Anemon Dergi 3.sayı - Muş Alparslan Üniversitesi
Transkript
Anemon Dergi 3.sayı - Muş Alparslan Üniversitesi
ANEMON MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ ULUSAL HAKEMLİ DERGİ ISSN: 2147-7655 CİLT/VOL: 2 SAYI/NO:1 YIL/YEAR: HAZİRAN / JUNE 2014 ANEMON MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER DERGİS Sahibi Muş Alparslan Üniversitesi Adına Prof. Dr. Nihat İNANÇ (Rektör) Editör Doç. Dr. Emin ÇELEBİ Editör Yardımcıları Doç. Dr. Abdülcelil BİLGİN Yrd. Doç. Dr. Cemil ORUÇ Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN Yrd. Doç. Dr. Veli SIRIM Yayın Kurulu Prof. Dr. Bayram COŞKUN Prof. Dr. Fethi Ahmet POLAT Prof. Dr. Hasan ÇİFTÇİ Doç. Dr. Abdullah KIRAN Doç. Dr. Abdülcelil BİLGİN Doç. Dr. Emin ÇELEBİ Yrd. Doç. Dr. Cemil ORUÇ Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN Yrd. Doç. Dr. Fikret GEDİKLİ Yrd. Doç. Dr. İsmet KESEN Yrd. Doç. Dr. Kadir ÜÇAY Yrd. Doç. Dr. M. Kamil COŞKUN Yrd. Doç. Dr. Nurullah ULUTAŞ Yrd. Doç. Dr. Reşat AÇIKGÖZ Yrd. Doç. Dr. Süleyman AYDENİZ Yrd. Doç. Dr. Veli SIRIM Sekreterya Arş. Gör. Bahattin ÇATMA Arş. Gör. Berat ÇİÇEK Arş. Gör. Kübra KULAKLIKAYA Arş. Gör. Önder TİLCİ Grafik Tasarım Erdal YILDIZ Danışma Kurulu/Advisory Board Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN (İstanbul Üniversitesi), Prof. Dr. Ahmet AĞIRAKÇA (Mardin Artuklu Üniversitesi), Prof. Dr. Alev SINAR UĞURLU (Uludağ Üniversitesi), Prof. Dr. Ali TAŞKIN (Cumhuriyet Üniversitesi), Prof. Dr. Ali UZUN (19 Mayıs Üniversitesi), Prof. Dr. Bayram COŞKUN (Muş Alparslan Üniversitesi), Prof. Dr. Bilal ERYILMAZ (İstanbul Medeniyet Üniversitesi), Prof. Dr. Bilgehan PAMUK (Gaziantep Üniversitesi), Prof. Dr. Celal Türer (Ankara Üniversitesi), Prof. Dr. Erdoğan ERBAY (Atatürk Üniversitesi), Prof. Dr. Eyüp G.İSPİR (Gazi Üniversitesi, TODAİE), Prof. Dr. M. Faysal GÖKALP (Uşak Üniversitesi), Prof. Dr. Fethi Ahmet POLAT (Muş Alparslan Üniversitesi), Prof. Dr. Hasan ÇİFTÇİ (Muş Alparslan Üniversitesi), Prof. Dr. Hüsamettin ERDEM (Selçuk Üniversitesi), Prof. Dr. İsmail TAŞ (Şırnak Üniversitesi), Prof. Dr. Kazım YOLDAŞ (Bingöl Üniversitesi), Prof. Dr. Mehmet Hüseyin BİLGİN (İstanbul Medeniyet Üniversitesi), Prof. Dr. M. Sait ŞİMŞEK (Necmettin Erbakan Üniversitesi), Prof. Dr. Mahfuz SÖYLEMEZ (İstanbul Üniversitesi), Prof. Dr. Mustafa AYDIN (Selçuk Üniversitesi), Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK (Çukurova Üniversitesi), Prof. Dr. Ramazan YELKEN (Selçuk Üniversitesi), Prof. Dr. Şamil DAĞCI (Ankara Üniversitesi), Prof. Dr. Şehabettin YALÇIN (Kâtip Çelebi Üniversitesi), Prof. Dr. Şehmus DEMİR (Atatürk Üniversitesi), Prof. Dr. Tuncer ASUNAKUTLU (Muğla Üniversitesi), Prof. Dr. Turgay UZUN (Muğla Üniversitesi), Prof. Dr. Veli URHAN (Gazi Üniversitesi), Prof. Dr. Yasin AKTAY (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi), Doç. Dr. Abdullah KIRAN (Muş Alparslan Üniversitesi), Doç. Dr. Ali UTKU (Atatürk Üniversitesi), Doç. Dr. Bülent SÖNMEZ (Dicle Üniversitesi), Doç. Dr. Emin ÇELEBİ (Muş Alparslan Üniversitesi), Doç. Dr. Erdal BAYKAN (Yüzüncü Yıl Üniversitesi), Doç. Dr. Hasan ÇİÇEK (Yüzüncü Yıl Üniversitesi), Doç. Dr. Mustafa ÇEVİK (Adıyaman Üniversitesi), Doç. Dr. Mustafa YAĞBASAN (Fırat Üniversitesi), Doç. Dr. Yılmaz KARADENİZ (Muş Alparslan Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Ahmet AKKAYA (Adıyaman Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Ahmet YAYLA (Yüzüncü Yıl Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN (Muş Alparslan Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. İbrahim KESKİN (Muş Alparslan Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. İskender DÖLEK (Muş Alparslan Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATAR (Yüzüncü Yıl Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Naim ÜRKMEZ (Erzurum Teknik Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Ömer Tuğrul KARA (Çukurova Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Recep Arslan (Muş Alparslan Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Yusuf BATAR (Muş Alparslan Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Harun Çağlayan (Muş Alparslan Üniversitesi) ANEMON MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi yılda en az iki sayı olarak yayınlanan ulusal hakemli bir dergidir. ANEMON’da yayınlanan yazıların bilimsel ve hukukî sorumluluğu yazarlarına aittir. Yayınlanan yazıların bütün yayın hakları Muş Alparslan Üniversitesi’ne ait olup, yayıncının izni olmadan kısmen veya tamamen basılamaz, çoğaltılamaz veya elektronik ortama taşınamaz. İletişim: Tel:0 436 249 49 49 - 1201 - Fax:0 436 213 00 28 Web:www.alparslan.edu.tr / e-mail:[email protected] Adres: Muş Alparslan Üniversitesi / Rektörlük BU SAYININ HAKEMLERİ Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Fethi Ahmet POLAT (Muş Alparslan Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet Hüseyin BİLGİN (İstanbul Medeniyet Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN (Atatürk Üniversitesi) Doç. Dr. Abdülcelil BİLGİN (Muş Alparslan Üniversitesi) Doç. Dr. Emin ÇELEBİ (Muş Alparslan Üniversitesi) Doç. Dr. Hasan ÇİÇEK (Yüzüncü Yıl Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Cemil ORUÇ (Muş Alparslan Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN (Muş Alparslan Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Fariz FARZALİ (Muş Alparslan Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Kasım MOMİNOV (Muş Alparslan Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. M. Kamil COŞKUN (Muş Alparslan Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Nurullah ULUTAŞ (Muş Alparslan Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk ALTUNÇ (Muş Alparslan Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Turan GÜLER (Muş Alparslan Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Veli SIRIM (Muş Alparslan Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Yusuf BATAR (Muş Alparslan Üniversitesi) İÇİNDEKİLER / CONTENTS İRAN’IN MESLEKİ VE TEKNİK ORTAÖĞRETİM OKULLARINDAKİ SAYISAL GELİŞMELER QUANTATITIVE DEVELOPMENTS IN VOCATIONAL AND TECHNICAL SECONDARY SCHOOLS IN IRAN Somayyeh RADMARD 9 - 22 ERGENLİKTE YAŞAM DOYUMU: OKUL TÜRLERİ BAĞLAMINDA BİR İNCELEME LIFE SATISFACTION DURING ADOLESCENCE: AN EXAMINING CONTEXT OF SCHOOL TYPES Zekeriya ÇAM - Müge ARTAR 23 - 46 ÖĞRETMENLERİN PERSPEKTİFİNDEN ÖZEL EĞİTİMDE YAŞANAN SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ: MUŞ İL ÖRNEĞİ THE PROBLEMS EXISTING AT SPECIAL EDUCATION AND BRING FORWARD SOLUTION PROPOSALS FROM THE VIEW OF TEACHERS: THE SAMPLE OF MUŞ Teceli KARASU - Yılmaz MUTLU 47 - 66 TÜRKİYE VE DİĞER OECD ÜLKELERİNDE MALİ KURALLARIN ETKİNLİĞİ: 1994-2010 DÖNEMİ FISCAL RULES EFFICIENCY IN TURKEY AND OTHER OECD COUNTRIES: 1994-2010 PERIOD Yusuf BOZGEYİK 67 - 74 TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİŞİMİN UYGULANABİLİRLİĞİ VE YEREL GÜNDEM 21 ÖRNEĞİ ÜZERİNDEN BİR İNCELEME APPLICABILITY LOCAL GOVERNANCE IN TURKEY AND A STUDY ON THE EXAMPLE OF LOCAL AGENDA 21 Arzu Yıldırım 75 - 96 ARAP BAHARI, SURİYE VE DEMOKRATİK DÖNÜŞÜM BEKLENTİLERİ THE ARAB SPRING, SYRIA AND THE EXPECTATONS OF DEMOKRATIC TRANSITION Abdullah Kıran 97 - 115 BİR MUHALEFET PARTİSİNİN İLGASI: TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI REPEAL OF AN OPPOSITION PARTY: PROGRESSIVE REPUBLICAN PARTY Mehmet ÖZALPER 117 - 136 İLK DÖNEM HÂRİCÎ KAYNAKLARINA GÖRE HZ. OSMAN THE CALIPH OSMAN ACCORDING TO THE EARLY KHARIJI REFERENCES Adem LÖK 137 - 150 AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ŞİİRLERİNDE KAFİYE UNSURLARI THE ELEMENTS OF RHYME IN THE POEMS OF A. HAMDİ TANPINAR Burçin ASNA 151 - 166 NURUDDÎN EL-HÂŞİMÎ’NİN KISSAT İNTİHÂR MU’LEN ADLI ÖYKÜSÜ KISSAT İNTİHÂR MU’LEN STORY BY NURUDDÎN EL-HÂŞİMÎ Sevda YAŞLAK 167 - 186 MOLLA MEHMET DEMİRTAŞ VE MELAYÊ CIZÎRÎ’DE NAAT MULLAH MEHMET DEMİRTAŞ AND NAAT IN MELAYÊ CIZÎRÎ Hatip ERDOĞMUŞ 187 - 195 AMİRAN KURTKAN BİLGİSEVEN’İN TASAVVUF ANLAYIŞI AMİRAN KURTKAN BİLGİSEVEN AND HER UNDERSTANDING OF TASAWWUF Tuba DEMİRÇİN EFE 197 - 221 İSTİŞÂRENİN ÖNEMİ VE HZ. PEYGAMBER’İN UYGULAMALARINDAN ÖRNEKLER THE IMPORTANCE OF CONSULTATION AND SOME EXAMPLES OF PRACTICES OF THE PROPHET Recep ASLAN 223 - 241 KİTAP TANITIMI / BOOK REVIEW “İSLÂMI YENİDEN ANLAMA” Prof. Dr. Hüseyin ATAY, Atay ve Atay Yayınları, Ankara 2013. Harun ÇAĞLAYAN 243 - 259 KİTAP TANITIM / BOOK REVIEW “ESKİ TÜRKÇEDEN ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİNE ANLAM DEĞİŞMELERİ” Hülya ASLAN EROL, Ankara, TDK Yayını, 2008, XXIII+ 824 s. Murat PARLAKPINAR 261 - 269 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 İRAN’IN MESLEKİ VE TEKNİK ORTAÖĞRETİM OKULLARINDAKİ SAYISAL GELİŞMELER QUANTATITIVE DEVELOPMENTS IN VOCATIONAL AND TECHNICAL SECONDARY SCHOOLS IN IRAN Somayyeh RADMARD* Özet İran’da eğitim sistemi dünyadaki diğer eğitim sistemleri gibi “teorik” ve “mesleki-teknik” eğitim bölümleri olarak sunulmaktadır. Teorik eğitim, öğrencileri üniversiteye, mesleki-teknik eğitim ise kişileri meslek dünyasına hazırlamaktadır. Mesleki ve teknik eğitimin öğrencilere gerekli beceri ve yeteneklerin kazandırılmasını sağlayarak iş gücü piyasasının her geçen gün artan ihtiyacını karşıladığı düşünülmektedir. Bu düşüncelerin uygulanabilirliği, doğru ve güvenilir istatistik bilgilerin değerlendirilmesiyle mümkündür. Bu görüşler doğrultusunda hazırlanan bu çalışma, okul ve okuldaki öğrenci sayılarını kapsamaktadır. Bu çalışmada; söz konusu okullardaki 1934-2007 yılları arasındaki nicel gelişmeleri incelenmiştir. 1972-1973 öğrenim yılı ile 1976-1977 yılları arasında okul sayısında sürekli artış yaşandığı dönemdir. Bu dönemde 402 yeni okul açılmıştır. 1973-1974 öğretim yılından 1976-1977 öğretim yılına kadar geçen zamanda; okul sayısında % 10, öğrenci sayısında % 32 artış sağlandığı görülmektedir. Ancak yıllar itibariyle dalgalanmalar olduğu ve sayılarında ciddi bir oranda azalma olduğu görülmektedir. 2000-2001 öğretim yılından 1025222 öğrenciyle, 2005 yılında 364356 kişiye ulaşmıştır. Bu veriler doğrultusunda nitelikli işgücüne duyulan ihtiyaç yetersiz olduğu düşünülmektedir. Anahtar Kelimeler: Mesleki ve teknik eğitim, mesleki ve teknik ortaöğretim kurumları, İran’da eğitim Abstract The education system in Iran like other education systems around the Word is divided into sections; “theoritical” and “vocational technical”. Theoretical education prepares students for university, vocational and technical education prepares people for the Work. It’s considered that the vocational and techical education supply the increasingly demands of the labor market by providing the necessary skills and abilities to the students. The applicability of these ideas will be possible through assessment accurate and reliable statistical data. The publication prepared for the purposes stated above includes number of schools, students. In this study, the following were studied: the quantitive developments that occured Y * Yard. Doç. Dr., İstanbul Aydin Ü[email protected] 9 Radmard, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. in these schools between 1934-2007. Thought this data are considered inadequate the need for qualified workforce. Key Words: The goal and importance of Vocational and technical education, Vocational and technical secondary schools, Iran. Giriş Gerekli bilgi ve becerilerin aktarılması sürecinde meslek eğitim tarihinin çok eski olduğu bilinmektedir. Günümüzde bu konunun farklı boyutları gelişmiştir, her geçen gün yeni boyutlar kazanarak gelişmeye devam etmektedir. İnsanların gelişmiş teknolojiye erişimi eskiye nazaran günümüzde daha kolay ulaşılabilir bir boyut kazanmıştır. Bu doğrultuda ülkelerin iktisadi alt yapı ve kaynaklarıyla globalleşen dünyayı ekonomik ve siyasi bakımdan kontrol etmeleri kaçınılmazdır. Gelişmemiş ülkelerde bu siyasetler karşısında tutunabilmek, insan gücü yetiştirerek ekonomik kalkınmayı destekleme ve hızlandırma görevini yerine getirebilmek için çaba sarf etmektedirler. Bir ülkenin iktisadi kalkınmasında en etkili unsurlardan birisi yetişmiş insan gücüne sahip olmasıdır. Toplumsal ve ekonomik kalkınmayı gerçekleştirebilmek insan kaynağına yatırım yapmakla sağlanabilir. Ülkenin iktisadi ve toplumsal kalkınması için becerikli insan gücü yetiştirilmesi mesleki ve teknik öğrenimin temel faaliyetlerinden biridir. Bu doğrultuda İran İslam Cumhuriyeti mesleki ve teknik öğrenim için bir teşkilat kurulması zorunluluğunu duymuştur. Bu kuruluşun amacı ekonomik durumu yükseltmek, gençleri sanat ve meslek sahibi yapmak olarak bilinmektedir. Bu çalışmada: mesleki ve teknik eğitimin önemi ve amacının yanı sıra İran’daki mesleki ve teknik ortaöğretim kurumlarının; okul ve öğrenci sayılarındaki değişim ve gelişimleri ele alınarak son 73 yıllık sürecin betimsel açıdan incelenmesi amaçlanmıştır. Mesleki Ve Teknik Eğitimin Amacı Ve Önemi Mesleki ve teknik eğitimin başlıca amacı, sanayi ve hizmet sektörünün gereksinim duyduğu bilgi ve beceriye sahip nitelikli işgücünü yetiştirerek kazanılan becerileri başarılı bir şekilde iş ortamında kullanabilmesini sağlamaktır. Diğer bir ifadeyle, çalışanları daha verimli kılarak ekonomik büyümeye katkıda bulunmak ve insanların nitelikli bir yaşama sahip olması için işgücünün işleyişini yükseltmesidir (Kellagı, 2003: 18). Ekonomik ve teknolojik gelişmenin temel araçlarından biri olan nitelikli insan gücünün yetiştirilmesi, mesleki ve teknik eğitim sistemine büyük görevler ve sorumluluklar yüklemektedir. Dördüncü kalkınma planına göre, devlet gelecek 20 yıl içinde ülkeyi bilimsel temele dayalı ekonomiye doğru teşvik amaçlı yönlendirecektir. Bu politika doğrultusunda resmi ve gayri-resmi eğitim sisteminde bireylere yaratıcı ve üretici kabiliyetler Y 10 İran’ın Mesleki ve Teknik Ortaöğretim Okullarındaki Sayısal Gelişmeler kazandırılarak üretim gibi kavramların tanımlandırılması amaçlanmıştır. Ancak mesleki ve teknik eğitim bugün toplumun kendisinden beklediği görevi yerine getirecek güçten yoksundur (İran İslam Cumhuriyetin Mesleki ve Teknik Eğitim Kanun Tasarısı, 2010). Yaşadığımız yüzyılda Mesleki ve Teknik eğitim sisteminin, sosyo-ekonomik koşullarına uygun bir nitelik kazandırılması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Ancak bu sosyo-ekonomik yapının ucuz işgücünü karşılayamadığı öne sürülmektedir. Bu yüzden ülke işsiz kalan işgücü sorunuyla yeniden karşı karşıya kalmıştır. İşsizlik sorununun çözümünü kolaylaştırmak için mesleki ve teknik eğitim sisteminde sürekli eğitim ve yaşam boyu öğrenme (LLL) yer almıştır (Sabetnijad, Hatemzade, Vehdeticu, Haşemi, 2010: 62). İran’da eğitim sisteminde sürekli eğitim programı (becerinin yükselmesi ve yenilenmesi) bulunmamaktadır. Hâlbuki ülkenin kalkınma hedeflerine göre, ülkenin bölgede birinci iktisadi güce ve bilimsel topluma dönüşmesi amaçlanmaktadır. Bu amaca ulaşmak için eğitim sistemin kendi kendini devamlı olarak yenilemesi önemli bir konudur. Orta yaşlı çalışan ve işsiz kişilerin yeni beceriler kazanması ve iş piyasanın ihtiyacını sağlanması gerekliliği öne sürülmektedir (İran İslam Cumhuriyetin Mesleki ve Teknik Eğitim Kanun Tasarısı, 2010). Bugün mesleki ve teknik eğitimin %85’inden fazlası sadece iş arayan gençlerle sınırlıdır (stajyerlerin %73, 2’si 30 yaşından küçük ve %60’i ise 25 yaşından küçüklerdir). 2008 yılında çalışan iş gücüne verilen eğitimin 5 saatten az olduğu tahmin edilmektedir. Hâlbuki bu rakam gelişmiş ülkelerde yaklaşık 96 saattir ( İran İslam Cumhuriyetin Mesleki ve Teknik Eğitim Kanun Tasarısı, 2010). Ülkenin dördüncü kalkınma planının 55. maddesine göre mesleki ve teknik öğretim konusunda öngörülen adımlar tam anlamıyla gerçekleşememiştir. Bunun nedeni mesleki eğitimden sorumlu bir kurumun olmamasıdır. Milli bir mesleki örgütün yaratılması için teknik eğitim konusunda paralel faaliyetlerin olması ve bu konuda birlik görünümünün yaratılması onuncu devlet politikasıdır. Milli Mesleki Örgüt vasıtasıyla ülkenin dördüncü kalkınma planının 55. maddesindeki görevlerinin en iyi şekilde yapılması IRQF düzenlemesiyle İran’ın mesleki yetkinliği, mesleki eğitimlerinde kişilerin katılımını teşvik edici ve özendiricidir. Buna göre mesleki ve teknik öğretim konusunda politikalar aşağıdaki gibi gruplandırılabilir: Milli Mesleki Örgütü IRQF, İran’ın mesleki yetkinlik çerçevesinin onayı (Sabetnijad, Hatemzade, Vehdeticu, Haşemi, 2010: 77 ). Mesleki ve Teknik Okulların Sayısal Gelişimi Y Her birim kendi ihtiyacına göre ve bir dizi faaliyetler sonucu oluşturulmuştur. İran’da 11 Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Radmard, S. Çıraklık ve Mesleki-Teknik Eğitimi okula dayalı bir yapıda ele alınmıştır. 1907 yılında Milli Eğitim Bakanlığı bu okullarla ilgili görev üstlenmiştir. Bakanlık merkez teşkilatında 1937 yılında Mesleki ve Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü kurmuştur. Böylece mesleki ve teknik öğretim birimleri oluşturulmuştur (Mesleki ve Teknik Daire Başkanlığı, 1986: 129). İslam devrimi ile birlikte Bakanlık Mesleki Örgüt Kanunu 1979 yılında değiştirilerek Mesleki ve Teknik Öğretim Teşkilatının Kültür ve Turizm Bakanlığı, Tarım Bakanlığı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile birleşmiştir (Kemali, 2001). Bu örgütün amacı “devletin genel politikalarına göre ziraat, sanat ve hizmet bölümlerinde gereksinim duyulan nitelikli işgücünün yetiştirmesi ve sağlanmasıdır” (Mensuniya, 1383). Bugün Milli Eğitim, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Tarım Bakanlığı, Ticaret Sanayi Bakanlığı ve onlarca özel yükseköğretim kurumu gibi kuruluşlar çeşitli beceri öğretme standartlarını, ders programlarını uluslararası ve ulusal koşulları dikkate almadan beceri sertifikası veya öğrenim diploması vermektedir. (QF) mesleki yetkinlik kapsamı, ISCED sınıflandırma sistemine dayalıdır ve resmi, gayri-resmi eğitimlerin arasında yatay ve dikey hareketlilik yoktur (Sabit Nejat, Hatme zade, Vahdeti cu, Haşimi, 2010: 55). Bu yapısal çeşitlilik, beceri öğretme standartları hazırlarken mesleki standartların tanıtımında karışıklık yaratmaktadır. Diğer taraftan mesleki ve teknik sistem bütünlüğü içerisinde yetiştirilen öğrenciler insan gücü piyasasının ihtiyaç duyduğu nitelikli insan gücü ile ilişkili değildir. Günümüzde ortaöğretim mesleki eğitimin mevcut durumu hakkında yargıya varabilmek için İslam devriminden günümüze kadar olan bazı sayısal verilere bakmak gerekmektedir. Bu okulların 1934-1972 ile 2000-2007 öğretim yılları arasındaki; öğrenci ve okul sayıları ile bir önceki değişim oranları Çizelge 1. Çizelge 2. Çizelge 3. Çizelge 4’de gösterilmiştir. Teknik Okullarının Sayısı Çizelge 1’de Teknik Öğrenim Okulları’nın 1934-1935 öğretim yılından 1971-1972 öğretim yılına kadarki öğrenci sayıları gösterilmiştir. Mesleki ve Teknik Öğretim Örgütü Özel Yüksek Öğretim Kurumları Turizm Bakanlığı Kültür Bakanlığı Tarım Bakanlığı Özel ve Devlet Öğretim Merkezleri Y 12 Sanayi Bakanlığı Ticaret Bakanlığı İran’ın Mesleki ve Teknik Ortaöğretim Okullarındaki Sayısal Gelişmeler Çizelge 1. Teknik Öğrenim Okullarının Sayıları (1934-1972) Teknik Öğrenim Okulları Sağlık Sekreterlik Sanat Meslek Bankacılık, Ticaret Ziraat 1934-1935 1940-1941 1943-1944 1947-1948 1952-1953 1953-1954 1954-1955 1955-1956 1956-1957 1957-1958 1958-1959 1959-1960 1960-1961 1961-1962 1962-1963 1963-1964 1964-1965 1965-1966 1966-1967 1967-1968 1968-1969 1969-1970 1970-1971 1971-1972 4 5 1 1 - 5 7 8 9 8 16 16 24 9 2 9 7 6 9 20 12 26 28 29 27 28 29 28 31 23 24 30 56 71 79 90 118 22 35 30 38 39 47 48 50 52 54 53 53 54 8 8 7 8 9 8 8 9 10 11 22 31 1 1 1 24 39 28 42 12 12 13 18 19 18 17 11 10 1 - Sanayi Toplam 4 8 10 10 3 10 7 6 9 20 12 50 67 57 91 83 79 86 96 103 109 118 138 154 164 189 237 *Tahrandaki 5 lisede 284 kızın eğitim gördüğü 80 sekreterlik sınıfı açılmıştır. Bu okulların istatistiği tabloda 5 birim olarak görülmektedir (Eğitim ve Öğretim Bakanlığı, 1972: 26). Çizelge 1 incelendiğinde, okulların ufak düşüşlerinin dışında 1962-1963 öğretim yıllarından itibaren okul sayılarında sürekli bir artış yaşanmıştır. Bunlar arasında 1971-1972 öğretim yılı, faaliyete geçen 237 okulla en fazla artışı göstermiştir. 2. Teknik Öğrenim Öğrencilerin Cinsiyete Göre Dağılımı Çizelge 2’de Teknik Öğrenim Okulları’nın cinsiyete göre 1934-1935 öğretim yılından 1971-1972 öğretim yılına kadarki öğrenci sayıları gösterilmiştir. Y Çizelge 2. Cinsiyete Göre Öğrenci Dağılımları (1934-1972) 13 Radmard, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Öğrenci Sayısı Öğrenim Yılları Erkek Kız Toplam 1934-1935 688 105 793 1952-1953 415 200 615 1953-1954 639 148 787 1954-1955 1125 688 1813 1955-1956 1035 510 1545 1956-1957 4055 794 4849 1957-1958 6024 634 6658 1958-1959 6001 592 6593 1959-1960 7614 374 7988 1960-1961 8598 750 9348 1961-1962 8213 904 9117 1962-1963 8434 764 9198 1963-1964 8927 1540 10467 1964-1965 10597 2297 12894 1965-1966 12643 2581 15224 1966-1967 13271 2685 15956 1967-1968 13265 3008 16273 1968-1969 15358 3701 19059 1969-1970 18822 4513 23335 1970-1971 24318 6261 30579 1971-1972 38601 8850 47451 Kaynak: Eğitim ve Öğretim Bakanlığı, 1972: 26 Çizelge 2’e göre, öğrenci sayılarında genellikle bir artışın olduğu görülmektedir. 1971-1972 öğretim yılı öğrenci sayısındaki artışın en fazla yaşandığı dönemdir. 19561957 öğretim yılı ise, öğrenci sayısında en fazla düşüşün yaşadığı dönemdir. 1972 yılından 1977’ye kadar teknik eğitim merkezleri gelişmiş ve öğrenci sayısı artmıştır. 3. Teknik Öğrenim Okullarının; Okul, Öğrenci Sayıları Çizelge 3’de Teknik Öğrenim Okulları’nın 1972-1973 öğretim yılından 1976-1977 öğretim yılına kadarki okul, öğrenci sayıları ile bir önceki eğitim-öğretim yılına göre kaydettiği değişim oranları gösterilmiştir. Çizelge 3. Teknik Öğretim Okullarının; Okul, Öğrenci Sayıları (1972-1977) Y 14 İran’ın Mesleki ve Teknik Ortaöğretim Okullarındaki Sayısal Gelişmeler Teknik Öğretimi Okulları Eğitim Öğretim Yılları Öğrenci Okullar 81664 142032 168668 220466 255000 368 545 597 694 770 Sayı 173336 402 Yüzde % 32 % 10 1972-73 1973-74 1974-75 1975-76 1976-77 Beş yıllık artış Çizelge 3 incelendiğinde, 1972-1973 öğrenim yılı ile 1976-1977 yılları arasında okul sayısında sürekli artış yaşandığı dönemdir. Bu dönemde 402 yeni okul açılmıştır. Öğrenci sayısı ise sürekli artış göstermiş ve 1976-1977 öğretim yılında en yüksek oranda gerçekleşmiştir. 1973-1974 öğretim yılından 1976-1977 öğretim yılına kadar geçen zamanda; okul sayısında % 10, öğrenci sayısında % 32 artış sağlandığı görülmektedir. 4. Teknik Okullarının Cinsiyete Göre Dağılımı Çizelge 4’de Teknik Okulları’nın 2000-2001 öğretim yılından 2006-2007 öğretim yılında kadarki; öğrencilerini cinsiyet ayrımıyla birlikte gösterilmiştir. Çizelge 4. Teknik Öğretim Okullarının Öğrencilerinin Sayısı (2000-2007) Eğitim Öğretim Yıl 2000-2001 2001-2002 2002-2003 2003-2004 2004-2005 2005-2006 Öğrencilerin sayısı 1025223 1372614 883704 562401 457350 364356 Erkeklerin katkısı (%) 59,1 53 58,2 60,4 68,5 71,1 Kadınların katkısı (%) 40,9 47 41,8 39,6 31,5 38,9 2006-2007 699890 61,8 38,2 Kaynak: Mesleki ve Teknik Eğitim Örgütün Planlama Müdürlüğü, 2009: 16 Y Çizelge 4’de göre Teknik Öğretimi Okullarının öğrenci sayılarında, yıllar itibariyle dalgalanmalar olduğu ve sayılarında ciddi bir oranda azalma olduğu görülmektedir. 20012002 öğretim yılı bir önceki yıla oranla artışın en fazla yaşandığı, 2002-2003 öğretim yılının ise, bir önceki yıla göre düşüşün en yüksek seviyede yaşandığı dönem olmuştur. 2000-2001 öğretim yılından 1025222 öğrenciyle, 2005 yılında 364356 kişiye ulaşmıştır. Böylece 6 yıl içinde örgütün öğrencileri en az üçte bir azalmıştır. Örgütün öğrencilerinin azalmasının nedeni, özel teknik merkezlerin eğitimi daha az masraflı ve düşük puanla 15 Radmard, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. kazanılabilmesi, devlet merkezlerin öğreniminin pahalı ve yüksek dereceli olan becerikli eğitimlere yönlendirilmesidir. Yüksek beceri eğitim programlarında, ders programların uzun süreli olmasından dolayı, çok az sayıda öğrenciyi kapsamaktadır. 2006 yılında örgütün öğrenci sayısı % 92’i büyümeyle geçen yıla göre 699890 öğrenciye artmıştır. Bu örgütün eğitim kapasitesinin artmasından kaynaklanmaktadır. İncelenen bütün yıllarda erkeklerin eğitim katkısı kadınlardan daha fazladır. İlk 6 yıl içinde incelemede erkeklerin katkı payı % 60’dan % 71’e artmıştır. Fakat son yıllarda % 61,8’ azalmıştır. Bununla birlikte çalışma kanunun 111. maddesine göre Mesleki ve Teknik Örgütü özel bölümün işbirliği ile özel mesleki ve teknik okulların kuruluşunda girişimde bulunabilir. Bu özel okullar özel staj kurumları kontrolü altında olmaktadırlar. Bahsi geçen örgüt ülkenin mesleki ve teknik öğretim kurumların ve sanayinin gerekli eğitim kadrosunu sağlamak için, “öğretmen yetiştirme merkezlerinde” öğretmen eğitimi vermektedirler. Eğitim programlarını bitirdikten ve beceri değerlendirme sınavlarında başarılı olduktan sonra, adaylar beceri sertifikası almaktadırlar. Bu sertifikalar stajyerlerin beceri ve mesleki bilimine göre üç düzeyde sınıflandırılmaktadır: İkinci derece beceri sertifikası: bu sertifika, bir mesleki becerinin bir bölümünde yetkinlik kazanması olarak tanımlanmaktadır. Stajyerler, ilk dönemi bitirmekle birlikte ilgili sınavı başarılıyla geçtikten sonra, önergenin standartlarına göre ikinci derece işgücü olarak tanımaktadırlar. Birinci derece beceri sertifikası: bir mesleki becerinin tam yetkinlik kazanması olarak tanımlanmaktadır. Stajyerlere ikinci derece beceri sertifikasını aldıktan sonra eğitim programını, ilgili düzeyde beceri sınavıyla birlikte başarıyla geçirdikten sonra bu sertifikaya sahip olanlara, birinci işgücü olarak tanımlanmaktadırlar. Uzman beceri sertifikası: bir mesleki becerinin tam yetkinliği ve mesleğin zenginleştirilmesi için birkaç yan beceri yetkinlik kazanması olarak tanımlanmaktadır. Bu sertifika 18 aylık (2800 saat) uzman eğitim programında başarılı olduktan sonra verilmektedir. Bu sertifika teknik işlerde ve belirli mesleklerin bir ya da birkaç görevini yapma becerisi için teknik bilgi ve deneğim kazanmayı sağlamaktadır. Bu öğrenim programları 1985 yılından itibaren İran ve Alman Sanayi Sendikası arasındaki anlaşmasıyla uygulanmaktadır. Bu programlara katılmak için en az fizik, matematik, fen bölümlerinde öğrenim diploması olması gerekmektedir. Bu sertifikaya sahip olanlar becerikli seçkin dereceli işgücü olarak tanınmaktadırlar ( İran İslam Cumhuriyetin Mesleki ve Teknik Eğitim Kanun Tasarısı, 2010). Y 16 İran’ın Mesleki ve Teknik Ortaöğretim Okullarındaki Sayısal Gelişmeler 5. Teknik Merkezlerinde Beceri Düzeyine Göre Mesleki Eğitimler Çizelge 5’de sabit merkezlerde beceri derecesine göre verilen mesleki eğitimler gösterilmektedir. Çizelge 5. sabit merkezlerde beceri derecesine göre verilen mesleki eğitimleri Eğitim ve öğretim yılı eğitimi zmanbeceriU birinci dereceli eğitim ikinci dereceli eğitim 2002 0,6 8,9 9,5 2003 1,7 10,1 88,2 2004 2,1 10,9 87 2005 2 68,3 29,7 2006 39,7 54,5 5, 8 İran İslam Cumhuriyetin Mesleki ve Teknik Eğitim Kanun Tasarısı, 2010 İncelemelere göre, sabit merkezlerin beceri derecesine göre dağılımı örgütün politikalarının değişmesini göstermektedir. Giderek ikinci dereceli eğitimler azalmaktadır. Bu azalmalar yüksek beceri derecelerin yararınadır. Örgütün sabit merkezlerinde ikinci dereceli beceri eğitimleri 2002 yılında % 90’ndan % 32,2’e 2006 yılında azalmaktadır. Bunun karşısında gösterilen yıllar içinde birinci derece beceri % 8,9’dan % 66’ya ve uzman eğitimler % 0,6’dan % 1,4’e artmıştır. 6. Teknik Öğrenimde Gayri-Resmi Mesleki ve Teknik Okulların Sayısı Çizelge 6’da 2000-2001 ile 2006-2007 öğretim yılları arasında Gayri-Resmi Mesleki-Teknik Okulların öğrenci sayıları verilmiştir. Çizelge 6. Gayri-Resmi Teknik Öğrenim Okullarının Öğrenci Sayıları (2000-2007) Eğitim Öğretim Yılı Öğrencilerin Sayısı Erkeklerin Katkısı (%) Kadınların Katkısı (%) 2000-2001 741475 32,2 67,8 2001-2002 1141033 30,7 69,3 2002-2003 1295936 29,7 70,3 2003-2004 1304074 29,7 70,3 2004-2005 1165955 29 71 2005-2006 1225250 27,4 72,6 2006-2007 1805460 29,5 70,5 Kaynak: Mesleki ve teknik eğitim örgütün planlama müdürlüğü, 2008: 19 Y Çizelge 6’da teknik özel öğretim okulların stajyerlerin sayısı cinsiyete dağılımına göre gösterilmektedir. Görüldüğü gibi 2006 yılında devleti olmayan bölümlerde stajyerlerin sayısı 2000 yılın iki katında veya daha fazla bir artış sağlandığı görülmektedir. Devleti olmayan bütün eğitimlerde kadınların katkı payı daima erkeklerden daha fazla görülmektedir. 17 Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Radmard, S. 7. Devlet ve Özel Teknik Öğrenim Okulların Öğrenci Sayıları Çizelge 7’de, 2000-2001 ile 2006-2007 öğretim yılları arasında Özel Teknik Okulların öğrenci sayısı Devlet Teknik Öğretim Okullarına göre karşılaştırılmıştır. Çizelge 7. Devlet ve Özel Teknik Öğretim Okullarda Öğrenci Sayıları (2000-2007) Eğitim Öğretim Yılı Devletin katkı Özelin katkısı Erkeklerin katkısı (%) Kadınların katkısı (%) 2000-2001 58 42 47,8 52,2 2001-2002 54,6 45,4 42,9 57,1 2002-2003 40,5 59,5 41,2 58,8 2003-2004 301 69,9 39 61 2004-2005 28,2 71,8 40,1 59,9 2005-2006 32,9 77,1 37,4 63,6 2006-2007 37,9 72,1 38,5 61,5 Kaynak: Mesleki ve teknik eğitim örgütün planlama müdürlüğü, 2008: 19 Çizelge 7’de, 2000-2001 ile 2006-2007 öğretim yılları arasında Özel Teknik Okulların öğrenci sayısı Devlet Teknik Öğretim Okullarına göre karşılaştırılmıştır. Bu dönemlerde Özel Teknik Okullarda öğrenci sayılarında artış yaşanmış ve 2005-2006 öğretim yılında en yüksek oranda gerçekleşmiştir. Devlet Teknik Okullarında genel olarak öğrenci sayıları yıllar itibariyle düşüş gösterse de bazı dönemlerde artış yaşandığı görülmektedir. 2006-2007 öğretim yılı bir önceki yıla göre en çok arttığı, 2004-2005 öğretim yılı ise bir önceki yıla oranla en çok düşüşün yaşandığı dönemler olarak dikkat çekmektedir. Özel Teknik Okulları’nda, 2000-2001 öğretim yılından 2006-2007 öğretim yılına kadar geçen zamanda; öğrenci sayısında sürekli artış görülmektedir. Devlet Teknik Okullarında ise 2000-2001 öğretim yılında öğrenci sayısı % 58, fakat 2006 yılında ise % 28’lik bir düşüş yaşandığı görülmektedir. 8. Devlet ve Özel Teknik Okullarının Sayısı Cinsiyete Göre Dağılımı Çizelge 8’de Teknik Okulları’nın 2000-2001 öğretim yılından 2006-2007 öğretim yılına kadarki; Özel Teknik Öğretimi Okulları ile Devlet Teknik Okul sayıları gösterilmiştir. Çizelge 8. Özel ve Devlet Teknik Öğretim Okul Sayıları (2000-2007) Eğitim Öğretim Yılı Erkek Kadın İki amaçlı Toplam Erkek Kadın İki amaçlı 2000-2001 250 206 … 456 … … … 7416 2001-2002 … … … … … … … … Y 18 Devlet Teknik Öğretim Okulları Özel Teknik Öğretim Okulları Toplam İran’ın Mesleki ve Teknik Ortaöğretim Okullarındaki Sayısal Gelişmeler 2002-2003 252 207 79 538 3213 11970 … 15183 2003-2004 260 214 106 580 4186 11502 … 15688 2004-2005 267 182 110 559 1845 8199 714 10785 2005-2006 227 160 154 541 1910 8830 822 11562 2006-2007 227 160 153 541 2067 9233 857 11300 * İki amaçlı okullar: her iki cinsiyet gurubunun eğitimi için kullanılmaktadır. Kaynak: Mesleki ve teknik eğitim örgütün planlama müdürlüğü, 2008: 19 Çizelge 8’e göre devlet okul sayıları 2000-2001 öğretim yılında 456 merkezden yıllık % 2,9 büyümeyle 2006-2007 öğretim yılında 541 merkeze artmıştır. 2003-2004 öğretim yılı faaliyete geçen 42 okulla en fazla artış göstermiştir. 2004-2005 öğretim yılında ise, 21 okul kapanmıştır. İncelenen veriler arasında okul sayılarındaki dalgalanmalar Sosyal İşler ve Çalışma Bakanlığın teknik öğretim merkezleri ile birleşmesi ve bu merkezlerin devleti olmayan bölümlere bırakılmasıdır. Özel Teknik Okulların sayısı 2000-2001 öğretim yılında 7416 okuldan 2006-2007 öğretim yılında % 7,3 yıllık büyümeyle 11300 okula artıştır. Dikkat edilmesi gereken nokta, kadın özel teknik okulların sayısı devlet teknik okullarından daha fazla olmasıdır. 20062007 öğretim yılında özel teknik okulların yaklaşık % 82’i kadın teknik okullarına aittir. Fakat devlet teknik okullarında bu oran yaklaşık % 30’dur. Diğer önemli nokta incelenen veriler arasında özel teknik okulların devlet teknik okullarına göre hızlıca artmasıdır. Gerçi istatistik veriler kadınların teknik öğretimi okullarında katkısının giderek artmasından söz etmektedir. Fakat öğrencilerin bölümlere göre dağılımı incelendiğinde, kadınların çoğu hizmet ve ev işleri ilgili bölümlerde staj yapmaktadırlar. Hâlbuki erkeklerin çoğu sanayi ve üretim bölümlerinde staj görmektedirler. Diğer bir ifadeyle teknik öğretimi okullarına kadın ve erkek öğrencilerin bölümlerine göre ayrımcılığa maruz kaldıkları göze çarpmaktadır. Bu konuda kadınların sanayi ve teknik bölümleri seçmemelerinde mesleki ve teknik eğitim örgütün icrayı ve idari işlerin etkisini en önemli engel olmasını gizlemek mümkün değildir. Yine de öyle görünüyor ki, bu mesele esas olarak toplumsal ve kültürel bir sorundur. Toplumun inançlarıyla ilgilidir ve stajyerlerin farklı sosyal-iktisadi sınıfa ait olmasına göre değişmektedir (Riyahi, 2005: 15). Y “İran İslam Cumhuriyetin Kültür, Sosyal, Ekonomik Dördüncü Kalınma Planını” ’na göre eğitim önceliği kadınlara, mahrum bölgelere, köylülere ve çiftçilere verilmelidir. Bu kanuna göre, Mesleki ve Teknik Eğitim Örgütü, kendi eğitim faaliyetlerini 18 aylık programlar çerçevesinde, sabit merkezlerde eğitim yoluyla, gezici gruplar (köylülerin ve bölgelerin eğitimi), karakollarda eğitim ve sanayi eğitimi, farklı iktisadi bölümlerde (hizmet, ziraat, sanayi) becerikli işgücü ve ara eleman yetiştirmek için uygulanmıştır. 19 Radmard, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 9. Devlet Teknik Öğrenim Okullarının Öğrenci Dağılımları Çizelge 9’a göre, Teknik öğretimin yarısından çoğunun eğitimleri sabit merkezlerde uygulanmaktadır. Çizelge 9. Devlet Teknik Okullarında Öğrenci Sayıları (2000-2007) Eğitim Sabit merkezlerin Gezici birimlerin Karakolun Sanayide Öğretim Yılı sayısı katkısı eğitim katkısı eğitimin katkısı 2000-2001 58,4 21,3 3,4 16,9 2001-2002 59,2 24,3 3,2 13,3 2002-2003 62 18,5 3 16,5 2003-2004 2004-2005 2005-2006 2006-2007 58,7 60 58,7 50,5 14,5 9,5 6,6 23,30 2 1,5 1,2 1,2 24,8 29 33,6 25,0 Kaynak: Mesleki ve Teknik Örgütün planlama müdürlüğünün 2006 yıllık istatistik kitabı. İncelenen veriler arasında 2005-2006 öğretim yıllarında Sanayi’de eğitim, Gezici eğitimler her biri, eğitimlerin dörtte birini kendine ihtisas etmektedir. Teknik öğretimin en az olanı karakollarda ve askerlere sunulmuştur (yaklaşık % 3). Elbette incelenen veriler arasında, eğitimin payı sabit merkezlerde ve gezici birimlerde, sanayideki eğitimin yararına azalmıştır. Sabit merkezlerin payı % 58,4’den % 50,5’ azalmıştır. Karşısında sanayi eğitimi % 16,9’dan % 25’e artmıştır. Gezici eğitimleri en çok iniş çıkışa sahiptir. 2005 yılında en az oran olarak yani % 6,6 ‘idi. Ancak 2006 yılında Hicret projesinin uygulamasıyla % 23,3’e artmıştır. Bu noktayı söylemek gerekmektedir; gerçi sanayi ve karakollarda eğitim gören stajyerlerin çoğunu erkekler oluşturmaktadır ve incelenen bütün yıllarda sabit merkezlerde erkek stajyerlerin sayısı % 50’den fazlaya yetişmekteydi. Ama gezici ve Hicret projesinde stajyerlerin çoğunu kadınlar oluşturmaktadırlar (Mesleki ve teknik eğitim örgütün planlama müdürlüğü, 2008: 19). Sonuç Mesleki ve teknik eğitim bölümlerinde öğrenim gören öğrenciler ile ilgili sayı ve rakamlar mesleki ve teknik eğitim kalkınma planlarının uygulamasında ciddi bir ilerleme sağlamadığını göstermektedir. İran’ın mesleki ve teknik ortaöğretim kurumlarında önemli sorunlar yaşadığı gözlenmektedir. Bunlar mesleki eğitim mezunlarının becerileri istihdam sektörü ile ilgisizliği, mesleki eğitimin ekonomik ve toplumsal kalkınma planlarından uzak olması, milli ve bölgesel gereksinimleri ile uygunsuzluğu olarak dikkat çekmektedir. Y 20 İran’ın Mesleki ve Teknik Ortaöğretim Okullarındaki Sayısal Gelişmeler Gerçekte İran’ın mesleki ve teknik eğitiminin temel sorunlarının çözülmesi ve mesleki eğitim niteliğinin artırılması, mesleki eğitimin nicel açıdan dengelenmesi için bu konuda daha fazla araştırmaların yapılması, kapsamlı planların hazırlanması gerekmektedir. Bu noktada mesleki ve teknik eğitimin yeniden yapılandırılmasına yönelik öneriler aşağıdaki gibi sıralanabilir: Mesleki ve teknik öğrenim mezunları ve uzmanlarından verimli bir şekilde yararlanılması önemli hususlardan biridir. Yapılan araştırmaların sonucuna göre mesleki ve teknik eğitim mezunların sadece %30’u sanayi bölümlerinde çalışmaktadırlar. Bu noktada eğitim programların amacı gözden geçirilip yeniden yapılandırılmalıdır. Mesleki ve teknik eğitim bölümlerindeki öğrencilerin mali ve mesleki durumlarının iyileştirilmesi önem taşımaktadır. Bununla birlikte öğrencilerin sosyal konumlarının yükletilmesi ile motive edilesi sağlanmalıdır. Bu amaç doğrultusunda mesleki ve teknik eğitim kurumlarının öğrencilere ilgi ve kabiliyetleriyle iş hayatında mali ve mesleki konumlarının iyileştirilmesi için hizmetler sunulmalıdır. Bu kapsamında mesleki ve teknik eğitim mezunlarına gereken özenin gösterilmesine ihtiyaç vardır. Bu noktada devleti bölümlerde çalışamayan kişilerin kendilerini yeterli ve etkili his etmeleri için sosyal etkenler hazırlanmalıdır. Y Mesleki ve teknik eğitim yönetim ve finansmanında dahi devletin daha çok katkı ve müdahile edilmesi önem arz etmektedir. Bu bağlamda mesleki-teknik okullar ve merkezlerin kurulmasında özellikle mali katkılar sağlanması gerekmektedir. Bu noktada bir süreliğine lise ve gari-mesleki kuruluşlar ilgili ilerlemeler ve katkılar kısıtlanıp daha çok mesleki eğitim ve teknik kurumlarına tahsis edilmelidir. 21 Radmard, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Kaynaklar Eğitim ve Öğretim Bakanlığı. (1972), Eğitim ve öğretim Dönüşümün Gözden Geçirilmesi. Tahran: Eğitim ve öğretim Bakanlığın Genel Halk İlişkiler Dairesi Yayınları. [Orjinali Farsça]. Kellagi, A. (2003), Eğitim ve Öğretim Bakanlığında Mesleki ve Teknik Eğitimin Yenilenmesi. Tahran: Eğitim ve Öğretim Akademi Yayını. [Orjinali Farsça]. Kemalı, H. (2001), İran’da İş İlişkisi Politikasının Ekonomisi. Yayın ve Baskı Örgütü Yayınları. [Orjinali Farsça]. Mansurniya, H. Hadimi akdem, S. (2005), Ülkenin Mesleki ve Teknik Eğitim Örgütün Ders Planlama Danışmanlığı. Tahran Yayınları. [Orjinali Farsça]. Mesleki ve Teknik Daire Başkanlığı. (1986), Meslek ve Teknik Eğitim ve Öğretim Örgütüyle Aşina Olmak. Mesleki ve Teknik Örgüt Yayınları. [Orjinali Farsça]. Mesleki ve Teknik Eğitim Örgütü. (2008), Eğitim Takvimi (Birinci Baskı). Tahran: Planlama Müdürlüğün Yayını. [Orjinali Farsça]. Mesleki ve Teknik Eğitim Örgütü. (2009), Eğitim Takvimi (Birinci Baskı). Tahran: Planlama Müdürlüğün Yayını. [Orjinali Farsça]. Mesleki ve Teknik Eğitim Örgütü. (2010), İran İslam Cumhuriyetin Mesleki ve Teknik Eğitiminin Yeni Sisteminin Külliyatı. İran İslam Cumhuriyetin Mesleki ve Teknik Eğitim Kanun Tarsısı. Mesleki ve Teknik Planlama Daire Başkanlığı Yayını. [Orjinali Farsça]. Sabit Nejat, H. Hatam zade, E. Vahdeti cu, M.Haşamı, Z. (2010), İran ve Alman yanın Uygulamalı Mesleki ve Teknik Eğitiminin İncelenmesi. Mesleki ve Teknik Eğitim Örgütün Yayınları. [Orjinali Farsça]. Yıllık İstatistik Kitabı. (2006), Mesleki ve Teknik Eğitim Örgütün planlama Daire Başkanlığı yayını. [Orjinali Farsça]. Y 22 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 ERGENLİKTE YAŞAM DOYUMU: OKUL TÜRLERİ BAĞLAMINDA BİR İNCELEME LIFE SATISFACTION DURING ADOLESCENCE: AN EXAMINING CONTEXT OF SCHOOL TYPES Zekeriya ÇAM * Müge ARTAR ** Özet Bu araştırmanın amacı ortaokula devam eden ergenlerin yaşam doyumu düzeylerini okul türleri bağlamında incelemektir. Bu amaçla Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan bir ilde yer alan üç Yatılı Bölge Ortaokulu (YBO) ve üç ortaokula devam eden 633 ergenlerden veri toplanmıştır. Örneklem 267 kız ve 362 erkek ergenden oluşmuştur. Katılımcıların yaş ortalamaları ise 13,26’dır. Araştırmanın verileri Çokboyutlu Öğrenci Yaşam Doyumu Ölçeği ile toplanmıştır. Verilerin çözümlenmesinde ikili karşılaştırmalar için t-test, çoklu karşılaştırmalar için ANOVA testlerinden yararlanılmıştır. Araştırma sonucunda kızların yaşam doyumu puan ortalamalarının erkeklere göre genel olarak daha yüksek olduğu görülmüştür. 8. sınıfa devam eden ergenlerin okul doyumu puan ortalamalarının 7 ve 6. sınıflara devam eden öğrencilere göre daha düşük olduğu görülmüştür. Okul türlerine göre yapılan karşılaştırmalarda ise benlik boyutunda yatılı bölge ortaokuluna devam eden öğrencilerin daha düşük, çevreden algılanan doyum boyutunda ise daha yüksek puanlar aldıkları görülmüştür. Araştırmadan elde edilen bulgular ilgili alanyazın ışığında tartışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Yaşam doyumu, ergenler, Yatılı Bölge Ortaokulu Abstract The purpose of this study is to examine life satisfaction levels of adolescents attending lower secondary schools with respect to school types. For this purpose data was collected from 633 adolescents attending three lower secondary shools and three Regional Boarding Lower Secondary Schools (RBLSS) at a city of Eastern Anatolia Region in Turkey. The sample consist of 267 female and 362 male adolescents. Research data was obtained via Multidimensional Student Life Satisfaction Scale. In analyzing data t-test was used for dual comparisions and ANOVA test is used for mulitple comparisions. In this reserach was found that life satisfaction level of females were higher than males. Also eighth grade adArş. Gör., Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, [email protected] ** Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Fakültesi, [email protected] Y * 23 Çam, Z. ve Artar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. olescents’ school satisfaction levels were lower than seventh and sixth grade adolescents. Comparisions respect to the school types showed that level of satisfaction with self in lower secondary school students’ lower than RBLSSs’ students. Although level of satisfaction with living environment in RBLLSs’students higher than lower secondary school students. Findings of study were discussed in the light of related literature. Keywrods: Life satisfaction, adolescents, Regional Boarding Lower Secondary School GİRİŞ En öz ifade ile ergenlik, insan yaşamında 10 yaş dolaylarında başlayan ve 20’lerin başlarında sona eren bir yaşam dönemini ifade etmektedir (Steinberg, 2007). Ergenliğin doğası gereği bir geçiş dönemi olması ise bu dönemde birtakım sorunların ya da çatışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ergenlikle ilgili ilk bilimsel çalışmalara öncülük eden Stanley Hall bu dönemi bir fırtına ve stres dönemi olarak adlandırmıştır (Santrock, 2012). Ergenliğe dair fırtına ve stres görüşünün uzun yıllar ergenlik konusunda yapılan çalışmalara etki ettiği söylenebilir. Bu bağlamda Myers (2000) tarafından yapılan alanyazın taramasına dayalı çalışma, bu görüşü destekler niteliktedir. Myers (2000) 1987 yılından bu yana psikolojide yapılan çalışmaları incelemiş ve olumsuz duyguların (kaygı, stres, depresyon gibi) olumlu duygulara (yaşam doyumu, mutluluk, iyimserlik, yılmazlık gibi) göre yaklaşık 14 kat daha çok çalışılmış olduğunu ortaya koymuştur. Gerek Myers tarafından yapılan bu çalışma gerekse 2000’li yıllardan sonra psikoloji bilimindeki pozitif yönelim insanlarda olumsuz özelliklerden çok olumlu özelliklerin araştırılmasına imkan sağlamıştır (Sheldon ve King, 2001). Pozitif psikoloji alanında sıklıkla ele alınan kavramlardan bir tanesi de yaşam doyumudur. Bu bağlamda yaşam doyumu, pozitif psikoloji açısından önemli bir yapıyı ifade etmektedir. Çünkü yaşam doyumu kavramı olumlu kişisel, davranışsal, psikolojik ve sosyal sonuçları olan bir kavram olmakla beraber mutluluk ile de yakından ilişkili bir kavram olarak değerlendirilmektedir (Lyubomirsky ve ark., 2005a; Lyubomirsky ve ark., 2005b). Yaşam doyumu kişilerin aile, çevre ve arkadaşları gibi yaşamında yer alan alanlara yönelik olarak bilişsel değerlendirmelerini ve bu alanlara dair yaşam kalitesini ifade etmektedir (Suldo, Riley ve Shaffer, 2006). Buna bağlı olarak yaşam doyumu, iki ayrı boyutta ele alınmaktadır. Bunlar öznel yaşam doyumu (subjective life satisfaction) ve genel yaşam doyumu (objective life satisfaction) olarak boyutlandırılmaktadır (Huebner, Drane ve Valois, 2000). Öznel yaşam doyumu kavramı kişinin yaşamına dair bilişsel değerlendirmelerini ifade etmektedir (Diener, 1984). Genel yaşam doyumu ise kendi içerisinde çeşitli alanları içermektedir. Bunlar arasında toplumun çeşitli faktörleri de bulunmaktadır. Özellikle kişilerin yaşam doyumları değerlendirilirken bu faktörlerin dikkate alındığı belirtilmektedir (Huebner, Drane ve Valois, 2000). Huebner ve arkadaşları (2004) çocuğun algıladığı yaşam kalitesinin psikolojik bir Y 24 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme güç olduğunu belirtmekte, bunun da olumsuz davranışları önlediğini ve kişide olumlu değişimlere yol açtığını ifade etmektedirler. Buna dayalı olarak çocuklarda yaşam doyumunun önemli bir özellik olduğu vurgulanmaktadır. Yüksek düzeyde yaşam doyumu bildiren çocukların, düşük düzeyde yaşam doyumu bildiren akranlarına göre akademik performanslarının, kişilerarası ilişkilerinin, kişisel işlevlerinin de yüksek olduğu belirtilmektedir (Gilman ve Huebner, 2006). Düşük düzeyde yaşam doyumu ise alkol ve zararlı madde kullanımı, depresyon, kaygı ve stres ile ilişkilendirilmektedir (Gilman ve Huebner, 2003). Buna ek olarak ilerleyen yıllarda da yüksek düzeyde yaşam doyumu bildiren çocukların daha az dışa yönelim sorunları gösterdikleri vurgulanmaktadır. Ayrıca yüksek düzeyde yaşam doyumu bildiren çocukların yaşamlarına dair olumlu görüşler bildirdikleri ve mutluluk gibi olumlu duyguların yaşanma sıklığının arttığını bildirdikleri ifade edilmektedir (Huebner, 2004). McCabe ve arkadaşları (2011) çevresel ve demografik değişkenler dışta tutulduğunda tüm çocukların yaşam doyumu kapasitesine sahip olduklarını ve bununla beraber olumlu psikolojik özelliklerin bu çocuklarda koruyucu ve önleyici bir niteliğe sahip olduğunu vurgulamaktadırlar. Çocuklarda yaşam doyumu akademik başarı ve ruh sağlığı ile ilişkilendirilmektedir (Baker ve ark., 1997; Noddings, 2006). Yaşam doyumu düşük düzeyde olan bireylerin depresyon gibi psikolojik ve sosyal problemler yaşadıkları ifade edilmektedir (Furr ve Funder, 1998; Lewinsohn ve ark., 1991). Bunun tam aksine yüksek düzeyde yaşam doyumu bildiren bireylerin daha etkili problem çözdükleri, bağışlama ve diğerkamlık gibi erdem göstergesi sayılan psikolojik özellikleri daha fazla sergiledikleri ve stresli yaşam olaylarına karşı daha dirençli oldukları ifade edilmektedir (Frisch, 2000; Huebner ve ark., 2004; Veenhoven, 1989). Bu görüşten hareketle yaşam doyumunun yılmazlık (resiliency), başa çıkma (coping) ve olumlu sosyal davranışlarla (prosocial behaviours) ilişkili bir özellik olduğu söylenebilir. Y Ergenlik döneminde çocuklarda yetkinlik ve yılmazlığın gelişimi olumlu duygular ile ilişkilidir (Clonan ve arkadaşları, 2004). Bununla beraber olumlu duygular, çocuğun sosyal ve duygusal kaynakları ile beraber çevrenin çocuğun davranışlarına olan etkisini değiştirmesine veya davranışlarını geliştirmesine ve böylelikle çocuğun çevresiyle uyumuna yardımcı olur (Bear, Manning ve Izard, 2003). Okul doyumu yüksek olan öğrencilerin daha fazla kişilerarası etkileşimde bulundukları ve sosyal destek sundukları bildirilmektedir (McCabe ve ark., 2011). Özel olarak çocukların kendilerine yönelik değerlendirmeleri ilkokul ve ortaokul yıllarında düşüş göstermektedir. Buna rağmen bu değerlendirmeler ergenliğin sonlarında ise olumlu yönde artış göstermektedir (Park, 2005). Ancak çocukluğu takip eden ergenlik döneminde yaşla beraber yaşam doyumu düzeyinde bir azalma olabileceği ifade edilmektedir (Çivitci, 2010). Hong Kong’ta ergenlerle yapılan bir araştırmada yaşla beraber yaşam doyumunda bir düşüşün olduğu görülmüştür (Man, 1991). Ancak bu durumun geçici olduğu ve gelişim döneminin bir özelliği olduğu 25 Çam, Z. ve Artar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. başka araştırmacılar tarafından vurgulanmaktadır. Ergenlerde bu durum bilişsel gelişim ile ilişkilendirilmekte ve ergenlerin kendilerine ya da yaşamlarına ait değerlendirmelerinin yaşla beraber daha gerçekçi bir şekle dönüştüğü ifade edilmektedir (Bear ve ark., 1998; Stone ve Lemanek, 1990). Bir kimlik arayışı dönemi olan ergenlik, bu özelliği bakımından da ergenlerin yaşam doyumlarında bir düşüşe neden olabilmektedir. Bu dönemde aile ve topluma karşı sorumlulukların artması ve kimlik arayışı gibi gelişimsel konuların yaşam doyumuna etkilerinden söz edilmektedir (Harter, 1986; Man, 1991). Ergenliğin doğası gereği yaşam doyumunda gözlenen bu düşüş, ergenlerde yaşam doyumu gibi olumlu özelliklerin geliştirilmesinin önemini ve ergenlere yönelik olarak hazırlanan müdahale çalışmalarında bu özelliklerin dikkate alınmasının gerekliliğini ortaya çıkartmıştır (Ash ve Huebner, 2001). Oishi, Diener, Lucas ve Suh (1999) yaşam doyumunun belirleyicileri olarak kişilik özellikleri ve diğer demografik özelliklere dayanan geniş bir değişken grubundan söz etmektedirler. Buna göre dışadönük kişilik özelliği (extraversion), ekonomik gelir düzeyi ve eğitim durumu gibi birçok değişken yaşam doyumu üzerinde bir etkide bulunmaktadır. Bunun yanı sıra araştırmacılar Maslow’un belirttiği temel ihtiyaçların karşılanmasının da yaşam doyumunu arttırdığını ifade etmektedirler. Bu temel ihtiyaçlar ise fizyolojik ihtiyaçlardan kendini gerçekleştirme ihtiyacına kadar dayanmaktadır. Temel ihtiyaçlar arasında yer alan sevgi ve ait olmanın yaşam doyumuna etkisinden söz edilebilir. Buna dayalı olarak sağlıklı duygusal gelişim gösteren bir ergeninin aile ilişkileri, kardeş ilişkileri ve akran ilişkilerinin olumlu olması beklenmektedir. Oliva ve Arranz (2005) tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada erkek ergenlerin kardeşleriyle olan ilişkilerinin yaşam doyumu ile anlamlı bir ilişkisi elde edilmemiştir. Bunun tam tersine kız ergenlerin ise hem ailesel hem de kardeşlerle olan ilişkileri ile yaşam doyumu arasında anlamlı ve pozitif bir ilişki elde edilmiştir. Bu bulgudan hareketle tek çocuk olma ya da bir kardeşe sahip olmanın yaşam doyumu üzerinde bir etkisinin bulunduğu söylenebilir. Ergenlik döneminde akran ilişkileri ergenin gelişimine etkide bulunabilmektedir. Bu nedenle ergenlikte akranları tarafından reddedilme, stresli yaşam olaylarına maruz kalma, hem ergenlerin yaşam doyumu düzeyini düşürmekte hem de ergenlerde dışayönelim sorunlarına yol açmaktadır (Huebner, Antaramian, Hills, Lewis ve Saha, 2010). Okula devam eden bir ergenin zamanının önemli bir kısmını geçirdiği yer olan okullar da ergen gelişimine etki eden sistemlerden biridir. Dolayısıyla okulların ve eğitimin amacının çocukların mutluluğunu sağlamak olduğu söylenebilir (Noddings, 2010). Ergenlerde olumlu duyguların geliştirilmesi ve bireysel olarak öğrencilerin güçlendirilmesi, okul iklimini geliştirmekte ve sonuç olarak öğrencilerin gelişim göstermelerini sağlamaktadır (Chafouleas ve Bray, 2004). Böylelikle sağlıklı gelişim gösteren ve desteklenen çocuklar, destekleyici çevrenin bir parçası olmaya eğilim gösterirler (Baker ve ark., 2003). Sonuç olarak olumlu ve destekleyici bir okul iklimi çocukların okuldaki rahatı ve mutluluğu için Y 26 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme önemli bir role sahiptir (McCabe ve ark., 2011). Linley ve arkadaşları (2006), okulların insanın gelişiminde önemli bir rolünün olduğunu belirtmekte ve bu bağlamda okul ve eğitim psikolojisinin pozitif psikoloji ile bağlantı kurarak ergen gelişimini üst düzeye çıkarmanın yollarını aramasını bir gereklilik olarak değerlendirmektedirler. Bunun yanı sıra çocuklar zamanlarının önemli bir kısmını okullarda geçirmekte ve buna bağlı olarak okullar, çocukların gelişimlerini sürdürdükleri mekanlar olarak görülebilmektedir (Baker, Dilly, Auperlee ve Patil, 2003). Nitekim her ne kadar eğitim ve mutluluk ilişkisini temel alan araştırma birikimi mevcut olsa da bu araştırmaların önemli bir kısmı yetişkinleri temel almaktadır. Bunun tam aksine çocuklarda psikolojik problemler ve eğitimsel sorunlar konusunda ise önemli bir alanyazın birikimi mevcuttur. Bu nedenle psikolojik iyi oluş ya da mutluluk gibi konularla ilgili olarak ergenler ve çocuklarla yapılan çalışmalar diğer psikolojik özellikleri konu alan çalışmalara oranla görece daha sınırlı kalmıştır (Lewis, Huebner, Malone ve Valois, 2010; Gaderman ve ark., 2010; Huebner, 2004). Türkiye’de de ergenlerde yaşam doyumunu inceleyen çalışmaların da yetişkinlerle yapılan çalışmalara oranla görece sınırlı olduğu söylenebilir. Yapılan alanyazın taramasında ortaokula devam eden ergenlerle yapılan yaşam doyumu çalışmaları, yalnızlık ve aile birlikteliği (Çivtici, Çivitci ve Fiyakalı, 2009), ergenlerin aile ortamları (Eryılmaz, 2011), özsaygı (Çivitci, 2010; Yiğit, 2010), öfke ifade tarzları (Çeçen-Eroğul ve Bilge-Türk, 2013), okul tükenmişliği (Aypay ve Eryılmaz, 2011), kişisel ve ailesel özellikler (Çivitci, 2009), zorbalık (Hilooğlu, 2009; Karlıer-Soydaş, 2011), duygusal zeka (Kırtıl, 2009), anababaya bağlanma ve okula bağlanma (Özdemir ve Koruklu, 2013) arasındaki ilişkilerin incelenmesini amaçlayan çalışmalardır. Y Türk eğitim sistemi bağlamında ele alındığında okulların birbirlerine göre farklı özellikler gösterdiği, öğrencilerine farklı imkanlar sunduğu düşünüldüğünde bu durum, okullarda öğrenim gören öğrencilerin gelişimsel özelliklerinin de birbirlerinden farklılaşabileceğini düşündürmektedir. Özellikle anababalarından ayrı eğitimlerini sürdürmekte olan Yatılı Bölge Ortaokulları’na (YBO) devam eden ergenlerin yaşam doyumu düzeylerinin ailesi yanında eğitimini sürdüren akranlarına göre farklılaşıp farklılaşmadığının incelenmesi hem eğitim psikolojisi hem de gelişim psikolojisi alanına katkı getirebilir. Ayrıca ortaokula devam eden ergenlerin yaşam doyumu düzeylerini incelemeyi amaçlayan çalışmaların yetişkinlerle yapılan çalışmalara göre alanyazında görece sınırlı olması ve özellikle de Yatılı Bölge Ortaokulları’na devam eden ergenlerde yaşam doyumunu incelemeyi amaçlayan çalışmalara alanyazında rastlanmamış olması bu çalışmanın yapılması konusunda bir gereklilik olarak görülmüştür. Buradan hareketle, bu araştırmanın amacı Yatılı Bölge Ortaokulları’na devam eden ergenler ile ailesi yanında eğitime devam eden ergenlerin yaşam doyumu düzeylerinin incelenmesidir. 27 Çam, Z. ve Artar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. YÖNTEM Desen Bu araştırma, Yatılı Bölge Ortaokulları ile ailesi yanında ortaokula devam eden ergenlerin yaşam doyumu düzeylerinin okul türü, cinsiyet ve sınıf düzeyine göre incelemeyi amaçlayan tarama modelinde bir araştırmadır. Çalışma Grubu Bu araştırma Doğu Anadolu Bölgesi’nde yaklaşık 50.000 nüfuslu bir ilde bulunan Yatılı Bölge Ortaokulları ve ailesi yanında ortaokullara devam eden 633 öğrenci üzerinde gerçekleştirilmiştir. Çalışma grubuna ait betimsel istatistikler Tablo 1’de sunulmuştur. Tablo 1. Çalışma grubuna ait betimsel istatistikler Demografik Özellikler Cinsiyet Okul Türü Sınıf Düzeyi Annenin Hayatta Olma Durumu Babanın Hayatta Olma Durumu Y 28 Kız Erkek Yanıtlamayanlar Toplam Yatılı Bölge Ortaokulu Ortaokul Yanıtlamayanlar Toplam 6. sınıf 7. sınıf 8. sınıf Yanıtlamayanlar Toplam Evet Hayır Yanıtlamayanlar Toplam Evet Hayır Yanıtlamayanlar Toplam n 267 362 4 633 272 334 27 633 222 214 192 5 633 618 11 4 633 607 23 3 633 % 42,2 57,2 0,6 100 43,0 52,8 4,3 100 35,1 33,8 30,3 0,8 100 97,6 1,7 0,6 100 95,9 3,6 0,5 100 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme Evde Kiminle Yaşadığı Okulda Kardeşi Olma Durumu Anne ile Baba ile Anababa ile birlikte Yanıtlamayanlar Toplam Var Yok Yanıtlamayanlar Toplam 14 6 610 3 633 342 276 15 633 2,2 0,9 96,4 0,5 100 54,0 43,6 2,4 100,0 Çalışma grubunda yer alan katılımcıların cinsiyet özellikleri incelendiğinde katılımcıların %42,2’si (n=267) kız, %57,2’si (n=362) ise erkektir. Katılımcıların %43,0’ü (n=272)’si Yatılı Ortaokullara, %52’8’i (n=334) ise ailesi yanında ortaokula devam etmektedir. Katılımcıların %4,3’ü (n =27) ise öğrenim gördüğü okul türünü belirtmemiştir. Katılımcıların öğrenim gördükleri sınıf düzeyleri incelendiğinde 6, 7 ve 8. sınıflara devam eden katılımcıların sayı (n) ve yüzde (%) bakımından birbirlerine yakın oldukları söylenebilir. Buradan hareketle çalışma grubunda yer alan katılımcıların cinsiyet, okul türü, ve sınıf düzeyi bakımından homojen bir yapı gösterdiği söylenebilir. Ayrıca katılımcıların yaş ortalaması X =13,26; standart sapması ise Sx=1,17’dir. Veri Toplama Araçları Demografik Bilgi Formu: Araştırmada katılımcıların yaş, cinsiyet, okul türü ve sınıf düzeyi gibi demografik özelliklerinin belirlenmesi amacıyla araştırmacı tarafından demografik bilgi formu hazırlanmıştır. Y Çokboyutlu Öğrenci Yaşam Doyumu Ölçeği (ÇÖYDÖ): Çokboyutlu Öğrenci Yaşam Doyumu Ölçeği ergenlerde yaşam doyumunu değerlendirmek için Huebner (1994) tarafından geliştirilmiştir. Ölçek, yaşam doyumunun beş alanına yönelik değerlendirmeleri içeren toplam beş boyut ve 36 maddeden oluşmaktadır. Ölçeğin alt boyutları ise sırası ile Arkadaş, Okul, Yaşanılan Çevre, Aile ve Benlik alt boyutlarıdır. Ölçeğin İngilizce özgün formuna ait Cronbach alfa katsayısı tüm ölçek için 0.92; Arkadaş alt boyutu için 0.85; Okul alt boyutu için 0.85; Yaşanılan Çevre alt boyutu için 0.83; Aile alt boyutu için 0.82 ve Benlik alt boyutu için ise 0.82 olarak hesaplanmıştır (Huebner, 1994). Türkçe uyarlamasının Çivitci (2007) tarafından yapıldığı çalışmada ise ölçeğe ait Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı tüm ölçek için 0.87; Arkadaş alt boyutu için 0.85; Okul alt boyutu için 0.76; Yaşanılan Çevre alt boyutu için 0.75; Aile alt boyutu için 0.74 ve Benlik alt boyutu için ise 0.70 olarak hesaplanmıştır. Gerek ölçeğin Türkçeye uyarlama çalışmasında gerekse bu ölçeğin veri toplama aracı olarak kullanıldığı ulusal çalışmalarda ölçeğin Doğru29 Çam, Z. ve Artar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. layıcı Faktör Analizi (DFA) işleminin yapıldığı çalışmalara rastlanmamıştır. DFA, ölçeklerin kültürlerarası uyarlama çalışmalarında yararlanılan ve ölçeğin uyarlandığı kültürde özgün formundaki yapıyı gösterip göstermediğini sınamaya dair bir işlemdir. Buna dayalı olarak bu çalışmada ölçek için DFA işlemi gerçekleştirilmiştir. DFA işleminin ardından elde edilen yol şeması Şekil 1’de sunulmuştur. Şekil 1’de yer alan yol şemasında ölçeğin alt boyutlarına ait R2 değerlerinin 0.56 ile 0.86 arasında değiştiği söylenebilir. Y 30 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme Y Şekil 1. Doğrulayıcı faktör analizi işlemi sonuçlarına ait yol şeması 31 Çam, Z. ve Artar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Ayrıca ölçeğin model uyumu için uyum parametreleri hesaplanmıştır. Uyum iyiliği katsayıları χ 2/Sd=2,71; ortalama hataların karekökü için (RMSEA) 0.052; normlaştırılmamış uyum indeksi için (NNFI) 0.94, karşılaştırmalı uyum indeksi için (CFI) 0.94, iyilik uyum indeksi için (GFI) 0.88 ve düzeltilmiş iyilik uyum indeksi için (AGFI) 0.86 olarak hesaplanmıştır. Hesaplanan uyum parametrelerinden elde edilen değerler incelendiğinde ölçeğin beş boyutlu yapısının Türk örnekleminde doğrulandığı söylenebilir. Diğer bir deyişle Çok Boyutlu Öğrenci Yaşam Doyumu Ölçeği’nin Türk örneklemindeki ergenler için geçerli bir ölçek olduğu söylenebilir. Ölçek için yapılan DFA işlemi sonrası elde edilen yapıya ait Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı hesaplanmış ve alfa değerleri tüm ölçek için 0.86; Arkadaş boyutu için 0.80; Okul boyutu için 0.69; Çevre boyutu için 0.69; Aile boyutu için 0.64; Benlik boyutu için 0.70 olarak hesaplanmıştır. Tüm ölçek ve Arkadaş alt boyutu için hesaplanan Cronbach alfa iç tutarlılık katsayısının 0.70’ten yüksek çıkması ölçeğin güvenilir bir ölçek olduğunun işareti olarak değerlendirilebilir. Ancak ölçeğin diğer alt boyutlarının ise 0.70 değerine oldukça yakın değerler aldığı görülmektedir. Ölçeğin puanlanması ise hiçbir zaman (1), bazen (2), sık sık (3) ve her zaman (4) şeklindedir. Ayrıca ölçekte yer alan 3, 4, 9, 13, 22, 25, 30, 32 ve 35. maddeler tersten puanlanmaktadır. Ölçekten elde edilen puanlar arttıkça yaşam doyumunun arttığı, düştükçe ise yaşam doyumunun azaldığı söylenebilir. BULGULAR Öncelikle araştırmadan elde edilen verilere ait tanımlayıcı istatistikler hesaplanmıştır. Bu aşamada ölçeğin her bir alt boyutu ve toplam puanı için ortalama, standart sapma ve varyans değerleri hesaplanmıştır. Tanımlayıcı istatistiklerden elde edilen bulgular Tablo 2’de sunulmuştur. Tablo 2. Ölçekten elde edilen puanlara ait betimsel istatistikler Arkadaş Okul Çevre Aile Benlik Tüm Ölçek n Min. Maks. X Sx 633 633 633 633 633 633 10,00 8,72 7,00 7,00 7,00 55,00 32,00 32,00 28,00 67,00 26,00 144,00 26,42 21,70 22,03 24,85 20,03 118,25 4,61 3,82 4,48 4,04 3,40 14,47 Ölçek toplam puanı ve alt boyutlardan elde edilen puan dağılımları incelendiğinde ölçek toplam puanı ve alt ölçeklerden elde edilen puan ortalamaları ile standart sapma değerleri incelendiğinde veri setinin normalden aşırı bir sapma göstermediği ve heterojen bir dağılım göstermediği söylenebilir. Y 32 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme Ölçeğin alt boyutları ve tüm ölçekten alınan puanların sınıf düzeyi gibi demografik değişkenlere göre farklılaşıp farklılaşmadığının belirlenmesi için MANOVA’dan yararlanılmıştır. Ancak MANOVA’nın kullanılabilmesi için varyans/kovaryans matrislerinin eşit olması gerekmektedir. Varans/kovaryans matrislerinin eşit olup olmadığı ise Box’s M istatistiği ile belirlenmiştir. Bu aşamada elde edilen Box’s M istatiği sonuçlarına göre veri setine ait varyans/kovaryans matrislerinin eşit olmadığı, buna dayalı olarak bu ön koşulun sağlanmadığı görülmüştür (Box’s M=93,247; p<0.01). Box’s M istatistiğinin anlamlı sonuçlar vermemesi üzerine MANOVA analizi yerine ikili karşılaştırmalarda t-testi, çoklu karşılaştırmalarda ise ANOVA’dan yararlanılmıştır. Tablo 3. Ölçekten elde edilen puan ortalamalarının katılımcıların cinsiyetleri ve okul türlerine göre karşılaştırılması Arkadaş Okul Çevre Cinsiyet Kız Erkek Kız (YBO) Erkek(YBO) Kız (Ortaokul) Erkek(Ortaokul) Kız Erkek Kız (YBO) Erkek(YBO) Kız (Ortaokul) Erkek(Ortaokul) Kız Erkek Kız (YBO) Erkek(YBO) Kız (Ortaokul) Erkek(Ortaokul) n 267 362 93 177 165 168 267 362 93 177 165 168 267 362 93 177 165 168 X 26,83 26,13 27,22 25,46 26,82 26,80 22,40 21,20 22,38 21,41 22,36 21,18 22,30 21,87 23,42 22,32 21,75 21,38 Sx t Sd p 4,74 4,51 4,64 4,75 4,63 4,26 3,62 3,90 3,57 3,36 3,68 4,39 4,42 4,51 4,15 4,30 4,49 4,71 1,882 627 ,060 2,907 268 ,004* ,050 331 ,960 3,939 627 ,000** 2,195 268 ,029* 2,649 331 ,008* 1,191 627 ,234 2,022 268 ,044* ,723 331 ,470 Y Ölçek Boyutları 33 Çam, Z. ve Artar, M. Aile Benlik Toplam * p<.05 **p<.01 Kız Erkek Kız (YBO) Erkek(YBO) Kız (Ortaokul) Erkek(Ortaokul) Kız Erkek Kız (YBO) Erkek(YBO) Kız (Ortaokul) Erkek(Ortaokul) Kız Erkek Kız (YBO) Erkek(YBO) Kız (Ortaokul) Erkek(Ortaokul) Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 267 362 93 177 165 168 267 362 93 177 165 168 267 362 93 177 165 168 25,22 24,59 25,79 24,31 24,98 24,93 20,30 19,87 19,63 19,40 20,77 20,33 120,47 116,74 121,80 115,88 120,09 117,80 25,22 24,59 3,25 4,04 3,62 4,69 20,30 19,87 3,57 3,44 3,14 3,29 14,05 14,57 14,99 15,11 13,08 14,11 1,940 627 ,053 3,057 268 ,002* ,115 331 ,908 1,580 627 ,153 ,508 268 ,612 1,228 331 ,220 3,220 627 ,001* 3,068 268 ,002* 1,539 331 ,125 Tablo 3’te yer alan t testi sonuçları incelendiğinde Çokboyutlu Öğrenci Yaşam Doyumu Ölçeği’nin toplam ve alt ölçek puan ortalamalarının gerek yatılı bölge ortaokullarına devam eden kız öğrencilerde gerekse ailesi yanında ortaokula devam eden kız öğrencilerde, erkek öğrencilere göre daha yüksek olduğu görülebilir. Ancak gözlenen puan farklılıklarının istatistiksel açıdan anlamlı olup olmadığı t testi ile sınanmıştır. Elde edilen t testi sonuçlarına göre YBO’ya devem eden kız öğrencilerin erkek akranlarına göre ölçeğin Arkadaş alt boyutundan aldıkları puan ortalamasının istatistiksel açıdan anlamlı olduğu sonucuna ulaşılmıştır (t=2,907; p<.05). Araştırmaya katılan kız öğrencilerin ölçeğin Okul doyumu boyutunda erkek öğrencilere göre istatistiksel açıdan anlamlı ve daha yüksek puanlar aldıkları görülmüştür (t=3,939; p<.01). Bu bulguya paralel olarak hem yatılı ortaokula devam eden kız öğrencilerin (t=2,195; p<.05) hem de ailesi yanında ortaokula devam eden kız öğrencilerin (t=2,648; p<.05) Okul alt boyutundan aldıkları puan ortalamalarının erkek akranlarına göre istatistiksel açıdan anlamlı ve yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Yaşam doyumunun alt boyutlarından biri olan çevreden algılanan doyumda da benzer bulgular elde edilmiştir. Buna dayalı olarak YBO’larda öğrenim gören kız öğrencilerin aynı okuldaki erkek öğrencilere göre daha Çevre boyutunda daha yüksek doyuma sahip oldukları görülmüştür (t=2,022; p<.05). Aile boyutunda da YBO’larda öğ- Y 34 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme renim gören kız öğrencilerin aynı okuldaki erkek akranlarına göre daha yüksek doyum bildirdikleri sonucuna ulaşılmıştır (t=3,057; p<.05). Benlik alt ölçek puan ortalamalarında ise katılımcıların cinsiyetleri açısından anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Son olarak kız öğrencilerin erkek öğrencilere (t=3,220; p<.05) ve YBO’larda öğrenim gören kız öğrencilerin aynı okuldaki erkek öğrencilere (t=3,068; p<.05) göre toplam yaşam doyumu puanlarının istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılaşma gösterdiği görülmüştür. Tablo 4. Ölçekten elde edilen puan ortalamalarının öğrenim görülen sınıf düzeyi ve okul türüne göre dağılımı Ölçek Boyutları Arkadaş Okul YBO Çevre Aile Benlik Toplam Sınıf Düzeyi 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam n 104 97 71 272 104 97 71 272 104 97 71 272 104 97 71 272 104 97 71 272 104 97 71 272 X 26,19 25,68 26,43 26,07 22,02 22,28 20,61 21,75 23,57 22,41 21,70 22,67 24,79 24,61 25,17 24,83 19,24 19,75 19,41 19,47 119,13 117,79 116,25 117,90 Sx 4,80 4,85 4,63 4,77 3,26 3,25 3,75 3,45 3,86 4,47 4,44 4,29 4,04 4,06 3,18 3,84 3,35 3,60 3,48 3,47 15,29 15,97 14,23 15,26 Y Okul Türü 35 Çam, Z. ve Artar, M. Arkadaş Okul Çevre Ortaokul Aile Benlik Toplam Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 6. Sınıf 7. Sınıf 8. Sınıf Toplam 113 101 117 331 113 101 117 331 113 101 117 331 113 101 117 331 113 101 117 331 113 101 117 331 26,09 26,85 27,44 26,80 22,69 21,61 20,99 21,76 21,73 21,79 21,18 21,55 24,67 25,11 24,99 24,92 20,22 20,98 20,45 20,53 118,83 119,67 118,19 118,86 4,56 4,62 4,16 4,47 3,66 4,13 4,33 4,10 4,98 4,47 4,33 4,60 3,56 5,69 3,23 4,22 3,24 3,22 3,25 3,24 14,58 13,73 13,02 13,75 Tablo 4’te yer alan veriler incelendiğinde öğrenim görülen okul türü ve devam edilen sınıf düzeyi açısından yaşam doyumu toplam ve alt ölçek puanlarının farklılaştığı görülmektedir. Ancak gözlenen bu puan farklılığının istatistiksel açıdan anlamlı olup olmadığı ANOVA fark testi ile sınanmış, ANOVA sonuçları Tablo 5’te sunulmuştur. Y 36 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme Tablo 5. Ölçekten elde edilen puan ortalamalarının öğrenim görülen sınıf düzeyi ve okul türlerine göre karşılaştırılması Ölçek Boyutları Varyans Kaynağı Kareler Toplamı Sd Kareler Ortalaması Arkadaş Gruplar Arası 25,183 2 12,591 Grup İçi 6141,085 269 22,829 Okul YBO Çevre Aile Benlik Toplam Toplam 6166,268 271 Gruplar Arası 127,330 2 63,665 Grup İçi 3105,617 269 11,545 Toplam 3232,947 271 Gruplar Arası 156,480 2 Grup İçi 4842,863 269 F p ,552 ,577 5,514 ,004** 4,346 ,014** ,439 ,645 ,537 ,585 ,751 ,473 78,240 18,003 Toplam 4999,343 271 Gruplar Arası 12,992 2 6,496 Grup İçi 3984,139 269 14,811 Toplam 3997,130 271 Gruplar Arası 13,021 2 6,511 Grup İçi 3259,124 269 12,116 Toplam 3272,146 271 Gruplar Arası 350,785 2 175,392 Grup İçi 62782,302 269 233,391 Toplam 63133,087 271 Anlamlı Farklılık 6-7, 7-8 6-8 Y Okul Türü 37 Çam, Z. ve Artar, M. Arkadaş Okul Ortaokul Çevre Aile Benlik Toplam * Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Gruplar Arası 104,898 2 52,449 Grup İçi 6492,770 328 19,795 Toplam 6597,668 330 Gruplar Arası 167,732 2 83,866 Grup İçi 5384,180 328 16,415 Toplam 5551,911 330 Gruplar Arası 25,360 2 12,680 Grup İçi 6974,036 328 21,262 Toplam 6999,396 330 Gruplar Arası 11,248 2 5,624 Grup İçi 5883,975 328 17,939 Toplam 5895,223 330 Gruplar Arası 32,069 2 16,035 Grup İçi 3442,521 328 10,495 Toplam 3474,590 330 Gruplar Arası 117,430 2 58,715 Grup İçi 62363,192 328 190,132 Toplam 62480,622 330 2,650 ,072 5,109 ,007** ,596 ,551 ,314 ,731 1,528 ,219 ,309 ,735 6-8 p<.05 **p<.01 Tablo 4’te yer alan okul türü ve sınıf düzeyine göre ölçek puan dağılımları incelendiğinde YBO’ya devam eden 8. sınıf öğrencilerinin Okul doyumu alt ölçek puan ortalamasının ( X =20,61), 7. sınıf öğrencilerinin puan ortalaması ( X =22,28) ve 6. sınıf öğrencilerinin puan ortalamasından ( X =22,02) düşük olduğu görülebilir. Ancak bu puan farklılığının istatistiksel açıdan anlamlı olup olmadığı ANOVA testi ile belirlenmiş ve farkın hangi gruplar arasında anlamlı olduğu ise çoklu karşılaştırma testlerinden Bonferonni ile belirlenmiştir. Bu testlerden elde edilen sonuçlara göre YBO’ya devam eden 8. sınıf öğrencilerinin Okul doyumu alt ölçek puan ortalamasının 6 ve 7. sınıflara devam eden öğrencilere göre istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılaşma gösterdiği söylenebilir (F(2-269)=5,514; p<.05). Özetle, Okul boyutunda en düşük doyum bildiren grubun 6. sınıf, en yüksek doyum bildiren grubun ise 8. sınıf öğrencileri olduğu söylenebilir. YBO’ya devam eden 8. sınıf öğrencilerinin Çevre alt ölçek puan ortalamalarının 6 ve 7. sınıf öğrencilerinin puan ortalamalarından daha düşük olduğu görülmüştür. Yapı- Y 38 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme lan ANOVA testi sonuçları 6 ve 8. Sınıflar arasında gözlenen puan farklılığının istatistiksel açıdan anlamlı olduğunu göstermektedir (F(2-269)=4,346; p<.05). Diğer bir ifadeyle YBO’ya devam eden 8. Sınıf öğrencilerinin çevreden algıladıkları doyumun 6. sınıflara göre daha düşük olduğu söylenebilir. Ailesi yanında ortaokula devam eden öğrencilere ait dağılımlar incelendiğinde sınıf düzeylerine göre puan farklılıklarının olduğu görülmektedir. Ancak yapılan ANOVA testi sonuçlarına göre ailesi yanında ortaokula devam eden 8. Sınıf öğrencilerinin Okul doyumu puan ortalamasının 6. Sınıfa devam eden öğrencilerin puan ortalamasından daha düşük olduğu ve gruplar arasında gözlenen puan farklılığının istatistiksel açıdan anlamlı olduğu görülmüştür (F(2-328)=5,109; p<.05). Bununla beraber, Çokboyutlu Öğrenci Yaşam Doyumu Ölçeği’nden elde edilen toplam puanların ve yukarıda belirtilen boyutlar dışındaki puan ortalamalarının katılımcıların devem ettikleri sınıf düzeyi açısından istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılaşma göstermediği görülmüştür (p>.05) Tablo 6. Ölçekten elde edilen puan ortalamalarının tüm katılımcıların öğrenim gördükleri sınıf düzeyine göre karşılaştırılması Ölçek Boyutları Varyans Kaynağı Arkadaş Gruplar Arası 98,517 Grup İçi Toplam Gruplar Arası 247,835 2 123,918 Grup İçi 8968,322 625 14,349 Toplam 9216,157 627 Gruplar Arası 167,501 2 83,750 Grup İçi 12456,203 625 19,930 Toplam 12623,703 627 Gruplar Arası 9,214 2 4,607 Grup İçi 10311,310 625 16,498 Toplam 10320,525 627 Gruplar Arası 34,554 Grup İçi Okul Çevre Aile Benlik Toplam Kareler Toplamı Sd Kareler Ortalaması F p 2 49,258 2,308 ,100 13337,298 625 21,340 13435,815 627 8,636 ,000* 2 17,277 7267,865 625 11,629 Toplam 7302,419 627 Gruplar Arası 292,940 2 146,470 Grup İçi 131752,463 625 210,804 Toplam 132045,403 627 4,202 ,015** ,279 ,756 1,486 ,227 ,695 ,500 Anlamlı Fark 6-8, 7-8 6-8 p<.05 p<.01 ** Y * 39 Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Çam, Z. ve Artar, M. Okul türü değişkeni dikkate alınmaksızın, tüm katılımcıların devam ettikleri sınıf düzeyi dikkate alınarak yapılan ANOVA testi sonuçları Tablo 6’da sunulmuştur. Tablodaki veriler incelendiğinde 8. Sınıfa devam eden öğrencilerin Okul doyumu alt ölçek puan ortalamalarının ( X =20,78) 6. Sınıf öğrencilerinin puan ortalaması ( X =22,28) ve 7. sınıf öğrencilerinin puan ortalamasından ( X =21,94) daha düşük olduğu ve gözlenen bu puan farklılığının istatistiksel açıdan anlamlı olduğu görülebilir (F(2-625)=8,636; p<.01). Diğer bir deyişle öğrencilerin devam ettikleri sınıf düzeyi yükseldikçe okul doyumunun azaldığı söylenebilir. Ayrıca Çevre alt ölçek puan ortalamalarının da sınıf düzeyine göre istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık gösterdiği görülmüştür (F(2-625)=4,202; p<.05). Buna göre 8. sınıf öğrencilerinin Çevre alt ölçek puan ortalamalarının ( X =21,33), 6. Sınıf öğrencilerinin puan ortalamasından ( X =22,61) istatistiksel açıdan anlamlı ve daha düşük olduğu görülmüştür. Tablo 7. Katılımcıların yaşam doyumu düzeylerinin devam ettikleri okul türüne göre karşılaştırılması Ölçek Boyutları Okul Türü n Arkadaş YBO 272 Ortaokul 334 YBO Ortaokul Sx t Sd p 26,07 4,77 -1,904 604 ,057 26,79 4,45 272 21,75 3,45 -,012 604 ,991 334 21,75 4,09 YBO 272 22,67 4,29 3,072 604 ,002* Ortaokul 334 21,55 4,60 Aile YBO 272 24,83 3,84 -,312 604 ,755 Ortaokul 334 24,93 4,21 Benlik YBO 272 19,47 3,47 -3,909 604 ,000** Ortaokul 334 20,53 3,23 YBO 272 117,90 15,26 -,709 604 ,425 Ortaokul 334 118,84 13,72 Okul Çevre Tüm Ölçek * X p<.05 **p<.01 Katılımcıların devam ettikleri okul türüne göre yaşam doyumu düzeylerinin farklılaşma gösterip göstermediği t-testi ile belirlenerek Tablo 7’de sunulmuştur. Tablo 7’de yer alan sonuçlar incelendiğinde okul türlerine göre hem toplam ölçek puanının hem de alt ölçek puan ortalamalarının farklılık gösterdiği görülebilir. Yapılan t-testi sonuçlarına göre Çevre alt ölçek puanları bakımından YBO’ya devam eden öğrencilerin puan ortalamasının ( X =22,67) ortaokula devam eden öğrencilerin puan ortalamalarına ( X =21,55) göre daha yüksek olduğu ve bu puan farklılığının istatistiksel açıdan anlamlı olduğu görülmüştür (t=3,072; p<.05). Ancak diğer alt ölçeklerden olan Benlik alt bo- Y 40 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme yutunda ise ailesi yanında ortaokula devam eden öğrencilerin puan ortalamasının ( X =20,53) YBO’ya devam eden öğrencilerin puan ortalamasından ( X =19,47) daha yüksek olduğu ve gözlenen bu puan farklılığının istatistiksel açıdan anlamlı olduğu görülmüştür (t=3,909; p<.01). Bununla beraber gerek Çokboyutlu Öğrenci Yaşam Doyumu Ölçeği toplam puan ortalamaları gerekse Arkadaş, Okul ve Aile alt ölçek puanlarının öğrencilerin devam ettikleri okul türüne göre anlamlı bir farklılaşma göstermediği söylenebilir. TARTIŞMA ve SONUÇ Y Yatılı Bölge Ortaokulu ve ailesi yanında ortaokula devam eden öğrencilerin yaşam doyumu düzeylerinin karşılaştırılması bu araştırmanın temel amacını oluşturmaktadır. Bu amaçla toplanan verilerden elde edilen bulgular YBO’larda öğrenimlerine devam eden kız öğrencilerin Arkadaş, Okul, Çevre, Aile ve toplam yaşam doyumu düzeylerinin aynı okuldaki erkek akranlarına göre daha yüksek olduğunu göstermiştir. Daha öz ifade ile YBO’lardaki kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre daha yüksek yaşam doyumu bildirdikleri söylenebilir. Ailesi yanında ortaokula devam eden kız öğrencilerin ise sadece Okul doyumlarının erkek öğrencilere göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Toplam ölçek puanlarının okul türü dikkate alınmaksızın karşılaştırıldığı analizlerde kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre daha yüksek yaşam doyumu bildirdikleri görülmüştür. Buna dayalı olarak ortaokula devam eden kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre daha fazla yaşam doyumuna sahip oldukları söylenebilir. Park (2005) erkeklerin öz-saygı açısından kız öğrencilere göre daha yüksek puanlar bildirdikleri ancak yaşam doyumu için bu durumun tam aksine kızların erkeklere göre daha fazla doyum bildirdiklerini ifade etmektedir. Ancak Park (2005) 716 Koreli öğrenci üzerinde gerçekleştirdiği çalışmasında ise bu durumun tam aksine arkadaş doyumu hariç, diğer tüm alt boyutlar ve yaşam doyumu toplam puanının erkeklerde kızlara göre daha yüksek olduğunu ancak cinsiyetin yaşam doyumu üzerinde düşük bir etkiye sahip olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bununla beraber Huebner, Valois ve Drane (2000) tarafından ABD’de gerçekleştirilen bir çalışmada liseye devam eden kız öğrencilerin yaşam doyumu alt boyutlarından olan okul, arkadaş, aile ve çevre doyumu alt ölçek puanlarının erkek öğrencilere göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Ancak bu çalışmadan elde edilen bulgulardan farklı olarak Huebner, Valois ve Drane (2000) tarafından yapılan çalışmada da yaşam doyumu ölçeği toplam puan ortalamalarının cinsiyete göre anlamlı bir farklılık göstermediği görülmüştür. Ancak araştırmacılar özellikle kız öğrencilerin akran ilişkilerinden algıladıkları doyumun erkek öğrencilere göre daha yüksek olduğunu vurgulamaktadırlar. Buna ek olarak kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre arkadaşlık ilişkilerini daha önemli gördükleri bildirilmektedir (Doğan, Karaman, Çoban ve Çok, 2012). Bu durumun yaşam doyumuna da bir yansıması olduğu ele alınırsa YBO’ya devam eden kız öğrencilerin erkek öğrencilere göre daha yüksek arkadaş doyumu bildirmesi alanyazınla tutarlı bir sonuç olarak değerlendirilebilir. 41 Çam, Z. ve Artar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Türkiye’de YBO’lardaki okul yaşam kalitesi ile ilgili olarak yapılan bir çalışmada kız öğrencilerin algıladıkları okul yaşam kalitesinin erkek öğrencilerin algılarına göre daha yüksek olduğu görülmüştür (İnal, 2009). Buna ek olarak yurtdışında gerçekleştirilen çalışmalarda kız öğrencilerin okul doyumu düzeylerinin erkek öğrencilere göre daha yüksek olduğuna dair bulgular mevcuttur (Nickerson ve Nagle, 2004). Bu çalışmada da YBO’lardaki kız öğrencilerin erkek akranlarına göre daha yüksek okul doyumu bildirmeleri belirtilen çalışma ile tutarlılık gösteren bir bulgu olarak ele alınabilir. Özellikle de kırsal kesimlerde kız öğrencilerin daha az okullulaşma oranına sahip oldukları bilinen bir olgudur. Ancak bu çalışmada kız öğrencilerin okul ile ilgili olarak daha yüksek doyum bildirmeleri kız öğrencilerin okullulaşmaları açısından iyimser bir bulgu olarak düşünülebilir. YBO’ya devam eden 8. sınıf öğrencilerinin Okul doyumu alt ölçek puanlarının 6 ve 7. sınıflara devam eden öğrencilerden düşük olduğu ve bu puan farklılığının istatistiksel açıdan anlamlı olduğu görülmüştür. Daha öz ifade ile YBO’ya devam eden 8. sınıf öğrencilerinin 6 ve 7. sınıflardan daha az okul doyumu bildirdikleri söylenebilir. Çevre boyutunda da Okul alt boyutuna benzer şekilde 8. sınıf öğrencilerinin 6. sınıf öğrencilerine göre daha az doyum bildirdikleri görülmüştür. Ayrıca ailesi yanında ortaokula devam eden öğrencilerin devam ettikleri sınıf düzeyine göre nasıl bir farklılık gösterdikleri için gerçekleştirilen analizlerde sadece Okul doyumu alt ölçek puanlarında 6. ve 8. sınıf öğrencileri arasında anlamlı bir farklılık saptanmıştır. Diğer bir ifade ile 8. sınıf öğrencileri 6. sınıf öğrencilerinden daha az okul doyumu bildirmişlerdir. Nickerson ve Nagle (2004) tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada da bu çalışmaya benzer şekilde öğrenim görülen sınıf düzeyi yükseldikçe öğrencilerin okul doyumu düzeylerinin düşüş gösterdiği görülmüştür. Alanyazında da vurgulanan bu bulgu eğitim sistemi açısından oldukça önemli olarak görülebilir. Düşük okul doyumu ve bu düşen okul doyumunun sınıf düzeyi yükseldikçe daha da düşüş göstermesi ilerleyen zamanlarda okulu bırakma ile sonuçlanabilir. Bunun yanı sıra öğrencilerin okul ortamında karşılaştıkları zorluklar, okulun ve ailenin öğrenciden beklentileri öğrencilerde okula bağlı bir tükenmişliğe, diğer bir deyişle okul tükenmişliğine yol açabilir (Aypay, 2011). 8. sınıf öğrencilerinin diğer akranlarına göre düşük düzeyde yaşam doyumu bildirmesi okul tükenmişliğine bağlı bir durum olarak da düşünülebilir. Aypay ve Eryılmaz (2011) tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada da okul tükenmişliği ile öznel iyi oluş arasında negatif ilişki elde edilmiştir. Okul türü değişkeni dikkate alınmaksızın tüm öğrenciler için gerçekleştirilen analizlerde Okul doyumu alt ölçek puanlarının 8. sınıflarda 6 ve 7. sınıflardaki öğrencilerden daha düşük olduğu ve bu puan farklılığının istatistiksel açıdan anlamlı olduğu görülmüştür. Bu durum tıpkı YBO’ya devam eden öğrencilerde olduğu gibi Okul doyumunun tüm 8. sınıf öğrencilerinde diğer sınıflardaki öğrencilerden daha düşük olduğunu göstermiştir. Ayrıca ölçeğin Çevre alt boyutundan alınan puanların da 8. ve 6. sınıf öğrencileri arasında Y 42 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme farklılaştığı görülmüştür. Bu bağlamda 8. sınıf öğrencilerinin çevreden algıladıkları doyumun 6. sınıfa devam eden öğrencilerden düşük olduğu söylenebilir. Norveç’te 1017 öğrenci üzerinde gerçekleştirilen bir çalışmadan elde edilen bulgular, bu bulguyu destekler niteliktedir. 14-15 yaş aralığındaki ergenlerin 13-14 yaş aralığındaki ergenlere göre daha düşük düzeyde mutluluk bildirdikleri görülmüştür (Natvig, Albrektsen ve Qvarnstrom, 2003). Öğrenim görülen sınıfın yükselmesi ile yaşın da bir artış gösterdiği kabul edilirse bu araştırmadan elde edilen bulguların Natvig ve arkadaşları (2003) tarafından gerçekleştirilen çalışma ile paralel bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Sadece okul türü dikkate alınarak öğrencilerin yaşam doyum düzeylerinin nasıl bir farklılaşma gösterdiğine yönelik olarak yapılan analizlerde ölçeğin Çevre alt boyutundan alınan puanların YBO’ya devam eden öğrencilerde ailesi yanında eğitimini devam ettiren ortaokul öğrencilerine göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Ancak bu durumun tam aksine Benlik alt ölçek puanlarından elde edilen puan ortalamasının bu kez ailesi yanında devam eden öğrencilerde YBO’ya devam eden öğrencilere göre daha yüksek olduğu görülmüştür. Özetle çevreden algılanan doyumun YBO’ya devam eden öğrencilerde, benlik doyumunun ise ailesi yanında ortaokula devam eden öğrencilerde daha yüksek olduğu söylenebilir. YBO’ların kuruluş amaçları da göz önüne alındığında bu okulların sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı bölgelerde yaşayan çocukların eğitime erişimlerindeki imkan ve fırsat eşitliğini ortadan kaldırmaya yönelik bir misyonlarının bulunduğu söylenebilir. Alınyazında sosyo-ekonomik düzeyin öğrencilerin yaşam doyumları üzerinde etkisinin bulunduğu belirtilmektedir. Ash ve Huebner (2001) yüksek sosyo-ekonomik düzeydeki öğrencilerin yaşam doyumu düzeylerinin düşük sosyo-ekonomik düzeydeki öğrencilere göre daha yüksek olduğunu bildirmektedirler. Bununla beraber aile ergenler için hem bir sosyal destek kaynağı hem de olumlu bir benlik algısının gelişmesi açısından önemli bir kaynak olarak görülebilir. Ailesi yanında ortaokul öğrenimlerini devam ettiren öğrencilerin aile desteği açısından dezavantajlı bir konumda olmaları Benlik alt ölçeğinden yüksek puanlar almalarının bir nedeni olarak düşünülebilir. Yaşam doyumu, umut, iyimserlik ve öznel iyi oluş gibi pozitif psikoloji temalı çalışmaların sayısında gerek dünyada gerekse Türkiye’de hızlı bir artışın olduğu söylenebilir. Bu çalışmalar incelendiğinde ise çalışmaların daha çok ilişkisel ve kuramsal çalışmalardan oluştuğu görülebilir. Ancak bu çalışmalara ek olarak müdahale çalışmalarının yapılması hem alanyazına hem de okullarda yürütülen rehberlik hizmetlerine önemli katkılar sağlayacaktır. Y Bu çalışma ve buna benzer olarak alanyazında yer alan diğer çalışmalarda da ortaya konduğu üzere sınıf düzeyi yükseldikçe yaşam doyumunda bir azalma olduğu görülmektedir. Bu durumun nedenlerinin ortaya konularak soruna yönelik müdahale çalışmalarının gerçekleştirilmesi bir gereklilik olarak görülebilir. Özellikle de ilerleyen dönemlerde 43 Çam, Z. ve Artar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. okulu bırakma riskinin ortadan kaldırılması ve okuldan alınan doyumun arttırılması için okullarda öğrencilerin gelişimsel özelliklerine uygun etkinlik ve düzenlemelerin yapılması soruna yönelik önleyici bir çalışma olarak değerlendirilebilir. Kaynakça Ash, C., & Huebner, E.S. (2001). Environmental events and life satisfaction reports of adolescents: A test of cognitive mediation. School Psychology International, 22, 320–326. Aypay, A. (2011). İlköğretim II. kademe öğrencileri için okul tükenmişliği ölçeği: Geçerlik ve güvenirlik çalışması. