Düşenin elinden tut ki sende düştüğün zaman tutacak bir

Transkript

Düşenin elinden tut ki sende düştüğün zaman tutacak bir
DEĞER
Temmuz 2015 Sayı:19
Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
ÜCRETSİZDİR
’’Düşenin elinden tut ki sende düştüğün zaman
tutacak bir el bulasın’’
Ali Fuat Başgil
HALI
KİLİM
DOKUMACILIĞI
04
10
MERHAMETLİ
İNSAN
OLMAK
20
ÇOCUKLARA
YARDIMLAŞMA
NASIL
GÜNEYİN
İNCİSİ;
ANTALYA
28
42
Kutü’l-Amare
Kuşatması
ÖĞRETİLİR
32
İSLAM
DÜNYASININ
BÜYÜK
FİLOZOFU
FARABİ
içindekiler
TEMMUZ 2015
Değer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Yıl: 2 Sayı: 19 Temmuz 2015
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
YAYIN KURULU
Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı)
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı
Çelebi YILMAZ (Eğitim Daire Başkanı)
Faruk KARCI (Tetkik Hâkimi)
Ramazan GÜNŞAN (Şube Müdürü)
Habil KANOĞLU (Şube Müdürü)
Elçin Çakar TERZİOĞLU (Eğitim Uzmanı)
Irmak ŞENEL (Sosyal Çalışmacı)
Zümrüt ÖZKAN
(Psikolog)
Emrullah ÖZGER (Sosyal Çalışmacı)
İlhan GÜLER (Öğretmen)
İslam AZAKLI (Sosyal Çalışmacı)
Editör
İlhan GÜLER
Sahibi
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına
Oktay YILDIRIM (Kurum Müdürü)
Katkı Sağlayanlar
Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Ali Yavuz
Aydın Keçeci - Burcu Kurt - Cevdet Tekin
Ejder Topal - Evren Tanrıkulu Ferhat Çeliker Mehmet Gökçe - Ömer Gökduman
Ramazan Sağır - Recep Güngör Sema Gök Tuncay Karaca Mustafa M. Ünlü
Bahattin Benli- Mehmet Varnalı
Matbaa-Baskı Şefi
Salim KILIÇ
Grafik Tasarım
0312 441 00 40 0533 616 23 18
Baskı
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası
İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı
Şaşmaz / Ankara
Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
Basım Tarihi: 15/07/2015
İletişim
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA
Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91
e-posta: [email protected]
Web: www.cte.adalet.gov.tr
Sesleniş Gazetesinin ekidir
EDİTÖRDEN
İnsanın yalnız yaşamasının imkânı yoktur çünkü doğası
gereği toplumsal bir varlıktır. Toplum içinde birlikte yaşamanın
bazı kuralları vardır. bu kuralların ilk sırasında dayanışma ve yardımlaşma yer alır. Yardımlaşma sayesinde, insanlar zorlukların
üstesinden daha çabuk gelir. Bunun en güzel örneğini Yüce Milletimiz, Kurtuluş Savaşı yıllarında göstermiştir. Topyekûn kurum ve
kuruluşlarımızla ortak değerlerde birleşerek birlikte hareket etmiş
ve düşmanı vatan topraklarından kovmuştur.
Küreselleşme, hızla insanları ve ülkeleri birbirine yaklaştırmaktadır. Kabul etsek de etmesek de insanların tümü aynı gemide
yoluna devam etmektedir ve geminin herhangi bir yerinde oluşan
bir arıza gemide bulunanların tamamını etkileyecektir. İşte tam da
bu sebepten, geminin huzurlu ve sağlıklı bir şekilde yol alabilmesi için toplumsal dayanışma ve yardımlaşma çok önemlidir. Gemi
ilerlerken gemiden okyanusa düşen bir kişiye, tutunması için bir
can simidi bir tahta parçası uzatmak, düşen kişinin selameti adına kesin bir çözüm olmayacaktır. Sözde yapılan yardım, geminin
içinde bulunan diğer insanların vicdanını rahatlatmadan öteye geçmeyecektir. Bu konuda yapılması gereken, mevcut durumdan farklı
olarak daha kalıcı çözümler bulunmasıdır. Örneğin denize düşen
birine tahta parçası atmak yerine, denize düşmemelerini, düştüklerinde ise yüzerek kendi imkânlarıyla karaya ulaşabilmelerini sağlayacak yöntemler geliştirilmelidir. Ayrıca bir tahta parçası atarak
sözde yardım ettiğini düşünen ve vicdanlarını rahatlatmak isteyen
insanlara da birlikte yaşamanın sorumluluklarını hatırlatmalıyız.
Diğer bir taraftan yardımlaşma ve dayanışmayı kendisine
görev adletmiş olan sosyal yardım kuruluşları, STK, vakıf ve derneklere de çok önemli işler düşmektedir. Halihazırda yürütülen bir
çok yardım faaliyetlerinin dışına çıkarak insanlara daha uzun soluklu yardım ve dayanışma faaliyetleri sürdürmeleri gerektiği kanaatindeyim. Yangın anında bir kova su ile ateşi söndürme anlayışı
yerine yangın çıkmaması için önlem almayı bir hayat tarzı haline
getirme ve yangından sonra mağdurların kendi ayakları üstünde
durabilmelerini sağlayacak çalışmalar hedeflenmelidir.
Yukarıda da bahsettimiz üzere; sosyal bir varlık olan insanın etrafında cereyan eden tüm olaylardan az ya da çok etkileneceğini unutmamak gerekir. Konuyla ilgili olarak anlatılan bir hikayeyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Yetiştirdiği mükemmel kalitedeki
buğdaylardan dolayı, her yıl Tarım Bakanlığı’ndan ödül alan bir
çiftçiye, bu başarının sırrı nedir diye soran gazetecilere şöyle cevap
verir: “Çok basit, tüm yaptığım, hasat bitiminde buğday tanelerinin
büyük bir bölümünü ayırıyor ve onları komşularına dağıtıyorum.’’
Çiftçinin, komşularının kendisinin rakipleri olduğunu neden böyle
bir şey yaptığı sorulması üzerine gazeteciye verdiği cevap oldukça
manidardır. ‘’ Aslında hepsi aynıdır, bahar gelince rüzgar polenleri taşır ve onları tarlanın her köşesine serpiştirir. Eğer komşularım
kötü bir ürün ekmişlerse o zaman benim hasadım da bundan etkilenecektir. Bölgedeki en iyi ürünü yetiştirebilmek için komşu tarlaların da aynı kalitede olmasını sağlamalıyım. Çevremdekileri de
aynısını teşvik etmezsem hayatta hiçbir şeyi iyi yapamam.’’
Birlik, beraberlik, yardımlaşma ve dayanışmaya hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyduğumuz şu son günlerde, pozitif bir
dayanışma anlayışı ile, milletimizi ve ülkemizi kalkındırma düşüncesinde olmamız gerekmektedir. Yeni sayılarda buluşmak
ümidiyle sağlıcakla kalın…
İlhan GÜLER
Enis Yavuz YILDIRIM
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü
Yardım etme kavramı; içinde bulunduğu zihinsel, fiziksel psikolojik güçlük nedeniyle karşılaştığı
bir sorunun üstesinden gelme konusunda yetersizlik
yaşayan bir insan ve tüm canlılara karşı, karşılık beklemeksizin sorumluluk üstlenerek onu güçlükten kurtarmaya yönelik harekete geçme duygusu ve davranışı
olarak tanımlayabiliriz. Gücümüzü ve imkanlarımızı
başkalarının iyiliği için kullanmak ve yardım etmektir, yardımlaşma. Tek başımıza gerçekleştiremeyeceğimiz şeyleri, yeteneklerimizi ve enerjimizi birleştirerek çalışmaktır, yardımlaşma. İlgimizin ve bilgimizin
olmadığı konularda yanımızdakilerden yardım alıp,
kendimize ait bilgi ve yeteneği başkasının bilgi ve yeteneği ile birleştirmektir, yardımlaşma.
“Yalnız taş duvar olmaz’’ ve “demir kapının
ağaç kapıya ihtiyacı vardır’’ atasözlerimizden de anlaşıldığı üzere; bir bina değişik malzemelerin bir araya
gelmesi ile ortaya çıkar. Nasıl ki tek bir taş ile bir bina
ortaya çıkmıyor, insanında tek başına gücü sınırlıdır.
Doğası gereği toplumsal bir varlık olan insanın bir
arada, etkileşim içinde yaşama zorunluluğu vardır.
Birlikte yaşamanın gereği olarak insanlar ortak değerler etrafında toplanarak birlikte hareket etmek duru-
mundadırlar. İnsanoğlu varlığını sürdürdüğü müddetçe, birbirine ihtiyaç duyacaktır. Hiç kimse benim
başkasının yardımına ihtiyacım yok deme lüksüne sahip değildir. Zengin fakirin, usta çırağın, amir memurun yardımına muhtaçtır. Çünkü bu anlayış toplum
halinde yaşamanın doğal bir sonucudur.
İhtiyaçların karşılıklı birlikte giderilmesi, toplum bilincini güçlendirecektir. Bununla da kalmayıp
bu yardımlaşma ve paylaşmalar toplumumuzdaki
ekonomik ve sosyal dengesizlikleri de önlemede en
büyük kalkan olacaktır. Bu engin değeri himayemizde
bulunan çocuklarımıza, beraber çalıştığımız personelimize kısacası tüm halkımıza kazandırmak, onlarada
bu toplumun bir parçası oldukları duygusunu pekiştirecektir.
Yardımlaşma ve dayanışmanın sınırı ve mutlak bir şekli yoktur, aile hayatımızda aile bireylerinin
birbirine yardım etmesi, komşuluk ilişkilerimizde bir
tatlı tebessümle selam vermek, iş hayatımızda çalıştığımız kişilere sabah selam verip halini hatrını sormak
sevgi alıp sevgi vermek bunların hepsi insan olmanın
ve yardımlaşmanın gereğidir.
3
En kutsal insani değerlerimizden olan yardımlaşma değeri, aile hayatında ve iş hayatında
olduğu gibi toplumsal hayatımızda da önemli bir
yere sahiptir. Milli birlik ve beraberliğimizin aynı
zaman da milletimizin varlığını sürdürebilmesinin temel unsuru olan yardımlaşmanın en güzel
örneğini, Kurtuluş Savaşı yıllarında Yüce Milletimizin düşmanı vatan topraklarından kovma adına dayanışma ve yardımlaşma içerisinde yapmış
olduğu mücadelede görebiliriz. Hiç şüphesiz ki,
Millet olarak en büyük özelliğimiz ihtiyaç sahibi
olan insanlara hatta tüm canlılara herhangi bir
talep beklemeksizin yardım etmektir. Türk Milleti
bu özelliğini tarihin her döneminde en zor şartlar
altında dahi ortaya koymaktan hiç çekinmemiştir. 1845-1850 yılları arasında Avrupa’nın birçok
ülkesinde olduğu gibi büyük bir kıtlık yaşayan
İrlanda’da 1 milyon insan hayatını kaybetmiştir.
Kendisinden hiçbir yardım talebi gelmemesine
rağmen Yüce Milletimiz yardım için harekete geçmiş ve Osmanlı Padişahı Abdülmwecit’in talimatıyla 1847 yılında ilaç, gıda ve tohum dolu 5 yük
gemisini İrlanda halkına göndermiştir. Yine sahip olduğumuz medeniyet; veren
elin alan eli görmediği anlayışı içerisinde fakirin
onurunu korumak aynı zamanda zengin olanın
yardım esnasında gururlanmasını engellemek
için yardımlaşmanın en narin örneklerinden
birisi olan sadaka taşları uygulamasını
hayata geçirmiştir. Bu uygulama ile tüm
dünyaya nam salan yardımlaşma
kültürünün birer abidesi olarak tarihte
en ön sırada yerini almıştır.
BAŞ YAZI
Karşılık beklemeksizin “gönülden verilene paha biçilmez’’ düşüncesiyle yapılan yardımlaşmalar milletimizde var olan yüksek yardımseverlik hassasiyetindendir. Bu hassasiyetimiz ise;
ailemizden ve toplumumuzdan aldığımız insani
değerlerimize bağlı olarak içgüdüsel bir davranış
biçimidir ve asla küçümsenemez.
Son yıllardaki teknolojik gelişmeler insanları daha bencil ve bireysel yaşamaya zorlasa
da bizler üzerimize düşen yardımlaşma sorumluluğumuzu yerine getirmekten bir an olsun geri
durmamalıyız. Çünkü hayatta, zorlukları yenmek,
başarı yolunda mesafe kazanabilmek için insanların birbirlerinin güçlerine, imkânlarına ve düşüncelerine ihtiyaçları vardır. Birinin gücünün ve imkânının tükendiği yerde, diğerinin gücü ve imkânı
sonuca ulaşmada yararlı olacaktır. Birlik olunan
yerde aşılması gereken zorluklar daha doğru ve
sağlam olarak aşılacak; birlik ve beraberlik düzeni daha sağlam bir şekilde kurulacaktır.
Hiç şüphesiz inanıyorum ki, ülkemizin
içinde bulunduğu şu zor günleri Milletimiz sahip
olduğu yüksek yardımlaşma, birlik ve beraberlik
duygusu ile en kısa zamanda atlatacaktır.
Sözlerime son verirken umutların yeşerdiği, iyiliklerin filizlendiği, yardımlaşma ve
dayanışmanın arttığı bir hayat
sürdürmenizi diliyorum.
KAPAK KONUSU
4
MERHAMETLİ İNSAN OLMAK
İnsanlar arasındaki üstünlük ne makamda, ne statüde, ne güzellikte, ne ırkta, ne
cinsiyette, ne de diplomadadır. Asıl üstünlük iyi huydadır, iyi karakterdedir; asıl
zenginlik gönül zenginliğidir ve buna bağlı olarak paylaşımcı, yardımsever olmaktır.
İnsan olarak en büyük erdemimiz, birbirimizin
acısını azaltıp mutluluğunu arttırmaktır sanırım. Unutulmayan ve çok sevilen insanların temel özelliği, insanlığa yaptığı hizmetler ile kendini gösterir. Bu yüzdendir
ki en büyük aşk, insanlığa hizmet aşkıdır… Yarasına ilaç
olduğunuz, acısına ortak olduğunuz, açlığına el uzattığınız, kısaca insanlara gücünüz oranında yardımcı olduğunuz sürece sizden mutlu, bahtiyar kişi olmaz bu dünyada...
İnsanlar kendi iç dünyalarındaki duygu ve düşüncelerini birbirlerine yeterince iletemedikleri için yaşadığı dünyayı diğer insanlarla paylaşmayı sevmiyor,
elindekileri paylaşamıyor. Ne zamanki insanlar, başka
insanların çektiği acıları, sıkıntıları kendi yaşadıkları
zevklerinden daha fazla önemseyip, acı çekeni yüreğinde
hissedip onun acısını dindirmeyi misyon edinirse, herkesin beklediği huzurlu bir dünya ortamı sağlanmış olur.
İnsan olma gerçeği ve sorumluluğu, başka
canların da kendimizden farklı olmadığını ve onların da bizim gibi aynı ihtiyaçlara sahip olduğunu
anladığımızda ortaya çıkıyor. Başka insanların da
bir yüreği ve onuru olduğunun farkında olmuş olan
insan gerçekten kendisini seven, kendine değer veren insandır. Kendisine karşı iyi olan, başkasına da
iyi olur; kendine karşı kötü olan kişi başkasına da
kötü olur. Bu gerçek şaşmaz. Kendimiz için dilediğimiz güzel şeyleri, başkaları için de dilemeye başladığımız zaman, işte o zaman dünya daha yaşanılır
hale gelecek. Savaşlar, anlaşmazlıklar son bulacak.
İnsanlık mutlu olmak için mücadele veriyor. Devletlerarası rekabet daha çok enerji kaynakları üzerine yoğunlaşmış. Evet, teknoloji çağındayız, kimine
göre uzay çağındayız. İnsanlık maden peşinde ve en
önemlisi petrol peşinde… Bu uğurda savaşlar yapılıyor, canlara kıyılıyor… Unutulan bir şey var ama…
5
KAPAK KONUSU
İnsan olabilmenin sırrı, kişinin diğer canlıları kendinden farklı görmemesinden
geçiyor… İnsanı üstün yapan nitelikler cömertlik, mütevazılık ve paylaşımcılıktan
geçiyor. Makam hırsı, şöhret ile üstünlük kurmaya çalışmak, kişiyi ancak aciz yapar
İnsan mutluluğu yanlış yerde arıyor. Çünkü insan
bir gün petrolün çıktığı toprağa gireceğini unutuyor.
Unuttuğu için canlara kıymaya devam ediyor, hem
de demokrasi ve özgürlük adına!
Hayatımızın son bulmayacağını sandığımız
sürece, yaşadığımız sorunların şiddeti ve bizde bıraktığı acısı fazla olacaktır. Buna bağlı olarak acılarımızı bastırmak için maddi hazlara daha çok yöneleceğiz. Tabi bu da sevgi, merhamet ve hoşgörü gibi
temel insani değerleri bireylerde öldürecek zamanla… Bu dünyada herkese yetecek kadar yer var ama
sanırım herkese yetecek kadar vicdan kalmamış.
Bu yüzden gözyaşları akmaya devam ediyor farklı
coğrafyalarda... Çalan elin değil, veren elin üstün
olacağı, iyilik yapılarak insanlığın gelişeceği günleri
görmek için sorumluluk almak insan olmanın gereği
sanırım.
İnsanların mutsuzluklarının temelinde ruhsal ihtiyaçlarının doyurulmaması yatar. Fakat çoğu
insan bu açlığını maddi unsurlarla gidermeye çalışır. Sonuçta maddenin tutsağı olur. Bedensel dürtüleri sınırsızca yaşama isteği, kişide derin içsel boşluğun işaretidir. Nitekim ruhsal boyutta tatmin olma
yolunda ilerlemiş kişiler, şatafatlı hayat yaşamaz,
maddi anlamda kazanç için hırs yapmaz, gerektiği
kadar bedensel ihtiyaçlarını alır doğadan, başka insanların acılarını dert edinir, yardımlaşma ve paylaşma duyguları yoğundur. Kişinin iç dünyasının
ferahlaması suretiyle, bulduğu manevi huzur, onu
dış unsurlarda arayış girişimine yöneltmez. Kendi iç
dünyasını keşfeden kişi için en büyük hazine, kendi gerçeğini keşfetmesidir. Kendi gerçeğimiz, bizim
için mutlak anlamda özün gerçeğini, huzurun kaynağını verir. İç dünyası çok iyi olan ve kendisiyle
tam manasıyla barışık olan insanlar, yeteri miktarda
eğlenme ihtiyacından sonra başka insanların acılarını dindirmek ve mutluluklarını arttırmak için uğraşırlar. Çok gezme, çok eğlenme ihtiyacı, duygusal
ve ruhsal boşluktan kaynaklanır. Yardım etmek, iyilik yapmak ihtiyacı ise kendisiyle uyum kurabilmiş
insanların, bir nevi kendini gerçekleştirme alanıdır.
İnsan, dünyalık hırslarını denetim altına aldığı ölçüde iç huzuru yaşar, gerçek özgürlüğü yaşar, merhameti artar ve başka canları da yüreğinde hisseder…
“Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi
olur.” derler eskiler. Gerçekten de insandaki ruhsal
boşluk, kişiyi nefsinin ve bedensel dürtülerinin esiri yapıyor. Ve modern insan sanıyor ki, nefsin her
isteğini yapmanın adı özgürlüktür. Bilakis, psikoloji
bilimi bile buna özgürlük demiyor, potansiyel bağımlılıkların eşiği diyor…
Madde, araç değil de amaç olunca kişide negatif duygular uyanmaya başlar. Kibirlilik, açgözlülük, konfor takıntısı, kıskançlık, doyumsuzluk gibi,
insanı içten içe kemiren duygular, kişinin kendi
benliğinden uzaklaşmasına, kalabalıklar içinde olsa
bile yalnızlık yaşamasına yol açıyor. Tüm bu süreçler, doğal hayata karşı sevgisizlik, hoşgörüsüzlük,
merhametsizlik olarak yansır. İnsan yardımsever,
merhametli olabilmek için öncelikle iç dünyasında
kendisine karşı koşulsuz sevgi beslemeli, kendisine
koşulsuz değer verebilmeli.
Kendini sevemeyen, kendine değer veremeyen, kendini olduğu gibi kabullenmeyen insan, içindeki boşluğu doldurmak için dış unsurlara yönelir,
beğenilmek için, değer görmek için, sevilmek için
maddeye yönelir; aşk adı altında bağımlılıklar yaşar
ki asıl beklenti aşk değil, içindeki sevgi boşluğunu
doldurmak, değer görme boşluğunu doldurmaktır.
Makam sevdası peşinde koşar ki, insanlara hükmedince değerli olma hissini yaşasın. Mevlana’nın
dediği gibi: “Nice insan gördüm üstünde elbise yok,
nice elbise gördüm içinde insan yok.”
KAPAK KONUSU
6
Çoğu insan, iyi insan olmayı hak edecek yaşantıyı sürme noktasında gerekli
adımları atmaz. Kişinin dünyevi nimetlerin çekiciliğine kanması, insanların
içlerindeki temel insani güzelliklerin, duyguların ortaya çıkmasına engel olur.
İnsan olabilmenin sırrı, kişinin diğer canlıları kendinden farklı görmemesinden geçiyor… İnsanı üstün yapan nitelikler cömertlik, mütevazılık
ve paylaşımcılıktan geçiyor. Makam hırsı, şöhret ile
üstünlük kurmaya çalışmak, kişiyi ancak aciz yapar
ve kişi başkalarının gözünde tüm saygınlığını yitirir. İnsanlar arasında üstünlük ne makamda, ne
statüde, ne güzellikte, ne ırkta, ne cinsiyette, ne de
diplomadadır. Asıl üstünlük iyi huydadır, iyi karakterdedir; asıl zenginlik gönül zenginliğidir ve buna
bağlı olarak paylaşımcı, yardımsever olmaktadır.
Kimse kendisini kötü olarak görmek istemez. Fakat
bunun yanında çoğu insan, iyi insan olmayı hak edecek yaşantıyı sürme noktasında gerekli adımları atmaz. Kişinin dünyevi nimetlerin çekiciliğine kanması, insanların içlerindeki temel insani güzelliklerin,
duyguların ortaya çıkmasına engel olur. Toplumda
açlık, sefalet, yoksulluk ve acılar içinde yaşamak zorunda kalan insanlar olduğu sürece, diğer insanların
sahip olduğu görkemli zenginliklerin, ihtişamın, parıltılı lüks yaşamların aslında hiçbir önemi yoktur.
KALP GÖZÜMÜZ KÖRELDİ
Televizyonlarda yapılan yemek yarışmalarında, yarışmacıların özene-bezene, en kaliteli gıdalardan yaptığı yemeklere karşı bin bir türlü bahane
bulan diğerlerini görünce, sokakta yaşayan kimsesiz
insanların çöpten kuru ekmek toplamasını hatırlıyorum ve kalp gözümüzün köreldiğini düşünüyorum.
Çoğumuz kıyafet beğenmeyiz kolay kolay… Her yemeği yemeyiz, çeşit olsun isteriz, eğlenceye çok zaman ve para harcarız. Yardıma gelince de : ‘’Allah
yardım etsin’’ deriz. Allah, yardım için bizleri göndermiş. Yardım için güç yok değil; sanırım vicdanlarda zafiyet durumları var. Lafta, sloganda kalmak
zorunda mı insanlık? Güzel sözleri yaşamadıktan
sonra okumanın ne anlamı var sizce?
Kimsesiz olmasın kimse, ama asıl olan, yüreksiz vicdansız olmasın kimse. Vicdandan yoksun
bireyler sevgiyi de unutmuşlardır. Sevgiyi unutanlar vefayı da unutur. Huzurevlerini ziyaret edenler
oradaki insanların gerçekten huzurlu olduklarını
mı sanıyorlar? Yoksa terk edilmişliğin acısını mı
örtmek istiyorlar? Yoksa dışarıdakiler de huzursuz
olduğu için mi onları huzurevine yolluyor? Huzur
sevgidir, vefadır… Eğer bunlar yoksa tüm dünya huzurevidir belki de…
EMPATİ YAPABİLMEK
Merhametin anlamını, sadece kendi canı
yandığı zaman anlayacak olan insan, hayatın gerçeğinden uzak, sisli yolda rotasını çizemeyendir aynı
zamanda. Komşu komşunun külüne muhtaçtır ama
en çok insan insanın yüreğine muhtaçtır. Çünkü
sevgisiz insan aslında sadece bedenen yaşayan insandır.
Kişi ne kadar çok kendini severse, kendini
olduğu gibi kabul ederse, o derece insani özellikleri
gelişir, empatisi artar, sevgisi nefsinin üstünde olur.
Başka insanların da bir yüreği ve onuru olduğunun
farkında olmuş olan insan gerçekten kendisini seven insandır. Akıl nefse, bedensel hazlara hep çalışınca, ruh, kölesi oluyor oyuncakların, maddenin…
YÜREĞİNİZE DOKUNUN
Akıl ruha ve kalbe çalışınca evren dar gelir
insana… Taşar da taşar deli gönülden sonsuz sevgi,
merhamet pınarı her yere... Ve insan kendi yüreğinde dokunduğu oranda başka yüreklere dokunabiliyor, orada yer edinebiliyor. Keşkesiz hayat yolunda
emin adımlar atmak, insan için asıl huzur kaynağıdır nihayetinde.
