muczeler gerçekleşeblr

Transkript

muczeler gerçekleşeblr
Çocuklar için hikâyeler,
fakat sadece o değil…
MUCİZELER
GERÇEKLEŞEBİLİR
İÇİNDEKİLER
Prenses Şakayık …………………………………..
4
Kimsenin Yaşamadığı Ev ………………...............
12
Mucizeler Gerçekleşebilir! ……………………….
20
Asla Bitmeyen Mucize …………………...............
28
İki Aşçıbaşı ……………………………………….
36
Batan İğneler ……………………………..............
44
Mary ve Boyaları …………………………………
52
Küçük Tavşancık için Hediye ……………………
60
Ateşböceği Işıldamayı Nasıl Öğrendi ……………
70
Tekne ……………………………………………..
80
Yazan : Yael Sofer
PRENSES
ŞAKAYIK
4
Deniz ötesi, çok uzak bir ülkede, bir kral ile
kraliçe yaşardı. Sadece bir kızları vardı ve adı Şakayık
idi. Şakayık’ın gözleri açık maviydi ve en güzel bukleli
kızıl saçlar ondaydı. Ülke halkı, kral ile kraliçeyi ve de
bilhassa Prenses Şakayık’ı çok severdi.
Bir gün, Şakayık akıl ermez bir hastalığa yakalandı. Kral ile
kraliçe, hemen sarayın doktorunu çağırdı. Doktor da bir ilaç tarifi hazırladı,
“Biraz mercanotu, kekik ve sarımsak, bal, hardal, kadife çiçeği ve soğan kabuğuyla
karıştırılsın. Karışım, esmer buğday ve çiğdem çiçekleriyle kaynatılsın
ve bunu günde üç defa yesin.”
Doktorun ilacını denediler, ama ilaç işe yaramadı. Böylece, kral ve kraliçe,
Şakayık’ın hastalığını tedavi edecek bir ilaç vermeleri için, krallıktaki tüm doktor
ve büyücüleri çağırdı.
“Soğuk suyla banyo yapsın!” diye tavsiye etti biri.
5
“Sadece sebze ve meyve yesin,” dedi ikincisi.
“Yulaf lapası ve sıcak su banyosu gerekir sadece.
Günde bir kere de başının üstünde durmalı,” diye bildirdi üçüncüsü.
Fakat bunların hiçbiri işe yaramadı. Şakayık hâlâ çok hastaydı.
Gittikçe güçsüzleşerek yatağa düştü ve açık mavi gözlerini kapadı.
Bunun üzerine kral, yakın bir krallıkta yaşayan ve esrarengiz hastalıklar
üzerine uzman olan birini çağırttı. Gelen uzman, çok kısa boyluydu, uzun beyaz
sakalı vardı ve eski, siyah bir çanta taşıyordu. Şakayık’a bakıp nabzını kontrol etti.
“Şakayık, mutsuzluk yüzünden ıstırap çekiyor,” diye bildirdi uzman. “Onu mutlu
etmek için, olağandışı bir ilaç gerekir. Şakayık dünyadaki en güzel melodiyi duymalı,” dedi
ve sonra çantasını kapayarak ayrıldı.
6
Derhal, kral ve kraliçe bir ulak
çağırdı. Ulak, atıyla tüm ülkeyi dolaşarak,
duyuru yaptı: “Dikkat! Dikkat! Prenses Şakayık’a
dünyadaki en güzel melodi gerekiyor. Kim
prensese en güzel melodiyi getirirse, onunla evlenecek.”
Aynı gün, krallığın her tarafından, birçok müzisyen,
değişik müzik aletleriyle sarayın avlusuna geldi.
“Şakayık’ın melodiyi duyabilmesi için, sarayda ve krallığın
her yanında tamamen sessizlik olmalı,” dedi kral ve kraliçe.
“Parmak uçlarında yürüyeceğiz,” dedi hizmetkârlar.
“İnsanlara ne sattığımızı söylemek için, işaret dilini kullanacağız,”
diye göz kırptı pazardaki tüccarlar.
“Fısıldayacağız ve kavga etmeyeceğiz,” dedi çocuklar birbirlerine usulca.
Ertesi gün, sarayın kapıları açıldı ve hizmetkârlar dikkatli bir şekilde,
müzisyenleri teker teker Şakayık’ın odasına aldılar.
İlk önce, elinde kemanıyla bir kemancı girdi. “Şakayık’ı
kemanımın melodisiyle iyileştireceğim, çünkü
tüm müzik aletlerinin en asili kemandır,”
diye bildirdi kemancı.
7
İyi bir atkuyruğundan yapılmış keman yayını çıkardı
ve kemanın tellerinde güzel bir melodi çaldı. Fakat Şakayık
yatakta yatmaya devam etti.
“Başaramadın, Bay Kemancı,” dedi sarayın doktoru
ve kemancı hayal kırıklığı içinde ayrıldı.
Hemen onun arkasından, flütçü odaya girdi. “Flütün melodisi
dağ havası kadar berrak ve taze olduğu için, Şakayık’ı ben iyileştireceğim,”
diye açıkladı. Flütüyle, pencereden avluya taşan bir melodi çaldı ve
saraydaki herkes bu tatlı melodiyi dinlemek için durdu. Fakat Şakayık hâlâ
yatakta yatmaya devam ediyordu.
“Flüt iyileştirmiyor!” diye bildirdi doktor. Flütçü hüzünle avluya döndü.
Ondan sonra, dört hizmetkâr odaya bir piyano getirdi ve onların arkasından da bir piyanist girdi.
“Şakayık’ı ben iyileştireceğim,” diye bildirdi piyanist güvenle, “çünkü en heyecanlı melodi benimkisi.”
Siyah ve beyaz tuşları o kadar duygulu çaldı ki, sesler pencereden dışarı çıkıp, avluyu geçip, sokakları dolaştı.
8
Gerçekten, krallıkta yaşayan herkes
çok etkilenmişti.
Fakat prensesin yanında oturan kraliçe,
“Durmalısınız, çünkü Şakayık’ı ağlatıyorsunuz!” dedi.
Bunun üzerine piyanist, dört uşak ve piyanoyla birlikte,
hızla ayrıldı.
Sonra birdenbire, uzun boylu genç bir adam odaya girdi.
Garip görünüşlü, siyah bir ceket giymişti. Fakat en garibi, ellerinin
boş olmasıydı; bir müzik aleti taşımıyordu.
“Kimsin?” diye sordu kral.
“Ben bir şefim, Yüce Efendim. Prensesi iyileştirecek melodiyi biliyorum,”
dedi krala gülümseyerek.
“Fakat müziğini çalmak için ne kullanıyorsun?” diye kral sordu.
“Eğer bir dakika için avluya çıkmama izin verirseniz, dünyadaki en güzel
melodiyle döneceğim,” diye cevap verdi şef.
Diğer çözümleri duymaktan çoktan
vazgeçmiş olan kral, gitmesi için şefe izin verdi.
“İyi, tamam. Git ve çabucak geri gel, zira
Şakayık’ın durumu daha da kötüleşiyor.”
9
Henüz bir dakika geçmemişti ki, şef geri döndü.
Onunla birlikte kemancı, flütçü, piyanist ve piyano da gelmişti.
Herkes, huzursuzluk içinde orada durmuş bekliyordu.
“Getirdiğin müzisyenler bunlar mı?” diye bağırdı kral.
Artık, kralın sabrı taşmıştı. Doktor çabucak, ayrılmaları
için müzisyenlere işaret etti.
“Bir dakika,” dedi şef. “Bu odada ne olduğunu biliyorum ve
bu yüzden de buradayım. Yüce Efendim, Prenses Şakayık’ı kurtarmak zorundayız!”
Birdenbire, “Bırak denesin,” dedi kraliçe ve kral kabul etti.
Genç şef, müzisyenleri topladı, onlara bir şeyler fısıldadı ve bekledi. Krallıkta mutlak bir sessizlik
olduğunda, şef ellerini kaldırdı ve tüm müzisyenler hep birlikte güzel ve berrak bir melodi çalmaya başladılar.
Yumuşak ve akıcı, asil ve heyecanlı, içinde her şey olan bir melodiydi; öyle ki, neredeyse kusursuzdu. Şef,
işaret etmeye devam etti ve tüm müzisyenler, en sonunda harika, yeni bir melodi duyulana kadar onu takip ettiler.
10
Herkes hayretler içindeydi. Şakayık gözlerini
açmış, yatağında doğrularak müzisyenlere katılmıştı.
“La la la la la,” diye şarkı söylüyordu.
İşte tam o anda, dünyadaki en güzel melodi duyulmaktaydı.
Yakın krallıkta yaşayan uzman haklıydı; Şakayık gerçekten de
iyileşmişti. Kral ve kraliçe, genç şefi sarayda yaşamaya davet etti ve
müzisyenler de kralın orkestrasında çalmak üzere sarayda kaldılar.
Bir gün, Şakayık annesine fısıldadı, “Garip bir ceket giymesine rağmen,
şef akıllı, yakışıklı ve çok yetenekli. Onunla evlenmeyi isterim.”
Böylece, yedi gün sonra, sarayda muhteşem bir düğün yapıldı ve
krallıkta yaşayan herkes düğüne davet edildi.
“Hâlâ merak ettiğim bir şey var,” dedi kral şefe. “Şakayık’ı iyileştirdiğin gün,
müzisyenlerin kulaklarına fısıldadığın sır neydi?”