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri, 11(2), 511-527. Aypay, A. ve Eryılmaz, A. (2011). Lise öğrencilerinin öznel iyi oluşları ve okul tükenmişliği arasındaki ilişkiler. International Online Journal of Educational Sciences, 3(1), 181-199. [Online]: http://iojes.net adresinden 09 Eylül 2013 tarihinde indirilmiştir. Baker, J. A., Dilly, L. J., Aupperlee, J. L., & Patil, S. A. (2003). The developmental context of school satisfaction: Schools as psychologically healthy environments. School Psychology Quarterly, 18, 206-221. Baker, J. A., Terry, T., Bridger, R., & Winsor, A. (1997). Schools as caring communities: A relational approach to school reform. School Psychology Review, 26, 586-602. Bear, G. G., Manning, M. A., & Izard, C. E. (2003). Responsible behavior: The importance of social cognition and emotion. School Psychology Quarterly, 18(2), 140-157. Chafouleas, S. M., & Bray, M. A. (2004). Introducing positive psychology: Finding a place within school psychology. Psychology in the Schools, 41(1), 1-5. Clonan, S. M., Chafouleas, S. M., McDougal, J. L., & Riley-Tillman, T. C. (2004). Positive psychology goes to school: Are we there yet? Psychology in the Schools, 41(1), 101-110. Çeçen-Eroğul, A. R. ve Bilge-Türk, S. (2013). Ergenlerde çocukluk örselenme yaşantıları ve öfke ifade tarzları ile benlik saygısı ve yaşam doyumu arasındaki ilişkilerin incelenmesi. International Journal of Human Sciences, 10(1), 1421-1439. Çivitci, A. (2007). Çokboyutlu öğrenci yaşam doyumu ölçeğinin Türkçe’ye uyarlanması: Geçerlik ve güvenirlik çalışmaları. Eğitim Araştırmaları, 26, 51-60. Çivitci, A. (2009). İlköğretim öğrencilerinde yaşam doyumu: Bazı kişisel ve ailesel özelliklerin rolü. Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 22(1), 29-52. Çivitci, A. (2010). Moderator role of self-esteem on the relationship between life satisfaction and depression in early adolescents. Emotional and Behavioural Difficulties, 15(2), 141-152. Çivitci, N., Çivitci, A. ve Fiyakalı, C. (2009). Anne-babası boşanmış ve boşanmamış olan ergenlerde yalnızlık ve yaşam doyumu. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri, 9(2), 493-525. Diener, E. (1984). Subjective well-being. Psychological Bulletin, 95, 542-575. Doğan, T., Karaman, N. G., Çoban, A. E., ve Çok, F. (2012). Ergenlerde arkadaşlık ilişkilerinin yordayıcısı olarak cinsiyet ve aileye ilişkin değişkenler. İlköğretim Online, 11(4), 1010-1020. [Online]: http://ilkogretimonline.org.tr adresinden 25 Eylül 2013 tarihinde indirilmiştir. Eryılmaz, A. (2011). Ergenlerin öznel iyi oluşlarıyla aile ortamları arasındaki ilişkinin incelenmesi. Y 44 Ergenlikte Yaşam Doyumu: Okul Türleri Bağlamında Bir İnceleme Aile ve Toplum, 7(24), 93-101. Gadermann, A. M., Schonert-Reichl, K. A., & Zumbo, B. D. (2010). Investigating validity evidence of the Satisfaction with Life Scale adapted for Children. Social Indicators Research, 96, 229-247. Gilman, R., & Huebner, E. S. (2003). A review of life satisfaction research with children and adolescents. School Psychology Quarterly, 18, 192-205. Gilman, R., & Huebner, E. S. (2006). Characteristics of adolescents who report very high life satisfaction. Journal of Youth and Adolescence, 35, 311-319. Hilooğlu, S. (2009). İlköğretim ikinci kademe öğrencilerinin zorbaca davranışlarını yordamada sosyal beceri ve yaşam doyumunun rolü. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana. Huebner, E. D. (2004). Research on assessment of life satisfaction of children and adolescents. Social Indicators Research, 66, 3-33. Huebner, E. S. (1994). Preliminary development and validation of a multidimensional life satisfaction scale for children. Psychological assessment,6(2), 149-158. Huebner, E. S. (2004). Research on assesment of life satisfaction of children and adolescents. Social Indicators Research, 66, 3-33. Huebner, E. S., Drane, J. W., & Valois, R. F. (2000). Levels of demographic correlates of adolescent life satisfaction reports. School Psychology International, 21, 281–292. Huebner, E. S., Suldo, S. M., Smith, L. C., & McKnight, C. G. (2004). Life satisfaction in children and youth: Empirical foundations and implications for school psychologists. Psychology in the Schools, 41(1), 81-93. Huebner, E.S., Antaramian, S., Hills, K., Lewis, A., & Saha, R. (2010). Stability and predictive validity of the BMSLSS. Child Indicators Research, 4, 161-168. İnal, U. (2009). Adana il sınırları içerisindeki yatılı ilköğretim bölge okullarında bulunan öğretmen ve öğrencilerin okul yaşam kalitesi algılarının incelenmesi. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana. Karlıer-Soydaş, D. (2011). Ergenlerde ebeveyn izlemesi, sanal zorbalık ve yaşam doyumu arasındaki ilişkilerin cinsiyete göre incelenmesi. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Kırtıl, S. (2009). İlköğretim ikinci kademe öğrencilerinin duygusal zeka düzeyleri ile yaşam doyumu düzeylerinin incelenmesi. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, İzmir. Lewis, A. D., Huebner, E. S., Malone, P. S., & Valois, R. F. (2011). Life satisfaction and student engagement in adolescents. Journal of Youth and Adolescence, 40(3), 249-262. Linley, P. A., Joseph, S., Harrington, S., & Wood, A. M. (2006). Positive psychology: Past, present and (possible) future. Journal of Positive Psychology, 1(1), 3-16. Lyubomirsky, S., King, L., & Diener, E. (2005a). The benefits of frequent positive affect: Does Y happiness lead to success? Psychological Bulletin, 131, 803-855. 45 Çam, Z. ve Artar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Lyubomirsky, S., Sheldon, K. M., & Schkade, D. (2005b). Pursuing happiness: The architecture of sustainable change. Review of General Psychology, 9(2), 111-131. McCabe, K., Bray, M. A., Kehle, T. J., Theodore, L. A., & Gelbar, N. W. (2011). Promoting happiness and life satisfaction in school children. Canadian Journal of School Psychology, 26(3), 177-192. Myers, D. G. (2000). The funds, friends, and faith of happy people. American Psychologist, 55, 56–67. Natvig, G. K., Albrektsen, G., & Qvarnstrom, U. (2003). Associations between psychosocial factors and happiness among school adolescents. International Journal of Nursing Practice, 9, 166-175. Nickerson, A. B., & Nagle, R. J. (2004). The influence of parent and peer attachments on life satisfaction in middle childhood and early adolescence. Social Indicators Research, 66(1-2), 35-60. Noddings, N. (2006). Eğitim ve Mutluluk (Çev. Zuhal Bilgin). İstanbul: Kitap Yayıncılık. Oishi, S., Diener, E. F., Lucas, R. E., & Suh, E. M. (1999). Cross-cultural variations in predictors of life satisfaction: Perspectives from needs and values.Personality and social psychology bulletin, 25(8), 980-990. Oliva, A., & Arranz, E. (2005). Sibling relationships during adolescence. European Journal of Developmental Psychology, (2)3, 253-270. Özdemir, Y. ve Koruklu, N. (2013). İlk ergenlikte ana-babaya bağlanma, okula bağlanma ve yaşam doyumu. İlköğretim Online, 12(3), 836-848. [Online]: http://ilkogretimonline.org.tr adresinden 03 Ekim 2013 tarihinde indirilmiştir. Park, N. (2005). Life satisfaction among Korean children and youth a developmental perspective. School Psychology International, 26(2), 209-223. Santrock, L. (2012). Ergenlik. (Çev. D. M. Siyez). Ankara: Nobel Yayıncılık. Sheldon, K. M. ve King, L. (2001). Positive psychology. American Psychologist, (56)3, 216-263. Steinberg, L. (2007). Ergenlik. (Çev. F. Çok). Ankara: İmge Yayıncılık. Suldo, S. M., Riley, K. N., & Shaffer, E. J. (2006). Academic correlates of children and adolescents’ life satisfaction. School Psychology International, 27, 567-582. Yiğit, H. (2010). Ergenlerin benlik saygılarının yaşam doyumu ve bazı özlük nitelikleri açısından incelenmesi. Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Selçuk Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Konya. Y 46 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 ÖĞRETMENLERİN PERSPEKTİFİNDEN ÖZEL EĞİTİMDE YAŞANAN SORUNLAR VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ: MUŞ İL ÖRNEĞİ THE PROBLEMS EXISTING AT SPECIAL EDUCATION AND BRING FORWARD SOLUTION PROPOSALS FROM THE VIEW OF TEACHERS: THE SAMPLE OF MUŞ Teceli KARASU* Yılmaz MUTLU** Özet Bu çalışma, Özel Eğitim Uygulama Merkezlerinde, Özel Eğitim ve Rehabilitasyon kurumlarında çalışan öğretmenlerin görüşleri doğrultusunda, özel eğitimde yaşanan sorunları tespit etmeyi ve bu sorunların giderilmesine dönük çözüm önerileri geliştirmeyi amaçlamaktadır. Çalışma kapsamında; özel eğitim alan mezunu, okul öncesi öğretmenliği mezunu, sınıf öğretmenliği mezunu öğretmenlerden ve branş öğretmenlerinden oluşan toplam dokuz öğretmenle görüşme yapılmıştır. Veriler nitel bir özellik gösteren yarı yapılandırılmış görüşme formuyla elde edilmiştir. Çalışmaya katılan öğretmenlere; öğretim süreci, fiziksel mekânlar, öğretmenlerin öğrenci velileriyle ve idarecilerle olan ilişkileri bağlamında on dört adet soru sorulmuştur. Katılımcılar birçok problem durumunun var olduğunu, problemlerin bir kısmına bireysel ve kurumsal çabalarla çözümler üretebildiklerini fakat bazı problemlerin ancak üst makamlarca çözülebileceğini ifade etmişlerdir. Anahtar Kelimeler: Özel eğitim, özel eğitimde sorunlar ve çözüm önerileri Abstract This study aims to determine problems existing at special education and bring forward solution proposals to these problems, in the direction of teachers prospects whom employed at Special Education Application Center and Special Education and Rehabilitation Centers. Within the scope of this study it has been interviewed with nine teachers graduated from different branches such as special education teaching, preschool teaching, primary teaching and some others. One of the qualitative research methods, “semi-structured interview form” was used to collect datas. Participants were asked fourteen questions about instruction process, physical environment and relations among students’ parents, administers and teachers. They stated a great deal of problems existing and indicated that even they Y * Arş. Gör., Muş Alparslan Üniversitesi. İslami İlimler Fakültesi. İDKAB Bölümü., [email protected] ** Arş. Gör., Muş Alparslan Üniversitesi. Eğitim Fakültesi. İlköğretim Bölümü. Matematik Eğitimi, yilmazmutlu49@ hotmail.com 47 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. can generate solutions to only a few of these problems with individual and institutional efforts, they can’t deal with other problems because of they are being overcome just by higher authorities. Key words: Special education, at special education problems and their solution proposals 1. Giriş On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıyla beraber yasaların zorunlu bir sonucu olarak eğitim kurumları; çağdaş toplumlarda her bireye eğitim verebilecek olanak ve fırsatlarla yeniden yapılandırılmıştır. Bu bağlamda bilişsel, duyuşsal ve fiziksel özellikleri ile akranlarından önemli derecede farklılıklar gösteren bireyler özel eğitim kapsamında eğitim alma haklarına kavuşmuşlardır. Özel eğitim, ortalama öğrenci özelliklerinden önemli ölçüde farklılaşan öğrencilere sağlanan, bireysel olarak planlanmış ve bireyin bağımsız yaşama olasılığını en üst düzeye çıkarmayı hedefleyen eğitim hizmetlerinin bütünü (Kırcali-İftar,1998) olarak tanımlanmıştır. Türkiye’de engelli eğitimi özel eğitim kurumlarında verilmektedir. 573 sayılı Özel Eğitim Hakkında Kanun Hükmündeki Kararname’de (1997 madde 19), Özel Eğitim Kurumları, özel eğitim gerektiren bireylere özel eğitim desteği sağlamak, onları iş ve mesleğe hazırlamak veya örgün eğitim programlarından yararlanamayacak durumda olanların temel yaşam becerilerini geliştirmek ve öğrenme ihtiyaçlarını karşılamak üzere açılan gündüzlü eğitim kurumları olarak tanımlanmaktadır. Özel eğitim kurumları; Milli eğitim Bakanlığına bağlı, gündüz eğitim kurumları, yatılı özel eğitim okulları, kaynaştırma eğitimi yapan okullar ile resmi ve özel kurumlar, özel eğitim ve rehabilitasyon kurumları şeklinde yürütülmektedir (Baykoç Dönmez, 2010). Bu kurumlarda, özel eğitime gereksinim duyan öğrenciler, mensup oldukları engel sınıflarına göre kayıt yaptırmakta ve eğitim alabilmektedirler. Özel eğitimde yapılan sınıflandırmalar daha çok yetersizlik türüne göre yapılmaktadır. Ülkemizde özel eğitim sistemi içerisinde yasal olarak bu tür bir sınıflandırma kullanılmaktadır (Cavkaytar, 2012). Özel Eğitim Hizmetleri Yönetmeliğine göre, özel eğitime ihtiyacı olan bireyler; “birden fazla yetersizliği olan, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olan, dil ve konuşma güçlüğü olan, duygusal ve davranış bozukluğu olan, görme yetersizliği olan, işitme yetersizliği olan, ortopedik yetersizliği olan, özel öğrenme güçlüğü olan, otistik, serebral palsili, süreğen hastalığı olan, üstün yetenekli birey ve zihinsel yetersizliği olan birey» olmak üzere on üç başlık altında sınıflandırılmışlardır. Bu sınıflandırma aynı zamanda günümüzde özel eğitim hizmetlerinin yürütüldüğü alanları da göstermektedir. Özürlü ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü ÖZVERİ (2013) kayıtlarına göre Türkiye’de engelli bireylerin engel durumlarına göre dağılımları; Süreğen Hastalıklara sa- Y 48 Öğretmenlerin Perspektifinden Özel Eğitimde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Muş İl Örneği hip birey sayısı 776.532, Dil ve Konuşma engelli birey sayısı 39.469, Zihinsel engelli birey sayısı 490.733, İşitme engelli birey sayısı 156.451, ortopedik engelli birey sayısı 324.745, Ruhsal ve Duygusal engelli birey sayısı 175.902, Görme engelli birey sayısı 216.268 diğer engellere sahip birey sayısı 2.535 ve engel durumu bilinmeyen birey sayısı ise 1.498’dir. Toplamda 1.558.021 kişi engelli birey olarak tanımlanmaktadır ve bu bireylerden engel oranı % 50’nin üzerinde olanlarının sayısı 1.079.284 tür. Ayrıca yine ÖZVERİ (2013) kayıtlarına göre 0-4 yaş aralığında olan engelli çocuk sayısı 23.585 iken 5 ile 24 yaş arası engelli birey sayısı 457.458’dir. Milli Eğitim 20122013 yılı istatistiklerine göre özel eğitim okullarında 33.877 öğrenci, özel eğitim sınıflarında 25.477 öğrenci, kaynaştırma eğitimde 161.295 öğrenci eğitim almakta ve eğitim alan toplam öğrenci sayısı 220.649 olarak açıklanmıştır. Özveri kayıtları ve MEB verileri beraber değerlendirildiğinde özel eğitime muhtaç öğrencilerin büyük bir kısmının herhangi bir genel veya özel eğitim kurumuna kayıtlı olmadığı sonucuna ulaşılabilir. Türkiye geneli özel eğitime gereksinim duyan bireylere dair, ÖZVERİ kayıtları ve MEB verileri ışığında Muş ili genelinde özel eğitime gereksinim duyan bireylerin verilerini değerlendirmek kuşkusuz daha sağlıklı sonuçlar doğuracaktır. Muş ili Rehberlik ve Araştırma Merkezi (RAM) ‘inden elde edilen verilere göre (Tablo1) 2014 yılı itibariyle bedensel engelli tanısı konulan birey sayısı 62, dikkat eksikliği ve hiperaktif bozukluğu olan birey sayısı 3, dil ve konuşma engelli birey sayısı 3, görme engelli birey sayısı 15, işitme engelli birey sayısı 257, otistik birey sayısı 22, özel öğrenme güçlüğüne sahip olan bireylerin sayısı 218, ağır, orta ve hafif düzey zihinsel engelli bireylerin sayısı ise sırasıyla 977, 1597 ve 2246 dır. Tablo 1: RAM’da 2014 yılından itibaren tanı konulmuş kişi sayısı ve engel gurubu Engelli Sayısı Bedensel engelli 62 DEHB 3 Dil ve Konuşma 3 Görme Engelli 15 İşitme Engelli 257 Otizm 22 Özel Öğrenme Güçlüğü 218 Ağır Düzey Zihinsel Engelli 977 Orta Düzey Zihinsel Engelli 1597 Hafif Düzey Zihinsel Engelli 2246 Toplam 5400 Y Engel Çeşidi 49 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Özel Eğitim Uygulama Merkezinde ise toplamda 75 özel eğitime gereksinim duyan birey eğitim alabilmektedir. Okul öncesinde kayıtlı olan öğrenci sayısı 3, ilkokulda 33, ortaokulda 23 ve lisede ise 13 öğrenci resmi olarak kayıtlıdır. Muş ili RAM’dan elde edilen veriler ile bu okulda eğitim alan öğrenci sayısı karşılaştırıldığında özel eğitim uygulama merkezinin kapasitesinin yetersiz olduğu açık bir şekilde görülmektedir. Tablo 2: 2012-2013 Özel eğitim uygulama okulu öğrenci sayıları Öğrenci Sayısı Kademe Kadın Erkek Toplam Okul Öncesi 3 3 6 İlkokul 18 15 33 Ortaokul 15 8 23 İş Eğitim Uygulaması Lise 12 1 13 48 27 75 Toplam Muş il sınırları içerisinde toplam 9 adet Özel eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi mevcut olup bu kurumların 2013-2014 yılı itibariyle hiç birinde özel eğitim bölümü mezunu öğretmen görev almamaktadır. Ayrıca yine Muş Milli Eğitim Müdürlüğü’nden edinilen Tablo 4 verileri bize 76 öğretmen ve 1349 öğrencinin bu eğitim kurumlarında kayıtlı olduğunu göstermektedir. Bu veriler ile her bireyin 8 saat bireysel, 4 saat grup eğitimi alması gerektiği bilgisi bir arada değerlendirildiğinde ortaya çıkan sonuç, verilen eğitimin nitelik olarak bir yana niceliksel olarak da ne oranda sorunlu olabileceğine dair ipuçları barındırmaktadır. Tablo3: 2013-2014 Öğretim yılında muş ili özel eğitim ve rehabilitasyon merkezleri durum çizelgesi İlçe Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi Öğrenci sayısı İdareci Öğretmen Kadın Erkek Toplam Muş Özgür Adımlar 1 11 61 120 181 Muş Akhan 1 7 55 78 133 Muş Işık 1 10 48 117 165 Muş Buket 1 5 32 40 72 Muş Yeni Yaşam 1 12 60 206 266 Bulanık Mavi Umut Malazgirt Özel Malazgirt 1 5 32 62 94 1 9 40 90 130 Varto Özel Yeni Çağdaş 1 11 61 129 190 Hasköy Özel İlk Çağdaş 1 6 32 86 118 9 76 421 928 1349 Toplam Y 50 Öğretmenlerin Perspektifinden Özel Eğitimde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Muş İl Örneği Son yıllarda gerek Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün gerekse MEB’e bağlı Rehberlik ve Özel eğitim Daire Başkanlığı’nın yapmış olduğu çalışmalar özel eğitime gereksinim duyan bireylerin koşullarının olumlu yönde gelişimine katkı sunmuştur. Ancak yaşanan tüm bu olumlu gelişmelere rağmen henüz engelli bireylerin ihtiyaçlarının istenilen düzeyde karşılandığını söylemek mümkün değildir. Özel eğitime gereksinim duyan bireylerin eğitim hakları her ne kadar kanun (2916 sayılı “Özel Eğitime Muhtaç Çocuklar” Kanunu) ve kanun hükmündeki kararnameler ile teminat altına alınmış olsa da, kanunun gerektirdiği hizmetlerin özel eğitime gereksinim duyan bireylere istenilen düzeyde sunulması zaman almaktadır. Özel eğitime gereksinim duyan çocuklarla ilgili kanuni hüküm; eğitimde teori, politika ve uygulama düzeyinde önemli ve tartışmalı soruları doğurur. Bu soruların birçoğu ‘bireysel farklılıklarını kabul ederek ve onlara saygı göstererek, her çocuğun eğitimini eşit şartlar altında en iyi nasıl verebiliriz’ temel problemiyle ilgilidirler (Terzi,2010). Özel eğitim hizmetlerinin genel eğitime oranla yeni olması, özel eğitime gereksinim duyan bireylerin gereksinim durumlarının farklılığı, toplumun engelli bireylere dair düşünce ve tutumları, ekonomik kaynakların sınırlı oluşu, yeterli oranda ilgili alan mezunlarının ve uzmanlarının olmayışı bu sahada birçok problemin ortaya çıkmasına zemin oluşturmaktadır. Ortaya çıkan bu problemlerin tespiti ve çözümü noktasında birçok çalışma yapılmıştır. Korucu’nun (2005) “Türkiye’ de özel eğitim ve rehabilitasyon hizmeti veren kurumların karşılaştığı güçlüklerin analizi: kurum sahipleri, müdür, öğretmen ve aileler açısından”, Sağıroğlu’nun (2006) “Özel gereksinimli bireylere sahip ailelerin çocuklarının devam ettiği özel eğitim ve rehabilitasyon merkezlerinden beklentileri”, Altınkurt’un (2008) “Özel eğitim ve rehabilitasyon merkezlerinde yaşanılan sorunlar ve çözüm önerileri”, Tiryakioğlu’nun (2009) “Rehberlik ve araştırma merkezi müdürlerinin özel eğitim bölümünün sorunlarını algılamaları” isimli araştırmalar özel eğitim hizmetlerinde yaşanılan sorunları farklı değişken ve örneklemlerle ele almışlardır. Y Bu çalışma ise, Özel eğitim Uygulama Merkezi ve Özel Eğitim ve Rehabilitasyon kurumlarında görev alan, sınıf öğretmenliği, okul öncesi öğretmenliği ve özel eğitim alan mezunu ile branş öğretmenlerinin perspektifinden öğretim süreci, fiziksel mekânlar, öğretmenlerin öğrenci velileriyle ve idarecilerle olan ilişkileri bağlamında özel eğitimde yaşanan sorunları ve çözüm önerilerini tespit etmeyi amaçlamaktadır. Çalışma ayrıca özel eğitim kurumlarında verilen hizmetlerde niteliksel bir artış sağlamayı ve ilgili literatüre katkıda bulunmayı hedeflemektedir. 51 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 2. Yöntem 2.1. Araştırma modeli ve katılımcı grubu Bu çalışma nitel araştırma yöntemi tekniklerinden yarı yapılandırılmış görüşme tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Nitel araştırma, gözlem, görüşme ve doküman analizi gibi nitel veri toplama yöntemlerinin kullanıldığı, algıların ve olayların doğal ortamda gerçekçi ve bütüncül bir biçimde ortaya konmasına yönelik nitel bir sürecin izlendiği araştırma olarak tanımlanabilir. (Yıldırım-Şimşek, 2008: 39) Muş il merkezi sınırları içerisinde bulunan Özel Eğitim Uygulama Merkezi ve Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinde görevli toplam dokuz öğretmen bu çalışmanın katılımcı grubunu oluşturmaktadırlar. Katılımcıların demografik bilgileri tablo 4’te sunulmuştur. Tablo 4 :Araştırmaya katılan öğretmenlerin demografik bilgileri Öğretmenin Çalıştığı Kurum Eğitim Verdiği Öğrenci Grubu Cinsiyet Kıdem/Yaş Mezun Olduğu Lisans Programı Özel Egt. Uygulama Mer Zihinsel Engelli Kadın 1,5 yıl/24 Müzik öğretmenliği Özel Egt. Uygulama Mer Zih. Eng./Down Send/ Görme Eng. Erkek 5 yıl / 28 Zihinsel Eng. Öğrt. Özel Egt. ve Reh. Mer.. Zihinsel engelli Erkek 3 yıl / 33 Sınıf Öğretmenliği Özel Egt. Uygulama Mer Zihinsel engelli Erkek 4 yıl / 29 Okul Öncesi Öğrt. Özel Egt. Uygulama Mer. Zihinsel engelli Kadın 4 yıl / 27 Zihinsel Eng. Öğrt. Özel Egt. Uygulama Mer. Otistik Erkek 4 yıl / 29 Zihinsel Eng. Öğrt. Özel Egt. Uygulama Mer. İdareci Erkek 17 yıl /39 Sınıf Öğretmenliği Özel Egt. ve Reh. Mer.. Zihinsel engelli Erkek 2 ay /25 Sınıf Öğretmenliği Özel Egt. ve Reh. Mer.. Çoklu engelli Kadın 6 ay / 24 Sınıf Öğretmenliği 2.2. Veri toplama aracı ve veri analizi Bu çalışmada veriler, araştırmacılar tarafından geliştirilen öğretim sürecine, fiziksel mekânlar ve öğretmen- aile ve idareci ilişkilerine dair sorunları ve çözüm önerilerini esas Y 52 Öğretmenlerin Perspektifinden Özel Eğitimde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Muş İl Örneği alan toplamda on beş sorudan oluşturulmuş ‘Yarı Yapılandırılmış Görüşme Formu’ aracılığıyla toplanmıştır. Konu alanı ile ilgili literatür taraması yoluyla sorular hazırlanmıştır. Görüşmeler, ses kayıt cihazı ile kaydedilmiştir. Katılımcıların görüşleri görüşme formunda yer alan soruların sıralamasına göre tespit edilerek bulgular kısmında aktarılmıştır. Ayrıca benzerlik arz eden katılımcı görüşlerinin bir tekrar oluşturmaması için yalnızca katılımcılardan birinin görüşüne yer verilmiştir. 3. Bulgular 3.1. Öğretim süreci 3.1.1. Öğretmenlerin alan, pedagoji alan bilgileri ve sınıf yönetimi Özel eğitim bölümü mezunu öğretmenlerin özel eğitime gereksinim duyan bireylerin eğitiminde daha başarılı oldukları ve alan dışı mezun öğretmenlerin özel eğitim kurumlarında alan ve pedagojik alan bilgisi bağlamında yeterli teorik ve pratik kazanımları olmaksızın görevlendirilmelerinin öğretmenin ve öğrencilerin sıkıntılar yaşamasına yol açtığı katılımcılar tarafından ifade edilmiştir. Her işin ustalığı var, bu işte de deneyim önemlidir. Zira teori ile uygulama arasında da farklılıklar söz konusudur. İşin detayları uygulamada fark edilmektedir. Biz bir aylık bir eğitim aldıktan sonra bu kurumlarda çalışabiliyoruz. Ancak aldığımız eğitim, öğrencilerin sağlıklı yetişmeleri için yeterli değildir. Bizim gibiler için hizmet içi kurslar lazımdır. Fakat henüz böyle bir eğitim almadık. Biz daha çok öğrenciyle hem hal olarak, onunla iletişime geçerek fark ediyoruz, öğreniyoruz (K1). Biz bir aylık bir kursla buralara geldik. Aldığımız kurs kesinlikle yeterli değildi. Öğretmenlik yapılarak öğrenilen bir meslektir. Eğitimini aldığımız alandan mezun olduğumuzda dahi pratik eğitime başladığımızda güçlükler ile karşılaşabiliyorken, hem teori hem de pratik bilgi yoksunu olduğumuz bir alanda çalışmak ister istemez problemlere neden olacaktır. Bu işi yaparken öğrendik (K5). Katılımcıların bir kısmı alan dışı öğretmenlerin özel eğitim uygulama merkezlerinde görevlendirilmesini özellikle öğrencilerin eğitim ve öğretimleri açısından eleştirmişler ve neler yapılabileceği noktasında öneriler sunmuşlardır. Sınıf öğretmenliğinden gelen kimse ne kadar iyi olursa olsun alanın temel becerilerini bilmediği için öğrenme- öğretme noktasında sıkıntı büyüktür. Sınıf öğretmenliğinden gelen sadece akademik olarak bu alanı değerlendirir. Oysa bizim öğrencilerde tuvaletini tutamama, tükürme gibi davranış bozuklukları var. Bunlar düzeltilmedikçe akademik alana geçmek problemdir (K6). Y Sınıf öğretmenlerinin bu alana alınması bu bölümü kötü etkiledi, bölümü mağdur etti. Engelli öğrenci görmemiş öğretmenlerin bu alana alınması ve eş durumu tayininde mer53 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. kezde yer almak için öğretmenlerin engelli öğrencilerin bulundukları okullara alınması bu öğrencilerin iyi eğitim almaları önünde engel olarak görülebilir. Öğrenciler mağdur oldu. Bu eksikliği gören yetkililer seminer düzenleme kararı aldılar (K8). Özel eğitim sınıflarında sınıf yönetiminin genel eğitime oranla biraz daha güç olduğu bu nedenle farklı yöntem ve tekniklerin bilgisine sahip olmak ve onları doğru kişiye doğru zamanda uygulamak gerektiği ifade edilmiştir. Öğretmenin sınıf yönetimine hâkim olması için iyi bir pedagog olması gerekir. Ancak bu şekilde çocuğa hangi ödülün ya da kuralın uygulanacağına karar verebilir. Bu şekilde çocuğun gelişimini özelliklerini bilmek sınıf yönetimine de ciddi katkı sağlar… (K6). Ufak pekiştireçler, ses ve mimikler kullanılarak öğrenciye doğru davranış öğretilebiliyor. Zira çocuklar ses tonunu bile anlıyorlar. Tabii bu uzun bir süre alabiliyor. Ağlayan çocuk, sınıfta durmayan çocuk vb. olaylar zamanla düzelebiliyor. Her biri ayrı bir dünyada, aralarında herhangi bir bağ yokken ve her biri ayrı bir oyun ile meşgul iken zamanla ve öğretmenin rehberliğinde aralarında bağ kuruluyor, beraber oyun oynamalar başlıyor (K7). Öğretmen arkadaşlardan yardım aldım. Pekiştirme ceza, vb. konularda zamanla çok şey öğrendim. Ders işlerken onları izledim. (K9). 3.1.2. Öğretmen sirkülâsyonu Eğitim ve öğretimden istenilen sonuçların elde edilmesi açısından öğretmenin öğrencileri tanıması, bireysel farklılıklarını bilmesi ve bu çerçevede eğitim ve öğretim ortamını oluşturması oldukça önemli olduğu dile getirilmiştir. Bununla beraber özellikle özel eğitim öğrencilerinin öğretmenin dilini ve tarzını benimsemesi, yönetimini kabul etmesinin zaman aldığı ve bu nedenlerle de öğretmen değişikliklerinin eğitim ve öğretime olumsuz yansıdığı yönünde düşünceler öğretmenlerce ifade edilmiştir. Zihinsel engelli öğrencinin öğretmene alışma süreci akranlarına oranla daha uzun zaman alır. Tam alışmışken öğretmenin değişmesi öğrenci için bir dezavantajdır. Aynı şey öğretmen için de geçerlidir. Öğretmenin öğrencileri tanıması, ona göre yöntem teknik belirlemesi açısından önemlidir. Öğrenci tanınmadan eğitim sağlıklı yürütülmeyeceğine göre sürekli öğretmen değiştirmek, engelli eğitimi için bir eksiklik olarak kabul edilebilir. Bu arada geçen zaman öğrencinin aleyhinedir (K1). Bu gibi bölgelerden ilk atama olmalarından dolayı öğretmenlerin pratikte mesleği tam öğreniyorken ayrılıp gitmeleri problem yaratmaktadır (K2). …Öğrencilerin öğretmene alışma süreci diğer normal öğrencilere göre daha uzun zaman alıcıdır. Duygularıyla yaşayan öğrencilerin performansını her yıl değişen öğretmenin sağlıklı alması güçtür. Zira tam güven sağlanmadan alınan performans buna dayalı Y 54 Öğretmenlerin Perspektifinden Özel Eğitimde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Muş İl Örneği yapılan BEP’lerde sıkıntılar olur (K4). 3.1.3. Öğrenci sayısının fazla olduğu sınıf ortamlarında iki öğretmenin bir sınıfta görevli olması Özel eğitim sınıflarında birden fazla öğretmenin görev almasının avantajları ve dezavantajları, öğretmenlerin koordinasyonunun önemi izah edilerek güçlü ve zayıf yönlerine göre iş bölümünün yapılması ve öğretmenlerin deneyimlerinin paylaşılmasının öğrencilerin başarısına katkı sağlayacağı ifade edilmiştir. Kuşkusuz iki öğretmenin beraber eğitimi üstlenmeleri daha avantajlıdır. Mesela bir öğretmen problem yaratan öğrenci ile ilgilenirken diğer öğretmen geri kalan öğrencilerin eğitimlerini devam ettirebilmektedir (K2). İki öğretmenin olması bazen avantajdır. Bazen de problem olur. İkinci öğretmen sınıf öğretmenliğinden gelmiş ise ve siz eşgüdüm halinde, ortak anlayışla çalışıyorsanız bu durum öğrencinin eğitimi için çok iyidir. Ama ben zaten biliyorum noktasında ise ya da paralel düşünmüyorsanız bu durum da öğrencinin aleyhine olabiliyor (K6). Görev paylaşımı (olmalı) öğrenci paylaşımına dayalı olmamalıdır. “Bu öğrenciler senin bunlar benim “ şeklinde bir paylaşım çok kötüdür. Diğer şekillerdeki görev paylaşımı ile öğrencinin eğitilmesi daha kolay ve hızlı olmaktadır (K8). 3.1.4. Programda yer alan konu, hedef ve kazanımlar Hazırlanan programların öğrenci seviyesi gözetildiğinde, düşük ve yüksek hedef ve kazanımları talep etmesinin sıkıntıları dillendirildiği gibi bu sıkıntıların yine uzman görüşler alınarak öğrenci seviyesine uygun hale nasıl getirildiği açıklanmıştır. Ayrıca öğretmenler çözümün kendilerini aştığını düşündükleri problemlerle ilgili öneri ve taleplerde bulunmuşlardır. Programda değiştirilmesi gereken yerler var. Mesela din kültürü dersi, kısa (bellek problemleri olan) hafızalı öğrencilerimize uygun değil, kimi kitaplarımızda çok uzun cümleler yer almaktadır. Buna karşın beslenme dersindeki amaçlar ise daha basit gelmektedir (K2). Ben hedefleri gerçekçi bulmuyorum. RAM’ın belirlediği hedefler bazen öğrenci kapasitesinin üzerinde bazen aşağısında olabiliyor. (K3). Y Tabi RAM’ın programları bazen öğrenciyi yansıtmayabilir. Bu RAM’ın kullandığı testlerden, zamanın az olmasından ve öğrencilerin durumsal davranış özelliklerinden kaynaklanabilir. Öğrenci ile bir yıl çalıştıktan sonra bizler raporlarımızı RAM’a gönderiyoruz. RAM bir sonraki yıl bizlerin yani öğretmenden gelen raporları da dikkate aldığında yanlış karar verme ihmali daha da azalmış olur. Bunun için öğretmenlerin de yılsonu raporlarını doğru hazırlamaları gerekiyor (K5). 55 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Özel eğitim okul öncesi programı yoktur. Bütün programı hepsini kendim hazırlıyorum. Genel müfredatı bizler basamaklandırıyoruz. BEP’leri hazırlıyoruz (K7). 3.1.5. Kullanılan kitapların içeriği ve materyal temini Bazı engel gruplarına ve bazı derslere yönelik hazırlanmış bir kaynak kitabın olmadığı ve yine MEB tarafından hazırlanan kitapların eksik yönleri ifade edilerek, bu eksikliklerin bir kısmının kendilerince nasıl giderildiği açıklanmıştır. Özel eğitime yönelik hazırlanmış kitaplardan yararlanmaya çalışıyoruz… Mesela matematik kitabı amaç olarak belirlediğimiz “rakam yazma becerisini” destekleyecek şekilde değildir. Bu durumlarda ek kaynaklar kullanmak durumunda kalıyoruz (K2). Otizm öğrencilerine göre ayrı kitaplar yok… Kitapları öğretmen kendisi alır düzenler… Bu öğrenciler için sadece bir kaynaktan ders işlenmez… Kitaptan ve programdan iyi faydalanmak için öğretmenin çok iyi yetişmiş olması gerekir. Bu öğrencilere göre düzenlenmiş kaynakların tümüne ulaşmamız zor. Zira bir kısmı çok pahalıdır. Ancak il çapında temel araçları temin edebiliyoruz. Otizm okulu olursa Milli Eğitim bu öğrencilere yönelik daha fazla materyal temin edebilir (K6). Bize özgü kitap yoktur (Okul öncesi). Ancak, diğer öğrenciler için hazırlanmış kitaplardan faydalanıyorum (K7). Özel eğitim programında yer alan bazı dersler genel amaçlarından kısa dönemli amaçlara kadar her şey aynı idi. “Toplumsal uyum becerileri” ile “beslenme bilgisi” derslerinin her şeyi aynı idi, kopyala yapıştır yapılmıştır. ”Ağaç işleri” ile “iş ve uygulama dersi” hakeza aynı, başlıklar bile değiştirilmemiş (K8). Müstakil bir müzik kitabımız yok (K9). 3.1.6. BEP programlarının hazırlanması ve uygulanması Bireysel eğitim programı hazırlamanın ve uygulamanın nasıllığı ve nedenselliği anlatılırken karşılaşılan problemler ve çözüm önerileri aktarılmıştır. Katılımcıların önemli bir kısmı BEP’lerin öğrencinin gelişimi ve bu gelişimin takibi noktasında önemine vurgu yaparken bir kısmı ise BEP’lerin hazırlanmasını ve uygulanmasını angarya olarak gördüklerini ifade etmişlerdir. Aileyi bilgilendirmek, RAM’ı bilgilendirmek ve neyi yapıp neyi yapmadığımızı belgelemek için BEP’leri yapmak gereklidir. Kimi zaman BEP’lerin angarya, bürokratik işlemler olarak ve müfettişe iyi görünmek işin yapıldığını biliyoruz. Bu tip durumlarda uygulamalarda BEP’lere müracaat edilmediği de vakıadır (K1). Bir öğrencinin performansını alma süremiz bir aydır. Bu bizlere öğrenciyi tanıma ve BEP’i hazırlamada yardımcı oluyor. Burada önemli olan öğrenciyi tanıma ve ona göre Y 56 Öğretmenlerin Perspektifinden Özel Eğitimde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Muş İl Örneği amaç belirlemedir. Ek amaç belirmede sıkıntımız yoktur. Hedeflenen amaç ya da kazanım gerçekleştirilmişse yenisi belirlenebilir (K2). Ancak şekil olarak BEP’lere ayrılan zaman öğretmeni yorsa da öğrencinin gelişimin takip edilmesi açısından gereklidir (K3). BEP kesinlikle gereklidir. Okul düzeyinde aynı seviyedeki öğrencilerin aynı sınıflara yerleştirilmesi önemlidir. Bu şekilde başarı artar (K6). 3.1.7. Farklı seviye ve yaşta olan öğrencilerin aynı sınıfta bulunması durumu Sınıflar oluşturulurken olabildiğince homojen olmasına dikkat edildiği, ancak sınıf heterojenliğinin kaçınılmaz olduğu durumlarda akran eğitimi vb. yöntemlerin kullanıldığı belirtilmiştir. Ayrıca katılımcıların bir kısmı e-okul sisteminin özel eğitim uygulama merkezlerinin ihtiyaçlarının göz önünde bulundurularak bazı uyarlamalarla uygun hale getirilmesine yönelik taleplerde bulunmuşlardır. Biz eğitimi bireysel gerçekleştiriyoruz. Dolayısıyla eğitsel anlamda bu noktada sıkıntı yaşamıyoruz. Gurupla yaptığımız eğitimde ise seviye ve yaşların bir birine yakın olan kimseleri seçmeye dikkat ediyoruz (K1). Öğrencilerin seviyeleri farklı olduğu için aynı derste farklı kazanımlar kazandırmaya çalışmak zaman alıcı ve zordur. Bu durumlarda bilen arkadaşlarından yardım alma yoluna gidilmektedir. Öğrenci bilen arkadaşından öğrenmektedir. Bu şekilde eğitim hem bilende özgüven oluşturmakta hem de öğreneni daha da motive edebilmektedir (K2). Sorun oluşturmaktan çok öğrencilerin sosyalleşmesine ciddi katkı sağlamaktadır. Biz öğrencilerimizin topluma uyum sağlamasına çalışıyoruz. Toplum da farklı katmanlardan oluştuğu için burada bunu öğrenmeleri daha iyi olabilir. Tüm bunlar ile beraber öncelik fiziki gelişim olmak üzere zihinsel gelişimlerine göre öğrencileri ayırmaya çalışıyoruz. e–okul sisteminin bu öğrencilere göre uygun olmayışı bizim yaşadığımız en büyük problemdir (K4). (Öğrenci seviyesi ve sınıfı arasında farklılık olduğu durumlarda yönetmeliğe göre öğrencinin sınıfının değiştirilmesi mümkün iken e-okul sistemi bu değişikliği yapmaya uygun değildir). Sınıf mevcutları çok olduğu için benzer yaşta aynı seviyede öğrenci bulunabilir. Öğretmen yeterli ise ciddi problem yaşanmaz. Aynı seviyede olan öğrencilerin öğrenmeleri daha hızlanabilir. Yaş farkları sosyal açıdan engelli öğrencileri çok ciddi etkilemiyor (K6). Y İdareciler sınıf uygunluğu konusunda bizlere da danışıyorlar. Bazen kimlik bilgisi de farklı olur. Kimlikte farklı kayıtlar söz konusu olabiliyor. Boyları ve yapılarının farklı oluşu kaynaşmaya engel olur. Bazen bundan dolayı bir birlerinden korktukları da oluyor. 8 yaşındaki çocuk anasınıfına yeni getiriliyorsa burada problem ortaya çıkar (K7). 57 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 3.1.8. Tatillerin çokluğu ve uzunluğu Zihinsel Engelli öğrencilerin en önemli problemlerinin başında bellek yetersizliği olduğu, bellekte bilginin kalıcılığının sağlanmasının en önemli etmenleri arasında tekrar olduğu bu nedenle eğitim ve öğretime verilen araların öğrencilerin öğrenmeleri üzerinde son derece olumsuz etkiler bıraktığı ifade edilmiştir. Rehabilitasyon kurumlarının ve ailelerin sorumluluklarını yerine getirmemelerinin sonuçları aktarılmıştır. Şu anda sınıfımda iki öğrenci okuma yazma bilmektedir; ama seneye geldiğimde bu öğrencilerimin öğrendiklerinin büyük bir kısmını unutabileceklerini düşünüyorum. Geçen yıl aynı şeyi yaşadım. Aile bilinçli olursa bu tip sorunlar azalabilir. Rehabilitasyonlar üzerlerine düşeni yapsa bu öğrenciler aynı seviyede kalsa bile biz, bunu bir kazanç olarak değerlendiririz (K2). Öğrencilerimiz kısa süreli bellekleri zayıf olduğu için tatiller ciddi olarak etkilemektedir. Hatta hafta sonu tatilleri bile öğrencileri davranışlarında değişikliklere neden olabiliyor. Bize paralel gitmeleri gereken rehabilitasyon merkezleri maalesef bu rollerini oynamada problem yaşamaktadırlar. Yönetmelikte belirlenmiş onlar (Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezleri) yardımcı merkezlerdir. Ancak sadece yönetmelikle bu iş gitmiyor. Denetimin daha iyi düzenlenmesi gerekiyor (K4). Benim öğrencilerim çabuk unutuyorlar, bunun için veliler ile iletişime geçerek yaz tatillerinde yapmaları gerekenleri söylüyoruz. Veli bunu yaparsa iyi olur... İlgisiz olursa problem daha büyüktür (K7). Öğrenci tekrar etmedikçe unutabiliyor. Ailelerin bu noktada devreye girmeleri gerekiyor. Rehabilitasyon merkezi kaliteli ise bir öğrenciye olumlu katkı sağlayabilir ama biz bunu görmedik (K8). Hafta sonu bile bazen öğrencilerin öğrendiklerini unutmaları için yeterli olabiliyor… Öğrenmelerinin çoğunu unutabilir. Aileler daha faal olarak öğrencilerin eğitimlerinde görev alabilir. Okulda öğrendiklerini yaz tatillerinde devam ettirebilirler (K9). 3.1.9. Türkçe bilmeyen çocuklar Özel eğitime gereksinim duyan öğrencilerin öğrenmelerinin güçlüğü ortadayken bir de dil probleminin ortaya çıkmasının öğrenciyi ne kadar olumsuz etkilediği ve akranlarına oranla öğrenme seyrinin ne kadar yavaş olduğu belirtilerek bu gibi durumlarda neler yaptıklarını ve nelerin yapılması gerektiği katılımcılar tarafından dile getirilmiştir. Öğrenci dağılımı yapılırken hocaların Kürtçe dilini bilmeleri dikkate alınmaktadır. Bu sıkıntıyı biraz düşürmekte, gerçekte çözmemektedir. Bu öğrenciler çift engelli olmaktadırlar. Biz bu tip durumlarda hem dil becerisi hem de diğer belirlediğimiz beceriyi bir Y 58 Öğretmenlerin Perspektifinden Özel Eğitimde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Muş İl Örneği arada vermeye çalışıyoruz. Tabii olarak bu öğrencilerin öğrenmesi diğer engelli akranlarına göre daha az olmaktadır. Kişinin ailesinde öğrendiği anadili öğretme, o dil ile beceri kazandırmaya çalışma asıl olması gerekendir. Zira bazı öğrencilerimiz okula devam etmemekte ailesinde hep Kürtçe konuşulmakta, sadece haftada bir bizde eğitim almaktadır. Bu noktada Türkçeyi öğretmekte problem yaşamaktayız (K1). Bir öğrencimiz vardı. Biz konuşması yok diye değerlendiriyorduk. Ama diğer özellikleri gelişmişti. Çizimi iyiydi. İki yıl sonra Kürtçe bilen öğretmen verildiğinde bu çocuğun konuşabildiğini fark ettik. Aile ile konuşuyoruz. Ailelerden öğrenci ile Türkçe konuşmasını istiyoruz. Kürtçe bilen öğretmen öğrenci ile Türkçe eğitim yapmaktadır. Bu çocuk ile iletişime geçmesi noktasında öğretmenin Kürtçe bilmesi büyük bir avantajdır (K2). Biz Kürtçe bildiğimiz için komutları bu dil ile veriyoruz. Önemli olan öğrencilere beceri kazandırmak hangi dil ile yaptığımız önemli değildir. Eğitim dili Türkçe ama bu dil ile eğitim yaptığımızda öğrencinin önüne ikinci bir engeli de biz çıkarmış oluyoruz (K3). Hakan diye öğrencim vardı. Benimle konuşmuyordu. Sonra Kürtçe bilen öğretmenlerin olduğu sınıf aldırdık çok güzel iletişime geçtik. Çünkü anadiliyle konuşabiliyordu. ve bu da başarısını çok arttırdı. Zamanla artık Türkçe komutlara da cevap alabiliyoruz. Ailede farklı, okulda farklı bir dil ile eğitim öğrencinin aleyhine olur (K6). Bana gelen öğrenciler hiç konuşamayan öğrencilerdir. Biz Türkçeyi de burada öğretiyoruz. Biz aileye kesinlikle çocukla farklı bir dil konuşmamasını söylüyoruz. Zira bu bizim öğretmemizi çok olumsuz etkilemektedir (okul öncesi) (K7). 3.2. Fiziksel mekânlar 3.2.1. Okulun fiziksel yapısı Okullarda bulunan ve bulunması gereken kapalı spor salonlarının, yüzme havuzlarının, uygulama alanlarının, asansörlerin, yemekhanelerinin ve lavaboların uygun standartlarda olması gerektiği ifade edilmiştir. Ayrıca sağlık personelinin olmadığı ve yardımcı personel sayısının da yetersiz olduğu da belirtilmiştir. Y Tuvalet eğitimini tuvalette kazandırmaya çalışıyoruz. Ama tuvaletin yanında soyunma kabini olursa iyi olurdu. Terlikle tuvalete girilseydi iyi olurdu… Bazen yardımcı hizmetlilerden yardım alabiliyoruz. Ama bayan hizmetli olmadığı için bayan öğrencilerin tuvalet kaçırma gibi durumlarında bizlere yardımcı olacak kimseler yoktur. Spor salonumuz olabilirdi. Özellikle kışın uzun sürdüğü bu memlekette kapalı yüzme havuzu, çok amaçlı spor salonu olabilir (K1). 59 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Uygulama sınıfları olmalıdır. Çocuğun yatağını düzelmeyi öğrendiği, uygulama mutfağı olmalıdır. Bunun dışında çiftçiliği, hayvancılığı vb. öğrenebildiği yerler olabilir. Ancak bu tip istekler bizim için uç olarak kabul edilmektedir (K2). Dinlenme salonu, aile bekleme salonu, oyun salonu olmayan (okullarımız ya da binalarımız) ve yetersiz olan bölümlerimiz var. 75 kişi ile eğitime devam ediyoruz, 150 öğrenci alınmayı beklemektedir. Biz belediye sınırları dışından öğrenci alamıyoruz. Belediye sınırları dışındaki aileler desteklenmeli, merkezlere getirilmelidir… Her ilçeye bir okul yapılabilir (K4). Bizde lavaboların boyları standarttır. Almanya’da lavabo boyları öğrencilerin boylarına göre ayarlanabilir özelliktedir… Çok katlı bir merkez problemdir. Tek katlı merdiveni olan bir yapı iyi olur (K6). Fiziki engelli olan öğrenciler için farklı merkezler olmadığından bu tip eğitim kurumlarına bu öğrenciler geldiğinde okulumuz maalesef uygun değildir. Fiziki engelli olan öğrenciler için okulumuz maalesef uygun değildir. Bu öğrenciler Kucakta gelmek durumunda kalıyor. Öğrencinin kendi başına sınıfa gidebilmesi gerekir (K5). Benim sınıfım işitme engellilere göre tasarlanmış bir sınıftır. Çok sıcak oluyor. Sınıfın içinde bir tuvalet olsa daha iyi olurdu. Bu çocukların çok büyükler ile aynı lavaboları kullanması çok kötüdür (K7). Yemekhane problemimiz var. Yemekhanemiz yok, sınıflarda yemekler veriliyor (K8). 3.2.2. Okul bahçelerinin uygunluğu Okul bahçelerinin oyun dışında farklı etkinliklere de elverişli olması, bahçelerin taşlar yerine çocukları incitmeyen malzemelerden inşa edilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bununla beraber kameraların, nöbetçi öğretmenlerin ve yardımcı personellerin varlığı ile güvenlik problemlerini çözdüklerini katılımcılar ifade etmişlerdir. Bahçemiz küçüktür, daha büyük bahçeli ve farklı oyunların oynanabildiği okullar inşa edilebilir (K1). Bahçe çok büyük olmalı zira yaz aylarında bahçe öğrenciler için çok önemlidir. Sıkılan öğrencinin eğitimini yer yer bahçede yapmak durumunda kalıyoruz. Bahçemiz güvenlidir. Ancak her tülü oyunu oynamaya müsait değildir. Hayvanı, tarlası olan büyük bir bahçe ihtiyacımız var (K5). Güvenlik problemiz yok nöbetçi öğretmenler ve yardımcı personeller bu alanda eksikliğe yer bırakmamaktadırlar. Taşlar yerine çocukları incitmeyen farklı malzeme bahçeye kullanılabilirdi… Bağımsız yürümelerine destek olabilecek yol bariyerler olabilirdi (K6). Y 60 Öğretmenlerin Perspektifinden Özel Eğitimde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Muş İl Örneği 3.2.3. Güvenlik ve kullanılabilirlik açısından sınıflar Sınıf tefrişatlarının öğrencilerin güvenliği noktasında nasıl olması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Bu noktada katılımcılar aldıkları ve alınması gereken tedbirleri ve sınıfların kullanımının beklentilere cevap vermesi açısından eksikliklerin neler olduğunu ifade etmişlerdir. Üst katlarda yer alan sınıflarımızın pencere kolları yoktur ve bu katlarda cam seviyeleri yukarıya doğru çekilmiş durumdadır (K1). Öğretmen yokken dolaplar kilitlenmeli, makas vb. araçlar ortadan kaldırılmalıdır (K2). Masa ve sandalyeler uygundur. Sıraların sivri uçları yoktur... Zihinsel açıdan daha gelişmiş ve büyük öğrenciler üst katlarda eğitim görmektedirler. Çocuk kilitleri takmadık ama düşünülebilir. Yangın merdivenimiz uygun ve hazır durumdadır (K4). Bahçe, okul duvarı, sıra ve masalar, korkuluklar ve öğrenim ortamında bulunan tüm araç ve gereçlerin öğrenci seviyesi, özellikleri ve yetersizliklerine göre dizayn edilmesinin önemine dikkat çekmişlerdir. Ayrıca en az bir sağlık personelinin okulda bulunması zaruretini vurgulamışlardır. Kendilerine zarar veren öğrenciler için duvarlara yumuşak malzeme eklenebilir. Masa ve sıraların çocukların boylarına göre düzenlenmesi iyi olurdu (K6). İşi eğitimi sınıfında kazalar olabiliyor. Sağlık personelinin olmaması ciddi bir eksikliktir. Okulda bir hemşirenin olması çok iyi olur. Ayrıca her öğrenciye bir dolap verilmesi iyi olur (K8). Bence sınıflar çok güvenli değil, sıraların monte edilmesi, pencerelere korkulukların takılması öğrencilerin kendilerine zarar verme ihtimalini en aza indirebilecektir (K9). 3.2.4. Okulun konumu ve öğrencilerin ulaşımı Şehir merkezinde özellikle kış aylarında ulaşımda sorun yaşandığı aktarılmıştır. Ayrıca köylerde kalan öğrencilerin ulaşımının sağlanmasında problemler yaşandığı ve bu problemlerin çözümü içinde ilçelere özel eğitim okullarının ve özel eğitim alt sınıflarının açılması önerilmiştir. Kışın karın çok olduğu dönemde bazen sorun yaşamaktayız (K2). Y Okulun konumu iyidir. Yatılı olmadığımız için servis ile ulaşımı sağlıyoruz. Muş merkez küçük ve Muş’un ulaşımı kolaydır. Problem nüfusun büyük bir kısmı köylerde ikamet eden ve buralarda bulunan engellilerin taşınmasıdır. Bu konu üzerinde ciddi düşünmek gerekir. Öneri olarak ailelerin maddi olarak destelenerek şehre taşınması düşünülebilir. Her ilçeye bir okul ya da özel eğitim alt sınıfları açılabilir (K4). 61 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 3.3. İdareciler ve ailelerle olan ilişkiler 3.3.1. Yönetim ve denetim birimleri Araştırma kapsamında görüşlerine müracaat ettiğimiz öğretmenler, yönetim ve denetim birimleriyle yaşanan problemlerin önemli kısmının özel eğitim kurumlarında idari personel ve bu kurumları denetleyen müfettişlerin özel eğitim bölüm mezunlarından seçilmemesinden kaynaklandığı ifade etmişlerdir. BEP planından önde, arkada ya da farklı bir beceri kazandırmaya çalıştığında bu müfettişlerce problem olarak değerlendirilebilmektedir. Kesinlik müfettişlerin bu alanda çalışmış, alanı bilen uzmanlar olması gerekir (K1). Özel eğitim müfettişi ilde yok, bu alandan gelmedikleri için müfettişlerin denetleme esnasında bizden istekleri sınıf öğretmenlerinden istekleri ile benzerlik gösteriyor. Bu da probleme neden olabiliyor (K2). Müfettişler bazen öğrenciden okul yönetimini sorabiliyorlar. Bunun yerine ailelerden bilgi alınırsa daha sağlıklı olacağını düşünüyorum. Rehberlik yapma yerine eksiklikleri bulma gayeleri olabiliyor. Bazen de kurumlara göre tavır aldıkları oluyor (K3). MEB, RAM, müdürler, hepsi bu merkezleri (Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezleri) para kazanma yerleri olarak görmektedirler. Özel eğitim mezunlarının müfettiş olması önemli; ancak bunun da çok uzun süre alacağı kesin. Bunun için müfettişlerin ve bu alana bakan şube müdürlerinin eğitilmeleri gerekir (K5). Özel eğitim mezunu bir idareci daha iyi olur. Öğretmenlerden ne isteyeceğini daha iyi bilir. Öğretmen de kendini rahat hisseder. Örneğin ödül olarak parka öğrencileri çıkarmış iseniz alanında uzman olmayan müdürün uyarılarına maruz kalınabilir. Alan mezunu olmayan müfettiş neyi denetleyeceğini bilmiyor bu durum eğitim açısından istenilen bir şey değildir. Öğrenci lehine ne yapması gerektiğini bilmeyebiliyor (K6). 3.3.2. Öğrenci velileri Ailelerin sorumluluk bilincinde olmadıkları, genelde öğrencilerden ve öğretmenlerden beklentilerinin ya çok düşük ya da çok yüksek olduğu ve ailelerle iletişimde problem yaşandığı katılımcılar tarafından sıklıkla vurgulanmıştır. Problemlerin çözümü için birçok yönteme başvurduklarını ancak istenilen sonucu hala elde edemediklerini de sözlerine eklemişlerdir. Bütün velilerimizi tanıyoruz. Hepsi ile görüş halendeyiz. Düzenli ev ziyaretlerimiz var. Genelde onlar okula gelmiyor, biz evlere giderek onları bilgilendirmeye çalışıyoruz. Fakat aile kursları ve seminerler noktasında çalışmalarımız yok, verilirse kesinlikle çok iyi olur. Bilgisizlikten kaynaklanan ilgisizlik bir nebze de olsa azalır. Bu da öğrencinin eğitimine olumlu yansır (K1). Y 62 Öğretmenlerin Perspektifinden Özel Eğitimde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Muş İl Örneği Çocuğunun hiçbir şey yapamayacaklarını düşünüyorlardı. Biz bu düşüncelerin yıktık, bu çocukların da öğrenebileceklerini onlara söyleyip gösterdik ve bu konuda başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Çocukların bu gelişimi velilere umut oldu (K2). Veliler normal kişilerin gösterdikleri başarıyı zihinsel engelli öğrencilerinde yerine getirmesini bekliyorlar. Bu tavırları bilgisizlikten ziyade anne-baba sevgisi ile açıklamak belki de daha doğrudur. Zamanla gerçekçi bir durum ortaya çıkabilir (K3). Aileleri okula getirmede öğrencinin eğitimine katmada henüz tam anlamıyla başarı sağlayamadık. Geziler, piknikler, aile seminerleri yapmamıza rağmen tam başarılı olamadık (K4). Veli çok ilgisizdir. Özel eğitim sadece öğretmenle ile yürümez. Zira biz haftada 2 saat öğrenci ileyiz diğer zamanlarda öğrenci ailesiyle beraberdir. Eşgüdüm ile hareket edilmeden ve aile duyarlılığı sağlanmadan öğrencilerin ilerlemesi çok zordur (K5). Daha çok işbirliğine giriyorum. Güvenlerini kazanmaya çalışıyorum. Onlar daha zor durumdadırlar. Bazen eşler birbirlerini suçlayabiliyor. Bazen aile çevresinden bazen başka kimseler anne babayı engelli çocuk yüzünden suçlayabiliyor. Özgüveni yetiren ebeveynlere destek olmaya çalışıyorum. Onların çocuklarından utanmaları değil; bilakis onlar ile gurur duymalarını ve onların eğitimleri noktasında umutlu olmalarını istiyoruz (K6). 6 öğrencim var. 5 tanesinin ailesi çocuğu kabullenmiş, elinden gelen her şeyi yapma düzeyinde düzeyine ulaşmış ve iletişime açık haldedirler… Velilerin önce kendilerine sonra öğrencilerine ilgi göstermeleri gerekir. Çok büyük beklentisi olanlar da var. Veliler ile bu noktada gerçekçi ve umutlu olmalarını istiyoruz (K7). Okula gelmiyor, öğrencilerini takip etmiyorlar, boş veren aileler var, beklentisi yüksek olanlar var, bu çocuk öğrenmez ben boş verdim siz de boş verin diyenler var, bir an evvel okuma yazma ve matematikte ilerlemesini isteyenler var. Öte yandan Hocam çocuğumu biliyorum ama beraber eğitimine katkı sağlayalım diyenler var fakat bunların sayıları çok azdır. Bu tip ailelerin çocuklarında daha hızlı ve kolay mesafe alabiliyoruz (K8). 4. Sonuç ve Öneriler Çalışma, Özel eğitim Uygulama Merkezi ve Özel Eğitim ve Rehabilitasyon kurumlarında görevli öğretmenlerin perspektifinden öğretim süreci, fiziksel mekânlar, öğrenci velileriyle ve idarecilerle olan ilişkiler bağlamında özel eğitimde yaşanılan sorunları ve sorunlara çözüm önerilerini tespit etmeyi amaçlamıştır. Y Çalışmada varılan sonuçların daha önce yapılmış çalışma sonuçları ile parelellik arz ettiği görülmüştür (Korucu, 2005; Sağıroğlu, 2006; Altınkurt, 2008; Tiryakioğlu, 2009). Ancak Muş iline özgü farklı problemlerin var olduğu görülmüş ve bunlara yönelik çözüm önerileri geliştirilmiştir. 63 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Katılımcı görüşleri değerlendirilerek; Özel eğitim bölümlerinden mezun olmayan öğretmenlerin özel eğitim kurumlarında alan ve pedagojik alan bilgisi bağlamında yeterli teorik ve pratik kazanımları olmaksızın görevlendirilmelerinin öğretmenlerin ve öğrencilerin sıkıntılar yaşamasına yol açtığı, Ailelerin yeterli formasyona sahip olmamaları ve Özel eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinin öğrencinin öğrenimine yeterli katkı sunamamaları sebebiyle tatillerin öğrencinin öğrenimine olumsuz etkide bulunduğu, Oluşturulan sınıfların olabildiğince homojen olmasına dikkat edildiği, ancak sınıf heterojenliğinin kaçınılmaz olduğu ve bu heterojen durumun sorun oluşturduğu, Özel eğitime gereksinim duyan öğrencilerin öğretmeni benimsemesi, yönetimini kabul etmesinin oldukça zaman aldığı bu nedenlerle öğretmen değişikliklerinin, öğrencilerin eğitim ve öğretimine olumsuz yansıdığı, Kürtçe eğitime yasal izin verilmediğinden öğrencilerin Kürtçe bilen öğretmenlerin sınıflarına aktarıldığını ancak bu durumun da istenen çözümü getirmediği ve öğrencinin başarısızlığına çözüm olmadığı, Muş’ta kış aylarının sert ve uzun olması nedeniyle bir kısım spor alanlarının, yüzme havuzlarının ve uygulama alanlarının kapalı olması bunlarla beraber asansörlerin, yemekhanelerinin ve lavaboların uygun standartlarda olması gerektiği, okullarda hala sağlık personellerinin olmadığı ve yardımcı personel sayısının yetersiz olduğu, Özel eğitim kurumlarında idari personel ve bu kurumları denetleyen müfettişlerin özel eğitim bölüm mezunlarından seçilmesinin çok daha olumlu sonuçlar doğuracağı, Öğrenci ailelerinin beklentilerinin abartılı olduğu, öğretmen ve aile iletişimin istenilen düzeyde olmadığı yönünde sonuçlara ulaşılmıştır. Yapılan çalışmada elde edilen veriler ışığında güçlüklerin aşılması, problemlerin çözümü bağlamında şu öneriler yapılabilir. Özel Eğitim ve Uygulama Merkezlerinde ve Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinde görev alan idareci, öğretmen ve müfettişlerin özel eğitim bölümleri mezunu olmaları için düzenleme yapılması, e-okul sisteminde Özel Eğitim Uygulama Merkezlerinin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde uyarlamaların yapılması, Özel eğitim kurumlarında görevli alan dışı mezunu öğretmenlerin uzun süreli hizmet içi eğitimlere tabi tutulması ve bu konuda özel eğitim bölümü mezunu tecrübeli öğretmenlerden ve akademisyenlerden istifade edilmesi, Y 64 Öğretmenlerin Perspektifinden Özel Eğitimde Yaşanan Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Muş İl Örneği İl merkezlerinde bulunan Özel Eğitim Uygulama merkezlerinin sayısının arttırılması ve ilçe merkezlerine Özel Eğitim ve Uygulama merkezlerinin açılması, Özel eğitim kurumu olarak hizmet veren yapıların özel eğitime gereksinim duyan öğrenci özellikleri göz önünde bulundurularak oluşturulan standartları sağlamalarına dikkat edilmesi, Ailelerde sorumluluk bilincinin oluşması ve çocuklarının eğitimine katılımlarını sağlamak adına seminerlerin düzenlenmesi, broşür ve kitapların basılması, televizyon programlarının yapılması, Türkçe bilmeyen öğrencilerin kendi dillerinde eğitim görmeleri için yasal düzenlemelerin yapılması ve bu bağlamda öğrenci özelliklerinin göz önünde bulundurularak öğretmen atamalarının yapılması, Yaz tatillerinde Özel eğitime gereksinim duyan öğrencilerin eğitimlerinin bütünüyle Özel Eğitim ve Rehabilitasyon kurumlarına bırakılmaması, Özel Eğitim ve Uygulama Merkezlerinin eğitime devam etmelerini sağlayacak yeni düzenlemelerin yapılması, Özel eğitimde kullanılan kitap ve materyallerin tekrar gözden geçirilmesi, kitap ve materyal eksikliklerinin giderilmesi, Sağlık personeli ya da hemşirenin Özel Eğitim Uygulama Okullarına atanmasının sağlanması ve yardımcı personel sayısının arttırılması. 5. Kaynakça Altınkurt, N. (2008). Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinde Yaşanılan Sorunlar ve Çözüm Önerileri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül üniversitesi, İzmir Baykoç Dönmez, N. (2010). Öğretmenlik Programları İçin Özel Eğitim. Baykoç, N. (Ed.). Ankara: Gündüz Eğitim ve Yayıncılık Cavkaytar, A. (2012). Özel Eğitime Gereksinimi Olan Öğrenciler ve Özel Eğitim. Diken, İ. H. (Ed.). Ankara: Pegem Yayın Dağıtım Kırcali-İftar, G. (1998). Özel Eğitim. Özel Gereksinimli Bireyler ve Özel Eğitim. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, Açık Öğretim Yayınları. Korucu, N. (2005). Türkiye’ de Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Hizmeti Veren Kurumların Karşılaştığı Güçlüklerin Analizi: Kurum Sahipleri, Müdür, Öğretmen ve Aileler Açısından, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya Y Terzi, L. (2010). Special Educational Needs: A New Look (Ed. Terzi,L.). Continuum pub. 65 Karasu, T. ve Mutlu, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Milli Eğitim İstatistikleri Örgün Eğitim. Erişim Tarihi: 09.08.2013. http://sgb.meb.gov.tr/ www/milli-egitim-istatistikleri-orgun-egitim-2012-2013/icerik/79 Sağıroğlu, N.(2006).Özel Gereksinimli Bireylere Sahip Ailelerin Çocuklarının Devam Ettiği Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinden Beklentileri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Bolu Tiryakioğlu, Ö. (2009). Rehberlik ve Araştırma Merkezi Müdürlerinin Özel Eğitim Bölümünün Sorunlarını Algılamaları, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Bolu Yıldırım, A., Şimşek, H.(2008). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri (7.Baskı). Ankara: Seçkin Yayınları 2916 sayılı “Özel Eğitime Muhtaç Çocuklar” Kanunu, http://mevzuat.meb.gov.tr/ html/1041.html http://www.eyh.gov.tr/upload/Node/7936/files/Engelli_Bireylere_Yonelik_Istatistik_ Bulteni_Mayis_2013.pdf http://sgb.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2012_12/06021046_meb_istatistikleri_orgun_ egitim_2011_2012.pdf Y 66 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 TÜRKİYE VE DİĞER OECD ÜLKELERİNDE MALİ KURALLARIN ETKİNLİĞİ: 1994-2010 DÖNEMİ FISCAL RULES EFFICIENCY IN TURKEY AND OTHER OECD COUNTRIES: 1994-2010 PERIOD Yusuf BOZGEYİK ∗ Özet Mali değişkenler üzerine sayısal sınırlamalar koyan mali kurallar, iktisat literatüründe önemli bir yer tutmaktadır. Ekonomik krizler ve izlenen yanlış maliye politikaları birçok ülkede bütçe açıklarına ve bunun sonucu olarak da kamu borç stoklarında artışa neden olmuştur. Çalışmada ekonometrik yöntem olarak panel veri regresyon modeli kullanılmıştır. Çalışma 1994-2010 dönemini kapsamaktadır. Çalışmanın temel bulgularından birisi her ülkenin kendi öznel ekonomi-politik koşullarına göre farklı bir mali kural uyguladığıdır. Anahtar kelimeler: Maliye politikası, mali kural, Türkiye, OECD ülkeleri. Abstract Fiscal rules, imposing numerical limits on fiscal variables, are extensively analyzed in economics literature. Economic crises and wrong economic policies led to a rise in budget deficits and public sector debts in many countries. We use panel data regression modeling and cover 1994-2010 period in the study. One of the main findings of the study is the fact that each country follows a different fiscal rule on the basis of its own specific economic conditions. Keywords: Fiscal policy, fiscal rule, Turkey, OECD countries. Y * Dr., Gaziantep Üniversitesi Naci Topçuoğlu Meslek Yüksekokulu, Öğretim Görevlisi, [email protected] 67 Bozgeyik, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Giriş Dünyada mali kural uygulayan ülkelerin sayısının, 1990 sonrası dönemde hızla arttığı gözlenmektedir. Bu ülkeler, kendi makroekonomik dengelerini gözeterek; bütçe dengesi kuralı, borç kuralı, harcama kuralı veya gelir kuralı türlerinden herhangi bir tanesini veya birkaçını birlikte uygulamaya koymuşlardır. Ülkeleri mali kural uygulamasına götüren temel sebep, makroekonomik koşullardır. Ülkelerin kendi ekonomik durumlarının dışında ayrıca AB’nin üyelik kriterlerini tanımlayan Maastircht kriterleri de mali kuralın örnekleri arasındadır. Maastricht kriterlerinin, mali kuralla ilgili temel göstergeleri şunlardır: Bütçe açığının GSYH’ya oranı en fazla %3 olması gerekir. Borç Stokunun GSYH’ya oranı en fazla %60 olması gerekir. 2. Yöntem Bu çalışmada ekonometrik yöntem olarak panel veri analizi kullanılmıştır. Çalışmanın bu bölümü büyük ölçüde Stock ve Watson (2011) ve Gujarati (2011)’den yararlanarak yazılmıştır. Son yıllarda uygulamalı ekonometrik çalışmalarda sıkça kullanılan panel veri yöntemi; ülkeler, firmalar, hanehalkları, vb. kesit gözlemlerinin belli bir zaman dönemi içinde biraraya getirilmesi olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir deyişle, panel veri kesit analizi ile zaman serisi analizini birleştirmektedir. Bu anlamda, panel veri yönteminin üstünlükleri şu şekilde sıralanmaktadır Panel veri, zaman boyunca bireyler, firmalar, ülkeler vd. ile ilgili olduklarından bu birimlerde bir heterojenliğin var olması mümkün görülmektedir. Panel veri tahmin teknikleri, açık bir şekilde bu tür heterojenlikleri kesite özgü bazı değişkenlere izin vererek hesaba katabilmektedir. Panel veri yöntemi kesit ve zaman serisi gözlemlerini birleştirdiğinden gözlem sayısı daha fazla olmaktadır. Panel veri değişkenler arasında daha az çoklu bağlantı sorunu oluşturmaktadır. Kısa zaman serisi ve/veya yetersiz kesit gözlemlerinin var olduğu durumlarda da ekonometrik analiz yapılmasına imkan vermektedir Panel veride gözlemlerden bazılarının kayıp olup olmadığını ortaya koymak üzere bazı ek ifadeler kullanılır. Dengeli panel değişkenlerin her bir birim ve her bir zaman aralığı için bütün gözlemlerinin mevcut olduğu, dengesiz panel ise değişkenin en azından bir birim için ve en azından bir zaman dönemindeki değerinin eksik olduğu durumlar için kullanılır. Bu çalışmadaki veri seti dengesiz bir panel veri setidir. Dengesiz (unbalanced) panel veriler için olası bir yapısal model şu şekilde yazılabilir : Y 68 Türkiye ve Diğer Oecd Ülkelerinde Mali Kuralların Etkinliği: 1994-2010 Dönemi Yit=Xit βi+uit i= 1,2,.., n, t= 1,2,…, T (1) Yit = 1 eğer Yit > 0 ise, ikinci satır şu şekilde ifade edilebilir: Yit= 1(Xit βi+uit > 0) (2) 2.1. SABİT ETKİLER MODELİ Panel veri aynı n birimleri için iki ya da daha fazla zaman dönemindeki (T) gözlemlerinden oluşur. Veri seti X ve Y değişkenine ait gözlemleri içerdiğinde bu veriler aşağıdaki gibi gösterilir. (Xit, Yit ),i = 1,…,n ve t=1,…,t(3) Burada ilk alt indis, i gözlenen birimleri, ikinci alt indis, t. gözlemin yapıldığı zamanı gösterir. Sabit etkiler regresyonu, panel veride dışlanan değişken birimler (ülkeler) bazında değiştiği halde zamana göre değişmediği durumda, dışlanan değişkenlerin kontrolü için kullanılan bir yöntemdir. Sabit etkiler regresyon modelinin her mevcut birim için bir tane olmak üzere n tane farklı kesme katsayısı vardır. Bu kesme katsayıları ikili değişken (gösterge değişken) seriyle temsil edilebilir. Bu ikili değişkenler bir birimden diğerine değişen, ancak zaman içinde sabit olan dışlanan bütün değişkenlerin etkilerini içine alır. Y değişkenini belirleyen, X değişkeni ile ilişkili ve zaman içinde değişen başka gözlenebilen değişkenler, dışlanan değişken yanlılığından kaçınmak için regresyona dahil edilmelidirler. Sabit etkiler regresyon modeli i=1, …, n ve t=1,.. ,T olmak üzere aşağıdaki gibidir. Yit=β1 X(1,it)+...+βk X(k,it)+αi+...+uit (4) Burada , t zamanındaki i’nci birim için ilk açıklayıcı değişkenin değeri, , ikinci açıklayıcı değişkenin değerini gösterir ve bu şekilde devam eder. birime özgü kesme katsayılarıdır. Bu gösterime denk olarak sabit etkiler regresyon modeli, ortak kesme katsayısı, X’ler ve ( n -1) ikili değişken aracılığı ile aşağıdaki gibi yazılabilir: Yit=β0+β1 X1,it+...+βk Xk,it+γ2D2İ+γ3D3İ+...+γnDnİ+uit (5) Y Yukarıda anlatılan panel veri regresyon analizinin ana yöntemi olan sabit etkiler modeli, birimden birime değişen fakat zamanla sabit kalan değişkenleri kontrol etmeyi sağlayan, çoklu regresyon yönteminin panel veri için genişletilmiş halidir. Bu çalışmada sabit etkiler modeli, mali kurallarla makroekonomik performansların nasıl etkilendiğini araştırmak amacıyla kullanılmıştır. 69 Bozgeyik, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 2.2. TESADÜFİ ( RASSAL ) ETKİLER MODELİ Panel veri ile yapılan çalışmalarda, birimlere ve zamana göre meydana gelen farklılıklardan kaynaklanan değişim “Sabit Etkili Modeller” kullanılarak incelenebileceği gibi, “Tesadüfi Etkili Modeller” kullanılarak da incelenebilir. Sabit etkiler modeli yaygın bir şekilde kullanılmasına rağmen, çok sayıda bireyin söz konusu olması serbestlik derecesi kaybına neden olmaktadır. Tesadüfî etkiler modeli dikkate alındığında denklem şu şekilde yazılabilir: Yit = Xit βi + vit + uit , i= 1,2,.., n, t= 1,2,…, T (6) Eşitlikte uit gözlenemeyen özgün heterojenlik içermektedir. Burada “sabit” ve “tesadüfî” etkiler, uit ile xit arasındaki ilişkiye bakarak ayrılabilir. Eğer uit ile xit’nin ilişkisiz olduğu varsayılıyorsa, f ( uit | xit ) koşullu dağılımı xit’ye bağımlı olmayacağından, Tesadüfî Etki Modeli ortaya çıkacaktır. Burada heterojenliğin dağılımında bir kısıtlama mevcuttur. Eğer dağılım kısıtlanmamışsa, bu durumda ui ile xit arasında bir ilişki olacağından, bu tür modeller “Sabit Etkili Model” olarak adlandırılırlar. Bu ayrım, etkilerin kendine özgü karekteristikleri ile ilişkili değildir. yit = β1i + β 2 X 2it + β3 X 3it + eit Tesadüfi etkiler modeli şu şekilde açıklanır: Sabit etkiler modelinde her bir yatay kesitin, kendine ait bir sabit değeri (fixed intercept value) vardır. Tesadüfi etkiler modelinde sabiti bütün yatay kesit sabitlerinin ortalama bir değerini yansıtmaktadır. Eğer panel veride yer alan kesit birimi sayısı fazla ve zaman dönemi(T), kesit verisine ait örnek sayısından (N) kısa ise, tesadüfi etkiler modeli, sabit etkiler modeline göre daha etkin tahminler sağlar. Öte yandan, zaman döneminin sayısı(T) büyük ve kesit verisine ait örnek sayısı(N) de az ise, iki tahmin sonuçları arasında çok az farklılık beklenmekte sabit etkiler modeli tercih edilmektedir. Panel veri analizlerinde sabit etki ya da tesadüfi etki modellerinden hangisinin kullanılması gerektiğine karar verebilmek için “Hausman Model Tanımlama Testi” uygulanmaktadır. Bu test, gruba ait spesifik etkinin tesadüfi olduğunu varsayarak modelin açıklayıcı değişkenleri ile modele ait spesifik etkiler arasında korelasyon olup olmadığını belirlemeyi amaçlar. Hausman test istatistiği ülke veya ülke ve zaman farklılıklarını temsil eden katsayıların yani tesadüfi etkili modelin hata terimi bileşenlerinin modeldeki bağımsız değişkenlerden ilişkisiz olduğu hipotezinin geçerliliğini incelemektedir. Bu çalışma, mali kural uygulayan 24 OECD ülkesine ilişkin bir analizi kapsamaktadır. Analizde mali kural uygulayan ülkelerin, uyguladıkları bu kurallarla kontrol etmeye Y 70 Türkiye ve Diğer Oecd Ülkelerinde Mali Kuralların Etkinliği: 1994-2010 Dönemi çalıştıkları makroekonomik göstergeleri nasıl etkilediğine ilişkin bir çalışma ortaya konulmuştur. Mali kural türlerinden denk bütçe kuralı, borç kuralı, gelir kuralı ve harcama kuralı ile 24 OECD ülkesine ait 1994-2010 yılları arası veriler kullanılmıştır. Burada panel veri seti, mali kural uygulayan ülkelerden birinden diğerine değişen ancak zaman içinde sabit kalan gözlenemeyen değişkenleri kontrol imkanı sunmaktadır. VERİ Bu çalışmada 1994-2010 yılları arasında bir mali kural uygulayan 24 OECD ülkesine ait kural değişkenler ve makroekonomik performans göstergeleri seçilmiştir. Araştırmada kural değişkenleri olarak bütçe açığı/GSYH, kamu borç stoku/GSYH, toplam vergi gelirleri/GSYH ve toplam kamu harcamaları/GSYH seçilmiştir. Çalışmada analize konulan OECD ülkelerine ait performans değişkenlerden ise GSYH reel büyüme oranı, tüketici fiyatları enflasyon oranı, işsizlik oranı ve cari işlemler açığının GSYH’ya oranı dikkate alınmıştır. Tablo 1. Bazı OECD Ülkelerindeki Mali Kural Uygulamaları Ülke Tarih Özet 2002 Avustralya 1998 Bütçe Doğruluğu Beyanı - Yasalaşmış sayısal bir mali kural yoktur ancak bu Beyanla hükümetin belirlenen bütçe hedefine uyması gerekmektedir. Avusturya 2000 Yurtiçi istikrar Paktı - Devletin her kademesinde bütçe dengesi Belçika 1999 Koalisyon Anlaşması - Federal Hükümete, sosyal güvenlik sistemine, bölgesel ve yerel yönetimlere ilişkin bütçe dengesi Danimarka 2001 Orta Vadeli Mali Strateji -GSYH’nin yüzde 2’si civarında yapısal genel yönetim fazlası -Merkezi ve yerel yönetimlerde vergilemede sınırlamalar (2002’de getirilmiş) Fransa 1998 Merkezi Yönetime Harcama Tavanı - Harcamalardaki artış reel GSYH’deki artıştan daha yavaş olmalı Y Almanya Yurtiçi istikrar Paktı -Altın Kural: Federal Hükümetin bütçe açığı yatırım harcamalarını aşmamalı -Hem merkezi yönetim hem de yerel yönetim bütçe dengesini hedeflemeli 71 Bozgeyik, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 2004 Orta Vadeli Amaçlar -2007’ye kadar dengelenmiş merkezi yönetim finansmanı -2004 ila 2007 yılları arasında merkezi hükümetin harcamalarında tavan belirlenmesi 1994 Koalisyon Anlaşması -Gelir ve harcamalar arasında kesin bir ayrım -Harcama ve gelir tavanlarının dört yıllık dönemler itibarıyla belirlenmesi -Kamu borcunun azaltılmasına odaklanma 2003 Mali istikrar Kanunu -Kamu işletmeleri de dahil olmak üzere devletin her kademesinde denge sağlanmalı ya da fazla verilmeli -Merkezi hükümetin harcamalarına tavan getirilmesi İsveç 1997 Mali Bütçe Kanunu -Sosyal güvenliği de kapsayan 27 harcama alanında birbirini izleyen üç yıl için nominal harcama limitleri -GSYH’nin yüzde 2’si civarında genel devlet fazlası İsviçre 2003 Borç Önleme Kuralı - Döneme göre ayarlanmış toplam gelirlere eşit düzeyde harcama tutarı Polonya 1999 Kamu Finansmanı Üzerinde Yasama Kararı - Toplam kamu borcu GSYH’nin yüzde 60’ını aşmamalı 1994 Mali Sorumluluk Kanunu -Borçlanmanın makul bir düzeye indirilmesi ve bu düzeyde sürdürülmesi -Gelecekte olası kötü durumları da karşılayacak düzeyde net değer artışının ve devamlılığının sağlanması -Makul bir düzeyde öngörülebilir vergi tutarı ve oranlarının sağlanması Finlandiya Hollanda İspanya Yeni Zelanda Kaynak: CESifo DICE Report 2/2004 Yukarıdaki tabloda seçilmiş bazı OECD ülkelerine ait mali kural uygulamaları verilmiştir. Buna göre mali kural uygulamalarının ülkeler arasında farklılıklar gösterdiği gözlenmektedir. Tabloda yer almayan birçok ülkede de benzer kural uygulamaları vardır. 2009 yılı itibariyle dünyada 81 ülke bir alanda mali kural uygulamaktadır. Sonuç Yapılan ekonometrik analizde 1994 yılından itibaren, bir mali kural izleyen 24 OECD ülkesine ait kural ve performans değişkenleri dikkate alınarak, mali kural uygulayan ülkelerde kuralın ekonomik performans üzerindeki etkisi test edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmada mali kural uygulayan 24 OECD ülkesine ait panel veri analizinde, kural uygulayan ülkelerin bütçe kuralına bağlı kaldıklarında , reel büyüme oranının olumlu etkilendiği Y 72 Türkiye ve Diğer Oecd Ülkelerinde Mali Kuralların Etkinliği: 1994-2010 Dönemi gözlenmiştir. Bir başka deyişle, mali kural uygulayan 24 OECD ülkesinde bütçe açığı kuralının olumlu sonuçlar ortaya koyduğu söylenebilir. Panel veri analizi sonucundaki bulgulara göre, kamu borç stokundaki azalış, ülkelerin reel büyüme oranını olumlu yönde etkilediği test edilmiştir. Ayrıca ülkelerin toplam vergi gelirleri arttıkça, bu durum reel büyüme oranını artırmaktadır. Kamu harcamalrındaki artış ise reel büyüme oranını olumsuz etkilemektedir. Dolayısıyla bu analize göre ülkelerin kural uygulamalarının reel büyüme oranı üzerinde önemli makroekonomik sonuçları olduğu söylenebilir. KAYNAKÇA Aktan, C. C., Dileyici, D. ve Vural, Y. (2007). Kurumsal Maliye Politikası -Ekonomi Politikası Yönetiminde Mali Kurallar ve Kurumları, Ankara: Seçkin Yayıncılık. Aktan, C. C., Kesik, A. ve Kaya, F. (2010). Mali Kurallar, Maliye Politikası Yönetiminde Yeni Bir Eğilim: Vergi, Harcama, Borçlanma vs. Üzerine Kurallar ve Sınırlamalar, Ankara: Maliye Bakanlığı, Strateji Geliştirme Başkanlığı Yayınları, Yayın No: 2010/408. Bocutoğlu, E. ve Ekinci, A. (2009), Genel Teori, Küresel Krizler ve Yeniden Maliye Politikası, Maliye Dergisi (Sayı: 156) Boratav, K. (1982). Türkiye’de Devletçilik, Ankara: Savaş Yayınları. IMF (2009). Fiscal Rules-Anchoring Expectations for Sustainable Public Finances, International Monetary Fund Fiscal Affairs Department, Washington DC: December 16. IMF. (2007), IMF Country Report, Turkey: Selected Issues, Prepared by Kevin Fletcher et all, Approved by European Department, http://www.imf.org/external/pubs/ft/ scr/2007/cr07364.pdf. Kaya, F. (2009). Mali Kural Uygulamaları ve Türkiye İncelemesi, Ankara: DPT Uzmanlık Tezleri. Kopits, G. (2001). Fiscal Rules:Useful Policy Framework Or Unnecessary Ornament, Washington: IMF Working Papers (No.01/145). Kopits, G. ve Symansky, S. (1998). Fiscal Policy Rules, Washington: IMF OccasionalPapers (No:162). Y Stock, J.H. ve Watson, M.W. (2011), Ekonometriye Giriş, Efil Yayınevi, (Çeviren: Bedriye Saraçoğlu). OECD, (2002). Fiscal Sustainability:The Contribution Of Fiscal Rules, Paris: OECD 73 Bozgeyik, Y. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Economic Outlook (No.61). OECD, (2007). Annual Projections for OECD Countries, Paris: OECD Economic Outlook (No:27). OECD, (2007). Fiscal Consolidation:Lessons From Past Experience, Paris: OECD Economic Outlook (No:63). Türk, İ. (2008). Maliye Politikası: Amaçlar, Araçlar ve Çağdaş Bütçe Teorileri, Ankara: Turhan Kitabevi. Türk, İ. (2010). Maliye Politikası: Amaçlar, Araçlar ve Çağdaş Bütçe Teorileri, Ankara: Turhan Kitabevi WORLDBANK.(2012).data.worldbank.org, http://data.worldbank.org/indicator/GC.DOD.TOTL.GD.ZS http://data.worldbank.org/indicator/DT.DOD.DECT.CD http://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.DEFL.KD.ZG http://data.worldbank.org/indicator/GC.REV.XGRT.GD.ZS Y 74 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİŞİMİN UYGULANABİLİRLİĞİ VE YEREL GÜNDEM 21 ÖRNEĞİ ÜZERİNDEN BİR İNCELEME APPLICABILITY LOCAL GOVERNANCE IN TURKEY AND A STUDY ON THE EXAMPLE OF LOCAL AGENDA 21 Arzu Yıldırım∗ Özet Dünyadaki gelişmeler ve hızla değişen ekonomik yapılar, daha hızlı ve etkili bir yönetim anlayışının ortaya çıkması gerekliliği, merkezden yönetilen ve merkezin verdiği direktiflerle hareket eden bürokratik ve hantal kurumları ve kuruluşları yeni bir yönetim anlayışı arayışına itmiştir. Bu yeni yaklaşım yönetişim diye adlandırılmıştır. Bu yeni yaklaşım diğerlerinden farklı olarak yönetilenler ile yönetenleri aynı hizaya getirmeye çalışmıştır. Yönetim şeması çizilirken halka tabana yayma düşüncesi yer almaktadır. Bunu da halka daha yakın olan yerel yönetimlere yetki devri aktarılmasıyla olur. Yetki verilirken verilen yetkinin saydam, şeffaf ve cevap verebilir olması ve tek bir kuruma değil sivil toplum kuruluşlarının da içerisine dâhil olduğu bir kent konseyine devredilmesi gerekir. Bu yeni yaklaşım kamu, özel ve gönüllü kuruluşlardan çok sayıda aktörün bir araya gelmesi ve ortak amaçlar için uğraş vermelerini öngörür. Bu bağlamda, çalışmada öncelikle yönetişimin kavramsal açılımı gerçekleştirilecek, yönetişim kavramının boyutları, özellikleri ve yerel yönetişim araçları üzerinde durulacak ve son olarak araştırmanın bel kemiğini oluşturan Türkiye’de yerel yönetişimin uygulanabilirliği üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: yönetişim, yerel yönetişim, küreselleşme, yerel gündem 21, kent konseyi Abstract Developments in the world and a rapidly changing economic structures, the need for the emergence of faster and more effective management approach, the center is centrally managed and directives, bureaucratic and cumbersome moving search for a new management approach has led institutions and organizations. This new approach is named governance. This new approach is different from others attempted to align the ruled and governed. The idea is to spread the ring base management scheme is being drawn. You transfer the transfer of authority to local governments, which are closer to the public. The authorization given to the authority given to transparent, transparent, and you can answer that, and not a single Y * Öğr. Gör., Şırnak Üniversitesi, [email protected] 75 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. institution is included in the non-governmental organizations must be transferred to the city council. This new approach in the public, private and voluntary organizations in a wide range of actors requires them to come together and strive for common goals. In this context, the study will take place primarily stands for governance concept, the concept of governance dimensions, features and tools that focus on local governance, and finally forms the backbone of the research will focus on the applicability of local governance in Turkey. Key Words: governance, local governance, globalization, Local Agenda 21, the city council Yönetişimin Tanımı ve Kuramsal Dayanakları Yönetişim kavramının mevcut idari yapılanma içerisinde ifade ettiği anlamın ortaya konabilmesi, yönetim kavramının uygulamada yarattığı sonuçlar dikkate alınarak ifade edilebilir. Kamu hizmetleri başta olmak üzere, bireylerin talep ettikleri hizmetlerin, vatandaş odaklı, verimli, geri dönüşümler yoluyla kontrol edilebilir ve kalite temelli olması gerekmektedir. Bu noktada, yönetişim kavramını tam olarak ortaya koyabilmek için, yönetim kavramını ifade etmemiz gerekmektedir (Ergün, 2006: 1). Yönetim, siyasi erkin elinde bulundurduğu bir mekanizma olmasının dışında aynı zamanda hizmet sunmakla görevli olduğu halkı da ifade etmektedir. Devlet ile devletin hizmet sunduğu ve beklentilerini karşılamakla yükümlü olduğu toplum arasındaki ilişkinin verimli ve düzenli olarak devamı, yönetim süreçlerinin halktan kopuk bir anlayışla gerçekleştirilmemesi ile sağlanabilir. Bunun sonucunda hizmetler de halkın ihtiyaçları ile örtüşen bir nitelik gösterecektir. Ayrıca, yönetim anlayışı hem halktan kopuk olarak gerçekleşmeyecek, hem de kişisel çıkarlar yerini halkın istekleri ile ifadesini bulan hizmet süreçlerine bırakmış olacaktır. Aynı zamanda, yönetim ve toplum ilişkisinde, devletin ve böylece yönetimin tek taraflı olarak değer yargılarını şekillendirme olanağına sahip olduğu göz önünde bulundurulmaktadır (Eren, 2004: 94). Yönetişimin ekonomik, siyasi ve idari olmak üzere üç temel dayanağı mevcuttur. Ekonomik yönetişim, bir ülkenin ekonomik faaliyetlerini ve diğer ekonomilerle olan ilişkilerini etkileyen karar alma süreçlerini içermekte olup, eşitlik, yoksulluk, çevre ve yaşam kalitesi, üzerinde etkileri bulunmaktadır. Siyasi yönetişim, strateji oluşturmada karar alma sürecine ilişkindir. İdari yönetişim ise, politikaların uygulandığı sistemi ifade eder. Bu üç unsur birlikte ele alındığında, yönetişim siyasi ve sosyo-ekonomik ilişkileri yönlendiren süreç ve yapıları tanımlamaktadır (Maliye Bakanlığı AB ve Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı, 2003: 1). Uluslararası Para Fonu (IMF) da Dünya Bankasının tanımına benzer temaları öne çıkararak yönetişim ilkelerinin yönetim işlerinde egemen olmasıyla, devletlerin özellikle iktisadi ve buna bağlı olarak da diğer toplumsal sorunlarını çözebileceği görüşünü ön Y 76 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme plana çıkarmıştır (Gündoğan, 2004: 10). Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nın tanımında ise iyi yönetişimin, bir ülkedeki ekonomik, siyasal ve idari otoritenin her düzeydeki işlemleri yürütmesi anlamına geldiği belirtilmiş ve vatandaşların ve toplumsal grupların kendi çıkarlarını korumak ve yasal haklarını kullanmak için gerekli mekanizmalara ve kurumlara sahip olmalarının gerekliliği vurgulanmıştır. (Aktan, 2013). Yönetişimin Özellikleri Yönetişim kavramı özellikle 1990’lı yıllardan sonra, yoğun biçimde yaşanan küreselleşme olgusunun etkisiyle ortaya çıkmış yeni bir kavramdır. Sosyal, siyasal ve teknolojik gelişmelerin sonucunda kamu yönetimi anlayışında yaşanan değişimlere bağlı olarak, yönetici ve yönetilenlerin etkileşim ve iletişim halinde olduğu kısmen de olsa birlikte yönetim olarak da nitelendirilebilecek olan yeni bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır (Çoban ve Deyneli, 2013). Yönetişim kavramı devlet ve kamu yönetimindeki statükonun korunması girişimlerine karşı bir meydan okuma olarak düşünülmesine rağmen, bu meydan okumanın sadece devlet yönetiminde uluslar arası standartların yakalanması değil, halkın daha kaliteli ve ihtiyaç duyduğu hizmetleri alabilmesi anlamına geleceği de düşünülmektedir (Öztürk, 2002: 27). Bu bağlamda yönetişim, yalnızca hak talep eden yurttaşlık anlayışı yerine, ödev ve sorumluluklar yüklenen bir “aktif vatandaşlık” kavramına vurgu yapmakla vatandaşı yönetilen değil temel karar alıcı konumuna getirmektedir. Bu anlayış içerisinde vatandaş karar alıcı konumuyla istek ve beklentileri doğrultusunda kamusal politikalara yön verebilen bir “paydaş” olarak kabul edilmektedir (Çukurçayır, 2003: 50). Geleneksel kamu yönetiminin ağır işleyen, hantal, içe kapalı, büyük ölçüde toplumun talep ve ihtiyaçlarından habersiz yönetim anlayışına karşılık, yönetişimde kurumlar toplumdan kopuk izole birer yapı olmaktan çıkarak çevreye duyarlı, iletişim ve etkileşime açık, şeffaf organlar olarak görevlerini yapacaklardır. Bu etkileşim, açıklık ve şeffaflık ortamında, kamu yöneticileri ister istemez eleştiriye uğramamak için daha özenli hareket edeceklerdir. Aynı zamanda haksız bazı suçlama ve eleştirilerin de kendiliğinden önüne geçilecek, yapılan işin ve sunulan hizmetin kalitesinin arttırılması yönünde doğal bir eğilim oluşacaktır (Gündoğan, 2002: 3 – 4). Y Yönetişimin en önemli unsurlarından birisi de “sivil toplum örgütleri ya da gönüllü vatandaş birlikleridir. Sivil toplum örgütleri sayesinde vatandaşlar yönetim sürecine daha organize ve planlı bir şekilde katılma imkânına kavuşacak, bu anlamda sivil toplum örgütlerine önemli işlevler düşecek, sorunların çözümünde taraf olabilecek, denetim işlevini de yerine getirebilecektir. 