Nitekim karşılıksız iyilik yapmak her insana
nasip olmaz. Kendine karşı sevgi, şefkat ve merhamet duyabilen insanlar başkalarının acılarını yüreklerinde hissedip onlara gücü oranında maddi ve
manevi yardımlarda bulunur. İyilik yapmaya ihtiyaç duymayan insanların iyilik yapılmaya ihtiyaçları vardır...
Halil KIRIK
dahibeyin.blogspot.com
Yaşamak Güzeldir…
Ne güzeldir;
İnsan olmak, insanca davranabilmek...
Şefkat eli olup uzanabilmek, gözden akan yaşı silebilmek,
Kanayan yaralara merhem olabilmek ne güzeldir...
Ne güzeldir...
Güvene mazhar olmak, yalandan riyadan uzak kalabilmek.
Elindeki ile yetinmek, başkalarının elindekini kıskanmadan sevinebilmek.
Ve en içten duygularla “daha çok ver Yarab” diyebilmek ne güzeldir…
Ne güzeldir;
İnsanlara ışık olabilmek..
Sevilmeden sevebilmek, gelmeyene gidebilmek ne güzeldir...
Ne güzeldir;
İncitmekten, kırmaktan, nefretten uzak kalabilmek..
Titreyen minik yüreklere korkma diyebilmek, sarılabilmek sevgiyle şefkatle…
Ne güzeldir;
Ayın güneşe bakan yüzü olmak, dünyayı aydınlattığı gibi insanlara ışık olabilmek.
Almadan verebilmek, sevilmeden sevebilmek, gelmeyene gidebilmek ne güzeldir...
Ne güzeldir;
Dünyanın öbür ucunda,
Hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşının bile içimizi parçalaması…
Ne güzeldir;
Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek yaşayabilmek…
Ne güzeldir;
Kedi ve köpeklere ağlayıp, kuşların yasını tutmak...
Bilmediğin birinin derdine üzülebilmek, çare aramak ve olabilmek…
Ne güzeldir;
Sen diyebilmek, Sen’de yok olabilmek,
Yarattığın her şeyde Sen’i görmek, özde bulabilmek…
Ne güzeldir;
Aşk ile Sana uzanabilmek, Sen’de yok olabilmek
Ne güzeldir Yarab…
Ninem diyor ki; Demiri kestiren suyu, insanı sevdiren huyu.
Halime Gürbüz
KÜLTÜR
Surlarımız UNESCO listesinde
Almanya ‘da düzenlenen
UNESCO 39’uncu Dünya Miras Komitesi Toplantısı’nda, Diyarbakır
Surları ile Hevsel Bahçelerinin ‘Dünya Kültür Mirası’ olarak tescillendi.
Bir açık hava müzesini andıran 5 bin
700 metre uzunluğunda, 12 metre
yüksekliğindeki tarihi surlar ile 700
hektarlık alanı kapsayan Hevsel Bahçeleri’nin, ‘Dünya Mirası’ olarak tescillenmesi için Diyarbakır’da uzun
süren çalışmalar gerçekleştirildi.
YAŞAM
Serinlemek Uğruna Ölüyoruz
Baraj gölleri ve göletlere serinleme ya da yüzme amaçlı girilmesi
istenmeyen sonuçlara yol açabiliyor.
Baraj gölleri ve göletlerin kaldırma
kuvvetinin deniz suyuna oranla düşük
olması, zeminin balçık özellik taşıması, bu yerleri yüzme amaçlı kullananlar için hayati risk oluşturduğu kaydedildi. Ülkemizde her yıl yaklaşık 900
kişi baraj gölleri, göletler ve derelerde
boğularak hayatını kaybediyor.
Duyarlı bireyler yetiştirmek
Çocuklarını anlatırken, ailelerin kimi zaman
iyi, kimi zaman ise zayıflık olarak dile getirdikleri
bir özellik var: Duygusal olmaları. Kimi aile sorunlardan bahsettikten sonra ekliyor: “Ama çok duygusaldır, başkasına bir şey olsa hemen üzülür.” Bazı
ailelerin ise sorun listesinde yer alıyor: “Çok duygusal, her şeye üzülüyor.” Özellikle erkek çocuklarının
duygusal olmaları pek hoş karşılanmaz.
Aslında bu tanımlarda bahsedilen şey duygusallıktan çok, duyarlılık: Başkalarının yaşadıklarına önem vermek, anlamak, dinlemek ve en önemlisi
elinden geleni yapmaya çalışmak. Hepimiz insana,
çevreye, doğaya, diğer canlılara, dünyaya duyarlı çocuklar yetiştirmek istemiyor muyuz?
ÖRNEK OLMANIN ZORLUĞU
Duyarlı çocuk yetiştirmeyi istemek kolay.
Zor olan, çocukların en önemli öğrenme yolunu
kullanabilmeleri için onlara örnek olabilmek. Önce
her ebeveyn kendisinin ne kadar duyarlı olduğuna
bakmalı. Elinizdeki kağıdı yere atarken çocuğunuza
çevreye duyarlı olmasını söylemeniz işe yaramayacaktır.
Yanınıza yaklaşan kediyi,
köpeği kovalarken
hayvanlara duyarlı olmayı
öğretmek zor olacaktır.
Sosyal olarak denk
görmediğiniz kişilere
davranışınız, duruşunuz
çocuğunuzun farklılıklara duyarlılığını yok
edecektir. TV’de izlediğiniz ölümlere, okuduğunuz başkalarının acılarına, sokaktaki ya da
çevrenizdeki insanların acılarına siz ne kadar duyarlıysanız, çocuğunuz da o kadar duyarlı olacaktır. Duyarlı
olmak demek, acıyıp geçmek değildir. Duyarlı olmak
demek, nasıl paylaşırım, nasıl destek olurum, ben ne
yapabilirim sorularını sormak, araştırmak demektir.
Aslında duygusallık dememizin nedeni, duyarlılığını hissettiğimiz duyguları nasıl yansıttığımızla ilişkili olmasıdır. Üzülmek en temel duygulardan biridir.
Her birimiz üzüntümüzü farklı yollarla gösteririz. Eğer duygularımızı sağlıklı göstermeyi becerebilirsek, çocuklarımız da öyle yapacaktır. Onların duyarlılıklarını desteklemekte yarar var. Kendi dışlarında
olanlara karşı ilgili olmaları hem kendileri için hem de
sizlerle olan iletişimleri için yararlı olacaktır.
Aile dışında etkenler de yaşamını yönlendirir.
Çocuklara örnek olacak en önemli kurumlardan biri
okuldur. Okulun farklı özelliği olan çocukları dışlayıp
dışlamadığı, öğretmenin davranışı çocukların bakışını
biçimlendirir. Okul seçmek ebeveynlerin görevi olduğu
için, dolaylı olarak bu konuda aileyi ilgilendirmektedir.
Bir başka etken çocuğun yaşadığı çevre, izlediği TV ve
internette gezindiği yerlerdir. Tüm bunlar çocuğun
duyarlılıklarını etkileyecektir. Tümünün denetlenmesi
yine ailelerin sorumluluğundadır.
Aşırı duygusal diye tanımladığımız, isteklerini
ağlayarak yaptırmaya çalışan, hayır dendiğinde aşırı
üzülen çocuklarımızın bu davranışının duygusallık değil, bizim tutum sorunumuz olduğunu hatırlayalım.
Çocukluk, insanların en duyarlı oldukları ve
öğrenmeye, değişmeye en açık oldukları zaman. Onlara doğru davranır ve örnek olursak, kendine güvenen,
kendine yetebilen, sorumluluklarını bilen, hatalarının
bedelini ödemekten korkmayan, onları düzeltme becerisi kazanmış, kendileri dışındaki sorunlara duyarlı
ve onları çözmek için uğraşan çocuklar yetiştirmek
mümkün olacaktır.
PROF. DR. BENGİ SEMERCİ
BİLİM
TARİH
Denizyıldızları yaşlanmayı önlüyor
Yeryüzünün en eski Mushafları
Bilim insanları,, eşeyli ve
eşeysiz üreyebilen denizyıldızı türlerinin genetik yapılarını inceledi.
Eşeysiz, bölünerek çoğalan denizyıldızlarının özel bir DNA’ya sahip
olduğu saptandı. Bilim insanları,
bölünerek çoğalan denizyıldızlarının
DNA’sının yaşlanmanın geciktirilmesine ilişkin çalışmalara ışık tutabileceğini belirtti.
İslam Tarih, Sanat ve Kültür
Araştırma Merkezi (IRCICA), dünyada ilk kez yapılan önemli bir çalışmaya
imza attı. Dünyanın dört bir yanındaki
önemli kütüphane ve müzelerde yer
alan ve hicri ilk asra ait en eski Kur’an-ı
Kerim nüshalarını yayınladı. IRCICA,
yürütülen çalışmalar sonucu Mushafları hem basılı hem de dijital ortamda
yayınlayarak bir ilki gerçekleştirdi.
Para Kalpleri Katılaştırıyor Mu?
“Parayı buldu çok değişti”, cümlesini çok duymuşsunuzdur. Gerçekten de para
insanı değiştirir mi? Bilim adamları bu sorunun cevabını araştırdı.
California Üniversitesi’nden bilim insanlarının yaptığı bir araştırmaya göre, zenginlik, kişilerin
kuralları ihlal etmesine ve bencilleşmesine neden
oluyor.
ABD ‘de bulunan California Üniversitesi’nden araştırmacılar, zenginlik ile kişilik özellikleri
arasındaki bağlantıyı inceleyen bir çalışmaya imza
attı. Buna göre para , kişilerin kendi çıkarları, arzuları ve refahlarına odaklanmasına neden olurken,
daha az gelirlilere kıyasla kural ihlali oranında da
bir artış görülüyor.
ettiğini söyledi. Piff, oyun devam ederken varlıklı oyuncuların karşılarındaki kişiye karşı giderek
daha da kabalaştığını, oyuncuların zor durumuna
karşı duyarsızlaştığını ve maddi başarısını daha da
fazla gösterdiğini vurguladı.
Daily Mail’de yer alan habere göre, araştırmayı yürüten Prof. Paul Piff, “Para sizi diğer insanlardan psikolojik ve maddi olarak izole ediyor.
Kendi ihtiyaçlarınızı ve amaçlarınızı öncelik haline
getiriyor ve çevrenizdekilere pek uyum sağlamıyorsunuz” sözleriyle çalışmasının bulgularını özetledi.
Araştırma için Los Angeles’ta bulunan bir yaya geçidinde uzun saatler geçiren Prof. Piff, pahalı araç
kullananların neredeyse yüzde 50’sinin yaya geçidinde durmadığını belirtti. Bilim insanı, daha ucuz
araçların kural ihlalinde bulunmadığını vurguladı.
GİDEREK KABALAŞTILAR
Aynı araştırma kapsamında 100 kişiyle bir
başka deney yapan Piff, bu kişilerden Monopoly
oynamalarını istemiş. Rastgele seçimle
taraflardan birinin oyundaki zengin kişi
olmasını sağlayan Piff, gizli kamera
çekimlerini incelediğinde bu kişilerin 15
dakikalık süre zarfında baskınlık belirtileri
gösterdiğini ve yüksek sesle konuştuğunu fark
www.kisiselbasari.com
Lâ Tahzen... (Üzülme!)
İnsanlar senin kalbini kırmışsa üzülme!
Rahman: (c.c), “Ben kırık kalplerdeyim” buyurmadı mı?
O halde ne diye üzülürsün ey can? Gündüz gibi ışıyıp durmak istiyorsan;
Gece gibi kapkaranlık nefsini yak !.. “Derdim var” diyorsun;
Dert insanı Hak’ka götüren Burak’tır; sen bunu bilmiyorsun.
Sanma ki dert sadece sende var.
Şunu bil ki; Sendeki derdi nimet sayanlar da var.
Umudunu yıkma; Yusuf’u hatırla. Dert nerede ise deva oraya gider.
Yoksulluk nerede ise nimet oraya gider. Soru nerede ise cevap oraya verilir.
Gemi nerede ise su oradadır.
Suyu ara, susuzluğu elde et de sular alttan da yerden de fışkırmaya başlasın.
Dünya malı Allah’ın tebessümüdür: ona bak! Ama sarhoş olma...
Lâ tahzen! (Üzülme!)
Irmağa deniz, denize okyanus sığmaz.
“Aşık” olmayana anlatsan da “Ben” “Sen” anlamaz.
Hakka ulaşmak için yoldur desen kimse inanmaz…
Gönlünde zerre-i miskal şems olmayan; Yanmaz, yanamaz…
Ayağın kırıldı diye üzülme! Allah senden aldığı ayak yerine belki sana kanat verecek.
Kuyu dibinde kaldın diye üzülme!
Yusuf kuyudan çıktı da Mısır’a sultan oldu, unutma!
İstediğin Bir şey; Olursa Bir Hayır, Olmazsa Bin Hayır Ara...
Geçmiş ve gelecek insana göredir. Yoksa hakikat âlemi birdir. Bu âlem bir
rüyadır. Zanna kapılma ey can! Rüyada elin kesilse de korkma, elin yerindedir.
Dünya bir rüya ise, başına gelen felaketler de geçicidir. Neden çok üzülürsün ki?
Her şey üstüne gelip seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde
sakın vazgeçme: Çünkü orası gidişatın değişeceği yerdir. Bu âlemin, bu kâinatın
kitabı sensin: Aç da kendini oku ey can!
Kâinatın en uzak köşesi, senin içinde ufak bir nokta…
Ama sen bunun farkında bile değilsin.
Derdin ne olursa olsun korkma!
Yeter ki umudun ALLAH olsun…
Herkes bir şeye güvenirken;
Senin güvencen de ALLAH olsun.
Hiçbir günah, ALLAH’ın yüce merhametinden büyük değildir ama;
Sen yine de günah işlememeye bak!
Lâ tahzen! (Üzülme!)
Derdin ne olursa olsun bir abdest al, nefes gibi... Ve bir seccade ser odanın bir kösesine,
otur ve ağla, Dilersen hiç konuşma...O seni ve dertlerini senden daha iyi biliyor unutma.
Dua ederken O’na kırık bir gönülle el kaldır. Çünkü Allah’ın merhamet ve ihsanı, gönlü
kırık kişiye doğru uçar. Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu
kovmaktır. Allah tozunu alıyor diye, niye kederlenirsin EY CAN!?
Lâ tahzen! (Üzülme!)
Bir şey olmuyorsa: daha iyisi olacağı için, Ya da gerçekten olmaması gerektiği için
olmuyordur. Şu uçan kuşlara bak! Ne ekerler, ne biçerler...
Onların rızkını düşünen Allah; seni mi ihmal edecek sanırsın! Yeter ki sen istemeyi bil...
Belalar sağanak yağmurlar gibi yağar. Ancak başını ona tutabilenler aşk kaydına geçerler.
Belâ yolunda muayyen bir menzildir âşık. Her nereden gam kervanı gelse de.
Aşk derdinde olan kişi; Baş derdinde değildir…
...................
Yapılma, yıkılmadadır; Topluluk, dağınıklıkta; Düzeltme, kırılmada;
Murat, muratsızlıktadır; arlık, yoklukta gizlidir… Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği
arasında çaresiz kalması. Ne kötüdür zamanın bir an kadar yakın,
Bir asır kadar uzak olması. Ve bilir misin? Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması..
“Ben”, deyip susması…“Sen”. deyip ağlamaklı olması…
Eğer sen Hak yolunda yürürsen, senin yolunu açar, kolaylaştırırlar.
Eğer Hakk”ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler.
Benlikten kurtulursan o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın.
İşte o zaman seni sana, sensiz gösterirler.
Sevginin diğer bir adı da sabırdır:
Açlığa sabredersin adı “oruç” olur.
Acıya sabredersin adı “metanet” olur.
İnsanlara sabredersin adı “hoşgörü” olur.
Dileğe sabredersin adı “dua” olur.
Duygulara sabredersin adı “gözyaşı” olur.
Özleme sabredersin adı “hasret” olur.
Sevgiye sabredersin adı “AŞK” olur...
Ne istersem ben Mevlâ’dan isterim.
Verirse yüceliğidir. Vermezse İmtihanımdır…
Allah’tan bir şey istersen:
Kapı Açılır, sen Yeter ki Vurmayı Bil !...
Ne Zaman dersen bilemem ama,
Açılmaz diye umutsuz olma,
Yeter ki O Kapıda Durmayı Bil...!
Hz. Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî
Kaybolmaya Yüz Tutmuş Sanatlar:
Halı Kilim Dokumacılığı
Dünyada bilinen en eski halı, Orta
Asya’da bulunan kare desenli bir Pazirik’tir.
(Orta Asya Türk tarihinin en kıymetli halısı)
Bugün; St. Petersburg’taki Hermitage Müzesi’nde orijinal haliyle korunan halı, Türklerin
Kavimler Göçü yıllarındaki göçebe alışkanlıklarını ve atlarına olan bağlılıklarını açıkça
simgeliyordu. Pazirik’ten bugüne halılar,
yüzyıllar boyunca hayatın tanımı oldu. Sadece
ihtiyaçları karşılamakla kalmadı; insanı insan
yapan tüm duygular, renklerle sembollerle
ilmek ilmek dokundu... Bugün dünyanın en
ince ve değerli halıları olarak tanınan ‘Hereke
halıları’ dokuma tarihinin olgunluk
noktasıdır. 19. yüzyıl halı sanatı
içinde önemli bir yere sahip, saray
ve çevresi için özel olarak dokunan
Hereke halıları, Anadolu halılarından
aldığı geleneği geliştirmiş; hem
desen tasarımlarıyla hem de dokuma
tekniğiyle bu sanatı daha üst seviyelere taşımıştır.
En eski örneklerine saraylarda rastladığımız Hereke
halılarının en önemli özelliği,
inceliği ve bu inceliği sağlayan düğüm sayısı
ile tekniği.
Bugün en eski örnekleri Topkapı Sarayı Müzesi’nde ve birkaç sarayda bulunan Hereke
halılarının tarihi, 1843’te, Sultan Abdülmecid
döneminde Osmanlı sanayisinin ilk modern
fabrikalarından biri olarak kabul edilen Hereke Fabrika-i Hümâyûnu’nun kurulmasıyla
başlar. Bu fabrika; başta, saraylar olmak üzere dönemin eşraf evlerinin döşemelik kumaş,
perde ve halı ihtiyacını karşılamak üzere kurulur. 1878’de bir yangınla kullanılamaz hale
gelen fabrika, 1882’de yeniden açılır. Sultan
II. Abdülhamid devrinde sarayların ihtiyacını
karşılamak üzere 1891 yılında halı üretimine
başlar.
İlk ürünler Manisa ve Gördes çevresinden getirilen ustaların önderliğinde
oluşturulur. Zamanla dokumaların çeşit ve
miktarı artırılır; kalite açısından Avrupa
halıları ile rekabet edebilecek düzeye
getirilir. Hereke halıları aynı zamanda
Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk ihraç
ürünlerindendir. Avrupa sarayları
onunla süslenir. Girdiği tüm
uluslararası fuarlarda birincilik
ödülleri ve başarı madalyaları alır.
Aynı zamanda Herekeli
ustaların oluşturduğu bir
atölye de Dolmabahçe
Sarayı’nın bahçesine
kurulur. Hereke’deki
fabrikanın özel bir atölyesi
olarak kullanılan ve Hereke
Dokumahanesi olarak
adlandırılan bu büyük yapıda
da sarayın ihtiyacı olan
ipekliler dokunur.
Dokuma malzemesi olarak çok
ince iplik ve ipeğin kullanıldığı
Hereke halılarını diğer halılardan
ayıran en önemli özellik örme
tekniğidir. Kaliteli işçiliği ve özgün örnekleriyle
hem Osmanlı hem de Avrupa saraylarını süsleyen Hereke halıları bugün de korunuyor ve
yaşatılıyor. Sanatseverler koleksiyonlarındaki zenginliği, sahip oldukları Hereke halılarının çokluğuyla, bazen de niteliğiyle ölçüyorlar. Belki eskisi kadar çok tezgâh yok, ama
bir şey hep aynı: “Kaliteden taviz yok” diyor
Herekeli halıcılar...
Kimi yerde, masaların üzerinde, kimiyse bir tablo gibi duvarlarda sergilenen
gerçek Hereke halılarının bir de ‘nüfus cüzdanları’ var. Üzerinde ismi yazılı, şifreli, hologramlı. Ambalajlarında, Osmanlıca Hereke
damgalı süslü silindirler. Hereke Halıcılar
Derneği’nin ekspertizlerinden yüzde yüz
onaylı. Dernek, bu sertifikalarla, künyelerle
şöyle diyor: “Siz bu halıyı yıllarca tüm güzelliğiyle kullanırsınız. Bunlar Hereke halısıdır
ve Hereke tekniğiyle Hereke’de yapılmıştır.
Garantisi geçmişindedir.” Amaç ve kaynak
hep aynı: Paylaşılan zevk... Sınırları kaldıran
Hereke zevki kuşaklar boyunca süregeldi.
Anlaşılan o ki; dokuma ustaları ve sanatseverleriyle yüzlerce yıl daha yaşayacak.
Atalarımızın büyük önem verdiği bir
halk sanatı halıcılık. Geçmişten günümüze
özenle yaşattığı bir sanat. Dünyada bilinen
ilk el halıları Orta Asya’da Türkler tarafından
dokunmuştur. Bu halıların günümüze kadar
ulaşabilmiş en eski örneğinin MÖ 6-5. yüzyıllarda yapılmış olduğu ve halen Leningrad
müzesinde saklandığı bilinmektedir. Orta
Asya’nın kurak bölgelerinden batıya göç
eden Türkler, kültürlerini, sanatlarını, folklörlerini de yanlarında taşımışlar ve yeni yerleştikleri bu verimli topraklarda yeni motiflerle, yeni renklerle geleneksel olan bu halk
sanatlarını daha da zenginleştirmişlerdir.
Günümüzde 36 değişik yörede dokunan Türk halılarının en nadide örnekleri tarihi ipek yolu üzerinde yer alan İstanbul’un
65 km. doğu uzantısındaki sahil kasabası
Hereke’de hayat bulmuştur. 1843’te dönemin padişahı Sultan Abdülmecit tarafından
kurulan Hereke Fabrika-i Hümayun ‘undan
günümüze dek, Hereke halısı, kalitenin ve
görkemin simgesi olma özelliğini sürdürmüştür. Hereke halıları, geleneksel Anadolu halıcılığının yüzyılımızdaki sentezidir.
Geçmişte Dolmabahçe, Yıldız, Beylerbeyi ve
daha birçok görkemli sarayımızın bütün halıları ve döşemelik kumaşları Hereke’de dokunmuştur. Saf İpekten veya pamuk çözgülük üzerine yünden dokunan Hereke halıları
için İmparatorluğun dört bir yanına haber
salınmış; birbirinden yetenekli desinatörler, çiniciler, tesbihçiler, dokumacılar saraya
çağrılmış; ve yoğun bir çalışmayla devrin bu
estetik ustaları birbirinden güzel motifler tasarlamışlardır. Hereke halılarında, sanatının
her dalında doğayı kucaklayan Osmanlı toplumunun bu özelliklerini gösteren motifleri
ve diğer geleneksel sanatlarımızda olduğu
gibi tasavvuf kültürümüzden gelen sonsuzluk temasını bulmak mümkündür. Desenler,
sonsuzdan gelirmişçesine bordürden halıya
girmekte ve tekrar öteki bordürden sonsuza
doğru gidercesine kaybolmaktadır. Hereke
halılarında başta lale, goncagül, yaprak, karanfil, sümbül, badem, çiçek buketleri olmak
üzere iki yüzden fazla çiçek motifi kullanılır;
ve bu motifler bir araya gelerek eşsiz desenler
oluşturur. Bir çiçek cümbüşüne dönüşmüş
Hereke halılarına her dokunuşta bir çiçek yumuşaklığı; üzerinde her gezinişte bir gülistan
ferahlığı hissedilir.
Dünya halı uzmanlarının kalitesini
hayranlıkla dile getirdikleri Hereke halılarına, dokunuş tekniği ve malzeme kalitesiyle
diğer pek çok halı üreticisi yabancı ülkelerce
gıpta edilmiş ve her ne kadar kalitesine ulaşamamışlarsa da, desenlerini kendi ürünlerine yansıtmaya çalışmışlardır. Günümüzde
Avrupa ve Amerika gibi, el halılarının büyük
miktarda alıcı bulduğu pazarlarda Hereke
halılarının kopyalarını dahi görmek mümkündür. Bir çok halı üreticisi ülkelerce kopyalanmaya çalışılan Hereke halıları, kopyalanamaz özelliğini sadece desenlerinden
değil; Bursa ilimizin yemyeşil ve tazecik dut
yapraklarıyla beslenmiş ipek böceklerinin
kozalarından elde edilen dünyanın en yüksek
kalitesindeki filatör ipeğinden de almaktadır.
www.unutulmussanatlar.com
Mutluluk
Karşılıklı
Fedakarlıkta Saklıdır
Evliliğinde mutluluğu dileyen birinin daha
başlangıçta eşini daha fazla nasıl mutlu edebileceği niyetiyle yola çıkması gerekiyor. Her şeyden önce
eşinin istek ve beklentilerini anlamaya ve yerine getirmeye çalışan kimseler eşleriyle daha kolay anlaşabiliyor. Böylesine fedakar bir anlayış eşlere hayat
boyu mutluluk için sağlam bir zemin hazırlar.
