PDF İndir

Transkript

PDF İndir
İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
Temmuz-Ağustos 2011 Sayı 61
61
Sayı 61 Temmuz-Ağustos 2011
‹mtiyaz Sahibi
Mimar ve Mühendisler Grubu adına
Genel Başkan
Avni Çebi
Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü
Hasan Kurt
Yay›n Kurulu
Mehmet İşci, Osman Arı, Yakup Güler,
Mahmut Çelik, Yavuz Sarı,
Mesut Uğur,
Osman Şahbaz, Yılmaz Ada
Bu Say›ya Katk›da Bulunanlar
Sunullah Doğmuş,
Kadem Ekşi,
Yasin Karagöz,
Yay›n Dan›flma Kurulu
Prof. Dr. İlhami Karayalçın,
Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Adnan Çelik,
Prof. Dr. Nizamettin Aydın,
Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu,
Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür,
Ali Reyhan Esen, Fatih Dönmez
‹letiflim Adresi
Kuştepe Biracılar Sok. No: 7
Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 217 51 00
Fax: 212 217 22 63
Web: www.mmg.org.tr
E-posta: [email protected]
Yay›n Koordinatörü
İsmail Şaşmaz
[email protected]
Editör
A. Kadir Mermertaş
[email protected]
Görsel Yönetmen
Nevzat Albayrak
Renk Ayr›m›
Muhammet Dilsiz
Reklam
Fatih Göksu
[email protected]
Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7
Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 273 27 50
Fax: 212 273 27 51
Web: www.ajanspiksel.com
E-posta: [email protected]
Bas›m
Milsan Basın San. A.Ş.
0212 471 71 50
Yay›n Türü
İki ayda bir yayınlanır.
Yerel Süreli Yayın
Ücretsizdir
Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu
sahiplerine aittir. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir.
editörden
Merhabalar…
Mimar ve Mühendis Dergisi olarak “İş Sağlığı ve
Güvenliği” konusu ile yeni sayımızda birlikteyiz. İş
dünyasını, işçiyi ve işvereni yakından ilgilendiren bu
önemli konuyu her açıdan dergimizde değerlendirmeye çalıştık.
İş sağlığı ve güvenliği konusu AB üyelik sürecinin de
etkisiyle son günlerde sıkça gündeme gelmektedir.
Konu sağlık açısından ne kadar işçiyi ilgilendiriyorsa
da iş verimliliği açısından da işvereni o derece
ilgilendiriyor. Çünkü verimli üretim sağlıklı ve güvenli
ortamlarda yapılır. Bu ortamı da sağlayacak olan
işverendir.
Bu sayımızda dosya konusu olarak ele aldığımız “İş
Sağlığı ve Güvenliği” konusunu konunun uzmanları
ile derinlemesine inceledik. Başta Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı Faruk Çelik olmak üzere iş dünyası
temsilcileri, akademisyenler konuyu dergimiz için
değerlendirdi.
Ayrıca ağustos ayı hepimizin bildiği gibi büyük acılar
yaşadığımız Marmara Depremi’nin yıldönümü.
Depremin bize hatırlattıklarını, daha sağlam ve
güvenli şehirlerde yaşamak için yapılması gerekenleri bu sayımızda yeniden değerlendirdik. Çünkü
uzmanların söylediği kaçınılmaz bir İstanbul depremi
bizleri bekliyor. Bu depreme yeniden hazırlıksız
yakalanırsak yaşayacağımız acılar Marmara
Depremi’nden daha hafif olmayacaktır.
Mimar ve Mühendis Dergisi’nin her sayısında olduğu
gibi makaleleri, gezi yazılarını, mimari
değerlendirmeleri, Mimar ve Mühendisler
Grubu’ndan haberleri bu sayımızda da okuma fırsatı
bulacaksınız.
Gelecek sayılarda buluşmak dileğiyle…
içindekiler
6 Bizden Haberler
22 Mimarl›k; Mehmet ‹flci
fiehir ve Medeniyet
76
Kent ve Yaflam; Emre Tozal
Mimarinin Odak Noktas› ESTET‹K
28
82 Yak›n; fiirin Bir ‹lçemiz
‹ZN‹K
KAPAK; Güvenli çal›flma ortam›, ifl bar›fl›n›n, daha verimli
çal›flman›n oldu¤u kadar h›zl› ve sa¤l›kl› kalk›nman›n da ön flart›d›r.
Özellikle geliflmekte olan ülkelerde ifl sa¤l›¤› ve güvenli¤i, toplumsal
kalk›nman›n belirleyici unsurlar› aras›nda yer almaktad›r. Çünkü ifl
kazalar› ve meslek hastal›klar›, sonuçlar› itibariyle insan hayat›n› ve
sa¤l›¤›n› tehdit etmesinin yan› s›ra iflletmeleri de a¤›r faturalara
mahkûm etmektedir.
16 Haber Analiz
86 Makale; Prof. Dr. Ali Osman Öncel
Deprem Risk Yönetim Modeli
89 Makale; Kadem Ekfli
fiehirlerimizin Gelece¤i,
Tehditler ve F›rsatlar
Al›nteri
UNUTULAN fiEFKAT
94
Sinema ve
Mühendislik
Frans›z tiyatro
sanatç›s› Georges
Méliés, kardefli Gaston
ile birlikte
senaryosunu yazd›¤›
konulu bir film çekiyor.
Konusu da ne biliyormusunuz?
AYA
SEYAHAT
4 M‹MAR VE MÜHEND‹S
BAfiKANDAN
‹fl Sa¤l›¤› ve Güvenli¤i ile De¤erlerimiz
‹NSANLAR, geçimlerini temin etmek, kişisel gelişimini sağlamak ve değer üretmek için
çalışma hayatına girmektedir. Bireyin üretken hale gelmesi uzun bir süre almakta, ailesi
ve devlet eğitim hayatında önemli yatırımlar yapmaktadır. Bireyin üretken hale gelmesi ve
kendi başına bir yetkinliğe ulaşması için günümüzde doğumundan itibaren yaklaşık 23 yıllık bir süre gerekmektedir. Yapılan bu uzun yatırımlar sonucu birey ancak çalışma hayatına hazırlanmaktadır. İşveren ve çalışan olarak sağlıklı, güvenli ve sürdürülebilir bir çalışma hayatı için bu çabaları yeni eğitim ve teknik desteklerle sürekli hale getirmeliyiz.
Sanayi toplumunun başlangıcında ağır çalışma koşullarında çocuk denecek yaşta insanlar
haftanın hemen her günü 16 saati aşan süre geçimlerini karşılamak için karın tokluğuna
çalışmakta ve hiçbir iş sağlığı, güvenliği ve güvencesine sahip değillerdi. Sanayi devriminin
ilk döneminin bu işçi sınıfı adeta kölelerden daha kötü yaşam koşullarında ücret karşılığı
çalışıyorlardı. Köle sahiplerinin kölesine sahiplenmesi gibi bir duygu işverende işçisine
karşı yoktu. İşveren verdiği ücreti biliyor ve maksimum verimi almaya çalışıyordu. Çalışanın nerede yaşadığı, ne yiyip içtiği ailesini nasıl geçindirdiği konusunda hiçbir kanaati yoktu. Bu dönem modern sendikal hareketlerin başlandığı 20. yüzyıl başlarına kadar böylece
devam etti. 20. yüzyılın 2. yarısından sonra batıda refah toplumuyla beraber üretilen değerden çalışana daha fazla pay ayrılmaya başlandı ve çalışma koşulları iyileştirildi.
Hayatın amacını salt üretmek, tüketmek, rekabet ve haz merkezine koyan bugünün dünyasında özelikle gelişmekte olan ülke çalışanları büyük bedeller ödemek durumunda kalmaktadır. Bir kısım işverenlerin kendi refah ve daha iyi yaşama istemleri adına büyük insan kitlelerini, yığınlaştırdığı ve ötekileştirdiği bir üretim-tüketim ekosistemi yerine insanın
mutluluğunu esas alan yeni bir çalışma hayatına ihtiyaç vardır. Bu hayatın merkezine zayıfı
koruyan, adaleti ve infakı merkeze alan kadim insani geleneğin değerleri yer almalıdır. Bireyin geçimini sağlamak, sağlıklı ve güvenli bir çalışma hayatını oluşturmak için çalışma
hayatına daha bütüncül bakan, değer merkezli düzenlemelere ihtiyaç vardır.
Bir k›s›m iflverenlerin
kendi refah ve daha iyi
yaflama istemleri ad›na
büyük insan kitlelerini,
y›¤›nlaflt›rd›¤› ve
ötekilefltirdi¤i bir
üretim-tüketim
ekosistemi yerine insan›n
mutlulu¤unu esas alan
yeni bir çal›flma hayat›na
ihtiyaç vard›r.
Günümüzde bir malın fiyatı ve marka değeri içersinde onun nasıl ve hangi şartlarda üretildiği konuşulmakta, insan haklarının bir uzantısı olarak; çalışma hayatının süresi, çalışma
koşulları, üretimde kullanılan teknoloji ve hammadde de bir artı değer olarak göz önüne
alınmaya çalışılmaktadır. Bizim inancımızda yediğimizden yedirmek, giydiğimizden giydirmek ve gücünden fazla işi teklif etmemek, emeğinin karşılığını alın teri kurumadan vermek esastır. Bugünün ve dünün insanı kuşatan değerleriyle daha barışçı ve üretken bir
çalışma hayatının oluşması için işveren ve çalışanlar olarak gayret göstermeliyiz.
Çalışma hayatında her geçen gün gündeme gelen çalışanın sağlığını koruyan, işin daha
güvenli ve istenilen kalitede üretilmesini sağlayan, iş güvencesi ve sürekliliğini esas alan
“İş Sağlığı ve Güvenliği” Mimar ve Mühendisler Grubu’nun öncelikli gündem maddelerinden biri olacaktır. Konuyla ilgili olarak gündemin sağlıklı bir zeminde sürdürülmesi için
gerekli çalışmaları mimar ve mühendislerden oluşan üyelerimizle yapmaya çalışacağız.
11-15 Eylül 2011 tarihinde İstanbul’da yapılacak “19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Kongre
ve Fuarı”nda yerimizi alacağız. Burada gündeme gelecek konuların takipçisi olmaya da
devam edeceğiz.
İçinde bulunduğumuz Ramazan ayının rahmet ve bereketinin bizleri kuşatmasını, çalışma
hayatımıza bereket getirmesini diler, bayrama mağduriyet içersinde giren Somalili kardeşlerimizi unutmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatarak bayramınızı tebrik ederim.
Avni Çebi
Genel Başkan
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 5
B‹ZDENHABERLER
MMG YÖNET‹M‹
TRT’Y‹ Z‹YARET ETT‹
MMG’DEN ‹STANBUL
VAL‹L‹⁄‹’NE Z‹YARET
MİMAR ve Mühendisler Grubu (MMG) Yönetimi İstanbul Valiliği’ne bir
ziyaret düzenledi. Ziyarette MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Yönetim
Kurulu Üyeleri Kadem Ekşi, Murat Özdemir, Mustafa Yanartaş ve MMG
Genel Sekreteri Mustafa Küçükkural yer aldı.
MMG heyetini İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu adına ağırlayan Vali
Yardımcısı Fevzi Güneş, sahasındaki en güçlü STK’lardan biri olan MMG’yi
misafir etmekten duydukları memnuniyeti ifade ederek Mimar ve
Mühendisler Grubu ve benzeri sivil toplum kuruluşların ülkemiz açısından
büyük öneme sahip olduklarını söyledi.
Düzenlenen ziyaret sırasında, 17 Ağustos akşamı verilecek olan geleneksel
MMG iftarına davet edilen İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu adına davetiye bırakan MMG’liler Marmara Depremi’nde yaşamını yitiren
vatandaşlarımızın anısına düzenlenecek olan “Deprem ve İnsan” konulu
fotoğraf sergisiyle iftar programını daha anlamlı kılmayı düşündüklerini
ifade etti.
“DEPREM GÜVENL‹⁄‹NDE
AC‹L EYLEM PLANI fiART”
TRT Anadolu’da yayınlanan Gerçek Gündem: Kalkınma, programının konuğu olan
MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem
Ekşi, deprem güvenliği ve kentleşme konularında çarpıcı tespitlerde bulundu.
Kentsel dönüşüm ve şehirleşme konularındaki çalışmalarına hız kesmeden devam
eden MMG, yoğunlaştırdığı medya çalışmalarıyla da bu konularda gündem oluşturmayı sürdürüyor. MMG Genel Başkan
Yardımcısı Kadem Ekşi, TRT Anadolu ekranlarında yayınlanan programda Türkiye’nin 2023 vizyonuna uygun şehirler inşa
etmenin önemine değinerek bu alanda
üretilecek proje ve eylem planlarında deprem odaklı hareket edilmesi gerektiğini
ifade etti.
6 M‹MAR VE MÜHEND‹S
MMG Yönetim Kurulu Üyeleri, Ulus’ta bulunan
TRT merkezine bir ziyaret düzenleyerek prodüktör
ve İstanbul Televizyonu Müdür Yardımcısı Hüseyin
Başusta ile görüştü.
Ziyarette MMG Medya ve Kurumsal İletişimden Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi ve Jeofizik Mühendisi
Kadem Ekşi, Şehircilikten Sorumlu Yönetim Kurulu
Üyesi ve İnşaat Mühendisi Murat Özdemir ve MMG
Genel Sekreteri ve Sosyal Antropolog Özkan Mustafa Küçükkural bulundu.
MMG heyetini konuk eden TRT İstanbul Televizyonu Müdür Yardımcısı Hüseyin Başusta, Prodüktör
Süleyman Bektaş ve Yapımcı Rıza Sezgin, konuklarından MMG’nin faaliyetleri ve kuruluş yapısı hakkında bilgi aldı. Ziyarette, Türkiye’nin şehircilik ve kentsel dönüşüm konularında
yeni fikirlere ve farklı
yaklaşımlara ihtiyaç
duyduğunu belirten
Kadem Ekşi,
MMG’nin bu boşluğu dolduracak faal ve etkin bir
oluşum olduğunu ifade etti. Kadem Ekşi, 19 Kasım’da düzenlenecek olan “Şehirlerimizin geleceği,
tehditler ve fırsatlar” başlıklı sempozyumla Çevre
Şehircilik Bakanı Edoğan Bayraktar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul Valisi
Hüseyin Avni Mutlu, Yıldız Teknik Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. İsmail Yüksek, İ.T.Ü. Rektörü
Prof. Dr. Muhammed Şahin ve daha birçok akademisyen ve kamu görevlisini araya getirerek şehircilik konusunu çok yönlü ve tüm disiplinlerin katılımını sağlayacak bir yaklaşımla ele alacaklarını söyledi.
MMG tarafından yürütülen çalışmaları beğeni ile
karşıladığını belirten Hüseyin Başusta ise ülkemizin
önemli ihtiyaçlarına cevap veren STK ve benzeri
kuruluşlara ellerinden gelen desteği sağlamaya hazır
olduklarını ve değer üreten her yapıya katkı sağlamanın TRT açısından öncelikli bir amaç olduğunu
ifade etti.
B‹ZDENHABERLER
için aerodinamik ve yapısal dizayn elemanı, uçak prototipi imal
edecek uzman ve montajda kullanılacak hiçbir araç-gerecin bulunmadığının altını çizen Yüksek, “Türkiye’de, yer ve uçuş testlerini yapacak eleman yok. Sonuca göre tadilat yapacak eleman, bu
elemanları yetiştirecek usta veya uzman yok. Tecrübe birikimi ve
arşiv de yok. Sertifika verecek dairemiz olsa personel yok” dedi.
İktidarlar İzin Vermedi
Türkiye’de uçak üretimiyle ilgili tüm yetkili ve sorumluların külahını önüne koyup derin derin düşünmesi ve uygun çözümü bulması gerektiğini belirten Yüksel, “İTÜ Makine Fakültesi Uçak Bölümü’nde okudum. 1979’da Hava Yastığı-Howercraft tezi ile profesör oldum. Sadece İTÜ Uçak Bölümü’nün fakülte haline dönüştürülmesi için 3 sene mücadele ettim. Fakülte dekanlığım sırasında
üniversitemiz; uçak, robot ve helikopter dizaynı ile yapay zekada
ülkenin en iyisi haline gelmişti. Daha sonra hepsini silip süpürdüler. 1980’den sonra münhasıran uçak dizaynına odaklandım. Bilgilerimi “İleri Uçak Dizaynı” olarak kitaplaştırdım. Fakat düşünce
ve tasarımlarıma mevcut iktidarlar izin vermedi” diye konuştu.
Uçak Üretimine Öneri
Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel:
“UÇAK ÜRET‹M‹ ‹Ç‹N HERKES
EL‹NDEN GELEN‹ YAPMALI”
Konya Üniversitesi, MMG Konya fiubesi,
Müsiad Konya fiubesi, Konya Ticaret Odas›
ve Konya Sanayi Odas› ile birlikte organize
edilen “Uçak Sanayindeki Geliflmeler ve
Konya Sanayi” konulu konferans, MÜS‹AD
konferans salonunda gerçeklefltirildi.
Konferansa konuflmac› olarak kat›lan ‹TÜ
Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Eski
Dekan› Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel,
Türkiye’nin kendi uça¤›n› üretip üretemeyece¤ine iliflkin de¤erlendirmelerde
bulundu.
İSTANBUL Teknik Üniversitesi (İTÜ) Uçak ve Uzay Bilimleri Fa-
kültesi Eski Dekanı Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel, Türkiye’de uçak
imal edecek kapasitede eleman ve altyapı olmadığını belirterek,
“Herkes külahını önüne koyup derin derin düşünsün ve uygun
bir çözüm bulsun” dedi.
Endonezya’nın uçak üreten bir ülke olduğuna işaret eden Prof. Dr.
Yüksel, Türkiye’nin uçak yapımı teknolojisinin ilerlediği sürecin
hiçbir aşamasında çalışma yapmadığını kaydetti. Türkiye’de şu an
Türkiye’de uçak üretilebilmesi için çözüm önerilerini sıralayan
Yüksel, “Öncelikle ilk hedef olarak yapmak istediğimiz uçağı belirlemeliyiz. Buna uygun yabancı bir firma ile bire bir uçak yapım
ortaklığı kurmalıyız. Bu ortaklık; uçağı dizayn, imal ve test ederken, hiç bırakmadan kendi dizayn uzmanlarımızı yetiştirmeliyiz.
Bu uzmanlar birçok dizayn yapmalı.
Öte yandan Sivil Havacılık Dairesi İstanbul’a taşınmalı. Sivil Havacılık Dairesi, uzmanlardan hizmet almalı, ruhsat verebilecek katile ve kapasiteye getirilmeli. Soydaş, dildaş, dindaş, komşu, dost
ülkelerle ortaklık kurup dizayn, prototip, testler ve üretim yapılmalı. Her bir ortak ülkede geçerli sertifika verilebilmeli. 20-30
milyon kilometrekare alan, 1-2 milyar nüfus, yeraltı-yerüstü sonsuz zenginlik, 10 bin kilometre uçuş derinliği imkanları sonuna
kadar kullanılmalı” şeklinde konuştu.
Konya Ne Yapmalı?
Uçak sanayisinin Konya’da getirilmesi ve geliştirilmesi konusunda
neler yapılması gerektiğine de değinen Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel, “Konya’da sanayiciler, KOBİ’ler, şirketler ve üniversiteler bir
araya gelmeli. Tamamen özel teşebbüs olarak şirket ve bir vakıf
kurmalı. Konya Üniversitesi bünyesindeki Uçak Bölümü, uçak
mühendisi öğretim elemanlarına kavuşarak akademik güç haline
gelmeli. Hemen ilana çıkmalı ve İTÜ Uçak Bölümü mezunlarından 8-10 uçak mühendisi ile yüksek lisans karakterinde eğitime
başlamalı. Bu anlayışını her sene tekrarlamalı. Bir taraftan da kurulan özel şirket, vakıf ve üniversite, uçak dizayn elemanı yetiştirme ve uçak dizaynı yapmaya yönelik ortaklaşa kapsamlı bir proje
hazırlayarak TÜBİTAK başta olmak üzere ilgili kurumlara sunmalı. Resmi destek ve teşvik almalı” önerisinde bulundu.
RET
MMG KONYA fiUBES‹`NDEN BÜYÜKfiEH‹R BELED‹YES‹NE Z‹YA
MMG Konya Şubesi yönetim kurulu üyeleri Konya Büyükşehir
Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Şenol Aydın’ı makamında
ziyaret etti.
Ziyarette MMG Konya Şube Başkanı Arif Kösen derneğin çalışmaları hakkında bilgi verirken, mimar ve mühendislerin dayanışmasının ve yaşadığı kente sağlaması gereken katma değerlerin öneminden söz etti. Konya Büyükşehir Belediyesi Genel
Sekreter Yardımcısı Şenol Aydın, sivil toplum kuruluşlarının
kent ve ülke yönetimindeki etkinliklerinin demokrasinin gelişi8 M‹MAR VE MÜHEND‹S
mi için önemini vurguladı.
Konya şehrinde yapılacak olan projelerle ilgili de bilgi veren
Aydın, Konya`nın turizm konusunda da sanayisi kadar öne çıkarak hak ettiği yere gelmesi için yeni projeleri hayata geçireceklerini söyledi. Mevlana’nın yeterince tanıtılamadığından,
mesajının tam olarak insanlara ulaştırılamadığından bahseden
Aydın, bu mesajın insanlara ulaşmasını sağlamak anlayışla beraber şehrin dokusuna uygun yeni imar çalışmalarının hız kazanacağı bir döneme girdiklerini söyledi.
MMG SAKARYA
fiUBES‹’NDEN
SAKARYA
T‹CARET VE
SANAY‹
ODASI’NA
Z‹YARET
MMG GELECE⁄‹N‹ ‹NfiA ED‹YOR
22 May›s’ta düzenlenen genel kurulda yeni yönetim kurulunu
seçen MMG, orta ve uzun vadeli planlar›n belirlendi¤i iki y›ll›k
strateji belirleme toplant›s›nda bir araya geldi.
“Üye sayısında artış sağlanmalı”
Kurulduğu 1993 yılından bu yana faaliyetlerini aralıksız sürdüren ve Türkiye genelinde 7 şubesiyle ülkesine katma değer sağlayacak hizmetler üreten MMG önümüzdeki 2 yıl içinde üye sayısını arttırmayı öncelikle hedefler arasında görüyor. 2 binin üzerindeki üye sayısını yeni dönemde
4 bine çıkarmayı planlayan MMG, üyelerinin mesleki gelişimine katkı sağlayacak eğitim faaliyetlerini öncelikli faaliyetler arasına aldı.
“Üyeler arası ilişkileri güçlendirmeliyiz”
MMG’nin kuruluş amaçları arasında yer alan üyeler arası ilişkilerin güçlendirilmesi ve üyelerin
sosyal ve ticari imkânlarının geliştirilmesi konusu yeni dönemde de önceliğini koruyacak. Konuyla ilgili yürütülen çalışmaların MMG internet sitesinde temel düzeyde hayata geçirilmesini ileriki
aşamalarda daha geniş konseptli programlar takip edecek ve MMG üyelerinin birbirleriyle olan
ilişkilerinde ticari, sosyal, mesleki eğitim gibi değerlerin paylaşımı ve geliştirilmesi esas gaye olacak.
“Gelecek öngörülerinde bulunmalıyız”
Toplantıda tartışılan konular arasında bölgesel ve küresel değişimler ve beklentiler de göz önünde
bulundurularak MMG’nin gelecek vizyonuna dair kurgular üretildi. Siyasi alanda meydana gelen
değişiklikler, yeni anayasa tartışmaları, AB süreci, global değişiklikler, ekonomi, demografik yapıda
meydana gelen değişiklikler gibi faktörlerin MMG’nin hedeflerini ve faaliyetlerini nasıl etkileyeceğini tartışan MMG yönetim kurulu üyeleri, sivil bir anayasanın hazırlanması için gerekli toplumsal kanaatin oluştuğunu, istikrara kavuşan siyasi süreçte AB üyeliği, yeni yasa ve mevzuatlar, ekonomik gelişmeler v.b. alanlarda olumlu gelişmelere açık bir Türkiye gerçeği olduğunu, bu durumun sivil toplum kültürüne sağlayacağı katkıyla MMG için de avantajlar barındırdığını vurguladı.
Avantajların yanı sıra risk ve tehlikelere değinilen toplantıda istikrara kavuşan ekonomimizin cari
açık tehdidi karşısında hassas olduğuna dikkat çekilirken son zamanlarda Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan gelişmelerin de Türkiye için olumsuz sonuçlar doğurabileceği görüleri ifade edildi.
Gerçek bir ihtiyaç olduğu toplum tarafından da kabul gören yeni bir anayasa hazırlığına giden
Türkiye’nin özellikle etnik milliyetçilik konusunda titiz davranması gerektiğinin de altını çizen
MMG yönetim kurulu üyeleri ülkenin birlik ve beraberliğini pekiştirecek adımlara ihtiyaç duyulduğunu belirtti.
MMG Sakarya Şubesi Yönetim
Kurulu üyeleri, Sakarya Ticaret
ve Sanayi Odası Meclis
Başkanlığı’na seçilen Adnan
Borazancıoğlu`na hayırlı olsun
ziyareti gerçekleştirdi. Meclis
başkanlığı görevine seçilen ve
aynı zamanda MMG Sakarya
üyesi ve Yönetim Kurulu Yedek
Üyesi olan Adnan
Borazancıoğlu’nu makamında
ziyaret eden MMG heyeti, sivil
toplum kuruluşları ve
çalışmalarına Sanayi ve Ticaret
Odası tarafından sağlanabilecek
katkılar üzerine kısa bir sohbet
gerçekleştirdi.
Sakarya ilinin ve ülkemizin
temel dinamikleri, kaynakları,
avantajlı olunan noktalar, şehre
ve ülkeye MMG olarak yapabilecek katkı ve çalışmaların da
görüşüldüğü sohbet sırasında
ülke olarak bazı AB formlarına
katkı sağlamamıza rağmen bu
fonlardan yeteri kadar kredi
kullanmadığımız ve bu konuda
kapatılması gereken bir açıklık
bulunduğuna değinildi.
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 9
B‹ZDENHABERLER
“TÜRK‹YE KEND‹
ÜN‹VERS‹TE MODEL‹N‹
GEL‹fiT‹RMEL‹”
MMG DEN‹Z FENER‹N‹ A⁄IRLADI
YURTİÇİNDE ve yurtdışında düzenlediği yardım organizasyonları ve projelerle mazlum ve mağdurlara umut ışığı olan Deniz Feneri Derneği, Mimar ve
Mühendisler Grubu’na bir ziyaret gerçekleştirdi.
Deniz Feneri Derneği Genel Başkanı Mehmet Cengiz, Genel Başkan Yardımcısı
Recep Koçak ve Genel Sekreter İbrahim Altan’dan oluşan heyeti Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi ağırladı.
Deniz Feneri Derneği’nce yürütülen çalışmalar hakkında bilgi veren Genel Başkan Mehmet Cengiz, Sosyal Dönüşüm Projesi, Oğulduruk Yayla Bağı Projesi,
Misafirhaneler, Bir Hayat Kurtar, Güzel Evim, Eritreli Yetimlere Eğitim, Şanlıurfa
Yetim Evleri, 1001 Çocuk 1001 Dilek gibi pek çok çalışmayı bir arada yürüttüklerini ve hayırseverlerin
katkılarıyla binlerce kişiye hizmet üretmeye devam ettiklerini
ifade etti.
Genel Başkan Mehmet Cengiz
sadece yurtiçiyle sınırlı kalmayıp yurtdışında da faaliyetler
yürüten ve projeler üreten Deniz Feneri Derneği’nin özellikle
Kuzey Afrika Bölgesi’ndeki kuraklık ve su kaynaklarının yetersizliği nedeniyle yaşanan acılara çözüm üretmek için titiz çalışmalar yürüttüklerini belirtti. Genel Baflkan
Mehmet Cengiz
Yer altı suları bakımından zengin olan çoğu bölgede sadece
sadece yurtiçiyle
teknik yetersizlikler nedeniyle kuraklık ve susuzluk yaşanması gibi trajik durumlarla karşılaştıklarını söyleyen Cengiz, s›n›rl› kalmay›p
yurtd›fl›nda da
bu sorunlara çözümler üretmek üzere Mimar ve Mühendisler
faaliyetler yürüten
Grubu’nun da katılımıyla “Yeryüzü Mühendisleri” adlı bir
ve projeler üreten
oluşum halinde çalışma başlatılabileceğini ifade etti.
Deniz Feneri
Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi ise
Derne¤i’nin özellikle
Kuzey Afrika
büyük bir toplumsal ihtiyaca cevap veren Deniz Feneri gibi
oluşumlara sadece ülkemizde değil tüm dünyada büyük ihti- Bölgesi’ndeki
kurakl›k ve su
yaç duyulduğunu belirterek yürütülen faaliyetlerden dolayı
kaynaklar›n›n
Deniz Feneri yetkililerine teşekkürlerini sundu. Birlikte proyetersizli¤i
jeler üretmek ve insanlığın kanayan yaralarını bir inanç ve
nedeniyle yaflanan
gönül birliği halinde birlikte dindirmek için atılacak adımlara ac›lara çözüm
memnuniyetle katkı sağlayacaklarını ifade eden MMG Genel üretmek için titiz
çal›flmalar
Başkanı Çebi, süreli olarak yayınlanan Mimar ve Mühendis
yürüttüklerini
Dergisi’nin yeni sayısında da Deniz Feneri Derneği tarafınbelirtti.
dan yürütülen çalışmalar hakkında bilgiler paylaşılacağını,
bu vesileyle müşterek faaliyetlerin ilk adımının atılmış olacağını ifade etti.
10 M‹MAR VE MÜHEND‹S
MMG’nin da katılımıyla UTESAV’da(Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar
Vakfı) düzenlenen üniversite ve değerler beyin fırtınası toplantısından önemli mesajlar çıktı.
UTESAV’ın üniversite ve değerler beyin fırtınası
toplantısında bir araya gelen akademisyenler, işadamları ve gazeteciler Türkiye’nin bilimsel bir atılım gerçekleştirebilmesi için kendi değerlerine özgü bir üniversite modeli geliştirmesi gerektiğini
vurguladı. Toplantıya MMG’yi temsilen MMG
Akedemik Kurul Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür katılarak MMG`nin konuya dair yaklaşımı hakkında bilgi aktardı. Mimar ve Mühendis
Dergisi’nde de kapsamlı şekilde ele alınan Üniversiteler ve YÖK meselesini adem-i merkeziyetçi bir
anlayışla tekrar gözden
geçirmemiz gerektiğini
ifade eden Ömer Faruk
Kültür, üniversite-özel
sektör ve sivil toplum
işbirliğine ihtiyaç duyulduğunu söyledi.
UTESAV merkezinde
gerçekleşen programın
açılışında konuşan
UTESAV Başkanı İsrafil
Kuralay, Türkiye’nin
ekonomide ve dış politikada önemli gelişmeler kaydettiğini ancak bilimsel araştırmalarda gelişmiş ülkelere göre oldukça geride olduğunu belirterek şunları söyledi: “Türkiye son 9 yılda önemli
bir performans göstererek bölgesinde ve uluslararası alanda dikkat çekici bir başarı sağlamıştır. Bu
başarıların devam ettirilebilmesi için üniversite
eğitimine, bilimsel çalışmalara önem verilmelidir.
Kalkınma sadece ekonomi ile değil bilimsel gelişme ile birlikte olur. Türkiye’nin kendi değerleri ile
barışık bir üniversite modeline ihtiyacı var.”
Beyin fırtınasının moderatörlüğünü gerçekleştiren
Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Müdürü Prof. Dr.
Recep Şentürk, “Üniversiteyi Müslümanlar oluşturmuştur. Batılılar bizden alarak geliştirmişlerdir.
Örneğin eğitimin tescillenmesi yani diploma bir İslam kültürüdür. Üniversite kurumunu batı bizden aldı ve onu dönüştürüp geliştirdi. Şimdi de
biz onlardan kopyalıyoruz. Eğitimin metalaşması
büyük bir sorundur. Bu konu üzerinde ayrıca durulmalıdır. Türkiye’de toplumun değerleri ile çatışan, batılı değerleri öğrencilere benimsetmeye çalışan bir üniversite modeli var. Bize ait bir üniversite modeli geliştirmek zorundayız” diye konuştu.
KOBİ’ler Neden Desteklenmelidir?
• Ülke ekonomilerinde, önemli bir yere sahiptirler,
• Sayıları, açılma ve kapanma hızları yüksektir,
• En kolay, istihdam yaratma yoludur
• Kriz dönemlerinde, en dayanıklı sektördür,
• Dinamiktirler, değişen pazara hızla uyum gösterirler ve ekonomiye
canlılık kazandırırlar,
KOBİ’lerin Sıkıntıları;
MMG ‹ZM‹R fiUBES‹’NDEN
G‹R‹fi‹MC‹L‹K SEM‹NER‹
MMG İzmir Şubesi tarafından düzenlenen seminerle girişimciler
için çok değerli bilgiler paylaşıldı. Optimal Danışmalık & Eğitim
Hizmetleri’nde Hakan Selçuk’un uzman olarak katıldığı ve MMG
üyelerine “Girişimcilere Ön Bilgilendirme Eğitimi” başlığı ile sunduğu
seminer sonunda katılımcılar düzenlenen etkinlikle girişimcilik
hakkında önemli bilgiler elde ettiler.
Hakan Selçuk, KOBİ nedir, neden desteklenmelidir, KOBİ’lerin yaşadığı sıkıntılar nelerdir sorularına öncelik verdiği konuşmasında istatistikî bilgileri ortaya koyarak girişimciliğin tanımını ve ilkelerini
doğru tespit etmek gerektiğini, bu sayede KOBİ’lerin yaşadığı çoğu
zorlu sorunun kolayca çözüleceğini belirtti.
KOBİ nedir?
250 kişiden az yıllık çalışan istihdam eden ve yıllık net satış hâsılatı ya da mali bilançosu 25 milyon Türk Lirası’nı aşmayan mikro,
küçük ve orta büyüklükteki işletmelere KOBİ denir.
• Yurtiçi ve yurtdışı teknik ve ticari gelişmeleri yeteri kadar izleyememektedirler. • Doğru yere, doğru sektöre uygun şekilde yatırım
politikaları üretememektedirler. • Vergiler ile Sosyal Güvenlik primlerinden kaçınmak için, yaygın olarak kayıt dışı çalışmaktadırlar ve
bu durum da haksız rekabete yol açmaktadır.
İstatistikler; kendi işini kuran kişilerin; • %70’i kendilerini, iş kurma konusunda yeterince hazırlamamakta, • %90’ı piyasa araştırması yapmamakta • İmalat sanayindeki işletmelerin %20’si, kuruldukları ilk yıl kapanmaktadır.
“Gerçekleşmeyecek hayal yoktur,
gerçekleştiremeyecek insan vardır”
Girişimci Kişiliğin Özellikleri
• Güçlü bir biçimde başarılı olma isteği, • Kendine güven – ancak,
sınırların bilerek, • Gerçekçi olmak ve olayları olduğu gibi
görebilmek, • Zihinsel ve fiziksel dayanıklılık, • İnsiyatif sahibi olmak, karar alma ve uygulama yeteneği, • Mücadeleci ve azimli olmak, • Kararlılık, • Liderlik, hedefleri için başkalarına yön gösterebilmek, VİZYON sahibi olmak • Fırsatları sezebilme yeteneği,
• Sorumluluk ve risk alabilme arzu ve yeteneği,
Girişimcinin, bir iş kurmak için 5 temel unsura ihtiyacı vardır;
1. Motivasyon, 2. İş Fikri, 3. Girişimcilik nitelikleri , 4. Yönetim bilgi ve becerileri 5. Kaynaklar
MMG ‹ZM‹R fiUBES‹’NDEN “YURTDIfiINDA YÜKSEK L‹SANS
VE DOKTORA E⁄‹T‹M‹” SEM‹NER‹
- geliş ücretleri ödeniyor yalnız harç ödemesini kişi kendisi karşılıyor. Burs miktarı master için yüzde 50, doktora için yüzde 60.
rak katıldığı “Japonya da Burslu Lisansüstü Eğitim Olanakları” koTabii araştırma yapmak istediğiniz konuyu daha önce belirlemek
nulu bir seminer düzenledi. Verilen seminerde Dr. İsmail Tirtom
gerekiyor. Oraya gidince düşünüp karar veririm demek Japonların
öncelikle istenen lisans programına göre üniversite seçiminin yadüşüncesi ile ters bir durum. Burada ne
pılması ve üniversitenin kabul için şartyapmak istediğinizi çok iyi ifade edebilmelarının araştırılması ile diploma, İngilizniz gerekmektedir. Kendinizi geliştirmek isce yeterlilik belgesi gibi istenen diğer beltediğiniz konuyu ve okulu belirledikten songeler yanında adayın kendisini ifade
ra konunuza danışman olacak hoca ile teedeceği, özenle yazılmış niyet mektubumas halinde olmanız fazlasıyla önem taşınun hazırlamasının önemli olduğunu
maktadır.
vurguladı.
Ayrıca Japonların Üniversitelerinin özellikle
Mambuşko MEB burslu iki çeşit başvuruaraştırmaya dönük maddi imkanları ABD
da bulunulmakta. Birincisi Büyükelçilik
den çok iyi, çok daha geniş. Ben araştırmacı
vasıtası ile burada yılda 10-12 kişi ve çoolmak istiyorum diyen kişi için Japonya’da
ğu sözel çıkışlı kişilere yönelik burslar
akademik kariyer yapmak önemli. Bir şeyi
veriliyor. İkincisi için Japonya’daki ünigeliştirmede çok ileride olduklarını, imkanlarda sınır tanımadıkversitelerin kontenjanları araştırılarak lisans yapacağınız programlarını, araştırma yapılan konuya katkı sağlayacağına inandığınız
ların belirlenmesi gerekmektedir. Bazı üniversitelerde doktora için
cihaz alımı ya da seyahat edip farklı ülkelerde bulunulmak gibi
burs varken, master için burs yok. Bunlardan biri de Japonya Ünidurumlarda finansman sağlayan etkin bir sistem mevcut.
versitesi. Diğer bir örnek de Mambuşko bursu. Bu programda gidiş
MMG İzmir Şubesi, Dr. İsmail Tirtom’un konuk konuşmacı ola-
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 11
B‹ZDENHABERLER
MMG YÖNET‹M‹
YAZEV‹’N‹
Z‹YARET ETT‹
MİMAR Mimar ve Mühendisler Grubu
MMG ‹L ÖZEL ‹DARES‹’N‹
Z‹YARET ETT‹
MMG yönetimi geçtiğimiz günlerde İstanbul İl Özel İdaresine ziyaret düzenleyerek Genel Sekreter Sabri Kaya’nın misafiri oldu.
Yeni dönemde daha aktif ve yoğun bir çalışma sürecine adım atan MMG yönetimi
kurumsal temaslarını sürdürüyor. İftar yemeği, sempozyum, fuar etkinlikleri ve
seminerler gibi çeşitli organizasyonların hazırlıklarını sürdüren MMG Yönetim
kurulu üyeleri, bu kez İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Sabri Kaya’nın misafiri olarak gelecek dönemdeki çalışmalar hakkında bilgi verdi. MMG Genel Başkanı Avni
Çebi, Yönetim Kurulu Üyeleri Kadem Ekşi, Murat Özdemir, Mustafa Yanartaş ve
Genel Sekreter Mustafa Küçükkural’dan oluşan MMG grubu 17 Ağustos’ta düzenlenecek olan iftar yemeği ve “İnsan ve Deprem” konulu fotoğraf sergisi hakkında
bilgi verdikleri Genel Sekreter Sabri Kaya’yı programa davet ettiler.
Ayrıca 19 Kasım tarihinde düzenlenecek olan “Şehirlerimizin geleceği, tehditler ve
fırsatlar” konulu sempozyum hakkında da bilgi veren Avni Çebi, geniş bir akademisyen çevresinin katılım göstereceği sempozyumun yerel yönetim ve sivil toplum kuruluşu işbirliğine de örnek teşkil edeceğini, Üsküdar Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenecek olan etkinliğin kitapçık hazırlıklarının sürdüğünü ifade etti.
Konuyla ilgili bilgi aktaran MMG Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi ise Kentsel Dönüşüm çalışmalarının kararlılıkla yürütüldüğü bu
süreçte şehirleşme konusunu ele alan sempozyum ve benzeri etkinliklerin yerel
yönetimler için yol gösterici olacağını, özellikle İstanbul’da bu eksikliğin hissedildiğini ifade etti.
İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Sabri Kaya ise ziyaretten memnuniyet duyduğunu
ve MMG tarafından düzenlenen etkinliklere memnuniyetle katılacağını belirtti.
Yönetim Kurulu Üyeleri Kadem Ekşi,
Murat Özdemir ve Genel Sekreter Mustafa Küçükkural, Genel Başkan Avni Çebi
ile birlikte YazEvi Yazılım’ı ziyaret etti.
Aynı zamanda MMG Yönetim Kurulu
Üyesi ve Bilişim Komisyonu Başkanı olan
YazEvi Yazılım kurucularından Dr. Mustafa Yanartaş, firmaları bünyesinde verilen yazılım hizmetleri ve ERP ürünleri
hakkında bilgi verdi.
AVAKOZA ERP ürünü ile işletmelere Kurumsal Kaynak Planlama projelerini gerçekleştirme imkânı sağlayan YazEvi, AVAKOZA ERP programıyla işletmenin tüm
iş süreçlerini aynı çatı altında toplayıp
işletmelere yeni iş modellerini bir bütünlük içinde sunuyor. YazEvi Yazılım, AVAKOZA ERP ürünün geliştirmesi, desteği,
eğitim ve pazarlamasını çözüm ortakları
ile beraber yapıyor. Aynı zamanda bir
Ar-Ge firması olan YazEvi Yazılım, geliştirmiş olduğu AVAX İş Geliştirme Stüdyosu ile yazılım takımlarını sağlam bir altyapıyla sunuyor. YazEvi yazılım, REPX
adında çok kullanışlı web tabanlı raporlama aracını da uzun bir Ar-Ge çalışması
olarak müşterilerine ulaştırıyor.
Elektronik-Haberleşme Mühendisi olan
Avni Çebi, özellikle yazılım ve Ar-Ge çalışmalarının günümüzde büyük öneme
sahip olduğunu ifade ederek bu alanda
faaliyet gösteren firmaların desteklenmesi gerektiğini ve Ar-Ge çalışmalarına ülke
olarak ihtiyaç duyduğumuzu belirtti.
MMG YÖNET‹M‹ SAKARYA fiUBES‹ ‹FTARINA KATILDI
MMG geleneksel hale gelen iftar programlarının ilkini Sakarya Şubesi ev sahipliğinde
düzenledi. MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Yönetim Kurulu Üyeleri Osman Arı, Murat Özdemir, Şehmus Yıldırım, Şenol Arslan, Oktay Korkmaz ve Genel Sekreter Mustafa Küçükkural’dan oluşan genel merkez heyeti katıldı. Düzenlenen programda söz
alan MMG Sakarya Şubesi Başkanı Erol Demiralay birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının pekişmesini sağlayan ramazanın feyzinden yararlanmak gerektiğini ifade etti.
MMG Genel Başkanı Avni Çebi ise MMG’nin kuruluş ilkeleri ve ahlak düsturu olarak
kaydettiği hikmet, imar ve ihsan kavramları üzerinde durdu. “Hikmet, kainatı ve insanı aşkın bir bakış açısıyla ele almak, imar; bu bakış açısıyla insana ve çevreye yararlı şeyler bina etmek, ihsan ise imar edilen değerleri insanların yararına sunmak ve
paylaşmaktır” diyen Avni Çebi, iftar sofralarının bereketi paylaşmak için bir fırsat olduğunu söyledi.
12 M‹MAR VE MÜHEND‹S
B‹ZDENHABERLER
17 A⁄USTOS 1999 MARMARA DEPREM‹ ARDINDAN
BEKLENT‹LER VE ÇÖZÜMLER
Tarihi belli olmayan, ancak olaca¤›na bilim adamlar›n›n hemfikir oldu¤u y›k›c› bir deprem beklenmektedir. ‹stanbul’da olmas› muhtemel deprem neticesi ile yap›lan öngörüler ise dehflete
düflürmektedir. Bugün teknik olarak depremi önleme imkân› yoktur. Ancak binalar›m›z›
depreme karfl› dayan›kl› yaparak depremin verece¤i hasar› en aza indirebiliriz. Bunun maliyeti
depremin verece¤i maliyetten daha büyük de¤ildir.
MİMAR ve Mühendisler Grubu, 17 Ağustos 1999 Marmara depre-
yoksun imar planları, düşük standartlarda ve mühendislik hizmeti
minin hissettirdiklerini, yaşattıklarını, düşündürdüklerini; ülkemizin görmemiş yapı üretimi, kısaca ranta dayalı, hızlı, düşük nitelikli, tasarımsız ve plansız kentleşme ve sosyoekonomik politikalar sonucu
önde gelen sivil toplum kuruluşlarından biri olarak sahip olduğu
afete, yani insani ve ekonomik yıkıma dönüşmektedir.
vizyon ve misyonu altında aynı sıcaklığı ve tazeliği ile yaşamaktadır.
Mevcut binaların durum tespiti çalışmaları ve mikro bölgeleme çaSon büyük depremde hatırlanacağı gibi 20 binden fazla insanımız
lışmaları sonucu, birinci derece riskli
enkaz altında hayatını kaybetmiş on
bölgelerin boşaltılması ve yeniden yabinlercesi yaralanmış, yüzlerce fabripılandırılması için, Sayın Başbakanın
ka ve sanayi tesisi kullanılamaz hale
açıkladığı 2 yeni kent projesi büyük
gelmiş, yollar, köprüler çökmüş ve
bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Yemilyarlarca dolarlık maddi kayıp
ni kent projesi İstanbul’a göçün artoluşmuştur.
ması için değil, riskli bölgelerin buraTarihi belli olmayan, ancak olacağına
lara taşınarak deprem odaklı kentsel
bilim adamlarının hemfikir olduğu
dönüşümün aracı olarak kullanılmalıyıkıcı bir deprem beklenmektedir. İsdır.
tanbul’da olması muhtemel deprem
Depremlerden ve diğer bütün doğal ve
neticesi ile yapılan öngörüler ise dehyapay afetlerden korunmak yönünde
şete düşürmektedir. Yüz binlerce biistemler en temel insan hakkıdır. Dananın yerle bir olacağı, 90 bine yakın
ha güvenli, daha sağlıklı ve yaşanabilir
can kaybı, bunun en az iki katı yaralı
çevrenin her yurttaş için temel bir inve yaklaşık 40 milyar dolar maddi
san hakkı olduğu ana ilke olarak kabul
kayıp olacağı tahmin edilmektedir.
edilmelidir.
Bugün teknik olarak depremi önleme
Deprem hasar, zarar ve can kayıplarıimkânı yoktur. Ancak binalarımızı
nın azaltılmasının bilinen tek yolu,
depreme karşı dayanıklı yaparak
mühendis, mimar ve şehir plancılarıdepremin vereceği hasarı en aza indinın ortak katkı ve çabalarıyla deprerebiliriz. Bunun maliyeti depremin
me dayanıklı yerleşim alanları, yapılar
vereceği maliyetten daha büyük değiltasarlamak ve üretmektir. Bunun için,
dir.
deprem öncesi, sırası ve sonrasında
Yasa ve yönetmeliklerin hazırlanması;
yapılacak çalışmalarda kamu yararı ve
bilimsellikten ziyade bürokratların
ülke çıkarı bağlamında ulusal bir depinsafına terk edilmiştir. Yapıların pro17 A¤ustos 1999 tarihinde yaflanan ve
rem politikası belirlenerek ciddi progjelendirilmesinden önce hayati önem
telafisi mümkün olmayan kay›plara ve
ramlar oluşturmalı ve daha da önemlitaşıyan zemin etütleri formalite halini
ac›lara neden olarak haf›zalardaki yerini
si bunların hayata geçirilmesidir.
almış ve yetkinlikten uzak ellerde
alan Marmara Depremi’nin y›ldönümünün Bu ülkenin düşünen, üreten ve sorumciddiyetsizleşmiştir. Depremlerde can
yaklaflt›¤› günlerde Mimar ve Mühendisler luluk bilinciyle hareket eden mimar ve
ve mal kayıplarının bu kadar yüksek
Grubu ad›na bir bas›n bildirisi yay›nlayan mühendisleri olarak her deprem sonolmasında imar aflarının birinci derası facialar yaşanılsın istemiyoruz.
recede önemli olduğunun artık bilinMMG Genel Baflkan Yard›mc›s› Kadem
Deprem sonrası yaşanan manzaralar
mesi gerekir.
Ekfli, mevcut durumu de¤erlendirdi.
üzüntüden öte bizleri utandıran manBilime ve mühendisliğe, akla ve uyzaralardır. Bu acıları ve utançları tekgarlığa aykırı olarak siyasal iktidarlarrar yaşanmamalıdır. MMG, üzerine düşen görevleri büyük bir soca uygulanan rant politikaları nedeniyle, ülkemiz sadece bir “deprem ülkesi” değil bir “afet ülkesi” olmuştur. Bunun ekonomik sonucu rumluluk bilinciyle yerine getirmeye hazır durumdadır.
olarak her yıl GSMH’ nın ortalama yüzde 3 ile yüzde 7’si afet zararMMG YÖNETİM KURULU
larını karşılamaya harcanmaktadır. Gerçekte hepsi birer doğa olayı
olan deprem, heyelan, çığ ve kaya düşmesi, su baskını vb. olaylar
bilinçsizce verilmiş yer seçimi kararları, mühendislik verilerinden
14 M‹MAR VE MÜHEND‹S
HABERANAL‹Z
16 M‹MAR VE MÜHEND‹S
ALIN TERİ:
UNUTULAN ŞEFKAT
BUGÜN GELDİĞİMİZ NOKTA BAŞTA YENİ GELİŞMEKTE YA DA
SANAYİLEŞMEKTE YA DA EKONOMİK GELİŞME NOKTASINDA
BATIYA YAKLAŞAN ÜLKELERDE ÇALIŞMA YAŞAMI VAHŞİ
KAPİTALİZM DÖNEMİ OLARAK ADLANDIRILAN 19. YY
KOŞULLARINDA, BATIDA DA GİDEREK SOSYAL YAPI YENİ
LİBERAL ANLAYIŞLARA UYGUN OLARAK ZAYIFLAMAKTA.