77 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. AB’ye Göre “İyi Yönetişim” İlkeleri Beyaz Kitap’ta bir yönetişim tanımı ayrıca yer almaktadır. Buna göre yönetişim, “Avrupa düzeyinde gücün/iktidarın kullanılış tarzını etkileyen kural, süreç ve davranışlar” olarak tanımlanmaktadır (Beyaz Kitap, 2008: 8). Bütün bu kural, süreç ve davranışları etkileyen “iyi yönetişim” (good governance) ilkeleri de mevcuttur. Beyaz Kitap’a göre iyi yönetişimin temelini beş ilke üzerine oturtmaktadır: Açıklık, katılımcılık, hesap verebilirlik, etkinlik ve (ekonomik ve sosyal) uyum (Beyaz Kitap, 2008: 10). Komisyon her bir ilkeyi daha demokratik bir yönetişimin var olması için hepsini birbirinden önemli ve üstün görmektedir. Bu ilkelere kısaca değinmekte yarar vardır: Açıklık: Açıklıktan kast edilen tüm kurumların daha açık bir tarzda işlemesidir. Hem kurumlar hem de AB’ye üye devletlerden AB’nin yaptıkları ve almış oldukları kararlar konusunda aktif bir biçimde iletişim içerisinde olmaları beklenmektedir. Kurumların kullandıkları dilin genel kamuoyu tarafından anlaşılabilir bil dil olması, bu kurumlara olan güvenin artmasına katkı sağlayacaktır. Katılım: Uygulanacak politikaların hazırlıklarının yapılması aşamasından uygulanmasına kadar geçen tüm süreçlerin geniş bir halk katılımına açılması AB politikalarının kalite ve etkinliğini belirleyecek bir unsur olarak görülmektedir. Bu noktada halk kitlelerini kararların alınmasına dâhil eden bir yaklaşımı sahiplenecek merkezi hükümetlerin hayati bir rol oynadıkları ifade edilmektedir. Hesap verebilirlik: Yasama ve yürütme süreçlerindeki rollerin açık hale getirilmeleri gerekmektedir. Her bir AB kurumunun AB sistemi içerisinde ne yaptığının netleştirilmesi istenmektedir. Etkinlik: Politikaların etkin ve zamanında sunulması anlamına gelmektedir. İhtiyaç duyulan politikaların açık seçik belirlenmiş hedefler doğrultusunda, gelecekte yapacakları etkinin ve eğer mümkünse geçmiş tecrübelerin de dikkate alındığı bir tarzda vatandaşlara sunulması istenmektedir. Uyum: Politikalar ile bunların gerçekleştirilmesine yönelik eylemlerin uyumlu ve kolay anlaşılır olması gerekmektedir. AB içinde uyuma olan ihtiyaç pek çok nedenden dolayı artmaktadır. Yerine getirilmesi zorunlu yükümlülüklerin alanının büyümesi, Birliğin genişlemesinin farklılıkları arttırması, Birliğin ilk başta üzerinde yükseldiği sektörel politikaların ötesine taşan iklimsel veya demografik değişimler gibi yeni sorunlar, bölgesel ve yerel aktörlerin AB politikalarının oluşumuna müdahil olmaya başlamaları uyum gereğini ortaya koyan unsurlardan sadece bir kaçıdır (Beyaz Kitap, 2008: 10). Yönetişimin Aktörleri Yönetişim tek başına yeni bir model, yeni bir akım değil, mevcut yönetim kavramının Y 78 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme ifade ettiği anlam çerçevesinin bütün öğelerini öne çıkararak sorunlara yaklaşımda bazı farklılıklar ortaya koyma girişimidir (Gündoğan, 2002: 5). Yeni yönetim anlayışı olarak ifade edilen yönetişim kavramı, devlet merkezli yönetim yerine toplum merkezli ve yapabilir kılma stratejisini esas almaktadır. Yönetişim, kamu-özel ve sivil toplum işbirliğinde yönetime katılmak anlamında, ideolojik temelleri aynı ancak katılımın mekansal boyutlarına göre yerel, ulusal ve küresel alanda gerçekleşmektedir (Karaman, 2000: 37). Yönetişim kavramı devleti, özel sektör ve sivil toplum örgütlerini kapsamaktadır. Bu yeni modelde devletin sivil toplum ve sermeye kesimi için gerekli koşulları yaratan ve bu koşulların oluşturulmasını kolaylaştıran bir “katalizör” rolünü oynayacağına ayrıca toplumu yönlendirmek açısından sorumluluk dengesinin devletten özel sektöre ve sivil topluma kayması gerektiğine işaret edilmektedir. Tartışmanın eksenini “küçük devlet”ten, daha iyi işleyen yönlendirici devlete kaydıran katalizör devlet ile kastedilen ise, “kürek çeken değil, dümen tutan”, yani yol gösteren devlet anlayışıdır. Başka bir deyişle karar alma ile hizmet sunumu arasında bir ayrıma gidilerek, devletin hizmet sunum sistemlerini özel sektöre ve sivil toplum kuruluşlarına devretmesi gerektiği vurgulanmaktadır (Güzelsarı, 2003: 23). Yönetişimde en etkili unsurlardan birisi de sivil toplum kuruluşları ya da gönüllü vatandaş birlikleri olacaktır. Vatandaşların yönetim ortakları ile ilişkilerinde daha örgütlü ve planlı bir şekilde hareket edebilmeleri ve daha etkin olabilmeleri açısından sivil toplum kuruluşları önemli fonksiyonlara sahip olacaklardır. Bu örgütler bazen sorunların çözümünde taraf olacak, bazen bizzat görev alacak ve sürekli olarak denetim işlevini yerine getireceklerdir. Çeyrek yüzyıllık zaman dilimindeki sivil toplumun büyümesi, vatandaşların, olayları nasıl kendi inisiyatiflerine aldıkları, gerekli olduğunda fikirlerini açıkça ifade ederek hükümetleri nasıl hesap vermeye ve uzmanları bir kez daha düşünmeye sevk ettiklerini açıkça göstermektedir. Bununla beraber yeni oluşan bir güç ve yönetimi paylaşan bir ortak olarak, sivil toplum örgütlerinin bağımsızlığı temsili ve sorumluluğu konularındaki sınırlarını da göz önünde bulundurmalıyız (Kızılcık, 2003: 185). Yerel Yönetimlerde Yönetişim Uygulaması 1980’li yıllarda başlayan değişme sürecinde üç temel çizgi vardır. Birincisi, merkezi yönetim-yerel yönetim arasındaki denge yerel yönetim lehine değişmiş, yerelleşme süreci hız kazanmıştır. İkincisi, yerel yönetimlerin en az düzeyde olan işgücünün kendini yeniden üretmesine katkı işlevi hemen tümüyle ortadan kalkmıştır. Üçüncüsü, yerel düzeyde özelleştirme uygulamaları ile sermaye birikimine katkı işlevi genişletilmiştir ve bu özellik yerelleştirmenin bir nihai amaç değil özelleştirme politikası açısından bir ara durak olarak değerlendirildiğini ortaya çıkarmıştır (Güler, 2006: 254-255). Y Son 30 yılda hem Türkiye’de, hem dünyada çok şey değişmiştir. Belediyeler birçok yerde klasik hizmet üreten kuruluşlar olmaktan çıkarak, çok yeni ve önemli işlevler üst79 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. lendiler. Eskiden doğumdan ölüme yani beşikten mezara giden süreçte yararlanılan belediye hizmetleri vardı. Şimdi insan odaklı kentsel hizmetler, insanların refah ve mutluluğu artıracak hemen her şeyde belediyeleri yetkili ve sorumlu kılıyor. Mesela yerel kalkınma. AB’deki egemen eğilim, sadece çöp toplamak, temiz su getirip pis su götürmekle sınırlı değil. Bir belediye, yarışan kentler arasında kendi kentinin ekonomik ve sosyal açıdan öne geçebilmesi için özendirici pek çok şey yapıyor. Bu durumda kent, söz konusu kentler arası yarışta bir adım öne geçmiş olabiliyor (Kaplan, 2013: 1-2). Bunların sonucunda Kamu yönetimlerinin kendilerinden beklenen performansı sergileyememeleri, başarısızlıklarının getirdiği hayal kırıklıkları yönetimde yeni model arayışlarını gündeme getirmiştir (Kalaycıoğlu, 2006: 20). Yerel yönetimlere demokrasilerin önemli kurumları olarak bakılmaktadır. Çünkü yerel yönetimlerin önemli özellikleri arasında halkın kendi kendisini yönetmesine olanak verebilen kurumlar olmaları gelmektedir. Dolayısıyla yerel yönetimler demokrasinin başlıca öğeleri kabul edilen, halkın yönetime katılması, çoğunluk ilkesi, yöneticilerin danışmaya önem vermesi, daima hesap verme sorumluluğu içinde bulunmalarını hissetmeleri gibi değerleri içinde bulundurarak demokrasinin işleyebilmesi için önemli bir zemin hazırlamaktadır (Özer, 2000: 130-131). Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi anlamında yerelleşme kavramı yönetişim modeline bir geçiş aşaması olarak kullanılmıştır. Bu geçiş süreci ile ilgili olarak Güler şunları söylemiştir; “Önümüzdeki yıllarda kentsel politikalar, yerel altyapıda başlıca yapıcı haline gelen ulus aşırı şirketlerin ulus aşırı iş stratejilerinden doğrudan etkilenen bir ortamda yapılacaktır. Mevcut merkezi ve yerel kamu örgütlenmesi, bu yeni unsurun karar sürecinde yer almasına olanak vermemektedir. Yönetişim bu engeli aşmak ve söz konusu bu yeni unsura kamusal karar sürecinde yer açmak işlevi yüklenmiş görünmektedir” (Güler, 2006: 60). Yerel yönetişimin üç özelliği dikkat çekmektedir. İlk olarak yerel yönetimler en alttan mahalle ölçeğinden başlayan yerel yönetişim olanakları ile metropol, bölgesel, ulusal hatta uluslar arası işbirliği arayışlarına girmektedir. İkinci olarak yerel yönetişim, kararların alınması ve uygulanmasında özel ve kamusal çıkarların kaynaştırılarak koordine edildiği, siyasal ve yönetsel süreç niteliğindedir. Son özellik ise yerel yönetişim ve uygulamalarında gelinen noktanın kaynakların kullanımı ve etkinliğin başarılmasında yeni ve daha yaratıcı yolların araştırılmasıdır (Palabıyık, 2004: 254). Değişen ve küreselleşen dünya düzeni karşısında yalnızlığı ve yetersizliği iyice artan günümüz insanı için kaynaklardan eşit yararlanabilmek ve kendisini etkileyecek olan kararların alınması sürecine doğrudan dahil olmak çok önemli bir basamaktır. Aksi halde hayatın karmaşıklığı karşısında iyice pasivize olan insanın diğer mücadeleleri nedeniyle hayata dair fikirlerini beyan edeceği bir ortamı kalmayacaktır. Son yıllarda kamu kurum ve kuruluşları, etkinlik, verimlilik ve kaliteli hizmet sunumunu sağlamak üzere özel sek- Y 80 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme tör kaynaklı yönetim tekniklerinden faydalanma eğilimindedir. Bu gelişmenin bir uzantısı olarak 5393 sayılı kanun belediye başkanına, mahalli idareler genel seçimlerinden itibaren altı ay içinde stratejik plan hazırlama zorunluluğu getirmiştir. Stratejik planlar her ne kadar teknik bir süreç olarak gözükse de içinde demokratik unsurlarda bulunmaktadır. Kanunun 41. maddesine göre, stratejik planın varsa üniversiteler ve meslek odaları ile konuyla ilgili sivil toplum örgütlerinin görüşleri alınarak hazırlanması gerekmektedir. Beldenin geleceği ile ilgili stratejilerin belirlendiği bir belgenin hazırlanmasına kentteki temel aktörlerin dahil edilmesi, yönetişim anlayışı bakımından olumlu bir gelişmedir (Köseoğlu, 2006: 75). Yerel Yönetişim Modelleri Yerel yönetişim süreçlerini işletmeci, Kurumsal, Gelişmeci ve Refah Yerel yönetişim modelleri biçiminde sınıflandırılabilir. İşletmeci Kentsel Yönetişim Modeli Son dönemlerde yeni kamu işletmeciliği adıyla anılan ve yerel yönetimlerin işletmeci özelliklerinin demokratik ve katılımcı niteliklerinin bir anlamda önüne geçtiği süreçleri anlatmaktadır. Bu süreçte dikkatler etkinlik, talep ve uzman yönetim konularında yoğunlaşmaktadır. İşletmeci yönetişim, yeni kamu yönetimi işletmeciliğinin “işletmeciler yönetsin” sloganını sürece katılımda benimsemektedir. Özelleştirme ve sözleşme yapma yöntemleriyle yerel yöntemlerin daha etkin olacağı savına dayanan yeni kamu isletmeciliği anlayışı bu kapsamda işletmeci kentsel yönetişimi temsil etmektedir. İşletmeci yönetişimin anahtar katılımcıları, kamu hizmeti üreticisi ve sunucusu organizasyonların yöneticileridir. Tüketicilerde bu çerçevede önemlidir. Kar amaçlı organizasyonlarla yapılan sözleşmeler, uzman yöneticilerin istihdamı, hizmet sağlayıcılar arasında rekabetçi ortamın oluşturulması ve seçilmiş yetkililerin rollerinin yeniden tanımlanması modelin başlıca araçlarıdır (Palabıyık, 2004: 74). Kurumsal Kentsel Yönetişim Modeli Y Batı Avrupa’nın tipik küçük, endüstriyel ve gelişmiş demokrasilerinde görülmektedir. Kurumsal yönetişim; yerel yönetimleri, sosyal grupların ve diğer örgütlenmiş çıkar grupların kent politikalarının yapımı ve uygulanması süreçlerine katılımının sağlandığı sistem olarak tanımlar. Katılımcı yerel demokrasinin ancak yerel çıkarların temsili ile gerçekleşebileceği modelin ana düşüncesidir. Başlıca özelliği katılımcılık olan modelde kurumların katılımı, siyasal süreçte yer alan üst derece kuruluş yöneticilerinin katılımına tercih edilmektedir. Modelin amacı, kentsel politikalarda hizmet sunucusu kuruluşların çıkarlarını gerçekleştirmede kaynakların etkin dağılımını sağlamaktır. Ancak süreçte yer almayan seçmenler ve sosyal grupların çıkarları çoğu zaman göz ardı edilebilmektedir (Palabıyık, 2004: 76). 81 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Refah Kentsel Yönetişim Modeli Ekonomik kalkınmışlık ya da refah kaynağı olarak kendi kapasitesinden çok ulusun geneline bağlı olan yerleşimlerde uygulanmaktadır. Kamu harcamaları bakımından merkezi hükümet gelirlerine bağlılık söz konusudur. Siyasi ve yönetsel bakımdan merkezi hükümete bağlılık sonuçta, modelde, özel sermaye ile ortakların en az düzeyde gerçekleşmesine neden olmaktadır. Modelde katılımcılar yerel yönetim yetkilileri ile merkezi hükümet bürokratlarıdır. Siyasal kayırmacılık bazı kentlerin ön planda tutulmasını gerektirebilir (Palabıyık, 2004: 78). Türkiye’de Uygulanan Yerel Yönetişim Araçları Araştırmanın bu bölümünde yerel yönetimlerde uygulanan yönetişim araçları üzerinde durulacaktır. Halk Kurultayları Halk kurultayları halkı yerel hizmetler konusunda bilgilendirmek için oluşturulmuşlardır. Bu kurultaylarda her kesimden insanın katılımına önem verilmiştir. Halk bu kurultaylarda istek ve dileklerini yönetime aktarma imkanına sahip olmuştur. Kurultayı düzenleyenlerin bu kurultayı düzenlemede başarılı oldukları ancak bunun yanında halkın yeterli ilgiyi göstermediği de önemli bir yakınma konusu olmuştur. Bu bağlamda katılımcı demokrasi için iyi bir örgütlenmenin yetmediği, bunun yanında o etkinliklerin amacına ulaşmasında yerel halkın belirli bir kentlilik bilincine sahip olması, sorumluluk duygusuyla çevresine sahip çıkmasının da en az örgütlenme ve yasal düzenlemeler kadar gerekli olduğunun altı çizilmelidir (İnan, 1998: 129). Halk Günleri Belediyelerin hemen tümünde belediye başkanları “halk günleri” adını verdikleri toplantılar düzenlemektedir. Bu toplantıların yapılmasındaki amaç, halkın belediye başkanları başta olmak üzere kent yöneticileriyle yüz yüze görüşmelerinin sağlanması ve halkın sorunlarını, isteklerini ve beklentilerini doğrudan başkana iletmesidir. Çünkü hemşerinin istediği her an başkanla görüşme fırsatının olmaması ve bunun ötesinde başkanla görüşmek için randevu almaktaki zorluklar bu tür günlerin düzenlenmesini gerektirmektedir (Yalçındağ, 1996: 142). Halk günleri sayesinde halk sorunlarını direkt ve daha rahat anlatma olanağına kavuşuyor ve böylece sunulan hizmetler daha etkili ve verimli olarak vatandaşlara yansıyor. Proje Demokrasisi Yönetişim kavramının Türkiye’de yerel yönetimler düzeyinde uygulanma biçimlerinden biri de yerel yönetimlerin uygulamalarına ve projelerine halkın yabancılaşmasını önlemek, vatandaşların kendilerini ilgilendiren gelişmelerde söz sahibi olabilmelerini Y 82 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme sağlamak amacıyla gerçekleştirilen “Proje Demokrasisi” kavramıdır. Proje demokrasisi kentlinin özellikle büyük çaplı projelerin her aşamasına katılımlarını sağlamayı amaçlamaktadır. Bilgilendirme ve ilgilendirme, geniş katılımlı toplantılar, kitle iletişim araçları aracılığıyla sağlanabileceği gibi topluluk temsilcilerinin proje ortak kurullarına doğrudan katılımı şeklinde de olabilir (Göymen, 2003: 10). Proje demokrasisi uygulamalarına örnek olarak 1990 yılında Ankara’da uygulamaya konulan Dikmen vadisi projesi gösterilebilir. Bu projelenin büyüklüğüne göre bu projelerden etkilenecek vatandaşlar örgütlenerek temsilci seçmişlerdir. Bu proje gerçekleştirilirken halkın katılımını kolaylaştırmak için ortak karar komitesi oluşturulmuştur. Semt Danışma Meclisleri Yerel yönetimlerde demokratik katılımının gerçekleşmesi yönündeki en güzel uygulamalardan biri semt danışma meclisleridir. Semt Danışma Meclisleri kentte halkın taleplerinin ve isteklerinin belediyeye iletilmesini sağlar. Kişisel Başvuru Kişisel başvuru yerel toplumun belediye örgütü ve yerel hizmetlere yönelik düşünceleriyle, şikayet ve isteklerinin belirlenmesinde etkin bir araçtır. Kişisel başvuru yönetim mekanizmasının işleyişine hakim olan bir unsur olmakla birlikte yönetime gerekli bilgileri sağlayan bir yapıda oluşturulması bu amacı sağlamaya yönelik örgütsel önlemlerin alınması gerekmektedir. Kişisel başvuru mekanizması yönetilenlerden yönetime doğru bilgi akışının sağlanmasının yollarından biri olarak algılanabilir (Kavili, 2001: 166). Yurttaşın kamu kurumlarından çekinmesi her zaman tartışılan bir konudur. Bunun nedeni kamu kurumlarında karşılaştıkları sözlü ya da sözsüz itici, tepeden bakan yaklaşımlardır. Kişisel başvuruda beklentilerin karşılanması ya da karşılanamayacaksa yurttaşı tatmin edici bilgilendirmenin yapılması oldukça önemlidir. Burada en önemli rol çalışana düşmektedir ki çalışanda hizmet içi eğitim süreçlerinden geçmelidir (Çukurçayır, 2003: 86). Muhtar Toplantısı Hizmetlerin yürütülmesi açısından muhtarlara büyük görevler düşmektedir. Muhtarlar belediyelerin en önemli yardımcılarındandır. Sorunlara birlikte çözüm yolları aramaktadırlar. Dilekçe Y Dilekçeler belediyeler için önemli bir bilgilendirme kaynağıdır. Ülkemizde dilekçe yoluyla bireysel çıkarların korunması olanağı, yasal bir hak olarak düzenlenmiştir. Bunun yanında kamusal sorunlar ve kamusal çıkarların korunması amacıyla son yıllarda çeşitli yasalarda bireysel başvuru hakkı tanınmıştır (Çukurçayır, 2003: 197). 83 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Kamuoyu Araştırması Kamuoyu araştırmaları genel yararı ilgilendiren yerel hizmetler hakkında karar vermeden önce yerel topluluğun konu üzerinde ne düşündüğünün belirlenmesinde kullanılabilecek önemli bir yöntemdir. Genel olarak kamuoyu araştırmaları, kamuoyunu temsil etmek üzere seçilen bir örnek grubunu oluşturan bireylerle görüşerek veya anket soru kağıdı gönderilerek belirli bir ya da birkaç konu hakkındaki eğilimlerini, görüşlerini, kanaatlerini ya da kimi zaman tutum ve davranışlarını belirlemek üzere yapılan araştırma şeklinde tanımlanmaktadır (Öner, 2001: 108). Referandum Referandum bir diğer önemli mekanizmadır. Bir yerel yönetime katılım olanaklarını çok büyük ölçüde genişleten bir uygulama referandum. Ayrıca yurttaş sorumluluğu konusunda genel seçimlerde oy kullanmanın ötesinde yurttaşın önüne seçim yapabileceği, tercih yapabileceği yeni bir alan açmak açısından son derece önemlidir. Referandum yurttaşlarla tartışma için uygun bir kamusal forum fonksiyonuna sahip ve yine referandumun son derece önemli bir fonksiyonu; bazı özel çıkar çevrelerinin, kent içinde mafyalaşmış çevrelerin yerel yönetim etkileri üstünde kurabilecekleri muhtemel baskıları belirli ölçüde ortadan kaldırabilecek bir yöntem (Köymen, 2013: 3). E-Belediyecilik E-belediyecilik ile hem vatandaş-yerel yönetim arasındaki, hem de vatandaşların kendi aralarındaki iletişimin en üst düzeye çıkarılması hedeflenmektedir. Ülkemizde de benzerlerini gelişmiş ülkelerde de sıkça gördüğümüz bazı belediye web sitelerinde, belediyelerin verdiği hizmetler, devam eden projelerin son durumları ve yapılan yatırım miktarları, tüketici şikayet merkezleri gibi bilgi ve hizmetleri bulmak mümkündür. Vatandaşlardan geribildirim almak için web sitesine konulan iletişim kanalları da bir hayli fazladır (Çukurçayır, 2003: 193). E-belediyecilikle birlikte vatandaşın yaşam kalitesi artacaktır. İnsanlar belediye ile ilgili tüm işlemlerini belediyeye gelmeden halledebilecek, her tür ödemelerini yapabilecek, beyan ve bildirim yapabilecek, belediye anketlerine katılarak yönetim kararlarına katkı verebileceklerdir. Yerel Gündem 21 Yerel halk ile belediye arasında iletişimi sağlamaya yönelik en önemli model Yerel Gündem 21 modelidir. Yerel gündem 21 programı yerleşim üzerinde etkisi olan ve etkilenen tüm kurumlar ve kişilere sorumluluklar yükleyen kapsamlı bir belgedir. YG-21 programı, en şeffaf bir şekilde, kamu kuruluşları, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları üçgeninde yerel karar alma süreçlerini oluşturarak, Türkiye’de yeni bir yerel yönetişim modelinin gelişmesini sağlamıştır. Y 84 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme Türkiye’de Yerel Gündem 21 Uygulamaları Günümüzde üç aşamadan oluşan YG 21’in birinci aşaması olan ‘Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Teşviki ve Geliştirilmesi Projesi’ Eylül 1997 içerisinde UNDP, T.C. Hükümeti ve IULA-EMME (Uluslar arası Yerel Yönetimler Birliği, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı) tarafından imzalanarak uluslararası bir antlaşma niteliği kazanmıştır. Proje 6 Mart 1998 tarihinde T.C. Resmi Gazetenin mükerrer sayısında yayınlanmıştır. Yerel Gündem 21 uygulamalarını başlatan belediyelerimiz açısından İçişleri Bakanlığı’nın 19.03.1998 tarihli genelgesi teşvik edici olmuştur. Projenin amacı Türkiye’deki yerel yönetimler tarafından Yerel Gündem 21 aracılığıyla öncelikle yerel, sürdürülebilir gelişme sorunlarının çözümüne yönelik uzun dönemli, stratejik bir planın hazırlanması ve uygulanması yoluyla yerel düzeyde Gündem 21’in hedeflerine ulaşılmasıdır (Karaman, 1998 : 349). Temel hedefler ise şöyle sıralanabilir; Yerel Gündem 21 projesine katılan yerel yönetimlerin sayılarında artış sağlamak, yeni proje ortağı kentlerde katılımcı süreçler oluşturmak, yeni proje ortağı kentlerde eylem planları hazırlanmasını sağlanmak, halkın bilgilendirilmesine ve uluslararası tanıtımına yönelik kampanyalar düzenlenmek ve Yerel Gündem 21 sürecinin uzun dönemli sürdürülebilir destek görmesini sağlanmak olarak sıralanabilir. Halk katılımını ve yerel karar alma uygulamalarını ilke olarak dile getiren ve başlangıçta sıcak bakılmadığı vurgulanan projenin hedef yararlanıcıları; yerel yönetimler, muhtarlıklar, STK ve diğer yerel ilgi grupları ve genel olarak belde halkıdır. Yerel yönetimler açısından temel hedef, projenin yayılmasını sağlamak ve bu amaç doğrultusunda muhtarlıkları, STK’yı ve özel sektörü harekete geçirmektir. Diğer yandan bu proje ile belediyeler ve muhtarlıklar arasında organik bağların geliştirilmesinin sağlanacağı, böylelikle “hizmette halka yakınlık” ilkesi doğrultusunda, muhtarlıkların yerel topluluklara en yakın yerel düzeyi olarak işlev göreceği bir yapı oluşturulacağı ifade edilmektedir. Yapabilir kılma ve katılım ilkelerinin çok aktörlü yönetişimi gerektirmesi inancı STK, vakıflar, meslek odaları, ticaret ve zanaat dernekleri, sendikalar ve diğer yerel aktörler ile yerel yönetimler arasında yeni bir ilişki biçiminin kurulmasını gerekli kılmaktadır. Yerel Yönetim Sürecinde Yerel Gündem 21’lerin İşlevleri Y YG21 ‘lerin yerel yönetim sürecinde üstlendikleri işlevleri sıralayacak olursak; yerel düzeyde karar alma süreçlerine katılım işlevi, kent yaşamını kolaylaştırıcı projeler geliştirici işlevi, geliştirilen projelere finansman sağlama işlevi, yerel yönetimsel dizgenin sorunlarını çözücü işlevi, demokratik yaşamın yerel halka benimsetilmesi işlevi, kentsel 85 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. yaşam kalitesinin sağlanması ve arttırılması işlevi, kent sorunlarına duyarlı insan kaynağı yetiştirme işlevi, yerel düzeydeki sorunlara çözüm sağlama işlevi şeklinde sıralayabiliriz. Yerel Düzeyde Karar Alma Süreçlerine Katılım İşlevi Gündem 21, 1992 Rio “Yeryüzü Zirvesi”nin bir ürünüdür ve kalkınma ve çevre arasında denge kurulmasını hedefleyen “sürdürülebilir gelişme” kavramının yaşama geçirilmesine yönelik bir eylem planı niteliği taşımaktadır. Gündem 21’ in 28.bölümünde, dünyadaki tüm yerel yönetimlere, beldelerinde katılımcı bir süreci başlatmaları ve kendi kentlerinin YG 21’lerini oluşturmaları yönünde bir çağrı yapılmaktadır. Dolayısıyla YG 21’lerin en temel işlevlerinden birisi, katılımcı bir sürecin yaşama geçirilmesidir (IULA-EMME, 2001: 2). Uygulamalar, yerel yönetim sürecinde YG 21 etkinliklerinin, kenttaşların kendi beldeleriyle ilgili sorunların çözümünde karar alma süreçlerine katılımlarında katkılar sağladığını göstermiştir. YG 21 çerçevesinde oluşturulan çalışma gruplarında çevrelerine, kentlerine duyarlı gönüllü kenttaşlar, çalışmalarıyla daha uygulanabilir projelerin ortaya çıkarılmasında ve projelerin yaşama geçirilmesinde, YG 21’in yönetimsel süreçlerini de kullanmak suretiyle önemli işlevler yüklenmektedirler. Ancak yerel yönetimsel süreçte, YG 21 uygulamalarına ve bu uygulama sürecinde ortaya çıkan karar alma mekanizmalarına katılımın düzeyi ve oranı her YG 21 uygulamasında farklı farklı boyutlardadır. Bu farklılık, YG 21 uygulamasının yürütücüsü ve eşgüdümcüsü olan yerel yönetim örgütlerinin yetkilerini kenttaşlarla paylaşma derecelerinin de farklı olmasından kaynaklanmaktadır (Adıgüzel, 2003: 53). Kent Yaşamını Kolaylaştırıcı Projeler Geliştirici İşlevi Kentin mevcut sorunlarıyla iç içe yaşayan kent halkı, bu sorunların olumsuz sonuçlarını en aza indirmek kenttaşların katkılarıyla birlikte daha olumlu sonuçlar sağlayacaktır. Bu kapsamda YG 21 süreci içerisinde oluşturulan çalışma grupları, kent kurultayları bu oluşturulan projelere hayat vermesi anlamında önemli olmaktadır. Sorunlarla iç içe yaşayan kent halkı kendi ilgi alanlarıyla alakalı çalışma gruplarına yönelmektedir. Daha yaşanabilir bir ortam sağlamak için kentsel sorunlara duyarlı kenttaşların bir araya gelerek, var olana sorunları azaltmaya yada ortadan kaldırmaya yönelik projelerin geliştirilmesi için bu anlamda olumlu katkılar sağlamaktadır. Daha sonra bu projeler çalışma grupları tarafından olgunlaştırıldıktan sonra kent kurullarına sunulmaktadır. Burada kabul gören projeler belediye meclisinin gündemine alınır. Bu da YG 21 sürecinin ortaya koyduğu projelerle kent halkının hayatını kolaylaştırıcı, sorunları giderici bu kapsamda katkı sağlayıcı bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Y 86 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme Geliştirilen Projelere Finansman Sağlama İşlevi Yerel yönetimlerin çalışmalarını kolaylaştırıcı, zenginleştirici, katkı sağlayıcı bir süreç olan YG 21 süreci ile olgunlaşan ve kent kurultayınca da uygun bulunan projeler, belediye meclisi kararı ile hayata geçme ve uygulama olanağına kavuşurlar. Bu projelerden çağdaş bir kent oluşumu ve çevre sorunlarının en aza indirilmesi anlamında katkı sağlanabilirliği ve uygulanabilirliği UNDP ‘ce de uygun görülen projeler, UNDP ‘nin kredi desteğini de sağlayacaktır (Adıgüzel, 2003: 53-54). Yeterli mali olanaklara sahip olmayan merkezi yönetimin, yerel yönetimlere sağlamış olduğu mali olanakların kısıtlılığı dikkate alınacak olunursa, bu kapsamda, UNDP ‘nin yerel yönetim birimlerine sağlayacağı finansman kaynağı bu açıdan çok önemli olarak kabul edilebilir. Yerel Yönetimsel Dizgenin Sorunlarını Çözücü İşlevi YG 21 sürecinde en önemli sorun çözücü birim kent kurultaylarıdır. Belirli aralıklarla toplanan kent kurultayı gibi bu örgütlenmeler, kentte bulunan tüm kamu kurum temsilcilerine, sivil toplum kuruluşlarına ve üye olan tüm kent halkına açık olarak yürütülmektedir. Bu toplantılarda toplantının gündemi daha önceden YG 21 Genel Sekreterliğince belirlenmekte ve toplantıya katılan katılımcılar istedikleri zaman söz alarak, dilediği kentle alakalı sorunları gündeme getirebilmekte ve tartışabilmektedirler. Böyle olunca, tüm kamu kurum ve kuruluşlarının katıldığı, sorunların farkındalığının arttırılması, sorunların tartışılması, çözüm yolları ve önerilerinin geliştirilmesi açısından önemli olmaktadır. Demokratik Yaşamın Yerel Halka Benimsetilmesi İşlevi YG 21 projelerinin temel amaçlarından en önemlisi, yerel yönetişimin güçlendirilmesine yönelik olarak sivil toplumun karar alma süreçlerine katılımının sağlanmasıdır. Kent halkının sorunlarına karşı duyarlı kenttaşlar, YG 21 süreciyle, kendi oluşturdukları örgütlerle kendi sorunlarına kendileri çözüm arama yoluna gitmekte, her şeyi devletten bekleme anlayışını bırakmaktadırlar. Bu da hem somut uygulanabilir projelerin ortaya çıkmasını sağlamakta hem de sivil toplum kuruluşlarının da katılımı sağlanmış olmaktadır. İşte bu süreç kent halkında demokratik kültürün yerleşmesine katkı sağlayacaktır. Kentsel Yaşam Kalitesinin Arttırılması İşlevi Y Kentsel yaşam kalitesinin iyileştirilmesi yerel katılım kanallarının açık tutulması ve bu kanalların arttırılmasıyla mümkün olabilir. Bu kapsamda YG 21 süreci kentsel katılım kanallarının açık tutulmasını ve bu kanalların arttırılmasını sağlayan bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır. Yerel sorunlarla iç içe olan kenttaşı, içinde bulunduğu sorunun boyutları ve çözümü konusunda daha gerçekçi öneriler sunacağı göz önünde bulundurulmalıdır. Bu kapsamda çalışma gruplarının yaşam kalitesi arttırılacaktır. 87 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Kent Sorunlarına Duyarlı İnsan Kaynağı Yetiştirme İşlevi YG 21’ ler kentsel sorunlara duyarlı, kentin sorunlarına sahip çıkan ve kentli olma davranışını gösteren kent halkının yetiştirilmesi sürecinde önemli bir işlev görmektedir. YG 21 uygulamaları çerçevesinde oluşturulan çalışma grupları sayesinde, kentle alakalı istenilen bilgilere ulaşılabilir hale getirilmesi ve bu bilgilerin paylaşılması, ortaya çıkan yeni verilerin de aynı şekilde ulaşılabilme imkanının arttırılmasıyla, kent halkının kente ve demokrasiye uygun davranış kalıplarının geliştirilmesinde önemli katkılar sağlanmaktadır. Yerel Yönetimler ve Yerel Gündem 21 Demokrasinin bir yönetim biçimi olarak yaygınlaşmasından itibaren uygulamalardan ortaya çıkan sonuç, temsili demokrasinin halkın yönetime katılmasını ve yönetimde söz ve karar sahibi olmasını sağlayamadığıdır. Siyasal demokrasiden söz edebilmekle birlikte, yönetsel demokrasiden bahsetmenin mümkün olmadığı bu sonuç, yeni demokrasi formlarının aranmasına neden olmuştur. Demokratik uygulamaların çoğulcu ve katılımcı politikaların en somut biçimde gerçekleşme olanağını ve ortamını bulduğu yerel yönetimler bu arayışların doğal olarak ana eksenini teşkil etmiştir. Katılımcı demokrasi olarak tanımlanan bu yeni form içinde yeni bir yönetim model ve anlayışı da ortaya çıkmaya başlamıştır. Artık geleneksel yönetim anlayışının yerini katılımcılığa ve ortaklıklara dayalı “çok aktörlü yönetim” olarak tanımlanan yeni bir yönetim anlayışının aldığı görülmektedir (Uzan, 1999: 99). Bir arada yaşayan insanların sayısının artması ile beraber insan ilişkileri karmaşıklaşmış ve bu noktada iş bölümü önem kazanmaya başlamıştır. Bir kısım insanlar üretim, bir kısmı güvenlik işini üstlenirken bir kısım insanlar ise bu sınıflar yani gruplar arasındaki ilişkileri düzenleme işini üstlenmişlerdir. Ancak zamanla daha da karmaşıklaşan yaşam karşısında yönetici sınıfın yönetilenler arasında yeteri kadar var olamaması birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Halkın, yönetime katılımına duyulan ihtiyacın daha iyi anlaşılması, hükümetlerin sınırlı kapasiteleri karşısında uğranılan hayal kırıklığı, sivil toplum örgülerinin çeşitlenmesine ve giderek önem kazanmasına yol açmıştır. Devlet dışında tüm kuruluşları içeren, devletçe düzenlenmeyen toplumsal ilişkiler alanında, sivil toplum kuruluşları içinde daha özel bir konumda bulunan “gönüllü kuruluşlar”da demokratik kitle örgütleri olarak önemli roller üstlenmiştir. Bu değişimden hareketle gerçekleştirilen Rio Deklarasyonu, Gündem 21’in işaret ettiği sorunların ve getirilen çözümlerin kökleri genellikle yerel faaliyetlere dayalıdır. Öngörülen hedeflere ulaşılmasında “yerel otoritenin katılımı” ve “işbirliği” belirleyici faktörler olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de 1996 yılına kadar her ülkede yerel otoritelerin kendi yörelerindeki insanlarla, yerel kuruluşlarla ve özel sektörlerle görüşerek kendi bölgeleri için “Yerel Gündem 21” üzerine anlaşma sağ- Y 88 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme lamaları hedeflenmiştir (Karaman, 2000: 351). Yerel Gündem 21 sürecini benimseyen ve kurumsallaştırılan belediyelerde; karar alma, uygulama ve izleme süreçlerine halkın doğrudan ya da sivil toplum örgütleri vasıtasıyla katılımına imkan sağlanması, yönetsel süreçlerdeki yetersizlikleri ortadan kaldırabilecek, aynı zamanda yaratılan kaynağın kentin öncelikleri doğrultusunda kullanılmasına ve şeffaf bir belediye yönetimi modelinin oluşumuna katkı sağlayabilecektir (Uzan, 1999: 100). Yerel Gündem 21 ve Yerel Yönetişim Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kök salmaya başlayan yönetişim yaklaşımı yerel düzeydeki ilişkilerin niteliğini değiştirmekte ve “birlikte yönetim” anlayışının yerleşmesini gerektirmektedir. Bu süreç yerel yönetimler ile sivil toplum kuruluşları ve diğer ortaklar arasında yatay ve demokratik bir biçimde örgütlenmiş, yeni bir ilişkiler sistemi kurulmasını zorunlu kılmaktadır (Emrealp, 2004: 39). Yerel gündem 21 sürecini sahiplenen ve buna bağlı olarak yerel yönetişim anlayışını yeni bir “yönetim ahlakı” olarak benimseyen yerel yönetimlerimiz, katılımcı, şeffaf, hesap vermeye ve demokratik denetime açık bir yerel yönetim anlayışının gelişmesine ve yerleşmesine de öncülük etmiştir. Yerel Gündem 21’in özünde yer alan “yönetişim” anlayışının gelişmesi, dernekler ve vakıflar, meslek odaları, sendikalar, özel sektör kuruluşları, akademik kuruluşlar, basın yayın kuruluşları, yurttaş girişimleri gibi geniş bir yelpazeye yayılan sivil toplum kuruluşları ile yerel yönetimler arasında, “ortaklık” anlayışına dayalı yeni bir ilişki biçimi kurulmasını sağlamaktadır. Yerel Gündem 21 kapsamında kadının kentsel yaşama etkin katılımının artırılmasını ve yerel planlama ve karar alma süreçlerinde cinsiyet konusu üzerinde durulmasını sağlamayı amaçlayan, gençleri “yalnızca geleceğin yöneticileri değil aynı zamanda bugünün ortakları” olarak gören, aynı zamanda yaşlılar, çocuklar ve engellilere daha fazla ve eşit fırsat yaratmayı hedefleyen politikalara ve uygulamalara özel bir önem ve öncelik verilmektedir (Emrealp, 2004: 39). Yerel Gündem 21 ile birlikte, mahalle muhtarları ile belediyeler arasında güçlü bağların kurulması kolaylaşmaktadır. Yerel Gündem 21 ile birlikte insanlar yönetime küsmek ve tepkisiz kalmak yerine sorumluluk taşımaya başlamışlardır. Türkiye’ de Yerel Gündem 21 Uygulamalarında Karşılaşılan Sorunlar Y Yerel Gündem 21 sürecinde karşılaşılan sorunlar şunlardır (Kavili, 2001: 167-168): YG-21 uygulamalarında katılım genellikle karar alımına katılım olarak değil, ilgili projenin bundan etkilenecek insanlara anlatılması şeklinde algılanmaktadır. Dolayısıyla buradaki algılanış şekliyle katılımın amacı görüş birliği sağlanarak ilgili projenin uygulanabilmesini sağlamaktadır. Halbuki yapılan işten etkilenen insanların karar alımına katılmaları ilgili kurumun yaptığı işten bu kişilerin anlamlı bir pay almalarını sağlar. Ülkemizdeki uygulamalara bakıldığında katılım hala halk tarafından sadece genel ve yerel 89 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. seçimlerde oy kullanmakla sınırlı olarak görülmektedir. YG-21’in başarısı kadınların ve gençlerin aktif katılımına bağlıdır. Ancak gelişmelere bakıldığında siyasal yaşama katılımın ilk basamağı olan yerel yönetimlerde kadınların temsilinin halen yok denecek derecede sınırlı olduğu görülecektir. YG-21’lerin belediye çatısı altında örgütlenen projeler olup, bağımlı bir görünümleri olmasıdır. Bunun en önemli kanıtı ise kent konseylerinin genel sekreterliğinin erki temsil eden kişilerden oluşturulmasıdır. Türkiye’de ki uygulamalara bakıldığında YG21’lerin öncelikli olarak yerel halk tarafından yeterince tanınıp sahiplenilmediği söylenebilir. YG-21 uygulamaları arasında rekabetin hakim kılınmaya çalışılması bir diğer sorun olarak görülmektedir. Öncelikle projeyi uygulayıcı belediyelerin birbiri ile dayanışma içinde sorunları paylaşarak, çözüm önerileri öne sürmeleri gereken bir süreç yürütmeleri gerekirken aynı kent içinde birbirinden bağımsız ve yarışmacı bir zihniyetle birden fazla projenin yürütüldüğü örnek uygulamalar görülmektedir. Bu yarışmacı mantık belediyelerin birbiri ile dayanışma içinde çalışmasının sağlanmasına yönelik çabaların önünde önemli bir engeldir. Bu nedenle YG21’lerin uygulanması ile bu yarışmacı zihniyet belediyeler arasında etkinleşmektedir ki, bu noktada sürekli üzerinde durulan paylaşım, birlikte hareket etme, birbirlerinin tecrübelerinden yararlanma kavramları uygulanamayacaktır. Malatya Belediyesi Yerel Gündem 21 Uygulaması Örneği Malatya Belediyesi, 2001 yılı Ocak ayında YG 21 Projesine ortak olmakla, yerel demokrasinin yaşama geçirilmesi anlamında bölgesindeki diğer kentlere örnek oluşturabilecek bir yapılanma içine girmiştir. Bu kapsamda Malatya Belediyesi yapılacak olan çalışmaları eşgüdümleyecek olan YG 21 Sekreterliğini oluşturmuş ve 2001 yılında Yerel Gündem Tanıtım Toplantısını gerçekleştirerek projeyi yerel halka tanıtmıştır. Yapılan bu çalışmalar sonucunda YG 21 Projesi kapsamında gönüllü olarak görev almak isteyen duyarlı kent halkının çalışmalarını yapabilecekleri mekanlar, bu çalışmalara yardım edecek olan personelle birlikte hizmete sunulmuştur. Ayrıca bu kapsamda yine Malatya Belediyesi, Malatya’ daki kurum ve sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin ve üye olan kent halkının katılımlarıyla, Malatya ile ilgili önemli sorunların tartışmaya açabilecekleri bir ortam olan Kent Kurultayları’nı toplamıştır (Malatya Belediyesi, 2001: 2). Malatya Kent Kurultayına kimlerin üye olacağı konusunda Bursa Belediyesi örnek alınmış, Malatya Kent Kurultayını; Malatya Valisi, Malatya Belediye Başkanı, Malatya milletvekilleri, Baro Başkanı, siyasi parti il başkanları, İnönü Üniversitesi Rektörü, İnönü Üniversitesi enstitü müdürleri, fakülte dekanları, kamu kurum ve kuruluşların bölge ve il müdürleri, meslek kuruluşları başkanları, Kayısı Birlik Genel Müdürü, mahalle muhtarları, sendika temsilcileri, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, Malatya Belediyesi daire müdürleri, çalışma grupları temsilcileri ve Kent Kurultayı Yürütme Kurulunca üyeliği kabul edilen kent halkı oluşturmaktadır. Kısa süre içerisinde Malatya ile ilgili sorunlara Y 90 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme duyarlı her kesimden kent halkı YG 21 sürecine katkıda bulunmak için göünüllülük ilkesi çerçevesinde bir araya gelerek Malatya YG 21 içerisinde Malatya’nın tüm sorunlarını kapsamak anlamında on dokuz çalışma grupları oluşturulmuş, daha sonradan EğitimÖğretim Çalışma Gubu’nun da eklenmesiyle toplam Çalışma Grupları yirmiye ulaşmıştır (Malatya Belediyesi, 2002: 2). Malatya Belediyesi uygulamalarında çalışma grupları, hem kendi alanlarıyla ilgili çalışmalar yapmışlar hem de açık oturumlar, toplantılar, paneller düzenleyerek, afiş, kitapçık gibi tanıtım araçlarından yararlanarak, kendi çalışma alanlarıyla alakalı yapmış oldukları çalışmaları kent halkına duyurmak istemişlerdir. YG 21 çerçevesinde Malatya ‘da yapılmış ve yapılmakta olan çalışmaları şu şekilde özetleyebiliriz (Malatya Belediyesi, 2013): Tüketicileri Bilinçlendirme Çalışma Grubu, 15.03.2002 tarihinde “Avrupa Birliği Sürecinde Tüketicinin Korunması” konulu bir açık oturum düzenleyerek, Malatya’daki tüketicilerin bilinçlendirilmesi anlamında katkı sağlamayı amaçlamışlardır. Gençlik, Çocuk ve Kadın Çalışma Grupları ortaklaşa, “İhtiyaç Fazlası Giyecek Toplama Kampanyası” başlatmışlar, toplanan giysi ve ayakkabıların gerekli temizliği ve ütüleme işlemi yapıldıktan sonra ihtiyacı olan ailelere sunulmuşlardır. Daha sonra bu kampanyanın kapsamı genişleterek kentin kenar semtlerinde yaşayan insanlara yönelik olarak “Okul Eşyası ve Kırtasiye Toplama Kampanyası” başlatılmış ve kampanya kapsamında 334 örgenciye okul eşyası, 200 öğrenciye ayakkabı, 700’e yakın öğrenciye de gıda yardımı yapılmıştır. Çocuk grubu tarafından başlatılan eğitim çalışmaları çerçevesinde pilot bölge olarak seçilen Yeşiltepe semtinde maddi durumu iyi olmayan ailelerin çocuklarına hafta sonlarında Türkçe ve Matematik derslerini içeren kurslar verilmiştir. Arama Kurtarma Çalışma Grubu üyeleri yaklaşık olarak 4 ay süren sivil savunma, ilk yardım, depremden korunma, yangın söndürme gibi konuları kapsayan bir kursa tabi tutulmuşlardır. Grup daha sonrada olası bir doğal yıkım olayı karsısında anında müdahalede bulunabilecek bir Arama-Kurtarma Ekibi oluşturulmuştur. Stratejik Yerel Yönetişim Anketi düzenlenerek vatandaş memnuniyet anketi yapılmakta ve bu çalışma halen devam etmektedir. Yaklaşık olarak 3000 kişiye yapılmıştır. Belediye Başkanı yapmış olduğu hizmetleri kamuoyuna sunması açısından belediyecilik anlamında önemli bir projedir. Ayrıca kentin sosyal ve kültürel anlamda gelişmesine yönelik önemli bir çalışmadır. 2010 yılından bu yana 16- 22 Mart haftası Niyazi Mısri Haftası olarak kabul edilmiş- Y tir. 91 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Kent Konseyinin adımlarıyla birlikte cadde ve sokak isimlerinin yeniden düzenlenmesi, birden fazla aynı isimle adlandırılan cadde ve sokak adlarının teke düşürülerek, posta, elektrik v.s. hizmetlerin daha çabuk olması amaçlanmıştır. Bu kapsamda sivil toplum kuruluşlarına, muhtarlıklara yazılar gönderilerek kendi sorumluluk alanlarıyla alakalı önerilerde bulunulması sağlanmıştır. Yine bu kapsamda Malatya Belediyesi’nin açmış olduğu linkte de isteyen kent halkı önerilerini buraya göndermişler ve 2000 üzerinde öneriler gelmiştir. Hemşehri dernekleri kurularak kentte yaşayan tüm halkın bu anlamda önemli oldukları kabul edilerek düzenli toplantılar yapılmaktadır. Malatya Yazıyor kampanyası ile 30.000 ‘in üzerinde devlet adamlarına, belediye başkanlarına, valiliklere mektuplar yazılmıştır. Bu mektuplara geri bildirimler de söz konusudur. Kentte kaybolan değerlerin gün yüzüne çıkarılması amacıyla Malatya Tarihi Okulu açılmıştır. Malatya’nın Bizans döneminden günümüze kadar olan tarihsel süreçteki olayları anlatıldığı ve yaklaşık olarak 60 öğrencisinin olduğu her kesimden kent halkına eğitim verilmektedir. 1 Kalem 1 Silgi 1 Açacak Neyi Değiştirir? Projesiyle 2011 yılında sınava giren öğrencilerin kalemi, silgileri 50.000’in üzerinde toplanarak köy okullarına gönderildi. Gönderilen okullardaki öğrencilerden mektuplar gelmiştir ve birbirinden habersiz insanların birlikte bir araya gelmeleri anlamında önemli bir çalışmadır. Muhtarlara beş milyara yakın para verilerek mahallenin öncelikli hizmetlerinin neler olduğunu ortaya koyması açısından ve belediye ve muhtarlıkları birleştirilmesi açısından dikkat çekici bir çalışmadır. YG 21 projesinde Malatya Belediyesi uygulamalarının başlangıç tarihinden bu yana onbir yıl geçmiştir. Ama bu süre içersinde Malatya Belediyesinin YG 21 uygulamalarında pek çok sorunla karşılaşılmıştır. Özetlemek gerekirse; son yıllarda Malatya il merkezi yoğun bir göç olgusuyla karşı karşıya kalmış ve göç edenler kentlileşememişlerdir. Kenttaş katılımı sağlanamamıştır. Böylelikle Malatya Belediyesi YG 21 uygulamalarının, yerel karar alma süreçlerine etkin bir şekilde katılımı istenilen bir biçimde yerine getiremediği gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Diğer bir sorun ise kent ve çevre ile ilgili sorunlara yönelik çözüm bulunamamıştır. Başka bir sorun ise Malatya Belediyesi YG 21 uygulamalarında çalışma kozalarının yöntemli çalışma dizgesi oluşturamadıkları gözlenmiştir. Çoğu çalışma kozası içerisinde yapılması gereken isler genellikle birkaç kişinin üzerine yıkılmış durumdadır ki bu durum çalışma kozaları içerisinde işbölümü ve eşgüdümü sağlayacak olan bir çalışma dizgesi noksanlığının bir belirtisidir (Adıgüzel, 2003: 59-60). 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda Kent Konseyleri yer almaktadır. Yani Kent Konsey- Y 92 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme lerinin bütçesi belediyeler tarafından karşılanmaktadır. Kent Konseylerinin kendilerine özgü mali olanakları söz konusu bile olmamaktadır. Bu kurumların daha verimli ve daha etkili hizmetler sunmaları ancak bağımsız bir şekilde çalışmalarına bağlıdır. Meclisten geçen kararlar kent konseyi tarafından hiçbir şekilde sorgulanamamaktadır. Kent Konseyleri meclisten geçen kararları sorgulayamıyorsa burada sorun var demektir. Bu anlamda kent konseylerinin kendilerinden beklenen hizmetleri yerine getirmesi için bağımsız bir ortamda çalışması sağlanmalıdır. Ayrıca kente yapılan hizmetlerin vatandaş süzgecinden geçirilmesi gerekir. Bu anlamda onların görüş ve önerilerine yer verilmelidir, sivil toplum kuruluşlarının görüş ve önerileri dikkate alınmalıdır. Kanımızca Malatya Belediyesi Kent Konseyi kendine verilen imkanlar çerçevesinde, kent halkının kente aidiyet bilincini sağlama, kente ilgi duymalarını sağlama anlamında kendi imkanları çerçevesinde elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Ayrıca Kent Konseylerinde temsil anlamında da eksiklikler bulunmaktadır. Konseyde vali tarafından belirlenen kurum ve kuruluşlar yer almaktadır. Sadece 10 resmi kurum temsil etmekte diğer kurumlar dahil edilmemiştir. Yine muhtarlıkların tamamı yer almamakta sadece 20 tanesi temsil ediliyor. Kent Konseylerinin kanımızca siyasi platforma dönüşmesi engellenmesi düşüncesiyle dahi olsa temsil anlamında eksiklikler bulunmaktadır. Sonuç Üzerine Yönetişim, henüz sınırları yeterince çizilmiş, anlam ve içeriği tam olarak belirginleşen bir kavram niteliğini kazanmamıştır. Literatür taramalarında da yönetişimin değişik anlam ve tarzlarla kullanıldığını göstermektedir. Ancak bu konuda nispi de olsa bir uyuşmanın varlığından söz edilebilir. Yönetişim kavramı hem özel sektör, hem de kamu sektörü için, hem yerel hem de küresel düzenlemeler için kullanılmaktadır. Sağlıktan eğitime, çevreden uluslararası ilşkilere kadar pek çok disiplin yönetişim kavramını kullanmaktadır. Yönetişim kavramıyla katılımcı demokrasi, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, sorumluluk, eşitlik, etkinlik, hesap verebilirlik ve stratejik vizyon gibi kavramların ön plana çıkarılmaya çalışılmaktadır. Y Yerel yönetişim ise, yerel düzlemde, yönetilen toplumdan yöneten topluma geçişi sağlayan süreci ifade etmektedir. Bu sürecin başarısı ve sürdürülebilirliği, yönetişim düşüncesinin yerel nitelikli projelerde uygulanabilir olması ile bağlantılıdır. Yeni Belediye Kanunu ile kurulması zorunlu hale gelen Kent Konseyi, yerel yönetişimin uygulanabilmesi açısından olumlu bir gelişme olarak sayılmaktadır. Kent Konseyleri, toplumsal yapıyı oluşturan ilgi gruplarının, belirli aralıklarla toplumu ve genel olarak ülkeyi ilgilendiren konularda bir araya gelerek, çözüm yolları aramalarını sağlamaktadır. Konsey toplantılarından çıkan sonuçların, belediye meclisinin gündemine alınması mümkün olduğu için, Konsey’in etkili bir mekanizma olduğu ifade edilebilinir. Konsey’in en önemli işlevi, 93 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. birbirlerine zıt görüşleri olan toplumsal grupların, kentlilik bilinci içerisinde, ortak bir payda etrafında bulaşabilmelerini sağlamasıdır. Yerel Gündem 21 çalışmalarının başarısı için Belediye Başkanına önemli bir sorumluluk düşmektedir. Burada kastedilen, yasal sorumluluktan çok birlikte çalışma istekliliğidir. Belediye Başkanı’nın sorumluluğu, samimi olarak Gündem 21 oluşumuna ve çalışmalarına destek vermesidir. Kadınların, gençlerin ve engellilerin kentte söz sahibi olması Yerel Gündem 21’in başarısında büyük rol oynamaktadır. Bu kitlelerin yönetime katılması daha çok gelişmiş Avrupa ülkelerinde görülmekle birlikte Türkiye’de ki Yerel Gündem 21 uygulamaları 2001 yılında UNDP tarafından dünyadaki en başarılı uygulamalardan biri olarak seçilmiştir. Sonuç olarak Kent yöneticilerinin insanları kent yönetiminin ayrılmaz bir parçası olarak görmeleri ve kentlilerin de bu sürece aktif olarak katılmaları sonucu katılımcı demokrasi anlayışı gerçekleşecektir Kaynakça ADIGÜZEL, Şenol, (2003), “Yerel Düzeyde Yönetime Katılım ve Yerel Yönetim Sürecindeki İşlevleri Açısından “Yerel Gündem 21”: Malatya Belediyesi Yerel Gündem 21 Örneği” , Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 12, Sayı: 1. AKTAN Can, http://www.canaktan.org.tr, (Erişim Tarihi: 08.03.2013). BEYAZ KİTAP, (2008), www.coe.int/t/dg4/intercultural/...White.../WhitePaper_ID_Turkish.pdf, (Erişim Tarihi:18.02.2014). ÇOBAN Hilmi-DEYNELİ Fatih, “Kamuda Kalite Arttırma Çabaları ve Performansa Dayalı Bütçeleme”, http://maliyesempozyumu.pamukkale.edu.tr/coban deyneli.pdf , (Erişim Tarihi: 10.03.2013). ÇUKURÇAYIR, Akif, (2003), ”Çok Boyutlu Bir Kavram Olarak Yönetişim”, Çağdaş Kamu Yönetimi, Ed:Muhittin Acar, Hüseyin Özgür, Ankara: Nobel Yayını. EMREALP, Sadun, (2004), Yerel Gündem 21 Uygulamalarına Yönelik Kolaylaştırıcı Bilgiler El Kitabı, UNDP- IULA EMME Yayını, İstanbul. EREN Veysel, (2004), “Kamu Yönetiminde Yeni Meşruluk Temeli Olarak Müşteri Odaklı Yönetişim Yaklaşımı”, AÜSBFD, cilt: 58, sayı: 1. ERGÜN İsmail, (2006), “Yerel Yönetimlerde Yönetişim Kavramı ve Avrupa Birliği ile Kıyaslanması” Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi SBE, İzmir. GÖYMEN, Korel, (2003), “Yerel ve Bölgesel Yönetişim”, I. Ulusal Yerel Yönetimler Çalıştayı, Ed: Esra Demircan, Hamit Palabıyık, Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi Biga İİBF Yayını, Çanakkale. Y 94 Türkiye’de Yerel Yönetişimin Uygulanabilirliği ve Yerel Gündem 21 Örneği Üzerinden Bir İnceleme GÜLER, Birgül Ayman, (2006), Yerel Yönetimler-Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım, İmge Kitabevi, Ankara. GÜNDOGAN, Ertuğrul, (2002), “Yönetişim”, Siyaset ve Sosyal Bilimler Dergisi, yıl:1, Sayı:1. GÜNDOGAN Ertuğrul, (2004),“Yönetim Reformlarının Gerekliliği Bağlamında İyi Yönetişim ve Türkiye’de Uygulanabilirliği”, Sivil Toplum, Yıl:2, sayı: 6, Nisan-Eylül. GÜZELSARI, Selime, (2003), “Kamu Yönetimi Disiplininde Yeni Kamu İşletmeciliği ve Yönetişim Yaklaşımları”, AÜ SBF, GETA Tartışma Metinleri Serisi. IULA- EMME (2001), Projenin Tanıtımı, Bülten 9, Uluslar arası Yerel Yönetimler Birliği, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı Yayını, Ankara. İNAN, Atilla, (1998), “Mahalli İdareler Kanun Taslağına Göre Demokratik Kitle Örgütlerinin Yerel Yönetimlere Demokratik Katılımı”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Cilt:7, Sayı: 2. KAPLAN, Sefa, “Günümüzde Sadece Ulus-Devletler Değil Kentler de Yarışıyor”, www. hurriyetim.com, (Erişim Tarihi: 05.03.2013). KARAMAN, Zerrin Toprak, (2000), “Yönetim Stratejilerindeki Gelişmeler”, Türk İdare Dergisi, Yıl: 72, Sayı: 426. KARAMAN, Zerrin Toprak, (1998), “Habitat II ve Yerel Gündem 21 Sorumluluğu”, Türk İdare Dergisi, Yıl: 70, Sayı: 421. KALAYCIOGLU, Ersin, (2006), “Yönetişim Üzerine”, Röportaj; Akif Çarkçı, Yerel Siyaset, Yıl:1, Sayı: 6. KAVİLİ, Sultan, (2001), “Kent Yönetimine Katılım ve Türkiye’de Yerel Gündem 21Uygulamaları”, Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. KIZILCIK, Recep, (2003), “21. Yüzyılda Yönetişim ve Kamu Yönetimi, Yeni Eğilimler ve Yeni Teknikler”, Türk İdare Dergisi, Sayı: 438. KÖSEOGLU, Özer, (2006), “Yeni Belediye Kanununda Yerel Demokrasiye İlişkin Gelişmeler”, Yerel Siyaset, Yıl:1, Sayı:4. KÖYMEN, Aydın, “Yerel Yönetimler ve Demokrasi”, http://www.mimarlarodasiankara. org/?id=635, (Erişim Tarihi: 01.03.2013),Maliye Bakanlığı Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Dairesi Bakanlığı, İyi Yönetişimin Y Temel Unsurları, (2003), Maliye Bakanlığı Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Dairesi Başkanlığı Yayını, Ankara. Malatya Belediyesi, (2001), Malatya Yerel Gündem 21 Tanıtım 95 Yıldırım, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Bülteni, Sayı: 1, Malatya. Malatya Belediyesi, (2002), Malatya 4. Kent Kurultayı Toplantı Tutanakları, Yerel Gündem Sekreterliği, Malatya.Malatya Belediyesi, (2013), Malatya Yerel Gündem 21 Tanıtım Bülteni, Malatya. ÖNER, Şerif, (2001), “Belediyelerde Yönetime Katılmada Halkla İlişkilerin Rolü ve Önemi”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 3, Sayı:2. ÖZER, M. Akif, (2000), “Yerel Demokrasi, Demokratik Yerel Yönetimler ve Yerel Yönetimlerin Demokratikleşmesi Kavramlarının Tahlili Üzerine”, Türk İdare Dergisi, Yıl:72, Sayı: 426. ÖZTÜRK Namık Kemal, (2002), “Bürokratik Devletten Etkin Yönetime Geçiş: İyi Yönetişim”, Türk İdare Dergisi, Sayı: 437. PALABIYIK, Hamit, (2004), “Yönetimden Yönetişime Geçiş ve Ötesi Üzerine Kavramsal Açıklamalar”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 37, Sayı:1. UZAN, Nizam, (1999), “Belediyeler ve Yerel Gündem 21”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt 8, Sayı 2. YALÇINDAG, Selçuk, (1996), “Belediyelerimiz ve Halkla İlişkiler”, TODAİE, Ankara. Y 96 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 ARAP BAHARI, SURİYE VE DEMOKRATİK DÖNÜŞÜM BEKLENTİLERİ * THE ARAB SPRING, SYRIA AND THE EXPECTATONS OF DEMOKRATIC TRANSITION Abdullah Kıran ** Özet Arap Baharı Ortadoğu’da demokratik bir dönüşüme yol açabilir mi? Ortadoğu’daki baskıcı ve totaliter rejimlerden demokratik yönetimlere geçiş nasıl bir süreci zorunlu kılmaktadır? Baskıcı ve totaliter rejimlerden demokratik rejimlere geçiş, bir ayaklanma veya bir devrimle kısa bir süre içinde olabilecek bir durum mu? Demokrasi, bir rejimin kabullenmesinden ziyade demokratik bir kültüre sahip olmayı gerektirirken, Ortadoğu bu kültüre ne kadar yatkındır? Peki, bölge halklarının öncelikleri nelerdir? Kimi ülkelerde etnik ve dini taleplerin, demokrasi ve demokratik taleplerden önce geldiği bilinmektedir. Örneğin, Suriye’deki Kürtlerin en önemli önceliği ulusal varlıklarının tanınması ve yönetimde pay sahibi olmak iken, Sünnilerin temel amacı Şii diktatörlüğe son verip kendilerinin yönetimde olacağı bir çoğunluk rejiminin kurulmasıdır. Hıristiyanlar ise, Esad rejiminin yıkılmasının ardından iktidarı devralacak Sünni çoğunluğun kendilerine hayat hakkı tanımayacağından korkmaktadırlar. Bu makalede, Arap Baharı bağlamında Suriye gerçeği irdelenmeye çalışılacaktır. Abstract Can Arab Spring lead to a democratic transformation in the Middle East? What kind of a process will be necessitated by transition from oppressive and totalitarian regimes of the Middle East to the democratic ones? Is transition from oppressive and totalitarian regimes to the democratic ones a situation that will be possible through an uprising or a revolution? While democracy requires having a democratic culture rather than just accepting a regime, to what extent is the Middle East inclined to this culture? What are the priorities of the local community? It is known that in some countries ethnic and national demands take precedence of democracy and democratic demands. For instance, the most important priority of Kurds in Syria is their recognition as a national entity and their participation to Syrian government whereas Sunni Muslims in Syria essentially want to put an end to the Bu makale Anemon Dergisinin 1. Sayısında yayınlana The Arab Spring And The Chance Of Democratic Transformation In Syria adlı çalışmanın Türkçeye çevrilip gözden geçirilmiş halidir ** Doç. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi Y * 97 Kıran, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Shiite dictatorship and to establish a majority regime under their rule. On the other hand, Christians worry that the Sunni majority government which will be potentially established after the collapse of Assad regime will not recognize their basic rights. This paper aims to discuss the Syrian reality from different perspectives in the context of Arab Spring. Key Words: Arab Spring, Syria, Kurds, Christians, Sunni, Shiite Ortadoğu’nun Azınlık İktidarları Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, sadece 17 aylık bir zaman diliminde Kuzey İrlanda, Yugoslavya ve Ortadoğu’nun sınırları belirlendi (Fisk, 2007, s.XXI). Ortadoğu’daki sınırlar başından beri sorunluydu, ancak Batılı güçlerin manda yönetimlerine son verdikten sonra başa getirdikleri yönetimler daha da sorunluydu. Bu ülkelerin doğrudan yönetimlerinden el çeken İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, uzun yıllar kendilerine sadık kalacak azınlık yönetimler oluşturdular. Özellikle Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkelerde, çoğunluğa dayanan meşru rejimlerden ziyade, yönetim erki belirli etnik veya dinsel azınlıklara teslim edildi. Azınlık iktidarları, ülkedeki yönetimlerini sürekli kılmak ve iktidarı diğer unsurlarla paylaşmamak amacıyla, baskıcı ve totaliter özlerinden ödün vermek istemediler. Aslında bu yönetim biçimi, bölgeyi dolaylı olarak denetim altında tutan Batılı güçlerin de işine geliyordu ve Soğuk Savaş ruhuyla da tam bir uyum içindeydi. Ancak bu sınırlar hiçbir zaman bölgeye huzuru getiremedi. Bu sorunlu sınırlar ve sorunlu yönetimler, bölgede dökülen kanın en önemli sebepleri arasında yer alır. Ortadoğu’daki azınlık iktidarların yönetimden ayrılmaları pek de kolay olmadı. Lübnan’da Marunilerin baskın konumuma son vermek, 15 yıl devam eden sivil bir savaş neticesinde gerçekleşebildi. Osmanlı’nın üç vilayetinin birleştirilmesiyle oluşturulan Irak, ta başından beri en sorunlu sınır olarak göze batıyordu. İngilizler, Kürtlerin çoğunlukta olduğu Musul vilayetini, Sünnilerin çoğunlukta olduğu Bağdat ve Şiilerin çoğunluk teşkil ettiği Basra vilayetiyle bir araya getirerek yeni Irak’ı oluşturmuştu. Yeni Irak’ın başına da Sünni bir Arap olan Hicazlı Emir Faysal’ı 1921’de kral olarak atamıştı. Faysal ve halefleri Irak’ı 1958’deki askeri darbeye kadar yönettiler, ancak darbe kuruluştan beri iktidarda olan Sünni yönetime son veremedi. %25’lik Sünniler, toplam nüfusun %55’ni teşkil eden Şiiler ve %20’sini oluşturan Kürtler’i bir yarım asır daha yönetecekti (Galbraith, 2006, s.7 ). Irak’taki Suni yönetimi iktidardan düşürebilmek ancak ABD’nin müdahalesiyle başarıya ulaşabildi. Üstelik ABD’ye rağmen Sünnilerin iktidar mücadelesi Irak’ta yıkıcı bir sivil savaşın yaşanmasına engel olamadı. Bu nedenle Suriye’nin de Lübnan ve Irak’a benzer bir kaderi paylaşması yüksek bir ihtimaldir. Ancak bu süreç zaman alabilir. Çünkü Hafız Esad, Mısır lideri Hüsnü Mübarek’in hatasına düşüp orduyu aile üyesi olmayanların eline bırakmadı. Mübarek’in oğlu özel sektörde çalışırken, hiç kimseye güvenmeyen Y 98 Arap Baharı, Suriye ve Demokratik Dönüşüm Beklentileri Hafız Esad, yönetimi oğullarına bıraktı. Üstelik o, oğullarını ordu ve siyaseti tam anlamıyla denetim altında tutabilecek bir şekilde eğitmiş ve hazırlamıştı. Öte yandan Hafız Esad yönetimde Arap milliyetçiliğine dayanmak yerine, aile, klan, aşiret ve mezhep gibi geleneksel bağlılıkları yönetiminin çimento taşı olarak görüyordu. Mısır’da Mübarek uğruna kendi halkıyla savaşacak bir ordu yoktu; ancak Suriye’de en son kerteye kadar Esad ile hareket edecek bir ordu bulunmaktadır. Buna rağmen Suriye’deki %12’lik Alevi kesimin iktidarını koruması, görünen o ki Arap Baharı’nın ruhuna da aykırı bir durum olacaktır (Landis, 2012). Nerdeyse iki yıllık bir zaman geçmiş olmasına rağmen Suriye’de Tahrir Meydanı gibi iktidarı yerinden sarsacak bir gelişme yaşanmadı. Suriye’deki muhalefet liderleri dış ambargoların etkili olabileceği ve bir süre sonra rejimin düşeceği tahminini ileri sürmüşlerdi ancak bu da olamadı. Anlaşılan bundan sonraki süreçte de böyle bir gelişme yaşanmayacak; çünkü Özel Kuvvetler, İstihbarat, elit birimler ve ordunun yönetim kademesi, Esad sonrası dönemi düşündüklerinde, Esad etrafında kenetlenmekten farklı bir alternatife sahip değiller. Öte yandan Suriye gerçeği bir bütün olarak dikkate alındığında, neredeyse her Alevi ailenin bir bireyi ya ordu, ya polis, ya eğitim bakanlığı veya diğer bir kamu kurumunda çalışmaktadır. Sadece elit Nusayri kesim değil, rejimle ittifak halinde olan bir kısım Sünni de Esad ile kader birliği yapmış durumdadır. Yaklaşık kırk yıldan beri Suriye’de hüküm süren Esad Hanedanlığı iktidarı bırakma niyetinde değil (Haling&Birke, 2012). Baas ve Suriye’de Azınlık İktidarı 185,180 km2’lik yüzölçümü ve 22 milyonluk nüfusuyla Suriye, Ortadoğu politikalarında eşsiz bir pozisyona sahipti. Modern dönemde Arap uyanışının merkez üssü rolüne sahip olup Pan- Arap duruşuyla Arap ularsalcılığının çarpan kalbi olarak bilinirdi. Ülkenin tarihsel evriminde coğrafi konumunun kritik bir rol oynadığı açıktır. Tarihsel olarak üç kıtanın birleştiği bir noktada yer alması ve sürekli olarak göç alması, ülkede homojen olmayan sosyal ve kültürel bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Müslüman, Hıristiyan, Arap, Kürt, Dürzü, Ermeni, Alevi, Sünni gibi etnik ve dinsel yapılar Suriye toplumuna gerçek bir mozaik görünümü sağlamaktadır. Y Suriye’deki etnik ve dinsel azınlıkların nüfusu konusunda çok farklı rakamlar verilmektedir. Ancak biz burada BM Mülteciler Temsilciliği’nin azınlıklar ve yerel halklar konusundaki raporunu esas almayı uygun gördük. BM’ye göre Suriye’de konuşulan ana lisanlar şöyle sıralanabilir: Arapça (resmi dil), Kürtçe,(Kurmanci Lehçesi), Ermenice, Aramice, Çerkezce ve Türkçe. Ülkedeki dinsel yapı dikkate alındığında nüfusun %74’ünü Sünni Müslümanlar, %11’ni Aleviler, %2’sini İsmaili ve Ithna›ashari olarak bilinen Müslümanlar, %10’u Hıristiyanlar ve %3’ünü Dürzîler oluşturmaktadır. Azınlık grupların nüfus yapısı şöyledir: Aleviler 2,1 milyon (%11), Farklı mezheplerden mey99 Kıran, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. dana gelen Hıristiyanlar 1,9 milyon (% 10), Iraklı mülteciler 1,5-2 milyon (%7,8-10,4), Kürtler 2-2,5 milyon(%10-15), Dürziler 580 000 (%3), Filistinliler 442 000 (%2.3), İsmaili ve Ithna’ashariler 386 000 (%2), Ermeniler 323 000(1.7) (World Directory, 2011). Bu sayısal bilgiler 2010 yılı verileri esas alınarak hazırlanmıştır. Bu dönem Suriye nüfusu yaklaşık olarak 22,5 milyon civarındadır. Bu durumda, Suriye’deki azınlıklar üç farklı grup şeklinde ele alınabilir: Etnik, dinsel ve yakın dönemde Suriye’ye göç etmiş mülteciler. Suriye için kesin verilere dayalı demografik bir harita çıkartmak zordur; ancak yine de azınlıkların yoğunlaştıkları yerler aşağı yukarı bilinmektedir. Genel olarak Suni ve Hıristiyanlar ülkenin çeşitli yerlerine dağılmışlarken, Aleviler, Dürzîler ve İsmailliler yoğun bir şekilde bir arada yaşayıp kimi bölgelerde çoğunluğu teşkil ederler. Aleviler çoğunlukla Lazkiya (Latakia) bölgesinin kuzeybatı bölgesinde yaşarlar. Ancak Homs ve Hama’nın iç kesimlerinde de yerleşiktirler. Dürzîler ise Suwayda vilayetinin güneyinde, Dürzi Dağı olarak bilinen Jabal- al-Duruz bölgesinde yaşarlar. İsmailliler Hama vilayetine bağlı Masyaf ve Salamiyah ilçelerinde çoğunluğu teşkil ederler. Nüfusun en büyük kesimini teşkil eden Sünniler Şam, Halep, Hamma ve Homs gibi vilayetlerdeki şehirli çoğunluğu oluştururlar. Hıristiyan azınlıklardan Grek Ortodokslar ve Grek Katolikler Şam ve Latakiya civarında yoğunlaşırlar. Asurî Ortodokslar çoğunlukla Cezire, Homs, Halep ve Şam civarında bulunurken, Asuri Katolikler küçük cemaatler halinde Halep, Hasaka ve Şam tarafında yaşarlar. Yine Halep civarında küçük bir cemaat olarak varlıklarını sürdüren Maruni Hıristiyanlar bulunur (World Directory, 2011). Manda yönetimi döneminde azılıklar adeta otonom bir statüye sahip idiler ve orduda önemli bir yer tutarlardı. Suriye’nin 1945 yılında tam olarak bağımsızlığını kazanmasının ardında da, azınlıkların ordu ile bağı devam etti (Ismael, 2001, s.237). Tablo: Suriye’deki Dini ve Mezhepsel Yapılanma Sünni Müslümanlar Aleviler Dürzüler İsma’ililer Hıristıyanlar 68.7/% 11.5% 3.0% 1.5% 14.1% Kaynak: Nicholas S. Hopkins andSaadEddinIbrahim, ArabSociety: Class, Gender, Power, and Development(Cairo: Amerikan UniversityPress, 1997), s. XV, 185-87. Bağısızlıktan hemen sonraki dönemde Sünni liderler Alevi azınlığın gücünü kırma anlamında kimi girişimlerde bulundularsa da bunda başarılı olamadılar. Özellikle Alevi azınlık, hem ordu hem de politikada gittikçe etkinliğini artırdı. 1947’de gerçekleştirilen ilk parlamento seçimlerinde yaşanan yolsuzluk ve düzensizliklere, 1948-49 Arap İsrail Y 100 Arap Baharı, Suriye ve Demokratik Dönüşüm Beklentileri savaşında Arap güçlerinin yenilgiye uğratılması da eklenince, hükümete olan güvesizlik doruk noktasına ulaştı. Bunun sonucunda 30 Mart 1949’da, Albay Husni al Zaim tarafından gerçekleştiren askeri darbeye kamu desteği tamdı. Darbe, çoğunluğu zengin tüccarlar ve aristokratlardan oluşan eski milliyetçilerin siyasi tekeline son verdi. Daha sonraki dönemlerde de siyasi boşluk kısa ömürlü ve başarısız askeri darbelerle doldurulmaya çalışıldı. Ancak nerdeyse her durumda Genelkurmay Başkanı parlamentoyu maniple ederek gerçek iktidarın askerlerin elinde olmasını sağlardı. Parlamentonun itirazlarına rağmen devlet başkanı askeri yetkililer arasından seçildi. Ülkede, Kasım 1949’da yapılan seçimlerin ardında, parlamento asker tarafından hazırlanan anayasayı kabul etmek durumunda kaldı. Buna rağmen 29 Kasım 1951’de ordu bir kez daha parlamentoyu dağıtarak bütün siyasi partileri yasakladı, yasama ve yürütme görevlerini Genel Kurmay Başkanına verdi. Ardında, 1953 yılında yeni bir anayasa yürürlüğe konularak daha önceki tüm askeri darbelerde rol üstlenmiş olan Genel Kurmay Başkanı Albay Abid al-Shishakli devlet başkanı olarak atandı. Ancak yolsuzluk iddiaları ve seçim sonuçlarının protesto edilmesi üzerine 25 Şubat 1954’te ülkeyi terk edip Lübnan’a kaçtı. Daha sonra Arjantin’e kaçan Abid al-Shishakli iki yıl sonra suikastla öldürüldü. Askeri darbeler ve istikrarsızlık Baas Partisi’ne adım adım iktidar yolu hazırlıyordu. 1956’da Ulusal Birlik hükümetine katılan Baas Partisi parlamento ve kabinedeki en önemli pozisyonları ele geçirmişti. Ulusal Birlik hükümetinin laiklik ve sosyal adalet vurgusu azınlıkları memnun ediyordu. Böylece Aleviler, Dürzîler ve İsmail’iler ordu ve Baas Partisinde dominant olmaya başladılar. Baas Partisi’nin ortaya çıkışı ve giderek etkin bir güç olarak siyaset sahnesinde yer alışı, Kürtler dışındaki azınlıklar açısından inanılmaz bir fırsat yarattı ( Ismael, 2001, s.238-40). Y Suriye’de özellikle Osmanlıdan beri Sünni Araplar orduda görev yapar ve Alevilere devlet memurluğu hakkı tanınmazdı. Ancak 1963 yılına gelindiğinde Suriye ordusundaki subayların %65’i Alevilerden oluşmaktaydı. Hafız Esad 1970’te iktidara geldiğinde Hıristiyanların da cumhurbaşkanı seçilebileceği laik bir anayasa önerisinde bulununca, Sünniler bu durumu ülke çapında protesto ettiler. 1976 yılı başlarında mezhepsel gerginlik Sünni ve Alevileri karşı karşıya getirince, Müslüman Kardeşler Örgütü, “kâfir” olarak değerlendirdiği Alevilere karşı bir ayaklanma başlattı. Böylece Sünni korkusuyla biçimlenmiş olan Aleviler Hafız Esad etrafında kenetlendiler ve bu gerginlik tam 6 yıl devam etti. Zaten Suriye’de Baas Partisi iktidara geldiği ilk günden beri Müslüman Kardeşler Örgütü ve diğer İslamcı militanların direnişiyle karşılaşmıştı (Seale, 2012). Karşılıklı çekişmenin doruk notasına ulaştığı Şubat 1982’de, Esad, ayaklanmayı bastırmak amacıyla Hama kentindeki yaklaşık 20 bin Sünni’yi katletti. Ancak Aleviler yaşanan katliamın sorumlusu olarak Müslüman Kardeşler Örgütü’nü gösterdiler. 1982 ayaklanmasından sonra Alevi kesiminin devlet aygıtı üzerindeki denetimi daha da arttı ve gelinen aşamada 700.000 civarındaki güvenlik gücü ve istihbarat personelinin ağırlıklı bir kesimi Alevilerden oluşmaktadır (Goldsmith, 2012). 101 Kıran, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. “Hafız Esad iktidara geldiğinde, çoğunluğu kırsal kesimde oturanlar olmak üzere, Suriye nüfusu 6 milyondu, Esad öldüğünde Suriye nüfusu üç kat artarak 18 milyona çıkmıştı (Ajami,2009). Hafız Esad’ın ölümü üzerine 2000 yılında iktidara gelen Beşar Esad, babasından farklı olduğu izlenimini vererek başlangıçta reform yanlısı bir lider olarak görüldü. Hem Suriyeliler hem de Batılılar onun kimi reformları gerçekleştireceğine umut bağladılar; ancak bu umutlar kısa bir süre sonra boşa çıktı. Çabucak reform sözü veren Esad, somut adımlar atmada ve uygulamada başarılı olamadı. Öncelikle ekonomiyi liberalleştirme anlamında kimi adımlar atmaya çalıştıysa da, yıllardan beridir bu bozuk düzeni himaye eden Baas Partisi engelini aşamadı. Rüşvet ve yolsuzluklara dayalı ekonomik ağın kontrol ve denetimi Baas Partisi’ndeydi ve parti bu alandaki iktidarını yitirmek istemiyordu. Beşar Esad, Baas Partisi engelini aşamayınca bu kez ülkede reform talebinde bulunan muhalifleri tutuklayarak ceza evlerine atmak durumunda kaldı ( Murphy, 2012). Öte yandan Esad’ın elini bağlayan diğer bir durum da, oldukça meşgul olmak durumunda kaldığı ülkenin dış gündemiydi. Bu yoğun meşguliyet ülkenin iç gündemini ihmal etmek, yakınları ve hatta kimi aile üyeleri tarafından yapılan hak ihlalleri ve vurgunlara göz yummasına yol açıyordu (Seale, 2012). Ancak özü itibarıyla Beşar Esad da babası gibi ağırlıklı olarak Alevi kesime dayanmaktadır. Başta güvenlik ve ekonomi olmak üzere ülkede, anahtar pozisyondaki bütün mevkilerde Aleviler bulunur. Sünni Arap kitleleri yönetim dışında bırakılmışken, ister Hıristiyan, ister Dürzî veya isterse Sünni olsun, yönetim zengin tüccar ailelerle bir işbirliği geliştirilmiştir. Suriye’de ayaklanmanın başlamasından bu yana Esad’ın iktidarda kalması için en ciddi direnişi sergileyen kesim Alevilerdir. Ayaklanma uzadıkça bazı Alevilerin rejime olan desteklerini geri çektiği yönünde kimi işaretler belirmeye başladıysa da, halen büyük bir çoğunluğu rejimin devam etmesinden yanadır. Bunun önemli bir nedeni de iktidarın Sünnilere geçmesi durumuda, Sünnilerin intikam alma hıncıyla hareket etme olasılığıdır. İşte bu güvenlik kaygısı Alevilerin rejime daha sıkı bir şekilde bağlanmalarına yol açmaktadır (Goldsmith, 2012). Görünen o ki, Suriye’deki çatışma devam ettikçe, Alevi –Sünni çatışması derinleşecektir (Byman,2012). Suriye’deki ayaklanma başladığında pek çok ülke ve Suriye’deki muhalifler rejimin birkaç ay içinde yıkılacağını ileri sürdü. Suriye’deki Müslüman Kardeşler Örgütü lideri Mohammed Riad al Shaqfa, Esad’ın birkaç ay içinde düşeceğini söyledi. Henüz Ağustos 2011’de ABD Başkanı Obama ve AB liderleri, Esad’ın iktidarı bırakması yönünde açıkça çağrıda bulundular; ancak Suriye lideri bu çağrıları görmezlikten geldi. ABD Dışişleri Bakanlığı Esad için “yürüyen ölü” tabirini kullanırken, İsrail Savunma Bakanlığı Esad’ın birkaç hafta içinde düşeceği öngörüsünde bulundu. Ancak bütün bunlar birer dilek olmanın ötesine geçemedi (Landis, 2012 ). Suriye’deki şiddet ortamının hız kesmeden devam etmesi ve insani kıyım, sık sık dış müdahale önerilerini de gündeme getirmektedir. Y 102 Arap Baharı, Suriye ve Demokratik Dönüşüm Beklentileri Suriye’ye Müdahale Yakın döneme kadar Arap dünyası uzun yıllar iktidarda kalmış liderleriyle övünürlerdi. Muammer Kaddafi 1969’da iktidara gelmiş, Esad ailesi 1970’ten beri ülkeyi yönetiyordu, Ali Abdullah Saleh, daha sonra Güney Yemen ile birleşen Kuzey Yemen’in başına 1978’te başkan olarak gelmişti, Hüsnü Mübarek 1981’de Mısır’ın başına geçmişti, Zine Abidin Bin Ali 1987’de Tunus’a başkan atanmıştı. Bunun yanında Haşimi ailesi Ürdün’ü 1920’lerden, Suudi Arabistan’da da Saud ailesi ülkeyi 1932’den beri yönetmektedir. Moroco’da yönetimde olan Alouite hanedanlığı ilk defa 17 yy.da iktidara gelmişti. Demokrasi rüzgarı Doğu Asya, Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Güney Afrika’ya ulaşırken bu monarşiler iktidarlarını devam ettirmekteydiler (Gause,2011). Tunus’ta başlayan Arap Baharı şimdiye kadar dört ülkedeki yönetimin el değiştirmesine yol açarken, 15 Mart 2011’de Suriye’de başlayan ayaklanma 20 ayını geride bıraktı. Daha Ağustos 2011’de ABD Başkanı Obama ve AB liderleri açıkça Esad’ın iktidarı bırakması yönünde çağrıda bulundular; ancak Suriye lideri bu çağrıları görmezlikten geldi. Esad rejiminin ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırması ve nerdeyse her gün onlarca insanın hayatını kaybetmesine karşılık Batılı güçler Suriye’ye müdahale etme seçeneğini hiçbir zaman ciddi olarak gündeme almadılar. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve pek çok ülke liderinin çağrılarına rağmen, ülke yönetiminde anahtar pozisyonlarda yer alan Alevi, elit yönetimi desteklemekten geri adım atmadı. Üstelik ülkedeki pek çok Alevi, rejim değişikliğini kendileri açısından adeta hayati bir sorun olarak algılamaya başladı (McDonnell &Richter, 2012). Ancak Suriye’deki insani kıyımın boyutları derinleştikçe olası bir askeri müdahale çağrıları da gündeme gelmeye başladı. Türkiye daha 2011 yılının Haziran ayı ortalarından beri Suriye sınırları dâhilinde bir “tampon bölge” oluşturulması tehdidinde bulunurken, Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe’de Kasım 2011’de, gıda ve ilaç teminini sağlamak amacıyla Suriye içinde “insani bir koridor”un oluşturulması önerisinde bulundu. Aynı şekilde 2 Aralık 2011’de, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nden Navi Pillay, BM İnsan Hakları Konseyi’nde yaptığı konuşmada, “uluslararası toplumun Suriye halkını korumak amacıyla acil ve etkili tedbirler alması gerektiğini” dile getirdi. Aslında BM İnsan Hakları Konseyi daha önce de Esad rejiminin insanlığa karşı suç işlediğini açıklamıştı (Weiss, 2012). Y BM ve NATO gibi örgütlerin Suriye’ye müdahale seçeneğini ciddi anlamda etkileyen bir faktör de Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerin tutumudur. Uluslararası toplum BM’den Suriye’ye karşı müdahale kararı beklerken, Çin ve Rusya, Güvenlik Konseyi’nin Suriye devlet başkanını istifa etmeye çağıran kararını veto ettiler. Biri Aralık 2011 ve ötekisi de Şubat 2012’de olmak üzere, Güvenlik Konseyi’nde iki kez Suriye’deki yönetim aleyhine karar almasını engelleyen Rusya ve Çin, veto kararını egemen bir ülke olan Suriye’nin 103 Kıran, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. iç işlerine müdahale etmeme ilkesine bağlamaktadırlar (Dyer, 2012). Ancak hemen herkes bu davranışı, söz konusu ülkelerin Ortadoğu’ya yönelik hesapları ve Suriye’deki yönetim ile olan ilişkilerine bağlamaktadır. Özellikle Rusya’nın Suriye ile olan ilişkileri, Suriye’nin bağımsızlığını kazandığı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki döneme uzanır. Sovyetler Birliği ve Suriye’nin yakın bir ilişki içine girmeleri 1955 yılında başlasa da, 1963 yılının Mart ayında Baas rejiminin iktidara gelmesinin ardından bu ilişkinin daha çok pekişerek ideolojik bir yakınlaşmaya dönüştüğünü görmekteyiz. Suriye’ye yönelik olası bir müdahaleye şiddetle karşı çıkan Rusya ve İran, egemen bir ülke olarak Suriye’nin ülkedeki isyanı bastırmada haklı olduğunu ileri sürmektedirler. Özellikle Libya’ya müdahale konusunda adeta pişman olmuş olan ABD’nin tavrı farklıdır. ABD açıktan bir müdahaleyi desteklememekle birlikte Suriye’de rejimin değişmesini tercih etmektedir. Kısacası eğer Suriye’de rejim düşerse, ABD ve müttefikleri buna sevineceklerdir. Bunun çeşitli sebepleri şöyle sıralanabilir: Suriye’nin İran’daki rejim ile en uzun süreli dost olması, İsrail’e kaşı olması, Filistinli grupları desteklemesi ve ABD’nin Irak müdahalesinde karşı kampta yer alması gibi. Ancak Washington’u endişelendiren, devletin tamamen çökmesi durumunda, karşı karşıya kalınacak dehşet boyutlarındaki insani kriz ve ardından ortaya çıkacak kaosun terörizm ve hatta bölgesel düzeyde bir savaşa yol açması olasılığıdır. Dolayısıyla Esad’ı devirme çabaları, Suriye’de çok büyük bir kırılmaya yol açabilir. Daha önceki pek çok diktatörlükte olduğu gibi Esad da Suriye toplumu ve devletini, rejimin koruyucu memurlarına dönüştürmüş bulunmaktadır. Öyle ki asker, polis, mahkemeler, ekonomi ve neredeyse akla gelebilecek her şey, iktidarı koruma amaçlı yapılandırılmıştır (Byman, 2012). Doğrusu gelinen aşamada gerek ABD, gerek Avrupa ve gerekse de Arap dünyasından Suriye’ye yönelik bir dış müdahaleden yana olanlar azdır. ABD doğrudan müdahil olmaksızın, Arap Ligi ve Türkiye’nin müdahalesine sıcak bakabilir, ancak kendisi işin dışında kalmak veya tutulmak şartıyla. Ortadoğu’da özelikle Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’nın bir uluslararası müdahaleye sıcak baktığı bilinmektedir. Suudi Arabistan ve Katar, İran korkusundan dolayı bir dış müdahaleyi savunurken, Türkiye’nin farklı kaygıları ön plana çıkmaktadır. Üstelik dış bir müdahalenin Suriye’ye istikrar getirmesi de zor görünmektedir. Irak örneği dikkate alındığında, yönetimden hoşnut olmayanlar bile dış müdahaleye kuşkuyla bakmaktadır ( Joshua, 2012). Uluslararası toplumun dış müdahale konusunda çekingen davranmasının bir nedeni de Suriye muhalefetidir. Suriye’de rejime karşı silahlı ayaklanma sürdüren yegâne grup Hür Suriye Ordusu (HSO) değil, Jabhat an-Nusra (Kurtuluş Cephesi), Ahrar al-Sham (Büyük Suriye Özgürlüğü), Büyük Suriye için Yabancılar Tugayı ve gibi kendileri Selefi olarak adlandıran radikal İslamcı gruplar da rejime karşı silahlı mücadele sürdürmektedirler. Libya ve Irak gibi Arap ülkeleriyle Çeçenistan, Pakistan ve hatta İngiltere’den bile Y 104 Arap Baharı, Suriye ve Demokratik Dönüşüm Beklentileri Suriye’ye gidip çatışan Müslüman gruplar bulunmaktadır. Özellikle dışarıdan gelenlerin oldukça radikal ve aşırı oldukları kabul edilmektedir. Ülke dışından gelen gazetecileri gözaltına alıp sorgulayanlar da çoğunlukla bu gruplara mensupturlar. Kimi HSO yetkilileri de zaman zaman bu gruplara yönelik şikayetlerini dile getirmektedirler. Öte yandan bu radikal grupların diğer gruplarla ne kadar işbirliği yaptığı da belli değildir. Kendisini bir şemsiye örgütü olarak gören HSO’nun da bu gruplar üzerinde pek fazla bir etkisinin olmadığı bilinmektedir. HSO yetkilileri kendi yönetimlerinde rejime karşı savaşanların 50 000 civarında olduğu ileri sürmektedirler. HSO askeri konsey üyelerinden Mustafa Sheikh, Esad rejimini devirmek amacıyla savaşan güçlerin %60’ının HSO şemsiyesi altında bir araya geldiğini söylemektedir. Fiili çatışmalarda yer alan hükümet güçlerinin 280 000 civarında olduğu dikkatte alındığında, muhalif güçlerin sayıca hiç de az olmadığı ortadadır (The Economist, Aug 4th 2012). Bütün bu örgütlerin yanında, rejimin askeri yapısını zayıflatmak ve düşürmek amacıyla oldukça örgütlü bir şekilde mücadele eden El Kaide örgütü var. Üstelik El- Kaide ile bağlantılı bir şekilde çalışan, Kafkasya, Afganistan, Yemen, Libya, Ürdün, Mısır ve Türkiye gibi ülkelerden gelip temel amacı cihadı gerçekleştirmek olan kimi radikal İslamcı gruplar bulunmaktadır. Suriye rejiminin bir an önce düşmesini isteyen Türkiye gibi ülkeler, istemeyerek de olsa, dolaylı olarak El Kaide ile bir ilişki içinde görünüyor, ya da bu örgütü “planlı mücadeleyi alevlendirecek bir güç olarak görüyor”. Ancak bu durum, özellikle Şii yönetimlerin egemen olduğu İran, Irak ve Lübnan gibi ülkeler açısından farklı değerlendirilmiyor. Onlara göre Vahabiler Şiileri hedef alıyor ve asıl hedef Şiilerin yönetimden uzaklaştırılmasıdır. Örneğin, Şam’da Seid Zeynep Mahallesine giren cihatçı gruplar, çocuk, kadın demeden önlerine çıkanı astılar. Bu mahallede Hz. Peygamberin torunu Hz. Zehra’nın da türbesi vardı ve burası bütün Şiiler için kutsal bir mekân sayılırdı. Durum böyle olunca, İran ve Irak’taki Şii gruplar da kendilerini sorunun bir parçası olarak görüyorlar. Irak’ta Mukteda Al Sadr’a bağlı Mehdi ordusu, Suriye’deki durumu kendi varlığını tehdit eden bir unsur olarak değerlendiriyor ve duruma seyirci kalamayacağını ilan ediyor. Mehdi grubu, Suriye’de harekete geçmek üzere intihar gruplarını kurduğunu ilan etmekte bir sakınca görmüyor. Çünkü İran, Irak ve Suriye rejimleri, Suriye’deki iç savaşı tam anlamıyla bir mezhep savaşı olarak değerlendiriyorlar. Onlara göre bu savaş, Vahabi, Selefi ve El Kaide gibi Sünni cihatçı grupların Şiileri hedef aldığı bir savaştır ( Düzel, 8 Ekim, 2012). Henry A. Kissinger de Suriye’deki çatışmanın mezhepsel bir çatışma olduğuna dikkate çekerek şöyle yazıyor: “Asıl sorun Suriye’deki diğer pek çok azınlık tarafından desteklenen Esad yanlısı Aleviler ve Sünni çoğunluk arasındaki baskın gelme mücadelesinden kaynaklanmaktadır” (Kissinger, 2012). Y ABD’nin, Suriye krizine doğrudan müdahil olmak istememesinin çeşitli sebepleri var; ancak önemli bir sebep de Suriye’de Esad rejimine karşı mücadele eden muhalif güçlerin yapısından kaynaklanmaktadır. Suriye devriminin adeta cihatçı guruplar tarafından 105 Kıran, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. rehin alınmış olması, ADB ve Batılı pek çok laik gücü derinden endişelendirmektedir. Başlangıçta Suriye Ulusal Muhalefetine sempatiyle yaklaşan ABD, bugün gelinen aşamada Doha ve Riyad gibi merkezler üzerine Suriye muhalefetine sağlanmak istenen ağır silahların ulaşımını engellemektedir. Bu nedenle muhalif güçlerin yeterli silah ve mühimmat sıkıntısı içinde olmasının bir sebebi de ABD politikalarından kaynaklanmaktadır. ABD’nin muhalefete yönelik bu tavrının seçimlerden sonra da aynen devam edeceği düşünülmektedir (Bozkurt, 2002). Bir kere ABD can düşmanı olarak bellediği El Kaide ile ortak bir zeminde, düşman ortak bile olsa mücadele etmeyi kolaylıkla içine sindiremez. Bir de 11 Eylül sendromuyla biçimlenmiş ABD kamuoyunun bu duruma sıcak bakması beklenemez. Eğer ABD Suriye’de Esad rejimi ve El- Kaide bağlantılı bir yönetim arasında seçim yapmak durumunda kalırsa, Esad yönetimini tercih edeceği aşikârıdır. Suriye’ye yönelik dış bir müdahalenin diğer bir sakıncası da ülkedeki istikrarsızlığı daha da derinleştirme potansiyeline sahip olmasıdır. Özellikle tek taraflı bir müdahale, başta İran olmak üzere, Irak ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin de sürece müdahil olma riskini barındırmaktadır. Üstelik yerel müdahalelerin global düzeyde müdahalelere yol açabileceği de hesaba katılmalıdır. Dış müdahalenin diğer bir riski de, tam anlamıyla “politize” olmuş muhalefet dışındaki güçlerin rejimin etrafında kenetlenme olasılığıdır. Suriye’nin tarih boyunca dış müdahalelere maruz kalmış olması, Suriye insanlarında kırılgan bir duyarlılığın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ülkenin çeşitli aralıklarla Babilliler, Asurlular, Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizans, Eyyubiler, Selçuklular, Haçlılar, Osmanlılar ve son olarak Fransızlar tarafından yönetilmesi, Suriyelilerin dış müdahaleler konusunda oldukça hassas olmalarına yol açmıştır. Henry Kissinger Suriye tarihiyle ilgili bir değerlendirmesinde “Şam modern Arap milliyetçiliğinin kaynağı ve aynı zamanda sıkıntılarının sergilendiği bir mekândır” diyor. Bu durum Suriye’nin nerdeyse tarih boyunca yabancı güçler tarafından yönetilmiş olmasından kaynaklanmaktadır (Ajami, 2009). Suriye’ye müdahale konusunda gönüllü olan Suudi Arabistan ve Katar’ın, temel kaygılarının mezhepsel olduğu açıktır. Ancak olası bir müdahale durumunda, Suriye rejiminin iktidarın ömrünü uzatmak amacıyla Irak ve Lübnan’dan daha katı bir mezhepçilik politikası uygulayacağı açıktır (Haling&Birke, 2012). Aslında kendi sınırları dâhilindeki ayaklanmalardan çekinen bu ülkeler, Suriye üzerindeki mücadele ekseninde İran’a karşı bir vekalet savaşı sürdürmektedirler. Öte yandan gün geçtikçe Suriye krizinin komşu ülkelere sıçrama olasılığı da artmaktadır. Daha şimdiden Türkiye Kürt bölgesine yönelik müdahaleyi gündeme getirirken, Suriye kaynaklı çatışmalar adım adım Lübnan’a da sıçramaktadır. 3 Ekim Çarşamba günü Suriye’den fırlatılan bir havan topunun Akçakale’de beş kişinin ölümüne yol açması, iki ülkeyi karşı karşıya getiren en sıcak gelişmeydi. Türkiye’nin de bu olaya anında karşılık vermesi ve ardında derhal savaş tezkeresinin meclisten ge- Y 106 Arap Baharı, Suriye ve Demokratik Dönüşüm Beklentileri çirilmesi, iki ülkeyi savaşın eşiğine getirdi. Uluslararası toplum Suriye krizinin komşu ülkelere de sıçraması konusunda derin endişelere kapıldı. Bir NATO ülkesi olarak Türkiye’nin Suriye ile savaşa girmesi, başta ABD olmak üzere diğer Batılı güçlerin de olaylar karşısında kayıtsız kalmamasını sağlayacaktır. Ancak olası bir Türkiye- Suriye çatışmasında, olup bitenler karşısında sessiz kalmayacak ilk ülke de İran’dır. İran, özellikle son bir yıldan itibaren alenen şunu söylüyor, “Bizim Suriye ile savunma anlaşmamız var. Bu anlaşma doğrultusunda Suriye’ye yapılacak her türlü saldırıyı İran’a yapılmış bir saldırı olarak kabul ederiz.” Öte yandan Türkiye hükümeti Suriye ile savaşa girmeye hazır olabilir; ancak Türkiye kamuoyu bu işe hazır değil ve savaş istemiyor. Metropol Survey’e göre Türkiye’de insanların %76’sı Suriye’ye karşı tek taraflı bir müdahaleden yana değildir. Sadece %17’lik bir kesim Esad rejimine karşı askeri bir müdahaleyi savunmaktadır. %31’lik bir kesim de NATO ile birlikte yapılacak bir müdahaleyi desteklemektedir ( Dağı, 2012). Ayaklanmanın Kilit Taşları Kürtler Esad Kürtlerin isyana destek vermelerini önlemek amacıyla, ta başında oldukça tedbirli hareket etti. Çünkü Kürtlerin muhalefete desteğinin sonuç açısından belirleyici olduğunu biliyordu. Kürtleri isyan dışında tutmak amacıyla, yüz binlerce Kürt’e vatandaşlık haklarının iade edileceğini söyledi. 