2015 Ocak Sayısı - Turuncu Dergisi

Transkript

2015 Ocak Sayısı - Turuncu Dergisi
OCAK-ŞUBAT
TURUNCU
ISSN : 1304-1517
Aylık Kadın ve
Yaşam Dergisi
Ocak-Şubat 2015 Sayı: 141 Fiyat: 8
SİBEL
ERARSLAN:
“Ne kadar
İnsansak
O kadar
gönüllüyüz”
ECDATTAN EVLADA
SMANLICA
TÜRGEV VAKFI Başkanı
Av. Arzu Akalın:
GÖNÜLLÜLÜK
ADANMIŞLIK
DEMEKTİR
BAKIŞ
AÇINIZI
SiYAHLAR
ULKESi
SUDAN
İÇTEN BİR
HOŞ GELDİN
BOSNA
DEĞiŞTiRiN
insanlıĞı Yeniden
inŞa Etme Sanatı
KONUK
YAZAR
HATiCE
GÖRMEZ
YAPIM EKİBİ PRODÜKSİYON ADINA
İMTİYAZ SAHİBİ VE
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Zahide CEYLAN
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Zahide Ceylan
REDAKTÖR
Rabia NUR DUMAN
KURUCULAR KURULU
Halise ÇİFTÇİ, Zahide CEYLAN,
Güzin CANAN, Taciser İÇYER,
Nilgün KARABULUT, Ayşenur GÜN,
Sema KARABULUT
YAYIN KURULU
Ayşe KEŞİR, Ayşe UYAR,
Hatice BİLİCİ, Latife Özbek,
Esra Yerebakan, Gaye Ergezen,
Ümmügülsüm Tat,
Gülfem KELEŞ, Betül ŞATIR
GÖRSEL YÖNETMEN
Şerife AKYOL KURT
MARKA İLETİŞİMİ YÖNETİCİSİ
Şenay BUYURMAN
İSTANBUL KOORDİNATÖRÜ
Gülay KURT
0507 485 55 95
BURSA SORUMLUSU
Zehra BAYRAKTAR
0506 535 72 65
KONYA SORUMLUSU
Didem KÜÇÜKKÖY
0506 445 55 09
TURUNCU DERGİSİ MERKEZ OFiSi
Ufuk Üniversitesi Cad. 1472 Sk. No: 24/17
Çukurambar / Çankaya / Ankara
TELEFON: 0312 472 98 33
WEB:
www.turuncudergi.com
e-mail:
[email protected]
[email protected]
BASKI
TURKUVAZ MATBAACILIK
Akpınar Mah. Hasan Basri Cad.
No: 4 P.K. 34885
Sancaktepe / Kartal / İstanbul
TEL: 0216 585 90 00
FAKS: 0216 585 9130
[email protected]
‘SES’ Dergisi, yerel süreli aylık yayındır.
Basın yayın ilkelerine uymayı kabul eder.
Basılan ilanların tüm sorumluluğu
ilan sahibine, yazılan yazıların
sorumluluğu yazarlara aittir.
Kurum ve kuruluşlar için
kargo dahil fiyatı 20 TL’dir.
TURKUVAZ DAĞITIM PAZARLAMA A.Ş.
tarafından dağıtılmaktadır.
[email protected]
Sevgili Turuncu okurları
2
015 yılının ülkemize, milletimize, tüm okurlarımıza
ve çalışanlarımıza; sağlık,
afiyet ve huzur getirmesini
temenni ediyorum.
Bunun yanı sıra 2015 yılı, Turuncu
dergisi için güzele doğru bir evrim yılı
olacaktır. Bu sayımızı elinize aldığınızda yeni bir Turuncu ve yeniden
bir Turuncu’nun oluşumunu siz de
görecek ve hissedeceksiniz. Sizler
için; daha geniş kapsamlı, daha çok
konu başlığını içinde barındıran,
verimliliği daha yüksek; daha profesyonel tasarım, basım, dağıtım ve daha
profesyonel bir ekip ile Turuncu’nun
size sımsıcak bakan yüzünü göreceksiniz. Okuyucunun fikir ve önerilerini
göz önünde buldurmak en önemli
düsturumuz olacaktır. Özellikle ahlâk,
kültür, insana saygı ve toplum değerlerine saygı çerçevesinde her alanda
size bilgi aktaracağına, yaşama dair bir
yol rehberi olacağına ve daha sonra
arşiv vazifesini de üstlenerek kaynakça
olarak kütüphanenizde yer alacağına
gönülden inanıyorum.
Dergimiz bu sayıdan itibaren
D&R/ İDO/ otuz büyükşehir, dört
yüz kütüphane ve bunların dışında
bazı noktalarda da rahatça bulunabilecektir. Dergimize sosyal medyada
Twitter ve Instagram hesabı olarak
ulaşabileceğiniz gibi ayrıca web sayfası
ve e-dergi olarak da ulaşabileceksiniz.
Bu da okuyucularımıza gösterdiğimiz ihtimamın göstergesidir. Sizin
Turuncu’ya verdiğiniz gönüllü desteğe
karşılık, bizlerin de sizlere sunduğu
emek ve hizmettir.
Ocak ve Şubat sayımızı; gönüllü
olmak ve gönülden vermenin önem ve
ciddiyetini anlatmak için, gönülden
emek veren yazar kadromuz ve konuk
yazarlarımızla birlikte, gönlünüze
misafir olmak istedik.
“ ‘Sizin en hayırlınız insanlığa faydalı olanınızdır.’(Hadis-i Şerif ) diyen
bir dinin mensupları olan biz Müslümanlar; hayırda yarışmayı, hayırda
ömür tüketmeyi ve hayırda buluşmayı
ve bunun neticesinde de hayır ile
gönüllere girmeyi düstur edinmeliyiz.”
mesajını veren bu sayımızda vermenin
hikmetlerine bir kez daha şahit olduk.
Aktüel dosyamız “Osmanlıca” ile de
devam ettik.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması
ve kısa sürede gerçekleşen Harf Devrimi (1928) ile Latin Alfabesi kullanılmaya başlanarak halk, bir gecenin
sabahı cahil olarak uyanmış ve bu
zorbalığın acısını yılarca yaşamıştır.
Dedelerimiz ve ninelerimizin
heceleyerek okumaya çalışması, bizim
şaşkın çocuk bakışlarımız sebebiyle
açıklama ihtiyacı duymaları ve bunu
dile getirme çabaları hâlâ kulaklarımızda. “Oğul, biz bir gecede cahil
olduk.” diyen mahzun seslerini hâlâ
duyar gibiyiz.
Ecdadımızın torunları bizler; gönül
birliği, fikir birliği ile evlerinize konuk
olmak için kapınızı çalıyor ve misafir olmak istiyoruz. Kabul buyurun
lütfen.
Sağlıcakla kalın…
Zahide Ceylan
facebook.com/ihhtr
twitter.com/ihhinsaniyardim
GÖNÜLLÜLÜK
DEMEK
ADANMIŞLIK
DEMEKTİR
TÜRGEV Başkanı
Av. Arzu Akalın, amaçları,
misyonları ve faaliyetleri
ile ilgili soruları Turuncu
Dergisi’ne içtenlikle
yanıtladı.
GÖNÜLLER SULTANINA
RÂM OLMAK: GÖNÜLLÜLÜK
44
NE KADAR İNSANSAK
O KADAR GÖNÜLLÜYÜZ
“İstanbul’da pek çok ev kadını, yaptıkları küçük
desteklerle, Afrika’da su kuyusu açtırmayı başardılar
sözgelimi...” SİBEL ERARSLAN
VAKIFLARIN KADINDAN KANATLARI
Aslında Müslüman kadınların vakıf geleneği Hz.
Hatice’yle başlar. Kadın vakıflarının kapısını bir
valide, eş, hemşire olarak o açmıştır.
ECDADIN MİRASI
SMANLICA
NEDEN SİVİL TOPLUM
KURULUŞLARI?
62
56
Bir toplumun gelişmişlik seviyesinin
en sağlıklı göstergelerinden birisi, kaç tane
sivil toplum kuruluşuna sahip olduğudur.
TÜRKİYE’NİN KENYA’DAKİ
DOSTLUK ELİ
TİKA tarafından, Batı Kenya’da “Küçükbaş
Hayvancılığı Destekleme Projesi” ile kırsal
kalkınma adına önemli bir adım atıldı
iŞL
38
KÜRESELLEŞEN EĞİTİM HİKÂYE
Harf inkılabıyla birlikte, kendi geçmişine
yabancılaşan bir toplum profili oluştu.
BİR DEVİN ANATOMİSİ
Topkapı Sarayı Mutfakları, arşiv kaynaklarında
geçen ismiyle Saray-ı Cedide-i Amire’nin Madbah-ı
Amire’si saray yaşamının 350 yılına ayna tutuyor
SANAT: FİLOGRAFİ
Ortadoğu’da doğmuş, ancak yapımının zor olduğu
düşüncesiyle yok olmaya yüz tutmuş, çivi ile telin
maharetli ellerde şekillendiği bir el sanatı: Filografi.
İÇTEN BİR HOŞGELDİN: BOSNA
Bosna’yı ziyaret eden Türklerin büyük kısmı hiç
yabancılık çekmediklerini söylüyorlar. Beyaz tenli, pembe
yanaklı bu insanların bir kısmı Türkçeyi hala kullanıyor
DEKORASYONDA
OSMANLI ESİNTİLERİ
Osmanlı tarzı ev dekorasyonu için kolları
sıvadıysanız hemen ihtişamlı Osmanlı
saraylarının aklınıza gelmesi doğaldır.
102 100 82
iYiER
76
ECDADIN DİLİ EVLADIN DİLİ DEĞİLSE
96
56 28 22
12
“Bütün gönüllerin tek sultanı Rahim ve Latif olan
Rabbimizdir. Eğer kalbimizde Sultanlar Sultanı Rabbimiz varsa o gönül olur...” Hatice Görmez
92 76 62 58
8
ICINDEKILER
8
92
SİNEMA: INTERSTELLAR
Yazarımız Gülay Kurt,
Interstellar filmini okuyucular
için yorumladı
AYVA VE AYVA TATLISI
Güneşin yalnızca sarısını değil
şifasını da kendine toplayıp kış aylarına
taşıyan Ayva’nın anavatanlarından
biri Kuzey Anadolu.
JOAN MİRO
Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyarete
açılan Joan Miró 3 Mart 2015’e
kadar ziyaretçileri kabul edecek
96
102
HANDEGÜL
TERKEN’İN
YAZISI
SAYFA 26
6
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
AYŞE KEŞİR’İN YAZISI SAYFA 21
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 7
KONUK YAZAR
Gönüller Sultanına
Râm olmak:
Hatice GörMEZ
Gönül, beden ülkesinin sultanıdır. (Hadis-i şerif)
Gönüllülük bu sultana râm olmaktır. Bütün gönüllerin tek sultanı ise Rahim ve Latif olan
Rabbimizdir. Eğer kalbimizde Sultanlar Sultanı Rabbimiz varsa o gönül olur.
Aksi takdirde sıradan bir et parçası olur
8
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
T
ürkçe yürek kelimesiyle
karşılanabilen gönül; Farsça
dil, derûn; Arapça kalb, hâtır
kelimeleriyle ifade edilir.
Hadis ilminin fatihası
“Ameller niyetlere göredir.” hadisidir.
Sözlükte çekirdek manasına gelen niyet,
insan iradesinin tohumudur. Onun yegâne
merkezi ise kalptir, gönüldür.
Gönül, beden ülkesinin sultanıdır. (Hadis-i
şerif ) Gönüllülük bu sultana râm olmaktır.
Bütün gönüllerin tek sultanı ise Rahim ve
Latif olan Rabbimizdir. Eğer kalbimizde
Sultanlar Sultanı Rabbimiz varsa o gönül
olur. Aksi takdirde sıradan bir et parçası
olur. Amellerimize yön veren niyet sadece
Gönüller Sultanı’nın rızası için olursa, yaptığımız işler de gerçek anlamda gönüllülük
olur. Gönüllülük kavramı, gönülden ve
kalpten yapılan çalışmaları kapsar. Kuran-ı
Kerim’i incelediğimizde, bu bağlamda
önemli kavramlar olduğunu görürüz: Min
vechillah, rıza-i bâri, fıtrat, şefkat, rahmet,
merhamet, ihsan, isar… gibi. Gönüllülüğü
anlamak için öncelikle bunların farkında
olmak gerekir. Bu kavramların en temeli
olan Allah rızası ile alakalı, Kuran’da birçok
ayet yer almaktadır:
“Hayır olarak ne harcarsanız, kendiniz
içindir. Zaten siz ancak Allah’ın rızasını
kazanmak için harcarsınız….”
Bakara; 272
“O, hiç kimseye karşılık bekleyerek iyilik
yapmaz. (Yaptığı iyiliği) Ancak yüce Rabbinin rızasını istediği için (yapar).”
(Leyl;17-21)
“Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı
yahut da insanların arasını düzeltmeyi
emredenleri hariç, onların aralarındaki
gizli konuşmaların çoğunda hiçbir hayır
yoktur. Kim bunları sırf Allah’ın rızasını
kazanmak için yaparsa, biz ona büyük bir
mükâfât vereceğiz.
(Nisa;114)
“Onlar, Rablerinin rızasına ermek için
sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli olarak
ve açıktan Allah için harcayan ve kötülüğü
iyilikle ortadan kaldıranlardır.” (Rad;22 )
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz”.
(Al-i imran;92)
Kâinattaki bütün nimetler ve imkânlar gibi,
insanlardaki merhamet duygusu da Allah’ın
insanlığa lütfudur, rahmetidir.
İşte bu yüzden Allah’ın Rahman ismiyle
gönül arasında bir münasebet vardır. Rahmân kalp yufkalığıdır, merhametin zirve
noktasıdır. Gönül de yaygın olarak “rahmet
turuncudergi.com
ve yumuşaklık” anlamlarında kullanılır. Bu
durum, gönülde Rahmân isminin tecellisi
bulunduğunu gösterir. Kalp, iman nuru ile
dolduğunda gönül olur.
Râgıb el-İsfahânî, rahmet kavramının temel
manasını “Sıkıntı içinde olan kimseye
yönelik yufka yüreklilik ve şefkat.” şeklinde
açıklar. Gazzâlî ise bir kimsenin gerçek
anlamda merhametli sayılabilmesi için
onun, kişinin ihtiyacını gücü ölçüsünde
karşılaması, bunu da hür iradesiyle yapması
gerektiğini ifade eder. İşte böyle bir durumda acıma duygusu, ahlâkî bir değer taşır ve
gönüllülüğe dönüşür.
Esasen şefkat ve merhamet gibi duygular
Allah’ın insanların içine koyduğu birer
iyilik aracı olup asıl amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip sıkıntılarını gidermektir.
Merhamet; insanlar arasındaki duygu
birliğinin, dayanışma ve paylaşmanın başta
gelen âmillerindendir.
İnsanın doğuştan sahip olduğu bütün özelliklerini ifade eden bir terim olan fıtrat, ilk
yaratılış sırasında Allah’ın insan tabiatına
bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, ruh
temizliği gibi olumlu yetenek ve yatkınlıkları ifade eder. İnsanın fıtratının temeli
iyilik ve güzellik olduğu için gönüllülük bir
anlamda fıtrattır, iyiliği ve iyi işleri tabiat
hâline getirmektir.
İyi ve hayırlı işler; ya ilahi veya beşeri
kanun korkusuyla ve vazife ahlakı gereği
veya desinler, insanlar beğensinler diye
yapılır. Ama tüm bunların dışında hayırlı
işler mahza iyilik olduğu için yapılır ki bu
fıtrata daha uygundur. Hem Allah’ın rızasına hem de iç huzuruna vesile olan iyilik
budur. İyilik ve lutufta bulunmak, bir işi en
güzel şekilde yapmak, Allah’a ihlâsla kulluk
etmek anlamlarında kullanılan ihsanın da
gönüllülükle çok sıkı bir ilişkisi vardır.
Bir insanın gerçekleştirdiği işin ihsan
seviyesine ulaşabilmesi için hem neyi, nasıl
yapması icap ettiğini iyi bilmesi hem de bu
bilgisini en güzel biçimde eyleme dönüştürmesi, gönüllü olarak icra etmesi gerekir. Hz.
Ali, “İnsanlar işlerini ihsanla yapmalarına
göre değer kazanır.” derken bunu kastetmiştir. Allah’ın yarattığı her şeyi ihsanla yarattığını bildiren âyette de (es-Secde 32/7)
ihsan kavramı bu anlamdadır.
Ahlâk literatüründe ihsan genellikle,
“İyiliklerde farz olan asgari ölçünün ötesine
geçip isteyerek ve severek daha fazlasını
yapmak.” manasında kullanılır. Bazı İslâm
âlimlerince de paylaşılan düşünceye göre ihsan adaletin üstünde bir derecedir. Adalet,
borcunu vermek, alacağını almak; ihsan
ise üstüne düşenden daha fazlasını vermek,
alması gerekenden daha azını almaktır.
İhsan kavramı, insana nisbet edildiği âyet
ve hadislerde iki bağlamda kullanılır:
a) “Yaptığını güzel yapmak.” şeklinde özetlenen anlamına uygun olarak kulun Allah’a
karşı hissettiği derin saygı, bağlılık ve itaat
ruhunu ve bu ruh hâlinin ürünü olan iyi
davranışları kapsar. Hz. Peygamber (sav)
“Cibrîl hadisi” diye bilinen hadiste “İhsan;
Allah’ı görür gibi kulluk etmendir, çünkü
sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.”
buyurarak ihsanı en güzel şekilde tanımlamıştır.
b) İhsan; kişinin başta annesi ve babası
olmak üzere diğer insanlar ve hatta diğer
varlıklar karşısındaki sevgiye dayalı özverili
tutumunu ifade eder ki bu da gönüllü hizmetlerle doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda
“Muhakkak ki Allah adaleti ve ihsanı
emreder.” âyet-i kerimesi (en-Nahl 16/90)
“İnsanın hem Allah’a hem de yakın ve uzak
çevresine hatta tabiata karşı yaklaşımında
adalet ölçüsünün, farz ve vâcip sınırlarının
ötesine geçerek kulluğun, özverinin ve
erdemin en yüksek seviyesine ulaşması.” anlamlarına gelecek şekilde yorumlanmıştır .
İşte bundan dolayıdır ki “Muhsin” olan
gönüllü olandır.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 9
KONUK YAZAR
Başkaları için özveride bulunma
anlamında bir ahlâk terimi olan İsar; bir
kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa
bile sahip olduğu imkânları gönüllü olarak
başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere
kullanması, başkasını kendisine tercih edebilecek bir ahlâk anlayışına ve irade gücüne
sahip bulunması demektir. İslam âlimleri bu
anlayışın din kardeşliğinin en ileri derecesi
olduğunu belirtir.
Îsârın en büyük temsilcileri hicret etmek
zorunda kalan Hz. Peygamber’i ve diğer
muhacirleri şefkatle kucaklayıp sahip
oldukları her şeyi onlarla paylaşmaktan çekinmeyen Medineli müslümanlardır. Ensar,
Kuran-ı Kerim’de de övgüyle anılmakta,
onların şahsında Müslüman toplumun “gönülden vermek” gibi temel mânevî ve ahlâkî
özelliklerine temas edilmektedir.
Buna göre; bugünün Müslümanları da
öncelikle imanı ve Allah rızasını gönüllerine yerleştirmeli, muhacirler gibi zor durumda kalıp kendi beldelerine gelenleri sevmeli
ve onları Rahman’ın emaneti ve misafirleri
olarak görmeli, din kardeşlerine karşı içlerinde kıskançlık duymamalı, nihayet ihtiyaç
içinde olsalar dahi onları kendilerine tercih
edip şahsî menfaatlerinden- zevklerinden
fedakârlıkta bulunmalıdır.
İslâm ülkelerinin toplum ve kültür hayatında önemli rol oynayan ve gönüllülüğün
müesseseleşmiş hâli olan vakıflar ise, hukukî
bir işlemle kurulur ve İslâm medeniyetinin
önemli unsurlarından birini teşkil eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de vakıf kavramını ve
kurumunu doğrudan çağrıştıracak bir ifade
yer almamakla birlikte Allah yolunda harcama yapmayı, fakir, muhtaç ve kimsesizlere
infak ve tasaddukta bulunmayı, iyilik
yapmada ve takvada yardımlaşmayı, hayır
10
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
ve yararlı işlere yönelmeyi öğütleyen birçok
âyet, Müslüman toplumlarda vakıf anlayış
ve uygulamasının temelini oluşturmuştur.
Bunların içinden özellikle, “Sevdiğiniz
şeylerden Allah yolunda harcamadıkça
gerçek iyiliğe ulaşamazsınız.” ayeti oldukça
önemlidir.
İslâm tarihinin ilerleyen dönemlerinde,
müslüman toplumlarda, vakıf uygulamaları
giderek artmıştır. Bizim tarihimiz ve kültürümüz bunun farklı alanlarda pek çok güzel
örnekleriyle doludur.
Sağlık alanında yapılan darüşşifalar;
eğitim alanında medreseler, külliyeler,
mescit ve camiiler; hizmet alanında yollar,
köprüler, çeşmeler, yetimhaneler, darülacezeler, ahilik ve hisbe teşkilatı gibi localar
hatta hayvan hastaneleri, kuş evleri gibi tüm
varlıklara karşı bir sorumluluk bilinciyle
yapılan iyilik hareketleriyle, gönüllülüğün
doğurduğu müesseselerle ecdadımız bizlere
müthiş bir miras bırakmıştır.
Osmanlı toplumunda vakıf o kadar
önemli ve itibarlı bir müessesedir ki gönüllülük hizmetinde kadın ve erkek ayırımı,
zengin ve fakir ayırımı söz konusu olmamış;
bu bir insani vazife addedilmiştir.
Medeniyet tarihimiz gönüllü olarak
insanlara faydalı olmaya çalışan kadınların
kurdukları birçok vakıf ve gönüllü hizmet
veren müesseselerden bahsetmektedir.
Camiler, medreseler, şifahaneler, gelirleri
vakfedilen ticarethaneler ve daha niceleri
gönüllü hizmet adına yapılan müesseselerdir.
Bize düşen, bunlarla sadece övünmek değil, iyilik yapmayı bir fıtrat hâline getirerek
bu yolda hizmet gönüllüleri olarak devam
edebilmektir.
Velhasıl gönüllülük; “Kim var.” diye
seslenildiğinde, sağına ve soluna bakmadan, fert fert “Ben varım!” cevabını
verebilmek ve kendisini gönüllü kılan bir
dava ahlâkını şiar edinebilmektir. Çünkü
gönüllülükte sadece “Ben varım.” demek
yetmez. Gönüllülük “Canım isterse,
müsait olursam yaparım.” denilen bir alan
değildir. Tam aksine ihtiyaç duyulan her
zaman ve zeminde insanın kendisinde
sorumluluk hissetmesi; taşın altına elini,
bedenini, yüreğini koymasıdır. Gönüllülük; çözümü başkasından beklemek
değil, bireysel gücünü çözüm bulmak için
kullanmaktır.
Bu bağlamda Hz. Hacer, Hz. Hanne,
Hz. Meryem, Hz. Fatıma düşer zaman
zaman gönlümüze. Toplumun ihtiyacı
olduğu her alanda, gönüllü ve koruyucu
ailelik alanında, sevgi ve şefkat kanatlarıyla nasıl varoldukları ve nasıl var ettikleri...
Nene Hatunlar, Hayme Analar,
Kurtuluş Savaşı’nda evlatlarını, eşlerini
şehit veren nice isimsiz koca yürekli
hanımefendiler bize sorumluluklarımızı
hatırlatırlar.
Gönüllülük; bebek Musa’nın azgın
sulardan alınıp Hz. Asiye’nin elinde büyütülmesidir. Hem de canı pahasına... Hz.
Musa’nın Hz. Asiye’ye teslimi ilk koruyucu
anne örneğidir tarihte.
Gönüllülük; Hz. Zekeriyya (as)’nın,
annesi tarafından mescide adanmış olan
Hz. Meryem’in bakımını üstlenmesi ve Kuran’ın ifadesiyle onu nadide bir çiçek gibi
yetiştirmesidir. “İşte ben varım.” diyerek, bu
toplumda yaşayan bir Muhsin olarak duyarlılığını ortaya koymuştur Hz. Zekeriyya.
Gönüllülük; öz çocuklarıyla birlikte, Hz.
Hatice’nin “Acaba etrafta başka aç kalan,
açıkta kalan, ağlayan bir çocuk, bir yetim
var mı?” diyerek tüm kalbiyle malını bu
uğurda sarf edip, “İşte ben varım.” diyebilmesidir.
Gönüllülük; öz evladı olmayan Hz.
Aişe’nin, nice erkek ve kız evlatların
sorumluluğunu üstlenip onları yetiştirip
evlendirmesidir. Böylece O, tüm ümmetin
şefkat ve merhamet timsali, bilge annesi
olmuştur. Bir odacık evini, âdeta koruyucu
aile merkezi hâline getirmiştir.
Velhasıl şahsiyetleri ve hayatları ile tarihe
mâl olmuş nice analar, babalar, kadınlar ve
erkekler vardır. Nice gönül insanı vardır
örnek almamız gereken.
Günümüzde de hayrı devam ettirmek
ve iyiliği örgütleyebilmek için gönüllülük
konusunu gün yüzüne çıkarmak, farkındalık oluşturmak, gönüllüğü disipline etmek,
sürdürülebilir kılmak ve kurumsallaştırmak
gerekir.
Gönüllülük, kurtuluş reçetelerimizdendir ve geleceğe güvenle bakabilmektir.
Gönülden muhabbetlerimle…
turuncudergi.com
Doğu Karadeniz bölgesinde
yetiştirilen çaylar, ekolojik iklim
şartları nedeniyle, kış aylarında
kar altında kaldığından çay
tarımında zirai ilaç kullanılmaz.
Bu durum ülkemizi sağlıklı çay
üretimi için ideal ülke
konumuna getirmektedir.
Bu nedenle, tarımında zirai
ilaçlama , üretiminde katkı
maddesi kullanılmayan tüm
ürünlerimizi gönül rahatlığı ile
tüketebilirsiniz.
KONUK YAZAR
Ne kadar İnsansak, O kadar
gönüllüyüz...
S
SİBEL ERASLAN
ivil toplum, yardım kuruluşları, öğrenci birlikleri, gençlik
heyetleri, ümmetin geleceği
adına selamet için düşünmeli ve
harekete geçmeli. Özellikle savaş,
işgal, doğal afet ve yoksulluk gibi ağır şartlar
altından hayati tehlikeyle yüzyüze kalmış
insanlığın kurtuluşu ve hakikati artık sadece
siyasilerin öngörüsüne terkedilemeyecek
çaptadır. Ülkemizin dünya üzerinde en çok
yardım gerçekleştiren üçüncü dünya ülkesi
olduğu da düşünüldüğünde, gönüllülük
meselesi, bizde toplumsal bir sorumluluk
olduğu kadar ferdi bir bilinç hadisesidir de
diyebiliriz.
İstanbul’da pek çok ev
kadını, yaptıkları küçük
desteklerle, Afrika’da
su kuyusu açtırmayı
başardılar
Şayet kuraklık ve içsavaşlar bu şekilde
devam ederse, önümüzdeki on yıl içinde
‘’siyah ırk’’ için tümden yokoluşa evrilecek
bir korkunç sona doğru adım adım yaklaşıyoruz. Siyasilerin bu konuda yapacağı dünya
çapında işler var elbette ama bizlerin, küçük
12
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
ve sıradan insanların dünyasından da gönüllü çıkışlar gerçekleşebilir. İstanbul’da pek
çok ev kadını, yaptıkları küçük desteklerle,
Afrika’da su kuyusu açtırmayı başardılar.
Sözgelimi, yüzlerce çocuk katarakt ameliyatı
oldu. Bunun için büyük servetlere sahip
olmak da gerekmiyor. Mantı, börek yapıp
kermeslerde satarak veya sokak başlarında
şişe suyu satarak biriktirdiğini Afrika’ya
gönderen yüzlerce isimsiz gönüllüyü tanımaktan şeref duyuyorum.
2011’de Sayın Cumhurbaşkanımızla
birlikte Somali’ye gitmiştik. Günlüğümden bazı notları sizlerle paylaşmak istedim
gönüllülük dendiğinde.
Somali, “Afrika Boynuzu” ismi verilen
bölgede, okyanusa en uzun sahili olan ülke.
(3300km) 1960’lara kadar Kuzey kısmını
Fransızlar, Orta kısmını İngilizler, Güney
kısmını ise İtalyanlar sömürge olarak iktisap
etmişler. Bizleri yöresel şarkıları ile karşılamaya gelen Somali’nin en yaşlı (altmış yaşlarındalar) on kadını, iyi derecede İngilizce
ve İtalyanca konuşuyordu. Aslına bakarsanız
Somali’de ihtiyar bir kimseye rastlamak neredeyse imkansız, savaş ve kuraklık, ölümcül
şartlarda geçen son elli yıl, ortalama yaşam
süresini oldukça aşağı çekmiş, bebek ölümleri ise kritik yaşam seviyesinin altında. Somali de dahil olmak üzere, Doğu Afrika’da,
altı dakikada bir bebek hayatını kaybediyor.
Yirmili yaşlarını sürebilen hayatta kalmış
nüfusun iç savaş öncesine kadar okula gidebilmiş genç fertleri ise, Arapça ve İngilizce
konuşuyor. Hiç konuşmayanlarsa binlerce,
yüzbinlerce... Çünkü başkent Mogadişu
için aslen büyük bir mülteci kampı demek
belki en doğrusudur. Pek çok yerde olduğu
gibi en ağır yük yine kadınların sırtında.
Mogadişu’da tanıştığım Hamza adlı kız öğrenci, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde okuyor.
Afet bölgelerinden çıkarak çölde 400-500
kilometre yürüyerek, yardım istasyonlarına
ulaşmak için ölümcül yürüyüşlere çıkan
anneler, çocuklarını sırtlarında taşımak
zorundalar. Hamza’nın dediğine göre, her
birisi de bu ağır yükün altında boyun ve bel fıtığına düçar oluyorlarmış, tabii bunlar
hayatta kalabilenleri kadınların. Hamza;
Mogadişu’daki kadınların çocuk dünyaya
getirirken, hiç olmazsa belki birisi yaşar diye
umutlandığını söylüyor...
“Afrika Boynuzu” ismi verilen bölgedeki Doğu Afrika ülkeleri son yılların en
büyük kuraklığını yaşıyor. Aslında Doğu
Afrika, 1925’ten 2011 yılına kadar kıtlık ve
kuraklık nedeniyle 18 büyük felaket yaşadı.
Bölgedeki kuraklığın sebebini yalnızca
küresel ısınma ile açıklamak ise sorunu anlamak için yeterli olmaz. Çünkü hem coğrafi
turuncudergi.com
konum itibarıyla üzerinde bulunduğu iklim
koşulları hem de savaşlar, yaşanan kuraklıkların etkisini artırmakta.
Doğu Afrika’daki son kuraklığı en yoğun
şekilde ve en büyük kayıplarla yaşayan ülke
ise, Somali... 1967-1968, 1974-1975, 19831984-1985, 1991-1992, 1997-1998, 20032004 ve en 2011’de büyük insani kayıplar
yaşayan Somali, tüm dünyanın gözü önünde
ölmeye devam ediyor.
Mogadişu’daki Cuma namazını Diyanet
İşleri Reisimiz kıldırdı. Namazın akabinde
yapılan yağmur duasından sonra, inanamayacaksınız ama harika bir şey oldu. Yağmur
yağmaya başladı. Sevinçten ağlayarak
dışarı fırladık. Gökyüzünden düşen her
bir yağmur tanesi, harikulade birer melekle
iniyordu yeryüzüne sanki, o saatleri hayatım
boyunca unutamayacağım. Bir tek yağmur
tanesinin taşıdığı dirim sırrına hayran
oluyorsunuz. İhrama girermişçesine giriliyor
Somali’ye, tenlerini kefenleri gibi taşıyan
silüetler arasındayız... Nefesler ve halen atabiliyorsa, nabızdan ibaret hayat... Büyük bir
mülteci kampına dönüşmüş başkent Mogadişu’da, gerçekğe dair tüm bildiklerinizi
unutup yeni baştan öğrenmek zorundasınız.
Çünkü burada her şey sürreal; yemeden,
içmeden ve kilometrelerce yürünen çöl
yollarının içinden geçerken saatin kaç olduğunu, günleri, renkleri, kokuları tamamen
bırakmış insanların arasında, hayat ve ölüm
birbirine girmiş durumda.
Somali Cumhurbaşkanlığında tek bir
bilgisayar var o da hediye
Somali’nin yaşadığı insanlık dramı
hakkında; kuraklıktan kaynaklanan kıtlığın
temel nedenleri arasında ekolojik faktörler,
tarım ve doğal bitki örtüsüne zarar veren
küçükbaş hayvanların yetiştirilmesi, siyasi
istikrarsızlık, Afrika’nın en zayıf pazar ekonomisinin bu bölgede olması, göçebe ve yerleşik hayat yaşayanların iç savaşlar nedeniyle
sık sık karşılaşmaları, sıcağa dayanıklı bitkilerin yetiştirilmemesi, bölgede sanayinin
yeterince gelişmemiş olması gibi nedenler
gösteriliyor. Tabii tüm bunlar, insani yardım
kurumlarının verdiği genel raporlar. Zira,
Somali’de her şey için yok diyebiliriz. Elektrik, su, yol, telefon, internet, hiçbirşey yok
Mogadişu’da. Pek çok savaş kenti gördüğüm
halde, Mogadişu’yu ne Bosna’ya ne Irak’a,
Kosava’ya, Pakistan’a benzetmem, nispet
etmem imkansız. Çünkü burada iç savaş, taş
üstünde taş bırakmamış, Parlamento binası
dedikleri yer kolonlardan ibaret, Cumhurbaşkanlığı binasının tek bilgisayarını İHH
hediye etmiş. Üç metre ötedeki tuvaletlere
bile geçemiyorsunuz güvenlik sorunu dolayısıyla. Konvoyumuzdan ayrılan gönüllü
yardım ekipleri, bir tank ve iki zırhlı cipe
binerek gittiler merkezlerine.
turuncudergi.com
Somali’nin başkenti Mogadişu’da yaşayanlar başta olmak üzere Somali halkının
%61’i kuraklıktan etkilenmiş durumda.
İç savaş nedeniyle sivil toplum örgütleri
bölgede çalışma yapmakta zorlanıyorlar.
Yirmi bir yıldır Somali’ye yapılan ilk resmi
ziyaret, (gayrı resmi ve nezaket ziyaretleri
dışında.) Türkiye Başbakanı ve eşliğinde
gelenlerinkiydi. Dünya Gıda Programının
bildirdiğine göre Kasım ayına kadar devam
edeceği öngörülen kıtlık, Somali’de toplu
ölümleri, bir tür insanlık dramına dönüştürebileceği rapor ediliyor.
Cumhurbaşkanlığı binasında Türkiye
heyetine hizmet eden görevlilerden birisi,
Kevser Elitaş ile birlikte Kur’an okuduğumuzu fark edince, bize “Müslüman
mısınız?” diye sordu. Çok heyecanlanmıştı,
beyaz ve Müslüman kadınları işittiğini, ama
ilk kez gördüğünü söyledi. Beyazlara karşı
ciddi bir kırgınlık ve güvensizlik hissettiklerini fark ettim. Her ne kadar bölgede on beş
yıldır çalışmakta olan İHH ve Kızılay gibi
kurumlar başta olmak üzere, zihinlerdeki
“menfi beyaz” izlenimini sökme konusunda
önemli başarılar kaydetmişlerse de... 1993
yılında Somali’de görev yapan Çevik Bir
başta olmak üzere, çok uluslu güç’ün ve
dolayısıyla “beyaz”ların şiddete dair feci
hatıraları üzerinden felaket hatıralarını
silebilmek elbette kolay değil.
Ne ki dünya değişiyor. Yardımlaşma ve
gönülllülük konusunda tüm dünyada sesini
duyuran Türkiye’mizin gerek yöneticileri
gerekse sivilleri olarak başlattıkları iyilik ve
hizmet hareketi, geçtiğimiz bin yılın kan,
savaş ve güç denklemi üzerinden giden
varoluş algısını (Aslında yokoluş algısıdır.)
değiştirecek çaptadır. Tüm dünya, adaletin ve iyiliğin kuracağı yeni bir değerler
zeminine yürüyor. Bu yüzden Sayın Recep
Tayip Erdoğan’ın, Mogadişu’dan yaptığı
konuşmaya, “Tüm dünyaya sesleniyorum”
diye başlaması oldukça manidardı. “Burada
insanlık ve vicdani değerlerin test edildiği
bir yerdeyiz” dedi Erdoğan...
Bindiğimiz uçağın kanadı kırılmadan evvel gördüğüm Somali’nin ilk silüeti de bana
“Sır’at Köprüsü”nü hatırlatmıştı. Kumsala
çakıldıktan sonra, çarnaçar indiğimizde, yanımıza koşuşan yardım ekiplerine iftiharla
baktık. Başta Kızılay ve TİKA olmak üzere,
İHH, Cansuyu, Deniz Feneri, Yardım Eli,
Yeryüzü Doktorları ve daha ismini bilemediğim ama “melekler” dediğim pek çok iyi
insan; orada dayanışmanın, Allah rızası için
sevmenin, ebrardan olabilmenin destanını
yazıyorlar.
İşte Somali,tam da bu
sarp yokuşun üzerinde,
bir Sırat Köprüsü gibi
tartıyor hepimizi
Ben hayatımda ilk kez ağlayan bir doktor
gördüm. Mogadişu’daki Hodan Mülteci
Kampı’nda, derisi kol kemiklerine yapışmış
inleyen çocuğa serum takamadıktan sonra,
çaresizlikten ağlayan bir doktor... Yan yana
yatırılmış hasta ve yorgun çocukların, ağlamayı çoktan bitirip birer çığlığa döndüğünü
şayet sizler de görseydiniz, tüm ezberlerinizi
unuturdunuz benim gibi. Kamptan henüz
ayrılırken aldığımız haber: Az evvelki bebeğin ölümüyle ilgili... Şaşırmak yok, hem de
hiç. Çünkü burada altı dakikada bir bebek,
açlık ve susuzluktan ölüyor.
Yüce Rab, Beled suresinde “sarp yokuş”u
çıkabilmenin sırlarını veriyor bize: “Köleleştirdiğimiz kişilere özgürlüğünü vermek, açlık gününde açı doyurabilmek, bize yakınlık
duyan bir yetime, yerlerde sürünen yoksula
sahip çıkabilmek. İşte Somali tam da bu
sarp yokuşun üzerinde bir Sırat Köprüsü
gibi tartıyor hepimizi.
Bunlar bir gazetecinin tuttuğu günlükten
sayfalardı. Hepimizin kalbinde tuttuğumuz bir günlük var oysa. Gönlüllülüğün
insan oluşla ilgili bir duyarlılık olduğunu
düşünüyorum. Ne kadar insanız, o kadar
gönüllüyüz...
Hazreti Hacer: Zemzem’in Annesi
Sibel Eraslan, “Cennet Kadınlarının Sultanları”na
Hazreti Hacer romanını ekliyor bu kez. Hazreti
Hacer’in hayatını zaman değişse de insanlığın değişmez kavisleriyle anlatıyor. Hepimizin
büyükannesi olan Hazreti Hacer’in hayatını
okurken aşk, ayrılık, sadakat, esaret ve özgürlük
üzerine yeniden düşüneceksiniz.
13
BEN-Ü SEN
DEĞİŞMENİN VE KALKINMANIN
ÖNEMLİ BİR GÜCÜ:
GÖNÜLLÜLÜK
“Gönüllülük; gönlüne estiğinde değil,
‘O’ ihtiyaç duyduğunda yanında
olabilmektir”.
K
AYGÜL FAZLIOĞLU
[email protected]
alkınma sadece ekonomik büyüme ile ölçülemez, insanların
genel refahı ile ilgili olup sürdürülebilir olması için bireylerin
sürece dahil edilmesi gereklidir.
Bireylerin, kalkınma süreçlerine dahil edilmesinde en iyi yöntem gönüllülüktür. Gönüllülük,
dünya üzerinde her toplumda görülen bir
olgudur. Köklü ve tarihi geleneklerden doğan;
yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma duygularına dayanan gönüllülük, insan davranışının
en temel ifadelerinden biridir. Birey-toplum
ilişkilerinin temel bir dışavurumudur. Türkiye’de gönüllük, birçok paydaşın çalışmalarının
bir araya gelmesinin bir ürünü olup vatandaş
olmanın bir ifadesi ve içinde bulunduğumuz
insani ilişkilerin ayrılmaz bir parçasıdır.
Gönüllü çalışmalar ortak çıkar ve ilgi birliği,
ortak politik ve toplumsal tutumlara sahip grup
ve grupların varlığını gerektirmektedir. Bu tür
çalışmalar, toplumun bütünleşmesinde gönüllüler ya da doğrudan işlev gören yapılar aracılığıyla sosyalleşme ve karar alma süreçlerinde rol
alarak toplumun sosyo ekonomik gelişimine
katkıda bulunmaktadır. Bunun sonucunda da
çok sayıda gönüllü örgüt ve çalışma meydana
gelmektedir.
Tarihsel süreç içinde farklı toplumsal koşullarda, farklı gönüllü çalışmalar ortaya çıkmıştır.
Kırsal alanda var olan toplumsal dayanışma,
birincil ilişkiler, aile ve akraba bağlarının güçlü
olması; kentsel yaşam ile birlikte zayıflamakta,
ikincil ilişkiler ortaya çıkmakta, aile bağları,
sosyal kontrol ve dayanışma zayıflamakta, alt
gruplar oluşmakta ve böylece geleneksel toplumsal dayanışma ağları erimektedir. Bu koşullar içinde insanlar kendilerini bir topluluğa ait
hissetmek, hedeflerine ve amaçlarına ulaşmak
için kendileri ile benzer çıkar ve düşünceleri
olan kişiler ve/veya gruplarla birlikte olmaya
14
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
başlamaktadır. Toplumbilimcilere göre, eski
kurumlarının yerine yenilerini koyma gereksinimi gönüllü örgütlerin ortaya çıkışına neden
olmuştur. Ünlü Fransız sosyolog E. Durkheim,
toplumlarda organik dayanışmanın teknolojik
gelişme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iş
bölümü sonucu yerini mekanik dayanışmaya bıraktığını savunur. Ona göre, bu türden bir yapı
içinde, insanlar artık organik bir dayanışmanın
kendilerine verdiği sıcaklık, yakınlık ve güven
duygusunu bulamamakta ve kendilerini yalnız
hissetmekte; bunun sonucunda da ortak amaç,
hedef ve çıkarları olan gruplara yönelmektedir
(Atauz, 1987: 100). Böylece gönüllü çalışmalar
bütün olarak toplumun uyum içinde olmasına
katkıda bulunmaktadır.
Gelenek açısından baktığımızda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hayır yapma
inancıyla şekil bulan “vakıf ” anlayışı, gönüllülük kavramıyla muhtaçlara yardım etmenin
dünyadaki ilk örneği olmuştur. Daha sonra tüm
dünya ülkelerinin gıpta ederek tanımladıkları
bu gelenek Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam
etmiştir.