KISACASI TARİH YİNE BATI İLE BAŞLADIĞI YERE DÖNÜYOR.
DİLAVER DEMİRAĞ / Gazeteci-Yazar
D
EĞİŞİM karşısında iki görüş oldu hep. Biri ne pahasına olursa olsun deDİLAVER
DEMİRAĞyeniGazeteci,
yazar
ğişmek iyidir diyerek
hep yenileşmeyi,
olanın yüceltilmesini
talep etti. Diğeri ise, değişimle devamlılık arasında bir kesintiden çok karşılıklı
içermeye dayanan bir ilişkiyi savundu. İlk gruptakiler radikal modernleştirmeciler
olarak anılırken, diğerleri için muhafazakâr modernler ifadesi kullanıldı. İlginçtir
modernleşmeyi eleştirenler de modernliği aşılamaz bir ufuk olarak görüp, çerçeveyi kırmadan değişsek iyi olur dedi. Kuşku yok ki değişim hayatın bir gerçeği, ancak doğadaki değişimle kültürdeki değişimi aynı kefeye koymak ciddi bir hata
olur. Doğadaki değişim özel zamanlar dışında ani değil, hissedilmeyecek kadar
uzun sürede gerçekleşen bir değişimdir. İnsan toplumlarında ise son iki yüzyıldır
yaşanan değişim ise doğadaki radikal değişim dönemleri ile kıyaslanabilir. Mesela ani gerçekleşen buzul çağı ya da çok kısa zaman aralığında üst üste gerçekleşebilien depremler yenileşme olgusuna örnek verilebilir.
Bu çerçevesini çizdiğimiz durum, çalışma yaşamında yaşanan değişim için de söz
konusu edilebilir. Kölelik ile zanaat çalışma biçimleri olarak bugünkü ile kıyaslanabilir. Zanaatkarı bir mühendis teknisyen, köleyi de bugünkü düz işçi ile kıyaslamak mümkündür. Ancak son beş yüz yıllık zaman dilimine dek her iki çalışanın da
yaşam standartları bugünkünden çok daha iyi idi. Köle zalimane haller dışında
özellikle de ev kölesi ise genelde iyi bakılan biriydi, kuşkusuz köle çok zor özgürlüğüne kavuşuyor, özellikle bazı alanlarda acımasızca çalıştırılabiliyordu. Bu bakımdan istisnai durumlar dışında köleler bugünün çok az bir ücret karşılığı çok
sıkı çalıştırılan işçisiydi. Ancak özgür kölelerden farklı olarak köle temel gereksinmeleri karşılanan kişiydi. İslam toplumlarında ev köleleri hiç bir güvenceye sahip olmadan çok uzun saatler ve ağır koşullarda çalışmasına karşılık, yoksulluğunu değiştirmeyecek, sadece fiziki yaşamını sürdürebilecek gereksinmelerini
karşılamak için çalışan bugünün işçilerinden daha iyi hayat şartlarına sahip olabilirdi. İşçiler daha doğrusu özgür işçiler ise bugünkü işçilere oranla çok daha iyi
hayat şartlarına sahipti. İslam topraklarında geçerli hukuka göre işçiye çalışmasının tam karşılığı ücret ödenmesi gerekliydi. Kuşkusuz hukuk şaşmaz bir biçimde uygulanmadı. İslam hukukunda aşırı çalıştırma söz konusu değildir, oysa Abbasiler döneminde köleler çok ağır şartlarda, sağlıksız adeta ölümüne çalıştırabilmişti. Oysaki İslam hukukukun temel iki kaynağında da yani Kurân’da da Peygamber Efendimiz (SAV)’in hadeslerinde de çalışanlar, köleler için son derece insani koşullar önerilmişti ki bunlar bugünün çalışma yasaları ile kıyaslasanız bile
çok çok ilerideydi. Diğer yandan meslek loncaları ile bugünün yetenekli, nitelikli
işçileri olarak kabul edeceğimiz zanaatçılar modern sendikacılık ile kıyasalandığında kimi noktalarda ondan çok daha iyi, ileri çalışma koşulları, hayat standardı
sağlıyordu.
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 17
HABERANAL‹Z
LONCALAR-AHİLER: MESLEK
DAYANIŞMASI VE NİTELİKLİ ÇALIŞMA
Meslek, uygar toplumlar ile birlikte insanın toplumsal aidiyetinin oluşumunda,
toplumdaki yeri ve saygınlığının belirlenmesinde önemli bir yer içerir. Günümüzde
çalışma, büyük oranda kişinin mega şehirlerde gündelik medar-ı maişeti’nin temini için yürütülen bir uğraş. Meslek artık
kişinin bireysel varolşuşunun, toplumsal
kimliğinin ve kendi hazzının bir parçası
değil. Özellikle endüstri sonrası toplumlarda işle yaratıcılık arasındaki bağ özellikle düz işçilik için ortadan kalktığı gibi,
kişinin iş ile özdeşleşim kurmasının da
olanağı da kalmadı. Dahası artık iş denilen
şey giderek daha fazla gel geç bir faaliyet
biçimini almakta ve işçiler iş güvencesinde yoksun kalmaktalar, iş güvenliği ve
sağlığı bakımından koşullar gün geçtikçe
daha da kötüleşiyor. İleri demokrasi adı
verilen ileri kapitalist ülkeler 150 yıllık bir
mücadeleden sonra başlanan yerdeler,
vahşice sömürü, insanlık dışı çalışma koşulları ve işe aidiyet noktasında derin bir
yabancılaşma söz konusu. Oysa modernleşme sürecinde hor görülen ve kötülenen orta çağdaki serfler için bile bugünkü
ücretli kölelik düzeninden daha iyi şartlar
sağlanabilmişti.
Geçmişte bugün sanat diye özelleşen/
özelleştirilen beceri ve yaratıcılık, meslek
erbabının hayatının bir parçasıydı. İlk medeniyetlerde görülen çömlekler ve daha
sonrasında vazolarda görülen motiflerin
güzelliği, olağanüstü inceliği sanat deni18 M‹MAR VE MÜHEND‹S
len şeyin de başlangıcı sayılır. Önce çömlekler daha sonra da vazolar, küpler, testiler yapan zanaatçılar, sonraları demirciler, ateşle uğraşan dolayısıyla ateşin sırrını bilen kişiler olarak özel bir yere sahipti
ve kendi aralarında sır temelli bir birlik
oluşturarak mesleğe ait özel bilginin korunmasını sağlamışlardı. Meslek sırları
ancak seçilen kişilere ölüm tehdidi ve sırra sadık kalma yemini ile güvenceye alındıktan sonra öğretilirdi. Kısacası meslek
kutsal bir işti ve ancak kudsiyetin kurallarına sadık kalmak kaydı ile o meslek alanına ait olunabilirdi. Bütün bunların şehirle birlikte ortaya çıkması aynı zamanda
şehirle zanaatçı arasındaki kopmaz bağı
da ortaya koyar mahiyettedir .
Ancak kent hayatındaki iş bölümü kısmen
kişinin yaşam boyunca yapacağı bir mesleği yani uzmanlaşmayı da getirmişti. Bunun sanat/zanaat olgusu ile bir nebze
aşıldığı söylenebilir. Zanaatçılar ile mimarlar ve mühendislerin ustalar olarak
birlikteliği de zanaat, bilim, sanat ve mühendislik tarihini başka bir eksenden okumak için de elverişli bir imkan yaratır. Sonuçta şunu söylemek olanaklıdır: Geçmişte kent ve meslek ve meslek birliklerinin şehir hayatı içindeki özel yeri, hatta
şehirlerin kendi özerk varoluşları büyük
oranda meslek erbabı denilen şahıs ya da
gruplar ile ilişkiliydi. Tüm bunlardan yola
çıkarak loncaların ilk çekirdeklerinin de
kent yaşamının bu özel konumunun bir
sonucu olarak ortaya çıktığını ve büyük
oranda devletle tacire karşı kendi özerk
varoluşlarının koruyabilme gereksinmesinden doğduğu söylenebilir.
Loncalar ortaçağda yani 11-12 yy’da Avrupa’da ve İslam dünyasında eş zamanlı olarak ortaya çıktı. Kendi tarihsel geleneğimiz bakımından bu gelişmiş meslek birlikleri iki türlüydü, birisi zanaat erbabının
kurduğu örgütler, diğeri ise tüccarların.
Avrupa’da ilk kurulan tüccar loncası olmakla birlikte 11. yy’da Abbasi döneminde
ortaya çıkan Fıtyan (daha sonra Fütüvvet)
zannat erbabının örgütü olmuştu. 12 yy’da
ilkin Horasan’da büyük ölçüde de melamilerin teşvik ve gayreti ile kurulan ahilik,
daha sonra Anadolu’da gündelik yaşamın
bir parçası oldu.
Zanaat örgütlenmesi olarak doğan ahilik
ve öncesindeki Fütüvvet aslında bugünkü
sendikacılığın atası sayılabilir. Nitelikli işçilerin oluşturduğu bu birlikler meslek
kurallarını düzenliyor, iş güvenliğini sağlıyor, çalışanların haklarını gözetiyor, onların her tür gereksinmesinde yanında oluyordu. Ahi birlikleri kent yaşamının temel
belirleyicisi olduğundan, başka partnerler
özellikle de dönemin sosyal güvenlik sistemi olan vakıflarla ve kimi devlet kurumları ile birlikte kentt kamu hizmeti adına
pekçok işlevi yerine getiriyordu. Ahi sandıklarında birikenlerle tüm çalışanların
sağlık ve eğitim sorunlarının sistemli biçimde çözümleniyor, bu doğrultuda hastaneler ve okullar kuruluyordu. Ahilik bütün bu hizmetleri yerine getirirken bulunduğu kentlerde tüm halkın sağlık, beslenme ve yoksulların barınma sorunlarını da
çalıştıranlar dayanışma içerisinde olurlardı. Bundan dolayı iş yavaşlatma, iş yeri
sabotajı gibi modern emek direnişleri istisna dışında pek olan bir şey değildi. Çalışma hayatı emek ve sermaye de karşılıklı hakkaniyetin gözetilmesine göre oluşmuş bir uygulamaya dayanıyordu çünkü.
Dahası ahi teşkilatında teşkilatta çırak düzeyinde başlayana en temel mesleki bilgiler yanında, bugün çok ileri düzeyde bir
teknisyenin sahip olduğu matematik, mühendislik bilgisi yanında, muhasebe bilgisi
içeren bir hesap bilgisi, müzik, din bilgisi,
becerisi varsa güzel sanatlar, görgü kuralları gibi aynı zamanda toplumsal hayata dönük bilgiler de veriliyordu.
Zanaat örgütlenmesi olarak doğan Ahilik ve öncesindeki
Fütüvvet aslında bugünkü sendikacılığın atası sayılabilir.
Nitelikli işçilerin oluşturduğu bu birlikler meslek kurallarını
düzenliyor, iş güvenliğini sağlıyor, çalışanların haklarını
gözetiyor, onların her tür gereksinmesinde yanında oluyordu.
çözümleyen kurumlar oluşturmuştu.
Hastanelerde dönemin tıp anlayışı içinde
meslek hastalıkları ile ilgili de tedavi uygulanıyordu. Mesela madenlerde çalışan
ve vücüdunda toksik madde birikimi olan
işçilere hacamat uygulanıyor, böylece vücutta biriken kirli kan dışarı atılarak vücüdun temizlenmesi sağlanıyordu. Ayrıca
bitkisel terkiplerle birikim yapan organların temizlenmesi sağlanıyordu. Burada İslam tıbbının bütünsel ve doğal iyileşme
eksenli tedavi metodu ön planda tutuluyordu. Bu gibi yöntemlerle çalışanın sağlığı korunmuş olmaktaydı.
ÇALIŞMA YAŞAMI VE HUKUK
31 Mart ayaklanması ile resmi tarih eskenli makaleler de bu ayaklanmanın “gerici” mahiyetine dikkat çekmek amacıyla
ayaklananların şeriat isteriz dediği yazılır.
Burada konumuz olmadığı için Osmanlı
modernleşmesi ve bu eksende oluşan
modern devlet uygulamalarının toplumda
yol açtığı tepkilere değinmeyeceğim, ancak şeriat isteriz ile söylenenin aslında
dokunulamaz temel hak ve hürriyetleri
içeren dini hukukun toplumsal yaşamı düzenlemde sivil medeni hukuk olarak devletin siyasal hukukuna üstün gelmesinin
istendiği söylenebilir. Osmanlı’da İslam
hukukunun kodeks şeklinde düzenlenmiş
hali olan Meccelle’de özel olarak bir işçi
işveren hukuku, sosyal güvenlik uygulamasına dönük düzenlemeler, iş sağlığı ve
güvenliği kapsamında maddeler bulunmasa da temel dinsel hukuk bu konuda
esasları belirlemişti. Büyük oranda tasavvufun ruh verdiği çalışma kurumları olarak ahi birlikleri de çalışanlarla ilişkilerini
bu ilkelere göre belirlemekteydi.
Mesela verilen ücretler de bugünkünün
tersine refah devleti düzeyindeki ücretler
düzeyinde yüksek ücretler verilirdi. Çalışma kurllarını Peygamber Efendimiz
(SAV)’ın öğütleri belirliyordu. Peygamber
Efendimiz (SAV)’ın yediğinizden yedirin,
giydiğinizden giydirin, aşırı yük yüklemeyin, fazla çalıştırmayın, eğer ağır bir iş söz
konusu ise ona sizde yardım edin gibi bugünün yeni kapitalist ülkelerindeki ağır
sömürü koşullarının tersine uygulamalar
vardı. Yine Peygamber Efendimiz (SAV)’ın
çalışanın aldığı ücretle bir ev, bir binek
alabilmesini, rahat bir geçim sürdürebilmesini, evlenebilmesini söylemişti. Ha keza O’nun (SAV) sözleri doğrultusunda çalışanın emeğinin karşılığı, alnın teri kurumadan ödenirdi. İşyerlerinde çalışan ve
OSMANLI MODERNLEŞMESİ:
İŞ SAĞLIĞI, SOYSAL GÜVENLİK İLKELERİ
Tarih boyunca riskli işler olmuştur. Bu
riskli işler çoğunlukla kölelere yaptırılmaktaydı. Bu anlamda iş sağlığına dönük
ilk uygulamalara da köleliğin yoğun olduğu Eski Yunan ve Roma’da rasatlanmış,
dönemin pekçok ünlü hekimi özellikle zehirli madde birikimi ve buna ilişkin tedavi
metodlarından söz etmişti. Bizde de hekimler bu eski çağ tıbbından büyük oranda
faydalanmış, yeni bilgi ve deneyimlerle bunu geliştirerek yukarıda verdiğimiz hacamat vb uygulmalar ile bu tür meslek hastalıklarına dönük bir tedavi prosedürü geliştirmişlerdi. Yaygın diğer meslek hastalıkları olan fiziki yaralanma, kırık, çıkık,
omurga eğrilmesi vb hastalıklara dair dönemin tıp modeline uygun tedaviler çalışma örgütleri ve devletler tarafından herkese açık olan hastanelerde uygulanmıştı.
Modern anlamı ile iş güvenliği ve sağlığı
kavramının gelişimi sanayileşme süreci
ile bağlantılı olduğundan 19.yy’dan itibaren uygulamaya konulmuştu. Sanayi devrimine kadar bağımsız çalışan zanaatkarlar artık fabrikalarda çalışmaya başlamıştır. Loncaların çöküşü üzerine fabrikalarda çalışmaya başlayanlar ise, bu dönemde çok kötü çalışma koşulları ve son derece düşük ücretlerle karşılaşmıştır.
Bizde de bu konudaki ilk genelgelerin, 19.
yy’a denk gelmesi bir rastlantı değildir. Bu
dönem Osmanlı modernleşmesinin hızlandığı, Osmanlı’nın sanayileşme yolunda
çabalar gösterdiği, madencilik faaliyetlerinin hız kazandığı ve bunlar olurken de
ahilik sisteminin etkisini kaybetmeye başladığı bir dönemdi. Modern işletmeler ve
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 19
HABERANAL‹Z
Modern anlamı ile İş
güvenliği ve sağlığı
kavramının gelişimi
sanayileşme süreci ile
bağlantılı olduğundan
19.yy’dan itibaren uygula maya konulmuştu. Sanayi
devrimine kadar bağımsız
çalışan zanaatkarlar artık
fabrikalarda çalışmaya
başlamıştır. Loncaların
çöküşü üzerine fabrikalar da çalışmaya başlayanlar
ise, bu dönemde çok kötü
çalışma koşulları ve son
derece düşük ücretlerle
karşılaşmıştır.
ladığı bir dönemdi. Modern işletmeler ve
işveren tip özellikle yabancı ortaklıklara
bağlı işyelerinde acımasız çalışma koşullarının dayatılmaya başladığı, sefaletin
toplumsallaştığı, sosyal güvenlik sisteminin oluşturan sosyal kurumların da zayıfladığı bir dönemdi.
Osmanlı İmparatorluğu'nda modern anlamda iş sağlığı ve güvenliğine dönük uygulmalar ile ilgili düzenlemeler, 1820'lerde başlamıştı. Kurulan ilk işletmelerde
çalışan işçilerin yaşama ve çalışma koşullarının düzeltilmesi başlamış, 1850’li yıllarda ise artık Osmanlı’da sanayileşme ve
modern çalışma koşulları başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nda, askeri amaçlı
üretimlerin yani sıra, daha çok el tezgahları olarak başlayan sanayileşme, daha
sonraları kömür ocakları ve madenler,
demiryolu yapımı, tütün işletmelerinin katılımı ile sürmüştür. Bu dönemde çalışma
koşulları oldukça ağır olup çalışma süresi
günde 16 saate kadar çıkmaktaydı. Ayrıca,
ağır işlerde kadın ve çocukların çalıştırılması da yaygınlaşmıştı. Bu yıllarda işçiler
tezgah başında uyuyup tezgah başında yemek yemek zorunda kalmışlardı. Ereğli
Havzası'ndaki kömür ocaklarında çalışan
işçiler kısa sürede meslek hastalıklarına
yakalanmışlar ve giderek artan iş kazala5
rında yaşamlarını yitirmişlerdi.
Bu kapsamdaki düzenlemelerden en kap20 M‹MAR VE MÜHEND‹S
samlı olanı Dilaverpaşa Nizamnamesi
adını taşır. 1865 tarihli bu nizammname
Ereğli Kömür Havzası’nda çalışan kömür
işçilerinin sosyal ve ekonomik durumunu
düzeltmek ve kömür üretimini artırmak
amacı ile çıkarılmıştı. Nizamnameye göre,
kömür işverenleri işçilere yatacak yer temin etmek zorunda idi. Çalışma süresi 10
saat olarak saptanmıştı. Ücretlere diğer
alacaklara nazaran öncelik tanınmış, nöbetleşe çalışma esası kabul edilmiş, toplu
işten çıkarma konusunda işçilerin işsiz
kalmalarını önlemek için işletmenin faaliyetine son verilmesini önceden haber vermek zorunluluğu konmuştur. Nizamname, iş kazalarını önlemek için alınması
gerekli iş güvenliği tedbirlerini de belirtmişti.
Bu nizamname 1869 tarihinde “Maadin
Nizamnamesi” ile tamamlanmak istenmiştir. Bununla işçi haklarının korunması
ve güvenliği bakımından önemli yenilikler
getirilmiştir. İş kazasına uğrayan işçilere
ve bunların ölümü halinde ailelerine tazminat isteme hakkı öngörülmüş, objektif
sorumluluk esası kabul edilmiştir. Bundan başka, maden işletmecilerini madenlerde gerekli ilaç ve doktor bulundurmak6
la zorunlu tutmuştur.
Ne yazık ki bugün geldiğimiz nokta başta
yeni gelişmekte ya da sanayileşmekte ya
da ekonomik gelişme noktasında batıya
yaklaşan ülkelerde çalışma yaşamı vahşi
kapitalizm dönemi olarak adlandırılan 19.
yy koşullarında, batıda da giderek sosyal
yapı yeni liberal anlayışlara uygun olarak
zayıflamakta. Kısacası tarih yine batı ile
başladığı yere dönüyor. Bize ise kendi değerlerimizle çağın değelerinin kaynaşımına dayanan adalet ilkesinin bayrağını yukarıda tutmak, bundan da taviz vermemek
düşüyor.
Dipnotlar
1
Bu konuda bkz, Ahmet Uhri, Ateflin Kültür Tarihi, Dost Kitabevi Yay›nlar›,2003, s:28-31,8193,
2
S›r tap›m›, kutsall›k, meslek ve atefl için bkz,
Mircae Eliade, Demirciler ve Simyac›lar,Çev:Mehmet Emin Özcan,Kabalc› Yay›nlar›,2003,s:45-56,84-116
3
Kent yaflam›, iflbölümü ve kentle meslek aras›ndaki ba¤lar için bkz Lewis Mumford, Tarih
Boyunca fiehir, Çev.Gürol Koca,Tamer Tosun,
Ayr›nt› Yay›nlar›, 2007,s:137-142
4
Bu konuda Bkz. fierif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, ‹letiflim Yay›nlar›, 1. Bask› 1990,
s:35
5
‹fl Sa¤l›¤› Ve Güvenli¤inin Kavram Ve Kurallar›n›n Geliflimi, (C) S›n›f› ‹fl Güvenli¤i Uzmanl›¤›
Sertifika E¤itim Program› Ders Notu, ‹stanbul
2011, s:12
6
age, s:14
M‹MARLIK
ŞEHİR VE MEDENİYET
MEHMET İŞCİ / Mimar
B A K I R T E N L İ YA P R A K L A R
BAKIR TENL‹ YAPRAKLAR
Bak, ölüm güzü k›skan›yor
flimdi iflsizdir onun sevimli kedisi
ve herkes onun el de¤medik yerleri oldugunu san›yor.
uzuyor defterine u¤rayan kan lekesi
senin kufllar›n olurdu mevsimi yolculuklara çag›ran
içli taflra k›zlar›n gizemli eviçleri
kap›lar›n olurdu korkudan çok denizlere aç›lan
o denize aç›lan ellerin nerde flimdi?
yine bir güz büyümekte kan›nda gölgelerin
o üzünç ordular› tarlalar çi¤nemekte
bak, ölüm güzü k›skan›yor
mevsimi aflka ça¤›ran kufllar›n nerde senin
güze el de¤dirmeyen ellerin nerde?
İsmet Özel
22 M‹MAR VE MÜHEND‹S
ŞEHİR, medeniyet kadar kadimdir" diyor J.E.Goldthrope. Şehirler, temsil ettiği medeniyetin
özü, özeti gibidirler. Medeniyet, dünyaya
şehir gözüyle bakarken, dünyanın da medeniyete bakışında gördüğü yüzü şehirlerdir. Özü olmayan kabuk bir değer ifade etmeyeceği gibi gözü olmayan bir insanın da
hareket ve muhafaza kabiliyeti sınırlı olacaktır. Bir medeniyetten söz edilebilmesi
için o şehirde ilmin, düşüncenin, sanatın,
edebiyatın, temayüz eden eserlerin yerleşmesi ve benimsenmesi gerekir. İnsanlar şehirlerini, şehirler de kendi insanını
tevlid eder ve yaşatır.
Genel mânâda şehir mimarisinin -hususi
olarak binaların- fert ve cemiyet hayatı
üzerinde tesiri son derece büyük olduğundan medeniyetin kendinde ifadesini bulduğu şehirlere ihtiyaç kaçınılmazdır.
Yaşanılan dünya üzerinde, canlı-cansız
varlıkların çevreleri ve birbirleriyle olan
ilişkilerinde sürekli bir irtibat ve müessiriyet mevcuttur. Bu ilişki sistemi canlı varlıktan cansıza doğru olduğu gibi cansız
varlıktan canlıya doğru da yönelmektedir.
Şehir ile onu kuran ve zamanla kendine
göre şekillendiren ahalisi arasındaki ilişkileri de bu çerçevede değerlendirmek
gerekir. Böylece, ahalinin genel karakteri,
inanç ve ahlak değerleri ve hatta bireylerin
kişilikleri yapıların ve giderek şehrin teşekkül vetiresine ve oluş derinliklerine tesir eder. Bu müessiriyet ve oluşan birikime genel anlamıyla kültür ya da medeniyet denilebilmektedir.
Yapılar barınmak ya da herhangi bir sosyal, kültüre! ve iktisadi faaliyeti barındırmak için teşekkül ettiriler. Yapıların toplumsal ihtiyaçları karşılamasına ait meseleler bile mimariyi gerçekleştirilmesi zor
bîr sanat düzeyine yükseltmeye zorunlu
kılar. İnsan hayatının ihtiyaçları ile insanın
vücuda getirdiği mimari çerçevenin biçimsel özellikleri, insanın tabii ruh âlemi ve
terbiye edilip biçimlendirilmiş psişik âlemine ait biçim özellikleri ayrılmaz şekilde
birbirlerine bağlıdır. Ruhi alemi ise insanın inanç âleminin, varlık tasavvurunun,
değerler hiyerarşisinin yapısına göre şekillendirilir.
Ünlü şehirbilimci Lewis Mumford, Şehirlerin Kültürü adlı çalışmasında, "Şehir, bir
topluluğun kültürünün ve kudretinin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürünü, birikimidir" der. Şehir hayatıyla medeniyet arasında yakın bir ilişki olduğunu kabul eden
görüşler o derece yaygındır ki bu görüşler,
“
kimi dillerdeki şehir ve medeniyet karşılığı sözcükler arasındaki benzerliğin buna
açık ve kuvvetli bir delil olduğuna kanaat
getirmişlerdir.
Latin dillerinde de medeniyet (civilization)
ve şehir (city, civitas), Arapça’daki medeniyet, medeni ve şehir (medine) gibi sözcükler arasındaki köken benzerliği medeniyetlerin şehirlerde doğduğunu, medeniyetin kaynağının şehirler olduğunu ortaya
koymaktadır. Yunanca'daki şehir (polis)
sözcüğünün de siyaset (politiae) ile ayni
kökten geldiği bilinmektedir. Tarihte şehirlerin medeniyetin beşiği olarak algılanması, kimi dillerde, kibarlık (civilite) ve
görgü (urbanite) sözcüklerinin de şehir
kökünden türetilmelerine yol açmıştır. Bir
başka deyişle, kibarlık ve görgü şehrin insanına dair özellikler olarak algılanmaktadır.
Şehir ve kültür ilişkisine bakarken üzerinde durulması gereken önemli bir husus da
şehrin kimliğidir.
Bir Fransız filozofa göre, kültür, "Her şey
unutulduğu zaman hafızalarda ne kalıyorsa, ona verilen isimdir."
Şehirlere kültürel anlamda kimlik kazandıran ayırt edici özelliklerin başında şehirleri anımsatan sembol bina mimariye ilişkin diğer unsurlar başta gelir. Mesela Eiffel Kulesi Paris'i, Topkapı Sarayı ve Mimar
Sinan Camileri İstanbul'u, San Marco
Meydanı Venedik'i, Empire State New
York'u hatırlatmaktadır. Kültürün temaşa
edilebilir unsurları olan mimari eserler
şehirlere kimlik kazandıran en önemli
temsili yapılardır. Yine bu bağlamda her
şehri kendi medeniyet dünyası ile ilişkilendiren ruhun şehirdeki somut yansımaları
olarak kabul edeceğimiz mimari eserler
şehirlerin ait oldukları medeniyetin merkezi olduğu konusunda bizlere fikir verebilir. Sultanahmet Camii İstanbul'a kimlik
kazandırırken aslında İstanbul'un ağırlıklı
kimliğinin İslam-Osmanlı olduğunu vurgulamakta, Barselona'daki Sagra da Familia katedrali Katolik kültürün Barselona'ya vurduğu mührü ifade etmektedir.
Şehir ve kültür ilişkisi çerçevesinde üzerinde durulması gereken bir diğer husus
da şehir kültürünün şehirlilik bilinci sayesinde korunup yaşatılmasıdır. Ancak buradaki bakış açısında şehirde farklı kültürlerin kendilerini ifade edebilecekleri
politik ve sosyal zeminin oluşturulmuş olması imkan ve hürriyeti sağlanması şarttır. Herhangi bir kültürü ağırlıklı olarak
dayatmak yerine kültürlerin kendilerini
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 23
M‹MARLIK
Geçmiş çağların şehirlerinde cami ve külliye mekanları içtimaî sıkıntıların geneline çözüm üretirken, bugün çoğunlukla namaz vakitlerinde açılan bu müesseselerden ortaya diriltici bir ruh ve
soluk koyması beklenemez. Gelecek kuşakların insan ve cemiyet hayatına saygılı olmaları için
kuşanması gereken temel inanç ve kültür değerleri, ancak medeniyetimize ait temiz ve sağlıklı
maddî-mânevî mekânların oluşturacağı şehirlerde mümkün olabilecektir.
ifade etmelerine imkan sağlamak daha
kalıcı bir yaklaşımdır. Bu anlamda yaşadığı şehre sahip çıkan bireyler şehirli olma
bilinciyle hareket ettiklerinde şehrin tarihi
ve kültürel birikiminin korunmasına katkı
sağlayabileceklerdir.
İDEAL ŞEHİRCİLİK MODELİ; MEDİNE
Allah Resulü (sas), ilk İslâm şehrinin kurucusudur. İslâm medeniyetinin ilk şehri
olan Medine, aynı zamanda İslâm âleminin ilk model şehridir. Medine’de mescit,
medrese ve pazar gibi temel fonksiyonları
ifa eden bu yapılara zamanla imaret, aşevleri, şifahane de ilave edilerek İslâm şehirlerinde külliye şeklinde bir yapıya dönüştürülmüştür. İslâm şehrinde câmi, toplum
ile bütünleşmenin bir sembolü olmuştur.
Mektep-medresede eğitim faaliyetiyle
meşgul olan ilim adamları ile talebeler
namaz kılmak için geldikleri câmide halkla aynı cemaate karışır,, namazı müteakıp
câmi avlusunda veya kıraathanelerde sohbetler düzenlenerek ilim, binaların kapalı
duvarlarını aşarak halka yayılırdı. Camilerde aynı zamanda devlet erkânı da halkla aynı safta birleşir, “halka rağmen değil
Hakk’ın emrine râm olmuş” devletin idamesine temel teşkil ederdi. Camiye gelen
devlet erkânı ve halk, külliyedeki hastaneleri, dâru’l-acezeleri ziyaret ederek fakir,
garip ve yetimlerin problemleri yerinde
tespit edilerek çözümler üretilirdi.
24 M‹MAR VE MÜHEND‹S
Şehrin özünü teşkil eden çarşı, mektepmedrese ve sarayın cami etrafında yer almasıyla cami mihverli bir faaliyet skalası
teşkil edilmiştir Böylece, topluma yön veren esnaf, ilmiye, seyfiye (askerî sınıf) ve
kalemiye (bürokrasi) ile bütün cemiyet, İslâm’ı hayatlarına hakim kılmıştır.
Ebediyet tedaisi uyandıran camiler ve devletin bekâsını temsil eden saraylar taştan
inşa edilirken, evler, dünyanın fânîliğini
hatırlatacağı düşüncesiyle -zengin fakir
fark etmeksizin- ahşaptan yapılmıştır.
Geçmişte Selçuklu ve Osmanlı döneminde
yüzlerce paşanın görev yaptığını ve bunlara ait saraylara pek rastlanmadığı, ayakta
kalan sadece Sultanahmet’teki İbrahim
Paşa Sarayı’nın istisnai durumu açıklayıcı
birer örnektir.
Bugün şehirlerimizin herhangi bir medeniyeti hatırlatmayan haliyle bu savruluşunun izlerini açık bir şekilde görülmektedir.
Cami ile halk birbirinden koparılmış, önceleri hayatın bir parçası olan namaz için,
artık vakit ve yer tahsis etmek adet haline
gelmiştir.
Bugün Avrupa genelinde -meselâ Almanya’da- şehir merkezinde kilise, devlet kurumları, pazaryeri ve üniversite beraber
yer alır. Avrupalılar bu şehircilik anlayışının Haçlı Seferleri’nden sonra, İslâm medeniyetindeki şehir plânını büyük nispette
benimsemişler ve kendilerine göre başarılı şekilde hayata geçirmişlerdir.
Bugün İslâm’ı yaşanılır kılmak için öncelikle şehircilik ve mimarî anlayışımızda
köklü değişikliklere ihtiyaç vardır. Çünkü
kadim gelenekte belirtildiği gibi: “İnsan
yediği gibi yaşar, yaşadığı mekân gibi düşünür.”
Geçmiş çağların şehirlerinde cami ve külliye mekanları içtimaî sıkıntıların geneline
çözüm üretirken, bugün çoğunlukla namaz vakitlerinde açılan bu müesseselerden ortaya diriltici bir ruh ve soluk koyması beklenemez. Gelecek kuşakların insan
ve cemiyet hayatına saygılı olmaları için
kuşanması gereken temel inanç ve kültür
değerleri, ancak medeniyetimize ait temiz
ve sağlıklı maddî-mânevî mekânların
oluşturacağı şehirlerde mümkün olabilecektir.
BİR MEDENİYET UNSURU OLARAK
OSMANLI ŞEHİRLERİ
İslam medeniyetinin bir şehir medeniyeti
olduğu herkes tarafından kabul edilen bir
gerçektir. Akdeniz, Ortadoğu ve Kuzey Afrika havzasında kurulan birçok şehir İslamiyet’in yayılışıyla paralel bir seyir izledi.
Şam, İskenderiye, Urfa, Antakya gibi şehirler dönüşerek kadim şehir geleneğini İslam şehir yapısına uyarladı. Bağdat, Basra, Keyravan, Fustat, Kurtuba, Isfahan,
Buhara, Semerkant, Harran ve İstanbul İslam medeniyetinin sembol şehirlerinin en
güzel örnekler olarak kendilerini insanlı-
ğın hizmetine sundu. İslam şehirleri kurulurken yerli halkın sosyal yapısının bozulmamasına özen göstererek, fethedilen
şehre ilk yerleşenler, şehrin izbe, yıkık dökük, terk edilmiş bölgelerine yerleştirildi.
Cami ve etrafına hamam, medrese ve imaret gibi halkın gereksinimlerini karşılayacak kurumlar yaptılar. Yaşadıkları mahalleyi İslamla yoğurduktan sonra etraftaki
mahallere doğru genişlediler. Fakat o mahallerin kadim kültürünü, yaşayış farklılıklarını yok etmeye, asimile etmeye hiçbir
zaman kalkışmadılar. Osmanlı şehirleri,
insanların ihtiyaçlarına göre kurulmuş ve
geliştirilmiş olup Roma şehirlerinde olduğu gibi askeri kışla şehirleri değildir. Bu
nedenle devletin şehir üzerindeki etkisi sınırlı iken şehrin en önemli binaları vakıflar
tarafından idare edilmekte, şehirde sosyal
hayatın sağlıklı bir şekilde yaşanması için
asayiş, belediye, sağlık ve eğitim işlerinden
yine vakıflar sorumlu olmakta, bir diğer
halk kurumları olan loncalar da şehirlerin
ekonomik ve sosyal alanlarda gelişmesine
katkı sunmaktaydılar.
Osmanlı şehirlerinin diğer bir özelliği de
yollarının insani boyutlarda dar, denetlenebilir biçimde çıkmaz sokaklı oluşu, evlerin etrafının avlularla çevrilmesidir. Şehrin
temel birimlerini meydana getiren mahalleler özel hayata saygının bir gereği olarak
aynı aile, soy, din, mezhep, etnik topluluğa
mensup kitlelerden teşekkül edecek şekilde mahremiyet sağlanmakta, böylelikle
toplumsal barış ve huzur muhafaza edilmekteydi.
19. yüzyıldan sonra batılılaşma eğilimleri,
batı hayranlığının zirve yapması Osmanlı
şehirlerini de etkileyerek yollar genişletil-
miş, evlerin avluları yıkılarak insan yüzlerine yabancı olan caddeler yapılmaya başlanmıştır. Şehir giderek insandan soğumaya, insan da şehirden kopmaya başlamış, günümüz insanını kalabalıklar içerisinde yalnız yaşamaya mahkûm etmiştir.
Ne kadar hazindir ki cumhuriyetin kuruluşundan beri imar yönetmeliklerinde çıkmaz sokak yasaklanmış ve mevcut çıkmaz
sokaklar da yıkımla açılarak yok edilmişlerdir. Vatan ve Millet caddelerindeki özgün tarihi eserleri yol açma gerekçesiyle
yerle bir eden o günkü zihniyette, bugünkü
kentsel dönüşümü yapanlar da muhafazakar olduklarını belirtmektedirler. Neyi
muhafaza ediyorlar acaba? Onlara göre
“kalabalıklaşan kentlerde asayiş için bu
zorunludur” gerekçesi yeterlidir. Peki bu
şehirleri kalabalıklaştırarak anakentlere
dönüştürenler, planlara bütüncül bakamayanlar kimler? Suçlu hep ötekiler mi?
Yoksa kendimizden addettiğimiz bu savruk
zihniyetle İslami söylem arasındaki makas
giderek daha da açılıyor mu?
Hilmi Yavuz - bazı küçük ilaveler yapılmışbu konudaki bir yazısında;
“Şehir ve medeniyet arasındaki ilişkiyi, iki
farklı düzlemde ele alabileceğimizi düşünüyorum: İlki, bir şehrin medenî şehir olması; ikincisi, bir şehrin medeniyet şehri
olmasıdır.
Medenî şehir, o şehrin yapısına; medeniyet şehri ise o şehrin insanına atıfta bulunularak tanımlanabilir. Medenî şehir, bu
bağlamda sosyolojinin ve antropolojinin
konusudur. Medeniyet şehri ise, felsefenin
konusu! Bir şehrin medenî bir şehir olması başka, medeniyet üreten bir şehir (medeniyet şehri) olması başkadır çünkü!
Müslüman filozoflar (Farabî, İbn Rüşd),
şehrin medenî bir şehir olmasıyla değil,
bir medeniyet şehri olmasıyla ilgilidirler
de ondan. Şayet Hıristiyan filozoflar da
medeniyet şehirleriyle meşgul olsalardı,
Platon'un Devlet'inin 16. yüzyıldan çok önce dikkatlerini çekmiş olması gerekirdi.
Görüldüğü gibi böyle olmamıştır!
Farabî'nin Erdemli Şehir'i (El-Medine'tül
Fâzılâ'yı) bir Medeniyet Şehri olarak tasarladığını öne sürmek mümkündür. Ona göre Hikmet, Riyaset'in şartıdır. O açıkça
söylemiyor ama hikmet, medeniyettir;Hikmet sevgisi (felsefe) de, Erdemli Şehir'in 'olmazsa olmaz' şartı!
Şimdi İslam şehirlerini bu kriterlerle değerlendirsek, nasıl bir sonuç elde ederiz?
Mesela İstanbul, belki bir medenî şehirdir
ama bir Erdemli şehir olarak Medeniyet
şehri midir, yoksa Farabî'nin dediği gibi,
beden sağlığı tutkusu, zenginlik ve şehevî
zevklerle arzuların peşinde koşma özgürlüğü, itibar ve gösteriş merakı ile kısaca
gerçekten iyi olan'la değil de görünüşte iyi
olan'la mutluluğu edinebileceğini sanan
insanların yaşadığı bir Cahil Şehir mi? demektedir.
YEREL YÖNETİM SORUMLULUKLARI,
KENT / ŞEHİR AYRIMI
Şehirleri imar edenlerin tarihe karşı sorumluluklarının idrakinde olmaları gerekir. Kentsel dönüşüm adı altında, şehrin
hafızasını, ait olduğu döneme ait kültür ve
tabiat varlıklarının hüsnü muhafazası sorumluluğundan kurtulamazlar. Kimilerince çoğunlukla örnek alınan batı kentlerinde ve şehirlerinde tarihi yapı ve çevrelerin
hiçbir dönemde yıkıma uğramadığını,
kentsel gelişmelerin tarihi mekânların dışında yeni gelişmekte olan kısımlarında
yapıldığını bilinmektedir. Şehrin insanına
dair hatıraların yaşandığı bu mekânlar tarihi, kişisel ve toplumsal açıdan çok
önemlidir. Günümüzde buna benzer şehir
dokusu çeşitli sebeplerden dolayı yıkıma
uğramakta ve bir dönemin hatıra ve hafızası yok edilmektedir. Bu gelecek nesillere olan sorumluluğumuzdur.
Şehirlerin ruhu, dili, geçmişle ilişkisini bugüne taşımakta aranmalıdır. Dilsiz, gönülsüz, kimliksiz, ruhsuz bir yere, bir yerleşime şehirden çok ancak kent olarak tanımlanabilir” diye konuştu.
“Şehir; tarihi üzerinde yaşatıp muhafaza
eden, tabii, anaç ve velud, ruhu olup nihayeti olmayan bir süreçtir. Kent ise daha erkeksi olan bir kavram olup, sınai, ticari,
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 25
M‹MARLIK
Kendilerini modern olanın karşısında konumlandıran
Müslüman, ona karşı direnebilmek tutunabilmek, dayanaklar
edinmek için hep öne sürdüğü mükemmel geçmişi yüceltmek;
geçmişte yapılan başarılı çalışmaları, eserleri öne çıkararak,
günümüzde ortaya konan moderni değersizleştirmeye
çabalayarak, ortaya güncel yorum ve katkı sunmadan akıbette
mükemmel bir geleceğin kendilerini beklediğini ihsas ettirmek
aslında bir kelime/dil cambazlığından başka bir şey değildir.
askeri ve benzeri çalışmalar gereği ruhu
olmayan büyük nüfus toplama/toplanma
merkezleridir. Mahiyet itibariyle her ikisi
de birbirinden çok farklı kavramlardır. Şehirlerde ruh ve hayat, insana değer ön
planda iken, kentler de ise teknolojinin soğuk, suni ve dayatmacı baskısının, mana ve
derinlikten yoksun yüzü idrak edilir.
ŞEHİR MEDENİYET KÜLTÜR
İLİŞKİSİNİN ÖZÜ VE SONUÇ
Günümüzde müslümanların şehir, medeniyet, kültür gibi konularda kendilerini bir
kenara ayırarak ele alışlarından şehir hayatından bahsederken şikayetçi bir üslup
kullanmalarından bir bütünlüğü ifade eden
düzenli ve temelli bakış açısına sahip olmadıkları görülmektedir. Sorunu teorik
anlamda dile getirmekle birlikte, pratikte
çözüme ulaştıracak adımları atmakta pek
de istekli ve kararlı olmadıkları gözlemlenmektedir. Kendilerini modern olanın karşısında konumlandıran Müslüman, ona karşı direnebilmek, tutunabilmek, dayanaklar
edinmek için hep öne sürdüğü mükemmel
geçmişi yüceltmek, geçmişte yapılan başarılı çalışmaları, eserleri öne çıkararak
26 M‹MAR VE MÜHEND‹S
günümüzde ortaya konan moderni değersizleştirmeye çabalayarak ortaya güncel
yorum ve katkı sunmadan, akıbette mükemmel bir geleceğin kendilerini beklediğini ihsas ettirmek aslında bir kelime/dil
cambazlığından başka bir şey değildir.
Cemal Şakar /Hece edebiyat /2009 sayısından yamış olduğu alıntıda konuya ilişkin
olarak; “Bunun en güzel örneği İslam’ın
bir şehir dini olduğu, zaten şehir demek
olan Medine’de kök saldığı ve medeniyetin
de medine demek olduğu şeklindeki totolojidir. Elbette Medine ile medeniyet arasında kurulan münasebetinde bir yanlışlık
yok. Ancak bu bakıştaki temel sorun, oldukça modern olan gelenek ve medeniyet
kavramlarıyla uzun bir geçmişin totalize
edilmesidir. Bu totalizasyonla birlikte bir
yandan uzun geçmişimiz aklanıp paklanırken diğer yandan bugüne ait her ne varsa
kötü, değersiz addedilmektedir. Bugün yaşayanları elinden iyi, güzel hiçbir şey gelmez insanlar mesabesine indirgeyen gelenek ve medeniyet merkezli bakış açısı, aslında insanlardan kimi sorumlulukları da
düşürmektedir. Adaleti, ahlakı hayatının
her anına yayma sorumluluğundaki insan,
böylece tasarı ve tasavvurlarını mükemmel bir geleceğe erteleyebilmektedir.
Çünkü o; ne Selimiye benzeri bir cami tasarlayabilir, ne Itrî gibi besteler yapabilir,
ne de Fuzulî gibi şiirler yazabilir. Aslında
burada daha da vahim olan, entropik bakışın İslam’ın ilk otuz yılda oluşturduğu müthiş enerjiyi; Hz. Peygamber’ in (SAV) ve sahabenin ulaşabildikleri her yere avuçlarında bir ateş gibi taşıdıkları ışığı örtmesi,
hatta söndürmesidir. Zira modernizm karşısında yaşanan travmayı atlatmak üzere
geriye dönerek kurgulanan medeniyet ve
gelenek tasarımıyla müslümanların bin
400 yılı aşan tarihsel birikimi bütün yükleriyle birlikte Medine’ye yıkılmaktadır.
İnsanın etkilediği, insanı etkileyen bir süreç olarak kültür, dünyaya ait olmaktan çıkınca ve insanla kültür arasındaki korelasyon daha çok metafizikle kültür arasında
kurulunca doğrusu bir akıl tutulması yaşamamak olası değil. Daha önce de değindiğimiz gibi camideki en mükemmel örnek
Selimiye olunca; Selimiye dolayımıyla kurulan her türlü estetik algı da mutlaklık
kazanmaktadır. Ancak aklın, sahip olduğu
kültürel çerçevenin meseleleri üzerine düşünemediğini, çünkü ancak onun sayesinde çalışabildiğini söylemiştik. Bu nedenle
sahip olduğumuz kültürel çerçevenin meseleleri üzerine düşünebilmek için başka
bir çerçeveye ihtiyacımız olduğu, ancak
başka bir yerden bakarak meselelerimiz
üzerine düşünebileceğimiz de açıktır.”
Sonuç olarak; Müslümanların asr-ı saadette kuşanmış oldukları nebevi söylem /
Tevhid ve adalet çağrısı, ulaşabildiği her
kültürel çerçeveyi kirlerinden arındırıp yenileyerek Allah’ın hidayetiyle yeniden tanımlamış, öncelikle görünür ve görünmez
tanrılara, Allah’tan gayrısına karşı insanları özgürleştirmişti. Onlar için mescidin anlamı, görünen kirlerin yanında daha da
önemlisi şirk pisliğinden temizlenmiş arzın tamamıydı. Bu çağrı onlar için elestü
bezminde Allah’la yaptıkları misakın bir
gereğiydi; onlar ne geçmiş güzel günlerle
kuru bir övünmeyi, ne de gelecek güzel
günlerle sorumluluk almadan avunmayı
seçtiler; sadece yüklendikleri emanetin
/dünyayı güzelleştirme ve hüsnü muhafaza
sorumluluğunun peşindeydiler.
“ Ve O sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, bazınızı bazınızın üstüne yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır
ve O, kesinlikle çok bağışlayandır, Rahîm’dir.(En’am,165)”
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
28 M‹MAR VE MÜHEND‹S
Hızlı ve sağlıklı kalkınma için;
İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
Güvenli çalışma ortamı, iş barışının, daha verimli çalışmanın olduğu kadar hızlı ve sağlıklı kalkınmanın da ön şartıdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde iş sağlığı ve güvenliği, toplumsal
kalkınmanın belirleyici unsurları arasında yer almaktadır. Çünkü iş kazaları ve meslek hastalıkları sonuçları itibariyle insan hayatını ve sağlığını tehdit etmesinin yanı sıra işletmeleri de ağır
faturalara mahkûm etmektedir.
Ülkemizde SGK verilerine göre; her yıl ortalama 80 bin işçi iş kazalarında yaralanmakta, bin
işçi meslek hastalığına yakalanmakta, bin 500 işçi iş kazası sonucu hayatını kaybetmektedir.
Bu çok acı bir durumdur. İş Kazaları istatistiklerinde Avrupa’da ilk sırayı, dünyada ise 3. sırayı
almaktayız.
Ya gerçek veriler? Ne yazık ki gerçek rakamlar bunların üzerinde. Bu korkunç rakamlar,
ülkemizde “İş Sağlığı ve Güvenliği” konusunda çok ciddi çalışmalar ve girişimler yapmamız
gerektiğini adeta haykırmaktadır. Bu nedenle bu sayımızda iş sağlığı ve güvenliği konusunda ne
durumda olduğumuzu, kısa ve uzun vadede neler yapabileceğimizi değerlendirdik.