1962 yılında, Suriye’de doğmadıkları gerekçesiyle 120.000 Kürdün vatandaşlık hakları ellerinden alınmıştı. Bugün vatandaş olmayanların sayısı 300.000 kişi civarındadır. Suriye, Kuzey Suriye’de bir “Arap kemeri” oluşturmak amacıyla 1973 yılında, sınırın 300 km uzunluğundaki şeridi üzerinden Kürtlere ait toprakları müsadere ederek Arap ailelere dağıttı. Daha önceleri Esad yönetimine karşı bir kaç isyan girişiminde bulunan Kürtlerin muhalefetten uzak durmaların çeşitli sebepleri var: Çoğunluğu Müslüman Kardeşler ve Arap milliyetçilerinden oluşan Suriye muhalefetinin meşru Kürt taleplerine sempatiyle yaklaşmaması ve Kürtlerin de kendi kendilerini yönetme yönündeki bir fırsatı kaçırmama arzuları. Londra’da bulunan dış politika araştırma merkezi Henry Jackson Society’nin Suriye’deki ayaklanmayla ilgili raporunda Kürtlerin, ayaklanmanın kaderini belirleyecek bir konumda olduğu anlatılmaktadır. Öte yandan Kürtlerin farkında olduğu diğer bir durum da şudur: Esad rejimine yönelik devrim ne kadar erken sürede başarıya ulaşırsa, kendilerinin ülke yönetimindeki payları ve söz hakkının o oranda az olacağı gerçeği. Çünkü Kürt haklarını tanıma konusunda demokratik bir perspektife sahip olmayan Suriye muhalefetinin Kürtlerle karşı karşıya gelip savaşması, daha şimdiden kaçınılmaz olarak görünmektedir. Esad sonrası oluşacak yönetimin seküler olmayıp daha çok İslamcı bir karaktere sahip olması da Kürtlerin ayrı bir korkusudur. Kısacası Kürtler kaybedecekleri bir oyuna dâhil olmak istememektedirler (Kennedy, 2012). Y Aslında Kürtler SUK’a katılma konusun ta başından beri, hiçbir zaman kesin olarak 107 Kıran, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. reddetmediler. Ancak Kürtlerin girişimleri hep başarısız kaldı. Araplar Kürtleri rejime karşı isyana destek vermemekle suçlarken, Kürtler de Arapların kendi Ulusal taleplerini görmezlikten gelip Türkiye ile paralel hareket etmekle suçladılar. Temmuz 2012’de İstanbul’da yapılan toplantıda Araplar tavizsiz bir şekilde “Suriye Arap Cumhuriyeti” adında ısrar ederken, Kürtler toplantıyı terk etti. Daha sonra Kahire’de düzenlen toplantıda da Kürtler konferansı terk etmek durumunda kaldılar. Kürtlerin bütün ısrar ve çabalarına rağmen, muhalefettin Arap üyeleri “Kürt halkı tanınmalıdır” şeklindeki bir maddeyi kabul etmediler. Bütün bunlar Kürtlerin gittikçe uzaklaşması ve kendi başlarının çaresine bakmasına yol açtı. Şu an itibariyle Kürtler SUK’ta sadece sembolik düzeyde yer almaktadırlar (Tol, 2012) Kürtlerin siyasal mevzilenmesinde komşu ülkelerin politikaları da önemli bir rol oynamaktadır. Örneğin Türkiye, Suriye Kürtlerinin PYD’ye yakın olmasından ziyade Irak Kürt yönetime yakın olmasının kendi çıkarları açısından daha yararlı olacağını düşünmektedir. Maliki yönetiminin özellikle Suriye konusunda Beşar Esad yönetiminden yana tavır alması, Irak Kürtleri ve Türkiye’nin yakınlaşmasında önemli bir rol oynadı. Barzani, Nuri el Maliki yönetimini diktatörlükle suçlarken, merkezi yönetimin kangrenleşmiş kimi sorunları çözme konusunda iyi niyetle hareket etmediğini dile getirmektedir. Nitekim Barzani, Nisan 2012’de Washington’a yaptığı ziyarette de Bağdat hükümetiyle yaşadığı sorunları dile getirdi. Giderek Kürdistan Bölge hükümetiyle iyi ilişkiler geliştiren Türkiye, Barzani’nin de nüfuzunu kullanarak Suriye Kürtlerini PYD’den uzaklaştırmak istemektedir. Suriye’deki ayaklanma konusunda PKK/PYD’den farklı bir bakış açısına sahip olan Barzani de, Ocak 2012’de Erbil’de toplanıp 32 ülkeden Kürt muhaliflerin katıldığı toplantıya PYD’yi davet etmedi (Tol, 2012). Buna rağmen, Suriye Kürtleri Türkiye konusunda kimi kuşkulara sahipler ve daha çok Türkiye’yi Arap muhalefetine yakın bulmaktadırlar. Kürtler, Türkiye’nin Esad sonrası dönemde kendisine bağlı kukla bir yönetim oluşturarak kendilerine yönetimde herhangi bir pay vermemesinden korkmaktadırlar. Üstelik bu düşünce sadece PYD çevresiyle sınırlı değil, hemen hemen bütün Suriyeli Kürtler benzer kaygılar taşımaktadırlar. Suriye Kürtleri kendi aralarında otonomiden bağımsız devlette, hatta Irak Kürtleriyle birleşme gibi çok farklı alternatifler üzerinde konuşmaktadırlar. PYD otonomi talebini dillendirirken, Barzani’ye yakın düşünenler, Irak tarzı bir federasyon önerisini ön planda tutmaktadırlar. Ancak Türkiye Suriye Kürtlerinin bağımsız bir devlet olma yönündeki girişimlerine seyirci kalmayacağını dile getirirken, Suriye Kürtlerinin nüfus olarak devlet kurmak için yeterli olmadıklarını ileri sürmektedir. Ahmet Davutoğlu’nun, “Kuzey Suriye’de bir Kürt devleti kurulamaz, zira orada Kürt devleti kurulacak kadar Kürt nüfusu yok… Kuzey Irak’ta dağlık bir alanda bütünüyle Kürtlerin yaşadığı bir sınır var. Suriye’deyse bir Kürt varlığı varmış gibi korku üretiliyor… Oluşturulmaya çalışılan ortam Halep’teki Arap nüfusa karşı tahriktir…” şeklinde açıklamalarına Cengiz Çandar, eğer Y 108 Arap Baharı, Suriye ve Demokratik Dönüşüm Beklentileri durum böyleyse neden Ankara’da olağanüstü bir toplantı yapıldığını ve Başbakan Erdoğan’ın” Eyvallah demeyiz, müdahale ederiz” dediğini soruyor. Kürt nüfusunun devlet kuramayacak kadar az olduğu meselesinde de Çandar şöyle karşılık veriyor: “Ne demek, Kuzey Suriye’de bir “Kür devleti” kuracak kadar Kürt nüfusu yok? Bahreyn’in Suni- Şii Arap nüfusu toplamının iki misli Kürt yaşıyor Suriye’de ve yaşadıkları alanın coğrafi çapı, Bahreyn’in nerdeyse on misli.” Cengiz Çandar, Kuzey Irak’ta dağlık bölgede yaşayan Kürlerin en az dört mislinin Türkiye’deki “dağlık” alanda yaşadığını yazarak, Davutoğlu’nun yaklaşımını eleştiriyor. Ayrıca Çandar, Halep’teki Arap nüfusundan ziyade Türkiye’nin Kürt devleti düşüncesine karşı tahrik olduğunu ileri sürüyor ( Çandar, 2012). Suriye Krizin İç ve Dış Faktörleri Suriye’de savaş durumunun sona ermesi ve barışın tesis edilebilmesi için biri iç, diğeri de dış unsur olmak üzere iki temel faktör önümüze çıkmaktadır. İç faktör Suriye’nin kendi iç dinamiklerinden, genellikle etnik ve dinsel yapıdan kaynaklanmaktadır. Etnik ve dinsel unsurların keskin sınırlarla birbirinden ayrılmaması ve kimi yerlerde, özellikle de Şam ve Halep gibi merkezlerle iç içe geçiş sorununu daha da karmaşıklaştırmaktadır. Örneğin Halep’in nüfusunun % 70’i Sünni iken, diğer %30’u Alevi ve gayri Müslimlerden oluşmaktadır. Üstelik ne Sünniler, ne Aleviler ve ne de Hıristiyanlar kendi içlerinde homojen bir yapı meydana getirmezler. Bir de çoğunlukla dinsel veya mezhepsel temelli bir ayırımda etnik yapı göz önünde bulundurulmamaktadır. Örneğin Halep’in %70 civarındaki Sünni nüfusu içinde Kürtler de sayılmaktadır. Onlar da tek başına ele alındıklarında şehrin nüfusunun %10’nunu teşkil etmektedirler. JonahGaltung, Suriye içindeki bu farklı unsurların adeta uzlaşmaz taleplerini şöyle formüle etmektedir: 1) Aleviler: Yönetimde kalmalarının herkesin yararına olduğuna inanıyorlar; 2) Şiiler genellikle Alevilerle paralel düşünmektedirler; 3)Sünniler: Kendilerinin iktidarda olacağı bir çoğunluk rejimini, ‘demokrasiyi’ istiyorlar; 4) Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğer azınlıklar: Güvenli bir yönetim talebinde olup Sünnilerden korkuyorlar; 5) Kürtler: İleri derecede bir otonomi talebinde bulunup, diğer Kürtlerle bir ilişki halinde yaşamak istiyorlar ( Galtung, 2012). Y Dış faktörün de en az iç faktör kadar karmaşık olduğu ortadadır. Amerika’dan Asya’ya geniş bir yelpazede gelişmeleri takip eden yerel ve global aktörler söz konusudur. Karşıt kamptaki global aktörler olarak ABD, Rusya ve Çin gibi küresel güçler ön plana çıkmaktadırlar. ABD, genel olarak Batı Bloklu diyebileceğimiz, AB ülkeleri, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerle aynı kampta yer alırken, Asya ve Doğu bloğu işbirliği esasında gelişen karşıt bloğun öncü gücü olarak Rusya görünmektedir. Bu blokta başta Rusya olmak üzere Çin, İran, Irak ve bir dereceye kadar Lübnan yer almaktadır. Aynı kampa görünmelerine rağmen ABD ve Türkiye’nin öncelikleri birbirlerinden oldukça farklıdır. Her iki güç de Beşar Esad’ın artık meşruiyetini yitirdiğini ve bir an önce 109 Kıran, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. iktidardan gitmesi gerektiğini savunuyor, ancak daha sonraki güç dengesinin nasıl olması gerektiği konusunda farklı düşünmektedirler. Türkiye Sünni çoğunluğun iktidarda olacağı ve ülkedeki Kürtlerin ilerde kendisi için bir tehdit oluşturamayacağı birleşik bir Suriye görmek isterken, ABD’de Ortadoğu’daki petrol ve doğalgaz kaynaklarının güvenliğini esas almaktadır. Batı kampında yer alan İsrail’in farklı bir gündeme sahip olduğu ve kendi öncelikleri doğrultusunda politikalar geliştirdiği bilinmektedir. Avrupalılar Tahrir meydanındaki gösterileri izlediklerinde ilk akıllarına gelenler 1989’da Avrupa’da yaşananlardı, ancak İsrailliler çok daha farklı bir gözle olup bitenleri takip etmekteydiler. Bir İsrailli yetkili Tahrir Meydanını değerlendirirken, şöyle bir yorumda bulunuyor: ’Bizler burada, 1979’da Tahran’da olanları görüyoruz’ diyor. Olaya biraz daha pesimistik bir gözle bakan Natenyahu’ya göre Mısır kaçınılmaz olarak İran’ın yolunda gidecek ( Byman, 2011). Kendi güvenlikleri konusunda oldukça hassas olan İsrailler, bölgedeki gelişmelerin kendi güvenliklerini nasıl etkileyeceğini sorgulamakla işe başladılar. Onlara göre olası yeni rejimler ve bölgedeki kaotik durum İsrail’in güvenliğine meydan okumaktadır. Meydana gelen değişim Gaza’daki durumu daha da kötüleştirebileceği gibi, İsrail- Filistin barış sürecini de olumsuz yönden etkileyebilir. Bu anlamıyla İsrail’in en büyük endişesi, Ortadoğu’daki rejim değişikliklerinin ülkedeki güvenlik meselesini nasıl etkileyeceği konusudur. Bütün İsrail tarihi boyunca Mısır bu ülkenin en tehlikeli düşmanı niteliğindeydi. Mısır 1948, 1956, 1967, 1969-70 ve 1973 Arap İsrail savaşlarına İsrail’e karşı savaştı. Daha sonra Enver Sedat İsrail’le bir barış antlaşması yaptı ve onun öldürülmesinin ardından iktidara gelen Hüsnü Mübarek aynı yoldan ilerledi. Mübarek barış antlaşmasına bağlı kaldığı gibi, terörizm gibi temel konularda İsrail ile stratejik bir ortak şeklinde hareket etti. İki ülkeyi yakınlaştıran diğer bir durum da Mısır’ın İran karşıtı politikasıydı. İsrailli analizci Aluf Benn bu durumu şu sözlerle dile getirmektedir: “İsrail sekiz başbakan değiştirdi, birkaç savaşa girdi, farklı paydaşlarla barış görüşmeleri gerçekleştirdi, ancak Mübarek her zaman ordaydı” ( Byman, 2011). İsrail Suriye’de Beşar Esad yönetimin yıkılmasının ardında iktidara gelecek yeni yönetimin kendileri açısından daha riskli olacağını hesaplamaktadır. Suriye rejiminin, Hizbullah ve Hamas gibi örgütleri desteklemesine karşı, özellikle 1967’den sonra İsrail ile topyekun bir savaşın içine girmeyi göze almadı. İsrail’le doğrudan bir savaş içine girmeyi göz alamayan Hafız Esad, gerektiğinde kamuoyunu yatıştırmak ve manipüle etmekte usta bir politikacıydı. Onun yerine geçen oğlu Beşer Esad biraz daha risk alabilirdi, ancak o da hiçbir zaman İsrail ile doğrudan bir savaşın içine girmek istemedi. Her zaman kayıp edeceği bir savaştan uzak durmaktan yanaydı. İsrail’in 2007’de Suriye’deki nükleer tesisleri bombalaması bile, iki ülkeyi savaşın içine çekmedi. Suriye Lübnan’da hep Hizbullah’ı destekledi, ancak hiçbir zaman tansiyonun yükseltilerek durumun kontrolden çıkmasına Y 110 Arap Baharı, Suriye ve Demokratik Dönüşüm Beklentileri müsaade etmedi. Beşar Esad yönetimin iktidardan ayrılmasıyla başa geçecek yönetimin İsrail konusunda bu gibi inceliklere sahip olup olmayacağı belli değildir (Byman, 2011 ). Öte yandan Batı Bloğunda görünen İsrail ve Türkiye’nin taleplerini uzlaştırmak da pek kolay görünmemektedir. İsrail öncelikle uzun vadede kendisiyle çatışmayı göze almayacak bir lider olarak Beşar Esad’ın iktidarda kalmasını istemektedir ( Byman, 2011). İsrail çok iyi bildiği ve nerdeyse her türlü politikalarından haberdar olduğu Beşar Esad rejimini Müslüman Kardeşler tarafından kontrol edilecek bir Suriye’ye değiştirmez. Diğer bir durum da Mısır’dan sonra Suriye’nin de Müslüman Kardeşler yönetimine girmesi İsrail’in güvenliğini ciddi anlamda tehdit altında bırakabilir. İleride Ürdün’de de Müslüman Kardeşler veya benzeri bir yönetimin iş başına gelmesi, İsrail’in kuzey, güney ve doğu’dan tam anlamıyla bir kuşatma altına alınmasına yol açacaktır ( Engdalh, 2012). Beşar Esad’ın düşmesi durumunda, Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruması ve hele hele Türkiye’nin talep ettiği Sünni çoğunluklu bir iktidar İsrail’in asla isteyememeği bir durumdur. İsrail, Beşar Esad yönetiminden sonra kendi içinde küçük parçalara bölünmüş ve alabildiğince İran’ın etkisinden çıkmış bir “Suriye” isteyecektir. Ortadoğu’da sınırların değişimi ve yeni bir harita stratejik olarak İsrail’in lehine olacaktır (Galtung, 2012). Ancak Suriye’nin parçalanması durumunda, Osmanlının dağılmasının ardında oluşmuş bütün sınırlar tekrar tartışmaya açılacaklardır (Milne, 2012). ABD, AB ülkeleri, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve Katar gibi devletlerin Rusya, Çin, İran, Irak ve Suriye karşısında mevzilenmesinin diğer bir unsuru enerji jeo-politikalarıdır. Özellikle doğalgaz, temiz bir enerji kaynağı olarak kömür ve nükleer enerji yerine tercih edilmektedir. AB öncü ülkelerinden Almanya’nın Fukushima felaketinden sonra aşamalı olarak nükleer enerjiden vazgeçme kararı, “çevre dostu” bir kaynak olarak doğalgazı ön plana çıkartmaktadır. Almanya, İtalya, Fransa ve İspanya gibi AB ülkelerinin 2020 yılına kadar CO2 gazının düşürülmesi yönündeki hedeflerine ulaşabilmesi için kömür yerine doğal kullanımıyla mümkün olacaktır. Kömür yerine doğal gazın kullanılması CO2 emisyonunu %50-60 oranında azaltmaktadır. Böylece AB doğalgaz talebi anlamında en büyük Pazar durumuna gelmiş bulunmaktadır. Y Uluslararası güç çekişmesinde Batı Bloğu Suriye’deki rejimin düşüşü konusunda tahminlerde bulunurken, Temmuz 2011’de bir araya gelen Suriye, İran ve Irak yönetimleri, kendileri açısından tarihi bir olay olarak nitelendirilebilecek bir doğalgaz boru hattı antlaşmasını imzaladılar. Yaklaşık 10 milyar dolara mal olacağı hesaplanan doğal gaz hattı, İran Körfezi’nden, Güney Pars doğalgaz sahasına yakın olan Port Assalouhey’den başlayarak Irak üzerinden Suriye’ye, Şam ve Lübnan’ın Akdeniz’deki limanı üzerinden Avrupa pazarlarına ulaşımını hedeflemektedir. Katar, İran ve Körfez arasında bölünmüş olan Güney Pars doğalgaz rezervleri, dünyadaki en büyük doğalgaz sahasını oluşturmaktadır. Bu arada Ağustos 2011’de Suriye’nin Lübnan sınırlarına yakın Qara bölgesinde 111 Kıran, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. de geniş doğalgaz sahaları keşfedildi. Suriye için büyük bir önem arz eden bu gazın da, yapılması planlanan hatta eklenmesi düşünülmektedir. Bu hattın istenilen şekilde hayata geçirilmesi durumunda Şii Hilali olarak adlandırılan bölgeyi daha çok kenetlendirecektir. Bu girişimin diğer bir amacı da, Washington’un desteklediği Nabucco Boru Hattı’nı işlevsiz kılmaktır. Öte yandan, İran’dan gelip Suriye’deki ile birleşecek bu ‘Şii Boru Hattı’ her durumda Rusya’nın Tarsus limanındaki üssü üzerinden geçecek. Böylece Rusya’nın doğalgaz pazarındaki eli daha da güçlenmiş olacaktır ( Engdalh, 2012). Sonuç Fransız Devrimi liderlerinden MaximilienRobespierre, 1793’ten 1794’e kadar hükümetin kamu güvenliğinden sorumlu 12 kişilik yürütme organı üyelerinden biriydi. Devrim sonrasında ülkede düzeni sağlamak, eski rejimin hata ve günahlarına bulaşmadan, bireysel hakları güvence altına almak ve bu arada özel mülkiyeti de korumak, en önemli görevler olarak durmaktaydı. Robespierre,bu sorunları aşmanın bir yolu olarak erdemli bir vatandaşlığı Fransız toplumuna dayatmaktan görüyordu. Ancak bu dayatmaya direnenler olacaktı. İşte Robespirre bu direnişi kırmaya çalışırken, Fransa’da “terör saltanatı” olarak tarihe geçecek bir süreç başladı. 5 Eylül 1793’ten 28 Temmuz 1794’e kadar devam eden bu süreçte 17.000 insan giyotinle öldürülme cezasına çarptırılırken, on binlerce insan ceza evlerine atıldı. Jakobenler, “devrim düşmanı olarak” gördükleri Girondinleri biçmekte sınır tanımak istemiyorlardı. Devrim sonrasında yaşanan sivil savaşlarda yüz binlerce insan hayatını kaybederken, bu duruma 1799’da iktidara gelen Napolyon Bonaparte son verebilecekti (Higonnet, 2012). Arap Baharı da bir yönüyle 1789 Fransız Devrimi ve 1848 devrimlerini hatırlatmaktadır. Henüz sivil ve demokratik bir geleneğin yerleşmediği Avrupa’da bu devrimler sayısız canın alınmasına neden oldu. Benzer bir şiddet sürecinin uzunca bir dönem Ortadoğu’yu da esir alması uzak bir ihtimal değil. Ne yazık ki Ortadoğu denince, zaten ilk akla gelen, adeta terörle eşdeğer tutulan İslami radikalizm, dogmatizm ve hoşgörüsüzlüktür ( Pappê, 2005: 276). Peki, bölgenin bir an önce bu şiddet sarmalından çıkması için ne yapmalı, nasıl bir çözüm modeli geliştirilmelidir. Dışarıdan bir çözüm ithal edemeyeceğimize göre, bulacağım çözümler bölgenin gerçeğiyle bağdaşmalı ve alabildiğince şiddet seçeneğini dışarıda bırakmalıdır. Elbette ki işe gittikçe kangrenleşen ve komşu ülkelere sıçrama potansiyelini taşıyan Suriye’den başlanmalıdır. Şu an lokal seviyede seyreden Suriye krizinin komşu ülkelere sıçraması, her an için global çaplı bir savaşa dönüşme ihtimalini taşıyacaktır. Kuşkusuz gittikçe giriftleşen Suriye sorununa çözüm bulmak işin en zor kısmını oluşturmaktadır. Çünkü dökülen her damla kan, tarafları daha da çok birbirlerinden uzaklaştırırken, çözüm umutlarını da azaltmaktadır. JonahGaltung çözüm olarak Suriye için İsviçre tarzı bir yönetim modeli öneriyor: “ Sünni, Şii ve Kürtlerin sınır ötesindeki diğer yakınlarıyla ilişki içinde oldukları federal bir yönetim; yerel otonominin köy seviyesine Y 112 Arap Baharı, Suriye ve Demokratik Dönüşüm Beklentileri kadar indiği bir tarz. Azınlıkların korunması için uluslararası barış gücü. Dışarıdan silah akışının olmadığı bağlantısız bir yönetim… Napolyon 1798- 1806’da İsviçre’yi işgal etti, ancak daha sonra yönetiminden el çekti” ( Galtung, 2012). Eğer Suriye’nin komşuları Almanya, İtayla, Fransa ve Avusturya gibi ülkeler olsaydı, o zaman İsviçre tarzı bir yönetim burada da uygulanabilirdi. Ancak Suriye böyle komşulara sahip olmadığı gibi, farklı etnik ve dinsel yapılara sahip komşu ülkelerin de yanı başlarında İsviçre tarzı bir yönetime rıza göstermeleri zor görünmektedir. Çünkü ne Suriye İsviçre’dir ve ne de Ortadoğu Avrupa’ya benzer. Bütün Suriyeliler isteseler bile, civardaki ülkelerin böyle bir yapılanmayı kabullenmeleri ve içlerine sindirmeleri kolay değil. Böyle bir çözümü zorlaştıran diğer bir unsur da Ortadoğu’daki geleneksel ve katı monarşi yönetim geleneğidir. Ancak, amaç Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak ve ülkede kalıcı bir çözümü hayata geçirmek ise, federal bir çözüm en gerçekçi alternatif olarak öne çıkmaktadır. Suriye’deki etnik, dilsel, dinsel ve mezhepsel mozaik bu ülkede katı bir üniterizm ve mutlak bir monarşiyi uygulamaya elverişli değil. Buna rağmen federal bir çözümün uygulanması da soruna taraf olan iç ve dış paydaşlarıyla anlaşmasına bağlıdır. ABD ve Rusya’nın öncülük ettikleri dış bileşenler uzlaşmadıkça, Suriye’de barış ve sükûneti sağlamak mümkün olmayacaktır. Bu nedenle öncelikle soruna taraf olan dış güçler kendi aralarında anlaşmalı ve makul bir çözümü savaşan taraflara dayatmalıdırlar. Dış güçlerin lojistik desteklerini çektikleri bir durumda, Suriye’deki savaş durumunun uzun bir süre devam etmesi olası görünmemektedir. Y Her ne kadar şimdiye kadar Suriye’de federal bir çözüm önerisi sadece Kürtler tarafından dillendiriliyorsa da, başta Hıristiyanlar olmak üzere, Alevi ve Şiiler de potansiyel olarak böyle bir çözüme rıza gösterme eğilimindedirler. Kürtlerin federal bir çözümde ısrar etmesinin önemli bir ilham kaynağı da Irak Kürdistan bölgesi deneyiminden kaynaklamaktadır. Çünkü Irak Kürt bölgesinin istikrara kavuşması bu ülkede federalizmin hayata geçirilmesinden sonra mümkün olabilmiştir. Üstelik Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Kürtler belirli bir coğrafya’da çoğunluk oluşturmakta ve bu yönüyle diğer dini ve etnik azınlıklardan daha şanslı görünmektedirler. Tabii Suriye’de, özellikle Sünni Araplar böyle bir çözüme sıcak bakmayacaklardır. Onlar alabildiğince, kendilerinin yönetimde olacağı bir Sünni iktidar arayışı içinde olacaklardır. Hedefleri Nusayri totaliter bir iktidar yerine, Sünni çoğunluğun iktidarda olacağı bir “demokrasi” kurmaktır. Vaat ettikleri “demokrasi,” serbest seçimlerin yapıldığı, dilsel ve dinsel azınlıkların hak ve hukuklarının güvence altında olduğu demokratik bir model değil; daha ziyade, çoğunluğun iradesinin tüm topluma dayatılmasıdır. Aslında ülke yönetimi ellerinde olduğu müddetçe Nusayriler de federal bir çözümün karşında olacaklardır. Ancak iktidarlarını yitirdikleri anda, ülkedeki güç dengesini esas alarak, federalizme sıcak bakacaklardır. Beşar Esad yönetimin Kürt bölgesini savaşmaksızın şu an itibarıyla Kürtlere bırakması böyle bir politikaya işaret etmektedir. Diğer yollar parçalanmış bir Suriye alternatiflerini dayatmaktadır. 113 Kıran, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Kaynakça: Ajami, F. (2009) “The Ways of Syria Stasis in Damascus” Foreign Affairs, May/June, Bozkurt, A. (2012) “The pro- war lobby Rallies in Turkey,” Today’s Zaman, October 13 Byman, D. (2011). “Israel’s Pessimistic View of the Arab Spring,” The Washington Quarterly, 21 Jun Çandar, C. (2012). “Arap”aMuhabbet, yaKürt” e, Hürriyet, 28 Temmuz Dağı, İ. (2012). “Ready for a war, but who will be the warriors?” Today’s Zaman, October 8 Daniel, B. (2012) “Preparing for Failure in Syria,” Foreign Affairs, March 20 Düzel, N. (2012) “EsadAskeriAçıdanGüçleniyor,” PazartesiKonuşmaları, KaanDilekröportajı, Taraf, 8 Ekim Engdalh, W. (2012). “Syria, Turkey, Israel and Greater Middle East Energy War,” Voltaire Network, 12 October Fisk, R. (2007). The Gerat War of Civilization, The Conquest of Middle East, Vintage Books, New York. Galbraith, P. (2006) The End of Iraq, How American Incompetence Created a War Without End, Simon& Schuster Paperback, New York. Galtung, J. (2012). “Solution oriented conflict transformation- Syria,” The Daily Star, Strategic Issues: 23/06/ Gause III, F. G.(2011), “Why Middle East Studies Missed the Arab Spring, the Mighty of Authoritarian Stability, Foreign Affairs. Geoff D. Quentin P. & Abigail F. S. (2012) “US ‘disgusted’ with Syria peace plan veto,” Financial Times, February 5. Goldsmith, L. (2012)“Alawites for Assad Why the Syrian Sect Backs the Regime,” Foreign Affairs, April 16. Haling,P.&Birke, S.(2012) “Beyond the Fall of the Syrian Regime, http://www.merip. org/mero/mero022412?ip_login_no_cache=e788a5777b05511144b68d6b734af5aa, February 24. Hopkins, N. S. & Ibrahim, S. E.(1997) Arab Society: Class, Gender, Power, and Development(Cairo: American University Press, 1997. Ismael, T. Y.(2001) Middle East Politics Today Government and Civil Society, University Press of Florida “Jihadists on the way,” The Economist, Aug 4th 2012. Kennedy, M.(2012) .”Kurds Remain on the Sideline of Syria’s Uprising,” The New York Times, April 17. Kissinger, H. A.(2012) “Meshing realism and idealism in the Middle East,” The Washington Post, August 03. Y 114 Arap Baharı, Suriye ve Demokratik Dönüşüm Beklentileri Landis, J.(2012) “The Syrian Uprising Of 2011: Why the Assad Regime Is Likely To Survive To 2013”, Middle East Policy, Vol. XIX, No.1, Spring. Milne, Seumas, “Intervention is now driving Syria’s descent into darkness,” The Guardian, 7 August 2012. Murphy, R. W.(2011) “Why Washington Didn’t Intervene In Syria Last Time Comparing 1982 to 2012,” Foreign Affairs, March 20. Pappê, I.(2005) The Modern Middle East, Routledge, New York. Patrice, .R. H.(2012) “Robespierre’s Rules for Radicals How to Save Your Revolution without Losing Your Head,” Foreign Affairs, July/August . Patrick J. M. & Richter, P.(2012) Los Angeles Times, March 15. Seale, P. (2012) “Assad Family Values “How the Son Learned to Quash a Rebellion From His Father,” Foreign Affairs, March 20. Tol, G. (2012). “Syria’s Kurdish Challenge to Turkey” Foreign Policy, August 29. Tol, G.(2012)” Turkey Cozies Up to the KRG”, Middle East Institute, May 24. Weiss, M.(2012) “What it Will Take to Intervene in Syria” Foreign Affairs, January 6. Y World Directory of Minorities and Indigenous Peoples (October 2011) - Syria : Overview, The UN refuge Agency. 115 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 BİR MUHALEFET PARTİSİNİN İLGASI: TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI REPEAL OF AN OPPOSITION PARTY: PROGRESSIVE REPUBLICAN PARTY Mehmet ÖZALPER * Özet Demokrasi, rejimi Cumhuriyet olan devletlerin olmazsa olmazıdır. Buna mukabil, demokrasinin gerçek anlamda işlerlik kazanabilmesi için, iktidarı denetleyen bir mekanizma olmalıdır. Şayet sistemin içerisinde böyle bir mekanizma bulunmuyorsa yönetim sisteminin adının Cumhuriyet olması, muhteva açısından içi boş bir kelime olarak kalır. Günümüzde bu denetim mekanizmasına işlerlik kazandıran oluşumlar içerisinde devlet kurumları, sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler sıralanabilir. Ancak Türkiye’ de Cumhuriyet’ in kurulduğu 1920’li yıllarda böylesi kurumlardan bahsetmek imkânsızdır. Çünkü inkılâpların toplum içerisinde oturtulması süreci halen devam etmektedir. Bu süreçte elbette ki yeni uygulamalardan rahatsız olan bir kesim varlık gösterecek muhalif sesler yükselecektir. Bu oluşumlardan biri de dönemin parlamentosu içerisinde bulunan şahıslar tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ dır. Elinizdeki bu makalede Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi olan bu partinin yedi aylık kısa ömrü ve bu muhalif sesin, Takrir-i Sükûn adı verilen kanunla nasıl susturulduğu konusu üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İlk muhalefet partisi, Türk Demokrasi Tarihi Takrir-i Sükûn Kanunu. Abstract Democracy is indispensible in the states having a republican regime. Correspondingly, there must be a mechanism that controls the power so as to be operative in real sense. If there is no such a mechanism within the system ,the the name of the management system is Republic but it remains invalid in terms of content. Nowadays, the foundations which confer functionality to the control mechanisms can be classified as government agencies, civil society organizations and political parties. However, it is impossible to mention that such institutions of the Republic existed in Turkey in the 1920s. Because settling the process of reforms in the society is a process that still continues. Surely, In this process, there will be a section that shows dissenting voices to the new implementations. One of these is the Progressive Republican Party (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) which was founded Okt., Muş Alparslan Üniv. Meslek Yüksek Okulu, [email protected] Y * 117 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. by the people within the parliament of that period. This article will focus on the short lifespan -the seven months- of the first opposition party in the history of the Turkish and how that opposing voices was silenced by the law called Takrir-i Sükûn. Keywords: Progressive Republican Party, First Opposition Party, History of Turkish Democracy, Law of Providing Tranquility, 1. Giriş Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Türkiye, yeni ve dengeli bir durum kazanırken içte Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılışı, dışta ise Lozan’ da çözümlenemeyip sonraya bırakılan Musul Meselesi, Türk-Rum mübadelesi ve Osmanlı borçları gibi oldukça önemli ekonomik, politik meselelerle karşı karşıyaydı. Türk-Rum mübadelesi büyük sosyal ve ekonomik güçlükler yaratırken özellikle Musul sorunu Türkiye ile İngiltere arasında bir savaşa yol açabilecek gerginlik yarattı. Petrolle ilgili çıkarlarından hiç söz etmeyen çağının en büyük sömürge devleti İngiltere, bir yandan Musul halkının Türkiye ile birleşmek istemediğini ileri sürerken diğer yandan bu iddiasını güçlendirmek ve Milletler Cemiyeti’ ne götürülmüş olan konu için dünya kamuoyunu etkilemek amacıyla, Türkiye’ deki bazı etnik grupları ayaklanmaya kışkırtıyordu. Böylece, Türkiye’yi kendi iç bünyesinde denge kuramamış bir ülke olarak gösterip Musul konusundaki isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmek için çalışıyordu. Bu amaçla, Türkiye’de bir Kürt sorunu yaratmak için İngiliz gizli servisi çalışmalarda bulunurken; İngiliz basını da Türkiye aleyhine yayın yapıyordu. Böyle bir ortam içinde, hilafet’ in kaldırılmasından sonra Mustafa Kemal’e ve devrime karşı olan ayrı grupların giderek birbirlerine yaklaştıkları görülüyordu. Yakın arkadaşlarının da kendisine karşı cephe oluşturduklarını gören Mustafa Kemal inkılâp hareketi içinde yapılan bu karşı koymadan kaygılanıyordu. Bir yandan muhalifler, bir yandan da arkadaşları, demokrasinin tek partili olamayacağını ve kendisinin Cumhurbaşkanı olarak partiler üstü, yansız kalmasını istiyorlardı. Mustafa Kemal ise “Buna şüphe yok ama iş Cumhuriyet’ in ilanı ile bitmemiştir. Dünya medeniyet âlemine katılmak için de geçici bir süre muhalif bir cephe yaratılmaması gerekmemektedir” diyordu. Mustafa Kemal’ den Türk Devrimi’nin gerçekleştirilmesine engel olunmasına seyirci kalmasını, bunu yapmak isteyenler karşısında yansız davranmasını beklemek, devrim mantığına aykırı idi.1 Ancak Mustafa Kemal’ in TpCF.’ ye karşı siyasası başlangıçta son derece ihtiyatlı oldu. Bu sırada çok partili siyasal sisteme karşı olduğu konusunda pek kuşku olmasa da2 bölünmenin ortaya çıkmasından sonra, oldukça uzlaşmacı bir yol izlediği görülüyordu. Bir 1 Ergün Aybars, (2006) İstiklâl 2 Eylül’ deki Trabzon ve Samsun konuşmaları bunu açıkça ortaya koyuyordu. Bu konuda bkz. Erik Jan Zürcher, (1992) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 159,160, 161. , Muhittin Gül, Atatürk’ün Yurt Gezileri’ nin Kamuoyu oluşturmadaki rolü, Erişim Tarihi, 30/11/13, http://www.aku.edu.tr/aku/ dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/VIII3/mgul.pdf. Y 118 Mahkemeleri, Ankara: Zeus Kitapevi, 164. Bir Muhalefet Partisinin İlgası: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası muhalefet partisinin kurulmasını zor kullanarak engellememişti. Tersine, TpCF delegeleri tescil için hükümete başvurduklarında son derece uygar bir muamele görmüşlerdi.3 2. Fırkanın Kuruluşu Halk Fırkası’nın Mustafa Kemal ve İsmet Bey’ in önderliğindeki köktenci kanadı, 1924 kışı ve ilkbaharı boyunca, Cumhuriyet’ in ilan edilme şekline karşı çıkmış olan Hüseyin Rauf’un önderliğindeki oldukça küçük ılımlılar grubuna yönelik baskıyı arttırdı. Halk Fırkası içerisinde süren muhalefet gitgide daha güçlenmiş ve yaz sonlarında, azlığın ayrı bir muhalefet partisi kurmaktan başka bir seçeneği kalmadığı belli olmuştu. Hükümetin, Yunanistan’dan gelen Müslümanları, Rumların terk etmek zorunda kaldığı taşınmazlarına yerleştirme şekline4dair bir tartışma, bölünmenin kesinleşmesine neden oldu. Meclisteki hararetli bir tartışmanın ardından İsmet Paşa güvenoyu isteyip kolayca kazanınca Hüseyin Rauf Bey’ in çevresindeki 32 milletvekili partiden ayrıldı.5 Bu kopuş, muhalefetin oluşacağına dair ilk sinyalleri vermekteydi. Milli Mücadele dönemi, aynı zamanda Türk Siyasi Hayat’ında yeniden yapılanma sürecinin de başlangıcı oldu. 1921 Anayasası iç savaş ve Kurtuluş Savaşı günlerinde pratik zorlukları karşılamak üzere yapılmış bir anayasaydı. Daha siyasi düzenin tam bir tanımlaması yapılmamıştı. Saltanat ve halifelik kaldırıldıktan, Cumhuriyet kurulduktan sonra artık daha ayrıntılı bir anayasa yapmak gerekiyordu. Yapılan anayasa 1921 dizgesindeki güçler birliği anlayışını bir ölçüde sürdürmektedir. Meclis, hükümeti ya da bir bakanı her zaman düşürebilir. Meclisin dört yıllık süre tamamlanmadan dağıtılması yetkisi yalnızca meclisin kendisine verilmiştir. Temel hak ve özgürlükler tanınmıştır ama bunların yasayla düzenleneceği belirtilmemiştir. (Sosyal haklara yer verilmemiştir) Fakat yasaların Anayasa’ya uygunluğunu denetleyecek TBMM dışında bir organ yani bir anayasa mahkemesi yoktur. En ilginç yönlerden biri, Anayasa’nın ilk tasarısında yer alan, Cumhurbaşkanlığı süresini yedi yıl yapan, ona TBMM’yi dağıtma ve başkomutanlık yetkilerini veren hükümetlerin meclis tarafından kabul edilmemesidir. TBMM her genel seçimden sonra (dört yılda bir) yeni bir cumhurbaşkanı seçer ve başkomutanlık TBMM’nin elindedir. Atatürk ısrar etseydi cumhurbaşkanlığı ilk tasarıdaki gibi düzenlenebilirdi. Anlaşılan, Atatürk’ün böyle bir ısrarı olmamıştır. Anayasa 20 Nisan 1924’te kabul edildi.6 Bu Anayasa’nın kabul edilmesinden sonra Büyük Millet Meclisi’ndeki nispi birlik hali bozularak meclis muhafazakâr ve yenilikçiler olmak üzere ikiye ayrıldı. Yeni Anayasa çok partili bir siyasi yaşama olanak veriyordu. Nitekim gidişattan hoş3 Erik Jan Zürcher, (1992), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 83. 4 Bu olay o dönemde geniş çaplı yolsuzluklara yol açmıştı. Bu konuda bkz. Renee Hirschon, (2000), Mübadele Çocukları, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 5 Erik Jan Zürcher, (2010) Modernleşen Türkiye’ nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 250. Y 6 T. Düstur, c26, 170., Resmi Gazete 15/1/1945-5905, Kanun No Kanun Tarihi 4695 10/1/1945, http://www.tbmm. gov.tr/anayasa/anayasa24.htm, 03/12/13., Sina Akşin, (2011), Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 193. 119 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. nut olmayanlar bu olanaktan yararlanmak istediler. Bunların başında Atatürk dışında Amasya Askeri Örgütü’nün üyeleri yani Karabekir, Rauf, Refet, Ali Fuat vardı. Rauf ve Refet tutucuydular. Karabekir ve Ali Fuat o denli tutucu değillerdi, ama yine de Atatürk’ün fazla ileri gittiğini düşünüyorlardı. Muhtemelen hepsi bir zaman örgütte, Milli Mücadele’de ağırlık sahibi oldukları günleri özlüyor ve şimdi kendilerini dışlanmış hissediyorlardı. Lozan’ın imzasının hemen ardından Rauf, kızgın olarak başvekâletten ayrılmıştı.7 Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Karabekir I. Ordu müfettişliği, Ali Fuat II. Ordu müfettişliği görevlerine getirilmişlerdi. Kolordu komutanları gibi, aynı zamanda milletvekilliği yapıyorlardı.8 26 Ekim’de Karabekir, 30’unda Ali Fuat müfettişlik görevlerinden istifa ettiler. Atatürk, kendisine karşı bir hareket başladığını anlayınca, orduyu siyasetten ayırmak istedi. Bunun için yedi kolordu komutanına başvurarak, milletvekilliğinden istifa etmelerini şahsen rica etti. Beş’i onun arzusuna uydu, iki’si milletvekilliğini yeğledi. Sonra bu ikisinden biri orduya döndü. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın bu isteğine karşı olan ihtilaf, siyasal alandaki çatışmayı gösterdiği gibi, aynı zamanda siyasal çatışmanın büyük ölçüde ordu mensubu kişiler arasında meydana geldiğini gösteriyordu. Dolayısıyla Milli Mücadelenin önder kadrosu içinde meydana gelen bu siyasal anlaşmazlık, sonuçta ordu komutanları arasında meydana gelen bir anlaşmazlık olarak belirginleşiyordu.9 Hükümete muhalif olan grup, gücünü büyük ölçüde ordu içinde olmaktan alıyordu. Dolayısıyla muhalefet ordu içinde çalışmış, orduyu kendi yanına çektiğini düşündükten sonra da, bu aşamada Meclis’te hükümetin karşısında yer almak üzere harekete geçmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın ve hükümetin görüşü bu yöndeydi.10 TBMM, askeri görevlerini devir ve teslim etmediklerini ileri sürerek, Karabekir ve Ali Fuat’ı kabul etmedi. Onları, dönüp devir teslim yapmak zorunda bıraktı.11 Milli Mücadele’nin kazanılmasının hemen akabinde toplumu yeniden yapılandıran inkılâplara başlandı. Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. Bunu 29 Ekim 1923’te Cumhuriyetin ilanı izledi.12 Halifeliğin kaldırıldığı gün olan 3 Mart 1924 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genel Kurmay Başkanlığı da kuruldu.13 7 Rauf Orbay’ın bu tepkisin sebebi, Lozan’ da kendisine Türkiye’yi temsil olanağının verilmemesi ve Yunan Tazminatı konusunda görüşünün alınmamış olmasıdır. Bu konuda bkz. Rauf Orbay, (2010), Siyasi Hatıralar, İstanbul: Örgün Yayınevi. 8 Sina Akşin, a.g.e., 194. 9 Mustafa Kemal, aradan üç yıl geçtikten sonra bu olayı, Nutuk’ ta “Paşalar Komplosu” olarak anlatacaktır. 10 Sina Akşin, Koçak,C., Özdemir, H., Boratav, K., ve diğerleri, Yakınçağ Türkiye Tarihi 1908-1980, İstanbul:Milliyet Kitaplığı, , 139. 11 Sina Akşin, (2011), Kısa Türkiye Tarihi., 194. , Nitekim bu olay üzerine Kâzım Karabekir Paşa, 1 Kasım 1924 tarihli bir yazı ile Meclis Başkanlığı’na başvurarak, Millî Savunma Bakanlığı’nın, kendisinin Meclis’e katılmasını yasakladığından şikâyet etti. Bu konuda bkz. http://atam.gov.tr/komplo-duzenleyenlerin-meclise-ve-kamuoyunakarsi-ordu-ile-yapmak-istedikleri-blof-ortaya-cikarildi/#webdunplayer, Erişim Tarihi, 16/11/2013. 12 T.B.M.M., Zabıt Ceridesi, c3, d2, Ankara: TBMM Matbaası, 90. 13 T.B.M.M., Zabıt Ceridesi, (1970), c7, d2, Ankara: TBMM Matbaası, 34., Mahmut Akkor, (2012), “Dini Bir Y 120 Bir Muhalefet Partisinin İlgası: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Halifeliğin kaldırılmasına karşı çıkanlar, bunu başaramayacaklarını anlayınca, Mustafa Kemal’e, halife olmasını önerdilerse de sert bir şekilde reddedildi.14 Halifeliğin kaldırılması mecliste ve kamuoyunda çok sesli bir şekilde tenkitlere uğramıştır. Bu noktada öne çıkan isimlerden birisi de Rauf Orbay’dır ki kendisi gerek Cumhuriyetin ilanı sırasında ve gerekse hilafetin kaldırılması esnasında gösterdiği muhalefet ile en azından Cumhuriyet karşıtı ve hilafetçi bir siyasi kişilik olarak tanınmıştı. Nitekim Atatürk’ de 1927 yılının sonbaharında Nutuk’ta Orbay’ı bu şekilde tanımlamış ve yine Nutuk’ ta en çok ve en sert eleştirdiği kişi yine Orbay olmuştu. Orbay’ın bu çerçevede hilafet meselesinde aktif rol alabileceği endişesinin Ankara’da yer ettiği görülüyordu.15 Doğal olarak Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşundan itibaren siyasi alanda cereyan eden hızlı değişimler tepkileri de beraberinde getirdi ve muhalefet hiç eksik olmadı. Ancak icraata geçilmesine henüz vardı. Siyasi otoritenin tek merkezi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde üyelerin hemen hemen tamamı Halk Fırkasının üyesi olsalar bile bu henüz meclisin ve partinin türdeş bir siyasal topluluk olduğunu göstermiyordu. Tam aksine gerek mecliste ve gerekse partide önemli anlaşmazlıklar vardı.16 Özellikle de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türk toplumunu çağdaşlaştırma yönünde sürekli bir devrim hareketi başlatmaları ve bunda da başarı kazanmaları bazı çevrelerde panik yaratmıştır. Baştan beri var olan düşünce ayrılıkları iyice belirginleşmeye başlamıştır. 1924 yılı sonbaharında hükümete ve özellikle Başvekil İsmet Paşa’ya muhalefet yoğunlaşmıştır. Bazı yazarlar bu muhalefetin gerçekte Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik olduğunu ileri sürmektedir.17 Fakat bu görüş fazla dikkate alınmamalıdır. Çünkü Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ nın kuruluşunda şahsi kıskançlıklar, rekabetler veya geçimsizlikler gibi basit sebeplere bağlamak çok üstün körü bir şeydir.18 Böyle bir yorum muhalif kanadın oluşması süreci ile alakalı hiçbir şey öğretmediği gibi Fırka’nın kuruluş gayesi ile ilgili olarak yanlış bir bilgilendirme olur. Mustafa Kemal Paşa’nın CHF içinde, Meclis’ te ve hükümette (daha da çok tüm siyasal hayatta ve toplum üzerinde) artan siyasal otoritesinin sonunda bir “tek adam” yaratacağı endişesi içinde olan muhalif grup, böyle bir eğilimi dizginlemek istiyordu. Ayrıca, Mustafa Kemal Paşa’nın yakın bir gelecekte yapmayı düşündüğü ve planladığı önemli siyasal, sosyal ve toplumsal değişmeleri bilen ya da sezen muhalif grup, bu tür köktenci hareketlere karşı da tavır alıyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde daha önce kurulMüessenin Sonu: Halifeliğin İlgası, End of Institution of a Religious: TheAbolition of theCaliphate”, History Studies İnternationalJournal Of History, 4/1, Samsun&USA, 24, 25. 14 Ergün Aybars, a.g.e., 162. 15 Cemil Koçak, (2011), Tek Parti Döneminde Muhalif Sesler, İstanbul: İletişim Yayınları, 22,23. 16 Sina Akşin, Koçak,C., Özdemir, H., Boratav, K., ve diğerleri, a.g.e., 138. 17 Mehmet Kabasakal, (1991), Türkiye’de Siyasi Parti Örgütlenmesi (1908-1960), İstanbul: Tekin Yayınevi, 113. Y 18 Fatih Rıfkı Atay, (1969), Çankaya, İstanbul:, 395-396. 121 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. muş, fakat Meclis’in ikinci döneminde pek az oranda varlık gösterebilmiş olan ikinci grubun siyasal görüşleri dikkate alınacak olursa, yeniden doğmakta olan örgütlü siyasal muhalefetin aynı geleneğin devamı olarak benzer siyasal görüşler taşıdığı kendiliğinden anlaşılacaktır. Yeniden doğan örgütlü muhalefet hareketi, bir bakıma ikinci grubun yeni dönemde ve yeni koşullar altında filiz vermesi olarak da yorumlanabilir.19 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla ilgili ilk duyumlar 6 Ekim 1924 tarihli bir gazetede Rauf (Orbay) ve İsmail Canbolat Beylerle, Refet (Bele) Paşa’nın çerçevesinde yeni bir parti kurulacağı haberi çıktı.20 Asıl fırkanın şöhreti kurucuları ve idarecilerinden gelir. Bunlar milli mücadelede Mustafa Kemal Paşa’yla birlikte olmuş ve en azından onun kadar tanınmış ve halk tarafından sevilmiş asker ve sivil liderlerdir. Eski başbakanlardan H. Rauf (Orbay) ordu komutanları Müfettiş Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele) ve Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşalar ile sivillerden Doktor Adnan (Adıvar), Bekir Sami (Kunduh) gibi zamanında sözü geçen ve etkileri olan şahsiyetlerdi.21 Ali Fuat Cebesoy, hatıralarında Fırka’nın kuruluşu sürecini şöyle ifade ediyor: Fırkanın programını ve nizamnamesini bir an evvel tamamlayarak beyannamesini hükümete vermek ve fırkayı resmen açıklamak istemiştik. Beni müttefikken Fırka umumi kâtibi seçimler, program ve nizamnamenin müzakereleri reisliğim altında devam etmişti. 17 Kasım’a kadar her şey tamamlandı.22 Sonuçta Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra 17 Kasım 1924’te Halk Fırkasına karşı olanlar Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular.23 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, hem muhalif kamuoyu hem de muhalif İstanbul basını tarafından destek görürken Türkiye’nin ilk muhalefet partisi olması nedeniyle rejime karşı bir tehdit olarak algılandı.24 Yeni Parti, beyannamesini ve programını yayınladığında, Batı Avrupa’ ya has liberal nitelikte bir parti olduğu belli oldu. Çoğunluk partisi gibi laik ve milliyetçi politikalardan yanaydı, ancak onun köktenci, merkeziyetçi ve otoriter eğilimlerine açıkça karşı çıkıyordu. Bunun yerine, adem-i merkeziyetçiliği, güçler ayrımını ve devrimci değişimi savunuyordu. Dış borçlanmayı gerekli sayan daha liberal bir ekonomi politikasına da sahipti. Şurası açık ki ülkenin birçok yerindeki, özellikle muhafazakâr Doğuda, İstanbul’da ve iskân 19 Sina Akşin, Koçak,C., Özdemir, H., Boratav, K., ve diğerleri, a.g.e. , 140. 20 Saime, Yüceer, (2002), “Cumhuriyet Dönemi Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde İlk Girişim: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Türkler, CİLT (XVI), edt: Hasan Celal Güzel-Kemal Çiçek, Salim Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 534-545, 535. 21 Ahmet Yeşil, (2002), “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının Siyasi Kimliği”, Türkler, CİLT (XVI). Edt: Hasan Celal Güzel – Kemal Çiçek, Salim Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 546-551, 546. 22 Ali Fuat Cebesoy, (1960), Siyasi Hatıralar (II. Kısım), İstanbul: Doğan Kardeş Yayınları, 111. 23 Özer Ozankaya, (1995), Cumhuriyet Çınarı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 350. 24 Esra Elmas, D.Kurban, The Case of Turkey, Erişim Tarihi, 3/12/13, http://www.mediadem.eliamep.gr/wp-content/ uploads/2010/05/BIR1.pdf#page=412. Y 122 Bir Muhalefet Partisinin İlgası: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası sorunlarının yoğun olduğu İzmir civarı gibi bölgelerdeki hava, bir muhalefet partisinin kuruluşuna yardımcı oldu. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın lider takımı tehlikeyi kavrayıp karşı önlemler aldı. Meclis’ teki parti içerisinde disiplin sıkılaştırıldı25 ve bir grup Doğulu muhafazakâr milletvekiliyle uzlaşmaya varıldı. En önemlisi, Rauf Bey’ le Lozan’dan beri köklü bir kişisel düşmanlığı bulunan ve sözünü sakınmaz bir köktenci gözüyle bakılan İsmet Bey’ in yerine, 22 Kasım 1924’ te çok daha uzlaşmacı olan Ali Fethi (Okyar) getirildi.26 Bu önlemlerle, Cumhuriyet Halk Fırkası’ ndan kitlesel kopuşların önüne geçildi. Bununla beraber, uzlaşmacı çizgi ancak geçici bir önlem olmuştu. Dâhiliye Vekili Recep Peker’in güdümünde olan katı çizgideki bazı kişiler gözetmen olarak kabineye sokuldu ve 1925 yılı başlarında köktenci kanat, İstanbul’da ve Doğuda giderek halka dayalı bir örgütlenmeyi harekete geçiren muhalefetle başa çıkması için Ali Fethi’ ye daha fazla yüklenmeye başladı. Ali Fethi bir süre bu baskıya karşı koyduysa da dış ve iç olaylar köktenci kanada şans tanıyordu.27 Parti ayrıca Cumhuriyet’in aleyhinde olduğuna ve gericiliğe meylettiğine iddiaları çürütmek için adını “Terakkiperver Cumhuriyet Partisi” diye ekledi.28 Partinin programı 58 maddeden mürekkepti. Dâhilî, İktisadî, Malî, İçtimaî, Siyaset fasıllarına ayrılmıştı. Burada deniliyordu ki: “Türkiye devleti, halkın hâkimiyetine müstenit bir Cumhuriyettir. Hürriyetperverlik, yani Liberalizm, halkın hâkimiyeti, yani demokrasi, fırkanın esas mesleğidir. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu milletin sarih vekâlet alınmadıkça tadil edilmeyecektir.29 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ nın idare heyeti de şöyleydi: Başkan: Kazım Karabekir, İkinci Başkan: Adnan (Adıvar) ve Rauf (Orbay), Umumi Kâtip: Ali Fuat Cebesoy, Azalar: Rüştü Paşa (Erzurum), İsmail Canbolat (İstanbul), Sabit (Erzincan), Muhtar (Trabzon), Şükrü (İzmir), Necati (Bursa), Faik (Ordu).30 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası dönemin muhalefetini canlandıran bir parti haline dönüşmüştür. Yapılan muhalefet legal bir şekilde sistemin (rejim) el verdiği ölçüde muhalefetini yapmaya çalışmıştır. Bu dönemde doğan muhalefetin illegal yollardan bir arayış içine girmeyip, sistemin istediği biçiminde örgütlenmesi elbette sevindiricidir. Fakat Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın bu programı ve iddialarıyla nasıl bir siyasi çizgi sergilediği, fırkanın fikir ve yaklaşımlarını ömrü kısa olmasına rağmen iktidarın izin verdiği ölçüde hayata geçirmesi üzüntü vericidir.31 Bunu da dönemin şartlarına göre değerlendirmek lazımdır. 25 Milletvekilleri mecliste, grubun kapalı oturumunda alınan çoğunluk kararına göre oy vermekle yükümlüydüler. 26 T.B.M.M., Zabıt Ceridesi, (1975), c10, d2, Ankara: TBMM Matbaası 375. 27 Erik Jan Zürcher, a.g.e., 250,251. 28 Ahmet Emin Yalman, (1997), Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, İstanbul: Pera Turizm Yayınları, 975. 29 Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., 113. 30 Saime Yüceer, a.g.m.., 536. Y 31 Ahmet Yeşil, a.g.m., 550. 123 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ilk muhalefet partisini oluşturmuş ve Halk Fırkası mensuplarına göre iki büyük sakıncaya sebep olmuştur. İlk olarak, partiyi kuranlar Halk Partisi’nin de dayandığı kadrolardan geliyordu. Memur ve eski subaylar çoğunluktaydı. Milli devletin yerleşmediği, milli tamlamanın siyasi yönünde gerçekleştirilmediği bir dönemde milliyetçi kadro içinde bölünmeler rejimi tehlikeye düşürebilirdi. 3. TpCF’nin Diğer Fırkalarla Mukayesesi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasından evvel memlekette İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İtilaf, ve Halk Fırkaları teşekkül etmişti. İyice tetkik edilince üçüncü de sarih bir kanaate dayanmadığı birer inhisar grubundan başka bir şey olmadığı görülür. İttihat ve Terakkinin hiçbir hususi rengi yoktu. Fikir ve içtihat itibariyle bugün sağa, yarın sola gider, bugün İslam ittihadına yarın Koyu Turancılığa taraftar olurdu. Hakiki gaye küçük bir grubu hükümet sandalyelerinde veya merkez-i umumide inhisar şekliyle hâkim bulundurmaktan ibaretti. Nitekim yönetim sisteminde en çok eleştirdiği durum olan baskı rejimini, kendi iktidarı döneminde daha fazla hissettirmiştir. Mamafih İttihat ve Terakki’nin vatanperverliği vardı.32 Hürriyet ve İtilaf, Şahsi memnuniyetsizliği Türk heyeti içtimaiyesine düşmanlık derecesine çıkaranlardan mürekkep büsbütün menfi bir guruptu bir taraftan gayr-i Müslimler, diğer taraftan en koyu mürteciler arasında istinatgâh arıyordu. Halk Fırkası’na bakılınca umumi umdelerden başka hiçbir programı olmayan bir teşekküldü. Herkes için kabulü tabii olan bazı esaslı umdelere fırka programı demeye imkân yoktu. Nitekim Partiye giriş şartları nizamnamede aynen şu şekildedir: Yirmi iki yaşını bitiren, Ağır hapis veya şeref ve haysiyet kırıcı bir suç yüzünden hapis cezasıyla mahkûm olmamış bulunan ve hacir altında olmayan, Halkça kötü tanınmamış olan, Türkçe konuşan, Türk kültürü ile yoğrulmuş ve partinin bütün umdelerini benimsemiş olan her Türk Cumhuriyet Halk Partisine girebilir.33 Fırkanın kapıları hususi kanaati ne olursa olsun, her vatandaşa açıktı. Fırkaya en ziyade şahsi menfaat uman bir kesim hâkim olmuştu. Bunlar arasında şüphesiz birçok şayan-ı hürmet vatandaşlar da vardı. Bu gibi işin içinde bulunursak belki daha müessir bir salâh amili oluruz tarzında bir nokta-i nazar takip etmişlerdi. Tamamıyla müstakil kanaat sahipleri de son saniyeye kadar fırka çerçevesi dâhilinde kalarak belki ahenk ve istikrarı tesis 32 Cemal Kutay, (1980), Türkiye Yayınları, 117. Tarihi (İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri), XIX, İstanbul: Alioğlu 33 C.H.P. Nizamnamesi, (1939), Ankara: Ulus Basımevi, 4. Y 124 Bir Muhalefet Partisinin İlgası: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yoluna meyil gösterilir diye beklemişlerdi.34 Yeni doğan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası nüfuz yarısı şeklinde bir siyasi mücadeleye girişmekten çekinmişti. Son bir iki sene zarfında mahdut bir zeminde olsun, devam eden fikir münakaşaları neticesinde tavazzuh eden salim cereyanları tespit ederek bunların fiil haline inkılâbına çalışmayı iş edinmişti. Kanaatten fedakârlık ederek, adaletçe kuvvetli olmaya çalışmak, sağlam kanaat ve seciye sahiplerini hakiki teceddüt ve hâkimiyet-i milliye bayrağı altında toplanmaktan ibaret olmuştu.35 Bu Fırkanın beyannamesi vaziyeti iyi bir suretle teşhir etmekteydi. Umum-i efkâra karşı pek kati taahhütlere girişilmişti. Dar fırkacılık zihniyetten, ihtiras tahakkümlerden nefret, milli birliğe taraftarlık, şahsi kabiliyetleri söndüren ve memlekette imansız bir mideciliğe yol açan intisap ve himaye sistemlerine aleyhtarlık en hakiki şekliyle milli hâkimiyeti terakkiyi tekâmülü iltizam, maksadın istihsali hususunda meşru ve kanuni vasıtalar haricine çıkılmayacağını temin, mahalli hayatta halkın nüfuz ve inkişafını terviç gibi esaslar üzerine hazırlanmıştı ki, bunların her idrak sahibince tabii ve şayan-ı arzı görülmesine imkan yoktu.36 İki fırka arasında başlıca farklar şunlardı: Yeni fırka halkçılığa daha mütemayildi. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ise alenidir. Avrupa’da fırka içtimaları alenidir. Demokrasinin en büyük düşmanı gizliliktir. Yeni fırkada altı ihtisas komisyonu vardı. Halk fırkasında böyle bir şey yoktu. TpCF’nda Halk Fırkası’nda olduğu gibi grup nizamnâmesi yoktu. Bunu fırka grubu yapacaktı.37 Yeni fırka teşekkül edince, Gazi’nin alacağı vaziyete intizâren ilk defa olarak modern ve siyasi hayat başlayacak yahut eski bildiğimiz keyfi, şahıslarla kaim idare bütün zararlı akıbetleriyle baki kalacaktı. Gazi’nin partiler üstünde alacağı vaziyetle memleket görüntüsü bir gelişme imkanı bulacaktı.38 Haddizatında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulması sadece fırkayı kuranlar tarafından değil, meşru tarzda siyaset yapılacak bir ortam ve demokrasi özlemi içinde olanlar tarafından da memnuniyet ile karşılandı. Nitekim Cumhuriyet Halk Fırkası’nın kabulünde ki en önemli âmil, başında ki ismin Mustafa Kemal olmasıdır. Mamafih Mustafa kemal’ in bir partinin başında kaldığı takdirde, ister istemez şahsiyet muahezelerine sürüklenecek vatani rehber sıfatıyla haiz olduğu mevkii ve nüfuzu kaybedeceği aşikârdır. Yeni fırkanın teşekkül etmesiyle siyasi hayatımızda esaslı bir vuzuh husulüne yol açmıştır. Meclis müzakerelerine hazırlanmış bir şekilde iştirak ederse küçük ekalliyet 34 Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., 115. 35 Cemal Kutay, a.g.e., 116. 36 Ali Fuat Cebesoy, a.g.e, 115. 37 Cemal Kutay, a.g.e.,116. Y 38 Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., 116. 125 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. sıfatıyla bile meclis hayatında faydalı bir âmil olabilirdi. Gazinin Halk Fırkasından istifa etmeyeceği, çok geçmeden taahhuk etmişti. Mamafih fırka umumi reisi vekâletini İsmet Paşa üzerine almıştı. 22 Kasım 1924 tarihine kadar Halk Fırkasından istifa edenlerin yekûnu otuziki’ye baliğ olmuştu. Bunlardan dördü müstakil olduğundan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının mevcudu yirmisekiz idi.39 Fırka programını tanzime karar veren Halk Fırkası mücadele vasıtalarını değiştirmeye başlamıştı. Şahsi hücumlar ayrılığın saiklerini şüpheli göstermek meyli kaim olmuştu. Bir taraftan bu suretle demagoji yaparak dünkü arkadaşlarını hürriyet ve Cumhuriyeti güya tehlikeye maruz bırakıldıklarını ilân ederken diğer taraftan “Cumhuriyet ve Hürriyetten zarar gören gayrı memnunları etraflarında toplamak, dünkü inkılâp arkadaşlarıyla mücadeleye girişmek için fırka yapmak bir irtica hareketi değil midir?” tarzında memleket için çok zor olmayan şayiaları çıkarmaktan ve söylemekten çekinmemişlerdi.40 4. Terakkiperver Cumhuriyet Fırka’ sının Faaliyetleri Terakkiperver Fırkanın kurulması Türk siyasi kanadında bir hareketlilik yaşatmaya başladı. Muhalefet partisinin kurulmasını istemeyen Cumhuriyet Halk Fırkası’nın radikallerinin mecliste bulunduğu gün Yeni Başvekil Fethi Bey kabineyi kurdu. Kabine şu şekilde teşekkül etti:41 Başvekil, Milli Müdafaa Vekili : Ali Fethi Bey (Okyar) Adliye Vekili : Mahmut Esat Bey (İzmir) Dâhiliye Vekili ve Mübadele Vekâleti Vekili : Recep Bey (Peker) Hariciye Vekili : Şükrü Kaya Bey (Menteşe) Maliye Vekili : Mustafa Abdülhalik Bey (Renda) Maarif Vekili : Saraçoğlu Şükrü Bey Ziraat Vekili : Hasan Fehmi Bey (Gümüşhane) Ticaret Vekili : Ali Cenani Bey (Gaziantep) Nafia Vekili : Fevzi Bey (Diyarbakır) Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaiye Vekili : Dr. Mazhar Bey (Aydın).42 Hükümet değişikliği TpCF’nin başarısı olarak görülüyordu. Bu nedenle parti, Fethi Bey hükümetine ittifak halinde güvenoyu verdi. Umumi Kâtip Ali Fuat Paşa güvenoyu vermelerinin nedenini “…Cumhuriyet idarelerinde mevkii iktidara gelen hükümetler en sağlam ve en kuvvetli istinatgâhlarını milletin sinesinde aramalıdırlar. Biz yeni hükümetin fikri adaletle konum perverlikle memleketin 39 Cemal Kutay, a.g.e., 118. 40 Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., 116. 41 Cemal Kutay, a.g.e., 118. 42 Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., 117. Y 126 Bir Muhalefet Partisinin İlgası: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası sinesinde yer tutmaya çalışmasını temenni ederiz.” Şeklinde dile getirdi. Bu açıklamadan rahatsız olan Fethi Bey “Türkiye idaresinde Büyük Millet Meclisi’nden başka istinatgâh yoktur…” diyerek tepki gösterdi.43 Ali Fuat Paşa da: Evet milleti en başta temsil eden heyet, Büyük Millet Meclisidir. Fakat milletin, meclisi intihab ettikten sonra artık kendi işleriyle alakadar olamayacağını hiçbir hukukişinas iddia edemez.44 Diğer taraftan partinin belki de en önemli faaliyetleri 1925’ te bütçe müzakerelerinde ortaya koyduğu muhalefetti. Bu alanda fikirlerini bildirmek suretiyle Cumhuriyet rejiminde bütçeye ilişkin tenkitlerde bulunmuş ilk muhalefet partisi olma özelliğini kazandı önemli bir işlevi yerine getirdi.45 Siyasi hayatının kısa olması, yapmak istedikleri birçok icraattan kendilerini alıkoymuştu. 5. Terakkiperver Fırkanın Kapatılması Şeyh Said ayaklanması vesilesiyle çıkartılan Takrir-i Sükûn kanunundan yararlanarak girişilen sindirme eylemi içinde TBMM’de temsilcileri bulunan tek muhalefet partisinin de ortadan kaldırılacağı belliydi.46 Hükümet tarafından başlatılan geniş çaplı soruşturmadan TpCF’de payını aldı. 2 Mart 1925’ te toplanan Cumhuriyet Halk Fırkası grubunda fırtınalar kopuyordu. Partinin radikal kanadını oluşturan Recep Peker, Ali Fethi Bey iktidarını isyan karşısında Pasif kalmasından dolayı sert bir şekilde eleştiriyordu.47 Fethi Bey ise isyanın klasik bir eşkıya vakasından farklı olmadığını ve olağan üstü tedbirler alınmasına lüzum olmadığı yolunda beyanatta bulundu. Fethi Bey bölgede sıkıyönetimden sonra isyan mahallinin sükûta kavuşacağını söylüyor, lâkin Halk Fırkasının aşırı kanadındakiler isyanı bir karşıt ihtilal teşebbüsü olabilir, doğu illerinden Türkiye’nin başka yerlerine sıçrayarak rejimi devirmeyi hedef tutan bir hareket halini alabilirdi. Bu yüzden sıkı sert tedbirler alınmasını gerekli görüyorlardı. Sıkıyönetimin yalnız isyan bölgesinde değil yurdun her yanında ilan edilmeli, İstanbul’u da kapsamalıydı.48 Bu şartlar dâhilinde 2 Mart 1925 günü Cumhuriyet Halk Fırkası grup toplantısında Mustafa Kemal’ in de ağırlığını hükümet lehine koymasıyla Ali Fethi Bey 60’a karşı 94 oyla itimatsızlık beyanı ile azınlıkta ka43 Saime Yüceer, a.g.m., 538. 44 Ali Fuat Cebesoy, a.g.e., 120. 45 Saime Yüceer, a.g.m., 538. (1981), Türkiye Cumhuriyeti’ nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara: Yurt Yayınları, 146. 46 Mete Tunçay, 47 Baran Dural, (2002), Atatürk’ün Liderlik Sırları, İstanbul: Okumuş Adam Yayınları, 454. Y 48 Lond Kinross, (1996), Atatürk (Bir Milletin Yeniden Doğuşu,)Çev: Ayhan Tezel, İstanbul: Sander Yayınları, 605. 127 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. larak istifaya zorlanmıştır.49 Bunun üzerine Fethi Bey 3 Mart 1925 tarihinde başkanlıktan çekilmiştir.50 Akabinde hükümeti kurma görevini Mustafa Kemal İsmet İnönü’ye vermiştir.51 Doğuda isyanın çıktığı ilk zamanlarda yeni hükümet ile muhalefet arasındaki gerginlik hızla tırmanıyordu. Doğuda sıkıyönetimin ilan edildiği bölgelerde çalışan İstiklâl Mahkemeleri’nce verilecek idam cezalarını meclisçe onaylanmaksızın yerine getirilmelerini sağlayacak bir yorum kararı istiyordu. Adalet komisyonu bu yorum tasarısı yerine kanun tasarısı hazırlanmıştı.52 Bu da gerginliği arttırdı. Kazım Karabekir Paşa çıkarılan bu kanun tasarısının çok ağır olduğunu ve hükümetin buna dayanarak muhalefeti susturacağını ve özgürce düşünecek bir merciin kalmayacağını savunmuştu. Bu kanunun arkasından Takrir-i Sükûn kanunu çıkmıştır.53 Mustafa Kemal Paşa bu kanunla ilgili şöyle demişti: Takrir-i Sükûn yasasını ve İstiklâl Mahkemeleri’ni zorbalık aracı olarak kullanacağımız düşüncesini ortaya atanlar ve bu düşüncesini aşılamaya çalışanlar oldu. Elbette, zaman ve olaylar, bu tiksinti verici düşünceyi aşılmaya çalışanları utanmış duruma düşürmüştür. Biz alınan olağanüstü, ama yasaya uygun önlemleri hiçbir zaman ve hiçbir biçimde, yasa dışına çıkmak için araç olarak kullanmadık tersine ülkede dirlik ve düzenliği kurmak için uyguladık.54 İsmet Paşa hükümeti bu kanunla birlikte sert önlemler almaya başladı. Terakkiperver Fırkaya da cephe aldı. Açıkça ispat edilememiş olmakla beraber İstiklâl Mahkemesi bu partiyi isyanla ilişkili bulmuştu.55 Hükümet özelliklede partini Urfa şubesi üzerinde yoğunlaşmış ve sonunda bu şubenin sorumlusu olan Emekli Kurmay Yarbay Fethi Beyi Şark İstiklâl Mahkemesi önüne çıkarmış ve beş yıl hapse mahkûm etmiştir. Mahkeme “Terakkiperver Fırka’nın genel şubelerini ayaklanmayı destekledikleri gerekçesiyle56 25 Mayıs 1925’te görev bölgesi içindeki partinin bütün şubelerini, kapatma kararı vermiştir.57 Bu kapatmaların daha öncesinde Fethi Bey, Kazım Karabekir Paşa’ya fırkayı dağıtmasını söylemiş, fakat bir sonuç elde edememişti. Fethi Bey aslında Terakkiperver Fırkası’nın kapatılmasını istemiyordu. Oysa yeni kurulan hükümet ve Halk Fırkasını büyük çoğunluğu Fethi Bey gibi düşünmüyordu. Programın altıncı Maddesindeki “Parti, düşünceye 49 Cemal Kutay, a.g.e.114. 50 T.B.M.M., Zabıt Ceridesi, (1976), c15, d2, Ankara: TBMM Matbaası, 102. 51 Şerafettin Turan, (2000), İsmet İnönü (Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği), Ankara: Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları, 78. 52 Mahmut Goloğlu, (1972), Devrimler ve Tepkileri (1924-1930), Ankara: Goloğlu Yayınları. 224. 53 T.B.M.M., (1976)Zabıt Ceridesi, c15, d2, Ankara: TBMM Matbaası, 132. 54 Mustafa Kemal Atatürk, (1987), Nutuk – Söylevi II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1191. 55 Kemal H. Karpat, (2000), Türk Demokrasi Tarihi (Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller), İstanbul: Alfa Yayınları, 60. 56 Emre Kongar, (1998), 21. Yüzyılda Türkiye, İstanbul: Remzi Kitapevi, 139. 57 Mete Tunçay, a.g.e., 146. Y 128 Bir Muhalefet Partisinin İlgası: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve dini inanışına inanmaktaydı. Partinin şiddet kanadındakiler ise, bu maddelerin Halk Fırkasını dinsizlikle suçlamak için koyduğunu düşünmekte ve bu nedenle de kızgınlık duymaktaydılar.58 Fethi Bey’in fırkanın kapanması teklifi ile alakalı olarak Kazım Karabekir İle yaptığı görüşmeyi, Kazım Karabekir aynen şöyle nakletmiştir: 23/Şubat/341 (1925) akşamı Başvekil Fethi Bey bizim fırka (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) reisleriyle görüşmek istediğini bildirdi. Ben, Rauf Bey, Adnan Bey, Cafer Tayyar Paşa Başvekâlet odasında Fethi Bey’e mülaki olduk. Fethi Bey vaziyeti şöyle bir izahla bir teklif yaptı: Nasturilerin tedibi sırasında iki alayda bazı zabıtan ve efradın İngilizlere firar ettiği malumdur. Bilahare efradın avdetinde yapılan tahkikatta medhaldar olan ilk meclis azasından Bitlis’ li Yusuf Ziya ve aşiret reislerinden Mutki’ li Hacı Musa, Hesnan’ lı Halid ve diğer Halid Beyler ve sair birkaç kişi tevkif olunmuştu. Hınıs’ tan Bitlis’ e celb olunurken Hesnan’ lı Halid’ in adamları jandarmalarımızı pusuya düşürerek Halid Bey’ i firar ettirmişlerdi. Birkaç gün evvel Piran’ lı Şeyh Said’ in yanında firarilerden iki kişiyi jandarmalarımız bunları derdest ister. Şeyh Said vermez. Müsademe olur, Jandarmaları vururlar, iş büyür Şeyh Said Çapakçur ve Ilıca’ yı işgal eder. Diyarbekir’ de bulunan üçüncü ordu müfettişi Kazım Paşa hükümetin talebiyle Ilıca’ ya bir süvari müfreze gönderir. Fakat müfreze kumandanı şehid olur. Müfreze dağılır. Diyarbekir’ deki Süvari Fırkasını Piran’ a göndermişti. Hacı Arif Bey kumandanı bu fırka Piran’ ı işgal ve ussat ile müsademe ederek akşam Hani’ ye geçerek fakat geceleyin Şeyh Said kuvvetleri tüfeklerine Kelam-ı kadim astıkları kelime-i şahadet getirdikleri halde hücum ederler. Fırka kumandanı bataryasını ve makineli tüfeklerini terk ile yüz elli kişi ile Piran istikametine kaçabilir. Mesele gerçi Kürtlük cereyanı irtica şekil ve mahiyetindedir. Biz biraz evvel heyet-i vekile toplandık, Gazi Hazretleri de bulundular. Neticede sizinle görüşmeyi ve sizden fırkanızın teşkilatı hariciyesini lağv etmenizi rica etmeye karar verdik. Ben şu cevabı verdim: “Fethi Beyefendi… böyle mühim bir vak’a karşısında Heyet’i Vekile toplanıyor, Reis-i Cumhur geliyor, birçok şey konuşuluyor. Sonra muhalif fırka rüesası ile görüşmek isteniliyor. Ben bekliyordum ki bizimde vak’a hakkında fikrimiz ve dâhili şu tehlike karşısında elbirliğiyle çalışmaklığımız teklif olunacak. Kürtler hakkında şifahen ve tahriren mükerrer ikazıma kimse ehemmiyet vermedi. Bununla beraber ister Kürtlük ister irtica olsun fırkamız beyannamesinde dahi ilan veçhile Hükümete yardım vazifemizdir. Fakat heyet-i vekile içtimaının neticesi böyle siyasi bir maksattan gayrimeşru bir tekliften ibaret kalması cidden şayanı teessürdür. Buna Reis-i Cumhur’ un da inzimamı fikri şayanı hayrettir. Ben evvela size soruyorum, bu teklifin makul ve meşru bir şey olduğunu bizzat siz kabul ediyor musunuz? Bizim Kürtlük mıntıkasında teşkilatı- Y 58 Saime Yüceer, a.g.m.., 540. 129 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. mız bile yoktur. Diğer teşkilatı lağvettiğimiz takdirde dahi hadiseyi fırkamıza yüklemek kolay olmaz mı? Bunun ne burada nede fırkamızda münakaşasına dahi tahammülümüz yoktur. Biz bu teklifi reddediyoruz. İsterse kuvvetiyle fırkamızı dağıtsın. Ben fırka reisi olmak sıfatıyla en evvel göğsümü istibdat süngüsüne karşı gererim. Fakat neticenin nerede olduğunun kestirmekte mümkün olmaz. Bizim teklifimiz şudur: Kürt ihtilâli Hükümet idaresizliği yüzünden çıkmış ve büyümüştür. Elbirliğiyle bu hususta bulunuruz ve Fırka şubelerine Kürt isyanına karşı Hükümetle birlikte aldığımızı, Hükümeti mahalliyelere yardım etmelerini tamim ederiz. Fethi Bey: Mütalaalarınız doğrudur, Gazi Hazretlerine, Netice: Gazi bizimle konuşmak istemiyor, Fırkanın lağvı müzakeremiz bu suretle bitti.59 Bu konuşma vasıtasıyla anlaşılıyor ki Mustafa Kemal TpCF’yi kapatma fikrinde CHF’nin radikal kanadı ile hemfikirdir. Velakin Fırka’nın kapanma hadisesi bu şekilde iken, bir dönem Turancı, bir dönem Komünist ve son döneminde ise Kemalist olan. Şevket Süreyya Aydemir, TpCF için: “Hülasa ikinci millet meclisinin ikinci çalışma yılında siyasi hayata atılan TpCF’ye ıstırapların ve hürriyetsizliklerin doğurduğu çocuk demektense vakitsiz doğan yasama kabiliyeti olmayan bir çocuk demek daha doğru olur.”60 Demiştir. Bu sürecin sonunda partinin programında bulunan “dini inançlara saygılı olma” hüküm 1924-1925 yılları Türkiye’si için son derece gerilimli bir ortam yaratacak özellikle Atatürk’ün gerçekleştirmek için büyük çabalar harcadığı çağdaşlaşma hareketlerini önleyecek nitelikteydi. Bu yüzden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 3 Haziran’da kapatıldı.61 5 Haziran’da resmen açıklanan bu karar yayınlanan hükümet bildirisine göre şu gerekçelere dayanmaktaydı. “Mütenevi tahrikâtın Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde cereyan eden takibat ve muhakematı esnasında TpCF’nin İstanbul civarında vezaf-i resmiyesini derufte eden bazı eşhasın fırkanın programında mevcut efkâr ve itikatı diniye ye hürmetkâr olma esasını tevsili efkâra ve tahrikat-ı irticakaraneye vesile ittihas ettikleri sabit olmuş ve fırkanın vazı hazırı hakkında hükümetin nazar-ı dikkatine celbe mütttefikin karar verdiğini natık mahkeme karar müdde-i umumilikten hükümete tebliğ olmuştur.62 Bildiriden partinin kapatılmasını asıl hedefinin irticai etkinlikler olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Parti esasen “Muhalefet denetimi olmaksızın bütün gücü mecliste toplanmasının sakıncalarını vurgulayan” ve bu durumun otoriter bir rejim riski doğurduğunu ifade eder bir düşünce tarzından hareketle kurulmuştu. 59 Kazım Karabekir, (2004), Kürt Meselesi, İstanbul: Emre Yayınları, 14, 15, 16. 60 Şevket Süreyya Aydemir, (1983), Tek Adam Mustafa Kemal, III, İstanbul: Remzi Kitapevi, 215. 61 Cemil Koçak, (1997), Türkiye Tarihi (Çağdaş Türkiye 1908-1980), IV, İstanbul: Cem Yayınlan, 101. 62 Tarık Zafer Tunaya, (1952), Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul, 621. Y 130 Bir Muhalefet Partisinin İlgası: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Fakat bildirgede rejimi tehdit edecek gelişmelerden dolayı kapatılmıştır deniyordu. Nitekim İsmet İnönü anılarında şöyle diyor: “Terakkiperverin kuruluşu zamanında, memlekette bize karşı belirli ve körüklenmiş olan dini hissiyattan bilerek istifade etmek maksadı vardı.63 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ nın 17 Kasım 1924’te kurulmasıyla mecliste muhalefet kendisini kısa bir süre sonra göstermişti64 ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa çok partili hayata geçilmiş oluyordu. Böylece demokratik hayatın kaçınılmaz bir gereği de yerine getiriliyordu. Ancak bir fikir partisi hüviyetiyle Türk demokrasi hayatında yerini alan Terakkiperver Fırka, uzun ömürlü olmadı, yedi ay varlığını sürdürebildi. Terakkiperver’ in kapatılması olayı, çok partili siyasetin kısa süreli varlığının kesin sonu oldu. 1921’ de kapanmış olan Komünist Partisi ise 1925’ te yasadışı ilan edildi.65 1924 Anayasa’sında Fransız İhtilali’nin liberal ve bireyci fikirleri geniş boyutlarda temsil edilmekteydi.66 Bu bağlamda anayasada kişi hak ve hürriyetleri de en geniş şekilde yer almaktaydı. Ancak parlamenter sistemde güçler birliği prensibi benimsenmişti. Bu sistemde yasama, yargı ve yürütmeden oluşan devlet güçleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde toplanmaktaydı. Bütün kuvvetlerin millet meclisinin elinde bulunması, hükümet üzerinde herhangi bir kontrol ya da denge yaratacak etkin kuvvetlerin mevcut olmayışı, insan hak ve hürriyetleriyle ilgili anayasa hükümlerinin uygulanmasını hükümetin inisiyatifine bırakıyordu. İşte bu çerçevede Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, ılımlı ve liberal bir alternatif olarak ortaya çıktı. Programında liberal ve özgürlükçü fikirler baskın bir şekilde yer almaktaydı. Bu haliyle parti değişime taraftar olmayanları memnun edecek bir görüntü sergilemiyordu. Ama bunun böyle olması ve liderlerin hassas davranması her türden muhalefetin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası etrafında kümelenmesi engellemedi. 6. Sonuç Yedi aylık kısa yaşamında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, disiplini yüksek olan Cumhuriyet Halk Fırkası mensupları kadar etkin olamadı. Ancak en önemli başarısı, Fırkanın kitle örgünü oluşturması oldu. Velakin bu noktada da Anadolu Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyet’lerini devralan Cumhuriyet Halk Fırkası’ nın yüksek avantajı karşısında merkez ve taşra şubelerini genişletme çabasını veren bir parti olarak kapatıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gerçek anlamda bir muhalefetti. Çünkü suni bir fırka değildi bağımsız bir irade ile kuruldu. Tek liderli olmayıp kadro hareketine meyleden bir kimliği vardı. İddia edildiği gibi irticayı tahrik eden ve rejimi yıkma hareketlerinin 63 İsmet İnönü, (1995), Hatıralar, II, Haz.: Sabahattin Selek, Ankara: Bilgi Yayınları, 205-206. 64 Tevfik Çavdar,(1995), Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), Ankara: İmge Yayınları, 258. 65 Feroz Ahmad, (2011), İttihatçılıktan Kemalizme, İstanbul: Kaynak yayınları, 161. Y 66 Saime Yüceer, a.g.m., 542. 131 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. görüldüğü bir fırka olmadı. Aksine önceden muhafazakâr kimlikleri nedeniyle Cumhuriyet Halk Fırkasından ihraç edilen şahısları dahi bünyesine almamaya dikkat ediyordu. Takrir-i Sükûn, Türkiye’de muhalefetin varlığını bir anlamda olanaksız hale getirdi. Fırkanın kapatılmasının ardından üyeleri Meclis’ te bir grup halinde kaldılar. İzledikleri siyasette belirgin bir şekilde dikkat çekmemelerine karşın, bağlantıları olmadığı halde İzmir Suikastı davasında başlayan muhalefet temizliğinde sanıklar arasında sayılmaları hasebi ile halen bir tehdit olarak algılanmaktaydılar. Nitekim aralarında ki isimlerden bazıları en az Mustafa Kemal kadar meşhur olan isimlerdi dolayısıyla olası bir seçimde halk tarafından desteklenme ihtimalleri vardı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, günümüzde dahi parlamentoda çok sesliliğin sıkıntılı olmasına binaen, bundan seksen beş sene evvel çok partili bir hayatın başarılamayacağına dair bir işaret olabilir miydi? Veyahut Meşrutiyetten bu yana muhalefet anlamında bir devamlılık olsaydı. Demokrasinin gelişimi tamamlanmış olur muydu? Cevap verilmesi çok zor olan bu soruların yanında ihtimal dâhilinde olan bir şey daha var ki oda; Şayet Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası girişimi başarılı olsaydı, belki bugün demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan muhalefetin Türkiye’deki gelişimi tam anlamı ile tamamlanmış olurdu. Türkiye’ de Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar demokratik hayattan, çok partili siyasal düzenden zaman zaman vazgeçilmek zorunda kalınmıştır. Bu da ülkedeki siyasi olgunluğun Batı ölçülerine ulaşmadığının bir örneğidir. Batı demokrasisinin Plütarist, diyalogcu niteliklerine ulaşmak, bir denge mekanizmasına bağlıdır. Bu halkın iktidarı ile vatandaşın hürriyeti arasındaki denge mekanizmasıdır. Halka saygı, demokratik sistemin vazgeçilmez bir unsurudur. Dolayısıyla Türkiye’de arzu edilen demokrasinin milli bünyede kökleşip, halkın sahip çıkacağı bir konuma gelmesi ancak kitle psikolojisiyle hareket etmekten vazgeçip, hür iradesiyle yönetime ortak ve düşünebilen bir toplum olduğumuzda ulaşabilir olacaktır. Y 132 Bir Muhalefet Partisinin İlgası: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası EK-1: TPCF’NİN KAPATILMASINA DAİR BAKANLAR KURULU (HEYET-İ VEKİLE) KARARI67 Kararname İcra Vekilleri Heyeti’nin 3.6.1341 tarihli içtimaında ber vech-i ati ittihaz olunmuştur. “Mütenevvi, tahrikâtın Ankara İstiklal Mahkemesinde cereyan eden takibat ve muhakematı esnasında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın İstanbul civarında vezaif-i resmiyesini deruhte eden bazı eshasın fırkanın programında mevcut “efkâr ve itikadat-ı diniyyeye hürmetkâr olmak” esasını tesvil-i efkâra ve tahrikat-ı irticakeraneye vesile ittihaz ettikleri sabit olmus ve fırkanın vaz’ı hazırı hakkında hükümetin nazar-ı dikkate celbe müttefiken karar verildigini natık mahkeme kararı müdde-i umumilikten hükümete teblig olunmustur. Diyarbakır _stiklal Mahkemesinin takibat ve muhakematı esnasında dahi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın resmi mümesillerinin fırka programında mevcut “efkâr ve itikadat-ı diniyyeye hürmetkâr olmak” esasını memleketi dinsizlikten kurtarmak iddiay-ı irticakeranamesine vasıta-i telkinat ittihaz ettikleri ve bu yüzden son irtica ve isyanın tezahüratı esasında bir çok vahim hadisat vukua geldigi sabit olmustur. Diyarbakır _stiklal Mahkemesi kendi daire-i kazası dâhilinde bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası suabatını sedde karar verdigini hükümete teblig eylemistir. Mahkemelerde ve müllanasda cereyan eden bu ahvalden maada hükümetin ıttlaına muhtelif vilayetlerden iblağ olunan malumat Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensuplarının programlarında mevcut esas-ı malumu dini siyasete alet addeden bir vasıta-i tesvil addetmeye çalıstıklarını göstermistir. Zaten Ankara İstiklal Mahkemesinde cereyan eden muhakemat Vahidettin etrafında bulunan vatan hainlerinin Avrupa’da teskil ettikleri merkezlerde ve memleket dâhilinde Hürriyet ve İtilaf devrinden kalma erbab-ı fesattan merbut ve vası bir sebeke-i irtica tesisine çalışmak gibi tesebbüsat-ı izhar eylemiştir. Bu ahval tahtında dini siyasete alet ittihaz etmek gibi harekete karsı vatanı siyaset etmek için kanun-u mahsus sadarıyla hükümetin takip edeceği veçheyi dahi göstermiştir. Y 67 Özgür Güvercin, (2007), Terakkiper Cumhuriyet Fırkası’ nın Türk Siyasal. Hayatındaki Yeri, Basılmamış Yüksek lisans Tezi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Bolu, 105. 133 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Kaynakça T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, C3 d2, Ankara: TBMM Matbaası. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, (1970), C7, d2. Ankara: TBMM Matbaası. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, (1975), C10, d2. Ankara: TBMM Matbaası. T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, (1976), C15, d2. Ankara: TBMM Matbaası. T.DÜSTÛR, c26, Resmi Gazete 15.1.1945-5905, Kanun No Kanun Tarihi 4695 10.1.1945, Erişim Tarihi, 3/12/13, http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa24.htm. AHMAD, Feroz, (2011), İttihatçılıktan Kemalizme, İstanbul: Kaynak yayınları. AKKOR, Mahmut, (2012), “Dini Bir Müessesenin Sonu: Halifeliğin İlgası, End of Institution of a Religious: The Abolition of the Caliphate”, History Studies İnternational Journal Of History, 4/1, Samsun&USA. AKŞİN, Sina, (2011), Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. AKŞİN, Sina, (2000), Koçak, C., Özdemir, H., Boratav, K., ve diğerleri, Yakınçağ Türkiye Tarihi 1908-1980, İstanbul: Milliyet Kitaplığı. ATATÜRK, Mustafa Kemal, (1987), Nutuk-Söylev, II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. ATAY, Falih Rıfkı, (1969), Çankaya, İstanbul. AYBARS, Ergün, (2006), İstiklâl Mahkemeleri, Ankara: Zeus Kitapevi. AYDEMİR, Şevket Süreyya, (1983), Tek Adam Mustafa Kemal, III, İstanbul: Remzi Kitapevi. CEBESOY, Ali Fuat, (1960), Siyasi Hatıralar (II. Kısım), İstanbul: Doğan Kardeş Yayınları. C.H.P. Nizamnamesi, (1939), Ankara: Ulus Basımevi. ÇAVDAR, Tevfik, (1995), Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), Ankara: İmge Yayınları. DURAL, Baran, (2002), Atatürk’ün Liderlik Sırları, İstanbul: Okumuş Adam Yayınları. ELMAS, Esra, D.Kurban, The Case of Turkey, Erişim Tarihi, 3/12/13, http:// www.mediadem.eliamep.gr/wp-content/uploads/2010/05/BIR1.pdf#pa- Y 134 Bir Muhalefet Partisinin İlgası: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ge=412. GOLOĞLU, Mahmut, (1972), Devrimler ve Tepkileri (1924-1930), Ankara: Goloğlu Yayınları. GÜVERCİN, Özgür, (2007), Terakkiper Cumhuriyet Fırkası’ nın Türk Siyasal. Hayatındaki Yeri, Basılmamış Yüksek lisans Tezi, Bolu. İNÖNÜ, İsmet, (1995), Hatıralar II, Haz: Sabahattin Selek, Ankara: Bilgi Yayınları. KABASAKAL, Mehmet, (1991), Türkiye’de Siyasi Parti Örgütlenmesi (19081960), İstanbul: Tekin Yayınevi. KARPAT, Kemal, (2000), Türk Demokrasi Tarihi (Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller), İstanbul: Alfa Yayınları. KARABEKİR, Kazım, (2004), Kürt Meselesi, İstanbul: Emre Yayınları. KİNROSS, Lond, (1996), Atatürk (Bir Milletin Yeniden Doğuşu,)Çev: Ayhan Tezel, İstanbul: Sander Yayınları. KOÇAK, Cemil, (1997), Türkiye Tarihi (Çağdaş Türkiye 1908-1980), IV, İstanbul: Cem Yayınlan. KOÇAK, Cemil, (2011), Tek Parti Döneminde Muhalif Sesler, İstanbul: İletişim Yayınları. KONGAR, Emre, (1998), 21. Yüzyılda Türkiye, İstanbul: Remzi Kitapevi. KUTAY, Cemal, (1980), Türkiye Tarihi (İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri), XIX, İstanbul: Alioğlu Yayınları. OZANKAYA, Özer, (1995), Cumhuriyet Çınarı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. TUNAYA, Tarık Zafer, (1952), Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul. TUNÇAY, Mete, (1981), Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara: Yurt Yayınları,. TURAN, Şerafettin, (2000), İsmet İnönü (Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği), Ankara: Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları. YALMAN, Ahmet Emin, (1997), Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, İstanbul: Pera Turizm Yayınları. Y YEŞİL, Ahmet, (2002), “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Siyasi Kimliği” Türkler, XVI. edt: Hasan Celal Güzel-Kemal Çiçek, Salim Koca, Ankara: 135 Özalper, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Yeni Türkiye Yayınları, 546-551. YÜCEER, Saime, (2002), “Cumhuriyet Dönemi Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde İlk Girişim: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Türkler, XVI, edt: Hasan Celal Güzel-Kemal Çiçek, Salim Koca, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 534-545. ZÜRCHER, Erik Jan, (2010), Modernleşen Türkiye’ nin Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları. ZÜRCHER, Erik Jan, (1992), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, İstanbul: Bağlam Yayıncılık. Y 136 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 İLK DÖNEM HÂRİCÎ KAYNAKLARINA GÖRE HZ. OSMAN ∗ THE CALIPH OSMAN ACCORDING TO THE EARLY KHARIJI REFERENCES Adem LÖK∗∗ Özet Her bir mezhep mensubu, kendi mezhebini hak mezhep kabul eder. Hâricîler de kendilerini, hak yolunu takip edenler olarak görmektedirler. Hâricîlerin tarih sahnesine çıkışları, Hz. Ali döneminde meydana gelen Sıffîn ve Tahkîm olaylarının bir sonucu olarak görülmektedir. Hâricîlerin ilk ortaya çıkışlarıyla ilgili bilgiler, genellikle, diğer mezhep mensupları tarafından telif edilmiş tarih ve makâlât türü eserlerde yer almaktadır. Ancak, ilk döneme ait Hâricî kaynaklara bakıldığında, bu bilgilerden farklı olarak, Hz. Osman ve onun döneminde meydana gelen dinî, siyasî ve sosyal olaylara dikkat çekilmektedir. Aynı şekilde, Hâricîlerin bir fırkası olan İbâdîler de, mezhepsel fikirlerini Hz. Osman döneminde meydana gelen bazı olaylara dayandırmaktadırlar. Bu nedenle Hâricîleri anlamak için, onların Hz. Osman hakkındaki görüşlerini de bilmek gerekmektedir. Anahtar kelimeler: Hâriciler, Ibâdhis, Hz. Osman, Mezhep, Tarih. Abstract Each member of a sect, deserve accept their own sect include Kharijites. The stage of history output of Kharijites, occurred is seen as a result of the events of Sıffin and Tahkîm during the period of Caliph Ali. Other sect members wrote always about emergence of first to Kharijites. This knowledge located in history and maqalat books. But, in early period books that source of Kharijite, it was point out occuring religious, political and social events in Caliph Osman’s period. Also, Ibâdhis, which is a sect of Kharijites, sectarian ideas is basing some events of Caliph Osman’s occurred during the period. Thus, to understand the Kharijites, we also need know their opinion about Caliph Osman. Key Words: Kharijites, Ibâdhis, Caliph Osman, Sect, History, ∗∗ Bu Makale, Erzurum Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne 2011 yılında sunulan “Haricilere Göre Hz. Osman” adlı yüksek lisans seminer çalışmasının genişletilmiş ve düzenlenmiş halidir. Arş., Gör., Muş Alparslan Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi. e-mail: [email protected] Y ∗ 137 Lök, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. GİRİŞ Herhangi bir mezhebin ortaya çıkışını tek bir olayla izah etmeğe çalışmak, o mezhebin zihniyet yapısını anlamada yetersiz olacaktır. Mezhepler, tek bir renkten oluşmadığı gibi aynı mezhep, tarihi süreç içerisinde farklı coğrafya ve zamanlarda değişik renklere sahip olabilmektedir. Ayrıca bir mezhep sahip olduğu ana renginden başka ara renklere de sahiptir. Dolayısıyla toplumda meydana gelen dinî, siyasî veya sosyal olaylardan sadece birisini, herhangi bir mezhebin doğuşuna sebep olarak göstermek de isabetli bir yaklaşım olmayacaktır. Tarihsel süreç içerisinde cereyan eden toplumsal ve dinî hareketler, mezhepler ve fırkalar, bir gecenin ürünü değillerdir. Onların bir hazırlık dönemlerinin (Yıldız, 1999: 59) olduğunu göz önünde bulundurarak ortaya çıkış anlarının öncesinden teşekkülüne kadar geçirdiği süreçleri tespit etmek gerekmektedir. Mezheplerin, içinde doğup-geliştikleri toplumsal yapıların karakteristik özellikleri ve tarihî tecrübelerin uzantıları, onların itikâdî görüşlerini ve inançlarını etkileyerek, düşünce sistemlerine tesir etmektedir (Akoğlu, 2007, XXIII: 317). Bunun sebebi, dinin ilahî olma özelliğine rağmen mezheplerin beşerî özelliğe sahip olmalarıdır (Kutlu, 2005: 396). İlk mezhep olması sebebiyle, fırkalaşma ve fikri ayrılık tecrübeleri Hâricîler üzerinden yaşanmıştır. Bu hususta onların kendi fikir ve düşüncelerinden ziyade eylemlerinden bahsedilmektedir. Hâricîliğin büyük oranda siyasî olayların sonucunda ortaya çıkmasından dolayı ilk Hâricîler, kuramcı olmayıp, eylemci olmakla nitelendirilmişlerdir (Yıldız, 1999: 138). Fakat sadece bu eylemler üzerinden hareket ederek Hâricîleri anlamaya çalışmanın yetersiz olacağı aşikârdır. Diğer bir ifadeyle, Hâricîlerin sadece Sıffîn ve Tahkîm olayı sonucu bir anda orta çıktıklarını söylemek, İslam düşünce tarihini derinden etkileyecek bir yapıyı anlamada yetersiz kalacaktır. Hâricîler, İslâm tarihinde siyasî, dinî ve sosyal olaylar sonucu bir zümre halinde ortaya çıkan ilk mezheptir. Onlar, genelde görüş ve fikirlerini, tahkim olayı sürecinde ve sonrasında “lâ hükme illâ lillâh/hüküm yalnız Allah’ındır” (Şehristânî, 2008: 109; İbnu’l-Esîr, 1987, III: 202, 203; Fığlalı, 1983: 53 – 1997, XVI: 169) anlayışları etrafında şekillendirmişlerdir. Bununla birlikte Hâriciler dinî ve siyasî görüşlerini sadece Hz. Ali dönemi olaylarına değil; aynı zamanda Hz. Osman ve dönemindeki olaylara da bağlamaktadırlar. Hâricîler Hz. Ali’den ayrılıp Harura’da bir araya geldiklerinde durum değerlendirmesi yaparak dikkat çekici kararlar almışlardır. Lider konumunda olan bu ilk Hâricilerin evlerinde yapılan toplantılarda alınan kararlar özet olarak üç başlıkta ele alınabilir. Bunlar; Hüküm yalnız Allah’ındır. Yönetim; şûra ile yapılır ve el-emr bi’l-ma’rûf ve’n-nehy ani’l-münker vardır (Dineverî, 2007: 255; İbnu’l-Esîr, 1987, III: 213; İbn Kesir, X: 578) Hâricîlere ait ilk dönem kaynaklardan bazıları günümüze kadar ulaşabilmiştir. Erken döneme ait olan bu kaynaklar Hâricî bir grup olan İbâdîlere aittir. Makalemizde temel Y 138 İlk Dönem Hâricî Kaynaklarına Göre Hz. Osman aldığımız bu kaynaklar; Sâlim b. Zekvân (I/VII. Yüzyılın sonları)’ın es-Sîre, İbn Sellâm el-İbâdî (273/886)’nin Kitâbun fîhi Bed’u’l-İslâm ve Şerâiu’d-Dîn, Ebû Abdullah Muhammed b. Saîd el-Ezdî el-Kalhâtî (IV/X.yüzyıl)’nin el-Keşf ve’l-Beyân, Hûd b. Muhakkem el-Huvvârî (III/IX. Yüzyıl)’ın Tefsîru Kitâbillâhi’l-Azîz adlı eserleridir. Sonraki dönemlerde telif idilmiş İbâdî kaynaklardan Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Saîd eş-Şemmâhî (928/1522)’nin Kitâbu’s-Siyer, Ebu Muhammed Abdullah b. Humeyyid es-Sâlimî (1332/1914)’in Tuhfetu’l-A’yân bi- Sîretti Ehl-i Umân adlı eserleri de diğer yararlandığımız kaynaklardır. Bu kaynakları önemli kılan, müelliflerinin Hâricî/İbâdî olmasıdır. Ayrıca hem ilk dönem, hem de sonraki dönemlere ait olan bu eserler, bize bir mezhep olarak Hâricîleri birinci elden öğrenme olanağını sağlamaktadır. Yukarıda isimlerini zikrettiğimiz kaynaklar, Sünnî kaynaklarda yer alanlardan daha farklı bilgiler de içermektedir. Bu kaynaklarda Hz. Ali’den ziyade Hz. Osman eleştirilmektedir. Hâricîlere ait dinî ve siyasî görüşler Hz. Osman üzerinden şekillenmektedir. Hz. Osman hakkında eleştirel bilgilerin olması hayli dikkat çekicidir. Çünkü tarih ve makalât türü kaynaklarımızda, genellikle onların Hz. Ali’den ayrılış süreci ile Hz. Ali ve yanındakileri tekfir etmeleri üzerinde durulur. Fakat İbâdî müellifler, daha ziyade Hz. Osman ve onun hilafetinin ikinci yarısında meydana gelen olaylar üzerinde çok durmuşlardır. Hâricîler, Hz. Osman’a karşı gelenlerin içerisinde bir kısım sahabenin ileri gelenlerinin olmasını (Yıldız, 2010: 50), kendi muhalif anlayışlarına sebep olarak göstermişlerdir (İbn Sellam, 1986:105-108). Kalhâtî’ye göre, Hz. Osman’a karşı gelenler Kur’an’a, Sünnet’e uyanlar ve ilk iki halifenin yolundan gidenlerdir. Tıpkı onlar gibi Hâricîler de hakkı yerine getirenlerdir (Kalhâtî, 1980, II: 221; Sâlimî, 1961, I: 60). Kalhâtî, kendilerini müslümanların çoğunluğunun yer aldığı aynı tarafla özdeşleştirmektedir. Bu kaynaklara göre Hâricîler, Hz. Osman dönemine kadar Kur’an’a, Sünnet’e uyanların, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in yolundan gidenlerin üzerinde bulunduğu “İstikamet Ehli”nden olduklarını söylemektedirler (Kalhâtî, 1980, II: 471). Kalhâtî, Hz. Osman döneminin ikinci altı yılından Hâricîlerin ortaya çıkış dönemine kadar olan süreçte ihmal edilen bir konuya da dikkat çekmektedir. Söz konusu ihmal edilen konu ise, adaletle hükmetmeyen imamı azletmek için “el-emr bi’l-ma’rûf ve’n-nehy ani’l-münker”in artık yapılmadığıdır. Ona göre Hâricîler bu görevi yeniden yapmaya başlayanlardır. (Kalhâtî, 1980, II: 473, 474). Y Hemen hemen tüm Hâricîler, Hz. Osman’ın ilk altı yıllık hilafet dönemini meşru kabul ederken; ikinci altı yıllık dönemini meşru kabul etmezler (Eş’arî, 2005: 130). Onların kendi mezhepsel fikirlerini Hz. Osman üzerinden temellendirmeye dönük çalışmalarını dikkate almak, onları ve yaşanan siyasî olayların tarihî arka planını daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. 