Dünyada, özellikle de batıda, modern anlamda sivil toplum hareketi ve gönüllülük hareketlerine paralel olarak, Türkiye’de de gönüllülüğün gelişimi, genel anlamıyla sivil toplum ve
vatandaş katılımı, 1980’li yıllardan beri yaşanan
dönüşümün bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Özellikle 1990’ların başında Türkiye’de
sivil toplumun gelişiminin hız kazanması ile
birlikte toplumdaki bireysel gönüllülük çalışmaları, organizasyonel düzeyde yürütülmeye
başlanmıştır. Farklı alanlarda çalışmalar yapan
sivil toplum kuruluşları yürütmekte oldukları
faaliyetler kapsamında gönüllüleri organize
edip, ihtiyaç duyulan alanlarda eğitim, sosyal
haklar, çevre bilinci gibi konularda bilgilendirme ve yardım faaliyetlerinde bulunmaktadır.
Gönüllülüğün Farklı
Tanımları
Gönüllülük ile ilgili pek çok tanımlamayı
literatürde görmekteyiz. Ancak bu konuda,
dünya çapında, kapsamlı ve karşılaştırmalı
çalışmalar oldukça sınırlıdır. Genellikle,
gönüllülük kavramı tanımlarında öne çıkan
özellikler arasında bireyin sorunlu alanlarda
bir toplumsal sorumluluk bağlamındaki
çalışmalar içinde aktif olması anlatılmaktadır. Gönüllülük; bir bireyin maddi karşılık
beklemeden ya da başka bir çıkar beklentisi
içinde olmadan, ailesi ya da yakın çevresi
dışındaki bireylerin yaşam kalitesini artırmak ya da genel olarak toplumun yararına
olduğu düşünülen bir hedefe ulaşmak için,
yalnızca içinden gelerek ve doğru olduğuna
inanarak, bir toplumsal girişime destek
olmasıdır (ASPB, 2012: 5).
Gönüllülük; kişinin herhangi bir çıkar
beklentisi olmadan kendi yakını olsun olmasın herkesin, yaşam şartlarını üst seviyeye
çıkarmak veya her türlü toplumsal refah
için tamamen kendi özgür iradesi kapsamında toplum içinde oluşan veya bir sivil
toplum kuruluşu içinde yapılan faaliyetlere
turuncudergi.com
turuncudergi.com
destek olma biçimi olarak tanımlanabilir.
Gönüllüler; tecrübe, anlayış, paylaşma,
olumlu insani ilişkiler, eğitimli olma gibi
özelliklere sahip olanların yanında bu özellikte olmasalar da içinde yaşanılan toplumda bir şeyler yapma isteğinde olan kişilerden
de oluşabilir. Bu çerçevede samimiyet, çok
önemli bir yere sahiptir (Güder, 2006).
Gönüllülük; insan ilişkilerinin temel bir
dışavurumudur. İnsanların içinde yaşadıkları topluma iştirak etme ve diğerleri için
önemli olduklarını hissetme ihtiyaçlarıyla
ilgilidir (BM, 2011: XX). Gönüllülük;
toplumsal bütünlüğün ve refahın sağlanmasında bireylerin ve kurumların gerek
tüketici-üretici, gerekse vatandaşlar olarak
çevreye, içinde yaşadıkları topluma ve parçası oldukları çağdaş dünyaya karşı duyarlı
olmalarıdır.
Birleşmiş Milletlerin (2001) tanımında
yer alan gönüllü faaliyetin üç temel özelliği
vurgulanmaktadır: Birincisi; yasanın, bir
sözleşmenin veya akademik bir gerekliliğin dayattığı bir yükümlülük olarak değil,
kişinin kendi özgür iradesi çerçevesinde
gerçekleştirilmesidir. İkincisi; bu faaliyetin
“finansal bir ödül için yapılmaması”dır.
Üçüncü özellik ise; bu faaliyetin kamu
yararına olmasıdır. Zira gönüllü olarak
çalışma esası sivil toplum kuruluşlarının var
oluşunun temel unsurlarındandır. Gönüllülük, sivil toplum kurumlarının amaçlarını
somut hâle dönüştüren bir eylemdir. Gerek
sivil toplum örgütlerinde gerekse kamu
kuruluşlarında gönüllük temelindeki çalışmalar; kurumsal olarak, kurumun faaliyet
alanının çeşitlenmesini, yeni ortaklıkların
kurulmasını ve kurumsal kapasitelerinin ve
insan kaynaklarının güçlenmesini sağlamanın yanında kişisel olarak bu çalışmanın
içinde olan bireyin de gönüllü olarak
yapılan etkinlikler sonunda bir kazanç beklentisi güdülmese de, bireye çeşitli nitelikler
kazandırmaktadır. Gönüllü çalışma bireyin
sosyal bir çevre edinmesi, kişisel yalnızlık/
dışlanmışlık duygularının azalması, farklı
sosyal gruplar hakkındaki ön yargılarının
kırılması ve iletişim becerilerinin gelişmesi gibi faydalar sağlamaktadır. “Gönüllü
çalışma bireye çok şey kazandırır, fakat para
değil.” vurgusu oldukça önemlidir. Herkesin
her zaman bir diğeri için yapabileceği/ hatta
sadece o kişinin yapabileceği çok ama çok
güzel ve özel bir şey olabilir.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 15
BEN-Ü SEN
Neden “Gönüllü” Olunur?
İnsanlar, yaşadıkları toplumda bireysel veya
kitlesel olarak birçok sorunla karşı karşıya
kalmaktadır. Çevreden sağlığa, afetlerden insani
yardıma kadar geniş bir alanda ortaya çıkan bu
gelişmeler duyarlı insanları bu alanlarda bir şeyler
yapma ihtiyacına yöneltmektedir. Gönüllü olma
gerekçeleri, toplum yapısı ve kişisel özellikler
doğrultusunda çeşitlilik göstermektedir.
Bu çeşitliliği kişiler özelinde anlamak; iyi bir
iletişim ve işbirliği içinde gönüllü hizmet sunumu ve alımındaki en önemli unsurlar içindedir.
Gönüllülük, vermek kadar almaya da yönelik bir
etkinliktir. Gönüllülük ile iletişim becerileri, organizasyon yeteneği, kendini keşfetme, karşılıklı
öğrenme ve uzmanlık becerileri gelişmektedir.
Gönüllü olma gerekçelerini kişi ve toplum
odaklı nedenler olarak iki temel kategoride ele
almak mümkündür. Örneğin:
Kişi odaklı nedenler;
• Bir inanca bağlılığını göstermek,
• Hayatına değişiklik katmak,
• Başkalarına yardım ederek kendini iyi hissetmek,
• Sahip olduklarını paylaşmak,
• Bilgi, beceri ve deneyimleri paylaşmak,
• Başkalarına örnek/model olarak takdir ve övgü
kazanmak,
• Belirli bir konuda yetki ve yetkinlik kazanmak,
• Kendisini ihtiyaç duyulan birisi olarak görmek,
• Sosyal bir çevre ve konum edinmek,
• Aidiyet duygusunu yaşamak,
• Ekip çalışmasının parçası olmak,
• Kendini geliştirmektir.
Toplum odaklı nedenler;
• Toplumsal bir soruna çözüm bulmak,
• Kamu yararı faaliyetlere katkıda bulunmak,
• İnandığı ve güvendiği bir çalışmayı veya kuruluşu
desteklemek,
• İnsan kaynağı ihtiyacına katkı sağlamak,
• Temsil ettiği kurumun/ toplumun/ grubun
tanıtımına aracı olmaktır.
Gönüllüler Neden Önemlidir?
• Kurumların/sivil toplum kuruluşlarının
gönüllülerden destek alması başarı göstergesi olup
tanınırlıklarını artırır.
• Devlet ile toplum arasında köprü görevi görürler.
• Devlet ile toplum arasında birer iletişim aracıdırlar.
• Mevcut hizmet ve çalışmaların toplum tarafından
görülmesini sağlarlar.
• Yapılan çalışmaların başarısını artırırlar.
• Hizmetlerin sunum ve kullanımının daha etkili
olmasını sağlarlar.
• Profesyonel olarak çalışan ekibe moral oluştururlar.
• İnsan kaynaklarının güçlendirilmesine katkı
sağlarlar.
• Toplum kalkınmasındaki çalışmalarda katılım ve
katkı, kalkınmanın sürdürülebilirliğini sağlarlar.
Gönüllülükte Yapılması ve Yapılmaması Gerekenler
Yapılması gerekenler; sahip olduğu bilgi
birikimini, zamanını, fiziki gücünü sunabilecek
durumda olan ve bunun karşılığında maddi
beklentisi olmayan kişi olan gönüllülerin var
16
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
olması ve kurumlar/sivil toplum örgütleri için
çalışmaları, kurumları güçlendiren süreçleri beraberinde getirmektedir. Toplumsal kalkınma için
gönüllülerin kırılgan/hassas nüfus kesimlerine
yönelik çalışmaların içinde bulunması, zamanını,
bilgisini, birikimini ve enerjisini paylaşması son
derece önemlidir.
Gönüllü çalışmanın esası olan sosyal ilişkiler,
bireyin ve topluluğun refahı için kritik öneme sahiptir. Dahası; gönüllülük genelde yoksulluğun,
marjinalleşmenin ve eşitsizliğin diğer biçimlerinin sonucu olan sosyal dışlanmayı azaltmaktadır.
Aynı zamanda gönüllülük; kadınlar, gençler,
yaşlılar, engelliler, kent yoksulları, topraksızlar, az
topraklılar gibi sıklıkla dışlanan nüfus gruplarının topluluğa dahil olmasının da bir yoludur.
Özellikle kırılgan/hassas nüfus gruplarının topluma entegrasyonlarında gönüllülük ve gönüllü
kişilerin önemli bir rolü bulunmaktadır.
Gönüllü çalışmalara katılan bireyler, hem kendilerinin hem ailelerinin hem de içinde yaşadıkları sosyal çevrenin sahip olduğu tüm olanaklarını
(Bilgi, beceri, sosyal ağları, lojistik vb.) toplumun
yararına olan çeşitli alanlarda kullanabilme fırsatı
bulabileceği gibi bu yolla, yaşadıkları topluluğun
ve/veya toplumun yaşamında söz sahibi olabilmektedirler. Yapılmaması Gerekenler; gönüllülerin toplumsal sorunlara duyarlılığı ve toplumsal
sorunlara yönelik çözüm önerileri bugünün ve
geleceğin inşasına, toplumun tüm farklılık ve
zenginliklerini keşfetmeye, bir arada ve birlikte
yaşayabilme becerilerimizin gelişmesine büyük
fırsat yaratmaktadır. Dolayısıyla gönüllüler,
gönüllü çalışmayı plansız, programsız, sorumluluk üstlenmeden, istendiği zaman vazgeçilecek
bir lütuf olarak görmemelidir. Ancak kurumlar/
sivil toplum kuruluşları da gönüllüleri istedikleri
her şeyi yaptırabilecekleri, ellerin altında, ücretsiz
işgücü olarak algılamamalıdır. Böyle bir yaklaşım,
gönüllünün kendisini mekanik bir araç gibi görmesine ve bir süre sonra toplumsal çalışmalardan
uzaklaşmasına yol açabilmektedir.
Gönüllüğün Önündeki Engeller
Ülkemizde gönüllü çalışmalara katılımda toplumun en dinamik ve enerjisi en yüksek kesimini
oluşturan gençlerin yanı sıra emekli olmuş, belli
bir alanda birikimi olan ancak bunu kullanmayan/kullanılmayan çok büyük bir potansiyel
söz konusudur. Gönüllü katılımın önündeki
engellerin başında; bireylerde oluşan gönüllülük
algısının ağırlıklı olarak maddi yardım sağlama
veya çıkar bekleme olarak oluşması, dolayısıyla
insan kaynağı olarak gönüllü katılımın göz ardı
edilmesi, bireylerin gönüllük faaliyetlerine nasıl
ve nereden başlayacakları hakkında bilginin yetersizliği ve katkı sağlanabilecek alanlara yönlendirilmelerinin eksikliği gelmektedir. Ayrıca kamu
ve sivil toplum örgütlerinin önündeki en önemli
kısıtlayıcı faktörler arasında insan kaynaklarına
ilişkin sorunlar ve sürdürebilir bir finansman
sağlama da yetersizlik yer almaktadır.
Köklü bir medeniyetin bize mirası olan
“GÖNÜLLÜLÜK” veren elin alan elden üstün
olduğu bir inancın eseridir.
SON SÖZ
Ekonomiye ve sosyal kalkınmaya çok büyük
katkıları olan gönüllülük, hiçbir zaman devlet
hizmetlerinin yerini alacak bir şey değildir.
Dünyada kırsal alandan kentsel alana, her yaşta,
her meslek grubunda, her ırkta, her dinde ve her
sosyal katmandaki bireyler bir şekilde gönüllü
çalışmaların içinde yer almaktadır. Gönüllülük
her ne kadar Türkiye’de artış göstermekte ise
de, genel anlamda gönüllülüğün gelişimi sınırlı
gönüllü altyapısı nedeniyle sekteye uğramaktadır.
Bu konuda daha çok bilgi ve araştırmaya ihtiyaç
duyulmaktadır. Ayrıca gönüllülük hakkında oluşmuş yanlış hükümlerin kırılması gerekmektedir.
Bize düşen, ülkenin dört bir yanından gönüllü
potansiyelini harekete geçirmek, gönüllüleri
gündeme getirmek, daha ciddi bir biçimde ele
alıp hedeflere doğru yönelmek, “Daha fazla
gönüllülük nasıl geliştirilir? Daha fazla gönüllü
nasıl seferber edilebilir?” gibi konular üzerinde
yoğunlaşmaktır. Diğer önemli bir konuda ulusal
ve uluslararası anlamda karşılaştırılabilir olmasını
sağlamak amacıyla minimum standartlar ve
metodoloji üzerinde çalışmalar yürütülmeli,
böylece gönüllük anlayışı için ortak kabule dayalı
yöntemler oluşturulmalıdır.
Gönüllülük; emek vermektir, sorumluluktur
ve empati kurabilmektir.
Kaynaklar
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB). (2012), Gönül Elçileri El Kitabı, Ankara, Atauz. S. (1987),
“Gönüllü Örgütlere İlişkin Yaklaşım ve Kurumlara Eleştirel Bir Bakış” TODAi, Cilt 21, Sayı 2. Sf-99-104.
BM. (2011) Dünyada Gönüllülüğün Raporu.Güder, N. (2006), “STK’lar için Gönüllülük ve Gönüllü
Yönetimi Rehberi”, Sivil Toplum Geliştirme Merkezi Yayınları, Ankara.
YAZAR
O sebeple batıda ülke nüfusunun iki, üç
hatta dört katı STK bulunurken, Türkiye’de
yüz bine bile ulaşmamış, üye sayısı üçte bir
oranında bir STK’dan söz edilmektedir.
STK’lara karşı ilgisizliğin önemli bir diğer
sebebi ise bizzat kendilerinden kaynaklanmaktadır. Yakın zaman önce tarihimize “Karabasan” olarak geçen 28 Şubat sürecinde, bir
kısım STK’lar sindirilirken, bir kısmı darbecilerin yanında yer almıştır. “Mahşerin beş atlısı”
olarak nitelenen STK’lar, baskı ve zulümlere
karşı durmak yerine, darbecilerin değirmenine su taşımışlardır. Hâlbuki STK’lar, demokrasilerde halkın hukukunu korumak için tesis
edilmiş baskı grubu olarak bilinmektedir.
Sözün burasında antiparantez bir gerçeğin
altını çizmekte yarar var; Türkiye o karanlık
dönemi yine STK eliyle aşmasını bilmiştir. STK
konusunda altı çizilmesi gereken önemli bir
gerçek; ülkenin maddi ve manevi kaynaklarının otuz beş yıldan beri heba edilmesine sebep olan PKK terörü ile mücadele yönteminde büyük bir hata yapılmıştır. PKK terörünün
tohumları, altmışlı yıllarda kilisenin, zamanın
ABD Devlet Başkanı olan Kenedy’nin büyük
desteğini alarak örgütlediği “Barış Gönüllüleri” eliyle atılan fitne ve ayrılık tohumları yine
bir başka STK eliyle önlenebilirdi.
Bugün başta Afrika olmak üzere dünyanın
pek çok yerinde bize ait STK’lar mazlumların
yanında ve onlara yardıma koşmaktadır.
Özellikle AB ülkelerinde bize ait STK’lar
önemli görevler üstlenmektedir.
Yeterli mi? Sosyal gelişmişlik, ekonomik
gelişmişlikten daha geniş kapsamlı bir kavramdır. Ekonomik gelişmeyi ve büyümeyi içine aldığı gibi; nüfusun nitelik olarak iyileşmesinin de bir göstergesidir. Küreselleşmenin
artan etkileriyle önü açılmış milli devletlerde,
mahalli seviyedeki yönetimler veya dıştan
kumandalı bazı sivil toplum kuruluşları
desteklenerek merkezi devlete karşı siyasi
baskı unsuru olarak kullanıldıkları görülmektedir. Bir başka ifadeyle; mahalli yönetimler
(belediyeler) ve bazı sivil toplum kuruluşları,
küresel gücü elinde bulunduranların yararına
“alternatif egemenlik alanları” doğurmaktadır. Bu alanlar, o milli devletle küresel güç ve
blokların pazarlık gücünü artırmaktadır. Bu
durum, önü açılmış ve gelişmekte olan milli
devletlerin çıkarlarını korumalarını zorlaştırmakta, milli direnci zayıflatmaktadır. Demokratik şartların daha ileri gitmesi, içte ve dışta
güçlü olabilmenin yolu STK’lardan geçmektedir. Fert fert herkesin asgari düzeyde birkaç
dernek, vakıf, kısaca STK’ya üye olma zarureti
bulunmaktadır. Özellikle gençlerin STK’da
görev almaları, hayata hazırlanması açısından büyük bir önem taşımaktadır.
Uzağında kaldığımız STK’ların bizzat içinde
bulunmanın tam zamanı.
Yakınında Olunması
Gerekİrken
UzaĞında Kalınan
Sİvİl Toplum
KuruluŞları
“
AHMET FİDAN
[email protected]
T
arihte ve günümüzde kalkınmış ve ileri ülkelerin devlet
yapısı iki temel üzerine tesis
edilmiştir: Formel (Resmi),
informel (Gayri resmi). Resmi
yapı kuvvetler ayrılığı; yasama, yürütme ve
yargıdan meydana gelmektedir.
Yasama, kanun yapma görevi TBMM’ye
aittir. Millet iradesi ile teşekkül etmektedir.
Yürütme, eski adıyla icra, Bakanlar Kurulu
eliyle görevini ifa etmektedir. Yasama ve
yürütme arasında ihtilaf hâlinde devreye
yargı erki girmektedir. Yargı, bağımsızdır
ve Türk milleti adına hüküm tesis etmektedir. Birde sistemin ikinci temel unsuru
olan gayri resmi organları bulunmaktadır.
Batılıların non guvarnemantal, eskilerin
gayri resmi dediği; şimdilerde sivil toplum
kuruluşları denilen kesim bulunmaktadır.
Bilim adamları sivil toplum teşkilatlanmasını “Fert ve grupların kendi iradeleriyle, ihtiyaç duyarak, kamuoyu yaratmak
amacıyla, hür kararlarıyla kurdukları ve
geliştirdikleri demokratik baskı grupları”
olarak tanımlamaktadırlar. Bunlar dernek
ve vakıflar olarak karşımıza çıkarlar. Sivil
toplum kuruluşları, resmi kanal dışı bir
teşkilatlanmadır. Bu bakımdan, hükümet
ve devlet güdümünde, resmi sıfatlı şahısların yönetiminde olan veya milletlerarası
kuruluş ve vakıfların güdümünde dıştan
yönetilen, dış maddi destekli kuruluşlar,
sivil toplum hareketi içine alınamaz.
18 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
GerçeĞİ”
Çünkü burada hür ve bağımsız irade
söz konusu değildir. Hür ve bağımsız irade
ipotek altına alınmış olmaktadır.
Sivil toplum kuruluşları uzun, zengin bir
tarihi geçmişe sahiptir. Özellikle büyük ve
azametli bir medeniyete sahip Müslümanların, sivil toplum kuruluşları yönünden
örnek ve muhteşem bir mazisi bulunmaktadır. Selçuklular’da “Ahilik” tarihte
bir emsali, benzeri gösterilemeyen bir
STK örneğidir. Osmanlı Medeniyeti aynı
zamanda bir vakıf medeniyeti, sivil toplum
kuruluşu, gönüllülük esasına dayanması
sebebiyle altı yüz yıl ömür sürmüştür.
Sivil toplum kuruluşları, yaptıkları işlev
ve üstlendikleri görevler itibariyle beş
kısımda ele alınabilir veya incelenebilir;
vakıflar, sendikalar, dernekler, meslek
kuruluşları ve siyasi partiler. Aslında siyasi
partiler bir STK mı, değil mi tartışmalıdır. Bu konuyu şimdilik başka bir yazıya
bırakalım.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’li yıllara gelene dek, gerek formel ve gerekse
informel yapı, dolayısı ile kuvvetler ayrılığı
temel ilkeleri ve gerekse STK’lar tekelde
temerküz ettiği için bir demokrasiden söz
etmek mümkün değildir. Yasama, yürütme
ve yargının tek elde toplandığı o dönemde, sistem kendine has STK’lar da tesis
etmiştir. Çocuk Esirgeme Kurumu, Türk
Hava Kurumu, Yardım Sevenler Derneği
dönemin resmi kimlikli STK’larıdır.
Yetkilerin tek elde toplandığı o dönem,
Türkiye’nin en fakir ve geri kalmış dönemidir. Resmi prosedür ve uygulamalar, sonraki nesillerde, çok yönlü STK kavramının
gelişmesini engellemiştir.
Son on yıl süresince uygulamalar
STK’ların kalkınması ve gelişmesi yönünde
olsa da insanlar STK’lara ilgisizdir. İçişleri
Bakanlığı’nın resmi verilerine göre hâlen,
doksan altı bin kadar sivil toplum kuruluşu
faaliyettedir.
Ülke nüfusunun 78 milyon olduğu göz
önüne alındığında, sayı yeterli değildir.
Demokratik ve kalkınmış ülkelerin çok gerisinde bulunmaktayız. Kaldı ki söz konusu
istatistikte yer alan birçok dernek, vakıf
tabeladan ibarettir.
İnsanların STK’lara karşı ilgisizliğini
iki başlık altında incelemekte yarar var.
Öncelikle, sistem hâla kendisinin “Baba”
olduğunu düşünmekte, kendisinden
başkasının olmasını istememektedir. Tek
parti döneminin bir alışkanlığı sürmektedir. İkincisi, her on yılda bir tekrar eden
askeri darbelerin önceliği STK’lar üzerinde
olumsuz algı oluşturmuştur.
Gece yarısı idareyi ele alan zaptiyelerin
ilk işi STK’ları kapatmak, menkul ve gayrimenkullerine el koymak, üye ve yöneticilerini içeri almak olmuştur.
STK üzerinde oynanan son derece çirkin
bu oyun, insanların STK’la yönelmesine
engel olmuştur.
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 19
ARAŞTIRMA
“Ben”in
haklarının
kutsandığı
bir dünyada,
“biz”in haklarını
hatırlamak
için geç
kalmamalıyız.
Yeni
Sınıflı Toplumun
Geçişkenlik
Aracı:
ÜÇÜNCÜ SEKTÖR
YOLUYLA GERÇEKLEŞEN
YURTTAŞLIK
Ayşe Keşir
[email protected]
İ
mece, vakıf medeniyeti, yardımlaşma
olarak kodlarımızda var olan kadim
değerleri, bugünün diline dönüştüremeyince, “üçüncü sektör” adıyla, batıdan
yeniden öğrenir olduk.
Kaynaklara göre, Anadolu’da vakıf medeniyetin ilk varlık gösterdiği zamanlar,
Malazgirt’ten öncesine, Yesevi’nin Horasan
Erenleri’ne kadar uzanıyor. Orta Çağ’da akıl
hastaları cadı avı ile yakılırken, Orta Asya’dan
bize miras olarak Anadolu’da vakfiye şifahaneler, akıl hastalarına müzikli terapi ile şifa
dağıtıyordu.
Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde kayıtlı
(Osmanlı döneminden), 26.798 vakıf bulunmaktadır. Bu kayıtlarda 2309 Osmanlı kadının
ismi, 1044 kadının da vakfiyesi mevcuttur.
Bugün vakıf sayısının yaklaşık 40.000 olduğu
20 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
bilinmektedir. Vahşi kapitalizm ve vahşi modernizm içinde “insanlığımızı” ancak “gönüllü”
çalışmalar ile yeniden inşa edebiliriz.
Gerçi reel sektör veya ikinci sektörün
“sosyal sorumluk” anlayışıyla ürettiği projeler,
sonuçta yine kapitalizme hizmet ediyor olsa
da “gönüllülüğün” görünür olması açısından
önemlidir.
ABD’de ve Avrupa’da, eğitim ve sağlık alanında üçüncü sektörün varlığını gördüğümüz
birçok örnekten bahsetmek mümkün. Peter F.
Drucker, 2000 yılında yazdığı “Yeni Gerçekler” kitabında, üçüncü sektör alanında özellikle
ABD ve İngiltere örneklerine geniş yer veriyor:
“Bu kuruluşlar arasında Amerikan hastanelerinin çoğunluğu, okulların büyük bir bölümü ve yüzde olarak kolejlerle üniversitelerin
daha da geniş bir kısmı yer almaktadır.”
Vahşi kapitalizm
ve vahşi
modernizm içinde
“insanlığımızı”
ancak “gönüllü
çalışmalar ile
yeniden inşa
edebiliriz.
“Üçüncü sektör kuruluşları başka ülkelerin tanımadığı kuruluşlar değildir. İngiliz
eğitimi içinde “üst kademeler” de yer alır
-özel hazırlık okulları ve iki prestij üniversitesi Oxford ve Cambridge sayesinde-.”
“Üçüncü sektör, ülkenin fiilen en büyük
işvereni durumundadır ancak istatistiklerde
ne bu sektör içindeki işgücü ne de bunların
gerçekleştirdiği verim görünmektedir. Her
ergin Amerikalı’dan birinin (Bu toplam
olarak 90 milyon kişi etmektedir.), üçüncü
sektörde
gönüllü olarak çalıştığı tahmin ediliyor.
Çoğu da bunu ücret karşılığı çalıştıkları
işlerine ek olarak yapmaktadır. Bu gönüllülerin yaptıkları çalışma, tam gün çalışmayla 7.5 milyon iş yılına karşılık gelmektedir.
Kendilerine para ödense, yılda 150 milyar
dolar eder ama tabii ki ödenmemektedir.
Üçüncü sektörün varlığı, ABD’de neden
vergilerin Avrupadaki’nden daha düşük
olduğunu da açıklamaktadır. ABD’de
kamuya ve topluluğa yönelik amaçlar için
yapılan harcamaların miktarı gerçekten
de epey yüksektir ancak bunun oldukça
büyük miktarı -GSMH’nin % 15’ine ulaşan
oranı- vergiler kanalıyla gelmemektedir. Bu
miktar; verilen ücretler biçiminde, sigorta
pirimleri biçiminde, yardım amaçlı katkılar
biçiminde devlete ait olmayan üçüncü
sektör kuruluşlarına doğrudan gider.”
GÖNÜLLÜ PROFESYONELLER
Gönüllüğün zaman zaman “keyfiyet”
olarak algılanması, gönüllü çalışmaların
aksamasının en büyük nedenidir. Yeni
dünyanın gönüllü kuruluşları, bu anlamda
kurumsallaşmayı da tamamlamak zorundadır. Performans ölçümleri, fon kullanımı,
proje yazımı, uygulama vb. yöntemler ile
artık “gönüllü profesyonellerden” söz etmek
mümkün olmaktadır.
Sivil toplum kuruluşlarının “hayır” amacıyla çıktıkları bu yolda, gerek yurt içinde
gerekse yurt dışında akredite olabilmek için
kurumsallaşmayı gözetmeleri gerekmekturuncudergi.com
turuncudergi.com
tedir. Drucker’ın, adı geçen kitabında, bu
yaklaşımı “Artık gönüllüler yok.” şeklinde
ifade etmesi beni her ne kadar rahatsız etse
de verdiği örnekleri kayda değer buluyorum.
“İyi işleyen bir üçüncü sektörde artık
gönüllüler yok. Yalnızca ücret almayan
görevliler vardır.
Salvation Army, Filorida’da kendi gözetiminde şartlı tahliye edilmiş 25.000 kişiyi
sıkı bir denetim altında tutarlar. Oysa bu
işle görevlendirilmiş 160 elemanları vardır.
Bunlar gönüllüleri denetleyip eğitirler ve işler sarpa sardığı durumda gerekeni yaparlar.
Asıl işi 250-300 dolayındaki ücretsiz elemanlar yürütmektedir. Piyasada bir daralma
olduğu sırada Kız İzciler Örgütü’nün üye
sayısını olduğu gibi koruyabilmesi, gönüllü
sayısında meydana gelen epey büyük bir
artış sayesinde olmuştur. Sayı 600 000’den
730.000’e çıkmıştır. Yeni gönüllülerin
çoğu -en azından şimdilik- kendi çocuğu
olmayan ama hafta içinde ve hafta sonlarında bir-iki akşam yalnızca kadınların
bulunduğu ortamda ve çocuklarla bir arada
olma ihtiyacını duyan, meslek sahibi genç
kadınlardır. Onları buraya çeken şey, sırf,
yaptıkları işin profesyonelce olmasıdır.
Haftada birkaç saat eğitim görmeleri ya da
yeni gelenleri eğitmeleri istenir. Aslında
üçüncü sektör kuruluşları içinde daha önce
ücretli elemanlar tarafından yapılan işler,
giderek artan bir oranla ücretsiz elemanlar
tarafından üstlenilmektedir.”
kayıtsız kalamamakta ve direnememektedir.
Yalnızlaşan dünyada, kapitalizm daha
kolay sömürebilmek için bize yalnızlığı dayatsa da dayanışma, yardımlaşma ve sosyal
sorumluluğu hatırlamak, sosyal yaraları
sarabilmenin en önemli yoludur.
Yeni nesil için, gerek ailede ve gerekse ilk
eğitim yıllarından itibaren projeler yoluyla
deneyimlenecek olan “gönüllülük”, içimizdeki insanlığı yaşatabileceğimiz önemli
bir araç olarak karşımızda durmaktadır.
“Ben”in haklarının kutsandığı bir dünyada, “biz”in haklarını hatırlamak için geç
kalmamalıyız.
Sağlınız yerinde mi?
Oturacak bir eviniz var mı?
Eğitim aldınız mı?
Bir aileniz var mı?
Akşam yemeğiniz dolabınızda mı?
Bu soruların birine veya birkaçına cevabınız “evet” ise, siz Allah’ın sevgili ve şanslı
kullarındansınız.
Peki ya diğerleri, sizin kadar şanslı olmayanlar...
Siz şanslı ama borçlu doğanlar…
Üzerinde yoksulun hakkı olan zenginler…
Her malın zekâtı kendi cinsindendir,
unutmayınız!
SINIFLI TOPLUMUN YENİ GEÇİŞKENLİK ARACI
Gönüllü çalışmaların yaygınlaşması, modern hayatın körüklediği sınıflı toplumda,
sınıflar arasında kayda değer bir geçişkenlik
sağlayabilecek önemli bir araçtır.
Site şehirler, özel okullar, iş merkezleri,
AVM’ler ile oluşan yeni yaşam alanı anlayışı; bir yandan sınıflı toplumu ve sınıflar
arası çatışmayı kışkırtmaktadır. Modern
gettolar oluşurken, kendini “muhafazakar”
olarak tanımlayanlar dahi bu yeni duruma
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 21
DOSYA
VAKIFLARIN
Elif Ayla
Kadın eli değmiş vakıfları anlatacağız şimdi sizlere. Neden mi?
Çünkü en az bir hanımefendinin kalbi kadar naif hikâyeleri var onların. Şimdilerde magazin konusu
oladursun tarih sahnesinin kadınları. gelin biz onların hayırlarından konuşalım;
Safiye Sultan
tarafından başlanıp,
altmış küsur yıl sonra
Hatice Turhan Sultan
tarafından bitirilen
Yeni Cami...
hayır söyleyip hayır bulalım!
S
on günlerde tarihte kadın meselesi, sahiden
bir “mesele” hâline geldi. Bu aslında iyi bir
şey belki de. Sular bulanmadan durulmaz
derler; mevzu konuşulacak, konuşuldukça da
anlaşılacak. Bir sahnenin arkasındaki fısıltıları
dinliyoruz sanki. Oysa keşke haremin kadınları çıksa sahneye; işte o zaman “Biz gerçek harem hanımları...” diye
başlasalar konuşmaya. “Ben Hürrem.” dese ilki, “Hani şu
kötü bildiğiniz Hürrem.” “Ben Ayşe Sultan.”, “Ben Esma
Sultan.”… Böyle böyle anlatsalar kendilerini. Kendilerini
ve dönemlerini… Haremin bir eğlence yuvası olmadığını,
içinde çocukları da barındıran bir hane özelliği taşıdığını,
aynı zamanda tıpkı bugünün “Aileden Sorumlu Devlet
Bakanlığı” gibi bir kurum olduğunu anlatsalar. Bu köklü,
köklü olduğu kadar da sorumlulukları olan kurumun,
dünyanın farklı coğrafyalarına uzattığı yardım ellerini
anlatsalar sonra.
Aslında Müslüman kadınların vakıf geleneği Hz. Hatice’yle başlar. Kadın vakıflarının kapısını bir valide, eş,
hemşire olarak o açmıştır. Mekke’de üç yıl gibi bir boykot
süresince ve devamındaki yıllarda, zengin bir kadın olan
Hatice’nin gücü tartışmasız bir denge unsurudur. Zengin
doğup yoksul ölmüş olan bu sevgili valide, hâlâ hayırlarıyla gönüllerin valide sultanı değil midir?
Oğullarının iktidar mücadelesinde haklı
ya da haksız adı geçen bu kadın, belki
de adını ölümsüzleştirecek bir işe imza
atmıştır: Darü’l-Erkam üzerindeki haklar
kendisine geçince etrafındaki tüm mülkleri satın alan Hayruzan, Müslümanların ilk
defa bir araya geldikleri bu kutlu mekânı
yeniden inşa ettirmiştir.
YENİ CAMİ’NİN 70 YILLIK YAPIMI
Gelelim Osmanlı hareminin hanımlarına. Bugün pek çok saray kadını için
hakaretamiz bir biçimde dillendirilen
“dönme” sıfatı, basit bir İstanbul gezisiyle
söyleyenini utanca boğacaktır! Hatta
vakıf, cami, külliye, çeşme ve kütüphane
dolu bu turun sonunda görülecektir ki
bazı devasa eserler tek bir hanım tarafından bitirilememiş, kendisini takip eden
kadınlar tarafından tamamlanabilmiştir.
Safiye Sultan tarafından başlanıp, altmış
küsur yıl sonra Hatice Turhan Sultan
tarafından bitirilen Yeni Cami buna güzel
bir örnektir.
Zamanında çok ses getirmiş caminin
inşaatının kâhyalığına kızlar ağasının
kethüdası tayin edilir. İnşaatın sorumluğu
sadrazama verilir. Tüm bunlar, sarayın
camiye verdiği önemi ve işin ne kadar
büyük çaplı olduğunu göstermektedir.
Ancak padişahın vefatıyla birlikte valide
sultanlıktan ayrılan Safiye Sultan, inşaata
da son vermek zorunda kalır. Eskimeye
başlayan binayı IV. Murat tamamlamak
istemişse de, ona da nasip olmamıştır bu
kadın eli değmiş ibadethaneyi açmak.
Yetmiş yıla yakın bir zaman sonra Turhan
Sultan inşaatı yeniden başlatır. Oldukça
külfetli olan bu caminin yapımını, sulta-
SU GİBİ AZİZ BİR HANIM
Bugün bir lider eşi olarak hatırlanması gereken kadınların başında Harun Reşit’in karısı Zübeyde
gelir. Her daim dik durmuş, vakar ve merhamet sahibi
bu kadın da halef ve selefleri gibi pek çok hayra, vakıf
eserine imza atmıştır. Hac yolunda olan Müslümanlar
istifade edebilsin diye pek çok suyolu ve kemer inşa
ettiren Zübeyde, misliyle de kuyu açtırmıştır. Bu kuyu ve
suyollarının onarım ve bakımları Osmanlı İmparatorluğu
zamanında da yapılarak kullanımı devam ettirilmiştir.
Kim bilir, belki hâlâ yolcularına su dağıtan birileri anıyordur Zübeyde’yi. Dönemin parlak ve siyasi isimlerine
göz attığımızda, karşımıza Zübeyde’nin kayınvalidesi
Hayruzan Hanım da çıkar.
22
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
nın hünkâr mahfiline koridorlarla bağlı
bir köşkten izlediği bilinir. Böylelikle Yeni
Cami, kadınlar tarafından inşa edilen ilk
selâtin cami olma özelliğini de kazanarak
uzun, çok uzun yıllar sürecek İstanbul
şehadetine başlar.
GÜLFEM’İN ÖMRÜNE BEDEL…
Yeni Cami Galata Köprüsü’nün altından akan berrak suyu seyrededursun, biz
yönümüzü İstanbul’un mütemmim cüzü
Üsküdar’a çevirelim. Üsküdar Gülfem
Camii, yalnızca kadınların ibadetine
açık olan, uğruna bir can feda edilen
pek sevgili bir eserdir. Rivayet odur
ki, çok güzel bir cariye olan Gülfem’in
ikbalde gözü yoktur (Bununla birlikte
Gülfem’in yüksek bir maaşının olduğu,
kethüdalık gibi bir makam sahibi olduğu
varsayımlar arasındadır.). Saray kadınları
arasında yükselmek, valide sultan olmak
gibi hayaller kurmamaktadır. Kendini
hayır işlerine vermiş Gülfem’in en büyük
arzusu bir cami yaptırmaktır. Bunun için
para biriktirmektedir. Padişahın kendisini çağırdığı bir gece sırasını bir başka
cariyeye satar. Böylece camisi için daha
fazla para biriktirebilecektir. Fakat bunu
öğrenen sultan çok hiddetlenir. Yapılan
hareketi şahsına değil, devlete hakaret
olarak görür. Bir söylenceye göre Gülfem
öldürülür. Fakat gerçek öğrenilince cami
padişah tarafından tamamlanıp, ibadete açılır. Gerçek böyle midir, bilinmez.
Tarih efsaneleri sever. Efsaneler arasında
Gülfem’in Şehzade Bayezid’i tuttuğu için
sonu ölüme giden bir yola girdiği söylense
de, bu bahtsız cariyenin öyküsü de adı da
bugün hâlâ unutulmaz. Bu cami yanında
Üsküdar Gülfem
Camii, yalnızca
kadınların ibadetine
açık olan, uğruna bir
can feda edilen pek
sevgili bir eserdir.
bir okul, imaret ve çeşme varsa da hangilerinin cariye tarafından, hangilerinin
sonradan başka hayırseverler tarafından
yaptırıldığı bilinmemektedir.
Gülfem Hatun ayrıca sağlığında Karacaahmet Sultan Türbesi’ni tamir ettirmiştir.
Yine rivayete göre; rüyasında her gece
Karacaahmet Sultan’ı gören cariye, türbeyi
ziyaretinde harap vaziyeti görür ve burayı
inşa ile tavanı yaptırır. Türbenin içine de
Karacaahmet Sultan’ın sancağını, devetüyü hırkasını ve tesbihlerini koydurur.
Bu hayırsever kadın Manisa’da çeşme de
yaptırmış, vakfiyesi için Manisa’dan otuz
dükkânını bağışlamıştır.
Gülfem Hatun, Ebussuud Efendi imzası
taşıyan bir vakıf kurmuş, bu vakıf çatısı
altında pek çok hayra imza atmıştır. İdam
edilmiş olduğu kesin olan bu talihsiz
cariyenin eserlerinden günümüze yalnızca
camisi kalmıştır ki bu cami de bir yangın
geçirmiş, yeniden yapılmıştır. Cami
dışında kalan mektep, çeşme ve karbansaray geçen yıllarla birlikte yol çalışmalarına
feda edilmiştir.
Yolumuz Üsküdar’a düşmüşken Gülnûş
Emetullah Valide Sultan’dan bahsetmeden
geçmek olmaz. Gülnûş Emetullah Valide
Sultan, bugün hemen her İstanbullu’nun
tanıdığı bir simadır. Üsküdar’daki güzel
camisi ve yanındaki üstü açık türbesiyle bu
hanım sultan, validesi olduğu iki padişahtan (II. Mustafa ve III. Ahmet) belki daha
çok bilinir, yâd edilir. Bugün hâlâ yaşayan
camisinde bir kütüphane oluşturan Sultan,
Galata’da da bir cami yaptırmış fakat yazık
ki o caminin ömrü günümüze kadar vefa
etmemiştir.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 23
DOSYA
Ülke savunmasına dair çalışan hanımlardan biridir Turhan Sultan. Çanakkale
Boğazı’nın iki yanında yıkık vaziyette
bulunan kaleyi onararak yeniden açılmasını sağlayan valide hakkında padişahın
sır kâtibi Abdi İbrahim Paşa yazdığı
kasidesinin bir bölümünde şöyle der: “…
Boğazın iki yakasına iki kale yaptırarak
müminlerin topraklarını düşmana karşı
emniyetli kıldı. Şimdiye kadar hiçbir
valide sultan dünyaya böyle saygın bir anıt
dikmeye layık olamamıştı.”
Topkapı Sarayı
Harem Bölümü
Kösem Sultan
Hürrem Sultan
KÖSEM VE HÜRREM SULTANLAR
Osmanlı saray kadınlarından söz
ederken adı anılmadan geçilemeyecek
güçlü kadınlardan biri kuşkusuz Kösem
Sultan’dır. Osmanlı Tarihi’nin çetrefilli
zamanlarının kadınlarındandır o. Üzerine
çok şey konuşulmuş, yazılmışsa da en
“yanlış anlaşılan” hanım sultanlardan biri
odur kuşkusuz. Kösem, gizli hayırlarda
bulunuyor, yetim kızları evlendiriyor,
onların çeyiz ve ev ihtiyacını görüyor,
giydirip bakımlarını sağlıyordu. Bunların
pek çoğu el altından yapılıyor; Sultan
tebdil-i kıyafet çıkıyor, ihtiyaç sahiplerini
yokluyordu.
Bir diğer yanlış tanınan padişah kadını
da Hürrem Sultan olmalı. Hürrem Sultan
adına Kanuni’nin yaptırdığı eserler bir
yana, Hürrem Sultan’ın bizzat yaptırdığı
vakıflar da onun hayırsever kişiliğini ve
güçlü şahsiyetini vurgular. Sultan’ın İstanbul’daki külliyesi, Mekke ve Medine’deki
külliyeleri ile İstanbul’daki büyük hamamı
bugün için de büyük ölçekli yapılardır.
