PDF Oku - sence dergisi

Transkript

PDF Oku - sence dergisi
!
Yüz karası değil kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası
Madencinin Vasiyeti
“Helal lokma!” diyerek yer altına indim ben.
Helalinden eceli tadıp geri döndüm ben.
Rabbim! Neydi şehadet? Cephelerde ölmek mi?
Helal lokma ararken can vermeyi bilmek mi?
Tek düşüncem horantam helal yesin aşını
Akran içinde yavrum dimdik tutsun başını.
Evdeşim baş eğmesin, ar etmesin halinden
Nimet verene şükrü düşürmesin dilinden.
Bir dehlizde can vermek madencinin kaderi.
Makamdaki vicdanın acep nedir ederi?
Yedi kat yer altında rızkımı aradım ben
Canımı verir iken kimlere yaradım ben?
Şayet varsa bir ihmal mutlak bulsun devletim
Hakkımı helal etmem unutursa milletim!”
Mustafa KÜTÜKÇÜ
UNUTMADIK, Unutturmayacağız! Ruhunuz Şad Olsun.
editör
Merhaba…
Yasemin GÜNGÖR
Sıcak bir yaz mevsiminin sonuna yaklaşırken, kara haberlerin eziciliği altında geçen
bir dönemin ardından daha dolu, daha doyurucu ve daha geniş içerikli beşinci sayısı
aracılığıyla SENCE’yi seninle buluşturmuş olmanın gönül huzuru içindeyiz.
Bu sayıyı hazırlama döneminde Soma’daki maden ocağından gelen haber bütün milletimizin içini acıttı. Bu elim olaya kaza deyip geçmeye vicdanımız el vermiyor. Kayıplarımıza
Allah’tan rahmet, aile fertlerine ve bu acıyı yürekten hisseden herkese sabırlar diliyoruz. Bu
vesileyle istihdam alanında taşeronlaşma eğilimi Ercan Han tarafından değerlendirildi. Yasin
Pekeroğlu da, iş güvenliği kapsamında “Acil Durum Planlaması ve Yönetimi”ni inceledi.
Saddam rejiminde de sonrasında da en büyük eziyeti çeken topluluk olarak Irak Türkmenleri
kan ağlamaya devam ediyor. Suriye’deki altüst oluşun üzerine Bayırbucak Türkmenleri’nin feryadı
onlara eklendi. Üstelik Suriye’deki kargaşadan nemalanan IŞİD terörünün de en büyük mağduru
Türkmenler oldu. Türkmenlerin acısını Yavuzaslan’ın yazısıyla senin de gündemine taşıdık. Aynı şekilde, Stalin’in zulmünü en derinden yaşamış olan Kırım Türkleri, bu sefer Rusya ile Ukrayna arasındaki
tepişmenin ezdiği çimene döndürülme tehlikesini yaşamaktadır. Tuncer Kalkay’ın kaleminden, Kırım Tatarları’nın gözüyle konu sayfalarımızda yer aldı. Özcan Pehlivanoğlu da, “Balkanlar”ın bir Türk için anlam
ve önemini inceldi.
Ayrıca kadına yönelik şiddet sayfalarımızda konu edildi. Ankara Milletvekili Gülsün Bilgehan ve avukat
Aydeniz Alisbah Tuskan ile yapılan röportajlar ve avukat İzzet Doğan’ın incelmesine yer verdik.
Yunus Şevki Kibar çevreye saygı için “Küresel Isınma” ile şehit ve gazilere saygı için terörle mücadelenin
bir parçasını “Güneydoğunun Üvey Evlatları: Korucular”ı yazdı. Hüseyin Avcı, “Hantal Bürokrasi Nasıl
Anlaşılır?” diye sordu. Nejla Öksüz, TSK bünyesinde farklı mesleklerde çalışan personelin sorunlarına
değinirken “Ortak Adları: Sivil Memur” diye söze başladı.
Ahmet Azizoğlu “Yaren Kültürü”nü anlatırken, Türk Büro Sen Genel Başkanı Fahrettin Yokuş Türk’ü ve
Türk’ün kutsallarını hatırlattı. Muzaffer Şenduran ile yapılan söyleşi de ise, Türk kültür hayatının ve özellikle
Türk müziğinin dertleri dile geldi. Mustafa Yiğit, Peyami Safa ve Cemil Meriç’i tanıtırken, Süleyman Güngör,
Yusuf Akçura’nın hayat hikayesini özetledi. Aramızdan fışkıran umutlardan örnekleri sizlerle paylaşmak
istedik. Yazar Banu Kıran ve şair Eyüp Ekinci sayfalarımızdan eserleriyle Sence bir selam verdiler.
Murat Ertan “Dijital İletişim” ve Ülkü Davutoğlu “Teknoloji ve Tıp” makaleleri ile yeni teknolojinin sosyal
hayata ve tıbbi uygulamalara yansımalarını incelediler. Nuran Kılağız’ın yazısında ulu önderin sözleriyle
bir hatırlatma var: “Atatürk Bizden Biridir”. Spor sayfamızda Cevdet Doğan’ın anlatımıyla “Taekwondo”yu tanıttık. Hobi sayfamızı evde çiçek yetiştiriciliğine ayırdık. Dilek Kapdağ bizim için Çerkez Tavuğu
hazırladı. Afiyet olsun.
Altıncı sayıda buluşuncaya kadar afiyetle kalın.
İÇİNDEKİLER
Türk Büro-Sen Adına Sahibi
Fahrettin YOKUŞ
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Cafer SEÇER
Editör
Yasemin GÜNGÖR
Yayın Kurulu
Nejla ÖKSÜZ
Dr. Süleyman GÜNGÖR
Yunus Şevki KİBAR
Mustafa YİĞİT
Ahmet AZİZOĞLU
Ülkü DAVUTOĞLU
Ali KARADENİZ
Banu KIRAN
Yönetim Yeri
Talatpaşa Bulvarı No:160
06590 Cebeci / ANKARA
Tel: 0.312 424 22 11
Kapak Yazı
İlham GENCER
Reklam Rezervasyon
Tuğçe DEMİR
Tel: 0.312 434 04 12
Faks: 0.312 434 04 13
Yapım
Alban Tanıtım Ltd. Şti
Tunalı Hilmi Cad. Büklüm Sk. No 45/3
Kavaklıdere/ANKARA
Tel: 0.312 430 13 15
www.albantanitim.com.tr
Baskı
Ozyurt Matbaacılık Ltd. Şti.
Süzgün Sokak No:8 İskitler/ANKARA
4
Taşeronlaşma Yeni Kölelik Sistemi
7
Gülsün BİLGEHAN
11
(Dört ayda bir yayımlanır.)
Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir.
ISSN: 2147-7329
Bu dergi Türk Büro-Sen tarafından
ücretsiz dağıtılmaktadır.
Kamuda istihdam edilen taşeron firma çalışanı
sayısı 2000’li yılların başında 20 bin iken; bugün
kamuda 600 bini aşmış, toplamda ise 2 milyon 500
bine ulaşmıştır.
Kadına karşı şiddetin önlenmesinde en önemli
görev önce devlete, devletin kurumlarına sonra sivil
toplum örgütlerine düşmektedir.
7
Ailenin Korunması ve Kadına Karşı
ŞİDDET
İlk insanla ortaya çıkan şiddet olgusu yıllardır
hepimizi sarsacak boyutlarda her zaman
gündemimizde yaşamaktadır.
14
Av. Aydeniz Alisbah TUSKAN
16
Kaderlerine Terk Edilen TÜRKMENLER
18
22
Basım Tarihi
Ağustos 2014
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
4
26
Türk Kadını toplumda hala layık olduğu yerde değil!
Bugün Türk Milletinin Misak-ı Millisi olan Kerkük
Kalesinde Peşmerge vardır. Sözde bayraklarını
Osmanlı mezarlarının, Selçuklu izlerinin olduğu
Kerkük Kalesi’ne çekmişlerdir.
Küresel Isınma
14
16
Yıllardır gündemde olan ve sürekli tartışılan bir konu
küresel ısınma. Kimine göre kıyamet kimine göre ise
dünyanın normal seyrinin sonucu.
HANTAL BÜROKRASİ Nasıl Aşılır?
İyi bürokrat; süreç analizi yapan, tehditleri
önceden belirleyen ve sorunlara yönelik çözümler
geliştirebilen kişidir.
Ukrayna Krizi ve Kırım’ın İşgali
Kırım Tatar Dernekleri; “Kırım’ın yabancı işgal
güçlerinden derhal arındırılması, Kırım Tatar halkının
tarihi haklarının iadesi ve Ukrayna’nın toprak
bütünlüğünün korunması dışındaki yaklaşımları
kesinlikle kabul etmiyoruz”
26
28
Ortak Adları Sivil Memur
31
Yâren Kültürü
38
Kaotik Dünya ve Şirketleşen Din
46
...tüm yaşantılarında risk al- tında olan yaklaşık sayıları 40
bini bu- lan, hemşire, mühendis, avukat, aşçı, şoför, elektrik
teknisyeni gibi aklınıza gelebilecek tüm mesleklerdeki personelin ortak adı “sivil memur”dur.
Kız Anadan Öğrenir Sofra düzmeyi,
Oğlan Babadan Öğrenir Sohbet Gezmeyi...
31
“Milyonlarca Iraklıya özgürlük getiriyoruz. Silahlarımızla
getirdiğimiz özgürlüğü; anayasal düzeni kurup demokrasiye
teslim edeceğiz.
46
54
Gönlü musikiyle yıkanmış bir insan
Muzaffer ŞENDURAN
Folklör ekipleri Türkiye’de hiç- bir folklör ekibiyle mukayase
edilemeyecek kadar güçlü ve ihtişamlıydı.
54
Dijital İletişim
60
İş Güvenliği Kapsamında Acil Durum
Planlaması ve Yönetimi
İlk çağ insanlarının, av öyküsünü başkalarına anlatmak için
mağara duvarına çizdiği resimlerle başlayan bilgi paylaşımı,
binlerce yıl boyunca gelişerek devam etmiştir.
Acil durum yönetimi ülkemizde her türlü doğal afet, iş
kazası, trafik kazası, sabotaj, yangın, patlama, teknolojik
risk- ler, çevresel felaketler vb.
64
67
Atatürk Bizden Biridir
“Birçok zaferler kazandım, fakat bunların en büyüğünden
sonra bile her akşam savaş alanlarında ölen bütün askerleri
düşünerek içimden derin bir keder duyuyorum.”
Güneydoğunun Üvey Evlatları
Korucular...
Gerçekten birçok korucu bu tür meselelerden
dolayı soruşturma geçirmiş ve bir kısmı da görevden
uzaklaştırılmıştır.
68
Balkanlar
Balkan coğrafyası, Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti
Devleti için, her daim özenle ilgilenilmesi gereken ve Türk
Dünyası içinde yer alan önemli bir bölgedir.
64
67
68
SENCE
Taşeronlaşma
Yeni Kölelik Sistemi
Kamuda istihdam edilen taşeron firma çalışanı sayısı 2000’li yılların başında
20 bin iken; bugün kamuda 600 bini aşmış, toplamda ise 2 milyon 500 bine
ulaşmıştır. Taşeronlaşma; çalışanlar açısından, sosyal güvencenin ve yarının ne
olacağının belli olmadığı bir güvensizlik ortamı yaratmaktadır.
Ercan HAN ⎟
M
anisa’nın Soma ilçesinde bulunan maden ocağında yaşanan facia milletimizin yüreklerini dağlamıştır. Yaşanan facianın büyüklüğü nedeniyle bütün dikkatler Soma’ya çevrilmiştir. Ancak Sosyal Güvenlik
Kurumu verilerine göre ülkemizde günde ortalama 205 iş
kazası gerçekleşmekte, 2 kişi hayatını kaybetmekte ve 6 kişi
de iş kazası nedeniyle, iş göremez hale gelmektedir. Bu rakamların yalnızca resmi kayıtlara dayandığı düşünüldüğünde, kayıtlara girmeyen kazalarla birlikte yaşanan can ve mal
kaybının çok daha büyük olduğu görülecektir.
Alabildiğine artan taşeronlaşma, iş güvenliği ile ilgili gerekli tedbirlerin alınmadığı, minimum maliyet maksimum kar
anlayışı nedeniyle insan hayatının hiçe sayıldığı, yitip giden
canların “Güzel öldüler” gibi ifadelerle hafife alındığı acımasız bir bakışı doğurmaktadır.
4
SENCE 2014 Sayı 5
Bilindiği gibi bugün ulaşmış olduğumuz teknolojik ve ekonomik gelişmenin temelinde Sanayi Devrimi yatmaktadır.
Ancak 18 ve 19. yüzyıllarda yaşanan gelişmeler; tarım toplumundan endüstri toplumuna geçilirken, maksimum kâr,
minimum maliyet temeline dayalı, emeğin sömürülmesini
öngören bir anlayışı da beraberinde getirmiştir.
İşçilerin çok uzun çalışma süreleri, çok kötü çalışma şartları, çok düşük ücretler ile çalışmak zorunda kaldıkları bu dönemde, kapitalizmin acımasızlığı, sermaye-emek ilişkileri ve
paylaşım sürecinde, çatışma ve toplumsal kaosu yaratmıştır.
Sendikal hareket, işte bu çatışma süreci içinde paylaşım ve
yönetim sorununa çözüm getiren toplumsal bir olgu olarak
ortaya çıkmıştır. Çalışma şartlarının iyileşmesi, demokrasinin
gelişmesi, insan hakları kavramının ortaya çıkması, yönetişim anlayışının benimsenmesi; temelde sivil toplum olgusunun başarısı olarak kabul edilecek sonuçları doğurmuştur.
Emeği, çalışanı ve çalışanlar için yapılan yatırımları bir
maliyet unsuru olarak görme yanlışı; Endüstri Devrimi’nin
üzerinden 300 yıl geçmiş olmasına rağmen, iş kazalarının
meslek hastalıklarının hâlâ emek dünyasının çözemediği
bir sorun olarak kalmasına neden olmaktadır.
Günümüz gelişmelerine baktığımızda, çalışanlarının ekonomik ve sosyal haklarının kısıtlanarak maliyetlerin düşürülmesi, kâr marjının yükseltilmesi için taşeronlaşma
sisteminin ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. Bu değişim
rüzgârından Türkiye de nasibini almakta ve istihdam sistemi taşeron ağırlıklı bir yapıya doğru evrilmektedir. Düşük
maliyetli, düşük ücretli, iş güvencesi olmayan, sendikaya
üye olduğunda işten çıkarılacağı kesin olan, gerekli asgari
iş güvenliği tedbirlerinden dahi yoksun bırakılan taşeron
işçilerimizin yaşadığı dram Soma’da bir kez daha ortaya
çıkmıştır.
Taşeronlaşma olgusu, ülkemize özelleştirme yoluyla girmiş,
kamunun insan kaynakları alanında hizmet alımı şeklinde yerleşmiştir. Temelde Türk kamu personel sisteminde
dört ana istihdam biçimi belirlenmiştir. Bunlar, 657 sayılı
DMK’nun 4. maddesinin “A” fıkrası uyarınca çalıştırılan ve
iş güvencesine sahip olan memurlar, “B” fıkrası uyarınca
çalıştırılan sözleşmeli personel, “C” fıkrası uyarınca çalıştırılan geçici personel ve “D” fıkrası uyarınca çalıştırılan işçilerdir.
Ancak yeni kamu yönetimi anlayışı, kamu personel sistemini değiştirerek hizmet alımları yoluyla kamuyu özel sektöre
açmayı temel amaç edinmiştir. Yeni kamu yönetimi anlayışının yansıması şeklinde özel sektörden temin edilmeye
başlanılan hizmetler; taşıma, temizlik, yemek hazırlama ve
dağıtım, koruma ve güvenlik, danışmanlık, tanıtım, basım
ve yayım, toplantı, organizasyon, sergileme, fotoğraf, film,
fikri ve güzel sanat, bilgisayar sistemlerine yönelik hizmetler ile yazılım hizmetleri, mesleki eğitim, bakım ve onarım,
araştırma ve geliştirme, piyasa araştırması ve anket çalışmaları olarak belirtilebilir.
Bununla birlikte istihdam sistemi bakımından; kamu kesiminde memurluk yerine idari sözleşmelilik, kadro gereği
ücret yerine sözleşme gereği performans ücreti gibi eğilimler, kamu kesimi istihdam rejimini de özel kesim istihdam
rejimi ile aynı seviyeye getirmeye yöneliktir.
Çalışma Hayatı
Buna karşın 1980’li yıllarla birlikte ortaya çıkan neo-liberal
anlayış ve küreselleşme; bir anlamda sermaye-emek çatışması sonucunda dengeye oturmuş olan paylaşım sorununda, sermaye lehine yeni yaklaşımlar, yeni düzenlemeler
içermektedir. Teknolojik gelişmenin akıl almaz bir boyuta
ulaştığı günümüzde, para ve sermaye artık anlam değiştirerek hayatın odak noktasına yerleşmiştir. Üretim araçlarının
el ve şekil değiştirdiği, maksimum kâr, minimum maliyet
anlayışının yeniden ortaya çıktığı bir dönemi yaşamaktayız.
Son yıllarda, memurların iş güvencesinin ortadan kaldırılarak idari sözleşmeli statüye geçirildiği, sendikal ve demokratik haklarının verilmediği, işçilerin de çağrı usulüne göre,
esnek, kısmi zamanlı çalışma şartlarına göre istihdam edildiği bir yapı oluşturma isteği ağırlık kazanmaya başlamıştır.
Kamuda personel giderlerinin azaltılması amacıyla, temizlik, güvenlik gibi bazı hizmetlerin ihale yoluyla özel şirketlere devredilmesi uygulaması artık kamu hizmetlerinin taşeron şirket elemanları aracılığıyla gördürülmesi boyutuna
ulaşmıştır.
Geçmişte istisna olan taşeron/alt işveren uygulaması günümüzde yaygın bir istihdam biçimi haline gelmiştir. Kamuda
istihdam edilen taşeron firma çalışanı sayısı 2000’li yılların
başında 20 bin iken; bugün kamudaki taşeron firma işçileri
600 bini aşmış, toplamda ise 2 milyon 500 bine ulaşmıştır.
Taşeronlaşma; çalışanlar açısından, sosyal güvencenin olmadığı, yarınının ne olacağı belli olmayan bir güvensizlik
yaratmaktadır.
Taşeron uygulamasının temel motifi maliyetlerin özellikle
de işgücü maliyetinin düşürülmesidir. Bu sistem çalışma
ilişkilerini güvensizleştiren,
Son yıllarda,
sendikasız ve toplu sözleşmemurların iş
mesiz ve hatta iş yasası dışıngüvencesinin ortadan
da işçi çalıştırmanın bir aracı
kaldırılarak idari
haline gelmiş durumdadır.
sözleşmeli statüye
1980’li yıllarla birlikte bütün
geçirildiği, sendikal ve
dünyada taşeronlaşma serdemokratik haklarının
mayenin yeni uluslararası
verilmediği, işçilerin
stratejisi içerisinde önemli
de çağrı usulüne
bir yere sahiptir. Bu strateji
göre, esnek, kısmi
genel olarak iş ilişkilerinin,
çalışma sisteminin esnekleşzamanlı çalışma
tirilmesi, kuralsızlaştırılması
şartlarına göre
olarak da adlandırılmaktadır.
istihdam edildiği bir
yapı oluşturma isteği
Özellikle işgücünün kolay ikame edilebileceği alanlarda
ağırlık kazanmaya
daha hızlı bir taşeronlaşma
başlamıştır.
yaşanmaktadır.
Öncelikle
SENCE 2014 Sayı 5
5
SENCE
Gelecekte kamuda
iş güvencesine sahip
çalışanın kalmayacağı,
devletin asli ve
sürekli görevlerinin
bile sözleşmeli,
düşük maaşlı,
güvencesiz, taşeron
işçileri tarafından
sağlanacağı anlamına
gelmektedir.
özel sektörde başlayan taşeronlaşma zamanla kamuda
da yaygınlaşmıştır. Kamuda
alt işveren, hizmet alımı gibi
adlar altında kadrolu kamu
çalışanı yerine taşeron tercih
edilmeye başlanmıştır.
Çalışma haklarının en yaygın
ihlal edildiği, iş kazalarının en
fazla olduğu yerler taşeron
şirketler tarafından yapılan
işlerdir.
Taşeronlaşmaya karşı işçilerden ve sendikalardan gelen
ve giderek artan tepkilerin
aksine, sermaye örgütleri taşeron uygulamasının daha da
yaygınlaştırılmasını ve kanundaki sınırlamaların kaldırılmasını talep etmektedir.
Taşeron işçilik konusunun temeli alt işveren tanımında yatmaktadır. 4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesine göre asıl
işin bir bölümünde alt işveren çalıştırılabilmesi “işletmenin
ve işin gereği ile teknolojik nedenle uzmanlık gerektiren
işler” gibi üç koşulun bir arada var olmasına bağlıdır.
Fransız yüksek yargısının içtihatları arasında da yer alan
bu düzenleme taşeron uygulamasını sınırlamayı amaçlamaktadır. Bu üç koşul aynı anda yok ise yargı taşeron işçi
çalıştırmayı muvazaa (hile) olarak kabul etmekte ve işçi başından itibaren asıl işverenin işçisi sayılmaktadır. Nitekim
bu yönde verilmiş çok sayıda yargı kararı bulunmaktadır.
Taşeron meselesinin kritik noktası bu tanımda düğümlenmektedir.
Çıkarılmak istenilen yeni kanunlar, bu üç gerekliliğin bir
arada bulunma zorunluluğunu kaldırarak, işin herhangi
bir bölümünde, herhangi bir alanda taşeron çalıştırmayı
mümkün kılacak ve taşeron sistemini yaygınlaştıracak uygulamalar içermektedir.
Bu durum, gelecekte kamuda iş güvencesine sahip çalışanın kalmayacağı, devletin asli ve sürekli görevlerinin bile
sözleşmeli, düşük maaşlı, güvencesiz, taşeron işçileri tarafından sağlanacağı anlamına gelmektedir.
Bununla birlikte kamuda artan taşeron işçiliği, iş sağlığı ve
güvenliği alanını da etkilemekte, çıkarılan Kanuna rağmen
işyerlerinde sağlık ve güvenlik tedbirlerini almakla yükümlü
6
SENCE 2014 Sayı 5
işveren konusunda karmaşa yaşanmasına neden olmaktadır.
Bunun en açık örneği geçtiğimiz aylarda yaşanan Soma faciasında görülmüştür.
Soma’daki madenlerin sahibi Türkiye Kömür İşletmeleri
(TKİ), yani Devlet iken, söz konusu madenlerin işletilmesi
özel sektöre verilmiştir. Yapılan incelemelerde madenleri
işletme hakkı kazanan özel şirketin de maden içinde belli
ocakları taşeronlara devrettiği ortaya çıkmıştır. Bu durumda hukuki bakımdan Soma’da asıl işverenin TKİ olduğu
açıktır. Madeni işletme izni alan özel şirket ise alt işveren
durumundadır. Aynı alt işveren, işin belli bölümlerini başka
alt işverenlere devrederek ikincil bir taşeron sistemi geliştirmiştir.
Bu karmaşık yapı, yaşanan facianın sorumlularının bulunmasını engellemektedir. Nitekim soruşturma sonucunda
yalnızca madenin işletme hakkını almış olan şirket yöneticilerinin tutuklanması, bunun yanında diğer taşeronların,
TKİ’nin, Enerji Bakanlığı’nın ve madenlerin denetiminden
sorumlu olan kişi ve kurumların göz ardı edilmesi, yaşanan
belirsizliğin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sendikaların bilinçli birkaç kişi ve kuruluşun dışında, bu
sömürüye fazlaca karşı çıkan da bulunmamaktadır. Bilinmelidir ki, kâr da teknolojik ilerleme de, gelişme de insan
için vardır. İnsanın olmadığı, insan hayatının yılsonu bilançolarındaki artı bakiyelerden daha değersiz olduğu bir
dünyada, bütün değerler anlamını yitirmektedir.
Soma’da yaşanan ve millet olarak hepimizi derinden yaralayan facia, taşeronlaşmanın, tedbirsizliğin ve bireyselleşmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İş sağlığı ve güvenliğine ilişkin önlemler alınmış olsaydı bu facianın kesinlikle
gerçekleşmeyeceğini söylemek mümkündür. Bu bakımdan
insan hayatının hiçe sayıldığı, emek üzerinden kâr elde
eden üçüncü, dördüncü şahısların türediği bir dünyada,
örgütlenme daha da anlam kazanmaktadır. Yürüyen çarka
çomak sokacak olanlar da ancak örgütlü gücün farkına varan kitleler olacaktır.
Martin Luther’in dediği gibi “Kuşlar gibi uçmayı, balıklar
gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yaşamak...” Yeniden insan gibi
yaşamayı hatırlayacağımız, emeğin en yüce değer olduğu
gerçeğini idrak edip, insan için yapılacak yatırımlarla hayatı
güzelleştireceğimiz, iş kazası ve meslek hastalıklarının son
bulması için gerekli farkındalığı yaratabileceğimiz bir sürecin başlaması, örgütlenen insanın harekete geçmesiyle
sağlanacaktır.
Röportaj
Gülsün BİLGEHAN
CHP Ankara Milletvekili
Kadına karşı şiddetin önlenmesinde en
önemli görev önce devlete, devletin
kurumlarına sonra sivil toplum
örgütlerine düşmektedir.
Kadına yönelik baskı ve şiddetin her geçen gün
daha da artığı ülkemizde, şiddetin geldiği noktayı
bizimle paylaşır mısınız?
Kadına yönelik baskının ve şiddetin her geçen gün arttığını biliyoruz. Bu
durumun elbette ekonomik, sosyal ve kültürel nedenleri var ama bunun en temel nedeni kadına bakış açısı. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu
yana birçok kazanımlar elde eden kadınlar, bugün gelinen noktada maalesef toplumun ikinci sınıf vatandaşı konumuna itilmeye çalışılıyorlar.
Türkiye’de 2014’ün ilk 6 ayında erkekler tarafından öldürülen kadın sayısı 129, tecavüze uğrayan kadın ve kız çocuklarının sayısı ise 58. Ayrıca
292 kadın da erkekler tarafından yaralandı, 57
kadın ve kız çocuğuna cinsel tacizde bulunuldu. Bu rakamlar sanırım bugün gelinen vahim
noktayı somut olarak ortaya koymak için yeterlidir. Ayrıca 2014’ün ilk altı ayında 11 kadın
koruma tedbiri altındayken öldürüldü.
SENCE 2014 Sayı 5
Röportaj: Deniz GÜRBÜZ
Özellikle son 12 yıldır ülkeyi yöneten zihniyet, “kadın”a
dair bakanlığın isminde bile kadın adına tahammül
edemiyor. Ve bugün gelinen noktada, her geçen
gün tırmanan kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve cinayet vakaları artıyor.
7
SENCE
Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar kadına karşı şiddeŞiddet gören kadınlar
ti önleme bağlamında birkorumadan vazgeçiyor,
çok uluslararası sözleşmeye
çünkü devlet yeteri
taraf olmuş ve yasalarını
kadar kadınları
bununla uyumlaştırmıştır.
koruyamıyor ve sonun
Buna rağmen yasaların önbaşlangıcı böyle
gördüğü somut adımlar
yaşanıyor.
atılmayınca kadınlar her
geçen gün kendilerini daha
da korumasız ve çaresiz hissediyorlar. O kadar ki, 2013’te en fazla kadın cinayetinin
yaşandığı İzmir’de, son bir yılda şiddet gören kadınların
%70’inin şikâyetlerinden vazgeçerek koruma talep etmediğini öğreniyoruz.
Sonun başlangıcı şiddet gören kadınlar korumadan vazgeçiyor. Devlet kadınları yeteri kadar koruyamıyor. Bütün bu
size anlattıklarım, “eşitliğin” sadece kâğıt üzerinde var olan
ancak sokakta hiç yaşanmayan bir olgu olduğunu anlamaya
yetiyor.
Sizce, kadına yönelik şiddetin (cinsel şiddet,
fiziki şiddet, çocuk gelinler vb.) tamamen
engellenmesi mümkün mü?
Tabii ki mümkün. Nasıl mümkün? Siyasi ve toplumsal kararlılıkla. Bu mücadele “topyekün” yürütülmesi gereken
bir mücadele. Az önce de söylediğim gibi, Türkiye’deki en
büyük problem, kâğıt üzerinde var olan eşitliğin günlük
uygulamalara yansıtılamıyor olmasıdır.
Türkiye’de kadınların kaç çocuk doğuracaklarına, nasıl doğum yapmaları gerektiğine, hangi koşullarda sokaklarda
yürüyüp yürüyemeyeceklerine, ne zaman evlenmeleri gerektiğine ve kahkaha atıp atmamalarına karar veren bir siyasi anlayış olduğu sürece korkarım ki bu vahim tablo önümüzde durmaya devam edecektir.
Kadına karşı şiddetin önlenmesinde en önemli görev önce
devlete, devletin kurumlarına sonra sivil toplum örgütlerine düşmektedir.
Devletin ilgili kurumları arasında işbirliğinin sağlaması, her
kurumun üzerine düşen görevi yerine getirip getirmediğini
denetlemesi, toplumun “toplumsal cinsiyet eşitliği” konusunda bilinçlendirilmesi ve erkek egemen sistem yerine
8
SENCE 2014 Sayı 5
“eşitlikçi” anlayışın yerleştirilmesi noktasında sivil toplum
örgütlerinin bugün olduğu gibi yarın da aktif ve sonuç
odaklı politikalar üretmesi kadına karşı şiddetle etkin mücadele için olmazsa olmaz başlıklardır.
Ayrıca, kadına karşı şiddet sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde de önemli bir sorun, dolayısıyla Türkiye’nin bu konudaki uluslararası mücadelenin de bir parçası olması ve şiddetle mücadeleye ilişkin olarak imzaladığı
sözleşmelerin de yükümlülüklerini yerine getirmesi şarttır.
Şiddete maruz kalan kadınlarla ilgili olarak
yeni gündeme gelen İstanbul Sözleşmesi
hakkında bize bilgi verir misiniz?
Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve
Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, ilk
olarak Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldığı için uluslararası literatüre “İstanbul Sözleşmesi” olarak geçti.
Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Eşitlik
Komisyonu başkanı olduğum dönemde hazırlık ve
yazım aşamalarına katkı
verdiğim bu sözleşme,
uluslararası alanda şiddetin gölgesinde veya tehdidinde yaşayan kadınların temel insan haklarını
savunması bakımından
referans alınacak ilk ve
tek uluslararası sözleşme
olma özelliği taşıyor.
İstanbul Sözleşmesi
ana hatları itibariyle;
kadına karşı şiddeti
önleme, kadınları
şiddetten koruma,
kovuşturma ve siyasi
olarak kadına karşı
şiddetle mücadelede
kararlılık temellerine
dayanan bir sözleşme.
Türkiye’nin kurucu üyesi
olduğu Avrupa Konseyi’nin tüm üye ülkeleri başta olmak üzere tüm dünya ülkelerine kadına karşı şiddetle etkin mücadele için çağrıda
bulunuyor.
1 Ağustos 2014’te, yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi
ana hatları itibariyle; kadına karşı şiddeti önleme, kadınları
şiddetten koruma, kovuşturma ve siyasi olarak kadına karşı şiddetle mücadelede kararlılık temellerine dayanan bir
sözleşmedir.
Röportaj
Türkiye,
AİHM’de, kadına
karşı şiddeti
önleyemediği
gerekçesiyle maddi
cezaya çarptırılmış
tek ülke.
İstanbul Sözleşmesi’nin ülkemize
getirdiği yükümlülükler ve
kadınlarımıza sağladığı avantajlar
nelerdir?
Türkiye, bu sözleşmeyi parlamentosunda kabul eden
ilk ülke olarak pek çok yükümlülüğü de yerine getirme
sözü vermiş oldu.
Bu yükümlülükler kadınların özellikle kendi toplumlarında daha güvenli yaşamaları ve her türlü şiddetten
uzak kalabilmeleri için aciliyetle hayata geçirilmesi gereken yükümlülüklerdir.
İstanbul Sözleşmesinin ve tabii ki kadına karşı şiddetle
mücadele için parlamentomuzdan geçirdiğimiz 6284
sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasasının gereklerinin bugün, hemen şimdi yerine
getirilmeye başlanması kadınların hayatlarında pek çok
avantajı da beraberinde getirecektir.
1 Ağustos itibariyle, İstanbul Sözleşmesi’yle, şiddete maruz kalan kadınlar artık bütün ilgili kurumların koordinasyonunda sağlanacak ciddi bir devlet koruması altına
alındı.
Bu sözleşme ile şiddetten korunabilecek,
eğitimleri teşvik edilecek, hukuki anlamda
desteklenecek,
gerek kamu gerekse
özel alanda şiddetten
arındırılmış ve yaşam
hakları korunacak olan
kadınlar, bütün erkek
egemen normlara rağmen eminim ki kısa
zamanda farklı toplumsal alanlarda daha
etkin bir varlık gösterecektir.
İstanbul Sözleşmesi,
kadınların, hak
ihlallerine uğradıkları
noktada AİHM’e
başvurusunu
kolaylaştırıyor.
Korkarım, önümüzdeki
günlerde AİHM’e
kadına karşı şiddet
vakalarına ilişkin
olarak Türkiye’den
gitmiş çok sayıd”a
dosya olacak.
SENCE 2014 Sayı 5
9
SENCE
Sizce bu sözleşme, kadına uygulanan
şiddet ve mobbingi ne oranda
engeller? Uygulanabilirliği ne kadardır?
Her şeyin bugünden yarına değişmesi kolay değil. Ama
sözleşmenin tüm gereklilikleri ve yükümlülükleri yerine getirilirse, şiddet ve mobbing ciddi oranda azalır. Bu
sözleşmenin getirdiği en önemli noktalardan biri, sözleşmenin izlenmesi ve denetlenmesi noktasında uluslararası bir mekanizma kurulacak olması.
Bu uluslararası mekanizma, sözleşmeye imza atan ve
aynı zamanda da onaylayan ülkelerin, sözlerinde durup
durmadıklarını, sözleşme maddelerini hayata geçirip
geçirmediklerini kontrol edecek ve sözleşmeye taraf
tüm ülkeleriyle ilgili rapor yazıp dünya kamuoyuyla
paylaşacak.
Ayrıca biliyorsunuz, Avrupa Konseyi’nin
yargı organı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesidir. (AİHM) Türkiye, AİHM’de,
kadına karşı şiddeti önleyemediği gerekçesiyle maddi cezaya çarptırılmış
tek ülkedir.
Korkarım ki önümüzdeki günlerde AİHM’e kadına karşı
şiddet vakalarına ilişkin olarak Türkiye’den gitmiş çok
sayıda dosya olacak. Bu nedenle, umuyorum ki, sözleşmenin özellikle maddi yükümlülükleri caydırıcı olur.
Sizce anlaşmanın kağıt üzerinde
kalmaması için alınması gereken
tedbirler nelerdir?
Önce toplumsal duyarlılık gerekiyor. Bu duyarlılığı sadece kadına karşı şiddet konusunda değil pek çok konuda sağlayan, yayan bir genç neslin varlığı beni çok
SENCE 2014 Sayı 5
Daha önce de söz ettiğim gibi, sözleşmenin ortaya koyduğu ve bizim de altına imza attığımız yükümlülükler,
şiddet sarmalında yaşayan Türkiye’de, kadına karşı şiddeti bütünüyle olmasa da büyük ölçüde yok etme noktasında ciddi tedbirler ve yaptırımlar içeriyor.
TBMM’de dört siyasi parti grubunun da oy birliğiyle kabul ettiği İstanbul Sözleşmesi’nin arkasında politik bir
kararlılıkla durmak ve sözleşmenin hayata geçirilmesi
noktasında başta kadın sivil toplum örgütleri olmak
üzere toplumun farklı kesimleriyle birlikte eylem planları oluşturarak hayata geçirmek, alınması gereken en
önemli tedbirlerin başında gelmelidir.
Ayrıca, tabi ki eğitim ve kültür hayatında kadınların önlerini açma yoluyla alışılagelmiş rol ve modelleri
değiştirmek için pozitif önlemler almak yine
sözleşmenin olmazsa olmaz şartlarıdır.
Ama tekrar etmek istiyorum, bütün
bunlar için politik kararlılık şart! Ben de
buradan sizin aracılığınızla hükümete
mesajımı tekrarlamak istiyorum: “Tam
üyeyiz, tam kararlı olalım! Kadınlarımızı
şiddetten uzak tutalım!
“Bu ülkenin
kadınlarına
ve gençlerine
güveniyorum.”
İşte bu sözleşmenin en hayati noktalarından biri de maddi yükümlülükler. Bu sözleşmede, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kadına
karşı şiddetin önlenmesi noktasında bütçe ayırması
gerekliliği söz konusuyken öteki taraftan sözleşme, kadınların, hak ihlallerine uğradıkları noktada AİHM’e
başvurusunu kolaylaştırıyor.