Aile ocağı o kadar bereketli bir yerdir ki oraya ne
ekerseniz onu biçersiniz; ne kadar çok verirseniz o
kadar çok alırsınız. Bu yüzden kişi daha evliliğe başlarken Allah için kendini yuvasına, ailesine adama
niyetinde bulunmalı.
Hanımının hastalığı, doğum yapması ya da başka
herhangi bir sıkıntılı zamanında eşinin ona destek
olması, onunla ilgilenmesi, yardım edecek kimse
yoksa ev işlerini severek üstlenmesi hanımı tarafından bir ömür boyu unutulmayacak fedakarlıklardandır. Kocasının darlık, hastalık ya da maddi
sıkıntı yaşadığı dönemlerde hanımın şikayette bulunmadan bütün sıkıntılara katlanması ve ona yardımcı olmaya çalışması da fedakar ve vefakar olduğunu gösterir. Kadın ve erkek karşılıklı olarak bu anlayışta bulunduklarında görece olarak ailelerinin kölesi
imiş gibi görünseler de aslında birbirlerinin sultanı olacaklardır. Mükemmel eş arayanlar değil;
mükemmel eş olma gayretinde bulunanlar evlilikte
daha güzel başarı elde ederler. Zira ne kadar harika
bir eşe sahip olursanız olun onunla aynı kişilik özelliklerine, aynı yaşam alışkanlıklarına sahip olmanız
mümkün değil. Farklılıkları göğüsleyebilmek için
ortak noktada buluşabilmek ya da hakkından vazgeçebilmek tamamen fedakarlık duygusuyla bağlantılı. Dediğinde diretip benim istediğim olsun anlayışında bulunan kimseler evliliklerinde çok sağlıklı bir
ilişki geçekleştiremiyor. Eskilerin evliliğinin daha
uzun ve daha başarılı olması da büyük oranda sabır
ve fedakarlıklarında saklı değil mi?
Unutmamamız gereken bir şey de fedakarlıklarımızın “feda” edildiğidir. “Saçımı süpürge
ettim; gece gündüz sizin için çalışıyorum karşılığı
bu mu?” şeklinde beklentiye girmek
fedakarlığın ruhuna aykırı. Ancak
en güzeli kişinin, eşinin yaptığı
fedakarlıkları takdir etmesi ve
kendisine teşekkür etmesi. Zira
marifet iltifata tabidir ve iyilikler
takdir edildikçe çoğalır. Maalesef
kültürümüzde bazı iyilik
davranışları vazife imiş gibi
düşünülür ve yapılan fedakarlık
için minnet duyulmadığı gibi
yapılmadığında ceza uygulanmaya
çalışılır. Hanımın, eşinin ailesine
hizmeti bunlar arasında yer alır.
Gelin hanım kayınvalidesine yahut
kayınpederine hizmet ettiğinde
yeteri kadar takdir edilmeyebilirken
onlarla ilgilenmediğinde kınanabilir.
Karşılıklı fedakarlık, evlilikte uyum
için kaçınılmaz bir gerçek. İki
gönlün bir olması ancak her ikisinin
bir yarısını terk etmesiyle mümkün.
Yıllarca yapageldiğimiz alışkanlıklarımızdan fedakarlık edebildiğimiz nispette eşimizi ve yuvamızı
seviyoruzdur.
Ailede iyilik yarışı hakim olmalı
Fedakar bir kimse eşinin yemesiyle kendisi
doymuş gibi hisseder, mutluluğuyla sevinçli, sıkıntısıyla üzüntülü olur. Ne yapsam da eşimin yükünü
biraz daha hafifletsem diye kaygılanır. Böyle güzel
niyetli birinin eşi iyi niyeti suiistimal edecek kişiliğe sahip değilse o da kendi fedakarlıklarıyla, yapılan
güzelliklerin altında kalmak istemez. İyilik yarışının
hakim olduğu bu ailede en önemli sorunlar bile ateşin buzu eritmesi gibi çözülüverir.
Evlilikte de marifet iltifata tabidir
15
AİLE
Farklılıkları göğüsleyebilmek için ortak noktada buluşabilmek ya da hakkından
vazgeçebilmek tamamen fedakarlık duygusuyla bağlantılı. Dediğinde diretip
benim istediğim olsun anlayışında bulunan kimseler evliliklerinde çok sağlıklı
bir ilişki geçekleştiremiyor. Eskilerin evliliğinin daha uzun ve daha başarılı
olması da büyük oranda sabır ve fedakarlıklarında saklı değil mi?
Fedakar ve vefakar eşler evlatlarını
da öyle yetiştirir
Tüm bunlar kendimizi her şeyimizle değiştirmemiz ve eşimizin aynısı olmamız anlamına
gelmiyor elbette. Sadece yeri geldiğinde ve değişim
için adım atılması gerektiğinde buna hazır olmayı
ifade ediyor. Örneğin evde dinlenmek istediğiniz
bir anda, eşinizin birlikte biraz yürümeyi teklif etmesi güzel bir fedakarlık imkanı sunar size. Onun
isteğini kendi beklentinize tercih etmeniz ve birlikte
yürüyüşe çıkmanız evliliğinizi sağlamlaştırır. Ya da
bunun tam tersi; siz bir beklenti içine girdiğinizde
eşinizin buna cevap verememesi yine fedakarlıkta
bulunmanızı gerektirir. Çok beğendiğiniz bir elbiseyi almak istediğinizde eşiniz durumunuzun o anda
müsait olmadığını söylüyorsa ona kızmamanız özverinizin göstergesidir. Özellikle de eşiniz normal
zamanlarda ihtiyaçlarınızı almada cimrilikte bulunmuyorsa anlayışlı olmamak için hiçbir neden de yok
gibidir. Aksi halde çatışmalar ve kırgınlıklar kaçınılmaz olur. Bunlar ara sıra atlatılırsa da zamanla evliliğinizi yıpratacak boyuta ulaşabilir.
Fedakar anne baba olabilen eşler evlatlarını
da diğergamlığa teşvik etmiş olurlar. Fedakarlık ve
vefakarlık gibi, zorluklara göğüs germeyi gerektiren
güzel huylar ancak aile ocağında en güzel şekilde
öğrenilebilir. Bu nedenle ebeveynlerin göstereceği
özveri yalnız kendi yuvalarının değil kurulacak yeni
ailelerin de sigortası olacaktır.
www.semerkandaile.com
Toplumsal
Duyarlılık
Toplumsal duyarlılık veya bilinç, yaşadığımız dünyayla ve yaşadığımız olaylarla ilişki kurmak ve bu konuda sorumluluk almaktır. Staub
(1979) bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklıyor:
Pozitif sosyal davranışlar, başkasının ya da başkalarının ihtiyaçlarına yönelik olan davranışlardır. Bir kişinin sosyal sorumluluk içeren davranışlarda bulunması için, başkalarının ihtiyacını,
hedeflerini anlaması ve de buna uygun davranışları üretmesi gerekmektedir. Bu davranışlar maddi ve manevi olarak çok çeşitli şekillerde olabilir.
Toplumsal gelişmelere verilen uygun bir tepki
de toplumsal bilinç içeren bir davranıştır. Bu tür
davranışlarda önemli olan büyük ya da küçük bir
topluluğa hizmet etmekten çok, destek olunan
amaca ne ölçüde hizmet edilebildiğidir.
Toplumsal Duyarlılık Neden Gereklidir?
Toplumsal bir varlık olan insan, çevresine
karşı duyarlı olmak durumundadır. Tıpkı Ernest
Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı eserinde ifade ettiği gibi “birbirinden kopuk bir ada
değildir insanoğlu”, birine zarar veren bir olay,
diğerlerini de etkiler. Suya attığımız minicik bir
taşın etkisinin halka halka yayılarak genişlemesi
gibi, pozitif veya negatif etki yaratan sosyal hareketler de dalgalar halinde büyüyerek yaygınlaşır
ve bizi bir şekilde etkiler. Yaşadığımız dünyaya,
çevremize karşı ne kadar duyarlıysak, bu duyarlılık olumlu veya olumsuz olarak bize geri dönecektir. Örneğin, çocuklarımıza otobüste, trende
vb.. yerlerde yaşlılara, güçsüzlere, ihtiyacı olanlara öncelik duyarlılığını kazandıramamışsak,
gelecekte ihtiyacımız olan anlarda o dönemin
çocukları da bizlere anlayışlı davranmayacaklardır. Çünkü onları biz yetiştiriyoruz ve onlar bizim
ürünlerimiz.... Bu nedenle iş işten geçtikten sonra çevremizden duyarlılık beklemek gerçekçi değildir. Önemli olan, gerekli duyarlılığı yerinde ve
zamanında gösterebilmektir.
Özellikle yaşadığımız çağda toplumsal duyarlılık daha da fazla önem kazanmaktadır. Erich
Fromm’a göre sanayileşen toplumlarda, ekonomik
gelişmeyle birlikte insanların bireyselleşmesi ve sonucunda insanın yalnızlığa itilmesi gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktayız. Bu bireyselleşme ve yalnızlaşma, duygusal körlüğe neden olmakta ve insanı
kendisine ve yaşadığı topluma yabancılaştırmaktadır. Bu yabancılaşma, insan yaşamına anlam veren önemli bir boyutun ortadan kalkmasına neden
olmakta ve de toplumun çözülmesine dair riskleri
beraberinde getirmektedir. Sağlıklı insanlar yetiştirebilmemiz için gelişen ekonominin yanında insani
değerleri de ön planda tutan, insanı makine gibi görmeyen, insana değer veren sosyal yapıyı da geliştirmemiz gerekmektedir. Ancak bireyler bulundukları
toplum için üretirler, emek harcarlarsa, yaşadıkları
topluma aidiyet hissini yaşarlar ve kendilerini
güvende hissederler.
Toplumsal Duyarlılığın
Kazanılması:
Toplumsal bilince yönelik davranış
becerilerini kazanmak ve kazandırmak, uzun ve emek isteyen
bir süreçtir. Staub’a (1979)
göre çoğu zaman kişi başkaları
ya da toplum için sorumluluk
aldığında, kendisiyle çelişkiye
düşebilir; çünkü burada kendisinden bir şeyler verecektir.
İnsanın bunu öğrenmesi ve
uygulaması kolay değildir.
Pozitif sorumlu davranışın
nasıl geliştiğine dair çok farklı görüşler
vardır. Bazı bilim adamları bunun genetik
olduğunu savunurken, bazı başka araştırmacılar
ise bunun öğrenilen davranışlar olduğunu, özellikle
de sosyalleşme süreçleri sonucunda oluştuğunu
ifade etmektedirler.
17
TOPLUM
Çoçuklarımızı biz yetiştiriyoruz ve onlar bizim ürünlerimiz.... Bu
nedenle iş işten geçtikten sonra çevremizden duyarlılık beklemek
gerçekçi değildir. Önemli olan, gerekli duyarlılığı yerinde ve
zamanında gösterebilmektir.
Diğer bir görüş, beklenen sosyal davranışların belli gelişimsel devrelerin sonucunda kazanıldığı şeklindedir (Staub, 1979). Bazı uzmanlara
göre, toplumsal bilinç içgüdüsel olarak kazanılmaktadır. Bu düşünceye göre insanoğlu, çevresine karşı duyarlı olma ve çevrede oluşturduğu etkinin, yani davranışlarının sonuçlarını düşünme
içgüdüsüyle doğmuştur.
Bu nedenle bebekler ellerindeki bir oyuncağı masaya vurur ve ne olduğunu, nasıl bir etki
uyandırdığını merakla izlerler. Doğuştan gelen
bu içgüdü, çocukluk ve gençlik yılları boyunca
desteklenirse ve gelişirse, davranışlarının sorumluluğunu alan, topluma karşı
duyarlı bireyler yetişir. Bu içgüdünün
desteklenmediği ve gelişemediği
durumda ise, sorumsuz ve
duyarsız bireyler yetişir.
Bireylerin bu duyarlılığı
geliştirmesinden, başta
bireyin içinde bulunduğu
aile, arkadaş, okul
olmak üzere toplum
olarak sorumluyuz. Her
bireyin kendi sınırları
ölçüsünde bulunduğu
ortamın gelişimini
etkileme potansiyeli
ve sorumluluğu vardır.
Şimdi sizlerle, bireylerin
kapasitesi ya da özellikleri ne
olursa olsun, çevrelerine karşı
duyarlı olma içgüdülerine sahip olduğunu
gösteren gerçek bir olayı paylaşmak istiyoruz:
Engeller Bedenimizde Değil
“Birkaç yıl önce, Seattle Özel Olimpiyatlarında, tümü fiziksel ve zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama çizgisinde
toplandılar. Yarışmacıların tümü yarışı bitirmek ve
kazanmak için istekliydiler. Yarışa başlar başlamaz,
içlerinden genç bir delikanlı tökezleyip yere düştü ve
ağlamaya başladı. Diğer sekiz kişi oğlanın ağlamasını duydular, yavaşladılar ve geriye baktılar. Sonra
hepsi yönlerini değiştirdiler ve geriye döndüler, oğlanın yanına geldiler. İçlerinden Down Sendrom’lu
bir kız eğilip oğlanı öptü ve: -Bu onun daha iyi olmasını sağlar, dedi.
Sonra dokuzu birden kolkola girdiler ve bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler. Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp, dakikalarca onları alkışladı. Orada
bulunan insanlar hâlâ bu öyküyü anlatırlar. Neden?
Çünkü, bu hayatta önemli olan şey, kendimiz için
kazanmaktan, çok daha ötede olan bir şeydir. Bu
hayatta önemli olan, diğerlerini de anlamak, yavaşlamak ve rotamızı değiştirmek anlamına gelse bile,
diğerlerinin kazanması için yardım etmektir. Toplumsal duyarlılık ve bilinç bu şekilde gelişir “ (Yılmaz, 2002, sayfa 30.
www.ailem.com
BUNLARI
BİLİYOR MUSUNUZ?
DAĞ LALESİ
Dünyanın her yerine yayılmış olan bu bitkiler, en çok kuzey
ılıman kuşağın ağaçlık ve çayırlık bölgelerinde bulunur.
Renkli ve gösterişli çiçekleri nedeniyle bahçelerde yetiştirilen
pek çok çeşidi vardır. Çeşitli türlerin çiçekli dalları balgam söktürücü
ve idrar artırıcı olarak kullanılır. Meyveleri daha değişik yapıda olan
bazı türler, genellikle Pulsatilla adıyla ayrı bir cins içinde yer alır.
DENİZ DANTELİ
KÖPEK BALIKLARI
Dünyanın her yerine yayılmış olan bu bitkiler, en çok
kuzey ılıman kuşağın ağaçlık ve çayırlık bölgelerinde bulunur.
Renkli ve gösterişli çiçekleri nedeniyle bahçelerde yetiştirilen
pek çok çeşidi vardır. Çeşitli türlerin çiçekli dalları balgam söktürücü ve idrar artırıcı olarak kullanılır. Meyveleri daha değişik
yapıda olan bazı türler, genellikle Pulsatilla adıyla ayrı bir cins
içinde yer alır.
Tuzlu su balıkları su içtikleri hâlde, tatlı su
balıkları su içmezler. Köpek balıklarında ise su, ağızdan alınarak solungaç üzerinden geçirilir.
Gerekli su ihtiyaçlarını, yedikleri besinlerden
ve solungaç zarlarından osmozla (suyun zardan taşınması) alırlar. Diğer canlıların ağızlarıyla su içtikleri gibi köpek balıkları ağızlarıyla su içmezler.
YALIÇAPKINI KUŞUNUN İLGİNÇ ÖZELLİKLERİ
Yalıçapkını da denilen emircik kuşu yalnız balık yer, balık ve tertemiz su bulunan
yerlerde yaşar. Dere veya ırmak kenarında dalları su üzerine sarkan ağaçlarda barınır. Emircik kuşu süratle avlanır. Suya dalıp balıkla dışarı çıktığı zaman su yüzünde
meydana gelen şekil henüz düzelmiş olmaz. Suya dalışı ve ağzında balıkla dışarı çıkışı
ancak bir saniye sürer. Sudan çıktığı zaman vücudu ıslanmamıştır. Çünkü hızla suya
girerken bütün vücudunu ince bir hava tabakası sarar. Bir yerde emircik kuşu varsa o
su tertemiz demektir.
Eskimolar buzdan evlerini nasıl ısıtıyorlar?
Arılar neden vızıldar?
İletişim kurmak için.
Arılar hareketleri
ve “dansları” gibi,
vızıltılarını da bilgiyi
iletmek için kul
lanırlar. Arılarla
ilgili on farklı ses
tanımlanmış ve
bazıları belirli
faaliyetlerle
ilişkilendirilmiştir.
m
i
y
HAPI YUTMAK
De
Bir şeyin artık gerçekleşme ihtimali kalmadığı, birisinin başına gelen kötü bir hâlden dolayı
iflah olmaz mecraya girdiği, düzen ve dubaranın
bozulup hakikatin ortaya çıktığı, kötülüklerin sona
erdiği durumlarda “Artık hapı yuttu, hapı yuttu sayılır...” gibi ifadeler kullanırız. Bu deyim bize, Sultan IV. Murat zamanının yadigârıdır.
— Bre Çelebi bunlar nedir?
— Islah edilip zararsız hâle getirilmiş afyon hapları
hünkârım.
— Ne yaparsın bunları?
— İlaç veya panzehir niyetine hastalara veririm.
Sultan Murat’ın kahve, müskirat (sarhoş
edici maddeler) ve mükeyyifatı (keyif verici
maddeler) yasakladığı dönemde saray casuslarından biri, belki de kıskançlık sebebiyle,
hekimbaşı Emir Çelebi’nin yasakları çiğnediği ve
afyon kullandığına dair bir ihbarda bulunur.
Hünkâr, Emir Çelebi’yi aslen çok sevmekte ve itibar etmekte, hatta kendisini sık sık sohbet için huzura çağırmaktadır. Bu ihbara önce inanmazsa da
Çelebi’yi yoklamayı da ihmal etmez. Gelen habere
göre Hekimbaşı kuşağı arasında bir curadan (yudumluk; yüzük, mühür, vb. küçük şeyleri muhafaza
etmek üzere taşınan kutucuk) taşımakta ve
afyon macununu da onun içinde saklamaktadır.
Padişah bermutat, Emir Çelebi’yi satranç
oynamaya davet etmiş. Oyunun tam orta yerinde,
— Çelebi, demiş, kuşağını çöz de içinde ne varsa boşalt hele!
O dönemlerin kıyafetlerinde cep kullanılması yaygın olmadığından kalemdan, hançer,
mühür, para kesesi, vs. eşyalar hep kuşak içinde
muhafaza olunur ve yoklama esnasında
kuşak çözdürülür imiş. Çelebi, hünkârın bu emri
üzerine bir ihbara kurban gittiğini ve başına
gelecekleri hemen anlamış. Kuşağını çözmeden cüradanı çıkarıp satranç tablasının
üzerine koymuş.
Padişah, cüradanı ters çevirip mercimek
büyüklüğündeki afyon haplarını tablanın üzerine
boşalttıktan sonra sormuş,
— Peki hastalara zararı olmaz mı?
— Hiçbir zararı yoktur hünkârım.
— O hâlde, yutmaya başla bakalım.
Emir Çelebi, padişahın öfkesini iyi bildiğinden, sonunun geldiğini anlayıp hiçbir şey söylemeden, gözleri yaşararak hapları bir avuçta yutmuş
ve sonra satranç tablasının başından kalkarak,
— Elveda hünkârım! Devletinize zeval erişmeye,
deyip kapıdan çıkıp gitmiş.
Çelebi’nin bilâhare, eve varınca kendisini
tedavi etmek isteyenlere izin vermediği ve panzehir
olarak hiçbir şey almadığı hatta haplar bir an evvel
kana karışsın diye de bir bardak nar şerbeti içerek
dünyaya gözlerini yumduğunu tarihle, yazarlar.
Çelebi’nin, IV. Murat gibi bir hükümdarın
hışmına uğradıktan sonra ölmeyi yaşamaya
tercih etmiş olmasına şaşırmamak lâzımdır.
Bu hadiseyi takip eden günlerde
zamanın ariflerinden biri, “Çelebi’ye
ne oldu?” diyenlere
“Hapı yuttu!” diye cevap vermiş.
İskender Pala
(İki Dirhem Bir Çekirdek)
ÇOCUK
20
Çocuklara Yardımlaşma Nasıl Öğretilir
Yardımlaşmayı bilen, seven bir çocuk yetiştirmek her anne
ve babanın çok istediği şeylerdedir. Bu sayede çocukları hem yardıma ihtiyacı olan başka kişilere yardım ederek onun mutluluğuna
ortak olacak, hem de gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunda kendisine yardımcı olabilecek birini bulabilecektir. Çünkü hayatta
ne ekersen onu biçersin.
Çocuklara bazı duyguları öğretmek için istemek veya
anlatmak yeterli değildir. Bunları yapabilmeniz için sizin
hayat tarzınız ve yaşantınızla çocuklarınıza örnek teşkil
etmeniz gerekmektedir. İlk olarak aile içerisinde birbirleri
ile yardımlaşan bir aile olmalısınız ki sonra çocuklarınız
dış ortamlarda da yardımlaşmayı öğrenebilsin.
Çocuklar için anne ve babaları çok önemlidir,
onların kendilerine örnek aldığı kişilerdir. O yüzden
çocuklarınız sizin hareketlerinizi hafızalarına
kaydeder ve kendileri de o şekilde uygular.
Siz eşinize, çocuğunuza yardım edin ki çocuklarınız
da size ve çevrenizdekilere yardım etsin.
Çocuğuma her konuda yardım edersem
hep benden bekler;
Bu ayrımı yapmak anne ve babalara düşmektedir.
Gerçekten doğru bir sözdür aslında. Çocuklarınızla
yardımlaşmak onun her şeyini sizin yapmanız
anlamına gelmez. Bunu fark eden çocuk
anne ve babasını kullanmaya başlayacaktır.
Siz çocuğunuzu iyi tanırsanız, onun hangi
konularda yardıma ihtiyacı olduğunu
bilirseniz bu konuda endişe taşımanıza gerek
kalmayacaktır. Anne ve babalar çocuklarına ders
çalıştıkları zaman yardım etmelilerdir, bu onların
arasındaki bağı ve çocukların anne ve babalarına
karşı olan güven ve sevgi duygusunu güçlendirir ama asla ödevlerini yapmamalıdırlar. Onlara yol göstermeli ve bunu kendilerinin
yapmasını sağlamalıdır. Çocuklara yardımlaşmayı öğretiyoruz
derken kendi ayakları üzerinde duramayan, her konuda çevresindekilerin yardımını bekleyen çekingen ve pısırık bir çocuk yetiştirmemeliyiz. Ama yardıma gerçekten ihtiyaçları olduklarında onların
yanında olmayı unutmayın. Çocuklarınız bilsin ki anne ve babaları
onun ihtiyacı olan her anda yanlarına gelecek ve ona yardım edecektir. Bunu bilen çocuklar hiçbir şey yapmaktan korkmaz ve çekinmez, ya yapamazsan endişesi yaşamaz.
İnsanlar, yaşadıkları toplumun üyeleridir. Çocuklarınız da
bu toplumun bir parçaları olacaklardır. Toplum içerisinde mutlu
bir şekilde yaşayabilmenin ilk sırlarından birisi yardımlaşma duygusudur. Hani derler ya insanlık olsun yeter diye, işte çocuklarınız
bazı şeylerin karşılıksız sadece insanlı olsun diye yapılabileceğini
bilmelilerdir. Sosyal toplumların temel özelliği budur.
21
ÇOCUK
Çocuklarınızı bu dernek ve vakıfları gezdirmeli ve ne için kurulduklarını
anlatmalısınız. Bu yardımlaşmanın ne kadar önemli bir davranış olduğunu
kavramasında çok faydalı olacaktır.
Paylaşmak Önemli mi?
Hep paylaşmanın öneminden bahsederiz.
İnsanların yaşadığı üzüntü verici durumlar, dertleri
ve sıkıntıları paylaşarak, yardımlaşarak azalır. Çevrenizde kurulan birçok dernek ve vakfın amacı da
budur aslında. Çocuklarınızı bu dernek ve vakıfları
gezdirmeli ve ne için kurulduklarını anlatmalısınız.
Bu yardımlaşmanın ne kadar önemli bir davranış
olduğunu kavramasında çok faydalı olacaktır. Hatta eğer imkanınız var ise hiçbir karşılık beklemeden
böyle derneklerle çeşitli yardımlaşma faaliyetlerine
katılabilirsiniz.
Çocuklar Yardımlaşmayı Bilmez
Çocuklar doğduklarında bu duygular ile doğmazlar, hatta tam aksi duygulara sahiptir. Onlar için
dünyada bir tek kendileri vardır, bir tek kendileri
mutlu olmalı ve bir tek kendi istedikleri olmalıdır.
