Düşenin elinden tut ki sende düştüğün zaman tutacak bir
Transkript
Düşenin elinden tut ki sende düştüğün zaman tutacak bir
DEĞER Temmuz 2015 Sayı:19 Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır ÜCRETSİZDİR ’’Düşenin elinden tut ki sende düştüğün zaman tutacak bir el bulasın’’ Ali Fuat Başgil HALI KİLİM DOKUMACILIĞI 04 10 MERHAMETLİ İNSAN OLMAK 20 ÇOCUKLARA YARDIMLAŞMA NASIL GÜNEYİN İNCİSİ; ANTALYA 28 42 Kutü’l-Amare Kuşatması ÖĞRETİLİR 32 İSLAM DÜNYASININ BÜYÜK FİLOZOFU FARABİ içindekiler TEMMUZ 2015 Değer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Yıl: 2 Sayı: 19 Temmuz 2015 Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır YAYIN KURULU Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı) Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı Çelebi YILMAZ (Eğitim Daire Başkanı) Faruk KARCI (Tetkik Hâkimi) Ramazan GÜNŞAN (Şube Müdürü) Habil KANOĞLU (Şube Müdürü) Elçin Çakar TERZİOĞLU (Eğitim Uzmanı) Irmak ŞENEL (Sosyal Çalışmacı) Zümrüt ÖZKAN (Psikolog) Emrullah ÖZGER (Sosyal Çalışmacı) İlhan GÜLER (Öğretmen) İslam AZAKLI (Sosyal Çalışmacı) Editör İlhan GÜLER Sahibi Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına Oktay YILDIRIM (Kurum Müdürü) Katkı Sağlayanlar Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Ali Yavuz Aydın Keçeci - Burcu Kurt - Cevdet Tekin Ejder Topal - Evren Tanrıkulu Ferhat Çeliker Mehmet Gökçe - Ömer Gökduman Ramazan Sağır - Recep Güngör Sema Gök Tuncay Karaca Mustafa M. Ünlü Bahattin Benli- Mehmet Varnalı Matbaa-Baskı Şefi Salim KILIÇ Grafik Tasarım 0312 441 00 40 0533 616 23 18 Baskı Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı Şaşmaz / Ankara Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın Basım Tarihi: 15/07/2015 İletişim Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91 e-posta: [email protected] Web: www.cte.adalet.gov.tr Sesleniş Gazetesinin ekidir EDİTÖRDEN İnsanın yalnız yaşamasının imkânı yoktur çünkü doğası gereği toplumsal bir varlıktır. Toplum içinde birlikte yaşamanın bazı kuralları vardır. bu kuralların ilk sırasında dayanışma ve yardımlaşma yer alır. Yardımlaşma sayesinde, insanlar zorlukların üstesinden daha çabuk gelir. Bunun en güzel örneğini Yüce Milletimiz, Kurtuluş Savaşı yıllarında göstermiştir. Topyekûn kurum ve kuruluşlarımızla ortak değerlerde birleşerek birlikte hareket etmiş ve düşmanı vatan topraklarından kovmuştur. Küreselleşme, hızla insanları ve ülkeleri birbirine yaklaştırmaktadır. Kabul etsek de etmesek de insanların tümü aynı gemide yoluna devam etmektedir ve geminin herhangi bir yerinde oluşan bir arıza gemide bulunanların tamamını etkileyecektir. İşte tam da bu sebepten, geminin huzurlu ve sağlıklı bir şekilde yol alabilmesi için toplumsal dayanışma ve yardımlaşma çok önemlidir. Gemi ilerlerken gemiden okyanusa düşen bir kişiye, tutunması için bir can simidi bir tahta parçası uzatmak, düşen kişinin selameti adına kesin bir çözüm olmayacaktır. Sözde yapılan yardım, geminin içinde bulunan diğer insanların vicdanını rahatlatmadan öteye geçmeyecektir. Bu konuda yapılması gereken, mevcut durumdan farklı olarak daha kalıcı çözümler bulunmasıdır. Örneğin denize düşen birine tahta parçası atmak yerine, denize düşmemelerini, düştüklerinde ise yüzerek kendi imkânlarıyla karaya ulaşabilmelerini sağlayacak yöntemler geliştirilmelidir. Ayrıca bir tahta parçası atarak sözde yardım ettiğini düşünen ve vicdanlarını rahatlatmak isteyen insanlara da birlikte yaşamanın sorumluluklarını hatırlatmalıyız. Diğer bir taraftan yardımlaşma ve dayanışmayı kendisine görev adletmiş olan sosyal yardım kuruluşları, STK, vakıf ve derneklere de çok önemli işler düşmektedir. Halihazırda yürütülen bir çok yardım faaliyetlerinin dışına çıkarak insanlara daha uzun soluklu yardım ve dayanışma faaliyetleri sürdürmeleri gerektiği kanaatindeyim. Yangın anında bir kova su ile ateşi söndürme anlayışı yerine yangın çıkmaması için önlem almayı bir hayat tarzı haline getirme ve yangından sonra mağdurların kendi ayakları üstünde durabilmelerini sağlayacak çalışmalar hedeflenmelidir. Yukarıda da bahsettimiz üzere; sosyal bir varlık olan insanın etrafında cereyan eden tüm olaylardan az ya da çok etkileneceğini unutmamak gerekir. Konuyla ilgili olarak anlatılan bir hikayeyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Yetiştirdiği mükemmel kalitedeki buğdaylardan dolayı, her yıl Tarım Bakanlığı’ndan ödül alan bir çiftçiye, bu başarının sırrı nedir diye soran gazetecilere şöyle cevap verir: “Çok basit, tüm yaptığım, hasat bitiminde buğday tanelerinin büyük bir bölümünü ayırıyor ve onları komşularına dağıtıyorum.’’ Çiftçinin, komşularının kendisinin rakipleri olduğunu neden böyle bir şey yaptığı sorulması üzerine gazeteciye verdiği cevap oldukça manidardır. ‘’ Aslında hepsi aynıdır, bahar gelince rüzgar polenleri taşır ve onları tarlanın her köşesine serpiştirir. Eğer komşularım kötü bir ürün ekmişlerse o zaman benim hasadım da bundan etkilenecektir. Bölgedeki en iyi ürünü yetiştirebilmek için komşu tarlaların da aynı kalitede olmasını sağlamalıyım. Çevremdekileri de aynısını teşvik etmezsem hayatta hiçbir şeyi iyi yapamam.’’ Birlik, beraberlik, yardımlaşma ve dayanışmaya hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyduğumuz şu son günlerde, pozitif bir dayanışma anlayışı ile, milletimizi ve ülkemizi kalkındırma düşüncesinde olmamız gerekmektedir. Yeni sayılarda buluşmak ümidiyle sağlıcakla kalın… İlhan GÜLER Enis Yavuz YILDIRIM Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Yardım etme kavramı; içinde bulunduğu zihinsel, fiziksel psikolojik güçlük nedeniyle karşılaştığı bir sorunun üstesinden gelme konusunda yetersizlik yaşayan bir insan ve tüm canlılara karşı, karşılık beklemeksizin sorumluluk üstlenerek onu güçlükten kurtarmaya yönelik harekete geçme duygusu ve davranışı olarak tanımlayabiliriz. Gücümüzü ve imkanlarımızı başkalarının iyiliği için kullanmak ve yardım etmektir, yardımlaşma. Tek başımıza gerçekleştiremeyeceğimiz şeyleri, yeteneklerimizi ve enerjimizi birleştirerek çalışmaktır, yardımlaşma. İlgimizin ve bilgimizin olmadığı konularda yanımızdakilerden yardım alıp, kendimize ait bilgi ve yeteneği başkasının bilgi ve yeteneği ile birleştirmektir, yardımlaşma. “Yalnız taş duvar olmaz’’ ve “demir kapının ağaç kapıya ihtiyacı vardır’’ atasözlerimizden de anlaşıldığı üzere; bir bina değişik malzemelerin bir araya gelmesi ile ortaya çıkar. Nasıl ki tek bir taş ile bir bina ortaya çıkmıyor, insanında tek başına gücü sınırlıdır. Doğası gereği toplumsal bir varlık olan insanın bir arada, etkileşim içinde yaşama zorunluluğu vardır. Birlikte yaşamanın gereği olarak insanlar ortak değerler etrafında toplanarak birlikte hareket etmek duru- mundadırlar. İnsanoğlu varlığını sürdürdüğü müddetçe, birbirine ihtiyaç duyacaktır. Hiç kimse benim başkasının yardımına ihtiyacım yok deme lüksüne sahip değildir. Zengin fakirin, usta çırağın, amir memurun yardımına muhtaçtır. Çünkü bu anlayış toplum halinde yaşamanın doğal bir sonucudur. İhtiyaçların karşılıklı birlikte giderilmesi, toplum bilincini güçlendirecektir. Bununla da kalmayıp bu yardımlaşma ve paylaşmalar toplumumuzdaki ekonomik ve sosyal dengesizlikleri de önlemede en büyük kalkan olacaktır. Bu engin değeri himayemizde bulunan çocuklarımıza, beraber çalıştığımız personelimize kısacası tüm halkımıza kazandırmak, onlarada bu toplumun bir parçası oldukları duygusunu pekiştirecektir. Yardımlaşma ve dayanışmanın sınırı ve mutlak bir şekli yoktur, aile hayatımızda aile bireylerinin birbirine yardım etmesi, komşuluk ilişkilerimizde bir tatlı tebessümle selam vermek, iş hayatımızda çalıştığımız kişilere sabah selam verip halini hatrını sormak sevgi alıp sevgi vermek bunların hepsi insan olmanın ve yardımlaşmanın gereğidir. 3 En kutsal insani değerlerimizden olan yardımlaşma değeri, aile hayatında ve iş hayatında olduğu gibi toplumsal hayatımızda da önemli bir yere sahiptir. Milli birlik ve beraberliğimizin aynı zaman da milletimizin varlığını sürdürebilmesinin temel unsuru olan yardımlaşmanın en güzel örneğini, Kurtuluş Savaşı yıllarında Yüce Milletimizin düşmanı vatan topraklarından kovma adına dayanışma ve yardımlaşma içerisinde yapmış olduğu mücadelede görebiliriz. Hiç şüphesiz ki, Millet olarak en büyük özelliğimiz ihtiyaç sahibi olan insanlara hatta tüm canlılara herhangi bir talep beklemeksizin yardım etmektir. Türk Milleti bu özelliğini tarihin her döneminde en zor şartlar altında dahi ortaya koymaktan hiç çekinmemiştir. 1845-1850 yılları arasında Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi büyük bir kıtlık yaşayan İrlanda’da 1 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Kendisinden hiçbir yardım talebi gelmemesine rağmen Yüce Milletimiz yardım için harekete geçmiş ve Osmanlı Padişahı Abdülmwecit’in talimatıyla 1847 yılında ilaç, gıda ve tohum dolu 5 yük gemisini İrlanda halkına göndermiştir. Yine sahip olduğumuz medeniyet; veren elin alan eli görmediği anlayışı içerisinde fakirin onurunu korumak aynı zamanda zengin olanın yardım esnasında gururlanmasını engellemek için yardımlaşmanın en narin örneklerinden birisi olan sadaka taşları uygulamasını hayata geçirmiştir. Bu uygulama ile tüm dünyaya nam salan yardımlaşma kültürünün birer abidesi olarak tarihte en ön sırada yerini almıştır. BAŞ YAZI Karşılık beklemeksizin “gönülden verilene paha biçilmez’’ düşüncesiyle yapılan yardımlaşmalar milletimizde var olan yüksek yardımseverlik hassasiyetindendir. Bu hassasiyetimiz ise; ailemizden ve toplumumuzdan aldığımız insani değerlerimize bağlı olarak içgüdüsel bir davranış biçimidir ve asla küçümsenemez. Son yıllardaki teknolojik gelişmeler insanları daha bencil ve bireysel yaşamaya zorlasa da bizler üzerimize düşen yardımlaşma sorumluluğumuzu yerine getirmekten bir an olsun geri durmamalıyız. Çünkü hayatta, zorlukları yenmek, başarı yolunda mesafe kazanabilmek için insanların birbirlerinin güçlerine, imkânlarına ve düşüncelerine ihtiyaçları vardır. Birinin gücünün ve imkânının tükendiği yerde, diğerinin gücü ve imkânı sonuca ulaşmada yararlı olacaktır. Birlik olunan yerde aşılması gereken zorluklar daha doğru ve sağlam olarak aşılacak; birlik ve beraberlik düzeni daha sağlam bir şekilde kurulacaktır. Hiç şüphesiz inanıyorum ki, ülkemizin içinde bulunduğu şu zor günleri Milletimiz sahip olduğu yüksek yardımlaşma, birlik ve beraberlik duygusu ile en kısa zamanda atlatacaktır. Sözlerime son verirken umutların yeşerdiği, iyiliklerin filizlendiği, yardımlaşma ve dayanışmanın arttığı bir hayat sürdürmenizi diliyorum. KAPAK KONUSU 4 MERHAMETLİ İNSAN OLMAK İnsanlar arasındaki üstünlük ne makamda, ne statüde, ne güzellikte, ne ırkta, ne cinsiyette, ne de diplomadadır. Asıl üstünlük iyi huydadır, iyi karakterdedir; asıl zenginlik gönül zenginliğidir ve buna bağlı olarak paylaşımcı, yardımsever olmaktır. İnsan olarak en büyük erdemimiz, birbirimizin acısını azaltıp mutluluğunu arttırmaktır sanırım. Unutulmayan ve çok sevilen insanların temel özelliği, insanlığa yaptığı hizmetler ile kendini gösterir. Bu yüzdendir ki en büyük aşk, insanlığa hizmet aşkıdır… Yarasına ilaç olduğunuz, acısına ortak olduğunuz, açlığına el uzattığınız, kısaca insanlara gücünüz oranında yardımcı olduğunuz sürece sizden mutlu, bahtiyar kişi olmaz bu dünyada... İnsanlar kendi iç dünyalarındaki duygu ve düşüncelerini birbirlerine yeterince iletemedikleri için yaşadığı dünyayı diğer insanlarla paylaşmayı sevmiyor, elindekileri paylaşamıyor. Ne zamanki insanlar, başka insanların çektiği acıları, sıkıntıları kendi yaşadıkları zevklerinden daha fazla önemseyip, acı çekeni yüreğinde hissedip onun acısını dindirmeyi misyon edinirse, herkesin beklediği huzurlu bir dünya ortamı sağlanmış olur. İnsan olma gerçeği ve sorumluluğu, başka canların da kendimizden farklı olmadığını ve onların da bizim gibi aynı ihtiyaçlara sahip olduğunu anladığımızda ortaya çıkıyor. Başka insanların da bir yüreği ve onuru olduğunun farkında olmuş olan insan gerçekten kendisini seven, kendine değer veren insandır. Kendisine karşı iyi olan, başkasına da iyi olur; kendine karşı kötü olan kişi başkasına da kötü olur. Bu gerçek şaşmaz. Kendimiz için dilediğimiz güzel şeyleri, başkaları için de dilemeye başladığımız zaman, işte o zaman dünya daha yaşanılır hale gelecek. Savaşlar, anlaşmazlıklar son bulacak. İnsanlık mutlu olmak için mücadele veriyor. Devletlerarası rekabet daha çok enerji kaynakları üzerine yoğunlaşmış. Evet, teknoloji çağındayız, kimine göre uzay çağındayız. İnsanlık maden peşinde ve en önemlisi petrol peşinde… Bu uğurda savaşlar yapılıyor, canlara kıyılıyor… Unutulan bir şey var ama… 5 KAPAK KONUSU İnsan olabilmenin sırrı, kişinin diğer canlıları kendinden farklı görmemesinden geçiyor… İnsanı üstün yapan nitelikler cömertlik, mütevazılık ve paylaşımcılıktan geçiyor. Makam hırsı, şöhret ile üstünlük kurmaya çalışmak, kişiyi ancak aciz yapar İnsan mutluluğu yanlış yerde arıyor. Çünkü insan bir gün petrolün çıktığı toprağa gireceğini unutuyor. Unuttuğu için canlara kıymaya devam ediyor, hem de demokrasi ve özgürlük adına! Hayatımızın son bulmayacağını sandığımız sürece, yaşadığımız sorunların şiddeti ve bizde bıraktığı acısı fazla olacaktır. Buna bağlı olarak acılarımızı bastırmak için maddi hazlara daha çok yöneleceğiz. Tabi bu da sevgi, merhamet ve hoşgörü gibi temel insani değerleri bireylerde öldürecek zamanla… Bu dünyada herkese yetecek kadar yer var ama sanırım herkese yetecek kadar vicdan kalmamış. Bu yüzden gözyaşları akmaya devam ediyor farklı coğrafyalarda... Çalan elin değil, veren elin üstün olacağı, iyilik yapılarak insanlığın gelişeceği günleri görmek için sorumluluk almak insan olmanın gereği sanırım. İnsanların mutsuzluklarının temelinde ruhsal ihtiyaçlarının doyurulmaması yatar. Fakat çoğu insan bu açlığını maddi unsurlarla gidermeye çalışır. Sonuçta maddenin tutsağı olur. Bedensel dürtüleri sınırsızca yaşama isteği, kişide derin içsel boşluğun işaretidir. Nitekim ruhsal boyutta tatmin olma yolunda ilerlemiş kişiler, şatafatlı hayat yaşamaz, maddi anlamda kazanç için hırs yapmaz, gerektiği kadar bedensel ihtiyaçlarını alır doğadan, başka insanların acılarını dert edinir, yardımlaşma ve paylaşma duyguları yoğundur. Kişinin iç dünyasının ferahlaması suretiyle, bulduğu manevi huzur, onu dış unsurlarda arayış girişimine yöneltmez. Kendi iç dünyasını keşfeden kişi için en büyük hazine, kendi gerçeğini keşfetmesidir. Kendi gerçeğimiz, bizim için mutlak anlamda özün gerçeğini, huzurun kaynağını verir. İç dünyası çok iyi olan ve kendisiyle tam manasıyla barışık olan insanlar, yeteri miktarda eğlenme ihtiyacından sonra başka insanların acılarını dindirmek ve mutluluklarını arttırmak için uğraşırlar. Çok gezme, çok eğlenme ihtiyacı, duygusal ve ruhsal boşluktan kaynaklanır. Yardım etmek, iyilik yapmak ihtiyacı ise kendisiyle uyum kurabilmiş insanların, bir nevi kendini gerçekleştirme alanıdır. İnsan, dünyalık hırslarını denetim altına aldığı ölçüde iç huzuru yaşar, gerçek özgürlüğü yaşar, merhameti artar ve başka canları da yüreğinde hisseder… “Derdi dünya olanın, dünya kadar derdi olur.” derler eskiler. Gerçekten de insandaki ruhsal boşluk, kişiyi nefsinin ve bedensel dürtülerinin esiri yapıyor. Ve modern insan sanıyor ki, nefsin her isteğini yapmanın adı özgürlüktür. Bilakis, psikoloji bilimi bile buna özgürlük demiyor, potansiyel bağımlılıkların eşiği diyor… Madde, araç değil de amaç olunca kişide negatif duygular uyanmaya başlar. Kibirlilik, açgözlülük, konfor takıntısı, kıskançlık, doyumsuzluk gibi, insanı içten içe kemiren duygular, kişinin kendi benliğinden uzaklaşmasına, kalabalıklar içinde olsa bile yalnızlık yaşamasına yol açıyor. Tüm bu süreçler, doğal hayata karşı sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, merhametsizlik olarak yansır. İnsan yardımsever, merhametli olabilmek için öncelikle iç dünyasında kendisine karşı koşulsuz sevgi beslemeli, kendisine koşulsuz değer verebilmeli. Kendini sevemeyen, kendine değer veremeyen, kendini olduğu gibi kabullenmeyen insan, içindeki boşluğu doldurmak için dış unsurlara yönelir, beğenilmek için, değer görmek için, sevilmek için maddeye yönelir; aşk adı altında bağımlılıklar yaşar ki asıl beklenti aşk değil, içindeki sevgi boşluğunu doldurmak, değer görme boşluğunu doldurmaktır. Makam sevdası peşinde koşar ki, insanlara hükmedince değerli olma hissini yaşasın. Mevlana’nın dediği gibi: “Nice insan gördüm üstünde elbise yok, nice elbise gördüm içinde insan yok.” KAPAK KONUSU 6 Çoğu insan, iyi insan olmayı hak edecek yaşantıyı sürme noktasında gerekli adımları atmaz. Kişinin dünyevi nimetlerin çekiciliğine kanması, insanların içlerindeki temel insani güzelliklerin, duyguların ortaya çıkmasına engel olur. İnsan olabilmenin sırrı, kişinin diğer canlıları kendinden farklı görmemesinden geçiyor… İnsanı üstün yapan nitelikler cömertlik, mütevazılık ve paylaşımcılıktan geçiyor. Makam hırsı, şöhret ile üstünlük kurmaya çalışmak, kişiyi ancak aciz yapar ve kişi başkalarının gözünde tüm saygınlığını yitirir. İnsanlar arasında üstünlük ne makamda, ne statüde, ne güzellikte, ne ırkta, ne cinsiyette, ne de diplomadadır. Asıl üstünlük iyi huydadır, iyi karakterdedir; asıl zenginlik gönül zenginliğidir ve buna bağlı olarak paylaşımcı, yardımsever olmaktadır. Kimse kendisini kötü olarak görmek istemez. Fakat bunun yanında çoğu insan, iyi insan olmayı hak edecek yaşantıyı sürme noktasında gerekli adımları atmaz. Kişinin dünyevi nimetlerin çekiciliğine kanması, insanların içlerindeki temel insani güzelliklerin, duyguların ortaya çıkmasına engel olur. Toplumda açlık, sefalet, yoksulluk ve acılar içinde yaşamak zorunda kalan insanlar olduğu sürece, diğer insanların sahip olduğu görkemli zenginliklerin, ihtişamın, parıltılı lüks yaşamların aslında hiçbir önemi yoktur. KALP GÖZÜMÜZ KÖRELDİ Televizyonlarda yapılan yemek yarışmalarında, yarışmacıların özene-bezene, en kaliteli gıdalardan yaptığı yemeklere karşı bin bir türlü bahane bulan diğerlerini görünce, sokakta yaşayan kimsesiz insanların çöpten kuru ekmek toplamasını hatırlıyorum ve kalp gözümüzün köreldiğini düşünüyorum. Çoğumuz kıyafet beğenmeyiz kolay kolay… Her yemeği yemeyiz, çeşit olsun isteriz, eğlenceye çok zaman ve para harcarız. Yardıma gelince de : ‘’Allah yardım etsin’’ deriz. Allah, yardım için bizleri göndermiş. Yardım için güç yok değil; sanırım vicdanlarda zafiyet durumları var. Lafta, sloganda kalmak zorunda mı insanlık? Güzel sözleri yaşamadıktan sonra okumanın ne anlamı var sizce? Kimsesiz olmasın kimse, ama asıl olan, yüreksiz vicdansız olmasın kimse. Vicdandan yoksun bireyler sevgiyi de unutmuşlardır. Sevgiyi unutanlar vefayı da unutur. Huzurevlerini ziyaret edenler oradaki insanların gerçekten huzurlu olduklarını mı sanıyorlar? Yoksa terk edilmişliğin acısını mı örtmek istiyorlar? Yoksa dışarıdakiler de huzursuz olduğu için mi onları huzurevine yolluyor? Huzur sevgidir, vefadır… Eğer bunlar yoksa tüm dünya huzurevidir belki de… EMPATİ YAPABİLMEK Merhametin anlamını, sadece kendi canı yandığı zaman anlayacak olan insan, hayatın gerçeğinden uzak, sisli yolda rotasını çizemeyendir aynı zamanda. Komşu komşunun külüne muhtaçtır ama en çok insan insanın yüreğine muhtaçtır. Çünkü sevgisiz insan aslında sadece bedenen yaşayan insandır. Kişi ne kadar çok kendini severse, kendini olduğu gibi