24
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
Sultanın Mekke, Medine ve Kudüs’te
yaptırdığı külliyelerde her gün yoksullara aş dağıtıldığı bilinir. Bu mutfaklarda
günde 80 kilo pirinç kullanıldığına dair
kayıtlar, dağıtılan yemeğin miktarına dair
fikir vermektedir. Diğer yandan Kudüs’teki vakıf, 1944 yılına kadar ihtiyaç sahiplerine yemek vermeye devam etmiştir. Hâlâ
bir hanım sultanın ekmeğini yiyip duada
olanların varlığını bilmek, bugüne bir şey
söylemiyor mu?
KİTAPLARA DEĞEN KADIN ELİ
Tüm bunların yanında, hanım vakıflarında önemli bir yeri kütüphaneler ve
okullar almıştır. Okullar arasında belki
de bugün en bilineni Pertev Nihal Valide
Sultan’ın yaptırdığıdır. Bugün lise olarak
hizmet veren bina, vakıf işlevini hâlen
sürdürmektedir. Pek çok yetime annelik
ettiği bilinen bu sevgili valide, yaptırdığı
camisine de 1000 civarı kitap bağışlamıştır. İstanbul’a kütüphane yaptıran ilk
kadın II. Selim’in eşi ve Kanuni’nin gelini
olan Nurbanu Sultan’dır. Külliyeye bir
medrese ile darülhadis ekleten sultan, bu
ilim yuvasının talebeleri için kütüphane
bağışlamış, o günün şartlarında kütüphane memuruna günde 3 akçe yevmiye bağlamıştır. Kütüphane zamanla başka sanat
ve hayırseverlerin ilgisine mazhar olmuş,
zengin bir kitap koleksiyonu oluşmuştur.
Nurbanu Sultan, yetiştirdiği evladına da
aynı muhabbeti vermiş ki kızı İsmihan
Sultan da hem vakıf geleneğini sürdürmüş hem de Eyüp’teki medresesinde bir
kütüphane oluşturmuştur. Bugünden
bakılınca kütüphane oluşturmak belki
basit görünüyor fakat dönemde büyük bir
ihtiyacı karşılıyor, büyük maddi imkânlar
ve emek gerektiriyordu.
KALELERİ ONARAN KADINLAR
Osmanlı kadınlarının görünen hayratları yanında bir de görünmezleri vardır
ki belki de asıl hikâyeler onlarda gizlidir. Ülke savunmasından silah alımına,
askerlerin bakımından at ihtiyacına kadar
uzanan bu liste sahiden dikkatle incelenmeyi hak eder.
turuncudergi.com
VE BİR KADININ BÜTÜN SERVETİ
Yalnızca yaşarken değil, vefatıyla bile
hayra vesile olmayı başaran pek çok
hanım arasından yazık ki azına yer verebildik, kısa bir girizgah yaptık. Mesela;
Nurbanu Sultan, öldüğünde kölelerinden
150’sinin azat edilip her birine 1000’er
altın verilmesini vasiyet etmişti. Sultan
III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan da ölümünden sonra Müslüman esirlerin satın alınıp
azad edilmesi, özellikle de kadın esirlere
öncelik tanınması yönünde bir vasiyet bırakmıştı. Bu uzun bahsin kısa girizgâhının
nihayetini, son dönemde çokça hatırlanan
Fatma Pesend Hanım ile yapalım:
Hür bir kadın olarak saraya giren Fatma
Pesend Hanım, Sultan II. Abdülhamid’in
kadınlarındandır. Eğer tarih farklı bir
biçimde seyretseydi, bugün biz Midilli
Adası’nın adını bu hanımın vakfı olarak
kadın vakıflarının en başına yazıyor
olacaktık. Fatma Pesend Hanım, kendinden evvelkiler içinde belki de en fedakâr
olanıydı. Bu zeki hanım, bir zamandır kederini izlediği padişahın derdine derman
olmak ister. Fransızlar, Osmanlı borçlarının bir kısmı için Midilli Adası’nı işgal
etmişler, ellerindeki senet tutarını faiziyle
alamamaları hâlinde adaya el koyacaklarını bildirmişlerdir. Ne tesadüftür ki bir
İsrail inşa etmek arzusuyla ziyarete gelen
Herzl’in de teklif ettiği rakam aynıdır. Eşinin derdini bilen Fatma Pesend Hanım,
bütün servetini eşine vererek sıkıntıyı
gidermeyi teklif eder. Kendi geleceğinden
ümitsiz padişah teklifi reddeder, pek genç
olan bu hanımefendiye müstakbel azlinden sonra lazım olabilecek bu servetin
ehemmiyetini anlatır. Hanımından aldığı
cevap manidardır:
“Bu devlete benim borcum yok mu?”
KaynakÇA:
e Pierce, Harem-i Hümayun
Önder Kaya, Kültür Dergisi
Osmanlı’da Kadın Özel Sayı
Doç. Dr. Tahsin Özcan,
Üsküdar Sempozyumu
turuncudergi.com
KÖLELER DE
VAKIF KURABİLİYORDU
V
akıflar “Hür bir kimsenin
herhangi bir malını yahut malının gelirini kamu yararına
bağışlaması.” şeklinde vücut
bulmuş olmakla birlikte,
bazen varlığıyla kendisini bir değere adamış
köleler de ibretlik eserleriyle hâlen hatırlanmaktadır. Kölelerin kurduğu vakıflar ayrı
bir araştırma konusu olsa da, Türk Edebiyatı
Vakfı tarafından kullanılmakta olan Cevri
Kalfa Mektebi’nden söz etmeden bu bahis
geçilmez:
Kalfa, Sultan II. Mahmut’un hayatını
kurtarmış yürekli bir köledir aslında. Sultan
III. Selim’i tahttan indirmek isteyen yeniçerilerin saraya saldırısı sırasında mangaldaki
köze ellerini sokup yeniçerilerin yüzüne atan
kalfa, genç şehzadenin hayatını kurtarmıştır.
Şehzade onun sayesinde dama çıkabilmiş,
böylece bir katliama girişmiş olan yeniçerilerin ellerinden kurtulmuştur. Sade bir köle
olan kalfa, yalnızca bir hayat kurtarmamış,
tarihin seyrini değiştirmiştir. Genç padişah
tahta geçtiğinde Cevri Kalfa’yı unutmamış,
kendisini ihsanıyla mutlu etmiştir. Kalfa ise
kendisine hediye edilen Çamlıca’daki köşkün içindeki suyu şehre indirerek, ahalinin
kullanımına açarak vakfetmiştir. Sultan
Mahmut’un kalfa adına yaptırdığı okul
yıllarca sıbyan mektebi olarak kullanılmış,
daha sonra kız mektebi olmuş, yıllarca da
Anadolu’ya tayin olunan genç öğretmen
namzetlerine verilen güzel konuşma derslerine ev sahipliği yapmıştır.
ZEYNEP HANIM İLE KAMİL PAŞA’NIN ARMAĞANI: ZEYNEP KAMİL HASTANESİ
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı Zeynep
Hanım ve Yusuf Kamil Paşa, henüz paşanın
memuriyetinin başında tanışmış, evlenmişlerdir. Evlilikleri o dönemde nadir görülen
aşk evliliklerindendir. Fakat mutlu evlilik bir
zaman sonra araya giren siyasi hesaplaşmaların kurbanı olmuş, Yusuf Kamil Bey, eşini
boşamak zorunda bırakılmıştır. Sultan Abdülmecid ve Sultan II. Abdülhamid dönemi
bu ayrılıkla sonuçlanmış aşk hikayesine sahne olmuş, her iki sultan da âşıkları birleştirmek için uğraşmıştır. Artık paşa olan Yusuf
Kamil Bey ile Zeynep Hanım, Sultanın
girişimiyle ikinci defa evlenirler. Ancak
kader onlara bir evlat nasip etmez. Çocuk
özlemiyle yanıp tutuşan çift, kalplerindeki
yangını söndürmenin yolunu kendilerini
hayır işlerine adamakta bulur.
Birbirine pek tutkun çift, kendi
mülkleri üzerinde hastane inşa
eder. Aynı zamanda ilk özel
teşebbüs hastane olmak özelliğini de taşıyan Zeynep Kamil
Hastanesi, yüz yılı aşkındır
yeni doğan bebeklerin sesleriyle
çınlamakta, her yeni doğan
bebek hastanenin bahçesindeki
türbede yatmakta olan karı-kocaya cennet kokuları getirmektedir. Gülfem, Nihal, Zübeyde
ve daha nice isimlerle...
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 25
Birçok coğrafyada mazlum insanlar
sadece yanında bir şefkat elinin olduğunu hissetmeye ihtiyaç duymaktadır.
Gönüllü, bu sese kulak veren kişidir.
YAZAR
Gönüllülükte Neredeyiz?
“Dünya Değerler Araştırması sonuçlarına göre Türkiye, gönüllülük çatısı
altında, dünyada aralarında ABD, İsveç,
Hollanda, Yunanistan, İtalya, Bosna
gibi ülkelerin olduğu 55 ülke arasında
sonuncu olmuştur. Bunun nedenleri
araştırıldığında, gönüllülük faaliyetlerine katılmamanın en önemli iki gerekçesinin para ve zaman kısıtlılığı olduğu
belirlenmiştir. Türkiye’de bu araştırmaya
katılan kişilerin %70,1’i gönüllülük
faaliyetlerine ayıracak yeterli zamanları olmadığını, %65,8’i de gönüllülük
faaliyetlerine katılacak maddi olanakları
olmadığını belirtmiştir.”
Gönüllü Olmak
Sosyal Bir Eylemdir
GönüL Köprüsüne
Bağ Olmak
İslam dini bir gönüllülük dinidir. Hayrın bir alt sınırı,
zorlaştırıcı bir çizgisi yoktur. “Gülümsemek sadakadır. Gülümsemek,
gönülden gönüle kurulan köprünün ilk harcıdır.”
A
Neden Sivil
Toplum Kuruluşları?
Neden bazı insanların gönüllülük
faaliyetlerine diğerlerine göre daha
meyilli olduğu, Penner isimli araştırmacı tarafından bir teoriyle açıklanır. Bu
teori, insanların olumlu sosyal davranışlar göstermesinin tamamen kişisel bir
seçim olduğunu ve bu seçimin insanların
belli karakteristik özellikleri sayesinde
belirlendiğini öne sürer. Bu karakteristik
özelliklerden biri empatik düşünebilmek
yani başkasının hislerine, düşüncelerine
onun gözünden bakabilmek ve diğeri de
yardımsever olmaktır. Kısacası bahsettiğimiz yardımsever olmak ve empatik olabilmek yetilerine sahip olan insanlarda,
gönüllülük eylemine eğilim zaten vardır.
Bu eylemin sonucu olarak da kendi iç
dünyalarında kazanımlar elde ederler;
kendilerine güven duygusunun artması
gibi... Bu durumda diyebiliriz ki gönüllülük eylemi başkasına yardımcı olmak
dışında, insanın kendisine bakışını da
olumlu yönde etkileyebilmektedir.
Elbette insanlar gönüllülük faaliyetlerini tek başlarına yapmaktansa belli
gönüllü kuruluşlar aracılığıyla yapmayı
tercih ediyorlar. Bu durum, gönüllülük
hareketlerinin daha yaygın ve sistemli
olmasında çok etkili olmaktadır.
Buradan yola çıkarak, 2014 yılında
Türkiye Diyanet Vakfı, “Gönüllülük
Sistemi”ni faaliyete geçirerek, 141.500
hisse kurban bağışının kesimi için ciddi
bir organizasyon ile 69 ülkede ve yurt
içindeki birçok bölgede gönüllü desteğine başvurdu.
Gönüllülük sisteminin devreye
alınmasından sonra, 2013 yılı Kurban
Organizasyonu’nda 10 olan gönüllü
katılımı, 2014 yılında 108’e yükseldi. Bu
sene ilk defa 4 bayan gönüllümüzden
2 kişi Ruanda’da ve 2 kişi de Tanzanya-Zanzibar adasında görev alarak bu
alanda bayanların da aktif çalışabileceklerini ispat ettiler.
Ayrıca 21 öğrencimiz, aileleri ile
bayram geçirmek yerine kriz, savaş, afet
bölgelerindeki ihtiyaç sahiplerinin durumuna bizzat şahit olmak ve yardımları
kendi elleri ile ulaştırmayı ve onlara
gönül elini uzatmayı tercih ettiler.
Türkiye Diyanet Vakfı olarak, bu
konudaki açığın kapatılması, toplumumuzda aslında var olan yardımlaşma ve
sosyal dayanışma bilincinin harekete
geçirilmesi ve ihtiyaç sahipleri ile hayır
sahipleri arasında bir “Gönül Köprüsü”
kurmak için, kimi zaman Somali’de bir
okul açmak için ya da şehrimizde yanmayan bir sobaya kömür atmak için, en çok
da sıcak bir tebessüm için http://gonullu.diyanetvakfi.org.tr/kayit adresindeki
gönüllü aday formunu doldurarak, hayra
ortak olmaya davet ediyoruz.
Faydalanılan Makaleler:
Melis Kısmet- Bilgi Üniversitesi
Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı
HANDEGÜL TERKEN
llah(c.c.)’ın emri ile kimi
zaman malından infâk
eden, kimi zaman vaktini
hayra ayıran; kimi zaman
enerjisini, gücünü,
aklını iyilik yolunda ortaya koyan kişidir
“Gönüllü”.
Tüm dünyada gittikçe büyüyen bu
iyilik ordusunun karşılık beklemeyen bir
neferidir. Ensar olup, ihtiyaç sahibine
evini kalbini açmaktır.
Mümin; Gönüllüdür.
İlle de maddi yardım değildir gönüllü
26
İnsanların bağlı oldukları toplumlarda diğer insanlara, kurumlara ya da
hareketlere çıkar gözetmeksizin, zorunlu
olmadıkları hâlde yardım etmeye çalışmaları gönüllülük eyleminin sosyal bir
eylem kabul edilmesindeki en önemli
etkendir. Gönüllülüğün sosyal bir eylem
olmasının yanı sıra, psikolojik etkenlerinin de olduğunu göz ardı edemeyiz. Bir
insanın herhangi bir çıkar gözetmeden
bir başkasına yardım ettiği düşünüldüğünde, yardım eden kişinin de kendini
ne kadar iyi hissettiği inkâr edilemez.
Psikolojik etkilerinin yanında, sosyolojik olarak da bakarsak, gönüllülüğün
insanın çevresine yabancılaşmasını
azalttığı çıkarımına varılabilir. Yapılan
bir araştırmaya göre gönüllülük eylemi
içinde bulunan insanların sosyal çevreleri tarafından daha çok kabullenilip
sevildiği görülmüştür. Bu da insanın
bulunduğu çevreye yabancılaşmasını
engelleyen bir faktör olmasının yanı sıra
kişinin kendine olan güvenini de pekiştiren önemli bir etkendir. Aynı araştırma, bu tip psikolojik ve sosyal etkilerin
gönüllülük eyleminde bulunan kişinin,
gönüllü olmayanlara göre hayattan daha
çok tatmin olduğu sonucuna varmıştır.
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
olmak. Bu konuda Tirmizi’de rivayet
edilen bir hadiste sadaka konusuna şöyle
açıklık getirilmektedir:
Ebû Zerr (r.a.)’den rivâyete göre:
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kardeşinizin yüzüne gülmeniz size sadaka
sevâbı kazandırır. İyi şeyleri emredip
kötülüklerden sakındırmak sadaka sevabı kazandırır. Yabancısı bulunduğu bir
bölgedeki kimseye yol gösterip yardımcı
olmak sadaka sevâbı kazandırır. Gözünden rahatsız olan bir kimseye yardımcı
olmanız sizin için yine sadaka sevâbı
kazandırır. Yollardan insanların gelip
geçmesine engel olabilecek taş, kemik,
diken gibi şeyleri kaldırmak da yine
sadaka sevâbı kazandırır. Kendi kabından, ihtiyacı olan bir kimsenin kabına
bir şeyler boşaltıvermek de yine sadaka
sevâbı kazandırır.” (Tirmizî)
Buradan anlaşılacağı gibi İslam dini
bir gönüllülük dinidir. Hayrın bir alt
sınırı, zorlaştırıcı bir çizgisi yoktur.
“Gülümsemek sadakadır. Gülümsemek,
gönülden gönüle kurulan köprünün ilk
harcıdır.”
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 27
?
Neden
FATMA KALKAN
ARAŞTIRMA
[email protected]
Dünya genelindeki yetimlere ve fakirlere gelişmiş
ülkelerdeki STK’lar ile yardım ulaştırılmakta.
STK’lar, uluslararası veya ulusal sorunları göz
önüne getirip çözümün parçası olmayı amaçlar
B
ir toplumun gelişmişlik seviyesinin
en sağlıklı göstergelerinden birisi,
kaç tane sivil toplum kuruluşuna
sahip olduğudur. Örnek verecek
olursak; Amerika Birleşik Devletleri’nde 1,5 milyon, Rusya’da 277 bin, Hindistan’da 2 milyondan fazla STK vardır. Genelde
eğitim seviyesi yükseldikçe buna orantılı
olarak toplumdaki STK’ların sayısı da artış
gösterir. STK’ları; devletin kurduğu STK’lar,
devletin kurmadığı STK’lar olarak iki ana
guruba ayırabiliriz. Bizim burada incelemek
istediğimiz, devletin kurmadığı STK’lardır.
Bunlar birçok sektör için kurulabilir. Örnegin:
Kadın hakları, insan hakları, işçi hakları, sağlık
servisi, bulaşıcı hastalıkları önleme (Ebola,
sıtma, kolera, vb.), çevreyi koruma, doğayı
28
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
koruma, bataklıkları kurutma, mayınları temizleme, bir bölgenin halkına sosyal imkanlar
tanıma, tanıtım, eğitim, politika, ekonomik
sorunları aşma, yardım kuruluşları, savaş
bölgesindeki halklara yardım... gibi insani ve
toplumu ilgilendiren her alanda STK kurulabilir. Bugün Hindistan’da sağlık hizmetlerinin
çoğu STK’lar yardımı ile verilebiliyor. Dünya
genelindeki yetimlere ve fakirlere gelişmiş
ülkelerdeki STK’lar ile yardım ulaştırılmakta.
STK’lar, uluslararası veya ulusal sorunları göz
önüne getirip çözümün parçası olmayı amaçlar. Devletten ödenek beklemeleri gerekmediği
için daha hızlı ve özgür hareket etme yetenekleri vardır. Ayrıca kâr amacı gütmedikleri
için ve vergiden muaf oldukları için özgürce
hareket etme kabiliyetindedirler.
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 29
?
Neden
HABER
800
Ak Parti Hükümeti yönetime geldiği ilk
yıllarda, AB ile görüşmelere başladığında,
AB yetkililerinin Türkiye’de gördükleri en
büyük eksikliklerden birisi yeterince STK
olmaması idi. Ve her fırsatta, Ak Parti
Hükümeti’nden bu konuda kendimizi
geliştirmemiz istenmiş; AB kriterlerine
uyum sağlamamız, AB standartlarında
bir ülke olmamız açısından Türkiye’ye
milyonlarca Euro yardım yapılmıştır.
Bizim eskiden vakıflar (STK’ların eski
ismi.) aracılığı ile verdiğimiz servisler,
sosyalist CHP Hükümetleri’nin “Her şeyi
devlet yapacak.” dayatması ve tek partili
İnönü Hükümetleri ile Türkiye’de büyük
bir sekteye uğramıştır. Osmanlı Devleti
sırasında yüz binlerce sayıda olan STK’lar
birer birer yok olmuştur.
Teşvik ve ilgi olmadığı için yerine
yenileri kurulmamıştır. Fakat aslında
hiçbir devlet halkının ihtiyaçlarına yüzde
yüz cevap veremez. Eksik kalan alanları,
çatlakları, halk STK’lar vasıtası ile doldurur. Böylece halk, devlet yönetimine aktif
bir destek sağlar. Halk önce bu boşlukları
tespit eder, sonra biraraya gelerek STK’lar
kurar ve hizmet vermeye başlar. Bu açıdan
STK’lar bir toplumun taşlarını birbirine
bağlayan çimentoya benzer. Bu yapılanma,
halkı güçlü ve etkin kılar. Dinamik bir
toplum STK’lar ile sağlanır. Halk -STK’lar
aracılığı ile- kendisini çaresiz, “mağdur”
durumdan; sorunu veya yetmezliği tespit
eden, devleti denetleyen ve soruna çözüm
üreten “muktedir” konuma yükseltir. Devlet yönetimine dolaylı yoldan aktif olarak
katılmayı STK’lar aracılığı ile başarır.
Bu anlamda toplum özgürleşir, serpilip
gelişir. Yönetimdeki hükümetler, yaptıkları
icraatların toplum hayatına yansımaları ko30
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
nusunda devamlı bilgi edinme imkanına,
STK’lar yardımı ile birinci elden kavuşmuş olur. Hükümet, toplumun değişik
kesimlerine direkt olarak açılan bir kapı
aralar ve icraatlarındaki eksiklikleri görür.
STK’lar bu açıdan denetleme görevini
de yüklenmiş olur. Halk, bir konuya aktif
olarak katılma imkanına STK’da çalışarak
ulaşır ve bilgi sahibi olur. Ve bir yandan
da çözüm üretir. Çözümler maddi destek,
eğitim desteği, aktif gönüllü iş gücü
şekillerinde olabilir. STK’lar yerel, ülke
içi ve ülkeler arası düzeylerde yapılanır.
Bir sonraki, bir öncekinden destek alarak
gelişir ve daha geniş sayıda insana hizmet
vermeye muktedir olur.
Gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerdeki STK’ların iyi yönetildikleri takdirde
yardımları gerekli noktalara daha sağlıklı
ve süratli ulaştırdıkları gözlemlenmektedir.
Bunu, şu metafor ile örnekleyebiliriz: Bir
hastaya ilaç tedavisi ile yardım yerine iğne
tedavisi ile yardımcı olmak gibi diyebiliriz. Birleşmiş Milletler’in yardımlarının
net transferi konusunda STK’ların ikinci
sırada yer aldığı tespit edilmiştir. Dünya
genelinde bakıldığında insani yardım ve
barış gücü hizmetlerinde STK’lar büyük
rol oynamışlardır ve buna halen devam
etmektedirler. 1990’lardan sonra STK’lar
toplumu ilgilendiren konuların ve bunların çözümlerinin tespitinde önemli bir rol
yüklenmişlerdir.
Ülkemizdeki eğitim seviyesinin her geçen yıl daha iyiye gitmesiyle doğru orantılı
olarak STK’ların sayılarının sevindirici bir
şekilde arttığını görüyoruz. AB’den gelen
maddi yardımlar da bu gelişmeyi kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Ülkemizdeki
bu pozitif gelişme aynı zamanda dünya
genelindeki STK’ların artışı ile de örtüşen
bir durumdur. STK’ların, üstün ve çağdaş
medeniyetler seviyesine çıkmamızda
büyük katkısı olmaktadır.
Öte yandan, her mevzuda olduğu gibi
STK’lar konusunda da bazen sorunlar
yaşanmaktadır. STK’ların bazen “olumsuz” etkileri de olabilir. Çözümün parçası
olmak yerine probleme sebep olan veya sorun üretme makinesi gibi çalışan STK’lar
da malesef mevcuttur. Genelde bunlar
yönetimdeki hükümetlere karşı politik
olarak yapılanan STK’lardır. Topluma
enerji vermek yerine toplumun enerjisini,
oksijenini emer. Amaçları, muhalefet
partisinin boşluklarını doldurmak olduğundan muhalefet partilerinin uzantısı
gibi çalışırlar. Ülkemizdeki bazı STK’lar,
sosyalist eski taammüllerin etkisinde olan
kişilerce kurulup çözüm değil sorun üretip
her güzel icraata siyah gözlüklerin ardından bakarak “Yapmaz ve de yaptırmayız.”
mentalitesi ile, sorunların büyümesine
sebebiyet verirler. Bu çeşit STK’ların
etkisi, karşıt STK’lar kurularak minimuma
indirgenebilir. Buna örnek bir metafor
verelim: Negatif STK’ları vücuda giren
mikroba benzetirsek, Pozitif STK’ları bu
mikroba karşı savunma görevini yüklenen
akyuvarlara benzetebiliriz. Unutulmamalıdır ki negatif ve pozitif, doğada her zaman
birlikte bulunur. Bu bir gerçektir. Fakat
birkaç negatif STK’ya bakarak yüzlerce,
binlerce pozitif STK’nın faydası inkâr
edilmemelidir.
Pozitif STK’ları olanca gücümüzle
desteklemek yerelde, ülkemizde ve uluslararası ölçeklerde duyarlı, eğitimli, samimi
insanların yapabileceği erdemli işlerin
başında gelmektedir.
turuncudergi.com
T
ürkiye’nin Nezaket
Elçilerini yetiştiren
Pursaklar Belediyesi
Nezaket Okullarında
eğitim gören 800 öğrenci
düzenlenen coşkulu bir törenle ‘karne’
ilk defa heyecanı yaşadı. Yarıl yıl
belgelerini ise Pursaklar Belediye Başkanı
Selçuk Çetin verdi.
Pursaklar Belediyesi Selçuklu Kültür
ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen
1. Dönem Belge Töreni’ne Belediye
Başkanı Selçuk Çetin, Başkan Yardımcısı
Nedim Erçetin, Nezaket Okulları
Müdürü Hazım Öztürk, belediyenin
birim müdürleri ve çok sayıda davetli
‘Nezaket
Elçisi’
karne aldı
katıldı. Bin kişilik salonu tıklım
tıklım dolduran veliler de öğrencilerin
heyecanına ortak oldu.
Çetin: Geleceğin Nezaket
Elçilerini yetiştiriyoruz
Belge töreninde konuşan Pursaklar
Belediye Başkanı Selçuk Çetin “Bugün
burada hep birlikte bu mutluluğu
yaşıyoruz. Öncelikle bu güzel
yavrularımıza teşekkür ediyorum. Emeği
geçen öğretmenlerimize, personelimize
ve bizlere güvenerek çocuklarını
gönderen değerli hemşerilerime teşekkür
ediyorum. Pursaklar Belediyesi olarak
geleceğin nezaket elçilerini yetiştirmeye
devam edeceğiz” dedi.
Başkan Yardımcısı Nedim Erçetin ise
geride bırakılan dönemin verimli bir
şekilde geçtiğini belirterek, “Her bilgisayarın kendi işlektim sistemi vardır. Çocuklarımız da bilgisayar gibi kendi işletim
sistemini oluşturuyor.” dedi.
Minikler yetenekleri ile göz doldurdu
Belgelerin dağıtılmasının ardından
folklor gösterisi yapan ekip, salonu coşturdu. Şiir okumaları, orta oyunu ve tiyatro
gösterisi ile minikler doyasıya eğlendi.
Yaklaşık iki saat süren programın koordinatörlüğünü yapan Nezaket Okulları Müdürü Hazım Öztürk, “Velilerimize, bizlere
güvenerek çocuklarını emanet ettikleri
için teşekkür ediyoruz.” diye konuştu.
Pursaklarlı hanımlardan
sosyal sorumluluk projesi
P
ursaklar Belediyesi
Hanım Evleri üyeleri
başlattıkları sosyal sorumluluk projeleriyle
ihtiyaç sahiplerine
ulaşarak yüzleri güldürüyor.
Hem Pursaklar Belediyesi
Tebessüm Çarşısı hem de hanım
evleri üyeleri el ele vererek ilçedeki ihtiyaç sahiplerinin yüzünü
güldürüyor. Açıldığı günden beri
birçok sosyal sorumluluk projesine imza atan Tebessüm Çarşısı ve
hanım evleri, imkanlar ölçüsünde
ihtiyaç sahibi aileleri tespit edip,
onlara yardım eli uzatıyor.
turuncudergi.com
Sosyal sorumluluk projeleriyle
mahallede komşuluk ilişkilerini
de geliştiren hanımlar, ailelerin
mutluluğuna ve hüznüne ortak
oluyor. Sosyal sorumluluk projesi sadece Pursaklar’la da
sınırlı kalmıyor. Hanımlar bu
proje kapsamında toplamış
oldukları hikâye, roman,
test kitapları gibi çok sayıda
kırtasiye malzemesini Kars’taki
Düzgeçit İlkokulu’nda eğitim
gören öğrencilere de göndererek
örnek bir davranışa imza attı.
Belediyenin bu hizmeti de halk
tarafından takdir edildi.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 31
ARAŞTIRMA
Ayşegül Yeşim K.
H
ollywood’u bilirsiniz,
dünyanın en büyük algı
kumpanyası. Klişelerini
ise ezberlemişsinizdir.
Özellikle de kurtarılacak
bir dünya varsa… Dünya zor durumdadır.
İnsanlık yok olma tehlikesi altındadır.
Uzaylılar, savaşlar, doğal afetler, doğal
olmayan afetler her şey insanlığın köküne
kibrit suyu dökmek üzeredir. İnsanlar bunu
bazen hak etmiştir, kendi elleriyle sonlarını
hazırlamışlardır; bazen de “masum köylüler”
olarak yok olacaklardır. Ta ki kahramanımız ufukta görünene kadar… Kahraman
(Genellikle yakışıklı ya da güzeldir.) -kimi
zaman kendi canını hiçe sayarak kimi zaman
en yakınlarını kaybetme pahasına- dünyayı,
cehennemin dibini boylamaktan son anda
kurtaracaktır. Kahramanımız, yüce bir duyguyla başkalarının hayatları için çalışarak,
savaşarak, yaralanarak ve hatta canından
olarak insanlığın geleceğini güvence altına
almıştır. O bir kurtarıcıdır. O bir seçilmiş
kişidir. O bir Neo’dur. Ulvi bir amaç uğruna
gönüllü olmuştur.
Christopher Nolan’ın son filmi İnterstellar’ı da izlediğinizde bu tür duygularla ayrılıyorsunuz sinemadan. “Christopher Nolan
düğün videosu çekse izlerim.” diyenlerin
merakla bekledikleri bir filmdi İnterstellar.
Bu filmde de bir kahraman var, gerçek bir
kahraman… Bu defa kahramanımız dünyayı
kurtaramıyor ama insanlığın bekası için
başka bir dünya buluyor yine kendini ve
ailesini feda ederek.
Aslında film bizi ilgilendirmiyor. Konumuz “Nolan Reyiz yine döktürmüş.” geyiği
yapmak değil. Filmin çağrıştırdıkları daha
çok çekim alanımızda. Hollywood’un bu
en dip klişesinin insanın fıtratından bir cüz
olması, bizim dikkatimizi yönelttiğimiz
nokta. Yani başkalarının iyiliği, huzuru ve
mutluluğu için bir şeyler yapma güdüsü,
kendinden başkasına faydalı olma isteği...
Bu tip filmler, bu isteği özdeşlik kurma
metoduyla tatmin ettikleri için bu derece
başarılılar belki de. Bunu, işin uzmanlarına
havale etmek lazım ki incelesinler.
Ama uzmanların inceleyip ortaya çıkardıkları birtakım bilgiler mevcut zaten. Cem
Yılmaz’ın ifadesiyle “Yapılmışı var.”
Bilimsel araştırmalar; kişilerin kendi
mutluluğu için karşılıksız birtakım fe-
32
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
dakârlıklarda bulunmasının, mutluluğun
formülündeki en önemli etkenlerden
biri olduğunu söylüyorlar. Psychological
Bulletin’de yayınlanan araştırmaya göre,
kendimiz için değil de başka insanlar
için para harcamak, çabalamak, onların
hayatlarını kolaylaştırmaya çalışmak bize
kendimizi daha iyi hissettiriyor. En mutlu
insanların, en büyük vericiler olduğunu ortaya koyan araştırmaya göre; bağış yaparak
ve başkalarına yardım ederek mutluluğu
yakalayabiliyoruz. Semavi dinlerin hemen
hepsinde salık verilen de bu değil mi? “Bir
kişiyi kurtarmak tüm insanlığı kurtarmak gibidir.” der, bizim kutsal kitabımız.
Meselenin psikolojik ve bilimsel tarafına
dini boyutu da eklemek istersek Allah’ın
rızasını kazanmak arzusu da başkaları için
bir şeyler yapmayı gerekli kılar.
Peki nasıl? Elimizden ne gelir ki? Bizim
kendimize hayrımız yokken başkasına ne
verebiliriz ki? Onca iş güç, onca koşuşturma arasında vakit mi var ki? Vakit olsa,
nakit mi var ki?
Aslında bunun cevabı etrafa bakmayı
bilmekte ve “7 büyük günah”tan tembelliği
ve ataleti üzerimizden atmakta saklı. Sivil
toplum kuruluşları gibi örgütlü yapıların
yanında, tek başına, bireysel olarak da eliyle düzeltebileceğini eliyle, düzeltemeyeceğini diliyle, onunla da düzeltemeyeceğini
kalbiyle buğz ederek yapabilir buna istekli
olanlar yani gönüllüler. Mevzu gönülle
alakalı. Maksat tarafın belli olması; niyetin
hayr, akıbetin hayr olması.
Üstelik insanın birilerine bir şey yapması
için çok büyük imkânları olmasına da
gerek yok, sağlığı yerinde olan hemen
herkes başkalarının küçük ya da büyük bir
ihtiyacını karşılayabilir. Tıpkı rahmetli
Seyfettin Amca’nın yaptığı gibi… Her gün
evden çıkıp hastanelerde kimsesiz hastaları
ziyaret ederek, hâl hatır sorarak moral verebilir belki. Ya da Afrika’nın sömürülmüşlüğünün acısını, ortaklaşa açılan kuyudan
bir damla su ile giderebilir.
Dünyanın öte tarafında dininden bihaber, Kur’an-ı Kerim’e ulaşamamış ama ona
ulaşmayı arzu eden, görmeyen kardeşleri
için yine bir görmeyen öğretmen Selahat-
turuncudergi.com
turuncudergi.com
tin, dertlenir ve sırf onlara
Kur’an’ı ulaştırıp öğretebilmek için gece gündüz
çalışır. Üniversite öğrencisi
Gökçe, tek başına, 40 Suriyeli
ailenin geçimini sırtlanır, derdine derman olmaya çalışır. Tıp
fakültesi öğrencisi Serkan, “Çocuklar sokakta solmasın.” diyerek
tıp fakültesindeki nöbetlerinin ertesinde sokak çocuklarına ders çalıştırır,
halı saha maçı yaptırır. Birkaç doktor bir
araya gelip Gazze’de gözlerine katarakttan
perde inen insanların perdelerini kaldırır. Fatma Öğretmen, çocuk yuvasındaki
kimsesiz, sahipsiz ve engelli bir çocuğa
anne olur. Özden Teyze kadınları bir araya
toplar, mantı yaptırır, dolma sardırır, burs
verir, yetimhane açar. Kimi sokak sokak
dolaşıp kedileri köpekleri doyurur, kimi de
yol ortasındaki bir taşı alıp kaldırır. Elden
ne geliyorsa, güç neye yetiyorsa yapılır.
Amaç Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah
hepimizi birbirimize muhtaç yaratmıştır.
Bu toplumun çarkları ancak birbirimizin
eksiğini tamamladığımız ölçüde teklemeden çalışır.
Binaenaleyh akla şöyle bir soru da
takılabilir: Bütün bunları ben yapacaksam
devlet neden var, neden vergi veriyorum?
Her şeyi devletten beklemek gerçekten de
çok konforlu ve kolay. Ancak uygulanabilir
derecede pratik değil. Sosyal devlet politikalarını destekleyip, eksikler konusunda
talepkâr olmak ve daha fazla yatırım ve
işbirliği için devleti teşvik etmek gerekir
elbette. Bu da yine teşkilatlanmış bireylerin istekleri ve baskılarıyla şekillenecektir.
Devlet, sivil toplum kuruluşlarına her
türlü kolaylığı ve desteği verecek ortamı
hazırlamak durumundadır. Sivil örgütlenmelerin yetmediği alanlarda ise bizzat
müdahil olarak sosyal devleti işlevsel hâle
getirmelidir. Devletin bundan kaçışı hiçbir
şart ve durum altında kabul edilemez.
Yine unutulmaması gereken bir diğer
husus, mevzunun devletlerarası boyutudur.
Normal şartlar altında, devletler kişiler
gibi refleksler göstermez. Devletler kendi
çıkarları üzerinden hareket eder.
Kısa vadeli çıkarlar
bazen bir çevre felaketine, bazen başka
bir ülkenin insanlarının açlıktan ölmesine, bazen de silah lobisinin itelemesiyle
kadın, yaşlı, çocuk demeden ölümlerin
yaşandığı kanlı savaşlarına sebep olabilir.
Bu politikaların üstündeki güç ise ancak
birlikte yaşadığımız bu dünyanın daha da
yaşanabilir bir yer olması ve hâl-i hazırda
işlevlerini idame edebilmesi için halkların
ortak hareket etmesidir. Bu da ancak uluslararası sivil toplumun gücüyle gerçekleşebilir. Devletlerin dönemsel çıkarları için
kavga etmesine, güçlü sivil inisiyatifler dur
diyebilir. Kayıtsız şartsız üst bir bilinç ve
vicdanla uluslararası sorunların hepsinin
üstünden gelinir. Globalleşen dünyada
artık bu durum hiç de zor değildir. Farklı
ülke insanları, farklı coğrafyalarda, farklı
kültürlerde aynı amaç uğruna birlikte
mücadele edebilir yahut yardımlaşabilirler.
Arada oluşan gönül bağı ise istikbalimizin garantisidir. Hâsılı, filmlerde olduğu
gibi, dünyayı tek bir kahraman değil sivil
toplumun örgütlü vicdanları kurtaracaktır.
Dünyanın nasıl kurtulacağı Rachel Corrie’nin öldüğü gün belli olmuştur.
“Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın
(haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün
insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir
canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış
gibi olur.” (Maide,32)
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 33
BAKIŞ
ETKİNLİK
AÇINIZI
Habil ile Kabil kıssasında şiddetin nereden
ateşlendiğini fikir olarak edinebileceğimizi
anlattı. İnsanın kendi özüne dönmesiyle
çözümlenebileceğini hatırlattı. Gücü yetenin
yetmeyene şiddet uyguladığı bir topluma
dönüşmeye başladığımızı, sokak ortasında
çocuklarını döven annelerin olduğunu, insanların
çok çabuk lanetleşebildiğini, şeref kavramının
ayaklar altına düştüğünü güzel mesellerle ifade
etti. Dr. Sevim Can, şiddetin rakamlara yansıyan
yönünü sırasıyla anlattı. Yüzdelerle, rakamsal
verilerle anlattığımız olayların, arazide insanı nasıl
dehşete düşürdüğünü tecrübeleriyle aktardı. Kadın
konuk evleri hakkında geniş bilgi verdi. Bu konuda
bakanlığın gayretlerinden bahsetti.
Yıldız Ramazanoğlu şiddetin kaynağını, ekolojik
dengenin bozulmasıyla ilişkilendirdi. İlk olarak,
“Hoşgörü” sözünde bile bir şiddet temayülü
olduğunu hatırlattı. İnsanın doğaya, insanın insana,
insanın hayvana sürekli zarar verdiğini bunların
sonunda şiddetin kaçınılmaz olduğunu belirtti.
Sit alanı, çevrecilik gibi kavramlara Asr-ı
Saadet’ten örnekler getiren Ramazanoğlu, bu
duyarsızlığa değinirken doğu-batı uygulamalarını
ülkemizle kıyasladı. Yeşil alanların yok edilmesinin,
binaların düzensiz ve fütursuz ilerlemesinin, plansız
şehirleşmelerin, insan doğasının kabullenemediği
birçok olumsuz gelişmenin, toplumda şiddet
olarak tezahür ettiğini; bu durumdan en çok da
kadının etkilendiğini belirtti. Şiddete farklı bir bakış
açısı getirdiği için, dinleyenlerin ufkunu açmaya
yardımcı oldu. Siyasilerin, yöneticilerin dikkatle
dinlediği tespitlerin hayırlı neticeler oluşturması
temennisini sözlerine ekledi.
Safranbolu’nun şiirsel güzelliği, duyarlı bir
gündemi tüm ülkenin gündemine taşımış oldu.
Emeği geçen birçok isim vardı.
Basın camiasına iki gün boyunca çok güzel
DEĞiŞTiRiN
“İnsan doğasının kabullenemediği
birçok olumsuz gelişme,
toplumda şiddet olarak
tezahür ediyor;
bu durumdan en çok da
kadın etkileniyor.”
1
BETÜL ŞATIR
[email protected]
6 Kasım Pazar günü “Kadına karşı şiddet”e dur demek
için Etkin Kadınlar Derneği #bakışaçınızıdeğiştirin
sloganıyla, üzerine düşen vazifeyi yaptı. Medyanın
değerli kalemlerini ve basının önde gelen simalarını
Safranbolu’da ağırlayan Etkin Kadınlar Derneği,
çalışmasını kısa film ve kitapçık hazırlığı ile genişletti.
Kadın sorunlarına genel bakış ve çözümler içeren kapsamlı bir
panel düzenlendi. Panelin moderatörlüğünü Zeynep Türkoğlu
üstlendi. Konuşmacılar, “Şiddetin Kökenine İnmek ve Çözümler
Üretmek” başlığı altında değerlendirmelerde bulundu. Eğitimci
yazar Ayla Ağabegüm, Medya Sofa Yönetim Kurulu Başkanı
Belkıs İbrahimhakkıoğlu, yazar Yıldız Ramazanoğlu ve Kadın ve
Aile Bakanlığı’ndan Daire Başkanı Dr. Sevim Can Hanımefendi
konuşmacılar arasındaydı.
Ayla Ağabegüm, geçmişten güzel örnekler sunarak
konuşmasına başladı. Siyasilerin, yöneticilerin; halka çok
yakın olmak, barışa-kültüre içten destek vermek şeklinde
şiddetin önlenmesine katkıda bulunacaklarını söyledi. Okumayazma oranlarının artması ile şiddetin azalmamasının şaşırtıcı
olduğunu belirtirken “Öyleyse kaybedilen öz benliğimizin geri
kazanılması gerektiğini düşünüyorum.” dedi.
Belkıs İbrahimhakkıoğlu, “Her şeyden önce dilimizi kaybettik.”
diyerek sözlerine başladı. Eskilerde dilimizin hikmet dili
olduğunu ama şimdilerde yazarken, konuşurken, düşünürken
şiddet ve lanet dilini kullandığımızı ve bu kötü özelliğimizin
şiddetin artmasına büyük katkı sağladığını belirtti.
34
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
ev sahipliği yapan birbirinden değerli hanımlar
tanıdık. Başta Etkin Kadınlar Derneği’nin gayretli
Başkanı Hatice Bilici olmak üzere Müzeyyen
Uzun Hanım, Hülya Karataş Hanım, Mihriban
Saraç Hanım ve sürekli gülümseyen gencecik
Betül Kocabaş kardeşimiz gönüllerinin zenginliği
ile bizleri şaşırttılar. Sakem Müdürü Münevver
Esen Hanım kimsesizlere, işsizlere, aşsızlara neler
yapılabileceğinin cevabını veren güçlü ve fedakâr
kadınlardan biriydi.