10
umutlandırıyor. Hep söylediğim bir şey var: “Bu ülkenin
kadınlarına ve gençlerine güveniyorum.”
Sayın Gülsün Bilgehan,
sorularımız bu kadar, sizin eklemek
istediğiniz bir şey varmı?
1 Ağustos 2014, kadına karşı şiddeti ciddi bir sorun
olarak gören ve çözümüne katkı vermek isteyen herkes
için, en önemlisi biz kadınlar için bir milat olarak kabul
edilmeli. Kadın hakları konusunda ciddi bir hassasiyet
taşıyan ve eşitlik mücadelesini yer aldığı bütün ulusal
ve uluslararası platformlarda savunan, anlatan, destekleyen ve kadın sivil toplum örgütleriyle her zaman
işbirliği ve dayanışma içinde olan bir kadın parlamenter olarak “Dünya üzerinde şiddet son buluncaya kadar
mücadeleye devam!” diyor, sizlerin aracılığıyla barışa,
eşitliğe, kardeşliğe ve dayanışmaya inanan Türkiye’nin
bütün kadınlarına, tüm Sence dergisi okurlarına sevgi
ve saygılarımı iletiyorum.
Güncel
Ailenin Korunması ve
Kadına Karşı
T
E
D
ŞİD
Av. İzzet DOĞAN ⎟ Kahdem Gönüllü Çalışma Grubu Üyesi
A
nayasamızın 41. maddesinde,
“Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması için gerekli tedbirleri
alır, teşkilatı kurar” denilmektedir.
Aile Mahkemelerinin kuruluşu ile
Ailenin Korunması ve Kadına Karşı
Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa Anayasamızın bu hükmü kapsamında değerlendirilmeli ve bu düzenlemelerin
esas amacının öncelikle kadınları ve
sonra da çocukları şiddetten korumak
olduğu düşünülmelidir.
Kadınlara Karşı Şiddeti Önleme, Cezalandırma ve Ortadan Kaldırmaya İlişkin
İnter Amerikan Sözleşmesi’nde: “Şiddetin fiziksel, ruhsal ve cinsel şiddet
biçiminde olabileceği belirtilmiş ve
aile içi şiddetin; dayak, hakaret, cinsel istismar, evlilik içi tecavüz ve ben-
zeri eylemler olarak gerçekleştirildiği” açıklanmıştır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun
20 Aralık 1993 tarihli ve 44/104 sayılı kararı ile ilan edilen Kadınlara Karşı
Şiddetin Önlenmesine Dair Bildiri’nin
1. maddesi; kadınlara karşı şiddet, is-
ter kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel
veya psikolojik acı veya ızdırap veren
veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle
tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak
özgürlükten yoksun bırakma anlamına
gelir.
SENCE 2014 Sayı 5
11
SENCE
Uluslararası Af Örgütünün 2004
yılında yayınlamış olduğu rapora
göre: “Dünyada üç kadından
biri fiziksel şiddete ya da cinsel
tacize maruz kalmakta, bu durum
sadece geri kalmış ülkelerde
yaşanmamakta, örneğin
İngiltere’de her dört kadından
biri erkeklerin şiddetine
maruz kalmakta ve ayrıca
dünyada cinayete kurban giden
kadınların %70‘i eşleri tarafından
öldürülmektedir”
2. maddesi de kadınlara karşı şiddetle
sınırlı olmayarak şu örneklere yer vermiştir:
a) Aile içinde meydana gelen dövme,
kız çocuklarının cinsel istismarı, evlenirken verilen başlıkla ilgili şiddet,
evlilik içi tecavüz, cinsel organları
dağlama ve kadınlara zarar veren geleneksel uygulamalar, eşi olmayanlar
arasındaki şiddet ve sömürmek için
uygulanan şiddet de dahil fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet uygulanması,
b) Toplum içinde meydana gelen tecavüz, cinsel istismar, çalışma hayatında,
öğretim kurumlarında ve diğer yerlerde cinsel taciz, kadın satışı ve zorla
fahişeleştirme de dahil, fiziksel, cinsel
ve psikolojik şiddet,
Genel olarak aile içi şiddet; aile bireylerinin yaralanmasına, sindirilmesine, öfkelendirilmesine veya duygusal
baskı altına alınmasına yol açan fiziki
veya herhangi bir şekildeki hareket,
davranış ve eylemler bütünüdür.
c) Nerede meydana gelirse gelsin devlet tarafından işlenen veya hoş görülen fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet.
Şiddet Yöntemleri
Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal
Konseyi’nin Kadınlara Yönelik Şiddet,
Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörü
Radhika Coomaraswamy’nin aile içi şiddete ilişkin çerçeve mevzuat örneğinde
ise; aile içi şiddet eylemleri basit saldırılardan, ağır dayak, kaçırma, tehdit, gözdağı, zorlama, üzerine yürüme, küçük
düşürücü sözlü taciz, zorla veya hukuka
aykırı olarak haneye girme, kundaklama, mülkün tahribi, cinsel şiddet, evlilik
içi tecavüz, drahoma ya da başlık parasına bağlı şiddet, kadın sünneti, fahişelik
yaptırmak sureti ile istismara bağlı şiddet, evde çalışan kadın hizmetlilere karşı
şiddet ve bu eylemleri gerçekleştirmeye
teşebbüse dek, bir aile üyesi tarafından
kadınlara uygulanan, cinsiyete dayalı
tüm fiziksel, psikolojik ve cinsel kötü
muamele eylemleri “aile içi şiddet” olarak tanımlanmaktadır.
a) Fiziksel şiddet; fiziki gücün bir sindirme, korkutma veya ceza verme
yöntemi olarak kullanılmasıdır. Fiziksel şiddet olarak kabul edebileceğimiz
eylemler; itmek, tokat atmak, ısırmak,
boğmaya çalışmak, tekmelemek,
yumruklamak, eşya fırlatmak, fiziksel
kuvvet kullanarak evden çıkmasına
veya eve girmesine engel olmak, işkence yapmak, bıçak veya silahla tehdit etmek vb...
b) Sözel Şiddet; söz ve hareketlerin
düzenli bir şekilde korkutma, sindirme, cezalandırma ve kontrol etme
aracı olarak kullanılmasıdır. Sözel şiddete ilişkin davranışlardan en belirgini, kişinindeğer verdiği konulara yönelik güven sarsmak ve kişiyi yaralamak
amacı ile belirli aralıklarla çok ağır hakaret içeren sözler söylemektir.
Kişiyi küçük düşürücü adlar takmak ve
sık sık olumsuz bir şekilde eleştirmek
ve alay etmek de sözel şiddet kapsamında değerlendirilmektedir.
c) Cinsel Şiddet; kişinin isteğine aykırı
olarak cinselliğin bir sindirme denetleme ve tehdit aracı olarak kullanılmasıdır.
Örneğin kadınla zorla ilişkide bulunmak, aşırı kıskançlık, evlilik içi tecavüz,
ensest ve ayrıca kişiye bir eşyaymış
gibi davranmak, cinselliği bir cezalandırma yöntemi olarak kullanmak
alenen karşı cinse ilgi göstermek,
duygusal baskı kurarak cinsel ilişkiye
zorlamak, tecavüz etmek, istenmeyen
12
SENCE 2014 Sayı 5
Cinsel taciz ise cinsel nitelikli sözlü,
sözsüz ya da fiziksel istenmeyen davranış olarak herhangi bir biçimde ortaya çıkabilir. Kişinin onurunu zedeleme
amaçlı ya da etkili cinsel nitelikli
davranışlar; özellikle sindirici,
düşmanca, küçük düşürücü, aşağılayıcı ve saldırgan bir ortam yarattıkları zaman cinsel taciz kapsamına girerler.
Gerek uluslararası gelişmeler ve gerekse ülkemizde yapılan çalışmalar
sonucu 14 Ocak 1998 tarihli 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanunun
kabul edilmesi ile aile içi şiddet ilk kez
bir hukuksal kavram olarak karşımıza
çıkmıştır.
Ülkemizde çeşitli kesimlerin karşı
karşıya kaldığı sosyal, kültürel, iktisadi sorunların ve eğitim seviyesinin düşüklüğünün aile içi şiddetin önemli sebeplerini teşkil ettiği
unutulmamalıdır.
d) Duygusal Şiddet; duyguların ve
duygusal ihtiyaçların, karşı tarafa
baskı uygulayabilmek için tutarlı
bir şekilde istismar edilmesi, bir
yaptırım ve tehdit aracı olarak
kullanılmasıdır.
Duygusal şiddetin amacı, kurbanın kendine ait saygısını kaybettirmek, korkutmak, kendini güçsüz
hissetmesini sağlamaktır.
Sevgi, ilgi yokluğu, sevecen davranmama, aşağılama, beceriksizlikle suçlama, küçük görme, insanın içindeki
umutları yok etme, zor günlerde, hastalıklarda destek vermeme, yardımcı
olmama, yaşanacak güzellikleri paylaşmama, inandığı önem verdiği değerleri görmezlikten gelme, yabancı
gibi davranma gibi örnekler, duygusal
şiddet kapsamındadır.
e) Ekonomik Şiddet; ekonomik kaynakların ve paranın kişi üzerinde bir
yaptırım, tehdit ve kontrol aracı olarak
düzenli bir şekilde kullanılmasıdır.
Örneğin, kadının gelirine, mallarına el
koymak, ailesinden katkı sağlamaya
zorlamak, gelirini kumarda, içkide harcamak, kazancı olduğu halde kadının
ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamayarak yokluk içinde bırakmak gibi
tutumlardır.
temel insan hakkı olan yaşama hakkının korunması konusunda Devletin
yükümlülükleri, sadece yasama faaliyeti ile kalmamalı, aynı zamanda
bu yönde toplumsal bilincin uyandırılması ve geliştirilmesi amacıyla gereken her türlü koruyucu ve giderici
tedbirin alınmasının gerektiği”
belirtilmiştir.
Güncel
cinsel pozisyonlara zorlamak, fuhuşa
zorlamak.
Dolayısıyla, söz konusu sorunlar
ortadan kaldırılmadığı sürece, tek
başına kanuni düzenlemelerin,
aile içi şiddet sorununun tam olarak çözülmesinde yeterli olamayacağı aşikardır.
4320 sayılı yasanın genel gerekçesinde; “Aile içi şiddetin zararları sadece
toplum açısından değil, birey açısından da tehlikeli sonuçlar yaratmaktadır. Aile İçi Şiddet, sevgi, şevkat ve
merhamet göstermesi gereken bir kişi
tarafından uygulandığından, şiddete
maruz kalan aile bireyinin ruhi yapısında hayatı boyunca silinmesi zor izler bırakmaktadır” denilmektedir.
7 Mayıs 2004 tarihinde Anayasamızda
yapılan değişiklikle de, “Kadın ve Erkek
eşit haklara sahiptir, devlet, bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla
yükümlüdür” hükmü getirilmiştir.
4320 sayılı Kanun, aile içi şiddeti önleme konusunda hiç şüphesiz ki reform niteliğinde çok önemli bir kilometre taşıdır. Bu kanun uygulamada
görülen eksikleri gidermek amacı ile
hazırlanan 6284 sayılı Kanuna ilişkin
Adalet Komisyonu Raporu’nda da; “En
İlk insanla ortaya çıkan şiddet
olgusu yıllardır hepimizi
sarsacak boyutlarda her zaman
gündemimizde yaşamaktadır.
Görsel ve yazılı basını
izleyenlerin tanık oldukları
dayak, işkence ve cinayetler
tüyler ürpertici nitelikte ve
acımasızdır.
“Töre ve namus cinayetleri”
adı altında kadına yönelik
şiddet kadının en güvenceli
yaşayacağı aile içinde de,
kadının ve çocukların fiziksel,
duygusal, cinsel ve ekonomik
bakımdan acı çekmelerine
neden olan ve onların insanlık
onurunu yaralayan bir olgudur.
SENCE 2014 Sayı 5
13
SENCE
Türk Kadını;
toplumda hala layık
olduğu yerde değil
!
Toplumumuzda kadının yeri nedir?
Toplumdaki erkek egemen anlayış kadını erkeğe bağlı bir insan olarak görüyor. Kadın toplumda güçsüz. Ekonomik olarak birilerine bağımlı. Bu da onun her şeyini kısıtlıyor. Eğitimli
kadının yeri mutlaka daha farklı. Ezilmişlik ve ikincillik hissetmiyorsunuz. Kadını eşit birey görme anlayışını pekiştirmek ve
yerleştirmek lazım.
Av. Aydeniz Alisbah
TUSKAN
Kadın Hakları Merkezi-Çocuk Hakları
Merkezi ve Adli Yardımdan Sorumlu
İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi
Röportaj: Deniz GÜRBÜZ
14
SENCE 2014 Sayı 5
Cumhuriyetin en büyük devrimi Kadın Devrimi olmasına rağmen kadın toplumda eğitimde, sağlıkta, ekonomide güçsüzdür, güvencesi yoktur, birey olamamıştır. Bu durum kadının
toplumdaki yerini çok etkilemektedir. Kısacası Türk Kadını;
toplumda hala layık olduğu yerde değil.
Ülkemizde kadına karşı her geçen gün artan
şiddetin sizce sebepleri nelerdir?
Aile içi şiddet; aile değil toplumun sorunudur. Şiddet insan
hakları ihlalidir. Demokrasi sorunudur. Sadece 2014 yılında
ülkemizde 135 kadın şiddete maruz kalarak öldürülmüştür.
Bu bilinen bir sayıdır. Yani günaşırı bir kadın öldürülmektedir.
2007 Yılında öldürülen kadınla,2013 yılında öldürülen kadın
sayısı arasında %1400 artış vardır. Bu durum bir insan hakları
ihlalidir.
2007 Yılında öldürülen
kadınla, 2013 yılında
öldürülen kadın sayısı
arasında %1400 artış
vardır.
Çünkü devlet yaşam hakkını koruyamamış ve Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin en temel unsuru
olan yaşam hakkını ihlal etmiştir.
Şiddet psikolojik, sosyal, cinsel, fiziksel ve ekonomik olabilir. Bunun sebepleri ise yaşam şekli, aile ilişkileri, baskı,
cahillik, erkek ve kadının eğitimsizliği, alkol, madde kullanımı, çocuklukta aile içinde yaşanan olumsuzluklar, yoksulluk
olarak sayılabilir.
Sizce şiddetin önlenmesi için
alınan tedbirler yeterli midir?
Bir hukukçu olarak, kadınların kendilerini
koruyabilmeleri için alabileceği
önlemlerin nelerdir?
Kadınlar önce haklarını öğrenmeli bu konuda eğitilmelidir.
Ancak toplumda erkek farkındalığı da çok önemli. Erkekler
bazı hakları kendilerinde görmektedirler ve bu konuda eğitilmeleri gerekir.
Kadınlar toplumda güçlenmelidir. Dayak yediklerinde veya
bu tür muamelelere maruz kaldıklarında nerelere başvurabileceklerini bilmelidirler. Bu konuda kadınlara maddi destek sağlanmalıdır. Toplum konuyla ilgili olarak bilinçlendirilmelidir. Cinsiyet dersleri okutulmalı, ailelerin kız ve erkek
çocuklarını eşit yetiştirmesi sağlanmalıdır. Ayrıca toplumda
konuyla ilgili anlayış değişikliğine gidilmeli, bunun için de devlet gerekli önlemleri
almalıdır.
Bu konuda tutarlı bir politika yoktur.
Yaygın, koruyucu ve önleyici tedbirlerin
alınarak yaygınlaştırılması gerekir. Bu konuda acil eylem planları yapılmalı ve devlet koruma ile ilgili önlemleri almalıdır.
Sadece yasal düzenlemeler yeterli olmaz.
Bunların uygulanması ve yaygınlaştırılması için ulusal eylem planı gerekir.
Ayrıca kanayan bir yara
olmaya devam eden
çocuk gelinler meselemiz
var. Bu konuda neler
söyleyeceksiniz?
Türkiye’de gerekli sayıda
kadın sığınma evi var mı?
Bu durum çocuk haklarına aykırıdır. Büyüklerin iradesiyle çocuklar hayatları boyunca yaşayacakları bir yük altına sokulmaktadır.
Yeterli sığınma evi yok. Nüfusu 50 bini
aşan belediyelerin sığınma evi açma zorunluluğu var. Oysa sığınma evlerinin yarısı sosyal hizmetlere bağlı.
Ayrıca bu sığınmadan sonra kadının gideceği yer yok. Yani
ara istasyon görevi olan yerler olmalı. Bu konuda daha çok
işimiz var.
Kadınların koruma talebinde
bulunabilmesi için illaki fiziki şiddete mi
mağdur kalması gerekir?
Hayır. Tüm şiddet türleri neticesi koruma tedbirleri alınabilir. Bu 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasasında da böyledir.
Röportaj
Türkiye
bu
konuda
AHİM’den kaç kez ceza
almıştır.
Burda bu tür evlendirmelere mani olmak
dini merasimle küçük çocukların evlendirilmesi, merasimi yapanların cezalandırılması konusu
önem arz etmektedir.
Taraf olduğumuz ve onayladığımız çocuk hakları sözleşmesine göre; 18 yaşını doldurmayanlar çocuk sayılmaktadır.
Fiziki ve bedeni gelişim sağlanmadan anne olmak yani çocuk yaşta anne olmak toplumumuzun en büyük yaralarından biridir.
Netice olarak; Türkiye’de kadın, toplumda erkekle eşit birey haline gelememiştir. Aile içinde birey, anne, eşinin yanında değil arkasındaki kişi olarak değerlendirilmektedir.
21. yüzyılda bu anlayışı bırakarak toplumda kadının erkekle
eşit birey olması için olumlu ayrımcı yani pozitif eylemler,
tedbirler alınmalıdır.
SENCE 2014 Sayı 5
15
SENCE
Bugün Türk Milletinin Misak-ı Millisi olan
Kerkük Kalesinde Peşmerge vardır. Sözde
bayraklarını Osmanlı mezarlarının, Selçuklu
izlerinin olduğu Kerkük Kalesi’ne çekmişlerdir.
Kaderlerine Terk Edilen
TÜRKMENLER
Güngör YAVUZASLAN ⎟ Kerkük’ün Sesi Gazetesi Yazı İşleri Müdürü - Bartın Gazeteciler Cemiyeti Başkanı
M
usul, Telaferden ve diğer sıcak bölgelerden Erbil’e
sığınamak isteyen Türkmenler çölün ortasında bırakıldı.Erbil’e alınmayan Türkmenler yollarda IŞID
militanları ve çetelerin eline düştü. IŞİD vahşetinden kaçan
Türkmenler şimdi de salgınla karşı karşıya. Binlerce çocuk ve
yaşlı 50 derece sıcakta hayata tutunmaya çalışıyor.
Kerkük’e giden Bartın Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve Kerkük’ün Sesi Gazetesi Yazı İşleri Müdürü olan Güngör Yavuzaslan’dan satır başları;
16
SENCE 2014 Sayı 5
Irak Türkmenleri Peşmerge ve IŞİD Baskısı Altında
Peşmerge Güçleri güvenli bölgelere Türkmenleri almıyor.
Türkmenler Telafer ve Musul bölgelerinden göç etmelerinin
ardından Erbil’e alınmadılar. 8 Bin Türkmen Erbil’e yakın BAHIRKA kampından zor şartlarda yaşam mücadelesi veriyor.
Bölgeyi kontrolleri altında tutan Bölgsel Kürt Yönetimi görevlileri Türkmenlere karşı sert ve hakarete varan davranışlarda
bulunuyor. Türkmen çocuklar çöplerden yemek ararken onlarca yaşlı ve çocuk hayatını kaybetti, Irak Türkmen Cephesi
(ITC) duruma tepki gösterdi.
İŞİD’in saldırıları sonucu evlerini
Güncel
terk etmek zorunda kalan Türkmenler şimdi de salgın hastalık tehlikesi ile karşı karşıya. Türkmenlerin yaşam koşullarının
hastalığa davetiye çıkardığını ifade eden ITC Yürütme Kurulu
üyesi Erbil Milletvekili Aydın Maruf, “Oradakilerin tifo, tifüs
ve sıtma gibi hastalıklara yakalanmaması mümkün değil.
Yeni doğmuş bebekler, çocuklar için ilaç, tedavi, muayene
gibi imkânlar yok. Şehirlerde değil şehir dışındaki kamplarda bulunan Türkmenlerin durumu çok daha zordur. Hastalık asıl buralardan yayılıyor” dedi.
Kerkük Yangın Yeri, Lice’de Türk Bayrağı İndirilirken,
Kerkük kalesine Peşmerge Bayrağını Dikti
Yavuzaslan “Türkmenlerin güvenliğini sağlayamayan Türkiye yaşanacak katliamlardan sorumludur. Bugün Osmanlı
Paşalarının mezarlarının olduğu Selçuklu eserlerinin bulunduğu Kerkük Kalesi’ne Peşmerge yerleşmiş ve bayrağını
dikmiştir” dedi.
Irak Türkleri Ortadoğu’da yaşanan savaş ve şiddet olaylarından Suriye Türkleri gibi en çok zarar gören ve katliama uğrayan halktır. Bugün Telafer’de, Kerkük’te Türkmen ellerinde
eli silahlı caniler Türkmenlere savunmasız Irak halkına saldırmaktadır. Başta IŞİD terör örgütü olmak üzere silahlı terör
gurupları saldırdıkları bölgelerde ilk hedef olarak Türkmenleri seçmektedirler.
Yavuzaslan “Bugün Türk Milletinin Misak-ı Millisi olan Kerkük
Kalesinde Peşmerge vardır. Sözde bayraklarını Osmanlı mezarlarının, Selçuklu izlerinin olduğu Kerkük Kalesi’ne çekmişlerdir. Telafer’de Türkmen katliamı yapılmaktadır. Kerkük’ün
Beşir köyünde Türkmenler öldürüldü. Sonra şehit edilen
bu insanların üzerlerinde benzin dökülerek yakıldı. Bu IŞİD
vahşetidir.
Türkmen Siyasetçilere Süikast Yapılıyor
Yavuzaslan “Irak Türkmen Cephesi (ITC) Yürütme Kurulu Üyesi Münir Kafili, Peşmergeler’in kontrolündeki Kerkük’te uğradığı silahlı saldırıda şehit olmuştur.
nir Burhan Reşit Kafili daha 22 yaşındayken 27 Ekim 1981
yılında devrik Baas Partisi tarafından tutuklanıp 1 Ağustos
2001’de serbest bırakıldı. Kafili 29 ay hapis yattı. Kafili İki
müebbet ve 7 yıl ağir hapis cezası aldı. Çeşitli Türkmen siyasi
kuruluşlarında yer alan Kafili son olarak Kerkük ilçe Meclis
başkanı ve Irak Türkmen Cephesi Yürütme Kurulu üyesi görevini yürütüyordu” dedi.
Peşmerge IŞİD’la Çatışmaktan Kaçınıyor
Yavuzaslan “Bölgesel Kürt Yönetimi Peşmergesi sadece
Kürtlerin olduğu bölgelerde IŞİD miltanlarına müdahale
ediyor. Kerkük’teki güçlerini artırdılar. Telafer’de IŞİD saldırı
oldu. Peşmerge Sincar’a çekildi. Petrol için Kerkük’ü ele geçirdiler. Türkmenlere yardım etmiyorlar. Türkmenler savunmasız sahipsiz’’ dedi.
Bu İşin Vebali Türkiye’nin Omzunda
Güngör Yavuzaslan “Türkiye Türkmenlere karşı tarihsel sorumlululuğunu yerine getirerek güvenliklerini sağlamalıdır.
Akan her mazlum insanın Türkmenin vebali yetkililerimizin
boynudadır. Dışişleri, hükümet harekete geçmelidir.İnsani
yardımlarla bu işi geçiştiremezler. AFAD orda Kızılay orda
diyerek bu iş kapatılamaz. Türkmenlerin güvenliği sağlanmalıdır. Kürtlerin Peşmergesi, Arapları Bağdat yönetimi var.
Türkmenler sahipsiz. Gözleri Türkiye’den gelecek bir haberde. Mehmetçik nasıl Bosna’da, Kosova’da, Afganistan’da
barış görevi yapıyorsa Türkmenleri, savunmasız Irak halkını
korumalıdır” dedi.
Kerkük’ün Askeri semtinde, kimliği henüz belirlenemeyen silahlı kişilerce polis kontrol noktasına yakın bir mevkide aracına düzenlenen susturucu silahla yapılan saldırıda başından
vurularak şehit edilen 3 kız çocuğu babası Münir Kafili, hatırlanacağı üzere geçen yıl Tuzhurmatu’da taziye çadırına
yapılan ve onlarca kişinin öldüğü intihar saldırısından yaralı
olarak kurtulmuştu.
1959 yılında Kerkük’te dünyaya gelen ve çok genç yaşta
Türkmen milli mücadelesinin bilinciyle hareket eden Mü-
SENCE 2014 Sayı 5
17
SENCE
Küresel
Isınma
Yunus Şevki KİBAR ⎟
Y
ıllardır gündemde olan ve sürekli tartışılan bir konu küresel ısınma.
Kimine göre kıyamet kimine göre ise dünyanın normal seyrinin sonucu. Kimi bazı ülkelerin çöl olacağı endişesiyle kimi de yapay gündem
olduğu düşüncesinde…
Sera Etkisi ve Küresel Isınma Nedir?
Dünya, üzerine düşen güneş ışınlarından çok, dünyadan yansıyan güneş
ışınlarıyla ısınmaktadır. Dünyanın ısınmasını sağlayan aynı zamanda küresel ısınmaya sebep olduğu söylenen güneşten yansıyan bu ışınların
başta karbondioksit, diazotmonoksit, kloroflorokarbon, metan ve su buharı olmak üzere atmosferde bulunan gazlar tarafından tutulması durumu sera etkisi olarak adlandırılmaktadır.
İklimsel dengenin oluşumunda dünyayı oluşturan hava, kara, su ve buz
katmanlarının kendi içlerinde ve birbirleriyle olan etkileşimi önemli bir
rol oynarken, güneş ışınlarının dünyamıza ulaşmak için geçmesi gereken
ilk katman olan atmosferdeki gaz bileşimlerinin oranı ve dengesi de güneş
ışınlarının yansıtılmasında ve emilmesinde önemli işlevlere sahiptir. Güneş
ışınlarının bir kısmı yeryüzünde, bir kısmı ise atmosferde emilmektedir. Bir
kısmı da emilim gerçekleşmeden yeryüzü yüzeyinden ve atmosferden yansımak suretiyle uzaya kaçmaktadır. Yeryüzü yüzeyinde ve atmosferin yere temas
eden en yakın katmanı olan troposferde tutulan enerji, atmosfer ve okyanus
dolaşımıyla yeryüzüne dağılmakta, uzun dalgalı yer ışınımı olarak atmosfere geri
gönderilmektedir. Uzun dalgalı ışınımın bir bölümünün ise yine atmosfer tarafından
emildiği ve daha az güneş enerjisi alan yüksek enlemler ile düşük sıcaklıklarda salındığı ifade edilmektedir.
18
SENCE 2014 Sayı 5
Çevre
Bu bağlamda küresel ısınma; atmosfere salınan gazların sera etkisi nedeniyle yeryüzünde
ve atmosferin alt bölümlerinde yıl boyunca ölçülen sıcaklık ortalamasındaki artış olarak
tanımlanmaktadır. Ormansızlaşma, şehirleşme ve hızlı tüketimin küresel ısınmayı tetiklediği söylenmekle birlikte, özellikle fosil yakıtlarının kullanılması nedeniyle ortaya çıkan
karbondioksit salınımı ortalama dünya ısısının artmasına neden olabilmektedir. Buzullardan alınan örneklerden atmosferdeki karbondioksit birikiminin 8 bin yıl önce 260
ppm, sanayi devrimi öncesi ise 280 ppm seviyesinde olduğu ölçülmüştür. Artan sanayileşme sonucu 1959 yılında karbondioksit birikimi 315.98 ppm ve 2004 yılı itibariyle ise
377 ppm seviyesine yükselmiştir. Bu arada, bugünkü karbondioksit seviyesinin son 420
bin yılın en yüksek seviyeye ulaştığı ifade edilmektedir.
Küresel ısınma ile ilgili bir kısır döngü söz konusudur. Isınma ile birlikte kutuplardaki
kar ve buzullar erimekte, kar ve buz kadar yansıtıcı olmayan su ve kara parçaları, güneş
ışınlarının emilimini artırarak ısınmanın artmasına neden olmaktadır. Buzulların erimesi
aynı zamanda, bu buzulların altında yer alan ve küresel ısınma açısından karbondioksitten çok daha etkili olduğu belirtilen metan gazının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Artık bölgede son 40 yılda deniz buzullarının kapladığı alan %60 azalmıştır. Bölgede 2040 yılı itibariyle deniz buzulların tamamının erimesi beklenmektedir. Küresel
ısınmanın etkisiyle tropikal kasırgalar, tsunamiler, seller, taşkınlar, uzun süreli kuraklıklar ve çölleşme gibi binlerce canlının ölümüne neden olan doğal afetlerin
meydana gelebileceği ifade edilmektedir. Küresel ısınmaya ilişkin oldukça kötümser, belki de gerçekçi, senaryolar söz konusudur. Bu senaryolarda, denizlerin yükseleceği, Kuzey Amerika’da kum fırtınalarının tarım alanlarını yok edeceği, dünyadaki canlı türlerinin %30’unun yok olma tehlikesi ile karşı karşıya
kalacağı, su sıkıntısının baş göstereceği, yüz milyonlarca insanın yaşamak
için uygun iklim koşullarına sahip bölgelere göç edeceği iddia edilmektedir.
Ortalama Sıcaklıklara İlişkin Veriler
Mevcut durumda dünyanın ortalama sıcaklığı yaklaşık 15 °C iken, sera gazları olmasaydı ortalama sıcaklığın -18 °C olacağı söylenmektedir. Aşağıdaki
çizelgede, on yıllar itibariyle ortalama sıcaklıklara yer verilmektedir.
Dönem
1880-1889
1890-1899
1900-1909
1910-1919
1920-1929
1930-1939
1940-1949
1950-1959
1960-1969
1970-1979
1980-1989
1990-1999
2000-2004
Ortalama Sıcaklık (°C)
13.82
13.69
13.74
13.79
13.91
14.02
14.05
13.98
13.94
14.01
14.26
14.40
14.59
Kaynak: Doç. Dr. Ecmel ERLAT
SENCE 2014 Sayı 5
19
SENCE
1860-1900 yılları arasında deniz ve karadaki küresel sıcaklık artışının 0,75 °C artmış olduğu belirtilirken, dünyanın
atmosfere yakın yüzeyinde sıcaklığın 20. Yüzyılda 0,6-0,8
°C arttığı ileri sürülmektedir. Güvenilir ölçümlerin yapıldığı
1800’lerden bu yana 1998 (14.71 °C) ve 2005 (14.77 °C)
yıllarının en sıcak yıllar olduğu ifade edilmektedir. Bununla
beraber, bu yüzyılın sonunda 2 °C daha sıcaklık artışı beklenmektedir. 1990-2100 yılları arasında yeryüzü yüzey sıcaklığının 1.4-5.8 °C artış olacağı tahmin edilmektedir.
Kyoto Protokolü
Dünya Meteoroloji Örgütü, 1970’lerden beri iklim değişikliği etkilerine dikkat çekmektedir. Bu bağlamda İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi oluşturulmuştur. Sözleşmeye
göre sera gazlarının oluşumunda en çok sanayi, enerji, ulaşım, çöplükler, orman yangınları gibi hususların etki yaptığı
belirtilmiş ve sözleşmenin amacı “atmosferdeki sera gazı
birikimlerinin iklim üzerindeki insan kaynaklı etkileri engelleyecek düzeyde tutmak” olarak belirlenmiştir.
Küresel ısınmaya ilişkin olarak Birleşmiş Milletler Çerçeve
Sözleşmesi kapsamında Kyoto Protokolü önemli bir yere
20
SENCE 2014 Sayı 5
sahiptir. Bu protokolü imzalayan ülkeler karbondioksit ve
sera etkisi yapan diğer gazların salınımını azaltmaya veya
salınım ticareti yoluyla salınım hakkını arttırmayı taahhüt
etmişlerdir. Protokol, ülkelerin karbon salınımını 1990 yılındaki düzeylere düşürmeyi gerektirmektedir. Protokolün
yürürlüğe girebilmesi için, onaylayan ülkelerin 1990’da
atmosfere saldıkları karbon miktarının yeryüzündeki toplam emisyonun %55’ini bulması gerektiği ve bu orana Rusya’nın katılımıyla ulaşılabildiği için 1997 yılında imzalanan
protokol 2005 yılında yürürlüğe girmiştir.
Protokol; atmosfere salınan sera gazı miktarının %5’e çekilmesini, daha az enerji tüketen teknoloji sistemlerine
geçilmesi, alternatif enerji kaynaklarına yönelinmesini, bio
dizel gibi yakıtların kullanılmasını, atık işlemlerinin yeniden
düzenlenmesi, güneş enerjisine önem verilmesi, fazla yakıt
tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınmasını öngörmektedir.
Kyoto Protokolünün ABD, Avustralya gibi gelişmiş ve en çok
sera gazı üreten ülkeler tarafından imzalanmaması oldukça
dikkat çekicidir.
Çevre
2005 yılında yayımlanan Birleşmiş Milletlerin su raporuna
göre ülkemizde kişi başına düşen su miktarı 2000 yılı itibariyle 2615 metreküp olmakla birlikte, bu miktarın nüfus
artışı ile birlikte 2020 yılında 1042 metreküpe düşeceği ve
Türkiye’nin, 2040 yılında Irak ve Suriye gibi şiddetli susuzluk çekecek ülkelerden biri olacağı tahmin edilmektedir.
Küresel Isınma Efsane Midir?
Dünyanın jeolojik geçmişinde iklim çok defa değişmiştir. İki
milyon yıl önce başlayan dördüncü zamanda 50-100 bin yıllık periyotlar halinde buzul ve buzul arası dönemlerin birbirini izlediği, buzul devrini sona erdiren ısınma eğiliminin
10-12 bin yıl önce başladığı ifade edilmektedir.
Bu kapsamda, bazı bilim adamları küresel ısınma diye bir şey
olmadığını, sıcaklık artışının tek sorumlusunun insan olmadığını ve bu durumun dünyanın jeolojik zamanlarının doğal
bir süreci olduğunu ileri sürmektedir. Hatta bazı ülkelerin
küresel ısınmayı “iklim vergisi” gibi kazançlar için bir gerekçe
oluşturmak amacıyla ortaya attığı iddia edilmektedir.
Sonuç
Türkiye’nin Durumu
Türkiye’nin Kyoto Protokolüne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun 05.02.2009 tarihinde TBMM’de kabul
edilmiştir.
Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle küresel ısınmanın etkilerinden olan tropikal kasırgalar, el-nino ve muson yağışları
gibi küresel etkisi çok büyük olan meteorolojik olayların
etki sahalarından uzak olmakla birlikte, su kaynaklarının
azalması ve artan orman yangınları dolayısıyla potansiyel
etkileri bakımından risk grubunda yer almaktadır. Örneğin;
deniz sularındaki sıcaklık ve akıntı yönlerinde oluşacak değişimlerle balıkçılığın etkilenmesi, deniz sularının yükselmesi sonucu kıyı bölgelerin sular altında kalma olasılığından bahsedilmektedir.
Geri dönüşümün, atık yönetiminin, fosil yakıtlarından uzak
durulmasının, alternatif enerji kaynaklarının kullanılmasının ve enerji tasarrufu sağlayacak önlemlerin alınmasının
karbon salınımının azaltılması ve böylece küresel ısınmaya insan kaynaklı etkilerin asgariye düşürülmesi açısından
önem arz ettiğini söylemek mümkündür.
Ayrıca, karbondioksiti kullanan bitki örtüsünün dünya için
ne kadar önemli bir denge unsuru olduğu tekrar ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de ortalama sıcaklığın 2050 yılına kadar 1-2 °C artacağı, yıllık toplam yağış miktarının azalmasına bağlı olarak
akarsuların yıllık akımlarının %5-25 azalacağı tahmin edilmektedir.
SENCE 2014 Sayı 5
21
SENCE
HANTAL BÜROKRASİ
?
Nasıl Aşılır
İyi bürokrat; süreç analizi yapan, tehditleri
önceden belirleyen ve sorunlara yönelik
çözümler geliştirebilen kişidir.
Dr.Hüseyin AVCI ⎟ Gümrük ve Ticaret Bakanlığı
M
odern dünyanın gereği olarak sosyal ilişkilerin
giderek kompleksleşmesi ve devletin kurumsallaşarak işleri yönetecek bir mekanizma oluşturmasını zorunlu kılması sonucunda “bürokrasi” kavramı
gelişmiştir.