TEMMUZ-AĞUSTOS2011
201129
2
TEMMUZ-AĞUSTOS
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ GİRİŞ
Sanayileşmenin getirdiği olgu;
İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
SANAYİLEŞMENİN ÖN PLANA ÇIKTIĞI SON YÜZYIL; YOĞUN MAKİNELEŞME VE KİMYASALLARIN YOL AÇTIĞI MESLEK HASTALIKLARI VE İŞ
KAZALARININ YOĞUNLAŞTIĞI BİR YÜZYIL OLARAK HATIRLANACAKTIR. İŞ KAZALARI VE MESLEK HASTALIKLARI SONUÇLARI İTİBARİYLE
İNSAN HAYATINI VE SAĞLIĞINI TEHDİT ETMESİNİN YANI SIRA İŞLETMELERİ DE AĞIR FATURALARA MAHKÛM ETMEKTEDİR. İŞ KAZALARI
VE MESLEK HASTALIKLARI SONUCU GEREK MADDİ VE GEREKSE MANEVİ KAYIPLAR, GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERİN KALKINMA ÇABALARI
ÖNÜNDE ÖNEMLİ BİR ENGEL TEŞKİL ETMEKTEDİR.
B
aş döndürücü teknolojik gelişmeler bir yandan insanın refahına
hizmet ederken, öte yandan insan
hayatı ve çevre için bazı tehlikeleri de
beraberinde getirmiştir. Üretim sürecine
giren her yeni madde, her yeni makine, araç ve gereç insan sağlığı, işyeri
güvenliği, çevre sağlığı ve çevre güvenliği
için tehdit oluşturmaktadır. Bir bakıma
yükselen refahın faturası, insanlığa iş
kazaları, meslek hastalıkları ve çevre kirlenmesi olarak kesilmektedir. Özellikle
sanayileşmenin ön plana çıktığı son yüzyıl; yoğun makineleşme ve kimyasalla-
30 M‹MAR VE MÜHEND‹S
rın yol açtığı meslek hastalıkları ve iş
kazalarının yoğunlaştığı bir yüzyıl olarak
hatırlanacaktır.
Yaşama hakkı en temel insan hakkıdır.
ILO kaynaklarına göre her yıl 1,8 milyon kadın ve erkek, 12 bin çocuk işçi, iş
kazaları ve meslek hastalıkları dolayısıyla
hayatını kaybetmektedir. Yine aynı kaynaklara göre; her yıl 270 milyon insan
iş kazaları, 160 milyon insan ise meslek
hastalıkları sonucu ortaya çıkan zararlara maruz kalmaktadır. Dikkatinizi çekerim ülkemiz nüfusunun dört katı kadar
insan her yıl dünyanın dört bir yanında
iş kazaları sonucu yaralanıyor. Ölen işçi
sayısını ele alırsak, ülkemizde nüfusu
1 milyondan fazla kaç tane şehir var?
Dakikada 3-4 işçi ölüyor; işyerlerinde bir
savaş mı yaşanıyor? İnsanlık tarihinin
hangi döneminde hangi savaşta bu kadar
insan ölmüştür. Zavallı çocuk işçilerin
hali ise içler acısı, daha çocukluklarını
yaşayamadan düştükleri geçim derdinde
bedenleri harcanıp gidiyor…
Ülkemizdeki durum ise maalesef pek iç
açıcı değil. SGK verilerine göre; her yıl 80
bin işçi iş kazalarında yaralanmakta, bin
işçi meslek hastalığına yakalanmakta,
1.500 işçi iş kazası sonucu hayatını kaybetmektedir. Ya gerçek veriler ?! Ne yazık
ki gerçek rakamlar bunların üzerinde.
Çünkü bu rakamlar kayıt altına alınabilen
7 milyon kadar çalışana ait veriler, oysa
gerçek çalışan sayısı 20 milyon civarında;
dolayısıyla bu rakamların daha da fazla
olduğu acı ama gerçektir. Trafik veya
terör olaylarındaki kayıplarımızla kıyaslandığında durumun vahameti ve önceliğimizin ne olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu korkunç rakamlar, ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği konusunda çok ciddi çalışmalar ve girişimler yapmamız gerektiğini adeta haykırmaktadır. Bu nedenle
bu sayımızın dosya konusu İş Güvenliği
olarak belirlenmiştir.
Güvenli çalışma ortamı, iş barışının, daha
verimli çalışmanın olduğu kadar hızlı
ve sağlıklı kalkınmanın da ön şartıdır.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde iş
sağlığı ve güvenliği, toplumsal kalkınmanın belirleyici unsurları arasında yer
almaktadır. Çünkü iş kazaları ve mes-
lek hastalıkları sonuçları itibariyle insan
hayatını ve sağlığını tehdit etmesinin
yanı sıra işletmeleri de ağır faturalara
mahkûm etmektedir.
İş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu
gerek maddi ve gerekse manevi kayıplar, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma
çabaları önünde önemli bir engel teşkil
etmektedir. Ödenmesi gereken fatura ise
bu ülkelerin GSMH’nin önemli bir bölümünü teşkil etmektedir.Bazı kaynaklarca,
endüstrileşmiş ülkelerde iş kazaları ve
meslek hastalıklarının toplam maliyetinin,
bu ülkelerin Gayrı Safi Milli Hâsılaları’nın
yüzde 1‘i ila yüzde 3‘ü oranında değiştiği
belirtilmektedir. Ülkemizde ise en iyimser yaklaşımla, iş kazaları ve meslek
hastalıklarının toplam maliyetinin yılda 4
milyar TL olduğu tahmin edilmektedir.
Bu rakamların yanında yaşanılan manevi
kayıpların hiçbir değerle ölçülemeyeceğini de belirtmek gerekir.
İş sağlığı ve güvenliği konusunda son
yıllarda ülkemizde meydana gelen olum-
lu gelişmeleri ve değişimleri hep birlikte takip ediyor; Mimar ve Mühendisler
Grubu olarak görüş ve önerilerimizi her
platformda ilgili makamlarla paylaşıyoruz. Bu gayretin bir yansıması olarak
yoğun iş tempomuza bir ara vererek iş
güvenliği konusuna dikkat çekmek istedik. Bu sayımızda dosya içeriğinde ilginizi
çekecek makaleler bulacaksınız.
Hepimizi ilgilendiren iş güvenliği konusunun tüm taraflarca tartışılması, değerli
akademisyenlerimizin, sektör oyuncularımızın, yöneticilerimizin, sendikalarımızın
ve ilgili kamu kurumlarının katkılarıyla
bu konuda önemli gelişmeler sağlanması
en büyük arzumuzdur. İşletmelerde, üretimde, kar oranları, maliyetler, hizmetin
zamanında ulaştırılması mutlaka önemli;
ama daha önemli bir husus var ki o da
insan hayatı... Lütfen, sağlıklı ve emniyetli
bir iş ortamında çalışmak ve de bizden
hizmet bekleyen insanlara karşı sorumluluklarımızı yerine getirebilmek için ÖNCE
EMNİYET diyelim…
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 31
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik;
“ İŞ GÜVENLİĞİ YASALARLA DEĞİL,
GÜVENLİK KÜLTÜRÜ İLE GELİŞİR”
İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ÖNLEMLERİNİN ALINMASI İÇİN MEVZUAT BAKIMINDAN BİR EKSİKLİĞİMİZİN BULUNMADIĞINI BELİRTEN ÇALIŞMA
VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI FARUK ÇELİK, “BU KONUDAKİ ASIL PROBLEM MEVZUAT HÜKÜMLERİNİN İŞLETMELERCE YETERİNCE
YERİNE GETİRİLMİYOR OLMASIDIR” DEDİ. BU SIKINTININ EN ÖNEMLİ NEDENİNİN GÜVENLİK KÜLTÜRÜNÜN ÜLKEMİZDE YETERLİ DÜZEYDE
OLMAMASI OLDUĞUNU SÖYLEYEN BAKAN ÇELİK, “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ BİR ÜLKENİN GELİŞMİŞLİK DÜZEYİ, SOSYAL YAPISI, SAĞLIK
SİSTEMİ SANAYİLEŞME DURUMU, EĞİTİM SİSTEMİ VE DÜZEYİ GİBİ PEK ÇOK FAKTÖRLE DOĞRUDAN İLİŞKİLİDİR. DOLAYISI İLE İLGİLİ BÜTÜN
TARAFLARIN ORTAK SORUMLULUĞUDUR” DEDİ. BAKAN FARUK ÇELİK İLE İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ALANININ ÜLKEMİZDEKİ DURUMUNU
VE YAPILMASI GEREKENLERİ KONUŞTUK.
SÖYLEŞİ: YILMAZ ADA
İş güvenliği bilincini neden hala insanların bilincine yerleştiremedik?
Bakanlığımız, AB müktesebatının uyumlaştırılması sürecinde Ulusal Programda
yer alan taahhütleri büyük bir gayretle
yerine getirmiş ve mevzuat alt yapısını
oluşturmuştur. Bu çalışmalarla iş sağlığı ve güvenliği konusunda; koruyucu
ve önleyici yaklaşımı esas alan, çalışma
koşullarının sürekli iyileştirilmesi, çalışanların işyerinde yürütülen iş sağlığı ve
güvenliği faaliyetlerine katılımı, çalışanların işyerinde karşılaşılabilecekleri riskler konusunda bilgilendirilmesi ve eğitimi
gibi unsurları ön plana çıkaran çağdaş
düzenlemeler hayata geçirilmiştir. Fakat
yıllardır uluslararası ve ulusal düzeyde
yürütülen çalışmalara rağmen, iş sağlığı
ve güvenliği konusunda ne yazık ki istenen düzeye gelinememiş olup istatistikler
de bu durumu doğrulamaktadır.
Son 5 yıllık istatistiklere bakıldığında 2005
yılına göre 2009 yılında; işyeri sayısında
yüzde 29, çalışan sayısında ise yüzde
31’lik bir artış meydana gelmiş yani iş
gücü piyasasında büyüme sağlanmıştır.
Yine aynı yıllarda 100 bin işçide iş kazası
oranında yüzde 33, ölümlü iş kazası oranında yüzde 17 ve iş günü kayıplarında ise
yüzde 11.6 azalma izlenmektedir
İstatistiklerde görülen bu iyileşmeye rağmen verdiğimiz rakamlardan da anlaşılacağı üzere iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu maddi ve manevi kayıplar, ülke ekonomisi açısından fevkalade
önemli boyutlara ulaşmaktadır. Bunun
32 M‹MAR VE MÜHEND‹S
en önemli nedeni toplumda bu konuda
duyarlılığın ve bilincin yerleşmemiş olması ve bana bir şey olmaz felsefesinin ne
yazık ki devam ediyor olmasıdır.
Ancak biz sağlıklı ve güvenli çalışma
şartlarının sağlanması, devamlılığı, iş
kalitesinin artırılması ve bunlara bağlı
olarak iş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesinin sadece yasal düzenlemelerle mümkün olmadığı, konunun
hepimizin ortak sorumluluğu olduğu ve
tüm toplumda güvenlik kültürünün oluşturulması ile başarılabileceği yaklaşımını
esas almaktayız. Nitekim kuralcı yaklaşımdan ziyade iyileştirici ve geliştirici
bir yaklaşımın benimsenmesi, mevzuatın
uyulması gereken bir zorunluluk olarak
algılanması yerine sağlık ve güvenliğimizi
destekleyici bir araç olarak görülmesi
durumunda İSG konusunda sürekli iyileşme ve gelişme sağlanabileceğini vurgulamak isterim.
Gelecekte İSG konusunda ileri seviyelere yükselmemiz için neler yapmayı
planlıyorsunuz?
İş kazası ve meslek hastalıklarının önlenmesinde iş sağlığı ve güvenliği kültürünün
gelişmesi ve farkındalığın ortaya çıkartılması önemli bir etkendir. Fakat yetişkin
insanlarda belli alışkanlıkları değiştirmek
çok zor. Bunun için konuya küçük yaşlardan başlayarak eğilmek gerekiyor. Bunun
için de eğitim öne çıkmaktadır. Hatta
okul öncesinden başlayarak ilköğretim,
lise ve üniversitede verilecek iş sağlığı ve
güvenliği eğitimleri iş sağlığı ve güvenliği
kültürünün gelişmesine büyük katkıda
bulunacaktır.
Okul öncesinden başlayarak ilköğretimlere verilecek iş sağlığı ve güvenliği
eğitimlerinin önemine olan inancımız ile
öğrencilerin iş sağlığı ve güvenliği hakkında genel bir fikir edinmelerini sağlamak,
kendisinin ve ailesinin yaşantılarında
sıklıkla karşılaştıkları sağlık ve güvenlik
konuları ile ilgili olarak bilinçlendirmek ve
farkındalıklarını arttırmak amacıyla ikisi
ilköğretim dördüncü sınıf öğrencilerine,
biri ilköğretim altıncı sınıf öğrencilerine,
biri ise okul öncesi 6 yaş grubuna yönelik
İSG eğitimleri düzenlenmiştir.
Ayrıca ülkemizdeki, 3308 sayılı Mesleki
Eğitim Kanunu kapsamında yer alan,
mesleki okullarda eğitim gören gençlerimizin ve eğiticilerinin iş sağlığı ve güvenliği kavramının önemi hakkında bilinçlendirilmesi, geleceğin çalışanlarında
bugünden güvenli yaşam bilincinin oluşturulmasına yönelik 2006 ve 2009 yılında
protokol çalışmaları yürütülmüştür.
Bu kapsamda 2006 yılında 10 ilde meslek
liselerine yönelik seminerler düzenlenmiş ve yaklaşık 4000 öğrenciye ulaşılmıştır. 2009 yılındaki protokol kapsamında
ise öncelikle MEB tarafından düzenlenen
“Yönetim Seminerleri” programı çerçevesinde 8 ilde toplam 741 okul yöneticisine
bu konuda eğitim verilmiştir. Daha sonraki aşamada ise en riskli sektörlerimizde
istihdam edilmek üzere eleman yetiştiren iki okul pilot okul olarak seçilmiş
ve bu okullardaki atölye ve meslek dersi
öğretmenlerine İSG konularını ihtiva eden
eğiticilerin eğitimi programı uygulanmıştır. Protokol kapsamında bir İSG rehberi
oluşturulmuş ve meslek liselerine yaygınlaştırma çalışmaları başlatılmıştır.
Türkiye’deki iş kazaları oranının azaltılması konusunda neler yapmayı planlıyorsunuz?
Çalışma hayatı ile ilgili mevzuatın uygulanmasının devlet tarafından denetlenmesi, teftişi ve izlenmesi İş Teftiş Kurulu
Başkanlığı tarafından yerine getirilmektedir.
İş teftişinin ana amacı çalışanları korumaya yardımcı olmak, çalışma hayatı ile
ilgili mevzuatın uygulanıp uygulanmadığını izlemek ve denetlemektir.
İş Teftiş Kurulu Başkanlığı, mevzuatın
kendisine yüklediği görevleri yerine getirirken kurumsal kapasitesi - iş müfettişlerinin farklı branşlardan olması, nitelikli, alanında uzmanlaşmış ve deneyimli
personelin varlığı - ile gerek iş sağlığı
ve güvenliği alanında, gerekse çalışma
koşullarının işçiler açısından iyileştirilmesi konularında sosyal taraflar arasında
köprü vazifesi görerek çalışma barışına
katkıda bulunmaktadır.
İş Teftiş Kurulu Başkanlığı aynı zamanda, çalışma hayatıyla ilgili işverenlerin,
işçilerin ve diğer ilgililerin bilinçlerinin
İş kazaları ve meslek hastalıklarına bağlı insani ve ekonomik
kayıpları azaltmanın yolu, tarafların üzerine düşenleri eksiksiz
olarak yerine getirmesi ve toplumda güvenlik kültürünü
oluşturulması ile mümkün olacaktır.
artırılması ve çalışma hayatının getirdiği
karşılıklı yükümlülüklerin yerine getirilmesi için yardımcı olmaktadır.
Bir ülke için müfettiş sayısı tespit edilirken dikkate alınacak hususlar şunlardır:
-Teftiş kapsamındaki işyeri sayısı
-Teftiş kapsamındaki çalışan sayısı
-Teftiş kapsamındaki işyerlerinin özellikleri (ülkenin genel ekonomik yapısı, işyeri
büyüklükleri, ağırlıklı sektörler)
-Teftiş konuları (iş sağlığı ve güvenliği, iş
ilişkileri, iş psikolojisi, vb.)
-İş teftiş biriminin diğer görevleri
-Uygulanması denetlenen mevzuatın
genişliği ve derinliği,
Önlemenin, ödemekten daha insanî ve
daha ekonomik olduğu, çalışma barışının
sağlanmasının toplumların gelişmelerine ve sosyal refahlarının artmasına olan
etkilerinin önemi gerçeğinden hareketle,
işyeri çalışma ortamı ve şartlarından kaynaklanan;
- Mesleki risklerin önlenmesine,
- Sağlık ve güvenliğin korunmasına,
- Risk ve kaza faktörlerinin ortadan kaldırılmasına,
- İş ilişkilerinin iyileştirilmesine,
- İş sağlığı ve güvenliği ile iş ilişkileri
konusunda işveren ve işçilerin bilgilendirilmesine,
- Yaş, cinsiyet ve özel durumları sebebi ile
özel olarak korunması gereken kişilerin
korunması ve çalışma şartlarının iyileştirilmesine,
- Güvenlik kültürü ve sosyal sorumluluk
konusunda bilinç oluşturulmasına, katkı
sağlamanın en önemli unsuru klasik teftiş anlayışından uzaklaşmaktır.
Bu nedenledir ki iş müfettişleri işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili hükümlerin uygulanmasını sağlamaya yönelik olarak, işverenleri gerekli önlemleri almaya
özendirmekte ve yol göstermektedir.
Ülkemizde iş kazalarının;
-AB ve ILO normları doğrultusunda ve
dünya standartları seviyesinde olan İş
sağlığı ve güvenliği milli mevzuatımızda,
kapsam yetersizliği, sistem yaklaşımı ve
önleyici-koruyucu anlayış konularındaki
düzenlemelerin tamamlanmasıyla,
-İşverenler ve kuruluşları; mevzuatı anlama ve uygulama konusunda ilgili kamu
kuruluşları ile işbirliği ve yardımlaşma
içinde üzerine düşeni yapmakla,
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 33
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
amacıyla çalışmalarımıza hız verilmiştir.
Genişleyen iş sağlığı ve güvenliği kavramı
içinde; iş sağlığı ve güvenliği önlemleri
sadece üretim tesislerinde çalışanlar için
değil tüm çalışanlar için gereklidir. Bu
nedenle hazırlanan Yasa Tasarısının getireceği en önemli yenilik tüm çalışanları
kapsam altına alacak olmasıdır. Kanun
ile getirilecek diğer yenilikler ise çalışan
tanımının getirilmesi, iş güvenliği uzmanı
tanımı yapılması, risk değerlendirmesi
tanımı yapılması, çalışma ortamı ile ilgili
faktörlerin etkilerini kapsayan genel bir
önleme politikasının geliştirilmesi, İSG
ile ilgili hizmetlerin işyerinde bu görevleri yürütebilecek personel bulunmaması
halinde, dışarıdan, aynı nitelikteki yeterlik
belgesi olan uzman kişi veya kuruluşlardan alınabileceği şeklinde sıralanabilir.
-Çalışanlar ve teşkilatları mevzuatla
kazandıkları haklar ve yükümlülükler ile
ilgili konularında kendilerinden bekleneni
vermeye çalışmakla,
gelişmiş ülkeler seviyesine gelinebileceği
düşünülmektedir.
Kısaca iş kazaları ve meslek hastalıklarına bağlı insani ve ekonomik kayıpları azaltmanın yolu, tarafların üzerine
düşenleri eksiksiz olarak yerine getirmesi
ve toplumda güvenlik kültürünü oluşturulması ile mümkün olacaktır.
Sonuç olarak, ülkemizdeki iş kazası sayısının azaltılmasının, “İş Teftiş Kurulu
Başkanlığı’nın iş müfettişi ve teftiş sayısını artırmakla” sağlanamayacağı açıktır.
Bu sorunun çözülebilmesi için toplumun
çalışma hayatında yer alan bütün aktörlerinin birlikte uyum içinde çalışması ile
sağlanabileceği düşünülmektedir.
Mevzuatın sorunlu olduğu bir yapıda,
sağlıklı bir uygulama ve etkin bir iş
denetiminin sağlanmasından bahsetmek zordur. Bununla ilgili stratejiniz
nelerdir?
Özellikle iş sağlığı ve güvenliği alanında
mevzuatta dağınıklık ve karışıklık olduğu
ya da mevzuatın sorunlu olduğu söyleminize katılmadığımı ifade etmek isterim.
Aksine iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınması için mevzuat bakımından
bir eksikliğimiz bulunmuyor. Bu konudaki asıl problem mevzuat hükümlerinin
işletmelerce yeterince yerine getirilmiyor
olmasıdır. Bu sıkıntının en önemli nedeni
ise sıklıkla bahsettiğimiz gibi güvenlik
kültürünün ülkemizde yeterli düzeyde
34 M‹MAR VE MÜHEND‹S
olmamasıdır. Bakanlığımız sadece mevzuatın hazırlanması değil onun uygulanmasını kolaylaştırmak ve desteklemek,
işletmeler ve toplumsal düzeyde bilinçlendirmeyi sağlamak amacıyla birçok faaliyeti ülke çapında yürütmektedir. Ancak
unutulmamalıdır ki bu çalışmalarımızın
başarıya ulaşması için çalışma hayatının
asıl aktörleri olan işveren ve işçiler başta
olmak üzere diğer ilgili paydaşlarımızın desteği ve katılımı ile iş kazaları ve
meslek hastalıklarının önüne geçilmesi
mümkün olacaktır.
İSG Kanunu çalışmaları hangi aşamada
ve neler getirecek? Özellikle taşeronlaşmada, iş güvenliği konusunda ne tür
düzenlemeler gelecek?
AB’nin 89/391/EEC sayılı Çerçeve
Direktifi ile ILO’nun 155 ve 161 sayılı Sözleşmelerinin gereğini karşılayacak
bir yasal yapının oluşturulabilmesi için
İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun Taslağının
hazırlanmasına yönelik çalışmalar 2005
yılında başlatılmıştır.
İSG Kanunu ile birlikte mevcut iş sağlığı
ve güvenliği hizmetlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması, işyerlerinde risk
değerlendirmesi, bilgilendirme, danışma
ve katılımı esas alan bütünsel bir yasal
yapı oluşturulması iş sağlığı ve güvenliği
için adımlardan en önemlisi olacaktır. Bu
çözüm doğrultusunda Yasa Tasarısı hazırlanmış ve Başbakanlığa gönderilmiştir.
Ancak Taslağın yasalaşma sürecindeki
gecikme ve değişen şartlar dikkate alınarak yeniden ele alınması ihtiyacı oluşmuş
ve Kanunun en kısa sürede yayınlanması
Kazaların çokça yaşandığı inşaat ve
maden sektörleri gibi. alanlarda İSG
ihmallerinin azaltmaya yönelik Bakanlığınızın stratejisi nedir, nasıl yaptırımlar
planlanıyor?
Sizin de bahsettiğiniz gibi özellikle iş
kazalarının sıklıkla meydana geldiği sektörler başta olmak üzere pek çok sektöre
ya da çalışma alanına yönelik mevzuat
yayınlanmış ve uygulanmaktadır. Bu mevzuattan da göreceğiniz gibi işyerlerinde iş
sağlığı ve güvenliği yönünden her türlü
tedbiri almak işverenlerin sorumluluğundadır. Biz de Bakanlık olarak iş sağlığı ve
güvenliği alanındaki mevzuatı hazırlarız,
mevzuat doğrultusunda alınan tedbirlerin
uygulanmasını izleriz ve denetim yaparız.
Mevzuat incelendiğinde uluslararası standardlara uygun, çağdaş bir yaklaşımın
esas alındığı görülecektir. Ancak, sağlıklı
ve güvenli çalışma şartlarının sağlanması, devamlılığı, iş kalitesinin artırılması
ve bunlara bağlı olarak iş kazaları ve
meslek hastalıklarının önlenmesi sadece
yasal düzenlemelerle mümkün değildir.
Mevzuat sağlık ve güvenliğimizi destekleyici bir araçtır. Bakanlık olarak; sağlık ve
güvenlik bilincinin oluşmasının bugünden
yarına oluşabilecek bir durum olmayıp,
çalışma hayatının temel aktörlerinin birlikte hareket edeceği uzun erimli çabalar
gerektirdiğinin bilincindeyiz. Bu nedenle önemli bir kısmı önlenebilir olan iş
kazalarının daha da azaltılması amacıyla
Bakanlığımız tarafından yürütülen çalışmalar aralıksız devam edecektir.
ILO tarafından iş sağlığı ve güvenliği
konusunda kabul edilen 20 sözleşmenin
6’sını imzalayan Türkiye diğer anlaşmalar ne zaman imzalayacak ve bu sözleşmeleri imzalamanın ülkemize neler
kazandıracağı veya ne tür yükümlülüklere gireceğinden bahseder misiniz?
2006 yılında yürürlüğe girmiş olan
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün C187 “İş
Sağlığı ve Güvenliğini Geliştirme Çerçeve
Sözleşmesi” 1981 yılında yürürlüğe giren
ve sonrasında ülkemiz tarafından onaylanan “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma
Ortamı Hakkında 155 Sayılı Sözleşmesi’ne
müteakip çıkarılmış, bu sözleşmenin ana
hatlarını belirleyen Çerçeve Sözleşme’dir.
14 maddelik Çerçeve Sözleşmenin özünü
oluşturan ilk 5 Maddesi birebir irdelendiğinde; ülkemizin İş Sağlığı ve Güvenliği
alanında gerek AB Müktesebatının uyumlaştırılması gerekse taraf olduğu ilgili
ILO Sözleşmeleri kapsamında yürüttüğü çalışmalarla örtüştüğü, Uluslararası
Çalışma Örgütü’nün işleyişinde esas
aldığı ve Sözleşmede sürekli vurgulanan
Devlet-İşçi-İşveren işbirliğinin, mevcut
faaliyetlerimizin her safhasında yer aldığı
görülmektedir.
İşverenlere, çalışanlara, kişisel koruyucu malzeme piyasasına ve İSG konularında hizmet veren özel sektör kuruluşlarına ne tür düzenleme ve yaptırımlar
planlanmaktadır?
Bakanlığımız sorumluluk alanında kişisel
koruyucu donanımlarla ilgili iki düzenleme bulunmaktadır. İlki 4857 sayılı İş
Kanunun 78.nci maddesi gereği çıkarılan” Kişisel Koruyucu Donanımların
İşyerlerinde Kullanılması Hakkında
Yönetmelik (89/656/EEC) ile Gümrük
Birliği anlaşması gereği uyumlaştırılması gereken mevzuattan olan ve malların
serbest dolaşımını düzenleyen Kişisel
Koruyucu Donanım Yönetmeliği (89/686/
EEC)’dir.
Ürünlere CE uygunluk işaretinin iliştirilmesi ve kullanılmasına dair genel hükümler kişisel koruyucu donanım mevzuatında yer almaktadır. Koordinasyonu sağlayan DTM tarafından yayımlanan 4703
sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuat’ın
Hazırlanması ve Uygulanmasına Dair
Çerçeve Kanun, esas itibarıyla piyasaya sadece teknik düzenlemesine uygun
ve güvenli ürünlerin arz edilebilmesi
için yetkili kuruluşların, imalatçıların ve
uygunluk değerlendirme kuruluşlarının
görevlerini belirlemektedir.
Bakanlığımız sadece mevzuatın hazırlanması değil onun uygulanmasını kolaylaştırmak ve desteklemek, işletmeler ve toplumsal düzeyde bilinçlendirmeyi sağlamak amacıyla birçok
faaliyeti ülke çapında yürütmektedir. Ancak unutulmamalıdır
ki bu çalışmalarımızın başarıya ulaşması için çalışma hayatının asıl aktörleri olan işveren ve işçiler başta olmak üzere
diğer ilgili paydaşlarımızın desteği ve katılımı ile iş kazaları
ve meslek hastalıklarının önüne geçilmesi mümkün olacaktır.
Bakanlığımızın PGD elemanlarınca kişisel
koruyucu donanımların piyasa gözetimi
ve denetimi faaliyetlerinin sürdürülmesine devam edilecektir. Uygulanan ya da
uygulanacak yaptırımlar ilgili mevzuatta
belirtilmiştir.
Eylül ayında yapılacak olan 19. Dünya İş
Sağlığı ve Güvenliği kongresi, katılacak
ülkeler ve ülkemiz için ne gibi kazanımlar sağlayacak?
11 – 15 Eylül 2011 tarihleri arasında
yapılacak kongre ve beraberinde açılacak olan fuar; ülkemizde 56 yıl sonra
ilk kez yapılmaktadır. 1955 yılında başlayan Dünya Kongresi bugüne kadar 18
farklı ülkede yapılmış olup ülkemizde
ve yakın coğrafyamızda hiç yapılmamıştır. Kongrenin hangi ülkede yapılacağı
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve
Uluslararası Sosyal Güvenlik Kuruluşları
Birliği (ISSA) tarafından belirlenmektedir.
Kongre kapsamında 67 adet farklı konuda
teknik oturum tertip edilmektedir. Bu
teknik oturumlar, Avustralya, Japonya,
Güney Kore, Finlandiya, Avusturya,
Almanya, İspanya, İngiltere, İtalya ve
İsviçre gibi gelişmiş ülkelerden iş sağlığı
ve güvenliği alanında çalışan 14 uluslararası ve ülkemizdeki 11 farklı organizasyon
tarafından gerçekleştirilecektir.
Kongre ve fuar sayesinde iş sağlığı ve
güvenliği alanında söz sahibi uluslararası
uzmanlar, kurum ve kuruluşlar ülkemize
gelerek bilgi paylaşımı, iyi uygulamaların aktarılması, yeni ürün ve hizmetlerin
sunulması için bir zemin oluşturacaklardır.
Kongrenin ana parolası “Sağlıklı ve
Güvenli Bir Gelecek İçin Küresel Güvenlik
Kültürünü Oluşturalım” olarak belirlenmiştir. Kongre parolasına bağlı olarak iş
sağlığı ve güvenliği alanında gündemdeki
temel sorunları kapsayacak şekilde tespit
edilen “Kongre Ana Konu Başlıkları” aşağıda verilmiştir:
•İş Sağlığı ve Güvenliğine Kapsamlı,
Planlı ve Önleyici Yaklaşımlar,
•İş Sağlığı ve Güvenliğine Sistem
Yaklaşımı,
•İş Sağlığı ve Güvenliğinde Sosyal Diyalog,
Ortaklıklar ve Yenilikler,
•Küresel Ekonomi ve Değişen İş
Dünyasında Ortaya Çıkan Yeni Güçlükler.
Kongrede diğer dillerden Türkçeye simultane tercüme imkanı sağlanacak olup
yabancı dil az bilen veya bilmeyen diğer
ülkemiz katılımcıları için de bu kongreden
yararlanma imkanı olacaktır.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 35
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
TÜRKİYE’DE İŞ SAĞLIĞI
GÜVENLİĞİ’NİN DURUMU
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
GÜNÜMÜZDE TÜM SEKTÖRLERDE İŞ HIZI GEÇMİŞE NAZARAN SON DERECE ARTMIŞTIR. İŞ BİTİRME HIZINDAKİ
BU ARTIŞ SEKTÖRLERDEKİ MAKİNELEŞME ORANI İLE DOĞRU ORANTILI OLARAK HAREKET ETMEKTEDİR.
MAKİNELERİN KATKISI İLE OLAN İŞ HIZINDAKİ VE VERİMİNDEKİ BU ARTIŞ, İŞVERENİN TERCİHLERİNİ
MAKİNELEŞME LEHİNE DEĞİŞTİRMEKTEDİR. İŞ HAYATINDA MAKİNELEŞME ORANININ ARTIŞI DA İŞ SAĞLIĞI
VE GÜVENLİĞİ AÇISINDAN BİR TAKIM TEHLİKELERİ DE BERABERİNDE GETİRMEKTEDİR. ZİRA ÖZELLİKLE AĞIR
SANAYİLERDE KULLANILAN MAKİNELER DEVASA BOYUTLARDA OLABİLMEKTE VE YAPILAN BİR HATA CİDDİ
YARALANMA VEYA ÖLÜMLE SONUÇLANABİLMEKTEDİR.
Yasin KARAGÖZ,
Gemi İnşaa Müh.
Sunullah DOĞMUŞ
Makine Müh.
TÜRKİYE’DEKI İŞ KAZALARINA
GENEL BIR BAKIŞ
İş kazası kökenli ölümleri, kaza anında meydana
gelen ve meslek hastalığı sonucu meydana gelen
olmak üzere 2 sınıfa ayırmak mümkündür. Resmi
kayıtlara göre ülkemizde meslek hastalığı kökenli
ölümler son derece az olmakla beraber son yıllarda
sıfıra yakın bir düzeye inmiştir. Buna karşın kaza
anında oluşan ölümlerin miktarında ciddi bir değişim görülmemektedir.
İş kazalarının sıklığı sektörün ağırlığı ve makine
kullanımı ile paralellik göstermektedir. Mesela Türkiye’deki lokomotif sektörlerden biri olan inşaat
sektöründe meydana gelen yapı makineleri kökenli
kazalar tüm iş kazalarının yüzde 11’i kadardır.
Bunun yanında TÜİK’in 2007 yılında yaptığı bir araştırmaya göre 2006-2007 yılları arasında meydana
gelen iş kazalarının yüzde 10,1’lik bir kısmı madencilik ve taşocakçılığı sektörlerinde meydana gelmiştir. Hâl böyle iken kaza anında ölüm oranını asgari
düzeye çekmek için iş makineleri kökenli kazaları
azaltmaya yönelik ciddi bir çalışmaya girilmediği
Grafik 1’den de anlaşılmaktadır.
İŞ KAZALARINI ÖNLEMEYE
YÖNELİK TEDBİRLER
Ülkemizde iş kazalarını önlemeye yönelik ciddi tedbirler alınması gerekmektedir. Bu tedbirlerin ilki ve
en önemlisi insanların iş sağlığı ve güvenliği bilinci
kazanmalarıdır. Öncelikle işçiler ile direkt bağlantı
içinde olup onlarla mesai harcayan mühendislerin
bu konuda bilinç sahibi olması gerekir. Mühendislerde bu bilinç olmadan işçilere bilinç aşılanması
mümkün değildir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği bilin-
36 M‹MAR VE MÜHEND‹S
cinin aşılanması için mühendisler ve işçiler periyodik olarak eğitimlere tâbi tutulmalıdır. Bundan
sonra dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise
makinelerin yalnızca lisanslı operatörler tarafından
kullanılmasının sağlanması ve makinelerin sürekli
bakıma tâbi tulmasıdır. Türkiye’de birçok kurum
çeşitli iş makineleri için operatör eğitimi vermektedir. Bu kurumlardan eğitim alan lisanslı operatörlerin istihtam edilmesi kaza ihtimalini asgari düzeye
çekebilmek için son derece önemlidir. Bunun yanında her iş kazası insan kaynaklı değildir, makine
kaynaklı kazalar da azımsanmayacak derecededir.
Dolayısıyla makinelerin bakım onarımının belirli
periyotlarda yetkili servislere yaptırılması da son
derece önemlidir. Bunların sağlanması için tüm
dünyadaki tecrübelerin birleştirilmesi sonucu oluşmuş (OHSAS 18001 gibi) bazı standartlar mevcuttur.
Bu standartların mevzuatla uyumlu olarak etkin
bir şekilde uygulandığı İsveç, İngiltere ve A.B.D gibi
gelişmiş ülkelerde iş kazaları diğer ülkelere nazaran daha düşük seviyelerdedir.
İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KÜLTÜRÜ VE
TOPLUMSAL KALKINMA
Birçok alanda olduğu gibi İSG konusunda da Ülkemizin durumu hakkında karamsar bir tablo çizmek
mümkün; ancak umut veren örnekler de yok değil.
Örneğin yabancı ortaklı şirketlerde çalışan işçilerimizin, kurulu sisteme ayak uydurmada, İSG Yönetim
Sistemi’nin gereklerini yerine getirmede hiç de
zorlanmadıkları çeşitli platformlarda dile getirilmektedir. Daha genel bir örnek olarak, yurt dışında
çalışan insanlarımız çalıştıkları ülkelerde genelde
kurallara uyarken maalesef bazıları ülkemize giriş
yaptıktan sonra bu tutumlarından uzaklaşarak tam
tersi davranış göstermeleri verilebilir. Ki sınır kapılarımızda bunun bariz örneklerini görmek mümkün;
öncesinde çevreye bir şey atılmazken sınır kapımız
geçildikten sonra her türlü çöp yol kenarlarına
atılmaktadır. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere
etkin bir sistem oluşturulabilirse insanımız bu sistemlere ayak uyduracak, arzu edilen gelişmişlik
seviyesine ulaşılacaktır. Yapılan yasal düzenlemeler
umut verici fakat yeterli değil, sıkı denetimlerle
uygulamalar takip edilmelidir. İSG konusunda toplumsal bir kültür devrimi sağlanması gerekiyor.
İSG sonuçları itibariyle sadece çalışan işçileri ilgilendiren bir konu değildir, toplumun tüm kesimini
ilgilendirir. Dolayısıyla İSG sorunlarının çözümü için
sadece işçilere yönelik faaliyetler yeterli olmayacaktır. Güvenli davranış kültürü toplumun her kesimince benimsenmesi ve çocukluktan itibaren ailede
temelleri atılması; devamında anaokulunda, ilk ve
orta öğrenimde işlenerek pekiştirilmesi gereken bir
davranış biçimidir. Bu noktada bazılarımız okullarda
İSG dersi okutulsun diye düşünebilir ki hali hazırda
meslek liselerinde İSG dersi okutulduğunu ama
yetersiz olduğunu söyleyebiliriz. Sadece okullarda
İSG dersi okutmak güvenli davranış kültürü oluşturma beklentimizi karşılamayacaktır. Hatta meslek
liseleri haricinde diğer ilk ve orta öğretimlerde İSG
dersi itici bile gelebilir. Bunun yerine ana derslerde
çocuklarımızın bilinçaltına hitap edecek şekilde İSG
konusu işlenebilir. Bu konuda pedagoglarımızdan
destek alınabilir. İSG konusunda toplumsal bir
kültür devrimi sağlanmasında medya desteğinin
katalizör etkisi olacaktır. Şöyle ki yabancı filmlerin
ekseriyetinde filmin kahramanlarını, riskli bir iş
yaparken mutlaka işin gerektirdiği kişisel koruyucuları kullanıyor olarak görüyoruz; hatta çizgi
filmlerde dahi… Tüm bunlar insanların özellikle
de çocukların bilinçaltına hitap eden ve saatlerce
hatta günlerce verilecek eğitimlerden daha etkili
sonuç alınacak önemli mesajlardır. Bu manada
bizim medyamıza yapımcılara önemli sorumluluklar
düşmektedir. Filmlerde güvenli davranış konusunu
mutlaka senaryolarında gözetilmelidir. Ülkemizde
iş sağlığı ve güvenliği konusunda bilinç seviyesini
yükseltmek için atılacak en önemli adım üniversitelerimizde bu konuya ağırlık verilmesi olacaktır. Zira
piyasada, özellikle de sahada çalışan mühendislerin
çok büyük bir kısmı yalnızca lisans mezunudur. Bu
mühendislere iş sağlığı ve güvenliği konusunda
bilinç kazandıracak en önemli kurumlar da üniversitelerdir. Ancak maalesef ülkemizde üniversitelerin bu konuya gereken önemi henüz vermediği
ortadadır. İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde
inşaat sektörü üzerine yapılan bir araştırmaya göre
üniversitelerin konu ile ilgili lisans düzeyindeki
müfredatları, ders sayısı ve ders içeriği incelenip bir
tasnif yapıldığında araştırmaya konu olan 38 üniversitenin yalnızca 6 tanesinin yeterli, 19 tanesinin
kısmen yeterli ve 13 tanesinin de yetersiz seviyede
olduğu görülmüştür. Çalışmaya göre içeriğinde
sahada can güvenliği açısından en önemli dersler
olan inşaat makineleri ve iş sağlığı ve güvenliği
derslerinin bir bütün olarak hak ettikleri değeri
6 üniversite hariç hiçbir üniversitede göremedikleri tespit edilmiştir. Üstelik özellikle iş sağlığı ve
güvenliği dersini müfredatında bulunduran üniversitelerin de bunu seçmeli ders statüsünde bulundurması bu kadar önemli bir konunun ülkemizde
Ülkemizde iş
kazalarını
önlemeye
yönelik ciddi
tedbirler
alınması
gerekmektedir.
Bu tedbirlerin
ilki ve en
önemlisi
insanların
iş sağlığı ve
güvenliği bilinci
kazanmalarıdır.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 37
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
Filmlerde
güvenli
davranış
konusunu
mutlaka
senaryolarında
gözetmelidirler.
Ülkemizde
iş sağlığı ve
güvenliği
konusunda
bilinç seviyesini
yükseltmek
için atılacak en
önemli adım
üniversitelerimizde bu
konuya ağırlık
verilmesi
olacaktır.
38 M‹MAR VE MÜHEND‹S
üniversite düzeyinde bile gereken ilgiden ne kadar
uzak olduğunun bir göstergesidir. Diğer yandan
toplumsal kalkınma ancak toplumsal gelişimle sağlanabilir. Grigory Petrov Beyaz Zambaklar Ülkesinde isimli eserinde Finlandiya örneğinde, bir milletin
tüm imkânsızlıklara ve elverişsiz doğa koşullarına
rağmen, bir avuç aydının önderliğinde; askerlerden din adamlarına, profesörlerden öğretmenlere,
doktorlardan işadamlarına, üreticiden subaylara
kadar her meslekten insanın halkla omuz omuza bir
dayanışma sergileyerek ülkelerini geri kalmışlıktan
kurtarmak için nasıl büyük bir uygarlık mücadelesi
verdiklerini, tüm insanlığa örnek olacak bir şekilde
gözler önüne sermektedir. Kitapta anlatılan mücadele örneği genel olarak ülkemizin içinde bulunduğu gelişim sürecinde halk gücüyle kalkınmasına ve
toplumsal dayanışma ruhuna vesile olması açısından çok önem taşımaktadır. Özel olarak da çalışma
hayatında yaşanan olumsuzluklara, kalite, iş sağlığı
ve güvenliği sorunları karşısında karamsarlığa kapılan gönüllere ilham kaynağı olacaktır.
İŞVEREN VE İŞVEREN VEKİLİNİN
HUKUKİ SORUMLULUKLARI
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusu tüm dünyada
olduğu gibi ülkemizde de önemi gittikçe artan
bir konudur ve bu konuda yasal düzenlemeler de
mevcuttur. Türkiye, sosyal bir devlet olduğu için
mevzuatındaki yasal düzenlemeler işçi lehinedir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun özellikle 77. maddesine
göre işverenin üç tane yükümlülüğü çok açık ve net
bir şekilde belirtilmiştir: İlk olarak işveren; işçinin
sağlığı ve güvenliğini muhafaza etmek için her türlü
önlemi almak, araç-gereçleri eksiksiz bulundurmak zorundadır. İkinci olarak alınan önlemlerin
uygulanıp uygulanmadığını ve işçilerin bu önlemlere
uyup uymadığını sürekli denetlemekle yükümlüdür.
Üçüncü olarak ise işçilere sosyal haklarını öğretmek, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili eğitimler vermek
ve iş yerindeki tehlikeler konusunda onları bilgilendirmekle yükümlüdür. Yine İş Kanunu’nda geçen
işveren vekili ifadesi “İşveren adına hareket eden
ve işin, işyerinin ve işletmenin yönetiminde görev
alan kimseler” olarak tanımlanmaktadır. Yürürlükten kaldırılmış olan 1475 sayılı İş Kanunu’nda
tüm sorumluluk işverene ait iken 4857 sayılı İş
Kanunu’nda bir sorumluluk paylaşımı vardır. Dolayısıyla iş sağlığı ve güvenliği konusu hukuki açıdan
hem işvereni hem de işveren vekilini direkt olarak
ilgilendiren çok önemli bir husustur.
SONUÇ
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusuna olan yaklaşım
en başta, insana verilen değerin bir göstergesidir.
Bunun yanında ülkenin iş gücü ve ekonomik gücünü
etkileyen son derece önemli bir konudur. Gelişmiş
ülkelerde iş kazası oranının gelişmemiş ülkelere
nazaran daha düşük seviyede olması da bunun bir
göstergesidir. Ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği
konusu hak ettiği seviyeye gelme yolunda hızla
ilerlemektedir. Burada sorumlulara düşen bugün
birçok müessesede olduğu gibi konuyu formalite
gereği yüzeysel olarak ele almak değil işin insani
boyutunu ön planda tutarak hukuki boyutunu da
akıldan çıkarmayarak üzerine düşeni yapmaktır.
Eğer iş sağlığı ve güvenliği konusunda sorumlular
gerekli bilinç seviyesine ulaşırsa iş kazalarını asgari
düzeye çekmek mümkün olabilecektir. Bu da ülkemizin hem maddi hem de manevi açıdan bir kazancı
olacaktır.
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ALANI
YENİDEN DÜZENLENMELİ
BİLİM, TEKNOLOJİ, KALKINMA VE SANAYİLEŞME SÜREÇLERİNDEKİ OLUMLU GELİŞMELERİN DE İŞ SAĞLIĞI VE
GÜVENLİĞI SÜREÇLERİNE AYNEN YANSIMASI GEREKMEKTEDİR. AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİ İÇİNDE YAPILAN UYUM
ÇALIŞMALARI, BU ALANDA ÜLKEMİZDE BIR HAREKETLİLİK YARATMIŞTIR. İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ALANINDA
MEVCUT AB-ULUSAL YASALAR DETAYLI ÖNLEMLER YERİNE KORUYUCU AMAÇLAR/HEDEFLER FİKRİNE
DAYANMAKTADIR. DETAYLI DÜZENLEMELERİN MADEN İŞYERLERİNDE YAPILMASI GEREKMEKTEDİR.
Burhan ERDİM
Maden Mühendisi
İş Sağlığı ve Güvenliği
Uzmanı
40 M‹MAR VE MÜHEND‹S
İ
ş kazaları ve meslek hastalıkları gerek dünyada
gerekse ülkemizde, binlerce insanın yaşamını
yitirmesine, sakat kalmasına ve ciddi ekonomik
kayıplara yol açmakta çalışma yaşamının artarak
devam eden bir sorunu olarak varlığını devam ettirmektedir. ILO kaynaklarına göre her yıl 1,2 milyon
kadın ve erkek iş kazaları ve meslek hastalıkları
dolayısıyla hayatını kaybetmektedir. Yine aynı kaynaklara göre her yıl 250 milyon insan iş kazaları,
160 milyon insan ise meslek hastalıkları sonucu
ortaya çıkan zararlara maruz kalmaktadır. Bazı
kaynaklarca, endüstrileşmiş ülkelerde iş kazaları
ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin, bu
ülkelerin Gayrı Safi Milli Hâsılalarının yüzde 1’i
ila yüzde 3’ü oranında değiştiği belirtilmektedir.
Ülkemizde ise iş kazaları ve meslek hastalıklarının
toplam maliyeti, 2008 yılında 4 milyar 875 milyon lira
olmuştur. Bu rakamlardan da anlaşılacağı üzere,
iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu maddi ve
manevi kayıplar, ülke ekonomisi açısından fevkalade önemli boyutlara ulaşmaktadır. İş sağlığı ve
güvenliği ile ilgili tedbirler alınsaydı bu maliyetlerin
yaklaşık yüzde 98’ine katlanmak zorunda kalınmayacaktı. Dünyada yaklaşık 30 milyon kişinin madenlerde çalıştığı düşünülmektedir. Bunların yaklaşık
1/3’ü kömür ocaklarında çalışmaktadır. Madencilik
yaklaşık 300 milyon insanı yakından ilgilendiren dev
bir sektördür. Ayrıca Madencilik kaza ve ölüm risklerinin en yüksek olduğu sektörlerden biridir. Dünyada çalışanların sadece yüzde 1’i madenlerde iken,
meydana gelen ciddi kazaların yüzde 8’i madencilik
sektöründe olmaktadır. Türkiye’de yaklaşık 120 binden fazla kişinin maden iş kolunda çalıştığı düşünülmektedir. 1996-2006 yılları arasındaki SGK verilerine bakıldığında; iş kazalarının yaklaşık yüzde9 u,
meslek hastalıklarının yarısı, sürekli iş göremezlik
vakalarının yüzde 25’i ve ölüm vakalarının yüzde
10’u madencilik sektöründe yaşanmıştır.
Madencilik sektöründe kazalar
Herkes tarafından bilindiği gibi madenlerde yaşanan patlamalar, yangınlar ve göçükler gibi büyük
kazalar, felaketlerle sonuçlanmakta ve onlarca
insanın ölümüne neden olmaktadır. Her ne kadar
günümüzde kullanılan teknolojiler bu tip kazaları
önleme konusunda oldukça büyük mesafe almış
olsa bile madencilik, kaza ve ölüm riskinin en
yüksek olduğu sektörlerin başında gelmektedir.
Madenlerde kullanılan gezgin makineler, dizel benzin ve hidrolik sıvılar içermekte olup bunlar patlayıcı
ve yanıcıdır. Elektrikli aletler ve dizel motorlar ise
ateşleme ve yanma için birer kaynaktır. Yanabilme ve patlayabilme özelliğine sahip bu maddelerle, bunları ateşleyecek olan ekipmanların birlikte
bulunması oldukça risklidir. Bunlarla birlikte bu
yanıcı maddelerin yanında sigara içilmemeli, ateş
yakılmamalı ve makinelerin aşırı ısınarak kısa devre
yapması engellenmelidir. Tersi durumda, patlamalar ve yangınlar kaçınılmaz olacaktır. Kömür
madenlerinde ise yukarıda anlatılan risklerin hepsi
vardır ve bir de metan ve kömür tozu gibi alev alan
ve patlayabilen tozlar ve gazlar ortamda bulunur.