Sonbahar bütün ağaçları yoruyordu yine.
Yapraklar kırılganlıkla yerlere dökülüyordu, kırmızı
ve sarı arasında muazzam bir renk skalası ile tabiatı
örtüyordu.
Gelen misafirlerini safran çayıyla ağırlıyordu
şehir. Lokumlar neşelendiriyordu acı kahveleri ve
bazı kahvelerin hatırı kırk yıldan fazla sürecekti
şüphesiz. Sedef çiçekleri saydam yapraklarında,
dostluğu ve tebessümü yansıtıyordu. Bakan gözler;
taş örülü duvarlarında, kahverengi cumbalarında,
taze badana kokan odalarında, insanı ezmeyen
binalarında, Arnavut kaldırımlarında vefayı,
diğerkâm bir selamı anımsıyordu. Tarihin nefes
aldığı şehirde güzel şeyler oluyordu. Etkin Kadınlar
Derneği ve Sakem aralıksız çalışıyor ve kadına sahip
çıkıyordu. Safranbolu’dan bir el uzandı bu sefer
kadınların yaşadığı güçlüklere. Yaşayamadıkları
çocukluklarına, mahallede-işte-evde dayatılan
haksızlıklara, kırılmış kalplerine, kanayan
yaralarına… Hakikatli, sahici, içtenlikli yardımlar
etkin ellerden geçerek projelendiriliyordu, hayata
geçiriliyordu. Evet. Bu, dünyada güzel şeyler de
olduğunun bir göstergesiydi.
Karabük Valisi’nin ve değerli eşinin konağında
Kalkınma Bakan Yardımcısı Mehmet Ceylan ve
kıymetli eşi Turuncu Dergisi Genel Yayın Yönetmeni
Zahide Ceylan’la birlikte içilen çayla, Medya Sofa
Safranbolu gezisi son bulmuş oldu.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 35
DOSYA
Kişisel Gelişim
Bugün SOGLA’nın kişisel gelişim
kültürünü, “Düşün ve Zengin Ol (Altın
Kitaplar)” adıyla, SOGLA’nın kurucusu
Timur Tiryaki’nin ön sözüyle yayınlanan
kitaplar oluşturuyor. SOGLA Takımı’nda
yer alan ya da SOGLA Temel Etkinlikleri’nden herhangi birine katılan genç sosyal
girişimciler, amaçlarını vizyona çevirmeyi
ve vizyonlarını hedeflendirerek gözle görülür hâle getirmeyi SOGLA yolculukları
boyunca, akranlarından öğrenebiliyorlar.
En önemlisi de bu kültürün sürekli hatırlattığı yaklaşımı içselleştirme yolculuğuna
da adım atmış oluyorlar: İnsanlığa hizmet
ederek büyümek.
Koçluk ve Liderlik
Bizler herhangi birimizin diğerinden
daha iyi olduğuna değil, her birimizin
içinde ortaya çıkarılması ve keşfedilmesi
gereken özgün amaçlar olduğuna inanıyoruz. Bu sebeple SOGLA olarak koçluğu,
akranlarımıza ve bizden yaşça büyüklere
karşı, onların özleriyle iletişim kurmak
için kullanıyoruz. Özetle, koçluk bizlere;
bireylerin, kalplerindeki sesin liderliğinde,
akıllarıyla ilerlemeleri için kolaylaştırıcılık
yapma imkan sunuyor.
SOGLA Mentorluk Yaklaşımı
S
sağlamaları gerekiyordu. SOGLA bugün
ve desteklemeyi amaç edinerek Boğaziçi
OGLA: Sosyal Girişimci
beş yaşında. Yaş ortalaması yirmilerde
Üniversitesi öğrencilerinden seçtikleri ilk
Genç Liderler Akademisi.
olan, 30 yaş altı gençlerin inisiyatifi
“22 SOGLA Öncüsü” ile yola koyuldular.
2009 yılında, Dünya Bankası
ile yürütülen, her yıl kuruluş amacını
Türkiye’de şimdilerde tanımı ve
tarafından hazırlanan “Yaratıcı
koruyarak çağın gerekliliklerini kültürü
nitelikleri açısından hâlâ tartışma konusu
Kalkınma Fikirleri” yarışmasında
hâline getirebilen, gençlerin gençlere
olan sosyal girişimciliği, henüz hiç
“Türkiye’nin Yaratıcı Kalkınma Fikri”
hizmet ettiği bir yoldaşlık ağı. Sosyal
duyulmamış bir coğrafyada tanıtmaya
seçilen bir gençlik kuruluşu olarak
girişimcilik odaklı SOGLA Konferansı ile
çalışmak, başlı başına bir meydan
seçilmiştir. Beşinci yaşını kutlayan
1500’ü aşkın fiziksel katılımcıya ulaşmış;
okumaydı.
SOGLA’nın kurucusu Timur Tiryaki,
İzmir’den Bartın’a, Anadolu’da
kuruluşun gelişiminden ve
kendi yerellerinde fark yaratan
değişiminden oldukça ümitli.
bu gençlİk kuruluşunun beş yıllık
20 harika genç sosyal lidere
Siz okurlarımız için SOGLA’dan
başarılı serüvenİnİn ardında yatan
SOGLA Öncüleri programıyla
kuruluşlarını anlatmalarını istedik.
kültür, bİrlİkte üretmemİz İçİn
destek vermiş, sosyal girişimcilik
Bundan beş yıl önce, birkaç
ekosistemine her yıl SOGLA
hayalperest biraraya gelerek
bugün her bİrİmİze İlham verİyor
Akademi aracılığıyla, Okan
yaşadıkları çevredeki sosyal
Üniversitesi’nin de desteğiyle
sorunlara gençler aracılığıyla
yepyeni oyuncular katan bu gençlik
Bunun yanında, SOGLA Öncüsü
yenilikçi çözümler üretebilmek için bir fikir
kuruluşunun beş yıllık başarılı serüveninin
seçilen gençler, SOGLA Mentorları’ndan
ortaya attılar. Sosyal girişimciliği üniversite
ardında yatan kültür, birlikte üretmemiz
aldıkları eğitimlerle birlikte, sosyal bir
öğrencileri ve genç profesyoneller
için bugün her birimize ilham veriyor.
sorunu çözmek amacıyla, kendi projelerini
arasında yayarak; gençlerin toplumsal
Peki bu kültür hangi değerli başlıklardan
üretmeleri ve ürettikleri projelerin
değer üretebilecekleri fikirlerini gençler
oluşuyor?
finansal sürdürülebilirliğini ise kendileri
aracılığıyla ortaya çıkarmak, geliştirmek
36
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
Her bireyin yaşam yolculuğunun üç
farkındalık sürecinden oluştuğuna inanıyoruz ve bu üç adımı SOGLA Mentorluk
Yaklaşımı olarak tanımlıyoruz:
• Ben Olmak: Bireyler önce kendilerini
keşfederler. Hayatta bulunma sebeplerinin,
varoluş amaçlarının farkına varırlar. İnsanlığa hizmet ederken diğerlerinden daha iyi
yapabilecekleri şeyi bulurlar. Yeteneklerinin, duygularının, düşüncelerinin kontrolü
bu aşamada bireyin kendisindedir.
• Biz Olmak: Birey EGO’sunun farkındadır. Onu gelişim alanı olarak kabul
eder ancak asla ona hizmet etmeyi yücelik
turuncudergi.com
olarak kabul etmez. “Biz Olmak” diğer
insanlarla ve doğanın kendisiyle olan bağı
hissedebilmekten geçer. Biz olabilen birey,
profesyonel bir dinleyicidir. Empati konusunda ustalaşmıştır. Diğerleriyle birlikte
yürümeye hazırdır.
• “Biz”le Üretmek: Yaşamın ve
insanlığın devamı için “biz olmak” yeterli
değildir. Birbirimizin ihtiyaçlarını ve
sorunlarını fark edebilmemiz ve bunlar için
sürdürülebilir yenilikçi modeller tasarlamamız gerekmektedir. Bizle üretirken, bireyler
arasında bir bağ vardır. Güven ise bu bağın
âdeta yapıştırıcısıdır. Bireyler birbirleri için
üretirken, insanlığa da gözle görülür hizmetler ortaya koymaya çalışırlar. Daha fazla
uzağa gidebilmek için birlikte yürümeyi
seçmişlerdir.
Tasarım Odaklı Düşünme
ve Sürdürülebilirlik
SOGLA Mentorluk Yaklaşımı’nı doğal
olarak ortaya çıkaran, aşamalarından
geçerek aşamaları içselleştiren SOGLA 3.0
adını verdiğimiz yeni bireylerden oluşan
yürütme ekibi “Sürdürülebilir Sosyal Değişim” yaklaşımını da odağına aldı: Sosyal,
çevresel ve ekonomik sürdürülebilirlik.
• Sosyal Sürdürülebilirlik:
SOGLA’nın temel etkinlikleri aracılığıyla
birlikte yürümekten keyif aldığımız
genç sosyal girişimlerin, odaklandıkları
ve üzerinde çalıştıkları sorunların “öz
sorun” olup olmadığına özen gösteriyoruz.
Özellikle SOGLA Mentorluk Kampı
aracılığıyla, arkadaşlarımıza kök sorunları
farketmeleri için tasarım odaklı düşünme
yaklaşımıyla destek veriyoruz.
• Çevresel Sürdürülebilirlik: SOGLA
Akademi ve SOGLA Mentorluk Kampı’nda, sosyal iş modelleri tasarlarken, tüm işleyişin doğa ile dost olmasına önem vererek
arkadaşlarımızın iş modellerinin daha yeşil
tasarlanması için onlara destek oluyoruz.
• Ekonomik Sürdürülebilirlik: Türkiye’de sosyal girişimcilik kavramının, sosyal
sorumluluk gibi kavramlarla karıştırılmasının da önüne geçmek amacıyla, bir sosyal
girişimin finansal sürdürülebilirliğinin
sosyal fayda yaratan ürün, hizmet, servis ya
da mekan tasarımı aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğine inanıyoruz.
Sosyal Girişimcilik Yaklaşımımız
Sosyal girişimciliği; kâr amacı gütmeyen,
ticari ve/veya kamusal sektörler içinde gerçekleşebilen sürdürülebilir, yenilikçi, sosyal
değer yaratan faaliyetler olarak tanımlıyoruz. Sosyal girişimciliği, herhangi bir
sosyal faaliyetten ayıran dört temel bileşen
mevcuttur.
• Sosyal Etki Yaratma: Sosyal girişimciliğin temelinde kişilerin ya da paydaşların
servetini arttırmaktan ziyade sosyal değer
yaratma gerçeği ve önceliği yatmaktadır. Bir
faaliyetin sosyal olarak kabul edilebilmesi
için sürdürülebilir gelişim ihtiyacını karşılaması gerekmektedir. (Örn: sağlık, barınma,
eğitim, insan hakları vb.)
• Sosyal Etki Yaratacak Fırsatları
Görme: Türkiye’de ve tüm dünyada görülmektedir ki sosyal girişimleri oluşturan
sosyal fırsatlar, sosyal girişimcilerin bu
gereksinimleri karşılayabilme kapasitelerini
fazlasıyla aşmış durumdadır. Bu sebeple,
yepyeni modellere ve faaliyetlere, yepyeni
oyunculara ihtiyaç duyulmaktadır.
• Yenilikçi Olma (İnovasyon): Sosyal
girişimler, toplumun karşılanmayan bir
ihtiyacını, yeni bir pazar değeri de yaratarak
giderirler.
• Kaynak Yaratma & Sürdürülebilir
Olma: Bir faaliyetin sosyal girişim olarak
tanımlanması için; sürdürülebilirliğini
tamamıyla gönüllü bağışlarına bağlamamalı, kendi sosyal sermayesini üretebileceği bir
gelir akışı modeline sahip olmalıdır.
Bir dönüm noktasındayız. Dünyayı dönüşü olmayan bir tercih yapmanın eşiğine
kadar getirdik. Yalnız yürümekle birlikte
yürüme arasında, eski dünya ile yeni dünya
arasında, korku ile sevgi arasında, para
kazanmak ile gönül kazanmak arasında,
saklamakla paylaşmak arasında, yok etmek
ile yeniden tasarlamak arasında ve bir beş
yıl daha gençlerin bu ülkeyi dönüştürebileceklerine olan inancı sıcak tutabilmek
için bugün hepinizle birlikte yürümeye
ihtiyacımız var.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 37
DOSYA
iYiER
Yeryüzü Doktorları
2000 yılında, dünyanın acısını sahiplenmek için biraraya
gelen doktorlar, ayak basmadık yer bırakmıyor. Sloganları
“Orada ve Her yerde!” Dil, din, ırk, renk gözetmeksizin
imkansızlıklar, afetler, savaşlar, iç karışıklıklar, salgınlar ve
daha birçoklarıyla boğuşan insanların doktoru oluyorlar.
Kuruluşun yöneticilerinden biri olan Havva SULA ile
Mart 2014 sayımızda yaptığımız röportajla, yaptıkları iyi
işlere dikkat çekmeye çalışmıştık. Gelecek nesillere bu
gönüllülük bilincini aşılamak üzere kurulan Genç Yeryüzü
Doktorları’nın konferansları için üniversiteden üniversiteye
koşuyorlar. Tıp,
eczacılık, diş
hekimliği, fizik tedavi,
hemişrelik başta
olmak üzere iyiliğe
dair yüreklerinde
dert taşıyan
tüm öğrencilere
el uzatmasını
öğretiyorlar.
iŞL
DOĞA
İÇİN ÇAL
Mavi Kapak
Y
ol ortasında,
başkasına zarar
verebilecek bir
taşı kaldırmak
dahi sevap hanemize
yazılıyorken iyi bir iş yapmakta zorlanıyoruz. İnsan
hor kullanmaya, gözlerini
kendinden başkasına çevirmemeye, başkasının acısına uzaktan üzülmekle yetinmeye alışkın.
Karşılığında madalya verilmeyen bir
iş yapmak insan nefsine ağır düşüyor.
Oysa büyük iyilikler,
ufacık bir el uzatmakla başlıyor.
AKUT, İHH, UNICEF,
Mor Çatı gibi büyük kuruluşların afet ve sıkıntı zamanlarındaki
önemlerini hep beraber görüyoruz.
Büyüklerimizin dediği gibi
“Ne verirsen elinle,
o gelir seninle.”
38
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
Ankara Engelsiz
Filmler Festivali
Sinema, kültürden gündeme, eğlenceden sosyalleşmeye hayatımızın
her alanına dokunan bir mecra. Hatta engellilerin en çok konu edildiği
mecra olduğu da söylenebilir. Bu tip
filmlere; Tamam Mıyız?, Her Çocuk
Özeldir, Barfi, Benim Dünyam,
Başka Dilde Aşk gibi birçok örnek
verebiliriz. Ankara Engelsiz Filmler
Festivali, film gösterimleri, söyleşi
ve atölyeler gibi birçok etkinliğin
yer aldığı bir program. İşaret dili,
ayrıntılı alt yazı ve sesli betimleme
ile festival kapsamındaki filmleri
engelsiz şekilde insanlara ulaştırmayı hedefleyen festival son birkaç
yıldır yapılıyor. Festival kapsamında
gişede izleyici beğenisi kazanmış
filmler de yer alırken 2014 yılında
“Engelsiz Yarışma” adı altında bir de
film yarışması da düzenlendi. (www.
engelsizfestival.com)
turuncudergi.com
Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nin başlattığı kampanya, önce
kulaktan kulağa yayıldı. Kampanyanın amacı, su şişelerinin kapaklarını
toplayarak engelli vatandaşlara tekerlekli sandalye sağlamaktı. Özellikle
ilkokul öğrencilerinin, evlerinden kapak toplayarak okula taşımalarıyla kampanya tüm Türkiye’yi sardı. Elektrik direklerine asılan ağzı kesik bidonlar,
koridorlara konulan toplama kutuları sardı dört bir yanımızı. Belediyelerin de destek vermeye başladığı kampanya daha sonra her renkten plastik
kapak toplanması olarak genişletildi. Geri dönüşüm ve lojistik destek veren
firmaların kampanyadan çekilmeleri nedeniyle bitirilen kampanya boyunca
280 ton kapak toplanıp 2.039 engelli vatandaşa fayda sağlanmış. (www.
kapaktoplama.com)
Bir ağaçlar.net projesi
olan “Doğa İçin Çal”
şu ana kadar 4 video
yayımladı. Proje, insanlara
“Doğadan Çaldığın Yeter,
Doğa İçin Çal.” sloganıyla
sesleniyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden insanların
kimi enstrüman çalıyor
kimi türküyü söylüyor ve
sonuçta ortaya kocaman
bir düet çıkıyor. İlk
videoda ünlü-ünsüz 45
müzisyenin yer aldığı
proje, sosyal medyada
çok kısa sürede yayıldı.
Karavana atlayıp şehir
şehir çekim yapan ekip,
kamera arkası görüntülerini de yayınlıyor. Divane
Aşık Gibi, Gesi Bağları,
Bitlis’te Beş Minare, Uzun
İnce Bir Yoldayım gibi
türkülerin yorumlandığı
projenin yeni videosu merakla bekleniyor. (www.
dogaicincal.com)
Kamu Spotu
Leyla ile Mecnun dizisinde, oyuncuların kol kola girip sosyal mesaj
vermeleriyle başlayan furya, sivil toplum kuruluşları ve devlet kurumlarının izlemesi eğlenceli, sarsıcı, bilgilendirici ya da dikkat çekici özelliği
yüksek kamu spotları çekmesiyle devam etti. Ünlülerin de destek vermeye
başladığı kamu spotları, reklam kuşağının önemli bir bölümünü kaplamaya başladı. Sigara bırakma hattı, emniyet kemeri, geri dönüşüm, obeziteyle
savaş, kadına şiddet, çocuk evleri ve daha birçok konuyu ele alan kamu
spotları bilgilendirmenin yanında harekete geçmeyi de teşvik ediyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin öncülüğünde oluşturulan Sesli Kütüphane Hattı
bu reklamların en güzel örneklerinden biri.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 39
DOSYA
i
K
A
D
’
A
NY
E
K
N
i
N
’
E
KiY
TÜR
K
Afrika ülkeleri’nin
temel sorunlarının
başında gelen
kalkınma konusunda,
TİKA tarafından, Batı
Kenya’da “Küçükbaş
Hayvancılığı
Destekleme Projesi”
ile kırsal kalkınma
adına önemli bir
adım atıldı
40 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
GANİME GERMİYAN OKUR
enya denince Masai Mara,
safari, vahşi yaşam ilk akla
gelenler arasındadır. Ancak
Kenya ile ilgili olarak bilinmesi gereken bunlardan
daha önemli şeyler var kanımca. Örneğin; burada, ülkemizin dostluk eli olan
TİKA’nın gerçekleştirdiği teknik işbirliği
projeleri sayesinde yüz binlerce insanın
hayatında oluşan pozitif etkinin ve değişimin bilinmesi bir o kadar önemlidir diye
düşünüyorum.
TİKA’nın Kenya’da gerçekleştirdiği çok
sayıdaki başarı hikayesinden birkaçını
sizlerle paylaşmak istiyorum. Afrika ülkelerinin temel sorunlarının başında gelen
kalkınma konusunda TİKA tarafından
Batı Kenya’da “Küçükbaş Hayvancılığı
Destekleme Projesi” ile kırsal kalkınma
adına önemli bir adım atıldı.
Batı Kenya’nın dağlık ve engebeli arazi
yapısı, tarıma elverişli arazinin sınırlı
olması, nüfusun kalabalık olması kırsal
kalkınmayı oldukça olumsuz etkilemesi
sebebiyle, bölge insanı için hayvancılık
önemli bir gelir kaynağı olarak ortaya
çıkıyor. TİKA tarafından gerçekleştirilen
söz konusu proje ile bölgenin kırsal kesimlerinde yaşayan fakir halkın yaşam koşullarının iyileştirilmesine katkı sağlama
adına 500 adet kümes ve 500 adet tavuk
500 aileye verilirken; Kisii, Nyamira ve
Narok eyaletlerinde ise 3 adet ultra modern kümes kuruldu. Proje kapsamında
her aileye bir tavuk ve bir kümes verilerek
altı ay sonra iki civciv geri vermeleri isteniyor. Proje kapsamında kümes ve tavuk
verilen aileler, 3 haftalık tavuk yetiştiriciliği alanında eğitim programına tabi
tutuldu. Başlangıçta 30 kişiyle başlayan
proje, bugün 30 bin kişinin faydalandığı
önemli bir projeye dönüştü.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 41
DOSYA
Batı Kenya Kırsal Kalkınma Programı kapsamında, ilk aşaması yukarıda
bahsettiğim şekilde uygulanan projenin
gerek bölgede gerekse de ülke genelinde
olumlu etkilerinin görülmesinden ötürü
bu projenin devamı niteliğindeki “Tavuk
Yemi Üretim Tesisi”nin hayata geçirilmesi
sayesinde Narok, Kisii ve Nyamira eyaletlerinde toplamda 50.000 kişiye ulaşıldı.
Ayrıca program kapsamında sahiplenirlik,
sürdürülebilirlik, istihdam ve gelir elde
edilmesi sağlanarak bölgenin kalkınmasına
önemli ölçüde katkı sağlandı.
Batı Kenya Kırsal Kalkınma Programı altında, Bir Civciv Kampanyası’nın
devamı olarak hayata geçirilen Tavuk Yemi
Üretim Tesisi ile önceden 250 km gibi
uzak mesafeden getirilen ve yüksek fiyatla
satılan tavuk yeminin fiyatı bölgede üretilmeye başlanılmasının ardından yarı yarıya
düşürülerek yerel marketlerden kolayca
tedarik edilebilir hâle getirildi. Bunun yanı
sıra 50 kişinin tam zamanlı, 100 kişinin ise
yarı zamanlı istihdam edilmesi sağlandı.
Ayrıca, tavuk yemi tesisinden elde edilecek
gelir hem Bir Civciv Kampanyası’nın
genişletilmesinde kullanılacak hem de
bölgedeki diğer sosyal projelere fon oluşturacak.
Kenya için hayvancılık, özellikle de
tavukçuluk sektörünün en önemli gıda,
gelir ve istihdam kaynağı olduğu düşünüldüğünde TİKA tarafından Batı Kenya’da
kurulan tavuk yemi üretim tesisi sayesinde
bölgede yaşayan yoksul halka ve özellikle de kadın ve gençlere önemli faydalar
sağlanmaktadır.
Yazımın devamında ise sizlere Kenya’da
kadının güçlendirilmesine yönelik olarak
ülkemizin verdiği destekten bahsetmek istiyorum. Üzülerek söylemek durumundayım ki burada kadının adı yok. İlk bakışta
ülkede kadınların büyük bir çoğunluğu
çalışıyor ve kendi ayakları üzerinde duruyormuş gibi görünse de gerçek hiç de
42
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
böyle değil. Çocuk yaşta diyebileceğimiz
çoğu kız çocuğu, aileleri tarafından, zorla,
her türlü işte çalıştırılıyor. Hatta gecenin
bir yarısı sokağa atılarak para bulmaları
bile isteniyor, sanki para öyle bulunacak
bir şeymiş gibi... Bununla birlikte yetişkin
bayanların durumunun da bundan farklı
olduğu söylenemez.
Bu ülkede “Single Mother” sayısı oldukça fazla ve maalesef ki kadın nüfusunun
önemli bir bölümünü oluşturuyor. Peki
nedir bu single mother? Evlilik dışı çocuk
sahibi olan, yalnız kadınları anlatır bu
tanım.
İşte tam da bu durumu fırsat bilen yerli
ve yabancı çıkar grupları devreye girerek
durumu daha da vahim hâle getirmektedirler. Diğer taraftan fedakar ve merhametli Türk milletinin destekleriyle, TİKA
tarafından, kadının istismar edilmesinin
önüne geçmek adına bir projeye başlandı.
En büyük geçim kaynağı, Victoria Gölü
kıyısında yapılan balıkçılık faaliyeti olan
Kisumu Eyaleti’nde balıkçılıkla geçinen
kadınların güçlendirilmesi ve halk sağlığını da kapsayacak bir projeye adım atıldı.
Bahse konu projede; yerel dilde “Jaboya”
ismiyle bilinen balık karşılığında, kadınlara yönelik cinsel istismarın bitirilmesi
amacıyla, balıkçı kadınlara tekne alınması
ve oluşturulacak bir kooperatif ile kadınlar
arasındaki dayanışmanın artırılması
hedeflenmektedir. Ayrıca anılan projenin
uygulanacağı bölgedeki HIV/AIDS oranının Kenya ortalamasının oldukça üzerinde
olduğu ve bunun sebebinin kadınların
balık karşılığı cinsel ilişkiye zorlanması olduğu vurgulanmaktadır. Proje çerçevesinde, bölgede balıkçılıkla geçinen kadınlara
balıkçı teknesi, balık ağları ve güvenlik
setlerinin verilmesi planlanmaktadır.
Söz konusu projede; kadın dayanışmasının artırılması için bir kooperatif kurularak, kooperatifte biriken aidat paralarıyla
projenin sahiplenirliğinin ve devamlılığı-
nın sağlanması amaçlanmaktadır.Projenin
uygulamasını kısaca anlatmam gerekirse;
temin edilmesi planlanan her tekne, balıkçılıkla geçinen iki kadın için gelir kaynağı
olacak ve teknelerde çalışan kadınların
oluşturacağı kooperatife ödenen cüzi bir
aylık ücretle biriktirilen parayla da her
iki ayda bir, yeni bir tekne alınacaktır. Bu
sayede daha fazla kadına istihdam oluşturulacak ve projenin sürdürülebilirliği
sağlanacaktır.
Ülkemizin cömert desteği sayesinde bölgedeki kadınların güçlendirilmesi;
sosyal alanda, halk sağlığı ve üretim
alanlarında önemli gelişmeleri beraberinde getirecektir.
Bu yazımda sizlerle Kenya’da iki yıldır
yaşadığım ve gördüğüm bazı tecrübelerimi paylaşırken ülkemizin verdiği destek
sayesinde buradaki birçok soruna çözüm
sağlamak adına yaptığı fedakarlığı da vurgulamak istedim. İnternete “Kenya” yazıp
arama yaptığınızda karşınıza çıkabilecek
oldukça klasik bilgilerin dışında, farklı
bir bakış açısından, şu an halen yaşadığım
ülke olan Kenya’yı ve ülkemizin buradaki
faaliyetlerini sizlerle paylaşmak istedim.
Sipariş Hattı
6 Kıta 45 Ülkede...
444 1902
www.hamidiye.com.tr
turuncudergi.com
RÖPORTAJ
RÖPORTAJ
GÖNÜLLÜLÜK DEMEK
ADANMIŞLIK
DEMEKTİR
Zihinsel ve ruhsal açıdan derinleşmenin
cinsiyeti yoktur. Kadın ya da erkek eğitilmez,
eğitilen insandır
1
RÖPORTAJ: AYŞE KEŞİR
Av. Arzu
Akalın
44
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
[email protected]
9 yıldır kız öğrencilerin
eğitimini destekleyen
ve İstanbul merkezli bir
vakıf olan TÜRGEV,
geçtiğimiz günlerde de
Ankara’da ilk kız yurdunu faaliyete
açtı. TÜRGEV Başkanı Av. Arzu
Akalın ve yönetim kurulu üyeleri
farklı toplantılar ile Ankaralılar’a
hem vakıf faaliyetlerini hem de
yeni açılan yurtlarını
tanıttılar.
Ankara’daki kız yurdunda bir araya geldiğimiz
Arzu Akalın ile sizler
için bir söyleşi gerçekleştirdik.
// A.Keşir- İçinde bulunduğumuz coğrafyada, kadim
bir medeniyetin mirasçılarıyız
biz. Bunlardan ilk akla geleni de
elbette vakıf medeniyeti. Yetim
ve yoksul öğrenciler için yola
çıktığınızı biliyoruz. Okurlarımıza kısaca TÜRGEV’i nasıl
tanıtırsınız? Amacı, misyonu,
faaliyetleri…
A.Akalın- TÜRGEV bugüne
dek 1122 öğrenci mezun vermiş,
2013 – 2014 eğitim yılında 2000
öğrenci kapasitesini %100 artırarak 2014 – 2015 eğitim yılında
bu sayıyı 4000’e çıkaran, yalnızca
kız öğrencilere yönelik çalışan bir
vakıftır. Bizler 22 yurdumuzla liseli
ve üniversiteli kızlarımıza en iyi
kalite ve şartlarda barınma imkânı
sunarken aynı zamanda onların
eğitim ve öğrenimlerine katkı
sağlayarak âdeta ikinci bir akademi
görevi üstlenmiş bulunmaktayız.
Amacımız elbette ki öncelikle
gençlerimizin ailelerinden uzakta
da olsa kendilerini evlerindeymiş
gibi hissetmeleri. Güvende ve huzurlu. Bunun dışında çeşitli eğitim
faaliyetlerimiz mevcut.
// A.Keşir- Toplumun bir
kesiminde, kadın üzerinden,
dindar ve muhafazakâr algısı
oluşturulmaya çalışıyor. Eğitime
erişimi engellediği vb. yönünde de
ısrarlı bir algı var. TÜRGEV’in,
kız öğrencilerin yurt ihtiyacının
karşılanması konusundaki gayreti de aşikar. Eğitim ve kadının
güçlenmesi konusunda neler
söyleceksiniz?
A.Akalın- Toplumlar zaman
içinde evrilir. Bu sosyolojik açıdan
değişmez bir kuraldır. Lakin ne
yöne evrileceğini, dönüşümün ne
şekilde gerçekleşeceğini bize göre
yine kadınlar belirleyecektir. Bu
açıdan kadınlarımızın ilim sahibi
olmalarını, eğitim görmelerini,
zihin ve fikir dünyalarının gelişmesini bizler çokça önemsiyoruz.
turuncudergi.com
İçinde bulunduğumuz zaman
dilimi her açıdan oldukça gelişmiş
teknolojiyi ve güvenlik sistemini
üretiyor olsa da, yine de anne ve
babaların, bulundukları şehirlerin
dışında üniversiteyi kazanıp gidecek
olan kızlarının güvenliğinden
endişe etmesini engellemiyor. Bu
hassasiyetlerin ortadan kalkmasını
ya da değişmesini beklemek biraz
gerçeküstü olabilir. Dolayısı ile bu
endişeleri gidermeye yönelik ve aynı
zamanda genç kızlarımızın eğitimine
ket vurulmasına izin vermemek, her
iki tarafın da memnuniyeti sağlamak
bizim yola çıkış noktalarımızdan
biriydi. Ve sağladık da hamdolsun.
Ancak kadınların özgür bir birey
olarak var olduğu bir toplumda, kaliteli bir yaşam ve üretkenlik, pozitif
bir değişim ve dönüşüm mümkün
olabilir.
“Kadının eğitimi” olarak nitelendirilen kavramı kullanmayı aslında
çok tercih etmiyorum. Eğitim her
durumda gelişim ile ilintilidir.
Zihinsel ve ruhsal açıdan derinleşmenin ise cinsiyeti yoktur. Kadın ya
da erkek eğitilmez, eğitilen insandır.
turuncudergi.com
Kişinin kendisini bulması, bilmesi
ancak ilim sahibi olmak ile gerçekleşebilir. Kişi ancak kim olduğunu ve
sonrasında kendisini bildikten sonra
özgün bir birey olabilecektir.
Bunların yanında biraz önceki soruda bahsettiğimiz farklı toplumlardaki farklı hassasiyetler ve görüşler
kadınların eğitim almalarının önüne
geçebilmiştir.
TÜRGEV olarak amacımız
kadınların etken ve aktif oldukları
toplumların dünyaya bir şeyler
katabileceğini canlı olarak göstermektir. Ancak kadınların özgür bir
birey olarak var olduğu bir toplumda
kaliteli bir yaşam ve üretkenlik,
pozitif bir değişim ve dönüşüm
mümkün olabilir. Yüksek standartların oluşması ülkelerin gelişmesi,
demokrasilerin olgunlaşması ve
adil toplum düzeninin inşasında
kadın konusu yine turnusol kâğıdı
görevini görecektir.
// A.Keşir- Öğrencilerinizle farklı
etkinlikler yaptığınızı da biliyoruz.
Bunları okurlarımızla paylaşır
mısınız? Bu etkinliklerin amacı ne,
neler yapıyorsunuz?
Kişinin kendisini
bulması, bilmesi ancak
ilim sahibi olmak ile
gerçekleşebilir. Kişi
ancak kim olduğunu ve
sonrasında kendisini
bildikten sonra özgün
bir birey olabilecektir.
Türgev Başkanı Arzu Akalın,
yazarımız Ayşe Keşir’in
sorularını içtenlikle cevapladı.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 45
RÖPORTAJ
Atölyeleri
açmamızdaki amaç
öğrencilerimizin
eğer yetenekleri
varsa keşfetmeleri
dolayısıyla kendilerini
daha iyi tanımaları
ve özel bir uğraşıya
sahip olmalarıdır
46
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
RÖPORTAJ
A.Akalın- Tabi, paylaşalım. Yurtlarımızda verdiğimiz eğitimleri dört başlık
altında toplamak gerekirse; Akademi,
Kültür & Sanat, Spor ve Müzik eğitim
ve faaliyetlerimiz mevcut. Okudukları bölümlerde uzmanlaşmak isteyen
öğrencilerimize yönelik özel çalışma
gruplarımız, kitap okuma, analiz kritik
gruplarımız Akademi başlığında;
resim, ebru, hat, satranç, yemek, dikiş gibi kültürel ve sanatsal atölyelerimizi Kültür & Sanat; ney, keman, kanun
atölyelerimizi Müzik; basketbol, aerobik, hapkido, voleybol derslerimizi de
Spor başlığı altında değerlendiriyoruz.
Atölyeleri açmamızdaki amaç
öncelikle öğrencilerimizin okudukları
bölümlerin dışında yeni alanlara
açılmaları, eğer yetenekleri varsa
keşfetmeleri dolayısıyla kendilerini daha
iyi tanımaları ve özel bir uğraşıya sahip
olmaları. Bunların yanı sıra müzik,
edebiyat ve sanat konularında bilgi ve
zevk sahibi olmaları bizim için önemli.
Sanatın dokunduğu bir ruh, incelediği
bir gözün dünyaya katacağı çok şeyler
olduğunu düşünüyoruz. Ve bu ruhları
işlemek, derinleştirmek bu seçkin
zevkleri gençlerimize kazandırmak
bizlerin idealleri arasında…
// A.Keşir- Vakıf medeniyeti bizim
için bu kadar kadim iken, diğer
yandan dünyada 3. Sektör kavramı
gelişiyor. Yenidünyanın STK ve
Gönüllülük anlayışı nedir?
A.Akalın- Yeni dünyada –özellikle
sosyal medya faktörü ile birlikte– sosyal
sorumluluk projeleri kapsamında
STK ve gönüllülük anlayışının daha
da yaygınlaşabildiğini ve hatta sivil
toplum kuruluşlarının –Mavi Marmara
meselesinde olduğu gibi– devletlerin
uyguladığı yanlış politikalara karşı
birleşip, harekete geçebildiğini bugün
görebiliyoruz. Farkındalığı artırma
yolunda oldukça aktif rol üstlenen sivil
toplum kuruluşları, bu eylemlerini kendi
özel zamanlarını ayırarak tamamen
gönüllü olarak gerçekleştiriyor, daha
da ileri derece de yüreklerini ortaya
koyup davaları olarak benimsiyorlar.
Toplumun dinamiklerini göz önünde
bulundurduğumuzda STK’ların oldukça
güçlü bir konumda olduğunu bu
bağlamda sanırım artık söyleyebiliriz.
// A.Keşir- Suriye’li misafirlerimiz
konusunda gördük ki özellikle o
bölgedeki STK’ların çok ciddi gayreti
ve emeği var. Fakat dünyadaki
örneklerde olduğu gibi 3. Sektör
algısı ile kurumsallaşmada biraz
eksik miyiz? İnsan kaynağı da
dahil olmak üzere, faaliyet ve
etkinliklerde, katma değer üretimini
rakamlara yeterince dökemiyor,
raporlara yansıtamıyoruz sanki.
Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
STK’ların kurumsallaşması
konusunda neler yapılmalı?
A.Akalın- 3. Sektör ibaresi
kavram olarak yeni olabilir belki ama bizim için Osmanlı’dan
bize miras kalan bir anlayış ve
yapıdır aslında. Ve o dönemden de
gördüğümüz kadarıyla arşivlerde
oldukça titiz tutulmuş kayıtlar
mevcut. Zaman içerisinde gündelik
yaşamların değişmesi ve alanların
kayması ile bir bakıma erozyona
uğrayan vakıf kültürümüz bu konuda
da sekteye uğramış. Bugüne dek
bu alanı canla başla ayakta tutan
büyüklerimizin de emeklerini
göz ardı etmemek lazım tabi ki.
Bunun yanında da öyle umuyorum
ki yeniden bir hareketlenme,
canlanma bu kültürü yeniden
kazanmaya yönelik eğilimler
baş göstermiş durumda. Tabi bu
durum beraberinde ister istemez
turuncudergi.com
kurumsallaşmayı da getirecek,
getiriyor. Düzenli ve kesin bir iş
bölümü ve kalite sistemleri bu
bağlamda eksikleri gidermeye yeterli
olacaktır diye düşünüyorum.
// A.Keşir- Özel sektörde, reel
sektörde “sosyal sorumluluk”
anlayışının gelişmesi ümit verici... Fakat bu konuda popülizm etkisi ve PR kaygısı daha
mı fazla? “Sağ elin verdiğini sol
el bilmemeli.” düsturundan başka
bir yere mi gidiyoruz? Yoksa yeni gerçekler mi bunlar?
Bizim inancımız ve
hassasiyetlerimize baktığımızda
yardımlaşma mahremiyet
barındıran bir alandır.
A.Akalın- Doğrudur. Bizim
inancımız ve hassasiyetlerimize
baktığımızda yardımlaşma
mahremiyet barındıran bir
alandır. Birden çok kişiyi
kapsadığından ve umumi alanda
ve mekânlarda paylaşıldığında
incitici olabileceğinden mahremdir.
Eksik olan bir yeri ya da bir şeyi
tamamlamaya çalışırken, gönül
kırmaya ya da incitmeye sebebiyet
vermemek gerekir.
Zaman
içerisinde gündelik
yaşamların değişmesi ve
alanların kayması ile bir
bakıma erozyona
uğrayan
vakıf kültürümüz bu
konuda da sekteye
uğramış.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 47
RÖPORTAJ
Aylık Kadın ve Yaşam Dergisi
2015 Yılı Abonelik
Bu nokta bizim de yardımlaşma ve
dayanışma faaliyetlerimizde gözettiğimiz
hassasiyetlerimizdendir. Biz tabi durumu
müsait olmayan öğrencilerimiz de bu
faaliyetlerden yararlansın istediğimizden
burs isteyen öğrencilere bu bursu
sağlamaya çalışıyoruz.
// A.Keşir: “Gönüllülük” kavramının
sizdeki karşılığı nedir? Arzu Akalın
olarak “gönüllü olma” hâli nasıldır?
A.Akalın: Gönüllülük demek, adanmışlık demek en kısa şekli ile benim için. Ve hangi sivil inisiyatifin içinde
görev alırsanız alın; gönüllülük, görevi
kabul edene kadar vardır sonrasında ise
sorumluluk başlar. Yapabileceğinin en
iyisini, en mükemmelini, ötelemeden,
ertelemeden ve disiplin içinde yapmak gelir.
Av. Arzu Akalın Kimdir?
1973 Almanya doğumlu olup
aslen İstanbul Çatalcalı’dır. Ailesinin
ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen
Akalın, eğitiminin bir kısmını, ailesinin
yurtdışında yaşıyor olması sebebi ile,
Almanya’da tamamladı. Sonrasında
lise ve üniversite eğitimini ise
Türkiye’de aldı.
Dönemimiz Başladı
Her ay güncel konularda en yetkili isimlerle yaptığımız röportajlar,
alanında uzman yazarlarımızın ele aldığı dosya konularının yanı sıra kitap,
film, mutfak kültürü sayfalarımızla evlerinize konuk oluyoruz...
Yıllık Sadece 85¨
Bizi Sosyal Medyada
Takip Etmeyi Unutmayın!
turuncudergisi.blogspot.com
Çok istediği hukuk alanında
eğitim almayı tercih etti. 1995 yılında
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’
ni birincilikle tamamladı. Akademik
çalışmayı yapmayı hedefledi ama
başörtüsü yasakları sebebiyle
gerçekleştiremedi. Avukatlık yaptı ve
patent hukuku alanında uzmanlaştı.
17 yıllık avukat olan Akalın, 10 kişilik
ekibiyle marka ve patent hukuku
alanında, yerli ve yabancı firmalara
hukuk danışmanlığı yapıyor. Halen
Almanya’da doktora öğrencisi ve THY yönetim kurulu üyesidir.
Bir süre siyasetle uğraşan Akalın,
2014 yılından bu yana TÜRGEV’in
yönetim kurulu başkanlığını
yapmaktadır. Bisiklet turları yapmak,
yüzmek ve kültürel geziler yapmaktan
hoşlandığını ifade eden Akalın, zaman zaman bu tür etkinliklere vakit ayırmaya çalışıyor.
facebook.com/turuncukadindergisi
twitter.com/turuncudergisi
instagram.com/turuncudergisi
www.turuncudergi.com
e-mail: [email protected]
Adres: Ufuk Üniversitesi Cad. 1472 Sk. No: 24/17 Çukurambar / Ankara Tel: 0312 473 98 33
48
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
YAZAR
“Kim var! “ diye seslenilince,
sağına ve soluna bakınmadan,
fert fert “Ben varım!” cevabını verici,
her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse
yoktur!” duygusuna sahip bir dava ahlâkını
pırıldatıcı bir gençlik...
Nimete Değil,
Külfete
Gönüllü Olmak.
İşte tam burası,
talip olmak ile
gönüllü olmak
arasındaki farkı
oluşturmaktadır.
Talip olan yüzünü
nimete, gönüllü
olan yüzünü
külfete döner
Ç
BETÜL YEŞİL ÇELİK
ocukluğu hayal kurmakla
geçen biri değildim ama
farklı bir dünya tahayyülüm
her zaman vardı. Öyle bir
dünya ki taksicinin biri, her gün rastgele seçtiği bir
müşterisini gideceği yere ücretsiz götürsün. Doktorun biri, bir hastasını
akşam vakti arasın ve ona “Nasıl oldunuz,
sizi merak ettim.” desin. Adamın biri,
ikinci evini alabilecek birikimi olmasına
rağmen ev almasın, bununla tasadduk
50
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
[email protected]
etsin. Trafikte insanlar birbirlerine yol vermek için öyle yarışsınlar ki nerdeyse trafik
tıkansın. Böyle bir dünya mutlaka olsun.
Ben o dünyada yaşamasam da sevdiklerim
muhakkak yaşasın.
