3) Kapak #6 (Page 1)

Transkript

3) Kapak #6 (Page 1)
P
STÊRKA CIWAN
K o v a r a
C i w a n a n
a
M e h a n e
Salvegera Damezirandina PKK ê Piroz Be
Yaz tarih, düne yazdığın gibi
Bugüne sığmayan mertliği yaz
Kim ne derse desin
Umrumuzda değil
Özgürlük için doğduk
Gerekirse Özgürlük için ölürüz
Şehit Çekdar Botan (İbrahim Işıklı)
Doğuşun Umudu Getirdi
Mücadelemiz Zaferi Getirecek
Mijdar 2010
Hejmar: 90
İçindekiler
Editörden
Merhaba gençler ve genç kalanlar!
Sürecin olumlu gelişmemesi halinde gelişecek olan
topyekun bir direniş olacaktır ..................................................................... 2
Zozan SİMA
Kadın özgürlük ideolojisi egemenlerden hesap
sormanın adıdır
...................................................................................................................
8
Yıldız CUDİ
Kapitalist modernitenin gençlik
üzerindeki etkileri .......................................................................................................... 11
Röportaj
Özgür ve ortak bir gelecek ancak gençliğin ortak
mücadelesiyle yaratılabilir ........................................................................... 20
Derwêş MİLİTAN
Demokratik Özerklik ............................................................................................. 32
Abdullah ÖCALAN
Dağların intikam yemini .................................................................................. 40
Berivan SİİRT
Çelengê Bajarê Dîroka Serhildanan
Cizîra Botan Çekdar ............................................................................................ 48
Stêrka CIWAN
Kurdistan wird das Grab des Faschismus ........................ 50
Firat AMED
L’ETAT TURC REFUSE LA PAIX ............................................. 52
Ali HAYIRLI
Gurgum (Meraş)............................................................................................................... 60
Lêkolin
Kürt halkı üzerinde yıllarca derin bir imha ve inkar
politikası yürütüldü. Günümüzde ise AKP ve Türk devletinin açılım ve çözüm adı altında uygulanmaya çalıştığı
yine aynı inkar ve imha politiksının farklı bir biçimi olmaktadır. Özünde Kürt Özgürlük Hareketi’ni minimize
ederek, marjinalleştirerek teslim almaya dönük çabalardır. Kürt siyasetçilerinin tutukluluk hallerinin devam etmesi, Kürt çocuklarına yapılan taciz, tecavüz, katletme
olayları ve Önderlik’le görüşmelerin engellenmesi sürecin hangi yönde ilerleyeceğinin de işareti olmaktadır.
AKP ve Türk devleti, Özgürlük Mücadelesi’ni terörize
etmek, uluslararası düzeyde kuşatmak amacıyla pazarlıklar geliştirmektedir. Kürt dili ve kültürünün ilerletilmesinde ve ulusal bilincin geliştirilmesinde önemli rolü
olan ROJ TV’nin kapatılması için derin bir pazarlığa
oturulmuştur. Eylemsizlik sürecine rağmen birçok yerde
sürdürülen tutuklama ve gözaltı operasyonları devam
etmektedir. 18 Ekim’de gerçekleşen mahkemede Kürt
siyasetçilerinin kendi ana dilleriyle savunma istemleri
reddedilmiştir. Bu yaklaşım AKP’nin asimilasyon ve
kültürel soykırım politikasındaki ısrarını bir kez daha
açığa çıkarmıştır.
Yine Özgürlük Hareketi’ne karşı üçlü zirvenin tekrar
toplanması, sınır ötesi tezkerenin gündemleştirilip gizli
oturumda kararlaşlaştırılması siyasi ve kültürel soykırım
politikasının yanında askeri olarak da tasviye politikasında ısrarcı olunduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak Demokratik çözüm sürecinin gelişebileceği bir döneme girmiş durumdayız. Ancak bu süreç
aynı zamanda yoğun komplo, imha ve tasfiye politikalarının gelişebileceği bir süreç olma özelliğini de taşımaktadır. Kürdistan devriminin gerçekleşme koşulları
kendisini dayatmıştır. Biz Kürt gençlerine düşen ise bu
dönemde gelişecek olan her türlü komplo, imha ve tasfiye
politikalarına karşı duyarlı olmak, kararlı ve etkin bir
biçimde mücadele yürütmektir.
Amed’de buluşmak dileğiyle...
Genç kalın...
Mail adresi; [email protected]
STÊRKA CİWAN
P
O
L
İ
T
İ
K
SÜRECİN OLUMLU GELİŞMEMESİ HALİNDE
GELİŞECEK OLAN TOPYEKUN BİR DİRENİŞ OLACAKTIR
Zozan SİMA
“Referandumun ortaya
çıkardığı sonuçlardan
biri de boykotta adeta
yüzde yüz oranında
Özgürlük Hareket ile
birlikte olduğunu gösteren,
devletin tüm dayanaklarını
boşa çıkaran, bu
yönüyle de devletten
gerçek anlamda
kopan Hakkari’nin,
gerçekleştirilen katliamla
cezalandırılmış olmasıdır”
Mijdar 2010
Kürt özgürlük hareketi olarak 4.
Stratejik döneme geçiş yaptığımızı belirttiğimiz 1 Haziran 2010 tarihi itibariyle yaşanan gelişmeler Önderliğimizin
‘Kürdistan bir devrimin eşiğinde mi?’
sorusuna çarpıcı yanıtları içinde
taşımaktadır. Kürdistan devriminin 4.
stratejik hamle dönemi geliştirilerek
bu yanıtlar ortaya konulmuştur. Bu anlamda 4. stratejik dönem devrim dönemidir. Bu süreçten itibaren içine girmiş olduğumuz askeri ve siyasi hamlelerin ortaya çıkarmış olduğu
kazanımlar ve açığa çıkan yetersizlikler
kapsamlı değerlendirmelere konu olmuştur. Ancak şu rahatlıkla söylenebilir
ki Türkiye’de ve tüm bölgede yaşanan
siyasal gelişmeler Önder Apo’nun inisiyatifinde ve Kürt özgürlük hareketinin
mücadele tarz ve temposunun etkisi
altında gelişme göstermektedir.
4. stratejik dönemimiz açısından geride bıraktığımız süreç önemli gelişmelerin yaşandığı bir ay oldu. 1 Haziran
hamlesiyle birlikte Kürt sorunu
bağlamında gerçekleşen görüşme
trafiğinin temelinde bu hamlenin yarattığı sonuçlar vardır. 1 Haziran hamlesi
ile birlikte Türk devleti cephesinde
yoğun bir hareketlilik olmuş, kimi sivil
toplum örgütleri harekete geçirilmiş,
çatışmaların durdurulması hususunda
büyük bir beklenti oluşturulmuştur.
Referandum sürecine de çatışmasız bir
ortamda girmek isteyen AKP hükümeti,
kamuoyunda çatışmaların durdurulmasına dönük oluşan beklentiyi de
2
kendine dayanak yaparak, Kürt Halk
Önderi ile görüşmeye başlamıştır.
Referandumda 12 Eylül Anayasasını
kendi iktidar hesapları çerçevesinde
rötuşlayarak onaylatmaya çalışan AKP
hükümeti karşısında Kürt halkının ortaya koyduğu boykot tavrı, yapılan hesapların Kürdistan’da etkisiz kalacağını
göstermiştir. Türk devletinin bu süreçteki en belirgin politikası boykot
kararını kırma, Kürt halkının referandumu boykot etmesini engelleme, o
da olmazsa etkisiz kılma ve demokratik
özerkliğin ilanını engelleme temelinde
olmuştur. Yürütülen görüşmeler ve uygulanan şiddet, baskı politikalarının
hedefi de buna dönük olmuştur. Tüm
bu gelişmelerin sonucunda Kürt özgürlük hareketi reddedilmesi mümkün
olmayan bir atmosferde eylemsizlik
sürecine girmiştir. Kürt Halk Önderinin
de eylemsizlik kararını çözüme dönük
bir adım olarak değerlendirmesi, Türk
devletinin kendi cephesinden gerçekleştirdiği planları önemli ölçüde boşa
çıkarmıştır.
Kürt halkının referandumda ortaya
koyduğu boykot tavrı 4. stratejik dönemin mücadele tarzını ve dilini ortaya
koymak açısından büyük önem taşımaktadır. Başta AKP olmak üzere Türkiye
siyasetinde etkili olan tüm güçler Kürt
halkının boykot tavrını kırmaya kilitlenmiştir. STK’lar eliyle Kürt halkının
ortak iradesi ve tercihi olarak ortaya
çıkan anayasa komplosunu boykot kararlaşmasının kırılmsı hedeflenmiş, an-
STÊRKA CİWAN
cak başarısız kalınmıştır. Sonuçta
Kürdistan’da önemli bir boykot oranı
ortaya çıkmıştır. Fakat bazı bölgelerde
daha güçlü çalışma yürütülmesi gerektiği de görülmüştür. Tüm bunlara
rağmen Kürt halkının mevcut anayasal
rejimi reddetmiş olması ve tavrının
Demokratik Özerklik çerçevesinde
gelişmiş olması devletin planlarını
bir kez daha bozmuştur. Çözüm
tartışmalarının Demokratik Özerklik
çerçevesinde gelişiyor olması da
önemli bir kazanım olarak değerlendirilmesi gereken bir husus olmaktadır.
Halkımızın, hareketimizin ve Önderliğimizin kararlılığını ortaya koyan
referandum sonuçları, ardından gerçekleşen ve katılımın olumlu olduğu
okul boykotu, kendini değişim ve
dönüşüme yatırmayan devlet gerçekliğiyle yaşanılamayacağını çok net
bir şekilde ortaya koymuştur. Referanduma Kürt halkının gösterdiği
katılım, Önderliğimizin ve hareketimizin çözüm gücünü gösterirken,
Önderlik ve hareketimiz daha da
meşrulaşmış ve muhatap haline gelmiş, hükümetin alternatif oluşturma
arayışlarına da büyük bir darbe vur-
muş ve adeta bu arayışları bitirmiştir.
Bu durumun Türkiye kamuoyunu etkileme ve geniş bir yelpaze oluşturma
açısından şimdiden olumlu etkileri
olduğunu belirtebiliriz. Kürt Halk
Önderinin meşru bir muhatap olarak
ele alınması, neredeyse tüm siyasetin
İmralı’ya kilitlenmesi ve Önderliğimizin barışçı kimliği ile öne çıkması
önemli bir kazanımdır. Türkiye halklarının zihniyetinde şekillendirilmiş
olan PKK imajı parçalanmıştır. Bu
zemin üzerinden seçim çalışmalarına
yaklaşmak ve demokrasi cephesini
oluşturmak her zamankinden daha
fazla mümkündür. Türkiye kamuoyunda bu zemini demokrat ve duyarlı
kesimleri harekete geçirmek için daha
fazla değerlendirerek demokrasi cephesini genişletmek önemli olmaktadır.
Halkımızın bu düzeyde özgürlük
hareketi etrafında kenetlenmesi, devletin Kürdistan’da önemli ölçüde
zayıflaması, AB, ABD, Güneyli güçleri
de çözümün artık gerçekleşmesi gerektiği görüşüne yöneltmiştir. Finlandiya’nın eski Cumhurbaşkanı Martti
Ahtisaari’nin başkanlığında akil adamlar heyetinin Türkiye’ye ve Kürdistan’a
3
yaptığı geziler bunun bir sonucudur.
Bu yaklaşım, artık bir çözümün geliştirilmesi gerektiği düşüncesinin bir
ürünü olarak gelişmiştir. Kürt Halk
Önderi ile referandum sonrası gerçekleşen görüşmelerin arkasında bu
güçler vardır. Kendi sistemlerini kurmak için gelinen aşamada artık Kürt
sorununa bir çözümün bulunması gerektiğini düşünmektedirler. Kürt özgürlük hareketi, Kürt halkı ve Kürt
Halk Önderini bir yandan yoğun bir
baskı ortamı yaratarak iradeyi kırma
temelinde zorlayarak, kendi çözümlerine getirmeyi dayatırlarken, diğer
yandan sanki çözüm süreci başlamış
havası oluşturarak, bir beklenti yaratmaya çalışmaktadırlar. Şunun çok net
bilinmesi gerekir ki, henüz Kürt sorununun çözümünün gerçekleştirilmesi
yönünde bir yaklaşım söz konusu
değildir. Hala Kürt halkının Demokratik
Özerklik tutumundan geri adım
attırılması, mücadele iradesinin
kırılması hedeflenmekte ve bu açıkça
ifade de edilmektedir.
Demokratik Özerkliğin
pratikleştirilmesi temel
çalışma olmalıdır
En genel anlamda bu dönem planlamalarının gerillayı Kuzey’den Güney’e çekmek ve belli yerlerde toplamak, soykırım anlamına gelen asimilasyon politikalarına devam etmek;
PKK üzerinde iç ve dış baskı kurarak
PKK’yi bunaltmak, daraltmak ve kendi
çözümlerine mecbur kılmak olduğu
belirtilebilir. Tüm bunların daha rahat
gerçekleşebilmesi için dış güçler
tarafından Türk siyasetine de bir biçim
verilmektedir. CHP’de Baykal
sonrasında daha ılımlı, AB üzerinden
Batı’ya daha yakın duran bir çizgi yaratılmak istenirken, MHP gibi soğuk
savaş döneminden kalma bir parti de
aşılmaya çalışılıyor. Referandumla elini
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
güçlendiren, daha da rahat hareket
etme imkanı bulan AKP, herkesin temel
bir talebi haline gelen yeni anayasa
çalışmasını tartıştırarak, önümüzdeki
seçimleri de kazanmayı amaçlamaktdır.
Yaşanan gelişmeler karşısında Kürt
Halk Önderi kendisi ile yürütülen görüşmelerin geçmiş görüşmelere göre
daha nitelikli ve olumlu olduğunu belirtmiştir. Verdiği bu mesajlarla eylemsizlik kararının devam ettirilmesi
gerektiğine işaret etmiştir. Fakat gelişmekte olan sürecin çok sancılı, zorlu
ve riskli olduğunu belirterek, her şeye
hazırlıklı olunması gerektiğini dile getirmiştir. Sürecin gelişmemesi halinde
ortaya çıkacak olan topyekun bir direniş
olacaktır. Kürt özgürlük hareketi ve
Kürt halkının da bu temelde hazırlıklı
olması ve örgütlenmesi büyük önem
taşımaktadır. Bu temelde demokratik
özerkliğin fiili olarak pratikleştirilmesi
Kürt halkı açısından önümüzdeki süreçte en temel çalışma olacaktır.
Referandumun hızlandırdığı bu sürecin ortaya çıkardığı sonuçlardan biri
de boykotta adeta yüzde yüz oranında
hareketle birlikte olduğunu gösteren,
devletin tüm dayatmalarını boşa çıka-
ran, bu yönüyle de devletten gerçek
anlamda kopan Hakkari’nin, gerçekleştirilen katliamla cezalandırılmış olmasıdır. Seçilen köy, yapılan hesaplar
Hakkari’nin tümden cezalandırılmak
istendiğin göstermektedir. Bir taraftan
intikam alınırken diğer taraftan baskı
ile kimi çevreleri sindirme, kendi yanlarına çekme planları yapılmıştır. Hakkari şahsında özgür Kürt hedeflenmiş,
Kürt halkı katliamla tehdit edilerek
sindirilmesi amaçlanmıştır. Eş zamanlı
olarak İran da Mahabad’da benzer bir
katliam gerçekleştirilmiştir. Bu katliamlar Kürt sorununun çözümü dayatmasından ve Kürt halkının da gittikçe
daha fazla iradeleşmesinden rahatsız
olan sömürgeci devletlerin bir
yaklaşımı biçiminde ele alınmalıdır.
İran bu katliamı tamamlar tarzda Özgürlük hareketine yönelik tehditlerini
arttırmaya başlamıştır.
Süreç içinde tehlikeleri de
barındırmaktadır
Böylesi bir dönemde Türk devletinin üzerinde yoğunlaştığı alanlardan
biri de Güney Kürdistan olmaktadır.
Yoğun görüşme trafiği ile Güney
Kürdistan üzerinde hareketimizin
kuşatılması ve baskı altına alınması
hedeflenmektedir. Bu çabalar karşısında ulusal konferans çalışmasının
önemi daha net ortaya çıkmaktadır.
Ulusal konferansa olumlu bir yaklaşım
olsa da somut anlamda adım atılabilmesi için özellikle kamuoyu desteği
ile iktidardaki güçlerin harekete geçirilmesini sağlayacak çalışmaların
yoğunlaştırılması gerekmektedir. Bu
anlamda Kürt kadınlarının attıkları
adımlar önemlidir. Aydın kesimlerin
ve toplumun farklı kesimlerinin de
böylesi kritik bir süreçte ulusal birlik
yönündeki çalışmaları yoğunlaştırmaları büyük önem taşımaktadır.
Türkiye’nin içte ve dışta seferberlik
ruhuyla yürüttüğü diplomasi trafiği,
ABD’lilerin Türkiye’yi ziyaretleri,
Almanya’nın Türkiye ile birlikte hareketimize karşı bir komite oluşturması, yine AB’nin özelde ROJ TV,
genelde de hareketimize karşı
takındığı tavır önümüzdeki süreçte
baskıların arttırılacağı, hareketimizin
sıkıştırılmaya çalışılacağı, boğuntuya
getirilerek öngörülen çözüme
yatırılmak isteneceğini göstermektedir.
Bu yönüyle süreç beraberinde çok
büyük riskleri de taşımaktadır.
Tüm bunlara karşı, Kürt halkı ve
Kürt özgürlük hareketi bu irade savaşında kararlı davranarak konjonktürden kaynaklı olarak ilan edilecek
olan eylemsizlik kararıyla birlikte
Demokratik Özerkliği süratle pratikleştirme temelinde bir siyaset izleyecektir. Demokratik özerkliğin
inşasının güçlü geçmesi demek, olası
topyekun savaşı da güçlü karşılamak
anlamına gelecek ve boşa çıaracaktır.
Bu temelde devrimci savaşın da
güçlü verilmesi demek, çözümün
kesin gelmesi demektir.
***
Mijdar 2010
4
STÊRKA CİWAN
P
O
L
İ
T
İ
Sınır ötesi Operasyon Kürt Sorununun Derinleşmesi ve
Çözümsüzlüğün Dayatılması Anlamına Gelmektedir
K
Toprak CEMGİL
“Günümüzde uzatılan
sınır ötesi teskere ve
bölgesel anlamda
yoğunca geliştirilen
diplomasi ile birlikte
Türk ordusunun, medya
savunma alanlarına
yönelik sınırötesi
operasyon yapmaları bir
ihtimal olarak bu süreçte
gündemde
tutulmaktadır”
Türkiye’deki mevcut hükümetin
isteğiyle, BDP’nin dışında grubu bulunan bütün siyasi partilerin desteği
ve onayıyla sınır ötesi operasyon teskeresi, mecliste gerçekleştirilen gizli
oturumla birlikte dördüncü kez
uzatılmıştır. Son dönemlerde hükümet
ve devletin çeşitli organları, sınır ötesi
operasyon teskeresini yürüttükleri mücadelenin önemli bir ayağı olarak görmekte ve bunun da HPG ve özgürlük
hareketi üzerinde ciddi bir psikolojik
etkisi olduğuna kamuoyunu inandırmaya çalışmaktadırlar. Bu bağlamda sınır
ötesi operasyon teskeresinin maksadının
dışında bir uygulamaya sahip olduğunu
ve içerik aldığını söylemek çok da
yanlış olmayacaktır.
Dünyanın birçok yerinde çeşitli siyasi, etnik ve mezhepsel nedenlerden
ötürü irili-ufaklı birçok çatışma yaşanmaktadır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de devam eden bu çatışmalar,
önümüzdeki dönemlerde de yaşanacaktır. Bu tür mücadelelerin ortaya
çıkarttığı çatışmaların hepsi belirli
çerçevelerde ve prensipler temelinde
geliştirilmektedir. Konunun özü ile
mücadelesi, yöntemleri ve taktikleri
arasında ciddi bir değişkenliğin
olduğunu söylemek çok da gerçekçi
olmayabilir. Bu anlamda çeşitli nedenlerden ötürü yaşanan bu çatışma
ve savaş nedenlerinden bağımsız bir
şekilde, ilkesel ve ahlaki anlamda
Türk devlet geleneğinin savaş gerçekliğini, ahlakını ve taktiğini çok iyi bir
5
şekilde gözlemlemek ve değerlendirmek gerekmektedir.
Birçok farklı çevrenin dahi ortak bir
görüş olarak benimsemiş olduğu nokta;
Türkiye’deki en büyük sorun Kürt sorunudur ve bu sorunun çözümüdür.
Yani sorunun varlığı ve çözüm tartışmaları bile bu aşamada hala bir sorun
olarak devam etmektedir. Bu sorunun
tarihsel nedenleri, siyasi istismarları
ve yetersizlikleri, yanlış politikaları
başlı başına farklı bir tartışmanın konusu
olmaktadır. Fakat yüzlerce yıllık geçmişe ve köklü derinliğe sahip olan bu
sorun çok iyi bilinmektedir ki; PKK’nin
ortaya çıkışı ve mücadelesiyle birlikte
çok önemli bir boyut kazanmış ve ‘70’li
yılların sonlarından itibaren, Türkiye
devlet gerçekliğinin en önemli sorunu
haline gelmiştir.
PKK’nin ortaya çıkışı ve mücadelesiyle birlikte Kürt özgürlük hareketinin
ilk başlarda silahlı propaganda birlikleriyle ve ardından ARGK öncülüğündeki gerilla ordulaşmasıyla ve en nihayetinde HPG ile birlikte yaklaşık 26
yıldır Kürdistan özgürlük mücadelesi
adına devrimci şiddet ve çatışmalar,
Türkiye ve Kürdistan topraklarında
yaşanmış ve yaşanmaktadır. Bu bağlamda bir savaş hukukunun, çatışma ilkelerinin ve yürütülen mücadelenin prensiplerinin olması zaruriyet arz eden bir
konu olmaktadır.
Fakat bu anlamda yaşanan 26 yıllık
savaşın bilançosuna bakıldığında, Türk
devletinin ve ordusunun öyle çok da
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
lardan, devreye konulan bu uygulamalardan çok rahat bir şekilde
anlaşılmaktadır.
Operasyonların amacı Güneyli
güçlere baskı uygulamaktır
savaş kurallarına ve ahlakına denk
gelecek bir savaş anlayışının,
mantığının olmadığını görmek pek
de zor olmayacaktır. Böylesine bir
ordu ve devlet zihniyetinin ciddi anlamda bir askeri strateji gereği sınır
ötesi operasyona ihtiyaç duyması,
bunun için de sivil siyasetin ve yürütmenin kararına başvurması kesinlikle mümkün olacak bir gerçeklik
değildir. İşin aslı astarı; zihniyet anlamında yaşanan tutuculuk, savaş
gerçekliği bağlamında içine saplanılan
faşizanlık, militarist düşünce formasyonundan kaynaklanan nedenlerden
ötürü Türk savaş hükümeti, onun
devleti ve ordusu sınır ötesi operasyon
teskerelerine ihtiyaç duymakta, bunu
da sözünü ettiğimiz bu yapısal nedenlerden ötürü maksadının dışında
uygulamaya koymaya çalışmaktadır.
Bu bağlamda elde edilen teskereler
sonucu geliştirilecek herhangi bir
sınır ötesi operasyonunun sorunun
varlığını ortadan kaldırması ya da
çözüme bir nebze dahi olsa da katkı
sunması, günümüz gerçekliğinde pek
Mijdar 2010
de mümkün görünmemektedir. Kaldı
ki bugün tartışılan ve dördüncü kez
uzatılan sınır ötesi operasyon teskeresi
Türkiye devleti açısından çok da yeni
olan bir uygulama değildir. Bugün
tartışılan bu teskereler ve bunların
uzatılıyor olması öyle 2007 yılından
beri uygulanılan bir yöntem değildir.
Zaten o dönemden günümüze değin
yapılan birçok operasyon herhangi
bir çözümü beraberinde getirmemiş,
bilakis sorunun daha da kangrenleşmesine zemin sunmuştur.
Sınır ötesi operasyonlarına Türkiye
devleti ilk kez 1983 yılında başvurmuştu. O zamanlar Bağdat ile Ankara
arasında yapılan Sınır Güvenliği ve
İşbirliği anlaşmasının ardından, Türk
ordusu elde ettiği sıcak takip yetkisiyle 25 Mayıs 1983’de yedi bin askerle tarihinde PKK’ye karşı ilk
sınır ötesi operasyonunu gerçekleştirmişti. O günden bu güne onlarca
operasyon gerçekleştiren Türk devletinin ve onun ordusunun bu operasyonlardan ciddi bir sonuç almadığı
bugün dahi yürütülen bu tartışma6
Bugün PKK’ye yönelik yürütülmek istenilen ve bu şekilde hem bölgesel, hem de uluslararası alanda
çeşitli destekler alınmaya çalışılan
bu sınır ötesi operasyonların temel
bir gerçekliği; aslında tüm Kürt güçlerine ve bölgedeki siyasi aktörlere
yönelik olmaktadır. Bu hususun daha
iyi anlaşılması açısından 15 Ağustos
1986 yılında Türk savaş uçaklarının,
Güney Kürdistan’a yönelik gerçekleştirdikleri hava operasyonunu burada bir kez daha değerlendirmek
yerinde olacaktır. Bu operasyonda
Türk savaş uçakları PKK yerine,
KDP kamplarını hedef almış ve bu
saldırının ardından yaklaşık 165
KDP’li peşmerge yaşamını yitirmiştir.
Bu saldırıdan üç gün önce Çukurca
alanında PKK’nin, bir jandarma karakoluna saldırı yapmasının acısını
yaşayan Türk devlet yetkilileri,
PKK’ye yönelik mücadelelerinde onlara destek sunmadığı daha doğrusu
PKK’yle savaşmadığı için KDP’yi
bir şekilde cezalandırmak için bu
saldırıyı gerçekleştirmişlerdi.
Bugün dahi gündemde tutulan bu
operasyonların temel amacı PKK ile
mücadeleden çok bölgedeki Kürt güçlerine yönelik baskı ve gözdağı vermektir. 2007 yılında ilk sınır ötesi
operasyon teskerelerinin tartışıldığı
dönemlerde, birçok faşist-ırkçı çevre
bu konuyu yüksek sesle dillendirmiş
ve Güneyli güçler de dahil olmak
üzere Kürtlere “Türk’ün gücünü”
gösterme propagandası yoğunca yapılmıştır. Yoksa yaklaşık 28 sınır
ötesi operasyonunun sonuç
vermediğini bile bile bugün dördüncü
STÊRKA CİWAN
kez uzatılan bu operasyon kararının
mantıkla, devlet politikası ve gerçekliğiyle izah edilebilecek herhangi
bir yanı yoktur.
Güneş operasyonu TC ordusu
için ağır bir yenilgi oldu
Tüm bunların yanında Türk ordusu,
gerçekleştirdiği 2008 Şubat’ındaki
“Güneş Operasyon”uyla çok ciddi bir
darbe almış ve girdiği Medya Savunma
Alanlarından kendisini zor kurtarmıştır.
Hatta dönemin genelkurmay başkanı
ve CHP-MHP gibi köklü devlet partileri
arasında ciddi polemikler basına da
bütün teferruatlarıyla yansımıştı. Güneş
operasyonuyla Türk ordusunun gerçekleştirmek istediği; Zap alanındaki
kampları kuşatmaya almak ve HPG’nin
ana karargahını işlevsiz kılmaktı. Bunun için de Kuzeyden özel birlikleri
harekete geçirmiş ve Güney tarafından
da olursa Güneyli güçlerle müşterek,
olmazsa da kendi üslerindeki zırhlı
araçlarla, ana karargah etrafını çembere
almak istemişti. Fakat Güney’deki
Kürt halkının zırhlı araçların önüne
barikat kurmaları, Güneyli güçlerin
de askeri bir operasyona destek vermemeleri sonucu bu çemberi oluşturamayan Türk ordusu Kuzey’den ilerleyerek hedefine ulaşmak istemişti.
Mevsimin kış olmasından ötürü iklimsel zorlanma ve arazi hakimiyetindeki tecrübesizliğin faturasını bu
operasyonda Türk ordusu çok ağır
bir şekilde ödemiş ve girdiği Medya
Savunma Alanlarında gerillanın güçlü
direnişiyle karşılaşınca, operasyonun
daha ikinci gününde alandan nasıl
çıkacağının hesabını yapmaya başlamıştır. Yediği ağır darbeler ve yaşadığı
zayiatlara rağmen Türk ordusunun
yetkilileri kameralar karşısında pişkince bölgeden kaçışlarını, “tereyağından
kıl çeker” gibi olduğunu söylemiş,
zafer naralarıyla başladıkları operas-
yondan geri çekilebilmelerini bile bir başarı
sayarak acizliklerinin
dışavurumşlardır.
Günümüzde uzatılan
bu teskere ve bölgesel
anlamda yoğunca geliştirilen diplomasi ile
birlikte Türk ordusunun,
Medya Savunma Alanlarına yönelik sınır ötesi
operasyon yapması bir
ihtimal olarak bu süreçte
gündemde tutulmaktadır.
Özellikle belirli bir kesim bu konu hakkında
yorum yaparken Sri
Lanka örneğini vermekte ve Kürt özgürlük hareketine yönelik de benzeri bir operasyonun sonuç vereceğini dillendirmektedir. Her
şeyden önce Sri Lanka ile PKK’yi
aynı bağlamda ele almak ve benzeri
yöntemleri kullanarak sonuç alınmasını savunmak ve yorumlamak gerçeklikle bağdaşmamaktadır. Tamil
Kaplanları ile HPG’nin Medya Savunma Alanlarındaki üslenmeleri birbirinden çok farklıdır. Yine Medya
Savunma Alanlarındaki arazinin
yapısı, konumu ve gerillanın mevzilenmesi, Tamil Kaplanlarının mevzilenmesiyle herhangi bir benzerlik
göstermediği, Kürdistanın jeostratejik
konumu da çok farklıdır.
Tüm bunların yanında Türk ordusunun Medya Savunma Alanlarına
yönelik geliştirileceği herhangi bir
operasyon da, gerillanın çok güçlü
bir direnişi ile karşılaşması çok
doğaldır ki kaçınılmaz olacaktır. Gerçekleşecek en kapsamlı saldırıları
bile gerilla güçlerinin boşa çıkarması
ve yenilgiye uğratması kaçınılmazdır.
Bunun da Türk ordusuna, devletine
ve siyasetine vereceği zarar 2008
yılındakinden çok çok daha fazla ola7
caktır. Hatta bu yöndeki bir gelişme
devletin içindeki yapısal krizi daha
da derinleştirecek ve ciddi bir kırılma
yaratacaktır.
Gerillanın bu yönlü hazırlıklarının
her zamankinden daha güçlü olduğu
bilinmektedir. Bunun yanında 26 yllık
savaş sonucunda Türk ordusunun
içine düştüğü başarısız durum, son
YAŞ toplantılarındaki kriz artık ordunun moral üstünlüğünün tamamen
ortadan kalktığını göstermektedir. Bu
durumdaki bir gücün bundan sonra
bu savaşta herhangi bir sonuç almasını
beklemek hamhayalcilik olacaktır.
Siyasi alanda da eski politikalarda
ısrar çözümsüzlüğün dayatılması anlamına gelmektedir. Yani sınır ötesi
operasyonlar ve benzeri yaklaşımlarla
Türkiye en önemli ve köklü sorununu
kesinlikle çözemeyecektir. Hatta bu
çözümsüzlük politikaları sorunun
daha da derinleşmesini ve içinden
çıkılamaz bir hale gelmesini beraberinde getirecektir.
***
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
K
A
D
I
N
Kadın özgürlük ideolojisi
egemenlerden hesap sormanın adıdır
Yıldız CUDİ
“Kadın özgürlük
ideolojisinde sevgi, aşk
yaşamsaldır, toplumsaldır.
Emeğe, düşünmeye,
sorgulamaya, üretime,
bilinçlenmeye dayalıdır.
İradesel olarak
güçlenmemiş, örgütlü bir
şekilde topluma
katılmayan kadın sistemin
istediği kadın tipi
olmaktadır”
Mijdar 2010
Kapitalist sistem, insanlık tarihi içinde
‘sömürünün en vahşi yaşandığı’ bir sistem
olarak tarif edilir. Tarihte somut olarak
15. yüzyıldan bugüne kadar geçen süreç
bu sistemin kendini daha çıplak gösterdiği
dönemdir. Kar mantığının tüm toplumsal
ahlaki değerlerin ve ilkelerin önüne geçmesi, herşeyin bir ticaret ve alış-veriş
konusu haline gelmesi, işgal-talan-sömürü
zihniyetinin şahlanması, coğrafi keşifler
adı altında halkların köleleştirilmesi, kültürlerin yok edilmek istenmesi bu sistemin
yarattıkları arasındadır. Toplumsallığın
yerine bireyciliğin hortlatılması, teknik
gelişim ile birlikte bu gelişimin egemen
bir kesimin eline geçmesi de ortaya
çıkmıştır. Kapitalist tüccar güçlerin iktidarları ele geçirmek için, doğal kaynakların sömürüsü, için bu dönem boyunca
sayısız savaş, katliam yaşanmıştır. En
son 1900’ler boyunca yaşanan iki dünya
savaşında milyonlarca insan ölmüş, yerlerinden göç etmiş, toplama kamplarında
katledilmişlerdir.
Bu sistem kendini bu kanlı politikalarla
yaşatırken elbette kirli yüzünü saklamayı
da becermiştir. Günümüze baktığımızda
kapitalist sistem medya, eğitim, hukuk
sistemi, siyasal yönetimler, dini inançların
kullanılması temelinde kendi gerçek yüzünü saklamaktadır. Tüm bu araçları
kendi hizmetine sokmuştur. İnsanlık için
birçok sorunun çözümü, bilim ve teknoloji
alanında mümkünken, bunları sadece
kendi çıkarları için kullanmaktadır.
Örneğin birçok hastalığın çaresi aslında
bilim ve teknoloji laboratuvarlarında bu8
lunmuştur. Ama bunlar tüm insanlığın
hizmetine sunulmak yerine sermaye sahiplerinin çıkarlarına peşkeş çekilmektedir.
Eğitim alanında, okullarda okuyan
çocuklar-gençler bu sistemin uygulayıcıları olmak için eğitilirler. Bir eğitim
uzmanı sistemin okullarında okuyan
gençlerin sisteme hizmet etmeleri, kurallara uymaları, söylenenleri yapmaları
temelinde yetiştirildiklerini, yönetici ve
egemen tabakanın çocuklarının ise yöneten-talimat veren-kendine güvenen
kişiler olarak yetiştirildiklerini belirtiyor.
Toplumda çocuklar ve gençlere, sistemin
belirlediği sınırları aşmamak şartıyla tüm
güdüsel konularda istediklerini yapabilecekleri empoze edilir. İstedikleri kadar
yiyip içerler, gezerler, cinsellik yaşarlar,
giyinirler... Fakat sistemi tehlikeye düşürecek hiçbir şeye karışmamaları, düşünmemeleri, sorgulamamaları istenir.
Bu sistem içinde en büyük hedef
olarak kültürel soykırıma uğratılmak istenen kesim kadındır. Kapitalist sistem,
feodal ölçülerle çatışırmış gibi görünse
de, kadının düşünsel, iradesel ve bedensel
kapatılmasına karşıymış gibi görünse de
onunla uzlaşarak feodalizmin devam etmesinden yanadır. Çünkü ona karşı sanki
kendisini özgürlük alternatifiymiş gibi
sunar. Feodalizm kadını aşırı kapatırken,
kapitalizm kadını ölçüsüz açar, onu savunmasız bırakır ve kadının düşüncesi,
ruhu, bedeni, iradesi pazara çıkarılır.
Tüm ticari pazar kadının sistem içinde
erkeğe sunumunu amaçlar. Okuyanevinin dışında çalışan veya iş sahibi olan
STÊRKA CİWAN
kadın bir yandan para kazanır, ama
temelde kapitalist sistemin ve ataerkil
sistemin işçisi, uygulayıcısı yapılır.
Evinde olan kadın da bu işçiliğini
evinde ve çevresinde sürdürür. Sistem
kadına ‘istediğin gibi gez, ye, iç, eğlen,
alış veriş yap, özgürlük budur’ diyerek
sahte özgürlük anlayışını sunar. Kadın,
kafesteki kuştur bu sistem için. Süslenip
püslendirilmiş, fiziki güzellik için kendini paralayan duruma getirilmiş bir
kadın tipi yaratılır. Bunun üzerinden
büyük bir kar kapısı, pazar oluşturulur.
Kadın reklamların hem konusu hem
de malzemesidir. Kapitalizmin tüketim
kültürüne hizmet etmek için yönlendirilir. Medya bu konuda müthiş örgütleme aracıdır.
Moda sektörü bu sistemin diğer
özel savaş alanıdır. İnsanların nasıl
giyineceği, nasıl hareket edeceği,
saçını nasıl yapacağı vb bu alan tarafından merkezi olarak belirlenir.