Metan diğer madenlerde de bulunmakla birlikte
yerel cebri çekişli havalandırma ile seyreltilebilir ve
yoğunluğu azaltılmak yoluyla tehlikesi sınırlandırılabilir. Kömür madenlerinde, kömür tozunun oluşmasını engellemek için, her türlü önlemler alınmasına karşın yine de patlama kaçınılmaz olabilir.
Yerde 0.012 mm kalınlığında bile oluşacak kömür
tozu havada asılı kalırsa patlamaya neden olur.
Bu gerçekten çok büyük bir risktir. Ancak dolomit,
alçıtaşı ve kireçtaşı gibi alevlenmeyen maddeler toz
haline getirilerek yere serpilirse patlama riski azaltılmış olur. Bütün bu yanma ve patlama risklerini
azaltmak konusunda alınabilecek yukarıda sayılan
önlemlerle birlikte sızıntı olduğu zaman uyarı veren
cihazlar, alevlenme olduğu zaman yangını anında
haber veren ve müdahale eden otomatik yangın
söndürücü sistemlerin kullanılması hem kazaları
önleme hem de can kurtarma konusunda büyük bir
öneme sahiptir.
Maden Sektöründe Meslek Hastalıkları
Kristal kuvars (silis tanecikleri) madenlerde ve taş
Gazlar
Tehlikeler
Metan
Patlama, yanma ve
asfiksi
Karbon monoksit
Asfiksi
Hidrojen Sülfür
Göz ve solunum
yollarının
tahriş olması
Oksijen kıtlığı
Anoksi
Dizel motor dumanı
Solunum yollarının tahriş
olması, akciğer kanseri
ocaklarında çalışanların en çok karşı karşıya kaldıkları tozdur.
İçinde silis bulunan taşlar kırıldığında, parçalandığında ve ufalandığında solunabilir silis tozları ortaya çıkar. Bunun solunması
gerçekten çok tehlikelidir. Belirli bir süre (miktarına bağlı olarak
aylar yada yıllar) boyunca bu toza sunuk kalınırsa silikoz adı
verilen bir tip pnömokonyoz gelişir. Tüberküloz, akciğer kanseri
ile artrit gibi otoimmün hastalıklara da neden olmaktadır. Silis
tozu, toprak yeni kazıldığında çok daha tehlikelidir. Daha önce
ortaya çıkmış ve bir yerde kalmış silis tozunun yeniden solunması yeni kazılarak taşlardan ortaya çıkan taze tozun solunması
kadar tehlikeli değildir. Solunabilir kömür madeni tozları da son
derece tehlikelidir. Bu tozların içinde silika, kireç ve kil de bulunur. Madencilik operasyonları sırasında kullanılan makineler
ve teknikler ortamda sürekli olarak tozun bulunmasına neden
olmaktadır. Ayrıca madenlerin yerin altında olması ve çalışılan
alanın dar olması bu tozlarla teması arttırmaktadır. Bu tozlara
sunuk kalmanın sonucunda kömür madencileri pnömokonyozu
oluşur. Bu tozları yoğun olarak solumak kronik bronşit ve amfizem hastalıklarına neden olabilir. Kömür ocaklarında bulunan
gazlar ve neden oldukları hastalıklar yukarıdaki tabloda açıklandığı gibidir. Metan, kömür ocaklarında patlamalara en çok neden
olan gazdır. Bu riski azaltmak için, kömür ocağının duvarlarının
yüzeyine yanıcı ve patlayıcı olmayan kireçtaşı tozu serpmek etkili
olmaktadır. Azot oksitler ise madenleri kazmak konusunda
patlayıcı olarak kullanılır. Bu nedenle patlatılan alan öncelikle hava almayan bir yer ise havalandırılmalıdır. Aksi takdirde
solunum yollarını tahriş eder. Cıva buharına sunuk kalmak cıva
zehirlenmesine neden olur ve bu risk altın ve cıva madencileri
için oldukça yüksektir. Altın ve kurşun madencilerinin arseniğe
sunuk kalmaları ise akciğer kanseri olma riskini beraberinde
getirmektedir. Poliüretan köpükler ve formaldehit gibi bazı plastikler madenlerde kullanılmaktadır. Bu maddelere sunuk kalma
sonucunda bazen, madenlerde çalışan işçilerin allerjik reaksiyon göstermeleri nedeniyle işe devam etme mümkün olmaktan
çıkmaktadır. Ayrıca bu maddeler kanserojendir.
KAZA NEDENLERİ
Özellikle madencilik sektöründe yaşanan kazalar incelendiğinde, madenin özelliklerine uygun olan işletme yöntemlerinin
seçilmediği ve yeraltı madenciliğinde güvenli bir çalışma ortamının sağlanmasında olmazsa olmaz unsurlar olan havalandırma,
tahkimat ve nakliyat projelerinden birinin veya birkaçının eksik
ya da hatalı yapıldığı gözlenmektedir. Kazalar ayrıntılı biçimde
incelendiğinde çıkan kaza nedenleri aşağıda sıralanmıştır;
- Risk değerlendirmesi yapılmaması,
- Taşeronluk/alt işverenlik uygulaması,
- Üretim zorlaması,
- Geçmiş kazalardan ders alınmaması,
- Grizu riskine karşı önlemlerin yetersiz olması,
- Kontrol ve degaj sondajlarının yeterince
yapılmaması,
- Delme-patlatma işlemindeki düzensizlikler,
- Çalışanlarda CO maskesi bulunmaması,
- Gaz izleme ve ikaz sistemlerinin yetersizliği,
- Havalandırma yetersizliği,
- Grizu emniyetli elektrikli cihaz ve ekipmanlar ile ilgili sorunlar,
- Nefeslik-kaçamak yolu ile ilgili yetersizlikler,
- Tahkimat ile ilgili eksiklikler,
- Tahlisiye hizmetleri ile ilgili sorunlar,
- Maden işletmelerinde gözetim (iç denetim) hizmetlerinin yetersizliği,
- Teknik nezaretçilik vb. işletme içi denetim uygulamaları ile ilgili
sorunlar,
- Kamu birimleri denetimlerinin etkinsizliği,
- Mesleki eğitim ve iş güvenliği kültürü
noksanlıkları.
T.C. Çalışma Bakanlığı Sosyal Sigortalar Kurumu İstatistikleri
verilerine göre iş kazaları sıralamasında inşaat sektörü ikinci
sırayı nakliyat üçüncü sırayı da kömür madenciliği almaktadır.
Bu rakamlara kayıt dışı işçi çalıştıran işyerlerinde gerçekleşen iş
kazaları dâhil değildir. Ayrıca, gerçekleşen kazaların ve meslek
hastalıklarının önemli bir çoğunluğunda da bildirim yapılmamakta ve bu kazalar kayıtlara girmemektedir. Aynı istatistiklerde
2003 yılı içerisinde madenlerde (Kömür Madenciliği, Kömürden
Gayri Madenler, Taş-Kil-Kum Ocakları ve Metal Olmayan Diğer
Madenlerin İstihracı) gerçekleşen toplam iş kazası sayısı 6 bin
401, 2004 yılı içerisinde 6 bin 372 ve 2005 yılında 6 bin 879 olarak
gerçekleşmiştir. SGK istatistiklerine göre son 5 yılda kömür
madenciliği işletmelerinde 30 bin 154 iş kazası meydana gelmiş
olup bu rakam, bütün sektörlerdeki toplam iş kazası sayısının
yaklaşık yüzde 8’ini oluşturmaktadır. Bu kazalar sonucunda,
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 41
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
TÜRKIYE KAZA İSTATISTIKLERI
SGK kayıtlarına göre tüm Türkiye’de
Yıl
Kaza Sayısı
Ölüm
2003
76668
810
2004
83830
841
2005
73923
1072
2006
79027
1601
2008
72963
866
2009
64316
1171
SGK kayıtlarına göre Türkiye’deki maden işletmelerinde;
Maden
işletmelerinde,
karşılaşılabilecek
muhtemel
bütün riskleri
değerlendirerek
sistematik
tedbirler
alınmasını
sağlamaya
yönelik iş
sağlığı ve
güvenliği
yönetim sistemi
kurulmalı ve
dolayısıyla
risklerin
önceden
değerlendirilerek
önlemlerin
alınması
sağlanmalıdır.
42 M‹MAR VE MÜHEND‹S
Yıl
Kaza Sayısı
Ölüm
2003
6401
81
2004
6372
68
2005
6879
116
2003 yılında 81, 2004 yılında 68 ve 2005 yılında 116
madenci hayatını kaybetmiştir. Bu verilere göre,
madenlerde meydana gelen iş kazalarının, toplam iş
kazası sayısına oranı, 2003 yılında yüzde 8,35, 2004
yılında yüzde 7,60 ve 2005 yılında yüzde 9,31 olarak
gerçekleşmiştir. Ölüm oranlarına bakıldığında ise,
2003 yılında iş kazası sonucu ölümlerin yüzde 10’u,
2004 yılında yüzde 8,09’u ve 2005 yılında ise yüzde
10,82’i madenlerde meydana gelmiştir. Madenlerde
yaşanan tüm iş kazalarının yaklaşık olarak yüzde
85-90’ı kömür madenciliğinde (Linyit ve taşkömürü birlikte) meydana gelmektedir. Rakamlar, 2003
yılında 6 bin 401 maden kazasının 5 bin 647’sinin,
2004 yılında 6 bin 372 kazanın 5 bin 481’in ve 2005
yılında ise 6 bin 879 kazanın, 6 bin 011’in kömür
üretimi sırasında ve büyük çoğunlukla da yer altı
işletmelerinde meydana geldiğini göstermektedir.
Aynı yıllarda sırayla 53, 38 ve 77 madenci kömür
ocaklarında meydana gelen grizu patlaması, göçük,
yangın, gaz zehirlenmesi ve benzeri nedenlerle
hayatını kaybetmiştir. Belirtilen yıllar için kömür
üretim miktarlarına bağlı ölüm oranına bakıldığında, her bir milyon ton kömür üretimi sırasında; 2003
yılında 1.03 kişi, 2004 yılında 0,87 kişi ve 2005 yılında
1,47 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu oranlar, gelişmiş
ülkelerdeki oranların çok üzerindedir.
TÜRKIYE’DEKI BÜYÜK MADEN KAZALARI
TTK/ Armutçuk/kömür 7 Mart 1983 Grizu patlaması
103 kişi TTK/ Kozlu/kömür 10 Nisan 1983 Grizu
patlaması 10 kişi Yeni çeltek/Amasya/kömür 14
Temmuz 1983 Grizu patlaması 5 kişi TTK/ Amasra/
kömür 31 Ocak 1990 Grizu patlaması 5 kişi YENİ
ÇELTEK/Amasya/kömür 7 Şubat 1990 grizu patlaması 68 kişi TTK/ Kozlu/kömür 3 Mart 1992 Grizu
patlaması 263 kişi Yozgat/Sorgun/kömür 26 Mart
1995 Grizu patlaması 37 kişi Erzurum/ Aşkale/
kömür 8 Ağustos 2003 Grizu patlaması 8 kişi Karaman/Ermenek/kömür 22 Kasım2003 Grizu patlaması 10 kişi Çorum/ Bayat / kömür 9 Ağustos 2004
Grizu parlaması 3 kişi Kastamonu / Küre / metal
8 Eylül 2004 Yangın 19 kişi Kütahya / Gediz/kömür
21 Nisan 2005 Grizu patlaması 18 kişi Balıkesir /
Dursunbey /kömür 2 Haziran 2006 Grizu patlaması
17 kişi Bursa / Mustafakemalpaşa / kömür 10 Aralık
2009 Grizu patlaması 19 kişi Balıkesir / Dursunbey /
kömür 23 Şubat 2010 Grizu patlaması 13 kişi TTK /
Karadon / kömür 17 Mayıs 2010 Grizu patlaması 30
kişi Toplam ölen sayısı: 636 kişi
SONUÇ
Yapılan istatistiklere göre; ülkemizde, takriben her
6,8 dakikada bir iş kazasının meydana geldiği, her
10,8 saatte bir çalışan insanımızın (her gün en az 2
çalışan) hayatını kaybettiği, her 5,5 saatte bir çalışan
insanımızın sürekli iş göremez şekilde sakat kaldığı
belirtilmektedir. Çalışanların, çalışma yaşamındaki
ekonomik ve sosyal sorunları, eğitimsizlik, çalışanların ve/veya işi yapan firmaların deneyimsizliği,
işverenlerin sorumluluklarını yerine getirmemesi kazaları kaçınılmaz hale getirmektedir. Bilim,
teknoloji, kalkınma ve sanayileşme süreçlerindeki olumlu gelişmelerin de iş sağlığı ve güvenliği
süreçlerine aynen yansıması gerekmektedir. Avrupa Birliği süreci içinde yapılan uyum çalışmaları,
bu alanda ülkemizde bir hareketlilik sağlamıştır.
İş sağlığı ve güvenliği alanında mevcut-AB-Ulusal
yasalar detaylı önlemler yerine koruyucu amaçlar/
hedefler fikrine dayanmaktadır. Detaylı düzenlemelerin maden işyerlerinde yapılması gerekmektedir.
Burada işyerlerinin sorumluluklarının güçlendirilmesi önemsenmektedir.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 16
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
İŞLETMELERDE GÜVENLİ ÇALIŞMA
ORTAMI İÇİN PLANLI BAKIMIN ÖNEMİ
BAKIM FAALİYETLERİ, İŞ GÜVENLİĞİ AÇISINDAN RİSKLİ FAALİYETLERİN İLK SIRALARINDA YER ALMAKTADIR.
BAKIM ESNASINDAKİ RİSKLER, SADECE FAALİYETTEN DEĞİL AYNI ZAMANDA DA FAALİYETİN YAPILDIĞI
ORTAMDAN DA KAYNAKLANABİLMEKTEDİR. BAKIM FAALİYETLERİNİ YÖNETMEDEN İŞ GÜVENLİĞİNİ TAM
OLARAK YÖNETMEK MÜMKÜN OLAMAMAKTADIR.
Turkay DEMİRBAŞ
Makine Mühendisi
17 M‹MAR VE MÜHEND‹S
44
C
ihazların verimli çalışması için belirlenen
zamanlarda kontrol edilmeleri, gerekirse
parçalarının değiştirilmesi işlemine bakım
onarım faaliyeti denilmektedir. Kullanılan ekipmanların belirli zamanlarda kontrol edilmesi ve bunların
kayıtlarının tutulması gerekmektedir. Bu ekipmanların kontrol aralıkları doğru şekilde seçilmelidir.
Genelde bakımlar planlı ve plansız olarak ikiye
ayrılır; Plansız bakımlar arızanın oluşması ile başlamaktadır. Yani bir bakıma arıza beklenmektedir.
Arızanın oluşması ile onarım işlerine başlanmaktadır. Bu da beklenmeyen sorunları beraberinde
getirmektedir. Zaman kaybı, verimsizlik, iş kaybı ve
iş kazalarına sebebiyet vermektedir. Arızası beklenmeyen bir makinenin bozulması, onu işleten kişileri
acele ettirmektedir. Bu durumda nasıl hareket edileceği daha önce öngörülmemiş ise bir karmaşa
ortamı oluşturacaktır. Çalışanların bu şekilde bir
baskıda hata yapmaları çoğalacaktır. İş kazalarının
meydana gelme riski artacaktır.
Planlı bakımlar ise arızanın olabileceği zaman dilimleri öngörülerek, arıza olmadan veya ilgili sıkıntının
başlama aşamasında müdahale etmektir. Çeşitli
arızaların olabileceği düşünülerek hazırlanan önleyici bakımlar ile birçok istenmeyen olayın önüne
geçilebilecektir. Bu durumlar için eylem planları
hazırlayan, ilgili prosedür ve talimatlarını hazırlayan
firmalar zararsız şekilde işlemlerini yapacaktır.
Planlı bakımlarda bir cihazın verimli çalışması için
öngörülen tedbirler alınmaktadır. Bu tedbirler üretici firmadan alınan bilgiler ve mevzuattaki bilgiler
eşliğinde yapılmalıdır.
Makineleri kullanan yetkililer her cihazın periyodik
bakım onarımını yapamaz fakat bu periyotları takip
ve kontrol etmelidir. İlgili cihazın kontrol edilmesi
için akredite olmuş firmalara göndermelidir. Örneğin; doğalgaz dağıtımı yapan bir şirket doğalgaz
ölçümü yaptığı cihazların bakım onarımını kendi
bünyesinde yapamasa da cihazın doğru ve emniyetli
ölçüm yapması için belirlenen periyotlarda akredite
olmuş bir firmaya bakım onarım için gönderebilir.
Planlı bakım ile yapılan işletmelerde;
• İş güvenliği sağlanır,
• İş kazaları minimize edilir. (İş kazalarının bir kısmı
da bakım onarım faaliyetlerini icra ederken olmaktadır. Özellikle bu kazalar plansız, programsız ve
eğitimsiz iş gücünden olmaktadır.)
• Çalışma ortamı güvenli hale getirilir,
• İş veriminin artması sağlanır,
• Malzeme ve zaman kaybının önüne geçilir,
• Çalışanlar güvenli ve huzurlu ortamda çalışmalarını yapar.
Etkin Bir Planlı Bakım Onarım İçin;
Planlı bir bakım için iyi bir sistem kurmak gerekmektedir. Konusunda yetişmiş uzman elemanlar
olmalıdır. Bakım işlerinde çalışacak personel, sistematik eğitimden geçmeli ve bakım onarımını
yapacağı işe göre sertifikalandırılmalıdır. Bu belgelendirme işleri yine akredite olmuş firmalar ile
yapılmalıdır.
Bakım ekibi yapacağı işlemler için alınması gereken izinleri işe başlamadan önce almalı ve ilk
önce kendi güvenliğini sağlamalıdır. Kendi emniyetini almayan bir personel kendisine ve çevresine de
zarar verebilir. Daha sonra yapacağı iş ile ilgili çevre
emniyet tedbirlerini doğru bir şekilde alıp bakım ve
onarım faaliyetine başlamalıdır. Bakım ekibi çalışacağı ortamı iyi hazırlamalıdır. Gece çalışacak ise iyi
bir aydınlatma yapması gerekecektir. Araç trafiğinin
olduğu bir ortamda çalışacak ise trafik ve çevre
emniyetini sağmalıdır.
Bakım ekibinin kendi güvenliği için kişisel koruyucuları doğru ve zamanında kullanmalıdır. Kullanacağı ekipmanları iyi tanıması ve bunlarla ilgili çevre
emniyetini alması gerekmektedir. Bakım ekipleri
bireysel ve ekip çalışmalarını verimli şekilde yapabilme becerileri ile donatılmalıdır.
Kullanılan ekipmanlar, cihazlar iyi tanınmalı bunlarla ilgili de
kontroller yapılmalı ve yaptırılmalıdır. Cihazların kullanımı ile
ilgili eğitimler verilmelidir. Bu eğitimler dahi periyodik olmalıdır.
İlgili uzman kişilerce iş başı eğitimi ile desteklenmelidir.
Kurulacak sistem doğru ve anlaşılır olmalıdır. Yapılan işlemlerin
prosedürleri ve talimatları olmalıdır. Kontrol listeleri anlaşılır
ve hizmet görecek şekilde oluşturulmalıdır. İş güvenliği kültürü
her zaman öncelikli olmalıdır. Eğitimlerin yanı sıra denetleme ve
düzeltme faaliyetleri yürütülmelidir.
Bakım onarım esnasında karşılaşabilecek bazı durumlar;
• Dikkatsizlikten,
• Düşmelerden,
• Hareketli kısımlardan,
• İşin acele ile yapılmasından,
• Uzman ekip ve kişilerin kullanılmamasından,
• Çalışma ortamının uygun bir şekilde
hazırlanmamasından,
• Kullanılan ekipmanların ve cihazların bakımsız olmalarından,
• Elektrik ile ilgili durumlardan,
• Dış etkenlerden,
• Ortamda bulunabilecek zehirli gaz ve
benzerlerinden,
• Parlama, Patlama ve yangın tehlikelerinden,
• Kişisel koruyucuların doğru ve etkin
kullanılmamasından,
çeşitli iş kazaları meydana gelebilir. Genelde bu tür saydığımız
kazalar plansız bakımlarda karşımıza çıkmaktadır.
Yapılan bakım onarım faaliyetlerinde riski minimize etmek gerekir. Yine de riskli bir ortamda yapılan çalışmada riski yönetecek
azaltacak uzman personel ihtiyacı olacaktır. Çünkü riski azaltacak önlem ve faaliyetler mutlaka vardır.
Mevzuat Yönünden Bakım Onarım Faaliyetleri;
Bakım Onarım faaliyetlerinde kullanılan ekipmanların kullanımında sağlık ve güvenlik şartları yönetmeliği yürürlüktedir.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın uhdesindedir.
İş ekipmanlarının kullanımı eğitim almış yetkili kişilerce yapılması gerekmektedir. Bunların çevre boyut etkisi de mevcuttur.
Bu tür ekipmanlar kullanılıyorsa çevreye vereceği rahatsızlık ve
tehlike oluşturabileceği düşünülerek gerekli tedbirlerin alınması
gerekmektedir.
Ekipmanların sahada periyodik kontrolü yapılması gerekiyor
ise ortam ona göre ayarlanıp yapılması gerekmektedir. Bakım
ekiplerince iş ekipmanlarının kullanımında, Ekipmanların Kullanımında Sağlık ve Güvenlik Şartları Yönetmeliği’nde ilgili firma
tarafından denetleme yükümlülükleri mevcuttur.
İşveren(hizmet veren firma) bu yönetmelikle çalıştırdığı işçinin
eğitiminden başlayarak, ekipmanın doğru kurulup kurulmadığını, doğru çalıştırıldığını, tehlike oluşturabilecek durumlarını
sürekli denetlemek ve bunları belgelemek zorunluluğu vardır.
İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmelikleri kapsamında bakım ve
onarım faaliyetlerine değinilmiştir, işin tür ve risklerine göre
ayrımlar yapılmıştır. İlgili tüzükte Bakım Onarımda alınacak
güvenlik tedbirleri yapılacak işlemlere göre maddeler şeklinde
ayrılmıştır.
Sonuç;
• Planlı yapılan bakımlar iş kazalarını minimize edecektir,
• Planlı yapılan bakımla İş güvenliği sağlanacaktır,
• Verimlilik sağlanacaktır,
• Mevzuatta bakım onarım faaliyetlerinin güvenlik tedbirleri
belirtilmiştir. Ancak yapılan faaliyet sırasında ne tür iş sağlığı ve
güvenliği tedbiri alınması gerektiği detaylandırılmalıdır,
• Bakım onarım faaliyetleri iş sağlığı ve güvenliği süreçleri ile
entegre olmalıdır,
• Bakım onarım faaliyetinde bulunan(işveren, işçi) sorumlulukları anlaşılır ve net olmalıdır,
• İş sağlığı ve güvenliği süreçleri devamlı uzman kişilerce takip
edilmeli, ayrıca düzeltme önleyici tedbirler alınmalıdır,
• Gerekli görülen eğitimler periyodik olarak personele verilmelidir. İş başı eğitimleri ile desteklenmelidir.
• İşletmelerde bakım onarım faaliyetleri sistemli, planlı, iş sağlığı ve güvenliği kapsamında yürütülmelidir,
Kaynaklar:
• Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ilgili mevzuatları
• Bakım Onarımın Türk Mevzuatlarındaki Yeri-Prof. Dr. M. Fatih UŞAN
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 45
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
İŞ GÜVENLİĞİNİN KURUMSAL İTİBAR
VE VERİMLİLİK İLE İLİŞKİSİ
GÜNÜMÜZ REKABET ORTAMINDA BİRÇOK SORUNLA BOĞUŞAN SANAYİCİLERİMİZİN İŞLETMELERİNDE, İŞ
KAZALARI YAŞAMAMASI, GEREKSİZ VERİM, MAKİNE, MALZEME VE ÜRÜN KAYIPLARINA NEDEN OLUNMAMASI,
BOŞA GİDEN BAKIM ONARIM ÇALIŞMALARINA MARUZ KALINMAMASI VE İTİBAR KAYBINA UĞRAMAMASI İÇİN
İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KONUSUNUN ÖNEMİ TARTIŞILMAZ BİR GERÇEKTİR. İŞLETMELERDE KAR ORANLARI,
MALİYETLER, HİZMETİN ZAMANINDA ULAŞTIRILMASI MUTLAKA ÖNEMLİ; AMA DAHA ÖNEMLİ BIR HUSUS VAR Kİ
O DA İNSAN HAYATI...
Sunullah DOĞMUŞ
Makine Mühendisi
A sınıfı İş Güvenliği
Uzmanı
46 M‹MAR VE MÜHEND‹S
E
konomik kalkınma, toplumların gelişmişlik
düzeyini göstermede tek başına yeterli değil.
Bir toplumun gelişmiş sayılması için insani gelişme kriterlerini gerçekleştirmesi gerekiyor.
Tüm bireylerin toplumsal yaşama katılması, insanların ortalama yaşam süreleri, çocuk ölümlerinin
oranı, çocukların okula gitme ve devam düzeyi,
temel hastalıklardan korunma, bilgi teknolojilerinden yararlanma oranı gibi kriterler gelişmiş toplum olmanın göstergeleri arasında önemli bir yer
tutuyor. Ayrıca, çevreyi koruma kültürü, iş kazası ve
meslek hastalıkları oranlarının makul düzeylerde
olması, insana verilen değer ve saygı konusundaki
bilinç düzeyi gelişmiş toplum olunup olunmadığını
ortaya koyan değerler arasında bulunuyor. Ekonomik kalkınma ancak insani gelişmeyi de beraberinde taşıyorsa gelişmiş toplum kavramından bahsedilebilir. Kısaca, toplumların gündemine girmiş
bulunan sürdürülebilir kalkınma, insan merkezli
kalkınma olursa ancak gelişmiş toplum hedefine ulaşılır. İletişim teknolojisinde yaşanan hızlı
gelişmeler, toplumların bilinç düzeylerinin yükselmesine, kurum ve kuruluşların topluma karşı
sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerini sorgulamalarına neden olmaktadır. Günümüzde toplumun büyük kesimi için bir ürünün nerede, hangi
koşullarda, nasıl bir hammadde ile üretildiği giderek daha çok önem taşıyor, o ürünün tercih edilip
edilmemesinde etkili olabiliyor. Bu gelişmeler karşısında yeni şirket değerleri ortaya çıkmış bulunuyor. Eski şirket değerleri arasında gayrimenkuller,
makine parkı, stoklar gibi fiziki varlıklar ile menkul
yatırımlar, alacaklar gibi finansal varlıklar önemli
yer tutuyordu. Ancak, toplum beklenti ve duyarlılıklarının değişmesi ile yeni şirket değerleri olarak
markalar, çalışanların bağlılığı, kamuoyunun güve-
ni, yönetimin itibarı, kurumsal itibar gibi kavramlar
öne çıkmaya ve rekabette öne geçmenin kriterleri
arasında önemli bir yer tutmaya başladı. Çünkü
artık birçok firma kaliteli mal üretebiliyor, kaliteli üretmek pazarda lider olmaya yetmiyor. Çin’in
küresel pazarlara açılmasıyla ucuz emek avantajı
sona erdi, fiyat yalnız başına rekabet üstünlüğü sağlamıyor. Uygun fiyat ve kaliteli ürün müşteri sadakatine yetmiyor; tüketici artık daha bilinçli, satın aldığı
malın arkasındaki firmanın toplum için ne yaptığını merak ediyor. Çalışanlar çalıştıkları firmanın
inandıkları değerlerle ilgisini sorguluyor. Şirketler
“iyi kurumsal vatandaş” olma sorumluluğuyla 20.
yüzyılın son çeyreğinde tanıştı. İnsan hakları ihlalleri, ağır ve tehlikeli işlerde çocuk işçi çalıştırılması,
kadınlara veya farklı deri renklerine sahip insanlara
yönelik ayrımcılık, çevrenin acımasızca tahrip edilmesi, sigorta primlerinin ve vergilerin tam olarak
ödenmemesi, muhasebe kayıtları ile oynayarak yatırımcıların aldatılması gibi uygulamalar toplumda
giderek artan oranda tepki ile karşılanmaya başlandı. Bu süreç içinde bazı firmalar bir şeylerin yanlış
gitmekte olduğunun bilincine vararak toplumun
duyarlılık ve değerleriyle örtüşecek kural ve ilkeleri
benimsemeye başladı. Bunları, başta çalışanları
olmak üzere müşterileri, iş ortakları ve hatta hükümetlerle paylaşmaya özen gösterdiler. Tüm topluma verilmek istenen mesaj şuydu; “vergimizi tam
ödüyoruz, kayıt dışı işçi çalıştırmıyoruz, çocuk emeği
kullanmıyoruz, çevreyi kirletmemeye özen gösteriyoruz. Kısacası biz iyi bir kurumsal vatandaşız, bizi
bunları yapmayan şirketlerle aynı kefeye koymayın.”
Toplumun duyarlılığın artması sonucu, “iyi birer
kurumsal vatandaş” olmak asgari koşul sayılmaya
ve bunun üzerine neler yapıldığının sorgulanmaya
başlanmasına neden oldu. 1980’lerde başlayan bu
sürecin ve toplumsal duyarlılığın artmasının elbette
maddi temelleri de bulunuyor. Çünkü yeryüzünde
yaklaşık 1 milyar insan günde 1 dolardan az bir
gelirle yaşamını sürdürmek zorunda; 2,7 milyar
insan ise biraz daha şanslı ve günlük gelir düzeyi 2
dolar civarında bulunuyor. Her yıl 11 milyon çocuk
yaşama veda ediyor. Bunların büyük bir çoğunluğu 5
yaşın altında ve 6 milyonu önlenebilir hastalıklardan
ölüyor. Birleşmiş Milletler’in bir araştırmasına göre
dünyamızda her gün 800 milyon kişi akşam yatağa aç giriyor ve bunların 300 milyonunu çocuklar
oluşturuyor. Dünyadaki bu karamsar tablo ve ekonomik dengesizlikler, toplumun genel olarak ekonomik olarak daha güçlü olan şirketlerden bu tür
sorunların çözümüne katkıda bulunması gerektiği
beklentilerinin artmasına neden olmaktadır. İnsanlar dünyamızdaki gelişmeleri daha çok sorguluyor
ve şirketlerin bu sorunlar karşısındaki tavırlarını
değerlendiriyor. İnsanlar sorgulamaya önce kendi
çevrelerinden başlıyor. Örneğin çalıştığı işyerini
yönetenlerin kendisi kadar duyarlı olup olmadığına
bakıyor. Bireysel yatırımcı ise hisse senedi aldığı
şirketlerin finansal göstergeleriyle birlikte kurumsal performansını ve toplumsal duyarlılıklarını da
sorguluyor. Tüketiciler ürünlerini aldıkları şirketleri
değerlendiriyor, toplumda oluşmuş imajına bakıyor.
Böylece şirketler hakkında bir “kanaat notu” oluşuyor. Bu kanaatlerin oluşmasında gözlemler ve tanık
olunan olaylar etkili oluyor.
İŞ GÜVENLİĞİ VE KURUMSAL İTİBAR İLİŞKİSİ
Şirketlerin yerine getirmesi gereken dört temel
sorumluluk vardır: (I) Ekonomik verimli ve kârlı
olmak, (II) Hukuki – kanunlara uymak, (III) Etik–
kanunların ötesinde toplumsal norm ve beklentilere uyumlu davranmak ve (IV) Sosyal toplumsal
sorunların çözümü için gönüllü katkıda bulunmak.
Kurumsal sosyal sorumluluk, doğrudan bu sorumlulukların son ikisini, ancak dolaylı olarak hepsini
içeriyor. Çünkü toplumun beklentilerine uyumlu
olan, onun sorunlarına ilgi gösteren kurumların
toplumda oluşturduğu mutluluk, onların daha mutlu
çalışanlara, daha mutlu müşterilere ve dolayısıyla
daha mutlu hissedarlara sahip olmaları sonucunu
getiriyor. Şirketlerin, faaliyetlerini gerçekleştirirken beraber çalıştıkları çalışanları ve tedarikçilerinde insan haklarına, sağlık ve emniyet şartlarına
uyum göstermesi ve insanların istismar edilmesine
fırsat tanınmaması bekleniyor. Bu konudaki beklentiler sadece çalışma hukukuna uyumla sınırlı
değil, çalışanların kendilerini geliştirmelerine fırsat
tanınması ve kariyerlerinde ilerlemeleri için gerekli eğitim programlarına katılımlarının sağlanması
da toplumsal sorumluluk açısından önem taşıyor.
Güvenlik beraberinde güvenilirliği de getirir. Hizmet
veya ürün, müşteri tarafından talep edildiğinde
mevcut olmaz ise müşteri diye bir olgu kalmaz.
Güvenilir bir yapı sadece şirketin büyümesinin itici
gücü değildir, aynı zamanda üretim ve bakım maliyetlerini düşürerek verimliliği artırmaya da yardımcı
olur. Güvenilir olmak, kişiler için olduğu kadar
kurumlar için de güç kazanılan önemli bir değerdir. Güvenilir olabilmek, uzun bir zaman içinde
elde edilebilen, ancak çok kısa sürede yitirilebilen
bir değerdir. Güvenilirliği kazanabilmek sözlerin
ötesinde davranışların da tutarlılığı ile kazanılır.
Çünkü davranışlar öncelikleri ve tercihleri kelimelerden daha etkili olarak gösterirler. Örneğin, bir
lidere duyulan güven yaptığı konuşmalardan değil,
bir ömür boyu tutarlı davranışlarıyla kazanılmıştır.
Ancak, daha sonra kendisinin yıllar önce küçük bile
olsa bir yolsuzluğa karıştığı belirlense, bu güveni-
Güvenlik
beraberinde
güvenilirliği
de getirir.
Hizmet veya
ürün, müşteri
tarafından talep
edildiğinde
mevcut olmaz
ise, müşteri diye
bir olgu kalmaz.
Güvenilir bir
yapı sadece
şirketin
büyümesinin
itici gücü
değildir, aynı
zamanda üretim
ve bakım
maliyetlerini
düşürerek
verimliliği
arttırmaya da
yardımcı olur.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 47
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
“İSG konusunda
toplumsal bir
kültür devrimi
sağlanması
gerekiyor.
İSG sonuçları
itibariyle sadece
çalışan işçileri
ilgilendiren bir
konu değildir,
toplumun
tüm kesimini
ilgilendirir;
dolayısıyla İSG
sorunlarının
çözümü için
sadece işçilere
yönelik
faaliyetler yeterli
olmayacaktır.”
48 M‹MAR VE MÜHEND‹S
lirliğe ne olacağını düşünmek konuyu açıklamaya
yeter sanırım. Güvenilirliğin iş dünyasındaki tanımı,
bir ürünün bir özelliğinin belirlenmiş durumlarda
belirlenmiş sürelerde istenen bir fonksiyonunu yerine getirebilme yeterliliği ihtimalidir. Bu tanımdan
hareketle şirketlerin müşterilerine karşı taahhütlerini yerine getirebilmesi, güvenilir olmalarının göstergesidir. Bu nedenle çalışmalarında herhangi bir
aksaklık, gecikme vb. olumsuzluklar yaşanmaması
için etkili bir risk yönetimi, iş sağlığı ve güvenliği
sistemi uygulaması gerekmektedir. Günümüzde,
büyük ölçekli şirketler gibi, büyüyen ve yükselen
şirketler de riski yönetip en aza indirgemek için iş
güvenliği çözümlerini aktif olarak kullanmaktadır.
Bu süreçte işyeri ortamları ve çalışmalar güvenli,
iş süreçleri ve sistemleri de düzenlemelere uygun
olmalıdır. Yeterli kontroller zamanında yapılmalı ve
maliyetler kontrol altında tutulmalıdır. İş güvenliği,
işletmelerin çeşitli yollardan riski hafifletmesini
mümkün kılar. Bunun anlamı şudur; beklenmedik
maliyetler ve gelirin kaybedilmesiyle sonuçlanabilecek iş kazaları olasılığı daha düşüktür. Ayrıca, işletmenin hassas iş verilerini ve entelektüel sermayesi
olan yetişmiş elemanlarını etkili şekilde koruyarak,
güvenlik ihlali ve/veya işgünü kaybı ihtimalleri de
azaltılabilir. Bu şekilde, müşteri güveni, verimlilik
ve iş devamlılığındaki kayıp riski çok daha düşük
olur. Bu güvenlik seviyesi, şirketlere yasal zorunluluklara, sağlık sigortası, ISO, OHSAS gibi yönetim
sistemlerine uygunluk sağlamaları konusunda da
yardımcı olur. Artık günümüzde kalite ve maliyet
kadar, kurumsal sosyal sorumluluklara ve etik
değerlere uygun faaliyet göstermek de rekabette üstünlük sağlamanın önemli bir koşulu haline
gelmeye başlamıştır. Bunda, gelişen iletişim teknolojileriyle birlikte daha da güçlenen sivil toplum
örgütlerinin işletmeler üzerinde artan baskılarının
da önemli bir etkisi söz konusu olmuştur. Son yıl-
larda giderek artan kalite bilinci de bu gelişmeyi,
“kaliteli ürünler, ancak çalışanların mutlu olduğu
sağlıklı ve güvenli çalışma koşullarında üretilebilir” savıyla desteklenmiştir. Doğal çevreyi koruma,
müşterilerin tercihlerini dikkate alarak kaliteli ve
güvenli ürünler sunma, sağlıklı ve güvenli çalışma
ortamı oluşturarak çalışanların iş kazalarına ve
meslek hastalıklarına uğramasını önleme, işletmeyi ortaklarının haklarını koruyacak ve yatırımları karlı kılacak bir şekilde yönetme, faaliyetlere
ilişkin doğru bilgiler sunma ve toplumun refah
düzeyinin yükselmesine katkıda bulunacak eğitim, sağlık ve sanat etkinliklerini destekleme gibi
konular kurumsal itibar yönetiminin bir kriteri olan
Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS) kavramı içinde
değerlendirilmektedir. Yeni şirket değerleri arasında yer alan kurumsal itibarın oluşturulması uzun
bir süreç olmakla birlikte, bunu gerçekleştirmenin
en anlamlı sonucu “marka değeri oluşturulması”
olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde başta itibar
olmak üzere, kurumsal performansı doğrudan etkileyen ama elle tutulup gözle görülemeyen değerler
şirketlerin marka değerlerinin hesaplanmasında
çok daha önemli ve etkili bir duruma gelmiştir.
2006 yılında yapılan bir araştırmada; Kuzey Amerika’daki analistler yüzde 88, Avrupa’dakiler yüzde
91, İngiltere’dekiler yüzde 93 ve Asya Pasifik’tekiler
yüzde 94 oranında, şirketlerin itibarlarını yönetmek
konusunda yeterlilik göstermemeleri halinde finansal darboğaza gireceklerini belirtiyor. Araştırma
kapsamında görüşülen analistler, şirket değerinin
artırılması ve hisse değerinin olumlu yönde etkilenmesi için itibarın yönetilmesi ile ilgili liderlik ve iletişim stratejisinin çok önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Yatırımcılar gelecek için güven arar. Şirketin
finansal göstergeleri genellikle geçmiş performansı
yansıtır. Bu performanstan memnun olan yatırımcılar için gelecekte bu başarının devam edip etme-
yeceğinin göstergeleri arasında itibarla ilgili bazı
kriterler de vardır. Bu nedenle, yatırımcı güvencesi
için itibarın yönetilmesi, rekabet ortamında büyük
önem taşımakta ve iş sonuçlarına yansımaktadır.
Kurumsal itibar aynı zamanda en çok çalışılmak
istenen şirket olmayı da getirmektedir. Günümüzde
insan kaynakları, rekabetin göstergelerinden biridir. Nitelikli, yetkin ve çalıştığı kuruma bağlı insan
kaynakları olan şirketler şüphesiz rakiplerinden bir
adım önde olacaktır. Aynı zamanda gelecek vaat
eden gençlerin ilk başvuracağı şirketler arasında
bulunmak bir başka avantaj sağlayacaktır. Özetle
itibarlı kurumlar, hem çalışanların bağlılığı hem de
nitelikli yeni başvurulara adres olması açısından
rekabette fark sağlar. Örneğin, ABD’de yapılan bir
araştırma yetişkinlerin yüzde 80’inin, daha fazla
maaş önerilse bile itibarı düşük bir şirket yerine
daha düşük bir maaşla itibarı daha yüksek bir
şirkette çalışmayı yeğlediğini ortaya koymaktadır.
Yeni şirket değerleri arasında yer alan çalışanların
bağlılığı şirket için giderek daha çok önemli hale
gelmektedir. Bu nedenle şirketlerin itibarının oluşması “içerde” başlar. Tüm düzeylerdeki çalışanların
şirketleriyle gurur duyması bir anlamda o şirketin
itibarını yönetiyor olması ile eşdeğerdir. Oluşumu
içeride başlamamış itibarın dış dünyada gerçekleşmesi mümkün değildir. Çalışanlar için itibar, aldıkları ücretin tatminkârlığının ötesinde bir kavramdır.
Burada önemli olan tüm düzeylerdeki yöneticiler ile
çalışanlar arasında kültürel farklılıkların ortak bir
kurum kültüründe buluşturulması ve yönetilmesidir. Kurum kültürünü, kurum değerleri ile bütünleştirecek kişiler ise o şirketin çalışanlarıdır.
İŞ GÜVENLİĞİ VE VERİMLİLİK İLİŞKİSİ
Verimlilik çeşitli mal ve hizmetlerin üretimdeki kaynaklarının (emek, sermaye, arazi, muamele, enerji,
bilgi vb.) etkin kullanımıdır. Ayrıca bir sonuç elde
etmek için harcanan zaman olarak da tanımlanabilir. Bazen verimlilik makine ve emek gibi kaynakların daha yoğun kullanımı olarak görülür. Bu kavram
her gün artan bir biçimde kaliteye bağlanmaktadır.
Kilit önemde bir öğe de işgücünün, yönetimin ve
çalışma koşullarının kalitesidir. Verimlilik artışının
temel göstergesi girdinin, sabit ya da geliştirilmiş
kalitedeki çıktıya oranındaki düşmedir. Çağımızda
insan çalışmasının daha verimli, daha etkin, daha
insancıl duruma getirilmesi bütün toplumların başlıca hedeflerinden biridir. İş kazaları yol açtıkları acı
ve ızdırapların yanı sıra, insan, makine, malzeme ve
ürün kaybına neden olarak verimliliği düşürmektedir. Uluslararası kuruluşlarca yapılan araştırmalar
iş güvenliği ile iş gücü verimliliği arasında karşılıklı
etkileşim olduğunu, sağlıklı ve güvenli işyerlerinde
verimliliğin arttığını ortaya koymuştur. İş kazaları ve
meslek hastalıklarının önlenmesi sonucu iş güvenliğinin sağlanması; ek olarak işyerinde verimlilik
ve üretim artışına da yol açmaktadır. Özellikle iş
kazaları işin akışını durdurarak üretimi kesintiye
uğratmakta ve maddi kayba neden olmaktadır.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) araştırmalarında
üretimde kullanılan makine ve tezgâhlarda koruma sistemlerinin geliştirilmesi ile iş güvenliğinin
sağlanması sonucunda önemli ölçüde üretim artışının sağlandığını saptanmıştır.Risk değerlendirmesi
kavramı mevzuatımıza yeni girmiş olmakla birlikte
içeriği ve kullanılan yöntemler yeni değildir. Risk
Değerlendirmesi kavramı 20. yüzyılın başlarında
kurumsal itibar teoreminin oluşturulması ve kullanılmaya başlanması sonrasında telaffuz edilmeye
başlanmıştır. İlk defa NASA tarafından geliştirilen MIL-STD-882 nolu standart bu alandaki gelişmelerin önünü açan ilk sistemli belge olmuştur.
Ünlü analist Peter F. Drucker’ın yöneticilere vermiş
olduğu bir konferansta 18, 19 ve 20. yüzyıllarda
Batı ekonomisinin ilerlemesinde teşebbüs, girişim,
İş kazaları
ve meslek
hastalıklarının
önlenmesi
sonucu iş
güvenliğinin
sağlanması;
ek olarak
işyerinde
verimlilik
ve üretim
artışına da yol
açmaktadır.
Özellikle
iş kazaları
işin akışını
durdurarak
üretimi
kesintiye
uğratmakta
ve maddi
kayba neden
olmaktadır.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 49
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
çabuk ve doğru karar verme yeteneği kadar risk yönetiminin de
önemli bir yere sahip olduğunu vurgulamıştır. Drucker’a göre
riskleri yönetme ve önlem alma çalışmaları gelişmiş ülkeler ve
gelişmekte olan ülkeler arasındaki en önemli farktır.
SONUÇ
Kuruluşlar, işletmeler artık bilançoları, kârları gibi mali göstergeleri ile beraber, itibarına, dürüstlüğüne, çevreye duyarlılığına,
yardımseverliliğine ilişkin imajları görüntüleri ile yani sosyal
sorumlulukları ile değerlendirilmektedir. Çünkü artık bu hususlarda bir sorun, örneğin çevreye duyarsızlık, çalışanına haksızlık,
ihmal sonucu ağır bir iş kazası v.b. olay bir anda bir kuruluşu,
kamu-özel fark etmemekte, toplum nezdinde olumsuz değerlendirilmelere maruz bırakmaktadır. Ayrıca kalifiye insan gücü
ya da beyin gücü için istenilen işyeri olmaktan çıkma tehlikesi
doğmakta, medyanın hedefi haline gelmektedir. Bu nedenlerden dolayı, artık işletmeler herhangi bir başka dış denetime
gerek kalmadan hatta sorun başka birileri tarafından gündeme
getirilmeden doğrudan kendileri iş güvenliği konularına önem
vermelidir. İş sağlığı ve güvenliği konusu, işletmelerde üretimin
güvenliğini ve devamlılığını sağlamak, verimliliği arttırmak,
insan ve çevre sağlığına zarar verecek koşulları ortadan kaldırmak, işyerlerindeki olumsuz koşullardan, iş kazaları ve meslek
hastalıklarından çalışanları korumak için yapılan tüm çalışmaları kapsamaktadır. Mesleki risklerin ortadan kaldırılamaması
veya kontrol altına alınamaması nedeniyle iş kazaları, meslek
hastalıkları, mesleki stresler ortaya çıkmakta, başta çalışanlar
olmak üzere tüm paydaşların sağlığı olumsuz etkilenmektedir.
İş kazaları, işçi kayıplarının yanında; makine, malzeme ve ürün
kayıplarına neden olmakta, verimliliği düşürmekte, iş gücü
kayıplarına neden olmakta, üretimin durmasına, düzenleme ve
gereksiz onarım çalışmasına, sorumlu olduğu müşteri ve toplum nezdinde itibar kaybına sebep olmaktadır. Çalışma yaşamı
içinde yer alan mesleki riskler gerekli önlemler alındığı takdirde
ortadan kaldırılabilir, sonuçları en asgari düzeye indirilebilir,
50 M‹MAR VE MÜHEND‹S
tekrarlanmasının önüne geçilebilir. Bu nedenledir ki iş sağlığı ve
güvenliği konusu tek yönlü düşünülmemeli, sadece işçiler için
güvenli çalışma ortamının oluşturulması için yapılan düzenlemeler olarak ele alınmamalıdır. İş sağlığı ve güvenliği konusu
aynı zamanda işvereni ve üretimi de ilgilendiren bir kavram olarak ele alınmalıdır. Günümüz rekabet ortamında birçok sorunla
boğuşan sanayicilerimizin işletmelerinde, iş kazaları yaşanmaması, gereksiz verim, makine, malzeme ve ürün kayıplarına
neden olunmaması, boşa giden bakım onarım çalışmalarına
maruz kalınmaması ve itibar kaybına uğramaması için iş sağlığı
ve güvenliği konusunun önemi tartışılmaz bir gerçektir. İşletmelerde kar oranları, maliyetler, hizmetin zamanında ulaştırılması
mutlaka önemli ama daha önemli bir husus var ki o da insan
hayatı... İşletmeler iş güvenliğine verdikleri önem mertebesinde
hem personelinin güvenli bir ortamda verimli çalışmasını sağlamış olacak, hem de topluma güvenli bir hizmet sunarak sosyal
sorumluluğun gereğini yerine getirmiş kurumsal itibarı yüksek
olan şirketler arasında hak ettiği yeri alacaktır.
KAYNAKÇA:
• DOĞMUŞ Sunullah, “Doğalgaz İşletmeciliğinde İş Güvenliğinin Kurumsal
İtibar ve Verimliliğe Katkısı-Yüksek Lisans Projesi-2009–İstanbul • DOĞMUŞ Sunullah, “Doğalgaz İşletmeciliğinde İş Güvenliği-Bildiri-INGAZ
2005 1.Uluslararası Doğalgaz İşletmeciliği Ve Teknik Eğitim Sempozyumu
29-31Mart 2005–İstanbul • DOĞMUŞ Sunullah,”Şirket Kültürü Ve Teknik Emniyet Bilinci”,İGDAŞ Bülteni, 2002 • Çalışma İstatistikleri, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Yayını • FİŞEK A. Gürhan, “İşçi Sağlığı İş Güvenliğinin Temel İlkeleri”, www.isguvenligi.net, Nisan 2002 • YILMAZ Gürbüz, “Kurumsal İtibar Yönetimi Ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk”, www.riskmed.com.tr,03.01.2009 • ARGÜDEN Dr. Yılmaz, “Şirketlerin Toplumsal Sorumlulukları”, Dünya Gazetesi, 01.02.2006 • ÖZKILIÇ Özlem, “Verimlilik Artışı İçin İş Sağlığı Ve Güvenliği”, Bildiri,V. İş
Sağlığı Ve Güvenliği Sempozyumu • DİNÇER Fethi, “İş Güvenliği Ve Verimlilik”, Madencilik Bülteni Sayı:41 • BERKMAN Ümit, “Sosyal Sorumluluk, İş Ahlakı Gelişimi Ve Yakın Geleceği”,
2002
“Kaliteyi
Hedef Değil,
Temel Almak...”