kabul ederse, o derece insani özellikleri gelişir, empatisi artar, sevgisi nefsinin üstünde olur. Başka insanların da bir yüreği ve onuru olduğunun farkında olmuş olan insan gerçekten kendisini seven insandır. Akıl nefse, bedensel hazlara hep çalışınca, ruh, kölesi oluyor oyuncakların, maddenin… YÜREĞİNİZE DOKUNUN Akıl ruha ve kalbe çalışınca evren dar gelir insana… Taşar da taşar deli gönülden sonsuz sevgi, merhamet pınarı her yere... Ve insan kendi yüreğinde dokunduğu oranda başka yüreklere dokunabiliyor, orada yer edinebiliyor. Keşkesiz hayat yolunda emin adımlar atmak, insan için asıl huzur kaynağıdır nihayetinde. Nitekim karşılıksız iyilik yapmak her insana nasip olmaz. Kendine karşı sevgi, şefkat ve merhamet duyabilen insanlar başkalarının acılarını yüreklerinde hissedip onlara gücü oranında maddi ve manevi yardımlarda bulunur. İyilik yapmaya ihtiyaç duymayan insanların iyilik yapılmaya ihtiyaçları vardır... Halil KIRIK dahibeyin.blogspot.com Yaşamak Güzeldir… Ne güzeldir; İnsan olmak, insanca davranabilmek... Şefkat eli olup uzanabilmek, gözden akan yaşı silebilmek, Kanayan yaralara merhem olabilmek ne güzeldir... Ne güzeldir... Güvene mazhar olmak, yalandan riyadan uzak kalabilmek. Elindeki ile yetinmek, başkalarının elindekini kıskanmadan sevinebilmek. Ve en içten duygularla “daha çok ver Yarab” diyebilmek ne güzeldir… Ne güzeldir; İnsanlara ışık olabilmek.. Sevilmeden sevebilmek, gelmeyene gidebilmek ne güzeldir... Ne güzeldir; İncitmekten, kırmaktan, nefretten uzak kalabilmek.. Titreyen minik yüreklere korkma diyebilmek, sarılabilmek sevgiyle şefkatle… Ne güzeldir; Ayın güneşe bakan yüzü olmak, dünyayı aydınlattığı gibi insanlara ışık olabilmek. Almadan verebilmek, sevilmeden sevebilmek, gelmeyene gidebilmek ne güzeldir... Ne güzeldir; Dünyanın öbür ucunda, Hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşının bile içimizi parçalaması… Ne güzeldir; Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek yaşayabilmek… Ne güzeldir; Kedi ve köpeklere ağlayıp, kuşların yasını tutmak... Bilmediğin birinin derdine üzülebilmek, çare aramak ve olabilmek… Ne güzeldir; Sen diyebilmek, Sen’de yok olabilmek, Yarattığın her şeyde Sen’i görmek, özde bulabilmek… Ne güzeldir; Aşk ile Sana uzanabilmek, Sen’de yok olabilmek Ne güzeldir Yarab… Ninem diyor ki; Demiri kestiren suyu, insanı sevdiren huyu. Halime Gürbüz KÜLTÜR Surlarımız UNESCO listesinde Almanya ‘da düzenlenen UNESCO 39’uncu Dünya Miras Komitesi Toplantısı’nda, Diyarbakır Surları ile Hevsel Bahçelerinin ‘Dünya Kültür Mirası’ olarak tescillendi. Bir açık hava müzesini andıran 5 bin 700 metre uzunluğunda, 12 metre yüksekliğindeki tarihi surlar ile 700 hektarlık alanı kapsayan Hevsel Bahçeleri’nin, ‘Dünya Mirası’ olarak tescillenmesi için Diyarbakır’da uzun süren çalışmalar gerçekleştirildi. YAŞAM Serinlemek Uğruna Ölüyoruz Baraj gölleri ve göletlere serinleme ya da yüzme amaçlı girilmesi istenmeyen sonuçlara yol açabiliyor. Baraj gölleri ve göletlerin kaldırma kuvvetinin deniz suyuna oranla düşük olması, zeminin balçık özellik taşıması, bu yerleri yüzme amaçlı kullananlar için hayati risk oluşturduğu kaydedildi. Ülkemizde her yıl yaklaşık 900 kişi baraj gölleri, göletler ve derelerde boğularak hayatını kaybediyor. Duyarlı bireyler yetiştirmek Çocuklarını anlatırken, ailelerin kimi zaman iyi, kimi zaman ise zayıflık olarak dile getirdikleri bir özellik var: Duygusal olmaları. Kimi aile sorunlardan bahsettikten sonra ekliyor: “Ama çok duygusaldır, başkasına bir şey olsa hemen üzülür.” Bazı ailelerin ise sorun listesinde yer alıyor: “Çok duygusal, her şeye üzülüyor.” Özellikle erkek çocuklarının duygusal olmaları pek hoş karşılanmaz. Aslında bu tanımlarda bahsedilen şey duygusallıktan çok, duyarlılık: Başkalarının yaşadıklarına önem vermek, anlamak, dinlemek ve en önemlisi elinden geleni yapmaya çalışmak. Hepimiz insana, çevreye, doğaya, diğer canlılara, dünyaya duyarlı çocuklar yetiştirmek istemiyor muyuz? ÖRNEK OLMANIN ZORLUĞU Duyarlı çocuk yetiştirmeyi istemek kolay. Zor olan, çocukların en önemli öğrenme yolunu kullanabilmeleri için onlara örnek olabilmek. Önce her ebeveyn kendisinin ne kadar duyarlı olduğuna bakmalı. Elinizdeki kağıdı yere atarken çocuğunuza çevreye duyarlı olmasını söylemeniz işe yaramayacaktır. Yanınıza yaklaşan kediyi, köpeği kovalarken hayvanlara duyarlı olmayı öğretmek zor olacaktır. Sosyal olarak denk görmediğiniz kişilere davranışınız, duruşunuz çocuğunuzun farklılıklara duyarlılığını yok edecektir. TV’de izlediğiniz ölümlere, okuduğunuz başkalarının acılarına, sokaktaki ya da çevrenizdeki insanların acılarına siz ne kadar duyarlıysanız, çocuğunuz da o kadar duyarlı olacaktır. Duyarlı olmak demek, acıyıp geçmek değildir. Duyarlı olmak demek, nasıl paylaşırım, nasıl destek olurum, ben ne yapabilirim sorularını sormak, araştırmak demektir. Aslında duygusallık dememizin nedeni, duyarlılığını hissettiğimiz duyguları nasıl yansıttığımızla ilişkili olmasıdır. Üzülmek en temel duygulardan biridir. Her birimiz üzüntümüzü farklı yollarla gösteririz. Eğer duygularımızı sağlıklı göstermeyi becerebilirsek, çocuklarımız da öyle yapacaktır. Onların duyarlılıklarını desteklemekte yarar var. Kendi dışlarında olanlara karşı ilgili olmaları hem kendileri için hem de sizlerle olan iletişimleri için yararlı olacaktır. Aile dışında etkenler de yaşamını yönlendirir. Çocuklara örnek olacak en önemli kurumlardan biri okuldur. Okulun farklı özelliği olan çocukları dışlayıp dışlamadığı, öğretmenin davranışı çocukların bakışını biçimlendirir. Okul seçmek ebeveynlerin görevi olduğu için, dolaylı olarak bu konuda aileyi ilgilendirmektedir. Bir başka etken çocuğun yaşadığı çevre, izlediği TV ve internette gezindiği yerlerdir. Tüm bunlar çocuğun duyarlılıklarını etkileyecektir. Tümünün denetlenmesi yine ailelerin sorumluluğundadır. Aşırı duygusal diye tanımladığımız, isteklerini ağlayarak yaptırmaya çalışan, hayır dendiğinde aşırı üzülen çocuklarımızın bu davranışının duygusallık değil, bizim tutum sorunumuz olduğunu hatırlayalım. Çocukluk, insanların en duyarlı oldukları ve öğrenmeye, değişmeye en açık oldukları zaman. Onlara doğru davranır ve örnek olursak, kendine güvenen, kendine yetebilen, sorumluluklarını bilen, hatalarının bedelini ödemekten korkmayan, onları düzeltme becerisi kazanmış, kendileri dışındaki sorunlara duyarlı ve onları çözmek için uğraşan çocuklar yetiştirmek mümkün olacaktır. PROF. DR. BENGİ SEMERCİ BİLİM TARİH Denizyıldızları yaşlanmayı önlüyor Yeryüzünün en eski Mushafları Bilim insanları,, eşeyli ve eşeysiz üreyebilen denizyıldızı türlerinin genetik yapılarını inceledi. Eşeysiz, bölünerek çoğalan denizyıldızlarının özel bir DNA’ya sahip olduğu saptandı. Bilim insanları, bölünerek çoğalan denizyıldızlarının DNA’sının yaşlanmanın geciktirilmesine ilişkin çalışmalara ışık tutabileceğini belirtti. İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA), dünyada ilk kez yapılan önemli bir çalışmaya imza attı. Dünyanın dört bir yanındaki önemli kütüphane ve müzelerde yer alan ve hicri ilk asra ait en eski Kur’an-ı Kerim nüshalarını yayınladı. IRCICA, yürütülen çalışmalar sonucu Mushafları hem basılı hem de dijital ortamda yayınlayarak bir ilki gerçekleştirdi. Para Kalpleri Katılaştırıyor Mu? “Parayı buldu çok değişti”, cümlesini çok duymuşsunuzdur. Gerçekten de para insanı değiştirir mi? Bilim adamları bu sorunun cevabını araştırdı. California Üniversitesi’nden bilim insanlarının yaptığı bir araştırmaya göre, zenginlik, kişilerin kuralları ihlal etmesine ve bencilleşmesine neden oluyor. ABD ‘de bulunan California Üniversitesi’nden araştırmacılar, zenginlik ile kişilik özellikleri arasındaki bağlantıyı inceleyen bir çalışmaya imza attı. Buna göre para , kişilerin kendi çıkarları, arzuları ve refahlarına odaklanmasına neden olurken, daha az gelirlilere kıyasla kural ihlali oranında da bir artış görülüyor. ettiğini söyledi. Piff, oyun devam ederken varlıklı oyuncuların karşılarındaki kişiye karşı giderek daha da kabalaştığını, oyuncuların zor durumuna karşı duyarsızlaştığını ve maddi başarısını daha da fazla gösterdiğini vurguladı. Daily Mail’de yer alan habere göre, araştırmayı yürüten Prof. Paul Piff, “Para sizi diğer insanlardan psikolojik ve maddi olarak izole ediyor. Kendi ihtiyaçlarınızı ve amaçlarınızı öncelik haline getiriyor ve çevrenizdekilere pek uyum sağlamıyorsunuz” sözleriyle çalışmasının bulgularını özetledi. Araştırma için Los Angeles’ta bulunan bir yaya geçidinde uzun saatler geçiren Prof. Piff, pahalı araç kullananların neredeyse yüzde 50’sinin yaya geçidinde durmadığını belirtti. Bilim insanı, daha ucuz araçların kural ihlalinde bulunmadığını vurguladı. GİDEREK KABALAŞTILAR Aynı araştırma kapsamında 100 kişiyle bir başka deney yapan Piff, bu kişilerden Monopoly oynamalarını istemiş. Rastgele seçimle taraflardan birinin oyundaki zengin kişi olmasını sağlayan Piff, gizli kamera çekimlerini incelediğinde bu kişilerin 15 dakikalık süre zarfında baskınlık belirtileri gösterdiğini ve yüksek sesle konuştuğunu fark www.kisiselbasari.com Lâ Tahzen... (Üzülme!) İnsanlar senin kalbini kırmışsa üzülme! Rahman: (c.c), “Ben kırık kalplerdeyim” buyurmadı mı? O halde ne diye üzülürsün ey can? Gündüz gibi ışıyıp durmak istiyorsan; Gece gibi kapkaranlık nefsini yak !.. “Derdim var” diyorsun; Dert insanı Hak’ka götüren Burak’tır; sen bunu bilmiyorsun. Sanma ki dert sadece sende var. Şunu bil ki; Sendeki derdi nimet sayanlar da var. Umudunu yıkma; Yusuf’u hatırla. Dert nerede ise deva oraya gider. Yoksulluk nerede ise nimet oraya gider. Soru nerede ise cevap oraya verilir. Gemi nerede ise su oradadır. Suyu ara, susuzluğu elde et de sular alttan da yerden de fışkırmaya başlasın. Dünya malı Allah’ın tebessümüdür: ona bak! Ama sarhoş olma... Lâ tahzen! (Üzülme!) Irmağa deniz, denize okyanus sığmaz. “Aşık” olmayana anlatsan da “Ben” “Sen” anlamaz. Hakka ulaşmak için yoldur desen kimse inanmaz… Gönlünde zerre-i miskal şems olmayan; Yanmaz, yanamaz… Ayağın kırıldı diye üzülme! Allah senden aldığı ayak yerine belki sana kanat verecek. Kuyu dibinde kaldın diye üzülme! Yusuf kuyudan çıktı da Mısır’a sultan oldu, unutma! İstediğin Bir şey; Olursa Bir Hayır, Olmazsa Bin Hayır Ara... Geçmiş ve gelecek insana göredir. Yoksa hakikat âlemi birdir. Bu âlem bir rüyadır. Zanna kapılma ey can! Rüyada elin kesilse de korkma, elin yerindedir. Dünya bir rüya ise, başına gelen felaketler de geçicidir. Neden çok üzülürsün ki? Her şey üstüne gelip seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde sakın vazgeçme: Çünkü orası gidişatın değişeceği yerdir. Bu âlemin, bu kâinatın kitabı sensin: Aç da kendini oku ey can! Kâinatın en uzak köşesi, senin içinde ufak bir nokta… Ama sen bunun farkında bile değilsin. Derdin ne olursa olsun korkma! Yeter ki umudun ALLAH olsun… Herkes bir şeye güvenirken; Senin güvencen de ALLAH olsun. Hiçbir günah, ALLAH’ın yüce merhametinden büyük değildir ama; Sen yine de günah işlememeye bak! Lâ tahzen! (Üzülme!) Derdin ne olursa olsun bir abdest al, nefes gibi... Ve bir seccade ser odanın bir kösesine, otur ve ağla, Dilersen hiç konuşma...O seni ve dertlerini senden daha iyi biliyor unutma. Dua ederken O’na kırık bir gönülle el kaldır. Çünkü Allah’ın merhamet ve ihsanı, gönlü kırık kişiye doğru uçar. Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu kovmaktır. Allah tozunu alıyor diye, niye kederlenirsin EY CAN!? Lâ tahzen! (Üzülme!) Bir şey olmuyorsa: daha iyisi olacağı için, Ya da gerçekten olmaması gerektiği için olmuyordur. Şu uçan kuşlara bak! Ne ekerler, ne biçerler... Onların rızkını düşünen Allah; seni mi ihmal edecek sanırsın! Yeter ki sen istemeyi bil... Belalar sağanak yağmurlar gibi yağar. Ancak başını ona tutabilenler aşk kaydına geçerler. Belâ yolunda muayyen bir menzildir âşık. Her nereden gam kervanı gelse de. Aşk derdinde olan kişi; Baş derdinde değildir… ................... Yapılma, yıkılmadadır; Topluluk, dağınıklıkta; Düzeltme, kırılmada; Murat, muratsızlıktadır; arlık, yoklukta gizlidir… Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında çaresiz kalması. Ne kötüdür zamanın bir an kadar yakın, Bir asır kadar uzak olması. Ve bilir misin? Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması.. “Ben”, deyip susması…“Sen”. deyip ağlamaklı olması… Eğer sen Hak yolunda yürürsen, senin yolunu açar, kolaylaştırırlar. Eğer Hakk”ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler. Benlikten kurtulursan o kadar büyürsün ki âleme sığmazsın. İşte o zaman seni sana, sensiz gösterirler. Sevginin diğer bir adı da sabırdır: Açlığa sabredersin adı “oruç” olur. Acıya sabredersin adı “metanet” olur. İnsanlara sabredersin adı “hoşgörü” olur. Dileğe sabredersin adı “dua” olur. Duygulara sabredersin adı “gözyaşı” olur. Özleme sabredersin adı “hasret” olur. Sevgiye sabredersin adı “AŞK” olur... Ne istersem ben Mevlâ’dan isterim. Verirse yüceliğidir. Vermezse İmtihanımdır… Allah’tan bir şey istersen: Kapı Açılır, sen Yeter ki Vurmayı Bil !... Ne Zaman dersen bilemem ama, Açılmaz diye umutsuz olma, Yeter ki O Kapıda Durmayı Bil...! Hz. Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî Kaybolmaya Yüz Tutmuş Sanatlar: Halı Kilim Dokumacılığı Dünyada bilinen en eski halı, Orta Asya’da bulunan kare desenli bir Pazirik’tir. (Orta Asya Türk tarihinin en kıymetli halısı) Bugün; St. Petersburg’taki Hermitage Müzesi’nde orijinal haliyle korunan halı, Türklerin Kavimler Göçü yıllarındaki göçebe alışkanlıklarını ve atlarına olan bağlılıklarını açıkça simgeliyordu. Pazirik’ten bugüne halılar, yüzyıllar boyunca hayatın tanımı oldu. Sadece ihtiyaçları karşılamakla kalmadı; insanı insan yapan tüm duygular, renklerle sembollerle ilmek ilmek dokundu... Bugün dünyanın en ince ve değerli halıları olarak tanınan ‘Hereke halıları’ dokuma tarihinin olgunluk noktasıdır. 19. yüzyıl halı sanatı içinde önemli bir yere sahip, saray ve çevresi için özel olarak dokunan Hereke halıları, Anadolu halılarından aldığı geleneği geliştirmiş; hem desen tasarımlarıyla hem de dokuma tekniğiyle bu sanatı daha üst seviyelere taşımıştır. En eski örneklerine saraylarda rastladığımız Hereke halılarının en önemli özelliği, inceliği ve bu inceliği sağlayan düğüm sayısı ile tekniği. Bugün en eski örnekleri Topkapı Sarayı Müzesi’nde ve birkaç sarayda bulunan Hereke halılarının tarihi, 1843’te, Sultan Abdülmecid döneminde Osmanlı sanayisinin ilk modern fabrikalarından biri olarak kabul edilen Hereke Fabrika-i Hümâyûnu’nun kurulmasıyla başlar. Bu fabrika; başta, saraylar olmak üzere dönemin eşraf evlerinin döşemelik kumaş, perde ve halı ihtiyacını karşılamak üzere kurulur. 1878’de bir yangınla kullanılamaz hale gelen fabrika, 1882’de yeniden açılır. Sultan II. Abdülhamid devrinde sarayların ihtiyacını karşılamak üzere 1891 yılında halı üretimine başlar. İlk ürünler Manisa ve Gördes çevresinden getirilen ustaların önderliğinde oluşturulur. Zamanla dokumaların çeşit ve miktarı artırılır; kalite açısından Avrupa halıları ile rekabet edebilecek düzeye getirilir. Hereke halıları aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk ihraç ürünlerindendir. Avrupa sarayları onunla süslenir. Girdiği tüm uluslararası fuarlarda birincilik ödülleri ve başarı madalyaları alır. Aynı zamanda Herekeli ustaların oluşturduğu bir atölye de Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesine kurulur. Hereke’deki fabrikanın özel bir atölyesi olarak kullanılan ve Hereke Dokumahanesi olarak adlandırılan bu büyük yapıda da sarayın ihtiyacı olan ipekliler dokunur. Dokuma malzemesi olarak çok ince iplik ve ipeğin kullanıldığı Hereke halılarını diğer halılardan ayıran en önemli özellik örme tekniğidir. Kaliteli işçiliği ve özgün örnekleriyle hem Osmanlı hem de Avrupa saraylarını süsleyen Hereke halıları bugün de korunuyor ve yaşatılıyor. Sanatseverler koleksiyonlarındaki zenginliği, sahip oldukları Hereke halılarının çokluğuyla, bazen de niteliğiyle ölçüyorlar. Belki eskisi kadar çok tezgâh yok, ama bir şey hep aynı: “Kaliteden taviz yok” diyor Herekeli halıcılar... Kimi yerde, masaların üzerinde, kimiyse bir tablo gibi duvarlarda sergilenen gerçek Hereke halılarının bir de ‘nüfus cüzdanları’ var. Üzerinde ismi yazılı, şifreli, hologramlı. Ambalajlarında, Osmanlıca Hereke damgalı süslü silindirler. Hereke Halıcılar Derneği’nin ekspertizlerinden yüzde yüz onaylı. Dernek, bu sertifikalarla, künyelerle şöyle diyor: “Siz bu halıyı yıllarca tüm güzelliğiyle kullanırsınız. Bunlar Hereke halısıdır ve Hereke tekniğiyle Hereke’de yapılmıştır. Garantisi geçmişindedir.” Amaç ve kaynak hep aynı: Paylaşılan zevk... Sınırları kaldıran Hereke zevki kuşaklar boyunca süregeldi. Anlaşılan o ki; dokuma ustaları ve sanatseverleriyle yüzlerce yıl daha yaşayacak. Atalarımızın büyük önem verdiği bir halk sanatı halıcılık. Geçmişten günümüze özenle yaşattığı bir sanat. Dünyada bilinen ilk el halıları Orta Asya’da Türkler tarafından dokunmuştur. Bu halıların günümüze kadar ulaşabilmiş en eski örneğinin MÖ 6-5. yüzyıllarda yapılmış olduğu ve halen Leningrad müzesinde saklandığı bilinmektedir. Orta Asya’nın kurak bölgelerinden batıya göç eden Türkler, kültürlerini, sanatlarını, folklörlerini de yanlarında taşımışlar ve yeni yerleştikleri bu verimli topraklarda yeni motiflerle, yeni renklerle geleneksel olan bu halk sanatlarını daha da zenginleştirmişlerdir. Günümüzde 36 değişik yörede dokunan Türk halılarının en nadide örnekleri tarihi ipek yolu üzerinde yer alan İstanbul’un 65 km. doğu uzantısındaki sahil kasabası Hereke’de hayat bulmuştur. 