Beyaz Zambaklar Memleketinde — Grigory Petrov

Transkript

Beyaz Zambaklar Memleketinde — Grigory Petrov
ĐÇĐNDEKĐLER :
3- ÖN SÖZ
6- TARĐHTEN ĐBRET
10- KAHRAMANLAR VE MĐLLET
16- SUOMĐ’NĐN TARĐHĐ
20-SNELMAN
26- ÖĞRETMEN MEMURLAR
31- KIŞLA - HALK OKULU
43- FUTBOL
52- ANA BABA ve ÇOCUKLAR
60- HALK ÜNĐVERSĐTESĐ
62- HALK ÜNĐVERSĐTESĐNĐN YĐRMĐ BEŞĐNCĐ
SENESĐNDE REÇEL KIRALI YARVĐNEN’ĐN NUTKU
65- HAYDUT KAROKEP
78- YARVINEN, OKUNEN ve GULBE NASIL KRAL
OLDULAR?
95- KÖYLÜLER, ĐŞÇĐLER, ESNAFLAR
100- SATILMIŞ MUHARRĐR
110- MĐLLETĐN SAĞLIĞINI KORUYAN DOKTOR
2
ÖN SÖZ
Bu kitap, ilk defa olarak 1928 yılında Đbrahim Hilmi
Kitabevi tarafından eski harflerle basılmıştı. Eser, o
zaman gerek matbuatımız ve gerek okuyucularımız
tarafından çok büyük bir rağbet kazandı. Ankara ve
Đstanbul’da çıkan gazete ve mecmualardan başka,
muhtelif vilâyetlerde çıkan mecmua ve gazetelerden bir
çoğu da eser hakkında takdire değer yazılar yazdılar.
Milli Eğitim ve Milli Savunma Bakanlıkları da birer
genelge ile bu kitabı kendi mensuplarına tavsiye ettiler.
(Kitap hakkında yazılan bu nevi yazılardan bazı parçalar,
kitabın ikinci ve üçüncü basılışının baş tarafında vardır).
Kitabın birinci basılışının nüshaları, birkaç ay içinde
tükendi. Bundan sonra Milli Eğitim Bakanlığı 1930
yılında «Beyaz Zambaklar Memleketinde» yi nefis bir
surette ve resimli olarak Devlet Matbaasında bastırdı ve o
zaman Bakanlık tarafından neşredilen ve on iki bin kadar
abonesi olan «Terbiye Mecmuası»nın abonelerine hediye
olarak dağıttı. Geri kalan kısmını da ucuz bir fiyatla
satışa çıkardı.
Bu nüshalar da tükendikten sonra kitap, piyasada
aranmakta olduğundan 1940 yılında Kanaat Kitabevi
sahibi Đlyas Bayar, bu defa yaptığım bazı değişiklikler ve
yeni resimler ilâvesiyle kitabın 1940’ta üçüncü, 1942’de
dördüncü ve 1944’te beşinci basılışını yaptı. Bunların
nüshaları da tükenmiş olduğunda şimdi altıncı basılışı
yapılmaktadır.
3
Bu kitap, ne bir romandır, ne da bir tarihtir. Avrupa’nın
kuzey köşesinde on binlerce göller arasına sıkışmış
bulunan, yazları az, kışları çok ve toprakları ekseriya
granit taşları ile kaplı olan Finlandiya’dan ve bu
memleketin üç milyonluk Fin halkı tarafından gösterilen
planlı ve sürekli çalışmalar neticesinde Avrupa’nın bir
bayındırlık yeri haline nasıl getirildiğini ve bu memleket
halkının çalışmalarının diğer memleketler için nasıl bir
örnek olabileceğini anlatmaktadır.
Bu neviden olan bir kitabın Türkiye’de de nisbeten az bir
zamanda, on binlerce nüsha olarak altı kere basılmış
olması, eserin yüksek değerini gösteren bir ölçüdür.
«Beyaz Zambaklar Memleketinde» kitabı, kıymetli Arap
yazmanı Aziz Sami tarafından Türkçe’den Arapçaya
çevrilerek Bağdat’ta «Fî Bilâd-el Zînet-el Beyzâ» adı ile
bastırılmıştır.
Ben, bu kitaptan başka Grigori Petrof tarafından yazılmış
olan şu eserleri de Türkçe’ye çevirerek bastırdım:
1, Büyük Adamlar. Ahmet Halit Kitabevi tarafından yeni
harflerle bastırılmıştır. 1930.
2, Şehirler ve Đnsanlar. 1937 de Kanaat Kitabevi
tarafından bastırılmıştır. Bu kitabın ellinci ile altmış
ikinci sahifeleri arasında Japonlara ait olan yazılar
bilhassa şu sıralarda okunmağa değer.
3, Mefkûreci Muallim. Bu kitap. ilk defa 1928 de Hi1mi
Kitabevi tarafından eski harflerle basılmıştı. Đkinci defa
olarak, 1930 da Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yeni
harflerle ve resimli olarak yayınlandı.
4
Aziz Sâmi, bu kitabı da Türkçe’den Arapça’ya çevirerek
Bağdat’ta bastırmıştır. Arapça’nın konuşulduğu ve
okunduğu memleketler çok geniş olduğundan, bu iki
kitap kim bilir nerelere kadar yayılmışlardır? Đşte böyle
bazı; kitaplar, yazanların veya çevirenlerin tahmin
etmedikleri yerlere kadar gitmektedirler.
Çok şükür ki, sevimli Türkçe’miz, artık üslûp, âhenk ve
ve
sadelik
bakımından
gittikçe
gelişmekte
güzelleşmektedir. Bu defa «Beyaz Zambaklar
Mem1eketinde» kitabının altıncı basılışında dil
bakımından yeniden bazı değişiklikler yapılmıştır. Bu
basılışının da, okuyucular tarafından güzel bir kabûle
mazhar olacağını ümit ederim.
Đstanbul, Ocak 1946
Ali Haydar TANER
5
TARĐHTEN ĐBRET
Bundan 50 - 60 yıl önce (1850-60), Moskova’daki Devlet
Tiyatrosu’nun duvarlarında birdenbire büyük çatlaklar
peyda olduğu görülmüş. Temellerden çatıya kadar
uzanan bu çatlaklar, bütün binanın ansızın yıkılıp
içindekilerle beraber etrafındakileri de ezmek tehlikesini
göstermeğe başlamış.
Mimarlar gelmişler, bu çatlakların sebeplerini aramağa
başlamışlar. Binanın birkaç yerinde temelleri açtıktan
sonra görmüşler ki, Moskova’nın artık çürümeğe ve
çökmeğe başlamış olan bu kocaman taş binası, vaktiyle
ahşap temeller üstüne bina edilmiş imiş.
Vaktiyle Devlet Tiyatrosunun yapılmasına başlarken
zemin çürük olduğundan yere kalın kazıklar kakmışlar.
Bunların üstüne de kalın taş duvarı örmüşler.
O zamanın kendine göre bu temel yeter derecede sağlam
sayılmıştır. Hakikaten tiyatro binası bu haliyle birçok
seneler dayanmış. Fakat seneler geçtikçe zaman da
etkisini yapmaktan geri durmamış, yer altındaki ka1ın
odun direkler çürüdüğünden temel kaymağa başlamış;
neticede binanın duvarlarında çatlaklar peyda olmuş.
Mimarlar: «Şimdi bu tehlikeye karşı ne yapmalı? » diye
düşünmeğe başlamışlar. Binayı yıkmaktan yaz geçmişler.
Đlkönce köşelerden başlıyarak temelleri açmışlar.
Çürüyen odun kazıkların yerine sağlam granit taşları
yerleştirmişler. Bu işe devam ederek yavaş yavaş bütün
temeli yenilemişler. O suretle ki, Devlet Tiyatrosunun
6
eski binası yeniden sağlam temellere dayanmağa
başlamış; mimarların akla uygun onarmaları sayesinde
tiyatro binası hala sağlam ve tehlikesiz bir durumda
bulunmaktadır.
Devletlerin tarihi ve milletlerin hayatı da Moskova’daki
Devlet Tiyatrosunun binasına benzer. Devlet düzeninin
eski temelleri, milletleri idare etmenin, eski şekilleri, o
zamanlar için her ne kadar yeterli görülmüş ise de, şimdi
bu temeller, eski idare usulleri artık zayıftır, yetersizdir.
Meşhur bir atalar sözü vardır: Yeni cemiyetler
kendileriyle birlikte yeni şarkılar getirirler. Gün
geçtikçe insan nesilleri daima değişiyor; yenileşiyor. Her
nesil kendisiyle birlikte yeni fikirler, yeni istekler
getiriyor.
Yeni nesillere artık eskimiş, hakikaten zamanı geçmiş
idare usulleri zorla tatbik edilemez.
Yeni nesiller için daha yeni; daha âdil, daha sağlam
temellere dayanan idare usullerinin tatbiki gereklidir.
Aklı başında idare adamlarına malik olan memleketlerde
artık bu iş böyle yapılmaktadır. Bu memleketlerde
sarsıntılara ve yıkıntılara meydan vermeden halkın
idaresi için daha düzgün daha uygun usullere
başvurulmaktadır.
Diğer bazı memleketlerde ise, hükümet adamları halk
idaresinin ve halk terbiyesinin yavaş yavaş
düzeltilmesinin gerekli olduğunu anlamıyorlar, veyahut
anlamak istemiyorlar.
7
Devlet binasının duvarları harap oluyor; ötesinde
berisinde çatlaklar peyda oluyor. Fakat gittikçe
derinleşen ve genişliyen bu çatlaklara önem verilmiyor.
Đşte bu sebeplerden dolayı görünüşte sağlam ve kuvvetli
olan devlet teşekküllerinin çatlamasına, hatta yıkılmasına
hiç şaşmamalı. Eski han yıkıldı. Eski Osmanlı Devleti,
eski Avusturya Đmparatorluğu yıkıldı. Rusya devrildi.
Mukaddes kitaplarda anlatılıyor: Bir zamanlar kahir ve
zâlim bir hükümdarın sarayının duvarında ateşle yazılmış
kelimeler görünmüş: Mane tekel fares! Bu kelimelerin
anlamını hiçbir kimse bilememiş. Hakîm Daniyal bu
sözleri şöyle anlatmış:
- Bu ateşten yazılar, korkunç bir şeyin vukua
geleceğini haber veriyor. Bunların anlamı şudur ki,
eski devlet artık hayatî kuvvetini kaybetmiştir. Önüne
geçilemeyecek bir surette yıkılmak zorundadır.
Eski Romalıların Đmparatorluğu, Alba Dükası’nın
Đspanya saltanatı, On Beşinci Louis’nin Fransa
hükümdarlığı, Romanof’ların Rusya’sı, Hohenzollern’
lerin Almanya’sı, Habsburg’ların Avusturya’sı aynı
acıklı sonuca düştüler. Tarih onlar hakkında da hükmünü
verdi:
Mane tekel fares!
Bütün bu meseleleri önemle düşününüz! Böcek kurtları
gibi, önemsiz ve şahsî işlerinizin ve dertlerinizin
çamurları içinde kıvranmayınız. Bunun yerine, devletin
8
temellerinin yenileştirilmesini ve milletin bundan sonra
alacağı eğitimin şekillerini düşününüz!..
Tarih bazı milletlerin, bazı devletlerin acıklı sonuçlarını
yazdığı gibi, diğer bazı devletlerin ve milletlerin gelişme
ve ilerlemelerini yazmak için de parlak sahifeler
açmaktadır.
Tarih, halk kütlelerini bir hayvan sürüsü halinden
veyahut çalışkan bir karınca yuvası (Ameisenvölker)
şeklinden çıkarılarak. akla uygun ve şen bir hayat yaratan
milyonlarca san’atkâra çevirmenin çarelerini, devlet
hayatının nasıl kuvvetlendirileceğini, halk kütlesinin
nasıl eğitileceğini gösteren bir bilimdir
9
KAHRAMANLAR VE MĐLLET
Bazı devletler korkunç buhranlar geçirirler veyahut
büsbütün mahvolurlar. Diğer bazı milletler ise
yaşayışlarını akla uygun bir güzellik içinde düzene
koyarlar. Bütün devlet adamları, millet vekilleri, ve
memurlar bundan ibret dersi almalı, ve milletin bütün
fertleri bu meselelerle ilgilenmelidir.
- Erkekler ve kadınlar, ihtiyarlar ve gençler, şehirliler ve
köylüler, akılları ile veya elleriyle çalışanlar hep bu
meseleleri düşünmelidirler.
Bir devletin kuvvetli veya zayıf oluşu, bir milletin
ilerleyişi veya gerileyişi, yalnız idare adamlarının ehliyet
ve iktidarından veyahut dirayetsizliğinden ileri gelmez.
Đdare adamları iyi veya fena, kahraman veya zâlim
olsunlar, onlar kendi milletlerinin birer aynasıdır.
Onlar milli ruhun birer kopyesidir. Onlar halk kütlesinin
içinden doğmuştur. Bir millet nasılsa, idare adamları da
onun gibidir. Đşte bundan dolayıdır ki, eskiden beri: Her
millet lâyık olduğu idareye ve idare adamlarına malik
olur, denilmiştir.
Ne yazık ki, pek iyi anlaşılamıyan bu doğru sözü biraz
daha açmak için eskiden beri tartışmalar yapı1an mesele
üzerinde biraz durmama müsaade ediniz. Mesele şundan
ibarettir:
- Milletlerin tarihi kimlerin eliyle meydana gelir?
Devletin ve bütün insanlığın hayatındaki en büyük
vak’alar kimler tarafından sevk ve idare edilir? Ayrı ayrı
10
fertler tarafından mı? Yani bazı büyük adamlar - büyük
Đngiliz filozofu Carlyle’in dediği gibi - kahramanlar
tarafından mı? Yoksa bütün millet fertlerinin gayreti ve
halkın ruhunun gerilmesi sayesinde mi?
Carlyle birinci fikre taraftar olmuş ve bunu ispat etmiştir.
Đkinci fikri ise Lef Tolstoy müdafaa etmiştir.
Carlyle Kahramanlar ve Tarihte Kahramanlıklar adlı
eserinde kahramanlar mezhebini (culte) ve kahramanlar
harsını (culture) neşir ve tamim ediyor. Carlyle’a göre
millet cansız bir kil tabakasından ibarettir. Eğer bir
san’atkârın eline geçmiyecek olursa, ebediyen şekilsiz ve
hareketsiz kalacaktır. Fakat Sezar, Napolyon, Büyük
Petro, Sokrat gibi bir san’atkâr büyük adam, bir
kahraman çıkıp ta bu kili eline alacak olursa, ona istediği
şekli verebilir.
Cengiz Han, Asya’nın steplerinden milyonlarca halk
topladı. Çin’i, Hindistan’ı, Đran’ı, eski Rusya’yı fethetti.
Piyer d’Amiyen Kudüs için Katolik Avrupa’yı
ayaklandırarak Haçlı Seferlerini başlattı. Martin Lüther
reformasyonu yaptı. Neron’lar, Kaligula’lar, eski
Roma’yı batırdılar. Bismark’ların ve Hohenzollernlerin
politikası Almanya’yı korkunç sarsıntılara uğrattı.
Sözün kısası: Carlyle’in fikrince milletlerin ve hattâ
bütün insanlığın tarihini yapanlar, manen kuvvetli
olanlar, zekâ ve istidat sahibi bulunan fertlerdir, yani
kahramanlardır.
Đşte
Ramses’ler,
Romülüs’ler,
Themistokles’ler, Bismark’lar ve daha başkaları, hep bu
çeşit insanlardır.
Lef Tolstoy ise tamamiyle bunun aksini iddia ediyor ve
diyor ki:
11
Hayata yön veren, vak’aların istikametini çizen ve
bunların karakter ve rengini veren tek başına insanlar,
Napolyon’lar değildir, halk kütlesinin kendisidir.
Diğer taraftan Thomas Carlyle da diyor ki: Halk kütlesi
yerde yatan ve çürüyen bir saman gibidir. Büyük
adamlar, yani kahramanlar ise, gökten düşen, samanı
tutuşturan, halk. kütlelerini canlandıran ve harekete
getiren bir şimşek gibidir.
Lef Tolstoy başka bir levha çiziyor ve diyor ki:
- Düşünüz ki, denizlerde büyük, pek büyük bir gemi
hareket ediyor. Hareket esnasında geminin önünden
sular, bir şerit halinde kaçıyor. Bu su şeridinin gemiyi
sürüklediğini kim iddia edebilir? Besbellidir, ki, bu su
cereyanını vapurun kendisi yapıyor; kendi önünde
kovalıyor. Kuvvet, asıl vapurun kendisindedir. Akan
sular ise bunun neticesidir.
- Đşte böyle - diyor Tolstoy - bir millette hareket kuvveti
peyda olup büyüyünce, kendiliğinden harekete geçiyor
geliyor, önündeki suları kova1ıyor. Kendi hayatını,
isteklerini ifade eden bir zatı kendi arasından başkan
olarak seçiyor.
“Harp ve Sulh” romanının müellifi olan Lef Tolstoy, eğer
Thomas Carlyle’in kahraman şimşek mukayesesini
duymuş olsaydı, şöyle derdi :
- Evet, büyük adam bir kahramandır, bir şimşektir. Fakat
halk kütlesi ne kil tabakası, ne de saman yığınıdır. O
şimşeği meydana getiren milletin kendisidir. Ne zaman
bir bulut veyahut birçok bulutlar elektrik ile doymuş hale
gelirse, şimşek kendiliğinden çakmağa başlar. Eğer
bulutta elektrik yoksa hiçbir zaman şimşek çakmaz;
12
yalnız, bulut nemli bir duman halinde toplanır. Milletler
de böyledir. Eğer bir millet büyüklük ve kahramanlık
unsurlarına malik ise, ondan şimşekler doğar; milletin
arasından kahramanlar çıkar. Eğer halk kütlesi soğuk ve
nemli bir duman yığıntısından ibaret ise, hiçbir kuvvet
ondan şimşek çıkaramaz.
Đlk bakışta bu iki fikir biri birine zıt ve biri birine uymaz
görünüyor. Bunlardan birini seçmek lâzım geliyor:
- Carlyle mi haklıdır? Yoksa Tolstoy mu haklıdır? Fakat
Carlyle ile Tolstoy’un kuramları arasındaki bu karşıtlık
görünüştedir. Hakikatte Carlyle ile Tolstoy biri birine
karşı değildirler. Bunlar biri birlerini tamamlarlar.
Burada: Ya Carlyle, veya Tolstoy! demek lâzım gelmez.
«Carlyle ve Tolstoy» demelidir. Carlyle haklıdır.
Tolstoy da haklıdır. Bunlar paranın iki yüzü gibidir. Her
biri büyük bir hakikatin birer yarısıdır.
Kahraman, halkı heyecanlandırır ve alevlendirir. Fakat
onu milletinden aldığı ateş ve heyecanla yakar.
Mesela bir merceği ele alalım. O öyle yapılmıştır ki, belli
bir sahaya dağılmış olan güneşin ışığını bir noktaya
toplar. Güneşin binlerce ışınının bir yere toplanmasından
parlak bir nokta hâsıl olur. Bu kuvvetli nokta odun, kağıt,
saman gibi şeyleri yakar; taşı, camı ve demiri kızdırır.
Milletin her büyük adamı da bir mercek gibidir. O kendi
şahsında milletin kuvvetlerini ve meziyetlerini toplar;
bununla milyonlarca halkın ruhunu tutuşturur. Fakat hava
bulutlu olur, güneşin ışınlarından mahrum bulunursa, o
zaman hiçbir mercek bir kar taneciğini eritmeğe, bir su
damlacığını bile ısıtmağa muktedir olamaz.
13
Đsviçre peyniri yalnız yüksek dağlarda otlayan ineklerin
sütünden yapılır. Muhtelif zamanlarda ve milletlerde
yetişen adamlar da böyledir. Onlar çiçek açmağa
başlayan bir milletin lâtif rayihasıdırlar. Napolyon eski
sulhsever Çin’de değil, Fransa’da yetişmiştir. Rusya ise
«ademi
mukavemet»
havarisi
olan
Tolstoy’u
yetiştirmiştir. Bunun aksi kabil olmamıştır.
Đşte her zaman ve her yerde bu iş böyledir. Almanya’yı
Büyük Harbe sokan Đkinci Wilhelm değildir. Fakat
Almanların kavgacı ve çapulcu ruhu Bismark’larda,
Wilhelm’lerde Hindenburg’larda ve Ruhrbach’larda bir
ifade vasıtası bulmuştur. Eski Roma’yı Neronlar,
Karakala’lar ve Komod’lar yıkmamıştır. Fakat her şeyde
tutku (passion) sahibi olan Đspanya âleme Loyola’yı,
Almanya Krupp’u yetiştirmiştir.
Her millet, idare makinasının başına ya akıllı ve kudretli
veyahut önemsiz ve sönük adamları geçirir. Bunlardan
birinin iş başına gelmesi milletin mânevi seviyesine ve
haline bağlıdır.
Millette toplanmış iyi bir şey var mı, yok mu? Veyahut
toplanıyor mu? Milletin aklı, milletin iradesi, milletin
vicdanı gelişiyor mu, veyahut çürüyor, zehirleniyor mu?
Aşağı ve hattâ sefil bir hayat içinde mahvolup gidiyor
mu?
Burada her birimizin hayatının karakteri ve çalışma
tarzımız, inceleniyor. Biz kendi memleketimizde ne
yapıyoruz? Milletimizin mukadderatında nasıl bir rol
oynuyoruz?
Cenup denizlerinde beş, on mercan adası vardır.
Mercanlar kireçli teşekküllerdir.
14
Küçük polipler, kendi vücutlarından birtakım kısımlar
çıkarırlar ki, bunların farkına varılmaz. Fakat çıkan
şeylerin bir araya toplanmasından zamanla birçok
adacıklar meydana gelir. Hatta bu adalarda insanlar bile
oturabilirler.
Diğer taraftan cenup memleketlerinde birtakım küçük
karıncalar yetişir ki, bunlar üredikleri mahaldeki ahali
için sahiden bir belâ olurlar; o civardaki evleri, bun1arın
içinde bulunan mobilyaları yerler. Bu karıncaların peyda
olduğu yerlerden insanlar göç etmek zorunda kalırlar.
Şimdi bir de, kendi memleketimizin halini ve durumunu
düşünelim:
- Memleket içindeki çalışmalarımız hangi nevidendir?
Yapıcılığa mı, yoksa yıkıcılığa mı yönelmiştir?
Memleketin refah ve esenliğinin ve milletin haysiyet ve
şerefinin. ahalinin irâdesine bağlı olduğuna parlak bir
örnek olmak üzere küçük ve fakir bir memleketi
görebiliriz. Burası, şimdi üç buçuk milyon kadar nüfusu
bulunan Finlandiya’dır.
Avrupa’nın kuzeyinde bulunan Finlandiya’nın sert bir
iklimi vardır. Havası ekseriya sislidir. ilkbaharda da
donlar devam eder. Ağustostan itibaren soğuklar baslar.
Arazi de fenadır: Birçok sahalar çıplak granit kayalarıyla
kaplıdır. Diğer yerlerinde ise, sayısı on binleri bulan
göller vardır. Memlekette mâden namına hemen hiç bir
şey yoktur.
Çiftçilik çok zorlukla yapılır. Ahâli de yakın zamanlara
kadar tam istiklâline sahip olmamıştır. Kimi beriki
komşunun, kimi öteki komşunun idaresi altında
bulunmuştur.
15
SUOMĐ’NĐN TARĐHĐ
Finler kendilerine Suom derler ve çok sevdikleri
memleketlerine Suomi adını verirler ki, bu kelime
bataklık arazi anlamına gelir.
Finlandiya’yı muhtelif zamanlarda ziyaret ettim.
Memleketin muhtelif mahallerinde yaşadım. Büyük
şehirlerde, göller ve ormanlar arasındaki kenar ve tenha
köylerde bulundum. Finlerin günlük çalışmalarını, yortu
günlerindeki oyun ve eğlencelerini seyrettim. Velhasıl bu
milletin musikisini, edebiyatını, ressamlığını, tiyatrosunu
ve mimarisini ayrı ayrı inceledim, Samimiyetle itiraf
ederim ki, bütün bunların karşısında gittikçe hayranlığım
arttı. Finlandiya’da her yeni seyahatim esnasında
yabancıya karşı zahiren çatık suratlı görünen, fakat
inadına çalışkan olan Kuzeyin bu küçük ve sessiz
milletini, daha ziyade takdir ve tahsin etmeğe başladım.
Fin milletinin hayatında başlıca iki şeyin kaydı lâzımdır:
Birincisi, Rus ihtilâline, yani 1917 yılına kadar Finlerin
müstakil bir devlet hayatı yaşamamış olmaları; ikincisi de
bu milletin münferit, yani tek başlarına büyük adamlar
yetiştirmemiş olmasıdır. Finlerin kültür alanındaki ileri
gidişleri, milletin fertlerinden her birinin durmadan,
dinlenmeden bizzat çalışmalarının mahsulüdür.
Finler, Rusya’nın kuzeybatısındaki en son köşeyi işgal
ederler. Diğer taraftan Finlandiya Đsveç’e bitişiktir. 1811
senesine kadar Finler, Đsveç hâkimiyeti altında
bulunmuşlardır. O zamanlar Đsveçlilerin Finlere karşı
olan davranışı, Avusturyalıların Voyvodina’daki ve
Bosna - Hersek’teki Sırplara karşı olan davranışı gibi idi.
Veyahut Türk hâkimiyeti zamanında Rumların
16
Bulgarlara karşı olan muamelesi gibi idi. Bütün hükûmet
ve idare kuvveti, ticaret ve fabrikalar, okullar ve hattâ
kiliseler Đsveçlilerin elinde idi. Bütün idare memurları,
hâkimler, subaylar, papazlar ve öğretmenler hep
Đsveçliler arasından seçilirdi. Đsveçliler kendilerini
medeniyetçe yüksek gördüklerinden, Finleri madûn bir
ırkın mensubu sayarlar ve onlara karşı daima o suretle
muamelede bulunurlardı.
