgiller’in uyguladığı işgalci, talancı, yağmacı, insanlıkdışı, halk düşmanı
politikalar sonucu mülteci, göçmen durumda.
Yani Türkiyeli de Suriyeli de AB-D
Emperyalistlerinin yarattığı sömürü cehenneminde baskı ve zulüm altında.❑
7
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Bu kadarına da pes doğrusu...
Türkiye’de Tayyip:
Sarayına karşı yapılan eleştiriler karşısında efeleniyor, celalleniyor, suçluların
telaşıyla suçunu bastırmaya, örtbas etmeye çalışıyor. Böylelikle karşısındakileri
susturmak istiyor.
Uruguay’da José Alberto Mujica Cordano ya da Pepe:
Ülkesinin zenginliğini, itibarını saraylarda aramıyor. Halkının mutluluğunda,
sağlığa, eğitime parasız ve kolayca erişiminde arıyor. Kişi Başı Milli Gelirin
oranına bakarak arıyor...
G
eçen sayımızda Usta’mızın Osmanlı Tarihinin Maddesi Cilt I adlı
eserinden bir aktarma yapmıştık.
Orada Usta’mız, sarayların sınıflar arasındaki zıtlıkların en net göstergesi olduğunu
söylüyor ve gerçekte nasıl birer mezar olduğunu anlatıyordu. Usta’mız sarayı şöyle
tarif ediyor ve oralarda yaşamak isteyenler
için son söz olarak şunları söylüyordu:
“Bugün bize saçma ve gülünç gelen
çalım, poz, Saray heveslileri hâlâ az mı-
Ama başka bir örnek de var!
Dünyada bütün liderler böyle değil tabiî ki. Yine geçen sayımızda Küba’dan,
Fidel’den örnekler vermiştik.
Şimdi de bir başka ülkeden, Uruguay’dan (Guarani dilindeki adıyla “Boyalı
Kuşlar Ülkesi”nden) ve onun liderinden
örnek vermek istiyoruz. Bu lider eski Uruguay Devlet Başkanı José Alberto Mujica Cordano ya da herkesin O’na hitap
ettiği adıyla Pepe. (Eski olmasının nedeni,
Brunei Darussalam Sultanı Haji Hassanal Bolkiah Mu’izzaddin Waddaula Bolkiah’ın
sarayı: Istana Nurul Iman.
dır?”
Biz de, az olur mu? diye yazmıştık ve
Tayyip’i örnek vermiştik.
Tayyip’in benzeri
Şimdi o “hevesliler”e yeni bir örnek
vermek istiyoruz:
Asya’da Borneo Adası üzerinde küçük
bir ülke olan Brunei Darussalam Sultanı
Haji Hassanal Bolkiah Mu’izzaddin Waddaula Bolkiah, 22 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zengin ikinci kralı. “Dünyanın en büyük sarayı olan Istana Nurul
Iman’da yaşıyor. 200 bin metrekarelik
alan üzerine kurulu sarayda 1788 oda,
290 banyo, 1500 kişilik bir cami ve 5
yüzme havuzu bulunuyor. Kubbeleri,
kapı kulpları altın kaplama olan 1.4
milyar dolarlık sarayı, 51 bin ampul aydınlatıyor. 7 bin otomobili olan Brunei
Sultanı’nın garajında yer alan araçlardan bazıları şunlar: 1574 Mercedes, 604
Rolls Royce, 452 Ferrari, 382 Bentley,
209 BMW, 179 Jaguar, 134 Koenigsegg, 21 Lamborghini, 11 Aston Martin...
2007 yılında kızını 14 gün süren bir düğünle evlendiren Brunei Sultanı’nın altın kaplamalarla döşenmiş bir Boeing
747’si, 6 küçük uçağı ve 2 helikopteri
de bulunuyor. ” (http://www.ensonhaber.
com/dunyanin-en-zengin-2-krali-istanbulda-2012-04-07.html)
Yani var mı Tayyip’in benzerleri dünyada?
Olmaz olur mu...
Usta’mız da zaten onu söylüyor “çalım,
poz, Saray heveslileri hâlâ az mıdır?” diyerek...
Bunların ikisi de Müslüman. Üstelik
“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” diyen Hadis’in sahibi Hz. Muhammed’in diniyle dinli olduklarını söylüyorlar bir de utanmadan, arlanmadan bunlar.
Siz kim Hz. Muhammed ve O’nun dini
kim?..
Siz, Halklarınızı Allah’la aldatan zalimlersiniz. İblislersiniz. Şeytanlarsınız.
Siz ancak CIA, Pentagon, Amerikan İslamı’nın dindarısınız. Onların maşası, uşağısınız. Başka bir şey de değilsiniz. Zaten
de olamazsınız bu yaptıklarınızla. İnsanlık
bir Hz. Muhammed’e ve O’nun yaptıklarına, yaşayışına, anlayışına bakacak bir de
sizinkine. Ve sizin, anlayışınızın, yaşayışınızın yüzüne tükürecek. Tarih sizi lanetle
anacak. Muaviye’lerin, Yezid’lerin yanına
koyacak Tarih sizi.
Uruguay Anayasasına göre ikinci kez aday
olamadığı için. Seçilen yeni Başkan Tabare Vazquez de Geniş Cephe’nin adayı. Ve
ikinci kez seçilmiş durumda. Yani 20052009 arasında da Başkan oydu.)
Jose Alberto Mujica Cordano, 20 Mayıs 1935’de Montevideo’da doğuyor. Dört
yaşında yetim kalıyor. Yoksulluk içinde
büyüyor. Ortaöğrenime devam edemiyor.
O yüzden de yoksulluğun ve eğitimsizliğin
ne olduğunu çok iyi biliyor On üç yaşından itibaren çeşitli partilerde görev yapıyor. Yirmili yaşlarında komünist dünyayı;
Moskova, Pekin ve Havana’yı geziyor.
Fidel Castro ve Che Guevara ile tanışıyor.
1963’te Raul Sendic ile birlikte TUPAMARO’lar diye bilinen Ulusal Kurtuluş
Hareketi (Movimiento de Liberación Nacional-MLN)’nin kurucularından oluyor.
(Tupamaro adı 18’inci Yüzyılda İspanyol egemenliğine karşı girişilen ayaklanmanın önderi Túpac Amaru II’den geliyor.)
Yaşamının 14 yılını cezaevinde geçiriyor,
vücudunda tam altı kurşun yarası var.
Cezaevinden çıktıktan sonra yeni şartlara uygun olarak, birçok bileşeni bulunan
ancak en önemli bileşenlerini Sosyalist
Parti, Uruguay Komünist Partisi, Uruguay Meclisi ve Hıristiyan Demokratların
oluşturduğu Geniş Cephe (Frente Amplio-FA)’nın kurucularından oluyorlar Tupamaro’lar olarak. Ve Pepe, Geniş Cephe’nin
adayı olarak girdiği seçimleri kazanarak
Devlet Başkanı oluyor.
Pepe, Devlet Başkanıyken yaptığı bir
açıklamada şöyle diyor:
“Ben insanların geceleri yatacak saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada,
başkalarının 500 metrekarelik malikânelerde yaşamasını anlamıyorum. Evsizler için ev, suyu olmayanlar için su
lazım, ekmek lazım. Sen böyle bir dünyada ‘özel uçağım olsun, oraya buraya
gideyim’ diyorsun. Eğer herkes daha
fazlasını isterse, bir gün kimseye bir şey
kalmayacak.”
Ve José Alberto Mujica Cordano, gerçekten söylediği gibi yaşayan birisi. Devlet
başkanı seçildikten sonra da yaşadığı evi
bırakmıyor, birkaç dönümlük bahçesindeki, ekinleriyle, köpeği Manuela, tavukları,
horozlarıyla yaşıyor. Bahçesinde çiçekler,
sebzeler yetiştiriyor. Suyunu kuyudan çekiyor, çamaşırlarını bahçede kurutuyor.
Ve halkla iç içe yaşıyor. Göreve giderken
1987 model Volkswagen’i bizzat kendisi
kullanıyor. Arabasına binmezse toplu taşı-
ma araçlarıyla gidiyor görevine. Şoförleri,
etrafında koruma orduları yok. Evinin kapısında sadece iki polis var. Misafirlerini
evinde ağırlıyor. Günlük giysileri buruşuk
bir pantolon ve fermuarlı bir mont. Resmi
görüşmelerinde de kravat takmıyor. Protokol kurallarına aldırış etmiyor. Biçime boş
veriyor. Öze bakıyor. Devlet Başkanı olmadan önce nasıl yaşıyorsa yine öyle yaşıyor.
Başkanlık konukevini ise Suriyeli yetim
çocuklara açıyor. Üstelik devletin kendisine verdiği 12 bin dolarlık maaşının yüzde
90’ını yoksullara bağışlıyor. Mujica’ya
göre, senatör olan eşinin geliri kendilerine
yetiyor.
Ve kendisine fakir denmesini kabul etmiyor:
“Bana fakir denmesi yanlış, ben,
tutumlu bir insanım. Gerçek fakirler,
sürekli yaşamdan talepleri olan ve elde
ettikleri ile yetinmeyen insanlardır. Ben
elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu,
bana, istediğim yaşamı sürdürmek için
yeterli zamanı veriyor. Asıl özgürlük, yaşamak için kazandığın zamandır.” diyor.
Ve bunları gösteriş olsun diye yapmıyor. Düşüncesiyle, inancıyla, yaşamıyla ve
gerçekleştirdikleriyle bunu her açıdan kanıtlıyor. Uruguay bugün yaşam standartları
ve halka verdiği özgürlüklerle dünyada örnek ülkelerden biri.
Peki neler kazandırmış halkına Pepe ve
onun lideri olduğu Geniş Cephe?
(Aşağıdaki bilgiler Yurt Gazetesi’nde
Yunus Emre’nin araştırmasından, Birgün
Gazetesi’ndeki bilgilerden ve internetteki
haber portallarından derlenmiştir.)
Geniş cephe iktidara geldiğinde Uruguay’da Kişi Başı Milli Gelir 4.000 dolar
civarında. 2013’te ise 16 bin doları aşmış.
Uruguay’da bütçe açığı milli gelirin yaklaşık yüzde 3,3’üne denk geliyor. Bu rakamlarla birlikte Uruguay artık yüksek gelirli
ülkeler grubuna dâhil.
2002’de yüzde 17 olan İşsizlik 2014’te
6,2’ye düşmüş. 2004’te yüzde 39,9 olan
yoksulların tüm nüfusa oranı 2013’te yüzde 11,5’e düşmüş. 2004’te iktidara geldiklerinde “Toplumsal Acil Ulusal Yardım
Programı”, daha sonra 2007’de “Adalet
Planı” adı verilen uygulamalarla yüz binlerce insanın yaşam şartları iyileştiriliyor.
12 yaşına kadar olan çocuklar için çocuk
başına aile yardımı 11,30 dolardan 30 dolara, 13-18 yaş grubundaki çocuklar için ise
yine 11,30 dolardan 43 dolara çıkarılıyor
Adalet Planı’yla. Ve yoksul aileler çocuklarının okula devam etmesi koşuluyla bu
yardımı alabiliyorlar. Bir milyondan fazla
Uruguaylı bu yardımdan faydalanıyor. Ki
Uruguay’ın nüfusu 3,4 milyon. Yani nüfusun 3’te 1’i bu yardımı alıyor.
“Bu ekonomik gelişmenin sırrı gelişme anlayışının değişmesinde yatıyor.
Bütün dünyanın kemer sıkma politikaları uyguladığı bir dönemde Uruguay diet
yapmak yerine beslenme alışkanlıklarını değiştirdi. Mujica’nın başkanlığında
Frente Amplio hükümeti alternatif bir
kalkınma modelini hayata geçirmeye
çalışıyor ve kamu hizmetlerinin uygulanmasında “kapsayıcı yaklaşım” izliyor. Mujica hükümeti, sosyal politikanın
yoksulluk ve eşitsizlikle mücadele aracı
olduğunu vurguluyor. Eğitim, sağlık,
barınma ve çalışmanın herkes için temel
bir hak olduğunu savunuyor. Sosyal hizmetlerin teoriden pratiğe dönüşmesi için
elbette maddi kaynak gerekiyor. Bu kaynağın sağlanması için vergi sisteminde
köklü değişiklikler yapıldı. Artan oranlı vergilendirme uygulanıyor yani zenginler daha fazla vergi ödüyor.” (http://
www.adilmedya.com/biri-musluman-biri-ateist-h39364.haber)
Uruguay İşçi Sınıfı da bu gelişmeden
her yönüyle payını alıyor. Reel (Gerçek)
Ücretler yüzde 25 artıyor. Sendika sayısı
ve sendikalı işçi sayısında büyük artış oluyor. Bu oran Geniş Cephe (FA) döneminde
2 kat artıyor.
Uruguay’da “eğitime ayrılan bütçe
savunma bütçesinin 20 katı. Eğitim parasız ve laik. Öğrencilere bilgisayar dağıtılıyor. Hedef ülke genelinde bedava
internet yayını… Sağlık parasız, sağlık
merkezleri yaygın… Müzeler, parklar ve
plajlar ücretsiz. Festivaller, bayramlar
ve kutlamalar birbirini izliyor. Askerlik
zorunlu değil, komşu ülkeler Arjantin ve
Brezilya ile hiçbir sorun yaşanmıyor.”
İşte Pepe’nin yukarıdaki açıklamasını
okuduktan, Uruguay’ın geldiği son durumu öğrendikten sonra davamıza olan inancımız bir kez daha güçlendi. Bir kez daha
gördük ki, davamız, haklı bir dava ve halkın davası gerçekten. Ve enternasyonal bir
dava. Çünkü, bu sözlerin, bu anlayışın, bu
uygulamaların sahibi José Alberto Mujica
Cordano-Pepe, bizim gibi bir devrimci. Bir
yurtsever. Bir halksever. Bir antiemperyalist.
Ülkesinin zenginliğini, itibarını saraylarda aramıyor. Halkının mutluluğunda,
sağlığa, eğitime parasız ve kolayca erişiminde arıyor. Kişi Başı Milli Gelirin oranına bakarak arıyor...
Mazlumlar, zalimlerden
hesap sorar bir gün…
Hatırlayacağımız gibi, Tayyip, Saray
daha inşaat halindeyken, yapılan eleştiriler karşısında 3 Mart’ta şöyle konuşmuştu
(Ancak o zaman adı “bina”ydı. Henüz saray olarak adlandırılmamıştı.):
“(...) Yeni başbakanlık binasının yapımı ile ilgili sıkıntı söz konusu değil,
inşallah nisan, mayıs gibi beraber açılışını yapacağız. Hukuksuz olarak yaptığımız hiçbir şey yok. Güçleri yetiyorsa
yıksınlar. Yürütmeyi durdurdular, bu
binayı durduramayacaklar. Açılışını da
yapacağım, içine de girip oturacağım”
demişti.
Allah için oturdu da. Doğruya doğru.
Ama neyin karşılığında?
Mimarlar Odası Ankara Şubesi, “Bilgi
Edinme Kanunu”na istinaden Sarayı yapan
TOKİ’ye, Sarayın maliyetini soruyor. TOKİ’nin verdiği cevap: “Maliyet açıklanırsa ekonomi sarsılır” oluyor. Yani maliyet
o denli yüksek, o denli fazla...
Bütün bu gerçekler karşısında Tayyip,
“Eğilme”di, “dik dur”du(!) ve 3 Aralık’ta
şöyle efelendi:
“İşte şu anda çatısı altında bulun-
günü yine şöyle kükredi:
“(...) Bin odalı değil. Bin 150 küsur
odası var. Bunu da bilin.”
Şimdi bütün bunlar neyin göstergesi?
Suçluluğun!
Tayyip, sarayına karşı yapılan eleştiriler karşısında efeleniyor, celalleniyor, suçluların telaşıyla suçunu bastırmaya, örtbas
etmeye çalışıyor. Böylelikle karşısındakileri susturmak istiyor.
Ancak elbet bir gün mazlumlar bunlar
gibi zalimlerden yaptıklarının hesabını sorar. Çaldıkları, yedikleri onların burnundan
fitil fitil getirilir. Halkın adaleti mahşere
kalmaz! Yaptıklarının, ettiklerinin hesabını
halk önünde, İşçi Sınıfı adaleti önünde verirler. Buna inancımız tam!
Aradaki fark neden?
Tayyip’le Pepe arasındaki fark nereden
kaynaklanır?
Şundan: Tayyip ve benzeri-benzerleri,
insanın insanı ezdiği, soyduğu, sömürdüğü, zulmettiği Sınıflı Toplum savunucusu
insanlardır. Tayyip, Antika Tefeci-Bezirgân
Sermaye Sınıfının siyasi plandaki temsilcisidir. Ve kişiliğini şekillendiren dünya görüşünü bu sınıf temeli belirler. O da özetçe
şudur: Ezeni-ezileni, soyanı-sömürüleni,
zulmedeni-zulme uğratılanı meşru gören,
kabul eden, insanlar arasında eşitsizlikleri
sürdüren bir anlayıştır. Halkı sevmezler,
onları, kendi çıkarları için kullanılacak bir
eşya, bir mal olarak görürler. O yüzden de
onlarla aralarına Saraylar gibi, maddi eşitsizlikler gibi eşitsizlikler koyarlar. Yurtsever değillerdir. Hep kendi ve kendileri gibi
olanların çıkarlarını düşünürler. Ona uygun
davranırlar. Tayyip de bu yüzden böyle
davranıyor.
José Alberto Mujica Cordano-Pepe ve
benzeri-benzerleri; insanın içinde yaşadığı
kahredici adaletsizlikleri doğru bulmayan,
insanlığının hakkını vermeye çalışan, eşitsizliğe, haksızlığa, adaletsizliğe, sömürüye, zulme karşı çıkan insanlardır. Halksever, yurtsever, namuslu insanlardır. Sadece
kendilerinin değil tüm toplumun çıkarlarını
gözetirler, ona uygun davranırlar. O ve onlar bu yüzden böyle davranıyorlar. Herkes
kendi inancına, ideolojisine uygun davranıyor, yukarıda da somut örneklerini gördüğümüz gibi.
Hz. Muhammed bir Hadisinde ne diyordu:
“Komşusu aç iken tok yatan bizden
değildir.”
Tayyip ve benzerleri, halkı (şimdilik)
Uruguay Devlet Başkanı José Alberto Mujica Cordano ya da Pepe
duğumuz Beştepe Cumhurbaşkanlığı
Sarayı. Biliyorsunuz neler söylediler, neler söylüyorlar, neler söylemeye devam
edecekler. Varsın söylesinler. Hiç umurumuzda değil. Biz, büyük bir devlet olmanın gayreti içerisindeyiz ve bu gayretimizi de sürdüreceğiz. (...)
“MİLLETİN SARAYI: Burası Tayyip Erdoğan’ın sarayı değil. Burası
Türk milletinin sarayıdır. Bu saray sadece Türk milletinin kendi imkânlarıyla
inşa edilmiş olan bir saraydır.”
Orada efelenmesiyle kalmadı, 6 Aralık
ne kadar Allah’la aldatırlarsa aldatsınlar,
Hz. Muhammed ehlinden değildirler. Çünkü onlar; Hz. Muhammed’in Elçisi olduğu
Kur’an’ın, söylediği durumdadırlar:
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.
Onlar artık dönmezler.” (Kur’an, Bakara Suresi 18’inci Ayet, Yaşar Nuri Öztürk
Meali)
Tayyip ve Tayyipgiller için ne söylesek
boş yaşayarak gördüğümüz gibi. O yüzden
de Kur’an’ın sözünün üstüne söz söylemeyelim artık!❑
8
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Başyazı
o da düşüncesini belirtiyor:
“Medyada yeni bir iddia ortaya atıldı, Nazlı Ilıcak CHP’den milletvekili
adayı olacak diye...
“Hiç zannetmiyorum. Olmaz, yapamaz, annem CHP’ye gitmez, yaparsa
çok ayıp olur. Kendi düşüncesine ayıp
etmiş olur. Sol bir partiden sanmıyorum.
Annem olsa bile ben oy veremem.” (Hadi
Özışık’ın yaptığı röportajdan, internethaber.com)
umurlarında değildir. Bunların tek düşün- Sorosçu Kemal’in de TESEV kurucusu
Evet, yoldaşlar, ne diyor M. A. Ilıcak
düğü Tayyip gibi koltuktur sadece. Tabiî olduğunu inkâr etmişlerdi. Fakat sonradan
annesinin CHP’den aday olmasına?