1843’te dönemin padişahı Sultan Abdülmecit tarafından kurulan Hereke Fabrika-i Hümayun ‘undan günümüze dek, Hereke halısı, kalitenin ve görkemin simgesi olma özelliğini sürdürmüştür. Hereke halıları, geleneksel Anadolu halıcılığının yüzyılımızdaki sentezidir. Geçmişte Dolmabahçe, Yıldız, Beylerbeyi ve daha birçok görkemli sarayımızın bütün halıları ve döşemelik kumaşları Hereke’de dokunmuştur. Saf İpekten veya pamuk çözgülük üzerine yünden dokunan Hereke halıları için İmparatorluğun dört bir yanına haber salınmış; birbirinden yetenekli desinatörler, çiniciler, tesbihçiler, dokumacılar saraya çağrılmış; ve yoğun bir çalışmayla devrin bu estetik ustaları birbirinden güzel motifler tasarlamışlardır. Hereke halılarında, sanatının her dalında doğayı kucaklayan Osmanlı toplumunun bu özelliklerini gösteren motifleri ve diğer geleneksel sanatlarımızda olduğu gibi tasavvuf kültürümüzden gelen sonsuzluk temasını bulmak mümkündür. Desenler, sonsuzdan gelirmişçesine bordürden halıya girmekte ve tekrar öteki bordürden sonsuza doğru gidercesine kaybolmaktadır. Hereke halılarında başta lale, goncagül, yaprak, karanfil, sümbül, badem, çiçek buketleri olmak üzere iki yüzden fazla çiçek motifi kullanılır; ve bu motifler bir araya gelerek eşsiz desenler oluşturur. Bir çiçek cümbüşüne dönüşmüş Hereke halılarına her dokunuşta bir çiçek yumuşaklığı; üzerinde her gezinişte bir gülistan ferahlığı hissedilir. Dünya halı uzmanlarının kalitesini hayranlıkla dile getirdikleri Hereke halılarına, dokunuş tekniği ve malzeme kalitesiyle diğer pek çok halı üreticisi yabancı ülkelerce gıpta edilmiş ve her ne kadar kalitesine ulaşamamışlarsa da, desenlerini kendi ürünlerine yansıtmaya çalışmışlardır. Günümüzde Avrupa ve Amerika gibi, el halılarının büyük miktarda alıcı bulduğu pazarlarda Hereke halılarının kopyalarını dahi görmek mümkündür. Bir çok halı üreticisi ülkelerce kopyalanmaya çalışılan Hereke halıları, kopyalanamaz özelliğini sadece desenlerinden değil; Bursa ilimizin yemyeşil ve tazecik dut yapraklarıyla beslenmiş ipek böceklerinin kozalarından elde edilen dünyanın en yüksek kalitesindeki filatör ipeğinden de almaktadır. www.unutulmussanatlar.com Mutluluk Karşılıklı Fedakarlıkta Saklıdır Evliliğinde mutluluğu dileyen birinin daha başlangıçta eşini daha fazla nasıl mutlu edebileceği niyetiyle yola çıkması gerekiyor. Her şeyden önce eşinin istek ve beklentilerini anlamaya ve yerine getirmeye çalışan kimseler eşleriyle daha kolay anlaşabiliyor. Böylesine fedakar bir anlayış eşlere hayat boyu mutluluk için sağlam bir zemin hazırlar. Aile ocağı o kadar bereketli bir yerdir ki oraya ne ekerseniz onu biçersiniz; ne kadar çok verirseniz o kadar çok alırsınız. Bu yüzden kişi daha evliliğe başlarken Allah için kendini yuvasına, ailesine adama niyetinde bulunmalı. Hanımının hastalığı, doğum yapması ya da başka herhangi bir sıkıntılı zamanında eşinin ona destek olması, onunla ilgilenmesi, yardım edecek kimse yoksa ev işlerini severek üstlenmesi hanımı tarafından bir ömür boyu unutulmayacak fedakarlıklardandır. Kocasının darlık, hastalık ya da maddi sıkıntı yaşadığı dönemlerde hanımın şikayette bulunmadan bütün sıkıntılara katlanması ve ona yardımcı olmaya çalışması da fedakar ve vefakar olduğunu gösterir. Kadın ve erkek karşılıklı olarak bu anlayışta bulunduklarında görece olarak ailelerinin kölesi imiş gibi görünseler de aslında birbirlerinin sultanı olacaklardır. Mükemmel eş arayanlar değil; mükemmel eş olma gayretinde bulunanlar evlilikte daha güzel başarı elde ederler. Zira ne kadar harika bir eşe sahip olursanız olun onunla aynı kişilik özelliklerine, aynı yaşam alışkanlıklarına sahip olmanız mümkün değil. Farklılıkları göğüsleyebilmek için ortak noktada buluşabilmek ya da hakkından vazgeçebilmek tamamen fedakarlık duygusuyla bağlantılı. Dediğinde diretip benim istediğim olsun anlayışında bulunan kimseler evliliklerinde çok sağlıklı bir ilişki geçekleştiremiyor. Eskilerin evliliğinin daha uzun ve daha başarılı olması da büyük oranda sabır ve fedakarlıklarında saklı değil mi? Unutmamamız gereken bir şey de fedakarlıklarımızın “feda” edildiğidir. “Saçımı süpürge ettim; gece gündüz sizin için çalışıyorum karşılığı bu mu?” şeklinde beklentiye girmek fedakarlığın ruhuna aykırı. Ancak en güzeli kişinin, eşinin yaptığı fedakarlıkları takdir etmesi ve kendisine teşekkür etmesi. Zira marifet iltifata tabidir ve iyilikler takdir edildikçe çoğalır. Maalesef kültürümüzde bazı iyilik davranışları vazife imiş gibi düşünülür ve yapılan fedakarlık için minnet duyulmadığı gibi yapılmadığında ceza uygulanmaya çalışılır. Hanımın, eşinin ailesine hizmeti bunlar arasında yer alır. Gelin hanım kayınvalidesine yahut kayınpederine hizmet ettiğinde yeteri kadar takdir edilmeyebilirken onlarla ilgilenmediğinde kınanabilir. Karşılıklı fedakarlık, evlilikte uyum için kaçınılmaz bir gerçek. İki gönlün bir olması ancak her ikisinin bir yarısını terk etmesiyle mümkün. Yıllarca yapageldiğimiz alışkanlıklarımızdan fedakarlık edebildiğimiz nispette eşimizi ve yuvamızı seviyoruzdur. Ailede iyilik yarışı hakim olmalı Fedakar bir kimse eşinin yemesiyle kendisi doymuş gibi hisseder, mutluluğuyla sevinçli, sıkıntısıyla üzüntülü olur. Ne yapsam da eşimin yükünü biraz daha hafifletsem diye kaygılanır. Böyle güzel niyetli birinin eşi iyi niyeti suiistimal edecek kişiliğe sahip değilse o da kendi fedakarlıklarıyla, yapılan güzelliklerin altında kalmak istemez. İyilik yarışının hakim olduğu bu ailede en önemli sorunlar bile ateşin buzu eritmesi gibi çözülüverir. Evlilikte de marifet iltifata tabidir 15 AİLE Farklılıkları göğüsleyebilmek için ortak noktada buluşabilmek ya da hakkından vazgeçebilmek tamamen fedakarlık duygusuyla bağlantılı. Dediğinde diretip benim istediğim olsun anlayışında bulunan kimseler evliliklerinde çok sağlıklı bir ilişki geçekleştiremiyor. Eskilerin evliliğinin daha uzun ve daha başarılı olması da büyük oranda sabır ve fedakarlıklarında saklı değil mi? Fedakar ve vefakar eşler evlatlarını da öyle yetiştirir Tüm bunlar kendimizi her şeyimizle değiştirmemiz ve eşimizin aynısı olmamız anlamına gelmiyor elbette. Sadece yeri geldiğinde ve değişim için adım atılması gerektiğinde buna hazır olmayı ifade ediyor. Örneğin evde dinlenmek istediğiniz bir anda, eşinizin birlikte biraz yürümeyi teklif etmesi güzel bir fedakarlık imkanı sunar size. Onun isteğini kendi beklentinize tercih etmeniz ve birlikte yürüyüşe çıkmanız evliliğinizi sağlamlaştırır. Ya da bunun tam tersi; siz bir beklenti içine girdiğinizde eşinizin buna cevap verememesi yine fedakarlıkta bulunmanızı gerektirir. Çok beğendiğiniz bir elbiseyi almak istediğinizde eşiniz durumunuzun o anda müsait olmadığını söylüyorsa ona kızmamanız özverinizin göstergesidir. Özellikle de eşiniz normal zamanlarda ihtiyaçlarınızı almada cimrilikte bulunmuyorsa anlayışlı olmamak için hiçbir neden de yok gibidir. Aksi halde çatışmalar ve kırgınlıklar kaçınılmaz olur. Bunlar ara sıra atlatılırsa da zamanla evliliğinizi yıpratacak boyuta ulaşabilir. Fedakar anne baba olabilen eşler evlatlarını da diğergamlığa teşvik etmiş olurlar. Fedakarlık ve vefakarlık gibi, zorluklara göğüs germeyi gerektiren güzel huylar ancak aile ocağında en güzel şekilde öğrenilebilir. Bu nedenle ebeveynlerin göstereceği özveri yalnız kendi yuvalarının değil kurulacak yeni ailelerin de sigortası olacaktır. www.semerkandaile.com Toplumsal Duyarlılık Toplumsal duyarlılık veya bilinç, yaşadığımız dünyayla ve yaşadığımız olaylarla ilişki kurmak ve bu konuda sorumluluk almaktır. Staub (1979) bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklıyor: Pozitif sosyal davranışlar, başkasının ya da başkalarının ihtiyaçlarına yönelik olan davranışlardır. Bir kişinin sosyal sorumluluk içeren davranışlarda bulunması için, başkalarının ihtiyacını, hedeflerini anlaması ve de buna uygun davranışları üretmesi gerekmektedir. Bu davranışlar maddi ve manevi olarak çok çeşitli şekillerde olabilir. Toplumsal gelişmelere verilen uygun bir tepki de toplumsal bilinç içeren bir davranıştır. Bu tür davranışlarda önemli olan büyük ya da küçük bir topluluğa hizmet etmekten çok, destek olunan amaca ne ölçüde hizmet edilebildiğidir. Toplumsal Duyarlılık Neden Gereklidir? Toplumsal bir varlık olan insan, çevresine karşı duyarlı olmak durumundadır. Tıpkı Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı eserinde ifade ettiği gibi “birbirinden kopuk bir ada değildir insanoğlu”, birine zarar veren bir olay, diğerlerini de etkiler. Suya attığımız minicik bir taşın etkisinin halka halka yayılarak genişlemesi gibi, pozitif veya negatif etki yaratan sosyal hareketler de dalgalar halinde büyüyerek yaygınlaşır ve bizi bir şekilde etkiler. Yaşadığımız dünyaya, çevremize karşı ne kadar duyarlıysak, bu duyarlılık olumlu veya olumsuz olarak bize geri dönecektir. Örneğin, çocuklarımıza otobüste, trende vb.. yerlerde yaşlılara, güçsüzlere, ihtiyacı olanlara öncelik duyarlılığını kazandıramamışsak, gelecekte ihtiyacımız olan anlarda o dönemin çocukları da bizlere anlayışlı davranmayacaklardır. Çünkü onları biz yetiştiriyoruz ve onlar bizim ürünlerimiz.... Bu nedenle iş işten geçtikten sonra çevremizden duyarlılık beklemek gerçekçi değildir. Önemli olan, gerekli duyarlılığı yerinde ve zamanında gösterebilmektir. Özellikle yaşadığımız çağda toplumsal duyarlılık daha da fazla önem kazanmaktadır. Erich Fromm’a göre sanayileşen toplumlarda, ekonomik gelişmeyle birlikte insanların bireyselleşmesi ve sonucunda insanın yalnızlığa itilmesi gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktayız. Bu bireyselleşme ve yalnızlaşma, duygusal körlüğe neden olmakta ve insanı kendisine ve yaşadığı topluma yabancılaştırmaktadır. Bu yabancılaşma, insan yaşamına anlam veren önemli bir boyutun ortadan kalkmasına neden olmakta ve de toplumun çözülmesine dair riskleri beraberinde getirmektedir. Sağlıklı insanlar yetiştirebilmemiz için gelişen ekonominin yanında insani değerleri de ön planda tutan, insanı makine gibi görmeyen, insana değer veren sosyal yapıyı da geliştirmemiz gerekmektedir. Ancak bireyler bulundukları toplum için üretirler, emek harcarlarsa, yaşadıkları topluma aidiyet hissini yaşarlar ve kendilerini güvende hissederler. Toplumsal Duyarlılığın Kazanılması: Toplumsal bilince yönelik davranış becerilerini kazanmak ve kazandırmak, uzun ve emek isteyen bir süreçtir. Staub’a (1979) göre çoğu zaman kişi başkaları ya da toplum için sorumluluk aldığında, kendisiyle çelişkiye düşebilir; çünkü burada kendisinden bir şeyler verecektir. İnsanın bunu öğrenmesi ve uygulaması kolay değildir. Pozitif sorumlu davranışın nasıl geliştiğine dair çok farklı görüşler vardır. Bazı bilim adamları bunun genetik olduğunu savunurken, bazı başka araştırmacılar ise bunun öğrenilen davranışlar olduğunu, özellikle de sosyalleşme süreçleri sonucunda oluştuğunu ifade etmektedirler. 17 TOPLUM Çoçuklarımızı biz yetiştiriyoruz ve onlar bizim ürünlerimiz.... Bu nedenle iş işten geçtikten sonra çevremizden duyarlılık beklemek gerçekçi değildir. Önemli olan, gerekli duyarlılığı yerinde ve zamanında gösterebilmektir. Diğer bir görüş, beklenen sosyal davranışların belli gelişimsel devrelerin sonucunda kazanıldığı şeklindedir (Staub, 1979). Bazı uzmanlara göre, toplumsal bilinç içgüdüsel olarak kazanılmaktadır. Bu düşünceye göre insanoğlu, çevresine karşı duyarlı olma ve çevrede oluşturduğu etkinin, yani davranışlarının sonuçlarını düşünme içgüdüsüyle doğmuştur. Bu nedenle bebekler ellerindeki bir oyuncağı masaya vurur ve ne olduğunu, nasıl bir etki uyandırdığını merakla izlerler. Doğuştan gelen bu içgüdü, çocukluk ve gençlik yılları boyunca desteklenirse ve gelişirse, davranışlarının sorumluluğunu alan, topluma karşı duyarlı bireyler yetişir. Bu içgüdünün desteklenmediği ve gelişemediği durumda ise, sorumsuz ve duyarsız bireyler yetişir. Bireylerin bu duyarlılığı geliştirmesinden, başta bireyin içinde bulunduğu aile, arkadaş, okul olmak üzere toplum olarak sorumluyuz. Her bireyin kendi sınırları ölçüsünde bulunduğu ortamın gelişimini etkileme potansiyeli ve sorumluluğu vardır. Şimdi sizlerle, bireylerin kapasitesi ya da özellikleri ne olursa olsun, çevrelerine karşı duyarlı olma içgüdülerine sahip olduğunu gösteren gerçek bir olayı paylaşmak istiyoruz: Engeller Bedenimizde Değil “Birkaç yıl önce, Seattle Özel Olimpiyatlarında, tümü fiziksel ve zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama çizgisinde toplandılar. Yarışmacıların tümü yarışı bitirmek ve kazanmak için istekliydiler. Yarışa başlar başlamaz, içlerinden genç bir delikanlı tökezleyip yere düştü ve ağlamaya başladı. Diğer sekiz kişi oğlanın ağlamasını duydular, yavaşladılar ve geriye baktılar. Sonra hepsi yönlerini değiştirdiler ve geriye döndüler, oğlanın yanına geldiler. İçlerinden Down Sendrom’lu bir kız eğilip oğlanı öptü ve: -Bu onun daha iyi olmasını sağlar, dedi. Sonra dokuzu birden kolkola girdiler ve bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler. Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp, dakikalarca onları alkışladı. Orada bulunan insanlar hâlâ bu öyküyü anlatırlar. Neden? Çünkü, bu hayatta önemli olan şey, kendimiz için kazanmaktan, çok daha ötede olan bir şeydir. Bu hayatta önemli olan, diğerlerini de anlamak, yavaşlamak ve rotamızı değiştirmek anlamına gelse bile, diğerlerinin kazanması için yardım etmektir. Toplumsal duyarlılık ve bilinç bu şekilde gelişir “ (Yılmaz, 2002, sayfa 30. www.ailem.com BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? DAĞ LALESİ Dünyanın her yerine yayılmış olan bu bitkiler, en çok kuzey ılıman kuşağın ağaçlık ve çayırlık bölgelerinde bulunur. Renkli ve gösterişli çiçekleri nedeniyle bahçelerde yetiştirilen pek çok çeşidi vardır. Çeşitli türlerin çiçekli dalları balgam söktürücü ve idrar artırıcı olarak kullanılır. Meyveleri daha değişik yapıda olan bazı türler, genellikle Pulsatilla adıyla ayrı bir cins içinde yer alır. DENİZ DANTELİ KÖPEK BALIKLARI Dünyanın her yerine yayılmış olan bu bitkiler, en çok kuzey ılıman kuşağın ağaçlık ve çayırlık bölgelerinde bulunur. Renkli ve gösterişli çiçekleri nedeniyle bahçelerde yetiştirilen pek çok çeşidi vardır. Çeşitli türlerin çiçekli dalları balgam söktürücü ve idrar artırıcı olarak kullanılır. Meyveleri daha değişik yapıda olan bazı türler, genellikle Pulsatilla adıyla ayrı bir cins içinde yer alır. Tuzlu su balıkları su içtikleri hâlde, tatlı su balıkları su içmezler. Köpek balıklarında ise su, ağızdan alınarak solungaç üzerinden geçirilir. Gerekli su ihtiyaçlarını, yedikleri besinlerden ve solungaç zarlarından osmozla (suyun zardan taşınması) alırlar. Diğer canlıların ağızlarıyla su içtikleri gibi köpek balıkları ağızlarıyla su içmezler. YALIÇAPKINI KUŞUNUN İLGİNÇ ÖZELLİKLERİ Yalıçapkını da denilen emircik kuşu yalnız balık yer, balık ve tertemiz su bulunan yerlerde yaşar. Dere veya ırmak kenarında dalları su üzerine sarkan ağaçlarda barınır. Emircik kuşu süratle avlanır. Suya dalıp balıkla dışarı çıktığı zaman su yüzünde meydana gelen şekil henüz düzelmiş olmaz. Suya dalışı ve ağzında balıkla dışarı çıkışı ancak bir saniye sürer. Sudan çıktığı zaman vücudu ıslanmamıştır. Çünkü hızla suya girerken bütün vücudunu ince bir hava tabakası sarar. Bir yerde emircik kuşu varsa o su tertemiz demektir. Eskimolar buzdan evlerini nasıl ısıtıyorlar? Arılar neden vızıldar? İletişim kurmak için. Arılar hareketleri ve “dansları” gibi, vızıltılarını da bilgiyi iletmek için kul lanırlar. Arılarla ilgili on farklı ses tanımlanmış ve bazıları belirli faaliyetlerle ilişkilendirilmiştir. m i y HAPI YUTMAK De Bir şeyin artık gerçekleşme ihtimali kalmadığı, birisinin başına gelen kötü bir hâlden dolayı iflah olmaz mecraya girdiği, düzen ve dubaranın bozulup hakikatin ortaya çıktığı, kötülüklerin sona erdiği durumlarda “Artık hapı yuttu, hapı yuttu sayılır...” gibi ifadeler kullanırız. Bu deyim bize, Sultan IV. Murat zamanının yadigârıdır. — Bre Çelebi bunlar nedir? — Islah edilip zararsız hâle getirilmiş afyon hapları hünkârım. — Ne yaparsın bunları? — İlaç veya panzehir niyetine hastalara veririm. Sultan Murat’ın kahve, müskirat (sarhoş edici maddeler) ve mükeyyifatı (keyif verici maddeler) yasakladığı dönemde saray casuslarından biri, belki de kıskançlık sebebiyle, hekimbaşı Emir Çelebi’nin yasakları çiğnediği ve afyon kullandığına dair bir ihbarda bulunur. Hünkâr, Emir Çelebi’yi aslen çok sevmekte ve itibar etmekte, hatta kendisini sık sık sohbet için huzura çağırmaktadır. Bu ihbara önce inanmazsa da Çelebi’yi yoklamayı da ihmal etmez. Gelen habere göre Hekimbaşı kuşağı arasında bir curadan (yudumluk; yüzük, mühür, vb. küçük şeyleri muhafaza etmek üzere taşınan kutucuk) taşımakta ve afyon macununu da onun içinde saklamaktadır. Padişah bermutat, Emir Çelebi’yi satranç oynamaya davet etmiş. Oyunun tam orta yerinde, — Çelebi, demiş, kuşağını çöz de içinde ne varsa boşalt hele! O dönemlerin kıyafetlerinde cep kullanılması yaygın olmadığından kalemdan, hançer, mühür, para kesesi, vs. eşyalar hep kuşak içinde muhafaza olunur ve yoklama esnasında kuşak çözdürülür imiş. Çelebi, hünkârın bu emri üzerine bir ihbara kurban gittiğini ve başına gelecekleri hemen anlamış. Kuşağını çözmeden cüradanı çıkarıp satranç tablasının üzerine koymuş. Padişah, cüradanı ters çevirip mercimek büyüklüğündeki afyon haplarını tablanın üzerine boşalttıktan sonra sormuş, — Peki hastalara zararı olmaz mı? — Hiçbir zararı yoktur hünkârım. — O hâlde, yutmaya başla bakalım. Emir Çelebi, padişahın öfkesini iyi bildiğinden, sonunun geldiğini anlayıp hiçbir şey söylemeden, gözleri yaşararak hapları bir avuçta yutmuş ve sonra satranç tablasının başından kalkarak, — Elveda hünkârım! Devletinize zeval erişmeye, deyip kapıdan çıkıp gitmiş. Çelebi’nin bilâhare, eve varınca kendisini tedavi etmek isteyenlere izin vermediği ve panzehir olarak hiçbir şey almadığı hatta haplar bir an evvel kana karışsın diye de bir bardak nar şerbeti içerek dünyaya gözlerini yumduğunu tarihle, yazarlar. Çelebi’nin, IV. Murat gibi bir hükümdarın hışmına uğradıktan sonra ölmeyi yaşamaya tercih etmiş olmasına şaşırmamak lâzımdır. Bu hadiseyi takip eden günlerde zamanın ariflerinden biri, “Çelebi’ye ne oldu?” diyenlere “Hapı yuttu!” diye cevap vermiş. İskender Pala (İki Dirhem Bir Çekirdek) ÇOCUK 20 Çocuklara Yardımlaşma Nasıl Öğretilir Yardımlaşmayı bilen, seven bir çocuk yetiştirmek her anne ve babanın çok istediği şeylerdedir. Bu sayede çocukları hem yardıma ihtiyacı olan başka kişilere yardım ederek onun mutluluğuna ortak olacak, hem de gerçekten yardıma ihtiyacı olduğunda kendisine yardımcı olabilecek birini bulabilecektir. Çünkü hayatta ne ekersen onu biçersin. Çocuklara bazı duyguları öğretmek için istemek veya anlatmak yeterli değildir. Bunları yapabilmeniz için sizin hayat tarzınız ve yaşantınızla çocuklarınıza örnek teşkil etmeniz gerekmektedir. İlk olarak aile içerisinde birbirleri ile yardımlaşan bir aile olmalısınız ki sonra çocuklarınız dış ortamlarda da yardımlaşmayı öğrenebilsin. Çocuklar için anne ve babaları çok önemlidir, onların kendilerine örnek aldığı kişilerdir. O yüzden çocuklarınız sizin hareketlerinizi hafızalarına kaydeder ve kendileri de o şekilde uygular. Siz eşinize, çocuğunuza yardım edin ki çocuklarınız da size ve çevrenizdekilere yardım etsin. Çocuğuma her konuda yardım edersem hep benden bekler; Bu ayrımı yapmak anne ve babalara düşmektedir. Gerçekten doğru bir sözdür aslında. Çocuklarınızla yardımlaşmak onun her şeyini sizin yapmanız anlamına gelmez. Bunu fark eden çocuk anne ve babasını kullanmaya başlayacaktır. Siz çocuğunuzu iyi tanırsanız, onun hangi konularda yardıma ihtiyacı olduğunu bilirseniz bu konuda endişe taşımanıza gerek kalmayacaktır. Anne ve babalar çocuklarına ders çalıştıkları zaman yardım etmelilerdir, bu onların arasındaki bağı ve çocukların anne ve babalarına karşı olan güven ve sevgi duygusunu güçlendirir ama asla ödevlerini yapmamalıdırlar. Onlara yol göstermeli ve bunu kendilerinin yapmasını sağlamalıdır. Çocuklara yardımlaşmayı öğretiyoruz derken kendi ayakları üzerinde duramayan, her konuda çevresindekilerin yardımını bekleyen çekingen ve pısırık bir çocuk yetiştirmemeliyiz. Ama yardıma gerçekten ihtiyaçları olduklarında onların yanında olmayı unutmayın. Çocuklarınız bilsin ki anne ve babaları onun ihtiyacı olan her anda yanlarına gelecek ve ona yardım edecektir. Bunu bilen çocuklar hiçbir şey yapmaktan korkmaz ve çekinmez, ya yapamazsan endişesi yaşamaz. İnsanlar, yaşadıkları toplumun üyeleridir. Çocuklarınız da bu toplumun bir parçaları olacaklardır. Toplum içerisinde mutlu bir şekilde yaşayabilmenin ilk sırlarından birisi yardımlaşma duygusudur. Hani derler ya insanlık olsun yeter diye, işte çocuklarınız bazı şeylerin karşılıksız sadece insanlı olsun diye yapılabileceğini bilmelilerdir. Sosyal toplumların temel özelliği budur. 