Şef gülümsedi. “Sır, çok basit,” dedi. “Onlara, müziklerinizi
ayrı ayrı çalmak yerine, hep birlikte,
uyum içinde çalacağız, dedim;
tek insanmış gibi…”
Çizimler: Ekaterina Vasilchenko
Larissa Novikova
11
Yazan : Ludmila Zolotareva
KİMSENİN
YAŞAMADIĞI EV
12
Bir zamanlar, uzaklarda küçük bir köyde,
yüksek taş duvarları ve muhteşem bir girişi olan, kocaman
eski bir ev vardı. Fakat bu ev, köydeki tüm diğer evlerden
farklı olarak, gelenleri hoş karşılamayan, soğuk bir evdi.
Pencereleri sıkıca mühürlenmiş, kapıları kilitlenmiş ve çok uzun
zamandan beri kimse içeri ayak basmamıştı. Köydeki diğer evlerin tümü,
mutlu ailelerle doluydu, fakat bu evde hiç kimse yaşamıyordu. Ev tamamen
terk edilmişti.
Her gün, köy halkı oradan geçerken durur, gözlerini eve dikerek fısıldaşırdı.
“Ne kadar garip bir eski ev; orada tamamen yalnız başına, çok büyük
ve boş olarak duruyor!”
13
Ev şaşırmıştı. “Benden ne istiyorlar?”
diye merak etti. “Ben sadece burada duruyorum;
kimseye rahatsızlık vermiyorum. Neden bana dik
dik bakıyorlar? Pencerelerimin boyası mı soyulmuş?
Yoksa menteşelerim mi paslanmış?”
Ev, bir zamanlar çok güzel döşenmişti ve şimdi her şey
gayet düzenli bir şekilde duruyordu. Mutfakta yeterince tabak,
yemek odasında kristal bardaklar ve antika gümüş sofra takımı,
misafir odalarında düzgün yapılmış yataklar ve her masanın üstünde bir masa örtüsü
vardı. Fakat ev çok sessizdi – fazla sessiz! Pencereleri kaplayan ağır perdeler, güneş
ışığının içeri girmesini engellemişti; evin içi karanlık ve kasvetliydi.
Ara sıra, yemek masası sofra takımını neşelendirmeye çalışırdı. “Haydi,
tabaklar, dizilin bakalım,” derdi.
14
“Neden?” diye sorardı tabaklar.
“Kim bize yemek dolduracak?”
“Mumlar, inin raflardan aşağı!” diye
masa emrederdi.
“Neden? Kim yakacak bizi?” diye
cevaplardı mumlar.
Son olarak, masa yemek odasındaki güzel avizeye
döner, “Avize, haydi aydınlat evi! Kimsenin sayamayacağı
kadar çok lamban var,” derdi.
“Fakat ışığımı açacak kimse yok,” diye cevaplardı avize.
“Hatta kendi kendime açabilsem bile, kim görecek ki?”
Sonunda, ev o kadar sıkıcı ve kasvetli hale gelmişti ki, kavga etmekten başka
yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Böylece, kaşıklar çatallarla, hangisinin daha önemli
olduğu üzerine tartıştılar. Merdiven, çok tozlu olduğu için halıya huysuzlanarak gıcırdadı.
Lavabo, su akıtmadığı için musluğa kızdı. Küçük masa lambası bile avizeyle kavga etti.
Ev, üzgün üzgün etrafına baktı. Bir şeyler yapılması
gerektiğini fark etmişti. Fakat ne? Ne yapılmalıydı?
Aniden, evin aklına bir fikir geldi.
“Şömineye soracağım,” diye karar verdi.
“Şömine çok bilgedir çünkü her şeyden önce o inşa edilmişti.”
15
Fakat şömine derin bir uykudaydı.
Ev, onu uyandırmak için, bacanın içinden bağırmaya
çalıştı. Ne yazık ki, bu çabasıyla sadece her yere kurum
dökmeyi başarmıştı ve şömine hâlâ uykudaydı. Yine de
inatçı ev vazgeçmedi.
“Tabaklar,” diye haykırdı ev. “Haydi, şömineyi uyandırmaya
çalışalım! Eminim ki o ne yapmamız gerektiğini bilecek. Yapabildiğiniz
kadar gürültü yapın.”
Anında, tabaklar takırdamaya başladılar. Birazdan diğerleri de onlara katıldı: şamdanlar
şangırdadılar, çatallar ve kaşıklar birbirlerine çarparak şıngırdadılar, avize sallandıkça ahenkli
sesler çıkardı. Yataklar bile ayakları üzerinde, aşağı yukarı zıpladılar. Hep beraber öyle patırtılı,
takırtılı ve şangırtılı bir gürültü yaptılar ki, evin çatısında yuva kurmuş kuşlar uçarak kaçtılar.
16
Nihayet, şömine uyandı. “Oldukça
kötü bir durumda olmalısınız,” dedi eve, esneyerek.
“Yoksa neden beni uyandırmak için bu kadar
zahmete giresiniz?”
“Tavsiyene ihtiyacımız var,” dedi ev. “Bir şey
fena halde yanlış, fakat ne olduğunu bilmiyoruz.”
“Oldukça basit,” diye cevapladı şömine.
“Bilmemenize şaşırdım.”
“Peki nedir? Söyle bize!” diye ev ısrar etti.
“Altın bir kural vardır: sıcaklığınızı başkalarıyla paylaşmalısınız.
Bakın bana, ateşim yandığı zaman, bu sıcaklığı kendime saklamıyorum.
Onu başkalarıyla paylaşıyorum. Köydeki diğer her ev, ailesine sıcaklık
ve rahatlık veriyor, fakat sen, birileriyle paylaşmayı reddederek,
orada tek başına duruyorsun. İşte bu yüzden
mutsuzsun ve kendi aranızda
kavga ediyorsunuz.”
Ev çok şaşırmıştı, ama şöminenin
haklı olduğunu kabul etti. Bu altın kuralın,
17
herkes tarafından benimsenmesi gerektiğine karar verdi.
Hemen ertesi sabah, perdeleri geri çekerek, odaları
havalandırmak üzere evin tüm pencerelerini açtı. Aynalar
çok mutluydular; yıllardan beri ilk kez güneş ışığını yansıtıyorlardı!
İşte, mucizevi bir şekilde, bütün kavgalar durmuştu.
“Yer bezleri ve toz bezleri! Yerleri yıkayın ve örümcek
ağlarını temizleyin! Musluk, onlara su ver!” diye şarkı söylercesine seslendi ev.
Çok geçmeden, ev temizlenmişti ve pırıl pırıl parlıyordu.
“Yemek masası! Misafirlerimizi karşılamaya hazırlanın!” diye seslendi ev.
Derhal, tabaklar kar gibi beyaz masa örtüsü üzerine dizildiler ve hemen yanlarında
çatallar, bıçaklar ve kaşıklar düzenli bir şekilde yerlerini aldılar. Yemek masası keyifle dans
etmek istiyordu, fakat hiçbir şeyin düşmemesi için çok sakin ve hareketsiz durdu.
18
Yemek saati geldiğinde, ev misafirler
için kapılarını sonuna kadar açtı. Köy halkını
o kadar güzel ve hoş karşıladı ki, kimse daha önce
böylesini görmemişti. İnsanlar içeri bakınca, aslında
onlar için hazırlık yapılmış olduğunu anladılar.
“Bak!” dediler hayretle. “Akşam yemeği hazır!”
İşte böylece, bu kocaman eski evde, bütün köylüler hep
beraber harika bir akşam geçirdiler; hikâyeler paylaşıldı ve şarkılar söylendi.
O günden sonra, ev ona gelen herkesi her zaman hoş karşıladı,
sıcaklığını ve rahatlığını gelenlerle paylaştı. Kısa bir süre sonra da,
mutlu bir aile eve taşındı.
Ev, kimin ona böylesi harika bir hediye verdiğini
asla unutmadı. Geceleri, bütün aile uykudayken, hâlâ
fısıldar: “Teşekkürler sana, bilge şömine. Tavsiyeni
asla unutmayacağım. Başkalarına
sıcaklık vermek ne büyük yücelik!”
Çizimler:
Alexandr Zolotarev
19
Yazan : Michael Brushtein
MUCİZELER
GERÇEKLEŞEBİLİR!
20
Bir zamanlar, Pete adında bir çocuk vardı.
Pete, sıradan bir çocuk gibi görünmesine rağmen,
aslında çok farklı bir çocuktu. Farkı, bütün arkadaşları
gibi oynamayı ve bisiklet sürmeyi sevmemesi değildi.
Onu özel yapan şey, sadece görebildiği, dokunabildiği ya da
tadabildiği şeylere inanmasıydı. Arkadaşları, öğrendikleri şeyleri
sorgulamayı asla düşünmezken, Pete kanıtlayamadığı her şey hakkında
şüphe ederdi. Elektriği gerçekten göremediği için ciddi kuşkuları vardı.
Dünya’nın yuvarlak oluşu hakkında bile şüpheleri vardı, çünkü
etrafında görebildiği tek şey düzlüktü.
21
Diğer çocuklar sık sık, kasabanın
dışında, tılsımlı bir bahçede yaşayan, sihirli
bir büyücü hakkında konuşurlardı. Bu büyücünün
insanların dileklerini nasıl gerçekleştirdiğine dair bir sürü hikâye
anlatılırdı, fakat Pete bunlara inanmazdı. Pete daha önce birçok
sihirbaz görmüştü. Onları, şapkalarından tavşan çıkartırlarken, madeni
paraları yok ederlerken ve hatta tavana kadar uçarlarken izlemişti.