Tayyip’in vurgunculuğu da var. Korkunç Barış Yarkadaş belgesiyle birlikte ortaya
“Olmaz, yapamaz, annem CHP’ye gitbir iştiha ile Türkiye’nin tüm varlıklarını koyunca bu gerçeği, direnemediler. Çıktı
mez, yaparsa çok ayıp olur. Kendi düşüntalan ediyor Tayyipgiller. Bunlarsa koltu- Sosrsçu Kemal, “evet” dedi, “TESEV’in
cesine ayıp etmiş olur.”
ğa, makama razılar. Öyle bir farkları var kurucu üyesiyim.”
Bu dolandırıcı gerici bile böyle bir şeGörelim nasıl dedi bunu:
Tayyip’ten ve Tayyipgiller’den. Ama Ameyin çok ayıp olacağını bir anlamda ahlâk
“TESEV’den
istifa
etmeyecerikan uşaklığında hiçbir farkları yok.
dışı olacağını söylüyor. Annem bunu yapBilmiyor ki Sorosçu Kemal; Ameri- ğim. TESEV bir dernek değil ki istifa
mamalı, diyor. Yaparsa ben oy vermem,
ka’nın kendisine biçtiği rol AKP’ye payan- edeyim. Vakıf... Kurucularından biri
diyor.
da olmak, Mecliste muhalefet rolü oyna- de benim. Ben dilekçe verip üyelikten
Benim netçe bildiğim, bu kişi, bir zamak ve süreç içerisinde de CHP’yi eritmek, istifa ediyorum desem bile, bunun humanlar sahibi olduğu Tercüman Gazeteiyice etkisizleştirmek, küçültmek. Dikkat kuken bir geçerliliği yok... Ben kurucu
si’nin kuponla halka televizyon vereceğini
edersek, Tayyipgiller iktidarından bu yana üye olduğum zaman ne Soros vardı ne
söyleyerek yoksul halkımızı dolandırmıştı.
CHP bu rolü kusursuz oynamakta ve ken- de başka bir şey... TESEV’e üye olmak
Bu dolandırılan mağdisine
verilen
durlar arasında asgari
görevi eksiksiz
ücretten emekli maabir biçimde yerişıyla 3 çocuklu evini
ne getirmektedir.
geçindirmeye çalışan
CHP’ye
bir
ömür
samimiyetle
hizmet
etmiş
ve
CHP’nin
Ş i m d i ,
benim kız kardeşim
CHP’de ne olup ilkelerine sahip insanları azgın bir saldırganlıkla tasfiye et;
ve iki gözü de Behçet
bittiğini en ya- partiyi, ömürlerini CHP’ye ve sola düşmanlıkla geçirmiş
Hastalığından dolayı
kından bilen ve olan gericilerle, Ortaçağcılarla, Amerikan ajanlarıyla dolgörmeyen eşi de varCHP hakkında dur. Bu ahlâksızlık değil mi? Bal gibi ahlâksızlık. Ama sen
dı. Bu nedenle emibugüne dek bine bileceksin siyasi ahlâkı, utanmayı, sıkılmayı.
nim yapılan aşağılık
zim en mahrem
işin olduğundan.
ve doğru bilgileri
Ayrıca medyada
edindiğimiz Bada o günlerde geniş
rış Yarkadaş’ın
ölçüde yer aldı bu doşu
sözlerine
landırıcılık olayı.
kulak verelim.
İşte bu kişi bile
Hepsi de doğruTESEV’ci Kemal’in
dan gözleme dayandığı için doğrudur Yar- suç değil. Ben sadece TESEV üyesi değiNazlı Ilıcak’la iş tutmasını “çok ayıp olur,
lim ki. Ben aynı zamanda Vakıf 2000’in
kadaş’ın dile getirdikleri:
kendi düşüncesine ayıp etmiş olur” diye
“CHP’nin temel sorunu birilerine de üyesiyim.” (http://arsiv.gercekgundem.
değerlendiriyor.
öykünmek, birilerini taklit etmek olma- com/?p=429121)
Ama Kemal Efendi hiç utanmadan, hiç
Kanıtlarıyla ortaya konunca TESEV’cimalıdır. Bak ne oldu? Nazlı Ilıcak ismi
yüzü kızarmadan bu aşağılık işleri yıllardır
dolaştı değil mi ortada? Bazı yöneticiler liğini, Vakıf 2000’ciliğini inkâr edemiyor
yapmakta hiç tereddüt etmiyor. Yapıyor.
görüşmüş hiç kimse kendini kandırma- artık Kemal Efendi. Sadece “bu suç değil”,
Bir de iki gün önce siyasi ahlâktan söz
sın. Nazlı Ilıcak’la CHP’ye gelmesi ko- diyor. Evet, şu anki kanunlar çerçevesinde
ediyordu. “İktidara geldiğimizde ilk bir
nusunda görüştüler. Bunu ilk yazan da belki öyle görülebilir. Ama sadece biçimce.
benim. Öyle kimse, efendim olmadı mol- Yoksa vatana, millete ve halka düşman bir
madı, demesin. 200 tane isim belirlemiş- örgüt, CIA bağlantılı bir örgüt, en azılılaler sağdan. Gene fantezi dünyasındalar, rından bir suç örgütüdür aslında TESEV.
Onun kurucusu olmak da, üyesi olmak da
hayal peşindeler.
“Ne oldu? Hemen reddetmek zorun- o suçu işlemektir.
Kemal burada bir okkalı yalana daha
da kaldılar. Çünkü CHP tabanı Nazlı
Ilıcak’ı kusar, kabul etmez, oy vermez. başvuruyor. Ne diyor?
“Ben kurucu üye olduğum zaman
Kimse kendini kandırmasın.” (Barış Yarkadaş, Halk TV’de yayınlanan “Yol Harita- ne Soros vardı ne de başka bir şey...”
Niye yokmuş Kemal Efendi?
sı” Programından, 28 Ocak 2015)
Henüz anasından doğmamış mıydı o
Görüyor musunuz yoldaşlar, ahlâksızlığın, namussuzluğun, gericileşmenin düze- zaman Soros?
Ya da henüz tıfıl bir ergendi, bu işlerle
yini ya da düzeysizliğini. Adam 200 isim
belirliyor. Tabiî avanesiyle birlikte. Hem uğraşmıyor muydu, he?
Vardı, vardı. Bunu sen de adın gibi bide nereden?
Sağdan. Yani ABD-AB Emperyalizmi- liyorsun. Ama savunmaya cesaret edemine ömür boyu uşaklık etmiş, ajanlık etmiş yorsun. Can Paker ve Liboş Mehmet kotiplerden. Bugüne dek halk düşmanlığı et- numunda değilsin çünkü. Onların sırtında
miş tiplerden. Devrimcilere, sosyalistlere, yumurta küfesi yok. Sorosçu olduklarını
antiemperyalistlere, Mustafa Kemalcilere, söylemekte sakınca duymuyorlar.
eçenlerde CNNTürk televizyoAma sen bir Washington-Pentagon-CIA
Tam Bağımsızlıkçılara ve laiklere azgın
nunda Şirin Payzın’ın prograbir kin ve düşmanlık beslemiş, sergilermiş Operasyonuyla CHP’nin başına getirilmiş
mında SYRIZA’nın Yunanistiplerden. Sermayeye, yerli yabancı Para- düzenbazsın. Senin görevin yukarıda antan’da iktidara gelmesi tartışılıyor. Şirin
babalarına hizmette sınır tanımamış ve hiç dıklarımız. Mustafa Kemal’in ve KuvaPayzın “sol neden iktidar olamıyor?”u
yimilliyecilerin kurduğu CHP’yi tümden
kusur etmemiş kişilerden.
soruyor. Program konukları Mehmet AlYahu senin kaç milletvekili seçtirme öldürüp yerine bütünüyle Amerikancı,
tan, Ufuk Uras, AKP’li Erdinç Yazıcı,
gücün var ki zaten? Ne kadar oy potansi- Sorosçu, ipleri tamamıyla CIA’nın elinde
ÖDP Başkanı Alper Taş, KP’den Kemal
Yeni CHP’yi yaratmak. Yani Eski CHP’yle
yelin var?
Okuyan ve yazar Enver Sezgin. Tartışma
hiç ilgisi olmayan bir zombi CHP ortaya çıEn fazla 150 diyelim.
programları çok kafa ütülüyor. Programa
Sen 200 kişi belirliyorsun sağdan. De- karmak. Onu da önemli ölçüde başardın. O
katılan kendine sosyalist diyenler solu ve
mek ki kendileri ve sağdan belirledikle- yüzden böyle fırıldak çeviriyorsun, Soros
sosyalizmi savunamıyorlar. Bu programri kişiler girsin Meclise, diyorlar. Peki ya yoktu filan, diyorsun. Ayıp ya, ayıp…
da da Mehmet Altan ve Erdinç Yazıcı sola
Gelelim Nazlı Ilıcak meselesine. Nazgerçek CHP’lilerden? Yani CHP’ye gönül
akıl veriyor.
vermiş içtenlikli insanlarımızdan? Onları lı Ilıcak, Kemal’in bu teklifine ne dediğiGezi İsyanı’mız içinde olanlar, çok
boş ver, diyorlar, onlardan kimse girmesin. ni açıkça, doğrudan telaffuz etmedi. Ama
iyi bilirler ki sokağa çıkan vatandaş esas
buna cevap niteliği taşıyan şöyle bir karar
Onlar bize oy getirsin yeter.
olarak Cumhuriyetin halka kazandırdığı
Zaten ne demişti Amerikan uşağı ve bildirdi:
laik yaşam tarzı değerlerini savunmak
“Bu kadar erken söylenir mi bilemiajanı, Mustafa Kemal ve laiklik düşmanı
için eylemdeydi. O zaman bu televizOrtaçağcı Mehmet Bekaroğlu, TESEV’ci yorum ama gerekçeleriyle birlikte, önüyonlar penguen belgeselleri yayınlayıp,
Kemal’in utanmazca bir sahtekârlıkla ge- müzdeki seçimlerde kime oy vereceğimi
sokakta hiçbir şey yaşanmıyor havası yanel başkan yardımcılığına getirdiği bu ka- açıklıyorum: Selahattin Demirtaş için oy
ratıyorlardı. 2013 Haziran ayı boyunca
kullanacağım.” (Bugün Gazetesi, 28 Ocak
şar gerici?
vatandaş bu televizyonları hiç izlemedi.
2015)
“Ulusalcılar giderse parti güçlenir.”
Bu televizyonlar kurumsal olarak, Gezi
Nazlı Ilıcak, durduğu yeri ve muhataOnun güçlenmekten anladığı, CHP’nin
İsyanı’nın karşısında yer aldılar. Burada
siyasette güç sahibi olması değil tabiî. bını açıklamış oluyor böylece. Yukarıdaki
program yapan, kendine demokrat süsü
CHP’nin tümden Mustafa Kemal ve laiklik açıklama tabiî aynı zamanda İmralı’yadır.
veren sunucular, Gezi İsyanı’nı başka
düşmanı Ortaçağcılarca ele geçirilmesi. O “ey Öcalan, beni gör artık. Senin adına
yönlere çekmek için uğraştılar. Şirin PayMeclise girersem size hizmette kusur etbunu kast ediyor, öyle demekle aslında.
zın’ın bu programdaki Kurtuluş Savaşı ve
İşte Sorosçu Kemal de buna uygun bir mem”, demektir bu mesaj. Kim bilir, belki
Cumhuriyet karşıtı tutum da bu sürecin
girişim başlatmış, yukarıda Yarkadaş’ın de görür Öcalan…
devamıdır.
Demek ki Nazlı Ilıcak CHP ile anlaşasöylediğine göre.
Olayın birinci yönü, kendine sosyalisBir de yine utanıp arlanmadan bu ah- mamış. TESEV’ci Kemal’in teklifi bir uztim diyenlerin, o yıllarda Lenin Usta’nın
lâksız girişimi inkâr ediyor CHP’liler. Yeni laşıyla noktalanmamış.
ve ülkesi Sovyetler Birliği’nin destekleIlıcak’ın oğlu dolandırıcı, her dönem
CHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Veli
diği, Türk-Kürt bütün halklarımızla beraAğababa inkâr ediyor böyle bir girişimde iktidardan yana oynayan Mehmet Ali ılıcak
ber verdiğimiz Kurtuluş Savaşı’nı bilinçbulunduklarını. Hani ilk ortaya çıktığında da boş durmuyor. Kemal’in teklifiyle ilgili
lice savunmamasıdır.
40 yılın Amerikan ajanı, vatan, millet ve halk düşmanı
Nazlı Ilıcak’tan bile daha onursuz çıkan
Sorosçu-TESEV’ci Kemal’den ve Avanesinden hesap soracak
bir tek yürekli, namuslu CHP’li de kalmadı mı gayrı?
Baştarafı sayfa 1’de
saygıyla selamlıyorum’. Genel Başkan
Kemal Kılıçdaroğlu konuşuyor: ‘Siyasete girmeyen tarikata saygılıyım’.
“- 22.04.2011 Cuma akşamı Kemal
Kılıçdaroğlu’na, Habertürk televizyonunda katıldığı ‘Türkiye’nin Nabzı’
George Soros
programında şu soru soruldu: ‘Türkiye’de irtica tehdidi var mı?’ Kılıçdaroğlu, anında, kendinden emin tok sesle,
‘Hayır’ cevabını verdi.
“Eylül 2010’da Almanya’ya yaptığı
gezi sırasında bir Alman gazeteci Kemal
Kılıçdaroğlu’na sordu: ‘Laikliğin tehdit
altında olduğunu düşünüyor musunuz?’
“Kılıçdaroğlu bu soruya şu yanıtı
verdi: ‘Hayır. Bugün için Türkiye’de
laiklik tehlikededir diyemem, böyle bir
tehlike görmüyoruz’.
“Aynı günün öğle yemeğinde buluştuğu Türk gazetecilerden biri aynı soruyu bir kez daha sorunca, Kemal Kılıçdaroğlu şunları söyler: ‘Gerçekten böyle
bir tehlike görmüyorum. Aksini söylersem bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem’.
“- Yeni CHP PM Üyesi ve Ankara
milletvekili adayı Mason Bülent Kuşoğlu konuşuyor: ‘Tekke ve zaviyeler yeniden açılsın. Bugün mühendis, doktor
gibi çağdaş bilimleri bitirmiş insanların
gidip bu tür kurumlarda (yani Tekke ve
Zaviyelerde) mürit olarak bulunmaları
gerekmektedir’.
“Atatürk’ün kurduğu parti olduğunu
iddia eden bu kişilere hatırlatalım: Atatürk 1925 yılında, tekkelerin kapatıldığı
gün Kastamonu’da şöyle haykırmıştı:
‘Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler,
müritler, meczuplar memleketi olamaz.
En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. (…)” (http://www.kalinka.com.
tr/default.asp?islem=sayfa&id=300)
Evet, yoldaşlar; bunca halk düşmanını, ABD yandaşını, hizmetkârını partiye
doldurmakla yetinmiyor. Bu yönde yeni
girişimlerine olanca pervasızlığıyla devam
ediyormuş adam. Besbelli ki yukarıdaki
efendisi (ABD) böyle buyruk veriyor buna.
Barış Yarkadaş
“Aferin oğlum Mehmet, sen bu yolda devam et”, diyor. Bu da sanıyor ki ABD’ye
sadakatte kusur etmezse Tayyip’i olduğu
gibi, kendisini de iktidara getirir, başbakanlık koltuğuna oturtur. Ona oynuyor besbelli.
Bunların halk umurlarında değildir.
Halkın dertleri, sorunları, çektiği acılar,
vatanın ve milletin şu anda karşı karşıya
bulunduğu tehlikeler, Türkiye’ye dayatılan Yeni Sevr Haritası-BOP Haritası hiç
hafta içinde siyasi ahlâk yasası çıkaracağız”, diyordu.
Sen hangi yürekle siyasi ahlâktan söz
ediyorsun?
Sadece Tayyipgiller’in yaptığı vurgunculuk ve diğer bilumum yüz kızartıcı, akçeli işler değildir, siyasi ahlâksızlık. Senin
yaptığın da siyasi ahlâksızlıktır. CHP’ye
bir ömür samimiyetle hizmet etmiş ve
CHP’nin ilkelerine sahip insanları azgın bir
saldırganlıkla tasfiye et; partiyi, ömürlerini
Can Paker
CHP’ye ve sola düşmanlıkla geçirmiş olan
gericilerle, Ortaçağcılarla, Amerikan ajanlarıyla doldur. Bu ahlâksızlık değil mi? Bal
gibi ahlâksızlık. Ama sen ne bileceksin siyasi ahlâkı, utanmayı, sıkılmayı.
Amerikan Emperyalistleri yaptıkları
operasyonlarla boşuna getirmedi seni ve
tayfanı CHP’nin yönetimine. CHP’yi bu
hale yani eskisiyle uzaktan yakından bağı
kalmayan, olmayan Yeni CHP haline getiresiniz diye getirdi.
Tayyipgiller gibi durmak yok, yola devam, diyerek devam edin bakalım ihanetlerinize, vatan millet ve halk düşmanlığına.
Ne diyelim?..
Desek de sizler anlayacak insan olmaktan çoktan çıkmışsınız.
Fakat unutmayın; bu halk koyun sürüsü
değil. Bir gün uyanacak, bilinçlenecek, örgütlenecek. Tayyipgiller’le birlikte sizden
de ihanetlerinizin hesabını soracak. Bunu
da aklınızın, belleğinizin bir kenarına not
edin… ❑
Bir kafadan
silahsızlandırma örneği…
G
İkinci yön ise sunucunun fikirlerini
konuklara empoze etmesi ve kabullendirmesi. 12 Eylül 1980 Faşist Darbesinden
beri bu kafadan silahsızlandırma tezgâhını iyi görmek lazım. Mehmet Ali Birand,
Ali Kırca ile başlayan açık oturumlarda
vatandaşa, yaşanılan faşist düzeni kabullendirmek için programlar yapıldı.
Mehmet Ali Birand kendi düşüncesini,
sokakta bulduğu herhangi bir vatandaşın ağzından aktararak, “Bakın sokaktaki
adam böyle diyor” diyerek halkı yaşadığımız zorbalıklara karşı koymamaya çağırıyordu. Ali Kırca 12 Eylül’den sonra
birkaç yıl Amerika’nın Sesi (Voice Of
America)’da çalıştı. O da Siyaset Meydanı adlı uzun yıllar devam eden programında, güya herkesi konuşturuyor görünerek, vatandaşın ağzından kaptığı sözü
tam tersine çevirerek ortaya koyardı. Sanki vatandaşın çoğu onun gibi düşünmüş
olurdu. Şimdiki açık oturumlar, onların
bile gerisinde. Ergenekon, Balyoz, Odatv,
KCK davaları sürecinde de aynı tezgâhların daha da adileri yapıldı.
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, halkı örgütsüz bırakmanın en önemli aracı olarak
kafadan gayrımüsellah kılmayı (kafadan
silahsızlandırmayı) pek çok yazısında
anlatır. Günümüzde de aynı tezgâhlar geçiliyor. Uyanık olmamız gerekiyor. Çevremizde bu tezgâha takılan veya takılmak
üzere olan arkadaşlarımızı bu tezgâhtan
uzak tutmamız gerekiyor.
Kurtuluş Partili
Bir Eğitim Emekçisi
9
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Syriza’nın seçim zaferi Yunan Halkının kurtuluşu mu?
Yunanistan’da sosyal devrim olmuş gibi yaygara koparmanın alemi yoktur.
Fakat halkın eşitlik, adalet, iş ve ekmek isteği önünde durulamaz bir taleptir. Yunan
Halkı bu taleplerini dile getirmiş ve hem yerli, hem yabancı Finans-Kapitalistlerden ödünler koparmıştır. Bunlar halkın kazanımlarıdır. Bir dizi reform getirmesi kaçınılmazdır.
Y
unanistan’da 26 Ocak 2015
tarihinde yapılan seçimlerde
“Hür Basın”ının deyimiyle,
“Sol Radikal” parti Syriza, zafer kazandı. 300 üyeli Yunan Parlamentosu’nda 149 milletvekilliği kazandı. Tek
başına iktidar olma olanağını 2 milletvekiliyle kaçırmış oldu.