Bir yıl bakarsınız herkes bol paçalı
pantalonlar giyinir, ya da mini eteklerle dolaşılır. Ertesi yıl bakarsınız
göbeği açıkta bırakan ya da düşük
belli giyimler öne çıkarılır. Kulaklarda kocaman küpeler bir yıl modayken, ertesi yıl vücudun akıl almaz
yerlerine halkalar takılır. Bunları belirleyen moda merkezleridir. Ve bu
merkezler (Paris, Londra, ABD, İtalya vb) kapitalist sistemin merkezleridir. Merkezler söyler atölyeler
çalışır, reklamlarla duyurulur, örnekler herkesin tanıdığı sanatçı-manken-siyasetçi vb tarafından giyilir
ve alışveriş yerlerinde satışa sunulur.
Amaç tüketim kültürünü şahlandırıp
kârı çoğaltmaktır. Bunları satın almak
için de tabii ki sistemin işyerlerinde,
fabrikalarda, yollarda işçi olmak, ya
da bazı ülkelerde paralı asker olarak
orduya girerek tanımadığı coğrafyalarda tanımadığı halklara eziyet
etmek, efendilerinin çıkarlarını korumak için paralı asker olarak
Kadın özgürlük çizgisi, feodal-kapitalist, tüm egemenlikçi,
eşitsiz, ezme ve ezilmeye dayalı ilişkileri reddeder
çalışmak ve para kazanmak gerekir.
Bu çark kirli ve ‘en iyi niyetli’
olduğunu söyleyeni bile suçlu hale
getiren bir çarktır.
Bir toplumda kadın üzerinden yürütülen politikalar başarılı olursa o
toplumun denetimi, düşürülmesi çok
daha kolaydır. Kapitalizm bunu çok
iyi görmüş ve kullanmaktadır. Çünkü
onun için para getiren ve kazandıran
her şey kullanılması gereken araçtır.
‘amaca ulaşmak için her şey mübahtır’
anlayışına sahiptir. Bu sistem için
toplumsal değerler, ahlak, dayanışma,
eşitlik, paylaşım, özgürlük ölçüleri
gibi insani değerlerin önemi yoktur.
Kürdistan’da yükselen Özgürlük
mücadelesinin en temel özelliği bu
sistemin tüm maskelerini kadın boyutunda da düşürmesidir. Bu politikaları deşifre eden mücadele en başta
kadın kurtuluş ideolojisini kendi
halk mücadelesinin temel ölçüsü
yapmıştır. Özgürlük mücadelesinde
samimi olmanın temel ölçüsü,
kadının özgürlük değerlerine, onun
bu sistem karşısındaki mücadelesine
yaklaşımla ölçülmektedir.
9
Kürdistan kadın özgürlük hareketi
kadın kurtuluş ideolojisine sahiptir.
Bu ideoloji temelinde mücadelesini
yürütmektedir. Bu hem kadın hareketleri, hem de halk mücadele tarihinde
bir ilk’tir. Rêber Apo’nun “Bir toplumun özgürlük düzeyi, o toplumdaki
kadının özgürlük düzeyine bağlıdır”
değerlendirmesi kadın kurtuluş ve özgürlük ideolojisinin temelini ifade etmektedir. Kürdistan özgürlük mücadelesini farklı kılan, yine kapitalist
sistem güçlerinin bu hareketten bu
kadar korkmasının temel nedenlerinden biri budur.
Kadın özgürlük çizgisi, feodal-kapitalist, tüm egemenlikçi, eşitsiz, ezme
ve ezilmeye dayalı ilişkileri reddeder.
İktidarcılığa dayalı ilişkileri kadın ve
erkek arasındaki ilişkilerden başlayarak, insan-doğa, birey-toplum, halkdevlet ilişkilerini sorgular. Bu sorgulamanın temelinde kadının tüm egemenlikli ölçü, kural ve yasalardan
kurtarılma amacı vardır.
Kürdistan’ın gerçek özgürlüğü, özgür Kürdistan toplumuna ve o toplumu
oluşturan kadın ve erkeğin özgür birey
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
olarak topluma katılmalarına bağlıdır.
Kadının kendi geleceği, yaşamı ve
topluma katılım biçimine dair söz ve
karar gücüne ulaşması önemlidir.
Kadını bir meta, bir materyal olmaktan
çıkarmak esastır. Kadını en başta feodal ve kapitalist sistemin ölçüleri
karşısında eğitmek, güçlendirmek,
kabul ve ret ölçülerini oluşturmak
esastır. Yani kadının, kendisini bedensel-ruhsal-düşünsel-iradesel olarak
sömüren, aşağılayan ölçüleri reddetmesini sağlamak; özgür düşünme, karar verme ve uygulama gücüne
ulaştırmak hedeflenmektedir.
Kadın salt fiziki olarak değil
düşünsel, iradesel ve örgütlü
temelde varlığını göstermelidir
Bununla birlikte erkeği özgürlük
ve eşitlik ilkelerine göre eğitmek,
değişimini sağlamak da bu ideolojinin
amaçları arasındadır. Erkeğin ‘benmerkezci, egemen olma, hakim olma,
herşeyi yönetme’ ölçüleriyle şekillendirilmesine karşıdır. Toplumdaki
cinsiyetçiliğe karşıdır. Kapitalist sistemin erkek egemenliğine ve onun
zihniyetine dayalı bakış açısını reddeder. Kadın ve erkeğin ‘özgür ve
eşit bireyler’ olmasını amaçlar. Bu
amaçla kadın ve erkeğin kapitalist
sistemin kontrolünden çıkması, özgürlük temelinde kişilik kazanması
önemlidir.
Reber Apo, bu konuda sayısız değerlendirme yapmıştır. Kürt toplumundaki
feodal ve kapitalist sistemin kural ve
etkilerini eleştirmiştir. Yine kadını da
erkeği de eleştirmiştir. Boyun eğen,
kendini sadece erkeğe sunmak için
ele alan, kendine güvensiz, zorluklar
karşısında şikayet eden, ağlayan kadını
eleştirmiştir. Kadının salt fiziki olarak
değil, düşünsel, iradesel ve örgütlü temelde varlığını göstermesi gerektiğini
belirtmiştir. Erkeğin de hep ezen, boyun
Mijdar 2010
eğdiren duruşunu reddetmiştir. Sistemin
erkek ölçülerini kabul etmeyerek, ‘sistemin erkek ölçülerinin öldürülmesi’
gerektiğini belirtmiştir.
Kadın ve erkek ilişkileri mevcut
durumda ezen erkek-köle kadına dayalı yürütülmektedir. Bu ilişkiler birbirini tüketmeye dayalıdır. Kadın da,
erkek de kişilikte, yaşamda adeta
erimektedir. Toplumsallaşamayan,
sosyalleşemeyen, geri ölçüleri yaşatan
kadın ve erkek kişiliklerinin kuracağı
birlikteliklerin sonlarının nasıl olduğunu görmek için yaşanan şiddet
olaylarına bakmak yeterlidir. Geri
ölçülerle, salt güdüselliğe dayalı birliktelikler kuranların sonları büyük
yıkım olmaktadır. Yaşama karşı sorumsuz, toplumsal sorunlara karşı
duyarsız, özgürlük-eşitlik ilkeleri olmayanların sevdaları ‘namus,
kıskançlık, geçimsizlik, töre-gelenek
vb’ adına kısa sürede vahşet örneklerine dönüşmektedir.
Kapitalist sistemin yaratmak istediği
kadın tipini sorgulamak çok önemlidir.
Salt maddi ilişkilere, çıkarlara, beklentilere dayalı bir düşünceye sahip
olmak kadın açısından reddedilmesi
gereken bir boyuttur. Kadın özgürlük
ideolojisinde sevgi, aşk yaşamsaldır,
toplumsaldır. Emeğe, düşünmeye,
sorgulamaya, üretime, bilinçlenmeye
dayalıdır. İradesel olarak güçlenmemiş, örgütlü bir şekilde topluma
katılmayan kadın sistemin istediği
kadın tipi olmaktadır. Kendisini her
boyutta sömüren kapitalist sistemin
farkına varmayan, bunu sorgulamayan, buna karşı mücadele etmeyen,
kendini sömürü malzemesi olmaktan
çıkaramayan kadın, bu sistemin devleti, erkeği, kurumları tarafından yutulmaya mahkumdur. Bu yüzden
kadının sistem karşısında bilinçlenmesi, örgütlenmesi ve mücadele etmesi, direnmesi şarttır. Sistem böylesi
kadından korkmaktadır.
10
Kürdistan özgür kadın hareketi
sisteme hesap sormaya çağrıdır
Kürdistan özgürlük mücadelesi içinde ve bu özgürlük ideolojisiyle donanmış sayısız kadın kahraman bulunuyor. Kadın dağlarda, şehirlerde,
Avrupa’da kapitalist sistemin merkezlerinde büyük mücadele yürütmektedir. Kapitalist sistemin ayartıcı,
göz boyayan imkanlarına karşı kendini
kaybetmeyen, ruhunu satmayan ve
direnen kadın gerçeklikleri vardır.
Kürdistan dağlarında direnen kadın
gerillalar, feodal ve kapitalist sistemin
saldırıları karşısında teslim olmayan,
bununla da yetinmeyip binlerce yıldır
acı çeken kadının intikamını alan ve
hesap soran konumundadır. Kadın
özgürlük ve kurtuluş ideolojisi, aynı
zamanda bir hesap sorma hareketidir.
Kürdistan’da egemenlere teslim olmayıp bedenlerini uçurumlardan atan
kızların, bugün devlet şiddeti altında
acı çektirilen anaların; Afrika’da köle
olarak satılan kadınların, Hindistan’da
gelenek adına yakılan, Latin Amerika’da işkencelerden geçirilen, bedenlerini sokaklarda pazarlamaya zorlanan
Asyalı kadınların, dün cadı diye bedensel olarak yakılan bugün ise maddi
imkanlar içinde tutulup sahte özgürlük
adına ruhsal olarak yakılan kadınların
intikam hareketidir.
Direnen, başı dik, geleceği kendi
emekleriyle ve mücadelesiyle yaratan
kadınların çağındayız. İdeolojisi, örgütlülüğü, felsefesi ve pratiğini yaratan
Kürdistan özgür kadın hareketi, genç
kadınları özgürlüğe, sistemden hesap
sormaya çağırıyor. Bir erkeğin kadını
olmayı aşmaya çağırıyor. Kimsenin
değil, kendimizin olmaya çağırıyor.
Milyonların özgürlük öncüsü, yaratıcısı
olmaya çağırıyor. Genç kadınları Kürdistan’ın özgür dağlarına çağırıyor.
***
STÊRKA CİWAN
R
Ö
P
O
R
T
A
J
Kapitalist Modernitenin Gençlik
Üzerindeki Etkileri
Komalên Ciwan koordinasyonundan Mahir BOTAN ile yapılan röportajdır.
“Apocu gençlik olarak en
temel mücadele
argümanımız özgürlüktür.
Kapitalist modernitenin
gençliğe sunduğu, özünde
hepsi aynı şey olan ancak
üzeri farklı renklerle
boyandığından, farklı gibi
görünen tercihlere,
sistemin sınırları
içerisinde sınırlandırılmış
sahte özgürlük anlayışına
karşı, kendisine
ulaşmaktan başka bir
şeyin aracı olmayan bir
özgürlük anlayışını
savunuyoruz”
- Bütün sistemler kendi yapısallığını
ve oluşumunu öncelikli olarak gençlik
üzerinden geliştirmektedir. Gençliğe
bu yönlü öncelik tanımanın nedeni
nedir sizce?
Her toplumsal sistem ortaya çıkış
sürecinde kendinden önceki toplumsal
sistem ve var olan toplumsal değer
yargıları ile mücadele ederek gelişir.
Bu mücadelede başarılı olduğu oranda,
bir toplumsal sistem olabilir. Bu mücadelede başarılı olabilmenin ölçütü
ise kendinden önceki toplumsal sistemi
inanç, düşünce, ahlak, üretim yapısı
ve bunun gibi toplumsal yaşamı belirleyen konularda aşması ya da toplumu
kendinden önceki sistemi aştığı konusunda ikna etmesidir. Toplumu yeni
düşüncelere ikna etmek ise kolay bir
iş değildir. Çünkü toplumsallık bir yönüyle de yerleşmiş ortak yaşam, düşünce ve inanç kalıpları demektir. Bu
kalıplar, kurulu toplumsal sistem içerisinde doğup şekillenmiş, yaşam alışkanlıkları buna göre oluşmuş, orta yaş
ve yaşlı kesim üzerinde çok daha etkilidir. Bundan dolayı yeni bir düşünce
veya sistemin yaşlı kesim ve orta yaş
içerisinde rağbet görmesi, kendini örgütlemesi çok zordur. Ancak çocukluktan yeni çıkan ve kurulu toplumsal
yaşamla henüz yeni tanışan gençlik,
mevcut olanı daha özümseyememiştir.
Bundan dolayı karşılaştığı her toplumsal
değeri sorgular, anlamaya çalışır; kimi
11
zaman bu değerlerle çelişir. Mevcut
olan onda alışkanlığa dönüşmediği için
yeni olanı arama, yeni şeylere daha
açık olma özelliği, başattır. Gençlik
bu yönüyle sorgulama ve arayış demektir. Kaldı ki yeni düşünceler daha
çok insanların gençlik döneminde keşfedilir. Tarihe yön veren, yeni toplumsal
sistemlerin kuruluşunda öncülük yapan,
toplum içerisinde birçok yeniliğe mührünü vuran tarihsel kişiliklere baktığımızda, gençlik dönemlerinde mevcut
olandan kopup yeni olanı geliştirmeye
başladıklarını görürüz. Bu gençliğin
temel sosyolojik özelliğidir. Mevcut
sınıflı-devletli toplumsal sistemler geçliğin bu özelliğini kendileri açısından
bir tehlike olarak görmüş ve gençliğin
bu özelliğini köreltmek, denetlemek
veya kendi toplumsal sistemine bağlamak için çeşitli tedbirler almışlardır.
Gençliğin eğitiminin her toplumsal sistemde en temel çalışma olması bu gerçeklikten kaynaklanır. Çocuklukta verilmeye başlanan “aile terbiyesinden”
başlayarak devlet okullarında ezberletilen resmi ideoloji dogmalarına, askerlik kurumunda katı bir disiplinle
irade kırıp mevcut sisteme itaat ettirmeye kadar gençliğin bu özelliği köreltilip gençlik mevcut sistemle uyumlu
hale getirilmeye çalışılır. Gençliği kendine bağlayan, kontrol edebilen sistemler kendi geleceklerini, varlıklarını
garantiye almış olurlar. Bunun karşıtı
olarak gençlik arayışı, yeni bir toplumsal
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
sistemin örgütlendirilmesinde de temel
dinamiktir. Mevcut toplumsal sistem
kalıplarını kırabilen, özgür düşünme
gücüne ulaşan, yeni toplum ütopyalarını gerçekleştirmenin yol-yöntemini
geliştirebilen gençlik kurulu düzeni,
alaşağı edip yenisini kurmanın da
öncü gücüdür. Bu yönüyle diyebiliriz
ki gençlik özellikle toplumsal değişimlerin kendini dayattığı tarihsel
dönemlerde bir savaş alanıdır. Bir
değişimin olup olmayacağı ya da
nasıl olacağını, gençliğin nerde yer
aldığı belirler. Bundan dolayı hem
mevcut toplumsal sistemler hem de
yeniyi yaratma adına ortaya çıkan
mücadele güçleri gençliği kazanmaya,
kendi saflarına çekmeye çalışır. Gençlik üzerinde adeta bir savaş yürütülür.
Çünkü üretimin sürdürülmesinden
tutalım, saldırılar karşısında kendini
savunmaya kadar toplumun temel işlerinde gençlik vazgeçilemez bir diMijdar 2010
namiktir Gençliğin kendini hakim
kılmak isteyen her toplumsal sistemin
ilk yöneldiği toplumsal kesim olması
bu gerçeklikten kaynaklanır.
- Kapitalist sistemin gençliğe biçtiği
temel misyon ve gençliğin sistemin
zihniyetinde kurtulma yönünde yaşadığı temel çıkmazlar nelerdir?
Kapitalizmin dayandığı temel düşünce bireyciliktir. Toplumu yönetmek, kontrol etmek adına var olan
tüm toplumsal değerlere pervazsızca
saldırılmaktadır. Bunun altındaki temel neden kapitalizm gibi gayrı meşru bir sistemin ancak toplumsal örgüleri dağıtarak kendini yaşatabilecek
olmasıdır. Bundan dolayı toplumun
karşısına ahlak, düşünce, inanç ve
diğer tüm toplumsal değerlerden koparılmış bir birey çıkarılmaktadır.
Bununla toplum dağıtılıp savunmasız
12
hale getirilmekte toplum olmaktan
çıkarılıp kalabalık bireyler yığını
oluşturulmaktadır. İşte kapitalizmin
gençliğe biçtiği temel misyon bu
noktada çok çarpıcıdır. Gençlik toplumu dağıtmada koç başı olarak kullanılmaktadır. Gençlik üzerinde pervazsız bir bireycileştirme projesi uygulanarak bu yapılmaya çalışılıyor.
Her taraftan insanın toplum olma,
toplumsal bir varlık olma eğilimine
karşı saldırılar geliştiriliyor. Bu saldırılar özelde de gençlik üzerinde
uygulanıyor ve daha çok sonuç alabiliyor. Medya, eğitim sistemi, sanal
ortam denilen internet, eğlence merkezleri, dizi, sinema ve benzer araçlarla bir insan modeli çizilip gençliğin
önüne konuyor. Bu insan modeli kapitalizmin evcileştirilmiş, sisteme
muhalefet edemeyecek, itaatkar, tüketici, düşünmeyen insanıdır. Bu yaratılmak istenen toplumun daha doğrusu toplumsuzluğun ideal insan tipidir. Bu tip, gençlik içerisinde yaratılmaya çalışılıyor. Kapitalizm kendi istediği gibi bir gençlik yaratıp
bununla kendi geleceğini garantiye
almak istiyor. Yine 1968 gençlik kuşağının içinden çıkan, devrimci gençlik hareketlerinin şimdiye kadar kapitalizmin karşısına çıkan en büyük
direniş olduğunu hatırlarsak gençliğe
dönük uygulanan bu toplumsuzlaştırma projesiyle en geniş ve dinamik
potansiyel muhalefet daha doğmadan
boğulmuş oluyor. Sadece toplumsal
değerlerden koparıp bireycileştirme
değil tabii, daha birçok noktada yaratılmak istenen sistem insanı, gençlik
içerisinde mayalanmaya çalışılıyor,
gençlik üzerinde denenip böyle sonuç
alınmak isteniyor.
Gençliğin, kapitalizmin bu çok
yönlü kuşatmasından kendini kurtarması öyle kolay bir şey değil.
Çünkü sistem yaşamın her alanını
kontrol altına alıyor, her yerden, bir
STÊRKA CİWAN
şeyler empoze ederek gençliğin yaşamında hiç boşluk bırakmamaya
çalışıyor. Aileden başlayarak, okula,
sokağa, televizyona, sanal ortama,
eğlence merkezlerine, reklamlara
kadar her yerden gençliğin beynine
saldırıp onu adeta işlemez kılıyor,
düşüncesizleştiriyor. Sistemin bu
sarmalından çıkma yönünde arayışlar
da var hiç kuşkusuz. Anti-kapitalist,
sol, sosyalist, anarşist ve diğer sistem
muhalifi hareketler ağırlıkta gençlikten oluşuyor. Bunlar hiç kuşkusuz
kapitalist sistemin dışında kalmayı
amaçlayan hareketler ve gençliğin
bu hareketlere yönelimi de bu amaçladır. Ancak bu hareketler içerisinde
de kapitalizmin toplumsal bünye
üzerindeki saldırıları, bunlara karşı
nasıl bir duruşla sistem dışında kalınabileceği çok net tahlil edilebilmiş
değildir. Daha çok bazı klasik sınıf
tahlilleri veya karşısında mücadele
etme yol-yöntemleri belirlenmemiş
yüzeysel devlet-iktidar çözümlemeleri ile kapitalizmle mücadele edilmeye çalışılmaktadır. Bu hareketler
de gençliğe derinliğine bir mücadele
zemini sunma konusunda yetersiz
kalabiliyor. Örneğin muhalif hareket
içerinde yer alan bir genç ile sisteme
itaat etmiş bir gencin giyiminden,
zevklerine, çevreyle kurduğu ilişkilerden, yaşadığı sorunlara kadar belirgin bir benzerlik vardır. Yani kapitalizm insanına karşı, yeni bir insan
tipi yaratılamıyor. Bu da tarihte örneği çokça görüldüğü gibi başarılı
olamıyor. Bu hareketlerde ihtiyaç
olan kapsamlı bir yenilenme yaratılamadığından giderek bir daralma
da yaşanıyor. Bundan dolayı gençliğin bu hareketlere de ilgisi giderek
azalıyor. Kapitalizmin zihniyetinden
kurtulmada gençliğin yaşadığı temel
sorun da bu oluyor; doğru bir mücadele, yaşam perspektifi ve örgütlenmesini geliştirmek…
- Kapitalist modernite gençliği denetimde tutmak ve sistemini korumak
için ne tür politikalar yürütüyor,
gençliğe ne vaat ediyor?
Sınıflı-devletli sistemin başlangıcından beri oluşturulan toplumsal hiyerarşi içerisinde gençliğe hiyerarşik
yapılanmanın en alt katlarında bir
yer tayin edilmiştir. Bununla gençlik
devletten, ailedeki yaşlıya kadar bir
kontrol mekanizmasına tabi tutuluyor.
Her alanda en angarya işlere koşturulup, enerjisi ve potansiyeli sömürülen bir sosyal olgu haline getiriliyor.
Bu yönüyle kapitalist modernitenin
temelinin dayandığı bir olgu da hiyerarşik toplum yapılanmasının esaslı
bir parçası olan jerontokrasidir. Hiyerarşik toplumsal yapılanmanın başlangıcından beri yaşlının bilgi ve tecrübesiyle gençler üzerinde kurduğu
hiyerarşiden, devletin ideolojik ve
zor gücüyle kuruduğu baskı sistemine
kadar gençlik üzerinde giderek derinleşen bir sisteme bağımlılaştırma
yaklaşımı geliştiriliyor. Bu bağımlılaştırma, denetleme politikaları sınıflı-devletli yapılanmanın zirvesini
yaşadığı kapitalist modernite döneminde daha da derinleştirilmiştir.
Halk önderimiz Önder Apo “kapitalizm bir toplum biçimi olamaz,
çünkü toplum karşıtıdır” diyor. Bu
belirleme kapitalist modernitenin topluma ve gençliğe dönük politikalarının
özünü anlamak açısından sürekli bir
ön kabul olarak ele alınması gereken
bir tespittir. Yani kapitalist moderniteyi
bir toplumsal sistem olmaktan çok,
insanın tabiatında var olagelen toplumsallaşma eğilimini bitirmeyi amaçlayan, toplumsal değer ve üretim üzerinde gasp kurmuş sermaye-kar-iktidar
sistemi olarak ele almak gerekir. Bu
belirlemelerden çıkarsanacak ilk doğru, kapitalizmin kendini sürdürmesi
için özünde komünal değerler olan
13
toplumsal dokuyu bitirmek istediği,
modernite diye topluma dayatılan şeyin bu amacın somut projesi olduğudur. Biraz önce de belirttiğimiz gibi
sistem, sosyolojik yapısı itibariyle el
verdiğinden bu projeleri gençlik üzerinden hayata geçirmeye çalışıyor.
Bunun için geliştirilen farklı araç,
kurum ve politikalar var.
Devlet okulları ve eğitim kurumları
bu konuda temel rol oynamaktadır.
İlkokuldan başlayarak aşılanan, milliyetçilik, devletçilik, cinsiyetçilik olgularıyla özgür düşünmenin önü kapatılıp söyleneni ezberleyen, anlam
ve yorum gücü olmayan bir gençlik
yaratılıyor. Bilim üretme ve öğretme
misyonuyla kurulan üniversiteler dahi,
gençliğin kafasını bilimsel gerçekler
adına dogmalarla doldurup, düşünmesine, sorgulamasına fırsat vermiyor.
Kapitalist modernitenin hakim olduğu
çağımızda orta çağdaki kadar bile
felsefe, bilim, sanat alanlarında çığır
açan filozof, düşünür ve sanatçıların
çıkmaması sistemin eğitim kurumlarında gençliğin öğrenme yeteneğinin
iğdiş edilmesinden kaynaklıdır. Yoksa
iletişim, teknik ve araştırma imkanlarının bu kadar gelişkin olduğu bir
yüzyılda sadece belirli insanlar değil
herkes özgür düşünce, bilim ve sanat
üretebilirdi. Ancak mevcut modernist
eğitim sistemi buna yol açmaktan
çok, kendi gemisini kurtarmaktan,
yanındakini sollamaktan başka amacı
olmayan, hakikati bulmaktan çok, yaşamı güzel, iyi yaşamanın sistemin
dogmalarını en iyi ezberlemekten geçtiğine inanan bir genç tiplemesi yaratıyor. Yani eğitim sistemi ile ilk
başta zihin, düşünce tutsak ediliyor.
Böylece her türlü yaşam alışkanlığına,
yönlendirilmeye açık bir gençlik yaratılıyor. Eğitim, kapitalist modernitenin kendini üretmesinin, yerleştirmesinin sadece bir ayağıdır, toplumsal
yaşamın her alanı aynı şekilde işgal
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
edilip, modernist ölçüler temelinde
yeniden şekillendiriliyor.
Sanat alanı da buna çarpıcı bir örnektir. Toplumsal maneviyatın ve toplumda değer gören duygu ve algıların
estetik ifadesi olan sanat alanı, toplumsallığın temel düşmanı haline getirilmeye çalışılıyor. Örneğin modernizmin yerleştiği her alanda yaygın
olan pop kültürü buna temel örnektir.
Pop kültürünün, modelleştirdiği insan,
toplumdan kopuk, dünyası ikili bir
ilişkiyle sınırlı, son çıkan ürünleri tüketme imkanlarına sahip olmayı, yaşamının temel amacı haline getirmiş
dar kafalı, düşünme meziyetini yitirmiş
insandır. Resim, sinema alanı da aynı
durumdadır. Etrafındaki insanlardan,
doğasından, anlam arayışından yoksun,
günübirlik yaşamın içinde boğulan
insan tipi daha çok telkin ediliyor.
Toplumsallaşmanın henüz bu kadar
yıkıma uğramadığı dönemlerdeki kendini büyük işlere ve herkesi hayran
Mijdar 2010
bırakan bir yaşama adayan roman
kahramanları yerine, kalkışabildiği en
büyük iş eşini aldatmak, karşı cinsten
daha çok insanla cinsel ilişkiye girmek
olan roman kahramanları öne çıkıyor.
Sinema ve dizi filmler, çok paraların
harcanarak yapıldığı bir sanat alanı
haline geldiğinden, modernitenin en
güçlü hakimiyet kurduğu alanlardır.
Bir avuç zenginin, yaşamı temel konu
edinilmiştir. Verilmek istenen mesaj
şudur; olabilecek en güzel, en anlamlı
yaşam budur, sen de tüm yaşamını
böyle yaşayabilme imkanlarını elde
etmeye göre planla… Bunun yolu da
daha çok para kazanmaktır, daha çok
para kazanmaktan daha önemli bir
şey yoktur. Tiyatro ve şiir her ne kadar
toplumla bağını korumada direnmişse
de bunlar da modernist toplum insanı
nazırında rağbet görmüyor, yeni bir
anlam gücü ve çıkış noktası yaratmadığından silikleşiyor. Gençliğin duygu,
hayal dünyasını belirleyen, bunun üze-
14
rinde yönlendirici rol oynayan sanatedebiyat bu durumdadır. Kapitalist
modernite gençliğin, özünde saf ve
çıkarsız olan duygularını sanat adına
yapılan böyle bir ideolojik saldırı dalgası ile kirletip yüce duygu ve anlamlardan uzaklaştırıyor.
Kapitalist modernitenin, gençliği
istediği gibi şekillendirmede kullandığı
temel bir araç, yürüttüğü esaslı bir
politika da esas amacından saptırılmış
spordur. Spor, insanın ruhsal ve bedensel sağlığını dengeleyen temel bir
insan faaliyeti olmaktan çıkarılıp büyük paraların döndüğü bir sektör,
gençliği uyuşturmanın aracı haline
getiriliyor. Sporun sektörleştirilmesi
ile spor elitleştirilip, spor yapmaktan
çok seyirlik spor esaslı bir şey olarak
gençliğin önüne konuluyor. Hangi
spor kulübüne taraftar olunduğu neredeyse esaslı bir kimlik, aidiyet öğesi
haline getirilmiştir. Bilinçli bir politika
olarak geliştirilen holiganlık ile adeta
kulüp-takım milliyetçiği yaratılıp bunun üzerinden bir taraftan kulüplerin
kasaları daha çok doldurulurken bir
taraftan da gençliğin düşünsel, duygusal potansiyeli hadımlaştırılıyor.
Kapitalizmin toplumu kontrol etmede esas politikası olan 3S (spor,
sanat, seks) modernitenin Ortadoğu
ve Kürdistan’da giderek kendisini
örgütlediği günümüzde daha derinleştirilerek uygulanıyor. Spor ve sanatla birlikte, cinsellik de sınıflı toplumun başından beri bir uyuşturma,
düşürme öğesi olarak kullanılmıştır.
İnceltilmiş politikalarla erkek egemen
zihniyetini uygulayan kapitalist modernite, kadını tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar cinsel meta
haline getirmiş, toplumun zihniyetini
çarpıtarak toplumun da kadını böyle
algılamasını, tanımlamasını körüklemiştir. Bir diş macunu reklamından
tutalım, yapılan filmlere kadar kadının
cinselliği öne çıkarılıp metalaştırılıyor.
STÊRKA CİWAN
Bu yönüyle ele aldığımızda fuhuş
genel evlerden çıkarılıp televizyon
reklamlarına, mağaza vitrinlerine,
ürün etiketlerine kadar yaygınlaştırılmıştır. Bununla gençliğin güdüleri
körüklenip, duygu, akıl ve toplumsal
ahlaktan kopup cinsel güdülerine esir
edilmiş bir gençlik kuşağı yaratılmak
isteniyor.
Kapitalist modernitenin 3-S politikasına aslında bugün dördüncü bir S
daha eklemek gerekiyor; giderek yaşamın temel bir alanı yapılan sanal
alem… Modernizm bitirmeye çalıştığı
birebir insan ilişkileri yerine, sanal
insan ilişkilerini geçiriyor. Son yıllarda
giderek yaygınlaşan internet ve diğer
iletişim teknolojileri bunda temel araç
olarak kullanılıyor. Bugün gençliğin
en yoğun biriktiği yerler internet kafe
ve oyun salonlarıdır. Çetleşmek temel
insan ilişkisi haline getiriliyor buralarda,
komşusu, akrabası, kardeşleri hatta
anne-babasıyla doğru dürüst ilişkisi
olmayan genç, internet üzerinden hiç
tanımadığı insanlarla ilişki kurmayı
daha cazip buluyor. Çünkü buradaki
ilişki hafif bir ilişkidir, istediğin şeyi
söyleyebilir, istemediğin zaman ilişkini
koparabilirisin, karşılıklı bir sorumluluk
yoktur. Toplumsallıktan koparılmış
bir insanın tercih edeceği ilişki biçimi
budur. Kendinle ilgili istediğin kadar
yalan söyleyebileceğin, hem kendini
hem karşıdaki insanları kandırabileceğin, sorumlusu olmadığın bir ilişki
biçimi… Bununla yapılan, gençliğin
gerçek yaşamdan koparılıp sanal bir
alana hapsedilmesidir. Modernite bunu
temel bir yaşam felsefesi haline getirmiştir. Gerçek olan ile gerçek olmayanın ancak öznellikle belirlenebileceği, esas olanın öznenin (bireyin)
algısı olduğu yaklaşımı ile bu sanal
alem gerçekmiş gibi algılatılıyor.
Kapitalist modernitenin bütün bu
politikalarla yapmak istediği, toplumu
sürüleşmiş, bir arada bulunan ancak
hiçbir ortak değeri kalmamış bireyler
yığını haline getirip, toplum düşmanı
olmasına rağmen kendini topluma
kabul ettirmesi, toplumu böylece
kontrolde tutmasıdır. Kapitalist modernite gençlik üzerinden bu politikaları uygularken, gençliğe bir şey
de vaat etmiyor aslında. Çünkü kapitalizmin bir gelecek perspektifi,
ütopyası yoktur, zaten kendini tarihin
sonu olarak tanımlıyor. Kendi dışında
bir yaşamın olmayacağını iddia ediyor. Bu yönüyle gençliğe vaat edilen
şey, koca bir hiçliktir. Gerçek yaşamdan, birlikte var olduğun toplumdan ve onun değerlerinden, düşünmekten ve his etmekten ne kadar
koparsan, yani ne kadar hiçleşirsen,
o kadar mutlu olursun diyor. Vaat
edilen tek şey budur.
- Sizce, günümüz gençliğinin bir
ufuk sorunundan söz edilebilir mi?
Gençlik, kendisini sisteme karşı koruyabilmek için nasıl bir eğitim modeli esas almalı?
Evet, günümüz gençliği açısından
ele alınması gereken en temel sorun
ufuksuzluktur. Etrafında gelişen şeylere dair pek bir fikri, yorumu yoktur.
Bunun nedeni, bahsettiğimiz modernist politikaların yarattığı düşünsel,
duygusal tahribatlardır. Belki günümüz gençliği, çocuk yaşta bilgisayar,
internet kullanmasını, İngilizce konuşmasını ve moda haline gelen
birçok şeyi çok erken öğrenerek yetişiyor. Bunun böyle olması gelişmişliğin ölçütü olarak da kabul ediliyor. Yani bilgisayar kullanmasını,
İngilizce konuşmasını biliyorsan gelişmiş, modern bir insan olarak kabul
ediliyorsun. Bu ölçüleri önemsememek, nerdeyse imkansız kılınmış, her
hangi bir iş başvurusu yaparken bile
sorulan en temel soru bilgisayar ve
İngilizce bilip bilmediğinizdir. Burada
15
yanlış olan teknolojiyi kullanmak ve
yabancı dil bilmek değil, hatta birçok
şeyin teknolojik araçlarla yapıldığı
çağımızda bunları öğrenmek yaşamda
bir çok kolaylık da sağlıyor. Yanlışlık
şurada ki, bu ölçüler gençliğin yeteneklerini, bilgi, anlam arayışını köreltip tek tipleştiriyor. Ne öğrenmek
istediğin önemli değil, öğrenmen gereken şeyler önceden belirlenip önüne
konuluyor. Modernizmin günümüzdeki kadar hakim olmadığı dönemlerde, bütün toplumlarda gençlik içerisinden hep çok farklı, siyasal, felsefik, sanatsal akımlar doğmuş ya da
rağbet görmüştür. Ancak günümüzde
çok az farklılık çıkıyor. Bu da modernizmin bilgi ve öğrenmeyi, tekelleştirip, eğitimi bilgisayara program
yükler gibi insanlara vermesidir. Böyle
her şeyin hazır ve program yükler
gibi öğretildiği bir gençlik etrafındaki
şeyleri sorgulamaktan, yeni bir şeyler
aramaktan yoksunlaşıyor. Bu durum
Kürdistan gençliği içerisinde son yıllarda daha fazla gelişiyor. Yakın
tarihte Kürdistan’da büyük değişimler
oldu bu anlamda, bu kapitalist modernitenin hem Ortadoğu’nun geneline
hem de Kürdistan’a yeni bir pazar
ve sömürü alanı olarak yeniden yönelmesiyle yoğunlaştı. Kürdistan gençliği de bu anlamda bir dejenerasyona
tabii tutuldu. Bunun etkileri şimdi
daha çok görülüyor. Televizyonun
Kürdistan’ın köylerine ilk gelişini
hatırlayan gençlik ile daha çocuk
yaşlarda sanal aleme giren gençlik
arasında belirgin bir fark var. 2000
gençliği olarak isimlendirebileceğimiz
bu gençlik kuşağında toplumsal değerlere yabancılık, bireycilik gibi kapitalist modernite hastalıkları daha
fazla yaşanıyor. Bu anlamıyla topluma
yabancılaşan, özgür düşünme iradesi
köreltilmiş bir genç ne kadar çok ezberlemiş olursa olsun ufuksuzdur.
Modernite bu yönüyle bir ufuksuzMijdar 2010
STÊRKA CİWAN
laştırmadır. İletişim teknolojisi sayesinde her konuda istenilen bilgiye
kolayca ve hazır bir şekilde ulaşılabiliyor, ancak bu bilgiler yorumdan,
ruhtan yoksun kuru bilgiler olduğundan, gençliğin ufkunu açmaktan çok
öğrenme yeteneğini köreltip insan
aklını adeta bir bilgisayar işlemcisine
dönüştürüyor.