21 ÇOCUK Çocuklarınızı bu dernek ve vakıfları gezdirmeli ve ne için kurulduklarını anlatmalısınız. Bu yardımlaşmanın ne kadar önemli bir davranış olduğunu kavramasında çok faydalı olacaktır. Paylaşmak Önemli mi? Hep paylaşmanın öneminden bahsederiz. İnsanların yaşadığı üzüntü verici durumlar, dertleri ve sıkıntıları paylaşarak, yardımlaşarak azalır. Çevrenizde kurulan birçok dernek ve vakfın amacı da budur aslında. Çocuklarınızı bu dernek ve vakıfları gezdirmeli ve ne için kurulduklarını anlatmalısınız. Bu yardımlaşmanın ne kadar önemli bir davranış olduğunu kavramasında çok faydalı olacaktır. Hatta eğer imkanınız var ise hiçbir karşılık beklemeden böyle derneklerle çeşitli yardımlaşma faaliyetlerine katılabilirsiniz. Çocuklar Yardımlaşmayı Bilmez Çocuklar doğduklarında bu duygular ile doğmazlar, hatta tam aksi duygulara sahiptir. Onlar için dünyada bir tek kendileri vardır, bir tek kendileri mutlu olmalı ve bir tek kendi istedikleri olmalıdır. Onlar hiç kimseye yardım etmemeli ve herkes onun her istediğinde ona yardım etmelidir. Paylaşmak onlar için çok zor bir kavramdır, onlar paylaşmaz, sadece kendileri sahip olmak ister. İşte çocukların bu özellikleri yardımlaşma konusunda anne ve babaların işlerinin ne kadar zor olduğunu göstermektedir. Duygularını Güçlendirin Bazen sizin çok rahatlıkla yapabileceğiniz konularda çocuklarınızdan yardım isteyin. Çocuklarınızın yardımı ile o işi yapabildiğinizi anlatın. Ona teşekkür edin ve mutluluğunuzu gösterin. Böyle şeyler çocuklarda yardımlaşma duygusunu güçlendirecektir. Holfstra Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışmada müteşekkir olma nedenlerinin farkına varmaları sağlanan çocukların daha mutlu ve daha bilinçli oldukları ortaya çıkmış. Yani onları ellerinde olanlardan dolayı suçlu veya borçlu hissettirmektense, ellerindekilerin farkına varmalarını sağlayıp, bu şansa sahip olmayanlarla bunları paylaşmanın mutluluğunu yansıtmak daha olumlu bir sonuç veriyor. Yapılabileceklere bir örnek ise, harçlık almaya başladığı bir dönemde çocuğunuza bu harçlığı üçe bölmesini önerebilirsiniz. Bir bölümünü harcamak için, bir bölümünü biriktirmek için, bir bölümünü de başkalarıyla paylaşmak için ayırabilir. www.okuloncesihersey.net MANEVİYAT 22 Hz. Peygamber Örnekliğinde Kardeşlik Dilini Oluşturan Temel Dinamikler: Sevgi ve Saygı Kâinatı bir arada tutan enerjinin sevgi olduğu düşünüldüğünde kardeşlik dilinin ana öğesinin de sevgi olması kaçınılmazdır. Birbirlerine muhabbetle bakan, ilişkilerini sevgiyle temellendiren birey ve toplumlar Hz. Peygamber’in (s.a.v) tesis ettiği kardeşlik dilini yakalamakta ilk adımı atmış olacaktır. Bu noktada Allah Resûlü tarafından sevginin imanî bir boyutta ele alınmış olması ve gerçek mümin olmanın bir şartı kabul edilmesi dikkatten uzak tutulmamalıdır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız.” Sevginin mayasını, sevgiyi Yaratan’ın rızası ile özemek, Resûlullah’ın dilinde aşkınlığa uzanan bir sevgi söylemi oluşturmuştur: “Amellerin üstünü Allah için sevmektir” “Nerede benim rızâm için birbirlerini sevenler? Gölgemden başka gölgenin bulunmadığı bugün onları, kendi arşımın gölgesinde gölgelendireceğim.” “Benim rızâm uğrunda birbirlerini sevenler için peygamberlerin ve şehidlerin bile imreneceği nurdan minberler vardır.” “Kendisinde (şu) üç (haslet) bulunan kimse, imanın tadını bulmuştur: Sevdiği kimseyi sadece Allah için seven kimse, Allah ve Resulü kendisine her şeyden daha sevimli olan kimse ve Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra ateşe atılmak kendisine küfre düşmekten daha sevimli olan kimse”. Söz konusu rivayetler aynı değerler etrafında örgülenen birey ve grupların bireysel ve sosyal ilişkilerinde sevginin yerinin olmazsa olmazlığını ifade etmektedir. Birbirlerini tanımayan insanların birbirlerini sevmelerinin gerekçesi ise Allah için olmasıdır. Sevgi duymanın ve sevgi sunmanın temeline Allah rızasını umma gibi kutsal bir gaye yerleştirildiğinde, bir diğer ifadeyle, iman ile sevgi arasında bir bağ kurulduğunda, sevgi kolayca buharlaşan ya da suiistimal edilebilen bir nitelik taşımayacak, aksine samimiyet ve kalıcılık kazanacaktır. Hatta birbirine duydukları sevgiyi iman gibi güçlü bir kaynağa dayandırmaları, kişilerin birbirleri arasındaki Abdurrahman Han* ilişkiye hoşgörü, sabır, anlayış ve dürüstlük benzeri nice kazanımlar taşıdığı gibi, ilâhî bir sevgiye mazhar olmanın yolunu da açacaktır. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in anlattığı şöyle bir kıssa hatırlanabilir: “Bir adam başka bir köydeki (din) kardeşini ziyaret etmek için yola çıktı. Allah Teâlâ adamı gözetlemek için onun yolu üzerinde bir meleği görevlendirdi. Adam meleğin yanına gelince melek: Nereye gidiyorsun? dedi. Adam: -Şu köyde bir din kardeşim var, onu ziyarete gidiyorum, cevabını verdi. Melek: -O adamdan elde etmek istediğin bir menfaatin mi var? dedi. Adam: -Yok, hayır, ben onu sırf Allah rızası için severim, onun için ziyaretine gidiyorum, dedi. Bunun üzerine melek: -Sen onu nasıl seviyorsan, Allah’ da seni öyle seviyor. Ben, bu müjdeyi vermek için Allah Teâlâ’nın sana gönderdiği elçisiyim, dedi. Değişimin baş döndüren bir hızla yaşandığı modern dünyada insanlar birbirlerine çok yakın ama bir o kadar da uzaktır. Kendi değerlerine yabancılaşarak kalabalıklar içinde yalnız kalan insan, sevgisizliğin kurbanı olmaktadır. Sevilmeye ve yüreğinde sevgi büyütmeye olan ihtiyacın fıtrîliği, kardeşlik ilişkisinin sevgisiz olamayacağının işaretidir. 23 MANEVİYAT Allah Resûlü’nün hayatına bakıldığında kadın, çocuk, fakir, köle demeden toplumun her ferdine yönelen bir ihtiram görmek; zevke, karara, inanca, hakka saygıda benzersiz bir örnekliğe şahit olmak mümkündür. Dolayısıyla değerlerinin farkında olan, özgüven sahibi bir Müslüman etrafına sevgiyle bakabilecek, sevgi dilini hayat dili haline getirebilecek ve “Mümin bir kimse din kardeşini sevince bu sevgisini ona bildirsin.” diyen Hz. Peygamber’in öğüdü gereği başta eşi, çocukları, akrabaları olmak üzere insanlara sevgisini çekinmeden dillendirebilecektir. Madalyonu çevirdiğimizde sevginin öbür yüzünde saygı olduğunu görürüz. İnsana ve hatta kâinatın bütün varlıklarına karşı, taşıdıkları özdeğer gereği dikkatli, özenli ve ölçülü davranmak, varlığa hürmet göstermek, kardeşlik dilinin bir diğer temel unsurudur, Müslüman, sadece dindaşlarına değil dini, dili, ırkı ve cinsiyeti ne olursa olsun beraber yaşadığı herkesin hakkına riayet eden kimsedir ki, saygı kavramının ifade ettiği mana da budur. Saygısızlık, tahammülsüzlük, bir diğerini kendi gibi düşünmeye, giyinmeye ve hareket etmeye zorlamak, ona var olma şansı tanımamak kardeşlik şuurunu kökten yok edecektir. Hâlbuki Allah Resûlü’nün hayatına bakıldığında kadın, çocuk, fakir, köle demeden toplumun her ferdine yönelen bir ihtiram görmek; zevke, karara, inanca, hakka saygıda benzersiz bir örnekliğe tanık olmak mümkündür. Şu halde bir kardeşlik dili yakalanacak ise, Müslüman sevgi ve saygısını önce Allah’a sunmalı sonra da kendi varlığından başlayarak halka halka bütün toplumu saracak şekilde sevgi ve saygı eksenli hareket etmelidir. Birliğe ve dirliğe giden yolda önemli kazanımlar sağlayacak olan bu iki erdem, zedelenen ilişkileri tamir edecek ve bir anlamda ötekileştirmeyi ortadan kaldıracaktır. Temel dinamikleri sevgi, saygı ve şefkat olan bir kardeşlik ahlâkı tesis eden Allah Resûlü, geniş halkada insanlık ortak paydasında birleşen bir kardeşlik bilinciyle hareket ederken, dar halkada ise dindaşlık odaklı bir İslâm kardeşliğini öğretmiştir. Kur’an’ın kimi zaman “Ey insanlar!” kimi zaman da “Ey iman edenler!” hitâbıyla eşitliğe ve kardeşliğe yönelik uyarılarda bulunması, bir Müslüman’ın iki ayrı hukuk ve ahlâk alanına işaret etmektedir. Bu bağlamda dini, siyasi ve etnik kökene dayalı ayrımcılık, mezhep taassubu ve bencillik gibi fitne unsurlarından sıyrılmalı, ortak bir kardeşlik dili kurarak huzurlu bir yaşam alanı oluşturmalıdır. Hz. Peygamber’in ifadelerinden anlaşıldığı üzere böyle bir kardeşlik köprüsü ilâhî rahmete ulaşan niteliğiyle Müslüman’ın hem dünyasını hem de ahiretini mamur edecek kadar sağlamdır: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu düşman eline bırakmaz. Her kim Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Her kim de bir Müslüman’ın bir sıkıntısını giderirse Allah da onun kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim dünyada bir Müslüman’ın ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.” *Diyanet İşleri Başkanlığı, Daire Başkanı BİİLİM 24 ANTİK ÇAĞLARIN KAYBOLMUŞ TEKNOLOJİK HARİKALARI Geçmiş, hala gizemlerini çözmeye çalıştığımız bir bilinmezlik girdabı. Her gün kazıların altından ve araştırma dosyalarından şaşırtıcı bilgiler gelmeye devam ediyor. Bildiğimiz kadarıyla, teknolojiden uzak ve ilkel kalmış toplumların omuzlarında yükselen bir dünyada yaşıyoruz. İşte sizi şaşırtacak, antik çağların kaybolmuş teknolojik harikaları! Babil Pili Sene 1938…Avusturyalı Arkeolog Dr. Wilhelm Konig yaptığı kazılardan birinde 15 cm yüksekliğinde, parlak sarı renkte ve kilden yapılmış bir çömlek buldu. Çömlek bir düzenek gibiydi. İçinde bakır levhadan yapılmış, 3.81 cm. çapında ve 5 cm. yüksekliğinde bir silindir vardı. Cismin bir enerji kaynağı olması için yapıldığı hemen anlaşılıyordu. Bu yüzden 19. yüzyılda yapılmış ilkel bir pil olduğu düşünülmüştü. Ancak yapılan testler çömlek ve içindeki düzeneğin 2000 yıllık olduğunu ortaya çıkarttı! 2000 yıl önce, elektrik ve elektroniğe bağlı bir teknoloji yokken bu pili kimler ne için yapmıştı ve ne amaçla kullanmışlardı? Bu sorular hala cevabını arıyor. Pil ise Bağdat Müzesi’nde sergileniyor ve M.Ö. 248 tarihiyle ilişkilendiriliyor. Her ne kadar bu tarih de eski bir dönem olsa da, bazı araştırmacılar söz konusu çömleğin sahip olduğu teknolojinin Sümerlere kadar uzandığı noktasında birleşiyor. Bu da Babil Pili olarak nitelendirilen bu cismin ilk defa M.Ö. 2000’li yıllarda geliştirildiği yönünde bir teori ortaya koyuyor. Peki madem böyle bir teknoloji antik çağda vardı, insanlığın elektriği bir yaşam biçimi haline dönüştürmesi neden 4000 yıl sürdü? O dört bin yıl boyunca çömleklerde enerji saklanmadı da neden kebap yapıldı? Dandera Işığı Antik çağlarda elektirik teknolojisinin var olduğuna işaret eden bir başka unsur da Dandera Işığı’dır. Antik Mısır’da Dendera olarak adlandırılan bölgede, geç ptolemik dönemden kalma Hathor Tapınağı’nın farklı yerlerinde Eski Mısır uzmanlarının bir türlü geleneksel dinsel-mit terimiyle açıklayamadıkları garip duvar resimleri vardır. İlk bakışta bir bilim kurgu şakası olduğu izlenimi veren hiyeroglif ve resimler açık bir şekilde antik Mısır’da ampul kullanıldığını ortaya koymaktadır. İsveçli mühendis Henry Kjellson, “Forvunen Teknik/Kayıp Teknoloji” adlı kitabında bu simgeleri detaylı bir şekilde incelemiştir. Hiyeroglifte temsili olarak çizilen cismin, açık bir şekilde elektrik ışığı ile aydınlatma sağlayan bir ampul olduğunu incelemesinde yazan Kjellson’a göre Dandera ışığı modern ampullerin atası konumundadır. Aslında Dandera ışığı, Mısır piramitlerinin yapımıyla ilgili bir sırrı da açığa kavuşturmaktadır. Piramit araştırmacıları için en büyük soru şudur; piramitlerin içerisindeki tüneller dış yapı tamamlandıktan sonra şekillendirilmiş ve süslenmiştir. Son derece karanlık olan Piramitlerin iç kısmında bu işleri yapabilmek, ancak suni bir ışık kaynağıyla mümkündür. Bir meşale kullanmak intihar etmekle eşdeğerdir çünkü, ateşin çıkardığı duman ile mücadele etmek imkansızdır. Bu durum araştırmacılar tarafından test edilmiş ve meşale ile bu işin yapılamayacağı görülmüştür. Gaz lambası derseniz, ilk örneği 9. yüzyılda görülen gaz lambaları antik Mısır’da hiç kullanılmamıştır. Kullanıldığına dair bir bulgu da yoktur. Dandera ışığının sembolize edildiği lotus çiçeği ve yılan antik Mısır’da ; “verimlilik” anlamına gelmektedir. Birçok bilim adamı Dandera ışığını bir antik Mısır büyüsü olarak tanımlamak istese de, Dandera ışığının tasviri teknolojik bir model olarak görülmektedir. Edison ve Tesla’nın kemiklerini sızlar mı bilmiyoruz ama sanki antik Mısır, elektrik ışığına ilk göz kırpan medeniyetmiş gibi duruyor… 25 BİLİM Antikyhera Makinesi 20. yüzyılın hemen başında Yunan bir grup sünger avcısı tarafından Antikyhera adlı küçük bir adanın yakınında inanılmaz bir keşif yapıldı! Antik bir geminin kalıntıları arasında modern makinelere benzeyen bir cisim duruyordu. M.Ö. 50 yılından kaldığı düşünülen cisim, Atina Müzesi’nde yerini aldığında antik bir saat olduğu tahmin ediliyordu. Günümüzde kullandığımız modern saatlerin zembereğini andıran bir düzeneğe sahip olan cisim 1958’de yeniden incelemeye alındı. Birçok dişliye ve hatta bir de fana sahip olan cisim “makine” olarak tanımlandı. Dişlilerin çalışması sonucunda Ay’ın ve Güneş’in hareketleri hesaplayabildiği anlaşılan Antikyhera makinesi, yıldızların geçmişteki ve gelecekteki konumlarını gösteriyordu! Nasa’nın bu makinenin çalışma prensibinden yola çıkarak, bir çok araştırmasında başarılı sonuçlar aldığı bilinir. Soru şu; bu makineyi yapabilecek kadar yüksek teknolojik bilgiyi milattan önce kimler nasıl elde etti? Elde etti de mutlu oldu mu, işine yaradı mı? Antik Kolombiya Uçakları İnsanlığın ilk çağlardan beri en büyük hayali olarak bilinir uçmak. Ancak uçmak için gerekli teknolojinin nasıl olacağını hiç bir medeniyet ön görememiştir. Da Vinci’nin yaşadığı dönemde yaptığı birçok modelin, mevcut uçuş teknolojisinin önünü açtığı bilinse de; Da Vinci’nin ilkel modellerinin hiçbiri günümüz uçak teknolojisiyle benzerlikler taşımamaktadır. Ancak milattan önce 1000 yıllarında Kolombiya’da yaşamış bir medeniyet, altından modern uçak modelleri yapmıştır! Bilinen hiç bir tür kuş, böcek ya da uçan canlı ile bağdaştırılamayan bu modeller, tüm detaylarıyla birer uçak figürüdür. Bu kadar eski bir çağda uçmak mümkün değil mi? Kolombiya’dan kalkan bir uçak muhtemelen kısa sürede Peru’ya ulaşabilir. Neden mi Peru? Nazca (Peru’nun güneyindeki bir bölgede yaşamış İnka-öncesi bir uygarlığın adı) çizgileri olarak bilinen onlarca antik devasa çizime ev sahipliği yapan arazilerin yer aldığı Peru, Kolombiya’dan kalkan bu antik uçaklar ile yakın ilişkili olabilir. Nazca çizgilerinin M.Ö. 200 yıllarında yapıldığı düşünülüyor. 200 metre genişliğinde ve gökyüzünden bakılmadan görülmesi imkânsız olan bu şekillerin, çizilebilmesi de yine yüksek bir noktadan bakmadan mümkün değildir. Nazca şekillerinin görülebileceği yüksek bir dağ da bölgenin çevresinde yoktur. Çizgilerin çizildiği dönemde, bu şekilleri görebilmek için Kolombiya’nın antik uçakları gibi araçlara sahip olmaktan başka çare yoktur. Yoksa düşünün size bir sürü taş verecek kabilenin rahibi, diyecek; “200 metre genişliğinde bir maymun sembolü yap yere.” Yukarıdan görmeden yapamayacağınız için “Dalga mı geçiyorsun yahu?” der gidersiniz. Peki ya yapabilecek imkânınız olursa? Hindistan’ın Vimanaları Hindistan tarihine ışık tutan mitolojik unsurlarla dolu olan Mahabharata adlı eserlerde adı geçen Vimanalar, Hint kültüründe “uçan saray” olarak tanımlanırlar. İlk başta “uçan halı” gibi bir masal öğesini çağrıştırsa da Mahabharata’nın içinde yer alan Vimana tasvirleri akıllarda soru işaretleri bırakıyor. Bir savaş aracı olarak anlatılan Vimanaların uydu anteninden tutun, iniş ve kalkış takımlarına kadar her ayrıntı, görülmeden hayal edilebilecek türden değildir. Öyle ki, mühendislik harikası olarak görülen Vimana tasvirlerinden yola çıkılarak çizilen modeller günümüzde NASA’nın kullandığı uzay kapsülleriyle tek kelimeyle birebir özellikler ortaya koymaktadır. Mahabharata metinlerinin de M.Ö. 3000’li yıllara dayanan anlatımlardan oluştuğunu düşünecek olursak. O tarihlerde var olmamış teknolojiler üstünde, bu kadar detaylı bilgiler paylaşılmış olması ilgi çekicidir. Bolivya’da Antik Lazer İşçiliği Tivanaku, Bolivya’da M.Ö. 1500 civarında hüküm sürmüş antik bir uygarlığın başkentidir. Buraya kadar kulağa tarihsel sıradan bir bilgi gibi geliyor. Ta ki söz konusu medeniyetin inşa ettiği duvar ve yapıları görene kadar. Söz konusu döneme dair yapılan kazılarda sadece ilkel çekiçler ve kürekler bulabilen arkeologlar, adeta lazerle kesilmiş büyük taş kütlelerini açıklayamıyorlar. Su götürmez bir şekilde günümüz teknolojisinde kullanılan lazerlerle kesilmiş olan duvarların eşi benzeri yok! Günümüzde en yetenekli duvarcılar bile lazer olmaksızın taş kütleleri bu şekilde kesemiyorlar. Bir başka ilginç nokta ise tüm kesimlerin simetrik ve eş değerlerde yapılmış olması! Bu da işlemin bir makinayla yapıldığını gösteriyor. www.radikal.com.tr 23. Osmanlı padişahı 102. İslam halifesi olan, Lale Devri’nde padişahlık yapan ve Patrona Halil İsyanı ile tahttan çekilen, III. Ahmed’in vefatının üzerinden 285 sene geçmiştir. (1 Temmuz 1730) Dünyanın ilk uluslararası telefon konuşması St. Stephen (New Brunswick) ve Calais (Maine) arasında yapılması üzerinden 134 sene geçti. (1 Temmuz 1881) Somali’nin bağımsızlığını ilan etmesi üzerinden 50 sene geçti. (1 Temmuz 1960) 11 Kasım 1966’da profesyonel liglere adım atan Antalyaspor Kulübü kuruluşu üzerinden 49 sene geçti. (2 Temmuz 1966) Türkiye Selçukluları ile Moğollar arasında gerçekleşen Kösedağ Savaşı’nın üzerinden 772 sene geçti. (3 Temmuz 1243) Londra’da ilk renkli televizyon yayını gerçekleşmesi üzerinden 87 sene geçti. (3 Temmuz 1928) Çeçenistan Cumhuriyeti’nin kurulması üzerinden 24 sene geçti. (3 Temmuz 1991) Özel bütçenin temelini oluşturan Katma bütçeli idare uygulamasının başladığı ve ticari nitelikte mal üreten bir kuruluş olan Sümerbank’ın resmen faaliyete geçmesi üzerinden 82 sene geçti. (10 Temmuz 1933) Ankara Etnoğrafya Müzesinin halka açılması üzerinden 85 sene geçti. (18 Temmuz 1930) Edirne’nin Bulgar işgalinden kurtarılması üzerinden 102 sene geçti. (22 Temmuz 1913) Çin Halk Cumhuriyeti, şehir-devlet Hong Kong’un egemenliğini 156 yıl aradan sonra Birleşik Krallık’dan geri alması üzerinden 18 sene geçti. (1 Temmuz 1997) Türkiye’deki ilk petrol Raman dağı yöresinde bulunması üzerinden 64 sene geçti. (26 Temmuz 1951) GÜNEYİN İNCİSİ; ANT ALYA Tünek Tepesi’nden baktım, doymadım Bir başka baharın, yazın Antalya!... Senden daha güzel şehir duymadım Bir ömür çekilir nazın Antalya!... GEZİ 30 Hani canınız sıkılır ya, iş temposundan bunalır, kendinizi sakinliğe bırakmak, tabiri yerindeyse kafa dinlemek istersiniz. İşte tam onların adresidir Antalya. Sevdiklerinizle huzura yelken açacağınız en güzel yerlerden biridir burası. Antalya falezlerine çarpan dalga seslerini geride bırakıp masmavi gökyüzüne doğru bir duvar gibi yükselen Toroslar’ın görkemli zirveleri eşliğinde yola koyuluyoruz. Tekirova’dan itibaren giderek denizden uzaklaşan yol, yemyeşil yamaçlara tırmanmaya başlıyor. Ulupınar yol ayrımı çınar ağaçlarının gölgelediği ıssız kuytuluklara, Çıralı sapağı ise ormanların arasından kıvrılarak dere kıyısına ulaşıyor. Derenin hemen arkasında turkuaz renkli denizi ve upuzun kumsalıyla ünlü Olimpos kumsalı uzanıyor. Balıkçılar, kovalar dolusu balıkla denizden dönüyor. Akşam yemeğinde sofralar, tazecik pavuryalar ve Akdeniz balıklarıyla şenlenecek. Civar, narenciye bahçelerinin arasına dağılmış çok sayıda pansiyonla dolu. Likya Yolu’nun en sürprizli duraklarını saklayan Olimpos’un sırtını yasladığı Tahtalı Dağı’nın yamaçları, kaya tırmanışından doğa yürüyüşüne pek çok aktivite imkânı sunuyor. Asırlardır sönmeyen ateşiyle ilkçağlardan Bizans dönemine kadar kutsal kabul edilen Yanartaş, rotamızın bir sonraki durağı. Çıralı sahilinin üç kilometre kadar kuzeyinde bulunan bu mucizevî oluşumu görmek için, köy çıkışındaki köprüden sağa dönüp levhaları izliyoruz. Taş basamaklı dik bir patikayı yarım saat kadar tırmandıktan sonra, volkanik bir yamaç üzerinde 7-8 ayrı noktada yanan ateşe ulaşıyoruz. Hemen altımızdaki kalıntılar, Khimaira Antik Kenti’ne ait. Ateş üzerinde kahve pişiren grup, birer fincan da bize ikram ediyor. Yüzyıllardır sönmeyen ateş öbeklerinin arasına oturup Çıralı sahilini içine alan çam ağaçlarıyla kaplı vadinin tadını çıkarıyoruz. 