Osman Yılmaz Mahallesi İstanbul Caddesi İmdatbey Apt.
No:37 Kat:2 Daire 3 Gebze / KOCAELI
Tel : 0262 642 41 33 - 0262 641 43 12
Fax : 0262 644 93 95
www.yilpasinsaat.com.tr
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 24
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
YANMALAR, HAŞLANMALAR… İŞ
YERİNDEKİ RİSKLER
YANIK; TOPLUMDA ÖLÜMLERE, SAKATLIKLARA YOL AÇAN VE BÜYÜK MALİYETLER GETİREN BİR OLAYDIR.
TÜRKİYE’DE YILLIK 1 MİLYON KİŞİNİN YANIKTAN ETKİLENDİĞİ SANILMAKTADIR. BUNLARIN 12-13 BİNİ HASTANE
TEDAVİSİ GÖREBİLMEKTE VE BUNLARDAN 2 BİNİ ÖLMEKTEDİR (PROF. DR. ATAY ATABEY, HTTP://ATABEY.IPRAS.
NET/YANIK/).
Mesut UĞUR
Mikroteknoloji
Mühendisi
Y
anma insanoğluna en fazla acı veren travmalardan biridir. Başından yanma geçmeyenimiz yoktur. Kutsal kitaplar dahi günahkârların
yanarak cezalandırılacağını haber vermektedir.
Yanma acısını bilmemize rağmen acaba riskleri
öngörüp önlemleri alıyor muyuz? Bu yazıda en
azından dünyevi yanmalarla ilgili durumumuzu tespit edip nasıl davranmamız gerektiğini işleyeceğiz.
4758 sayılı İş Kanunu her kurum yöneticisini iş güvenliği konusunda yükümlülük altına sokuyor. İlgili madde
şu şekilde:
BEŞİNCİ BÖLÜM
İş Sağlığı ve Güvenliği
İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri
Madde 77 - İşverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak,
araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş
sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme
uymakla yükümlüdürler.
İşverenler işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği
önlemlerine uyulup uyulmadığını denetlemek, işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki riskler, alınması gerekli tedbirler, yasal hak ve sorumlulukları
konusunda bilgilendirmek ve gerekli iş sağlığı ve
güvenliği eğitimini vermek zorundadırlar.
Kanun maddeleri açık ve net olmasına rağmen
açıklayıcı ve zorlayıcı yönetmelikler olmadığı sürece kurum ve kişiler içinde Silverdin yanık kremi
bulunan en basit bir ilkyardım çantasıyla kanuna
uyduklarını sanmaktadır. Hâlbuki durum hiçte öyle
52 M‹MAR VE MÜHEND‹S
olmadığını örneklerimizde göreceksiniz. Açıklayıcı
ve zorlayıcı yönetmeliklerden kastımızı bir örnekle
açıklayalım. Her işyerinde yangın tehlikesi vardır,
iş yeri açma ruhsatı veren kurum, iş yerine uygun
boyutta yangın tüpü bulundurulup bulundurulmadığını, yangın tüpünün miadının dolup dolmadığını
kontrol eder. Yukarıdaki kanun maddesinde geçmemesine rağmen yönetmeliklerde açıkça yangın
söndürme tüpü bulundurma zorunluluğu olduğu
için kontrol listesinde vardır. Yangın tüpü olmayan faaliyete başlatılmaz. Birçok iş kolunda yangın
söndürme sistemi zorunlu olarak yaptırılmaktadır.
Örneğin bir otel, hastane, büyük ofis binalarında yangın söndürme tertibatının yanında yangın
algılayıcı duman dedektörleri zorunludur. Tüm bu
önlemler yangın riskini, hasarları ve can kayıpları
azaltmak içindir.
İNSANLARIN İŞ YERİNDE YANMA RİSKİ YANGIN
ÇIKMA RİSKİNDEN DAHA MI AZDIR?
Kendimize bu soruyu sorduğumuzda insanlar neden
yansın ki dikkat ederler diyebiliriz. Bir iş yerinde
sadece keyfimiz ve beslenmemiz için içtiğimiz sıcak
içecekler ve sıcak yemekler dahi başlı başına yanma
riskinin varlığını göstermektedir. (Bknz.Resim1)
Hiçbir ısıl işlem olmayan işletmelerde dahi görüldüğü gibi yanık riski vardır. Elektrikli aletlerin kabloları ve prizleri ayrıca yangın riski kadar bir insanda
yanma riski de oluşturur. Acaba yanma risklerine
karşı hazırlıklı mıyız? Bu soru aklımızdan çıkmamalı. Son 7 yılda yaptığımız gözlemler yanma riskinin
Resim 1 : İşyerlerinde yanma riskleri ve basit sıcak su yanığı
göz ardı edildiği kanısını bizde uyandırdığı için böyle
bir yazı yazma ihtiyacı hasıl oldu. İnsanlarımız hep
yanınca çaresine bakarız, doktora, sağlık kurumuna
gideriz şeklinde düşünmektedir. Ne işveren gerekli
yanık ilkyardım malzemesi bulundurmakta ne de
işçisi bu konuda eğitim almış durumda.
Bazı işverenler iş güvenliği firmalarından profesyonel destek aldıklarını söylemektedir. Gerçekten
sektör hızla büyümekte, özellikle kurumsallaşmış
firmalar bu konuda çalışanlarını ilkyardım kurslarına göndermektedir. Bu tür kurslara katılan
firmaların çalışanlarına zaman zaman yanık ilkyardımında neler öğretildiğini sormaktayım. Aldığım
cevaplar bizi tatmin etmemektedir, hatta bazen hayrete düşürmektedir. Acil travma kitaplarında yanık
ilkyardımı konusunda anlatılan eski kavramlar veya
bir hastane yanık hasarı oluştuktan sonra yapılması gerekenler öğretilmektedir. Halbuki öğretilmesi
gereken yanık hasarının nasıl engelleneceği
olmalıdır. Yapılan iş nedeniyle yanma risklerinin
yüksek olduğu iş dalları vardır. Isıl işlemler, elektrik
ve asitler yanma riskini artıran en önemli faktörlerdir. Bu iş yerlerinde olan yanma kazaları ölümcül olabilmektedir.(Bknz.Resim1) Yangın güvenlik
önlemleriyle yanma riskleri azaltılsa da sıfırlanamaz. Kabaca sıralarsak yemek sektöründe, otel ve
lokantalarda çalışanlar sıcak kaplar, sıcak sıvılar,
buhar, yağ sıçramaları veya dökülmeleriyle yanabilirler. Demir çelik, döküm, alüminyum, tersanecilik,
her türlü kaynak işleri gibi metal sektörü cam ve
seramik gibi ısıl işlemlerin olduğu sektörler çimento gibi toprağın pişirildiği ve yüzlerce derecelik toz
partiküllerinin havayla taşındığı sektörler alkali
ve asit yanıkları, kolay parlayıcı ve yanıcı kimyasallar nedeniyle kimya sektörü bir çok pişirme
ve sterilizasyon prosesinin olduğu gıda sektörü
basınçlı kazanlarda boyamaların yapıldığı, alkali
ve asit kimyasallarının kullanıldığı tekstil sektörü
kızgın preslerin kullanıldığı ağaç sektörü yüksek
sıcaklıkta ve basınçta buharların kullanıldığı termik elektrik santralleri yanma risklerinin yüksek
olduğu sektörlerdir. Topluma yanık merkezlerinin
az olduğu bilgisi pompalanırken, yanık ilkyardımındaki eksiklikler hiç gün yüzüne çıkarılmamaktadır.
Tuzla tersanelerinde meydana gelen ölümcül yanık
kazalarından sonra Gemi İnşa Sanayicileri Birliği
(GİSBİR) hemen içinde yanık merkezi olan bir hastane açmaya çabalamıştır. Aynı şekilde ülkemizin en
yüksek kapasiteli çimento fabrikalarından birisinde
ölümcül bir yanma vakıası olduktan sonra firma bir
üniversite hastanesine yanık merkezi kurdurmak
için 1 milyon dolar bağışlamıştır. Ne tersanelerin çoğunda ne bahsi geçen çimento fabrikasında
akut yanıkta kullanılacak, pişmeyi ve doku hasarını
engelleyecek hidrojel yanık örtüleri bulundurulmamıştır. Termal kazaya maruz kalan kişi hastaneye ulaşana kadar doku harabiyetinin büyümesi
nedeniyle kaybedilmiştir. Bazen kurumlar bu tür
küçük yatırımları masraf olarak gördükleri için alım
yapmamaktadır, bazı durumlarda ise kurum hekimlerinin konu hakkındaki bilgisizliği, eksikliği ölümcül
Kanun
maddeleri
açık ve net
olmasına
rağmen
açıklayıcı
ve zorlayıcı
yönetmelikler
olmadığı
sürece
kurum ve
kişiler içinde
Silverdin yanık
kremi bulunan
en basit bir
ilk yardım
çantasıyla
kanuna
uyduklarını
sanmaktadırlar.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 53
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
Resim 2 : Doğru yapılan yanık ilk yardımı
Akut safhada
yapılması
gereken biriken
ısının deriden
mümkün
olduğu kadar
hızlı şekilde
uzaklaştırılmasıdır.
Bu soğutma
işlemidir.
Soğutma
sayesinde
yanığın derin
dokulara doğru
yayılmasını
engellemiş
oluruz.
54 M‹MAR VE MÜHEND‹S
kazalara sebep olmaktadır. Kurum kararı hekime
bırakmaktadır. Kurum hekimi ben bu malzemeyi
bilmiyorum, önce numune verin deneyeyim dediği
zaman verilen numuneyi deneyemeden, numunenin
yetmediği büyük kazalar neticesinde ölümler olabilmektedir. Kurum hekimleri için de sürekli eğitim
zaruridir. Yanma kazalarında trajikomik bir vakıa
hastanede olan yanıklarıdır. Ameliyat esnasında
hastada ısı kaybı olmaktadır. Isı kaybını engellemek
için ameliyat masasının üstüne ısıtıcı blanket konulmaktadır. Babası da doktor olan 3 yaşındaki Ceren
bir omurilik ameliyatında 3’cü derece yanmıştır.
Babasının verdiği hukuk savaşı Ameliyathanelerde
blanket yanmaları, koter yanmaları, etüv yanmaları
riskleri olmasına rağmen kullanılacak hiçbir yanık
ilk yardım malzemesi yoktur. Risk ya yok sayılmakta
veya küçümsenmektedir.
YANIK NEDİR?
• Yanık; Isı, elektrik, kimyasal madde veya radyasyon etkisi ile deri bütünlüğünün bozulması demektir.
• Termal travma temel mekanizması yükselen ısı
ile hücrenin tam veya kısmen harabiyetidir. Hasar
derinliği sıcaklığa ve süreye bağlıdır. Örneğin: 82 °C
1 saniyede tam kat deri yanığı yapar.
Yanıklarla ilgili ilk yardım konularının anlatıldığı
kitaplara bakınca yanığın akut safhası ya kısa olarak
geçiştirilmekte yada en sonlarda anlatılmaktadır.
İnsan derisi kötü bir iletkendir. Termik hasarın
boyutuna göre 100 °C ila 2000 °C deriye etki edebilir.
Kritik sıcaklık 50 °C dir. Derinin ısısının bu sıcaklığın
altına kendi kendine düşmesi saatlerce sürebilir.
Yanmayı yapan sebep ortadan kaldırılmış olsa bile
doku hasarı derinlere doğru ilerlemeye devam eder.
Jackson yanığı bölgelere (Zone) ayırarak yanığı aşağıdaki resimdeki gibi açıklamıştır
Koagulasyon zonu nekrozun oluştuğu bölgedir. Staz
zonu doku harabiyetinin devam ettiği bölgedir. Hiperemi zonu ise hafif veya yüzeysel doku hasarının
başladığı bölgedir. Akut yanık ilk yardımında hedef
koagülasyon zonu engellemektir, eğer koagülasyon
zonu oluştuysa bunun büyümesini engellemek aynı
zamanda staz zonunu da kurtarmak olmalıdır. O
nedenle yanık erken safhada hızlıca soğutularak
yanma prosesi durdurulmalıdır.
Yanmaların dereceleri:
Yanmalar derecelendirilirler. Dereceler yanığın
dokuda yarattığı hasarın derinliğine göre derecelendirilir
1’ci derece yanıklar
Semptomları:Kızarıklık, morarma, gerginlik hissi,
ağrı
Doku hasarı: Yanma sadece üst deriyle sınırlıdır.
2’ci derece Yanıklar
Semptomları:Kızarıklık, su toplama, şiddetli ağrı
Doku hasarı: Yanma üst deride ve alt deride olur. Kıl
kökleri, ter gözenekleri ve sinir uçları çalışır durumdadır. Bu yüzde 2’ci derece yanıklar çok acı verirler.
İyileşme:Deri hasarı kalmaz. Fakat lekelenmeler
kalabilir.
3’cü derece yanıklar
Semptomları:Yanık yarası ya beyaz görünür veyahut siyah kömürleşmiş şekildedir. 3’cü derecede
yanıklarda sinirlerde yandığı için acı hissedilmez.
Kanamada olmaz. Çünkü damarlarda yanmışlardır.
Doku hasarları: Derinlemesine derinin bütün katmanları yağ dokusuna kadar hasar görür. Kıl kökleri terleme gözenekleri dokunma duyusu ve acı
Resim 3 : Üçüncü derece yanıklara hidrojelli örtüyle doğru yanık ilk yardımı
algılayan sinirler hasar görmüşlerdir.
İyileşme:İyileşirken derin izler olan buruşuk bir deri oluşur.
Eklem yerlerinde ise eklemlerin hareketini kısacak kadar büzülmeler meydana gelir.
YANMALAR... NASIL MÜDAHALE ETMELİYİZ? Yanma sebebini hemen durdurun!
• Termik yanmalar: Elbiselerdeki yanmaları söndürün.
• Elektrik yanıkları: Kazazedeyi elektrikten kurtarın.
• Kimyasal yanıklar: Yakan kimyasalı nötralize edin (bol suyla
yıkayınız).
Hemen soğutun, soğutun ve tekrar soğutun
• Akut yanıkları soğutmak için hidrojel emdirilmiş örtü veya temiz
su veya kullanın.
• Yanık bölgesini 20-30 dakika soğutun
Deri kötü bir iletkendir. Isıyı biriktirir. Biriken ısı hücrelerin harabiyetine neden yolur. Yani pişme olayı olur. Akut safhada yanan
yere alüminyum yanık battaniyesi örtersek dokunun daha hızlı
pişmesine sebep oluruz. Hepimizin bildiği gibi ağzı kapalı tencerede yemek açık olanına göre daha hızlı pişer. Akut safhada
yapılması gereken biriken ısının deriden mümkün olduğu kadar
hızlı şekilde uzaklaştırılmasıdır. Bu soğutma işlemidir. Soğutma
sayesinde yanığın derin dokulara doğru yayılmasını engellemiş
oluruz. Resim 2 de yanan yüzeye akut safhada hidrojele bandırılmış örtü ile soğutma uygulanmıştır. Görüldüğü gibi hidrojel
örtünün altındaki yanık kızarıklığı yok olmuşken örtünün temas
etmediği yerlerde kızarıklık kalmıştır.
Soğutma aynı zamanda aneljezik bir etki yaparak acı ve ağrıyı da
alacaktır. Resim 3 de görüldüğü gibi 3’cü derece yanıkta çeşme
suyu uygulayamayız. Çünkü yüksek enfeksiyon riski vardır. Ayrıca
ortadaki resimdeki hastanın yüzünü 30 dakika suya daldırmamız
imkansızdır. Boğulabilir.
Peki soğutma için ne kullanmalıyız? Son zamanlarda su jel
şekline getirilerek taşıcıcı bir örtüye emdirilmiştir. Bu örtülere
hidrojele bandırılmış örtü demekteyiz. Bu örtülerin soğutma yani
ısı emme kapasitesi sudan 5 kat daha fazladır. Ayrıca bu örtüler
tıbbi cihaz yönetmeliğine göre Klass IIb steril ürünlerdir. Doğrudan açık yaraya örtülmektedir. Örtüler sayesinde açık yaralarda
enfeksiyon riski de ortadan kalkmış olmaktadır. Yanık merkezleri, hastane acilleri ve il sağlık müdürlükleri 112 Acil ambulansları
hidrojel yanık örtüleri akut yanık safhasında başarı ile kullanıl-
maktadır. Eğer bu örtüler yanmanın olduğu işletmede bulunursa
ve kullanılırsa yanık travması engellenebilir ve kazazedenin hayatı kurtulabilir. Unutmayalım ki kazazedenin yanık merkezine veya
hastane aciline götürülmesi uzun sürebilir. Her geçen dakikada
yanma devam ettiği için doku hasarı büyüyebilir.
Önemli! Yapışmamış giysileri çıkarın
• Soğutmadan önce yanık yarasına yapışmamış giy- sileri çıkarınız
• Yanık nedeni parmak ve ellerde şişme oluşabileceğinden yüzük,
saat vb. gibi maddeler
çıkarılmalıdır
Önemli! Yanık yarasını steril örtüyle örtünüz
• Yanık alanı enfeksiyonlar açısından ciddi bir risk yaratmaktadır.
• Yanık yarasını steril hidrojel emdirilmiş örtü veya temiz bez ile
örterek hastaneye gidiniz. Kesinlikle pamuk kullanmayınız.
• Yanık yerini basınç ve sürtünmeden korumak gereklidir. Bu
nedenle yanık yerinin üzerine çok sıkı bandaj uygulayın.
Yanıkta asla yapılmayacaklar!
• Yaraya yapışmış giysi ve eşyaları koparıp almaya çalışmayın.
• Buz yada buzlu su kullanmayın
• Yanık yerine asla yağ, krem, diş macunu, kolonya, pudra gibi
maddeler uygulanmamalıdır.
• Eğer yanık yerinde üzerinde içi sıvı dolu küçük kesecikler (veziküller) oluşmuşsa bunları kesinlikle ellemeyin ve patlatmayın.
• Yanık nedeni parmak ve ellerde şişme oluşabileceğinden yüzük,
saat vb. gibi maddeler
çıkarılmalıdır.
DİKKAT!
2’ci ve 3’cü derece yanıklar ve yüzdeki, ellerdeki, eklemlerdeki,
cinsel organlardaki az miktarda yanıklar mutlaka doktora gösterilmeli, doktor tarafından takip edilmeli ve tedavi edilmelidir.
Çocuklar ve yaşlı insanlar yanmalardan daha çok
etkilenirler. Yanma durumlarında ilkyardım yukarıda anlatıldığı
şekilde yapılsa, birçok ölümlü durumun önüne geçilebilir. Kazazede yanık merkezine veya hastaneye sevk edilse bile çok kısa
sürede iyileşir ve taburcu olur, yara ve yanık izleri kalmaz. Yüksek yanık tedavi masraflarından kurtulmuş olunur. Bu yazımızı
okuyanların yanma risklerini daha iyi belirleyeceğini ve gerekli
malzemeyi bulunduracağını umuyoruz.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 55
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
İŞE BAĞLI KAS İSKELET
HASTALIKLARI VE ERGONOMİ
İŞE BAĞLI KAS İSKELET RAHATSIZLIKLARI, DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE, HEM YAŞAM VE ÇALIŞMA KALİTESİNİ
DÜŞÜRMEYE VE HEM DE MALİ GİDERLERLE SORUN OLMAYA DEVAM EDİYOR. BU HASTALIKLARLA MÜCADELEDE
ERGONOMİ, YÖNETİCİLERİN FAYDALANMASI GEREKEN BELKİ DE TEK ETKİLİ YÖNTEMDİR. ERGONOMİ
PRENSİPLERİNE GÖRE TASARLANAN İŞLER VE ÇALIŞMA KOŞULLARI, VERİMLİLİK, KALİTE VE SAĞLIK-GÜVENLİK
ÜÇGENİNİ EŞZAMANLI OLARAK SAĞLAYACAK BİR ORTAM OLUŞTURUR.
Doç.Dr.Mahmut
EKŞİOĞLU
Endüstri Mühendisliği
Bölümü, Boğaziçi
Üniversitesi
56 M‹MAR VE MÜHEND‹S
İ
şebağlı kas iskelet hastalıkları (İKİH), yalnızca
ülkemizde değil fakat bütün dünyada çalışan ve
genel nüfus arasında sıklıkla görülmekte olup
bireyler, işletmeler ve toplum üzerinde ciddi sağlık,
sosyal ve ekonomik etkiler oluşturmaktadırlar.
2005 yılında, 31 Avrupa ülkesinde yapılan bir araştırmaya göre işçilerin yüzde 25´i bel, yüzde 23´ü
ise kas ağrılarından şikâyetçi oldular [1]. Bu araştırmanın bu ülkelerdeki 235 milyon işçiyi kapsadığı
düşünülürse, Avrupa´da yaklaşık 60 milyon işçi bu
rahatsızlıklardan muzdarip durumdaydı. ABD´de
ise İKİH 2007 yılında iş kaybına neden olan bütün
işyeri yaralanmalarının yüzde 30´unu oluşturuyordu [2]. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine
göre dünyada her yıl yaklaşık 2.3 milyon işçi iş
kazası veya meslek hastalıkları sonucu ölmekte ve
dünya genelinde, her yıl 337 milyon iş kazası ve 160
milyon meslek hastalığı vuku bulmaktadır [3]. Bu
kaza ve hastalıkların çoğu gelişmemiş ve ülkemizin
de yer aldığı gelişmekte olan ülkelerde meydana
gelmektedirler. T.C. Sosyal Güvenlik Kurumu 2006
yılı istatistiklerine göre 1601’i ölümle sonuçlanan 79
bin iş kazası ve 574 meslek hastalığı olayı meydana
gelmiştir. Aynı yıl içinde, bu kaza ve hastalıklar
sonucu 1 milyon 895 bin işgünü kaybedildi [4]. Bunlar sadece rapor edilenlerdir ve kayıt dışı işletmeler
düşünülürse, durumun vahameti iyice ortaya çıkar.
İş hastalıklarının neden olduğu maliyet A.B.D.’de
2000 yılında yaklaşık 155 milyar dolar olarak hesaplandı [5]. Bu miktar A.B.D.’nin GSMH’nin yüzde
3’üne karşılık gelir. A.B.D. nüfusuyla Türkiye nüfusunu oranlarsak, kabaca, Türkiye’de bu maliyet 35
milyar dolar civarında tahmin edilebilir. Bu israfın
önlenerek, hem şirketler ve hem de ülke bazında, ulusal ekonomiye kazandırılması ve işçilerin
´insanca´ çalışma şartlarına kavuşturulmasının
gerekliliği ortadadır. Bunun bütün dünyada kabul
görmüş bilimsel ve etkili yöntemi, ergonomi programlarının ciddi şekilde şirketler tarafından uygulanmasıdır [6, 7, 8, 9].
1. İşe Bağlı Kas İskelet Hastalıkları
İKİH, iş sisteminde çalışanı zorlayan faktörlerin ve
çalışma şartlarının neden olduğu veya semptomlarını artırdığı kaslar, tendonlar, ligamentler, eklemler, sinirler, kemikler, kıkırdaklar, diskler veya yerel
kan dolaşımı gibi vücut yapılarının yaralanma ve
hastalanmalarıdır. Bu hastalıklar ani bir olayla (aküt
travma), umumiyetle de yavaş yavaş, haftalar, aylar
veya yıllar sonra mikro yaralanmaların (travma)
birikmesi (cumulative trauma-birikimsel travma)
sonucu meydana gelirler. Örneğin, bir bel problemi
ani olarak bir düşme neticesinde meydana gelebileceği gibi haftalar, aylar veya yıllar boyunca kötü
vücut duruşlarında tekrarlı olarak yük kaldırma
sonucu da meydana gelebilir (Şekil 1). Daha çok
kol, omuz ve bel ve daha az olarak da bacak bölgelerinde görülen İKİH`nın çoğu birikimseldir (Şekil
2). Bu hastalıklar, işe bağlı faktörler yanında iş dışı
aktiviteler (ör. hastalıklar, hobiler, spor aktiviteleri,
vb.) veya bireysel nedenlerle (ör. yaş, cinsiyet, hastalık) de meydana gelebilirler. Onlarca kas iskelet
hastalığı mevcuttur ve en sık görülen İKİH’na örnek
olarak bel fıtığı, karpal tünel sendromu, tendinitis ve
gergin boyun sendromunu verebiliriz [6, 7, 10, 11].
İKİH umumiyetle kendilerini basit rahatsızlık hissi,
ağrı, uyuşma, karıncalanma, yanma, şişme, renk
değişimi kasılma ve ilgili organda hareket ve kuvvet
kaybı olarak gösterir. Erken teşhis edilmeyip önlem
alınmadığı taktirde, ilgili organda kalıcı fonksiyon
kaybına (engelliliğe) neden olup işçinin yaşam kalitesini azaltarak çalışamaz duruma getirir.
Şekil 1. Bel fıtığı oluşum süreci: (a) normal durum,
(b) aşırı yükler altında diskin zamanla deforme olup
sinire baskı yapması, (c) diskin çatlaması sonucu
disk sıvısının dışarıya akıp sinire baskı yapması
(bel fıtığı: herniated disk)
2. Risk Faktörleri
İKİH, genellikle, çalışma şartlarının ve iş yüklerinin
çalışanların kapasite ve limitlerini aşması sonucu oluşur. Hatalı tasarımlı iş süreçleri, ekipman/
makina/aletler/iş istasyonları ve iş ortamları ile iş
organizasyonu, çalışanların iş yüklerini artırıp aşırı
zorlanmalarına neden olan başlıca faktörlerdir. Son
safhasında engelliliğe kadar götürebilen birikimsel
İKİH’nın izlediği fizyolojik süreci ve katkıda bulanan faktörleri gösteren konsep model Şekil 3´de
görülmektedir [7]. İKİH´nın ana nedeni ağır fiziksel
çalışma koşulları olmakla birlikte, organizasyonel
ve psikososyal faktörler de dikkate alınmalıdır [7].
• Çalışma temposu (hızı, tekrarı, sıklığı) - çalışma
temposu özellikle şu işler için kaygılandırıcıdır:
Montaj, ayırma (sıralama) işleri, malzeme yükleme
veya indirme, malzeme sayma (envanter), ürün
depolama/stoklama/raflama, telefon pazarlamacılığı, müşteri hizmetleri, paketleme, el aleti kullanımı, bilgisayar programcılığı ve bilgisayar kullanımı
gerektiren işler.
• Aşırı kuvvet/tork uygulamak - aşırı el ve parmak
sıkma (kavrama) veya döndürme kuvveti uygulayarak çalışmak; ağır kaldırmak/taşımak/itmek/
çekmek; dengesiz ve kaygan yükleri kaldırmak ve
taşımak.
• Statik ve hatalı vücut duruşları (nötral olmayan
veya doğal olmayan duruşlar eklemlerin dinlenik
olmayan açılarına karşılık gelen) - uzun süre aynı
ve özellikle hatalı, duruşta çalışmak (statik duruş);
ellerle uzun süreli olarak başüstü veya dirsekler
omuz yukarısındayken çalışmak; uzun süre boyun
eğikken çalışmak; çömelerek veya diz bükük çalışmak; bel bükük veya burkulmuş olarak çalışmak
veya yük kaldırmak; bilekler, dizler, kalçalar veya
Şekil 2. İKİH`lerin sıklıkla görüldüğü
omuzlar bükük veya burkulmuş olarak tekrarlı veya
aralıksız olarak çalışmak.
• Titreşimler (ivme ve frekans değerlerine bağlı olarak) -el ve vücudun alet ve araçlardan gelen tehlikeli titreşimlere maruz kalınması (ör. güçle çalışan el
aletleri, forklift, traktör ve tır vb., araçlardan gelen
titreşimlere uzun süre maruz kalmak).
• Mekanik temas basıncı (birim yüzeye gelen kuvvetin değerine bağlı olarak) - tekrarlı olarak yumuşak
vücut dokularının sert ve keskin objelerle teması
(ör.; masa kenarı, keskin kenarlı iş parçaları, vb.)
• Yetersiz dinlenmek – aşırı yorgun olarak çalışmaya devam etmek veya yeterli dinlenemeden çalışmaya devam etmek (dinlenme molalarının iş yüküne uygun olmaması)
• Soğukta çalışmak -fizyolojik değişimlere neden
olarak çalışma kapasitesini azaltıp riskleri artırır.
• Bireysel özellikler - cinsiyet, yaş, fiziksel durum,
genetik, çalışma metodu (sağlıkça zayıf işçiler,
kadınlar ve yaşlılar daha fazla risk altında)
• İş organizasyonu, psikososyal faktörler ve zihinsel stres – işletmede bir iş güvenliği kültürünün
eksikliği, iş gereklerinin iş organizasyonu tarafından
etkilenmesi (işin belirli bir zamanda bitirilme zorunluluğunun yarattığı zaman baskısı, vb.), işçinin işiyle
ilgili kararlarda söz sahibi olmaması, amir ve iş
arkadaşlarından sosyal destek alamama, iş memnuniyetsizliği, iş dışı sorunlar, vb. faktörler zihinsel
stresi artırıp davranışları olumsuz etkileyerek işin
doğru metotla yapılmamasına neden olur ve KİH
riskini artırırlar.
“İşe bağlı
kas iskelet
rahatsızlıkları,
dünyada ve
ülkemizde,
hem yaşam
ve çalışma
kalitesini
düşürmeye ve
hem de mali
giderlerle
sorun olmaya
devam
ediyor. Bu
hastalıklarla
mücadelede
ergonomi,
yöneticilerin
faydalanması
gereken belki
de tek etkili
yöntemdir.”
Bu riskler, maruz kalma süresi, maruz kalma sıklığı/tekrarı, riskin seviyesi/yoğunluğu ve birden fazla
riskin mevcudiyetine bağlı olarak İKİH olasılığını
artırırlar.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 57
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
3. Ergonomik Yaklaşımlarla İKİH’nı Önleme
Ergonomiyi, kapsamı çok geniş olmakla birlikte, çalışma hayatı
açısından, ´insan-iş sistemi etkileşimini bilimsel olarak araştırarak bu sistemleri insanın fiziksel ve zihinsel kabiliyet ve sınırlarına uygun tasarlamayı amaçlayan çok disiplinli bir mühendislik ve uygulamalı bilim dalıdır, diye tanımlayabiliriz. İKİH´nı
önlemede yöntemler geliştirip uygulamak ve bu yöntemlere
araştırmalarla bilimsel temel oluşturmak sorumluluğu ergonominindir. Gerçekte, riskleri azaltacak kabul edilebilir güvenli
iş yükü ve iş ortamı limitlerinin belirlenmesi (çalışma temposu,
uygulanan kuvvet-tork seviyesi, kaldırılan yükün ağırlığı, birim
zamanda harcanan enerji, optimal iş süreçleri, iş istasyonu/alet/
ekipman/makina boyutları ve özellikleri, gürültü, iklim ve aydınlatma seviyelerinin ne olması gerektiği, vb.) genelde ergonomik
araştırmalar sonucu elde edilir. İş ve iş ortamının bu limitlere
göre tasarlanması da ergonomi ile uğraşanların işidir.
KİH´nı önlemede mantıksal yaklaşım risk faktörlerinin azaltılması veya ortadan kaldırılmasıdır. İlk adım olarak riskler belirlendikten ve bu risklerin iş süreçlerinde neden var olduğu sorusu yanıtlandıktan sonra risklerin azaltılması veya yok edilmesi
için çözümler üretmek bir sonraki adımdır. Risklerin azaltılması
veya ortadan kaldırılmasına yönelik ergonomik önlemleri üç ana
grupta toplayabiliriz: (1) mühendislik, (2) yönetimsel ve (3) kişisel
koruyucu ekipman. Bunlar arasında mühendislik önlemleri en
etkili ve tercih edilen olmakla birlikte, gerektiğinde diğer önlemlerle birlikte kullanılması daha iyi sonuçlar verir [6, 7, 8, 9].
4.1 Mühendislik önlemleri
İKİH önleme ve kontrolde en etkili ve ilk tercih edilen bu yaklaşım, iş sistemlerinin, işgücünün biyomekaniksel, fizyolojik,
antropometrik ve psikolojik kabiliyetlerine ve limitlerine göre
tasarlamayı kapsar. Bu yaklaşıma şunları dahil edebiliriz. İş
yükünün belirlenmesi, iş istasyonu yerleşim planı, alet/ekipman/
makinaların tasarımı, seçimi ve kullanımı, çalışma metodlarının
ve iş süreçlerinin belirlenmesi, çevresel faktörlerin (gürültü,
iklim, aydınlatma, vb.) uygun seviyelerde tutulması [6, 7, 8]. Bu
önlemlere örnekler verelim:
• İşe değer katmayan iş adımlarını ortadan kaldırarak veya azaltarak hem gereksiz eforu ortadan kaldırmak ve hem de işin daha
58 M‹MAR VE MÜHEND‹S
çabuk yapılmasını sağlamak.
• İşyükü parametrelerini (kuvvet-tork, tempo, yük ağırlığı, vb.)
işçilerin kapasitelerindeki farklılığı (yani, düşük kapasiteli işçileri) hesaba katarak, işçilerin yaklaşık yüzde 90`ının risksiz yapabileceği seviyede tasarlamak. Böylece, işin daha etkili, kolayca ve
daha fazla kişi tarafından yapılabilmesini sağlamak.
• Yük kaldırma işlerinde, yükün kaldırıldığı ve konacağı yüksekliği, belden yatay mesafesini, dakikada kaldırma sıklığını,
bel burkulma açısını, elle yükün sağlam tutulup tutulmadığını
hesaba katarak güvenle kaldırılabilecek maksimum ağırlığı
belirlemek. Kaldırılabilecek yükün ağırlığını artırmak için bahsedilen parametreleri optimize etmek. Böylece bu işlerin daha
fazla kişi tarafından yapılmasını sağlayarak olası bel problemleri
riskini azaltmak.
• İş istasyonunun boyutlarını, kısa ve uzun boydaki işçilerin
vücut ölçüleri ve erişim mesafelerini hesaba katarak tasarlayıp
zorlanarak çalışmayı önleyerek eforu azaltıp verimliliği artırmak.
• Montaj hattının yüksekliğini, uzun ve kısa boydaki işçilerin
belden eğilmek veya yükseğe uzanmak zorunda kalarak hatalı
duruşlarda çalışmak zorunda kalmayacakları yükseklikte tutmak için çözüm üretmek.
4.2 Yönetim önlemleri
İKİH önlemede şirket tüzük ve yönetmelikleri, prosedürleri,
kuralları veya iş uygulamalarında yapılan değişiklikler olarak
tanımlayabiliriz. Bu önlemler ekipman satın alma veya tasarım
değişikliği gerektirmeden kolayca ve çabucak uygulanabilme
avantajına sahip olmakla birlikte tehlikenin kaynağını ortadan
kaldırmakta genellikle yetersizdirler. Mühendislik çözümleriyle birlikte uygulanmalı veya mühendislik önlemleri alınıncaya
kadar geçici çözümler olarak düşünülmelidir. Bu önlemler
genellikle aşağıdaki uygulamaları içerir [6, 7, 8, 13]:
• İş sağlığı ve güvenliği kültürünün oluşturulması Çalışanların,
çalıştıkları işletmede iş sağlığı ve güvenliğinin çok önemli olduğuna inanmaları onların potansiyel olarak daha güvenli çalışmalarına neden olarak İKİH’nı azaltacaktır. Bu amaca yönelik
olarak, yöneticilerin iş sağlığı ve güvenliğinin şirket için önemini
vurgulayan tüzük, prosedür ve uygulamalarla somut önlemler
almaları bu açıdan önemlidir.
• Çalışmaya ait uygulamalar: Ağır işlerde dinleme molalarının
bir defada uzun verilmek yerine kısa fakat sıklıkla ve gerektiğinde ek molalar verilerek yorgunluğun kabul edilebilir seviyede tutulması, fazla mesailerin azaltılması, vardiya sisteminin
kullanılmaması ve eğer kullanılmak zorunda kalınırsa, bunun
ergonomik prensiplere göre yapılması, iş rotasyonu, iş sorumluluğunun genişletilmesi veya işlerin çeşitlendirilmesi ile can
sıkıntısının azaltılarak motivasyonun artırılması; çalışma temposunun ayarlanması ve tercihen işçiye bırakılması.
• Eğitim: İşçi, amir ve yöneticilerin sorumluluklarına uygun olarak aşağıdakilerden bir veya birkaçı hakkında eğitilmeleri: İKİH
riskleri nelerdir ve doğuracakları sonuçlar; risklerden korunma
yolları (stres ve zorlanmaları azaltacak doğru çalışma metotları
ve doğru vücut duruşları; alet ve materyaller ile kişisel koruyucuların doğru kullanımı); semptomların erken rapor edilmesinin
önemi; sağlık ve güvenlik aktivitelerine katılımın önemi ve katılımın ne şekilde olacağı.
• İşe uygun işçinin seçimi ve yerleştirilmesi: Mevcut işçiler
arasından işe en uygun işçinin seçimi. Örneğin, iş sıklıkla ve ağır
yük kaldırmayı gerektiriyorsa, bunu yapabilecek işçilerin sağlık,
kuvvet ve dayanıklılık testleri ile tespit edilip bu işlere verilmesi.
Böylece işi yapamayacak kuvvet ve dayanıklılıktaki işçileri, olası
bel vb. problemlerden korumak.
• Psikososyal çevrenin iyileştirilmesi: işçilerin kendilerini ilgilendiren işlerde söz sahibi olabilmelerini, iş arkadaşları ve
amirlerinden destek görmelerini sağlayacak psikososyal ortam
oluşturulması vb.
• Organize fiziki egzersizler: Haftada 3 kereden az olmamak
şartıyla düzenli ve sıkı bir egzersiz programının oluşturulması,
çalışanları daha fit kılarak İKİH riskinin azalmasına katkıda
bulunabilir.
4.3 Kişisel Koruyucu Ekipman
Kişisel koruyucu ekipman (KKE) kullanma önlem yöntemi en az
tercih edilmesi gereken yöntem olup geçici ve son çare olarak
görülmelidir [6, 7, 8]. KKE nadiren risklerden tamamıyla korur
ve iletişim, konfor, performans ve işçi tarafından tercih açılarından dezavantajlara sahiptirler. Burada amaç, risk teşkil eden
durumu ortadan kaldırmak değil, işçi ile tehlike arz eden durum
arasında engel koyarak maruz kalma seviyesini kabul edilebilir
seviyede tutmaktır. Bu ekipmanlara örnek olarak gürültüden
korunmak için kulak tıkaçları, titreşimlerden ve yaralanmalardan korunmak için uygun eldivenler, koruyucu gözlük, yüz koruyucu maske, gaz maskesi, kask, koruyucu ayakkabılar, koruyucu
önlükler, vb. sayılabilir.
4.4 Ergonomi Programı
Yukarıda bahsedilen önlem yöntemlerinin işletmelerde bir ergonomi programı içinde uygulanması İKİH’leri önlemedeki başarıda çok önemlidir. Ergonomi programı, ergonomi ilkelerinin
yapılanmış bir sistem içinde uygulanmasıdır [6]. Program, iş
sağlığı ve güvenliği programının bir parçası olarak düşünülmelidir. Ergonomi programı problemlerin geçici olarak çözmek
veya problem oluştuktan sonra reaksiyon vermek yerine, riskleri
daha tehlike oluşturmadan belirleyip ortadan kaldırmaya yönelik
planlı (proaktif) ileriye dönük bir yaklaşımı öngörür. Başarılı bir
ergonomi programının oluşturulması ve uygulanması her şeyden önce en yüksek seviyedeki yöneticiden en alt seviyedeki işçiye kadar ilgili herkesin programa aktif olarak katılımını gerektirir
(katılımcı yaklaşım). Bu programın oluşturulmasında şirketle
birlikte, varsa, işçi sendikaları da önemli rol oynar. Şirket içinde
programın sorumluluğunu alacak ve uygulamaya koyacak bir
komite oluşturulmalı ve gerektiğinde ergonomi uzmanlarının
görüş ve katkılarına da başvurulmalıdır.
Yukarıda bahsettiğimiz ergonomi programı genellikle büyük
şirketler için uygulanabilir olmakla birlikte, daha az maddi
olanaklara sahip küçük işletmelerin de, kendi ölçülerine uygun
benzer bir sistem içinde, belki, birkaç işletme bir araya gelip bir
işletmeler grubu oluşturarak ilgili resmi kurumlar ve ergonomi
uzmanlarından da teknik destek talep edip, riskleri önlemeye
veya azaltmaya çalışmaları akla gelen yaklaşımlardan biri olabilir.
5. Sonuç
İşe bağlı kas iskelet rahatsızlıkları, dünyada ve ülkemizde, hem
yaşam ve çalışma kalitesini düşürmeye ve hem de mali giderlerle sorun olmaya devam ediyor. Bu hastalıklarla mücadelede
ergonomi, yöneticilerin faydalanması gereken belki de tek etkili
yöntemdir. Ergonomi prensiplerine göre tasarlanan işler ve
çalışma koşulları, verimlilik, kalite ve sağlık güvenlik üçgenini
eşzamanlı olarak sağlayacak bir ortam sağlar. Aşırı yorgun ve
stresli olmayan işçiler daha verimli çalışıp kaliteli ürün üretecekler ve hastalanmalara, yaralanmalara ve kazalara daha az
meyilli olacaklardır. Bu sonuçtan da hem şirket, hem çalışan ve
hem de ülke olarak kazançlı çıkacağız.
Şunu da önemle vurgulamak gerekir: Yalnızca geleneksel
anlamdaki endüstri ve hizmet sektörü değil, fakat inşaat, tarım,
balıkçılık, ormancılık, et paketleme vb. sektörlerde çalışanlar
da yüksek seviyede İKİH risklerine maruzdurlar ve önlemler bu
sektörler için de ivedilikle araştırılmalı ve uygulanmalıdır. Ayrıca,
kayıt dışı işletmelerin gün ışığına çıkarılmasıyla bu sorunların
çözülmesi daha da kolaylaşacaktır.
Kaynakça
1. EuropeanFoundation for the Improvement of Living and Working Conditions,
2007.
2. U.S. Bureau of Labor statistics, 2008: http://www.bls.gov/opub/ted/2008/dec/
wk1/art02.htm.
3. Al-Tuwaijri, et al. Introductory report “beyond death and injuries: the ILO’s role
in promoting safe and healthy jobs”. In: XVIII World Congress on Safety and Health
at Work, June 2008, Seoul, Korea.
4. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, İş Sağlığı ve Güvenliği Ulusal Bilgi Ağı,
2009. Sosyal Sigortalar Kurumu istatistikleri (1997-2006). http://osha.europa.eu/
fop/turkey/tr/statistics
5. Leigh, J.P., S. Markowitz, M.Fahs, and P. Landgrigan, 2000. Costs of Occupational
Injuries and Illnesses, The University of Michigan Press, Ann Arbor.
6. NIOSH, 1997. Elements of Ergonomics Programs. U.S. Department of Health and
Human Services. DHHS (NIOSH) Pub. No. 97-117, Cincinnati, USA
7. National Research Council of US , 1999. Work-Related Musculoskeletal Disorders National Academy Press, Washington DC.
8. European Agency for Safety and Health at Work, 2008. Work-related musculoskeletal disorders: prevention report. Luxembourg: Office for Official Publications of
the European Communities.
9. Eksioglu, M., 2006. Küresel Şirketlerde Ergonomi Programlarıb–Bir İnceleme.
12. Ulusal Ergonomi Kongresi, Gazi Üniversitesi, Ankara.
10. NIOSH, 1995. Cumulative Trauma Disorders in the Workplace. U.S. Department
of Health and Human Services. Pub. No. 95-119.
11. Bernard, B., 1997. Musculoskeletal Disorders and Workplace Factors. Cincinnati OH: National Institute for Occupational Safety and Health.
12. Ekşioğlu, 2009. Ergonomi ve İnsan Faktörleri Mühendisliği, Ders Notları. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü.
13. Ekşioğlu, 2010. Ergonomics in Management (Yönetimde Ergonomi), Ders Notları. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 59
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
ÜLKEMİZ VE DÜNYADAKİ İŞ SAĞLIĞI
VE GÜVENLİĞİNE GENEL BAKIŞ
ÇALIŞANLARIMIZA VERDİĞİMİZ İNSANİ DEĞER VEYA ÇALIŞANLARIMIZIN KENDİLERİNE BİÇTİKLERİ DEĞER
ÜLKELERİN, MİLLETLERİN GELİŞMİŞLİK MERTEBELERİ İLE DOĞRUDAN ALAKALIDIR. BU DEĞER DE ÇALIŞMA
ORTAMLARININ VE ÇALIŞANIN İŞ SAĞLIĞI GÜVENLİĞİ İLE DOĞRU ORANTILIDIR.
Osman ŞAHBAZ
Makina Mühendisi
60 M‹MAR VE MÜHEND‹S
D
engeli, disiplinli, planlı, programlı çalışmak
ve üretmek zorundayız. Başka da çıkar yolumuz yok. Üretemeyen, yani komşularımızı
görüyoruz.
Onların haline düşmek istemiyorsak yapmamız
gerekenler ortada, disiplinli, planlı ve programlı
olarak verimli bir şekilde çok çalışmak.
İşte Avrupa: mali, siyasi ve ekonomik olarak neredeyse tamamı sallanıyor. İtalya, Yunanistan, İspanya, Belçika ve Portekiz’in hali ortada. Hak etmedikleri lüksü, konforu yaşayarak, çalışmadan, üretmeden bugünlere geldiler. Bugünden sonra değerler
ve mülkiyetler el değiştirecektir. Tabi bu da kolay
olmayacaktır. Bir süreç gerekmektedir.
Şayet millet olarak, ülke olarak bunlardan ders
almazsak, Türkiye’nin de başındaki en büyük belanın bu olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.
Ülkemizde gelecek dönemde senede 750 bin kişinin
istihdam piyasasına girerken aş ve iş bulabilmelerinin yolu üretim ve ihracattan geçmektedir. Üretmeden hiçbir şeyi başaramayız.
Bundan dolayı da üretimde liberal, rekabetçi, süreç
yönetimi, stratejik planlama yapmalıyız. Gayet tabi
dünya kalitesi ve standartlarının üzerinde üreterek
bunu başarmalıyız.
Türkiye’de kurumlar vergisinin yüzde 20’ye inmesi
üretimi, üreticiyi ve istihdamı da rahatlatacaktır.
Evet, bunlar olması gereken şeyler. İş kazaları ve
meslek hastalıkları raporları istatistiklerinde dünya
sıralamamız 3 iken, AB içinde bu 1’dir.
Bu çok manidardır. İnsani değerlerimiz, bu kadar
basit olmamalı. İşyerinde kişisel korunma ekipmanlarının kullanılmasına ve kullandırılmasına ciddi
ehemmiyet vermeliyiz.
Çalışma ortamında, kaza riskini, mesleki hastalıkları azaltma amaçlı hazırlanan güvenlik işaretleri de
ihmal edilmemelidir.
AB müzakere ve katılım süreci aslında teknik bir
süreçtir. Teknik hazırlıkların da ciddi bir finansal
boyutu olacaktır. Tabii olarak bunu da sistemin işleyişi gereği siyasetçilerimiz yönlendiriyor.
Bir başka açıdan baktığımızda ise AB müzakerelerinin sürdürülüyor olması güzel, ancak üyelik tarihinin belli olmayışı, bununla birlikte teknik altyapıyı
yapmaya istekli, şeffaf bir ülke ve sanayicimiz var.
Ayrıca, üyelik tarihinin belli olması sanayicimiz için
yeni yatırımların oluşması için heyecanla beklenilen
bir süreçtir.
Bu çalışma ortamı da girişimcilerimize, çalışanlarımıza ve devletimize ciddi görevler yüklemektedir.
Kimsenin, Rabbimizin verdiği mukaddes canları
gasp etmeye,
ihmal ederek canını almaya hakkı yoktur. Görüyoruz ki, tedbirsiz ve tehlikeli davranışlar biraraya
geldiğinde kazalar meydana gelmekte, can kayıpları
ortaya çıkmaktadır.
Kanunda var olan “ ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacak işçilerin, işe alınmadan evvel, mesleki eğitime
tabi tutulmaları zorunludur” ibaresi ve 6. maddede
yer alan “ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacak işçilerin, gerekli belgelere sahip olmaları ve bulundurmaları zorunludur“ ibaresi vardır. Sorulması gereken soru, “Bunlara işveren ve işçi ne kadar dikkat
ediyor?” olmalıdır.
Çalışanlarımıza verdiğimiz insani değer veya çalışanlarımızın kendilerine biçtikleri değer ülkelerin,
milletlerin gelişmişlik mertebeleri ile doğrudan
alakalıdır.
Hz. Peygamber (sav) çalışanlardan bahsederken
şöyle buyurmuştur: “ Onlara külfet yüklediğinizde
yardım ediniz.“
Türkiye’de milli yeterlilik sistemi kurulma çalışması
henüz yeni yeni başlıyor. Böyle olunca, ömür boyu
eğitim ve öğretim sürecinde, iş başında ve gidilen
gelendirilememektedir. Aslında bu etkinlikler birçok sektörde ve işyerinin verdiği eğitimlerle bu tür
belge ve diplomayı verebilecek seviyeye ulaşmıştır.