Aklımdan sıklıkla bunlar geçerdi. Çocuk
saflığı mı dersiniz bilmiyorum ama
dünyanın böyle bir yer olması gerektiğine
inanırdım. Ve bu yüzden çoğunlukla kendimi bu dünyaya ait hissetmezdim. Yine
bu günlerden birinde öğretmenimiz, sınıfa
bir soru sordu: “Kim benim sınıf defteri-
mi doldurmak ister?” Öğretmenin sınıf
defterini doldurmak demek; öğretmen
masasına oturmak, öğretmen olmak demekti. Kim bu işe gönüllü olmak istemez
ki? Yazısı öğretmen defterini dolduracak
kadar güzel, kendisi dolma kalemle yazı
yazabilecek kadar dikkatli olsun olmasın,
herkes “Ben, ben, ben!” diye parmak kaldırmıştı. Bu gurur verici işe ben, yirmiden
fazla gönüllünün arasından, seçilmiştim.
Öğretmen sandalyesine oturduğumda, öğretmenimiz “Ben dönene kadar
turuncudergi.com
öğretmen sensin, kim konuşursa ismini bir
kâğıda yaz.” deyip sınıftan çıkmıştı. Daha
ilkokuldayken öğretmen olmuştum. Bunu
hemen anne-babama anlatmalıydım. Keşke hemen akşam olsa. Gün geçmek bilmedi. Balkonda okuldan dönmemi bekleyen
anneme her zamanki gibi aşağıdan seslendim: “Anneee, bugün okulda ne oldu biliyor musun?” Merdivenleri tırmandım, içeri koşarcasına girdim. Başladım anlatmaya.
Ne var ki, bendeki heyecan ailemde yoktu.
Anlatacaklarım bitince babam biraz da
dalga geçerek şöyle dedi: “Kesin ben yaparım diye atlamışsındır.” Hayal kırıklığı
yaşamıştım. Takdir görmeyi beklerken
neredeyse kınanmıştım. Galiba babam da
öğretmen olduğu için, öğretmenimin bu
tavrını işi başından atma olarak görmüştü.
Babama göre, öğretmenin kendi işini bana
yaptırması sorumsuzluk olmakla birlikte,
benim için de onur değil angaryaydı. Ama
ben öyle düşünmüyordum. Bu, son olayım
olmayacaktı.
Talip mi, Gönüllü mü?
Aynı hikâyeyi büyüklerin hayatına
uyarlayalım. Bir kamu kuruluşunda bir
amir, altında çalışan ekibine kendisinin
yokluğunda başkanlığa vekâlet edebilecek
bir gönüllünün olup olmadığını sorsun.
Yetişkinler, çocukların yaptığı gibi “Ben,
ben, ben!” diye atılmayacak da olsa, büyük
çoğunluk kısa süreli başkanlığa gönüllü
olduğunu söyleyecektir. Ve büyük ihtimal
amir, zaten aklında olan kişiyi -gönüllü
olsun ya da olmasın- vekâletine görevlendirecektir. Hikâyenin bu değişmeyen
sonucu, üzerinde konuşulmaya değer.
Kahramanlarından biri ben olduğum
bu iki hikâye incelendiğinde, önemli bir
ortak noktanın ortaya çıktığını görüyoruz. Her iki grup da, aslında doğrudan
ya da dolaylı olarak çıkarlarının olduğu
işlere gönüllü oluyor. Aslında bu eylemi
gönüllü olmaktan ziyade, talip olmak
olarak tanımlayabiliriz.
Zira kişilerin birbirleriyle yarıştıkları
durum, büyük çoğunluğun isteyeceği
ve herhangi bir özelliği dolayısıyla
(Makam, prestij, maddi kazanç vb.)
fayda sağlayıcı işlerdir. Dolayısıyla her
bir aday doğal olarak taliptir. Burada
gönüllü olmanın bir diğer anlamı olan
turuncudergi.com
“istekli olmak” ile karşılaşıyoruz. Fakat
gerçek gönüllü olmak, talip olmak mıdır?
Bu soruyu cevaplayabilmek için hikâyemizi biraz değiştirelim. Yine aynı amir,
ekibine elindeki kalın dosyaları göstererek
bir soru sorsun: “Bunları kim redakte
etmek ister?” Manzarayı tahmin edersiniz.
Öne eğilen başlar, parkenin desenlerini
sayan gözler… Kimse bu sıradan işi üzerine
almak istemez. İşin yapılması gerektiğini
düşünen amir ya kendisi bir “kurban” seçer
ya da içlerinden biri “Ben yapabilirim.”
diyerek odadaki derin sessizliği bozar.
Diğerlerine göre bu gönüllü kişi belki “zavallı” belki de “enayi”dir. Çünkü yapılacak
olan ister çok zor ister çok sıradan olsun
bir iş, bir görevdir ve kimse göreve talip
olmak istemez.
Nimete Değil, Külfete Gönüllü Olmak
İşte tam burası, talip olmak ile gönüllü
olmak arasındaki farkı oluşturmaktadır.
Talip olan yüzünü nimete, gönüllü olan
yüzünü külfete döner. Ve bu yöneliş, yönü
zıt istikamette olanların anlamayacağı,
anlasa da kötüye kullanacağı bir durumu
oluşturabilir. Zira bir işe gönüllü olmak,
diğerlerinin üzerinden sorumluluğu alan,
tabiri caizse, farz-ı kifaye olan bir eylemdir. Bu yüzden gönüllü yardım kuruluşları,
sorumluluğu devletten alıp sivile verdiği
için sosyalistlerin eleştirilerine maruz
kalmıştır. Oysa İslam, baştan ayağa gönüllülük üzerine kurulmuştur. Kişi iman
etmeye zorlanamaz. Dolayısıyla iman eden
kişi İslam’a kesinlikle gönüllü olan kişidir.
Bununla birlikte bu gönüllü olma hâli,
beraberinde sorumlu olma hâlini de getirir
ki, aslında iman eden nimete değil külfete
gönüllü olmuştur. İsmet Özel’in dediği
gibi; aslında iş Kelime-i Şehadet getirmekle bitmez, asıl orada başlar. İman etmeye
gönüllü olmak, devamında bireysel ve
toplumsal birçok sorumluluğa da evet demektir. Farz-ı ayn olan, yani kişinin bireysel olarak sorumluluğunda olan yükümlülükleri çıkardığımızda, farz-ı kifaye olan
tüm amellerin aslında bananeciliğe/neme
lazımcılığa bir meydan okuma olduğunu
görürüz. Dolayısıyla mü’min kişi bana ne
demeyen, aksine fedakâr, diğerkâm olan
kişi olmaktadır.
Dindeki bu gönüllü olma hâli, dünya
görüşlerinin/ideolojilerin de beklediği
bir eylemdir. Örneğin; Üstad Necip
Fazıl, Gençliğe Hitabesi’nde hayalini
kurduğu dava gençliğini, “Kim var?” diye
seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan,
fert fert “Ben varım! “ cevabını verici,
her ferdi, “Benim olmadığım yerde
kimse yoktur! “ duygusuna sahip bir
dava ahlâkını pırıldatıcı…” olarak
tanımlamıştır. Yine aynı dönemin şairi
ve Necip Fazıl’ın davasının/ideolojisinin
karşıt savunucusu Nazım Hikmet, Kerem
Gibi şiirinde neredeyse bir klasik hâline
gelen şu dizeleriyle, aslında gönüllü
olmanın davalarındaki vazgeçilmezliğini
anlatmıştır: Ben diyorum ki ona:
Kül olayım Kerem gibi yana yana/ Ben
yanmazsam, Sen yanmazsan, Biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…
Görüldüğü gibi bir dünya görüşü bile,
devamlılığını yanmaya gönüllü
fertlerin varlığına bağlamışken,
gönlünde Allah olan kullarının
bir işe gönülsüz olması beklenebilir mi?
Yanmak demişken… Hz. Ebubekir’
in gönüllüğü, hiçbir gönüllülük örnekleriyle kıyaslanamayacak kadar çarpıcıdır.
“Ya Rabbi bedenimi o kadar büyüt ki,
cehennemi ben doldurayım. Oraya
bir başkası girmesin.”
Her ne kadar “Söylesem tesiri
yok, sussam gönül razı değil.” dese de şair, burası gönlün
susarak razı olacağı yerdir. Burası,
sözün bittiği yerdir.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 51
YAZAR
ELİF NİSA
T
oplumdaki “bir lokma
bir hırka” anlayışına göre
Müslüman zengin değil,
yoksul olmalı; elindekilerle
yetinmeli hatta gerektiğinde
aç kalmalıdır ki daha takva sahibi olabilsin.
Kur’an aktif bir mümin modeli önerirken,
bu anlayış pasif bir modeli dayatır ve bunu
Kur’an adına yaptığını iddia eder.
Var olan her güzellik onu yaratanın
ürünüdür. Tüm güzellikler onları takdir
edebilen müminler içindir ve bunlarla
kıyaslanamayacak nicesi de “Bunlar, dünya
hayatında iman edenler içindir, kıyamet
günü ise yalnızca onlarındır.” (Araf Suresi,
32) ayeti gereği ahirette sadece müminlere
verilecektir.
Malın ve mülkün gerçek sahibi Allah’tır;
her nimet O’ndan gelir ve yine O dilerse
gider. Kendisine mal ve mülk verilen mümin bundan dolayı gururlanmaz, büyüklenmez ya da şımarmaz, yitirme duygusu
yaşamaz. Hepsi için şükreder ve nimetleri
Allah’ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla
kullanır.
Ancak, “Gerçekten insan, Rabbine karşı
nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna
şahittir. Muhakkak o, mal sevgisinden
dolayı çok katıdır.” (Adiyat Suresi, 6-8)
Mal ve mülk sevgisi kimi insanların kalbini
52
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
YAZAR
Vermenin bir
ağırlığı yoktur
aksine
tüy gibi hafifletir
B İR
LOKMA
B İR
HIRKA
katılaştırıp onları dinden uzaklaştırabilir.
Kişi, Allah’a muhtaç olduğunu unutup
kulluk bilincini kaybedebilir, hep daha
fazlasını kazanma hırsına kapılabilir. Mal,
mülk müminin şükrünü ve ecrini artırırken, gaflete kapılan kişinin azgınlığını ve
azabını artırır.
Mümin kanaatkârdır ancak kanaat,
verilenle yetinmek değil geçinmektir. Daha
fazlası için ve Allah yolunda kullanmak
amacıyla dünya hayatında zenginlik ve
mülk isteyebilir insan.
Hz. Süleyman istemiş Rabbi vermişti.
O, muhteşem bir güç, servet ve iktidara
sahip olmasına rağmen, her zaman Allah’a
karşı içinde derin bir saygı taşımış ve tüm
imkânlarını O’nun yolunda kullanmıştı.
“...Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini
Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim...” (Sad Suresi, 32)
Müslüman zengin olmalıdır ki zekât,
infak gibi ibadetleri yerine getirirken
çok fazla ihtiyaç sahibine, çok daha fazla
verebilsin.
Kâinatta, yaratılmış her şey bir başkasına
hizmet için vardır. Dahası bu hizmet karşılıksızdır, çıkarsız, beklentisizdir. Yardımın,
fedakârlığın, merhamet, şefkat ve sevginin
müesseseleşmiş şekli ise vakıflardır.
Vakıfların ilk örneğini Peygamberimiz
(a.s.m) ile görürüz. Medine’de sahibi olduğu yedi ayrı hurmalığını, daha sonra da
Fedek ve Hayber hurmalıklarından kendisine düşen payı Allah yolunda vakfetmişti
Peygamber.
Bu güzelliğe şahit olan sahabe de, kendi
imkânlarıyla vakfetmişlerdi. Hazreti Câbir
bu konuda şöyle söyler:
“Muhacir ve ensardan imkân sahibi olup
da vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.”
İnsan, Allah katından bir imtihan olarak
yoksul olabilir. Mallardan eksiltme ile
imtihan olan mümin, zor zamanlarında da
Rabb’ine tevekkül eder kararlılıkla sabreder. Ancak yoksulluğun tercih edilmesi ya
da özendirilmesi çok farklıdır ve yanılgıdır.
Kur’an’daki, “Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana
her gelişlerinde ‘Sizi bindirecek bir şey
bulamıyorum.’ dediğin ve infak edecek bir
şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler
üzerinde de (sorumluluk) yoktur.” (Tevbe
Suresi, 92) ayetinde söz edilen müminlerden olmak yerine, Allah yolunda canı
ve malıyla mücadele eden bir mümin olmanın, İslam için çok daha hayırlı olacağı
açıktır. Alan el yerine veren el olmak daha
iyi değil midir?..
turuncudergi.com
“Sevdiğiniz şeylerden
Allah yolunda
harcamadıkça
iyiliğe asla
erişemezsiniz.
Her ne harcarsanız
Allah onu bilir.”
( Âl-i İmran
Sûresi, 92.)
V
DİLEK ÇEVİKOĞLU
ermek, sevdiklerimizden; severek, isteyerek
vermek olduğu zaman
anlamını bulur. Bir
lütfediş olamaz asla; hak
sahibine, nasibi olanı ulaştırmak için
seçilmek bir lütuftur aslında. “Vermek”
bir aracılıktır sadece, emanet edileni gereken yerlere teslimdir. Görev gözüyle
de bakılabilir. Eğer bende bir mal varsa
zaten ödünçtür. Biriktirmek için değil,
harcamak içindir. Yanıbaşında ihtiyaç
sahipleri kıvranırken habire para biriktirmek, bildiğin deliliktir.
Vermenin bir ağırlığı yoktur, aksine tüy gibi hafifletir.
Bizleri açgözlülüğe, bencilliğe
sürükleyen kapitalist sisteme göre
“veren el olmak” enayilikle eşdeğer
hâle gelmiş. Ne kadar paramız varsa o
kadar değerli hissetmeliyiz kendimizi.
Kaç evimiz varsa o kadar başarılıyız,
arabamız hangi modelse o kadar
karizmatiğiz. Bilinçaltımıza kazınmış
sloganlardan biri “Çünkü ben buna
değerim.” Değerim maddi ölçü
turuncudergi.com
[email protected]
birimleriyle ölçülür benim, maneviyat
nedir ki? Açlıktan kırılanlar, evsiz
barksız kalanlar; sistemin rengarenk
boyalı dünyasının promosyon olarak
gözümüze taktığı pembe gözlüklerin
filtrelerine takılıp kalıyor.
Zenginler gittikçe daha da
zenginleşiyor, fakirler daha da
fakirleşiyor. Toplumda, insanların
arasında gitgide büyüyen bir uçurum
oluşuyor. Sosyal patlamaların,
toplumsal çöküşlerin kaynağı bu
açgözlülük hastalığı değil mi?
Varsa yoksa “ben” olmuşuz. “Benim
ihtiyaçlarımdan arta kalan parayı
(gönlümden koparsa) fakirlere
veririm.” kendimize söylediğimiz
yalanların en büyüğü olmuş. Benim
giderilmezse öleceğim ihtiyacım ne?
5 çekirdekli tablet mi? 330 hp araba
mı? 10 oda, 2 salon, 3 mutfak villa mı
benim ihtiyacım? “Dünya hayatında
ancak yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin,
sadaka olarak dağıtıp kalıcı kıldığın
senindir.” (Müslim, Zühd 3.)
İnsanoğlu bütün dünyaya sahip olsa,
yine de yetmez. Çünkü burası için
yaratılmadık biz, gerçek yurdumuza
giderken şöyle bir uğradık sadece. Ruh,
cenneti istiyor. O cenneti istedikçe
biz cennet gibi bir ev sahibi olmaya
çalışıyoruz. O, Rabbini özledikçe
biz canımız sıkıldı diye alışveriş
merkezlerine koşuyoruz. Düşmanı
uzaklarda aramaya gerek yok, kendi
kendimize yeterince eziyet ediyoruz.
Sevdiğimiz şeylerden Allah yolunda
harcamak için zengin olmamıza da
lüzum yok. Hâl hatır sormak, güler yüz
göstermek, yardımcı olabileceğimiz
bir durum varsa yardıma koşmak gibi;
zamanımızdan, enerjimizden vermek,
sevgi ilgi göstermek de birilerini,
dolayısıyla bizleri mutlu etmeye yeter.
“İnsanlara güler yüzle selam vermek
sadakadır.” [Beyheki]
Sevdiğimiz şeylerden, sevdiğimizin
rızasını kazanmak için vermek O’na olan aşkımızın şahidi olsun.
“Şüphesiz Allah Kerîm’dir, keremi
sever; cömerttir, cömertliği sever.”
(Tirmizî, Edeb, 41)
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 53
YAZAR
Veren el, alan
elden
Ö
üstündür
HANİFE SENİYYE SÖZER
nünde duran yemeğe
gözlerini dikmiş, suratını da buruşturmuş bir
hâlde sandalyede oturuyordu. Çocuk olmasının ona sağladığı fırsatları kullanarak anne
ve babasını ikna edebileceğini düşünüyordu. Evin büyüklerinden beklenen hareketlilik gelmeyince kollarını sıkıca bağlayarak
derin bir nefes verdi Musab. Annesi sanki
biraz kıpırdanmıştı ama yok, yine beklediği onayı alamadı. Babasına bakmaya ise
birazcık çekiniyordu. Zira kızarsa her şey
54
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
[email protected]
onun için çok daha kötü olabilirdi. Saliha
Hanım yavaşça yemeğini yemeye devam
ederken göz ucuyla da oğlunu kontrol etti.
İnatla hâlâ yemeğini yemiyordu. Gözlendiğini anlayan ufaklık bu durumu fırsat bildi
ve bir kez daha bütün havayı içine çekerek
kuvvetlice nefesini burnundan verdi. Saliha Hanım sakinliğini koruyarak lafa girdi.
- “Oğlum artık yemeğini yer misin?”
“Hayır!”
Öyle tok bir cevaptı ki, Musab’ın vazgeçmeye hiç niyeti yok gibiydi. Annesi pes
etmedi.
-“Ama birazdan sofrayı toplamak zorundayım ve sen aç kalacaksın. Hadi anneciğim. İnat etme de ye.”
Saliha Hanım, dolduruğu kaşığın ucunu
oğluna doğru uzatmış ağzını açmasını
bekliyordu. Musab ise çenesini sımsıkı kenetlemiş, kafasını kaşıktan zıt yöne doğru
çekiyordu.
-“Hem ben lahana sevmiyorum! Yemeyeceğim işte!”dedi ve inatçı eylemine
kaldığı yerden devam etti. Annesi, bu
yöntem işe yaramayınca ilgisini başka bir
yöne çekmek istedi.
turuncudergi.com
“Öyleyse biz çay içip, yanında çikolatalı
kekten yerken sen bizimle birlikte yiyemeyeceksin. Oysa ben senin için üzerini
renkli şekerlemelerle süslemiştim.”dedi.
Evin oğlunun önce bir gözleri parladı. Günlerdir annesine en sevdiği keki
yapması için yalvarmış ama Saliha Hanım
müsait bir vakit bulamadığından oğlu da
hep yarın akşam vaatleriyle karşılaşmıştı.
Şimdi istediği kek önüne sunuluyordu. Bir
müddet kararsız kalsa da aklı hâlâ gündüz
alışverişteyken ona almadıkları kumandalı
arabadaydı.
-“Hayır işte! Bana o arabayı almazsanız
yemem.”
Ali Bey olanların farkındaydı ama
sakince yemeğini kaşıklıyor, bir yandan da
haberleri izliyordu. Musab ağlamaklı bir
tavır takınarak mızmızlanmaya başladı.
Elindeki her şeyi sonuna kadar kullanıyordu. Annesi dayanamayıp sesinin tonajını
biraz yükseltti ve:
-“Odan oyuncak dolu, yeterince arabaya
sahipsin. Çoğuyla oynamıyorsun bile.
Fazlası israf. Ayrıca bu yemek yememen ile
olacak bir şey değil. Böyle yaparsan kızacağım. Lütfen yemeğini yer misin!?”dedi.
İstediğini böyle elde edemeyeceğini anlayınca ufaklık son çare olarak söylenmeye,
bir yandan da ağlamaya başladı. Ali Bey bir
çözüm ararcasına önce ağlayan çocuğuna
baktı sonra gözleri eşi Saliha Hanımınkiler
ile buluştu. Bir tebessüm belirdi yüzünde, ardından bakışları televizyona kaydı,
yavaşça sesini açmaya başladı. Musab bir
müddet sonra kendi ağlamasını bastıran
başka bir çocuk sesi ile karşılaşınca biraz
olsun duruldu. İlgisi, ağlayan diğer çocuğun olduğu kısıma kaydı. Elinin tersiyle
gözlerini sildi ve
-“O neden ağlıyor?” dedi.
Beklenen açıklama babasından geldi.
- “Karnı açmış.”
- “Neden yemiyormuş o zaman ki?”
- “Çünkü yiyecek yemekleri yok.”
- “Annesi almamış mı?”
- “Alamamış.”
- “Neden? O zaman babası alsaymış.”
- “Babası da alamamış. Çünkü paraturuncudergi.com
ları yok. Onlar savaştan kaçıp geldiler
ülkemize. Suriyeli bir çocuk o. Artık evleri
yok. Babasının da para kazanmak için bir
işi yok.”
Musab televizyonda ağlayan çocuğa
daha da dikkatli bakmaya başladı. Saliha
Hanım da bir anne yüreğiyle dolan gözlerini ekrandan çevirdi ve canından çok
sevdiği oğluna şefkatle baktı.
- “Yani oğlum onların yiyecek yemekleri,
giyecek kıyafetleri bile yok. Bak bizim
soframızda her şeyimiz var. Eşyalarımız
var. Kıyafetlerimiz var. Evimiz var. Çokça
şükretmeliyiz değil mi? Lahanaya da
sevmiyorum dememeliyiz. Allah bize ne
kadar güzel nimetler vermiş. Hepsi için teşekkür etmelisin.”Annesinin kaldığı yerden
babası devam etmeye başladı.
- “Hatta bizde yetecek kadar olduğundan onlara da vermeliyiz. Ne diyor
Peygamber Efendimiz sallahu aleyhi ve
sellem ‘Veren el alan elden üstündür.’ Değil
mi annesi?”
Ali Bey mütebessim bir şekilde eşine
döndü. Söylemek istenileni ona bakan
gözlerden anlayan Saliha Hanım,
- “Haklısın Ali Bey.”dedi. “Yarın erzaklardan, kıyafetlerimizden, hatta Musab’ın
kıyafetlerinden seçer, güzelce paketlerim.
Sen de götürürsün. Olur mu?”
Ali Bey, gözlerini “olur” anlamında
yumdu. Daha sonra eşinin ve oğlunun
elinden tutup onları Asr-ı saadet zamanına
götürdü.
- “Bir gün adamın biri ihtiyacı için Hz.
Ali’nin kapısını çalıyor. Hz.Ali (r.a)’de
oğlu Hasan’a:
-‘Annene git, kendisine verdiğim altı dirhemden birini versin. Getir, şu adama ver.’
diy… Daha girizgahı tamamlayamayan Ali
Bey’in cümlesini, hikayenin içine girmiş
olan Musab birden böldü.
- “Dirhem ne demek Baba?”
- “O zamanın parası. Bizim şimdi kullandığımız lira gibi.”
- “Eee sonra?”
- “Sabırlı ol oğlum anlatıyorum. Çocuk
gidiyor ama çok çabuk geri dönüyor ve
‘Annem o altı dirhemi un almak için
saklamış.’ diyor.
Hz. Ali (r.a) “Gerçek iman sahibi kişi
elindeki paraya değil, Allah’a güvenir
oğlum. Git annene söyle, altı dirhemin
tamamını versin.”diyor. Fatıma annemiz
altı dirhemi gönderince de hepsini fakir
adama veriyor. Sonra Ali (r.a) tam içeri
girecekken, devesinin ipinden tutup yanından geçen bir adamın, ‘Satıyorum, var
mı isteyen?’ diye seslendiğini duyuyor ve
adama ‘Kaça satıyorsun?’ diye soruyor.
Adam ‘Yüz kırk dirheme’ diyor. Hz. Ali
(r.a):
‘Parasını sonra almak üzere kapıya
bağla.’ diyor.
Adam devesini kapıya bağlayıp gidiyor.
Az sonra bir adam yoldan geçerken deveye
talip oluyor. ‘Bu deve kimindir?’ diye
sorunca, Hz. Ali (r.a) ‘Benimdir.’ diyor.
Adam ‘Satmıyor musun?’ diyor.
- ‘Satıyorum.’
- ‘Kaça satıyorsun?’
- ‘İki yüz dirheme.’
Adam kabul ediyor, iki yüz dirhemi
çıkarıp Hz. Ali’nin eline veriyor ve deveyi
alıp gidiyor.
Hz. Ali (r.a) bu parayla önce borcu olan
yüz kırk dirhemi ödüyor. Sonra elinde
altmış dirhem kalıyor, onu da eşi Fatma’ya
götürüp veriyor. Fatma annemiz,
- ‘Bu nedir?’ diye sorunca Hz. Ali (r.a)
‘Bu, Cenâb-ı Allah’ın, ‘Kim (Allah’a) bir
iyilik (ve tevhid)le gelirse, kendisine onun
on misli (sevap) vardır.’ (En’am/ 160) müjdesinin gerçek olmuş halidir.’ diyor.”
Kıssa ile yemeğin aynı anda bittiğini fark
eden Saliha Hanım “Elhamdülillah”derken
kafası karışmış gibi görünen Musab;
- “Ama ben anlamadım.” dedi.
Ali Bey, “Yani senin olan her şeyden ne
kadar paylaşırsan Allah sana on katı kadarını verir demek.”der demez oğlu sandalyeden fırladı. Odasına doğru yönelmişken
annesi peşinden bağırdı.
- “Lahanan hâlâ bitmedi nereye gidiyorsun?”
- “Suriyeli çocuğa göndereceğim oyuncaklarımı seçmeye...”
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 55
DOSYA
OSMANLICA
ECDADIN MİRASI
A
İrem Özal
slında Osmanlı
İmparatorluğu’nun
kullandığı Arapça,
Farsça gibi dillerin temel
oluşturduğu; Arap harfleri
ile yazılan, Türkçe’nin özüne “Osmanlıca”
demek konusunda çekincesi olanlar
olsa da şu an bu şekilde isimlendiriliyor.
Kuran-ı Kerim alfabesinin harekesiz
olarak kullanıldığı; p,ç, j gibi harflerin
eklenmesiyle günümüz kelimelerinin
de rahatlıkla yazılabildiği Osmanlıca,
son birkaç senedir gençler arasında çok
revaçta. Hatta Hayrat Vakfı ile Gençlik ve
Spor Bakanlığı’nın ortak çalışması olarak
birçok ilde ücretsiz kurslar dahi açılıyor.
Daha önceleri okumak, öğrenmek için
materyal bulamayan Osmanlıca heveslileri,
şimdi “Cantaş Yayınları”nın çevirdiği
hikaye ve makale kitapları; “Osmanlıca”
dergisinin aylık yayınları, sosyal medyada
açılan gönüllü hesaplar ve internet siteleri
sayesinde her an Osmanlıca ile iç içeler.
Ecdadın kabir taşlarından kasidelere,
İstiklal Marşı’nın yazıldığı hâlinden
dönemin romanlarına kadar her şeyi
birazcık çaba ile okuyabilmek mümkün.
Hatta zamanında, su baskınından dolayı
yok olmak üzereyken kurtarılan koskoca
Osmanlı arşivlerini okumak artık eskisi
kadar korkutmuyor gözümüzü.
Murat Bardakçı’nın “Osmanlıca
bilmeyen entelektüel olamaz.” sözünün
çok tartışılmasının ardından 2014’ün
sonlarında yapılan Eğitim Şurası’nda,
liselere seçmeli olarak Osmanlıca dersinin
56
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
konulması önerisi konuyu bir kez daha
gündeme taşıdı. Herkesin konuya kendince
bir yaklaşımı var. Tabii biz de Turuncu
Dergisi olarak siz okurlarımıza Osmanlıca
alfabeyi tanıtıp birkaç bilgi paylaşmak
istiyoruz.
Öncelikle Arap alfabesi kullanılmasından ötürü, sağdan sola yazılıp Kuran-ı
Kerim’de doğru olarak okunulması için
yardım alınan harekelerin yerine “ye”
harfinin “ı, i”, “vav” harfinin “o, ö, u, ü”, “elif
ve hemze”nin ise “a, e” seslerini vermekte
yardımcı olarak kullanıldığını bir kenara yazalım. Ayrıntı bilgiye örnek olarak
“Elif ile Vav”ın kelime başında yan yana
geldiğinde “o,ö,u,ü” gibi harflerin yerini
aldıklarını, g harfi olmadığı için “kef ” harfi
kullanıldığını da unutmayalım. Harflerin
aksine sayıların soldan başlayarak okunduğunu da ekleyelim. Genel kelime kalıbına
alıştıktan sonra “kef ” harfinin üzerindeki
çizgi ve noktalarla “n” olarak okuttuğunu
da unutmazsanız kolaylıkla kelimeleri
çıkarmaya başlayabilirsiniz.
Tabii ki eski kelimelere, deyişlere, yazılışlara denk geldiğinizde okumak zorlaşacaktır fakat emin olun bulmaca
çözer gibi bağımlılık yapan Osmanlıca
okumak, sizin de en büyük eğlencelerinizden biri hâline gelecek. Ecdadımızın
mirasına ne kadar sahip çıkmaya çalışır
onların dilini ne kadar hayatımıza geçirirsek, onların düşünce düzeyine de o kadar
yaklaşabiliriz. “Geçmişini bilmeyenin
geleceği olmaz.” sözüne bir de bu cepheden
bakalım derim ben.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 57
DOSYA
ECDADIN DİLİ
EVLADIN DİLİ
DEĞİLSE
KÜRESELLEŞEN EĞİTİM
Velhasılkelam, eğitim sistemimiz ne
tam anlamıyla biz olabildi ne de küreselleşebildi. Eğitimin amacı; değişimleri, var olmadan önce hissederek kendi
yararına kullanabilen bilinçli bireyler
yetiştirmektir.
Küreselleşmenin de esasında yatan
budur. Benim lisede eğitim gören bir
oğlum var. Evimizde de oğlumun dedelerinden kalan, medresede okuttuğu kitaplardan... Ancak ne ben ne de oğlum
bu kültürel mirastan faydalanabildik.
Kitapların kapağını açtığımızda
bize yabancı bir alfabe, yabancı bir dil,
yabancı bir kültürle yüz yüze kalıyoruz.
Tanıdık gelen tek şey kitap kokusu.
Şükürler olsun, o değişmiyor asla.
Geçtiğimiz günlerde Eğitim Şurası’nda alınan kararla, Osmanlıca’nın
liselerde zorunlu ders olarak okutulması kararı bizi oldukça memnun etti.
Ecdadının dilini bilmeyen, anlamayan
torunlar olarak kaç kuşak büyüdü.
Bizim çocuklarımız dedelerini anlayarak, geçmişine sahip çıkarak geleceğe
yürüsünler. Bunu başardığımızda,
şimdi anlatılan eğitimde küreselleşme
hikayeleri de hikaye olmaktan çıkacak
ve amacına ulaşacaktır. Sözün özü;
küreselleşme, büyük bir değişimdir.
Bu büyük değişim, elbette her alanda
olduğu gibi eğitimde de değişimleri
gerektirir.
Küreselleşmeyle birlikte değişim, eğitim anlayış ve yaklaşımları ile yöntemleri de değişmek zorundadır. Bu zorunluluğu göz ardı etmeyen toplumlar, her
dönemde kârlı çıkacaklar ve her alanda
öncü olacaklardır. Ancak bir şartla;
dedelerinin dilini bilen, anlayabilen
torunlar varolduğu sürece küreselleşme.
Vesselam…
HiKAYE
Z
HATİCE BİLİCİ
amanın ruhunu yakalamak
gerek. Her alanda değişim
ve zamanın getirdiklerine
kapılarımızın açık olması da
gerek ama seçici olabilmek
de aynı zamanda. Küreselleşme rüzgarının
araladığı kapıdan girecek her değişim bize
beraberinde sorunlar da getirecektir elbette. Fakat bu değişim rüzgarından en iyi
şekilde faydalanmayı bilen asla kapılarını
kapatmayan ve kendi değerlerini de içeride muhafaza eden bireyleri hayal ediyorsak, o noktada, küreselleşebilen eğitimden
söz ediyor olmamız gerek.
O.Ulagay, yeni yüzyılın başında yayınladığı küreselleşmeyle ilgili kitabında, artık
Yeniçağ’da insanların nereye gideceklerini
kendilerinin değil, kendi dışlarındaki
güçlerin belirlediğine dikkati çekmektedir. Ulagay’a göre, bugün küreselleşme
diye tanımlanan olgunun ardında bilgi
teknolojisindeki büyük sıçrama var ve
sıçramanın eğitim sürecini, üretimi,
çalışma koşullarını, iş organizasyonunu ve
58
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
şirket yapılarını büyük ölçüde değiştirdiği
gözlenmektedir.
“Küreselleşme, her alanda mesafenin
daha az önemli hâle gelerek, siyasal,
ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda
dünyanın daha çok bütünleşmesidir.”
(Bozkurt, 2000:10; Akçay, 2003: 1). Küreselleşme sonucunda, her alanda olduğu
gibi, eğitimde de mesafe kavramı kalktı ve
eğitimdeki pek çok kavram değişime uğradı. “Eğitimin küreselleşmesi” sözünden
eğitim yöntem, süreç ve yönetiminde gelişmiş ülkelerle entegrasyon anlaşılmaktadır. Genelde şu gözden kaçırılır; eğitimin
entegrasyonu her zaman olumlu sonuçlar
doğurmaz. Olumlu sonuçların yanı sıra
pek çok sorunu ve uyum problemlerini de
yanında getirir.
Eğitim vasıtasıyla, küreselleşmenin
ortaya çıkardığı sorunları ve topluma
yansıması muhtemel aksamaları önlemek
ancak kendi kültürünü anlamış, içselleştirmiş, kendi geçmişini anlayabilmiş
bireylerle mümkün.
Ancak bizde, harf inkılabıyla birlikte,
kendi geçmişine yabancılaşan bir toplum
profili oluştu. Ecdadının okuduğu, yazdığı, konuştuğu dili öyle sadeleştirdiler ki bu
sözde sadelik neticesinde, torunlar dedelerinden miras kalan kitapları okuyamaz,
anlayamaz oldu. Kültürel mirası algılayamayan, anlayamayan, yabancı bakışlar;
yıllar içerisinde kaybolan değerlerin, yabancılaşan kimliğinde farkına varamadılar.
Özünde saklı olanları hayatına, eğitimine,
geleceğine yansıtamayan toplumumuz zaman içerisinde uğradığı kültürel erozyon
nedeniyle “araf ”ta bir toplum oldu çıktı.
Zira zamana ayak uydurma adına
-özellikle eğitimde yaşanan- değişimlere,
küreselleşme mantığıyla ayak uydurmak
zorunda kaldık. Öte yandan, gereğinden
fazla sadeleşen dilimiz nedeniyle, torunları olarak ecdadı anlayamadık. Kültürümüze, geçmişimize sahip çıkamadık.
Ecdadın yaptığı güzel işlerden feyiz
alamadık, yaptığı yanlışlardan ders çıkaramadık.
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 59
DOSYA
Dİl
diyorum oĞuL!
D
AYŞE BOSTANCI
il-düşünce ilişkisi hayati
bir ilişkidir. Çünkü, hayat
dille kurulur. Üzerinden
anılmaya değer olmayan
uzunca bir süreç geçiren
insanoğlu, kendisine verilen varlığa isim
koyma yeteneğiyle tüm yaratılmışlardan
ayrılmış, özeleştiride bulunmuştu.
İnsan için hayâti ve eşsiz bir yetenek
olan kavram üretme; insanın mahlukâtla,
yaratıcısıyla ve dahi kendiyle iletişime geçmesini sağladı. İnsan, kavramlar yoluyla bağ
kurardı. Kendini, yaşamını, ailesini, şehrini,
ülkesini ve dünyayı imâr ederdi.
Dil diyorum, oğul!
Dil, düşüncenin kabıdır. Bu kapla taşınır
düşünceler geleceğe. Kap büyük, geniş ve
ufuk çizen bir kap ise düşünceyi genişletir. Düşünceler, kavramlar,içindeki kapla
ete kemiğe bürünür. İçinde bulunulan
toplumun kavramları; yaşam biçiminden,
coğrafyasından, tarihinden, inançlarından
bağımsız değildir. Toplumların düşünce birikimi, geçmişi, kültürü ve geleceği yüklenir
dil kabına.
Dil diyorum, oğul!
Dil toplumun kimliğidir. Her toplum
kendi kimliğini yükler diline. İnançlarını,
kültürünü, zevklerini, sevinç ve hüzünlerini,
ideallerini kodlar kelimelere.
Dil diyorum, oğul!
Dil toplumsal hafızadır. O hafıza, anı
kurmanın, geleceğe güvenli bir kapı aralamanın anahtarıdır. Diller farklı farklıdır,
tıpkı insanlar gibi. Bazen karşılaşıp birleşir,
bazen ayrılırlar. Birbirinden etkilenir,
büyür, gelişirler; tıpkı insanlar gibi. Diller
60
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
[email protected]
de nehirler gibi birleşir, bir denize akar.
Hayatın anlamını taşır. Kimi Tuna olur,
kimi Nil.
Dinle; dilinle, gönlünle oğul!
Bir ağaç gibidir dil. Dalları, gövdesi,
yaprakları ve derinlerde kökleri vardır.
Kökler besler en uçtaki körpe yaprakları.
En derinden en uca anlam pompalanır dil
kabıyla. O kapla ne anlamlar yeşerir.
Tarihine bir bak!
80 yıl önce bu topraklarda bir değişim
oldu. Dilimizin sembollerini taşıyan kap
birilerince beğenilmedi. Yeni bir kap istedi
yönetici elit. Latinceyi uygun buldular.
Arapça harfler, kargacık burgacık oluverdi
birden. Onunla birlikte hayatımıza akıp
gelen her şey gitmeliydi.
1000 yıllık birikim bir kalemde silindi.
Yeni bir yol çiziliyordu bu topluma. Arapları da sevmemeliydik, alfabesini de. Zaten,
bizi arkadan vurmuşlardı! Öyle anlattılar
bize.
Ya önden vuranlar? İngilizler, Fransızlar,
İtalyanlar değil miydi bu ülkeyi işgal eden?
Onları sevebilirdik. Dillerini, kaplarını
alacak kadar hem de... Onlar medeniydi!
Onlar gibi bakmak istiyorduk hayata!
Bir Fransız kadar Fransız kalacaktık dilimize, afazik bir toplum olacaktık. Dedeyle
torunun bağı kopacaktı, kimin umurunda!
Dinle ve anla oğul!
Dilimizi yüklemeye çalıştığımız yeni
semboller taşıyamadı bizi. Düşüncemizi,
inancımızı, kültürümüzü sığdıramadık
içine. Dar geldi. Tek tek ölmeye başladı
kelimelerimiz. Bir hazan mevsimi gibi,
yaprak yaprak kelimeler döktük. Her bir
nesille birlikte milyonlarca kelime çekildi
hayatımızdan. Körpe yaprakların köklerle
bağı kesildi. Toplumsal bir afaziye yol açan
bu değişimle, binyıllık bir geçmişi silip
yerine Latin kokulu bir batı medeniyeti
kurmak amaçlanıyordu. O da olmadı. Ne
İsâ’ya, ne Musâ’ya yaradı bu iş. Fransız
kâşânelerine hayran olan zevâtın aklını ve
kalbini kaptırdığı yenidünyaya ait olmanın,
kabı değiştirmekle olmayacağı anlaşıldı ama
nâfile… Türkçeleşme adı altında dile yapılan
operasyon, kavramların oluşturduğu
boşluk, birkaç nesil sonra toplumsal bir afaziye yol açtı. Hafızâsı silinmiş bir insanın,
hatırladığı birkaç kelimeyle hayatını idâme
ettirmesine benziyor hâlimiz. Zevklerimiz
bile inşâa edildi; müzik zevkimiz, giyim zevkimiz, mimari zevkimiz... Ve oğul bilmiyor!
15 yaşındaki oğlum Hürriyet Kasidesi’yle
cebelleşiyor. Birkaç kelime yakalayınca
kendi dünyasından, düze çıkıyor. Hayattan
çekilmiş, mevta olmuş kelimeler, tamlamalar bu derste olmasa, hiç karşısına çıkmayacaklar, bilmiyor. Toplumsal hafızasında
akan büyük nehirden habersiz, isyan ediyor
Hürriyet Kasidesi’ne. Adamın biri yazmış
bir kaside, bizi uğraştırıyor diyor.
Ey Oğul!
Fuzûli’den, Bâki’den geçtim; Yahya
Kemal’den, Akif ’ten, Nazım Hikmet’ten
mahrum kalacaksın bir bilsen. Bize kadar
sadece adları kaldı, sana kim bilir belki
hiç bir şey kalmayacak; korkuyorum. Bu
toplumsal afaziden kurtulmanın yolunu
bulmalıyız oğul, henüz bazı kelimeler aramızdan çekilmeden. Bu arada; dil, gönül demektir oğul!
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 61
ARAŞTIRMA
Mutfaklar ve ilgili birimlerden oluşan yapı topluluğu kısa kenarı 30 m,
uzun kenarı 175 m (=5250 m2) olan bir alanda yer almaktadır.
İlk evre; 1459-1468 yılları arasındaki ilk evrede ikinci ve üçüncü
avlular, 1468-1478 yılları arasındaki ikinci evrede Kalatü’s Sultaniye
duvarları ile çevrilmiş olan dış bahçe köşkleri inşa edilmiştir.
BIR
DEVİN
ANATOMİSİ
Topkapı Sarayı
Mutfakları, arşiv
kaynaklarında geçen
ismiyle Saray-ı
Cedide-i Amire’nin
Madbah-ı Amire’si
saray yaşamının
350 yılına ayna
tutuyor
62
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
İ
lk defa bir vapur yolculuğunda
fark ettim onu. Altınboynuz’la
Boğaz’ın kucaklaştığı yerde, Doğu
Roma’nın “zeytinlik” adını verdiği
tepeye yaslanmış, gün batımını
izliyordu. Yangınlar, depremler, terkedilmişlikler yaşamış olmasına rağmen,
500 seneden fazladır hiç bir günbatımını
kaçırmamıştı bu zamana kafa tutan dev
yapı. O gün de yine, akşamın koyulu
açıklı kızıllarını giyinmiş Sarayburnu
sırtlarından Kadıköy-Eminönü vapurunda ev-iş arası mekik dokuyanlara; Kapalıçarşı, Mahmutpaşa müdavimlerine ve
daha nicelerine ruhunu açmak için göz
kırpıyordu. Sözünü ettiğim yapı, Topkapı Sarayı Mutfakları, arşiv kaynaklarında
geçen ismiyle Saray-ı Cedide-i Amire’nin
Madbah-ı Amire’si (Resim 1-2).