Finler, Đsveçlilerle ayni siyasî haklara malik olmakla
beraber, fikirce, iktisatça ve hatta ahlâkça geri
bırakılmışlardı.
Bu hallerin hepsi, Fin milletinin kültür bakımından
ilerlemesine ve gelişmesine engel olmuştur. On sekizinci
yüzyılın sonlarına ve hattâ 1840 senelerine kadar Fin
kültürü, havasız bir mahzende yetişen bir çiçek gibi zayıf
ve soluktu. O zamanlar Finler, biraz okumak ve
yazmaktan başka bir şey bilmezlerdi.
1808 senesinde Ruslar ile Đsveçliler arasında vâki olan
muharebede Rus Çarı Birinci Aleksandır, ordusuyla
Finlandiya’nın yarısını istilâ ettikten sonra, Finlerin
Borgo şehrinde bir Seyim, yani Fin Millet Meclisini
toplanmaya
davet
etmiş.
Bütün
Suomların
mümessillerinden mürekkep meclise şu suali sordurmuş:
- Bundan sonra da Đsveçlilerin idaresi altında mı kalmak
istersiniz, yoksa memleketin iç işlerinin idaresinde
egemenlik temin edilmek şartıyla, Rus idaresine geçmeğe
mi taraftarsınız?
Fin milletinin mümessilleri, Rusya’ya katılmayı kabul
etmişler. Bunun üzerine Çar Birinci Aleksandır, Finlerin
17
daha Đsveç egemenliği zamanında mâlik oldukları
Anayasa kanununa sadık kalacağına yemin etmiş.
Finlandiya’nın Rusya’ya katılması, her iki taraf için
faydalı olmuştur. Haddizatında Finlandiya fakir bir
memlekettir.
Hindistan ve Mısır Đngiltere için önemlidir. Fakat
Finlandiya’nın Rusya için böyle bir önemi yoktur.
Finlandiya, Rusya’nın Kırımına, Kafkas’ına veyahut
Türkistan’ına
benzer
bir
memlekettir.
Rusya,
Finlandiya’yı ilhak ettikten sonra hiçbir maddî ve iktisadî
menfaat temin edememiştir. Fakat bu memleketin ilhakı
başka bir cihetten Rusya’nın işine yaramıştır.
Asıl mes’ele, Finlandiya hududunun Rusya’nın payitahtı
olan Leningrad’a yakın olmasında idi. Şimendifer ile dört
saat
seyahatten sonra Finlandiya hududundan
Leningrad’a gelinir. Herhangi bir milletle vukua gelecek
bir muharebe esnasında düşmanın Finlandiya arazisinden
geçerek payitahtı tehdit etmesi tehlikesi mevcuttu. Đşte
payitahtı tehlikeden korumak için Finlandiya arazisini
işgal altına almağı muvafık gördü.
Öte taraftan memleketin iç işlerinin idaresinde egemenlik
kazanan Finler, kendilerine uygun bir kültür oluşturmaya
ve bunu geliştirmeye fırsat buldular.
Rus istilasından sonra da Đsveç halkının büyük bir kısmı
Finlandiya’da kalmayı tercih etti. Fakat bunlar artık
memleketin eski mâlikleri ve efendileri değildiler.
Bu unsur da, yeni vatan ittihaz ettiği Finlandiya’nın
kültür cihetinden gelişmesi için büyük bir gayretle
çalışmağa başladı.
18
Đlk zamanlarda memleketin kültürünü ilerletmek için
çalışanların sayısı pek azdı; Bu sırada Finlerin aydın
sayılabilecek öğretmenlerinin, muharrirlerinin ve
okumuşlarının sayısı da parmakla sayılabilecek kadar
azdı. Fakat bu hal aydınların kuvvetlerinin boşa
gitmesine değil, artmasına sebep olmuştur.
19
SNELMAN
Daha Çar Birinci Aleksandır’ın sağlığında Fin kültürünü
yükseltmek isteyenlerin başına Snelman isminde bir zat
geçmişti. Bu münasebetle bu zatın hayatı ve çalışmaları
hakkında biraz malûmat verelim:
Yohan Vilhelm Snelman, 12 Mayıs 1806 da Stokholm’da
doğmuş ve 4 Temmuz 1881 de «Danskarbi» de ölmüştür.
Bu zat, zamanının büyük bir bilgini, derin bir filozofu ve
meşhur bir siyasîsi idi. Fakat bu adamın en büyük şöhreti,
Fin kültürünü yaratan halk öğretmeni olmasındadır.
Snelman ve arkadaşları halk öğretmeni sıfatıyla çalışa
çalışa binbir bataklık memleketini Beyaz Zambaklar
Memleketine, yani cennete çevirmişlerdir.
Bu büyük Finlandiyalı bütün hayatı müddetince şu
hakikati
hemşehrilerinin
kafasına
yerleştirmeğe
çalışmıştır: Finlandiya, daima Rusya ve Đsveç
tarafından istilâ edilmek tehlikesi karşısındadır.
Kuvvetli ve açgözlü komşularına karsı durabilmesi
için kültür bakımından onlardan yüksek olması
1âzımdır. Snelman “Sayma” unvanıyla neşrettiği
gazetesinde hemşehrilerine daima şu sözleri tekrar
etmiştir: Ne zaman bizim küçük milletimiz, kendi
büyük komşularından daha yüksek bir medeniyete
sahip olursa, o zaman tehlike atlatılmış olacaktır.
Finler, uzun seneler, milli kültürlerinin inkişaf ve
terakkisine çalışmışlar ve bugün Avrupa’nın birçok
memleketlerinden daha yüksek bir kültür derecesine
erişmişlerdir. Artık büyük ve küçük komşularının yanı
20
başında, hukuk, hürriyet ve istiklâllerini kaybetmek
tehlikesinden kurtulmuşlardır.
Snelman yeni doğan Fin aydınlarının en güzel bir
örneğidir. Bu zat birkaç genç öğretmen, avukat ve
memurla birlikte, halk kütlesi arasında kültürü yaymak
maksadıyla âdeta bir Haçlı Seferi ilân etmiştir. Bunlar
diyorlardı ki:
Aydın olmak, modaya uygun elbise ve şapka giymek,
kolalı gömlek taşımak değildir. Aydın zümre, milletin
başı ve başındaki beyni sayılır. Millet sizi, iyi bir tahsil
gördükten sonra iyi bir aylık alasınız, akşamları
kahvehanelerde iskambil veya domino masasının başına
geçip eğlenesiniz diye okutmamıştır. Bunu böyle
yapanlar hakiki aydınlar değillerdir. Onlar aydınların
küflenmişidir.
Okumuşların hepsi, millî zekâyı açmağa, millî vicdanı
uyandırmağa, millî iradeyi kuvvetlendirmeğe borçludur.
Köylülere, işçilere ve kasaba halkının aşağı tabakasına
nasıl daha iyi yaşayabileceklerini gösteriniz!
Millete hayatın kıymetini takdir ve muhafaza etmesini
öğretiniz. Bizim çorak vatanımızda da her köylü ve
işçinin daha rahat, daha sağlam ve akla daha uygun bir
hayat yaşayabileceğini anlatınız.
Millete nasıl çalışmak lâzım geldiğini öğretiniz. Ucuz ve
mütevazı olmakla beraber, daha iyi evlerin nasıl inşa
edilebileceğini gösteriniz. Kendilerinin ve çocuklarının
sıhhatlerinin nasıl korunacağını bildiriniz. Şen bir aile
hayatının nasıl kurulabileceğini, erkeğin kadına ve
kadının erkeğe nasıl muamele edeceklerini ve çocukların
nasıl terbiye edileceğini öğretiniz.
21
Milleti her işi zamanında yapmağa, disiplinli ve düzenli
çalışmağa alıştırınız. Kendisinin ve başkalarının
hukukuna riayetkâr olmağı öğretiniz.
Bütün bu işlerde millete bizzat örnek olunuz!
Kendi aranızda ve halk ile görüşmelerinizde halkın
eğitmeni olunuz!
Bütün Suomi’yi büyük bir ai1e addediniz. Bütün vatana
da o gözle bakınız. Hatırlayın ki, en fakir kömürcü,
katrancı, ve hizmetçi dul kadın da dahil olduğu halde,
bütün Fin milletinin fertleri sizin biraderleriniz veya
hemşirelerinizdir.
Bunları terbiye etmek ve kültür alanında bizden daha eski
olan milletlerin arasına sokmak, sizin vazifenizdir.
Unutmayınız ki, milletin cahilliği, kabalığı, sarhoşluğu,
hastalıkları, sefaleti, bunların hepsi sizin kendi ayıbınız,
kendi kabahatinizdir.
Đşte bu beş on Fin öğretmeni, memuru ve doktoru
memleketin aydınları sayılan kimselere hep böyle hitap
ediyorlar ve bu mealde yazılar yazıyorlardı. Bunlar
arasında faaliyet ve hareketiyle Snelman en ziyade göze
çarpıyordu. Kışın “ski” denilen kayaklar ile, ilkbaharda
ve yazın ise, kayıkla ve bazan da yaya o1arak
Finlandiya’yı bir ucundan öbür ucuna kadar dolaşır ve
halka doğru yolu gösterirdi. Ormanlarda ve taş
ocaklarında genç veya ihtiyar, zeki kimselere tesadüf
edince, onlarla konuşmağa başlar, kitap dağıtır,
adreslerini alır ve onlarla mektuplaşırdı. Snelman her
gittiği karanlık köşede birkaç meş’ale canlandırırdı.
Ekseriya şöyle derdi:
22
- Bütün memleketi sulamak için bir, iki üç dere
kâfi değildir. En ücra kulübeler bile, göl, pınar
veya dere gibi bir su kaynağına muhtaçtır.
Milletin manevî susuzluğu da buna benzer. Her
yerde milletin kana kana faydalanabileceği canlı
kültür kaynakları bulunmalıdır.
Snelman her yerde tesadüf ettiği yaradılışça zeki
kimseleri uyandırır; onların zihinlerini açar ve onlarla
mektuplaşırdı. Bunların yazdıkları mektuplar daha sonra
bir yerden diğer yere gönderilirdi. Snelman yazdığı
mektuplarda kimini kabahatli bulur; bazılarına nasihat
verir ve onlara yeni görevler tayin ederdi.
Snelman bir yere gitti mi, etrafına maarifi sevenleri toplar
ve onlarla konuşmağa başlardı:
- Bakınız kenevirden nasıl ip ve urgan örüyorlar?
Đlkönce kenevir liflerini alıp ince ipler büküyorlar.
Bunların birkaç tanesini beraber büküp kalın ip
örüyorlar. Birkaç kalın ipi bükerek büyük
gemileri bağladıkları urganları yapıyorlar. Bizim
işimiz de. buna benzer. Aydınların dağınık
kuvvetlerini hep bir araya toplayarak iki
milyonluk milletimiz için büyük bir kuvvet
vücuda getirmeliyiz.
Snelman, yaz tatillerinde civar öğretmenleri bir merkeze,
toplayarak iki üç haftalık kurslar tertip ederdi. Bu
kurslara yüzden fazla öğretmen iştirak ederdi. Fakat ilk
zamanlarda, rağbet azdı. Memleketin ücra köşelerinde
bütün kış çalışa çalışa yorgun düşen öğretmenlerin çoğu,
esasen mesleklerinden memnun değillerdi. Kurslara zorla
iştirak ederlerdi. Hattâ bazıları: «Aman bu kurslar da
23
başımıza nereden çıktı? Öğretmenleri okutmak da kimin
hatırına gelir?” diye şikâyet ederlerdi.
Snelman bunların hepsini bilir, fakat kızmazdı. O
insanlara bir doktor gibi bakardı. Hastaları iyi etmek
lâzımdır derdi. Tatil kurslarında Snelman öğretmenlere
şöyle hitap ederdi:
- Sayın arkadaşlar! Sizin görevinizin ne kadar ağır
olduğunu bilirim. Ücra köşelerde ne kadar
güçlükle çalıştığınızı ve çalışmalarınızın ahali
tarafından takdir edilmediğini de biliyorum. Fakat
ne yapalım? Asla hatırınızdan çıkarmayınız ki, biz
milleti uyandırmak için giriştiğimiz büyük işin
henüz başlangıcındayız. Biz, yeni kültür
ordusunun öncüleriyiz. Milletin cahilliği ile
savaşırken bütün ağır yükleri sırtımızda taşımağa
mecburuz. Burada ilk zamanlarda belki bizi
takdirle
karşılamayacaklardır.
Fedakârlıklar
yapacağız. Đçimizden kurban1ar vereceğiz. Bu
zaruridir, bundan kaçınılamaz.
- Ben sizi fedakârlığa davet ediyorum. Yalnız
kendini feda etmeğe hazır olanları çağırıyorum.
Affedersiniz. Açıkça söylemek istiyorum: Her
meslekte olduğu gibi, öğretmenler arasında da
mesleğe yabancı çok kimseler vardır. Bunlar
öğretmenlik etmeyi aşağılık bir iş sayan
gündelikçilerdir. Böylelerine bir dost gibi. nasihat
ederim: Öğretmenliği terk etsinler. Kendilerine
başka bir meslek arasınlar. Gitsinler tüccar
olsunlar, kalemlere katip olsunlar. Daha canlı,
daha ruhlu insanların gelmeleri lâzım gelen
mevkilere başkalara gelsin.
24
Đşte benim ricam üzerine memleketimizin en
büyük bilginleri size beşer altışar konferans
vermeği kabul ettiler. Onların bilimlerinden
istifade ediniz. Bun dan sonra da mekteplerinize
döndüğünüz zaman, siz de kendi öğrencilerinize
bilim iştiyakını aşılayınız.
Đlkokul öğretmenlerinin çoğu Snelman’ın sözlerinden
şevke gelerek etrafını sararlar, cehalete karşı savaşta
onun yardımcısı olurlardı. Bu öğretmenlerin çoğu
bilgilerini arttırmak için başlı başına çalışmağa ve üstadın
gösterdiği yolda yürümeğe başlardı. Bunların her biri bir
müddet sonra da memlekette büyük bir kültür kuvveti
olurdu. Az zaman içinde memleketin her tarafında
ilkönce beşer onar ve sonra sonra yüzlerce büyük ve
küçük Snelman’lar peyda oldu.
Fakat Snelman, sevgili Suomi’nin uyandırılmasını yalnız
öğretmenlerden beklemezdi. Nerede memurların,
doktorların, tüccarların bir toplantısını haber alsa, oraya
koşar ve:
- Milleti unutmayınız! Siz hepiniz halkın
arasından yetiştiniz. Şimdi ne yapıyorsunuz?
Kafaları aydınlatılmamış, zihinleri açılmamış olan
kardeşlerinizden kaçıyor musunuz? Yoksa
milletin hayatını daha iyi düzene koymak için
çareler mi düşünüyorsunuz? Halk kütlesini
uyandırmak ve kültür bakımından yükseltmek için
neler yapıyorsunuz? derdi.
25
EĞĐTMEN MEMURLAR
1816 senesinde, Finlandiya’nın Rusya’ya katılması
şartlarından olarak bu memlekete yeni bir Anayasa
Kanunu verilmişti ki, bu kanunla Seyme yani Millet
Meclisine yeni birtakım haklar veriliyordu. Çar Birinci
Aleksandır, neşrettiği beyannamesinde Rusya’nın idaresi
altında bulunan bu memlekete verilen Anayasa kanununa
gerek kendisi ve gerek kendisinden sonra gelenler
tarafından ebediyen riayet edileceğini bir defa daha
vâdediyordu.
Bir defa Seymin açılması münasebetiyle de genel bir
memurlar kongresi toplanmıştı. Bu kongreye Snelman da
gelerek söz almış ve Đsveçliler zamanından başlıyarak
Finlandiya’daki devlet memurluğunun küçük bir tarihini
yapmıştır. Bu kongrede Snelman şu sözleri söylemiştir:
- Đsveçliler, çok güzel, çok akıllı, çok namuslu,
şen ve medenî insanlardır. Ben Đsveçlileri
severim. Bunların arasında çok sevgili dostlarım
vardır. Đsveç’in her yönde başarı göstermesini
candan dilerim. Fakat aynı zamanda bizim
unutulmuş ve fakir memleketimizin Đsveç
egemenliğinden kurtulduğuna da seviniyorum.
Ben milletimin Đsveç Devletinden değil, Đsveç
memurlarından kurtuluşunu selâmlarım.
Finlandiya’daki Đsveç memurları nasıl adamlardı? Bunlar
hem Finlandiya, hem de Đsveç için birer baş belâsı idiler.
Đsveçlilerin öz vatanındaki memurları akıllı, namuslu ve
çalışkan insanlardır. Fakat buradakiler öyle değildi. Đsveç
hükûmeti de birçok hükûmetlerin yaptığı hatayı tekrar
26
ediyordu. En muktedir memurlarını merkezde ve
dahildeki iyi ve önemli mevkilere tayin ediyor; uzaklara,
ve taşralara ise memur sınıfının artıklarını veyahut
cemiyetin “elek altı” unsurlarını gönderiyordu.
Her millette olduğu gibi Đsveç’te de, bazı kibar ve zengin
ailelerden arsız, tembel, istidatsız, yaramaz, aptal, sarhoş
ve ahlâkça bozulmuş gençler yetişiyordu. Bütün
okullardan kovulmuş, hiçbir memuriyete kabul
edilmemiş, tecim evlerinde bir yer bulamamış, kendi
başına bir iş tutamamış, esasen çalışmak da istemeyen bu
gençler, bir müddet de ailenin parasını pulunu israf
ettikten sonra anası babası:
Canım, bu oğlanı da bilmem ki ne yapmalı? diye
düşünmeğe başlarlar. Hükûmet dairelerindeki nüfuz ve
rabıtalarından istifade ederek ailenin sırtında beyhude bir
yük olan bu beceriksizleri Finlandiya’ya memur olarak
gönderirlerdi. Snelman devam ediyordu:.
- Bu suretle memleketimize gelmiş olan bin, hattâ
iki bin Đsveç memurundan ne beklemek lâzım
geldiğini siz kendiniz düşünebilirsiniz. Çoğu
ortaokulun ikinci veya üçüncü sınıfından çıkmış
olan bu yalancı, cahil ve ahlâkça düşkün olan
memurlar, ekseri zamanlarını dairelerinde ve
kalemlerinde değil, pahalı meyhanelerde ve
eğlence yerlerinde geçirirlerdi.
Bu memurlar çalışmak istemezler ve esasen çalışmasını
bilmezlerdi. Đşlere akılları ermiyordu. Görevlerine karşı
ne kadar ihmalci iseler, ahaliye karşı da, o kadar cakalı
ve çalımlı idiler. Vazife başına geç gelirler, erken
giderlerdi. Vazife saatlerinde kahve ve sigara içerler,
27
gazete okurlar, veyahut dostlarıyla konuşurlar veya
tartışırlardı.
Bir iş için kendilerine baş vuranları saatlerce bekletirler.
Kaba saba odacılar halka:
- Müdür Bey meşguldür. Encümen var; bekleyiniz! diye
bağırırlardı. Halk bekler bekler, dağılırdı. Beklemeye
katlananlar, nihayet, gözleri uykusuzluktan kızarmış,
aptal suratlı, fakat tüylerini kabartmış hindi gibi mağrur
kalem reisinin huzuruna kabul olunurlar. Bunlara
başvuranlar, isteklerini anlatmağa başlarken müdür
sözünü keserek:
- Bu gün meşgulüm. Yarın geliniz! derdi.
- Fakat rica ederim, ben taşradan geldim..,
- Eh, yarın dedik ya! Anlamıyor musun?.
- Fakat benim param yok; fazla bekleyemem!
- Size yarın dedik!.., haydi dışarı!...
Bundan sonra memur efendi, bürodan çıkar. Bir eğlence
yerine gider. Pahalı şaraplar dere gibi akmağa başlar.
Etrafına bir sürü karı toplanır. Fakat böyle bir hayat
yaşamak için çok para lâzımdır. Đşte bu sebepten önemli
devlet ve hükümet mes’eleleri bu batakhanelerde
halledilirdi. Bunların hikâyesini dinleyen ciddi adamları
dehşet istilâ ederdi. Kendi ara1arında fısıldarlardı:
- Canım, bu böyle neye benziyor? Bu adamı
Stokholm’dan buraya nasıl göndermişler? Bu hal,
hep böyle devam edecek mi?
Ahali, ağlıyor, inliyor; şikâyet ediyor; kızıyor, nefret
ediyor ve diyordu
28
- Mademki hükümet memurları böyle yapıyorlar,
niçin biz de ele geçen fırsatları kaçıralım?
Snelman sözlerine devam ediyordu:
- Hamdolsun! şimdi memurların hali böyle
değildir. Yavaş yavaş her daireye kendi Fin
memurlarımızı
yerleştiriyoruz,
veyahut
Finlandiya’da yerleşen Đsveçlilerin iyilerini
seçiyoruz. Bu zamanın kıymetini biliniz; memur
olduğunuz yerde ve göreviniz başında daha ilk
gününden başlıyarak yeni metotları tatbik ediniz!
Eski idare şeklini bırakınız. Tamamiyle yeni
usulleri tatbik ediniz! Bu çürük idare tarzının
hükûmet dairelerinde hiçbir izi kalmasın! Ahali
de anlasın ki, memurlar halkın hizmetçileridirler.
Đş için size başvuranlara, size eziyet veren
sineklere baktığınız gibi bakmayınız. Elden
geldiği kadar herkesin işini kolaylaştırınız.
Herkese karşı güler yüz gösteriniz. Nihayet millet
anlasın ki, eğer bir adamın dediği olmuyor ve
istediği yapılmıyorsa, bu, sizin o işi yapmak
istemediğinizden deği1, kanun ve nizam
bakımından yapılmayacağındandır.
- Anlayınız, siz memurlar, milleti terbiye işinde
öğretmenlerden hiç aşağı kalmazsınız.
Bundan sonra Snelman istihzalı bir gülümseme ile:
Bilir
misiniz,
kanunsuzluğun
büyük
öğretmenleri kimlerdir? sorusunu sordu ve bu
soruya gene kendisi cevap verdi:
- Bunlar bizzat memurlardır. Kanunu tatbik ile
mükellef olanlardır. Ahaliye kanunlara baş
29
eğmemenin yollarını ve çarelerini memurlar
öğretirler.
Đşte bunun için, yeni Finlandiya Devleti namına sizden
rica ederim. Kanun adamları olan sizler, millete kanuna
baş eğme terbiyesini veriniz! Ahalide sahiden adalet
duygularını uyandırınız.
Bu sözler, Snelman’ın ilk ve son sözleri değildi Gittiği
yerlerde fırsat düştükçe memurlar arasında bu
düşünceleri yayardı. Neticede ahalinin memurlara karşı
sevgi ve saygısı arttı.
Bir iki nesilden sonra büsbütün yeni bir Fin memurlar
sınıfı meydana geldi. Memurlar bilgi ve ahlâk
bakımından yükseldiler. Bütün dünyaya örnek oldular.
Şimdi, halk hükûmet memurlarının varlığıyla iftihar
etmekte ve onları takdis etmektedir.
30
KIŞLA - HALK OKULU
Daha Đsveç egemenliği zamanında Finlerin bir Anayasa
Kanunu vardı. Bu kanuna göre Seym denilen bir millet
meclisi vardı. Kendilerine mahsus posta ve paraları vardı.
Az miktarda ordu da beslerlerdi.
Finler Rus egemenliğine geçtikten sonra da bunları
muhafaza ettiler. Yalnız Đsveçliler zamanında bütün bu
idarelerin başında Đsveçli memurlar bulunurdu. Đsveçliler,
kendi kültürlerini geliştirmek için Finleri canlı bir vasıta
sayarlardı.
Suomi denilen Finlandiya, Rus egemenliğine geçtikten
sonra Finler, bütün bu mevkileri işgal etmek ve
memleketlerine sahip olmak için savaşa giriştiler. Đlkönce
işe küçükten başladılar. Yavaş yavaş ilk, orta ve yüksek
okullarda Đsveç öğretmenlerinin yerine Fin öğretmenleri
geçirdiler. Gene böylece yavaş yavaş Finlerden hâkim,
doktor ve memur yetiştirmeğe başladılar.
Küçük Fin ordusu da, millîleşmeğe başladı. Đsveçliler
zamanında, ordu erlerinin çoğu Finlerden ibaretti. Fakat
Başkumandanlık, Genel Kurmay ve kumanda heyeti
Đsveçlilerin elinde idi. Subayların erlere karşı muamelesi
de Đsveç ordusunda olduğu gibi idi.
Đsveçliler, kahraman bir millettir. Reformasyon
zamanında Gustav Adolf ve Büyük Petro zamanında On
Đkinci Şarl, Đsveç ordusunun şan ve şerefini bütün
Avrupa’da en yüksek bir mertebeye eriştirmişti. Fakat o
zaman Đsveçlilerin askerlik kudreti, aristokratların elinde
idi. Memlekette âdeta askerler sülâlesinden gelme ayrı
bir halk sınıfı, bir kast meydana gelmişti. Bu sınıfa
31
mensup olanlar, memurlara, tüccarlara ve bütün
münevverlere yüksekten bakarlardı. Millet fertleri, yani
erler, şiddetli bir disipline tabi tutulurlardı.
Subaylar, görev zamanında talimler, resmi geçitler ve
kışla hayatından başka, hiçbir şeyle ilgilenmiyorlardı.
Görev dışı olan zamanlarını ise, içki içmek, iskambil
oynamak veyahut dansetmekle geçirirlerdi. Çoğunun
okuması yazması azdı. Okuldan çıktıktan sonra kitap
okumakla meşgul olmazlardı. Đçtimaî ve millî ülküleri
yoktu. Yalnız gururla kılıçlarını şakırdatmasını bilirlerdi.
Bundan başka paralarını israf ederler, daima şık üniforma
ile gezerlerdi. Salonlarda ustalıkla dans ederlerdi. Bir
çoğu da içkiye veyahut kâğıt oyunlarına düşkündü. Erlere
karşı kaba muameleler yaparlar, hattâ zalimcesine
hareket ederlerdi. Subaylar, erlere “kışla öküzleri” derler
ve onlara hakaret gözü ile bakarlardı.