Kapitalist modernitenin gençliğin
özgür düşünme potansiyeline karşı
yaptığı bu saldırılar karşısında hiç
kuşkusuz en temel mücadele alanlarından biri de alternatif eğitim, bilgi
ve öğrenme yaklaşımları geliştirmektir. Modernizmin düşünce, bilgi kalıplarını aşmadan yeni bir yaşam yaratmak mümkün olmayacaktır. Modernizmin düşünce kalıpları ile düşünülüp uygulanan her şey modernizme hizmet etmekten kurtulamayacaktır. Alternatif ve özgür bir bilgi,
öğrenme ve eğitim anlayışına ulaşmanın temel yolu kapitalist modernitenin düşünce kalıplarını ret etmekten geçer. Sınıflı toplum tarihi
boyunca insan zihniyetine damgasını
vuran, özne-nesne, madde-ruh gibi
insanlığın felsefi arayışını ikilemlere
boğan felsefik yaklaşımlar bugün
iflas etmiş durumdadır. Buna karşı
Önder Apo bilgi, algı ve öğrenme
konularına yeni bir yaklaşım geliştirmiştir. Bu yaklaşım keskin öznenesne, madde-ruh ikilemlerini ret
edip bütünlüklü bir evren, dünya,
toplum ve birey yaklaşımı geliştirmiştir. Önder Apo’nun bu yeni felsefik
yaklaşımı ve kalıplara boğulmamış
düşünce, bilgi yaklaşımı, çığır açıcı
niteliktedir. Kürdistan gençliği olarak,
bu konuda çok şanslıyız. Önder
Apo’nun öğretisi, gençlik olarak özgür
bir düşünce ve eğitim yaklaşımı geliştirmemiz için büyük bir bilgi birikimi sunmaktadır. Bunu esas alarak
kendi eğitim sistemimizi geliştirebiliriz. Alternatif eğitim kurumları geMijdar 2010
liştirip buralarda özgür düşünce potansiyelini açığa çıkarmanın mücadelesini verebiliriz. Sadece kurumlaşmalarla değil yaşamın her alanında
bu mücadeleyi geliştirmemiz gerekir.
Modernizmin ezberci eğitim anlayışına karşı sorgulayan, tartıştıran özgür
düşünmenin kapılarını aralayan bir
yaklaşım geliştirmek gençlik olarak
bu konuda atacağımız en temel adım
olmalıdır.
- Kapitalist modernitenin gençliğe
dönük bu politikalarına alternatif
olarak sizin gençlik yaklaşımınız
nedir?
Kapitalist modernite, kendi istediği
toplumsal yapılanmayı oluşturmada
gençliği önayak olarak kullanmak istiyor. Yani istediği gibi bir gençlik
yaratıp bunun üzerinden kendi geleceğini garantiye almak istiyor. Bu
politika ile toplumsal değer ve kültüründen kopmuş, düşünmeyen, sistemin
herhangi bir şeyine, hayır, deme iradesi
olmayan, bir gençlik yaratılıyor. Bizim
gençlik yaklaşımımız ise bunun tam
tersidir. İlk başta kapitalist modernitenin gençliğe biçtiği rolü ret ediyoruz.
Gençliği, mevcut sınıflı-devletli sistemin bir sürdürücüsü değil yıkıcısı
olarak tanımlıyoruz. Önder Apo, gençlik, kadın ve emekçileri yaratmayı
hedeflediğimiz demokratik komünal
toplumun temel kurucu güçleri olarak
tanımladı. Gençlik olarak yeni toplumun kurucu gücü olma rolünü oynayabilmek için, ilk başta kapitalist modernite karşısında yıkıcı bir rol oynayabilmemiz gerekiyor. Bu da kapitalist
modernitenin gençliğe dayattığı zihniyeti, yaşam kalıplarını, biçtiği rolü
kabul etmemekle başlar. Bu yönüyle
modernitenin gençlik yaklaşımını tersten okumalıyız. Tarihsel-toplumsal
değerleriyle bağlarını doğru kurmuş,
komünalist, eşitlikçi, sorgulayan, ira16
deli, düşünen, özgürlüğü vazgeçilmez
temel değer olarak özümseyen bir
gençlik yaratma mücadelesi yürüteceğiz. Böyle bir gençlik doğal olarak
kapitalist modernitenin yıkıcısıdır,
aynı zamanda yeni toplumsallaşmanın
da öncü-kurucu gücüdür. Toplumlarda
üretim alanından tutalım, savunma
alanına, temel toplumsal değerlerin
geleceğe taşırılmasına kadar, temel
toplumsal işlerde gençlik, belirleyici
bir güçtür. Gençliğin kendisine katılımını gerçekleştiremeyen bir sistem,
bu işlerini ve dolayısıyla kendi varlığını
sürdüremeyecektir. Bu tespitlerden
hareketle şunu söyleyebiliriz, özgür
bir gençlik yaratmak özgür bir toplum
ve özgür bir gelecek yaratmaktır. KOMALÊN CİWAN olarak temel mücadele alanımız budur.
- Kapitalist moderniteyi aşıp, demokratik komünal sistemi kurmada
öncü güç olarak gençliğin temel
mücadele araçları ve argümanları
nedir?
Apocu gençlik olarak en temel
mücadele argümanımız özgürlüktür.
Kapitalist modernitenin gençliğe sunduğu, özünde hepsi aynı şey olan
ancak üzeri farklı renklerle boyandığından, farklı gibi görünen tercihlere, sistemin sınırları içerisinde sınırlandırılmış sahte özgürlük anlayışına karşı, kendisine ulaşmaktan
başka bir şeyin aracı olmayan bir
özgürlük anlayışını savunuyoruz.
Böylesi bir özgürlük düzeyini yaratmak ancak onun anlam gücüne ulaşma arayışını güçlendirmek ve yaşamsal kılma mücadelesini vermekle
olacaktır. Bunun için gençlik olarak
amansız bir hakikat arayışında olmalıyız. Kapitalist modernitenin tanımladığı, isimlendirdiği her şeye
kuşkuyla bakmalıyız. Çünkü modernitenin en ustaca yaptığı şey çarpıt-
STÊRKA CİWAN
maktır. Bilimden tutalım felsefeye
kadar her alanda temel olgular çarpıtılmış, tuzaklarla doldurulmuştur.
Bu yoğun çarpıtmalar içerisinden
hakikati bulmak, etrafımızdaki her
şeyi yeniden anlamaya, tanımlamaya
çalışmakla olabilir. Ancak kapitalist
moderniteyi onun düşünce kalıpları
ile değil, temel toplumsal değerler
olan özgürlük, eşitlik ölçülerine göre
sorgulayarak bu hakikat arayışını
doğru sürdürebiliriz. Yani en temel
şey, bizi özgürlük ve eşitliğin anlam
gücüne, zihniyetine ulaştırabilecek
bir arayışı gençlik içerisinde esas
kılmaktır. Böylesi bir arayış içerisinde
olmak gençlik açısından kendi doğasına dönmektir de aynı zamanda.
Bu arayış ve sorgulamayla demokratik
komünal toplumun temel değerlerine,
cinslerin eşitliği ve özgürlüğünün
sağlandığı bir yaşama, çevrenin korunması ve insanın doğası olan toplumun kendi doğal mecrasında sürdürüldüğü yeni yaşama ulaşabiliriz.
Hiç kuşkusuz bu mücadele sadece
zihniyet, anlam alanında değildir.
Bununla paralel olarak ulaştığımız
doğruları hayata geçirecek eylem ve
yapılanmaları da geliştirmek gerekecektir. Bu pratik adımları atmadan
sadece doğru düşünmüş oluruz, doğruları hakim kılmış olmayız. Bunun
için de en temel pratik adım örgütlü
olmaktır. Apocu gençliğin öncü, konfederal örgütlenmesi olan KOMALÊN CİWAN olarak; gençliğin potansiyelini sınıflı-devletli yapılanmayı
yıkma, demokratik komünal toplumu
kurma gücüne dönüştürebilecek örgütlenmeleri her alanda geliştirmek
temel hedefimizdir. Başta Kürdistan
gençliği olmak üzere, komşu halkların da farklı gençlik kesimlerini
bu kapsamda örgütlenmeler içerisinde
birleştirip etkili bir özgürlük gücüne
dönüştürerek demokratik komünal
toplumun kuruluşunda, öncülük mis-
yonumuzu yerine getirme gücüne
ulaşabiliriz. Bu örgütlenmeleri yaşamın bütün temel alanlarında etkin
olacak düzeyde geliştirmek temel
hedefimizidir. Sistemin zihinleri köreltip ezbercileştiren eğitim kurumlarına karşı gençliğin özgür düşünce
akademilerini geliştirmek, gençliğin
ekonomik bağımlılıkla denetlenmesine karşı kolektif üretim ve eşit
paylaşım anlayışının esas olduğu
üretim kooperatifleri kurmak, gençliğin kendisiyle ilgili kararlar alıp
uyguladığı siyasal organizasyonları
daha da yaygınlaştırarak demokratik
komünal toplumun hayat bulduğu
alanları yaratabiliriz. Bu örgütlenmelerin dili olarak da mücadelemizi
zafere taşıyacak eylem hattını açığa
çıkarmak esaslı bir görevdir. Çünkü
salt örgütlenerek de yeni bir toplumsal sistem oluşturulamaz. Mevcut
sistem bunu engellemek için birçok
yol-yönteme başvuruyor, çok yönlü
17
saldırılar tertipleyip, uyguluyor. Bunu
yapmaya da devam edecektir, kendisinin kaybettiğini gördüğü noktada,
direnecek, saldıracaktır. Buna karşı
sistemin değişime direndiği noktada
bu direnci kıracak bir eylem çizgisi
gerekir. Bu eylem çizgisi mevcut
yasalar ve hukukun elverdiği mücadele zeminini değerlendirmek kadar
bununla sınırlı kalmanın, sistemin
sınırları içerisinde kalmak olduğunu
göz önünde bulundurularak oluşturulmalıdır. KOMALÊN CİWAN olarak yasal zeminden daha çok meşru
mücadele zeminlerinin ve eylemlerinin sistemi zorlayıp çözmede daha
etkili olduğunu düşünüyor, eylem
çizgimizin eksenine meşruiyeti koyuyoruz. Bu yaklaşımdan hareketle
eylem çizgimizi Önder Apo’nun geliştirdiği meşru savunma stratejinin
temel toplumsal örgütlenmesi olan
öz savunma anlayışı doğrultusunda
geliştiriyoruz.
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
Siz Kürdistan gençliği içinde en
dinamik örgütsel yapı olarak öne
çıkıyorsunuz. Esas aldığınız demokratik-komünal toplum hedefini gençliğe taşırmada ne kadar sonuç alabildiniz?
Kapitalist modernite toplumsal ve
ekonomik alanlar başta olmak üzere,
tarihinin en derin krizini yaşamaktadır.
Bu kriz sıradan reform veya restorasyonlarla atlatılacak düzeyde bir
kriz değildir. Bu durum karşısında
kapitalist merkezler de arayış içerisindedir, ancak bunu aşacak zihniyet
olmadığından çeşitli imaj yenileme
girişimleri ve taktiklerle kriz atlatılmaya çalışılıyor. Halkların da bu yönlü
kapitalist moderniteden pek bir beklentisi kalmamıştır. Bundan dolayı
gençlik başta olmak üzere toplumun
tüm kesimleri tarafından kapitalist
moderniteye gittikçe daha çok kuşkuyla bakılmaya başlanmıştır. Bu durum hiç kuşkusuz demokratik komünal
toplum mücadelesi için uygun bir zemin sunmaktadır. Bu yönüyle demokratik komünal toplum değerlerini
özümsemede gençlik içerisinde büyük
bir gelişme yaşanıyor. Örgütlü olduğumuz, çalışma yürüttüğümüz alanlarda biraz anlatılınca gençliğin demokratik komünal toplum yaratma
mücadelesine büyük bir heyecan ve
coşkuyla yaklaştığını gördük. Bu durum Kürdistan gençliği içerisinde
daha yoğun, Özgürlük hareketinin,
Kürt halkı ve gençliği içerisinde yarattığı özgürlük ve eşitlik değerleri
bunda belirleyicidir. Ancak demokratik
komünal toplum anlayışının, tüm
gençlik içerisinde yeterince örgütlendiği, temel hedef haline geldiğini de
söyleyemeyiz. Aksine bu konuda daha
almamız gereken çok yol var. Bir taraftan gençlik üzerindeki modernist
etkilere karşı bir zihniyet savaşı yürütürken bir taraftan da demokratikekolojik, cinsiyet özgürlüğüne dayalı
demokratik komünal toplum hedefini
gençlik içerisinde temel yaşam iddiası
haline getirmek uzun, yoğun ve çok
yönlü bir mücadele işidir.
- Gençlik komünal sistemin tüm
toplumsal kesimlere mal edilmesinde
ve örgütlendirilmesinde bağlayıcı
bir rol oynayabilir mi? Bunu nasıl
yapabilir?
Gençlik toplumsal değişimin öncüsüdür derken kastettiğimiz şey tam
da budur, bu objektif bir tespittir. Kapitalist modernitenin etkisinden çıkan
bir gençlik demokratik komünalizmin
değerlerini özümsemede öncü olacağı
gibi, bu değerlerin tüm toplumsal yapılara taşırılmasında da etkili olacaktır.
Gençlik toplumsal yaşamın her alanında dinamik ve en yoğun aktivite
içerisinde olan bir güç olduğundan
gençliğin özümsediği değerler, toplumsal yaşama hakim olacaktır. Tabii
bu sadece kendiliğinden olan bir şey
değil, örgütlenen gençlik ulaştığı zihniyet, eylem, örgütlenme düzeyini
tüm topluma taşırmakla yükümlüdür.
Bu gençliğin tarihsel misyonudur. Bu
konuda, bir grup genç ile başlayıp
tüm Kürt toplumunu, giderek tüm
Ortadoğu’yu etkileyen PKK’nin, kuruluş yılları pratiğini esas almak gerekir. Bu bizler açısından en büyük
tarihsel miras ve perspektiftir. Bu tarihsel mirastan çıkardığımız ders; kararlı bir duruş, doğrularda sonuna
kadar ısrar, mücadele yol-yöntemlerini
doğru belirleme ve yüksek bir öz güvenle hareket edildiğinde gençliğin
başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığıdır. Böyle bir duruş sergilendiğinde,
Yurtsever, Apocu Kürdistan gençliği
demokratik devrimci gençlik mücadelesinin merkez gücü olacak, tüm
dünyadaki gençlik hareketleri açısından emsal teşkil edecektir
***
Mijdar 2010
18
STÊRKA CİWAN
T
O
P
L
U
M
Emek ve İnanç
Deniz KARER
sistemin mekanizmasının yürümesi için kullanmaktır. Yine,
Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yeşeren halklar
mozaiğini yaratan kültürel zenginlik görmezden gelinip
âdete inkâr edilerek her şey bu çarkın dişlilerine feda edilmektedir. Hâlbuki barış dini olan İslam; iyilik, doğruluk,
güzellik esasına dayanan ve insanlar arasında adalet,
kardeşlik ve sevgi ilişkilerini kurmaya ve huzurlu bir dünya
yaratmaya yöneliktir.
Ayrıca iktidara her gelen yeni parti veya partiler, sistemin
tüm çürümüşlüklerini bu yolla kapattılar. Yine Kürt halkına
yönelik asimilasyonu bu kurum en iyi bir şekilde yaptı.
Halklar, emekçiler ve mezhepler arasında ki eşitlik ve kardeşliği zehirlemek de yine bu kurum vasıtasıyla gerçekleştirildi. Bu listeyi daha da uzatmak mümkündür. Listeyi
burada keselim ve biraz vicdan sahibi olan araştırmacılara
bırakalım. Tabii bu işin en iyi yürütenleri ve yürütücüleri
imamlar oldular. Çünkü imamlar en sadık kadrolardırlar.
Ben aynısıdır demek istemiyorum, ancak bu projeye
benzer, bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik
olarak beyinlere şırınga edilmesinde nasıl ki Köy Enstitüleri
kullanılmışsa (burada da en sadık kadrolar öğretmenlerdi,
akıbetleri biliniyor.) şimdi de “yeşil sermaye” Türk-İslam
sentezi bağlamında emekçilerin ve halkların o saf, temiz,
gönül bağıyla bağlandığı ve inandığı inançları zehirlenmek
isteniyor.
Dikkat edilirse Demokratik Özerkliğin inşasının başlanılması sürecinde böylesi bir proje gündeme getirildi. Biliyorum, bu ve benzeri projeler çok önceleri gizli bir şekilde
özellikle Türkiye’deki yoksul halkın, emekçilerin ve Kürt
halkının üzerinde uygulanmak için hazırlanmıştı. Bu bir
devlet politikasıdır. Bir başka yönü de “yeşil sermaye”nin
referandumdan sonra aldığı güvenle hegemonyasını kurumlaştıracak kurumların başında Diyanet İşleri Başkanlığı’nı
seçmesi tesadüf değildir. Bu proje güya Avrupa’da ev papazları örnek alınarak ele alınmış. Hâlbuki yaşadığımız
topraklar insanlığa beşiklik yapmış ve birçok dine de
mekân olmuştur. Bu taklitçiliğin yanında bir de küresel
sermayeye yaranmadan başka bir şey değildir. Yoksa her
şeyin esas kökleri bellidir.
İnanç, emekle yoğruldukça anlam buluyor. Anlam bulan
inanç yaşam biçimini belirliyor. “İlk yaratılış, ilk varoluş”
ana-kadının ilk ve temel var olma tarzında yatar. İmtiyazsız,
sınıfsız, hiyerarşisi olmayan, sömürü tanımayan toplum
biçimdir. Doğayı bağrında büyüdüğü bir “ana” olarak hafızasına yerleştirir. Bu yüzden de doğurganlığı, beslenmesi,
barınması ve güvenliği için yararlandığı her şeyi kutsar ve
saygı duyar. Burada yaratılan gönül bağı ve bilinç ilk sembolleri yaratır. Bu sembollerde kendini kutsar ve ilk ahlak
kavramına bu yolla ulaşır. Toplumsallaşmayı böyle yaratır.
Bu yüzden de toplumsal varlıkları kutsaldır ve en yüce
değer olarak sembolleştirilip tapınılmalıdır. Din böyle çıkıyor
ve ilk toplumsal bilinç formu oluyor.
Bu, ilk toplumsal bilinç ve formu temel olmasına rağmen
uygarlık tarihi, yarattığı kendi toplumsal bilinç ve formun
günümüze kadar esas köklerinde ve özünde bir “sapmayı”
yaşadığını görmek mümkündür. Tarihçesine uzun uzun
girmek istemiyorum.
Bu günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “Aile
İmamlığı” sistemini geliştirileceğini ve bunun 5 pilot
bölgede(Ankara, Karabük, Elazığ, Tekirdağ ve Amasya)
uygulamasının başlatıldığını da vurguladı. “Bu projeyle
imamlar daha sosyal olacaklar” deniliyor.
Nedir bu “Aile İmamlığı”? İmamlar artık sadece camilerde
yaptığı işlerle sınırlı kalmayacaklar. Peki, bunun dışında
ne yapacaklar? Yapacaklarının bazılarını sıralayalım:
Aileleri ziyaret edecekler ve haklarındaki bilgileri not edecekler, okula gitmeyenlerin takip durumunu öğrenecekler,
okula gitmeyen kız çocuklarını okula yazdıracaklar, esnafları
ziyaret edecekler, geziler düzenleyecekler, İrşad(doğru
yolu gösterme, uyarma) faaliyetlerine kültürden sosyal ve
spor aktivitelerini de katacak olan mahalle imamları, ayrıca
çocuklarla da yakından ilgilenecekler. Bunlar bazıları...
Peki, bu bilgileri ne yapacaklar? En yakın bulunduğu Müftülüklere götürecekler. Edinilen bilgiler burada toplanacak.
Müftülükler artık birer fişleme ve istihbarat mekânları olacaklar. Bu projenin en önemli ayaklarından birisidir. Diğerleri
sadece Aysberg’in görünen yüzü.
Diğer önemli ayaklarından birisi de sistemin siyasi kanadının yapamadığını, İslam’ın sünni yanını kullanarak-
***
19
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
G
U
N
C
E
L
Özgür ve ortak bir gelecek ancak
gençliğin ortak mücadelesiyle yaratılabilir
Derwêş MİLİTAN
“Türkiye gençliği artık
kendisini sorgulamalıdır.
Şu anda Türkiye’de bir
numaralı ‘demokrasi
savunucuları’ militarist
şoven milliyetçilerdir. İşte
Türkiye gençliği,
öğrencileri, aydınları bu
tablo karşısında kendi
sorumluluklarını ve
duruşlarını sorgulamak
durumundadır”
Mijdar 2010
Kürdistan’daki ulusal demokratik gelişme sürecinden en fazla etkilenmesi
ve sonuç çıkarması gereken Türkiye
toplumu ve gençliğinin yasadığı durum;
oynanmayan roller bakımından hala
ciddi bir değerlendirme konusu olmaya
devam ediyor.
Türkiye’de yaşanan ağır ekonomik,
sosyal siyasal kültürel vb. sorunlarla
bu sorunları çözmek durumunda olan
toplumsal güçlerin içinde bulunduğu
örgütsüzlük, dağınıklık ve etkisiz mücadele konumu tam bir tezatlık oluşturmaktadır. Çelişki süreci kendini çözecek güçleri de ortaya çıkarır. Eğer
bir yerde çelişkiler ve sorunlar
ağırlaşmış ve bir çözüm sınırına gelip
dayanmışsa, orada çözümü isteyen
güçlerin etkili bir biçimde devreye
girerek çelişkinin çözümüne müdahalede bulunması gerekir. Bu toplumsal gelişmenin kanunudur. Ancak
Türkiye söz konusu olduğunda adeta
bu gelişme diyalektiği işlememektedir.
Veya daha doğru bir ifade ile
kendiliğinden işleyen sürece bilinçli
müdahale yapılmamaktadır.
Oligarşik devlete egemen olan şoven
militarist güçlerin uyguladığı ekonomik,
sosyal, kültürel politikalar toplumu
nefes alamaz duruma getirmiştir. Halkın
açlık sınırında seyreden yoksullaşması,
artan işsizlik ve pahalılık karşısında
Türkiye’de ekonomiyi hortumlayan
hırsızlar, rantçılar almış başını yürüyor.
Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü gasp
edilmiş, her türlü antidemokratik uy20
gulama topluma reva görülmektedir.
Hem de “Egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir” ilkesiyle yaşadığını övüne
övüne söyleyen bir Türkiye’de. Okulunu
bitiren yüz binlerce üniversite öğrencisi
çalışacak iş bulamamakta, YÖK’te ifadesini bulan eğitimdeki antidemokratik
uygulamalar devam etmektedir. Tepeden
tırnağa antidemokratik, oligarşik sistemden kaynaklanan bu sorunlar, herhalde güçlü demokratik toplumsal bir
muhalefetin ve mücadelenin geliştirilmesi için haklı ve yeterli gerekçeleri
oluşturmaktadır. Ama olup bitenlere
bakıldığında, Türkiye’de yıllarca bu
haklı olan beklentilerin cevapsız
kaldığını görüyoruz.
Toplumun ezici çoğunluğunun
yaşadığı acılardan oligarşik sistem sorumludur. Ancak yeterli mücadele gerekçeleri, bu sistemden kurtulma ve
demokratikleşme istemleri olmasına
rağmen bunu doğru bir örgüt ve mücadele anlayışı ile yürütmeyen güçler
de bu durumun devam etmesinden sorumludurlar. Açık ki, bu güçlerin
başında da gençlik gelmektedir, özellikle de devrimci aydın gençlik yer almaktadır. Türkiye gençliği büyük bir
dinamizme ve potansiyele sahiptir.
Mücadeleyi örgütleyip geliştirmesi için
sayılmayacak kadar haklı gerekçeleri
var, ama mücadeleyi geliştirmemek
için kendisinden kaynaklanan nedenler
dışında ciddi bir sebep yoktur.
Türkiye devrimci demokratik hareketinin temel bir sorunu olan doğru
STÊRKA CİWAN
bir ideojik siyasal program ve öncü
örgüt yaratma sorunu hala devam
ediyor. Bir dönemlerin Türkiye’sinde
devrimcilik yapmış olan bazılarının
“Biz faşizme karşı örgütlenmediğimiz
için değil, örgütlenemediğimiz için
suçluyuz” biçiminde itiraf ettikleri
suçu Türkiye gençliği işlemeye devam
ediyor. Hiç şüphesiz bu bir kader ya
da tedavisi mümkün olmayan bir
hastalık değildir. Doğru teşhis, tedavinin olmazsa olmaz koşuludur. Bu
nedenle Türkiye gençliği, her şeyden
önce tarih ile ve kendisiyle yüzleşme
cesaretini ve samimiyetini ortaya
koymalıdır.
Denizlerin mirası Türkiye
gençliği için büyük
tarihsel bir mirastır
Unutulmamalıdır ki, Türkiye devrimci gençlik hareketinin küçümsenmeyecek tecrübelerle dolu ve doğru
yaklaşıldığında büyük güç ve ilham
alınacak bir geçmişi vardır. İşte Denizlerin Mahirlerin İboların, damgasını
vurduğu ‘68’ler Türkiye’sine bakıldığında, halkına karşı sorumluluk duyan bilinçli, cesur, doğasına ihanet
etmemiş onurlu gençliğin nasıl bir
duruş sergilemesi gerektiğini görmek
mümkündür. Türkiye gençliğinin
bağrından çıkmış bu büyük dava
adamlarının mücadelesi, bu günkü
Türkiye gençliği için büyük bir tarihsel
miras ve güç kaynağıdır. Denizler
Mahirler ve İbolar Kürt ve Türk halkları için mücadele ettiklerini haykırarak kimileri idam sehpasına yürüdü,
kimileri direnerek öldürüldü. PKK,
bu onurlu devrimci gençlik önderlerinin direnişinden etkilendi ve onların
anısını Kürdistan da ulusal demokratik
devrime dönüştürdü.
Ancak bugünkü Türkiye gençliğine
bakıldığında, yanı başında gelişen
Kürt özgürlük hareketini bir güç kay-
nağı ve gelişme nedeni olarak değerlendirip mücadelesinde sıçrama yapmak yerine bu devrimci gelişmeden
etkilenmemek için adeta bir çaba
içerisindedir. Büyük bir kesimin
yaşadığı durum budur. 26 yıllık savaş
döneminde de durum budur. Demokratik özerklik ve özgür birlik çözümünün geliştirildiği günümüzde de
yaşanan, bundan pek farklı değildir.
Örgüt ve mücadele alanında yaşanan
etkisizlik nedeniyle bugün demokrasi
ve Devrim cephesinde saf tutması
gereken önemli bir gençlik potansiyeli, farklı noktalara kanalize olmuş
durumdadır. Fanatik dini akımların
etkisine terk edilmiş gençlik kesimi
az değildir. Şoven milliyetçi ideoloji
ve örgütlenmeler, önemli bir kesimi
kontrol altında tutmaktadır. Globalleşen dünyada etkili olmaya çalışan
emperyalist kültürün yozlaştırıcı etkisi
karşısında gençlik savunma mekanizmalarından yoksundur. Türkiye
21
de uygulanan şoven milliyetçi politikalar ve antidemokratik uygulamalar, tüm toplumu olduğu gibi gençliği
de siyasetin dışına iterek toplum sorunlarından uzak, amaçsız ve günü
birlik yaşayan; yönlendirilmeye ve
kullanılmaya açık bir konuma getirmek istemektedir.
Türkiye gençliği artık kendisini
sorgulamalıdır. Şu anda Türkiye de
bir numaralı ‘demokrasi savunucuları’
militarist şoven milliyetçilerdir. İşte
Türkiye gençliği, öğrencileri; aydınları
bu tablo karşısında kendi sorumluluklarını ve duruşlarını sorgulamak
durumundadır. Tüm bu değerlendirmeler, büyük bir potansiyele sahip
olan Türkiye gençliğinden, demokrasi
ve özgürlük mücadelesinin gelişmesinden umutsuz olduğumuz anlamına
gelmiyor. Bugün oligarşik sisteme
karşı toplumun büyük bir kesiminden,
başta Kürtler olmak üzere, değişik
kesimlerden yükselen olumlu sesler
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
ve tepkiler vardır. Vazgeçilmez bir
ihtiyaç olan demokrasi, adalet ve özgürlük herkesin talebi durumuna gelmiştir. Bu doğrultuda yetersizlikleri
olmakla birlikte, ciddi bir tartışma
süreci başlamıştır. Bu durum toplumun
her zamankinden çok mücadeleye
eğilimli olduğunu gösteriyor. Ancak
tüm bunlar örgütsüz, kendiliğinden
ve uzun vadeli perspektiften yoksundur. Tam da bu noktada Türkiye devrimci gençliğinin rolüne uygun olarak
ve etkili bir biçimde devreye girmesi,
tüm toplumu kucaklayan demokratik
hareketi örgütlemesi ve eyleme geçmesi gerekiyor. ‘Küçük olsun, benim
olsun’ anlayışında ifadesini bulan ve
yıllardır Türkiye solunu marjinal konuma mahkum eden dar grupçu çemberi kırarak demokrasiyi isteyen tüm
kesimlere ulaşmalı, onlarla ittifak ve
dayanışma içerisinde olmalıdır. Zamansız tepkileri ve kendiliğinden hareketleri örgütlü kanallardan ana hedefe
yöneltebilmeli ve demokrasi mücadelesinde sürekliliği sağlayabilmedir.
Ölümü değil yaşamın
tutkusunu yaşamalıyız
Kürt özgürlük hareketi, demokratik
özgür birliğin en temel çözümleyici
gücü olarak devrededir. Buna karşılık,
Türkiye’deki demokrasi ve emek
cephesinin örgütlenip harekete geçmesi gerektiği ortadadır. Bunun için
Türkiye’nin şiddetle yeni Mahirlere
İbolara Denizlere ihtiyacı vardır.
Gerçek yurtseverliği, sosyalist demokrasiyi, özgürlük ve eşitlik temelinde halkların kardeşliğini savunan, mücadele ruhuyla dopdolu
dava adamları olmadan koşullar ne
kadar elverişli de olsa demokrasi ve
özgürlük mücadelesi gelişemez. Kürt
ve Türk halkının demokratik özgür
birlik temelinde eşitçe ve kardeşçe
bir arada yaşaması için demokrasi
Mijdar 2010
ve özgür birlik mücadelesini birlikte
omuzlaması ve başarması gerekiyor.
bunun başka yolu yoktur. Bu Kürdistan ve Türkiye gençliğinin ortak
mücadele cephesindeki birliğini de
ifade eder. Dar ulusçu ve şoven milliyetçi yaklaşımlardan arınarak; sosyalist demokrasinin bir gereği olan
halkların özgür demokratik birliğini
yaratma bilinciyle mücadeleyi geliştirmekten başka seçenek yoktur.
Demokrasi ve özgürlüklerin olmadığı yerde, Türkiye ve Kürdistan
gençliğini bekleyen hiç bir gelecek
yoktur. Özgürlüksüz ve Önderliksiz
Yaşam Asla Olamaz ilkesi, en başta
onurlu gençliğin yaşam ve mücadele
felsefesi olmalıdır. Kemal Pir’in
“yaşamı uğrunda ölecek kadar seviyorum” sözü büyük özgürlük tutkusunu
ifade etmektedir.
Bugün de Kürdistan ve Türkiye
dağlarında bu büyük değerleri yaşatan
22
ve onları zafere kadar taşıma kararlığında olan binlerce özgürlük gerillası Türkiye ve Kürt halkının eşit
ve özgür birliktelik temelinde
yaşamının teminatı ve bu çizginin
fedaisidirler.
Bu gün de yaşanan her şahadet,
Mahirlerle, Denizlerle başlayan Haki
Karer, Mazlum Doğan, Kemal Pir,
Beritan, Zilanlarla ve binlerce kahraman şehitle devam eden, devrim
şehitleri zincirinin birer halkası olarak
halklarımızın özgürlüğüne giden
yolu aydınlatmaktadırlar. Bu gün
bizlere düşen bu değerlere sahip
çıkmak ve bu şehitlerin anısını kendi
mücadelemizde yaşatarak zafere kadar yürümektir. Bu temelde tüm
şehitleri Eylül ayında şehit düşen
Şiyar Militan (Aziz) yoldaş şahsında
saygıyla anıyoruz.
***
STÊRKA CİWAN
S
A
N
A
Sanatın Öyküsü
T
Siti ÇİYA
‘Sanat’ diye bir şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar mutlaka bir neden vardır. Miki, gerçek bir fareye benzemez
vardır. Bir zamanlar bazı insanlar renkli toprakla bir ama kimse kalkıp Miki’nin kuyruğunun uzunluğu konusunda
mağaranın duvarına kabaca bizon resimleri çiziktiriyordu, öfkeli yazılar yazmaz gazetelere… Disney’in büyülü
bugün de bazıları boya satın alıp duvar ya da tahta dünyasına giren herkes, artıl büyük S ile başlayan sanatı
perdeleri resimliyor. Tüm bu etkinlikleri sanat diye umursamaz. Bir resmin doğruluğunda bir kusur bulduğumuztanımlamakta hiçbir sakınca yok. Yeter ki bu sözcüğün da her zaman şu iki soruyu sormalıyız kendimize: Birincisi
yer ve zamana göre birbirinden değişik anlamlara gelebi- sanatçının çizdiği nesnenin görüntüsünü değiştirmesinde
leceği unutulmasın. Ve günümüzde neredeyse bir korkuluk bir neden olup olmadığıdır. İkincisi ise bir yapıtı sadece
ve bir tapınma aracı haline gelen, büyük S ile başlayan gerçeğine benzer çizilmedi diye sanatçının hiçbir zaman
Sanatın var olmadığının bilincinde olunulsun. Bir
suçlanmaması gerektiğidir. Böyle bir suçlama için
sanatçıya yapmış olduğu şeyin bir bakıma
kendimizin haklı, sanatçının haksız olduğunu
güzel sayılabileceğini ama ‘sanat’ olkesinlikle kanıtlamış olmamız gerekir.
“Doğada var
madığını söyleyerek onu yıkıma süHepimiz ‘nesneler böyle görünmez’
olduklarını hiç
rükleyebilirsiniz. Aynı biçimde bir
diye ayaküstü yargılara varmaya
düşlemediğimiz
yepyeni
tabloyu güzel bulan herhangi bir
yatkınız. İşin tuhafı, doğanın hep
güzellikleri görmeyi bize öğreten
kimseye bu tabloda beğendiği
geleneksel tablolardaki gibi göonlardır. Eğer onları izleyip,
şeyin sanat değil de, başka bir
ründüğünü sanırız. Çok uzun
şey olduğunu söyleyerek kasayılmayacak bir süre önce geronlardan bir şeyler öğrenirsek, kendi
fasını karıştırabilirsiniz.
penceremizden şöyle bir dışarı bakmak bile çekleştirilen şaşırtıcı bir bulgu,
Sanatla yeni ilgilenmeye
heyecan verici bir serüvene dönüşecektir. böyle bir kuramın temelsiz
başlayanların ilk yaptığı şey,
olduğunu kanıtlamıştır. Yüzyıllar
Büyük sanat yapıtlarının tadına
kendi gördüklerini ortaya çıkaran
boyunca binlerce kişi koşan atları
varılmasında, alışkanlıklarımızı ve
sanatçıya hayranlık duymalarıdır.
seyretmiş, at koşularında ve sürek
önyargılarımızı
aşmaktaki
En çok beğendikleri şey, ‘gerçek’
avlarında bulunmuş, savaşlarda
isteksizliğimizden daha büyük
gibi görünen yapıtlardır. Görünen
şahlanıp fırlayan veya av köpekleri
bir engel yoktur”
dünyayı olduğu gibi resmetmedeki
ardından koşan atları betimleyen resim
sabır ve yeteneğin, kuşkusuz övülmesi
ve baskılardan hoşlanmıştır. Bu insanların
gerekir. Geçmişin tanınmış sanatçıları, en ufak
hiç biri bir atın gerçekte nasıl koştuğuna dikkat
ayrıntının bile özenle saptandığı yapıtlarına çok çaba
etmemiş gibidirler. Fransız ressam Gêricault, ünlü
harcamışlardır. ‘Gerçek’ tablolardan hoşlananlar, Eıvjpsom betiminde yaptığı gibi diğer ressamlar ve oyma
detaylandırılmamış kabataslak resimleri sevmezler. Sadece ressamlar, atları her zaman, sanki koşunun atılımı içinde
bu da değil. Doğru çizilmemiş olduklarını düşündükleri havada süzülürcesine dört bacağı da gerili olarak resmetyapıtlardan da hoşlanmazlar. Aslında modern sanat üzerine mişlerdir. Oysa hızlı çekim yapan fotoğraf makinelerinin
yapılan tartışmalarda, doğanın bunca yakınma yaratan icadı ardından anlaşıldı ki, hem ressamlar, hem de seyirciler
çarpıtılmasının anlaşılmaz bir tarafı yoktur. Walt Disney’in yanılmışlar. Çünkü dört nala koşan hiçbir at bize ‘doğalmış’
filmlerini veya çizgi kitapları görmüş olan herkes şunu gibi görünen şekilde hareket etmez. Aslında bacaklarını
bilir ki, nesnelerin kimi zaman şu ve ya bu anlamda, ol- yerden birbiri ardına kaldırır. Ne var ki ressamlar bu yeni
duklarından başka değişmiş ve çarpıtılmış olarak çizilmesinde bulguya dayanarak, hareket eden atları gerçekteki gibi çiz23
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
meye başladıkları zaman, tabloları
yanlış olduğu gerekçesi ile herkes
tarafından eleştirildi.
Bu kuşkusuz abartılmış bir örnek.
Ancak benzer yanılgılar, ilk bakışta
sanıldığı gibi pek de seyrek değildir.