Bürokrasi, çeşitli idari görevleri yerine getirmek için hükümetler tarafından yönetilen örgütlerin genel adı olup;
hiyerarşi, otorite, iş bölümü ve yazılı kuralların toplandığı
bir örgüt yapısını ifade etmektedir. Bürokrasi değer yargısı
taşımayan belli bir organizasyon tipini ifade eden bir kavram olmasına karşın, etkin işlemeyen bürokratik prosedürler nedeniyle, günümüzde toplumun hemen her kesiminde
olumsuz bir kavram olarak kullanılmaktadır.
Halbuki, iş başına gelecek iyi bürokratlar sayesinde “bürokratik oligarşi”nin yıkılması ve bürokrasinin gerçek anlamına
uygun olarak etkin işleyen bir örgüt yapısını ifade etmesi
mümkün kılınabilir. “İyi bir bürokrat”ın, bürokratik oligarşinin hantallığa ve verimsizliğe yol açan olumsuz yönlerini gidererek, yönetime ve işleyişe dinamizm kazandırması
22
SENCE 2014 Sayı 5
mümkündür. İyi bir bürokrat süreç analizi yapan, tehditleri önceden belirleyen ve sorunlara yönelik çözümler geliştirebilen kişidir.
Mevzuata ve kurallara sıkı sıkıya bağlı kalınarak hareket
edilmesini gerektiren bürokratik prosedürler, bürokratların
değişen şartlara ve ihtiyaçlara göre hareket etme gücünü
sınırlandırmamalıdır. İyi bir bürokratın verimli ve etkin çalışabilmesi, kararlarında inisiyatif kullandığı sürece mümkündür. Yasal sınırlar çerçevesinde risk alabilen, değişen
koşullara uygun ve esnek yönetim anlayışına sahip olan bir
bürokratın, bürokratik sistemin işleyişine müdahale ederek
bireysel olarak düzeltme yapması da olasıdır.
Kamu kurum ve kuruluşlarının hantallaştıkları, kurumların
karar alma ve uygulama konusunda istenilen hızı yakalayamadıkları yönündeki eleştirilere karşılık, iyi bir bürokratın yazışmaların artmasına, kırtasiyeciliğe ve işlemlerin
gecikmesine engel olacak iş süreçleri yaratması gerekmektedir. Kurum içinde yapılacak yetki devirlerinden kaçınılmaması ve bu yolla orta ve alt düzeydeki yöneticilerin
sorumluluklarının artırılması suretiyle uzayan prosedürlere
İyi bir bürokratın kamu yönetimi ve iş idaresi konularına vakıf olması ve ayrıca güncel gelişmeler ile teknolojiyi yakından takip etmesi gerekmektedir. Kendini yenileyemeyen
veya değişen düzenin şartlarına ayak uyduramayan bir
bürokratın, idarecisi olduğu kuruma da yenilikler getirmesi söz konusu olamaz.
Bürokratların örgütsel kaynakları ve iş gücünü en verimli şekilde kullanması ve bunlardan artı değer yaratmayı
bilmesi gerekmektedir. Ayrıca, iyi bir bürokrattan gerek
alt ve üst kadro ile gerekse örgüt dışı
paydaşları ile devamlı hoş görülü ve
uzlaşmacı bir tavır içerisinde olması
ve bu sayede çatışma ve tartışmalardan uzak yönetim anlayışı geliştirmesi
beklenir.
İyi bir bürokratın uzmanlaştığı bir konu
üzerinde çalışması, metodolojiyi kullanabilmesi, zamanı yönetebilmesi ve
çalıştığı kuruma ilişkin isabetli değerlendirmeler yapabilmesi çok önemlidir.
Çünkü bürokrasi, önlemlerin önceden
uygulamaya konulmasını, şikâyetlerin azımsanmaksızın değerlendirmeye
alınmasını ve sorunların hızlı bir şekilde çözümlenmesini gerektirir.
Düşüncelerini icraata dökebilen, realist, eleştiriye açık,
spesifik ve somut projeler üretebilen, sabırlı, çizgisinden
ödün vermeyen, başarıya endeksli bir liderin aynı zamanda bürokraside de iyi bir yer edinmesi olasıdır.
Bürokratların bireysel değil, toplumsal çıkarlar peşinde
olması gerekir. Bürokratların kendilerinden beklenen başarıyı tesis edebilmeleri için toplumun psikolojisini ve ihtiyaçlarını iyi analiz eden, kalkınmaya ve adalete öncelik
veren, toplumsal refahı hedefleyen, bu doğrultuda diğer
kamu kurumları, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları ile
akademisyen, yazar, iş ve bilim adamları ve politikacılar gibi
önde gelen meslek gurupları ile devamlı ilişki içerisinde olması gerekir.
Bu itibarla bürokratlar, ülkemizin en büyük problemi olan
kalkınma ve istihdam sorunu ile de yakından ilgili olmalıdırlar. Bürokrasi girişimciliği desteklemeli, girişimcilere olanak ve öncelik tanımalıdır. Bürokratlar, iş adamlarının girişimlerini engelleyen değil, aksine iş adamını yönlendiren
ve onu motive eden bir anlayışa sahip olmalıdır. Nitekim,
bu iki meslek gurubu arasında oluşacak sinerjinin getirisi
devlet ve toplum için çok yüksek olacaktır.
Çalışma Hayatı
ve kırtasiyeci anlayışlara son verilmesi, dinamik iş akışlarının yaratılmasını sağlayacaktır. Günümüzde kurumların yapıları karmaşıklaştıkça ortaya yeni kademeler çıkmakta,
gelişen bu yapı iyi yönetilmediği takdirde ise iş süreçleri
uzamakta ve zaman maliyeti artmaktadır.
Sıcak para, cari açık, istikrarsız sermaye piyasası ve bu sorunların getirdiği kırılganlığın yatırımları engellediği bir ortamda bir de ağır bürokrasi nedeniyle yatırım maliyetinin
artırılması potansiyel yatırımların önünü iyice kesebilmektedir. Bürokratik engeller, kamudaki inisiyatifsizlik, mevzuat yetersizliği ve korumacılık gibi faktörler yatırımların ülkeye çekilmesinin önündeki en önemli
sorunlardır. Bu nedenle, bürokratik
oligarşinin, yatırım hizmetlerini aksatmasına veya yatırım güdüsünü
azaltmasına izin verilmemelidir. İyi ve
hızlı işleyen bir bürokrasinin, yabancı
yatırımcıların Türkiye’ye yapacakları
yatırımlarda tercih nedenini oluşturacağı da göz önünde bulundurulduğunda, idari ve ekonomik istikrarın sürdürülebilmesi açısından bürokrata son
derece önemli görevler düşmektedir.
Değişimin baş döndürücü biçimde etkisini hissettirdiği çağımızda, vatandaşların daha iyi koşullarda yaşamlarını
sürdürmeleri, kamu yönetiminin karşıladığı toplumsal hizmetlerin kalitesinin
artırılması, milletin kaynaklarının kamu idarelerince israf
edilmeden yine millet için yüksek verimlilikle harcanması
ile ülkenin adalet ve kalkınma anlayışı içerisinde yönetilmesi iyi bürokratların sayısının artmasına bağlıdır. Toplam
kalitenin artırılması ve ülkenin sorularına isabetli ve etkili
çözümler bulunması “iyi bürokratlar”nın yetiştirilmesine
ve yine bu nitelikteki insanların üst düzey kadrolara atanmasına bağlıdır. Türkiye’de bürokrasinin, bugüne dek alışılageldiği üzere topluma hükmeden, boyun eğdiren bir yapının aksine, toplumun hizmetindeki bir yapılanma olarak
algılanması sağlanmalıdır. Dolayısıyla bürokratlarımızın bu
sorumluluğun bilincinde olmaları gerekir.
İŞTE O ZAMAN BÜROKRASİ AŞILIR.
SENCE 2014 Sayı 5
23
SENCE
Yazar
Banu Kıran
Ankara da doğmuş aslen Karadenizli, babasının görevi icabı yurdun çeşitli yerlerinde
okullarını tamamlayıp üniversite çağında Ankara’ya gelmiş.Üniversite yıllarından beri de
Ankara da yaşayan ve Sosyal Güvenlik Kurumunda çalışan, bir kız çocuğu olan anne, eş,
kardeş, evlat, arkadaş, dost, insana dair olan hallerin hepsi... İçimizden biri...
H
akiki insan yaşayan ve kendisini sürekli yenileyendir...
İnsan, hakikati anlatırken bazen şiirle,bazen öykülerle bazen de sembollerle zihnin bölünmüşlüğünü
bütünleştirir, zihnin sorgulamasını sağlar ve zihni sevgiyle eğitir...
Yani akılla gönülün bir olması, kişinin ne yapma bilinci
içinde olmasını sağlar... Hakiki İnsanlık yolun da kendinizle buluşur, kendinizle buluştukça da bütünün gerçeğine ulaşırsınız artık korkularınızın yerini, bir olma
duygusu oluşturur.
Varoluşu, evrimi, kısacası her birimizin hayata geliş sebebinin ana yasasını oluşturan uzak şark felsefesi, İncil, Tevrat, Zebur, Kur’an ve onları kavrayan anlayan en
yüce bilinçler olan Hz Ali, Mevlana, Yunus Emre, Hacı
Bektaşi Veli ve daha pek çok tasavvuf ehli ve peygamberleri çocukluktan beri gelen merakla sorguladım ve
araştırdım. Bu konuda yaptığım masterı kızımı büyütmek için yarım bırakmak zorunda kaldım, ancak asla
araştırmayı bırakmadım.
Onları kendimce anladığımda önce ben insan olmalıyım deyip çıktığım yolculukta, kendi bilincimde oluşan-
24
SENCE 2014 Sayı 5
Bugüne kadar anladığım tek şey var, insan önce kendini kıldan ince kılıçtan keskin olan, o hakiki insan olma halinde
olacak ve o halde olmanın kurallarını özüne işleyerek halde
yolda aynı olup yoluna devam edecek ve ederken ona sunulan bu bilgi deryasını anlatacak, yazacak. Kısacası hem
örnek olarak yaşayacak, lafta bırakmayacak ve “oh ben kurtuldum!” demeyecek.
Bu beşer âleme geliş sebebimiz, her birimizin kendi öz kitabını anlaması, çözmesi hakiki insan olma yolunda ilerlemek olduğu için insan`a dair bütün halleri yazmayı tercih
ediyorum...
Bilginin, içine girdikçe önce öğrenmek isteği geliyor. Sonra da
yaşamınızda size rehber oluyor ve kendinizi buluyorsunuz...
neşeyi bazen kırgınlıkları her seferin de
hoş görüyü, affetmeyi
koşulsuz sevgiyi ve
ilahi aşk’ın hakikat’ini
şiirsel anlatımı, hayata
bakışı diyorum.
Edeple eğilip, sıfır
olup sonsuzluğa uzanan bu yolculukta, bütün’e bütün’den aşk’la
bütün yoldaşlarıma
adanmıştır…
Hepimiz,
Hayata açılmış bir parantez,
Firari bir virgül,
Sabırsız bir nokta,
Arsız bir soru işareti,
Yorgun bir ünlem,
Biz...
Sınırsızlığın ve sonsuzluğun
Bütün de ki aşk’ın
Bütünsel adı O...
İçimizden Biri
ları sizlerle kendimce, paylaşmaktan öte yol bilmemekteyim.
İkinci kitabım VAV ise, deneme-anı tarzında, bireyin var
oluş yolculuğunun sade bir dille anlatımı…
Tabii amacınız sadece bilgiye ulaşmaksa bilgiye ulaşıyor ve
kayboluyorsunuz... Ama bilgi sözden çıkıp öze ulaştıkça siz
içi dolan başaklar gibi eğildikçe eğiliyorsunuz ve iç huzurunuz çok şükür yerinde oluyor.
İnsanın kendisi barıştır, huzurdur, mutluluktur,İnsan hem
her şeydir, hem hiç bir şeydir… Dalga denizden ayrı değildir, yükseldiğinde kendini dalga zanneder ve aşağıya indiğinde, geldiği yere döndüğünde denizden ayrı olmadığını
fark eder…
Hacıyatmazlara benzetiyorum bu yola gönül vermişleri,
sallanıyor ve yıkılmıyorlar...
İnsan ruhu da böyledir, aslına rücu ettiğinde ne olduğunu
ÖZ’ü kavrayacaktır,
BÜTÜN’e BÜTÜN’den Aşk’la kitabıma... Herkesin kendi bilincine göre kendini bulacağı yolculuğu, bazen hüznü bazen
ik sadeliktir...
En büyük bilgel
Sevgi,
Saygı,
Paylaşma,
Şükür,
Bağışlama,
Diğerkamlık,
vardır…
zin öz’ünüzde
Bütün bunlar si
lursunuz...
n yolunuzu bu
Öz’ünüzü bulu
İşte o zaman
Barış, sevgi,
Umut,
yolunda
Hakiki insanlık
Vav olur,
el aşkınızla,
Koşulsuz bütüns
yolda…
Yürürsünüz bu
SENCE 2014 Sayı 5
25
SENCE
Kırım Tatar Dernekleri; “Kırım’ın
yabancı işgal güçlerinden
derhal arındırılması, Kırım
Tatar halkının tarihi haklarının
iadesi ve Ukrayna’nın toprak
bütünlüğünün korunması
dışındaki yaklaşımları kesinlikle
kabul etmiyoruz”
Ukrayna Krizi ve
Kırım’ın İşgali
Tuncer KALKAY ⎟ Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Genel Başkanı
U
krayna’daki iç karışıklığı fırsat bilen Rusya, Kırım’da
en ufak bir çatışma, en basit bir baskı yok iken, 27
Şubat 2014 tarih itibarı ile Kırım’ı işgale başladı.
27 Şubat’ta Kırım Parlamentosunun maskeli ve silahlı teröristlerce baskını ile başlayan işgal, 40 bin Rus askerinin
silahlarının gölgesi altında 16 Mart 2014 tarihinde yapılan
sözde referandumla meşrulaştırılmaya çalışılarak Rusya Federasyonuna ilhak ettirildi.
Rusya, 1994 yılında yapılan Budapeşte Anlaşması ile garantörlüğünü yaptığı Ukrayna’nın bağımsızlığına müdahele ederek topraklarını gasp etmiş ve uluslararası hukuku
26
SENCE 2014 Sayı 5
ayaklar altına almıştır. Kırım’ın gerçek sahipleri olan Kırım
Tatarlarının haklarını da hiçe saymıştı.
Özellikle Rusya destekli yaratılan karışıklara karşı otorite
sağlayamayan Ukrayna, Kırım’da Rusya karşısında hiçbir
varlık gösteremez iken, askeri birliklerinin tamamını da
tahliye etmek zorunda kalmıştır.
18 Mayıs 1944 tarihinde Vatanları Kırım’dan sürgüne gönderilen ve soykırıma tabi tutulan, Sovyetler Birliğinin dağılma süreci ile birlikte hiçbir ülkeden yardım almadan kitleler
halinde vatanlarına dönen Kırım Tatarları, Rusya’nın Kırım’ı
işgaline ve sözde referanduma karşı onurlu duruşları ile
Dünyaya seslerini duyurmayı başarabilmişlerdir.
Güncel
Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından 1991 yılında Ukrayna’ya bağlı kalan Kırım’da, Kırım Tatarları Rusya işgalinin
başladığı 2014 yılına kadar, her türlü olumsuzluğa rağmen
örgütlenmiş, milli kimliklerini koruyarak milli müesseselerini oluşturmuş, demokratik mücadeleler çerçevesinde de
önemli kazanımlar elde etmiştir.
Kırım Tatarlarına Sovyet rejimince uygulanan sürgünde
büyük paya sahip Rusya işgal ile birlikte, dünyanın ilgisini
çekebilecek Kırım Tatarlarının yanında olduğunu gösterebilmek amacıyla, işgalin başlangıcından itibaren Kırım Tatarlarına Kırım Parlamentosunda %20 Kırım Tatar kotası,
Başbakan Yardımcılığı, Bakan Yardımcılıkları yanında Kırım
Tatarca’nın resmi dil kabul edilmesi ve sürgünde yaşayan
Kırım Tatarlarının Kırım’a getirilmesi gibi rüşvet olarak pek
çok vaatte bulunmuştur.
Kırım Tatarları 230 yıl boyunca edindiği tecrübe sonucu
Rusya’nın rüşvet olarak sunduğu vaatlere itibar etmemiş,
Ukrayna’nın bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı
yapılan bu işgali hiçbir zaman tanımamıştır. Kısa bir zaman
içinde Kırım Tatarlarının bu tutumlarında ne kadar haklı olduğu da ortaya çıkmıştır.
Rusya tarafından Kırım Tatar halkının milli kurumlarına ve
liderlerine karşı itibarsızlaştırma kampanyaları sistemli ve
yoğun bir şekilde başlatılmış ve Kırım Tatarlarının efsanevi
lideri Mustafa A. Kırımoğlu Kırım’a sokulmamıştır.
Halkının gözünden düştüğünü iddia ettikleri Mustafa A. Kırımoğlu’nu, Kırım’ın Kuzeyindeki sınırda 5 binden fazla Kırım
Tatarı karşılamıştır. Kırımoğlu’nun halkı ile kucaklaşmasını
önlemek için tanklar ve helikopterlerle desteklenmiş tam
teçhizatılı Rus askerleri devreye girerek korku salmaya çalıştı.
Gerek bu sınır kapısında gerekse Vatan Kırım’ın çeşitli şehirlerinde aynı anda Kırım Tatarlarının protesto gösterilerinin yoğunlaşması ile durumun gerginleşmesi sonucu, kan
dökülmesini engellemek amacıyla Kırımoğlu, Kırım’a girmekten vazgeçti. Kırımoğlu’nu karşılamaya gidenlere para
cezaları uygulandı, KTMM Başkanı Refat Çubar ve diğer
idarecileri hakkında savcılık soruşturması başlatıldı, KTMM
kapatılmakla tehdit edildi. Telefonda Kırım Tatarcasında
konuştuğu için 14 yaşındaki bir çocuğa saldırıldı, 3 çocuk
babası Renat Ametov öldürüldü, bazı Kırım Tatarlarının evleri ve medreseler basıldı.
Her yıl Akmescit’te Lenin Meydanında yapılan Kırım Tatar
Sürgün Mitingine izin verilmedi. Oysaki bu yılki miting Sür-
günün 70. yılı olması nedeniyle çok önemliydi. Diğer şehirlerde düzenlenen sürgün mitingleri ise helikopterlerle taciz
edildi. 26 Haziran tarihinde kutlanan Kırım Tatar Bayrak
Gününün her yıl düzenlendiği yerde gerçekleştirilmesine
müsaade edilmedi. Kırım Tatarlarına karşı yapılan haksızlıklar günbe gün artarak devam etmektedir.
Bir avuç satın alınmış unsurlar gerek diasporada gerekse
Kırım’da maşa olarak da kullanılarak Kırım Tatarlarının Rusya’nın işgalini tanıdığı idda edilmektedir.
Bütün bu sinsi oyunlara, sindirmelere, baskılara, tehditlere, iftiralara, şantajlara rağmen Gerek Vatan Kırım’daki
gerekse diasporadaki Kırım Tatarları ilkeli duruşlarından
hiçbir zaman vazgeçmedi.
Türkiye’deki Kırım Tatar diasporasının gerçek temsilcileri
sayılan Kırım Tatar dernekleri defalarca kez yayınladıkları deklarasyonlarında, Kırım’daki hukuk dışı işgali asla
tanımadıklarını, tanımayacaklarını beyan etmiş, Kırım’ın
yabancı işgal güçlerinden derhal arındırılması, Kırım Tatar halkının tarihi haklarının iadesi ve Ukrayna’nın toprak
bütünlüğünün korunması dışındaki yaklaşımları kesinlikle
kabul etmediklerini açıklamışlardır.
Sonuç olarak, Kırım Tatarlarının nerede durması gerektiği
gayet açıktır.
SENCE 2014 Sayı 5
27
SENCE
Ortak Adları
Sivil Memur
Nejla ÖKSÜZ ⎟ Türk Büro-Sen Genel Başkan Yardımcısı
T
ürk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesinde 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu kapsamında işe
alınan ve çalışan ancak bir çok kanunda asker kişi sayılan ve buna bağlı olarak asker gibi cezaya tabi tutulan özlük
hakları belirsiz, sosyal ve mali hakları
en düşük seviyede, çalışma koşulları
nedeniyle tüm yaşantılarında risk altında olan yaklaşık sayıları 40 bini bulan, hemşire, mühendis, avukat, aşçı,
şoför, elektrik teknisyeni gibi aklınıza
gelebilecek tüm mesleklerdeki personelin ortak adı “sivil memur”dur.
Aslında sivil memurlar, muvazzaf personel gibi tayin terfi gibi nedenlerle
sık sık yer değiştirmediğinden kurumlarının hafızasını oluşturmaktadır. Ancak üniformalıların yanında farklarına
varılmadığı gibi sorunları da dağ gibi
büyümektedir.
28
SENCE 2014 Sayı 5
Milli Savunma Bakanlığı’nda tüm ünvanlı kadrolar muvazzaf askerlere
ayrılmıştır. Hemen hemen tüm şube
müdürleri, daire başkanları, müsteşar
yardımcıları ve müsteşar askerdir. Bu
nedenle sivil memurun görevde yükselmesi neredeyse imkânsızdır. Düşünün ki, bir kurumda işe başladınız
emekliliğinize kadar ne yaparsanız yapın asla yükselemeyeceksiniz. Bunun
sivil personelde yaratacağı olumsuz
etkiyi varın siz düşünün.
Askeri Ceza Kanunu’na göre, tüm subaylar sivil memurların amiri olmamakla birlikte belli bir birimde çalışan
sivil memur orada yönetici olan subayın astı sayılıyor. Bu nedenle de sivil
memurlar da askerler gibi amire saygısızlık ve emre itaatsizlik gibi gerekçelerle hapis cezaları alabiliyor.
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM)
Kanunu’nun 20. maddesine göre Türk
Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesinde çalışan sivil memurlar asker sayılıyor ve
sivil memurlarla ilgili yargılamalarda
Askeri İdari Mahkemesi’nde yapılıyor.
Amirler disiplin suçu işleyen sivil memura 657 sayılı Devlet Memurları Kanununu ya da Askeri Ceza Kanununu uygulayabiliyor. Böyle durumlarda genellikle
Askeri Ceza Kanunu tercih ediliyor. Çünkü bu kanunun 27. maddesi uyarınca
verilen cezalara yargı yolu kapalıdır.
Her türlü görev verilirken askeri personel gibi değerlendirilen sivil memurların maaşları söz konusu olunca
birden akıllara 657 Sayılı Kanun gelir.
926 Sayılı Kanuna göre çalışan muvazzaf askeri personele, yıpranma makam tazminatı ek gösterge rakamları
657 Sayılı Kanunda, Devlet memurlarının haftalık çalışma saati 40 saat
olarak belirlenmiştir. Bu Kanunda askeriyede çalışan sivil memurlar kapsam dışı bırakıldığından bu memurlar
ikinci bir emre kadar, sınırsız mesai
yapabiliyor, çalışma saatleri yer yer
80 saati aşabiliyor. Üstelik bu fazla
mesainin ne parasal karşılığı, ne de
izin karşılığı var.
gidilmesi koşuluyla yararlandırılmaktadır. Yani kuruma yıllarını vermiş bir
sivil memuru, genç bir astsubay, oturduğu yerden kaldırabilmektedir.
Öyleyse bütün bu
hukuksuzluk ve
haksızlıklara dur demek
için örgütlü olmak gerek!.
Örgütlenme özgürlüğü, bireylerin kendi menfaatlerini korumak için kollektif
oluşumlar meydana getirerek bir araya gelebilme özgürlüğüdür. Bireysel
Sivil memurlar Milli
Savunma Bakanlığının
personeli oldukları halde bu Bakanlığın mülkiyeti olan sosyal tesislerden yararlanamazlar.
Sivil memurlar sadece
Ankara’da bulunan bir
misafirhane haricinde,
orduevlerine, sosyal tesislere ve kamplara giremezler. Yani Milli Savunma Bakanlığının kendi
mülkiyeti olan tüm bu
tesislerden Bakanlığın
sivil personeli yararlanamamaktadır.
BİR İLK
üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse
bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.” denilmek suretiyle işçi ve memur ayrımı
yapılmaksızın tüm çalışanların sendika
kurma ve sendikaya üye olma hakkı
anayasal güvenceye bağlanmıştır.
Ancak memurlara sendika kurma hakkını veren 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme
Kanunu’nun Sendika üyesi olamayacaklar başlığı altındaki 15. maddesinin
g bendinde yer alan “Milli Savunma
Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadrolarında (Jandarma Genel
Komutanlığı ve Sahil
Güvenlik
Komutanlığı dahil) çalışan sivil
memurlar ve kamu görevlileri sendikaya üye
olamazlar ve sendika
kuramazlar” hükmü ile
sivil memurlar bu haktan da mahrum bırakılmıştı.
SİVİL MEMURLARA SENDİKA YOLU AÇILDI
Lojman konusu ise çok daha vahimdir.
Lojman tahsisi yapılırken en büyük
kontenjan subay ve astsubaylara
verilirken, sivil memurlara verilen %
5’lik kontenjan ise, uzman çavuşlarla
beraber kullandırılmaktadır. Uzman
çavuşların doğu puanlarının çok olması nedeniyle, sivil memurun lojmanlardan faydalanması nerdeyse imkansız
hale gelmektedir.
Sivil memurlar servislerden de en
arkalarda oturulması ya da ayakta
olarak zayıf durumda bulunan çalışanlar, örgütlenmek ve sendikalaşmak
suretiyle işveren karşısındaki pazarlık
güçlerini artırmakta, gerek hak ve
menfaatlerinin korunmasında gerekse
sorunlarının çözümünde etkin bir konum elde etmektedirler.
Anayasa’nın 51. maddesinin birinci
fıkrasında, “Çalışanlar ve işverenler,
üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini
korumak ve geliştirmek için önceden
izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe
Çalışma Hayatı
gibi birçok mali hak verilirken, aynı işyerinde çalışan sivil personelle aralarındaki uçurum gittikçe artmakta bu
durum emekllilikte ise doruk noktaya
çıkmaktadır.
Oysaki Sendika hakkı,
demokratik toplumun
temeli olan örgütlenme
özgürlüğünün bir parçasıdır. Sendikalaşma
sosyal adaletin tesisine
hizmet eder.
Bütün bunlara inanan ve yılmadan
mücadelesine devam eden TSK’da çalışan sivil memurlar Anayasa Mahkemesinin, Uluslararası Çalışma Örgütü
(ILO) sözleşmeleri başta olmak üzere ülkemizin altında imzası bulunan
uluslararası sözleşme ve anlaşmaları
açıkça ihlal eden 4688 sayılı Kanun’un
15/1-g maddesinin iptali başvurusunu
esastan görüşerek 4688 sayılı Kamu
Görevlileri Sendikaları Ve Toplu Sözleşme Kanunu’nun; Milli Savunma
Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri
SENCE 2014 Sayı 5
29
SENCE
kadrolarında çalışan sivil memurların
sendika kurmayacağı ve sendikaya
üye olamayacağına ilişkin hükmünün iptaline karar vermiştir. Buna
göre Anayasa Mahkemesi kararının
gerekçeli olarak Resmi Gazete’de yayımladığı tarihten itibaren TSK ve MSB
bünyesinde çalışan sivil memurlar ve
sözleşmeli personel sendika üyesi olabilme ve sendika kurabilme hakkına
kavuşmuştur.
31 Temmuz 2013 Tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren
Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu
Sözleşme Kanunu Kapsamına Giren
Kurum ve Kuruluşların Girdikleri Hizmet Kollarının Belirlenmesine İlişkin
Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına
İlişkin Yönetmelikle; “Büro, Bankacılık
ve Sigortacılık Hizmetleri” hizmet koluna 58 kurum kodu ile “Milli Savunma Bakanlığı”, 59 kurum kodu ile “Genelkurmay Başkanlığı”, 60 kurum kodu
ile “Kara Kuvvetleri Komutanlığı”, 61
kurum kodu ile “Deniz Kuvvetleri Komutanlığı” 62 kurum kodu ile “Hava
Kuvvetleri Komutanlığı”, 63 kurum
kodu ile “Jandarma Genel Komutanlığı”, 64 kurum kodu ile “Sahil Güvenlik Komutanlığı” ve 65 kurum kodu ile
“Milli Savunma Bakanlığı Akaryakıt
İkmal ve NATO POL Tesisleri İşletme
Başkanlığı”, ibareleri eklenmiştir.
Arkasından Anayasa Mahkemesi,
4688 sayılı Kanunun “Sendika üyesi
olamayacaklar” başlıklı 15 inci maddesinin (j) bendinde yer alan “Emniyet hizmetleri sınıfı… “ibaresinin
Anayasa’ya aykırı olmadığına Ancak”…
ve emniyet teşkilâtında çalışan diğer
hizmet sınıflarına dahil personel…”
ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna
karar vermiş ve İPTAL etmiştir.
08.07.2014 tarih ve 29054 sayılı Resmi
Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe gi-
30
SENCE 2014 Sayı 5
Türk Büro-Sen Genel Başkanı Fahrettin YOKUŞ ve Türk Asim-Sen Genel Başkanı Kenan DEMİRTAŞ
ren yönetmeliğe göre 68 kurum kodu
ile “Emniyet Genel Müdürlüğü” ve
69 kurum kodu ile “Kamu Düzeni ve
Güvenliği Müsteşarlığı”, Büro, Bankacılık ve Sigortacılık hizmet koluna
bağlanmıştır.
Bugüne kadar örgütlenme özgürlüğü
önündeki tüm engellerin kaldırılması
gerektiğini her platformda dile getiren
ve henüz kamu görevlilerinin sendika
kanunun olmadığı dönemde Türkiye
Kamu-Sen’e bağlı olarak 1995 yılında
kurulan Türk Asim-Sen, sivil memurların menfaatlerinin korunması ve geliştirilmesi için hiç de yadsınamayacak
mücadeleler vermiştir. Sendikamız
askeri işyerinde çalışan memurlar için
dün verdiği mücadeleyi bugün de Türk
Büro-Sen çatısı altında sürdürecektir.
Hak arama mücadelesi içinde olan
kamu çalışanlarına, maddi manevi her
türlü desteği sağlayan Konfederasyonumuz Türkiye Kamu-Sen ve sendikamız Türk Büro-Sen özellikle Kamu Personel Rejimi ve buna bağlı olarak 657
sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda
yapılan değişikliklerle iş güvencemizin hedef alındığı bu hassas dönemde sendikal hak ve özgürlükler ile iş
güvencemize sahip çıkacak ve sivil
memurların sorunlarının çözümü noktasında mücadeleye devam edecektir.
Değer
Yâren Kültürü
i,
y
e
m
z
ü
d
a
fr
o
S
ir
n
e
r
ğ
Ö
n
a
Kız Anad
Oğlan Babadan Öğrenir Sohbet Gezmeyi...
Ahmet AZİZOĞLU ⎟ Eğitimci - Türkiye Kamu-Sen Gen. Merk. Eski Yön. Kur. Üyesi
Y
âren, arkadaş, yakın dost; dostların oluşturduğu meclis,teşkilattır. Yâren teşkilâtı, 13. yüzyılda Anadolu’da
görülen Ahilik kurumuna dayanır. Ahilik; Anadolu
Selçuklu döneminde Bizanslılara karşı Türklerin menfaatlerini korumayı, maddi ve manevi disiplin altında... olmayı,
toplum huzurunu sağlanmasına yardımcı olmayı rekabet
etmeyi amaçlamıştır. Bu sebeple teşkilatın; sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik yönleri vardır. Bu anlamda Ahilikle
doğrudan ilişkisi olan Yâren Meclisi bir hayat tarzını ifade
etmektedir.
Anadolu Ahilerinin piri Ahi Evran (Mahmut Nurettin-Nimetullah) Horasan’da doğmuştur. İlk ciddi teşkilatlanmayı Kayseri’de yapmıştır. Moğollar Kayseri’yi zapt edip büyük bir
katliam gerçekleştirmişler, bunun üzerine Ahi Evran direniş
hattını Kırşehir’e çekmiştir. 1262 yılında Kırşehir’de büyük
bir Moğol istilası ve katliamı vuku bulur ve Ahi Evran burada şehit olur.
Bunun üzerine Ahi Evran şeyhleri Ankara ve Çankırı’ya çekilip dağılırlar. Moğol istilasının etkileri Çankırı’da fazla his-
sedilmediği için Ahilik çevresinde oluşan kültürel değerler
Çankırı’mızda yâren meclislerinde yaşamaya, hayat bulmaya devam etmiştir.
Âhiliğin bir uzantısı olarak ortaya çıkan Yâren müessesi de
kültür mirasıdır. Dirlik ve düzenliğin sağlanması, kişilik eğitimi ve ahlâkî değerlerin benimsetilmesi gibi fonksiyonları
yerine getirmiştir.
Türk tarihinde, Yâren Teşkilâtı gibi kurumlar, devletin icraatlarına yardımcı oldukları gibi, sosyal nizamın sağlıklı bir
şekilde gelişmesine de katkıda bulunmuşlardır. Yâren teşkilâtı, yurdumuzun değişik bölgelerinde farklı şekillerde
icra edilmektedir.
Yâren Meclisi
Yâren Meclisleri; Yârenin kuruluş aşamasından, Yâren
Odaları’nın donanımına, Yâren Odaları’na giriş kurallarına,
yemeklerin yenilmesine, oyunların oynanmasına, mahkemenin kurulmasına ve diğer unsurlarına kadar ritüellere
büyük önem veren bir sosyal kurumdur.
SENCE 2014 Sayı 5
31
SENCE
Yâren Meclisi’nin Kuruluşu
Her yılın Eylül, Ekim aylarında ilk toplantı Efene (Ferfene)
yapılır. Bu toplantıya, daha önce Yâren Meclisleri’nde bulunmuş orta yas grubu insanlar katılır. Bu ilk toplantıda, genellikle sözü geçerli, yaşlı biri “Bu yıl ocak yakalım.”, “Bu
yıl Yâren yiyelim.” diyerek söze başlar.
“Erfene” adi verilen Yârenin ilk toplantısında; gelecek bahara kadar yapılacak çalışmalar, Yârende yenecek yemekler,
Yâren Evi ya da Yâren Odası’nın mefruşatı, Yâren üyelerinin
adap ve erkânı ile ilgili ön konuşmalar yapılır. Yâren üyelerinin bütün sezon boyunca uyacağı kurallar tespit edilir.Ayrıca, Başağalar, Yâren Reisi ve Yâren Üyelerinin seçimi yapılır.
Yârenin ilk toplantısında “Çavuş” ve “Sazende Heyeti” de
tespit edilir. Bunlar; genellikle ücreti mukabilinde tutulur
ve esas itibariyle Yâren Meclisi üyelerinden sayılmazlar.
Çavuş; Yâren Meclisi’ nin temizliğinden, düzeninden, çay
ve kahve ikramlarından, yemeklerin hazırlanmasından ve
oyunlarda “tura” vurma hizmetlerinden sorumludur. Çavuş; Yârenin her türlü durumunu Küçük Başağa ya da Yâren
Reisi’ne aktarır. Yâren sayısının ne olması gerektiği köy ve
mahallelere göre değişmektedir. Fakat genellikle kabul edilen ve ideal sayı 24 dür. Esasen 24 sayısı. Oğuz Türklerinin
24 boyunu ifade etmektedir. Bu sayı genellikle 30’a çıkmakla birlikte, köylerde 30-50 arasında değişmektedir. Yârân’a
herkes alınmaz. Bir seçime tabi tutulurlar. Seçimde ahlâkî
ve karakter özelliklerine dikkat edilir.
Yâren Organları
Yârân organların her birinin ayrı ayrı görevleri vardır. Mecliste
sınıf yoktur. Hiyerarşide sadece yaş sırası esas alınmaktadır.
Büyük Başağa: Genellikle Yâren Meclisi’nin en yaşlı üyesidir. Halk ifadesi ile Yâren yemiş, adap ve erkân bilen,
otoriter bir özelliği bulunur. Daha çok, küçük hareket ve
sezilmeyen işaretlerle Yâren Meclisi’ni sevk ve idare eder.
Sosyal hayat içinde de bütün yârenlerin yönlendiricisi ve
baş danışmanıdır. Kurulacak mahkemede ise Yargıç görevini üstlenir.
Küçük Başağa: Yaş ve mevki itibariyle Büyük Başağa’dan
küçüktür. Yâren organizasyonunun önemli bir bölümü ona
aittir.Yâren üyeleri ile Büyük Başağa arasındaki iletişimi sağlar. Kurulacak mahkemede ise “Savcı” görevini üstlenir.
Yâren Reisi: Başağalar ile Yâren üyeleri arasında bir denge
unsurudur.Yâren Reisi’ne köylerde, genellikle “Yiğitbaşı”
denir. Kurulacak mahkemede ise, “Avukat” görevini üst-
32
SENCE 2014 Sayı 5
lenir. Büyük Başağa, Küçük Başağa, Yâren Reisi ve Yârenlerden oluşan bu seçkin topluluk; yaşadıkları süre içinde
sevgi, saygı ve yardımlaşmayı devam ettirirler. Hatta, yıllar
sonrasında bile birbirlerine ayni hitaplarda bulunurlar.