139 Lök, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. HARİCÎLERİN HZ. OSMAN’I ELEŞTİRDİKLERİ HUSUSLAR 1-Siyasî Meseleler Hâricîlerin kendi kaynaklarına göre Hz. Osman, imamette bulunduğu sürenin ilk altı yılında Allah’ın kitabı ve Peygamberin sünnetine göre amel etmiştir. Bu sebeple Müslümanlar da ona sahip çıkmış ve yanında olmuşlardır. Fakat Hz. Osman daha sonraki uygulamalarıyla bu çizginin dışına çıkarak dünyaya ve dünyevî işlere aşırı derecede meyletmiştir. Bu yüzden yeni bid’atler ortaya çıkarmış, akrabalarını aşırı bir biçimde kayırmıştır (İbn Zekvân, 2001: 80; İbn Sellâm, 1986: 105, 106; Kalhâtî, 1980, II: 210). Örneğin Hz. Osman, Hz. Peygamber’in arkadaşlarından olan fakihleri valilik görevlerinden azletmiş, yerlerine kendi akraba çevresinden olan kimseleri tayin etmiştir. İbn Zekvân, Hz. Osman’ın atadığı bu kişilerin, doğruyu bilmeyen cahiller, Hz. Peygamber’in sünnetini bilmeyen ve yaptıkları işlerin çoğunda kötülükler olan insanlar olduğunu söylemektedir (İbn Zekvân, 2001: 82). Hâricîlerin siyasî alanda eleştirdikleri konular içerisinde; Hz. Osman’ın, Allah’ın Rasulü’nün bir dönem dinden çıktığı için kanının dökülmesini istediği Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’i Mısır valiliğine ataması ve Ebû Zer’i Rebeze’ye sürgüne göndermesi (Şemmâhî, 1987, I: 35) gibi hususlar da yer almaktadır. Yeni atanan bu valiler Hz. Osman’ı zor duruma sokmuş; mesela, Kûfe’ye atadığı Velîd b. Ukbe, orada sarhoş iken namaz kıldırmıştır (İbn Zekvân, 2001: 80, 86; Yıldız, 2010: 46.). Hâricîlere göre, Hz. Osman’ın yapmış olduğu yanlışlıklara itiraz eden sahabiler ve diğer insanlar cezalandırılmıştır. İyi niyetle uyarı yapanların sözlerine de Hz. Osman inanmamıştır. Onlardan bazılarına hakaret ederek bağırmış, hatta eziyet etmiş; bir kısmını da memleketlerinden sürmüştür. Ebû Zer, Âmir b. Abdullah, Huzeyfe b. el Yemân, Abdullah b. Mes’ûd, Zeyd b. Sûhân gibi sahabileri sürgüne göndermiş; Ammar b. Yâsir’i bağırsakları çıkıncaya kadar, Abdullâh b. Mes’ûd’u da buna benzer bir şekilde dövdürmüştür (İbn Zekvân, 2001: 84, 86). Kalhâtî ve İbn Zekvân, Hz. Osman döneminde sürgün edilenlerin bunlardan ibaret olmadığını, bunlardan başka Müslim el-Cühenî, Nâfi b. el-Hatâm, Kûfelilerden Ka’b b. Ebî Necde, Amr b. Zürâre, Esved b. Sûhân, Esved b. Düreyh, Yezid b. Kays, Cündeb b. Züheyr el-Ezdî, Basrâ’dan Ammar b. Abdullah ve Mez’ûr el-Anberî gibi isimlerin de sürgün edildiklerini nakletmektedirler (Kalhâtî, 1980, II: 212; İbn Zekvân, 2001: 80, 82, 84, 86). Zikrettiğimiz Hâricî müelliflerine göre, Hz. Osman dönemindeki bütün bu haksız uygulamaların yanısıra halifenin aleyhinde konuşanlar, ganimetlerdeki haklarından mahrum kalıyorlardı. Bazıları, sahip oldukları servete el konularak, bazıları kırbaçlanarak, bazıları da tâzir ile cezalandırılıyorlardı (İbn Zekvân, 2001: 84). Dolayısıyla, Hz. Osman’ın bazı siyasî tercihleri Hâricîler tarafından eleştiri konusu olmuştur. Bu bakımdan Hâricîler ittifak halinde, olumsuz kabul ettikleri bu uygulamaların meydana geldiği Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci altı yıllık dönemini meşru görmemektedirler (Şemmâhî, 1987, I: 34; Y 140 İlk Dönem Hâricî Kaynaklarına Göre Hz. Osman Kalhâtî, 1980, II: 210, 221). Hâricîlere göre, Hz. Osman dönemindeki bu uygulamalar Müslümanlar arasında bir muhalefetin başlamasına sebep olmuştur (Yıldız, 2010: 47). Bu muhalefetlerden en önemlisi Kûfe, Mısır ve Basra’da yaşayan bazı insanların, halifenin kötülüklerine engel olmak niyetiyle bir araya gelmeleridir (İbn Zekvân, 2001: 86). Halifeye karşı oluşan bu isyan mahiyetindeki direniş daha sonraki dönemlerde de çok tartışılmıştır. Hâricîler bu grubun haklı olduğuna, Hz. Osman’ın ise haksız olduğuna inanmaktadırlar. Kalhâti, bir araya gelen bu insanlara Hz. Peygamber’in eşlerinin de destek verdiğini söylemektedir. Örnek olarak da Hz. Aişe’nin, eline Kur’an’ı alarak dışarı çıkıp: “Allah’a şehâdet ederim ki Osman, bu Kur’an’da olanı inkâr etti” dediğini nakletmektedir (Kalhâtî, 1980, II: 214, 229). Kalhâtî, Hz. Osman’ın tüm yanlışları düzelteceğine dair söz verdiğini, bundan dolayı da Medine’ye gelen insanların, Hz. Osman’ın sözlerinden, itiraf ve tövbesinden dolayı onun Hakk’a döndüğüne inanarak geri döndüklerini söylemektedir (Kalhâtî, 1980, II: 215). Hz. Osman kararlarında daha dikkatli davranmış, Velîd b. Ukbe’yi de içki içtiği için kamçılatmıştı (İbn Zekvân, 2001: 86). Medine’ye gelenler, memleketlerine geri dönerlerken yolda Ebû’l-A’ver es-Sülemî adında bir adamın üzerinde Hz. Osman’ın mektubunu bulmuşlardır. Mektupta valilere isyancıların cezalandırılmaları talimatı yer alıyordu. Bunun üzerine geri dönerek halifeye bu mektubu sordular. Fakat Hz. Osman bu mektuptan haberdar olmadığını söylese de pek inanmadılar (Şemmâhî, 1987, I: 35; Kalhâtî, 1980, II: 215; İbn Zekvân, 2001: 88; İbn Sa’d, 2001, III: 64, 65, 66). İbn Zekvân, halifenin söz konusu mektup hakkında her hangi bir mazeret ileri sürmemesini ve “bu konuda bilgim yok” demesini onun zor durumda kalmasına bağlamaktadır (İbn Zekvân, 2001: 88). Kalhâtî, isyancılarla Hz. Osman’ın anlaşma çabalarını, isyancıların haklılıklarına delil göstererek şöyle nakletmektedir: “Onlar halifeye: ‘Bundan önce Allah’ın dininde seni önemserdik. Hilâfet işinde artık kendini azlet, biz de kendi aramızdan adil olan, din ve kendi canlarımız konusunda emin olacağımız kişiyi seçelim’ demişlerdir” (Kalhâtî, 1980, II: 215). Fakat bilindiği gibi Hz. Osman, gelenlere karşı çıkarak Allah’ın kendisine giydirmiş olduğu hilafet gömleğini çıkarmayacağını söylemiştir (Şemmâhî, 1987, I: 39, 40; İbn Sellâm, 1986: 105). Hilafetten azledilmek istenen Hz. Osman, isyancıların isteklerini yerine getirmeyince iyice artan karışıklık döneminde kendi evinde 18 Zilhicce 35/ 17 Haziran 656 tarihinde öldürüldü (Kalhâtî, 1980, II: 219, 220). Y Kalhâtî, Hz. Osman’ın öldürülmesinin tüm Müslümanların istediği bir iş olduğunu söylemektedir. Ona göre, Hz. Osman’ı öldürenler, hakkı yerine getirmişlerdir. Bütün 141 Lök, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Müslümanlar, yaptığı adaletsizlik ve bid’atler sebebiyle Osman’ın öldürülmesi gerektiği konusunda hemfikirdirler. Hz. Peygamber, “Ümmetim dalâlet üzere birleşmez” dediğine göre Müslümanların yaptığı iş, doğru bir iştir (Kalhâtî, 1980, II: 221). Görüldüğü üzere Kalhâtî, Hz. Osman’ın öldürülmesini ümmetin hakkı yerine getirme adına bir icmâ olarak değerlendirmektedir. O’na göre, eğer Hz. Osman haklı olsaydı Medine’de bulunan sahabenin önde gelenleri olan Muhâcir ve Ensâr isyan hareketlerine ve onun öldürülmesine müsaade etmezlerdi (Kalhâtî, 1980, II: 220). Hâricîlerin Hz. Osman ve onun icraatlarına olan tepkileri, anlaşılacağı üzere, oldukça serttir. Onlara göre insanlar, artık Hz. Osman’ı hilafette görmek istememektedirler. Buna delil olarak da Medinelilerin Hz. Osman’ın öldürülmesine engel olmamalarını göstermektedirler. Çünkü onlara göre bu olay, icraatları neticesinde meşruiyetini kaybederek artık azledilmeyi hak eden yönetimdeki bir imamın iktidardan indirilmesinden ibaretti. Aynı şekilde bu eylem, Müslümanların meşru bir hakkıydı ve üstelik gizlice de öldürülmemişti (Yıldız, 2010: 51; Kalhâtî, 1980, II: 227). Hz. Osman’a isyan edenler de, Hz. Osman’ı itham ettikleri “zayıflık ve zulüm” sebebiyle isyanlarını meşru görmüşlerdir. Bu sebeple Hâricîler, daha sonraki dönemlerde de, yöneticilerinin zayıflığını, sürekli isyan etmelerinin meşruluğuna bir gerekçe olarak göstermişlerdir (Mustafa, 2001: 232). Hz. Osman’ın iç karışıklıklar neticesinde öldürülmüş olması, Müslümanlar arasında kapanması mümkün olmayan bir yara açmış ve çeşitli fikrî ihtilafların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Watt, bu olaylara dikkat çekerken, Hâricîlerin ortaya çıkışlarının başlangıç noktası olarak Hz. Osman’ın kendi evinde öldürülmesini göstermektedir (Watt, 2010: 11). Fakat bu dönemde Hâricîler mezhepsel bir zümre olarak henüz teşekkül etmemişlerdir. Bir mezhep olarak ortaya çıktıkları Hz. Ali dönemindeki Sıffîn savaşı ve Tahkîm olayından sonra Hz. Osman’ı eleştirmeye başlamışlardır. Kendi mezhebî görüşlerini de yine Hz. Osman üzerinden oluşturmaktadırlar. Daha sonraları Hz. Osman’ın öldürülmesini hep savunarak “Osman’ı hepimiz öldürdük” (İbn Sellâm, 1986: 107; Yıldız, 2010: 52) demişlerdir. Zira Hz. Ali’den ayrılan Hâricîler, Hz. Ali’yi, genel olarak, sadece tahkim olayından dolayı tekfir etmektedirler (Eş’arî, 2005: 102; Şehristânî, 2008: 109; Bağdâdî, 2008: 54, 55). Hâricîlerin hem Hz. Ali’yi, hem de Hz. Osman’ı tekfir etmelerindeki sebepler farklıdır. Hz. Ali’yi tekfir etmelerinin sebebi, Hz. Ali’nin işlemiş olduğu bir amelin, küfrü gerektirmesidir. Bu amel de Tahkîm’i kabul etmesidir. Sadece Hz. Ali değil, Tahkim’i kabul edenlerin tamamı küfre girmişlerdir. Hz. Ali de Tahkîm’i kabul edenlerden sadece birisidir. Eğer tevbe ederlerse küfürden kurtulurlar. Hâricîlere göre, Hz. Osman’ın tekfir edilmesi ise bizzat kendisinden kaynaklanmıştır. Çünkü Hz. Osman, Kur’an ve Sünnet’e uymamış, kendisinden önceki halifelerin ve sahabenin yolunu terk etmiştir. Dine aykırı işler yapmayı sürdürmüş bundan dolayı Müslümanlar tarafından öldürülmüştür. Y 142 İlk Dönem Hâricî Kaynaklarına Göre Hz. Osman 2-Dinî Meseleler Hâricîlerin, Hz. Osman’ı eleştirdikleri konular arasında bazı dinî meselelerin olması hasebiyle onlar, Hz. Osman’ı “yeni bidatler ortaya çıkarmakla” itham etmişlerdir. Çünkü Hâricîler’e göre Hz. Osman, ikinci altı yılında bazı uygulamalarıyla Kur’an ve Sünnete açık bir şekilde aykırı davranmıştır (Kalhâtî, 1980, II: 210; İbn Zekvân, 2001: 82). Hâricîler; Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in Mina’da iki rekât namaz kılmalarına rağmen Hz. Osman’ın dört rekât kılmasını, Abdullah b. Mes’ûd ve Ubey b. Ka’b’a Kur’an okumayı yasaklamasını, Hz. Peygamber’in, “Kur’an, yedi harf üzere nazil oldu” demesine rağmen insanlara bir harf üzere Kur’an okumayı emretmesini ve bundan dolayı da diğer Mushafları yaktırmasını, sünnete aykırı olarak altın ve gümüş biriktirmesini (Kalhâtî, 1980, II: 210; Şemmâhî, 1987, I: 34, 35; İbn Sellâm, 1986: 105; İbn Zekvân, 2001: 82) sürekli gündeme getirerek eleştirmişlerdir. Kalhâtî, Hz. Osman’ın diğer mushafları yaktırmasını eleştirirken Ebû Zer’in: “Ey Osman! Allah’ın kitabını yakma! Allah da senin cildini ve kanını yakar” şeklinde itiraz ettiğini nakletmektedir. Aynı şekilde o, “Kim Kur’an’ı indirildiği günkü gibi okumayı isterse, İbn Ümmi Abd (Abdullah b. Mes’ûd) gibi okusun.” (Kalhâtî, 1980, II: 210) şeklinde bir hadis rivayet ederek Abdullah b. Mes’ûd’a Kur’an okumayı yasaklamasını eleştirmektedir. Kalhâtî, Hz. Osman’ın Kûfe’ye vali olarak atadığı Velîd b. Ukbe’nin, orada insanlara sarhoş iken namaz kıldırmasının Kur’an ve Sünnete aykırı olduğunu belirterek Hz. Osman’ın artık sahabeden sayılmaması gerektiğini söylemektedir. (Şemmâhî, 1987, I: 34; Kalhâtî, 1980, II: 212; Yıldız, 2010: 46). Çünkü ona göre Hz. Osman, söz konusu uygulama ile Kur’an’a, Sünnet’e ve kendisinden önceki halifeler Ebû Bekir ve Ömer’in uygulamalarına aykırı davranmıştır. Sıffîn savaşı ve Hakem olayının devam ettiği günlerde, daha önce ordusu içinde sesli bir şekilde Kur’an okunduğuna şahit olan Hz. Ali, onlar kendisinden ayrıldıktan sonra; “Niçin önceden olduğu gibi Kur’an tilâveti duymuyorum?” diye sorunca çevresindekiler, “Kurrâ ordugâhı terk etti” diye cevap vermişlerdi (Kalhâtî, 1980, II: 240; Kafafi, 1970: 181). Bu nedenle ilk Hâricîlerden bir kısmının Kurrâ ehlinden olduğu bilinmektedir (Yıldız, 2004: 279). Hâricîler’in Hz. Osman hakkında yapmış oldukları eleştirilere delil olarak Kur’an’ı göstermeleri, halifenin zahiren Kur’an’a aykırı davrandığına inanmalarından kaynaklanmaktadır. Y Hâricîlere göre, Hz. Osman, dinin bazı hükümlerini uygulamamış; böylece, kendisine yönelik isyan, meşru ve gerekli bir hale gelmiştir (Demircan, 2000: 43; Yıldız, 2010: 52). Onlara göre en önemli şey, hükmün yalnızca Allah’a ait olmasıdır (Dineverî, 2007: 255; Şehristânî, 2008: 32). Kişilerin bu hükümlere aykırı davranması ya da yeni hükümler koyması olanaksızdır. Nitekim bu tepkilerini Sıffîn savaşında da şöyle dile getirmişlerdir: “Ey Allah’ın düşmanları! Siz Allah’ın emrine muhalefet ettiniz.” (İbnu’l-Esîr, 1987, III: 147). 143 Lök, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 3-Ganimetlerin Dağıtılmasında Haksızlık Yapıldığı İddiası İbn Zekvân, Hz. Osman’ı eleştirirken; onun hilafetinin ilk yıllarındaki adaletli yönetimini bozduğunu, dünya malına meylettiğini, sünnetin dışına çıktığını, yeni bidatler ortaya çıkardığını, akrabalarını kayırdığını söyledikten sonra kime ne kadar mal verildiğini nakletmektedir; Hâris b. Hakem’e Bayreyn gelirlerini, Velîd b. Ukbe’ye Kelb’in gelirlerini, Hâris b. Nevfel’e 1130 dirhem verilmesini istemesi, Beytu’l-Mal’a bakan ve güvenilir birisi olan Abdullah b. Erkam’ı kovması gibi örnekleri sıralamaktadır. İbn Zekvan’a göre Hz. Osman’ın bunları yapması, Allah’ın hükmünün dışında bir hüküm vermesi anlamına gelir. Çünkü Allah, Kur’an’da “Kim Allah’ın indirdiğinden başka hüküm verirse, işte onlar kâfirlerdir.” (Maide 5/44, 45) buyurmaktadır (İbn Zekvân, 2001: 78, 80). İbn Zekvân’a göre Hz. Osman, bedevîlerin cihada çıkmasını, sırf ganimetlere ortak olacakları endişesi ile engellemiştir. Aynı müellif, Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in bedevîleri cihada çağırdığını, onların da cihad faaliyetlerine yardımcı olduğunu ve sonuçta ganimetten pay aldıklarını ileri sürerek Hz. Osman’ın, Hz. Peygamber’in sünnetini terk ettiğini ve doğru olmayan bir yola saptığını belirtmektedir (İbn Zekvân, 2001: 82). Şemmâhî ise ganimetler hususunda, Hz. Osman’ın Bahreyn ve Umân halkını, zekat malları satılıncaya kadar, mal satmaktan men edişini (Şemmâhî, 1987, I: 36) eleştirmektedir. Bedir ehlinin ganimetlerdeki paylarını azaltmasının, Hz. Peygamber ve önceki iki halifenin uygulamalarına ters olduğunu belirten Şemmâhî, Hz. Osman’ın öldürülmesini meşru bir eylem görerek Müslümanların haksızlığa karşı bir tavrı olarak ele almaktadır (Şemmâhî, 1987, I: 39, 40). Kalhâtî, Hz. Osman’ın isyan sonucu öldürülmesinin ganimet ya da mal hırsından dolayı olmadığını şöyle izah etmektedir: “Müslümanlar Osman’ı öldürdüğünde kimse onun kanının dışında hiçbir şeyini helal görmemiş, ailesini esir almamış ve malını da ganimet olarak görmemiştir” (Kalhâtî, 1980, II: 419). Kalhâtî’nin bu ifadelerinden Hâricîlerin, ganimet ya da mal hırslarının olmadığı ve sadece Hak’tan yana tavır aldıkları düşüncesini taşıdıkları anlaşılmaktadır. Çünkü Hâricîlere göre, halkın seçtiği yönetimdeki imam adaleti temsil ettiği ve zulümden kaçındığı, şeriatı uyguladığı ve sapkınlıktan uzak durduğu sürece itaate layıktır; fakat Hak’tan ayrıldığında, eğer görevi bırakmazsa azledilmesi ve katledilmesi gerekmektedir. (Şehristânî, 2008: 38, 110) Hâricîlerin ganimetlerle ilgili bazı tavırlarının olduğu bilinmektedir. Örneğin, Cemel savaşında Hâricîler, Hz. Ali’nin yanında yer almışlardı. Savaş sonunda Hz. Ali’ye itiraz edenler de Hâricîlerdi. Onlara göre kendileriyle savaşılmayı hak eden kimselerin mallarının da ganimet olarak alınması gerekmektedir. Hâricîler, Hz. Ali’nin Cemel’de ganimetlerle ilgili tutumunu kendisinden ayrıldıktan hemen sonra, eleştiri konusu yapmışlardı (Bağdadî, 2008: 57.; Demircan, 1996: 92) Y 144 İlk Dönem Hâricî Kaynaklarına Göre Hz. Osman Hâricîlerin bu tür iddiaları, insanlar arasındaki rahatsızlıkların göstergesidir. Hz. Osman’a isyan edenlerin ve Hâricîlerin tamamen ganimet ruhuyla hareket etiklerini söylemek güçtür. Çünkü Hz. Osman dönemindeki isyan olaylarının, zenginler ile fakirler arasındaki bir savaş olduğu söylenemez. Başkaldıranların önderleri yoksul değillerdi. İhtilaflar, ganimetlerin dağıtımını elinde tutan yönetimin ele geçirilmek istenmesi ve dağıtımın sebep olduğu sorunlardan kaynaklanıyordu (Câbirî, 2001: 245). Bununla birlikte o dönemki ganimet dağıtımından Hâricîlerin de büyük bir rahatsızlık duydukları ve daha sonraki dönemlerde bunu dile getirdikleri anlaşılmaktadır. 4-Kabilecilik Anlayışının Etkisi Hâricîlerin ortaya çıkışlarında, imâmete geçecek kişinin belirlenmesiyle ilgili âdil ve hür olmak şartıyla herkesin hilafete gelebileceğini ifade etmeleri (Şehristânî, 2008: 110), Kureyş karşıtlığı olarak değerlendirilmiştir (Câbirî, 2001: 307). Bu, aynı zamanda Hâricîlerin Hz. Ali’den değil Kureyş’ten ayrıldıkları anlamına gelebilir. İlk ihtilaf olarak zikredilen “imâmet” konusuyla (Fığlalı, 1999: 23) alakalı olarak “Kim halife olacak?” sorusuna verilecek cevap, aynı zamanda “halife hangi kabileden olacak?” sorusunun da cevabı olacaktır. Çünkü Arap geleneğinde kişi, kabilesinden ayrı düşünülemezdi. Kurumsallaşmanın yeterince gelişmediği bu aşamada halife olacak kişinin gücünün önemli bir kısmı kabilesinin gücüne bağlıydı (Akyol, 2000: 26). Hâricîlerin kabileleri, genellikle Rabîa ve Temîm kabilesinin boylarından oluşmaktadır. Rabîa kabilesi ile Kureyş’in mensubu olduğu Mudar kabileleri arasında kökleri Cahiliye dönemine kadar uzanan rekabet ve ayrılıklar vardır. Onlar, Kureyş’in halifelik kurumunu tekeline aldıklarını ve bununla diğer kabilelere tahakkümde bulunduklarını düşünüyorlardı. Bu nedenle Kureyş’in otoritesini istemiyor ve ona kin duyuyorlardı (Yıldız, 1999: 95). Böylelikle, İslam’ın ortadan kaldırdığı cahiliye devri kabilecilik anlayışı, İslâmî kılıkta yeniden gündeme gelmeye başlamıştı (Hatipoğlu, 2005: 61-63). Kureyş’e olan tepkilerini zaman zaman dile getiriyorlardı. Hâricîlerin aralarında Kureyş mensubu kişilerin olmaması (Yıldız, 1999: 96, 97) düşünüldüğünde, özelde Kureyş’e genelde yönetime karşı bir muhalefet anlayışlarının olduğu görülür. Ayrıca Hâricîler, hem Kureyş’e, hem de yönetime karşı başkaldırının bir örneği olmuşlardır. Hz. Osman’ın, Ümeyyeoğulları’na yönetimde fazlaca yer vermesi, aynı zamanda diğer Kureyş kabilelerinin de tepkisini çekmiştir (Demircan, 2000: 18). Fakat Hâricîler her iki kabile mensuplarını da yönetimde görmek istememişlerdir. Yönetime geçecek kişinin kim olacağı konusunda da “seçim” teklifini ileri sürmüşlerdir (Şehristânî, 2008: 110). Y Hâricîlerin kabilecilik ruhuna tekrardan geri döndüklerine ve bu anlayışla hareket ettiklerine dâir örnekler mevcuttur. Mesela Abdullah b. Vehb er-Râsibî, hakem olayından sonra kendi evinde arkadaşlarıyla toplandıklarında onlara, “el-emr bi’l-ma’rûf ve’n-nehy 145 Lök, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. ani’l-münker”i tavsiye edip şöyle demişti: “Halkı zalim olan bu köyden ayrılıp dağların eteklerine çıkalım” (İbnu’l-Esîr, 1987, III: 213). Bu sözler, geçmişteki kabilecilik anlayışındaki bedevî hayata ve o yaşamdaki sınırsız özgürlüklere özlemin bir ifadesi gibi gözükmektedir (Akıncı, 2004: 64). Diğer bir örnek ise; Hakem olayı kabul edildikten sonra Hz. Ali’nin saflarında Abdullah b. Abbâs’ın adaylığı gündeme geldiğinde “hayır, Mudar’dan iki kişi hakemlik yapamaz” söylemlerinde de bu düşünceyi görmek mümkündür (Yıldız, 1999: 103; Ayar, 2008: 61). Hz. Ali, Abdullah b. Habbab b. Eret’in katillerini istediğinde, Hâricîlerin “onları biz hep birlikte öldürdük (İbnu’l-Esîr, 1987, III: 219; İbn Kesîr, 1998, X: 649; İbn Abdirabbih, 1983, II: 234; Müberred, ts., III: 1105) diye karşılık vermeleri de onların cahiliye dönemindeki “kabileci anlayış” ile hareket ettiklerini göstermektedir. Bu rivayetlere rağmen Hâricîler, kendi mezhep mensuplarının kabilecilik ruhunu taşımadıkları ve bedevî bir anlayıştan uzak oldukları kanaatini taşırlar. Kalhâtî, Nehrevân savaşından sonra Hz. Ali’nin yaptıklarından pişmanlık duyduğunu ve “Ne kötü iş yaptık! Aramızdaki en iyi ve bilgili insanları öldürdük” dediğini nakletmektedir (Kalhâtî, 1980, II: 252; Yıldız, 2010: 81). Şemmâhî ise, Nehrevân’dan sonra Hz. Ali safında yer alan bazı askerlerin kamptan ayrılmasını, Nehrevân’da toplumun seçkin insanlarını öldürdükleri için pişman olmalarına bağlar (Şemmâhî, 1987, I: 52, 53). Abdullah b. Habbab’ın ve hamile eşinin öldürülmesi olayı, Hâricî zihniyetinin tezahürü olarak değerlendirilmektedir. (Bağdadî, 2008: 56; İbn Sa’d, 2001, III: 30; Mes’ûdî, 1973, II: 415; Belâzurî, 1996, III: 142; İbn Abdirabbih, 1983, II: 234; Müberred, ts., III: 1134; İbnu’l-Esîr, 1987, III: 218; Dineverî, 2007: 258). Bu, Hâricîler’in en çok eleştirildikleri olaylardan biridir. Bu şiddet olayının gerçekleştiğini kabul eden İbn Zekvân, bunu yapanların gerçek Hâricîler olmadığı ve kendilerinden birileri olarak kabul etmedikleri kişiler olduğu fikrindedir. Bunu yapanların ise Ezârika’dan bir grup olduklarını söylemektedir (İbn Zekvân, 2001: 134). Görüldüğü üzere Sâlim b. Zekvân, Hâricîler hakkında kötü intiba bırakan bu vahşiliği, kendilerinden ayrılan Ezarika grubunun yaptığını ve gerçek Hâricîlerin böyle bir zihniyete sahip olmadıklarını düşünmektedir. Bu olayı gerçek Hâricîlerin değil de Ezarika’nin yaptığını söyleyen diğer bir isim de Kalhâtî’dir. Kalhâtî’ye göre İbâdîler; Kitap, Sünnet ve İcmâ’ya uyan bir fırkadır (Kalhâtî, 1980, II: 470). Bu özelliklere sahip olan bir fırka söz konusu din dışı vahşet eylemlerinde bulunmuş olamaz. 5-Adaletsizlik Yapıldığına Dair İddialar Hâricî düşüncesinde “adalet” konusu önemli bir yere sahiptir. Onlar, adaletin gerçekleştirilmesi için bütün işlerin Allah’ın emir ve yasaklarına uygun olarak yürütülmesi gerektiğine inanmışlardır (Şehristânî, 2008: 38; Teber, 2008: 70). Ayrıca, “İman” ve “İslâm” tanımları içerisine “adaletle hükmetmek” şartını koymuşlardır (Kalhâtî, 1980, II: 473; İbn Y 146 İlk Dönem Hâricî Kaynaklarına Göre Hz. Osman Sellâm, 1986: 86, 93). Bağdadî, Hâricîler’in temel iki düşüncesinin olduğunu ifade eder: “Birincisi; Hz. Ali, Hz. Osman, Cemel ashabı ve Tahkîme razı olanları tekfir etme, ikincisi ise; zalim imama karşı ayaklanma hususlarında birleşmeleridir” (Bağdadî, 2008: 54). Kalhâtî, Müslümanların, Hz. Osman’dan önce, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in adaletli olduklarından dolayı seçildiklerini şu şekilde izah etmektedir: “Müslümanlar, işleri yürütecek, barışı sağlayacak, sadakayı koruyacak, orduyu düzenleyecek, cihad yapacak, işlerde tasarrufta bulunacak ve iyiliği emredip kötülüğü de yasaklayacak biri olarak Hz. Ebû Bekir’den başka faziletli birini görmediler. Çünkü o, ilk Müslümanlardan, ilk hicret edenlerden, Hz. Muhammed’i ilk sevenlerden, bilgisi ve kalbinde şecaati çok olan biriydi. Müslümanlar, bu özelliklerinden dolayı onu imam olarak seçtiler” (Kalhâtî, 1980, II: 197). Kalhâtî’nin Hz. Ebû Bekir hakkındaki bu görüşleri, genelde Hâricîlerin kabul ettiği bir husustur (Şemmâhî, 1987, I: 19). Onlara göre Hz. Ebû Bekir, Kur’an’ı rehber edindi ve Sünnet’i uyguladı; hakkı uygulama hususunda önce adaleti gözetti sonra kendi vicdanına danıştı (İbn Zekvân, 2001: 76; İbn Sellâm, 1986: 70-72). Hâricîlere göre, Hz. Ömer de tıpkı Hz. Ebû Bekir gibi Allah’ın Kitab’ı ile amel etti, Sünnet’i uyguladı, kendisinden önceki halifenin yolunu takip etti. Kur’an ve Sünnet’te bulamadığı konularda Hz. Ebû Bekir’in uygulamalarını örnek aldı, orada da bulamazsa işleri istişare ile halletti (İbn Zekvân, 2001: 76). Hz. Ebû Bekir’in önemi, onun Hz. Peygamber’e mağarada arkadaşlık etmesinden dolayıydı. Hz. Ömer ise hak ile batılı birbirinden ayıran birisiydi (İbn Sellâm, 1986: 76; Şemmâhî, 1987, I: 21-27). İlk iki halifeden övgüyle bahseden Hâricîler, aynı düşünceleri Hz. Osman hakkında söylemekten imtina etmişlerdir. Bunun tersi olarak, Hz. Osman’ı Kur’an ve Sünnet’e aykırı tutumlarda bulunduğu, adaletsiz davrandığı, yeni bidatler ortaya çıkardığı gerekçesiyle kınamaktadırlar (Kalhâtî, 1980, II: 221). İbn Sellâm, ilk iki halife olan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in isimlerini anıp onlar hakkında bilgiler verdikten sonra, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin isimlerini zikretmemektedir (İbn Sellâm, 1986: 72-75). Ayrıca Hz. Ömer’den sonra Hz. Osman’ın seçilmesinin yanlış olduğunu, bunun sonucu olarak da Sıffîn ve Tahkîm olaylarının yaşandığını ve tefrikanın bu şekilde belirginleştiğini belirtmektedir. (İbn Sellâm, 1986: 106). Kalhâtî ise, yaptığı yanlış uygulamalardan dolayı, Hz. Osman’ın artık sahabeden sayılmaması gerektiğini belirtmiştir. (Kalhâtî, 1980, II: 212; Şemmâhî, 1987, I: 34, 38). Bundan daha ileri bir düşünce ise İbn Zekvân’dan gelmektedir. İbn Zekvân, Hz. Osman hakkında olumsuz düşündüğü hususları tek tek sıraladıktan sonra, “Kim Allah’ın indirdiğinden başka hüküm verirse, işte onlar kâfirlerdir” (Maide, 5/44, 45) ayetini zikrederek Hz. Osman’ın kâfir olduğunu ima etmektedir (İbn Zekvân, 2001: 78). Y İbn Zekvân’a göre Hâricîler, umuma aykırı tavır ve düşüncelerden uzak durmuşlardır. O, Hâricîler’in, Hz. Osman’ın öldürüldüğü, Cemel ve Sıffîn savaşının yapıldığı fitne dönemi öncesi ilk Müslümanlar gibi düşündüklerini; onların işlerine uymayı, Kur’an’ı onlar 147 Lök, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. gibi yorumlamayı, onların yolundan gitmeyi kendi özellikleri arasında saymaktadır (İbn Zekvân, 2001: 130, 132). Hâricîlerin Hz. Osman üzerinden kendi düşüncelerini temellendirmeleri, onların yönetime karşı duydukları öfkenin bir yansımasıdır. Çünkü özellikle ilk Hâriciler, eğer imam, yönetim şeklini değiştirirse ve Hak’tan ayrılırsa görevden uzaklaştırılmasının ve öldürülmesinin bir zorunluluk olduğu düşüncesindedirler (Şehristânî, 2008: 110). Bu da, Haricîlerin adaletsiz bir imama karşı huruç etmelerini gerekli kılan “el-emr bi’l-ma’rûf ve’n-nehy ani’l-münker” ilkelerinin bir sonucudur. Zira Kalhâtî’ye göre, Hz. Osman döneminden beri kimsenin yapmadığı bu görevi yeniden yapmaya başlayanlar Hâricîlerdir (Kalhâtî, II. s. 473). Ayrıca onlara göre bu ilke dinî bir görevdir. Çünkü ma’rûf; İman/ tevhid ve Allah’a itaat, Münker ise; Allah’a şirk/küfr ve ma’siyet (Huvvârî, 1990, I: 304306; II: 151) anlamlarına gelir. Hâricîlerin zalim imamın hurûçla öldürülebileceği anlayışı, daha sonraki dönemlerde İbâdiler tarafından biraz yumuşatılmışsa da benzer görüşlerin devam ettiği açıktır. Çünkü İbâdiyye fırkası, zâlim imama isyanı vâcib görmese de şartların uygunluğu halinde câiz kabul ederler. Adil imama ise isyan etmek câiz değildir (Eş’arî, 2005:130; Şehristânî, 2008: 110). Sonuç ve Değerlendirme Hâricîler, dört halife döneminde meydana gelen dinî, siyasî ve sosyal olayları kendi bakış açılarına göre değerlendirmeye tabi tutmuşlardır. Her ne kadar bir mezhep olarak Hz. Ali’den ayrılarak tarih sahnesine çıkmışsalar da onlar, Hz. Osman dönemindeki olaylarda haksızlığın karşısında yer aldıklarını ifade etmişlerdir. Aynı şekilde onlar, Hâricîliğin ortaya çıkışına neden olarak sadece Sıffîn savaşı ve Tahkîm olayını görmemektedirler. Onlara göre bu olaylar, Hâricî mezhebinin tüm yönlerini anlamaya yetmemektedir. Bundan dolayı Hâricî düşüncesinin ilk nüvelerinin, Hz. Osman dönemindeki meydana gelen dinî ve siyasî birtakım olaylar içerisinde teşekkül ettiğini ifade etmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla Hz. Osman dönemindeki olaylara karşı gösterilen tepkilerin daha sonra Hâricîler tarafından geliştirilerek benimsendiği söylenebilir. İlk dönem Hâricî kaynaklardaki bilgiler dikkate alındığında, Hâricîlerin Hz. Osman hakkındaki olumsuz eleştirileri sadece dinî konularla sınırlı olmayıp, çoğunlukla yönetimle alakalı bir takım siyasî meseleler hakkında olduğu görülmektedir. Klasik İslâm tarihi kaynaklarında da Hz. Osman’ın yönetimle ilgili bazı tasarruflarının eleştiri konusu yapıldığına dair bilgiler yer almaktadır. Hâricî kaynaklarında ise eleştirilen bu konular, mezhepsel zihniyet doğrultusunda ele alınarak iş, Hz. Osman’ın tekfir edilmesine kadar vardırılmıştır. Hz. Osman’ın tekfir edilmesi, onun kendi döneminde olmayıp Hz. Ali döneminden sonraki dönemlerde tarihsel olayları geriye dönük yeniden yorumlama gayretleriyle yapıldığı anlaşılmaktadır. Y 148 İlk Dönem Hâricî Kaynaklarına Göre Hz. Osman Kaynakça Akıncı, F. (2004). İlk İslam Fırkalarından Haricilerde İyiliği Emir ve Kötülükten Sakındırma Prensibi-El-emr bi’l-ma’rûf ve’n-nehy ani’l-münker-, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, MÜSBE, İstanbul. Akoğlu, M. (2007). “Kebire ve İman Bağlamında Hâricîlik-Mu’tezile ilişkisi” EÜSBED, XXIII, /2, 317-339. Akyol, T. (2000). Hâricîler ve Hizbullah- İslam Toplumlarında Terörün Kökleri-, Doğan Kitapçılık, İstanbul. Ayar, K. (2008). “Hâricîlerin Hz. Ali’den Ayrılış Süreci”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VIII(I), 45-88. Bağdadî, A. (2008). el-Fark Beyne’l-Fırak, Çev.: Ethem Ruhi Fığlalı “Mezhepler Arasındaki Farklar”, TDV Yay., Ankara. Belâzurî, (1996). Ensâbu’l-Eşrâf, tahk.: Süheyl Zekkâr, Riyâd Zerkelî, Daru’l-Fikr, Beyrut. I-XIII. Câbirî, M. (2001). Arap–İslâm Siyasal Aklı, Çev.: Vecdi Akyüz, Kitapevi Yay., İstanbul. Demircan, A. (2000). Hâricîlik Mezhebinin Doğuşu Bağlamında Din Siyaset İlişkisi, Beyan Yay., İstanbul. Dineverî, Ebû Hanife. (2007). İslam Tarihi, Çev.: Nusrettin Boleli, İbrahim Tüfekçi, Hivda İletişim Yay., İstanbul. Eş’ari, Ebû’l-Hasen. (2005). İlk Dönem İslam Mezhepleri Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu’l-Musallîn, Çev.: Mehmet Dalkılıç-Ömer Aydın, Kabalcı Yay., İstanbul. Fığlalı, E. R. (1983). İbadiyyenin Doğuşu ve Görüşleri, AÜİF. Yay., Ankara. ……………. (1997). “Hâricîler”, TDVİA, İstanbul, XVI, 169-175. ……………. (1999). Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, Birleşik Yay., İstanbul. Hatipoğlu, M. S. (2005) İslâm’da İlk Siyasî Kavmiyetçilik Hilafetin Kureyşliliği, Kitâbiyât Yay., Ankara. Huvvârî, Hûd b. Muhakkem. (1990). Tefsîru Kitâbillâhi’l-Azîz, thk.: el-Hacc Saîd Şerifî, Dâru’l-Garbi’l-İslâmî, Beyrut. I, II. İbn Abdirabbih. (1983) Ikdu’l-Ferîd, thk.: Müfîd Muhammed Kumeyha, Daru’l-Kütübü’l-İlmîyye, Beyrut. İbn Kesîr. (1998). el-Bidâye ve’n-Nihâye, thk.: Abdullah b. Abdulmuhsin, Daru’l-Hıcr, yy.. İbn Sa’d, M. (2001). Tabakâtu’l-Kübra, thk.: Alî Muhammed Ömer, Mektebetü’l-Hânicî, Kahire. I-XI. Y İbn Sellâm el- İbâdî. (1986). Kitabun fîhi Bedü’l-İslâm ve Şerâiu’d-Dîn, thk.: Sâlim b. 149 Lök, A. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Yakûb, Daru’l-Sadr, Beyrut. İbn Zekvân, S. (2001). es-Sîre, thk. ve İngilizceye Çev.: Patricia Crone - Fritz Zimmermann, Oxford University Pres, New York. İbnu’l-Esîr. (1987). el-Kâmil fi’t-Târîh, thk: Ebi’l-Fidâ Abdullah el-Kâdî, Daru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut. I-XI. Kafafi, M. (1970). “Abû Sa’id Muhammed b. Sa’id al-Azdi al-KalhâtÎ’ye Göre Hâricîliğin Doğuşu”, Çev.: Ethem Ruhi Fığlalı, AÜİFD, XVIII, Ankara. 177-191. Kalhâtî, el-Ezdî. (1980). el-Keşf ve’l-Beyân, thk: Seyyide İsmâ’îl Kâşif, Umman. I-II. Kutlu, S. (2005). “İslâm Mezhepleri Tarihînde Usûl Sorunu”, İslami İlimlerde Metodoloji (Usûl) Meselesi, Ensar Neşriyat, c. I, İstanbul. 391-440. Mes’ûdî. (1973). Murûcu’z-Zeheb ve Me’âdinu’l-Cevher, thk.: Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd, Daru’l-Fikr, Beyrut. I-III. Mustafa, N. A. (2001). İslâm Düşüncesinde Muhalefet, Çev.: Vecdi Akyüz, Ayışığı Yay., İstanbul. Müberred. (ts.). el-Kâmil, thk.: Muhammed Ahmed ed-Dâlî, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut. I-IV. Sâlimî, N. (1961). Tuhfetu’l-A’yân bi- Sîratti Ehl-i Ummân, thk.: Ebû İshâk İbrâhîm et-Tafeyyiş, Kahire. I-II. Şehristânî. (2008). Milel veNihal-Dinler, Mezhepler ve Felsefi Sistemler Tarihî-, Çev.: Mustafa Öz, Litera Yay., İstanbul. Şemmâhî, A. (1987). Kitâbu’s-Sîre, thk.: Ahmed b. Suûd es-Seyâbî, Ummân. I-II. Teber, Ö. F. (2008) “Hâricî İmâmet Nazariyesi ve Mutlak Hakikatin Meşruiyeti Sorunu”, EKEV Akademi Dergisi, c. XXXIV, 57-72. Erzurum. Yıldız, H. (1999). Din Siyaset ve İdeoloji-Hâricîlik Düşüncesinin Doğuşu-, Sidre Yay., Samsun. …………….. (2010). Kendi Kaynakları Işığında Hâricîliğin Doğuşu ve Gelişimi, Araştırma Yay., Ankara. Watt, W. M. (2010). İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Çev.: Ethem Ruhi Fığlalı, Sarkaç Yay., Ankara. Y 150 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ŞİİRLERİNDE KAFİYE UNSURLARI THE ELEMENTS OF RHYME IN THE POEMS OF A. HAMDİ TANPINAR Burçin ASNA* Özet Bu çalışmanın amacı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bütün Şiirleri” adlı eserinde örneklenen kafiye türlerini tespit ederek A. Hamdi Tanpınar’ın şiirlerinde ses zenginliğini sağlamak amacıyla hangi tür kafiyeleri seçtiğini tespit etmektir. Çalışmamızda şairin, şiirlerinde kafiye türlerini hangi sıklıkla kullanıldığı istatistiki verilere dayalı olarak tespit edilmeye çalışılacaktır. Tanpınar, ilk şiirlerini hece ölçüsü ile yazmış olup ancak daha sonra şiirlerindeki biçimsel farklılıklar serbest nazma dönüşmüştür. Bu mükemmeliyetçi tavır onun şiirinde kusursuz şiir anlayışının doğmasına neden olmuştur. Tanpınar’ın şiirlerindeki ses zenginliği kafiyelere dayanmakta ve şair bilinçli olarak kafiye türlerine şiirinde yer vermiştir. Böylece Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirleri, kafiye türlerine yaslanan estetik bir dile dönüşmüştür. Anahtar Sözcükler: Şiir, Kafiye, Ölçü Abstract The aim of this study is to identify the types of rhyme seen in Ahmet Hamdi Tanpınar’s book called “All Poems”. To ensure the richness of sound in his poems, which type of rhyme was chosen by A. Hamdi Tanpınar and how he used this types of rhyme in his poems was explained based on statistical data. Tanpınar wrote his first poems with syllabic but later the stylistic differences in his poems turned to free verse. This perfectionist attitude in his poetry led to the emergence of perfect understanding of poetry. The richness of sound in Tanpınar’s poems was based on rhyme and poet has consciously used rhyme types in his poems. Thus the poems of Ahmet Hamdi Tanpınar turned into an aesthetic language leaning on rhyme. Keywords: Poem, Rhyme, Measure Öğr. Gör. Muş Alparslan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü, Muş. burcinasna@ gmail.com Y * 151 Asna, B. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. “Bu eski şairlerin büyük tarafları, bilerek veya bilmeyerek kendilerini sese emanet etmeleridir; bütün o oyunlar, mazmunlar hepsi bu sesi yüklenen, taşıyan vasıtalardır.” (A. H. TANPINAR) GİRİŞ Her gerçek şair, “ses”in peşinden gider. Şair için dil, bir anlam unsuru olduğu kadar da âhenk unsurudur. “...Verlaine gibi, şiirde âhengi, birinci dereceye yükseltmek istemesek bile, ona, hiç olmazsa mâna kadar yer vermek mecburiyetindeyiz.”1 Çünkü şiir, anlam yönü ne derece önemli olursa olsun, dilin mûsıkî imkânlarının iyi kullanılmasından doğar. Bu sebeple de şiiri oluşturan en önemli yapılardan birisi de “ahenk unsurları” dır2. Şiir, müzikal bir yapı üzerine tesis edilirken bu yapıyı oluşturan ses tekrarları ve kafiyeler bilinçli seçilerek oluşturulmuş müzikal bir metindir. Şair, ahenk unsurlarını seçerken vezin, kafiye, aliterasyon, armoni.. (vb.) şekli unsurlara dikkat ederek şiirini yazmak zorundadır. Tanpınar’ın şiirinde yer alan bu ses unsurları onun şiirinin şekli yapısını oluşturan en önemli yapı taşlarıdır. Bu çalışmaya konu olan Tanpınar’ın “Bütün Şiirleri”3 adlı eseri üzerine herhangi bir biçim çalışması yapılmadığı için Tanpınar’ın şiirlerinin iskeletini oluşturan şekil unsurlardan “kafiye”yi konu olarak seçtik. Şiirlerindeki şekli yapı, istatistikî verilere dayalı olarak makalemizde incelenmiştir. Tanpınar’ın şiirlerindeki kafiye örgüsünü incelediğimiz bu çalışmada öncelikle kafiyenin tanımını yapmamız gerekmektedir. Kafiye ile ilgili birçok tanım yapılmıştır. İncelenen şiirlerde yer alan kafiye türleri tablo olarak örneklenmiştir. Daha sonra şiirlerinde yer alan tam kafiye ve zengin kafiyeye dayalı şekli yapı istatistikî verilere dayalı olarak incelenmiştir. Şiirlerinden birer örneğin seçilerek kafiye türlerini, redifleri alt başlıklar halinde şiirleri incelenmiştir. Tanpınar’ın şiirlerinde örneklenen ses tekrarları, istatistikî verilere dayalı olarak incelenmiştir. Tanpınar, şiirinde en çok kelime tekrarlarına başvurarak ses zenginliği yaratma çabası içinde olmuştur. Mısra tekrarları ve nakaratın şiirlerinde az yer alışı Tanpınar’ın bu tekrarlara pek itibar etmediğini göstermektedir. Bunu şiirlerinde birbirine çok yakın oranda kullandığı tam kafiye ve zengin kafiye örneklerinde görmekteyiz. Ayrıca atasözü, deyim ve deyişlerden yararlanmamış ve kendi şiir dünyasını oluştururken kendisini tanıtacak olan sözcükleri bilinçli olarak kullanmıştır. Rüya- musiki ekseninde yer alan bu kelimeler, onun şiirinin temel dokusunu oluşturmaktadır. Bu durum onun şiirinde ayrı bir 1 Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret ve Şiiri, Türkiye Yayınevi, İstanbul-1946, s.149. 2 Doğan Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Ankara, s. 233. 3 Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012. Y 152 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şiirlerinde Kafiye Unsurları imaj çalışması yapılması gerektiğini ortaya çıkarmaktadır. Bizim bu çalışmamız ahenk çalışması olduğu için daha çok ses özellikleri bakımından Tanpınar’ın şiirinin değerini ortaya çıkarması bakımından önemlidir. Bu düşünceden hareketle Tanpınar’ın şiirlerindeki şekilsel zenginlik, makalemizde “kafiye örgüsü” başlığı altında incelenmiştir. KAFİYE Kafiye, şiirde mısra sonundaki ses benzerliği olarak tanımlanmıştır. Kafiyenin şiir boyunca belirli aralıklarla tekrar edilmesi bir ahenk oluşturmaktadır. Bizde makalemizde A. Hamdi Tanpınar’ın şiirlerinde kafiye unsuru üzerinden şiirindeki biçimsel yapıyı açıklamaya çalıştık. Bu biçim çalışmasını Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle örneklersek: “Son seslenilen ünlüyle beraber iki ya da daha çok ses grubunun eşliği…”4 olarak tanımlamıştır. Biz eser incelememizde kafiyeyi ahengi oluşturan unsurlardan biri olarak değerlendirdiğimiz için M. Kaplan’ın ifadesini daha çok önemsiyoruz. Batılı araştırmacılardan R. Wellek’ in şu ifadesi, incelememize farklı bir tanımlama getirmiştir. Ona göre : “Kafiye, son derece karmaşık bir fenomendir. Onun sadece ses uyumunu ilgilendiren işlevi vardır. Ahenk, seslerin tekrar edilmesiyle ortaya çıkar. Kafiyenin sesle ilgili yanı temel teşkil etse de, bunun kafiyenin ancak bir yüzünü gösterdiği açıktır. Estetik açıdan kafiyenin en önemli görevi, şiirde dizenin sona erdiğini haber vermek ve şiirdeki dizelerin düzenini sağlamaktır. Ancak en önemlisi, kafiyenin anlamı olması sebebiyle şiirin tüm içeriğiyle derinden ilişkili olmasıdır. Kelimeler kafiye sayesinde bir araya gelir, bağlanır veya birbirleriyle tezat oluştururlar.”5 Kafiye, şiirde tekrarlanan seslerden oluştuğu için ahengi sağlayan en önemli biçimsel unsurdur. Kafiye, şiirde yer alan diğer kelimelerin ses ve anlam değerleri ile uyum içinde olduğu zaman etkileyici ve bütünlük taşıyan bir nitelik kazanır. Şiirle mısraların ritmik düzenlemesine izin veren ve onu teşvik eden kafiyedir. Tanpınar, şiirlerinde kafiyeyi tüm şiirlerinde kullanmıştır. Bazen uzak ses benzerlikleriyle yetinmesine rağmen esas olarak şuurlu ve disiplinli bir kafiye sistemi oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Şiire has bir ahenk vücuda getirmek için başvurulan bir yol olarak” kafiye” Tanpınar’ın şiirinde çok önemli bir yere sahiptir. İster üç adet dörtlükten oluşan koşma tipi şiirlere bakalım, ister mesnevi tarzıyla yazılan uzun şiirlere bakalım Tanpınar için kafiye şiirini oluşturduğu en önemli şekli unsurlardan birisidir. Şiirlerinde ritim unsuru olarak kullandığı kafiye, ses mimarisinin önemli bir unsurudur. Bu şekilsel yapı ses tekrarını, belli harf yinelemelerini beraberinde getirdiği için seslerin yinelenmesiyle oluşan bir ahengi oluşturmaktadır. Bu durum bizleri şiirlerinde hangi kafiye türlerinden yararlanarak bu ses organizasyonunu gerçekleştirmiştir sorusuna 4 Mehmet Kaplan , “Kafiye”, T. Fikret, Dergâh Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 1995, s. 219. Y 5 Rene Wellek, Theory of Literature, Harvest Book Brace and Company, 4. Baskı, New York, 1956, s. 148. 153 Asna, B. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. götürmektedir. Bu çalışma kafiyeyi oluşturan sözcüklerin ses özelliklerini ve anlamsal açıdan eserle olan uyumunu açıklamaktadır. Tanpınar şiirini kafiyeye yaslamış şiirlerindeki ses ve anlam ilişkisini bu ses organizasyonuyla ifade etmiştir. Tanpınar, şiirlerinde kafiyeyi düzenleyici bir unsur olarak kullanmıştır. Ona hak ettiği önemi vermiş ve kafiyeyi şiirlerinde yaygın olarak kullanmıştır. Bu düşüncesini şekli yapıya dayandırarak kafiyenin sağlamlık derecesi ile şiirin anlamsal kuvvetliliği arasında bir bağ kurmuştur. Onun şiirindeki sağlam kafiye örgüsü düşünce ve anlam yoluyla şiirinde oluşturduğu mükemmelliğe örnektir. Tanpınar şiirin toplu, düzenli bir şekilde yazılabileceğine inanmaktadır. Tekniği ve disiplini şiirinde başarıyla kullanmıştır. Tanpınar, iç dünyasındaki karmaşık duyguları bir düzene sokmayı amaçlamaktadır. Bu kopukluk kafiyelerin birbiriyle olan uyumuyla şiirde aşılmaya çalışılmıştır. En çok dörtlüklerle kurulu nazım şekillerini tercih eden şairimiz üçlüklerden oluşan nazım şeklini de kullanmıştır. Ayrıca çapraz kafiye sistemine bağlı nazım şekillerini yaygın olarak kullanmıştır. Kimi şiirlerinde ise sarmal ve düz kafiye şekilleri de yer almaktadır. Bunların dışında Tanpınar’ın serbest nazımla yazılmış şiirleri de mevcuttur. Tanpınar’ın şiirlerinde yaygın olarak kullandığı yarım kafiye ile sağlanmış ses benzerliklerinin olduğunu değerlendirdik. Şiirlerindeki kafiye örgüsünü gösteren grafikte mısraların daha çok şekil bütünselliğine dayandığını görmekteyiz. Tanpınar’ın ayrıntılı olarak incelenen şiirlerinde kafiye örgüsünü gösteren tabloda çapraz kafiyenin en fazla tercih edildiği ve kafiye türlerinin çoğunun isim ve sıfat-fiil oluşu dikkat çekicidir. Tanpınar’ın şiirlerinde hareketli fiiller çok azdır. (Sezmek, Yazmak v.s.) Bu durumu daha çok rüya, musiki eksenindeki soyut algılara bağlamaktayız. Tanpınar, kafiye türlerini şiirinde kullanırken geniş bir zamana yayılan bir durgunluğu, hareketsizliği yaratmak istemektedir. Tanpınar, romanına ad olarak koyduğu ve her zaman aradığı geniş bir zamana yayılan huzurdur. Bu düşünceden hareketle Tanpınar, kafiyelerini seçerken bu harekesizliği, durgunluğu veren, kelimelerin beraberinde taşıdıkları anlam zenginliğinin peşinde olmuştur. Bu onun şiirinde nasıl bir ses aradığını da gösteren güzel bir ilintidir. “Saf Şiir” anlayışına bağlı kalarak duyulmak üzere vücut bulmuş bir şiirin peşindedir.6 Kafiyede aradığı bir anlam zenginliğidir ve bu zenginliği şiirinde ses olarak kullanmıştır. 6 Ali İhsan Kolcu, Zamana Düşen Çığlık, Akçağ Yay., İstanbul 2002. Y 154 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şiirlerinde Kafiye Unsurları Tablo 1: Bütün Şiirlerinde kafiye Örgüsü Yüzde Değerler Koşma Tipi (abab/ccb), (xbab-cccb), (aaab/cccb) 3 %4 Çapraz (abab/cdcd) 30 %37 Düz (aabb/ccdd) 17 %20 Sarmal (abba/cddc) 6 %7 (ababcdc), (ababa/cdcdc/efefe), (aba/bcb/cdc) (ababbabbbab), (abb/ 17 %20 acc/ccc) Sone 3 %4 Serbest 6 %10 Toplam 82 %100 Yukarıdaki grafikten anlaşılacağı üzere Tanpınar, şiirinde şiirin derli toplu bir şekil içinde üretilebileceğine inanmaktadır. Şairin iç dünyasında karmakarışık ve soyut olabilecek bir dünyanın duygulanımını bir düzene sokmaya ve oradan mükemmel şekli bir yapı kurmaya çabalamaktadır. Tanpınar şiirdeki estetik dilin ancak ve ancak vezin ve kafiye ile sağlanabileceğini savunmaktadır. Tanpınar, en çok dörtlüklerden kurulu nazım şekillerini tercih etmektedir. Ancak 6 kadar şiirini üçlüklerle yazmıştır ve bu durum şiirinde yüzde olarak %7 gibi bir orana karşılık gelmektedir. Tanpınar, şiirlerinin büyük çoğunluğunu çapraz kafiye sistemine bağlı nazım şekline göre düzenlemiştir. Bu sayı 30 kadardır ve yüzde olarak %37’dir. Şiirlerindeki düz kafiyenin sayısı da sayısal olarak 17’dir ve yüzde olarak oranı %20’ye karşılık gelmektedir. Bu sıralamada 17 şiirin karışık vezin kalıplarının kullanılarak örneklendiğini ve yüzde olarak büyük bir oran oluşturduğunu görmekteyiz. Bu şiirlerin yüzde olarak oranı ise %20’dir. Bu şiirlerinin dışında Tanpınar, karışık vezin kalıplarının bir arada kullanıldığı şiirler için daha sonra ayrı bir zaman ayırarak bu şiirleri üzerinde çalışmış ve onları ayırıp üzerinde daha fazla uğraşarak şiirinin kendi vezin kalıbını yaratmak istemiş ama bu olmamıştır. Çünkü kendi hatıralarında da ifade ettiği Tanpınar bu şiirler üzerinde yapmak istediği çalışmayı yapamamış ve bu şiirleri bir daha inceleyememiş ve bu karışık şekli yapı içinde bırakmıştır. Tanpınar’ın Halk şiir geleneğinden yararlanarak yazdığı koşmaların sayısı ise 3’tür. Daha sonrada deneyeceği özellikle Yunan edebiyatından etkilenerek “sone” türünde şiirler yazmıştır. Bu şiirlerin sayısı 3’tür ve üçlüklerden oluşmaktadır. Tanpınar’ın özellikle üçlüklerden oluşan şiirlerinde farklı kalıpları kullanılmış ve birbirinden farklı kafiye örgüsüyle şekli unsurları sıralanmış ve şiirine uygulamıştır. Y Tanpınar, sabit şekillerine bağlı kalmıştır. Ancak altı şiirinde serbest nazmı denemiştir. Bunlar “Zaman Kırıntıları”(s.71) “Avare İlhamlar” (s.78),”Üst üste” (s.81), Son Yağma”(s.82), ‘Başımız Üstünde Bir Bulutun “ (s.83), “Altın Güzeldir “ (s.84)adlarını taşımaktadır. Tanpınar, serbest nazma 1924 yılında başlamış ,”Zaman Kırıntıları” adlı 155 Asna, B. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. şiirini zamanı bütün yönleriyle nasıl algıladığını ifade eden ve “an”da yaşanabilecek bir zamansızlığın resmini çizmeye çalışıp şiirlerine bu kavramı yansıtmıştır. Tanpınar’ın serbest nazımdaki başarısı onun şiirde bitip tükenmeyen arayışlarını da örneklemektedir. Ondaki bu arayış şiirlerindeki serbest nazma dayalı başarısıyla da tescillenmiştir. Ondaki “mükemmeliyet” fikri onun bu başarısının en önemli dinamik noktasıdır. Özellikle “Zaman Kırıntıları” şiiri Tanpınar’ın şiirdeki zirvelerinden biridir. Üzerinde bir daha şekli bir çalışma yapmayacağı bu şiirlerinde ayrı bir duygulanım görülmektedir. Bu durum ses ile anlamın nasıl birbiriyle örtüşmesi gerektiğini bizlere göstermektedir. Onun şiirlerinde vezin ve kâfiye anlamla birlikte vücut bulmaktadır. Tanpınar’ın şiiri, kafiyenin tesadüflerine terk edilen bir şiir anlayışından uzaktır. Hem esasen kafiyelerinin daha çok isim ve sıfat-fiil oluşu da bunu göstermektedir. Heceyle yazılmış 30 şiirinde çapraz kafiye sistemi kullanılmıştır. Altı şiirinde de sarma kafiyeyi denemiştir. Tanpınar’ın bağlı bulunduğu şiir anlayışı bilindiği gibi içinde sosyal ve siyasi olayların bulunmadığı, daha çok ferdi konuların oluşturduğu temalar etrafında dönen “Saf Şiir” anlayışıdır. O, şiiri sadece şiirsel unsurların barındığı bir edebi alan olarak kabul etmektedir. Şiirlerinde estetik ön plandadır. Şiirlerinde hece sayısının denkliğinden çok kelimelerin ses değerine dayanan bir sistem kurmak istemiştir. Bu bakımdan onda en küçük birim hece değil kelimedir. Tanpınar, kelimenin bir ya da birkaç heceden oluşan ses kıymetinin çağrıştıracağı zenginliğin peşine düşmüştür. Tanpınar’ın şiirinde hep eleştirildiği bir husus da Yahya Kemal üslûbunun taklitçisi olmamaya özen gösterdiğidir.7 Şiirlerinde sırf bu etkilenmişliğin önünü kesmek için uzun bir dönem özellikle tarihi konularla ilgili şiirler yazmamaya özen göstermiştir. Bu konuda bağımsız bir kişilik ortaya koymuştur. Onun şiirinde vezin ve kafiye şekil olarak yer değiştirdiği için bir iç unsur olarak şiirde şekli güzellik olarak devam etmektedir. Bunlar şiirde görülmeyen fakat hissedilen hususiyetler haline gelmiştir. Tanpınar’a göre vezin ve kafiyenin görünüşte ölümüne aldanmamalı ve şekli mükemmelliğin her zaman şairin yaratmak zorunda olduğu bir yapı olduğunu savunmuştur. Tanpınar, kafiyelerde genellikle isim, partisip ve gerundiumları kullanmaktadır. Onun kafiyelerinde fiillere az yer verilmekte ve hareketli fiiller pek yoktur. Tanpınar,sezmek, yüzmek gibi hareketsizlik bildiren fiilleri tercih etmektedir. Bu onun şiirde nasıl bir şiir aradığını gösteren en önemli ayrıntılardır. Bu açıdan A. Haşim’le aynı görüşleri paylaşmaktadır. Bu düşüncelerinden kafiyede aradığı şey sadece aynı seslerden oluşmuş bir ahenk zenginliği değil aynı zamanda bir anlam zenginliğidir de. Bu bakımdan hecelerin kafiyenin sürüklediği ses ve anlam zenginliğini önemsemez. Tanpınar şekle inanan ve bu biçimsel yapıyı şiirde oluştururken kendini bulduğunu ifade etmektedir. Tanpınar, kafiyeyi bütünün ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir. Bu açıdan Hece7 Tahir Abacı, Yahya Kemal ve Tanpınar’da Müzik, Pan Yay., İstanbul 2000, s.145. Y 156 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şiirlerinde Kafiye Unsurları ciler’ den ve kafiyeyi geleneksel tarzda bir zenginlik olarak kullanan şairlerden ayrılmaktadır. Tanpınar, şiirde aradığı form anlayışını da şöyle ifade etmektedir : “Güç ve nadir kafiye, tedailerimizin seyrine mesut ve yakışır bin yol açar; vezin çıkardığı müşkülatla bizi tesadüflerin gecesini zorlamaya mecbur eder. Şekil, lisan denen kaosun içinde, varmamız lazım gelen mükemmeliyetin hudutlarını çizer, dolduracağımız boşlukları gösterir.” 8 Tanpınar’ın şiirinde her insanın kendini bulduğu ve şiirine kattığı yeni kafiyeler ve rediflerle çok güzel bir musiki yarattığı edebiyat araştırmacılarının ortak fikridir. Şairiyle özdeşleşen redifler vardır. Tanpınar’dan örnek vermek gerekirse: “Hicret” şiirinde mısra tekrarı “mermiler altında geçerek suyu” mısrası, şiirde mısra redifi olarak kullanılmıştır. Şairlerin tercih ettikleri bazı redifler mizaçlarına ve yaşadıkları devrin toplum psikolojisine dair ipuçları içermektedir. Aynı zamanda bu kelimeler, zamanının kelime seçimi ve musiki keyfi hakkında bizlere önemli ipuçları vermektedir. Tanpınar, fikir ve hayallerinden çoğunu müzikal bir tat veren kafiye ve redife yaslamaktadır. Elbette kelime seviyesinde olsa bile bütün rediflere bu görevleri yüklemek imkânsızdır. Çünkü yardımcı fiillerin redif olarak kullanıldığı şiirlerde kafiye daha fonksiyoneldir. 2. KAFİYE ÖRGÜSÜ Kafiye dizilişlerini düz, çapraz ve sarma olarak tasnif etmek genel kabul görmüş bir tavırdır. Fakat biz bu kafiye çeşitleriyle beraber ‘Koşma Tipi’, ‘Mesnevi Tipi’, ‘Sone Tipi’ gibi alt başlıkları da Tanpınar’ın şiirinde önemli ölçüde yer buldukları için bu şiir türleri de çalışmamızda örneklenmiştir. Yine şairin yukarıda adı geçen kafiye çeşitlerinden başka bu çeşitlerin deformasyonuyla elde edilmiş değişik tip kafiyeleri ve nevi şahsına münhasır kimi özel tipte kafiye örgüleri de şiirinde örneklenmiştir. Tanpınar’ın incelediğimiz şiirlerinde genellikle “çapraz “kafiye” tipi kafiye örgüsünü ile düz kafiyeyi kullanmıştır. Bu durum ancak çokça söz açtığımız halk edebiyatı geleneğine yaslanmakla açıklanabilir. Tanpınar’ın 82 şiiri içeren bu bölümde ağırlık toplam otuz şiirle çapraz tipi kafiye örgüsüdür. Ardından 17 örnekle düz kafiye gelmektedir. Sarma 6 defa, sarma kafiyenin ardından üçer defa olmak üzere koşma ve sonenin şiirlerinde kafiye örgüsü olarak kullanıldığını tespit ettik. Fakat esas ilginç olan şairin çok sayıda değişik tipte kafiyeler kullanmış olmasıdır. Bunlardan en dikkat çekici olanı üçer mısralardan oluşan ama sone tipi şekli yapıya uymayan şiirleridir. Bu şiirleri şairin kendi üslûbunda yarattığı şiir örnekleri olarak sınıflandırdık. Bu örnekler az veya çok başka kafiye örgülerine benzeyen ve/ veya bu kafiye örgülerinin bozulmasıyla elde edilmiş şiir örnekleri olarak tanımlanmıştır. Tanpınar, şiirinde ritmik dokuya en çok tesir eden ve şairi biteviyelikten kurtaran örneklere başka şiirlerde de rastlanmaktadır. Bunlardan ilki “Her Şey Yerli Yerinde” adlı şiirdir. Şairin güçlü bir sesle söylediği bu şiirin gerçekten etkileyici bir söyleyişi vardır. Şiirde kafiye örgüsü olarak sarma kafiye sistemine bağlı nazım şeklini incelerken şiirde Y 8 Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiire Dair Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz.) Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları,5. Baskı, İstanbul, Eylül 1998, s.26. 157 Asna, B. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. istikrarlı bir kafiye sistemi çekmektedir. “Her Şey Yerli Yerinde” gibi çok az sayıdaki şiirlerinde sarma kafiye sistemine bağlı nazım şekline yer vermiştir. Kimi şiirlerinde çapraz, sarma, düz kafiye sistemini karışık olarak yazdığı şiirleri vardır. HER ŞEY YERLİ YERİNDE ........................................................ başında servia ........................................................ uzaklarda durmadanb ........................................................bir uykudanb ........................................................ sarmış evia ........................................................bardakc ........................................................dalların arasındand ........................................................bakıyor zamand ........................................................yerde .yaprak yaprak c ........................................................senin uyuduğunue ........................................................kuytu ve serinf ........................................................kirpiklerinf ........................................................öğle sonue ........................................................güllerg ........................................................tepesindeh ........................................................eşyaya sinerg ........................................................dolap uzaklarda ı ........................................................gıcırdıyor durmadanj ........................................................maceramızdanı ........................................................uçuşuyor rüzgârdaj Görüldüğü gibi şiir hep benzer seslerin kullanılması suretiyle bir ahenk yaratma esasına dayanmaktadır. Fakat şair uzun ve arayışlarla heceye yeni söyleyiş kolaylıkları sağlamaya yönelik çabalarla örülü şiir serüveninde kafiyeyi oluşturan sesler konusunda hep aynı ısrarı göstermemiştir. Bazen gevşek kafiye yapılarıyla yetindiği gibi bazen da uzak ses benzerliklerini yeterli görmüştür. Ses, anlamın oluşmasında ve belirmesinde herhangi bir görev üstlenmiyorsa, şiirin kuruluşunda da ciddî bir ağırlığa sahip olamamaktadır. Bu düşünceden hareketle şiir için ciddi bir görev üstlenmek üzere ‘sesin’ şiirin genel dokusuna nüfuz edecek biçimde kullanılmasında kafiyeye büyük görev düşmektedir. Aşağıdaki şiir örneklerinden de görüleceği üzere daha çok zengin ve tam kafiyenin kul- Y 158 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şiirlerinde Kafiye Unsurları lanıldığı şiir örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Makalemizde tespit ettiğimiz ses kafiye türlerinden en çok tam ve zengin kafiyeyi tercih etmektedir. Tanpınar çok sesli benzerlikleri tercih ettiği için tek başına rediflere de ve şiirlerindeki örneklerle redifleri genellikle yardımcı unsur olarak kullanmıştır. NE İÇİNDEYİM ZAMANIN Zaman/n, -an’iar T.K. -ın’lar Redif. -ış’lar Sarmaşık -şık’lar Z.K. , - z’ier Y.K. Sezmekteyim, -mekteyim’ler Redif Yüzmekteyim, Dışında;T.K-ında’lar Redif Akışında Rengiyle -le’ler T.K., -il’ler T.K. Bile Öğüten -en’İer T.K Değirmen; Şekil, Değil-il T. K Ermiş-iş’ler T.K. Derviş Yukarıdaki şiirde kalınla yazılan ve kafiye örneğini oluşturan mısra sonları, tam kafiye+redif olarak görülmekle beraber aslında çok daha ses benzerliğine sahiptir. Bu gibi şiirlerle Tanpınar’ın şiirlerinde oldukça fazla karşılaşmaktayız. Tanpınar’ın kafiye türü olarak daha çok tam ve zengin kafiyeyi seçmiş olduğunu daha önce de belirtmiştik. Bu şiirde de tam ve zengin kafiyenin fazlaca görüldüğü bir şiirdir. Kafiye+redif kullanımım da görmekteyiz. Tanpınar’ın şiirlerinde esas yapı hece değil de kelime üzerine örülüdür. Kelimelerin beraberinde taşıdığı alansal zenginliklerin çağrışımının peşinde olan Tanpınar mısra sonlarında isim ve sıfatlan kullanarak şiirinde kendi üslûbunun vazgeçilmez unsurları olan benzer kelimeleri de bu şiirinde kullanmıştır. Tanpınar mısra sonlarında kafiyeyi kelime üzerinde ahenk yaratarak sağlamaktadır. Ayrıca Tanpınar’ın aynı olmayan fakat benzer seslerle şiirde kafiye oluşturduğunu görmekteyiz. Y Tanpınar’ın incelediğimiz şiirlerinde müzikaliteye önem verdiğini görmekteyiz. Şi159 Asna, B. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. irlerinde kulağa önem veren bir kafiye anlayışı hâkimdir. Zengin ses benzerliklerinden ve tekrarlardan sıkça yararlandığını söyleyebiliriz. “Ne İçindeyim Zamanın” şiiri Tanpınar’ın üzerine en çok konuşulan, düşünülen, tartışılan şiiridir.9 Bu şiirin anlamsal derinliği yönüyle farklı boyutlarda ele alınabilecek ayrı bir gerçekliği vardır. Bu şiirin yorumunda bu kadar farklı düşünceler ortaya çıkarken şiirdeki ses zenginliğini yaratan kafiye kullanımının belli kelimeler üzerinde yaratılması Tanpınar’ın şiir evrenine götürecek gizli anahtarlar olduğu için bu kelimeleri çok yönlü anlamsal görevlerini de sese dayalı olarak oluşturulduğunu unutmamak gerekmektedir. 3. KAFİYE ÇEŞİDİ Tanpınar, şiirin şeklen güzel olmasının ilk şartı olarak mana derinliğini veren kelimelerin beraberinde taşıdığı anlam zenginliğini şiirde disiplinize edilerek çizilebilecek soyut tabloyla verile bilineceğini savunmaktadır. Ve şiirin imaj zenginliğini verecek bir yapıda kelimeleri nerde nasıl kullanacağım iyi bilerek şiirde yaratılacak ses zenginliğinin şiirin en önemli kıymeti olduğunu ancak şiirin kendi edasıyla insanlara hissettirebileceği dünyaları bu ses zenginliğiyle sunabileceğini ifade etmiştir. Onun bu düşüncesini incelediğimiz şiirlerde de rahatlıkla görmekteyiz. Tanpınar’ın şiirlerinde kullanılan kafiye türlerini ağırlıkta tam kafiye ve zengin kafiye olduğunu ve bu kafiye türlerinin yazdığı şiirlerde birbirlerine çok yakın oranda şiirde yer aldığını değerlendirdik. Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere bütün kafiye çeşitlerini kullanmakla beraber kelimenin kendi beraberinde taşıdığı anlam zenginliğini yaratan kelimelerle kafiye yapmaya özen göstermiştir. Dolayısıyla bu anlam zenginliğini sunan kelimeler daha çok mısra sonlarında tam kafiye ve zengin kafiyenin kullanıldığı kelimelerdir. Tam kafiyenin yüzde olarak değeri %36, yarım kafiyenin değeri %36’dır. Sayısal olarak birbirine yakın olan bu kafiye çeşitleri onun şiirinde yaratmak anlam zenginliğini kelimelerin bir bir incelenerek nerede nasıl kullanıldığını saptayarak şiirinde kafiye zenginliğini de bir ses zenginliği olarak yaratmış ve şiirdeki anlam derinliği ile paralellik kurmuştur. Tanpınar’ın çok sesli benzerlikleri kullanmayı tercih ederken tek başına rediflere de itibar etmemiştir. Tablodan da anlaşılacağı gibi redifleri kafiyelerin yanında kullanmıştır. Bu incelenen şiirlerde kafiyeyi oluşturan mısralar yoğunluğuna ses benzerliklerine sahiptir. Tanpınar’ın şiirlerindeki ses zenginliği bütün ahenk unsurlarının bir bütün içersinde birbiriyle olan bağıları güçlü şiirde şekli unsur yarattığını ve bunun sonucunda ahengin oluştuğunu görmekteyiz. Kafiyeyle mana arasında bu şekilde bir münasebet tesis edilmiş ve şiirde müzikaliteyi musiki ile mananın bir arada uyumu ile çıkabileceğini göstererek şiirindeki kafiye zenginli de görmek mümkündür. 9 Oğuz Demiralp, Kutup Noktası, YKY Yay., İstanbul 2OO1, s.98. Y 160 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şiirlerinde Kafiye Unsurları Tablo 2: Kafiyelerin Kafiye Çeşidinin Tasnifini Gösterir Tablo Kafiye Çeşitleri Sayı Yüzdelik Dilimi Tam Kafi ye Yarım Kafiye 235 122 %36 %19 Zengin Kafiye Redif Toplam * 232 61 650 %36 %9 %100 Bu tabloda da görüldüğü gibi görüldüğü gibi 235 defa tam kafiye (%36) , 122 defa yarım kafiye (%19), 232 defa zengin kafiye; (%36), 61 defa rediflerle(%9) olarak şiirinde yer alır. Bu şair grafikten de anlaşıldığı üzere şekli yapıya önem vermiştir. Kafiyeli ve vezinli söyleyişlere çok önem veren şairimiz anlam zenginliğini bu şekli yapılar üzerine oturtmuştur. Hece ölçüsüyle ve serbest vezin ölçüsüyle şiir yazan ve bu çeşit bir ses zenginliğinin savunucusu olan şair beklenilenin aksine şiirinde görüldüğü gibi zengin ve yarım kafiyelerle yetinmemiştir. Hemen bütün kafiye çeşitlerini kullanmada beraber ses yönünden güçlü ve birbiriyle yoğun bir biçimde sesleşen seslerden kafiye yapmaya özen göstermiştir. Bunun en açık göstergesi kullandığı toplam 650 kafiye içinde 235 tam kafiye (%36) defa ile zengin kafiyenin (%36) en çok kullanılan kafiyeler olmasıdır. Şair, kimi zaman tam kafiyeyle de yetinmemiş ve daha güçlü ses benzerliği için rediflere de başvurmuştur. Kullanılan tam kafiyelerin ve zengin kafiyelere 61 tanesinde yüzde olarak (%9) redif de kafiyeye eşlik etmektedir. Halk edebiyatında sıkça başvurulan yarım kafiyeye şair sadece %19 (toplam 122 adet) nispetinde yer vermiştir. Ancak bu konuya dair ilginç bir ayrıntı olarak şair yarım kafiyenin yarattığı sesteşliği yetersiz bulmuş olacak ki bu kafiyeyi kullandığı şirinlerinde uzak ses benzerlikleri olarak yarım kafiyenin şiirde ses unsuru olarak ahenk oluşturan şiirleri dikkat çekmektedir. (Ölüler şiiri v.b.) Tanpınar kafiyeyi şiirin vazgeçilmez bir parçası olarak algılar. Ve çok sesli benzerliklerden hoşlanır. Sadece rediflerin tekrarlanarak yaratılan ses benzerliğine fazla itibar etmemesi bundandır (toplam 61 defa, %9). Rediflerin kullanıldığı yerlerde de, redifin sadece ek olarak alınmamasına kelime veya kelime gruplarının redif olarak kullanılmasına özen gösterilmiştir. Y Şiirde kalınla yazılan ve kafiyeyi oluşturan mısra sonlan yarım kafiye+redif olarak görülmekle beraber özenle seçilen bu kelimeler yarım kafiyenin yarattığı ses benzerliğinin sınırlarını zorlayarak şiire ses zenginliği katmıştır. Aslında yarım veya tam kafiye gibi görünüp aslında çok daha yoğun bir ses benzerliğine sahip çok sayıda mısraın varlığı, şairin kafiye konusunu içselleştirdiğini göstermektedir. Onun için kafiye oluşturmak sanki şiiri yazmanın yarısıdır. Bu biçimsel yapı Tanpınar’ın şiirinin omurgasını oluşturan en önemli ahenk unsurlarıdır. 161 Asna, B. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. 4. REDİF Tanpınar’ın bir ritim vasıtası olarak kullandığı kadar bir ahenk vasıtası olarak da kullandığı bir diğer şekil unsuru da rediftir. Redifler kafiye olarak kabul edilmezler. Ancak kafiyeden sonra gelebilirler ve böylelikle benzeşen ses sayısını artırarak anlam yönünden görevlerini yerine getirirken daha uyumlu bir ses organizasyonunun kurulmasına da yardımcı olurlar. Tanpınar redifleri çok çeşitli biçimlerde kullanmıştır. Ancak redifin kafiye sayılmadığını belirtmemize rağmen Tanpınar’ın bazen mısra sonlarına yerleştirdiği rediflerle yetindiğini görüyoruz. Bu çok sınırlı sayıda şiirde (%4) gerçekleşen bir durum olsa da dikkate değer bir veridir. Şiirlerinde kafiyeyi ahenk unsuru olarak kullanırken daha çok tam ve zengin kafiyeyi kullanmaktadır. Yüzde olarak birbirine çok yakın olan bu kafiye türleri Tanpınar’ın en çok kullanmış olduğu kafiye türleridir. Ama Tanpınar kafiye kullanımını sadece zengin ve tam kafiyeyi şiirinde kullanarak yaratmamaktadır. O redifi tek basma kullanmayarak zengin ve tam kafiyenin yanında yardımcı unsur olarak kullanmaktadır. Tanpınar’ın şiirlerinde mısra sonlarında yardımcı unsur olarak kullanılan redifler şiirin ahengine ayrı bir zenginlik katmaktadır. Onun şiirinde en küçük birim hece değil kelimedir. Kelimelerin beraberinde çağrışımların anlamsal zenginliğini önem veren Tanpınar sürekli şiirinde bu zenginliği yaratmak istemiştir. Tanpınar’ın şiirlerinde bir arayış olarak kendisini hissettiren bu şekli mükemmellikten redifler de payını almaktadır. Mısra sonlarında belli kelimelerin sürekli tekrarıyla sağlanan bu sessel zenginlik anlam boyutuyla şiirde bir bütünsellik sağlar ve şiire bir ses unsuru olarak ayrı bir tat vermektedir. Tanpınar’ın kelimelerin tekrarına dayalı bu sessel zenginliği rediflerin mısra sonlarındaki yardımcı unsur görevinden hareketle redifleri kelime tekrarına dayalı olarak mısra sonlarında bir sessel zenginlik olarak sürekli şiirlerinde kullanmaktadır. Aşağıdaki şiirde de Tanpınar’ın nadiren kullandığı mısra redifine dayalı bir ahenk mevcuttur. Tanpınar’ın nadiren kullandığı mısra tekrarına dayalı örnekler az olmasına karşın şiirde kullanıldığı zaman ayrı bir zenginlik vermektedir. HİCRET A Mermiler altında geçerek suyu (Mısra Redifi) b................................................... aile (-ile Z.K.) A Mermiler altında geçerek suyu (M. Redifi) b................................................... kafile c ...................................................sesler (-er T.K.) d...................................................sardı (-arT.K., -dı Redif) c...................................................yer yer d...................................................karardıe...gölgesi (-esi Z.K.) e...................................................gecesi Y 162 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şiirlerinde Kafiye Unsurları f...................................................demirden (-irT.K., -den Redif) g...................................................burdu (-burdu Tunç K.) f...................................................birden g...................................................Bayburd’u Bu şiirin tamamını şairin her cins kelimeden ustalıkla kafiye çıkarabilme yeteneğine dikkat çekmek makalemizde örnekledik. Bu şiiri diğer şiirlerine de benzetebiliriz. Yukarıdaki gibi şaşırtıcı ye yaratıcı kafiyelere Tanpınar’ın çok sıklıkla şiirinde rastlanılmaz bir ses unsurudur. Şiirin ses organizasyonuna bir başka şaşırtıcı nokta şiirde bir defa bile redife başvurulmamış olmasıdır. Necip Fazıl’ın diye başlayan ünlü ‘Kafiyeler’ şiiri için Orhan Okay’ın söylediği “Görülüyor ki sadece kafiye oyunlarıyla monoton bir şiir müziği mümkün oluyor”10 ifadesi bir ölçüye kadar Tanpınar’ın bazı şiirleri için de geçerlidir. Şair için kafiye yapmak adeta bir oyunudur. Bu şiirsel zenginlik bütün şiirlerinde mevcuttur. Ancak şair sadece redifleri kullandığı mısralarda ses benzerlikleri ve tekrarlardan faydalanmak suretiyle bir örnek olarak incelemek gerekirse: AbAb cdcd eef gfg biçimli karışık vezin kalıplarının kullanıldığı bir şiirdir. Bu şiirde ilk dörtlükte mısra redifi dikkat çekmektedir. Redif kullanılmış fakat şair bununla yetinmek istememiş ve daha çok şiirde çok mısra sayılarını değiştirerek üçlükler olarak şiirde sıralamıştır. Gerek dörtlük içinde gerekse de üçlükler arası tekrarlar Tanpınar’ın şiirini renklendirmiştir. Ayrıca Tanpınar, redifi sadece ekler vasıtasıyla değil mısra redifi olarak da şiirinde kullanmıştır. Yukarıdaki şiirin ilk dörtlüğünde değişik redif kalıpları kullanmış ve diğer mısralarda da olduğu gibi redifler onun şiirinde genellikle ek redifi olarak şiirinde yer almıştır. Tanpınar kimi zaman sadece bir ekle redif yaparken, kimi zaman kelimeleri ve ibareleri kullanmıştır. Bazen de şiirinde mısra redifini kullanarak şiirinde farklı redif tercihleri yapmıştır. Tanpınar’ın eserinde incelediğimiz bölümde 650 adet kafiye belirlediğimizi söylemiştik. Bu kafiyelerin 61 tanesine redifler eşlik etmektedir (%7). Bu sayısal oranlara baktığımız zaman Tanpınar’ın yazdığı şiirlerde şekli yapının ahenk unsurlarından olan kafiye türleri ve redifler üzerine oturtulduğunu değerlendirdik. 5. TEKRARLAR Tekrarlar, Tanpınar’ın şiirleri içinde ahenk unsurlarından biri olarak yer almaktadır. Türk şiirinde vezin ve kafiyenin şiiri bekli kalıplara sokan birer kayıt olarak düşünülmesi daha serbest ve özgün bir ritim sağlayan tekrarlan ön plana çıkarmıştır. Doğan Aksan’ında dediği gibi : “Şiir dilinde belli seslerdeki yinelemelerin yanı bir takım söz öbeklerinin oluşturduğu biçim birimlerin, sözcük ve sözcük öbeklerini ve kimi kez bütün bir dize ya da dizelerin de yinelendiği görülür.”5 Y 10 Orhan Okay, Estetik Güzel Sanatlar ve Edebiyat, Edebiyat ve Sanat Yazıları, Dergâh Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1990, s.37. 163 Asna, B. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Tanpınar’ın şiirlerinde tekrarlar çok yönlü olarak kullanılmıştır. Tekrarların mısra sonlarında olmasıyla meydana gelen kafiye ve redifi daha önce “kafiye” başlığı altında inceledik. Bunun dışında kalan tekrarlar bu alt sınıflandırmada ayrıntılı olarak incelenmiştir. Biliyoruz ki Tanpınar’da heceden ziyade şiirde esas olan kelimelerdir. Kelimelerin beraberinde çağrıştırdığı anlamsal zenginlikler Tanpınar’ın şiirinde yaratmak istediği müzikal havayı verir. Kelimeleri farklı yerlerde kullanarak anlamsal bir zenginlik yaratır. Bu yönüyle Tanpınar’ın şiirlerinde en çok yapılan ses tekrarı kelime tekrardır. Bu da “kafiye” ye dayalı ses benzerlikleriyle şiirini yaratmıştır yargısına bizleri götürmektedir. Benzer sesli kelimeleri şiirinde tercih etmesi şiirselliğine ayrı bir tat katmaktadır. Tanpınar’ın şiirlerinde ses tekrarlan kelimelere dayalı olarak bilinçli bir tercihle kelimelerle yaratan imaj ve ahenk uyumu şiirinde bir bütünsellik yarattığını görmekteyiz. Bu seslerin ses tekrarlan olarak ne kadar sıklıkla kullanıldığını istatistik veriler ışığında açıklanmıştır. Tanpınar’ın en çok kelime tekrarlarına başvurarak ses zenginliği yaratması tekrarlara dayalı temel yaklaşımımız olmuştur. Mısra tekrarlan ve nakaratların çok az yer aldığı Tanpınar’ın şiirinde bu ses tekrarlan üzerine çok çok düşünülen ve tartışılan ses tekrarlan değildir ve pek itibar görmez. Daha çok Tanpınar şiirinde kelime tekrarlarına başvurarak kelime zenginliği yaratır. Bu durum şiirindeki “kafiye” zenginliğine işaret etmektedir. Onun şiirinde buna örnek olan kelimeleri sıralarsak musiki, zaman, rüya, hayal vs...11 Sonuç Sonuç olarak Tanpınar’ın şiirinde yarattığı mükemmelliği kendi üslubuyla yaratmış olduğu gerçeğidir. Bir “estet” olarak çağdaşları arasında Halk şiir geleneğinin şekli unsurlarına bağlı kalarak şiirini veznin -ve kafiyenin tesadüflerine terk etmeden, her zaman okuyucusunu bulacak bir şiir evreni yaratmıştır. Bir estetizm ve psikoloji şairi olan Tanpınar “Saf şiir” akımına bağlı kalmıştır. Şiirlerinde hayal ve duyguların hâkim olduğu öznel bir dünya kurar. Hep bu dünyanın onda bıraktığı güzellikleri şiirsel bir ifadeyle estetize eder. Yarattığı güzellikleri ebedileştirir. Bu ebedi şiir genellikle kısa hacimli şiirler olarak kendisini örneklemiştir. Şiirlerinde “kafiye örgüsü” olarak daha çok kelime üzerinde olup birbirine yakın istatistikî değerlerle örneklediğimiz tam ve zengin kafiyeyi yaygın olarak kullandığı gerçeğidir. Şiiri disipline eden, duygu ve düşüncelere şekil veren vezin, kafiye, nazım şekli gibi şiirde şekli nizamı yaratan unsurların önemine inanmış ve şiirlerini geniş bir kültürün ince bir zevkle yaratılmış estetik güzelliklere şiirselliğini oturtmuştur. Hece vezniyle yazılmış Türk Edebiyatı’nda en güzel şiir örneklerini bizlere sunmuştur. Heceye en büyük katkısı bu vezni kuruluktan kurtarmak, ona aruzun ahengini kazandırmaya çalışmak oldu. Konu olarak kalıp halinde kullanılan ifadelerin dışına çıkarak insanın daha çok iç dünyasın sorun ettiği meseleleri yarattığı güzellikleri şiirine 11 Y 164 Doğan Aksan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yay., Ankara, 1999, s. 190 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şiirlerinde Kafiye Unsurları yansıtmıştır. Dile özenli bir çalışma ile hâkim olup kelimeleri kendi şiirinde nerde nasıl kullanacağını iyi bilen bir şairdi. Onda Türkçe’nin bir mücevher gibi işlendiğini şiirlerinde görmek mümkündür. Tamamen kendine özgü bir şiirsellik yaratıp kendi üslubuyla edebiyatımızda kendisinden sonra gelen şairleri ve edebiyatçıları etkileyerek öncü olma kimliğini sanatçı kişiliği ile bizlere hissettirmiştir. “Bütün Şiirleri” adlı tek şiir kitabının ahenk unsurlarını incelerken şairin şiirdeki ses zenginliği üzerine titizlikle durduğunu gördük Tanpınar, ilk şiirlerinden başlayarak daha hece veznini tercih ettiği görülür. Hecenin 4+4+3, 5+3, 4+4 ve en çok 6+5 kalıbını kullanmıştır. Koşma ve Sone tarzı nazım türleriyle, kendi üslûbunda yarattığı üçlüklerden şiirleri de vardır. Tanpınar hecede aruzun ritmin yakalamaya çalışmıştır. Denilebilir ki heceyi bir iç ahenkle yaratarak şiirindeki vurgular, duraklar, ritmi farklı bir dünyanın sesiymiş gibi bizlere hissettirmiştir. En çok dörtlüklerden kurulu nazım şekillerini tercih etmiştir. Bu da onun halk şiir geleneği ile olan bağının ne kadar güçlü olduğunu bize göstermektedir. Bu incelemede görüldüğü gibi görüldüğü gibi 235 defa tam kafiye (%36) , 122 defa yarım kafiye (%19), 232 defa zengin kafiye; (%36), 61 defa rediflerle(%9) olarak şiirinde yer alır. Şairimiz anlaşıldığı üzere şekli yapıya önem vermiştir. Bu şekli yapıyı daha çok kafiye örneği üzerinden birbirine çok yakın oranda tam kafiye ve zengin kafiyeyi-kullanmıştır. Kaynakça Abacı, Tahir, (2000). Yahya Kemal ve Tanpınar’da Müzik, Pan Yay., İstanbul Ağra, Gülten, (1971). Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şiir Lugati, İstanbul Ünv. Edebiyat Fak. Yay., İstanbul Akay, Hasan, (2003). Şiiri Yeniden Okumak, Kitabevi Yay., İstanbul Aksan, Doğan , (1990). Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yayınları, Ankara Aktaş, Şerif, (1986). Edebiyatta Uslup Problemleri, Ankara Ali Seydi, (1323). Seci ve Kafiye Lugati, İstanbul Alptekin, Turan, (2001) Ahmet Hamdi Tanpınar, Bir Kültür Bir İnsan, İletişim Yay., İstanbul Banarlı, Nihat Sami,(1975). Türkçenin Sırları, İstanbul Belviranlı, Dr. Ali Kemal, (1995). Aruz ve Ahenk, Marifet Yay., İstanbul Boynukara, Hasan, (1993). Modern Eleştiri Terimleri, Van Y Cogito, (2004). Şiir Dosyası, Sayı: 38, İstanbul 165 Asna, B. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Demiralp, Oğuz, (2001). Kutup Noktası, YKY Yay., İstanbul Deridda, J., (2002). Şiir Nedir, Babil Yay., İstanbul Dilçin, Cem (2000). Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, T.D.K Yay., İstanbul Eliot, T. S., (1983).Edebiyat Üzerine Düşünceler( çev. Sevim Kantarcıoğlu), Ankara Ergin, Muharrem, (1980).Türk Dil Bilgisi, İstanbul Kaplan, Mehmet, (1995). “Kafiye”, T. Fikret, Dergâh Yayınları, 4. Baskı, İstanbul Kolcu, Ali, (2002). Zamana Düşen Çığlık, Akçağ Yay., İstanbul Macit, Muhsin, (1996). Divan Şiirinde Ahenk Unsurları, Akçağ Yay., Ankara Okay, Orhan, (1990). Estetik Güzel Sanatlar ve Edebiyat, Edebiyat ve Sanat Yazıları, Dergâh Yayınları, 1. Baskı, İstanbul. Şafak, Yakub,(1993). Aruzu Niçin ve Nasıl Öğrenmeliyiz, Yedi İklim, c.5,s.40 Wellek, Rene, (1956). Theory of Literature, A Harvest Book Brace and Company, 4. Baskı, New York Wellek, Rene, (1993). Edebiyat Teorisi, Akademi Kitapevi, İzmir Tanpınar, Ahmet Hamdi, (Eylül 1998). Şiire Dair: Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz.) Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları,5. Baskı, İstanbul Tanpınar, Ahmet Hamdi, (2012). Bütün Şiirleri, Dergâh Yayınları, İstanbul Thomson, G., (1990). Şiir Sanatı, Üç Çiçek Yay., İstanbul Todorov, (2001) Poetikaya Giriş, Metis Yay., İstanbul Varlık, (2000) . Şiir Nasıl Okunur, İstanbul Yavuz, Hilmi, (1973). Tanpınar’ın Estetiği, Milliyet Sanat, İstanbul Yıldız, Saadettin, (2006). Arif Nihat Asya, Kültür Yay., İstanbul Yıldız, Saadettin, (1997) Arif Nihat Asya’nın Şiir Dünyası, M.E.B Yay., İstanbul Y 166 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 NURUDDÎN EL-HÂŞİMÎ’NİN KISSAT İNTİHÂR MU’LEN ADLI ÖYKÜSÜ KISSAT İNTİHÂR MU’LEN STORY BY NURUDDÎN EL-HÂŞİMÎ Sevda YAŞLAK* Özet Nuruddîn el-Hâşimî (1945- ) genelde Suriye Edebiyatının özelde de çocuk edebiyatının önde gelen yazarlarından biri olmakla beraber eserlerinde işlediği ‘çocuk’ teması onun çocuklara duyduğu aşırı ilgiyi açıkça göstermektedir. Bu çalışmada Suriyeli edebiyatçı Nuruddîn el-Hâşimî’nin hayatı, ve Kıssat İntihâr Mu’len adlı kısa öyküsü, kahramanlar, olaylar ve tasvirler açısından incelenerek tematik açıdan tahlil edilmiştir. Anahtar Kelimeler: Nuruddîn el-Hâşimî, Kıssat İntihâr Mu’len, Hikâye Absract Nuruddîn el-Hâşimî (1945- ) besides being one of the pioneer writers generally of Syria literature and specially of child literature, his handling child theme in his works is showing his extreme interest in children. In his work, the life of Syrian writer Nuruddîn el-Hâşimî and his short story named Kıssat İntihâr Mu’len are analyzed thematically by being studied in terms of characters, events and descriptions. Keywords: Nuruddîn el-Hâşimî, Kıssat İntihâr Mu’len, Short Araştırma Görevlisi, Muş Alparslan Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, [email protected] Y * 167 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Giriş Bu çalışmada memur bir adamın trajikomik hayatını konu edinen Nuruddîn el-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len adlı kısa öyküsünün incelenmesi amaçlanmıştır. İlk olarak Suriye Edebiyatı’na daha sonra çocuk edebiyatı alanında çok sayıda eser kaleme alan Nuruddîn el-Hâşimî’ye kısaca değinerek nihayetinde de Kıssat İntihâr Mu’len adlı öykünün tahlilini ve çevirisini yaparak çalışmamızı tamamladık. Suriye’de modern hikâyenin ilk örnekleriyle ilgili farklı görüşlerin kaynağında, bu denemelerin Batı edebiyatındaki örneklerine olan yakınlıklarının farklı olması ve modern hikâyenin henüz kesin olarak sınırlarının belli olmaması durumu vardır. (Kula, 2001: 19) Suriye’nin içinde bulunduğu koşullar, toplumsal yapısı ve döneminde yaşadığı tarihi olaylar ülkede edebiyat alanının gelişimini menfi yönde etkilemiştir. Diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi Suriye’de de hikâye dergileri yayınlanıyordu. Zira dergilerde ve günlük gazetelerde tarihi hikâyeler, tefrika romanlar, polisiyeler vs. yayın hayatında yerini almıştı. (İnan, 2008: 2). Suriye hikâyeciliği Mısır ve Lübnan’dakine benzer şartlar altında doğmuştur. Suriye’de hikâyeciliğin doğuşunda dergilerin önemli rolü olmuştur. Suriye’de yayımlanan ilk edebî dergi, Ahmed ez-Zeyn’in çıkardığı, XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde büyük bir misyon yüklenmiş olan, el-‘_İrfân’dır. (Göçer, 2006: 29) Genel olarak Suriye’de Arap hikâyesi, İngiliz, Alman ya da Rus etkisinden çok Fransız etkisindeydi. Alexandre Dumas (Baba ve Oğul), Gide, Mauriac, Proust, Duhamel ve özellikle de Maupassant okunuyordu ve bu Suriye yazarlarında da belliydi. Etkilerine girdikleri yazarlara ve kendi mizaçlarına göre, tarihî konuları, toplumsal eleştirel konuları, realist tasvirleri veya romantik havalı hayal ürünlerini tercih ediyorlardı. (Aytaç, 1994: 69) Suriye’de çocuk edebiyatının da 1930’lu yıllarda bazı şairler tarafından çocuk dergilerinde yayınlanan kaside ve marşlara dayandığı bilinmektedir. (Köşeli, 2011: 227)Çocuk Edebiyatı alanına önemli katkıları bulunan Nuruddîn el Hâşimî, 1945 yılında, Suriye’nin Humus kentinde doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Humus’ta tamamladı. 1971 yılında Şam Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Suriye’de ve Mısır, Kuveyt, Katar gibi bazı Arap ülkelerinde bir süre Arapça öğretmenliği yaptı. Bir yandan öğretmenlik yapıp diğer yandan edebi çalışmalarını sürdüren yazar 1995 yılında öğretmenlikten istifa ederek kendini tamamen edebi çalışmalarına adamıştır. Birçok edebi türde eser veren yazar, özellikle çocuklara duyduğu ilgiden dolayı Çocuk Edebiyatı alanında çok sayıda hikâye yazmıştır.(er-Reisiiyye Gazetesi, 2011) Aynı zamanda yedi kısa öykü koleksiyonu bulunan Hâşimî’nin yazdığı bu hikâyeler; yerel dergilerde ve gazetelerde yayınlanmıştır. 1980’li yıllarda tiyatroya yönelen yazar Kültür Merkezi Tiyatro Grubu’ na katılarak çocuk tiyatrosu yazmaya başlamıştır. İlk çocuk tiyatro eserinin adı es-ṣaydu’l-yemīn’dir. Yetişkinler için tiyatro eseri yazan yazarın yaklaşık yirmi tiyatro eseri bulunmaktadır. Tiyatro eserlerinin çoğu sadece Suriye’de değil, birçok Arap ülkesinde gösterime girerek halka sunulmuştur.( Merzûk, 2013) Y 168 Nuruddîn El-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len Adlı Öyküsü HİKÂYENİN TAHLİLİ Hikâye, insanın merak duygusunun var ettiği ve sonu kimi zaman hoşça vakit geçirmeye, kimi zaman da mutlak gerçeğe çıkan sorular yumağına, olayların estetik kurgusu ve anlatımıyla cevap bulma/verme gayretinin ürünü olan edebî türdür.(Çetişli, 2009: 21.) “Hikâye olandır; vakıanın biçimlendirdiği serüvendir. Vakıa ise sözlük anlamı itibariyle “olup geçen şey” demektir… Olay örgüsü ise anlatının özel olarak, özenle ve belirli bir amaca göre biçimlendirilmesidir… Bir romanın okuyucuya “derli toplu” bir güzellik duygusu uyandırıp uyandırmayışı, hemen tamamıyla “olay örgüsü” nün kuruluş mantığına bağlıdır. Çünkü okuyucuda güzellik duygusuyla birlikte heyecanı ve gerilimi yaratan olay örgüsüdür.” (Tekin, 2012: 76) Nuruddîn el-Hâşimî’nin İlan Edilmiş Bir İntiharın Öyküsü adlı hikâyesi 1998 yılında Suriye’de yayımlanmıştır. Hikâyede olay; giriş, gelişme ve sonuç olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında yazar, hikâyenin ana kahramanı olan Şakir adında bir memurun ruh halini, eşinin ve yakınlarının O’na karşı olan tutumlarını, gelişme kısmında, Şakir’in müdürüne ve etrafındaki bazı insanlara (bakkal, avukat ve iş arkadaşları ...) olan öfkesini, ailesine karşı davranışlarını, tanımadığı kişiler tarafından dövülmesini ele almaktadır. Sonuç kısmında ise; Şakir’in Hürriyet Caddesi’nde bulunan on numaralı dairenin yedinci katından intihara kalkıştığı an anlatılmaktadır. Nuruddîn el Hâşimî’nin bu hikâyesinde: Tüm olayların çevresinde geliştiği ve şekillendiği esas kahraman olan Şakir isminde sıradan bir memuru konu alan ast-üst ilişkisini görmekteyiz. Şakir’in işlemediği bir suçtan dolayı müdürü tarafından yargılanması, dayak ve hakaretlere maruz kalmasının ardından Hürriyet Caddesi’ne atılması sonucu intihara teşebbüsü anlatılmaktadır. Hikâyede Şakir’in hayatı anlatılırken okuyucuda üzüntülü bir hava hâkimdir. Fakat intihara kalkıştıktan sonra kahramanlar arasında geçen diyaloglar, üzüntünün yerini yer yer şaşkınlığa ve komikliğe bırakmaktadır. Olay örgüsünü farklı bir biçimde ele alan yazar, hikâyede sık sık diyaloglara yer vermesiyle hikâyeye hareketlilik kazandırarak okuyucunun dikkatini çekmeyi başarmıştır. Daha öncede değindiğimiz gibi İlan Edilmiş Bir İntiharın Öyküsü adlı hikâyenin asıl kahramanı Şakir’dir. Hikâyede olayların gelişmesinde rolü olan diğer şahıslar ise eşi, çocukları, müdürü, müdür yardımcısı, avukat, bakkal sahibi ve bazı şahsiyetlerdir. Hikâye, başladığı andan itibaren okuyucuda Şakir’e karşı acıma duygusu uyandırmaktadır. Y “Şakir, aniden odasına kapanıp, inatçı bir sanık gibi sessizliğe bürünmeye karar verdi. Karısı, çocukları, komşuları, arkadaşları yanına giderek, dışarı çıkmasını tavsiye 169 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. ettiler. Yüzüne karşı bağırıp, elbiselerini çektiler. Fakat boşuna… Bakışlarını onlara dikmiş; ancak onları görmüyordu. Onlara kulak veriyor; fakat bir şey duymuyordu”.(Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 5) Hikâye, Şakir’ in içe dönük, kapalı, karanlık ve bedbaht olmasına karşın, eşinin, çocuklarının ve komşularının, Şakir’e tavsiyede bulunmaları, içinde bulunduğu ruh halinden vazgeçirmek üzere kararlılıkları ile başlar. Aynı zamanda Şakir’in yalnızlığı inatla yaşananlar karşısında sessiz kalmaya karar vermesi, kederi kadar önemlidir. . Şakir duygularını kimseye açmaz, ailesi ise bu durumdan oldukça rahatsızdır. Şakir’in mutsuz, içine kapanık ve yalnızlık hali ile etrafındaki insanların ve ailesinin kararlı, canlı ve yaşama sevinci hali arasındaki zıtlık, okuyucuyu karmaşık bir psikoloji içerisine sokar. Yazar, normal bir devlet memuru olan Şakir’i, kendi gerçekliği içinde ele alır; fakat okuyucu bu gerçekliğe rağmen Şakir’e karşı derin ve insani bir ilgi duyar. Çünkü okuyucu Şakir’e haksızlık edildiğini düşünmektedir. “Eskimiş, pas renginde kara bir bulut ruhunu kaplıyor ve kafasındaki düşünceleri allak bullak ediyordu.” (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 5) Yazar bu cümle ile gözle görülmeyen ayrıntıları belirgin hale getirerek hikâye kahramanının hissettiği duyguyu okuyucuya aktarmaktadır. Aynı zamanda bu cümle Şakir’in içine düştüğü zor durumu kolay bir şekilde ortaya koyar niteliktedir. “O, sadece odasına kapanmadan önce geçirdiği son yedi günü hatırlıyordu. O günlerden birinci günün sabahında, sıradan bir aç insan gibi kahvaltı sofrasına oturdu. Fakat elini ekmeğe uzatır uzatmaz, karısı ve çocuklarının acımasızca, ailesine bakmakla yükümlü olan bir babanın görevlerini yerine getirmesi gerektiğini isteyen sesler yükseldi. Yemeğini yiyip yemediğinin farkında bile değildi.” (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 5) Nuruddîn el-Hâşimî’nin hikâyesinde dikkat çeken unsurlardan biri de hikâyenin yapı bakımından önemli özelliklerinden biri olan geçmiş zamanın ve şimdiki zamanın birlikte harmanlanarak kronolojik zaman kadrosunun kırılmasıdır. Okuyucuyu geçmişe götüren yazar, bir anda günümüze gelir, sonra tekrar geçmişe döner. ̎ Tıpkı çeyrek asırdır yaptığı gibi, bedenini daireye taşıdığını hatırlıyordu.