Onlar hiç kimseye yardım etmemeli ve herkes onun
her istediğinde ona yardım etmelidir. Paylaşmak
onlar için çok zor bir kavramdır, onlar paylaşmaz,
sadece kendileri sahip olmak ister. İşte çocukların
bu özellikleri yardımlaşma konusunda anne ve babaların işlerinin ne kadar zor olduğunu göstermektedir.
Duygularını Güçlendirin
Bazen sizin çok rahatlıkla yapabileceğiniz
konularda çocuklarınızdan yardım isteyin. Çocuklarınızın yardımı ile o işi yapabildiğinizi anlatın. Ona
teşekkür edin ve mutluluğunuzu gösterin. Böyle şeyler çocuklarda yardımlaşma duygusunu güçlendirecektir.
Holfstra Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışmada müteşekkir olma nedenlerinin farkına varmaları
sağlanan çocukların daha mutlu ve daha bilinçli oldukları ortaya çıkmış. Yani onları ellerinde olanlardan dolayı suçlu veya borçlu hissettirmektense, ellerindekilerin farkına varmalarını sağlayıp, bu şansa
sahip olmayanlarla bunları paylaşmanın mutluluğunu yansıtmak daha olumlu bir sonuç veriyor.
Yapılabileceklere bir örnek ise, harçlık almaya başladığı bir dönemde çocuğunuza bu harçlığı üçe bölmesini önerebilirsiniz. Bir bölümünü harcamak
için, bir bölümünü biriktirmek için, bir bölümünü
de başkalarıyla paylaşmak için ayırabilir.
www.okuloncesihersey.net
MANEVİYAT
22
Hz. Peygamber Örnekliğinde Kardeşlik
Dilini Oluşturan Temel Dinamikler:
Sevgi ve Saygı
Kâinatı bir arada tutan enerjinin sevgi olduğu düşünüldüğünde kardeşlik dilinin ana öğesinin
de sevgi olması kaçınılmazdır. Birbirlerine muhabbetle bakan, ilişkilerini sevgiyle temellendiren birey ve toplumlar Hz. Peygamber’in (s.a.v) tesis
ettiği kardeşlik dilini yakalamakta ilk adımı atmış
olacaktır. Bu noktada Allah Resûlü tarafından sevginin imanî bir boyutta ele alınmış olması ve gerçek
mümin olmanın bir şartı kabul edilmesi dikkatten
uzak tutulmamalıdır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş
sayılmazsınız.” Sevginin mayasını, sevgiyi Yaratan’ın rızası ile özemek, Resûlullah’ın dilinde aşkınlığa uzanan bir sevgi söylemi oluşturmuştur: “Amellerin üstünü Allah için sevmektir” “Nerede benim
rızâm için birbirlerini sevenler? Gölgemden başka
gölgenin bulunmadığı bugün onları, kendi arşımın
gölgesinde gölgelendireceğim.” “Benim rızâm uğrunda birbirlerini sevenler için peygamberlerin ve
şehidlerin bile imreneceği nurdan minberler vardır.” “Kendisinde (şu) üç (haslet) bulunan kimse,
imanın tadını bulmuştur: Sevdiği kimseyi sadece
Allah için seven kimse, Allah ve Resulü kendisine
her şeyden daha sevimli olan kimse ve Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra ateşe atılmak kendisine küfre düşmekten daha sevimli olan kimse”.
Söz konusu rivayetler aynı değerler etrafında örgülenen birey ve grupların bireysel ve sosyal
ilişkilerinde sevginin yerinin olmazsa olmazlığını
ifade etmektedir. Birbirlerini tanımayan insanların
birbirlerini sevmelerinin gerekçesi ise Allah için olmasıdır.
Sevgi duymanın ve sevgi sunmanın temeline
Allah rızasını umma gibi kutsal bir gaye yerleştirildiğinde, bir diğer ifadeyle, iman ile sevgi arasında
bir bağ kurulduğunda, sevgi kolayca buharlaşan ya
da suiistimal edilebilen bir nitelik taşımayacak, aksine samimiyet ve kalıcılık kazanacaktır. Hatta birbirine duydukları sevgiyi iman gibi güçlü bir kaynağa dayandırmaları, kişilerin birbirleri arasındaki
Abdurrahman Han*
ilişkiye hoşgörü, sabır, anlayış ve dürüstlük benzeri
nice kazanımlar taşıdığı gibi, ilâhî bir sevgiye mazhar olmanın yolunu da açacaktır. Bu bağlamda Hz.
Peygamber’in anlattığı şöyle bir kıssa hatırlanabilir: “Bir adam başka bir köydeki (din) kardeşini ziyaret
etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ adamı gözetlemek
için onun yolu üzerinde bir meleği görevlendirdi.
Adam meleğin yanına gelince melek: Nereye gidiyorsun? dedi. Adam:
-Şu köyde bir din kardeşim var, onu ziyarete gidiyorum, cevabını verdi. Melek:
-O adamdan elde etmek istediğin bir menfaatin mi
var? dedi. Adam:
-Yok, hayır, ben onu sırf Allah rızası için severim,
onun için ziyaretine gidiyorum, dedi. Bunun üzerine melek:
-Sen onu nasıl seviyorsan, Allah’ da seni öyle seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allah Teâlâ’nın
sana gönderdiği elçisiyim, dedi.
Değişimin baş döndüren bir hızla yaşandığı modern dünyada insanlar birbirlerine çok yakın ama bir o kadar da uzaktır. Kendi değerlerine
yabancılaşarak kalabalıklar içinde yalnız kalan insan, sevgisizliğin kurbanı olmaktadır. Sevilmeye ve
yüreğinde sevgi büyütmeye olan ihtiyacın fıtrîliği,
kardeşlik ilişkisinin sevgisiz olamayacağının işaretidir.
23
MANEVİYAT
Allah Resûlü’nün hayatına
bakıldığında kadın, çocuk, fakir,
köle demeden toplumun her
ferdine yönelen bir ihtiram
görmek; zevke, karara, inanca,
hakka saygıda benzersiz bir
örnekliğe şahit olmak mümkündür.
Dolayısıyla değerlerinin farkında olan, özgüven sahibi bir Müslüman etrafına sevgiyle bakabilecek, sevgi dilini hayat dili haline getirebilecek ve “Mümin bir kimse din kardeşini sevince bu
sevgisini ona bildirsin.” diyen Hz. Peygamber’in
öğüdü gereği başta eşi, çocukları, akrabaları olmak
üzere insanlara sevgisini çekinmeden dillendirebilecektir.
Madalyonu çevirdiğimizde sevginin öbür
yüzünde saygı olduğunu görürüz. İnsana ve hatta
kâinatın bütün varlıklarına karşı, taşıdıkları özdeğer gereği dikkatli, özenli ve ölçülü davranmak,
varlığa hürmet göstermek, kardeşlik dilinin bir
diğer temel unsurudur, Müslüman, sadece dindaşlarına değil dini, dili, ırkı ve cinsiyeti ne olursa olsun beraber yaşadığı herkesin hakkına riayet
eden kimsedir ki, saygı kavramının ifade ettiği
mana da budur.
Saygısızlık, tahammülsüzlük, bir diğerini
kendi gibi düşünmeye, giyinmeye ve hareket etmeye zorlamak, ona var olma şansı tanımamak
kardeşlik şuurunu kökten yok edecektir. Hâlbuki Allah Resûlü’nün hayatına bakıldığında kadın,
çocuk, fakir, köle demeden toplumun her ferdine
yönelen bir ihtiram görmek; zevke, karara, inanca, hakka saygıda benzersiz bir örnekliğe tanık
olmak mümkündür.
Şu halde bir kardeşlik dili yakalanacak ise,
Müslüman sevgi ve saygısını önce Allah’a sunmalı
sonra da kendi varlığından başlayarak halka halka bütün toplumu saracak şekilde sevgi ve saygı
eksenli hareket etmelidir. Birliğe ve dirliğe giden
yolda önemli kazanımlar sağlayacak olan bu iki
erdem, zedelenen ilişkileri tamir edecek ve bir
anlamda ötekileştirmeyi ortadan kaldıracaktır.
Temel dinamikleri sevgi, saygı ve şefkat
olan bir kardeşlik ahlâkı tesis eden Allah Resûlü,
geniş halkada insanlık ortak paydasında birleşen
bir kardeşlik bilinciyle hareket ederken, dar halkada ise dindaşlık odaklı bir İslâm kardeşliğini
öğretmiştir. Kur’an’ın kimi zaman “Ey insanlar!” kimi zaman da “Ey iman edenler!” hitâbıyla eşitliğe ve kardeşliğe yönelik uyarılarda bulunması,
bir Müslüman’ın iki ayrı hukuk ve ahlâk alanına
işaret etmektedir. Bu bağlamda dini, siyasi ve etnik kökene dayalı ayrımcılık, mezhep taassubu ve
bencillik gibi fitne unsurlarından sıyrılmalı, ortak
bir kardeşlik dili kurarak huzurlu bir yaşam alanı
oluşturmalıdır. Hz. Peygamber’in ifadelerinden
anlaşıldığı üzere böyle bir kardeşlik köprüsü ilâhî
rahmete ulaşan niteliğiyle Müslüman’ın hem
dünyasını hem de ahiretini mamur edecek kadar
sağlamdır: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir.
Ona zulmetmez. Onu düşman eline bırakmaz.
Her kim Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Her
kim de bir Müslüman’ın bir sıkıntısını giderirse
Allah da onun kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim dünyada bir Müslüman’ın
ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”
*Diyanet İşleri Başkanlığı, Daire Başkanı
BİİLİM
24
ANTİK ÇAĞLARIN KAYBOLMUŞ
TEKNOLOJİK HARİKALARI
Geçmiş, hala gizemlerini çözmeye çalıştığımız bir bilinmezlik girdabı. Her gün
kazıların altından ve araştırma dosyalarından şaşırtıcı bilgiler gelmeye devam
ediyor. Bildiğimiz kadarıyla, teknolojiden uzak ve ilkel kalmış toplumların
omuzlarında yükselen bir dünyada yaşıyoruz. İşte sizi şaşırtacak, antik çağların
kaybolmuş teknolojik harikaları!
Babil Pili
Sene 1938…Avusturyalı Arkeolog Dr. Wilhelm Konig yaptığı kazılardan birinde 15 cm yüksekliğinde, parlak sarı renkte ve kilden yapılmış bir
çömlek buldu. Çömlek bir düzenek gibiydi. İçinde
bakır levhadan yapılmış, 3.81 cm. çapında ve 5 cm.
yüksekliğinde bir silindir vardı. Cismin bir enerji
kaynağı olması için yapıldığı hemen anlaşılıyordu.
Bu yüzden 19. yüzyılda yapılmış ilkel bir pil olduğu düşünülmüştü. Ancak yapılan testler çömlek ve
içindeki düzeneğin 2000 yıllık olduğunu ortaya çıkarttı! 2000 yıl önce, elektrik ve elektroniğe bağlı
bir teknoloji yokken bu pili kimler ne için yapmıştı
ve ne amaçla kullanmışlardı? Bu sorular hala cevabını arıyor. Pil ise Bağdat Müzesi’nde sergileniyor
ve M.Ö. 248 tarihiyle ilişkilendiriliyor. Her ne kadar
bu tarih de eski bir dönem olsa da, bazı araştırmacılar söz konusu çömleğin sahip olduğu teknolojinin
Sümerlere kadar uzandığı noktasında birleşiyor. Bu
da Babil Pili olarak nitelendirilen bu cismin ilk defa
M.Ö. 2000’li yıllarda geliştirildiği yönünde bir teori
ortaya koyuyor. Peki madem böyle bir teknoloji antik çağda vardı, insanlığın elektriği bir yaşam biçimi
haline dönüştürmesi neden 4000 yıl sürdü? O dört
bin yıl boyunca çömleklerde enerji saklanmadı da
neden kebap yapıldı?
Dandera Işığı
Antik çağlarda elektirik teknolojisinin var olduğuna işaret eden bir başka unsur da Dandera Işığı’dır.
Antik Mısır’da Dendera olarak adlandırılan bölgede,
geç ptolemik dönemden kalma Hathor Tapınağı’nın
farklı yerlerinde Eski Mısır uzmanlarının bir türlü
geleneksel dinsel-mit terimiyle açıklayamadıkları
garip duvar resimleri vardır. İlk bakışta bir bilim
kurgu şakası olduğu izlenimi veren hiyeroglif ve resimler açık bir şekilde antik Mısır’da ampul kullanıldığını ortaya koymaktadır. İsveçli mühendis Henry
Kjellson, “Forvunen Teknik/Kayıp Teknoloji” adlı
kitabında bu simgeleri detaylı bir şekilde incelemiştir. Hiyeroglifte temsili olarak çizilen cismin, açık bir
şekilde elektrik ışığı ile aydınlatma sağlayan bir ampul olduğunu incelemesinde yazan Kjellson’a göre
Dandera ışığı modern ampullerin atası konumundadır. Aslında Dandera ışığı, Mısır piramitlerinin
yapımıyla ilgili bir sırrı da açığa kavuşturmaktadır.
Piramit araştırmacıları için en büyük soru şudur;
piramitlerin içerisindeki tüneller dış yapı tamamlandıktan sonra şekillendirilmiş ve süslenmiştir.
Son derece karanlık olan Piramitlerin iç kısmında
bu işleri yapabilmek, ancak suni bir ışık kaynağıyla
mümkündür. Bir meşale kullanmak intihar etmekle
eşdeğerdir çünkü, ateşin çıkardığı duman ile mücadele etmek imkansızdır. Bu durum araştırmacılar
tarafından test edilmiş ve meşale ile bu işin yapılamayacağı görülmüştür. Gaz lambası derseniz, ilk örneği 9. yüzyılda görülen gaz lambaları antik Mısır’da
hiç kullanılmamıştır. Kullanıldığına dair bir bulgu
da yoktur. Dandera ışığının sembolize edildiği lotus
çiçeği ve yılan antik Mısır’da ; “verimlilik” anlamına gelmektedir. Birçok bilim adamı Dandera ışığını
bir antik Mısır büyüsü olarak tanımlamak istese de,
Dandera ışığının tasviri teknolojik bir model olarak
görülmektedir. Edison ve Tesla’nın kemiklerini sızlar mı bilmiyoruz ama sanki antik Mısır, elektrik ışığına ilk göz kırpan medeniyetmiş gibi duruyor…
25
BİLİM
Antikyhera Makinesi
20. yüzyılın hemen başında Yunan bir grup
sünger avcısı tarafından Antikyhera adlı küçük bir
adanın yakınında inanılmaz bir keşif yapıldı! Antik
bir geminin kalıntıları arasında modern makinelere benzeyen bir cisim duruyordu. M.Ö. 50 yılından
kaldığı düşünülen cisim, Atina Müzesi’nde yerini
aldığında antik bir saat olduğu tahmin ediliyordu.
Günümüzde kullandığımız modern saatlerin zembereğini andıran bir düzeneğe sahip olan cisim 1958’de
yeniden incelemeye alındı. Birçok dişliye ve hatta bir
de fana sahip olan cisim “makine” olarak tanımlandı.
Dişlilerin çalışması sonucunda Ay’ın ve Güneş’in hareketleri hesaplayabildiği anlaşılan Antikyhera makinesi, yıldızların geçmişteki ve gelecekteki konumlarını gösteriyordu! Nasa’nın bu makinenin çalışma
prensibinden yola çıkarak, bir çok araştırmasında
başarılı sonuçlar aldığı bilinir. Soru şu; bu makineyi
yapabilecek kadar yüksek teknolojik bilgiyi milattan
önce kimler nasıl elde etti? Elde etti de mutlu oldu
mu, işine yaradı mı?
Antik Kolombiya Uçakları
İnsanlığın ilk çağlardan beri en büyük hayali olarak bilinir uçmak. Ancak uçmak için gerekli
teknolojinin nasıl olacağını hiç bir medeniyet ön görememiştir. Da Vinci’nin yaşadığı dönemde yaptığı
birçok modelin, mevcut uçuş teknolojisinin önünü
açtığı bilinse de; Da Vinci’nin ilkel modellerinin hiçbiri günümüz uçak teknolojisiyle benzerlikler taşımamaktadır. Ancak milattan önce 1000 yıllarında
Kolombiya’da yaşamış bir medeniyet, altından modern uçak modelleri yapmıştır! Bilinen hiç bir tür
kuş, böcek ya da uçan canlı ile bağdaştırılamayan
bu modeller, tüm detaylarıyla birer uçak figürüdür.
Bu kadar eski bir çağda uçmak mümkün değil mi?
Kolombiya’dan kalkan bir uçak muhtemelen kısa sürede Peru’ya ulaşabilir. Neden mi Peru? Nazca (Peru’nun güneyindeki bir bölgede yaşamış İnka-öncesi bir uygarlığın adı) çizgileri olarak bilinen onlarca
antik devasa çizime ev sahipliği yapan arazilerin yer
aldığı Peru, Kolombiya’dan kalkan bu antik uçaklar
ile yakın ilişkili olabilir. Nazca çizgilerinin M.Ö. 200
yıllarında yapıldığı düşünülüyor. 200 metre genişliğinde ve gökyüzünden bakılmadan görülmesi imkânsız olan bu şekillerin, çizilebilmesi de yine yüksek
bir noktadan bakmadan mümkün değildir. Nazca şekillerinin görülebileceği yüksek bir dağ da bölgenin
çevresinde yoktur. Çizgilerin çizildiği dönemde, bu
şekilleri görebilmek için Kolombiya’nın antik uçakları gibi araçlara sahip olmaktan başka çare yoktur.
Yoksa düşünün size bir sürü taş verecek kabilenin rahibi, diyecek; “200 metre genişliğinde bir maymun
sembolü yap yere.” Yukarıdan görmeden yapamayacağınız için “Dalga mı geçiyorsun yahu?” der gidersiniz. Peki ya yapabilecek imkânınız olursa?
Hindistan’ın Vimanaları
Hindistan tarihine ışık tutan mitolojik unsurlarla dolu olan Mahabharata adlı eserlerde adı
geçen Vimanalar, Hint kültüründe “uçan saray”
olarak tanımlanırlar. İlk başta “uçan halı” gibi bir
masal öğesini çağrıştırsa da Mahabharata’nın içinde
yer alan Vimana tasvirleri akıllarda soru işaretleri
bırakıyor. Bir savaş aracı olarak anlatılan Vimanaların uydu anteninden tutun, iniş ve kalkış takımlarına kadar her ayrıntı, görülmeden hayal edilebilecek
türden değildir. Öyle ki, mühendislik harikası olarak
görülen Vimana tasvirlerinden yola çıkılarak çizilen modeller günümüzde NASA’nın kullandığı uzay
kapsülleriyle tek kelimeyle birebir özellikler ortaya
koymaktadır. Mahabharata metinlerinin de M.Ö.
3000’li yıllara dayanan anlatımlardan oluştuğunu
düşünecek olursak. O tarihlerde var olmamış teknolojiler üstünde, bu kadar detaylı bilgiler paylaşılmış
olması ilgi çekicidir.
Bolivya’da Antik Lazer İşçiliği
Tivanaku, Bolivya’da M.Ö. 1500 civarında
hüküm sürmüş antik bir uygarlığın başkentidir. Buraya kadar kulağa tarihsel sıradan bir bilgi gibi geliyor. Ta ki söz konusu medeniyetin inşa ettiği duvar
ve yapıları görene kadar. Söz konusu döneme dair
yapılan kazılarda sadece ilkel çekiçler ve kürekler
bulabilen arkeologlar, adeta lazerle kesilmiş büyük
taş kütlelerini açıklayamıyorlar. Su götürmez bir şekilde günümüz teknolojisinde kullanılan lazerlerle
kesilmiş olan duvarların eşi benzeri yok! Günümüzde en yetenekli duvarcılar bile lazer olmaksızın taş
kütleleri bu şekilde kesemiyorlar. Bir başka ilginç
nokta ise tüm kesimlerin simetrik ve eş değerlerde
yapılmış olması! Bu da işlemin bir makinayla yapıldığını gösteriyor.
www.radikal.com.tr
23. Osmanlı padişahı 102. İslam halifesi olan, Lale
Devri’nde padişahlık yapan ve Patrona Halil İsyanı ile
tahttan çekilen, III. Ahmed’in vefatının üzerinden 285
sene geçmiştir.
(1 Temmuz 1730)
Dünyanın ilk uluslararası telefon konuşması St. Stephen (New Brunswick) ve Calais (Maine) arasında
yapılması üzerinden 134 sene geçti.
(1 Temmuz 1881)
Somali’nin bağımsızlığını ilan etmesi üzerinden 50
sene geçti.
(1 Temmuz 1960)
11 Kasım 1966’da profesyonel liglere adım atan Antalyaspor Kulübü kuruluşu üzerinden 49 sene geçti.
(2 Temmuz 1966)
Türkiye Selçukluları ile Moğollar arasında gerçekleşen
Kösedağ Savaşı’nın üzerinden 772 sene geçti.
(3 Temmuz 1243)
Londra’da ilk renkli televizyon yayını gerçekleşmesi üzerinden 87 sene geçti.
(3 Temmuz 1928)
Çeçenistan Cumhuriyeti’nin kurulması üzerinden 24
sene geçti.
(3 Temmuz 1991)
Özel bütçenin temelini oluşturan Katma bütçeli idare
uygulamasının başladığı ve ticari nitelikte mal üreten
bir kuruluş olan Sümerbank’ın resmen faaliyete
geçmesi üzerinden 82 sene geçti.
(10 Temmuz 1933)
Ankara Etnoğrafya Müzesinin halka açılması üzerinden 85 sene geçti.
(18 Temmuz 1930)
Edirne’nin Bulgar işgalinden kurtarılması üzerinden
102 sene geçti.
(22 Temmuz 1913)
Çin Halk Cumhuriyeti, şehir-devlet Hong Kong’un
egemenliğini 156 yıl aradan sonra Birleşik Krallık’dan
geri alması üzerinden 18 sene geçti.
(1 Temmuz 1997)
Türkiye’deki ilk petrol Raman dağı yöresinde bulunması üzerinden 64 sene geçti.
(26 Temmuz 1951)
GÜNEYİN İNCİSİ;
ANT
ALYA
Tünek Tepesi’nden baktım, doymadım
Bir başka baharın, yazın Antalya!...
Senden daha güzel şehir duymadım
Bir ömür çekilir nazın Antalya!...
GEZİ
30
Hani canınız sıkılır ya, iş temposundan bunalır, kendinizi sakinliğe bırakmak,
tabiri yerindeyse kafa dinlemek istersiniz. İşte tam onların adresidir Antalya.
Sevdiklerinizle huzura yelken açacağınız en güzel yerlerden biridir burası.
Antalya falezlerine çarpan dalga seslerini geride bırakıp masmavi gökyüzüne doğru bir duvar gibi
yükselen Toroslar’ın görkemli zirveleri eşliğinde yola
koyuluyoruz. Tekirova’dan itibaren giderek denizden
uzaklaşan yol, yemyeşil yamaçlara tırmanmaya başlıyor. Ulupınar yol ayrımı çınar ağaçlarının gölgelediği
ıssız kuytuluklara, Çıralı sapağı ise ormanların arasından kıvrılarak dere kıyısına ulaşıyor. Derenin hemen
arkasında turkuaz renkli denizi ve upuzun kumsalıyla ünlü Olimpos kumsalı uzanıyor. Balıkçılar, kovalar
dolusu balıkla denizden dönüyor. Akşam yemeğinde
sofralar, tazecik pavuryalar ve Akdeniz balıklarıyla
şenlenecek. Civar, narenciye bahçelerinin arasına dağılmış çok sayıda pansiyonla dolu. Likya Yolu’nun en
sürprizli duraklarını saklayan Olimpos’un sırtını yasladığı Tahtalı Dağı’nın yamaçları, kaya tırmanışından
doğa yürüyüşüne pek çok aktivite imkânı sunuyor.
Asırlardır sönmeyen ateşiyle ilkçağlardan Bizans dönemine kadar kutsal kabul edilen Yanartaş,
rotamızın bir sonraki durağı. Çıralı sahilinin üç kilometre kadar kuzeyinde bulunan bu mucizevî oluşumu görmek için, köy çıkışındaki köprüden sağa dönüp levhaları izliyoruz. Taş basamaklı dik bir patikayı
yarım saat kadar tırmandıktan sonra, volkanik bir
yamaç üzerinde 7-8 ayrı noktada yanan ateşe ulaşıyoruz. Hemen altımızdaki kalıntılar, Khimaira Antik
Kenti’ne ait. Ateş üzerinde kahve pişiren grup, birer
fincan da bize ikram ediyor. Yüzyıllardır sönmeyen
ateş öbeklerinin arasına oturup Çıralı sahilini içine
alan çam ağaçlarıyla kaplı vadinin tadını çıkarıyoruz.