Snelman başta olduğu halde, genç Fin münevverleri
orduya da lâzım gelen önemi verdiler. Bilhassa ordudaki
erlerin talim ve terbiyesiyle meşgul olmağa başladılar.
Bunun neticesinde liselerin en seçme öğrencileri, hattâ
üniversite talebesi, tahsillerini bitirdikten sonra asker
okullarına girmeğe, orduya dahil olmağa başladılar. 5 - 6,
hattâ on sene süren askerlik hizmetleri zamanında
askerlik
görevini
yapmakla
beraber,
bilimsel
incelemelere ve araştırmalara da devam ettiler.
Snelman bu gençlerin en güzel sözlü bir tercümanı
olmuştu. Gerek toplantılarda ve gerek yazdığı yazılarda
daima şu düşünceleri öne sürüyordu:
- Görünüşte en medeni olan milletler bile
hayatlarını henüz barış ve sükûn içinde geçirmek
için yük sek bir medeniyet derecesine
32
varmamışlardır. Beşeriyette ilk insanların
yaşayışının artıklarından bulunan kin, garez ve
vahşet, azgın deniz sularının alçak yerlere hücum
ettiği gibi, insanlar arasında da savaşlar
yaptırıyor. Duvar gibi kütleler teşkil ederek
insanlar kendilerini müdafaa ederken ister istemez
kanlı taşkınlıklar oluyor. Erlerinin göğüslerini
vatanın müdafaasına canlı siper ittihaz eden her
ordu şüphesiz kıymetlidir.
Sınırlara doğru yönelmiş olan bu ordunun arkasında
milletin selâmeti, çalışmanın hürriyeti temin olunur.
Snelman ordu hakkında, şöyle derdi:
- Ordu, fedakâr ve feragatkâr bir tarikat gibidir.
Asker olmayan bizler, vatan müdafaası için
yaratılan canlı kale duvarlarının önemini lâyıkıyla
takdir edemiyoruz. Bu kale duvar yapılmasında
kullanılan her zerre, her bir kum tanesi canlı birer
insandır. Bu kum taneciklerinden her biri, sırası
gelince bizim hayat ve istirahatımızı kurtarmak
için ölmeğe hazırdırlar.
Snelman bu sözlere şunları da ekliyordu
- Sokakta, bir dükkanda veya bir kahvehanede
subaylara rast gelince saygı ile selâmlayıp onlara:
“Sevgili kardeşlerim, sizler hep benim ve bizim
se1âmetimiz için bu ağır görevi üzerinize almış
bulunuyorsunuz Allah yardımcınız olsun!”
diyeceğim gelir.
- Bir kere düşününüz. Kışladaki her bir er canlı
bir elmastır. Böyle kıymetli vücutlardan binlercesi
her sene bir yere toplanıyor. Onları uzun zaman
33
çalıştırıyorlar. Bunlarla uzun müddet beraber
bulunduktan sonra bu canlı elmasları çizik veya
kırık olarak yerlerine geri göndermek çok
acınacak bir haldir.
Snelman’ın mânevî öğrencileri olan genç Fin subayları
şöyle demeğe başladılar:
- Bizim milli ordumuz ruhça yeni, alışkanlıkça
yeni, askerlik hizmetinin neticeleri bakımından
yeni olmalıdır. Er, kışlada beslenen bir öküz
değildir. Benim daha küçük ve daha az okumuş
bir kardeşimdir. “Vatan – anne”, onu talim ve
terbiye edilmek için kışlaya göndermiştir. Erler
askerlikten evlerine döndükten sonra vatan - anne
subaylara soracaktır:
- Kimleri ve ne suretle hazırladınız bakalım? Sizin
ellerinize emanet ettiğim yüz binlerce ham
gençleri nasıl yetiştirdiniz?
Subay, erin yalnız kardeşi gibi değildir. Onun yalnız
ağabeyi değildir. Subay, erin öğretmenidir. Onun talim
ve terbiyesini üzerine almış eğitmenidir. Subay erlere
karşı birkaç yönden sorumludur. Erin vücudu subayın
eline teslim edilmiştir. Subay, onun sağlığı ve sağlamlığı
durumundan sorumludur. Erin beyni de subayın eline
teslim edilmiştir. Subay, onun zihninin açılmasından da
sorumludur. Subayın eline erin kalbi verilmiştir. O,
erlerde sağlam bir karakter husule getirecek, onlara
vicdan temizliğini, görüşme ve konuşma yollarını,
insanlara karşı muameleyi öğretecek ve onlara vatan
sevgisini telkin edecektir,
34
Bu yeni görevler karşısında, bulunan genç Fin subayları
bu ağır ve güç görevlerini yaparken korkmuyorlar ve
diyorlardı:
- Her zaman... ve her zaman, yani yalnız
muharebe esnasında değil, barış zamanında da biz
vatana faydalı olabiliriz. Biz kışla içinde de
vatanımıza faydalı olabiliriz. Şimdiye kadar halk
kelimesi
hakaretle
arasında
«Kışla»
karşılanmıştır. Eskiden bir yerde bir kabalık ve
karışıklık oldu mu:
- Efendiler, kışlada mısınız?
- Burada kışla kokusu var.
- Zavallıyı kışla bozmuş… gibi sözler söylerlerdi.
Genç Fin subayları bu sözlerden hakaret duydular ve
dediler:
- Yeni zamanın kışlası başka bir kışla olmalıdır ve
olacaktır.
- Biz kışlayı bir halk okuluna çevireceğiz. Hattâ
biz, kışlayı bir halk üniversitesi hâline getireceğiz.
O suretle ki, her er, kışlada geçirdiği günleri
bütün hayatında sevgi ve sevinçle hatırlayabilsin.
Biz kışlayı o hale sokmalıyız ki, şu sözler
vatandaşlar arasında atalar sözü olarak söylensin:
- Bereket versin onu kışla hayatı düzeltti.
- O, bu eğitimi kışladan aldı. Askerlik ederken
namuslu, çevik, çalışkan, nezaketli olmayı
öğrendi.
35
Kışla hayatının ve askerlik görevinin erekleri bu suretle
belirtildikten sonra, genç Fin subayları, bu ereklere
ulaşmak için en kısa yolları aramağa ve en iyi metotları
tatbik etmeğe başladılar.
Bundan sonra subaylar, erlere karşı takip edecekleri her
hareketi düşünmeğe başladılar. Eskiden kışlada erlere
karşı, yaptıkları muameleleri değiştirdiler.
Đsveçlilerin Finlandiya’da hâkim oldukları dönemde
kışlaların içerisi pisti ve yaşamak için çekici değildi.
Hava daima pas kokulu idi. Erlerin elbiseleri iyi değildi.
Ekmeklerin fenalığından erlerin çoğu aç kalır ve çok defa
hasta olurlardı. Çünkü derecesine göre onbaşılar,
subaylar
erlerin
yiyeceklerinden
ve
çavuşlar,
yakacaklarından kısıtlamalar yaparlardı; erlere karşı fena
muamelelerde bulunurlardı. Kışlada en ağır küfürlerin
kullanılması âdet olmuştu.
Şimdi artık her şey kökünden değişti. Kışlalar temizlendi.
Duvarlar badana edildi. Pencereleri açmak suretiyle hava
sık sık yenileştirilmektedir. Kışla avlusunda talim
yapılmayan yerlere çimler dikildi. Çimlerin arasında ve
kışla pencerelerinde saksı1ar içinde de çiçekler peyda
oldu. Kışla pencerelerine perdeler asıldı. Herkim olursa
olsun, kışlaya girerken ayakkabılarını, kapı önündeki
paspaslarda temizlemeğe başladı. Erler de hergün kışla
banyosunda yıkanmağa mecbur tutuldular
Haricî ve maddî temizlikle beraber, erlerin ahlâkî ve
manevî temizliğine de dikkat olunmağa başlandı.
Finlandiya’da Đsveç egemenliği zamanında halk arasında
şu sözler birer atalar sözü sırasına geçmişti:
- Đsveçli gibi sarhoş!
36
- Đsveçli gibi sövüyor!
Đsveçliler zamanında erler çok defa sarhoş gezerler ve
yakası açılmadık küfürler savururlardı. Erler biri birine
söverler, subaylar biri birlerine söverler, generaller de
biri birlerine söverlerdi. Kızdıkları zaman söverler,
birbirlerini severken ve okşarken söverlerdi. Bu
küfürlerin hepsi çok çirkindi. Hiç sıkılmadan anaya,
babaya, Đsa Peygambere karşı en ağır küfürleri
yağdırırlardı.
Genç Fin subayları kışlaya sabun soktular. Askerleri
sabah, akşam yemek zamanlarında ellerini yıkamağa
alıştırdılar. Askerlere temiz peşkirler verdiler. Her ere
birer diş fırçası verip dişlerini temizlemeğe alıştırdılar.
Diş temizlemeği öğrettikten sonra, onlara dilin
temizliğini de anlatmağa başladılar. Subaylar asla küfür
etmiyorlardı. Askerlere karşı sert davranırlardı, Onlara
izin vermezlerdi. Fakat küfürler ve kaba saba tedbirler
kullanmadan en şiddetli bir disiplinin teminine muvaffak
oluyorlardı.
Evvelce yalnız askerler değil, subaylar ve iyi ailelere
mensup kimseler bile, çirkin kavgaları, bağırma ve
çağırmaları bir kahramanlık ve adeta kışla hayatının pek
tabii bir şeyi sayarlardı. Bunlar küfürleri çeşitlendirerek
iftihar ederlerdi.
Genç Fin subayları, kışla hayatına başka bir şekil
verdiler. Onlar diyorlardı:
- Kışla bizim aile ocağımızdır. Orası bizim ibadet
yerimizdir. Papaz için kilise, öğretmen için okul
ne ise, bizim için de kışla odur. Biz burada
kadınlar meclisinde bulunduğumuz zamanlardan
37
fazla edep ve terbiye dairesinde hareket etmeğe
mecburuz.
Subaylar sözleriyle ve hareketleriyle askerlere şunları
telkin ederlerdi:
- Kışlayı sarhoşlar:n meyhanesine veyahut bir
küfürhaneye çevirmeyiniz. Yerlere tükürmeyiniz.
Döşemeleri kirletmeyiniz. Küfürlerle kışlanın
havasını bozmayınız. Kendi dilinizi temiz
kulaklarını
tutunuz.
Arkadaşlarınızın
kirletmeyiniz. Kaba saba sövmek köpek
ulumasından daha fenadır. Küfür etmek manevi
medeniyetsizlik
alâmetidir.
Eğer
kendi
kahramanlığınızı göstermek istiyorsanız bunun
için daha asil çareler bulunuz.
- Sporla meşgul olunuz, uzun müddet suda
yüzmeyi. maharetle güreşmeyi, atlamayı ve
sıçramayı öğreniniz.
- Toplantılarda nezaketle hareket etmeyi
Faydalı
kitaplar
okuyunuz.
öğreniniz.
Okuduklarınızı ve dinlediklerinizi belleyiniz.
Đşte bu suretle genç subayların her biri iyi birer eğitmen
oldu. Asker talimleri ne kadar çok olursa olsun, subaylar
erlerini terbiye için hergün 1-2 saatlik bir vakit
bulabiliyorlardı. Subaylar askerlere mahsus oyunlar,
eğlenceler, temsiller ve gece okuma toplantıları tertip
ediyorlardı. Onlarla sözle konuşmalar yaptıkları gibi
muhtelif milletlere ait hikâyeler ve meşhur kahramanların
hikâyelerine ait parçalar okurlardı.
38
Projeksiyon âletiyle vatan tarihine ve diğer milletlerin
tarihine ait levhalar, Finlandiya ve sair memleketlere ait
manzaralar gösterirler ve açıklatırlardı.
Bundan başka askerlik hizmetini bitirdikten sonra ailesi
yanına dönen askerlerin vatana ne gibi hizmetler
yapabileceğine dair sık sık açıklamalar yaparlar ve onlara
bu maksatla yazılmış kitaplar okurlardı. Subaylar onlara
derlerdi:
- Geldiğiniz yerdeki insanlar köstebek gibi
toprağın içindeki kovuklara sokuluyorlardı.
Bunlar insanca yaşamanın nasıl olduğunu ne
görmüşler, ne işitmişler ve ne de kitaplarda
okunuşlar. Sizler de köstebek gibi oradan
geldiniz. Köstebeklerin yanına tekrar köstebekler
gibi gidip o deliklere tıkılacak olursanız, ayıptır.
Siz oraya yeni hayatın müjdecileri sıfatıyla geri
dönünüz. O tenha köşelerdeki insanların ruhlarını
uyandırınız. Orada yeni bir ordu teşkil ediniz. Bu
ordu sulh, sükûn, medeniyet ve çalışma ordusu
olsun.
Muhtelif kolordularda cesaretleriyle şan kazanan
kahramanlardan mürekkep taburlar vardır. Onlar
kendilerine ölüm taburu adını veriyorlar. Başkaları da
onları böyle çağırıyorlar. Bunlar, sırası gelince bir tek er
kalıncaya kadar ölmeğe yemin etmişlerdir. Bunlar
kahramandırlar.
Vatan için yaşamak, vatanın ilerlemesi ve yükselmesi
için çalışmakta da, vatan için ölmek kadar şereflidir.
- Toprağı nasıl işliyorsunuz? Buğdaylarınızı nasıl
ekip biçiyorsunuz?
39
- Hayvanlarınızın sütünden, ormanlardaki
ağaçlardan nasıl faydalanıyorsunuz
- Erkekleriniz kadınlarıyla nasıl geçiniyorlar?
- Analar ve babalar çocuklarını nasıl terbiye
ediyorlar?
Şimdi geliniz size, hayatlarını akla daha uygun bir surette
düzene koyan milletlerde bu işlerin nasıl görüldüğünü
anlatalım. Niçin herkes Đngiliz kumaşlarını, Çekoslovak
camlarını, Felemenk balık konservelerini, Đrlanda
koyunlarını, Fransız şaraplarını, Danimarka tereyağlarını,
Brüksel
dantelâlarını,
Rus
kürklerini,
Đsveç
mukavvalarını ve kibritlerini beğeniyor?
- Çünkü bunlar o memleketlerde en iyi bir surette
yetiştirilmekte veyahut yapılmaktadır. Siz de
bizim memleketimizde böyle şeyler yetiştirmeğe
ve yapmağa çalışınız.
- Bütün bunları kimler yapacak? Köylerinizdeki
kör kardeşlerinizin ve babalarınızın gözlerini kim
açacak? Bataklık ve ormanlıkların tenha yerlerine
kadar kim sokulabilecek?
Askerlerine bu uyandırıcı ve telkin yapıcı soruları soran
eğitmen subaylar, onların karşılıklarını kendileri
veriyorlardı:
- Sizler! En önce sizler yapacaksınız. Đşte o zaman
sizin aileleriniz, sizin köyleriniz, sizin vatanınız
uzun müddet kışlada kaldığınızdan dolayı hiçbir
şey kaybetmiş olmayacaktır. Belki kâr etmiş
olacaktır. Onlardan aldığınızı büyük bir faizle
birlikte geri vereceksiniz. Siz kışlaya ham bir
40
madde halinde geldiniz. Şimdi işlenmiş bir mal
gibi ve harikalar yaratan ateşli insanlar gibi
memleketlerinize dönüyorsunuz.
Tabiatın adeta kendisini tahkir edercesine feyiz ve
bereketten mahrum ettiği Finlandiya topraklarında genç
Fin subayları, büyük bir kültür kuvveti oluyorlardı. Sanki
büyük bir fabrikada memleket için akıllı, kuvvetli, canlı
insanlar yetiştiriyorlardı.
Askerler, daha yaşlı arkadaşlarını takdir ederler ve
severlerdi. Askerlik hizmeti sırasında tavır ve
hareketleriyle onları gücendirmekten sakınırlardı.. Daha
zayıf daha gevşek olan arkadaşlarının hal ve hareketlerini
kendileri kontrol ederlerdi.
Erler, tezkere aldıktan sonra çok defa subaylarıyla
mektuplaşırlardı. Askerlik zamanlarını şükranla yâd
ederlerdi; şimdi hayata başka gözle bakmakta olduklarını
bildirirlerdi.
Memlekette yeni hayatın düzene konması hususundaki
plân ve düşüncelerini subaylarına yazarlar onlardan
nasihat isterler. Kendilerine bazı kitaplar göndermelerini
veyahut gazetelere abone yazdırmalarını rica ederlerdi.
En küçük köy kulübesine varıncaya kadar memleketin
her tarafıyla kışla arasında yürekten gelen bir bağlantı
kuruldu. Memlekette kültürlü ve sağlam yeni bir hayatın
başlaması için teşkilât yapıldı.
Kışla artık millet için acıklı bir yer şeklinden çıkmış, ona
hak ettiği değerin verilmesine başlanmıştır. Köylerde ve
şehirlerdeki ana ve babalar haşarı çocuklarına şöyle
demeği başlamışlardı:
41
- Bir kere senin askerlik zamanın gelse de, askere
gitsen! Belki kışla seni yola koyabilir.
Komşular da bu sözlere şunları katıyorlardı:
- Evet, kışla onu düzeltecektir. Böyle
yaramazların hakkından ancak kışla gelebilir.
Meselâ bakınız Peko Yüksen, Rudi Antonen,
orduda adam oldular. Halbuki evvelce herkes
artık bunları ziyan olmuş birer insan zannederdi.
Đnşallah sizin çocuklarınız da onlar gibi kışla
sayesinde adam olurlar. Artık anlıyoruz ki: kışla
bizim çocuklarımızı bizden daha iyi terbiye
etmesini biliyor.
Đhtiyarlar da derlerdi:
- Evet, evet; evvelce bizim gözlerimiz körmüş.
Fena bir hayat geçiriyormuşuz. Hamdolsun
şimdiki gençler, hayatı akla daha uygun ve daha
güzel bir biçimde düzene koymasını biliyorlar.
Bu suretle bizzat kışla hayatı da fikir ve ahlâk
bakımından yükselmiştir. Đyi mayanın hamuru kabarttığı
gibi, kışla da milleti fikirce ve ahlâkça yükseltmiştir.
42
FUTBOL
Napolyon’un Fransız tahtına geçmesinden sonra
Avrupa’da savaşlar duraklamamıştır. Napolyon hemen
hemen bütün Avrupa devletleriyle harb ediyor, fakat en
başta Đngiltere’yi yenmek istiyordu. Diğer taraftan
Đngiltere de Napolyon’u tahtından indirmek için her
çareye baş vuruyordu.
Napolyon Rusya’yı da harp ile tehdit ediyordu. Fransız
bir muharebe olur endişesiyle Rusya, 1808 de Đsveç’le
olan harbe nihayet verdi. Rusya ile Fransa arasında
meşhur korkunç harp başladı. Napolyon yirmi milletin
kuvvetlerini toplayarak Rusya’nın üzerine yürüdü.
Moskova’ya kadar ilerledi. Fakat burada yenildi. Rus
milletinin göğsünde başı parçalandı.
Kuvvetsiz ve âciz bir halde Fransa’ya döndü. Eski şevket
ve kudretini tekrar kazanmağa çalıştı. Fakat bu defa
Đngilizler
bütün
Avrupa’yı
Napolyon’a
karşı
ayaklandırarak tamamiyle ezdiler. Esir düşen Napolyon
Sainte-Hélène adasına sürüldü.
Napolyon’un harplerinden usanmış olan Avrupa
milletleri, bu sonuca sevindiler. Đngiltere’nin eğilmez ve
bükülmez kudretine hayran oldular. Onlar da Đngilizleri
taklit etmek istediler. Đngilizlerin her şeyi artık moda
oldu.
Fakat küçük çocukların ve kemale ermemiş gençlerin
yetişkinleri taklit ederken ekseriya bunların fena
cihetlerini ve kusurlu taraflarını almaları ve meselâ tütün
ve içki içmeğe başlamaları, kalın sesle ve kaba sözlerle
konuşmaları kabilinden olarak, henüz kültürce yeni olan
43
ve medeniyetçe henüz gelişmemiş olan milletler de
Đngiliz hayatını gülünç ve hatta zararlı taraflarını almağa
başladılar. Onlar Đngiliz hayatının fena birer kopyacısı
oldular.
Zenginler ve hali vakti yerinde olanlar at yarışları için
Đngilizler gibi külliyetli para sarf etmeğe, soda ile viski
içmeğe, Đngiliz modasına göre giyinmeğe, tıraş olmağa
ve saç taramağa başladılar, Gençlik kendini Đngiliz
sporlarına ve bunların en kabası olan Futbola kaptırdı.
Tahsillerini henüz bitirmemiş Avrupa gençleri arasında
futbol âdeta bir din oldu Bütün memleketlerin binlerce
zengin evlâtları bunu bir ibadet şekline soktular. Bundan
zevk alanlar futbolu bir bilim, bir san’at gibi görmeye ve
göstermeye başladılar.
Sokaktaki halkı heyecanlandırmakla geçinen, kafaları boş
ve cahil bazı gazeteciler de gençliğin bu düşkünlüğünü
yakalayarak onu istismar etmeğe başladılar, futbol için
ayrıca sütunlar açarak sığır bacağı gibi kuvvetli
bacakların meziyetlerinden uzun uzadıya bahsetmeğe
başladılar.
Snelman’ın zamanında Finlandiya’da da ayni hal vaki
olmuştu. O zaman Fin gençleri ciddi fikir çalışmalarına
henüz alışmamışlardı. Ciddi sayılabilecek fikri alâkaları
yoktu. Finlandiya Rusya’ya katıldıktan sonra burada
Đsveçlilere karşı milli bir kin beslemek, onlarla mücadele
etmek duyguları kaybolmuştu. Fakat kafaları boş ve
fikren tembel olan Fin gençleri kendilerini artık büsbütün
futbola vermişlerdi. Manevi bir salgın gibi futbol bütün
şehir gençliğini sarmış, büyücek köylere de sokulmağa
başlamıştı.
44
Manda bacağı gibi sağlam bacak, zamanın bir öğünme
nişanesi olmuştu.
Snelman ile dostları gençlerde kuvvetli dimağların yerine
sağlam manda ayaklarının kaim olmasına razı olmadılar.
Onlar bütün bir neslin fikren çıplak kalmasına tahammül
edemediler. Finleri ruhça uyandırmak ve kültürce
yükseltmek isteyen vatanseverleri:
- Böyle yalnız kolları ve bacakları kayış gibi
sertleşmiş olan bu kahramanlardan ne yetişebilir?
Vatanın yükseltilmesinde bunları ne gibi
hizmetleri olabilir? diye biri birlerine soru
sormaya başladılar.
Snelman, vaktile Đspanyada birtakım kimselerin hayalî
romanları okuya okuya şövalyeleri taklide yeltenerek
gülünç bir mevkie düştüklerini ve Servantes’in bunları
meşhur Don Kuichotte romanında daha gülünç bir
surette tasvir ettiğini hatırlattı. Snelman ve dostları
diyorlardı ki: “Birtakım gençleri bu aptalca yazılmış
serseri romanlarını okuya okuya kendilerini kaptırmaları,
öyle göz yumulacak önemsiz bir şey değilmiş ki,
Đspanyanın büyük dâhisi bunu romanına konu yapmış ve
bu düşkünlük ile mücadeleye mecbur olmuştur.”
Servantes, bütün okuyucuların böyle macera romanlarına
düşkün olmasının fikrî tembelliğe bir âlâmet olduğunu
görmüş. O zaman Đspanyollar geri kalmış olan
vatanlarında hayatı düzene koymak ve milleti iktisat ve
kültür bakımından yükseltmek için ciddî çareler
düşünmüyorlardı.
Bu hususta onlar çıplaktır. Çünkü onlar bu alanda ne
fikir, ne his ve ne de iradeleriyle çalışmak istemiyorlardı.
45
Birçok insanlar, günlerce, aylarca ve senelerce hayalî
sergüzeştlerle dolu romanları okuyorlar ve bir şey
yapıyoruz sanıyorlardı.
Memlekette ise kültür işçileri yoktu. Milletin fikri
uyuyor; cehalet artıyordu. Bununla beraber kabalık ve
fakirlik de artıyor; devletin kuvveti eksiliyor; ahlâkça,
fikirce ve iktisatça yaşayışı iflasa doğru gidiyordu.
Milleti uyandırmakla mükellef olan ve şöyle böyle bir
şeyler öğrenmiş bulunan kimseler ise, ne ile meşgul
oluyorlardı? Onlar hayalî sergüzeştleri okuya okuya
bunalmışlardı. Snelman kendi kendine diyordu:
- Dahi muharrirlerin ehemmiyetini bizimkiler
henüz takdir edemezler. Şu zamanda bizde de,
hayatın gülünç taraflarını kuvvetle tasvir eden bir
Servantes,
cücelerden
bahseden
Swift
yetişmelidir. Cüce ruhlu insanların bayağı politika
dedikodularını, kısır fikirlerini tasvir eden biri
gelmelidir. Snelman ve arkadaşları düşünmüşler
ve demişler:
- Bizim öyle Servantes gibi bir dâhimiz yok. Biz
Swift gibi bir muharrir dahi olamayız. Fakat
aklımızın erdiği, gücümüzün yettiği kadar onların
yaptıkları büyük işi yapabiliriz… Veba, kolera ve
lekeli humma mikropları gözle görülemez. Bunlar
çok küçük oldukları halde bütün bir eyaleti harap
ederler. Millete ve cemiyete musallat olan manevi
mikroplar da vardır. Onlar belki veba
mikroplarından daha tehlikelidir.
Birgün futbolcuların büyük bir şenliği vardı. Büyük bir
futbol kulübünün kuruluşunun onuncu yıldönümü
şenlikleri yapılıyordu. Bu münasebetle büyük bir milli
46
müsabaka tertip edilmişti. Nutuklar iradiyle geçen büyük
bir toplantıya merasime nihayet veriliyordu. Bu şenliğe
her nevi spor müntesipleri iştirak etmişlerdi. Snelman da
dostlarıyla beraber orada hazır idi. Esasen kendisi en
büyük spor cemiyetlerinden birisinin fahri başkanı idi.