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 5) Burada Şakir’ in ömrünün yarısından çoğunu büroda geçirmiş ve çalışmaktan usanmış bir memur olduğu açık bir şekilde anlatılmaktadır. ̎Müdür yardımcısı her zamanki gibi O’nu kuşkuyla karşıladı ve saatine baktı. Ardından ilk olarak, sabahın mizacını (ruh halini) değiştirmek ve işle ilgili ilk raporu sunmak için zarafetle müdüre bir fincan kahve sundu.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 5) Y 170 Nuruddîn El-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len Adlı Öyküsü Burada ast- üst ilişkisine dikkat çekilmek istenmiştir. Bir müdür yardımcısının müdürüne kahve ikram ederek gergin ruh halini düzetmeye çalışması, bu ilişkiyi daha açık bir şekilde anlatmaktadır. ̎ Şakir sessiz bir şekilde durumunu korudu sonra odasına gitti, ceketini astı. Aniden astığı ceketi hakkında alaycı yorum yapan meslektaşlarından birinin sesi duyuldu ve bir gülme fırtınası koptu ve bunu da öksürük takip etti. Ardından gülmekten gözleri yaşaran bir arkadaşı, ucuz fincanın dibine benzeyen kalın camlı gözlüğünü sildi.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 5) Arkadaşları alaycı ve taklitçi bir gözle Şakir’in ceketi hakkında yorum yaparak gülüp eğlenirler. Dairedeki kişiler arasındaki münasebetler imalı konuşmalar şeklinde ele alınmıştır. Aslında yazar, gözlük betimlemesiyle de Şakir’le alay eden arkadaşlarının gerçekte kendisinden farklı bir hayatları olduğunu anlatmaktadır. Yazar, kıyafetleriyle alay konusu olan Şakir’in hayatının ne kadar yoksul olduğunu okuyucunun gözleri önüne sermektedir. ̎ Allah bize bu gülüşün daha iyisini versin. Müracaat edenler Şakir’in masasının başına üşüştüler. O da sessiz bir şekilde dikkatlice onlara baktı, Onlar da sessizliğe büründüler. ̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 5) Nuruddîn el-Hâşimî Şakir’i içinde bulunduğu mekâna yerleştirerek tasvir etmektedir. Şakir, sessiz bir şekilde onlara dikkatlice baktı diyerek Şakir’ i mekânın içinde görülen manzarayı seyrederken gösterir. ̎ Saat tam birde Müdür yardımcısı her zamanki gibi somurtarak içeri girdi ve Şakir’e derhal, müdürle görüşmeyi emretti.̎ ̎ Hızla çarpan kalbine rağmen anlatılamayacak (tarif edilemeyecek) kadar kibar bir şekilde müdürün kapısını çaldı.”Gir” şeklinde emreden sesi duyduktan sonra girdi. Cılız bir gölge gibi içeriye süzüldü. ̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 5) Şakir, ne olduğunu anlamasa da bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındadır; ancak içine düşen korkuya sabredip beklemek zorundadır. Yazar, bize zamanı ve mekânı açık bir şekilde ifade ederek Şakir ve müdür arasında yaşananların bir devlet dairesinde geçtiğini anlatmaktadır. “Bütün cinleri tepesine çıkan müdür, öfkeyle masaya vurdu ve kükredi: Sen tehlikelisin ey Şakir. Ben mi? Sus … Müdürünün arkasından kurduğun komplo apaçık ortada. Y Ben ne yaptım? 171 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Bilmiyor musun? Kesinlikle (hayır)… Size yemin ederim. Suçluların hepsi böyle söyler… Bak ey komplocu! … … Yapman gereken yüceltme ve saygı ibarelerini bilerek unutmuşsun. Fakat bu zatı alinizin elinden geçmişti. İşte komplonun aslı da burada. Onu benim için evrakların arasına soktun. Komploda sana eşlik edenlerin kim olduğunu söyle bana…?» (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 6) Odaya girdiği zaman Şakir’in duyduğu ilk cümle O’nun korkması için yeterli olmuştur. Müdür Şakir’i bu konuşmalarıyla korkutur. O andan itibaren bir yandan müdürle konuşurken diğer yandan nerde hata yaptığını düşünmektedir. Bir devlet memuru işine bağlı ve dürüst olmalıdır. Şakir bu özelliklerin kendisinde mevcut olduğunu bildiği halde çevresindekilere karşı hoş görülü olmayan müdürünün yaptıklarına katlanmak durumundadır. Bürokrasi, kendine has kuralları olan sosyal bir çevredir. Orduda olduğu gibi burada da ma-fevk ve ma-dun vardır. Memur amirine karşı saygılı olmak zorundadır. Bürokraside de yapılan işler birbirine bağlıdır. Bir yerde yapılan hata yahut yanlış anlaşılma işi aksatabilir. Bundan dolayı konuşma ve yazışmaya dikkat etmek gerekir.( Kaplan, 2012: 117). Şakir de konuşmalarıyla kendisinin suçsuz olduğunu ifade etmeye çalışmaktadır. Ancak karşılık vermesini saygısızlık addeden amiri konuşmasına bile izin vermeyerek kendini haklı çıkarmayı başarır. Müdür: ̎Komplonun aslı burada… … . Onu benim için evrakların arasına soktun. Komploda da sana eşlik edenlerin kim olduğunu söyle bana…̎ derken Şakir ne diyeceğini bilemez bir halde: ̎Eşlik edenler…?̎ der. Hikâyede zorba müdürüne karşı gücü yetmeyen masum ve mazlum bir memurun haksızlığa ve çileye maruz kaldığı anlatılmaktadır. ̎ Saat tam biri çeyrek geçe, daireye tüm yaratılmışlardan nefret eden iki kişi geldi. O’nu istemediği halde arabaya binmeye zorladılar. O ikisi, abartılı (sahte) bir sevgiyle O’nu boş bir bodruma götürdüler. Bütün insanların ölümünü isteyen adamlar var; ancak insanların ölümünü istediklerine dair ikna edici bir sebepte yok, liderleri hariç. O’nu acımasız BİR şekilde vurdular. Ahlâklı bir çocuğun utanmasına, yüzünün kızarmasına neden olacak küfürleri karşılık vermeden savurdular. Sürpriz bir şekilde sonunda kabul etmek zorunda kaldığı bir sürü suçu O’na onaylattılar. Altı gün sonra O’nu gözleri bağlı bir şekilde arabaya bindirdiler sonra arabadan caddeye fırlattılar ve oradan ayrıldılar. Y 172 Nuruddîn El-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len Adlı Öyküsü Gözlerini açtığında gün ışığı gözüne vuruyordu. Duvarların birinde asılı olan levha alaycı bir şekilde ona Hürriyet Caddesi’nde olduğunu bildiriyordu.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 6-7) Yazar dış âlemi en ince ayrıntılarına kadar tasvir ediyor. Şakir’in yaşadığı bu üzücü olay, Hürriyet Caddesi’nde gerçekleşiyor; ancak ne zaman ve hangi şehirde gerçekleştiğine dair bir bilgi verilmiyor. Öykü baştan sona kadar Şakir’in durumunu ortaya koymaktadır. Şakir, o gün onu götüren iki kişiye karşı koyamamıştır, dövülmüştür, aşağılanmıştır. Bu, onun ruhunda derin yaralar açmıştır. Şu anki amacı ise bu yaşadıklarından dolayı aynı caddede intihar etmektir. Şakir’in Hürriyet Caddesi’ne bırakılması hikâyeye farklı bir açıdan bakılmasını sağlamıştır. Hürriyet kavramının ne anlama geldiğini bilen bu adamların Şakir’i Hürriyet Caddesi’ne bırakmaları oldukça düşündürücüdür. ̎ Belirlenen zaman sona erdiğinde, Şakir odasından çıkarken aklına kurnaz bir fikir geldi. Aile bireylerine sevgiyle selam verdi. Onlarda şüpheyle O’na baktılar. Sakalını tıraş etti. Yemek masasına oturdu, herkese gülümser bir şekilde yemeğini yedi. On yıldır giydiği bayramlık elbisesini giydi. Evin kapısına yöneldi.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 7) Yazar geçmişte yaşanan bir olaydan günümüze döner, aslında hikâyenin sanatı bir zaman sanatıdır. Hikâyede her şey bir oluş, akış, sona eriş ve yeniden başlayıştır. Yazar, hikâyede dış âlemi en ince ayrıntılarına kadar tasvir etmektedir; ancak dış gerçekten ziyade iç gerçeği, yani izlenimleri, duyguları, hayalleri, çağrışımları ön planda tutmaktadır. “Aniden arkasını dönerek mükemmel bir baba şefkatiyle şöyle dedi: Ben çıkıyorum, bir şey istiyor musunuz?” ̎ Biraz tereddüt ettiler. O gülümsemesiyle onlara cesaret verdi. Akıllarına hemen gelen ve ertelenmiş istekleri ardı ardına sıraladılar. O da tüm bu isteklerin hepsini ezberlediğini onlara ifade etti. Kapıya doğru adım attı. Tekrar özür dileyerek onlara şöyle dedi: “ Üzgünüm, isteklerinizi yerine getiremeyeceğim. Hepsi birden bağırdılar: Neden ey Şakir? Çünkü ben bugün kendimi Hürriyet Caddesi’ndeki 10 numaralı dairenin 7.katından aşağıya atacağım.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 7) Y Hikâyenin genelinde bir hüzün egemendir. Şakir’in içinde bulunduğu durum, ailesinde uyandırdığı hisler, hayaller, ümitler ve üzüntülerden ibarettir. Şakir’in intihar edeceğini söylemesinin nedeni belki de ailesinin O’nu anlamasıdır. Çünkü ailesinin isteklerini yerine getiremeyeceğinden dolayı onların O’na sorumsuz bir baba olarak bakmasındansa intihar edecek kadar hayattan bıkmış bir baba olarak hatırlamalarını yeğlemektedir. Şakir 173 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. amirleri tarafından bir suçlu kabul edilmiştir, tanımadığı kişiler tarafından dövülüp sokağa atılmış ve bu haksızlık sebebiyle psikolojisi bozulan Şakir intihar etmeyi düşünmüştür. Yazarın üzerinde durmak istediği esas konu Şakir’in intihar etme sürecidir. Çocuklarının isteklerini yerine getiremeyeceğini ve onlara bunun nedenini anlatmıştır. Aslında Nuruddîn el-Hâşimî hikâyesini bir sürprize dayandırarak okuyucunun merakını sonuna kadar devam ettirmeyi başarmıştır. Hikâyenin başarılı olmasında ve hoşa gitmesinde ana fikirden çok vak’anın ve sürprizin büyük rolü vardır. Şakir’ in “Ben bugün kendimi Hürriyet Caddesi’ndeki 10 numaralı dairenin 7.katından aşağıya atacağım.” Cümlesiyle okuyucuda Şakir’in intihar edip-etmeyeceğine dair bir merak oluşturulduktan sonra okuyucu intihar sürecine odaklanarak hikâye daha akıcı bir hâle gelmiştir. ̎ Sonra, korku dolu şimşek hızıyla kapıya doğru koştu. Merdivenleri, yüzlerce kez arzu ettiği gibi ahşap korkuluğun üzerinden kayarak indi. Eşi, ağlayarak kahvaltılıkları mutfağa götürdüğü sırada şöyle dedi: Babanızın bir psikoloğa ihtiyacı var. En büyüğü şöyle dedi: En iyisi, polise haber vermek. Büyük kızı da şöyle dedi: Nişanlımın ailesi babamın durumunu öğrenirse nişanımı bozacaklar. Ortanca da şöyle dedi: Meşgulüm, bugün benim ehliyet sınavım var. En küçüğü de şöyle dedi: ̎ Delirmeden önce bana spor ayakkabısı alması gerekirdi.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 7-8) Daha önce belirttiğimiz gibi hikâyenin kahramanı Şakir’dir, dolayısıyla olaylarda adı en fazla geçen şahıs da Şakir’dir. Hikâyede ismi geçmeyen Şakir’in eşi ve dört çocuğu vardır. En büyük oğlu bu yaşananlar karşısında daha sorumlu davranır ve polise haber verilmesi gerektiğini düşünerek endişelenirken diğer çocuklar ise kendi durumlarını gözeterek, çıkarcı davranırlar. Konuşmanın geniş bir yer tuttuğu hikâyede yazar, şahısların mizaç, karakter, zihniyet ve ruh halleriyle olan ayrıntılara şahısları konuşturarak yer vermektedir. ̎ Emanet Bakkalının sahibi, Şakir’in evden çıktıktan sonra uğradığı ilk kişiydi. Maaşını kuruşuna kadar almış bir memur edası ve gururuyla önünde durdu, sonra iştah veren olgun ve lezzetli bir kiraz ağzına attı. Satıcı çok rahatsız oldu. Fakat Şakir terbiyeli bir Y 174 Nuruddîn El-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len Adlı Öyküsü şekilde hesabını isteyince, adam şarkı söyleyerek borç defterin sayfalarını Şakir, Şakir, Şakir diye çevirmeye başladı. Sonunda aradığını buldu. Topladı, topladı. Sonra en cesur memurun kalbini bile korkutacak bir rakamı Şakir’in yüzüne söyledi. Şakir aldırış etmedi. Bilakis edeple nazik bir şekilde borç defterini görmek istedi. Bakkal da tereddüt ederek O’na verdi. Şakir borçlarla şişen defterin sayfasına iyice baktı. Daha sonra hain bir hareketle borç defterini çekip aldı, hızlıca yırttı, kahkaha atarak kâğıtları gökyüzüne doğru savurdu. Bakkal sert bir hareketle defteri çekip aldı.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 8) Hikâyeyi tek renklilikten kurtaran konuşmalar dışında ona canlılık katan bazı unsurlar da vardır. Burada önemli olan unsurlardan biri de şahıslar arası münasebetlerdir. İlan Edilmiş Bir İntiharın Öyküsü’nde Şakir çeşitli insanlarla karşılaşır. Bu karşılaşma bazen küçük bir çatışma hali alırken zaman zaman da dramatik ve komik bir hâle yerini bırakmaktadır. Orta halli yaşayan bir ailenin çektiği maddi sıkıntılar anlatılmaktadır. Nuruddîn el-Hâşimî nin bu hikâyesinde üslubunun sade olduğu ve yer yer mecazlı ifadelere yer verdiği görülmektedir. Yazar dış veya iç gerçeği süslemeden, gerçeğe uygun olarak tasvir eder; ayrıca olayları hikâyenin akışına göre vermeyi de ustalıkla başarır. - ̎ Ne yaptın? - Hesap tamamdır. - Peki, benim hakkım? - Kıyamette alacaksın. -Senin bunu yapmana asla müsaade etmeyeceğim. - En iyisi beni affedip hoş görmen. Çünkü ben bugün kendimi Hürriyet Caddesi’ndeki 10 numaralı dairenin 7.katından aşağıya atacağım.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 8) Hikâyede, maddi sorunları olan bir adam vardır. Bakkala intihar edeceğini söylemesinin nedeni; hayatının bile önem taşımadığı bir dünyada borçların hiçbir öneminin olmadığıdır. Hikâyede, Şakir’in ̎ Bugün kendimi Hürriyet Caddesi’ndeki 10 numaralı dairenin 7. Katından atacağım.̎ cümlesine sık sık yer verilmektedir. “Şakir daha sonra bir kutu tatlı kaçırdı ve sokağa fırladı. Satıcının bağırışlarına ve küfürlerine aldırış etmeden televizyonlardaki kötü kadınlar gibi tatlıyı ağzında çiğnedi.” (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 9) Y Hikâyede her karakterin farklı bir dünyasının bulunduğu ve dış âlemde gördüklerini en ince ayrıntısına kadar tasvir etmede Nuruddîn el-Hâşimî’nin oldukça başarılı olduğu görülmektedir. 175 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. “Avukat Seyful Hak, Şakir’in intihar etmeden önce görüşmeye karar verdiği ikinci kişiydi. Şakir mal, şöhret ve kadın etrafında dolaşan profesyonel bir hırsız edasıyla avukatın bürosuna girdi. Durdu, avukat Seyfulhakk’a kulak verdi. Keyifle, baştan çıkaran bayan sekreterine, fasih, güzel bir Arapça ile savunmasını açıkladığı ve müvekkilinin nasıl farkında olmadan hırsızlık, adam öldürme ve ırza geçme suçlarını işlemeye iten sebep ve durumları objektif bir şekilde belirtip yazdıran avukatın sesini dinlemeye başladı.” (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 9) Hikâyenin başından itibaren okuyucuda merak duygusunu uyandıran yazar, Şakir’in dövülmesinin, hakaretlere maruz kalmasının ve suçlanmasının nedenini açıklar. Dikkat çeken diğer noktalardan biri de, çoğu hikâyede olduğu gibi tek bir olay, tek bir şahıs ve tek duyguya yer verilmeyişidir. Hikâyede sadece Şakir değil, bakkal, manav vs… kişiler de yer almaktadır. Bunun yanı sıra farklı zaman ve mekânlarda yaşanılan olaylar da anlatılmaktadır. ̎ Seyfu’l-Hakk, Şakir’in baktığını görünce kaşları çatık bir şekilde durdu, Şakir’in rica edercesine, yalvarırcasına şüpheli selamına da karşılık vermedi. Aksine çelik kasasına yöneldi, vakti geçmiş olan ve Şakir’in ödemesi gereken vadesi artık tamamen dolmuş olan kira senetlerini kasadan çıkardı. Şakir’e doğru yöneltti, bununla tüm sabrı tükenmişti. Seyfu’l-Hakk sol elinde senetleri tuttu ve sağ eliyle Şakir’e uzattı ve açık şekilde zamanı gelen parayı istedi. Çünkü sözleşme, bunu yapanların şeriatı idi. Şakir ilk önce senetleri görmek için ısrar etti. Seyfu’l-Hakk da ilk önce para da ısrar etti. Yorucu görüşmelerden sonra güven kalmadı ve sinirler gerildi. Seyfu’l-Hakk birkaç cm’lik arayla elini senetlerin sahibi olan, Şakir’e uzattı, bu da Şakir’in mükemmel bir şekilde senetleri kaçırmasına yeterli oldu. Sonra onları paramparça etti ve senetler yere saçıldı. Sonra onları yırttı ve Seyfu’l-Hakk yırtılan senetleri toplamak için yere eğildi. Boynuzlanmış keçi gibi böğürdü.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 9) Yazar burada boynuzlanmış keçi diye bir deyim kullanmaktadır. Bu deyim; bir o tarafa bir bu tarafa koşup, ne yapacağını bilmez davranışlar sergileyen kişi anlamına gelmektedir. Gereksiz unsurlara yer verilmeyen hikâyede olaylar art arda gelişir. Yazar her şeyi ölçülü kullanmıştır ve olaylar birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Gerçeklik, sadelik, değişiklik, yoğunluk bu hikâyenin başlıca özelliklerindendir. Şakir, avukata da bugün intihar edeceğini söyler, avukat O’nu ne kadar tehdit ederse de“Cehenneme kadar” diyerek hayatından vazgeçtiğini, yaşananların çok da umurunda olmadığını dile getirir. ̎ Şakir, küstahça müdürünün kapısını vurduğu zaman saat biri gösteriyordu. Misafirlerinden birinin yanında içten bir kahkaha attığını gördü. Sonra O’na minnetle bir güzel Y 176 Nuruddîn El-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len Adlı Öyküsü sigara yaktığını gördü. (para sahibi O’na teşekkür etmeksizin) Müdür kaşlarını çatarak göz ucuyla Şakir’e baktı. Tiksinerek derhal Şakir’in dışarı atılmasını işaret etti. Şakir, müdürün terbiyesizliğinden rahatsız olmadı. Bilakis, sakince misafirlere yöneldi ve ondan bir puro aldı, iki defa içine çektikten sonra şaşkın misafirin yüzüne dumanını üfledi. Müdür bir çığlık attı yazıklar olsun dedi. Fakat Şakir O’nun yumuşak ve düz kravatını boynuna dolayınca sesi kısıldı ta ki gözleri dışarı fırladı sonra müdürü sigara sahibine doğru itti ikisi de birbirlerine sarılmış acayip bir şekilde yere kapaklandılar. Bu sana çok pahalıya patlayacak. Yok ya.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 10) Şakir’ in bakkal ve avukattan sonra uğradığı müdürü tarafından tehdit edildiği ve sonrasında müdürün Şakir’i odadan kovduğu anlatılmaktadır. Yazar her şeyi açıkça yazmayarak bazı şeyleri okuyucunun hayal dünyasına bırakmıştır. Hikâyede olayların durmadan değişmesi, kısa cümleli ifadelerin kullanılması hikâyeye akıcılık katmaktadır. İntihar etmeye karar veren Şakir’ in artık hiçbir şey umurunda değildir. Hayatta olduğu gibi hikâyede de hiçbir şey sabit değildir. Her şey geçen zamanın içinde yer alır. Geçen zaman bir bakıma “kader” demektir. Şakir’ in başından geçen bu talihsiz olaylara da kader diyebiliriz. Şakir intihar etmeye karar vermiş bir adam cesaretiyle oradan ayrılır. Saat tam 2’de Şakir Hürriyet Caddesi’nde bulunan 10 numaralı dairenin 7.katından aşağı bakıyordu. Uzun süren gidip gelen insanları düşündü sonra en yüksek sesiyle bağırır: ̎ Heyyy, heyyy, ey insanlar, beni duyuyor musunuz? Artık hayat çekilmez oldu. Artık hayatımı devam ettiremiyorum. Ben çok yoruldum, sizlerde… İntihar etmeye karar verdim… Şimdi… Ama nedenini bilmeniz gerekir değil mi? Bana kulak verin… Sizden rica ediyorum.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 11) Sessiz sedasız kendini aşağı bırakmak varken, insanlara seslenmesinin nedeni; bulunduğu durumu ve yaşadıklarını onlara anlatarak kendini haklı çıkarmaktır. Okuyucu insanlardan ve hayattan bıkmış ve yorgun düşmüş bir adamın dramına şahit olmaktadır. Şakir, bir insan için hayatta en önemli kavram olan güven duygusunu kaybetmiştir. Hayata iyi niyetli bakan, işini iyi yapan temiz bir adamın yaşadığı karşılaştığı zorbalıklar sonucunda hayata olan kırgınlığı ve öfkesi gözler önüne serilmektedir. Artık yaşamak için inancı ve isteği kalmamış bir adam vardır. Y ̎ Kimse O’na kulak asıp başını bile çevirmedi. İnsanlar yürüyor, yürüyor. Onları ölümle anlaşma yapmış yaşlı bir sihirbaz sanki iteliyor. Şakir, ikinci defa bağırdı. Fakat insan seli yavaş yavaş azaldı ta ki Hürriyet Caddesi tamamen boşaldı. Şakir hayretler içinde kaldı. Meydana gelenlerde bir parmağı olduğu vehmine kapıldı. Sonra caddenin karşısın177 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. da bugün şehir stadyumunda futbol karşılaşmasını duyuran bir ilan gördüğünde dehşete kapıldı. Elini alnına götürerek yanlış zamanda intihara kalkıştığı için kendine kızdı; fakat geri dönüş köprüsü kaldırılmıştı. O da balkon duvarına çıktı ve gözlerini yumdu, kendini atmayı düşündüğünde karşı balkondan bir ses duydu.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 11) Şakir ‘in yaşadıklarını gerçekçi bir bakış açısıyla tasvir eden yazar, kendisini gizler; fakat anlatım tarzı, duygu ve düşüncesinin her an onunla beraber olduğunu gösterir. ̎ Hey sen! 10 numaralı dairede intihar etmeye kalkışan değil misin? Evet. Bende. Neden? Çünkü ben fakirim ve… Anlatma, gerisini biliyorum. Haydi beraber intihar edelim. Biiirrr… ikiiii… Aniden yakın minarelerin birinden güçlü bir ses duyuldu. Benide bekleyin… Bende sizinle intihar etmek istiyorum.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 12) Daha sonra evlerden birinin balkonundan yaşı yirmiyi geçmeyen bir kızın sesi gelir, babası sevdiğiyle evlendirmediğinden O da onlarla intihar etmek ister. Onlar arasında da aynı konuşmalar geçer. Burada aynı mekânda intihar etmek isteyen dört kişinin olduğu anlatılmaktadır. Hikâyede sıkça en doğal anlatım yolu olan konuşmaya yer veriliyor; çünkü burada intihar etmek isteyen insanlar duygu ve dileklerini konuşmayla ortaya koyuyor. Nuruddîn el Hâşimî, diyalog yöntemini başarılı bir şekilde uyguladığını hikâyesinin en başından beri görmekteyiz, yazar diyalog parçalarını hikâyesi geneline özenle yerleştirmiştir. İntihar etmeye karan veren bu arkadaşlar: ̎ Faydası yok, onların aklı şimdi topun arkasından koşanlardadır. Müjde, oradan gelen bir adam var. Gelen adam yaklaştı arkasından uzun bir süpürge sürüklüyordu. Şakir bağırarak şöyle dedi: Sen heey… Adam bizi duyuyor musun? Y 178 Nuruddîn El-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len Adlı Öyküsü Ne istiyorsunuz? Hep birlikte intihar etmek istiyoruz; çünkü artık gücümüz kalmadı. Acele edin… Acele edin… Galip takımın konvoyu geçmeden önce caddeyi temizlemeliyim.̎ (Kıssat İntihâr Mu’len, 1998: 12) Yazar, sıkıntı dolu hikâyesini belirsiz bir şekilde bitirir. Şakir ve arkadaşlarının intihar edip etmediği hakkında herhangi bir bilgi verilmektedir. Okuyucuda merhamet duygusu uyandırmaya çalışılırken bu arada bazı sosyal meseleler üzerinde düşündürmektedir. Bizde acıma duygusu uyandıran sebep Şakir’ in hayat karşısında kimsesiz kalması ve ezilmesidir. Aslında toplum böyle insanlara kayıtsız kalmamalı, anlayışsız davranmamalıdır. Hikâyeci, Şakir’ in yaşadığı olayların herkesin başına gelebileceğini, toplumun da bu olaylar karşısında çekimser kalmamaları gerektiğini vurgulamaktadır. Bir hikâyenin gerçeğe ne derece bağlı kaldığını tahlil etmek imkânsızdır. Hikâyeden beklenen de bu değildir. Hikâyecinin okuyucuda gerçeklik izlenimi uyandırması yeterlidir. Nuruddîn el Hâşimî’nin hikâyesinde bu izlenimi görmek mümkündür. KISSAT İNTİHÂR MU’LEN ADLI ÖYKÜNÜN TERCÜMESİ Şakir, aniden odasına kapanıp, inatçı bir sanık gibi sessizliğe bürünmeye karar verdi. Karısı, çocukları, komşuları, arkadaşları yanına giderek, dışarı çıkmasını tavsiye ettiler. Yüzüne karşı bağırıp, elbiselerini çektiler. Fakat boşuna… Bakışlarını onlara dikmiş; ancak onları görmüyordu. Onlara kulak veriyor; fakat bir şey duymuyordu. Eskimiş, pas renginde kara bir bulut ruhunu kaplıyor ve kafasındaki düşünceleri allak bullak ediyordu. O, sadece odasına kapanmadan önce geçirdiği son yedi günü hatırlıyordu. O günlerden birinci günün sabahında, sıradan bir aç insan gibi kahvaltı sofrasına oturdu. Fakat elini ekmeğe uzatır uzatmaz, karısı ve çocuklarının acımasızca, ailesine bakmakla yükümlü olan bir babanın görevlerini yerine getirmesi gerektiğini isteyen sesler yükseldi. Yemeğini yiyip yemediğinin farkında bile değildi. Tıpkı çeyrek asırdır yaptığı gibi, bedenini daireye taşıdığını hatırlıyordu. Müdür yardımcısı her zamanki gibi O’nu kuşkuyla karşıladı ve saatine baktı. Ardından ilk olarak, sabahın mizacını (ruh halini) değiştirmek ve işle ilgili ilk raporu sunmak için zarafetle müdüre bir fincan kahve sundu. Şakir sessiz bir şekilde durumunu korudu sonra odasına gitti, ceketini astı. Aniden astığı ceketi hakkında alaycı yorum yapan meslektaşlarından birinin sesi duyuldu ve bir gülme fırtınası koptu ve bunu da öksürük takip etti. Ardından gülmekten gözleri yaşaran bir arkadaşı, ucuz fincanın dibine benzeyen kalın camlı gözlüğünü sildi. Sonra şöyle diyordu: Y Allah bize bu gülüşün daha iyisini versin. Müracaat edenler Şakir’in masasının başına üşüştüler. O da sessiz bir şekilde dikkatlice onlara baktı, Onlarda sessizliğe büründüler. Dalgınlığı uzadı… O’na yalvardılar ve sonunda da o’nu azarladılar o da sessizliğini korudu. Saat tam birde Müdür yardımcısı her zamanki gibi somurtarak içeri girdi ve Şakir’e 179 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. derhal, müdürle görüşmeyi emretti. Şakir sebebini sorduğunda O da yüzünü kaplayan (zafer) gülümsemeyle şöyle cevap verir: Sonunda, bu kez düştün… Hızla çarpan kalbine rağmen anlatılamayacak (tarif edilemeyecek) kadar kibar bir şekilde müdürün kapısını çaldı.”Gir” şeklinde emreden sesi duyduktan sonra girdi. Cılız bir gölge gibi içeriye süzüldü. Bakışlarını yere çivilemiş halde saygı ile durdu. Bütün cinleri tepesine çıkan müdür, öfkeyle masaya vurdu ve kükredi: Sen tehlikelisin ey Şakir. Ben (mi) Sus …Müdürünün arkasından kurduğun komplo apaçık ortada. Ben ne yaptım? Bilmiyor musun? Kesinlikle… Size yemin ederim. Suçluların hepsi böyle söyler… Bak ey komplocu! Şakir burada kafasını biraz kaldırdı ve şöyle dedi: Bu ne? Bakanlığa gönderdiğimiz (yazı). İçinde ne var? Yapman gereken yüceltme ve saygı ibarelerini bilerek unutmuşsun. Fakat, bu zatı alinizin elinden geçmişti. İşte komplonun aslı da burada. Onu benim için evrakların arasına soktun (gizledin). komploda sana eşlik edenlerin kim olduğunu söyle bana…?!! Eşlik edenler…! Saat tam biri çeyrek geçe, daireye tüm yaratılmışlardan nefret eden iki kişi geldi. O’nu istemediği halde arabaya binmeye zorladılar. O ikisi, abartılı (sahte) bir sevgiyle O’nu boş bir bodruma götürdüler. Bütün insanların ölümünü isteyen adamlar var; ancak insanların ölümünü istediklerine dair ikna edici bir sebepte yok, liderleri hariç. O’nu acımasız bir şekilde vurdular. Ahlaklı bir çocuğun utanmasına, yüzünün kızarmasına neden olacak küfürleri karşılık vermeden savurdular. Sürpriz bir şekilde sonunda kabul etmek zorunda kaldığı bir sürü suçu O’na onaylattılar. Altı gün sonra O’nu gözleri bağlı bir şekilde arabaya bindirdiler sonra arabadan caddeye fırlattılar ve oradan ayrıldılar. Gözlerini açtığın- Y 180 Nuruddîn El-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len Adlı Öyküsü da gün ışığı gözüne vuruyordu. Duvarların birinde asılı olan levha alaycı bir şekilde ona Hürriyet Caddesi’nde olduğunu bildiriyordu.(haber veriyordu) Belirlenen zaman sona erdiğinde, Şakir odasından çıkarken aklına kurnaz bir fikir geldi. Aile bireylerine sevgiyle selam verdi. Onlarda şüpheyle O’na baktılar. Sakalını tıraş etti. Yemek masasına oturdu, herkese gülümser bir şekilde yemeğini yedi. On yıldır giydiği bayramlık elbisesini giydi. Evin kapısına yöneldi. Aniden arkasını dönerek mükemmel bir baba şefkatiyle şöyle dedi ki: Ben çıkıyorum. Bir şey istiyor musunuz? Biraz tereddüt ettiler. O, gülümsemesiyle onlara cesaret verdi. Akıllarına hemen gelen ve ertelenmiş istekleri ardı ardına sıraladılar. O da tüm bu isteklerin hepsini ezberlediğini onlara ifade etti. Kapıya doğru adım attı. Tekrar özür dileyerek onlara şöyle dedi: Üzgünüm, isteklerinizi yerine getiremeyeceğim. Hepsi birden bağırdılar: Neden ey Şakir? Çünkü ben bugün kendimi Hürriyet Caddesi’ndeki 10 numaralı dairenin 7.katından aşağıya atacağım. Sonra, korku dolu şimşek hızıyla kapıya doğru koştu. Merdivenleri, yüzlerce kez arzu ettiği gibi ahşap korkuluğun üzerinden kayarak indi. Eşi, ağlayarak kahvaltılıkları mutfağa götürdüğü sırada şöyle dedi: Babanızın bir psikoloğa ihtiyacı var. En büyüğü şöyle dedi: En iyisi, polise haber vermek. Büyük kızı da şöyle dedi: Nişanlımın ailesi babamın durumunu öğrenirse nişanımı bozacaklar. Ortanca da şöyle dedi: Meşgulüm, bugün benim ehliyet sınavım var. En küçüğü DE şöyle dedi: Delirmeden önce bana spor ayakkabısı Alması gerekirdi. Y Emanet Bakkalının sahibi, Şakir’in evden çıktıktan sonra uğradığı ilk kişiydi. Maaşını kuruşuna kadar almış bir memur edası ve gururuyla önünde durdu, sonra iştah veren olgun ve lezzetli bir kiraz ağzına attı. Satıcı çok rahatsız oldu. Fakat Şakir terbiyeli bir şekilde hesabını isteyince, adam şarkı söyleyerek ve borç defterinin sayfalarını Şakir, 181 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Şakir, Şakir diyerek çevirmeye başladı. Sonunda aradığını buldu. Topladı, topladı. Sonra en cesur memurun kalbini bile korkutacak bir rakamı Şakir’in yüzüne söyledi. Şakir aldırış etmedi. Bilakis edeple nazik bir şekilde borç defterini görmek istedi. Bakkal da tereddüt ederek O’na verdi. Şakir borçlarla şişen defterin sayfasına iyice baktı. Daha sonra hain bir hareketle borç defterini çekip aldı, hızlıca yırttı, kahkaha atarak kâğıtları gökyüzüne doğru savurdu. Bakkal sert bir hareketle defteri çekip aldı ve çığlık atarak şöyle dedi: Ne yaptın? Hesap, borç tamamdır. Benim hakkım? Hesap günü (kıyamette) alacaksın. Asla hoş görüp vazgeçmeyeceğim. En iyisi beni affedip hoş görmen. Çünkü ben bugün kendimi Hürriyet Caddesi’ndeki 10 numaralı dairenin 7.katından aşağıya atacağım. Şakir daha sonra bir kutu tatlı kaçırdı ve sokağa fırladı. Satıcının bağırışlarına ve hakaretlerine(küfürlerine) aldırış etmeden televizyonlardaki kötü kadınlar gibi tatlıyı ağzında çiğnedi. Avukat Seyfu’l-Hakk, Şakir’in intihar etmeden önce görüşmeye karar verdiği ikinci kişiydi. Şakir mal, şöhret ve kadın etrafında dolaşan profesyonel bir hırsız edasıyla avukatın bürosuna girdi. Durdu, avukat Seyfu’l-Hakk’a kulak verdi. Keyifle, baştan çıkaran bayan sekreterine, fasih, güzel bir Arapça ile savunmasını açıkladığı ve müvekkilinin nasıl farkında olmadan hırsızlık, adam öldürme ve ırza geçme suçlarını işlemeye iten sebep ve durumları objektif bir şekilde belirtip yazdıran avukatın sesini dinlemeye başladı. Seyfu’l-Hakk, Şakir’in baktığını görünce sert bir şekilde (kaşları çatık)durdu, Şakir’in rica edercesine, yalvarırcasına (şüpheli) selamına da karşılık vermedi. Aksine çelik kasasına yöneldi, vakti geçmiş olan ve Şakir’in ödemesi gereken vadesi artık tamamen dolmuş olan kira senetlerini kasadan çıkardı. Şakir’e doğru yöneltti, bununla tüm sabrı tükenmişti. Seyfu’l-Hakk sol elinde senetleri tuttu ve sağ elini Şakir’e uzattı ve açık şekilde zamanı gelen parayı istedi. Çünkü sözleşme, bunu yapanların şeriatı idi. Şakir ilk önce senetleri görmek için ısrar etti. Seyfu’l-Hakk da ilk önce para da ısrar etti. Yorucu görüşmelerden sonra güven kalmadı ve sinirler gerildi. Seyfu’l-Hakk birkaç cm’lik arayla elini senetlerin sahibi olan, Şakir’e uzattı, bu da Şakir’in mükemmel bir şekilde senetleri kaçırmasına yeterli oldu. Sonra onları paramparça etti ve senetler yere saçıldı. Devamında onları yırttı ve Seyfu’l-Hakk yırtılan senetleri toplamak için yere eğildi. Boynuzlanmış keçi gibi böğürerek şöyle dedi: Y 182 Nuruddîn El-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len Adlı Öyküsü Aleyhine hemen bir dava açacağım. Yok ya! Seni hapse atacağım taki kemiklerin çürüyene kadar. Yapamayacaksın. Ha ha ha. Ben hayatımda tek bir dava bile kaybetmedim. Fakat bu davayı kaybedeceksin. İmkânsız. Ben Seyfu’l-Hakk’ım. Bende Şakir’im. Bunların hiç birini yapamayacaksın. Ben bugün kendimi Hürriyet Caddesi’ndeki 10 numaralı dairenin 7.katından aşağıya atacağım. Şakir avukatın zihnini karıştırmayı başardı, sonra küfürler savurarak üzerinde suçsuzların tutanaklarının bulunduğu daktiloya vurdu. Hakaretler karşısında bayan sekreterin yüzü şaşkınlıktan kırmızıya döndü ama çok keyiflendi. Şakir, küstahça müdürünün kapısını vurduğu zaman saat biri gösteriyordu. Misafirlerinden birinin, yanında içten bir kahkaha attığını gördü. Sonra O’na minnetle bir güzel sigara yaktığını gördü. (para sahibi O’na teşekkür etmeksizin) Müdür kaşlarını çatarak göz ucuyla Şakir’e baktı. Tiksinerek derhal Şakir’in dışarı atılmasını işaret etti. Şakir, müdürün terbiyesizliğinden rahatsız olmadı. Bilakis, sakince misafire yöneldi ve ondan bir puro aldı, iki defa içine çektikten sonra şaşkın misafirin yüzüne dumanını üfledi. Müdür bir çığlık attı yazıklar olsun dedi. Fakat Şakir O’nun yumuşak ve düz kravatını boynuna dolayınca sesi kısıldı ta ki gözleri dışarı fırlayana kadar, sonra müdürü sigara sahibine doğru itti ikisi de birbirlerine sarılmış acayip bir şekilde yere kapaklandılar. Bu sana çok pahalıya patlayacak. Yok ya. Yemin ederim ki bu küfürlerin hepsini raporuma yazacağım. Sana hiçbir faydası olmayacak; çünkü ben bugün kendimi Hürriyet Caddesi’ndeki 10 numaralı dairenin 7.katından aşağıya atacağım. Şakir, her zamanki gibi üzere müdür ve puro sahibinin şaşkınlığından yararlandı ve başı yukarda kalabalık caddelere koştu ve Hürriyet Caddesi’ne yöneldi. Fakat sadece tesadüfen yoluna bir polis çıktı, bu polis, kendini başı tıraşlı, gözleri kaymış, ayağında plastik bir ayakkabı olan birisine bağlamıştı. Şakir intihar etmeye kararlı bir adam cesaretiyle onlara karşı çıkarak şöyle dedi: Y Ey polis, bu mahlûkatı nereye götürüyorsun? 183 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Cehenneme! Peki, acaba O’nun yargılanması adilce miydi? Sana ne be züğürt. Bu mahlûk, insanlıkta benim ezelden kardeşim, sormak benim hakkımdır. Hakkın mı? Tutukluya bağlanmış polis, topal bir eşekten düşen sarhoş bir maymun görmüş gibi bir kahkaha attı. Kahkahası çok sürmedi; çünkü Şakir’in eli (yumruğu) polisin yüzüne düştü. Sonra, polisin hakaretlerine ve O’nu yakalamak için yaptığı girişimlere aldırış etmeden yoluna devam etti. Saat tam 2’de Şakir Hürriyet Caddesi’nde bulunan 10 numaralı dairenin 7.katından aşağı bakıyordu. Uzun süren, gidip gelen insanları düşündü sonra en yüksek sesiyle bağırarak şöyle dedi: Heyyy, heyyy, ey insanlar, beni duyuyor musunuz? Artık hayat çekilmez oldu. Artık hayatımı devam ettiremiyorum. Ben çok yoruldum, sizlerde… İntihar etmeye karar verdim… Şimdi… Ama nedenini bilmeniz gerekir değil mi? Bana kulak verin… Sizden rica ediyorum. Kimse O’na kulak asıp başını bile çevirmedi. İnsanlar yürüyor, yürüyor. Onları ölümle anlaşma yapmış yaşlı bir sihirbaz sanki iteliyordu. Şakir, ikinci defa bağırdı. Fakat insan seli yavaş yavaş azaldı öyle ki Hürriyet Caddesi tamamen boşaldı. Şakir dehşete kapıldı. (hayretler içinde kaldı) meydana gelenlerde bir parmağı olduğu vehmine kapıldı. Sonra caddenin karşısında bugün şehir stadyumunda futbol karşılaşmasını duyuran bir ilan gördüğünde dehşete kapıldı. Elini alnına götürerek yanlış zamanda intihara kalkıştığı için kendine kızdı; fakat geri dönüş köprüsü kaldırılmıştı. O da bir balkonun duvarına çıktı ve gözlerini yumdu, kendini atmayı düşündüğünde karşı balkondan bir ses duydu: Hey sen! 10 numaralı dairede intihar etmeye kalkışan değil misin? Evet. Bende. Neden? Çünkü ben fakirim ve… Anlatma, gerisini biliyorum. Haydi beraber intihar edelim. Biiirrr… ikiiii… Y 184 Nuruddîn El-Hâşimî’nin Kıssat İntihâr Mu’len Adlı Öyküsü Aniden yakın minarelerin birinden güçlü bir ses duyuldu (yükseldi). Benide bekleyin… Bende sizinle intihar etmek istiyorum. Neden? Çünkü iki yıldır işsizim ve… Yeter… Gerisini biliyoruz. Haydi, Hürriyet Caddesi’nden beraber atlayalım. Durun, atlamayın… Benide bekleyin… Lütfennn. Bu çağrı, evlerin birinin balkonunda duran ve yirmisini geçmeyen güzel bir kızın sesiydi. Sende bizim gibi intihar mı etmek istiyorsun? Acaba intihar sadece erkeklerin tek elinde mi? Neden ölmek istiyorsun? Çünkü bir genci seviyorum ve babam… Yüzyıllardır aynı hikâye, Dermanı olmayan bir hastalık anlamına mı geliyor? Haydi hep beraber intihar edelim… Biiiirrrr… İkiiiiii… -Bir dakka… İntiharımız tüm şehri sarsmalı… -Faydası yok, onların aklı şimdi topun arkasından koşanlardadır. Müjdeee! Oradan gelen bir adam var. Gelen adam yaklaştı ve arkasından uzun bir süpürge sürüklüyordu. Şakir bağırarak şöyle dedi: Sen heey… Adam bizi duyuyor musun? Ne istiyorsunuz? Hep birlikte intihar etmek istiyoruz; çünkü artık gücümüz kalmadı. Y Acele edin… Acele edin… Galip takımın konvoyu geçmeden önce caddeyi temizlemeliyim. 185 Yaşlak, S. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. KAYNAKÇA Abdûlhakîm Merzûk, Hîvaru Mae’l Ediybul Nuruddîn el-Hâşimî Ahbiruniy en Mesrehe’l Tıflu la Zubaini leh, http://ouruba.alwehda.gov.sy/_View_news2.asp?FileName=30917884220110905144719 kaynağı (Erişim Tarihi: 15.02.2013) Aytaç, B. (1994). Modern Arap Edebiyatı Tarihi 20.yy, Jacob M. Landau, Ankara; Gündoğan Yayınları. Çetişli, İ. (2009) Metin Tahlillerine Giriş-2, (2. Baskı) Akçağ Yayınları, Ankara 2009. Göçer, Murat, Ğassan Kenefani ve Öykücülüğü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya. el-Hâşimî, N. (1988) Kıssat İntihâr Mu’len, Arap Yazarlar Birliği Yayınları, Suriye 1988. İnan, R. (2008) Mîne’nin Romanlarında Vatan ve Deniz Teması, (Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi), Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Van. Kaplan, M. 2012) Hikâye Tahlilleri, (17. Baskı) Dergâh Yayınları, İstanbul 2012. Kula, M. (2011) Modern Suriye Hikâyesi. Doğu Araştırmaları Dergisi, Sayı(7). 1-15. Köşeli, Y. (2011) Arap Çocuk Edebiyatı, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum. Nuruddîn el-Hâşimî, er-Reisiiyye Gazetesi, 19.05.2011, Erişim Tarihi, 05.02.2013 http://esyria.sy/ecal/content/%D9%86%D9%88%D8%B1-%D8%A7%D9%84%D8%AF%D9%8A%D9%86-%D8%A7%D9%84%D9%87%D8%A7%D8%B4%D9%85%D9%8A Tekin, M. (2012) Roman Sanatı, Ötüken Neşriyat Yayınları, İstanbul 2012. Y 186 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 MOLLA MEHMET DEMİRTAŞ VE MELAYÊ CIZÎRÎ’DE NAAT MULLAH MEHMET DEMİRTAŞ AND NAAT IN MELAYÊ CIZÎRÎ Hatip ERDOĞMUŞ * Özet Bu çalışmada Kürt edebiyatının önemli isimlerinden biri olan mutasavvıf Melayê Cizîrî ile Zaza edebiyatının ilk divanını yazan Molla Mehmet Demirtaş’ta naatlar konusu karşılaştırılmaya çalışılmıştır. Peygamberimize duyulan sevgiyi dile getiren şiirler olan naatlar, hemen hemen bütün mutasavvıfların divanlarında yer alır. Şairler, peygamberimize karşı hissettiklerini, açık ve etkileyici şekilde dile getirmişlerdir. Bazıları, bu sevgiyi dile getirmeyi kendileri için bir vefa borcu saymıştır. Bunu söz sanatlarıyla da süsleyerek içlerindeki coşumu yansıtmaya çalışmışlardır. Melayê Cizîrî ile Molla Mehmet Demirtaş’ın peygamberle ilgili birçok dizesi mevcuttur. Melayê Cizîrî, etkili bir üslupla dizelerini kâğıda dökmüşken, Molla Mehmet daha mütevazı ve samimi bir üslupla dizelerini aktarmıştır. Melayê Cizîrî’nin aldığı güçlü eğitim; Arapça, Farsça ve Kürtçeyi çok iyi bilmesi kendini dizelerde belli etmektedir. O, Kürtçe yazılmış şiirlerin Farsça yazılmış şiirlerden daha güzel olduğunu söyleyerek Kürtçe üzerindeki olumsuz bir algıyı kırmayı başarmıştır. Melayê Cizîrî’den dört asır sonra yaşayan Molla Mehmet, nitelikli bir edebi eğitim almasa da medreselerde dini eğitimi iyi bir şekilde almış ve bunun verdiği şevkle dizelerini aktarmaya çalışmıştır. Anahtar Kelimeler: Peygamber, naat, övgü, Melayê Cizîrî, Molla Mehmet Demirtaş. Abstract In this study, the naats of Melayê Cizîrî, who is an important Sufi from the Kurdish Literature, and Mullah Mehmet Demirtaş, the first poet who wrote the first Divan (Collected Poems) in the Literature of the Zaza Kurds are compared. Naats are the poems that express the love for the Prophet Muhammad (PBUH), and almost all Sufis include them in their Divans. The poets have expressed their love for the Prophet in clear, effective and enchanting poems. Some of them have considered it as a duty of loyalty for themselves. They smartened their feelings with rhetoric arts and reflected their enthusiasm in their poems. Melayê Cizîrî and Mullah Mehmet Demirtaş have many poems about the Prophet. While Melayê Cizîrî wrote his poems with an impressive style, Mullah Mehmet wrote his poems in a modest and intimate style. The fact that Melayê Cizîrî had a strong education and knew Arabic, Okt., Muş Alparslan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü, mail: h.erdogmus@ alparslan.edu.tr. Y * 187 Erdoğmuş, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Persian and Kurdish well is obvious in his poems. He suggested that Kurdish poems were more beautiful than those written in Persian thus breaking the negative perception about the Kurdish language. Mullah Mehmet lived four ages after Melayê Cizîrî, and although he did not receive a qualified education, he received a proper religious education in Madrasahs and reflected his feelings with enthusiasm. Key Words: The Prophet, naat, praise, Melayê Cizîrî, Mullah Mehmet Demirtaş. Giriş Naat, İslam edebiyatında Hz. Peygamberi övmek, ona yalvarıp ondan şefaat dilemek amacıyla yazılan şiirlerdir. Hz. Peygamberin risâleti mucizeleri, hicret olayı, din yolunda çektiği eziyetlerdir. Naat, her ne kadar kaside nazım şekline uygun düşse de gazel, rubai, murabba, müstezat, terkib-i bend, musammat ve tuyuğ nazım şekillerini deneyerek naat yazan şairler de vardır. Hemen hemen her tasavvuf şairi naat türünde en az bir şiir yazmıştır. Melayê Cizîrî, 1565-1568 yılları arsında Dicle Nehri’nin kenarında ve Cudi Dağı’nın yakınlarında bulunan Cizre’de doğmuştur. Asıl adı, Ahmed b. Mela Muhammed el-Boti el-Cezeri’dir. Meşhur lakabı olan ‘’Melayê Cizîrî’’ ile tanınmıştır. Cizre’nin hatırı sayılır bir ailesindendir. Mela, tüm dini ilimleri yaşadığı dönemin medrese usulüne göre tahsil etmiştir. Kürtçenin yanında Arapça, Farsça ve Türkçeyi de çok iyi bilip kullanmıştır. İlmini Hakkâri, Diyarbakır ve İmadiye gibi şehirlerin önemli medreselerinde tamamlamıştır. Birçok yerde imamlık ve müderrislik yapmıştır. 1568? Yılında vefat etmiştir. Molla Mehmet Demirtaş, 1936 yılında Diyarbakır’ın Hani ilçesinin Kuyular beldesinde doğmuştur. Diyarbakır çevresindeki çeşitli medreselerde tefsir, kelam, fıkıh, hadis, siyer gibi dersler aldı. 1960’tan 2007 yılına kadar doğduğu yerde imamlık yaptı. Molla’nın yazdığı Divan üç yüz yedi sayfadan oluşmaktadır. Divanında çok sayıda kaside bulunmaktadır. Divan’ında sosyal, kültürel, tarihi konuların yanında güncel meselelere de değinilmiştir. Divan’ın büyük bir bölümünü (244 sayfa) 1975 ile 1977 yılları arasında yazmıştır. Divan, Zazaca yazılmış ilk kapsamlı telif eser özelliğini taşımaktadır. Bu yönüyle Divan Zazaca için çok önemli bir yere sahiptir. Molla Mehmet, Melayê Cizîrî’den dört yüz yıl sonra yaşamıştır. Melayê Cizîrî kadar ilim tahsil etmeyip onun kadar süslü, bol sanatlı bir dil kullanmamıştır. Ancak öğrenebildiklerini, içindeki samimi coşumla yoğurarak o güne kadar yazı dilinde pek kullanılmayan Zazacayla aktarmıştır. Şimdi de her iki şairin peygamberimiz için yazdıkları dizelere göz atalım: Ger xeberdar i ji sirra “kuntun kenzen” guh bider Da bi sed tewri beyan kit menaye lewlake ruh (Melayê Cizîrî) Ben gizli bir hazine idim…’’şeklindeki kudsi hadisten haberin varsa dinle Y 188 Molla Mehmet Demirtaş ve Melayê Cızîrî’de Naat Ruh, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım’’ hadisinin manasını yüz şekil ve usul ile açıklasın sana. “Molla Mehmed ise şöyle der: Xalikî waştu kî dunya xalk biku Nurî xura nur girotu pe biku Va bî Ahmed Muhammed hem emîn Ma ti de qey ‘’Rehmeten lîlalemîn” (tarih: s.no) “Allah dünyayı yaratmak istedi Kendi nurundan yapmak istedi Dedi: Ahmed Muhammed hem de emin ol Seni “Alemlere rahmet olasın diye yarattık.” Ey Allah yolunun yolcusu “Ben gizli bir hazine idim, tanınmak istedim ve beni tanısınlar diye varlıkları yarattım.’’ şeklindeki kudsi hadisin işaret ettiği sırrı ve hikmeti biliyorsan, yani Allah’ın bu kainatı yaratmasındaki hikmetin Allah’ı tanımak olduğundan haberdar isen; ruhu can kulağı ile dinle ki sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.’’ Kudsi hadisine atıfta bulunmuşlar her iki şair. Tüm varlıkların yaratılması, varlık sahnesinde bulunması tek başına Allah’ı tanımakta yeterli değildir. Çünkü Allah’ı tanımak için bir mürşide, yol göstericiye, ihtiyaç vardır. Allah’ı tanıtma görevini üstlenen bir peygamberin gönderilmesi zorunluluğu söz konusudur. Böylece Allah’ı tanımak için varlıkların yaratılması ile Hz. Peygamberin yaratılıp elçi olması arasında bir irtibat meydana gelir. Çünkü ikincisi birincisini tamamlar mahiyettedir. Molla Mehmed, kasidesinde şu dizeleri sürekli tekrarlar: Bi qurban bi qurban resulî nebî Bi qurban ya Muhammed nebî Bi qurban bu ez qey resulî Rebbî Bi qurban bi turî Muhammed nebî Kurban olam kurban olam Resulu Nebi Kurban olam ya Muhammed nebi Kurban olam ben Rabbin resulu için Kurban olam senin için Muhammed nebi Y Bu dizelerle Molla Mehmet, peygambere olan aşkını kendini onun için kurban adamakla aktarmaya çalışır. Burda “Muhammed, resul ,nebi” adlarının üçünü de kullanarak bunu aktarmış. 189 Erdoğmuş, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Melaye Cezirî de ismin önemini şöyle aktarır: İsmê te ye mektûbî di dîwanê qidem da Her fek qelemê ‘ilme bi teqwîmê reqem da Ya resulallah Allah’ın ezeli divanında ilk yazılan senin ismindir. Allah’ın ilim kalemi, Ahsen-i takvimde bir şekilde bir harf yazdı o da senin adındır. Mela, bu beyitte “Hakikat-ı Muhammediye’’ye işaret etmektedir. İlahi hakikat bir gizlilik içindeydi, bir şekilde kendini göstermek istedi, bu da ‘’Hakikatı Muhammediye’’ şeklinde tezahür etti. Bu görüş mutasavvıfların hakim görüşüdür. Molla Mehmed Peygamberin nurdan yaratıldığını söyler: Hîkmetî Allah ra nur bi dihetî Hetu yo ra erdu asmîn vetî Hetu bî nurî Muhammed hem emîn Allah’ın hikmetinden nur ikiye bölündü Bir parçadan yeri ve göğü yarattı Diğerinden de Muhammed(SAV) emini yarattı Molla Mehmed’e göre, Allah önce nuru yarattı, sonra bunu ikiye ayırdı. İlkinden yeri ve göğü yarattı, bundan sonra da diğeriyle de peygamberi yaratmıştır. Aslında birincinin yaradılış sebebi olarak ikinciyi yani Muhammed(SAV)’i yaratmıştır. Onun yaratılışıyla kainat şaşkınlık içerisine girdi. Melayê Cizîrî de nuru şöyle anlatır: Nure ji nura Ehmedi sirra sifaten sermedi Dayineya zate xwe di keşfa kemalate xwe da Ew bu qelem ew bu eqil lew pe hedise da neqil Deryaye ilm ew bu şuxil tefsile ilme cumle da Ahmedi nurdan kaynaklanan nuru ve sermedi sıfatların sırrını Zatının aynasında gördü onun için kemalatını keşfetti O nur kalem oldu akıl oldu bu konuda hadisler varit oldu Bu nur ve sermedi sıfatlarla ilim denizi doldu bir anda ilmi tafsil etti Allah, nur olarak yarattığı Hz. Muhammed’den sonra o nuru kalem ve akıl yaptı. Peygamberin nuru kalem ve akla dönüştü. Molla Mehmed, peygamberin dini yaymasını şöyle dillendirir: Îslumey vila bî e’rdu zemînî Y 190 Molla Mehmet Demirtaş ve Melayê Cızîrî’de Naat Kafirî mûşrîkî kerdî kemînî Yeryüzünde İslamiyet yayıldı Kafir ve müşrikleri azalttı Bu dizeler, peygamberimizin İslamiyet’i yaymaya başlaması ve günümüzde gelinen noktayı anlatırken peygamberimizin nasıl düşmanlarını yendiğini ve davasını üstün kıldığını izah etmektedir. Melayê Cizîrî de bununla ilgili şöyle der: Mîm metle’ê şemsa ehed ayine sifet kir Lami’ji ‘Ereb berqê li fexxarê‘Ecem da Mim (Hz. Muhammed)birlik güneşinin doğuş yeridir ayna gibi Arabistan’da parladı şimşekler misali Arap olmayan ülkelerin topraklarını aydınlattı Arap olmayandan kastedilen Müslüman olmayan toprakların Müslümanlaşmasıdır. Hz. Muhammed’in risaleti, şeffaf ve parlak bir ayna gibi Allah’ın vahdeniyet güneşinin doğuş yerini ayna gibi parlattı. Bu Muhammedi nur Arap topraklarından çıkıp şimşek misali parlayıp Arap olmayan ülkeleri aydınlattı. Molla Mehmed, peygamberimizin doğumundan ölümüne kadar olan süreyi birkaç dizeyle mevlit şeklinde aktarmaya çalışmıştır. Molla, sözlerine başlarken ilk dizede beytin yazılış amacını belirtir: Y Ina beyte ma qey aşqî Muhammed(SAV) Bu beytimiz Muhammed(SAV)’in aşkı içindir Onun doğuşuyla gelişen süreci şöyle aktarır: Ponseyu hewtayu yewi mîladî (Miladi 571(Peygamberimizin doğumu)) Hîra di Cebraîlu wexyî deresî (Hira’da Cebrail Vahyi götürdü) Bî teblîxî Îsra mîracî nebî (Nebinin Miracı İsra’da tebliğ oldu) Kewtî rar Mekki ra bî Kudsu şerif (Mekkeden Kudüsü-ü Şerife doğru yola çıktı) Bu dizelerde Molla, peygamberin Mekke’den Mescidi Aksa’ya gidişine telmihte bulunmuştur. Mîladî şeş se yu desî ser îb (Miladi 610 yılıydı) Şeş sey u vîstî hîri serî debi (623 yılı doldu, o yıla gelindi) 191 Erdoğmuş, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Hîcret ke resulî nebî (Resulu nebi hicret etti) Mîladî şeş sey u hîrisu diyu (Miladi 632’de) Muhammed Mustafa(SAV) dünya ra şîyu (Muhammed Mustafa(SAV) dünyadan gitti) Molla Mehmed kronolojik sıraya bağlı kalmaya çalışarak süreci aktarmaya çalışmıştır. Önemli tarihlere atıfta bulunmuştur: doğumu, vahyin gelişi, peygamber oluşu, Miraç (İsra)olayı, Mekke’den Medine’ye hicret edişi ve vefat edişi. Bu şiirin kimi yerlerinde de şair bu söylenenlere müteakiben gelişen durumlara da izahat getirmiştir. Melayê Cizîrî Kadir Gecesine atıfta bulunur: Erwahê muqeddes şebê qedran te dixwazin Nûra te ye misbah di qindîlê Herem da Mukaddes ruhlar Kadir Gecelerinde hep seni arzular Ya resulallah!Haremin kandilindeki çıra senin nurundur Beyitte Melayê Cizîrî şunu arzulamakta: “Ya Resulallah, peygamberlerin ve meleklerin mukaddes ve temiz ruhları huzurunda müşerref olmak için Kadir Gecelerinde tecelli etmeni arzu ederler. Mekke-i Mükerreme’de, Haremi Şerifte asılı olan kandillerdeki çıralar, ışıklarını senin o yüce nurundan alırlar. Onun için insanlar o nura pervaneler gibi her taraftan sevinç ve coşkuyla koşarak gelirler, diyerek Hac ziyaretindeki o manzaradan yola çıkarak tavaf anını temsili olarak aktarmıştır. Molla Mehmed Hac farizasını yerine getirişini de şöyle aktarır: Ez şîyu Medîne Mescîd-î Nebî Zîyaret mi kerdu resulî Rebbî Ez şiya Hecc u umrî Heremi Mekki Bi îxramu nîyet u tawafî bikî Ben gittim Medine’ye Mescidi Nebi’ye Resulü nebiyi ziyaret ettim Ben Mekke-i Haremeye hacca ve umreye gittim İhramla niyet ve tavaf etmek için Molla Mehmed birçok yerde de peygamberimizden şefaat, yardım dilemektedir: Şefaatî Muhammed daxîlu îmon Y 192 Molla Mehmet Demirtaş ve Melayê Cızîrî’de Naat Meded ya Muhammed ya resulî Rebbî Meded meded meded ya Muhammed dexîl Muhammed’e(SAV)şefaat etmek imana dahildir Medet ya Muhammed ya Rab’ın Resulü Medet medet medet dahildir ya Muhammed(SAV) Toplumumuzda çok sık yapılan dualardan biri de peygamberimizin bizim için şefaatçı olmasını dilemektir. Molla Mehmet de bu duayı haykırırcasına yapmakta ve bunu, imanın bir gereği olarak yapılması gerektiğini söylemektedir. Melayê Cizîrî peygamberimizin bir hadisini hatırlatır: Ya Reb ji çi rû leb bi senaya te kuşayem Subhaneke len uhsiye fî şe’nike hemda Ya Rab nasıl ve ne şekilde senin medh-u senan ile dudaklarımı açayım Sen tüm eksiklerden münezzehsin, ben hakkındaki medh-u senaları sayamam Bu beyti, şu hadisi esas alarak yazmıştır: “Allah’ım! Seni her türlü eksikliklerden tenzih ederim, senin kendini medh-u sena ettiğin gibi ben sana medh-u senada bulunamam.” Allah’ı hangi şekil ve yolla methederse etsin, bunu yerine getiremeyeceğini, eksik bir şeylerin mutlaka kalabileceğini vurgulamakta Melayê Cizîrî. Molla Mehmet Demirtaş peygamberimiz için Türkçe bir şiir de yazmıştır: Getirdiler hülleyi giy Muhammed dediler Giyemem Cebrail ümmetim giymeyince Getirdiler kevseri iç Muhammed dediler İçemem Cebrail ümmetim içmeyince Getirdiler sıratı geç Muhammed dediler Geçemem Cebrail ümmetim geçmeyince Getirdiler cenneti gir Muhammed dediler Giremem Cebrail ümmetim girmeyince Molla Mehmet’in, şiirlerinde sürekli peygamberimizden şefaat ve yardım dilediğini daha önce belirtmiştim. Bu dizelerde de peygamberimizin ümmetine olan sevgisinin onun ümmeti olmadan hiçbir şeyi kabul edemeyeceğini göstermektedir. Molla Mehmet de bu sevgiye sığınarak ondan yardım dilemektedir. Bunu bir yerde de şöyle belirtir: Y Se derya guney ma behru bi bınu De kewtu nî asnaw u kelekî mınu Nî gazîw mededu hewarî mınu Muhammed umîdu şafi’i mınu 193 Erdoğmuş, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Ri e’rd u asmunî guney mı debî Meded ya Muhammed ya resulî rebbî Deryalar gibi günahlarımız denizin dibine girdi İçine girdi ne yüzmem ne de salım var İmdat çağrılarıma gazime cevap yok Muhammed(as) ümidim ve şifamsın Gök ve yer günahlarımla doldu Medet ya Muhammed(as) ya Rab’ın Resulü Bu dizelerde Molla, dünyadaki durumunu denizde mahsur kalmış birine benzeterek anlatmaya çalışmaktadır. İmdat çağrılarına hiçbir cevap alamamaktan yakınmaktadır. Günahkarının çokluğundan yakınan Molla, her şeye rağmen bir umut taşımaktadır. Onu bu denizin tehlikelerinden kurtaracak olan kişi sadece Muhammed(as)’dir. Sonuç Peygamberimize karşı olan sevgiyi, muhabbeti ve bağlılığı göstermek adına, birçok mutasavvıf şairin divanlarında konuyla ilgili mutlaka ya bir naat ya da birkaç dize görmek mümkündür. Klasik Kürt edebiyatının en önemli şairlerinden biri olan Melayê Cizîrî’nin divanında peygamberimizle ilgili yazılmış naattın yanında, şairin farklı gazel ve kasidelerinde konuyla ilgili beyitler görmek mümkündür. Molla Mehmet de divanında peygamberimize atfen çok sayıda müstakil şiir ve dizelere yer vermiştir. Onun, özellikle peygamberden sürekli şefaat dileyen tarzda yazılmış birçok dizesi mevcuttur. Her iki şairin divanlarında Peygamberimize karşı engin bir sevginin olduğunu görmek mümkündür. Melayê Cizîrî, bu sevgi ve bağlılığı aktarırken adeta dile olan hakimiyetini gösterircesine daha kapalı ve sanatlı bir üslubu yeğlemiştir. İlahi aşk ile doruğa ulaşan Mela duygularını, hayal dünyasını, beyitlerin içine serpiştirerek büyüleyici bir dille bunlara adeta bir ruh vermiştir. Molla Mehmet Demirtaş’ta bu sevgi daha yalın bir şekilde ve tüm açıklığıyla kendini göstermektedir. Mehmet Demirtaş, yaşadığı toplumda halkın dara düşerken peygamberden şefaat dilemesini her fırsatta belirtir. Bunu halk diliyle ve içtenliğiyle yansıtır. Yaşadığı coğrafyadaki halkın, peygamberimiz için hissettiklerine tercüman olmuştur. Molla Mehmet, peygamberimiz için yazılmış mevlitlerden etkilenmiş olmalı ki onun şiirlerinde yer yer mevlit çağrışımını uyandıran kronolojiyi ve üslubu görmekteyiz. Ayrıca Molla Mehmet Demirtaş’ın, yazılı kaynağı çok sınırlı olan ve sözlü geleneğinin de kaybolma tehlikesi altında olan Zaza diliyle şiirlerini yazması, onu daha da önemli hale getirmiştir. Y 194 Molla Mehmet Demirtaş ve Melayê Cızîrî’de Naat Kaynakça Araz, R. (2005).Şiir İncelemesi. Ankara:Alp Yayınevi. Demirtaş, M. Divan. (elyazması, tarihsiz). Grûba Xebate ya Vateyî. (2005). Ferhengê Kirmanckî-Tirkî, İstanbul: Vate Yayınları. Kayıntu.A. (2012). Molla Mehmet Demirtaş’ın Zazaca Divanı. Bingöl: 2.Uluslararası Zaza Dili ve Tarihi Sempozyumu. Kocakaplan, İ. (2005). Açıklamalı Edebi sanatlar. İstanbul: TEV Yayınları. Pala, İ. (1996). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü. Ankara: Ötüken Yayınlar. Temo, S. (2007). Kürt Şiiri Antolojisi I-II. İstanbul: Agora Kitaplığı. Tunç, O. (2007). Molla Ahmedi Ceziri Divanı Türkçesi. İstanbul: Kent Yayınları Turan, A. (2010). Melaye Ceziri Divanı ve Şerhi. İstanbul: Nubihar Yayınları. Turgut, H. (2010).Türkçe –Zazaca Sözlük, İstanbul: Do Yayınları. Y Türk Dil Kurumu. (1998). Türkçe Sözlük. Ankara: TDK Yayınları. 195 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 AMİRAN KURTKAN BİLGİSEVEN’İN TASAVVUF ANLAYIŞI AMİRAN KURTKAN BİLGİSEVEN AND HER UNDERSTANDING OF TASAWWUF Tuba DEMİRÇİN EFE* Özet Bir sosyolog olarak Amiran Kurtkan Bilgiseven tasavvuf üzerine de çalışmalar yapmıştır. Tasavvuf tarihinin önemli simalarını incelemiş, düşüncelerini harmanlayıp yoğurmuş, kendine özgü bir üslûp ile yeni bir takım anlayışlar geliştirmiştir. Kurtkan tasavvufu sosyolojik olarak ele aldığı gibi, bu ilim dalının kendi kaideleri çerçevesinde de değerlendirerek tasavvufun bazı alanlarında yeni bir anlayış ortaya koymuştur. Kurtkan’ın tasavvuf anlayışının esasını tasavvuf düşüncesinin temel konularından biri olan vahdet-i vücûd telakkisi teşkil eder. Vahdet-i vücûda ilimlerin özü olan ilm-i ledün ile ulaşılabileceğini belirten Kurtkan, ilm-i ledünü genel geçer bir özelliği olan, Kur’an’ın iç hakikati olarak belirtir ve bu ilmi ancak insan-ı kâmilin tam manasıyla anlayabileceğini belirtir. Melâmî yola müntesip olan ve Melamiliğin kendisine verdiği tasavvufî anlayışı da düşüncelerine yansıtan Kurtkan, kendi çalışma alanı olan gerek sosyal, gerekse de iktisadi alanlar ile tasavvufî birlikteliği savunmuş, bu tasavvufî birlikteliği tevhid eksenli gerçekleştirmiştir. Kurtkan kendi çalışma alanlarından tasavvufu soyutlamadığı gibi diğer tüm ilimlerin de tasavvuf bağlantısının olduğunu belirtmiş ve tüm ilimlerde tevhid eksenli düşünceler üretilmesi gerektiğini savunmuştur. Anahtar sözcük: Tasavvuf, İlm-i ledün, Vahdet-i vücûd, Tevhid, Melâmilik Abstract As a sociologist Amiran Kurtkan Bilgiseven also had some studies on Islamic Sufism. She studied the important characters of Islamic Sufism history, absorbed their thoughts,developed some new understandings by an individual point of view. Kurgan dealt with the Islamic Sufism sociologically and also she presented a new understanding by reviewing this field of science. Unity of existence (vahdet-i vücut) which is the one of the subjects of the main issues of the Islamic Sufism constituted the basic of Kurtkan’s Islamic Sufism. Kurtkan indicated that Unity of existence can be reached by the innate science(ilm-i ledün) which is the esDİB Kur’an Kursu Öğreticisi, Muş. Y * 197 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. sence of the sciences and she described innate science as inner truth of Koran which has a universal consent, and she claimed that only perfect man (Muhammad or the person who has reached the perfection) can understand this completely. As a follower of Melami order Kurtkan who reflected the understanding of Islamic Sufism of Melamilik for her thoughts upheld the togetherness of both social and economical fields as her own fields of study and Islamic Sufism .Kurtkan hasn’t isolate the Islamic Sufism from her fields of study, as well as the fact that she claimed that all the other sciences has a Sufism relations and she indicated that the ideas with the center of Sufism should be produced. Key words: Islamic Sufism, Unity of Existence Center of Sufism, Tawhid İnnate Science, Melâmilik Giriş Esas çalışma alanının yanında tasavvuf alanına da katkılar sağlayan birçok önemli düşünür vardır. Bu özelliğe sahip önemli bir düşünür de Amiran Kurtkan Bilgiseven’dir.1 Tasavvuf anlayışını, tasavvufu gerçek mahiyetinden uzaklaştırmadan, kendine özgü bir anlayış ile geliştirmiştir. Tasavvufu vahdet-i vücûd nazariyesi doğrultusunda bireye ve topluma etkileri açısından ele alan Kurtkan’ı önemli kılan bir özellik, önemli mutasavvıfların fikir ve düşünce dünyalarından ayrılmadan tasavvufa yaklaşımıdır. Bu manada tasavvuf alanına önemli katkılar sağlamıştır. Kurtkan, tasavvuf ilmini düşüncesinin merkezine koymuş, dolayısıyla tasavvufsuz bir ilim ya da düşünce onun için söz konusu olmamıştır. Tasavvufa olan bakış açısını kendi çalışmalarının sonucu olarak elde ettiğini düşünebiliriz. Çünkü kendisi ile ilgili olarak bir hocadan ya da medreseden din eğitimi ile ilgili herhangi bir eğitim aldığını bilmiyoruz. Kurtkan’ın sadece kendi çabasıyla Kur’an’ı, birçok dini eseri ve tasavvuf kaynaklarını araştırıp incelemesi, onun düşünme gayreti hususunda ne kadar etkin olduğunu gösteren bir gerçektir. Bu manada Amiran Kurtkan Bilgiseven için “düşünce insanı” ünvanını kullanabiliriz. Kurtkan, İslam inancının kaynağı olan Kur’an’ın insana düşünmeyi bildirdiği gerçeği üzerinde önemle durmuş, kuru kuruya inancı, dogmatizmi asla kabullenmemiş, her zaman için insanın asıl hüviyetini ortaya koyan unsurlardan olan düşünme mekanizmasını kullanmayı gerekli görmüş ve kendisi bunun güzel bir örneği olmuştur. Tüm yaşamını ilme adayan Amiran Kurtkan Bilgiseven esas çalışma alanı olan sosyoloji ve sosyolojinin çeşitli dallarında birçok makale ve kitaba imza atmıştır. Sosyoloji ile ilgili çalışmalarında zaman zaman tasavvuf, laiklik, din ve ahlâk içeren temalara yer 1 Daha önce hazırlanmış makale ve tezlerde Amiran Kurtkan Bilgiseven’in hayatı ve eselerine yer verildiği için tekrara düşmek istemedik. Bkz: Kasım Karaman, Amiran Kurtkan Bilgiseven Bibliyografyası, Sosyoloji Dergisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Kasım 2006, S.11, Mesut İnan, Türkiye’de Din Sosyolojisi(Amiran Kurtkan Bilgiseven Örneği), Rağbet Yayınları, İstanbul 2010, Ramazan Alıççı, Türk Sosyolojisi’nde Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Yeri ve İzahlı Bibliyografyası Yüksek Lisans Tezi, İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Malatya 1996, Melek Kahraman, Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Cemiyet Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya 2006 Y 198 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı vermiş, bu konuları ele aldığı çeşitli çalışmalar kaleme almıştır.2 Ancak Kurtkan tasavvufu esas çalışma alanı yoğunluğunda ele almıştır. A. Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı Kurtkan’ın tasavvuf anlayışı, manevi hayatın tam manasıyla kemale ulaştırılması için gerekli tüm gayretlerin sarfedilmesi üzerine gelişmiştir. Kişideki bu kemalatın topluma da yansıtılmasıyla toplumsal düzenin yerleşmesine katkıda bulunma şeklindedir. Kavramlarda tekliği değil, bütünlüğü esas alan Kurtkan, fark-cem, hakikat-şeriat, tenzih-teşbih gibi kavramları kendi içinde ve ayrıca birbiriyle bağlantılı olarak sunması bütüncü bir tasavvuf anlayışının olduğunu gösterir. Bu bütüncü tasavvuf anlayışının tevhid olduğunu belirtir, yani Kurtkan vahdet-i vücûd ağırlıklı bir tasavvuf anlayışına sahiptir.3 İslâm tasavvufunda kulun tasavvufî hayatı mücâhede ve mükaşefe olarak ikiye ayrılmıştır. Riyâzet, ibadet ve zühd amelleri tasavvufun mücâhede yönünü oluştururken, inkişaf eden esrar, işaret, ilham da tasavvufî yönün müşahede kısmını oluşturur. Ortaçağın Hristiyan mistikleri birinci kısma temizlenme, ikinci kısma ise aydınlanma hayatı adını vermişlerdir. İslam mutasavvıfları ise birincisini zühd, ikincisini de tasavvuf diye isimlendirmişlerdir. Gerçekte tasavvufî hayat zamanla sınırlandırılmayacak, parçalanmaz, bölünmez bir bütündür.4 Vahdet-i vücûd nazariyesine ağırlık vermesi hasebiyle tam manasıyla olmasa da Kurtkan’ın tasavvufa bakış açısının ikinci kısımda belirtilenlere daha çok uyduğunu görüyoruz. 1. Tasavvufî Düşüncesini Şekillendiren Kaynaklar İslam ilimlerinin temel kaynakları her zaman için Kur’an ve Sünnet’tir. Daha sonra âlimlerin eserleri ya da görüşleri gelir. Tasavvuf da İslamî bir ilim olması hasebiyle kaynağını Kur’an ve Sünnet’ten almıştır. Amiran Kurtkan Bilgiseven’in tasavvuf düşüncesini Kur’an, Sünnet ve bu temel kaynakları kendisine ilke edinen mutasavvıfların görüşleri şekillendirmiştir. Kurtkan’ın tasavvuf düşüncesine şekil verdiğinden ilk olarak Kur’an’a bakış açısını açıklamakta fayda görüyoruz. Tasavvuf ile doğrudan ya da dolaylı alakalı hususlarda Kur’an merkezli düşünceler üreten Kurtkan’ın bütüncül bir yaklaşımla Kur’an üzerinde yoğun bir şekilde tefekkür ettiğini söyleyebiliriz. Özellikle Kur’an ayetlerinin insanı düşünmeye davet ettiğini dikkate alarak bu yoğunlaşmanın gerekli olduğunu belirtmiştir. Ayetlerde tezat gibi duran 2 Kasım Karaman, Amiran Kurtkan Bilgiseven Bibliyografyası, Sosyoloji Dergisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Kasım 2006, S.11, s., 47,48 3 Çalışmamızın “Tevhid Anlayışı” başlıklı kısmında Kurtkan’ın Vahdet-i Vücûd anlayışına yer verilmiştir. Bkz. s. 12-16 Y 4 Ebu’l-Ala Afifi, Tasavvuf İslam’da Manevi Hayat, çev. Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, 4. Baskı, İz Yayıncılık, İstanbul 2009, s., 33 199 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. ifadelerin aslında birbirinin tamamlayıcısı olduğunu, ayetlerdeki tekrarların hikmetli olduğunu belirtmesi Kuran’ı oldukça metotlu ve geniş kapsamlı bir şekilde incelediğini göstermiştir. Kurtkan ister iyi niyetle, ister kötü niyetle olsun Kur’an üzerinde düşünülürken yapılan yanlış yorumların dahi, İslam hakikatinin ortaya çıkması için insanları düşündürmeye sevkettiğini belirtir. Bu nedenle insanlar arasında Kur’an üzerinde düşünme alışkanlığının yaygınlaştırılması gerektiğini savunur.5 Mutasavvıf kimliğini eserlerinde ve yaşantısında bariz bir şekilde gösteren Kurtkan’ın Kur’an’a yaklaşımının da tasavvufî bir bakış açısıyla olduğunu görüyoruz. Kur’an’ı anlamada daha çok batınî anlama önem vermesi bunu gösterir.6 Kurtkan’ın tasavvuf anlayışına etki eden ikinci bir kaynak da Sünnet’tir. Hz Peygamber’in getirdiği mesajın Kur’an olduğunu belirten Kurtkan, doğal olarak Kur’an ve Sünnet’in birbiriyle paralellik arzettiğini ifade etmek istemiştir. Hz Peygamber’in getirdiği mesajın bütün İslam gençliğini ilim yapmaya ve İslam’ın şanını yüceltmeye yönelik bir çağrı olduğunu belirtir İlimlere yönelik her isbatın, âlimin peygamberi methetmiş olduğunu gösterir. Hz Peygamber’in getirdiği mesajın insanları en iyi sosyalleşebilme seviyesine yükseltebilecek bir sosyal ilim gerçeği olduğunu belirtir. Dolayısıyla gerek tabiî, gerekse sosyal ilimlere mensup olanları o yüce peygamberden daha iyi aydınlatabilecek hiçbir mürşit yoktur. Çünkü onun mürşitliği bütün ilimler tarafından doğrulanan bir mürşitliktir. Ve insanın yaratılış hikmetinin de, böyle bir irşadın ışığında, ilimde ve ahlâkta zirveye ulaştıran bir tekâmül yolunda ilerlemek olduğunu belirtir.7 İslam’a göre Hz Muhammed’in bütün âlemlere rahmet olduğunu ifade eder. Çünkü o vahdet-i vücûdu tedris eden bir kitabın indirildiği peygamberdir. Peygamberimizin tedris ettiği tevhid akidesi yani Kur’an, kâinatın bütünlüğünü ve insanın (insan-ı kâmilin) vücudun külli beyni olmaya layık bulunduğunu telkin etmektedir.8 Kurtkan tasavvuf kaynaklarında zikredilen ihsan kavramını açıklayan hadis örneğini sunmuştur.9 Hadis-i şerif şöyledir: “İnsan sûretinde Hz Peygamber’e görünen Cebrail (a.s) Hz Peygamber’e İslam’ın ne olduğunu sordu. Hz Peygamber de: “İslâm, Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, ramazan orucunu (eksiksiz) tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyaret (hac) etmendir.” buyurdu. 5 Amiran Kurtkan Bilgiseven, Kur’an’dan Beş Hikmet, Filiz Kitabevi, İstanbul 2001, s., 148 6 Çalışmamızın İlm-i Ledün Anlayışı” başlıklı bölümünde konu ile ilgili örnekler sunulmuştur. 7 Amiran Kurtkan Bilgiseven, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, Filiz Kitabevi, İstanbul 1989, s., 87 Kurtkan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, s., 87 8 Amiran Kurtkan Bilgiseven, Din Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1985, s., 364-366 9 Kurtkan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, s., 17 Y 200 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı “Doğru söyledin.” diyerek Peygamber’i tasdik eden Cebrail (a.s) bu defa iman nedir diye sordu: “İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir.” buyurdu. “Doğru söyledin.” diye tasdik eden Cebrail (a.s) ihsan nedir diye sorunca Rasulullah: “İhsan, Allah’a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da o seni mutlaka görüyor.” buyurdu.”10 Kurtkan Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmenin tevhidle gerçekleştiğini belirtir. Bu inanç seviyesine yükselen insan, örneğin zekât ibadetini ifa ederken, bu birlik şuuruna erer ve verenin de alanın da Hak olduğunu idrak eder. Bu idrake ulaşan insan, diğer ibadetlerini de Allah’ı görürcesine yapma seviyesine ulaşır.11 Kurtkan’ın tasavvufî fikirlerinin şekillenmesinde etkin yere sahip olan bir diğer kaynak, mutasavvıf şahsiyetler olmuştur. Kurtkan başta Niyâzî-i Mısrî olmak üzere Mevlânâ ve Yûnus Emre’den (ö.726/1321), de fazlasıyla etkilenmiştir. İbn’ül-Arabi (ö.638/1239), Muhasibi (ö243/867), Eşrefoğlu Rûmi (ö.889/1484), Hacı Bektâş-ı Veli (ö.669/1271), Şeyh Galip (ö.1213/1799), Gazali (ö.5(ö.726/1321), 05/1111), Gaybi (ö.1074/1663), ve Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1193/1780) gibi önemli mutasavvıf zatların eserlerinden alıntılar yaparak kendi yorumlarını desteklemiş ya da bu zatların düşüncelerinden destekle yeni yorumlar geliştirmiştir.12 2. Amiran Kurtkan Bilgiseven’i Etkileyen Mutasavvıflar Amiran Kurtkan Bilgiseven’in tasavvuf düşüncesinin şekillenmesinde mutasavvıfların çok büyük bir etkisi olmuştur. Kurtkan İslam mutsavvıflarını kendine rehber olarak görmüş ve bu rehberden doğru bir şekilde istifade edememişse hatanın kendisine ait olduğunu belirtmiştir. Nitekim bir eserinde, eseriyle ilgili açıklama yaparken, İslam mutasavvıfları ile ilgili olarak şunları ifade etmiştir: “Türk-İslam muvahhitlerinin fikirlerini bir rehber gibi kullanmama rağmen, eğer onları gerektiği gibi kullanmamışsam, bütün kusur benimdir. Fakat okuyucu bu kitapta herhangi bir kıymet bulabilirse, onun tamamı Türk-İslam kültürünün tasavvufla ilgili fikir semalarında parlayan büyük yıldızlara aittir. Hiçbir kültürde emsali bulunmayan o parlak yıldızların işaret ettikleri yoldan yürümeye gayret sarf ettiğim için memnun ve müsterih oluşum ise bu kitap: varmakla elde ettiğim en büyük kazançtır.”13 Kurtkan sadece değindiği bu eserinde değil, diğer birçok eserinde 10 İmam Nevevi, Riyâzü’s-Sâlihin, Tercüme ve Şerh: M. Yaşar Kandemir, İsmail lütfü Çakan, Raşit Küçük, Erkam Yayınları İstanbul 2004, C.1, s., 296, 297. 11 Kurtkan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, s., 17 12 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s. 6. Kurtkan eşi Sadık Bilgiseven ile gece yarılarını bulan tasavvufî sohbetlerde, müzakerelerde bulunmuş, bu anlamda eşinin tasavvufî konularda kendisine çokça katkısının olduğunu belirtmiştir. Bkz. A.yer. Y 13 Amiran Kurtkan Bilgiseven, Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve laiklik, Kutsun Yayınevi, İstanbul 1977, s., 16 201 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. de İslam mutasavvıflarından sadece tasavvuf alanında değil, sosyoloji, iktisat, psikoloji gibi birçok alanda da yararlanmıştır. Amiran Kurtkan Bilgiseven’in tasavvufî kimliğinin şekillenmesinde etkin olan en önemli mutasavvıf Niyâzî-i Mısrî’dir. Kurtkan’nın tasavvuf alanına dair kaleme aldığı hemen her düşünce ve anlayışta Niyâzî-i Mısrî’nin etkisini görmek mümkündür. Öyle ki Niyâzî-i Mısrî’yi Amiran Kurtkan Bilgiseven’in manevi rehberi olarak da nitelendirebiliriz. Mısrî’nin insanın olgunlaşması için iki şeye önem verdiğini belirtir. Bunlardan biri Allah’a duyulan aşk, ikincisi onun sırlarına karşı hissedilen öğrenme arzusundan kaynaklanan ilimdir.14 Tasavvuf ilminin önemli konuları olan vahdet-i vücûd, fark-cem, marifetullah, halvet, ilim, aşk vb. konularda mutasavvıfların etkisinde kalan Kurtkan’ın tasavvuf düşüncesinde en önemli etkiyi oluşturan vahdet-i vücûd konusundaki düşüncesinin şekillenmesinde Mısrî’nin önemli bir yeri vardır. Nitekim Mısrî’nin şu sözleri bu hususta kendisine etki eden sözlerden birirdir: Vücûdun Hak vücûdudur. Hakkın sana cûd’udur. 15 Kurtkan bu mısraları açıklarken Hak vücûdundan başka hiçbir varlığın olmadığını, var olarak görünen varlıkların da Hak vücûdunun tecellilerinden ibaret olduğunu ifade eder. Var olan sadece insana ait olan niyetlerdir. Bizlere ait hiçbir şey yoktur. Kendi vücûdumuzun bile sahibi değiliz. Nitekim bedenimizin bir organı olan mideye komut verip onun işleyişinde bile etkili değiliz. Yine hamile bir kadının çocuğunu takdir edilen zaman dışında doğurması mümkün değilken, ölüm için takdir edilen zamanı bile insan ya da ölümcül hiçbir varlık belirleyemezken, insan nasıl da kendi vücûdunun sahibi olduğunu iddia edebilir. Dolayısıyla Mısrî’nin de belirttiği gibi vücûtlarımız Rabbimizin bize ikramı, cömertliğidir.16 Amiran Kurtkan Bilgiseven, manevi rehberi olarak nitelendirdiğimiz Niyâzî-i Mısrî’den sonra en çok Mevlâna’nın etkisinde kalmıştır. Kültürümüzün mümtaz ismi olarak gördüğü Mevlâna’nın bazı düşünceleri sebebiyle, cehalet ve korku özelliklerini aşamamış insanlarca yerildiğini ifade eder. Bu kimselerin Mevlâna’nın Kur’an’ın iç anlamına, İslam’ın hakikatine nüfuz ettiğinden habersiz olduklarını ifade ederek, dinin özünden bî-haber olanların Mevlâna’dan öğrenecekleri çok şeyin olduğunu belirtir. Ve Mevlâna’nın, nasıl asırlar öncesinde etrafının karanlıklarını aydınlatmışsa, günümüz de aynı 14 Amiran Kurtkan Bilgiseven, Büyük Türk İslam Düşünürü Niyâazî-i Mısrî’den Esintiler, Beka Yayınları, İstanbul 1998, s., 1 15 Niyâzî-i Mısrî, Divan-ı İlahiyat ve Açıklaması, C.3, s., 349 16 Kurtgan, Kur’an’dan Beş Hikmet, s., 2,3 Y 202 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı şekilde etkisini sürdürmekte olduğunu belirtir.17 Allah’ın birliği ve her şeyin O’ndan olduğu fakat O olmadığı ile ilgili olarak Kurtgan Mevlâna’nın şu düşüncelerine yer vermiştir: “O’nun yanında iken “ben” sığmaz. Sen: “ben” diyorsun; O da “ben” diyor. Ya sen öl ya O ölsün ki, bu ikilik kalmasın. Fakat O’nun ölmesi imkânsızdır. Bu ne hariçte ne de zihinde mümkün olur. Çünkü O ölmeyen bir diridir (Hay). O, o kadar lütufkârdır ki, imkân olmuş olsaydı senin için ölürdü. Fakat mademki, O’nun ölümü imkânsızdır, o halde bu ikiliğin yok olması ve O’nun sana tecelli etmesi için sen öl.”18 Kurtkan Bilgiseven’in tasavvuf alanında en çok etkilendiği bir üçüncü isim de Yûnus Emre’dir. Düşüncelerini onun şiirleriyle geliştirmiş ve desteklemiştir. Yûnus Emre’nin yaşadığı çağın sosyal çalkantıların yoğun olduğu bir dönem olmasına rağmen kendi psikolojisinde halk ile Hak kavramlarını birleştirerek cem idrakine vardığını, diğer taraftan da cüz’i irade sahibi olan insanların yaptıklarından sorumlu oldukları bilincine sahip olacak kadar fark idraki içerisinde olduğunu belirtmiştir. Yani Yûnus Emre tevhid hakikatinin temsilcilerindendir.19 Kurtkan bütün insanlık âleminin Hak vücûdu olduğuna dair Yûnus’un şu dizelerinden yararlanmıştır: Ben ay’ımı yerde gördüm ne isterim gökyüzünde Benim yüzüm yerde gerek bana rahmet yerden yağar.20 3. Tasavvuf Meşrebi Bağlanılan yol ya da tâbi olunan düşünce kişinin iç dünyasının şekillenmesinde etken unsurdur. Amiran Kurtkan Bilgiseven de Melamiliğin etkisini tasavvufî anlayışına yansıtmıştır. Kitap ve çalışmalarında Melâmilik düşünce ve metotlarını destekleyici ifadeler kullanan Kurtkan, vahdet-i vücûd, varlık, hakikat gibi konularda bu akımın kendisine olan etkilerini ortaya koymuştur.21 17 Amiran Kurtkan Bilgiseven, “Mevlâna”, Din Araştırmaları Dergisi, M.Ü İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, S.10, s., 10, 24 18 Kurtgan, Kur’an’dan Beş Hikmet, s.40, Mevlâna, Fihi Ma Fih, s., 68 19 Amiran Kurtkan Bilgiseven, Yunus’ta “Benlik” ve “Birlik” Anlayışı , Türk Edebiyatı Dergisi, 25.11.1989, s., 25 20 Kurtgan, Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, s., 88, Yunus Emre, Divan ve Risaletü’n-Nushiyye, Haz. Mustafa Tatcı, H Yayınları, İstanbul 2011, s., 136 Kurtgan’ın Melamilik ile ilgili düşüncelerine yer vermeden önce tasavvuf kaynaklarında Melâmilik ile ilgili verilmiş bilgilere değinmeyi yerinde buluyoruz. Kelime manası kınamak, kötülemek, ayıplamak anlamında olan melâmet, tasavvuf kaynaklarında bir makam ve tasavvuf anlayışı anlamında kullanılmıştır. III. (IX.) yüzyılda Horasan’da ortaya çıkan özellikle de Nişabur’da yaygınlık kazanan ve etkisini günümüzde de sürdüren bu tasavvuf anlayışını benimseyenlere ehl-i melâmet, melâmi, melâmeti; bu akıma da Melâmetiyye, Melâmiyye denilmiştir. Nihat Azamat, “Melamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2004, C.29, s., 24 Melâmilik bir tarikat olarak değil, birçok tarikata düşüncede şekil vermiş bir anlayış, bir meşreptir. Melâmilik kınamak anlamında olan levm kökünden türemiştir. Bun manaya göre melâmilikte üç unsur dikkay çeker. Y 21 203 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Kurtkan tarikat adını verdiğimiz yolların insanı sadece şekil ve kalıp nüanslarıyla elde edilen gayeden, bunlarla birlikte asıl gaye olan muşahhastan mücerrete ulaştırma hedefini vermesini gerektiğini belirtir. Zamanla şekil ve kalıp çizgileri aşamayan tarikatlerin oluştuğunu, farklı tarikatlerin farklı üsluplarla tevhide ulaşma gayesine hizmet ettiklerini belirtir. Tarikatlerde kullanılan metot ne olursa olsun önemli olan kişiyi asıl öz olan tevhide götürebilmesidir. Osmanlı’nın son dönemlerinde sosyal yapının bozulmasına paralel olarak tarikatlerde bozulma olmasına rağmen, kendilerini bir yolun yolcusu değil de, hakikat erinin temsilcisi konumunda bulan Melâmilerin bu bozulmanın dışında kaldığını belirtmiştir.22 Kurtkan Sabri Ülgener’in Melâmilik ile ilgili düşüncelerine yer vermiş ve Ülgener’in, Melamiliğin tek bir tarikat olmaktan ziyade başka tarikatlere öncülük etmiş zevk ve meşrep olduğunu, Melamiliğin bütün tarikatların ya da yolların asıl hedefi olduğunu, halk içinde iken, Hak ile beraber olmayı gerektirdiğini ifade ettiğini belirtmiştir. Melâmiler herkes gibi işinde gücündedir, fakat melaminin gönlü sadece Allah iledir. Yine Ülgener’in daha ileri bir kıyaslama yaptığını belirterek “Melami’nin tanrı anlamında (Allah anlamında) kullanıldığını ve tanrının varlığında benliğini yok etmeyi gaye edinmeyi muhafaza ile birlikte o hiçliğinin yanında irade ve hareketin varlığını da yok saymamak gerektiğini” ifade etmiştir. Kendi başına bir hiç olan fakat emanet aldığı tanrı gücü ve kudretinin taşıyıcısı ve aleti olarak var oluşun tam ve eksiksiz bilincine sahip olduğunu” ifade eder. Ülgener Melamiliği, Hz Ali’nin yoluna aykırı düşen Aleviliğin ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin yoluna aykırı düşen Bektaşiliğin zıddı olarak görmüştür.23 Niyazî-i Mısri’nin Melâmilik anlayışından fazlasıyla etkilenen Kurtkan, Niyazî-i Mısrî’nin hakikat meydanını, herkesin ulaşamayacağı bir şehir olarak tasvir ettiğini, bu 1. Kınanmaktan korkmamak 2. Hayri gizleyip şerri açığa çıkarmak 3. Nefsi yermek Melâmetin terim manası kökü olan levm kelimesinin geçtiği iki ayete dayandırılır. “Ey mü’minler sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah yakında öyle bir topluluk getirecek ki O onları sever, onlar da O’nu severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat ederler, kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın bir lutfudur, onu dilediğine verir. Allah’ın lutfu geniştir. O her şeyi en iyi bilendir. Maide, 5/54 bu ayette mü’minler arasından çıkan bir grubun özellikleri anlatılmış ve “Onlar kınayanın kınamasından korkmazlar” ifadesi melâmet teriminin içerdiği anlamı vurguladığı şeklinde yorumlanmış, ayrıca “Allah onları, onlar da Allah’ı severler.” İfadesinin melâmet ve muhabbet terimleri arasında bir bağlantı olduğu yönünde düşünülmüştür. Ayette geçen cihad kelimesi, Cenab-ı Hakk’ın kendisini kınayan nefsi yemin ederek övdüğü diğer bir ayetle (Kıyame, 75/2) birlikte düşünülüp nefisle cihad manasında ele alındığında, melâmet ve melâmeti terimlerinin genel manasının Allah tarafından sevilmek, Allah’ı sevmek O’nun yolunda nefisle mücahade etmek ve bu mücahede sırasında kendisini kınayanların kınamasından korkmamak şeklinde anlaşıldığı görülür. Nihat Azamat, a.g.m., s., 24 Melâmiliğe göre çeşitli kıyafet, merasim, âdet, anane ve zikir meclisleri ile Allah’a kavuşmak mümkün değildir. Allah’a ulaşma Hakk’a bağlanmak, halka hizmet etmek, halk içndeyken bile Hakk ile birlikte olabilmek, tevazu ve aşk ile gerçekleşir. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, Dergah Yayınları, İstanbul 2003, s., 200 22 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 81, 82 23 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 83, 84 Y 204 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı meydanda olanların yol ve mezhep ihtilaflarının olmayacağını belirterek, onun hakikat meydanı olarak nitelendirdiği Melâmi düşünceyle ilgili beyitlerinden şu ifadeleri almıştır: Bir şehre erişti yolum dört yanı düz meydan kamu Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamu Bu dediğim cennet değil, anlara ol minnet değil Bunun sefası zevkine ehl-i cihan hayran kamu Şehr-i hakikattır adı Hak sırrını bunda kodu Ol sırra vakıf eyledi Hak mihman kamu Yoktur onlardan ihtilâf günden ayân Hakk bî-hilâf, Her işleri Hakk’a muzâf ruh eylemiş Yezdân kamû Hak mezhebi mezhepleri, derya-yı zât meşrepler Hâsıl kamu matlebleri kadri içredir her an kamu24 Niyazî-i Mısrî halveti tarikatı mensubudur. Fakat Halvetiliğin yanında kendisi için melâmidir de diyebiliyoruz. Günümüz Melâmilerinin de takib ettiği Niyazi Mısri, Melamilerce üzerinde önemle durulan tasavvuf düşüncesi ana unsurlarından vahdet-i vücûd, varlık ve hakikat gibi konularda derin izler bırakmıştır. Gösterişten uzak ve kendini gizleme özellikleri de Mısrî’nin Melâmilerce takib edilmesinin sebepleridir.25 B. Tasavvuf Kavramına Bakışı Kurtkan’a göre tasavvuf; beşer üstü bir kaynak ve Hz Muhammed’den itibaren devam eden bir terbiye ve öğretme faaliyetidir.26 Yine tasavvufu; “İnsan sevgisi yolu ile Allah sevgisinin tadılacağını, tabiatı ve cemiyeti tanımakla Allah’ı tanıyacağını, Kur’an’daki vahdet akidesinden yararlanarak izah eden düşünce akımıdır.”27 diye tarif etmiştir. Kurtkan tasavvuf terbiyesini de; Kur’an hakikatinin en güzel şekilde yorumlanmasıyla kişiyi ve toplumu Hak varlığında birleştiren ve toplum için gelişme imkânlarını yaratan büyük bir sosyal kuvvet olarak açıklamıştır.28 Vahdet-i vücûd anlayışını yoğun işlemesi hasebiyle diyebiliriz ki Kurtkan için tasavvuf, kişinin madden ve manen tevhide ulaşma gayretidir. 24 Tam ve Mükemmel Niyâzî-i Mısrî Divanı, Sağlam Kitabevi, İstanbul 1976 s., 200-202, Kurtkan, Din sosyolojisi, s., 82, 83 25 Mustafa Aşkar, Mehmet Niyâzî-i Mısrî el Malati, Hayatı Eserleri ve Tasavvuf anlayışı, Doktora Tezi, Ankara 1997, s., 285 26 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s. 241 27 Amiran Kurtkan Bilgiseven, Türk Milletinin Manevi Değerleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1977, s., 28 Y 28 Kurtkan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, s., 126 205 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Kurtkan bazı insanlarca tasavvufun mistisizm olarak algılandığını ve bu algının da büyük bir hata olduğunu belirterek, tasavvuf ile mistisizm mukayesesi yapmıştır. Bu mukayesesini şöyle sıralayabiliriz: Mistisizm de sadece vecd hali söz konusu iken tasavvufta bunun yanı sıra ilim talebi söz konusudur. Tasavvuf mistisizmi kapsar, fakat mistisizmin böyle bir kapsama durumu yoktur. Tasavvuf beşer üstü bir kaynaktan oluştuğu halde mistisizmde böyle bir durum söz konusu değildir. Tasavvuf kişisel gayreti gerektirdiği halde, mistisizmde bu durum yoktur. Tasavvufta çeşitli terbiye usul ve metotları mevcut iken mistisizmde bu çeşitlilik yoktur. Tasavvufta kişinin rûhi yücelmesi söz konusu iken, mistisizmde böyle bir rûhi yücelmeden bahsedilemez. Tasavvufta ızdırabın bir anlam ve önemi yok iken, mistisizmde ızdırap önemli bir yer tutar.29 Tasavvufta ızdırap olabilir ancak ızdıraba zaman zaman başvurulabilir, oysaki mistisizmde ızdırap esastır.30 Amiran Kurtkan Bilgiseven’de Tasavvufî Kavramlar Amiran Kurtkan Bilgiseven, tasavvufî kavramları tevhid eksenli olarak ele almıştır. Bu kavramları ele alışı bir tasavvuf eserinde gördüğümüz alışılmış sistematiğin dışındadır. Kavramlara verdiği mana tasavvuf düşüncesindeki manalardan çok da farklılık arzetmemekle birlikte tasavvufî kavramları tevhid bakış açısıyla ele almış olması onun bu konudaki farklılığını ortaya koymaktadır.Kurtkan tasavvuf kültüründe ele alınmayan bazı kavramları da, tasavvufî anlamlar yükleyerek açıklamıştır. Kurtkan, eserlerinde birçok tasavvuf kavramına yer vermiştir. Tahakkuk ve tahalluk kavramları olarak kategorize ettiğimiz bu kavramlardan bazıları şunlardır: 1. Cem ve Fark Tasavvuf kaynaklarında cem her şeyin Allah’tan bilinmesi manasına gelip, Hakk’ı var bilip halkı yok bilmektir.31 Fark ise, halka Hak’sız işaret etmektir. Fark kula nispet edilen ibadet vb haller iken, cem Hakk’a nispet edilen lütuf vb hallerdir. Cem, Hakk’ı halksız bir 29 Kurtkan, Din sosyolojisi, s., 238-247 30 Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, Dergah Yayınları, İstanbul 2003, s., 15 31 Yılmaz, a.g.e., s., 228,229 Y 206 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı şekilde seyretme, yalnızca Hakk’ı seyretme anlamındadır.32 Cem ve fark kavramlarının aslı ayetlere dayanır. Nitekim: “Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti.”33 ayetinin bu bölümü cemi ifade ederken, ayetin devamı olan “Melekler ve ilim sahipleri de şahittirler” bölümü de farkı ifade eder. Başka bir ayetin “Amenna billah: Allah’a iman ettik”34 bölümü cemi ifade ederken “Bize indirilen şeylere de iman ettik.” ifadesi Hak dışındaki şeyleri de ifade ettiği için farkı vermiştir. Kulun Hakk’ı müşahade ederek elde ettiği beraberlik duygusu cemi verirken, kulun Hak dışındaki şeyleri müşahade etmesi de farktır. Cem Allah’ı tanımak, fark onun emirlerini bilmektir. Cem tevhidin, fark kulluğun ifadesidir.35 Fark ve cem kavramlarını en mükemmel şekilde işleyenlerin Türk-İslam mutasavvıfları olduğunu belirten Kurtkan, bu kavramların birbirine zıt gibi görünmelerinin yanında aslında birbirini tamamlayan iki kavram olduğunu belirtir. Varlıkların çokluğunu, çeşitliliğini, ayrılığını ifade eden bir kavram olarak farkı, fark âlemindeki bu çokluk, çeşitlilik, ayrılığa rağmen varlığın tekliğini ifade eden bir kavram olarak da cem kavramlarını açıklamıştır.36 Yine cem kavramını tüm ilim ve bilim gerçeğinin unsurları ve bütünlüğü arasındaki birliği ifade eden bir kavram olarak açıklarken, fark kavramını da bütünlüğü oluşturan unsurlar olarak açıklamıştır. Kurtkan sosyal bir yapı olan aileden devlet cemiyetine ve uluslararası alana kadar unsurlarla bütün arasında bir bağ olduğunu ve bu bağın insanın ve kâinatın varlığını koruduğunu belirtir.37 Fark ve cem kavramlarını birlikte ele alanların, sadece İslam ya da tasavvuf alanlarında değil; psikoloji, sosyoloji, hukuk hatta milletler arası alanlarda da bu kavramların birlikte ele alınması gerektiğini belirten Kurtkan, bu kavramları sosyolojideki fert ve cemiyet kavramlarıyla ilişkilendirmiştir. Nasıl ki bu kavramlar birlikte düşünülmeden tek başına gerçek anlamı vermiyorsa, fark ve cem kavramları da aynı o şekildedir. Kurtkan cem ve fark kavramlarını açıklarken sosyoloji, psikoloji, biyoloji alanlarından somut örnekler vermiştir. Bu örneklerden biri olarak biyolojik yapımızı teşkil eden organlarımızın iş birliği içerisinde olması ve canlılığın bütün organizmaya şamil olma özelliği gösterilebilir. Her organizma bir vahdet âlemidir. Kurtkan cem kavramını iki vechede açıklamıştır. Birincisi tabiî cem, diğeri de dinamik cemdir. Tabiî cem doğrudan birlik ifade eden kavramdır ki, bu tek kökten ortaya çıkan çokluk âleminin, aslında tek bir varlığın yayılmasından ileri geldiği için tekliği ifade 32 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001, s., 132 33 Âl-i İmran, 3/18 34 Bakara, 2/136 35 Şihâbüddîn Sühreverdi, Avârifü’l- Meârif, Tercüme ve Tahric: Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları, 8. Baskı, İstanbul 2011, s., 678,679. 