Fakat sihirbazların kendisi de size, her numaranın bir göz aldanması olduğunu söyleyecektir.
Yaptıkları numaralar gerçek olmasa bile, birçok alıştırma ve el çabukluğuyla, onları gerçek gibi
gösterebilirler. Pete, büyücü diye bir şey olmadığını çok iyi biliyordu. “Ne aptalca!” diye düşündü.
“Büyücüler gerçek değil. Onlar sadece peri masallarında olurlar.”
22
Bir gün Pete, büyükannesini
ziyarete gitmişti. Eve dönüş yolunda,
otobüste uyuyakaldı.
“Uyan, genç adam,” diyen gür bir ses
onu ürküttü. “Bu otobüs istasyona geri dönüyor.”
Pete, gözlerini ovuşturarak uyandı. İneceği
durağı kaçırmış olduğunu fark ederek, otobüsten indi
ve kendini hiç tanımadığı bir yerde buldu. Etrafına bakınca,
küçük bir bahçenin içinde olduğunu gördü. Düz taşlı duvarlar ve
titreyerek ışıldayan yapraklarla dolu ağaçlar etrafını sarmıştı. Pete,
bu bahçenin herkesin bahsettiği bahçe olduğunu hemen fark etti;
büyücünün yaşadığı yerdi.
“Hımm, bakalım burada gerçekten kim yaşıyor,”
diye düşündü Pete. Demir kapıyı açarak içeri bir
göz attı. İnanılacak gibi değildi. Bahçe, aynı
hikâyelerde anlatıldığı gibi, gerçekten
büyüleyiciydi. Pete, paket taşlarla
23
döşeli yol boyunca yürürken, tamamen büyülenmişti.
Daha önce hiç bu kadar görkemli çiçekler
ve ağaçlar görmemişti. Yol, onu bahçenin ortasına
götürdü ve orada uzun, kır sakallı, yaşlı bir adam
oturuyordu.
“Sen büyücü müsün?” diye yabancıya
şüpheyle sordu Pete.
“Hem evet, hem hayır,” diye cevapladı adam.
“Bu da ne demek?” diye sordu Pete.
“Sen, benim mucizeleri gerçekleştirip gerçekleştiremediğimi
soruyorsun ve cevabı, tam olarak değil, sadece kısmen.”
“Kısmen mi? O da ne demek?” Pete’in kafası karışmıştı.
24
“Sihir, eğer insanlar onlara
yardım ettiğimi hatırlarsa işe yarar, ama
onlar çoğunlukla unuturlar ve ellerinde
hiçbir şey kalmaz.”
“Anlamadım,” diye itiraf etti Pete.
“Farz et ki, annenden sana beyzbol sopası
almasını isteyeceksin. Ona sormadan önce, anneni
düşünürsün. Doğru mu?”
“Elbette,” diye onayladı Pete.
“Ama arkadaşlarınla beyzbol oynamaya başladığında,
anneni unutursun ve aklında kalan tek şey, topa nasıl vuracağın olur.
Benim sihrim de böyle işler. Birçok önemli dileğin gerçekleşmesine
yardım etmiştir, ancak insanlar beni unutur unutmaz, her şey yok olur.”
“Ben de bir dilek dileyebilir miyim?” diye sordu Pete.
“Kesinlikle! Dilek dilediğin zaman,
sihirli sözleri söyle sadece: ‘Mucizeler gerçekleşebilir’.
Dileğin anında gerçekleşecektir ama
unutma, sadece bir dilek dileyebilirsin.”
25
Pete, büyücüye veda etti ve
hemen eve dönen otobüse bindi.
“Büyükannemin iyileşmesini dilemeliyim,”
diye kendi kendine düşündü. “Ama eğer büyücünün onu
iyileştirdiğini unutursam, yine hastalanacak. Hayır, bu olmaz.
Bisiklete ne demeli? Onu da sürmeye başlayınca, onun sihir
olduğunu unutacağım ve bisiklet kaybolacak.
Peki, ne yapabilirim?”
Bu arada otobüs, Pete’in ineceği durağa varmıştı. Pete ayağa kalktı,
bütün yolculara baktı ve aniden, ne yapacağını bildi.
26
“Keşke herkes, mucizelerin
gerçekten var olduğunu ve bir büyücünün
onları gerçekleştirdiğini her zaman hatırlasa!”
Pete, otobüsteki herkesin onu duyabileceği şekilde
haykırdı ve sihirli sözcükleri söyledi: ‘Mucizeler
gerçekleşebilir!’ Tek dilek hakkını kullandığını
biliyordu ama sorun değildi, çünkü artık büyücü
herkesin dileğini gerçekleştirebilirdi.
Pete, otobüsten indi ve kaldırımdan evine doğru yürüdü.
Evi, bu sabah büyükannesini ziyarete gitmeden önceki gibi, aynı
görünüyordu, ama kapıyı açtığında, telefonun çaldığını duydu;
büyükannesiydi.
“Pete, inanmayacaksın, ama birden kendimi çok daha
iyi hissetmeye başladım. Bu bir mucize!”
“Haklısın büyükanne, bu bir
mucize!’ dedi Pete. Bunu gerçekleştiren
olağanüstü büyücüyü hatırlayarak,
mutlulukla gülümsedi.
Çizimler:
Michael Gonopolsky
27
Yazan : Michael Arshavsky
ASLA BİTMEYEN
MUCİZE
28
Uzun zaman önce, çok uzaklardaki
tılsımlı bir ormanda, genç sihirbazlar için bir okul
vardı. Çoğu okullar gibi, onun da öğrencileri ve öğretmenleri,
ev ödevleri ve tatilleri vardı. Fakat bu okul, tüm diğer
okullardan farklıydı, çünkü yılsonunda, öğrencilerin
öğrendiklerini göstermeleri için büyük bir sihir gösterisi olurdu.
Arthur, birinci sınıf öğrencilerinden biriydi.
Muhteşem bir espri anlayışı vardı ve tüm arkadaşlarını
güldürmekten keyif alırdı.
Arthur, gösteri için çok özel bir sihir oyunu icat etmişti.
Bu oyun, sıradan bir uçan yatak ya da hiç bitmeyen bir naneli şeker
29
çubuğu değildi. Arthur, sihirli bir
dilek halısı icat etmişti. Oyunu gerçekleştirmek
için, bir çocuğun halının üstünde durması, iki kere
zıplaması ve sihirli sözleri söylemesi gerekiyordu:
‘Klik-Klak’. Sonra, çocuğun dileği anında gerçek
oluyordu. Fakat ne yazık ki sihir sadece bir dakika
sürüyordu, zira Arthur henüz birinci sınıf öğrencisiydi.
Arthur, sihirli gösteri öncesi, yakındaki bir anaokulunda, yeni
icadıyla pratik yapmaya karar verdi. Her çocuğu, halının üstünde durup
bir dilek dilemesi için davet etti. Bütün çocuklar sihirli halıya koştular, ama
halıya ilk ulaşan, sınıfın en küçüğü, ufaklık Nick oldu. Nick, halının üstünde
durup iki kere zıpladı. Sonra, o sihirli kelimeleri söyledi: ‘Klik-Klak’.
30
“Büyük olmak istiyorum, herkesten
daha büyük!” diye yüksek sesle bağırdı.
Anında, Nick büyümeye başladı.
Sınıf, büyük bir şaşkınlıkla izliyordu. Önce
sınıftaki herkesten daha uzun oldu, sonra Arthur’dan
daha uzun, sonra öğretmenden daha uzun oldu.
Sonunda başı tavana değdi. Fakat dileğini dilerken
elbiselerini hesaba katmamıştı ve elbiseleri hâlâ çok
küçüktü. Pantolonu yırtılmıştı. Arkasından gömleği de yırtıldı.
Sandaletlerindeki kayışlar bile kopup etrafa dağıldı.
Kızlar kıkır kıkır gülmeye başladılar. Erkekler
gülmekten kırılıyordu. Öğretmen bile gülmeden
duramamıştı. Fakat bir dakika sona erdiğinde,
sihir de sona ermişti. Nick önceki
haline geri döndü. Küçük elbiseleri de
yeniden üstüne oldu.
31
Halının üstüne gelme sırası
Jessica’nındı. İki kez zıpladı ve sihirli
kelimeleri söyledi: ‘Klik-Klak’. Aniden donup
kaldı. Aklından bir sürü dilek geçiyordu, fakat hangisini
seçeceğini bilemiyordu. “Oyuncak bir bebek! Yok, bir parça
çikolata! Oyuncak bir araba olabilir mi? Hayır, o erkek
çocuklar için. Yeni bir elbise! Hayır, annem zaten bana yeni bir elbise alacak;
bu elbise ise bir dakika içinde yok olacak. Ne seçmeliyim?”
Birdenbire, cansız, içi doldurulmuş hayvanlarla dolu rafa gözü takıldı.
Bir zamanlar nasıl bütün bu hayvanların canlı olmasını hayal ettiğini hatırladı. Bu hatıra,
diğer tüm dilekleri bir kenara itti ve sihirli halı hayvanları canlandırmaya başladı.
32
Anında, oda kanat çırpma
sesleriyle doldu. Kuşlar, gagalarını cama
vurarak kaçmaya çalışıyorlardı. Kediler
miyavlayarak kuşları kovalıyorlar, köpekler de
havlayarak kedileri kovalıyorlardı. Ayı yavruları ise,
homurdanarak ve birbirlerini yere yatırarak
yuvarlanıyorlardı.