Snelman söz alarak şöyle başladı:
- Bizim Fin gençliğinin sporla uğraştığını görerek
seviniyorum. Makul bir surette yapılan çeşitli
beden idmanlarının ehemmiyeti pek büyüktür.
Felsefeyi pek ziyade ileri götürmüş olan eski
Yunanlılar, öyle tesadüfi olarak cimnastikleri,
güreşleri, yarışları ve saireyi yüksek bir mevkie
çıkarmamışlardı. Beden idmanları vücudun
çeviklik ve kuvvetini arttırır. Bunlar sâyesinde
vücudun duruşu düzelir, yürüyüş hafifleşir ve
hareketler güzelleşir.
Şehirlilerin havası bozuk evlerde ekseriya oturmak
suretiyle geçirdikleri hayat vücudu harap eder etleri
gevşetir, kanı zehirler, insanları miskin yapar. Buna bir
de uzun süren ve canlı öğretim yerine iskolâstik usulleri
tatbik edilen okul hayatını ilave ediniz. Bu müddet
zarfında çocukların kafasına, seneler,
isimler, ölçüler, kurallar ve cansız kanunlar doldurulur.
Almanya’da okul öğrencilerinin çoğu gözlük kullanır.
Demek ki bunların gözleri bozulmuştur.
- Sırtları kambur, kemikleri çarpık, bacakları ince,
kolları zayıf, yüzleri güneş ışığı görmemiş bitkiler
gibi solgun benizli insanlara köylerden ziyade
şehirlerde tesadüf olunur. Đnsanın bunları kırlara
47
çıkarıp çimenler üzerinde koşturarak, sıçratacağı,
derin derin nefes aldıracağı gelir.
Eski Yunanlılar da böyle yaparlardı. Şimdi biz de
onlar gibi yapıyoruz. Fakat Sokrat, Fidiyas, ve
Perikles asrında yaşayanlar, hayatın esas prensibi
olarak şu kuralı koymuşlardı:
- Hiçbir şeyde ifrata gitmemelidir! Hiçbir şey tek
taraflı, tek gözlü olmamalıdır. Her şeyde orta
kararlığı gözetmelidir. Her şeyi zamanında ve
yerinde yapmalıdır.
Sokrat’ın ve Eskilus’un zamanında yaşamış olan
Aristofan, filozofların beden gevşekliği ve sünepeliği ile
alay ederdi.
«Aptallığın Medhiyesi» ismindeki ölmez hicviyesiyle
kafalarının içi malûmatla dolu iki ayaklı mahlûklarla ve
kuru nazariyecilerle insafsızca alay ediyordu.
Gulliver’in müellifi Swift kurbağalar gibi şişip şişip de
büyük adam olmak isteyen cüceler milletiyle alay ediyor.
Liliputlar cücelerdir. Swift, bundan başka bir de
Laputlarla alay ediyor. Bunlar büyük ve şişkin başlı,
ince boyunlu ve zayıf omuzlu anormal mahlûklardır.
Bunların bütün hayatı, kitabî düsturlara, hendesî
resimlere göre tanzim edilmiştir. Yani hayatları da
bedenleri gibi biçimsiz ve çirkindir.
-Bizzat benim ve bütün dostlarımın bu kadar
büyük bir muhabbetle sevdiğimiz Suomi’nin
Laputlar memleketine benzemesini asla istemeyiz.
Bize ne Liliputlar, ne de Laputlar lâzımdır.
48
Fakat biz, Finlerin kuvvetli bacaklı ve zayıf dimağlı
olmasını da istemeyiz. Bacakları manda bacağı gibi
sağlam, dimağları koyun dimağı gibi zayıf insanlar bizim
idealimiz değildir. Böyle bir insan bizim küçük
milletimiz için bir örnek, bir ideal olamaz.
- Sizler, futbolun Finlandiya’daki ilerleyişini
görerek heyecana geliyorsunuz. «Kuvvetli Bacak»
ismindeki futbol takımımızın komşularımız olan
Đsveçliler, Norveçliler, Danimarkalılarla maçlara
giriştiğinden ve hattâ Macaristan’a gidip orada da
galip geldiğinden dolayı ölçüsüz bir sevinç
duyuyorsunuz. Fakat ben sizin sevincinize iştirak
etmiyorum.
- Ben arzu ederim ki, bizim sevgili Suomi’mizde şu
isimleri taşıyan cemiyetler de vücut bulsun: «Kuvvetli
Fikir», «Yüksek Đşler», «Büyük Teşebbüsler», «Sütlü
Sığır», «En Đyi Yumurta», «En Đyi Tohumluk Ekin»,
«Kar Gibi Beyaz Bez», «Temiz Vicdan», «Yeni
Fikirler», «Mekanik Đftiharları», «Tok Millet».
- Ben isterim ki, siz genç Finler, yalnız Macarları değil,
Fransızları ve Đngilizler de mağlûp edesiniz. Fakat bacak
kuvvetiyle değil, yalnız top tepmesinde değil, bilim,
güzel san’atlar, ticaret, sanayi, adliye, memleketin
bayındırlığı hususunda da onlardan üstün olasınız!
- Bu büyük savaşta yalnız futbolcuların kuvvetli kollarına
ve bacaklarına dayanmak isterseniz, çok ileri
gidemezsiniz. Karşıdan gelen topu sapıtmak için sağlam
bir kafa lazımdır. Fakat bilmelisiniz ki, en sağlam kafaya
koç maliktir.
49
Ben koç kafasını Fin gençliği için övünmeye değerli
olabilecek bir şey saymam.
Sokrat’ın ve meşhur Herkül’ün resimlerini araştırıp
bulunuz, bunları biri biriyle karşılaştırınız.
Sokrat’ın büstünde filozof kafası göze çarpar. Geniş bir
alın: burası beynin yeridir. Sokrat’ın beyni sanki kafa
tasının içine sığmıyormuş da dışarı fırlayacakmış
zannedersiniz. Đşte Sokrat’ın alnı ve kafası bu biçimdedir.
Bir de Herkül’ün heykeline bakınız. Eski Yunan
masalları kahramanının kuvvetli etleri karşısında hayrette
kalırsınız. Cüsseli bir vücut, direk, sağlam bacaklara
dayanıyor. Kollarının etleri, bükülmüş kalın bir urgan
gibi. Omuzları geniş, göğsü kabarık, boynu manda boynu
gibi. Başı ise nisbeten küçük, alnı alçak...
Bütün bunlar, büyük bir beden kuvvetinin ifadesidir.
Fakat bu kahraman, akılca zayıftır. Muhteşem bedenli,
sert kemikli, kuvvetli adaleli bir adamdır. Fakat akıl ve
zekâ bakımından geridir. Fikir ve ahlâk kahramanı
değildir.
- Ben size Sokrat’ın veya Herkül’ün kafasını
tercih ediniz demiyorum, diyorum ki:
- Mandanın bacaklarını düşünürken Sokrat’ın da kafasını
unutmayınız. Taş gibi sert ve koyun kafalı olmayınız. Şu
kuralı unutmayınız: «Her işi zamanında işlemek lâzımdır.
Eğlence zamanında da eğlenmelidir». Finlandiya'nın
yalnız top tepmesini bilen insanlara ihtiyacı yoktur. Bize
Fin milletini ekonomi ticaret, sanayi, fikir ve ahlâk
bakımından yükseltecek adamlar lazımdır.
50
- Kültürce geri kalmış olan ve eski medenî milletlerin
hayatını ters tarafından öğrenmeğe yeltenen milletleri
taklit etmeyiniz.
Paris'e gidenler şarkılı kafeleri öğreniyorlar. Almanya'ya
gidenler birahanelere devama alışıyorlar. Đngiltere'ye
gidenler de futbol öğreniyorlar. Siz tahsil işine daha
yüksekten bakınız. Avrupa'nın bilim, ve fikir
tapınaklarına gidiniz. Binlerce Alman gencinin mensup
oldukları Tugendbund’u yani «Fazilet Đttihadı» nı taklit
ediniz. Şu kuralı daima hatırınızda tutunuz:
- Sağlam ruh, sağlam vücutta bulunur.
- Ey Fin gençleri! Sizin göreviniz ayak darbesiyle topu
yüksekte uçurtmak değil, Fin milletinin haysiyet ve
şerefini yükseltmektir. Sevgili vatanımızı her hususta
terakki ettirmeğe, her tarafta esenliği ve mutluluğu
arttırmağa çalışmaktır.
51
ANA BABA ve ÇOCUKLAR
Yeni yetişen gençlere akla uygun bir eğitim vermek
mes’elesi... Snelman ile dostları Finlandiya'yı
uyandırmak için bütün ümitlerini buna bağlamışlardı.
Gençlik mes’elesi Snelman’ın en sevdiği bir konu ve
aynı zamanda kendisinin en duyarlı ve yürek sızlatıcı
noktası idi.
Snelman bazı kere gençleri yüzlerine karşı azarlardı,
fakat diğer yaşlı kimseler, gençlerin hayırsızlığından ve
ahlâk bozukluğundan şikâyete başlayınca, daima gençleri
korur ve derdi:
- Kabahat gençlerde değil, sizdedir. Siz gençleri
nasıl terbiye ederseniz, onlar da öyle yetişir.
Gençlere verdiğiniz eğitim nedir?..
- Hiç! anneler, çamaşır ve bulaşık yıkamak, tahta
silmek, temizlik yapmak ve yemek pişirmekle
meşgul olurlar. Babalar, memuriyet, ticaret,
dükkan veya fabrika işleriyle meşgul olurlar.
Geceleri de geç vakte kadar zamanlarını
kahvehanelerde ve klüplerde oturmak ve iskambil
oynamakla geçirirler. Fakat çocuklarıyla asla
meşgul olmazlar. Çünkü bunun için vakitleri
yoktur. Sonra, çocuklarla meşgul olmak insanı
yoran ve usandıran bir iştir.
Bunlar çocuklarıyla konuşmazlar, onların yaşayışlarıyla
a1âkadar olmazlar Serbest zamanlarında çocuklarını
okşarlar, onlara şekerlemeler ve oyuncaklar verirler.
Bundan sonra da:
52
- Haydi bakalım, şimdi bir kenara çekilin, gürültü
etmeden kendi kendinize oynayın, derler.
Diğer kelimelerle bunun mânası şudur:
- Başımızdan defolun da, ne isterseniz yapın. Sade
bizi rahatsız etmeyin!..
Bu durum karşısında çocuğun aklı, fikri, ruhu işlenmemiş
bir tarla gibi kalır. Buraya iyi hiç bir şey ekilmiş olmaz.
Ara sıra çocuklara iyilik, doğruluk ve muhabbetten
bahsedilse bile, bunlar ekseriya kuru, taş gibi sert ve
çocuğa yabancı sözlerdir. Ana ve baba çocuğun ruhunu
ilgilendirecek sözler söylemesini istemezler, isterlerse de
bunu nasıl yapacaklarını bilmezler. Onların basma kalıp
ve ısmarlama nasihatleri çocuğun ince ve duygulu
ruhunda akisler uyandırmaz.
Doğrusunu söylemek lâzım gelirse çocuğun anası, babası
sağ olduğu ve evde bunlardan başka birçok halalar,
teyzeler, dayılar ve amcalar bulunduğu halde, çocuk
yetim gibi büyümektedir.
Bazı ailelerde çocuklar ihtimal ki, çok iyi beslenirler, iyi
giydirilirler, beden sağlığı bakımından iyi bakılırlar.
Fakat aynı zamanda çocuk ruhunun temizliği, tokluğu ve
ziyneti ihmal edilir.
Doğrusu ya, bu şartlar altında yetişen çocukların,
olduklarından fazla fena yetişmediklerine şaşmalıyız.
Biraz büyüyüp de her şeyi anlamağa başladıktan sonra,
aile hayatına iştirak eden çocuklar neler işitirler ve neler
görürler?.. Şehirlerin, kasabaların, nahiyelerin ve
köylerin meydanlıklarında bir takım pisliklerin ve
gübrelerin yığıldığını gören insanlar: "Bunlar sıhhate
53
aykırı şeylerdir, bunların burada
rezalettir?" diye feryadı koparırlar.
bırakılması
ne
Şimdi siz, çocuk ana ve babaları, bir kere düşününüz.
Kendi vicdanlarınıza danışarak bir karar veriniz. Şimdiki
aile çevresi ve havası, çocukların karakterlerinin sağlam
bir surette teşekkülüne elverişli midir, değil midir?
- Çocuklara!: «Yalan söyleme», «Hile yapma», «Bu
hareket iyi değildir, nefreti mucip olur, günahtır. » derler.
Fakat bu sözleri söyleyen aynı kimseler biri birlerini
aldatırlar. Başkalarını aldatırlar, çocukları aldatırlar ve
yine çocuklara: «Hiç kim incitmeyiniz. Nezaketli ve
terbiyeli olunuz.» derler. Fakat kendileri bu kurala riayet
etmezler.
Çocuklar hilenin çabuk farkına varırlar. Đlk önce buna
şaşarlar. Ana ve babanın kendilerine fena ve günah diye
gösterdikleri şeyleri nasıl olup ta kendilerinin
işlediklerini anlayamazlar.
Daha sonra kendilerinde şu kanaat hâsıl olur: «Ana ve
babalar bir türlü söyler, başka türlü hareket ederler. »
Bundan dolayı ana ve babanın sözlerine karşı çocukların
güvenleri kalmaz. Şunu yapınız! Bunu yapmayınız! gibi
nasihatlere artık kulak asmamağa başlarlar.
Diğer taraftan da ana ve baba, çocuklarının henüz küçük
olmakla beraber kendilerine itaat etmediklerinden ve dik
başlı olduklarından şikâyet ederler. Halbuki çocukların
bu hale gelmesine kendilerinin sebep olduklarının
farkında olmazlar.
Azarlamakla ve ceza vermekle çocuklara itaat ve
muhabbet
telkin
olunabileceğini
zannetmeyiniz.
54
Çocuklarınızın yanında o suretle hareket ediniz ki, onlar
sizin meziyet1erinizi bizzat görerek sizi sevmeğe
başlasınlar.
Bazı ana ve babalar, evdeki kıyafetlerine, el, yüz ve
ayaklarının temizliğine dikkat etmezler. Çocuklarının
yanında yırtık, eski ve kirli çamaşır ve elbiselerle ve kirli
ellerle gezerler. Konuşmalarında ve davranışlarında
nezahet ve nezakete riayet etmezler. Bazıları da kavga
ederler ve hatta çocuklarına hitap ederek:
- Babanızın nasıl adam olduğunu görüyor musunuz?
Veyahut - Ananızın nasıl bir kadın olduğuna bakınız!
gibi sözler sarf ederler.
Sonra aile toplantılarında cereyan eden dedikodulara,
ötekini berikini çekiştirmelere, on paralık fazla bir
menfaat temin etmek ve memuriyetini bir derece
yükseltmek için çevrilen fırıldaklara dair geçen sözlere
dikkat ediniz.
Đşte çocuklar, 15-20 sene böyle bataklık bir çevre içinde
çalkanırlar. Bundan sonra da ihtiyarlar, çocuklarının
niçin göklerde uçmadığına, kanatsız kaldığına şaşarlar.
Böyle olan ana ve babalara sorarım:
- Siz çocuklarınızı terbiye ederken yükselmek için
onlara kartal kanatları mı verdiniz? Yoksa bu
kanatları kökünden mi yoldunuz?
Çocuklar büyüyüp, erkekler delikanlı ve
olunca, ana ve baba, istikba1 hakkında
kurmağa başlarlar. Oğullarını mühendis,
doktor, avukat veyahut iyi bir san’at
kızlar genç kız
parlak hayâller
memur, tüccar,
sahibi yapmak
55
isterler. Kızları için ise zengin bir koca aramağa
başlarlar.
Çocuk1ar için hep servet ve refah teminine uğraşırlar. Bu
suretle analık ve babalık görevini en iyi yaptıklarını
sanırlar. Bu münasebetle Lev Tolstoy gayet doğru olarak
şu sözleri söylüyor:
« Hayattaki düzensizliklerin en büyük sebeplerinden bir
şudur ki, herkes hayatında sadece refaha nail olmayı arzu
eder, fakat bizzat çalışmak sayesinde hayatını daha iyi bir
surette düzene koyma ihtiyacını duymaz. »
Herkes, hayattan bir şey almak ister, fakat ona bir şey
vermek istemez. Birçok kimseler cemiyet hayatına
hodbin ve tufeylî sıfatıyla atılırlar. Hayatın hikmetini
başkalarını yolmakta ve başka kimsenin sırtın ün
geçinmekte ararlar.
Böyle bir hayat felsefesi uzun seneler zarfında aile
muhitinde çocuklara aşılanır. Bunu kim aşılar?
- Ana ve baba!...
Bu telkinleri alan çocuklar büyüdükten sonra hodbin,
açgözlü, şehvetperest, tembel ve saygısız olurlar.
En sonunda artık hiçbir kimseye ve hiçbir şeye sevgi ve
bağlılık göstermeyen lâkayt gençler olurlar. Bunlarda
vatana, millete karşı muhabbet, yüksek fikirlere, ciddi
çalışmalara hürmet hissi uyanmaz. Ana ve babalarını da
ciddi bir muhabbetle sevmezler.
- Ne ekerseniz, onu biçersiniz!
- Ne pişirirseniz, onu yersiniz!
56
- Eğer gençliğin ruhunu işlenmeyen bir tarla gibi kendi
haline bırakırsanız, orada ısırganlar ve dikenler yetişir.
- Ana ve babaların, çocuklarının dimağını ve kalbini
böyle işlemeden bırakmaları akla ve vicdana uygun
değildir. Hatta diyebilirim ki, böyle bir ihmal
ahlâksızlıktır, cinayettir. Çünkü çocukların iyi terbiye
görüp görmemesi mes’elesi yalnız ana ve babayı
ilgilendiren bir mes’ele değildir. Ayni zamanda cemiyeti
ve devleti de şiddetle alâkadar eden bir mes’eledir.
- Đstediğiniz kadar mükemmel teşkilat kanunları yapınız.
Seçim işlerinde halka istediğiniz kadar salâhiyetler
veriniz. Siyasi ideolojilerin mucizeyi kuvvetlerine
istediğiniz kadar inanın!. Eğer çocuklar lâyığı vechile
terbiye görmezlerse, hayata birer hiç olarak girerlerse,
parlamentolar ve bütün hukuk mevcut olduğu halde,
genel ve sosyal hayat yine sönük ve paslı olacaktır! Bu
nesilden gelen memurlar ihmalci, nazırlar ise, siyasi birer
cambaz olurlar. Mebuslar istifade peşinde koşarlar.
Okullar, yeni neslin dimağını ve kalbini kurutan ve
kavuran birer mahal olur. Matbuat, sokaklarda kendini
satılığa çıkaran allıklı, pudralı kadınlara döner. Besili
veya aç bulunan kalabalık kütleleri ise, kendilerine
yabancı olan her şeye ve bilhassa yukarı tabakalara
mensup insanlara karşı nefret, haset ve hıyanet duyguları
beslemeğe başlarlar.
- Bizim yeni, genç vatanımız, sizden böyle şeyler
beklemiyor. Finlandiya’nın istikbali büyüktür! Burada
herkesin karnı tok, herkes halinden memnun olmalıdır.
Şahsi hayatınızı ve milletin hayatını buna uygun bir
düzene koyunuz!
57
Snelman ve taraftarları, şehirlerde ve köylerde bu yolda
yüzlerce nutuk söylüyorlardı. Bu nutukları dinleyen ana
ve babalar, çocukların ve gençlerin terbiye mes’elelerini
hakikaten ciddiyetle düşünmeğe başlamışlar ve
çocuklarına
karşı
yüklendikleri
sorumluluğun
büyüklüğünü anlamışlardır. Birçok yerlerde ana ve
babalar, cemiyetler kurarak çocukların terbiyesindeki
muvaffakiyetsizliklerin
sebeplerini
araştırmağa
başlamışlar. Eğitim işlerinde başarılar elde ettikçe,
sevinmekle
beraber,
meşhur
pedagogların
ve
ruhbilimcilerin de bazı meselelerde görüşlerini öğrenmek
arzusunu izhar etmişlerdi. Đş bir defa böyle kızıştıktan
sonra meselenin çözülmesi kolaylaşmıştır. Memlekette
tanınmış olan terbiyeciler ve ruh bilimciler, bütün
memleketi dolaşarak hayatta kazanılan tecrübelere ve
bilimin verdiği neticelere göre, çocukların nasıl
yetiştirilmesi ve terbiye edilmesi lâzım geldiğini millete
anlatmağa başlamışlar. Halka, çocuk ruhunun
meziyetleriyle beraber zayıf noktalarını ve hastalıklarını
izah ederek terbiye esnasında bunların ıslah ve tedavisi
çarelerini öğretmişler
Ziraatçıların; halka en güzel fidanların, iyi ekinlerin ve
sebzelerin nasıl yetiştirileceğini öğretmesi kabilinden,
meşhur pedagoglar da erkek veya kadın, köylü veya
şehirli, memur veya esnaf, velhasıl her ne meslekte
olursa olsun, bütün ana ve babalara, oğullarının akla daha
uygun bir tarzda nasıl terbiye edileceklerini, vatan ve
millete daha faydalı olabilecek vatandaşların nasıl
yetiştirileceklerini izaha başlamışlardır.
58
Bu faaliyet sayesinde Fin ailesi, gaflet uykusundan
uyanmış, büyük bir hızla ilerlemeğe ve yükselmeğe
başlamıştır.
59
HALK ÜNĐVERSĐTESĐ
Genç Fin aydınları, Snelman’ın etrafına toplanmışlardı;
Bu kümeye yavaş yavaş, fakat hiç ardı arası kesilmeden
yeni kültür işçileri katılıyordu.
Snelman grubuna Helsingfors (Helsinki) Üniversitesinin
genç profesörleri, en sapa köylerdeki öğretmenler,
oldukça aydın tüccarlar ve fabrikacılar, hükümet merkezi
dışında yaşayan birçok doktorlar, memurlar ve avukatlar
bu zümreye dahil olmuşlardı. Bu canlı fikir, yavaş yavaş
Finlandiya’nın her köşe ve bucağına nüfuz etmişti. Fakat
bu fikir uğrunda çalışanlardan hiçbiri, bunu bir şöhret
vesilesi ittihaz etmek istemiyordu.
Bunların çalışmaları, sair maarif ve kültür cemiyetlerinde
olduğu gibi sadece kâğıt üstünde kalmaktan çok uzaktı.
Burada herkes çalışıyordu ve kelimenin en iyi anlamıyla
herkes birer kültür misyoneri olmuştu.
Bu kümeye mensup olan her fert inatla, ilhamla çalışıyor;
bu faaliyetlerden özel menfaatler teminini hatırına bile
getirmiyordu. Bunlar kullanılmış ve eski kitapları
toplarlar; bu kitapların içinden en iyilerini seçerek seyyar
kütüphane haline getirdikten sonra, köylere kadar
gönderirlerdi. Sırası geldikçe, bunları tebdil ile bir
mahalden diğer mahalle yollarlardı.
Evvelleri iki üç haftada bir ve sonraları her pazar günü
halkın anlayacağı şekilde edebiyat, sıhhat, iktisat ve
ahlâk kanunlarına dair konferanslar tertip ederlerdi.
Bu işe taassup derecesinde bir kuvvetle sarılan en iyi
konferansçıları ve öğretmenleri seçerek memleketin her
60
tarafına yollarlardı. Bu sayede kendine mahsus teşkilatı
olan bir halk üniversitesi meydana geldi ki, bunun ekseri
profesörleri, iyi birer hatip olan seyyar ve seyyah
gençlerden ibaret idi. Bu profesörler, millete çeşitli
bilgiler vererek en uyuşuk ruhları bile uyandırıyorlardı.
Bu konferansları dinleyenlerde, daha fazla bilgi
kazanmak, memleketin herhangi bir suretle ilerlemesine
ve yükselmesine hizmet etmek arzu ve iştiyakı
uyanıyordu. Bundan önce bazı zenginler, ölmezden evvel
servetlerinin bir kısmını kiliseye veyahut bazı hayır işleri
için vakfediyorlardı. Millet arasında tenvir ve tehevvür
cereyanları peyda olduktan sonra, maarif için büyük
vakıflar kurulmağa başlandı. Memleketin muhtelif
mahallerindeki zenginler evlerini kütüphane, konferans
salonu yapılmak veya halka mahsus mâkul eğlence
mahalleri meydana getirilmek üzere millete vakfetmeğe
başladılar.
Bu arada halkın bazı safdilâne hallerine de tesadüf
edilirdi. Meselâ seyyah profesörlerin konferanslarından
fevkalâde memnun kalan köylüler, bir miktar yağ, bal,
yumurta, dokuma ve el oyaları getirerek derlerdi:
- Rica ederiz. Lütfen bunları kabul ediniz! Şehirdeki
ailelerinize götürünüz. Siz bize akıl ve bilgi öğretmek
için bizim köylerimize kadar zahmet ihtiyar ediyorsunuz.
Müsaade ediniz de biz de size acizane mukabele edelim.
Sizin bize gösterdiğiniz faydalara ve temin ettiğiniz
sevinçlere karşılık bunlar pek az bir şeydir.
61
HALK ÜNĐVERSĐTESĐNĐN YĐRMĐ
BEŞĐNCĐ SENESĐ
REÇEL KIRALI YARVĐNEN’ĐN NUTKU
Halk Üniversitesinin binlerce zorluklarla dolu olarak
geçirdiği yirmi beş senelik çalışmadan sonra, Snelman’ın
sakin olduğu «Kuopio» şehrinde ulusal bir bayram tertip
edilmiştir. Bu törenin sonunda Finlandiya’nın her
tarafında Reçel Kıralı unvanıyla yâd edilen Yarvinen söz
almış ve bir saatten fazla süren bir nutuk söylemiştir.
Davetliler, birçok nutuklar dinlediklerinden yorgun
olmakla beraber, Yarvinen’in nutkunu büyük dikkat ve
önemle dinlemişler.