Bu başarısı tüm dünyada ve belki dünyadan da daha çok Türkiye’de
Ha, bu arada AB’ye, onun kemer
sıkma politikalarına karşı olmak gibi,
Uluslararası ve özellikle de AB finans
örgütlerine olan borçların AB Parababalarının belirlediği şartlarda ödenemeyeceği gibi karşı çıkışları elbette
vardır. Zaten bu politikalardan canı
fena halde yanmış, tüm burjuva partilerinden yaka silkmiş, umut kesmiş
olan Yunan Halkının Syriza’ya böyle-
yankı buldu. Birçok kalem “Komşuda
pişer bize de düşer” tarzında yazılar
yazdı. Sol partilerin birçoğunun böyle
düşündüğünü dile getirdi.
Pekiyi Syriza gerçeği neydi? Bu başarıyı nasıl okumak gerekir?
Syriza’nın seçim zaferini anlayabilmek için iki şeye yakından bakmak
lazım:
1- Syriza nedir,
2- Syriza’yı zafere ulaştıran şartlar
nedir?
sine kitlesel bir biçimde yönelmesinin
sebebi de bu söylemleridir.
Ama işte hepsi bu kadardır. Yani
Syriza’nın programı, proletarya öncülüğünde gerçekleştirilen ve sosyalist
bir toplum yaratmayı hedefleyen Halk
Demokratik Devrimi Programı değildir. Böylesine bir sınıfa dayanmadığı
ve o sınıfın ideolojisi doğrultusunda
politikalar uygulamadığı sürece varacağı son, Avrupa sosyalistlerinin ve
sosyal demokratlarının vardığı son olacaktır. Yani sağcı, tekelci sömürü politikalarından bunalmış kitleleri biraz
rahatlatarak, onların düzene tümden
karşı çıkmalarının, proleter devrimler
gerçekleştirmelerinin önüne geçmek.
Syriza’nın seçimlerden hemen 2
gün sonra sağcı Bağımsız Yunanlar
Partisi (ANEL) ile koalisyon kurması geleceğin habercisi gibidir. Belli ki
çok önceden bu koalisyon oluşturulmuş ve seçimlerden 2 gün sonra hemen
ilan edilebilmiştir. Sağcı ve milliyetçi
ANEL’in genel başkanı Panayiotis
Kammenos, Savunma Bakanlığı gibi
kritik bir göreve getirilmiştir. Bu kişinin ilk icraatı da şudur:
“Kardak olaylarının 19’uncu
yılı nedeniyle bugün Yunanistan’ın
1- Syriza nedir?
Syriza, 10’dan fazla “sol” örgütten
oluşan bir ittifak partisidir. Bu örgütlerin tamamının ortak özelliği “sol”
olmakla birlikte, Leninist olmamaktır.
Yani son tahlilde ideolojileri ve pratikleri anarşistliğe varacak; Troçkist,
Maoist, bizzat kendi adıyla Anarşist,
çevreci vb. eğilimlerdeki örgütlerin bir
alaşımıdır Syriza. Bu haliyle de Sosyal
Demokrasinin daha koyuca sosuna bulanmış bir sol partidir. Varacakları yer
de: Kendi deyimleriyle; “Zenginden
alıp yoksula vermek”, “Çok kazanandan çok vergi, az kazanandan az
vergi” diye özetledikleri İskandinav
tipi Sosyal Demokrasidir.
yeni Savunma Bakanı Panos Kamenos bölgeye gidiyor. Yunanistan
Savunma Bakanlığı’ndan yapılan
açıklamada, Kamenos’un önce Atina
yakınlarında Yunan Deniz Kuvvetleri’nin Helikopter Üssü’nü ziyaret
edeceği ardından ‘Kardak deniz bölgesine çelenk atacağı, sonra da Girit
adasına gideceği’ duyuruldu.
“TÜRK HAVA KUVVETLERİ
ALARMDA!
“Panos Kamenos’un içinde bulunduğu
helikopterin
Türk hava sahasını ihlal etmemesi durumunda, çelenk
atmasının hukuki bir sorun
yaratmadığı
ancak hava sahası ihlalinde
durumun değişebileceği bildirildi.”
“TÜRKİYE KARŞITI
SÖYLEMLERİYLE BİLİNİYOR
“Panos Kamenos, Türkiye’ye karşı sert
tavrı ile biliniyor.” (Sözcü, 30 Ocak
2015)
Yani Yunan cephesinde yeni bir şey
yoktur. Kitlelerin gözünü boyamak için
sihirli değnek; “Türk Düşmanlığı” yine
yürürlüktedir.
Syriza’nın bir diğer girişimi de
Kostas Karamanlis’i cumhurbaşkanlığı
için aday göstereceğini açıklamasıdır.
“Yeni meclisin ilk işi Papulyas’tan
sonraki cumhurbaşkanını seçmek
olacak. Sağ seçmenin de gönlünü
kazanmak isteyen Çipras, Cumhurbaşkanlığı için eski Başbakan Kostas
Karamanlis’e teklif götüreceği konuşuluyor. Erdoğan’ın kızına nikah
şahitliği de yapan Karamanlis’in döneminde Türkiye ile Yunanistan arasında sıcak ilişkiler yaşanmıştı. Ancak yakın çevresi, Karamanlis’in görevi kabul etmeyeceğini düşünüyor.”
(http://www.sendika.org/2015/01/syriza-iktidarinin-ilk-dort-gunu/)
Bu Karamanlis ki, Yeni Demokrasi
Partisi denen sağcı partinin lideri ve
eski başbakanıdır. Yunanistan’ın içine
düştüğü felaketin baş mimarlarındandır. Ve yine bu partiden başbakanlık
ve cumhurbaşkanlığı yapmış Konstantin Karamanlis’in yeğenidir. Yani aile
Devrimler Kartalı Lenin Usta Ölümsüzdür!
B
ugün, kendini ve hayatını İnsanlığın Kurtuluş Mücadelesine adamış ve bunu tarihte ilk kez Şanlı
Ekim Devrimi ile taçlandırmış olan Lenin Usta’nın
ölüm yıldönümü.
22 Nisan 1870’te doğan Lenin Usta, bundan 91 yıl önce,
21 Ocak 1924’te ömrünü adadığı İşçi Sınıfının kurtuluşu
mücadelesini kazandıktan 4 yıl sonra hayatını kaybetti.
Marks-Engels Ustaları en iyi şekilde anlamış olan Lenin Usta, onların öğretilerini pratiğe geçirerek, Rusya’daki
Kapitalist-Emperyalist düzeni alaşağı
ederek Sosyalizmi kurdu. Emperyalizmin en iğrenç taraflarını görmüş ve
göstermiş olan Lenin Usta ülkesine
Sosyalizmi getirerek, ezilen Dünya
Halklarına umut ışığı olmuştur.
Lenin Usta bizlere çok büyük bir
teorik ve pratik hazine bırakmıştır.
“Devrimci teori olmaksızın devrimci
pratik olamaz” diyen Lenin Usta, Kapitalizmin artık sonlarına gelindiğini ve
onun ileri aşaması olan Emperyalizmin
eşitsiz düzenini bizlere açıklamış ve insanlığın tek kurtuluşunun Sosyalizmde
olacağını göstermiştir.
Bizler Marks-Engels, Lenin Ustaların teorik ve pratik mücadelelerini
gösterdikleri yoldan devam ettiriyoruz.
Eninde sonunda dünyanın en haklı ve
meşru mücadelesi olan İşçi Sınıfı mücadelesini başarıya
ulaştıracağız!
İşçi Sınıfının Büyük Önderi Lenin Usta Ölümsüzdür!
Halk Kurtuluşçu Liseliler
boyu sağcı bir siyasetçidir. (CHP’nin
Ekmeleddin İslamoğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı göstermesini çağrıştırmıyor
mu?..)
2- Syriza’yı zafere ulaştıran
şartlar nedir?
Yunanistan, kendi yönetici sınıflarının yağmaları, daha çok da AB’nin büyük patronlarının, özellikle de Alman
Finans-Kapitalinin sömürüsü sonucu
ekonomik bir bunalıma girmiş, ülke iflasın eşiğine gelmiş, hatta iflas etmiştir.
Bunun üzerine AB daha rüştünü ispat
etmeden yıkılıp gitmesin diye, AB ülkeleri tarafından “Yunanistan’ı kurtarma kredileri” denilerek Yunanistan’a
yüz milyarlarca avro tutarında krediler
verildi. Tabiî bu kredilerin biz Türkiye
Halklarının da çok iyi bildiği gibi bir
“bedel”i vardı: Emekçi halk “kemerleri sıkacak”tı.
Ve hükümetler, kemerler sıkılıyor
diyerek emekçi halkın bütün kazanımlarına saldırdı. Emekli maaşlarının aşağıya çekilmesine kadar vardırıldı, bu
halk düşmanı uygulamalar.
Bir diğer şart da, yine halklarımızın da çok iyi bildiği gibi, tüm “kamu
mallarının özelleştirilmesi”ydi. Bu
konuda da hükümetler, her türlü halk
düşmanı politikayı hayata geçirmek
konusunda birbirleriyle yarıştılar.
Fakat Yunanistan’ın Türkiye’den
önemli bir farkı vardı. Yunan Halkı,
Türkiye Halklarına göre örgütlenme
bilinci ve örgütlenme düzeyi bakımından hayli ilerideydi. O yüzden bu politikalara karşı bitmez tükenmez sokak
eylemleri gerçekleştirdiler.
Bu eylemler karşısında hiçbir hükümet uzun ömürlü olamadı. Burjuva
partilerinin biri devrildi, diğeri iktidara
geldi. Hiçbiri halkın derdine deva olamadı.
Halk “istemezük”, Parababaları iktidarları da “yapamazuk” diyorlardı.
Yani Yunanistan’da devrim durumu
oluşmuştu.
İşte böylesine bütün burjuva partilerinin halkın sorunlarına çözüm bulamadığı derin ekonomik ve politik
krizde, halkın hızla bir sosyal devrimi,
yani sosyalist bir devrimi arzulayacak
konuma gelmesi kaçınılmazdı. Bu durumda Syriza, kitlelerin Sosyal Devrime akmasını önleyecek son bir bent
olarak kutsandı. İktidar olmasına göz
yumuldu.
Kitleler böylece düştükleri politik
ve ekonomik krizden çıkacakları umuduna kavuştu.
Gelinen noktada Syriza’nın yapacağı bazı palyatif, günü kurtaran politikaları, bu psikolojik duruma gelmiş
halkın tepkilerini yumuşatacaktır. Örneğin, borçların yeni bir takvime bağlanması (AB ile müzakere edilmeye
başlandı bile), bazı özelleştirmelerin
durdurulması (Pire Limanı özelleştirilmesinin durdurulması gibi), asgari
ücretin arttırılması, emekli maaşlarından yapılan kesintilerin kaldırılması,
bakanlıklarda işten atılan 595 kadın
temizlik işçisinin işe başlatılması vb.
uygulamalarla halkın gönlü alınacak ve
sonrasında istenecek bazı fedakârlıklara halkın tahammülü sağlanacaktır.
İşin özeti şudur ki: Yunanistan’da
sosyal devrim olmuş gibi yaygara koparmanın alemi yoktur.
Fakat halkın eşitlik, adalet, iş ve
ekmek isteği önünde durulamaz bir taleptir. Yunan Halkı bu taleplerini dile
getirmiş ve hem yerli, hem yabancı
Finans-Kapitalistlerden ödünler koparmıştır. Bunlar halkın kazanımlarıdır.
Bir dizi reform getirmesi kaçınılmazdır.
Bu reformların yaratacağı görece
iyi durum, halkın devrimci atılımını
amortize edebilir. Parababaları bunu
sağlayamazlarsa, kitleler reformları
yeterli bulmazsa sosyalizme yönelmesinin önünde durulamaz.
O zaman gerçek devrimci Marksist-Leninist örgütlerde bir araya gelerek İşçi Sınıfı önderliğinde; sömürünün
ve zulmün olmadığı sınıfsız toplumu,
Sosyalist Toplumu kurma savaşına girebilir.
O yüzden bu deneyimler, gelecekte sosyal devrim yani sosyalist devrim
mücadelesinde yolu aydınlatacak kazanılmış paha biçilmez deneyimlerdir. Bu
deneyim yalnızca Yunan Halkına ait de
değildir. Tüm dünya halkları örgütlü
mücadelenin neleri başardığını bir kez
daha görmüştür. Bu da olayın en olumlu yanıdır. (30 Ocak 2015)
Bir o kalmıştı!
T
ayyipgiller’in hayranı oldukları ve
ataları saydıkları Vahdettin’lerden
gelen bir nitelik olsa gerek, Batılı büyük emperyalist devletlere (AB-D
Emperyalistlerine) uşak oldular, işbirlikçi oldular, hain oldular. Ülkemizi yarısömürge haline düşürdüler. Kan ve gözyaşıyla kazandığımız bağımsızlığımızı
bir avuç dolara, makama, saltanata, üne,
poza satıp geçtiler. Yaptıkları bunca hainlikler, edindikleri onca sıfatlar yetmemiş ki, şimdi de ülkemizi, topraklarımızı
Katarlıların bostanına çevireceklermiş:
Yani CV’lerine yeni nitelikler(!) ekliyorlarmış.
“Katara Bostan Oluyoruz
“Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Katar’ın Türkiye’den tarım arazisi
kiralamak istediğini söyledi. Çavuşoğlu, “Katarlılar tahıl, sebze ve meyve
yetiştirmek istiyor. Hayvancılık alanında yatırım düşünüyorlar” dedi.”
(Kadife Şahin, Milliyet, 22 Ocak 2015)
Olmadığımız-oldurmadığınız bir o
kalmıştı, onu da oluyormuşuz!
Olsun bakalım.
Onlarda bu uşaklık, işbirlikçilik, vatan düşmanlığı,
Bizde bu vatanseverlik, yurtseverlik
olduğu müddetçe bir İkinci Kurtuluş Savaşı daha yaşarız ve aynen Birincisinde
olduğu gibi onları takım taklavatlarıyla
birlikte süpürürüz atarız bu topraklardan.
Kurarız Demokratik Halk Cumhuriyetini, kardeşçe yaşarız bu cennet vatanda.
Onlar ve onlar gibiler gidecek bir
zırhlı, yaşayacakları bir Avrupa ülkesi ya
da Ortadoğu ülkesi bulurlar mı bilmeyiz.
Ama onlardan bu vatana, bu halka, bu
memlekete yaptıkları hainliklerin hesabını sorarız. Biz onlar gibi de yapmayız,
soğukkanlılıkla canlarını almayız, düşüncedaşları IŞİD’ciler gibi kafa kesmeyiz.
Mahkûm ederiz onları Tarih önünde,
Halk önünde ve onların Tarihe hain, işbirlikçi, vatan satıcı olarak geçmelerini
sağlarız...
Bu yeter bize, başka bir şey istemeyiz. Ama bundan da asla vazgeçmeyiz.
Savaşırız bunun için ama mutlaka başarırız.
Bilsinler bunu, unutmasınlar bunu.
Kimler mi?
Tayyipgiller ve onların sahibi AB-D
Emperyalistleri!
10
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Şu Gökçek çok komik bir âdem yahu...
Gökçek kafaya koymuş bir kere. Tapunun,
hukukun, adaletin, odaların, yığın örgütlerinin
vb.lerinin
söyledikleri
bilimsel kanıtların hiçbir
önemi yok. Çünkü karşımızda: “(...) bitti o iş, kesinlikle halka açılacak.
Biz ODTÜ’yü her şartlarda halka açmaya kararlıyız.” diyen bir Gökçek
var.
Bildiğimiz Gökçek, bizi
yanıltmayan bir Gökçek:
Yalancı, talancı, kamu
malı aşırıcı, insan, doğa
ve hayvan düşmanı bir
Gökçek!
“G
öller kamu malıdır.”,
diyor Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı İ.
Melih Gökçek 8 Ocak’ta katıldığı 17
radyonun ortak yayınında, Eymir Gölü’nün ODTÜ’den alınarak belediyeye
verilmesiyle ilgili olarak açıklamalarda
bulunurken.
Breh breh breh...
Gökçek ve: “Göller kamu malıdır”...
Bu sözleri duyan da devrimci, yurtsever, demokrat birisi konuşuyor sanacak. Oysa konuşan bildiğimiz, Tayyipgiller’den, insanlık düşmanı, küstah,
terbiyesiz M. Gökçek.
Ve devam ediyor Gökçek insanı şaşırtan konuşmasına:
“(...) Eymir Gölü’nde arabanızı
kapıda durduruyorlar ve ‘Yürüyerek gidin’ diyorlar. ODTÜ’lüler
burayı kendi mülkleri gibi görüyorlar. Göller kamu malıdır. Dolayısıyla buranın da halka açılması lazım.
Yeni ODTÜ planında DOP payı kamuya kalacağı için Konya Yolu’na
inerken sol taraf yani Eymir tarafı Çevre Koruma Kurulu’na kaldı.
ODTÜ’nün mülkü
değil, bitti o iş, kesinlikle halka açılacak.
Biz ODTÜ’yü her
şartlarda halka açmaya kararlıyız. Ankara halkının ortak
malı olacak.” (http://
www.ankara.bel.tr/haberler/baskan-gokcekten-onemli-aciklamalar/#.VMJCptKsVgg)
Kamu malı düşmanı Gökçek, kamu
malcı kesiliyorsa bu
işte bir iş, bir bit yeniği var demektir diye düşünüyor insan. Gerçekten de konuyu araştırmaya
başlayınca “Vehbi’nin kerrakesi” yani
Gökçek’in içyüzü, kamu malı düşmanı,
doğa düşmanı yüzü tüm kirliliği, yalancılığıyla ortaya çıkıveriyor.
Olay şu:
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
(ODTÜ), 1956 yılında özel kanunla
kurulmuştur. Ve ODTÜ’ye tahsis edilen (ayrılan, verilen) 45 kilometrekare
büyüklüğündeki arazi, Eymir Gölü’nü
de kapsamaktadır.
“Eymir gölünün yüzey alanı 108.8
Hektar (1.09 km²), ortalama derinliği 3.80 m., su yüzey kotu 969 m, göl
çevresi uzunluğu 9 km, uzunluğu 4.2
km, genişliği ortalama 0.25 km’dir.
“(...)
“Göl tepelerle çevrili olduğundan,
şehir gürültüsünden ve kirliliğinden
uzaktır. Yürüyüş ve bisikletle dolaşmak için ideal bir mekândır. (...)
“Göl herkese açıktır. Ancak, OD-
TÜ’den belirli kurallar çerçevesinde
temin edilebilen Göl Giriş Kartı olmayanlar araçları ile giriş yapamazlar; araçlarını dışarıda bırakmak
kaydıyla bu kişiler de göl bölgesine
herhangi bir kısıtlama olmaksızın
girebilirler. Göle bisikletle girişler
Ne bitmez reformmuş bu...
Uygulanan, gerçekleştirilen reformların sonucu ortada. Daha dün (22 Ocak günü)
Türkiye Finans-Kapitalinin Kâbesi TÜSİAD’ın Genel Kurulu’nda konuşan eski Başkan Haluk Dinçer, hayata geçirilen-geçirttirilen onca reforma, uygulanan-uygulattırılan onca “dönüşüm programına” rağmen Türkiye ekonomisinin “Orta Gelir” düzeyine sahip bir ülke olduğunu söylüyor ve sahibinin sesi olduğunu kanıtlarcasına
“Kapsamlı bir Reform”un gerektiğinin altını çiziyordu...
2
2 Ocak tarihli Yurt Gazetesi’nde bir
haber var. Başlığı şöyle:
“Türkiye’nin yeni nesil reforma ihtiyacı var”
Kim söylemiş bunları?
Dünya Bankası (DB) Türkiye Direktörü Martin Raiser.
Raiser bu açıklamasını “Bölgesel Rekabet Edilebilirliğin Geliştirilmesi” ve
“Bölgesel Yatırım Ortamı Değerlendirmesi” projelerinin açılış toplantısında yapmış.
Raiser, toplantıya katılanların ağzına
acı biberi sürmeden önce bir parmak bal
çalmış:
“Türkiye’ye gelen bir kişi, ilk izlenim
olarak Ankara ve İstanbul gibi şehirlerin ne kadar gelişmiş olduğu konusun-
Yoksa?