Çavuş: Çavuşun pek çok görevleri vardır. Bu bakımdan becerikli genç, açıkgöz, işini bilen, deneyimli kişilerin çavuş
olarak seçilmesine dikkat edilir. Çavuşun görevleri, Yâran’ın
düzenlenmesi, davet, yemek, kahve, çay, sigara ihtiyaçlarını tespit etmek ve oyunlarda tura vurmak (kalın halatla
yârene gerektiğinde vurmak) gibi işleri yapar. Küçük Başağanın yardımcısıdır. Yârenlerin günlük işleriyle de uğraşır.
Yârenler: Yârendeki üyelere yâren denir. Eskiden iki kişi bir
ocak yakarlardı (Sohbet düzenleme) Bugün ekonomik koşulların ağırlaşması nedeniyle ocak yakanların sayısı artırılmıştır. Örneğin Eldivan’da dört kişi, beş kişi, hatta yedi kişi
bir ocak yakmaktadır j
Yâran üç ayrı kısımdan oluşur: Gençler (18-20 yaşındaki
gençler), orta yaşlılar (30-40 yaşındakiler), yaşlılar (Bunların sayısı daha azdır. 5-6 kişiyi geçmez).
Yaşlılar, gençlerin serkeşliğine meydan vermezler. Aynı zamanda örgütün danışmanı durumundadırlar. Bunlar, Başağaların
aşırı otoriter davranışlarını frenleyerek gençlerin tahammülünü aşan otoriter davranışlarını sınırlarlar. Yaşlılar Başağaların
yanında, gençler ise en aşağıda otururlar.
Yâren Odaları’nın Genel Durumu
Yârenlerin; ocak yaktıkları, sohbet ettikleri, orta oyunları ve
halk oyunları oynadıkları ve nihayet “mahkeme” kurdukları
toplantı yerleri genellikle belirlidir. Bu yerler, kent merkezinde özel Yâren Evleri; köylerde ise Köy Odaları’dır. Eski
Yâren Evleri, genellikle iki katlıdır.
Yâren odaları üç bölüme ayrılır:
1. MEYDAN: Yârenlerin ve misafirlerin sohbet ettiği, kare
seklindeki ana bölüm.
2. BAŞAĞALAR KÖŞESİ: Başağalar’ın oturduğu, meydan kapısının tam karsısındaki iki ayrı köşedir.
3. MEDHAL: Meydanın giriş kapısının hemen sağ tarafında
bulunan hizmet ve takdim görevlerinin bulunduğu yerdir.
Sazende Heyeti de, genellikle bu bölümün sağ tarafında
bulunur. Ocak yakma olarak nitelendirilen haftalık toplantı
gecesinde (Genellikle cumartesi gecesi), ocağı yakacak yâren ya da yârenler tarafından Yâren Odası; Çin iğnesi (şal
işi) yastıklar, yağlıklar, halılar, bayraklar ve renkli süs lambaları ile süslenir.
Değer
Ocak yakma sırası yâren ya da yârenlerde iken Yâren Odası’nın duvarlarına az sayıda halı asılır. Ocak yakma sırası
Küçük Başağa’ya geldiğinde, duvarlardaki halı sayısı artırılır. Başağa’nın ocak yakmasında ise Yâren Odası’nın bütün
duvarları halılarla iyice donatılır.
Yâren Meclisleri’nde Giyim: Eski Yâren Meclisleri’nde;
yöresel, folklorik giysilere özen gösterildiği görülür. Fakat,son dönemde buna çok dikkat edilmemekle birlikte
Merkez Yâren Meclisi ve Ünür Köyü Yâren Meclisi gibi bazı
meclislerde, yöresel giysilerin giyilmesine özen gösterirler.
Yâren Odası’na Yârenlerin Giriş Kuralları: Yâren Oda-
sı’na ilk girenler Sazendeler’dir. Bunlar, odanın “Şahnişin”
(Şah Köşesi, Baş Köşesi) denilen girişin sağ ya da sol yanında bulunan bölümüne geçerler. Daha sonra, Küçük Başağa
Yâren Odası’na sağ ayak önde girer ve girişe göre sol tarafta
kendine ayrılmış yere oturur.
Çavuş, yârenlerin de odaya girmesi için Küçük Başağa’ dan
izin ister. Çavuş; odanın dışında bekleyen yârenleri davet
ettikten sonra tekrar içeri girer ve Küçük Başağa’ya “Başağa! Yâren ağalar geliyor” der. Küçük Başağa, ayağa kalkar
ve yârenlerin odaya girmesini bekler. En yaşlı yâren başta
olmak üzere, bütün yârenler odaya genellikle ikişer ikişer
girer Küçük Başağa gibi odaya girerken önce sağ ayaklarını
atarlar.
İlk yâren, sağ eli sol göğsünün üstünde “Selam ün aleyküm, Başağa.” der. Küçük Başağa da, ayakta iken sağ eli sol
göğsünün üstünde, “Aleyküm selâm, Yâren Ağa” diyerek
selâmı alır ve elini indirir. Sırasıyla bütün yârenlerin odaya
girişleri aynı şekilde olur.
Odaya giren her yâren; önceden ayrılan yerlere geçer ve
ayakta bekler. En yaşlı yâren (genellikle, Yâren Reisi) , Büyük Başağa’nin minderinin hemen yanına, sedire çıkar ve
ayakta durur. İkinci yâren ise, Küçük Başağa’nin sağına geçerek ayakta durur. Küçük Başağa’nın dik inerek, diz üstü
oturmasıyla birinci ve ikinci yâren de hemen diz üstü oturur.
Küçük Başağa; oturduğu yerden sağ elini sol göğsü-nün
üstüne koyar, en yaşlı yârene doğru hafifçe eğilerek “Merhaba, Yâren Ağa” der. En yaşlı yâren de, sağ elini sol göğsünün üstüne koyar ve Küçük Başağa’da doğru hafifçe eğilir
ve “Merhaba, Başağa” diyerek cevap verir. Küçük Başağa,
ayni şekilde ve ayni ifadelerle diğer yârenleri de tekrar
selâmlar. Diğer yârenler de Küçük Başağa’ya ayni şekilde
cevap verirler.
Çavuş; odanın dışında bekleyen Büyük Başağa’ nın odaya
davet edilmesi için Küçük Başağa’dan izin ister, dışarı çıkar
ve Büyük Başağa’ya Yâren Odası’nın girilmeye müsait olduğunu bildirir. Küçük Başağa’ya seslenerek “Başağa! Başağa
geliyor.” der. Bu anda, önce Küçük Başağa, sonra yaş sırasına göre bütün yârenler, ayağa kalkar.
Büyük Başağa; kendinden emin, ağır, otoriter bir şekilde ve
sağ ayakla Yâren Odası’na girer. Meydanın ortasına yakın
bir yerde durur. Sağ elini sol göğsünün üzerine koyarak “Selamın aleyküm Başağa” der. Küçük Başağa; eli göğsünde
“Aleyküm selâm Başağa” diyerek karşılık verir. Büyük Başağa; tekrar sağ elini sol göğsünün üzerine götürerek ve
yârenlerin bulunduğu iki tarafı süzerek “Selâm ün aleyküm
Yâren Ağalar.” der. Bütün Yârenler de, elleri göğüslerinde
“Aleyküm selâm Başağa” seklinde selâmı alırlar.
SENCE 2014 Sayı 5
33
SENCE
Selâmlaşma bittikten sonra, Büyük Başağa; kendine ayrılan odanın sağ tarafındaki köşesine gider, sedire çıkar ve
dik olarak diz üstü oturur. Onun oturmasıyla birlikte önce
Küçük Başağa, sonra sırasıyla Yâren Reisi ve diğer yârenler
hızlıca diz üstü oturur.
Küçük Başağa; Büyük Başağa’ya doğru hafifçe eğilerek el
göğüste “Merhaba Başağa” der. Büyük Başağa da, ayni şekilde “Merhaba Başağa” diyerek karşılık verir. Bu selâmlaşma ve merhabalaşmada sessizliği bozan tek şey, yavaşça
devam eden peşrevdir.
Yâren Odası’na Misafirlerin Giriş Kuralları: Başağalar’in izni olmadan hiçbir misafir, Yâren Meclisi’ne kabul
edilmez. Ocak yakma günü (cumartesi gecesi) kabul edilecek misafirlerin sayısı genellikle 40 – 50 arasında olur.Küçük yaştaki çocuklar da misafir olarak kabul edilir. Bundan
amaç; Yâren Kültürü’nü genç kuşaklara aktarmaktır.
sayısınca tabaksız kahve fincanlarını bir tepside getirir.
Tepsiyi aşağıdan yukarı doğru uzatır. Sol eli, sırtına doğru
kıvrıktır. Büyük Başağa, fincanı sağ eliyle alarak sol elini
fincanın altına koyar. Ayrıca, fincanı, sağ eliyle göğüs hizasında tutar.
Çavuş, kahveleri daha sonra aynı vaziyette önce Küçük
Başağa’ya sonra da sırasıyla bütün yârenlere ikram eder.
Yârenler, fincanı Başağa’nın tuttuğu şekilde tutmak zorundadır. Büyük Başağa; kahveden bir yudum alır ve fincanı
tekrar ayni şekilde tutar. Sonra Küçük Başağa, bir yudum
alır ve o da fincanı ayni şekilde tutar. Yârenler de, yas sırasına göre birer yudum alırlar ve fincanı aynı şekilde tutarlar.
Bu durum, üç kere tekrarlanır. Üçüncü yudumdan sonra,
yârenler; kahvelerini serbest içmeye devam ederler.
Yâren Meclisi’ne davet edilen misafirler ikiye ayrılır:
Yâren Meclisi’nde Yemek Kuralları: Yemekler akşam-
1. Kahve ve Çay Misafirleri (Kahve ve çaylarını içtikten sonra, Yâren Meclisi’ni, izin alarak terk ederler.)
dan pişirilir, sabaha yakın yenir. Yemeklerin hazırlanmasına
büyük bir özen gösterilir. Yemekler geleneksel usulde yenir.
Sohbet yemekleri, yörenin en güzel yiyeceklerinden oluşur.
Başağaların gecelerinde yemek türleri farklılaşır.
2. Yemek Misafirleri (Bu misafirler, gece saat üçe kadar Yâren Meclisi’nde kalabilirler.)
34
Yâren Meclisi’nde Kahve ve Çay İkramı: Çavuş, yâren
Kahve ve çay misafirleri; kural gereği izin isteyip giderler. Misafirler, kural bilmiyor olabilir ya da kasıtlı olarak
Yâren Odası’nı terk etmeyebilir. Bu durumda, misafirlere
“küllü kahve” ikram edilir ya da ayakkabısı süpürge üstünde önüne getirilir.
Sabah saat üçe doğru, Büyük Başağa, besmele ile kaşığını
çorbaya uzatır ve içer. Sonra, Küçük Başağa ve diğer Yârenler de sırayla çorbadan bir kaşık alırlar. Bu hareket; kahve
ve çay içmede olduğu gibi üç kere tekrarlanır. Daha sonra
ise serbest içime geçilir.
Bu davranış, “Defol, git” anlamındadır. Buna karşın, misafir, yine gitmiyorsa iki yâren; misafiri kolundan tutup Yâren
Odası’nın dışına çıkarır. Bu kural; misafirin sosyal hayattaki
makamı göz önünde tutulmadan herkese uygulanır.
Çorbadan sonra sofraya, etli pilav gelir. Büyük Başağa, kaşığı eline alır, bekler ve Çavuşa dönerek “Yollu, yolsuz var
mi?” diye sorar.
SENCE 2014 Sayı 5
Pilavdan sonra, tatlı ve meyveler getirilir. Sofrada birkaç çeşit meyve var ise, Büyük Başağa, hangi meyveyi alıyor ise,
bütün yârenler de ayni meyveyi almak zorundadır. Yemek
bittikten sonra dua yapılır.
Yârende Oyunlar: Kış gecelerinde hoşça vakit geçirme,
Değer
Bu soruyla, geçmiş hafta içinde Yâren Kültürü kurallarına
aykırı davranış gösteren suçlular aranır. Çavuş; Başağa’nın
sorusuna karşılık olarak “Suçlu var.” derse, Büyük Başağa,
pilav tabağının suçludan tarafına kaşık diker ve adını söyler.
Eğer, yemekte misafir var ise bu harekete başvurulmaz.
yârenden kovulmadır. Kovulma cezası o yârân için büyük
bir cezadır.
Arap Verme Töreni: Yemekten sonra kahve ya da çay içi-
lip, hazmı kolaylaştırıcı oyunlar oynandıktan sonra “Arap
Verme Töreni”ne geçilir. Yârenler dağılmadan önce, gelecek hafta ocağı yakacak yârenlere “Arap” adı verilir. Arap,
yâran sohbetinde zilli maşa ve tefe verilen isimdir. Zilli
maşa ye tef, ocağı kim yakıyorsa ona gider ve onda bir hafta kalır. Bu veriş de belli bir tören biçiminde olur. Özel bir
türkü ile verilir.
oyunlar yoluyla gerçekleşir. Bu bakımdan yârân meclisini
çekici duruma getiren yönlerin en önemlisi, oyunlardır.
Hatta bu nedenle yârân sohbetleri, eğlence ve oyun kurumu olarak da nitelendirilmiştir. Yârân oyunları, geleneksel
özelliklerini korumuş, yıllardan beri tekrarlanan, oynanan
geleneksel oyunlar hâlâ meclislerde yer almaktadır.
Yârenin Topluma Etkisi: Sanayileşme ile yaşanan köyden
şehre göçler, Çankırı kasaba ve köylerinde nüfus azalmasına yol açmış buna bağlı olarak kültürel değerler de aşınmaya ve unutulmaya başlamıştır. Buna rağmen Ankara, İstanbul, İzmit, Kırıkkale, Karabük gibi yerlerde ve Avrupa’daki
Çankırılılar arasında yâren meclisleri devam etmektedir.
Yârende çok çeşitli oyunlar vardır . Bunları “Halk Oyunları” ve “Eğlence Oyunları” olarak iki gruba ayırabiliriz, ikinci
gruptakiler, beceri, çabukluk ve zekâya yer veren oyunlardır. Tura oyunu, şildir şip, yüksük oyunu, samut oyunu gibi.
Yelpük ismi verilen oyunlar saz eşliğinde ahenge önem verilerek oynanır. Müzik ve oyun yönünden yarışlar yapılır.
Çalınıp söylenir.
Oğuz boylarının yoğun ve önemli bir yerleşim yeri olan
Çankırı coğrafyası, ahilik ile Türk kültür varlığının kayda değer bir geleneğini yaşatmaktadır.
Yâren Mahkemesi: Yâren yasaları, yâren mahkeme ve
cezaları geleneksel hukukumuzun güzel bir örneğini oluşturur. Halkın geleneksel olarak yaşattıkları ve uyguladıkları
bu hukuk kuralları ile yârânda düzen sağlanmaktadır.
Böylece yârân üyeleri kendi kendilerini sınırlamış olmaktadırlar. Yâni, yârana ilişkin kurallar, bir toplumsal denetim
aracı olmaktadır. Yârân meclisinde uyumu bozan, istenmeyen, kuralları çiğneyen davranışlar cezalandırılarak düzen
sürdürülmüş olur. Yârana ilişkin hukuk kuralları, kuşkusuz
tarihî koşullardan kaynaklanmaktadır. Eski Türk töresi ve
geleneklerimiz, yârân hukukunun kaynağını oluşturur .
Yârenlik, insanları tek tek kucaklayan, insanın kendini tanımasını sağlayan, erdemli olmayı öğütleyen, ve kıskançlık
ihtiras gibi duyguları dizginleyen bir öğretidir. Ahilikle dolayısıyla lonca teşkilatıyla alakası olan yâren kültüründe esnaf, dürüst bir şekilde hizmet etmeyi kendine düstur edinmiştir ki dükkanının levhasına:
Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız
Hakk’a iman ederiz, müslümandır şanımız
Eğrisi varsa bizden, doğrusu elbet sizin
Hilesi, hurdası yok; helalinden malımız
Müşterimiz velinimet, YARANIMIZ yarimiz
Ziyadesi zarar verir kanaatir kârımız diye yazabilmiştir.
Yârenin sadece bir eğlence kurumu olmadığının bir göstergesi de kuşkusuz yârân mahkemesidir.
Cezalar, yârenin suçunun şiddetine göre değişir. Genellikle,
yârenleri traş ettirmek, tüm yârânı hamama götürmek, hamamda yağlı (Pide) ısmarlamak, ziyafet vermek, çay ısmarlamak, ayakkabı boyatmak, helva yaptırmak, çalgı getirtmek, hindi dolması ziyafeti vermek, Başka şehirlere yâranı
götürüp gezdirmek gibi cezalar verilir. Bunlar maddî külfeti
fazla olan ağır cezalardır. Yârân meclislerinin en ağır cezası
SENCE 2014 Sayı 5
35
SENCE
Saraylarda süremem
Dağlarda sürdüğümü.
Bin cihana değişmem
Şu öksüz Türklüğümü...
Nihal ATSIZ
Fahrettin YOKUŞ ⎟ Türk Büro-Sen Genel Başkanı
B
ize unutturulmaya ve bu coğrafyadan silinmeye, yok
edilmeye çalışılan kimliğimizi, Türklüğümüzü, İster
misiniz Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk
Çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için
kendinde kuvvet bulacaktır.” sözünü düstur edinerek şöyle
tekrar bir hatırlayalım, imanımızı tazeleyelim.
Peki Türk Kimdir?
Türkler; Nuh Peygamberin oğullarından Yafes’in TÜRK adını
taşıyan oğlunun neslindendir.
Türk kelimesi köken olarak “Türemek” sözcüğünden gelmektedir. Ziya GÖKALP, bunu “TÜRELİ” yani kanun ve nizam sahibi olan şeklinde ifade etmiştir. Ünlü Türkolog A.V. Lee COQ
ise Türk sözünün cins isim olarak “Güç-Kuvet” manasında
olduğunu, buradaki Türk Kelimesinin milletin adı olan Türk
kelimesiyle aynı olduğunu ileri sürmüştür.
Kaşgarlı Mahmut da, Türk adının Türklere Tanrı tarafından
verildiğini belirterek “Gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk
çağı” anlamına geldiğini iddia etmektedir.
Türkler; tarih boyunca büyük devletler kuran, dünyanın en
eski medeniyetini oluşturan ve pek çok ünlü şahsiyetler
yetiştirmiş asil bir millettir. Türkler’in anavatanları Orta Asya’dır. Türkler tarihte bilinen ilk Türk devleti olan Büyük Hun
İmparatorluğundan önce de çeşitli devletler ve topluluklar
36
SENCE 2014 Sayı 5
kurmuştur. Türk adıyla kurulan ilk Türk Devleti “Göktürk İmparatorluğu”dur. Türkler, tarih boyunca hiçbir zaman devletsiz kalmamış, 16 büyük imparatorluğun yanı sıra sayısız
devlet ve beylikler kurmuşlardır.
“Türk, asillerin asilidir. Yapma olmayan gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir’’ diyor,
Fransız yazar Pierre Loti.
Türk’ün Kutsalları
Türkler, İslam Güneşinin üzerlerinde doğduğunu hisseder
hissetmez Müslüman olmuş ve kılıç zoruyla değil, kendi hür
iradeleriyle İslamiyet’i seçen tek millettir.
Akif’in dediği gibi ;
Türk eriyiz silsilemiz kahraman
Müslümanız Hakka tapan Müslüman
Müslümanlar, Peygamberimizin “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın” hadisine riayet etmiş ve Türklerle savaşmamıştır.
Kitabımız Kuran’ın, “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü
sanmayın! Bilakis onlar diridirler, Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri
yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin
Türklüğünden utananlara ithaf olunur.
Rum isyanının baş planlayıcısı Patrik Gregorios, Rus Çarı
Alexandr’a gönderdiği mektupta Türkleri şöyle tanımlıyor:
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir.
Çünkü Türkler Müslüman oldukları için, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i iman
sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, Padişahlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidirler
ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere
sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve
şecaat duyguları da ananelerine olan merbutiyetlerinden
ve ahlaklarının salâbetlerinden ileri gelmektedir.”
Türklük ve İslam’ın Can ve Ten, Ruh ve Beden olduğunu
unutmayalım unutturmayalım.
Vatan;
Türklerde vatan gelişi güzel bir toprak parçası değildir. Şairin
de dediği gibi toprakları vatan yapan üstündeki kandır, baştan sona fethedilmiş, elde etmek ve korumak için uğrunda
asırlarca can verilmiş büyük ülküler yolunda bağrına ve sınırlarına binlerce ecdat gömülmüş bir topraktır.
Azerbaycan’ın büyük şairi Bahtiyar Vahapzade:
Vatanı severim, diyen çok olur.
Demeye ne var ki dil yorulmasa.
Vatan da bizim gibi ölür, yok olur.
Vatanın yolunda ölen olmasa! diyor.
Büyük Hun İmparatoru Mete Han; “Benden eyerimi isteyin
vereyim, atımı isteyin vereyim, çadırımı isteyin vereyim fakat hiç kimse vatanımdan bir karış toprak istemesin vermem” diyerek, Türkler için vatan toprağının değerini ne kadar güzel vurgulamıştır.
Çağlar açıp çağlar kapayan büyük hükümdar Fatih Sultan
Mehmet Han ise; ‘’Fethettiğim yerleri ecnebilere satanlar
Allah’ın Gazabına uğrasınlar’’ diyerek bedeli kanla ödenen
vatan toprağını satanlara beddua etmiştir. Bizde Amin diyelim.
Güncel
sevincini duymaktadırlar. (Al-i İmran 169)” buyruğuna büyük bir imanla sarılan “Kostantiyye (İstanbul) mutlaka feth
olunacaktır. 0nu fetheden kumandan ne güzel kumandandır ve o asker ne güzel askerdir’’ diyen Peygamberimiz Hz.
Muhammed’in övgüsüne mazhar olmuş bu milletin evlatları
adeta Allah yolunda ölmek için birbiriyle yarışmış, yüzlerce
yıl İslam’a sancaktarlık etmiştir.
Bayrak;
Biz, bayrak denince Ulubatlı Hasan’ı biliriz, kınalı kuzularımızı
biliriz. Kurtuluş Savaşı’nda “Ölürsem kefenim olur” diyerek
göğsünde bayrak taşıyan kahramanlarımızı hatırlarız. “Bayrak
inmez, ezan dinmez” diye şehit olan yavrularımıza ağlarız.
Ne diyor, Bayrak Şairimiz Arif Nihat ASYA:
Ey Mavi Göklerin Beyaz ve Kızıl Süsü!
Kız kardeşimin Gelinliği
Şehidimin son örtüsü,
Işık Işık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum,
Senin Destanını yazacağım.
Bayrağımız milletimizin varlığının ve bağımsızlığının sembolü, tarihinin hatırasıdır. Türk bayrağı dışında rengini, milletinin kanından almış başka bir bayrak yoktur. Genç kızlar göz
nuru dökerek ay-yıldızını işlemiş genç erkekler onu akından
akına taşımışlardır.
Türk milleti, tarihin var olduğu günden bugüne değin kendisini, varlığını ve bağımsızlığını sembolleştirdiği ve kutsal bildiği rengini kanımızdan, Ay-yıldızını göklerden alan bayrağı
dalgalansın diye sayısız şehit vermiş, kan dökmüştür.
Askeri olarak bayrak ve sancağına hakaret edilmesine göz
yummak, en büyük milli şerefsizlik olarak kabul edilmiş, tarihte bayrağa hakaret, padişaha ve devlete hakaret suçu ile
aynı derecede tutulmuştur. Bayrağın kutsallığı, savaş meydanında en yüksek derecesini bulur, bayrağı yere düşürmemek
için en yüksek rütbeli askerlerin dahi en küçük bir tereddüt
göstermeden şehitliği göze aldıkları görülürdü. Zira bayrağın
düşmesi, mağlubiyetle eş değerdir.
Malazgirt’te, Kosova’da, Mohaç’ta, Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da bayrak yere düşmesin diye nice yiğitler
can verdi. 1984 yılından beri PKK terör örgütünün eli kanlı
canileri, bayrağımızı indirmesinler, ülkemizi bölmesinler diye
kuş uçmaz kervan geçmez dağlardaki karakollarda on binlerce evladımız toprağa düştüler ve bu kutsal bayrağı şimdiki
nesillere, teslim ettiler.
Bizlerde onların emanetini bedeli ne olursa olsun gelecek
nesillere şerefiyle aktaracağız inşallah.
Yazımızı yine Büyük Önderin sözleriyle tamamlamak istiyorum.
“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük
medeni özelliği ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda
yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
SENCE 2014 Sayı 5
37
SENCE
Kaotik Dünya ve
n
i
D
n
e
ş
Şirketle
Hayal kırıklığına uğramış olan konuşur:
- Ulu insanlar aradım, her seferinde yalnızca
onların ideallerinin maymunlarını buldum.
F. Nietzsche
Prof. Dr. Nadim MACİT ⎟ Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitisü
F
ikrî ve siyasî gücü elinde tutan Batı; uluslararası hukuk
kuralları üreterek öteki ürettikleriyle gelişmekte olan
ülkeleri demokratikleştirme adı altında denetime tabi
tutmaktadır. 26 Şubat 2003 tarihinde ABD Başkanı George
W. Bush’un yaptığı konuşma bu durumun somut misalidir:
“Milyonlarca Iraklıya özgürlük getiriyoruz. Silahlarımızla
getirdiğimiz özgürlüğü; anayasal düzeni kurup demokrasiye teslim edeceğiz. Irak, bütün alt yapılarını inşa edip
bölge için örnek bir ülke olacaktır.”1 Demokrasiye teslim
edilen Irak’ta her gün insanlar demokrasi sunağına kurban
edilmektedir. İkinci durumun en çarpıcı misali ise yeni kuşatma politikasını değerler diplomasisi üzerinden sürdürme kararıdır. Kasım 2011 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı
Hillary Clinton, Foreign Polic’de yayımladığı American’s Pasific Century başlıklı yazısında “ABD’nin liderlik çıkarlarının
1
2
38
sahip olduğu değerleri dünya ölçeğinde yayma”2 politikasının esas alındığını belirtmektedir.
Değerler üzerinden sürdürülen politika, sömürgeciliğin
ustalaşmış biçimidir. Öyle ustadır ki kesintisiz savaşı, barış
olarak gösterir. Bunu ötekine ilahî edayla söyletir. Her aşağılama iktidarı elde tutma adına unutulur. Gerekirse terör
örgütünü barışın hamisi olarak gösterip toplumsal devrim
yapar! Her alanda belirsizliğe gönderme yaparak özgürlük
ıslığı çalan batılı merkezî güçler; ne o ne bu, hem o hem
bu gelgitleri arasında ayartma ve benzetme politikalarına
ritim vermektedir.
Eli sopalı küresel iktidar sadece yaşantı alanlarını dönüştürmemekte, aynı zamanda tahrip etmektedir. Bir taraftan
borçlandırılarak küresel döngünün ağına düşürülenler, diğer taraftan medya aracılığıyla umutla doldurulan insanlar.
Peter Silivn, Washington Post, (26 Şubat 2002)
Hillary Clinton, “American’s Pasific Century”, Foreign Polic (Kasım 2011) Georges Corm, 21. Yüzyılda Din Sorunu, (Çev: Şule Sönmez) İstanbul: 2008, İletişim yayınları, s. 42.
SENCE 2014 Sayı 5
Evrene ve hayata karşı duruşumuz karmakarışık. Herkesle
her şey olmak çağımızın en saygın tarzıdır. Bir insan aynı
anda hem milliyetçi, hem İslâmcı, hem sosyal demokrat,
hem liberal olabilmektedir. İslâmcı; liberalin negatif özgürlük anlayışına sarılmış durumda, liberal; seküler akla
iman eden bir kişi olarak aşkın gücü yâd ediyor. Sosyal demokrat; minimal devlet resmi çiziyor. Milliyetçi, post-emperyal sürecin dilbilgisine dolaşmış durumda. Her şeyle
her şey olmayı yol zannedenler hiçbir şey olmadıkları için
kafaları karıştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Üstelik sadece bireylerin değil, coğrafyamızın kafası karışık… Medeniyet dışı güçlerle ittifaka giren yerel koçlar
tankları, bombaları demokrasi ve barışın araçları olarak sunuyorlar. İlahiyatçılar, derin meseleleri tartışıyorlar. Irak işgalinde tecavüze uğrayıp hamile kalan kadınlar, doğursunlar mı doğurmasınlar mı? Bunlar, tecavüzden, işgalden ve
katliamdan hiç söz etmiyorlar. Siyasetin ve gündelik çıkarın
dilene dökülen İslam, İslâmcılar aracılığıyla egemen güçlerin sopasına dönüşmüş durumda. Kendisini güç ve otorite
aracılığıyla korumaya çabalayan bir fikrî ve siyasî hareket,
küresel işgalin parçası haline gelmiş. Müslüman kardeşlerini
sele veriyor. Kardeşlik aşkına, terör devrimi yapıyor. Böyle bir
biçimsizliğe eşlik eden dili ancak pastoral iktidar üretebilir.
Bir tarafta kendi sınırlarını aşan dünya, diğer taraftan soyut
sistemler karşısında benliğini yitiren insan. Çünkü post-modern kuşatmanın yöntemi, her şeyi birbirine karıştırarak
gücü meşrulaştırmak üzerine kurulmuştur. İktidar alanlarını
(din, eğitim, ekonomi, medya, yargı, sendikalar, sivil toplum
örgütleri) sadece devlet tanımlayıp kontrol etmiyor. Farklılaşma ve parçalanma söylemi altında yükselen “dini-etnik
hareketler” devlete özgü iktidar alanlarını paylaşıyorlar.
Devletin bünyesinde varlığını sürdüren şiddet çoğalıyor.
Paralel devletler mevzilendikleri alanları biçimlendirmek
ve kontrol etmek için her türlü şiddeti ötekine karşı kullanıyorlar. Bu süreci tahlil etme birikimine ve iradesine sahip
olmayanlar tarihte geç kalmanın bedelini ağır bir şekilde
ödüyorlar. Sözler ve duruşlar karışıyor, körleşiyor. Biçimsiz
alıntılar ve duygusal tepkiler söylemin yapısını bozuyor.
Mikrobiyolojik alanda seyreden düşük yoğunluklu savaş
ekonomik gücün bir aracı olarak kullanılmaktadır. Ortada
çok derinden ve etkili bir şekilde işleyen kesintisiz savaş var.
Fakat son derece dolaylı ve yumuşak kavramlar üzerinden
(Demokrasi, Özgürlük, Arap Baharı, Radikal demokrasi) sürdürülmektedir. Stratejik planı inşa etmede patlama ve gürültü yoktur. Fakat ıslığın ritim verdiği üstü örtük savaş her
alanda sopaya dönüşmekte patlamalar ve gürültüler sınırları
aşmaktadır. Çelişkili politik-stratejik hamlelerin ürettiği olaylar, katliamlar insanlığın nefes borularını tıkamaktadır.
Güncel
Küresel sistemi en basit düzeyde izleyenler bile umut mu
yoksa korku mu hissetmeleri gerektiğinden emin değiller. Ne
olduğu belirsiz bir duygu hissetmektedirler: Hem umut hem
korku. Tabiî ortam tahrifata uğramış. Karpuz görüntülü kabak, kabak tadında karpuz var. Bu karmaşık görüntülü mahlûk, ne kabak ne karpuz, hem kabak hem karpuzdur. Kültürel
evrenimiz pazarın diline dönüşmüş. Tüketim kültürü hepimizi tutsak almış, zihnimiz ağzımızı ve heveslerimizi geçmiyor.
İnsan hayatına, zihnine ve duygularına yönelik olarak
sürdürülen bu savaşın, bahar havasında sunulması zihinleri aşağıladığı için derin çatallanmalara yol açmaktadır.
Post-modern sömürü her işgal hareketini, tam olarak bu çatallanma üzerine kuruyor. En basit anlatımıyla acı ve yaşanılan/yaşatılan coğrafyaya yoksulluk getiren savaş: ümit,
büyüme, bahar, insan onur haysiyet ve şerefine uygun bir
yaşam için mücadele döngüsü içerisinde sunuluyor ama
daha önce aynı söylemle işgal edilen coğrafyaya hiç kimse
bakmıyor. İnsanın hafıza sorunu olduğu gerçeğini idrak
etmiş olan yapılar tam anlamıyla bu bağlamda günlük
çelişkiye düşüyor ancak takip edecek insan (hafıza) yok.
İletişim ağları yoluyla dünya kendi sınırlarını aşarken insanın özgürlük alanı giderek daralmaktadır. En küçük aygıt
aracılığıyla özgürlüğün tam olarak bu olduğu hissi verilen
insan, yine aynı aygıt üzerinden deşifre ediliyor. Dünyanın
avuçları arasında olduğu sanısı, eşiğini aşmadan teknolojik
aygıtlar aracılığıyla tutsaklığa dönüşüyor.
Gözetlenme duygusunun sınırları kamusal alanı geçmiş,
özel alanın mahremiyet sahasına inmiş durumda. Ne var ki
özgürlüğün tutsaklıkla beraber dillendirilmesi aynı yoğunlukta devam ediyor. Bu sadece bireysel alanın bir kontrolü
değil, aynı zamanda teknolojik imkânı ve kullanım yeteneği
zayıf olan toplumları ve devletleri de dünya kamuoyunda
aynı tekniklerle deşifre etmektir. Kendine özel olan her şeyini kaybeden bireyler, toplumlar ve devletler teknolojik
araçların kontrolü altında tutsak durumdadır.
Teknolojik araçlarla, hedef devletlerin kurumsal bilgileri
elde edilmekte, insanların ve devletlerin mahrem dünyalarına inilmekte ve her şey alım-satım pazarlarında sergilenmektedir. Görünmeyen kudretin eli her şeye müdahale
etmekte ve yönlendirmektedir.
Bu biçimsiz durum, belirsizliğe, hiççiliğe, aşırılıklara ve kargaşaya eşlik etmektedir. Evren, nefes darlığı çekmektedir.
Sınır tanımayan ve her şeyi sömüren güçler, varlığın ve
hayatın dengesini bozuyor.
SENCE 2014 Sayı 5
39
SENCE
Aldığımız gıdalar, solukladığımız hava, her şey grileşiyor.
Birçok şey doğal değil, insan bile… Merkezi güçler bu karışık durumu, hedef toplumları karıştırmak için kullanıyor.
Baskılar ve tehditler, katliamlar ve işgaller dinî ve siyasî
değerler üzerinden meşrulaştırılıyor. Adımız insan, fakat
en vahşi katliamları işliyoruz, hiçbir şey olmamış gibi izliyoruz. Milyonlarca yoksul insan açlıktan ölüyor, sadece seyrediyoruz. Buna karşın asrın maskeli vicdanı olup biteni
demokratikleşme adı altında meşrulaştırarak zihnimize
giydiriyor.
Aşkın Dünya Sistemi’nin ipine sarılan aydın; bölgesel ve küresel ölçekte boy gösteren iktidarlara bağımlıdır. Her olgu ve
olayı bağımlılık psikolojisi altında çarpıtmaktadır. İşgali, özgürlük imajı altında servis ederek bütün dönüştürme stratejilerini yönsüz, kıblesiz sözlerle barış çağına geçiş olarak adlandırmaktadır. Oysa her şey Aşkın Dünya Sistemi’nin ürettiği
dil oyunudur. En saygın ve etkili aydın, gerçeği inkâra şartlandığı için yanı başında akan kanı görmemektedir. Küresel dalgaların kopkoyu karanlığında eşekleştirme projesine
ritim vermektedir. Sopalı mesaj gönderen merkezî gücü kutsamak adına işgali tevil ederek görünüyorum o halde varım
acentesinin gönüllü yolcusu olmakla yetinmektedir.
Post-modern çağda teo-politiğin yükseldiği bir gerçek. Fakat inancın konusu olan din politik heveslerin ve kullanımın
en elverişli aracı yapıldığı için artık pazarın bir metası olmuş, alan genişletmek için şirketleşmiştir. Her şeyin metalaştığı post-emperyal çağda din, tıpkı bir market gibidir.
Her dinî değer alınıp satılmaktadır. Öyle ki anılan mantığa
göre bir insan hem Hıristiyan hem Müslüman olabilir. Bir
insan hem dindar hem din karşıtı, hem liberal hem devletçi, hem küresel sistemin parçası hem milliyetçi olabilir.
Çünkü din, “şirket insan” tarafından şirketleştirilmiştir.