Yarvinen nutkuna şöyle başlamıştır:
- Ben vaktiyle fakir ve hakir bir satıcı idim.
Çocukluğumda bir sepet içinde simit (kurabiye) satardım.
Sonra pazar yerinde küçük bir dükkân açıp şekerlemeler
satmağa başladım. Büyük tüccarlar bana kredi açarlar ve
birkaç bin kuruşluk kurabiye, bonbon ve kuru meyveler
verirlerdi. Ben de, bunları satarak borçlarımı tam
zamanında öderdim. Bundan dolayı hepsi, beni severler
ve ileride daha büyük bir dükkân açabilmem için bana
yardımda bulunacaklarını vadederlerdi.
O zaman, karnım tok, elbisem temizdi ve iyi bir odada
oturuyordum. Fakat bununla beraber o zamanki halimi,
bilmem ki nasıl anlatayım, beğenmiyordum... Gönlüm
sıkıntı içindeydi. Kendi yaşayışım ve geçinişim dar
geliyordu. Ekseriya düşünüyor ve diyordum:
62
- Dükkân küçük! Müşteriler az! Kâr kısa! Bütün bir hayat
böyle azlık içinde mi sürüklenecek?
Yarvinen toplantıda hazır bulunan profesörlere hitapla
nutkuna devam ediyordu:
- Arkadaşlar! Sabrediniz de benim sergüzeştimi
dinleyiniz. Siz pekâlâ bilirsiniz ki, her simitçi çocuğu
doğduğu kasabada Ulusal Tiyatro yaptırmak için on
binlerce Mark veremez. Yarvinen’in yaptığı gibi,
doğduğu kasabada büyük bir gazetenin kurulması için
lâzım gelen yardımda bulunamaz.
Ben, bunları kendimi övmek için söylemiyorum. Burası,
bir şahsın karşınıza çıkıp da övüneceği bir yer değildir.
Sizin huzurunuzda benim şahsımda genç, kuvvetli ve
sağlam olan Fin milletinin şahsiyeti bulunmaktadır. Ben,
burada sizin karşınızda, ağaç kabuklarıyla karışık çavdar
ekmeğiyle beslenen, ormanlar ve bataklıklar arasında
gayretle çalışan Fin milletini temsil ediyorum. Fin milleti
arasında reçel kralları belki nadirdir. Fakat bu milletin
fertleri arasında benim gibi Yarvinen’ler yok değildir!
Yarvinen adlı kimseler bir tabur teşkil edebilirler. Benim
gibiler millet arasında binlerce mevcuttur. Benim gibi
olan birçok Yarvinen’ler hâlâ ormanda ağaç kökleri
sökerler; dağlardan taşları koparırlar.
Bunların bir çoğuna da fakir hayatları dar gelmektedir.
Biz zaruretten ve çalışmaktan korkmayız. Daha iyi
yaşıyorlar diye diğer kimselere haset etmeyiz. Yalnız
Yarviven cinsinden olan kimselere bu yaşayış tarzı dar
gelmektedir. Onların canını sıkmaktadır. Onlar, daha
başka bir şey isterler, daha parlak bir istikbal beklerler.
Güneş gibi, daha güzel, daha kuvvetli bir şey arzu
63
ederler. Onların ruhunda bir şey, kaynamak ve taşmak
ister; fakat çıkacak bir yer bulamaz.
Geçen yıl, Güney Đtalya’ya gitmiş ve reçel
kaynatılmasında kullanılmak için bir vapur dolusu
portakal satın almıştım. Birkaç günlük ikamet fırsatından
faydalanarak Napoli civarındaki Vezüv yanardağının
tepesine çıkmıştım.
Dağın tepesindeki volkanın kraterini seyrederken, kendi
gençliğimi hatırladım. O zamanki fikirlerimi ve hislerimi
düşündüm. Bütün Fin milletinin halini düşündüm:
kraterin içinde kara ve koyu bir lâv kütlesi kaynıyor ve
köpürüyordu. Lâvlar volkanın dar kraterine doğru bazan
yükseliyor ve bazan alçalıyordu. Sanki volkanın içinde
kraterin darlığına rağmen nefes almak isteyen gayet
büyük vücutlu bir dev vardı. Arzın içinde toplanan ateşli
1âvlara volkanın krateri dar geliyordu. Đşte bunun için yer
altında mevcut olan kuvvetler, yani dağ içindeki ateş,
lâvları kraterden dışarıya atıyordu.
Ben de, bir vakitler bu durumda idim. Şimdi Fin milleti
de bu durumdadır.
Yarvinen demek, Fin Milleti demektir!...
64
HAYDUT KAROKEP
Yarvinen Halk Üniversitesinde nutkuna devam ediyordu:
- Arkadaşlar! Bundan yirmi beş sene evvel bütün
Finlandiya’yı heyecan ve dehşet içinde bırakan Johan
Karokep’in adını hatırlıyor musunuz? Karokep
ticarethaneleri ve kiliseleri soyardı. Hırsızlık yaparken
âdeta polise meydan okurdu. Kendisi için bir faydası
veya lüzumu olmadığı halde bazı insanları öldürüyordu
Đşte bu sebepten tevkif edildiği zaman deli olup olmadığı
an1aşılmak üzere ilk önce tımarhaneye gönderilmişti.
Karokep, oradan büyük bir cür’etle kaçtı ve izini
kaybettirdi. Finlandiya’da ismi artık anılmaz oldu.
Đhtimal ki, takip edildiği esnada üzerine atılan
kurşunlardan ağır bir surette yaralandı, öldü ve
arkadaşları cesedini sakladılar. Herkesin kanaati bu
merkezde idi. Artık Karokep’den bahsetmekten
vazgeçtiler.
Arkadaşlar! Karokep sağdır. Geçen sene Đtalya’da
bulunduğum sırada Napoli’de kendisiyle görüştüm.
Ben onu tanıyamadım. Finlandiya’da yaşayan herkes gibi
ben de Karokep’i ölmüş zannediyordum. Bir lokantada
yemek yerken o beni tanıdı ve masama geldi. Yanında üç
oğlu da vardı. Ne yakışıklı delikanlılar! Fin milletinin en
gürbüz ve güzel numuneleri. Uzun boylu, geniş omuzlu,
kahraman sineli, kumral saçlı, mavi gözlüydüler.
Yüzleri Güney
esmerleşmişti.
Amerikanın
güneşinin
tesiriyle
65
Đtalyanlar, bunlara Apollon oğulları diyorlardı. Üçü de
Avrupa’nın üç muhtelif Üniversitesinde tahsilde
bulunuyorlardı. En büyüğü Đsviçre’de ormancılık tahsil
ediyor ve Kaliforniya’da bir ormancılık ticaret şirketinin
başında bulunuyordu. En küçüğü Fransada ziraat,
ortancası da Almanya’da kimya tahsil ediyormuş.
Derilerin, odunların ve yağların kimya usullerine göre
işlenmesi hususunda yaptığı etütler, meşhur Alman
Üniversitelerinin birinin nazarı dikkatini çekmiş; bu
gencin meşhur bir kimyacı olarak yetişmesi
umuluyormuş.
Bu üç akıllı, güzel ve kibar çocuk, memleketimiz de bir
vakitler haydutluk eden Karokep’in oğullarıdır! Vaktiyle
gazeteler Karokep’in bir ailesi olduğunu ve karısının bu
adamın cinayetlerinden haberi olmadığını ve Karokep’in
gayet şefkatli bir koca ve iyi bir baba olduğunu
yazmışlardı. Sonra, Karokep’in karısı ve çocukları da
unutuldu. Fakat babası onları unutmamış, dostları
vasıtasıyla Amerika’ya celbetmiş. Fakat karısı
Amerika’ya giderken yolda sarıhummadan ölmüş.
Karokep üç genç çocuğunu yalnız başına kendisi
yetiştirmiş. Onların annesi ve dostu olmuş. Onlarla
birlikte bilim tahsiline de koyulmuş.
Karokep -şimdi ismini değiştirmiş ise de burada yeni
ismini söylemeğe hacet görmüyorum- iki Transatlantik
vapuruyla Cenova’ya buğday göndermişti. Ayni zamanda
kendisi de Đtalya’yı görmek ve oğullarına göstermek
istemişti.
Karokep, yeni ismiyle, yeni vatan edindiği Güney
Amerika hükümetlerinin birinde ticaret yapmış, para
kazanmış, Buğday Kralı olmuştu. O kadar çok zengin
66
olmuş ki, sizin reçel kralınız olan Yarvinen bile onun
yanında fakir sayılır.
Çocukluğumuzda ve daha sonra genç yaşımız da biz,
Karokep ile çok dost idik. Đkimizin de ebeveyni fakir
katrancılar idi. Ben Karokep’le beraber büyüdüm. Öyle
tesadüf etti ki, ikimiz de ayni zamanda balarımızdan
yetim kaldık. Dul kalan annelerimiz, aynı zamanda bizi
şehre götürdüler. Beni bir fırıncının yanına çıraklığa
verdiler, Karokep de toptan ticaret yapan zengin bir
tüccarın yanına yerleşti.
Bu adam, memleket içinde yün, yapağı ve çamsakızı
toplar ve dış memleketlere satardı. Ticaret ettiği
mahallerde yetişen buğday ihtiyaca kâfi gelmediğinden
dış memleketlerden getirttiği buğdayları köylülere
satardı.
Karokep yakışıklı, zeki, namuslu ve çalışkan bir çocuktu.
Yalnız fevkalâde taşkın, çabuk kızan bir gençti.
Kendisini tahkir edenlere karşı her şeyi yapmağı göze
alan bir insandı. Kızdığı zaman kendisini bir titreme alır,
yüzü sararır, dişleri gıcırdamağa başlar ve yılan gibi şu
sözleri tıslardı:
Ben sana Karokep’ın kim olduğunu ve onu tahkire nası1
cesaret edildiğini öğretirim!
Bu tüccar Karokep’i sevdi. Her yerde onun ne kadar
namuslu olduğundan bahsediyordu. Birkaç sene sonra
önemli bazı satın alma işlerini ona yaptırmağa ve
kendisine oldukça büyük yekûn tutan paraları emanet
etmeğe başladı. Nihayet onu büyük depolarından birinin
müdür1üğüne tayin etti.
67
Burada ansızın ve ilk önce sebebi anlaşılmayan bir hadise
oldu. Karokep hiç bir esasa istinat etmeyerek efendisinin
kendisine emanet ettiği büyük parayı köylülere dağıtmış
ve ticarethane sahibini zarara sokmuş. Bundan sonra
efendisine de adamakıllı bir dayak atmış. Mahkemeye
verilmiş. Karokep mahkemede ağzını açmamış; yalnız
hiddetli hiddetli gülmüş. Mahkemenin sonunda:
- Benim yerime ticarethane sahibini mahkûm etseydiniz
daha iyi yapardınız, sözlerini söylemekle iktifa etmiş.
Efendisi sonradan:
— Karokep galiba delirmiş, demiş.
Karokep mahpushanede birkaç ay yattı. Bu esnada kimse
ile konuşmamış, okumakla meşgul olmuş. Yalnız ağır
ceza görmüş olan mahpusların cinayet hikâyelerini
dinlemekten zevk almış.
Karokep hapisten çıktıktan sonra karısını ve çocuklarını
alıp ecnebi memleketlerden birisine göndermiş. Bundan
sonra Fin1andiya’da pek büyük bir cesaretle yapılan
hırsızlıklar, haydutluklar ve insan öldürmeler başlamış.
Đki sene içinde birkaç banka ve on kadar kilise soyulmuş.
Üç papaz öldürülmüş.
Herkesin sevgisini kazanmış olan bir belediye doktoru
hastasını ziyarete giderken yol üstünde öldürülmüş. Fakat
üstündeki parası alınmamış ve öldürülmesi için akla uyar
hiç bir sebep bulunamamış.
En sonra, bir şehrin kenarındaki mezarlığın kilisesine
hırsız grmiş. Kilisenin yanındaki evde oturan papaz,
tesadüfen kilise pencerelerinin birinden ışık geldiğini
görmüş.
68
Hademeyi çağırarak kiliseye doğru gitmiş. Yüksek
binanın kapısının önünde haydutla karşı karşıya ge1miş.
Bu haydut, önden giden hizmetkârı bir yumrukla yere
sermiş. Arkasından gelen papazın kafasına da bir demirle
vurarak kafasını yaralamış. Bununla beraber papaz:
- Đmdat, imdat!
diye bağırmağa muvaffak olmuş.
Mehtaplı bir kış gecesi imiş. Her taraf beyaz karlarla
örtülü imiş. O sırada birkaç köylü tesadüfen mezarlığın
yanından geçmekte iken imdat sesinin geldiği tarafa
doğru koşmuşlar. Bir adamın kaçmakta olduğunu
görmüşler. Ardına düşüp yakalamışlar. Polise tes1im
etmişler. Sorguya çekildiği zaman adı sorulunca, haydut
ve katil Karokep adını vermiş.
Hiç istifini bozmadan kızgın bir gülümseme ile bankaları,
tecim evlerini, kiliseleri nasıl soyduğunu üç’ papazı ve
bir de doktoru nasıl öldürdüğünü anlatmış.
- Bu işlerde, yardaklarınız kimlerdi? Sorusuna karşı:
- Bu cinayetleri hep kendim yapardım. Yardımcılarım
yalnız bana malûmat getirirlerdi. Bunlardan hiç birinin
adını size söylemeyeceğim. Bütün bu oyunları ben kendi
hesabıma oynadım. Bütün sorumluluğu. kendi üzerime
alıyorum.
Oyunu kaybettim. Alınız, mukadderatım sizin
elinizdedir. Zararın hepsini ödemeğe hazırım. Đsterseniz
hayatımı alınız; fakat yardaklarıma dair benden hesap
sormayınız.
69
Bundan sonra Karokep, hastaneden kaçtı ve hiç bir iz
bırakmadan ortadan kayboldu. Bu vakaların üstünden
seneler geçti. Ve her şey unutuldu.
Şimdi Napoli’de Karokep, yemek yediğim masanın
yanına gelip Fince bana:
- Affedersiniz; Siz Yarvinen değil misiniz? diye sordu.
Ben:
- Evet, dedim. Ve şaştım kaldım.
- Yukko Yarvinen ? diye tekrar sordu.
- Evet.
- Tamerfors civarındaki Kolmarvi’den değil misiniz?
- Evet, evet! Fakat siz bu tafsilatı nereden biliyorsunuz?
Ben sizi ilk defa, görüyorum.
- Ben sabık Karokep’im, diyebildi. Yukko! Benim eski
arkadaşım Yukko! Ah benim sevgili çocukluğum!. O
zamanki küçük dostun Yohan’ı hatırlıyor musun? Sabık
Karokep’e elini uzatacak mısın?
Karokep’le beraber oteldeki odama çekildik. Gece geç
vakte kadar Fince görüştük. Bana dedi ki:
- Oğullarım, Karokep’in kim olduğunu bilmezler
Amerika’da iki defa vatan değiştirdim. Đki defa adımı
tebdil ettim. Ailemi güneye götürdüm. Kendim kuzeyde
çalışmağa başladım. Ben görünüşte yarı Amerikalı, yarı
Đspanyalıyım. Fakat ruhum Fin’dir. Şimdi nasıl
yaşadığımı görüyorsun. Günahlarımı itiraf etmek
istersem beni dinler misin? benim izlerimi kimseye haber
vermeyeceğine dair namusun üzerine söz veriyor musun?
Yarvinen,
ben senin hayatını biliyorum. Bizim
70
Suomi’nin hayatını da gazeteler ve kitaplar vasıtasıyla
takip ediyorum. Sen daha çocukken ben seni çok
severdim, Şimdiki reçel kralını da çok severim,
Gençlik dostunun nasıl büyük bir adam olduğunu
anlamanı arzu ederim. Yohan Karokep’ten nefret
etmemeni arzu ederim. Yohan Karokep cani değildi.
- Sen o zaman ruhen hasta, idin, değil mi?
- Sen ne kadar hasta idiysen, ben de o kadar hasta idim.
O zaman ben cahildim. Bir kere tasavvur et! Kapkaranlık
büyük bir evin içinde dolaşıyorsun! Yüzlerce odanın
içinde türlü türlü şeyler var! Fakat hiç bir zerre ışık yok:..
El yordamıyla gidiyorsun! Elbette öteberi şeyler kırılır.
Hem el âlemin kıymetli şeylerini parçalar, hem de
kendini yaralarsın.
Đnsan böyle bir yerde yalnız kalınca deli mi, cani mi,
yoksa ışıktan mahrum bedbaht mı olur? Đşte o zaman
biraz sevdiğiniz Yohan, bu halde idi. Böyle karanlıklarda
kalmış daha kaç milyon Yohan vardır?
Karokep elimi tutarak sözüne devam etti:
- Ah Yukko’cuğum! Hayatın bu karanlık dakikalarında
senin de bir tarafa kösteklenip devri1mediğine
seviniyorum. Fakat ben efendimin depolarında çalışırken
sıkılıyordum. Bir şeyler bana dar geliyordu.
Ben :
- Vakıâ o esnalarda ben de bir darlık, bir sıkıntı
hissediyordum, dedim.
- Đşte görüyorsun ya? Yüz binlerce Yarvinen’ler,
Karokep’ler, hayatın bir anında bir, darlık hissediyorlar.
71
Daha geniş daha güzel, daha şen bir şeyler istiyorlar.
Benim geçinmem iyi idi. Bir karım, üç küçük çocuğum
vardı. Bunları severdim. Kendi başıma ticarete başlamak
ümidim de vardı. Fakat ben, sıkılıyordum. Bir gün bir de
baktım ki, bizim dükkan sahibinin deposundaki kantar
hilelidir. Köylülerden aldığı malları bir kantarla,
köylülere sattığı buğdayı başka bir kantarla tartıyor. Her
ikisiyle de köylüleri aldatıyor Senelerden beri bu işin
böyle devam ettiğini, benim de bilmeyerek kendisine
hırsızlıkta yardım ettiğimi anladım. Fena halde canım
sıkıldı. Elimdeki paraların hepsini köylülere dağıttım.
Mağaza sahibine de temiz bir dayak attım.
Kurtarmasalardı, ihtimal ki, canını da çıkaracaktım.
Mahkemede beni mahkûm ettiler. Sahte kantarlardan
bahsetmeği düşündüm. Fakat köylüler kantardan şikâyet
etmeyeceklerine dair imza ile taahhüt altına girmişler,
vazgeçtim.
Esirler, budalalar, şikâyet edecek olurlarsa, mağaza
sahibi artık veresiye vermez diye korkuyorlardı. Ben de
sustum. Esirlerden nefret ettim. Bunları hesap sormağa
ve isyana teşvik için kendilerini döveceğim gelmeğe
başladı.
Mahpushanede oturuyor ve düşünüyordum:
Mahkûmiyet müddetim tamam olduktan sonra beni
serbest bırakacaklar. O zaman ne yapacağım. Sahte
kantarlarla tekrar başkalarını aldatmağa mı başlayacağım,
veyahut beni aldatmalarına tahammül mü edeceğim; o
zaman canım daha çok sıkıldı. Bedbaht millet, bedbaht
insanlar! Hem soyulurlar hem de birbirlerini soyarlar.
Allah muhabbeti için cesîm mabetler inşa e diyorlar.
72
Sonra bu tapınağın önündeki meydanlıkta binlerce insanı
diri iri yakıyorlar. Birtakımları da Allah aşkına ölüyor.
Ben de artık insanlara karşı, Tanrıya karşı baş kaldırdım.
Đspanyada olup da oradaki insanlara karşı ruhça ve
bedence eziyet edemediğime acıyorum. Eğer orada
olsaydım onlara bağırırdım: « Eğer esir iseniz, kurban
iseniz bunlara, katlanınız, haddinizdir, çekiniz,
mahvolunuz. »
Şimdi artık insanlardan ve Tanrıdan intikam almağa karar
verdim. Bankaları soydum. Bankaları soymakla daha
fazla insanın felâketine sebep olacağımı zannediyordum.
En hoşuma giden şey kilise eşyasını çalmaktı. En iyi
papazların kimler olduğunu araştırıyor, gidip onları
gebertiyordum.
- Yarabbi! Beni niçin yakalattırmıyorsun? Diye isyan
ediyordum, Yakalanmayınca daha ziyade kızıyordum.
Gökyüzüne bakıp bakıp diyordum: «Demek ki orası da
boş! Yeryüzünde de yalan, gökte de yalan.»
Yalanı, hileyi yeryüzünden kaldırmak için elimden gelse
bütün insanları öldürecektim.
Bu sırada tekrar yakalandım. Fakat korkmadım. Yalnız
şaştım kaldım. Demek ki, her şey yalan değilmiş. Lâkin
beni kurşuna dizecek yerde, delidir diye tımarhaneye
gönderdiler. Kendi kendime dedim:
- «Aptallar, ahmaklar, yalancılar. Ben de bir aptalım.
Aptallık edip de ellerine düştüm. Yerler beyaz karla
örtülü iken mehtaplı bir gecede hiç hırsızlığa çıkılır mı? »
Birkaç ay tımarhanede kaldım. Boyuna beni sorguya
73
çekiyorlar, fakat derdimi anlayamıyorlardı. Fırsat bulup
oradan da kaçtım.
- Aklıma fena bir şaka geldi. Kafasını yardığım papaz iyi
olmuş. Gene mezarlık yanındaki evde oturuyormuş.
Tımarhaneden kaçtıktan sonra dostlarımdan birinin
evinde kıyafet değiştirdim. O gece doğruca papazın evine
gittim. Pencereden baktım. Oturmuş bir kitap okuyordu.
Alnındaki yaranın izi hâlâ belliydi. Çıngırağı çaldım.
Ayak seslerinin yaklaştığını işitiyordum. Kapı arkasından
birisi «Kimdir o? » diye seslendi.
- Papaz efendiyi arıyorum.
- Ne yapacaksın?
- Din işleri için.
Papaz kapıyı açtı Elinde bir mum vardı Beni iyice
görebilmek için şamdanı başından yukarıya kaldırdı. Bir
şeyi hatırlıyormuş gibi kaşları çatıldı, vücudunu bir
titreme aldı. Ben kapının önünde durup:
- Beni tanıdınız mı? diye sordum.
- Sizi bir yerde gördüm zannediyorum, amma, nerede
olduğunu iyice hatırlamıyorum. Son zamanlarda hafızam
çok zayıfladı.
- Ben size yardım edeyim. Mezarlıktaki cinayeti
hatırlıyor musunuz? Ben …
Papaz geriye çekildi. Fakat bağırmadı. Kapıyı da
kapamadı. Derin bir nefes aldıktan sonra yavaşça sordu:
- Siz hapiste değil misiniz?
- Kaçtım.
74
- Şimdi buraya niçin geldiniz?
- Beni saklayasınız diye. Bir zamanlar canîlerin
kiliselerde saklandıklarını bir yerde okumuştum. Ben sizi
vaktiyle öldürmek istemiştim. Şimdi de bir Hıristiyan
papazının kendi katiline karşı ne muamele yapacağını
görmek isterim.
- Buyurun, içeri girin!
Adımımı eşikten içeri atınca kapıyı şiddetle kapadım.
Alaylı bir gülümseme ile:
- Sizi şimdi tekrar öldürmeğe kalkarım, diye korkmuyor
musunuz? Ev sahibi beni tekrar baştan aşağı süzdü!
- Hayır, korkmuyorum, dedi.
- Niçin?
- Gözleri böyle olan insanlar öldürmezler.
- Benim gözlerim nasıl?
- Hüzünlü hüzünlü, derin bir kederle dolu. Siz ruhça çok
fazla hastasınız. Odaya girelim.
Bana ne oldu anlayamadım. Evvelce demir gibi sert olan
Karokep, bu defa sıcak odaya getirilen donmuş balık gibi
birdenbire yumuşadı. Masanın üstünde papazın okuduğu
Đncil açık duruyordu.
- Karnınız aç mı, bir şey yemek ister misiniz? diye sordu.
Ben sert bir sesle:
- Şarap getir, dedim.
Göğsüme bir şeyler süründü. Boğazım tıkandı. Ev sahibi
dışarı çıkınca sandalyeye oturup ağlamağa başladım.
Çocukluğumdan beri böyle ağladığımı hatırlamıyorum.
75
Papaz bir bardak şarap ve bir dilim tereyağlı ekmek
getirdi. Ben huzurunda diz çöküp elini yakaladım:
- Beni affediniz, affediniz, dedim.
- Müsterih olunuz; şarabınızı içiniz. Ne istiyorsunuz?
Söyleyiniz.
- Ne söylemek mi istiyorum ? Ben isyan etmek
istiyorum. Papazla alay etmek, belki de onu öldürmek
için buraya gelmiştim. Netice başka türlü oldu.
Ben perîşan bir ifade ile senelerden beri neler
hissettiğimi, yerde ve gökte yalanı öldürmek istediğimi
anlatmağa başladım.
Ev sahibi beni sükûnetle dinliyor, yalnız arasıra ellerimi
ve başımı okşuyordu. Hikâyem bittikten sonra
tebessümle sordu:
- Demek ki, siz Tanrıyla mücadele ediyordunuz. Onu
kızdırmak için kiliseleri soyuyor ve iyi adamları
öldürüyordunuz. Siz çok budala ve sefil bir adamsınız.
- Fakat Tanrı varsa, niçin benim cezamı vermiyor?
- Oğlum, sen Tanrıyı kendin gibi zannederek onunla
uğraşmağa kalkmışsın. Tanrı senin gibi canilere
benzemez ki, sana mukabele etsin. Senin cezanı
vermemişse kendini ıslah etmeni beklemiştir.
- Evvelce o küçük Yohan nasıl iyi ve masum bir çocuk
idiyse, sen gene öyle olmağa çalış.
- O halde gidip kendim teslim olayım.
- Hayır, buna lüzum yok. Hz. Đsa’ya bir günahkâr kadın
gelmiş, günahlarını affettirmek için ne yapması lazım
76
geldiğini sormuş. Hz. Đsa da ona «Kalk git, bir daha
günah işleme! » demiş.