10 kilometre kadar güneyimizdeki Gelidonya Burnu,
bölgenin en güzel koylarına sahip. Kırlangıçlarıyla
ünlü burnun açıkları, ters akıntılardan dolayı ilk çağlardan beri denizcilerin korkulu rüyası olmuş. Akdeniz’in meyve-sebze deposu Kumluca’dan sonra eski
bir liman yerleşimi olan Finike ile tanışıyoruz. Portakal bahçeleri, modern marinası ve cumbalı ahşap
evleriyle tanınan Finike’de görülmeye değer iki güzel Likya kenti var: Limyra ve Arykanda. Finike’den
Demre’ye uzanan 24 kilometrelik bol virajlı sahil yolunun seyir keyfi yüksek. Demre’nin kapı komşusu
Beymelek’te, Acısu Çayı’nın getirdiği kumullar, girintili çıkıntılı bir lagün gölü oluşturmuş. Sazlıklarla çevrili gölün denize açık bölümleri, kargılardan yapılmış
çitlerle kapatılarak dalyana dönüştürülmüş. Doğal bir
balık çiftliği olarak kullanılan dalyan, göçmen kuşların da uğrak yeri. Göl kıyısındaki balık lokantalarında
közde pişirilen yöreye özgü mavi pavuryaların en iyi
tamamlayıcısı dağ otlarıyla zenginleştirilen nefis yeşil
salatalar.
Toroslar’ın uzantısı olan Alacadağ’ın doğudan ve batıdan denize doğru kol atarak kucakladığı
Demre Ovası, Demre Çayı’nın yüzyıllar boyunca sürüklediği alüvyonlarla oluşmuş. Yılın en az altı ayı
Akdeniz’in kızgın güneşiyle yoğrulup bir bereket denizine dönüşen bu topraklar, tarih boyunca pek çok
uygarlığa ev sahipliği yapmış.
31
GEZİ
Leziz Bir Aile: Turunçgiller
Sisler Ülkesi
Halk arasında narenciye olarak da bilinen turunçgillerin ülkemizde en tanınanları limon, mandalina, portakal ve greyfurttur. Neredeyse bütün turunçgillerin çok lezzetli reçel ve şekerlemeleri yapılır.
Aileye ismini veren turunç ve hoş kokulu bergamot
turunçgillerin daha az bilinen türlerini oluşturur. Turunçgillerin anavatanının Güneydoğu Asya ve Hindistan olduğu düşünülmekle beraber, günümüzde
dünyanın ılıman iklim kuşağının tamamında tarımları
yapılır.
Yaz tatilini Toros yaylalarında geçirenler, diledikleri zaman Kaş, Kalkan ve Demre plajlarına ulaşıp
kolayca geri dönebiliyorlar. Finike’den Kalkan’a uzanan keyifli bir yolculuktan sonra Kaş yaylalarına yöneliyoruz. Kaş - Elmalı yolunun 10. kilometresindeki
Ağıllı’yı geçince dağ köyleri başlıyor. Yaklaşık 30 dakika
boyunca hiç bitmeyen kavislerin sonu, yörede sedir ormanı olarak tanınan Kıbrıs Çayı, Yaban Hayatı Koruma
Parkı’na çıkıyor. Yerleşime kapalı tutulan el değmemiş
görünüme sahip parkın en yüksek noktası, denizden
bin 560 metre yükseklikte. Bulut kümeleriyle kaplanan
ormanlık tepeler, Doğu Karadeniz’e özgü manzaralar
sunuyor.
Çok yaygın olarak yetiştirilen ve neredeyse bu
coğrafya ile özdeşleşmiş olan bu meyvelerin Akdeniz
havzasına Romalılar döneminde, belki daha da önceleri girdiği bilinir. Esas yayılmanın ise 12. yüzyılda Araplar sayesinde olduğu düşünülür. Limona antik çağlarda altınelma dendiğini de ilave edelim. Evliya Çelebi,
Seyahatnamesi’nde Güney Ege’de sıkılan limon sularının, fıçılar halinde İstanbul’a ulaştırıldığını ve o dönemin en pahalı yiyeceklerinden biri olduğunu yazar.
Antalya Mutfağı
Antalya, maviyle yeşilin kaynaştığı en güzel
kentlerimizden biri. Eşsiz sualtı güzellikleri, yer üstü
harikalarıyla yarışır. Yöre mutfağı çok köklü ve zengindir. Yahnera, okka kabağı, papulena fava, labada,
arafaşı, borani, göce çorbası, şakşuka, mercimekli
dondurma, zerde, pelize, çivirdik, tüm pestil ve reçel
çeşitleri peşinden gidip, tadılası örneklerin sadece bazılarıdır. Anadolu’nun en iyi korunmuş Roma amfi tiyatrolarından biri olan Aspendos, iki bin küsur yıldır
sapasağlam ayakta.
Başı Bulutlarda Toros Yaylaları
Türkiye’nin güney sahillerine uzanmak için tek
endişeniz Akdeniz’in sıcak güneşiyse dert etmeyin. Finike, Kaş ve Kalkan’ın zirvelerindeki Toros yaylalarında dilediğiniz zaman denize ulaşabileceğiniz serin bir
yaz sizi bekliyor.
Serin bir Akdeniz yazı için Toros yaylalarına iki
farklı noktadan ulaşmak mümkün. Finike tarafı için
Antalya Havalimanı, Kaş yönü için Dalaman Havalimanı kullanılabiliyor.
Kışın Başka Güzel Antalya
Sadece tek bir kapıdan geçerek modern kentin
hızlı yaşamından bir anda uzaklaşabiliyorsunuz Kaleiçi’nde. Tıpkı bir tavşanın peşinden Harikalar Diyarı’na adım atan Alice gibi… Tarihi konakları, kuleleri,
minareleri, dar sokakları ve sakin avlularıyla Kaleiçi,
kentin gerçek dokusunu yaşatan turistik bir mahalleyi
anımsatıyor. Kaleiçi’nde neredeyse tüm evler, birer iç
avluya ya da bahçeye açılacak şekilde yapılmış. Bir labirenti andıran daracık taş sokakların ucu, sayısız turistik
sürprizle örülmüş antik bir limana çıkıyor. Butik otele
dönüştürülmüş tarihi konaklar, tropikal ağaçların gölgelediği havuzlu iç avluları, kalem işleriyle bezeli cumbaları, ahşap ve taş süslemeleri, antik ya da otantik dekorasyonlarıyla, 19. yüzyıl zarafetini günümüze taşıyor.
Akdeniz Nostaljisi
Selçuklu eserlerinden Alanya Kalesi, ilçenin
en eski yerleşim merkezlerinden. Limanın arkasındaki
sarp bir yarımadanın üzerine kurulan kale, denizden
yaklaşık 250 metre yüksekliğindeki konumuyla bir kartal yuvasını çağrıştırıyor. 6,5 kilometre uzunluğundaki
sağlam surlarla çevrili kaleyi Selçuklulardan Osmanlılara uzanan süreçte inşa edilen 83 kule korumuş. Helenistik temeller üzerine 13. yüzyılda inşa edilen kalenin
en etkileyici parçalarından biri de rıhtımın hemen arkasında yer alan ve aynı zamanda Alanya’nın simgesi olan
Kızıl Kule. 33 metre yüksekliğindeki sekizgen kulenin
sol ucunda, beş gözlü bir köprüyü andıran taş yapı, Selçuklu döneminden günümüze kalan tek tersane.
Anadolu Jet Turizm Dergisi
ÖRNEK HAYATLAR
32
İslam’ın Altın Çağı’nda yaşamış ünlü filozof ve bilim adamı
FARABİ
Ebu Nasır Muhammed İbn el-Farah
el-Farabi, Farabi (Farablı) diye anılır. 870
yılında Türkistan’da Siderya (Seyhun) nehri
ile Aris’in birleştiği yerde kurulmuş eski bir
yerleşim merkezi olan Farab (Otrar)
yakınında küçük bir köy olan Vasic’te doğdu.
Ebeveynleri aslen İranlı soyundandır, fakat
ataları Türkistan’a göç etmişlerdir. Babası,
Mehmed adında bir kale komutanı idi.
İlk öğrenimini doğduğu yerde yaptı. Gençliğinde Türkistan’dan göç ederek bir süre İran‘da
dolaştı. Daha sonra o zamanın ilim ve sanat merkezi olan Bağdat’a gelerek yüksek öğrenimini burada tamamladı. Böylece anadili olan Türkçe’ den
başka Farsça ve Arapça’yı Hristiyan hocalardan
ilim dili olan Latince ve eski Yunancayı öğrendi.
Ebu Nasrı Farabi, Arısto” nun bütün eserlerini
açıkladığı ve incelediği için Ustad-ı Sani, Hâce-i
Sani, Muallim-i Sani gibi sıfatlar almıştır. Bunlardan başka Ebu Nasri Farabi-i Türki, Hakim Farabi
gisıl adı Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed bin
Turhan bin Uzlug’dır. Batı kaynaklarında adı ”Alpharbius ya da Alphartabi” olarak geçer.
Çağının ünlü bilginlerinden Ebu Bişr bin
Yunus’tan Mantık, Ebu Bekr Ibn el Sarrac’dan dilbilgisi dersleri aldı. Bundan sonra Harran Üniversitesi’ne giderek felsefe çalışmaları yaptı ve burada
Yuhna bin Haylan’dan Mantık bilgisini ilerletti.
Aristo üzerindeki çalışmalarını burada yaptı. Bağdat’a döndükten bir süre sonra Mısır’a gitti. 941 yılında Mısır’dan Halep’e gelerek Emir Seyfüdde ve
Hemedani’nin sarayında bulundu. Zamanının devlet adamlarından saygı gördü. Mütevazi bir hayat
süren Farabi, Emir’in teklif ettiği yüksek maaşı kabul etmeyerek, ”Dört Dirhem”lik küçük bir ücretle
yaşamayı yeğledi. Mısır’ da kaldığı sürece Türk kıyafeti ile dolaşır ve Türkçe konuşurmuş.
Eski Yunanlı filozof ve ilim adamlarının
eserlerinin Arabça’ya çevrilerek öğrenilmesi Farabi ile başlamıştır denebilir. Önce Abbasiler, sonra
Endülüs medeniyeti içinde yetişen İslâm bilginleri
bunları Batı’ya tanıtmıştır. Orta çağ Avrupası bu filozofu Arap dilinden, özellikle Kurtuba’lı ibn-i Rüşd’
den öğrendi. Batılı bilginler Ibn-i Rüşd’ü öğrenmek
isterken Farabi‘yi okumak zorunda kaldılar.
Farabi‘nin eserlerinin yüzyıllarca Avrupa’da tanınmasının nedeni budur. Bütün Orta çağ
boyunca Avrupa’da böylesine tanınan, hatta XX.
yüzyılda bile hakkında araştırmalar yapılan, eserleri yayınlanan Farabi, 950 yılında Şam‘da öldü
ve Babüssagir’e defnedildi. Cenaze namazını Emir
Seyfüddevle’nin kıldırdığını çeşitli kaynaklar belirtiyor. Farabi’yi bir kaç yönden incelemek gerekir.
Medrese öğrenimi gördükten sonra, Harran’da felsefe araştırmaları yaptı. Halep’te Hemedani hükümdarı Seyfüddevle’nin konuğu oldu.
Arap ülkelerinde yaşamıştır. 950 tarihinde Şam’da
vefat etti.
33
ÖRNEK HAYATLAR
Müzik sanatı ve bilimi üzerine büyük bir uzman idi ve müzik notaları bilgisine
katkıları yanında, birkaç müzik enstrümanı da icat etti. Enstrümanını insanları
istediği anda ağlatıp güldürebilecek kadar iyi çaldığı anlatılmaktadır.
Aristo’nun etkisinde kaldı. Farabi, ilimleri
sınıflandırdı. Onun bu metodu, Avrupalı bilginler tarafından kabul edildi. Hava titreşimlerinden
ibaret olan ses olayının ilk mantıklı izahını Farabi yaptı. O, titreşimlerin dalga uzunluğuna göre
azalıp çoğaldığını deneyler yaparak tespit etti. Bu
keşfiyle musiki aletlerinin yapımında gerekli olan
kaideleri buldu. Aynı zamanda tıp alanında çalışmalar yapan Farabi, bu konuda çeşitli ilaçlarla ilgili bir eser yazdı.
Farabi insanı tanımlarken “alem büyük insandır; insan küçük alemdir.” Diyerek bu iki kavramı birleştirmiştir. İnsan ahlakının temeli, ona
göre bilgidir; akıl iyiyi kötüden ancak bilgiyle ayırır. İnsan için en yüksek en yüksek erdem olan bilgi, insan beyninin çalışması sonucu elde edilemez;
çünkü tanrısaldır, doğuştandır (Vehbi). Bilimin ise
üç kaynağı vardır: Duyu; akıl; nazar. Bilimler ikiye ayrılırlar: Kuramsal (nazari) bilimler; uygulamalı (ameli) bilimler. Ahlak, siyaset, müzik, matematik uygulamalı bilimlere girer. Toplumlarda öz
bakımından ikiye ayrılırlar: Erdemli toplumlar ve
erdemsiz toplumlar. Bu toplumları yöneltecek en
kusursuz devletse, bütün insanlığı kapsayan dünya
devletidir.
Psikoloji ve metafizik üzerine kitapları
büyük ölçüde kendi çalışmalarını
yansıtmaktadır. Aynı zamanda
müzik üzerine de Müzik
Kitabı(Kitab’ül-Musika)
başlıklı bir kitap
yazmıştır.
Müzik sanatı
ve bilimi
üzerine
büyük
bir
uzman idi ve müzik notaları bilgisine katkıları yanında, birkaç müzik enstrümanı da icat etti. Enstrümanını insanları istediği anda ağlatıp güldürebilecek kadar iyi çaldığı anlatılmaktadır. Fizikte,
boşluğun varlığını göstermiştir. Kitaplarının çoğunun kaybolmasına rağmen, 43 mantık üzerine, 11
metafizik üzerine, 7 ahlak üzerine, 7 siyaset bilimi
üzerine, 17 müzik, tıp ve sosyoloji üzerine ve de 11′i
tefsir olmak üzere 117 eseri bilinmektedir. Daha
ünlü kitaplarından bazıları, çeşitli ilim merkezlerinde birkaç yüzyıl boyunca bir felsefe ders kitabı
olarak kalmış olan ve Doğu’da bazı kurumlarda
halen öğretilmekte olan Fusus al-Hikam kitabını
içermektedir. Kitab al-Isa al-Ulum kitabı, bilimin
sınıflandırılmasını ve esas ilkelerini yeknesak ve
faydalı bir tarzda incelemektedir. Ara Ehli’l-Medineti’l-Fazıla ‘Model Şehir’ kitabı sosyoloji ve siyaset
bilimine ilk önemli katkıdır.
Farabi‘nin düşüncesi, kendisinin ölümünden yüzyıllarca sonra bile etkisini sürdürmüş,
Osmanlı uleması tarafından da okunan ve sık sık
anılan eserlerden biri olmuştur. Bu etkileme zincirinin en önemli halkalarını, Sasani devlet ilkelerini de Emevi döneminden itibaren özümleyen Arap
devletleriyle, Selçuklu devleti teşkil etmiştir. 17.
yy’da Katip Çelebi, Keşf-ül-Fünun’(Fenlerin Keşfi)
ni yazarken Osmanlı medreseleri “ilm-i siyaset”
alanında kitaplarla doluydu.
www.biyografi.net.tr
CANLILAR ALEMİ
34
Örümcekler
Planktonlar bu
Örümcek ağlarının ipleri
ipektir. Bu iplikler, aynı
çaptaki çelik telden daha
sağlamdır. Örümceğin ipeği,
ipekböceğinin ipeğinden daha
ince ve daha dayanıklıdır.
Üstelik bildiğimiz ipekten
daha güzeldir.
Hemen hemen dünyanın her tarafında yaşarlar. 2012 rakamlarına göre 112 familyada ve
3879 cinste toplanan 43.244 türü bilinmektedir.
Baş ve göğüs kaynaşmıştır. Karın, göğüse ince bir
bel ile bağlanmıştır. Aynı büyüklükte başka bir
canlının beli bu kadar ince değildir. İçinden sindirim borusu, kan damarları nefes boruları ve sinir
sistemi geçer. Örümceklerin boyları, birkaç cm’den
35 cm’ye kadar değişir.
Ağızlarının önünde iki zehir çengeli ve iki
his ayağı yer alır. Göğüslerinde ise, gelişmiş dört
çift yürüme bacağı vardır. Uçları, tarak gibi dişli
iki çengelle sonlanır. Örümcek bunların sayesinde ağ üzerinde rahatça dolaşır. Bir kısmı ileriye,
geriye ve yanlara doğru yürüyebilirler. Çoğunun
başında 3 veya 4 çift osel (basit) göz bulunur. Gözlerin dizilişi, sınıflandırmada önemli bir özelliktir.
Yuvarlak olan karın kısmı yumuşak ve esnek olup,
alt kısmında solunum delikleri, ipek bezleri, anüs
ve cinsiyet organları yer alır.
Genel özellikleri
Örümcekler, yırtıcı hayvanlardır. Birbirlerine saldırmaktan çekinmezler. Avları çok çeşitlidir. Çoğu, böceklerle beslendiklerinden faydalı sayılırlar. Bazı tropikal türler amfibyum, sürüngen,
küçük kuş ve memeli gibi omurgalıları avlarlar.
Örümceklerin hepsi avlarını yakalamak için tuzak ağları kurmaz. Bir kısmı avlarını kovalayarak
veya üzerlerine sıçrayarak yakalar.
Suda böcek, kurbağa ve balık avlayanlar
da vardır. Yakaladığı avını, kıskaçlarına açılan
zehir salgısı ile felce uğratır. Sonra ısırarak avının
iç organlarına, eritici enzimler ihtiva eden tükrük
salgısını akıtır. Kısa bir zaman zarfında, avın iç organları eriyerek sıvı haline gelir. Örümcek, emici
midesini bir pompa gibi kullanarak bu sıvıyı emer.
Av, kısa bir sürede içi boş kabuğa döner. Örümcek,
bu boş kabuğu ya olduğu yere bırakır veya başka
bir yere atar. Böcekler, küçük kuşlar bu avlar arasındadırlar.
Güney Amerika’da yaşayan, bacakları hariç 10 cm boyunda olan, toprakaltı inlerinde barınan bazı türler, tavşan ve tavukların içini boşaltabilecek güçtedir. Örümceklerin yemek borusu çok
dar olduğundan böyle beslenmek zorundadırlar.
Ayrıca, ağız parçaları da bir sineği bile parçalayacak güçte değildir. Zehir çengelleri, avı delmeye ve
zehir akıtmaya yarar. Uçtaki iğneli kısımları, bir
şırınga gibi birer yan delikle biter. Deliğin böyle
enjektörvari oluşu, tıkanma tehlikesini önler. İğne
ava girince, zehir bu delikten sızar.
Örümcek ağı
Örümceklerde, diğer eklembacaklılar gibi
açık bir dolaşım sistemi bulunur. Kılcal damarları
yoktur. Hemen hemen her yerde rastlanan örümcek ağı, aslında bir sanat şaheseridir. Yapılış maksadı avlanmak olan ağ, bir nevi tuzaktır. Fakat her
örümcek türü ağ yapmaz. Ancak bütün örümcekler
ağ tellerinden yumurtalarının etrafını saran kozalar yaparlar. Bazıları da ağ bezlerini, yaprakları
yapıştırmakta, yuvalarının içini döşemede, açtıkları çukurun çevresini kapatmakta vs. işlerde
kullanırlar. Ağ kurmayan bu tür avcı örümcekler
de, arkalarında ağdan bir iz bırakarak, rüzgarla
sürüklenmekten korunurlar. Erkekler, dişileri bulmakta da bu izlerden faydalanırlar.
35
CANLILAR ALEMİ
Ağ örümü çoğunlukla gece olur. Örülmesi en fazla 60 dakika alır. Ağın ortasında
spiral ve yapışkan bir yer vardır. Diğer iplikçikler kurudur. Bir sinek ağa konsa
hemen yapışır. Kurtulmak için çırpındıkça daha da yapışır.
Karın altlarının arka taraflarında üç çift ağ
organları bulunur. Her birinin dışarıya ayrı bir çıkışı vardır. Bezlerden meydana gelen yapışkan ve
sıvı iplik maddesi, havayla temas edince sertleşir.
Her ağ memeciğinde 100 kadar ince ve küçük kanalcıklar bulunur. Bu ince kanalcıklardan sızan iplikçikler bir araya gelerek büküldükleri zaman tek
iplik durumuna gelirler. Esnek ve yapışkandırlar.
Bir sinek ne kadar sert çarpsa da kopmazlar. Ağ
yapmak isteyen örümcek, ağ organlarını bacaklarının bir kısmı ile bastırarak ağ maddesinin akışını
başlatır. Örümcekler, iplik deliklerinden çıkan tellerin hepsini toplayıp bir tek tel halinde kullandıkları gibi bunlardan ayrı ayrı incecik tel de yaparlar.
Bir sinek ağa konsa hemen yapışır. Kurtulmak için
çırpındıkça daha da yapışır. İkaz iplikçiği ile avın
yakalandığını anlayan örümcek gelerek avını zehirler. İkaz iplikçiğinin bir ucu ağa bağlı, diğer ucu
ise daima kendisindedir.
Düşme esnasında bir yere taktığı ağ telini, kendisi yere varıncaya kadar uzatabilir. Genç
örümcekler, ağ tellerinin sayesinde uzun mesafelere uçabilirler. Bunun için telin bir ucunu bir yere
bağlayarak kendilerini hava akımlarına bırakırlar. Böylece yerlerinden havalanan örümcekler,
karada 5 km, denizde ise yüzlerce km uzaklara savrulabilirler. Okyanuslardaki ıssız adalarda yaşayan örümcekler, hep böyle havadan gelmişlerdir.
Sonbaharda bol bol rastlanan ağ telleri de uçan
genç örümceklerden kalmıştır.
Düşmanlardan korunma
Ağ yapacak olan bir örümcek, önce yüksekçe bir yere tırmanarak, ağın ucunu bulunduğu
kısma yapıştırarak ipek iplik yardımıyla aşağı süzülür. Gözüne kestirdiği bir dala ulaşarak bağlantı
kurar. Sonra o iplik üzerinde gidip gelerek ağı kalınlaştırır. Daha sonra vücudundan çıkmakta olan
ipliğin bir ucunu ilk ipliğe tutturarak kendisini
boşluğa bırakır. Ağa bağlı halde bir yere varınca,
o ucu vardığı yere yapıştırır. Bu yolla birkaç gidiş
gelişte ağın kaba iskeleti meydana gelir. Bundan
sonra iskeletin merkezi çevresinde dairevi halkalar
yaparak ağı tamamlar.
Ağ örümü çoğunlukla gece olur. Örülmesi
en fazla 60 dakika alır. Ağın ortasında spiral ve
yapışkan bir yer vardır. Diğer iplikçikler kurudur.
Ağlar, genellikle yere dik vaziyettedir. Maksat, uçan arı ve sinekleri yakalamaktır. Her örümcek türünün, kendisine has ağ örme stili vardır.
Ancak dikkati çeken nokta, ağlarda geometrik inceliklerin her zaman varlığıdır. Ağ örme işi örümceklerin, doğuştan kazandıkları bir sanattır. Küçük
bir örümcek, daha önce hiç ağı görmemiş ve örmemiş olmasına rağmen büyüklere benzer ağlar örer.
Bazı örümcekler düşmanlarından korunmak için çeşitli hilelere başvururlar. Güneydoğu
Asya’da bir örümcek türü yaptığı büyük ve dairevi
ağının ortasında durur. Bu duruş örümcek yiyen
kuşlar için kolay bir hedef teşkil eder. Örümcek,
düşmanlarını yanıltmak için birkaç adet sahte ağ
merkezi tesis eder. Yediği avlarının kalıntılarını da
ağ merkezlerine takarak manken örümcekler kullanır. Başka bir örümcek çeşidi de diken ve ağaç
kabuklarından manken örümcekler yapar. Örümcek ağlarının ipleri ipektir. Bu iplikler, aynı çaptaki
çelik telden daha sağlamdır.
UYUŞTURUCU MADELLER
VE ZARARLARI
Uyuşturucu Maddeler Ve Zararları İnsanın Akıl, Zıhın Ve
Vücut Sağlığının En Büyük Düşmanı Olan Uyuşturucu, Kişiyi
Ailesinden, isinden, Toplumdan Uzaklaştırıp, Yalnızlığa,
Bunalıma Ve ölüme Götürüyor...
İnsanın akıl, zihin ve vücut sağlığının en büyük düşmanı olan uyuşturucu, kişiyi ailesinden, işinden, toplumdan uzaklaştırıp, yalnızlığa,
bunalıma ve ölüme götürüyor. Uyuşturuculardan
eroinin bir gramı bile, beyindeki bir milyon hücreyi
öldürürken, ileri derecede kokain kullananlarda da
psikolojik bozukluklar meydana geliyor. Esrar, ‘eroinmanların ilk atlama taşı’ olurken, çok miktarda ve
birden alınan afyon ise, içen kimseyi komaya sokup
ölümüne sebebiyet verebiliyor.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün internet
sitesinde yer alan bilgilere göre, kişinin beyin, sinir,
sindirim ve solunum sistemlerini, ciğer ve böbreklerini, gözlerini olumsuz etkileyen başlıca uyuşturucular şunlar: “Eroin, kokain, esrar, afyon, ecstasy ve
LSD. Uzmanlara göre, vücuda giren bir gram eroin, beyindeki bir milyon hücreyi öldürüyor. Eroin,
uyuşturucu Maddeler arasında en etkilisi, dolayısıyla da en tehlikelisi olup, morfinden iki ila on defa
daha kuvvetli. Eroinin, en çabuk bağımlılık oluşturan uyuşturucu madde olduğunu belirten uzmanlar,
bir-iki denemenin, kişiyi eroin kurbanları arasına
almaya kafi geldiğini bildiriyor.