10 kilometre kadar güneyimizdeki Gelidonya Burnu, bölgenin en güzel koylarına sahip. Kırlangıçlarıyla ünlü burnun açıkları, ters akıntılardan dolayı ilk çağlardan beri denizcilerin korkulu rüyası olmuş. Akdeniz’in meyve-sebze deposu Kumluca’dan sonra eski bir liman yerleşimi olan Finike ile tanışıyoruz. Portakal bahçeleri, modern marinası ve cumbalı ahşap evleriyle tanınan Finike’de görülmeye değer iki güzel Likya kenti var: Limyra ve Arykanda. Finike’den Demre’ye uzanan 24 kilometrelik bol virajlı sahil yolunun seyir keyfi yüksek. Demre’nin kapı komşusu Beymelek’te, Acısu Çayı’nın getirdiği kumullar, girintili çıkıntılı bir lagün gölü oluşturmuş. Sazlıklarla çevrili gölün denize açık bölümleri, kargılardan yapılmış çitlerle kapatılarak dalyana dönüştürülmüş. Doğal bir balık çiftliği olarak kullanılan dalyan, göçmen kuşların da uğrak yeri. Göl kıyısındaki balık lokantalarında közde pişirilen yöreye özgü mavi pavuryaların en iyi tamamlayıcısı dağ otlarıyla zenginleştirilen nefis yeşil salatalar. Toroslar’ın uzantısı olan Alacadağ’ın doğudan ve batıdan denize doğru kol atarak kucakladığı Demre Ovası, Demre Çayı’nın yüzyıllar boyunca sürüklediği alüvyonlarla oluşmuş. Yılın en az altı ayı Akdeniz’in kızgın güneşiyle yoğrulup bir bereket denizine dönüşen bu topraklar, tarih boyunca pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış. 31 GEZİ Leziz Bir Aile: Turunçgiller Sisler Ülkesi Halk arasında narenciye olarak da bilinen turunçgillerin ülkemizde en tanınanları limon, mandalina, portakal ve greyfurttur. Neredeyse bütün turunçgillerin çok lezzetli reçel ve şekerlemeleri yapılır. Aileye ismini veren turunç ve hoş kokulu bergamot turunçgillerin daha az bilinen türlerini oluşturur. Turunçgillerin anavatanının Güneydoğu Asya ve Hindistan olduğu düşünülmekle beraber, günümüzde dünyanın ılıman iklim kuşağının tamamında tarımları yapılır. Yaz tatilini Toros yaylalarında geçirenler, diledikleri zaman Kaş, Kalkan ve Demre plajlarına ulaşıp kolayca geri dönebiliyorlar. Finike’den Kalkan’a uzanan keyifli bir yolculuktan sonra Kaş yaylalarına yöneliyoruz. Kaş - Elmalı yolunun 10. kilometresindeki Ağıllı’yı geçince dağ köyleri başlıyor. Yaklaşık 30 dakika boyunca hiç bitmeyen kavislerin sonu, yörede sedir ormanı olarak tanınan Kıbrıs Çayı, Yaban Hayatı Koruma Parkı’na çıkıyor. Yerleşime kapalı tutulan el değmemiş görünüme sahip parkın en yüksek noktası, denizden bin 560 metre yükseklikte. Bulut kümeleriyle kaplanan ormanlık tepeler, Doğu Karadeniz’e özgü manzaralar sunuyor. Çok yaygın olarak yetiştirilen ve neredeyse bu coğrafya ile özdeşleşmiş olan bu meyvelerin Akdeniz havzasına Romalılar döneminde, belki daha da önceleri girdiği bilinir. Esas yayılmanın ise 12. yüzyılda Araplar sayesinde olduğu düşünülür. Limona antik çağlarda altınelma dendiğini de ilave edelim. Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Güney Ege’de sıkılan limon sularının, fıçılar halinde İstanbul’a ulaştırıldığını ve o dönemin en pahalı yiyeceklerinden biri olduğunu yazar. Antalya Mutfağı Antalya, maviyle yeşilin kaynaştığı en güzel kentlerimizden biri. Eşsiz sualtı güzellikleri, yer üstü harikalarıyla yarışır. Yöre mutfağı çok köklü ve zengindir. Yahnera, okka kabağı, papulena fava, labada, arafaşı, borani, göce çorbası, şakşuka, mercimekli dondurma, zerde, pelize, çivirdik, tüm pestil ve reçel çeşitleri peşinden gidip, tadılası örneklerin sadece bazılarıdır. Anadolu’nun en iyi korunmuş Roma amfi tiyatrolarından biri olan Aspendos, iki bin küsur yıldır sapasağlam ayakta. Başı Bulutlarda Toros Yaylaları Türkiye’nin güney sahillerine uzanmak için tek endişeniz Akdeniz’in sıcak güneşiyse dert etmeyin. Finike, Kaş ve Kalkan’ın zirvelerindeki Toros yaylalarında dilediğiniz zaman denize ulaşabileceğiniz serin bir yaz sizi bekliyor. Serin bir Akdeniz yazı için Toros yaylalarına iki farklı noktadan ulaşmak mümkün. Finike tarafı için Antalya Havalimanı, Kaş yönü için Dalaman Havalimanı kullanılabiliyor. Kışın Başka Güzel Antalya Sadece tek bir kapıdan geçerek modern kentin hızlı yaşamından bir anda uzaklaşabiliyorsunuz Kaleiçi’nde. Tıpkı bir tavşanın peşinden Harikalar Diyarı’na adım atan Alice gibi… Tarihi konakları, kuleleri, minareleri, dar sokakları ve sakin avlularıyla Kaleiçi, kentin gerçek dokusunu yaşatan turistik bir mahalleyi anımsatıyor. Kaleiçi’nde neredeyse tüm evler, birer iç avluya ya da bahçeye açılacak şekilde yapılmış. Bir labirenti andıran daracık taş sokakların ucu, sayısız turistik sürprizle örülmüş antik bir limana çıkıyor. Butik otele dönüştürülmüş tarihi konaklar, tropikal ağaçların gölgelediği havuzlu iç avluları, kalem işleriyle bezeli cumbaları, ahşap ve taş süslemeleri, antik ya da otantik dekorasyonlarıyla, 19. yüzyıl zarafetini günümüze taşıyor. Akdeniz Nostaljisi Selçuklu eserlerinden Alanya Kalesi, ilçenin en eski yerleşim merkezlerinden. Limanın arkasındaki sarp bir yarımadanın üzerine kurulan kale, denizden yaklaşık 250 metre yüksekliğindeki konumuyla bir kartal yuvasını çağrıştırıyor. 6,5 kilometre uzunluğundaki sağlam surlarla çevrili kaleyi Selçuklulardan Osmanlılara uzanan süreçte inşa edilen 83 kule korumuş. Helenistik temeller üzerine 13. yüzyılda inşa edilen kalenin en etkileyici parçalarından biri de rıhtımın hemen arkasında yer alan ve aynı zamanda Alanya’nın simgesi olan Kızıl Kule. 33 metre yüksekliğindeki sekizgen kulenin sol ucunda, beş gözlü bir köprüyü andıran taş yapı, Selçuklu döneminden günümüze kalan tek tersane. Anadolu Jet Turizm Dergisi ÖRNEK HAYATLAR 32 İslam’ın Altın Çağı’nda yaşamış ünlü filozof ve bilim adamı FARABİ Ebu Nasır Muhammed İbn el-Farah el-Farabi, Farabi (Farablı) diye anılır. 870 yılında Türkistan’da Siderya (Seyhun) nehri ile Aris’in birleştiği yerde kurulmuş eski bir yerleşim merkezi olan Farab (Otrar) yakınında küçük bir köy olan Vasic’te doğdu. Ebeveynleri aslen İranlı soyundandır, fakat ataları Türkistan’a göç etmişlerdir. Babası, Mehmed adında bir kale komutanı idi. İlk öğrenimini doğduğu yerde yaptı. Gençliğinde Türkistan’dan göç ederek bir süre İran‘da dolaştı. Daha sonra o zamanın ilim ve sanat merkezi olan Bağdat’a gelerek yüksek öğrenimini burada tamamladı. Böylece anadili olan Türkçe’ den başka Farsça ve Arapça’yı Hristiyan hocalardan ilim dili olan Latince ve eski Yunancayı öğrendi. Ebu Nasrı Farabi, Arısto” nun bütün eserlerini açıkladığı ve incelediği için Ustad-ı Sani, Hâce-i Sani, Muallim-i Sani gibi sıfatlar almıştır. Bunlardan başka Ebu Nasri Farabi-i Türki, Hakim Farabi gisıl adı Ebu Nasr Muhammed bin Muhammed bin Turhan bin Uzlug’dır. Batı kaynaklarında adı ”Alpharbius ya da Alphartabi” olarak geçer. Çağının ünlü bilginlerinden Ebu Bişr bin Yunus’tan Mantık, Ebu Bekr Ibn el Sarrac’dan dilbilgisi dersleri aldı. Bundan sonra Harran Üniversitesi’ne giderek felsefe çalışmaları yaptı ve burada Yuhna bin Haylan’dan Mantık bilgisini ilerletti. Aristo üzerindeki çalışmalarını burada yaptı. Bağdat’a döndükten bir süre sonra Mısır’a gitti. 941 yılında Mısır’dan Halep’e gelerek Emir Seyfüdde ve Hemedani’nin sarayında bulundu. Zamanının devlet adamlarından saygı gördü. Mütevazi bir hayat süren Farabi, Emir’in teklif ettiği yüksek maaşı kabul etmeyerek, ”Dört Dirhem”lik küçük bir ücretle yaşamayı yeğledi. Mısır’ da kaldığı sürece Türk kıyafeti ile dolaşır ve Türkçe konuşurmuş. Eski Yunanlı filozof ve ilim adamlarının eserlerinin Arabça’ya çevrilerek öğrenilmesi Farabi ile başlamıştır denebilir. Önce Abbasiler, sonra Endülüs medeniyeti içinde yetişen İslâm bilginleri bunları Batı’ya tanıtmıştır. Orta çağ Avrupası bu filozofu Arap dilinden, özellikle Kurtuba’lı ibn-i Rüşd’ den öğrendi. Batılı bilginler Ibn-i Rüşd’ü öğrenmek isterken Farabi‘yi okumak zorunda kaldılar. Farabi‘nin eserlerinin yüzyıllarca Avrupa’da tanınmasının nedeni budur. Bütün Orta çağ boyunca Avrupa’da böylesine tanınan, hatta XX. yüzyılda bile hakkında araştırmalar yapılan, eserleri yayınlanan Farabi, 950 yılında Şam‘da öldü ve Babüssagir’e defnedildi. Cenaze namazını Emir Seyfüddevle’nin kıldırdığını çeşitli kaynaklar belirtiyor. Farabi’yi bir kaç yönden incelemek gerekir. Medrese öğrenimi gördükten sonra, Harran’da felsefe araştırmaları yaptı. Halep’te Hemedani hükümdarı Seyfüddevle’nin konuğu oldu. Arap ülkelerinde yaşamıştır. 950 tarihinde Şam’da vefat etti. 33 ÖRNEK HAYATLAR Müzik sanatı ve bilimi üzerine büyük bir uzman idi ve müzik notaları bilgisine katkıları yanında, birkaç müzik enstrümanı da icat etti. Enstrümanını insanları istediği anda ağlatıp güldürebilecek kadar iyi çaldığı anlatılmaktadır. Aristo’nun etkisinde kaldı. Farabi, ilimleri sınıflandırdı. Onun bu metodu, Avrupalı bilginler tarafından kabul edildi. Hava titreşimlerinden ibaret olan ses olayının ilk mantıklı izahını Farabi yaptı. O, titreşimlerin dalga uzunluğuna göre azalıp çoğaldığını deneyler yaparak tespit etti. Bu keşfiyle musiki aletlerinin yapımında gerekli olan kaideleri buldu. Aynı zamanda tıp alanında çalışmalar yapan Farabi, bu konuda çeşitli ilaçlarla ilgili bir eser yazdı. Farabi insanı tanımlarken “alem büyük insandır; insan küçük alemdir.” Diyerek bu iki kavramı birleştirmiştir. İnsan ahlakının temeli, ona göre bilgidir; akıl iyiyi kötüden ancak bilgiyle ayırır. İnsan için en yüksek en yüksek erdem olan bilgi, insan beyninin çalışması sonucu elde edilemez; çünkü tanrısaldır, doğuştandır (Vehbi). Bilimin ise üç kaynağı vardır: Duyu; akıl; nazar. Bilimler ikiye ayrılırlar: Kuramsal (nazari) bilimler; uygulamalı (ameli) bilimler. Ahlak, siyaset, müzik, matematik uygulamalı bilimlere girer. Toplumlarda öz bakımından ikiye ayrılırlar: Erdemli toplumlar ve erdemsiz toplumlar. Bu toplumları yöneltecek en kusursuz devletse, bütün insanlığı kapsayan dünya devletidir. Psikoloji ve metafizik üzerine kitapları büyük ölçüde kendi çalışmalarını yansıtmaktadır. Aynı zamanda müzik üzerine de Müzik Kitabı(Kitab’ül-Musika) başlıklı bir kitap yazmıştır. Müzik sanatı ve bilimi üzerine büyük bir uzman idi ve müzik notaları bilgisine katkıları yanında, birkaç müzik enstrümanı da icat etti. Enstrümanını insanları istediği anda ağlatıp güldürebilecek kadar iyi çaldığı anlatılmaktadır. Fizikte, boşluğun varlığını göstermiştir. Kitaplarının çoğunun kaybolmasına rağmen, 43 mantık üzerine, 11 metafizik üzerine, 7 ahlak üzerine, 7 siyaset bilimi üzerine, 17 müzik, tıp ve sosyoloji üzerine ve de 11′i tefsir olmak üzere 117 eseri bilinmektedir. Daha ünlü kitaplarından bazıları, çeşitli ilim merkezlerinde birkaç yüzyıl boyunca bir felsefe ders kitabı olarak kalmış olan ve Doğu’da bazı kurumlarda halen öğretilmekte olan Fusus al-Hikam kitabını içermektedir. Kitab al-Isa al-Ulum kitabı, bilimin sınıflandırılmasını ve esas ilkelerini yeknesak ve faydalı bir tarzda incelemektedir. Ara Ehli’l-Medineti’l-Fazıla ‘Model Şehir’ kitabı sosyoloji ve siyaset bilimine ilk önemli katkıdır. Farabi‘nin düşüncesi, kendisinin ölümünden yüzyıllarca sonra bile etkisini sürdürmüş, Osmanlı uleması tarafından da okunan ve sık sık anılan eserlerden biri olmuştur. Bu etkileme zincirinin en önemli halkalarını, Sasani devlet ilkelerini de Emevi döneminden itibaren özümleyen Arap devletleriyle, Selçuklu devleti teşkil etmiştir. 17. yy’da Katip Çelebi, Keşf-ül-Fünun’(Fenlerin Keşfi) ni yazarken Osmanlı medreseleri “ilm-i siyaset” alanında kitaplarla doluydu. www.biyografi.net.tr CANLILAR ALEMİ 34 Örümcekler Planktonlar bu Örümcek ağlarının ipleri ipektir. Bu iplikler, aynı çaptaki çelik telden daha sağlamdır. Örümceğin ipeği, ipekböceğinin ipeğinden daha ince ve daha dayanıklıdır. Üstelik bildiğimiz ipekten daha güzeldir. Hemen hemen dünyanın her tarafında yaşarlar. 2012 rakamlarına göre 112 familyada ve 3879 cinste toplanan 43.244 türü bilinmektedir. Baş ve göğüs kaynaşmıştır. Karın, göğüse ince bir bel ile bağlanmıştır. Aynı büyüklükte başka bir canlının beli bu kadar ince değildir. İçinden sindirim borusu, kan damarları nefes boruları ve sinir sistemi geçer. Örümceklerin boyları, birkaç cm’den 35 cm’ye kadar değişir. Ağızlarının önünde iki zehir çengeli ve iki his ayağı yer alır. Göğüslerinde ise, gelişmiş dört çift yürüme bacağı vardır. Uçları, tarak gibi dişli iki çengelle sonlanır. Örümcek bunların sayesinde ağ üzerinde rahatça dolaşır. Bir kısmı ileriye, geriye ve yanlara doğru yürüyebilirler. Çoğunun başında 3 veya 4 çift osel (basit) göz bulunur. Gözlerin dizilişi, sınıflandırmada önemli bir özelliktir. Yuvarlak olan karın kısmı yumuşak ve esnek olup, alt kısmında solunum delikleri, ipek bezleri, anüs ve cinsiyet organları yer alır. Genel özellikleri Örümcekler, yırtıcı hayvanlardır. Birbirlerine saldırmaktan çekinmezler. Avları çok çeşitlidir. Çoğu, böceklerle beslendiklerinden faydalı sayılırlar. Bazı tropikal türler amfibyum, sürüngen, küçük kuş ve memeli gibi omurgalıları avlarlar. Örümceklerin hepsi avlarını yakalamak için tuzak ağları kurmaz. Bir kısmı avlarını kovalayarak veya üzerlerine sıçrayarak yakalar. Suda böcek, kurbağa ve balık avlayanlar da vardır. Yakaladığı avını, kıskaçlarına açılan zehir salgısı ile felce uğratır. Sonra ısırarak avının iç organlarına, eritici enzimler ihtiva eden tükrük salgısını akıtır. Kısa bir zaman zarfında, avın iç organları eriyerek sıvı haline gelir. Örümcek, emici midesini bir pompa gibi kullanarak bu sıvıyı emer. Av, kısa bir sürede içi boş kabuğa döner. Örümcek, bu boş kabuğu ya olduğu yere bırakır veya başka bir yere atar. Böcekler, küçük kuşlar bu avlar arasındadırlar. Güney Amerika’da yaşayan, bacakları hariç 10 cm boyunda olan, toprakaltı inlerinde barınan bazı türler, tavşan ve tavukların içini boşaltabilecek güçtedir. Örümceklerin yemek borusu çok dar olduğundan böyle beslenmek zorundadırlar. Ayrıca, ağız parçaları da bir sineği bile parçalayacak güçte değildir. Zehir çengelleri, avı delmeye ve zehir akıtmaya yarar. Uçtaki iğneli kısımları, bir şırınga gibi birer yan delikle biter. Deliğin böyle enjektörvari oluşu, tıkanma tehlikesini önler. İğne ava girince, zehir bu delikten sızar. Örümcek ağı Örümceklerde, diğer eklembacaklılar gibi açık bir dolaşım sistemi bulunur. Kılcal damarları yoktur. Hemen hemen her yerde rastlanan örümcek ağı, aslında bir sanat şaheseridir. Yapılış maksadı avlanmak olan ağ, bir nevi tuzaktır. Fakat her örümcek türü ağ yapmaz. Ancak bütün örümcekler ağ tellerinden yumurtalarının etrafını saran kozalar yaparlar. Bazıları da ağ bezlerini, yaprakları yapıştırmakta, yuvalarının içini döşemede, açtıkları çukurun çevresini kapatmakta vs. işlerde kullanırlar. Ağ kurmayan bu tür avcı örümcekler de, arkalarında ağdan bir iz bırakarak, rüzgarla sürüklenmekten korunurlar. Erkekler, dişileri bulmakta da bu izlerden faydalanırlar. 35 CANLILAR ALEMİ Ağ örümü çoğunlukla gece olur. Örülmesi en fazla 60 dakika alır. Ağın ortasında spiral ve yapışkan bir yer vardır. Diğer iplikçikler kurudur. Bir sinek ağa konsa hemen yapışır. Kurtulmak için çırpındıkça daha da yapışır. Karın altlarının arka taraflarında üç çift ağ organları bulunur. Her birinin dışarıya ayrı bir çıkışı vardır. Bezlerden meydana gelen yapışkan ve sıvı iplik maddesi, havayla temas edince sertleşir. Her ağ memeciğinde 100 kadar ince ve küçük kanalcıklar bulunur. Bu ince kanalcıklardan sızan iplikçikler bir araya gelerek büküldükleri zaman tek iplik durumuna gelirler. Esnek ve yapışkandırlar. Bir sinek ne kadar sert çarpsa da kopmazlar. Ağ yapmak isteyen örümcek, ağ organlarını bacaklarının bir kısmı ile bastırarak ağ maddesinin akışını başlatır. Örümcekler, iplik deliklerinden çıkan tellerin hepsini toplayıp bir tek tel halinde kullandıkları gibi bunlardan ayrı ayrı incecik tel de yaparlar. Bir sinek ağa konsa hemen yapışır. Kurtulmak için çırpındıkça daha da yapışır. İkaz iplikçiği ile avın yakalandığını anlayan örümcek gelerek avını zehirler. İkaz iplikçiğinin bir ucu ağa bağlı, diğer ucu ise daima kendisindedir. Düşme esnasında bir yere taktığı ağ telini, kendisi yere varıncaya kadar uzatabilir. Genç örümcekler, ağ tellerinin sayesinde uzun mesafelere uçabilirler. Bunun için telin bir ucunu bir yere bağlayarak kendilerini hava akımlarına bırakırlar. Böylece yerlerinden havalanan örümcekler, karada 5 km, denizde ise yüzlerce km uzaklara savrulabilirler. Okyanuslardaki ıssız adalarda yaşayan örümcekler, hep böyle havadan gelmişlerdir. Sonbaharda bol bol rastlanan ağ telleri de uçan genç örümceklerden kalmıştır. Düşmanlardan korunma Ağ yapacak olan bir örümcek, önce yüksekçe bir yere tırmanarak, ağın ucunu bulunduğu kısma yapıştırarak ipek iplik yardımıyla aşağı süzülür. Gözüne kestirdiği bir dala ulaşarak bağlantı kurar. Sonra o iplik üzerinde gidip gelerek ağı kalınlaştırır. Daha sonra vücudundan çıkmakta olan ipliğin bir ucunu ilk ipliğe tutturarak kendisini boşluğa bırakır. Ağa bağlı halde bir yere varınca, o ucu vardığı yere yapıştırır. Bu yolla birkaç gidiş gelişte ağın kaba iskeleti meydana gelir. Bundan sonra iskeletin merkezi çevresinde dairevi halkalar yaparak ağı tamamlar. Ağ örümü çoğunlukla gece olur. Örülmesi en fazla 60 dakika alır. Ağın ortasında spiral ve yapışkan bir yer vardır. Diğer iplikçikler kurudur. Ağlar, genellikle yere dik vaziyettedir. Maksat, uçan arı ve sinekleri yakalamaktır. Her örümcek türünün, kendisine has ağ örme stili vardır. Ancak dikkati çeken nokta, ağlarda geometrik inceliklerin her zaman varlığıdır. Ağ örme işi örümceklerin, doğuştan kazandıkları bir sanattır. Küçük bir örümcek, daha önce hiç ağı görmemiş ve örmemiş olmasına rağmen büyüklere benzer ağlar örer. Bazı örümcekler düşmanlarından korunmak için çeşitli hilelere başvururlar. Güneydoğu Asya’da bir örümcek türü yaptığı büyük ve dairevi ağının ortasında durur. Bu duruş örümcek yiyen kuşlar için kolay bir hedef teşkil eder. Örümcek, düşmanlarını yanıltmak için birkaç adet sahte ağ merkezi tesis eder. Yediği avlarının kalıntılarını da ağ merkezlerine takarak manken örümcekler kullanır. Başka bir örümcek çeşidi de diken ve ağaç kabuklarından manken örümcekler yapar. Örümcek ağlarının ipleri ipektir. Bu iplikler, aynı çaptaki çelik telden daha sağlamdır. UYUŞTURUCU MADELLER VE ZARARLARI Uyuşturucu Maddeler Ve Zararları İnsanın Akıl, Zıhın Ve Vücut Sağlığının En Büyük Düşmanı Olan Uyuşturucu, Kişiyi Ailesinden, isinden, Toplumdan Uzaklaştırıp, Yalnızlığa, Bunalıma Ve ölüme Götürüyor... İnsanın akıl, zihin ve vücut sağlığının en büyük düşmanı olan uyuşturucu, kişiyi ailesinden, işinden, toplumdan uzaklaştırıp, yalnızlığa, bunalıma ve ölüme götürüyor. Uyuşturuculardan eroinin bir gramı bile, beyindeki bir milyon hücreyi öldürürken, ileri derecede kokain kullananlarda da psikolojik bozukluklar meydana geliyor. Esrar, ‘eroinmanların ilk atlama taşı’ olurken, çok miktarda ve birden alınan afyon ise, içen kimseyi komaya sokup ölümüne sebebiyet verebiliyor. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün internet sitesinde yer alan bilgilere göre, kişinin beyin, sinir, sindirim ve solunum sistemlerini, ciğer ve böbreklerini, gözlerini olumsuz etkileyen başlıca uyuşturucular şunlar: “Eroin, kokain, esrar, afyon, ecstasy ve LSD. Uzmanlara göre, vücuda giren bir gram eroin, beyindeki bir milyon hücreyi öldürüyor. Eroin, uyuşturucu Maddeler arasında en etkilisi, dolayısıyla da en tehlikelisi olup, morfinden iki ila on defa daha kuvvetli. Eroinin, en çabuk bağımlılık oluşturan uyuşturucu madde olduğunu belirten uzmanlar, bir-iki denemenin, kişiyi eroin kurbanları arasına almaya kafi geldiğini bildiriyor. Eroinin beyaz, gri, koyu gri, fildişi ve kahverengi tonlarda, küçük kristaller halinde veya Un gibi toz halinde bulunabildiğini ifade eden uzmanlar, saf halde iken beyaz olan eroindeki bu renk farklılaşmasının, içerisine konulan katkı maddelerinin miktarına göre değiştiğini kaydediyor. ŞIRINGA VE ÖLÜM Eroinin burna her çekilişinde damarlarda çatlama olabileceğini vurgulayan uzmanlar, kurtulma şansının çok az olup ölümün çabuk gerçekleşebileceğini söylüyor. Uzmanlar, eroinin damara şırınga ile enjekte edilen şeklinin ise en tehlikeli ve ölüme en yakın olduğunu belirtiyor. Narkotik maddeleri uzun süre kullananların beyin hücrelerinin dumura uğradığı, içinde boşluklar ve yağlanmalar oluştuğunun tespit edildiğini bildiren uzmanlar, bu görünüme ek olarak göz ve beyin kabuğunda ve beyni kaplayan zarlarda şişme, kanlanma ve küçük kanama odakları, damarlarda daralma, incelme ve yağlanmanın dikkat çektiğini ifade ediyor. Uzmanlar, bu tür maddelerden zehirlenerek ölenlerin beyinlerinde şişme, bol kanama odakları ve hücrelerde yozlaşmanın, önemli bulgular arasında yer aldığını kaydediyor. EROİNMAN: ‘YAŞAYAN ÖLÜ’ Uzmanlar, eroin kullananlardaki belirtilerle ilgili olarak şunları bildiriyor: “Kalpte çarpıntı başlar, vücudu kırgınlaşır, diz, bel ve başında şiddetli ağrılar oluşur, iştahı kapanır, çalışma gücünü kaybeder. Büyük üzüntü yaşar ve buna bağlı olarak toplumla olan ilişkisini sıfıra indirir. Gözlerindeki canlılık belirtileri kaybolur, sürekli olarak dalgın halde bulunup dünya ile alakası kalmaz. Yaşayan bir ölüden farksızdır ve tüm bu olumsuzluklardan kurtulabilmek için tek kurtuluşunun eroin olduğunu düşünür”. BURUN ÇEKME ‘TİK’İ Kokainin, burundan çekildikten kısa süre sonra merkezi sinir sistemini uyardığını ifade eden uzmanlar, şunları kaydediyor: “Kalp vurum sayısı, kan basıncı ve solunum artar. Hareket çoğalır. Kaslarda gerilme ve kasılmalar olabilir. Bir süre sonra kokainin, merkezi sinir sistemi üzerinde uyuşturucu etkisi olur. Kokain alanlarda bulantı ve kusma görülür. Uzun süre burundan kokain kullananlarda, burun çekme biçiminde bir tik yerleşir. 37 SAĞLIK ‘Eroinmanların ilk atlama taşı’ olarak adlandırılan Esrar, bilhassa zekaya etki etmesi sebebiyle, ‘zeka zehri’ olarak da adlandırılıyor. Esrar müptelası olan bağımlılığının, Eroin bağımlılığına dönüşmesi kaçınılmaz son olarak görülüyor. ‘MARAZİ NEŞE’ Az miktarda alınan kokainin coşku, taşkınlık ve marazi neşe verdiğini ifade eden uzmanlar, miktar çoğalırsa, çeşitli algı yanılmaları görüldüğünü ve özellikle dokunma halüsinasyonlarının çok sık olduğunu vurguluyor ve şunları ekliyor: “Kokain kullananlar, vücutlarının üzerinde, derilerinin altında kurtlar yürüdüğünden söz ederler. Kimi kez sinema şeridi gibi geçen renkli, hareketli görme halüsinasyonları olur. Bilinç bulanıklığı görülebilir. Kişilik ve karakter değişmeleri ortaya çıkar. Toplum ve ahlak dışı davranışlar görülür”. ‘BEYAZ SAPLANTISI’ İleri derecede kokain kullananlarda, ‘trip hali’ denilen garip haller ve psikolojik bozukluklar meydana geldiğini anlatan uzmanlar, “Mesela, kullandığı maddenin suç olduğunu bildiği için, devamlı suretle takip edildiğini, evinin kapısında polisler olduğunu düşünür ve hatta gördüğünü sanır. Eğer kokaini biterse yoksunluk belirtileri başlar, maddenin rengi beyaz olduğu için, gördüğü her beyaz noktaya elini dokundurarak ağzına veya burnuna götürür. Hatta bu yaptığı dokunma işini daha da abartabilir, ‘ben buraya daha önce kokain koymuştum’ deyip, kapı kolunu dahi söküp içine bakar, bu ve buna benzer akla-hayale gelmeyecek bir çok trip hali vardır” diyorlar. ‘ZEKA ZEHRİ’ ESRAR Uzmanlar, başka bir uyuşturucu olan esrarın ise, ‘eroinmanların ilk atlama taşı’ olduğunu belirterek, bu maddenin, bilhassa zekaya etki etmesi sebebiyle, ‘zeka zehri’ olarak da adlandırıldığını bildiriyor. Uzmanlar, esrar kullanıldığında ağzın kuruduğunu, boğazda yanma, öksürük, bulantı, kusma ve ishal görülebildiğini, gözbebeklerin genişlediğini, gözün kanlandığını, yüzün kızardığını, kalp vurumu ve nabız sayısının arttığını, kan basıncının yükseldiğini kaydediyor. ‘KÖTÜ YOLCULUK’ Esrar alındıktan sonra, önce, elemle haz arasında duygu durumu değişikliği ortaya çıktığını ifade eden uzmanlar, kimi kez bunlara algı ve düşünce değişikliklerinin de eklendiğini vurguluyor. Esrar alındıktan sonra kısa süren hafif bir canlılık ve uyanıklık olduğunu, bunu kaygı, sıkıntı ve tedirginlik döneminin izlediğini belirten uzmanlar, bu dönem geçtikten sonra duygulanma ve coşkuda haz yönüne doğru artma olabildiğini bildiriyor. Uzmanlar, diğer belirtileri ise şöyle sıralıyor: “Aşırı neşe ile birlikte konuşma ve hareketin artması, çağrışım ve düşünce akışının hızlanması, algılama ve tasarım gücünün canlanması ve çevreyle ilişkinin artması”. Esrar kullananların ‘iyi yolculuk’ adını verdiği, ‘kendini mutlu görme’ durumunun her insanda ve her zaman ortaya çıkmadığını ifade eden uzmanlar, çoğu kez bulantı, kusma, endişe, kaygı, sıkıntı ve tedirginlik belirtilerinin ön planda olduğu ‘kötü yolculuk’ yaşandığını kaydediyor. CİNSEL SAPKINLIK Neşe dönemini, algı ve düşünce bozukluklarının bulunduğu dönemin izleyebileceğini vurgulayan uzmanlar, görme halüsinasyonları olduğunu, zaman ve mekan algısı bozulduğunu, iradenin zayıfladığını, cinsel sapmalarla ilgili davranışlara rastlandığını belirtiyor. Uzmanlar, ‘İçinde kimyasal madde olmadığı ve Bitki olduğu’ düşüncesi ile masum gösterilmeye çalışılan esrar maddesinin, diğer uyuşturuculara her zaman basamak teşkil ettiğinin unutulmaması gerektiğinin de altını çiziyor. AFYONKEŞLERİN ‘BALAYI’SI Afyonun da hangi şekilde kullanılırsa kullanılsın aynı tesiri gösterdiğini söyleyen uzmanlar, başlangıçta varsa ağrıları azalttığını, üzüntülerin kaybolduğunu, sıkıntıların geçtiğini ve afyonkeşlerin ‘balayı’ dediği, geçici bir keyif hali başladığını bildiriyor. Fakat bu keyif halinin çok kısa sürdüğünü ifade eden uzmanlar, ardından mide bulantısı, baş dönmesi, renk solması, kalp ve ve solunum yavaşlaması ile birlikte zehirlenme halinin baş gösterdiğini kaydediyor. SAĞLIK 38 Ecstasy hapını uzun süre kullanan bağımlılarda, karaciğer ve böbreklerin tıkanarak işlemez hale gelirken, beyinde rahatsızlıklar, yüksek tansiyonla beyin kanaması, düşük tansiyonla bayılmalar hatta ölümler görülüyor. FİZYOLOJİK DEĞİŞİMLER Afyon çok miktarda ve birden alınmışsa, içen kimseyi komaya soktuğunu ve ölüm tehlikesi belirdiğini vurgulayan uzmanlar, afyon grubu narkotikler, tedavide kullanılan miktarların sınırı içinde verildiklerinde, etkilerinin ya hemen ortaya çıktığını veya kısa süre sonra görülen fizyolojik değişmelere sebep olduğunu belirtiyor. Uzmanlar, bu değişiklikleri şöyle sıralıyor: “Dolaşımda yavaşlama, kalp vurum sayısı ve solunum sayısında azalma, kan basıncında düşme, öksürük reflekslerinde duyarsızlık, göz bebeklerinde daralma, görme keskinliğinin kaybolması, derideki yüzeysel damarlarda genişleme, mide bağırsak hareketlerinde yavaşlama, bulantı ve kusma, ağızda kuruluk, hareketlerde ağırlık, halsizlik ve yorgunluk”. Afyon narkotiklerinin birden fazla miktarda kullanılması sonucu zehirlenme tablosu ortaya çıktığını bildiren uzmanlar, “Bilinç kısa sürede kaybolur. Derin uykudan derin komaya kadar değişen bilinç bozuklukları görülür. ECSTASY HAPI: BİLEŞİMİ ‘MEÇHUL’ Özellikle dünyada son zamanlarda adından sık sık söz ettiren uyuşturucunun, kelime olarak İngilizce’deki ‘XTC’ harflerinin yan yana okunmasına dayandığını söyleyen uzmanlar, Avrupa ve dünyada belli çevrelerin kullandığı bu kelimenin, toplu olarak ‘Amfetamin’ türevlerinden olan MDA, MDE, MDMA ve buna benzer başka maddeleri kapsadığını kaydediyor. Uygulamada gözlemlenen ve bilimsel olan ve olmayan yayınlarda Ecstasy konusunda tartışılan en büyük sorunun, içeriğinin (bileşiminin) kolay anlaşılamaması olduğunu ifade eden uzmanlar, nitekim tüketim biçimi olan ve ele geçirilen haplardan bunu anlamanın oldukça zor olduğunu belirtiyor. Vücut işlevlerini yoğun olarak etkileyen psikoaktif maddeler olan Amfetamin ve türevlerinin, asıl tehlikesinin, vücudun bilinç altındaki koruma mekanizmalarını etkisiz hale getirmesindeki özelliğinde yattığını vurgulayan uzmanlar, böylelikle Amfetamin ve türevlerinin sadece yorgunluk hissini değil, açlık ve susuzluk hislerini de bastırdığını ve koruma mekanizmalarında arızalar oluşturduğunu, mesela, muhtemel kas ağrısını bloke ederek insanın vücut sistemini yanılttığını bildiriyor. ECSTASY’NİN ZARARLARI Ecstasy hapının kullanımı ile birlikte vücuda yapılan sürekli yüklemelerin asıl tehlikeyi oluşturduğunu ifade eden uzmanlar, vücut ısısının, uzun süreli ve yoğun hayatın etkisiyle normalden 42 dereceye kadar yükseldiğini kaydediyor. Vücudun, tekrar düzelemeyecek kadar büyük ölçüde su kaybına uğradığını vurgulayan uzmanlar, bunun sonucunda kalp ve yüksek tansiyon sorunları, yüksek ateş ve şok etkileri, kalp ritminde bozukluklar ve merkezi krampların görüldüğünü belirtiyor. LSD: ALDATICI RÜYA Etkili, bir o kadar da tehlikeli bir uyuşturucu olan LSD (Lisergic Acid Dietilamide)’nin, ilk alındığında, beynin süratle çalışmasını sağladığını vurgulayan uzmanlar, LSD etkisini kaybettikten sonra baş dönmesi, göz kararması, bitkinlik, sindirim organlarında bozukluk, kusma, baş ağrısı ve uykusuzluk başlar. Beynin çalışması imkansızlaşır. Kişi bu kötü durumdan kurtulmak için tekrar LSD almak ister ve bu kısır döngü böylece devam eder, gider” diyorlar. İHA 39 TOPLUM İyilik Kalır Prof.Dr. Kemal Sayar - Psikyatrist&Psikoterapist İnsan neden ölümsüzlüğün peşindedir? Neden daha uzun, hatta elimizde olsa sonsuza dek yaşamak isteriz? Yeryüzü eğlencelerinden geri kalmak istemediğimiz için mi? Dinlerin ve pek çok kültürün bize ebediyetten ve ölümsüzlükten bahsetmesi ilk elde insan ruhuyla ilgili bir hakikati ifşa eder: İnsan ruhu öyle bir şeyi arzular, öyle bir hale ermeye çabalar ki onu dünya hayatında elde edemez. Ruhumuzun menzili, kavrayışımızın ötesindedir. Ruh devamlılıktan fazlasını arzular, bizi aşan, ötemizde bir yere varmak ister. Ruhun en derin özlemi olan gerçek mutluluk, insanın elde ettiği güçte değildir. Ruh ebediyeti arzular. Bu dünyada olmayanı. İnsan işte hep bu gerilim hattında yaşar: Ruhun aşkınlığa duyduğu özlemle bedenin pek sınırlı güçleri arasındaki gerilim hattında. Aslında insanın peşinde olduğu şey ölümsüzlük değildir. O bütünlüğün, hikmet ve iyiliğin peşindedir. Bu özlem, bu susuzluk, çürüyen bedenlerin içinde geçirdiğimiz dünya hayatında giderilemez. İnsan dünya hayatında tamamlanamayan bir varlıktır. O halde ruhun özlemi bu dünya hayatını uzatmakla karşılanamaz, ‘aynısından biraz daha fazla’ almak en derin arzularımızı tatmin etmez. Sadece süreklilik duygusu insana mutluluk getirmeyecektir. Bedenin ölümsüzlüğü peşinde koşmak suretiyle ruhun en derin özlemlerine körleşebilir ve bu hayatı iyi yaşama fırsatını da kaçırabiliriz. Fanilik ve ölümlülüğü kabul etmekle insan, ‘yaşama ödevi’ni de hatırlamış olur, iyi yaşamak gerekir, iyiliğin peşinde koşmak gerekir, ruhlarımızın iyiliği için ihtimam göstermek gerekir. Ancak ölümlü olmamızladır ki soyluluğa kulaç atarız. Cesaret, sabır, cömertlik, adalete adanmışlık, ruhun büyüklüğü. Bütün bunlar, bizi soylu ve iyi olan uğruna, bir an için sıradan varlığımızdan ayırıp çok ötelere taşır. Korkulardan sıyrılır, bedenin zevklerinden sıyrılır, ihtiyaçlar dünyasından ruhumuzu azat ederiz. Böylece erdemli bir hayata yükseliriz. İyi bir hayata. Yaşanası bir hayata. İnsan ölümsüz olsaydı, güzellik ve erdemin peşinden koşacak mıydı? Eğer ölümsüz olsaydık sevebilecek miydik? ‘Ölüm güzelliğin anasıdır’ demiş şair. Hayatın bir sonu olduğunu, dünyadaki varlığımızın geçici ve kırılgan olduğunu bildiğimiz için güzelliğe sevdalanırız. Güzel bir şeyler ortaya koymak isteriz, güzelliğin çürümekten geri duracağına inanırız. Ama bir gül, günü geldiğinde solduğu için bize güzel görünmez mi? Onun gönül alıcı kızıllığı biraz da bu yüzden okşamaz mı ruhumuzu? İnsan faniliğin farkına varmakla varlığın her bir dakikasının sorumluluğunu fark eder. İnsan sonlu ve ölümlü olmasaydı eğer, hiçbir şeyi elinden kaçırmış olmayacaktı. Ancak ölümlü bir varlık için hiçbir olay tamamen aynı şekilde iki kez vuku bulmaz. Yüce Allah, kitabında ‘Her şey belirlenmiş bir vakte kadar akar’ buyuruyor. Ölüm hayatın meyvesidir, hepimiz hayatımız boyunca hazırladığımız bir ölümü tadarız. Bu satırları yazıyorum çünkü bilinsin istiyorum ki dünyadan geriye iyilik kalır. İyilik ölümsüzdür. İnsan ancak iyilik ve güzelliğe râm olarak ölümsüzlüğü tadabilir. Bu satırları yazıyorum diye ağlamıyor muyum? ‘Kan ağlasın bu dide-i dürbarım ağlasın’ demiyor muyum Galip Dede gibi? ‘Eyvah elden o gül-i handanım aldı mevt’ diye sızlanmıyor muyum? Latif bir insan, bir gün ofisime kadar geldi ve kulağıma bir güzel söz fısıldadı. ‘Kadere iman eden kederden kurtulur’. Hasreti yâr edindiğim günlerde, iyiliğin kanatlarıyla nice insan teselliye geldi. Kimi dinledi, kimi kendi tecrübesini anlattı, kimi elektronik postalarla acımı paylaştı. Dualarla, insanın acısını hafifleten yüce sözlerle ruhuma pansuman yaptılar. İyilik kalır. Galip Dede’nin duasını, yâr-ı gârım, bu dünya mağarasındaki arkadaşım, sevgili babam için tekrar ederek bitiriyorum : ‘Kutlu kabri o Ay’a mübarek olsun; Allah, şefaat makamına erişmeyi ona kolaylaştırsın... Zaman’ın aşıklara âdeti daima budur. Buluşup kavuşmayı meydana getirmesi bile ayırmak içindir; zehri yutulmaz; harareti yüzünden ağza alınmaz. Benim gördüğüm bu yokluk yurdunun yokluğudur; kalan ancak Allah rızasıdır; ebedîlik ancak Allah’ındır’. Yüreğimde Arındırıyorum Ateşi Yalnızlık düşüyor beyaz sayfalara. Çığlık çığlığa... Yüreğim suskun, yorgun bedenim suskun. Yağmur gibi coşmak, sel gibi taşmak istiyorum. Gökyüzüne karışıp uçmak istiyorum. Kalemimden dökülen kelimeler sanki içimde kaynayan ırmakların, kopan fırtınaların tek tercümanı. Beni anlayan tek dost, kalemim ve kâğıdım sanki. Yaşamak çok zor, hayatsa yaman. Bir muamma buradaki hayat. Özgürce haykıramıyorum düşüncelerimi, yalnızlığımı. İçimde kördüğüm oluyor kelimeler, cümleler. Yoruldum artık içimdeki savaştan. Beynimle kalbim çatışıyor büyük hararetle. Ne beynime söz geçirebiliyorum ne de kalbime. Çektiğim bu azap bu keder. Ne olacak bunun sonu? Nereye varacak bu ızdırap? Hazan sarsa dört yanımı biliyorum düşlerim karanlığın gölgesinde kalacak. Bir damla gözyaşım günahlardan arınmış acı dolu bir çığlık...Minik serçe misali. BULDUM Buldum... Neyi sorusuna cevap Kendini bul önce kendini Soru sorma aynalara Aynalar küsmüş mü sana Zor olan bu olsa gerek Uyumak mı kalan Yoksa gözlerin kapanması mı Kalan Düşlerimde bile yaşanmışlığın acısı var. Gecenin yağmuru fikirlere tazelik veriyor ya hani, karanlık geceye düşüncelerim aktı. Beni bekleyen sıcaklık alacakaranlıkta tiz kesiliyor süzen yaşlarla birlikte. Hüznün bitmez yüzü. Aklımda bir sürü soru. Neden, niçin, nasıl? Peki ya cevapları? Kim verecek... Kimse! Kendimden başka kimse... Karanlıklar güzelse Susuyorum. Çığlık çığlığa hem de içim içime bağırıyorum. Kimse duymuyor, görmüyor bendeki bu acıyı. Kendimle konuşuyorum, kendimle kavga ediyorum. Çatlak karanlığın içinde kayboluyorum. İçim kar alev... Yanardağ misali... Doğru olan mı yalan Ama bu bendeki yangını ben onunla mutluyum. Yüreğimde arındırıyorum ateşi..! Meltem UĞURLU Karataş Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu - Hükümlü Aydınlık ne gerek sana Gel sevelim biz bizi Biz bizi yeteriz illaki Sevgi mi yalan aşk mı yalan Yoksa yalan mı geriye kalan Ahmet Emin TUNCER Fethiye T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu -Hükümlü BİR ŞANS DAHA VERİRSE... Eşyaların maddi değerlerine değil, anlamlarına değer verirdim. Ormanın yalnız orman, ağaçların yalnız ağaç olmadığını herkese anlatırdım Yanan bir dalı söndürmeye çalışmakla kalmayıp, külünü denize atmasam da, toprağa gömerdim. Her soluduğum nefeste önce onu verene daha sonra o temiz havaya şükranlarımı sunar, beraberliğimizin tadını çıkarırdım. Nefretimi buzun üzerine kazır, güneşin çıkıp onu eritmesini beklerdim. Aşk içinde yaşardım ve aşkımı herkese ilan ederdim. Doğaya, Güneş’e ve Ay’a Gün geçmezdi ki karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Gerekirse özür dilerdim geçmişten, Daha önce önemsiz gördüğüm, tüm küçük şeylerden, Kurduğum ve gerçekleştirdiğim hayallerimden, Kırdığım kalplerden, Gülümsediğim simalardan, Uyanamadığım sabahtan, Açamadığım kapıdan, Yıkamadığım tabudan, Beni anlatamadığım benden, Geçen 29 yıldan, Kul olamadığım Rabbim’den, ÖZÜR DİLERİM ... Garip BAŞKIR Hatay E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu -Hükümlü Unutulmuş bir zafer: Kutü’l-Amare Kuşatması Gölgede kalan ve hatta biraz da unutulan bu zafer, “Britanya tarihinin en aşağılık şartlı teslimi” olarak hafızalarda yer edindi. İngilizlerin Kumandanı General Townshend; “Kutü’l-Amare ve Cehennem eğer benim olsaydı, herhalde Kutü’l-Amare’yi satar, Cehennemi muhafaza ederdim” der. Osmanlı İmparatorluğu’nun, Birinci Dünya Savaşı’nda savunma yapmak durumunda kaldığı cephelerden biri de bölgede bulunan petrol yatakları sebebiyle İngiltere’nin hedefi haline gelen Irak oldu. İşgal hazırlıklarına Eylül 1914’te başlayan İngiltere, Bahreyn adalarında topladığı Hintli ve İngilizlerden müteşekkil Irak Sefer Kuvvetleri’yle 22 Kasım 1914’te Basra’yı işgal etti. General John Nixon komutasındaki bu kuvvetlerin saldırısıyla, yaklaşık dört yüz yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan Irak’ta planlı bir şekilde ilerlemeye başlayan İngiliz-Hint birliklerini durdurmak için Süleyman Askeri Bey görevlendirildi. Yeterli miktarda askerin bulunmadığı cephede, Trablusgarp’ta olduğu gibi yerli Arap milislerle örgütlenmeye çalışan Süleyman Askeri Bey, Basra’ya yapılan Şuaybe hücumunda mağlup olunca intihar etti. Bu sırada Nasıriye ve Amare’yi ele geçiren İngilizlerin başında, gelecekte Mondros Mütarekesi için İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında arabuluculuk yapacak olan General Charles Townshend vardı. Kendisi ilerlemeyi tehlikeli görmesine rağmen bir an önce Bağdat’ın ele geçirilmesini lüzumlu gören üstlerinin emriyle harekata devam eden General Townshend, 29 Eylül 1915’te Kutü’l-Amare’ye girdi. Osmanlı kuvvetleri ise geri çekilerek Albay Sakallı Nurettin Bey komutasında “Selman-ı Pak”ı tahkim etmeye başladı. Tahkimat sürerken cepheye Enver Paşa’nın amcası Mirliva Halil Paşa’nın bir kolorduyla gelmesi, kötü gidişatı tersine çevirdi ve General Townshend, 4500’den fazla kayıp vererek Kutü’lAmare’ye ricat etti. Dicle Nehri sahilindeki bu kasaba coğrafi konumu sebebiyle İngiliz-Hint ordusu için adeta bir kapandı. Burada mevzilenmekten başka çaresi kalmayan General Townshend, kasabayı tahkim ederken, Mirliva Halil Paşa ise kuşatma çemberini kapatmak için birliklerine manevra emri verdi. Düşmanın içinde bulunduğu durumun farkında olan Mirliva Halil Paşa, çemberi kapattığı sırada İngilizlere teslim olmaktan başka çareleri olmadığını bildirdi. Bu teklifin reddedilmesi üzerine de 7 Aralık 1915’ten, 29 Nisan 1916’ya dek sürecek olan 143 günlük Kut Kuşatması başladı. Kuşatma hattını yarmak için girişimlerde bulunan General Townshend, sadece Osmanlı askerleriyle değil kendi ordusu içinde meydana gelen sorunlarla da mücadele etmek zorunda kaldı. Çünkü 6.Tümenin içinde bulunan Hintli askerler, özellikle Müslüman Patanlar din kardeşleri olan Türklere karşı savaşmak istemedikleri için disiplin sorunlarına, firarlara ve isyanlara sebep olmaktaydı. Bildiriler yazdırarak Müslüman askerleri Halifenin ordusuna katılmaya teşvik eden Mirliva Halil Paşa, gayri Müslim askerleri de İngiliz emperyalizmi üzerinden isyana davet etti. Bu sırada, Basra üzerinden gelecek İngiliz kuvvetlerini durdurmak için gerekli tedbirler alınırken Başkumandanlık Genel Karargâhı İran, Irak ve Musul’daki kuvvetlerden müteşekkil iki tümeni VI. Ordu haline getirerek Alman Mareşal Von Der Goltz Paşa’nın emrine verdi. 