Hepimiz alışılmış renk ve biçimleri,
biricik doğru renk ve biçimlermiş gibi
kabul etme eğilimindeyiz. Çocuklar
kimi zaman yıldızların aslında hiç de
olmadıkları halde, yıldız biçiminde
olduğuna inanırlar. Bir tabloda gökyüzünün mavi, otunda yeşil olmasında
direnen kimselerin, bu çocuklardan
pek farkı yoktur. Kürt Halk Önderi
Öcalan, “toplumsal gerçeklikler, inşa
edilmiş gerçeklerdir” diyor. Bizler de
mavi gök ve yeşil çayırlara ilişkin
duyduğumuz her şeyi unutmayı bir
denesek; sanki bir keşif yolculuğunda
başka bir gezegenden şimdi gelmiş ve
dünyayı ilk kez görüyor gibi olsak,
işte o zaman nesneler daha değişik ve
şaşırtıcı renklerle görünebilirdi bize.
Evet, sanatçılar da bazen bir keşif yolculuğuna çıkmış gibi sanırlar kendilerini. Onlar dünyaya yeniden bakmak,
ten renginin pembe, elmaların sarı ya
da kırmızı olması gibi kabul edilmiş
kavram ve önyargılardan kurtulmak
ister. Bu basmakalıp düşüncelerden
kurtulmak kolay değildir elbette. Ama
bu kalplardan en çok kurtulan sanatçılar,
çoğunlukla en ilginç yapıtları verirler.
Doğada var olduklarını hiç düşlemediğimiz yepyeni güzellikleri görmeyi
bize öğreten onlardır. Eğer onları izleyip, onlardan bir şeyler öğrenirsek,
kendi penceremizden şöyle bir dışarı
bakmak bile heyecan verici bir serüvene
dönüşecektir. Büyük sanat yapıtlarının
tadına varılmasında, alışkanlıklarımızı
ve önyargılarımızı aşmaktaki isteksizliğimizden daha büyük bir engel yoktur.
Bilinen bir konuyu alışılmamış bir
şekilde canlandıran bir sanat ürünü,
‘doğru olmadığı’ gerekçesiyle eleştirilir
çoğu zaman. Bir öykünün sanatta canMijdar 2010
landırıldığını ne kadar sık görmüşsek,
aynı konunun hep aynı örneğe uygun
olarak betimlenmesi gerektiğine o
kadar körü körüne bağlanırız. Kutsal
konulara geldiğinde duygular doruk
noktasına ulaşır.
Yapıtlardaki her ayrıntı
sanatçının ulaştığı bir karardır
Bilindiği gibi kutsal kitaplar, İsa’nın
dış görünüşüne ilişkin en ufak bir
ipucu vermezler. Ama tanrının bile
insan biçimli olarak hayal edilemeyeceği ve giderek, alıştığımız imgeleri
ilk kez ilk o sanatçıların yarattığını
bildiğimiz halde, birçokları hala bu
geleneksel biçimlerden uzaklaşmanın
‘günah işlemek’ gibi bir şey olduğuna
inanır. Kutsal kitabı yepyeni bir gözle
okuma çabası çoğu zaman etrafı
şaşırtıp, sinirlendiriyor. Bu konuda
yaşanan tipik bir skandal 1600 yıları
dolayında etkinlik gösteren cesur ve
devrimci İtalyan ressamı Caravaggio’nun çevresinde koparılmıştır. Bir
Roma Kilisesinin sunak masasına konulmak üzere, kendisine bir Aziz
Matta tablosu sipariş edilmişti. Aziz,
vahiyleri yazarken betimlenecek ve
vahiylerin Tanrı’nın sözü olduğunu
kanıtlamak için Aziz’in yanına bir
melek konulacaktı. Büyük bir hayal
gücüne sahip ressam, Aziz Matta’yı
hiç beklemediği bir anda kitap yazma
olayı ile karşı karşıya kalan yaşlı,
yoksul bir emekçi, sıradan bir halk
adamı olarak tasarlamaya çalıştı. Sonunda, koca bir kitabı kabaca tutmaya
çalışan ve alışmadığı yazma eylemi
nedeniyle tedirginlikle alnını kırıştıran,
ayakları çıplak ve kirli, başı kel bir
Aziz Matta çizdi. Yanında, hemen o
an göklerden inmiş, öğretmenin küçük
bir öğrenciye yaptığı gibi, Aziz’in
elini yumuşakça yöneten genç bir melek koydu. Caravaggio, tabloyu kiliseye
teslim ettiğinde, halk bunu Aziz’e
24
karşı yapılmış bir saygısızlık olarak
saydı ve ortalık birbirine girdi. Tablo,
kilise tarafından geri çevrildi. Caravaggio ise yeni bir çalışma yapmak
zorunda kaldı. Başına yeni bir belanın
gelmesini önlemek isteyen sanatçı da
geleneksel betimlere bağımlı kaldı.
Bu olay, sanat yapıtlarını, onlardan
tat almalarını önleyen yanlış nedenlere
dayanarak yadsıyan ve eleştiren kimselerin yol açabilecekleri zararı ortaya
koymaktadır. Daha önemlisi ‘sanat
yapıtı’ olarak nitelemeye alıştığımız
şeyin gizemli bir etkinliğin sonucu
olmayı, insanın insan için yaptığı bir
nesne olduğunu da bize kanıtlar.
Bir tablo verniklenip, çerçevelenip
duvara asıldığında, insana pek uzak
gelir. Müzelerimizde de sergilenmiş
nesnelere dokunmak haklı olarak yasaklanmıştır. Ama aslında o yapıtlar,
başlangıçta ellenmek, evrilip çevrilmek,
pazarlık konusu edilmek, üzerine
tartışılmak için yaratılmışlardır.
Yapıtlarındaki her bir ayrıntının da,
sanatçının ulaştığı bir kararın sonucu
olduğunu hatırlamamızda yarar var.
Sanatçı bu ayrıntıları kim bilir kaç kez
değiştirmiş olmalıdır. Belki de ‘arkadaki
şu ağacı olduğu gibi bırakmalı mı,
yoksa yeniden mi boyamalı?’ diye
kendine sormuş, belki de güneş ışığı
vurmuş bir buluta ansızın ve beklenmedik bir parlaklık veren şanslı bir
fırça vuruşundan mutlanmış, belki de
hiç istemediği halde salt alıcının
ısrarıyla, bir takım figürler eklemiştir.
Nitekim şimdi müzelerimizin ve galerilerimizin duvarlarında sıralanmış
tablo ve heykellerin çoğu hiç de sanat
yapıtı olarak sergilenmek için
yapılmamışlardır. Bunlar sanatçının
işe koyulduğu andan itibaren karşısında
var olan belirli bir amaç ve belirli bir
neden sonucu ortaya konulmuşlardır.
*Kaynak: E. H. Gombrich
***
STÊRKA CİWAN
K
Ü
L
T
Ü
Bireyci Kapitalist Modernist
Kültüre Karşı Toplumsal Kültür
R
Kasım ENGİN
“Kapitalist modernitenin
asıl gücü ne parasından
ne silahından
kaynaklanmaktadır. Tüm
ütopyaları her renge
bürünen en değme
sihirbaza taş çıkartan
liberalizminde boğması
asıl gücünü
oluşturmaktadır.”
Bugün ana topraklardan uzak binlerce
hatta yüz binlerce Kürt yaşıyor. Bunların
çok büyük bir kısmı ise Avrupa’dadır.
Avrupa sadece Kürtleri etkileyip kendine
çekmekla kalmamış adeta dünyanın
tüm topraklarını ve insanlarını etkileyerek kendine çekmesini bilmiştir. Biz
bunu iyi ya da kötü görebiliriz ancak
değiştirilemeyecek bir gerçek de vardır;
o da bugün Avrupa’nın her sahasında
farklı kıtalardan gelmiş yüz binlerce
insanın yaşıyor olmasıdır.
Neredeyse 500 yıldır küresel emperyal bir güç olarak Avrupa tüm insanlığı etkiliyor. Bu etkileme her zaman pozitif olmamıştır. Avrupa küresel
emperyal gücü yüzlerce halkı tarihten
silip atmıştır. Köleleştirmediği, ezmediği, ekonomisini talan etmediği,
sömürmediği, toplumların değer
yargılarını zoraki değiştirmediği, ekonomisini felç etmediği ve tabii ki en
önemlisi de kültürel olarak bir silindir
gibi üzerinde geçip halden düşürmediği bir dünya parçası bulmak herhalde
çok zordur.
Aynı küresel emperyal güç halkları
kültürel olarak gelişmişliğiyle, teknik
donanımıyla, bilgi birikimiyle, edebiyle, normlarıyla, hukuk anlayışıyla,
demokrasi, felsefe, politik kültürüyle
ve tabii ki fizik bilimlerindeki
yaratıcılığıyla, sanatıyla, sporuyla, sinemasıyla, ekonomik kalkınmasıyla,
derken korkunç bir etkileme gücüyle
de kendisini var etmiştir.
Kimi halklar Avrupa’nın baskıcı ve
zulümkar kültürü sonucu Avrupalara
25
kadar gelmiştir kimisi de onun pozitif
nimetlerinden yararlanarak Avrupalara
kadar göç etmişlerdir. Kimileri de biz
Kürtler gibi “Allah’ın üvey çocukları”
muamelesi gördükleri, horlandıkları
için ülkelerini terk ederek Avrupa’ya
sığınmışlardır. Bu horlanmanın silah
zoruyla yapılmadığı yerlerde ise ekonomik olarak aç bırakarak, gelişebilecek
olası bir kurtuluş dalgasına katılmamaları
için öncelikli olarak genç nüfuslar
yurtdışına adeta pazarlanarak gönderilmişlerdir. Ya da çıkarılmışlardır.
Avrupa’ya bugün yukarıda söylenenler temelinde gelen ve yaşayan
yüz binlerce Kürt vardır. Yeni gidenlerden tutalım da on yıllardır orada
yaşayanlara kadar bu yelpaze genişletilebilir. Ortak noktalarından bir tanesi: Avrupa kültürünün etki sahasını
derinden yaşamalarıdır. Avrupa kültürü
derken biz bireyci kapitalist modernist
kültürü kastettiğimizi özenle vurgulayalım. Çünkü Avrupa’da bu kültürün
dışında halen kendi varlığını koruyan
onlarca hatta yüzlerce halk, komünal
halk kültürü tüm sindirme girişimlerine
rağmen yaşamaktadır.
Avrupa’da yıllardır yaşayan binlerce
Kürt genci vardır. Küresel emperyal güç
deyip geçmemek gerekir. Küresel emperyal güç demek öncelikli olarak güçlülüğünü kabul ettirmiş olmak demektir.
Avrupa sadece Avrupa’da etkin değildir.
Avrupa aynı zamanda dünyada da bir
marka olarak insanlığı etkilemektedir.
Ve tabii ki Avrupa en çok da Avrupa’da
yaşayanları etkilemektedir.
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
Biz Kürt gençlerini bu bireyci kapitalist modernist kültür nasıl etkilemektedir? Bu soruya ya da sorulara
cevap vermeden önce bu bireyci kapitalist modernist kültürün tanımını
yapalım.
Kapitali ya da kapitalizmi Kürt
Halk Önderliği bir değerlendirmesinde:
“Sermaye anlamındaki kapitalin en
yoğunlaşmış biçimi fabrika olmaktadır.
Sermayenin başlangıçta ticaretle yakın
bağlar içinde geliştiği, bunun sermayenin ilkel birikim hali olduğu, kökeninin ise ta Sümerlere kadar uzandığı
bilinmektedir. Manifaktürden fabrikaya
geçiş, üretim biçiminde o döneme kadar eşi görülmemiş bir üretim artışına
yol açmaktadır” diye ele almaktadır.
Başka bir yerde de kapitalizmin
yarattığı karakter yapısına vurgu yaparken de: “Bireycilik, kapitalist toplumu doğuran sistemin temel ruh özelliğidir. Nasıl bilim bu toplumun temel
zihniyet durumunu ifade ediyorsa, bireycilik de esas ruhsal özelliğini teşkil
etmektedir. Bireycilik, kapitalizmin
doğuşunda zincirinden boşalmış bireyin çılgınlığa varan, kendisinin
çıkarından başka hiçbir kutsallığı olmayan kükreyişidir; benliği en temel
sürükleyici güçlerden başta gelenidir.
Bilimden bile öncelikli bir güç olarak
rol oynamaktır.”
“Kapitalist birey, toplum olgusundan intikam alma hareketidir. Özellikle
doğuş sürecinde bireyci tutku hiç
sınır tanımamaktadır. Kendini geçmişin tüm bağlarından koparmış saymakla özgürleştiğine inanmaktadır.
Para gücünü tanrıyla eşitlemektedir.
Yani tanrı=para formülü en çok kapitalist topluma yakışmaktadır. Para,
sistemin ruhunun somut ifadesi olmaktadır. Sihirli güçtür, çevrilemeyeceği hiçbir değer yoktur. Toplumun
daha önceki biçimlerinde simgeleri
totem, tanrı, tanrı-krallar gibi değerlendirilirken, kapitalist biçimlenişte
Mijdar 2010
toplumun en özlü güç yansıtıcısı, bireysel ruhu en çok çeken, uğruna
her şeyin göze alındığı, gerektiğinde
tüm insanlığa kan kusturacak savaşlara götüren güç para olmaktadır.
Para etrafında şekillenen bir ruh
kimliği geçerli olmaktadır.”
Kapitalizm esas gücünü
bireycilikten almaktadır
“Kapitalist aşamaya gelindiğinde,
aşırı yük bağlanan toplumsallaştırmanın bireycilikle patlatılarak görülmemiş bir güce ulaşılacağı adeta
keşfedilmiş gibidir. Toplumu en hassas
noktalarından bireycilik bombasıyla
patlatmak muazzam servete yol açmaktadır. İlk denemeler başarılı sonuç
verince, geriye kalan şey sistemleştirmedir. Bireyin dergâhı artık
tapınak değildir. Yüzler Allah’a çevrilmemektedir. Günahkârlık ortadan
kaldırılmıştır. Yeni Kâbe fabrikadır,
yeni tanrı paradır, kutsal olan bireysel
çıkardır. Günahkârlık kârlılığın önünde bir tür engeldir.”
“Kapitalist modernitenin asıl gücü
ne parasından ne silahından kaynaklanmaktadır. Tüm ütopyaları kendi
her renge bürünen en değme sihirbaza
taş çıkartan liberalizminde boğması
asıl gücünü oluşturmaktadır.”
Evet, kapitalizmin asıl gücü toplum
karşısında öne aldığı bireydir, daha
doğrusu bireyciliktir. Bireycilik esasta
kendini ama sadece kendini önemsemektir. Elbette insan kendisini de
önemsemelidir. Ancak insan adeta
kendisini dünyanın merkezine koyarsa
ve dünya etrafımda dönüyor diyerek
adeta narsist yani kendi benliğine sevdalı bir tarzda dünyaya bakarsa orada
çıkacak olan sadece ve sadece toplumdan ve tabii ki tüm insanlıktan
kopmaktır. Bir de kapitalizm yukarıda
Kürt Halk Önderliği’nin vurguladığı
gibi paraya tapar. Para adeta her şeydir.
26
Paran varsa sen de varsın, yoksa sen
de yoksun. Para, ahlaki değerler ve
ilkeleri belirler. Bir kere böyle şekillenmiş bir bireyin gideceği yer kesinlikle toplum dışılıktır. Hatta insanlıktan
çıkmaktır. Konuyu bu eksende enine
boyuna ele almak istemiyoruz.
Özcesi kapitalist toplum, bireyi
maddiyatçılık temelinde ele alır. Maddiyatın varsa varsın başka da yoksun.
Yani değerin elinde var olan maddeler
ya da çaldığın maddeler kadardır.
Toplum böyle şekillenmiştir. Yaşam
ilişkileri maddiyatçılık temelindedir.
İnsan ilişkileri yine bu temeldedir.
Yaşamın kendisi ya da insanın kendisi
esasta nesneleştirilmiştir, başka bir
deyimle mülk haline getirilmiştir.
Böyle olunca bu toplumda şekillenen
bireylerin hücrelerine kadar bu karakter
ekilir. Bireycilik maddiyatçılığı, maddiyatçılık bireyciliği körükler. Biz de
biliyoruz ki özel mülkiyet insan vicdanının kirlenmesine giden yolun kendisidir. Bir kere bu yola sapmışsan
adım adım vicdanen kirlenirsin. Kendinle olursun, sade kendininsin toplumun ve de tabiatın dışındasın.
Avrupa işte böyle bir birey yaratıyor.
Toplumun dışına çıkan ya da toplumdan uzaklaşan bir birey. Bu var
olan kapitalist kültür değerlerini ret
ederek toplumun dışına çıkma değildir.
Bizim kastettiğimiz toplumsallıktan
kaçan, ortaklaşmadan uzak, dayanışmaya gelmeyen, birlikte yaşamaktan
aciz ve gerçekten ama gerçekten asosyal bir tiplemenin yaratılmasıdır.
Avrupa’da böyle bir tipin özenle
yetiştirilmek istendiğini biz yaşam tecrübemizle biliyoruz. Toplumsal olay
ve olgulara lakayt yaklaşan, duyarsız,
kültürel olarak dejenere olmuş, adeta
her koyun kendi bacağında asılır misali
sadece ve sadece kendisini kurtarmayı
hedefleyen, dar, bön, bencil, çıkarcı,
insanlık sorunlarına vurdumduymaz,
yüzeysel yaklaşan, ufku sınırlı ve hatta
STÊRKA CİWAN
yaşayıp da bu kadar muhafazakârlaşmayı nasıl izah edeceğiz!
Sen kendini ne kadar
görebiliyorsun?
romantizmden uzak, maceraya bile
gelmeyen bir tip. Bir de Avrupa modernist kültürün teknolojik olarak insan
üzerinde geliştirdiği hâkimiyetle adeta
ürkütmesini, sindirmesini o meşhur
“büyük kardeş seni gözetliyor” durumuyla birlikte göz önüne getirdiğimizde
ortaya çıkacak tip gerçekten de sıradan,
vasat, robotvari düz bir insan olacaktır.
İnsanların bir de daha derinlemesine
özünden boşalmaları için sanat, futbol,
eğlence (Futbol, Fuhuş, Fiesta) eklenince -ki bunlara İspanya’nın faşist
diktatörü Franco “3 F’lerim” demiştisistem tamalanmış oluyor. Bu 3 F’lere
3 S’ler de deniyor, yani Spor, Seks,
Sanatla yartılan hakikaten bencilliğin
en üst sıralarına yerleşmiş bir kişilik
görmüş olacağız. Ve tabii siz buna
toplumdan uzaklaşması için sunulan
imkânları da ekleyin. Siz bunlara
uyuşturucuları, pervasızca geliştirilen
cinselliğin tatmini, cinsinden çıkarmaları derken adeta sözde doyumun
son noktasına kadar getirilişi de eklerseniz geriye bu kişilikten bir şey
kalmaz oluyor.
Bu yukarıda sıraladığımız kültürel
yozlaşmaya bir de kendi topraklarından
uzak yaşayan, belki de kendi kültüründen kopartılmış bireylerin kendi
öz kültürlerini tanımamalarını da ekleyince ortaya gerçekten çarpıklıkların
çıkmaması düşünülemez. Bir kez kendi
kültürünü tanımayan bireyler başka
kültürlerle sağlıklı ilişki kuramazlar.
Kendi kültürlerini tanımayan bireyler
başka toplumların değer yargılarını ya
da kültürlerini sağlıklı edinemezler.
Entegre olamazlar. Böyleleri ancak
asimile olurlar. Yani bütünleşmezler,
özümlenirler, erirler, eritilirler. Yamalanırlar, yama haline getirilirler. O
meşhur dillendirilen asimilasyon insanlık suçudur durumu ortaya çıkar.
Denilecek ki bu topluma ayak uydurmayan o kadar çok tip ya da kişi
var ki! Ancak unutulmamalıdır ki
kendi kültürüyle büyümeyen, kendisini
tanımayan ya da tanımamış olan, köklerine oturmayan -bunu ırk anlamında
kastetmiyoruz- kökler derken kendi
şekillenmesine yabancı olarak büyümeyen, bununla uyumsuz olanların
karşı karşıya kalacakları ya erimedir
ya sekter olarak kafa tutmalardır, ya
da bir ayyaş olmadır -ki bunun içerisinde sözde isyankârların çoğu eninde
sonunda yer alır,- ya da olup bitenlerin
karşısındaki şaşkınlıktan dolayı içine
kapanmadır. Hem de korkunç bir
şekilde. Başka da bugün Avrupa’da
27
Şimdi tekrar konuya dönelim ve
soralım: Kaç tane Kürt genci yukarıda
söylenenlerin dışına çıkabilmiştir? Kaç
tane Kürt genci bu kafesten kendisini
kurtarabilmiştir? Bazı kendince akıllı
olanlar diye bilirler ki: “Bakın biz
köşeyi döndük.” Evet, “köşeyi” döndün
de ne kadar insanlıktan uzaklaştığını
da görüyor musun? Ne kadar bireycileştiğini görüyor musun? Ne kadar
toplumun dışına çıktığını, ne kadar
kendi öz kültüründen uzaklaştığını da
görebiliyor musun? Ve ne kadar bu
durumunla kompleksli hale geldiğini
görebiliyor musun? Ne kadar ruhsal
olarak bunalımlar yaşadığını algılayabiliyor musun? Ne kadar kaprisli,
kibirli, kendini beğenmiş olduğunu da
görebiliyor musun? Ve yer yer toplumumuzun diliyle ne kadar serserileştiğini görebiliyor musun? Ve bugün
Kürdistan dağlarında kan gövdeyi götürürken, insanlık için kıyasıya bir direniş sürdürülürken sen meyhanelerin
bilmem hangi köşelerinde ne kadar
insanlıktan çıktığını görebiliyor musun?
Ve bu “ne kadarla” soruları daha da
fazlalaştırarak sorabiliriz.
Evet, devam edelim. Böyle bir kapitalist modernite, iliklerine kadar insanı insan özünden boşaltma sistemidir.
Anti insanidir, anti ahlakidir, anti hukukidir, anti törecidir. Ve kapitalist
modernite mülkçüdür. Mülkçülük ise
zincirlerinden boşanmışlıktır, insanlıktan çıkmaktır. Kapitalist modernite
bu asosyal durumu herkese ama herkese dayatmaktadır. En kötü dayatmasını da kendisinden geri, ikinci
hatta üçüncü sınıf gördüklerine uygulamaktadır. Bu dayatmanın onlarda
yarattığı kültürel dejenerasyondur.
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
Peki, biz Kürt gençleri olarak böyle
bir dejenerasyona karşı nasıl duracağız?
Biz kapitalist modernist kültüre karşı
kendimizi nasıl koruyacağız? Biz nasıl
kapitalist modernist kültürün yalnızlaştıran, bireycileştiren, sadece kendisiyle uğraşır kıldıran, ufkunu daraltan,
yaşamı sadece cinselliğe, karın doyurmaya ve bir de pis bir nefese indirgeyen bu kültüre karşı direneceğiz?
Öncelikle Kürt gençleri olarak:
1-Kendimizi tanıyacağız.
2-Kendi kültürümüzle buluşacağız.
3-Kendimizi bileceğiz.
Yani biz neyiz, nerelerden geldik,
neden buralara hizmetçi olarak getirildik, kimler hangi çıkarları için bunu
yaptılar? Buna cevap vereceğiz ve
tabii peşinden de kişilik şekillenmemizi
sağlam kılmamız için içerisinde
doğduğumuz kültürü tanıyacağız. Bu
kültürün geri yanları varsa onları
aşarak yeniden bir insan ve kültür
yaratan Özgürlük herketini tanyacağız.
Kendimizi şekillendirirken bu kültürün
bizim olmazsa olmaz bir parçamız
olduğunu bileceğiz. Ve bir de kendimizi bileceğiz. Yani o meşhur “Kendini Bil” ilkesine göre kendimizi
tanıyacağız. Bize yukarıda sıraldadığımız hastalıklar nasıl bulaştı önce
bunları tespit edeceğiz. Peşinden de
bu hastalıkları aşmanın yollarını arayacağız. Kendimize döneceğiz. Hastalıklı olmayan bir bireyin karakter
hatlarına bakacağız. Kendisine güvenen, aşırı sekter ve sinirli olmayan,
duygusallığıyla adeta her gün oturup
ağlamayan, iş bitiren, kimseye ama
kimseye boyun eğmeyen, rahatlamış,
dengeli, kendi içerisinde uyumu yakalamış, kendisiyle olumlu anlamda
barışık olan bir kişiliğin nasıl yakalanacağına bakacağız.
Ve ardından da:
“Liberalizmin tahrik ettiği birey ve
toplumunu çözüp, kendi doğal, insani
mecrasına akıtmadıkça sonuç toplumsal
Mijdar 2010
Liberalizmin önündeki “liberal” yani “hür” kelimesi sadece ve
sadece para babaları ve devletlerin egemenleri için kabul edilen
“hür”lüktür. Dediğimiz gibi bu hileleri, aldatmacaları bilerek
komünal olana doğru yol almasını bileceğiz
kanserle ölüm olmaktan öteye gitmez.
Kapitalist liberalizmin birey
özgürlüğünden ziyade insan toplumunu
kemirme sanatı olduğunu kaynağını
ise geleneksel tüccar kültüründen
aldığını tespit etmek zor değildir” diyerek kapitalizmin bizde yok etmek
istediği komünal değerlerimize
sarılacağız. Kapitalist modernitenin
sözde maddiyatından kaçınacağız. Mülkiyeti her şey sanmayacağız. Bir de
kapitalizmin o göz boyayan şaşalı
yaşamına aldırmayacağız. İnsanlığı
özünden boşaltan cinsel tatmin güdüsünden ve sahte yaşam arayışlarından
da uzak duracağız.
Özcesi biz kendimizi terbiye
edeceğiz. Özelde nefsimizi terbiye
edeceğiz. Ve bireyciliğin yaşam bulduğu
ortamlarda eninde sonunda insanlığın
biteceğini, yok olacağını bilerek bu
hastalıktan kendimizi sıyıracağız. Topluma, toplum değerlerine sarılacağız.
Ortakçı olacağız. Ortaklaşacağız. Beraberliğe birlikte yaşamaya daha fazla
anlam vereceğiz, kolektifleşmeyi esas
alacağız. Yani komünalleşeceğiz.
Bir de kendi kültürel değerlerimize
sarılacağız. Benliğimizin birer parçası
olan, bizi oluşturan kültür değerlerine
sarılacağız. Otantik olan, gerçek anlamda klasik olan, ölmeyen, bize
uyumlu olan kültürle bezeneceğiz.
Bu da esasta kendin olma, kendine
anlam verme yoluna girmenin
başlangıcı olabilir. Devasa etkili olan
kapitalist modernist kültüre karşı direniş ancak ve ancak kapitalist modernist kültürün yok etmeye çalıştığı
kültürü yeniden yeşertmekle mümkündür. Kapitalist modernist kültüre
karşı durmak istiyorsak öncelikli
olarak bu bireyci, egoist, kendinden
28
memnun, maddiyatçı kültürden kendimizi arındıracağız. Kendimizi bunlardan arınmış hale getireceğiz. Bunu
yaparken Avrupa’nın yarattığı kültürden yararlanmayacak mıyız? Elbette
Avrupa’nın ortaya çıkardığı birçok
değeri kendi topraklarımızdan, tarihten
süzülerek gelen değerler olarak görerek
bunlara da sarılacağız. Düşünce zenginliği, bakış açısı, bilimsel gelişmişlik
bunlardan sadece birkaç tanesidir. Ve
daha da sıralayabiliriz.
Sonlandırırken, bireyci kapitalist
modernist kültüre karşı toplumcu olan
komünal kültüre sarılarak, bu kültürü
elimizde bir bayrak ederek ileriye
doğru yürüyeceğiz. Bunu yaparken
de kapitalist kültürün insanı kendi
içine alarak eriten, yozlaştıran, kendi
karşıtına dönüştüren kirli oyunlarına
da dikkat edeceğiz. Liberalizmin o
şirin gösterilmeye çalışılan yüzüne
aldanmayacağız. Liberalizmin önündeki “özgürlük” kelimesi bizim anladığımız ve özlediğimiz özgürlük
kelimesi değildir. Liberalizmin önündeki “liberal” yani “hür” kelimesi sadece ve sadece para babaları ve devletlerin egemenleri için kabul edilen
“hür”lüktür. Dediğimiz gibi bu hileleri,
aldatmacaları bilerek komünal olana
doğru yol almasını bileceğiz.
Bugün dünyada belki de en geniş
bir sahada hem derinliğine hem de
genişliğine yaygın bir şekilde böylesine
komünal olan bir yaşamın Kürdistan
dağlarında özgürlük sevdalısı Kürt
gençleri tarafından uygulandığını söyleyerek Kürt gençlerini bireyci kapitalist kültürün panzehiri olan bu sahalara çağırıyoruz.
***
STÊRKA CİWAN
G
E
R
İ
L
L
A
DAĞ BAŞLARINDA
ATEŞ BAŞI ZAMANLARINDA
Jêhat Nuda YAYLA
“Ve çoğunlukla açık
havada yakılan ateşlerden
başımı kaldırıp gökyüzüne
baktığımda yıldızları
görüyorum. Ateş ve
yıldızlar birbirine o kadar
karışıyor ki, her yıldız
önümde yanan ateşten
göğe savrulmuş bir
kıvılcım gibi duruyor.
Zaman siliniyor.”
En çok ateş başı sohbetlerini sevdim
bu dağların. Ve ne zaman bir fırsat
bulsam bir ateş yakıp yanıbaşına oturuyorum. Bazen saatlerce, bazen sabahlara
kadar alevleri izliyorum. Tutuşan yaprakların, ağaçların nasıl kıvrandığını,
kıvrıldığını, ince bir dalın nasıl ateşe
hareket ve canlılık kazandığını izlemenin
o tuhaf duygusunu nasıl anlatacağımı
düşünüp seyrediyorum.
Ateş seyirleri herkesi şaşırttığı kadar
beni de şaşırtıyor çoğu zaman. Dans
eden alevler, can kazanan ağaçlar,
yapraklar, kuru odunlar bana hep bir
şeyler anlatıyor. O kadar çok şey
düşünüyorum ki, bir yerden sonra
düşüncelerimin bittiğini, beynimin
kıvrımları arasında sadece yakıcı bir
sıcaklığın gezindiğini hissediyorum.
Beynim ateşi bir yere kadar algılayabiliyor, sonrası yüreğimde tatlı bir huzur ve ferahlık oluşuyor. Her şey siliniyor. Sadece ateş ve dans eden alevler.
Ve çoğunlukla açık havada yakılan
ateşlerden başımı kaldırıp gökyüzüne
baktığımda yıldızları görüyorum. Ateş
ve yıldızlar birbirine o kadar karışıyor
ki, her yıldız önümde yanan ateşten
göğe savrulmuş bir kıvılcım gibi duruyor.
Zaman siliniyor. Mekân siliniyor. Ben
siliniyorum. Her şey ateş, her şey alev
ve ritmi yürek atışı bir dans. Her şey
ben oluyorum. Nasıl, bilmiyorum ama
en çok ateş başında ‘ben’ oluyorum.
Kendimi ne kadar çok yerde aradım
ve ne kadar çok yerde buldum. Bir
dağlı; ilişkilerime, davranışlarıma,
29
dağ yürüyüşlerime, gülüşlerime ve en
çok da ateş başı sohbetlerime bir ad
ve anlam koyma arayışlarıma dair
yaptığımız bir ateş başı sohbette her
şeyden fazla bir kıvılcıma benzediğimi
söylemişti. Nedenini sorduğumda,
“nereye düşsen küçük bir yangın
çıkıyor. Etrafındaki her şey ateşe
düşmüş gibi oluyor. Yanmaya hazır
olanlar aleve dönüşüyor. Çiğ olanlar
dumana boğuluyor. Ama en çok sen
yanıyorsun gibime geliyor. Sana
baktıkça hep bir kıvılcım görüyorum.
Kendine ad koy. Anlam bul. Yoksa
hep yanarsın. Ve hiçbir ateş söndüremez seni. Adını ateşten al. Anlamını
ateşte bul. Sade dağ yetmez sana. Sen
dağdaki kayada, çiçekte, börtü böcekte,
suda, gecede değil, ateşte bulabilirsin
kendini. Unutma, sen en çok ateşte
aradın kendini. Ve orada buldun. Şimdi, seni yakan gerçek ateşin, dağ ateşi
olduğunu öğrenmenin zamanı geldi.
Bak, ad koy, anlam bul. Yoksa hep
yanarsın. Bulursan, kıvılcımdan yangın
olursun,” demişti.
Sevmiştim bu sözleri. Ama biliyorum, ateşi kendi dilimce adlandırmalıyım. Yüreğimce anlamlandırmalıyım.
Onun için, o güne, o an’a dönmeliyim.
Daha doğrusu, bir türlü çıkamadığım
o an’dan çıkabilmeliyim. Ateş
başlarında düşünemiyorum. Sadece
yanıyorum. Ve geriye hızla çarpan bir
kalbin ritmi ve dans kalıyor. Ve ateş
olmuş bir kelebek, bir kıvılcım.
Kıvılcım kendini anladığında bozkırlar
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
limi. Ateşte buluyorum adımı. Bakıyorum, yavaş yavaş giyiniyorum alevlerimi. Herkesin yanmadığı için, hep
yanarak seyrettiği alevlerde kendimi
bulup seviniyorum. Dağlıların hüzne
bulanmış tebessümlerini ben hep ateş
başlarında ediniyorum.
Ne zaman bir alev görsem
Beritani bir halaya duruyorum
tutuşur. Biliyorum. Öğrendim. Şimdi,
ad koymalıyım. Anlam bulmalıyım.
Ben, ben olmadan önce sadece
bendim. Ateş olmadan önce sadece
bendim. Bir kıvılcım çaktı, ondan
sonra nereye gitsem sadece yanan
bir alevdim. Neden başka bir şey
değil de, alevde buldum kendimi?
Tenim neden bu kadar alışık ateşe?
Ve ben ateşte neden yanmadım? Hala
öyleyim. Ateşte bir türlü yanmıyor
bedenim. Sadece büyüdüğümü ve
dans ettiğimi hissediyorum.
Ateşin yakıcılığı, neden arındırıcı
bu kadar? Ad koyamıyorum. Hissediyorum. Ama bilinen bilmeler bilmeme yetmiyor. O ânı hatırlıyorum.
Benzin kokuları içindeyim. Elimde
çakmak var. Çaksam yanacağım.
Ateşin yakıcılığını biliyorum. Acısını
biliyorum. Bir tutuşsam bütün tenim
yanacak, biliyorum. Ama bilmem yetersiz kalıyor. İçimden derinden bir
yerlerden yansam, yanmayacağımı
söylüyor. Kıvılcımı çakmasam
yangınım büyüyecek. Acım katlanacak, biliyorum. Yanmasam yanacağım.
Hep acı çekeceğim, biliyorum. Bir
kere ıskalamıştım. Ve yıllarca
yanmıştım. Bu sefer ıskalayamam.
Bir şehrin meydanında, benzin kokuları içinde, yitirdiğim her şeyimi
avucumda tuttuğum bir çakmağın
Mijdar 2010
kıvılcımlarında hissediyorum. Gözler
üzerimde. Kendimi çıplak hissediyorum. Utanıyorum çıplaklığımdan.
Bir şehrin orta yerinde, dünya denen
mekânın orta yerinde bana ait her
şeyim ateşlere verilmiş. Dilim yasak!
Adım yasak! Beynim ve yüreğim
dört duvar arasında esir ve çırılçıplak.
Bana ait her şeyim yangına verilmiş.
Ben yangının dışında çırılçıplak, örtünmem lazım, utanıyorum.
Her şeyim yanarken, beni bu utançtan hangi giyit kurtarabilir? Giyinmeliyim. Yanan dilimi, yanan adımı,
yanan ruhumu ve yüreğimi giyinmeliyim. Ki, hepsi alev alev. Utanıyorum. Alev alev giyinmeliyim. Biliyorum. Beni ancak alev giydirebilir.
Avucumda yüreğimi tutuyorum. Avucumda kendimi tutuyorum. Ben o
an sadece bir kıvılcım olduğumu biliyorum. Kendimi yanlız hissediyorum. Yanlız, çırılçıplak. Ve üşüyen
ve utanan bir kıvılcım. Yanmasam
yanacağım, biliyorum.
Dağ başında ateş başlarında, her
kıvılcımda, zamanın durduğu bir ana
sıkıştığımı hissediyorum ve o anda
buluyorum kendimi. O an bana geliyor
her kıvılcımda ve ben, her kıvılcımda,
her alevin dansında o an’a gidiyorum.
En çok ateş başlarında kendimi giyinik
hissediyorum. Ateşte buluyorum di30
Ne zaman bir alev kopup yükselse
ateşten, ben de onunla karışıyorum
karanlıklara. Parlıyorum, bir dans,
bir ritim ve karanlığın içinde ateş
ritminde ben. Karanlıkta ben ancak
alev olabilirim. Alev olsam ben olabilirim. Bir şehrin ortasında güpegündüz bir karanlıkta o kadar gözün
önünde sadece bir karaltıyım. Avucumda kıvılcım karanlıktan sıyrılıp
alev giyitlerimle utanmadan ve gururla
bakabilirdim o hor gören gözlere.
Alevden giyitlerimle hiç utanmadan
bakabilirdim en tepeden bakan gözlere. Çıplak dans edemezdim. Ama
içimdeki ritim dansa çağırıyordu beni.