İllaki Milli Eğitim Bakanlığı sertifikası olması mı
gerekmektedir? Fabrikalarımızda çalışan mühendislerimiz, teknik elemanlar zaten eğitmen durumundadır.
Fabrika yöneticilerimizin sanayiye yeni katılan gençlere, stajyerlere çalıştıkları süreyi belgeleyen sertifikaları rahatlıkla verebilmelidir.
Zorunluluktan olsa gerek, bazı sektörlerde eğitim,
beceri ve bilgilerini ve yetkinliklerini verilen bilgiler
doğrultusunda aceleyle, zorunlu olarak belgelendirdiklerine şahit oluyoruz.
Günümüz dünyasında ülkeler de aynı firmalar gibi,
şirket gibi üretmeye çalışıyor ve yarışıyor. Aslında ulaşılmaya çalışılan gerçek şu ki günümüzde
dünyada yaşanılan krize baktığımızda üretemeyen
ülkeler krize girmekteler. Bunun için de her türlü
kolaylığı, avantajı, inovatif bilgiyi ülkemize transfer
etmeliyiz ki çalışanlarımız da üretimlerini hijyenik,
sağlıklı ortamda gerçekleştirebilsin. Çalışanlarımız
ve insanımız bunu fazlasıyla hak etmektedir. Türkiye
sağlıklı, disiplinli üretmek durumundadır. Üretemezse maalesef önümüzdeki gelecek her yıl 750
bin gencimize istihdam bulamayız. İşçi ve işveren
arasındaki güven duygusunun yıkılması, zaman içerisinde sosyal çalkantılara da zemin hazırlayacaktır.
Negatif sosyal çalkantılar peynirin içten içe kurtlanmasına sebep olan rutubetli hava gibidir. Peygamber
efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Doğru ve güvenilir
tüccarlar, kıyamet gününde Peygamberler, şehitler, sıddıklarla ve salihlerle beraber bulunurlar.”
İslamiyetin doğudan batıya, Afrika içlerine, Çin’e,
Endonezya’ya ve Japonya’ya yayılışına baktığımızda
tüccarların davranış, telkin ve tebliğleriyle yayılmıştır. Peygamber efendimize en kıymetli yapılması
gerekeni sorduklarında, şöyle cevaplamış: “ En
değerli kazanç, kişinin elinin emeği olarak elde ettiği kazançtır.” Batıda işçi ücretlerinin düzenlenmesi
ve asgari ücret sanayi devrimiyle yerini alabilmiştir.
İlk sosyal çözüm ve politikaların oluşması ise 1674
yılında İsviçre’de çıkarılmış bir kararname iledir.
Sonrasında Zürih bölgesinde 1704 yılında sanayide
çalışanlara asgari ücretin belirlendiği bir kararname çıkarılmıştır. Yine sonrasında 1848 yılında Karl
Marx ve Friedrich Engels’in yazdıkları “ Komünist
Manifesto” su da sosyal diyalogdan ve müzakereden
uzak, başkaldırı ve hırçınlıklar içermektedir. Ancak,
şunu da bilmeliyiz ki: Osmanlı döneminde Kütahya
bölgesi çinicilik sanatının merkezi haline gelmişti.
İşçi ve işveren ilişkilerinin düzenlendiği belgeler
batıdaki toplu iş sözleşmesinden tam 51 sene evvel
yazıldığı bilinmektedir. Bu evrak sosyal, hukuki,
ekonomik ve şer’iye sicillerinin ne kadar dolu ve
zengin bilgilerle dolu olduğunu da belgelemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ancak işçi
hakları konusunda 1936 yılında, iş kanunu yasal
olarak kabul edildi. Son olarak da Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı 2003 yılında “iş sağlığı
ve güvenliği yönetmeliği “ni devreye sokulmuştur.Bizim kadim geleneğimizde, çalışanın alin teri
kurumadan ücretin ödenir anlayışı hâkim kılınmış,
kul hakki her şeyin önünde tutulmuştur. AB’nin son
2007 yılı stratejik bildirisinde, 21 Şubat 2007’de AB
Komisyonu tarafından sirküle edilmiştir. Bildiride,
5 sene sonunda işz kazalarının önlenmesi ve yüzde
25 oranında azaltılması hedeflenmiştir. Komisyon
bu hedefi yakalayabilmek için de AB iş sağlığı ve
güvenliği mevzuatında tedbirler ve yöntemleri bir
dizi halinde sunmuştur. Avrupa’da risklerin düşünülerek kontrol altına alınmasında ve sanayicilerin
risk önleme kültüründe daha hassas davranıyor
olduklarını görüyoruz.
Genel tanıma
göre; iş sağlığı
ve güvenliği,
“işyerlerindeki
çalışma
koşullarının
sağlık ve
güvenlik içinde
olmasını
temin eden
ve sonucunda
iş kazaları
ile meslek
hastalıklarını
azaltan bir
bilimdir.”
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 61
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ SÖYLEŞİ
Dr. Kemal Karataş
“İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ BİR
SEKTÖR OLUYOR”
İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİNİN BİR SEKTÖR OLMAYA BAŞLADIĞINI BELİRTEN İSTANBULUZMAN A.Ş. YÖNETİCİSİ DR. KEMAL KARATAŞ, “BU
SEKTÖRDE YER ALMAK İSTEYEN MİMAR VE MÜHENDİSLER, EĞİTİMLERİNİ ALARAK İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI OLABİLİR” DEDİ. KEMAL KARATAŞ
İLE İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ALANINDAKİ ÇALIŞMALARINI KONUŞTUK.
SÖYLEŞİfi‹: Sunullah DOĞMUŞ
Kemal Bey, İstanbuluzman’ı kurma fikri
nasıl oluştu?
İstanbuluzman, firmalara İş Sağlığı ve
Güvenliği (İSG) alanında çözüm ortağı olmak ve bu alanda hizmet vermek
isteyenleri tam donanımlı yetiştirmek
düşüncesi üzerine kurulmuştur. Şirket
merkezimiz; İkitelli girişindeki Atatürk
Bulvarı üzerindedir. Firmaların, iş sağlığı
ve güvenliği anlamında ihtiyaç duyduğu
her noktada en yüksek kaliteyle hizmet
sunmak vizyonuyla yola çıktık. Bu amacı
paylaşan ve her biri kendi dalında birikim sahibi 7 ortaklı bir yapı oluşturduk.
İstanbuluzman’ın en önemli potansiyeli,
5 doktor, 1 A sınıfı emekli iş başmüfettişi
ve 1 yöneticiden şekillenen yetkin ortaklık
yapısıdır. Bu sinerjinin olumlu sonuçlarını, attığımız her adımda görüyoruz.
Tecrübeli isimlerle çalışıyorsunuz yani?
İstanbuluzman bünyesinde çalışan doktor
kadrosu, meslek hayatlarının tamamını iş
sağlığı alanında geçirmiş sektörün referans kadrosudur. İş güvenliği uzmanlarımız, tecrübeli A sınıfı iş güvenliği uzmanlarından oluşuyor. Bu isimler, ülkemizin
en büyük kuruluşlarına danışmanlık ve
ayrıca adli yargı bilirkişiliği yapmakta.
Firmanızda son dönemde ne gibi değişimler söz konusudur?
Biz firmamızın sektöründe yadsınamaz
derin izler bırakması adına yatırımlarımızı
sürdürmekteyiz. Bu düşünceden hareketle 19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği
Kongre ve Fuarı’nda yeni yüzümüzle vizyona çıkıyoruz ve inanıyoruz ki iş sağlığı
62 M‹MAR VE MÜHEND‹S
ve güvenliği sektörü, markamız ‘dr.uz’la
yeni bir ivme kazanacak. Sağlıklı işler sloganıyla, İş Sağlığı Uzmanı tanımıyla yola
çıkan ‘dr.uz’, amiral gemisi olmaya aday
bir marka olarak sektöründe hak ettiği
yeri kısa zamanda alacağını düşünüyoruz.
Verdiğiniz hizmetler nelerdir?
İstanbuluzman, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı
tarafından, iş sağlığı ve güvenliği alanlarında yetkilendirilmiş bir kurumdur.
Firmamıza Çalışma Bakanlığı tarafından Ortak Sağlık Güvenlik Birimi (OSGB)
Yetkisi, İşyeri Hekimliği Eğitim Kurumu
Yetkisi ve İş Güvenliği Uzmanlığı Eğitim
Kurumu Yetkisi verildi ki, bunlar son
derece değerli yetkiler. Ayrıca, Sağlık
Bakanlığı onayıyla İlkyardım Eğitim
Merkezi yetkimiz de var.
İşyeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanlarının temel amacı nedir?
İşyeri hekimleri, işçilerin sağlığının bozulmaması için gerekli koruyucu hekimlik çalışmalarını yapar. Böylece, en az
işgünü/işgücü kaybıyla çalışma hayatının
aksamadan, sağlıklı bir şekilde sürmesini temin eder. İş güvenliği uzmanları, çalışanların maruz kaldığı ortam risk
faktörlerini tespit eder, bu tespitlere dair
önlemleri işverene sunar. Gereken eğitimleri planlar. O işletmede bir güvenlik
kültürü oluşmasını temin eder.
Firmalar, hangi şartlarda hekim veya
uzman bulundurmak zorunda?
Mevcut mevzuata göre işyeri hekimi, çalı-
şan sayısı 50 ve daha fazla olan her
işyerinde olmak zorunda. Eğer bu işyeri,
sanayiden sayılıyorsa iş güvenliği uzmanı
da olmak zorunda.
Kimler işyeri hekimi ve iş güvenliği
uzmanı olabiliyor?
İşyeri hekimliği eğitimine tıp fakültesi
mezunu olan tüm doktorlar katılabilir.
İş güvenliği uzmanlığı eğitimine ise tüm
mühendisler, mimarlar, ayrıca fizik ve
kimya bölümü mezunları katılabilir.
İşyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı eğitimlerinin süresi ne kadar?
Bakanlığın belirlediği çerçevede 180
saatlik teorik eğitim ve 40 saatlik stajla
toplam 220 saatlik bir eğitim programı
sunuyoruz. 180 saatin 90 saatini uzaktan
eğitim halinde veriyoruz. Arkasından 90
saatlik yüz yüze eğitim programı başlıyor.
13 eğitmenle bu dersleri eğitim merkezimizde veriyoruz. Eğitim salonumuz,
yetişkin eğitimleri için gayet modern,
80 m2’lik U düzeni yerleşimli bir salon.
Burada üniversitelerden ve çalışma hayatından tecrübeli hocalarımızla interaktif
eğitimler sunuyoruz. Son derece verimli,
her katılımcının memnuniyet duyduğu bir
eğitim programı.
İş güvenliği uzmanlığı çok değerli bir
unvan mı?
İş güvenliği uzmanlığı, şu an yükselen değer. Her yeni yönetmelik, artık
bu uzmanlık sertifikasını şart koşuyor.
Örneğin, geçtiğimiz aylarda çıkan yönetmelikle, şantiye şeflerine 2012 itibarıyla iş
güvenliği uzmanlığı sertifikası zorunlu
hale geldi. Dolayısıyla bu altın bileziği
bir an önce takmak gerek.
OSGB diye bir kavram kullandınız. Ne
demek OSGB?
Az önce bahsettiğim gibi işyeri hekimi, çalışan sayısı 50’den fazla olan her
işyerinde olmak zorunda. Eğer bu işyeri, sanayiden sayılıyorsa iş güvenliği
uzmanı da olacak. İşveren, bu hizmeti
hekim ve uzmanı kendi personeli yaparak sağlayabileceği gibi dilerse Çalışma
Bakanlığı’nca yetkilendirilmiş kurumlardan da fatura karşılığı hizmet alma
şeklinde sağlayabilir. İşte bu yetkili
kurumlara OSGB yani “Ortak Sağlık ve
Güvenlik Birimleri” deniliyor.
Ne gibi avantajları var OSGB’den hizmet almanın?
Klasik usulde işverenler; hekim, uzman
gibi İSG personelini istihdam edip adına
bordro düzenlemek zorunda. Her ay personele maaşını, devlete vergisini ödüyor. Yıllık izin, hastalanma, özel izin gibi
durumlarda hizmet aksamasını göze alıyor. Anlaşmazlık halinde tazminatlarını
ödüyor. Şimdi devlet, işverenlere alternatif sunuyor: OSGB’lerden hizmet alınırsa, tüm idari ve vergisel yük OSGB
firmasına ait. Siz sadece faturanızı ödeyip
hizmet alıyorsunuz. Dolayısıyla, şu anda
birçok firma bu yöntemi avantajlı görüyor
ve hizmet talep ediyor. İstanbuluzman
OSGB, çözüm ortağı olduğu firmalara
gerek hizmet kalitesi açısından, gerekse
maliyetleri düşürmek konusunda önemli
avantajlar sağlıyor.
İstanbuluzman’ın diğer çalışmaları
nelerdir?
İSG çalışmaları kapsamında risk analizleri ve ortam ölçümleri de yapıyoruz.
İşyerlerinde, iş sağlığı ve güvenliğini tehlikeye sokabilecek mevcut riskleri öngörmek, ölçümler yapmak ve önlem almak
ciddi bir yasal ve vicdani yükümlülük.
İstanbuluzman’ın tecrübeli uzman ve
müfettişleri tarafından risk analizi yapılarak, işvereni maddi/manevi risklerden
korumayı, işçilerin sağlıklı ve güvenli bir ortamda çalışmasını sağlıyoruz.
Çalışanlara ağır ve tehlikeli işlerde çalışabilir muayenesi kapsamında röntgen,
kan tahlilleri vb. laboratuar hizmetlerini
son derece güvenilir bir şekilde sunuyoruz. Bu amaçla mobil aracımızla yerinde
hizmet veriyoruz. Portör muayenesi özellikle iş sağlığı alanının kanayan yarası.
Yemekhane çalışanının taşıdığı mikropları çalışanlara bulaştırması, onların aile
fertlerine taşıması o kadar basit ki. Portör
muayenelerini en hassas şekilde yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz.
Ayrıca, yasal yükümlülük gereği firmaların talep ettiği ilkyardım eğitimleri, temel
İSG eğitimleri, yangın eğitimleri vb. eğitimlerimiz de yoğun ilgi gören eğitimlerimizden. Önemli bir konu da mesleki
yeterlilik. “Düz işçi, ne iş olsa yaparım
abi” cümleleri tarihe karışıyor. Artık, her
çalışan eğitimini aldığı ve sertifikasına
sahip olduğu işi yapacak. İstanbuluzman,
eğitim faaliyetleri arasında, Milli Eğitim
Bakanlığı ile protokol çerçevesinde
“Zorunlu Mesleki Eğitim” çalışmalarını
sürdürmektedir.
Diğer yandan, sektörümüzle ilgili etkinliklere aktif olarak katılmak ve İSG’nin
ülkemizde gelişimine katkıda bulunmak
gayretindeyiz. Örneğin, 11-15 Eylül tarihleri arasında ülkemizin ev sahipliğinde
yapılacak 19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği
Kongre ve Fuarı’na bildiri sunacağız ve
stand açacağız; inşallah bu kongre ve
fuar ülkemizde İSG konularında duyarlılığı artıran bir katalizör olur.
Fuar için kurum olarak farklı bir şey
düşünüyor musunuz?
Fuar standımızda İSG otomasyon programımızı tanıtmayı düşünüyoruz. Derler ya
her eve lazım, bu program da her firmaya
lazım denilebilir. İSG alanında böylesi bir
programa ciddi ihtiyaç var. Yazılım ekibimizle beraber hazırladığımız bu program,
zannediyorum çok ses getirecektir.
Devletin İSG konularına yaklaşımı nasıl?
Devlet nezdinde, bugün konunun tepe
yönetimi Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı. Bakanlık, çıkardığı kanun ve
yönetmeliklerle İSG alanında iyileştirmeler için gözle görülür bir çaba içinde.
Hizmet veren ve alanların, tüm paydaşların memnun kalacağı bir sistem kurmak zor. Ama reform yapıldı mı derseniz,
ben İSG Kanunu çıkmadan ve o kanunun
suya-sabuna dokunduğunu görmeden
evet demek istemem.
Beklentileriniz neler?
Organize sanayi bölgelerine özel çalışmalar yapılmalı. Alt işveren, taşeron
tanımları yapılmalı. Zorunlu mesleki eğitimler konusunda multidisipliner bir yaklaşım sergilenmeli. Yapılacak tüm yasal
düzenlemeler, işverenlerin, hekimlerin
ve uzmanların kaza ve hastalık bildirimleri konusunda hassasiyetini artırmalı.
Meslek hastalığı ve iş kazası, bildirim
yapan işverenlere yalnızca teftiş-ceza
olarak dönmemeli. OSGB firmalarını
sadece hekim ve uzmanlar kurabilmeli.
İşyeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanlarının alacağı taban ücret tarifelerini
belirleyen bir yetkili merci olmalı. Hekim
ve uzmanlar için mesleki bağımsızlık,
temenni cümlelerinden öteye gitmeli.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 63
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
Gelişen teknolojilerin bir sonucu olarak;
“TİTREŞİM ve GÜRÜLTÜ”
GÜRÜLTÜ GENEL OLARAK İSTENMEYEN VE RAHATSIZ EDEN SES OLARAK TARİF EDİLİR. ENDÜSTRİDE İSE
İŞYERLERİNDE, ÇALIŞANLARIN ÜZERİNDE FİZYOLOJİK VE PSİKOLOJİK ETKİLER BIRAKAN VE İŞ VERİMİNİ
OLUMSUZ YÖNDE ETKİLEYEN SESLER OLARAK TARİF EDİLİR. BU BAĞLAMDA İŞVEREN VE YATIRIMCILARIN
HEDEFLERİNE ULAŞMAK İÇİN GÖSTERDİKLERİ GAYRET VE HASSASİYETİ, ÜRETİMİ GERÇEKLEŞTİREN
İŞÇİLERİN SAĞLIK VE GÜVENLİKLERİ İÇİN BU OLUMSUZ DURUMU ORTADAN KALDIRARAK GÖSTERMELERİ
GEREKMEKTEDİR.
Selçuk KOSİF
Endüstri Mühendisi
C Sınıfı İş Güvenliği
Uzmanı
GÜRÜLTÜ
Bir işkence metodu olarak, konuşturulmak istenen kişi bir yere bağlanır ve başına belli periyotla
su damlatılırmış. Bir müddet sonra sinir sistemi
tamamen tahrip olan adam bülbül gibi konuşmaya
başlarmış. İnsan sağlığını olumsuz yönde etkileyen, yaşanılan ortamı kirleten etkenlerden biri
de gürültüdür. Çevremizdeki rahatsızlıklar içinde gürültü en “dayanılmaz” olanıdır. Gürültü bizi
evde, sokakta, işte, fabrikada, havaalanında her
yerde ve her an izler. İnsanlar rahat edebilmek
için gürültüsüz sakin mekânları tercih eder. Kent
gürültüsünü artıran trafik, iş yerlerinde işitme kaybına, konuşma ve anlaşma zorluğuna sebep olan
makine, tezgâh ve benzeri araç gereçlerin çıkardıkları sesler birer gürültü kaynağıdır. Hızlı kentleşme,
sanayinin gelişmesi, nüfus artışı gibi nedenlerle
gittikçe artan gürültü, yukarıda anlattığım gibi artık
insan için bir işkence halini almıştır. İnsan kafasına
periyodik olarak damlatılan su gibi, bazı gürültüler
insanların işitme sağlığını ve algılamasını adım
adım olumsuz yönde tahrip etmekte, zamanla da
fizyolojik ve psikolojik dengesini bozarak sağlıksız
bir birey haline getirmektedir. İnsanımızın bu kadar
asabi ve tahammülsüz olmasında gürültünün katkısı çok büyüktür. Gürültü genel olarak istenmeyen ve
rahatsız eden ses olarak tarif edilir. Endüstride ise
işyerlerinde, çalışanların üzerinde fizyolojik ve psikolojik etkiler bırakan ve iş verimini olumsuz yönde
etkileyen sesler olarak tarif edilir. Gürültü desibel
(db) olarak ölçülür ve her 3 db’lik artış sesin 2 kat
artması anlamına gelir.
SES: Maddeden oluşan bir ortamda (katı, sıvı ve
gaz) moleküllerinin sıkışıp genleşmesinden meydana gelen ve madde içinde yayılabilen bir titreşim
olayıdır, bir enerji biçimidir. Ses, titreşen bir maddenin, bu titreşimlerinin ortam molekülleri tarafından
64 M‹MAR VE MÜHEND‹S
kulağa kadar taşınması ve kulak tarafından algılandığı bir olgudur. Sesleri 3 grupta toplayabiliriz;
Subsonic sesler; Frekansı 20 Hz’den düşük olan
seslerdir.
İşitilebilen sesler; Frekansı 20 Hz ile 20 bin Hz
arasında olan ve insan kulağı tarafından işitilebilen
seslerdir. İnsan kulağının işitme eşiği 20 Hz, yani 0
db ‘dir ve Ağrı eşiği denilen 140 db kadar olan sesleri duyabiliriz.
Ultrasonic sesler; Frekansı 20 bin Hz‘den yüksek
olan seslerdir. İnsan kulağının işitme düzeyindeki
seslere örnekler verecek olursak; 0 db işitme eşiği
ise 20-40 db arası sessiz bir orman, fısıltı ile konuşma ve sessiz bir odadaki gürültü düzeyini 50-60 db
arası gürültü; şehirde bir büro, karşılıklı normal
konuşma düzeyini. 70-80 db arası gürültü; bir dikey
matkabın çıkardığı ses ya da yüksek sesle konuşmayı, 90-110 db arası gürültü; kuvvetlice bağırma,
dokuma salonları, havalı çekiçlerin çıkardıkları sesleri 120-130 db arası gürültü; bilyeli değirmenlerin
çıkardığı sesler 140 db ise ağrı eşiğini ifade eder.
GÜRÜLTÜNÜN İNSAN ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Fizyolojik etkisi: Bu etki işitme kaybı olarak da
adlandırılabilir. Fizyolojik etki; sesin şiddeti, frekans
dağılımı, gürültüden etkilenme süresi, gürültüye
karşı kişisel duyarlılık, yaş, cinsiyet gibi etkenlere
bağlıdır. 2 farklı çeşit işitme kaybı vardır.
1- İletim tipi: Dış ve orta kulakta oluşan işitme
kaybıdır. Ani yüksek bir patlamanın dış kulak zarını
zedelemesi sonucunda görülür.
2- Algı tipi: İç kulakta görülen işitme kaybıdır. Yüksek şiddette ve yüksek frekanstaki seslere uzun
süreli maruziyet halinde görülür. Kalıcı bir işitme
kaybıdır ve kulak kaybettiği bu yeteneği bir daha
geri kazanamaz. Gürültü zararlarının meslek hastalığı sayılabilmesi için, gürültülü işlerde an az 2 yıl,
gürültü düzeyi sürekli olarak 85 db‘in üzerinde olan
işyerlerinde ise en az 30 gün çalışılmış olmalıdır.
Gürültülü işlerle ilgili olarak işverenin yükümlü
tutulacağı süre ise 6 aydır. Yani iş akdi feshedilen bir işçinin 6 ay içersinde, gürültüden kaynaklı
bir meslek hastalığına yakalanması durumunda, o
hastalığın o işverenin işyerinde çalışmasından kaynaklandığına hükmedilir. Bu sebepledir ki, gürültülü işyerlerinde çalışacak işçilerin mutlaka, işe
girişlerinde ve her 6 ayda bir kulak odyogramları
alınmalıdır. Psikolojik etkileri; sürekli olarak gürültüye maruz kalan kişilerde; konsantrasyon ve dikkat kaybı, yorgunluk, uyku problemleri, baş ağrısı,
merkezi sinir sistemi rahatsızlıkları, metabolik ve
hormonel bozukluklar görülebilir. Gürültü ayrıca
konuşurken bağırma haline, sinirli olmaya karşılıklı
anlama bozukluklarına ve iş kazalarının artmasına
sebep olabilir.
GÜRÜLTÜYE KARŞI ALINMASI GEREKEN
ÖNLEMLER
Alınacak önlemler olarak gürültü kaynağında,
gürültülü ortamda ve maruz kalan kişide alınması
gereken önlemlerden bahsedebiliriz.
Kaynağında alınacak önlemler: Kullanılan makinelerin daha az gürültülü olanlarla değiştirilmesi,
kullanılan teknolojinin değiştirilmesi, üretim biçimini değiştirerek daha az gürültü çıkaran makinelerin
tercih edilmesi, gürültü kaynağının ortamdan izole
edilmesi.
Ortamda alınacak önlemler: Makinelerin yerleştirildiği zeminde gürültüye karşı yeterli önlemleri
almak, gürültü kaynağı ile işçi arasına engel koymak, İşçinin gürültü kaynağına olan mesafesini
artırmak, sesin geçebileceği ve yansıyabileceği yerleri ses emici malzeme ile kaplamak.
Maruz kalan kişide alınması geren önlemler:Maruz
kalan kişinin sese karşı iyi izole edilmiş bir bölme
içine alınması, gürültülü ortamdaki çalışma süresinin kısaltılması ve kişinin kulak koruyucuları kullanması. Gürültünün kaçınılmaz olduğu durumlarda son çare olarak kulak tıkaçları kullanılmalıdır.
Kulak tıkaçları da yapısına göre gürültü şiddetini
5-45 db arası düşürdüğü bilinmektedir.
GÜRÜLTÜLÜ ORTAMDA ÇALIŞMA SINIRI
İşçinin gürültüden zarar görmeye başladığı seviye
(MED) olarak 85 db kabul edilir (Gürültü Yönetmeliği md.5) ve günlük çalışma süresi 7,5 saati
geçemez. Gürültülü ortamın sınır değeri ise (MSD)
87 db olarak kabul edilir. Maruziyet sınır değeri
MSD uygulamasında kulak koruyucularının etkisi de
dikkate alınacaktır (23.12.2003 25325 sayılı Gürültü
Yönetmeliği). Gürültüden kaçınılamadığı durumlarda gürültüye maruz kalma süresini azaltmak maksadıyla çalışma süresini kısaltmak gerekmektedir.
Buna göre her 5 db’lik gürültü artışında çalışma
süresi yarıya indirilir. Yani 90 db için 4 saat/gün, 95
db için 2 saat/gün, 100 db için 1 saat/gün, 105 db
için 1/2 saat/gün, 110 db için 1/4 sa/gün ve 115 db
için 1/8 saat/günden fazla süre ile işçi çalıştırılamaz.
Örnek yargıtay kararları * Emniyet kemeri vermekle
yetinip, bunu kullandırmayı sağlamayan işveren, iş
kazasından sorumludur. (TC. Yargıtay 10. Hukuk
Dairesi 23.11.1982, 4661/5171) * İşverenler, işyerlerinde tüm önlemleri almak ve koruyucu malzemeyi
kullandırmakla yükümlüdür. (TC. Yargıtay 10. Hukuk
Dairesi 06.04.1982, 1757/1960) * Yasanın öngördüğü
önlemleri almamak ve uymamak, işveren için kusuru konusunda kesin Kanuni karine oluşturur. (TC.
Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 22.05.1975, 4269/2981)
Gürültülü
işlerle ilgili
olarak
işverenin
yükümlü
tutulacağı süre
ise 6 aydır.
Yani iş akdi
feshedilen
bir işçinin 6
ay içersinde,
gürültüden
kaynaklı
bir meslek
hastalığına
yakalanması
durumunda,
o hastalığın
o işverenin
işyerinde
çalışmasından
kaynaklandığına
hükmedilir.
TİTREŞİM
Mekanik sistemlerdeki salınım hareketlerini tanımlayan bir terimdir. Potansiyel enerjinin kinetik enerjiye, kinetik enerjinin potansiyel enerjiye dönüşTEMMUZ-AĞUSTOS 2011 65
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
Ülkemizde,
işyerlerindeki
denetimlerde
titreşim üzerinde pek durulmaz. Nedeni
ise, titreşimin
çok iyi bilinmemesinden
ve çalışanların
işyerlerinde
titreşimden
şikâyetçi olmamalarından
kaynaklanır.
66 M‹MAR VE MÜHEND‹S
mesi olayına TİTREŞİM denir. Titreşimin özelliğini
ve insan üzerindeki etkilerini, frekansı ve şiddeti
belirler. Birim zamandaki titreşim sayısına frekans
denir. Birimi Hertz (Hz)’dir. Titreşimden ileri gelen
enerjinin hareket yönüne dikey, birim alanda ve
birim zamandaki akım gücüne, titreşimin şiddeti
denir. Birimi W/cm2‘dir. Titreşim oktav bantları ile
ölçülür.
Endüstrideki başlıca titreşim kaynakları
Genellikle el ve parmakları ile kollara ulaşan titreşimleri oluşturan titreşim kaynaklarıdır. Bunlar, taş
kırma makineleri, kömür ve madencilikte kullanılan
pnömatik çekiçler, ormancılıkta kullanılan taşınabilir testereler, parlatma ve rende makineleridir. Bu
araçlar, dönerek, vurarak ya da hem dönerek hem
de vurarak titreşirler. Tüm vücudun titreşim altında
kaldığı titreşim kaynakları ise; traktör ve kamyon
kullanımı, dokuma tezgâhları, yol yapım, bakım
ve onarım makineleri ile özellikle çelik konstrüksiyonlu yapılarda titreşime sebep olan makine ve
tezgâhlardır.
Titreşimin insan üzerindeki etkileri İnsanlar 1Hz
ile 1000 Hz arasındaki titreşimi algılarlar. İnsan,
titreşimin düşük frekanslarında sarsıntı hisseder.
Buna karşılık titreşimin yüksek frekanslarında
karıncalanma hatta yanma hissi duyar. Titreşimin
insan vücudu üzerindeki etkileri fizyolojik psikolojik
ve patolojik etkiler şeklindedir. Titreşimin özelliklerini oluşturan faktörlerden en önemlisi frekansıdır.
Titreşimin tıbbi ve biyolojik etkisi büyük ölçüde
şiddetine ve maruz kalınan süresine bağlıdır. İnsan
vücuduna belirgin etkisi olan titreşimin frekansı 1
Hz ile 100 Hz. arasındadır. Titreşime neden olan
el aletlerini kullanan kişilerde yapılan ölçmelerde;
el-kol vücudun titreşim geçirme oranı, 5 Hz’de
en yüksek olarak bulunmuştur. İkinci maksimum
düzey ise 20 Hz ile 30 Hz arasıdır. Titreşim enerjisi
avuç içinden el sırtına, elden kola ve koldan omuza
geçerken önemli güç kaybına uğrar. Bu hafifleme
omuz eklemlerinde en fazla olur. Bu gücün azalarak seyretmesi memnuniyet verici bir husustur.
Buna rağmen vücutta bazı doku yapılarının deformasyonu, solunum hızının artması, oksijen tüketiminin artmasına bağlı olarak enerji harcamasının
artması, kalp atım sayısının artması buna bağlı
olarak da kan basıncının artması (5 Hz. frekanslı
titreşime maruz kalan kişilerin yüzde 50’sinden
fazlasında kan basıncında artma görülmektedir),
performansta gerileme, subjektif algılamada bozulma, merkezi sinir sistemi hücrelerinin fonksiyonlarında aksamaya neden olduğu bilinmektedir. Ayrıca,
kanda glikoz ve glikojen konsantrasyonunda azalma
olduğu da bilinmektedir. Parmaklarda 8-10 °C ısıya
kısa süre maruziyet ile beyazlaşma olur. Avuç içi
de beyazlaşır. Ön kol ve omuz kaslarında ağrılar
görülebilir. Bütün vücudu titreşime maruz kalan
bazı işçilerde disk kayması denilen bel ağrıları olabilir. Bu değişikliklerden çoğu titreşime maruziyetin
başlangıcında yüksek iken daha sonra normale
dönüşebilmektedir.
Titreşimden korunma
Titreşimin etkisinden korunmak için teknik ve
tıbbi önlemler ile eğitime gerek vardır. Titreşimden korunmanın temel hedefi, titreşimi kaynağında azaltmaya yönelik olmalıdır. Genellikle makine
dizaynı sırasında titreşimi azaltacak zeminler yapmak ve titreşimi az olan makineler satın almak.
Kullanılan makinelerin bakımlarını zamanında yapmak, vuran ve titreşen kısımlara izolasyon uygulamak. Tıbbi korunmada ise işe giriş muayenelerinde
sinir sistemi kalp, damar ve sindirim sistemleri
sağlam olan genç işçilerin seçilmesine dikkat edilmelidir. Periyodik muayenelerde titreşimin etkilerinin klinik muayeneler
uygulanarak aranması, el, bilek ve dirsek eklemlerinin dikkatle
muayene edilmesi gerekir. Titreşimden korunmanın bir yolu da
eğitimdir. İşyerinde titreşime maruz kalan kişiler ve yöneticiler,
titreşimin neden olduğu risklere ve rahatsızlıklara karşı eğitilmelidir. Ayrıca, titreşimin olumsuz etkileri görülen işçilerin
değiştirilmesi yoluna gidilmelidir. Çalışma (etkilenme) süresinde
kısıtlama yapılması veya çalışma süresince daha sık dinlenme
araları verilmesi, titreşimden etkilenmede uygun bir korunma
yöntemi olacaktır.
Titreşimin denetim yöntemleri ye yasal
düzenlemeler
Titreşimin denetimi her şeyden önce, işçi ve işverenin titreşimin
olumsuz etkilerini en iyi şekilde bilmesi ile başlar. Titreşimin
olumsuz etkilerine karşı eğitimli bir işveren, kuracağı işyerinde
kullanacağı makinenin konulacağı zemini, titreşimi yok edecek
veya iletmeyecek şekilde düzenler. Makinelerin bakımını zamanında yapar. İşçileri işe alırken, titreşime hassasiyeti olmayanlardan seçer. Ülkemizde, işyerlerindeki denetimlerde titreşim
üzerinde pek durulmaz. Nedeni ise titreşimin çok iyi bilinmemesinden ve çalışanların işyerlerinde titreşimden şikâyetçi
olmamalarından kaynaklanır. Titreşim konusunda, ülkemizde
yeterli araştırma da yapılmamaktadır. Bir veya iki üniversitenin
dışında, titreşim ölçmesi yapan ve değerlendiren kurum ve kuruluş da yoktur. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı olarak da bu
konuda ciddi çalışmalar yapılmamıştır. Her ne kadar, “Titreşim
sonucu kemik-eklem zararları” olarak, Sosyal Sigortalar Sağlık İşlemleri Tüzüğü’ne ekli listede belirtilmiş ise de SSK yıllık
istatistiklerinde, titreşimden ileri gelen meslek hastalıklarına
rastlanılmamaktadır.
Yasal Tedbirler
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü’nün 79. maddesinde, titreşim
(vibrasyon) yapan aletlerle yapılan çalışmalarda alınacak tedbirler;
1- Titreşim yapan aletlerle çalışacak işçilerin, işe alınırken,
genel sağlık muayeneleri yapılacak, özellikle kemik, eklem ve
damar sistemleri incelenecek ve bu sistemlerle ilgili bir hastalığı
veya arızası olanlar, bu işlere alınmayacaktır.
2- Titreşim yapan aletlerle çalışacak işçilerin, periyodik olarak
sağlık muayeneleri yapılacaktır. Kemik, eklem ve damar sistemleri ile ilgili bir hastalığı veya arızası görülenler, çalıştıkları
işlerden ayrılacak, kontrol ve tedavi altına alınacaktır.” denilmektedir. Ayrıca; 10.06.2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan
4857 sayılı İş Kanunu’nun 78’inci maddesine göre hazırlanan ve
23.12.2003 tarihli ve 25325 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan
Titreşim Yönetmeliği hükümlerine göre; el-kol titreşimi ve tüm
vücut titreşim için, günlük maruziyet sınır değerler ve maruziyet
etkin değerler verilmekte, maruziyetin ölçülmesi ve değerlendirilmesinin yapılması zorunluluğu hükme bağlanmıştır. Yine
bu yönetmeliğe göre; “Maruziyetin Önlenmesi veya Azaltılması”
“Risk Belirlenmesi ve Değerlendirmesi”,“İşçilerin Bilgilendirilmesi ve Eğitimi”,“İşçilerin Görüşünün Alınması ve Katılımın
Sağlanması”,“Sağlık Gözetimi” ve “Özel Koşullar” başlıklı maddelerde titreşimle ilgili olarak detaylı hükümler yer almaktadır.
Çalışma ortamında titreşim kontrolü
Çalışma ortamında titreşim şiddeti el-kol ve tüm vücut için
olmak üzere Titreşim Yönetmeliği 5’inci maddesinde belirtildiği
üzere;
El- kol titreşimi için;
8 saatlik çalışma süresi için günlük maruziyet sınır değeri 5 m/
s2 - 8 saatlik çalışma süresi için günlük maruziyet etkin değeri
2,5 m/s2.
Bütün vücut titreşimi için;
8 saatlik çalışma süresi için günlük maruziyet sınır değeri 1,15
m/s2, - 8 saatlik çalışma süresi için günlük maruziyet etkin
değeri 0,5 m/s2 olacaktır. Titreşimden oluşan meslek hastalığının işveren yükümlülük süresi 2 yıldır. İnsan ihtiyaçları ve
teknolojinin ulaştığı bu seviyede işverenlerin yegâne hedefi iş
verimini ve üretimi artırmak, sürekli iyileştirme ve geliştirme,
her gün yeni bir ürün, yeni bir metod geliştirilmesini sağlamak
üzerine odaklanmış durumdadır. Ancak işveren ve yatırımcıların
bu hedeflerine ulaşmak için gösterdikleri gayret ve hassasiyeti,
üretimi gerçekleştiren işçilerin sağlık ve güvenlikleri için de göstermeleri gerekmektedir. İşverenler, üretim için alınan makine
ve ekipmanlar için, operatör istihdamı, tamir ve bakım için hiçbir
masraftan kaçınmayıp, maksimum verimlilik ve üretim artışını sağlamaya çalışmaktadırlar. Ancak bu hassasiyeti üretimi
gerçekleştiren çalışanları için ne yazık ki göstermemektedir.
Yıllar sonra, emeğinden faydalanılan insanların sağır olması,
kas sisteminin zarar görüp kaşığı bile tutamayacak hale gelmesi
vs, gibi birçok meslek hastalıklarına yakalanıp hayatının son
zamanlarını ızdırap içerisinde geçirmesi işverenlerin gündeminde olmalıdır. Bu husus sadece ülkemiz için değil, tüm Dünya için
de böyledir. Bu sebepledir ki uluslararası çalışma örgütü (İLO),
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Avrupa iş sağlığı ve güvenliği Ajansı
(OSHA) ve Ülkemizde Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) son yıllarda
ciddi adımlar atmış ve çalışanların sağlık ve güvenliklerini yasal
tedbirlerle koruma yoluna gitmişlerdir. Ülkemiz de bu konuda
Avrupa Birliği uyum çalışmaları çerçevesinde birçok mesafeler
kat etmiştir. Gelinen son noktada, şu ana kadar tüzük ve yönetmeliklerle oluşturulmaya çalışılan yasal çerçeve artık yeterli
olmayıp iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili yasa çıkarılması gereği çok
açık bir şekilde kendisini göstermektedir.
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 67
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE
KOBİ’LERDE “İŞ SAĞLIĞI VE
GÜVENLİĞİ” VE KOSGEB
EKONOMİK VE SOSYAL HAYATA, İSTİHDAMA ÖNEMLİ KATKILAR SAĞLAMALARINA RAĞMEN KOBİ’LER,
İSTİHDAM, FİNANSMAN, PAZARLAMA VB. BİRÇOK SORUNLA KARŞILAŞMAKTADIR. BU SORUNLARIN YANINDA
ÇALIŞAN İNSANLARIN YAŞAM BİÇİMİNİ ETKİLEYEN ÖNEMLİ BİR PROBLEM DE “ İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİDİR.”
Dr. Metin ŞATIR
KOSGEB Başkan
Yardımcısı
68 M‹MAR VE MÜHEND‹S
K
üresel rekabetin yoğun yaşandığı dünyamızda; ekonomik ve sosyal kalkınmada aldıkları
rol, istihdama olan katkıları, esnek üretim
yapıları, değişimlere uyum kapasiteleri vb. sayılabilecek birçok husus, Küçük ve Orta Büyüklükteki
İşletmeleri (KOBİ) önemli ve vazgeçilmez aktörler
haline getirmektedir.
Ülkemiz ekonomisinde; toplam yatırımların yüzde50’sini, toplam istihdamın yüzde 78’’ini, toplam
katma değerin yüzde 55’ini, toplam ihracatın yüzde
59’unu ve toplam kredilerin yüzde 24’ünü oluşturan
KOBİ’lerimiz, önemli bir değer oluşturmaktadırlar.
Ülkemizde KOBİ’ler; 18.11.2005 tarihli ve 25997
sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren
“Küçük ve Orta Büyüklükteki işletmelerin Tanımı,
Nitelikleri ve Sınıflandırılması Hakkında Yönetmelik” ile tanımlanarak aşağıdaki şekilde sınıflandırılmıştır:
a) 10’dan az çalışan istihdam eden ve yıllık net satış
hasılatı ya da mali bilançosu bir milyon Türk Lirasını
aşmayan işletmeler Mikro İşletme,
b) 50’den az çalışan istihdam eden ve yıllık net satış
hasılatı ya da mali bilançosu beş milyon Türk Lirasını aşmayan işletmeler Küçük İşletme,
c) 250’den az çalışan istihdam eden ve yıllık net
satış hasılatı ya da mali bilançosu yirmibeş milyon
Türk Lirasını aşmayan işletmeler Orta Büyüklükte
İşletme,
Bu tanım ve sınıflandırma çerçevesinde, ülkemizde
toplam işletmelerin yüzde 99,9’unu oluşturan üç
milyonun üzerinde KOBİ bulunmaktadır. Bunların
da yüzde 94,5 gibi çok büyük bir oranı, 1-9 arası işçi
çalıştıran mikro seviyedeki işletmelerden oluşmaktadır.
Ekonomik ve sosyal hayata, istihdama önemli kat-
kılar sağlamalarına rağmen KOBİ’ler, istihdam,
finansman, pazarlama vb. birçok sorunla karşılaşmaktadır. Bu sorunların yanında çalışan insanların
yaşam biçimini etkileyen önemli bir problem de “iş
sağlığı ve güvenliğidir.”
Genel tanıma göre iş sağlığı ve güvenliği, “işyerlerindeki çalışma koşullarının sağlık ve güvenlik içinde olmasını temin eden ve sonucunda iş kazaları ile
meslek hastalıklarını azaltan bir bilimdir.”
Diğer bir tanım ise “İşyerlerinde işin yürütülmesi
sırasında çeşitli nedenlerden kaynaklanan, sağlığa
zarar verebilecek koşullardan korunmak amacıyla
yapılan sistemli ve bilimsel çalışmalardır.”
Tanımlara göre iş sağlığı ve güvenliği kavramı,
işçinin sağlık ve emniyetinin işyeri sınırları ve iş
dolayısıyla doğan tehlikeler karşısında korunmasını kapsamaktadır. Ancak özellikle yaşam alanlarında da işçinin korunmasının gerekli olduğu
fikrinin ileri sürülmesiyle birlikte bu tanımlamalar
genişletilmiştir. Böylece içeriği daha geniş olan bir
tanımlama ile karşı karşıya kalınmaktadır. Geniş
anlamda iş sağlığı ve güvenliği kavramı işyeri ile
sınırlı sağlık ve emniyet tedbirlerinin yeterli koruma
sağlayamayacağını kabul eden ve işçinin sağlığını ve
güvenliğini etkileyen ve ilgilendiren ve işyeri dışından kaynaklanan riskleri de kapsamına dâhil eden
bir kavramdır. ”Bu bağlamda, her türlü işte çalışanların bedensel, ruhsal ve sosyal durumlarının
iyileştirilmesi, çalışma şartlarının düzenlenmesi,
çalışanların fiziksel, bedensel ve ruhsal niteliklerine
uygun işlere yerleştirilmeleri, işin insana, insanın da
işe uyumunun sağlanması iş sağlığı ve güvenliğinin
temel unsurudur.” İşçi sağlığı sağlıklı bir yaşam
çevresi için gereken sağlık kurallarını içerirken
iş güvenliği, daha çok işçinin yaşamına ve vücut
bütünlüğüne yönelik tehlikelerin ortadan kaldırılması için gerekli teknik kuralları ele alır.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği problemlerinin en önemli unsurları iş kazaları ve meslek hastalıklarıdır.
Ülkemizde de iş kazaları yoğun olarak yaşanmakta,
meslek hastalıkları çalışan sağlığını etkilemektedir.
Düşük teknoloji kullanımı, vasıfsız işgücü, yeterli
farkındalığın ve bilincin olmaması vb. hususlar,
KOBİ’lerde iş kazaları ve meslek hastalıkları riskini
artırmaktadır. Türkiye’deki iş kazaları sonucu yaralanmaların yaklaşık yüzde 80’i ve ölümlü iş kazalarının yüzde 90’ı KOBİ’lerde meydana gelmektedir.
Çoğunluğu mikro seviyede olan KOBİ’lerimizin, öncelikle varlıklarını sürdürmek üzere düşük
maliyetli üretime yönelik hareket tarzını terk edip
riskleri değerlendirerek, çalışanlarının sağlık ve
güvenliğini korumak üzere gerekli önlemleri alması
gerekmektedir. Bunun yanında KOBİ’lerin, sağlık ve
güvenlik kültürlerini olumlu etkileyebilmek, doğru
yönlendirebilmek ve karşılaşacakları maliyetlerin
yükünü hafifletmek için ilgili tüm kurum ve kuruluşların münferiden veya koordineli olarak hareket
etmesi gerekmektedir.
Bilindiği üzere, 22 Nisan 2009 tarihinde kabul edilen
5891 sayılı “Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun” ile imalat sanayi dışında diğer sektörler de
Başkanlığımız hizmet kapsamına alınmış ve Başkanlığımız tarafından verilecek hizmetler ve desteklerden yararlanacak küçük ve orta büyüklükteki
işletmelere ilişkin sektörel ve bölgesel öncelikler,
2009/15431 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenmiştir.
KOSGEB Kanun değişikliği ile birlikte genişleyen
hedef kitlemiz dikkate alınarak KOBİ’lerin bölge,
sektör ve ölçek parametrelerine göre farklılaşan
ihtiyaçlarını esas alarak yürütülen çalışmalar neticesinde; KOBİ temel stratejilerin uygulanacağı,
katma değeri ve rekabet gücü yüksek, gelişme
potansiyeli olan sektörlerin öncelikli olarak desteklenebileceği, bölge, sektör, yöre ve işletme ihtiyaçlarına göre tasarlanmış proje esaslı ve bilgi yoğun
hizmetlerin daha etkin sunulduğu bir destek sistemi
oluşturulmuştur.
15.06.2010 tarih ve 27612 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe giren “KOSGEB Destek
Programları Yönetmeliği” çerçevesinde uygulanan
yeni destek programlarımız ile işletmelere, girişimcilere, KOBİ’lere yönelik projeleri olan meslek kuruluşlarına ve işletici kuruluşlara, aşağıdaki program
başlıkları altında çeşitli destekler sağlanmaktadır.
Genel Destek Programı: Proje hazırlama kapasitesi
düşük KOBİ’ler ile KOSGEB hedef kitlesine yeni
dâhil olmuş sektörlerdeki KOBİ’lerin de mevcut
KOSGEB desteklerinden faydalanabilmesi amacı ile
hazırlanmıştır.
Genel tanıma
göre; iş sağlığı
ve güvenliği,
“işyerlerindeki
çalışma
koşullarının
sağlık ve
güvenlik içinde
olmasını
temin eden
ve sonucunda
iş kazaları
ile meslek
hastalıklarını
azaltan bir
bilimdir.”
KOBİ Proje Destek Programı: Küçük ve orta ölçekli
işletmelerde proje kültürü ve bilincinin oluşturulması, işletmelerin proje yapabilme kapasitelerinin
geliştirilmesi suretiyle rekabet güçlerinin ve ülke
ekonomisine sağladıkları katma değerin artırılması
amacı ile hazırlayacakları projeleri desteklemek
üzere hazırlanmıştır.
Tematik Proje Destek Programı: Meslek kuruluşları tarafından ülkemiz için kritik ve öncelikli
sektörlerde faaliyet gösteren küçük ve orta ölçekli
TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 69
DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ
Düşük teknoloji
kullanımı,
vasıfsız
işgücü, yeterli
farkındalığın
ve bilincin
olmaması
vb. hususlar,
KOBİ’lerde
iş kazaları
ve meslek
hastalıkları
riskini
arttırmaktadır.
Türkiye’deki iş
kazaları sonucu
yaralanmaların
yaklaşık yüzde
80’i ve ölümlü
iş kazalarının
yüzde 90’ı
KOBİ’lerde
meydana
gelmektedir.
70 M‹MAR VE MÜHEND‹S
işletmelerin geliştirilmesi amacıyla hazırlanan projeleri desteklenmek üzere hazırlanmıştır.
İşbirliği-Güçbirliği Destek Programı: Küçük ve
orta ölçekli işletmelerin bir araya gelerek, ortak
tedarik, ortak tasarım, ortak pazarlama, ortak laboratuar, ortak makine-teçhizat kullanımı ve benzeri
konularda hazırlayacakları projelerin desteklenmesi amacıyla hazırlanmıştır.
Girişimcilik Destek Programı: Ekonomik kalkınma
ve istihdam sorunlarının çözümünün temel faktörü
olan girişimciliğin desteklenmesi, yaygınlaştırılması
ve başarılı işletmelerin kurulmasını sağlamak amacıyla hazırlanmıştır.