Çocuklar, korku içinde öğretmenin etrafında
toplanırken, Arthur pencereye doğru koşturup, pencereyi
açtı. Kuşlar anında pencereden dışarı uçtular; kediler kuşların ardından
atladılar; köpekler kedilerin peşinden koşturdular ve ayı yavruları hep birlikte
dışarı yuvarlandılar. Sonunda, bir dakika geçti ve tüm hayvanlar tekrar
oyuncak haline döndüler.
Birinin tekrar sihirli halıya basmaya cesaret
etmesi için birkaç dakika geçti. Derken,
Alex adlı çocuğun aklına bir fikir geldi.
Sabahtan beri çok fena diş ağrısı çeken
arkadaşı Pete’i hatırlamıştı.
33
Pete, evden getirdiği elmayı bile
yiyememişti. Alex adım atıp, sihirli
halının üzerinde durdu. İki defa zıplayıp,
“Klik-Klak! Pete’in diş ağrısının geçmesini
istiyorum,” dedi.
Bir anda, herkes Pete’in keyifli gülüşünü
duydu. “Teşekkür ederim, Alex!” diye heyecanla
bağırdı Pete. “Haydi, elmamı paylaşalım.”
O sırada, öğrenciler öğle yemeği için kafeteryaya çağrılmıştı. Sihir
oyunu böylece sona erdi. Arthur, halısını toplayarak çocukları takip etti.
34
Pete’in diş ağrısının bir dakika
içinde başlayacağını biliyordu ve onu
rahatlatmanın bir yolunu bulmalıydı. Fakat
yanılıyordu! Arthur hayretler içindeydi. Pete
gülmeye ve elmasını yemeye devam ediyordu.
Arthur, uzun süre bu sihir hakkında düşünerek
zaman harcadı. Neden sihir bir dakika içinde sona
ermemişti? Halıyı, o icat etmişti ve sihrin sadece bir
dakika için sürdüğünü biliyordu.
Nedenini bulamayınca, sihirler konusunda çok bilge olan bir
öğretmene sormaya karar verdi. Bilge öğretmen, Arthur’un hikâyesini
dikkatle dinleyerek gülümsedi. Arthur’un saçlarını şefkatle okşayıp,
Arthur’un asla unutmayacağı şu sözleri söyledi:
“Aklında tut, küçük dostum, başkaları
için yapılan sihir ASLA
sona ermez.”
Çizimler:
Gia Basilaia
35
Yazan : Igal Reznik
İKİ
AŞÇIBAŞI
36
Bir zamanlar, kendilerine ait restoranları
olan, Kaynatır ve Kızartır adlı iki mükemmel aşçıbaşı
yaşardı. Bir gün, “İkimiz de büyük aşçıyız. Öyleyse
neden birlikte bir şeyler yapmıyoruz?” dedi Kaynatır, Kızartır’a.
“ Haklısın!” diye kabul etti Kızartır. “Neden bunu düşünmedim?
Birlikte hazırlayacağımız bu yemek, daha önce kimsenin tatmadığı bir
şey olacak. Bütün şehri tatmaları için davet ederiz! Gerçek bir ziyafet olacak!”
“Evet, bir ziyafet! Harika bir fikir bu!” diye heyecanla bağırdı
Kaynatır. “Nasıl bir yemek hazırlamalıyız?”
37
“Emin değilim,” dedi Kızartır,
“ama kesinlikle leziz bir şey olmalı!”
Uzun bir tartışmadan sonra, aşçıbaşılar
balık yapmaya karar verdiler, ama alışıldık bir balık
değil, insanların tabaklarını silip süpürecekleri cinsten bir balık.
“Yarın başlıyoruz,” dedi Kızartır. “Şöyle yapalım:
Ben balığı kızartırım, sen de ona göre bir sos hazırlarsın.”
“ Kabul!” dedi Kaynatır. Aşçıbaşılar, bütün malzemelerin Kızartır’ın
restoranına götürülmesi için plan yaptılar. Planlarından memnun olarak, el
sıkıştılar ve ayrı yollara gittiler.
38
Ertesi sabah, Kızartır balık
pazarına gitti. En iyi balığı bulmak için,
en tazesi olduğuna emin olana kadar, tam üç
saat geçirdi. Değişik ülkelerden gelmiş, yetmiş
kasa balık, arabalara yüklendi ve restoranına nakledildi.
Bu arada, Kaynatır da sebze pazarına gitti. Birçok
değişik ülkelerden gelmiş, en lezzetli sebzeleri ve baharatları
seçmesi üç saatini aldı. Nakliyeciler, ağzına kadar dolmuş,
yetmiş sepeti Kızartır’ın restoranına taşıdılar.
Aşçılar kısa bir süre dinlendikten sonra, işlerine
döndüler. Kızartır, balıklarını yetmiş farklı tavada kızarttı ve Kaynatır,
sosunu yetmiş farklı kapta kaynattı.
Dört saat sonra, her şey hazırdı.
Kızartır’ın hazırladığı balıklar o kadar
mükemmel görünüyordu ki, içinde
pişirildikleri parlak pirinç
tavalar gibi parlıyorlardı.
39
Gerçekten de o kadar iştah açıcı
görünüyorlardı ki, artık Kızartır,
Kaynatır’ın sosunu balıkların üzerine koymak
istemiyordu.
Bu arada, Kaynatır’ın sosunun kokusu
o kadar iyiydi ki, ağız sulandırıyordu. Hiç kimse restoranın
önünde durmadan geçemiyordu ve restoranın önünde büyük
bir kalabalık toplanmıştı.
“Bu harika sosu, Kızartır’ın balığının üstüne dökmek zorunda
mıyım?” diye düşündü Kaynatır, üzüntüyle.
Kederli aşçılar, birbirlerine yanaştılar.
“Sanırım, sosunu balığımın üstüne koyma zamanı geldi,” dedi
Kızartır, Kaynatır’a bakmadan.
40
“Sosumu onlara koymak mı?” diye
hayret içinde sordu Kaynatır. “Bu yemek
şaheserini hazırlamak için o kadar çok zaman
harcadım ve sen benden onu balığının üstüne
koymamı istiyorsun. Böylece, ‘Ne harika bir balık
hazırlamış Kızartır!’ diyecek herkes.”
“Ne yaptığını zannediyorsun?” diye kızgınlıkla
sordu Kızartır. “Öyleyse, ben de senin, sosunu dökerek balığımın
muhteşem lezzetini mahvetmeni istemiyorum. Herkesin hazırladığı
kendisinde kalsın.”
Kaynatır, garsonları çağırarak, sosu kendi restoranına
getirmelerini istedi ve kendisi de, tüm dünyaya kızgın olarak,
restoranına gidip oturdu.
“Kimseye ihtiyacım yok!” diye
düşündü kendi kendine. “Sosum onlar
için çok fazla iyi. Kimsenin iyiliğine
ihtiyacım yok. Bu sosu kendim
yiyeceğim.”
41
Büyük bir kaşık aldı ve
yemeye başladı, fakat sos o kadar
baharatlıydı ki, birkaç kaşıktan sonra
Kaynatır rahatsızlandı.
“Hata yaptım,” diye düşündü,
“fakat hâlâ çok geç değil.”
“Hey, garsonlar!” diye seslendi.
“Evet, Kaynatır!” diye cevap verdi garsonlar.
“ Sosu Kızartır’a geri götürmemizi ister misin?”
“Evet,” dedi Kaynatır.
Sonunda, sos Kızartır’ın masasına geri dönmüştü.
“Affet beni sevgili dostum, büyük bir hata yaptım,” diyerek söze başladı Kaynatır.
42
“ Bana ne oldu bilmiyorum.
Bu sos, senin balığının üzerine dökülmek
için hazırlandı.”
“Hayır, hayır!” diye itiraz etti Kızartır. “Senin
sosun olmadan da balığımın lezzeti harika diye düşünerek
hata yapan bendim. Tek başlarına o kadar lezzetsizler ki,
hiç birini yiyemedim. Ne harika geri dönmüş olman!”
Kızartır ve Kaynatır mutlulukla kucaklaştılar ve
derhal, şehrin daima hatırlayacağı bir yemek ziyafeti sundular.
İnsanlar, dünyadaki en lezzetli balığı tatmak için her yerden geldiler.
Asla daha önce böyle bir şey yememişlerdi.
Bugün bile, kadın, erkek, herkes, bu eski hikâyeyi
torunlarına anlatır. Bana ise büyükbabam anlatmıştı
ve bu hikâyeyi dünyadaki tüm çocuklara aktarmamı
istemişti. Böylece, sonsuz gerçeği bilecekler:
sadece beraber harika şeyler yapabiliriz
ve hiç kimse tek başına mutlu olamaz.
Çizimler:
Yelena Ifliand
43
Yazan : Marina Fateeva
BATAN
İĞNELER
44
Bir zamanlar, yeşil bir ormanda,
iki küçük kirpi yaşardı. Komşuydular ve
iki ayrı ağaçta yaşarlardı. Öğleden sonraları,
mantar ve çilek toplarlar ve güneşin ılık ışınları
altında, yeşil otlar üzerinde dinlenirlerdi. Geceleri ise,
ağaçlarının altında gizlenirlerdi.
Ormanda geceler çok soğuk ve nemli olurdu. Beyaz bir
örtüye benzeyen, kalın bir sis, ağaçları ve otları kaplardı. Kirpiler,
kendilerini soğuktan korumak için, bol bol yaprak ve ot toplarlardı,
ama bu topladıkları her zaman onlara yardımcı olmazdı.
45
Bazen, gece boyunca titrerlerdi.