Eroinin beyaz, gri, koyu gri, fildişi ve kahverengi tonlarda, küçük kristaller halinde veya Un gibi
toz halinde bulunabildiğini ifade eden uzmanlar, saf
halde iken beyaz olan eroindeki bu renk farklılaşmasının, içerisine konulan katkı maddelerinin miktarına göre değiştiğini kaydediyor.
ŞIRINGA VE ÖLÜM
Eroinin burna her çekilişinde damarlarda
çatlama olabileceğini vurgulayan uzmanlar, kurtulma şansının çok az olup ölümün çabuk gerçekleşebileceğini söylüyor. Uzmanlar, eroinin damara şırınga
ile enjekte edilen şeklinin ise en tehlikeli ve ölüme
en yakın olduğunu belirtiyor. Narkotik maddeleri
uzun süre kullananların beyin hücrelerinin dumura
uğradığı, içinde boşluklar ve yağlanmalar oluştuğunun tespit edildiğini bildiren uzmanlar, bu görünüme
ek olarak göz ve beyin kabuğunda ve beyni kaplayan
zarlarda şişme, kanlanma ve küçük kanama odakları,
damarlarda daralma, incelme ve yağlanmanın dikkat
çektiğini ifade ediyor. Uzmanlar, bu tür maddelerden
zehirlenerek ölenlerin beyinlerinde şişme, bol kanama odakları ve hücrelerde yozlaşmanın, önemli bulgular arasında yer aldığını kaydediyor.
EROİNMAN: ‘YAŞAYAN ÖLÜ’
Uzmanlar, eroin kullananlardaki belirtilerle ilgili olarak şunları bildiriyor: “Kalpte çarpıntı
başlar, vücudu kırgınlaşır, diz, bel ve başında şiddetli ağrılar oluşur, iştahı kapanır, çalışma gücünü
kaybeder. Büyük üzüntü yaşar ve buna bağlı olarak
toplumla olan ilişkisini sıfıra indirir. Gözlerindeki
canlılık belirtileri kaybolur, sürekli
olarak dalgın halde bulunup dünya
ile alakası kalmaz. Yaşayan
bir ölüden farksızdır ve tüm bu
olumsuzluklardan kurtulabilmek
için tek kurtuluşunun eroin
olduğunu düşünür”.
BURUN ÇEKME ‘TİK’İ
Kokainin, burundan
çekildikten kısa süre sonra
merkezi sinir sistemini
uyardığını ifade eden
uzmanlar, şunları
kaydediyor: “Kalp vurum
sayısı, kan basıncı ve
solunum artar. Hareket
çoğalır. Kaslarda gerilme
ve kasılmalar olabilir. Bir
süre sonra kokainin, merkezi
sinir sistemi üzerinde uyuşturucu etkisi olur. Kokain
alanlarda bulantı ve kusma
görülür. Uzun süre burundan kokain
kullananlarda, burun çekme biçiminde
bir tik yerleşir.
37
SAĞLIK
‘Eroinmanların ilk atlama taşı’ olarak adlandırılan Esrar, bilhassa zekaya etki
etmesi sebebiyle, ‘zeka zehri’ olarak da adlandırılıyor. Esrar müptelası olan
bağımlılığının, Eroin bağımlılığına dönüşmesi kaçınılmaz son olarak görülüyor.
‘MARAZİ NEŞE’
Az miktarda alınan kokainin coşku, taşkınlık
ve marazi neşe verdiğini ifade eden uzmanlar, miktar çoğalırsa, çeşitli algı yanılmaları görüldüğünü ve
özellikle dokunma halüsinasyonlarının çok sık olduğunu vurguluyor ve şunları ekliyor: “Kokain kullananlar, vücutlarının üzerinde, derilerinin altında
kurtlar yürüdüğünden söz ederler. Kimi kez sinema
şeridi gibi geçen renkli, hareketli görme halüsinasyonları olur. Bilinç bulanıklığı görülebilir. Kişilik ve
karakter değişmeleri ortaya çıkar. Toplum ve ahlak
dışı davranışlar görülür”.
‘BEYAZ SAPLANTISI’
İleri derecede kokain kullananlarda, ‘trip
hali’ denilen garip haller ve psikolojik bozukluklar meydana geldiğini anlatan uzmanlar, “Mesela,
kullandığı maddenin suç olduğunu bildiği için,
devamlı suretle takip edildiğini, evinin kapısında
polisler olduğunu düşünür ve hatta gördüğünü
sanır. Eğer kokaini biterse yoksunluk belirtileri
başlar, maddenin rengi beyaz olduğu için, gördüğü
her beyaz noktaya elini dokundurarak
ağzına veya burnuna götürür. Hatta
bu yaptığı dokunma işini daha da
abartabilir, ‘ben buraya daha
önce kokain koymuştum’ deyip,
kapı kolunu dahi söküp içine
bakar, bu ve buna benzer akla-hayale
gelmeyecek bir çok trip hali
vardır” diyorlar.
‘ZEKA ZEHRİ’ ESRAR
Uzmanlar, başka bir uyuşturucu
olan esrarın ise, ‘eroinmanların ilk
atlama taşı’ olduğunu belirterek,
bu maddenin, bilhassa zekaya
etki etmesi sebebiyle, ‘zeka
zehri’ olarak da adlandırıldığını bildiriyor. Uzmanlar,
esrar kullanıldığında ağzın
kuruduğunu, boğazda
yanma, öksürük, bulantı,
kusma ve ishal görülebildiğini,
gözbebeklerin genişlediğini,
gözün kanlandığını, yüzün
kızardığını, kalp vurumu ve
nabız sayısının arttığını, kan
basıncının yükseldiğini kaydediyor.
‘KÖTÜ YOLCULUK’
Esrar alındıktan sonra, önce, elemle haz
arasında duygu durumu değişikliği ortaya çıktığını ifade eden uzmanlar, kimi kez bunlara algı
ve düşünce değişikliklerinin de eklendiğini vurguluyor. Esrar alındıktan sonra kısa süren hafif
bir canlılık ve uyanıklık olduğunu, bunu kaygı,
sıkıntı ve tedirginlik döneminin izlediğini belirten uzmanlar, bu dönem geçtikten sonra duygulanma ve coşkuda haz yönüne doğru artma olabildiğini bildiriyor. Uzmanlar, diğer belirtileri ise
şöyle sıralıyor: “Aşırı neşe ile birlikte konuşma ve
hareketin artması, çağrışım ve düşünce akışının
hızlanması, algılama ve tasarım gücünün canlanması ve çevreyle ilişkinin artması”.
Esrar kullananların ‘iyi yolculuk’ adını
verdiği, ‘kendini mutlu görme’ durumunun her
insanda ve her zaman ortaya çıkmadığını ifade
eden uzmanlar, çoğu kez bulantı, kusma, endişe, kaygı, sıkıntı ve tedirginlik belirtilerinin ön
planda olduğu ‘kötü yolculuk’ yaşandığını kaydediyor.
CİNSEL SAPKINLIK
Neşe dönemini, algı ve düşünce bozukluklarının bulunduğu dönemin izleyebileceğini
vurgulayan uzmanlar, görme halüsinasyonları
olduğunu, zaman ve mekan algısı bozulduğunu,
iradenin zayıfladığını, cinsel sapmalarla ilgili
davranışlara rastlandığını belirtiyor. Uzmanlar,
‘İçinde kimyasal madde olmadığı ve Bitki olduğu’
düşüncesi ile masum gösterilmeye çalışılan esrar
maddesinin, diğer uyuşturuculara her zaman basamak teşkil ettiğinin unutulmaması gerektiğinin de altını çiziyor.
AFYONKEŞLERİN ‘BALAYI’SI
Afyonun da hangi şekilde kullanılırsa kullanılsın aynı tesiri gösterdiğini söyleyen uzmanlar, başlangıçta varsa ağrıları azalttığını, üzüntülerin kaybolduğunu, sıkıntıların geçtiğini ve
afyonkeşlerin ‘balayı’ dediği, geçici bir keyif hali
başladığını bildiriyor. Fakat bu keyif halinin çok
kısa sürdüğünü ifade eden uzmanlar, ardından
mide bulantısı, baş dönmesi, renk solması, kalp
ve ve solunum yavaşlaması ile birlikte zehirlenme halinin baş gösterdiğini kaydediyor.
SAĞLIK
38
Ecstasy hapını uzun süre kullanan bağımlılarda, karaciğer ve böbreklerin
tıkanarak işlemez hale gelirken, beyinde rahatsızlıklar, yüksek tansiyonla beyin
kanaması, düşük tansiyonla bayılmalar hatta ölümler görülüyor.
FİZYOLOJİK DEĞİŞİMLER
Afyon çok miktarda ve birden alınmışsa, içen
kimseyi komaya soktuğunu ve ölüm tehlikesi belirdiğini vurgulayan uzmanlar, afyon grubu narkotikler, tedavide kullanılan miktarların sınırı içinde verildiklerinde,
etkilerinin ya hemen ortaya çıktığını veya kısa süre
sonra görülen fizyolojik değişmelere sebep olduğunu
belirtiyor.
Uzmanlar, bu değişiklikleri şöyle sıralıyor:
“Dolaşımda yavaşlama, kalp vurum sayısı ve solunum
sayısında azalma, kan basıncında düşme, öksürük
reflekslerinde duyarsızlık, göz bebeklerinde daralma,
görme keskinliğinin kaybolması, derideki yüzeysel
damarlarda genişleme, mide bağırsak hareketlerinde
yavaşlama, bulantı ve kusma, ağızda kuruluk, hareketlerde ağırlık, halsizlik ve yorgunluk”.
Afyon narkotiklerinin birden fazla miktarda kullanılması sonucu zehirlenme tablosu ortaya çıktığını bildiren uzmanlar, “Bilinç kısa sürede kaybolur. Derin uykudan derin komaya kadar değişen bilinç bozuklukları
görülür.
ECSTASY HAPI: BİLEŞİMİ ‘MEÇHUL’
Özellikle dünyada son zamanlarda adından
sık sık söz ettiren uyuşturucunun, kelime olarak İngilizce’deki ‘XTC’ harflerinin yan yana okunmasına
dayandığını söyleyen uzmanlar, Avrupa ve dünyada
belli çevrelerin kullandığı bu kelimenin, toplu olarak ‘Amfetamin’ türevlerinden olan MDA, MDE,
MDMA ve buna benzer başka maddeleri kapsadığını
kaydediyor.
Uygulamada gözlemlenen ve bilimsel olan ve
olmayan yayınlarda Ecstasy konusunda tartışılan en
büyük sorunun, içeriğinin (bileşiminin) kolay anlaşılamaması olduğunu ifade eden uzmanlar, nitekim
tüketim biçimi olan ve ele geçirilen haplardan bunu
anlamanın oldukça zor olduğunu belirtiyor.
Vücut işlevlerini yoğun olarak etkileyen psikoaktif maddeler olan Amfetamin ve türevlerinin,
asıl tehlikesinin, vücudun bilinç altındaki koruma
mekanizmalarını etkisiz hale getirmesindeki özelliğinde yattığını vurgulayan uzmanlar, böylelikle
Amfetamin ve türevlerinin sadece yorgunluk hissini
değil, açlık ve susuzluk hislerini de bastırdığını ve
koruma mekanizmalarında arızalar oluşturduğunu,
mesela, muhtemel kas ağrısını bloke ederek insanın
vücut sistemini yanılttığını bildiriyor.
ECSTASY’NİN ZARARLARI
Ecstasy hapının kullanımı ile birlikte vücuda
yapılan sürekli yüklemelerin asıl tehlikeyi oluşturduğunu ifade eden uzmanlar, vücut ısısının, uzun
süreli ve yoğun hayatın etkisiyle normalden 42 dereceye kadar yükseldiğini kaydediyor. Vücudun, tekrar düzelemeyecek kadar büyük ölçüde su kaybına
uğradığını vurgulayan uzmanlar, bunun sonucunda
kalp ve yüksek tansiyon sorunları, yüksek ateş ve
şok etkileri, kalp ritminde bozukluklar ve merkezi
krampların görüldüğünü belirtiyor.
LSD: ALDATICI RÜYA
Etkili, bir o kadar da tehlikeli bir uyuşturucu
olan LSD (Lisergic Acid Dietilamide)’nin, ilk alındığında, beynin süratle çalışmasını sağladığını vurgulayan uzmanlar, LSD etkisini kaybettikten sonra baş
dönmesi, göz kararması, bitkinlik, sindirim organlarında bozukluk, kusma, baş ağrısı ve uykusuzluk
başlar. Beynin çalışması imkansızlaşır. Kişi bu kötü
durumdan kurtulmak için tekrar LSD almak ister ve
bu kısır döngü böylece devam eder, gider” diyorlar.
İHA
39
TOPLUM
İyilik Kalır
Prof.Dr. Kemal Sayar - Psikyatrist&Psikoterapist
İnsan neden ölümsüzlüğün peşindedir? Neden daha uzun, hatta elimizde olsa sonsuza dek yaşamak isteriz? Yeryüzü eğlencelerinden geri kalmak
istemediğimiz için mi? Dinlerin ve pek çok kültürün
bize ebediyetten ve ölümsüzlükten bahsetmesi ilk
elde insan ruhuyla ilgili bir hakikati ifşa eder: İnsan ruhu öyle bir şeyi arzular, öyle bir hale ermeye
çabalar ki onu dünya hayatında elde edemez. Ruhumuzun menzili, kavrayışımızın ötesindedir. Ruh
devamlılıktan fazlasını arzular, bizi aşan, ötemizde
bir yere varmak ister. Ruhun en derin özlemi olan
gerçek mutluluk, insanın elde ettiği güçte değildir.
Ruh ebediyeti arzular. Bu dünyada olmayanı. İnsan
işte hep bu gerilim hattında yaşar: Ruhun aşkınlığa
duyduğu özlemle bedenin pek sınırlı güçleri arasındaki gerilim hattında.
Aslında insanın peşinde olduğu şey ölümsüzlük değildir. O bütünlüğün, hikmet ve iyiliğin
peşindedir. Bu özlem, bu susuzluk, çürüyen bedenlerin içinde geçirdiğimiz dünya hayatında giderilemez. İnsan dünya hayatında tamamlanamayan bir
varlıktır. O halde ruhun özlemi bu dünya hayatını
uzatmakla karşılanamaz, ‘aynısından biraz daha
fazla’ almak en derin arzularımızı tatmin etmez. Sadece süreklilik duygusu insana mutluluk getirmeyecektir. Bedenin ölümsüzlüğü peşinde koşmak suretiyle ruhun en derin özlemlerine körleşebilir ve bu
hayatı iyi yaşama fırsatını da kaçırabiliriz. Fanilik ve
ölümlülüğü kabul etmekle insan, ‘yaşama ödevi’ni
de hatırlamış olur, iyi yaşamak gerekir, iyiliğin peşinde koşmak gerekir, ruhlarımızın iyiliği için ihtimam göstermek gerekir.
Ancak ölümlü olmamızladır ki soyluluğa kulaç atarız. Cesaret, sabır, cömertlik, adalete adanmışlık, ruhun büyüklüğü. Bütün bunlar, bizi soylu
ve iyi olan uğruna, bir an için sıradan varlığımızdan
ayırıp çok ötelere taşır. Korkulardan sıyrılır, bedenin zevklerinden sıyrılır, ihtiyaçlar dünyasından
ruhumuzu azat ederiz. Böylece erdemli bir hayata
yükseliriz. İyi bir hayata. Yaşanası bir hayata. İnsan ölümsüz olsaydı, güzellik ve
erdemin peşinden
koşacak mıydı?
Eğer ölümsüz olsaydık sevebilecek miydik?
‘Ölüm güzelliğin anasıdır’ demiş şair. Hayatın bir sonu
olduğunu, dünyadaki varlığımızın geçici ve kırılgan
olduğunu bildiğimiz için güzelliğe sevdalanırız. Güzel
bir şeyler ortaya koymak isteriz, güzelliğin çürümekten
geri duracağına inanırız. Ama bir gül, günü geldiğinde
solduğu için bize güzel görünmez mi? Onun gönül alıcı
kızıllığı biraz da bu yüzden okşamaz mı ruhumuzu?
İnsan faniliğin farkına varmakla varlığın her
bir dakikasının sorumluluğunu fark eder. İnsan sonlu
ve ölümlü olmasaydı eğer, hiçbir şeyi elinden kaçırmış
olmayacaktı. Ancak ölümlü bir varlık için hiçbir olay tamamen aynı şekilde iki kez vuku bulmaz.
Yüce Allah, kitabında ‘Her şey belirlenmiş bir
vakte kadar akar’ buyuruyor. Ölüm hayatın meyvesidir,
hepimiz hayatımız boyunca hazırladığımız bir ölümü
tadarız. Bu satırları yazıyorum çünkü bilinsin istiyorum
ki dünyadan geriye iyilik kalır. İyilik ölümsüzdür. İnsan
ancak iyilik ve güzelliğe râm olarak ölümsüzlüğü tadabilir. Bu satırları yazıyorum diye ağlamıyor muyum?
‘Kan ağlasın bu dide-i dürbarım ağlasın’ demiyor muyum Galip Dede gibi? ‘Eyvah elden o gül-i handanım
aldı mevt’ diye sızlanmıyor muyum? Latif bir insan, bir
gün ofisime kadar geldi ve kulağıma bir güzel söz fısıldadı. ‘Kadere iman eden kederden kurtulur’. Hasreti
yâr edindiğim günlerde, iyiliğin kanatlarıyla nice insan
teselliye geldi. Kimi dinledi, kimi kendi tecrübesini anlattı, kimi elektronik postalarla acımı paylaştı.
Dualarla, insanın acısını hafifleten yüce
sözlerle ruhuma pansuman yaptılar.
İyilik kalır. Galip Dede’nin
duasını, yâr-ı gârım, bu dünya
mağarasındaki arkadaşım,
sevgili babam için tekrar
ederek bitiriyorum :
‘Kutlu kabri
o Ay’a
mübarek
olsun; Allah, şefaat
makamına erişmeyi
ona kolaylaştırsın... Zaman’ın
aşıklara âdeti daima budur.
Buluşup kavuşmayı meydana
getirmesi bile ayırmak içindir; zehri
yutulmaz; harareti yüzünden ağza
alınmaz. Benim gördüğüm bu yokluk
yurdunun yokluğudur; kalan ancak
Allah rızasıdır; ebedîlik ancak Allah’ındır’.
Yüreğimde Arındırıyorum Ateşi
Yalnızlık düşüyor beyaz sayfalara. Çığlık
çığlığa... Yüreğim suskun, yorgun bedenim suskun. Yağmur gibi coşmak, sel gibi taşmak istiyorum. Gökyüzüne karışıp uçmak istiyorum. Kalemimden dökülen kelimeler sanki içimde kaynayan
ırmakların, kopan fırtınaların tek tercümanı. Beni
anlayan tek dost, kalemim ve kâğıdım sanki.
Yaşamak çok zor, hayatsa yaman. Bir muamma buradaki hayat. Özgürce haykıramıyorum
düşüncelerimi, yalnızlığımı. İçimde kördüğüm
oluyor kelimeler, cümleler. Yoruldum artık içimdeki savaştan. Beynimle kalbim çatışıyor büyük
hararetle. Ne beynime söz geçirebiliyorum ne de
kalbime. Çektiğim bu azap bu keder. Ne olacak
bunun sonu? Nereye varacak bu ızdırap? Hazan
sarsa dört yanımı biliyorum düşlerim karanlığın
gölgesinde kalacak. Bir damla gözyaşım günahlardan arınmış acı dolu bir çığlık...Minik serçe misali.
BULDUM
Buldum...
Neyi sorusuna cevap
Kendini bul önce kendini
Soru sorma aynalara
Aynalar küsmüş mü sana
Zor olan bu olsa gerek
Uyumak mı kalan
Yoksa gözlerin kapanması mı
Kalan
Düşlerimde bile yaşanmışlığın acısı var.
Gecenin yağmuru fikirlere tazelik veriyor ya hani,
karanlık geceye düşüncelerim aktı. Beni bekleyen
sıcaklık alacakaranlıkta tiz kesiliyor süzen yaşlarla birlikte. Hüznün bitmez yüzü. Aklımda bir sürü
soru. Neden, niçin, nasıl? Peki ya cevapları? Kim
verecek... Kimse! Kendimden başka kimse...
Karanlıklar güzelse
Susuyorum. Çığlık çığlığa hem de içim içime bağırıyorum. Kimse duymuyor, görmüyor bendeki
bu acıyı. Kendimle konuşuyorum, kendimle kavga ediyorum. Çatlak karanlığın içinde kayboluyorum. İçim kar alev... Yanardağ misali...
Doğru olan mı yalan
Ama bu bendeki yangını ben onunla mutluyum.
Yüreğimde arındırıyorum ateşi..!
Meltem UĞURLU
Karataş Kadın Kapalı
Ceza İnfaz Kurumu - Hükümlü
Aydınlık ne gerek sana
Gel sevelim biz bizi
Biz bizi yeteriz illaki
Sevgi mi yalan aşk mı yalan
Yoksa yalan mı geriye kalan
Ahmet Emin TUNCER
Fethiye T Tipi Kapalı
Ceza İnfaz Kurumu -Hükümlü
BİR ŞANS DAHA VERİRSE...
Eşyaların maddi değerlerine değil,
anlamlarına değer verirdim.
Ormanın yalnız orman, ağaçların yalnız ağaç
olmadığını herkese anlatırdım
Yanan bir dalı söndürmeye çalışmakla kalmayıp,
külünü denize atmasam da, toprağa gömerdim.
Her soluduğum nefeste önce onu verene daha sonra
o temiz havaya şükranlarımı sunar,
beraberliğimizin tadını çıkarırdım.
Nefretimi buzun üzerine kazır, güneşin çıkıp onu
eritmesini beklerdim.
Aşk içinde yaşardım ve aşkımı herkese ilan ederdim.
Doğaya, Güneş’e ve Ay’a
Gün geçmezdi ki karşılaştığım tüm insanlara onları
sevdiğimi söylemeyeyim.
Gerekirse özür dilerdim geçmişten,
Daha önce önemsiz gördüğüm, tüm küçük şeylerden,
Kurduğum ve gerçekleştirdiğim hayallerimden,
Kırdığım kalplerden,
Gülümsediğim simalardan,
Uyanamadığım sabahtan,
Açamadığım kapıdan,
Yıkamadığım tabudan,
Beni anlatamadığım benden,
Geçen 29 yıldan,
Kul olamadığım Rabbim’den,
ÖZÜR DİLERİM ...
Garip BAŞKIR
Hatay E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu -Hükümlü
Unutulmuş bir zafer:
Kutü’l-Amare Kuşatması
Gölgede kalan ve hatta biraz da unutulan bu zafer, “Britanya tarihinin en aşağılık şartlı teslimi” olarak
hafızalarda yer edindi. İngilizlerin Kumandanı General Townshend; “Kutü’l-Amare ve Cehennem eğer
benim olsaydı, herhalde Kutü’l-Amare’yi satar, Cehennemi muhafaza ederdim” der.
Osmanlı İmparatorluğu’nun, Birinci Dünya
Savaşı’nda savunma yapmak durumunda kaldığı
cephelerden biri de bölgede bulunan petrol yatakları
sebebiyle İngiltere’nin hedefi haline gelen Irak oldu.
İşgal hazırlıklarına Eylül 1914’te başlayan İngiltere,
Bahreyn adalarında topladığı Hintli ve İngilizlerden
müteşekkil Irak Sefer Kuvvetleri’yle 22 Kasım 1914’te
Basra’yı işgal etti. General John Nixon komutasındaki bu kuvvetlerin saldırısıyla, yaklaşık dört yüz
yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan Irak’ta planlı bir
şekilde ilerlemeye başlayan İngiliz-Hint birliklerini
durdurmak için Süleyman Askeri Bey görevlendirildi. Yeterli miktarda askerin bulunmadığı cephede,
Trablusgarp’ta olduğu gibi yerli Arap milislerle örgütlenmeye çalışan Süleyman Askeri Bey, Basra’ya
yapılan Şuaybe hücumunda mağlup olunca intihar
etti. Bu sırada Nasıriye ve Amare’yi ele geçiren İngilizlerin başında, gelecekte Mondros Mütarekesi için
İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında arabuluculuk
yapacak olan General Charles Townshend vardı.
Kendisi ilerlemeyi tehlikeli görmesine
rağmen bir an önce Bağdat’ın ele geçirilmesini
lüzumlu gören üstlerinin emriyle harekata devam eden General Townshend, 29 Eylül 1915’te
Kutü’l-Amare’ye girdi. Osmanlı kuvvetleri ise
geri çekilerek Albay Sakallı Nurettin Bey komutasında “Selman-ı Pak”ı tahkim etmeye başladı. Tahkimat sürerken cepheye Enver Paşa’nın
amcası Mirliva Halil Paşa’nın bir kolorduyla
gelmesi, kötü gidişatı tersine çevirdi ve General
Townshend, 4500’den fazla kayıp vererek Kutü’lAmare’ye ricat etti.