Düşünce üretmekten, değer inşa etmekten kopmuş salınımlı zihinlere, din; bir gün…/ bir varmış bir yokmuş kalıpları üzerine inşa edilen öyküler ve masallar üzerinden
satılmaktadır. Tarihin her hangi bir safhasında yaşandığı
düşünülen ya da üretilen tikel bir olayı dramatize ederek “mistik zevke” dönüştürme çabası “postmodern dil
sistemi içinde kendi dünyasına yabancılaşmış insanlara”
içirilmektedir. Kendinden geçmiş insanlar, içtiği şeyin ne
olduğunu bakmadan cezbelenmekte ve ağlamaktadırlar.
Sahih aklı “şaşkına çeviren” şirketleşmiş din medyumları
“dinin bu gücüne atıf yaparak” maddi güç elde etmenin
hesaplarını yapmaktadırlar. Evet! Maddi hesap yapmaktadırlar, çünkü bu manzaraların İslâm ve İslâm düşüncesiyle
40
SENCE 2014 Sayı 5
zerre kadar bir ilgisi yoktur. Siyasî aklı parçalayan “şirket
insan ve şirketleşen İslâm” gettoların dönüşünü özgürlük
adı altında kutsamakta, yandaşlarının irtikâp ve cürümlerini zaruret fıkhı üreterek meşrulaştırmaktadır. Mistik dille ve yaşadığı toplumun siyasî aklına duyduğu kinle terörü
özgürlük arayışı olarak sunacak kadar kendini kaybetmiş durumdadır.
Eli kanlı terörist özgürlük savaşçısı ve bunun politik uzantısı
barışın hamisi, teröre karşı mücadele edenin ise her türlü suçun faili olarak sunulduğu bir ülke kaotik bir ülkedir.
Ağızlardan düşürülmeyen din, iman ise bu biçimsiz ve belirsiz durumu meşrulaştırmak, siyasî ve maddî güç elde etmek
pazara sürülmüş bir araçtır. Hikâyeler törenleri, maşallah-inşallah sohbetleri, “Haşhaşî-melun” çullanmaları şirketleşen
dinin rekabet savaşlarından başka bir şey değildir.
Son çeyrek asırdır, ülkemizde politikacıların, bürokratların,
aydınların, basın ve yayın organlarının, bazı sanatçıların dile
getirdikleri birçok kavram ve konu çelişkilerin mahzeni durumundadır. Ötekini kendisi gibi düşündürme ve iktidara uyum
gösterme adına her şeyi çarpıtma yeteneği post-modern
aydın olmanın vazgeçilmez ölçütüdür. Jeo-politik boşluğu
yeniden tanımlayan güçlerin kuşatma politikası üçüncü dalga
altında demokratikleştirme süreci olarak tanımlanmaktadır.
21. yüzyılın başında dünyanın manzarası bu. Böyle bir manzara ne parça ne dalga belirsizliğini ötekini kontrol etme
tekniği olarak kullanan Postmodern Kuşatma: Kelimeler ve
Haritalar başlığı altında açıklanabilir. Sadece dünyanın değiştiğine gönderme yaparak durumu açıklamanın imkânı yoktur. Çünkü post-modern çağın egemenlik mantığı öyle bulanık ve belirsiz ki feryat edenle sessiz kalanın arasını ayırmak
mümkün değil.
Küresel iktidar ve ortakları hem işgal ediyorlar hem bağırıyorlar. Hem öldürüyorlar hem özgürlükten bahsediyorlar.
Hem sömürüyorlar hem insan hak ve özgürlüklerinden
bahsediyorlar. Hem yoksulluğu fakire / miskine satıyorlar
hem de müreffeh yaşamaktan bahsediyorlar. Barış, Diyalog
ve Özgürlük dansı eşliğinde sistematik şiddet uyguluyorlar.
Gerçekten de hiçbir şeyin temeli yoktur. Her şey oyundan
ibaret, önemli olan oyunun içinde yer almak…!
Kesintisiz savaşın tozlu dumanlı, gazlı petrollü kıyısında
kanatları düşmüş kuşlara ah çeken insanlığın, jeo-politik
düzenleme adına katledilen insanları görmezlikten gelmesi
soylu kavramların altında zulmün sistematik biçimde nasıl
uygulanmaya konulduğunu göstermektedir.
Post-modern eleştiri, modernitenin muhafazakâr damarını kırıp yeni bir sürecin kapısını açmıştır. Belirtilen kapının
aralanması dinin dönüşüne katkı sağlamış, fakat geriye
döndüğü söylenilen din, ortak dilini kaybetmiş ve özelleştirilmiş / şirketleşmiş dindir. “Hakikat yok, hakikat seninle
benim anlaştığım şeydir” öncülüne yaslanan post-modern
söylemin dini hayata katkısı: İktidar alanlarını bölüşen ve
bunu baskı aracı olarak kullanan dini-etnik hareketleri yeniden üretmek olmuştur.
Sözün düşünceyi aktardığı ve yansıttığı ideal bir düzen arayışına yönelik eleştiri yerini “bir söze doğruluk kazandıran
şey, onun içeriğinden ziyade etki gücüdür” anlayışına bırakmıştır. Bu yer değiştirmenin dayandığı gerekçe “din dilinin etki gücünü” öne çıkarmayı sağlamıştır. Bir yaşantı biçimi olarak değil de hayatın her alanında kutsalı sergileme
ve onun etki gücünden yararlanma dini alanda şirketleşme
faaliyetinin yolunu açmıştır.
Şirket ya da rekabetçi insan tipi; muhafazakâr politik gücün
yükselişine dayalı olarak dini içerikli faaliyete alan açmaya başlamıştır. Özel hayatında dini hassasiyetin hiçbir izi
olmayan şirketler, itikat, iyiye ve güzele götüren anlamlı
ve amaçlı eylem üzerine inşa edilmiş olan dini, azami kâr
kurallarına tabi kılmışlardır. Çünkü önemli olan piyasanın
verimliliğini sağlamak olunca “din dilinin etki gücünün”
emsalsiz bir fonksiyon olarak görülmesi tabiidir. Toplumsal
ilişkilerin ticarileşmeye başlaması-iletişim araçları yoluyla
her şeyin duyulur ve görünür olması “dini ritüelleri” pazarlamanın yolunu açmıştır.
Dinin siyasi ve iktisadi gücü bünyesine alması, sermayenin
merkezî bir değer olarak görüldüğü dünya dil sisteminde
“rekabetçi muhafazakâr insanı, çıkarını takip eden faydacı liberali, herkesle her şey olan oynak kaslı ve kıvrak
belli aktörleri dini görüntülü sermayenin kölesi yapmıştır.” Bilindiği üzere eşyayı çoğaltarak tüketime sunma arzu
ve eğilimi postmodern dilin ürettiği pazarlama tekniği idi,
postmodern durumla izdivaca giren siyasal İslâmcılar eşya-
yı çoğaltarak tüketime sunma tekniğine ezan okuyan ve namaz kıldıran seccade, dünyanın dibine uzanan tatil otelleri,
pazarlarda siyasî yandaşlara sunulmuş sofralar, önceden
planlanmış projeler için arazi parselleme, resmi iznin dışında binaya kat atmak için “Ramazan yardımı” talep etme
teknikleri ve paylaşma modelleri eklemişlerdir.
Güncel
Postmodern söylemin kesintisiz savaşı büyülü kavramlarla
meşrulaştırması dünya söylemden ibarettir savının politik
dile dökümünden başka bir şey değildir. Tüm sınır ve düşünce sistemini hipnotize eden postmodern söylem, insanları içi boşaltılmış kütüklere çevirmektedir. Ayartılmış
ortaklar, sopa kendilerine değmedikçe her türlü fırtınayı
savacak kıvraklığa sahiptirler. Kaçış yok, ihtarını duymuyor,
akıtılan kanı görmüyorlar. Sadece postmodern tımarhaneyi
terk edenler, onun duvarlarına aşabilenler, dışarı çıkabilenler bunu duyabilirler ve görebilirler.
Dünya ölçeğinde rekabetin içine gömülmüş şirket insan
için din manevi olarak arınmanın, sorumluluk bilincinin,
merhametin ve affın bir yolu değil arzunun, gücün ve hesabın bir aracıdır. Dini hak ve hukukun teminatı, haksızlığa karşı direnmenin ve hakça paylaşmanın dayanağı
olarak gören çevrelerin küresel şirketlere eklemlenerek
İslam coğrafyasında akıtılan kanın parçası olmaları anılan dönüşümün bir uzantısıdır. Hem işgalin parçası olacaksın hem de yazılı ve görsel basında, özellikle siyasî amaçlı
olarak düzenlenen dini programlarda Mısır, Suriye için dua
edeceksin. Bu çelişki, ancak şirketleşen dinin, pazarlama
mantığı tahlil edilirse izah edilebilir. Diğer taraftan din denildiğin de kimyası bozulan şirketlerin her alanda dini faaliyetlere alan açmaları şirketleşen dinin arkasında yatan
saikın ne olduğunu göstermektedir.
Bu durumu anlamak için İslâm’ın temel kaynaklarının
Oruç ibadetine yüklediği anlamı, bir de şirketlerin sermaye-iktidar ilişkisine dayalı Ramazan Ayı pazarlama yöntemine ve araçlarına bakmak yeterlidir. Öyle anlaşılıyor ki
“dine geri dönüş, doğal bir gelişme olmaktan öte, adından
başka hiçbir şeyi dini olmayan siyasî bir olaydır. Çünkü yönetilen din, paradoksal olarak tarihi yıpranmanın dünyasına girer. Aşkın karakterini yitirir. Din, hayatın her alanında
temayüz eden iktidarlarla (siyaset, ekonomi, medya, sendika vb.) bütünleştiği oranda şirketleşir. Dolayısıyla şirketleşen din, iktidarların işlerine gelmeyen değişikliklere karşı
koymak ya da aksine işlerine gelen değişikleri hızlandırmak
için yararlanan eko-politik araçtır.
Son zamanlarda açık ve üstü örtük olarak İslâm’ın iç ve dış
politik tatbikatı meşrulaştırmak ve haklılaştırmak için vaaz
ve hutbelerde kaba bir biçimde kullanıldığı bir gerçektir.
Öbür taraftan batılı merkezi güçlerin etnik ve mezhep ayrışması üzerinden İslam coğrafyasını yeniden tanzim etme
politikasını meşrulaştırmak için çeşitli toplantılar ve programlarda sürekli olarak siyasî ve dinî değerlere atıf yapılmaktadır. İşgali demokratikleşme adı altında meşrulaştırma çabasına İslâm’ı ekleyerek dindarlık örtüsüne bürünme
taktiği şirketleşen İslâm anlayışının sonucudur. Şirketleşmiş
dinin, iktidarların meşruiyet krizinin bir ifadesi olarak yaygınlaşması önümüzdeki süreçte baskı ve tehdidin şirketleşmiş din üzerinden yapılacağının göstergesidir.
SENCE 2014 Sayı 5
41
SENCE
Yusuf AKÇURA
ÜÇ TARZ-I SİYASET
“Tarih soyut bir ilim değildir. Tarih hayat içindir. Tarih
milletlerin, kavimlerin varlıklarını muhafaza etmek
ve kuvvetlerini geliştirmeleri içindir.
Dr. Süleyman GÜNGÖR ⎟
O
smanlı İmparatorluğunun son
yıllarından itibaren Türk siyasetinin analizinde bir formül kullanılmaktadır. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük.
Bu formülü ortaya koyan kişi,
Yusuf Akçura’dır.
Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı bir makaleyi,
1904 yılında Kazan’da olduğu günlerde yazmış ve
Makale Mısır’da yayımlanan bir gazetede tefrika
halinde basılmıştır. Ancak
makalenin İstanbul’da kitap
halinde basılması için 1908
yılına dek beklemek gerekmiştir.
Başlı başına bu eserin yazıldığı, basıldığı ve seslendiği coğrafya bile bugün
için Türk coğrafyasının hudutlarının devlet
sınırlarından bağımsız olduğunu göstermektedir.
42
SENCE 2014 Sayı 5
Osmanlı’nın dağılmasına giden hayal kırıklıkları, Akçura’nın ortaya koyduğu formülle değerlendirilmektedir. 1904 yılında bunu ortaya koyan Akçura bu
öngörüsü ile Türk Milliyetçiliğinin
öncülerinden birisi olarak tarihin
takdirini hak etmiştir.
Yusuf Akçura kimdir?
Rusya sınırlarındaki Simbir
(bugünkü Ulyanovsk) şehrinde 1876 yılında doğan Akçura,
Kazan’a göç etmiş bir aileye
mensuptur.
Henüz 2 yaşındayken babasının
ölümü dolayısıyla bozulan işler
sebebiyle henüz yedi yaşındayken
annesiyle birlikte İstanbul’a taşınmıştır.
Ancak Akçura Kazan ile ilgisini hiç kesmemiştir. Eğitim hayatını genel olarak İstanbul’da,
askeri okullarda tamamlamıştır.
Akçura, yazı hayatına henüz Harbiye
talebesi iken başlamıştır. İlk yazılarında İstanbul’da yayınlanan gazetelerde
kuzey Türklüğünün önderlerini tanıtmaya yönelmiştir.
Düşüncelerinin şekillenmesine ilk etki
eden kişiler, yeni yeni Türkçü makaleler yayınlamaya başlayan Necip Asım,
Veled Çelebi, Bursalı Tahir gibi Osmanlı aydınları ile uzaktan akrabası da olan
Gaspıralı İsmail Bey olmuştur.
Akçura’nın eğitim hayatında bölünmeler olmuştur. İlk olarak Askeri Rüştiyenin üçüncü sınıfında iken annesiyle
birlikte Kazan’a gitmiş ve bir seneye
yakın bir dönemi burada akrabalarının
arasında geçirmişlerdir.
Daha sonra Harbiyenin ikinci sınıfında
okurken, ön Türklerle ilişkisi olduğu
iddiasıyla 45 gün tutuklu kalmış birkaç
ay sonra da müebbeden Fizan’a sürülmüştür.
Yusuf Akçura 1899 yılında toplamı
84 kişi olan Fizan sürgünleri arasında
Trablusgarb’a getirildi. Ancak ödenek
yokluğundan sürgünler, orada şehir
içinde gözetim altında tutuldular.
Bu dönemde, Akçura bir arkadaşı (Ferit Bey) ile birlikte bir kayıkla Fransa’ya
geçti. Fransa’da hem mülteci durumundaki Jön Türkler ile temaslar kurdu hem de siyasal bilgiler okudu.
Bu çerçevede, Ahmet Rıza, Mizancı
Murat ve Prens Sebahattin’in görüşlerini yakından değerlendirme şansı
buldu.
En çok Şerafettin Mağmumi’nin Türkçü görüşlerinin etkisinde kaldı. Devam
ettiği okulda da özellikle Albert Sorel’in millet kavramını öne çıkaran anlayışı Yusuf Akçura’nın düşüncelerini
şekillendirmiştir.
Değer
Okulu biten Akçura, 1903 yılında Türkiye’ye dönmesi yasak olduğu için
Rusya’ya döndü. Üç Tarz-ı Siyaset adlı
makaleyi burada kaleme aldı. Kazan’da
öğretmenlik yaptı, Kazan Muhbiri adlı
gazeteyi çıkardı. Gaspıralı İsmai, Ali
Merdan ve Abdürreşit Kadı İbrahimof
gibi Türkçülerle birlikte Rusya Müslümanları İttifakı partisinin kurucuları
arasında yer aldı.
Yusuf Akçura, bu teşkilat içinde genel sekreterlik görevi yaparken, Rusya’daki Türkler arasında ayrılıkları gidermeye yöneldi. 1907’den itibaren
Moskova’da siyasi ortam değişti ve
Rus olmayanlara yönelik baskı artınca
Akçura da, tutuklanmamak için 1908
Ekiminde İstanbul’a geldi.
İstanbul’da Türkçü çalışmalarına devam eden Akçura, 1908 yılı sonuna
doğru Türk Derneğinin kurulmasına
önayak oldu. 1911 Ağustosunda Türk
Yurdu derneğinin kuruluşunda bulundu ve aynı adla bir dergi yayımlamaya
başladı. 1912 yılında da Türk Ocağının
kurucuları arasında yer aldı.
Dışişlerinde genel müdürlük, 1923
seçimlerinden itibaren milletvekilliği,
Ankara Hukuk Mektebinde ve İstanbul Üniversitesinde siyasi tarih profesörlüğü, Türk Tarih Kurumu başkanlığı
gibi görevler üstlendi.
Bu arada Rusya’daki Türklerle ilgisini
devam ettirdi. 1916 yılında, Avrupa
kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla Rusya Mahkumu Müslüman Türk
– Tatarların Hukukunu Müdafaa Cemiyetini kurdu. Hazırladıkları bildirileri çeşitli ülkelerde yayınlayarak belli
başlı Avrupa şehirlerinde konferanslar
düzenlediler.
Düşünce Dünyasında Yeri
1918 yılında Hilal-i Ahmer (Türk Kızılayı) temsilcisi olarak Rusya’daki Türk
esirlere yardım götürdü ve onları
kurtarmaya uğraştı. Bu çalışmanın
dönüşünde, İstanbul işgal edilmiş olduğundan İngilizler tarafından tutuklandı. 1920 yılında hapisten kurtularak
Anadolu’ya geçti ve Milli Mücadeleye
katıldı.
Akçura’nın bu öncülüğüne rağmen
Türk Milliyetçiliği kulvarında Ziya Gökalp’in gölgesinde kalması dikkat çekicidir. Ülke sınırlarını aşan ve bütün
dünya Türklüğünü kucaklayan bütüncü bir Türkçülük anlayışı dolayısıyla
Türk Milliyetçiliği çizgisi içinde kayda
değer bir yere sahiptir.
Yusuf Akçura, 11 Mart 1935 tarihinde
vefat etti.
Yusuf Akçura, Türkçülük düşüncesinin
ilk sözcülerinden birisidir. Üç Tarz-ı
Siyaset makalesi ile erken sayılabilecek daha 1904 tarihinde Türkçülüğü,
Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarına
karşı Türkiye’nin kurtuluş yolu olarak
önermiştir.
SENCE 2014 Sayı 5
43
yaşında
Kafanızı kaldırınca gökyüzünü kaplayan havai fişekler gösteremesek de
sayfalarımıza coşkumuzu yansıtmaya çalışarak SEN istedin diye, SEN destek
verdin diye, SEN varsın diye “SENCE” yayın hayatında birinci yılını doldurdu.
e
için, görüş v
k
a
lm
o
k
te
s
izimle
Bize de
malarınızı b
ş
lı
a
ç
i,
iz
n
ri
daha
önerile
a nitelikli ve
h
a
d
ız
n
a
ız.
s
ır
paylaş
avuşacaksın
k
e
iy
rg
e
d
ir
b
yin.
mükemmel
en esirgeme
d
iz
b
i
iz
n
ri
le
Destek
ilgileri
İletişim B
il.com
sin@gma
a
b
n
e
s
o
r
turkbu
il.com
gor@gma
ysmngun
SENİNLE ve SENİN İÇİN
SENCE
Gönlü musikiyle yıkanmış bir insan
Muzaffer ŞENDURAN
TÖMFED nedir? Faaliyetleri hakkında bizi
bilgilendirir misiniz?
1974 tarihinde kurulan TÖMFED; töre, musiki, folklor, turizm ve eğitim açılımlı bir dernekti. Sivil toplum kuruluşu
olarak 7-8 şubesiyle birlikte Türkiye’de yaygın bir ağ oluşturmuş bir kültür kuruluşuydu.
TÖMFED’i şöyle tanımlamak lazım, Türk gençlerinin ihtiyacı
olan kültür değerlerinin onlara, en iyi uzmanlar tarafından
verilmesine çalışan; açtığı kurslarla ve yaptığı çalışmalarla
büyük ölçüde bunu başaran, bu kurslardan yetişen gençle-
46
SENCE 2014 Sayı 5
rin devlet tiyatrolarında, korolarında, Türkiye radyolarında
sanatçı statüsünde profesyonelleşmesini sağlayan ve hizmetler sunan bir kuruluştu. Folklör ekipleri Türkiye’de hiçbir folklör ekibiyle mukayase edilemeyecek kadar güçlü ve
ihtişamlıydı.
TÖMFED’in ana yapısı: Folklor, tiyatro, edebiyat, musiki, sinema ve fotoğrafçılık alanlarından oluşmaktaydı. Fotoğrafçılık da o dönem için önemli sanat uğraşlarından birisiydi.
Bu alanda Türkiye’nin en iyi hocaları TÖMFED’de ücretsiz
dersler verirdi. Buraya katılan gençler sanat disiplinine riayet ettiklerinden dolayı çok başarılı işler çıkardı.
TÖMFED buradaki gençlerin Semih Sergin hocamın diksiyon derslerine varıncaya kadar ciddi bir eğitimden geçirildikleri, kendilerinin kültürel açıdan donanımlı bir Türk genci olarak gördükleri ve inandıkları bir kurumdu.
Maalesef 1980 ihtilaliyle beraber TÖMFED bir terör örgütüymüşçesine muamele gördü ve kapatıldı. Mallarına
el konuldu. Ama o kurumda yetişmiş insanlar TRT’nin en
önemli prodüktörleri, sanatçıları olmuştur. O kuşak hala
Türk kültürüne hizmet eden bir nesildir.
Peki bugün Türkiye’de sanata ve sanatçıya
bakış açısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’de sanata ve sanatçıya bakış açısı, olumsuz algılanabilen ve tehditler taşıyan bir sorundur. Sanata gerekli
önem verilmediği gibi sanatçıya da sanatından dolayı hak
ettiği önem verilmemektedir. Bu da sanat faaliyetlerine ilgiyi azaltmıştır.
Türk müziğinin dünyadaki yerini nasıl
tanımlarsınız?
Türk müziğinin dünyadaki yeri çok saygın bir yerdedir. Kültür mozolemizin en önemli parçalarından birisi de musikidir. Dünyanın her yöresinde en doğudan en batıya kadar
rahatlıkla, zevkle dinlenmektedir. Kendine has ses sistemiyle etkili bir yer teşkil etmektedir.
Bizim musikimiz askeri musiki, dini musiki ve ladini musiki
olmak üzere muhtelif sınıflara ayrılır. Bu sınıfların her biri
kendi içinde önemli yere sahiptir. Askeri musikimiz, dünyanın en önemli askeri musikilerinden biri. Tasavvuf musikimiz, dünyanın en önemli tasavvuf musikilerimizden biri.
Halk ve sanat musikilerimiz de dünyanın en önemli halk ve
sanat musikilerinden biridir. Türk müziği kendine mahsus
ses sistemine sahip ve sadece Türk milletine has özellikler
taşıyan kültürün en elit, en parlak parçalarından birini ifade etmektedir.
Röportaj
Hatta ihtilale yaklaştığımızda Almaya’da da konserler yapmaya başlamıştık. Kurum çok enteresan bir güce sahipti.
Ankara Radyosunun ve Kültür Bakanlığı’nın elinde bulunan
bütün sanatçılar kendilerinin TÖMFED’den sayar, buradaki
gençlerin istekli, kendi milletinin değerlerine uygun yetiştirilen gençler olduklarını bildiklerinden gönüllü hizmet vermeye talip olurlardı. Bunların başında Mahir Canova, İsmet
Öpözlü, Yücel Çakmaklı, Ali Şenozan, Çinuçen Tanrıkorur,
Tahir Karagöz, Ekrem Varol, Osman Duran, Selahattin Emirhan gibi ismini saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok büyük
sanatkâr yer alırdı.
Türk müziğinin kendine has çalgıları ve
ritimler nelerdir?
Çalgılardan ziyade ses sistemi itibariyle Türk müziği çok
ayrı bir müziktir. Dünyada hiçbir millet majör dizeyi 12’nin
üzerinde bir aralık sayısı ile kullanmamakta, sadece Türkler
buna eşit olmayan 24 aralarla söylemişler ve eski tabirle
eşit olmayan 24 dereceye bölünmüş bir sekizlimiz var. Bu
sistem dünyada başka hiçbir müzik sisteminin içinde olmadığı için Türk müziği son derece kendine has özellikler teşkil
eden, sınıfsal değeri çok yüksek bir müziktir.
Enstrüman sayısı oldukça zengindir. Türklere özgü 40 kadar müzik aleti bulunmaktadır. Bu sayı dünyada başka hiçbir millete nasip olmamış bir sayıdır. Kabaca sayarsak; ud,
kanun, tambur, keman, ney, klasik kemençe, şantör, lortor,
burmasol, def ağırlıklı olmak üzere nefesliler; kaval, ney,
zurna, bağlama ve bağlamanın çeşitleri, saz, minik bağlama çeşitleri, kabak kemane vb. enstrümanlar bulunur.
Adriyatik’ten Çin seddine kadar birçok
konser gerçekleştirdiniz. Yeni projeleriniz
var mı?
Adriyatik Denizinden başlayıp Çin Seddine kadar giden bir
Türk dünyası coğrafyasından bahsedersek, bu kadar geniş
bir coğrafyaya ait müziklerden de bahsedebiliriz anlamında
konserler verdik. İlkini Samsun Türk Dünyası Kurultayında
2000 yılında gerçekleştirdim. Batılı bestekarlardan biri olan
Mohzart Türk milletinden ve Türk musikisinden etkilenmiş
ve Türk marşı diye bir marşı vardır. Mohzart’ın Türk bahçeleriyle başlayıp, Kıbrıs, Irak Kerkük Türkmenlerini de içine
alan bir coğrafya ile Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan,
Kırgızistan, Kazakistan, Tataristan ve bu memleketlerde yaşayan toplulukların kimlikleriyle bir konser düzenledim. Bu
konseri icra eden çocuklarda Çin Seddinden Adriyatik’e kadar geniş bir coğrafyayı ihtiva ediyordu. Bu konseri Kazakistan’ın eski baş şehri Almatı da gerçekleştirdiğimde yapılan
televizyon çekimi birkaç yıl boyunca her hafta Kazakistanda
gösterildi. Çok ilgi çekti. Bu geniş milletler topluluğunun içine, daha doğrusu Türk Boyları topluluğuna o coğrafyada
SENCE 2014 Sayı 5
47
SENCE
yaşayan ve bize dahil olmak isteyen bir Rus grubu ve Filistin’den, Ukrayna’dan da üçer beşer çocuklar aldık.
Musikinin evrensel niteliğini değerlendirmek suretiyle
programlar yaptım. Daha sonra Ahmet Yesevi Hazretlerinin
divanından bestelenmiş 40 dakikalık Çağatay Türkçesiyle
yazılmış bir yeseviyi Kazakistan’da Ahmet Yesevi Üniversitesinde sunduk.
Sizce Türk insanı için müzik neyi ifade
ediyor?
Türk insanı için müzik çok önemli bir öge. Türk toplumu için
dini ritüellerinden tutun milli ritüellerine kadar
her türlü sevinç halinde ve keder halinde kullanılan, müziksiz yapamayan bir halden
bahsedebiliriz. Müzik elbette ruhun
gıdasıdır. Müzik insanı tasnif eden,
düzenleyen, iyiliğe götüren güzel
bir sanat dalıdır. Benim şöyle bir
sözüm var, “Gönlü musikiyle
yıkanmış bir insandan kimseye kötülük gelmez.” Musiki bu
kadar insanları tedavi edici, temizleyici güzel bir unsurdur.
Bizim atalarımız Mevlevi ayini
şerifleriyle ve Bektaşi nefesleriyle, samahlarla Türk kültüründe
dinsel musikinin alması gereken
en iyi yeri almasını sağlamıştır. Şahsi
inancıma göre, musikisiz din ve dinsiz
bir musiki düşünülemez diye düşünüyorum. Sanat değeri en yüksek eserlerimiz bu
sahada verilmiştir. Bu yüzden geçmiş bestekârlarımızın da buna verdiği önemden kaynaklansa gerek ayini
şerifler 50 küsur sayıdadır.
Gazi Üniversitesi Türk Müziği Topluluğu
olarak devlet desteği alıyormusunuz?
Şu anda Gazi Üniversitesi Türk Müziği Topluluğu olarak
devlet desteğini kaybettik ve iki buçuk ay önce de bölümümüzü kapattık. Aynı mali ve ekonomik sıkıntılar orada da
var. Kendi kültür harcamalarıyla ilgili tasarruf ihtiyacı içinde
olan bir milletin bekası, geleceği tehlike altına girer diye
düşünüyorum.
48
SENCE 2014 Sayı 5
Kültürlerinden tasarruf eden milletler varlıklarından da
tasarruf ederler. Bu da son derece tehlikeli ve ciddi bir tasarruf kalemidir. Maalesef şu andaki zihniyet kültürel harcamalara gerekli desteği vermemekte ve bu kendini ağır
bir ekonomik zorluk olarak sanat yaşantısının üzerine ölü
toprağı serpilmişçesine etki etmektedir. İnşallah bir çıkış
yolu bulunabilir.
Kültür Bakanlığı, anlaşılmaz bir tutum sergilemektedir. Bu
Bakanlık için sanat, tiyatrodan ibaret olduğundan sadece
tiyatro bazında destek verilmektedir. Müzik topluluklarına
ekonomik destek verilmemekte, mevcut sanatçıların şartları da iyileştirilmemektedir. Sanatın ve sanatçının geleceği
Türkiye’de tehlike içindedir. Yani durum pek parlak
değildir.
Ekibinizde kaç kişi var?
Benim ekibimde her yıl 80 öğrenci
oluyor. Ben bu 80 öğrencinin sadece Türk kültürü ve müziği için
iyi olmalarını değil aynı zamanda
iyi insan olmalarını sağlamaya
çalışırım. Türk töresi denilince
biliyorsunuz ki küçüklerimizi
sevmek, büyüklerimizi saymak,
devletimizin ve milletimizin geleceğini kendi geleceğimizden
daha üstün tutmak önemlidir. Bu
özelliklere sahip gençler kültürle yıkanırlarsa vasıflı, kaliteli, iyi yetişmiş,
güzel gönüllü bir gençlik ortaya çıkar.
Ders almak isteyen gençler size
nasıl ulaşacaklar?
Muzaffer Şenduran Türk Müziği Topluluğu isminde bir topluluk oluşturup çalışmaya niyetliyiz. İnternet ortamında bir
site oluşturduk. Oldukça yoğun takip ediliyoruz. Hocalarımızın bize öğrettiklerini öğrencilerimize aktarmaya çalışacağımız bir ortam olacak. Ben 30 yıllık öğretmenlik hayatım boyunca ücretli hiçbir ders vermedim. Bundan sonra
da vermem. Yani bizden bir ücret ödemek suretiyle hiçbir
şekilde ders almanız mümkün değil ama hizmete amade
olduğunuzu belirten davranışlar göstererek bizden yardım
alabilirsiniz.
Kitap
Kızıl Ateşin Şafağında
Artık üzerimi örtün mavi atlasla
Kızıl semalardaki yıldızları da kesin makasla
Titriyorum bu hayatın acımasızlığında
Ümitlerimiz kağıtdan gemi değil asla
Ne yazgıdır bu hayat, ne de kader aslında
Pişmanlıklarımız geleceğimize ışık tutmaz
Sevgi ve aşkla döneriz gecenin etrafında
Kırmızı duvarlarda loş ışıklar hiç solmaz
Artık üşümeyeceğiz yalnızlığımın şafağında
Şems misali kutsaldır sevgim Mevla’ya
Bir elim halkta bir elim dönüktür Hakka
Semah dönerim yeminlerimden
Ama günahkar değilim, asi yaşama
Zamanın Yanılgıları
Eyüp EKİNCİ
*
1
973’de Gemlik’de doğdu, Anadolu Üniversitesi İşletme
Fakültesinden mezun oldu. Mersin ili Erdemli İlçe Nüfus Müdürlüğünde memur olarak çalışmaktadır.
* Eyüp EKİNCİ Mersin Türk Büro-Sen Erdemli İlçe Temsilcisi
Yalova Termal Kaymakamlığının düzenlediği “deprem” konulu anı yarışmasında dereceye girmiş ardından T.C. İçişleri
Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün
düzenlemiş olduğu makale yarışmalarında ödüller almıştır.
2014 yılında Güncel Sanat Dergisinin düzenlediği 4. Kaygusuz Abdal şiir yarışmasında Seçici Kurul ödülü almıştır.
Şiirleri Mühür, Kıyı, Ay Dili, Ekin Sanat gibi dergilerde yayınlanmıştır.
SENCE 2014 Sayı 5
49
Peyami
Safa
SENCE
Bir Tereddüdün Romancısı:
Mustafa YİĞİT ⎟
H
ayatını yalnızca kaleminden kazanan gazeteci/mütefekkir kuşağın en önemli temsilcilerinden biri olan Osman Peyami Safa
1899 yılında İstanbul’da doğar. O, balkanların elden çıkışına şahitlik eden, büyük bir imparatorluğun çöküşünü gören, işgali yaşayan
bir mustariptir. Onun Mustaripliği çocukluğundan itibaren kişisel
hayatında da peşini bırakmaz. Küçük Safa 2 yaşında kaybettiği babasının yoksunluğuyla hayata bir sıfır yenik başlar, üstüne üstlük
17 yaşına kadar peşini bırakmayan hastalığıyla boğuşur. Peyami
Safa’nın bu mücadeleli yaşamı daha sonra fikir hayatına da
sirayet edecek, Onu Türkiye’deki en önemli Bab-ı ali polemiklerinin baş aktörü yapacaktır. Nâzım Hikmet, Nurullah
Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul ve Aziz Nesin’le girmiş olduğu polemikler Türk fikir hayatındaki önemli kalem
kavgaları arasında yer alacaktır.
Peyami Safa gazetelerde sanat, edebiyat, felsefe, psikoloji,
sosyoloji gibi değişik alanlarda 43 yıl hiç durmadan yazmıştır. Safa Türk fikir hayatına yalnızca makaleleriyle, köşe
yazılarıyla, hikayeleriyle katkıda bulunmamış, aynı zamanda ses getiren romanlarıyla da büyük romancılar kuşağının
önemli bir temsilcisi olmuş, sayısız değerli romana imza atmıştır. Cemil Meriç, Peyami İçin; “Düşünce tarihi, Edebiyat
Tarihi bakımından Türkiye’de iki isim var romancı olarak:
Peyami ve Yakup” derken O’nun romanının büyüklüğüne
işaret eder. Hemen belirtelim ki, zor günlerinde sırf para kazanmak için, annesi Server Bedia’dan esinlenerek, Server Bedii
adıyla yazdığı ve bir hafiye karakteri olarak yarattığı sanatsal
değeri düşük “Cingöz Recai” serileri bu romanlarının dışındadır.
50
SENCE 2014 Sayı 5
Peyami Safa, Batı ve Doğu karşıtlığı, arada kalmışlığı, doğu
ve batı arasındaki bu gelgitleri romanlarında aslında çok
basit sembollerle ifade eder. Piyano Batıdır, UD Doğu. Bigudili saçlar Batıdır, örgülü saçlar Doğu, Opera Batı’dır, Gölge
oyunu Doğu Harbiye Batı’dır, Fatih Doğu, velhasıl Sol Batı’dır, Sağ Doğu…
Peyami’nin Doğu ve Batı dikatomisi üzerine geliştirmiş
olduğu romanlarındaki bu basit tasnif makale ve fıkralarında ise derinleşir, güçlü analizlerle desteklenir. 1938 yılında kaleme aldığı “Türk İnkılabına Bakışlar” adlı eseri bu
derin analizlerin bir kitapta toplandığı, ele alındığı önemli
bir kaynaktır. O Batı kaynaklı ilmin, zihniyetin ve tekniğin
“lüzum” ve “değeri”nin münakaşa edilemeyeceğine vurgu yaparken, manevi ve ahlaki seviyemizin teknik seviye
yükseldikçe aynı nisbette alçaldığına dikkat çeker. Safa’ya
göre bu ahlaki düşüş yalnızca Türk toplumuna özgü bir şey
değildir; 1954 tarihli Türk Düşüncesi Dergisinde sarfettiği
“Batı Meeniyetinin bizi nasıl kurtaracağını düşünmeden
önce, O’nun kendi kendisini nasıl kurtaracağını düşünmeliyiz” sözleri bugün Batı’nın geldiği noktayı da işaret etmesi
açısından önemlidir. O yalnızca kendi ülkesinin, kendi döneminin, kendi toplumunun değil diğer toplumların hastalıklarıyla da ilgilenir, o toplumların sorunlarıyla da büyük
ölçüde hemhal olur, tespitlerde bulunur.
O aynı zamanda tek ve ilk Türk Ütopya yazarıdır. Yalnızız
adlı şaheserinde yeni bir dünya tasavvuru olan Peyami’nin
“Simeranya”sıyla tanışırız. Bugün tam da bizim ihtiyaç duyduğumuz bir dünyanın imgesi olan Simeranya için Safa
şöyle diyor; “O ülkede yalan yoktur. Simeranya’da mektepler yoktur. Program hatta bizim anladığımız manada
hoca yoktur. Sadece çocuklara yol gösteren, onların sahalarını ve yollarını seçmelerine yardım edecek öncüler
vardır. Orada kimse sinirlenmez, her yerde bir sükun ve
huzur havası vardır.” Bu aslında Peyami’nin medeniyet tasavvurunun dışa vurumu, nasıl bir ülke istediğinin ütopik
tasarısıdır.