Giyinip giyitlerimi bu meydana inmeliyim. Dans etmesem, yanmasam
utanacağım. Biliyorum. Bir kıvılcım,
dans ve bütün utanmalarımdan
sıyrılmış ben olan ben. Iskalayamam.
Zaman geldi. Giyinmeliyim. Ne zaman bir ateş başına otursam, bir
şehrin meydanında alevden giyitlerimle utanmalarımdan sıyrılıp dansa
duruyorum. Ne zaman bir alev görsem, Beritani bir halaya duruyorum.
Yüreğimin ritmi, dilimin ezgisi hep
Beritani bir halayın coşkusunda
çağlıyor. Dağ başında, ateş başı sohbetlerde en çok bir şehrin meydanında,
şebabi zamanların Beritanistanlı
çocuğu oluveriyorum. Ve beni en çok
dağlılar, Beritanistanlılar anlıyor.
Aradığım anlam dağlı. Adım Beritanistan. Hiçbir şehrin meydanındaki
ateş beni giydiremez.
STÊRKA CİWAN
Anlatacak çok şeyim var. Anlatacak dilim yok. Ad konacaksa,
adım ateş. Dil konuşacaksa, dilim alev.
Ben o şehrin meydanında yanan bir
dağ ateşi, bir dağlı ateşi olabilirdim.
Bir dağ, bir dağlı en çok bir şehrin
meydanında, şehirlilerin bakışları altında
çıplak ve utangaçtır. Bir dağ, bir dağlı
en çok bir şehrin meydanında yanar.
Bir dağlıyı en çok bir şehirlinin bakışları
yakar. Avucumda tuttuğum kıvılcım
mıydı beni yakan, yoksa bana yabancı
o şehirlilerin hor gören bakışlarındaki
kıvılcımın bende yarattığı utancın
kıvılcımı mıydı? Şimdi biliyorum. Bir
dağ başında, ateş başında anlıyorum.
Adını koyuyorum. Ben o şehrin meydanında en çok, utancımla yandım.
Ne zaman ki kıvılcım oldum,
utançlarımdan sıyrılıp halaya durdum.
Ben o meydanda kendimi değil,
en çok, o bakışları yaktım. Kıvılcım
çaktı, o gözlerdeki bütün hor görmeler, tuhaf bakışlar alevlere karışıp
yandılar. Ben o kıvılcımda, beni yakan bakışları yaktım. O yüzden hiç
yanmadım. Yanmadı canım. Adımı
buldum. Dilimi konuştum. Adım
ateş. Dilim güneş. Hangi bakış yakabilir ki güneşi ve ateşi?
Dağ başında, ateş başı zamanlarında
hep kendi zamanıma dönüyorum. Zamanım, güneşin ve ateşin kutsandığı
toprakların ürün zamanı. Zamanım,
bana ait ne varsa, asri zaman
bakışlarında utanca boğulduğum zamanlardan alevle giyindiğim zaman.
Anlatacak çok şeyim var. Anlatacak
dilim yok. Ad konacaksa, adım ateş.
Dil konuşacaksa, dilim alev.
Beni bir şehrin meydanında kıvılcıma
kesen neydi? Asri zamanların bütün
iyileştirici güçlerinin çaresizliğinde,
yüzümde hüzni bir tebessümle beni
iyileştiren, arındıran neydi? Herkes
ateşlerde yanıp acı çekerken, içimdeki
bütün yangınları bitiren hangi alevdi?
Dağ başlarında, ateş başı zamanlarında
en çok da, kadına benzettiğim alevin
dansında buldum bütün kayıp
sorularımın bilinmez cevaplarını.
Tenimi gören herkes bana yanmanın nasıl bir şey olduğunu soruyor.
Ne zaman kendimle başbaşa kalsam
bunu nasıl anlatabilirim diye soruyorum kendime. Ad koyamadığım,
anlamını bulamadığım soruların
yangınında yanıp durdum yıllarca.
Nasıl yandım? Neden yandım? Şimdi,
biliyorum. Ben, nerede olursam
olayım kendimi ancak, bir dağ
başında, dağlıların binlerce yıldır sönmeyen ateşlerinde bulabilirdim. Bir
9 Ekim karanlığında ben ancak Newroz olarak kendimi bulabilirdim.
Şerevdin’de kara kıl çadırlarımızın
altında en çok da, dengbêj sohbetlerinde,
bir Newroz efsanesi dinlerdim. Her
yer karanlığa kesmiş. Beyinler karanlığın ejderhalarına kurban edilir.
Herkes utanç içindedir. Her yerde ölüm
ve karanlık hüküm sürmektedir. Ve
karanlıkların en zifiri olduğu dağ doruklarında, birileri, ellerinde bir
kıvılcımla beklemektedir. Dağlarda,
dağlıların kaçakları, o anı beklemektedir.
O an gelir, kıvılcım çakar. Dağ
başlarında ateşler yanar. Ve aydınlanır
bütün karanlıklar. Newroz’u getiren,
görünmezi görünür kılan, adsıza ad
koyan, manasıza mana bulan dağın
ateşi. Bu bir efsanedir.
Ve Ekim’in asri zaman karanlıklarında ad konacaksa, mana bulunacaksa ancak bir kıvılcımda yeşerebilir
yaşam. Bir şehrin meydanında, bir
Ekim sabahında bir dağlı ancak, bir
kıvılcım olarak bulabilirdi kendini.
Ben o yüzden dağ başlarında ateş
başı zamanlarımda, en çok Newroz
ve kıvılcım oluveriyorum.
Ve Newroz, en çok da Mem û Zin’de
anlatıldığında güzellik kazanır. Ve
31
güzel yanma, aşk ateşinde yanmadır.
Peki, beni yakmayan yangın, o güzel
yangın, hangi aşk ateşinin yangınıydı?
Şimdi biliyorum. İnsan, aşk ateşinde
yanmaz. Önce yanar, sonra aşık olur.
Yanarken aşık olur. O şehirde, o meydanda, o kıvılcım, kaybolmuş aşki
zamanlarının yitik ben’imin çakışıydı.
Ben ancak ateşte, ateşle giyinip halaya
durduğumda dönebilirdim aşki zamanlarıma.
Hangi aşktı ateşlerde aradığım? Ateş
öncesi zamanlarda hep sevdim bir şeyleri, birilerini, birini ama hiç aşık olmadım. Yanmadan aşık olunamaz.
Aşık olan yanmadan duramaz. Eğer
ortada bir aşk varsa ve yangın yoksa,
yalan vardır. Eğer aşık olunmuşsa,
hiçbir yangın yakamaz seni.
Dağ başlarında, ateş başı zamanlarımda her şeye aşık oluyorum.
Ateşten yükselen bir kıvılcımda,
karşımda hüzni tebessümlere bulanmış
bir yüzün gamzesinde ne yangınlar,
ne aşklar görüyorum, o meydandan,
o andan bu yana. Beni yakmayan o
şehrin meydanındaki o yangın, şimdi,
dağ başında, ateş başında hep
karşımda duruyor.
Kıvılcım hep yangınını arar. Kıvılcım
ateş değildir. Ne zaman ki yanacak
yer bulur, o zaman yanar, ateş olur.
Dağ başlarında, ateş başlarında
yangınımı buldum. Şimdi, her gece
dağlıların ateş başı sohbetlerinde en
çok aşık olduklarını biliyorum. Ateş
aşkı. Dağlının aşkı. Yakmayan yangın.
Yanmayan aşk. Gerisi ateşlere verildi.
Bundandır dağlılar kıvılcım koydular adımı. Ben ise, ben olan tek
manayı buldum. Aşk. Gerisi ateş. Yanan kim? Yakan kim? Gören kim?
Ateş görmez kendini. Sadece yanar.
Bilmek yanmaktır. Yanmak bilmeyi
aşmaktır. Aşmak, aşık olmaktır. Ben
mi? Bilmiyorum ki...
***
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
P
E
R
S
P
E
K
T
İ
F
DEMOKRATİK ÖZERKLİK
Abdullah ÖCALAN
“Görüşme notlarından
derlenmiştir”
“Tarihsel koşullar nasıl
19. yüzyılda daha çok
ulus-devletçilikten yana
idiyse, günümüz koşulları
da yani 21. yüzyıl
gerçeklikleri de
demokratik uluslardan ve
her düzeyde güç kazanmış
kent, yerel ve bölgesel
özerk yönetimlerden
yanadır”
Mijdar 2010
Tarihte her zaman büyük ağırlığı
olan kent, yer ve bölge çaplı özerk yönetimler, ulus-devletçiliğin kurban ettiği
diğer çok önemli kültürel gelenekler
arasındadır. Uygulanan tüm toplumsal
ve devletsel yönetimlerde kentin, yerelin
ve bölgelerin kendine has yönetimleri,
özerklikleri hep olagelmiştir. Zaten
başka türlü özellikle büyük çaplı devlet
ve imparatorlukları yönetmek mümkün
olamaz. Katı merkeziyetçilik esasında
modernitenin tekelci karakteri olarak
bir ulus-devlet hastalığıdır. Azami kâr
kanununun bir gereği olarak dayatılmıştır. Ur gibi büyüyen orta sınıf burjuva
bürokratlarının iktidar olmaları için düzenlenmiştir. Bir değil, bin kral düzenleri
tesis etmek için, ancak faşizmle yürüyen
bir model olarak geliştirilmiştir.
Klasik modernitenin çözülüşü hızlandıkça ve postmodernite türü çoğu
liberal nitelikli de olsa bazıları da
radikal kopuş anlamına gelen kültürel
hareketler geliştikçe, bunda en büyük
payı kentin, yerelin ve bölgelerin özerklik hareketleri omuzlamıştır. Aslında
tüm çağlar boyu güçlü yaşadıkları siyasi, ekonomik, sosyal boyutlar da taşıyan kültürlerine dönüş, yeniden canlandırma söz konusudur. Çok önemli
tarihsel-toplum anlamı olan ve olması
gereken hareketlerin başında gelmektedirler. Kentin, yerelin, bölgenin kurtuluşu olmadan, ulus-devlet hastalığından kurtuluş mümkün değildir. Bunu
en iyi anlayan ve uygulamaya geçiren
oluşum AB üyeleridir. Gerek modernite
adı altında yaşadıkları dört yüz yıllık
32
barbarlıklar, gerek Birinci ve İkinci
Dünya Savaşları Avrupa kültürüne yeterli dersi vermiştir. İlk uygulamaya
koydukları adımların kent, yerel ve
bölgesel özerklik yasaları olması tesadüf
değildir. Ulus-devletçiliğin soykırım
başta olmak üzere tüm kültürel varlıklar
için ne menem bir soykırım olduğunu
kavramalarıyla ilgilidir.
Bugün Avrupa Birliği’nde en gözde
çalışmaların kent, yerel ve bölgesel
kültürler kapsamında gerçekleştirilmesi,
tüm küresel sorunların çözümünde en
önemli unsurların başında gelmektedir.
Fazla radikal olmasa da önemli, gerekli
bir kültür hareketidir. Zaten dünyanın
tüm kıtalarında merkezi yönetim homojenliği tam dayatılıp geliştirilemediğinden, birçok kentin, yerelin ve bölgenin özerkliği canlılığını korumaktaydı. Rusya Federasyonu’ndan Çin
ve Hindistan’a, tüm Amerika kıtasından
(ABD federaldir, Kanada’da özerklik
yaygındır, Latin Amerika zaten bölgesel
özerklik konumundadır) Afrika’ya (Afrika’da geleneksel aşiret ve bölge yönetimi olmadan devletler oluşup yönetemez) kadar özerk konumlar ve
özerklik çalışmaları en aktif ve aktüel
konulardır. Ulus-devletçiğin katı merkeziyetçi hastalığı, sayıları sınırlı bazı
Ortadoğu devletlerinde ve diğer diktatörlüklerde uygulanmaktadır.
Klasik modernitenin en önemli boyutu olan katı merkeziyetçi ulus-devlet
yapılarının üstten küresel sermaye, alttan kültürel hareketler tarafından sıkıştırılmasıyla yaşadığı çözülmeler en
STÊRKA CİWAN
çok kent, yerel ve bölgesel özerklik
yönetimleriyle ikame edilmeye çalışılmaktadır. Günümüzün gittikçe güçlenen bu eğilimi, demokratik-ulus
hareketiyle de iç içe gelişmek durumundadır. Demokratik ulus, yönetim
biçimi olarak konfederalizme çok yakındır. Konfederalizm bir nevi demokratik ulusların siyasal yönetim
biçimidir. Güçlü kent ancak yerel ve
bölgesel özerk yönetimlerle varoluş
kazanabilir. Yönetim biçimi itibariyle
her iki hareket de özdeş ve çakışma
durumundadır. Demokratik uluslaşma
ve uluslar kent, yerel ve bölgesel
özerklikler olmadan yönetim gücü
kazanamaz. Ya kaosa düşüp dağılır
ya da ulus-devletçiliğin yeni bir modeliyle aşılır. Her iki duruma düşmemek için, demokratik ulus hareketi
mutlaka kent, yerel ve bölgesel demokratik özerklikleri geliştirmek zorundadır. Buna karşılık kent, yerel
ve bölgesel özerk yönetimler hepten
yutulmamak, ekonomik, sosyal ve
siyasal güçlerini tam kullanabilmek
için demokratik ulusal hareketle demokratik ulus olarak bütünleşmek
ihtiyacındadır. Ulus-devletçiliğin her
iki hareket için sürekli kapıda tuttuğu
ve dayattığı aşırı merkeziyetçi güç
tekellerini ancak aralarındaki sağlam
ittifakla aşabilirler. Aksi halde her
iki hareket ve hatta olgu olarak, geçmişte çokça yaşadıkları gibi yeniden
homojenleştirme tehdidi altında tasfiye
olmaktan ve erimekten kurtulamazlar.
Tarihsel koşullar nasıl 19. yüzyılda
daha çok ulus-devletçilikten yana
idiyse, günümüz koşulları da -yani
21. yüzyıl gerçeklikleri de- demokratik
uluslardan ve her düzeyde güç kazanmış kent, yerel ve bölgesel özerk
yönetimlerden yanadır.
Ortaçağda benzeri kent özerklik
politikaları daha da yaygın uygulanabilmiştir. Büyük imparatorluklara
karşı direnen kentlerin yıldız âlemi
ile karşı karşıyayız sanki. İslami imparatorluklardan (Emevi, Abbasi, Selçuklu, Timur, Babûr, Osmanlı) Cengiz
İmparatorluğuna, Hıristiyan İmparatorluklarından (Bizans, İspanya, Avusturya, Çarlık Rusyası, Britanya) Çin
İmparatorluklarına karşı yüzlerce kent
(Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na, hatta Amerika Kıtasına, Büyük
Sahra Çölünden Sibirya’ya kadar)
özerklik politikası adına gerektiğinde
tarihten silininceye kadar direnebilmiştir. Kartaca’nın tarla haline getirilişine benzeyen örnek, Cengiz Han’a
karşı direnen Otrar kentidir. O da
tarla haline getirilmiştir. Avrupa kentlerinin hem imparatorluk güçlerine,
hem de ulus-devletçiliğin merkeziyetçiliğine karşı yüzyıllarca süren direnişçiliğine yüzlerce örnek sunulabilir. Özellikle İtalya ve Almanya
kentlerinin 19. yüzyıl ortalarına kadar
özerk yapılarını korumak için büyük
direniş sergiledikleri çok iyi bilinmektedir. Bunlardan Venedik, Amsterdam ünlü örneklerdir.
19. yüzyılda ulus-devletin her tarafta zafer kazanması, tarihte binlerce
yıl süren kent özerkliklerine büyük
darbe olmuştur. Ancak postmodernite
33
ile kent özerklikleri yeniden yaygınlaşmaktadır. Kent politikacılığı
öne çıkmaktadır.
Uygarlık tarihi boyunca
hâkim eğilim boyun eğme
değil, direniştir
Tarihte uygarlık güçlerine karşı
sadece kent politikacılığı değil, belki
de daha fazla kabile, aşiret, dini cemaat, felsefi ekol vb. belli başlı toplumsal grupların özerk politik güç
halinde kalabilmek uğruna sergiledikleri sayısız direniş vardır. İbrani
kabilesinin üç bin beş yüz yıllık
(M.Ö. 1600 – günümüze kadar) özerklik öyküsü belki de en ünlü örnektir.
Yahudilerin tarihte ve daha çok da
günümüzde çok zengin ve yaratıcı
olmalarında İbrani kabilesinin özerklik
politikası belirleyici rol oynamıştır.
İslam dininin imparatorluk ve iktidar
aracına dönüştürülmesine karşılık,
çok büyük direniş mezhepleri ortaya
çıkmıştır. Alevilik ve Haricilik mezhepleri kabile ve aşiretlerin özerk
yaşama politikalarını yansıtır. Sünni
hükümranlık, sultanlık geleneğine
karşı her kavim bünyesinde görülen
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
yaygın muhalif mezhep çıkışları,
özünde aşiret ve kabile halklarının
direnişçi ve özgürlükçü politikalarının
sonucudur. Bir nevi Sünni İslam sömürgeciliğine karşı halkların ilk özgürlük ve bağımsızlık hareketleridir.
Hıristiyanlık ve Musevilik’te de benzer çok sayıda direniş mezhebi vardır.
Ortaçağ boydan boya bu tür yerel,
kentsel, kabilesel ve dini cemaatlerin
özgürlük ve özerklik politikası uğruna
mücadeleleriyle dolu geçmiştir. İlk
Hıristiyan cemaatlerinin üç yüz yıllık
yarı-gizli direnişçi manastır yaşamı,
çağdaş uygarlığın hazırlanmasında
başrolü oynamıştır. Antikçağ Yunan
felsefi ekollerinin özerk politikaları
bilimin temel hazırlayıcı rolünü oynamıştır. Günümüze kadar ulaşan
halklar, uluslar bu gerçeği en çok
dağ başlarında ve çöl ortalarında yüzlerce, binlerce yıl direnen kabile ve
aşiret atalarına borçludur.
Modern çağın ulusal kurtuluş hareketleri bu geleneklerin devamıdır.
Bağımsız devlet olarak saptırılmış
da olsa, hepsinin peşinde koştuğu
amaç politik bağımsızlıktır. Liberalizmin politik bağımsızlığı sahte
Mijdar 2010
ulus-devlet bağımsızlığına dönüştürmesi politikayı gerçek işlevinden
alıkoysa da, yine de çok önemli bir
politik direniş geleneğinin sürdürülmesi anlamına gelir.
Tarihte yerel ve bölgesel özerklik
politikaları hep olagelmiş, ahlaki ve
politik toplumun varlığını sürdürmesinde önemli rol oynamışlardır. Dağlar,
çöller ve ormanlık alanlar başta olmak
üzere, yeryüzünün çok geniş bir coğrafyasında kabile, aşiret, köy ve kent
toplumu halinde yaşayan halklar ve
uluslar, uygarlık güçlerine karşı sürekli
özerklik ve bağımsızlık politikaları
ile direniş sergilemişlerdir. Tarihte
bu nedenle ağırlıklı olarak demokratik
konfederal gelenek ağır basar diyoruz.
Uygarlık tarihi boyunca hâkim eğilim
boyun eğme değil, direniştir diyoruz.
Öyle olmasaydı, dünya Firavun Mısır’ı
gibi olurdu. Direnişin, politikanın olmadığı tek bir insan yerelinin, bölgesinin kalmadığını bilmeden tarihi
doğru yorumlayamayız. Latin Amerika, Afrika, Asya halkları halen bütün
renkleri ve kültürleriyle direniyorlarsa,
bu demektir ki tarihleri de böyledir.
Çünkü tarih ‘şimdidir’.
34
Demokratik konfederalizm
özünde ahlaki ve politik
topluma dayanır
Uygarlık güçleriyle demokratik
güçler arasında çoğu kez gerçekleştiği
gibi, kapitalist modernite güçleriyle
demokratik modernite güçleri de birbirlerinin varoluş ve kimliklerini
kabul etme ve demokratik özerk yönetimlerini tanıma temelinde barış
içinde bir arada yaşayabilir. Bu kapsam ve koşullar altında ulus-devletin
sınırları içinde ve dışında demokratik
konfederal siyasi oluşumlarıyla ulusdevlet oluşumları bir arada barış
içinde yaşayabilir. Demokratik konfederalizm ulus-devlet sistematiğinden
kaynaklanan olumsuzlukları aşma
potansiyeline sahip olduğu gibi, toplumu politikleştirmenin de en uygun
aracı konumundadır. Basittir ve uygulanabilir. Her topluluk, etnisite,
kültür, dini cemaat, entelektüel hareket, ekonomik birim vb. birer politik
birim olarak kendilerini özerkçe yapılandırıp ifade edebilirler. Federe
veya özerklik, kendilik denilen kavramı bu çerçeve ve kapsamda değerlendirmek gerekir.
Bu durum gözetildiğinde demokratik konfederalizme ilişkin şunları
söyleyebiliriz:
Demokratik konfederalizm farklı
ve çok katmanlı siyasi oluşumlara
açıktır. Yatay ve dikey farklı siyasi
oluşumlar mevcut toplumun karmaşık
yapısı nedeniyle zorunludur. Merkezi,
yerel ve bölgesel siyasi oluşumları
denge içinde bir arada tutar. Her biri
somut koşullara cevap verdiğinden,
çoğulcu siyasi yapı, toplumsal problemlerin en doğru çözüm yollarını
bulmaya daha yakındır. Kültürel,
etnik, ulusal kimliklerin kendilerini
siyasi oluşumlarla ifade etmeleri en
doğal haklarıdır. Daha doğrusu, ahlaki
ve politik toplumun gereğidir. İster
STÊRKA CİWAN
ulus-devlet, ister cumhuriyet, ister
burjuva demokrasileri biçimlerinde
olsun, devlet gelenekleriyle ilkesel
uzlaşmalara açıktır. İlkeli barış temelinde bir arada yaşayabilir.
Demokratik konfederalizm ahlaki
ve politik topluma dayanır. Kapitalist,
sosyalist, feodal, endüstriyalist, tüketimci, toplum mühendislerine dayalı
benzer şablonist proje toplum çabalarını kapitalist tekellerin kapsamında
görür. Bu tip toplum özünde yoktur,
propagandası vardır. Toplumlar esas
olarak politik ve ahlakidir. Ekonomik,
siyasi, ideolojik ve askeri tekeller
toplumun bu temel doğasını kemirerek
artı-değer, hatta toplumsal haraç peşinde koşan aygıtlardır. Kendi başlarına bir değerleri yoktur. Devrim bile
yeni toplum yaratamaz. Devrimler
ancak toplumun aşındırılan, kadük
bırakılan ahlaki ve politik dokusunu
asıl işlevine kavuşturmak için başvurulan operasyonlar olarak olumlu
rol oynayabilirler. Gerisini ahlaki ve
politik toplumun özgür iradesi belirler.
Demokratik konfederalizm demokratik siyasete dayanır. Ulus-devletin
katı merkezli, düz çizgili, bürokratik
yönetim ve idare anlayışına karşılık,
tüm toplumsal gruplar ve kültürel
kimliklerin kendilerini ifade eden siyasi oluşumlarla toplumun özyönetimini gerçekleştirirler. Çeşitli düzeylerde atamayla değil, seçimle başa
gelen yöneticilerle işler görülür. Asıl
olan meclisli, tartışmalı karar yeteneğidir. Başına buyruk yönetim geçersizdir. Genel merkezî koordinasyon
kurulundan (meclis, komisyon, kongre) yerel kurullara kadar her grup
ve kültürün bünyesine uygun, çok
yapılı, farklılıklar içinde birlik arayan
kurullar demetiyle toplumsal işlerin
demokratik yönetimi ve denetimi
gerçekleştirilir.
Demokratik konfederalizm öz savunmaya dayanır. Askeri tekel olarak
değil, toplumun iç ve dış güvenlik
ihtiyaçlarına göre demokratik organların sıkı kontrolü altında öz savunma
birlikleri temel güçtür. Görevleri, ahlaki ve politik toplumun özgür ve
farklılıklar temelinde eşitlikçi karar
yapısı olarak, demokratik siyaset iradesini geçerli kılmaktır. İçten ve
dıştan bu iradeyi boşa çıkaran, engelleyen, yok eden güçlerin müdahalesini etkisiz kılmaktır. Birliklerin
komuta yapısı hem demokratik siyaset
organlarının, hem de birlik üyelerinin
çifte denetiminde olup, gerek görülürse karşılıklı öneri ve onaylamalarla
rahatlıkla değiştirilebilir.
Merkezi eğilim toplumun değil,
tekelin gereksinim duyduğu bir
idari modeldir.
Demokratik konfederal örgütlenmede genelde hegemonyacılığa,
özelde ideolojik hegemonyacılığa
yer yoktur. Hegemonik ilke klasik
uygarlıklarda geçerlidir. Demokratik
uygarlıklarda ve modernitede hegemonik güçlere ve ideolojilere hoşgörüyle bakılmaz. Farklı ifade ve
demokratik yönetim sınırlarını aşınca, özyönetim ve ifade özgürlüğüyle
etkisiz kılınırlar. Toplum işlerinin
kolektif yönetiminde karşılıklı anlayış, farklı önerilere saygı ve demokratik karar esaslarına bağlılık
şarttır. Bu konuda genel klasik uygarlık ve kapitalist modernite yönetim anlayışıyla ulus-devletin anlayışı çakışmasına rağmen, demokratik uygarlık ve modernitenin yönetim anlayışlarıyla aralarında büyük
farklar ve aykırılıklar vardır.
Aynı zamanda ideolojik hegemonya söz konusu olamaz. Çoğulculuk, farklı görüş ve ideolojiler
arasında da geçerlidir. Yönetimin
kendini ideolojik kamuflajla güçlendirmesine ihtiyacı yoktur. Dola35
yısıyla milliyetçi, dinci, pozitivist
bilimci, cinsiyetçi ideolojilere ihtiyaç
duymadığı gibi, hegemonya kurmaya
da karşıdır. Toplumun ahlaki ve politik yapısını aşındırmadıkça, hegemonya peşinde koşmadıkça, her görüş, düşünce ve inanç serbestçe ifade
edilme hakkına sahiptir.
Demokratik konfederal örgütlenme
süper hegemonik güç denetimindeki
ulus-devletlerin BM’li birlik anlayışına karşılık, ulusal toplumların Dünya Demokratik Konfederal Birliği’nden yanadır. Gerek sayısal gerek
niteliksel olarak, çok daha geniş toplulukları demokratik siyaset kriterlerince Dünya Demokratik Konfederasyonu’nda birleştirmek, daha güvenlikli, barışçıl, ekolojik, adil ve
üretimsel bir dünya için şarttır.
Demokratik konfederalizm sanıldığı
gibi günümüze özgü herhangi bir yönetim biçimi değildir. Tarihte olanca
ağırlığıyla yer bulan bir sistemdir.
Tarih bu anlamda merkezi devletsel
değil, konfederaldir. Devlet formu
çok resmileştiği için tanınmıştır. Fakat
toplumsal yaşam konfederalizme daha
yakındır. Devlet hep merkeziyetçiliğe
koşarken, dayandığı iktidar tekellerinin
çıkarlarını esas almaktadır. Aksi halde
bu çıkarları koruyamaz. Ancak çok
sıkı bir merkeziyetçilik güvence sağlayabilir. Konfederalizm de tersi geçerlidir. Esas aldığı tekel olmayıp
toplum olduğu için, mümkün olduğunca merkeziyetçilikten kaçınmak
durumundadır. Toplumlar homojen
(tek kütle) olmayıp çok sayıda topluluktan, kurum ve farklılıktan oluştuğu için, hepsinin ortak bir ahenk
içinde bütünlüğünü sağlamak, korumak zorunluluğunu duyar. Dolayısıyla
bu çokluklar için aşırı merkeziyetçi
bir yönetim sık sık patlamalara yol
açar. Tarihte bunun sayısız örnekleri
vardır. Demokratik konfederalizm ise
her topluluk, kurum ve farklılığın
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
kendini yansıtmasına uygunluğundan
ötürü daha çok yaşanır. Çok tanınmış
bir sistem olmaması, resmi bir varlığın
hegemonik yapısı ve ideolojisinden
ötürüdür. Resmi tanımı olmasa da,
toplumlar tarihte esas olarak konfederalisttir. Tüm aşiret, kabile, kavim
yönetimleri hep gevşek ilişkiler niteliğindeki konfederalizme izin verir.
Aksi halde iç özerklikleri zedelenir.
Bu ise varlıklarını dağıtır. Hatta imparatorluklar bile iç yapılarında sayısız
farklı yönetime yaslanırlar. Her türlü
kabile, aşiret, kavim yönetimleri, dinsel otoriteler, krallık, hatta cumhuriyet
ve demokrasiler bir imparatorluk bünyesinde birleşebilirler. Bu anlamda
en merkezi sanılan imparatorlukların
bile bir nevi konfederalizm olduğunu
kavramak önemlidir. Merkezi eğilim
toplumun değil, tekelin gereksinim
duyduğu bir idari modeldir.
Kapitalist ve demokratik modernite
farklılıkları, karşıtlıkları sadece bir
idea değil, somutta yaşanan kocaman
iki dünyadır. Tarih boyunca bu iki
dünya diyalektik karşıtlıklar halinde
bazen birbirleriyle amansızca savaşan,
ama aralarında barışları da eksik olmayan bir yolculukla günümüzde de
benzer biçimde ilişki ve çelişkileriyle
bazen çatışmakta, bazen barışmaktadırlar. Sonucu şüphesiz entelektüel,
politik ve etik olarak mevcut sistemik
yapısal bunalımdan doğru, iyi ve
güzel çıkış yapanlar belirleyecektir.
Benim çözüm projem
demokratik özerkliği
esas almaktadır
Kapitalist modernitenin sermayecilik, endüstricilik ve ulus-devletçilik
temelinde varoluş kazanmasına karşılık, demokratik modernitenin demokratik komünalite, eko-endüstriyel
ve demokratik ulus olarak varoluş
kazanabileceğini de kapsamlıca çöMijdar 2010
zümlemeye ve çözmeye çalıştım.
Demokratik komünaliteyi homojen
bir toplum eşitçiliği olarak değil, tek
bir kişiden milyonlarca kişiye kadar
nicelik kazanıp, ahlaki ve politik
toplum niteliğini taşıyan her tür topluluk (kadından erkek topluluğuna,
spor ve sanattan endüstriye, entelektüellerden çobanlara, kabileden
şirketlere, aileden uluslara, köyden
kentlere, yerelden küreselliğe, klandan
küresel topluma kadar her tür toplum)
olarak tanımlamaya çalıştım. Ekoendüstriyel toplum gerçeğini, köytarım toplumuyla kent endüstrisi toplumunun birbirini beslediği ve ekolojiye kesin uyarlanmış eko-endüstriyel topluluklar olarak tanımladım.
Demokratik ulusu ise, temel politik
biçim olan demokratik konfederalist
uygulamalarla etnisiteden dine, kentsel, yerel, bölgesel ve ulusal topluluklara kadar her tür kültürel varoluşların demokratik özerk siyasi oluşumlar halinde oluşturacakları yeni
bir ulus türü, daha doğrusu ulusdevletçi canavarlara karşı çok kimlikli, çok kültürlü ve çok siyasi oluşumlu ulus olarak tanımlayıp çözümlemeye ve çözmeye çalıştım.
Bu tarihi gerçeklik doğrultusunda
demokratik özerklik için şunları söyleyebilirim;
Benim çözüm projem demokratik
özerkliği esas almaktadır. Benim demokratik özerklik projem bir yandan
kendi içinde sınırlarla çatışmayan bir
çözüm, öte yandan da esasında evrensel hegemonyayı reddeden ama
çatışmayan, kendi ilkelerini korumak
şartıyla, bu “imparatorluk” da denen
küresel hegemonyanın içinde erimeden varlığını sürdürebilen bir çözümdür. Bu çözüm demokratik konfederalizmin ilkelerini de ihtiva eder. Siyasal, sosyal-kültürel, ekonomik, diplomatik, güvenlik ve hukuk demiştim.
Demokratik özerklik belirttiğim bu
36
altı ilkeyi ihtiva eder. Bu meselenin
demokratik özerklik temelinde çözümü bütün Ortadoğu’yu aydınlatacaktır. İtalya ve İspanya için de bir
model olacaktır. Benim devlet ve iktidar konusundaki görüşlerim Gramsci’nin görüşleriyle paraleldir. Marks,
ulus-devleti kabul etti. Fakat ben
kabul etmiyorum. Avrupa’nın şu an
yaşadığı krizin temel sebebi de, yine
bu ulus-devlet yapılanması ve anlayışıdır. Bizim öngörümüz ve amacımız
bu çözümü barışçıl yollardan en az
hasarla sağlamaktır.
Demokratik özerkliği şöyle izah
edebiliriz; Demokratik ulus bir ruh
ise demokratik özerklik ise bedendir.
Demokratik özerklik demokratik ulus
inşasının ete kemiğe bürünmüş halidir.Onun somutlaşmış, bedenleşmiş
halidir. Demokratik özerkliğin birkaç
unsuru veya boyutu vardır:
1-Siyasi Boyut: Bu boyutta bir
meclis olur. Ya da halkın bir kongresi
olur. Bu kongre demokratik toplum
kongresidir. Bu kongrenin bir de küçük bir yürütme kurulu olur.
2-Hukuki Boyut: Demokratik
özerklik projesinin hukuki statüsünü
ifade eder. Biz buna statü diyelim.
Katalanlar da bunu ‘status’ olarak
ifade ediyorlar. Bu çok önemli. Hukuki olarak Kürtlerin statüsü ne olacak? Siz hukuku biliyorsunuz. Anayasa ve yasalara yansıtılır. Yasalar
demokratik özerkliğin çerçevesinin
içeriğini belirler.
3-Ekonomik Boyut : İnşa edilen
demokratik ulusun bir de ekonomik
politikası olur. Nasıl bir ekonomi olmalıdır, bu belirlenir. Barajlar, yeraltı-yerüstü kaynakların bir politikası
olur. Vergiler alınacak ise nasıl ve
ne kadar alınır? Ekonomik boyutla
bunlar belirlenir. Ekonomik sistem
olarak kapitalizmi kabul edemeyiz.
Belki kapitalizmi tam olarak ortadan
kaldıramayız ama önemli oranda ka-
STÊRKA CİWAN
pitalist ekonomik sistemi değiştirebilir, onu aşındırabilir, kendi ekonomik sistemimizi kurabiliriz. Bu sistemde halkın ekonomisi olur. Bir
kısmını da özel ekonomi oluşturur.
Yani özel şirketler olur. Bütün bunlar
tartışılmalıdır.
4-Kültürel Boyut: Kültürel boyut
daha çok dil, anadilde eğitimi, tarih
ve sanatı kapsar. Kürtçe’nin Türkçe
ile ilişkisi nasıl olmalıdır, anadilde
eğitim nasıl yapılabilir, demokratik
ulusun dil politikası nasıl olacak,
bunlar tartışılmalıdır. Bir eğitim politikası oluşturulmalıdır. Kürtler kültürel soykırımı da tam olarak nasıl
aşabilir? Kültürel soykırım bu konuda
yapılacak tartışmalarla aşılmalıdır.
5-Öz savunma Boyutu: Biz buna
güvenlik boyutu da diyebiliriz. Burada
soykırımı ele alıyoruz. Kürtler soykırımdan nasıl kurtulabilir? Bu durumu somutlaştırmalıdırlar.
Burada soykırım tüm soykırım çeşitlerini kapsar. Sadece fiziki değil,
kültürel ve her çeşit soykırımdan bahsediyorum. Kürtlerin bir öz savunma
durumuna kavuşması sağlanır.Toplum
burada kendi öz savunmasını kurar.
Bununla sadece elde silah bir durumu
kastetmiyorum. Öz savunma KCK,
PKK tarzı silahlı yapıyı değil halkın
kendi güvenliğini sağlamasıdır. Demokratik toplumun her alanda örgütlenmesini, kurumsallaşmasını, kendi
güvenlik sistemine kavuşmasını ifade
ediyorum. Bunu daha fazla halk tartışır,
farklı sonuçlara ulaşabilirler. Mesela
çocuklarını askere gönderecekler mi?
Askeriyede yer alacaklar mı, bunlar
tartışılır. Mesela korucular nasıl lağvedilecek, koruculuk meselesi nasıl
halledilecek? Bunlar tartışılmalıdır.
Bu güvenlik boyutu, halkın öz savunması ekmek-su-hava kadar önemlidir. Bu olmadan yaşanmaz.
Demokratik özerkliğin güvenlik
boyutu bazı aydınlar tarafından farklı
devlet arayışı olarak yorumlanıyor.
Bunun da farkındayım. Bu konu
yanlış anlaşılıyor. Şunu söylemek istiyorum. Mevcut askeri yapı içinde
Kürtler yer alacak mı, almayacak
mı? Polis-emniyet yapısı içinde Kürtler yer alacak mı, almayacak mı? Bu
kurumların Kürtlere bakışı ne olacak?
Kürtler kendisini nasıl koruyacak,
güvenliğini nasıl garantiye alacak?
Bunlar çok önemli konulardır. Bu
konular üzerinde ileride çok geniş
duracağım. Bu güvenlik boyutunu
BDP de, PKK de tek başına yapamaz,
bunu ben yürüteceğim, bu konulara
ileride ayrıntılı olarak değineceğim.