Dicle Nehri sahilindeki bu kasaba coğrafi konumu
sebebiyle İngiliz-Hint ordusu için adeta bir kapandı. Burada mevzilenmekten başka çaresi kalmayan
General Townshend, kasabayı tahkim ederken,
Mirliva Halil Paşa ise kuşatma çemberini kapatmak için birliklerine manevra emri verdi.
Düşmanın içinde bulunduğu durumun farkında olan Mirliva Halil Paşa, çemberi kapattığı
sırada İngilizlere teslim olmaktan başka çareleri
olmadığını bildirdi. Bu teklifin reddedilmesi üzerine
de 7 Aralık 1915’ten, 29 Nisan 1916’ya dek sürecek
olan 143 günlük Kut Kuşatması başladı. Kuşatma
hattını yarmak için girişimlerde bulunan General
Townshend, sadece Osmanlı askerleriyle değil kendi
ordusu içinde meydana gelen sorunlarla da mücadele etmek zorunda kaldı. Çünkü 6.Tümenin içinde
bulunan Hintli askerler, özellikle Müslüman Patanlar din kardeşleri olan Türklere karşı savaşmak
istemedikleri için disiplin sorunlarına, firarlara ve
isyanlara sebep olmaktaydı. Bildiriler yazdırarak
Müslüman askerleri Halifenin ordusuna katılmaya
teşvik eden Mirliva Halil Paşa, gayri Müslim askerleri de İngiliz emperyalizmi üzerinden isyana davet
etti.
Bu sırada, Basra üzerinden gelecek İngiliz kuvvetlerini durdurmak için gerekli tedbirler
alınırken Başkumandanlık Genel Karargâhı İran,
Irak ve Musul’daki kuvvetlerden müteşekkil iki tümeni VI. Ordu haline getirerek Alman Mareşal Von
Der Goltz Paşa’nın emrine verdi.
43
TARİH
Teslim şartları için görüşmelere başlayan General Townshend, Mirliva Halil Paşa tarafından latife
olarak telakki edilen bir rüşvet teklifinde bulundu. Townshend, ordusuyla beraber serbestçe çıkmasına
müsaade edilmek şartıyla Kutü’l-Amare’nin teslimini teklif ve buna mukabil ne kadar topu varsa
bunları ve nakit olarak bir milyon lira vereceğini vaad etmişti.
Cephe Grup Kumandanlığı’na ise Mirliva Halil Bey
atandı. İngiliz Komutanlığı ise Townshend kuvvetlerini kurtarmak için General Fenton Alymer’le bazı
girişimlerde bulundu ise saldırılar püskürtüldü. 22
Mart 1916’ya gelindiğinde Times Gazetesi, Townshend’ın durumunun son derece tehlikeli olduğunu
yazmaktaydı.
ruh zabitler ve askerler iki üç gün bakılmaksızın
kalmaktadır. Mecruhların yaraları ancak iki üç gün
sonra tedavi-i iptidaiye nail olmaktadır. Dicle’den
aşağı inen vapurlar mecruhlar ile dolu bulunmaktadır. (Bombay)a gelen mecruhların ahvali son derecede fenadır. Bardaktan boşanırcasına yağmakta olan yağmurlardan yaralar tefessüh etmektedir.
Hem Kutü’l-Amare’deki hem de onlara yardıma gönderilen İngiliz ordularının ağır zayiatlarla neticelenen başarısızlığı, Kutü’l-Amare’de erzakın azalmasına bağlı olarak açık ve hastalıklara
neden oldu. Sebze, meyve ve konservelerin tükenmesi üzerine önce öküzler yendi. Bunlar da bitince
İngiliz askerleri at ve katırları yemeye başladılar.
Dini inançları gereği bunları yemeyerek aç kalan
Hintli askerlerin sağlığı ise günden güne kötüleşti.
General Townshend, Hintlilere at eti yedirebilmek
için Hindistan’daki İngiliz yetkililerden at eti yemenin caiz olduğuna dair dini liderlerden fetvalar
alırdı ancak at eti yemeyi reddeden Hintli askerler
güçten düştüler.
Bu kötü durum İngiliz komuta kademesinde değişikliklere ve İngiliz kamuoyunda tepkilere neden olurken, hala kendisine yardım geleceği
ümidinde olan General Townshend, Halil Paşa’nın
yaptığı ikinci teslim teklifini: “Türkler muharebe
sırasında daima iyi asker ve necip insanlardır fakat ben henüz teslim olmayı düşünmüyorum” diyerek reddetti. İngiliz karargahı her şeye rağmen
kuşatma altındaki kuvvetlerine cephane ve yiyecek
ikmali yapabilmek için daha önce denenmemiş yollara başvurmaya başladı. Dünya savaş tarihinde
ilk defa olarak 15-29 Nisan 1916 arası Short 184 tipi
225 beygirlik deniz uçakları ile havadan yardım
yapmaya çalıştı. Kuşatma altındaki İngiliz ordusu
için son yardım girişimi ise 12 Nisan 1916 gecesi
Felahiye’den gönderilen 270 ton erzak ve çeşitli silahlar ve üç makineli tüfeğin, kaptanı ve mürettebatıyla birlikte etkisiz hale getirildiği “Julnar Vapuru” yla yapıldı. Irak’ta uğradığı son hezimet üzerine
İngiliz Genel Komutanlığı, Kutü’l-Amare’de Halil
Paşa ordusu tarafından tecrid ve muhasara edilmiş
olan İngiliz askerinin kurtarılması için artık ümit
kalmadığından General Townshend’e başının çaresine bakmasını emretti.
Kutü’l-Amare’de savaşan İngiliz askerlerinden Lan Martin de yazdığı mektuplardan birinde
bu durumu: “İlk atı yaklaşık 3 hafta önce kestik. O
günden beri günde 20 tane kesiyoruz. Etimiz vardı
ama et değildi. At kıyması, çömlekte pişmiş at çorbası, tıka basa at eti. İngiliz askerleri katır veya at
eti yemeyi reddeden Hint taburlarından daha iyi
dayanıyor.” şeklinde anlatmaktaydı. Bu durum gazeteler aracılığı ile Osmanlı kamuoyunca da dikkatle takip edilmekteydi. Örneğin Tercüman-ı Hakikat
Gazetesi, Times Gazetesi’ne dayanarak: “Times Gazetesi Irak’taki vaziyet hakkında neşr olunan son
işarat-ı resmiden bahisle Dicle havalisindeki İngiliz kavası vaziyetin birçok endişelere bais olduğunu itiraf eylemektedir. Aynı gazete, Iraktaki İngiliz
heyet-i seferiyyesinin idaresindeki yolsuzluk ve intizamsızlık hakkında bir makale neşr edip diyor ki:
“Dicle ile Fırat arasındaki sahne-i harekattan pek
acı şikayetler aldık. Bilhassa Hükümet-i Hindiyye
memurlarından pek ziyade şikâyet ediyorlar. İhtiyacat-ı harbiyyenin teşkilatı ve tedariki mesuliyeti
hususunda memurin-i Hindiyye, Londra Harbiye
Nezareti’yle müşterektir.
Bize vaki olan ihbarat ve şikayat, sıhhiyenin
tamamiyle iflas eylediğini isbat ediyor. Ağır mec-
Teslim şartları için görüşmelere başlayan
General Townshend, ordusunu kurtarmak için son
bir hamle olmak üzere Mirliva Halil Paşa tarafından latife olarak telakki edilen bir rüşvet teklifinde
bulundu. Bu teklif İngilizlerin ünlü casusu Arabistanlı Lawrence, tarafından ikinci kez tekrarlandı
ise de reddedildi. Halil Paşa’ya yapılan rüşvet teklifi Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde: “Townshend’in
kurtulmak için ettiği teklif” başlığıyla ve “General
Townshend, ordusuyla beraber serbestçe çıkmasına müsaade edilmek şartıyla Kutü’l-Amare’nin teslimini teklif ve buna mukabil ne kadar topu varsa
bunları ve nakit olarak bir milyon lira vereceğini
vaad etmiş ise de bu gülünç teklif bi’t-tabi derhal
reddedilmiştir.” Satırlarıyla Osmanlı kamuoyuna
duyuruldu.
TARİH
44
Çanakkale’de Türk süngüsünün acısını çeken İngilizler bu defa da Irak’ta yine aynı elemi fakat bu
defa daha vasi bir mikyasda his ettiler.
Neticede General Townshend, İngiliz Karargâhı’na gönderdiği telgrafla onay aldıktan sonra
ordusuyla birlikte 29 Nisan 1916’da kayıtsız şartsız
teslim oldu. Yerli ve yabancı basında geniş yankı
uyandıran zafer, Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde “İngilizlerin Tarihi En Büyük Felaketi” başlığıyla manşet oldu. “Kutü’l-Amare’de mahsur bulunan
13000 mevcutlu General Townshend ordusunun
bugün esir-i harb olarak teslim alınmaya başlandığı Başkumandanlık Vekalet-i Celilesi’nden işar
olmağla ahali-i muhteremeye ilan olunur. Türk ordusu bugün Osmanlı bayrağını yine yeni bir şan ve
şerefle ila etti. Birkaç günden beri İngiliz menabiinden gelen haberlerde İngilizlerin memleketleri efkâr-ı umumiyyesini Kutü’l-Amare’nin sukutuna hazırlandıklarını ihsas ediyordu. İngilizlerin korktuğu
ve bizim büyük bir atşanla beklediğimiz bu akıbet
nihayet tahakkuk etti. Ve Çanakkale’de Türk süngüsünün acısını çeken İngilizler bu defa da Irak’ta yine
aynı elemi fakat bu defa daha vasi bir mikyasda his
ettiler. Yekdiğerini takib eden bu hezimetler artık
İngiliz necm-i ikbalinin sönmek üzere olduğunu vazıhan gösteriyor.”
Şeklinde haber olan zafer, yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da sevinçle karşılandı ve başta Almanya İmparatoru olmak üzere, Avusturya Kralı,
Saksonya Kralı gibi müttefik devlet başkanlarından
tebriknameler geldi. Hatta Kutü’l-Amare muzafferiyeti üzerine Viyana şehri Türk bayraklarıyla donatıldı.
Gölgede kalan ve hatta biraz da unutulan
bu zafer, “Britanya tarihinin en aşağılık şartlı teslimi” olarak hafızalarda yer edindi. Burada uğradığı
hezimeti hiçbir zaman unutmayan General Townshend hatıralarına “İngiltere Hükümeti bana bir ay
dayandığım takdirde kurtarılacağımı vaat etmişti,
ben beş ay dayandım ve fakat ne yazık ki verilen söz
tutulmadı… Kutü’l-Amare ve Cehennem eğer benim
olsaydı, herhalde Kutü’l-Amare’yi satar, Cehennemi
muhafaza ederdim” derken, İngiliz askerlerinden
William Spackman, “Herkes kahrolmuştu. Korkunç
bir değersizlik hissi veren o teslim olma sabahını
asla unutmayacağım. Teslim olmanın melankolik
işlerini yapmaya başladık. Zavallı topçular gururla
baktıkları silahlarını parçalara ayırırken bazıları
gözyaşlarını tutamıyordu. Türkler öğleyin geldiler
ve mevzileri devraldılar. Babil’in sularının kenarında oturduk ve ağladık.” Diye yazdı. Kuşatmayı
bizzat yaşamış İngiliz subayları ise yıllar sonra İngiltere’de “Kut Cemiyeti”ni kurdular.
www.dunyabulteni.net
6’ncı Ordu
Komutanı
Halil Paşa ve
Karargahındaki
Subaylar
45
TOPLUM
Neden Yardımsever Olmalıyız?
Insanlık Duygusu
İnsan olmak, insanın gücünün farkına varması demektir. İnsan gücünün farkına varırsa
kendisinden ekonomik, bilgi veya sosyal statü gibi
nedenler ile daha güçsüz olanlara yardım etmesi
gerektiğine inanarak insanlara yardım eder. Kısaca
Yardımsever olmak insan olmanın en önemli nedenidir.
İnançlarımız
Müslüman olmamızın temel nedenlerinden
bir tanesi başkalarına yardım etmektir. Bir Hadiste
Peygamberimiz (S.A.V.) “İnsanların en iyisi insanlara en çok yardım edendir” diyerek, yardımsever olmanın önemini belirtmiş ve “Gülümseyerek bile olsa
din kardeşine yardım et” diyerek gülümsemenin bile
yardım olduğunu vurgulamıştır.
Ahlaki Değerler
Her ahlak değerinde kötü alışkanlıklardan
uzak durmak kadar başkalarına yardım etmek de
övülmüştür. Çevremizde güzel ahlaklı tanınmak istersek yardımseverliğimiz bu ünvanı almamız için
yeterli olur.
İnsanlık Sevgisi
İnsanı sevmek demek ona yardım etmek demektir. Ama onu aldatmadan… İnsanlara yardım
edeceğimizi söyleyerek yardım etmemek ve alay etmek insanı değerlerimizin zayıf olduğunu gösteren
bir tutumdur ama kendisini büyük sanan insanlar
ne yazık ki bu basit ve seviyesiz insanları aldatma
alışkanlıklarına sahiptirler. Yardım etmeye gücü
olup da başkasına yardım etmeyen hatta alay edenlerin toplumda ve Allah tarafından cezalandırılacağı
da belirtilmektedir.
Yardıma Muhtaç Olabiliriz
Gün gelir bizlerde yardıma muhtaç olabiliriz.
“Zamanın kime dost kime düşman olacağı bilinmez”
genel yargısı gereği bir gün bizimde yardıma muhtaç
olacağımızı düşünerek başkalarına yardım etmemiz
de yardımsever olmamızın bir nedenidir.
Paylaşmak Erdemliliği
İnsan olmanın zevkini tatmış insan malını, bilgisini
ve sevgisini buna ihtiyacı olanla paylaşmaktan her
zaman erdem kazanacağını ve bu paylaşımın en büyük zenginlik olacağına inanarak yardımsever olmalıdır.
Veren El, Alan Elden Üstündür
İnsana almak kolay vermek zor gelir. Vermek
ile var olduğumuzun farkına vararak “Veriyorsam
varım yardımseverim “ sevincini yaşamak için yardımsever olmalıyız
Yardımsever İnsan Uzun Yaşar
Yapılan araştırmalar yardımsever insanların
genelde yardım ettikleri zaman yaşadıkları mutluluk
ile daha uzun yaşadıkları saptanmıştır. Bunun bilincinde olarak yardımsever olmalıyız.
Yardımsever İz Bırakır
Yardımsever insanları toplum ve kamuoyu
tanıyarak onlara bir başka sevgi ve saygı gösterirler.
Yardımsever insanlar da hem Allah’ın hem de toplumun sevgisini kazanarak bir taş ile 2 kuş vurmuş
olmazlar mı?
Yardımsever İnsanların Yardımsever
Çocukları Olur
Genelde yardımsever olan insanların çocuklarının da yardımsever oldukları ve insanlara yardım
eden insanların yardımsever insanların arasında çıktıkları tespit edilmiştir. Bu da en büyük neden olamaz mı yardımsever insan olmak için?
KİTAP ÖNERİLERİ
Kitap okumak
beyni güçlendirmekle
birlikte anlama ve
algılamayı kuvvetlendirir.
Geleceğe Gülümse
Sıtkı ASLANHAN
Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gideceğiz? Bu dünyaya gereksiz
yere gelmedik. Boşuna nefes alıp vermiyor, lüzumsuz bir hayat yaşamıyoruz. Bu
hayatın bir anlamı, bir nedeni olması lazım... Duyarlı gençliğin hayatının da duyarlı olması lazım...
Bu kitap, siz gençlerin hayat yolculuğuna kimi zaman hikâyelerle kimi zaman tecrübelerle kimi zaman da nasihatlerle ışık tutan bir rehber olacaktır.
Çiçeklerimi Rüzgara Verdim
Debbıe MACOMBER
En iyi intikam yaşamaktır... Yaşamlarında yeni bir dönemece giren, üç
nesilden üç farklı kadının, duygu kokan hikâyeleri... Kaderin size gülmediğini
düşünüyorsanız, birilerinden yardım beklemek yerine iç sesinizi dinlemenin
vakti gelmiş demektir. Çiçeklerimi Rüzgâra Verdim, gönüllerde özel bir yeri
olan ilk aşkları, tebessümle hatırlanan ilişkileri ve gençliğin saflığa bürünmüş
heyecanlarını, kısaca hayatın desenini yüreklere işleyen bir roman.
İnsanlık Vazifelerimiz
Ragıp GÜZEL
İnsana bütün isimler öğretilmiştir. İnsan, Allah Teâlâ’nın lütfu ve inayeti
sayesinde hâlini anlatan, ihtiyaçlarını görebilen, medenî yaşayışla huzur bulabilen bir ortama kavuşmuştur. İnsan olmak en büyük nimettir.
İnsan başıboş bırakılmamıştır. İnsanı yaratan yüce Yaratıcı, onun nasıl
hareket edeceğini öğreten rehberler ve planlar da lütfetmiştir. Allah Teâlâ insana
o derece önem vermiştir ki; yüzyirmidörtbin peygamber, dört büyük kitap ve yüz
suhuf hep insanlık için gönderilmiştir. Kutsal kitabında her âyetini, her sûresini
değerli insanlığa yol gösteren bir kılavuz yapmıştır.
İncir Tadında İyilik Öyküleri
En son ne zaman hiç karşılık beklemeyen bir iyilikle karşılaştınız?
Sıcacık hikâyeler, kısa anekdotlar, umut vadeden sözler, biyografiler ve incirli
tariflerle renklendirilmiş harikulade bir öykü kitabı…
İncir Tadında İyilik Öyküleri, üslubu ve içeriği ile hayattaki küçük iyiliklere
şahit olmak isteyenler için…
- Okudukça tam da ihtiyacınız olan iyimserliği kalbinizde duyacağınız öyküler
- Tolstoy’dan Oblomov’a yerli yabancı yazar ve romanlardan esintiler
- Ve hayatın her ânına bir iyilik serpiştirmeye niyetlenenlere incirli tarifler.
KİTAP ÖNERİLERİ
Okuyanın düşüncesi
ve konuşması çok farklı
olup toplumda kabul
görülür bir kişiliğe sahiptir.
Benlik, Bilinç ve Vicdan
Gürsel TOKMAKOĞLU
Gürsel Tokmakoğlu’nun ikinci kitabı...
Tokmakoğlu bu kitabında vicdanıyla bir konuşma yapıyor ve insanoğlunun
benlik ve bilinci ile vicdanı arasındaki korelasyon hakkında özgün düşünceler
ortaya koyuyor.
Bir nevi insanın kendisiyle hesaplaşması...
En Büyük İnsancıl Özlem
Hanri BENAZUS
Sizler İnsanlarla bir “Dayanışma” içine girmiyor ya da giremiyor veya
girmek istemiyorsanız, içinde yaşadığınız toplumda “Dayanışmanın olmadığından şikayetçi olamazsınız.
Yine sizler insanlarla mutlak bir “Yardımlaşma” gereğine inanmıyor ya
da bunu uygulama gereği duymuyorsanız, içinde yaşadığınız toplumda bir “Yardımlaşma” olgusunun noksanlığından bahsedemezsiniz.
Yardım Etmenin Düzenleri
Bert HELLİNGER
“Biz insanlar her bakımdan başkalarının yardımına muhtacız. Ancak
bu şekilde kendimizi geliştirebiliriz. Öte yandan, başkalarına yardım etmeye
de muhtacız. Kendisine ihtiyaç duyulmayan, diğerlerine yardım edemeyen
insan yalnızlaşır ve körelir.”
Lakin “yardım” da başlı başına, belirli düzenleri olan bir sistemdir. Bu
düzenlerin ihlali ise iyileştirici çözümler yerine yaralayıcı sonuçlar doğurabilir.
Toprak Ana Cengiz AYTMATOV
Erkekleri askere alınan köylerde geride kalanların çektiği sıkıntılar etkileyici bir üslupla anlatılır. Eldeki yetersiz yiyeceğin muhtaç olandan
başlanarak dağıtılması, dört gözle beklenen hasat zamanları, umutların hasat
zamanına ertelenmesi, savaş yüzünden ürünün hemen hepsinin merkezden
istenmesi, boşa çıkan umutlar, yine açlık, sefalet, bir yandan cepheden gelen
ölüm haberleri, umutsuz bekleyişler, savaşın uzun sürmesi üzerine aşağı çekilen cepheye çağrılma yaşı, yine gidenler, ayrılıklar, gözyaşları...
Bunda da Bir Hayır Var!
Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan
itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu
da beraberinde götürürdü.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının,
ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
‘Bunda da bir hayır var!’
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala
veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık
yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.
Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi: ‘Bunda da bir hayır var!’
Kral acı ve öfkeyle bağırdı: ‘Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?’
Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken
bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve
köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da
odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.
Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler.
Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu.
Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla,
kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan
kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana
koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
‘Haklıymışsın!’ dedi. ‘Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış.
İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.
Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi.’
‘ Hayır’ diye karşılık verdi arkadaşı. ‘Bunda da bir hayır var.’
‘Ne diyorsun Allah aşkına?’ diye hayretle bağırdı kral. ‘Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın
neresinde hayır olabilir.’
‘Düşünsene, ben zindanda olmasaydım,
seninle birlikte avda olurdum, değil mi?’
Hayatı Değişenler
DEĞİŞİM
Yaşam geniş bilgi birikimini ve var olan bilgiler arasında sağlam ilişkiler
kurma becerisini gerektirir. Bireysel
anlamda sağlıklı kişilerin değişiminde
okuma alışkanlığının payı büyüktür. Yalnız,
bireyler bilgisini güncel tuttuğu sürece değişime
ayak uyduracak ve başarılı olacaktır. Değişebilen
insanlar çağdaş yaşama ayak uydurabilirler. Televizyon karşısında geçirdiğimiz zamanın onda
birini okumaya ayırabilsek, uygar dünyanın gündelik olaylarına; Kültürel, politik, ekonomik yanlarına yorum getirebilir ve her gün kendimize
yeni değerler katarak değişimi hızlandırabiliriz.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) “iki günü eşit olan
ziyandadır” der. O halde neden şimdi değişimi
başlatmıyoruz? Yattığımız yerden doğrulmalı,
oturduğumuz yerden sıçramalıyız. Her insan
ve durum farklıdır; Her insanın da kendine has
özel yetenekleri ve keşfedilmemiş yanları vardır.
Hayatın bizlere sunulan en değerli ve en büyük
armağan olduğunu unutmamalıyız. İnsanlar
düşe kalka gelişir ve deneyim kazanırlar. Birkaç
fırtına atlatmış bir denizci ile ilk defa denize
açılan denizci aynı olur mu? Bizler fırtına atlatmış deneyimli denizcileriz. Acı; gücün temel yapı
taşlarındandır. Bizler yıkık binalar olabiliriz, yıkılan binanın enkazında toz duman olacağımıza;
hemen silkelenip tozu toprağa, tozu daha sağlam
binaya dönüştürmeliyiz. Sürekli şikâyet ederek
çığlık atan insanlar, etrafındaki sesleri duymazlar ve avuçlarındaki anahtarın farkına varamazlar. Düştüğümüz kuyudan bizleri kurtaracak
yegâne şey, nitelikli bilgiye ulaşarak değişim
gerçekleştirmektir. Bu da ancak okuyarak, öğrenerek başarılabilir. Edindiğimiz bilgileri aşağıdan yukarıya tek tek basamak yaparak, ancak
bulunduğumuz kuyudan çıkarak gün ışığına
kavuşuruz. İnsan bulunduğu yerde ve şartta iyi yaşamaya güdülenmelidir, yük
sek içsel güdülenmeye sahip, kendi
yetkinliğine inanan bireyler hayatta
başarılı ve etkin olurlar. Yaşam
çok boyutlu bir süreçtir, dola
yısıyla zihinsel değişimi zorun
lu kılar. Cezaevine girdiğim
de; ilkokul beşinci
sınıf mezunuydum.
Eğitim seferberliğine katılarak;
ortaokul, lise diplomalarını aldım,
YGS’ye katılarak iyi bir puanla, Açık
Öğretim Fakültesinde okumaya hak
kazandım. Şu an ikinci sınıfta okuyorum.
İngilizce, aşçılık, elektrik, bilgisayar... sertifikaları aldım. Bir roman ve bir de şiir kitabı yazdım.
Henüz bastıramadım. Küçük ayrıntılar
giderildiğinde bastırmayı arzu ediyorum. Ardıma baktığımda keşke! demek istemiyorum. Artık
dümende ben varım. Hayatın kontrolü senin
elinde değilse asla mutlu olamazsın.
Geçen süre zarfında birçok şey öğrendim; selamete çıkmak için sabırlı olmayı öğrendim, sıcaktan ve soğuktan şikâyet ederken,
yatalak insanı gördüğümde, şükredecek çok
şeyim olduğunu öğrendim. Bu kadar yol almışken henüz yolun başında olduğumu öğrenim ve
değişimin ömür boyu süren bir etkinlik olduğunu öğrendim. Bilginin kocaman okyanus, bendeki bilginin bir köpük dahi olmadığını öğrendim.
“Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir”
diyen ünlü düşünürlerin varlığını öğrendim...