Bir yapının ruhuna inmek için sorgulanması gereken öncelikli noktalardan
biri yapının konumudur. Saray Mutfakları, İkinci Avlu’nun (Divan Meydanı) güneydoğu cephesini sınırlayan
revakların arkasında yer almakta olup,
Sarayın Marmara Denizi yönünden en
uzun silüet veren yapısıdır. Dışardan
bakıldığında, belki de akla gelen ilk soru
“Sarayın kullanım yönünden çok daha
önemli yapıları olmasına karşın, neden
bir hizmet binasının deniz cephesinde dikkat çekici bir noktaya yerleşmiş
olduğu” dur. Pişirme mekanlarının saray
şemasındaki önemini vurgular nitelikteki
turuncudergi.com
bu yerleşim, şüphesiz ki rastgele bir seçim
değil; Orta Asya’dan bu yana sultana bağlılık
sembolü olarak kabul edilen “yemek yeme
ve yedirme geleneği”nin mimariye yansımasıdır. Bu yönüyle, Saray mutfakları, deniz
cephesinden gelen ziyaretçilerine sultanın
cömertliğini fısıldar (Resim 3) .
İki evreli bir yapım süreci geçiren Topkapı
Sarayı’nın ilk evresinde inşası tamamlanan
Saray Mutfakları, günümüze gelene kadar
yalnızca teknik detaylarla ayakta duran taş
bir binanın çok ötesinde; geçmişin ruhunu
taşıyan “canlı” bir yapı topluluğudur. Tüm
saray halkının yemeklerinin ve tatlılarının
hazırlandığı asıl mutfak binasıyla birlikte,
aşçılar mescidi, yağhane, kiler, kalayhane,
mutfak emini daireleri, mutfak gereçleri
deposu, koğuşlar bloğu, hamamlar ve helalar
gibi kısımlar da bu yapı topluluğunun içinde
yer alır. Genel tasarım anlayışı bakımından
gösterişten uzak, son derece yalın bir mimari
söyleme sahip mutfak bölümüne ait yapılarda kullanım kolaylığının ve işlevselliğin esas
alındığı söylenebilir.
turuncudergi.com
Asıl mutfak binası, on birimden oluşmaktadır. Her birimde kubbeli bir ana mekan ve
ona doğrudan bağlantılı bacalı bir ön mekan
vardır. Kullanımı kolaylaştırmak adına, on
birimden altısı kendi içinde birbirine bağlanır (Resim 4-5-6-7-8).
Diğer dört birim de ikişer ikişer olmak
üzere yine içeriden bağlantılıdır. Bu mimari
biçimleniş, saray mensuplarına hiyerarşik
düzende yemek hazırlanmasından kaynaklanmaktadır.
17. yy’da Venedik Elçisi olarak sarayda görev yapan Ottoviano Bon, mutfak
birimlerinin sırayla “Sultan”, “Valide Sultan”,
Sultanlar (Hasekiler), “Kapıağası”, “Divan
Üyeleri”, “İç Oğlanları”, “Saray Hademeleri”,
“Cariyeler” ve“Divan Memurları”na yemek
hazırlamak üzere kullanıldığını belirtmektedir. Sedad Hakkı Eldem’e göre ise, bir ve
ikinci birimler “Has Mutfak”; üç, dört ve
beşinci birimler “Enderun Mutfağı”; altı,
yedi ve sekizinci birimler ”Harem ve Birun
Mutfağı”; dokuz ve onuncu birimler saray
tatlılarının hazırlandığı “Helvahane”dir.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 63
ARAŞTIRMA
Mutfak birimlerinin kullanımlarının zaman
içinde değişmiş olmasına karşın; hangi dönem
olursa olsun her birimde ayrı bir aşçıbaşının ve
emrinde çalışan hizmetlilerin olması, değişmeyen tek şeyin sistemli çalışma prensibi olduğunu
göstermektedir (Resim 9).
Mimari biçimleniş süreci bakımından
değerlendirildiğinde, yapıldığı dönemden
günümüze kadar pek çok müdahalenin izlerini
taşıdığı görebiliriz. İstanbul’un fethinden sonra
imparatorluk sıfatı kazanmış bir devletin ilk
saray mutfağı olması sebebiyle, daha önceden
kullanılan Edirne Sarayı Mutfağı’ndan daha
büyük ve ihtişamlı olarak inşa edilmiştir. Ancak
mimari tasarım yönünden her iki saray mutfağının benzer tasarım anlayışına sahip olduğu
gözden kaçmaz.
Edirne Mutfağı
Cumhuriyet Dönemi’nde, Topkapı Sarayı’nın
müze hâline getirilmesi sonrasında müze müdürü Tahsin Öz’ün yürütücülüğünde 1939-1944
yılları arasında esaslı bir onarım gerçekleştirilmiştir. Onarım kapsamında bakımsız kaldığı
yıllar boyunca oluşan çatlaklar kapatılmış,
kubbe üzerlerinde oluşan ağaçlar temizlenmiş,
sıvaları yenilenmiş ve mutfak eşyaları sergilenmeye başlanmıştır.
Çeşitli dönemlerde bir çok müdahale geçiren
Topkapı Sarayı mutfaklarının geçirdiği en son
ve kapsamlı restorasyon 2009–2012 yılları
arasında yapılmıştır. Bu restorasyonda yapılan
müdahaleler, yapının zaman içinde yapılmış
yanlış müdahalelerin izlerinden ve özgün olmayan eklerden ayıklanması, yapının özgün mimari
özelliklerini yansıtan elemanlarının korunmasına yöneliktir. Ayrıca iç mekanda ve cephelerde
zamanın yıpratıcılığına bağlı olarak malzemelerde meydana gelen bozulmalara karşı koruyucu
önlemler alınmıştır.
Restorasyonu tamamlanmış ve sergi açılışı
yapılmış olan Topkapı Sarayı Mutfaklar binasını
gezip görmenizde fayda var (Resim 10-11-1213). Değerli Avrupa ve Çin Porselenleri koleksiyonu, Bakır Mutfak Eşyaları ve envai çeşit cam
eşya sergisini gezerken, mutfakların 350 yıllık
kullanım sürecindeki saray yaşamına nasıl ayna
tuttuğunu kavrayacak, 20. yy modern mimarlık
akımının mottosu hâline gelmiş biçim işlevi
takip eden (form follows function) anlayışının
aslında 400 yıl önce saray mutfaklarının mimari
tasarım anlayışında düşünülmüş olmasına hayret
edeceksiniz.
Başbakanlık
Osmanlı Arşivleri
kayıtlarından edinilen
bilgiler ışığında;
1766 depremi
sonrasında da
yapının kapsamlı
onarım geçirdiği
bilinmektedir.
Tarih yazmalarından anlaşıldığı üzere, yapının
geçirdiği ilk geniş kapsamlı onarım, 1574 yılı
Haziran ayında mutfaklarda çıkan büyük yangın
sonrasında olmuştur. Dönemin vakanüvistlerinden Selanikli Mustafa Efendi’nin “Matbah-ı
amirede kebab çevrilürken, kaza-i rabbani,
tabede yağ dutuşup, yukarı kuruma âteş-i alev
yapışur, hiçbir vechile söyündürmeğe mecalü
imkan olmayup, alev karşuda hidmetkarlar
odalarına ulaşur, kilara ve helva-haneye varur...”
şeklinde naklettiği yangın sonrasında, büyük
oranda zarar gören mutfakların onarımı Mimar
Sinan tarafından yapılmıştır. Pek çok kaynağa
göre, mutfakların günümüzdeki hâli “Taş dehaya
erişti, deha taş kesildi” dedirten Sinan, tasarım
anlayışından ileri gelmektedir.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri kayıtlarından edinilen bilgiler ışığında; 1766 depremi
sonrasında da yapının kapsamlı onarım geçirdiği
bilinmektedir. Ancak 1856 yılında, saray halkının Dolmabahçe Sarayı’na taşınması ile Saray
mutfakları tamamen terk edilmiş ve araya 1.
Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi uzun ve
sancılı bir dönemin girmesiyle bir hayli bakımsız
kalmıştır.
64
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
H ‘Topkapı Sarayı Mutfaklarının Koruma Projesi’ isimli Yüksek
Lisans Tez Çalışmasından yola çıkılarak hazırlanmıştır.
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 65
RÖPORTAJ
HAYATKADAR
DİNAMİK
TRT 1”DE YAYINLANAN DİRİLİŞ DİZİSİNİN YAPIMCISI, KEMAL TEKDEN, TURUNCU DERGİ’YE KONUŞTU:
“Gönüllülük ve hizmet anlayışım ile iş hayatımdaki enerjimi, dinamizmimi
merhum hocam SEYİT AHMET ARVASİ’NİN tavsiyelerine borçluyum”
D
ergimizin bu ayki konuğu
TRT 1’de rating rekorları
kıran Diriliş (Ertuğrul)
dizisinin yapımcısı,
Tekden Film şirketinin
Yönetim Kurulu Başkanı Op. Dr. Kemal
Tekden. Aynı zamanda bünyesinde birçok
okul, hastane, şirket ve dergiyi barındıran
Tekden Grup’un da yönetim kurulu başkanı olan Kemal Tekden’le “Diriliş” dizisi
ekseninde güzel bir söyleşi yaptık, başarısının ve dinamizminin sırrını öğrenmeye
çalıştık.
// Turuncu- Tekden Grup Yönetim
Kurulu Başkanı olarak bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
K.T.- Kayseri doğumluyum. İstanbul
Tıp Fakültesi’nden 1982’de mezun oldum. Çeşitli hastanelerde KBB uzmanı
olarak görev yaptıktan sonra 1993’te
memuriyetten ayrılarak Kayseri’nin
ilk özel tıp merkezini hizmete açtım.
Arkasından 1998’de ilk özel kalp hastanesi olan Kayseri Kalp Hastanesi’ni,
daha sonra sırasıyla Kayseri, Denizli ve
İstanbul Bağcılar Tekden Hastaneleri’ni
ortaklarımla birlikte açtım. Eğitim alanında ise; 2006 yılında Kayseri’nin ilk
akıllı okulu olan TekdenKoleji’ni Kayseri’ye, 2011’de ise İstanbul Küçükyalı’ya
kazandırdım. Halen Eyvan Dergisi’nin
sahipliğini yürütüyor, Kültür Eyvanı
Derneği’nin başkanlığını, Türkiye
Üstün Zekâlı ve Dahi Çocukların
Eğitimi Vakfı (TÜZDEV) genel başkanlığını ve TEKDEN Grup yönetim
kurulu başkanlığını yapıyorum. Ayrıca
“Diriliş Ertuğrul”un yapımcısı, Tekden
Film-Yapım Şirketi’nin de yönetim
kurulu başkanıyım. Çeşitli üniversite
66
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
ve liselerde “Hayatın Manası ve Başarı, Girişimcilik, İnsanın Sırrı ve Üstün Zekâlı ve
Dahi Çocuklar” konularında konferanslar
vermekteyim. Evli ve 3 çocuk babasıyım.
HAYATIMI “ÖLÜMSÜZLÜK HADİSİ” YÖNLENDİRİYOR
// Turuncu- Bu kadar müessese
açmak ve birçok sivil toplum kuruluşunu yönetmek zor olsa gerek. Bu konuda
enerji ve motivasyonunuzu nereden
alıyorsunuz?
K.T.- Hayatıma Peygamberimizin (s.a.v.)
bir hadis-i şerifine göre yön vermeye çalışıyorum. Ben bu hadise “ölümsüzlük hadisi”
diyorum. “İnsan öldüğü zaman amel defteri
kapanır. Ancak şu üç şey sebebiyle amel
defteri kapanmaz: Sadaka-i cariye, istifade
edilen ilim ve dua eden hayırlı evlat.”
(Müslim, Vasıyyet, 14.) İşte bu hadisi temel
alarak ilim müesseseleri ve sivil toplum
kuruluşları kurmaya, vatana- millete hayırlı
gençler yetiştirmeye çalışıyorum.
HOCAMIN VASİYETİNİ
YERİNE GETİRDİM
// T.- Ticari alanlar kadar sivil toplum kuruluşlarına da destek vermiş bir
insansınız. Bize biraz gönüllülük ve hizmet anlayışınızdan bahseder misiniz?
turuncudergi.com
K.T.- Birçok vakıf ve sivil toplum kuruluşunda kurucu veya yönetici olarak görev
yaptım. Bunlardan bazıları Erciyes Üniversitesi Tiyatro Kulübü, Erciyes Eğitim ve
Hizmet Vakfı, Erciyes Üniversitesi Vakfı,
Erciyes Feneri, Darülaceze Vakfı, Kayseri
Aydınlar Ocağı, Selçuklu Vakfı, Gönüllerde Birlik Vakfı.
Ben merhum Seyyid Ahmet Arvasi’nin
öğrencisiyim. 31 Aralık’ta onun vefatının
26. yıldönümüydü. Bu vesileyle Kayseri ve
İstanbul’da çeşitli anma programlarında konuştum. Gönüllülük ve hizmet anlayışım
ile iş hayatımdaki enerjimi, dinamizmimi
merhum hocama ve tavsiyelerine borçluyum. Zaten grubumuzun sloganlarından
biri de; “Hayat kadar dinamik”.
Bu faaliyetlerim esnasında gençliğimizde
kendisinden feyz aldığımız hocamız Arvasi’nin iki tür vasiyetini de yerine getirdiğimi düşünüyorum.
Mutlaka deha çapında çocuklarla
ilgilenin demişti. Bu fikirden yola çıkarak
Türkiye’nin bu alandaki ilk milli vakfı olan
TÜZDEV’i kurduk. Böylece ilk isteğini
yerine getirdim. Dolayısıyla TÜZDEV’in
manevi kurucusu Arvasi hocamdır.
O zaman tıp öğrencisi olduğumuz için
bize “İnsanlık Bilgisi Bilimi’ni öğrenin ve
öğretin.” derdi. Antropoloji olarak bilinen
bu bilim dalı maalesef batının materyalist
ve pozitivist bakış açısıyla öğretiliyordu.
Oysa insanı ruh ve beden olarak bir bütün
hâlinde incelememiz ve metafizik boyutunu ihmal etmememiz gerekiyordu. “İnsanın Sırrı” kitabımı yazarak ve bu konuda
konferanslar vererek de ikinci arzusunu
yerine getirdiğimi düşünüyorum.
// T.- Günümüzde onlarca dernek var
fakat çoğu işlevini yerine getiremiyor.
Bir sivil toplum bilinci oluşturmak için
neler gereklidir?
K.T.- Çoğu dernek ve sivil toplum kuruluşumuz maalesef tabela kuruluşu olmaktan öte gidemiyor. Bir kısmının amacı da
kumar, eğlence gibi faaliyetlerini kamufle
etmek. Bir sivil toplum bilinci kazandırmak ve başarılı faaliyet yürütmek için önce
bir idealiniz ve iyi bir ekibiniz olmalı. Bu
milleti küçümsemeden, değerlerine bağlı
kalarak çalışılmalı. Sonra hükümetlere ve
siyasi partilere angaje olmadan bağımsız
kalınmalı, maddi sıkıntılar üyelerin desteğiyle ve yapılacak icraatlarla giderilmeli.
// T.- Sağlık, eğitim, bilişim gibi
alanların yanı sıra TV,film prodüksiyon
alanlarında da faaliyet gösteriyorsunuz.
Bu alandaki projeleriniz nelerdir?
K.T.- Film sektörünün ve TV’nin günümüzde en önemli eğitim aracı olduğunu
turuncudergi.com
biliyorum. Şu ana kadar hep olumsuzluklardan şikayetçiydik ama ben çözüm ve
alternatif üretmeye çalışıyorum. Şikayet
edeceğine sen de alternatifini oluşturmalısın. Lise yıllarından tanıdığım Mehmet
Bozdağ isimli bir genç arkadaşımla bu
işe girmek istedik. Mehmet, benim de
teşviğimle çeşitli çalışmalar yaptı. Tarih
ve sosyoloji alanında eğitim aldı. Mehmet
Bozdağ, Kurtlar Vadisi ve Deli Yürek
dizilerinin de senaristliğini yapan rahmetli
Ömer Lütfü Mete ile 2 yıl birlikte çalıştı.
Onunla 4 yıl evvel, 2010 yılında, Tekden
Film Yapım ismiyle bir şirket kurduk. O
yıl İstanbul Kültür Başkenti Ajansı adına
“Ustalar, Alimler ve Sultanlar” isimli bir
belgesel drama çektik. Daha sonra İstanbul’da belediyelere 3 boyutlu film yaptık.
Geçtiğimiz yıl da TRT’ye Hasan Kaçan’la
“GönülHırsızı”nı hazırladık. Bu ilk TV
dizimiz yaklaşık 19 hafta devam etti. Yine
başka dizilerimiz olacak ama sırada artık
sinema filmi olmalı.
“OSMANLI’NIN TEMELİNDE
‘ERTUĞRUL GAZİ’ VAR”
// T.- Diriliş “Ertuğrul” kalabalık
kadrosu ve üst düzey görsel yapımıyla
göz dolduruyor. Bu serüvene çıkmaya
nasıl karar verdiniz?
K.T.- Son zamanlarda insanların tarihi
dizilere olan ilgisi artarak devam ediyor.
Bu ilgi olumlu olarak algılanırken, ilginin
çoğunlukla dizilerle sınırlı kalması başka
bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Bu
tartışma; tarihi dizilerin, tarihi gerçeklerden yoksun verilmesi.
Özellikle de Muhteşem Yüzyıl dizisinde
bunu çok açık şekilde gözlemledik. TRT ile
görüşmelerimiz sonucu Ertuğrul Gazi’nin
hayatıyla başlayan bir dizi film yapılması
kararlaştırıldı. Malum ecdadımız Osmanlı’nın temelinde Ertuğrul Gazi ve onun
döneminin anlayışı yatıyor. Hatta daha
geriye gidersek Nizamiye Medreseleri’nin,
Osmanlı Medeniyeti’nin temelinde çok
etkili olduğunu görüyoruz. Tabii ki devletler yıkılır ve yeniden kurulur ama anlayışı
devam ediyor. Büyük Selçuklu Devleti’nin
anlayışı Osmanlı’da daha mükemmel hâle
getirilerek devam ediyor. İnsanı temele
koyan bir anlayış. Ertuğrul Gazi’nin“İnsanı
yaşat ki devlet yaşasın.” sözü bizim tarih boyunca şiarımız olmuştur. Osmanlı’nın gerçek kodlarının Ertuğrul Gazi ve döneminde
olduğunu düşünüyoruz. Dizi inşallah tarihi
gerçeklerin ışığında ilerleyecek.
// T.- Tarihi bir gerçeklik üzerinden
gitmesi sebebiyle Diriliş’in her ayrıntısı
dikkatle inceleniyor. Yapımcı olarak
nelere özen gösteriyorsunuz?
K.T.- Yaklaşık 6 ay bir ön hazırlık yapıldı. Hatta geçtiğimiz Nisan ayından
itibaren sanatçılar belirlendi. Daha sonra
bunlar yetiştirilmeye çalışıldı. Türkiye’de
olmayan bir şeyi yaptık. Biz Cengiz Han
Filmi’nin savaş sahnelerinin eğitmeni
olan bir Kazak ekibi getirdik. Filmde
kullandığımız atları eğittiler. Savaşa uygun hâle getirildi.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 67
RÖPORTAJ
Mesela, Türkiye’de ilk defa bir at dörtnala koşarken devrilebiliyor. Kesinlikle
ata da bir şey olmuyor. Filmde oynayan
sanatçıların tamamı at üstünde ok atabilecek duruma geldi. Bunlardan biri de
başroldeki Engin Altan Düzyatan. O da
dörtnala giden bir attan ok atabilecek ve
atı şaha kaldırabilecek bir şekilde eğitildi.
Ekim ayının başında da çekimler yapılmaya
başlandı. Çekimler İstanbul’da Beykoz
temelli olarak Belgrat Ormanları, Riva, Şile
gibi bölgelerde yapılıyor. Beykoz’da kapalı
bir alan var. Burası 13. yüzyıla uygun hâle
getirildi. Hem tapınak şövalyeleri hem de
o günün haçlılarına uygun hâle getirildi
hem de Osmanlı’nın çadırları kuruldu.
Açık alanlarda oba yapıldı. Yayınlanan bölümlerimiz çok beğenildi. Ratinglerde hep
birinci oldu. “Türkiye’nin gelmiş olduğu
seviyenin üzerinde olmuş.” diye olumlu
tepkiler aldık. Bu bizim için çok şevk verici
bir şey. İnşallah bu vesileyle önümüzdeki iki yıl bu dizi devam eder. Arzumuz
oradan da Osmanlı’nın farklı dönemlerine
geçmek.
// T.- Tarihimizi televizyondan
öğrenen bir nesil var karşımızda. Diriliş
onlara nasıl bir mesaj veriyor?
K.T.- Hiçbir gencimizi dışlamanın
doğru olmadığını düşünüyorum. Genç,
yanlış yapıyorsa hata bizlerdedir. Önceki
nesillerin suçudur. Önlerine alternatif
değerler, güzellikler koymamamızdandır.
Bizim gençlerimiz bu ülke değerlerine yine
bağlıdır. Ben buna inanıyorum. Eğer siz bir
şeylerle bunun önünü açarsanız çok daha
güzel sonuçlar alacağız. Bunu Diriliş’in bu
denli tutmasıyla ispatlamış olduk çok şü68
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
kür. Ancak günümüz gençliğinin çoğunda
ideal eksikliği olduğunu görüyorum. İdeal
denince seçecekleri mesleği anlıyorlar.
Maalesef “İdealiniz ne?” diye sorulduğunda
“Bilgisayar mühendisi olmak, doktor olmak...” gibi cevaplar veriliyor. İşte Diriliş’in
hedefi bu gençlerimize Allah’ını, Resul’ünü
ve ecdadını sevdirmek, dizideki model şahsiyetleri örnek almalarını sağlamak, onlara
ümit ve dinamizm vermek, bir ideal, bir
misyon kazandırmak. İdealler, insanların
manevî dinamikleridir. Gençlerimizin
mutlaka bu filmle bir tarih şuuru alabileceklerini düşünüyorum. İnşallah “Diriliş”
milletimizin yeniden dirilişine vesile olur.
// T.- Sizce gelişmek, değişmek, çağa
uyum sağlamak; geçmişle bağını koparmak olabilir mi?
K.T.- Geçmişini bilemeyen, ondan ders
çıkaramayan milletlerin geleceği karanlıktır. Biz, Tekden Grup olarak gücünü
maziden alıp atiye ulaşmayı hedefleyen, değerlerine bağlı bir anlayışla hizmet vermeye
çalışıyoruz.
// T.- Türkçe’nin özü olan Osmanlıca’nın okullarda okutulması ile ilgili
gündem hakkında görüşleriniz nelerdir?
K.T.- Osmanlıca’ya bir Türk aydını
neden karşı çıkar anlayamıyorum. Kendi
eserlerini, mimari eserlerin üzerindeki
yazıları okuyamayan milletin aydını
olabilir mi? Osmanlı, Türk toplumunun
dünyada ortaya koyduğu en büyük
eserdir. En büyük medeniyet anlayışıdır.
O nedenle biz istesek de istemesek de
içimizde bir şeyler ona çeker bizi. Çok
şükür ülkemizde yeniden bir tarih
şuuru oluşuyor. İnsanlarımız geçmişiyle,
ecdadıyla barışıyor. Bu çerçevede Osmanlı
Türkçesi’nin de gündeme gelmesini
önemsiyorum. Zira kütüphanelerimizdeki,
arşivlerimizdeki onbinlerce Osmanlıca
kitap ve belge, kendilerini okuyup
anlayacak araştırmacılarını bekliyor. Bu
araştırmalar da yepyeni romanlara, filmlere,
belgesellere kapı açacaktır.
// T.- Son olarak Turuncu okurlarına
neler söylemek istersiniz?
K.T.- Turuncu sahasında tek ve rakipsiz
olarak yayına başlayan, üstelik 12 yıldır
istikrarlı bir şekilde bu misyonunu sürdürmeye çalışan bir dergimiz. Kurucularınızı
ve şu anda faaliyet yürüten bütün ekibinizi
kutluyor, yayın hayatınızda uzun soluklu
olmanızı diliyorum.
// T.- Değerli düşüncelerinizi bizlerle
paylaştığınız için teşekkür ederiz.
K.T.- Ben teşekkür ederim.
turuncudergi.com
SNAPS
I
C
I
T
A
R
A
Y
N
i
N
i
H
R
i
E
Z RENL
F
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
B
u dünya üzerinde yaşayan
diğer canlılarla karşılaştırdığımızda insanoğlu, çok
ileri düzeyde yaratıcılık
göstermesiyle hemen öne
çıkan bir canlı türüdür. İnsanlığın bize
bıraktığı en eski miras, mağara duvarlarına çizilen resimler ve taş süslemelerdir.
Etraflarındaki dünyayı sanat ve soyutlama
yoluyla yorumlamak ve var olmayan bileş-
70
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
[email protected]
keler üretmek insan zihnine yapısal olarak
kodlanmış, doğuştan gelen yeteneklerdir.
Fakat bildiğimiz bir başka gerçek de var
ki; her insan yaratıcı ve sanatçı özelliklere
aynı oranda sahip değil. Peki beyinlerimizi
bu kadar farklı kılan, yaratıcılık özelliğinin
böyle eşitsiz dağılımına sebep olan şeyler
hakkında bugün ne bilebiliyoruz?
Beyin araştırmacıları ve psikologlar,
yaratıcılık üzerinde onyıllardır çalışıyorlar.
turuncudergi.com
Bu ilginç insani özelliğe dair anlayışımız,
özellikle 1970’li yıllarda, “ayrık beyin”
hastaları üzerinde yapılan çalışmalarla
ilginç bir noktaya ulaştı. Epilepsi nöbetlerinin bütün beyne yayılmasını önlemek
için, beyin loblarını birbirine bağlayan
“corpus callosum” adlı bağlantı yapısının
ameliyatla kesilmesine dayanan nadir bir
cerrahi operasyona maruz kalan bireyler,
“ayrık beyin” hastaları olarak bilinirler.
Bu hastalar, normal yaşamlarına devam
edebilirler fakat özel testlerle ancak
ortaya çıkabilecek şekilde, artık âdeta tek
bir beyinde iki ayrı benlik barındırmaktadırlar. Bu hastalarda yapılan testler,
yaratıcılık gerektiren çözümlerin “sağ beyin” tarafından daha başarılı işlendiğini;
sol beynin ise daha ziyade rutin ve ezber
görevleri yerine getirmekte uzmanlaştığını gösteriyordu. Bu çalışma sonuçları
elbette basının ve halkın da ilgisini
çekmekte gecikmedi ve toplum algısında
hızla “sağ-sanatsal beyin” algısı yerleşmeye
başladı. Bugün kısmen doğruluk payı olsa
da bu genellemenin yanıltıcı olabileceğini
daha iyi anlıyoruz.
Yaratıcı düşünce, beynin hemen hemen
tüm alanlarının birlikte hareket etmesini
gerektiren bir süreç. Bugün, modern
beyin görüntüleme çalışmalarından elde
ettiğimiz bilgiler, dikkatlerimizi özellikle
sol-ön (frontal) beyin ile diğer bölgelerin
ilişkisine çekiyor. Yapılan birçok çalışma,
yaratıcı düşüncenin beynin bir bölgesi yahut lobu ile ilişkili olmaktan ziyade, tüm
beyne yayılmış bir şebekenin işlevi olması
gerektiğini düşündürüyor. Yani beyinde
özel bir “yaratıcılık” bölgesi bulmak pek
mümkün değil. Bunun yerine, aynen bir
bilgisayarın tüm parçalarının içindeki
yazılıma göre çalışması gibi, zihnin yaratıcı özelliklerini belirleyen şey de gerek
doğuştan, gerekse deneyimler yoluyla
edinilen birikimlerin ortak bir sonucu.
Önemli sorunlardan bir tanesi, her
insanda belli düzeyde bulunan yaratıcı
düşünce yeteneğinin ancak nadiren
ortaya çıkması sorunu. Özellikle eğitim
sisteminin yaratıcı ve sıradışı düşünce
yetisini ciddi olarak sakatladığını ve
insanları belli kalıplar içinde düşünmeye
şartlandırdığını artık oldukça iyi biliyoruz. Beyin üzerinde yapılan çalışmaların
da gösterdiği sonuçlar, bu tecrübemizi
doğrular nitelikte.
turuncudergi.com
Ön Beyinin Yaratıcı Düşünme
Süreçlerindeki Rolü
Beynimizin ön bölümü yani bilimsel
adıyla “frontal korteks”, bizi diğer hayvanlardan ayıran en önemli donanım
farkımızdır aslında. İnsan beyninin % 40
kadarını kaplayan bu alan, en gelişmiş
memelilerde bile ortalama %20 kadar bir
alan işgal eder. Bu bölgenin işlevlerine
baktığımız zaman ise, bizi insan yapan
özelliklerle frontal işlevler arasında yakın
bir paralellik görebiliriz.
Akıl yürütme, karmaşık görevleri tasarlama, aşamalarla iş görebilme, kısa vadeli
tahminler yapma, irade kullanma, analitik
düşünce, duyguların bilişsel kontrolü gibi
insana has bir çok özellik, alnımızın arkasında bulunan beyin bölgeleri tarafından
yönetilir. Buraları hasar gören insanlarda
bu yeteneklerin de kaybolduğu, birçok
değişik vaka ile sabittir.
Ön beyin devrelerinin bir başka işlevi
de bizi mantıklı düşünce dizgesi içinde
tutmak ve belli rutinlere göre kolay bir şekilde yaşayabilmemizi sağlamaktır. Bu devreler sayesinde duygularımızı, itkilerimizi
ve arzularımızı değişik seviyelerde kontrol
ederek, rutin işlerimize yoğunlaşabilir ve
bilincimizi dahi kullanmadan karmaşık işlerin üstesinden gelebiliriz. Fakat anlaşılan
o ki yaratıcı ve sıradışı düşünme açısından
bu özelliğimiz bize bazı dezavantajlar da
sağlıyor. Beynin ön bölgelerinin deneysel
olarak geçici bir süre susturulması, yaratıcı
yeteneklerin ilginç bir şekilde gün yüzüne
çıkmasını sağlıyor.
Kafatası üzerinden odaklanmış manyetik dalgalar verilerek beynin çalışmasının
etkilenmesine dayanan Transkrianial
Manyetik Uyarım Tekniği, uzun zamandır
bilinen ve kullanılan bir tekniktir. Bu
teknikle, kafatasının dışına tutulan bir
elektrik bobininden geçirilen elektrik akımı, uygun şiddette bir manyetik alan üretir
ve bu manyetik alan, beynin içinde tekrar
elektriksel bir karmaşa oluşmasına neden
olur. Bu etkiden faydalanarak, beynin
belli alanlarının, insanlara zarar vermeden
geçici bir süre boyunca susturulması da
mümkündür.
Bu tekniğin kullanılmasıyla yapılan deneyler, özellikle sol-ön beynin susturulmasının yaratıcı yeteneklerde ilginç bir artış
sağladığını gösteriyor.
Deneylerden anladığımız kadarıyla,
ön beynin düşünceleri kontrol edici
etkisi, özellikle sağ beynin “objelerden
-kavramlardan -ön kabullerden bağımsız”
olan içsel düşünme süreçlerini baskılayarak; bildiğimiz maddi, objektif, tanıdık
ve “gerçek” dünya ile baş edebilmemizi
sağlıyor. Hepimizin bildiği gibi, sanatsal
işler ve yaratıcı düşünceler ise bunun
tam tersi bir zihinsel ortama gereksinim
duyuyor: Nesneler ve kavramlar arasındaki
ilişkilerin silikleştiği, kalıpların ortadan
kalktığı, benzemez nesne ve kavramlar arasında yeni ilişkilerin yakalandığı “dağınık”
zihinsel hâller. Kısacası; bize, mantıklı ve
rutinlere dayalı bir hayat yaşama kolaylığı
sağlayan ön beynimiz, aynı zamanda “kutunun dışından” düşünme yeteneğimizi de
elimizden alıyor. Bu elbette beynimizin
doğal özelliklerinden birisi. İnsanlar olarak
temel sorunumuz; kurduğumuz medeniyet
ve benimsediğimiz eğitim sistemi mantığı
ile beynimizin analitik, mekanik ve rutine
alışkın kısımlarına fazla yüklenmemizden
kaynaklanıyor gibi görünmekte. Çocukların zihnindeki zengin dünya, özellikle
eğitimden gelen tecrübelerle, soğuk, ayrık,
domut ve yeknesak “şey”lere indirgeniyor.
Böyle olunca da insanoğlunun bu dünyaya
gönderilmesindeki en önemli sebeplerden
birisi olan “görülmeyeni görme” yeteneği
yavaş yavaş elimizden kaçıyor.
Neticede beyin bilimleri, aslında uzun
zamandır fark ettiğimiz bir soruna başka
bir açıdan daha dikkat çekiyor. Beynimizin
mekanik tarafına odaklandıkça, bizi insan
yapan büyük resimden uzaklaşıyoruz.
Elimizdeki sistemi kökten değiştirmek zor
olsa da, bu büyük hatayı tamir etmek üzere
ufak değişiklikler ve çalışmalar yapmaya
başlamak zorundayız. Zira her birimizin
bu konuda yapabileceği bir şeyler var.
Bu kadar büyük beyinlerle, bundan daha
iyisini yapabilecek durumdayız.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 71
HABER
Siyahlar
Ülkesi
S
udan’ın bugünkü sınırları Osmanlı’nın Mısır Valisi Kavalalı
Mehmet Ali Paşa’nın zamanında,1821yılında Sudan topraklarında bulunan Func Devleti üzerine yürümesi ve bu toprakları fethetmesi
ile belirlenmiş. Daha sonrasında, 1885
yılından itibaren İngiliz işgaline uzun süre
direnen Sudan, nihayet 1956’da bağımsızlığını ilan etmiş. Sudanlılar’ın günlük
konuşma dillerinde hâlâ Osmanlılar’dan
kalan Türkçe kelimeler yaşıyor; abla, tiyze,
bingbaşı, karakon, savuş, kedise- kedi,
şevirme-döner kebap, simit ve zokak gibi.
Milattan önce 5000 yılına kadar uzanan
tarihi ile Sudan, günümüzde 30.9 miyon
nüfusa sahiptir. Nil Nehri ile Güney ve
Kuzey olarak ayrılmış durumda. Resmi
kayıtlarda Sudan Cumhuriyeti olarak
geçen Kuzey Sudan’ın resmi dili Arapça
olmasına rağmen nüfusunun çoğunun ana
dili farklı. Halk arasında Nübyece, Beja,
Fur, Nuban, Ingessana gibi diller konuşulur. Arapların Afrika’ya girmesiyle birlikte,
zencilerin bulunduğu Kızıldeniz’den Batı
Afrika’ya kadar uzanan bölgeye “Bilad’us
Sudan” yani “Siyahlar Ülkesi” denilmeye
başlanmış ve zamanla Sudan adını almış.
Sudan,%70’i Sünni bir İslam ülkesi
olmasına rağmen, bizim gibi, mezhepte genel olarak Hanefiliği benimsemiş bir yapısı
yok. Şafii ve Malikiler olmasının yanında
Hanbeliler’in Kuran’ı farklı yorumlamasına da rastlanabiliyor. Sudan’da Vahhabiler
ve Selefiler ve İhvan’ül Müslimin de var.
Bizim Cerrahiler ve Mevleviler gibi dansla
zikir yapan tarikatlar da var. Tüm bunlardan dolayı bid’at diz boyu. Beş vakit ezanın okunduğu ülkede, tüm imkansızlıklara
MEHMET SILAY
72
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
ve karmaşaya rağmen, hafız olmayan kız
çocuğunun neredeyse yok gibi olduğu
ve alnında secde izi çıkmış Sudanlılara
rastlandığı belirtiliyor.
Sudanlılar biraz rahatına düşkün insanlar. Bankaların 12.00’da paydos dediği
ülkede mesai de 15:00’da bitiyor. Trafik
ışıklarına rastlamanın pek mümkün olmadığı ülkede, “Koşan bir Sudanlı’ya rastlamanız mümkün değil.” denecek kadar
yavaş hareket ediyor insanlar. Her mevsim
sıcak olan Sudan’da kapı önlerinde kalıpla
buz satanlara çok sık rastlayabiliyorsunuz.
Afrika genelinde yaygın olan cellabiye,
burada diğer ülkelerden farklı olarak üzerinde Afrika’ya ait motifler taşıyor. “Gazel”
adı verilen, erkek çalışanların çamaşırları
yıkayıp ütüleyip teslim ettikleri bir sistem
çalışıyor Sudan’da. Şehirleşme olsa dahi
tek katlı, kubbe çatılı evlerin yaygınlığının
devam ediyor. Kahvehane kültürü Türklere yakın olan Sudan’da kahveleri kadınlar
işletiyor. Gümrükten içki girişini kesinlikle
yasaklayan ülkede kadınlarla konuşmak
için, yanlarında bir erkek bulunması hâlinde izin almak gerekiyor.
Sudan üniversitelerinden 210 bin öğrenci
mezun oldu. Sudan yerel eğitiminde genel
bir alışkanlık var; tekrar ve ezber. Darbeler
döneminden sonra, Ömer Beşir’le birlikte,
devlet sisteminde İslam hukuku öne
çıkarılınca Amerika, yandaşlarıyla birlikte
Sudan’ı terörist ilan etmişti. ABD, Sudan’a
önce gıda ambargosu koydu. Ömer Beşir
döneminde, verimli arazilerin yüzölçümü
ikiye katlandı ve tarım araçları modernize
edildi. Arkasından ekonomik ambargo
dayatılınca Ömer Beşir, gümrük ve vergi
muafiyeti getirerek yabancı sermayeye
kapılarını açtı. Sudan’da altın ve petrol rezervlerinin çok fazla olduğu tespit edilince
ABD, AB ve İsrail’in ülkeye ilgisi daha da
arttı. Sudan Devlet Başkanı Ömer Beşir,
Amerika tarafından yıllarca istenmeyen
adam- Persona non grata- ilan edildi ve
ülkesinden çıkamadı. Sudan yıllarca terör
listesine alındı. Ömer Beşir, yaptırımlar
ve tehditler karşısında çaresiz kaldı ve
Sudan Kuzey- Güney olarak bölündü.
Amerika’nın baskısıyla, Güney Sudan’ı ilk
tanıyan mecburen Ömer Beşir oldu.
Sudan Tarihi ve Devlet
Başkanı Ömer Beşir
Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ordusunda bulunan Arnavut askerlerin Nil
kıyısına kurduğu bir şehir. Nil nehrinin
fil hortumuna benzemesinden dolayı
Hartum adını alan şehrin sokakları, şehrin
ortasından yayılır şekilde düzenlenmiş.
Günümüzde 3 milyona yakın nüfusa ev
sahipliği yapan Hartum, Uganda’dan gelen
Beyaz Nil ve Etiyopya’dan gelen Mavi
Nil’in kavuşma noktasında bulunuyor.
Burada birleşen Nil, önce Mısır’a oradan
da Akdeniz’e dökülüyor.
Bağımsızlık ile devlet başkanı olan
Ömer Beşir’e göre toplum, asıl eğitimle
beraber yeniden inşa edilebilirdi. Toplum genelde cahil ve eğitimsizdi. Ömer
Beşir’in gayretiyle okur- yazar oranı %
45’ten % 75’e yükseldi. Sudan’da sadece
beş üniversite varken yenileri açılarak
sayıları on beşe yükseltildi. Her üniversiteye bağlı 10 fakülte üniversal eğitime
başladı. Başta tıp ve teknik olmak üzere,
Başkent Hartum
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 73
HABER
Sudan Yemekleri
Nehir üzerine kurulu şehri geceleri
renklendiren El Mek Nimir Köprüsü,
Mavi Nil Kara & Demiryolu Köprüsü,
Kober Köprüsü, Şambat Köprüsü ve Tuti
Köprüsü aynı zamanda karşı yaka ile bağlantıyı sağlıyor.
Başkentin Karşı Kıyısı Omdurman
Hartum’un karşı kıyısında yer alan Omdurman, ülke ekonomisinin merkezi. Aynı
zamanda en büyük şehir olarak gösterilen
şehrin isminin açılımı; Ümmü Derman.
1885 yılında Abdullah bin Muhammed
tarafından başkent yapılan Omdurman,
daha öncesinde de askeri merkez olarak
kullanılmış. Sudan’ın İngiliz sömürgesi
olması ile sonuçlanan 1898 yılındaki Omdurman Savaşı’da burada cereyan etmiş.
Acıyla Hatırlanan Darfur
Batı’nın geniş düzlüklerinde, Fur Kabilesi’nin yaşadığı topraklara Darfur yani
“Furlar’ın evi” diyoruz. Fakat Darfur’da,
Furlar’dan başka 16 kabile daha yaşıyor. Bu
farklılıklar silah olarak kötüye kullanıyor
ve kabileler arasında rekabet, düşmanlık ve
karşılıklı silahlanma savaşı başlatıyor.
Hatırlanacaktır. Sudan, daha çok 2003
Darfur Olayları’yla dünyanın gündemine
girdi çünkü daha önce kimse ilgilenmedi. Her İslam ülkesi kendi başına sarılan
belalarla meşguldü. Bu unutulmaz tabloyu
beynimize kazıyan bir fotoğraf var; anasının kaçarken bırakıp gittiği bir çocuk,
arkasında onun hareketsiz düşeceği anı
kollayan yırtıcı bir kuş... Akbabanın, önünde ölmesini beklediği 2-3 yaşlarında bitkin
bir çocuk...
Sudan’daki Türkler
Türkiye’den gelen müteşebbisler; çimento fabrikası, tuğla fabrikaları, lokantalar,
okullar ve alışveriş merkezleri kurmuşlar. Tüm kurumların kapısının üstünde
74
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
mutlaka ayyıldızlı bayrak asılı. Hartum’un
bir semti olan Bagır’da İhsan Aslan’a ait
bir fabrika var. Hem Sudan’a hizmet hem
de kazançlı bir yatırım. Sudan’da, büyükelçiliğimize kayıtlı 4500 Türk yaşıyor.
Hartum’da şehrin merkezinde bulunan
Şea’r Sittin yani 60. Cadde de Türklerin
en çok bulunduğu cadde. Sudan’da en çok
Hataylı ve Konyalı var. Çarşıda Hataylı bir
hemşerimin açtığı Reis Pizza, Nobyanlar’ı
lahmacuna alıştırmış. Antalyalı bir hayırsever iş adamı tarafından, Hartum halkına
hizmet eden, Özel Antalya Hastanesi açılmış. Köşede berber kristal ve harcı alem
bir lokanta ‘’Aspava’’ açılmış. Her türlü
karışıklığa rağmen, bugün Hartum’a bağlı
Afrika Devlet Üniversitesi’nde, Türkiye’den gelmiş 200 kız ve erkek öğrenci eğitim görüyor. İlk yıl, önce Arapça öğreniyor
sonra da İlahiyat’ı tercih ediyorlar.
Meyve Sepetinden Yoklar Ülkesine
İç savaşların başlamasından daha
önceleri Sudan, zengin ve asude bir barış
ülkesiydi. Tüm Afrika’yı besleyen bir
meyve sepetiydi. Şimdi Sudan fakirleşmiş, yoksulluk yaygın, gıda kıt... Kurban
etini güneşte kurutuyor ve yıl boyu kesip
rendeleyip çorba yaparak yiyorlar. Yarım
asırlık terörden sonra şimdi o bereketli
Sudan, bir ‘‘Yoklar Ülksesi’’dir. Su yok,
ekmek yok, okul ve eğitim yok; açlık var,
yoksulluk var, cehalet var, tembellik var,
yaygın eğitimsizlik var.