Araştırma Geliştirme, Inovasyon ve Endüstriyel
Uygulama Destek Programı: Bilim ve teknolojiye
dayalı yeni fikir ve buluşlara sahip küçük ve orta
ölçekli işletmeler ile girişimcilerin geliştirilmesi,
yeni ürün, yeni süreç, bilgi ve/veya hizmet üretilmesi ve ticarileştirilmesi için araştırma, geliştirme,
inovasyon ve endüstriyel uygulama projelerinin desteklenmesi amacıyla hazırlanmıştır.
Gelişen İşletmeler Piyasası KOBİ Destek Programı: Gelişme ve büyüme potansiyeline sahip küçük
ve orta ölçekli işletmelerin, paylarının İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) Gelişen İşletmeler
Piyasası’nda işlem görmesini sağlayarak, sermaye
piyasalarından fon temin etmelerine yönelik desteklenmeleri amacıyla hazırlanmıştır.
İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda KOBİ’ler KOSGEB Destek Programlarından;
• Genel Destek Programı içerisinde yer alan Nitelikli Eleman İstihdam Desteği ile; bu konuda deneyimli
üniversite mezunu kişi/kişileri işletmelerinde destek koşullarını sağlamaları kaydıyla destek limitleri
ve oranlarınca istihdam edebilirler. Yine işletmelerin İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda alacakları
eğitim ve danışmanlık hizmetleri de bu program
kapsamında desteklenmektedir.
• KOBİ Proje Destek Programı kapsamında, varsa
sorunlarını çözebilecek veya uygulamak istedikleri
yenilikleri işletmelerine sağlayacak nitelikte, içerisinde personel istihdamı, eğitim, danışmanlık vb.
destek başlıklarının bulunabileceği projeler hazırlayıp, üç yıl için en fazla 150 bin TL destek alabilirler.
• Tematik Proje Destek Programı kapsamında,
Meslek Kuruluşu Proje Destek Programı ile oda,
borsa, birlik, dernek, vakıf gibi işletmelere ve girişimcilere yönelik faaliyet gösteren meslek kuruluşlarının hazırlayacakları projelere destek sağlanmaktadır.
İlgili programlar kapsamında sunulan projeler,
KOSGEB değerlendirme kurullarınca uygun görülmesi halinde desteklenebilmektedir.
Bu kapsamda hedef kitlesi sadece KOBİ’leri desteklemek olan KOSGEB, yukarıda ifade edilen destekler sayesinde KOBİ’lerin işçi sağlığı ve iş güvenliği
konusunda karşılarına çıkacak maliyet unsurlarını önemli ölçüde desteklemektedir. Ülkemizde üç
milyondan fazla KOBİ’nin bulunduğu ve bunlarında
yüzde 95’inin 1-9 arası işçi çalıştıran işletmeler
olduğu düşünülürse; bu desteklerin işletmelere
sağlayacağı katma değer yüksek olacaktır.
Tüm bu çalışmaların yanında KOSGEB, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda özellikle KOBİ’lerin
bilinçlendirilmesi amacıyla, konuyla ilgili kurum ve
kuruluşlarla işbirliği çalışmaları yürütmektedir. Bu
çalışmalar neticesinde iş kazalarının azalması, iş
sağlığı ve güvenliği konusunda ülke sathında farkındalığın artması sağlanmış olacaktır.
Bu vesileyle tüm KOBİ’lerimize, iş kazalarının
yaşanmadığı, meslek hastalıklarının meydana gelmediği başarılı, verimli çalışmalar dilerim.
www.isveguvenlik.com/son-haberler/isci-sagligi-ve-isguvenliginin-tanimi.html
GEZ‹
serindere:
KANYONDA
YÜRÜYÜŞ…
SERİNDERE YER YER GENİŞLİĞİ İKİ METREYE
KADAR DARALAN DİK KAYA BLOKLARININ
ÇEVRELEDİĞİ VE SIK ORMAN ÖRTÜSÜNÜN
ALTINDA ÇAĞLAYARAK AKIYOR. KANYONUN İÇİ
GÜNÜN EN SICAK SAATLERİNDE BİLE ÇOK SERİN
VE NEMLİDİR. SERİNDERE KÜÇÜK GÖLCÜKLER VE
ŞELALELER, YEŞİLİN BİNBİR TONU VE EL
DEĞMEMİŞ DOĞASIYLA SANKİ BİR RESSAM
FIRÇASINDA ÇIKMIŞ TABLO GİBİDİR.
OSMAN ARI / Makina Mühendisi
Fotoğraf: AKIN OĞUZ KAPTI / Makina Mühendisi
AM yılını hatırlamıyorum ancak 1995 veya 1996 yazıydı, A. Oğuz Kaptı kalabalık bir grup arkadaşı İzmit –
Serindere’ye davet etmişti. O arkadaşlardan Yakup
Güler, Resul Oktar, Recep Kırpat, Ömer Saraç hatırlayabildiklerim. Serindere’nin buz gibi suyunda kah belimize kadar suya girerek, kah kaygan yosunlu kayalardan tırmanarak büyük şelaleye kadar zorlu ve yorucu bir yürüyüş yapmıştık. Bu benim
planlı yaptığım ilk trekkingdi (Gerçi Serindere’de yaptığımız yürüyüşün teknik ismi kanyonik (canyonig)=konyon yürüyüşü idi.)
İzmit, Adapazarı, Bolu civarındaki dağ, orman, yayla, göl, şelalelerden Ağrı Dağı’na kadar çıkan treking ve dağcılık merakım
Oğuz hocanın bu Serindere davetiyle başlamıştı.
Beş saati aşkın süreyle vücudumuzun büyük bir kısmı ıslak, buz
gibi suda yorucu ve başka bir yerde asla karşılaşamayacağınız
manzaralar eşliğindeki yürüyüş, bendeki saklı dağ, orman, tabiat tutkusunun açığa çıkmasına sebep olmuştu. Bu ilk geziden
sonra Serindere’ye çok farklı arkadaşlarla belki de onun üzerinde gittim ve her seferinde farklı duygular yaşadım.
Serindere İzmit’e bağlı Kullar kasabası yakınlarında Samanlı
Dağları’ndan Yuvacık Barajı’na akan bir deredir. Dereyi özel kılan ise yatağının yer yer iki metreye kadar daralarak yaklaşık
400-500 m.’lik dimdik kaya duvarları ve sık ormanla örtülü olması ve dere yatağından yaklaşık 15 m. yüksekliğindeki bir kaya duvarından akan şelaleye kadar yürünebilmesi.
T
72 M‹MAR VE MÜHEND‹S
Serindere ‹zmit’e ba¤l› Kullar kasabas› yak›nlar›nda
Samanl› Da¤lar›’ndan Yuvac›k Baraj›’na akan bir
deredir. Dereyi özel k›lan ise yata¤›n›n yer yer iki
metreye kadar daralarak yaklafl›k
400-500 m.’lik dimdik kaya duvarlar› ve s›k ormanla
örtülü olmas› ve dere yata¤›ndan yaklafl›k
15 m. yüksekli¤indeki bir kaya duvar›ndan akan
flelaleye kadar yürünebilmesi.
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 73
GEZ‹
Serindere programlarımız genelde kamplı
olur. İstanbul’a yaklaşık iki saat mesafededir. Cumartesi akşamüstü Serindere köyünün ilerisindeki alabalık çiftliğini geçerek
derenin hemen kenarındaki ağaçlık alana
çadırlarımızı kurarız.
Derenin sesi insanı alışıncaya kadar, rahatsız edecek derecede coşkuludur. Kamp yerinin Alabalık çiftliğine yakın olması içme
suyu ve diğer ihtiyaçların karşılanmasını
kolaylaştırmaktadır. Çadırlar kurulup eşyalar yerleştirince sıra akşam yemeğini hazırlamak için kamp ateşini yakmaya gelir.
Odun problemi yok. Orman o konuda oldukça cömerttir.
Kısa bir orman yürüyüşünde bir gecelik
odun toplanır. Kamp ateşi kampın olmazsa
olmazlarındandır.
Akşam yemeklerinin ana menüsü ızgara,
ancak közde domates, patlıcan, biber ve
gece yatmaya yakın hazır hale gelen patatesin tadına doyum olmaz. Ardından çay faslı
ve sohbet gelir. Derenin çağıltısı, yanan
odunların çıtırtıları ve ormandan gelen kuş
ve börtü böceğin sesleri arasında doyumsuz bir sohbet başlar. Bu sohbetlere bazen
neyin yanık sesi iştirak eder. Fıkralar, nükteler arasında içilen çayların çetelesi tutulmaz. Arif Adlı hocanın ince nükteli fıkraları,
Oğuz hocanın ilginç teknolojik oyuncakları,
gökyüzüne, yıldızlara ait merakı, Recep Kırlı’nın bilgece kıssaları ve A. Kadir’in felsefi
yorumlarıyla, Hüseyin Sevim’in (soyadı gibi)
sevimli ve esprili sohbetleriyle gecenin hiç
bitmemesini istersiniz. Gece bazen kamp
yerinden uzaklaşarak Oğuz hocanın derin
gökyüzü bilgisi eşliğinde samanyolunun
müthiş yıldız donanmasını keşif yürüyüşleri
yaparız. Gece şehirde göremeyeceğimiz
gökyüzü manzarasını birlikte seyrederiz.
Yatsı namazıyla birlikte artık istirahat vakti
gelmiştir. Çünkü ertesi sabah yorucu bir
yürüyüş parkuru var. Artık hemen yanıbaşımızda çağıldayarak akan derenin ve türlü
kuş ve böcek seslerinin arasında derin bir
uyku bizi bekliyor.
Sabah namazına ilginç bir hayvan sesiyle
uyanırız. Bu fok balığı sesidir. Oğuz hocanın
fok balığı oyuncağından bozma saatinin sesi. Neyse ki fok balığı Serindere sakinlerinden değildir. Gece hava genellikle serin
olur. Ancak sabah namazı farklı bir dinçlik
verir bedenlerimize. A. Kadir’le kahvaltı öncesi ormanda yürüyüş yaparız. Orman cıvıl
cıvıl, coşku dolu.
Sabah sıkı bir kahvaltı yapılır. Ardından çadırlar ve eşyalar toplanır. Sırt çantalarına
yedek kıyafet, havlu ve tatlı yiyeceklerimizi
hazırlayarak ve yürüyüş kıyafetlerimizi giyinmiş olarak saat 10.30 civarında yürüyüşe
74 M‹MAR VE MÜHEND‹S
başlanır. Derenin üstündeki patika takip edilerek 500-600 m. ilerde iki derenin birleştiği yerden sağa, kanyona girilir. Islanmamak için önce taştan taşa
seke seke yürünür. Ancak hamama giren terler. Islanmayacağım diye seke
seke gitmenizin bir faydası yoktur. Önce ayakkabılar buz gibi suda ıslanır, ardından yarı belinize kadar titreyerek
suya girersiniz. Korkmayın suyun soğukluğuna biraz sonra alışırsınız.
Serindere yer yer genişliği iki metreye
kadar daralan dik kaya bloklarının çevrelediği ve sık orman örtüsünün altında
çağlayarak akıyor. Kanyonun içi günün
en sıcak saatlerinde bile çok serin ve
nemlidir. Serindere küçük gölcükler ve
şelaleler, yeşilin binbir tonu ve el değmemiş doğasıyla sanki bir ressam fırçasında çıkmış bir tablo gibidir.
Biraz içeride dik yosunlu kayalardan
küçük şelaleler halinde sular akıyor.
Buz gibi suyun altına girip duş almanızı ve avuç avuç bu sulardan içmenizi
tavsiye ederim.
Eğer girmeye cesaret edebilirseniz buz
gibi küçük gölcükler vücudunuz bütün
yorgunluğunu alır.
3-3,5 saatlik yorucu ve bir o kadar da
zevkli ve heyecanlı bir yürüyüşten sonra büyük şelaleye varılır. Yaklaşık 15
metreden dökülen su büyük ve derin
bir gölcük oluşturur. Şelalenin oluşturduğu rüzgar ve su zerrecikleri zaten
serin olan havayı iyice soğutur. Ancak
hem yorgunluğunuzu atmak hem de 15
m. yüksekten düşen suyun çıkardığı
müthiş sesi dinlemek için biraz gölcüğün kenarında oturmanızda fayda var.
Bu arada enerji takviyesi için getirilen
nevaleler de yenilir.
Kısa bir moladan sonra artık dönüşe
geçebiliriz. Dönüş çıkışa göre daha hızlı oluyor. Ancak basılan taşlara dikkat
etmek gerekir. Kaygan ve altı boş olan
kayalar her an bir kazaya davetiye çıkartabilir. Kanyon yağışlı havalarda da
oldukça tehlikeli olabilir. Zeminin gevşemesi sebebiyle yukarıdan taş ve kaya
yuvarlanması olabiliyor. Kanyonda yakalandığımız bir yağmur esnasında
ciddi kaya yuvarlanmalarına şahit olduk.
3 saatte gittiğimiz şelaleden 2 saatte
dönüyoruz. Kanyon çıkışındaki gölcüğe
son olarak girip bir güzel serinlenilir.
Islak kıyafetler değiştirilir. Eşyalar yerleştirilir. Artık yemek vakti gelmiştir.
Alabalık çiftliğine siparişler verilir. Derenin çağıltısıyla içilen çayların ardından dönüş zamanı gelmiştir.
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 75
KENTVEYAfiAM
MİMARİNİN ODAK NOKTASI:
estetik
ESTETİK, GÖSTERGENİN İŞLEVİDİR. ESTETİK, NASIL Kİ MODEL
KURAMIYLA SANATIN MODELLENDİRME ÖZELLİĞİNE İNEBİLİYORSA,
GÖSTERGEBİLİM YOLUYLA SANATIN GÖSTERGE ÖZELLİĞİNE,
İLETİŞİM KURAMI YOLUYLA DA SANATIN İLETİŞİMSEL ÖZELLİĞİNE
İNEBİLİR. DOLAYISIYLA ESTETİĞİN HAKİKATLE KURACAĞI İLİŞKİ,
GÖSTERGENİN DE İŞLEVİNİ ORTAYA ÇIKARACAKTIR.
YUNUS EMRE TOZAL / Harita Mühendisi
76 M‹MAR VE MÜHEND‹S
“E¤er dünya oldu¤u gibiyse, görünümlerle ilgili yan›lsamalar
nereden geliyor, hakikat saplant›s› nereden geliyor? Aflk›nl›k
nereden geliyor?
Tanr›, dünya yan›lsamas›n›n bir parças› hâlâ. Ancak bu
yan›lsama yaln›zca bilinçle ilgili, yani varsay›msal ve
flifreleri çözülemeyecek bir varl›kla ba¤lant›l›. Sonsuz bir
turnike içindeyiz. Bu durumda, kendimizi Tanr› yerine koymaya çabalamam›z bofluna.”
Jean Baudrillard, Cool An›lar V
E
STET‹K kavramını bağımsız bir disiplin olarak kuran filozof A.
G. Baumgarten, estetik bilimini felsefeye kazandırmış, estetiği de” güzel üzerine düşünme” olarak tanımlamıştı. Baumgarten'dan önce, estetiği duyusal bilginin yetkinliği olarak tanımlayarak estetiğin kendine özgü sınırlarını çizen Immanuel Kant, estetik
değer taşıyan müzik parçalarından resim ve süslemeye, portreler ve
manzaralardan farklı yapılara ve parklara kadar birçok öğenin estetiğin alanına girebileceğini belirtmişti. Heidegger de hakikat-estetik algısını şöyle dile getirmişti: “Hakikat, eser içine girdiğinde görünür
olur. Görünüş-hakikatin eser içindeki ve eser halindeki varlığı olarakgüzelliktir”.
Hülya Yetişken, estetiğin sanatta güzeli konu edinirken, çoğu zaman
sanat yapıtına, ölçü, oran, simetri gibi veri olan biçimsel özellikleri ön
planda tutarak, aslında sanat yapıtını bu özelliklere indirgeyerek baktığımızı ifade eder.(1) Estetik, sanatın güzel ile olan ilişkisi bakımından,
duyuya, biçime, duyguya özgü olanı ön planda tutarak, insanın fıtratında var bulunan güzellik duygusuyla irtibata geçer. Eşyanın derinliğinde bulunan özü, odak noktasındaki hakikati en güzel bir şekilde ifade
eder.
Eşyanın üzerindeki metafiziği algılayabilme potansiyelini estetik olarak ifade edersek, estetiğin alanını da nesnelerin uğradığı değişimlere bağlı bir gelişme içerisinde genelleştirip özgünleşme yöntemlerinin belirginleşmesi, parçaların bütüne odaklanması ile oluşacak
göstergebilim sahası olarak belirleyebiliriz. Estetiğin özgün olarak
belirginleşmesi, mimari yaklaşımda varlığın bütünlüğünü ve kuvvetler
hiyerarşisini göz önünde bulundurmanın zaruri oluşunu doğurmakla
birlikte, kentsel morfolojiyi ve kâinatı da keşfetmeyi zorunlu kılar
“Mimari doğası gereği kolektiftir” sözüyle başlar Aldo Rossi mimari
tanımına.(2) Mimarinin çıkışını zorunlu bir artifakt olarak ifade eden
Rossi, mimarinin iki değişmez özelliğininse, estetik kaygı ve içinde yaşanabilinecek daha iyi bir çevrenin oluşturulması olduğunu belirtir. B.
Turan Özkaya’nın tabiriyle, mimari aslında insanın kendi mimarlığını
da keşfetmesidir bir bakıma. Turgut Cansever’e göreyse mimarlık,
varlığın tüm alanlarını kapsayan bir disiplindir.(3) Bu yüzden de Cansever, başarılı bir mimarlık faaliyetinin gerçekleşmesini, kültürel oluşumun temel bir göstergesi olarak görür. Sovyet estetik kuramcısı I.
Maza, estetiğin yalnız sanatsal kültürü değil, bir bütün olarak estetiksel kültürü içerdiğini ifade eder. J. Barov da estetiği, dünyayı güzelliğin yasalarına göre özümlemenin, estetiksel özümlemenin en yüksek
biçimi olarak, sanatta dünyanın imgesel olarak verilişinin en genel ilkeleri olarak tanımlarken, M. Kagan da estetiği gerçekliğin estetiksel
olarak özümlenişinin, sanatsal kültürün genel gelişme yasallıklarının
bilimi olarak tanımlamaktadır.(4)
Estetik, göstergenin işlevidir. Estetik, nasıl ki model kuramıyla sanatın modellendirme özelliğine inebiliyorsa, göstergebilim yoluyla sanatın gösterge özelliğine, iletişim kuramı yoluyla da sanatın iletişimsel
özelliğine inebilir. Dolayısıyla estetiğin hakikatle kuracağı ilişki, göstergenin de işlevini ortaya çıkaracaktır. Fransız dilbilimcisi Emile
Benvenitse gerçekliğe ilişkin bir tasarımın, hakikate götürecek bir
araç olduğunu ifade eder: “Bir göstergenin işlevi, ortadaki bir şeyin,
zihindeki karşılığı olarak, o şeyin yerine geçip onun tasarımını oluşturmasıdır.”(5) Göstergenin görecelikle olan ilişkisinde Henry James’in
“halı deseni” kavramındaki çözümlemeye katıldığını belirten A. Rossi,
desenin açık seçik olmasına rağmen, herkesin onu farklı gördüğünü
söyler. Rossi, James’in imgesinin açık bir çözümlemenin, daha ayrıntılı bir çözümlemeye gelmeyecek sorular doğurduğunu düşündürdüğünü, bu nedenle de rasyonel sistemin kusursuz açıklığının insanı
akıldışı sorunlarla yüzleştirdiği imkânını oluşturduğunu belirtir.
T. Cansever, mimari tanımını “İnsanın dünyadaki esas vazifesi, dünya-
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 77
KENTVEYAfiAM
İslami tasarım ve inşa ameliyelerinde, tasarım
ile üretim sürecinde, sanat ve mimarinin her
türlü oportünistçe istismarından uzak
kalınmaya çabalanmış, İslami mimarinin
genetik kaynaklarına sadık kalınmaya
çalışılmıştır. Bu anlamda insanın varoluşuyla
alakalı temel dinamikleri, inancı, ruhuyla
kurduğu metafizik ilişki, İslam mimarisinin
genetik kaynaklarını oluşturur.
yı güzelleştirmek” hadis-i şerifinde tarif edilmiş çerçeve içinde
inşa ederek, mimariyi vücuda getirmenin sorumluluğunu temel
alacak bir yapı üzerinden değerlendirmiştir. Varlık kanunlarının
kullanımına yönelik tavırların, insanın inanç sistemi tarafından
kontrol edildiğini belirten Cansever, dinin kozmolojiyi ve varlık telakkilerini ihtiva ettiğini belirtir. Sanat eserini “biçim ifadeleri”
olarak gören Cansever, sadelik, yumuşaklık, tevazu, çekingenlik
ve mahcubiyet, vahşilik, kısıtlama, nezaket, zevk, umut, dindarlık
ve benzeri insani duyguların da sanat eserlerine yansıyacağını
ifade eder. Rossi, mimarinin oluşmasını daha çok siyaset açısından bir görüş içinde değerlendirip mimari ve kentsel artifaktlar
tarihinin, daima egemen sınıfların mimarisiyle oluşacağını, örneğin devrim dönemlerinde, şehrin örgütlenmesine yönelik yapılacak faaliyetlerin merkezleri için alternatiflerin, tarihi süreçle ortaya çıktığının altını çizer.
Yapısökümü felsefe dışında sosyal bilimlerden edebiyata, hukuktan mimari alanlara kadar etkili bir şekilde uygulayan Fransız filozof J.Derrida, şehri doğaya dönüşmekten alıkoyan şeyin, yapıların konturlarının ve tasarımlarının ancak anlamın yaşam ener78 M‹MAR VE MÜHEND‹S
jisi olan içerik güçten düşürüldükten sonra, yani bir doğa felaketi ya da sanat tarafından kendi iskeletine indirgendikten sonra
daha açık bir şekilde görülebileceğini ifade eder. Psikolojik bir figürün dönüşüm sürecinin simgesi, aklı sarmal galaksiye götürecek spiral bağıntının zorunluluğunu “var” kılacaktır. İmaj ve sembollerin genetik bilimini, varlığın psikolojik ve ruhî-aklî düzeylerine ait olan yapısal özelliklerini tahlil edip tanımayan ve onları varlığın bütünlüğünden tecrit eden, sadece “biçimin araçları” yapan
postmodern tavırda, zaman-mekân boyutlarındaki çevre bilinci
eksik olduğundan, kozmolojik idrakin objektif bir şekilde varlık
üzerine inşa edilmesi mümkün olmayacaktır.
Estetik biliminin felsefi disiplinlerle karşı karşıya kalmasıyla birlikte, estetik-felsefe bağıntısı, çeşitli bilimsel yöntemlerle ele
alınmıştır. Estetik, eşyayla birlikte eldeki malzemenin aşılabilmesinin amacını güderek, malzemenin biçimsel olarak nasıl düzene konması gerektiğinin ne kadar önemli olduğunu aşikâr kılabilmek için, sanatsal olarak ifade edinimini gerçekleştirir. Mikhail Bachtin estetik sorununa “estetiksel nesnenin salt estetiksel
içeriğinin içkin olarak nasıl birleştiğini arayıp bulma” yoluyla yaklaşıldığında dil ile estetiğin birbirlerinin anlam sahaları içerisine
gireceğini ve dilini estetiksel nesnenin içsel alanına giremeyeceğini belirtir. Çünkü estetiksel nesneyi oluşturan şey, sanatsal
olarak biçimlendirilmiştir.
ESTET‹⁄‹N OLUfiMASINDA KOZMOLOJ‹K ‹DRAK
Cansever’in üslup gerçekliğinin temelinde bulunan organize edici iki ilke olarak gördüğü zaman ve mekân anlayışı, sanatı mekân
bilinci olarak görmesinden dolayı üslup, içinde mekân kavrandığı zaman organize edilmelidir. Çünkü mekânın bütünlüğü, üslubun da ilk ve en yüksek kanunudur. Varlığın güzelliklerinin bilincinde olmayı, biçim ile kâinat telakkisi arasındaki münasebeti
berraklaştırmada bulan Alois Riegl ve L. Coellen, genetik estetiğin de temellerini oluşturmuşlardır. Ernst Diez, genetik estetiği
galaksinin spiral yapısı, bitkilerin yaprak dizilimleri, kısacası kâinattaki muhteşem yapıların temelinde altın oran sayısına göre
dizayn edilmiştir. 0,618 ya da 1,618 çıkan oranların kâinatın estetik oranı olarak adlandırılması, 0 1 1 2 3 5 8 13 21 34 55 89 Fibonacchi dizisi adı verilen bu sayı diziminin 1’den başlayarak her
rakamın kendinden bir önceki rakamla toplanması ile oluşur.
Serideki ardışık sayıların birbirine oranı her zaman küçüğü büyüğe bölerseniz 0,618 ya da büyüğü küçüğe bölerseniz 1,618’dir.
34/55= 0,618 ya da 89/55 = 1,618 her iki rakamda Pi sabiti olarak
kullanılır. Leonardo da Vinci, Picasso ve Mimar Sinan bu oranın
tarihte en önemli uygulayıcılarındandır. Mısır piramitlerinin yapımında dahi kullanılmış olan altın oran sayısı, Fibonacci tarafından yeniden keşfedilerek şekli tanımlayan en ve boy uzunluklarının oranı her zaman 1,618 olarak hesaplanmıştır. XVI. yüzyılda
altın oran için “hazine” ifadesini kullanan Kepler, düzgün çok
yüzlüleri iç içe geçmiş şekilde gösteren ve bu düzen ile Güneş
Sistemi arasındaki bağlantıyı araştıran şemalar geliştirmiştir.
Kar tanesi kristallerinde bile altın oranın belirlenmesi, insanı kâinatın estetik formülüne götürüyor. Estetik uzmanı Dr. Steven
Markout insan DNA’sına işlenmiş bu orana göre yaratılmış insan
yüzleri ve bedenlerini istisnasız tüm insanların güzel bulduğunu
yaptığını ispatlamıştı. A. Hildebrand bir sanat yapıtını mimari yapısını şöyle ifade ediyor: “Doğanın sanatsal olarak incelenişinden, ortaya yüksek bir sanat yapıtının çıkmasını sağlayan şey,
mimari biçimdir.” Mimari biçimin ontolojik yapısındaysa, kâinatın şifresi, eşyanın kodu olan altın oran bulunur.
insanlık tarihine ve İslam sanatında uygulayarak estetiğinn
oluşmasında inançların rolünün mahiyet itibariyle ne kadar
önemli olduğunu göstermişlerdir.
Genetik estetik, Cansever’in deyimiyle sanatçı-sanat ilişkisini varoluş zeminine oturtarak, varlık telakkisinin ve kozmolojik yapının analizini de içinde barındırır.
Cansever’e göre parçalar, bütünlüğe ulaşmak için hareket halindedirler ve İslam mimarisi kontrolden çıkmış bir “ratio”nun
(aklın) ürünü olmayıp ‘her şeyi doğru yerine koymak ve doğru yerinde tutmak’ (adalet) ilkesiyle inşa olmuştur. Bu bağlamda, İslam mimarisinin oluşumunda malzeme ve teknolojilerin kullanılması ile ilgili olarak, modern konfor anlayışına benzer yanı olmayan ve amaçları hazcı (hedonizm) kavramlardan tamamen
uzakta, insanın Allah hakkındaki şuurunun, varlığın kutsal karakterinin çatısını belirlemesiyle oluşturulmuştur.(6) Kozmolojik
idrak, Tevhidin veçhelerinden oluştuğundan, birlik kavramının
açık bir tezahürü olarak insan-kâinat ilişkisinin ağını varoluşsal
zemin üzerinde değerlendirerek, Bir olana yaklaşmayı amaçlar.
İslami tasarım ve inşa ameliyelerinde, tasarım ile üretim sürecinde, sanat ve mimarinin her türlü oportünistçe istismarından uzak
kalınmaya çabalanmış İslami mimarinin genetik kaynaklarına
sadık kalınmaya çalışılmıştır. Bu anlamda insanın varoluşuyla
alakalı temel dinamikleri, inancı, ruhuyla kurduğu metafizik ilişki, İslam mimarisinin genetik kaynaklarını oluşturur. Cansever’e
göre, oluşturulacak mimari özde varlık, inançlar, bilgi ve idrakin
aklı, ruhi ve dini düzeyi, sanat formlarına yansıyacaktır. İslam
kozmolojisinin projeksiyonları, Helenistik mimariden ayrılan tarafıyla, Tanrı’nın fiili varlığını kabul eden objektif içerisindedir.
Kâinatın mimari olarak incelenişinde her şeyin bir nizam dairesi
içinde gerçekleştiğini, estetiğin de bu nizamdan payını aldığı görülecektir. Estetiksel olarak kâinatın kodu, eşyanın şifresi, güzelliğin hakikat nazarındaki formülü altın orandır. İnsanın kalp
atışı, DNA’sı, kâinatın “dodecahedron” adı verilen şekli, birçok
HAREKET FELSEFES‹NDEN BAROK SANATINA M‹MAR‹
Kâinatı keşfetmek, içinde bulunduğumuz determinist-mekanistpozitivist toplumcu dünyadan aleme, fizikten metafiziğe Yunus
Emre’nin de dediği gibi, “hikmete giden yol”un tanınmasını aşikâr kılar. Materyalist–pozitivist akımların karşısında, Maurice
Blondel’in L’action eseriyle başlatılan hareket felsefesi, insan
hareketlerinin aile, toplum, vicdan, devlet, sosyal yaşam ve insanlık basamaklarından geçerek hakikate doğru ilerlemekte olduğunu, din ile felsefeyi birbirine yakınlaştırmaya çalışarak, her
şeye ancak insan hareketlerinin ortaya koyduğu imanla ulaşmanın mümkün olacağını belirtmişti. İslam sanatındaki “hareket”
kavramına ilişkin Cansever, Ortaçağ Hıristiyan mimarisinin İslam mimarisiyle taban tabana zıt olduğunu şöyle belirtir: “Ortaçağ Hıristiyan mimarisi için tipik olan Gotik katedral, dışarıdan
çeşitli açılardan gözlemlemeye imkân verir. Oysa içine girdiğinizde iki hâkim eksenle karşılaşırsınız: Birisi, girişten mihraba
kadar yatay olarak uzanan eksen, öbürü ise tabandan tavana kadar dikey olarak yükselen eksen. Böylece insanın hareketleri
yönlendirilmiş ve tahakküm altına alınmıştır. Gotik katedralde
mimarinin empoze ettiği egemen hareket, insanın seçme özgürlüğünü elinden alır ve sorumluluk şuuruna saygı göstermez. Bu
tavır, yine İslam’ın bilinçli insan ve sanat eseri telakkisine taban
tabana zıttır.”(7) Batıda Hıristiyanlık’ın ürünü olarak görebileceğimiz Gotik, Barok, Rönesans ve tüm bunların devamında gelen
“Modern Mimari” kavramları ile “İslam Mimarisi”ni karşılaştırdığımızda, iki kültürün tüketimlerinden üretimlerine iki farklı bakış açısının, iki farklı kozmik tasavvurunun olduğunu fark ediyoruz. Varlığın bütün alanlarını kapsamayan bir yaklaşımın, insanın
da tüm yanlarını kapsamayacağı aşikârdır ve insanın varlığa karşı soracağı en esaslı soruya da cevap veremeyeceği meçhuldür.
Barok, Portekizce Barocca sözcüğünden gelmekte olup eğri
büğrü inciler dizisi anlamına geldiği bilinmektedir. Barok sanatın temelini oluşturan kitle, ışık gölge zıtlıkları, içbükey ve dışbü-
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 79
KENTVEYAfiAM
Batıda Hıristiyanlığın ürünü olarak görebileceğimiz Gotik, Barok, Rönesans ve tüm
bunların devamında gelen “Modern Mimari”
kavramları ile “İslam Mimarisi”ni
karşılaştırdığımızda, iki kültürün tüketimlerinden üretimlerine iki farklı bakış açısının,
iki farklı kozmik tasavvurunun olduğunu
fark ediyoruz.
keyler, aşırı hareket gibi önemli unsurlar, seyirciyi etkilemekten
çok oyalayan, göz alıcılığıyla kendisini fark ettiren ama o ölçüde
yüzeysel bir üslubu benimser. Engizisyonun en kuvvetli olduğu zamanlarda ortaya çıkan, kilisenin reform hareketlerine karşı başlattığı bir akım olan Barok, Gotik dönemin karanlık mimari yapısı
yerine daha frapan daha görkemli ve tantanalı bir mimari yapıyı
seçerek, ihtişamın ve gösterinin zirvesinde süs ve azamet hastalığına tutulmuş yapıların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu
arayış zamanla bütün sanatlara yansıyacak, resim, müzik, heykel
gibi sanat dallarını da etkisi altına alacaktır.
Barok sanatta pencerelerin çoğalmasıyla yapının içi aydınlanmış,
balkon ve merdiven unsurları Barok döneminde ortaya çıkmıştır.
Sezai Karakoç’un meşhur Balkon şiiri, evleri balkonsuz yapan mimarlar’a atıftır. Balkonsuz ev, tarihte yapılış amacı itibariyle inancımıza uygun, medeniyetimizde var olan yapılardır. Balkonlu ev
ise Batı’nın bizlere dayattığı ya da Ali Şeriati’nin “Av avcıya hayran”
sözüne atfen, bizim Batı’dan aldığımız bir durumdur. Turan Karataş, Sezai Karakoç’un Batılılaşmaya dair tutumunu şöyle açıklar:
“Sezai Karakoç, batılılaşma sürecinden sonra vücud bulan türedi
kentlere, daha doğrusu bu kentlerde Batı’dan dikkatsizce ithal
edilen otomasyon ve betonarme yaşam biçimine savaş açmıştır.
Açtığı savaşta da Anadolu’dan başlayan ve bütün bir Ortadoğu’ya
80 M‹MAR VE MÜHEND‹S
açılan Doğu kültürünü siper olarak kullanır.”(8) Balkon şiiriyle tüm
hayatın şifrelerini birer imge olarak dile getiren Karakoç, şiirinin
sonunda evleri balkonsuz yapan mimarları alınlarından öperek
bitirir:
“Bana sormay›n böyle nereye / Kofla kofla gidiyorum / Aln›ndan
öpmeye gidiyorum / Evleri balkonsuz yapan mimarlar›n”(9)
Barok, sonsuzluğu vurgulayarak ışık ve gölgeyi kullanmak suretiyle sürekli hareket halinde olan bir gösteriş hali, yapmacık tutum, sürükleyicilik, abartı ve J.Baudrillard’ın deyişiyle bir simülasyon cihazı, bütünün içinde yitip giden, hakikatin nazarından
uzaklaşan, biçim ile kainat telakkisi arasındaki münasebeti berraklaştırmak yerine bulanıklaştırmaktadır. Genetik estetiğin kozmolojik yapıya dair kavrayışı, profan sanatların insanı eğlendirmeyi amaçladığı gibi bir amaç ya da mahiyet içermez, varlığın birlik
şuuruyla vücuda getirilmiş olan anlamı idrake erdirmeye çabalar.
Genetik estetik, varlığın ilahi güzelliği, eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanın mayasında bulunan simgeler ve göstergelerin
oluşturduğu özüdür. Bu öz, “ilahi sanatçı”(10) tarafından insanı vahiyle muhatap kılar. Vahye dönerek, estetiğin çağrısına kulak verelim:
“O, birbirine uyumlu yedi gök yaratt›. / Hiçbir düzensizlik
göremezsin Rahman’›n yaratt›¤›nda. / Hadi çevir gözünü bak.
Bir kusur görebiliyor musun?” (11)
Dipnotlar
1
Esteti¤in ABC’si, Hülya Yetiflken, Say Yay›nlar›
2
fiehrin Mimarisi, Aldo Rossi, Kaynak Kitapevi
3
‹slam’da fiehir ve Mimari, Turgut Cansever, Timafl Yay.
4
Genel Dilbilim Sorunlar›, Emile Benvenitse, YKY Yay›nlar›, s. 135
5
Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, M. Kagan, Çev. Aziz Çal›fllar, Alt›n Kitaplar
6
‹slam’da fiehir ve Mimari, Turgut Cansever, Timafl Yay›nlar›, s. 29
7
‹slam’da fiehir ve Mimari, Turgut Cansever, Timafl Yay›nlar›, s. 62
8
Do¤unun Yedinci O¤lu Sezai Karakoç, Turan Karatafl, Kaknüs Yay›nlar›, s. 334
9
Körfez, Sezai Karakoç, Dirilifl Yay›nlar›
10
‹slâm Esteti¤i, Turan Koç, ‹SAM Yay›nlar›
11
Kuran-› Kerim, 67/3-4
YAKIN
ŞİRİN BİR İLÇEMİZ;
İZNİK
İZNİK SELÇUKLU VE OSMANLI’DAN KALAN ESERLERLE DOLU BİR
AÇIK HAVA MÜZESİDİR. GÖLÜ VE ÇEVRESİ BİR TABİAT HARİKASI.
HALKININ FAZLA DIŞARI AÇILMAMASI, EKONOMİSİNİN KENDİ
KENDİNE YETMESİ NEDENİYLE ÇOK FAZLA GELİŞEMEMİŞ,
DOLAYISIYLA ŞİRİNLİĞİ BOZULMAMIŞTIR. TURİSTİK GEZİLERDE
PROGRAMINIZA DAHİL EDEBİLECEĞİNİZ MİSTİK DOKUYA
HAKİM, YIKINTILAR İÇİNDE YİNEDE GÜZELLİKLERİNİ
SERGİLEYEBİLEN ŞİRİN İZNİK, YÜZYILLARCA MİSAFİRLERİNİ
AĞIRLAMAYA DEVAM EDECEK.
A. GÜLESER GÖKALP EKŞİ / Mimar
ZNİK etrafı Bizans’tan kalma kilometrelerce surlarla çevrili şirin bir ilçemiz. Orhangazi’de olan sanayileşme
buraya sıçramamış. Dolayısıyla ekonomi
tarıma dayalı ve şehir yıllarca uzun sürecek olan restorasyon, renovasyonlardan
geçmediği için bir açık hava müzesi olarak
kalabildiği kadar ayakta kalmayı başarmış. İznik aynı zamanda bir göl kenarı mesiresi. İznik’de yer alan Yeşil Cami, camiiler, hamamlar,
medreseler zaman zaman
onarılmıştır. Merkezden
yukarı doğru çıkarken ilk
konsülün toplandığı yer
olan Ayasofya Kilisesi kendini yıkık dökük göstermektedir. Yukarı doğru ulu çınar
ayaklarının içinden çarşıdan geçilerek Eşrefoğlu Rumi’ye ve Abdulvahap
Sancaktariye’ye ulaşılmakta.
İskenderin komutanlarından Lysmakhes’un eşi Nikala’nın adını alan şehir, İznik
olarak adını taşımaya devam etmiştir. İznik surlarının yedi tane kapısı vardır. Üç
anıtsal kapı ayaktadır. Roma döneminden
Hadrianus ve Cladeudius’un anılarını yaşatırlar. 1071 Malazgirt zaferinden sonra
‹
82 M‹MAR VE MÜHEND‹S
1080’lerde, Kutalmışoğlu Süleyman Şah,
İznik’i Anadolu’nun ilk başkenti yapmıştır.
O zamana kadar İznik Büyük Doğu Roma
İmparatorluğu’nun önemli bir merkezi konumunda idi. 1. Haçlı seferinin başlamasıyla Anadolu Selçuklu başkentliği kısa
sürmüş, Selçuklular Konya’yı başkent olarak seçmişlerdir. 1331 Osman Gazi’nin
oğlu Orhan Gazi uzun süren kuşatmalardan sonra İznik’i fethetmiş,
tekrar şanlı günlerini yaşayarak
sanatın doruğuna ulaşmıştır.
Ayasofya bir müddet camiye
çevrilerek kullanılmış, medrese eklenmiş daha sonraları ise kendi haline terk edilmiştir.
Yeşil-mavi çinileriyle ünlü Yeşil
Camii ve Nilüfer Hatun İmareti (şimdi
müze) merkezden yukarı çıkarken, yolun
bitiminde, ulu çınarlardan sonra sukunetle
birlikte karşınıza çıkmakta. Derinden gelen
izlerin içinde sessiz sedasız duran Yeşil
Cami’den etkilenmemek elde değil. Camiyi ve minaresini süsleyen turkuaz renkli çiniler, içerde ahşap işçilik tılsımlı bir şekilde yerlerinde duruyor. Zaman ağlarını
üzerlerine örmeye devam ediyor. Çandarlı
Yeşil-mavi çinileriyle ünlü Yeşil Camii ve Nilüfer Hatun İmareti
(şimdi müze) merkezden yukarı çıkarken, yolun bitiminde, ulu çınarlardan
sonra sukunetle birlikte karşınıza çıkmakta. Derinden gelen izlerin içinde
sessiz sedasız duran Yeşil Cami’den etkilenmemek elde değil. Camiyi ve
minaresini süsleyen turkuaz renkli çiniler, içerde ahşap işçilik tılsımlı bir
şekilde yerlerinde duruyor.
Halil Paşa, 1338’de Hacı Musa’ya tek
kubbeli, iki sütunla taşınan tonoz ve
yarım kubbeyle geçilen bu camiyi yaptırmıştır. 1331’den sonra Orhan Gazi’nin fethiyle şehir tekrar canlanmıştır.
Osmanlı çinisi ve seramiği teknik ve
dekor bakımından doruk noktasına
ulaşmıştır. Çini ustaları saray ve camilere özel çinileri burada üretmişlerdir. Genellikle mavi beyaz, kabartmalı
kırmızı ve firuzenin hakim olduğu süslemeler, yüksek derecede fırınlarda
pişirilerek sırlanmaktadır. 16. yy. tuğralarının zemininde görülen ince spiral dolguya benzeyen tuğrakeş uslubu
adı verilen ‘Haliç işi’ denilen dekor ve
‘Şam işi’ denilen iri yapraklı motifler
İznik çinilerinin özelliğini teşkil eder.
Süleymaniye Cami’sinin çinileri buradan getirilen ustalarca saray nakışhanesinde işlenmiştir.
Nilüfer Hatun İmareti’nde İbnibatuta’ya ziyafet çekmiştir. Şimdi müze
haline getirilen medresede sikke, seramik kaplar, kaseler, lahitler sütun
başlıkları sergilenmektedir.
Eşrefzade Abdullah Rumi, Nilüfer Hatun müzesinden biraz daha aşağıdadır. 15. yy.’da çağının tanınmış velilerinden Bursa’da Emir Sultan’dan
dersler almış, Ankara’da Hacı Bayram ve Hama’da da Şeyh Hüseyin Hamevi’nin yanında yetişmiş İznik’in mutasavvıflarındandır. Şiirlerini bir divanda toplamış, İslam düşünce ve
duygularını bir eserde vücuda getirmiştir. İslam aleminin büyüklerindendir.
İznik Gölü’ne hakim bir tepede bulunan Abdulvahap Sancaktari Türbesi,
savaş esnasında sevgilisi uğruna şehit
düşen bir ermişin hikayesidir. Surların içinde savaşırken sevgilisini kurtarmak isterken şehit olmuştur. Türbesi askerlerce de ziyaret edilir.
İznik Selçuklu ve Osmanlı’dan kalan
eserlerle dolu bir açık hava müzesidir.
Gölü ve çevresi bir tabiat harikası.
Halkının fazla dışarı açılmaması, ekonomisinin kendi kendine yetmesi nedeniyle çok fazla gelişememiş, dolayısıyla şirinliği bozulmamıştır. Turistik
gezilerde programınıza dahil edebileceğiniz mistik dokuya hakim, yıkıntılar
içinde yinede güzelliklerini sergileyebilen şirin İznik yüzyıllarca misafirlerini ağırlamaya devam edecek.
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 83
TANITIM
ULUSLAR ARASI İSLAM KENTSEL MİRASINI
ARAŞTIRMA, KORUMA VE YÖNETİM KONULU YAZ OKULU
IRCICA 2011
ARŞ. GÖR. ALİ NACİ ÖZYALVAÇ
SLAM Konferansı Teşkilatı’nın ilk kültürel alt organı olan IRCICA (İslam,
Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Vakfı) tarafından kentsel çalışmalar ve mimari miras çerçevesinde korumanın önemi,
yaygınlaştırılması ve İslam ülkelerinde
ekonomik ve kültürel gelişmenin teşvik
edilmesi amacıyla 27 Haziran-29 Temmuz
2011 tarihleri arasında beş haftalık bir yaz
okulu düzenlendi. Dünyanın çeşitli ülkelerinden davetli konuşmacıların katıldığı
uluslararası yaz okulunda, 46 seminer ve
10 panel gerçekleştirilirken, Türkiye’nin
önemli kentsel merkezlerinde inceleme ve
araştırmalar yapıldı.
Geçen yıl Suudi Arabistan Turizm ve Eski
Eserler Komisyonu himayesinde Riyad’da
birincisi düzenlenen “İslam Ülkelerinde
Kentsel Miras” konulu uluslararası konferansın önerileri dikkate alınarak düzenlenen programda özellikle eğitimciler ve öğrencilerden oluşan katılımcıların kentsel
mimari mirasın korunması konusundaki
birikimlerinin ileri taşınması, ayrıca toplumsal ve akademik alanda bu bilincin geliştirilmesi amaçlanmış. Yaz okulu şu konu başlıkları üzerine odaklanıyor; kentsel
‹
84 M‹MAR VE MÜHEND‹S
koruma ve geliştirme projelerinin tasarımı
ve teknik uzmanlık gerektiren konular;
kentsel mirası korumanın yönetim ve
planlama boyutu ile sosyal ve ekonomik
etkilerinin değerlendirilmesi, uygun finansman modellerinin sağlanması konusundaki gelişmeler. Ayrıca bu program
kapsamında sürdürülmekte olan IRCICA –
Prens Sultan bin Salman Mimari Miras
Veritabanı’nın geliştirilmesine yönelik
araştırma ve dökümantasyon çalışmalarına katkı sağlanması düşünülmüş.
Kentsel mirasın araştırılması, korunması
ve yönetimi olarak üç başlık altında şekillenen seminer programı 4 hafta boyunca
yoğun bir tempoyla sürerken, üzerinde durulan başlığa dair tecrübeleri yerinde incelemek amacıyla İstanbul’da gerçekleştirilen geziler dışında Doğu Anadolu, Bursa
çevresi ve Edirne’ye olmak üzere üç ayrı
gezi düzenlendi.
KONUŞMA VE PANEL PROGRAMI
“Tarih ve Kuram” temalı ilk hafta konferansları yoğun olarak İstanbul ve tarihi yarımada üzerine olurken, Prof.Dr. İbrahim
Baz’ın İstanbul Metropoliten Planlama ve
Kentsel Tasarım Merkezi’nde yapılan çalışmalar ile ilgili geniş bilgi verdiği kouşması ve merkezin yaptığı proje çalışmalarını atölyelerinde izlemek katılımcılar açısından ilgiyle karşılandı. UNESCO Dünya
Kültür Mirası Listesi’nin gündemde olduğu bir dönemde İstanbul gibi listelenmiş
dört ayrı kültür mirası bölgesine (Karasurları, Zeyrek, Süleymaniye ve Topkapı-Sultanahmet Koruma Alanları) sahip bir şehirde yönetim ve koruma sorunları hakkında en yetkili isimlerden tecrübeleri dinlendi. Tarih alanında tanınmış akademisyenlerin Osmanlı medeniyeti, vakıf sistemi
ve İstanbul ile ilgili kapsamlı sunumları
olurken, Prof. Dr. Aykut Karaman “İstanbul Kentsel Kültür Mirası ve Büyüme Yönetimi”, Prof. Dr. Murat Güvenç “Yeni Bir
Kentsel Tarihyazım Modeli, İstanbul Örneği”, Prof. Dr. Nur Akın “Geleneksel Osmanlı Kentleri ve Karakteristikleri”, Prof.
Dr. Can Binan “Boğaziçi Bölgesinde Ahşap
Konut Geleneği” adlı konferansları hafta
sonunda toplu olarak gerçekleştirilen panel ile tamamlandı. Süleymaniye bölgesinde anıtsal ve sivil mimari doku incelenirken, Boğaziçi kıyı yerleşimleri Prof. Dr.
Can Binan ve Doç. Dr. Cengiz Tomar’ın
anlatımları eşliğinde gezildi.
Tarihi alanların yönetimi konusuna yönelik ikinci hafta programı İstanbul örneğinin incelendiği ve İMP tarafından organize
edilen panel ile başladı. UNESCO Dünya
Kültür Mirası Komitesi’nin 19. toplantısına
gözlemci olarak katılan Yar. Doç. Dr. Yonca Kösebay Erkan tarafından Selimiye
Külliyesi’nin listeye kabul edilmesi süreci
ve son gelişmeler dinlendi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine yapılacak gezi
öncesi Yar. Doç. Dr. Yüksel Demir tarafından Mardin, Dr. Mehmet Alper tarafından
da Şanlıurfa üzerine kapsamlı sunumlar
yapıldı. 6-9 Temmuz tarihleri arasında Diyarbakır, Mardin, Gaziantep, Şanlıurfa ve
Antakya’yı kapsayan yoğun ve yorucu gezi
programında bölgenin kentsel kültür mirası yakından görüldü ve yerel idarecilerden koruma alanlarının yönetimi hakkında
bilgi alındı. Yar. Doç. Dr. Meral Halifeoğlu’nun anlatımıyla Diyarbakır Ulucamii
restorasyonu gezilirken, Prof.Dr. Füsun
Alioğlu tarafından Mardin Artuklu Üniversitesi konferans salonunda kentin geleneksel konut dokusu hakkında bir konuşma yapıldı. Yar.Doç.Dr. Gül Ünal tarafından Gaziantep suriçi ve çarşıları hakkında
yapılan sunumun ardından, Antakya’da
Prof.Dr. Nur Akın, Prof. Attilio Petruccioli,
Prof. Amir Pasic, Yar.Doç.Dr. Yüksel Demir ve yerel idarecilerin katıldığı bir panel
düzenlendi.