Sonra da sabah, üstlerine düşen parlak
güneş ışınlarını hissetmek için yüzlerini
yukarı çevirirlerdi.
Bir sabah erkenden, bir tavşan otların
arasında koşuyordu ve soğuktan titreyen iki kirpi
gözüne ilişti.
“Ne oldu size?” diye tavşan kirpilere sordu.
“Geceleri çok üşüyoruz,” diye ağlaştı kirpiler.
“Tavşanlar asla üşümez!” dedi tavşan keyifle. “Hepimiz geniş bir tavşan
yuvasında bir araya gelir, birbirimize sokuluruz ve tüylerimiz geniş bir battaniye
haline gelir. Kendimizi çok sıcak ve rahat hissederiz!”
46
Tavşan oradan ayrıldığında,
kirpilerin kafası karışmıştı. “Her birimizin
kendi ağacı var,” dedi kirpilerden biri. “Ve
her birimizin kendi yatağıyla, çilek ve mantar
erzakı var,” diye karşılık verdi diğer kirpi.
Kirpiler birbirlerine baktılar ve ayrılarak
kendi yollarına gittiler.
Gece, ormanın üstündeki gökyüzünü kara bulutlar
kapladı. Şiddetli bir rüzgâr esti ve hava giderek daha çok
soğudu. Sonra bardaktan boşalırcasına yağmur yağmaya başladı.
Kirpiler, ağaçlarının altına koştular ve topladıkları dal ve yapraklarla
kendilerini örttüler. Fakat yağmur çok güçlüydü ve hava her dakika daha da
soğuyordu. Zavallı kirpiler iyice ıslandılar; dişleri soğuktan takırdıyordu.
Sonra aniden, kirpilerden biri, tavşanın onlara
ne anlattığını hatırladı.
“Belki doğrudur!” diye düşündü.
“Belki komşumla birlikte olmalıyım!
47
Birlikte daha iyi ısınabiliriz!” Ağacının
altından burnunu dışarı çıkardı. Ormanda,
karanlık ve rüzgârlı bir geceydi ve yağmur hızla
yağıyordu. Fakat kirpi, cesur bir davranışla,
komşusunun ağacına doğru koştu.
“Geldiğine çok memnun oldum!” dedi diğer kirpi.
“Ben de tam sana gelmek üzereydim. Haydi, tavşanlar gibi
birbirimizi kucaklamayı deneyelim ve kendimizi yapraklarla
örtelim. Belki böylece ısınırız.”
Kirpiler, birbirleriyle kucaklaşmayı denediler.
“Ahh!” diye çığlık attı biri.
“Ahh!” diye tekrarladı diğeri de, kızgınlıkla.
48
“İğnelerini batırıyorsun
bana!” diye ikisi birden bağırdı aynı anda
ve acıyla birbirlerine baktılar.
Fakat tam birbirlerinden ayrılmak
üzereyken, gök şiddetle gürledi ve tam üstlerinde,
parlak bir şimşek çakarak gökyüzünü aydınlattı.
Kirpiler korkuyla iğnelerini indirdiler ve tüm
güçleriyle birbirlerine sımsıkı sarıldılar. Ağacın köküne
gizlenerek, kendilerini yapraklarla örttüler ve aniden,
vücutlarına yayılan sıcaklığı hissettiler.
“Vay be!” dedi kirpilerden biri.
“Bu gerçekten olağanüstü bir şeymiş!” dedi diğeri.
“Ve bütün yapmamız gereken şey iğnelerimizi
indirmekmiş!” dediler aynı anda.
Yağmur, gece boyunca yağmaya
devam ederken, kirpiler birbirlerinin
kollarında derin bir uykuya daldılar.
Sıcak ve mutluydular.
49
Sabah olduğunda, ormandaki
en kalın ağacın altında büyük bir çukur
kazdılar ve ot ile yapraklardan bir yatak yaptılar.
Bütün çilek ve mantarlarını saklamak için de başka
bir çukur kazdılar. Birlikteyken, yaşamları sıcak
ve samimiydi.
Kirpiler, arkadaşları tavşanı gördüklerinde,
verdiği harika tavsiyeden dolayı ona teşekkür ettiler.
Daha önce hiç bu kadar mutlu olmamışlardı!
Artık birlikte, mutlulukla, dost olarak yaşayan iki kirpinin
haberleri, tüm ormana çabucak yayıldı. Yalnız yaşayan diğer kirpiler,
onların evinde onlarla birlikte kalıp kalamayacaklarını sordular. Dost
50
kirpiler de, onlara iğnelerini
indirmeyi öğrettiler. Böylece kirpi
ailesi daha da büyüdü.
Kirpiler, onlara katılmak isteyen
herkesin sığması için, ağacın altındaki yuvalarını
daha da genişlettiler. Sabahları çilek ve mantar
topladılar ve geceleri birbirlerinin sıcaklığını
ve sevgisini hissederek uyudular.
Kış geldiğinde, hem ısınıyorlardı
hem iyi besleniyorlardı. Fakat hepsinden önemlisi, kendilerini
düşünmek yerine diğerlerini düşünmeyi ve iğnelerini indirerek
birbirlerini korumayı ve sevmeyi öğrenmişlerdi.
Kirpiler grubu, o zamandan sonra,
ormandaki evlerinde mutlulukla yaşadılar ve
birlikte yarattıkları sıcaklık, ormana ve tüm
diğer hayvanlara yayıldı. Bu,
sevginin, iyiliğin ve
dostluğun sıcaklığıydı.
Çizimler:
Yelena Strokin
51
Yazan : Nadya Rafaeli
MARY ve
BOYALARI
52
Bir zamanlar, Mary adında, küçük
bir kız yaşardı. Mary, resim yapmayı dünyadaki
her şeyden çok severdi. Her gün, resim defterine,
günlük deftere, boş sayfalara ve bazen renkli tebeşirlerle
evlerinin önündeki giriş yoluna bile resim çizerdi.
Mary, her sabah uyanır uyanmaz, hemen aceleyle boyalarının
ve renkli kalemlerinin bulunduğu masaya giderdi. Kahvaltı saatine
kadar, iki ya da üç çizim bitirmiş olurdu. Her akşam ise, “Lütfen,
anneciğim, son bir çizim daha yapabilir miyim? Sadece bir tane,
söz veriyorum,” diye annesine sorardı.
53
İşte, bir gün öğleden sonra,
Mary’nin çok uykusu gelmişti. Tam
uykudan mayıştığı sırada, henüz yeni bir
çizime başlamıştı. Ancak, gözlerini güçlükle açık
tutabiliyordu. Böylece, elinde boya fırçasıyla birlikte
uyuyakaldı.
Mary uyurken, en harika rüyayı gördü. Rüyasında,
kendini boyalarla dolu bir ülkede bulmuştu. Orada, “kırmızı”, “sarı”, “yeşil”, “mavi”
ve “beyaz” renkleriyle tanıştı. Hepsinin çok basit isimleri vardı, fakat her rengin kişiliği
farklıydı; hiçbiri bir diğerine benzemiyordu.
Kırmızı, hemen Mary ile tokalaşarak kendini tanıttı. O, her işi birinci olarak
yapmak isterdi ve hiçbir şeyden korkmazdı. Neşeli, cesur ve kendinden emindi. Her şeyi
54
yapabileceğine inanırdı!
Sarı ile konuşmak çok keyifliydi.
Ona tanıdık gelen, rahat şeyleri severdi.
En sevdiği yiyecek, krep ve keklerdi. Her gün
dışarı çıkar, büyük sarı sulama kabıyla papatyaları
sulardı.
Mavi, hayal kurmayı severdi. Şiirler yazardı ve
gökyüzüne, bulutlara ve göle bakarak saatler geçirebilirdi.
Yeşil, çok iyi kalpli bir renkti. Sabahtan akşama kadar,
bitkilere ve hayvanlara bakmak için bisikletiyle dolaşırdı.
Beyaz ise bir sihirbazdı. Bazı zamanlar kaybolur ve sonra,
hiç beklenmedik bir yerde ortaya çıkardı. Olağandışı olan
her şeyi severdi ve beyaz fare kullanarak sihirbazlık
oyunları yapabilirdi.
Şimdi ise, her bir renk, Mary
için harika bir resim
yapmak istiyordu.
55
Kırmızı , “İlk önce ben!” diye
atıldı ve en güzel boya fırçasını seçmek
için aceleyle koştu.
Sarı, önce bir şeyler yemeye karar verdi.
Mavi, her zamanki gibi, yapacağı resmin neye
benzeyeceğini hayal ederek uzun bir zaman geçirdi.
Yeşil, hemen işe koyuldu. Hiçbir boş yer
bırakmayacak şekilde, bütün sayfayı tamamen kapladı.
Beyaz, kendi düşüncelerinde kayboldu ve hafif havaya karışarak, basitçe yok oldu.
Sonunda, en heyecanlı an gelmişti. Tüm renkler, Mary’e hediyelerini sundu. Mary,
dikkatle ilk çizime baktı. “Üzgünüm, ama bunu hiç sevmedim. Birden parlayan, kızgın
56
bir aleve benziyor,” dedi yavaşça Kırmızı’ya.
Daha sonra, Sarı, Mary’e çizimini gösterdi.
“Üzgünüm, ama çok fazla güneş ve kum var; bir çöl gibi.
Bir damla su bile yok. Böyle bir resmi duvarıma koyamam,”
dedi Mary.
Mary’e hediyesini verme sırası Mavi’ye gelmişti.