İngiliz ve Fransız okullarında eğitim
görenler, emperyalist emellere hizmet edecek şekilde yetiştiriliyorlar. Ayrıca şehrin
elit kesiminin çocuklarını büyük paralarla okutan özel okullar yine Amerika’ya
hizmet eden beyinler yetiştiriyor. Bizim
vakfımız aracılığı ile kurduğumuz Yetimler
Külliyesi’nde bir çığır açılarak Medreset’ül
İstanbul’da, Sudan standartlarının üstünde
eğitim veriliyor.
Sebzeyi çiğ ya da haşlanmış olarak
yiyen, en çok kuzu ve tavuk eti tüketen
Sudanlılar için pirinç de önemli bir besin
kaynağı. Kahvelerinin tadı ve yapılışı
Türk kahvesinden farklı fakat, bizim
kültürümüzde olduğu gibi, kahve onlarda
da önemli bir içecek. Abre gibi birkaç
farklı meyveli içecekleri daha bulunan
Sudanlılar, çay olarak tarçın aromalı bir
tür çay tüketiyorlar. Akşam yemeklerinin
vazgeçilmezi Kisra, lavaş benzeri kalın bir
ekmek türü. Sudan’da elle yemek yeme
âdeti devam ettiğinden ötürü, Kisra’yı
çatal bıçak yerine kullanıyorlar. Maschi
denilen biftek ve domatesten, Bamia denilen bamya ve kuzu etinden yapılan popüler
yemeklerinin tadına bakmadan buradan
ayrılmak olmaz. Tatlının çok sevildiği
ülkede, her Sudanlı kadının krem karamel
yapmayı bildiği söyleniyor.
Sudan’daki Vakıflar
Sudan’da,Ensar-u Suni Vakfı ve Ene
Sudani (Ben Sudanlıyım.) vakfı gibi yerli
birkaç vakıf var. Türkiye’den de 8 ayrı
vakıf, İnsani Yardım Kuruluşu ve okullarla
Sudan eğitimine destek veriyorlar.
Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’nin
talebeleri Kur’an kursları açmış. Aziz
Mahmut Hüdayi Vakfı, Abdullah Büyük
Hoca’yla çalışıyor. Hira Dergisi’ni
çıkaran Hira Kültür Merkezi kurulmuş.
Türkçe- Arapça dil kursları açılmış.
Üç yıldır hizmet veren Yardımeli’nin
açtığı Medreset’ül İstanbul ise Sudan
standartlarının üzerinde eğitim veriyor.
Medreset’ül İstanbul
Darfur Eyalet Valisi, temsil ettiğimiz
“YED-İL AYN” Yardımeli İnsani Yardım
Vakfı’na geniş bir alan gösterdi fakat ciddi
güvenlik sorunu vardı. Bundan dolayı
yetimhanemizi Darfur’a değil de Hartum’a
yapmak zorunda kalıyoruz. Yetimhanemizin kuruluşu ilk kurban bağışıyla başlıyor.
2010 yılında yapımı programlanan binalar
yani dershaneler, yemekhane, yatakhane,
mescit ve çevre düzenlemesiyle birlikte 18
ayda inşaat tamamlanıyor. Önceden belirlenen -kendilerine söz verilen- yetimler,
yağmur gibi dökülmeye başlıyorlar. Bu yıl
elhamdulillah ikinci ders yılımız.
İleride bir akademiye dönüşecek olan
yetimler külliyesinde, çocukların daha
sağlıklı şartlarda eğitilmeleri için çevre
düzenlenmesiyle ilgili inşaat çalışmaları sürüyor. Yetimhanenin bütün ihtiyaçlarının
karşılandığı kaynak ve imkanlar Türkiye’den geliyor.
turuncudergi.com
Çocuklar için 8 koruyucu aile; merhametli, mülayim, sevecenve güler yüzlü
mürebbiyeler görevlendirilmiş.
Şu anda 130 yatak kapasiteli bir yatakhanemiz var. 1. 2. 3 sınıflarımızda eğitim
görüyorlar. Bu çocuklar 0-6 ile 0-7 yaşları
arasında yetimhaneye kabul edildiler.
Toplam 12 yıl eğitim görecekler. Şimdiden -lise- gimazyum programa alınmış.
İnşaat yeri belirlenmiş. Müfredatımız,
Sudan Milli Eğitimi’nin rutin programı
olacak. Sosyal bilgilere ek olarak Kur’an ve
Türkçe öğretilecek. Ancak yaş yükseldikçe
yatakhanede mekan azalıyor, yer sıkıntısı
başlıyor. Bunun için 3.kat inşaatının kabası
tamamlanmış. Güneyde ormanlar içinde,
bir yetimler köyü kurma aşamasındayız.
Bizim külliyemizden Hartum’un başka
bir yetimhanesine her gün günde bir kere
-pilav ve makarna olarak- pişmiş yemek
yardımı yapılıyor.
YED-İL AYN /YARDIMELİ
Burada kalan 6-11 yaş arası yavruların
hepsi de babasızdı. Türkiye’den getirdiğimiz bütün kırtasiye malzemelerini,
kıyafetleri ve gıda maddelerini nakdi ve
ayni ne varsa takdim ettik. Avluda zaman
zaman çocukları toplayıp onlara birer birer
dağıttığımız sakız, çikolata, oyuncakları
telaşsız ve sadece bir tane alıyor; yanlışlıkla
bir ikincisini uzatmışsak, kesinlikle almıyor ve geri veriyorlardı. Gözü gönlü bol
yetimlerin iyi eğitilebilecekleri kesindi.
“Milleti toplayın.’’ uyarısıyla tüm öğrencilerle birlikte çimenlerin döşeli olduğu
alanlarda toplandık. Karne Dağıtma
töreniydi. Türkiye’den gelen her misafir,
bir yavruya onu öperek ve başını okşayarak
karnesini verdi. Bir akşam bahçede Kur’an
halkaları oluştu. 11 yaş çoc ukların tamamı
hafızdı. 6-11 yaş arası çocukların ise son iki
cüzü ve bütün namaz surelerini ezberlemiş
olduklarını gördük.
Camide sabah namazından sonra
turuncudergi.com
çocuklarla daha çok ilgilenme imkanımız
oluyordu. Yüzümüze elimize dokunuyorlardı. Beyaz adama dokunmak nasıl bir
şey? Niçin bizim rengimiz siyah da onlar
beyaz? 6 yaş çocuklarını, zayıf ve hafif
oluşları sayesinde, sırtımıza almamız kolay
oluyordu. Adapazarılı yoldaşım Ahmet
Bey ‘‘Yahu birini attım havaya, gerisi girdi
sıraya.’’ diyor. ‘‘Çocukları havaya ata tuta
kollarım hamladı.’’
Sudan’da Kurban Bayramı
Kurban bayramında ziyaret ettiğimiz
yetimhanenin mescidinde bayramlaşmak
için toplandık; bayramınız kutlu olsun,
idal adha mübarek, idkum mübarek...
Türkiye’den bize emanet edilen kurbanlar,
isimleri okunarak kesilmeye başlandı.
Önce yetimhaneye ayrılan kurbanlar
kesildi.
Sobe halkı fakirlerine, bayramın birinci
günü, kurbanlarımızı kesip hisselerini
dağıtıyor ve iki kuyu açıyoruz. Kuyulara
Esma-ul Hüsna’dan Ya Şafi, Ya Latif adları
veriliyor.
Bayram şenlikleri hiç görmediğimiz
kadar coşkulu. Bayramlarını kutlamaya
gittiğimiz Kuzey Sudan’da en kalabalık
kabile olarak Mahas Kabilesi yaşıyor. Bir
Nobyan evine misafir oluyoruz. “İşte.”
diyorlar,‘‘Menzil Nubi-Nobyan evi.’’ Evin
çatısı kamış örülü, duvarlar çamur ile sığır
mayısı yani yumuşak tezek karışımı sıvanmış. Bu evler dışarıdaki yakıcı 45 derece
sıcağa rağmen odayı serin tutuyor. Kışın
sıcak, yazın serin.
Sevakin Köyü’nde bizim Topkapı Sarayı’nın giriş kapısı yapılmış. Topkapı’nın
minyatürü. Avluda, beyt-el arusda/düğün
evinde gelin çadırı. Çocuklar bize dans
gösterisi yapmaya başlıyor. Batı Sudan
tarzındaki bu oyunlara “el-Bunn” dansı diyorlar. Çocuklardan kahve ile ilgili şarkılar
dinliyoruz.
Mısır’ı yönetenler -binlerce yıl-Nob-
yanlar olmuş. Sudan genelinde 250 adet,
büyüklü küçüklü piramit var. Her piramit
bir mezar taşı. Mısır’da 4 adet.
Arefe’den önce, Omdurman (Ümmü
Derman) pazarından, sürü hâlinde ve toplu olarak aldığımız 254 büyükbaş hayvan
Kurban Bayramı’nın ilk 3 günü Sudan’ın
24 değişik noktasında kesiliyor ve bizim
dışımızdaki yetimhanelere ve muhtaçlara
dağıtılıyor. Sudan’dan ayrılarak bağımsız,
ayrı bir devlet olduğunu ilan eden Güney
Sudan sınırındaki 4 ayrı mülteci kampına,
15 adet büyükbaş kurban kesip dağıtıyoruz.
Bana Kara Diyen Dilber
Yetimlerle iyice kaynaşıyoruz, artık
birçoğunu isimleriyle tanımaya başlıyoruz. Onların öğrendiği Türkçe’ye, pratik
yaparak destek oluyoruz. Ankara Vali
Muavini Turan Bey, çocuklardan üçünü
evlat edinmek istiyor. Ayrılık vakti yaklaştığında, vedalaşırken, sanki öz torunlarım,
öz yavrularımdan ayrılıyorum. Karşılıklı,
hepimizin gözleri doluyor.
İkinci sınıftaki Darfur’lu Abdurrrahman, daha önce ezberlediği ve bize birkaç
kere söylediği türküyü tekrar söylüyor:
Bana kara diyen dilber,
Kaşların kara değil mi ?
Ağalar beyler içerler,
Kahvede kara değil mi?
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 75
SANAT
Çivi ve
Telin
Maharetli
Ellerde
Hayat
Bulduğu
Sanat
FİLOGRAFİ
O
RABİA NUR DUMAN
[email protected]
rtadoğu’da doğmuş,
Avrupa’dan Uzak Doğu’ya
kadar yayılmış ancak
yapımının zor olduğu
düşüncesiyle yok olmaya
yüz tutmuş, çivi ile telin maharetli ellerde
şekillendiği bir el sanatı: Filografi.
Osmanlı Dönemi’nin önemli sanatlarından olduğu söylenilen ancak -belki
de o dönemlerde başka bir isimle anılması sebebiyle- bu konuda net bir bilgiye
ulaşılamayan filografi; çok eski yıllardan
itibaren dünyanın farklı yerlerinde icra
edilen bir sanat. Avrupa’da kendi kültürlerine, geleneklerine uygun motif ve desenler
çalışılırken bizde hat yazıları ve geleneksel
motiflerimiz filografiye uygulanıyor.
Ülkemizde pek tanınmayan bu sanat,
zorluğu ve sabır gerektirmesi nedeni ile
az uygulanmakta olup bütün dünyada
unutulmak üzere. Son 15 yıldır Türkiye’de
aktif olarak uygulanmasına rağmen pek
bilinen bir sanat değil.
Filografi aynı zamanda; bu sanatla
uğraşan insanlara mutluluk veriyor, bu
insanların ruhsal yönden dinlenmelerini
sağlıyor, onları stresten uzak tutuyor ve
insanı kendine bağlıyor. Ayrıca, olumlu
psikolojik etkilerinden dolayı, Avrupa’da
psikolojik tedavi amacıyla kullanılan bir
sanat. Ülkemizde, geçmiş zamanlarda,
yine olumlu psikolojik etkileri sebebiyle
beceri geliştirme ve gelir getirme maksadıyla hapishanelerde ve ilkokullarda
amatör olarak uygulanmış. Şimdi ise
profesyonel anlamda, Saim Devrilmez
tarafından, 50 yıldır icra edilmekte.
çivi ve bakır iplerle yapılmış tacını görüyor, çok hoşuna
gidiyor. Türkiye’ye dönünce bakır tellerle çalışarak kendi
tekniklerini ortaya çıkarıyor. Saim Hoca, bu sanatı merak
ederek, bakarak, yaparak yani tamamen kendi çabalarıyla
öğreniyor.
Türkiye Elektirik Kurumu’ndan emekli olan Saim Devrilmez, filografi sanatıyla 50 sene hobi olarak ilgilenmiş, bundan 12 sene önce de filografi sanatını birçok kişiye
öğretmiş ve öğretilmesine de destek vermiştir.
Türkiye’de 10- 15 şehirde filografi hocaları
yetiştirmiştir.
Fİlografİde Kullanılan Malzemeler
• Marangozlar veya filografi
sanatına özel malzeme üreten
atölyelerden temin edilebilecek 8mm
veya 12mm kalınlıkta sunta veya kavak
kontrası,
• Kadife, deri, peluş veya ebru teknelerinde özel olarak hazırlanmış ipek
kumaşlar,
• Filografi çivisi,
• Ufak boy kargaburun,
• Küçük boy yan keski,
• Küçük boy fakat geniş ağızlı tornavida,
• Teli örerken kullanacağımız orta boy bir çuvaldız,
• 0.30mm veya 0.35mm’lik bakır tel,
• Yaldız boya (Boya olarak soba boyası,
alüminyum boyaları veya bakır boyaları
kullanılıyor.),
• Çivileri boyamak için fırça,
• İşleyeceğimiz resmin desen kağıdı.
Tüm bu malzemelerin yanı sıra koli
bandı yahut zımba makinesi, pano temizliği için toz
alma fırçası kullanılan yan malzemeler arasındadır.
Fİlografİ Nasıl Yapılır?
Çivi ile telin dansı olarak tanımlanan filografide, belli
örgü teknikleri kullanılarak hat yazıları, simetrik desenler,
amblemler, çiçekler ve çizgi film karakterleri panolar hâline
getirilebiliyor. Öncelikle nasıl bir tablo yapmak istediğimize
karar verip bir desen, motif yahut bir hat yazısı belirliyoruz.
Bu motifi hangi ölçülerde yapmak istiyorsak tahtamızı buna
göre kestiriyoruz. Seçtiğimiz bir kumaşı tahtamıza gerdirerek
zımbalıyoruz. Kullanmak istediğimiz motifin şablonunu
tahtamızın ölçülerinde büyütüyoruz ve tahtamızı ortalayacak şekilde yerleştirip bantladıktan sonra
çivi çakma işlemine başlıyoruz. Çivilerimizi belli bir düzenle, belli aralıklarla ve
hepsi aynı yükseklikte olacak şekilde
çakıyoruz. Çivi çakma işlemi sırasında
çiviler yamuk yahut eğri gitmeye başladığında, tornavida veya
kargaburun aracılığı ile düzeltme
yapıyoruz.Çakma işleminin sona
ermesinin ardından çivilerimizi
boyuyoruz. Boyamız kuruduktan
sonra motif kağıdını/şablonumuzu
söküp-resmin durumuna göre,
filografinin 18 farklı örgü tekniğini
uygulayarak- bakır tellerimizi çivilerimize sarmaya başlıyoruz. Bu tel sarma işlemi
ustalık gerektiriyor. Telleri rasgele, bütün çivilerden
aynı şekilde geçirirseniz hiçbir şey elde edemiyorsunuz. Kullanılacak tellerin renginin, sanatçı tarafından,
önceden tasarlanması ve seçilen renklerin hem birbiriyle
uyumlu hem de motifi ortaya çıkaracak şekilde olması
gerekiyor. Bu zahmetli iş sonucunda, metrelerce tel ve
yüzlerce çivi kullanarak oluşturduğumuz tablolar yüksek
fiyatlara alıcı buluyor. Filografi ile harika tablolar
yapılabileceği gibi ev dekoru, sehpa, rahle, buzdolabı
süsü olarak kullanılabilecek eserler; aynı zamanda
anahtarlık, kolye, küpe, yüzük, bilezik, broş ve kol
saati de yapılabiliyor. Filografi sanatı; tarzı, bakış
açısı, uygulama çeşitliliği, diğer sanat dalları ile beraber kullanılabilirliği açısından hem çok yönlü hem
de çok özgün bir sanat dalı. Son olarak; bu sanat ile uğraşmak
isteyenler için, halk eğitim merkezlerinin meslek edindirme
kurslarında filografi eğitimi verildiğini söylemek isterim.
Saİm Devrİlmez
Türkiye’de bu sanatın gün
yüzüne çıkmasını sağlayan ve
bu işin piri olarak bilinen
isimdir Saim Devrilmez.
Üsküdarlı üstad Saim Bey,
bu sanat Türkiye’de tam
anlamıyla unutulmuşken
İngiltere’ye gidiyor.
İngiltere’de kraliçenin
Fotoğrafı çekilen tablolar ve görsellerin tümü (Semazen hariç) Lütfiye Nur TAŞDELEN’e aittir.
76
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 77
SAĞLIK
MEME KANSERİNDE
ERKEN
TEŞHİS
HAYAT
KURTARIR
HALİT YEREBAKAN
ücudunuz bir şeyler rayından çıktığında muhakkak size mesajlar
gönderir. sadece birkaç dakikanızı ayırarak bedeninizden gelen sesleri dinlemek,
hayatınızı kurtarabilir!
78
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
M
eme kanseri, özellikle
kadınların korkulu rüyası.
Son yıllarda diğer tüm
kanser türleri gibi meme
kanseri de sıklıkla teşhis
almaya başladı. Bu ay siz değerli okurlarım için
meme kanseri hakkında bilmeniz gerekenleri
kaleme almaya çalıştım. Vücudunuz bir şeyler
rayından çıktığında muhakkak size mesajlar
gönderir. Günlük telaşınız sebebiyle ya da
öncelikleriniz arasında yer almadığında bu sinyalleri duymazdan gelebilirsiniz. Oysa sadece
birkaç dakikanızı ayırarak bedeninizden gelen
sesleri dinlemek, hayatınızı kurtarabilir!
Amerikan Kanser Derneği, kadınların en
sık yakalandığı kanser türünün meme kanseri
olduğunu tespit etmiş. Birçoğunuz, meme
kanserinin ileri yaşlarda görülmeye başlandığını düşünür ve henüz risk grubunda olmadığına
inanır. Oysa bir kadının meme kanseriyle
karşılaşma riski, 20 yaşından itibaren ortaya
çıkar. Hep kadınları ikaz ediyoruz ama seyrek
rastlanıyor olsa da erkekler de meme kanserine
yakalanabilirler!
Meme kanseri, oldukça sinsi bir hastalıktır.
Kişi fark etmeden vücudunda oluşup gelişmeye başlar. Ancak meme kanserinin sessiz sedasız gelebiliyor olması, sizin onunla mücadele
edemeyecek olduğunuz anlamı gelmez!
Kanser, en basit tanımıyla hücrelerin rutin
olarak gerçekleştirdiği bölünme ve çoğalma
hareketlerinin kontrolsüz gerçekleşmesi ve
bu durumun ilerlemeye başlaması sonucu
-tabiri caizse- sistemin kontrolden çıkmasıdır. Sağlıklı bir insan vücudunda-kas ve sinir
hücreleri hariç- tüm hücreler bölünme ve
çoğalma özelliğine sahiptirler. Bu yetenekleri
sayesinde gün içerisinde ölen hücreler ya da
yaralanan dokular yenilenir veya onarılır.
Sistemin kusursuz işlemesi ve yaşamın sağlıklı
devam edebilmesi için gereken bu akışın da
bir sınırı vardır. Sağlıklı hücreler ne zaman
bölünmesi, çoğalması gerektiğini bilirler ve bir
hücrenin yaşamı boyunca bu işlemi kaç kez
tekrar edebileceği bellidir. Bu bilinci kaybeden hücreler (mutasyona uğramış hücreler),
kanser hücresi olarak tanımlanır. Kontrolsüzce
bölünüp çoğalmaya başlayan kanser hücreleri,
bir süre sonra birikmeye başlarlar. Biriken
hücrelerin bir araya gelmeleriyle oluşan ‘yabancı’ yapı da tümör olarak adlandırılır. Tümörler,
dokuları sıkıştırarak tahrip edebilir hatta içine
sızabilirler. Tümörün de oluşmasıyla artık
turuncudergi.com
vücutta bulunan kanser hastalığı, tümörün
zarar vermeye başladığı organın adıyla anılır ve
uygun tedaviye başlanır.
TÜM KADINLAR RİSK ALTINDA
Tüm diğer kanserlerde olduğu gibi meme
kanserinde de çevresel faktörler ve genetik
miras son derece önemlidir. Genetik duyarlılık, kansere yakalanmanıza sebep olan genlerin
doğduğunuz andan itibaren sizi etkileyeceği
anlamına gelmez. Ailenizden aldığınız bu
genler, yaşam koşulları, sigara bağımlılığı ve
kötü beslenme gibi sebeplerle kendilerine
gelişecek bir ortam bulabilirler. Fazla kilolu
olmak da olumsuz etkenler arasında yer alır.
Yapılan araştırmalara göre, meme dokusunda
bulunan leptin hormonunun fazlalığı (yağ)
meme kanseri olma ihtimalini de arttırıyor.
Genetik faktörlere bağlı kalmaksızın tüm
kadınlar meme kanseri riski taşırlar. Ayrıca östrojen hormonu fazlalığının da meme kanserini
oluşturan genetik mutasyona sebep olduğu
biliniyor. Bu sebeple hormon dengesinin
hastalık üzerindeki etkisi son derece önemli
bir gösterge olabilir.
Yapılan bilimsel istatistikler, meme kanserine yakalanan hastaların %20’sinin ailesinde
meme kanseri hikayesine rastlandığını gösteriyor. Bu oran tahmin edilenin biraz altında.
Kalıtsal durum söz konusu olduğunda,
ailesinde meme kanseri vakası olanların meme
ve yumurtalık kanserine eğilimlileri olduğu
söyleyebiliriz. Bu durum, “Kalıtımsal Meme
Ve Yumurtalık Kanseri Sendromu” olarak
adlandırılıyor. Dünyaca ünlü oyuncu Angelina
Jolie’nin meme kanserine karşı açtığı savaş birçoğumuz tarafından duyulmuştur. Bildiğiniz
üzere, Angelina Jolie’nin yakın akrabalarında
görülen meme kanseri, ünlü oyuncuyu harekete geçirdi ve yaptırdığı testler sonucu BRCA-1
adlı geni taşıdığını öğrendi. BRCA-1, kansere
yatkınlık genidir ve kansere yakalanma riskini
%85’lere kadar yükseltir.
Ayrıca, bağışıklık sisteminin zayıf düşmesi
de meme kanseri oluşumu için uygun bir
ortam sağlar. Kötü huylu (maling) tümörler,
henüz başlangıç aşamasındayken bağışıklık
sistemimiz tarafından temizlenebilirler. Bağışıklık sisteminiz yeterince kuvvetli değilse, bu
tip hücreler temizlenerek yok edilemezler.
Meme kanseri riski taşıyanlar, neler yapmalı
ve riski azaltmak için ne gibi önlemler almalılar? İlk etapta yapılacak iki şey var. Bunlardan
ilki, her yıl mamografi çektirerek durumunuzu
takip altında tutmak, ikincisi ise daima doğru
ve sağlıklı beslenerek bağışıklık sisteminizi
kuvvetlendirmek. Eğer kullanıyorsanız sigarayı
bırakmak yapmanız gereken ilk şeydir.
RUTİN MAMOGRAFİ ÇEKTİRİN
Yıllık mamografinizi mutlaka ve atlamadan
çektirin! 30 yaş üstü her kadın mutlaka düzenli mamografi çektirmeli ancak yılda bir bu
görüntüyü almak da yetmez! Düzenli olarak
kendi kendinizi muayene etmelisiniz.
Mamografi, erken teşhiste son derece kritik
bir rol oynayarak erken teşhis şansını yaklaşık
%98 oranında arttırır. Ayrıca düzenli mamografi çektirerek hastalığı erken teşhis etmek bu
sebeple ölüm oranında yaklaşık %30’luk bir
düşüşe de sebep oluyor.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 79
SAĞLIK
BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİZİ
KUVVETLENDİRİN
Y
apılan bilimsel araştırmalar, bağışıklık
sistemini kuvvetlendirmenin meme
kanserine yakalanma riskini arttırdığını gösteriyor. Amerika’da sıkça kullanılan bir tabir vardır, “You are what
you eat.” yani ne yiyorsak aslında O’yuz. Mutlaka
bağışıklık sistemimizi kuvvetlendirecek yiyecekleri
tercih etmeli ve yeme alışkanlıklarımız arasına, yeşil
çay, sarımsak, zeytin yağ, zerdeçal ve yeşil yapraklı
sebzeleri eklemelisiniz.
Yeşil çay, mükemmel bir antioksidandır. Hatta
etkisini on kat arttırmak için içine limon da
sıkabilirsiniz. Yapılan araştırmalara göre günde üç
fincan yeşil çay içmek, içerisinde bulunan ECGG
adlı antioksidan madde sayesinde meme kanserine
yakalanma riskini %50 oranında azaltıyor!
Lahana, brokoli, ıspanak ve pazı
gibi yeşil yapraklı sebzeler mükemmel
birer vitamin, mineral ve antioksidan
kaynağıdır. Ayrıca yüksek lif oranları
sayesinde, östrojen seviyesinin düşmesini sağlar ve sindirim sistemi için
de son derece faydalıdır. Yeşil yapraklı
sebzeler, aynı zamanda karaciğeri temizleyerek detoks etkisi yapar. Böylece
Toksik kimyasalların vücutta dolaşması engellenmiş olur. Böylece tümör
oluşturan hücreler bir araya gelemez!
İyot kaynağı olması sebebiyle kanserle mücadelede önemli rol oynayan
deniz yosunu da bir diğer faydalı yeşil
yapraklıdır. Deniz yosunu da östrojen
hormonunu düzenleyici etkisi sebebiyle meme kanseri ile savaşta son derece
faydalıdır.
80
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
Sarımsak ve zencefil en
yaygın kullanılan bağışıklık kuvvetlendiriciler
olarak bilinir. Hatta
zencefil, baharatlar
arasında Altın Baharat
olarak da adlandırılır.
Bu turuncu baharat,
elbette antioksidan
özellik taşıyan en güçlü
baharat değildir. Ancak
fazla salgılanan östrojen
oranını düşürmeye
yardımcı etkisi sebebiyle meme kanserini
önlemede son derece
kuvvetli bir silahtır.
Her gün belirli dozda
kullanımının kanserli
tümörlerin büyümesini durdurduğu da
biliniyor!
halkbank.com.tr | 444 0 400 Halkbank Dialog
SİNEMA
TEORİDEN GERÇEĞE DÖNEMEMEK:
GÜLAY KURT
B
“YILDIZLARARASI”
[email protected]
elki de tüm bunları teorilerle
açıklamak için çok vakit
harcadık. Teoriler her zaman
gerçekleri değil adı üzerinde
varsayımları gösterir. Gerçekleri bulmak için zaman hâlâ harcanmaya
devam ediliyor. 7 Kasım 2014’de vizyona
giren Yıldızlararası (İntersteller) filmi senenin en çok beklenen filmi olarak büyük
ses getirdi. 2014 yılının en iyi filmi olarak
görülen ki bana göre tüm zamanların bi-
Dolayısıyla sanatın bittiği yeri ve bilimin
başladığı noktayı iyi kestirmek gerekiyor
yoksa bir belgesel yapmış olursunuz. Yıldızlararası filmi belgesele ramak kala konusunu
etkileyici bir biçimde izleyiciye aktarmış
olmasına rağmen, özellikle fizik, astronomi,
uzay bilimleri, fen bilimleri, kuantum fiziği,
karadelikler, solucan deliği, Einstein’in izafiyet teorisi, zamanın göreliliği vb. konularla
ilgilenen insanlar için bir başyapıt olma
özelliğini taşıyor.
Filmin konusuna gelince; yakın bir
zamanda insanlığın popülasyonu azalmaya
başlamış olup kendilerine yeni bir gezegen
arayışına çıkan bir grup NASA elemanının
uzay araştırmaları sonucu yaşanılan olaylar hikaye edilmiş. Bunun için gönüllü astronotlar
değişik galaksiler ve gezegenler arası bilinmez
bir yolculuğa çıkıp veri elde etmek zorundadırlar. Bu elde edilen veriler sonucu insanlığa
uygun bir yuva olacak gezegen bulunup orada
kolonileşmeyi sağlamayı hedeflemektedir
NASA. Tabi her zamanki gibi dünyanın sonu
sadece ABD’de önce görülmekte ve yine her
zamanki gibi dünyayı kurtaracak olan insanlar
ise Amerikan vatandaşlarıdır! Filmin beklide
82
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
lim-kurgu dalında en iyi kurgulanmış filmi
diyebilmemizde hiçbir sakıncası olmayan
bir yapıt “Yıldızlararası”. Film kurgu
ve hikâyesi bakımından bugüne kadar
yapılmış olan filmlere hiç benzememektedir. Kafanızda oluşan kurgu sorularına
hiç boşluk bırakmayacak derecede en ince
detaylarına kadar düşünülmüş olduğunu
görmek sevindirici. Tabi ki buraya kadar
övgüyle bahsettiğim filmin neye hizmet
ettiğini anlatmak görevi ise bize düşüyor
en çok eleştiri olan noktası dünyanın sonu
senaryolarını “Dünyalar Savaşı Z” ve “2012”
filmlerinde gösterilen everensellik boyutunu yakalayamamış olmasıdır. Bu yüzden
dünyanın sonunun sadece ABD’ de oluştuğunu hissediyorsunuz. Hollywood dünyanın
sonunu getirme temalı sinemalar yapmaya
hayli meraklı olsa da insanlığa mesaj vermeyi
de unutmuyor! “Evet, dünyanın sonu gelecek
ama insanlık üstün zekası ve teknolojisiyle
bunun da üstesinden gelecek” mesajı veriyor
“Yıldızlarası” filminde. Yani bütün ilahi dinlerin kabul ettiği kıyamet sonrası olan hesap
ve ahiret hayatı yok, boşuna dertlenmeyin
diyerek, sadece insanlığın kendini aşmış bir
şekilde 5. boyutu keşfederek soyunu devam
ettireceğini vurguluyor. Tabi bunu ancak
doğaya saygılı olmak ve kaynaklarını doğru
kullanmak kaydı şartıyla yapacağını belirterek doğa yandaşlarına(!) göz kırpmayı da
unutmuyor. İnsanoğlu geçmişi ve geleceği konusunda daima merak içinde olup, dünyanın
nasıl meydana geldiğini ve sonunun ne zaman olacağı hakkında araştırmalar yapmıştır.
Materyalizm, ilahi dinlerin aksine, geçmişini
yani ilk insan oluşumunu “Evrim Teorisi” ile
sanırım. Buna önce bilim-kurgunun
amacını anlatarak başlamak doğru olacak
kanımca.
Bilim -kurgunun amacı; hayal gücünü
tetikleyerek bilimin ileride görebileceği
gerçeklerle ilgili ufkumuzu açmaya çalışmasıdır. Bir bilim-kurgu filmini izlerken
“Acaba?” sorusunu sormaya başladığınız
zaman, film bir sinema eseri olarak değil
artık başlı başına bir bilim dersi olmuştur
demektir.
açıklayıp bu konuyu kapattığını düşündükten
sonra dünyanın ne zaman yok olacağı konusunu açıklamaya gayret etmiştir. Zira kıyamet ve
hesap verme fikri hiçbir zaman materyalizmin
hoşuna gitmemiştir. Bilim tanrısı yeni müritlerini kendine bu şekilde bağlayarak materyalizme uymayan hiçbir veriyi kabul etmemekle
kalmayıp bütün dünyaya bilimin reddettiği
her şeyi “mutlak gerçek” olarak sunmuştur. Bu
bağlamda kıyameti ve ahireti reddetmek bilim
için kolay bir kabul olmuştur. “Peki dünyanın
sonu nasıl gelecek? Buna kim karar verecek?”
soruları gündeme geldiğinde Hollywood
sinemaları devreye girip bu konuda yazılan
bilimsel verileri tamamen kullanarak insanoğlunu rahatlatma(!) görevini üstlenmiştir.
Hiçbir Hollywood sineması boşuna çekilmemiştir. Hepsinin bir amacı vardır. “Yıldızlararası” filmi bu konuda yani materyalizmin
dünyanın sonunu getirme ve sonrası açısından açıklanan tüm fiziksel kanunları son
derece ayrıntılı ve etkili kullanarak büyük bir
başarıya imza atmış görünüyor. Zira filmde
anlatılan izafiyet teorisi ve karadelikler bugün
üniversitelerde ders olarak anlatılmaktadır ve
de gerçek verilere dayanmaktadır.
turuncudergi.com
Filmde bol bol bahsi geçen Einstein’ın İzafiyet teorisi,
zamanın göreceliğini açıklaması açısından gerçektir.
Ki bu Kuran’da da geçmektedir. Yani uzayda geçen bir
saat dünyada geçirilen onlarca hatta yüzlerce güne denk
gelebilmektedir. “O (Allah) ki, gökleri ve yeri altı günde
yarattı.” (Hud 7) ve yine “O (Allah) ki, gökleri, yeri
ve aralarında olanları altı günde yarattı.” (Furkan 59)
ayetlerinde geçen gün kelimesi 24 saatlik süreden ziyade
gündüz aydınlığını ifade eder. Bu bir devir anlamını içermektedir. “Melekler ve ruh oraya bir günde çıkarlar ki,
oranın mesafesi 50 bin yıldır.” (Mearic 4). Burada her bir
günün bin yıla denk geldiği alimler tarafından dile getirilmektedir. Bu konuyu destekleyen filmin en gerçekçi
bulduğum “zaman sapmasının” geçtiği sahne, filmde çok
etkileyici ve gayet açıklayıcı anlatılmaktadır.
Evet zaman görelidir. Dünyada yaşanılan zaman
sadece bizim yaşadığımız zamanımızdır, ama diğer
boyutta yaşanılan zamanla aynı değildir. Buraya kadar
yaşanan gerçeklerin filmle çelişen bir noktası yok. Hatta
karadelikler ve solucan deliği denilen dünya ile diğer
galaksiler arası olabileceği öngörülen kestirme yollar bulunduğu da kabul edelim hadi. Bugüne kadar bulunmadı
ama olduğu varsayılıyor. Fakat insanoğlunun çok ileriki
zamanlarda soyunu devam ettirme konusunda tamamen
kendi aklını ve bilimsel verileri kullanıp zamanda geriye
gidebilme yetisini kazanacağı tezi ise gerçek dışıdır.
SİNEMA
Ama film öyle bir bilimsel veri kullanarak bunu
yapıyor ki ahirete inanmayan ateist beyinler için bulunmaz bir kaftan olabilmektedir. Bir nokta hariç….
İnsanoğlu bilimi nesilden nesile aktarabilir, düşüncelerinin devamını sağlayabilir ama duygularını
aktarabilmesini nasıl yapacak? İşte bu bilim dışıdır.
Yaşam verilerini bulabileceklerini sandığı gezegen bir
hayal kırıklığı olunca kalbinin sesini dinlemeye karar
veren bayan astronot şu çarpıcı cümleleri kurarak aslında filmin başından beri vurguladıkları materyalizmin
kalesini belki de farkında olmadan çökertiyor. “Sevgi
bizim icat ettiğimiz bir şey değil. Tanımlayamadığım
bir güç beni bu gezegene çekiyor. Bunun bir anlamı olmalı.” diyerek o güne kadar ki öğrendiği bütün bilimsel
dokümanlar çuvallıyor. Bu da filmin koskocaman bir
karadeliği olup karşımıza geçiyor.
“İnsanlık dünyada başladı ama dünyada son bulmayacak.” mottosunu filmin başından beri dikte eden
“Yıldızlararası” filmi evrime, materyalizme kısaca bilim
tanrısına hizmet etmek için çekilmiş olsa da Allah’ı
arayan kalpler için ahiret inancını destekleyen veriler
bulması, bilimi arayanlar için ise bilim tanrısını kabullenip hayatının geri kalan kısmına devam edecekleri muhtemeldir.
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 83
İlhamını
Mustafa Keser’den
alan roman:
SİNEMA
Ünlü sanatçı Mustafa Keser, bir
mizahi romanın başkahramanı
olurken, kendisiyle özdeşleşen
“Gözleri fettan güzel”
türküsü de kitaba
adını verdi.
Komedi ve Aile filmi kategorisinde
iNGiLTERE
KİTAP
Fettan
Devrim
PROPAGANDASI
İ
AYŞE GÜNDOĞDU
ngiliz yazar Michael Bond’un ünlü Ayı
Paddington serisinden uyarlanan film “Ayı
Paddington” Türkiye’de gösterime girdi.
Paul King’in yönettiği filmde Nicole
Kidman, Julie Walters ve Hugh Bonneville
başrolleri paylaşıyor. Filmde, Peru Ormanları’nda
yaşayan, ailesinin anlattığı hikayeler ile İngiltere’ye
büyük ilgi duyan ve Londra’ya gelen bir ayının
maceraları, eğlenceli bir hikaye ile anlatılıyor.
Buraya kadar standart bir film tanıtımı. Benzer
tanıtımları okuyarak 11 yaşındaki kızım ile filme
gittik. Afişlerde filmin türü hakkında her ne
kadar “komedi-aile” yazsa da film aslında sinema
tekniği çok iyi kullanılmış, tam bir “propaganda” filmi.
Sektörü az çok tanıyan biri olarak, AmeNicole Kidman
rikan ve Avrupa filmlerinin gizli mesaj
ve propagandalarına aşinayım. Vietnam
Savaşı’ndan bile bir kahraman yaratabilen
bir endüstri var karşımızda.
Fakat “Ayı Paddington” bu türden
mesajları, cüretkâr bir biçimde, gözüFİLM:
Ayı Paddington
Yönetmen: Paul King
müze gözümüze sokan bir film. Savaş
Oyuncular: Nicole Kidman,
döneminde yetim çocukların, Avru
Colin Firth, Jim
pa’da aile edinmelerine öykünerek
Broadbent, Julie yavru ayının boynuna asılan “Lütfen
Walters, David
Heyman
bu ayıcıkla ilgilenin. Teşekkürler.”
Senaryo: Michael Bond,
mesajından itibaren, İngiltere’nin,
Paul King, Hamish
kendine hiç mi hiç benzemeyen
Mccoll, Jon Croker
yabancılara nasıl kucak açtığının bir
Yapımı:
2014
Tür:
Aile, Komedi
hikayesini izliyoruz aslında. İngiliz
Gösterim
kâşifin, Peru Ormanları’nda tanıdığı
Tarihi:
26 Aralık 2014
ayı türünden bir örneği, müze için
84
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
doldurulmak üzere ülkesine getirmeyerek, Coğrafyacılar Loncası’nda “medeniyet” tartışmasını
açması da trajikomik bir durumu ortaya koyuyor.
Filmde, Paddington’un teyzesine yazdığı mektuplarda, “İngiltere’nin, kendine hiç benzemeyen
bir ayıya bile kucak açtığı, her zaman burada sıcak
bir yuva bulunabileceği” mesajı gözümüze gözümüze sokuluyor. Ayıyı kabul eden ailenin, kendi
içinde, “aile olmak” için yaptığı tartışmalar, filmin
kötü karakteri kâşifin kızına karşı Ayı Paddington’
un sahiplenilmesindeki repliklerde de hep aynı
mesaj kaygısı var. Bu vurgu ile Arap, Hindu…
vb. tüm yabancılara “ayı” kadar farklı, muamelesi
yapıldığına mı yanayım yoksa Peru Ormanları’na
kadar uzanan ve hâlâ devam eden “güneş batmayan
imparatorluk” hayaline mi?
Filmlerin gizli mesajlarına alışık olmama rağmen, “Ayı Paddington”da bu mesajın cüretkâr bir
biçimde verilmesinden son derece rahatsız oldum.
Üstelik filmin hedef kitlesinin çocuklar olduğunu
düşününce mesaj kaygısı beni daha da endişelendirdi.
Filmin, yazar ve yöneticileri ile muhafazakâr
kaygılar taşıdığını sıklıkla ifade eden gazetelerin
sinema köşelerinde bile çocuklar için özenle tavsiye
edilmesine de hayret ettim. Sinema yazarları acaba
filmi sadece eğlencelik mi izlediler? “Ayı Paddington” filmi, sinema okullarında, çalışma gruplarında
“siyasi propaganda” kategorisinde, örnek film
olarak gösterilmeli bence. Canım ülkemde medyailetişim okur-yazarlığımız konusunda onlarca kısır
tartışma yapanlar da filmi izlemeliler. Bu iş “öyle”
yapılmaz, “böyle” yapılır.
turuncudergi.com
M
izah yazarı Rıfat Yörük,
“Fettan Devrim”
isimli son kitabını
Elazığlı sevilen Türk Halk Müziği ve
Türk Sanat Müziği Sanatçısı Mustafa Keser’den ilham alarak yazdı.
Yörük, eserini Gezi Olayları’ndan ve o
günlerde apolitik bir grup tarafından
duvarlara yazılan “Mustafa Keser’in
askerleriyiz.” sloganından yola çıkarak kurguladı. Kitabın adı da, âdeta
Mustafa Keser’le özdeşleşen Mehmet Özbek’in derlediği Urfa yöresine
ait çok sevilen türkü “Gözleri fettan
güzel”den alındı.
Kitapta, Mustafa Keser’in Beylerbeyi’ndeki kendi müzikholünde
konserler verirken Gezi Olayları’nda
bir halk kahramanına dönüştürülmesi ve devrimin ardından yapılan ilk
genel seçimler sonucunda başbakanlığa seçilişi anlatılıyor.
“Fettan Güzel”den “Fettan
Devrim”e…
Kitabın arka kapağında, romanın
kahramanı Mustafa Keser ve türküsü
turuncudergi.com
“Gözleri fettan güzel” hakkında şu
bilgiler yer alıyor: “Üstad sanatçı Mustafa Keser’in keyfi yine yerindeydi.
Üsküdar Beylerbeyi’ndeki gazinosunu bugün de adamakıllı doldurmuş,
elinde eşinin hatırası olan ve artık
kendisiyle özdeşleşen işlemeli mendiliyle çoğu çakırkeyf hayranlarına
nefis bir gece yaşatmıştı. Üstelik yine
onunla bütünleşen şarkısı ‘Gözleri fettan güzel’ bu gece de çok istenmişti.
‘Fitne’ kelimesinden gelen ve fitneci,
fesat, kurnaz, karıştırıcı, ayartan,
baştan çıkartan, cilveli anlamlarını
taşıyan ‘fettan’ kelimesinin Türk siyasi
hayatına kısa bir süre sonra damgasını vuracağını rüyasında görse
inanmazdı. Ama burası Türkiye’ydi ve
her an her şey olabilirdi.
Usta siyasetçi ve demogog Süleyman Demirel’in
deyimiyle siyasette 24 saat bile
çok uzun bir süreydi.