43 TARİH Teslim şartları için görüşmelere başlayan General Townshend, Mirliva Halil Paşa tarafından latife olarak telakki edilen bir rüşvet teklifinde bulundu. Townshend, ordusuyla beraber serbestçe çıkmasına müsaade edilmek şartıyla Kutü’l-Amare’nin teslimini teklif ve buna mukabil ne kadar topu varsa bunları ve nakit olarak bir milyon lira vereceğini vaad etmişti. Cephe Grup Kumandanlığı’na ise Mirliva Halil Bey atandı. İngiliz Komutanlığı ise Townshend kuvvetlerini kurtarmak için General Fenton Alymer’le bazı girişimlerde bulundu ise saldırılar püskürtüldü. 22 Mart 1916’ya gelindiğinde Times Gazetesi, Townshend’ın durumunun son derece tehlikeli olduğunu yazmaktaydı. ruh zabitler ve askerler iki üç gün bakılmaksızın kalmaktadır. Mecruhların yaraları ancak iki üç gün sonra tedavi-i iptidaiye nail olmaktadır. Dicle’den aşağı inen vapurlar mecruhlar ile dolu bulunmaktadır. (Bombay)a gelen mecruhların ahvali son derecede fenadır. Bardaktan boşanırcasına yağmakta olan yağmurlardan yaralar tefessüh etmektedir. Hem Kutü’l-Amare’deki hem de onlara yardıma gönderilen İngiliz ordularının ağır zayiatlarla neticelenen başarısızlığı, Kutü’l-Amare’de erzakın azalmasına bağlı olarak açık ve hastalıklara neden oldu. Sebze, meyve ve konservelerin tükenmesi üzerine önce öküzler yendi. Bunlar da bitince İngiliz askerleri at ve katırları yemeye başladılar. Dini inançları gereği bunları yemeyerek aç kalan Hintli askerlerin sağlığı ise günden güne kötüleşti. General Townshend, Hintlilere at eti yedirebilmek için Hindistan’daki İngiliz yetkililerden at eti yemenin caiz olduğuna dair dini liderlerden fetvalar alırdı ancak at eti yemeyi reddeden Hintli askerler güçten düştüler. Bu kötü durum İngiliz komuta kademesinde değişikliklere ve İngiliz kamuoyunda tepkilere neden olurken, hala kendisine yardım geleceği ümidinde olan General Townshend, Halil Paşa’nın yaptığı ikinci teslim teklifini: “Türkler muharebe sırasında daima iyi asker ve necip insanlardır fakat ben henüz teslim olmayı düşünmüyorum” diyerek reddetti. İngiliz karargahı her şeye rağmen kuşatma altındaki kuvvetlerine cephane ve yiyecek ikmali yapabilmek için daha önce denenmemiş yollara başvurmaya başladı. Dünya savaş tarihinde ilk defa olarak 15-29 Nisan 1916 arası Short 184 tipi 225 beygirlik deniz uçakları ile havadan yardım yapmaya çalıştı. Kuşatma altındaki İngiliz ordusu için son yardım girişimi ise 12 Nisan 1916 gecesi Felahiye’den gönderilen 270 ton erzak ve çeşitli silahlar ve üç makineli tüfeğin, kaptanı ve mürettebatıyla birlikte etkisiz hale getirildiği “Julnar Vapuru” yla yapıldı. Irak’ta uğradığı son hezimet üzerine İngiliz Genel Komutanlığı, Kutü’l-Amare’de Halil Paşa ordusu tarafından tecrid ve muhasara edilmiş olan İngiliz askerinin kurtarılması için artık ümit kalmadığından General Townshend’e başının çaresine bakmasını emretti. Kutü’l-Amare’de savaşan İngiliz askerlerinden Lan Martin de yazdığı mektuplardan birinde bu durumu: “İlk atı yaklaşık 3 hafta önce kestik. O günden beri günde 20 tane kesiyoruz. Etimiz vardı ama et değildi. At kıyması, çömlekte pişmiş at çorbası, tıka basa at eti. İngiliz askerleri katır veya at eti yemeyi reddeden Hint taburlarından daha iyi dayanıyor.” şeklinde anlatmaktaydı. Bu durum gazeteler aracılığı ile Osmanlı kamuoyunca da dikkatle takip edilmekteydi. Örneğin Tercüman-ı Hakikat Gazetesi, Times Gazetesi’ne dayanarak: “Times Gazetesi Irak’taki vaziyet hakkında neşr olunan son işarat-ı resmiden bahisle Dicle havalisindeki İngiliz kavası vaziyetin birçok endişelere bais olduğunu itiraf eylemektedir. Aynı gazete, Iraktaki İngiliz heyet-i seferiyyesinin idaresindeki yolsuzluk ve intizamsızlık hakkında bir makale neşr edip diyor ki: “Dicle ile Fırat arasındaki sahne-i harekattan pek acı şikayetler aldık. Bilhassa Hükümet-i Hindiyye memurlarından pek ziyade şikâyet ediyorlar. İhtiyacat-ı harbiyyenin teşkilatı ve tedariki mesuliyeti hususunda memurin-i Hindiyye, Londra Harbiye Nezareti’yle müşterektir. Bize vaki olan ihbarat ve şikayat, sıhhiyenin tamamiyle iflas eylediğini isbat ediyor. Ağır mec- Teslim şartları için görüşmelere başlayan General Townshend, ordusunu kurtarmak için son bir hamle olmak üzere Mirliva Halil Paşa tarafından latife olarak telakki edilen bir rüşvet teklifinde bulundu. Bu teklif İngilizlerin ünlü casusu Arabistanlı Lawrence, tarafından ikinci kez tekrarlandı ise de reddedildi. Halil Paşa’ya yapılan rüşvet teklifi Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde: “Townshend’in kurtulmak için ettiği teklif” başlığıyla ve “General Townshend, ordusuyla beraber serbestçe çıkmasına müsaade edilmek şartıyla Kutü’l-Amare’nin teslimini teklif ve buna mukabil ne kadar topu varsa bunları ve nakit olarak bir milyon lira vereceğini vaad etmiş ise de bu gülünç teklif bi’t-tabi derhal reddedilmiştir.” Satırlarıyla Osmanlı kamuoyuna duyuruldu. TARİH 44 Çanakkale’de Türk süngüsünün acısını çeken İngilizler bu defa da Irak’ta yine aynı elemi fakat bu defa daha vasi bir mikyasda his ettiler. Neticede General Townshend, İngiliz Karargâhı’na gönderdiği telgrafla onay aldıktan sonra ordusuyla birlikte 29 Nisan 1916’da kayıtsız şartsız teslim oldu. Yerli ve yabancı basında geniş yankı uyandıran zafer, Tercüman-ı Hakikat Gazetesi’nde “İngilizlerin Tarihi En Büyük Felaketi” başlığıyla manşet oldu. “Kutü’l-Amare’de mahsur bulunan 13000 mevcutlu General Townshend ordusunun bugün esir-i harb olarak teslim alınmaya başlandığı Başkumandanlık Vekalet-i Celilesi’nden işar olmağla ahali-i muhteremeye ilan olunur. Türk ordusu bugün Osmanlı bayrağını yine yeni bir şan ve şerefle ila etti. Birkaç günden beri İngiliz menabiinden gelen haberlerde İngilizlerin memleketleri efkâr-ı umumiyyesini Kutü’l-Amare’nin sukutuna hazırlandıklarını ihsas ediyordu. İngilizlerin korktuğu ve bizim büyük bir atşanla beklediğimiz bu akıbet nihayet tahakkuk etti. Ve Çanakkale’de Türk süngüsünün acısını çeken İngilizler bu defa da Irak’ta yine aynı elemi fakat bu defa daha vasi bir mikyasda his ettiler. Yekdiğerini takib eden bu hezimetler artık İngiliz necm-i ikbalinin sönmek üzere olduğunu vazıhan gösteriyor.” Şeklinde haber olan zafer, yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da sevinçle karşılandı ve başta Almanya İmparatoru olmak üzere, Avusturya Kralı, Saksonya Kralı gibi müttefik devlet başkanlarından tebriknameler geldi. Hatta Kutü’l-Amare muzafferiyeti üzerine Viyana şehri Türk bayraklarıyla donatıldı. Gölgede kalan ve hatta biraz da unutulan bu zafer, “Britanya tarihinin en aşağılık şartlı teslimi” olarak hafızalarda yer edindi. Burada uğradığı hezimeti hiçbir zaman unutmayan General Townshend hatıralarına “İngiltere Hükümeti bana bir ay dayandığım takdirde kurtarılacağımı vaat etmişti, ben beş ay dayandım ve fakat ne yazık ki verilen söz tutulmadı… Kutü’l-Amare ve Cehennem eğer benim olsaydı, herhalde Kutü’l-Amare’yi satar, Cehennemi muhafaza ederdim” derken, İngiliz askerlerinden William Spackman, “Herkes kahrolmuştu. Korkunç bir değersizlik hissi veren o teslim olma sabahını asla unutmayacağım. Teslim olmanın melankolik işlerini yapmaya başladık. Zavallı topçular gururla baktıkları silahlarını parçalara ayırırken bazıları gözyaşlarını tutamıyordu. Türkler öğleyin geldiler ve mevzileri devraldılar. Babil’in sularının kenarında oturduk ve ağladık.” Diye yazdı. Kuşatmayı bizzat yaşamış İngiliz subayları ise yıllar sonra İngiltere’de “Kut Cemiyeti”ni kurdular. www.dunyabulteni.net 6’ncı Ordu Komutanı Halil Paşa ve Karargahındaki Subaylar 45 TOPLUM Neden Yardımsever Olmalıyız? Insanlık Duygusu İnsan olmak, insanın gücünün farkına varması demektir. İnsan gücünün farkına varırsa kendisinden ekonomik, bilgi veya sosyal statü gibi nedenler ile daha güçsüz olanlara yardım etmesi gerektiğine inanarak insanlara yardım eder. Kısaca Yardımsever olmak insan olmanın en önemli nedenidir. İnançlarımız Müslüman olmamızın temel nedenlerinden bir tanesi başkalarına yardım etmektir. Bir Hadiste Peygamberimiz (S.A.V.) “İnsanların en iyisi insanlara en çok yardım edendir” diyerek, yardımsever olmanın önemini belirtmiş ve “Gülümseyerek bile olsa din kardeşine yardım et” diyerek gülümsemenin bile yardım olduğunu vurgulamıştır. Ahlaki Değerler Her ahlak değerinde kötü alışkanlıklardan uzak durmak kadar başkalarına yardım etmek de övülmüştür. Çevremizde güzel ahlaklı tanınmak istersek yardımseverliğimiz bu ünvanı almamız için yeterli olur. İnsanlık Sevgisi İnsanı sevmek demek ona yardım etmek demektir. Ama onu aldatmadan… İnsanlara yardım edeceğimizi söyleyerek yardım etmemek ve alay etmek insanı değerlerimizin zayıf olduğunu gösteren bir tutumdur ama kendisini büyük sanan insanlar ne yazık ki bu basit ve seviyesiz insanları aldatma alışkanlıklarına sahiptirler. Yardım etmeye gücü olup da başkasına yardım etmeyen hatta alay edenlerin toplumda ve Allah tarafından cezalandırılacağı da belirtilmektedir. Yardıma Muhtaç Olabiliriz Gün gelir bizlerde yardıma muhtaç olabiliriz. “Zamanın kime dost kime düşman olacağı bilinmez” genel yargısı gereği bir gün bizimde yardıma muhtaç olacağımızı düşünerek başkalarına yardım etmemiz de yardımsever olmamızın bir nedenidir. Paylaşmak Erdemliliği İnsan olmanın zevkini tatmış insan malını, bilgisini ve sevgisini buna ihtiyacı olanla paylaşmaktan her zaman erdem kazanacağını ve bu paylaşımın en büyük zenginlik olacağına inanarak yardımsever olmalıdır. Veren El, Alan Elden Üstündür İnsana almak kolay vermek zor gelir. Vermek ile var olduğumuzun farkına vararak “Veriyorsam varım yardımseverim “ sevincini yaşamak için yardımsever olmalıyız Yardımsever İnsan Uzun Yaşar Yapılan araştırmalar yardımsever insanların genelde yardım ettikleri zaman yaşadıkları mutluluk ile daha uzun yaşadıkları saptanmıştır. Bunun bilincinde olarak yardımsever olmalıyız. Yardımsever İz Bırakır Yardımsever insanları toplum ve kamuoyu tanıyarak onlara bir başka sevgi ve saygı gösterirler. Yardımsever insanlar da hem Allah’ın hem de toplumun sevgisini kazanarak bir taş ile 2 kuş vurmuş olmazlar mı? Yardımsever İnsanların Yardımsever Çocukları Olur Genelde yardımsever olan insanların çocuklarının da yardımsever oldukları ve insanlara yardım eden insanların yardımsever insanların arasında çıktıkları tespit edilmiştir. Bu da en büyük neden olamaz mı yardımsever insan olmak için? KİTAP ÖNERİLERİ Kitap okumak beyni güçlendirmekle birlikte anlama ve algılamayı kuvvetlendirir. Geleceğe Gülümse Sıtkı ASLANHAN Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gideceğiz? Bu dünyaya gereksiz yere gelmedik. Boşuna nefes alıp vermiyor, lüzumsuz bir hayat yaşamıyoruz. Bu hayatın bir anlamı, bir nedeni olması lazım... Duyarlı gençliğin hayatının da duyarlı olması lazım... Bu kitap, siz gençlerin hayat yolculuğuna kimi zaman hikâyelerle kimi zaman tecrübelerle kimi zaman da nasihatlerle ışık tutan bir rehber olacaktır. Çiçeklerimi Rüzgara Verdim Debbıe MACOMBER En iyi intikam yaşamaktır... Yaşamlarında yeni bir dönemece giren, üç nesilden üç farklı kadının, duygu kokan hikâyeleri... Kaderin size gülmediğini düşünüyorsanız, birilerinden yardım beklemek yerine iç sesinizi dinlemenin vakti gelmiş demektir. Çiçeklerimi Rüzgâra Verdim, gönüllerde özel bir yeri olan ilk aşkları, tebessümle hatırlanan ilişkileri ve gençliğin saflığa bürünmüş heyecanlarını, kısaca hayatın desenini yüreklere işleyen bir roman. İnsanlık Vazifelerimiz Ragıp GÜZEL İnsana bütün isimler öğretilmiştir. İnsan, Allah Teâlâ’nın lütfu ve inayeti sayesinde hâlini anlatan, ihtiyaçlarını görebilen, medenî yaşayışla huzur bulabilen bir ortama kavuşmuştur. İnsan olmak en büyük nimettir. İnsan başıboş bırakılmamıştır. İnsanı yaratan yüce Yaratıcı, onun nasıl hareket edeceğini öğreten rehberler ve planlar da lütfetmiştir. Allah Teâlâ insana o derece önem vermiştir ki; yüzyirmidörtbin peygamber, dört büyük kitap ve yüz suhuf hep insanlık için gönderilmiştir. Kutsal kitabında her âyetini, her sûresini değerli insanlığa yol gösteren bir kılavuz yapmıştır. İncir Tadında İyilik Öyküleri En son ne zaman hiç karşılık beklemeyen bir iyilikle karşılaştınız? Sıcacık hikâyeler, kısa anekdotlar, umut vadeden sözler, biyografiler ve incirli tariflerle renklendirilmiş harikulade bir öykü kitabı… İncir Tadında İyilik Öyküleri, üslubu ve içeriği ile hayattaki küçük iyiliklere şahit olmak isteyenler için… - Okudukça tam da ihtiyacınız olan iyimserliği kalbinizde duyacağınız öyküler - Tolstoy’dan Oblomov’a yerli yabancı yazar ve romanlardan esintiler - Ve hayatın her ânına bir iyilik serpiştirmeye niyetlenenlere incirli tarifler. KİTAP ÖNERİLERİ Okuyanın düşüncesi ve konuşması çok farklı olup toplumda kabul görülür bir kişiliğe sahiptir. Benlik, Bilinç ve Vicdan Gürsel TOKMAKOĞLU Gürsel Tokmakoğlu’nun ikinci kitabı... Tokmakoğlu bu kitabında vicdanıyla bir konuşma yapıyor ve insanoğlunun benlik ve bilinci ile vicdanı arasındaki korelasyon hakkında özgün düşünceler ortaya koyuyor. Bir nevi insanın kendisiyle hesaplaşması... En Büyük İnsancıl Özlem Hanri BENAZUS Sizler İnsanlarla bir “Dayanışma” içine girmiyor ya da giremiyor veya girmek istemiyorsanız, içinde yaşadığınız toplumda “Dayanışmanın olmadığından şikayetçi olamazsınız. Yine sizler insanlarla mutlak bir “Yardımlaşma” gereğine inanmıyor ya da bunu uygulama gereği duymuyorsanız, içinde yaşadığınız toplumda bir “Yardımlaşma” olgusunun noksanlığından bahsedemezsiniz. Yardım Etmenin Düzenleri Bert HELLİNGER “Biz insanlar her bakımdan başkalarının yardımına muhtacız. Ancak bu şekilde kendimizi geliştirebiliriz. Öte yandan, başkalarına yardım etmeye de muhtacız. Kendisine ihtiyaç duyulmayan, diğerlerine yardım edemeyen insan yalnızlaşır ve körelir.” Lakin “yardım” da başlı başına, belirli düzenleri olan bir sistemdir. Bu düzenlerin ihlali ise iyileştirici çözümler yerine yaralayıcı sonuçlar doğurabilir. Toprak Ana Cengiz AYTMATOV Erkekleri askere alınan köylerde geride kalanların çektiği sıkıntılar etkileyici bir üslupla anlatılır. Eldeki yetersiz yiyeceğin muhtaç olandan başlanarak dağıtılması, dört gözle beklenen hasat zamanları, umutların hasat zamanına ertelenmesi, savaş yüzünden ürünün hemen hepsinin merkezden istenmesi, boşa çıkan umutlar, yine açlık, sefalet, bir yandan cepheden gelen ölüm haberleri, umutsuz bekleyişler, savaşın uzun sürmesi üzerine aşağı çekilen cepheye çağrılma yaşı, yine gidenler, ayrılıklar, gözyaşları... Bunda da Bir Hayır Var! Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi: ‘Bunda da bir hayır var!’ Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki sözünü söyledi: ‘Bunda da bir hayır var!’ Kral acı ve öfkeyle bağırdı: ‘Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?’ Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler. Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı. ‘Haklıymışsın!’ dedi. ‘Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum. Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi.’ ‘ Hayır’ diye karşılık verdi arkadaşı. ‘Bunda da bir hayır var.’ ‘Ne diyorsun Allah aşkına?’ diye hayretle bağırdı kral. ‘Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir.’ ‘Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?’ Hayatı Değişenler DEĞİŞİM Yaşam geniş bilgi birikimini ve var olan bilgiler arasında sağlam ilişkiler kurma becerisini gerektirir. Bireysel anlamda sağlıklı kişilerin değişiminde okuma alışkanlığının payı büyüktür. Yalnız, bireyler bilgisini güncel tuttuğu sürece değişime ayak uyduracak ve başarılı olacaktır. Değişebilen insanlar çağdaş yaşama ayak uydurabilirler. Televizyon karşısında geçirdiğimiz zamanın onda birini okumaya ayırabilsek, uygar dünyanın gündelik olaylarına; Kültürel, politik, ekonomik yanlarına yorum getirebilir ve her gün kendimize yeni değerler katarak değişimi hızlandırabiliriz. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) “iki günü eşit olan ziyandadır” der. O halde neden şimdi değişimi başlatmıyoruz? Yattığımız yerden doğrulmalı, oturduğumuz yerden sıçramalıyız. Her insan ve durum farklıdır; Her insanın da kendine has özel yetenekleri ve keşfedilmemiş yanları vardır. Hayatın bizlere sunulan en değerli ve en büyük armağan olduğunu unutmamalıyız. İnsanlar düşe kalka gelişir ve deneyim kazanırlar. Birkaç fırtına atlatmış bir denizci ile ilk defa denize açılan denizci aynı olur mu? Bizler fırtına atlatmış deneyimli denizcileriz. Acı; gücün temel yapı taşlarındandır. Bizler yıkık binalar olabiliriz, yıkılan binanın enkazında toz duman olacağımıza; hemen silkelenip tozu toprağa, tozu daha sağlam binaya dönüştürmeliyiz. Sürekli şikâyet ederek çığlık atan insanlar, etrafındaki sesleri duymazlar ve avuçlarındaki anahtarın farkına varamazlar. Düştüğümüz kuyudan bizleri kurtaracak yegâne şey, nitelikli bilgiye ulaşarak değişim gerçekleştirmektir. Bu da ancak okuyarak, öğrenerek başarılabilir. Edindiğimiz bilgileri aşağıdan yukarıya tek tek basamak yaparak, ancak bulunduğumuz kuyudan çıkarak gün ışığına kavuşuruz. İnsan bulunduğu yerde ve şartta iyi yaşamaya güdülenmelidir, yük sek içsel güdülenmeye sahip, kendi yetkinliğine inanan bireyler hayatta başarılı ve etkin olurlar. Yaşam çok boyutlu bir süreçtir, dola yısıyla zihinsel değişimi zorun lu kılar. Cezaevine girdiğim de; ilkokul beşinci sınıf mezunuydum. Eğitim seferberliğine katılarak; ortaokul, lise diplomalarını aldım, YGS’ye katılarak iyi bir puanla, Açık Öğretim Fakültesinde okumaya hak kazandım. Şu an ikinci sınıfta okuyorum. İngilizce, aşçılık, elektrik, bilgisayar... sertifikaları aldım. Bir roman ve bir de şiir kitabı yazdım. Henüz bastıramadım. Küçük ayrıntılar giderildiğinde bastırmayı arzu ediyorum. Ardıma baktığımda keşke! demek istemiyorum. Artık dümende ben varım. Hayatın kontrolü senin elinde değilse asla mutlu olamazsın. Geçen süre zarfında birçok şey öğrendim; selamete çıkmak için sabırlı olmayı öğrendim, sıcaktan ve soğuktan şikâyet ederken, yatalak insanı gördüğümde, şükredecek çok şeyim olduğunu öğrendim. Bu kadar yol almışken henüz yolun başında olduğumu öğrenim ve değişimin ömür boyu süren bir etkinlik olduğunu öğrendim. Bilginin kocaman okyanus, bendeki bilginin bir köpük dahi olmadığını öğrendim. “Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir” diyen ünlü düşünürlerin varlığını öğrendim... Eğer bizler üretken ve ısrarcıysak her çevrede ve her toplumda harekete geçirecek kaynaklar mutlaka buluruz. Büyük ölçüde kendimi değiştirdim; Kitap okumak, ders çalışmak, yazı yazmak, spor yapmak ...derken zamanımın büyük çoğunluğunu dolu dolu geçiriyorum. Uğraşlarımdan büyük keyif alıyorum. Şu an durduğum yer sekiz yıl önce durduğum yerden çok farklı. Değişimi hayatımın her alanında hissediyorum. Sokrates’in dediği gibi; Her şey değişir değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” ve etrafım yavaş yavaş aydınlanıyor. Yılmaz KOCA Gümüşhane E Tipi Kapalı C.