“Bugün Türkiye, artık kritik bir
kavşakta bulunuyor”muş ve “son 10 yılda” elde ettiği “çok büyük başarılar”,
eğer “yeni reformlarla desteklenme”zse
bu başarılar “sürdürülebilir” olmaktan
çıkarmış...
Bu yarimin eski huyu!
Uluslararası Parababalarının finans örgütleri olan Dünya Bankası (DB), Uluslararası Para Fonu (IMF) vb. kurumlar, bir
ülke için ne zaman acı reçete sunacaklarsa önce ağızlarına bir parmak bal sürerler
sonra da onları korkuturlar. Şunları şunları
yapmazsanız şöyle olumsuz olur, yabancı
sermaye gelmez, ülkenizdeki sıcak para
şöyle kaçar, aman onları korkutmayın,
onların isteklerini yerine getirin ki kaçma-
da şaşırabilir. Bana, bu şehirlerin dışına çıkıldığında durumun farklı olduğu
söylenmişti. Erzurum, Kayseri, Mardin
ve Gaziantep’e gittim. Doğrusu oralarda bile çok önemli altyapı yatırımları ve
gelişmiş yapılar gördüm. Yani atıl bırakılmış bölgeler doğrultusunda bana anlatılanlar doğru değil”, diyerek.
Ancak ardından taleplerini sıralamış:
“İş dünyasının güvenini, özel sektörün yatırımlarını artırmak ve rekabet
edilebilirliği geliştirmek için” ne yapmak
gerekirmiş?
“Yeni nesil reformlar”!
“Yeni TC” gibi, “Yeni CHP” gibi her
şeyimiz “yeni” ya, reformlarımız da “yeni
nesil” olmalıymış...
sınlar, sizin de büyümeniz sürdürülebilir
olsun…
Ayrıca da uygulayacakları sömürü,
zulme de “Reform”, “Dönüşüm Programı” gibi adlar vererek süslerler, cilalarlar
o zalim uygulamaları. Yani bir Parababasından, onun CEO’sundan, direktöründen
vb.sinden ne zaman “Reform”, “Dönüşüm
Programı” sözlerini duyarsanız korkun. Ve
zalimlik olduğunu anlayın istenenin.
Hani hatırlayacaksınız, 1999 yılında
B. Ecevit-D. Bahçeli-M. Yılmaz’ın başında bulunduğu 57’nci Hükümet döneminde
de aynı zalim örgütler, kurucuları AB-D
Emperyalistlerinin emirleri üzerine, Türkiye’ye “15 günde 15 yasa” dayatmışlardı.
Eğer bu yasalar (reformlar) 15 günde çık-
mazsa ekonomi batar demişlerdi de aynen
emrettikleri gibi “15 günde 15 yasa” çıkmıştı.
İşçi Sınıfımızın ve halkımızın “Mezarda Emeklilik” yasası diye adlandırdığı yasa
da bunlardan biriydi hatırlayacaksınız.
Sadece 1999’dan bu yana mı?
Cumhuriyet öncesinden, Osmanlı’nın,
Batılı büyük devletlerin isteğiyle-emriyle
1839 yılında uygulamaya başladığı “Tanzimat Fermanı”yla başlayan süreç, o
zamandan bu yana sürüp gidiyor Türkiye
üzerinde.
Ve 1950’den bu yana da aynı oyun oynanıyor. Demokrat Parti iktidarından başlayarak, 1960 sonrası S. Demirel’li AP hükümetlerine, 1970’ten sonra Milliyetçi Cephe
hükümetlerine, T. Özal’ın hazırladığı ve 12
Eylül Faşizmince uygulanması sağlanan 24
Ocak Kararlarına, 2001 Krizi’nden sonra
emredilen programlara, 2002 yılında iktidara getirilen Tayyipgiller hükümetlerinin
hepsine emredilen şey aynıydı: reformları
yapmazsanız batarsınız. AB’ye alınmazsınız. Vb. vb...
Uygulanan, gerçekleştirilen reformların
sonucu ortada. Daha dün (22 Ocak günü)
Türkiye Finans-Kapitalinin Kâbesi TÜSİAD’ın Genel Kurulu’nda konuşan eski
Başkan Haluk Dinçer, hayata geçirilen-geçirttirilen onca reforma, uygulanan-uygulattırılan onca “dönüşüm programına”
rağmen Türkiye ekonomisinin “Orta Gelir”
düzeyine sahip bir ülke olduğunu söylüyor
ve sahibinin sesi olduğunu kanıtlarcasına
“Kapsamlı bir Reform”un gerektiğinin altını çiziyordu...
Yani halkımız bir kez daha yokluğun,
yoksulluğun ve kaçınılmazca zulmün artırılacağı bir reform programına itiliyor
yerli-yabancı Parababalarınca. Bitmiyor,
bu zalim Parababaları düzeni devam ettiği
sürece de bitmez, istenen-emredilen reformlar.
Reformları da, programları da çöpe atacak olan ve ihtiyacımız olan her şeyi gerçekleştirecek biricik güç başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere halkımızdır, emekçilerimizdir. Gençlerimizdir. Onların elbirliğiyle
kuracağı Demokratik Halk iktidarıdır.
Kuracağız o iktidarı, başaracağız o zor
görevi!❑
ise serbesttir. Özellikle hafta sonları, Doğu Kapısı’nda özel şahıslardan
bisiklet kiralamak mümkündür.”
(http://tr.wikipedia.org/wiki/Eymir_
G%C3%B6l%C3%BC)
Gördünüz mü Gökçek’in yalancılığını?
Bir; Eymir Gölü, yasal olarak ODTÜ’nünmüş!
İki; Eymir Gölü’ne giriş yasak değilmiş!
Yasak olan neymiş?
Arabayla giriş!
Nesi kötü bunun? Neresi yanlış?..
Gökçek insanları nasıl aldatmaya
kalkıyor?
“ODTÜ’lüler burayı kendi mülkleri
gibi görüyorlar. Göller kamu malıdır.
Dolayısıyla buranın da halka açılması
lazım.”
Oysa Gökçek’in asıl derdi ne? Gökçek asıl neyi hedefliyor?
Kamu malını aşırmak, Eymir Gölü
ve çevresini (Mühye Köyü dahil) yapılaşmaya yani vurguna, talana açmak!
Ki, 13 Ocak tarihli Yurt Gazetesi’ndeki haber de bunu anlatıyor.
Eymir Gölü ve çevresine 150 metre
uzaklıkta “Diplomatik Otel” adı altın-
da otel yapılması planlanıyormuş. Yani
bölge yapılaşmaya açılıyormuş...
Ancak Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Çevre Mühendisleri Odası, Peyzaj Mimarları Odası, Şehir Plancıları
Odası, ODTÜ Mezunları Derneği ve
Başkent Dayanışması açıklıyor ki, bunun hiçbir hukuki zemini yokmuş.
Bildiğimiz gibi bir yer yapılaşmaya
açıldı mı arkası gelir. Bir, iki derken
oradaki doğal ortam yok olur. Doğal
ortamla birlikte orada yaşayan canlılar
da birer ikişer terk eder orayı. Ve sonra
binalardan ibaret bir alan kalır ortada.
Başka bir şey kalmaz...
Ama Gökçek kafaya koymuş bir
kere. Tapunun, hukukun, adaletin,
odaların, yığın örgütlerinin vb.lerinin
söyledikleri bilimsel kanıtların hiçbir
önemi yok. Çünkü karşımızda: “(...)
bitti o iş, kesinlikle halka açılacak. Biz
ODTÜ’yü her şartlarda halka açmaya
kararlıyız.” diyen bir Gökçek var.
Bildiğimiz Gökçek, bizi yanıltmayan bir Gökçek:
Yalancı, talancı, kamu malı aşırıcı, insan, doğa ve hayvan düşmanı bir
Gökçek!❑
Mızrak çuvala sığmamış...
1
1 Ocak tarihli Milliyet Gazetesi’nde
“Reçete yazdıran ilaç devine 39
milyon $ ceza” başlıklı bir haber var.
Habere göre Japonya’nın en büyük ilaç şirketlerinden Daiichi Sankyo,
ABD’deki doktorlara kendi ürettiği ilaçları yazmaları için para ödemiş. Şirket
ilaç yazılmasını sağlamak amacıyla doktorlara paralı konuşmalar ayarlamış, eğlenceler düzenlemiş. (Haberde yazmıyor
ama doktorlara yurtiçi ve yurtdışı geziler
de düzenlemişlerdir. Çünkü Türkiye’de
böyle yapıyorlar. Yine promosyon adı altında çeşitli ürünler veriyorlar doktorlara
vb.)
Olayın açığa çıkması üzerine ABD
Adalet Bakanlığı Japon şirketine 39 milyon dolar ceza yazmış.
Sadece haberde adı geçen Japon ilaç
şirketi değil, ilaç şirketlerinin hepsi, dünyanın her yerinde bu yasadışı, ahlâksız,
vicdansız işi yapıyorlar. Ve bunu da doğal
buluyorlar. Bundan hiç rahatsızlık duymuyorlar. Yaptıkları ahlâksız işi, allıyor
pulluyor ve herkesin gözü önünde yapıyorlar üstelik. Bu işin en masum biçimi
“Bilimsel Toplantılar” düzenlemek şeklinde yapılıyor. Düzenlenen “Bilimsel”
toplantıların büyük çoğunluğunun masraflarını ilaç şirketleri karşılıyor. Ya da
başka kuruluşlarla birlikte “Sponsorluk”
adı altında yine şirketler karşılıyor.
Tabiî şirketler karşılıyor derken kastımız aslında kendimiz, halkımız, halklardır. Çünkü bu ilaçların alıcısı bizleriz.
Çokuluslu ilaç şirketleri ürettikleri ilaçları çok yüksek kârlarla pazarlıyorlar ve
bizlerin, halkların sırtından milyar dolarlar vuruyorlar. Yani, tam anlatımıyla doktorlara verilen rüşvetlerin karşılığı bizim
cebimizden çıkan paralar oluyor.
Yani bu haber, daha doğrusu bu habere konu olan olay, gelinin baltayı kapı arkasında bulması gibi bir şey. Ya da Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi bir şey...
Emperyalist sistemde amaç kâr, daha
çok kâr ve daha çok kâr olduğuna göre,
bunu sağlamak için yapılan her şey de
mubah görülüyor. Şirketlerce normal karşılanıyor, doktorlara ve topluma da normal gibi karşılatılıyor.
Bu olayda ABD Hükümeti kendi pazarını ve kendi çokuluslu şirketlerini korumak istiyor bir de.
Haa, bu ahlâksızlığı sadece ilaç şirketleri mi yapıyor?
Hayır. Bütün sanayi kollarındaki şirketler yapıyor. Tabiî en çok ve en büyük
oranda yapanlar da çokuluslu şirketler
oluyor.
En fazla çokuluslu şirkete sahip ülke
hangisidir?
ABD’dir. Sonra habere konu olan
Japonya’dır. İngiltere’dir, Almanya’dır,
Fransa’dır, Hollanda’dır, Kanada’dır vb.
dir.
Yani Garp Cephesi’nde yeni bir şey
yok aslında. Sadece bu olayda anlaşılan
mızrak çuvala sığmamış. Olay bundan
ibaret.❑
11
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
İşverenlerde hiç insaf yok mudur?
Ülkemizdeki işsizliğin nedeni kapitalizmdir. İşsizliğin bir nedeni çalışılacak iş bulamamaksa diğer bir nedeni
de kapitalizmin “Yedek İşsizler Ordusu” yaratarak, ücretleri asgari düzeyde tutma, sosyal hakları ya hiç vermeme ya da en azını verme politikasının sonucudur. Böylece, düşük ücrete çalışmak istemeyenlerin yerine
binlerce, on binlerce o ücrete çalışacak insanı yedekte tutma politikasıdır.
Y
oktur!
Soruyu kendimiz sorduk kendimiz yanıtladık ama gerçek bu.
Kanıtımız mı?
Bildiğimiz gibi 1 Ocak itibarıyla Asgari Ücrete zam yapıldı. Hem de ne zam:
Birinci 6 ay için yüzde 6, ikinci 6 ay için
yüzde 6.
Yapılan bu zamlarla, Bekâr bir işçinin
aylık net Asgari Ücreti (Asgari Geçim İndirimi de dahil) Ocak-Haziran 2015 ayları
arasında 949; Temmuz-Aralık 2015 ayları
arasında ise 1000 TL oldu.
2014 yılı Temmuz-Aralık döneminde
891 TL olan Asgari Ücret, 949 TL olan
yeni asgari ücretle birlikte aylık 58, günlük
1,93 TL artmış oluyor.
Ne denir?
Bozdur bozdur harca!
Bu günlük artışla her gün (üstüne 7
kuruş daha ekleyerek) iki simit alabilirsin örneğin ya da kilosu 10 TL’den 193 gr
peynir de alabilirsin. Bir bardak çayı kahvelerde içebilirsin ama pastanelerde, simit
saraylarında çay-simit keyfi yapamazsın.
Hele çay-simit-peynir zinhar yiyemezsin...
Kilosu 32 TL olan kuşbaşı etten 60 gr alabilirsin ama onunla yemek yapamazsın...
Uzatmayalım. Gerçek bu. Matematiksel
rakam bu.
Aylık 949 TL’yi 30 güne bölersek ele
geçen günlük ücret: 31,63 TL oluyor.
İkinci 6 aydaki ele geçecek olan 1000
TL’yi aya bölersek ele geçen günlük ücret:
33,33 TL oluyor.
Üstelik de Asgari Ücret Tespit Komisyonunda yer alan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) temsilcisi bile bir işçinin geçimi için gereken tutarı net 1424 lira 70
kuruş olarak bildirmişken yapılan zam bu
kadar.
TÜİK rakamları da elbette bir işçinin
geçimine yetecek ücret değildir. Asla değildir. Ama devletin kendi kurumu bile bu
rakamı vermişken, yapılan zam günlük 1
lira 93 kuruşla, aylık ortalama 58 lirayla
sınırlı kalmıştır.
İşçisine bu rakamları reva gören Tayyipgiller hükümeti, emeklilere de farklı
davranmadı. Onlara da acınası bir ücret
zammını reva gördü: % 2.32. Bu zam oranıyla en düşük emekli maaşına 24 TL zam
yapılmış oldu. Bu rakam içinse konuşmaya
bile değmez demekten başka bir şey yok
doğrusu.
İşçi Sınıfımıza ve emeklilerimize bu
artışları, ücretleri reva gören işverenlerin
kendileri ise ürettikleri ürünlere zam üstüne zam yapıyorlar, kârlarına kâr katıyorlar
sürekli olarak. 2014 yılı sonunda elde ettikleri kâr oranları yüzde 25-30’dan aşağı
düşmüyor istatistiklere göre...
Kim belirliyor Asgari Ücreti?
Bu komisyonda, Asgari Ücret Tespit
Komisyonunda kimler, hangi kurumların
temsilcileri var?
Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 1
Ağustos 2004 tarihli Asgari Ücret Yönetmeliğine göre; 5’i işçi, 5’i işveren, 5’i de
hükümet temsilcisi olmak üzere, toplam
15 kişiden oluşuyor. Bunların bileşimi de
şöyle:
Hükümeti temsilen: Bakanlık Çalışma Genel Müdürü veya Yardımcısı,
Bakanlık İş Sağlığı ve Güvenliği Genel
Müdürü veya Yardımcısı, Devlet İstatistik
Enstitüsü Ekonomik İstatistikler Dairesi
Başkanı veya Yardımcısı, (İşgücü, Hizmetler, Fiyat İstatistikleri ve İndeksler Dairesi
Başkanlığı), Hazine Müsteşarlığı Temsilcisi, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığından konu ile ilgili dairenin başkanı veya
yetki vereceği bir görevli;
İşçi tarafını: Bünyesinde en çok işçiyi bulunduran en üst işçi kuruluşunun
(TÜRK-İŞ) değişik işkolları için seçeceği
beş temsilci,
İşveren tarafını: Bünyesinde en çok
işvereni bulunduran işveren kuruluşunun
(TİSK) değişik işkolları için seçeceği beş
temsilci oluşturuyor.
Komisyon, Bakanlığın çağrısı üzerine
toplanıyor ve Bakanlıkça hazırlanan gündeme göre çalışıyor.
Komisyon,
en az on üyenin
katılımı ile toplanıyor ve oylarının çoğunluğu ile karar
veriyor. Karara
katılmayan üye,
isterse katılmama gerekçesini
belirtiyor. Oyların eşitliği halinde, Başkanın
bulunduğu taraf
çoğunluğu sağlamış sayılıyor.
Komisyonun
her toplantıda
aldığı kararlar
karar defterine yazılıyor ve
başkan ve üyelerce imzalanıyor.
İşte bizim bu yazımızda konu edeceğimiz işveren tarafının (TİSK) temsilcilerinden Metin Demir.
Metin Demir kimdir?
Asgari Ücret Tespit Komisyonundaki
TİSK temsilcilerinden biridir.
Ayrıca TİSK Yönetim Kurulu Üyesidir. Türk Sanayici ve İşadamları Vakfı
Mütevelli Heyeti üyesidir. Ankara Ticaret
Odası Meslek Komitesinde Başkanlık yapmaktadır. TOBB medikal sektör meclisinin
kurulduğundan bu yana üyesidir ve son
dönem Başkan Yardımcılığını yürütmektedir. Türkiye Sağlık Endüstrisi İşverenleri
Sendikası kurucuları arasında bulunmakta
olup, Sendikanın Birinci ve İkinci dönem
Yönetim Kurulu Başkanlığını yapmıştır.
Halen üçüncü dönem Yönetim Kurulu
Başkanlığını ve TİSK Yönetim Kurulu
Üyeliğini yürütmektedir. (http://tisk.org.tr/
tr/Tisk-Yonetim-Kurulu)
İşte bu M. Demir, asgari ücretin açıklandığı toplantıda aynen şunları söyledi-söyleyebildi:
“İşçi işveren iki taraf da memnun
değil bu belirlenen ücretten. Ancak ülkemizin içinde bulunduğu pozisyon
özellikle kuzeyimizde ekonomik kriz,
Ortadoğu’da siyasi kriz, Amerika’dan
Japonya’ya kadar krizin olduğu bir
2015 yılında Türkiye’nin özellikle ihraç
pazarı çok ciddi anlamda sıkıntıda. Biz
asgari ücret tespiti ile hükümetimizin
Orta Vadeli Programındaki 3 + 3, özellikle bu noktada biz ısrarlıydık. Ancak
enflasyondaki artış oranları, yeniden
belirleme oranları, birçok parametreyi komisyonumuzun yapmış olduğu üç
toplantı içerisinde aldığımız veriler doğrultusunda bu teklifimizi % 50 artırarak
4,5 + 4,5’a çekmiştik. Ancak tekrar görüşmeler neticesinde, çünkü bir tarafın
anlaşması gerekiyor, işçi tarafının anlaşmaya hiçbir şekilde yanaşamaması bizi
anlaşmaya zorladı ve bizim hiç hayal
bile etmediğimiz % 6 artı oranlarına
geldi komisyon kararı. Gerçekten bizim
hiç düşünmediğimiz, aklımızdan ucundan bile olmayan oranlar. Bundan dolayı iş dünyasında inşallah 2015 yılında
başarılar, ihracatında, işinde artış olur
da istihdamımız etkilenmez diye düşünüyoruz.
“Asgari ücreti artırmak önemli değil.
Arttırabiliriz ancak özellikle işsizlerin
bu oranda, çift haneli rakamla artmış
olduğu bir ortamda, genç işsizlerin %
20’lere yaklaştığı bir ortamda, gerçekten asgari ücreti arttırarak işe ulaşmayı
zorlaştırabiliriz endişesini taşıyoruz. Ve
var olan istihdamda çalışanların da işini
kaybetme tehlikesini de düşünmek gerekiyor. Birçok parametreyi düşünerek
hareket edersek daha sağlıklı olur. Halen arz talebe baktığımız zaman, halen
işe talebin bu kadar yüksek olduğu bir
ortamda, asgari ücreti fazla arttırarak
işsizliği daha da tırmandırmanın doğru
olmayacağını düşünüyoruz. Özellikle de
işverenin işyerinin de sürekliliğini sürdürebilmesinin sağlaması açısından da
bu son derece önemli.