6-Diplomasi Boyutu: Bu da Kürtlerin diğer halklarla, toplumlarla olan
ilişkilerini ele alır. Komşu-çevre ülkeler
ve diğer parçadaki Kürtlerle ilişkiler
olur. Diğer toplumlar ile nasıl bir ilişki
istiyoruz, onlarla nasıl yaşamalıyız?
Diplomasi boyutu bunu karşılar. Daha
fazla uzatılabilir, ancak bu altı boyut
yeterlidir. Bir çerçevedir, ana hatları
bunlardır. Bu boyutların her birine
ilişkin birden fazla komisyon olur ve
bunlar üzerinde çalışmalar olur.
37
Demokratik özerklik ve demokratik
anayasa ayrı şeylerdir. Demokratik
anayasa çalışmalarını tüm Türkiye
genelinde yapacak ve Türkiye genelindeki sivil toplum örgütleriyle görüşecek BDP’dir. BDP’nin görevidir.
BDP’nin demokratik anayasaya ilişkin
yoğun bir çalışması olmalı. Demokratik anayasaya ilişkin bir projeleri
olsun. KCK, PKK demokratik özerklik sistemi içinde kendi yerini belirleyecektir. Bu onların bileceği bir
iştir. Kürtler, DTK, BDP bunlar nasıl
bir yaşam isteyeceklerini tartışacaklar,
buna karar verecekler. Bunu gece
gündüz tartışacaklar.
Demokratik özerklik kurumları kapsamlıdır. Kültürel, ekonomik, siyasi,
hukuki, güvenlik ve diplomasi. Her
konuda derin tartışmalar yapılabilir.
Akademilerde bu tartışmanın zemini
oluşturulabilir. Halk analiz ve çözümlerini Kent Meclislerinde karara bağlayabilir. Örnek olsun diye söylüyorum, mesela Diyarbakır’da yoğun örgütlenmelerle birlikte bazı birlikler
oluşturulabilir. Demokratik Esnaflar
Birliği, Demokratik Sanatçılar Birliği,
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
Demokratik Sporcular Birliği... gibi.
Bunun gibi pekçok demokratik birlik
oluşturulabilir. Bu birlikler temsilini
Kent Meclislerinde bulur. Demokratik
özerklik, demokratik ulusla ruh ve
beden gibidir. Demokratik ulus ruhsa,
demokratik özerklik bedendir. Yani
demokratik özerklik bedense demokratik ulus ruhtur, birbirlerini bu şekilde tamamlarlar, birbirlerinden ayrılmazlar. Ruh-beden ilişkisi de bu
şekildedir. Beden olmazsa ruh, ruh
olmazsa beden olmaz. Demokratik
ulus olmazsa demokratik özerklik olmaz, demokratik özerklik olmazsa
demokratik ulus olmaz.
Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik projesi etnisiteye ve
coğrafi sınırlara dayanmıyor. Bizim
demokratik özerklik anlayışımızda tek
etnisite anlayışı, tek coğrafya anlayışı
yok. Bu konulara “Özgürlük Sosyolojisi” adlı savunmamda oldukça ayrıntılı olarak değinmiştim. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir.
Bizde tek başına Kürtlük anlayışı yoktur. Bu anlayışla hareket etmiyoruz.
Bizim ortaya koyduğumuz demokratik
Mijdar 2010
özerklik modeli tek başına Kürtlüğe,
Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Örneğin Hatay’da, Adana’da da bir demokratik
özerklik kurulabilir. Orada Araplar
kendilerini ağırlıklı ifade ederler. Bizim
demokratik özerklik anlayışımız tek
bir inanca da dayanmıyor. Halklara
dayanıyor, hatta tek başına halklar
diye ifade etmem de eksik kalır. Değişik
toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır.
Bahsettiğimiz demokratik özerklik sadece Kürdistan’a ilişkin değil, Ege,
Karadeniz, Orta Anadolu’ya da ilişkindir. Burada önemli olan kapitalist
moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet
anlayışının sorgulanması ve aşılmasıdır.
Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir. Biz kapitalist moderniteyle
ortaya çıkan dört yüz yıllık ulus-devlet
deneyimini sorguluyoruz. Ulus-devlet
modelinin halklara, toplumsal sınıflara,
toplumsal tabakalara, toplumsal kesimlere dar geldiğini, yetmediğini görmek zorundayız. Nitekim Avrupa bile
bu konuları tartışmaya ve aşmaya başladı. Ulus-devlet merkezli kapitalist
38
anlayış aşılmak zorundadır. Sosyolog
Weber’in benim de katıldığım “Demir
Kafes Teorisi” var. Bu teoriye göre
ulus-devlet, toplumu boynundan demir
kafese alıyor ve kendine tutsak ediyor.
Toplum bu demir kafesin içinde esir
ediliyor. Ulus-devletin toplum üzerindeki tahribatı bu teoriyle izah edilebilir. Ulus-devletin kurduğu bu kafes
topluma dar geliyor. Bizim de yapmaya çalıştığımız ulus-devletin bu
tahribatlarını gidermektir.
Demokratik özerklik, ulus-devlet
karşısında en doğru,
uygulanabilir bir seçenektir
Türkiye’de de mevcut ulus-devlet
anlayışı sorunları çözmekten ziyade
sorunun kaynağını teşkil etmektedir.
Bu sistem Ortadoğu ve Türkiye toplum
gerçekliğine aykırıdır, aşılmak zorundadır. Türkiye mevcut haliyle hiçbir
kesime cevap olamamaktadır, tatmin
edememektedir. Türkiye’de varolan
bu ulus-devlet anlayışı her taraftan
yontulmaya başlanmıştır. Böyle bir
süreç başladı Türkiye’de. Her kesim
bir köşeden bu ulus-devleti yontmaya
çalışıyor. Burada biz Kürtlere düşen
görev belki de bu konularda öncülük
etmektir. Biz demokratik özerklik projesini kendimizle sınırlandırmıyoruz.
Salt Kürtlük etnisitesine dayandırmıyoruz. Kürtler bugün bunun öncülüğünü yapabilir ancak bu demokratik
özerklik anlayışı bütün Türkiye’yi
kapsayan bir projedir. Burada görülmesi
gereken ulus-devlet anlayışıyla Türkiye’nin yönetilemeyeceğidir. Demokratik özerklik, ulus-devlet karşısında
en doğru, uygulanabilir bir seçenektir.
Sadece Kürtler için değil her yerde,
Türkiye’de, Ortadoğu’da uygulanabilir
bir seçenektir. Burada demokratik
özerklik yönetiminde önemli olan toplumun yönetim iradesidir. Toplum
devletin belli yetkilerini ele geçirip
STÊRKA CİWAN
kendi yönetim anlayışını geliştirir.
Devletin elinde kalan yetkiler sınırlı
bazı yetkiler olacaktır. Toplum, merkezi
devleti sınırlayarak kendi yetkileriyle
kendini yönetecektir. Önemli olan
devletin sınırlandırılmasıdır. Ben buna
merkezin yetkilerini topluma devretmek diyorum. Burada sadece halk da
demiyorum, toplum diyorum.
Bahsettiğim gibi Kürtler sadece
Türkiye’de bunun öncülüğünü yapmıyorlar. Bu proje Türkiye ile de sınırlı değildir. Irak için de Ortadoğu
için de geçerlidir. Burada da uygulanır,
gelişir. Bu gelişmeler birbirlerini besler, birbirlerinden haberdar bir şekilde
gelişir. Ulus-devleti hemen ortadan
kaldıracağız demiyorum. Fakat ulusdevleti olduğu gibi de kabul edemeyiz.
Ulus-devlet belki hemen aşılamaz.
Bunun farkındayız. Ancak ulus-devletle yetinmeyeceğiz. Ulus-devleti
idare etmeye de niyetimiz yok.
Türkiye’de de yaratılmaya çalışılan
tek ulus inşaasıdır. Cumhuriyet tarihinde yaratılmak istenen ulus kimliği
Türklük kimliğidir. Hatta ben buna
daha önce “Türk olmayan Türkçü
ideoloji” demiştim. Böyle tanımlamıştım. Burada yanlış anlaşılmasın,
daha önce de söylemiştim, Yahudi
düşmanlığı, anti-semitislik yapmıyorum. Ancak tarihsel bir gerçeklik olarak “Türk olmayan Türkçü
ideoloji”de Yahudilerin rol aldığını
söylemek zorundayım. Ben daha önceleri buna “Anadolu Siyonizmi” de
demiştim. Yahudiler bu Türkçü ideolojiyi geliştirerek Türkiye’de ulusdevleti inşa ettiler. Türkiye’deki ulusdevletin temelinde bu ideoloji vardır.
Kürtler kendi iç güvenliklerini
kendileri sağlamalıdırlar
Bu faşist-Türkçü anlayış biliyorsunuz,0 İttihat Terakki’de de ifadesini
bulur. Bir ulus inşa etme adına bütün
farklı dil ve kültürler, kimlikler ve
inançlar tek tipleştirilmeye çalışılmıştır. Bu İttihat Terakki faşizmi
Hitler faşizmine bile fikir babalığı
yapmış, Hitler faşizmini cesaretlendirmiştir. Biz demokratik özerklik
derken bu tarihsel haksızlığa vurgu
yapıyoruz. “Cumhuriyetin kuruluşunda varsınız ama içinde yoksunuz”
haksızlığıdır bu. İlan edilecek demokratik özerklik Türkiye’nin cumhuriyet tarihine de bir eleştiri sunmalıdır.
Hatta kendilerine benim adıma şu da
iletilebilir: Demokratik özerkliğin
39
ilanı 1919-1922’nin güncellenmesi
olmalıdır. Biliyorsunuz, o yıllarda
Mustafa Kemal, Erzurum’daki kongreye delegeliği düşen Bitlis delegesinin yerine Bitlis delegesi olarak
yani Kürt delegesi olarak Erzurum
Kongresi’ne katılıyor. İşte biz, bu tarihin güncellenmesini istiyoruz. Niye
güncellenmesi gerektiğini söylüyorum. Bu yıllar arasında demokratik
özerkliğin tarihsel kökleri var. Bir
de 1925’teki kırılmanın-provokasyonun-komplonun, ilişkilerdeki bozulmanın iyi anlaşılması gerekir.
Demokratik özerklikle birlikte Kürtler ulus olma hakkını, tarihsel haklarını, diğer kimlikler de kendi demokratik haklarını, azınlık haklarını elde
ederler. Kürtler sosyal, siyasal, kültürel
konumları gereği demokratik özerkliğe
en yatkın toplumsal kesimdir. Kürtler
bu özelliğiyle demokratik özerkliğin
ve Türkiye demokrasisinin öncülüğünü yapabilirler. Kürtlerin demokratik özerkliği, kademe kademe Türkiye’nin her tarafına yayılır. Sadece
Kürtlere ait bir proje değil. Aslında
Başbuğ’un korktuğu, tehlike olarak
gördüğü husus budur.
Çözümün gelişmemesi durumunda
Kürdistan’da ikili iktidar durumu ortaya çıkar. Bir taraftan KCK iktidarı
diğer taraftan devlet iktidarı olur. Bu
şekliyle yürür. İşte Kosova, Kuzey
Kıbrıs gibi bağımsızlığını ilan eder.
Devletle ilişkilerini de tümden keser
ve bir beklenti içine girmez. Demokratik özerklikte devlet karşıtlığı yoktur. Kürtler güvenlikten spora kadar
tüm alanlarda devlete ihtiyaç duymadan kendi toplumsal örgütlüğünü
geliştirmelidir. Sosyal, ekonomik, kültürel örgütlenmelerini gerçekleştirmelidir. Kürtler kendi iç güvenliklerini
sağlamalılar. Bunun için devletin bunları kabul etmesini beklememeliler.
***
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
G
E
R
İ
L
Dağların İntikam Yemini
L
A
Berivan SİİRT
“Amed arkadaş, yaşam
duruşu, komutanlık tarzı,
ideolojiye yaklaşımı ve
kadın özgürlük
hareketine yaklaşımıyla
farklı ve mütevazi bir
arkadaştı. Her
davranışıyla örnek
alınabilecek bir
arkadaştı”
Mijdar 2010
Adı, namı, tarihteki kadim yeriyle
bilinen Zagroslarda gerillacılık yapıyordum. Gerillaya katılmadan öncede Zagroslar hakkında çok şey okumuş ve
duymuştum. Çocukluk günlerimde ninem Zagroslara ilişkin anlattığı hikayelerle bizi uyutuyordu. Tabii bunları o
zaman anlamıyordum.
Büyüyüp dağlara bir gerilla olarak
geldiğimde ve Zagroslarda gerillacılık
yapmaya başladıktan sonra ninemin
bizi uyutmak için anlattığı hikayelere
anlam vermeye başladım. Sadece ninemin anlattığı hikayelere anlam vermeye çalışmıyordum. Aynı zamanda
yeni hikayelerin birer kahramanı olarak
bu dağlarda yaşamaya başladığımızın
da farkına varıyordum. Çünkü artık
bundan böyle Zagroslara ilişkin anlatılan
hikayelere bizim de hikayemiz ekleniyordu. Zaten bizden önce o dağlarda
yürüyen, mücadele eden yüzlerce, binlerce yoldaşımızın hikayeleri bu hikayelere yenisini eklemişti. Biz de onların
hikayelerinin üzerine yeni hikayelere
ekleyecektik. Ve gelecek tarihi kesit
bu kez bizim hikayelerimizle dolu olacaktı. Hareket olarak yeni bir tarih yazmak amacıyla yola çıkmamış mıydık?
Ters yüz edilen tarihi ayakları üzerinde
doğrultmak için kadim tarihin yaşandığı
ve gerçek yaşam alanı olan yerleri mekan tutmamış mıydık? Ama ne yazık
ki eski tarihte olduğu gibi yeni tarihte
büyük acılarla yazılacaktı. Zaten bizden
önce canını feda eden yoldaşlarımızın
acıları bunu kanıtlamıştı bile.
40
2006 yılında Zagrosun güzelliklerini
yaşayarak mücadelemize devam ediyorduk ve etmeye devam edecektik.
Ama düşmanımız geçmiş tarihte olduğu
gibi günümüzde de bize Zagrosların güzelliklerini yaşatmamaya kararlıydı. Çünkü durmadan bizi imha etmek amacıyla
operasyonlar gerçekleştiriyordu. Bizi
kendi ülkemizin dağlarından koparmak
için her şey yapıyordu. Her şeyi bizi
vurmak, Kürt halkının acılarına yeni
acılar eklemek için yapıyordu. Bu amaçla
yazın sonlarına doğru gerçekleştirdiği
bir nokta baskını operasyonuyla altı arkadaşımızı şehit düşürmüştü. Söz konusu
operasyonda Levent, Zilan, Şaho, Latif,
Agit, Seyvan adında altı arkadaşımız
şehit düşmüştü. Gerilla ne ahını ne de
intikamını yerde bırakmamıştı bu güne
kadar ve bu günden sonra da böyle olacaktı. O yüzden biz de onların intikamını
almak için yemin ettik. Hiç bir yoldaşımızın kanını yerde bırakmadığımız gibi
bu yoldaşlarımızın da kanlarını yerde
bırakmamaya kararlıydık. Öyle ki birçok
arkadaş, bu arkadaşların intikamını almadan yiyeceğimiz yemek bize haramdır,
diyordu.
Zaten Zagroslarda da Cilo gücü
olarak hareket ediyorduk. Ve o sırada
Geliyê Zap taraflarında kalıyorduk. Arkadaşlarımızın intikamını almak için
yönelebileceğimiz hedefler arasında
Geman karakolu vardı. Yönetimdeki
arkadaşlar o karakola yönelik bir intikam
eylemi yapmamızı kararlaştırdılar. Geman’a intikam eylemi için gidecektik.
STÊRKA CİWAN
Bu eylem uzun zamandan sonra Zagrosta yapılan ilk saldırı eylemi olacaktı. Eyleme kol komutanı olarak
çok değer verdiğim Amed arkadaş
geliyordu. Amed arkadaş eski bir arkadaştı Amed alanından yeni gelmişti.
Zagroslarda daha önce kalmıştı. Ancak
Amed Eyaletine gidip geldikten sonra
Zagroslara geri dönmüştü. Eylemin
temel amacı şehit düşen arkadaşlarımızın intikamını almaktı. Ama bu
eylemin benim açımdan çok farklı
anlamı vardı. Birincisi bu katılacağım
ilk eylem olacaktı. O heyecanla gidecektim. İkinci ve asıl olanı ise arkadaşlarımızın intikamını almak
amacıyla gerçekleştireceğimiz eylem
olmasıydı. Eylem yerine varmak için
üç dört günlük yol yürümemiz gerekiyordu. Eylem kararı alındıktan sonra
eylem yerine gitmek için dört günlük
yürüyüşle eylem yapacağımız Geman
karakolunun yakınlarına vardık.
Eylem geçekleştirmeyi planladığımız gün 1 Eylül 2006’ya denk geliyordu. Yani eylemimiz o geceye denk
gelmişti. Eylem öncesi böyle bir tarihte
böyle bir şey olabilir mi diye
tartışmıştık. Hatta eylemi bile yapıp
yapmama konusunda bile tartışmalar
yürüttük. Ama üç dört günlük yürüyüş
gerçekleştirmiştik, her şey planlanmıştı. 1 Eylül Dünya Barış Gününde
böyle bir eylem yapmak ideolojimize
de yakışmıyordu. Hepimiz bunun bilincindeydik ama koşullarımız zamanı
ayarlamak için uygun değildi. Realitemiz istediğimiz zaman eylem yapmamızın önünde biraz zorlayıcı oluyordu. Çünkü bir eylem planlamak,
gerçekleştirmek için hazırlıklar yapmak o kadar kolay bir şey değil.
Büyük riskleri göze alarak bunların
hepsini yapıyorsun. O yüzden ertelemeyi de düşünmedik. Çünkü bir daha
öyle bir fırsat da yakalamayabilirdik.
Kaldı ki savaş zaten an meselesidir.
Yani yakaladığın anda bir şeyler yap-
mak zorundasın. Önceleri tarihi çok
iyi hesaplayamamıştık, arkadaşlarımız
şehit düşmüştü ve biz onların
intikamını almak istiyorduk.
Biz devrim yolunun
yoldaşlarıyız
Yolda Amed arkadaşla bu durumu
epey tartıştık. İçimizdeki en tecrübeli
arkadaş oydu. Hani içimizde
mayınlama ya da suikast eylemlerine
katılanlar olmuştu ama içimizde
onun kadar tecrübeli olan yoktu.
Onun dışında öyle ciddi eylemlere
katılan yok denecek kadar azdı. Geman’a vardıktan sonra planlama temelinde bir saldırıyla eylemi
başlattık. Uzun yıllardan sonra gerçekleşen ilk saldırı eylemi olduğu
için düşman bir şoku yaşıyordu. İlk
saldırıdan sonra düşman kısa süre
içinde yaşadığı şoku atlatınca eylem
çatışmaya dönüştü. Ancak düşman
şoku atlatana kadar 10 ölü 12 yaralı
vermişti. Yaklaşık bir saat kadar
çatışma sürdü. Eylemden alacağımız
sonucu almış ve artık geri çekilme
yapmamız gerekiyordu.
41
O sırada eylem Koordine cihazları
durmadan Amed arkadaşa çağırı
yapıyordu. Ama Amed arkadaş cevap
vermiyordu. Hepimizde bir panik bir
merak yaşanmaya başladı. Hepimiz
acaba Amed arkadaşa bir şey mi oldu
diye kendi kendimize sormaya
başladık. Biz de seslenelim dedik
çünkü sesimiz gidecek kadar yakın
mesafedeydik. Biz seslendik ama bize
Amed arkadaş değil de başka bir arkadaş cevap verdi. Artık yavaş yavaş
geri çekilmeye başlamıştık. Tepeden
çıkmaya başladığımız zaman yavaş
yavaş toplanıyorduk. Amed arkadaşın
bulunduğu kol biraz ağır geri çekiliyordu. Geldiklerinde yanlarında Amed
arkadaşın cenazesinin olduğunu gördük. Korktuğumuz ama hiç kimseye
söyleyemediğimiz başımıza gelmişti.
Kol komutanımız Amed arkadaş şehit
düşmüştü. Durumu koordineye
aktardık. Koordine acil bir şekilde
Amed arkadaşın cenazesini alıp geri
çekilmemizi istedi. Bu saldırı esnasında
yaralananlar da olmuştu. Yine kol komutanlarımızdan Rıfat arkadaş yaralanmıştı. İki yaralımız ve bir kaybımız
vardı. Çok ağır bir şekilde geri çekilme
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
yapıyorduk. Düşman bunu fırsat bilerek
her yerden bize saldırmaya başladı.
Mermi yağmuru altında çekiliyorduk.
Eylem gerçekleştirdiğimiz karakol ve
tepe Hakkari’ye çok yakın olduğu
için erkenden kobralarda geldi. Saldırılar yoğunlaşınca artık cenazeyi götüremez olduk. O yüzden Amed arkadaşın cenazesini sakladık. Ardından
yaralılarımızı alıp hızla oradan uzaklaştık. Geri çekilmemizi sağlam bir
şekilde gerçekleştirdik ve noktaya
ulaştık. Noktaya ulaştık ama bir eksikle
ulaşmıştık. Noktaya ulaştıktan sonra
kaybımızın ağırlığı daha da çok üstümüze çökmeye başladı. Çünkü Amed
arkadaşın şahadeti hiçbirimizin beklemediği bir kayıptı.
Amed arkadaş, yaşam duruşu, komutanlık tarzı, ideolojiye ve kadın
özgürlük hareketine yaklaşımıyla farklı
ve mütevazi bir arkadaştı. Her
davranışıyla örnek alınabilecek birisiydi. Hep “biz devrim yolunun yoldaşlarıyız” derdi. “Birbirimize bir
yaklaşımız olacaksa yoldaşça olmalı,
bizi birbirimizle tanıştıran bu devrimse
bu devrime yakışır olmalı” diyordu
sürekli. Sağlam bir ideolojik duruşa
Mijdar 2010
sahip bir arkadaştı. Amed arkadaş “insan, PKK’de büyüyecekse emeğiyle
büyümeli” diyerek emekten yana devrimci duruşunu ortaya koyuyordu her
zaman. İnsanın kendi öz emeğine çok
değer verirdi. Hem yaşam boyutuyla
hem ideolojik anlamda herkesin kendisini eğitebilmesi kendi kendine yetebilmesi gerektiğini ve bunların temel
noktalar olduğunu bize öğütlerdi.
Bunları bize söylerken kendi yaşam
tecrübesinden aktardığı için hepimiz
onu dinlemekten onun dediklerini
uygulamaktan heyecan duyardık. İç
eyaletlerde çok kalmıştı zaten en son
olarak da Amed eyaletinden gelmişti.
Yoldaşlığında sınır tanımazdı. Nerede
Yoldaşlıkta bencillik yoktur
bir yoldaşının ona ihtiyacı olsaydı
bayan erkek ayrımı yapmadan yanında
olurdu. Yaşamda üstten bir duruşu
olmadığı için herkes onu kendisine
çok yakın bulurdu.
Amed arkadaş sigara içerdi. Yine
bölüğümüzde de bir çok arkadaş
sigara içiyordu. Amed arkadaşın
farklılığı şöyleydi. Sigara varken kimseye sigara ikram
etmezdi. Sigara
olduğu dönemler
kendi cebinden
sigarasını çıkarır
kimseye ikram
etmeden içerdi.
Ama sigaramız
olmadığı zaman
o hemen sigarasını cebinden
çıkarır arkadaşlara ikram ederdi.
Biz merak ederdik neden bize sigara olduğu zaman ikram etmiyorsun da böyle
olmadığı zaman42
lar ikram ediyorsun diye sorduğumuzda, O “sigara varken ben arkadaşlarımı zehirlemek istemem ama
bir ihtiyaca dönüştü mü
arkadaşlarımın ihtiyacını karşılarım”
diye cevaplardı.
Yoldaşlıkta bencilik yoktur diyerek
PKK gerillalarının yoldaşlığının
sınırlarını çiziyordu.
O geri çekilmeden sonra iki üç
defa Amed arkadaşın cenazesini almak için gittik her seferinde pusuya
düşüp geri gelmek zorunda kaldık.
Ama hiçbir zaman cenazesini almaktan vazgeçmedik. Kışa kadar cenazesini alma mücadelesini verdik.
Kışa doğru gittiğimizde cenazesini
aldık. Getirip Zagroslarda adına
yaptığımız şehitliğe gömdük. Amed
arkadaş bir dağ ve dağlar içinde de
bir Zagroslar sevdalısıydı. Çok sevdalısı olduğu dağlarda yıllarca yaşadı.
Yanında yüzlerce arkadaş şehit
düşmüştü. Bu arkadaşların hepsinin
acısı Amed arkadaşın yüz hatlarını
oluşuyordu. İnsan yüzündeki hüznünden arkadaşlarına olan bağlılığını
görürdü. Zaten sonuçta yine şehit
düşen arkadaşlarımız için gerçekleştirdiğimiz bir eylemde şehit düştü.
Yoldaşlarımızın intikamını almak
için canını verdi. Kendisini toprağa
emanet etti. Ve yüreklerimizde büyük
acılar bırakarak aramızdan ayrıldı.
Yüreklerimize bir fide olarak ekildi.
Yarının meyve veren ağacı olarak
yeşerecek. O hep yüreğimizde yaşayacak. Yoldaşı için canını veren bir
yoldaşı bırakalım unutmayı ona layık
olmadan yaşamayı bile asla hiçbir
Kürt gerillası düşünemez.
Gerilla yaşamımda hiçbir zaman
unutamayacağım bir anım bu olurken,
hiçbir zaman unutamayacağım bir
komutanım da bu eylemde şehit düşen
Amed arkadaş oldu.
***
STÊRKA CİWAN
T
A
R
İ
H
Kürdistan’da yeni bir tarihin miladı
PKK’nin kuruluş kongresi
Duran KALKAN
“PKK kuruluş kongresine
doğru giderken Apocu
hareket; gençlik hareketi
olmayı aşmış, bir halk
hareketi düzeyine özellikle
de Kürdistan’ın orta
kesimlerinde; Urfa,
Mardin, Diyarbakır ve
Batman’da yine
Bingöl- Dersim ve Serhat
hattına kadar ulaşmıştır”
"Neden parti?" sorusu, doğal olarak
"nasıl bir parti?" sorusunu da gündeme
getiriyor. Bu çerçeve de verilecek olan
cevap da, ancak koşullara uygun özellikler taşıyan bir partileşme olursa
anlam buluyor. O nedenle de PKK doğuşu ve gelişimi içerisinde; “nasıl bir
parti olmalı?” sorusu her zaman önemli
bir gündem oluşturmuştur.
Burada öncelikle şunu belirtmemizde
yarar vardır: Önder Apo, hem örgüte,
hem de partiye çok yüksek değer biçmiş
ve önem vermiştir. Her zaman Önderliksel yaklaşım böyle olmuştur. Kürdistan toplumunun atomlarına kadar
parçalanmış olması, hücrelerine kadar
örgütlenmesinin dağıtılmış bulunması
böyle bir yaklaşımı gerekli kılmıştır.
Kürt toplumunun örgütten başka herhangi güç kaynağına sahip olmaması,
kuşkusuz Kürt toplumu için; özgür, demokratik gelişimi açısından örgütün ne
kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Önder Apo daha baştan itibaren bu gerçeği gömüştür ve bu nedenle de örgütü,
disiplinli ve örgütlü duruşu her zaman
önemsemiş, her şeyin üstünde tutmuştur.
Önder Apo, parti örgütüne çok büyük
ciddiyetle yaklaşmıştır. Partiyi, sadece
bir örgüt olarak görmemiştir. (Kaldı
ki, örgüte de çok büyük bir önem vermiştir) Onunla birlikte parti örgütünün,
salt bir örgüt olmaktan öteye, Kürt toplumu için bir ulusal ruh, duygu, bilinç,
karakter, duruş, davranış, tutum ortaya
43
çıkartacağını daha baştan bildiği için;
partinin Kürt insanının ve halkının kimliği olacağını, ancak Kürdistan’da işlerin
böyle bir öncü örgütle başarılabileceğini
daha baştan değerlendirmiş ve partiye
her şeyin başında, her şeyden öncelikli
ve önemli bir yer biçmiştir.
Önder Apo partiyi adeta kutsallık
derecesinde ele almıştır. Her şeye hakaret edilmesine göz yumabileceğini,
ama partiyle oynanmasına asla göz
yummayacağını her vesileyle dile getirmiştir. Çünkü Kürdistan’da, Kürt
toplumunda yaratılacaksa her tür değer,
en küçüğünden en büyüğüne kadar herşey ancak parti ile, parti bilinci, ruhu,
disiplini ve örgütlülüğü ile yaratılabileceğine, partisiz hiçbir şeyin Kürdistan’da elde edilemeyeceğine daha baştan
itibaren inanmıştır. O nedenledir ki,
PKK mücadelesi içerisinde örgüt ve
parti konusu her zaman önem taşımıştır.
Daha ilk çıkışla birlikte bir parti olunma
hedefi ortaya konulmuştur. Ama “nasıl
bir parti?” sorusuna da yanıt aranmıştır.
Sonuçta bulunan cevap ise; gerçekten
her şeyiyle Kürt insanını, Kürt toplumunu yeniden yaratacak, Kürt insanının
ve toplumunun ruhu, bilinci, duygusu,
davranışı olacak, Kürt insanını ve toplumunu şekillendirecek ve yeniden biçimlendirecek bir partinin oluşturulması
öngörülmüştür. PKK’nin oluşumuna
gidilirken, PKK gibi bir partileşme öngörülürken, parti anlayışı bu biçimde
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
şekillenmiştir. Yoksa öyle sokakta
var olan egemen düzen partileri gibi
ya da reel sosyalizmin çürümüş, bürokratikleşmiş partileri gibi bir parti
asla düşünülmemiş, öngörülmemiş
ve kabul edilmemiştir.
Onun için de daha ilk başlardan
itibaren bütün görevlerin başarıyla
yerine getirmenin ön koşulu olarak
partileşmek öngörülürken, aynı zamanda böyle bir parti yaratma çabası
düşünsel ve pratik olarak sürekli geliştirilmiştir. Bu çerçeve de “Nasıl
bir partileşme gerçekleşmeli?” sorusu
hep tartışılmıştır. Adeta böyle bir
parti adım adım yaratılmıştır.
PKK’yi bir anlaşmayla ya da bir
program ve tüzüğün kabul edilmesiyle,
bir-iki günlük yapılan toplantıyla kurulmuş bir parti olarak görmek, değerlendirmek kesinlikle yanlıştır.
PKK, bir doğuştur, bir şekillenmedir,
mücadele süreci içerisinde ortaya çıkan bir oluşumdur.
Öğrenci gençlik yaşamı grup
döneminde ölçü kazandırdı
Belli bir ideolojik çerçeve oluşup,
ideolojik gruplaşma yaratıldıktan sonra, hem partileşme kaçınılmaz hale
gelir, hem de partinin özelliklerinin
ne olacağı, nasıl şekilleneceği ip uçları
biçiminde ortaya çıkmış olur. Nitekim
bir ideolojik grup olarak şekillendikten
itibaren PKK’nin nasıl oluşacağı,
hangi özellikleri üzerinde gelişen bir
parti olacağı da az çok belirginlik kazanmaya başlamıştır. Şunu iyi biliyoruz
ki, PKK’nin doğuşu ve gelişimi Önder
Apo’nun ölçü, özellik ve yaşam tarzıyla belirlenmiştir.
Bununla birlikte bir de, öğrenci
dayanışması ve komünalizmi etrafında
doğup gelişen bir ideolojik gruplaşma
dönemi vardır. Öğrenci gençlik; ütopik, idealleri çok olan, düşünen, tartışan, iddiası ve iradesi büyük olan,
Mijdar 2010
yeni arayışçılığı fazla olan, özgürlük,
eşitlik, demokrasi ilkelerine bağlı,
tutkulu ve açık olan bir kesimi ifade
ediyor. Genellikle de gençlik bu özelliklerle tanımlanır. Kuşkusuz öğrenci
gençlik bu anlamda tüm gençlik kesiminin öncü kolu niteliğindedir. Hem
gençlik ölçü ve özelliklerini en çok
bilince çıkartan, anlayan bir kesimdir,
hem de gençlik dayanışmasını okul
ortamında en güçlü bir biçimde geliştiren, yaşayan, örgütlenmeye en
açık, örgüt bilinci ve tecrübesini hızla
geliştirebilen bir kesim konumundadır.
PKK komünalizminin öğrenci
gençlik yaşamı temelinde çıkış yapmış
olması aslında bir avantaj olmuştur.
Bu kesinlikle yanlış görülmemeli ve
yadırganmamalıdır. Belki bazı yönlerden eksik bırakan, tutucu kılan
yönleri olmuştur. Ama insan dayanışmasının, ilkeler etrafında yoldaşça
bütünleşmenin, arkadaşlık ölçü ve
özelliklerinin yoldaş düzeyinde ilke
ve amaç bağlılığı etrafında gelişmesinin çekirdeği adeta öğrenci gençlik
yaşamı olmaktadır. Öğrenci gençlik
komünalizmini bir tür sosyalist partileşmenin öncüsü olarak görmek hatalı değildir. Bir süre Ankara’da, yüksek öğrenim gençliği içerisinde böyle
44
bir komünal yaşam etrafında oluşan
ideolojik gruplaşma, Önder Apo’nun
özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik,
paylaşımcı anlayış ve yaşam duruşuyla
da bir bilinç ve sistem kazanarak
Kürdistan’a taşırılmıştır.
Öğrenci gençlik ortamında
komünal yaşam geliştirilmiştir
Ankara’da öğrenci gençlik içerisinde
oluşturulan ideolojik gruplaşma, 1976–
77 yıllarında Kürdistan’da orta öğrenim
gençliğine dayalı dinamik bir gençlik
örgütü düzeyine vardırılmıştır. Orta
öğrenim gençliği daha tecrübesiz,
daha genç, daha fazla eğitim isteyen
bir gençlik olduğu gibi; örgütsel yaşam
konusunda da daha ham, aileye ve
aileci özelliklere daha yakın bir gençlik
olmaktadır. Yüksek öğrenim gençliği
ise bu alanlarda daha ileri bir durumu
ifade eder. Nitekim yüksek öğrenim
gençliği içerisinde ilk ideolojik gruplaşmasını gerçekleştirmiş olması PKK
açısından her türlü gençlik kesimini
eğitecek, tecrübe kazandıracak bir
kadro adayı, gücünü ortaya çıkartmayı
sağladığı gibi, yüksek öğrenim gençliğinin komünalizme açık yaşam tarzını her türlü gençlik örgütlenmesi
STÊRKA CİWAN
içerisinde egemen kılmayı olanaklı
hale getirmiştir.
PKK kuruluş kongresine doğru giderken Kuzey Kürdistan’ın hemen hemen bütün şehirlerinde, kasabalarında,
okulların olduğu her yerde böyle bir
gençlik örgütlülüğü ve komünal gençlik
yaşamı söz konusudur. Özellikle 18
Mayıs 1977’de Haki Karer’in şahadetinden sonra içine girilen gençlik örgütlenmesi ve partileşmeyi geliştirme
süreci, çalışmalarda ve örgütlülükte
daha ileri ve yetkin bir düzeyin ortaya
çıkartılmasına yol açmıştır.
PKK’nin Kuruluş Kongresine doğru
giderken, örgütsüz gençlik ortamı,
özellikle de öğrenci gençlik ortamı
yok denenecek kadar azdır. Diğer yandan kongreye doğru giderken parti ve
örgüt tartışmalarında da önemli bir
düzey yakalanmıştır. Önder Apo, Haki
Karer yoldaşın katledilmesi ardından
onun anısına sahip çıkmanın gereği
olarak partileşmeye karar verdiğini ve
parti program taslağını bu temelde hazırladığını birçok kez dile getirmiştir.
Kısaca belirtecek olursak, 1977 yazından itibaren partileşme süreci özgürlük hareketinin gündemine girmiş
ve her yerde; nasıl örgütlenilmeli, parti
nasıl olmalı? Sorusu tartışılır hale gelmiştir. Program taslağının hazırlanıp
Nasıl örgütlenmeli
Nasıl partileşmeli
kadro kesimlerine sunulmuş olması
da ister istemez bu tartışmaları daha
örgütlü ve planlı bir hale getirmiştir.
Bu temelde 1977 yılının Kasım
ayında, “Nasıl örgütlenmeli, partileşmeli?” sorusunun tartışıldığı bir
kadro toplantısı Amed’de, Kurban
Bayramı sürecinde yapılmıştır. Buradaki tartışmalar kuşkusuz ilginçtir.
Önder Apo’nun örgüte ve onun da
içinde partileşmeye büyük önem veren, bu hususları gündemleştirip, tartışan tutumuna karşı; Şahin Dönmez’in partileşmeye isteksiz, erteleyici
yaklaşımı ortaya çıkmıştır. Böyle bir
tartışma yaşanmış, başta Mazlum Doğan olmak üzere, ağırlıklı
toplantıya katılan kadro bileşimi Önder Apo’nun partileşme düşüncesine destek
vermişlerdir. Bu toplantı
örgütlenme konusunda her
hangi bir karar almamış,
ancak bir tartışma sürecini;
“Nasıl bir örgüt ve parti
olmalı?” tartışmasını daha
ciddi ve kapsamlı bir biçimde gençlik hareketinin
gündemine sokmuştur. Ardından 1978 baharında Elazığ’da benzer bir toplantı
gerçekleştirilmiştir; gündem
yine aynıdır, “Nasıl bir örgüt ve parti olmalı.” Sorusu
üzerine burada da benzer
tartışmalar yapılmıştır. Bu
toplantı da, Amed toplantısından farklı olarak belli
45
bir örgütsel ayrışma ve ilerleme yönünde adım atıldığı gibi, bunu sağlayacak olan kararlarda alınmıştır.