“Aman, bu ne sonsuz bir deniz!” diye bağırdı Mary. “Çok
uzak bir yere yüzebilir ve kaybolabilirim. Baktığım her yerde su var!”
Yeşil’in çizimi ise, Mary’e koyu ve korkunç bir orman gibi göründü.
Kim bilir hangi hayvanlar dolaşıyordu bu ormanda!
Mary, ne kadar çabaladıysa da, Beyaz’ın çiziminde hiçbir şey göremedi.
Bütün renkler, hayal kırıklığı içinde başlarını öne eğdiler.
Tüm iyi niyetlerine rağmen, hiçbiri Mary’i
mutlu edememişti.
“Benim gerçekten istediğim şey,
bir deniz, parlak bir güneş, bir
orman, gökyüzünde uçan kuşlar,
57
tarlalarda büyüyen çiçekler ve yemelik
çileklerden oluşan bir resim,” diye açıkladı Mary.
“Ağaçta ceviz arayan bir sincabı, gökyüzünde uçan
bir uçurtması ve çok uzaklarda, kiremit çatılı bir evi olmalı.
Bir erkek ve bir kız çocuk orada yaşamalı. Pencereleri açık
olmalı ve yüzlerinde gülücüklerle dışarı bakmalılar. Bana
böyle bir resim çizebilir misiniz? Eminim ki gerçekten güzel
bir resim olacak ve beni çok mutlu edeceksiniz,” dedi Mary.
İlk önce, Kırmızı tamamen kendi başına denemeyi istedi, fakat fark etti ki
arkadaşları olmadan yapabileceği hiçbir şey yoktu. Onlar olmadan çimenleri,
denizi ve kumu nasıl boyayacaktı? Böylece, renkler beraber çalışmaya karar verdiler.
58
Sarı, güneşi, tarlalardaki ayçiçeklerini
ve evi çizdi. Mavi, gökyüzünü, denizi
ve çocukların oynayacağı topu renklendirdi.
Yeşil, ormanı ve çimenleri çizdi. Beyaz, bacadan
çıkan dumanı, gökyüzündeki bulutları ve uzaktaki
leyleği yaptı. Böylece, Mary’i mutlu etmek için,
herkes kendi payına düşeni yapmıştı.
Mary çok mutluydu. Resim, parlak, neşeli ve
gerçekten güzel olmuştu. Bu resme bakmak ne kadar
keyifli diye düşündü.
Fakat Mary tam resmi kaldırmak üzere uzanmışken,
aniden uykusundan uyandı ve hayret içinde kaldı. Resim orada,
tüm renklerin canlılığıyla, odasının duvarında asılı duruyordu!
O günden bu yana, bu resim ona her zaman şunu hatırlattı:
insanlar da, tıpkı birlikte çalışmak zorunda kalan
boyalar gibi, bir diğeri olmaksızın güzel
hiçbir şey yaratamazlar.
Çizimler:
Larissa Novikova
59
Yazan : Danny Polovets
KÜÇÜK TAVŞANCIK
İÇİN HEDİYE
60
Bir sabah erkenden, küçük tavşancık
uyandı ve başını tavşan deliğinden uzatarak
çıkardı. Harika güneşli bir gündü. Ötüşen kuşların
şarkılarını ve ağaçları hışırdatan rüzgârı duyabiliyordu.
“Bu harika günde, yapacak özel bir şey bulmalıyım,”
diye düşündü tavşancık.
Böylece, tavşan deliğinden sürünerek dışarı çıktı ve etrafına
baktı. İlgisini çeken bir şey bulamadı. Tam tekrar içeri girecekken,
kocaman kırmızı kurdelesi olan, güzel bir kutu tavşancığın dikkatini çekti.
61
Kutunun üstünde bir kart
vardı : “Küçük Tavşancık İçin,” diye
okudu. “Yaşasın!” diye neşelenerek zıpladı.
“Fakat doğum günüm birkaç ay önceydi. Bu
demek ki, hiçbir neden olmaksızın biri bana bu
hediyeyi verdi!”
Küçük tavşancık çok heyecanlanmıştı. Kırmızı
kurdeleyi çözerek kutuyu açtı. İçinde çok ilginç şeyler vardı.
Bu hediyeyi veren her kimse, ona, “Teşekkür ederim!”
dedi tavşancık. Zira ne zaman bir hediye alsa, “teşekkür ederim” demeye alışmıştı.
Fakat bu defa hediyenin nereden gelmiş olduğunu ya da kime teşekkür
edeceğini bilmiyordu. Bu durum yüzünden, hediye veren kim olabilir diye
62
düşünmeye başladı. Bu cömert
dostu bulması gerektiğine karar verdi;
böylece ona şahsen teşekkür edebilecekti.
“Bugün yapacağım şey bu!” diye
düşündü küçük tavşancık.
Henüz daha kutuya bakmayı bitirmemişti.
Hızla kahvaltısını yapıp, hemen araştırması için yola
koyuldu. Küçük tavşancık henüz çok uzaklaşmamışken,
bir kirpi gördü.
“Selam Kirpi!” dedi küçük tavşancık neşeyle.
“Merhaba,” diye üzüntüyle yanıtladı kirpi.
“Neden üzgünsün?” diye sordu küçük tavşancık.
“Burada bir yığın mantar buldum, fakat onları eve götürmek
için hepsine batırmaya yetecek kadar iğnem yok,” diye cevapladı kirpi.
“Üzülme Kirpi. Söylesene, bana kimin
hediye gönderdiğini biliyor musun?”
“Hayır, bilmiyorum,” diye
cevapladı kirpi.
63
“Peki, hoşça kal o zaman. Sakın
üzülme,” dedi tavşancık aceleyle ve hızla
hoplayarak koştu. Ona hediye veren bu iyi
kalpli kişiyi bulmak için azimliydi.
Tam bir iz üzerinde hoplayarak giderken,
hemen ileride bir maymun gördü. Maymun, bir
bisiklete tutunmuş, tekerleğine bakıyordu.
“Merhaba Maymun! Ne yapıyorsun?” diye
sordu küçük tavşancık.
“Ne yaptığımı zannediyorsun?” diye yanıtladı maymun.
“Bu bisikleti görüyor musun?”
“Evet, bisikleti görüyorum,” dedi küçük tavşancık. “Niye tekerleğine bakıyorsun?”
64
“Çünkü tekerleğin lastiği
sönük,” diye kızgınlıkla cevap verdi
maymun. “Ne yapmalıyım? Bu halde
bisiklet turumu nasıl bitireceğim?” dedi maymun
tavşancığa bakarak.
“Hımm, bu konuda sana yardım edemem,”
dedi küçük tavşancık, sönük tekerleğe bakarak. “Hey,
kimin bana hediye gönderdiğini biliyor olabilir misin?”
“Hayır, bilmiyorum. Baykuşa sor. O her şeyi bilir!”
diye yanıtladı maymun, tekrar tekerleğe bakarak.
Tavşancık, bunu duyar duymaz, hemen hoplayarak baykuşu
bulmaya koyuldu.
“Selam Baykuş!” diye bağırarak, ağacın üstünde uyuyan
baykuşa sevinçle seslendi tavşancık.
“Kim o?” diye yanıtladı baykuş.
“Hiçbir şey görmüyorum!”
“Benim, küçük tavşancık!”
“Oh, küçük tavşancık,
seni göremiyorum çünkü
65
parlak güneş gözlerimi körleştiriyor. Eğer
seni görmemi istiyorsan, bu gece gel,” dedi baykuş.
“Beni görmene gerek yok,” dedi tavşancık.
“Sadece kimin bana hediye verdiğini söylemene ihtiyacım
var. Maymun senin bileceğini söyledi.”
“Kimin sana hediye verdiği hakkında hiçbir fikrim
yok. Bildiğim başka birçok şey var, ama eğer senin başka sorun
yoksa ben tekrar uyuyacağım,” dedi baykuş.
Küçük tavşancık üzüntüyle eve geri döndü. Sonra hatırladı ki kutunun içindeki
şeylere bakmayı bitirmemişti. Kutuda başka ne olduğuna bakmaya karar verdi.
66
Kutuyu açtığında, bir sepet,
bir pompa ve bir güneş gözlüğü buldu.
“Vay! Bunlar Kirpi’ye, Maymun’a
ve Baykuş’a yardım edebilir,” diye haykırdı tavşancık.
“Benim bunlara onlar kadar ihtiyacım yok. Hediyelerimi
onlara vereceğim, çünkü onların daha çok ihtiyacı var!”
Kutuyu kaptığı gibi arkadaşlarına yardıma koştu.
“Kirpi, bak! Sana bir sepet getirdim. Şimdi bulduğun
bütün mantarları evine taşıyabilirsin,” diye sevinçle bağırdı tavşancık.
Bir yandan da mantarları sepete koyması için kirpiye yardım etti.
“Teşekkür ederim!” diye sevinçle bağırdı kirpi
ve bir sepet dolusu mantarla eve doğru yola koyuldu.
Küçük tavşancık, maymuna yardım etmek
için, çabucak hoplayarak koştu. Tavşancık
uzaktayken fazla bir değişiklik olmamıştı.
67
Maymun halen patikanın kenarında oturuyor,
bisikletin sönük tekerleğine bakıyordu.
“Maymun, bak işte bir pompa. Tekerleğini şimdi
hava ile doldurabilirsin ve bisiklet turunu bitirebilirsin,”
dedi küçük tavşancık.
“İşte bu harika! Teşekkür ederim!” dedi maymun
sevinçle ve hemen tekerleği pompalamaya başladı.
Artık geriye bir tek hediye kalmıştı. Böylece baykuşu
görmeye gitti.