“Hayırlı uğurlu olsun 2015 yılı inşallah ülkemize. Asgari ücret tespit komisyonu olarak da bizler pozitif anlamda
bir katkı yapmışızdır diye düşünüyorum. İstikrar açısından belki böyle bi
r şeye ihtiyacımız var 2015 yılı zor bir
yıl olacak hem ülkemiz açısından, hem
dünya açısından.
“Biz üçlü, madem bu kadar yükselmişken üçlü anlaşmanın olmasını
gerçekten çok arzuluyorduk. Ama maalesef gene işveren heyeti olarak biz
kabul etmek durumunda kaldık. Keşke
üçlü olsaydı hep beraber elimizi taşın
altına koysaydık. Teşekkür ediyorum.”
(https://www.facebook.com/permalink.
php?id=123939274423149&story_
fbid=401012783382462)
Yalana bak! Tehdide bak!
Neler söylüyor, nasıl yalanlar atıyor görüyor musunuz?
İşçi tarafı fedakârlık yapmayınca, ülkenin âli (yüksek) menfaatlerini düşünerek
kendileri işveren tarafı olarak fedakârlık
yapmışlar ve hiç hayal etmedikleri, akıllarının ucundan bile geçmeyen bir rakama
imza atmak zorunda kalmışlar...
Ancak işsizliğin çift rakamlara çıktığı,
genç işsizlerin oranının yüzde 20’lere yaklaştığı bir ortamda, işverenlerin hayal bile
etmedikleri bu yüksek rakam karşısında,
çalışanlar var olan işlerini kaybedebilirlermiş. “işe talebin bu kadar yüksek olduğu
bir ortamda, asgari ücreti fazla arttırarak
işsizliği daha da tırmandır”mamak gerekiyormuş... İşçilerin ve sendikacıların bunu
da düşünmeleri gerekiyormuş...
Ya düşünmezlerse?..
Kendileri bilirmiş...
Bir cümlede kaç yalan, kaç tehdit:
Bir; ülkemizdeki işsizliğin nedeni asgari ücretin yüksekliğiymiş.
Yalan! Hem de külliyen yalan! Allahtan
kork, kuldan utan be insafsız, be vicdansız.
Ülkemizdeki işsizliğin nedeni kapitalizmdir. İşsizliğin bir nedeni çalışılacak iş
bulamamaksa diğer bir nedeni de kapitalizmin “Yedek İşsizler Ordusu” yaratarak,
ücretleri asgari düzeyde tutma, sosyal hakları ya hiç vermeme ya da en azını verme
politikasının sonucudur. Böylece, düşük
ücrete çalışmak istemeyenlerin yerine binlerce, on binlerce o ücrete çalışacak insanı
yedekte tutma politikasıdır.
Kapitalizmin bir üst aşaması olan Emperyalizmin metropoller dışındaki tüm
dünya ülkelerini kapitalizmce geri düzeyde
tutarak, tüm yeraltı ve yerüstü servetlerini
sömürme, yağmalama, talan etme ve o ülkeleri gerilik batağında, üretimsizlik kıskacında tutma politikalarının bir sonucudur
işsizlik.
İki; İşsizlik rakamları çift haneli rakamlardayken, genç işsizliği % 20’lerdeyken
çok daha düşük ücretle işçi çalıştırmaları
mümkünmüş.
Elbette mümkün. Türk olmadı, Kürt,
olmadı eski Sovyet ülkelerinin, Sosyalist
kamp ülkelerinin insanları, olmadı savaşlar, işgaller sonucu mülteci durumuna düşürdükleri halkların (Irak, Suriye, Libya)
insanları ne güne duruyor çok daha düşük
ücretle, boğaz tokluğuna çalışmaya razı
olan...
Siz işverenlerin ülkede yatırım yapmayarak, var olan fabrikaları kapatarak,
ya yabancı ülkelere yatırım yaparak ya da
paranızı inşaatlara, AVM’lere, sıcak para
getiren alanlara yatırarak işsizliği çoğaltmanızın sonucudur bütün bunlar.
Ha bir de bakanları, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı Faruk Çelik asgari ücret
için “İyi artış” diyerek yalan söylüyor. Ve
ülkemizdeki asgari ücretin, birçok Batı ülkesinden fazla olduğunu söylüyor F. Çelik.
Yani yalanının üstüne yalan katıyor.
Yalan. Külliyen yalan!
Bizden daha düşük asgari ücret veren
ülkeler yok mu?
Var elbette. Ama bunlar çok az. Ve yanlış örnek, örnek değildir. Bakalım rakamlara hangi Batı ülkesinden söz ediyorsunuz:
Almanya’dan mı? Fransa’dan mı? İngiltere’den mi? Norveç’ten mi? Danimarka’dan
mı? Hangisinden?..
Letonya, Litvanya, Estonya, Romanya,
Arnavutluk, Bulgaristan gibi yıkılmış, çökertilmiş, acze düşürülmüş eski Sosyalist
Kamp ülkeleri mi? Hangisinden?
Üstelik de rakamlar görecelidir. Aynı
rakam değişik sonuçlar verebilir.
Nasıl mı?
Örneğin yukarıda adlarını saydığımız
Doğu Avrupa ülkelerinde rakam olarak asgari ücret bizden düşük görünebilir. Ama o
ülkelerde; elektrik, su, doğalgaz gibi hizmetler bedava. Dolayısıyla o rakamları da
eklediğimizde o ülkelerdeki asgari ücretler
de bizden fazla oluyor. Yani nereden baksan yalan... (Cem Kılıç, Milliyet, 31 Aralık
2014)
Üstelik de rakamın şu ya da bu olması önemli değildir. Önemli olan o rakamın
karşılık geldiği alım gücüdür. Eğer o parayla daha yüksek bir hayat standardı sağlanabiliyorsa mesele yoktur.
O yüzden de hangi araştırmayı, hangi
istatistiği ele alırsanız alın sonuç değişmiyor: çalışanlar, geçinemiyorlar ve hayatlarından memnun değiller. Örneğin, “Türkiye’nin mavi yaka ve ara kademede insan
kaynakları sitesi eleman.net”in gerçekleştirdiği “2015 Maaş zammı Memnuniyet Araştırması” verilerine göre çalışanların yüzde 62’si zam almazken, yüzde
88’i ise aldığı zamdan memnun değil.”
(Yurt Gazetesi, 10 Ocak 2015)
Yine WIN/Gallup International Association’ın “2014 Yıl Sonu Raporu”na
göre Türkiye mutluluk derecesinde en mutsuz ülkeler kategorisinde. 65 ülke içinde
56’ncı sırada. (Milliyet, 6 Ocak 2015)
Ama bunlar böyle. Bunların işleri güçleri yalan dolan, aldatma, hile hurda. Dara,
zora düştüklerinde de Allah’la aldatma.
Başka bir şey değil...
Ama bu böyle gitmez. Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm emekçilerimiz,
halkımız bu zulüm düzenine mutlaka son
verecektir. Bu böyle biline!❑
Bir IBM bile etmeyen Türkiye...
1
6 Ocak tarihli Yurt Gazetesi’nde bir
haber var. Çokuluslu IBM şirketi
günde 20’den fazla başvuru yaparak
son bir yılda (2014) 7.534 patent almış.
Tayyipgiller ’in
ifadesiyle
“Dünyanın 17’nci büyük ekonomisi”(!)
olan
Türkiye’nin
2014’teki yerli patent başvuru sayısı
ise sadece 4.665.
Yanlış anlaşılma
olmasın, Türkiye’deki tüm yerli şirketlerin toplam patent
sayısı
yukarıdaki
rakam.
Bir tek şirket
(IBM): 7.534
Tüm
Türkiye’deki yerli şirketler; 4.665.
Bir iki rakam daha verelim bu konuyla ilgili olarak:
Samsung; 4.952
Canon; 4.055...
İşte “dünyanın 17’nci büyük ekonomisi”nin içler acısı gerçek durumu...
Rakamlar, eğer yanlış kullanılmazlarsa, üstlerinde oynanılmazlarsa, gerçeği, hem de tüm gerçeği, böyle çırılçıplak
bir şekilde gözler önüne seriverirler. Siz
istediğiniz kadar gerçeği gizlemeye çalışın, laf kalabalığı yapın, allayıp pullayın,
süsleyin ne yaparsanız yapın onlar soyut
birer rakam olmaktan çıkıp gerçeği gösterirler.
Kime?
Görmek isteyenlere!
Ya görmek istemeyenlere?
Orada ünlü Rus atasözü geçerlidir:
Hiç kimse görmek istemeyen bir
göz kadar kör olamaz!
12
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar
Elbette, idareyi, yargıyı ve devlet aygıtının diğer uzamlarını bir başka derin
örgütlenmenin yönetmesi “hu-kuk devleti” varsayımı içinde kabul edilemez.
Ancak mevcut egemen devlet yapılanmalarının tümünün, zaten bir sınıf ya da
zümrenin “paralel”i olduğu gerçeğini yok sayamayız. Sınıflardan bağımsız ne bir
devlet, ne bir hukuk, ne de devlet örgütlenmesi mevcut değildir.
Baştarafı sayfa 1’de
dışında tutulmalıdır. Dolayısıyla soruşturma rejimi, Yürütmenin siyasal gündemlerine göre, Yürütmenin değişen güvenlik
algısına göre değişememeli, Yürütmenin
güdümünde ve hiyerarşisinde düzenlenememelidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni üst hukuk normu olarak kabul
etmiş bir “hukuk düzeni”nde, Ceza Yargısının başlangıç momenti olan Soruşturma
Rejiminin belirleyici usul kurallarının tek
ölçütü, ancak Uluslararası İnsan Hakları
Sözleşmeleri olabilmeli, bilcümle İnsan
Hakları metinleri olmalıdır. Dolayısıyla
Ceza Muhakemesi Kanununun ve soruşturma hukukuna dönük özel kanunların da bu
uluslararası üst normlara uyarlığı olmalıdır.
Bu bağlamda devletin bağlandığını söylediği hukuk kurallarına uymasını istemek
bizim de “hukuksal” hakkımızdır.
Yolsuzluk Soruşturması
sebebiyle değişen
soruşturma usullerinden geri
dönülüyor
17 Aralık soruşturmasında takipsizlik
kararı veren savcının karar gerekçesinde
ikrar etmek zorunda kaldığı gibi “Son yıllarda ne yazık ki bir suç soruşturmasının
başlangıcında örgütün varlığını iddia ederek, soruşturmaya başlamak delil toplamanın bir yolu gibi kullanılmaktadır. Hemen
her suç soruşturmasında, suçun işlenmesi
için örgüt kurulduğu iddia edilip, mahkemelerden iletişimin tespiti ve dinlenilmesi
kararları alınmaktadır.”
Savcının bahsettiği bu durumu, yıllardır “zorlama katalog suç isnadı” olarak
ifade ediyoruz. AKP’nin paketi bu rejimi
aynen sürdürüyor ve yolsuzluk operasyonu
öncesine döndürüyor... Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlarda gizli soruşturmacı görevlendirilmesini, örgüt faaliyeti çerçevesinde
işlenen suçlarda Cumhuriyet savcısının
soruşturmanın yapıldığı yer sulh ceza hâkiminden de karar alabilmesini düzenleyen
maddelerin tekliften çıkarıldığını görüyoruz. Bunun siyasal sebeplerini ileride göreceğiz. Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlarda teknik takip yapılmasına ve malvarlığına el konulmasına imkân
veren düzenlemeler ise benimseniyor. Bir
katalog suç uygulaması daha…
na vermektedir. Hemen belirtelim, günlük
dilde “yakalama” ve “gözaltı” kavramları
yanlış kullanılmaktadır. Esasen kolluğun
yaptığı eylemin adı gözaltı değil, “yakalama”dır. Yakalanan kişiyle ilgili başlatılacak soruşturma işlemleri sebebiyle gözaltına alınmasına (yani 24 saat süre ile
hürriyetinden mahrum bırakılmasına -toplu
suçlarda bu süre 48 saate kadar uzatılabilmektedir-) ancak Savcı karar verebilir.
Getirilecek düzenlemede, savcı kararı
olmadan da yakalama yapan polisin yakaladığı kişiyi 24 saat süre ile gözaltında
tutabilmesi olanağı yaratılmaktadır. Ve bu
süre, savcı kararıyla 48 saate kadar uzatılabilecek. Polisin bu 24 saatlik gözaltı yetkisini keyfi olarak kullanması ve bu 24 saat
süre içinde yakalanan şâhısa ulaşılamaması
gibi doğrudan pratik sorunlar taşıyan taslak, “faili meçhuller” ve”işkence davaları”
gözümüzün önüne getirildiğinde, 12 Eylül
Faşizminin soruşturma rejimi uygulamasına dönüş görmekteyiz. Hürriyetten yoksun
bırakma hali, temel hakkın istisnası niteliğinde olduğundan, ancak mahkeme kararıyla sınırlanabilecekken, “ehven-i şer”
olan savcı yetkisi, kolluğa devredilmekle
“polis devleti” inşasına hız verilmektedir.
Medyada anılan, toplumsal olaylarda
AKP iktidarı aleyhinde yürütülen yolsuzluk soruşturmalarını zorlaştırmaya dönük CMK rejimiyle, 2014 Şubatında aslında temel özgürlüklerin kısıtlanması olan
arama, el koyma, dinleme, teknik takip, yakalama, tutuklama
gibi müesseselerde, değişikliklere, iyileştirmelere gidilmişti.
AKP iktidarı, kendisini soruşTasarının ceberrut devlet inşasına dönük en faşist
turmadan kurtarırken, hakları
iyileştirmek zorunda kalıyordu
hükümlerinden biri de “işyerlerine, konutlara, kamu binalarına,
özetle… Gelinen noktada, “Yüokullara, yurtlara, ibadethanelere, araçlara” vb. yerlere saldıran
rütmeye Paralel Yargı” inşası
HSYK seçimleriyle şimdilik
veya saldırmaya teşebbüs eden kişilere karşı polise silah
sağlanmış, soruşturma dosyaları
takipsizliğe bağlanmış ve görükullanma yetkisi verilmesidir.
nen o ki AKP iktidarı ceza yar“Mala karşı meşru müdafaa olmayacağı” kuralı böylece yok
gılamasından bağışık olmayı bir
süreliğine başarabilmiştir. Dolaedilmiş, mala zarar verme hatta ihtimaline karşı halkın yaşam
yısıyla, AKP hegemonyasıyla
yürütülecek “adli soruşturma”hakkını ortadan kaldırma, öldürme yetkisi tanınmış olacaktır.
ların yoğunlaştırılması momenti
gelmiştir. Hazırda Kobanê eylemlerinde yaşanan -esasen kolluk şiddetinden kaynaklandığı
anlaşılan- görüntülerle toplum
da ikna edilmiştir. Şubat 2014 (6526 sayılı
Makul şüphe halinde üst ve yer ara- “Alman modeli” ve diğer kolluk yetkileri
Kanunun) öncesine dönme zamanı gelmiş- masında, tümüyle Şubat 2014 öncesinde tartışması hararetinin, bilgisizlikten kaytir.
dönülüyor. Zaten “makul şüphe” düzenle- naklandığını zannediyoruz. Zira toplumsal
mesi “SOMUT DELİLLERE DAYALI olaylara yönelik aşırı kolluk yetkisi, esasen
Pakette neler var?
KUVVETLİ ŞÜPHE” olarak bu tarihte Anayasaya aykırı olan 2911 sayılı Toplantı
Güvenlik ve Yargı paketinde, bir sü- değiştirilmişti, eski düzenlemeye dönülü- ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununda fazlareliğine zorlaşan soruşturma tedbirlerine yor. AKP’lilerin kendilerinin aranacakları sıyla mevcuttur. Şu kadarını söylemeliyiz
yeniden “kolaylık” getirildiğini görüyoruz. korkusunu aştıkları görülüyor.
ki, 2911 sayılı kanunun 32. Maddesi, kolÖrneğin, “devletin birliğini ve ülke bütün“Avukatların soruşturma dosyaları- luğa mevcut toplantıyı “dağılma ikazı” ile
lüğünü bozmak” suçundan teknik takip ya- na erişiminin kısıtlanması” yeniden ge- yasa dışı ilan etme yetkisi vermektedir. Bu
pılabilecek artık.
ikaza uymayıp dağılmayanı polis dağıtır ve
tiriliyor.
zorla dağıtılan kişi “suç işlemiş” sayılır.
Alman yasalarına göre ise polisin toplumsal olaya mahkeme kararı olmadan
müdahale etme yetkisi istisnalara bağlanmış durumda. Dolayısıyla bu karşılaştırma,
negatif bir korelasyona delalet etmektedir,
manasızdır, bir burjuva medya yanılsamasıdır.
Güvenlik Paketi ile adli kolluk kavramının inkârı üzerine, adli soruşturmanın
bir anlamda mülki amirlerce bypass edildiğini görüyoruz. İl Özel İdaresi kanunu
değişikliği ile Mülki amirlere suç unsurunu
belirleme yetkisi veriliyor. Böyle AKP diktatörlüğü yargıyı buradan da kuşatıyor.
Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda
öngörülen değişiklikle ile “acele hallerde”
Tedbirlerden çıkarılan “Katalog SuçŞubat 2014 öncesi CMK’nin 153. mad- polise mahkeme kararı olmaksızın yurttalar”ın bir kısmı yeniden getiriliyor.
desinde vardı, Şubat’ta kaldırılmıştı, şimdi şın üstü ve arabası aranabilecek. AKP poKatalog suç uygulaması, siyasi iktida- geri getirildi. Avukatın soruşturmanın giz- lisinin bu “acele” hali nasıl yorumlayacağı
rın soruşturma rejimiyle “paralel”liğinin liliğini ihlal eden süje olduğu yönündeki bilinebilir mi?
en iyi göstergesidir. Çağdaş ceza huku- “devlet algısı” değişmemişti zaten, yasal
Elbette keyfi yoruma açık bir düzenlekunda anlamlandırılması mümkün olma- değişiklik de bu algıya yeniden uyarla- medir söz konusu olan.
yan katalog suç uygulaması, suça özgü nıyor. Oysa CMK’nin 157. maddesinde
Binalara Zarar Verilmesini
soruşturma ve kovuşturma düzenlemeleri “savunma haklarına zarar vermemek koşuyaratmak biçiminde özetlenebilir. Bu rejim luyla soruşturma evresindeki usul işlemleEngellemek İçin Silah
ise Evrensel “hukuk güvenliği” ilkesiyle ri gizlidir” denilmektedir. AKP’ye Paralel
Kullanma Yetkisi!
bağdaştırılamaz. “Yürütmeye Paralel Yasa- Soruşturma rejiminden “savunma hakkı”na
Tasarının ceberrut devlet inşasına döma”nın, kendi suç ve cezalandırma algısıy- saygı beklemek mümkün müdür?
nük en faşist hükümlerinden biri de “işyerla, suç tiplerinde, dolayısıyla “suçlu”da bir
Elbette Hayır…
lerine, konutlara, kamu binalarına, okullaseçim (öncelik) ya da makullük görmesi,
ra, yurtlara, ibadethanelere, araçlara” vb.
Ortaçağın “mubah” cezalandırma algısın- Polise Gözaltı Yetkisi Tanımak yerlere saldıran veya saldırmaya teşebbüs
dan farksızdır. Tüm suç tiplerine uygulaKabul Edilemez!
eden kişilere karşı polise silah kullanma
nabilir, bilinebilir, isnada göre değişmeyen
Mevcut CMK’nin 91. Maddesi, gözaltı yetkisi verilmesidir.
objektif bir ceza muhakemesi rejimi şarttır. kararı verme yetkisini Cumhuriyet Savcısı“Mala karşı meşru müdafaa olmayaca-
ğı” kuralı böylece yok edilmiş, mala zarar
verme hatta ihtimaline karşı halkın yaşam
hakkını ortadan kaldırma, öldürme yetkisi
tanınmış olacaktır.
Ayrıca AKP polisinin muhtemel adam
öldürme eylemlerine yasal kılıf hazırlanmış olmaktadır. “camiye molotof atacaktı”
diyen bir polis, herhangi bir eyleme katılmış yurttaşı silahını çekip vurabilecektir,
bu “teşebbüs” hali düzenlemesiyle…
Toplantı Ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa “YASADIŞI TOPLULUK” kavramı
getirilmektedir. Bu kavramın hiçbir ceza
normunda tanımlaması yoktur. Kimdir bu
Yasadışı Topluluklar?