36 Kurtkan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslâmi Kavramlar, s., 135 Y 37 Kurtkan, İmtihan, s., 149 207 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. eden bir vechedir. Dinamik cem’i örneklerle açıklayan Kurtkan, vücut denilen organik âlemdeki unsurlar arasında birlik ya da düzen bozulup yeniden ahengin sağlanması söz konusu değilse, bu unsurlarla birlikte vücudun tümünün varlık âleminden silinip gideceğini anlatır.38 Kurtkan, fark ve cem kavramlarının birlikte ele alınmasının tevhidi verdiğini belirtir. Bunun tabiî bir kanun olduğunu ve bu kanuna riayet eden toplumların şirk ehli olsalar bile yıkılmayacaklarını ifade eder. Bunun için “Rabbin halkları salih ve ıslah edici kimseler iken memleketleri zulmederek helak etmez.”39 ayetini örnek verir.40 Farksız cem anlayışı kişilerin her türlü şahsi sorumluluğunu yok edip bitirecek bir sonuç doğurur. Cüz’i iradeye sahip olan insan yaptıklarının hesabını vermeye mahkûmdur. Allah Teâla’nın “Sizi birbirinizi tanıyasınız diye ümmetlere ayırdık.”41 ayetinin sonucu olarak insanlar birbirini tanımalı, birbirindeki farklılıkları görerek hepsinin Hakk’ın mahall-i zuhuru olduğunu kabul etmeli, Hak varlığında birlik arzettiklerini idrak ederek, cem şuuruna varmaları lazımdır. Kurtkan’a göre tanımak karşısındakinin de tıpkı kendisi gibi Hak varlığından olduğunu görebilmek demektir. Farksız cem anlayışına sahip kişiler tüm sorumluluklarını, iyi ya da kötü olayları Allah’a mal etmektedirler. Cemsiz fark ve farksız cem anlayışları kişisel bazda olumsuzluklar oluşturduğu gibi milletler arası sahada da dünyayı hezimete götürür. Cemsiz fark anlayışı milletlerin ve devletlerin birbirlerini Hakk’ın mazharı olarak görmelerini engellediği gibi milletler arası hukuka saygıyı da engeller.42 2. Fena ve Beka Sözlük anlamı geçici olmak, yok olmak, ölmek olan fena kavramı süreklilik anlamındaki beka kavramıyla birlikte kullanılmıştır. Fena ve beka daha çok tasavvufî hayatın son merhalesini teşkil eder. Nitekim birçok mutasavvıf da tasavvufî hayatın son merhalesine bu ismi vermiştir. “Tasavvufî hayata giren bir müridin belirli bir süre içerisinde çeşitli riyazet ve mücahedelerle nefsini terbiye ve tezkiye etmesi sonucunda ulaştığı noktaya fena-beka denir.” Sûfîlerin tasavvuf’a dair ilimleri geliştikçe fena ve beka kavramlarının anlamı çeşitlilik kazanmıştır. İlk dönemlerde fena cehalete karşılık ilim, gaflete karşılık zikir, zulme karşılık adalet, nankörlüğe karşılık şükür, ma’siyet ve günaha karşılık taat ve ibadet olarak anlaşılmıştır.43 38 Kurtkan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslâmi Kavramlar, s., 135, 136 39 Hud, 11/117 40 Kurtkan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslâmi Kavramlar, s., 136 41 Hucurat, 49/13 42 Kurtkan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, s., 138, 139 43 Mustafa Kara, “Fena”, DİA, İstanbul 1995, C.12, s., 333 Y 208 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı Fenadan sonra gelen beka hali kulun nefsine ait şeylerden fani, Hakk’a ait olan şeylerle baki olmasıdır. Büyük sûfîlerden biri bekanın nebiler makamı olduğunu belirtmiştir. Allah Teâla onlara sekînet elbisesi giydirmiştir. Baki olan kul için bütün eşya bir ve aynıdır. Bu nedenle beka halindeki kulun tüm hal ve hareketleri Hakk’a uygundur. Bu sebeple bu makama erişen kul muhalefet etmekten fani, muvafakat etme hali ile de bakidir.44 Kurtkan fenanın, yokluk, aslın Hak varlığında kaybolması demek olduğunu belirtir. Yokluk sırrına Kur’an’dan ilham alarak erenler, başta nebiler olmak üzere insan-ı kâmiller sonra da Kur’an’ın şifrelerini, yani iç anlamını kavrayabildikleri ölçüde mü’minlerdir. Bu işaretleri anlayan insanlar sadece istek ve niyetlerinden başka bir varlıklarının olmadıklarını anlarlar. Kur’an’daki rumuzları en iyi anlayabilen başta Hz Muhammed olmak üzere nebilerdir. Bu sır onlara sorulabilir fakat bu yokluk sırrını tecrübe ile gösterebilecek kişiler “ene’l-Hak” sırrına mazhar olan velilerdir. Onlar varlıklarının Hakk’a ait olduğunu yaşarken anlamış ve tecrübe yoluyla öğrenebilmişlerdir.45 Fena safhasında kendi yokluğunu anlayan fert, kâinatta görünen her şeyin O’nun mazharı olduğunu anlar. Bakara suresi 115 ten iktibasla46 her şeyin ismini sanki kendi varlığının uzantısı imiş gibi görmesi (Bakara 31 sırrına ermek için)47 ancak fenayı geçip beka mertebesine ulaşmakla mümkün olur. Kul fenada elde ettiği başarı ölçüsünde bekaya ulaşabilir.48 Bekaya ulaşıp yol göstericilik sıfatına ermek için fenanın da en üst mertebesine ulaşmak gerekir. Fenanın üst mertebesine ulaşmak da kişisel egoizmi yok etmek gerekir. Bunun için de kişinin kendi varlığını cemiyetten ayrı zannedip şirke düşmekten ve kesret hayaline dalmaktan kurtulması gerekmektedir.49 3. Aşk Şiddetli sevgi manasında olan aşkın kelime kökü “ışk”’tır. Işk sarmaşık manasına gelmektedir. Nasıl ki sarmaşık her tarafı sararak kaplıyorsa, aşk da insanın bedenini ve kalbini sarar. Mutasavvıflarca âlemde aşkla hemdem olmayan bir zerre dahi yoktur. Fakat herkes kendi isti’dat ve kabiliyetine göre aşkı yaşar. Nefse galip çıkmanın yolu aşktır. Ve yine aşk ancak yaşayanın ve tadanın anlayabileceği manevi bir haz ya da zevktir. Mutasavvıflar aşkı mecâzî ve hakikî aşk olmak üzere iki kısımda inceler. Mecâzi Aşk: Geçici olan suretlere olan aşırı sevgiye denir. Şehvetsiz olduğu sürece hoş karşılanmıştır. Herkes için doğrudan hakiki aşka ulaşma kabiliyeti olamadığından 44 Kelâbazi, Taarruf (Doğuş Devrinde Tasavvuf), Haz: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1979, s., 183 45 Kurtkan, Niyazi Mısri’den Esintiler, s., 56 46 “Doğu da batı da Allah’ındır, nereye dönerseniz, Allah’ın yönü orasıdır. Doğrusu Allah her yeri kaplar ve her şeyi bilir.” Bakara, 2/115 47 “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere göstererek “Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi bana bunları isimlerini bildirin, dedi.”, Bakara, 2/31 48 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 260 Y 49 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 243 209 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. mecâzi aşk bir köprü görevi görerek kişiyi hakikî aşka ulaştırır. Tabii aşk ise güzelliği ve ondan kaynaklanan aşkı ilahi kaynağa bağlayamayanların aşkıdır. Meşru sınırlar içerisinde kalmasıyla bu da caizdir. Mecâzi aşkı tabii aşktan ayıran fark, mecâzi aşkın erdirici vasfının olmasıdır. Hakikî Aşk: Mutlak varlık olan Allah’ı sevmektir. Allah dışındaki her şeyden geçmek, sadece O’na meyletmektir50 Kurtgan ancak yüksek seviyedeki inançlarda aşkın olduğunu belirtir. Basit insanlar maddi beklentiler uğruna sihri kuvvetlerden ya da putlardan yardım beklerler. İnancın aşkla birleşmesi kişide maddi beklentileri izale eder. Tevhid dininin en ileri seviyesine yükselmiş insan, her varlığı Allah’ın bir mazharı olarak gördüğü için bu mazharlara gösterdiği mecazi sevgi, hakiki aşka doğru yükselir. İnsanın gerçek varlığı olan ruhu, ebedi olan aşkını ancak ebedi bir varlık olan Allah’a yönelmenin hakiki olduğu idrakine varır. İnsandaki gelip geçici sevgiler, ruhun bineği durumundaki vücudun yarattığı sevgilerdir. Gerçekten hakiki aşkı idrak etmiş kişi Allah’ın varlığının tecellisi olan mazharı sevmenin mecazi aşk olduğunu bilir. Mazharlara tecelli eden Hak varlığını görüp cemiyete gönül vermek, mecazi aşktan hakiki aşka yükselişin bir belirtisidir. Kurtgan, mecazi ve hakiki aşk konularında Mevlâna’nın düşüncelerini dikkate almıştır. Nitekim Mevlâna mecazi aşk ile hakiki aşkı yaşayanların aralarında büyük farklılıklar olduğunu belirtmiştir. Allah aşkıyla yanıp kavrulan kalpler, kendi zevklerinden maddi isteklerinden vazgeçebilmeyi başarmış ve bundan da büyük bir zevk alabilmişlerdir. Oysaki mecazi aşkların sevgileri maddidir ve bu sevgiler tatminle yok olup gider.51 Kurtgan’a göre aşk bir şeyin hasretini çekmektir. İnsan “semme vechullah” sırrına mazhar olsa bile ehadiyetin sonsuz ve gizli güzelliklerini göremez. İnsan sevgilide bir nebze de olsa gördüğü güzelliğin tamamını görmek ister, buna ulaşamayınca hasret çeker. Böylelikle mazharlara duyulan mecazi sevgiden Allah’a duyulan hakiki aşka yönelir. Kurtgan’a göre vatanı milleti uğruna canından fedakârlık eden kimseler de Hak aşığıdırlar. Bu kimseler bütünlükteki ahengin güzelliğini idrak edip tevhide varabilmişlerdir. Bu nedenle çoğunlukla dünyada insana sevdirilen nimetlerden, eşten, dosttan kendilerini tecrit etmişler veya onlardan çok uzaklarda cephelerde savaşmışlardır. Bu kimseler aslında tevhidin birer savunucuları olduklarını bilseler de bilmeseler de canlarını cemiyet için feda edebilmişlerdir. Bu fedailer kaç yaşında ölmüş olurlarsa olsunlar zaten kendi istek ve heveslerini millet aşkı için öldürmüş kimselerdir.52 Kurtgan mecazi aşkı, basit maddi tatminle ulaşılacak bir varlığın hasretini çekme ola50 Yılmaz, a.g.e., s., 218,219 51 Kurtgan, Din Sosyolojisi, s., 260 52 Kurtgan, Din sosyolojisi, s., 261-263 Y 210 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı rak açıklarken hakiki aşkın ise ölümsüz olan ruhun hasret ve isteklerinden doğan aşk olduğunu belirtir. Hakiki aşk sonsuz ve ölümsüz olan varlığa olan aşktır ve gelip geçici değildir. İnsan her şeyde “semme vechullah” sırrına erebilirse, gördüğü her varlıkta Hak mazharını bulacağından, geçici olan mecazi aşklar, hakiki aşklara doğru yol alır. Böylelikle insan görünenden görünmeyene, somuttan soyut olana yükselmiş olur.53 4.Halvet Tasavvuf anlayışında halvet, masivadan tamamen ilgiyi kesip, hiç kimsenin olmadığı bir mekânda Allah Teâla’ya ibadet etmek, onunla sırren konuşmak, sohbet etmektir.54 Kurtgan halvetin tasavvufi bir terim olarak Allah ile baş başa kalmak olduğunu belirtir. İslam, dünyadan el etek çekmeyi uygun görmemiştir. Ama İslam’da göze çarpan bir halvet gerçeği vardır. Bunu peygamberimizin hayatında bariz bir şekilde görebilmekteyiz. Asıl halvet dört duvar arasına kapanıp, kırk gün boyunca (halvet-i erbain) toplumdan kendini soyutlamak değildir. Cemsiz fark ve farksız cem, gerçek tevhid için yetersizdir. Kişi çoklukta, çarşıda, pazarda Allah’ın varlığına ve birliğine vakıf olabilmeli, Kur’an’daki ifadeye göre (seme vechullah), yüzünü nereye çevirirse Hak gerçeğini görebilmelidir. Halvet kavramını kelime manasının ötesinde kullanan Kurtgan, asıl halvetin halk içinde iken Hak ile beraber olmayı başarabilmek olduğunu düşünür. İslamiyet’te tıpkı Hıristiyanlıktaki gibi ruhbanlığın olmadığını, müslümanın dünyadan tamamen el etek çekmesinin mümkün olmayacağını belirtir. Kulun tamamen cem halinin varlığı söz konusu olmadığından fark ile birlikte Hakk’ı görmek semme vechullah sırrına ermek gerektiğini belirtir.55 Kurtgan gerçek halvet idrakini halkla muamele ederken onların varlığını kendinde bulma edebini takınma olduğunu belirtir. Bu şekil bir muamele halkta Hakk’ın varlığını görerek kişiyi birlik ve bütünlük terbiyesine ulaştırır.56 Kurtgan kişinin gerçekten halvet haline girebilmesi için zihni inkılap yaşaması gerektiğini belirtir. Bunun için daha önceden bitki, insan, taş olarak gördükleri üzerinde Allah’ın kısmî tecellisini görmelidir.57 5. Tevekkül Tasavvuf kaynaklarında tevekkül, nimetin Allah’ın katından geleceğine güvenip halkın elinde ve avucunda olana itibar etmemektir. Her halükarda sadece Allah’a sığınmak 53 Kurtgan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, s., 161 54 Uludağ, a.g.e., s., 156 55 Kurtgan, Din Sosyolojisi, s., 247, 248 56 Kurtgan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, s., 123 Y 57 Kurtgan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, s., 122 211 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. olan tevekkül, alınan tedbir ve tevessülden sonra karşılığın sadece Hak’tan beklenmesidir.58 Kurtgan tevekkül kavramının zamanla İslamî anlayışa ters bir şekilde anlaşıldığını belirtir ve tevekkülün kulun cüz’i iradesini tamamen ortadan kaldıracak şekilde ilahi takdirata pasif bir şekilde itaat olarak algılandığını ifade eder. Oysaki mutasavvıfların bu kavramı ele alış şekillerinin İslam’a uygun olduğunu belirtir. Bu hususta Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın düşüncelerine yer vermiştir. Nitekim Erzurumlu İbrahim Hakkı tevekkülün üç özelliğini sıralar: İşleri Allah’a bırakmanın ilk şartı, tedbirde kusur etmeyip takdire (istenilip tedbir alındığı halde gerçekleşmeyen hususlara) göğüs germektir. İkinci şart, ilahi emir ve yasaklara uymak, üçüncü şart ise tüm tedbirler alındıktan ve uyulması gereken kurallara uyulduktan sonra sabrederek ne olacağını beklemektir. Allah’a güvenmek hiçbir tedbir almadan, çalışmadan hayattan müsbet gelişmeler beklemek anlamında olmamalıdır. Tevhidin bir sonucu da iyiliğe iyilikle, kötülüğe de kötülükle karşılık verileceği gerçeğidir. 59 2. İlm-i Ledün Anlayışı Kurtkan Kur’an’ın insanı düşünmeye, anlamaya yönelttiğini belirterek Kur’an üzerinde düşünmenin gerekliliğini belirtmiştir. Kur’an ayetleri üzerinde düşünülürken hem zahiri hem de batınî anlamlar dikkate alınmalıdır. Kur’an’ın batınî anlamı dediği ancak kâmil insanın tam manasıyla ulaşabileceğini düşündüğü ilm-i ledün üzerinde durmuştur. Tasavvuf kaynaklarında ilm-i ledün; veli kulun kalbine akseden bir ilim, ilham olarak algılanırken60 Kurtkan’a göre ilm-i ledün bir ilimdir, ilham değildir. Kur’an’da birçok yerde Kur’an kelimesi yerine ilim kavramının kullanılması, ayrıca muvahhitler tarafından yazılan çeşitli eserlerde de bu ilmî gerçeğin belirtilmesini buna delil olarak gösterir.61 Kurtkan’a göre ilm-i ledün ayetlerin iç anlamlarıdır yani ayetlerin batınî anlamlarını ifade etmektedir. Nitekim Kur’an‘da geçen “recul” kavramı insan-ı kâmil anlamını ifade etmesine rağmen, Kur’an tercümlerinde erkek anlamı verilerek, kadınlarda var olan kâmil insan olma özelliğini yok saymaktadır. Aynı şekilde kadın kavramı nefs anlamında kullanılması gerekirken cins olan insan anlamında kullanıldığı için, kadınlık vasfının bu ibarelerle yerildiği görülmüştür. Bu da Kur’an’ın ledünnî yönüne bakılmadığına örnektir.62 Kurtkan İlm-i ledünü Allah Teâla’nın genel mesajlarını ihtiva eden bir ilim, ilm-i ilâhi olarak kabul eder. İlm-i ledünün ilm-i ilahi olması insan tarafından kavranabilmesine engel teşkil etmez. Dolayısıyla hakikate ulaşmak için Kur’an’ı ezberlemenin tek başı58 Uludağ, a.g.e., s., 357 59 Kurtgan, Din Sosyolojisi, s., 253,254 60 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi, İstanbul 2004, s., 307. 61 Amiran Kurtkan Bilgiseven, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), Filiz Kitabevi, İstanbul 2003 62 Kurtkan, İlm-i Ledün(Genel Teoloji), s., 14 Y 212 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı na amaca ulaştırmayacağını belirtir. Nitekim insana Kur’an’ın batınî anlamından doğan muhabbet ve zevk elest bezminde tattırılmıştır. Bu hazdan sonra insan sınava tabi tutulmuştur. Yani Allah Teâla bunu insana öğretmiş daha sonra insanı sınama yoluna girmiştir. Dolayısıyla insanın özünde var olan bu iştiyak, insanın dünyada da lafzından ziyade Kur’an’ın özüne, hakikatine özlem duymasına etken olmuştur.63 Nasıl ki bir yer çekimi kanunu toplumdan topluma farklılık arz etmiyorsa, ayetlerin ilm-i ledün içeriği de aynı şekilde objektif değerlere sahiptir.64 Kurtkan Kur’an’da ilm-i ledün kavramının yer almadığını ifade eder. Nitekim bunu şu şekilde anlatır: “İlm-i ledün kavramı Kur’an’da olmayabilir. Mevcut olması da gerekmez. Zira fizik, kimya, astro-fizik, biyoloji, zooloji, sosyoloji, psikoloji gibi ilimlerin adlarına da Kur’an’da rastlayamayız. Ama içinde o ilimlerin adlarının mevcut olmayışı Kur’an’da bu ilimlere ait gerçeklerin bulunduğunu inkâr noktasına bizi götürmez. Bu gerçekler hem her ilmin kendi alanına, hem de diğer ilimlerle müşterek olan temel alana ait olmak üzere Kur’an’da yer almıştır.”65 Oysaki tasavvuf literatürüne giren ilm-i ledün kavramı, Kur’an’da Kehf Suresi’ndeki “Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”66 ayetinde geçen “Allemnahu min ledunna ‘ilma” ibaresindeki “ledunna” kelimesinden alınmıştır. Kurtkan Kur’an’ı anlamak için belli alanlarda uzmanlaşmış olmanın şart olmadığını, ya da din eğitimi almanın gerekli olmadığını savunmuştur. Özellikle Kur’an’da Kamer Suresi’nde dört kere tekrarlanan “Andolsun ki, biz düşünüp öğüt alsın diye Kur’an’ı kolaylaştırdık. Fakat var mı bir düşünen?”67 ayetinin, eğitimli eğitimsiz herkesi Kur’an’ı düşünmeye ve anlamaya yönelttiğini vurgulamıştır. Eğitimsiz bir insan en azından sorular üreterek hem kendisinin hem de bu soruların cevabını merak eden aydınların düşünmesine ve doğruyu bulmasına olanak sağlar. Kurtkan Kur’an’ın iç anlamına nüfuz edebilmek için Arapça bilmenin yeterli olmadığını savunmuştur. Çünkü Kur’an’ın ledünnî anlam taşımasından dolayı günümüz Arapça’sının Kur’an terimlerini tam olarak karşılayamadığını ifade etmiştir.68 Kurtkan Kur’an’ın iç hakikati olan ilm-i ledünün herkesi ilgilendirdiğini belirtmiştir. Bir ilahiyatçıyı ilgilendirdiği kadar bir fizikçiyi, astrofizikçiyi, biyoloğu da ilgilendirir. Belli alanda uzmanlaşmış kişi kendi alanıyla ilgili düşüncelerden hareketle tevhid gerçeğine ulaşabilmişse, bu bilgisiyle farklı alanların uzmanlarına da ışık tutar. İlahiyat alanı dışındaki alanlardan, sadece ilahiyatla ilgili olduğu zannedilen çok soyut ve çok genel bil63 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 19 64 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 12 65 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 18 66 Kehf, 18/65 67 Kamer, 54/ 17, 22, 32, 40 Y 68 Kurtkan, Kur’an’dan Beş Hikmet, s., 45,46 213 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. gi alanı olan İlm-i ledüne ulaşma gayreti ilahiyat alanına tecavüz gibi algılanmamalıdır. Kuran’ı anlamak sadece Arapça’ya vukufiyet ya da ilahiyat bilgileriyle yeterli değildir. Hz Peygamber’in bile vahye muhatab olmadan önce ilahi bir bilgiye sahip olmaması, keza ondan önceki peygamberlerin de bu durumda olması düşündürücüdür. Kur’an’ın batınî anlamının önemli olduğunu “İşte sana da emrimizle bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun; Göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah’ın yoluna. İyi bilin ki sonunda bütün işler Allah’a döner.”69 ayetine dayandırarak Kur’an’ın ruh olduğunu ve ruhun dili ne Arapça, ne Türkçe, ne İspanyolca ne de İngilizcedir diyerek aynı ayetten vahyin Hz Peygamber’in aklına değil gönlüne indirildiğinin anlaşıldığını belirtmiştir. 70 Kurtkan, ilm-i ledün’ü dairesel bir şekille açıklayarak bu dairenin merkezine tevhid formüllerini yerleştirmiş, orta tabakaya ilimler için ortak mana oluşturacak bütünleştirici rol oynayan tabakayı, en dış tabakaya da sûret ilimleri dediği fizik, kimya, sosyoloji gibi ilimleri yerleştirmiştir. Kurtkan’a göre bir ağacın kökü nasıl dalları kendinde birleştirebiliyorsa, ilm-i ledün de çok soyut ve bazı genel gerçekleri ile ilimlerin hepsine temel teşkil eder.71 3. Tevhid Anlayışı Tasavvufa bakış açısını mutlak surette tevhid realitesiyle gerçekleştiren Kurtkan, hemen hemen her eserinde tevhid gerçeğini dile getirmiş ve tevhidi çok ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Nitekim Kurtkan bir eserinde “Dünya insanın ilm-i ledün bilgisine eğilerek kendinde hem de çeşitli ilimlerle kâinatta gördüğü tek gerçeği (tevhid, birlik bütünlük) anlama yeridir.”72 diyerek asıl hakikatin tevhid, tüm gayret ve çabaların bu gerçeği idrak amacı için olması gerektiğini vurgulamıştır. Kurtkan vahdet-i vücûd anlayışının Kur’an’a dayalı bir görüş olduğunu belirtir ve “Evvel O’dur, ahir O’dur, zahir O’dur, batın O’dur.”73 ayetinin vahdet-i vücûdu telkin ettiğini ifade eder ve ayeti şu şekilde açıklar: “Evvel ve ahir olması bakımından Allah için zaman yoktur. Çünkü zaman üç şartı gerektirir: Zuhur, zuhurun başlangıcı ve hareketi. Hâlbuki Allah (c.c), ehadiyet dediğimiz latif ve sonsuz varlığı bakımından zuhursuz, başlangıçsız ve hareketten müstağnidir. Kısmen zuhura geçse de asıl varlığı zuhursuz ve başlangıçsızdır. Allah (c.c) zahir ve batın olması bakımından mekândan da münezzehtir. Çünkü mekân olarak gördüğümüz her yer bize göre mekândır. Allah için bu zuhur yer69 Şura, 42/52 70 Kurtkan, Kur’an’dan Beş Hikmet, s., 47,48 71 Amiran Kurtkan Bilgiseven, “Önemi Tarifi Konusu ve Özellikleri İle “İlm-i Ledün””, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, M.Ü İlahiyat Fakültesi Yayınları, S.4, İstanbul 1997, s., 50 72 Amiran Kurtkan Bilgiseven, İmtihan, Filiz Kitabevi, İstanbul 2003 73 Hadid, 57/3 Y 214 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı lerinin mekân olduğunu nasıl iddia edebiliriz ki, bütün zuhurlar onun varlığında yer alır. O halde yer bize göre söz konusudur. Ona göre söz konusu değildir. Ehadiyet latif ve görünmez varlığı ile tamamen zuhura geçseydi, varlığı sonsuz olduğundan zuhura gelişi de sonsuz olmak icap eder. Bu takdirde tamamen zuhura gelmesi hiçbir zaman tamamlanmış olmazdı.”74 Tasavvuf kaynaklarında vahdet-i vücûd anlayışı Allah-âlem ilişkisi içerisinde daha genel ve daha sistemli bir üslûpla ifade edilirken, Kurtkan bu anlayışı bir tasavvuf eserindeki gibi belli bir düzen ve metotla ele almamıştır. Tasavvuf kaynaklarında vahdet-i vücûdun aslı ve hakikatine, ayet ve hadislerle deliline, panteizmden farkına değinilmiş ve özellikle de İbnü’l-Arabi’nin bu konudaki düşüncelerine yer verilmiştir.75 Kurtkan bu konulara genel olarak değinmiş fakat tasavvuf konularını böyle bir düzende işlememiştir. Kurtkan’ın iman ve ilhad noktasında ayrıma varmadan imanlı ve ilhad etmiş düşünürün, vahdet-i vücûdu veren düşüncelere götürdüğünü belirtmesi panteizme kayan bir düşünce olarak eleştirilebilir.76Bu bağlamda Kurtkan’ın vahdet-i vücûd anlayışının panteizme kayan yönlerinin olabileceğini belirtebiliriz belki ama Kurtkan’ın panteist olduğunu düşünemeyiz, çünkü panteizmin kaynağında Kur’an ve Sünnet yoktur. Kurtkan’ın tasavvuf anlayışı İslam’ın temel kaynaklarına dayanmaktadır. İlerde açıklayacağımız üzere Kurtkan’ın tevhide yönelik düşünceleri, tevhidi çeşitli kavramların bütünlüğü içerisinde ele alması (örneğin fark ve cem, tenzih ve teşbih, şeriat ve hakikat vb. kavramları birlikte mütalaa etmesi) onu panteizm düşüncesinden ayıran önemli bilgilerdir. Zaten Kurtkan panteizmi, Allah’ın sonsuz ve mutlak varlığını kâinattan tenzih etmeyip sadece teşbih anlayışı doğrultusunda savunduğu için hatalı bulmuştur.77 Kurtkan Naturalist panteizmi “Allah kuvvetinin bütününün tabiatta gizli olduğu inancı” olarak tanımlamıştır. ve “La huve illa huve” anlayışının naturalist panteizmle aynı şey olmadığını belirtir. Sırf teşbih anlayışıyla oluşturulan bu anlayışa karşılık, Allah’ın sonsuz ve mutlak varlığını kâinata dönüşmekle bitip tükenen bir güç olmaktan tenzih edildiğini belirtir.78 Kurtkan’a göre tevhid gerçeği sosyal bir kanun olarak bilinmesi gerektiğinden cemiyette bütün planlama, inkılap ve reform tedbirlerinin başarısı tevhide bağlı düşüncenin yaygınlık kazanmasına bağlı olarak gelişir. Çünkü toplumsal açıdan tüm yenilik ve güzellikler, birilerin kendi saadetlerinden, rahat yaşantılarından fedakârlık yapmalarıyla 74 Kurtkan, İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, s., 99 75 İsmail Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabi, Çev. Mustafa Kara, İnsan Yayınları, İstanbul 2008 76 Mesut İnan, Türkiye’de Din Sosyolojisi(Amiran Kurtkan Bilgiseven Örneği), Rağbet Yayınları, İstanbul 2010, s., 105 77 Amiran Kurtkan Bilgiseven, Türk-İslam Felsefesi Tarihinde Teoloji ve Teolojizm, Türk Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1987, s., 62 Y 78 Amiran Kurtkan Bilgiseven, İslamiyet Millet Gerçeği ve Laiklik, Açık Oturumlar Dizisi 6-14, Başak Ofset, İstanbul 1994, s., 87 215 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. gerçekleşir.79 Kurtkan fizik, kimya, biyoloji vs. gibi tüm alanlarda mevcut olan tevhid realitesinin, daha nizamlı ve intizamlı olduğunu belirtirken, maalesef sosyal realitede tevhidin, yani bütünlüğün aynı intizam içerisinde cereyan etmediğinden yakınır. Bu sosyal bütünlüğün bozguncusunun da biz insanlar olduğunu belirtir. Çevremizdeki bir şahsa gösterdiğimiz kötü bir davranışın mukabili olarak vicdanımızda bir ızdırap hissi uyanıyorsa, bu bütünlükten gelen bir histir. Bu bütünlüğü hissedemeyip savaşlar ya da ekonomik sömürüler geliştiren insanlar, sosyal ilişkilerde tevhidi göremeyen gruplardır. Milletin milleti, insanın insanı sömürmesi aslında sömürenin kendisini sömürmesi demektir. Kurtkan, sosyal anlamda tevhidin hissedilme noksanlığının daha çok iktisat alanında cereyan etmekte olduğunu belirtmektedir. Ona göre; ekonomik gelişim ve kalkınmayı sadece kendileri için isteyen ülkeler, çöküntüye maruz kalabileceklerdir. Nitekim genç nüfus oranının azalmasına sebep olan doğumun önlenmesi, böylelikle sağlıklı düşünen genç bir neslin varlığından yoksun olma gibi, olumsuz etkilerin farkında olunmayıp, savaşlar için silah üreten devletler zamanla sömürü yaptıkları gelişmemiş ülkelerin tarım ve ziraat alanlarını yok ederek kendileri için gerekli olan bu alanların da kaybına sebebiyet vermiş olduklarının farkında değillerdir. Bunlar ayrıntıya girilmeden sarf edilen birkaç örnektir. Kısacası Kurtkan’a göre küçük bir ülke bile gerek ekonomik, gerek sosyal ve gerekse de bilimsel alanlarda bütüncü (tevhid) bir bakış açısıyla kendisine ve dünyaya bakmalıdır. Aksi takdirde kader diye tarif ettiği iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük anlayışıyla mutlak manada karşılaşacaktır.80 Tevhid gerçeğinin bir sonucu olarak da gaye birliğinden bahseden Kurtkan, tüm varlıkların hem kendilerine hem de kâinata hizmet etme gayesi taşıdığını belirtir. Sosyal hayatta iyi ya da kötü olarak nitelendirdiğimiz kimselerin gayeleri zıt gibi görünse de aslında öyle değildir. Mutlak iyi ya da mutlak kötü yoktur. Her biri diğerine hizmet etmektedir. Nitekim Kurtkan bunu Mevlana’nın şu düşünceleriyle desteklemiştir. “Ekmekçi, (para kazanması için) halkın aç kalmasını ister. Fakat onların açlığına gönlü razı olmaz, yoksa ekmek satmazdı. Bir padişahın emirleri, padişahlarının düşmanları ve muhaliflerinin olmasını isterler. Bunlar olmazsa, onların mertlikleri ve sultana olan sevgileri görünmezdi. Fakat bunlar muhalefete razı olmazlar. Öyle olsaydı, düşmanlarla savaşmazlardı.”81 Kurtkan tevhidin insanları birleştiren bir özelliğinin olduğunu belirtir ve bunun da ümmet kavramı altında açıklanabileceğini ifade eder. Kurtkan’a göre ümmet, bilinçli ya da bilinçsiz olarak tevhid kuralına uyan tüm varlıklara denir.82 İnsanların tevhitçi dine gi79 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 129 80 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 122-124 81 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 128, Mevlâna Celaleddin-i Rumî, Fihi Ma Fih, Çev: Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Ataç Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 2007, s., 206 82 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 125 Y 216 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı rerek tek ümmet olmalarının onların menfaatine olduğunu83 belirten Kurtkan, bunu ayetlere dayandırır.84 Kâfirler ve münafıklar da kendi varlıkları nisbetinde geniş manadaki ümmet kavramı dâhiline girdikleri halde, Hz Muhammed’in dinine iman etmemeleri ve kendi dinlerini tahrif etmelerinden dolayı ümmet kategorisine girmezler.85 Kurtkan ayetlerden delillere dayandırarak, tevhid dini olan İslam’ın sadece yaşadığımız dünya gezegeni üzerindeki insanları kapsamayıp, dünyadan başka gezegenlerde de insanların yaşadığı ve onları da kapsadığını belirtir.86 Kurtkan çağımızda İlm-i ledünle yani tevhidle yapılacak bir cihadın öneminden bahseder. Fakat cihad sadece gayr-i müslimler için değil, nefisini putlaştıran, müslümanlar arasında kendi menfaati için fesat çıkaran kimseler için de yapılmalıdır. Dolayısıyla gerek kâfirler gerekse de fesat ehline karşı halk ve idareciler hak vücudunda birleşmişlik inancına sahip çıkarak, bu fesat gruba karşı cephe almalıdırlar.87 Mutasavvıfların vahdet-i vücûd ile ilgili düşüncelerinin yanlış anlaşıldığı için tenkit edildiğini belirten Kurtkan, vahdet-i vücûdu bazı tasavvufî kavramların birlikte ele alınıp, onların bir bütün içinde açıklanarak izah edilebileceğini düşünmüştür.88 Bu kavram gruplarından biri olan fark ve cem kavramlarının birlikte ele alınmasıyla tevhide ulaşılabileceğini belirten Kurtkan’a göre fark, aynı kökenden (Allah’ın ilahi enerjisinden) gelen, çeşitli mazharların farklılığını ifade eder. Fark haliyle çeşitlilik arz eden Hak vücudunun kökten bütünlük ve birliği ifade cem vechesi vardır. Çeşitli realitelerde kâinata bu iki vecheden bakılabilirse tevhid gerçeği elde edilmiş olur.89 Kurtkan tenzih ve teşbih kavramlarının da birlikte düşünülmesinin tevhidi verdiğini belirtir. Kâinatta var olan her şeyin onun bir mazharı olduğunu, ondan izler taşıdığını, bunun daha çok insanda görüldüğünü, fakat hiçbirinin Allah’ın zatının aynısı olmadığını belirterek teşbih ve tenzih edilerek tevhide ulaşılabildiğini belirtmiştir.90 Şeriat ve hakikatin de birlikte ele alınmasıyla tevhide ulaşılabileceğini belirten Kurtkan, bu konuda özellikle de Niyazî-i Mısrî’nin (ö.1105/1693) şu sözünü “Şeriatın sözleri hakikatsiz bilinmez, hakikatin sözleri tarikatsız bulunmaz.” dikkate almıştır.91 83 Amiran Kurtkan Bilgiseven, Türkiye’ye Yönelik Etnik İddialara Yönelik Dayalı Bölücü Faaliyetler, Bayrak Matbaacılık, İstanbul 1991, s., 22 84 Bakara, 2/284, Nisa 4/171, (En’am 38 de bu ümmet gerçeği daha açık bir şekilde belirtilmiştir.) 85 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 127 86 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 367 87 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s.,128 88 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 51 89 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 93 90 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 64 Y 91 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 66-68, Niyâzî-i Mısrî, Dîvan-ı İlâhiyat ve Açıklaması, Haz: İsmail Hakkı Altuntaş, C. 2, s., 284, http://ismailhakkialtuntas.com/2012/02/12/kutuphane/ 217 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Kurtkan, hakikat ve şeriatın aynı gerçeğin yani tevhid gerçeğinin iki yüzü, mücerret ve muşahhas vecheleri olduğunu, bu şekilde idrak edilemediğinden sanki birbirinden farklı gibi algılandığını belirtir. Oysaki birbirinden farklı ya da birbirinden bağımsız olarak yaşandığı dönemlerde birbiriyle çelişmeler ve zıtlıklar olmuştur. Mesela İslam’ın genel hükümlerini ihtiva eden şeriat, tevhidi yaşama idrakini bir tarafa attığı dönemlerde, hakikatle tamamen ters düşmüştür. Kurtkan ben ve biz şuurunun birlikte idrak edilmesinin tevhidi verdiğini vurgulamıştır. Ona göre İslamiyet, kişiyi tamamen cemaatten ayırmayı, sadece ben merkezli düşünmeyi tasvip etmediği gibi, kişinin cemaat içinde tamamen eriyip iradesini kullanamayacak duruma gelmesine de karşıdır.92 Kurtkan fertçi ve cemaatçi yapının müfrit uçlarda bulunduğunu belirtir. Cemaatçi (kan, yer ve ideoloji) yapıda ferdin hiçbir etkisi görünürde ele alınmazken, her faaliyet cemaate mal edilmektedir. Fertçi yapıda ise sadece fert önemlidir. Fert belli bir noktadan sonra etrafını göremez duruma gelir. Fertçi yapıda kişiler her şeyi kendi açısından düşünür kendisine yararlıysa iyi, kendisine zarar verdiğini düşünüyorsa kötüdür. Kısacası ben merkezli bir düşüncedir.93 Kurtkan halk ve Hak kavramlarının da birlikte ele alınarak incelenmesiyle tevhide ulaşılabileceğini belirtir. Bu manada Hak, Allah’ın mahiyetini bilemediğimiz, görünmeyen varlığının kısmen görünmesi ve ilahi enerji ile mazhariyetini devam ettirmesidir. Dolayısıyla Hak kavramı ile Allah kavramı bir tutulmaz. Nitekim Hallac-ı Mansur “Ene’llah” değil, “Ene’l-Hak” diyebilmiştir. Mutasavvıflarca kâinata Hak vücûdu denilmesinin sebebi kâinatın ilahi enerji ile ayakta durabiliyor olmasıdır. Nasıl ki ruhsuz bir vücut anlam ifade edemiyorsa, ilahi enerjiden mahrum bir kâinat da ayakta duramaz.94 Kurtkan ne meleğin, ne peygamberin, ne insanların ve ne de tüm kâinatın Allah’tan ayrı olmadıklarını, Allah’ın parçası olduğunu belirtir. Görünen her şey Hak’tır, Hakkın vücududur. Bu nedenledir ki, tüm kâinat Allah’ın Hay isminin etkisiyle varlığını devam ettirmekte ve Kayyum sıfatı ile de ayakta kalabilmektedir.95 Kurtkan şahid ve meşhud kavramlarının birlikte ele alınarak incelenmesiyle tevhide ulaşılabileceğini belirtir. Saydığımız diğer kavramlar arasındaki birliktelik Kur’an’dan alındığı gibi, şahid ve meşhud kavramlarının da birlikteliği ve tevhide ulaştırıcı nitelikte olması özelliği Kur’an’dan alınmıştır.96 Şahit, halk ediliş olayını ve bütün olayları gören, meşhud ise görünen her şeydir. Vahdet-i vücûd realitesine göre şahidin ve meşhudun Al92 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 89,90 93 Kurtkan, Din Sosyolojisi, s., 94 94 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 98 95 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 113 96 Zümer, 39/62, Fussilet, 41/54 Y 218 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı lah’ın bu âlemde tecelli eden varlığı olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.97 Kısaca ifade etmek gerekirse Kurtkan, tevhid formülü olarak gördüğü cem-fark, tenzih-teşbih, hak-halk, ben-biz, şahid-meşhud kavramlarının birbirinden ayırt edilmeden, bir bütün halinde mütalaa edilmesiyle vahdet-i vücûda ulaşılabileceğini ifade eder. Sonuç Amiran Kurtkan Bilgiseven için tasavvuf kişinin bireysel ve sosyal yaşamında etkin bir yere sahip olması gereken bir ilimdir. Tasavvuf kişi ve toplum hayatında düzen, bütüncül bir fayda ve daha geniş boyutlu açılımlara olanak sağlar. Amiran Kurtkan Bilgiseven yüzeysellikten, sıradanlıktan arındırılmış geniş çaplı bir düşünce ufkuyla tasavvufu ele almıştır. Kesin veriler üzerinde düşünerek, yorumlar geliştirerek sonuçlar çıkarmıştır. Özellikle Kur’an ayetlerinin insanı düşünmeye davet ettiği gerçeği üzerinde önemle duran Kurtkan, bu emrin etkin bir uygulayıcısı olmuştur. Gerek Kur’an gerek hadisler ve gerekse de mutasavvıfların sözlerini düşünce süzgecinden geçirerek yorumlamıştır. Kurtkan tasavvuf konularını tevhide ulaştırıp ulaştırmaması yönüyle ele almıştır. Ve mana âleminin tevhide ulaşmakla idrak edilebileceğini, sosyal yaşam şartlarının tevhide ulaşmakla düzelebileceğini ve O’nun idrakine varmakla da bireysel hazların yaşanabileceğini belirtmiştir. Bu manada Kurtkan gerek sosyal ilimlerde gerekse de fen ilimlerinde tevhid realitesi doğrultusunda düşünceler geliştirmek gerektiğini ya da var olan düşüncelerin tevhid bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu anlayış aslında sadece tasavvuf ile ilgilenen insanları değil, bize göre tasavvuf ile ilgili ya da ilgisiz, inançlı inançsız herkese kolaylıklar sağlayacak düşüncelerdir. Amiran Kurtkan Bilgiseven, tasavvuf ilmini mutasavvıf şahsiyetlerin etkisiyle geliştirmiştir. Niyazî-i Mısrî, Mevlâna, Yûnus Emre, Şeyh Galip, Eşrefoğlu Rûmi vs gibi birçok mutasavvıf ismin etkisiyle düşüncelerine yön veren Kurtkan’ın bu davranışı tasavvufa ilgi duyan ya da ilgilenecek kimse için örnek bir yöntemdir. Kurtkan genç kuşağın daha sağlıklı yetişebilmesi için bu mümtaz şahsiyetlerin iyi tanıtılması gerektiğini düşünmüştür. Kurtkan’ın bu düşüncesini sosyal bunalımlarla boğuşan günümüz gencinin, bu bunalımlardan kurtulmalarına bir çözüm olarak gösterebiliriz. Dolayısıyla Kurtkan’ın bizlerden istediği şey, ismini günümüze kadar taşıyabilen değerli mutasavvıfların genç kuşağa tanıtılması ve bu zatların gençler tarafından model alınmasının sağlanmasıdır. Biz de tasavvuf ilmini ciddi manada hayatına ve kalemine katan Kurtkan’ın bu yönünün, özellikle düşünceye ve ilme olan hayranlığı doğrultusunda gerçekleştirdiği çalışmalarının dikkate alınarak genç kuşağa tanıtılması gerektiğini savunuyor ve ilim ve bilgi aşığı olan Amiran Hanım’ın özellikle de ilim ve bilgiye ilgisizliğin arttığı şu dönemlerde genç Y 97 Kurtkan, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), s., 142 219 Demirçin Efe, T. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. kuşak tarafından model alınması gerektiğini düşünüyoruz. Kaynakça AFİFİ, Ebu’l-A’la, Tasavvuf İslam’da Manevi Hayat, çev. Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, 4. Baskı, İz Yayıncılık, İstanbul 2009. AŞKAR, Mustafa, Mehmet Niyazi-i Mısrî el Malati Hayatı Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, Doktora Tezi, Ankara 1997. AZAMAT, Nihat, “Melâmet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2004, C. 29, s. 24. CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç Kitabevi, 5. Baskı, İstanbul 2004. ERTUĞRUL, İsmail Fenni, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabi, 2. Baskı, Savaş Yayınları, Ankara 2008. İMAM NEVEVİ, Riyazü’s-Salihin, Tercüme ve Şerh: M. Yaşar Kandemir, İsmail Lütfü Çakan, Raşit Küçük, Erkam Yayınları, C.1, İstanbul 2004 İNAN, Mesut, Türkiye’de Din Sosyolojisi (Amiran Kurtkan Bilgiseven Örneği), Rağbet Yayınları, İstanbul 2010. KARA, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi, 6.Baskı, Dergah Yayınları, İstanbul 2003. KARA, Mustafa, “Fenâ”, DİA, Diyanet Vakfı Yayınları, C. 12, İstanbul 1995, s. 333. KARAMAN, Kasım, Amiran Kurtkan Bilgiseven Bibliyografyası, Sosyoloji Dergisi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Kasım 2006 S. 11, s. 47,48. KELÂBÂZÎ, Ta’arruf, Haz: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1979. KURTKAN, Amiran, Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik, Kutsun Yayınevi, İstanbul 1977 KURTKAN, Amiran, Türk Milletinin Manevi Değerleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1977. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran Din Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1985. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran İslamiyetin Kültürel Özellikleri ve İslami Kavramlar, Filiz Kitabevi, İstanbul 1989. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, Büyük Türk İslam Düşünürü Niyazi Mısri’den Esintiler, Beka Yayınları, İstanbul 1998. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, İmtihan, Filiz Kitabevi, İstanbul 2003. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, Kur’an’dan Beş Hikmet, Filiz Kitabevi, İstanbul 2001. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, İlm-i Ledün (Genel Teoloji), Filiz Kitabevi, 2. Baskı, İstanbul 2003. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, İslam Millet Gerçeği ve Laiklik, Açık Oturumlar Dizisi 6-14, Başak Ofset, İstanbul 1994. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, Türkiye’ye Yönelik Etnik İddialara Dayalı Bölücü Y 220 Amiran Kurtkan Bilgiseven’in Tasavvuf Anlayışı Y Faaliyetler, Bayrak Matbaacılık, İstanbul 1991. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, “Önemi Tarifi Konusu ve Özellikleri ile “İlm-i Ledün” Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, M.Ü İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1997, S.4, s.50. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, “Mevlana” Din Araştırmaları Dergisi, M.Ü İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 2002, S.10, s.10,24. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, “Yunus’ta Benlik ve Birlik Anlayışı”, Türk Edebiyatı Dergisi, 25.11.1989, s.25. KURTKAN BİLGİSEVEN, Amiran, Türk-İslam Felsefesi Tarihinde Teoloji ve Teolojizm, Türk Dünyası Araştırmaları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1987, S.46 s. 56. MEVLANA CELALEDDİN-İ RÛMİ, Fihi Ma Fih, Çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Ataç Yayınları, İstanbul 2007. ŞİHÂBÜDDÎN SÜHREVERDİ, Avarifu’l- Mearif, Tercüme ve Tahric: Dilaver Selvi, Semerkand Yayınları, İstanbul 2011, 8. Baskı. TAM VE MÜKEMMEL NİYÂZÎ-İ MISRÎ DİVANI, Sağlam Kitabevi, İstanbul 1976. ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 2. Baskı, Kabalcı yayınevi, İstanbul 2005. YILMAZ, Hasan Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatler, Ensar Neşriyat, İstanbul 1994. YUNUS EMRE, Divan ve Risaletü’n-Nushiyye, Haz. Mustafa Tatcı, H Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 2011. Niyazî-i Mısrî, Divan-ı İlahiyat ve Açıklaması, Haz. İsmail Hakkı Altuntaş, İkinci baskı, Ocak 2010, C. 1-2-3 http://ismailhakkialtuntas.com/2012/02/12/kutuphane/ 15. 04.2013. 221 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 İSTİŞÂRENİN ÖNEMİ VE HZ. PEYGAMBER’İN UYGULAMALARINDAN ÖRNEKLER* THE IMPORTANCE OF CONSULTATION AND SOME EXAMPLES OF PRACTICES OF THE PROPHET Recep ASLAN** Özet Kur’ân-ı Kerîm, istişârenin önemini açık bir şekilde vurgulamış aynı zamanda Hz. Peygamber’e istişâre etmeyi emretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in, sadece kendi görüşüyle amel etmediğini, gerektiğinde ashâbıyla istişâre ettiğini görmekteyiz. Hz. Peygamber’in hayatı kuşatan birçok alanda istişâreleri bulunmaktadır. Bu makalede İslam’ın istişareye verdiği önem ve Hz. Peygamber’in konuya dair örnek uygulamaları üzerinde durulacaktır. Anahtar Sözcükler: İslam, Hz. Peygamber, Sünnet, İstişâre Abstract The Holy Quran clearly emphasizes the importance of consultation and orders consultation to The Prophet. As a matter of fact, we know that the Prophet is not who acting on his own opinion but also consulting to his companions in many times. There are many consultations examples concerning the various areas in the Prophet life. In this article, it is examined the importance of consultation in Islam and the practices of the Prophet on it. Keywords: Islam, The Prophet, Sunnah, Consultation Bu çalışma, yazarın yüksek lisans tezinin bir bölümünden derlenmiştir. Rasûlullah’ın İstişâreleri, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa, 1996. ** Yrd. Doç. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, İDKAB Bölümü, [email protected]. Y * 223 Aslan, R. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Giriş Bilgisi sınırlı olan insanoğlu, doğru hareket edebilmek için daha bilgili olanlara danışmak, onların bilgi ve tecrübelerinden istifade etmek istidadında yaratılmış bir varlıktır. Allah (c.c.) insana doğruyu bulması için danışmayı emretmiştir. Hz. Peygamber’in istişâreyi öneren uyarılarında ve bu anlayışa uygun uygulamalarında konuya dair birçok örnek görmekteyiz. Kur’ân-ı Kerîm ve sünnetin istişâreye önem vermesi, bu işin yöntemini göstermesi, İslâm’ın her çağa hitap ettiğini göstermektedir. Dolayısıyla istişâre, günümüze değin İslâm’ın canlılığını korumasına katkı sunmuş ve sunmaya devam edecektir. İstişâre, genel bir prensiptir. Her konuyu, o konuda bilgi, tecrübe ve ihtisas sahibi olan insanlarla istişâre etmek gerekir. Ekonomik bir konuyu ekonomistlerle, savaşa ait bir konuyu savaş tecrübesi olan, savaş konusunda yetişmiş askerî şahsiyetlerle, siyasî konuları diplomat ve hukukçularla, hâsılı her konuyu, o konuda yetişmiş kişilerle istişâre etmek gerekir. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.), kendi döneminde işin uzmanlarıyla istişâre etmiştir. Vahiy bulunmayan konularda o işin ehliyle istişâre etmekten geri kalmamıştır. I. İstişarenin Kelime ve Terim Anlamları: İstişâre ve şûrâ kavramlarının fiil kökü “şevere”dir. Arapça’da “işâret” kelimesi, harf-i cersiz kullanıldığı zaman, bir şeyi tayin ederek göstermek, “ilâ” harf-i cerri ile kullanıldığı zaman, “işâret etmek; el, göz veya kaş ile ima etmek” anlamlarına gelir. Aynı kelime “alâ” ile kullanıldığında ise, “görüş bildirmek, yapılması gerekeni öğütlemek ve doğru yolu göstermek gibi” manaları ifade eder. İstişâre, müşâvere, meşveret, müşûre hep bu kökten türetilen “danışıp görüşmek ve işaret almak” manasına gelen mastar kelimelerdir.1 Ayrıca bu kelimeler (istişâre, müşâvere, meşveret, meşûre ve teşâvur), “arı kovanından bal almak” manasına da gelir. Bununla sanki birçok görüş, seçenek ve alternatiften bal gibi en saf, en halis ve en faydalı olan kanaati elde etmek manası kastedilir.2 “Şûrâ” kelimesi de, aslında “tûbâ” vezninde bir mastar olup arz edilen mastarların kökünü teşkil eder ve tıpkı onlar gibi, “danışmak” ve “birbirinden görüş almak” demektir. 1 Cevherî, İsmail b. Hammâd, es-Sıhah Tâcu’l-Luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye, (Thk. Ahmed Abdulgafur Attâr), Dâru’l-İlm, Beyrut, 1984, II, 704; İbn Fâris, Ahmed b. Zekeriyya, Mu‘cemu Mekâyîsu’l-Luga, (Thk. Abdüsselâm Muhammed Harun), Dâru’l-Fikr, Kahire, 1972, III, 226-227; İbn Manzûr, Ebu’l Fadl Cemaluddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânu’l -Arab, Beyrut, ts, IV, 434-435; Râzî, Fahreddin b. Ömer, et-Tefsirü’l-Kebîr, Matbaatü’l Behiyye, Mısır, ts., IX, 66; Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, (Sadeleştirenler: İsmail Karaçam, Emin Işık, Nusrettin Bolelli, Abdullah Yücel), Azim Dağıtım, İstanbul, ts., II, 451-452; Hızlı, Mefail, Köse, Saffet, Şamil İslâm Ansiklopedisi, III, 230. 2 Cevherî a.g.e., II, 704; İbn Fâris, a.g.e, III, 226; Zebîdî, Muhammed Murtaza, Tâcu’l-‘Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus, (Thk. Ali Hilâlî, Abdüsselâm Muhammed Harun vd.), Kuveyt, 2004, XII, 252; İbn Manzûr, a.g.e, IV, 434-435; Hızlı, a.g.e, III, 230; Dımıcî, Abdullah b. Amr b. Süleymân, el-İmâmetü’l-Uzmâ, Riyad, 1987, s. 422; Türcan, Talib, “Şûra”, DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 230. Y 224 İstişârenin Önemi ve Hz. Peygamber’in Uygulamalarından Örnekler Zamanla daha çok, “danışma” mânasında kullanılan bu kelime, “görüş sahibi” anlamında isim olmuş ve aynı zamanda toplanıp görüş beyan eden cemaatin de adı haline gelmiştir.3 Kısacası istişâre, herhangi bir konuda karar alınmadan önce, yetkili kişilerin görüşünü öğrenmektir. Meselelerin etraflı bir şekilde araştırılması, fikir alış-verişi, daha sonra da alınan kararın uygulanması veya ta’dil edilmesinin gerekliliğidir. Demek ki istişâreden maksat, herhangi bir meselede istişâre yapılırken, meselenin en güzel yönünü bulmaktır, hata ihtimalini aza indirmektir.4 Hadislerde şûrâ, istişâre, müşâvere, meşveret, meşûre ve teşâvur gibi kelimeler sözlük anlamlarıyla sıkça geçmektedir.5 Hadislerde istişâre, “kişisel ve toplumsal düzeyde her iş bakımından doğru karar almanın gerekli bir metodu” olarak tanımlanmıştır.6 Yukarıdaki özet bilgilerden sonra İslam’da istişarenin önemi ve gerekliliği üzerinde durmak yerinde olacaktır. II. İslam’da İstişarenin Önemi İstişarenin tarih itibarı ile çok eskilere kadar uzandığını, Kur’ân-ı Kerîm âyetleri arasına serpiştirilen birtakım olaylar sayesinde anlamak mümkündür. Aşağıda zikredeceğimiz bazı olay ve ayetler İslam’ın istişareye verdiği değerin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. 1. Belkıs, Hz. Süleyman’ın gönderdiği mektup üzerine, nasıl bir siyaset takip edileceğini tayin etmek için yakın devlet adamlarını toplamış ve konuyu onlarla istişâre etmiştir.7 2. Hz. Musa’nın İsrâiloğullarını Mısır’dan çıkarma teşebbüslerine engel olmak isteyen Firavun, hatt-ı hareketi tayin etmek için yakın arkadaşları ile konuyu istişâre etmiştir.8 Fakat bu istişâre, şer amaçlı bir görüş alış verişi olarak değerlendirilmelidir. Bu iki olayın yanı sıra Kur’ân-ı Kerîm’de istişâre ile ilgili iki sarih âyet de mevcuttur. Bunlardan birincisi Mekke’de nazil olan ve istişârenin önemine binaen “Şûrâ” adı verilen sürenin 38. âyetidir. İkincisi ise, Medine’de Uhud savaşı neticesinde indirilen Âl-i İmrân sûresinin 159. âyetidir. Allah (c.c.) kıyamet gününde rızasına mazhar olacak mü’minlerin bazı vasıflarını bildirdiği ve henüz Medine’deki İslâm devleti kurulmazdan önce Mekke devrinde indirdiği 3 Yazır, a.g.e., II, 452; VII, 30; Cevherî a.g.e., II, 705; İbn Manzûr, a.g.e., IV, 437; Hızlı, a.g.e., III, 230; Türcan, “Şûra”, DİA, XXXIX, 230. 4 Babilli, Mahmud, İslâm›da Şûrâ (çev. Nihat Armağan, Kemal Çobanbeyli), Fikir Yayınları, İstanbul, 1985, s. 27; Dımıcî, a.g.e., s. 422. 5 Bkz. Wensinck, A. Y., el-Mu‘cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Hadis, Leiden, 1936, III, 209-212. (“Şvr” md.) 6 Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ, el-Câmiu’s-Sahîh, (Thk. Ahmet Muhammed Şakir), Kahire, ts., Fiten, 78; Türcan, “Şûra”, DİA, XXXIX, 231. 7 Neml, 27/29-33. Y 8 A’raf, 7/109-112. 225 Aslan, R. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Şûrâ sûresinde: “Ki onlar Rablerinin davetine icabet ettiler ve namazı kıldılar. Onların işleri aralarında şûrâ (danışma) iledir. Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar” buyurmaktadır.9 Allah (c.c.), mümin kullarının iman ve ibadetlerle ilgili diğer vasıfları arasında, “şûrâ” ve “istişâre” prensibinin, Müslümanların hayatında, devletin siyasi ve idarî bir düzeni olmaktan öte ailede, toplumda ve sosyal hayatın bütün alanlarında uygulanması gereken ana vasfı olduğunu beyan etmektedir. Bu âyet, genel olarak her işte istişâre ve şûrâ’nın lüzum ve önemini göstermektedir.10 Medine’de nazil olan Âl-i İmrân sûresi’nin 159. âyetinde ise, Allah (c.c.), Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben Uhud savaşının acılarından sonra ve oldukça kritik bir zamanda, ashâbı ile istişâre etmelerini kesin bir ifade ile emretmekte ve şöyle buyurmaktadır: “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.”11 Ayrıca “Eğer ana-baba aralarında istişâre ederek ve anlaşarak (daha önce) sütten kesmek isterlerse kendilerine günah yoktur”12 şeklindeki âyette de çocuğun sütten kesilmesi hususunda ebeveynin istişâre etmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Bu âyette aile hayatını ilgilendiren konulardan olan süt emzirme süresini tayin etmede ebeveynin birlikte karar vermeleri gerektiği ifade edilmiştir. Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm, “şûrâ” terimini açıkça kullanarak İslâm ümmetinin ferdî, ailevî, toplumsal, siyasî vb. işlerinin istişâre ile olmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Nisâ sûresinin iki yerinde de “ûlu›l-emr” den söz etmiştir. Birincisinde tebeadan, Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.v.)’den sonra onlara itaatı istemiş; ikincisinde ise işlerin kesin çözüme bağlanması, hangi halin güvenlik hangisinin tehlike olduğunun kararlaştırılması konularında yetkili/uzman olarak onlara başvurulmasını zorunlu tutmuştur. Birinci âyette tebeaya hitaben şöyle der: “Ey inananlar, Allah’a itaat edin, Resûl’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin.”13 İkincisinde ise, “ûlu›l-emr”e, bilgi sahiplerine götürmek yerine, cahilce davranıp işleri karıştıran kimi Müslümanlara sitem ederek doğru olmayan bu davranışları eleştirmektedir: “Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelse onu yayarlar. Hâlbuki onu Rasûl’e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lutuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız 9 Şûrâ, 42/38. 10 Aydın, Ali Arslan, İslâm›da Şûrâ’nın Manası Yeri ve Önemi, İslâm Dergisi, Eylül, 1990, s. 27. 11 Âl-i İmrân, 3/159. 12 Bakara, 2/ 233. 13 Nisâ, 4/59. Y 226 İstişârenin Önemi ve Hz. Peygamber’in Uygulamalarından Örnekler müstesna şeytana uyup giderdiniz.”14 Bu âyetlerde iki şey dikkatimizi çekmektedir: 1. Kur’ân-ı Kerim müfred/tekil sîgasıyla “veliyyül-emr”den (emir sahibi) değil, çoğul sîgasıyla “ûlu›l-emr” den (emir sahipleri) söz etmektedir. Bu üslubuyla şûrâ’ya dayalı önderliği överken; Müslümanların işleri hususunda tek başına karar almayı da reddetmektedir.15 2. Kur’ân-ı Kerim, “emir sahipleri”nin sözkonusu yetkilere sahip olabilmeleri için ümmetten olmaları şartını getirmiştir. Şu anlamda ki: Bu kişilerin ümmetin güvenine mazhar olarak seçimle gelmiş olmaları, ümmetin hayatını yönetmeye ehil olmaları gerekir. Bu Kur’ânî işaretlerde tebeanın istişâre yoluyla “ûlu›l-emr”in seçimine katılmalarının kaçınılmaz zorunluluğunun vurgulandığını görüyoruz. Yine âyetlerden yöneticilerin tebeayı, istişâre’ye dayanarak yönetmeleri gerektiğini anlıyoruz.16 Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, düşünce ve siyasette istişâre yolunu övme tarzında, selîm fıtratlarıyla veya önceki semâvî mesajlardan ilham alarak bu yola başvuran, böylece düşünce ve karar aşamasında şûrâya başvurmakla öne çıkan millet ve kavimleri de misal vermektedir. Kur’ân’ın anlattığı üzere Belkıs’ın kraliçeliği döneminde Sebe’Krallığı’’nda yönetim, siyaset, karar alma üslûbu istişâre ile idi. (Hüdhüd mektubu götürüp attıktan sonra Sebe’ melikesi Belkıs) müşâvirlerine dedi ki:“Ey ileri gelenler! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı. Mektup Süleyman’dandır. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlamakta) dır. Bana karşı baş kaldırmayın, teslimiyet göstererek bana gelin, diye (yazmaktadır). Ey ileri gelenler! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz ki) Siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam” dedi.17 Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm, vahiyden uzak kalan kimselerin de istişâreye başvurduğunu bize bildirmektedir. II. Sünnette İstişâre ve Hz. Peygamber’in İstişâre Örnekleri Hz. Peygamber’in risaleti süresince istişâreye, bilindiğinden çok daha fazla önem verdiği bir gerçektir. Onun, gerek Mekke’de, gerekse Medine’de hakkında vahiy nazil olmayan meseleleri genellikle arkadaşlarıyla istişâre ederek çözümlediğini ve bunun böyle olması gerektiğini fiilen gösterdiğini hadis kaynaklarından öğrenmekteyiz. Bir rivayette şöyle denilmektedir: “Müslümanların fikrini almadan “emir” tâyin etseydim, İbn Ummü 14 Nisâ, 4/83. 15 Umâra, Muhammed, İslâm ve İnsan Hakları, (çev. Asım Kanar), Denge Yayınları, İstanbul, s. 31. 16 Umâra, a.g.e., s. 32. Y 17 Neml, 27/29-32. 227 Aslan, R. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Abd’i/Abdullah b. Mes‘ûd’u tâyin ederdim.”18 Yine Ebû Hureyre: “Rasûlulah (s.a.v.)’den daha çok, adamları ile istişâre eden bir kimse görmedim” der.19 Peygamber (s.a.v.)’i istişâre’ye bu kadar önem vermeye sevk eden şey istişârenin te’siri hakkında taşıdığı inanç idi. Kendisi istişâre konusunda şöyle diyordu: “İstişâre edilen kişi, kendisine güvenilen kişidir.”20 “Gelip geçen bütün Peygamberlerin ikisi semâ ehlinden, ikisi de arz ehlinden olmak üzere istişâre edeceği dört veziri olageldiğini ve kendisinin de aynı şekilde dört vezirle takviye edildiğini”21 belirten Peygamber (s.a.v.) salih bir müşâvirin önemini belirtme sadedinde bir başka hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “Sizden, üzerine mesuliyet yüklenen bir kimse için Allah hayır murâd ederse, ona “Salih” bir vezîr nasib eder de unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur.”22 Peygamber (s.a.v), istişâre’nin toplumsal hayata getireceği huzur ve saadeti ifade için de şöyle buyurmuştur: “İdarecileriniz, içinizden iyi kişiler, zenginleriniz ise cömert kişiler olduğu ve işleriniz de müşavere ile yürütüldüğü takdirde, sizin için toprağın üstü altından daha hayırlıdır. İdarecileriniz kötüleriniz; zenginleriniz ise cimrileriniz olduğu ve işleriniz de kadınlarınıza kaldığı zaman sizin için toprağın altı üstünden daha hayırlıdır.”23 Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatına baktığımızda, onun vahiy gelmeyen hususlarda ashâbıyla istişâre ettiğini görürüz. O, ferdî, ailevî, ticarî, cezaî v.b. tüm konularda mutlaka istişâre etmiş, gerek tavsiyeleriyle, gerekse amelî boyutuyla hiç bir konuda istişâreyi ihmal etmemiştir. Ebû Hureyre: “Rasûlullah (s.a.v)’den daha çok adamları ile istişâre eden bir kimse görmedim” demek suretiyle bu hakikate işaret etmiştir.24 Hz. Peygamber, “İstişâre edilen kişi, kendisine emniyet edilen kişidir”25 buyurmuştur. Bu rivâyete göre müsteşâr/fikrine başvurulacak kimse, güvenilir bir kimse olmalıdır. Hadis, bir bakıma, sorunların, güven vermeyen, hakikati olduğu gibi söyleyeceğinden emin olmayan kişilerle danışılmaması gerektiğini de vurgulamaktadır. Hz. Peygamber, kendisiyle istişâre edilen kimsenin güvenilir olmasının adeta bir mecburiyet olduğunu, tersinin ise ihanet olduğunu şöyle ifade etmiştir: “Kim, bir kardeşine, gerçeğin başka olduğunu bildiği halde bir şeyi tavsiye ederse ona ihanet etmiş olur.”26 18 Tirmizî, Menâkıb, 38; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut, ts., I, 76. 19 Tirmizî, Cihâd, 34. 20 Tirmizî, Edep, 57; Ebû Davûd, Süleymân b. Eş‘as es-Sicistânî, es-Sunen, Mısır, 1952, Edeb, 114; İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd, es-Sunen, (Thk. Muhammed Fuad Abdulbaki), Kahire, 1954, Edeb, 37; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., V, 274; Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin, es-Sünenü’l-Kübra, Beyrut, 1344, X, 112. 21 Tirmizî, Menakıb, 17. 22 Ebû Davûd, Harâc, 4. 23 Tirmizî, Fiten, 78. 24 Tirmizî, Cihâd, 34. 25 Tirmizî, Edeb, 57; Ebû Davûd, Edeb, 114; İbn Mâce, Edeb, 37; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., V, 274; Beyhakî, a.g.e., X, 112. 26 Ebû Davûd, İlim, 8. Y 228 İstişârenin Önemi ve Hz. Peygamber’in Uygulamalarından Örnekler Nitekim başka bir rivâyette de Hz. Peygamber: “Sizden biriniz kardeşiyle istişâre etmek isterse kardeşi görüşünü söyleyerek ona yol göstersin”27 buyurmuştur. Bu rivâyette de danışmanlık yapanların doğru bilgi vermeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. Çünkü İstişâre bir sorumluluktur. Ona ehil olmayı ve tabi olmayı gerektirir.28 Hadis kitaplarında birçok istişâre örneği bulunmakla beraber, bunları yoğunluklarına göre gruplandırmak mümkündür. Bunu yaptığımızda, Hz. Peygamber’in daha çok şu konularla ilgili istişârelerde bulunduğunu görürüz: -Devlet başkanı olarak yaptığı istişâreler - Dinî konulardaki istişâreleri - Ticarî konulardaki istişâreleri - Hukukî-cezâî konulardaki istişâreleri - Ailevî münasebetlerle ilgili istişâreleri - Ferdî istişâreleri Peygamberimizin yaptığı istişareler üzerine yaptığımız bu incelemede yukarıdaki tasniflerde beliren konuların diğerlerine göre daha yoğun olduğunu gördüğümüzü söyleyebiliriz. Şimdi yukarıya yazdığımız öne çıkan istişare konularını müstakil olarak ele alıp örneklerle zenginleştirmeye çalışacağız. a. Devlet Başkanı Olarak Yaptığı İstişâreler: İstişâre, idârî mekanizmaların vazgeçilmez unsurunu meydana getirir. Danışmak, devlet başkanlarının da hata yapabilecekleri görüşünden kaynaklanır. İslâm’da hata, haksızlık ve kanunlara muhalefet kimin tarafından yapılırsa yapılsın kabul edilmez. Devlet başkanı hukuka aykırı bir tasarrufta bulunamaz ve millet menfaatine ters düşen kararlar alamaz.29 “Devlet adamları birer çobandır ve elinin altındakileri lâyıkıyla muhâfaza etmekten sorumludur.”30 Kanunlara ve hukuka uygun kararlar alıp tatbik etmenin yolu ise istişâreden geçer. Rasûlullah (s.a.v.)’ın bu konuda yapmış olduğu birçok icraatı vardır. Savaşla ilgili bir kısım örnekleri zikredeceğiz. Bedir’de Ebû Sufyan’la savaşılıp savaşılmaması konusunda Hz. Peygamber ashâbla istişâre etmiştir. Ebû Sufyan’ın gelmekte olduğu haberi kendisine ulaşınca Hz. Peygam27 İbn Mâce, Edeb, 37. 28 Umâra, a.g.e., s. 34. Ayrıca bkz. Gezgin, Ali Galip, “Kur’an’da ve Türk Devlet Geleneğinde Şûra”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, İsparta, 1997, Sayı: 4, s. 195. 29 Yeniçeri, Celal, Asr-ı Saadet’te Devlet Bütçesi, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm, Beyan Yayınları, İstanbul, 1994, III, 254. Y 30 Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul, 1979, Cum’a, 11. 229 Aslan, R. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. ber bir istişâre meclisi kurmuştur. Evvelâ Ebû Bekir sonra Ömer ayağa kalkıp, muhâcirleri temsilen Kureyş ordusuna karşı gidilmesi ve Ebû Sufyan’ın kervanını takipten vazgeçilmesi yönünden görüş beyan ettiler. Daha sonra Ensâr’dan Sa’d b. Ubâde ayağa kalkıp: “Bizi kastediyorsunuz sanırım? Ey Allah’ın Elçisi! Nefsim elinde bulunan (Allah)’a yemin ederim ki eğer sen bize atlarımızı deryaya sürmemizi emretmiş olsaydın mutlaka deryaya sürerdik. Ve eğer sen bize atlarımızı Berku’l-Gımad’a31 sürmemizi emretseydin bunu da yerine getirirdik” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber insanları Kureyş ordusuyla savaşmaya çağırdı. Alınan karara göre hareket ettiler ve Bedr’e vardılar. Bir süre sonra Kureyş ordusunun su taşıyan develeriyle karşılaştılar.32 Görüldüğü gibi, bu istişâre bütün Müslümanları ilgilendirdiği için Hz. Peygamber, her kesimin temsilcisiyle görüşmüştür. Görüşmeler neticesinde sonuna kadar savaşılacağına ve Hz. Peygamber’e olan bağlılıklarını sürdüreceklerine dair görüşler ortaya çıkmış ve savaş kararı alınıp uygulamaya geçilmiştir. Yine Bedir’de Mekkeli müşriklerle savaş kararından sonra, ordunun karargâhı ve mevzilenmesi konusunda fikir beyan eden Hubâb b. el-Münzir’in görüşüne göre amel edilmiştir. Hubâb b. el-Münzir bin el-Cemûh bu konuda şöyle der: “Hz. Peygamber ile Bedir günü savaşa ben de katıldım. Hz. Peygamber Bedir kuyusunun yanına geldi ve kuyunun arkasına mevzilenmeye karar verdi. Ben de: “Ey Allah Elçisi! Burası Allah’ın seni yerleştirdiği bir yer mi yoksa harp, rey ve hile gereği takdiriniz mi?” diye sordum. Hz. Peygamber buyurdu ki: “Elbette ki o harp, rey ve hile sonucudur.” Ben de: “Ya Rasûlallah! Burası konaklama yeri için uygun değildir. İnsanları kaldır ve bizimle müşriklerin en yakınındaki suya gel. Sonra o suyun ötesindeki kuyuların sularını bozalım. Orada bir havuz yapalım ve su ile dolduralım ki Kureyş ile savaştığımızda biz içelim onlar ise içmesinler.” Bunun üzerine Hz. Peygamber dedi ki: “Hakikaten re’yle iyi yol gösterdin.” Hz. Peygamber beraberindeki insanlarla Bedir kuyularına geldiler. Sonra emretti, su kuyuları kapatıldı. Müslümanların yanında konakladığı su kuyusunun üzerinde ise bir 31 Berku’l-Ğımad, Mekke’ye beş konak mesafesinde, sahil tarafında bir yerdir. Suyûtî, ed-Dibâc ala Sahîh’i Müslim, (Thk. Ebû İshâk el-Huveynî), Dâru İbn Affân, Riyâd, 1996, IV, 389. 32 Müslim, Ebu’l-Hüseyn b. el-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s-Sahîh, (Thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), Beyrut, 1955, Cihâd ve’s-Sîyer, 83; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., III, 219-220; 257-258. Y 230 İstişârenin Önemi ve Hz. Peygamber’in Uygulamalarından Örnekler havuz yaptı. Böylece düşman sudan mahrum bırakılmış oldu.33 Bu örnekte Hz. Peygamber, Bedir kuyularını iyi bilen ve savaş yerinin tespiti konusunda tecrübeli olan Hubâb b. el-Münzir’in itirazını dikkate almış ve onun önerdiği yer tercih edilmiştir. Yine Bedir savaşı sonrası esirlerin durumu müzakere edilirken, Ömer (r.a.), onların hepsinin öldürülmesini teklif etti. Ebû Bekir (r.a.) ise onların fidye karşılığında serbest bırakılmalarını istedi. Hz. Peygamber sonuncu re’yi kabul etti.34 Uhud savaşında kendisi Medine’de kalınmasını daha uygun görüyorken sahabe’nin çoğunluğu Medine dışına çıkılması taraftarıydı. O da onların görüşü ile amel etti.35 Bu konuda örnekleri çoğaltabiliriz.36 Hz. Peygamber’in Hendek Savaşı’nın planıyla ilgili Selmân-ı Farisî’yle yaptığı istişâre örneğiyle yetinelim. Hz. Peygamber, Mekke’deki müşriklerin savaş hazırlıklarından haberdar olunca, ashâbını topladı. Rasûlullah (s.a.v.) savaşın ne şekilde yapılacağı konusunda sahâbîlerle istişâre etti. Selmân-ı Farisî (r.a.) Medine’nin çevresine hendek kazılmasının uygun olacağını ifade etmiş, kavmi Farisiler’in bu yöntemden faydalandığını, bir şehri kuşattıklarında etrafına hendek kazdıklarını söylemişti. Selmân-ı Farisî’nin bu görüşü isabetli bulundu. Hz. Peygamber, hendek kazılmasını emretti, kendisi de hendeğin kazılmasında çalıştı.37 Örnekte de görüldüğü gibi hendeğin kazılması konusu istişâre sonucu gündeme gelmiştir. Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, Bedir, Uhud ve Hendek savaşı vb. birçok örnekte önemli devlet işlerini ashâbına danışmıştır. Kimi zaman aynı görüşü paylaşmasa da çoğunluğun görüşüne itibar etmiştir. b. Dinî Konulardaki İstişâreleri: Akidevî meseleler, dinin temel hükümleri ve kulluğun işareti olan şeyler Hz. Peygamber’in Allah’tan alıp ümmete açıkladığı vahiyle sabit olur. Dinin temelini oluşturan bu gibi konulara istişâreyi ve şahısların görüşünü karıştırmadan Allah’tan nasıl gelmişse olduğu gibi kabul etmek ve boyun eğmek gerekir. Fakat Hz. Peygamber bu tür konuların bazısının nasıl ifa edileceğini istişâre konusu yapmıştır.38 33 İbn Hişâm, Abdülmelik b. Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1971, II, 272; İbn Sa‘d, Ebû Abdillah Muhammed b. Sa‘d el-Basrî, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebîr, Beyrut, ts., II, 14-15, 24; Akbulut, Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Birleşik Dağıtım, Ankara, 1992, s. 69. 34 Ahmed b. Hanbel, a.g.e., I, 30-31, 49; III, 243; Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), İrfan Yayıncılık, İstanbul, 1990, II, 893; Akbulut, a.g.e., s. 72. 35 İbn Hişâm, a.g.e., III, 67-68; İbn Sa‘d, a.g.e., II, 38; Hamidullah, a.g.e., II, 892; Akbulut, a.g.e., s.73-74; Köten, Akif, Hz. Peygamber’in Devlet Başkanlığı, Furkan Ofset, Bursa, 1993, s. 6. 36 Farklı örnekler için bkz. Aslan, Recep, Rasûlullah’ın İstişâreleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa, 1996, s. 28-32; Tezcan, Tuğrul, Kur’an’da Şûrâ Kavramı ve Çağdaş Yorumları, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2010, s. 96-104. 37 İbn Hişâm, a.g.e, III, 235; İbn Sa‘d, a.g.e., II, 66. Y 38 Umâra, a.g.e., s.38. 231 Aslan, R. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Mesela namaz dinin temel konularından biri olup istişâre konusu değildir. Fakat Müslümanlara namaz vakitlerinin duyurulması için nasıl bir çözüm bulunulması gerektiği istişâre konusu olmuştur. Bu konuda Abdullah b. Ömer’den şöyle rivayet edilmiştir: “Müslümanlar Medine’ye geldikleri zaman bir araya toplanır ve namaz vakitlerini gözetlerlerdi. İlk zamanlarda namaz için nida edilmezdi. Bir gün bu hususta konuştular. Kimi, “Hıristiyanların çanı gibi bir çan kullanın” dedi. Kimi, “Yahudilerin borusu gibi bir boru kullanın” dedi. Ömer b. Hattâb da “Namaza çağıracak bir kişi gönderemez misiniz?” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki: “Ya Bilâl! Kalk, namaz için nidâ et (ezan oku).”39 Böylece namaz vakitlerinin nasıl duyurulacağı problemi, Müslümanlar arasında istişâre konusu olmuştur. Ezân, sünnet yoluyla meşru kılınmakla birlikte âyetlerle de te’yid edilmiştir.40 c. Ticarî Konulardaki İstişâreleri: Ashâb, devlet işlerinde ve dinî işlerde Hz. Peygamberle istişâre ettikleri gibi ticarî konularda da istişâre ediyorlar, problemlerinin çözümü için O’na başvuruyorlardı. Bir defasında meyve alım-satımı konusunda ashâb Hz. Peygamberle istişâre etti. Zeyd b. Sâbit’in rivâyetine göre, (Hz. Peygamber zamanında), insanlar henüz olgunlaşmamış meyveleri alıp satıyorlardı. Müşterilerin meyveleri topladığı ve tarafların haklarını isteme vakti geldiği zaman, müşteri: “Meyve çürüdü, ermeden bozulup döküldü, hastalık dokundu” -ki bunlar birer tabii afettir- gibi laflar ediyor ve taraflar ihtilafa düşüyorlardı. Bu tür davalar artınca Hz. Peygamber, ihtilaf ve anlaşmazlıklarının çokluğundan ötürü, bir istişâre olmak üzere: “Eğer iş böyle gitmiyorsa o halde meyve olgunlaşana değin satım işlemi yapmayın” buyurdu.41 Buhârî şârihi Bedrüddin el-Aynî (ö. 855/1451), bu rivâyeti değerlendirirken “meşveret”, “müsteşîr” gibi kavramları tahlil etmiştir. Bu hadiste geçen istişâreden maksadın şu olduğunu söylemiştir: “Kişiler arasında kargaşaya sebep olmasın diye, meyveler olgunlaşmadan alım-satıma konu olmamalıdır.”42 Ashâb, Hz. Peygamber’in bu ticarî istişâre anlayışını kendi aralarında da uyguluyorlardı. Yani onlar da ticarî konularda istişâreyi ihmal etmiyorlardı. Şu haber bu uygulamanın somut bir örneğidir: 39 Buhârî, Ezân 1, Enbiya, 50; Müslim, Salât, 1; Ebû Dâvûd, Salât, 27; Tirmizî, Salât, 25; Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb, es-Sunen, Kahire, 1964, Ezân, 1; İbn Mâce, Ezân, 1; İbn Hişâm, a.g.e., II, 154; İbn Sa‘d, a.g.e., I, 246-248. 40 Bkz. Mâide, 5/58; Cum‘a, 6/19. 41 Buhârî, Buyû‘, 85; Ebû Dâvûd, Buyû ‘, 22. 42 Aynî, Bedruddîn Mahmud b. Ahmed, Umdetü’l-kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, XII, 5-6. Y 232 İstişârenin Önemi ve Hz. Peygamber’in Uygulamalarından Örnekler Sâlim el-Mekkî’nin bir bedevîden haber verdiğine göre, bu kişi Rasûlullah (s.a.v.) zamanında sağmal devesini satması için Talha b. Ubeydullah’a uğradı. Talha: Rasûlullah (s.a.v.): “Şehirlilerin, bedevînin malını onun namına satmasını yasakladı ama sen çarşıya git, satın almak isteyenlere bak, (sonra gel) bana danış. Ben sana verilen fiyata göre sat veya satma derim” dedi.43 d. Hukukî-Cezâî Konulardaki İstişâreleri: Ashâb, hukukî bir problemleri olduğu zaman Hz. Peygamber’e gelip durumu arz ediyorlardı. Hz. Peygamber onların görüşlerini aldıktan sonra uygun olan hükmü veriyordu. Gerçi bu tür danışmalar neticesinde Hz. Peygamber’in verdiği kararlar kaza niteliğinde idi. Çünkü hukukî kuralların bir kısmı zaten konulmuştu. Nasslar ile sabit idi. Bunlar istişâre neticesinde de değişmeyen kurallar idi. Ashâb yapılan işin ceza kapsamına girip girmediğini, Hz. Peygamber’e danışırdı. Berîre’nin44 hürriyete kavuşturulması buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Hz. Âişe Berîre’yi satın alıp hürriyete kavuşturmak istemiştir. Fakat sahipleri velâ hakkının kendilerine ait olduğunu söyleyince Hz. Âişe durumu Rasûlullah (s.a.v.)’e zikretti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Âişe’ye: “Eğer sen onların ileri sürdükleri bu şartı onlar lehine kabul etsen de şüphesiz velâ hakkı ancak âzâd edenindir” diyerek Hz. Âişe’ye hukukî yolu göstermiştir.45 Cezaî konularda ashâbla sık sık istişârede bulunan Hz. Ömer’in de ilgili pek çok uygulaması bulunmaktadır ki bunlardan biri şarap içenlerle ilgilidir. Hz. Ömer, bu konuda insanların ileri gelenleri ile istişâre de bulundu. Abdurrahman b. Avf, “Şer’i hadlerin en hafifi gibi seksen (sopa olması görüşündeyim)! dedi ve (görüşünün kabul edilmesi üzerine) Ömer cezanın bu şekilde olmasını emretti.46 Yine Ömer b. Hattâb zamanında iki adam karşılıklı birbirlerine sövdüler. Bunlardan biri diğerine: “Vallahi ne babam zina etmiştir, ne de annem” dedi. Bunun üzerine Ömer b. Hattâb bu ta’riz yoluyla iffete iftira mıdır, değil midir diye ashâbla istişârede bulununca birisi: “Adam bununla anasını ve babasını övmüştür” dedi. Bir başkası da: “Anasını ve babasını övmek başka türlü de olabilirdi (sövüşme esnasında böyle demesi hasmının ana 43 Ebû Dâvûd, Buyû ‘, 47. 44 Berîre, Hz. Âişe’nin satın alıp daha sonra serbest bıraktığı âzâtlı cariyesidir. Geniş bilgi için bkz. İbn Sa‘d, a.g.e., X, 244-248. 45 Buhârî, Zekât, 61, Et’ime, 31; Müslim, Itk, 2; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., XLII, 243, 264. Y 46 Müslim, Hudûd, 35; Tirmizî, Hudûd, 14. Benzer bir rivayet için bkz. Mâlik b. Enes, el-Muvatta‘, (Thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), Kahire, ts., Eşribe, 2. 233 Aslan, R. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. ve babasının iffetine sataşmadır.) Ona hadd-i kazf/iffete iftira cezası uygulaman gerekir” deyince Hz. Ömer ona seksen kırbaç vurdu.47 e. Ailevî Münasebetlerle İlgili İstişâreleri: İslâm, ailenin uyum içinde devam etmesini sağlamak için karı-kocanın, işlerini istişâre yolu ile yürütmelerini istemiştir. Ailevî meselelerde erkeğin hanımı ile istişâre etmesi ve ortak karar vermeleri esastır. Örneğin, “Eğer ana-baba aralarında istişâre ederek ve anlaşarak (daha önce) sütten kesmek isterlerse kendilerine günah yoktur”48 şeklindeki âyette çocuğun sütten kesilmesi hususunda ebeveynin istişâre etmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Rasûlullah (s.a.v.)’ın hayatında da kadınlarla istişâre örnekleri pek çoktur. Bu örneklerden bir kısmı kadınlarla istişâre etmeyi emretmektedir: “Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla istişâre edin.”49 “Kızları hakkında kadınlara danışınız.”50 Yine kadının nikâhı esnasında onunla istişâre edilmesi konusunda Âişe (r.a.)’den şöyle bir rivayet aktarılır. Hz. Âişe şöyle demiştir: “Ya Rasûlallah! Kadınlarla nikâh akidleri hususunda istişâre edilir mi?” diye sordum. Hz. Peygamber: “Evet (kadınlarla nikâh akidleri hususunda istişâre edilir)” buyurdu. Ben: “(Ya Rasûlallah!) bakire bir kız, evlilik konusu danışıldığında utangaçlığı sebebiyle sıkıntı çekebilir” dedim. Hz. Peygamber: “Onun susması, izin verdiği anlamına gelir” dedi.51 Görüldüğü üzere, özellikle evlenme gibi şahsî bir meselede kadının fikrinin alınması ve ona uyulması ısrarla talep edilmektedir. Kadınlarla istişâre konusunda sözlü beyanlardan başka fiilî örnekler de vardır: 1. İlk örnek “İfk (İftira)” hadisesiyle ilgilidir. Âyet-i Kerime ile içyüzü ortaya konan, 47 Mâlik b. Enes, Hudûd, 19. 48 Bakara, 2/ 233. 49 Ahmed b. Hanbel, a.g.e., IV, 192; II, 97; İbnu’l-Esîr, Ali b. Muhammed el-Cezerî, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma‘rifeti›sSahâbe, Kahire, 1970, IV, 15. 50 Ebû Dâvûd, Nikâh, 23. 51 Buhârî, İkrâh, 3; Nikâh, 41. Y 234 İstişârenin Önemi ve Hz. Peygamber’in Uygulamalarından Örnekler hadis kitaplarında teferruatıyla açıklanan ve Hz. Âişe’ye münafıklarca atılan iftira üzerine, Hz. Peygamber hanımı hakkında geniş bir tahkikat yaptırmıştı. Bu tahkikat sırasında, sadece Hz. Ali gibi ileri gelenlerin değil, Berîre - ki Hz. Âişe’nin cariyesi idi - gibi bir kadının da fikrine müracaat etmişti.52 Bu hadise Buhârî’nin el-Câmiu’s-Sahîh’inde genişçe yer almaktadır. Sadece konumuzla ilgili olan kısmını özetleyerek aktarmak yeterli olacaktır. Hz. Peygamber, Mustalikoğulları gazvesine giderken Âişe (r.a.)’yi de götürmüştür. Konaklama yerinde Hz. Âişe’nin gerdanlığı kayboldu. O esnada kervan hareket etti. Askerlerin arkasından konaklama yerindeki eşyaları arayan Safvân b. Muattal es-Sulemî, Âişe (r.a.)’yi gerdanlığını ararken buldu. Bu olay üzerine Abdullah b. Übey başta olmak üzere birkaç münafık Âişe (r.a.)’ye zina iftirasında bulundular. Olayın konumuzla ilgili kısmını Hz. Âişe’den nakledelim: Hz. Âişe dedi ki: Ben o gece babamın evinde yattım. Sabaha kadar gözümün yaşı dinmedi, gözüme uyku da girmedi. Sabah olduğunda Hz. Peygamber Ali b. Ebî Tâlib ile Usâme b. Zeyd’i yanına çağırmıştı. Vahiy gecikince eşi ile ayrılması hususunda onlarla istişâre etmişti. Usâme, Ehl-i Beyt için gönlünde beslemekte olduğu sevgiyi Hz. Peygamber’e ifade etti ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Elçisi! Senin ailen hakkında iyilik ve hayırdan başka bir şey bilmiyoruz” dedi. Ali b. Ebî Tâlib ise: “ Ey Allah’ın Elçisi! Allah sana sınırı daraltmamıştır, onun dışında da kadın çoktur, fakat Âişe’nin cariyesine de sor, o sana doğruyu söyler” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Berîre’yi çağırıp: “Ey Berîre! Âişe’de seni şüpheye düşürecek bir husus gördün mü?” diye sordu. Berîre de: “Seni hakikat üzere Peygamber gönderene yemin olsun ki, hayır görmedim. Onda görebileceğim en büyük kusur yaşının çok genç olmasıdır, hamur yoğururken uyur, bu sırada evin besi koyunu gelip hamuru yerdi” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber o gün minbere çıktı ve bu iftirâyı ilk defa ortaya atan Abdullah b. Übey’i şikâyet ederek, şöyle seslendi: “Ailem hakkında eziyeti bana ulaşan kimseden dolayı kim bana destek olur? Vallahi ben ailem hakkında hayır ve iyilikten başka bir şey bilmedim, bir kimseyi de dillerine doladılar, onun hakkında da hayır ve iyilikten başka bir şey bilmedim, o kimse evime de sadece benimle birlikte girerdi” buyurdu. Y 52 Buhârî, İ’tisâm, 28; Şehâdât, 15; Magâzi, 34; Müslim, Tevbe, 56; İbn Hişâm, a.g.e., III, 313. 235 Aslan, R. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Bunun üzerine (Evs kabilesinin başkanı) Sa’d b. Muâz ayağa kalktı ve şöyle seslendi: “Ya Rasûlallah! Vallâhi sana ben yardım edeceğim. Eğer bu (iftirâyı çıkaran) Evs’ten ise biz onun boynunu vururuz. Eğer Hazrecli kardeşlerimizden ise onun hakkında sen bize ne emredersen yerine getiririz” dedi. Bu defa da (Hazrec kabilesinin başkanı) Sa’d b. Ubâde ayağa kalktı. Sa’d b. Ubâde bu olaydan önce iyi bir kimse idi, ancak bu defa kabilecilik duygusu ağır bastı. Sa’d b. Muâz’a karşı: “Doğru söylemedin. Allah’a yemin olsun ki, sen onu (Abdullah b. Übey’i) öldüremezsin, buna da gücün yetmez” dedi. Arkasından Useyd b. Hudayr ayağa kalkarak Sa’d b. Ubâde’ye karşı: “Sen doğru söylemedin, Allah’a yemin olsun ki onu elbette öldürürüz. Şüphesiz sen münafıksın ki münafıkları savunuyorsun” diye karşılık verdi. Bu şekilde Evs ve Hazrec kabîleleri ayaklandılar, neredeyse kavgaya tutuşacaklardı. Hz. Peygamber ise henüz minber üzerinde bulunuyordu. Hemen minberden indi ve bunları yatıştırdı, sonunda sustular. Bu tartışmalardan sonra Hz. Peygamberin, Hz. Âişe’nin beraatini müjdeleyecek vahyi beklemekten başka çaresi kalmamıştı. Hz. Âişe devamla şöyle demiştir: Hz. Peygamber (iftirâcıların iftirasından kinâye olarak): “Ey Âişe, senin hakkında bana şöyle şöyle şeyler ulaştı. Eğer sen suçsuz isen Allah seni temize çıkaracaktır. Eğer bir günaha yaklaştınsa Allah’tan mağfiret dile ve tevbe et. Çünkü kul günahını itiraf eder, sonra tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder” dedi.53 Rasûlullah (s.a.v.)’ın bu konuşması üzerine Hz. Âişe, yardımına sığınılacak tek zatın Allah olduğunu söyleyerek bu işi O’na havale ettiğini söyledi. Daha sonra Allah (c.c.) bu işin Âişe’ye yapılan bir iftirâ olduğunu Rasûlullah (s.a.v.)’e bildirdi.54 Özetle; Hz. Peygamber, ifk olayını istişâre konusu yapmış, ilk etapta bazı yakınlarına danışmış, daha sonra mescid-i nebevî’de meseleyi halka açmış ve bu dedikodulara bir son vermek istemiştir. Neticede Hz. Âişe ilâhî beyanla aklanmış ve art niyetli kişilerin onun iffetine gölge düşürücü nitelikte söz söylemelerini imkânsız hale getirmiştir. 2. Kadın sahâbînin evlenme konusunda Hz. Peygamber’le istişâre etmesi ile ilgili şu örnek de önemlidir: Fatıma binti Kays (r.a.)’ın rivâyet ettiğine göre; (Kocası) Ebu Amr b. Hafs, uzakta iken onu üç talâkla boşadı. Kocasının vekili, Fatıma 53 Buhârî, Şehâdât, 15, Mağâzî, 34, İ’tisâm, 28; Müslim, Tevbe, 56; İbn Hişâm, a.g.e., III, 313 vd. 54 İlgili âyetler için bkz. en-Nûr, 24/ 11-22. Y 236 İstişârenin Önemi ve Hz. Peygamber’in Uygulamalarından Örnekler binti Kays’a bir miktar arpa gönderdi. Fatıma da (nafaka olarak az bir şey gönderdiği için) vekile kızmıştı. Vekil de: “Vallahi senin bizim üzerimizde hiçbir hakkın yoktur” dedi. Bunun üzerine Fatıma binti Kays, Rasûlullah (s.a.v.)’e geldi ve durumu anlattı. Hz. Peygamber: “Senin Ebû Amr üzerinde bir nafaka hakkın yoktur” dedi ve Ümmü Şerîk’in evinde iddetini tamamlamasını emretti. Sonra da: “O (cömert) bir kadındır. Onun evine ashâbım çok gider. Sen Ümmü Mektum’un evinde iddetini tamamla. O âmâdır. Elbiseni de çıkarabilirsin. İddetin bitince bana haber ver” buyurdu. Fatıma binti Kays diyor ki: “İddetim bitince, (Hz. Peygamber’e gidip), Muâviye b. Ebû Sufyan ile Ebû Cehm bana evlenme teklif ettiler” dedim. Hz. Peygamber: “Ebû Cehm, sopayı elinden düşürmez. Muâviye ise son derece fakirdir. Hiçbir malı yoktur. Sen Usâme b. Zeyd ile evlen” buyurdu. Fakat buna razı olmadım. Hz. Peygamber daha sonra: “Usâme b. Zeyd’le evlen” diye tekrar etti. Ben de onunla evlendim. Allah bu evliliği hayırlı kıldı. Usâme ile evlendiğim için diğer kadınlar bana gıpta ettiler.55 Kur’ân’daki örneklerden başka, bizzat Rasûlullah (s.a.v.) gerek nazarî emirlerinde ve gerekse fiilî örneklerde kadınlarla istişâreyi ihmal etmemiştir. Hz. Peygamber ailevî sorunları çözüme kavuşturmada istişâre yoluyla kadınlara yardımcı olmuştur. “Kadınlarla istişâre edilmez” gibi bir anlayışa sahip olanlar, Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla çelişen bir hükme varmışlardır. Böyle bir anlayış, Kur’ân ve sünnetin ruhuyla bağdaşmaz. İstişâre ehlinde bulunması gereken niteliklere sahip olan liyakatli herkes; kadın veya erkek, istişâre edilmeye layıktır. Bu özelliklere sahip olmayanlarla istişâre edilmez. Ölçü cinsiyet değil liyakattir. Dolayısıyla “Kadınlarla istişâre edin, fakat onlara muhalefet edin” gibi bir rivâyet zayıftır.56 Elbânî de bu rivâyet için lâ asla leh demiştir. Yani bu rivâyetin uydurma olduğunu söylemiştir.57 f. Ferdî İstişâreleri: İslâm ümmetinin bütün fertleri, kendilerine ait meselelerini çözmeye teşebbüs edecekleri zaman güvenilir, ilim ve irfan sahibi kişilerle istişâre ederek onların fikirlerinden faydalanmalıdır.58 55 Müslim, Talak, 36; Nesâî, Nikâh, 22. 56 Aclûnî, İsmâîl b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs ammâ İştehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, Beyrut, 1988, II, 3. 57 Elbânî, Muhammed Nâsuriddîn, Silsiletu’l-Ehâdîsi’z-Za‘ifa ve’l-Mevzu‘a, Mektebetu’l- Maârif, Riyad, 2001, I, 619. Y 58 Sönmez, Abidin, Şûra ve Rasûlullah›ın Müşaveresi, İnkılâb Yayınları, İstanbul, 1984, s. 149-150. 237 Aslan, R. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Hz. Peygamber’in bu hususlara işaret eden pek çok hadisi vardır. Bunlardan bazılarına temas etmek, meseleye yeteri kadar ışık tutabilir. “Biriniz (din) kardeşine danıştığı zaman, danışılan kimse ona hak ve doğru bildiğini söylesin.”59 “Herhangi bir işi murad eden ve o hususta bir Müslüman kardeşi ile istişâre eden kimseyi Allah (c.c.), işlerinin en doğrusuna hidayet eder.”60 “Bir kimse doğrunun başka bir şekilde olduğunu bildiği halde kardeşi ile herhangi bir konuda istişâre ettiğinde aksini söylerse şüphesiz ki ona ihanet etmiş olur.”61 “Kişi bildiği bir şey kendisine sorulduğu zaman onu gizlerse; Allah, Kıyamet günü o kimseyi ateşten bir gemle (yularla) bağlar.”62 “Kesin karar ve temkinli hareket, re’y ve temiz akıl sahipleri ile istişâre etmek ve sonra da bu karara itaat etmektir.”63 Bu hadislerden anlaşıldığı gibi Müslüman kişinin, kişisel işlerinde de ehil olan insanlarla istişâre etmesi, onların görüşlerinden faydalanması gerekir. Danıştığı kimsenin de ona doğru bilgiyi vermesi, dürüst davranması konusunda hassas olması tavsiye edilmiştir. SONUÇ Konuyla ilgili olarak yukarıda zikrettiğimiz âyet, hadis, uygulama ve olaylardan şu sonuçlara ulaşmak mümkündür: Kur’ân-ı Kerîm’in istişârenin önemine genel prensiplerle işaret etmiş olması; Rasûlullah (s.a.v.) ise, bu işin amelî boyutunu örnek uygulamalarla göstermiş olması İslam dininin bu konuya verdiği önemi göstermektedir. İslam Dininde bilginin kaynağı olarak kabul edilen unsurlardan en önemli iki başat metinde konuya açık bir şekilde işaret eden verilerin bulunması, onu kaçınılmaz ve tartışmasız bir şekilde Müslümanların nezdinde de önemli bir pozisyona taşımaktadır. Şura/istişare ilkesine işlerlik kazandırıldığında karşılaşılan ihtilaflı meselelerin hallinin daha kolay bir şekilde ve objektif koşullarda gerçekleşeceği açıktır. Kur’an’ın sadece Müslümanlara değil tüm insanlığa gönderilen bir kitap olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda önerdiği çözümlerin bütün insanlık için yol gösterici, ufuk açıcı ve yeni perspektifler kazandırıcı bir nitelikte olduğunu düşünebiliriz. 59 İbn Mâce, Edeb, 37. 60 Taberânî, Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb, el-Mu‘cemu’l-Evsât, (Thk. Târık b. İvazullah, Abdulmuhsin b. İbrahim), Dâru’l-Haremeyn, Kahire, 1995, VIII, 181; Beyhakî, el-Câmi‘ li Şuabi’l-Îmân, (Thk. Muhtâr Ahmed en-Nerevî), Mektebetü Rüşd, Riyâd, 2003, X, 39; Heysemî, Ali b. Ebî Bekr, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, (Thk. Abdullah Muhammed ed-Dervîş), Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1994, VIII, 181; Suyûtî, Abdurrahmân b. Ebî Bekr, Câmiu’s-Sağîr fî Ehâdîsi’l-Beşîri’n-Nezîr, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2004, II, 511; Muttakî, Alâüddîn elHindî, Kenzü’l-Ummâl fî Süneni’l-Akvâl ve’l-Ef‘âl, I-XVIII, Beyrut, 1979, II, 409. 