Değer
Peyami Safa Osmanlı Coğrafyasında gözlerini açan gençliğini bu coğrafyada yaşayıp Cumhuriyet’le tanışan içinde bulunduğu toplumun gerekli, zorunlu, çoğu zaman da sancılı
geçiş döneminin önemli şahitlerinden biridir. Peyami Safa
bu döneme sadece şahitlik yapmamış, romanlarıyla, gazete köşelerindeki yazılarıyla, medeniyet değişimin yol açtığı
bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı, modernleşen toplumda yaşanan ahlâk çöküntüsünü
sarsıcı bir dille anlatmıştır. O, Fatih Harbiye, Sözde Kızlar,
Canan gibi romanlarında hep bu travmayı farklı yönleriyle
ele alır. Peyami Safa bu romanlarında bir imparatorluğun
enkazı altında kalan, büyük bir medeniyetinin yıkılıp yeni
bir medeniyetin eşiğinde olan Türk toplumunun buhranlarını, isyanlarını, ümitlerini kimi zaman şüpheci, kimi zaman
şaşırtıcı fakat daima sorgulayıcı tavrıyla, etkileyici anlatımıyla okuyucusuna sunar.
Geçirdiği rahatsızlıklarla insan anatomisi ve psikolojisi üzerinde bir hekim yetkinliğinde ustalaşması, Peyami Safa’nın
eserlerinde dönem analizlerinin yanı sıra, insan psikolojisi
üzerinde de bir hekim titizliğinde durmasına yol açar. Bu
tıbbi bilgilerini konuşturduğu Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
adlı romanında “Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürüyen” kahramanı onun hastalıklı geçen çocukluğuna bakışını
dramatik bir şekilde yansıtır.
Bu mütefekkir romancı, Biz İnsanlar, Matmazel Noralya’nın Koltuğu, Bir Tereddüdün Romanı ve Yalnızız gibi
eserlerinde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının
ışığını tutar. Bu eserlerinde Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâi
çöküntüsü ve bunun Türk toplumu üzerindeki buhrani tesirini ele alır.
Safa, bu zorlu yıllarının ahlâki ve içtimâî hayatı perişan
eden havası içinde, yaşanılan yenilmişlik ve çaresizlik duygusuna rağmen; dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunmasını
yapar, kozmopolitliğe karşı milliyetçiliği, materyalizme karşı maneviyatçılığı bayraklaştırır.
O bu yüzden kendisini şöyle tanımlar “Memlekete ait düşünceleremi aksettiren bütün yazılarım(seri halindeki makalelerim, fıkralarım, kitaplarım ve romanlarım) istisnasız
milliyetçidir.Felsefi yazı ve tenkidlerimin hepsi istisnasız
anti materyalist ve anti Marksisttir. Asrın nihilist temayüllerine karşı yazılmış bir romanım kahramanının şahsında
tereddüdü mahkum eder. İslam ve Türkçülüğün esaslarına
aykırı tek bir yazım yoktur.”
Evet Peyami; nihilistleşen insanın, değerlerine yabancılaşan insanın, bu duygu ve düşünce tezadını eserlerinde
ustaca işler. İnsan ruhunun maddeyle, eşyayla olan hastalıklı ilişkisini, toplumun kendine, tarihine, kültürüne nasıl
yabancılaştığını çok net bir şekilde ortaya koyar.
İşte Peyami Safa; büyük bir İmparatorluğun küllerinden
doğan Cumhuriyet’in, sancılı bu geçiş döneminin en önemli köşe yazarlarından biri olmanın yanı sıra, edebiyatımıza
kazandırdığı her biri şahika olan romanlarıyla, Türk toplumunun tereddütlerini kaleme aldığı bu büyük eserleriyle,
Türk edebiyat tarihinin en mümtaz zirvelerinden biridir.
SENCE 2014 Sayı 5
51
SENCE
Cemİl Merİç
Kalp gözüyle dünyamızı aydınlatan bir münzevi
Mustafa YİĞİT ⎟
C
emil Meriç “…her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: karanlığa o kadar alışmışsınız
ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede, düşünce adamı nasıl
çıkar?” diyor. Ancak bunu söylerken de en çok kendisine haksızlık ediyor. Çünkü karşımızda bu ülkede yüzyılın başında doğan gerçek bir entelektüel var.
Kelimelerle dans eden, kelimelere kanat takıp uçuran söz ustası, büyük mütefekkir Cemil Meriç bundan 98 yıl önce Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları içinde dünyaya gelmiş, ben ortaokul son sınıftayken, Onun kitaplarını okumaya başladığım ilk günlerde Modern Türkiye’nin Batı’yla hemhal olduğu tarihlerde ise bu dünyaya veda etmiş.
Burada Cemil Meriç kimdir sorusunu klasik edebiyat kronolojisine sığınarak cevaplama niyetinde değilim. Bu her şeyden
önce “Kronoloji: Aptalların tarihidir” diyen Cemil Meriç’e büyük bir haksızlık olur. Çünkü biliyorum ki, onun hakkında söz söyleyebilmek, düşünceleri hakkında yorum yapabilmek için
onun bütün eserlerini okumanız da yeterli değildir. O bir fikir işçisi olduğu kadar,
fildişi kulesinde yalnız yaşayan bir münzevidir. O hayatının ilk dönemlerinde
Fransız etkisindeki Hatay’da milliyetçi düşüncelerinden dolayı okuldan
atılan bir öğrenci, bir işçinin elini sıkmadan, komünist olarak yargılanan bir sakıncalı, ve nihayetinde hayatının son döneminde
“Bu Ülke”de karar kılan bir yerli, kendi ifadesiyle bir “Osmanlı”dır.
Evet, onunla tanıştığım ilk gün bugünkü gibi hafızamda: Elime tutuşturduğu kitapları işaret ederek “Bütün bu kitapları, âmâ bir adam yazmış” diyordu
benden bir dönem büyük olan arkadaşım. Şaşırmıştım, şoke olmuştum.. bir âmâ insan nasıl bu kadar çok şeyi öğrenebilir ve bunları
bir bilgi denizine dönüştürüp kitaplaştırırdı
aklım almıyordu. Ancak onu okudukça
öğrendim ki, Meriç, âmâlığına “Ama” diyen bir insandı. Bütün kabullere itiraz
eden, bütün “olup-bitti”leri “Ama”nın
süzgecinden geçiren, kızı Ümit Meriç’in enfes ifadesiyle “Karanlıktan
ışık eleyen adam”dı. Evet, itiraf
etmeliyim ki, Cemil Meriç beni ilk
bu yönüyle etkilemiştir.
52
SENCE 2014 Sayı 5
Cemil Meriç’in kitaplarını ilk Ötüken basmış, daha sonra İletişim yayınları tarafından Cemil Meriç yeniden keşfedilmiş.
İtiraf edeyim ki, Onu okumaya başladığımda önemini pek
kavrayamamıştım. Asıl tanışıklığımız üniversite yıllarındadır.
Çünkü bu dönemde kitaplarını yeniden okumaya, öğrendiklerimle yeniden Meriç’i keşfetmeye başlamıştım Bir okur için
inanılmaz sarsıcı kitaplardı onun eserleri.
“Mağradakiler”, “Bir facianın hikayesi” , “Bir dünyanın eşiğinde”, “Bu ülke”, “Umrandan Uygarlığa”, “Kültürden İrfana”
“Kırk Ambar” ve kendi gizemli dünyasına bizi dahil ettiği
“Jurnal”lerini soluksuz okuyordum..
Cemil Meriç, bir Konya yolculuğunda kendini dinleyen bir
üniversiteli öğrencinin “Sen bizden değilsin” sözleriyle kendi insanımla tanıştım, kendimi buldum diyordu. Ben de bir
Konyalı genç olarak onun satırlarında kendimi bulmuştum.
Aslında Cemil Meirç’in okuyucuyu cezbeden en önemli
yanı rahatsız edecek derecede tüm ezberleri bozmasıydı.
Çünkü “Bütün öğrendiklerini unut ve öyle gel” diyen biri
vardır karşınızda. Biraz Mevlana, biraz Yunus, biraz Himalayalar’dan gelen Konfiçyüs, biraz da Dante’dir Meriç. Düşüncenin bütün diyarlarını karış karış gezmiş bir düşünce
seyyahıdır.
Cemil Meriç aynı zamanda bir yalnız adamdır. Miskinler tekkesi olarak kabul ettiği fildişi kulelerin dışındaki aydın olacakken, fildişi kuleye sığınmak zorunda kalan, kütüphaneyi
kendine yurt edinen bir yalnız adam. Bu yüzden Meriç uzun
süre, fikir ve sanat kavgasının uzağında yaşar. Güncel politikadan da, kurtarıcılığına inanmadığı için sürekli kaçar. Bu kitaplara kaçıştır. İbadete oturur gibi kitapların başına oturur…
Yıllarca bütün duygularını, bütün isyanlarını içinde yaşar, kitaplara sığınır bir münzevi olarak yıllarca. İnsanlığın düşünce
tarihini tavaf eder burada. 70’li yıllarda ise fildişi kulesinden
çıkar. Ama ne müthiş bir çıkıştır o. Makalelerinde, yayımladığı eserlerde Asya’nın Avrupa ile hesaplaşmasına tanık
oluruz, bir asırdır gölgeler aleminde yaşayan ve insanından
kopan aydının trajedisini kaleme alır, kaypak, müphem, tarif edilmemiş, Avrupa’nın emellerini dile getiren ama bizim
şuursuzca benimsediğimiz mefhumlar, ideolojiler, sloganlar,
elimize tutuşturulan reçeteler, aydınlığa kavuşur tek tek gözlerimizin önünde saçılır.
Cemil Meriç’in duruşu Türkiye’nin dünyadaki duruşuna benzer, yüzü hem doğuya, hem batıya bakan çift başlı kartal
gibidir. Dante’nin mısralarıyla, Sadi’nin vezinleri onda bütünleşir. Aslında onu anlamaya çalışmak bir nevi çılgınlıktır.
Çünkü kelimeleriyle maziden atiye kement atan bir çılgındır
o. Mesela onu okurken dünyanın yalnızca siyah ve beyazdan
ibaret olmadığını ama grilerin de ihanete meyilli dünyalarının olduğunu, grilerle de yola çıkılamayacağını yine ondan
öğrenirsiniz. Bu yüzden “başka bir renk seçin kendinize ve
düşünceyi boğan düşünceden obskürantizm’den uzaklaşın”
der. Düşünceyi boğan düşünceden nasıl kaçacaktık, işte bunun reçetesi yoktur onda. Bu rengin ne olduğunu söylemekten kaçınır bir hali vardır. Okudukça, reçetesiz bir öneriyle
karşı karşıya olduğunuzu görürüsünüz.
Değer
Cemil Meriç gözlerini 30’lu yaşlarda kaybetmiş, gözleri görmez olduktan sonra kızı Ümit Meriç ona kitap okumuş yıllarca. Kimi zaman da yanında bulunan ve bugün gazetelerde
şöhretli yazar olan pek çok genç ona okuyarak, onun tedrisatından geçmişler, Cemil Meriç aydınlanmasından nasibini
almışlar.
Evet her yazar okundukça daha çok anlaşılır ancak Cemil
Meriç bunun belki de yeryüzündeki tek istisnasıdır. Okudukça daha çok anlaşılmaz olur Meriç. Çünkü sizi ait olduğunuz
dünyanızdan alıp koparır. Sizi yeniden inşa eder. Ama inşa
ederken “şu olun” demez size. “Hiçbir zaman sol da olmadım, sağ da. Böyle bir sınıflama sokaktaki adam için geçerli olabilir. Ömrünü düşünceye adayan, Eflatundan Marx’ a
kadar her düşünce adamını sevgi ve saygıyla selamlayan,
bütün dinlere, bütün mezheplere saygılı bir kimsenin, herhangi bir kilisede barınabileceği nasıl düşünebilir. İnsanla
ilgili her ümit, her teselli her hayat kutsal” diyen birini ideolojinin kalıplarıyla nasıl değerlendirebiliriz?
“Entelektüelin ilk vasfı tenkitçiliğidir. Entelektüel dünyayı
her gün yeni baştan kurabileceğine inanan adamdır” diyen
Meriç, bugüne kadar duymadığınız ve bilmediğiniz pek çok
şeyi; yıkarak, isyan ederek, sorgulayarak, sorgulatarak, tokatlayarak, uyandırarak, yakanızdan tutup sizi silkeleyerek
söyler sizi sığındığınız “mağaralarınızdan çıkarır” ve bundan
sonra “sizi kendinizle baş başa” öylece bırakır. Artık ait olduğunuz gruba, cemaate çok uzaksınızdır. Onları sorgulamaya
başlamış, değişmişinizdir. Klasik şablonlarınızla, bildiğiniz
doğrularla bakamazsınız dünyaya. Ve siz de artık bir anlaşılmayan olarak ortalıkta dolanmaya başlarsınız. Çok şeyi
öğrenmişsinizdir ancak çok da yalnızsınızdır. Onu okumak,
bir kiliseye, camiye aitsen buraları terk etmek, değilsen de
buralara yaklaşmak demektir. Cemil Meriç’in gücü buradan
gelir aslında. Size ait olduğunuz yeri sorgulatır. Düşünce dünyasının sağındaysanız, solu, solundaysanız sağı sorgulamaya
başlarsınız. Çünkü o size cemaatiniz, grubunuz tarafından
verilmiş olan koordinatlarınızı kaybettirir. Aklınızı kiraya vermekten sizi men eder. Pusulanızın yalnız ve yalnızca kendiniz olması gerektiğini söyler.
SENCE 2014 Sayı 5
53
SENCE
Dijital İletişim
Murat ERTAN ⎟ Eğitim Bilim Uzmanı
G
eçmişte dumanla iletişim kuruluyor, güvercinlerle
haberleşme sağlanıyordu. İlk çağ insanlarının, av
öyküsünü başkalarına anlatmak için mağara duvarına çizdiği resimlerle başlayan bilgi paylaşımı, binlerce yıl
boyunca gelişerek devam etmiştir.
Bugün ise iletişim; televizyon, radyo, telefon, gazete, dergi,
bilgisayar, internet, cep telefonu aracılığıyla kurulmaktadır.
Teknoloji sayesinde dünyanın en uzak yerindeki insanlarla
yanımızda gibi iletişim kurabilmekteyiz.
Bilgisayar aracılığıyla internet; televizyon, radyo, telefon,
gazete ve derginin hepsini kapsamaktadır. Televizyonlar,
yerini bilgisayarlara ve akıllı telefonlara bırakırken cep telefonları iletişim için en önemli araç haline gelmiştir. Böylece
iletişim kolaylaşmaya ve hız kazanmaya başlamıştır.
54
SENCE 2014 Sayı 5
Genç kuşak, dünyayı bilgisayar, cep telefonu ve internet üzerinden takip ederken interneti olmayan her cihaz sorgulanmaya başlamıştır. Yeni teknolojik cihazlarla, sosyal medya
önem kazanarak dijital iletişime hızlı bir geçiş yapılmaktadır.
Günümüzde teknolojinin ilerlemesinin doğal sonucu olarak
gelişen ve elektronikleşen iletişim araçları, iletişime sürat
ve kolaylık sağlamakla kalmamış; aynı zamanda iletişimi,
kitle iletişimine çevirmiştir.
Hayat, düşündüğümüzden daha hızlı değişiyor. Kısa süre
önce çok önem taşıyan bir durum yeni gelişmeler karşısında önemini yitiriveriyor. Üzülerek belirtmeliyiz ki uzaktakiler ile kolay iletişim kurulabilirken, dost ve akrabalarımızla
iletişim kurmak da yavaş davranıp onları ihmal edebiliyoruz.
İletişim
Sosyal Medyanın İletişime Etkisi
Sosyal Ağların Yaşam Kalitemize Etkisi
Dünyada popüler hale gelen sosyal ağlar, gerçek anlamda
yüz yüze görüşme etkisi oluşturmasa da, insan iletişimi
konusunda hayatımızın bir parçası olmaya başladığından,
insanlar başkalarının hayatını merak etmekte, kendi hayatlarının ayrıntılarını, her anını anlatmak, fotoğraflarını paylaşmak istemektedirler.
Schools.com tarafından yayınlanan infografiğe göre;
•
İnsanlar, sosyal ağlarda yaşadığını göstermek ve tecrübelerini paylaşmak için yarışıyor.
•
İnsanlar mutluluk haberlerinin %62’sini sosyal ağlarda
paylaşıyor.
Günümüzde sosyalleşme insanlarla bir arada olmak anlamını taşımıyor. Sosyal ağların iletişim olarak değerlendirildiğini, iletişimin sadece konuşmak ya da yazmak anlamına
gelmediğini fark etmeliyiz.
•
İnsanların %24’ü yaşadığı an ve deneyimleri sosyal ağlarda paylaşarak, özel anları kaçırıyor.
•
İnsanlar her gün Facebook’ta 10.5 milyar dakika geçiriyor.
İletişimde beden dili, jest ve mimikler çok önemlidir. Sosyal
medyada haberleşirken, yazarken beden dilini kullanmıyoruz. İnsanlar doğadan ve doğallıktan uzaklaştı. Duyularını,
beden dillerini daha az kullanmakta, görsel temas azalmakta, dokunma duyumuzu ise neredeyse köreltmek üzereyiz.
•
Mobil girişleri içermeyen sayının yaklaşık 19,963 yıla
tekabül ettiği belirtiliyor.
•
Hindistan, ABD, Fransa, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve Singapur’daki Facebook kullanıcıları her gün
20 dakikadan fazla zaman geçiriyor.
Duygularımızı paylaşamıyoruz. Fiziksel temasın ve paylaşımın azalması, insanlar arasındaki ilişkilerin kopukluğu ve
sonucunda oluşan iletişim eksikliği insanları yalnızlığa itiyor.
Gençlerin sosyal ağları kullanım şekli;
Sosyal ağlar sık kullanıldığında, gelecek beklentisi olmayan,
çevresindeki olaylara karşı duyarsız, zamanını nasıl değerlendireceğini bilemeyen, utanma duygusu azalan, tüketme eğilimi artan insanlar çoğalmakta, yüz yüze iletişimden uzaklaşılmakta, tembelleşilmekte, sabırsız hale gelinmektedir.
Medya sadece gençleri değil, yetişkinleri de etkilemektedir.
Basında çıkan haberlere göre; yetişkinler de sosyal medyadan ve bilgisayardan çok fazla etkilenmektedir. Yetişkinlerin
böyle etkilendiği bir ortamdan gençlerimizin etkilenmemesini beklemek ne kadar doğru olabilir. İki yıl önce Avrupa’da
bir genç bilgisayar karşısında sekiz saat kaldığı için öldü.
•
Sosyal medyada insanların %33’ü internetten yeni insanlar ile tanışmayı seviyor.
•
Facebook kullanıcılarının %50’sinin ise 100’den fazla
arkadaşı bulunuyor.
•
Sosyal medyada insanların %39’u yüz yüze görüşmekten çok online görüşmeyi tercih ediyor.
•
18-24 yaş aralığındaki kullanıcıların %43’ü arkadaşlarıyla planlarını sosyal medyada yapıyor.
•
İnsanların çoğu sosyal ağlarda kendilerini abartıp birbirlerine yalan söylüyor. Bu oran Amerika’da %24 iken,
İngiltere’de %28 olarak gösteriliyor.
Youth Insıght’ın 2013 araştırması sonucu:
•
Gençler sosyal medya için haftada 50 saat zaman harcamaktalar.
•
Lise öğrencileri sosyal medyada 16.00-24.00 zaman
diliminde daha aktifler.
•
Üniversite öğrencileri ise 22.00-02.00 zaman diliminde aktifler.
•
Gençler sosyal medyada en çok teknoloji ve hazır giyim sektörlerini takip ediyorlar.
Sosyal Medyanın İnsan Psikolojisine Etkisi
•
Sosyal medya, dedikodu kültürünü artırıyor.
•
Utanma duygusunu ve yüz yüze iletişimi azaltıyor.
SENCE 2014 Sayı 5
55
Çocuk, aileden gördüğü alışkanlıklar ile kendi
şid
şekillendiriyor. Çocukların bilgi ve eğlence arasında
SENCE
•
İnsanların çoğu kendini abartarak tanıtıyor.
•
İhanetin boyutunu genişleterek artırıyor.
•
Başkalarını izleme ve ayrıntılarını araştırma kültürünü
oluşturuyor.
•
Daha çok duyulma ve görülme isteği oluşturuyor.
•
Sosyal medya, kısa süreli şöhretler oluşturuyor. Popülarite arttıkça, arkadaş sayısı ve takipçi sayısı artıyor.
Sayı arttıkça yalancı kahramanlar oluşuyor.
görevler düşmektedir.
•
İnternet suçlarından korunmak için yasalara ihtiyaç
duyulmaya başlandı. Kendimizi korumak için kurallara
ihtiyaç doğdu.
Çocuklar Medya İzleme Alışkanlığını Evde Öğreniyor
ABD’de 10 çocuktan 4’ünün cep telefonu ve F
Dijital medya okuryazarlığı, özellikle büyüme çağındaki
çocuklara kazandırılması gereken bir eğitimdir. Çocuklar
medya izleme alışkanlıklarını önce evde öğreniyor. Anne,
babanın medya ile iletişimi bu açıdan çocuğa örnek model
oluşturuyor.
altındaki çocukların yüzde 40’ının Facebook hesabı
•
Ruh sağlığını olumsuz etkiliyor, kendini beğenmeyi,
bencilliği artırıyor.
Çocuk, aileden gördüğü alışkanlıklar ile kendi medya izleme alışkanlıklarını şekillendiriyor. Çocukların bilgi ve eğlence arasında tercih yapmasında aileye önemli görevler
düşmektedir.
sosyal medya riskler oluşturmaktadır.
•
Sosyal medya bağımlılığı hastalığı oluştu. Ulaşamadığı,
ulaşılamadığı zaman depresyona girenler olabiliyor.
•
Beğenilme duygusunu tetikleyen paylaşımlar, iletişimi
olumsuz etkilediği için insanları yalnızlaştırıyor.
•
Tedbir elden gidiyor, kişisel bilgiler paylaşılıyor. (Gazetelerde internetten tanıştı diye cinayet, tecavüz, şantaj
haberleri görüyoruz.)
Çocukların 13 yaşından önce sosyal medyadan
ABD’de 10 çocuktan 4’ünün cep telefonu, Facebook hesabı
var. 10 yaş ve altındaki çocukların yüzde 40’ının Facebook hesabı ve mobil telefonu bulunmaktadır. Bu yaş grubu için sosyal
medya riskler oluşturmaktadır. Çocukların 13 yaşından önce
sosyal medyadan korunması yönünde ebeveynlerinden ve
öğretmenlerinden rehberlik alması gerekmektedir.
ile
öğretmenlerinden rehberlik alması gerekmektedir. ya
•
Yüzsüzlüğü artırdı. İnsanların yüzüne söylenemeyecekler ekrandan aktarılabiliyor.
•
Sosyal medyada kendi kimliğinizden başkası olabiliyorsunuz. Sanal iletişim, yüz yüze iletişimden fazla ise
insanlarda sıkıntılar oluşabiliyor.
Medyayı okuyabilmek; neyi, neden izlediğini sormak, verilen mesajın anlamını, bu mesajın hedef kitlesini ve amacını
sorgulamak olmalıdır.
Medyayı okuyabilmek; neyi, neden izlediğini s
Dijital Şiddet Eğlence Gibi Algılanıyor
içi
mesajın hedef kitlesini ve amacını sorgulamak olma
etk
•
•
56
Sosyal medyadaki iletilerden dolayı kavgalar ve tehlikeler artıyor. İş yerinde çalışanlar arsındaki huzuru bozabiliyor. Şirket bilgilerinin paylaşılması da yeni riskler
arasında görülüyor.
Sosyal olayları organize eden platform haline gelebiliyor.
Kitleleri organize edip harekete geçmeleri sağlanabiliyor.
Söylentiler oluşturarak kitleler olumsuzluklara sürüklenebiliyor.
SENCE 2014 Sayı 5
Oyunlar, çocuğun kişiliğinin gelişiminde ve eğitiminde
önemli yer tutmaktadır. Oyun algısı günümüzde farklılık
göstermekte, çocukların en büyük tutkusu bilgisayar olmaktadır. Bilgisayar oyunlarının bağımlılık oluşturan doğası, ebeveynleri söz konusu oyunların çocuklar üzerindeki
olumsuz etkileri hakkında endişelenmeye sevk ediyor.
dü
so
İletişim
ddet arasındaki ayrımın çok iyi yapılması gerekmektedir.
AİLELERE ÖNERİLER
• Bilgisayarı yasaklamak yerine kullanımı kontrol edilmelidir. Çünkü insanlarda yasaklara karşı merak ve
öğrenme duygusu uyanmaktadır.
• Gençlere bilgisayarın doğru kullanımının öğretilmesi
gerekir.
• Ailenin bilgisayar ile ilgili kurallarının olması ve oluşturulan kuralların arkasında durması gerekir.
Bilgisayar oyunları, çocukların gerçek yaşamda şiddeti normal algılamasına neden olmaktadır. İnternette yer alan
şiddet içeren oyunlarda polis öldürmek, otomobil çalmak,
tanker yakmak gibi bazı eylemler, çocuklara kazandırdıkları
yüksek puanlar ile ödül gibi sunularak, çocukları saldırgan,
saygısız, düşünemeyen bireyler haline getirmektedir.
• Bilgisayar karşısında iki saatten fazla kalınmamalıdır.
İnternet, belirli zaman dilimlerinde ve sınırlı sürede
kullanılmalıdır.
Gençler Sanal Dünyalarda
Esir Oluyor
• Gençlerin 13 yaşından önce sosyal medya kullanıcısı
olmamasına dikkat edilmelidir.
Medya, çocukları gerçek dünyadan uzaklaştırarak etkisi altına almaktadır. İnsanlar
• Medya araçlarından alınan mesajların sorgulanması
ve analiz edilmesi gerekmektedir.
Bilgisayar oyunlarındaki
şiddet,ve
çocuğun
gerçek yaşamda
etişimin gereklerini
unutuyor
medyayla
çok zaman geçiriyor. Böylece kendilerine,
da bunu normal görmesine sebep olmaktadır. Bu oyunlar,
zorbalık, küfür etme, akranlara veya kardeşlere dayak atma
gibi eğilimlerin artmasına yol açmaktadır. Daha sonra çocuklar, aynı şiddet içeren hareketleri günlük yaşamda da
kullanmaktadır.
akınlarına ve çocuklarına zaman ayıramıyor.
• Bilgisayar, yetişkinlerin görebilecekleri ortak kullanım alanlarında bulunmalıdır.
• Filtreleme programları oluşturulı, internet ortamında
Gençlerin internet bağımlılığı oluşturmaları yanında,
denetimsiz kullanımı da kendileri
neler yaptıklarını, kimler ile tanıştıklarını göstermeleri istenmelidir.
Eğlence ve şiddet arasındaki
ayrımın
çok iyi yapılması
gein zararlı olabilecektir.
Gençler
yaşlarına
uygun
olmayan sitelere girip ruhsal açıdan
rekmektedir. Dijital şiddet, bazen çocuklarda eğlence aracı
olarak algılanmaktadır.
• Ailenin aynı bilgisayarı paylaşması da sınırlama açı-
Gençler Sanal Dünyalarda Esir Oluyor
• Gençlere yönelik şiddet, zararlı olabilecek unsurların
kaldırılması sağlanmalıdır.
sından yararlıdır.
kilenebileceklerdir. Anne baba ise sanal dünyanın zararlarını
göz ardı ederek, gerçek
ünyadan daha güvende olduğunu düşünecektir.
Sanal dünya, çocukları gerçek dünyadan uzaklaştırarak etkisi altına almaktadır. İnsanlar iletişimin gereklerini unutuyor ve medyayla çok zaman geçiriyor. Böylece kendilerine,
yakınlarına ve çocuklarına zaman ayıramıyor.
Gençlerin de anne
ve babalara öğretebileceği
bilgileMedyadaki programların olumsuzlukları, ileri•aşamalarda
çocukları
yaşamdan
rin olduğu bilinmelidir. Bilginin yararlı ve zararlı yanları anlatılarak onlarla tartışılmalıdır.
oğutacak, düşünmelerini ve üretmelerini engelleyebilecektir.
Gençlerin internet bağımlılığı oluşturmaları yanında, denetimsiz kullanımı da kendileri için zararlı olabilecektir.
Gençler yaşlarına uygun olmayan sitelere girip ruhsal açıdan etkilenebileceklerdir. Anne baba ise sanal dünyanın zararlarını göz ardı ederek, gerçek dünyadan daha güvende
olduğunu düşünecektir.
• Gençler ile bilgisayar ve internet konusunda sohbet
edilmeli, okudukları ya da gördüklerinin bazılarının
yanlış olabileceği onlara anlatılmalıdır.
Çocukların beyni bilgisayar gibi boş, medyadaki programların olumsuzlukları, ileri aşamalarda çocukları yaşamdan
soğutacak, düşünmelerini ve üretmelerini engelleyebilecektir. Eğer çocuğa yeteri kadar sevgi, ilgi gösteremez ve
zaman ayıramazsak o da sığınacağı limanlara gidecek televizyon ve bilgisayara yönelecektir.
• Aile ile ilgili çocuğa verilecek görev ve sorumluluklar
da çocuğu kolaylıkla bilgisayardan uzaklaştırmaktadır.
• Kitap okuma alışkanlığı kazandırılmalı, gençlerle birlikte yetişkinlerin de kitap okuması sağlanmalıdır.
• Bilgisayarsız bir gün belirleyip aile bireylerinin birlikte katılabilecekleri geziler, sosyal, sportif etkinlikler,
hobiler, oluşturulmalıdır.
SENCE 2014 Sayı 5
57
SENCE
Teknoloji ve Tıp
Ülkü DAVUTOĞLU ⎟
T
ürk Dil Kurumu, teknolojiyi; “İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü”
olarak tanımlamaktadır. Bu tanımdan yola çıkıldığında, bir
bilim dalının işleyişini etkileyen bilgilerin bütünü ile araç
ve gereçlerin gelişimi teknolojik gelişme olarak nitelendirilebilir. Bu yazı, günümüz tıp teknolojisini ve gelişimini bu
tanım kapsamında ele alacaktır.
58
SENCE 2014 Sayı 5
Ali Haydar Bayat’ın ifade ettiği gibi “yeryüzünde vücut acısının koparttığı ilk çığlık hekim çağıran ilk ses olmuştur;
ancak bu sese ne zaman cevap verildiğini bilememekteyiz”.
Verilen cevapların birikimi ile günümüzde kullanılan ilaçlar
ve tedavi yöntemlerine ulaşılmış, yeni araştırma ve çalışmalar ile -diğer bilim dallarına oranla yavaş da olsa- çok
ciddi ilerlemeler olmuştur, olmaktadır. Diğer bir deyiş ile
Günümüz tıp alanında kullanılan teknolojiler; tedavi ve
cerrahi amaçlı kullanılan lazer cihazları, endoskopik makinalar ile teşhis için kullanılan MR ve radyoloji cihazların
bütününden oluşmaktadır.
İnsanlık tarihine baktığımızda Tıpta kullanılan teknolojilerin
başlangıcının da sanayi devrimi (18. yüzyıl ortaları) ile ilgili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak, burada
göze çarpan nokta, yukarıda da değinildiği gibi Tıptaki ilerlemelerin diğer bilim ve üretim dallarına kıyasla daha yavaş
olduğu hususudur.
Sanayi devriminden, günlük yaşam çok çabuk etkilenmiş,
üretim hızla makinalaşmış, bu makinalaşma ve pozitif bilimlerdeki hızlı gelişmeler, diğer birçok bilim dalını ve toplumsal hayatı bir hayli etkilemiştir. Buna bağlı olarak, 18.
yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında toplum yapısı
neredeyse tamamı ile değişmiştir. Ancak tıbbi yöntemlerin sanayileşmeden etkilenmesi daha uzun zaman almıştır.
Öyle ki, Tıpta ileri teknoloji olarak nitelendirebileceğimiz
yöntemler ilk olarak teşhis aşamasında kullanılmış bunların
ilk kullanımı ise 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarını
bulmuştur.
İlk radyolojik teşhis deneyleri crookers (William Crook’un
geliştirdiği) adı verilen tüplerle 18. yüzyıl sonunda İngiltere’de ve Almanya’da yapılmıştır. Bu çalışmalar sonrası bulunan x ışını 1895 Aralığında ilk kez tıbbi amaçlı kullanılmıştır.
1901 yılında, günümüz röntgen cihazına adını veren Alman
fizikçi W.C RÖNTGEN bu buluşu ile Nobel Fizik Ödülünü
almıştır. 1920’de ilk mamografi, 1923’te ilk anjiografi uygulaması yapılmıştır. 1936’da X-ışınları ile ilk olarak akciğer
tüberkülozu için kitle taraması yapılmıştır. 1988’de ilk MR
kullanımı gerçekleşmiştir. 1990’da Beyinin fonksiyonel MR
incelemesi geliştirilmiştir. Yine 1990’da ilk renkli Doppler
uygulaması yapılmıştır.
Görüldüğü gibi ileri teknoloji ilk olarak teşhis için kullanılmış, teknoloji cerrahi alanlara sıçrayışı ise, endoskopi tekniklerinin cerrahi ile tanışması ile gerçekleşmiştir. Ancak,
bu tanışma 1980’li yılları bulmuştur. Prof Dr. Ergun GÖNEY, “Endoskopik (Laparoskopik) Cerrahinin Tarihçesi” adlı
eserinde “genel cerrahların, atipik sağ alt kadran ağrısı
olan genç kadınların değerlendirilmesine jinekologlara
yardımları esnasında laparaskopi ile tanıştıklarını” ifade etmektedir. Aynı eserde laparoskopinin ik kez hayvan
modellerinde 1985’te denendiği ve Fransa’da 1987’de bir
jinekolojik operasyon esnasında ilk defa insan üzerinde laparoskopik uygulamanın yapıldığı, 1988’de laparoskopinin
ABD’de rutin haline geldiği bilgileri yer almaktadır.
Teknoloji
büyüklerimizin dilinde pelesenk olan “Tıp çok gelişti, çok”
ifadesi günümüz için çok yerinde bir ifadedir.
Endoskopik cerrahi yöntemlerin en büyük avantajı küçük
kesilerle büyük ameliyatlar gerçekleştirebilinmesine olanak sağlamalarıdır. Hastanın çabuk iyileşmesi, kan kaybının
az olması, enfeksiyon riskinin az olması gibi faydalar ameliyatın ok küçük kesiler ile gerçekleştirilmesinin sonucudur.
Endoskopik cerrahi günümüzde giderek yaygınlaşmaktadır.
Görünen o ki, bugün bile zorluğu nedeni ile imtina edilen
bazı ameliyatlar gelecekte endoskopik cerrahi ile çok daha
kolay hale gelecektir. (Gerçi dergimizin 2. sayısında “Teknolojinin Yönü” başlıklı yazımda da belirttiğim üzere, teknolojinin nereye gideceği hiç belli olmadığı ve olmayacağı
gibi, gelişme beklenen alanlar dışında çok farklı alanlarda
da gelişebilir. Bilim tarihi bunun örnekleri ile doludur.)
Cerrahi yöntemlerin bir diğer mihenk taşı ise lazer’dir. Lazer teknolojisi Tıp alanına en çabuk adapte dilen teknolojidir. Lazerin en büyük avantajı ise; kesme ve kesilen yerden
dokuyu çıkarma ya da dikme işlemi olan cerrahinin lazer
sayesinde çok kontrollü yapılabiliyor olmasıdır. Hekimler
elleri ile hiçbir şekilde hakim olamayacakları derecede küçük kesileri lazer sayesinde yapabildiklerini ifade etmektedir. Örneğin, göz gibi küçük ve elle müdahale edilmesi neredeyse imkansız olan organa bile lazer ile başarılı cerrahi
operasyonlar yapılmaktadır..
Özetle, teknolojik gelişmelerin Tıp alanına yansıması sonucu gerek teşhis gerek tedavide yüksek teknolojinin nimetlerinden faydalanılmaktadır. Çeşitli radyolojik görüntüleme
ve MR cihazları ile tanılar daha doğru ve kısa sürede konulabilmekte, endoskopik ve lazer cihazları ile ameliyatlar
hem hasta hem hekim açısından çok daha rahat geçebilmektedir. Ancak yine iş hekimlerde bitmektedir. Teknoloji
ne kadar gelişirse gelişsin, cerrahi tedavilerin başarısı hekimlerin bilgi birikimi ve el maharetine, teşhis ve diğer tedavi yöntemlerin başarısı ise yine hekimlerin bilgi birikimine ve bulguları ne kadar doğru yorumladıklarına bağlıdır.
SENCE 2014 Sayı 5
59
SENCE
KEŞKE dememek için...