Eğer bizler üretken ve ısrarcıysak her
çevrede ve her toplumda harekete geçirecek
kaynaklar mutlaka buluruz. Büyük ölçüde kendimi değiştirdim; Kitap okumak, ders çalışmak,
yazı yazmak, spor yapmak ...derken zamanımın
büyük çoğunluğunu dolu dolu geçiriyorum.
Uğraşlarımdan büyük keyif alıyorum. Şu
an durduğum yer sekiz yıl önce durduğum yerden çok farklı. Değişimi hayatımın her alanında
hissediyorum. Sokrates’in dediği gibi; Her şey
değişir değişmeyen tek şey değişimin kendisidir”
ve etrafım yavaş yavaş aydınlanıyor.
Yılmaz KOCA
Gümüşhane E Tipi Kapalı C.İ.K-Hükümlü
YAŞAM
50
Baktığında
İnsanı Gören Kurumlar:
Ekmek
İsrafı
Vakıflar
Ülkemizde günde
Özel sektör gibi kamu sektörü de aslında insana baktığında bir kâr görür. Özel sektör,
şahsi fayda sağlayan özel ihtiyaçları karşılar.
Karşılığındaysa mal ve hizmetleri tüketenlerden “fiyat” adı altında bir bedel talep eder.
İnsanlık
tarihine aldığı
eşit bir
serüveni
olan ekKamu
sektörünün
karşılık
ise vergi
ve
mek, insanlığın
e
harç gibi bedellerdir.
Vakıf ise hiçbir bedel talep
etmeden hizmet eden müesseselerdir.
Günümüz ekonomi anlayışına göre
insan ihtiyaçları kamu sektörü ve özel sektör
tarafından karşılanmaktadır. Kamu sektörü,
devlet ve bağlı birimlerinden oluşmaktadır.
Kamu sektörü sosyal fayda sağlayan adalet,
savunma, eğitim gibi temel kamu hizmetlerini
sunmaktadır. Bu hizmetlerin maliyetlerini ise
vergi ve harç gibi cebre dayanan kamu gelirleri
ile karşılanmaktadır. Dolayısı ile vakıf malının
kamuya devredilmesi, karşılıksız hizmet veren
bir kurumun artık karşılık talep eder hale gelmesi manasını taşır.
Piyasa ve kamu kesimi başarısızlıkları,
insan ihtiyaçlarını karşılama konusunda bu iki
sektörün yetersiz kalmasıyla sonuçlanmaktadır. Hal böyle iken hem şahsi ihtiyaçları hem de
toplum ihtiyaçlarını karşılayacak üçüncü sektöre ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sektör, özünde
vakıfların olduğu bir sektördür. Bu sektör insana baktığında onda kâr görmez, hizmet ve fayda görür.
Vakıf Müessesesi
Vakıf kelimesi, Arabî lügatte “hapsetmek”, “alıkoymak” anlamlarına gelmektedir.
Hukuki anlamı; “Allah rızası için bir malın
devamlı olarak Allah’ın kullarının kullanımına
tahsis etmek” demektir. Vakıf yerine kullanılan
bir diğer kelime “habs” veya “hubs” kelimesidir.
Allah yolunda
gaziler için at vakfeylemek”
veya “mutlak olarak mal
vakfetmek” manalarına
gelmektedir.
Vakıf müessesesi kaynağını kitabımız Kur’an-ı Kerim’den alan bir müessesedir. Vakfın Kur’anı Kerim’deki delili
“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça tam hayra nail olamazsınız”.
(Al-i İmran Suresi, 92.Ayet ).
Vakfın Hadis-Şerif delili, “İnsanlar
öldükleri zaman tabiatıyla amelleri kesilir; bunun üç istisnası vardır; birincisi sadakai cariye, ikincisi kendisinden sonra faideli bir ilim, üçüncüsü kendisine hayır dua
eden evlattır.”
(Riyazussalihin 3., 5.)
Ecdadımız bu emri ilahi ve hadisi şeriflerin
gösterdiği istikamette ilerleyerek özü vakıf müessesesine dayanan devlet idareleri
kurmuşlardır. Vakıflar, tarihimizde İslam
medeniyetinin ulaştığı bütün coğrafyalarda, dallarıyla asırları gölgeleyen koca bir
çınar gibi durmaktadır. Öyle ki memleket
savunmasından eğitime kadar, şehirlerin
inşasından hayvanların korunmasına kadar hayatın her cihetinde vakıflar kurulmuş, insanlara karşılıksız hizmetler sunulmuştur.
Sosyal İhtiyaçların Karşılanmasında
Vakıf Uygulamaları
Vakıf müessesesinin en yaygın olduğu alanlardan birisi, insanoğlunun günlük
hayatında maruz kaldığı risklerin giderilmesi konusundadır. Modern bilim anlayışının “sosyal güvenlik” olarak ifade ettiği
bu alanda fakirlerin gözetilmesi, kimsesizlerin korunması, hastaların tedavisi, borçluların borçlarının ödenmesi, yetimlerin ve
dulların himayesi için vakıflar
kurulmuştur. Bu vakıflara
ilişkin bazı misaller aşağıda
mevcuttur.
51
•Yavuz Sultan Selim Han’ın 947
H. (1540 M.) tarihli vakfiyesi;
Her gün iyi cins undan 100 ekmek
pişirilip fakir halka dağıtılması.
•Sivas’ta “Daru’r reha Vakfı’nın 1268 H.
(1851 M.) tarihli vakfiyesinde; Hastalık ve benzeri afet ve olaylar nedeni ile geçim sıkıntısına
düşerek ihtiyaç ve zaruret içinde bulunan yoksulların, yetimlerin ve dul hanımların ihtiyaçlarının giderilmesi.
Düşmönüye
•Manisa’da
Mehmet
bin Ha
göre“Çakıroğlu
ekmek siparişi
verilmesi,
san bin Mehmet
Vakfı’nın
1316 H.kullanılma(1908 M.)
artan ekmeklerin
daha sonraki
günlerde
tarihli vakfiyesi; Talebelerin ders kitapları alısını sağlayacak mönü düzenlemesi yapılması önerilnıp adı geçen köyün fakir, küçük öğrencilerine
mektedir.
verilmesi, okuyan yetim çocukların yiyecek ihtiyacının karşılanması, bayram arifelerinde okuyan bu yetim çocukların giydirilmesi.
•Sivas’ta “Hattab İbni Saib Ahmet İbni
Rahat Vakfı’nın 721 H. (1321 M.) tarihli vakfiyesi; Herhangi bir kaza veya bela sebebi ile borçlanma durumunda kalanlara kefil göstermek
şartıyla borç verilmesi. Amalardan muhtaç
olup da mahalle ve sokaklarda, çalışmayacak
durumda olanlara yıllık 2050 dirhem tahsis
edilmesi. Kadı ve Valinin hapsettiği kişiler için
120 dirhem ayrılarak bu paradan her ay hissesine düşen 10dirhem ile ekmek alınıp mahpuslara dağıtılması..
YAŞAM
refah devletlerinin büyük
kaynaklar ayırarak çözmeye
çalıştığı, buna rağmen yeterli
başarıyı sağlayamadığı sosyal
güvenlik hizmetlerinin sunumunda,
bir kuruş kamu kaynağı kullanmadan
kurulan vakıfların ne kadar önem arz ettiği
anlaşılmaktadır. Vakıf sisteminin gönüllülük
esasına dayanması ve zenginlerin ellerindeki kaynakların toplumun fakir kesimlerine
dağıtılmasına vesile olması, gelir ve servetin
dağılımını düzenlemektedir. Böylece zengin-fakir kesimler arasında çıkabilecek çatışmalar
kendiliğinden azalacaktır.
Bugün küreselleşme olarak ifade edilen
yeni ekonomik anlayış, çok uluslu şirketlerin
ekonomik ihtiraslarına uygun olarak devam
etmektedir. Fakat ne hazindir ki beraberinde
fakirleşme, açlık, salgın hastalıklar, ekonomik
krizler ve sosyal hayattaki bozulmalar da hızla
yaygınlaşmaktadır. İşte tam bu noktada medeniyetimizin asli unsurlarından olan vakıf müessesesine olan ihtiyaç yeniden gündeme gelmektedir. Ancak buradaki muvaffakiyetin şartı
dinimizin usullerine uygun vakıf sistemlerinin
kurulup yaşatılmasının teminidir.
İnsanoğlunun hayatına hayat katan
vakıf müessesemizin aslına uygun olarak devamının sağlanması temennisiyle.
•İstanbul’da “Merhum Mevlâna Şah Ali
Çelebi kızı Fatma Hatun Vakfı’nın 993 H. (1585
M.) tarihli vakfiyesi, Vakfeylediği evlerde fakirlerin ve dul hanımların oturması, adı geçenler
otururken binada onarım gerekmesi halinde
vakıfça bu onarımın yapılması.
•Konya’da “Abdullah oğlu Şazibey Ağa
Vakfı’nın 828 H. (1424 M.) tarihli vakfiyesi, Gelip giden Müslüman fakirlerin konaklama ihtiyacını karşılamak üzere, sofa, mutfak, odunluk,
birçok oda ve avludan oluşan bir konak yaptırılması.
•Kayseri’de “Abdullah oğlu Emir
Alemüddin Vakfı”nın 500 H. (1106 M.) tarihli
vakfiyesi, Kayseri’de bulunan fakirlere ve
kimsesiz çaresizlere sarf edilmesi.
Fatih Sultan Mehmet Han’ın
vakfiyesi ve diğer vakfiyeler
incelendiğinde, günümüzün
www.insanvehayat.com
SPOR
52
TOMAK OYUNU
Osmanlı İmparatorluğunun Cenk Sanatında mücadele oyunlarından birisi olan tomak
oyunu, Osmanlı Devletinde Enderun-ı Humayun
da ve Anadolu’da halen bir çok köyde oynanan
oyunlardan birisidir. Devlet ileri gelenlerinin ilgi
duydukları bu oyuna “Tura” ,“Tomakbazı” “Vuku-ı
Luab-ı Tomak” veya “Vuku-ı Tomakbazı” denilirdi.
Osmanlı Devleti’nin son iki yüz yılında oynanan saray oyunlarından birisi olmuştur. Sultan
I.Mahmut’tan Sultan II. Mahmut’a kadarki Osmanlı padişahlarının bu oyundan çok hoşlandıkları bilinmektedir. Enderunu Hümayunda oynanan
tomak oyunu Yeniçeri Ocağının da idman programı arasında bulunmaktaydı.
Tomak oyunu, “tomak topu” ile oynanırdı.
Tomak topu, içi kar keçesi ile doldurulmuş, yumruk büyüklüğündeki meşin topun, kamçı şeklinde
sırımdan örülmüş bir sapa bağlanmasıyla yapılırdı.
Tomak oyununu oynayan oyunculara “tomakçı”,
usta oyunculara “tomakçıbaşı” denirdi.
Tomak oyunu altışar kişilik iki takım arasında oynanır, bazı durumlarda oyuncu sayısı artırılabilirdi.
Oyunculara birer tomak verilir, oyunu idare eden
çavuşun işareti ile oyun başlatılırdı. Oyuncular tomak topunu birer kamçı gibi kullanarak birbirlerine hamle yapar ve sırtlarına vurmaya çalışırlardı.
Her vuruşa hamle etmek denir, rakip oyuncular da
tomak topunu sırtlarına vurdurmamak için kolları
ile savunma yapardı. Tomak topu sırtına vurulanlar oyun dışı kalırdı. Çabukluk, çeviklik ve becerinin geliştiği tomak oyununda rakibin sırt bölgesi
dışına vurmak yasaktı. Oyun boyunca Enderun saz
takımı oyuncuları coşturucu şekilde saz eserleri çalar, oyun Çavuşun “çek” sözü ile sona ererdi. Oyun
bitiminde oyuncular padişah tarafından ödüllendirilirdi.
Tomak oyunu Yeniçeriler ve Cündiler tarafından oynanmıştır. Padişah oyunu olmasına rağmen bu gün bile Anadolu’da köylerde oynanıyor
olması bu konuda araştırma yapan birçok bilim
adamının bu oyunu sadece saraya mal etmelerinin
yanlışlığını ortaya çıkarmaktadır. Nitekim matrak
sporunu tekrar hayata geçirdiğimde de bu tür yanlış yönlendirme ve bilgileri savunanların alaycı bakışlarına maruz kalmıştım. Lakin gerçek ortadadır.
Osmanlıda yapılan tüm sporların halk arasında da
yapıldığı kesindir. Ayrıca sadece sarayda yapılan
bir sporun bu gün itibari ile tekrar yapılıyor olmasının yapılan spora bir zararı olmayacağı gibi. Binlerce yıllık Türk devlet yapısı ve kültürü ile yönetilen Osmanlı İmparatorluğunun spora ve sporcuya
verdiği önemi ortaya çıkarır. Ayrıca Tomak oyununun Selçuklu devletinin hüküm sürdüğü şehirlerde
halen oynanıyor olması bu oyunun Selçuklu Devletinden Osmanlıya geçen bir oyun olduğunun güçlü
bir delilidir.
www.kulturelbellek.com
53
SİZDEN GELENKLER
SEN HİÇ...
Cezaevi penceresinden baktın mı hayata?
Düşen kar tanelerini saydın mı hiç?
Sessiz harflerle bağırdın mı kendine?
Sevgi sözcüğünü ayırdın mı harf ve hecelere?
S harfinden sevdalar eskittin mi?
V’den vedalarını ekleyip kalan ‘gi’ ile gittin mi kendinden?
Sen hiç!!
Cezaevi penceresinden baktın mı hayatına?
Umut kelimesinden uçurtmalar uçurdun mu düşlerinde?
U ile uzaklaştın mı unutamadıklarından?
M harfini mutsuzluklarınla çarptın mı tekrar tekrar?
U dönüşleri yaptın mı yaşadığın hatalarından?
Tutundun mu ‘T’ harfi ile tutkun sevdaların olmayan iplerine?
Sen hiç!!
Cezaevi penceresinden bakma ‘dost’ hayata ve hayatına...
Evin, eşin, çocukların yanı başında dursun...
Gözlerinin içi gülen ‘sevdan’, hiç tükenmeyecek sevgilerin olsun...
ALLAH düşürmesin sesini kaleminin ucundaki kağıtlara,
Saymadığın günlerin, düşünmediğin gecelerin olsun...
Olsun dostum olsun her dileğin gerçek olsun!!!
Erdinç ELMAZ
Kırklareli Açık Ceza İnfaz Kurumu -Hükümlü
Bir Türkü Bir Hikaye
Çıktım Belen Kahvesine:
Ormancı Türküsünün Doğuşu
Muğla’nın Yatağan ilçesine bağlı Gevenes köyünde Mustafa Şahbudak adın da, 1922 yılında bir efe
doğar. Babası ağadır, dolayısıyla Mustafa da bir ağa
çocuğudur. Mustafa hiddetli bir kişiliğe sahiptir. Köy
Muhtarı Tevfik Cezayirli en yakın canciğer arkadaşıdır.
Herke bu ikilinin arkadaşlığına gıpta ile bakar Neredeyse her akşam köy kahvesinde bu iki arkadaş dama
maçı düzenlerler iddialı ve dostça yapılan bu karşılaşmalar, kahvedekiler tarafından ilgi ile izlenir. Çünkü bu
olayların mükafatını, izleyiciler almaktadır. 1946 yılı,
Temmuz ayının sıcak bir gününde bu arkadaşlığa kan
damlar, öfke seli karışır. Elim hadise cezaevinde sonuçlanarak, elli beş yıldır söylenegelen bir drama dönüşür.
Sıcak bir temmuz günü Mustafa Şahbudak, her
zamanki gibi yine köy kahvesi ne gider. O sırada kahveye Muhtar Tevfik Cezayirli’yi görmeğe, Yatağan ilçe
Milli Eğitim Müfettişi ile tahsildar gelmiştir. Muhtar ol-
madığı için misafirleri her zaman olduğu gibi, Mustafa
Şahbudak ağırlama görevini üstlenir. İki misafiri alıp
yemeğe götürür. Döndüklerinde Muhtar’ı kendilerini
bekler görürler. O gün iki misafirden izin isteyip, yine
dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında orman memuru, Mehmet İn, çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu olan Çiftlik köyünde yangın
olmuştur. 1946 seçimlerinin evrakları Yatağan’a gönderilecektir. Seçim evrakını Yatağan’a, köy bekçisinin
götürmesi zorunludur. Ormancı ise, yangın evrakının
bir an önce ilçeye götürülmesi için, bekçiyi Muhtar’dan
ister. Muhtar:
-Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem der. Bunun
üzerine Ormancı ile Muhtar arasında, bir tartışma başlar. Muhtar en sonunda:
-Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsade et, der.
55
Ormancı kahveye girip tekrar geri döner, gelir.
Dama masasını bir yumrukta darmadağın eder. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve Ormancı’ya bir tokat atar. Olayın büyüyeceğini anlayan
köylüler, adamı alıp sakinleşmesi için kahvenin arka
tarafına götürürler. Ormancı oradan bağırarak küfürler
savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak’ın tahammül sınırını daha da zorlar. Yerinden kalkar, Ormancı’nın üzerine yürür. Ormancı Mehmet’in, kamasını
çıkarıp Mustafa Şahbudak’ın sol kolunun pazısından
yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak Ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş
eder. İşte ne olursa, o an olur!
Muhtar, Ormancı’nın ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa Bey tetiği çoktan
çekmiştir... Ormancı bunun üzerine kaçmaya başlar.
Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder.
Bu ateş de öldürmek için değil, kaçmasına engel olmak
içindir. ikinci atış üzerine Mehmet in, yere düşer.
Arka cebinde tabaka olduğu için, ona hiç bir şey
olmaz. Bu arada ne yazık ki, Mustafa Şahbudak, kaza
kurşunu ile dostu Tevfik’i vurur. O günlerin imkansızlıkları içerisinde Tevfik’i, tahta bir sal üzerinde Muğla
Devlet Hastanesi’ne götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey’e: Babamın selamı
var, bu adamı iyileştir. der.
Veli Bey: -O ölecek, önce senin kolunu saralım. der. O
sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa’yı yanına çağırarak: -Ben ölüyorum hakkını helal et der.
Mustafa: -Hayır, sen ölmeyeceksin! derken ağlamaya
başlar. Aslında orada herkes efelerin ağlamadığını bilir.
Ancak Mustafa, arkadaşının bu durumuna dayanamamıştır.
Gerçekten de biraz sonra Tevfik, hayata gözlerini kapar. Mustafa, en yakın arkadaşını öldürdüğü için
polise teslim olur, Bu olay üzerine dört yıl ceza yer. Ceza.
evindeyken her gece Tevfik rüyasına girer. Ancak Ormancı’ya kini gittikçe artar. Bu acı olaydan sonra köyde
kalamayacağını anlayan Ormancı, tayin ister.
Kavaklıdere Orman Müdürlüğüne atanır. Aslen Marmarislidir. Emekliliğinden sonra oraya yerleşir. Doksanlı yılların başında, kendi memleketi olan Marmaris’te ölür.
Mustafa Şahbudak cezaevinden çıktıktan sonra,
anılarla dolu o köyde yaşayamayacağını anlayıp, Muğla
merkeze yerleşir.
Çok sevdiği, günlerini birlikte geçirdiği arkadaşını Muhtar Tevfik Cezayirli’yi tek kurşunla öldürdüğünde arkada yirmi beş yaşında bir eş ve üç çocuk bırakır.
Muhtar’ın eşi Pembe, bu acıya dayanamayınca birkaç
yıl sonra aklı dengesini yitirir. Oğlanın biri İzmir’e yer-
BİR TÜRKÜ
leşir. Diğer oğlanla kız, köyde evlenirler ve hayatlarını
orada sürdürmeye devam etmekteler.
Yıllardır her şeyi unutmaya çalışan Mustafa’ya
bir gün arkadaşları, Tahir Usta adında bir değirmenciden bahsederler. Bu değirmenci, annesinin akrabasıdır.
Değirmenci Tahir Usta aynı zamanda türkü de bestelemektedir. İşte Gevenes köyünde yaşanan bu acı olay da
bu kişi tarafından bestelenmiştir. Düğünlerde okunan,
herkesin diline düşen türkü “Ormancıdır.’’ Bir gün, radyodan duyduğu bu türkü ile unutmak istediği olayları,
tekrar yaşar gibi olur. Radyoyu kapatır, bu türküden çok
incinmiştir.
Ormancı türküde Ormancı adı ile, Mustafa Şahbudak ise “Bay Mustafa” adı ile yer almıştır. Ormancı
Mehmet’in bir anlık sarhoşluğunun musibetini, yıllarca pişmanlık duyarak ve memleketinde barınamayarak
ödedi demek yanlış olur. Çünkü o türkü yaşadığı müddetçe kötü adam olarak anılacaktır ve tarihe öyle geçecektir.*
Nuran Baygül
www.turkuler.com
Ormancı Türküsü
Çıktım Belen kahvesine baktım ovaya
Bay Mustafa çağırdı, dam oynamaya,
Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı,
Söz dinlemez Ormancı, çekmiş kafayı
Aman Ormancı, canım Ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı
Gevenes’ in ortasında, değirmen döner,
Değirmenin suları, dağından iner,
Ormancı’ya atılan kurşun, Tevfik’ e döner,
Tevfik’ in feryatları, yürekler deler,
Aman Ormancı, canım Ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı
Gevenes’ in suları hoştur içmeye,
Üstünde köprüsü var, gelip geçmeye,
Tevfik’ imi vurdular, hiç mi hiç yere,
Yazık ettin Ormancı, köyün iki gencine
Aman Ormancı, canım Ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı
Biraz Tebessüm...
İnşallah Benim Hatun!
Bir gece hoca karısı ile konuşurken şöyle demiş:
“Yarın hava yağmurlu olursa oduna, açık olursa tarlaya gideceğim.”
Karısı çıkışmış : “Efendi inşallah de!” Hoca hiddetlenmiş : “Niçin inşallah diyeyim
hatun? İki işten biri mutlaka olacak, ya o, ya bu!” Ertesi gün hava yağmurlu olduğu için
ormana gitmek üzere sabahleyin erkenden evden çıkmış, biraz gittikten sonra yolda
bir sipahiye rast gelmiş. Atın üzerindeki sipahi seslenmiş Hoca ‘ya : “Bana bak baba!
Filan köye nerden gidilir?” Hoca da ilgisiz bir tavırla cevap vermiş :“Bilmem!” Sipahi
yoluna devam etmek isteyen Hoca ‘yı bırakmamış ve kamçıyla birkaç defa şiddetle
vurduktan sonra bağırmış: “Seni gidi hain herif seni! Bilmezsin ha! Çabuk düş önüme!
Sen beni ta o köye kadar götüreceksin!” Hoca bu emri yerine getirmezse başına neler
geleceğini düşünerek sipahinin önüne düşmüş ve hayli uzakta bulunan köye kadar götürmüş. Fakat vakitte
bir hayli geç olduğu için artık ormana gidememiş, doğruca evine gelmiş. Kapıyı çalınca karısı içerden
seslenmiş : “Kim o ?” Hoca da suçlu suçlu karşılık vermiş : “İnşallah benim hatun, aç kapıyı!”
BİR İNSAN DÜZELİNCE…
Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı
kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik
yapıp evde oturacağını hayal ediyordu.
Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman
gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu
parka götürecekti onu ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden
bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon
olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını
küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı: “Eğer bu haritayı
düzeltebilirsen seni parka götüreceğim!” dedi.
Sonra düşündü: “Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü
bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!”
Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına
koşarak geldi: “Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka
gidebiliriz!” dedi.
Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de
hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu?
Çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı: “Bana verdiğin haritanın
arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya
kendiliğinden düzelmişti!
DÜNYAYI DÜZELTMEK İÇİN İNSANI DÜZELTMEK GEREK,
İNSANI DÜZELTMEK İÇİN DE KENDİMİZDEN BAŞLAMAK
GEREK.
Geçen Sayılarımızdaki Bulmacaların Cevapları
Cetvel
a. 1, 4, 5, 14, 16, 23, 25, 31
31 – 25; …)
(1; 2 = 16 – 14; 3 = 4 – 1; 4; 5; 6 =
5 = 33 – 28; 6 = 16 –
4;
b. 1, 2, 3, 4, 10, 16, 22, 28 (1; 2; 3;
10; …)
İmkansız işlem
iyi çekin.
“+” işaretinin birini 4 yapan çizg
545+5=550
Köprüyü geçene kadar
harcayan anne ve
Minimum zaman, en çok zaman
edilir.
babanın birlikte geçmesiyle elde
(3 dk).
er
geç
uk
1.Önce kız ve erkek çoc
düğü önemli değil,
dön
n
sini
2.Biri geri döner (hangi
dönmüş olsun (1 dk).
çünkü diğeri de dönecek). Erkek
3.Anne ve baba geçer (10 dk).
4.Kız geri döner (3 dk).
.
5.Kız ve erkek birlikte geçer (3 dk)
+ 3 + 3 = 20 dk.
10
+
1
+
3
Böylece toplam zaman,
Eğer yarasına merhem sürüp önüne biraz dünyalık
koymayacaksan, kırıp geçiren yılın darlığı içinde,
zavallı yoksula “Nasılsın?” deme.
Sadi
Din kardeşine, onun haberi olmadan yardım eden kimseye,
Allah’da dünyada ve ahirette yardım eder.
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)

Benzer belgeler