“Baykuş! Baykuş!” diye seslendi küçük tavşancık.
“Kim o?” diye sordu baykuş.
“Benim, küçük tavşancık!”
68
“Küçük tavşancık, demek geri
döndün. Her şey yolunda mı?”
“Evet, her şey muhteşem! Sana güneş
gözlüğü getirdim. Böylece beni ve etrafındaki her
şeyi görebilirsin,” diye mutlulukla cevapladı tavşancık
ve gözlükleri baykuşun burnunun üstüne yerleştirdi.
“Teşekkürler!” dedi baykuş. “Şimdi seni görebiliyorum.”
“Biliyor musun Baykuş, o kutuyu bana vereni bulamadım.
Fakat bir teşekkür beklemeden hediyeler verdiğine göre, gerçekten
mükemmel biri olmalı. Ben de gerçekten onun gibi iyi kalpli ve faydalı
olmak istiyorum. İşte bu yüzden diğerlerinin de benim hediyelerimden
yararlanması gerektiğini düşündüm.”
Küçük tavşancık sevinçle, aşağı yukarı zıpladı. “Bu
mükemmel dostu mutlaka bulacağım!” dedi,
kesin bir yüz ifadesiyle.
İşte bu sözlerden sonra, küçük tavşancık,
elinde boş bir kutuyla hoplaya hoplaya evine
doğru gitti. Hiç olmadığı kadar mutluydu.
Çizimler:
Anna Vilents, Yelena Strokin
69
Yazan : Shoshana Glizerin
ATEŞBÖCEĞİ
IŞILDAMAYI
NASIL ÖĞRENDİ
70
Çok çok uzaklarda, kasvetli bir
ormanda, küçük bir böcek yaşardı. Adı Buzz
idi. Buzz karanlıktan çok korkardı. Onun gibi
karanlıktan korkan, Dâna adında bir tırtıl arkadaşı
vardı. Her gece, iki arkadaş baş başa oturur, hevesle günün
ışımasını, şefkatli güneş ışınları ve parlak mavi gökyüzüyle karanlığı
eritmesini beklerlerdi.
Bir gece, Buzz ve Dâna’nın yanındaki dala tünemiş
iki karga gevezelik yapıyorlardı.
“Kara Göl’ün kıyısında gece ne yetiştiğini biliyor musun?”
diye sordu kargalardan biri.
71
“Hayır,” diye cevapladı diğeri.
“Geceleri oraya asla uçmam; çok korkutucudur.
Fakat sabahları orada ne olduğunu görsem sevinirdim!
Lezzetli bir şey mi acaba? Sabahları çok iştahlı olurum da.”
“İnanmayacaksın ama orada, tam kıyıda sihirli bir ot
yetişiyor. Ona Lumina diyorlar ve kim onu yerse, karanlıkta
ışıldamaya başlıyor.”
“Gerçekten mi?” diye sordu diğeri. “Hiç o otu yiyen olmuş mu?”
“Hayır, çünkü kurtlar, ayılar ve diğer orman hayvanları karanlıkta
ışıldamak istemezler. Eğer ışıldarlarsa, avlarını yakalayamazlar. Daha küçük
hayvanlar da ışıldamak istemezler; çünkü sonra, onları yemek isteyebilecek
daha büyük hayvanlardan gizlenemezler.”
72
Kargalar, Kasvetli Orman’la
ilgili son haberler hakkında konuşmaya
devam ederek, uçup gittiler.
“Şu Lumina otundan bir parça yemek isterdim,”
diye düşündü Buzz. “Fakat Kara Göl, tüm ormandaki
en korkunç yer.”
Çok geç olmuştu artık ve Buzz, Lumina otunun
hayalini kurarak uykuya daldı.
Sabah, Dâna Buzz’u uyandırdı, “Uyan! Sana hoşça
kal demek zorundayım.”
“Bir yere mi gidiyorsun?” diye sordu Buzz.
“Hayır, sadece benim için, kendimi kozaya sarma ve bir ay
boyunca onun içinde uyuma vakti geldi. Bir ay geçtikten sonra
uyanacağım, kozanın dışına çıkacağım ve sonra tekrar birlikte
olacağız,” diye açıkladı Dâna.
“Tamam, Dâna, git ve uyu.
Ben sana göz kulak olurum,”
dedi Buzz.
73
“Yakında görüşürüz! Bensiz,
burada tek başına iken cesur olmaya çalış,”
dedi Dâna ve yumuşak, ipeksi kozanın içine
doğru kendini büktü.
Buzz, sabırla arkadaşını beklemeye başladı.
Ani bir rüzgârın kozayı daldan koparıp uçurmadığından
ve kuşların onu ezmediğinden emin olmak istiyordu.
Sonunda bir ay geçti, ama Dâna tam kozasından çıkmaya hazırken,
Buzz ağır bir damla ağaç suyunun Dâna’nın üzerine düştüğünü gördü. Koza
hareket etmeye başlamıştı ve Buzz, Dâna’nın içeriden kozaya vuruş seslerini
duyabiliyordu; rat-a-tat-tat, rat-a-tat-tat.
Fakat hiçbir şey olmadı, yapışkan ağaç suyu bir kaya kadar sertleşmişti.
74
Bütün bir gün geçti ve akşam oldu.
Dâna’nın gücü kalmamıştı; çırpınışları
gittikçe zayıflıyordu.
“Bekle Dâna, sana yardım getireceğim,”
diye Buzz söz verdi ve topçu böceğini görmek üzere uçtu.
“Bay topçu böceği, sen çok güçlüsün. Tırtıl
Dâna’ya kozasından çıkması için yardım et lütfen!”
“Çok isterdim, ama aşırı derecede meşgulüm.
Belki başka bir zaman,” dedi böcek ve doğruca uyumaya gitti.
Buzz, aceleyle bir arının yanına vardı.
“Bayan Arı, iğneniz çok güçlü ve jilet gibi keskin. Dâna’nın
kozasını delebilir misiniz acaba?”
“İğnemi çok daha önemli sorunlar için saklıyorum,”
diye yanıtladı arı ve uçup gitti.
Bunun üzerine, Buzz, ormanın diğer
yakasına uçup, oradaki dostu
ağaçkakandan yardım istemeye
karar verdi.
75
“Ağaçkakan, lütfen Dâna’nın
kozası üzerindeki sertleşmiş ağaç suyunu
kırabilir misin?”
“Memnuniyetle yardım ederdim, ancak
karanlıkta hiçbir şey göremiyorum. Sizin ağacınıza
gelebilmemin imkânı yok. Keşke biri bana yolu aydınlatabilseydi…”
Buzz’ın aklına hemen Lumina otu geldi.
“Burada bekle, hemen döneceğim,” dedi ağaçkakana ve
Kara Göl’e doğru yola çıktı.
Buzz, Dâna’ya o kadar çok yardım etmek istiyordu ki, artık karanlıktan
korkmuyordu. Ottan alacağı ışık, büyük hayvanların onu görmesini kolaylaştıracaktı
76
ama o, bu gerçeği düşünmedi bile.
Kara Göl’ün kıyısına varır varmaz,
Lumina otunu gördü. Uzun, safir mavisi sapları
esintide sallanıyordu. Buzz ota kondu ve küçük
bir parça ısırdı. Anında, minicik bedeni altın gibi
ışıldamaya başladı.
Ağaçkakana geri dönmek üzere hızla uçtu.
“İşte, Ağaçkakan. Şimdi yolu görebiliyor musun?”
“Evet, ışığın çok yardımcı oluyor,” dedi ağaçkakan
ve dalından uçarak Buzz’ı takip etti.
Bu arada, Dâna hâlâ kozasının içinde, kalan son gücünü de
tüketmişti. Buzz ağaçkakanı ağaçlarına getirdiğinde, Dâna
artık hareket etmiyordu.
“Bekle Dâna, yardım geldi,”
diye haykırdı Buzz.
77
Ağaçkakan, geniş ve jilet gibi keskin
gagasını hizalayarak, dikkatle kozaya vurdu.
Sertleşmiş ağaç suyu parçası düşünce, Dâna son
bir itişle, sonunda kozasından çıktı.
Fakat kozadan çıkan bir tırtıl değildi; Dâna,
artık muhteşem bir kelebekti! Parıldayan kanatlarını açtı.
Kanatlar, sanki Buzz’dan yayılan ışıkla ışıldıyorlardı. Dal bile
ışıldamaya başlamıştı. Var olmayan bir yerden, minik bir güneş birden
belirmiş ve yumuşak ışınlarıyla dostları sarmıştı sanki.
“Çok güzelsin Dâna!” diye heyecanla bağırdı Buzz.
“Sen de değiştin,” diye cevapladı kelebek. “Anlaşılan, her şeye rağmen
78
Lumina otunu yemeyi denedin. Artık
karanlıktan korkmuyorsun, değil mi?”
“Sanırım korkmuyorum!” diye gülümsedi Buzz.
Dostu kozasından sağ salim çıktığı için çok mutluydu.
Kargalar, tüm gevezelikleriyle herkese, ormanda
Lumina otunu yiyecek kadar cesur bir böcek olduğunu söylediler.
Böylece, herkes kahramanı görmeye geldi. Kurtlar ve ayılar, baykuşlar
ve kartallar, hepsi büyük bir saygıyla minik böceğe baktı.
Cesaretinden dolayı Buzz’ı takdir ettiler.
O günden sonra, ormandaki diğer hayvanlar,
onu ‘Ateşböceği’ diye çağırmaya başladılar.