Metin Terör Örgütü demiyor, dolayısıyla daha önce “terör örgütü” ilan edilmiş
olmaya gerek yok. Bir araya gelen herhangi bir küme “yasa dışı topluluk” ilan edilebilecektir böylece polis tarafından. Elbette
biz devrimciler, yurtseverler, “yasadışı”
ilan edilecek topluluklar olacağız.
Mevcut rejimde hiç mi
çözüm yok?
Mevcut Soruşturma Hukuku rejiminde derhal yapılması gereken, kavram
olarak düzenlenen “adli kolluk”u aynı
zamanda idari kolluk olarak düzenleyen
ve idareye (yani yürütmeye) bağlayan
CMK’nin 164. maddesinin yeniden düzenlenmesidir. Adliyeye bağlı bir adli
kolluk, soruşturma rejiminin hukuksallaşmasına dönük atılacak ilk adımdır. Ardından 2911 sayılı yasanın Anayasaya aykırı
maddeleri iptal edilmelidir. Bunun için
verdiğimiz hukuk mücadelesinin önemli
bir aşamaya getirdik.
Ama bunları AKP iktidarından beklemek ölü gözünden yaş beklemekle eşdeğerdir. Esaslı hukuksal değişiklikler ise,
ancak demokratik bir siyasal sistemle, Demokratik Halk İktidarı ile olabilecektir.
Halkın Hukuku, ulaşılmış tüm evrensel insan hakları kazanımlarının en adil Proletarya uygulamasıyla sentezlenmesini sağlayacak ve insancıl bir hukuk düzeni ancak bu
insancıl iktidar ile mümkün olabilecektir.
Küba’da polisler yıllardır silah kullanmadılar. Küba’nın gaz bombası stoku da
yok. İnsanlar kardeşçe-eşit-adil bir yaşamı
paylaşmaktalar. Dolayısıyla, sosyal-ekonomik düzeni görmeden, bir hukuksal model
de tasarlanamaz.
AKP’nin tercih ettiği hukuksal modelin
baskı ve şiddete dayanması, giderek artacak Faşizminin gidişin göstergesidir. Türkiye Halklarını daha çetin mücadele süreçleri beklemektedir. Lakin insanlık, Faşizmi
eninde sonunda yenmiştir. Türkiye Halkları da bunun ispatlayıcısı olacaktır.
Kurtuluş Partili Hukukçular
Halk Kurtuluşçu Liseliler,
Kadıköy’de sınav bahanesiyle
toplanan paralara karşı imza
topladı
Ü
niversiteye giriş sınavlarında toplanan paralara
yapılan zamlar nedeniyle
başlattığımız “Sınav Bahanesiyle
Toplanan Paralara Hayır! Herkese
Eşit-Parasız Eğitim!” imza kampanyamızı, 1 Şubat Pazar günü Halk Kurtuluşçu Liseliler olarak Kadıköy’de
stand açarak devam ettirdik.
Halkımızın büyük ilgiyle karşıladığı standımızda sesli ajitasyon, bildiri dağıtımı ve gazete satışı yaparak
çok sayıda imza topladık.
Tayyipgiller’in 4+4+4 Eğitim Sis-
temi ile gerici ve laiklikten uzak bir
Eğitim Sistemi yaratma mücadelesine karşı biz Halk Kurtuluşçu Liseliler olarak gericiliğe ve Ortaçağcılığa
karşı mücadele ederek, sonuna kadar
laikliği savunacağız.
Yaptıkları uygulamaları 12 Eylül’ün çocuğu YÖK ile meşrulaştırmaya çalışan Tayyipgiller’e karşı
Halk Kurtuluşçu Liseliler olarak mücadelemiz sürüyor, sürecek.
İstanbul’dan
Halk Kurtuluşçu Liseliler
13
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Öldürenlere Ali’nin kısacık ömrü kadar bile ceza vermediler!
Biz Bitti Demeden Bu Dava Bitmez!
G
ezi İsyanı’mızın şehidi Ali İsmail’imiz…
İnsan suretli vicdansızlar tarafından acımasızca döve döve katledilen
fidanımız…
Nasıl da güzel bakıyordu geleceğe kara
gözleriyle.
İnsanın içini ısıtan bakışlarıyla…
Ne kocaman yürekli bir insandı!
Babası anlatmıştı ilk duruşmada:
“Ali İsmail kadar insanları, doğayı,
hayvanları seven kimse yoktu. O herkese yardım ederdi. Çocukları alır huzurevine ziyarete gider, engelliler için kapak
toplar, yılana bile kıyamazdı.
“Biz onu Eskişehir’e kefenle dönsün
diye göndermedik. Bu dava sadece bizim
değil tüm Türkiye’nin davasıdır! Biz oğlumuzla gurur duyuyoruz!” demişti.
Evet bu dava hepimizin davasıydı!
Davamıza sahip çıkmak için Avukatlarımız ve Yoldaşlarımızla 23 Ocak’taki
karar duruşması için Kayseri Adliyesindeydik. Şehir dışından destek için gelenler
yine durduruldu Kayseri girişinde. Kayseri
3. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen duruşmaya onlarca avukat, milletvekilleri,
gazeteciler, baro başkanları katılmıştı. Dışarıda da bekleyiş sürüyordu.
Sanık polislerden Mevlüt Saldoğan
hastalık bahanesi ile gelmemişti duruşmaya. Görüntülü yöntem ile katıldı duruşmaya. Hâkim: “Öncelikle geçmiş olsun Mevlüt Bey” diyerek başladı sözlerine. Bu bile
davanın nasıl sonuçlanacağının işareti idi.
Sanıklara son sözleri soruldu. Mevlüt
Saldoğan: “Gerçek bir katil aranıyorsa,
katil halkı sokağa dökenlerdir” dedi. Salondan tepkiler yükseldi. Bu Gezi İsyanı’na
duydukları nefretin göstergesiydi. Gezi İsyanı’na öfkeleri dinmiyordu. Her fırsatta
kusuyorlardı kinlerini. Diğer sanıklar da
suçsuz olduklarını iddia ettiler en ufak bir
utanç, pişmanlık duymadan Tayyipgiller
gibi. Mahkeme karar vermek üzere 1 saatlik bir ara verdi ve kararını açıkladı:
Polis olan sanıklar Mevlüt Saldoğan
hakkında TCK 86/1-3 yollamasıyla 87/42’den neticeten 10 yıl 10 ay, Yalçın Akdoğan hakkında TCK 86/1-3 yollamasıyla
87/4-2’den neticeten 10 yıl, sivil ve esnaf
olan sanıklar İsmail Koyuncu, Ramazan
Koyuncu, Muhammet Vatansever hakkında TCK 86/1 yollamasıyla 87/4-1’den
neticeten 6 yıl 8 ay, Ebubekir Harlar
hakkında TCK 86/1 yollamasıyla 87/4-1
ve 39/1.2 uygulanmış haliyle neticeten 3
yıl 4 ay hapis cezası verilmiş, sanık polis-
İnsan Öldürme” suçundan müebbet hapis
cezası verilmesi istendi. Oysa ki verilmesi gereken ceza “eziyet çektirerek kasten
adam öldürmek”ten verilmeli idi. (10 yıl
10 ay hapis cezası verilen polis memuru
Mevlüt Saldoğan 4 yıl 2 ay hapis cezası
yattıktan sonra denetimli serbestlik kapsamında tahliye olacak.)
Karar açıklanır açıklanmaz salondan
tepkiler, sloganlar, çığlıklar yükseldi. İşkence ile adam öldürmek ödüllendirilmişti.
Ancak Tayyipgiller’in hukuk bürolarından başka ne beklenebilirdi ki? Oynanan bir tiyatroydu. Onu da başarıyla oynamışlardı. Şemsiyeleri de hazırdı. Kararın
sonucunu bildikleri için önceden hazırlamışlardı şemsiyeleri. Öyle ki kimse bir şey
yapmadan hâkimler şemsiyelerini açıp salondan kaçtılar.
Yeni Türkiye’nin yeni Şemsiyeli Adaleti!
Hırsızları, katilleri Aklayan, ödüllendiren, şemsiyeyle kaçan Adalet!
Mahkeme çıkışı avukatlar ve Ali İsmail’in ailesi kitleye basın açıklaması yaptı.
Emel Ana; “Ben oğlumu kara toprağa
verdim, onlar ellerini kollarını sallayıp
birkaç yıl yatıp çıkacaklar. Türkiye’de
adaletin olduğuna inanmıyoruz. Adalet’e olan güvenimiz sarsıldı. Bir gencin
hayatı bu kadar ucuz olmamalı” dedi.
Emel Ana…
Evlat Acısının bir hançer gibi yüreğine
saplandığı, her gün kanayan, 10 yıl 20 yıl
birden yaşlanan…
Ama davanın başından beri dik duruşunu asla bozmayan, katilleri bakışlarıyla
yargılayan, cezalandıran Emel Ana…
Sloganlar yükseldi: “Ağlama Anne,
Evlatların Burada!”, “Hepimiz Ali İsmail’iz, Bir Gider Bin Geliriz!”, “Biz
Bitti Demeden Bu Dava Bitmez!”
lerden Şaban Gökpunar ve Hüseyin Engin
hakkında beraat kararı verildi, tutuksuz sanık polis Yalçın Akbulut hükümle birlikte
tutuklandı, Ebubekir Harlar dışındaki diğer
sanıkların tutukluluk hallerinin devamına
karar verildi.
Aslında Savcılık tarafından verilen esas
hakkında mütalaada sanık polis Mevlüt
Saldoğan için, Türk Ceza Kanunu (TCK)
81/1, 53/1 maddeleri gereğince “Kasten
Polis saldırdı vahşice yine. Gaza boğdu
her tarafı. İki kişi yaralandı. Ama sloganlar
dinmedi:
“Biz Bitti Demeden Bu Dava Bitmez!”
Bitmeyecek…
Halkın Adaleti gerçekleşene dek!
Kayseri’den
Kurtuluş Partililer
Zincirleri kıra kıra geliyoruz!
dukları ABD ve
AB (AB-D) Emperyalistleri var,
yerli Antika ve
Modern Parababaları var.
Onların satılmış medyası var,
örgütleri var, tarikatları var, cemaatleri var, halkı Allah’la aldatan sahte
din adamları var…
Var oğlu var...
H
G
kat Orhan Özer, CHP Konya Milletvekili
Atilla Kart, Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu Genel Başkanı Hasan Kütük, DİSK
Konya İl Temsilcisi ve Nakliyat-İş Sendikası Konya Bölge Temsilcisi Ali Özçelik
katılarak konuşmalar yaptılar.
Yerel ve ulusal basının yoğun ilgisiyle gerçekleşen eylemde sık sık “Baskılar
Bizi Yıldıramaz”, “Birleşe Birleşe Kazanacağız”, “Gezi şehitleri Ölüksüzdür,
parti üyeleri ve DİSK/Nakliyat-İş Sendikası iki işyeri temsilcisi ifade verdi.
Dava öncesi Konya Adliyesi önünde
kitlesel basın açıklaması yapıldı. Basın
açıklamasına HKP Konya İl Başkanı Avu-
“Berkin Elvan Ölümsüzdür” sloganları
haykırıldı.
Duruşma 21 Nisan 2015 tarihine ertelendi.
Kurtuluş Yolu/Konya
ezi Direnişi sürecinde polisin hedef gözeterek attığı gaz fişeğiyle
başından vurulan ve 269 gün komada kaldıktan sonra aramızdan ayrılan
Berkin Elvan’ın öldürülmesini protesto
edenlere bir dava da Konya’da açılmıştı.
14 Ocak günü üçüncü duruşması yapılan
davada Eğitim-İş Genel Başkanı Veli Demir, Eğitim-İş üyesi öğretmenler, siyasi
Taksim Dayanışması’ndan
Gezi İsyanı Şehitleri için açıklama
T
2015 Genel Seçimleri Açılış Bildirgesi
alkın Kurtuluş Partisi olarak,
2015 seçimlerinde tüm Türkiye’de, 81 ilde 550 milletvekili
adayımızla seçim meydanına çıkıyoruz.
Tabiî bu bizim açımızdan seçim filan olmayacak.
Berkin Elvan Ölümsüzdür!
Bizlerinse, halkın gerçek temsilcisi olan bir avuç
fedainin ise yüreğindeki inançtan,
kafasındaki bilinçten başka hiçbir
şeyimiz yok.
Çünkü biliyoruz, burjuva-bezirgân
partileriyle kıyaslanamayacak ölçüde eşitsiz koşullarda yarışacağız. Onların sahip
olduğu propaganda imkân ve araçlarının
milyarda biri bile bizde yok.
Onların arkasında çıkarlarını savun-
Halkımızsa
örgütsüz, darmadağınık… Bilinçsiz... Karanlıklar içinde
bırakılmış… O sebeple dostla düşmanı
ayırabilecek kavrayışta değil.
Ama tabiî şimdilik…
Biz inançlı ve kararlıyız. Halkımız
aksim-Gezi İsyanı sırasında Eskişehir’de katledilen Ali İsmail Korkmaz’ın katillerinin yargılandığı duruşma öncesinde, Taksim Dayanışması Galatasaray Lisesi önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Eylem sırasında “Ölenlerin ‘suçlu’ katillerin ‘meşru’ görüldüğü
bir ülkede yaşamak istemiyoruz” yazılı
pankart ve Taksim-Gezi Şehitlerinin fotoğraflarının bulunduğu dövizler taşındı.
Basın açıklaması sırasında sık Sık
“Hırsız Katil AKP”, “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam”, “Faşizme
Karşı Omuz Omuza”, “Her Yer Taksim
Her Yer Direniş” sloganları atıldı. Basın
da uyanacak ve anlayacak bizi. Mutlaka
anlayacak… Vatanseverliğimizi, halkseverliğimizi, insanseverliğimizi, hayvanseverliğimizi, doğaseverliğimizi, fedakârlığımızı, dürüstlüğümüzü, mertliğimizi,
yiğitliğimizi görecek ve takdir edecek.
Bizim gerçek temsilcimiz bunlarmış diyecek. Meğer bunlar bizi ne çok severmiş
diyecek. O günler de gelecek… Sabırlıyız,
inançlıyız, kararlıyız…
İşte bu düşüncelerle Seçim Ortamına
girdik.
Kolay olmadı… Seçimlere katılabilme
hakkımızı söke söke aldık.
Resmi gayri resmi, sağlı sollu bütün
ambargolara rağmen…
Geliyoruz!
Zincirleri kıra kıra geliyoruz!
Tam bağımsız Türkiye için,
Halkımız için hayatı cehenneme çeviren işsizliği, pahalılığı ortadan kaldırmak için geliyoruz,
açıklaması Taksim Dayanışması sözcüleri
tarafından okundu. Açıklamada, Berkin Elvan, Ahmet Atakan ve Abdullah Cömert’in
katillerinin hâlâ bulunamadığı açıklandı ve
diğer şehitlerin davalarında üst üste hukuksuzlukların yaşandığı ortaya konuldu.
Basın açıklamasının okunmasının ardından, kitle Kayseri’de yapılacak duruşma için yola çıkmak üzere Tepebaşı’na kadar yürüdü. Halkın Kurtuluş Partisi olarak
bizler de eylemde diğer kurumlarla birlikte
yerimizi aldık.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
Yeni Sevrci kuşatmaya, Ortaçağcı
gericiliğe karşı İkinci Kurtuluş Savaşı
Bayrağını daha daha yukarılarda dalgalandırmaya geleceğiz!
Dürüstlükler Hareketi, Yiğitlikler Hareketi, Fedakârlıklar Hareketi, Emekçi
Halk Hareketi olarak geleceğiz!
Yerli-yabancı büyük Parababalarının
yani (AB-D) emperyalistler cephesinin ve
yerli uşaklarının zulmünden, yolsuzluklarından, hırsızlıklarından, soygunlarından
hesap sormaya geleceğiz!
“Vatan aşkını söylemekten korkar
hale gelmektense ölmek yeğdir” diyen-
lerin partisi olarak, “onur yaşamdan üstündür” diyenlerin partisi olarak Şanlı
GEZİ İSYANIMIZI Halkın Kurtuluşuyla taçlandırmaya geleceğiz!
5 Kasım 2014
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
14
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
Kemalpaşa/Akalan Köylüleri
P
Doğa Düşmanı Tayyipgiller’e karşı direniyor
ara Tanrısına tapan Tayyipgiller,
kasalarını biraz daha doldurabilecekleri yeni fırsatlar yaratmak için
halkımızı hiçe sayarak doğal alanları gasp
ediyor, yandaş Parababalarına peşkeş çekiyor. Buna karşılık da son yıllarda (özellikle
Gezi İsyanı’mızdan sonra) ülkemizin köy-
lerinden parklarına kadar birçok yerde rant
için doğayı katleden Tayyipgiller’e karşı
direnişler patlak veriyor.
Bunun en son örneği de bugünlerde
İzmir’in Kemalpaşa ilçesine bağlı Akalan
Köyü’nde yaşanıyor. Köyün hemen yanına, kilometre bile değil, belki 500-600
metre yakınına kurulmak istenen taş ocağına karşı Akalan köylüleri direniyor.
İzmir-İstanbul karayolu yapımı için
kullanılacak taş ocağının köyün hemen yakınına, köylünün geçim kaynağı olan tarlaların, kiraz bahçelerinin bulunduğu alana
yapılıyor olmasına tepki gösteren Akalan
köylüleri bir süre önce “Yürütmenin durdurulması” istemiyle İdare Mahkemesine dava açtı. Dava henüz sonuçlanmamış
olmasına rağmen firmanın daha önceden
demiryolu yapımı için kurulan şantiyeye
iş makinelerini yerleştirerek hazırlıklara
başlaması üzerine köy halkı harekete geçti.
8 Ocak günü, dozerlerin jandarma korumasında bölgeye gelmesi üzerine köylüler
duruma tepki gösterdi ve bir eylem gerçekleştirdi. Eylem sonucunda iş makineleri
bölgeden çekildi.
Taş ocağının yapılacağı alanın girişine çadırlar kurarak direnişe geçen Akalan
ulaştıracağız” dedi.
Konuşmaların ardından eylem sonlandırıldı. Eylemin en dikkat çeken yönüyse
Akalan köylülerinin mücadeledeki kararlı
duruşu ve kolektif çalışma ruhuydu.
Bu arada köyün burnunun dibine okulun 650 metre uzağına taş ocağı kurulmak
istenmesine karşı kararlı bir şekilde direnmesi sırasında 6 askerin yaralandığı, iş
göremez raporu aldığı ve iş makinelerinin
camlarının kırıldığı iddiasıyla Kemalpaşa
savcılığı tarafından kimlikleri saptanan 19
kişi için soruşturma başlatıldı. Kemalpaşa
Jandarma Komutanlığına çağrılan aralarında köylü kadınların da bulunduğu 19 kişi
ifade verdi. İfade veren direnişçiler, nöbete
kaldıkları yerden devam ettiler.
Akalan köylülerinin mücadelesi hukuk
alanında da devam ederken eylem devam
ediyor. İzmir 5. İdare Mahkemesi tarafından “ÇED raporu gerekli değildir” kararı
için Çevre ve Şehircilik Bakanlığından
savunma gelinceye kadar yürütmeyi durdurma kararı vermesine karşılık köylüler
meşru mücadelelerini sürdürüyorlar.
Dayanışma için gelenlere geleneksel
keşkeklerini sunan Akalan köylüleri partimizin ziyaret ettiği günde piknik yaparak
mücadelelerinin aynı zamanda bir sosyal
aktivite olduğunu gösterdiler. Yaşlısı, genci
kadınlar hem mücadele ediyor, hem konukseverliklerini gösteriyorlar.
Akalan köylülerinden Fatma Köken,
“Kesin sonuç alıncaya kadar mücadele sürecek. Biz yaşlansak da çocuklarımız ve
torunlarımız için bu mücadele” dedi. Yine
köylülerden Elif Yüksel, “Taş ocağında çocukları için hayatının tehlike yaratacağını,
okula çok yakın olduğunu söyledi. Bunun
yanı sıra yıllarca büyük çabalarla yetiştirdikleri kirazlarının da yok olacağını” öne
sürdü.