İş Güvenliği Kapsamında
Acil Durum Planlaması ve Yönetimi
Kimya Yük. Müh. Yasin PEKEROĞLU ⎟ A Sınıfı İş Güvenliği Uzmanı
A
cil durum yönetimi ülkemizde her türlü doğal afet, iş
kazası, trafik kazası, sabotaj,
yangın, patlama, teknolojik riskler, çevresel felaketler vb. yaşanan
olaylar sonrasında oldukça sorgulanan bir konudur.
Böylesine bir konu da yaşanan acil
durumlarda önleyici çalışmaların
farkındalığının öneminden sıklıkla
bahsedilir. Özünde teknik ve sosyal
boyutuyla mühendislik, sosyal bilimler ve idari bilimlerin kapsadığı
birçok disiplinin ortak öngörüsüyle
tedbir ve müdahale çalışması ile
başarılı olunabilmektedir.
60
SENCE 2014 Sayı 5
Gelişmiş ülkelerin bu tür durumlara
reflekslerinin hızlı ve etkin olmasının nedeni en başta deneyimleri
ve çoklu sorgulamaların neticesidir. Acil durumlara hazırlıklı olmayan organizasyonlarda, işletmelerde hatta kamu otoritelerinde acil
hallerde can ve mal kayıpları fazla
olmakta ve önem arz eden ihtiyaçlarının kısa süreli ve etkili yöntemlerle yerine getirilmesi çoğu zaman
mümkün olmamaktadır.
başlayarak, nasıl organize olunması
gerektiği ve hangi yöntemlerle karşılanacağının önceden planlanması
gerekmektedir.
Bu bağlamda karşılaşabilecek tehlikelerin ve bunun sonucu oluşabilecek risklerin bilinmesi açısından
nasıl davranılması gerektiğinden
Acil durum kavramı; ulusal mevzuatımızda kurumların iç düzenlemelerine ve konu ile ilgili standartlarında
farklı bir şekilde tariflendirilmiştir.
Yazının asıl kapsamı; tesislerde, işyerlerinde olası acil durumlarda
meydana gelebilecek zararları asgari seviyeye indirmek ve uygulanabilir planlar üzerinedir. Bu planlar
acil durum yönetimin en önemli
argümanlarıdır.
Çalışma Hayatı
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca 2013 yılında yürürlüğe giren
İşyerlerinde Acil Durumlar Hakkında Yönetmeliğe göre acil durum
kavramı; “İşyerinin tamamında
veya bir kısmında meydana gelebilecek yangın, patlama, tehlikeli
kimyasal maddelerden kaynaklanan yayılım, doğal afet gibi acil
müdahale, mücadele, ilkyardım
veya tahliye gerektiren olayları”
ifade etmektedir.
Konunun belki de ilk muhatabı olarak algılanan AFAD’ın Teşkilat ve
Görevleri Hakkındaki 5902 sayılı
Kanuna göre “Toplumun tamamının veya belli kesimlerinin normal
hayat ve faaliyetlerini durduran
veya kesintiye uğratan ve acil müdahaleyi gerektiren olayları ve bu
olayların oluşturduğu kriz halini”
ifade etmektedir.
Son olarak ülkemiz açısından neredeyse her gün yaşanan yangın olaylarının yasal olarak tek yönetmelik
halinde tarif edilmiş ve 2007 yılından beri yürürlükte olan Binaların
Yangından Korunması Hakkında
Yönetmeliğe göre de “Afet olarak
değerlendirilen olaylar ile dikkatsizlik, tedbirsizlik, ihmal, kasıt ve
çeşitli sebeplerle meydana getirilen olayların yol açtığı hâller” şeklinde tarif edilmektedir.
ri başta olmak üzere yönetim ve
kontrol, kaynak yönetimi, kayıtların tutulması ve iletişim kaynaklarına kadar bir dizi faaliyet zincirinin
sorgulanmasına bağlı bir süreçtir.
Bu süreçte başta eğitim, tatbikat
ve bir dizi dokümantasyon hazırlanması, hazırlıklı olunması gereken çok yönlülüğünün önemi üzerinde durulmaktadır.
Acil durum yönetiminin
dört aşaması olarak tarif
edilen hazırlıklı olma,
zararları azaltma, erken
müdahale ve eski haline
getirme/iyileştirme
koşullarına uygun olarak
etkin bir sistemi esas
alan planlar, prosedürler,
kontrol listeleri, formlar,
talimatlar ve en radikal
senaryolardan oluşan
yapıyı inşa etmelidir.
Acil durum planı ise; ÇSGB’nın yönetmeliğinde “İşyerlerinde meydana gelebilecek acil durumlarda yapılacak iş ve işlemler dahil
bilgilerin ve uygulamaya yönelik
eylemlerin yer aldığı planı” ifade
ifade edilmektedir.
Referans yönetmeliğe göre kamu,
özel sektör fark etmeksizin; acil
durum planı, tüm işyerleri için tasarım veya kuruluş aşamasından
başlamak üzere; acil durumların
belirlenmesi, bunların olumsuz etkilerinin önlenmesi ve sınırlandırıcı
tedbirlerin alınması, görevlendirilecek kişilerin belirlenmesi, acil
durum müdahale ve tahliye yöntemlerinin oluşturulması, dokümantasyon, tatbikat ve acil durum
planının yenilenmesi aşamaları izlenerek hazırlanır.
Acil durum yönetimi; can ve mal
güvenliğine müdahale yöntemle-
İşyerinde meydana gelebilecek acil
durumlar: “Risk değerlendirmesi
sonuçları, yangın, tehlikeli kimyasal maddelerden kaynaklanan
yayılım ve patlama ihtimali, ilk
yardım ve tahliye gerektirecek
olaylar, doğal afetlerin meydana
gelme ihtimali, sabotaj ihtimali”
hususları dikkate alınarak belirlenir.
Yasal mevzuat gereği; acil durum
planı şu hususları kapsayacak şekilde dokümante edilir: “Asgarî
olarak işyerinin unvanı, adresi ve
işverenin adı, hazırlayanların adı,
soyadı ve unvanı, hazırlandığı tarih ve geçerlilik tarihi, belirlenen
acil durumlar, alınan önleyici ve
sınırlandırıcı tedbirler, acil durum
müdahale ve tahliye yöntemleri,
işyerini veya işyerinin bölümlerini
gösteren kroki, (yangın söndürme
amaçlı kullanılacaklar da dâhil olmak üzere acil durum ekipmanlarının bulunduğu yerler, ilkyardım
malzemelerinin bulunduğu yerler,
kaçış yolları, toplanma yerleri ve
bulunması halinde uyarı sistemlerinin de yer aldığı tahliye planı)
görevlendirilen çalışanların ve
varsa yedeklerinin adı, soyadı, unvanı, sorumluluk alanı ve iletişim
bilgileri, ilk yardım, acil tıbbi müdahale, kurtarma ve yangınla mücadele konularında işyeri dışındaki
kuruluşların irtibat numaraları, acil
durum planının sayfaları numaralandırılarak; hazırlayan kişiler tarafından her sayfası paraflanıp, son
sayfası imzalanır” ve söz konusu
plan, acil durumla mücadele edecek ekiplerin kolayca ulaşabileceği
şekilde işyerinde saklanır.
Acil durum planı kapsamında hazırlanan kroki bina içinde kolayca
görülebilecek yerlerde asılı olarak
bulundurulur.
SENCE 2014 Sayı 5
61
SENCE
Referans yönetmelikte acil durumlara hazırlıklı olunması için
işverene bir dizi yükümlülük getirilmiştir. Buna göre işveren:
a) Çalışma ortamı, kullanılan
maddeler, iş ekipmanı ile çevre
şartlarını dikkate alarak meydana
gelebilecek ve çalışan ile çalışma
çevresini etkileyecek acil durumları önceden değerlendirerek muhtemel acil durumları belirler.
b) Acil durumların olumsuz etkilerini önleyici ve sınırlandırıcı tedbirleri alır.
c) Acil durumların olumsuz etkilerinden korunmak üzere gerekli
ölçüm ve değerlendirmeleri yapar.
ç) Acil durum planlarını hazırlar ve
tatbikatların yapılmasını sağlar.
d) Acil durumlarla mücadele için
işyerinin büyüklüğü ve taşıdığı özel
tehlikeler, yapılan işin niteliği, çalışan sayısı ile işyerinde bulunan diğer kişileri dikkate alarak; önleme,
koruma, tahliye, yangınla mücadele, ilk yardım ve benzeri konularda
uygun donanıma sahip ve bu konularda eğitimli yeterli sayıda çalışanı
görevlendirir ve her zaman hazır
bulunmalarını sağlar.
e) Özellikle ilk yardım, acil tıbbi
müdahale, kurtarma ve yangınla
mücadele konularında, işyeri dışındaki kuruluşlarla irtibatı sağlayacak
gerekli düzenlemeleri yapar.
f) Acil durumlarda enerji kaynaklarının ve tehlike yaratabilecek
sistemlerin olumsuz durumlar yaratmayacak ve koruyucu sistemleri
etkilemeyecek şekilde devre dışı
bırakılması ile ilgili gerekli düzenlemeleri yapar.
62
SENCE 2014 Sayı 5
g) Varsa alt işveren ve geçici iş ilişkisi kurulan işverenin çalışanları ile
müşteri ve ziyaretçi gibi işyerinde
bulunan diğer kişileri acil durumlar
konusunda bilgilendirir. Acil durumlarla ilgili özel görevlendirilen
çalışanların sorumlulukları işverenlerin konuya ilişkin yükümlülüğünü
ortadan kaldırmaz.
İşveren tüm bu tedbirler konusunda risklerden korunma ilkelerine
uygun bir şekilde toplu korumayı
esas alır.
Kısacası acil durumlarda can güvenliğinin yalnızca tek bir tedbire
dayandırılmayacağı biçimde gerekli önlemler tasarlanır.
İşveren; çok tehlikeli sınıfta yer
alan işyerlerinde 30 çalışana, tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde 40
çalışana ve az tehlikeli sınıfta yer
alan işyerlerinde 50 çalışana kadar;
a) Arama, kurtarma ve tahliye,
b) Yangınla mücadele, konularının
her biri için uygun donanıma sahip
ve özel eğitimli en az birer çalışanı
destek elemanı olarak görevlendirir.
İşyerinde bunları aşan sayılarda
çalışanın bulunması halinde, tehlike sınıfına göre her 30, 40 ve 50’ye
kadar çalışan için birer destek elemanı daha görevlendirir.
Her ekipte bir ekip başı bulunur.
İşveren tarafından acil durumlarda
ekipler arası gerekli koordinasyonu
sağlamak üzere çalışanları arasından bir sorumlu görevlendirilir.
10’dan az çalışanı olan ve az tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde
birinci fıkrada belirtilen yükümlülüğü yerine getirmek üzere bir kişi
görevlendirilmesi yeterlidir.
Acil durum planları; tehlike sınıfına göre çok tehlikeli, tehlikeli ve
az tehlikeli işyerlerinde sırasıyla
en geç iki, dört ve altı yılda bir yenilenir.
Hazırlanan acil durum planının uygulama adımlarının düzenli olarak
takip edilebilmesi ve uygulanabilirliğinden emin olmak için işyerlerinde yılda en az bir defa olmak
üzere tatbikat yapılır, denetlenir ve
gözden geçirilerek gerekli düzeltici
ve önleyici faaliyetler yapılır.
Gerçekleştirilen tatbikatın tarihi,
görülen eksiklikler ve bu eksiklikler
doğrultusunda yapılacak düzenlemeleri içeren tatbikat raporu hazırlanır.
Tatbikat neticesinde varsa aksayan
yönler ve kazanılan deneyimlere
göre acil durum planları gözden geçirilerek gerekli düzeltmeler yapılır.
ilkyardım konusunda da İlkyardım
Yönetmeliği esaslarına göre işveren destek elemanı görevlendirir.
Sözkonusu yönetmelikte çalışanların yükümlülük ve sorumlulukları ise şöyle sıralanmıştır:
Her konu için birden fazla çalışanın
görevlendirilmesi gereken işyerlerinde bu çalışanlar konularına göre
ekipler halinde koordineli olarak
görev yapar.
a) Acil durum planında belirtilen
hususlar dahilinde alınan önleyici
ve sınırlandırıcı tedbirlere uymak.
b) İşyerindeki makine, cihaz, araç,
gereç, tesis ve binalarda kendileri
Çalışma Hayatı
ve diğer kişilerin sağlık ve güvenliğini tehlikeye düşürecek acil durum ile karşılaştıklarında; hemen
en yakın amirine, acil durumla ilgili
görevlendirilen sorumluya veya çalışan temsilcisine haber vermek.
c) Acil durumun giderilmesi için, işveren ile işyeri dışındaki ilgili kuruluşlardan olay yerine intikal eden
ekiplerin talimatlarına uymak.
ç) Acil durumlar sırasında kendisinin ve çalışma arkadaşlarının hayatını tehlikeye düşürmeyecek şekilde davranmaktır.
İşveren, çalışanların kendileri veya
diğer kişilerin güvenliği için ciddi
ve yakın bir tehlike ile karşılaştıkları ve amirine hemen haber veremedikleri durumlarda; istenmeyen
sonuçların önlenmesi için, bilgileri
ve mevcut teknik donanımları çerçevesinde müdahale edebilmelerine imkân sağlar.
Böyle bir durumda çalışanlar, ihmal veya dikkatsiz davranışları olmadıkça yaptıkları müdahaleden
dolayı sorumlu tutulamaz.
Tüm çalışanlar acil durum planları ile arama, kurtarma ve tahliye,
yangınla mücadele, ilkyardım konularında görevlendirilen kişiler
hakkında bilgilendirilir. İşe yeni alınan çalışana, iş sağlığı ve güvenliği
eğitimlerine ilave olarak acil durum planları ile ilgili bilgilendirme
yapılır.
Acil durum konularıyla ilgili özel
olarak görevlendirilenler, yürütecekleri faaliyetler ile ilgili özel olarak eğitilir. Ayrıca görevlendirilen
çalışanlara, eğitimlerin işyerinde iş
güvenliği uzmanı veya işyeri hekimi tarafından verilmesi halinde, bu
durum işveren ile eğitim verenlerce imzalanarak belgelendirilir.
İşverence acil durumların meydana gelmesi halinde uyarı verme,
arama, kurtarma, tahliye, haberleşme, ilk yardım ve yangınla mücadele gibi uygulanması gereken
acil durum müdahale yöntemleri
belirlenir ve yazılı hale getirilir.
Tahliye sonrası, işyeri dâhilinde
kalmış olabilecek çalışanların belirlenmesi için sayım da dâhil olmak
üzere gerekli kontroller yapılır.
İşveren, işyerinde acil durumların
meydana gelmesi halinde çalışanların bu durumun olumsuz etkilerinden korunması için bulundukları
yerden güvenli bir yere gidebilmeleri amacıyla izlenebilecek uygun
tahliye düzenlemelerini acil durum
planında belirtir ve çalışanlara önceden gerekli talimatları verir.
İşyerlerinde yaşlı, engelli, gebe
veya kreş var ise çocuklara tahliye esnasında refakat edilmesi
için tedbirler alınır. Acil durum
müdahale ve tahliye yöntemleri
oluşturulurken çalışanlar dışında
müşteri, ziyaretçi gibi işyerinde bulunması muhtemel diğer kişiler de
göz önünde bulundurulur.
Acil durumda görev yapacak personelin görev ve sorumlulukları bu
planda belirtilmiştir. Görevli personelin bu planda belirtilen konuları
bilmeleri ve acil durumda bunları
uygulamaları talep edilmektedir.
Bu Plan şirket bünyesinde çalışan
idari personelde dahil olmak üzere
tüm çalışanları kapsar. Acil durumda görev yapacak personel bu konuda bilgili, eğitimli ve fiziki olarak
yapacağı işe uygun olmalıdır. Acil
duruma müdahale sırasında kendisi ve çevresi için ilave risk yaratmamalıdır.
Sonuç olarak acil durumlara hazırlıklı olmak hem insani hem toplumsal hem de yasal bir zorunluluktur.
Bu çerçeve de değerlendirildiğinde
her işyerine özel gerekli değerlendirmelerin, eğitimlerin tatbikatların ve en önemlisi işin ve işyerinin
koşullarına yönelik senaryolara
göre dokümante edilmiş acil durum planı hazırlanmalıdır.
Gereken tedbirler için herhangi
bir tasarrufta bulunulmamalıdır.
Önlemenin ödemekten daha ucuz
ve insani olduğunun unutulmaması gerekmektedir.
Yapılacak olan tatbikatlarda, önceden tespit edilen bir hedefe, bir riske yönelik senaryolar oluşturulmalıdır. Yangın tatbikatlarında sadece
bir tavada yangın oluşturulduktan
sonra söndürülmesi asla yeterli
değildir.
Ayrıca her yıl zorunlu olarak yapılması gereken tatbikatların haberli
veya habersiz yapılması gerekir.
Özellikle tahliye tatbikatlarında
karmaşa yaşanmaması için tesiste
bulunan her çalışanın planı iyi bilmesi ve tatbikatta ona göre davranması gerekir.
Tatbikatı yürüten yetkililerin de
profesyonel olması ve ciddiyetle
yürütmesi gerçeğe yakın davranışlarda bulunmaları gerekmektedir.
SENCE 2014 Sayı 5
63
SENCE
Atatürk
Bizden Biridir
Yrd.Doç.Dr. Nuran KILAĞIZ ⎟ Türkiye Kamu-Sen Erzincan Kadın Komisyonları Eski Başkanı
M
ustafa Kemal Atatürk, 20. yüzyılı olağanüstü kişiliği ile etkilemiş, büyük bir asker ve devlet adamıdır. Onun olağanüstü kişisel meziyetleri Türk Milletini hapsolduğu karanlıktan ve belki de yok olma tehlikesinden kurtarmış, Türk
milletini istiklale kavuşturarak çağdaş dünyanın medeni ülkeleri arasına dahil etmiştir. Varlığımızı, hürriyetimizi ve
mutluluğumuzu borçlu olduğumuz Büyük Önder Atatürk’ü daha iyi anlamak ve anlatmak için onu, içimizden biri, bizden biri
olarak tanımak gerekir.
64
SENCE 2014 Sayı 5
Elbette o da etten kemikten yapılmış, duyguları olan bir insandı. Yüreğine dokunan acı bir hüzün yaşadığında hiçbir
zaman gözyaşlarını saklamadı. Mustafa Kemal, ağlamanın
küçültücü, zayıflık belirtisi olduğunu düşünenlere inat, ağlamanın insana özgü bir duygu olduğunu hatırlatırcasına,
özellikle de sevdiklerinin yaşamdan kopuşlarında bu tepkiyi gizlememişti.
Falih Rıfkı anılarında, millî eğitime önemli kazanımlar bırakan ve genç yaşında yaşama veda eden Cumhuriyet’in
önemli simalarından Mustafa Necati’nin ölümü üzerine
Ulu Önder’in hüngür hüngür ağladığını yazar.
Yine gençliğinden beri dostu ve arkadaşı olan Nuri Conker’in ölümü üzerine yurt dışında bulunan Afet İnan’a
yazdığı mektubunda yaşadığı derin
duygularını şöyle dile getirmiştir:
“… Hatay’ın üzüntüsüne, Conker’in
ölüm acısı karıştı, bu acının açtığı
yaranın derinliğini tahmin edemezsin….”
ise kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen
bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş
kalmış… Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin?
Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunanlardan beklemek itiyadı … işte bu zihniyetle; herkes
büyük tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor. Fakat
nihayet ben de bir insanım be birader, kutsi bir kuvvetim
yoktur ki…”
diyerek bir yönetici, bir insan olarak içine düştüğü çaresizliği en açık şekilde ortaya koymuştur.
Atatürk’ün her şeyden önce öne çıkan en önemli özelliği,
mütevazı olmasıydı. “Bir milletin kurtuluşu tek bir kişiden
beklenmemelidir.” diyerek Atatürk, kendisi bir takım hizmetlerde bulunabildiyse, kaynağının mutlaka millet olduğuna işaret etmişti.
“Birçok zaferler
kazandım, fakat
bunların en büyüğünden
sonra bile her akşam
savaş alanlarında
ölen bütün askerleri
düşünerek içimden derin
bir keder duyuyorum.”
Onun da her insan gibi çaresizlikleri
vardı. 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın tüm dünyayı ve Türkiye’yi etkisi
altına aldığı bir dönemde yurt gezisine çıkar. Bu gezide Türk
insanı ile bire bir ilgilenir, onların dertlerini dinler.
Bir ara Antalya’ya geçtiğinde kendisine hazırlanan eve Hasan Rıza Soyak’la gelir ve evin bir odasındaki koltuğa yığılırcasına oturur ve Türk halkının yoksulluğu karşısındaki
çaresizliğini dile getirerek, Soyak’a:
“…Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, gittiğimiz her yerde mütemadiyen
dert, şikayet dinliyoruz… Her taraf derin bir yokluk; maddi, manevi bir perişanlık içinde … ferahlatıcı pek az şeye
rastlıyoruz; Memleketin hakiki durumu bu işte. Bunda bizim bir günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca Dünyanın gidişinden gafil, bir takım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hâle
düşmüş… Büyük istidatlara malik olan zavallı halkımız
Değer
Atatürk, nasıl yaşar, nasıl konuşur, ağlar mı, yakın bir arkadaşını, akrabasını kaybettiğinde üzülür, öfkelenir miydi?
İnsana dair daha ne kadar soru varsa hepsi sorulabilir ve
hepsine de hiç düşünmeden kocaman bir “Evet” cevabı
verilir.
Atatürk adının Ankara’ya verilmesi
önerildiğinde bunu kabul etmemişti.
Atatürk’ün kendini en iyi ifade eden
sözlerinden birinde “Yaşamımda işittiğim en büyük kompliman budur. Benim insan tarafımı övüyorlar” demiştir. Hiçbir zaman başarılarını bir övünç
kaynağı olarak görmemiş, yapılması
gereken bir iş olarak addetmişti.
Yine Atatürk’e yaşamının sonlarına
doğru bir yat alınması gerekmiş, ancak yat tamamlanıp geldiğinde Atatürk’ün sağlığı iyice bozulmuştu. Pek
sevdiği bu yatta çoğu zamanını yatakta geçirdi ve bir gün
şöyle dedi: “Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim, mezarım mı olacak bu tekne benim?” diyerek en
içten bir şekilde her insandaki gibi çocuk yönünü hiç sakınmadan ortaya koymuştur.
“Birçok zaferler kazandım, fakat bunların en büyüğünden
sonra bile her akşam savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimden derin bir keder duyuyorum.” sözleri asker Atatürk’ün ezilen ulusların haklı savaşına karşın
insana verdiği önemi gösteren ifadelerden biridir.
On beş yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığını yürüten bu büyük insan, askerlik mesleğinin getirdiği birikimin de katkısıyla, aynı zamanda inançlı ve kararlı
bir barış savunucusudur.
SENCE 2014 Sayı 5
65
SENCE
Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk seçimde
bir vatandaş Eskişehir’de tek parti listesine
isyan eder ve bağımsız milletvekili seçilir.
Tahrikçiler bu isyanı cezalandırmak için çaba
harcadılar. Fakat başarılı olamazlar.
Atatürk’ün tek parti listesine ikinci isyan
Trakya’nın bir seçim çevresinde olmuştur.
Bir Halk Partili, bağımsız milletvekili olarak
meclise gelmiştir. Tahrikçiler yeniden harekete geçerler ve onu herkese ibret olacak
şekilde cezalandırmak isterler. Bu sırada
milletvekilini tanıyanlardan biri Atatürk’e:
“…Bu zat için iyi bir adamdır, derler. Ben de
öyle tanıyorum…” der.
Atatürk şu cevabı verir: “İyi adam olmasa
halk bize karşı tutar mıydı? Onu kaybetmeye değil kazanmaya bakınız.”
Avrupalı birçok liderin militarist söylemler kullandığı bir
dönemde, başta Yunanistan olmak üzere tüm komşuları ve
diğer dünya devletleri ile barış platformu oluşturma arayışlarına girmiştir.
Ulusun yaşamı söz konusu olduğunda savaş meydanlarında
son noktaya dek ilerleyen Atatürk, hayati zorunluluklar olmadıkça da savaşı bir “cinayet” olarak nitelemiştir. Nitekim
Çanakkale Savaşı’nda yaşamını yitiren Anzaklar için kullandığı “Onlar artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır…” sözleri, bir devlet başkanının uyguladığı en büyük barış ifadeleri olarak tarihteki yerini almıştır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Karadeniz’de bir geziye çıkmıştır. Rize’ye geldiğinde yolların düzgünlüğü ilgisini çekmiştir. “Valiye:
- Yollarınızı nasıl bu hâle getirebildiniz?
diye sorar.
Vali de:
- Bütün yakın köylüleri jandarmalarla toplattırıp yol onarımında çalıştırdık. der.
Atatürk kaşları çatılmış, oldukça sert bir dille,
- Vali Bey, siz “corvee” nedir bilir misiniz? Ben size söyleyeyim “angarya” demektir. Ve şunu da bilmeniz lazım
ki, kanunsuz, hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir
şey yoktur.” der.
66
SENCE 2014 Sayı 5
Aradan yıllar geçer… Cumhuriyetin 12. yıldönümü için hazırlanan dövizler “Atatürk
bizim en büyüğümüzdür.”, “Atatürk bu milletin en yükseğidir.”, “Türk Milleti asırlardan beri bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı …” gibi sürüp gidiyordu. Atatürk, bunları
tek tek gözden geçirmekte, ama hiçbirini beğenmeyerek
hepsinin üstünü çizer kalemi eline alıp asılacak dövizi kendi
yazar:
“Atatürk bizden biridir.”
Mustafa Kemal Atatürk, sadece bir milletin kurtarıcısı, milletini özgürlüğe, bağımsızlığa kavuşturmak için mücadele
veren asil komutanı değil; aynı zamanda bütün insâni değerleri içinde barındıran sevinen, üzülen, ağlayan ama her
zaman insan kalmayı başarandır.
İşte tüm bu insâni nitelikleri, onun cenaze töreninde bütün
ihtişamıyla bir kez daha karşımıza çıkmıştır. Meydanı, ağaçları ve evleri hınca hınç dolduran kalabalık, deha bir devlet
adamını olduğu kadar, tüm yönleriyle sevdiği “kendisinden
birini” de uğurlamaya gelmişti.
Aynı şekilde pek çok yabancı devlet adamı da, yeni bir devletin kurucusunu olduğu kadar, evrensel barış adına çalışan
bir barışseveri de son yolculuğunda yalnız bırakmamıştır.
Bu tablo Atatürk’ün devlet adamlığının ötesinde insâni tarafıyla da gönülleri fethettiğinin en açık göstergesidir.
Ruhun şad olsun Atatürk’ümüz.
Korucular…
Yunus Şevki KİBAR ⎟
1
985 yılında, 442 sayılı Köy Kanununun 74. maddesinde yapılan değişiklikle askerin ve polisin yanı sıra PKK
ile mücadele amacıyla oluşturulan köy koruculuğu
yaklaşık 30 yıldır bu ülkenin gündeminde. Korucular zaman
zaman devletten maaş almakla birlikte terör örgütüne yataklık, silah, uyuşturucu kaçakçılığı yapmakla suçlanmışlardır. Öyle ki, devletten maaş almaları nedeniyle, terörün
bitmemesinden neredeyse tek başına korucuları sorumlu
tutanlar olmuştur. Gerçekten birçok korucu bu tür meselelerden dolayı soruşturma geçirmiş ve bir kısmı da görevden
uzaklaştırılmıştır.
Terörle mücadelede başarıları ile ön plana çıkmış ve bu nedenle terör örgütünün “infaz listesi”nde yer alan korucular
tek tek şehit edilmektedir.
Öte yandan, koruculara dair bu kadar kolay suçlamalarda
bulunanlar korucuların ülke savunması için ana-babasını, kızını, oğlunu, eşini kaybettiğinden bahsetmeye gerek
duymamaktadır ki yaklaşık 29 yıllık mücadelede yaklaşık
1.700 köy korucusu şehit olmuştur. Özellikle açılım sürecinin başlamasından bu yana korucular tam anlamıyla üvey
evlat muamelesi görmektedir. Asker ve polis operasyonları
durdurmuştur ancak asker kışlasında, polis ise karakoldadır.
Zaten yöre halkının içinden olan korucuların sığınacak bir
yeri yoktur. Psikolojik üstünlüğü elinde tutan terör örgütü de
korucuları örgüte katılmaya zorlamakta, aksi takdirde ölümle tehdit etmektedir. Çok sayıda korucunun son zamanlarda
evini, köyünü terk etmek zorunda kaldığı konuşulmaktadır.
Son günlerde yine 3 korucu terör örgütü tarafından kaçırılmıştır.
Bu ülke için canlarını veren korucular için TSK başsağlığı
açıklamaları ile yetinirken, siyasi irade çözüm sürecinin sekteye uğramamasını teminen konuyu çok fazla dillendirmeme gayretindedir. Korucular ise, yıllardır uğruna canlarını
verdikleri devletten az da olsa ilgi beklemektedir. Bunca
verilen şehidin ardından o bölgede terör örgütü PKK’nın
hâkimiyetini içlerine sindirememektedir. Korucular bugün
maalesef, bölge gerçekleri ile vatan sevgileri arasında sıkışıp
kalmışlardır.
Diğer taraftan korucuların itibarsızlaştırılması amacıyla, bölgede olan herhangi bir adi vaka ya da aşiretler arası kavga
kamuoyuna korucu şiddeti olarak servis edilebilmektedir.
Daha da acı olan durum ise çözüm süreci etkilenmesin diye
şehit olan köy korucularından milletin büyük bölümünün
haberinin dahi olmamasıdır.
Haziran ayında üst üste gelen korucu suikastlarının ardından bu durum saklanamaz bir hal almış olsa dahi, yakından takip edenler dışında şehit olan koruculardan kamuoyunun geneli bihaberdir.
Açılım sürecinde Şırnak merkezde Hasan Caner (evinde,
ailesinin gözleri önünde), Cizre’de Mehmet Güven ve Sait
Coşkun, Silopi’de Ramazan Erkan, Uludere’de Sait Onat,
Ali Nart ve Ali Kılıç şehit edilmiştir. 3 Haziran 2014 tarihinde de Mardin’in Dargeçit ilçesinde öğrenci servisi şoförlüğü yapan 57 yaşındaki Mehmet Uğurtay öğrencilerin
gözlerinin önünde şehit edilmiştir.
Bu yazı, vatanın bütünlüğü için başta asker, polis
olmak üzere canlarını feda eden tüm kamu
görevlileri ile onların yanında yer
alarak ailelerini ve kendi canlarını
kaybeden koruculara
bir vefa borcu,
bir vicdani borç
olarak kaleme
alınmıştır…
Güncel
Güneydoğunun Üvey Evlatları:
SENCE
Balkanlar
Av. Özcan PEHLİVANOĞLU ⎟ Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi (RUBASAM)
B
u topraklardaki Türk varlığının yoğun başlangıcı, bilinenin aksine, M.S . 4. yüzyılın başlarına kadar gitmektedir. Türkler bu tarihten itibaren Balkanlarda bir çok devlet kurmuşlardır.
Buna karşılık Balkan topraklarının elimizde kalan Doğu Trakya toprakları hariç büyük bir bölümünde, Türk
hakimiyeti hukuken sona ereli 100 yılı yeni aşmıştır. Ancak fiziki Türk varlığı, cüzi de olsa Balkan topraklarında
henüz devam etmektedir. Bu nedenle Balkanlar; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, siyasetinin, üniversitelerinin,
medyasının ve sivil toplum kuruluşlarının ilgili alanı olmaya devam etmektedir ve gelecekte de bu ilgi zorunlu
olarak sürecektir.
68
SENCE 2014 Sayı 5
Tarih
Her Türk Balkan Topraklarını Tanımalıdır
Balkanlar, Türkiye ile iç içe geçmiş coğrafi bir bölgedir. Edirne ve Kırklareli illerimizde bulunan Kapıkule, Pazarkule,
Dereköy gibi sınır kapılarından, Yunanistan ve Bulgaristan’a
geçmek oradan da Balkan coğrafyasının en uzak noktalarına ulaşmak mümkündür.
Günümüzde Güney Doğu Avrupa olarak adlandırılan ancak uluslararası terminolojide halen öztürkçe bir isim olan
“Balkan” adı ile ifede edilen bu coğrafyanın sınırlarını öncelikle belirlemek gerekir.
Balkan, sarp ve ormanlık sıra dağları anlamını taşıyan
“Türkçe” bir kelimedir. Balkan kelimesi literatürde ilk kez
1809 yılında Alman coğrafyacısı A. Zevne tarafından kullanılmıştır. Balkan Yarımadası’nı Avrupa Kıtası’ndan ayıran
sınır dağları yoktur.
Balkanlar, güneybatıda Adriyatik Denizi ve İyon Denizi, güneyde Akdeniz, güneydoğuda Ege Denizi, Marmara Denizi,
doğuda Karadeniz ile çevrili bir yarımadadır. Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa nehirleri oluşturur. Kuzeybatıdan
(Trieste Körfezi) güneye ve doğuya dek olan bölge sınırları
denizlerle çevrilidir. Karadeniz kıyılarında ise bölge sınırları
denizlerle belirlenmiştir. Karadeniz kıyılarında Tuna’nın döküldüğü yerden Tuna boyunca kuzey sınır Belgrad’a ulaşır.
Burada Sava boyunca devam edip Hırvatistan-Bosna Hersek hattından batıya ilerleyen kuzey sınırı Slovenya’ya gider. Catez ob Savi köyünde ve Krka nehrinde devam eden
kuzeybatı sınırı, nehrin ağzı Gradicek’in batısından Vipava
nehri üzerinden ilerleyip İtalya’ya geçer. Gorizia yakınlarından Soca nehri ile birleşen sınır, Trieste Körfezi kıyısındaki
Manfalcone yakınlarındaki Adriyatik’e bağlanır.
Balkan coğrafyasının yukarıda sınırlarını çizdiğimiz topraklarının yüz ölçümü ortalama 550.000 kilometrekare’nin
üzerinde... Balkanlarda 50-55 milyon
civarında insan yaşıyor. Nüfusa dair
Balkan coğrafyası, Türk Milleti
net rakamların verilememesinin en
önemli nedeni siyasal nedenlerle
ve Türkiye Cumhuriyeti
sağlıklı nüfus sayımının yapılamamasıdır. Ancak toplam nüfusun %
Devleti için, her daim özenle
25’inin; Türk, Arnavut, Boşnak, Gorailgilenilmesi gereken ve
lı, Pomak, Torbeş ve Çingenelerden
oluşan, müslümanlardan müteşekkil
Türk Dünyası içinde yer alan
olduğunu söyleyebiliriz.
Yarımadanın doğal ve etnik bütünlüğü de bu sebeple bulunmamaktadır.
Bu yüzden yarımadanın günümüze
kadar kuzey hududu çizilememiştir.
Bazı müellifler adı geçen yarımadanın kuzey hududunu Tuna-Sava-Kupa
ırmakları üzerinden geçen ve batıda
Riyeka, doğuda Karadeniz’e kadar
uzanan 1183 km’lik çizgiyi kabul etmektedir. Doğal kuzey hududun söz
önemli bir bölgedir.
Türkler açısından bakacak olursak,
konusu ırmakların veya daha kuzeysayısı net olarak belirlenemesede 2
de Doğu Karpatlar ve Transilvanya
milyon Müslüman Türk’ün BalkanAlpleri olduğu söylenebilirse de, etnoğrafya bakımından
larda
değişik
ülkelerde
yaşadığını söyleyebiliriz. Bu sayıya
yarımada; Balkan milletlerinin meydana getirdikleri bir ethristiyan
Türkler
olan
Gagavuzlar
dahil değildir. Gagavuzlar
nik müze veya konglomeradır.
Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya başta olBu topraklarda Türklerin dışında Arnavutlar, Ulahlar, Boşmak üzere dağınık bir şekilde Balkan ülkelerinde yaşamaktadır.
naklar, Bulgarlar, Makedonlar, Sırplar, Hırvatlar, Yunanlar,
Slovenler, Macarlar, Romenler ve diğer milletler yaşamakBenim Balkanlar konusunda okuduklarımdan ve yaşadıklatadır. Yarımadanın Tuna, Sava ve Kupa ırmaklarının günerımdan edindiğim sonuçlar var. Bunlardan birisi, Cumhuyinde bulunan toprakların yüzölçümü 490, kuzeyindeki
riyet Dönemi’nde ve özellikle Atatürk’ten sonra, Balkanlar
topraklarla birlikte ise 800 bin km2’dir.