- Sen de bundan sonra namuslu adam ol! Namusunla
çalış, kazan. Zannederim ki, senin çocukların da var.
Onları terbiye et. Yaşama ihtiyaçlarını namuslu bir
çalışmayla temin etmeği öğrensinler.
- Đşte azizim Yukko! Ben tekrar namuslu hayata döndüm.
Çocukları büyüttüm, okuttum, adam ettim. Benim
hikâyem böyle! Şimdi sen de bana nasıl «Reçel Kıralı»
olduğunu anlat! Çünkü Yarvinen ile Karokep iki
çocukluk arkadaşıdır. Onlar bizim milletimizin iki
yarısıdır. Birisi soğuk bir karanlık ve bilgisizlik içinde
ölmüştür. Diğeri de güneşin ışıklarıyla aydınlanmış bir
bahar hayatı yaşamağa davetlidir.
Yarvinen nutkunun burasında Ulusal Üniversitenin
profesörlerine dönerek şu sözleri söyledi:
- Đşte sizler, çalışmalarınıza devam ederken «Reçel
Kıralı» olan Yarvinen’e ve benim gibi daha birçok
Yarvinen’lere yaptığınız hizmetleri söylemek isterim.
Çok sayın öğretmenler! Yarvinenlerle Karokepler hep
aynı milletin çocuklarıdır. Her birisi çocukluklarında iyi
etkiler kadar fena etkiler altında kalmaktadır. Eğer ben,
herkesin saygı ve sevgisini kazanmış bir adam olmuş
isem, bu benim kendi meziyetim değildir. Eğer sevgili
çocukluk arkadaşım Yohan Karokep haydut ve katil
olmuş ise, bu onun kendi kabahati değildir. Bu onun
yalnız talisizliğidir. Yarvinen ile Karokep aynı
madalyonun birer tarafıdır. Ayni ağacın iki dalıdır.
Ağacın gövdesi ise milyonlardan mürekkep halk
kütlesidir.
77
YARVINEN, OKUNEN ve GULBE NASIL
KRAL OLDULAR?
Yarvinen söylevine devam ediyordu:
- Ben evvelce fakir bir sokak çocuğu idim. Şimdi ise
vatanımız için büyük ve iyi bir kuvvet olduğumu
söyleyebilirim. Ben bundan dolayı kime borçluyum?
Rasgele dinlediğim iyi bir konferansa, değil mi?
Benim küçük bir dükkânım vardı. Orada kurabiye,
şekerleme filân satardım. Böyle ilgisiz ve dar bir hayat
geçirmeğe mahkûm olduğumu düşündükçe canım
sıkılırdı... Az kazanıyordum... Ruhça çökmeğe içki
içmeğe başladım. Bu sırada meşhur bilginlerimiz den
birisi kasabamıza geldi ve duvarlara şöyle ilânlar astırdı:
« Đhtiyar, genç, âlim, cahil herkesi davet ediyorum. Ben
bütün hayatımı bizim Suomi’nin yükseltilmesine
hasrettim. Serbest zamanlarınızdan haftada bana bir saat
ayırınız. Ümit ederim ki, bu bir saat içinde alacağınız
fikirlerle hayatınızın birkaç senesi, sizin için ve vatan için
faydalı olacaktır. »
Ben şimdiye kadar birkaç defa alenî konferanslara
gitmiştim. Orada tanıdıklarıma da tesadüf etmiştim.
Fakat doğrusu, ben, konferans gitmekten hoşlanmazdım.
Çünkü bu konferanslar çok defa o kürsüye çıkmağa lâyık
olmayanlar tarafından verilmektedir. Bu konferansçılar,
ya dişleri dökülmüş dindar birtakım insanlardır ki,
78
ekseriya bizim anlamadığımız şeyleri mırıldanır dururlar,
veyahut genç, fakat şarlatan bir takım insanlardır ki, ciddî
fikirler serdedecek yerde, bomboş şeyler söylerler.
Üçüncü neviden olan bir takımı da Maarif Nezaretinin
memurlarıdır. Bunlar da, yol mastarı ve gündelik almak
için seyahat ederler. Şimdiye kadar dinlediğim
konferansların canlı bir konusu yoktu.
Bu defa şehrimize gelen bilgin’in davetnamesi çok
kimseleri ilgilendirdi. Salon ağzına kadar doldu. Tabii
ben de bu konferansa gittim. Konferans beni canlandırdı,
derin bir uykudan uyandırdı. Hayatın mânâsını bana
anlattı. Gayeme nasıl ulaşabileceğimi gösterdi.
Konferansın konusu yağma edilmiş kitap idi. Hatip ise
Robenson Krüzo’dan bahsediyordu. Konuşması Sokrat’ın
konuşması gibiydi. Hem yüksek felsefî fikirleri veriyor,
hem de çocuklar tarafından bile anlaşılabilecek kadar
sade bulunuyordu. Konferansçı şöyle anlatıyordu:
- Beşeriyet daima kocaman bir çocuğa benzer. Đnsanlar
kendi aralarındaki anlaşmazlıkları daima kavga ve
gürültü ile hallederler. Dinî ve hayır fikirlerini bile sopa
ile müdafaa etmek isterler.Bilgi ve felsefeyi oyuncak ve
eğlence haline getirirler. Bir çoğunuz Robenson
hikâyesini okumuş veya işitmişsinizdir. Ne zaman
okudunuz? Küçükken değil mi?
Diyorlar ki, Robenson hikâyesi küçük çocuklara
mahsustur. Hayır, bu kitap büyük olmak isteyen her
millet için bir felsefe kitabıdır. Robenson dünyanın en
büyük kahramanıdır. Bütün kahramanların üstünde bir
kahramandır. Romulus’tan, Sezar’dan Napolyon’dan
daha büyüktür. O, kültür alanında bir kahramandır;
sarsılmaz bir iradenin canlı bir örneğidir.
79
Robenson Krüzo, Đngiltere’nin ve Kuzey Amerika’nın
azamet ve kudretlerinin anlaşılmasına hizmet eden bir
delildir, bir anahtardır.
Robenson, yeryüzünde meserretin havârisidir. Leopardi,
Schopenhauer ve Hartmann’dan yüz kere daha filozoftur.
O, daha iyi bir beşer hayatının temini için yapılan
mücadelede zaferi teşvik ve ilân etmiştir.
Robenson’dan öğreniyoruz ki, insan dünyanın ve
dünyadaki hayatın hükümdarıdır. Robenson bize bu dersi
kuru sözlerle değil, canlı örneklerle, işleriyle öğretiyor.
Đnsanın zekâsı, dehâsı, kudreti, iradesi tabiatın karanlık
kuvvetlerinin hepsinden üstündür. Robenson son diyor
ki:
- Yorgun ve hasta beyinlerin doğurdukları
uydurmaları bir tarafa bırakınız. Bir defa bana
bakınız! Benim misâlim göz önünde!... Fırtına
denizde gemiyi parçalıyor. Etrafta, bir vatan
parçası değil, üzerinde yaşanabilecek bir toprak
parçası bile yok! Her taraf suyla çevrilmiş. Bütün
yolcular telef olmuş. Bir genç çocuk bir tahta
parçası üstünde yalnız başına kurtulmuş. Dalgalar,
onu sürükleye sürükleye boş bir adaya atıyorlar.
Kendisi aç ve çıplak. Bu çocuk acaba ne oldu?
Acaba öldü mü? Yoksa ümitsizlikten kendini
öldürdü mü, dersiniz?
Robenson batan gemiden kurtarabildiği şeyleri bin
zorlukla adaya sürüklüyor. Đlkönce orada kendisine bir ev
yapıyor. Buğday ekiyor; yaban keçilerini ehlileştiriyor.
Daha sonra da adaya gelen yamyam vahşilerden birini
yakalayıp medenileştiriyor, kendisine yardımcı ve dost
80
yapıyor. Velhasıl boş adada mükemmel ve muntazam bir
hayat kuruyor.
Hem de yalnız başına!.. Genç bir çocuk!. Boş bir
adada!...
Bilgin, şu sözlerle konferansına devam ediyordu:
- Ey Fin kardeşler! Milletimizi teşkil eden iki milyon Fin,
bu Robenson çocuktan daha zayıf, daha iradesiz, daha
akılsız mıdır?.
Çok sayın öğretmenler, papazlar, hâkimler, mühendisler,
memurlar, avukatlar; genç Suomi’nin evlâtları,
münevverlerin çiçekleri, siz de kendi milletiniz arasında
birer Robenson olmak istemez misiniz? Robenson boş
adanın orta yerinde insan eti yiyen vahşiyi terbiye etmiş;
kendisine arkadaş ve yardımcı yapmış. Siz ise büyük
şehirlerde, yüksek okulların, gazete idarehanelerinin,
tiyatro ve müzelerin duvarları dibinde durduğunuz halde,
milletinizin milyonlarca fertleri hakkında: «Bunlar
cahildir, kabadır, sarhoştur» diye şikâyet ediyorsunuz.
Bu durum karşısında bir kere Robenson’u göz önüne
getiriniz. Hayata ve insanlara karşı görevinizin ne’den
ibaret olduğunu düşününüz.
Yarvinen söylevine devam ediyordu:
— Bu konferans benim gözlerimi açtı. Sırtımda büyük ve
kuvvetli kanatlar peyda oldu zannettim. Şimdi bende de
büyük adam olmak hevesi uyandı. Bizim şu küçük Suomi
için ben de büyük bir iş yapayım demeğe başladım.
Fakat ben ne yapabilirdim? bütün sermayesi sekiz on
liradan ibaret bir kurabiyeci çocuk ne yapabilirdi?
81
O sırada benim üç dostum vardı. Onları da konferansa
götürmüştüm. Fikrimi bunlara açtığım zaman aynı
itirazlar karşısında kaldım. Arkadaşlarımın biri
kunduracı, biri demirci, üçüncüsü de yumurtacı idi.
Konferanstan dönerken bunlar:
- « Đşte her birimiz birer kahraman değil miyiz? Birimiz
yumurtacı, birimiz kunduracı. Sen de çocuklara şekerli
simit satıyorsun! Biz nasıl birer Robenson olabiliriz?»
diyorlar ve gülüşüyorlardı. Bu sırada bana ilham geldi.
Simitçi çocuğu şair oldu. Akan şu gibi söz söylemeye
başladım:
- Ne demek? Efendiler, ben kurabiye satarım. Ama niçin
kendi sanatımda, kendi işimde bir Robenson olmayayım?
Ben yalnız ballı simitler satmakla kalmam. Bu
memlekette arıcılığı da ilerletebilirim. Bu işi o dereceye
vardırabilir ki, ballı ve tatlı kurabiyeler bu memlekette
yalnız zenginlere mahsus bir lüksten ibaret kalmaz.
Fukaralar bile bunları kolayca alıp tüketebilirler.
Arkadaşlar, ben kararımı verdim. Ben bu memlekette
tatlılar kralı olacağım.
Bu sözleri dinleyen arkadaşlarım gülüşmeler arasında:
- Öyle ise, biz ne olacağız? diye sordular. Ben:
- Biriniz ayakkabı kıralı, diğeriniz de yumurta kralı
olabilirsiniz, cevabını verdim. Şimdi hep birlikte plân
kurmağa, başladık. Eve gittik. Sabaha kadar gözümüze
uyku girmedi. Sabaha kadar hep bu mesele etrafında
görüştük.
- E, sonra ne oldu?.
82
- Ne olacak? Çok geçmeden plânlı ve sürekli bir çalışma
sayesinde gençliğimizde kurduğumuz hülyaların hayatta
tahakkuk ettiğini gördük.
Kunduracı olan arkadaşımız biraz para arttırdı. Tahsil
etmek için Paris’e gitti. Orada en meşhur ayakkabı
imalâthanelerinin birinde üç sene çalıştı. Tam mânâsıyla
san’atkâr bir kunduracı olarak yetişti. Şimdi kendisiyle
birlikte iki oğlu da çalışıyor. Đkisi de yüksek tahsil
görmüşler. Birisi kimya tahsil etti, Finlandiya’da en
büyük bir deri fabrikasının direktörü oldu.
Okunen ve Oğulları firması bütün Avrupa’da
tanınmıştır. Okunen Kundura Đmalâthaneleri, her Fin
kasabasından başka Avrupa’nın büyük şehirlerinde de
vardır. Londra’nın Piccadilly’sinde, Paris’in Opera
Bulvarında Okunen Ayakkabı Mağazaları’na tesadüf
edersiniz. Bu imalâthaneler ve mağazalar Okunen’in
küçük oğlu tarafından idare olunurlar. Almanya’nın Jena
Üniversitesinde tahsilini bitirmiştir. Bir Parisli gibi
Fransızca konuşur. Đngiliz veliahdı Edward ki, modaların
mucididir, ayakkabılarını Okunen mağazalarına sipariş
ederdi. Bu zat Okunen’in oğluna meslekdaş diye hitap
eder ve şaka tarzında:
- «Đkimiz de birer krallığın veliahdıyız Ben Đngiltere
Kraliçesinin oğluyum, siz de Ayakkabı Kralının
oğlusunuz. » derdi ve arasıra keyfi geldikçe:
- «Veliaht unvanını taşımağa siz benden daha, lâyıksınız»
derdi.
Okunen ve Oğullan firması her sene bütün Finlandiya’da
yetişmiş olan sekiz, on genci seçerek yüksek tahsil
görmeleri için Almanların Wirchov laboratuarına,
83
Fransızların Pasteur Enstitüsüne, Amerika’da Edison’un
yanına gönderir.
- Đşte burada Robenson hakkında dinlenilen güzel bir
konferans:n verdiği feyizli neticeyi görüyorsunuz. Fakat
hepsi bundan ibaret değildir. Pazar yerinde sepet içinde
yumurta satan Thomas Gulbe de Yumurta Kıralı oldu.
Đsmi Đngiltere, Fransa ve Almanya’da tanındı.
Thomas Gulbe, köy köy dolaşıp yumurta toplamağa
başladı. Her köy veya kasabada kapı kapı dolaşır ve her
evden 2-3 veya 8-10 yumurta satın alırdı. Gulbe, aldığı
yumurtalara karşılık, köylülere para yerine, onların işin
yarayabilecek ve hoşlarına gidebilecek ufak tefek şeyler
verir; toplanan binlerce yumurtayı sandıklara basarak
yabancı memleketlere gönderirdi.
Fakat Thomas Gulbe yalnız en taze yumurtaları satın
alırdı. Üç günlük yumurtaları bile bayat, diye satın
almazdı.
Her yumurtanın üstüne T. G. harfleri, yani Thomas
Gulbe markası basılırdı,
Bir sene sonra Londra, Paris ve Berlin’in en büyük
lokantaları kendi müteahhitlerinden T. G. markalı
yumurta istemeğe başladılar.
Yol masrafı fazla olduğundan Thomas Gulbe,
Finlandiya’nın her tarafına seyahat edemiyordu. Bu
sebepten Gulbe, her taraftan taze yumurta toplamak için
bir çare buldu. Đlk Mektep öğretmenleriyle haberleşerek
memleketin içinde mükemmel bir teşkilât vücuda getirdi.
Bu, esasında çok geniş, fakat haddizatında çok basit işti.
Gulbe memleketi bir takım kısımlara ayırdı. Her bir
kısma Lâtince rakamlarla işaret koydu. Bir kaza
84
dahilinde kendisiyle muhabere eden öğretmenlerin
adlarını Arap rakamlarıyla tesbit etti ve bunları Lâtin
rakamlarının yanına ilâve etti. Bundan sonra da yumurta
getiren aileni baş harflerini işaret ettirmeğe başladı.
Bundan sonra okul öğrencileri, her sabah okula gelirken,
bir gün evvel kendi evlerindeki tavukların yumurtladığı
taze yumurtaları beraberlerinde getirirler ve öğretmene
teslim ederlerdi.
Öğretmen, her gün topladığı birkaç yüz yumurta üzerine
lâzım gelen işaretleri kimyasal mürekkeple yazdıktan
sonra derhal Thomas Gulbe’nin yumurta depolarının
bulunduğu Abo şehrine sevk ederdi. Orada da yumurtalar
hemen sandıklar içine telâşla yerleştirilerek vapurlara
sevk edilirdi. Bu teşkilât sayesinde Paris, Londra,
Breslau, Anvers, Berlin lokantalarında müşterilere iki üç
günlük taze yumurta verilirdi.
Eğer bu yumurtalardan birisi bozuk çıkarsa, Gulbe
ticarethanesine şöyle bir açık mektup gönderilirdi:
- 15 Nisan, VII, 15, M işaretli yumurta bozuk çıkmıştır.
Gulbe ticarethanesinde iki üç dakikalık bir inceleme
sonunda anlaşılır ki: VII numaralı Kuopio kazasından, 15
numaralı öğretmenin, Madam M. den aldığı yumurta
bozuk çıkmıştır. Derhal öğretmene bir mektup yazılır ve
bunda «15 Nisanda Madam Makinen’den alınan yumurta
bozuk çıkmıştır. Tekerrürü halinde bir daha kendisinden
yumurta satın alınmıyacağını ihtar ediniz», diye
bildirilirdi.
On sene sonra Thomas Gulbe, Finlandiya’nın Yuınurta
Kralı oldu. Londra, Hamburg ve Filsingen’de
85
yumurtaları muhafaza için yaza mahsus soğuk hava
depoları ve kışa mahsus kaloriferli mahzenler tesis etti.
Finlandiya’nın her sancak merkezinde tavuk besleme
mahalleri meydana getirdi. Burada damızlık için
yetiştirilen cins tavuklar ucuz bir fiyatla köylülere
satılırdı.
Yumurta ticaretiyle birlikte kümes ve av kuşları ve av
hayvanları ticareti başladı. Gulbe çoktan beri
milyonerdir. Fakat en önemli olan cihet, yabancı
memleketlere yaptığı satışlar sayesinde her sene
Finlandiya’ya milyonlar kazandırmakta olmasıdır.
Thomas Gulbe ticarethanesi, her sene şu paraları
vermektedir: Köy okullarına 100 bin Mark, en zeki
köylülerin çiftçilikte ihtisas kazanmaları için Norveç,
Danimarka ve Đsviçre’ye gönderilmesi için, 100 Bin
Mark, meşhur Fin bilginlerinin, muharrirlerinin ve
sanatkârlarının yabancı memleketlerde araştırmalarda
bulunabilmesi için 100 Bin Mark.
Đşte Thomas Gulbe, bu maksatlar uğrunda sekiz seneden
beri her sene 300 Bin Mark veriyor Şimdiye kadar
verdiği para iki buçuk milyon Mark eder ki, bu para
Gulbe’nin servetinin pek az bir kısmıdır. Sizin canınızı
daha fazla sıkmamak için sözü kısa keserek kendi taç ve
tahtımdan bahsedeceğim; küçük bir kurabiyeci
çocuğunun nasıl Reçel Kıralı olduğunu anlatacağım.
Robenson hikâyesinden aldığım teşvik neticesinde ben,
kendi işimde bir nevi Napolyon olmağa karar verdim.
Evvelâ Finlandiya’yı istilâ etmeğe ve sonra da Avrupa’yı
kendi müstemlekem haline getirmeğe karar verdim.
Görüyorsunuz ya? Fakir, hemen hemen cahil bir Fin
86
çocuğu ne kadar yüksekten uçan ve cüretkâr bir plân
kuruyordu. Fakat ben aklıma koyduğum şeyi muhakkak
yapmağa karar verdim.
Ben bu gayeme ulaştım. Evvelâ işe küçükten başladım.
Bir küçük şurup fabrikası açtım. Bu fabrika hâlâ
işlemektedir. Burası bir samanlığa veyahut patates
deposuna benzeyen ahşap bir binadır. Yeni fabrikam çok
iptidaî ve basitti. Fakat bunu işletmek için bile param
yoktu. Banka direktörüne gidip dedim « Ben bütün
Finlandiya’yı istilâ ederek tatlı kıralı olmak istiyorum.»
Fikirlerimi, plânlarımı uzun uzadıya açıkladım. Direktör:
- «Bir cefa tecrübe ediniz. Sizin ilerdeki krallığınız için
biz de, bir miktar sermayeyi tehlikeye koyacağız.» dedi.
Tatlı Krallığı gibi çekici bir kelimeyi hayatımda ilk defa,
banka direktöründen işittim. Teşebbüsüm muvaffakiyetle
neticelendi. Đmal ettiğim şurup temiz, koyu ve tatlı idi.
Şekerden daha tatlı idi. Önceleri köyleri dolaşır; şurup
vererek patates toplardım. Bunlardan şurup yaparak
tekrar patatesle değiştirirdim.
Đkinci senenin sonunda Finlandiya’nın başka başka
yerlerinde böyle beş fabrikam oldu. Ondan sonra yeni bir
işe giriştim. Bizim Finlandiya’nın ormanlarında çok çilek
olur. Kışın köyleri gezerken köylülere binlerce litre
veresiye şurup dağıttım. Bunlar yazın şurupların
karşılığını çilekle ödemeğe başladılar. Köylüler çoluğu
çocuğu kırlara saldılar. Toplanan çilekleri arabalarla bana
taşımağa başladılar. Bu çilekler, bana çok ucuza mal
oluyordu. Ustabaşının dediği gibi, çilekler pancardan
daha ucuza mal oluyordu.
87
Köyüler ve işçiler, Yarvinen’in reçellerini ekmek
dilimine sürerek yemeğe dadandılar. Reçel ve ekmek,
çok defa ailelerde öğle ve akşam yemeğinin yerini
tutuyordu. Çünkü benim yaptığım reçel tatlı, lezzetli,
ucuz ve besleyici idi. Ertesi sene Finlandiya’da toplanan
çilekler, kifayet etmemeğe başladı. Rusya’ya ve
Almanya’ya siparişlerde bulundum. Rusya’dan meşhur
Vladimirofski vişneleri gelmeğe baş1adı. Đrlanda’dan
çok şekeri havi bir nevi patates getirttim.
Bu sıralarda gene köylerde seyahat ediyor; köylülere
yemiş fidanları ve tohumluk patates dağıtıyor; bunları
nasıl ekeceklerini ve yetiştireceklerini öğretiyordum.
Bütün Finlandiya benim bir çiftliğim haline geldi. Bu,
âdeta benim vücudum gibi bir şeydi. Binlerce sinirler,
kan damarları ve kaslar, hiç durmadan benim için
çalışıyorlardı. Ben işlerin bu gelişimini gördükçe
seviniyor ve keyifleniyordum. Bütün düşüncelerim şurup,
patates, çilek ve vişne meseleleri etrafında toplanmıştı.
Daima
bunların
nası1
ıslah
edilebileceğini
düşünüyordum. Reçel ve tatlıyı seven sanatkârlar ve
şairler, benim yardımcılarım oldular. Teşebbüslerimde
yaptığım her yenilik onları sevindirirdi.
Ben ise, hiç durmadan bir şeyi düşünüyordum:
«Yarvinen’in reçellerini nasıl daha ucuza mal edebilirim
?» Nehirler üstünde günlerce çalışan kayıkçılar, aylarca
dağlarda uğraşan kömürcüler, benim reçellerimle
beslenirlerdi.
Finlandiya’ya gelmiş olan bir Đngiliz orman şirketinin
müdürü işçilerin yedikleri besini gördükten ve yedikten
sonra dedi ki:
88
- «Bu. reçeller, işçilere mahsus bir besin değildir; kral
sofrasına yaraşan bir tatlıdır. Bunların bu kadar ucuz
fiyatla satıldığına bir türlü aklım ermiyor.» Sonra ilave
etti:
- «Eğer size 50,000 kutuluk bir sipariş erecek olsam,
dediğiniz fiyat üzerinden verebilir misiniz?»
Ben:
- Bu takdirde size yüzde iki iskonto yaparım, cevabını
verdim.
Yarvinen’in reçelleri Đngiltere’de de şöhret buldu, Sonra
Danimarka, Hollanda, Belçika, Almanya, Fransa ve hatta
Amerika’da bile ekmeklere sürülmeğe başlandı.
Benim işimin çeşitli. şubeleri vardır. Her şubenin başında
usta kimyacılar, uzman bilginler bulunur. Bu bilginler
vakit vakit Finlandiya dahilinde seyahatler yaparlar ve
köylülere patatesin, ahu dutlarının, vişnelerin ve çeşitli
çileklerin nasıl yetiştirileceğine dair açık ve sade bir dille
konferanslar verirler.
Şimdi yaz için soğuk hava tertibatı ve kış için sıcak hava
tertibatı bulunan hususi vagonlarım vardır. Her sene
Mesina limanından bir gemi portakal ve Singapur
limanından bir gemi pirinç satın alırım. Fin gençleri,
benim sayemde istedikleri kadar muz yiyebilirler. Benim
şurup, reçel ve marmelât kutularım, roz, Đsveç punçu,
apsent, likör ve konyak şişeleriyle mücadele ediyorlar.
Ahali:
- «Fazla içmekten ziyade, fazla yemeğe alışıyoruz»,
diyor.
89
Yarvinen, Ulusal Üniversitenin profesörlerin dönerek
şöyle devam ediyordu:
- Siz benden daha iyi bilirsiniz ki, şeker fazla bir çerez
değildir. Şeker, beslenmenin ve sağlığı korumanın
temeli’dir. Đyi beslenen bir adam, iyi beslenen bir millet,
daha az içki kullanır. Tatlı acının daima düşmanıdır.
Acının da tatlının düşmanı olduğu gibi… Sarhoşlar tatlıyı
sevmezler. Tatlıyı sevenler de ispirtolu içkilerden
hoşlanmazlar.
Đşte bundan dolayı Yarvinen’in reçel kutularında
«Đçkiden Korur» yazısı yer alır. Bu kutular, girdiği köylü
veya işçi evinde parlak bir güneş ışığı vazifesini görür.
Bu kutunun eve geldiğini gören bütün çocukların yüzü
sevinçten parlar. Aile reisinin bir günde kazandığı
paranın ispirtoya, yâni zehire verilmeyip besine
verildiğini gören her anne ve her aile kadını memnundur.