Böylece bu toplantıyla birlikte bir
yandan her türlü pratik-örgütsel çalışmaları yürüten gençlik örgütlenmesi
geliştirilirken, diğer yandan teorik
çalışma, ideolojik mücadele geliştirmek üzere yayın faaliyetinin örgütlendirilmesi ve basın-yayın çalışmalarının geliştirilmesi yönünde de bir
karar alınmış; buna göre bir iş bölümü
ve örgütsel görevlendirme içine girilmiştir. Bunun sonucunda “Kürdistan
Devriminin Manifestosu” ortaya çıkartılmış, hazırlanmıştır. Hem program
hem manifesto basılıp en geniş çevrelere dağıtılmış ve Serxwebûn dergisinin yayını 1978 Ekimi’nde başlatılmıştır. Kuşkusuz bütün bunlar da
PKK kuruluş kongresinin hazırlanması
açısından çok büyük önem arz eden
çalışmalar olmuştur.
Üçüncü olarak, kongre hazırlığı
anlamında pratik,taktik gelişmeleri
ve mücadeleyi ifade etmek gerekir.
Özellikle 18 Mayıs 1977 katliamının
bu konuda PKK açısından bir dönemeç oluşturduğu bilinmektedir. Önder
Apo da bu gerçeği savunmalarda
netçe ifade etmiştir. Antep katliamı,
Apocu gençlik gruplaşmasının önüne
şu realiteyi koymuştur: Kürdistan’da
ulusal kimlik ve özgürlük için propaganda çalışması bile meşru savunma
temelinde yürütülmek zorundadır.
Kendini savunmayan bir çalışmanın
hayatta kalma ve başarılı olma şansı
yoktur. Bu Antep katliamının açıkça
ortaya çıkardığı ve öğrettiği bir ders
olmaktadır. Bu temelde çalıma tarzında, örgütsel işleyişte yeni sistemler,
tedbirli, kontrollü bir düzey giderek
ortaya çıkartılmıştır.
Kendini savunan, saldırılar karşısında yenilmeyen, ayakta kalan, saldırgandan hesap sormayı bilen, deyim
yerindeyse intikam alma gücünü gösMijdar 2010
STÊRKA CİWAN
teren bir hareket giderek şekillenmiştir. En başta Antep katliamının
intikamı alınmış, ardından da değişik
yerlerde gençlik kadrolarına dönük
faşist, gerici, feodal, sosyal-şoven
kesimlerden gelen saldırılara karşı
bir aktif savunma içerisinde olunmuştur. Buda giderek Apocu hareketi;
ajanlaşmış yapı, kişi ve kurumlara
karşı şiddet temelinde mücadele taktiği biçiminde bir taktik anlayışa götürmüştür. Özellikle 19 Mayıs
1978’de Halil Çavgun yoldaşın feodal
çetelerin, faşistlerin ve polisin işbirliğiyle katledilmesi, böyle bir taktik
temelinde mücadele yürütme görevini
bütün açıklığıyla ortaya çıkarmıştır.
Bu temelde özellikle bu saldırının
intikamını almak üzere Hilvan direnişi
örgütlenirken, bu taktik anlayış gerici,
faşist saldırıların, polis ve sosyalşoven kesimlerin saldırılarının olduğu
her tarafa yayılmıştır.
Bu şekilde 1978 yaz mevsimi sürecinde Hilvan başta olmak üzere,
Kürdistan’ın bütün alanlarında faşistlere, polis saldırılarına, gerici,
sosyal-şoven çevrelerden gelen silahlı
saldırılara karşı, giderek yaygınlaşan
ve yoğunlaşan bir silahlı direniş konumu içerisinde olunmuştur. Bu savunma direnişi, Kürdistan’ın bütün
alanlarına yayıldığı gibi, önemli bir
yoğunluk arz etmiş ve giderek siyasi
ortamı, değişik sosyal kesimleri daha
derinden etkiler hale gelmiştir. Bu
da hareketi gençlik hareketi olmaktan
çıkararak toplumun diğer kesimlerine; kadınlara, emekçilere, köylülüğe
taşırmıştır.
PKK kuruluş kongresine doğru
giderken Apocu hareket; gençlik
hareketi olmayı aşmış, bir halk hareketi düzeyine özellikle de Kürdistan’ın orta kesimlerinde; Urfa,
Mardin, Diyarbakır ve Batman’da
yine Bingöl- Dersim ve Serhat hattına kadar ulaşmıştır.
Mijdar 2010
Kongre hazırlıkları büyük bir
gizlilik içerisinde gerçekleştirildi
PKK’nin Kuruluş kongresine doğru
giderken Apocu hareketin genel durumuna ilişkin bunları belirtebiliriz.
Tabii kongre hazırlıkları olarak daha
farklı çalışmalarda yapılmıştır. Örneğin,
kongrenin yerinin hazırlanmasında
belirli bir arayış olmuş, sonunda Lice’nin Fis köyünde Seyfettin Zoğurlu
arkadaşın evi uygun görülmüştür. Ev,
önceden tanıdığımız bir evdir. Seyfettin
arkadaş Dersim öğretmen okulundan
katılım göstererek profesyonel çalışma
yürüten bir arkadaşımızdır. Ayrıca buranın tercih edilmesinin bir nedeni de
evin bir yanının asfaltın kıyısında olması, iniş çıkışlarda fazla dikkat çekmeden gizli bir biçimde eve giriş-çıkışların sağlanabiliyor olmasıydı. Ailenin sempatizanımız olması elbette
diğer sorunların çözümü açısından da
önemli faktör olmaktadır. Zaten Kasım
ayı sonu Amed yağışlı ve her taraf da
sislidir. Bu bakımdan gizliliğin korunması açısından böyle bir yer tercih
edilmiştir.
Öyle bir süreçte, mücadelenin bu
kadar şiddetlenmiş olduğu bir ortamda
elbette gizlilik, polisi atlatacak bir
tarzda çalışmaları örgütlemek önem
taşımaktadır. Nitekim 1978’in 26 Kasım’ı çok yağışlı ve sisli bir ay olmuştu.
Değişik alanlardan çağrılan kadrolar
önce Amed’e gelip, bazı yerlerde verilen adreslerde toplanmışlardır. Örgütlenen bir araçla 25 Kasım gecesi
Fis ovasına grup grup sabaha kadar
arkadaşlar taşınmıştır. Araçlar farlarını
söndürmeden ve daha tam durmadan
insanlar araçtan inerek eve girmişlerdir
ve böylece araçlardan inenlerin olduğunun anlaşılmasına bile müsaade
edilmemiştir. Araç yoluna devam etmiş
ve belirli bir mesafeden sonra dönüşünü
yapmıştır. Böylece dikkat çekmemeye
özel bir önem verilmiştir. Yine o zaman
46
bir sempatizanımız ve aynı zamanda
asker kaçağı durumunda olan Alaattin
arkadaş sürekli nöbet tutmuştur. Seyfettin arkadaşın babası, orada bulunan
çay ocağı ve lokantada sürekli gelişgidişleri kontrol etmiş ve denetlemiştir.
Evin kadınları da yemek vb işleri yapmışlardır. Bu aile fertleri her hangi
bir itirazda bulunmadıkları gibi; heyecanla, coşkuyla çalışmışlardır. Gerçekten de tarihi bir görevi yerine getirmişlerdir.
Yer ile birlikte, çağrılacak kadroların
belirlenmesi Önder Apo tarafından organize edilmiştir. Her bölgeden yeterli
sayıda delegenin getirilmesi, o alanda
yarı resmi temsilci düzeyinde çalışan
arkadaşlardan istenmiştir. Sayı belirlenmiş, bazı yerlerde isimler belirlenmiş,
bazı yerlerde ise orada çalışan arkadaşların takdirine bırakılmıştır. Böylece
çağrılan delege sayısı -yanlış hatırlamıyorsam- 25’tir. Belirlenen sayı içerisinden üç arkadaş toplantıya katılamamış, 22 delegenin katılımıyla PKK
Kuruluş Kongresi 26 ve 27 Kasım
günleri içerisinde Lice’nin Fis ovası
köyünde yapılmıştır. 25-26 gecesi toplantı yerine gidilmiş, 26 sabahı son
grup olarak Önder Apo ve yanındaki
arkadaşlar gelmiş, 26 Kasım günü çalışılmış, 26-27 Kasım gecesi evde kalınmış, 27 Kasım günü çalışma sürdürülmüş ve aynı günün akşamı tamamlanarak 27 Kasım akşamı yine aynı
yöntemle köyden Amed’e delegeler
taşınmış, oradan da dağılım ve örgütsel
düzenleme gerçekleştirilmiştir.
PKK kuruluş kongresi, bu çalışmalar
yanında bir de örgütlenme ve eylem
alanında kapsamlı bir çalışma planı,
önemli bir hedefler programını önüne
koymuştur. Hem örgütsel, hem eylemsel
alanda güçlü bir parti hamlesinin geliştirilmesine karar vermiştir. Kongrenin
ardından da merkez komitenin oluşturulmasından başlamak üzere; o zamana kadar var olan kadro ve kadro
STÊRKA CİWAN
adayları yeniden bir örgütlenme ve
görev dağılımı içine alınmış, var olan
örgütsel sistem yeniden düzenlenmiştir.
Tüzüğe göre merkez komitesi iş bölümü
yapmış, örgütleme komitesi, yayın komitesi, askeri komite oluşmuş; Kürdistan eyaletlere bölünmüş, ona göre
bölge komiteleri, yerel komiteler temel
parti örgütlerini kurmak üzere hemen
kongre ardından adım adım güçlü bir
örgütlenme hamlesi başlatılmıştır.
Parti bilinci en büyük gücü ortaya
çıkarmaya kadir bir bilinçtir
Parti kuruluş kongresinin, partileşmesinin kuşkusuz özgürlük ve
demokrasi mücadelemiz içerisinde
büyük bir anlamı ve yeri vardır.
Parti bilinci her şeye hükmedebilen,
her türlü zayıflığı yenmeye ve en
büyük gücü ortaya çıkarmaya kadir bir bilinçtir. O
nedenle de Kürdistan’da
her hangi bir örgüt değil,
parti örgütünün oluşturulması öngörülmüştür. Bu
her hangi türden bir partinin örgütlendirilmesi anlamına da gelmemiştir. Bu
PKK gibi: öncü, mücadeleci, fedai çizgisinde bir
partinin oluşturulması anlamına gelmiştir.
Bu şekilde “Nasıl bir
parti?” Sorusu, fedai çizgisinde bir parti olarak tanım bulmuştur. Bu soruya
cevap; savaşçı, eylemci,
mücadeleci bir parti olarak
verilmiştir. Bu sorunun
hem felsefik-ideolojik olarak derinliği
olan; topluma, halka yön veren, toplumu eğiten bir parti, hem de eylemle
gericiliği yenen toplumsal örgütlenmenin ve demokratik duruşun önünü
açan bir parti biçiminde somutlaştırılmıştır.
PKK, böyle bir parti olarak şekillenmiştir. Bütün pratikteki hata ve
eksikliklerine rağmen çizgisi böyle
olmuş, pratiği ve eylemi böyle bir
çizgiye bağlı olarak gelişmiştir. Bu
da güçlü bir parti bilincinin oluşmasına yol açmıştır. Kadroda parti
bilinci oluşmuş, halkta parti bilinci
oluşmuştur. Kadro parti bilinciyle
büyük bir cesaret, fedakarlık, coşku,
moral, heyecan, azim, gayret, çaba
kazanmış, bu temelde fedai çizgisinin
yaratıcı, yaşatıcısı olarak ortaya çıkmıştır. Halkta oluşan parti bilinci;
partiye ve onun kadrosuna, önderine
büyük bir güveni, bağlılığı ortaya
çıkarmış; kendinden en yakınından,
akrabasından, arkadaşından daha
fazla parti önderliğimize, parti gerçeğine, parti kadrolarımıza güven
duyan bir Kürt toplumu, Kürt kadını,
Kürt insanı ve köylüsünü yaratmıştır.
Bu temelde parti topluma taşmış,
çeşitli halk kesimleri içerisinde taraftar ve sempatizan kazanmıştır.
Bütün evler, aile ortamları PKK çalışmasına açılmış; PKK, her yerde
örgütlenebilen, çalışabilen, her türlü
47
insanı ulusal-demokratik mücadele
içerisine çekebilen bir örgüt haline
gelmiştir.
Bütün bunları yaratan kuşkusuz
parti bilincidir. Böyle bir bilinci moral
ve güvenle edinen halk her zaman
Önderliğe ve Partiye sahip çıkmış,
en zor koşullarda bile PKK’ye bağlılıklarını, Önder Apo’ya bağlılıklarını
korumuştur. Nitekim bu sürecin ardından gelen 12 Eylül faşist-askeri
darbesi ortamında, her türlü katliamcı
saldırgan yaklaşımlar karşısında halkın
PKK’ye ve Önder Apo’ya bağlılığı,
güveni hiç sarsılmamış, her zaman
canlı ve diri kalmıştır. Bu gerçek, 15
Ağustos Atılımıyla birlikte halkın
PKK öncülüğünde yeninden ayağa
kalkışıyla herkes tarafından bir kere
daha görülmüştür
Varolan bu güçlü parti bilincinin
etkisiyledir ki; zindanlara düşen, Diyarbakır zindanı gibi
her tür baskı, zulüm ve işkencenin uygulandığı, tarihte
insanlık üzerinde zulüm uygulamasında ender örnekleri
bulunan bir zulüm düzeninin
kurulduğu, her türlü işkence
ve katliamla birlikte ihanet
ve teslimiyetin dayatıldığı bir
ortamda PKK kadroları Önder
Apo’ya, önderlik çizgisine,
PKK gerçeğine sonuna kadar
bağlı kalmışlar ve büyük bir
direnme gücü ortaya çıkarmışlardır. 1982 yılındaki o
büyük zindan direnişini var
etmişlerdir. Mazlum, Hayri,
Kemal öncülüğünde o büyük
zindan direnişçiliğini, 14 Temmuz ölüm orucu eylemciliğini ortaya
çıkarmışlar, böylece parti bilincinin
her türlü düşman gücünü yenmeye
kadir ve onun üzerinde bir güç olduğunu herkese kanıtlamışlardır.
***
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
Çelengê Bajarê Dîroka Serhildanan
Cizîra Botan Çekdar
Stêrka CIWAN
“Evîneke bi înad bû li
dijî zemheriya ewrûpayê.
Rêzên welat, nasnav û
azadiyê yên ku çekdar
bi zimanê xwe pêçabû.
Hevalên wî strana wî bi
germahiya bedirxan, bi
xwîn û nijada cizîra
botan dijiyabûn di rêzên
çekdar de. Hevalê wî
bedirxan aslan, ango
seyîd rojhat bû, yê ku ew
stran di newala dojehê
de dilîland”
Mijdar 2010
Strana çekdar ku ji dilê serhildanên cizîrê derket berê xwe da rêwîtiya ber bi zaxoyê.
Avsûmawiyî kurdayetiyê av dabû
di her dîsgotinê de....
Koçberkirina wî nikarîbû li dîsgotinan xwe bipêça, lê di strana çekdar
de qalikê xwe dabû şikandin.
Çekdarê ku dilê xwe bi hêvîrê têrnebûnan xwe mezinkiribû, dizanîbû
ku nîv perçeyeke çûyîna wî ya ewrûpayê.
Strana çekdar ya ku ji ser zimanan
nedihat xwar bi evîneke wisa destpêkiribû.
Ne valahiyeke demê ya ku dika-
48
ribe were ravekirin li pey xwe hişt vê
stranê û ne jî peyvên ku wê li rewşa
wan bifikiriya... yeko yeko dîsgotin
hemû dagirtibû çekdar. Heta wî ji
yezdan jî ji dil hezkiribû û di înada
evînên sexte de.
Strana serpêhatiyeke destpêkeke
wisa bû çekdar û wî bi rengê nasnama xwe şîvere çêkiribû di dilê xwe
de. Wî her şîvereyek bi kulîlkên nefspiçûkiyê xemilandibû. Bi çavên candostekî mêze kiribû li kulîlkên xwe. Û
navê berxwedan, nasnav û welat li
wan kiribû. Her ku dimeşiya şîvere
dirêj dibûn. Li pey xwe çavên dostaniyê dihişt bi awayekî fediyok û ewqasî jî bi wêrek.
Heger pêwîst bûya wî dizanîbû
hembêz kiriba ew kesên ku wî ji wan
kulîlkên xwe dida hev û dikirin rêz.
Çekdar wê wan kulîlkan li çiyayên
kurdistanê bineqişanda. Wî bi gavên
bi lez û ji xwe bawer dimeşiya. Hevalên wî yên li çiyayên kurdistanê jî
pêjna strana wî ya bi dengê wî dikirin. Bi awayekî bêhempa jiyan dida
gotin û jiyanek li pey xwe hişt çekdar.
Ew yekî wisa bû ku dostaniyeke bêhempa, evîneke bêhempa û kurdayetiyeke bêhempa dida gotin.
Tarîtiya ku jê re dibêjin mirin di heyecana wî ya sê mehan de kemîn li
pêşiya wî danîbe jî strana çekdar dîsgotinên dirêj hiştibû li pey xwe. Stranên ku bi strandinê re dirêj û hey dirêj
dibû. Rêzên wan yên bi heybet hebûn
bi qasî ku peyvên kedê yên her dos-
STÊRKA CİWAN
tekî di nava xwe de bihewînin.
Çekdar ev valahî hiştibû, da ku
hevalên wî li ser navê mirovahiyê bi
ser de zêde bikin.
Lewra strana çekdar li wargeha
serhildanê û li keleha berxwedanê
li bajarê cizîrê dengvedabû. Çekdar
li zaxoyê xemilandibû hişmendiya
dîrokê ya kurdayetiya xwe.
Evîneke bi înad bû li dijî zemheriya ewrûpayê. Rêzên welat, nasnav û azadiyê yên ku çekdar bi
zimanê xwe pêçabû. Hevalên wî
strana wî bi germahiya bedirxan, bi
xwîn û nijada cizîra botan dijiyabûn
di rêzên çekdar de. Hevalê wî bedirxan aslan, ango seyîd rojhat bû,
yê ku ew stran di newala dojehê de
dilîland.
Hevalê wî rojhat, rengîniya
strana çekdar bi keda dayîkekê li
pişta xwe kir û li ser zendê xwe
anîbû heta deşta hezexê.
Seyîd di sala 2001ê de dema ku
li çiyayê kurdistanê konê xwe veda
di çavên jinê de ken weke çavên
xwe dîtibû. Gotinên dirûstiyê ji wan
difiriyan.
Dîsgotina strana seyîd bi qasî
hesreta çekdar ya ji bo cizîrê bû.
Xizmê wî yê dilê kedkar seyîd
dengê strana azadiya welat ya çekdar di newala dojehê de weke gulê
ku li ber seyîd ketibû... ji ber vê
yekê bû ku wî meheke din jî ew
stran bi keda dayîkekê mezin kir li
ser zimanê xwe. Wî jî ew stran ji
hevalên xwe re hişt berî ku ji nav
wan koç bike.
Zû hatibû dîsa xebera reş ya çekdar û rojhat. Careke din vê xebera
reş cizîr, zaxo û heta zemheriya
ewrûpayê şewitandibû.
Ji demsalan zemherî ji wextan
cotmeh neqedandibûn ji xwe re wê
xebera reş.
Hîn hûn baş negeriyabûn di nava
germahiya welatê xwe de. Hûn bêwext bûn mêvanê karwanan çekdar
û seyîd. Lê belê em weke rêhevalên te dizanin ku ti mirin ne bi wext
e. Ji ber vê yekê me nizanîbû li dilnebûna xwe jî bipirsin. Ji ber vê laneta ku bûye bela serê me em xwe
dispêrin stargeha dilê te çekdar. Li
me bibore em di nefesa te ya dawî
de ne li kêleka te bûn. Lê belê em
ê heta nefesa xwe yî dawî bibin
şervanên hêvî û têkoşîna te. Bila ev
soz û peymana me be ji te re lawikê
çeleng yê cizîra botan. Rêhevalên
te yî pir ji te hez dikin û bêriya te
dikin xwendekarê dewreya perwerdehî ya erdal îsyan...
***
şehit çekdarın anma resmi
49
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
Kurdistan wird das Grab des Faschismus
Firat AMED
Wenn ihr Probleme oder
Fragen an Azadî habt,
meldet euch einfach
unter:Azadî e.V.,
Graf-Adolf-Str. 70A,40210
DüsseldorfTelefon:
0211-8302908
e-mail: [email protected]
Ansonsten schaut einfach
mal auf die
Azadî-Internetseite oder
lest den infodienst unter:
http://www.nadir.org/azadi
Der Begriff Anitfa ist die im Deutschen gängige Abkürzung für “Antifaschistische Aktion”. Sie bildet einen
Widerstand gegen faschistische, rassistische, sexistische und zumeist kapitalistische Menschen und Gruppen.
Woher kommt die Antifa?
Die erste Antifaschistische Aktion
gründete sich bereits 1923, als Teil der
revolutionäre Linken, zuerst von den
KommunistInnen ins Leben gerufen
und später von allen sozialistischen Parteien und Gruppen unterstützt. Ihr Ziel
war es den aufkommenden Faschismus
der Nationaldemokraten entgegenzutreten und die schon erkämpften Ziele,
sowie die politische und öffentliche
Landschaft nicht den Nazis zu überlassen. Nach der Machtergreifung durch
die Nazis unter Adolf Hitler führten die
meisten AntifaschistInnen ihren Widerstand im Untergrund fort.
Die Antifa heute.
Erst 1980 gründeten sich aus der
deutschen Linken heraus wieder Antifa-Gruppen. Ihren Ursprung hatten
sie meistens in der Autonomen Linken
oder der HausbesetzerInnen-Szene.
Mittlerweile gibt es in vielen Städten
Antifa-Gruppen, ihr erstes Anliegen ist
es, sich und ihre eigenen Leute gegen
Faschisten zu schützen und die Öffentlichkeit über die Machenschaften von
rechten Gruppen aufzuklären. AntifaMijdar 2010
50
Gruppen, die auch unter diesem
Namen und Logo arbeiten, gibt es
nicht nur in Deutschland, sondern
auch in anderen Ländern, etwa Irland,
den Niederlanden, Dänemark, Schweden, Tschechien, der Slowakei, Serbien, Italien oder dem Baskenland.
Die Antifa setzt dabei nicht immer
nur auf die Selbstverteidigung. Einer
ihrer Slogans heißt “Antifa heißt Angriff!”, was zeigt, dass sich AntifaschistInnen auch bereit seien müssen
selbst sktiv ztu werden, wo sie mit
Rechten konfrontiert werden. Wichtig
für die antifaschistische Arbeit ist, dass
man die eigenen GegnerInnen kennt.
Die Antifa sammelt Informationen
über Rechte, die sie dann veröffentlichen. Es geht also darum sich selbst zu
schützen und Faschisten überall zu bekämpfen, wo man sie antrifft.
Was interessiert mich das alles?!
Faschismus, dessen Bekämpfung
das Ziel der Antifa ist, ist kein deutsches Problem. Der Faschismus der
Nazis hat zwar unglaubliche und unvergleichbare Ausmaße angenommen,
aber Faschismus gibt es überall, auch
heute. Die KurdInnen sind mit dem
Faschismus des türkischen Staates und
der türkischen Rechten ausgesetzt.
Parteien wie die MHP oder CHP stellen genauso eine Gefahr für das Leben
und die Freiheit der KurdInnen dar,
wie rechte Gruppen, etwa die Grauen
Wölfe (türkisch: bozkurtlar), oder
STÊRKA CİWAN
rechtsgesinnte Einzelpersonen.
Gerade gegen diesen Faschismus
der kulturellen und physischen
Vernichtung hat sich die Freiheitsbewegung erhoben und kämpft
gegen ihn, woimmer sie ihn antrifft. Dabei spielt es keine Rolle,
ob FaschistInnen türkischer, deutscher oder kurdischer Abstammung sind. Ein Spruch der
Freiheitsbewegung, der auf Demonstrationen und bei ähnlichen
Angriffen gerufen wurde lautet:
“Kürdistan faşizme mezar olacak!”
(deutsch: Kurdistan wird das Grab
des Faschismus!) In Kurdistan
wird offen gegen den täglich spürbaren Faschismus gekämpft, dort entsteht eine freie Gesellschaft, die
einen Faschismus in ihr nicht mehr
akzeptieren wird. Deshalb ist es
wichtig den Kampf gegen den Faschismus – egal ob in Kurdistan,
Deutschland oder sonst wo auf der
Welt – mit dem Kampf um ein freies
und sozialistisches Kurdistan zu verbinden!
Selber aktiv werden!!
Der Kampf gegen den Faschismus
ist unerlässlich, wenn ein freies und
gerechtes Leben ermöglicht werden
soll. Dieser Kampf geschiet nicht von
allein - Kurdistan befreit sich auch
nicht von allein! Es wird immer Menschen geben müssen, die selbst anfangen zu kämpfen und nicht warten,
dass irgendwann irgendjemand
kommt und das für sie erledigt. In
Kurdistan hat sich die Freiheitsbewegung auf den Weg gemacht und
kämpft seit nunmehr 32 Jahren für ein
neues Kurdistan und gegen den Faschismus. Auch in Deutschland gibt
es einzelne Gruppen, die versuchen
dem Faschismus entgegenzutreten.
Das kann aber nicht reichen. Wenn
Die kurdsiche Jugend spielt
immer eine Vorreiterrolle für die
Freiheitsbewegung in Kurdistan. Sie
sind es, die sich am meisten engagieren, die am härtesten kämpfen
und vielleicht auch die größten
Träume haben. Wir als Jugendliche
in Europa müssen auch aufwachen
und wieder anfangen den Traum
von einem freien Kurdistan nicht
nur zu träumen, sondern auch umzusetzen.
Rubrik:
dass...
der Kampf so wichtig ist, warum
solltet ihr dann nicht auch kämpfen?
Werdet aktiv, organisiert euch,
kämpft!
Von (den Fehlern) der
Antifa lernen.
Wichtig ist den ersten Schritt zu
machen, sich zusammenzusetzen
und zu diskutieren: Wer sind wir?
Was wollen wir? Und wie werden
wir das was wir erreichen wollen
schaffen? Redet mit den FreundInnen in euren Städten, sprecht mir
euren FreundInnen darüber, was ihr
gegen Faschismus und Unterdrükkung tun könnt. Wenn ihr euch in
Gruppen organisiert, ist es wichtig,
dass ihr nicht wie viele deutsche Antifas als Gruppe allein bleibt, sondern
dass ihr den Kontakt zu den kurdischen Gruppen haltet, in den Vereinen seid, die kurdischen Gruppen
und Menschen in euren Gemeinden
kennt, denn das ist der erste Schritt,
um sich selbst zu schützen. Dann informiert euch, nehmt Kontakt mit anderen kurdischen Jugendgruppen
auf, überlegt euch, wie ihr aktiv am
Widerstand des kurdischen Volkes
teilhaben könnt.
51
Schon
gewusst,
...ihr euch bei Problemen mit der
Polizei oder dem deutschen Staat, die
durch euer politisches und soziales
Engagement entstehen, nicht nur an
eure FreundInnen vor Ort wenden
solltet (das ist nämlich das erste, was
ihr auf jeden Fall machen solltet),
sondern Kontakt mit der Organisation Azadî aufnehmen sollt.
Azadî (Kurmancî für “Freiheit”)
ist der “Rechtshilfefond für Kurdinnen und Kurden in Deutschland
e.V.”, der sich darum kümmert, dass
politisch aktive KurdInnen, bei
rechtlichen Problemen eine ordentliche politische und materielle Unterstützung bekommen. Er hat sich im
April 1996 gegründet, als Reaktion
auf das PKK-Betätigungsverbot in
Deutschland und hat mittlerweile
sein Büro in Düsseldorf. Desweiteren kümmert sich Azadî um FreundInnen, die bereits in Gefängnissen
sitzen oder zu anderen Strafen verurteilt wurden, und veröffentlicht regelmäßig den online-infodienst, der
über aktuelle Geschehnisse im Zusammenhang mit der Verfolgung politisch aktiver KurdInnen in
Deutschland.
***
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
L’ETAT TURC REFUSE LA PAIX
Ali HAYIRLI
Référendum et boycott
Le président kurde a souligné que l’attentat du
16 septembre, qui a fait
neuf morts et plusieurs
bléssés à Hakkari,
est destiné à dynamiter
les pourparlers encours
avec certains hauts responsables de l’état
Le référendum du 12 septembre sur
la révision de certains articles de la
constitution était un test pour les islamistes modérés avant les éléctions de
2011. Le MHP ( milliyetçi hareket
partisi c’est-à-dire le parti du mouvement
nationaliste) est le grand perdant de ce
référendum car une grande partie de
son électorat a voté pour la révision de
la constitution. Il est important de souligner qu’une grande partie de la population turque ne croit plus aux discours
classiques des ultra-nationalistes et réclame un véritable changement.
Le boycott du référendum du 12
septembre qui a été suivi par une
grande majorité des kurdes constitue
une grande victoire pour le BDP. Le
gouvernement turc doit interprêter de
manière juste le boycott qui représente
le désir de paix des kurdes et leur volonté de s’autogérer. Le boycott est
donc la volonté du peuple kurde d’instaurer le système de l’autonomie démocratique en Turquie. Après le référendum, les enfants kurdes ont réclamé
un enseignement en langue kurde en
boycottant les écoles turques durant
une semaine. Cette action qui a relancé
le débat sur la langue kurde a été très
largement suivie par les kurdes. Les
Kurdes ne devraient plus reconnaître
un état qui refuse de reconnaitre leur
identité. Le BDP et les associations
kurdes doivent intensifier les actions
similaires envers les différentes institutions de l’état turc.
L’hypocrisie de l’état turc
Le cessez-le-feu déclaré par le PKK,
la prise de décision des kurdes de ne
pas se rendre aux urnes et les déclarations
du président kurde ont fait naître à
nouveau l’espoir d’une solution politique.
Il s’est avéré que l’état turc n’est pas
prêt à résoudre la question kurde par le
dialogue. Le gouvernement tente de retarder par tous les moyens le processus
entamé par le PKK pour résoudre la
question kurde par le dialogue. L’état
turc considére que la résolution de la
question kurde passe par la liquidation
des kurdes et de leur organisation (PKK).
Mijdar 2010
52
STÊRKA CİWAN
Dans le passé, les pourparlers entre
le président kurde et l’état turc ont
été sabotés par les approches belliqueuses de l’état.
Une nouvelle période
d’affrontements
Le président kurde a souligné que
l’attentat du 16 septembre, qui a fait
neuf morts et plusieurs bléssés à Hakkari, est destiné à dynamiter les
pourparlers encours avec certains
hauts responsables de l’état. Le gouvernement turc a tenté d’imputer l’attentat au PKK mais les preuves retrouvées sur le lieu de l’explosion et
le contexte général innoncentaient le
PKK. Jadis, les forces de l’état turc
ont perpétré des attentats similaires
pour saboter les processus de paix
entamés par le PKK. Cet attentat est
un message envoyé par les ennemis
de la paix au peuple kurde et à ses
représentants.
Il est important de souligner que
l’attentat intervient un jour avant la
rencontre hebdomadaire entre le président kurde et ses avocats, et quatre
jours avant la fin du cessez-le-feu
proclamé le 13 août. Le KCK a
d’abord prolongé le cessez-le-feu
d’une semaine jusqu’à la rencontre
de Aysel Tugluk et du président kurde
le 27 septembre. Lors de cette rencontre, le président kurde a également
mis l’accent sur le développement
de l’hégémonie du fascisme vert turc
qui succède au fascisme blanc turc
au pouvoir depuis la création de la
république.
Le 30 septembre, le président du
conseil exécutif du KCK, Murat
KARAYILAN, a annoncé le prolongement du cessez-le-feu jusqu’à
la fin du mois d’octobre. En prolongeant le cessez-le-feu d’un mois,
les responsables de la guérilla espérent
l’instauration d’un cessez-le-feu permanent. La décision de prolonger
le cessez-le-feu fait suite aux déclarations du président kurde concernant les entretiens encours avec certains hauts responsables de l’état.
53
Le gouvernement turc qui espérait
que le PKK prolongerait le cessezle-feu jusqu’à la fin des élections de
2011 a de nouveau approuvé la motion autorisant des operations militaires hors de ses frontières et a entrepris de nouvelles démarches pour
liquider le PKK. L’état turc pense
qu’il peut résoudre la question kurde
avec des régimes totalitaires (Syrie,
Iran), les USA et certains états de
l’Europe. Le gouvernement turc
donne l’illusion de pouvoir résoudre
la question kurde avec les pays étrangers alors que la solution au conflit
se trouve à l’intérieur du pays. Le
gouvernement turc réalise les préparatifs d’une nouvelle guerre totale
contre les kurdes.
Le gouvernement turc a accéléré
ses efforts diplomatiques sur le plan
régional et international pour liquider
le PKK. Les rencontres du ministre
ATALAY, considéré comme le ministre coordinateur de l’alliance antikurde, avec ses homologues (iraniens,
syriens ) sont destinées à renforcer
la politique anti-kurde et à mener
des opérations communes contre la
guérilla kurde. L’armée turque qui
n’a pas encore fait de déclarations
concernant les pourparlers entre le
président kurde et des hauts responsables de l’état attend l’occasion de
mener une nouvelle opération contre
les bases de la guérilla. Les militaires
turcs continuent de mener des opérations contre la guérilla dans les
différentes régions kurdes. Le gouvernement turc et ses médias préMijdar 2010
STÊRKA CİWAN
sentent les opérations militaires de
l’armée comme un non respect par
le PKK de son propre cessez-le-feu.
Les autorités turques ont fait
savoir aux hauts responsables américains en visite à Ankara qu’une invasion du Kurdistan irakien est indispensable pour éliminer le PKK.
Les négociations entre les turcs et
les américains ont portés sur la lutte
contre le PKK et le bouclier antimissile. Les américains veulent installer
un bouclier antimissile sur le territoire
turc pour protéger leur territoire et
leurs alliés d’une éventuelle attaque
iranienne. Les turcs espèrent que les
américains leurs apporteront un plus
grand soutien dans leur lutte contre
le PKK.
La visite d’Atalay et du chef des
services secrets turcs (MIT) au Kurdistan irakien sont destinées à impliquer les kurdes irakiens dans une
guerre contre le PKK. Les turcs espèrent créer une guerre fratricide
entre les kurdes comme dans les années nonante. Le gouvernement turc
veut obtenir l’accord des autorités
du Kurdistan du sud pour mener
Mijdar 2010
une nouvelle incursion contre les
bases de la guérilla. La mise en place
d’une zone tampon le long de la
frontière avec l’Irak et la création
d’une armée de métier ont été accélérés par la Turquie. On remarque
que les islamistes modérés qui sont
au pouvoir reproduisent les mêmes
politiques que leurs prédécesseurs.
Les rencontres entre les autorités
turques et européennes s’inscrivent
dans le cadre du plan de liquidation
du mouvement de libération national
kurde.En Europe, les kurdes peuvent
s’attendre à des arrestations, à des
opérations policières contre leurs différentes institutions et à des pressions
destinées à fermer la télévision
kurde (ROJ TV). Le gouvernement
turc présente à sa population ses
démarches à l’étranger comme de
nouvelles voies dans la résolution
de la question kurde. Dans le passé,
la coopération entre l’état turc et ses
alliés occidentaux (Europe, USA) est
restée vaine face à l’attachement du
peuple kurde à son organisation et à
son président.
Les islamistes modérés tentent
54
d’effacer l’influence du BDP ( Parti
de la Paix et de la Démocratie ) dans
les régions kurdes. Les arrestations
de 42 membres du BDP dans la ville
d’Urfa et les visites des membres
du gouvernement de l’AKP dans les
régions kurdes s’inscrivent dans le
cadre de cette politique globale de
liquidation. Le gouvernement du parti
de la justice et du développement
procédera à de nombreuses arrestations parmi les milieux kurdes avec
l’approche des élections. Le gouvernement tente de désorganiser et de
déstructurer le BDP pour permettre
à des kurdes pro-AKP de s’imposer
dans les régions kurdes.
L’état turc envisage une opération
globale et commune contre les kurdes
avec l’appui de ses différents alliés.
Une fois de plus, le gouvernement
turc n’est pas prêt à résoudre la question kurde par des voies pacifiques.
Le gouvernement d’Erdogan considére que la résolution de la question
kurde passe par l’élimination des
kurdes et du PKK. Le gouvernement
turc tente d’étouffer le mouvement
de libération national kurde en l’assiégeant sur le plan régional et international.
Il est évident que le gouvernement
turc qui est obsédé par la liquidation
du mouvement de libération kurde
ne changera pas de politique. Ce huitième cessez-le-feu n’aura pas permis
de résoudre la question kurde par
des voies pacifique. L’état turc est le
seul responsable de l’échec de ce
processus de dialogue avec ses approches guerrières. Si l’état ne réalise
pas des actions concrètes en faveur
de la paix, le président kurde n’interviendra plus dans les décisions du
KCK après la fin du cessez-le-feu le
31 octobre.