Tarihi çevre korumanın belgeleme boyutu
üzerine bir grup konuşmanın yapıldığı
üçüncü hafta İstanbul Büyükşehir Beledi-
yesi Koruma Uygulama Denetim Bürosuna yapılan ziyaretle başladı. Süleymaniye
bölgesine yapılan geziler Yar. Doç. Dr.
Gürcan Büyüksalih’in sunumu ile desteklenirken, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri
Daire Başkanı Dr. Önder Bayır tarafından
Osmanlı arşivlerinin yapısı ve kullanımı
hakkında bilgi alındı. Bursa, Cumalıkızık,
Bilecik, Söğüt ve İznik’ten oluşan ikinci
gezi programı öncesi Doç. Dr. Berrin Alper tarafından bölgeyle ilgili “Cumalıkızık:
Bir Osmanlı Köyünden Mimari İzler” baş-
lıklı sunum izlendi. Prof. Dr. Neslihan
Dostoğlu tarafından Bursa Belediye Meclis Salonu’nda verilen konferansta geçmişten günümüze Bursa’nın kentsel ve
mimari gelişimi hakkında geniş bilgi verildikten sonra Muradiye, Çekirge, Tophane
ve Hanlar bölgesi gezildi. Tayyare Kültür
Merkezinde düzenlenen seminerde katılımcılar Bursa Büyükşehir Belediyesi Etüd
ve Projeler Şube Müdürü Kübra Temel’den de Bursa’da tarihi çevrede yapıl-
makta olan koruma çalışmaları hakkında
bilgiler aldı. Prof. Amir Pasic, Prof. Dr.
Neslihan Dostoğlu, ve Prof. Dr. Neriman
Şahin Güçhan’ın da katılımıyla “Kentsel
Tarihi Alanların Yönetimi: Bursa örneği”
başlıklı panel gerçekleşti. Bilecik ve Söğüt’te bazı sivil ve anıtsal yapılara yapılan
gezilerin ardından İstanbul’a dönüldü.
Koruma temalı son haftada geleneksel
yapım teknikleri ile İslam ülkelerinde
kentsel koruma alanlarından bazı örnekler üzerinden sunumlar yapıldı. Prof. Dr.
Murat Soygeniş tarafından “İstanbul: Bir
Kentsel Yorum”, Prof. Adel Fahmy tarafından “İslami Kentsel Miras ve Kerpiç Malzeme”, Dr. Stefano Bianca tarafından “Korumanın Ötesi, Sürdürülebilir Kentsel Rehabilitasyon Konseptine Doğru” isimli konuşmalar yapıldı. İstanbul’da Eyüp Sultan
Camii, Karaköy, Galata Bölgesine düzenlenen gezi sonrası programın son şehirdışı inceleme seyahati Edirne’ye oldu.
Yaz okulunun beşinci ve son haftası grupların stüdyo çalışmalarının tartışılması ve
bireysel çalışmaların sunulması ile geçti.
Farklı birçok ülkeden çok sayıda eğitim ve
kamu kurumunun katılımı ile gerçekleşen yaz okulunda, katılımcı profilinin çeşitlilikten uzak ve çoğunlukla lisans seviyesinde olması, ayrıca proje çalışmaları
için gerekli mimar ve şehir plancıların
azınlıkta kalması gibi olumsuzluklar
programın hafifletilmesi ile atlatıldı. Katılımcılara sertifika verilmesi ile kapanışın
yapıldığı program ilerideki dönemde farklı ülkelerde yeniden bir araya gelme niyetleriyle tamamlandı.
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 85
MAKALE
Deprem Risk Yönetim Modeli
Yaşadığımız coğrafya ve halkımız depremin yabancısı değildir. Buna rağmen hala büyük deprem
gelecek mi sorusu, ancak bu kadar uzun süredir depremi yaşayan insanlar için deprem güvenli
binaların yapılamaması ve halkımızın büyük çoğunluğunun güvensiz yapılarda oturmasından
kaynaklanır.
PROF. DR. ALİ OSMAN ÖNCEL
I. Ü. Mühendislik Fakültesi Mühendislik Bilimleri Bölümü
Deprem Tehlikesi Gerçeğini
Değiştirmenin İmkanı Yoktur
Ülkemizin herhangi bir yerinde deprem tehlikesini tanımlamak için gerekli parametreler bellidir ve bunlardan en önemlisi gelecek
30 yıl içersinde olabilecek depremin büyüklüğü (M) ve buna bağlı olarak kentsel ve endüstriyel alanlarda meydana getireceği şiddettir (I). Genelde, şiddeti büyüten faktörlerin başında depremin yeri (dış ve iç merkez)
ve kentsel alana uzaklığı gelir. Mesela, kentsel yaşam alanına göreli olarak uzak 25
Temmuz 2011 (M5.2) depremi halkta bir
paniğe neden olmuş fakat yapılar üzerinde
bir hasar meydana getirmemiştir. Bununla
birlikte, 19 Mayıs 2011 (M5.7) Simav depremi halkta korku ve paniğe neden olmuş ve
binalarda önemli hasarlar meydana gelmiştir. Ana deprem olduktan sonra, deprem
oluş sıklığı arttığı için hasarlı binalarda oturma güvenliği riskli hale gelmiştir. Deprem
tehlikesi ana depremle başlar ve bu tehlike
artçılarla devam eder. Ülkemiz bir deprem
ülkesidir ve deprem tarihi yaklaşık 2000 yılı bulmaktadır. Kısaca yaşadığımız coğrafya
ve halkımız depremin yabancısı değildir.
Buna rağmen hala büyük deprem gelecek mi
sorusu, ancak bu kadar uzun süredir depremi yaşayan insanlar için deprem güvenli binaların yapılamaması ve halkımızın büyük
çoğunluğunun güvensiz yapılarda oturmasından kaynaklanır.
Deprem çalışmaları yapılmaktadır fakat yapılan çalışmalardan sonuç alınamamıştır.
Olası büyük bir depremde kayıpları azaltmak için bugüne kadar geçen süreye (12 yıl,
1999-2011) ve İBB tarafından kullanılan
parasal kaynağa (1 milyar TL’den fazla) bakıldığında, bugüne kadar uygulanan risk
yönetim modellinin yetersiz ve verimsiz olduğu görülmektedir. Tabii ki İBB bütçesi dışında kullanılan -valilik, bakanlıklar (Sağlık,
MEB) gibi ilavelerle rakam çok daha büyük86 M‹MAR VE MÜHEND‹S
tür. İstanbul'da deprem riskinin azaltılmasında daha doğru ve kapsamlı bir değerlendirmenin deprem uzmanlarından daha çok
yönetim uzmanlarınca ele alınması gerekir.
Çünkü sorun, depremin bilimsel özelliklerini tayin değil, belirlenmiş olan ve herkesin
hemfikir olduğu bir büyük riskin azaltılmasını sağlayacak idari ve mali yönlerini de
kapsayan tedbirleri hayata geçirmektir.
Bina Taramasıyla
Yıllar Kaybedilmektedir
Deprem riskinin azaltılmasını öngören modellerde göze çarpan en büyük eksiklik, ülkemizin yetişmiş insanlarından azami oranda faydalanılmamasıdır. Bunun en güzel örneği, 2010 yılında basına detay bilgileri yansımış olan tek akademisyenli ve beş yıla yayılmış bina tarama projesinin tek bir firmaya ihale edilmesidir. Kazanan firmanın müşavirliğini ODTÜ'den bir akademisyen ve beraberinde oluşturulan çok büyük ekiplerle
taramalar, "İstanbul Deprem Master Planı"nda öncelikli bölge olarak tespit edilen
yerlerde yapılmıştır. Araştırmanın sonuçla-
rının değerlendirilmesi başka ekiplerce bir
ya da benzer modeller esas alınarak yapılmış ve ortaya “en güvenilir performans tahminleri” bulunmuştur. Büyük emeklerle yapılan bu çalışmanın sonucunda, İstanbul'da
binaların yüzde 10’unun incelenebilmesi
için 5 yıl harcanmıştır. İstanbul'da mevcut
her binanın incelenmesi şart görülürse ve bu
sistemle tarama işleri devam ederse, İstanbul’daki tüm binaların incelenmesi için 50
yıl gerekecek. Bu zaman zarfında büyük bir
deprem meydana gelirse, zayıf olanlar yıkılacak ve zayıf olmayanlarda hızlı bir şekilde
ayrılacaktır.
Bina Taraması Çoklu Ekip ve
Gruplarla Daha Çabuk Bitirilebilir.
Tek akademisyenli model yerine, çok akademisyenli bina taraması yaptırılabilir ve araştırma grupları arasında kalite ve çalışma yönetimi açısından hem bir çeşitlilik sağlanabilir hem de verimlilik artırılabilirdi. En kolay
şekilde, her ilçenin bina taraması bir akademik lider tarafından yapılması istenebilirdi,
ilçe sayısınca akademisyenlerin katılımı ile
beş yılda tüm İstanbul'un bina taraması bitirilirdi. Akademik liderli çalışma grupları
her yıl sonunda bir sempozyum altında
toplanabilirdi ve aksayan kısımlar için hızlı
çözüm üretmeleri sağlanabilirdi. Maalesef,
bürokratik deprem riski modelinin tekçi
akademik yaklaşımı başarısız ve verimsizdir. Bununla birlikte, bazı akademisyenlerimizin çok akademisyenli çalışmaların ortaya çok akademik fakat daha az yararlı sonuçlar çıkarabileceği endişesine sahip olduklarını belirtmek gerekir.
Risk Yönetimi Bürokrasiye
Terk Edilmemelidir
Yürütülen deprem projelerine ve tartışılmış
somut örneklere bakıldığında, zaman, insan
ve para yönetiminin doğru yapılamadığı görüşü ortaya çıkmaktadır. Deprem ve bina
teknolojisi konularında uzmanlığını almış
her insandan yararlanmayı öngörmemiş bürokratik risk yönetimi, deprem projelerini
havale ve ihaleye dayalı halletmeye çalışmıştır. Bu nedenle yüksek maliyetli ve geri dönüşümü sınırlı sonuçlar için önemli bir kaynak harcanmıştır. Bürokratik yaklaşıma göre
işlerin Amerikalı ve Japon şirketlere havale
edilmesi yeterli görülmekte ve ülkemizin bilimsel birikiminin yurt dışı kökenli olan bu
firmalarda çalışan uzmanlardan fazla olamayacağı gibi yanlış bir düşünce güdümünde
oldukları görülmektedir. Uzman şirketlere
ve özellikle uluslararası şirketlere işlerin havale edilmesi güzel bir düşüncedir. Fakat bu
şirketlere ülkemiz üniversitelerinden proje
alanları ile ilgili partner bölüm bulma şartı
getirilmesi gerekirdi. Ülkemizde öğrencilerin
yetiştiği yer bilimi bölümlerini güçlendirecek
bir vizyonu öngörmesi halinde kamu yararı
daha fazla gözetilmiş olabilirdi. Üniversiteendüstri işbirlikli projelere destekler verilse,
ülkemizde birçok yüksek lisans ve doktora
talebesinin doktora çalışmaları için kaynak
ve imkân sağlanmış olacaktı, fakat bu yapılamadığı için depremin üzerinden yıllar geçmesine rağmen ortaya çıkan yeni ses ve uzmanlara hala rastlanamamaktadır. Bunun
nedeni, eksikli ve öngörülü düşünemeyen
bürokratik eksenli risk modelidir.
Deprem ve Risk Yönetimi
Akademik Olmalıdır
Deprem sorunuyla mücadelede bugüne kadar uygulanan yöntem yetersizdir. İhale ve
havale sistemine dayalı, kolaycı ve günü
kurtarma telaşında görüntüsü veren bürokratik risk yönetimi, ülkemiz deprem sorunu
için fayda getirmediği açıktır. Depremle ilgili çalışma ve planlamaları yapacak bir kurumun başına bir bürokrat getirerek ve onla
çalışacak ekiplerde doktoralı çalışan jeofizik
uzmanlarını istihdam etmeyerek kurulmuş
afetle mücadele modellerinin değiştirilmesi
Olas› büyük bir
depremde kay›plar›
azaltmak için bugüne
kadar geçen süreye (12
y›l, 1999-2011) ve ‹BB
taraf›ndan kullan›lan
parasal kayna¤a
(1 milyar TL’den fazla)
bak›ld›¤›nda, bugüne
kadar uygulanan risk
yönetim modellinin
yetersiz ve verimsiz
oldu¤u görülmektedir.
gerekir. Deprem ve afet dairesinin başına bürokrat getirerek deprem riskini azaltmış ülkeler bugüne kadar yoktur ve bu nedenle
çağdaş afet yönetim modelleri ile çelişkili bir
durum olarak ülkemizde bir bürokratik yapı olarak ortaya çıkmıştır. Bu yapının ancak
başına doktoralı bilim insanları gelmesi ve
çoğunluğu doktoralı insanlarda oluşan Amerika Jeoloji Servisi, Kanada Jeoloji Servisi ve
Japonya Jeoloji Servisi gibi yapısal bir kimlik
kazanması ile ülkemizde afet ve risk çalışmaları ivme kazanabilir. Deprem ve afet yönetimini başarı ile yöneten ülkelerde yerbilimlerde doktorasını yapmış kişilerin işsiz
kalma riski yoktur, çünkü doktora seviyesi
sorunun çözümüne akademik yaklaşmayı
gerektir. Fakat ülkemizde, doktorasını işsiz
kalırım diyerek uzatan genç doktora öğrencilerine rastlanmaktadır. Yerbilimleri üzerine doktora çalışmalarının ülkemizde teşvik
edilmediğini gösteren önemli bir sorunu ortaya koymaktadır. Deprem ve afetle ilgili cazip doktora bursları teşvik edilmeli ve doktora sonrasında ülkemizin depremle ilgili
kurumlarında çalışma garantisi verilmesi gerekir. Etkili ve sürekli çözüm akademik tabanlı çalışmaların ve çalışacakların desteklenmesi ile daha rahatlıkla bulunabilir.
Üniversite ve Özel Sektör
Çalışması Teşvik Edilmelidir
Çözüme ve soruna odaklı akademik-endüstri risk yönetim modeline geçilmelidir! Bu
sayede, üniversiteler hem bilimsel olarak
akademik çalışmalarla deprem sorununa el
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 87
MAKALE
atacak hem de belediyelerdeki mühendisler
ihale alan şirketler için çalışan proje mühendisi olmaktan kurtulacak, akademik tabanlı
projeleri arazide yürüten mühendisler olarak çalışacaktır. Üniversite merkezli akademik-endüstri risk modeli çalışmalarında,
deprem projeleri kapsamında toplanan verilerle, yüksek lisans ve doktora seviyesince
sayısız çalışmalar çıkacak, bunların bir kısmı uluslararası ortamlarda sunularak ve
dergilerde yayınlanarak ülkemizdeki bilimsel çalışma performansı da yükseltilmiş olacaktır. Doğru yöntem ve ileri sürdüğüm modele göre, tüm üniversitelerin katılımı ve
tüm üniversitelerin deprem sorununun çözümüne katkı sağlamalarını zorlayacak bir
ulusal projenin hayata geçirilmesi gerekir.
Bunun dışında farklı modellerde ileri sürülmekte ve bu modeller çözüm modelinin
akademik ağırlıklı olmaması gerektiğini savunmaktadır. Bunun nedeni olarak da belediye gibi kamu kurumlarının teknik gücünün de bu tür çok akademisyenli bir modeli yönetsel anlamda kaldıramayacağıdır.
Nitekim önerilen diğer bir modele göre,
kentsel dönüşüm merkezli özel mali serbestliği olan özerk bir idare kurulması gerekir.
Sonuç: 1999-2011 arasında yapılan çalışmalar değerlendirildiğinde, bürokratik risk
88 M‹MAR VE MÜHEND‹S
Üniversite-endüstri
iflbirlikli projelere
destekler verilse,
ülkemizde birçok yüksek
lisans ve doktora
talebesinin doktora
çal›flmalar› için kaynak ve
imkân sa¤lanm›fl olacakt›,
fakat bu yap›lamad›¤› için
depremin üzerinden y›llar
geçmesine ra¤men ortaya
ç›kan yeni ses ve
uzmanlara hala
rastlanamamaktad›r.
Bunun nedeni, eksik ve
öngörülü düflünemeyen
bürokratik eksenli risk
modelidir.
yönetimine dayalı modelin yürümediği ve
ülkemiz için çok önemli yılları kaybettirdiği
görülmektedir. Deprem projeleri yerli ve yabancı şirketlere havale edilmiş, yapılan işin
vasat kalitesi yanında maliyet yükseltilmiştir. Yerbilimleri bölümlerinden en az birinin
akademik ortak olarak proje ortağı olması
şartı getirilmediği için, milyonlarca dolarlık
maliyetlerle yaptırılan projelerde bazı üniversiteler devre dışı bırakılmış ve dışlanan
bu üniversitelerde yeni nesil uzmanların
çok iyi yetişmesi ortamı sağlanamamıştır.
Bununla birlikte, özel şirketlerce toplanan
veriler, bilimsel çalışmalarda kullanılması
için yerbilimleri bölümlerine servis edilmediği içinde yaptırılan çalışmalarda toplanan
verilerle, akademik derinlikli çalışmalar yapılamamış ve ülkemizin bilimsel sıralamalarda yükselmesi için katkı verilmemiştir.
Ortada harcanan paralar ve karşılığında geri
dönüşüm olarak servis edilmiş deprem haritalarından ve kısıtlı sayıda çıkarılmış bina
stok envanterinden başka fazla pratiğe dönmüş fazla bir şeyin olduğunu söylemek zordur. Bu nedenle, İstanbul'da deprem riskinin azaltılması için yapılan çalışmalarla tatmin edici mesafe alınamamış, üniversitelerden bağımsız özel şirketlerce toplanan veriler açılmadığı için derinlikli akademik çalışmalar tetiklenememiştir.
MAKALE
Yaşanabilir Şehirler İçin
Yeni Afet Planı
Şehirleşme politikaları belirlenirken kamu kurumlarının, ilgili meslek gruplarının ve sivil toplum
kuruluşlarının, sürece doğrudan katılımları sağlanmalıdır. Bu amaçla insan ve şehir
kavramlarının birlikte gelişmesi için etkin bir afet yönetimi belirlenmelidir.
KADEM EKŞİ
Mimar ve Mühendisler Grubu Başkan Yardımcısı
aşanabilir, sürdürülebilir, ekolojik şehirlerde yaşamak, insanların en temel
haklarındandır. Şehirlerimizin tarihi, estetiği
ve kültürel geçmişleri; tarım, iklim ve çevre
bağlantıları; sosyal, siyasal ve ekonomik gerçekleri bilimsel araştırmalarla değerlendirilerek ortaya çıkan sorunların belirlenmesi,
yaşanabilir kent ortamının ve kentlilik bilincinin oluşturulması gerekmektedir. Bu
amaçla kentleşmedeki ana hedeflerin başında afet öncesi riskleri azaltmak, çok yönlü
tedbirleri etkin bir şekilde hayata geçirmek
ve sosyal kent politikalarını geniş ölçekte
planlamak gelmelidir.
Kontrolsüz yapılaşma ve sağlıksız büyüme,
tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kenti yenilemek yani dönüştürmek fikrini ortaya çıkardı. Özellikle İstanbul gibi büyüme
aksları tıkanmış ve zorlanmış şehirlerde, daha fazla kontrolsüz büyümenin olmaması
adına bu konunun önemi açıkça ortadır.
Bunun yanı sıra, konutların deprem güvensiz ve denetimsiz olarak yapılması da ileride
oluşabilecek afetler için herkesi diken üstünde tutmaktadır.
Şehirleşme politikaları belirlenirken kamu
kurumlarının, ilgili meslek gruplarının ve
sivil toplum kuruluşlarının, sürece doğrudan katılımları sağlanmalıdır. Bu amaçla insan ve şehir kavramlarının birlikte gelişmesi
için etkin bir afet yönetimi belirlenmelidir.
Afet başlığı altında ilk değerlendirilmesi gereken konu, ülkemizin büyük bir çoğunluğunu etki altına alan deprem konusudur.
Afet Yönetimi; zarar azaltma, hazırlıklı olma, olaya müdahale ve iyileştirme gibi dört
ana ve diğer ara aşamalarında yapılması gereken faaliyetlerin planlanması, yönlendirilmesi, desteklenmesi, koordine edilmesi ve
uygulanması için toplumun tüm kurum ve
kuruluşlarıyla, kaynaklarının bu ortak amaç
doğrultusunda kullanımını gerektiren çok
disiplinli bir yönetim şeklidir.
Deprem ise araştırılması gereken birçok parametreyi barındıran ve zamana göre değişen, güncellenen dinamik bir olaydır. Fay
hatları ve depremler, heyelan, aşırı yağışlar
Y
ve sel, volkanizma ve benzeri kavramlar yeryüzündeki doğal oluşumlar olup insanlar tarafından ortadan kaldırılması mümkün değildir. Afet Yönetimi ve Deprem konularının
birarada değerlendirilmesi, uzun süreli ve
farklı disiplinler altında birçok katılımla
gerçekleşmesi ile mümkündür.
Bu amaçla mevcut yerleşim alanları, alt ve
üst yapılarıyla beraber afetlere karşı daha güvenli duruma getirmeye çalışırken öncelikle
doğal tehlikeleri tespit etmeli, bunları her boyutuyla ölçülendirerek ortaya koymalıdır.
Bu süreç, bilimsel ve teknik araştırmalara dayalı derinlemesine, her yönlü yürütülmesi
gereken projeler ile gerçekleştirilebilir.
Afet risklerinin azaltılması, bireylerin ve
toplumların gündelik risklere karşı aldıkları tavırla başlamaktadır. Burada en önemli
davranış biçimi afetlere karşı bilinç ve eğitim
seviyesini yükseltmek olmalıdır. Bu anlamda hizmet eden sivil toplum kuruluşlarından faydalanmalı, kurumsal anlamda sürdürülen proje ve kampanyalar takip edilmelidir. Yazılı ve görsel yayınlardan faydalanılmalı, tavsiyeler uygulanmalı, önemsenmelidir. Zira afetlere karşı daha dirençli bir toplum olmanın yolu bu önlemlerden geçmektedir. Toplumun katılmadığı, bir parçası olmadığı hiçbir proje tamamlanmış ve amacına ulaşmış sayılamaz, toplum için faydaya
dönüşemez.
1995 Kobe Depremi’nde Japonya’da meydana gelen yangınlar ve patlamalar büyük
ölümlere neden olmuştu. Kobe depremin-
den sonra Japonya’da erken uyarı ve risk
azaltma çalışmaları hızlandırıldı. Son depremde yangına ve yıkılmalara bağlı zararların azalması, Kobe Depremi’nin Japonlar tarafından iyi okunduğunu gösteriyor. Fakat,
Nükleer santrallerin güvenliğinin yeterince
sağlanamadığı ortaya çıkmıştır. 2007 yılında
büyüklüğü 6.8 olan deprem nükleer sızıntıya neden olmuştu ve bunun zararları Japonya ile sınırlı kaldı. 2011 yılında meydana
gelen 9.0 büyüklüğündeki depremde nükleer sızıntı ile dünya için bir risk oluşturmuştur.
İstanbul; kozmopolit, hareketli, genç nüfuslu, tarihi geçmişi olan, uyumsuz gelir seviyeleriyle sosyal açıdan karmaşık bir yapı sunuyor olsa da prestijini sadece kıtalar arasında değil aynı zamanda medeniyetler, fikirler, dinler ve insanlar arasında bir köprü
oluşturmasından alan bir şehirdir. İstanbul’u
etkileyecek depremin büyüklüğünü, muhtemel zamanı gibi tartışmaları bir yana bırakıp; sosyal, ekonomik, psikolojik, hukuki
ve idari yetki ve sınırları göz önüne alarak
çözümler oluşturulması, daha sonra bunların mühendislik, kentsel dönüşüm ve planlama ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.
Etkin Afet Yönetimi ile deprem tehlikeleri
belirleyip bunlara karşı gerekli stratejileri ve
eylem planlarını ortaya koyulmalıdır. Enkaz altından insan kurtarmayı değil enkaz
altında insan kalmamasını sağlamayı ve
maddi-manevi kayıpların en aza indirilmesi
amaç edinilmelidir.
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 89
MAKALE
Türkiye’de Katı Atık Yönetiminde
Yeni Ayırma Tesislerinin İşlevselliği
Toplanması, taşınması, aktarılması ve bertaraf edilmesi fiziksel ve ekonomik anlamda büyük yük
olan, aynı zamanda, uygun şekilde değerlendirilemediği ve geri dönüşüm zincirine dâhil edilemediği takdirde, kaybolan ekonomik bir değer olarak kabul edilmesi gereken katı atıkların yönetim
sürecinde gerçekleştirilecek tüm hizmetlerin maliyet ve sorumluluğu için yerel yönetimlere büyük
görevler düşmektedir.
DİDEM OMAY1, SERAP TÜRKYILMAZ2, İSMAİL ADAK3
Yalova Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Kimya ve Süreç Mühendisliği Bölümü, 2Yalova Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi,
3
Yalova Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Endüstri Mühendisliği Bölümü
1
ünümüzde artan nüfus artışı, kentleşme ve endüstriyel gelişme, üretim ve
pazarlama faaliyetlerindeki genişlemeler, sürekli artan tüketim eğilimleri gibi olgular,
tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insan faktörünün çevre üzerindeki tahrip edici etkisini arttırarak katı atık sorununu da
beraberinde getirmiştir. Artan katı atık ve
çevresel kirlilik sorunu kentlerde atık yönetiminde yaygın bir şekilde uygulanan toplama, taşıma, aktarma, depolama ve bertaraf
etme proseslerinden oluşan sistemin yetersiz
kalmasına sebep olmuştur.
Toplanması, taşınması, aktarılması ve bertaraf edilmesi fiziksel ve ekonomik anlamda
büyük yük olan, aynı zamanda uygun şekilde değerlendirilemediği ve geri dönüşüm
zincirine dâhil edilemediği takdirde, kaybolan ekonomik bir değer olarak kabul edilmesi gereken katı atıkların yönetim sürecinde
gerçekleştirilecek tüm hizmetlerin maliyet
ve sorumluluğu için yerel yönetimlere büyük görevler düşmektedir. Mevcut yerel yönetimlerin dâhilinde yürütülen atık yönetimi sistemindeki aksaklıkların giderilmesi ve
bu sistemin işleyişinin kolaylaştırılması
amacıyla, katı atık ayırma tesislerinin Türkiye genelinde artırılması ve etkin bir şekilde kullanılması gereklidir.
G
yılında Çevre Bakanlığı’nın kurulması ile
bu bakanlığın görev alanına dâhil edilmiştir.
Gelişmiş ülkeler, katı atık yönetimi ile ilgili
süreci 1980’li yıllarda tamamlayarak “sürdürülebilir atık yönetimi”, “atık etiği”, “atık
yönetimi etiği” gibi olguları ciddi biçimde
tartışırken, Türkiye’de atık yönetimi konusundaki gelişmeler yavaş bir seyir göstererek
“yönetilmesi gereken” bir sorun olarak algılanmaya başlamıştır (Yılmaz ve Bozkurt,
2010).
Türkiye açısından orta ve uzun vadede ekonomik, sosyal, teknik ve coğrafik şartlara uygun olarak gerçekleştirilmesi gereken katı
atık yönetimi, önleyici ve engelleyici çevre
koruma politikaları ile katı atık sorununun
Türkiye’de Katı Atık Toplama
Politikalarına Genel Bakış
Türkiye’de 1920’li yıllardan itibaren “temizlik hizmetleri” adı altında ve “kamu sağlığı
odaklı” olarak Sağlık Bakanlığı’nca yürütülen katı atık yönetimi, 1970’li yıllarda çevre
sorunlarına karşı tüm dünyada artan eğilimin de etkisi sonucunda “çevre odaklı” bir
yaklaşıma doğru gelişim göstermiş ve 1991
90 M‹MAR VE MÜHEND‹S
Şekil 1. Çöp ayırma sisteminde çöplerin taşınması
çözümünde yetki ve sorumluluğa sahip olan
bakanlık ve diğer merkezi yönetim kurum
ve kuruluşları, yerel yönetimler ve belediyeler, iş çevreleri, gönüllü kuruluşlar ve derneklerin etkin katılımına ihtiyaç duymaktadır. Bu gereksinimlerle birlikte Türkiye’de
katı atıkların toplanması ve yok edilmesi işlemleri temelde 2872 sayılı Çevre Kanunu
kapsamında çıkartılan “Katı Atıkların Kontrolü Yönetmeliği” ve diğer ilgili yönetmelikler kapsamında yürütülmektedir. Atıkların
toplanması, taşınması, depolanması, geri
kazanımı ve bertarafından ise 5393 sayılı
Belediye Kanunu ve 5216 sayılı Büyükşehir
Belediye Kanunu ile belediyeler yetkili ve
sorumlu tutulmaktadır.
Yerel yönetimlerce yürütülen ve katı atık
yönetimi olarak adlandırılan bu hizmetlerde son yıllarda “ürün odaklı” bir yaklaşım
benimsenmektedir. Bu yaklaşım ile hizmet
alanının öncelikleri değişerek, toplumsal
amaçlardan iktisadi-ticari amaçlara doğru
kaymış, hizmete bakış toplum odağından
çevre sorunu kapsamındaki ürün odağına
geçiş yapmış, yetki belediyeden özel sektör
işletmeciliğine doğru değişmiş ve ölçek belediye merkezinden bölge merkezine yükseltilmiştir (Güler vd., 2001).
Dolayısıyla katı atık yönetimine yeni bir bakış getirilmesi zorunluluk teşkil etmekte
olup atık yönetiminin en belirgin yapı taşlarından biri olan geri dönüşüme yatkın, katma değeri yüksek katı atıkların ya kaynağında ya da toplandıktan sonra uygun yöntemlerle ayrıştırılması sağlanarak ikincil üretim
prosesine dâhil edilmesi ile ilgili yoğun çalışmalar yapılmalıdır.
Türkiye’deki Katı Atık
Yönetimindeki Olumsuzluklar ve
Bu Olumsuzlukların Giderilmesi
İçin Yeni Katı Atık Ayırma
Sistemlerinin İşlevselliği
Ülkemizde değişen tüketim alışkanlıkları,
nüfus yoğunluğu, yükselen hayat standardı,
ambalajlı ürün satışındaki artış ile birlikte
mevcut katı atık kompozisyonu da değişmektedir. Satın alınan pek çok ürünün kâğıt, metal, cam ve plastik ambalaj malzemesi içinde sunulduğu dikkate alındığında, katı atıkların kaynağında ayrı toplanarak ya da
çöpe atıldıktan sonra yerel yönetimlerce
birlikte çalışılan katı atık ayırma tesislerinde işlenerek ekonomiye tekrar kazandırılması katı atık yönetiminde önemli bir adım
oluşturmaktadır.
Sağlıklı ve sürdürülebilir bir atık yönetim
sistemi, ambalaj atıklarının diğer atıklarla
karışmadan organize bir yapı içerisinde geri
kazanım sürecine dâhil edilmesini gerektirmektedir. Geri kazanım çalışması ile tabii
kaynakların korunması, kaynak israfının
önlenmesi, bertaraf edilmesi ve gereken katı atık miktarının azaltılması mümkün olmaktadır. Bu nedenle, geri kazanım çalışmalarının ilk adımını kaynakta ayrı toplama oluşturmaktadır. Kaynakta ayrı toplama
yapılamayan durumlarda ve bölgelerde, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, uygun sistemler
dizayn edilerek gelen çöp yığınları içerisinden geri dönüşüme uygun atıkların ayrıştırılması sağlanmalıdır. Türkiye genelinde
kaynağında ayrı toplama çalışmaları 21 ilde,
ambalaj atıkları yönetmeliğinin tanımladığı
şekilde yürütülmektedir. Ancak, yürütülen
bu çalışmalar; belediyelerin kaynakta ayrı
toplamaya gösterdikleri direnç, piyasaya sürenlerin tamamının kayıt altına alınamamaları, ambalaj atığını toplayan işletmeler ile
Şekil 2. Çöp içeriklerine göre ayırma işleminin yapılması
Kat› at›k yönetimine yeni
bir bak›fl getirilmesi
zorunluluk teflkil etmekte
olup at›k yönetiminin en
belirgin yap› tafllar›ndan
biri olan geri dönüflüme
yatk›n, katma de¤eri
yüksek kat› at›klar›n ya
kayna¤›nda ya da
topland›ktan sonra
uygun yöntemlerle
ayr›flt›r›lmas› sa¤lanarak
ikincil üretim prosesine
dâhil edilmesi ile ilgili
yo¤un çal›flmalar
yap›lmal›d›r.
ayırma tesisi işletmecilerinin ayrı toplamaya
taraf olmamalarından dolayı verimli yürütülememektedir. Diğer bir neden ise lisanslı
toplama ve ayırma tesislerinin kapasitelerinin düşük olmasıdır. Mevcut işletmelerin
tek başına, bir ilde oluşan ambalaj atığını
toplayacak ve ayıracak idari, mali ve teknik
kapasiteye sahip olmaması da bu konuda
oldukça önemli bir faktördür. Atıklarının
kaynakta ayrılması ve değerlendirilebilir
atıkların ayrı toplanması geri dönüşüm sisteminin ilk basamağını oluşturmaktadır.
Kaynakta ayırma sağlanamayan bölgelerde
ise katı atık ayırma tesisleri ile çöp içerisinden geri dönüştürülebilme özelliği gösteren
katı atıklar ayrıştırılabilir. Toplanan katı
atıkların ayrıştırma sistemiyle fraksiyonlanması şu şekilde gerçekleşmektedir.
Yerel yönetimlerce toplanan katı atıklar, taşıma üniteleri vasıtasıyla tesise getirildikten
sonra sistem beslenir. Ayırma sistemine gelen evsel katı atık poşetleri burada özel bir
aksam vasıtasıyla yırtılarak taşıyıcı konveyör ile parçalama ünitesine gönderilir.(Şek.1)
Parçalama ünitesindeki bıçaklar vasıtasıyla
farklı boyutlara parçalanan atıklar, büyük
ve küçük boyutlu partiküller olarak iki fraksiyona ayrılır. Organik yapıyı içinde bulunduran alt akım kompostlama işlemi için depolanırken, üst akım cam, kağıt, metal ve
plastik gibi geri dönüşümlü fraksiyonların
ayrılması için bir silodan geçirilir ve burada
manuel olarak ayrıştırılır (Şek. 2). Şekil 2’de
manuel olarak personeller vasıtasıyla çöplerin içerisindeki belirlenen atıkların ayrıştırılmalarının yapıldığı aksamlar gösterilmektedir. Bu konteynerlarda toplanan aynı
cins atıklar geri dönüşüm hattına doğrudan
dahil olabilmektedir.
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 91
MAKALE
Şekil 3. Çöp ayrılma işleminden sonra geri kalan kısmın balyalanması
Ayrılan her fraksiyonun tartımı gerçekleştirilerek, katı atık ayırma tesisinin ayırma verimi hesaplanabilir. Ayırma tesisinden manuel olarak ayrılan cam, kağıt, metal, PET şişe ve kutu gibi katma değeri yüksek atıkların
dışında geri kalan tüm atıklar sıkıştırılmak
suretiyle balyalanır ve depolama sahalarına
aktarılır (Şekil 3).
Katı atıkların hiçbir önlem alınmaksızın
açık araziye rastgele boşaltılarak insan çevresinden uzaklaştırıldığı, gelişmemiş ya da
gelişmekte olan ülkelerde kullanılan bir
yöntemdir. Bu yöntem; depo sahasında rüzgâr etkisi ile toz bulutlarının oluşması, meydana gelen gazların hava kirliliğine neden
olması, geniş bir alana yayılan katı atıkların
çevre ve görüntü kirliliği olu’şurması ve bu
alanlarda barınan ve beslenen hayvanların
bulaşıcı hastalıklara sebep olması gibi ciddi
problemlere neden olmaktadır.
Katı atıkların çevrede oluşturduğu fiziksel,
kimyasal ve biyolojik etkileri göz önünde
bulundurularak belirli bir düzen içerisinde
toplanması ve buna göre depolanması gerekmektedir. Düzenli depolamada amaç,
mekanik, kimyasal ve biyolojik işlemlerle
değerlendirilmesi, ekonomik bir şekilde
mümkün olmayan ya da bu işlemler sonucu
açığa çıkan ve çevre estetiğini bozan katı
atıkların yerleşim alanlarından uzaklaştırılıp zararlarının önlenmesidir (Uluatam vd,
2008). Uygun yer seçimi ve çevre koruma
önlemleri gibi teknik standartlara uygun şekilde inşa edilmiş, düzenli depolama alanları
atıklardan kurtulmanın en etkili yoludur.Şekil 3’te gösterilen ve düzenli depolama işlemi
için uygun koşulları hazırlayan balyalama
92 M‹MAR VE MÜHEND‹S
Kat› at›klar›n çevrede
yaratt›¤› fiziksel,
kimyasal ve biyolojik
etkileri göz önünde
bulundurularak belirli
bir düzen içerisinde
toplanmas› ve buna göre
depolanmas›
gerekmektedir.
katı atık ayırma tesisinin bir parçası olup
geri dönüşüme uygun olmayan atıkların korunumu için son derece faydalıdır.
Sonuç
Sonuç olarak, geçmişte bütün kentsel katı
atıkları uzaklaştırmak ve kütlesel olarak depolamak için sadece uygun hacimli bir araziye ihtiyaç duyan yerel yönetimler, günümüzde artık katı atıklar için geri dönüşüm,
kompostlama, enerjinin geri kazanımı ve
depolamadan oluşan kombine ve komplike
bir sistemi kullanmak durumundadır. Ekonomik gelişim ve yükselen yaşam standartları ile ürün ve hizmetlerle ilgili talepteki artış,
büyüyen ekonomi, hızlı kentleşme ve yükselen yaşam standartlarının bir araya gelmesi ile birlikte özellikle gelişmekte olan ülkelerde kentsel katı atıklar büyük bir sorun
haline gelmiştir (Minghua vd., 2009). Bu
boyuttaki bir sorunun etkili çözümünde ise
katı atık sistemlerinin çözümün bir parçası
halini alması kaçınılmazdır
Kaynaklar
1. Yılmaz A., Bozkurt Y., ‘Türkiye’de kentsel katı atık
yönetimi uygulamaları ve Kütahya katı atık birliği örneği’
Süleyman Demirel University The Journal of Faculty of
Economics and Administrative Sciences Y.2010, Vol.15,
No.1, 11-28, 2010.
2. Güler B., Çöp Hizmetleri Yönetimi, Türkiye ve Orta
Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayını No: 302, Yerel
Yönetimler Araştırma ve Eğitim Merkezi-No: 11, Ankara,
2001.
3. Uluatam, S., Özkan, Y., Wasti, Y., “Düzenli Katı Atık
Depolanması ve Eski Alanların Düzenlenmesi ile I?lgili Bir
I?nceleme”, DI?ZAYN konstrüksiyon, Aralık 2008/276,
2008, s. 70.
4. Minghua, Z. “Municipal Solid Waste Management in
Pudong New Area, China”, Waste Management, Vol. 29,
No.3, 1227, 2009.
S‹NEMAVEMÜHEND‹SL‹K
AYA SEYAHAT
LE VOYAGE DANS LA LUNE
YIL 1902.. LUM‹ÈRE KARDEfiLER DÜNYADA ‹LK F‹LM‹ ÇEKEL‹ FAHA 7 YIL OLMUfi. ORTADA
HENÜZ NE S‹NEMA VAR, NE SENARYO, NE KURGU.. FRANSIZ T‹YATRO SANATÇISI GEORGES MÉL‹ÉS,
KARDEfi‹ GASTON ‹LE B‹RL‹KTE SENARYOSUNU YAZDI⁄I KONULU B‹R F‹LM ÇEK‹YOR. KONUSU DA
NE B‹L‹YORMUSUNUZ? “AYA SEYAHAT” YAN‹ DÜNYANIN ‹LK B‹L‹M-KURGU F‹LM‹. O ZAMANLAR AY
HENÜZ MASALLARDA GÜLÜMSEYEN B‹R ‹NSAN SURET‹NDEN ‹BARET.
EROL MERMER / Yönetmen
rof. Barbenfouillis bilim kurulunu
toplayarak onlara yeni projesini
açıklar. Kurul üyeleri Barbenfouillis’in sözlerini dehşet ve hayretle karşılar. Teklif edilen projeyi akıldışı ve çılgınca bulurlar. Yapılan teklif şudur: 10-15 kişinin içine sığacağı mermi şeklinde bir
kapsül yapılacak. Bilim adamları bunun
içine binecek. Kapsülü aya kadar ulaştıracak büyüklükte bir top dökülecek ve topu ateşlenerek Ay’a vasıl olacaklar. Tabi
itirazlar olur, tartışma, kargaşa, kaos
derken sonunda Prof. Barbenfouillis herkesi ikna eder ve kolları sıvarlar.
Uzay aracını hazırlandığı atölye çok ilginçtir. Ön planda kızgın demirleri örse
koyup çıngılar çıkartarak döven demirci
ustaları, arkada kaporta tamircileri gibi
yuvarlak bir metal bidonu çekiçleyen us-
P
94 M‹MAR VE MÜHEND‹S
talar, insanların girip çıkacağı kapıyı
ayarlayanlar, arada bir telaşla gidip gelenler sonunda gıcır gıcır bir uzay mekiği
imal ederler. Her şey hazırdır ve dünyaya
veda anı gelmiştir. Bilim adamları ütülü
smokinleriyle tek tek kapsülün kapısından girerler ve kapı kapanır. 15-20 Revü
kızı sahne kostümleriyle dans ederek ve
şarkı söyleyerek kapsülü bir ray üzerinden iterek devasa topun içine iterler ve
topun kapısı kapanır.
Daha geniş bir planda sahnenin tamamını
görürüz. Geceleyin dolunay parlamakta
ve ayı hedef almış devasa bir top, revü
kızları yanda dans etmekte ve sahneye
ritmik hareketlerle gelen genç elindeki
meşaleyi topa uzatır ve topu ateşler. Beyaz bir duman kaplar etrafı ve kapsül topun ağzından Ay’a doğru fırlar. Sonraki
sahnede Ay’ın bize doğru yavaş yavaş
yaklaştığını görürüz. (Yani kapsüldekilerin
gözüyle ayı görürüz ki bu plan görsel anlatım bakımından önemli bir buluştur).
Bizim kapsül hedefi hiç şaşırmadan gidip
Ay’ın tam sağ gözüne saplanır. Sonra
kapsülü fantastik bir ortamda görürüz.
Adeta çamura saplanmış gibi arkası havada kalmıştır. Mekan daha çok bir rüya
ortamını hatırlatır. Her yerden bir şeyler
sarkan garip bir yerdir. Sonra anlarız ki
burası bir mağaradır. Gece olduğu için
Prof. Barbenfouillis hadi arkadaşlar şimdi
yatalım, sabah ola hayrola der. Herkes
bulunduğu yere kıvrılır yatar. Bu arada
dünya da uzakta gözükmektedir. Onlar
uyuyunca bir kuyruklu yıldız ışıklar saçarak geçer ve derken bütün yıldızlar onu
takip eder. Yıldızlar geçerken genç ve gü-
F‹LM‹N KÜNYES‹
Filmin Adı
: AYA SEYAHAT
Orijinal Adı
: LE VOYAGE DANS LA LUNE
Filmin Türü
: Bilim-Kurgu, Fantastik
Süresi
: 14 dakika (16 kare/saniye)
Yapımcı
: Georges Méliés
Yönetmen
: Georges Méliés
Senarist
: Georges Méliés, Gaston Méliés
Görüntü Yönt. : Michaut Lucien Tainguy
Dağıtımcı
: Gaston Méliés Films
Yapım Yılı/Ülke : 1902 / Fransa
Renk
: Siyah-Beyaz / Sessiz
Oyuncular
: Georges Méliès, Victor André,
Bleuette Bernon, Jeanne d'Alcy, Henri Delannoy
zel kadın suretinde yatanlara tebessüm
etmeyi ihmal etmezler.
Sabah olur ve hareket başlar. Dere gibi
bir yerden geçeceklerdir. Ama bir bitkiye
mi dokunurlar bir şey olur ve birden etraf
eli mızraklı askerlerle dolar. Aylılar çok
çevik hareket etmelerine rağmen şemsiye ile kafalarına dokunabilirseniz birden
beyaz bir duman çıkıyor ve asker yok oluyor. Birden çok sayıda gelirler ve bizimkileri toparlayıp Ay Kralı’nın huzuruna çıkarırlar. Kral bunları kızgınlıkla karşılar. İçlerinden biri kralın kafasına şemsiye ile
dokunur ve kral yok olur. Bizimkiler de
onların şaşkınlığından yararlanarak hemen kaçar. Dünyaya dönüş de düşünülmüştür. Geri gelmek için topun ateşlemesine gerek yoktur. Çünkü ay zaten yukardadır ve sadece onu aşağıya itmek yetecektir. Öyle de olur. Kapsülümüz Ay’ın
dışarı doğru saçaklı bir çıkıntısındadır.
Bütün insanlar biner ve son kişi kapsülün
sivri ucuna bağlı iple kendini aşağıya doğru atar, ip çekilince kapsül de aşağı düşer. Yani dünyaya dönüş yolculuğu başlar.
Arkadan çok sayıda Aylı asker gelse de
geç kalmışlardır. Kapsül denize düşer ve
içinde hava olduğu için su yüzüne çıkarlar. Ve kahramanlarımız büyük bir töreni
hak etmişlerdir.
Buraya kadar anlattıkların size gerçekten
komik gelebilir. Ama şunu unutmamalıyız ki Jules Verne bir hayal kurdu, Georges Méliés bu hayali görünür hale getirdi
ve 67 yıl sonrada bu hayal gerçekleşti. İnsan oğlu Ay’a ayak bastı.
BİR HATIRA
Yıl 1963.. Yer: Konya, Mermer Yaylası, Çolakoğlu’nun ahırı. (Çünkü köyde en geniş
kapalı alan orası). Önce ahırdan inekler
çıkarıldı. Köy öğretmeni başta olmak üzere 20-30 kişi doldu içeri. Ben 7-8 yaşlarındayım. Köye gelen yabancı, ortadaki
masanın üzerine bir alet koydu. Film şeritlerini aletin bir yerlerden geçirerek
makaralara sardı. Işık kaynağını hala hatırlamıyorum. Elektrik yoktu tabi, ama
gaz lambası mıydı, yoksa akülü bir sistem
miydi? Neyse önce karşı duvara ışık düştü. Sonra adam kolu çevirdikçe bir takım
insanlar belirdi duvarda ve hareket etmeye başladı. İnsanlar duvarda yürüyünce
olanlar oldu. İlk ses en arkada izleyen bir
kadından geldi. “Amamıın gaçın gomşular cinler bastı diye feryadı koparınca birden kapıya doğru bir dalgalanma oldu.
Muhtarın gür sesi tabanca gibi patladı.
Herkes olduğu yerde kaldı. Öğretmen birtakım izahlarda bulundu. Sonra muhtar
“Kadınlar ve çocuklar çıksın diye bağırdı.”
Ben babamın elini tuttum ve bana dokunmadılar. Hayatımda hiçbir filmi bu kadar
heyecan, korku ve merakla izlememiştim.
Yani 1902 yılında Georges Méliés “Aya Seyahat” diye bir film çekiyor. Biz 1963 yılında seyrettiğimiz bir filmden acaba buradaki görünenler cin filan olabilir mi? diye
kıllanıyoruz. Onun içindir ki onlar çekiyor,
lafını söylüyor, mesajını veriyor ve biz hala seyrediyoruz.
NOTLAR
Georges Sadoul “Lumières ve Méliès”
adlı kitabında söyle bir cümle kurmuştur,
“Eğer bir gün sinemanın 100. yılın kutlayacaksak bu sinematografın bulunduğu
1895 yılı değil, sinema sanatının “Aya Seyahat” filmiyle ortaya çıkış yılı olan Temmuz 1902 olmalıdır.” Fotografik gerçekliği temel alan görsel kalıpları ve içe dönük
yapısıyla dünyanın en ünlü kısa filmlerindendir.
Sinema tarihinde kurgunun ilk temel taşları bu filmle atıldı denilebilir. Filmin senaryosunu kardeşi Gaston ile birlikte yazdı. Bütün dekor ve kostümleri kendi tasarladı. Georges Méliés tiyatroculuğunun
yanında sihirbazlık da yapıyordu. Bu birikimini özel efektlerde kullandı ve anlattığı
hikayede seyirciyi inandırdı. Georges
Méliés kendini şöyle tanımlar “Sanatçı
ruhlu biri olarak doğdum, ellerim çok becerikliydi, yetenekliydim, yaradılıştan komedyendim. Hem entelektüel hem de el
işçisiydim. Öyle bir işçiydim ki tüm hayatımı ve tüm gücümü hayal ettiklerimi imkânsız da olsalar seyredilebilir kılmaya
adadım.”
Edison’un bu filmi Amerika’da kopyasını
dağıtarak büyük paralar kazandığı, karşılığında filmin sahibine hiçbir ödeme yapmadığı söylentisi yaygındır. Bu film kendinden sonraki filmler için teknik ve içerik hakkında yol gösteren ve gelecekte
filmlerin gölgesini oluşturacak büyük bir
yeniliktir.
TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 95
Ç‹ZG‹YORUM
96 M‹MAR VE MÜHEND‹S
Yakup Güler