Yarvinen nutkuna şu sözlerle son veriyordu:
- Đskelede Yarvinen markalı binlerce sandığın vapurlara
yüklendiğini gördüğüm zaman, yüreğim sevinç ve
mutluluk duygularıyla dolar. Bunlar benim askerlerimdir,
zannederim. O askerler ki, milletin selâmeti, ailelerin
saadeti için çalışırlar.
Ben hayalen onları takdis ederim. Her kutuyu ayrı ayrı
takdis ederim. Uzun seneler süren çalışmamı takdis
ederim. Bütün hayatımı takdis ederim. Çünkü bilirim ki,
bu hayat beyhude geçmemiştir. Gerek Finlandiya’da ve
gerek daha uzak memleketlerde insan hayatını
tatlılaştırmak için hisseme düşen vazifeyi büyük bir
gayretle yaptım. Bütün bunları, bende de mukaddes ateşi
alevlendiren o güzel kitabın dâhi muharririne borçluyum.
90
Ondan sonra da, halk tabakaları arasına nur ve irfan
saçan sizlere teşekkür etmeliyim. tesadüfen uzaktan gelen
bir profesörün yaktığı parlak kıvılcım, sizin sayenizde
sönmedi. Sizin sayenizde büyük bir ateş oldu. Siz benim
ruhumun kandiline yağ döktünüz. Size teşekkürler!
Sonsuz teşekkürler!
Yapmakta olduğunuz büyük medeni işin mükâfatı böyle
sadece teşekkürle ödenmez. Yorulmadan çalışarak daha
büyük işlerde başarı göstermenizi dilerim.
Genel tarihi okudum. Birçok bilginlerle görüştüm. Uzun
uzadıya düşündüm ve hâlâ da düşünüyorum ve
zannediyorum ki yeryüzündeki milletlerin ekserisi hâlâ
Yalnız
şimdiki
yamyamlıktan
kurtulamamıştır.
yamyamlık kendini başka şekilde meydana vuruyor.
Başkalarının topraklarını istila eden komutanlardan niçin
her yerde bu kadar büyük bir saygıyla bahsedildiğini
anlayamıyoruz. Büyük Đskender, Anibal, Scipion, Sezar,
Şarlman, Napolyon ve daha bunlar gibi binlerce
komutan, yabancıların topraklarını yağma etmekten.
başka ne yapmışlardır?
Vakıâ bu istilâlar neticesinde büyük devletler meydana
geliyor. Fakat halk zaruretten ve açlıktan ölüyor.
Milyonlarca insan cahil kalıyor. Her yerde hırsızlık,
sefahat, kavgalar, karşılıklı nefretler oluyor ve herkes
küfür ediyor.
Babasının parası veya okul diploması sayesinde halkın
yuvarlandığı pis kokulu bataklıktan sağlam bir zemine
ayak basanlardan hiçbiri, milyonlarca vatandaştan birini
karanlıktan kurtarmak için parmağını bile oynatmıyor.
Bunlar, bilmek istemiyorlar ki, cahil, sarhoş ve aç halktan
91
mürekkep büyük bir devlet, bataklık bir zemin üstünde
taşlarla yapılmış yüksek bir kuleye benzer.
Tarih kaç defa bu mağrur kahramanlara ibret dersi verdi?
Kaç defa bunların hatalarını başlarına vurdu? Hilekâr
Metternich’lerin, zorba Duc d’Alba’ların kurdukları
binalar birer darbe ile yıkılmadı mı?
Tarih bunları çocukların mukavva, kutulardan yaptıkları
oyuncaklar gibi yıktı da, bunlar hiç kimseye bir ibret
dersi olmadı. Politikacılar hâlâ eski çapulculuk ve
yağmacılık oyununa devam ediyorlar.
Daima devletin sınırlarını genişletmeğe uğraşıyorlar.
Fakat genişletilen sınırlar içindeki halkın aklını, fikrini,
vicdanını yükseltmeyi düşünmüyorlar.
Bizim küçük Suomi’miz arazice bundan daha büyük
olamaz. Ben memleketimizde vatandaşlarımızın gittikçe
ziyadeleşmesini istiyorum. Suomi’nin iki milyon halkı
tahsil ve terbiye görsün, gerek kendi hayatlarının ve
gerek devlet hayatının yapıcısı olsunlar, diye temenni
ediyorum.
Yarvinen toplantıda hazır bulunan öğretmenlere doğru
saygı ile eğilerek nutkuna son verdiğini anlatmıştır.
Bu sözler üzerine Torsten Forsten isminde ihtiyar bir
köylü Amin! dedi. Sonra diğer kimseler de «âmin!
âmin!» diye tekrar ettiler. Bu Torsten Forsten’in üç oğlu
Helsinki Üniversitesinde profesör idiler. Kendisi ise
ağaçlardan çamsakızı toplamakla meşgul olurdu.
Reis ayağa kalktı ve:
92
- Yarvinen’in bu akla uygun ve ince sözlerinden sonra
artık başka söz söylemeğe hacet kalmadı. Yarvinen’in
sözleri, halkın, kendi fevkinde bulunanlara:
- « Bizim yanımıza geliniz! Bize öğretiniz! » diye
kopardıkları bir feryadın ifadesidir, dedi.
Bu tören bütün teferruatıyla ve Yarvinen’in nutku bütün
Fin gazetelerinde aynen basıldı.
Bu nutuk Finlandiya’da bir hadise oldu. Uzun müddet
bundan bahsedildi. Finlandiya’daki halk ve işçi
topluluklarını aydınlatmak isteyenlerin ordusu yüzlerce
er kazandı.
Bazı şehirlerde zengin tüccarlar, Halk Üniversiteleri için
binalar hediye ,ettiler veyahut yeni bina inşası için
paralar verdiler.
Birçok öğretmenler, yargıçlar avukatlar ve doktorlar her
akşam kahvehanelerde oturup iskambil oynamaktan ve
bira içmekten vazgeçtiler. Bunlar tekrar kitap okumaya
koyuldular. Milleti aydınlatmak için bizzat aydınlanmak
ihtiyacını duydular. Her tarafta mahir hatipler ve
konferansçılar peyda olmağa başladı.
Bütün toplantılarda, oyun ve eğlence yerlerinde toplanan
yardım paralarıyla halka yarayacak kitaplar satın alınıp
en ücra köylere kadar gönderilmeğe başlandı. Belli başlı
meseleler ortaya atıldı. Bu meselelere dair en güzel kitap
yazanlara mükâfat vermeğe başlandı. Muharrirlerin
eserlerinin basılmasına yardım ettiler. Bu suretle
meydana gelen kitapları en ucuz fiyatla satılığa
çıkardılar.
93
Hayatının son senelerinde Snelman dostlarıyla şöyle
hasbıhal ederdi:
- Finlandiya’nın şimdiki
hâliyle,
çocukluğum
zamanındaki halini düşünürken şöyle bir tabloyu
gözümün önüne getiriyorum:
Bir büyük viran ev var. Bütün pencereleri örtülü.
Dışından bakılınca metrûk zannedilir. Đçerisi ise,
karanlık, boğucu, rutubetli ve sıkıcı olan bu ev, büyük bir
mezara, benziyor.. Fakat işte bir takım genç, cesur ve
kuvvetli insanlar geliyor, bunlar çok şen ve akıllı adamlar
Hemen perdeleri kaldırıyorlar, camları açıyorlar. Evin
içine güneş ışığı, temiz hava ve çiçek kokuları giriyor.
Evin içinde her şey canlanıyor. Bina dıştan da tamir
görüyor, gençleşiyor. Artık tılsımlı, perili bir yerden
kaçar gibi bu evden uzaklaşmıyorlar. Yakınına gelip
yerleşen, binayı hayretle temaşa ediyor.
- Đşte böyle bir değişme her devlette, her vilâyette, her
kazada, en metrûk ve unutulmuş köşede yapılabilir.
Bunun için yalnız canlı fikirli, uyanık ruh ve medeniyet
uğrunda çalışmaktan bıkmayan, usanmayan insanlara
ihtiyaç vardır.
94
KÖYLÜLER, ĐŞÇĐLER, ESNAFLAR
Snelman, daha çocukluğunda ve tahsil senelerinde, millet
işlerine ve dünya olaylarına saray zihniyetiyle
bakılmasına, yani efendilik ve bendelik görüş
noktasından tefsir ve mütalâa edilmesine kızardı. Tarihe
mahsus bütün ders kitaplarında krallardan ve bunların
nazırlarından, aristokrat ailelerin biri birleriyle
kavgalarından, baronlardan, generallerden ve nihayet
birkaç büyük âlim, müellif ve sanatkârdan söz edilir.
Bunların biyografileri yazılır; muharebeler, saray
entrikaları, diplomat hileleri, suikastlar ve ihtilâller en
ufak inceliklerine kadar tasvir edilir. Tarih okutan
profesörler de yalnız bunlardan bahsederler.
Bu geçmiş asırlar içinde muhtelif memleketlerdeki halk
kütlelerinin nasıl bir hayat yaşadığı ya rasgele yazılır
veyahut bundan hiç bahsedilmez.
Milyonlarca köylüler, milyonlarca işçiler, çeşitli
çevrelere mensup yüz binlerce esnaflar ve yine kütük
burjuvalar, sanki asırlarca, müddet tarihin inceleme
alanının dışında yaşamışlardır.
- Halk kütlelerinin fikirce ve duyguca
yükseltilmesi ınes’elesi ile meşgul olanlar pek
azdır. Daha doğrusu, milletlerin maddi ve manevi
hayatının düzeltilmesi ve yükseltilmesi ile kimse
meşgul olmamıştır.
Çayır yetiştirmesini, hayvan beslemesini, tuğla, kağıt ve
kumaş yapma usullerini ıslah etmişler. Fakat milyonlarca
çalışkan halk kütlesinin ruhunu, maneviyatını, sıhhatini,
gıdasını, meskenini ıslah etmeği düşünmemişler. Halkın
95
yaşayışını kendi haline bırakmışlar. Sanki bunları
düşünmek hiç kimsenin vazifesi değilmiş, sanki ilk ve
son defa olarak şöyle bir karar vermişler:
- Đstedikleri gibi yaşasınlar. Đyi bir şey olursa
mesut olsunlar. Fena bir şey olursa, sabır ve
tahammül göstersinler.
Her zaman ve her yerde halk kütlesi sabır ve tahammüle
icbar edilmiştir. Mihnetler ve mahrumiyetlere katlanmak
halk kütlesinin bir vazifesi sayılmağa başlanmıştır.
Birçok hususlardan dolayı halka hücum ederler ve onu
alçak görürler. Her zaman ve her yerde söylenir:
- Millet sarhoştur, tembeldir, çalışmak istemez.
Halk kabadır, açgözlüdür, zalimdir.
Fakat bu sözlere şunu da ilâve ederler:
- Millet bütün büyüklüğünü sabır ve tahammül de
göstermektedir. Aç kalır; soğuktan donar; pislik
içinde yaşar… Fakat şikâyet etmez. Bunlara
katlanır.
Herkes, milletin üzgünlüğe katlanabilmesinden heyecanla
bahseder. Milletin sabır ve tahammülünü bir din
mertebesine yükseltir.
Snelman, kendileri için bütün hürriyetleri, esenlik ve
güvenlikleri isteyen, millete ise en büyük sefalet ve
mahrumiyetlere katlanmayı tavsiye eden yüksek
tabakadakilere kızardı.
Sonra, bu hallere katlanan ve gerektiğinde haklarını
aramayan avam halka da kızardı. Fikrî uyuşukluğa, hayat
maddî ve manevi sefaleti içinde yaşamak alışkanlığına
kızardı.
96
Snelman kızdığı zaman şöyle bağırırdı:
- Milyonlarca insan, hayvan gibi yaşıyor. Pis,
miskin insanlar... Yalnız bir düşünceleri var o da
işkembeyi doldurmak.
Snelman sükûnet bulunca ilâve ederdi:
- Fakat kabahat millette midir? Bu, onlar için bir
felâkettir.
Snelman iki tabaka arasında şöyle bir karşılaştırma
yapardı:
- Park ile orman… bahçenin içinde yollar
açı1mış. Yollara ince, güzel, temiz kum
döşenmiş. Yolların iki tarafı çiçekler ve meyve
fidanları ile süslenmiş. Çayırlık mahallerinde
hergün muntazaman sulanan ve vakit vakit tıraş
edilen yeşil ve özlü çimenler... Kameriyelerin
etrafını menekşe gülleri sarmış... Şadırvanlar
kenarına kanepeler konmuş... Her köşeye ve her
fidana özenli bir insan elinin dokunduğu
görünüyor.
Şimdi bir de ormana bakalım: Bunun görünüşü
büsbütün başkadır. Burada her şey yabani ve
bakımsızdır;
kendi
haline
terkedilmiştir.
Tohumları nereye tesadüf ederse, ağaçlar ve
çalılar orada biterler. Ormanların bazı yerleri
geçilemeyecek bir hale gelmiştir. Fırtınada
devrilen bir ağaç olduğu yerde çürür. Orman
içinde peyda olan patikalar tesadüfün eseridir.
Bunların düzeltilmesiyle kimse meşgul olmaz.
97
Đşte ahalinin yukarı tabakası yukarıda tasvir edilen
parka benzer. Tahsil, terbiye, konfor, sağlık,
koruma, ince sanatların verdiği hazlar hep onlar
içindir.
Halk kütlesi ise, daha ziyade tabiat hayatı yaşayan
bir ormana benzer. Eğer kıymetini bilirlerse, onu
muhafaza ederler. Fakat buna da lüzumlu ve canlı
bir madde olduğu için kıymet verirler. Ormandaki
ağaçlar, nasıl bahçedeki1 gibi birer canlı ağaç ise,
avamdan olan insanlar da, yüksek tabakadan olan
insanlar gibi birer insandır. Onlar da yaratılışta
akıllı ve yeteneklidirler; en yüksek ruhi inkişafa
kabiliyetlidirler. Yalnız bunlara ihtimam etmek,
milyonlarca insandan her birine tam mânâsıyla
adam olmak için imkân vermek lâzımdır.
Snelman bütün köylülerin, işçilerin, esnafların velhasıl en
geniş halk tabakasının her cihetten tenvir, irşat ve
terbiyesini hayatının en önemli görevi saymış,
Finlandiya’da Kültür Seferberliğinin öncüsü olmuştur.
Snelman her tarafta şu sözleri tekrar ederdi:
- Memleket ahalisinden büyük bir kısmının böyle
kalabalık ve cehalet içinde kalmasına tahammül
etmek ayıptır. Medeniyetin nuruyla ışıklanan bir
insanın buna lâkayt kalması bir cinayettir. Devlet
denilen şey, yukarı katları geniş pencereli, yüksek
tavanlı, bol havalı ve aydınlık... aşağı ve bodrum
katları ise, karanlık, rutubetli, dar ve penceresiz
bir şato gibi değildir.
Gene Snelman derdi:
98
- Memleket ahalisinin en kalabalık ve esas kütlesinin
kültürden mahrum bırakılması bir cinayettir; devletin
kendi kendisini yıkması, yağma etmesi demektir.
Vahşilerin fakir olduğunu, memleketin servetlerinden
istifade yollarını bilmedikleri için açlıktan öldüklerini
söylüyorlar. Fakat bir memlekette yaşayan her ferdin
manevi ve maddi kuvvetlerinden istifade etmesini
bilmemek, bilememek ve istememek de vahşiliğin en
büyüğüdür.
- Đçinde en iyi ve en kıymetli on milyon ağacı bulunan bir
ormanı göz önüne getiriniz. Bu ormana kimse bakmaz,
kimse onu temizlemez ve korumazsa, bunun ne faydası
vardır? Koskocaman ağaçlar fırtınaların tesiriyle
yıkılırlar. Yağmur sularını emerek çürürler, o güzel
orman, sıtma yuvası bir bataklığa döner. Temiz orman
havası yerine, yüzlerce kilometrelik bir çevre de sıtma
mikropları do1aşmağa başlar.
- Anlayınız! Anlayınız! Anlayınız! — diye Snelman
tekrar ederdi.
- Memlekette çalışan ve işleyen herkes büyük birer
kıymettir Bunun yediğini, içtiğini, sarf ettiğini, para ile
hesap ediniz, Akla uygun bir surette yetiştirilen herkesin
memlekete neler verebileceğini düşününüz!
- Şimdi bir defa da memleketteki sarhoşların miktarını
hesap edin. Eğer halk kütleleri yolu ile terbiye görmüş
olsaydı, bunların her biri memleket için, millet için
çalışan birer kuvvet olurdu.
99
SATILMIŞ MUHARRĐR
Snelman bu münasebetle Avrupa’daki seyahatine ait bir
vakayı hikâye eder. Berlin’de meşhur bir Avusturyalı
muharrir ile tanışmış. Bu zat, ırk cihetinden tam kanlı bir
Đslâv olduğu halde eserlerini Almanca yazarmış. O
zamana kadar yazdığı sayısız gazete makaleleri ile,
broşürlerle Avusturyalı Almanların Galiçya’daki
Lehlilere, Moravyadaki Çeklere ve Slovaklara,
Voyvodina’daki Sırplara ve Hırvatlara hâkim olmakta
haklı bulunduklarını ispata çalışmıştır. Bu dönme şöyle
yazardı:
« Đslâv ırkı yumuşak bir ırktır, kadın ırkıdır. Bu
ırkın mensupları huyla perverdir. Fakat geniş
hayalli şair değildirler. Yaradılışta tembeldirler.
Uzun müddet esirlik altında kaldıklarından iş
yapmasını sevmezler. Bu, haylazlardan mürekkep
bir millettir. Muvaffakiyetsizlik karşısında,
haysiyeti kıran ve medenî Avrupalıyı nefret
ettiren bir sefalet ve miskinlik içinde yaşamayı
tercih ederler. Muvaffakiyet ve refah halinde ve
bilhassa ticaret hayatında vicdansız, yalancı,
rüşvetçi, açgözlü, kurnaz ve hilecidirler. Büyük ve
kolay kazançlar peşinde koşarlar. Kazandıklarını
budalacasına israf ederler.»
«Đslâvlara makul ve sert bir alman terbiyesi
lâzımdır. Đslavlık sık ve yumuşak yünlü, fakat pis
kokulu bir koyun derisine benzer. Bunu
temizletmek için Alman tabağına (deri
terbiyecisine) vermelidir. O zaman bundan güzel
ve sıcak bir kürk olur.»
100
Oldukça zeki olan bu dönme muharrir parlak bir tahsil
görmüştü. Başlıca Avrupa dillerini konuşurdu. Yazıları
hafif, çekici ve nükteli idi. Yazılarının arasına muhtelif
milletlerin ve muhtelif asırlarda yaşamış olan filozofların,
tarihçilerin, yazarların eserlerinden iktibaslar sıkıştırırdı.
Fakat bu muharririn yazıları namuslucasına değildi.
Çünkü bu yazılarının karşılığı olarak Avusturya
hükümetinden bol bol paralar alırdı.
Bu dönme muharrir, yaratılış itibariyle bir şerir değildi.
Sadece hafif meşrepli, zevk ve sefahata düşkün, kadınları
ve kumarı seven bir ahlâksızdı. Böyle bir hayat için ise
çok para lâzımdı.
Bu adam gördüğü tahsile ve malik olduğu istidada
dayanarak namuslu bir surette para kazanabilirdi. Fakat
böyle bir hayat için ruhun alevlenmesi lâzım. Fikrî
güzellik, ahlakî temizlik lâzım. Velhasıl bir ülkü, bir
ideal sahibi olmak lâzım!
Bunların hepsi dönme muharrire yabancı şeylerdi.
Avusturya Üniversitesinde tahsil ettiği senelerde hava
Matternich’in mürteci politikasının buharı ile dolu idi.
Metternich, bu eski saray tilkisi, Avrupalı bir nazır
kıyafetinde olan bu Bizans uşağı, şahsî istibdat ve iktisabı
servet politikasını güderek, bile bile ve bir plân
dairesinde bütün Avrupa milletlerinin ahlâkını
bozmuştur. O, insanları kendisine çekmek için, bir çare
bilirdi: o da rüşvettir. Metternich’in
ayrıca rüşvet
kâtipleri ve rüşvet mütehassısları vardı. Bunlar kimin ne
ile satın alınabileceğini incelerler ve araştırırlardı.
Metternich zamanında rüşvet almak, hafif ve kolay
kazançlar peşinde dolaşmak, adeta bir din olmuştu.
101
Cemiyet
içinde
ahlâki
oksijen
kalmamıştı.
Münevverlerin önemli bir kısmı bile Metternich
politikasının karbon dioksitiyle zehirlenmişlerdi.
Haddizatında yüksekliklere meftun olan gençlik bile
alçalmıştı. Gençliğin büyük idealleri, kılavuzları yoktu.
Gençler fikirsiz, prensipsiz olarak yetişiyordu.
Đşte bizim dönme muharrir de, böyle boğucu bir havada
yetişmiş; ahlâk duygusunu adeta kaybetmişti. O idealizm
hamlelerini gülünç, yapmacık ve sun’i buluyordu.
Dönme, hayatta Schiller gibi güzellik ve doğruluk
arayanların aklına şaşardı. Seneler geçtikçe bu dönme
kelbî bir filozof oldu. Almanların hatırı için Đslâvlara
hücum etmekten âdeta bir zevk alıyordu. O şöyle derdi:
- «Ben güzel yazıyorum. Almanlar da bana iyi para
veriyorlar.»
Bu suretle yaptığı işin ahlâka uygun olduğuna
inanıyordu. Kendisine itiraz eden Đslâv milliyetçilerine
karşı şöyle diyordu:
- Benden ne istiyorsunuz? Siz Floransa ile Venedik’te iki
Đtalyan heykeltıraşının, Donatello ile Verrokiyo’nun
yaptıkları heykelleri görmediniz mi?
Floransa ve Venedik beldeleri bu heykelleri ücretli
askerlerinin ücretli komutanları için dikmişlerdir. Bu
şehirler, komutanlara iyi ücret verdiklerinden onlar da,
efendilerine karşı görevlerini yapmışlardır. Eğer Milano,
Cenova, Piza, Verona veya Roma şehirleri bu
komutanlara daha fazla ücret vermiş olsalardı, onların
hizmetine gireceklerdi, Venedik ve Floransa’da yaptıkları
gibi, o şehirler hükümetleri için de kahramanca
çarpışacaklardı
102
- Đşte ben de edebiyat alanında bunlar gibi bir adamım.
Bana Almanların verdiğinden fazla bir kazanç temin
edin, sizin için mücadele edeyim. Bunu yapamazsanız,
yapmak istemezseniz, benim darbelerime tahammül
ediniz ve kendinizi müdafaa ediniz. Ben kuvvetli
düşmanlarla mücadele etmesini severim.
Đslâvlar bu edebiyat yılanından nefret ederlerdi. Almanlar
ise, bu parlak muharriri, cesur Đs1âv filozofunu pek
ziyade takdir ederlerdi.
Bir defa Snelman’ın Berlin’de bulunduğu sırada bu
dönme muharrir de orada imiş. Snelman, Finlandiya’da
iken bu muharririn edebi faaliyetinden haberdar olmamış,
ismini de işitmemişti.
Berlin’de biri Fin, diğeri Đslâv olan iki misafirin Almanların tabiri vechile - iki Kulturtraeger’in yani iki
Medeniyet getiricinin şerefine ziyafet tertip edilmişti.
Ziyafetin sonunda misafirler azalınca, Snelman
medeniyet getirici sayılan bu Đslâvı bir köşeye çekti.
Medeniyetçe daha aşağı mertebede sayılan milletler
içinde yapılması lâzım gelen çalışmalar hakkında
konuşmağa başladı ve dedi ki:
- Samimi olalım! Almanlar ruhlarının içinden gelen bir
hisle bizi sevmezler. Finleri de sevmezler, Đslâvları da
sevmezler. Bu hususta mazi için hakları vardır. Fakat
istikbal için yoktur. Biz Finler ve siz Đslâvlar istikbalin
büyük kuvvetleriyiz. Alman toprağı artık kuvvetten
düşmüştür. Bizim topraklarımız ise, henüz bâkirdir,
feyizlidir... Yalnız bu toprağı işlemek lazım!... Biz genç
milletler, Almanlardan, Fransızlardan, Đngilizlerden iki.
103
üç, hatta on defa fazla çalışmalıyız ki, on1ara
yetişebilelim... ve onları geçebilelim!
Hem biz onları mutlaka geçeceğiz. Çünkü biz yalnız
şehir halkını aydınlatmakla kalmıyoruz. Đlkokulla kanaat
etmeyeceğiz. Hiçbir köyü mektepsiz ve kıraathanesiz
(okuma evi, salonu) bırakmayacağız. Her köylünün,
balıkçının, katrancının kulübesini bilgi ışığıyla
aydınlatacağız. Küçük çocuklardan yeni, kuvvetli,
okumuş ve çalışkan bir nesil yetiştireceğiz.
Snelman, kendi huzurunda Đslâv milletlerinin bir aydın
adamı bulunuyor zannıyla bu konu üzerinde uzun
uzadıya hararetli sözler söylemiş, Avusturyalı kelbî ise
gözlerindeki istihzalı bakışlarla kendi kendine:
- Đşte can sıkan bir ahmak daha! diyerek dinlemiş,
Snelman’dan kurtulmak için fırsat gözetmeğe başlamış.
Fakat sonra Snelman’ın tutuşmuş ruhu, hararetli sözleri
kelbînin yüreğindeki buzları eritmeğe baş1amış. Bir şişe
konyak isteyip büyük bir kadehle içmeğe başlamış.
Lâkırdıya dalmış olan Snelman, karşısındakinin konyağı
tükettiğinin farkında olmamış. Avusturyalı sarhoş bir
halde ayağa kalkarak Snelman’a şu sözleri söylemiş:
- Azizim Snelman, bu kadar yetişir! Büyük ruhunuzun
ateşini artık israf etmeyiniz. Onu kendi milletiniz için
saklayınız. Siz bahtiyar bir insansınız. Böyle insanlara
malik olduğundan dolayı sizin milletiniz de bahtiyardır.