İ.K-Hükümlü YAŞAM 50 Baktığında İnsanı Gören Kurumlar: Ekmek İsrafı Vakıflar Ülkemizde günde Özel sektör gibi kamu sektörü de aslında insana baktığında bir kâr görür. Özel sektör, şahsi fayda sağlayan özel ihtiyaçları karşılar. Karşılığındaysa mal ve hizmetleri tüketenlerden “fiyat” adı altında bir bedel talep eder. İnsanlık tarihine aldığı eşit bir serüveni olan ekKamu sektörünün karşılık ise vergi ve mek, insanlığın e harç gibi bedellerdir. Vakıf ise hiçbir bedel talep etmeden hizmet eden müesseselerdir. Günümüz ekonomi anlayışına göre insan ihtiyaçları kamu sektörü ve özel sektör tarafından karşılanmaktadır. Kamu sektörü, devlet ve bağlı birimlerinden oluşmaktadır. Kamu sektörü sosyal fayda sağlayan adalet, savunma, eğitim gibi temel kamu hizmetlerini sunmaktadır. Bu hizmetlerin maliyetlerini ise vergi ve harç gibi cebre dayanan kamu gelirleri ile karşılanmaktadır. Dolayısı ile vakıf malının kamuya devredilmesi, karşılıksız hizmet veren bir kurumun artık karşılık talep eder hale gelmesi manasını taşır. Piyasa ve kamu kesimi başarısızlıkları, insan ihtiyaçlarını karşılama konusunda bu iki sektörün yetersiz kalmasıyla sonuçlanmaktadır. Hal böyle iken hem şahsi ihtiyaçları hem de toplum ihtiyaçlarını karşılayacak üçüncü sektöre ihtiyaç duyulmaktadır. Bu sektör, özünde vakıfların olduğu bir sektördür. Bu sektör insana baktığında onda kâr görmez, hizmet ve fayda görür. Vakıf Müessesesi Vakıf kelimesi, Arabî lügatte “hapsetmek”, “alıkoymak” anlamlarına gelmektedir. Hukuki anlamı; “Allah rızası için bir malın devamlı olarak Allah’ın kullarının kullanımına tahsis etmek” demektir. Vakıf yerine kullanılan bir diğer kelime “habs” veya “hubs” kelimesidir. Allah yolunda gaziler için at vakfeylemek” veya “mutlak olarak mal vakfetmek” manalarına gelmektedir. Vakıf müessesesi kaynağını kitabımız Kur’an-ı Kerim’den alan bir müessesedir. Vakfın Kur’anı Kerim’deki delili “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça tam hayra nail olamazsınız”. (Al-i İmran Suresi, 92.Ayet ). Vakfın Hadis-Şerif delili, “İnsanlar öldükleri zaman tabiatıyla amelleri kesilir; bunun üç istisnası vardır; birincisi sadakai cariye, ikincisi kendisinden sonra faideli bir ilim, üçüncüsü kendisine hayır dua eden evlattır.” (Riyazussalihin 3., 5.) Ecdadımız bu emri ilahi ve hadisi şeriflerin gösterdiği istikamette ilerleyerek özü vakıf müessesesine dayanan devlet idareleri kurmuşlardır. Vakıflar, tarihimizde İslam medeniyetinin ulaştığı bütün coğrafyalarda, dallarıyla asırları gölgeleyen koca bir çınar gibi durmaktadır. Öyle ki memleket savunmasından eğitime kadar, şehirlerin inşasından hayvanların korunmasına kadar hayatın her cihetinde vakıflar kurulmuş, insanlara karşılıksız hizmetler sunulmuştur. Sosyal İhtiyaçların Karşılanmasında Vakıf Uygulamaları Vakıf müessesesinin en yaygın olduğu alanlardan birisi, insanoğlunun günlük hayatında maruz kaldığı risklerin giderilmesi konusundadır. Modern bilim anlayışının “sosyal güvenlik” olarak ifade ettiği bu alanda fakirlerin gözetilmesi, kimsesizlerin korunması, hastaların tedavisi, borçluların borçlarının ödenmesi, yetimlerin ve dulların himayesi için vakıflar kurulmuştur. Bu vakıflara ilişkin bazı misaller aşağıda mevcuttur. 51 •Yavuz Sultan Selim Han’ın 947 H. (1540 M.) tarihli vakfiyesi; Her gün iyi cins undan 100 ekmek pişirilip fakir halka dağıtılması. •Sivas’ta “Daru’r reha Vakfı’nın 1268 H. (1851 M.) tarihli vakfiyesinde; Hastalık ve benzeri afet ve olaylar nedeni ile geçim sıkıntısına düşerek ihtiyaç ve zaruret içinde bulunan yoksulların, yetimlerin ve dul hanımların ihtiyaçlarının giderilmesi. Düşmönüye •Manisa’da Mehmet bin Ha göre“Çakıroğlu ekmek siparişi verilmesi, san bin Mehmet Vakfı’nın 1316 H.kullanılma(1908 M.) artan ekmeklerin daha sonraki günlerde tarihli vakfiyesi; Talebelerin ders kitapları alısını sağlayacak mönü düzenlemesi yapılması önerilnıp adı geçen köyün fakir, küçük öğrencilerine mektedir. verilmesi, okuyan yetim çocukların yiyecek ihtiyacının karşılanması, bayram arifelerinde okuyan bu yetim çocukların giydirilmesi. •Sivas’ta “Hattab İbni Saib Ahmet İbni Rahat Vakfı’nın 721 H. (1321 M.) tarihli vakfiyesi; Herhangi bir kaza veya bela sebebi ile borçlanma durumunda kalanlara kefil göstermek şartıyla borç verilmesi. Amalardan muhtaç olup da mahalle ve sokaklarda, çalışmayacak durumda olanlara yıllık 2050 dirhem tahsis edilmesi. Kadı ve Valinin hapsettiği kişiler için 120 dirhem ayrılarak bu paradan her ay hissesine düşen 10dirhem ile ekmek alınıp mahpuslara dağıtılması.. YAŞAM refah devletlerinin büyük kaynaklar ayırarak çözmeye çalıştığı, buna rağmen yeterli başarıyı sağlayamadığı sosyal güvenlik hizmetlerinin sunumunda, bir kuruş kamu kaynağı kullanmadan kurulan vakıfların ne kadar önem arz ettiği anlaşılmaktadır. Vakıf sisteminin gönüllülük esasına dayanması ve zenginlerin ellerindeki kaynakların toplumun fakir kesimlerine dağıtılmasına vesile olması, gelir ve servetin dağılımını düzenlemektedir. Böylece zengin-fakir kesimler arasında çıkabilecek çatışmalar kendiliğinden azalacaktır. Bugün küreselleşme olarak ifade edilen yeni ekonomik anlayış, çok uluslu şirketlerin ekonomik ihtiraslarına uygun olarak devam etmektedir. Fakat ne hazindir ki beraberinde fakirleşme, açlık, salgın hastalıklar, ekonomik krizler ve sosyal hayattaki bozulmalar da hızla yaygınlaşmaktadır. İşte tam bu noktada medeniyetimizin asli unsurlarından olan vakıf müessesesine olan ihtiyaç yeniden gündeme gelmektedir. Ancak buradaki muvaffakiyetin şartı dinimizin usullerine uygun vakıf sistemlerinin kurulup yaşatılmasının teminidir. İnsanoğlunun hayatına hayat katan vakıf müessesemizin aslına uygun olarak devamının sağlanması temennisiyle. •İstanbul’da “Merhum Mevlâna Şah Ali Çelebi kızı Fatma Hatun Vakfı’nın 993 H. (1585 M.) tarihli vakfiyesi, Vakfeylediği evlerde fakirlerin ve dul hanımların oturması, adı geçenler otururken binada onarım gerekmesi halinde vakıfça bu onarımın yapılması. •Konya’da “Abdullah oğlu Şazibey Ağa Vakfı’nın 828 H. (1424 M.) tarihli vakfiyesi, Gelip giden Müslüman fakirlerin konaklama ihtiyacını karşılamak üzere, sofa, mutfak, odunluk, birçok oda ve avludan oluşan bir konak yaptırılması. •Kayseri’de “Abdullah oğlu Emir Alemüddin Vakfı”nın 500 H. (1106 M.) tarihli vakfiyesi, Kayseri’de bulunan fakirlere ve kimsesiz çaresizlere sarf edilmesi. Fatih Sultan Mehmet Han’ın vakfiyesi ve diğer vakfiyeler incelendiğinde, günümüzün www.insanvehayat.com SPOR 52 TOMAK OYUNU Osmanlı İmparatorluğunun Cenk Sanatında mücadele oyunlarından birisi olan tomak oyunu, Osmanlı Devletinde Enderun-ı Humayun da ve Anadolu’da halen bir çok köyde oynanan oyunlardan birisidir. Devlet ileri gelenlerinin ilgi duydukları bu oyuna “Tura” ,“Tomakbazı” “Vuku-ı Luab-ı Tomak” veya “Vuku-ı Tomakbazı” denilirdi. Osmanlı Devleti’nin son iki yüz yılında oynanan saray oyunlarından birisi olmuştur. Sultan I.Mahmut’tan Sultan II. Mahmut’a kadarki Osmanlı padişahlarının bu oyundan çok hoşlandıkları bilinmektedir. Enderunu Hümayunda oynanan tomak oyunu Yeniçeri Ocağının da idman programı arasında bulunmaktaydı. Tomak oyunu, “tomak topu” ile oynanırdı. Tomak topu, içi kar keçesi ile doldurulmuş, yumruk büyüklüğündeki meşin topun, kamçı şeklinde sırımdan örülmüş bir sapa bağlanmasıyla yapılırdı. Tomak oyununu oynayan oyunculara “tomakçı”, usta oyunculara “tomakçıbaşı” denirdi. Tomak oyunu altışar kişilik iki takım arasında oynanır, bazı durumlarda oyuncu sayısı artırılabilirdi. Oyunculara birer tomak verilir, oyunu idare eden çavuşun işareti ile oyun başlatılırdı. Oyuncular tomak topunu birer kamçı gibi kullanarak birbirlerine hamle yapar ve sırtlarına vurmaya çalışırlardı. Her vuruşa hamle etmek denir, rakip oyuncular da tomak topunu sırtlarına vurdurmamak için kolları ile savunma yapardı. Tomak topu sırtına vurulanlar oyun dışı kalırdı. Çabukluk, çeviklik ve becerinin geliştiği tomak oyununda rakibin sırt bölgesi dışına vurmak yasaktı. Oyun boyunca Enderun saz takımı oyuncuları coşturucu şekilde saz eserleri çalar, oyun Çavuşun “çek” sözü ile sona ererdi. Oyun bitiminde oyuncular padişah tarafından ödüllendirilirdi. Tomak oyunu Yeniçeriler ve Cündiler tarafından oynanmıştır. Padişah oyunu olmasına rağmen bu gün bile Anadolu’da köylerde oynanıyor olması bu konuda araştırma yapan birçok bilim adamının bu oyunu sadece saraya mal etmelerinin yanlışlığını ortaya çıkarmaktadır. Nitekim matrak sporunu tekrar hayata geçirdiğimde de bu tür yanlış yönlendirme ve bilgileri savunanların alaycı bakışlarına maruz kalmıştım. Lakin gerçek ortadadır. Osmanlıda yapılan tüm sporların halk arasında da yapıldığı kesindir. Ayrıca sadece sarayda yapılan bir sporun bu gün itibari ile tekrar yapılıyor olmasının yapılan spora bir zararı olmayacağı gibi. Binlerce yıllık Türk devlet yapısı ve kültürü ile yönetilen Osmanlı İmparatorluğunun spora ve sporcuya verdiği önemi ortaya çıkarır. Ayrıca Tomak oyununun Selçuklu devletinin hüküm sürdüğü şehirlerde halen oynanıyor olması bu oyunun Selçuklu Devletinden Osmanlıya geçen bir oyun olduğunun güçlü bir delilidir. www.kulturelbellek.com 53 SİZDEN GELENKLER SEN HİÇ... Cezaevi penceresinden baktın mı hayata? Düşen kar tanelerini saydın mı hiç? Sessiz harflerle bağırdın mı kendine? Sevgi sözcüğünü ayırdın mı harf ve hecelere? S harfinden sevdalar eskittin mi? V’den vedalarını ekleyip kalan ‘gi’ ile gittin mi kendinden? Sen hiç!! Cezaevi penceresinden baktın mı hayatına? Umut kelimesinden uçurtmalar uçurdun mu düşlerinde? U ile uzaklaştın mı unutamadıklarından? M harfini mutsuzluklarınla çarptın mı tekrar tekrar? U dönüşleri yaptın mı yaşadığın hatalarından? Tutundun mu ‘T’ harfi ile tutkun sevdaların olmayan iplerine? Sen hiç!! Cezaevi penceresinden bakma ‘dost’ hayata ve hayatına... Evin, eşin, çocukların yanı başında dursun... Gözlerinin içi gülen ‘sevdan’, hiç tükenmeyecek sevgilerin olsun... ALLAH düşürmesin sesini kaleminin ucundaki kağıtlara, Saymadığın günlerin, düşünmediğin gecelerin olsun... Olsun dostum olsun her dileğin gerçek olsun!!! Erdinç ELMAZ Kırklareli Açık Ceza İnfaz Kurumu -Hükümlü Bir Türkü Bir Hikaye Çıktım Belen Kahvesine: Ormancı Türküsünün Doğuşu Muğla’nın Yatağan ilçesine bağlı Gevenes köyünde Mustafa Şahbudak adın da, 1922 yılında bir efe doğar. Babası ağadır, dolayısıyla Mustafa da bir ağa çocuğudur. Mustafa hiddetli bir kişiliğe sahiptir. Köy Muhtarı Tevfik Cezayirli en yakın canciğer arkadaşıdır. Herke bu ikilinin arkadaşlığına gıpta ile bakar Neredeyse her akşam köy kahvesinde bu iki arkadaş dama maçı düzenlerler iddialı ve dostça yapılan bu karşılaşmalar, kahvedekiler tarafından ilgi ile izlenir. Çünkü bu olayların mükafatını, izleyiciler almaktadır. 1946 yılı, Temmuz ayının sıcak bir gününde bu arkadaşlığa kan damlar, öfke seli karışır. Elim hadise cezaevinde sonuçlanarak, elli beş yıldır söylenegelen bir drama dönüşür. Sıcak bir temmuz günü Mustafa Şahbudak, her zamanki gibi yine köy kahvesi ne gider. O sırada kahveye Muhtar Tevfik Cezayirli’yi görmeğe, Yatağan ilçe Milli Eğitim Müfettişi ile tahsildar gelmiştir. Muhtar ol- madığı için misafirleri her zaman olduğu gibi, Mustafa Şahbudak ağırlama görevini üstlenir. İki misafiri alıp yemeğe götürür. Döndüklerinde Muhtar’ı kendilerini bekler görürler. O gün iki misafirden izin isteyip, yine dama tahtasının başına otururlar. Oyunun yarısında orman memuru, Mehmet İn, çıkagelir. Mehmet, sarhoştur. Bir gün önce, komşu olan Çiftlik köyünde yangın olmuştur. 1946 seçimlerinin evrakları Yatağan’a gönderilecektir. Seçim evrakını Yatağan’a, köy bekçisinin götürmesi zorunludur. Ormancı ise, yangın evrakının bir an önce ilçeye götürülmesi için, bekçiyi Muhtar’dan ister. Muhtar: -Olmaz, daha acil olan seçim sonuçlarının ulaştırılması gerekiyor. Bekçiyi gönderemem der. Bunun üzerine Ormancı ile Muhtar arasında, bir tartışma başlar. Muhtar en sonunda: -Ayıp ediyorsun Mehmet, bize müsade et, der. 55 Ormancı kahveye girip tekrar geri döner, gelir. Dama masasını bir yumrukta darmadağın eder. Mustafa Şahbudak, bu davranışa tahammül edemez ve Ormancı’ya bir tokat atar. Olayın büyüyeceğini anlayan köylüler, adamı alıp sakinleşmesi için kahvenin arka tarafına götürürler. Ormancı oradan bağırarak küfürler savurmaktadır. Küfürler Mustafa Şahbudak’ın tahammül sınırını daha da zorlar. Yerinden kalkar, Ormancı’nın üzerine yürür. Ormancı Mehmet’in, kamasını çıkarıp Mustafa Şahbudak’ın sol kolunun pazısından yaralar. O zaman, Mustafa Şahbudak Ormancıyı korkutmak için, belindeki tabancayı çıkarır, yere doğru ateş eder. İşte ne olursa, o an olur! Muhtar, Ormancı’nın ikinci kez kama vurmaması için elini tutar. Fakat, Mustafa Bey tetiği çoktan çekmiştir... Ormancı bunun üzerine kaçmaya başlar. Mustafa Şahbudak kaçmasın diye, bir el daha ateş eder. Bu ateş de öldürmek için değil, kaçmasına engel olmak içindir. ikinci atış üzerine Mehmet in, yere düşer. Arka cebinde tabaka olduğu için, ona hiç bir şey olmaz. Bu arada ne yazık ki, Mustafa Şahbudak, kaza kurşunu ile dostu Tevfik’i vurur. O günlerin imkansızlıkları içerisinde Tevfik’i, tahta bir sal üzerinde Muğla Devlet Hastanesi’ne götürürler. Tevfik, çok kan kaybetmektedir. Mustafa, Doktor Veli Bey’e: Babamın selamı var, bu adamı iyileştir. der. Veli Bey: -O ölecek, önce senin kolunu saralım. der. O sırada Tevfik eliyle işaret edip Mustafa’yı yanına çağırarak: -Ben ölüyorum hakkını helal et der. Mustafa: -Hayır, sen ölmeyeceksin! derken ağlamaya başlar. Aslında orada herkes efelerin ağlamadığını bilir. Ancak Mustafa, arkadaşının bu durumuna dayanamamıştır. Gerçekten de biraz sonra Tevfik, hayata gözlerini kapar. Mustafa, en yakın arkadaşını öldürdüğü için polise teslim olur, Bu olay üzerine dört yıl ceza yer. Ceza. evindeyken her gece Tevfik rüyasına girer. Ancak Ormancı’ya kini gittikçe artar. Bu acı olaydan sonra köyde kalamayacağını anlayan Ormancı, tayin ister. Kavaklıdere Orman Müdürlüğüne atanır. Aslen Marmarislidir. Emekliliğinden sonra oraya yerleşir. Doksanlı yılların başında, kendi memleketi olan Marmaris’te ölür. Mustafa Şahbudak cezaevinden çıktıktan sonra, anılarla dolu o köyde yaşayamayacağını anlayıp, Muğla merkeze yerleşir. Çok sevdiği, günlerini birlikte geçirdiği arkadaşını Muhtar Tevfik Cezayirli’yi tek kurşunla öldürdüğünde arkada yirmi beş yaşında bir eş ve üç çocuk bırakır. Muhtar’ın eşi Pembe, bu acıya dayanamayınca birkaç yıl sonra aklı dengesini yitirir. Oğlanın biri İzmir’e yer- BİR TÜRKÜ leşir. Diğer oğlanla kız, köyde evlenirler ve hayatlarını orada sürdürmeye devam etmekteler. Yıllardır her şeyi unutmaya çalışan Mustafa’ya bir gün arkadaşları, Tahir Usta adında bir değirmenciden bahsederler. Bu değirmenci, annesinin akrabasıdır. Değirmenci Tahir Usta aynı zamanda türkü de bestelemektedir. İşte Gevenes köyünde yaşanan bu acı olay da bu kişi tarafından bestelenmiştir. Düğünlerde okunan, herkesin diline düşen türkü “Ormancıdır.’’ Bir gün, radyodan duyduğu bu türkü ile unutmak istediği olayları, tekrar yaşar gibi olur. Radyoyu kapatır, bu türküden çok incinmiştir. Ormancı türküde Ormancı adı ile, Mustafa Şahbudak ise “Bay Mustafa” adı ile yer almıştır. Ormancı Mehmet’in bir anlık sarhoşluğunun musibetini, yıllarca pişmanlık duyarak ve memleketinde barınamayarak ödedi demek yanlış olur. Çünkü o türkü yaşadığı müddetçe kötü adam olarak anılacaktır ve tarihe öyle geçecektir.* Nuran Baygül www.turkuler.com Ormancı Türküsü Çıktım Belen kahvesine baktım ovaya Bay Mustafa çağırdı, dam oynamaya, Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı, Söz dinlemez Ormancı, çekmiş kafayı Aman Ormancı, canım Ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı Gevenes’ in ortasında, değirmen döner, Değirmenin suları, dağından iner, Ormancı’ya atılan kurşun, Tevfik’ e döner, Tevfik’ in feryatları, yürekler deler, Aman Ormancı, canım Ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı Gevenes’ in suları hoştur içmeye, Üstünde köprüsü var, gelip geçmeye, Tevfik’ imi vurdular, hiç mi hiç yere, Yazık ettin Ormancı, köyün iki gencine Aman Ormancı, canım Ormancı Köyümüze bıraktın yoktan bir acı Biraz Tebessüm... İnşallah Benim Hatun! Bir gece hoca karısı ile konuşurken şöyle demiş: “Yarın hava yağmurlu olursa oduna, açık olursa tarlaya gideceğim.” Karısı çıkışmış : “Efendi inşallah de!” Hoca hiddetlenmiş : “Niçin inşallah diyeyim hatun? İki işten biri mutlaka olacak, ya o, ya bu!” Ertesi gün hava yağmurlu olduğu için ormana gitmek üzere sabahleyin erkenden evden çıkmış, biraz gittikten sonra yolda bir sipahiye rast gelmiş. Atın üzerindeki sipahi seslenmiş Hoca ‘ya : “Bana bak baba! Filan köye nerden gidilir?” Hoca da ilgisiz bir tavırla cevap vermiş :“Bilmem!” Sipahi yoluna devam etmek isteyen Hoca ‘yı bırakmamış ve kamçıyla birkaç defa şiddetle vurduktan sonra bağırmış: “Seni gidi hain herif seni! Bilmezsin ha! Çabuk düş önüme! Sen beni ta o köye kadar götüreceksin!” Hoca bu emri yerine getirmezse başına neler geleceğini düşünerek sipahinin önüne düşmüş ve hayli uzakta bulunan köye kadar götürmüş. Fakat vakitte bir hayli geç olduğu için artık ormana gidememiş, doğruca evine gelmiş. Kapıyı çalınca karısı içerden seslenmiş : “Kim o ?” Hoca da suçlu suçlu karşılık vermiş : “İnşallah benim hatun, aç kapıyı!” BİR İNSAN DÜZELİNCE… Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal ediyordu. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı: “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim!” dedi. Sonra düşündü: “Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!” Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi: “Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz!” dedi. Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu? Çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı: “Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti! DÜNYAYI DÜZELTMEK İÇİN İNSANI DÜZELTMEK GEREK, İNSANI DÜZELTMEK İÇİN DE KENDİMİZDEN BAŞLAMAK GEREK. Geçen Sayılarımızdaki Bulmacaların Cevapları Cetvel a. 1, 4, 5, 14, 16, 23, 25, 31 31 – 25; …) (1; 2 = 16 – 14; 3 = 4 – 1; 4; 5; 6 = 5 = 33 – 28; 6 = 16 – 4; b. 1, 2, 3, 4, 10, 16, 22, 28 (1; 2; 3; 10; …) İmkansız işlem iyi çekin. “+” işaretinin birini 4 yapan çizg 545+5=550 Köprüyü geçene kadar harcayan anne ve Minimum zaman, en çok zaman edilir. babanın birlikte geçmesiyle elde (3 dk). er geç uk 1.Önce kız ve erkek çoc düğü önemli değil, dön n sini 2.Biri geri döner (hangi dönmüş olsun (1 dk). çünkü diğeri de dönecek). Erkek 3.Anne ve baba geçer (10 dk). 4.Kız geri döner (3 dk). . 5.Kız ve erkek birlikte geçer (3 dk) + 3 + 3 = 20 dk. 10 + 1 + 3 Böylece toplam zaman, Eğer yarasına merhem sürüp önüne biraz dünyalık koymayacaksan, kırıp geçiren yılın darlığı içinde, zavallı yoksula “Nasılsın?” deme. Sadi Din kardeşine, onun haberi olmadan yardım eden kimseye, Allah’da dünyada ve ahirette yardım eder. Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)