Türk Milleti’nden gizlenmiştir. Bunun başlıca sebebi gaflet
ve ihanettir. Şimdi bunu önlemeye ve eğitim yolu ile genç
Balkan Yarımadası’nın doğal zenginlikleri ve çok önemli bir
nesillere Balkanları anlatmaya çalışıyoruz. Bunun sebebi
siyasi ve stratejik konumu vardır. Yarımada’da Avrupa’dan
ise insanlarımızın Balkanları bir vatan olarak öğrenmeleri
Anadolu’ya, Yakın Doğu, Akdeniz ve diğer yerlere uzanan
ve öyle yaşamalarıdır.
yollar geçmekte veya kesişmektedir. Bu yüzden tarih boyunca söz konusu yarımadaya hakim olmak için çok büyük
Diğer bir sonuçta, örneğin; 2015’te Türk Milleti’nin önüsavaşlar yürütülmüştür.
ne çıkarılacak olan “sözde Ermeni Soykırımı İddiaları”na
SENCE 2014 Sayı 5
69
SENCE
karşın, Türklerin Balkanlarda uğradığı gerçek soykırımdır.
1821’i baz alırsak Mora İsyanı’ndan bu yana 5.5 milyon
Türk ve Müslüman, Balkanlarda katledilmiştir. Bu soykırım
değilse nedir?
Balkanları tanımaya bu iki sonuç üzerinden başlamanın bir
Türk için daha doğru olacağı kanaatindeyim. Balkanlar; %
95’i ortadan kaldırılmışsada sizi Türk eserleri ile karşılayacaktır. Camiler, mescidler, medreseler, hanlar, kervansaraylar, hamamlar, çeşmeler, mezar taşları ayrılık süresi yüzyılı
geçsede halen Balkanların Türk olduğunu haykırmaktadır.
Lozan Anlaşması ile Yunanistan’a bir nevi rehin olan Batı
Trakya Türkleri, İskeçe ve Gümülcine merkezli olarak yaşamaya devam etmektedir. Ayrıca Dedeağaç, Rodos ve İstanköy başta olmak üzere Yunanistan’ın ana kara parçasında
ve Ege’deki adalarda Türklere rastlamak mümkündür.
Batı Trakya Türkleri’nin uğradığı bir çok hak ihlali ve mağduriyet vardır. Ancak bugüne kadar ne milliyetlerinden
nede dillerinden nede dinlerinden vazgeçmişlerdir. İskeçe
ve Gümülcine’ye gittiğinizde kendinizi sanki Anadolu’da bir
şehre gelmiş gibi hissedersiniz.
Keza Bulgaristan’a geçincede benzer duygulara kapılırsınız.
Bulgaristan’ın her tarafında Türk ve Türk’e ait yaşam vardır.
Bir çok yeri sanki küçük bir Türkiye’dir. Bugün Bulgaristan
iktidarında Türklerin yoğun olarak siyaset yaptığı Hak ve
Özgürlük Hareketi, koalisyon ortağıdır. Kırcaali ve Razgrad,
Bulgaristan’daki Türklerin en aktif siyasi ve kültürel hareketlerinin yoğunlaştığı merkezlerdir. Birisi Rodopları diğeri
de Deliorman’ı toparlamaktadır.
Bulgarlar komünizm döneminde “her şehre bir cami” politikası ile Osmanlı’dan kalan camileri yok etmiş olsalarda,
kalan camiler Bulgaristan’ın ne kadar Türk ve müslüman olduğunu ortaya koyması bakımından yetip artmaktadır.
Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü şehir Üsküp ve Makedonya bizler için halen büyük anlamlar taşıyor. Üsküp
Balkanlarda adeta bir Bursa ve Edirne gibi duruyor! Makedonya’nın her taşı yani Ohri’si, Kalkandelen’i, Gostivar’ı
başta olmak üzere buram buram Türk ve İslam kokmakta.
Doğu Makedonya dağlarında ise binlerce Türk bekliyor. Ya
Murad Hüdavendigar’ın emaneti Kosova? Türk kültürünün
ve Türk dilinin en iyi şekilde yaşatıldığı Prizren ve de İllaki
Priştine! Mamuşa ise tamamen bir Türk şehri...
Yanıbaşlarında Sancak bölgesi ve hepimizin adından tanıdığı Yenipazar... Sırp polisi halen oradaki insanlarımıza “Pis
Türkler, defolun Türkiye’ye” diye bağırıyor. Bosna Hersek
70
SENCE 2014 Sayı 5
ise bana göre Müslüman Türkle ile ilgili her türlü mirasın
en güzel korunduğu ülke... Saraybosna’da Başçarşı, Mostar,
Travnik, Konjiç, Poçitel ecdatın bize gücünü ve kudretini
hatırlattığı kadar, estetiğin ve mimarinin ulaştığı zirveyide
görmemize neden oluyor. Romanya’da Köstence’yi, Mecidiye’yi, Başpınar’ı da bunlara eklemek gerekir. Hatta ben
Moldovya’daki özerk Gagauz bölgesini de Balkanlara dahil
ediyorum. Çünkü Türklük, duru ve temiz bir Türkçe’yle birlikte ve de bütün unsurlarıyla Gagauzya’da yaşıyor.
Tarihçiler Osmanlı’nın gidip yerleştiği son noktanın, Estergon Kalesi olduğunu söylüyor. Bu bize, bugünün Budapeşte’sinin dün ne kadar Türk olduğunu hatırlatıyor. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Budin’deki Türk eserlerinin
sayısını veriyor. Bu rakamlara bakarak sanki Edirne’den,
Manisa’dan, Amasya’dan bahsediyor. Bana sorarsanız, Gül
Baba halen Müslüman Türk Milleti için Budapeşte’de bekçilik yapıyor... Belgrad, Tiran, Dıraç, İşkodra, Berat, Yanya,
Selanik, Kavala, Drama ve diğerleri, hangi birini size sayayım!
Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların % 25’i halen müslüman ve 2.5 milyon civarında Türk, günümüzde Balkanlarda yaşıyor. Onun için bu toprakları tanımak ve gözü kulağı
Türkiye’de olan soydaşları bulmak ve irtibatı geliştirmek
gerekiyor.
Balkanlar’da Gelecek Nasıl Şekillenecektir?
Yukarıdaki başlıkta yer alan soruya doğru cevaplar verilebilmesi için, bundan önce belirttiğimiz hususların temel
kabul edilerek bilinmesi gereklidir. Birincisi hristiyan dünyanın ister katolik ister ortodoks isterse protestan olsun,
Türkler ve Türk gibi görülenler hakkında kökü yüzyıllar öncesine giden bir “Avrupa ile Balkanlardan Türkleri Temizleme” siyaseti vardır.
Balkan halkları ve devletleri bu siyaset için kullanılmaya
daima hazır unsurlardır. Çünkü bu siyaset kendi siyasetleri
ile milli, dini, siyasi, kültürel ve ekonomik sebeplerle örtüşmektedir. Ayrıca dünyanın emperyalist emelli güçlü devletlerinin ve küresel güçlerin Balkan coğrafyası üzerinde
kendi menfaatlerine dönük hedefleri vardır.
Bu siyasetin ve arkasındaki emellerin tahakkuku için, Balkanlardan Müslüman Türk varlığı temizlenmek istenmektedir. Bunun için 1821 Mora İsyanı’nı baz alırsak yaklaşık
iki yüzyıldır Müslüman Türkler ve Türk gibi görülenleri Balkanlarda katletmek, asimile etmek, sürgün ve göçe tabi
tutmak için savaşlar, ekonomik krizler, sosyal olaylar çıkartılmakta ve insanlar acı ve gözyaşına boğulmaktadır.
Batı bu siyasetinden, Balkan devletleri de değişik olaylarla açığa vuran emellerinden vazgeçmediği sürece Balkan
toprakları için daima bir sıcak çatışma beklentisi içinde
olacağız. Örneğin Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ve NATO
nezdinde görevli iki askeri taburu Bosan Hersek ve Kosova’da görevlidir. Sembolikte olsa bu iki taburun Müslüman
Boşnaklar, Arnavutlar ve Türkler için büyük güvence taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu iki askeri gücün görevlerinin herhangi bir nedenle tamamlanmasının ardından bu bölgelerde yaşayan Müslümanların can güvenliği tehlikeye düşecektir. Kosova’nın
kuzeyinde ve Bosna Hersek’te
zaman zaman meydana gelen
olaylar bu tespitimizi haklı çıkaracak niteliktedir.
Keza Türkiye’nin açıkça ifade
edilmese de, yoğun bir Türk
nüfusunun yaşadığı hem AB
ve hemde Balkan ülkesi olan
Yunanistan ve Bulgaristan’la
önemli sorunları vardır.
Almanya, Bulgaristan ve Hırvatistan üzerinde siyasi ve ekonomik nüfuzunu tarihsel ilişkilerin
dayanağı ile çok yoğun kullanmaktadır. ABD ise Makedonya ve Kosova’ya adeta yerleşmiş durumdadır. Fransızlar
Romanya’yı, Ruslar Sırbistan’ı, İngilizler Yunanistan’ı kendi
etki alanlarında tutmayı başarmaya çalışmaktadırlar.
Son dönemde İsrail, Çin ve Japonya’da tüm Balkanları ilgi
alanına almıştır. Bilim adamlarınca konuşulan “küresel
iklim değişiklikleri” nedeni ile gelecekte Balkanların dünyanın hakim güçlerince yeni bir yaşam alanı olarak kabul
edildiği söylentileri de, Balkanların ve Balkanlarda yaşayan
insanların akibeti açısından endişe verici bir durumdur.
Türkiye’nin Balkanlara ilişkin izlediği politika tutarsızdır ve
mütekabiliyet esasına dayanmamaktadır. Tek taraflı ve gerçekçi olmayan kabuller Balkanlar da içine Türkiye’yi de alacak şekilde sıcak çatışma riskini artırmaktadır. Nihayetinde
Balkan Savaşları döneminde yaşanan akıl tutulmalarının
nelere mal olduğu izahtan varestedir.
Tarih
Batı’nın bu politikasına karşı da Müslüman Türkler ve Türk
gibi görülenler; canlarını, namuslarını, mallarını, dillerini,
inançlarını, kültürlerini korumak için her türlü savunmayı
yapmakta ve doğal olarakta çatışmanın ve tartışmanın tarafı olmaktadırlar.
Eğer dünyaya hakim devletler, küresel güçler ve Balkan ülkeleri ki buna Türkiye’de dahil; gizli emellerinden vaz geçmez ve eteklerindeki taşları dökmezlerse, Balkanlara huzur
ve güven uzun bir dönem daha gelemeyecektir.
Kısa vadede bir çatışma riski gözükmese de orta ve uzun
vedede Yunanistan-Türkiye arasındaki sorunlar, Makedonya’nın tanınmazlığı ve paylaşılmazlığı, Romanya’nın Baserabya iştahı, Bulgarların sorun çıkarma hastalığı, Sırpların
ırkçılığı, Hırvatların Almanya’nın haşarı çocuğu olma rolü
ve Arnavutların “Büyük Arnavutluk” rüyası devam ettikçe,
Balkanlar kaynamaya devam eden kazan olmayı sürdürecektir.
Avrupa Birliği’nin Yunanistan’dan sonra Bulgaristan ve Romanya’yı şimdi de Hırvatistan’ı üyeliğe alarak bir entegrasyonla işi soğutmaya çabalaması bu yüzdendir. Bölge
dönem dönem yöneticiler sebebiyle akılcı yaklaşımlardan
uzaklaşmıştır. Temennimiz barıştan, demokrasiden, özgürlükten yana olan insanların
Balkanlara yön vermesidir.
Bir başka konu ise, 2014 yılının Bulgaristan Türkleri’nin
1989 yılında yaşadığı “Zorunlu
Göç”ün 25. yılı olmasıdır. Araştırmacılar, insanlık tarihinin bu
büyüklükte bir başka kitlesel
göçü görmediğini ifade ediyor.
Türkler Bulgarlar tarafından ilk
önce zorla ad ve din değişimi
suretiyle asimile edilmeye çalışılmış, sonrasında da zorla
göçe tabi tutulmuşlardır. Yirmibeşinci yıl, bir dönüm noktasıdır. Tıpkı ellinci ve yüzüncü yıllar gibi... Onun için Türk
Milleti bu tarihi dönüm yılını, başta Bulgaristan Türkleri’nin
dün ve bugün yaşadığı sıkıntıları anlatmak üzere bütün
Balkanları dünyanın önüne getirmek sureti ile çalışmalar
yapmalıdır.
Bu ve bir çok sorun Balkanların buzdolabında dışarıya servis edilmek üzere beklemektedir. Türk Milleti ecdat yadigari bu topraklara ve üzerinde yaşayan insanlara ilgisini
yoğunlaştırmalıdır. Bu topraklardaki binlerce yılda oluşmuş
müktesebatı terketmek, asla söz konusu olamaz.
Biz Türkler, üzerimize düşeni ne kadar doğru ve iyi yaparsak,Balkanlardaki sorunların yakıcı ve yıkıcı etkisi o kadar
asgariye inecek, Türkler ve akraba topluluklarımız güven ve
huzur içinde yaşayacaktır.
SENCE 2014 Sayı 5
71
SENCE
Taekwondo
Taekwondo akli ve ruhi beceriye dayanan,
bedeni ve ruhi gelişmeyi sağlayan, her yaştaki
insane hitap eden bir “ahlak” sporudur.
Cevdet DOĞAN ⎟ Jet Spor Kulübü Yönetim Kurulu Başkanı
M
antığın dövüş sanatı olarak tabir edebileceğimiz Taekwondo,
kelime olarak el ve ayakla yapılan vuruşların ilmi felsefesi anlamına gelir. Tae; ayak vuruşu, kwon; el vuruşları do ise bu
dövüş sanatını tatbiki esnasındaki izlenecek yolun ve dövüşün felsefesi
değerlerinin genel adıdır.
72
SENCE 2014 Sayı 5
Kişi istediği kadar esnek,
istediği kadar güçlü el ve
ayak vuruşlarına sahip olursa olsun eğer do kurallarını
uygulamıyor ve bu sporu
sadece dövüş sporu olarak
görüyorsa taekwondocu sıfatı taşıyamaz.
Zira taekwondo bir saldırı değil uzunca bir zamandan
beri Kore’de bağımsız olarak geliştirilmiş ve uluslararası
çağdaş bir nitelik kazanmış olan savunma sporudur.
Taekwondonun başlıca özelliği çıplak el ve ayaklarla
rakibe karşı geliştirilen savunma tekniklerini içeren bir
musabaka sporu olmasıdır.
Taekwondo kişinin güven duygusunu geliştirmesi bakımında büyük öneme sahiptir. Kendine güvenen insanlar daha zayıf olanlara karşı alçak gönüllü ve hoş görülü
olurlar.
Her kaba kuvvetin arkasında kişinin, aslında kendi nefsini ve benliğini öne çıkarma duygusu yatar taekwondocu bu nedenle kendini savunma ve karşıdakini bertaraf
etme konusunda eğitimli olduğundan asla kendini ıspata kalkışmaz.
Erken yaşta başlanılan taekwondo çocuğun kendine güven duygusunun artmasına, do kuralları çerçevesinde
toplum içinde bu saygı kültürürnü gelişmesine büyük
katkı sağlar taekwondo selam ile başlar selam ile biter.
Sporcuda aranan en önemli nitelik saygı ve disiplindir.
Sporcu salona girdiğinden itibaren tüm ciddiyetiyle bayrağı ve
hocasını selamlar. Aynı şekilde hoca da onlara eğilerek karşılık
veriri. Bu disiplin çalışma bitene kadar devam eder. Taekwondocu her zaman adil, tarafsız, haklıdan yana ve vatanperver
olarak yetişir.
1905 yılında bir yarışma sporu olarak kabul edilen taekwondo, 1966 yılında uluslararası federasyonunu kurmuştur. 179
ülke bu federasyona üye olup, bugün taekwondo milyonlarca
insanın yaptığı bir spor dalı haline gelmiştir.
Taekwondo sporunun ülkemize gelişi
1960’lı yıllara rastlamaktadır. 1968 yılında resmi olarak Judo Federasyonu
bünyesinde faaliyetlerini sürdürmeye başlamış, ilk defa 1976 yılında
resmi olarak Avrupa Şampiyonasına
katılmıştır. Burada ülkemiz takım halinde Avrupa ikincisi olmuştur. 1981
yılında da Judo Federasyonundan ayrılarak müstakil Federasyon olmuştur.
Taekwondo çalışmaları birkaç kısımdan oluşur:
1. Poomse,
2. Hyank,
3. Müsabaka,
4. Kırış.
Çalışmaya başlamadan önce öğrenci salona ve hocasına selam verir. Salonda sessizlik, sigara içmemek, uygun kıyafetle dolaşmak ve selamlama gibi Do kuralları
geçerlidir.
SENCE 2014 Sayı 5
73
SENCE
Güneşten
Nasıl Faydalanalım ve
Nasıl Korunalım
S. Bahar ALBAN ⎟
G
üneş aslında hem dert hem deva diyebiliriz. Güneşin hepimiz için yaşamsal faydaları olmakla birlikte
güneş ışınlarının ölümcül hastalıklara neden olabileceğini de biliyoruz.
Yaşam boyunca maruz kaldığımız UV ışınlarının %50’sinden
daha fazlasını çocukluk ve ergenlik döneminde almış oluruz. Bu nedenle güneş ışınlarından korunmada, çocukluk
ve ergenlik dönemi daha bir önem kazanmaktadır.
Özellikle büyüme ve gelişmede önemli etkisi olan D vitaminin en önemli kaynağı güneş ışınlarıdır ve kış aylarında
el ve yüz bölgesinden alınan güneş bunun için yeterlidir.
Güneşten faydalanma mutlaka belirli kurallar çerçevesinde
olmalı.
Güneş Işınlarından Korunma Yolları
Güneş ışınları içinde en önemlisi UV-A ve UV-B’dir. Her iki
UV dalgası da kansere neden olurken, UV-A ozon tabakası tarafından emilmez, derinin derinliklerine kadar ilerler
ve erken yaşlanmaya, bağışıklık sisteminin baskılanmasına
neden olur. UV-B kısmen ozon tabakası tarafından emilir,
deride bronzlaşmaya ve güneş yanıklarına neden olur.
Çocuklar ve adolesanların erişkinlere oranla, dışarıda kalma süreleri daha uzun olduğundan güneş ışınlarına maruz
kalmak için daha fazla zamanları olmaktadır.
74
SENCE 2014 Sayı 5
• Güneş ışınlarının etkili olduğu 10:00-16:00 saatleri
arasında, özellikle de güneşin en zararlı olduğu 11:0013:00 saatleri arasında güneşe çıkılmaması gerekir.
• Güneş ışınlarının geçirgenliğini en aza indiren giysilerin
tercih edilmesi gerekmektedir. Sık dokunmuş kumaşlar,
gerçek koton ve likra, koyu renkli giysiler güneş ışınlarını daha az geçirler. Islak ve streç kumaşlar geçirgenliği
artırır. Bu nedenle kuru ve bol giysiler tercih edilmelidir.
• Güneş için kullanılacak şapkaların da belirgin özellikleri
bulunmalıdır; geniş kenarlı veya en ideali kulakları ve
enseyi kapatacak şekilde kumaş içeren Lejyoner şapkası
uygun olabilir.
Sağlık
Güneş Kremlerinin Kullanma Özellikleri
• Geniş kapsamlı, hem UV-A hem de UV-B koruyuculuğunu içeren ve en az 15 koruma faktörü
ihtiva eden ürünleri kullanınız.
• Ürün etiketini dikkatlice okuyunuz, eğer suya
girilecek ve aşırı terlenecekse suya dayanıklı
bir ürün seçiniz.
• Güneş gözlükleri hem gözleri hem de çevresindeki
deriyi güneşin UV ışınlarının zararından ve cilt kanserinden korur. Kullanılacak olan güneş gözlükleri %
99 oranında UV-A ve UV-B filtresi içermelidir. Kullanılan gözlüğün camları üzerine kaplanan kimyasal
madde ile camların renk ve koyuluğuna bakılmaksızın koruma mekanizması geliştirilmiş olur.
• Ağaç ve gölgelikler doğrudan UV ışınlarından korunmakta önemlidir.
• Güneş koruyucu kremlerin kullanılması bir korunma yöntemidir ve son yıllarda oldukça yaygın olarak
uygulanmaktadır. Ancak bunların da kullanma özellikleri vardır ve mutlaka diğer korunma yöntemleri
ile birlikte uygulanmalıdır. Sadece güneş kremi kullanarak, başka bir önlem almadan uzun süre güneşte
kalmak son derece zararlıdır.
• Tüm güneş kremlerinin içerdiği kimyasallar
aynı olmadığı için, sizde allerjiye neden olan
ürün yerine içeriği farklı olan bir başka ürünü
deneyiniz, güneş kremi kullanmayı allerji nedeni ile bırakmayınız.
• Yüzünüz için; özellikle yüz için üretilmiş formülleri veya hiç yakmayan formülleri kullanınız.
• Güneş kremleri güneşe çıkmadan 30 dakika
önce vücuda sürülmeli ve iyice kuruması beklenmelidir. Böylece terleme ile kayıplar oldukça azalır.
• Suya girip çıktıktan sonra, aşırı terleme ve
havlu ile kurulandıktan sonra güneş kremi yeniden uygulanmalıdır.
• Açık havada çalışıyor veya güneşte oyun oynuyorsanız güneş kremini mutlaka uygulayınız
ve diğer koruyucu önlemleri de mutlaka uygulayınız (şapka , koruyucu giysiler giymek gibi).
• Güneş kremlerini kullanmadan önce iyici çalkalayarak karışmasını sağlayınız, daha çok sprey
veya stik şeklindeki biçimleri tercih ediniz.
• Yeterli miktarda güneş kremi sürdüğünüze
emin olunuz.
• Güneş kremini vücudunuzun her yerine eşit
olarak, kalın bir tabaka halinde uygulayınız.
• Özellikle kulaklar, ense, omuzlar, sırt bölgesi,
diz kapaklarının arkası ve bacaklar unutulmamalıdır.
• Göz çevresine uygulanırken göze temastan
özellikle kaçınınız.
SENCE 2014 Sayı 5
75
SENCE
Çiçek Yetiştiriciliği
Evde
S. Bahar ALBAN - Tuğçe DEMİR
76
SENCE 2014 Sayı 5
Hobi
G
ünümüzde hızlı yaşam temposu zaman zaman farklı
işler ile meşgul olma ihtiyacı doğurabiliyor. İş yaşantısı
genelde sıkıcı ve bunaltıcı olabilmektedir. Bu sıkıcı ve
bunaltıcı yaşam temposunu biraz olsun dengelemek için güzel hobiler edinmek faydalı olabilir. Mevcut işinizden farklı bir
iş dinlenme veya eğlenmenize yardımcı olabilmektedir.
Bitkiler ile uğraşmak son derece eğlenceli ve dinlendirici bir
hobidir. Küçücük bir tohum tanesinden çıkarak kısa zaman
içerisinde doğanın renklerini izlemek son derece keyif verici
bir meşgaledir. Onların bakımları ile ilgilenmek, su ve gübrelerini vermek; hem stres atmanıza yardımcı olacak hem de
bir şeyler başarmanın haklı mutluluğunu yaşarsınız.
Çiçek veya herhangi bir bitkiyi yetiştirmek için illa bir bahçe
sahibi olmak ta gerekmiyor. Rengarenk çiçeklerinizi bir saksı
içerisinde de yetiştirebilirsiniz. Günümüzde balkonsuz ev neredeyse hiç yok. Balkonunuzun bir köşesinde saksılarınızda
kendi doğal bahçenizi kurabilirsiniz. Son zamanlarda balkon
bahçeciliğini teşvik etmek amacıyla yerel belediyeler en güzel balkonların seçildiği yarışmalar yapıyorlar. Kim bilir belki
de en güzel balkon sizin balkonunuz seçilebilir.
Eğer küçük bir bahçeniz varsa durum biraz daha değişecektir.
Hafta sonları üzerinde neşeli vakitler geçirebileceğiniz bir çim
alan da oluşturabilirsiniz.
Çiçek Koleksiyonu Oluşturma
Bazı çiçek fanatikleri belirli bir türe ait olan tüm çeşitlerin
koleksiyonunu yapmakta. Siz de sevdiğiniz bir çiçeğin tüm
renklerini toplayarak farklı bir koleksiyon sahibi olabilirsiniz.
Farklı türlere ait ama sadece beyaz renkte çiçek veren bitkileri biriktirebilirsiniz. Bu koleksiyonun içeriğini belirlemek
tamamen size kalmış.
Balkondaki Vaha
Genelde çamaşır asmak veya mutfak tüplerini saklamak
amacıyla kullanılan balkonunuzu çöldeki bir vahaya dönüştürebilirsiniz. Balkon bahçeciliği için pek çok modelde saksılar
bulunabiliyor. Renkli çiçeklerle süslenmiş bir balkonda sevdiklerinizle oturup sohbet etmek, bir şeyler içmek oldukça
keyiflidir.
SENCE 2014 Sayı 5
77
SENCE
Çiçeklerinizin Beslenmesi Nasıl Olmaktadır ?
Yaşayan her bitki adeta küçük bir kimya laboratuarını andırır. Bitkilerin pek azı hariç anorganik maddelerle beslenirler. Bitkiler bu anorganik maddeleri bünyelerinde organik
hale getirirler,yani sentez yaparlar. Bitkilerin beslenmelerinde önemli rol oynayan diğer besin maddeleri şunlardır:
Gübreleme
Tüm kültür bitkileri gibi iç mekan süs bitkileri üreticiliğinde de amaç nicelik ve nitelik yönünden yüksek ürün elde
etmektir. Bu amaca ulaşmak için alınan kültürel önlemlerin başında gübreleme gelmektedir. Bitkiler yaşamların
sürdürebilmek için bazı besin maddelerini kesinlikle almak
Saksıda Bitki Yetiştirmek İçin Püf Noktaları
• Öncelikle kullanacağınız topraklar mutlaka kumlu ve geçirgen olmalıdır.
• Saksınızı toprakla doldurmadan önce saksının alt
kısmına koyacağınız taşlar toprağın geçirgen olmasını sağlayacak ve toprağın fazla su çekmesini
engelleyecektir.
• Saksılarınızı bitkilerin kök sistemine göre seçmeniz gerekir. Kökler enine veya boyuna gelişir.
Buna göre saksınızı enine veya boyuna göre seçebilirsiniz.
• Çiçekçinize mutlaka aldığınız çiçeklerin ısı, ışık
vb. gereksinim duyacakları koşullar konusunda
danışın. Saksılarınızı çiçeğiniz gereksinimlerine
göre balkon veya terasınızda konumlandırın.
• Saksıda yetiştirdiğiniz bitkiler topraktaki besin
maddelerini hızla tüketeceklerinden bitkinizi diktikten sonraki ikinci aydan itibaren toprağa mutlaka besin vermelisiniz.
• Kalıcı bitkiler için uzun etkili granül veya çubuk
besinler; mevsimlik bitkiler içinse 2 haftada bir
suda eriyebilen gübreler işinize yarayacaktır.
• Saksıya diktiğiniz bitki eğer kalıcı bir bitkiyse ve bir
sonraki sene saksısı değiştirilmeyecekse, ilkbahar
ayında bitkinin toprağına gübre ilave etmeniz bitkinizin daha sağlıklı olmasını sağlayacaktır.
78
SENCE 2014 Sayı 5
zorundadır. Bazı elementler vardır ki, bunlardan birisinin
yokluğunda bile bitkiler olağan gelişmelerini göstermez ve
bunlardan herhangi birisinin yerini bir başka element dolduramaz.
Bir süs bitkisi bir saksıya ve ya bahçeye dikildiği zaman gübre de verilir. Fakat bu bitkiye uzun zaman yetmez. Bitkilerin
gelişmelerinin en fazla olduğu zaman ilkbahar ve yaz aylarıdır. O halde bu sürelerde bitkileri düzenli olarak gübrelemek gerekir. Sonbahar ve kış aylarında bitkilerde gelişme
yavaşlar, hatta dinlenmeye çekilirler. Bu süre içinde gübre
vermeye gerek yoktur. Soğanlı , yumrulu, rizomlu çiçeklerin
çiçeklenmeden önce bol bol gübreye ihtiyaçları olur.
Bazı Bitki ve Çiçek Hastalıkları
Kırmızı Örümcek Mite’ları: Yaprakların alt yüzeylerinde
bulunan küçük, sarı , kahverengi veya kırmızı kurtçuklardır.
İnce örümcek ağları üretirler. Kuru ortamı severler. Nemliliği artırmak amacıyla bitkiyi sık sık spreyleyin.
Kabuk Böcekleri: Yapraklara ve gövdeye yapışmış gibi duran küçük sert kabuklu,kahverengi, sarı böceklerdir. Böcekleri ılık sabunlu su ile temizleyip durulayın.
Küf: Yapraklarda ve gövdede oluşan beyaz pudra benzeri
oluşumlardır. Mantar ilacı ( fungicide ) ile spreyleyin.
Beyaz Sinekler: Güveye benzer ve rahatsız edildiğinde uçuşan küçük beyaz böceklerdir. Tüm bitkiyi ılık sabunlu suya
batırın ve sonra durulayın.
Yeşil veya Siyah Sinekler: Bitkinin büyüyen uçlarında koloni oluştururlar. Yok etmek için Arap sabunu köpürtün ve
bununla tüm bitkiyi yıkayın ve durulayın.
Botrytis : Yaprak, çiçek ve gövdede bulunan gri küftür. Bitkiyi daha kuru bir ortama alın ve hava akımını artırın. Ölü
çiçek ve yaprakları düzenli olarak ayıklayın. Sorun devam
ederse mantar ilacı kullanın.
Mealy Bugs : Yaprakların altında ve gövdede bulunan minik yün yumaklarına benzer oluşumlardır. Pamukçuk gibidir. İspirto (Metil Alkol) ya batırılmış bir pamukla siliniz.
Saksı Değiştirme
Saksı değiştirme işlemi, iç mekan süs bitkileri yetiştiriciliğinde önemli bir yer kaplar. Bitkiler, yetiştiricinin gereksiz yere
bitkinin saksısının değiştirilmesi ve ya saksı değiştirmeyi
tam bilmemesi nedeniyle zarar görmektedir. İçersinde belirli miktarda toprak bulunan kaplarda (örneğin saksı, kasa,
çanak vb. gibi ) yetiştirilen süs bitkilerinin bir süre sonra
Hobi
Saksı değiştirme sırasında yapılacak
işlemler şöyle sıralanabilir:
• Saksısı değiştirilecek olan bitkinin toprağı hafifçe nemlendirilir.
• Bitkinin kök boğazı sol elin yüzük parmağı ile orta parmağı arasına alınır.
• Bu arada sol elin avuç içi saksı toprağını tutar ve saksı ters
çevrilerek kenarı sert bir yere hafifçe vurulur. Böylece bitkinin kök yumağının saksı kenarından kolayca ayrılması
sağlanmış olur. Sağ elle saksı kenarından kolayca ayrılması
sağlamış olur.
varolan bitki besin maddeleri beslenme sonucu azalır.
Saksı değiştirmeyi gerektiren başka önemli neden de, bitkinin toprak üstü kısmı ile birlikte köklerinin de gelişmesi ve
saksının zamanla yetersiz duruma gelmesidir.
Saksı değiştirme sırasında genel bir kural, yeni saksının eskisine oranla bir boy daha büyük tutulmasıdır. Daha büyük
saksı kullanılması hem gereksiz hem de sakıncalıdır. Çünkü,
büyük saksılar fazla yer kaplarlar; ayrıca, bitki köklerinin
saksı toprağını tümüyle kaplayacak biçimde gelişmesi uzun
zaman alır. Bu konunun doğru uygulaması sanıldığından
çok daha önemli sonuçlar vermektedir.
Bu nedenle, iç mekan süs bitkileri yetiştiriciliğinde, özellikle son yıllarda olabildiğince küçük saksılar kullanılarak,saksı harçlarının sıvı gübrelerle desteklenmesi ilkesi yerleşmiş
bulunmaktadır.
Saksı değiştirme sırasında köklere ve bu arada tüm bitkiye toplu bir görünüş kazandırmak, bitkinin alt kısımlarında
oluşabilecek çıplaklaşmaları önlemek amacı ile sürgün ve
ana dallarda budama yapılabilir. Ancak bazı bitkilerin budamaya karşı duyarlı oldukları unutulmamalıdır.
Kök budaması ise uçlarının canlılığını yitirdiği veya kök sisteminin aşırı geliştiği durumlarda söz konusudur. Böyle durumlarda kökler keskin bir bıçakla hafifçe budanır. Plastik
saksılarla toprak saksılar arasındaki en önemli farlılık gözenekliliktir. Plastik saksılar gözeneksizdir. Toprak saksılar ise,
yapım tekniklerine bağlı olarak değişik oranlarda gözenek
içerirler. Bu da, arada bazı farklılıklar olmasına yol açar.
• Sağ elle saksı çıkarılır ve bu sırada toprağın dağılmamasına özen gösterilir. Daha önce belirtildiği şekilde kök ve
gövde budaması yapılır. Bundan sonraki işlem yeni saksının dikim için hazırlanmasıdır.
• Saksının dip kısmındaki akıtma deliği üzerine küçük bir
saksı kırığı konur. Böylelikle sulama sırasında toprağa verilen suyun fazlası bu delikten dışarı akar. Saksı dibinde
akıtma deliğinin bulunmaması veya bu deliğin kapanması
durumunda kökler fazla sulama ile kısa zamanda çürürler.
İyi drenaja gereksinimi olan bitkilerde ise, saksı dibinde
önce saksı kırıkları veya küçük çakıllardan bir drenaj tabakası oluşturulur.
• Yeni saksıya dikim sırasında bitki sol el ile saksı ortasına
gelecek biçimde ve istenilen yükseklikte tutulur. Bitkinin
eskisine oranla daha derin veya yüzeyse dikilmemesine
dikkat edilmelidir. Ancak, bu kuralın tersine bazı bitkiler
sürekli biraz daha derine dikilir.
• Sağ elle kök yumağı ile saksı arasında kalan boşluğa yeni
hazırlanan harç doldurulur ve boşluk kalmaması için harç
çepeçevre parmakla bastırılır. Daha sonra saksı tabanı
üzerinde birkaç kez masaya vurularak harcın iyice oturması sağlanır.
• Saksı tümüyle toprakla doldurulmamalı sulama payı olarak saksı kenarı üst düzeyi ile toprak yüzeyi arasında 1.5
cm dolayında bir boşluk bırakılmalıdır.
• İşlem bittikten sonra bitkilere önce toprak tümüyle nemli
duruma gelinceye değin su verilir. Daha sonraları az su verilmeli , ama sık sık su püskürtülmelidir. Saksısı yeni değiştirilmiş bitkiler, ışık seven nitelikte olsalar bile, başlangıçta
doğrudan güneş ışığı altında bırakılmamalı, yarı veya hafif
gölge yerlerde bulundurulmalıdırlar.
SENCE 2014 Sayı 5
79
SENCE
R:
MALZEMELE
k göğüs eti
Yarım kg tavu
i
yılmış ceviz iç
1su bardağı kı
u
ağı galeta un
Yarım su bard
yoğurt
2 su bardağı
mayonez
1 su bardağı
k
5 diş sarımsa
z
1 çay kaşığı tu
rabiber
1 çay kaşığı ka
ÇERKEZ
Ta v u ğ u
YAPILIŞI:
Tavukları güzelce yıkayıp küçük parçalar halinde kesin. Tencereye bir miktar
su, tuz ve tavuk etlerini koyup ocağın altını açın. Tavuklar pişinceye kadar
haşlayın. Haşlanan etlerin suyunu süzün. Büyük bir kasede yoğurt ve dövülen sarımsağı çırpın. İçine mayonezi de ilave ederek karıştırın. Derin bir
salata tabağının içerisine tavukları koyun ve karabiber serpin. Üzerine galeta unu, kıyılmış cevizleri ve son olarak yoğurtlu mayonezi de ilave ederek
güzelce karıştırın. Birkaç saat buzdolabında beklettikten sonra, soğuk olarak servise sunun.
MUTFAK SIRLARI
•
Sarımsak dövdüğünüz zaman havana
nasıl bir kötü koku sindiğini bilirsiniz. Bu
kokuya meydan vermemek için sarımsağı yağlı kağıda sarın ve bu şekilde
dövün. Böylece havanda kötü kokular oluşmayacaktır.
•
Buzdolabınızın içi kokuyorsa endişelenmeyin. Bu kokuyu gidermenin kolay bir yolu var: Az bir
miktar vanilyayı suda eritip bir bezle
dolabınızı silin. Artık kokudan eser kalmayacaktır.
• Yaptığınız yemeğin tuzu fazla olursa,
üzülmeyin. Yemeğe dilimlenmiş patates ilave ederek kaynatın. Patates yemekteki fazla
tuzu emer.
80
SENCE 2014 Sayı 5
İmtiyaz Sahibi
Hasan BÖLÜK
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ve
Genel Koordinatör
Mehmet AKSOY
Haber Müdürü
Bahattin KURNAZ
Teknik Yönetmen
Şenol ÖZTÜRK
İdare Yeri
Hascanlar Basın Yayıon Ltd. Şti.
Atatürk Caddesi
No: 179/301 Kat 3 Osmaniye
www.yenisesonder.com

Benzer belgeler