Sonunda, karanlık orman karanlık olmaktan kurtuldu. Karanlığı
daima aydınlatan minik bir ateş, ışıldayan bir nokta var
artık ve her gece Ateşböceği, ormandaki diğer
hayvanlara korkularını yenmeleri ve
evlerinin yolunu bulmaları
için yardımcı oluyor.
Çizimler:
Yelena Strokin
79
Yazan : Yael Sofer
TEKNE
80
Bir zamanlar, neşe saçan kırmızı direği
ve tertemiz beyaz yelkeni ile küçük mavi bir balıkçı
teknesi vardı. Her sabah şafak vakti, küçük tekne
gülümseyerek uyanır ve balık yakalamak üzere açık
denizlere doğru yelken açardı. Küçük olmasına rağmen,
limandaki en hızlı tekne idi ve daima bütün kasabaya yetecek
kadar çok balıkla denizden dönerdi. Limandaki büyük tekneler,
bunun nasıl olduğunu hep merak ederlerdi.
Küçük tekne, teknedeki herkes beraber çalıştığı için bunun
böyle olduğunu bilirdi. Çapa, Yelken, Ağ ve Dümen, hepsi teknenin
başarmasını isterdi ve bu yüzden her zaman beraber çalışarak
ellerinden gelenin en iyisini yaparlardı.
81
Çapa, tekne güvenli bir şekilde
dursun diye, denizin dibine nasıl tutunacağını
bilirdi. Yelken ise, rüzgârı nasıl yakalayacağını
bilirdi. Böylece tekne dalgaların arasından kolaylıkla
süzülürdü. Ağ, tekne bol bol balık yakalasın diye, suya
nasıl atlayacağını ve genişleyerek yayılacağını bilirdi.
Dümen de, yol boyunca buz dağlarına çarpmamak ve kaybolmamak
için, nasıl sağa ve sola doğru kesin olarak yön vereceğini bilirdi.
Fakat bir sabah, rüzgâr kötü niyetliydi ve her şey ters gideceğe benziyordu.
“Demir al! Denize açıl!” diye yaşlı kaptan her sabahki gibi seslendi. Aslında, tekneyi
o kadar uzun zamandır kullanmıştı ki, kimse artık onun gerçek ismini bilmiyordu ve herkes
82
onu sadece ‘Kaptan’ diye çağırıyordu.
“Demir aaal! Denize açıl!’ diye
tekrarladı Kaptan’ın sadık arkadaşı, gri renkli
karga. Lakabı ‘Korsan’dı çünkü gözünün üzerindeki
büyük siyah leke, korsanların taktığı göz bandına
benziyordu.
“Tamam, tamam, Kaptan!” diye ahenkli bir şarkı
söyler gibi seslendi Yelken, Çapa, Dümen ve Ağ. Böylece
küçük tekne açık denizlere açıldı.
Kaptan, haritaya bir göz attı, pusulayı inceledi ve
parmağını ıslatıp havaya kaldırarak rüzgârın yönünü belirlemeye çalıştı.
“Bugün doğuya yelken açacağız,” diye karar verdi. “Korsan,
dümen sağa! Yelkeni aç!”
“Bir dakika bekle,” dedi Yelken. “Neden hep ben direğe
tırmanıp rüzgârda uçuşmak zorundayım? Bugün de ben,
Ağ gibi yüzemez miyim? Zaten o, her gün atlayıp
etrafa su saçarak dalıyor.”
83
“Duydun mu onu? Hah, hah, hah!”
diye gülerek sordu Korsan. “Yelken suya
atlamak istiyor! Ağ, sen bu konuda ne düşünüyorsun?”
“Yelkenle yer değiştirmekten mutluluk duyarım,”
diye cevapladı Ağ. “Her gün bu dondurucu suda ıslanmak
zorunda kalıyorum. Balıklar tarafından gıdıklanmayı da
sevmiyorum. Ben artık suya atlamayacağım!”
İşte bu, teknede büyük bir kargaşa başlattı.
Herkes diğerlerini suçlamaya çalışarak, kendi işini yapmaz oldu.
Hatta sessiz ve çalışkan Dümen bile, “Aslında, ben de Çapa’nın görevini
almak isterim. Gün boyu teknede dinlenip, gece boyunca suyun içinde uyuyor,” dedi.
84
Herkes öylesine kendini
tartışmaya kaptırmıştı ki, yaşlı bilge
kaptanın onları yalnız bırakarak kamarasına
gittiğini fark etmediler bile.
Böylece, dostlar işlerini değiş tokuş
etmeye karar verdiler. Ağ, direğin üstüne tırmandı
ve Korsan’dan işaret gelir gelmez rüzgârı yakalamak
üzere hazırlandı.
“Ağı aç,” diye seslendi Korsan.
Ağ, açıldı ve rüzgârı yakalamak için çok çalıştı. Fakat
rüzgâr, Ağ’daki geniş deliklerin arasından eserek geçti ve böylece,
küçük tekne bir gıdım bile kımıldamadı.
“Ne yelken ama!” dedi rüzgâr gülerek. “Her tarafı delik dolu!
Ne aptal bir tekne!”
Ağ, mahcup olmuş halde, direğin üstünde sarkıyordu. Çok üzgündü,
çünkü onun yüzünden rüzgâr tekneye gülmüştü.
Bu arada, Yelken suya atlamak için
sabırsızlanıyordu. Fakat suya atladığında,
suyun altına gidip balık avlamak yerine,
85
geniş bir halı gibi dalgaların üzerine yayıldı.
“Hah, hah! Hiç delikleri olmayan bir
ağ gördünüz mü?” diye balıklar kıkır kıkır güldüler
ve kanatlarıyla yelkeni gıdıkladılar.
“Vay, bu da ne? Suda bir halı mı?” diye martılar
şaşkınlıkla sordular. Bir yelkenin üzerinde durduklarını düşünmemişlerdi.
Zavallı Yelken batmaya başladı. Şükürler olsun ki, Ağ bu durumu fark etti
ve onu boğulmaktan kurtardı.
Yorgunluktan bitmiş vaziyette, tüm dostlar, dinlenmek için limana dönmeye
karar verdiler. Ancak, bir sorun vardı; o güne kadar, Kaptan dışında hiç kimse teknenin
rotasını belirlememişti.
86
İşte, o gün herkes birbirinin
yerini almış olduğu için, Korsan da haritaya
bakmak üzere Kaptan’ın köşküne doğru uçtu. Hemen
yanındaki cankurtaran simidi, dümen gibi tekneye yön
vermeye çalışıyordu. Tekneyi doğru yöne sokmak için
çok çalıştı, ama boşunaydı.
Korsan, burnu haritaya gömülmüş, emir veriyordu.
“Dümen sola! Şimdi… Biraz daha sola!”
“Niye hep bir daire içinde dönüp duruyoruz?” diye
sordu tekne. “Gerçekten başım dönmeye başladı.”
“Acaba sola doğru biraz daha mı yol almalıyız?” diye sordu
Korsan. Kaptan kadar kendine güvenmiyordu.
“Tek bir balık yakalayamadım,” diye hatırladı Ağ. “Limana ne
götüreceğiz?”
“Yeniden direğe çıkmak ve ılık esintide kurulanmak istiyorum,”
diye itirafta bulundu Yelken.
“Sadece zincire bağlı durmaktan ve denizin dibine
atılmayı beklemekten ço-o-ok sıkıldım,”
diye şikâyet etti Dümen.
87
“Kaptanımızı özledim,” diye haykırdı
tekne. “Hep beraber, yapabildiğimizin en iyisini
nasıl yaptığımızı özledim. Ne de olsa yön vermede
Dümen en iyimiz, balık tutmada ise en iyi olanımız Ağ.
Yelken olmadan rüzgâr bizi dalgaların arasından taşıyamaz.
Kaptan olmadan da yolumuzu kaybederiz.”
Herkes, büyük bir rahatlamayla iç çekti. Tekneyle tamamen
aynı fikirdeydiler! En kısa zamanda olağan görevlerine dönmek üzere
söz verdiler. Fakat Kaptan neredeydi?
“Kaptan! Kaptan!” diye bağırdılar birlikte. “Neredesin? Seni özledik!”
Yaşlı Kaptan, gülümseyerek kamarasının kapısını açtı.
88
“Yelken aç. Ağ suya. Korsan, Dümen’i al.
Haydi, gidiyoruz!” diye mutlulukla seslendi Kaptan.
Dostlar, memnuniyetle tekrar çalışmaya başladılar.
Yaptıklarının en iyisini diğerleriyle paylaşmak çok iyi bir
histi. Sanki artık iki kat daha güçlüydüler.
Korsan, ahenkle şarkı söyler gibi, Kaptan’ın
direktiflerini büyük bir dikkatle tekrarlıyordu. Yelken, rüzgârda
zarif bir şekilde çırpıyordu ve Dümen, Kaptan’ın direktiflerine göre
yön alıyordu. Tekne, yeniden dalgaların üzerinde rahatça
süzülüyordu. Sanki uçuyor gibiydiler. Ağ’ın o gün yakaladığı balıklar
her zamankinden daha lezzetli ve büyüktüler. Kasabadakiler,
daha önce hiç bu kadar çok çeşit görmemişti.
O günden sonra, hep birlikte, keyifle çalıştılar. Fark ettiler ki,
beraber çalışmanın getirdiği başarı, kendi rahatlıklarından
daha önemliydi. Sonunda, hepsini mutlu
eden şeyin bu olduğunu anlamışlardı!
Çizimler:
Yelena Strokin
89