***
STÊRKA CİWAN
16. Kongre ya YXKʼê
Siyamed SÎPAN
Yekîtiya Xwendekarên Kurdistan (YXK) di nava rojên
15 – 17ê Cotmeha 2010’a li Elmanya bajarê Neuss’ê
16mîn Kongre ya xwe yî asayî pêk anît.
Di roja pêşî de, hemû endam û xebatkarên YXK’ê li
hev civiyan û li cîhên xwe bi cîh bûn û bi şano yekê
desptê kirin.
Roja 2 ya Kongrê (ango destpêka Kongrê) bi rêzgirtina
ji bo şehîdên Kurdistanê destpê kir. Piştî hilbijartina
Dîwanê Kongre yê bi xwendina Notên Rêberê Gelê
Kurd Abdullah Öcalan destpê kir. Di vê rojê de hemû
endamên rêveberiyê raporên xwe xwendin û xwerexne
kirin û rexnê li xwe girtin. Her wiha hemû Komîsyonên
Xebatê yên mîna Komîsyona Ronahî, Komîsyona Kurdî,
Komîsyona Navnetewî, Komîsyona Jinan, Komîsyona
Înternetê, jî xebatên xwe yî di nava sala xebatê de bi
awayî nivîskî pêşkêşî endam û xebatkaran kirin. Piştî
nîqaşên dirêj yên li ser raporan, ji Komalên Ciwan
mêvanê ku beşdar bûbû peyama Komalên Ciwan xwend
û derbarê rewşa siyasî ya dawî de agahî da.
Girêdayî peyama Komalên Ciwan derkete holê, ku
YXK’ê di sala 2009/10 de xebatên qels meşandine û
dibê di sala xebatê ya pêşiya me de, xebatên hîn berfirehtir
were meşandin.
Piştî peyam û axaftinê pirs hate kirin û bersiva pirsan
hate dayin. Bi taybetî jî pirs li ser Xweseriya Demokratîk
û pêre girêdayî li ser Pêngava 4a hate kirin.
Wek ku tê zanîn Rêber Apo ji sala avakirina PKK’ê
heya niha ev dem li 4 pêngavan belav kir. Li gora vê
belavkirinê ev pêngav wisa nin:
* Pêngava 1ê: Dema Avakirinê (di navbera salên 1978
û 1984): Dema avakirina PKK’ê û destpêka karê birêxistinkirinê û destpêka şerê Gerîla.
* Pêngava 2a: Dema Serhildanê (di navbera salên
1984 û 1992): Dema ku li her deverên Kurdistanê
serhildan bilind bûn û dijmîn jî ev serhildan bi şewitandina
gundan û êrîşbirina ser bi hezaran kurdan bersiv dida.
* Pêngava 3a: Dema Komployan (di navbera salên
1992 û 2000): Dema komployan li ser Rêber Apo û di
kesayetiya Rêber Apo de li ser Gelê Kurd.
* Pêngava 4a: Dema Êrîşa Şoreşî – Dema Avakirina
Xweseriya Demokratîk (ji sala 2000 û virde): Ev pêngav,
dema ku em niha têde nin û pêngava herî girînge. Di vê
pêngavê de ji aliyê aborî, siyasî, civakî, çandî û perwerdehiyê ve dibê amadekariyên Xweseriya Demokratîk
were kirin. Heger bi awayekî aştiyane Xweseriya
Demokratîk ne pêkan be, wê demê ewê bi „Êrîşek
Şoreşî“ were rûniştandin.
Piştî ku ev her çar pêngav hate zelal kirin, diyar bû ku
Rêveberî, Koordînasyon, hemû Komîsyonên xebatê û
hemû endam û xebatkarên YXK’ê hîna xwe ji bo vê
Pêngava 4an baş amade nekiriye.
Emê hewl bidin ku zelal bike, bê ka di vê Pêngava
4an de çi berpirsyarî û peywir dikeve ser milên YXK’ê.
Di vê dema pêşiya me de, û ne şaşe ku em bînin ziman
ku ev dema pêşiya me ewê mîna „Meşa li ser Ta“ be.
YXK’ê êdî bi xebat û çalakiyên ku heya niha wisa wek
rûtîn pêk tanî, nikare bibe bersiv ji bo Pêngava 4a. YXK’ê
dibê xwe bi qat bi qat xurtir bike di warê rêxistinkirinê de
û karê dîplomasiyê de. Dibê YXK’ê bi plannameyek gelekî
berfireh xwe ji bo vê sala pêşiya me amade bike, daku
bikaribe bibe bersiv ji bo vê Pêngava girîng.
Di roja dawî yê ya Kongrê de jî xebatên ku di koman
de hatibû amadekirin hate pêşkêşkirin û pêşniyar ji bo
rêziknameyê û ji bo xebat û peywirên Rêveberî û Komîsyonên Xebatê hate kirin. Piştî pêşkêşkirina xebatên koman,
êdî dem hatibû dema amadekirina plannameya ji bo sala
xebatê ya pêşiya me. Li gora sala din, YXK’ê yê hewl
bide ku di nava vê salê de kar û barên xwe zêdetir û
xurtir bike. Xebatên birêxistinkirinê dibê were xurtkirin
û zêdekirin û herwiha bernameyek berfireh ya rêzeçalakiyan hate amadekirin.
Piştî plannameya çalakiyan Rêveberiya YXK’ê hate
hilbijartin. Piştî hilbijartina Rêveberiya YXK’ê Kongre
hate bi dawî kirin.
Bi hêviya ku YXK’ê di vê Pêngava 4a de bibe bersiv
ji bo avakirina Xweseriya Demokratîk yajî bibe hêz ji
bo „Êrîşa Şoreşî“ ji hemû xebatkar û endamên YXK’ê re
serkeftin.
***
55
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
B
i
l
i
m
&
T
e
k
n
i
k
Aptallık geni” bulundu
öğrenme ve anıların biçimlenmesi sırasında etkinleşen
“hipokampus” bölgesinde yer almakta. Genin devre
dışı bırakılması halinde hipokampus anıları depolamaya itiliyor ve böylece beynin çalışma belleği
aniden büyüyor.
Bu gen aslında on yıl önce bulunmuş ve o zamandan bu yana ayrıntılı bir şekilde araştırılıyordu.
Geçen yıl gerçekleştirilen bir araştırmayla yüksek
seviyede RGS14’ün belleği önemli ölçüde iyileştirdiği ortaya çıkmıştı. Son araştırmada ise aynı
genin devre dışı bırakılmasının da belleğe yardımcı
olduğu görüldü. Farelerde bu genin hapla etkisizleştirilmesinden sonra, hayvanlar labirentteki en
iyi yolu diğer farelerden daha çabuk buldukları
gibi daha sonraları da daha kolay hatırlamışlar.
İnsanların (ve farelerin) kendilerini olduklarından
“aptal” kılan bir gene niçin sahip olduklarını bilim
insanları henüz bilemiyor.
Genetikçilere göre uygulama insanlar üzerinde
de gerçekleştirilebilir. Farelerde devre dışı bırakılan
“aptallık geni” sayesinde hayvanlar daha iyi
öğrenmeye başladıkları gibi bellekleri de güçlenmiş. İnsanın da aynı gene sahip olması nedeniyle
buluştan insanların da yararlanabileceği sanılıyor.
Yeni keşfedilen gen sayesinde insanlar daha akıllı
olabilecek ve buluş aynı zamanda Alzheimer tedavisinde de işe yarayabilecek diyor uzmanlar.
“Homer
Simson
geni” veya RGS14 geni
olarak da isimlendirilen
genetik kot, hatırlamayı
tetikleyen sinyallerin
işlenmesinde önem
taşıyor. Söz konusu gen,
Bir dogma daha çöktü
Araştırmacılar, 1990 ile 2007 yılları arasında yapılan, 1,3 milyon kişinin ilköğretimden lise ve hatta
üniversitedeki matematikteki başarılarının yer aldığı 242 araştırmayı gözden geçirip, bazı uzun dönemli
bilimsel çalışmaları inceleyerek, kadınların matematik konusunda erkekler kadar başarılı olduğu sonucuna vardı.
Araştırmanın sonuçları “Psychological Bulletin” dergisinde yayımlandı.
Toplum bilimciler her iki cinsiyetin de matematik alanında eşit kabiliyete sahip olduğu konusunda
hemfikir olmasına rağmen, pek çok ebeveyn ve öğretmen, matematikte erkeklerin kızlardan daha iyi
olduğunu düşünüyor.
Araştırmayı kaleme alan Wisconsin-Madison Üniversitesi’nden Psikoloji ve Kadın Araştırmaları Profesörü Janet Hyde, bu tür düşüncelerin kadınların kariyer seçiminde olumsuz anlamda büyük etkisi
olduğunu belirtti.
Mijdar 2010
56
STÊRKA CİWAN
Dünyanın en büyük ve en sağlam örümcek ağı
Sihirli Yazılım
Dev örümcek ağı Namorana Nehri üzerinde
Caerostris darwini olarak isimlendirilen örümcek
tarafından örülmüş. Bilim insanları öte yandan
ağın, dünyanın en sağlam biyolojik malzemesi
olduğunu da fark etmişler.
Son derece sağlam ve elastik örümcek ağları bozulmadan önce yoğun miktarda kinetik enerji soğurdukları için dayanıklı biyometrik elyaf üretiminde
polimer modeli olarak kullanılırlar. Yaklaşık 41.000’in
üzerinde örümcek türü var ve bunların birçoğu
farklı tiplerde örümcek ağı üretir. Bilim insanları
şimdiye kadar 200.000 farklı örümcek ağı saptamış
ve Caerostris darwini örümcek ağının çok hafif
karbon kökenli sağlam liflerden üretilen kevlardan
on misli kaliteli olduğunu söylüyorlar. Akron Üniversitesi’nden Todd Blackledge, Puerto Rico Üniversitesi’nden Ingi Agnarsson
ve Slovenya Bilimler Akademisi’nden Matjaz Kunther
ayrıca bu örümcek türü tarafından üretilen ipliğin bilinenden yüz misli dayanıklı
olduğunu da bulmuşlar.
Ilmenau Üniversitesinde geliştirilen yeni yazılım sayesinde, bir yandan dokunmatik ekranlı bir
bilgisayarın kamerasıyla çekim yapılırken, diğer
yandan görüntüde yer alması istenmeyen herhangi
bir nesne işaretlenerek anında ortadan kaldırılabiliyor.
Sihri hatırlatan yazılımda, istenmeyen nesneyi
dijital kalem kullanarak çember içine almak yeterli. İlk olarak seçilen nesnenin çözünürlüğünü azaltarak görüntüyü ortadan kaldıran yazılım, daha
sonra görüntüyü iyileştiriyor ve çözünürlüğü ilk
baştaki
düzeyine
ulaşıncaya kadar artırıyor. Yazılımın sırrı
ise tüm bu işlemlerin
sadece 40 salisede,
yani insan beyninin
fark edemeyeceği bir
zaman diliminde yapılması. Yazılımın şimdilik sadece Windows'da
çalıştığı belirtiliyor.
“Risk alan beyin diğerlerinden farklı
Son olarak uzmanlar, dopamin yoğunluğunun bir kişinin garip, yeni veya değişik şeyleri deneme
arzusuyla bağlantılı olduğunu ve dopamin düzenlemesinin iyi olmadığı kişilerde, dopamin salgısını
tetikleyen garip davranışlara karşı bir eğilim oluştuğunu belirtiyor.
Bilim adamları gerilim peşinde olan ve düşünmeden hareket edip, tehlikeye atılan kişilerin beyin
yapısının farklı olduğuna dair fiziksel kanıtlar buldu.
Amerika’da Vanderbilt Üniversitesi tarafında yapılan araştırmada, en çok risk alan kişilerde, bir
çeşit beyin ödülü olarak, özellikle neşe, keyif duygusu yaşatan dopamin hormonunun farklı bir
şekilde salgılandığı ortaya çıktı. Normalde dopamin hücrelerinde hormonun aşırı salgılanmasını engelleyen ve hormon üretimini azaltan otoreseptörler mevcut.
Araştırma, risk ve tehlikeye atılan kişilerde bu otoreseptörlerinin
daha az sayıda olduğunu gösterdi.
BBC’de yer alan bilgilere göre, bu bulgular ışığında, bazı insanların
uyuşturucu ve benzeri bağımlılıklara karşı daha meyilli olma sebeplerinin
anlaşılabileceği düşünülüyor. Tıpkı hayvanlarda yapılan deneylerde
olduğu gibi, sağlıklı insanlar üzerinde yapılan incelemeler ve taramalar
da bazılarının garip ortamlarda farklı tepkiler verdiğini gösterdi.
Örneğin, düşünmeden para harcamak ve fevrilik gibi düşüncesizce
davranışların ve tehlikeye atılmanın otoreseptörlerin düşük seviyesiyle
ilgili olduğunu açıklandı.
57
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
JI ROJÊ RE TÊGÎNÊN BÊ PEYV
Yek hevok, hezar silava tîne bi xwe re
Bi lingê kevokê ve girêdidim ramanê xwe
ber bi wê Giravê ve,
ji dîlê azadiyê re rêdikim
têgînên ji xwe re li peyvan digerin
di hêşê min de digerin û rêwî ne
lê, yekcanên wan tûne ne
Ji xwe re digerin di dil û mejî de,
caran komdibin,
dikevin di nav gilî û gazincan de,
dikelîne volqana teqenadinê,
Hîroşîma,Nagazakî û weke pêlên Tsûnamî,
mejiyê min sîtem dike
Weke Helebçe dişweitînin,
mîna Dêrsim ser î hildidin e
lê, dema xwe gihandin şevên tarî
di xwin û xeyalan de dvebûne yek
wê demê xwe didin germahiya ‘Rojê’
serdema ku Kapîtalîzma xwe,
li ser lingê sosyalîzma Marx dida jiyankirin
“We” qidûm lê şikand û “ Jiyaneke Azad”
gelek bi sinc afirand
hinava duruşmeyên azad serî rakirin
“Heqîqet eşq e, eşq jî jiyana azad e”
di bin siya şagirtiya jiyana we de
her tîrêjên ronahiya dilê me neg,hêje ya we jî
bi hewildana bûyîna şervanê we
û bi bîr û baweriya hişmendiya we
em ê hemû rondikên Amedê bikne barana jiyanê
Em ê axa Îmraliyê bi kuman bikêşînin peytexta dilan
Em ê nehêlin bihar li ser xwe bigrî
Û zivistan biweşîne putên berfê
Ji germahiya havînê em ê hêviyan bikolin
Xweliya kînê bi serê Îmralıyê dakin
Êşa tenduristiya we êşa hemû canê me ye
Wê her kevokên hêviyan li nava germahiya jîna me de
Bibe ronahiya ramên we
Baran FERHAD
Mijdar 2010
58
STÊRKA CİWAN
Ey Marmara
MELEK RUHLU YOLDAŞIM
Dalgalarınla al beni götür
Güne küskün aydınlık
Çarp İmralı kayalıklarına
Göğe küskün ay yıldız.
Taşır tenim araratın
Toprağa küskün papatya
Bozkırından esen yeli
Bir tebessümün, gülüşün olmayınca
Taşır bedenim
Dağlar inzivaya çekildi
Amed’de, Batman’da intihara
Sular durgundu köpürür
Bir tebessümün, gülüşün olmayınca
Küs çocukların yüreğini
Seni arar, seni sorar
Kürdistan’ın kara yüzlü
Koydum Nuh’un gemisine
Genç kızların yüreği
Cudi’den, Zagros’dan kar namelerini
Zılgıtlarla, çığlıklarla
Bin bir renkli çiçekleri
Çalarlar türküleri
Yol ver Marmara
Melek yüzlü yüzünü görmeyince
Sana kalkar
Tufan görmüş gemiyi
Samuray, Semedar
Güneş bekler artık
Solar Karadağı
Şahlan Marmara
Çıldırır Ava Spi, Zap
Senin sularında gitmek için
Melek ruhlu yüzünü görmeyince
Beklermiş Cudide
Yarım kaldı Cilo’nun
Emri verilmiş bir asker gibi
Renkli efsaneleri
Son görevimizi yerine getirmek için
Karın kanlı papatyaları
Yuvaya küser güvercinler
Med’lerden bu yana
Bir tebessümün, gülüşün olmayınca
Güneş tüm parlaklığıyla
Gücü yolda kalır Güzereşin
İlk kez Mezopotamya da doğudan doğdu
Gönlü yaşlı anaların
Batı da sende tutsak edildi Marmara
Özgürlüğün çiğdemleri
Güneş seni de yakacak ey Marmara!
Tebessümün, gülüşüne doyamayınca
GERİLLANIN KALEMİNDEN...
59
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
L
Ê
K
O
L
Î
N
Gurgum (Meraş)
Bajarê WELATÊMİN
“Li gorî Ewliya çelebî
behs dike; Mereş di dema
kevin de bajarê Siltan
Dehaq e. Marên li ser
milên xwe bi laşên
bajariyan xwedîkiriye.
Ji ber zilmê bajariyan bi
serkêşiya hesinkaran
siltan dehaq kuştin. Ji
ber ku mirovên vî bajarî ji
maran re bûne xwarin
navê bajar Mereş yanî
bûye marê reş. Yanî ji
xwarina maran maye û
paşê jî bûye mereş”
Mijdar 2010
Bajarê Meraş, yanî Gurgum di tixûbê
Kurdistan û Anatolyayê de wekî pirekê
ye. Axa Kurdistan û Anatolyê li Gurgumê gihîştine hev û bi piranî li bakûrê
bajêr Kurd, li Rojavayê bajêr Tirkmen
dijîn.
Gurgum, li Rojavayê başûrê Kurdistanê di nava paralelên bakûr yê 27
û 38 û di nava merîdyenên rojhilat
yên 36 û 37an de cih digire.
Nîspetê axa Gurgumê 14327 kîlometre qare ye. Ji sedî şêst jî bajêr çiya
ye. Di axa gurgumê de noqteya herî
bilind li çiyayê Nurhaqê ye û 3081
metreye. Çiyayê Gurgumê yê dun jî
evin, çiyayê Engîzek, çiyayê Bînboxe,
çiyayên Axir, Çiyayên Helî, çiyayê
qoç, çiyayê berît û çiyayê qeman.
Axa bajêr ji sedî 40 deşt û platone.
Deşt û mexelên Gurgum wekî hemû
deverên Kurdistanê ji bo kişt û kal û
lawirvaniyên bi xêr û bere. Li axa
bajêr deşta ceyhanê, deşta Elbîstanê,
Deşta Gurgum, Deşta Goksunê, Deşta
ava Sipî û çend deştên bi navê Narli,
Andirîn, Avşîn û Mizminê jî hene.
Ji zeviyên bajêr berhemên wekî genim, ceh, nîsk, nok, pembû, îsot, silqa
şekir û gelek cureyên fêkiyan têne hilberîn. Her wiha lawirvanî jî pêşde
çûye û bi milyonan lawirên piçûkmezin Gurgumê kirine wekî navenda
goştê teze.
Axa Gurgumê ji aliyê madenên din
erdê ve dewlemende. Wekî mînak di
nav axa navçeyên Elbîstan û avşînê
de sê milyar û nîv ton rezerveyên Lîn60
yitê hene. Rejîma dewletê Tirk ji bo
pêdiviyên enerjiya senayiya xwe bi
dest bixe ev çavkaniyên Lînyitê bi kar
anîn û di sala 1973an de sentrala
Termîk a Avşînê avakir. Ev santral li
tirkiyê di wextê xwe de tesîsa herî
mezin bû. Her wiha di axa bajêr de li
nêzî navçeya kurd oxlu baret nêzî Elbîstanê jî hesin têne derxistin.
Li gurguma dewlemend ji hatina
neteweya tirkiyê serê mirovekî 1200
dolar dikeve. Lê ev hejmar li rojavayê
anatolyayê di ser 5000 dolarî ye.
Axa gurgumê ji aliyê avên şêrîn ve
dewlemende. Çemê ceyhan, goksun û
ava sipî avên herî mezin in. Ev çem ji
kurdistanê dizên ber bi derya sipî ve
diherikin. Dîsa çemên weke sersap,
çetexan, soxûtlû, xurman, suhul, û ava
ruju zeviyên gurgumê av didin.
Ji ber ku axa gurgumê ji aliyê avên
ser erdê re dewlemende. Li ser axa
bajêr jî bendavên mezin hatine çêkirin.
Li ser çemê ceyhanê, li keviya çiyayê
engîzek bendava menzelek, li nêzî pazarcixê bendava qertelqaya hatine avakirin. Bajarê gurgumê ji aliyê erdnîgarî
û xwezaya xwe ve devereke xweşik û
dewlemende.
Li axa navend û navçeyan gelek deverên geştê û germav hene ku her sal
bi hezar turîst tên van deran. Di nava
van deveran de şikeftên dungene, daristana şinaran, çamlix tekîr, firnis û
permavên û zeytûn navdarin.
Gurgum ji bakûr ve cîranê sêwas û
qeyserî, ji rojava cîranê edenê, ji başûr
STÊRKA CİWAN
ve cîranê dîlokê, ji rojhilat ve jî cîranê
meletî û semsûrê ye.
Nifûsa bajêr di ser milyonekî re
ye. Bajêr li gor sîstema rêveberiya
tirkiyê vîlayete. Bi navê Elbîstan,
Avşîn, Bazarcix, Çaxlayan gerîp,
Nurheq, Ekîn ozû, Goksun, Kurdoglu
û Andirîn 9 navçe û 506 gund û
mezra Gurgumê ve girêdayîne.
Nifûsa Gurgumê li gorî hejmara
îro nêzî milyonek û nive. Ji nîvê
nifûsa wê zêdetirîn kurdin. Kurdên
vê deverê jî bi piranî Elewî ne û bi
zaravayê kurmancî diaxivin.
Diroka Gurgum (Meraş)
Di dîroka nivîskî de cara yekemîn
navê gurgumê di çavkaniyên Asurî
de derbas dibin. Li gorî van çavkaniyan navê bajêr wê demê Markasî ku
navê dewleta Hîtîtiyan li herêmê avakiribûn Gurgum bû. Heta dema ku
Romayiyan Kurdistan bi dest dixin
navê bajêr weke Markasîm ma. Piştî
vê împaratoriya romayê Qalegula
navê bajêr weke gemanîciyan guherand. Heta ku artêşa Ereb hat herêmê
navê bajêr wiha ma. Piştî ereban
navê herêmê bûye mahraş. Bi erebî
tê wateya cihê lerzê. Wê demê ji ber
ku li herêmê birinc dihat çandin.
Nexweşiya tayê hebû û kesên ku bi
tayê diketin laşên wan dilerizîn. Tê
texmînkirin ku ereban ev nav ji ber
vê yekê dabe bajêr. Gurgum, piştî
ereban jî ku ji aliyê Bîzansiyan ve
hate dagirkirin pêşî weke Marasyon,
paşê dîsa weke Maraş hate binavkirin.
Bajêr di nava kurdan de weke Gurgum
an jî Mereş, di nava tirkan de jî weke
Qehreman Maraş tê binavkirin. Efsaneya ku gerok Evliya Çelebî di seyahatnameyên xwe de behsa Mereşê
dike balkêş e.
Li gorî Ewliya çelebî behs dike;
Mereş di dema kevin de bajarê Siltan
Dehaq e. Marên li ser milên xwe bi
laşên bajariyan xwedîkiriye. Ji ber
zilmê bajariyan bi serkêşiya hesinkaran siltan dehaq kuştin. Ji ber ku
mirovên vî bajarî ji maran re bûne
xwarin navê bajar Mereş yanî bûye
marê reş. Yanî ji xwarina maran maye
û paşê jî bûye mereş. Bajêr jî weke
navê xwe gelekî hatiye guhertin. Bajarê antîk, ku li başûr rojhilatê bajêr
hatiye avakirin di dema Romayiyan
de barkiriye ser peravên çemê ava
reş. Di dema navîn de navê herême
reban e. Paşê jî bûye herêma kevirê
zer. Navenda bajêr, yanî herêma
kevirê zer di herdhejekê de xerabûye.
Rûniştvanan malên xwe barkirine û
çûne herêma mereş ê.
Navenda bajêr di dema Mîrantiya
û zorqedriyan de hate avakirin û her
wiha li herêmê cihê herî kevin û baregeha rûniştinbûyînê dema Palawlotîk, yanî diçe çar hezar sal beriya
zayînê. Di şikeftên nêzî gundê Dungulê de bermahiyên vê demê hatine
dîtin. Piştî ku împaratoriyan Hîtîtan
belav bû, li kurdistan û anatolya
61
navîn dewletên sîteyan yanî bajaran
derketin holê. Li vê herêmê jî dewleta
gurgum hate avakirin. Navenda gurgumê bajarê markasî bû. Ew dewleta
biçûk di nava asurî û urartuyan de
dest guhertiye. Gurgum beriya zayînê
di sala 612an de ji aliyê bav û kalên
kurdan, yanî Medan ve hate bidest
xistin. Piştî desthilatiya Medan a 150
salan Pers ketin Gurgumê û bi herêmê
bi navê Kapadokya dewleteke otonom
hatiye avakirin. Artêşa îskender beriya
zayînê di sala 300î de hate herêmê û
tevî gurgumê herêm jî dagirkir. Desthilatdariya Makedonî, Romayî û Bîzansiyan lu gurgumê heta sala piştî
zayînê 1100î dewam kir. Di vê pêvajoyê de bajar di sala 632an de ji aliyê
artêşa ereban ve çend caran jî ji aliyê
Sasaniyên Îranî ve hate dagirkirin.
Di sedsala 1100î de jî Selçukî hatin
herêmê. Vê demê li gurgumê malbata
Zulqedriyan Mîrantiyek avakiribûn.
Bajar sala 1521ê, di dema Yavuz
Sultan Selîm de kete destê Osmaniyan
û bi navê dewleta Zulqedriyê hate
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
birêvebirin. Sultan Ebdulezîz, di sala
1867an de Gurgum weke Sancixekî
bi bajarê Helebê ve girêda.
Bajarê berxwedan û
qehremanîyê
Bajêr piştî damezirandina Komara
Tirkiyê jî weke wilayet hate qebulkirin. Piştî yekemîn şerê cîhanê, împaratoriya Osmanî têk çû. Herêma
Mereş ku ji aliyê ewrûpayê ve weke
Qewliye dihate binavkirin pêşî ji
aliyê Îngîlîzan ve, paşê jî ji aliyê
Fransizan ve hate dagirkirin. Di dema
dagirkirinê de Kurdan Gurgumê bi
hevkariya Kemalîstan di sala 1920an
de li dijî Fransizan şer kirin û wan ji
bajêr avêtin. Bi taybetî li Bazarcix,
Kurdoglu û li navenda Gurgumê
şerên dijwar qewimîn. Li ser vê helwesta Mereşiyan di sala 1973an de
Meclîsa Tirk Payeya Qehremaniyê
dan bajêr û navê bajêr weke Qehreman Meraş guhert. Di pêvajoya şer
de rejîma îttîhat û terakî di sala
1915an de li dijî ermeniyan û suryaniyan fermana qirkirinê dan. Di van
deman de li gorî salnameyên osmanî
nifûsa mereşê 150 hezar e. Ji wan
27 hezar kes ermenî û suryanî ne.
Ermenî û Suryanî bi taybetî li navenda
Mereş û li bajarokên zeytûnê bi cih
bûne. Di encamê de dewleta Osmanî,
ermeniyên li gurgumê bi tevahî ji
herêmê koçber kir û bi hezaran kes
qetilkir. Piştî damezirandina komara
tirk wê demê hejmara tirkmenan
gelek kêm bû. Macar, Misilmanê
bulgarîstanê û çerkezên kafkasan li
navenda bajêr û li navçeyên weke
andrîn, goksu, turkoglu û dîsa tirkmenên çiyayê oxir piştî qira ermaniyan li navenda bajêr bi cih kirin. Ji
aliyekî ve ji bo piraniya elewiyan ji
bajêr derxînin ji Riha û Bazîdê di
demên kevin de gelek kurd û erebên
sunnî surgunî herêmê kiribûn.
Mijdar 2010
Piştî qanûna Dêrsimê rejîmê xwest
li gurgumê hejmara kurdan kêm bike.
Bi vê armancê gelek rêbazên taybet
bikaranîn. Yek ji van rêbazan valakiran
gurgumê bû. Ku bi sedan malbat ji
bo koçberiya ewrûpayê teşwîq kirin.
Ji aliyekî din ve jî di nava elewî û suniyan de nakokiyên mezhebî derxistin.
Qetlîama salên paşê jî li gorî parçeyek
vê pîlanê çêbû. Her çiqas siyaseta rejîmê dor li geşbûna welatparêzan girtibû jî hin hewldanên kurdayetiyê hebûn. Weke mînak, di sala 1958an de
49 welatparêzên kurd ji aliyê rejîma
nijadperest ve hate girtin. Okkeş Karadagê Bazarcixî jî di nava wan de
bû û piştî salên 1970yî weke hemû
kurdistanê li mereşê jî welatparêzî
dest pê kir. Rejîmê di heman demê
de dijberî vê pîlanê yanî nijadperestiya
tirk û paşverûtiya olî derxist holê. Di
encama vê pêvajoyê de qetlîama sala
1978an pêk anî. Di 23ê kanûna sala
1978an de li navenda bajêr bi sedan
62
faşîst û sîxûrên fermî êrîşî taxên
kurdan kirin. Di nava sê rojan de li
taxên yûkselen, serî tepe, qehreman
maraş û yenî mahalle gelek ji wan
zarok, jin û kal 111 kurd hatin qetilkirin. Di dema bûyeran de polês û
eskerên bajêr alîkarî dan nijadperestan.
Piştî vê bûyerê kurdên li bajêr ji
sedî heyştêyê wan koçkirin û paşê jî
rejîmê li kurdistanê rewşa awarte
îlan kir. Ji alîkî din ve piştî vê qetlîamê
kurdên gurgumê xwe sipartin tevgera
azadiyê. Xebatên PKKê li bajêr di
nîvê salên 1970yî de dest pê dike. Di
vê demê de li bajêr û navçeyan serdestiya rêxistinê çepê tirkan heye.
Bi xebatên qadroyên weke Hakî Qarer
û Kemal Pîr PKK bi taybetî li derûdorên bazarcixê bi cih dibe. Piştî
desthilatdariya cuntaya eskerî ya sala
1980yî gelek şoreşger li çiyayên gurgumê li dijî rejîmê şer kirin. Di sala
1981ê de çend kesên wekî Besê Anuş,
Ahmet Atlan, Velî Geçît, Abbas Dol-
STÊRKA CİWAN
dur, Battal Efsen, û Huseyîn Efsen
li Mereşê di şerekî li dijî artêşa dagirker de jiyana xwe ji dest didin. Ji
van Besê Anuş di têkoşîna Rizgariya
neteweyî de yekemîn jine ku şehîd
ketiye. Her wiha Alî Erek yê ji bazarcixê ku di Berxwedana zindana
Amedê de a di sala 1982an de di Rojiya Mirinê de şehîd ket. Piştî di
salên 1984an de li kurdistanê şerê
çekdarî dest pê kir. Li mereşê jî xebatên welatparêziyê yên sekinîbûn
dîsa dest pê kir. Di sala 1988an de
komeke gerîla li çiyayê Nurhaq, Engîzek û Bînboxayan bi cih bûn û
Gurgum bu navenda Tolhildanê. Piştî
vê pêvajoyê jî li vê derê bi dehan
keç û xort tevlî refên gerîla bûn û li
herêmê gelek caran di nava hêza kurdan û rejîmê de şerê dijwar derket. Ji
mereşê gelek şervanên weke Xelîl
Şahîn, Murat Çek, Nasir Goksungur,
Zubeyde Sonmez, Denîz Omûrcan,
Alî Yuksel, Zeynep Talan, Zelîha To-
rap, Dogan Okmen, Nacî Dolat, Mustafa Yondem, Şêxo Dîrlîk û Engîn
Sîncer di şerê azadiyê de jiyana xwe
ji dest dan.
Li gurgumê berhêmên dîrokî
Bi pêşketina tevgera welatparêz li
gurgumê rejîmê jî tedbîrên xwe sitend.
Tîmên taybet, cerdevan û sîxûr sewqî
herêmê kirin. Ji bo têkiliyên gerîla û
gundiyan qut bikin gelek welatparêz
girtin. Malbat koçber kirin, mal şewitandin, tarûmar kirin û êrîşên çekdarî
pêk anîn. Hêzên rejîmê li vê herêmê
gelek qetlîam pêk anîn. Sala 1992an
şeş xortên ku bi çek hatin girtin li bazarcixê hatin qetilkirin. Di sala 1995an
de serokê partiya demokrasiyê ya elbîstanê, di sala 1996an de jî li heman
navçeyê çar mamoste ji aliyê kontrgerîlla ve hatin qetilkirin. Şerê ronahî û
tariyê weke li hemû kurdistanê li bajarê
mereşê jî li hizûra dîrokê bû.
63
Kela Mereşê li ser Gir e ku li nava
bajêr hatiye avakirin. Keleh berî zayînê di sedsala yekemîn de avabûye
û heta îro gelek caran tamîr bûye.
Hê jî dîwarên keleh û sê birc li ser
piya ne. Beşên din yê kelehê xerabûn
e. Dîwarên birca jî ji kevirên birandiye, yê hûndir jî ji kevirên molozan
e. Deriyê ku di bircê de hatiye vekirin ji daran e. Ser daran jî bi tebeqeyên hesin hatiye nixûmandin û bi
bizmarên mezin hatiye zexim kirin.
Kela Gurgumê avahiyeke çar anîşke.
Li gurgumê berhêmên dîrokî jî Mizgefta li qada şaredariyê ye. Ji kîtabeya serderiyetas tê fêm kirin ku
mizgeft ji aliyê begê zulqadriya ve
hatiye avakirin. Pîlana mizgeftê çar
anîşke. Avahiyên bakûrê mizgeftê di
demên paş de hatine pê ve kirin. Mînara ku ji mizgeftê serbixwe ye li
ser bingeheke çar anîşke. Lê ku bilind dibe weke sîlindirekê girover
dibe. Beşên jorîn yê mînarê di demên
paş de hatine guhertin. Medresa kevir, li taxa serê pirê ye. Di sedsala
14an de hatiye avakirin. Lê ji ber ku
li ser tu kîtabeyek tine ye kes nizane
ji aliyê kê ve hatiye çêkirin. Beşên
medresê li dora hewşek çar anîşk û
fireh rêz bûne. Li milê rastê odeyên
medresê li hember deriyê mezin
mescîda çar anîşk, li milê çepê turbeyeke ku banê wê weke pîramîdan
hatiyê çêkirin. Zêdetir berhemên kevin yê navenda bajêr li navçeya
avşînê ye. Mizgefta mezin, Kuliya
li Eshabîkêf, Kela Xurman. Li elbîstanê jî navenda arkeolojîk girê reş,
Kela keçikan, Mizgefta mezin û mizgefta baba hîkmet jî heye. Dîsa li
navçeya bazarcixê gelek bermahiyên
dema roma û bîzansiyan hene. Rûyek jê kolan û taxên modern, rûyê
din jî adet û kevneşopiyên berdewama sedan salan e.
***
Mijdar 2010
STÊRKA CİWAN
:)
:)
Mizah
Kurd û tirkek derdikevin nêçîrê
lê encamek bi dest naxe.
Pars wan diye û bi ser wan ve tê.
Tirk dest davêje bêrîka xwe şûşeya eraqê
derdixe ziwa-ziwa bi serê xwe de dike û li
benda Çarenûsa dawî ya li ber diranê pars dimîne.
Kurd bilez û bez solên nigên xwe derdixe
Çaroxên bezê li nigê xwe dipêçe.
Tirk di nav şaşwaziyek de ji kurd dipirse:
Gelo te dil heye ku tu ji pars bezatir bibezî.
Kurd lê dizivire û dibêje na. Û wiha didomînê: Armanc û miraziya min ev e ku ji te
lezgîntir bibezim!
Kurd û tirkek derdikevin nêçîrê. Tirk G3êya
xwe û kurd jî keleşa xwe girtine ber xwe.
tirk bi G3êya xwe û yê kurd jî bi keleşa xwe
dixwazin pozbilindiyê bikin. Di nêçîrê de yek
ji wî, yek jê yê din nêçîrê li ser nêçîrê dikin.
Her du jî helalî naynin ser nêçîrvaniya xwe.
Lê di wê kelogerma nêçîrê de şêrê erdnîgariya Kurdistanê ku jê re dibêjin ‘pars’ rastê
wan tê.
Nêçîrvanê tirk darê G3êya xwe li milê xwe
dişidîne derb ser derbê ber dide pars, lê tev
vala
Nêçîrvanê kurd jî bi keleşê xwe diceribînê
Kökten dinci
New York’ta küçük bir çocuğu azgın bir köpeğin dişlerinden kurtaran ve hayvanı boğan
iri yarı delikanlının yanına koşan muhabir
sormuş:
-Kahraman Amerikalı, çocuğun hayatını kurtardı diye yazabilir miyim?
Adam, ben Amerikalı değil Afganistanlıyım
demiş.
Ertesi gün gazetede manşet:
“Kökten dinci müslüman Central Park’ta bir
köpeği boğdu. FBI olayın El Kaide bağlantısını araştırıyor...”
Mijdar 2010
64

Benzer belgeler