Kemalpaşa bölgesinin en güzel ovalarına taş ocağı yapmak halka, kiraz üreticilerine ihanettir. Bu nedenle taş ocağına karşı
gece gündüz nöbet bekleyerek direnişlerini
sürdüren yiğit Akalan Köylülerinin mücadelesi mücadelemizdir diyoruz. Doğa dostu parti olarak her zaman yanlarında olacağız. 30.01.2015
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
Karaburun Halkı RES’lere karşı ayakta
Baştarafı sayfa 16’da
İ
köylüleri, 10 Ocak Cumartesigünü direniş
çadırlarının bulunduğu alanda bir eylem
düzenledi. HKP İzmir İl Örgütü olarak biz
de sabah saatlerinden itibaren direniş alanındaydık.
Ocağın, okula 650 metre yakın bir
alana kurulmasının insan (özellikle okula
gidip gelen çocukların) hayatını tehlikeye sokan bir durum
olduğunu söyleyen
köy sakinleri, okulda
300 civarında öğrencinin bulunduğunu
ve 1 haftadır hiçbirinin okula gitmediğini belirttiler. Köyde
yaşayan
herkesin
geçimini tarlalarında
ürettikleri ürünleri
pazarda satarak sağladığını, taş ocağının mahsullere zarar
vereceğini ve bunun
zaten kıt kanaat geçinen köydeki insanları yoksulluğa iteceğini belirten köylüler, bu
durumun aynı zamanda pazardaki ürünlerin
fiyatlarına da yansıyacağını ve tüm İzmirlilerin bundan zarar göreceğini söylediler.
Öğretmenler ve öğrenciler tarafından
ağaçların dikildiği bölgenin de dâhil olduğu okul alanında taş ocağı yapılmasının
doğa katliamı olacağının altını çizen Akalan köylüleri, 1995 yılında özel bir firma
tarafından yine aynı bölgeye taş ocağı yapılmak istendiğini ama köy halkının mücadelesi sonucu vazgeçildiğini, yine aynı
mücadeleyi vermekte kararlı olduklarını,
köylerine taş ocağı yapılmasına izin vermeyeceklerini vurguladılar.
Tüm Akalan köylülerinin ve çevre köylerden temsilcilerin de katıldığı eylemde,
önce taş ocağı kurulmak istenen alana yürüyüş yapıldı ve burada bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Ardından direniş alanında konuşmalar gerçekleştirildi.
HKP İzmir İl Örgütü adına konuşma
yapan Yusuf Gençer, “Bu mücadele yüreğinde insan sevgisi taşıyanların, doğa
sevgisi, çevre sevgisi taşıyanların; gözleri
sadece dolar görenlere karşı verdiği mücadeledir. Mücadelenizi sonuna kadar destekliyoruz. Hep beraber bu mücadeleyi zafere
İzmir Turizm Dergisi’nin 24’üncü sayısında yer alan “Ege’nin Saklı Cenneti” isimli yazıdan aktardığımız kısa bir
bölümde bakın tarihi Karaburun nasıl anlatılır ve Kurtuluş Partisi neden bu Cennetin
korunmasını ister:
“Karaburun Yarımadası, 460 kilometrekarelik yüzölçümünde yüksek, engebeli ve hareketli coğrafyasıyla yakın
çevresinden ayrılır. Karaburun yüksek
oksijen oranı ve Akdeniz ikliminin nemini ve sıcaklığını dağıtan rüzgârı ile mitolojide de yer bulan özel bir iklime de
sahiptir. Karaburun Yarımadası floristik açıdan oldukça zengin ve barındırdığı
endemik/nadir türler göz önüne alındığında
çok değerlidir. Yarımadada yüzlerce yıllık, bin civarında ağaç olduğu tahmin
edilmektedir.
“Tehlike altındaki türlerin yaşam alanı
“Karaburun Yarımadası yaban hayatı açısından keçi, yabandomuzu, tilki,
sansar, tavşan (Lepus capensis), sincap,
bukalemun, kuş türleri, böcek ve kelebek türleri, tatlı su kaplumbağalarıyengeçleri ve deniz canlılarıyla son derece geniş bir yelpazeye sahiptir. Bu çeşitlilik, içinde uluslarası ölçekte koruma
altına alınmış türleri de barındırmaktadır. Karaburun Yarımadası, uzun bakir
kıyıları ve kıyı oluşumlarıyla, dünyanın
en nadir 12 memelisinden biri olan ve
Bern, Barselona ve CİTES Sözleşmeleri’yle uluslararası düzeyde koruma altına alınan Akdeniz fokunun (Monachus
monachus) dünyada kalan son üreme ve
yaşam alanlarından biridir.”
İşte bu nedenden dolayı Karaburun
Halkı “Özel Çevre Koruma Alanı” içinde
olmak istiyor.
İşte bu nedenden Karaburun Halkı,
Rüzgâr Enerji Santrallerinin kısıtlı tarım
arazilerinde ve saklı cennetlerinde kurulmasını istemiyor. Ayrıca Mordoğan gibi
bir turizm cennetinin yerleşim birimleri,
uygulanacak RES projeleriyle kuşatılmış
durumdadır. Enka Holding ve Ayen Enerji’nin aldığı üretim lisansı ile 21 türbinlik
yapılmış durumdadır.
Son olarak 2015 Ocak ayında Tayyipgiller’in yandaş sermaye grubu olan Çalık
Grubu’na ait Sarpıncık RES Projesine, ÇED
Olumlu raporu verildiği ilan edildi. Karaburun Halkı bu raporun derhal iptalini istiyor.
Enda Holding’e ait Mordoğan RES Projesi
Uygulama İmar Planı onaylandı ve askıya
çıkarıldı.
Halk bu imar izinin de iptalini istiyor.
Turizm cenneti Mordoğan’ı kuşatacak olan
RES’ler Mordoğan’ın doğal görüntüsünü
bozacaktır. Halkın Sarpıncık Projesi’ne
tepkisi yeni değildi, tepkisini örgütlü olarak göstermiştir. Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığının isteğiyle düzenlenen “Halkın
Katılımı” toplantısına halk katılarak RES
projesini protesto etti ve toplantı yapılamadı.
Halk istemezse proje olmaz. Sarpıncık RES Projesi Belediye Meclis üyeleri,
Karaburun Kent Konseyi, Sarpıncık Mahallesi Muhtarınca imzalanan tutanakta
“Karaburun Yarımadası’nda mevcut
kurulu RES’lere ilave olarak kurulacak
yeni bir RES’in çarpan kümülatif etkiyle Yarımada’nın ve Sarpıncık-Hasseki
bölgesinin sahip olduğu doğal/kültürel/
ekonomik değerlerin geri dönüşsüz biçimde yok olmasına neden olacağı” belirtildi.
Konuyla ilgili ayrıntılı raporlar Karaburun Belediye Başkanlığı ve Karaburun
Kent Konseyi tarafından Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na gönderilerek projeye
olumlu ÇED Raporu verilmemesi gerektiği
görüşü yinelendi. Halkın ve yerel yönetimin görüşleri yok sayılarak ÇED Olumlu
Raporu verilen bu projeyle, Hasseki ve Sarpıncık köylerinde 278.598 metre kare alanı
kaplayacak türbinlerin Sarpıncık köyüne
500-600 metre ve Hasseki köyüne 260
metre mesafede kurulması öngörülüyor.
Bu proje, Salman RES ve Karaburun RES
Projelerine komşu alanlardadır. Türbinlerin
tarım arazisi ve çayır-mera alanlarının,
zeytinlik amaçlı olarak kiralanan parseller
üzerine kurulması öngörülüyor. Bu kabul
edilemez. Yaşam alanlarının daraltılmasına
halk izin vermez, vermemelidir.
Gözlerini kâr hırsı bürümüş holdingler
kapasite artımı için Bakanlığa başvurmuşlar, onay bekliyorlar. Bu demektir ki Karaburun Yarımadası Türbinler Cenneti olacaktır. Halk buna karşıdır. Çünkü bu halk
için işsizliktir, yoksulluktur. Kısıtlı tarım
arazilerinin yok olmasıdır. Özünde halkın
tek istediği şudur; Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından Tabiat Varlıklarını
Koruma Genel Müdürlüğü “(…) Mutlaka
Özel Çevre Koruma Alanı olarak ilan
edilmesi gereken ulusal ve uluslararası
açıdan önemli bir yarımada…” olarak
tanımladığı Karaburun Yarımadası’nın,
tüm karasal alanı ile çok önemli bir deniz
alanının ÖÇKA ilan edilmesi için Bakanlar
Kurulu’na sunulmak üzere teklif raporu hazırladı.
Bu rapora, ilgili tüm Bakanlık/kurumlar
olumlu görüş verdiler. Bu teklif raporuna
olumsuz görüş bildiren tek kurum Rüzgâr
Enerji Santrali (RES) yatırımları nedeniyle
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı. Bakanlık holdinglerin isteklerini değil, halkın
isteğini kabul etmelidir. Halkın istediği
bu projenin uygulanması yani Özel Çevre Koruma Alanı ilan edilmesi için onay
vermesidir. RES’ler için Enerji Piyasa
Düzenleme Kurulu tarafından verilen Üretim lisanslarının iptal edilmesidir. Yeni verilen imar izinlerinin kaldırılmasıdır. Doğal
yaşam alanlarının rantçıların kâr hırsına
peşkeş çekilmemesidir. Bu uğurda ne yapılacaksa Karaburun Halkı yapmaya hazırdır ve mücadelesini sürdürmektedir. Dün
Sarpancık Köyü’nden esen protesto rüzgârı
Karaburun yarımadasında esmektedir.
Çünkü haklı olan yiğit Karaburun halkıdır.
Doğasever parti olan Kurtuluş Partisi
de Karaburun Halkının kararlı mücadelesini desteklemektedir. Rüzgâr Enerji santralleri yandaş sermayeyi zengin etme aracı
değildir. Halkımızın temiz enerjiden yararlanması için doğru yer seçimi yapılmalı,
enerji ihtiyacı karşılanmalıdır. 30.01.2015
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
İztuzu Direnişinde zafer
Yağma ve talanına yönelik politikalarına karşı halkımız hızla örgütleniyor, direnişin tohumlarını alıyor.
İztuzu Plajı direnişle Tayyipgiller’e peşkeş çekilmekten kurtarıldı.
T
ayyipgiller iktidarının özelleştirme adı altında uyguladığı doğanın
yağma ve talanına yönelik politikalarına karşı halkımız hızla örgütleniyor,
direnişin tohumlarını alıyor. İztuzu Plajı
direnişle Tayyipgiller’e peşkeş çekilmekten kurtarıldı.
Muğla’nın Ortaca ilçesinde bulunan,
Caretta Carettaların yumurtlama alanı
olan, dünyaca ünlü, mavi bayraklı İZTUZU PLAJI’nın işletme hakkını 11 Haziran 2014 tarihinde devralan İngiliz ortaklı
AKP’nin Ortaca Belediye Başkanı adayı
Ramzan Oruç’un da bulunduğu Dalyan
Çevre Geliştirme Turizm İnşaat Emlak ve
Otelcilik Anonim Şirketi (DALÇEV)’in
28 Aralık 2014 tarihinde havlu bile sermenin yasak olduğu bölgeye araçlarla
için ihalesiz olarak doğrudan doğruya
işletme protokolü imzalayamayacağı’
belirtildi. Gerekçeli kararda, ‘Hukuka aykırılığı ortaya konulan işlemlerin
uygulanmaya devam edilmesi halinde
söz konusu alanın anılan şirkete teslim
edilmesi, protokolde verilen izin doğrultusunda anılan şirket tarafından
başka şirketlere kiralama yapabileceği
de dikkate alındığında, haksız kazançların oluşacağı, bu durumun kamunun
zararına da yol açacağı göz önüne alındığında yürütmenin durdurulması kararı için gerekli ikinci şart olan, telafisi
güç veya imkansız zararların oluşma
şartının da olayda gerçekleştiği açıktır.
Buna göre 2577 sayılı Kanunun 27’inci
maddesi uyarınca teminat alınmaksı-
girmesi üzerine halk bu devralma işlemine tepkisiz kalmadı. Burada yaklaşık on
gün süren nöbet eylemlerine başladı.
Kurtuluş Partililer olarak #diren caretta caretta, “İnsan Doğadan Uzaklaştıkça Kalbi Katılaşır”, “İztuzu Halkın
Plajıdır Satılamaz” pankartlarımız ile
İztuzu Nöbet eylemlerine bizler de katıldık. Direniş yerinde nöbet tutan eylemcilerle tanıştık, sohbet ettik. Zorlu doğa
koşullarına karşı çevre nöbetini sürdüren
halkımızın kararlılığını gördük. Direnişçilerle hemen kaynaştık.
Yılbaşı gecesini bile plajın girişinde
nöbet tutarak geçiren duyarlı halkın kurduğu bir oluşum olan “İztuzu Kumsalını
Kurtarma Platformu”nun Sözcüsü Murat Demirci, “Burası halkın, işletmesi
de belediyenindir. Bariyerleri kırıp
hukuk dışı uygulamayla İztuzu’nu ele
geçirmeye çalışan zihniyete karşı mücadele ediyoruz. Dalyan Halkı bu gece
olduğu gibi mücadeleyi kazanana kadar burada nöbette duracak” dedi.
İztuzu’nun DALÇEV firmasına verilmesiyle ilgili Muğla Çevre Eğitim Vakfı
İktisadi İşletmesi (MUÇEV) tarafından
açılan davada, Ortaca 1. Asliye Hukuk
Mahkemesince plajın DALÇEV’e devrini tedbiren durdurdu. Bu karar üzerine
MUÇEV, firmaya yazı yazarak herhangi
bir faaliyette bulunmamasını istedi. Plajın
devriyle ilgili Muçev ile Dalçev arasında
protokol imzalanmıştı.
Mahkemenin kararını alan Muçev,
şirket müdürü İbrahim Akoğlu imzasıyla
Dalçev’e gönderdiği yazıda şu ifadelere
yer verdi:
“Ortaca 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin şirketimiz ile yapılan 16.06.2014
tarihli Dalyanağzı günü birlik alan işletme protokolünün hükümlerinin uygulanmasının tedbiren durdurulmasına ait 25.12.2014 tarihli 2014/569 esas
sayılı karar örneği ekte sunulmuştur.
Ortaca 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin
aldığı kararlar doğrultusunda hassasiyet göstermeniz, herhangi bir faaliyet
bulunmamanız ve hukuksal sürecin
sonunda Çevre ve Şehircilik Bakanlığının talimatlarının doğrultusunda hareket edileceği hususunu bilgilerinize
rica ederim.”
Ortaca 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin verdiği tedbir kararından sonra, bu
protokolün yürütmesini durdurdu.
Radikal’in 22.01.2015 tarihli haberine
göre:
“MUÇEV’in İztuzu’nun doğrudan doğruya kiralama kullanma izni,
işletme hakkı verebilecek kurum, kuruluş ve kişiler arasında yer almadığı
zın ‘Yürütmesinin durdurulmasına karar verilmiştir’ denildi.”
Aslında halkın savunduğu, plajın ve
Dalyanağzı günübirlik alanının işletme
hakkının Belediye’ye ait olması görüşü,
İdare Mahkemesinin “MUÇEV’in kiralama yetkisinin olmadığı yönündedir” kararı ile örtüşmektedir. Muğla Valiliğinin
kurduğu bir iktisadi işletme değil kiralama ve kullanma yetkisinin Belediyede
olması yönündedir.
Son bir gelişme olarak, 30 Ocak günü,
Hürriyet Gazetesi yazarı Fatih Çekirge
“Ve Büyük Müjde… İztuzu Kurtuldu!” yazısında şu bilgilere yer vermiştir:
“Şimdi büyük bir mutlulukla yazıyorum ki… İztuzu konusu açılınca Bakan Güllüce Muğla Üniversitesi Rektörü Harmandar’a döndü ve aynen şöyle
dedi: ‘‘Arkadaşlar, bilimadamlarının
konuştuğu yerde biz susacağız.
“İşte burada da denizciler ve bilimadamları ile birlikteyiz. Şimdi ben
buradan açıkça söylüyorum. Biz devlet
olarak İztuzu’nda bir kuruşluk ticaret
aramıyoruz. İşte huzurunuzda şu andan itibaren İztuzu’nu Muğla Üniversitesi’ne teslim ediyorum. Tek şartımız
var: Yeter ki burada ticari işletme olmasın. İsteyen özgürce denize girsin.
Bu fikrime ne dersiniz?”
Biz şunu biliyoruz ki Çevre ve Şehircilik Bakanı’nı bu kararı vermeye yönelten halkın kararlı ve onurlu mücadelesidir.
Bu konuda katkı sunan tüm direnişçilerin,
destekçilerin bu kararın alınmasında payı
yadsınamaz.
Tüm direnişçilerin ve doğaseverlerin bu toplantıda alınan kararın yaşama
geçirilmesi konusunda uyanık olması ve
plajın denetiminin şirkete peşkeş çekilmemesi için takipçisi olmaları gerektiği
kanısındayız.
Bu direniş, Antalya’da Sedir ağaçlarını kesilmesine karşı yürütülen ve ülkenin
birçok bölgesinde Tayyipgiller tarafından
başlatılan doğa katliamlarına karşı halkımızın tepki vermesi, özellikle Gezi İsyanı’ndan sonra halkımızda çevre bilincinin
yerleşmeye başladığını göstermektedir.
İztuzu’nda elde edilen ve takipçisi olacağımız başarı, Gezi Eylemlerinin halk tarafından benimsendiğinin ve uygulamaya
geçirildiğinin göstergesidir. 30.01.2015
Zafer Direnen İztuzu Direnişçilerinindir!
Ege Bölgesi’nden
Kurtuluş Partililer
15
Yıl: 9 / Sayı: 84 / 3 Şubat 2015
AKP Metal İşçilerinin Grevini Erteledi
Tayyipgiller ve Parababaları
İşçi Sınıfımızdan ecellerini görmüşçe korkuyorlar
Baştarafı sayfa 16’da
Bu nedenle Birleşik Metal-İş Sendikasının grevi aynı zamanda tüm İşçi
Sınıfının grevidir. Çünkü bu grev MESS
Patronlarına, Parababaları düzenine,
sarı-gangster sendikacılığı ve işçi sendika düşmanı AKP’ye karşı verilen onurlu, haklı ve meşru bir mücadeledir.
Birleşik Metal-İş Sendikası İşçi
Sınıfının mücadele potansiyelini, İşçi
Sınıfının tabandaki kararlığını iyi değer-
lendirebilirse ve bu süreci fiili-meşru bir
mücadeleye dönüştürebilirse bu yasağı
ortadan kaldırabilir. Bu yasak ancak mücadeleyle aşılabilir. İşçi Sınıfı tarihi bunun
örnekler ile doludur.
Bizler de bu bilinçle Parti olarak Birleşik Metal-İş Sendikasının greve çıktığı ilk
gün İstanbul, İzmir ve Konya’da bulunan
işyerlerinin önünde sınıf dayanışması için
yerimizi aldık.
Bizler Tayyipgiller’in ciğerini biliyoruz. Onların geldikleri ve temsil ettikleri
sınıfın davranışlarından başka türlü davra-
namayacaklarını çok iyi biliyoruz.
Ama biz şunu da çok iyi biliyoruz.
Dünya tarihi, insanlık tarihi ve İşçi Sınıfı
tarihi çok büyük mücadeleler, direnişler ve
kazanımlarla doludur. Bu nedenle Metal
işçilerinin grevi meşrudur. İşçi Sınıfının
mücadelesi doğru önderlikle ve devrimci
sınıf mücadelesi ile buluştuğu zaman aşamayacağı engel, başaramayacağı iş yoktur.
Tayipgiller ve onların işbirlikçi sermayedarları bilsinler ki grevleri erteleyebilirler ama kendi sonlarını getirecek sınıf mücadelesinin zaferini erteleyemeyecekler.
Er yada geç bu saltanat, bu parababaları
düzeni yıkılacak ve işçi sınıfımız, halkımız
iktidarda olacak. Buna inancımız tamdır.
31.01.2015
D
MESS MESS Şaşırma
Sabrımızı Taşırma
İSK’e bağlı Birleşik Metal İş Sendikası üyesi metal işçileri “Açlıktan Ölmeyiz Biz Bu Yoldan Dönmeyiz” şiarıyla on ilde faaliyet gösteren 22
iş yerinde MESS (Türkiye Metal İşverenleri Sendikası) dayatmalarına karşı üretimden gelen güçlerini kullanarak greve çıktı.