61 Ebû Davûd, ilim, 8. 62 Ebû Davûd, ilim, 9. 63 Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, X, 112; Muttakî, a.g.e., III, 410. Y 238 İstişârenin Önemi ve Hz. Peygamber’in Uygulamalarından Örnekler Kur’ân-ı Kerîm, “Şûrâ” terimini açıkça kullanarak İslâm ümmetinin ferdî, ailevî, toplumsal v.b. işlerinin istişâreyle olmasının gerekliliğini vurgulamıştır. Kur’an-ı Kerim’in eski kavimlerin istişâre geleneklerine atıfta bulunmuş olması bu kurumun evrensel kimliğine bir işaret olarak algılanabilir. Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah (s.a.v.)’e istişâre etmeyi emretmiştir. Bu emirden dolayı Hz. Peygamber, sadece kendi görüşüyle amel eden bir lider olmamış, vahiy bulunmayan konularda ashâbıyla istişâre etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in siyasî, ticarî, cezaî, ailevî, ferdî vb. birçok alanda istişâreleri mevcuttur. Rasûlullah (s.a.v.), istişâre edilecek meselede kimi veya kimleri ilgilendiriyorsa, erkek- kadın, genç-yaşlı ayırımı yapmadan onların fikirlerine başvurmuştur. Hz. Peygamber, kadınlarla istişâre etmeyi ihmal etmemiştir. “Kadınlarla istişâre edilemez” gibi bir anlayış, Kur’ân’ın ve sünnetin ruhuna aykırıdır. İstişârede ölçü cinsiyet değil, liyakattır. Günümüzde insan ilişkileri çok yönlü ve daha karmaşık bir hal aldığı için istişâreye daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sebeple Müslümanların muvaffak olması için, ferdî, ilmî, siyasî, ticarî vb. tüm alanlarda istişâre mekanizmasını canlandırmaları gerekir. İstişareden amaç çok sesliliğe, değişik fikir ve görüşlere engel olmak değil; kolektif aklı öne çıkararak ilgili herkesi problemlerin çözümüne ortak kılmaktır. BİBLİYOGRAFYA Aclûnî, İsmâîl b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs ammâ İştehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, Beyrut, 1988. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Beyrut, ts. Akbulut, Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Birleşik Dağıtım, Ankara, 1992. Aslan, Recep, Rasûlullah’ın İstişâreleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa, 1996. Aydın, Ali Arslan, İslâm›da Şûrâ›nın Manası Yeri ve Önemi, İslâm Dergisi, Eylül, 1990. Aynî, Bedruddîn Mahmud b. Ahmed, Umdetü’l-kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001. Babilli, Mahmud, İslâm›da Şûrâ (çev. Nihat Armağan, Kemal Çobanbeyli), Fikir Yayınları, İstanbul, 1985. Y Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyin, es-Sünenü’l-Kübra, Beyrut, 1344. 239 Aslan, R. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. ………, el-Câmi‘ li Şuabi’l-Îmân, (Thk. Muhtâr Ahmed en-Nerevî), Mektebetü Rüşd, Riyâd, 2003. Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul, 1979. Cevherî, İsmail b. Hammâd, es-Sıhah Tâcu’l-Luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye, (Thk. Ahmed Abdulgafur Attâr), Dâru’l-İlm, Beyrut, 1984. Dımıcî, Abdullah b. Amr b. Süleymân, el-İmâmetü’l-Uzmâ, Riyâd, 1987. Ebû Dâvûd, Süleymân b. Eş‘as es-Sicistânî, es-Sunen, Mısır, 1952. Elbânî, Muhammed Nâsuriddîn, Silsiletu’l-Ehâdîsi’z-Za‘ifa ve’l-Mevzu‘a, Mektebetu’l- Maârif, Riyad, 2001. Gezgin, Ali Galip, “Kur’an’da ve Türk Devlet Geleneğinde Şûra”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, İsparta, 1997, Sayı: 4, s. 183-207. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), İrfan Yayıncılık, İstanbul, 1990. Heysemî, Ali b. Ebî Bekr, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, (Thk. Abdullah Muhammed ed-Dervîş), Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1994. İbn Fâris, Ahmed b. Zekeriyya, Mu‘cemu Mekâyîsu’l-Luga, (Thk. Abdüsselâm Muhammed Harun), Dâru’l-Fikr, Kahire, 1972. İbn Hişâm, Abdülmelik b. Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1971. İbn Mâce, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd, es-Sunen, (Thk. Muhammed Fuad Abdulbaki), Kahire, 1954. İbn Sa‘d, Ebû Abdillah Muhammed b. Sa‘d el-Basrî, Kitabu’t-Tabakâti’l-Kebîr, Beyrut, ts. İbn Manzûr, Ebu›l Fadl Cemaluddin Muhammed b. Mükerrem, Lisânu’l-Arab, Beyrut, ts. İbnu’l-Esîr, Ali b. Muhammed el-Cezerî, Üsdü’l-Ğâbe fî Ma‘rifeti›s-Sahâbe, Kahire, 1970. Köten, Akif, Hz. Peygamber’in Devlet Başkanlığı, Furkan Ofset, Bursa, 1993. Mâlik b. Enes, el-Muvatta‘, (Thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), Kahire, ts. Heyet, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1990. Muttakî, Alâüddîn el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl fî Süneni’l-Akvâl ve’l-Ef‘âl, Beyrut, 1979. Y 240 İstişârenin Önemi ve Hz. Peygamber’in Uygulamalarından Örnekler Müslim, Ebu’l-Hüseyn b. el-Haccâc el-Kuşeyrî, el-Câmiu’s- Sahîh, (Thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), Beyrut, 1955. Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb, es-Sunen, Kahire, 1964. Râzî, Fahreddin b. Ömer, et-Tefsirü’l-Kebîr, Matbaatü’l Behiyye, Mısır, ts. Umâra, Muhammed, İslâm ve İnsan Hakları, (çev. Asım Kanar), Denge Yayınları, İstanbul, 1992. Sönmez, Abidin, Şûra ve Rasûlullah›ın Müşaveresi, İnkılâb Yayınları, İstanbul, 1984. Suyûtî, Abdurrahmân b. Ebî Bekr, ed-Dibâc ala Sahîh’i Müslim, (Thk. Ebû İshâk el-Huveynî), Dâru İbn Affân, Riyâd, 1996. ………, Câmiu’s-Sağîr fî Ehâdîsi’l-Beşîri’n-Nezîr, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2004. Taberânî, Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb, el-Mu‘cemu’l-Evsât, (Thk. Târık b. İvazullah, Abdulmuhsin b. İbrahim), Dâru’l-Haremeyn, Kahire, 1995. Tezcan, Tuğrul, Kur’an’da Şûrâ Kavramı ve Çağdaş Yorumları, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2010. Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ, el-Câmiu’s- Sahîh, (Thk. Ahmet Muhammed Şakir), Kahire, ts. Türcan, Talib, “Şûra”, DİA, İstanbul, 2010, XXXIX, 230-235. Wensinck, A. Y., el-Mu‘cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Hadis, Leiden, 1936. Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, (Sadeleştirenler: İsmail Karaçam, Emin Işık, Nusrettin Bolelli, Abdullah Yücel), Azim Dağıtım, İstanbul, ts. Yeniçeri, Celal, Asr-ı Saadet’te Devlet Bütçesi, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm, Beyan Yayınları, İstanbul, 1994. Y Zebîdî, Muhammed Murtaza, Tâcu’l-‘Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus, (Thk. Ali Hilâlî, Abdüsselâm Muhammed Harun vd.), Kuveyt, 2004. 241 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 KİTAP TANITIMI / BOOK REVIEW “İSLÂMI YENİDEN ANLAMA” Prof. Dr. Hüseyin ATAY, Atay ve Atay Yayınları, Ankara 2013. Harun ÇAĞLAYAN* İlerleyen yaşına rağmen, zihni parlaklığından ve ilmi gayretinden hiçbir şey kaybetmeyen, Kelâm ve Felsefe sahasında devrim niteliğinde birçok çalışmaya imza atan ve halen lisansüstü dersler veren, değerli bilim insanı Prof. Dr. Hüseyin ATAY’ın tanıtacağımız bu eseri, sağlıklı ve zengin bir din anlayışının nasıl olması gerektiğine ilişkin genel bir panorama çizmektedir. Eserin belkide en önemli özelliği, yazarımızın hemen tüm çalışmalarında olduğu gibi konuların özgün, ilkeli ve ezber bozan bir yaklaşımla ele alınmasıdır. Eser, genel olarak Müslüman toplumların ilim, kültür, medeniyet ve din anlayışları üzerine yapılan detaylı analizler ve bu analizlerden hareketle günümüz açısından ne yapılması gerektiğine ilişkin İslâmî disiplinlerin tamamını ilgilendiren görüş ve önerilerden oluşmaktadır. Çalışmanın maksadına ulaşması açısından eserin tanıtımda izlenecek metoda ilişkin bazı hususların bilinmesi yararlı olacaktır. Öncelikle hemen şunu belirtmeliyiz ki, hocamızın konu, olay ve olguları analiz ederken derinlemesine meseleleri tahlil etmesi, konular hakkında ön bilgisi sahibi olmayan okuyucular açısından anlaşılmayla ilgili birtakım sıkıntılara neden olabilir. Aynı şekilde yazarın konuları geniş bir bakış açısıyla ele alması ve farklı disiplinlerin mevzular hakkındaki görüşlerine karşılaştırmalı olarak yer vermesi de eserin akademik çevreler dışında anlaşılabilirliğini zorlaştırmaktadır. Bundan dolayı konuların gerek kendi içinde ve gerekse diğer konu başlıklarıyla ilişkisi anlatılırken, yazarın fikir ve önerilerini aktarmadan önce gerekli görülen yerlerde konu hakkında ön bilgiler verilecektir. Bu şekilde hem eserin anlaşılmasında yaşanabilecek muhtemel anlam karışıklıkları giderilmeye, hem de birbirinden kopuk gibi görünen konular arasında 1 Yrd. Doç. Dr., Muş Alparslan Ünviersitesi, İlahiyat Fakültesi, e-mail:[email protected] Y * 243 Çağlayan, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. bütünlük sağlanmaya çalışılacaktır. Eser, Önsöz ve İslam Toplumunun Tahlili adlı kısımlar dışarıda tutulacak olursa, tümüyle birbirinin devamı olan bir yapı arz etmektedir. Dolayısıyla eseri genel olarak iki bölüme ayırmak mümkündür. 9. ve 40. sayfalar arasındaki birinci bölüm, eserin yazılmasına neden olan Müslüman toplumların dinî algılayış biçimlerindeki sorunların ortaya konması ve tarihsel süreç içerisinde bu sorunların doğmasına neden olan sosyo-kültürel olayların değerlendirmesinden oluşmaktadır. Eserin ikinci bölümü olarak değerlendirdiğimiz 41. sayfa ve sonrasında ise yazar, birinci bölümde ortaya konulan temel sorunların çözümüne ilişkin görüş ve önerilerini aktarmaktadır. İkinci bölüm, İslâm’ın doğru ve sağlam bir şekilde anlaşılması için yeniden üzerinde durulması gereken konulardan oluşmaktadır. Birbirinden bağımsız makaleler toplamı izlenimi veren ikinci bölüm, teknik olarak konu başlıklarının birbiriyle irtibatının daha iyi sağlanabilmesi için alt başlıklara ayrılabilirdi. Eserin kaynakça ve dizin bölümleri ise hem genel okuyucu hem de akademisyenler açısından oldukça kullanışlı ve anlaşılır bir görünüm sergilemektedir. BİRİNCİ BÖLÜM (s.9-40) İçerik açısından oldukça zengin ve özgün olan eserin ilk bölümünde İslâm’ın yeniden anlaşılmasının neden zorunlu olduğu şöyle ifade edilmektedir. “Kitapların insana hâkim olması; kitaplarda yazılanların doğrusunu yanlışından ayırmamak, onlara karşı körü körüne, düşünmeden uymak ve bağlanma anlamındadır. Eğer bu kitaplar hayata cevap veremiyorsa, insan iki şeyden birini tercih etmek zorunda kalıyordur; ya eski kitaplara uyacak ya da o kitapları inkâr edip dinsiz olarak hayata uyum sağlayacak” (s.13). Yazara göre âlim, kitaplara mahkûm olan değil, hâkim olan kişidir. Kitaplara hâkim olmak için ise “kitaplarda olanı ilmi ve hür bir düşünce ile anlayıp muhakeme ederek yanlışını doğrusundan, yanlışının yanılma derecesini ve doğrusunun doğruluk derecesini birbirinden ayırma mahareti ve ilim melekesine sahip olmak” (s.13) gerekir. “İşte böyle olana âlim denir. Kitapları anlayana ve anlatana âlim denmez, âlim müçtehit olur. Müçtehit, her şeyi bilen demek olmayıp, bildiğini muhakeme ederek yeni bir fikir ileri sürebilen kimsedir. Başkasının dediğini tekrarlayan ve ondan başka şeye geçemeyene mukallit denir, yani başkasının tasmasını boynuna geçiren demektir”(s.13,14). Müslüman toplumun belli bir zaman diliminde yetiştirmiş olduğu imamların daha sonraki nesiller tarafından yegâne müçtehit kabul edilerek geleneğin din haline getirilmesini, Kur’an’daki atalar dinî kavramına benzeten yazar, bu olumsuz tablonun oluşmasında Müslümanların hüküm kaynağı anlayışlarının en önemli etken olduğunu söylemektedir. Yazar, İslâmî öğretinin teşekkül dönemi olarak bilinen hicri ilk üç asırdaki bilgi, kültür ve hüküm kaynağı anlayışından yola çıkarak devrin Müslüman kuşaklarını dört sınıfa ayırmaktadır. Bunlardan ilki, insanların bilgi kaynağının akıl, Kur’an ve birkaç hadis olduğu peygamber ve sahabe dönemi (610-660)’dir. İkincisi, genç sahabe nesli ile başlayıp genç Y 244 Kitap Tanıtımı / Book Review “İslâmı Yeniden Anlama” tabiîn dönemi (660-761’nin sonuna kadarki dönemdir. Bu dönemde hadisler çoğalarak Kur’an’a hâkim olmaya başlamıştır. Kur’an’da olan hususlarda bile hadise gidilmeye ve Kur’an’ın, hadis olmadan anlaşılamayacağı fikri doğmuştur. Bu devirde hüküm kaynağı olarak bir de sahabe sözü ortaya çıktı. Son hüküm kaynağı olarak kabul edilen aklın hareket alanı oldukça daraldı ve yerini uydurma hadis ile sahabe sözüne terk etti. Üçüncü nesil Müslümanlar dönemi (767-864)’inde ise önceki hüküm kaynakları arasına müçtehit imamların sözleri eklendi. Bizim de devam ettirdiğimiz dördüncü ve son dönem (864-?) ise, müçtehit imam sözlerinin egemenliği dönemdir (s.15,16). Görüleceği üzere Müslüman düşüncesinin gelişim evreleri olarak birinci dönemde Kur’an (Allah’ın sözü), ikinci dönemde hadis (peygamberin sözü), üçüncü dönemde, içtihat (imamın sözü) dördüncü dönemde ise kolaylık olsun diye olsa gerek, ilk üç dönem kaldırılarak mezhep imamlarının içtihatları (fıkıh) üzerinde karar kılınmıştır. Yazar, fıkhın günümüzde dinin anlaşılmasına hizmet etmek şöyle dursun, anlaşılmasının önündeki bir engel olduğunu şu sözleriyle ifade etmektedir; “Din deyince elimize fıkıh kitaplarını tutuşturdular… Tarihte ve son iki asırda asrımızda bazı âlimler fıkıh barajını aşmış olsa da hadis barajında takıldılar. Onu aşıp Kur’an’a ulaşamadılar” (s.17). Eserin birinci bölümünde dikkat çekilen diğer önemli bir husus ise İslâm toplumunun içinde bulunduğu açmazın sebeplerini tespitte popüler olan az gelişmişlik açıklamalarının anlamsızlığına dairdir. Yazara göre “İleri olan bir toplumda alt seviyede ve dar çerçevede düşünen insanlar da bulunur. Geri kalmış milletlerde de üst seviyede insanlar bulunabilir. Önemli olan, bütün topluma hâkim ve onu idare eden seviye ve grubun durumudur” (s.29). Bu durumda dar görüşlülük, İslâm’ın değil, insanlığın bir sorunudur (s.28). “Burada önemli olan: ileri gitmiş olan milletlerde alt seviyede olan zihniyetler gene de üst seviyedeki insanlara ayak uydurmaktadırlar. Geri kalmış milletlerde bulunan üst seviyedeki düşünürler ise alt seviyeden gelen baskı neticesinde fikirlerini söyleyememektedir… Bunun için büyük düşünür ve filozof yetiştirme ortamı ve havası bulunmamaktadır” (s.29). Din görevlisi ile din âlimi arasındaki farklara değinen yazar, din âlimini; “dinin ilmini, felsefesini yapar, nerede, ne zaman ve nasıl uygulanacağına dair ilkeleri, hükümleri istinbat eder (çıkarır) ve vazeder. Bu manada din âlimine müçtehit denir” (s.32) diyerek dinî inançlar üzerinde özgürce düşünebilen filozofların çabalarına bir yönüyle dinsel bir figür yüklemiştir. Felsefe yapmayı ve filozof yetiştirmeyi herhangi bir millete özgü görmeyen yazar, filozofsuz milletlerin kendilerine ve insanlığa bir katkılarının olmayacağını savunmaktadır (s.34). Bu bağlamda yazara göre tanıtımını yaptığımız eseri, İslâm’ın günümüz açısından yeniden anlaşılması için gerekli temel kuralları içeren ve geliştirilmeye muhtaç olan bir giriş veya deneme niteliğindedir (s.39,40). İKİNCİ BÖLÜM (s.41-346) Y Müellif, bu bölümde İslâm’ın doğru bir şekilde anlaşılması için yeniden ele alınması 245 Çağlayan, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. gereken konuları irdelemeye başlamaktadır. Bahsi geçen konu başlıkları, sadece İslâm’ın günümüze göre anlaşılmasında yeniden değerlendirilmesi gereken konular olarak değil, aynı zamanda bu iş için gerekli metotlar tarzında sunulmuştur. Dolayısıyla biz de yazarın incelemiş olduğu on beş metottan oluşan bu serinin dizilimine sadık kalarak, eserin tanıtımını yapmanın daha sağlıklı bir yöntem olduğunu düşündük. Bu bölümde verilen bilgilerden herkesçe bilinenleri üzerinde fazlaca durulmadan sadece değinilmekle yetinilecektir. Ancak yazarın ilgili konular hakkındaki orijinal yaklaşımları üzerinde daha geniş durulacak ve diğer konularla bağlantılarını da içeren kapsamlı açıklamalara gidilecektir. Birinci Metot: İslâm’ı Zaman ve Mekândan Bağımsız Olarak Anlama İslami öğreti, insanlığın ortak malıdır. “Öyle ise onu, onların hepsini içine alacak şekilde anlamak ve görüş açısını ona göre geniş tutmak bir amaç olarak ele alınmalıdır” (s.46). Nitekim İslâm, en somut ifadesiyle “iyi insan projesi”dir. İnsanlığın bu projeden yeterince yararlanabilmesi için taklitçilikten kurtulup içtihatçılığı bir yaşam biçimi haline getirmesi gerekir. Bu yönüyle İslâm tüm zamanlara hitap eden bir niteliğe sahiptir. Her toplum ondan kabiliyeti oranında bir şeyler alır. İslâm, dinin kendisidir. Din kültürü ise herhangi bir toplumun İslâmi öğretiden kendi şartlarına göre anladığıdır. Buna göre her devrin içtihadının öncelikle kendi dönemini bağladığının bilinmesi gerekir (s.47). Dinîn evrenselliği ilkesine İslâm’ın dışındaki dinlerin hizmet edebileceğini düşünmek olanaksız görünmektedir. Çünkü İslâm’ın dışındaki dinlerin kutsal kitapları incelendiğinde, muhataplarınca aslından koparılıp kültürel bir unsura dönüştürüldükleri anlaşılmaktadır. Bu durumda herhangi bir kültürün anlayış biçiminin, tüm insanlar için bağlayıcılığından bahsetmek olanaksız olacaktır (s.47). Esasen Müslümanların da İslâm’dan anladıkları, bir kültür olup sadece kendilerini bağlar. Asli kaynağından uzaklaştıkça bir su kaynağının bulandığı gibi, Müslüman toplumların da İslâm’ı algılamalarında zamanla değişiklikler olabilir. Dolayısıyla bizden önceki nesillerin içtihatları, itaat edilmesi gereken dinin aslından ilkeler değil, sadece dinin anlaşılma biçimleri olarak görülmelidir. Bu bağlamda diğer dünya halklarının da İslâm’ı kendilerine göre anlama hakları vardır (s.48,49). Çünkü İslâm’ın asli hükümleri zaman ve zemine yeniden herkesçe anlaşılabilir bir niteliktedir (s.62,63). Yazar bu kısımda, içtihat ve uygulanışından, bir hükmü değiştirme yönteminin aşamalarından, şeriatın genel niteliklerinden ve İslâm’ın hayat ile olan ilişkisinden örnekler vermektedir. Bu konuların hemen tamamı daha sonraki metotlar içinde müstakil başlıklar halinde ayrıntılı olarak yeniden işlenmiştir. İkinci Metot: Akıl İlkeciliği “Aklın iki vazifesi veya işlevi vardır: Birinci vazifesi anlamaktır” (s.65). “Aklın ikinci Y 246 Kitap Tanıtımı / Book Review “İslâmı Yeniden Anlama” görevi ve işlevi müstakilen hüküm vermek, bilinenden bilinmeyeni elde etmek (istidlal) ve tahlil etmektir” (s.67). Yazara göre Müslüman toplumlar, akıl karşısında akılcılar ve lafızcılar olmak üzere iki tarz tutum geliştirmişlerdir. Bunlardan ilki, aklı dinî anlamak ve ondan hüküm çıkarmak için kullanırken; lafızcılar, sadece dinî emirleri anlamakta kullanmışlardır. Müslüman düşüncesindeki lafızcıları hadisçiler, selefiye, zahiriler, mezhepçiler ve mezhep mukallitleri olarak saymak mümkündür (s.67). Konunun daha iyi anlaşılması için maşa örneğini veren yazarımız, yanan bir cismi tutmak için maşa kullanıldığını gören bir insanı örnek vermektedir. Aklını yalnızca anlamak için kullanan kimse, maşanın ne işe yaradığını, neden kullanılması gerektiği kavrar. Aklını anladıklarından hüküm çıkarmak için kullanan kimse ise, çeşitli nedenlerle dokunmak istenilmeyen diğer maddeler için de maşa veya başka aletler icat edilebileceğini keşfeder. Bu keşfinden sonra da karışıklığa neden olmamak için icat ettiklerine şeker maşası, pasta maşası, cımbız ve çatal gibi isimler koyar. “Lafızcılar, bu misaldeki tutumlarıyla, maşanın yalnız ateşte kullanıldığını görmüş olmalarından ötürü, başka bir maşa anlamaya çalışmamışlardır” (s.66). Akıl kelimesinin sözlük ve terminolojik anlamları üzerinde durduktan sonra Kur’an’daki kullanım biçimlerine yer veren yazarımıza göre Kur’an, “aklın kuvve halinde olması üzerinde durmamış, onun çalışıp ve çalıştırılıp iş görmesini istemiştir… Kur’an’ın davası şudur: Saf akıl çalıştığı zaman mutlaka doğruyu bulur, yanlış ve doğruyu anlar ve doğruyu tercih eder” (s.72). Aklın Müslümanlarca nasıl anlaşıldığına ilişkin tarihî ve mezhebî birkaç örnek üzerinde duran yazarımız, bu bölümü vahyin akıl ile olan ilişkisine temas ederek tamamlar. Vahiy, insana bahşedilen iki ilim kaynağından biridir. Akla yardımcı olmaya ve onu desteklemeye gelmiştir. Buna göre vahiy, aslî ilim kaynağı olan akıldan sonra gelmekte ve aklın bir sonuca varması noktasında onu teşvik etmektedir. Çünkü mantıken öncüllerin tamamı aynıdır, ancak onlardan sonuç çıkarmada insanın niyet ve iradesi değişik olabilir. “İşte Kur’an, insanın bu niyet ve iradesini irşat etmeye ve ona yol göstermeye gelmiştir” (s.77). “Kur’an’ın asıl görevi iradeyi eğitmektir. Bu da akıl yardımıyla gerçekleşir” (s.78). Üçüncü Metot: İlmi Zihniyet Y Kelâm eserlerinin ilk konusu olan bilgi kaynakları duyular, haber ve akıl olarak üç adet kabul edilir. Bu üç bilgi kaynağı dışında sezgi ve duygudaşlık gibi sübjektif karakterli bilgiler, kişisel oldukları için gerçekliğin bilgisini vermekten uzaktır. Yazar, bilgi kaynakları konusunda önceki kelâm bilginlerinin yapmış olduğu taksimi kabul etmekte ve ilim kaynaklarını akıl, vahiy ve tecrübe olduğunu söylemektir (s.83). “İslam dünyasında Allah’tan yani vahiyden sonra ilim otoritesi insanın kendisi olduğu sürece İslâm’da hür fikir ve ilim yapma devam etmiş, İslâm ilimleri ve medeniyeti doğmuştur. Eski medeniyetlerden aldıklarını hem iyi anlamışlar, hem de onlardan istifade etmesini bilmişlerdir. 247 Çağlayan, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Onları tam otorite olarak kabul etmedikleri için onları tenkit etmiş, süzmüş ve beğendiklerini kendi ilimlerinin içine katmışlardır” (s.84). Yazara göre Müslüman toplumlar hicri ilk üç asır boyunca ilmi zihniyetin gereklerini yerine getirerek ilim üretmişler, sonrakiler ise hazıra konmanın verdiği miras yedilikle müçtehit kişileri dinde tek otorite ilan etmişlerdir. Bu durum, ilmi zihniyet açısından yanlış bir tutumdur. Çünkü doğruluğun ölçütü, önceki din âlimlerinin görüşleri değil, sağlıklı bilgi kaynaklarıdır (s.84). İlim, ilim için yapılır. Başka değerler için ilim yapılmaya kalkışılırsa, ilimden uzaklaşılır ve niyetler bozulur. Bu durumda ilim, başkalarını değil başkaları ilmi yönlendirmeye başlar Bundan dolayı “ilmin gerçek bir ilim olabilmesi için her türlü şartlandırmalardan soyutlanmış mutlak ilim olması gerekir” (s.85). Son olarak zihniyet (mentality) ve bilgi arasındaki ilişkiyi irdeleyen yazarımız, bilgiye dayalı zihniyet oluşumunun yöntemlerini sıralayarak bu bölümü tamamlamaktadır (s.87). Dördüncü Metot: Din-Din Kültürü Ayrımı Klasik fıkhî fetvaların günümüz açısından neden olduğu sorunlardan hareketle nelerin dinin aslından olduğunun belirlenmesini Müslümanlar açısından hayâtî bir görev sayan yazar, bunun yolunun din ve din kültürünü birbirinden ayırmaktan geçtiğini ifade etmektedir (s.88,89). “İslâm’da din ve din kültürü deyimi ile şunu anlatmak istiyoruz. Din ilahidir, bu Kur’an’dır. Onun uygulamasına örnek, Hz. Peygamber’in sünnet ve sözleridir. Din kültürü ise Müslüman âlim, müçtehit ve düşünürlerinin dine getirdikleri tefsir, yorum, içtihat ve anlayışlardır” (s.90). Bir başka ifadeyle “din, şeriat; din kültürü de fıkıh karşılığı olur. Ancak din ve din kültürü tabiri daha geniş kapsamlıdır… Bunun için fıkıh da dâhil din kültürü deyince; Kur’an’ın dışında, dinle ilgili her türlü fikir, içtihat, hüküm, yorum ve anlayışın din kültürünü teşkil ettiği anlaşılır” (s.90). Yazara göre din ve din kültürü ayrımını yapamayan toplumlar gelişemezler. Nitekim şartlar ve ihtiyaçların değişmesine bağlı olarak ilim ve teknik de değişir. Nihayet insan ve insanın varlık algısı değişir. Varlığını sürdürmek isteyen tüm öğretilerin bu gelişime ayak uydurması ve yeni ihtiyaçlara cevaplar üretebilmesi gerekir. Bundan dolayı dinin aslından olmayıp din kültürünün parçası olan klasik hükümlerin belirlenip onların güncellenmesi, bu mümkün olmuyorsa yenileriyle değiştirilmesi gerekir (s.91). Müslümanlarının bunu yapmaktan henüz uzak olduğunu söyleyen yazara göre günümüzde“din kültürü, diğer bir deyimle Müslümanların tarih boyunca yazıp çizdikleri ilim, felsefe ve sanat ne varsa, gereksiz yere kutsallaştırılıyor; onun yanılmazlığı iddia ediliyor. Bunu yapan tutucular ve ilme emek vermeyen, ilim yapmayan veya yapamayanlar, işlerine geldiği gibi karşısındakileri tenkit ediyor, yerin dibine batırıyor. İslâm’la alakasını kesiyor ve Müslüman olmaktan çıkarıyor; ilmi yıkıcı bir yabancı kabul ediyor… İslâm dünyasında İslâm namına konuşan ve yazan bu tür insanlar çoğunluktadır. Çoğunluğa ve kamuoyuna Y 248 Kitap Tanıtımı / Book Review “İslâmı Yeniden Anlama” hâkim olduklarından idare ve siyaset de onların tesirindedir” (s.92). Müslümanların din ve din kültürünü birbirinden ayırmasının birçok faydası vardır. Bunların başında fikir hürriyeti, geniş düşünebilme ve farklı düşüncelere sabrederek bir arada yaşama kültürü geliştirme gelmektedir (s.97,98). Müslümanların bu imkânlara kavuşmasını istemeyen ve İslâm’ı da kendi dinlerini kültüre çevirdikleri gibi kültürel bir etkinliğe dönüştürmek isteyen müsteşrikler, hem radikal dincileri desteklemekte, hem de hiçbirinin siyasal bir güç haline gelmesine izin vermemektedirler (s.93,94). Beşinci Metot: Tarihi Metot Her işte olduğu gibi İslâm’ın da yeniden anlaşılmasında öncelikle sorunun anlaşılması ve çözüme yönelik hazırlık çalışmalarının yapılması gerekir (s.99). Bu bağlamda öncelikle İslami öğretinin eski ve yeni kavramlarıyla neyin kastedildiğinin belirlenmesi ve bunlar arasında bir değerlendirmeye gidilmesi gerekir. Yazara göre yenilenmenin sağlıklı olması için takip edilmesi gereken ilkeleri şu şekilde özetleyebiliriz: Eskiyi hesaba çekerek değişmesi gerekenleri tespit etmek; yeni olanın İslâm’ın değişmez ilkelerine uyum sağlamasını sağlamak ve son olarak da sırf yeni diye faydasız düzenlemelere girişmekten kaçınmak (ss.101-103). Müslüman dünyasında sağlıklı bir tarih felsefesi yapılamamasının sonucunda eski ile yeninin çatışması hiç bitmemiş ve bu çatışma ortamı farklı durumlarda farklı davranan münafık ruhlu insanların çoğalmasına neden olmuştur. “Bir şeyin ıslahına ve düzeltilmesine gitmek için, onun tarihi oluşum içinde ele alınması demek, işi önce Kur’an’a ve hatta ondan önceye götürüp incelemeye başlamak demektir. Kur’an’ın getirdiği yeni ortamı, değiştirdiği eski bir hükmün mahiyetini ve karakterini, yararlı ve zararlıyı ortaya koyup, tarih boyunca bize gelene kadar aldığı ve geçirdiği durumları bilmek, onun yeni bir durum almasının gerekçesi olur. Tarihi metot iki şekilde kullanılabilir. Biri, zamanımızdaki bir meseleyi ele alarak maziye doğru onu götürüp asıl kaynağına (Kur’an’a) kadar varıp incelemek. Diğeri, meseleyi asıl başlangıcından ele alarak, adım adım inceleyerek zamanımıza kadar onun oluşumunu araştırmak. Bu her iki durumu uzman âlimler uygulayabilir.” (s.104). Y Yazar bu bölümde, İslâm’i düşüncenin neden yenilenmesi gerektiğine dair bir gerekçe bulmak için tarihin araştırılmasını istemektedir. Nasıl ki, bir hüküm tarihsel süreç içerisinde birtakım değişikliklere maruz kalmıştır, neden şimdi de değişmesin? Bu bağlamda kadınların boşanma hakkına vurgu yapan yazarımız, Kur’an’ın açıkça erkeklere olduğu gibi kadınlara da boşanma hakkı tanıdığı halde, fıkıhçıların kendi dönemlerine özgü kimi nedenlerle buna engel olduklarını, daha sonrakilerin ise bu içtihadı dinî bir emir gibi algılayarak nikâh hakkını, tümüyle kadınlarından alıp erkeğin iki dudağına hapsetmelerini örnek vermektedir (s.105). 249 Çağlayan, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Altıncı Metot: İlim –İman-Amel Birliği İlim ve amelin ameli meydana getirmedeki rollerini ve işbirliğinin anlatılmaya çalışıldığı bu bölümde yazar, hangi gerekçe ile olursa olsun kişinin doğru bildiği bir işi yapmamasını veya yanlış bildiği bir işi yapmasını münafıklıkla nitelendirmektedir. Çünkü iman, kişiye bilgisine göre davranması gerektiğini öğütler. Bu durumda kişi ilmine göre amel etmiyorsa, yazara göre imanında bir sıkıntı vardır (s.108). Yazar, hicri 4. asırdan sonra Müslüman toplumlardaki ilim-amel ilişkisinin bozulmasını ve münafıklığın halka egemen olmasını, milletimizin son iki asırlık kalkınma hamlesinin fiyaskoyla sonuçlaması örnekliğinde anlatmaya çalışmıştır (s.106,107). “Bir insanın bir işi yapabilmesi için onu çok iyi bilmesi lazımdır. Bu birinci kademedir… İkincisi, bu bildiğinin doğru olduğuna ve ondan şaşmaması gerektiğine, kendi ferdi şahsiyeti ve ayniyetinin böyle ortaya çıkacağına inanması gerekir. İmanın bundaki rolü büyüktür. İlmin gereğinin yapılmasını iman öğütler… Münafık, imanı olmayan kimse demek olduğu için, bir şey bilmiş olsa bile ondan istifade edilmez. Hep kendi çıkarını düşünür, onun şahsiyeti çıkarıdır” (s.108). Münafıklığın Müslümanlar da dâhil toplumun tamamını tehdit eden bir hastalık olduğunu vurgulayan yazar, insanların gerçek niyetlerini saklamayı bir inanç haline getiren takiyyecilik ve doğru bilgiyi örtmek bağlamında, erkeklerin başörtüsü olan takkeden hareketle, takkecilik kavramlarıyla ifade etmektedir (s.110). Münafıklığın çok sinsi bir toplumsal hastalık olduğunu söyleyen müellif, ondan kurtulmanın tek yolunun tövbe etmek olduğunu ifade etmektedir. Münafıklığın tövbesi ise, ancak yapılan ihmalkârlıkların derhal sonlandırılması ve sebep olunan zararların karşılanmasıyla mümkündür. Yoksa devamlı topluma zarar verecek işler yapıp hemen sonrasında sadece tövbe etmeyle olmaz (s.111). “İlim ile amel bir araya gelince ilim, iman ve amel bütünlüğü ortaya çıkar. Buna uyan kimse iyi bir Müslüman olur. Hem bilgin hem mümin hem de amil. Bildiğini yapan ve yaptığına inanan kimse, işini en iyi şekilde öğrenir ve en iyi şekilde yapar” (s.116). Bu birlikteliği yapamayan kimselerin imanlarını eksilttikleri gibi şereflerini de düşüreceklerine işaret eden yazar, bu bölümde münafıklığın nasıllığına ilişkin kendi uzun yaşam tecrübesinden birtakım örnekler vermektedir. Yedinci Metot: Kur’an-ı Kerim’i Anlama “Kur’an-ı Kerim, baştan sona bir bütündür. Kur’an’da hükmü kalmamış bir ayet yoktur. O, hem lafzı hem manası ile sabit, baki ve geçerlidir. Kur’an-ı Kerim’de hükmü kalmamış (mensuh) ayetin bulunduğu görüşü eskiden beri devam eden bir yanlıştır. Kur’an’da nesih yani mensuh, hükmü kalmamış ayetin bulunmadığını söyleyen âlimler isabet etmişlerdir” (s.118,119). “Kur’an’da nesih yoktur. Ama Kur’an kendinden önceki bazı hükümleri –bunlar ister eski dinlere ve kitaplara ait olsun, isterse Hz. Peygamber’in kendisinin eğitim için kullandığı bazı işlemler olsun- neshetti ve kaldırdı. Artık elimiz- Y 250 Kitap Tanıtımı / Book Review “İslâmı Yeniden Anlama” deki Kur’an’da nesihten bahsedilemez fakat tahsisten bahsedilebilir… Kur’an’da nesih dedikleri şey aslında tahsisdir. Bir ayetin manasını kısıtlama anlamında olan bu tahsis, bir ayeti bir olay ve duruma, diğer bir ayeti de başka bir olay ve duruma tahsis ederek her ayetle bir durumu açıklamak ve ona hüküm getirmektir” (s.133). Nesih konusu çerçevesinde, Kur’an’da lafzı ve hükmü kaldırılan ayetlerin olduğunu iddia etmek, esasen Kur’an’ı eksiklik ve acziyetle itham etmekle aynıdır. Bu vahiy için çok yakışıksız bir durumdur (s.127). Ancak aynı durum, yani şeriatlar arasında bazı hükümlerin kaldırılması konusu bir ayrıcalık ve kolaylık olarak değerlendirilebilir. Çünkü şeriatlar arasında ihtiyaçlar ve insanlar değişmiş olabilir. Dolayısıyla yaşamı kolaylaştıracak daha iyi veya ilgili topluma özgü önceki hükmün bir benzeri hükmün gelmesi tuhaf karşılanmamalıdır (s.119,120). Müellifin Kur’an’ın anlaşılması bahsinde nesih konusu üzerinde genişçe durmasını, onun genel Kur’an algısına hamletmek mümkündür. Nitekim yazara göre Kur’an, ebedi bir kitaptır. “Kur’an ebedidir”in manası, insanlık yeryüzünde durdukça Allah’ın artık bir peygamber ve kitap göndermeyeceğini, bütün beşeriyetin her zaman ve her yerde bu Kur’an’la yetineceğidir. Kur’an’ın ebedi ve bütün beşerin kitabı olmasının, böylece kabul edilip bütün beşeriyeti kaplayacağı ve onu sıkıntıya sokmadan uygulanabileceği şekilde anlaşılması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır” (s.133). Şu halde Kur’an’ın evrenselliğinin doğal bir sonucu olarak yapılması gereken, hükümlerinin etkinliğini nasslarla neshederek daraltmak değil, aklî ilimleri daha fazla kullanarak çağlar üstü yorumlamaktır. Sekizinci Metot: Sünneti Anlama Sünnet, kaynağı bakımından ikiye ayrılır. Bunlardan ilki Allah’a nispet edilen Sünnetullah’tır. Sünnetullah’ı kevnî ve şerî olarak iki kısma ayıran yazarın açıklamalarından şu sonucu çıkarabiliriz. Kevn-i Sünnet, fen bilimlerinin konu edindiği evredeki işleyen yasalara denirken; Şerî Sünnet, sosyal bilimlerin konu edindiği toplumsal yasalara denir. Bunlardan birincisini Allah, direkt olarak madde üzerinden işletirken, ikincisini dolaylı olarak insan üzerinden işletmektedir. (s.151,152). Allah’ın elçisine nispet edilen sünnet ise Hz. Muhammed’in söz, fiil ve takrirlerine (sahabenin söz ve fiillerine ses çıkarmayarak onay vermesi) denir (s.154). “İslâm’ın ilk aslı ve esası yüce Allah’a inanmak olduğu gibi ikinci aslı ve esası da Hz. Muhammed’in onun elçisi (resulü) olduğuna inanmaktır… Hz. Peygamber’e iki temel görev verilmiştir. Birincisi Kur’an’ı olduğu gibi tebliğ etmek ve bildirmektir. İkinci görevi Kur’an’ı insanlara anlatmak ve tatbikatını göstermektir. Bu ikinci görevde Hz. Peygamber’in anlattığına hadis (sözle anlatım), tatbikatına, yapmasına ve fiiline de sünnet denir” (s.146). Y Hz. Peygamber’in ağzından iki çeşit söz çıkar. Bunlar; kaynağı Allah olan vahiy ile 251 Çağlayan, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. kaynağı insan olan kendi sünnetidir. Sünnetinin kaynağı elçinin kendi deneyimleri olabileceği gibi vahiyden elde ettiği deneyimlerin sonucu da olabilir. Her ne olursa olsun sünnetin kaynağı insandır ve vahiyle karıştırılmaması için peygamber hayatta iken yazıya geçirilmemiştir. Bu durum sonraları, hangi sözün sünnet olduğu noktasında birtakım sıkıntılara sebep olmuş, dolayısıyla da müçtehitlerin konuya ilişkin yasalar koymasına ve sistemli bir isnat kültürünün gelişmesine neden olmuştur (s.154). Yazar bu noktadan sonra klasik kavramlar olan mütevatir, meşhur ve ahad haberlerin niteliklerine ilişkin bilgiler vermektedir. Ancak müellifin sünnetin bağlayıcılığı üzerindeki düşünceleri devrim niteliğinde olup mutlaka üzerinde durulması gerekir. Yazar, İmam Şafiî’ye nispet edilen “Hz. Peygamber, her ne demişse Kur’an’dan anladığıdır” sözünü, sünnetin en iyi tarifi olarak görmektedir. “Buna göre Hz. Peygamber Kur’an dışında bir vahiy almamıştır. Yaptığı ve anladığı hep kendi anlayışıdır… Hz. Peygamber’in uygulamaları, yorumları gerçekten insanlara anlayış ufukları açmıştır. Âlimlerin ona göre yorumlamalara gitmelerine örnek teşkil etmiştir” (s.158). Yazar, peygamberin dışındaki sahabe, tâbiîn ve müçtehit imamların sözlerinin tıpkı bizim sözlerimiz gibi olduğunu, dilenirse alınabileceğini dilenirse de bırakılabileceğini savunmaktadır. Çünkü onların sözleri de bizim sözlerimiz de insan sözüdür ve mutlak bağlayıcılığı yoktur (s.160). Dokuzuncu Metot: Haram ve Helali Anlama “Haram ve helal dinî kavramlar olduklarından bir nesnenin haram veya helal olduğunu ancak Allah’ın bildirebileceği malumdur. Ne var ki bazı din adamları Allah’ın bu hakkına tecavüz etmiş, kendi arzu ve menfaatlerine göre bir nesneyi haram veya helal yapmışlardır… Bir nesneyi haram veya helal yapma hiç kimsenin salahiyetinde değildir. Bunu ancak Allah yapar. Allah adına konuşacak olanların da Allah katında sağlam bir delil göstermeleri gerekmektedir” (s.171). Pekâlâ, “Allah haram ve helali insanlara nasıl ve hangi yollarla öğretir ve bildirir” (s.172). Allah, hangi işlerin yapılıp hangi işlerin yapılmayacağını ilkesel olarak vahiy aracılığıyla insanları bildirmiştir. İnsanlara düşen görev ise bu hitabın maksadını en iyi şekilde anlayıp uygulamaktır. Bunun yolu ise an başta, helal ve haram şeklindeki nitelendirmelerinin varlığın mahiyetiyle ilgili değil, kullanımıyla ilişkili hükümler olduğunun bilinmesinden geçer. “Örneğin, domuz eti haramdır. Domuz eti haramlıkla nitelenmemiştir, yani haram sıfatı domuz etinin sıfatı değildir. Haramlık, insanın fiili ile domuz eti arasında olan ilişkiyle ilgilidir. Bunun için domuz haram olmakla onda bir değişiklik meydana gelmiş değildir” (s.173). Yani haram olan domuzun kendisi değil, onun insan tarafından yenilmesidir. Haram ve helalin nasıl anlaşılması gerektiğine ilişkin bu ince çizgiyi çok iyi kavraması gerekir. Aksi takdirde, ilâhî hitabın sağlıklı anlaşılmamasına bağlı olarak sorunlar çıkabilir. “Allah’ın haram ve helalini bildiren başka bir yol daha vardır. Bu, Allah’ın insana Y 252 Kitap Tanıtımı / Book Review “İslâmı Yeniden Anlama” verdiği akıldır” (s.175,189). “Kur’an sözlü vahiy, akıl ise sözsüz, tabii vahiydir. İkisinin yan yana ve aynı olarak verdiği hüküm, din sayılır” (s.191). İslâm düşüncesinde farklı yaklaşımlar olmakla beraber, genel olarak usulcüler bir işin/nesnenin iyi veya kötü olarak tespitinde akla daha fazla görev yüklemişlerdir (s.175,176). Yazar bu noktadan sonra, haram ve helal kılma konusunu kelâm ilminin genel konularından olan husun-kubuh meselesiyle birlikte ele almakta, konu hakkında mezheplerin fikirlerini verip bunlar üzerinde bazı mülahazalarda bulunmaktadır. Mu’tezile’ye göre iyi ve kötünün belirlenmesinde akıl, belirleyicidir. Vahiy, sadece aklın belirlediği doğruları onaylayan hükümler getirir. Mâtürîdilikte ise vahiy belirleyici, akıl onaylayıcıdır. Eşariliğe göre haram ve helal konusunda belirleyici de onaylayıcı da vahiydir. Aklın rolü sadece gelen vahyin anlaşılmasından ibarettir (s.176,189,190). Aklın anlayıcı olması ile onaylayıcı olması arasındaki fark; birincide aklın sadece bir araç iken, ikincide hüküm koyucu olmasıdır. Hüküm vermek ise önce konuyu anlamak sonra onun hakkında çıkarımlarda bulunarak karar vermektir. İslam dünyasına akıl düşmanlığını ve akıllarını çalıştırırsalar Mu’tezile gibi olacakları korkusunu aşılayanın Ebu Hâmid el-Gazzâlî (ö.505/1111) olduğunu söyleyen yazar, bu anlayışın çok yanlış olduğunu, aklını kullandığı halde ehl-i sünnet kabul edilen Mâtürîdi’yi örnek göstererek ispatlamaya çalışmaktadır (s.189). “Selefiyeci bir âlimle konuşurken dedim ki, siz aklı bir anlama aleti kabul ediyorsunuz. Eğer ona yalnız anlama salahiyeti veriyorsanız, ben bir kelamcı olarak size muvafakat edeceğim. Cevap vermedi. Evet, aklımızı bir anlama aleti olarak da bize teslim etmiyorlar. İslâm dünyasında aklı esaretten ve boyunduruktan kurtarmak lazımdır” (s.191). Onuncu Metot: İyilik Kuramı: Emr-i Bil-Maruf Aynileşmek diğer bir deyişle yabancılıktan kurtulmak, insanın kendisini tanıması ve diğerlerinden farklı özellikleri bulunduğunu kavramasıdır. İnsan kendinde olan bu özellikleri çevresindeki diğer kişilerle de paylaşarak bir toplum inşa eder. Aynı idealler etrafında toplanan bu insanların tamamında bir özdeşleşme meydana gelir. Bu şekilde insan hem yalnızlıktan, hem de yabancılaşmaktan kurtulur. Pekâlâ, insan kendi aynileşmesini veya şahsiyet kazanmasını sağlayacak nitelikleri nereden ve nasıl elde etmelidir? (s.192,193). Y İnsan manevi değerlerini inanç, kültür ve gelenekler sayesinde edinir. Bunlar içerisinde en köklü ve değişmesi en zor olan dinî inançlardır. “Bundan dolayıdır ki insanın ayniyetini gerçekleştiren, ona gerçek bir varlık olma hüviyetini tanıyan ve onun şahsiyetinin temel değerlerini veren ve onları teşkil eden dindir” (s.193). Bireylerin kendilerini ne ile aynileştirdikleri, en doğal insan haklarından olup mutlaka saygı duyulması gerekir. Nitekim “insanlar kazanmış oldukları hüviyet ve şahsiyetin değişmesine ve değiştirilmesine karşı koymak, bundan dolayı varlıklarını koruyabilmek için her şeylerini feda etmeyi 253 Çağlayan, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. göze alırlar… İşte milletlerin savaş felsefesi bunda yatar” (s.194). “Müslümanların son iki asırda karşılaştıkları en büyük sorun, kendilerine yabancılaşmaları, kendi dinlerine, manevi değerlerine yabancı düşme korkusu içinde kıvranıp durmaları ve henüz bundan kurtulmanın bir yolunu bulamamalarıdır… Eğer bir Müslüman, dinin ilkelerine göre hareket eder ve dinin hükümlerini yerine getirirse, kendi ayniyetini ortaya koyar, kendi değerleri ile özdeşir ve şahsiyetini kanıtlar. Ama bunları yapmazsa kendinden ve değerler sisteminden uzaklaşır, dolayısıyla yabancılaşır” (s.195). Yazar, Müslüman toplumların kendilerine yabancılaşmaların sebebinin de bu durumdan kurtulabilmelerinin çözümünün de aynı yerde aranması gerektiğini söylemektedir. Müslüman bir kişi, bireysel olarak inanması ve yapması gereken değerlerin neler olduğunu öğrenmesinden ne kadar sorumluysa, toplumsal olarak diğer Müslümanlara bu değerleri öğretmesinden de o kadar sorumludur. Buna İslâmî terminolojide emr-i bil-maruf, yani iyiliği emretmek denir. Geçmişte akılcı bir mezhebin (Mu’tezile) temel esaslarından biri olan bu ilke, günümüzde ya hiç anlaşılmamakta ya da yanlış anlaşıldığı için toplumda huzursuzluğa neden olmaktadır (s.198,197). Hangi şeyin maruf olduğu ve topluma nasıl anlatılması gerektiği konusuna girizgâh olarak kelimenin kökenine inen yazarımız, sonuçta marufun Kur’an’ın bir emri olduğuna ve içeriğinin ne olduğunun akılla birlikte saptanması gerektiğine kanaat getirmiştir (s.204). Yazar, İslami hükümleri sadece dinin belirleyip aklın karşı çıkmayacağı hükümler ve akıl ile dinin ortaklaşa belirleyeceği hükümler olarak ikiye ayırmaktadır. Namaz, sadece dinin belirleyeceği bir ibadettir. Akıl, sonsuz merhamet ve ikram sahibi Allah’a şükran borcumuzun olduğunu bilir ama bunun nasıl yapılacağı noktasında ibadet tayin edemez. İbadetlerin nasıl yapılacağının bilgisini veren semiyyata bu nedenle karşı çıkmaz. Din ile aklın birlikte karar vereceği Allah’ın oğlunun olmaması ve herkese adil davranılması gibi hükümlerde ise akıl, belirleyicidir (s.205). Bu bağlamda vahyin inzal olduğu dönemde bulunmayan, ancak açıkça topluma yararı olduğu belirlenen konularda akıl, hüküm koyabilir. Örneğin, “trafik kanunu yapmak iyi ve münasip (maruf) bir harekettir. O halde buna da uymak, Kur’an’ın uyulmasını emrettiği iyiye (marufa) uymak demektir” (s.207). Aynı şekilde oy kullanmak ve bu şekilde iyi olduğunu düşündüğü kişileri iktidara taşımak da emr-i bi’l-maruf ilkesinin bir gereğidir (s.217). İyiliği emretme emrinin yerine getirme çeşitleri üzerinde de duran yazar, fiziki güç kullanımının veya cezalandırmanın sadece devlete ait bir seçenek olacağı üzerinde ısrarla durmaktadır (s.211). Yazara göre en önemli ve en köklü emr-i bil-maruf, eğitim sistemiyle sağlanabilir. “İkinci yön olarak açıklamak istediğimiz emr-i bi’l-maruf’un eğitim yönüdür. İyiyi, doğruyu bilmenin ilk önce gelen sorunu eğitim konusudur. Bundan sonra yapma ve yaptırım gelmektedir. Maruf ve örf, marifet ve bilgi anlamında olan kökle ilgili olduğu için, öğretim ve eğitimle ilgilidir” (s.215). Y 254 Kitap Tanıtımı / Book Review “İslâmı Yeniden Anlama” Bilmek, yapmak ve yaptırmak üzerine kurulu emr-i bil-maruf ilkesinin olması gereken şekilde işletilmesi durumunda aile, toplum ve devlet nizamının çok güçlü temeller üzerine yükseleceğini ifade eden müellif, milletlerin ancak bu şekilde birlikteliklerini güçlendireceğine ve medeniyet kurabileceğine işaret etmektedir (s.216). Bundan dolayı “herkes kendi bilgi ve iş sahası içinde bu emr-i bil-maruf’u yapmakla dinî bakımdan yükümlüdür. Bunu yapması, namaz kılması gibi dinî bir vecibe ve farzdır. Bunu yaptığı zaman namaz kılması gibi sevap kazanır ve yapmadığı zaman namazı terk etmesi gibi günah kazanır. Bu yalnız üst ve amirlerin kontrolünde olan bir sorumluluk olmayıp, her ferdin, üstün ve astın, amirin ve memurun, işçinin ve işverenin, serbest meslek sahibi halkın sorumluluğunu taşıdığı bir yükümlülük ve farzdır” (s.216,217). On Birinci Metot: Kötülük Kuramı Bu bölümde emr-i bi’l-maruf ilkesinin tamamlayıcı bendi olarak gördüğü nehy-i ani’l-münker kavramı üzerinde duran yazarımız, nehiy kavramının ne anlama geldiğine ve Kur’an’da kullanış biçimlerinden hareketle nasıl bilinebileceğine, şartlarına, kapsamına ve derecelerine işaret etmektedir (s.219). “Münker, marufun zıddıdır. Maruf bilinen, iyi ve doğru kabul edilen şey olduğuna göre, münker; inkâr edilen, doğru olmayan, çirkin, kötü şey, cehalet anlamına gelmektedir. münker dinin çirkin görüp yasakladığı, beğenmediği şey olduğu gibi, saf ve arı aklın çirkinliğine hükmettiği iş olur. Bazen insanın çirkin olduğunda tereddüt edip hüküm vermekten çekindiği, ama aklın çirkinliğine hükmettiği şey de münkerdir. Burada akıl, dine öncülük etmiş oluyor” (s.220). Kur’an’da ve insan vicdanında münker kavramının anlamı aynıdır. Bu bağlamda selim akıl sahibi insanların hoş karşılamadığı her şey münkerdir. Dolaysıyla münkerin anlaşılmasında ciddi bir sorun yoktur. Sorun ondan uzak durabilmektedir (ss.221-223). “Kötünün (münker) bilinmesi hususunda âlimler iki esas koymuştur: Akıl ve şeriat (vahiy). Biz ona bir de, yaratılışa uygun olmayı ekledik… İnsan bu üç ana kaynağı ele alıp aklını kullanarak bulunduğu toplumun zaman ve mekân şartlarına göre yolunu, istikametini çizecek, hareket, davranış ve faaliyetlerini tayin edecektir” (s.225). Y Yazar, bu noktadan sonra kendi tecrübelerinden yararlanarak kötülüğün engellenmesinde uyulması gereken ilkeleri Kur’an ve sünnetten örneklerle açıklayarak ne yapılması gerektiği noktasında birtakım çözüm önerileri sunmaktadır. “İslâm esaslarına göre önce sözle tebliğ edilir ve öğretilir… Önce sözle uyarılır. Kanunlar, tüzükler, öğretim, eğitim bunu yapar ve yapmaktadır. Basın ve kitaplar da bunun içine girer. “Sözle öğretim ve yazı ile uyarıya uyulmazsa, güç kullanılır. Bu hükümetin görevidir. Ferdin fiziki güç kullanmasına, ceza vermesine şeran ve Kur’an’da asla izin yoktur. Eğer bu ikisine güç yetmiyorsa, kalbinden kötüler ve hoşnutsuzluk izhar eder. Kalben demek, zihnen ve aklen o işin kötü olduğuna hükmetmesi ve şuurlu olarak onu hoş karşılamamasıdır” (s.233,234). 255 Çağlayan, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. Müellif son olarak emr-i bil’l maruf ve nehy-i ani’l-münker ilkesini İslâm’ın sosyal ve siyasal nizamının sağlanmasında temel ilke olarak görülmesini tavsiye etmekte ve bu prensibin kendine göre ilkelerini açıklayarak bölümü tamamlamaktadır. On İkinci Metot: Hoşgörü-Müsamaha İlkesi Kolaylaştırma, kanunların yerine getirilmesinde sınırları yine kanunlarla belirlenmiş, insanlara tanınan haklara denir. Hoşgörü veya Arapça ifadesiyle müsamaha ise belli bir ilkesi olmayan, sevgi ve nezakete dayanan kanunun inceliği şeklinde tanımlanabilir (ss.241-243). “Hoşgörü, insanları birbirine sevdirir, yaklaştırır, dost yapar. Hoşgörülü olmayan kimse, kendisinden başkasının fikrine, tutumuna, davranışına direnemeyen, dayanamayan, tahammül edemeyen kimsedir… Hoşgörülü olmak, bir şahsiyet meselesi olmanın yanında bir de eğitim meselesidir” (s.246). “Hoşgörü, emr-i bil-maruf (iyiyi emretme) ile beraber yürür. Günümüz Müslümanları dinlerini o kadar az biliyorlar ki, o bilgileri kendilerini militanlığa, dinî faşizme götürüyor… Faşisti, kendinden olmayana hayat hakkı tanımayan kimse manasında kullanıyorum. Din faşistinin bir özelliği de şudur: Kâfire son dereceye kadar hayat hakkı tanıdığı halde, Müslüman’a hiç hayat hakkı tanımaz” (s.248). Güç odaklarının birinci dünya savaşından sonra bilinçli olarak Müslüman siyasileri dinî bilgi ve kültürden uzak bir idareyle halklarını yönetmeye zorlandığına işaret eden yazar, bu tutumun hoşgörüsüz ve baskıcı insan tiplerinin yetişmesine neden olduğunu söylemektedir. Baskıcı toplumlarda ise ilmin ve hür düşüncenin yeşermesi, dolayısıyla gelişmenin sağlanması mümkün değildir. “İslâm dünyası üst düzeyde düşünürü, âlimi ve filozofu ne zaman yetiştirecektir, sorusu henüz cevap bulamamaktadır. Böyle kimselerin yetişmesi, hoşgörü ve fikir hürriyetine bağlıdır” (s.249). On Üçüncü Metot: Tedrici Metot “Tedric, derece derece, basamak basamak yükseltmek olup, canlılar için yetiştirmek, alıştırmak manasına gelir… Bundan dolayı, tedricî yol ve metot denir. Öğretimin en geçerli metodu, bu ve bunun dayandığı kolaydan zora doğru uygulanan metottur. Tedrici metot aynı zamanda öğretim ve telkin metodudur” (s.255). Nitekim “Kur’an-ı Kerim’in ayet ayet, parça parça ve azar azar inmesinin hikmeti ve felsefesi ayette de kısaca işaret edildiği gibi eğitim ve öğretim metodunun gereğidir” (s.257). İslâm’da dinî eğitimden kişisel terbiyeye kadar tüm uygulamaların tedrici metotla sağlandığına işaret eden yazar, bu konuda örnek olarak dinî eğitime ilişkin bazı örnekler vermektedir. Bunlardan biri de namaz ibadetidir. “Namaz ilk anda beş vakit değildi. İnsanlara kolay gelsin ve zorlanmasınlar da kolayca yeni dine alışsınlar diye ilk defa namazın (salât) rekâtları bildirilmeden, sadece akşam ve sabah olmak üzere iki vakit kılınması emredilmişti. Buna alışınca günde beş vakit farz kılındı. Önceleri ikişer rekât Y 256 Kitap Tanıtımı / Book Review “İslâmı Yeniden Anlama” iken, sonradan akşam namazı hariç dört rekâta çıktı ve seferde akşamın dışında, seferin zorluğu hesaba katılarak ikişer rekât olduğu gibi bırakıldı. Akşam namazı hazerde ve seferde üç rekâttır. Yüce Allah, namaz kılmanın farz olmasını ‘İsra’ olayına kadar tehir etti. Çünkü onu ilk anda farz kılsaydı, insanlara ağır geleceğinden dolayı, dinden nefret eder ve kaçarlardı” (s.260). Tedriciliğin sadece İslâm’ın değil, genel insan psikolojisinin de onayladığı bir eğitim metodu olduğuna ve onun terkinin başarısızlığa neden olacağına vurgu yapan yazar, tedrici metodun kazanımlarına ilişkin uzun bir liste vermektedir (s.267-270). On Dördüncü Metot: İçtihat İslâm’ın yeniden anlaşılmasına ilişkin bahsi geçen hemen her metotta bir şekilde temas edilen içtihat konusu, bu bölümde ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Bölümde genel olarak Hz. Peygamber’in ashabını, dolayısıyla ümmetini teşvik ettiği içtihat kapısının, daha sonraki dönemlerde kapatıldığı ve bunun da etkisi halen devam eden bir dizi ciddi soruna neden olduğu anlatılmaktadır. Müslümanların güya samimi niyetlerle ve işi sağlama almak için geliştirdikleri müçtehit olma şartlarını, müçtehit imamların bile taşıdığı şüphelidir. Dolayısıyla bu kısır döngüden Müslümanların kurtulması ve içtihadın önündeki engellerin kaldırılması gerekir (s.272). “İnsanlar arasındaki olaylar sonsuzdur. Kur’an ve peygamberin sözleri, fiilleri ve tasvipleri sonludur. Sonlu ile sonsuz olana cevap vermek imkânsızdır. Sonsuz olanlara ancak içtihatla cevap verilir. Hz. Peygamber’in içtihadı yasaklamadığı, içtihat kapısını kapamadığı kendinden sonraki asırlarda meydana gelen içtihat faaliyetinden anlaşılır. Kur’an’ın açma ve kapama hakkı olduğu bir şeyi hiç kimse onun yerine açma ve kapama hakkına sahip olamaz. Esefle söylemek lazımdır ki, içtihat kapısının kapandığını söyleyenler çıkmıştır” (s.275). Y Müellif, Muhammed b. İdrîs eş-Şafiî (ö.204/820) ve Ebu Hâmid el-Gazzâlî (ö.505/1111) gibi sahasında otorite sahibi âlimlerin içtihat hakkındaki görüşlerinden hareketle, kısaca içtihadın aklı kullanarak asıl hükümlere göre kıyas yapmak olduğunu ifade etmektedir (s.276,277). İçtihat ile akıl arasında direkt bir bağ vardır. Akıllı olmak içtihat yapmayı gerektirir. Eğer bir toplum içtihat yapmıyorsa aklını kullanmıyor demektir (s.278). “İçtihadı dinden çıkmak, dinî yanıltmak ve dinde olmayan, ipe sapa gelmeyen hükümler ortaya atmak ve fikirler ileri sürmek olarak anlamak ne kadar yanlıştır. Hayatlarında ticaret, alışveriş ve sanat yapmayı aklı eren kimselerin, söylenen bir sözün dinî açıdan doğru olup olmadığını düşünmesi farzdır. Bu da onun içtihadıdır… Onun için herkesin kendi şartlarına göre içtihat yapması gereklidir. Bilmediğini bir âlime sormak zorunda olduğu gibi aklına, mantığına yatmayan bir sözü ve fikri de sormalıdır. Önemli olan husus, bunu iyi bir din âlimine sormakla sorumlu olmasıdır. Böyle yapmakla sorumludur. Falancaya sordum, o ne derse öyle yaparım, demekle Allah katında sorumluluktan 257 Çağlayan, H. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. kurtulamaz” (s.283). “Kültür ne kadar geniş olursa, insan o kadar geniş anlar. İlimde ve kültürde bir atılım yapmak için bir birikime ihtiyaç vardır. Burada önemli şart, öncekilerin bilgilerinin dinî bakımdan insanı uymaya mecbur etmediğidir” (s.288). Bu kapsamda mezhep ve tarikatçılığın çok yanlış olduğuna farklı örnekler eşliğinde değinen müellif, bir fikrin taraftarlığını yapmayı, özgür düşüncenin önünde bir engel olarak görmektedir (ss.292-296). Yazar, eserin tamamında farklı gerekçelerle değindiği Müslüman toplumların içinde bulundukları sıkıntılı durumlardan kurtulmalarının ve İslâm’ın evrenselliğine ilişkin tartışmaların içtihat kapısının yeniden açılmasıyla çözüme kavuşacağını söylemektedir. Her kişi ve toplum kendine göre içtihat yapabilir. Bir içtihadın varlığı diğer bir içtihada engel değildir. Çünkü içtihatlar ilkesel olarak sadece sahiplerini bağlar. On Beşinci Metot: Semantik Yazar, İslâm’ın yeniden anlaşılmasında anlama ilişkin yanlı ve yanlış kanaatlerin oluşmasının ciddi sorunlara neden olacağını düşünmüş olsa gerek ki, eserin diğer bölümleriyle kıyaslandığında en uzun bölümünü bu metoda ayırmıştır. Yakın tarihte ortaya çıkan bir kavram olan semantik teriminin İslâm’ın yeniden anlaşılmasıyla ne ilgisi olduğu düşünülebilir. Ancak yazar, burada akıllıca bir yaklaşımla zaten Müslüman geleneğinde olan bir ilim dalını, noksanlıklarından arındırarak okuyucuya yeni bir bakış açısıyla takdim etmeyi başarmıştır. Bu şekilde hem geçmişin noksanlıkları tamamlanmış, hem de yeni olana uyum sağlanmıştır ki, zaten eserin başından beri anlatılmaya çalışılan da tam olarak budur. Söze semantik kavramının değişik ilmi disiplinler için ne anlam ifade ettiğiyle başlayan müellif, sonrasında Müslümanlar açısından ne anlama geldiğiyle devam etmektedir. “Anlambilim, anlam öğretisi şöyle tanımlanıyor: Göstergelerle ya da sözcükler ve göstergelerle, onların dile getirdiği anlam arasındaki bağıntıyı inceleyen bilgi dalına semantik deniyor… İslâm ilimlerinde buna ‘ilmü’l-meânî’ adı verilir. Araplar arasında semantiğe dair yazanların onlarca mevcut olan ilmü’l-meânî ile olan ilgisine niye temas etmediklerini anlamak güçtür” (s.301). “Sosyolojik açıdan yapılan semantik tanımı şudur: Kelimelerin manalarını, tarihi gelişimlerini; kelimelerin kullanılış yapılarını; kelimelerin insan düşüncesiyle ve davranışlarıyla olan ilişkisini inceleyen ilim semantiktir” (s.303). “Semantik, sözlerin anlamlarından bahseden bir ilim kolu olduğundan, Kur’an’ın daha iyi anlaşılması için, ona ihtiyaç vardır” (s.300). Yazara göre, semantik ilmiyle belagat ilmi arasında çok yakın bir bağ vardır. “Belagat, sözün açık, düzgün ve duruma uygun olarak söylenmesidir. Bu bilim üç kola ayrılır: a) Anlam Bilim-İlmü’l-Mean: Sözün durumuna, gereğine göre söylenmesi, uygulanması ilmi… b) Beyan İlmi: Düşüncelerin, duyguların, simgelerin doğuşlarını, değerlerini, onların anlatımında tutulacak yolları bildiren ilim dalıdır. Bir mananın daha açık şekilde söylenişini bilme sanatıdır. c) Bedi’ Bilimi: Duruma uygun, açık ve düzgün sözcükler yanında sözü süslü söyleme ilmidir” (s.301,302). Yazar, semantik ilminin ilimlerin gelişme aracı olan konuşma dilinin ilmini yaptığı Y 258 Kitap Tanıtımı / Book Review “İslâmı Yeniden Anlama” için önem verilmesi gereken bir saha olduğunu vurgulayarak, kavramın dil felsefesi ve semiotik ile olan ilişkisine geniş bir şekilde yer vermektedir. Yazara göre dil, insan olmanın, düşünmenin ve ilmin temel göstergesidir. Şu halde dilin felsefesini yapan semantik çok önemlidir. “Dil, bütün insan dillerinde ortak olan seslerin, işaretlerin ve onların kullanımındaki kuralların bir sistemidir. İnsanların bütün bu birbirleriyle olan ilişkileri ve birbirine karşı davranışları dil bakımından olan bir anlaşma ile yönetilir ve gerçekleştirilir. Dili olmayan insanlar, insan değildir. Başarıları ne kadar mükemmel olursa olsun hayvan veya otomattırlar” (s.308). “Düşünce bütünüyle dilseldir. Düşünce dil ile yürütülür. Düşünmek demek içten konuşmak demektir… Dili olmayanın düşüncesi yoktur ve düşüncesi olmayanın medeniyeti de yoktur” (s.315). Müellif, bu noktadan sonra semantik ilmi için önemli gördüğü üç kitabın kısaca tanıtımını yapmaktadır. Bu eserler şunlardır: “The Meaning of Meaning”, C.K. Ogden ve I.A. Richards; “Science and Sanity”, Alfred Korzybski ve “Semantics, The Study of Meaning”, Geoffrey Leech. Yazar, semantik ilminin görevlerinden, dilin varlık ve oluş ile ilişkisinden uzunca bahsettikten sonra sözü, Kur’an’da semantik ilmiyle ilişkili konulara getirir. Burada kısmen hermenütik tartışmalarına da değinen yazar, ilâhî konuşmanın veya bilgi aktarımının sadece vahiy yoluyla olmadığına; ilham ve zihne mana aktarımı gibi yöntemlerle de insanlara bilgi verebileceğini iddia etmektedir. Kur’an’ın kullanmış olduğu dilin ilâhî olan ile olmayan varlık katmanları arasındaki iletişimi sağlaması açısından özel bir yeri olduğuna vurgu yapan yazar, vahyin anlaşılmasında semantik ilmine büyük görevler düştüğünü söylemektedir. Tanıtımını yapmış olduğumuz bu eser hakkında son olarak şunu ifade etmemiz mümkündür. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu gibi güçlü bir siyasal aktörünü yitirmesiyle İslam dünyasının artık insanlığın sorunlarına çözüm üretemeyecek bir durumda olduğu tescillenmiştir. Son iki asırdır devam eden yenilenme hareketlerinin de derde şifa olabilecek bir seviyede olmadığı aşikârdır. Ancak hiçbir şey yapılmıyor da değildir. İşte bu çalışmalar kapsamında eserde savunulan düşüncelerin müstesna bir yeri olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü eser, bir kelamcı tarafından hazırlanmış olmasına rağmen günümüz Müslüman felsefecilerin dahi ulaşmakta güçlük çekebileceği geniş bir bakış açısına sahiptir. Y Eser, İslâm’ın temel meseleleri hakkında ezber bozan açıklamalarıyla özellikle akademisyenler açısından hazine niteliğini taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bundan dolayı lisans öğrencileri için zorunlu derslerde destekleyici, seçmeli derslerde ise ana ders kitabı olarak okutulabilir. Ayrıca eserde ele alınan konuların üst seviyede tartışılması nedeniyle lisansüstü eğitim için de uygun olduğunu söyleyebiliriz. 259 ANEMON Muş Alparslan Üni̇ versi̇ tesi̇ Sosyal Bi̇ li̇ mler Dergisi ISSN: 2147-7655 Cilt:2 Sayı:1 Haziran: 2014 KİTAP TANITIM / BOOK REVIEW “ESKİ TÜRKÇEDEN ESKİ ANADOLU TÜRKÇESİNE ANLAM DEĞİŞMELERİ” Hülya ASLAN EROL, Ankara, TDK Yayını, 2008, XXIII+ 824 s. Murat Parlakpınar* Bu yazıda Hülya Aslan Erol’un anlam bilim kapsamına giren Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesine Anlam Değişmeleri adlı kitabı tanıtılacaktır. Türkçenin Eski Türkçe ve Eski Anadolu Türkçesi dönemlerinde yazılı metinlerden tespit edilen söz varlığının anlamsal olarak geçirdiği değişimin ortaya konulmaya çalışıldığı kitap dikkat çeken bir çalışmadır. Çalışmasının amacını Önsöz’de; “Ortaya konulan çalışma ile hedeflenen, Türkçenin bildiğimiz ve yazılı kaynaklarla takip edebildiğimiz dönemlerinden bugüne kadar kelime kadrosunda anlam yönünden meydana gelen değişikliklerin ortaya çıkartılmasına bir katkıda bulunmaktır.” (s. XIII) şeklinde ifade eden yazar kitabını Önsöz ve Sonuç bölümleri dışında iki ana bölüm olarak düzenlemiştir. I. ana bölüm Giriş (s.1-90)”, II. ana bölüm de Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesi Sonuna Kadar Anlam Değişmesine Uğramış Kelimeler (s. 91- 773) başlığını taşımaktadır. Giriş’ten önce Taranan Eserler ve Kısaltmaları ve Taranan Eserlerin Yüzyıl Sırasına Göre Listesi verilmiştir. Giriş bölümü altı başlık olarak düzenlenmiş yine bu bölümler alt başlıklar halinde işlenmiştir. Giriş bölümünün ilk alt başlığı Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesine Kadar Tarihî Devirler başlığını taşımaktadır. Bu bölümde sırasıyla Eski Türkçe, Karahanlı Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesi başlıkları altında Türk dilinin dönemleri ele alınmıştır. Türk dilinin genel dönemleri hakkındaki bu bölümden sonra Dil ve Dil Bilimi başlıklı bölüm gelmektedir. Bu bölüm kendi içinde iki başlık altında ele alınmıştır. Dil başlıklı ilk alt bölümde öncelikle dilin insanoğlunun iletişim ihtiyacını karşılayan en önemli araç olduğu, kişinin, toplumun diğer bireyleriyle ilişkilerini düzenleyerek toplumsal bir fonksiyon Muş Alparslan Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Araştırma Görevlisi, [email protected] Y * 261 Parlakpınar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. üstlendiği, bu fonksiyonuyla bireyi toplumsallaştırmış olduğu ve toplumsallaştırmanın son noktası olarak milletin de varlığının devamını sağlayan temel unsur olduğu belirtilmiş daha sonra dille ilgili tartışmalar geçmişten günümüze uzanan çizgide ele alınmıştır. Dil Bilimi başlıklı ikinci alt bölümde “dil bilimi”nin tanımı yapılmış, insanın fizik, düşünce ve ruh yapısıyla ilişkilisini kendisine konu edinen bütün bilim dallarıyla sıkı bir ilişki içinde olduğu belirtilmiştir. Bu bilim dalları arasında sosyoloji, psikoloji, etnoloji, antropoloji, tarih, coğrafya vs. gibi pek çok bilim dalı bulunmaktadır. Yazarın belirlemelerine göre bütün bunları dikkate alan bilim adamları dil biliminde bunlardan bazılarının dille ilişkisini göz önünde bulundurarak çeşitli araştırma yöntemleri ve sahaları geliştirmişlerdir. Son yüzyıllarda dil biliminde çeşitli araştırma yöntemlerinin geliştirilmiş olduğu ve dilin bu yöntemler ışığında ele alındığı belirtilmiş özellikle Saussure’ün yarattığı eş zamanlı inceleme yönteminin dil bilimi incelemelerine yeni ilkeler getirdiği, yöntemleri belirlediği konusunun altı çizilmiştir. Dil Bilimi başlıklı bölüm de kendi içinde Dilbilimin Tarihi, Dilbilimin Dalları başlıklı bölümlere ayrılmıştır. Dil Biliminin Tarihi başlıklı bölümde dil biliminin bir bilim dalı hâline geliş süreci üzerinde durulmuştur. Bu sürecin yeni olmakla birlikte, ana malzemesi olan dille ilgili çalışmaların tarihinin oldukça eskiye dayandığı belirtilmiştir. Bölümün devamında dille ilgili çalışmalar eski Yunan ve eski Hint’ten günümüze uzanan çizgide ele alınmıştır. Dilbiliminin Dalları başlıklı bölümde ise dil biliminin dalları isimleriyle verilmiş, sonra anlam bilimi dalı ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Kitapta sıralanan dil biliminin dalları şunlardır: Ses bilimi (fonetik), dizim bilimi (sentaks), anlam bilimi (semantik), söz bilimi (leksikoloji), sözlük bilimi (leksikografı), ad bilimi (ono-mastik), lehçe bilimi (diyalektoloji). Ayrıca gösterge bilimi/ işaret bilimi (semiotik) ve anlatım bilimi (stilistik) olmak üzere iki ayrı dal da son zamanlarda dil biliminin dalı olarak gösterilmektedir. Bu arada köken bilimi (etimoloji) nin de dil biliminin bir dalı haline geldiğini belirtilmiş, bu dallara ek olarak Tahsin Banguoğlu’nun Türkçenin Grameri adlı eserinde belirttiği yapı bilgisi (morfoloji), deyimler (locution), eyitmeler (diction) dalları da eklenmiştir. Dilbilimin Dalları başlıklı bölümden sonra Anlam Bilimi başlıklı bölüm gelmektedir. Dili bir iletişim aracı olarak kullanmada üç önemli unsur olduğu belirtilmiş bunlar maddeler halinde sıralanmıştır: 1. Dil ifadeleri 2. İfadelerin karşıladığı şeyler (nesneler, özellikler, ilişkiler, olaylar vs.) 3. Konteks. Anlam bilimi üzerine yapılan çalışmaların, bu unsurlardan birinci ve ikinci arasındaki ilişkiyi ele aldığı üzerinde durulmuştur. Anlam Bilimi başlıklı bölüm de kendi içinde bölümlere ayrılmıştır. Bunlar; Anlam Biliminin Tarihi, Anlam ve Anlam Alanı, Kavram ve Kavram Alanı, Türkçede Kavramlaştırma, Temel Anlam, Yan Anlam, Yan Anlamların Gelişme Yolları başlıklı bölümlerdir. Anlam Biliminin Tarihi başlığı altında anlam bilimi ile ilgili çalışmaların tarihi hakkında Y 262 Kitap Tanıtım / Book Review “Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesine Anlam Değişmeleri” bilgiler verilmiştir. Eski Hint ve eski Yunan’da gerçekleştirilen çalışmaların bazılarının anlam bilimi konularıyla ilgili olduğu, bugün anlam bilimi sahasına giren bazı araştırma konularının daha o zaman incelenmiş olduğu; eski Hint’te dilcilerin, kelimelerin nesnelerin kendisini mi yoksa türünü mü gösterdiği, tek tek harflerin anlamları olup olmadığı gibi konularla uğraştıklarının görüldüğü belirtilmektedir. Bölümün devamında, 17. yy.da John Locke’un Francis Bacon’ın 18.yy.da Leibniz, Herder’in ve daha sonraları Wilhelm von Humboldt’un dilin düşünceyle ilgisi konusuna eğilmiş oldukları, anlam biliminin temellerinin 19.yy.da Alman dilcisi K. Reisig tarafından atıldığı, Reisig’in attığı temellerin Fransız dilci M. Breal tarafından sağlamlaştırıldığı ve anlam bilimi çalışmalarına, Avrupa’dan J. Trier, S. Ullmann, A.J. Greimas, J. Lyons gibi dilcilerin katkılarının olduğu konularına değinilmiştir. Bölümün sonunda ise Saussure’ün Avrupa’da başlattığı yapısalcılık akımının Amerika’da da yankı bulduğu, L. Bloomfield, N. Chomsky gibi önemli dilcilerin ortaya çıktıkları, özellikle Chomsky’yle birlikte 20.yy.ın ikinci yarısından itibaren Üretici-Dönüşümlü Dil Bilgisi akımının geliştiği belirtilmiştir. Anlam ve Anlam Alanı başlıklı bölümde anlam biliminin en temel konusu olan “anlam”ın, anlamı ve kapsamı sorunuyla ilgili görüş ve tartışmalara değinilmiştir. Bölümün başında Vecihe Hatiboğlu, Berke Vardar, Doğan Aksan, Zeynep Korkmaz gibi araştırmacıların yaptıkları anlam tanımları yanında Leonard Bloomfield’in yaptığı anlam tanımı verilmiştir. Bütün bu tanımların birbirlerine çok yakın olmakla birlikte, aralarında küçük farklılıklar olduğu bunun da akla bazı sorular getirdiği belirtilmiştir. Yapılan tanımlardan yola çıkılarak “anlam” için şudur demenin ve her bir kelimenin anlamını bütün kavram alanıyla birlikte vermenin sanıldığı kadar kolay bir iş olmadığına vurgu yapılmıştır. Yazara göre bu durumu fark eden araştırmacılar, kelimeye doğru bir anlam verebilmek için söylenme sebebinin, söylendiği yer ve zamanın, söylendiği ortamın koşullarının, bir başka deyişle toplumun etnolojik ve sosyolojik yapısının, nasıl bir dil bilgisi örgüsü içinde kullanıldığının, konuşmacının iç dünyasının en ince ayrıntısına kadar bilinmesi gerektiği, hatta isimlerde cins ve fillerde görünüş gibi dil birimleri için bu bilgilerin bile yeterli olmayacağı kanaatine varmışlardır. Y Bu bölümde anlam bilimiyle ilgili kavramlardan biri olan “anlam alanı” üzerinde de durulmuştur. Tahsin Banguoğlu, Tahir Nejat Gencan, Doğan Aksan gibi Türkçe üzerine çalışmalarıyla ön plana çıkan kişilerin anlamla ilgili yaptıkları tanımlamalar verilmiştir. Daha sonra anlam bilimi üzerine dünyada önemli çalışmalar yapmış kişilerden biri olan J. Lyons’un tanımı verilmiştir. Lyons’un anlamı, kelime anlamı ve cümle anlamı olmak üzere iki grupta incelediği, yakın zamana kadar dilcilerin cümle anlamından ziyade sözlük anlamı üzerinde yoğunlaştıkları fakat bu ikisinin de birbirinden ayrı düşünülemeyeceği belirtilmiştir. Çünkü bir cümlenin anlamı, onu oluşturan kelimelerin (leksemlerin) anla263 Parlakpınar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. mına bağlıdır ve bazı kelimelerin anlamı da ortaya çıktığı cümlenin anlamına bağlıdır. Kavram ve Kavram Alanı başlıklı bölümde geleneksel mantıkta “kavram”ın bir nesnenin zihindeki tasarımı olarak tanımlandığı belirtilmiş, J. Lyons’un “kavram, zihnin, nesneleri kavramasına ya da bilmesine araç olan mantıksal yapı, düşüncedir” ( s. 26) şeklindeki tanımı verilmiştir. Bu tanım yanında Berke Vardar’ın ve Doğan Aksan’ın yaptıkları tanımlar da verilmiştir. Yapılan tanımlardan yola çıkan yazar, bu durumda “kavram”ın bütün araştırmacılar tarafından iki şekilde tanımlanmış olduğunu belirtmektedir. İlki, dünyadaki nesnelerin, biçimlerin, olgu, durum ve hareketlerin dilde anlatım buluşu; ikincisi, dünyadaki nesnelerin ortak özelliklerine dayanan, dile has bir genelleşme, soyutlama. Devamında kavramların insanın yetiştiği çevreye, birikimlerine ve ruh yapısına göre kişiden kişiye değişen alanlara sahip olmakla birlikte, bir dil birliği içindeki insanlarda, aşağı yukarı belli bir özelliğe sahip olduklarına değinilmiştir. Burada kavram, kavram alanı konularıyla ilişkili olarak “kavram bilimi” terimi üzerinde de durulmuştur. Türkçede Kavramlaştırma başlıklı bölümünde ise her dilin kavramlaştırma eğilimleri arasında farklılıklar olduğu belirtilmiş, Türkçenin kavramlaştırma açısından en önemli özelliğinin kavramlaştırma sırasında doğadaki nesnelere dayanması, doğadaki nesneler, biçimler, renklerden yararlanarak bir şeyi canlandırarak anlatması olduğu vurgulanmıştır. Temel Anlam başlıklı bölümde ise öncelikle “temel anlam” yerine bazen “asıl anlam”, “nesnel anlam” ve “düz anlam” terimleri kullanıldığı ve genellikle kelimenin ilk anlamı en başta yansıtılan kavram olarak tanımlandığı belirtilmiştir. Yazara göre her kelime kullanıldığı bağlama göre farklı anlamları ifade etse de bir temel anlama sahiptir. Temel Anlam başlıklı bölümden sonra Yan Anlam başlıklı bölüm gelmektedir. Yan anlamların bireysel yönler içerdiği, bir başka deyişle yan anlamın, dil metnine ve onun meydana getirildiği sosyal ve fizikî şartlara, yani dış duruma, sosyal rollere ve konuşanların ait oldukları gruba, hâlet-i rûhiyelerine, duygusal ilişkilerine vb. bağlı olduğu belirtilmiştir. Bunun yanında toplumsal, tarihî, kültürel vb. özellikleri de olduğu, dolayısıyla yan anlamların yaştan yaşa, toplumdan topluma ve hatta kişiden kişiye değişme eğiliminde olduklarının altı çizilmiştir. Yan anlam konusunun ardından gelen Yan Anlamların Gelişme Yolları başlıklı bölümde başlıktan da anlaşılacağı üzere yan/dal anlamların ortaya çıkış durumları ele alınmıştır. Bölümün başında yeni bilgilerin kendilerine yeni adlar bulamadıkları zaman, dal/yan anlamları ortaya çıkarttıkları, bazen bu anlam dallanmasının, şekil dallanmasıyla tamamlanmasıyla yeni adların ortaya çıktıkları belirtilmiştir. Bu noktada Ahanov’un konuyla ilgili görüşlerine de yer verilmiştir. Ahanov, kelime anlamlarının değişmesinin, yan anlamlar kazanmasının, bazen deyim aktarması (metaphor) ve ad aktarması (metonymy) yoluyla, bazen de işlev birliği ve komşuluk (kapsamlayış/ synecdoche) yoluyla olduğunu söylemektedir. Yazara göre de yeni bir kavrama ad bulabilmek için başvurulan yollardan biri Y 264 Kitap Tanıtım / Book Review “Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesine Anlam Değişmeleri” olan anlam değişmelerinde pek çok faktör etkilidir. Yazar, Ahanov’un belirttiklerine ek olarak benzetme, çok anlamlılık, eş anlamlılık, eş seslilik, bağlam gibi pek çok olayın da belirtmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu noktada her dilde yan anlamların genellikle dört şekilde kelimelere bağlandığı belirtilmiştir:1. Somuta yeni somut anlamlar eklenmesi, 2. Somuta yeni soyut anlamlar eklenmesi, 3. Soyuta yeni soyut anlamlar eklenmesi, 4. Soyuta yeni somut anlamlar eklenmesi yoluyla. Anlam Bilim başlıklı bölüm bu şekilde sonlanırken Anlam Değişmelerinde veya Yan Anlamların Gelişmesinde Etkili Olan Anlam Olayları başlıklı bölüme geçilmiştir. Bu bölümde anlam değişmelerinde veya yan anlamların gelişmesinde etkili olan anlam olayları Benzetme, Aktarma, Çok Anlamlılık (Polysemy), Eşanlamlılık (Synonymy), Eşseslilik (Homonymy), Bağlam (Contex) başlıkları altında ele alınmıştır. Daha sonra Anlam Değişmesi başlıklı bölüm gelmektedir. Burada, anlam değişmelerinin başlangıç noktası kişi dillerinde ve şivelerde ortaya çıkan anlam farklılıkları gösterilmiştir. Yazara göre kavramların dile yansıması olan kelimelerde bazen anlam alanının genişlemesine, bazen kullanımdan düşme sonucu anlam alanının daralmasına ve bazen de anlam alanının değişmesine yol açmaktadır. Bu bölümde ayrıca anlam değişmelerinin sebepleri yanında, bunların biçim veya türlerini saptamak amacıyla yapılan araştırmalara da değinilmiştir. Anlam Değişmesi başlıklı bölüm kendi içinde alt bölümlere ayrılmıştır. İlk alt bölüm Anlam Daralması başlığını taşımaktadır. Yazara göre bu terimle ilgili yapılmış tanımlara bakıldığında, terimin anlam alanı hakkında bir karışıklık olduğu görülmektedir. Yazar burada Zeynep Korkmaz, Doğan Aksan, Berke Vardar, Vecihe Hatiboğlu, Günay Karaağaç gibi dil alanındaki çalışmalarıyla öne çıkan kişilerin anlam daralmasıyla ilgili yaptıkları tanımları vermiş; ilk bakışta birbirinin aynı olduğu izlenimini veren bu tanımlar arasında ve de tanımların kendi içlerinde, anlam daralmasının kapsamını ortaya koymayı zorlaştırıcı birtakım ifadelerin yer aldığına dikkat çekmektedir. Yazara göre aslında problem tam olarak, ancak anlam değişmesi türleri bir bütün olarak düşünülüp incelendiğinde belirginleşmektedir. Anlam daralması için yapılmış tanımlar, birbirine yakın ifadeler taşıyan ve bir dil olayını açıklamaya çalışan tanımlar olarak, ilk bakışta herhangi bir soruna işaret etmezler. Ancak gerek bu tür, gerekse diğer anlam değişmesi türleri için yapılmış olan tanımlara dayanarak bir tasnif yapmaya çalışılınca birtakım zorluklarla karşılaşılmaktadır. Y Yazara göre anlam daralması terimi ile anlatılmak istenen anlam değişmesi türünü tam olarak açıklayabilmek için, bu olayın tersi olan anlam genişlemesi türünün tanımına bakmak gerekir. Yazarın belirlemelerine göre anlam biliminde anlam daralması ve genişlemesi dışında, bunlarla yakından ilgili olan özelleşme ve genelleşme şeklinde iki anlam değişmesi türü daha vardır ve bunlar tam olarak anlam daralmasının tanımında yer alan ve anlam daralmasının kavram alanında birtakım problemlere yol açan ifadeleri karşıla265 Parlakpınar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. maktadır. Anlam Daralması başlıklı bölümde anlam daralmasının bir dalı olarak ele alınabilecek olan Özelleşme konusu ele alınmıştır. Özelleşme, anlamlı bir birimin içeriğinin daha dar bir kapsama geçmesidir. Kelimeler dar bir çevreden geniş bir çevreye aktarılırken anlamca genişler, geniş bir çevreden dar bir çevreye geçerken ise anlam daralmasına uğrarlar. Yani genelleşir veya özelleşirler. Belli bir çevreden bireyler, çok sık kullandıkları, ortak çalışmalarında önemli yeri olan nesnelerle ilgili olarak kısaltmalara, eksiltmelere başvururlar ki bu da birtakım özel kullanımlar yaratır ve genel dildeki bazı öğelerin anlamını daraltır. Özelleşmeyi yaratan durumlardan biri budur. Yazara göre genelleşme için yapılan bazı tanımlardan hareketle özelleşmeyi sadece cinsin adı haline gelmesi olarak değerlendirmemek, nesneler ve hareketler arasındaki parça-bütün ilişkisini dikkate almak gerekir. Ayrıca, yine genelleşmenin tanımından bunun için verilen örneklerden hareketle özelleşmeyi, sadece genel bir adın özel bir ad haline gelişi olarak algılamak da doğru değildir. Böyle bir yaklaşım, bu anlam olayı kapsamını dar olarak ele almak olacaktır. Anlam Değişmesi başlıklı bölümün ikinci alt balığı Anlam Genişlemesi’dir. Bu bölümde Anlam genişlemesi için G. Karaağaç, B. Vardar, V. Hatiboğlu, Z. Korkmaz gibi araştırmacıların yapıkları tanımlar verilmiş, bu terimin sadece D. Aksan tarafından farklı bir şekilde tanımlandığına vurgu yapılmıştır. Yazara göre Aksan’ın tanımı anlam daralması için verilen tanımların bir kısmıyla benzerdir ve terimin adı geçen diğer araştırmacıların yaptıkları tanımlarla açıklanması daha doğru olacaktır. Bölümün devamında anlam genişlemesi olayları Genelleşme, Mecazlaşma, Komşuluk, Eksiltme, Tabu ve Örtmece, Argo başlıkları altında ele alınmıştır. Yazara göre Genelleşme de anlam daralması gibi tanımında problem olan terimlerden biridir. Genel ad, özel ad kavramlarının yaratmış olabileceği bu kavram kargaşası sebebiyle terim genellikle özel adın genel ad haline gelişi olarak algılanmış ve yaygın olarak X ışıklarını bulan Alman fizikçi Röntgen’in adının genelleşmesi veya boykot kelimesinin Charles Boykot’tan gelişi gibi örnekler verilmiştir. Durum böyle olunca örnekler üçü beşi geçmemektedir. Ancak bu bakış açısı yanında terimin Vardar, Guiraud, Üçok tarafından yapılan tanımlarında terimin çerçevesi genişletilmiştir. Bu şekilde terimin kapsamı tam olarak ifade edilmiştir. Yazara göre genelleşme başlığı altında sadece, genel ad-özel ad ilişkisini ele almak eksik bir bakış açısıdır. Mecazlaşma başlıklı bölümde benzetme yoluyla gerçekleşen anlam değişmelerinin, bir dil birliğinin belirli yer ve zamandaki asıl anlamı ile dal anlamlarının yer değiştirmesiyle ortaya çıktığı; ancak kişi dilinden başlayan bu değişimin zaman içinde toplumun diline mal olması gerektiği, bu süreç gerçekleştiğinde de kelimede mecazlaşma adı verilen anlam değişmesi olayının meydana gelmiş olduğu belirtilmiştir. Burada mecazlaşmanın Y 266 Kitap Tanıtım / Book Review “Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesine Anlam Değişmeleri” bir dilin zenginliğini gösteren anlam olaylarından biri olduğu vurgulanmıştır. Komşuluk başlıklı bölümde “kapsamlayış” olarak da adlandırılan anlam genişlemesi türü ele alınmıştır. Komşuluk, bir kelimenin anlam alanının komşu kelimelerin alanlarına bulaşması olarak tanımlanmış, bu türde aralarında bütün- parça (synecdoche), tür, şekil, kaynak, fonksiyon (syncredc), eşlik-zıtlık (synonimy, antonimy) vs. gibi komşuluk ilişkileri bulunan kelimelerin birbirlerinin anlam alanlarını ihlal etmelerinin söz konusu olduğu vurgulanmıştır. Bir diğer anlam genişlemesi olayı Eksiltme’dir. Bir tamlamada meydana getirilen kısaltmayı ifade eden bu anlam olayı, “bileşik bir deyimin öğelerinden birinin atılması” olarak tanımlanmıştır. Yazara göre eksiltmenin bazı gramatikal sonuçları olabilir. Yani bir sıfatın, bir isim gibi kullanılmasına veya bazı dillerde sayı veya cinsin kullanımında tuhaflıklara yol açabilir. Eksiltme sonunda ortaya çıkan şekiller, ya durum ya da dil bilgisi açısından kolayca kavranabilecek, eksik yanı herhangi bir güçlük olmadan giderilebilecek şekillerdir. Anlam genişlemesi olaylarından bir diğeri Tabu ve Örtmece başlığı altında ele alınmıştır. Bölümün başında “tabu ve örtmece” ile ilgili çalışmaların etnografik lingüistiğin kapsamına girdiği belirtilmiştir. Çünkü bunların temelinde, etnografik unsurlar, yani örf âdetler, mitler, gelenekler, görenekler dil medeniyetiyle ilgili ahlâkî kurallar vardır. Kelimelerin leksik anlamlarının dışında bir de inançlardan kaynaklanan etnografik anlamlar söz konusudur. Bunlar yanında “tabu”nun sadece söylenmesi yasak olan kelimeleri ifade etmediği, aynı zamanda, yapılmaması gereken hareketleri, yenmemesi gereken şeyleri, kullanılmaması gereken eşyaları da kapsadığı üzerinde durulmuştur. Örtmecelerin ise tabu gibi batıl inançtan dolayı değil, kaba veya ayıp kabul edilen sözleri nazik ve saygılı sözlere dönüştürme düşüncesinden doğduğu, örtmece sayesinde insanların kendilerini iğrendirecek veya rahatsız edecek şeyleri söylemeyi ve onlarla yaşamayı mümkün hâle getirdiği belirtilmiştir. Kitapta ele alınan son anlam genişlemesi olayı Argo’dur. Burada tarihi devirler için yazılı kaynakları takip ederek argo yoluyla anlamı genişlemiş kelimeler tespit etmenin oldukça zor olduğu belirtilmiş, taranılan dönemlerde öt- fiilinin argo özelliği taşıdığının tespit edildiği belirtilmiştir. Y Anlam genişlemesi olayları ele alındıktan sonra anlam değişmesi konusunun önemli olaylarından biri olan başka anlama geçiş konusu ele alınmıştır. Bu konu Başka Anlama Geçiş başlığı altında ele alınmıştır. Başka anlama geçiş, bir kelimenin eskisinden farklı, yeni bir kavramı yansıtması, başka anlama geçiş/anlam kayması olayı olarak tanımlanmıştır. Yazarın verdiği bilgilere göre bu türde, bir göstergenin bazen başlangıçtaki anlamından tamamen uzaklaşarak farklı bir anlamı yansıtır duruma geldiği görülür. Türkçede daha çok aynı kavram alanı içinde, birbiriyle yakın ilişkili kavramlar arasında olmaktadır 267 Parlakpınar, M. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 2(1) 2014. ki, bunlar da birtakım ruhî sebeplerin yanı sıra daha çok somutlaştırma eğiliminin sonucu olarak ad aktarması, deyim aktarması, komşuluk vb. yollarla gerçekleşir. Başka anlama geçiş türü, yakın anlama geçiş, uzak anlama geçiş ve zıt anlama geçiş olmak üzere üç gruba ayrılır. Başka Anlama Geçiş başlıklı bölümden sonra anlam değişmesi olaylarından bir diğeri olan Anlam İyileşmesi konusuna geçilmiştir. Yazar bu tür ve bundan sonra yer alan anlam kötüleşmesi türünün tartışmalı bölümler olduğunu belirtmektedir. Yazara göre iyilik ve kötülük göreceli kavramlardır. Bu yüzden bazı araştırmacılar, bunların anlam değişmesi türleri olarak incelenmemesi gerektiği görüşündedir. Ancak bugüne kadar yapılan tasniflerde yaygın olarak yer almaları ve pek çok kelimede tartışma yaratabilecekken, toplumun büyük kesimince anlamındaki iyileşme veya kötüleşmenin kabul edildiği kelimelerin bulunması sebebiyle yazar tasnifine almayı uygun bulduğunu belirtmektedir. Daha sonra Anlam Kötüleşmesi konusu ele alınmıştır. Anlam kötüleşmesi, anlamı iyi olan bir kelimenin zamanla kötü veya kötüye giden bir anlam kazanmasıdır. Yazara göre anlam kötüleşmesine sebep olan faktörler arasında, çeşitli anlam ilişkileri, insanlardaki önyargılar vardır. Meselâ bazı sınıflara ve mesleklere karşı sosyal önyargılar pek çok kelimenin anlamının bozulmasına sebep olur. Anlam değişmesi konusu bu şekilde ele alındıktan sonra Anlam Değişmelerinin Sebebi, Süresi ve Gelişimi başlıklı bölüme geçilmektedir. Bölümün başında bir dildeki anlam değişmelerini incelemenin art zamanlı bir çalışmayı gerektirdiği üzerinde durulmuştur. Çünkü başlangıçta eş zamanlı olan, bir dilin belirli bir yer ve zamanındaki farklılıklarının bütünü, art zamanlı farklılıkları/değişiklikleri, yani dilin tarihindeki ses ve anlam değişikliklerini meydana getirmektedir. Bölümün devamında dili konuşanlar arasındaki eş zamanlı (synchronic) ve eş mekânlı (same isoglos) bu farklılıkların daha sonraları ortaya çıkacak dil değişmelerinin başlangıç noktaları olduğuna değinilmiş, son yıllarda dil biliminde art zamanlı anlam bilimi konusunda çok önemli üç gelişme ortaya çıktığı belirtilmiştir. Bunlar: 1) Bazı anlam alanlarının tarihini izlemede yapısal prensiplere başvurma 2) Bir dilin kelime hazinesinin tarihinin, bu dili konuşan insanların sosyal ekonomik ve kültürel tarihinden bağımsız olarak incelenmesinin imkânsız olduğuna dair prensibi uygulama 3) Art zamanlı değişikliklerle diyalekt değişikliklerinin ayrılmaz olduğunu anlama. Giriş bölümünde ele alınan konular çalışmanın teorik kısmını oluşturmuştur. Teorik çerçeve oluşturulduktan sonra Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesi Sonuna Kadar Anlam Değişmesine Uğramış Kelimeler başlıklı II. ana bölüme geçilmiştir. Bu bölümde Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesi sonuna kadar tek tek kelimelerde meydana gelen anlam değişmeleri saptanmaya çalışılmıştır. Kelimelerin tek tek anlam bakımından incelendiği ikinci bölümde kelimelerdeki anlam gelişmeleri takip edilirken ilk bölüm Y 268 Kitap Tanıtım / Book Review “Eski Türkçeden Eski Anadolu Türkçesine Anlam Değişmeleri” olan Giriş’te verilen bilgiler esas alınmıştır. Tespit edilen kelimeler Anlam Daralması, Özelleşme, Anlam Genişlemesi, Genelleşme, Mecazlaşma, Komşuluk, Eksiltme, Tabu ve Örtmece, Argo, Başka Anlama Geçiş, Yakın Anlama Geçiş, Zıt Anlama Geçiş, Anlam İyileşmesi, Anlam Kötüleşmesi başlıkları altında tasnif edilmiş ve kelimeler alfabetik düzende sıralanmış, kelime incelemelerinde kelimenin geçtiği kaynaklar sıralanırken kronoloji dikkate alınmıştır. Daha sonra ise Sonuç başlığı altında çalışmada ulaşılan sonuçlar ortaya konulmuştur: Yapılan taramalar ve incelemeler sonunda anlamında değişiklik olan 1316 adet kavram tespit edilmiştir. Bunların 70’inde çeşitli dil içi ve dil dışı faktörlerin etkisiyle birden fazla anlam değişmesi türü olduğu görülmüştür. Bu 1316 adet kavramın tasnifi yapıldığında 74’ünün anlamının daraldığı görülmüştür ki bunun 34 tanesi özelleşme şeklindedir. Yapılan incelemede kavramlardan 1158 tanesinin anlamında genişleme olduğu tespit edilmiştir. Bunlardan 8’i genelleşerek, 152’si mecazlaşarak, 7’si komşuluk ilişkisiyle, 7’si eksiltme yoluyla, 17’si tabu ve 1’i de argo niteliği kazanarak anlam alanını genişletmiştir. Bunların dışında kalan 966 kavramın da anlam alanı çeşitli dil dışı faktörlerin etkisiyle genişleyerek değişmiştir. İncelenen dönem içerisinde 65 kavramda başka anlama geçiş olayı görülmektedir. Bunun 40’ı yakın anlama, 13’ü uzak anlama ve 15’i de zıt anlama geçiş şeklindedir. 3 kavramda ise anlam iyileşmesi ve 13 kavramda da anlam kötüleşmesi olduğu ortaya çıkmıştır. Bu dönemler arasında meydana gelen anlam değişikliklerinin büyük çoğunluğunun genişleme şeklinde olduğu da ulaşılan bir başka sonuçtur. Ayrıca tek tek kelimeler üzerinde yapılan incelemeler bir kelimenin birden fazla anlam değişmesi olayına uğrayabileceğini göstermiştir. Mesela, burçak kelimesi başlangıçta özelleşme yoluyla anlam daralmasına uğrarken daha sonraki yüzyıllarda mecazlaşma yoluyla anlam alanını tekrar genişletmiştir. Y Sonuç olarak Hülya Aslan Erol’un bu çalışması çok eski bir geçmişi olan Türkçenin Eski Türkçe döneminden Eski Anadolu Türkçesi sonuna kadar uzanan dönemde yazılı metinlerden derlenen kelimelerin zaman içinde geçirdikleri anlam değişikliklerini ortaya koyması bakımından önemli bir çalışmadır. Türkçenin Eski Türkçe ve Eski Anadolu Türkçesi dönemlerinden sonraki dönemleri için yapılacak benzer çalışmalara kaynaklık edecek bu çalışmadan Türk dili, dil bilim, anlam bilim alanlarında çalışan araştırmacılar istifade edebilirler. 269