Nitekim, Gezi Parkı’nda başlayan
ve bütün ülkeye yayılarak hiç beklenmedik bir anda, AB kriterlerine
göre 48 saatlik ek bir direnişle gerçekleşen ‘Fettan Devrim’ ile Mustafa
Keser’in askerleri iktidara, Mustafa
Keser de rüyasında görse inanmayacağı başbakanlığa gelmişti. Halkın
gözünde artık o bir kahramandı. Bakalım devrim amacına ulaşabilecek
ve halk gidişattan memnun kalacak
mıydı? Mustafa Kemal’in askerleri,
Zeki Müren’in askerleri ve İhsan
Eliaçık’ın askerleri, devrimi birlikte
yaptıkları Mustafa Keser’in askerleri’ni iktidarda rahat bırakacaklar
mıydı? Kendisine karşı yapılan devrim sonucu iktidardan alaşağı edilen
‘Tayyip’in durumu ne olacaktı?”
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 85
TERZİDEN
Ton
sur
on
t
Aynı rengin farklı tonlarının
tek bir kombinde farklı parçalar ile
kullanılmasına diyoruz ton-sur ton.
Dilimize Fransızca’dan geçmiş bir söz
grubudur “ton üzeri ton”
olarak tanımlanır
K
KUAYBE GİDER
ıyafetlerimiz, kişiliğimiz
hakkında bilgi sahibi
olmayan insanların bizim
hakkımızda tüyo alacakları
ilk yerdir. Genel itibariyle
de giydiğimiz kıyafetler
kişilik ve karakterimizi temsil ederken,kıyafetimizde seçtiğimiz renk de o gün içerisinde
bulunduğumuz o anki psikolojimizi ele verir.
Böyle düşündüğümüzde; doğru renk seçimi ile
ton sür ton uyguladığımız bir kombin ilk defa
girdiğimiz bir ortamda bile kendimizi ifade etmede en büyük yardımcımız olacaktır. Ayrıca
bu bizim duygularımızın ve mantığımızın yoğunluğunu ifade eden bir izlenim edinilmesine
de sebep olur. Ton sur tonu çok özel bir davete
giderken kullanıp kararlı duruşunuzu, zerafet
ve asaletinizi yansıtabileceğiniz gibi; sokak
modası dediğimiz farklı stillerle kombinlenmiş akımları uygulayarak bohem bir hava da
verebilirsiniz. Tek bir rengin hakimiyetine
girmekten kesinlikle çekinmemelisiniz.
86
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
Aynı kombini birkaç farklı
renkle deneyin sonra bir de ton
sur ton uygulayarak deneyin.
Muhakkak ton sur tonun derinleştirici etkisini fark edeceksiniz. Tek renk kuralınızı farklı
kumaş dokularıyla hareketlendirmek de sizin elinizde. Birbirine çok zıt asla birlikte kullanılmaz dediğimiz kumaşları bile
ton sur ton ayrıcalığı ile aynı
kombinde kullanabilirsiniz.
Çanta, kemer ve ayakkabılarınızı da ton sur tona alet edin
mutlaka. Aksi halde ton sur ton
kurallarını aşmış olursunuz.
Kurallara uymaksızın yapılmış
bir ton sur ton kombini de sizi
karmaşık, karamsar, kendini
bulamamış bir ruh hâletini
yansıtmaya itebilir.
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 87
TERZİDEN
KIRMIZI CESARET İSTER
Kırmızıyı hep siyahlarla dizginleyerek kullanmak hoşumuza gider.
Tek başına kullanmak cesaret gerektirir çünkü.
Belki korkarız da dikkatleri üzerimizde toplamaktan. Kırmızıdan
girip bordodan çıkabileceğiniz ton
sur ton kombinimiz asalet ve sadelikten ödün vermeden kırmızıyı nasıl
kullanabileceğimizi bir kez daha
gösteriyor bize.
Özgüveni tam bir kadının tamamlayıcı ton sur ton kırmızı kombini,
kişiliğiyle müsemma bir imaj bırakmasında en etkili faktör olabilir.
PEMBE CİDDİYET
Bir rengin tek bir
tonuyla da ton sur ton etkisi bırakmak mümkün.
Pembenin sempatikliği
ile kombinin ciddiyeti
birleştirip ortaya denemeye değer güzel bir ikili
çıkarılabilir.
TEK RENGiN ASALETi
Tek bir
rengin
hakimiyetine
girmekten
kesinlikle
çekinmemelisiniz.
88
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
BEYAZ, GÜVEN ETKİSİ BIRAKIR
Beyaz; fildişinden vanilyaya, dantel
renginden kar beyazına ve tabiki saf
beyaza uzanan geniş bir aralıkta muhteşem tonlardan oluşuyor. Bu masum
ve temiz rengi farklı tonlarıyla birlikte
kullandığınız kombininiz misyonunuzu mükemmel bir şekilde taşıyıp ifade
etmenize yardımcı olacaktır. Ayrıca
karşınızdakine güven temin etmek istiyorsanız beyaz ton sur ton seçimi sizin
işinizi inanılmaz kolaylaştıracaktır.
Ayakkabı ve çanta da giysilere nazaran
koyu tonlar tercih edilmiş elegan bir
beyaz ton sur ton kombini.
SARI BİLGELİĞİ İFADE EDER
Sarı; ışığın sevincin, üretim ve
verimliliğin rengidir. İlham verici
özelliği de vardır. Ayrıca bilgiyi ve
bilgeliği ifade eder. Sorumluluk ve
yönetim gerektiren işlerde başarılı
olan insanların sarıyı sevmesine hiç
şaşırmayız.Bu şekilde düşündüğümüzde sarı ton sur ton kombini
uygulamış bir kişinin karşısındaki
insanlarda bırakacağı etkiyi hayal
edebilirsiniz. Renkle birlikte tarzı da
muhafaza edebilirsek ne ala.
Siyahın ton sur ton daki
etkisi
Gerek sokakta gerekse de akşam
davetlerinde veya toplantılarınızda kurtarıcı renginizi farklı siyah tonlamaları
ile sabitleyebilirsiniz. Bu sizi diğerlerinden bir adım öne çıkarıcaktır.
turuncudergi.com
ALÇAKGÖNÜLLÜ GRİ
Siyah ve beyaz renklerin değişik
oranlarda karıştırılması sonucu elde
turuncudergi.com
edilen bir
renk olan
gri, gözün
en rahat
algıladığı
renklerden
biridir. Alçak
gönüllülüğü
ifade eder.
Ayrıca uzlaştırıcı ve
denge unsurudur.
Ciddiyet ve hareketsizliği çağrıştırır.
Çoğu devlet kurumunda ağır
basan renktir.
Aktif bir hayatı olan ve dışa fazlasıyla açık insanlar griyi bunaltıcı bir
renk olarak görseler de diplomatik
ve ağır ortamlarda bu denli denge
unsuru ve uzlaştırıcı misyonu olan
bir diğer renk yoktur.
Gri rengi seven insanlara baktığımızda genellikle olaylardan uzak
durmayı tercih ederler. Kuralcı, tutucu ve hareketsiz yanları ağır basabilir.
Karamsarlık ve içe kapanıklığa da
neden olabilir. Bu sebeple gri için
yapılabilecek en doğru seçim onu
tamamlayıcı renk olarak kullanmak
olacaktır.
Tonsurton etkisiyle grinin karamsar havasını ciddiyete kolayca dönüştürebilir, bulunduğunuz ortamda
ağırlığınızı hissettirebilirsiniz.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 89
O zaman anlıyorum, tüm hatıraları omuzlayıp, oğlunun düşleriyle yaşamanın ne denli zor
olduğunu. Ahh diyorum ahh!.. Yağmur yağıyor
yüreğimin üzerine. Erdem Bayazıt’ın dizeleri
eşlik ediyor hissettiklerime.
MEKAN
Ölüm bir melek elinde gelir Ve öper usulca çocuk yüzleri. Belki bir gün kurtuluruz Karıncaların yolunu şaşırtan ince rüzgarlarla Kaplumbağaların hasret kaldığı derin tepelerde Çocuk gibi bakalım mavi sulara Şehirlere bakalım insanlığımızı eskittiğimiz Sislerden dumanlardan yollara atılan mısır koçanlarından Belki tutarız birgün belki kurtarır bizi Simsiyah saralım bezlerle dağları rüzgarları Gül bahçeleri ağlasın Dallarda salınan çocuk salıncakları ağlasın Kırmızı balonlar bizsiz kaybolsun gökyüzünde. Haydi sığının şehirlere Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze Kalsın titrek ve mavi elleriniz Bekleyin geliyor ölüm usulca Usulca girer koynunuza.
AÇIK MAVi
r
a
l
a
r
ı
hat
A
HANİFE KARATAŞ
nkara’nın 19. yüzyılına
götüren tarihi Hamamönü Semti’nde çayınızı,
kahvenizi yudumlayıp
keyifli sohbetler edeceğiniz bir mekanla tanıştıracağım sizi.
AÇIK MAVİ BİSİKLET CAFE.
İsmini ilk duyduğumda “mavi” ve
“bisiklet” kelimelerinin beni geçmişe
götüren huzurunu hissediyorum.
Talatpaşa Bulvarı’ndan inince hemen
karşımda duran cafeye adımlarımı
atarken, çocukluğumun geçtiği eve
gidiyor aklım. Sağ kolumun altında bisikletim, yorulmuşum belli ki nefes nefeseyim. Bir bahçenin içinde birbirine
bakan bembeyaz iki ev canlanıveriyor
gözümün önünde. Bahçe kapısından
içeri girince buram buram kadife gül
kokusu çarpıyor yüzüme. Gözlerimi
gezdiriyorum bahçede.. Kalabalık. Eşdost gelmiş, yerlere kilimler serilmiş,
oturmuşlar bahçenin meydanına.
Dumanı tüten çaylar, hoş sohbetler...
Gözlerimi göğe kaldırıyorum. Gökyüzü masmavi, güneş eşlik ediyor bu
cümbüşe.. O sırada anneciğimin tatlı
sesi çağırıyor, “İçeri gel hadi, acıktın!”
Belki de o günlerin kalabalık hatıralarının tutkusudur mavi bende. Hep
içimi ısıtan o günleri hatırlatır. Damağımda akide şekeri tadı bırakır. İşte bu
duygularla Açık Mavi yazısının bizi
içeri davet ettiği kapının önüne kadar
geliyorum. Bahçe kapısından içeri
90
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
Açık Mavi böyle işte
girmeden sağ tarafta bisikletler için
ayrılmış park yerleri çekiyor dikkatimi.
Derin bir “Ahh!” çekip, sağ kolumun
altında duran bisikleti park ediyorum
oraya. İçeri giriyorum yavaşça. Hemen
karşıda, duvarın üzerine özenle
sıralanmış saksılardan sarkmış çiçekler
karşlıyor beni. Kokuları çarpıyor yüzüme. Bu çiçekten duvarın hemen yanına
bir masa iliştirilmiş. Üzerinde dumanı
tüten çaylar, çay kaşığı sesleri... Bahçedeki diğer masalardan gelen rengarenk
sohbetler... Bahçe kalabalık... Tıpkı
çocukluğum gibi...
Açık Mavi Konağı’nın içine giriyorum.
Restore edilmiş, bembeyaz iki katlı bir
konak... Kapıyı açıp içeri girince dost
yüzlü insanlar karşılıyorlar beni. Gülizar Teyze’m ocak başında kahvelerini
tüttürüyor. Oturuyorum bir masaya.
Yanıma oturuyorlar sonra. Açık
Mavi’yi konuşuyoruz. Sadece keyifli
sohbetlerin adresi değil; kına, nişan,
kalabalık iftar ve kahvaltı programlarına da ev sahipliği ediyor Açık Mavi.
Sonra oğlu Hasan Can’ı konuşuyoruz... Bisiklet sevdalısı bu arkadaşımız,
bisikletçilerin uğrak yeri olsun diye üç
sene evvel açıyor bu cafeyi. Ve hayata
gözlerini yumunca ailesi sürdürüyor
emanetini. Kıyamıyorlar hatıralarına... Yaşlı gözlerle, gözlerime bakıyor
Gülizar Teyze. Anlıyorum bu hasretin,
dinmeyen özlemin bakışları. “Yoruluyorum be kızım!” diyor.
Masadaki bisikletli şekerlik kadar tatlı; Gülizar
Teyze’nin çorbaları, gözlemeleri, yaprak sarmaları
kadar lezzetli, çocukluğumun mavileri kadar
samimi ve içten... Diyor ya şair: “Mavi huydur
bende…” Bitmesin bu mavi, bitmesin bu masal,
elimizde ne kaldı ki çocukluğumuzdan, umutlarımızdan, hayallerimizden başka..
ÇİFT TEKERLEKLİ
DÜNYA…
L
BiSiKLET
âtince, bi = çift, iki ; Yunanca, kukos = daire, tekerlek
anlamına gelen bisikletin
modern çağda çok daha
gelişmiş araçlar olmasına
rağmen rağbet görmeye devam ediyor
olması insan hayatını ne denli kolaylaştırdığının bir göstergesidir şüphesiz.
Ülkemizde de son dönemlerde, özelikle
büyük şehirlerde, trafik yoğunluğuna
karşı tercih edilen bisiklet; özellikle
gelişmiş ülkelerde, iş hayatının yoğun
olduğu bölgelerde sıklıkla kullanılmaktadır. Ayrıca insanlar bisikleti bir spor
biçimi olarak da sağlıklı kalmak adına
turuncudergi.com
turuncudergi.com
tercih etmekteler. Bisiklete binerek
sağlıklı kalmak için uğraş veren pek çok
kişiyle karşılaşmamız mümkün.
İlginçtir, tekerleğin icadı çok erken
dönemlerde olmasına rağmen bisiklet
çok daha geç bulunmuştur. Bisiklete
benzer makinelerin ilk olarak 18’inci
yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktığını
görüyoruz. Ancak bu geç farkındalığın
yanı sıra bisiklet, birçok makinenin
uğradığı talihsizliğe uğramamış, icadıyla
birlikte başarıya ulaşmıştır. Ufak bir
gayretle bu kadar çabuk ve kolay yol
almanın sırrına o yıllarda kimse akıl
erdirememiştir.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 91
B
azı isimler vardır. Ne
zaman söylense, kaynağı
meçhul hüzünlü bir melodi duymaya başlar acıya
âşina kulaklar. Haritada
küçük, yaşanmışlıkta âdeta zirve olan
bu ülkenin ismi de bunlardan biri benim için. Bilgisayarımın başında tuşlara
dokunduğum şu anda, içimde bir kadın
ağıtlar yakıyor.
Ona dokunmadan, yarasına değmeden Bosna’yı anlatmaya çalışacağım
bugün. Zaferlerin, cesetler üzerinde
yükseldiği bu toprakların kırmızıyla
yazılmış tarihine saygısızlık etmeden,
en azından buna kastetmeden farklı
renkler katmak amacım. Yolu düşenlere
yön göstermeye çalışacağım sadece.
Eşlik etmek isteyenler, buyursun yeni
kelimelere.
Bir ruha değer bulunan bedenimin
yaşamak zorunda olduğu bu dünyada,
anlayamadığım sayısız şeyden biridir
savaş. Daha çok toprağa sahip olunca
“ölünmüyor” demek ki ya da öyle sanıyor duran dimağlar. Bütüne bakınca
aslında minicik bir toprak parçasında
yaşanan acıyı bir film izler gibi seyretti
dünya. Oysa O müthiş hatip söylemişti,
gün gelecek ve “Boynuzsuz koyun,
boynuzludan hakkını alacak.” diye. İyi
ki iman ettik...
Bosna Hersek, coğrafi açıdan Doğu
ve Batı medeniyetlerinin kesiştiği bir
noktada yer alır. Bu özelliği sebebiyle farklı din ve dillerin de buluşma
noktasıdır. Yemyeşildir Bosna. İnsanları
dik durmayı etraflarını çevreleyen
köklü ağaçlardan öğrenmiştir belki de
kim bilir? Üç dil konuşulur Bosna’da;
Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça.
Osmanlı Devleti’nin güç kaybetmeye başlamasıyla âdeta yetim kalan
Bosna Hersek Müslümanları, sayısız
bedel ödemek zorunda bırakılarak
defalarca yönetim değişikliğine tabi
tutuldular. Yugoslavya Sosyalist Federal
Cumhuriyeti’nin dağılmasıyla birlikte,
komşularının bağımsızlık ilanları kabul
gördü ancak Bosna Hersek, bunun
için dünya tarihi boyunca merhamet
sahiplerinin asla unutmayacağı bedeller
ödemek zorunda bırakıldılar. 1992
yılında Sırplar tarafından asırlardır var
oldukları bu topraklarda yok edilmeye
çalışıldılar. Yanlı tarih kitaplarında
savaş dönemi, Nato’nun yapılan soy kırıma karşı müdahale çabalarını anlatır.
Oysa hikayenin perde arkası, yaşayanların anılarını anlattıkları kitaplar ve
benzer yayınlarla arşivlerdeki yerlerini
aldılar. İnsanlığın yepyeni bir yüzyıla,
SEYAHAT
NE ZAMANDIR İÇTEN BİR HOŞ GELDİN
DUYMADIYSANIZ,
BOSNA
Bosna’yı ziyaret eden Türklerin büyük kısmı
hiç yabancılık çekmediklerini söylüyorlar.
Beyaz tenli, pembe yanaklı bu insanların bir
kısmı Türkçeyi hala kullanıyor
ESRA YEREBAKAN
[email protected]
92
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
gelişmişlik ve ileri demokrasi vaatleriyle
hazırlandığı 1990’lı yılların ortalarında yaşanan bu vahşet, gözleri hâlâ
görenlerin çabalarıyla yok sayılamaz
hâle geldiğinde, imzalanan (1995-Aralık) Dayton Barış Antlaşması’yla son
buldu ve Bosna Hersek kalan sağlarıyla
bağımsız bir devlet kurdu.
Şimdilerde derin yaralarını sarmaya
çalışan bu güzel ülkenin başkenti Saray
Bosna, her sokağında taşıdığı izlere
rağmen ayağa kalkmaya çalışıyor. Kimi
savaştan çıkmış bir ülkeyi kimi de
asırlara şahitlik etmiş tarih kokan bu
toprakları görmek istediğinden, Bosna
Hersek’e rağbet gösteriyor.
Pasaport sahibi Türk vatandaşları,
Bosna Hersek’e vizesiz giriş yapabilirler.
Ancak seyahat süresi 90 gün ile sınırlı.
Bosna Hersek denince akla ilk Saray
Bosna geliyor elbette. Ben de bu yazımda Saray Bosna şehrinde görülecek yerleri listelemeyi hedefliyorum. Ülkemizden Saray Bosna’ya direkt uçuş seferleri
yapılıyor. İstanbul baz alınacak olursa
seyahat yaklaşık 1 saat sürüyor. Bu kısacık zamanda bedeninizin gerçekten yer
değiştirdiğini hissedeceğiniz bu şahane
topraklara varmış oluyorsunuz.
Bosna Hersek’i ziyaret eden
Türklerin büyük kısmı hiç yabancılık
çekmediklerini söylüyorlar. Beyaz tenli,
pembe yanaklı bu insanların bir kısmı
Türkçeyi hâlâ kullanıyor. Elbette hakim
şive dolayısıyla ilk anda biraz farklı
gelse de anlaşmak çok kolay.
Gençlerin büyük kısmı anlaşmanıza
yetecek kadar İngilizce de biliyorlar.
Para birimi km. 1 Türk Lirası, şu anki
kurla hesaplandığında yaklaşık 0.72 km
değerinde.
Saray Bosna’ya rehberlerin eşlik
ettiği bir tur şirketiyle gitmediyseniz,
ilk yapmanız gereken doğru adreste bir
otel seçmek olmalıdır. Şehrin en önemli merkezlerinden bir olan Başçarşı
civarında bir otel seçmek kesinlikle işinizi kolaylaştıracaktır. Şehir, Miljacka
Nehri etrafına konuşlanmış durumda. Bu sebeple otel seçiminizi nehir
kenarında yer alanlardan birinden yana
da kullanabilirsiniz. Özellikle bir şehri
gezmenin ayakları yormaktan geçtiğine
inananlardansanız, nehir kenarında
bulunan eski Osmanlı kasabalarının
dar sokaklarında bir saat dahi olsa
yürüyerek keşfe başlayabilirsiniz.
Şehrin içinde kolaylıkla taksi
bulabilirsiniz ancak gereğinden fazla
ödemek istemeyenlerdenseniz, şehirde
âdeta bir tur atan tramvaydan faydalanmanızı tavsiye ederim.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 93
Saat Kulesi
SEYAHAT
Ferhadiye Caddesi
Şahrin âdeta merkezinden geçen bu
cadde, turistik yerleri gezerken defalarca yürüyeceğiniz en hareketli noktalardan biri. Alışveriş ve yemek yemek
için gece-gündüz tercih edebileceğiniz
Ferhadiye Caddesi günün her saati
kalabalık ve dolayısıyla hareketli.
Yaşam Tüneli
Gazi Hüsrev Bey Camii
Saray Bosna Katolik Katedrali
Gazi Hüsrev Bey Camii
Aliya İzzetbegoviç Kabri ve Kovaçi Şehitliği
Başçarşı
16. yüzyılda kurulan Başçarşı, Osmanlı
mimarisi esintileriyle ziyaretçilerini karşılayan sıcacık bir merkez. Şimdilerde kendini
toparlamaya ve yeniden ayağa kalkmaya çalışan Başçarşı, soykırım yıllarında Sırpların
öncelikle hedeflerinden biri olmuş. Tarihi
binaların duvarları yoğun bombardımanda
yorulmuş elbette ama yıkılmamış. Çarşının
hatta şehrin simgelerinden biri olan Başçarşı Sebil ‘i de bu bölgede yer alıyor. 1753
yılında Mehmet Paşa tarafından inşa edilen
bu sebil, günümüze gelene kadar birçok
badire atlatmış ve aslına sadık son hâlini
2006 yılında almış.
Genelde tek katlı, sağlı-sollu, kendince
bir nizam ve intizam içinde dizilmiş dükkanlar ve restoranlar; turistlerin yoğunlukta
toplandığı yerler arasında. Özellikle yöresel
sanatların uygulandığı hediyelik eşyalar ve
hatıralıklar bu çarşıda bulunabilir.
Gazi Hüsrev Bey Camii
Gazi Hüsrev Bey, 1480-1541 yılları
arasında yaşamış Bosna Sancak Beyliği
görevini başarıyla üstlenmiş ve dönemin
padişahı Sultan Süleyman ile İslamiyet’i
yaymak üzere seferlere katılmış. Karadağ’da
Sırp isyanını bastırmaya çalıştığı bir anda
son bulan hayatı, İslam’a hizmet etmekle ve
Müslümanlığın yayılmasına vesile olacak
eserler bırakmakla geçmiş.
Gazi Hüsrev Bey Camii de bunlardan
94
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
biri. Başçarşı’da bulunan bu tarihi camii,
Osmanlı mimarisini ve dönemin şartlarını
incelemek isteyenler için kesinlikle gezi
listelerinin ilk sıralarında yer almalı diye
düşünüyorum. 1531 yılında Mimar Sinan
tarafından yapılan camii, savaş yıllarında
Sırplar tarafından yoğun bombardımana
maruz kalmış. Barış antlaşmasının hemen
ardından 1996 yılında yenilenmiş ve orijinal görüntüsüne kavuşturulmuş.
Aliya İzzetbegoviç Kabri ve Kovaçi Şehitliği
Şehir halen yenileniyor elbette. Ancak
usta ellerde yeniden dizilen duvar taşları ya
da mermi deliklerini örten sıvalar, sadece
acıyı azaltıyor, yoksa unutmak ne mümkün!
Eğlenceli anılar biriktirmek için çıkılan
Bosna Hersek turunda acı, gözünüzün
önünde ani beliren fotoğraflar gibi. Beyaz
mezar taşlarında hep aynı tarihin yazıyor
oluşu ve “Burada yatan kaç yaşındaymış
acaba?” diye yapılan hesapların “Çok yazık
çok gençmiş.” diyerek bitmesi, nerede
olduğunuzu hiç unutmamanıza sebep olan
iki detay sadece.
Bosna Hersek’in gelmiş geçmiş en
önemli liderlerinden olan İzzet Begoviç’in
kabri mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir
yer. Bazı isimler vardır, her dilde aynı anlama gelir. İzzet Begoviç de her dilde direniş
ve cesaret demektir bence. Dönem, baskılar
ve mecburiyetler bu büyük lideri sayısız
kez çok önemli kararlar vermek zorunda
bıraktı. Kiminde isabet etti kiminde ıskaladı ancak hep tek bildiği doğruda ve İslam
yolunda kalmaya gayret etti.
1925 yılında başlayan ömrü, siyasi
mücadelelerle geçti. Hapse atıldı ve daha
niceleri... 2003 yılında biten hayatı, özellikle soykırım yıllarında tek başına verdiği
mücadeleyle geçti.
Geçtiği yerde iz bırakan bu büyük lider,
“‘Biz ölüyoruz ama onlar da kazanmıyorlar.” dediğinde sesini duyan olmadı. Bu kez
sitemini “Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil,
dostlarımızın sessizliği olacaktır.” sözleriyle
ifade etti.
Hemen hemen aynı tarihlerin yazdığı
beyaz mezar taşlarının yeşillikler arasında
âdeta birer tesbih tanesi gibi dizildiği Kovaçi Şehitliği, Başçarşıya oldukça yakın bir
yerde bulunuyor.
Latin Köprüsü
Saray Bosna, adı savaşlarla anılan bir
şehir. Şehrin âdeta ortasından geçen nehrin
üzerinde kurulu Latin Köprüsü, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Veliaht
Prensi Franz Ferdinand’ın köprü üzerinde
fanatik bir Sırp genci tarafından öldürülmesi sonucu I. Dünya Savaşı’nın başladığı
nokta olarak tarihe geçmiş.
Müzenin hemen karşısında bulunan
Saray Bosna Müzesini de ziyaret edecek
olursanız dünya tarihine geçen bu suikastla
ilgili belge ve görsel eşyaları bulabilirsiniz.
turuncudergi.com
1889 yılında inşası tamamlanan
bu katedral, “İsa’nın Kalbi” olarak da
isimlendiriliyor. Ferhadiye Caddesi’nde
bulunan bu katedralin çevresi, Osmanlı
döneminde inşa edilmiş sayısız eserle
dolu. Şimdilerde Bosna Enstitüsü olarak işlev gören Hüsrev Bey Hamamı da
(16.yy) bunlardan biri.
Bosna Hersek Yahudiler Müzesi
Osmanlı İmparatorluğu’nun bu
topraklara hakim olduğu yıllarda inşa
edilen ilk sinagog olan bu bina, 1581
yılında yapılmış. Şimdilerde üst katı,
müze olarak işletiliyor. Halen ibadete
açık olan bu sinagog, meraklıları için
ziyaret edilmesi gereken bir adres.
Monica Han
1551 yılında inşa edilmiş bu han,
şimdilerde Osmanlı mimarisinin dikkat
çektiği bir toplanma merkezi. Turistik
dükkanlar ve soluklanmak için son
derece uygun ve şirin kafeler burada
toplanmış durumda. Buraya kadar gelmişken yine aynı yıllarda Rüstem Paşa
tarafından yaptırılan Bursa Bezistan da
uğramadan geçmemeniz gereken yerlerden biri. Bilenler tarafından kapalı
çarşıya benzetilen bu alanda dükkan ve
kafeler bir arada bulunuyor.
Saat Kulesi
17.yüzyıldan kalma bu saat kulesi,
çıkan büyük bir yangında ciddi zarar
görmüş. Hak ettiği yenilenme çalışması
henüz yapılmamış ancak dönem mimarisini sevenlerin görmeden dönmemesi
gereken bir adres.
turuncudergi.com
Bu yazı içinde defalarca belirttiğim
gibi Bosna Hersek, yaralı bir şehir.
Düştüğü yerden kalkmaya çalıştıkça
ve başardıkça sevinen, aynı anda yarası
tazelenen bir çocuk sanki. Tünel de
hâlâ açık yaraya tuz serpen bir yer.
Ancak anlamak, daha da önemlisi
unutmamak için mutlaka ziyaret
edilmesi gereken bir nokta.
Soykırım yıllarında hayatta
kalmak için saklanmaktan başka
çaresi kalmayan Bosnalı Müslümanlar,
birileri gelip onları yakalayana kadar
saklanmak zorunda kalmışlar. Hiç bir
güçten yardım alamayan Bosnalılar,
kendi başlarının çaresine bakma yoluna
gitmişler.
Savaşın tüm vahşetiyle yaşandığı
1993 yılında, Aliya İzzetbegoviç ve
arkadaşları tarafından tam dört ayda
kazılan bu tünel, açlıkla ve sefaletle
boğuşan Bosnalılara yiyecek ve ilaç gibi
hayati yardımların getirilebilmesi için
kazılmış.
Savaşın sonunda sağ kalmayı
başaran yaklaşık 300 bin kişi,
hayatlarını bu tünele borçlu. Siviller ve
askerler tarafından açılan bu tünel, bu
sebeple “Yaşam Tüneli” olarak anılıyor.
Bunca insana hayat varan Yaşam Tüneli,
sadece 800 metre uzunluğunda, 1 metre
genişliğinde ve 1.5 metre yüksekliğinde.
Günde yaklaşık 4000 Bosnalının
geçtiği bu tünelin altına kazıldığı ev,
Kolar ailesi tarafından devlete hibe
edilmiş. Elbette yoğun Sırp ateşine
maruz kaldığından duvarları mermi
izleriyle dolu.
Şimdilerde müze olarak işlev gören
bu ev ve tünel, ziyarete açık. Kısa video
ve fotoğraflarla savaşın anlatıldığı
tanıtımın ardından ziyaretinizi
gerçekleştirebilirsiniz.
Bosna Hersek, unutulmayacak
anıların biriktirilebileceği, uzun
zaman rüyalarınızın merkezi olacak
bir ülke. Varsa vaktiniz ve imkanınız
gidin oralara. Türkiye ve Türkler en
sevdikleri arasında. İçten bir hoş geldin
duymadıysanız ne zamandır, adres belli
gidin ve işitin.
Başçarşı
Ferhadiye
Caddesi
Yaşam Tüne
li
Monica Han
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 95
BEDESTEN
Dekorasyonda
OSMANLI
Esintileri
O
smanlı tarzı ev dekorasyonu için kolları sıvadıysanız
hemen ihtişamlı Osmanlı
saraylarının aklınıza gelmesi doğaldır.
Aynı zamanda dönemin el sanatları, kumaşları ve gelenekleri de evinizin dekorasyonuna yansıyacaktır.
İşleme, oyma, sedef, sedir, püskül, kadife,
çini, eskitme mobilya, mermer, pirinç gibi
dekorasyon ögelerine yer verilebilir.
Osmanlı tarzı için verilen önerilerin hepsini
bir arada kullanmak zorunda değilsiniz.
Kendi zevkinizle bu tarzı bir araya getirmenin yollarını da bulabilirsiniz.
Kanepe yerine sedir tercih etmeniz bile
Osmanlı dönemini simgelemeye yetecektir.
96
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 97
BEDESTEN
Aksesuarlarınızı eskitilmiş görünümlü
seçerek ve özellikle dekoratif yastıklarda
Osmanlı motiflerini tercih ederek bu etkiyi
vurgulayabilirsiniz.
Renk paletiniz toprak renkleri, aralarda ise
grimsi yeşilleri, tozlu turkuvazlar, lacivert
ve hafif pırıltılı limon sarıları olabilir.
n Oturma birimi olarak bir sedir kullanılabilir. Kumaşları ve renkleri akıllıca
seçilmiş minderlerle konfor ve hareket
sağlanır, üzerine tepsiler içinde aksesuvarlar yerleştirerek zenginleştirilebilir.
n Yemek masasının duvar tarafına gelen
kısmına sandalye yerine sedir konabilir. Bu
durumda masa aynı zamanda bir yaşama
alanı işlevi de görür. Ancak bu durumda
masanın boyunu standarttan biraz daha
alçak tutmak gerekir.
n Sütunlar ve kolonlar tekstillerle,
dokulu duvar kağıtlarıyla ya da saçaklarla
kaplanabilir. Demirden ya da pirinçten
yapılmış Osmanlı motifli perdeler de göz
okşayıcı olacaktır. Ancak bu panellerin iyi
bir el işçiliği gerektirdiği unutulmamalı.
n Duvarlarda da etnik tekstillerden
sarkıtlar (Mesela ikat şu anda çok moda.)
renk ve yükseklik verir. Eski bir sırma tel
ile işlenmiş bir bohça çerçevelenip tablo
gibi asılabilir.
n Eski kapı kulplarıyla maskülen bir
havayı yumuşatmak mümkün. Örneğin;
TV dolabınıza sedef bir kulp takarak
dolabınızı farklılaştırabilirsiniz.
98
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
turuncudergi.com
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 99
MUTFAK KÜLTÜRÜ
SARI SAĞLIK DEPOSU
E
TATLISI
skiler “Ayva ağaçlarında çok meyve varsa, o kış sert
ve uzun geçer.” derlermiş. İncecik dallarından iri iri
sarkan ayvalar kışın en önemli tatlarından biridir. Tok
tadı ve tüylü yüzeyi ile pek rağbet görmeyen ayva,
tatlısı yapılınca taliplisi artan meyvelerden. Diğer kültürlerde etlerin yanında garnitür, dolma içi ve içine bal doldurulup
hamura sarılarak da yemeklerin yanına yerini alıyor. Gün geçtikçe
gelişen Türk mutfağında, ayva da pastadan pilava kadar kendini
gösterecek yeni alanlar buluyor.
Güneşin yalnızca sarısını değil şifasını da kendine toplayıp kış
aylarına taşıyan Ayva’nın anavatanlarından biri Kuzey Anadolu.
Tarihte Romalılar’ın da baldan parfüme çeşitli yerlerde kullanarak
ayvaya değer verdikleri görülebiliyor. Ülkemiz topraklarından
önce Yunanistan’a oradan da İtalya’ya yayılan ayva sevdası şu an
Avustralya hariç dünyanın her yerini sarmış durumda. Biz Türkler, anneannelerimizin yaptığı ayva tatlısı haricinde meyve olarak
pek tüketmesek de yıllık 100 bin tonu aşan üretimimizle dünyada
birinci sıradayız.
Ayvayı tabaktaki eczane olarak gösteren doktorlar, yararlarını
saya saya bitiremiyorlar. Meyvesinde A ve C vitamininin yanı sıra
mineral tuzlardan da bolca bulunan ayvanın; kalpten böbreğe,bağırsaktan mideye neredeyse tüm organlar üzerinde iyileştirici etkisi
bulunuyor. İshal, hazımsızlık, ince bağırsak iltihabı gibi sindirim ve
boşaltım yolu hastalıklarını gidermenin yanında karaciğer tembelliği, damar sertliği, yüksek tansiyon gibi kronik hastalıklarda
da etkili.Yaşlılarda varisler ve egzama kaşıntıları için etkili olan
ayvanın hoşafı da ayak tutukluklarına iyi geliyor. Ayva suyu, akciğer
vereminde ve ağız yaralarında iyileştirici etki gösterirken aynı
zamanda anne sütünü arttırıyor. Şeker oranı diğer meyvelere göre
düşük olduğundan dolayı şeker hastaları tarafından da rahatlıkla
tüketilebilen ayva,100 gramında 33 kalori bulunduğundan dolayı
diyet yapanlara da göz kırpıyor. Ayva suyu, adet kanamalarının
düzenlenmesinde rol oynarken soğuk algınlığında da iyileştirici bir
rol üstleniyor. Kara kavuştuğumuz kış aylarında, ayvayı yanımızdan
ayırmamak gerekiyor sanırım.
Ayvanın yalnızca kendisi değil çiçeği ve ağacının yaprakları da
şifa saçıyor. Hatta tohumunun içerdiği protein ve yağlardan ötürü
onlar da değerlendiriliyor. Yapraklarından yapılan çayın sakinleştirici etkisi bulunuyor ki her an stresli ortamlarda çalışan insanlar
olarak sakinliğe ne kadar ihtiyaç duyduğumuz malum. Yapraklar
kaynatılıp suyu ile gargara yapıldığında da boğaz ağrısına iyi geliyor.
100
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
Malzemeleri
• Yarım Limon
• 1 Litreden biraz fazla su
• 3 Adet Ayva
• 6 Türk Kahvesi Fincanı şeker
(Yarım çay bardağından biraz az)
• 1 Adet Çubuk Tarçın
• 10 adet Karanfil
Mayıs, Haziran aylarında
açan ayva çiçeği kaynatılıp
içildiğinde kalbi kuvvetlendirici, kalp çarpıntısını kesici
etkileri görülüyor. Balla
birlikte macun yapılıp
yutulduğunda ise
baş ağrısını kesiyor.
Mayıs, Haziran aylarında açan ayva çiçeği
kaynatılıp içildiğinde kalbi kuvvetlendirici,
kalp çarpıntısını kesici etkileri görülüyor.
Balla birlikte macun yapılıp yutulduğunda
ise baş ağrısını kesiyor. Ayva konusunda
dikkat edilmesi gereken şey; kabızlık çekenler ve düşük tansiyonu olanların tüketmesinin sakıncalı olması.
turuncudergi.com
turuncudergi.com
SERVİS İÇİN
• Kaymak
• File Antep Fıstığı / Ceviz
YAPILIŞI
Yalnızca çiğ olarak meyvesi değil aynı
zamanda reçelinden hoşafına kadar Türk
mutfak kültürünün her rafında kendine
yer bulan ayva en çok tatlısı ile biliniyor.
Sarılığı ile göz alan; kaymak, ceviz ve
tarçınla lezzetlenen ayvalar pişirilirken
eklenen çekirdekleriyle pembeleşiyor ve kış
misafirlerinin beğenisine sunuluyor.
Soyulan ve ikiye bölünen ayvaların
çekirdeklerini bir kenara toplayıp
ayvaları daha önceden derin bir
kaba doldurup içerisine yarım
limon sıktığımız bir litre kadar suda
bekletiyoruz. Bu işlem ayvaların kararmaması için önemli. Daha sonra
limonlu suda beklettiğimiz ayvaları,
pişirme kabımıza, çekirdeklerini çıkarttığımız iç yüzleri yukarı bakacak
şekilde diziyoruz. Ayvaların her birinin üzerine bir kahve fincanı şekeri
gezdiriyoruz. Ayvaların altına yarım
bardaktan biraz fazla su ekledikten
sonra çubuk tarçın, karanfil ve
ayva çekirdeklerimizi de ekliyoruz.
Su kaynayana kadar orta ateşte,
kaynadıktan sonra kısık ateşte birbir buçuk saat kadar kapağı kapalı
biçimde pişirdiğimiz ayvalarımız
rengini aldıktan ve yumuşadıktan
sonra ocaktan alıyoruz. Soğuması
için 3-4 saat beklettiğimiz ayvaları servis ederken dibinde kalan
şerbetten eklemeyi unutmuyoruz.
Kaymak, ceviz ve antep fıstığı
tercihe göre kullanılabilir.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 101
KÜLTÜR SANAT
JOAN MİRO
SERGİSİ 8 MART’A
KADAR UZATILDI
Sadberk Hanım
Müzesİ’nde
ç
u
b
a
P
Sergİsİ
V
B
ehbi Koç Vakfı
Sadberk Hanım
Müzesinde
geçtiğimiz Kasım
ayında görücüye
çıkan ve halen devam eden “Pabuç”
koleksiyonu, katılabileceğiniz bir
başka sergi. Bu sergide, kadınların
vazgeçilmez tutkusu olan ayakkabıların 18. yy ortalarından 20.
yy’a kadar olan dönem içerisindeki
değişimine ışık tutuluyor.
“Pabuç Sadberk Hanım Müzesi Koleksiyonundan” sergisinde,
ağırlıklı olarak Osmanlı’nın son
döneminde üretilen potin, nalın,
gelinlik ayakkabıları ve çocuk
ayakkabıları gibi pek çok çeşit yer
alırken, Orta Asya, Kuzey Afrika,
Hindistan gibi farklı coğrafyalardan örneklere de yer veriliyor.
Toplam 127 farklı parçadan
oluşan sergide, “Müslüman halkın
sarı; Yahudi ve Ermenilerin siyah ve
mor; Rumların ise, kırmızı pabuç
giymesi” gibi Osmanlı’nın günlük
YEŞİM ERDAL
u ay sizler için önerebileceğimiz sergilerden
ilki; Sakıp Sabancı
Müzesi’nde ziyarete
açılan “Joan Miró.
Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisi.
Barselona’daki “Francesca Galí’s
Escola d’Art” isimli sanat okulunu
bitiren ve 1920’da Pablo Picasso
ile bir araya gelen Joan Miró, 20.
yy. modern sanat akımlarından
sürrealizmin önemli temsilcilerinden kabul edilmektedir. Resmin
yanı sıra seramik, heykel ve grafik
alanında da eserler veren sanatçı,
1983 yılında hayatını kaybetmiştir.
Akdeniz coğrafyası ve insanına
dair gözlemlerinden ilham alan
Miró’nun, kadın, kuş ve yıldız
temalarına yoğunlaşan bu kolek-
102
Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015
siyonunda; yağlıboya ve akrilik
tablolar, taşbaskı ve aside yedirme
baskılar da dahil olmak üzere 125
eser yer alıyor ve Miró’nun assemblage tekniğiyle bir araya getirdiği
heykellerinin tüm aşamaları model
ve çizimlerle beraber sergileniyor.
Bu önemli eserlerin yanı sıra,
sergide halılar, dokumalar, seramik
ve şiir kitapları gibi sanatçının
farklı tekniklerdeki çalışmaları ve
sanatçıya ait kişisel eşyalar da sanatseverlerle buluşuyor. “Joan Miró.
Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisi,
3 Mart 2015’e kadar; Pazartesi
günleri dışında; Salı, Perşembe,
Cumartesi, Pazar günleri 10:0018:00; Çarşamba ve Cuma günleri
10:00-20:00 saatleri arasında
ziyaretçilerini bekliyor olacaktır.
turuncudergi.com
turuncudergi.com
yaşamına dair ilginç bilgiler de
ziyaretçilere aktarılıyor. Deri ve kumaştan yapılmış sırma, gümüş, tel
ve boncuk ile süslenmiş parçaların
bir kısmında kim tarafından
kullanıldığı detaylı olarak belirtiliyor. Bunların içinde, Mısır Hıdiv
ailesinden Prenses Atiye’ye ait olan
gelin ayakkabısı ile Dahiliye Nazırı
ve Bursa Valisi Ahmet Münir Paşa
ile Pervin Hanım’ın kızı Memduha
Hanım’ın 3-4 yaşlarında giydiği
potin de yer alıyor. Sergide öne
çıkan bir diğer tür ise, hamamda kullanılan ve ahşaptan
oyularak yapılmış, sedef,
fildişi ve gümüş materyallerin kullanıldığı nalınlar.
“Pabuç Sadberk
Hanım Müzesi Koleksiyonundan” sergisini,
31 Mayıs 2015 tarihine
kadar, Çarşamba günleri
hariç, her gün 10:0017:00 saatleri arasında
gezebilirsiniz.
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 103
turuncudergi.com
Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 105

Benzer belgeler