Konya’da da 2. Organize Sanayi Bölgesinde faaliyet gösteren MAHLE işyeri
çalışanı Birleşik Metal İş Sendikası üyesi metal işçileri, sloganlar ve davul zurna
eşliğinde, coşkulu bir biçimde 29 Ocak
Perşembe günü sabah saat 09.00’da yasal
“İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”,
“MESS MESS Şaşırma Sabrımızı Taşırma”, “Yaşasın Sınıf Dayanışması”
sloganları eşliğinde grev çadırının da kurulmasıyla coşkulu bir biçimde başladı ve
devam ediyor.
Greve Kurtuluş Partili İşçiler, Nakliyat-İş Sendikası Temsilci ve Üyeleri, Genel-İş Konya Şube Yöneticileri, KESK’
e bağlı sendikaların üye ve yöneticileri
yoğun destek verdiler.
AKP hükümetinin “ileri demokrasi”si,
metal işçilerinin bu onurlu hak arama mü-
Yaşasın Metal İşçilerinin Haklı
Onurlu Mücadelesi!
Yaşasın Metal İşçilerinin Grevi!
İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız!
HKP İstanbul
İşçi Örgütleri Komitesi
Tepe Home İşçileri Direniyor!
Baştarafı sayfa 1’de
karşılarında DİSK Nakliyat-İş sendikasında örgütlü işçiler var. Tepe
Home’nin bulunduğu tüm mağazalar Tepe Home’un ait olduğu Bilkent
Holdingin bütün işletmeleri artık bizler açısından bir direniş alanıdır Direniş yerleridir, eylem alanıdır. Yani
burada Tepe Home yöneticilerinin
yapmış olduğu bu anayasa hak hukuk tanımaz işçi ve sendika düşmanı
tavrını her yerde mahkum edeceğiz
her yerde Tepe Home direnişçilerini DİSK ve Nakliyat-İş sendikasını
karşılarında olacaktır. Bu nedenle
de Salı günüde açılacak olan mobilya fuarında Tepe Home’nin karşısına çıkacağız. Tepe Home’nin bulunduğu yerlerde Bilkent Holding’in
bulunduğu diğer işletmelerde biz
olacağız, bu hukuksuzluk ortadan
kalkana kadar yani bu işçiler tekrar
iş başı yapana kadar, toplu sözleşme
hakkı tanınana kadar bu haklı mücadele devam edecek.”
Küçükosmanoğlu, bu mücadelenin
başlamasından sonra Tepe Home’nin
Genel Yönetim Kurulu Başkanının istifa ettiğini, bu direnişin tüm Bilkent
Holding ve Tepe Home çalışanların isteklerinde tercüman olduğunu belirtti.
27 Ocak 2015 Salı günü ise İstanbul Mobilya Fuarı’nda Bilkent
Holding’e bağlı Tepe Home Mobilyanın da standının olması sebebiyle
CNREXPO Fuar Merkezi önünde
bir basın açıklaması gerçekleştirildi.
Dünya Ticaret Merkezi İstasyonunda
saat 13.30’da toplanan direnişçiler buradan CNREXPO Fuar Merkezi önüne
doğru kitlesel ve coşkulu bir biçimde
sloganlarla yürüyüşe geçti.
Eylemde, Çevik Kuvvetin ve Fuar
Merkezine ait özel güvenlik güçlerinin
yoğun önlem aldığı göze çarptı.
Fuar merkezi önünde özel güvenlikçiler basın açıklamasını engellemek
istediler ancak Nakliyat-İş Sendikası
Yöneticileri ve direnişçi işçilerin kararlı tutumu sonucunda özel güvenlikçiler
geri adım atmak zorunda kaldılar.
“Tepe Home, işçilere açlık,
zulüm getiriyor”
CNREXPO Fuar Merkezi önünde Nakliyat-İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Erdal Kopal, saat
14.00’da bir basın açıklaması yaptı.
Basın açıklamasında Erdal Kopal,
Tepe Home’da yaşanan süreci anlattı.
İşçilerin çalışma koşullarını ağırlığını
dile getiren Kopal, işçilerin asgari ücretle günde 15-16 saat kölece çalışma
koşullarında, fazla mesai ücreti almadan çalıştırıldıklarını ifade etti.
Tepe Home patronun Tepe Home’yi var eden 15-20 yıldır çalışan
işçileri bir gecede kapı önüne koyarak, sendikal örgütlenmeyi kırmak
için daha fazla kâr, daha fazla sömürü için işlerini taşerona devrettiğini
belirtti. Ancak Tepe Home İşçileri
anayasal haklarını kullandıkları için
işten atılmaları karşısında susmayarak
direnişe geçtiklerini ifade etti. Bu
direnişin kazanımla sonuçlanana kadar
süreceğini vurguladı. Direniş zaferle
sonuçlanana kadar “Tepe Home neredeyse, Bilkent Holding neredeyse,
DİSK orda olacak, Nakliyat-İş orda
olacak, Tepe Home Direnişçileri orda
olacak” dedi.
Tepe Home’un reklam sloganında;
“Tepe Home evinize mutluluk getirir”
dediğini belirten Kopal, “Hayır Tepe
Home işçilere mutsuzluk getiriyor,
açlık, zulüm getiriyor” şeklinde
konuştu.
E. Kopal, Tepe Home ve Bilkent
Holding’in işçi ve sendika düşmanlığına son vermesini ve atılan işçilerin geri
alınmasını istedi.
Eyleme, Nakliyat-İş’e üye oldukları
için işten atılan ve 87 gündür direnişte
olan Zet Farma Direnişçileri de katılarak destek verdi.
Eylemde “Taşeron Cehennemine
Teslim Olmayacağız, Yaşasın Tepe
Home Direnişimiz” pankartı açıldı.
“Tepe Home’da Taşeron Cehennemine İzin Vermeyeceğiz”, “Atılan
İşçiler Geri Alınsın”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “İşçilerin Birliği
Sermayeyi Yenecek” , “Taşeron Cehennemine Teslim Olmayacağız”,
“Yaşasın Zet Farma Direnişimiz”
sloganları atıldı ve dövizleri açıldı.
haklarını kullanarak işyerini terk edip greve çıktılar.
Grev pankartı bir basın açıklaması ile
asılacaktı fakat Konya basını Organize Sanayi Başkanlığının baskısıyla metal işçilerinin bu en meşru mücadelesi olan ekmek
mücadelesine gelmediler. Metal işçileri,
Birleşik Metal İş Sendikası Anadolu
Şube Sekreteri Satılmış Yılmaz’ın süreci
anlatan açıklamasının ardından grev pankartını fabrikalarının duvarına astılar.
Grev, “Açlıktan Ölmeyiz Biz Bu Yoldan Dönmeyiz”, “Kahrolsun Sarı Sendikacılık”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”,
cadelelerini Bakanlar Kurulu kararı ile 2 ay
ertelemesi, bu hükümetin halkın değil yerli
yabancı Parababalarının hükümeti olduğunu başta İşçi Sınıfımız olmak üzere tüm
halkımıza bir kez daha gösterdi.
Biz Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler
olarak diyoruz ki, and olsun yerli yabancı
Parababalarından da onların siyasi alandaki temsilcilerinden de bir gün hesap soracağız. Onları Tarihin çöplüğüne fırlatıp
atacağız.
Konya’dan
Kurtuluş Partili İşçiler
Nerede bir İşgal, Grev ve
Direniş varsa orada HKP vardır
İ
şçi Sınıfımızın başının sarı ve gangster
sendikacılar tarafından bağlandığı
günümüzde, Parababalarının amacı;
DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) içerisindeki mücadeleci ve
devrimci sendikaları yok ederek, sadece
İşçi Sınıfını örgütsüz bırakmak değil aynı
zamanda İşçi Sınıfımızın bugüne kadar dişiyle-tırnağıyla ve canı-kanı pahasına elde
ettiği haklarını da bir bir gasp ederek yok
etmektir.
İşçi Sınıfımızın böylesine ağır ve zor
orada olmayı şiar edinen Partimizin İzmir
İl Örgütü de, Ege Bölgesinde 29 Ocak tarihinde greve çıkan MAHLE ve SCHNEİDER ELECTRİC İşçilerini yalnız bırakmadı.
İşçilerin istediklerini elde edinceye
kadar da her zaman yanlarında olduğumuzu,
mücadelelerinin mücadelemiz olduğunu,
üzerimize düşen her türlü dayanışmayı
göstermeye hazır olduğumuzu bir kez daha
belirtir ve tüm grevdeki işçi kardeşlerimizi
selamlarız.
günlerden geçtiği bir dönemde DİSK/
Birleşik Metal-İş Sendikası’nın 22 işletmede 15.000 bin işçinin ekmeğine sahip
çıkarak, Parababalarının en önemli örgütü
olan MESS’in (Türkiye Metal Sanayicileri
Sendikası) uzlaşmaz, katı dayatmalarına
karşı grev kararı alması tüm emekçiler için
umut vericidir.
Nerede bir işgal, grev, direniş varsa
Çünkü bizler biliyoruz ki;
İşçi Sınıfı Örgütlü İse Heptir, Örgütsüz
İse Hiçtir!
Örgütsüz İşçi Köle İşçidir, Örgütlü İşçi
Yenilmez!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
Yaşasın Metal İşçilerinin
Örgütlü-Birleşik Mücadelesi!
DİSK/Birleşik Metal-İş
Sendikası’na:
İşçi Sınıfımızın haklarının her geçen
gün tırpanlandığı, geriye götürüldüğü,
yok edildiği bir dönemden geçiyoruz. İşçi
Sınıfının örgütsüz bırakıldığı; var olan
özellikle de sendikanız gibi, DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu)
içerisindeki mücadeleci sendikaların yok
edilmeye çalışıldığı böyle bir dönemde,
Sendikanızda örgütlü binlerce işçinin ekmeğine sahip çıkarak MESS’in (Türkiye
Metal Sanayicileri Sendikası) dayatma-
larına karşı greve karar vermeniz tüm
emekçiler için umut vericidir.
Nerede bir işgal, grev, direniş varsa
orada olmayı şiar edinen Partimiz grevinizi desteklemektedir. Bu konuda üzerimize düşen her türlü dayanışmayı sunmaya hazırız. Çünkü bizler biliyoruz ki:
Örgütsüz İşçi Köle İşçidir, Örgütlü İşçi
Yenilmez!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
AKP Metal İşçilerinin Grevini Erteledi
Tayyipgiller ve Parababaları
İşçi Sınıfımızdan ecellerini görmüşçe korkuyorlar
leşmede de MESS’in, metal patronlarının istekleri, dayatmaları kabul edilmiştir.
Bu dayatmaları kabul etmeyen DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası ise 15 bin üyesi
ile 10 ilde, 22 işyerinde MEES dayatmalarına
ve sarı sendikacılığa karşı 29 Ocak’ta tabandaki
işçilerin kararlı tutumu sonucunda greve çıkma
kararı almıştır. Metal İşçileri “İnsanca Çalışmak, İnsanca Yaşamak ve Çocuklarımızın
Geleceği İçin Grevdeyiz” dediler.
Bu kararın ardından MESS içinde bulunan
İzmir/Dephi, Manisa/Schneider, Kocaeli/Alstom, Kocaeli/Bekaert, İzmir/Schneider işverenleri MESS’’ten ayrılarak, toplusözleşme imzalamaya karar verdiler. Bu işverenler grevi göze
alamayarak anlaşma yolunu seçmişlerdir.
Anlaşma yolunu seçmeyenler ise AKP iktidarına sırtlarını dayayarak Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu’nun kararı ile altmış gün süreyle
grevi erteletmişlerdir. Gerekçe olarak da ‘grevin, milli güvenliği bozucu nitelikte olduğu”
belirtilmiştir. 15 bin işçiyi kapsayan bu grev
yasağı işçi düşmanlığıdır. İşçi sınıfına ihanet
olan bu dayatma kabul edilemez.
M
z
de yoktur. Sözleşme süreleri iki yıldan üç yıla
çıkartılmıştır. Aynı işi yapan işçiler arasında
ücret farklılıkları artmış, metal işçilerinin alım
güçleri de reel olarak düşmüştür. Sözleşmeleri
“zafer” olarak değerlendiren Türk Metal İş
sendikası bildiğimiz gibi 2008 krizinde örgütlü olduğu bazı işyerlerinde işverenin ‘işçi
çıkarma yerine, aylık ücretlerde indirime
gitme’ dayatmasını kabul ederek çalışanların
ücretinde % 35 indirim yapan, bunu kabul eden
bir patron sendikasıdır. Yani zafer denilen söz-
Karaburun Halkı
RES’lere karşı ayakta
mir’in doğal güzellikleriyle, tarihte
Şeyh Bedrettin’in yoldaşlarının
mücadelesiyle ünlü Karaburun’un
yiğit halkı, Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığı tarafından ruhsat üstüne ruhsat
verilerek RES’ler (Rüzgar Enerjisi Santrali) için cennet ancak doğal güzellikleriyle
ünlü köyler için mezar olacak politikaya
karşı direniyorlar.
Karaburun Yarımadası, Özel Çevre ve
Koruma Alanı olarak belirlenmesi gereken
bir bölgedir. Zeytinlikleriyle, mandalina,
enginar yetiştiren tarım arazisiyle, keçi
yetiştiriciliği ile ünlenmiştir, Nesli tükenmekte olduğu için koruma altına alınması
gereken Ada Martısı, Yılan Kartalı ve Ada
Doğanı’nın yaşadığı bu yarımada 49 yıllık
ömrü olan RES’lere kurban edilecek mi?
İşte Karaburun Halkı bu sorulara
yanıt istiyor ve “ÇED gerekli değildir”
raporlarına karşı mücadele veriyor.
Çünkü Enerji Piyasa Denetleme Kurulu
Devrimci Şair Nazım Hikmet’i 113. doğum gününde
bir kez daha saygıyla anıyoruz.
Şehitler
Şehitler, Kuvayi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Şehitler, Kuvayimilliye şehitleri,
İşçi düşmanı AKP
etal İşkolunda çalışan 110 bin işçi
adına MESS ile grup toplu iş sözleşmesi için masaya oturan sendikalardan, sarı sendikacılıkta sınır tanımayan Türk
Metal-İş Sendikası 90 bin işçi adına ve Hak-İş
Konfederasyonu’na bağlı Çelik-İş Sendikası da
5 bin işçi adına MESS’in kölelik dayatmasını
kabul ederek Toplu İş Sözleşmesi imzalamıştır.
Bu sözleşmeler tamamen MESS’in patronlarının dayattığı ve kabul ettirdiği sözleşmelerdir. İşçi hakları açısından hiçbir olumlu mad-
Nazım Hikmet
Ölümsüzdür!
AKP iktidarından zaten bundan başkası beklenemezdi. Çünkü AKP iktidarı işçi ve sendika
düşmanıdır. AKP Türk Metal gibi sarı-gangster
sendikalara dost ama mücadele eden, hakkını
arayan işçilere-sendikalara düşmandır.
2014 yılında 1886 işçi-emekçi iş cinayetlerinde katledildi. AKP iktidarı bütün bu iş cinayetlerine sebep olanlarla kol koladır. Soma’da
301 işçiyi katleden Soma Holding patronu, Mecidiyeköy’de 10 işçiyi katleden Torunlar İnşaat
patronu, Karaman Ermenek’te 18 işçiyi katleden ve daha nice katliamları yapanların hepsi
AKP/Tayyipgiller iktidarı ile dosttur. Bütün bu
iş cinayetlerinde hiçbir patron ceza almamış,
tutuklanmamıştır. Ama ölenler ölmüş geride
bıraktıkları aileleri, yakınları açlık, sefalet ve
yoksulluk içinde yaşamaya devam etmektedir.
İşte AKP budur. 949,07 TL’lik asgari
ücreti işçisine reva gören, kendisi saraylarda
padişahlar gibi yaşayan bir Tefeci-Bezirgân
zihniyetten başka türlü düşünmesi ve davranması beklenemezdi.
15’te
Sakarya’’da, İnönü’nde, Afyon’dakiler
Dumlupınar’dakiler de elbet
ve de Aydın’da, Antep’te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz,
yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvayimilliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi!
uyandırın bizi!
Şehitler, Kuvayimilliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Nazım Hikmet Ran
Çukurova
8. Tüyap Kitap Fuarı’nda
halkımıza ulaştık
Zet Farma’ya
kadın desteği
8
tarafından verilen üretim lisanslarıyla
415 kilometrenin 252 kilometresine RES
yapılmak istenmesi halkın tepkisine yol
açıyor. Çünkü Karaburun Yarım adasının
arazisi engebeli, dağlık bir arazidir. Bu
nedenle tarım arazisi yüzölçümü azdır. Bu
arazilerin üzerine RES kurulması burada tarım yapan köylünün açlığa mahkûm
edilmesi demektir.
Yenilebilir enerji olarak RES’i savunmamıza karşılık her zaman köy merasının,
tarım arazilerinin ve zeytinliklerin üzerine
RES yapılmasına karşı çıktık ve karşı çıkmaya devam edeceğiz. Türbin kuşatması altında kalan bu yarımadayı bekleyen
tehlike çölleşme olacaktır. Bundan dolayı
bu bölgedeki kısıtlı tarım arazisinde RES
yapılmamalıdır. Aksine buradaki tarımın
verimli yapılabilmesi için projeler üretilmelidir ki halk kalkınsın.
14’te
. Çukurova Tüyap Kitap Fuar’ına Derleniş Yayınları ve Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak katıldık.
Fuar süresince standımızda, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı ve Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut’un kitaplarını halkımıza ulaştırmaya çalıştık.
Halkımızın standımıza ilgisi oldukça yoğundu. Çukurova halkına düşüncelerimizi anlattık. Başta liseli
gençlik olmak üzere gençliğin ilgisi çok iyiydi. Gelen ziyaretçilerimizle güncel konularda konuşmalarımız oldu.
Özellikle ülkemiz üzerinde AB-D Emperyalistleri tarafından uygulanmaya çalışılan BOP (Büyük Ortadoğu
Projesi)’ne yönelik konuşmalar oldu.
Halkımızın bizlere söyledikleri ise “Bizleri sizi arıyoruz, size ulaşmak istiyoruz. Sizin düşünceleriniz Türkiye’nin yapısına uygun” şeklinde oldu.
Fuarda, “AB-D Emperyalistleri ve Ortadoğu’da
Kadın Olmak-Eğitimde Ortaçağcı Savruluş” konulu
panelimizi halkımızın yoğun katılımıyla gerçekleştirdik.
4’te
3
60 işçinin çalıştığı Esenyurt, Hadımköy, Kıraç ve Kağıthane’de
işyerleri olan Abdi İbrahim, Mustafa Nevzat vb. ilaç fabrikalarına
hizmet veren Zet Farma Lojistik firmasında çalışan işçiler, anayasal haklarını kullanarak Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlenmişler, ancak
işveren 31 Ekim günü 10’u Nakliyat-İş üyesi olmak üzere toplam 12 işçiyi işten atmıştı. Bunun üzerine 3 Kasım Pazartesi günü saat 07.00’den
itibaren Zet Farma’nın Hadımköy işyeri önü merkez olmak üzere direniş
başlatılmıştı. Zet Farma İşçileri, 3 Kasım’dan beri işleri, onurları, ekmekleri için soğuğa, yağmura, baskılara boyun eğmeden kararlıca direniyor.
Partimizin Kadın-Çocuk komitesi de 89. gününde olan direnişi bir kez
daha selamlamak ve Direnişçi Zet Farma İşçileri ile dayanışmak için 30
Ocak günü Direniş çadırına bir ziyarette bulundu.
“İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek, Yaşasın İşçilerin Onurlu
Mücadelesi” ozaliti ve “Yaşasın Zet Farma Direnişimiz” “Zet Farma’ya Sendika Girecek Başka Yolu Yok, İşgal, Grev, Direniş Yaşasın
Nakliyat-İş” sloganlarıyla direniş alanındaki çadıra doğru kısa bir yürüyüşe geçen Komitemizi Direnişçi Zet Farma İşçileri sloganlarla karşıladı.
Direniş Çadırında yakılan sobanın etrafında yapılan coşku dolu konuşmalar ve sıcak sohbetlerle ziyaretimiz sona erdi.
Kurtuluş Partili Kadınlar