Siz yarın hareket ediyorsunuz. Alâ! Ben sizinle ilk defa
burada görüştüm. Daha evvel ne ben seni tanırdım, ne de
sen beni!... Bu da âlâ... Yani beni tanımadığınız daha âlâ..
Hâlâ da benim kim olduğumu bilmiyorsunuz. Yalnız, sizi
tanımak benim için iyi oldu mu, olmadı mı, bunu
104
bilmiyorum. Ey aziz Snelman! Nereden böyle ansızın
karşıma çıktınız? Sert bir taş gibi karşıma dikildiniz? Bu
kadar geç olduktan sonra niçin size tesadüf ettim?
Bu sırada saat on ikiyi vurdu. Bunu işiten Snelman:
- Artık geç oldu zannederim, dedi. Avusturyalı bu sözlere
şöyle karşılık verdi:
- Filvâki artık vakit geç oldu. Fakat geç olan vakit bu
akşamki vakit değildir. Geç olan zaman asil benim
hayatımdaki zamandır... Ah ne olurdu? Ben daha genç
yaşımda iken Snelman’la bir defa böyle görüşmüş
olsaydım! O zaman ben büsbütün başka bir insan
olurdum. Snelman’larla görüştükten sonra benimle
beraber yetişen nesi1 de başka türlü bir nesil olurdu.
Fakat şimdi iş işten geçti. Artık vakit geç oldu. Artık
uyumağa gidelim... Aziz Snelman! Aramızda garip bir
anlaşamazlık var. Bana elimizi veriniz!
Bu teklif karşısında Snelman elini uzatmış. Avusturyalı
bu eli, şappadak öpmüş. Snelman elini çekip:
- Ne yapıyorsunuz? diye sormuş.
Avusturyalı:
- Daha iyisi beni kendi halime bırakın! Ben, sizin elinizi
değil, her doğru insan kalbindeki Snelman’ın elini
öpüyorum. Kendi içimde gömülü olan ruhumu
öpüyorum, demiş.
Snelman:
- Ben bu sözlerden bir şey anlamıyorum. Avusturyalı
- Anlamanıza da lüzum yok. Siz benim Đslâv ruhumun
hususiyetlerini... güç anlarsınız.
105
Snelman ertesi gün Suomi’ye dönmüş, on beş yirmi gün
sonra beş satırlık imzasız bir mektup almış. Mektubun
içinde şu yazılar varmış:
« Siz benim ruhumu tersine çevirdiniz. Şimdi, artık
benim bu hayata tahammülüm kalmadı. Şimdiye kadar
yaşadığım şekilde yaşamak beni iğrendiriyor. Gûya
istemiyerek hayatıma son veriyorum.
Snelman mektuptaki yazıyı tanıyamamış. Bundan bir şey
anlayamamış. Son ayda neşredilen Viyana gazetelerini
gözden geçirerek şu havadise tesadüf. etmiş:
«Çok acıklı bir kaza, çok büyük kayıp; meşhur Đslav
muharriri, derin ve cesur mütefekkir... ihtiyatsızlık
neticesinde ağır surette kendisini yaralamış ve üç saat
sonra, tam sükûnet içinde ruhunu teslim etmiştir... »
Bunun üzerine Snelman tahkikat yapmış ve kaza
neticesinde ölen zatın Berlin’de verilen ziyafet gecesinde
kendisinin elini öpüp de:’
- Eğer ben gençliğimde böyle Snelman’lara rast
gelseydim, ben ve benimle beraber yetişen nesil büsbütün
başka türlü insanlar olurduk... Gençliğimizde niçin bize
Snelman’lar hitap etmemişler? diyen zat olduğunu
öğrenmiş.
Snelman bu hikayesini anlattıktan sonra bu muharrir
hangi millettendi? Çek mi, Leh mi, Bulgar mı, Sırp mı,
Hırvat mı? Đsmi nedir, diye sorarlardı. Snelman:
- Beyhude merak ediyorsunuz! Bunun hangi milletten
olduğunu öğrenmekten ne çıkar? Adamcağız ağır bir
hata, işlemiş. Bunun üzerine gene kendi kendisine ağır
bir ceza vermiş. Kendi varlığını yeryüzünden gene kendi
106
elliyle silmiş. Bunun ismini niçin tekrar edelim? Burada
mühim olan başka bir şey var. Bir defa düşünelim:
Fevkalâde istidatlara malik bir adam... Büyük bir akıl...
Nadir ve geniş bilgi... Parlak bir edebiyat yeteneği... ve...
netice?. Zevk ve safaya düşkün, kumarcı, müsrif, sefih,
kalemini kiraya vermiş, mensup olduğu ırka ihanet etmiş
bir ahlâksız. Halbuki, bu adam, mâkul bir terbiye görmüş
olsaydı ve gençliğinde kendisine halk kütlesinin aldım ve
gönlünü tutuşturmaktan doğan zevkin, hayatı israf etmek
zevkinden daha yüksek olduğu söylenmiş olsaydı; bu
adam, kendi milleti arasında bir medeniyet getiricisi
olabilirdi.
Üniversite bitirmiş, bilgin olmuş, edebiyata intisap etmiş,
hükümet merkezinde büyümüş. Daha ne istersiniz?...
Bunun böylesi adam olmazsa; hiç mektebi, kitabı
olmayan ve hayatın daha güzel, daha sevinçli, daha
düzenli olması için neler yapılması lâzım geldiğine dair
hiç bir söz işitilmeyen bir yerde yetişen avam halktan ne
beklenebilir? Milyonlarca halk bedenen, fikren ve
ahlâken çürüyor da, kimse bu fena kokuyu duymuyor.
Herkesin kotu duyma kabiliyeti bozulmuş veyahut herkes
artık bu fena kokuya alışmış da bunu tabii bir hal
zannediyorlar. Fakat bu böyle olmalı mıdır?
Milyonlarca insan doğuyor; derin bir sefalet için içinde
yaşıyor ve ölüyor. Bu, böyle olmalı mıdır? Đçlerinde
yaratılışça birçok akıllıları bulunan milyonlarca insan,
hayvan gibi sersem ve cahil kalıyor. Milyonlarca küçük
kardeşleriniz ruhen kaba, zalim ve şehvetperesttir. Bu da,
böyle olmalı mıdır?
« Evet böyle olmalıdır!» diye yüzlerce defa tekrar edilen
iğrenç sözlerden utanmıyor musunuz?
107
Snelman’ın nutukları yüksek bir ilham derecesini
buluyor; ikaz ve tekdirleri en uyuşuk ve tembel zihinleri
uyandırıyor; yüreklere ateş ve enerji saçıyordu.
Doktorlar, köy papazları, ilkokul öğretmenleri, hükümet
memurları muhtelif mahallerdeki halk kütlesinin
yaşayışını
incelemeğe
koyuldular.
Gazetelerde,
dergilerde ve ayrı ayrı kitaplarda milletin hayatına dair
yazılar intişar etmeğe başladı
Bunlar arasında bir kitap, okuyucuların dikkatini en fazla
çekti. Bunun adı: Bir Köy Hekiminin Hatıraları idi.
Bu kitap basın âleminde bir fırtınanın kopmasına sebep
oldu. Bazıları bu kitabı pek beğeniyor ve göklere kadar
yükseltiyorlar ve şöyle diyorlardı:
- Millet için kalbi sızlayan ve okuma yazma bilen herkes
bu kitabı okumalıdır. Bu kitap körlerin gözlerini açar.
Ruhu henüz tamamen körleşmemiş bir kimse, bu kitabı
okuyunca utancından kızarır.
Diğer birtakım insanlar ise bu kitaba fena halde
kızıyorlar ve kitabı yazanın üstüne şimşekler
yağdırıyorlardı. Bunlar da şöyle diyorlardı:
- Bu kitapta Fin milleti tahkir ediliyor. Esasen bu kitap
yalanla doludur. Bu tasvirlerde boyalar ifrat derecede ve
her şey mübalâğalı bir surette gösterilerek karikatür
haline sokulmuştur.
Bu kitap hakkında yapılan birinci tenkit çok yerindedir.
Gürültünün büyük bir kısmını millet kavramını yanlış
anlayanlar ve «Milletin kaba saha da olsa, her şeyi
muhafaza edilmelidir!» diyenler yapıyorlardı.Onlar
sahradaki devekuşu gibi, önlerindeki tehlikeyi görmemek
108
için başlarını kumun içine gömüyorlar ve başları dışarı
çıkarılınca kızıyorlardı.
Bu kitabı yazan bir doktor, Finlerin yukarı sınıf halkına
karşı sesi çıktığı kadar bağırıyordu:
- Uyanınız! Milletdaşlarınızı kurtarmak için iş
başına geçiniz. Memleketimiz ahalisinden dörtte
üçünün yaşamakta olduğu hayat çok korkunçtur.
Köylüler ve işçiler ölüyorlar; ruhça ve bedence
geri gidiyorlar.
Dirayetli bir yazar olan doktor, kitabına uydurma şeyler
yazmamış veya sinirleri oynatmak için meseleleri yalnız
bir tarafından incelememiştir. O, sadece bulunduğu kaza
halkının hayatını adım adım takip ederek gördüklerini
olduğu gibi tasvir etmiştir. Đnsana dehşet veren bu
tasvirlere okuyanlar:
- «Bir buçuk milyon kardeşimizin böyle bir hayat
yaşamasına nasıl tahammül edebiliriz? Bu işte insan
kendini kabahatli buluyor ve sesi çıkmayan bir suç ortağı
olmuş sayıyor» diyorlardı. Kitabı okuyunca dehşete
düşen diğer birtakım kimseler:
- Acaba, insanlar bu hayata nasıl tahammül ediyorlar?
Bunlar azizler zümresinden midir, yoksa iki ayaklı birer
hayvan mıdır? Bu hayat Dante’nin Cehennem’inde
tasvir ettiği hayattan daha meşakkatlidir. Dante’nin
Cehennem’inde insanlar, günahlarından dolayı bu azabı
çekiyorlar. Fakat buradaki insanların günahı nedir?
Nihayet Dante’nin Cehennem’i başından sonuna kadar
dahiyane uydurulmuş bir edebiyat eseridir. Burada ise
elîm bir nesir, bir hakikat, bir realite var.
109
MĐLLETĐN SAĞLIĞINI KORUYAN
DOKTOR
«Bir Köy Hekiminin Hatıraları» unvanlı eserin
müellifi, vazifeye başladığı birinci günden itibaren
notlarını kaydediyor. Tıp fakültesini nası1 ikmal ettiğini,
memuriyete tayin olunduğu yere ne gibi emellerle
gittiğini anlatıyor. Talih kendisine pek yâr olmamış;
çocukluğunu ve gençlik senelerini ihtiyaç ve mahrumiyet
içinde geçirmiş. Bir küçük kasabada kunduracılık yapan
bir adamın oğlu imiş.
Talihin herkese gülmediğini bilmekle beraber
memuriyetle bulunduğu yerde gördüğü şeylerden
kendisini dehşet istilâ etmiş. Kendisinin hakikat âleminde
olmayıp korkunç bir rüya görmekte olduğunu zannetmiş.
Đlk görüşleri, ona tarihten önceki devirlerde insanların
mağaralarda yaşadıkları zamanları hatırlatmış.
Acaba, ben memleketin en fena bir yerine mi düştüm?
diye düşünmeğe başlamış. Civar kazaları dolaşmış; orada
da ayni hallere tesadüf etmiş; hattâ bazı mahallerdeki
ahvalin kendi mahallinden daha fena olduğunu görmüş.
Zemini kayalık olan yerlerde gayet kaba işlenmiş ve
birbiri üstüne yığılmış taşlar halka mesken hizmetini
görüyormuş; kapıları alçak ve pencereleri yokmuş.
Kapıların çerçeveleri ince ve aralık olduğundan rüzgâr ve
kar giriyor, yağmurlu havalarda damlar akıyormuş.
Buralarda cam nadirattan imiş. Pencere hizmetini gören
delik deşiğe yağlı kağıt yapıştırırlar veyahut bez
mıhlarlarmış. Nâdir ahvalde ince deri gererlermiş.
Büsbütün açık olan pencere delikleri de varmış. Yalnız
odanın bir köşesinde taş ve topraktan yapılmış bir ocak
110
varmış. Burada ateş yakılınca odanın içini tavandan
zemine kadar duman kaplar, herkesin gözleri yaşarırmış
ve bu duman tavandaki çelikten yavaş yavaş çıkarmış
içinde oturanların üstü başı is içinde kalırmış.
Köylüler hep aynı elbise ile çalışırlar, yemek yerler ve
yatarlarmış. Senelerce banyo yüzü görmezlermiş.
Çamaşır yıkamak âdetleri değilmiş. Üstleri, başları
böcekle dolu imiş.
Köylüler trahomdan zahmet çekerler, ekseriya soğuk
alırlar ve bunun neticesinde verem olurlarmış.
Su kuyuları apteshanelerin yanında bulunurmuş. Sular
mikroplu olduğundan tifüsün arkası kesilmezmiş.
Çocuklar arasında ishal, kuşpalazı, kızıl ve çiçek
hastalıkları hüküm sürüyormuş. Binlerce çocuk daha
küçük yaşta iken ölüyormuş. Millet tereddi ediyor, fena
besleniyormuş. Bununla beraber Finler berbat bir surette
içki içiyorlarmış. Sağır ve dilsizler, körler, topallar,
kamburlar ve aptallar çokmuş.
Doktor bu köyü şöyle anlatıyor:
- Bir köye girince insanı dehşet alır. Đnsan kendi
kendinden, ortalıktan, cemiyetten, medeniyet denilen
şeyden utanır. Düşünüyorum: buradan uzak ve yüksek bir
yerde tiyatrolar konserler, muharrirler, sanatkârlar,
parlamento, ilimler akademisi vesaire var. Burada ise
milyonlarca halk cehennemî bir hayatın içinde batıp
gidiyor.
- Mesela bir köylünün odasına girersin. Üç çocuk kuru
toprak üstünde kızıl hastalığından yatıyor. Onların
arasında anne yeni doğurmağa çalıştığı çocuğunun
111
ağrılarıyla muzdarip bulunuyor. Sarhoş baba bir kenarda
oturuyor.
Mesela ona:
- Utanmıyorsun be? Evinde bu kadar felâket varken
oturup da sarhoş olmuşsun! diyecek olursanız, mırıltı
kabilinden bir sesle şu cevabı alırsınız:
- « Sen de burada otur da bak! Yalnız sarhoş olmakla
kalmazsın; bir de üstelik boğulursun. Bizim hayatımız
ayık geçemez. »
Başka bir kulübede başka bir sefalet manzarası:
Anne veremin son devresine gelmiş kan tükürüyor; başını
yastıktan kaldıramıyor. Baba tifüse tutulmuş, hummanın
tesrile saçmalıyor. Her iki hasta, yere serilmiş paçavra
kabilinden şilteler üstünde yatıyorlar. Karyola filân yok.
Đkisinin arasında biri bir yaşında, diğeri iki yaşında iki
çocuk yatıyor. Đkisi de canlı birer iskelet gibi...
Komşulardan hiçbiri hastalarla alâkadar olmak istemiyor.
Artık bu hale alışılmıştır. Evin içinde herkes kendi
acılarıyla muzdarip.
Bir tarafta çiçek, tifüs gibi bulaşıcı bir hastalık patlak
verince, hükümet oraya iki üç doktor gönderiyor. Halk
ise buna kızıyor:
- Bu iğneleri filân niçin yapıyorsunuz ? Çocukları tedavi
etmeyiniz. Varsınlar ölsünler. Aç insan sayısı azalmış
olur. Siz bizi, büyükleri tedavi ediniz, diyorlar.
Yardım ve tedavi görmek için hemen, her evden hasta
geliyor. Kimisinde frengi yaraları veya uyuz var.
Kimisinin gözleri cerahatlenmiş. Bazısı kansere tutulmuş.
112
- Đnsanı yeis ve ümitsizlik istila ediyor. Neticede de
yorgunluktan mütevellit bir hissizlik ârız oluyor.
Loğusanın yanındaki sarhoşun dediği gibi, insanın ya
sarhoş olacağı veyahut da boğulup öleceği geliyor.
Bu müşahedeleri yapmış olan doktor, şehirlerde oturan
insanlara, siyaset adamlarına, bilim, san’at erbabına ve
gazetecilere şöyle hitap ediyor:
- Efendiler! Ne zamana kadar bu saklambaç oyununa
devam edeceksiniz? Mütemadiyen vatanperverlikten,
millet
muhabbetinden,
medeniyete
hizmetten
bahsedersiniz. Amma, millet için, vatan için, medeniyet
için ne yapıyorsunuz? Bazıları milyonlar irtikâp ederek
sevgili vatanı namussuzca soyuyor. Bazıları da
dairelerde,
matbaalarda
okullarda,
Üniversitede
memurluk ediyorlar. Öte tarafta ise milyonlarca halk
çürüyor, tereddi ediyor, işret ediyor. Milletin temelleri
çürüyor.
- Henüz vakit varken memleketi ve milleti kurtarınız!
Halk kütlelerinin arasına giriniz! Onları tedavi ediniz!
Okutunuz, terbiye ediniz!
Evleri nasıl yapacaklarını, nasıl tanzim edeceklerini
öğretiniz! Ahaliye sıhhat, güneş, temiz hava, kuru ve
sıcak mesken veriniz! Ona daha insanca bir hayat
yaşamasını öğretiniz! Đnsanca hayat yaşayabilmesi için
ona yardım ediniz ve imkân veriniz.»
Doktor kitabının sonuna doğru şu sözleri yazıyor:
« Devlet büyük bir ailedir. Onun fertleri sizin küçük
kardeşlerinizdir. Aşağı tabakanın kusurları kısmen de
yukarı tabakanın ihmalinden ileri gelmektedir. »
113
Edebî çevrelerde doktorun kitabı hakkında bir çok
münakaşalar cereyan etti. Fakat sosyal çevrelerde kitap
lâzım gelen alâkayı uyandırdı ve gayesine vâsıl oldu.
Finlandiya’nın bütün tıp cemiyetlerinde bu meslektaşın
kitabı satır satır tetkik edildi. Her idare merkezindeki
memurlarla belediye ve nahiye memurları toplanarak bu
kitabın ortaya attığı mes’eleleri incelemeğe ve görülen
kusurların ortadan kaldırılması için tedbirler almağa
başladılar. Bu konular etrafında her tarafta konferanslar
verilmeğe, yeni vesikalar toplanmağa başlandı. Evvelce
bahsedilmesinden bile ürkülen ve nazarı itibara alınmak
istenilmeyen milletin bu fena halini herkes gördü ve
anladı.
Herkes fırka kavgalarını şahsî entrikaları bir tarafa
bırakarak milletin sağlığının korunması meselesiyle
uğraşmaya başladı.
Memleketteki veremlilerin ve bu hastalıktan ölenlerin
sayısı saptandı. Bir sene içinde tifoya, trahoma
tutulanların, bakımsızlık ve gıdasızlık yüzünden ölen
çocukların, diş ağrısına müptelâ olanların, sakatlananların
sayısı bulundu.
Bundan başka ispirtolu içkiler için sarf edilen paralar
hesap edildi. Sarhoşluk yüzünden vuku bulan kavgalar,
yaralamalar, insan öldürmeler, yangınlar, hırsızlıklar
tesbit edildi.
Neticede elde edilen rakamlar, herkesi korkuttu. Çünkü
bu rakamlar, kafalara çekiç gibi vuruyor ve herkeste bu
hallerin düzeltilmesi arzusun uyandırıyordu.
Hükümet adamları, kaymakamlar ve belediye başkanları
uzmanlardan mürekkep doktor kolları teşkil ettiler.
114
Mesela diş hekimleri, çocuk ve kadın hastalıkları
uzmanları, kol kol olup bütün memleketi dolaşmağa
başladılar. Bunlar gittikleri yerlerde hem hastalıkları
tedavi ediyorlar, hem de halka gözlerini, kulaklarını,
dişlerini nasıl koruyacaklarını, anne hıfzısıhhasını ve
çocuk bakımını öğretiyorlardı. Bir çocuğun yetişmesinin
nakden kaça mal olduğunu hesap ediyorlar ve
bakımsızlık yüzünden ne kadar çocuğun telef olmakta
bulunduğunu anlatıyorlardı.
Köylüler yavaş yavaş insan hayatının iktisadi kıymetini
anlamağa başladılar. Doktorlar köylülere şöyle derlerdi:
- Siz, paralarınızı çalmasınlar veyahut yanmasın diye
iyice saklıyorsunuz. Çocuklarınız, karınız ve siz kendiniz
paradan çok daha kıymetlisiniz. Siz canlı parasınız. Bu
sermayeyi saklayın, israf etmeyin, çoğaltın!
Birçok köylerde iki büyük pencereli örneklik birer ev
yaptırıldı. Đçine sac soba kuruldu.
Köylerde, köylülere çok ucuz fiyatla ev inşa eden işçi
taburları teşkil olundu.
Hükümet birçok yerlerde depolar kurarak inşaat için
lâzım olan şeyleri yığdırdı.
Bu depolardan köylüler ve köy kooperatifleri gayet
uygun şartlarla tahta, kereste, kilit, menteşe, cam, hazır
çerçeve ve kapı gibi şeyler, mobilya ve döşeme satın
alabiliyorlardı.
5 - 8 - 20 sene sonra birçok köylerin şekli değişti.
Evler hayvan ahırı şeklinden çıkıp hakikî insan meskeni
halini aldı.
115
Köylüler daha iyi daha sıcak elbiseler giymeğe
başladılar. Memleketin en iyi adamlarından bu işe merak
sardıranların bakımı altında bulunan imalâthanelerde
binlerce elbise, palto, kundura, ve iç çamaşırlarının
yapılmasına başlandı. Her şey için en sağlam ve en güzel
malzeme seçilip alınırdı. Sonra bunlar memleketin her
tarafına taşınarak ucuz fiyatla halka satılmağa başlandı.
Köyde bu elbiseleri giyenler bir bayram gösterisi arz
etmeğe başladılar. Yüzlerce yamadan mürekkep, paçavra
gibi elbiseler ortadan kalktı. Artık yazın bile çıplak
insanlara tesadüf edilmez oldu. Öksürükler, nezleler,
bronşitler ve soğuk algınlıkları kesildi. Verem kurbanları
yarı yarıya azaldı.
Çocuk ölümleri de azaldı. Trahomun kökü kazındı.
Birçok yerlerde halk böyle bir hastalığın mevcudiyetini
bile unuttu. Kadınlar daha sıhhatli, daha sağlam oldular.
Doğum arttı. Yeni doğan çocuklar da, sağlam ve iri
idiler.
Memlekette çalışan eller, kollar arttı. Ahali, daha fazla
kazanmağa başladığından daha iyi beslenmeğe muvaffak
oldu.
Nihayet bir gün geldi, bütün bu sıhhat seferberliğini
uyandıran doktor vefat etti Milletin sağlığını koruyan
doktorun ölümü, memlekette büyük bir teessür uyandırdı.
Yüzlerce köylerin mümessilleri cenaze alayına iştirak
için gelmişlerdi. Köylüler bu mümessilleri köyün en iri
yapılı, en sağlam ve gürbüz delikanlıları arasından
seçmişlerdi.
Bu gürbüzler, Milletin sağlığını koruyan doktorun
tabutunu şehir içinde elleri üstünde taşımışlardı. Bu iri
116
yarı insanların düzgün bir sıra ile şehrin sokaklarından
geçtiğini gören şehirliler, bunları canlı bir çam ormanına
benzetmişler. Hakikaten bunların her biri birer gemi
direği gibi imiş.
Mezarın başına gelindiği zaman köy delikanlılarından
biri tabutun yanına gelip şu nutku söylemiş:
- Biz, köy kırlarından, köy ormanlarından senin
mezarının başına geliyoruz. Fakat cenaze alayında
taşınması âdet olan çiçekleri ve çelenkleri
getirmiyoruz. Bizim Suomi’nin içinde senin
kurduğun has bahçelerin çiçeklerine bir örnek
olmak üzere köylülerimiz bizi seçip buraya
gönderdi. Milletin büyük bahçıvanı, ebedi
meskeninde rahat uyu! Biz senin hayırlı
çalışmalarını takdis ediyoruz.
Sen bir halk doktoru idin. Yüz binlerce köylüyü
iyi ettin. Milletin damarlarına taze ve temiz bir
kan akıttın. Bizim adalelerimizi ip gibi büktün.
Vatanımıza pehlivanlar, kahramanlar hediye ettin.
Bize sağlam çalışmanın lezzetini tattırdın.
Millet sana heykel dikmek istiyor. Sen buna
cidden lâyıksın. Fakat senin en güzel heykelin işte
bizleriz. Biz ki, yeni millet hayatının mahsulüyüz,
kendimiz de bu yeni hayatın üreticisiyiz. Gerek
erkek, gerek kadın, her birimiz, Fin
münevverlerinin vatana hizmet için nasıl
çalışmaları lâzım geldiğini gösteren birer canlı
heykeliz. Bunun üstünden geçen zaman ne kadar
çok olursa, sağlığa kavuş milletin kalbinde senin
hatıran o kadar daha sıcak ve daha parlak
o1acaktır.
117
Sen ne Sezar’dın, ne Napolyon’dun. Bir karış
toprak zaptetmedin. Bir damla kan akıtmadın.
Fakat vatanımıza binlerce, yeni, sağlam, kuvvetli
ve çalışkan eller kazandırdın.
Milletin sağlığı için uğraşan büyük kahramanın
namı ebediyen tebcil olunsun!
118

Benzer belgeler

Snelman

Snelman Bu kitabın bizim ülkemizde olduğu gibi, yeni Türkiye’de de birçok insan tarafından büyük bir ilgiyle okunacağına kuşku yoktur. Kitabın baskısı göz alıcıdır. Türk dilinin ifade ve deyim zenginliği, ...

Detaylı

beyaz zambaklar ülkesinde

beyaz zambaklar ülkesinde bulunan, yazları az, kışları çok ve toprakları ekseriya granit taşları ile kaplı olan Finlandiya’dan ve bu memleketin üç milyonluk Fin halkı tarafından gösterilen planlı ve sürekli çalışmalar netic...

Detaylı